Umberto Eco GÜLÜN ADI talyan yazar Umberto Eco 64 ya ında. 1971 yılından bu yana Bologna Üniversitesinde göstergebilim dalında profesör. Edebiyat ele tirmenli i, tarih ve ileti im konularında yazılar yazıyor. Gülün Adı ve Foucault Sarkacı ile ünlenen yazar, bir dönem de talyan RA televizyonunda kültür programları yönetmenli i yaptı. Umberto Eco, bu romanın yarattı ı geni yankılara yanıt olarak, Alfabeta dergisinin Haziran 1983 tarihli 49. sayısında, Sonrası (Postille) ba lıklı bir yazı yayımlamı tır. Eco, bu yazısında, Gülün Adı’nın yazılı sürecini anlatmakta, romana çe itli yönlerden açıklık getirmektedir. Gerek bu bakımdan, gerekse Eco’nun roman anlayı ını ortaya koyması bakımından (bir anlamda, roman üstüne bir deneme sayılabilecek) bu ilginç yazıyı kitabın sonunda bulacaksınız. MANASTIR A - Aedificium J - Hamam B - Kilise K - Hastane D - Avlu M - A ıllar F - Yatakhane N - Ahırlar H - Toplantı Salonu R - Demirhane DO AL OLARAK, B R ELYAZMASI 16 A ustos I968’de Vallet diye bir rahip tarafından kaleme alınmı bir kitap geçti elime: Melk’li, Dom Adso’nun, Dom J. Mabillon’un baskısından Fransızcaya çevrilmi elyazması (Presses de l’Abbaye de la Source, Paris, 1842). Gerçekten oldukça yoksul tarihsel bilgilerin eklendi i bu kitabın, Benedikten tarikatının tarihine ili kin çok ey borçlu oldu umuz, on altıncı yüzyılda ya amı büyük bilgin tarafından bulunmu olan, on dördüncü yüzyıla ait bir elyazmasının tıpkısı oldu u öne sürülüyordu. Bu bulgu (kronolojik sıraya göre üçüncü olan kendi bulu umdan söz ediyorum), sevdi im birisini beklemek üzere Prag’da bulundu um sırada beni ne elendirdi. Altı gün sonra Sovyet birlikleri talihsiz kenti istila ettiler. ansım yolunda gitti: Linz’de Avusturya sınırına ula tım; oradan Viyana’ya gidip bekledi im kimseyle bulu tum ve birlikle Tuna boyunca yukarı çıktık. Büyük bir dü ünsel co kuyla, büyülenmi , Melk’li Adso’nun korkunç öyküsünü okuyordum; kendimi kitaba öylesine kaptırmı tım ki, yumu ak bir kalemle üstüne yazması çok zevkli olan Pupelerie Joseph Gilbert’den alınma o büyük defterlerden birkaçını bir çırpıda kitabın çevirisiyle doldurdum. Böylece Melk yakınlarına geldik; ırma ın dirsek çevirdi i bir yerde, bir tepe üstünde, yüzyıllar boyunca birçok kez restore edilmi olan güzelim Stift hâlâ ayakta duruyordu. Okurun tasarlayabilece i gibi, manastırın kitaplı ında Adso’nun elyazmasının izine rastlamadım. Salzburg’a varmadan önce, Mondsee kıyısında küçük bir otelde, trajik bir gecenin ardından, yol arkada lı ımız birden sona erdi ve kendisiyle birlikte yolculuk etmekte oldu um ki i, Abbe Vallet’nin kitabını da alarak ansızın yok oldu; kötülü ünden de il, ili kimizin düzensiz ve ansızın bitmesinden ötürü. Böylece, elimde elyazısıyla yazdı ım defterler, yüre imde kocaman bir bo luk kaldı. Birkaç ay sonra, Paris’te, ara tırmamı derinle tirmeye karar verdim. Fransızca kitaptan çıkardı ım birkaç nottan, kayna a, ola anüstü ayrıntılı ve kesin bir yollama kalmı tı elimde: Vetera analecta, sive collectio veterum aliquot opera et opusculorum omnis generis, carminum, epistolarum, diplomaton, epitaphiorum, et, cum itinere germanico, adaptationibus aliquot disquisitionibus R.P.D. Joannis Mabillon, Presbiteri ac Monachi Ord. Sancti Benedicti e Congregatione S. Mauri. — Nova Editio cui accessere Mabilonii vita et aliquot opuscula, scilicet Dissertatio dePane Eucharistico, Azymo et Fermentatio, ad Eminentiss. Cardinalem Bona. Subjungitur opusculum Eldefonsi Hispaniensis Episcopi de eodem argumentum Et Eusebii Romani ad Theophilum Gallum epistola, De cultu sanctorum ignotorum, Parisiis, apud Levesque, ad Pontem S. Michaelis, MDCCXXI, cum privilegio Regis. Bibliotheque Sainte Geneviève’ d e , Vetera analecta’yı hemen buldum; ama buldu um baskının, betimlemeden iki ayrıntı bakımından farklı olu u a ırttı beni: önce “Montalant, ad Ripam P.P. Augustinianorum (prope Pontem S. Michaelis)” diye belirtilen editör ve iki yıl sonrasını gösteren tarih. Bu analecta, Melk’li Adso ya da Adson’un herhangi bir elyazmasını kapsamıyordu - tersine, dileyenin denetleyebilece i gibi, bunlar, kısa ya da orta uzunlukla metinlerin bir araya getirilmesinden olu uyordu; oysa Vallet’nin kopya etti i öykü birkaç yüz sayfa tutuyordu. Aynı zamanda, ünlü ortaça uzmanlarına, örne in sevgili, unutulmaz Elienne Gilson’a ba vurdum; ama tek Vetera analecta’ların Sainte Genevieve’de gördüklerim oldu u açıktı. Passy yakınlarında, Abbaye de la Source’a hemen bir ziyaret ve arkada ım Dom Ante Lahestedt’le bir konu ma, manastırın basımevinde Abbe Vallet diye birinin kitap bastırmadı ına (böyle bir basımevinin de var olmadı ına) inandırdı beni. Fransız ara tırmacılarının güvenilir ya amöyküsel bilgi konusundaki savruklukları ünlüdür; ama bu durum usun alabilece i her türlü karamsarlı ın da ötesine geçiyordu. Elime geçmi olan kitabın uydurma oldu unu dü ünmeye ba ladım. Artık Vallet’nin kitabını da yeniden elde edemez (ya da en azından, onu benden almı olan kimseye gidip geri isteyemezdim). Elimde notlarımdan ba ka hiçbir ey kalmamı tı; onlardan da ku ku duymaya ba lıyordum. Bazı büyülü anlar vardır, büyük fizik çaba ve yo un dürtüsel heyecan anları; geçmi te tanımı oldu umuz kimselerin sanrıları belirir öyle anlarda (“en me restraçant ces détails, j’en suis â me demander s’ils sont réels, ou bien si je 1 les ai revés” ). Daha sonra, Abbé de Bucquoy’un güzel kitaplı ından ö rendi ime göre, henüz yazılmamı kitapların da sanrıları vardır. Yeni bir ey olmasaydı, Melk’li Adso’nun öyküsünün nereden kaynaklandı ını belki de hâlâ dü ünüyor olurdum; 1970’te, Buenos Aires’te, Corrientes’te, o büyük caddenin ünlü Patio del Tango’sunun oldukça yakınında, küçük bir sahafın raflarına göz gezdirirken, Milo Temesvar’ın, Satranç Oyununda Ayna Kullanılmasına Dair... adlı kitapçı ının standart spanyolca bir nüshasına rastladım. Apocalittici e integrati adlı yapıtımda, bu yazarın daha sonra yayımlanan I venditori di Apocalisse’yi ele tirirken, bu kitabın adını (ikinci elden) anma olana ı bulmu tum daha önce. Artık bulunması olanaksız olan, Gürcü dilindeki özgün yapıtın (Tiflis, 1934) talyanca çevirisiydi bu; kitapta, Adso’nun elyazmasından birçok alıntı görmek a ırttı beni; ama bunların kayna ı ne Vallet’ydi, ne de Mobillon; Peder Athanasius Kircher’di (ama hangi yapıtı?) Daha sonra -adını anmamayı uygun buldu um- bir bilgin (ezbere dizinler alıntılayarak), büyük Cizvit’in, Melk’li Adso’nun hiç sözünü etmedi ine dair güvence verdi bana. Ama Temesvar’ın sayfaları gözlerimin önündeydi; aktardı ı olaylar da Vallet’nin elyazmasındakilere tıpatıp uyuyordu (özellikle labirentin betimlemesi ku kuya yer vermiyordu). Daha sonra Beniamino 2 Placido ne yazmı olursa olsun, Abbe Vallet diye biri ya amı tı; kesinlikle Melk’li Adso da. Bundan, Adso’nun anılarının, do ru olarak, anlattı ı olaylarla aynı niteli i payla tı ı sonucunu çıkardım. Ba ta yazarın adı, en sonunda da, Adso’nun caymak bilmez bir titizlikle suskun kaldı ı manastırın yeri olmak üzere, birçok gölgeli gizeme bürünmü tü bu anılar. Kestirimler, Pomposa ile Conques arasında, belli belirsiz bir alan tasarlama olana ı veriyor bize; büyük bir olasılıkla burası Apeninler’in sırtında, Piemonte, Liguria ve Fransa arasında (yani Lerici ve Turbia arasında) bir yer. Betimlenen olayların geçti i döneme gelince, 1327 Kasım’ının sonunda oluyor olaylar; öte yandan, yazarın bunları ne zaman yazdı ı kesin de il. 1327 yılında kendisinin bir çömez oldu una ve anılarını yazdı ı sırada ölüme yakın oldu unu söyledi ine bakılırsa, elyazmasının, on dördüncü yüzyılın son on ya da yirmi yılı içinde yazıldı ını kestirebiliriz. yi dü ünülürse, beni, elimdeki, on dördüncü yüzyılın sonuna do ru bir Alman rahip tarafından Latince yazılmı bir yapıtın on yedinci yüzyıl Lalincesiyle yapılmı nüshasının, açık seçik olmayan, neo-Gotik bir Fransızca kopyasının talyanca kopyasını yayımlamaya götüren nedenler oldukça azdı. Her eyden önce, nasıl bir üslup kullanmalıydım? O dönemin talyanca örneklerini izleme e ilimini, tümüyle gerekçesiz oldu undan, bir yana bırakmalıydım; Adso yalnızca Latince yazmakla kalmıyor; kültürünün (ya da onu etkiledi i açıkça görülen manastırın kültürünün) çok daha eskiye gitti i anla ılıyor; bu kültürün, geç ortaça Latince gelene ine ba lanabilen bilgi ve üslup süslemelerinin yüzyıllar boyu olu an bir toplamı oldu u açık. Adso, yerli konu ma dilinin evrimine kapalı kalmı , betimledi i kitaplı ın içinde barındırdı ı sayfalara ba lı, ‘ö renimini pederler ve ara tırmacıların metinleri üstünde yapmı bir rahip gibi dü ünüp’ yazıyor; öyküsü (sayısız zihin karı ıklıkları ve hep kulaktan dolma anlattı ı, on dördüncü yüzyıl olaylarına yollamalar dı ında), dil ve bilimsel alıntılar bakımından, on ikinci ya da on üçüncü yüzyılda yazılmı olabilirdi. Öte yandan, Vallet’nin, Adso’nun Latince’sini, kendi neo-Gotik Fransızca’sına çevirirken, bir ölçüde özgürce davrandı ına ku ku yok; hem yalnızca üslup bakımından de il. Örne in ki iler bazan otların erdemlerinden söz ederken, yüzyıllar boyunca birçok de i ikli e u ramı olan, Albertus Magnus’a yorulan gizler kitabına açık yollamalar yapıyorlar. Adso’nun bu kitabı bildi i kesin, ama onun bu kitabın, gerek Paracelsus’un formüllerini, gerekse Albertus’un Tudor döneminden kaldı ı 3 ku ku götürmeyen bir baskısından yapıldı ı açıkça anla ılan ekleri gere inden çok sözcü ü sözcü üne yansıtan bölümlerini alıntıladı ı gerçe ini de i tirmez bu. Öte yandan, Vallet’nin, Adso’nun elyazmasını kopya etmekte oldu u(?) sırada, Paris’te, artık onarılmaz bir biçimde bozulmu olan Grand ve Petit 4 Albert’ın bir on sekizinci yüzyıl baskısının dola makta oldu unu daha sonra do ruladım. Ne olursa olsun, Adso ya da tartı malarını anlattı ı rahiplerin yorumladıkları metnin, notlar, erhler ve çe itli eklerin yanısıra, daha sonraki ara tırmaları zenginle tirecek açıklayıcı notları da kapsamadı ından nasıl emin olabilirdim? Son olarak, Abbe Vallet’nin kendisinin, belki de o dönemin ortamını korumak için, çevirmeyi uygun bulmadı ı bölümleri Latince olarak mı bırakmalıydım? Böyle yapmak için, belki de yararlandı ım kayna a yersiz bir ba lılık duygusundan ba ka kesin gerekçeleri yoktu... A ırılıktan kaçındım; ama bir ölçüde oldu u gibi bıraktım onları. Korkarım bir Fransız kahramanı tanıtırken ona, “Parbleu!” ve “La femme, ah! la femme!” dedirten kötü romancılar gibi davrandım ben de. Sonuç olarak içim ku kularla dolu. Cesaretimi toplayıp Melk’li Adso’nun elyazmasını sanki sahiymi gibi niçin sundu umu gerçekten bilmiyorum. Bir sevdalanma diyelim. Ya da, dilerseniz, kendimi sayısız eski saplantılardan kurtarmanın bir yolu. Metni hiçbir ça cılık kaygısı gütmeksizin yazıyorum. Abbe Vallet’nin kitabını ke fetti im yıllarda, insanın yalnızca imdiki zamana kar ı bir yükümlülükten ötürü dünyayı de i tirmek için yazması gerekli ine dair yaygın bir inanç vardı. Aradan on yılı a kın bir süre geçtikten sonra salt yazma sevgisinden ötürü yazabilmek (en yüce saygınlı a yeniden kavu turulmu olan) yazın adamının avuntusu imdi. Böylece ben de Melk’li Adso’nun öyküsünü, yalnızca anlatma tadı için anlatmakta kendimi özgür hissediyorum ve (usun uyanı ının, uykusu sırasında üretmi oldu u tüm ucubeleri kaçırdı ı günümüzde) bu öykünün, zaman içinde ölçülemez uzaklıkta, günümüzle herhangi bir ba ıntıdan öylesine görkemli bir biçimde arınmı , umutlarımıza ve kesinlemelerimize zamanla ilintisiz yabancılı ını görmekle yüre im yatı ıyor ve avunuyorum. Çünkü kitapların bir öyküsü bu; gündelik kaygıların de il ve bu öyküyü 5 okumak bizi Kempis’li büyük taklitçiyle birlikte “In omnibus requiem quaesivi, et 6 nusquam inveni nisi in angulo cum libro” demeye götürebilir. 5 Ocak 1980 NOT Adso’nun elyazması yedi güne ayrılmı ; her gün de, dua saatlerine denk dü en dönemlere. Üçüncü ki i a zından yazılmı alt-ba lıklar olasılıkla Vallet tarafından eklenmi tir. Ama bu altba lıklar okuru yöneltmek bakımından yararlı oldu undan, o dönemin halk dili yazınının ço unda rastlanan kullanıma da uzak dü medi inden, onları çıkarmayı uygun bulmadım. Adso’nun kanonik saatlere ba vurması beni biraz bocalattı; çünkü bunların anlamı yere ve mevsimlere göre de i mekle kalmıyor; büyük bir olasılıkla, Ermi Benedict’in Kural’da saptadı ı yönergelere, on dördüncü yüzyılda tam bir kesinlikle uyulmuyordu. Bununla birlikte, okura yol göstermesi bakımından, a a ıdaki emanın güvenilir oldu una inanıyorum. Bu ema, bir ölçüde metinden, bir ölçüde de, ilk Kural’ın, Edouard Schneider tarafından, Les Heures bénédictines (Paris, Grasset, 1925)’deki manastır ya amının betimlemesiyle kar ıla tırılmasından çıkarılmı tır. Mattutino (Geceyarısı) (bazan Adso buna eski deyimle Vigiliae de demektedir.) Gecenin 2.30’uyla 3’ü arası. Laudi (Alacakaranlık) (daha eski gelenekte Matutini denirdi.) Sabahın 5’iyle 6’sı arası: tanyeri a arırken sona erer. Prima (Tansökümü) 7.30’a do ru, gündo u undan az önce. Terza (Sabah) 9’a do ru. Sesta (Ö le) Ö le (rahiplerin tarlada çalı madıkları bir manastırda, kı ın, aynı zamanda ö le yeme i vakti). Nona ( kindi) Ö leden sonra saat 2’yle 3 arası. 4.30’a do ru, günbatımı (Kural, karanlık basmadan ak am yeme i yenmesini öngörür). 6 dolayları (rahipler 7 saat 7’den önce yatarlar) Saatlerin hesaplanması, kuzey talya’da, Kasım sonunda, güne in yakla ık 7.30’da do up ö leden sonra 4.40’ta batması esasına dayanmaktadır. ‘GÜLÜN ADI’ ÜZER NE Umberto Eco ve Gülün Adı talya’da, Bologna Üniversitesi’nde ö retim üyesi, semiolog, tarihçi, filozof, estetikçi, ortaça uzmanı ve James Joyce üstüne derin ara tırmalar yapmı çok yönlü bir bilim adamı olan Umberto Eco’nun bu ilk romanı, talya’da ilk yayımlanı ından (1980) bu yana tam on üç kez basıldı; yirmiyi a kın dile çevrildi; tüm dünyada ola anüstü bir ilgi uyandırdı; yankıları hâlâ sürüyor. Gülün Adı’nın ba arısında, ku kusuz, ça ımızda, Rönesans’tan bu yana alı ılagelenin dı ında bir yakla ımla -özellikle kentle me ve dolayısıyla kentsoylu sınıfının ortaya çıkı ı ve demokratik kurumların olu um süreci açısından- gittikçe artan bir ilginin odak noktasını olu turan ortaça konusunda Eco’nun derin ve dolaysız bilgisinin büyük payı var. Gerçekten de Eco günümüzü yalnızca televizyon aracılı ıyla tanıdı ını, oysa ortaça ı do rudan, dolaysız olarak bildi ini söylüyor. Tam anlamıyla ve her bakımdan ortaça dünyasını yansıtmakla birlikte, Gülün Adı kesinlikle ça da bir roman. Okura o ça la ça ımız arasında kaçınılmaz analojik ba lar kurmayı esinliyor. Gerçi Eco romanını tasarlarken alegorik bir dü ünceden yola çıkmadı ını belirtiyor; ancak Gülün Adı’nın, on dördüncü yüzyıl yerine on ikinci yüzyıla ili kin olsaydı da, o yüzyılın sorunlarıyla yüzyılımızın sorunları arasında gene de ko utluklar kurulaca ını, giderek, ta ça ına ait bir kitap yazmı olsaydı bile, o ça la ça ımız arasında binbir benzerlik bulunaca ını, çünkü geçmi i ça da bir kimsenin gözüyle görmeden, tarih biliminin söz konusu olamayaca ını söylüyor. Örne in terörizmin dinsel, mistik bir olgu oldu unu, Marksizmle hiçbir ili kisi olmadı ını, okurun ça ımızla ortaça arasında bu açıdan ko utluk kurmasının nedeninin bu oldu unu öne sürüyor. Tüm bunların yanısıra ve her eyden öte, Gülün Adı’nı böylesine önemli kılan, onun özgün ve ça da romana yepyeni bir uzun soluk getiren bir roman olması: bir anlamda, ortaça art alanında geli en bir tarihsel roman, bir anlamda da ustaca kurulmu polisiye bir öykü ve en önemlisi, ola anüstü bir dil ve sanat yapıtı. Hıristiyanlık ve dolayısıyla Batı siyasal ve genel tarihinin dönüm noktalarından biri olan, Papa ile mparator arasındaki atama yetkisi sava ımının a amalarından birini olu turan bir zaman diliminde geçiyor olay: 1327 Kasım’ının son haftasında, Kutsal Roma mparatoru Bavyeralı Ludwig’in Paris’i ku atıp Roma’ya do ru inmeye ba ladı ı sırada, Papa XXII. Ioannes, Perugia Ruhanî Meclisi’nde, sa’nın hiçbir mal varlı ına sahip olmadı ını öne sürmü olan Fransiskenlerin ba kanı Cesena’lı Michele’nin Avignon’a, yanına gelmesini istemektedir. Tıpkı yirmi yıl önce yenilgiye u ratılmı ve yakılmı olan, Rebello da ında karargâh kurmu Dolcino’nun silahlı çeteleri gibi, sapkın Fransiskenler de kovu turulmakta, yakılmakta, ate leri tüm talya’yı ve Fransa’yı ıı a bo maktadır. Eco’nun, Gülün Adı adlı romanının -ya da Melk’li Adso’nun gizemli elyazmasınınkonusunu olu turan olaylar, yukarı talya’da bir manastırda, böyle bir dinsel-siyasal art alanda geli iyor. Melk’li Adso, “nazik” ve açık seçik olmayan diplomatik bir görevle bu manastıra gönderilen Baskerville’li William’a e lik eden bir Benedikten çömezidir. Baskerville’li William, tanrıbilim açısından, inanç ve usun bir bile imini yapmak için giri ilen tüm çabaları yadsırken, do a bilimi açısından, bilgiyi do rulanabilir ya antıların sınırları dı ına ta ırmayan bir ampirist olarak ortaça dü üncesinde bir dönüm noktasını belirleyen Ockham’lı William’ın ve Padua’lı Marsilio’nun arkada ıdır. Eskiden sorgucu olan William, manastıra varır varmaz bir dizi gizemli olayı çözme sorunuyla kar ı kar ıya bulur kendini: Manastırın görkemli, görkemli oldu unca gizemli ve yalıtılmı dünyasında, Papa ve mparator’un temsilcileri arasında bir uzla ma ortamı yaratmak için yapılacak önemli toplantının e i inde bir ölüm olayıyla ba layan ve yedi günde yedi ölümle süren, rahipleri ve tüm manastır halkını büyük bir kaygı ve yılgınlı a salan ölümler dizisini aydınlatmak... William, kanonik saatlerle belirlenen zaman birimleri içinde meydana gelen olayların geli imini büyük bir ustalıkla sunuyor ve yedinci günün (romanın da) sonunda, olayların dola ık çilesini iplik iplik çözerek, gizemi açıklı a kavu turuyor. Bir polisiye roman yazarının pırıl pırıl mantı ıyla, yerinde, ince ipuçları vererek okurun olayların dokusunu adım adım kavramasını sa lıyor. Hıristiyanlık dü üncesine ili kin kuramsal tartı malar olayların akı ını kesintiye u ratıyormu gibi görünse de, gerçekte bu tartı malar - ilk bakı ta onlara açık seçik ı ık tutmasa bile“merak” ö esini, ortadan kaldırmak bir yana, hep diri tutuyor. Konumuyla, mimarisiyle, bir Benedikten manastırının tüm görkemiyle, özellikle kitaplı ının zenginli iyle bütün ortaça dünyasına ün salmı olan bu manastırda, mparator ve Papa’nın temsilcileri arasında tartı ılan sa’nın yoksullu u konusu, gerçekte Kilise’nin zenginli inin, dolayısıyla Kilise’nin siyasal gücünün (erkinin) tartı ılmasıdır. William’ın, dinsel erkle siyasal erkin özde le tirilmesine kar ı öne sürdü ü ku kusuz Hıristiyan inancından kaynaklanan- sav, laiklik dü üncesinin, giderek kuvvetler ayrımı ilkesine varacak olan ça da dü üncenin köklerinin ortaça da oldu unun bir göstergesi. Sonuç olarak, Eco’nun kitabının, yalnızca, Sherlock Holmes’ler, Komiser Maigret’lerle boy ölçü en, giderek onları a an üstün zekâ ürünü bir polisiye öykü olarak de il, insanlık tarihinin önemli bir kesitinde yer alan dü ünsel çatı maların sunulu u, yazarın kendi sözcükleriyle, “kitaplardan sözeden bir kitap” olarak, üstün yazınsal nitelikleriyle de -tarihsel art alanı ülkemizi do rudan ilgilendirmese bile- bizde de okurların çok yönlü ilgisini uyandıraca ını umuyorum. Romanın adı Kitabın ilk baskısından üç yıl sonra, Umberto Eco, Alfabeta’da (Haziran 1983, Sayı 49) yer alan, Il Nome della Rosa’ya ili kin Poslille’de, romanına kaynaklık eden elyazmasının nasıl eline geçti ine ve kitabın yazılı sürecine ili kin ilginç açıklamaların yanısıra, çe itli ülkelerden okurların kendisine yönelttikleri soruları yanıtlarken, kitabın adına da de iniyor. Gerçekten de, ilk bakı ta a ırtıcı, ipucu vermeyen bir ad, “Gülün Adı”. Eco, bir romanın adının yorumsal bir anahtar oldu unu, oysa romanın, Eco’nun sözcükleriyle, “yorumlar üreten bir makine” oldu unu, ama bir romanın ille de bir adı olması gerekti ini belirterek, Kırmızı ve Siyah, Sava ve Barı gibi adların ça rı tırdıklarından kaçınmanın olanaksızlı ına, öte yandan, ba ki inin adını ta ıyan romanlarda, bu adın bazan yanıltıcı oldu una, örne in Goriot Baba’nın, okurun dikkatini Goriot Baba üstünde yo unla tırdı ına, oysa bu romanın aynı zamanda Rastignac’ın ya da Vautrin’in (alias Collin’in) de destanı oldu una, bunun gibi, Üç Silah örler’in gerçekte dördüncünün öyküsü oldu una de inerek, romanı için önce Suç Manastırı adını tasarladı ını, ama sonra, okurun dikkatini yalnızca polisiye öyküde odakla tıraca ını dü ünerek, bu adı bir yana bıraktı ını, romana - dü ledi i ad olan- Melk’li Adso adını da koymadı ını, bunun nedeninin talya’da yayımcıların özel adlardan ho lanmayı ları oldu unu söylüyor. Oysa Adso, romanda yalnızca anlatıcının sesi, dolayısıyla da yansız bir ad oldu u için (ku kusuz bir anlatıcının ne denli yansız olabilece i sorulabilir) yazarın anlayı ına uygun dü erdi. Gülün Adı’na gelince, Eco bu adı, kendisine, on ikinci yüzyılda ya amı bir Benedikten olan Bernardo Morliacense’nin De coniemptu mundi’nden bir dizesinin esinledi ini; salt bir rastlantı sonucu buldu u bu adı niçin seçti ini u sözcüklerle dile getiriyor: “Çünkü gül simgesel bir eydir ve öylesine anlamlarla yüklüdür ki, neredeyse hiçbir anlamı yoktur: gizemlidir gül ve bir gül, güllerin ya antılarını ya amı tır; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür...” Çeviriye de in Gülün Adı, çevirmeni üstesinden gelinmesi güç zorluklarla kar ı kar ıya bırakan bir kitap: Yo un ortaça ortamı, Hıristiyan dü üncesinin kendine özgü kavram ve sözcükleri, yapıtın alegorik niteli i, ifrelerle dolu olu u, dü üncenin büyük ölçüde tasımlarla geli mesi, Latince alıntılar (Eco’nun, kitabın önsözünde, ortaça ortamını yansıtabilmek için, Latince olarak bırakmaya karar verdi ini açıkladı ı alıntıların -özellikle ortaça Latince’si söz konusu olunca- Latince ile alfabeden ba ka uzak yakın hiçbir ili kisi olmayan Türkçe gibi bir dile çevrilmesinin, örne in, talyanca, spanyolca, Fransızca gibi batı dillerine oranla çok daha büyük güçlükler yaratması), sözdizimi ve yapısıyla dilin, özellikle biçemin yer yer ça da sayılamayacak bir talyanca olu u, az rastlanan sözcüklere yer verili i, Eco’nun kendine özgü mizahı ve iiri... Kitap üstüne söyle ilerinden birinde (Le Monde (des Livres), 22 ubat 1985, s. 16), kendisine yöneltilen, romanının ba arısını neye ba ladı ına ili kin soruyu yanıtlarken, Eco -hiçbirinin do ru olmadı ını belirtti i- on iki de i ik yorumdan söz ederek, Fransa’da yayımlanan Critique dergisinin, kitabın dilinin çeviriye çok yatkın oldu unu öne sürdü üne de de iniyor. Bu sözlerin, örne in Romence, Fransızca, ngilizce gibi Latince kökenli ya da do rudan do ruya Latince’den dal sürmemi olsa da, önemli ölçüde bu dilin etkisinde kalmı olan diller bakımından geçerli olsa bile, Türkçe için ne denli geçerli olabilece i ku ku götürür kanısındayım. Her çeviri bir yorumdur, ku kusuz; tıpkı yazmak gibi. Bir yapıtın ba ka bir dile çevrilmesinden söz ederken, anlatılmak istenen, gerçekte, o yapıtın ba ka bir dilde yeniden kurulmasıdır. Örne in talyanca bir iir Türkçe’ye üç kez çevrilirse, o dilde üç kez yeniden yaratılmı olur. Bunların her birinin, yorumun da ötesinde, bir dil oldu u söylenebilir. Özgün ya da kaynak yapıtın aynını bir ba ka dilde üretmek açısından bakılırsa, kanımca do ru olmayan, ama dilimizde daha uygun ba ka bir kar ılık olmadı ı için kullanageldi imiz sözcükle, çevirmen’in serüveni bir anlamda umutsuzca bir giri imdir; çevirmen, en iyi durumda, bir özgün yapıtı, özünü olabildi ince koruyarak, biçemini olabildi ince bir ba ka dilin - kimi zaman, sözcükleri, yapısı, sözdizimi, ta ıyageldi i kültürel birikimi ve içeri iyle bamba ka bir dilin-sözcükleriyle yeniden yaratabilmeyi, onun anlamını, estetik ve sanatsal de erlerini yansıtabilmeyi umabilir olsa olsa. Ne denli ba arılı olursa olsun, hatta ermi çe bir sabır ve çabanın ürünü bile olsa, tüm kusurlardan arınmı bir çeviri ancak tasarlanabilir, belki de hiçbir zaman gerçekle tirilemez sanıyorum. Ku kusuz, okur dilerse, bu sözleri bir defensio olarak alabilir. Gülün Adı’nda rastlanabilecek yanlı lıklar, eksiklikler, tüm olası yanlı anlamalar ve gözden kaçmalar için okurların ba ı layıcılı ına sı ınıyorum. adan Karadeniz ÖNDEY Ba langıçta Söz Vardı ve Söz Tanrı katındaydı ve Söz Tanrı’ydı. Ba langıçta Tanrı katındaydı Söz ve Tanrı’ya ba lı her inançlı rahibin görevi, hiç de i meyen, yadsınamaz gerçekli i do rulanabilecek biricik olguyu, tekdüze bir arkı söylercesine alçakgönüllülükle yinelemek olmalıdır. Ama, videmus nunc per 8 speculum et in aenigmate ve gerçek, onunla yüzyüze gelmeden önce, dünyanın yanılgısı içinde, parça parça gösterir kendini (yazık, ne de okunaksız); bu nedenle, bize karanlık ve tümüyle kötülü e yönelik bir istemin ala ımı gibi göründü ü zaman bile, onun güvenilir belirtilerini dile getirmeliyiz. Zavallı bir günahkârın ya amından ba ka bir ey olmayan ya amımın sonuna varmı , saçlarım a armı , tıpkı dünyanın ya landı ı gibi ya lanarak, sessiz ve ıssız kutsallı ının dipsiz kuyusunda yitip gitmeyi bekleyerek, meleklere yara ır zekâların suskun ı ı ını bölü erek, a ır, hasta gövdemle, sevgili Melk manastırının bu hücresine kapanıp kalmı , gençli imde gözlemledi im ola anüstü ve korkunç olaylara tanıklı ımı, gördüklerimi ve i ittiklerimi bir taslak aramaya kalkı maksızın, benden sonra geleceklere (e er Deccal onlardan önce gelmemi se) imlerin imlerini bırakmak istercesine- sözcü ü sözcü üne yineleyerek bu par ömen üstünde bırakmaya hazırlanıyorum; onları çözmek için yakarabilsinler diye. mparator Ludwig’in, Yüce Tanrı’nın tasarımlarına uygun olarak ve Avignon’da havarinin kutsal adına leke süren, tahta zorla el koyan, kutsal rütbeleri alıp satan, o adı kötüye çıkmı sapkını a ırtarak (dinsizlerin XXII. loannes diye saygınla tırdıkları Cahors’lu Jacques’in günahkâr ruhundan söz ediyorum) Kutsal Roma mparatorlu u’na saygınlı ını yeniden kazandırmak için talya’ya geldi i, Efendimizin do umunun 1327 yılının sonuna do ru, imdi adını vermememin yerinde ve dindarca olaca ı manastırda meydana gelen olayların açık bir tanı ı olma lütfunu Tanrı esirgemesin benden. Belki de, kendimi içine karı mı buldu um olayları daha iyi anlayabilmek için, yüzyılın o yıllarında neler olup bitti ini, onları o zaman içinde ya ayarak anladı ım ve daha sonra i itti im ba ka öykülerle zenginle mi olarak imdi anımsadı ım gibi anımsamalıyım, -e er belle im öylesine çok ve karı ık olayların ipuçlarını birbirine ba lama yetene ine hâlâ sahipse. O yüzyılın ilk yıllarında Papa V. Clemens, Roma’yı yerel beylerin tutkularına av olarak bırakıp papalık makamını Avignon’a ta ımı tı. Hıristiyanlı ın kutsal kenti bir sirke ya da bir geneleve dönü mü tü; adına cumhuriyet dense de, bir cumhuriyet de ildi; silahlı çetelerin saldırısına, iddet ve ya maya u ruyordu. Din adamları, laik yargının dı ında kaldıklarından, gözü dönmü haydut çetelerine ba kanlık ediyor, elde kılıç, soyuyor, günah i liyor, haksız kazanca dayalı ticaret 9 örgütlüyorlardı. Caput Mundi’nin , bir kez daha ve haklı olarak, Kutsal Roma mparatorlu u’nun tacını giymek ve bir zamanlar kayzerlere ait olan dünyasal imparatorlu un saygınlı ını yeniden sa lamak isteyen adamın amacı olması nasıl önlenebilirdi? te bu yüzden, 1314’te, Frankfurt’ta be Alman prensi, Bavyeralı Ludwig’i imparatorlu un yüce ba kanı seçmi lerdi. Ama aynı gün, Main’in kar ı yakasında, hükümdarlık yetkisine sahip Ren Kontu ve Köln Ba piskoposu, aynı yüksek mevkiye Avusturyalı Frederick’i seçmi lerdi. Tek bir taht için iki imparator ve ikisi için de tek bir papa: gerçekten büyük karı ıklıklar yaratan bir durum... ki yıl sonra Avignon’da, yetmi iki ya ındaki Cahorsiu Jacques, XXII. Ioannes adıyla yeni papa seçildi; Tanrı esirgesin, özü do ru ki ilere öylesine sevimsiz gelen bu adı bir daha hiçbir papa almasın. Fransız olup Fransa Kralına ba lı olan bu adam (o yozla mı ülkenin insanları hep kendi haklarının çıkarlarını gözetme e iliminde olup, tüm dünyayı tinsel yurtları olarak göremezler), bu serseri i birlikçi din 10 a d a m ı Templar övalyeleri’ne , mallarına el koyabilmek için (kanımca haksız olarak) son derece utanç verici suçlar yükleyen Güzel Filip’i desteklemi ti. Bu arada Napoli’li Roberto, bu dolaplara karı arak, talya yarımadasının denetimini elinde tutmak için, Alman imparatorlarının hiçbirini tanımaması konusunda Papa’yı kandırmı , böylece kilise devletinin ba ında kalmı tı. 1322 yılında Bavyera’lı Ludwig, rakibi Frederick’i yenilgiye u rattı. Bir imparatordan, iki imparatordan korktu undan daha da çok korkan Ioannes, yengi kazanan imparatoru aforoz etti; buna kar ılık, o da Papa’yı sapkın olarak yadsıdı. Aynı yıl, 11 Fransisken rahiplerinin olu turdukları ruhanî meclisin Perugia’da toplantını ve ba kanları Cesena’lı Michele’nin, 12 Tincilerin (bunlardan ileride daha çok söz etme fırsatını bulaca ını) dileklerini kabul ederek, sa’nın yoksullu unu, onun havarileriyle birlikte bir eye sahip oldu u 13 zaman da, ona yalnızca usus facti olarak sahip oldu unu inanç ilkesi olarak ilan etti ini söylemek yerinde olur. Tarikatın erdemini ve saflı ını koruma amacına yönelik de erli bir karar; ama bu karar Papa’nın hiç ho una gitmedi; belki de bunda, kendisinin kilisenin ba ı olarak, imparatorlu un piskoposları seçme hakkına kar ı çıkan, tersine papalık tahtının imparatoru atama yetkisini öne süren savlarını tehlikeye dü üren bir ilke seziyordu. Bu ya da ba ka nedenlerle harekete geçerek, 1323’te Fransisken önerilerini, Cum inter 14 nonnullos buyru uyla mahkûm etti. Ludwig’in, imdi Papa’nın dü manları olan Fransiskenleri kendi olası ba la ıkları gibi görmesi sanırım bu sırada oldu. Bunlar sa’nın yoksullu unu vurgulayarak, u ya da bu biçimde, imparatorluk tanrıbilimcilerinin, adlarını vermek gerekirse, Padua’lı Marsilio’yla Jandun’lu Cohn’un dü üncelerini güçlendiriyorlardı. Sonunda, burada anlatmakta oldu um olaylardan birkaç ay önce, yenik Frederick’le anla maya varmı olan Ludwig talya’ya iniyor, Milano’da taç giyiyor, kendisini olumlu kar ılamı olmalarına kar ın vikontlarla çatı maya giriyor. Pisa’yı ku atıyor, Lucca ve Pistoia dükü Castruccio’yu imparatorluk papazlı ına atıyor (kanımca, hiç de iyi etmedi, çünkü, belki de Faggiola’lı Uguccione dı ında, ondan daha acımasız bir adam görmedim) ve yerel bey Sciarra Colonna’nın ça rısı üzerine Roma’ya girmeye hazırlanıyordu. Ludwig’in yanında sava an, onun baronları arasında hiç de önemsiz olmayan babam beni -Melk manastırında 15 genç bir Benedikten çömezimanastırın dinginli inden uzakla tırdı ında durum buydu. talya’nın ola anüstü güzelliklerini görmem ve imparatorun Roma’da taç giyme töreninde bulunmam için beni de kendisiyle birlikte götürmeyi akıllıca buluyordu. Ama Pisa ku atması babamın tüm dikkatini askerî kaygılara çekti. Ben de, bundan yararlanarak, biraz aylaklıktan, biraz da ö renme iste inden, Toscana’nın kentlerinde dola tım. Ama annemle babam, bu disiplinsiz, ba ıbo ya amın, kendini dü ünce ya amına adamı bir yeniyetme için uygun olmadı ını dü ünüyorlardı. Böylece, benden ho lanmı olan Marsilio’nun ö üdüyle kendisini ünlü kentlere ve eski manastırlara götürecek bir görev üstlenmek üzere olan bilgili bir Fransisken’in, Baskerville’li rahip William’ın yanına vermeyi kararla tırdılar beni. Böylece William’ın hem yazmanı, hem ö rencisi oldum; bundan ötürü de hiç pi manlık duymadım; çünkü onunla birlikte, imdi yaptı ım gibi bizden sonra geleceklere iletmeye de er olaylara tanık oldum. Rahip William’ın aradı ı eyin ne oldu unu o zaman bilmiyordum; do ruyu söylemek gerekirse bugün de bilmiyorum bunu; sanırım kendisi de bilmiyordu; çünkü davranı larını yöneten tek ey, gerçe e ula ma iste i ve -her zaman besledi ini gördü üm- gerçe in belli bir anda ona görünen ey olmadı ı ku kusuydu. Belki de o yıllarda çok sevdi i ara tırmalarından, din dı ı görevlerle uzakla tırılmı tı. William’a verilen görev yolculuk boyunca benim için gizli kaldı; daha do rusu, bana söz etmedi bundan. Ancak, yol boyunca durakladı ımız manastırların ba rahipleriyle konu malarından kula ıma çalınanlardan, bu görevin niteli ine ili kin bir fikir edindim. Ama daha sonra anlataca ım gibi, hedefimize ula ıncaya de in tam anlamıyla anlamadım bunu. Kuzeye do ru yöneldik; ancak yolculu umuz düz bir çizgi izlemedi; çe itli manastırlara u radık. Böylece, en son varaca ımız yer do udayken batıya döndük; neredeyse Pisa’dan Santiago’ya giden hac yolu do rultusunda uzanan sırada ları izleyerek, sonradan ortaya çıkan korkunç olayların daha yakından tanımaktan beni alakoydu u bir yerde konakladık; o yerin beyleri imparatora ba lıydılar; bizim tarikatımızdan olan rahiplerin hepsi de oybirli iyle, sapkın, yozla mı Papa’ya kar ı çıkıyorlardı. Yolculu umuz, çe itli olaylar arasında iki hafta sürdü; o süre içinde yeni üstadımı tanıma olana ı buldum (hep inandı ım gibi, hiçbir zaman yeterince de il). A a ıdaki sayfalarda ki ilerin betimlemesine girmek istemiyorum -bir yüz anlatımının ya da bir el kol deviniminin, sessiz ama açık anlatımlı bir dilin belirtisi gibi göründü ü zamanlar dı ında- çünkü, Boethius’un dedi i gibi, hiçbir ey, güz geldi inde kır çiçekleri gibi kuruyup de i en dı görünü ten daha geçici de ildir; hem bugün Ba rahip Abbone’nin sert bakı lı gözleri ve solgun yanakları oldu unu söylemenin ne anlamı var, o ve çevresindekiler çoktan toprak olmu , bedenleri ölümcül toprak grili ine bürünmü , yalnızca ruhları, Tanrı’nın lütfuyla, hiçbir zaman sönmeyecek bir ı ıkla parlarken? Ama William’ı bir kez olsun betimlemek isterim; çünkü kendine özgü çizgileri beni etkiledi; üstelik, kendilerinden daha ya lı ve daha akıllı bir adama yalnızca sözcüklerinin büyüsü ve bedeninin yüzeysel biçimiyle de ba lanmak gençlerin özelli idir -bedensel sevginin (belki de biricik saf biçimi olan) bu biçimini bulandıracak en küçük bir kösnü gölgesi olmaksızın-davranı larını inceledi imiz, ka çatı larını, gülümseyi lerini gözlemledi imiz bir babanın bedeni gibi. Bir zamanlar erkekler yakı ıklı ve boylu bosluydular ( imdiyse çocuk ve cüce); ama bu, ya lanmakta olan dünyanın acıklı durumuna tanıklık eden birçok nedenden yalnızca biri. Gençler artık hiçbir ey ö renmek istemiyorlar, bilim geriliyor, tüm dünya tepetaklak olmu , körler körleri yönetiyor ve onları uçuruma sürüklüyorlar, ku lar, daha uçmayı ö renmeden yuvadan ayrılıyor, e ekler çalıyor, öküzler oynuyor. Meryem artık dü ünsel ya amı sevmiyor, Marta artık etkin ya amdan ho lanmıyor, Leah kısır, Ra el tensel açıdan bakıyor her eye, Cato genelevlere dadanmı , Lucretius kadınsı olmu . Her ey çı ırından çıkmı . O günlerde, Tanrı’ya ükür, üstadımdan ö renme iste ini ve yollar engebeli de olsa varolan do ru yol duygusunu ö rendim. Rahip William’ın dı görünü ü, o sıralarda, en dalgın bir gözlemcinin bile dikkatini çekecek gibiydi. Boyu normal bir adamın boyundan uzundu; öyle inceydi ki, daha da uzun görünüyordu. Gözleri keskin ve içe i leyiciydi; ince ve hafif gagamsı burnu yüzüne tetikte bir adam anlatımı veriyordu (ileride sözünü edece im durgunluk anları dı ında). Çenesi güçlü bir iste i açı a 16 vuruyordu; Hibernia ve Northumbria arasında do mu olanlarda sık sık gördü üm türden çillerle kaplı uzun yüzü ara sıra kararsızlık ve a kınlık anlatımı ta ısa da. Zamanla, güvensizlik gibi görünen eyin yalnızca merak oldu unun bilincine vardım; ama ba langıçta, daha çok doymak bilmez ruhun bir tutkusu sandı ım bu erdeme ili kin olarak çok az ey biliyordum. Akılcı ruhun böyle bir tutkuya kapılmaması, yalnızca (kanımca) en ba ından bildi i gerçekle beslenmesi gerekti ine inanıyordum. Daha çocuk oldu umdan, önce kulaklarından fı kıran sarımsı saç tutamları ve sarı ın, gür ka ları hemen etkilemi ti beni. Belki elli bahar görmü tü; çok ya lı sayılırdı; ama yorulmak bilmez bedeni, ço u kez benim bile yoksun oldu um bir esneklikle deviniyordu. Üstüne a ırı bir etkinlik geldi inde, enerjisi tükenmez görünüyordu. Ama zaman zaman, güçsüzlük anlarında, damarında bir yengeçlik varmı gibi geri geri çekiliyordu; onun hücresinde, ot yata ının üstüne uzanmı , yüzünün tek bir kasını bile oynatmaksızın, a zından tek tük hücreler çıkararak saatlerce yattı ını gördüm. Böyle durumlarda gözlerinde bo , dalgın bir anlatım belirirdi; onun, insana dü ler gördüren uyu turucu bir bitkinin etkisi altında oldu undan ku kulanacak olurdum; ama ya amına yön veren açık mizacı, bu dü ünceyi zihnimden uzakla tırmaya iterdi beni. Bununla birlikte, yolculuk sırasında bazan onun bir çayırlı ın kıyısında, bir ormanın ete inde durup bir bitki (sanırım hep aynı) topladı ını saklamayaca ım; sonra dalgın bir bakı la onu çi nemeye koyulurdu. Birazını alıkoyar, büyük gerilim anlarında yerdi (manastırda az gerilimler ya amadık!). Bir kez, ona bunun ne oldu unu sordu umda, gülümseyerek iyi bir Hıristiyan’ın bazan imansızlardan da bir ey ö renebilece ini söyledi; tadına bakmama izin vermesini isteyince de, tıpkı konu malar için oldu u gibi, basit insanlar için de, paidikoi, ephebikoi ve 17 gynaekeioi’nin söz konusu oldu unu, böylece, ya lı bir Fransisken’e iyi gelen otların, genç bir Benedikten’e iyi gelmeyece ini söyledi. Birlikte oldu umuz süre içinde, çok düzenli bir ya am sürme olana ı bulamadık; manastırda da geceyi uyanık geçiriyor, gündüzleri bitkin dü üyorduk; ayinlere de düzenli olarak katılmıyorduk. Ama yolculu umuz sırasında, çok seyrek olarak, ak am duasından sonra uyanık kaldı; alı kanlıkları da sadeydi. Kimi zaman, manastırda da yaptı ı gibi, bütün günü sebze bahçesinde dola ıp bitkileri, sanki kuvars ya da zümrütmü ler gibi inceleyerek geçirirdi; onun, hazine mahzeninde dola ırken zümrüt ve kuvars kakma bir mücevher kutusuna, tıpkı bir alıç dizisine bakar gibi baktı ını da gördüm. Kimi zaman bütün bir günü kitaplı ın büyük salonunda (çevremizde korkunç bir biçimde öldürülen rahiplerin cesetleri gün gün artarken) elyazmalarının sayfalarını, sanki sırf e lence olsun diye çevirerek geçirirdi. Bir gün onu bahçede, görünürde bir amacı olmaksızın, yaptı ı i ler için Tanrı’ya hesap vermek zorunda de ilmi çesine dola ırken buldum. Benim tarikatımda vakit geçirmenin bamba ka bir yolunu ö retmi lerdi bana; bunu ona söyledim. Evrenin güzelli inin, yalnızca çe itlili in birli inden de il, birli in çe itlili inden de kaynaklandı ı yanıtını verdi. Bu bana kaba deneyselli in buyurdu u bir yanıt gibi göründü; onun ülkesinin insanlarının, nesneleri ço u kez, usun aydınlatıcı gücünün görünürde çok az i levi oldu u biçimlerde tanımladıklarını sonra ö rendim. Manastırda geçirdi imiz dönem sırasında ellerini hep kitapların tozu, daha yeni yapılmı minyatürlerin yaldızı ya da Severinus’un hastanesinde dokundu u sarımsı maddeler bula mı olarak gördüm. Elleri olmadan dü ünemezmi gibi görünürdü; o zaman bana, daha çok bir mekanik uzmanına yara ır görünmü olan bir özellik (bir mekanik uzmanının zina i leyen biri oldu u, tertemiz bir evlilik ba ıyla ba lı olması gereken dü ünsel ya amın sınırları içinde zina i ledi i ö retilmi ti bana); ama en kırılgan nesnelere, örne in yeni resimlenmi bazı elyazmalarına ya da zamanla a ınmı ve mayasız ekmek gibi kolay ufalanabilir sayfalara dokunduklarında bile, tıpkı makinelere dokunurken oldu u gibi, ellerinin ola anüstü ince bir dokunu u varmı gibi gelirdi bana; gerçekten, bu garip adamın yol çantasında, daha önce hiç görmedi im, ola anüstü takımlarım dedi i araç gereçler ta ıdı ını söylemeliyim. Araç gereçler, do anın maymunu olan sanatın ürünüdür, derdi; onun biçimlerini de il, i leyi ini yeniden üretirler, Böylece, bana saatin, usturlapın ve mıknatısın yarattı ı mucizeleri açıkladı. Ama ba langıçta bunun büyü olmasından korktum; bazı dingin gecelerde, o (elinde tuhaf bir üçgen), ayakta durmu yıldızları seyrederken, ben uyuyormu gibi yapıyordum. talya’da ve ülkemde daha önce tanıdı ım Fransiskenler basit, ço u kez okuma yazma bilmeyen adamlardı; bilgisi beni a ırttı. Ama o, gülümseyerek bana ülkesinin adalarında ya ayan Fransiskenler’in ba ka bir kalıptan dökülmü olduklarını söyledi: “Roger Bacon, saygı duydu um üstadım, tanrısal tasarımın bir gün makine bilimini, bu do al ve sa lıklı büyü bilimini içine alaca ını ö retti bize. Gün gelecek, do anın gücünden 18 yararlanılarak, unico homine regente ve yelkenli ya da kürekle hareket eden gemilerden çok daha hızlı gemiler yapılacak; öyle arabalar olacak ki ut sine animale moveantur cum impetu inaestimabili, et instrumenta volandi et homo sedens in medio instrumentis revolvens aliquod ingenium per quod alae artificialiter composita aerem verberent, ad 19 modum avis volantis . Kocaman a ırlıkları kaldırabilen araç gereçler, denizin dibinden giden ta ıtlar yapılacak.” Bu makinelerin nerede olduklarını ona sordu um zaman, bana bunların eski zamanlarda yapılmı oldu unu, kimilerinin de zamanımızda yapılmakta oldu unu söyledi: “Uçan araç bir yana; onu hiç görmedim, onu göreni de görmedim; ama onu tasarlayan bir bilgin biliyorum. Sonra, ırmakların üstüne, sütun ya da ba ka dayanaklar olmaksızın köprüler kurulabilir, adı i itilmemi ba ka makineler de yapılabilir. Ama bunlar henüz ortada yoksa kaygılanmamalısın; çünkü bu, onların ileride var olmayacakları anlamına gelmez. Hem, sana söylüyorum, Tanrı onların var olmasını istiyor; ku kusuz, bunlar daha imdiden onun zihninde var, Ockham’lı dostum dü üncelerin bu biçimde var olduklarını yadsısa da; bunu, tanrısal do ayı belirleyebilece imiz için söylemiyorum; kesinlikle, do aya hiçbir sınır koyamayaca ımız için söylüyorum.” Bu, ondan duydu um tek çeli kili önerme de il; bugün de daha ya lı ve daha akıllı olmama kar ın, William’ın Ockham’lı arkada ına nasıl öylesine güven duyabildi ini ve Bacon’un sözleri üstüne nasıl ant içebildi ini tam anlamıyla anlamı de ilim. Ama o karanlık zamanlarda, akıllı bir adamın birbirleriyle çeli en eyler dü ünmek zorunda oldu u da bir gerçek. Birader William’a ili kin olarak, o zaman edindi im kopuk kopuk izlenimleri en ba ından bir araya getirmek istercesine, saçmasapan eyler söyledim belki de. Onun kim oldu unu ve ne yaptı ını, siz, sevgili okurlarım, manastırda geçirdi imiz günlerde yaptıklarından, belki de daha iyi çıkaracaksınız. Size ola anüstü ve korkunç olayların tam bir tasla ından çok bir listesini (evet, bunu) sunmaya söz verdim ben. Böylece, üstadımı günden güne daha iyi tanıyıp yolculu umuzun birçok saatini, yeri geldikçe azar azar anlataca ım, uzun konu malarla geçirdikten sonra, manastırın bulundu u tepenin eteklerine vardık. imdi öykümün de manastıra ula ma vakti geldi; dilerim olanları anlatmaya hazırlanırken elim titremesin. B R NC GÜN TANSÖKÜMÜ Manastırın eteklerine varıyoruz; William çabuk kavrama yetene ini kanıtlıyor Kasım sonlarında güzel bir sabahtı. Gece boyunca az kar ya mı tı; ama toprak üç parmak kalınlı ını a mayan so uk bir örtüyle örtülmü tü. Karanlıkta, alacakaranlık duasının hemen ardından, vadideki bir köyde ayini dinlemi tik. Sonra, güne do unca da lara do ru yola koyulduk. Da ın çevresinden dolanan dik keçi yolunu güçlükle tırmanırken manastırı gördüm. a ırdım, manastırı dört bir yandan ku atan, tüm Hıristiyan dünyasında görülenlere benzeyen duvarlar de ildi beni a ırtan; sonradan 20 Aedificium oldu unu ö rendi im yı ındı. Uzaktan bir dörtgen gibi görünen sekizgen bir yapıydı bu (Kutsal Kent’in sa lamlı ını, içine i lemezli ini gösteren kusursuz bir biçim). Güney duvarları manastırın bulundu u düzlükte yükseliyor, kuzey duvarlarıysa, dimdik üstünde yer aldıkları da ın kıvrımlarının içinden çıkıyormu gibiydi. A a ıdan bakıldı ında, belli noktalarda kayalık, rengi ve dokusu de i meksizin, gökyüzüne do ru uzuyormu ve bir noktada burç ve kuleye dönü üyormu gibi görünüyordu diyebilirim (yeryüzüyle gökyüzünü yakından tanıyan devlerin i iydi bu): Üç sıra pencere, yüksekli inin üçlü uyumunu dile getiriyordu; öyle ki, yerde dörtgen gibi görünen, gökte tinsel bir üçgen oluyordu. Yakla ınca, dörtgen biçimin kö elerinin her birinden, be kenarı dı arıdan görülen yedigen birer kule olu tu unu gördük -yani, dı arıdan be gen gibi görünen daha küçük dört yedigeni üreten büyük sekizgenin sekiz kenarının dördü görülüyordu. Böylece, her biri ince bir tinsel anlamı açıklayan bunca kutsal sayının be eniye de er uyumunu kim olsa görebilirdi. Sekiz, her dörtgenin mükemmellik sayısı; dört, ncil’lerin sayısı; be , dünyanın bölgelerinin sayısı; yedi, Kutsal Ruh’un kayralarının sayısı. Kitlesi ve biçimiyle Aedificium, talya yarımadasının güneyinde, daha sonra gördü üm Castel Ursino ya da Castel del Monte’yi andırıyordu; ama ula ılmaz konumundan ötürü onlardan daha saygın görünüyor, yava yava yakla an yolcuda korku uyandırıyordu. Çok berrak bir kı sabahıydı; yapıyı ilk kez fırtınalı günlerdeki görünümüyle görmeyi im anslılık oldu. Gene de, insanda sevinçli duygular uyandırdı ını söyleyemeyece im. Korku ve gizli bir tedirginlik yarattı bende. Tanrı bilir, bunlar benim olgunla mamı ruhumun yarattı ı hortlaklar de ildi: devlerin ie koyuldukları gün ve rahiplerin aldanmı istemlerinin yapıyı kutsal sözcü ün korunmasına adama yüreklili ini göstermelerinden önce, ta a kazınmı ku ku götürmez belirtileri do ru olarak yorumluyordum. Küçük katırlarımız ana yolun iki yan yol olu turarak üçe ayrıldı ı da ın son dönemecini de kıvrılınca, üstadım bir süre çevresine bakınmak için durdu: Yolun iki yanına, yola, bir dizi yaz kı ye il çamın bir ara kardan bembeyaz, do al bir çatı olu turdu u yolun üst kısmına baktı. “Zengin bir manastır,” dedi. “Ba rahip gösteri li törenlerden ho lanıyor olmalı.” Onun beklenmedik açıklamalarını i itmeye alı kın oldu umdan, soru sormadım. Bunun bir nedeni de, yolun biraz ilerisinde bazı sesler i itmemiz ve bundan sonraki dönemeçte kayna an bir rahip ve hizmetçi kalabalı ının belirmesiydi. çlerinden biri bizi görünce büyük bir içtenlikle bize do ru geldi. “Ho geldiniz, efendim,” dedi, “kim oldu unuzu tahmin edebilirsem a mayın; çünkü ziyaretinizden haberimiz var. Ben manastırın kilerciba ısı Varagineli Remigio’yum. E er siz de sandı ım gibi Baskervilleli William Birader iseniz, Ba rahip’e haber vermeli. Sen,” -yanındakilerden birine buyurdu“yukarı çık, onlara ziyaretçimizin surlardan girmek üzere oldu unu bildir.” “Te ekkür ederim, kilerciba ı, Birader,” diye yanıtladı üstadım içtenlikle, “beni kar ılamak için ara tırmanıza ara verdi iniz için nezaketinizi daha da çok takdir ediyorum. Ama tasalanmayın. At buradan geçip sa daki yola saptı. Çok uza a gidemez; çünkü saman yı ınına varınca durmak zorunda kalacak. O dik yamaca atılmayacak kadar zeki...” “Ne zaman gördünüz onu?” diye sordu kilerciba ı. “Onu hiç görmedik, de il mi, Adso?” dedi William e lenircesine, bana do ru dönerek, “Ama, e er Brunellus’u arıyorsanız, hayvan ancak dedi im yerde olabilir.” Kilerciba ı duraksadı. William’a, sonra yola baktı; sonunda, “Brunellus mu? Nereden bildiniz?” diye sordu. “Hadi, hadi,” dedi William, “Brunellus’u aradı ınız açık; Ba rahip’in sevgili atını; ahırınızın en iyi dörtnal ko an atı; be kadem yüksekli inde, donu kara, gür kuyruklu, küçük, yuvarlak toynaklı, ama dörtnalı oldukça iyi; ba ı küçük, kulakları sivri, gözleri kocaman. Sa a do ru gitti diyorum size; ama siz gene de çabuk olun.” Kilerciba ı bir an duraksadı, sonra adamlarına i aret etti ve katırlarımız yeniden yoku u tırmanmaya koyulurken sa daki yol boyunca ko tu. çimi bir merak kemiriyordu; William’a soru sormak üzereydim, ama o beklememi i aret etti bana: Gerçekten de birkaç dakika sonra sevinç çı lıkları i ittik; rahipler ve hizmetçiler, atı yularından çekerek yolun dönemecinde belirdiler. Hepsi de biraz a kınlıkla bakarak yanımızdan geçip önümüz sıra manastıra do ru yürüdüler. Sanırım William, onların olanları anlatmalarına olanak vermek için, bine inin adımlarını yava lattı. Her bakımdan çok yüce erdemleri olan üstadımın, kavrayı ının çabuklu unu göstermek söz konusu oldu unda bo gurura kapıldı ını anlamı tım; ince bir diplomat olarak yeteneklerini de erlendirdi im için de, hedefine bilge bir adam olmanın sa lam ününün öncülü ünde varmak istedi ini anladım. “ imdi söyleyin,” dedim sonunda kendimi tutamayarak, “nasıl bildiniz?” “Benim iyi Adso’m,” dedi üstadım, “yolculu umuz boyunca, dünyanın tıpkı kocaman bir kitap gibi bizimle konu urken kullandı ı belirtileri tanımayı ö retiyorum sana. Alanus de Insulis diyordu ki: omnis mundi creatura quasi liber et 21 pittura nobis est in speculum Tanrı’nın, yaratıkları aracılı ıyla, ölümsüz ya amdan bize söz etti i sonsuz simgeler alayını dü ünüyordu. Ama evren, Alanus’un sandı ından daha konu kandır; yalnızca en çok eylerden de il (o zaman bunu hep üstü kapalı bir biçimde yapar), daha yakındaki eylerden de söz eder; hem de çok açık seçik olarak. Sana bilmen gereken eyleri yinelemekten neredeyse utanç duyuyorum. Kav aklarda, daha yeni ya mı karda, solumuzdaki yola do ru yönelmi bir atın toynak izleri çok açık seçik görülüyordu. Düzgün aralıklı olan bu izler, toynakların küçük ve yuvarlak oldu unu ve atın düzenli bir dörtnal gitti ini anlatıyordu -böylece, atın cinsini ve damarına basılmı bir hayvan gibi delice ko madı ını çıkardım. Çamların do al bir dam olu turdukları noktada, bir buçuk metre yüksekli inde, taze kopmu sürgünler vardı. Hayvanın, sa ındaki yola sapmak için güzel kuyru unu savurarak hı ımla dönmü olması gereken yerde, dikenli çalılar arasında hâlâ uzun at kılları duruyordu... Son olarak, o yolun saman yı ına gitti ini bilmedi ini söyleyemezsin; çünkü a a ı dönemeçten çıkarken, büyük güney kulesinin altında, artıkların yardan a a ı dökülerek kan lekeledi ini gördük; üç yol a zının durumundan anla ıldı ına göre, yol ancak bu yöne gidebilirdi.” “Do ru,” dedim, “ama, küçük ba , sivri kulaklar, iri gözler...” “Bunların böyle olup olmadıklarını bilmiyorum, ama rahiplerin buna kesinlikle inandıklarına ku ku yok. Sevil’li zidor, bir atın güzel olması için, ‘ut sit exiguum caput et siccum prope pelle ossibus adhaerente, aures breves et argutae, oculi magni, nares patulae, erecta cervix, coma densa et cauda, ungularum 22 soliditate fixa rotunditas’ olması gerekti ini söyler. E er oradan geçti ini çıkardı ım at, ahırdaki atlarının gerçekten en iyisi olmasaydı, onu aramak için yalnız seyislerin de il, kilercinin de seferber olmasını açıklayamazdım. Dahası, bir atı güzel bulan bir rahip, do al biçimi ne olursa olsun, onu ancak yetkili ki ilerin betimledikleri gibi görür burada bana do ru bakıp kurnaz kurnaz gülümsedi- bu ki i bilgin bir Benedikten olursa...” “Peki,” dedim, “Brunellus nereden çıktı?” “Kutsal Ruh sana akıl ihsan etsin, o ul!” diye ba ırdı üstadım. “Ba ka ne olabilirdi ki? imdi Paris’te rektör olmak üzere olan büyük Buridan bile, güzel bir attan söz etmesi gerekti inde, bundan daha do al bir ad bulamadı.” Üstadım böyleydi i te. Yalnızca do anın kitabını okumayı bilmekle kalmıyordu, rahiplerin kutsal kitapları nasıl okuduklarını ve o kitaplar aracılı ıyla nasıl dü ündüklerini de biliyordu. Görece imiz gibi, ilerideki günlerde ona yararlı olacak bir yetenek. Üstelik açıklaması o noktada bana öylesine açık seçik göründü ki, bunu kendi kendime ke fedemeyi imden do an küçülmü lü ümü, yalnızca bu bulu u payla maktan duydu um gurur yeniyor, kavrayı ımdan ötürü neredeyse kendi kendimi kutluyordum. Gerçe in gücü öyledir; tıpkı iyilik gibi kendili inden yayılır. Bana bu güzel açıklama ba ı landı ı için efendimiz sa Mesih’in kutsal adına övgüler olsun. Ama yolundan sapma, ey öyküm, çünkü ya lanmakta olan bu rahip ayrıntılar üstünde gere inden çok oyalanıyor. Manastırın büyük kapısına vardı ımızı; Ba rahip’in, yanında içi su dolu altın bir çanak tutan iki çömezle birlikte e ikte durdu unu anlat. Binek hayvanlarımızdan inince kilerci benimle ilgilenirken Ba rahip’in nasıl William’ın elerini yıkadı ını, sonra onu kucaklayıp a zından öperek kutsal bir kar ılama yaptı ını anlat. “Te ekkür ederim, Abbone,” dedi William, “Zatıâlilerinin ünlü da ları a an manastırına ayak basmak benim için büyük bir sevinçtir. Efendimiz sa adına bir hacı olarak geliyorum; siz de beni böyle oldu um için onurlandırdınız. Ama imdi size sunaca ım mektubun açıklayaca ı gibi, aynı zamanda yeryüzündeki efendimiz adına da geliyorum buraya; onun adına da, beni iyi kar ıladı ınız için size te ekkür ediyorum.” Ba rahip imparatorluk damgasını ta ıyan mektubu aldı ve William’ın giri inden önce, rahip karde lerinden ba ka mektuplar aldı ı yanıtını verdi (bir Benedikten rahibini hazırlıksız yakalamak kolay de il dedim kendi kendime övünçle); sonra, seyisler binek hayvanlarımızı alıp götürürken kilerciye bize odalarımızı göstermesini söyledi. Ba rahip, bunun ardından, dinlendikten sonra bizi ziyaret etmeyi umdu unu söyledi; böylece manastır yapılarının yumu ak bir içbükey yüzey -ya da sivri tepenin- içinde, da doru unu kesen az e imli düzlü ün dört bir yanına yayıldıkları büyük avluya girdik. Manastırın konumuna ili kin olarak, ileride birkaç kez daha ayrıntılı bilgi verme olana ı bulaca ım. Dı duvarlardaki tek açıklık olan kapıdan sonra, iki yanına a açlar sıralanmı bir yol manastır kilisesine gidiyordu. Yolun solunda, sebze bahçeleriyle kaplı geni bir alan ve daha sonra ö rendi ime göre, iki yapının, hamam ve hastaneyle kurutulmu bitkilerin saklandı ı yapının çevresinde, duvarların kıvrımını izleyen botanik bahçesi uzanıyordu. Geride, kilisenin solunda, mezarlarla kaplanmı alanla kiliseden ayrılan Aedificium yükseliyordu. Kilisenin kuzey kapısı Aedifîcium’un güney kulesine bakıyor, Aedificium’un batı kulesi önden, manastıra gelen ziyaretçilerin gözüne çarpıyordu; sonra, solda yapı duvarlarla birle iyor, kuleleriyle uçuruma do ru sarkıyordu; yandan görünen kuzey kulesiyse uçurumun üstünden dı arı fırlıyordu. Kilisenin sa ında ve hemen arkasında bazı yapılar yer alıyordu; dehlizin çevresinde de yapılar vardı: yatakhane ku kusuz, Ba rahibin evi ve bizim gitmekte oldu umuz hacılar konukevi. Güzel bir çiçek bahçesini geçtikten sonra oraya ula tık. Sa da, geni bir alanın ötesinde, güney duvarları boyunca ve kilisenin arkasından do uya do ru uzanan bir dizi çiftlik, ahırlar, de irmenler, ya haneler, ambarlar, mahzenler ve bana çömezlerin evi gibi görünen yapı. Belli belirsiz dalgalı arazinin düzgünlü ü, eski ça larda bu kutsal yapıyı yapanlara, yönlendirme ilkelerine, Honorius Augustodunicnsis’in ya da Guillaume Durant’ın isteyebileceklerinden daha iyi uymaolana ı sa lamı tı. Günün o saatinde güne in durumuna bakarak ana kilise kapısının tam batıya açıldı ının, böylece koro yeriyle suna ın do uya baktıklarının ayrımına vardım; güne , sabah do arken yatakhanelerdeki rahiplerle ahırlardaki hayvanları do rudan uyandırabiliyordu. Daha sonra, sırasıyla St. Gall’ü, Cluny’yi ve Fontenay’ı ve belki daha büyük ama daha az orantılı olan ba ka manastırları gördüm; ama bundan daha güzel ve daha iyi yönlendirilmi ba ka bir manastır görmedim hiç. Ötekilerin tersine, bu Aedificium, ola andı ı büyüklü üyle dikkati çekiyordu. Ben usta bir duvarcının deneyimine sahip de ilim, ama bu yapının, onu ku atan yapılardan çok daha eski oldu unu hemen anladım. Belki de ba langıçta ba ka nedenlerle yapılmı tı da, daha sonra büyük yapının yönlendirilmesi kiliseninkine, kiliseninki de onunkine uyacak bir biçimde, manastırın yapılar bütünü onun çevresinde kurulmu tu. Çünkü mimarlık, tüm sanatlar arasında, tüm organlarının kusursuzlu unun ve oranının üstünde ı ıldadı ı büyük bir hayvanı barındırması bakımından, eskilerin kosmoz, yani atafatlı dedikleri evrenin düzenini, sa ladı ı uyumda yaratmaya, çok cesurca yaratmaya çalı an sanattır. Augustinus’un dedi i gibi, tüm nesnelerin sayı, a ırlık ve ölçülerini belirlemi olan Yaratıcı’mıza övgüler olsun. Birinci Gün SABAH William, Ba rahip’le ö retici bir konu ma yapıyor. Kilerci tıknaz, görünü te kaba saba ama ne eli, saçları a armı ama hâlâ güçlü, ufak tefek ama çevik bir adamdı. Hacılar konukevindeki hücrelerimize götürdü bizi. Ya da daha do rusu, üstadıma ayrılan hücreye; bir çömez olmakla birlikte, konukları oldu um, bu nedenle de her türlü saygının gösterilmesi gerekti i için, ertesi güne dek benim için de bir hücre bo altılaca ına söz verdi. O gece, hücrenin duvarındaki, içine güzel taze saman doldurtarak hazırlattı ı uzun ve geni bir ni te uyuyabilecektim. Sonra rahipler bize arap, peynir, zeytin, ekmek ve iyi cins kuru üzüm getirdiler ve bizi bir eyler yiyelim diye bıraktılar. Büyük bir zevkle yiyip içtik. Üstadım Benediktenler’in katı alı kanlıklarını payla mıyor, yeme ini sessizce yemekten ho lanmıyordu. Hem her zaman öylesine güzel ve akıllıca eylerden söz ederdi ki, sanki bir rahip bize ermi lerin ya amlarını okuyormu gibi olurdu. O gün ona at konusunda daha çok soru sormaktan kendimi alamadım. “Ama,” dedim, “kardaki izleri ve dalların tanıklı ını yorumladı ınız zaman Brunellus’u tanımıyordunuz. Bir anlamda o izler tüm atlardan ya da en azından o cins atların tümünden söz ediyordu. Öyleyse, do a kitabının, birçok seçkin tanrıbilimcinin bize ö retti i gibi, yalnızca özlerden söz etti ini söylememiz gerekmez mi?” “Tümüyle de il, sevgili Adso,” diye yanıtladı üstadım, “Bu tür bir iz, diyelim 23 ki, bana ‘at’ı verbum mentis olarak anlatıyordu ve o ize nerede rastlarsam rastlayayım, bana hep aynı eyi anlatacaktı. Ama o yerde ve günün o saatinde gördü üm iz, tüm olası atlar içinden en az birisinin oradan geçmi oldu unu anlatıyordu bana. Böylece kendimi ‘at’ kavramının algılanmasıyla tekil bir atın bilgisi arasında buldum. Her ne olursa olsun, evrensel at üstüne bilgim bana bu izler tarafından verilmi ti; bu izlerse tekildi. Bir eyi uzaktan görüp de ne oldu unu anlamazsan, onu belli bir boyutu olan bir cisim olarak tanımlamakla yetinirsin. Daha yakına gelince, o zaman onu bir hayvan olarak betimlersin; henüz onun bir at mı, yoksa bir e ek mi oldu unu bilmesen de. En sonunda, daha da yakına gelince, onun Brunellus mu, yoksa Niger mi oldu unu henüz bilmesen bile, bir at oldu unu söyleyebilirsin. Ancak do ru uzaklıktan onun Brunellus oldu unu (ya da adını ne koyarsan koy, onun ba ka bir at de il, o at oldu unu) görebilirsin. Bu da tam bilgidir; tekil olanın bilgisi. Böylece, bir saat önce, tüm atları beklemeye hazırdım; ama zekâmın enginli inden de il, sezgimin kıtlı ından. Zekâmın açlı ı, ancak rahiplerin yularından çekip getirdikleri tek atı gördü üm zaman giderildi. Ancak o zaman, daha önceki uslamlamanın beni gerçe e yakla tırmı oldu unu gerçekten anladım. Böylece, henüz görmedi im bir atı tasarlamak için kullandı ım kavramlar salt imlerdi; tıpkı kardaki toynak izlerinin ‘at’ kavramının i aretleri olu u gibi; imler ve imlerin imleri, yalnız nesnelerden yoksun oldu umuz zaman kullanılır.” Ba ka zamanlarda onun evrensel kavramlardan büyük bir ku kuculukla, bireysel nesnelerdense büyük bir saygıyla söz etti ini i itmi tim; sonradan bu e ilimin onun hem Britanyalı, hem de Fransisken olu undan ileri geldi ini dü ündüm. Ama o gün tanrı-bilimsel tartı malara girecek gücüm yoktu; bu nedenle de bana ayrılan yere kıvrıldım; bir battaniyeye sarındım ve derin bir uykuya daldım. çeriye birisi girecek olsa, beni bir çıkın sanabilirdi. Üçüncü saate do ru, William’ı ziyarete gelen Ba rahip’in de öyle sandı ı kesindi. Böylece, dikkati çekmeden, onların ilk konu malarını dinledim. çimde kötülük olmaksızın yaptım bunu; çünkü kendimi birdenbire ziyaretçiye göstermek, saklanmaktan daha büyük kabalık olacaktı; bunun için ben de alçakgönüllülükle saklandım. Böylece, Abbone geldi. Rahatsız etti i için özür diledi; yeniden ho geldiniz dedi ve çok önemli bir konuda William’la özel olarak konu mak istedi ini söyledi. Sözlerine, konu unu at olayında gösterdi i yetenekten ötürü kutlamakla ba ladı ve hiç görmedi i bir hayvana ili kin olarak böylesine kesin bilgileri nasıl verebildi ini sordu. William, kısaca ve uzak bir tavırla izlemi oldu u yolu açıkladı. Ba rahip kavrayı ından ötürü onu övgülere bo du. Bilgisiyle ün yapmı bir adamdan daha ba ka bir ey beklenemeyece ini söyledi. Farfa Ba rahip’inden aldı ı bir mektupta, yalnızca William’a mparator tarafından verilen görevden (bunu ilerideki günlerde tartı acaklardı) söz edilmekle kalınmayıp, ngiltere ve talya’da, üstadımın sorgucu olarak görev aldı ı bazı davalarda büyük bir insancıllıkla birle en keskin zekâsıyla kendini gösterdi inin eklendi ini de söyledi. “Birçok davada sanı ın suçsuz oldu una karar verdi inizi ö renmek beni çok ho nut kıldı,” diye ekledi Ba rahip. “Mel’un’un insanların i lerine sürekli olarak karı tı ına özellikle bu acı günlerde her zamankinden çok inanıyorum,” dü man sanki duvarların içinde pusuya yatmı gibi, sezdirmeden çevresine bakındı, “ama Mel’un’un ço u kez ikinci nedenler aracılı ıyla etkinlik gösterdi ine de inanıyorum. Onun kurbanlarını, suçun dürüst bir adamın üstüne yıkılaca ı bir biçimde kötülük i lemeye zorlayabildi ini de biliyorum; di i eytanın yerine iyinin yakılmasından tat duyar o. Sorgucular ço u kez becerilerini kanıtlamak için, sanıktan neye mal olursa olsun bir itiraf koparırlar; ancak duru mayı bir günah keçisi bularak sonuçlandıran bir sorgucunun iyi bir sorgucu oldu unu sanarak...” “Bir sorgucu da eytan tarafından kı kırtılabilir,” dedi William. “Olabilir,” diye kabul etti Ba rahip, çok sakınımlı olarak, “çünkü Yüce Tanrı’nın tasarımları tartı ılmaz; böyle de erli insanlara herhangi bir ku ku gölgesi dü ürmek benden ırak olsun. Onlardan biri olarak size gereksinim duyuyorum bugün. Bu manastırda öyle bir ey oldu ki, sizin gibi zeki ve sakınımlı bir adamın dikkatini ve ö üdünü gerektiriyor. Olanı ortaya çıkarmakta zeki, (gerekirse) üstünü örtmekte sakınımlı birinin. Gerçekten de, üstün olmaları gereken insanların suçunu kanıtlamak sık sık kaçınılmaz oluyor, ama kötülü ün nedenini, suçluyu kamunun gözünde küçük dü ürmeyecek bir biçimde ortadan kaldırmak gerekir. Bir çoban yanılgıya dü erse, öteki çobanlardan ayrı tutulmalıdır; ama e er koyunlar çobanlara güvensizlik duymaya ba larlarsa vay halimize.” “Anlıyorum,” dedi William. Onun dü üncelerini böyle kar ısındakinin gururunu ok ayarak açı a vurdu u zaman, genellikle dürüst bir biçimde aynı görü ü payla madı ını ya da a kınlı ını gizledi ini gözlemleme olana ı bulmu tum daha önce. “Bu nedenle,” diye sürdürdü Ba rahip, “bir çobanın yanılgısını içeren her dava, kanımca ancak sizin gibi yalnızca iyiyi kötüden ayırabilen de il, aynı zamanda amaca uygun olanla olmayanı da birbirinden ayırabilen insanlara verilebilir. Sizin, suçlu yargısını ancak...” “...sanıkların suç niteli indeki eylemlerden, adam zehirlemekten, suçsuz gençleri kötü yola sürüklemekten ya da söylemeye dilimin varmadı ı öteki i rençliklerden suçlu oldukları zaman verdi imi...” “...suçlu yargısını ancak,” diye sürdürdü Ba rahip, sözünün kesilmesine aldırmaksızın, “ eytan’ın varlı ının tüm gözlere apaçık göründü ü, bu yüzden de ba ka türlü davranılırsa ho görünün, suçun kendisinden daha utanç verici olaca ı zaman verdi inizi dü ünmek ho uma gidiyor.” “Birini suçlu buldu um zaman,” diye açıkladı William, “gerçekten öylesine a ır suçlar i lemi tir ki, tam bir gönül rahatlı ıyla onu laik güçlere devredebilirim,” Ba rahip bir an bocaladı. “Niçin,” diye sordu, “ eytani nedenlere de inmeksizin suç sayılan eylemlerden söz etmekte direniyorsunuz?” “Çünkü nedenler ve sonuçlar konusunda yargı yürütmek çok güç bir eydir; kanımca bunun tek yargıcı Tanrı olabilir; kömür olmu bir a aç gibi apaçık bir sonuçla onu yakan yıldırım arasında bir ba ıntı kurmakta bile zorluk çekerken, kimi zaman sonu gelmez neden, sonuç zincirlerinin izini bulmak, gökyüzüne de er bir kule yapmaya çalı mak kadar aptalca görünüyor bana.” “Aquino’lu bilgin,” diye öne sürdü Ba rahip, “Yüce Tanrı’nın varlı ını yalnızca mantık gücüyle, nedenden nedene geçerek, sonunda nedeni olmayan ilk nedene ula arak göstermekten korkmamı tı.” “Ben kim oluyorum ki Aquino’lu bilgine kar ı çıkayım?” dedi William alçakgönüllülükle. “Hem onun Tanrı’nın varlı ını kanıtlamasını, onun önerdi i yolları do rulayan birçok ba ka kanıt var. Tanrı, Augustinus’un bildi i gibi, ruhumuzun ta içinden konu ur bizimle; hem, sizin Abbone, Yüce Tanrı’nın övgüsünü ve onun varlı ının kanıtlarını açıkça dile getirmeniz gerek. Aquino’lu Tommaso böyle yapmasa bile...” Durdu, ekledi: “Sanırım.” “Elbette,” diye do ruladı Ba rahip çabucak; böylece, üstadım pek ho lanmadı ı açıkça anla ılan bir tartı mayı çok güzel bir biçimde kesti. “Duru malara dönelim. Bakın, bir adam zehirlenerek öldürülüyor. Bu bir veridir. Belli, yadsınamaz belirtiler kar ısında, zehirleyenin bir ba ka adam oldu unu tasarlayabilirim. Böyle basit nedenler zinciri konusunda zihnim, gücüne duydu u belli bir güvenle yargı yürütebilir. Ama bu kötü eyleme yol açmak için ba ka bir eyin, bu kez insanca de il, eytanca bir eyin araya girdi ini tasarlayarak zinciri nasıl karma ık bir duruma getirebilirim? Bunun olanaksız oldu unu söylemiyorum: eytan, tıpkı atınız Brunellus gibi bir yerden geçti ini i aretlerle belli eder. Ama bu kanıtların ardına niçin dü eyim? Suçlunun o adam oldu unu bilmek ve onu laik yargı organlarına teslim etmek yetmez mi? Nasıl olsa cezası ölüm olacak. Tanrı ba ı lasın.” “Ama i itti ime göre, üç yıl önce Kilkenny’de, sanıkların i renç cinayetler i lemekle suçlandıkları bir duru mada, suçluların kimlikleri saptandıktan sonra i in içinde eytanın parma ı oldu unu yadsımamı sınız.” “Ama açık seçik sözcüklerle de do rulamadım. Yadsımadı ım do ru. Mel’un’un düzenleri üstüne yargı vermek için ben kim oluyorum, özellikle,” diye ekledi, bu nedeni vurgulamak istiyormu gibi görünüyordu, “engizisyonu ba latmı olanların, piskoposun, belediye meclisi üyelerinin, tüm halkın, belki sanıkların kendilerinin bile. eytan’ın varlı ına gerçekten dikkat çekmek istedikleri davalarda. Bu durumda, eytan’ın varlı ının tek gerçek kanıtı, belki o anda herkesin onun i ba ında oldu unu bilmek için duydu u tutkunun yo unlu udur...” “Yani, siz,” dedi Ba rahip kaygılı bir sesle, “birçok duru mada, eytan’ın yalnızca sanı ın de il, belki de ve en çok yargıçların içlerinde etkin oldu unu mu söylüyorsunuz?” “Hiç böyle bir ey öne sürebilir miyim?” diye sordu William; sorunun, B arahip’in do rulayamayaca ı bir biçimde soruldu unun ayrımına vardım; böylece William onun suskunlu undan yararlanarak konu manın yönünü de i tirdi. “Ama bunlar geçmi te kalan eyler. Bu soylu görevi bıraktım; e er bu i i yaptımsa, Tanrı istedi i için yaptım...” “Ku kusuz,” diye kabul etti Ba rahip. “... imdi,” diye sürdürdü William, “ba ka nazik sorunlarla u ra ıyorum. Bana anlatırsanız, sizi üzen sorunla da u ra mak isterim.” Ba rahip’in o tartı maya son verip kendi sorununa dönebilmekten ho nut oldu unu sezdim. Sonra, çok büyük bir özenle seçilmi sözcükler ve uzun tümcelerle, birkaç gün önce meydana gelen ve rahipler arasında büyük bir üzüntü yaratan tuhaf bir olay anlatmaya ba ladı. Konuyu William’a açtı ını, çünkü William’ın gerek insan ruhu, gerekse Mel’un’un düzenleri hakkında çok geni bilgisi oldu unu bildi ini, konu unun de erli vaktinin bir bölümünü üzücü bir bilmeceye ı ık tutmaya ayırabilece ini umdu unu söyledi. Olay uydu: Büyük bir minyatür ustası olarak daha o zaman ün kazanmı olmasına kar ın hâlâ genç bir rahip olan ve kitaplı ın elyazmalarını çok güzel resimlerle süsleyen Otranto’lu Adelmo, bir sabah Aedificium’un do u kulesinin altında, uçurumun dibinde bir keçi çobanı tarafından ölü bulunmu tu. Öteki rahipler tarafından ak am duası sırasında koroda görüldü ü, ancak geceyarısı duasında görünmedi i için, belki de gecenin en karanlık saatlerinde dü mü tü oraya. O gece büyük bir kar fırtınası vardı; jilet gibi keskin, neredeyse doluyu andıran, kudurmu çasına esen güney rüzgârının sürükledi i kar taneleri dü üyordu yere. Ceset uçurumun tam dibinde bulundu; önce erimi , sonra kat kat donmu kardan ıslanmı , dü erken kayalara çarparak parçalanmı tı, Zavallı, dayanaksız, ölümlü yaratık; Tanrı merhamet etsin ona. Seke seke dü tü ü için tam olarak hangi noktadan dü tü ünü saptamak kolay de ildi; kulenin uçuruma bakan üç yanındaki üç kata sıralanmı pencerelerden birinden dü tü ü ku ku götürmezdi. “Zavallı cesedi nereye gömdünüz?” diye sordu William. “Do al olarak, mezarlı a,” diye yanıtladı Ba rahip. “Belki de ayırdına varmı sınızdır; mezarlık, kilisenin kuzey yanıyla Aedificium ve sebze bahçesi arasında.” “Anlıyorum,” dedi William, “Sorununuzun ne oldu unu da anlıyorum. O talihsiz genç, Tanrı korusun, e er canına kıymı olsaydı, (kazayla dü tü ü dü ünülemeyece ine göre), ertesi gün o pencerelerden birini açık bulurdunuz; oysa hepsini kapalı buldunuz; üstelik hiçbirinin dibinde herhangi bir ıslaklık yoktu.” Ba rahip, daha önce de söyledi im gibi, büyük ve diplomatça dinginli i olan bir adamdı; ama bu kez, kendisini Aristo’nun istedi i gibi a ır ve yüce gönüllü bir kimseye yara ır ölçülükten yoksun bırakan, a kın bir davranı ta bulundu: “Bunu size kim söyledi?” “Siz söylediniz,” dedi William. “E er pencere açık olsaydı, onun kendisini pencereden attı ını dü ünürdünüz hemen. Dı arıdan anlayabildi im kadarıyla, bunlar donuk camdan büyük pencereler; bu tür pencereler genellikle bu büyüklükte binalara adam boyunda konmaz. Bu nedenle, pencerelerden biri açık kalmı olsaydı bile, adamca ızın dı arıya sarkıp dengesini yitirmesi olanaksız oldu una göre, intihardan ba ka bir olasılık dü ünülemezdi. Bu durumda, onun kutsal topra a gömülmesine izin vermezdiniz. Ama onu Hıristiyan usulünce gömdü ünüze göre, pencerelerin kapalı olmaları gerekir. Çünkü e er pencereler kapalıysa -ben hiç, büyücülük duru malarında bile, Tanrı’nın ya da Seytan’ın, bir ölünün yanlı davranı ının kanıtlarını ortadan kaldırmak için uçurumun dibinden yukarıya tırmanmasına izin verdi ine rastlamadı ıma göre- intihar olasılı ının, ister bir insan eli, ister eytan’ın gücü tarafından ortadan kaldırıldı ı açık. imdi siz kendi kendinize, onu uçuruma iten demeyeyim, istemeyerek pencere pervazına kimin çıkarabilece ini soruyorsunuz; kaygılısınız; çünkü manastırda do al ya da do aüstü bir kötü güç dola ıyor.” “Evet, do ru...” dedi Ba rahip; William’ın sözlerini mi do ruladı ı, yoksa kendi kendine, William’ın öylesine be enilmeye de er ve mantıklı bir biçimde ortaya koydu u nedenleri mi haklı buldu u açık de ildi. “Ama camların hiçbirinin ıslak olmadı ını nasıl bilebilirsiniz?” “Çünkü bana rüzgârın güneyden esti ini söylediniz; bu durumda ya murun do uya bakan pencerelere do ru sürüklenmesi olanaksızdı.” “Bana sizin yeteneklerinizi yeterince anlatmamı lar,” dedi Ba rahip. “Haklısınız, pencereler ıslak de ildi. Nedenini imdi biliyorum. Söyledi iniz gibi oldu. Niçin kaygılandı ımı imdi anlıyorsunuz. Rahiplerimden birinin, ruhunu i renç intihar günahıyla lekelemi olması benim için yeterince ciddi bir sorun olurdu. Ama onlardan birinin, aynı ölçüde korkunç bir günahla kendini lekeledi ini dü ünmem için nedenler var. Ke ke bu kadarla kalsaydı...” “Her eyden önce, niçin rahiplerden biri? Manastırda birçok insan var; seyisler, keçi çobanları, hizmetçiler...” “Do rusu, küçük, ama zengin bir manastır,” diye kabul etti Ba rahip a ırba lılıkla. “Altmı rahibe yüz elli hizmetçi. Ama her ey Aedificium’da oldu. Orada, belki imdiden biliyorsunuz, birinci katta mutfak ve yemekhane var; onun üstündeki iki katta da, yazı salonuyla kitaplık. Ak am yeme inden sonra Aedificium kilitlenir ve çok katı bir kural, hiç kimsenin içeri girmesine izin vermez,” William’ın bundan sonraki sorusunu kestirdi ve hemen, ama açık bir isteksizlikle ekledi; “Do al olarak, rahiplerin de, ama...” “Ama?” “Ama bir hizmetçinin geceleyin oraya girme yüreklili ini göstermi olabilece ini kesinlikle - anlıyor musunuz, kesinlikle - yadsıyorum.” Gözlerinden bir güvensizlik gülümseyi i gibi bir ey geçti; bir im ek ya da kayan bir yıldız gibi, çabucak. “Diyelim korkarlardı, biliyor musunuz... basit insanlara verilen buyruklar bazan bir tehditle, buyru a boyun e meyenlerin ba ına korkunç bir eyin, hatta do aüstü bir eyin gelebilece ine ili kin bir uyarıyla peki tirilmelidir. Oysa bir rahip...” “Anlıyorum.” “Üstelik bir rahibin yasaklanan bir yere girmeye kalkı ması için ba ka nedenler de olabilirdi. Demek istiyorum ki... kurallara aykırı olsa bile, akla uygun nedenler...” William, Ba rahip’in tedirginli inin ayırdına vardı, belki de konuyu de i tirme amacına yönelik bir soru sordu; ama bu soru onda daha da büyük bir tedirginlik yarattı. “Bir cinayet olasılı ından söz ederken, ‘Ke ke bu kadarla kalsaydı’ dediniz. Ne demek istiyorsunuz?” “Öyle mi dedim? ey, kimse nedensiz cinayet i leyemez; nedeni ne denli aykırı olursa olsun. Bir rahibi, bir rahip karde ini öldürmeye sürükleyebilecek nedenlerin aykırılı ını dü ününce titriyorum. te. Hepsi bu.” “Ba ka bir ey yok mu?” “Size söyleyebilece im ba ka bir ey yok.” “Söyleme yetkisine sahip oldu unuz ba ka bir ey yok mu demek istiyorsunuz?” “Lütfen, Frate William, Fratello William,” dedi Ba rahip, Frate’yi de, 24 Fratello’yu da vurgulayarak. William kıpkırmızı kesildi ve “Eris 25 sacerdos in aeternum ,” dedi. “Te ekkür ederim,” dedi Ba rahip. Ey Tanrım, o anda ne korkunç bir gizeme dokunuyorlardı benim sakınmı ız üstlerim, biri kaygı, öteki merak dürtüsüyle. Çünkü Tanrı’nın kutsal papazlı ının gizemlerine yönelmi bir çömez olan ben bile, alçakgönüllü bir delikanlı olmama kar ın, Ba rahip’in bir ey bildi ini, ama onu günah çıkarma yeminiyle ö rendi ini anlamı tım. Birinin a zından, Adelmo’nun acıklı sonuyla ilgili olabilecek günahkâr bir ayrıntı i itmi olmalıydı. Belki de bunun için, kendisinin ku kulandı ı, ama hiç kimseye açıklayamadı ı bir gizi ortaya çıkarması için William Birader’e yalvarıyor, iyicillik yasasından ötürü gölgede bırakmak zorunda kaldı ı bir gize, zekâsının gücüyle üstadımın ı ık tutaca ını umuyordu. “Pekâlâ,” dedi William o zaman, “rahipleri sorguya çekebilir miyim?” “Çekebilirsiniz.” “Manastırın çevresinde serbestçe dola abilir miyim?” “Size bu yetkiyi veriyorum.” “Bana bu yetkiyi coram 26 monachos veriyor musunuz?” “Hemen, bu ak am.” “Ama ben bugün ba layaca ım i e; rahipler beni neyle görevlendirdi ini ö renmeden. Hem Hıristiyanlık dünyasının tüm manastırlarında öylesine hayranlıkla sözü edilen kitaplı ınızı ziyaret etmeyi de çok istiyordum; buraya geli imin nedenlerinden biri de bu.” Ba rahip, alabildi ine gergin bir yüzle, neredeyse sıçrarcasına aya a kalktı. “Söyledi im gibi, tüm manastırın içinde serbestçe dola abilirsiniz. Ama kesinlikle Aedificium’un en üst katında, kitaplıkta dola amazsınız.” “Niçin?” “Size daha önce açıklamalıydım, ama biliyorsunuz sandım, ama, bizim kitaplı ımız ba kalarına benzemez...” “Burada, tüm öteki Hıristiyan kitaplıklarındakinden daha çok kitap oldu unu biliyorum. Sizin kitap dolaplarınızın yanında Bobbio’nun ya da Pomposa’nınkiler, Cluny ya da Fleury’ninkiler, çarpım tablosuna daha yeni ba layan bir çocu un odası gibi kalır. Yüz yıl, belki de yüz yılı a kın bir süre önce Novalesa’nın övüncü olan altı bin elyazması, sizinkilerin yanında solda sıfır kalır; hem belki bunların ço u da imdi buradadır. Manastırınızın, Hıristiyanlı ın, Ba dad’ın otuz altı kitaplı ı ve vezir bn el-Alkami’nin on bin cildiyle yarı abilecek tek ı ık oldu unu, ncil’lerinizin sayısının, Kahire’nin övüncü olan iki bin dört yüz Kur’an’a e it oldu unu ve kitap dolaplarınızın gerçek varlı ının, yıllar önce (Yalan Prensi’yle içli dı lı olduklarından), içinde altı milyon cilt ve sekiz bin yorumcuyla iki yüz yazıcıyı barındırdı ını öne sürerek Trablus kitaplı ını isteyen kâfirlerin kendini be enmi söylencesine kar ı apaçık bir kanıt oldu unu biliyorum.” “Do ru, Tanrı’ya övgüler olsun.” “Aranızda ya ayan rahiplerin ço unun, dünyanın dört bir yanına da ılmı olan öteki manastırlardan geldiklerini biliyorum; kimileri, ba ka hiçbir yerde bulunmayan elyazmalarını kopya edip onları kendi manastırlarına götürmek için burada kısa bir süre kalıyorlar; buna kar ılık, onlar da, kopya ederek da arınıza katmanız için, ba ka bulunmaz elyazmaları getirmekten geri kalmıyorlar; kimileri burada çok uzun, hatta bazan ölünceye dek kalıyorlar; çünkü ara tırmalarına ı ık tutacak yapıtları yalnız burada bulabilirler. Böylece aranızda Almanlar, Daçyalılar, spanyollar, Fransızlar, Yunanlılar var. mparator Frederick’in yıllar önce, sizden Merlin’in öngörülerini bir kitapta derlemenizi, sonra da bunu Mısır Sultanı’na bir arma an olarak gönderilmek üzere Arapça’ya çevirmenizi istedi ini biliyorum. Son olarak, Murbach gibi görkemli bir manastırın bu çok üzüntülü günlerde artık tek bir yazıcısı bile olmadı ını, St. Gall’de, yazmayı bilen yalnızca birkaç rahibin kaldı ını, imdi kentlerde üniversiteler için çalı an laik kimselerden olu mu birlik ve loncaların bulundu unu biliyorum; yalnızca sizin manastırınızın, tarikatınızın anını günden güne yeniledi ini ya da -ne söylüyorum?- giderek artan yüceliklere ula tırdı ını biliyorum...” “Monasterium sine libris,” diye alıntıladı Ba rahip, dalgın dalgın, “est sicut civitas sine opibus, castrum sine numeris, coquina sine suppellectili, mensa sine cibis, hortus sine herbis, pratum sine 27 floribus, arbor sine foliis... Bizim, çalı ma ve duanın çifte buyru unda geli en tarikatımız, bilinen dünyanın ı ı ı; bilgi hazinesi, yangınlar, ya malar, depremler içinde yok olma tehlikesiyle kar ı kar ıya bulunan eski ö retinin kurtulu u; yeni yazının oca ı ve eskisinin artı ı oldu... Ah, biliyorsunuz, çok karanlık zamanlarda ya ıyoruz imdi; yüzüm kızararak söylüyorum, daha birkaç yıl önce, Viyana Genel Danı ma 28 Kurulu, papaz olmanın, her rahibin görevi oldu unu açıklamak zorunda kaldı. ki yüzyıl önce, görkem ve kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç manastırımız imdi miskinlerin sı ına ı oldu. Tarikat hâlâ güçlü, ama kentlerin pis kokusu kutsal yerlerimize sokuluyor. Tanrı’nın kulları imdi ticarete ve hizip sava larına e ilim gösteriyorlar; a a ıda, ermi lik ruhunun barınamayaca ı büyük yerle melerde, yalnızca kaba dilde konu makla kalmıyorlar (laik insanlardan ba ka ne beklenebilirdi), bu dilde yazıyorlar bile; ama bu ciltlerin hiçbiri duvarlarımızdan içeri giremez; önünde sonunda sapkınlıkları kı kırtır onlar. nsanlı ın günahları yüzünden, dünya, içine i leyip onu a a ı çeken uçurumun kıyısında asılı kalmı . Ve yarın, Honorius’un dedi i gibi, insanların gövdeleri bizimkinden daha küçük olacak; tıpkı bizimkilerin, eskilerin gövdelerinden daha küçük olması gibi. 29 Mundus senescit . Tanrı’nın imdi bizim tarikatımıza verdi i görev, atalarımızın bize emanet ettikleri bilgi hazinesini koruyarak, yineleyerek, savunarak, bu uçuruma do ru gidi e kar ı çıkmaktır. Yüce Tanrı, dünya kuruldu unda do uda bulunan evrenin merkezinin, yava yava batıya do ru kaymasını buyurdu; dünyanın sonunun yakla tı ı konusunda bizi uyarmak için! Çünkü olayların gidi i daha imdiden evrenin sınırına ula tı bile. Bininci yıl tam anlamıyla sona erinceye, Deccal denen o i renç hayvan, kısa da olsa, yengi kazanıncaya de in, Hıristiyan dünyasının hazinesini, Tanrı’nın peygamberlere ve (havarilere söyledi i, Ebi Mukaddes’in tek sözcü ünü bile de i tirmeksizin yineledikleri, okulların bugün her ne kadar o okullarda kendini be enmi lik, kıskançlık, çılgınlık yılanı yuvalanmaktaysa dayorumlamaya çalı tıkları Tanrı sözünü savunmak bize dü üyor. Bu günbatımında, biz hâlâ ufukta yükselen me ale ve ı ı ız. Bu duvarlar ayakta kaldıkça da, Kutsal Söz’ün bekçileri olaca ız.” “Amin,” dedi William, yürekten. “Ama bunun, kitaplı ın ziyaret edilmesine izin verilmemesiyle ne ilgisi var?” “Bakın William Birader,” dedi Ba rahip, “bu duvarları zenginle tiren büyük ve kutsal eserleri gerçekle tirebilmek için,” böyle diyerek, hücrenin pencerelerinden seçilebilen, manastır kilisesinin üstünde bir taç gibi yükselen Aedificium yı ınını gösterdi, “kendilerini adamı insanlar yüzyıllar boyu demir gibi katı kurallara uyarak çalı tılar. Kitaplık, yüzyıllar boyu herkes için gizli kalan ve hiçbir rahibin ö renmesi nasip olmayan bir tasarıma göre kuruldu. Yalnızca kütüphaneci, kitaplı ın gizini kendinden önce gelen kütüphaneciden ö rendi ve ölüm ansızın gelip de bu bilginin iletilmesini engellemesin diye daha hayattayken onu kütüphaneci yardımcısına ö retiyor. Her ikisinin dudakları da bu gizle mühürlenmi . Yalnızca kütüphanecinin, bilmenin dı ında, kitapların labirentinde dola maya hakkı var; yalnızca o, kitapları nerede bulaca ını ve onları nereye koyaca ını bilir; onların korunmasından yalnız o sorumludur. Öteki rahipler yazı salonunda çalı ırlar ve kitaplıktaki kitapların rehberini bilebilirler. Ama bir ba lıklar listesi ço u kez oldukça az ey söyler; yalnızca kütüphaneci, ciltlerin bir araya getirili inden, gizlilik derecesinden, bir kitabın ne tür gizler, gerçekler ya da yalanlar sakladı ını anlar. Bir rahip bir kitabı almak isterse, onu nasıl, ne zaman verece ine ya da verip vermeyece ine, bazan bana danı tıktan sonra, yalnız o karar verir. Çünkü her gerçek her kula a göre de ildir; tüm yalanlar dindar bir ruh tarafından yalan olarak bilinemezler; son olarak, rahipler yazı salonunda, yalnızca belli ciltleri okumalarını gerektiren belirli bir görevi yerine getirmek için bulunurlar; ister zihnin güçsüzlü ünden, ister kendini be enmi likten, ister eytan’ın kı kırtmasıyla, kapıldıkları her saçma merakın ardına dü mek için de il.” “Demek kitaplıkta, içinde yalanlar olan kitaplar da var...” “Canavarlar, kutsal tasarımın bir parçasını olu turdukları için vardır; onların görünümünde, Yaratıcı’nın gücü kendini ortaya koyar. Büyü kitapları, Yahudiler’in kabalası, putatapan ozanların masalları, imansızların yalanları da bunun için vardır. Bilge okur için, yalanlara yer veren kitaplarda da, kutsal bilinin soluk bir ı ı ının parlayabilece i, yüzyıllar boyu bu manastırı kurup ayakta tutanların sarsılmaz ve kutsal inancı olmu tur. Bu nedenle, kitaplık bu kitapların da kasasıdır. Ama anlıyorsunuz de il mi, i te bu yüzden de, her önüne gelen oraya giremez. Hem sonra,” diye ekledi Ba rahip, bu son savın yetersizli inden ötürü özür dilemek istercesine, “kitap kolayca incinebilen bir yaratıktır; zamanın geçi i acı verir ona; kemirgenlerden, kötü havalardan, beceriksiz ellerden korkar. Yüzyıllar boyunca, her önüne gelen elyazmalarımıza canı istedi i gibi dokunabilseydi, bugün onların büyük bir ço unlu u var olmazdı. Böylece kütüphaneci onları yalnız insanlardan de il, do adan da korur ve ya amını, gerçe in dü manı olan unutu un güçlerine kar ı yürüttü ü bu sava a adar.” “Demek iki ki iden ba ka hiç kimse, Aedificium’un en üst katına giremiyor...” Ba rahip gülümsedi: “Hiç kimse girmemelidir. Hiç kimse giremez. Hiç kimse istese bile ba aramaz bunu. çinde barındırdı ı gerçek gibi ölçülmez derinlikte, sakladı ı yalanlar gibi yanıltıcı olan kitaplık kendi kendini korur. Tinsel bir labirent oldu u kadar, dünyasal bir labirenttir o. çeri girebilirsiniz, ama dı arı çıkamazsınız. Bunu söyledikten sonra, sizden manastırın kurallarına uymanızı diliyorum.” “Ama siz, Adelmo’nun kitaplı ın pencerelerinden birinden dü mü olabilece i olasılı ını yadsımadınız. Ölümünün öyküsünün ba lamı olabilece i yeri görmeden, onun ölümü üstüne nasıl yargı yürütebilirim peki?” “William Birader,” dedi Ba rahip uzla ıcı bir tonla, “hiç görmeden atım Brunellus’u ve hakkında hemen hemen hiçbir ey bilmeden Adelmo’nun ölümünü betimleyen bir adam, içine girmedi i yerler hakkında yargı vermekte güçlük çekmeyecektir.” William e ildi: “Ciddi oldu unuz zaman bile akıllısınız. Nasıl isterseniz.” “E er akıllıysam, ciddi olmayı bildi imdendir,” diye yanıtladı Ba rahip. “Son bir ey daha,” dedi William. “Ubertino nerede?” “Burada. Sizi bekliyor. Onu kilisede bulacaksınız.” “Ne zaman?” “Hep oradadır,” diye gülümsedi Ba rahip. “Biliyorsunuz, çok bilgili olmasına kar ın, kitaplı ı de erlendirecek bir adam de ildir o. Yüzyılın bir çekicili i olarak görür kitaplı ı. Vaktinin ço unu kilisede, dü ünerek, dua ederek geçirir...” “Ya landı mı?” diye sordu William, duraksayarak. “Onu ne zamandan beri görmüyorsunuz?” “Yıllardır.” “Yorgun. Bu dünyanın i lerinden çok uzak. Altmı sekiz ya ında. Ama inanıyorum ki, ruhu hâlâ gençli indeki gibi.” “Onu hemen bulayım. Te ekkür ederim.” Ba rahip ö le yeme i için toplulu a katılmak isteyip istemedi ini sordu ona. William daha yeni, üstelik fazlasıyla yemek yedi ini, hemen Ubertino’yu görmeyi ye tuttu unu söyledi. Ba rahip izin isteyip gitti. Tam hücreden çıkarken, avludan yürek paralayan bir çı lık yükseldi; onu aynı ölçüde keskin çı lıklar izledi. “Ne oldu?” diye sordu William, a kın. “Hiçbir ey,” diye yanıtladı Ba rahip gülümseyerek. “Bu mevsimde domuzları öldürürler. Domuz çobanlarının i idir bu. Sizin u ra manız gereken kan bu kan de il.” Dı arı çıktı ve zeki bir adam olarak kazandı ı üne yara mayan bir davranı ta bulundu. Çünkü ertesi sabah... Ama, tut kendini, geveze dilim. Çünkü sözünü etti im gün, gece olmadan öyle çok ey oldu ki, bunlardan söz etmek iyi olacak. BIRINCI GÜN Ö LE Adso kilisenin kapısına hayran oluyor, William ise Casale’li Ubertino’yu buluyor. Kilise, daha sonra Strasbourg’da, Chartres’ta, Bamberg’de ve Paris’te gördü üm kiliseler gibi görkemli de ildi. Daha çok talya’da gördü üm, az e imli, gökyüzüne do ru ba döndürücü bir biçimde yükselen, yere sa lamca oturmu , ço u kez geni li i yüksekli inden fazla olan kiliselere benziyordu; ama bunun birinci katında bir kale gibi, bir dizi dört kö e mazgal vardı; bu katın üstünde de, bir kuleden çok, e imli bir çatıyla örtülmü , iç kapayıcı pencerelerle delinmi , ikinci bir kiliseye benzeyen bir yapı daha yükseliyordu. Atalarımızın Provence ve Linguadoca’da yaptıkları kocaman manastır kiliselerinden, gösteri ten ve ça da üslubun özelli i olan oyma ta süslerin a ırılı ından uzak, sanırım ancak son zamanlarda, koro yerinin üstünde gökkubbeye do ru yüreklice yükselen sivri bir kuleyle zenginle tirilmi ikinci bir kilise. ki düz, süssüz dikme, ilk bakı ta tek büyük bir kemer gibi görünen giri in önünde yer alıyordu; ama üstünde birçok ba ka kemerin bulundu u iki e imli pervaz, dikmelerden ayrılarak tıpkı bir uçurumun merkezinde oldu u gibi, bakı ları gölgede belli belirsiz seçilen asıl kapıya yöneltiyordu; kapının üstünde, yanlarda, iki üzengita ı üstüne oturmu , ortadaysa giri i madenle sa lamla tırılmı me e kapıların örttü ü iki açıklı a bölen oymalı bir sütunun destekledi i büyük bir alınlık yükseliyordu. Günün o saatinde solgun güne ı ınları neredeyse dikey olarak çatıya vuruyor; ı ık, alınlı ı aydınlatmaksızın yapının önyüzüne e ik olarak dü üyordu; öyle ki, iki dikmeyi geçtikten sonra, kendimizi birden payandaları orantılı bir biçimde destekleyen ikincil sıra sütunlardan ayrılan kemerlerin olu turdu u gümü ümsü tonozun altında bulduk. Gözlerimiz sonunda alacakaranlı a alı ınca, insanın gözüne ve imgelemine hemen ula abilen (çünkü pictura est 30 laicorum literatura ) oyulmu ta ın dilsiz söyle isi birdenbire gözlerimi kama tırdı ve beni bugün bile dilimin güçlükle betimleyebildi i bir görünümün içine attı. Gökyüzünde kurulu bir taht ve üstünde oturan birini gördüm. Oturan’ın yüzü ciddi ve anlamına eri ilmez, gözleri iri iri açılmı , öyküsünün sonuna varmı olan dünyasal bir insanlı a bakıyordu; görkemli saçları ve sakalı, hepsi de birbirine e it, simetrik olarak ikiye ayrılmı derecikler halinde, bir ırma ın suları gibi yüzünün ve gö sünün üstüne akıyordu. Ba ındaki taç mine ve de erli ta larla süslüydü; altın ve gümü iplikten i leme ve dantellerle dokunmu erguvan renginde imparatorluk tuni i dizlerinin üstünde geni kıvrımlar olu turuyordu. Dizlerinin üstünde sa lamca duran sol elinde mühürlü bir kitap tutuyordu; sa eli, iyilikçi mi tehdit edici mi oldu unu bilmedi im bir duru la yukarı kalkmı tı. Yüzü haç biçiminde, ola anüstü güzellikte çiçekli bir aylayla aydınlanmı tı; tacın çevresinde ve Oturan’ın ba ının üstünde zümrüt bir gökku a ının parladı ını gördüm. Tahtın önünde, Oturan’ın ayaklarının altında bir billur denizi akıyordu; tahtın çevresinde ve üstünde dört korkunç hayvan gördüm; kendimden geçmi , onlara bakmakta olan benim için korkunç, ama kendisine aralıksız övgü türküleri söyledikleri Oturan için evcil ve alabildi ine yumu akba lı. Daha do rusu, tümüne de korkunç denemezdi; çünkü benim solumda (Oturan’ın sa ında), elinde bir kitap tutan adam bana güzel ve sevimli göründü. Ama sivri gagalı, zırh gibi düzenlenmi tüyleri diken diken, pençeleri güçlü, kocaman kanalları açık olan kartal ürkütücü göründü bana. Oturan’ın ayakları dibinde de, iki yontunun altında, iki hayvan daha vardı: bir bo a, bir de aslan; iki canavar da, pençeleriyle toynakları arasında birer kitap tutuyordu; gövdeleri tahtın dı ına, ba larıysa tahta dönüktü; omuzlarını ve boyunlarını yabanıl bir dürtüyle büküyorlarmı gibi sa rıları çırpınıyor, eklemleri can çeki en bir hayvanınkileri andırıyor, a ızları gırtla a dek açık, yılanı andıran kuyrukları halka halka kıvrılıyor, gittikçe yükselerek alevden dillerle doru a ula ıyordu. kisi de kanatlı, ikisi de bir aylayla taçlanmı tı, korkunç görünü lerine kar ın cehennem de il, cennet yaratıklarıydı bunlar; kocaman görünmelerinin nedeni, bir gün gelip ya ayanlarla ölüleri yargılayacak olana tapınmak için kükreyip bö ürmeleriydi. Tahtın çevresinde, dört hayvanın yanında, Oturan’ın ayaklarının dibinde, sanki görü alanının tüm bo lu unu dolduran billur denizinin saydam suları arasından görünüyormu gibi, alınlı ın üçgen biçimindeki yapısına uygun olarak düzenlenmi , yedi artı yedi, sonra üç artı üç, sonra da iki artı ikilik, bir tabandan yükselen yirmi dört küçük tahta kurulmu , ak libaslı, altın taçlı yirmi dört htiyar vardı. htiyarların kimi bir lavta tutuyordu elinde, kimi bir koku kadehi. Ama içlerinde yalnızca biri çalgı çalıyordu; tüm ötekiler co kuyla kendilerinden geçmi lerdi; yüzleri, kendisi için övgü türküleri söylemekte oldukları Oturan’a dönüktü; kollarıyla bacakları da, tıpkı dört hayvanınki gibi, ama yabanıl bir biçimde de il, estetik bir dansın devinimleriyle bükülmü tü Davud da, içinde On Emir’in bulundu u sandı ın çevresinde böyle dans etmi olmalıydı -öyle ki, gözbebekleri, nerede olursa olsunlar, insan gövdesinin duru unu yöneten kurallara ters dü ecek biçimde hep aynı ı ıklı noktada odakla ıyordu. Ah, tensel maddenin a ırlı ından bir mucizeyle kurtulmu kol ve bacakların bu gizemli dilinde nasıl bir kendini bırakı ve atılım, do al olmayan ama incelikli duru ların uyumu vardı yeni bir kitlesel biçimle doldurulmu belirlenmi nicelik; sanki kutsal alay, iddetli bir rüzgârın, hayat solu unun, ne e co kusunun a ılacak bir biçimde sesten görüntüye dönü türülmü sevinçli övgü türküsünün etkisi altındaymı gibi. Bedenleri, kol ve bacakları Kutsal Ruh’la dolu, açıklamayla aydınlanmı , yüzleri a kınlıkla altüst olmu , gözleri istekle parlamı , yanakları sevgiyle kızarmı , gözbebekleri sevinçle büyümü : Biri sevinçli bir hayretle donakalmı , bir ba kası a kın bir sevinçle yaralanmı , kimi a kınlıkla biçim de i tirmi , kimi mutlulukla gençle mi , tümü de orada, yüzlerinin anlatımı, tuniklerinin kıvrımları, eklemlerinin duru u ve gerginli iyle, dudakları sonsuz bir övgü gülümseyi iyle aralık, yepyeni bir arkı söylüyorlardı. htiyarların ayakları dibinde, onların, tahtın ve be gen biçimindeki grubun üzerinde bir kemer olu turacak biçimde, simetrik eritler halinde, hem göksel, hem dünyasal bir yasanın ayakta tuttu u sevgiyle ba lanım eserleri vardı (barı , sevgi, erdem, yönetim, erk, düzen, köken, ya am, ı ık, görkem, tür ve varlıkların dengeli ba ıntısı); bu yapıtlar birbirinden güçlükle ayırt edilebiliyorlardı; çünkü sanat yetisi onları öyle düzenlemi ti ki, tümü de kar ılıklı olarak orantılı, de i kenlikleri içinde birbirinin aynı, birlikleri içinde de i ken, çe itlilikleri içinde birle ik, birle mi likleri içinde çe itli, bütünü olu turan parçalar, renklerin ne eli yumu aklı ıyla ola anüstü bir uyum içinde; kendi aralarında benze meyen sesler, ola anüstü bir uyum ve uygunluk içinde, birbirleriyle uyumlu ve dönü ümlü ikiliçalı içinde tek sesli olarak çalabilen, derin ve içsel güç aracılı ıyla sürekli algılamayı sa layan bir sitarın yayları gibi, olaylara indirgenemeyen, ama gene de olaylara indirgenmi yaratıklar süslemesi ve bir araya getirilmesi, maddenin orantılı parçaları üstünde parlayan biçimin aracılı ıyla ı ıyan sayısız e itlik - i le orada, yeryüzünün ve cennetin bahçelerini süsleyen tüm bitkilerin çiçek ve yaprakları, asmalar, salkımlar, menek eler, sarısalkımlar, kekikler, zambaklar, kurtba ırları, nergisler, kulkaslar, kengerotları, hatmiler, mürler, kınaçiçekleri içiçe geçiyorlardı. Ama dünyasal güzelliklerin ve do aüstü görkemli i aretlerin bu uyumuyla co mu ruhum, bir sevinç türküsüyle ta mak üzereyken, gözlerim ihtiyarların ayakları dibindeki çiçekli pencerelerin uyumuna kapılarak, ortadaki, alınlı ı tutan sütunla bütünle en içiçe geçmi varlıklara takıldı. Neydi bunlar, hangi mesajı iletiyorlardı, kemerler gibi yükselmi , her birinin art ayakları yere sa lamca basan, pençeleri arkada ının sırtına dayalı, yeleleri yılan gibi büklüm büklüm, a ızları yıldırıcı bir homurtuyla gergin, bir macun ya da asma a ıyla sütunun gövdesine ba lanmı bu çaprazlama üç çift aslan? Ruhumu yatı tırmak, belki de aslanın eytanca yapısını evcille tirmek ve onu daha yüce nesneleri anı tıran bir simgeye dönü türmek için oraya konmu gibi, sütunun iki yanında, tıpkı onun gibi ola andı ı uzunluktaki me e kapıların her birinin pervazlarının bulundu u yerde, dı tarafları heykelciklerle süslü dayanaklar üstünde, yüzyüze bakan, kar ılıklı, birbirinin e i iki er insan heykeli vardı. Bunlar, dört ya lı adam heykeliydi; ki isel e yalarından, Petro’su ve Pavlos’u, Yeremya’yı ve Ye aya’yı tanıdım; bedenleri, bir dans adımı atıyormu çasına bükük, uzun, kemikli elleri kalkık, parmakları kanatlar gibi gergin, yalvaçsı bir esintiyle da ılmı sakalları ve saçları da kanatlar gibiydi; uzun bacaklarının dalgalandırdı ı alabildi ine uzun giysilerinin kıvrımları dalgalar ve tomar biçiminde süsler yaratıyordu; aslanların kar ısında yer alıyorlardı; onlarla aynı maddeden yapılmı lardı. Büyülenmi gözlerimi, o ermi kollarla bacakların ve cehennemi kasların o bilmecemsi çokseslili inden çekerken, kapının yanında, derin kemerlerin altında, bazan onları hem destekleyen hem de süsleyen ince sütunların arasındaki bo lukta yer alan pervazların, bazan da her sütun ba lı ının sık yapraklarının üstünde yontulmu , oradan da çok kemerli gümü sü tonoza do ru dal budak salarak uzanan, bakması ürkütücü ve orada bulunmaları ancak parabolik ve alegorik güçleri ya da ilettikleri ahlak dersiyle haklı çıkarabilen ba ka görüntüler gördüm: Çıplak, etleri i renç kurba alarca kemirilen, tiksindirici bir gırtlakla kendi lânetleni ini uluyan, bacakları tıpkı bir grifininki gibi sert kıllarla kaplı, i göbekli bir satirle çiftle mi kösnül bir kadın gördüm; cimri bir adam gördüm, görkemli sütunlarla çevrili dö e inde ölüm katılı ıyla kaskatı, artık bir cinler alayının ürkek avı olmu ; içlerinden biri can çeki en adamın a zından bir bebek biçimindeki (yazık, hiçbir zaman ölümsüz ya ama yeniden do amayacak) ruhunu koparıp alıyordu; onurlu bir adam gördüm: Bir eytan omuzlarına abanmı , pençelerini adamın gözlerine daldırıyordu; o sırada, iki kutup porsu u, gö üs gö üse, i renç bir bo u mayla birbirlerini parçalıyorlardı; daha ba ka yaratıklar da gördüm: keçi ba lı, aslan postlu, panter pençeli, tümü de yakıcı solu u neredeyse duyulabilen bir alevler ormanında tutsak. Çevrelerinde, aralarına karı mı , ba larının üstünde, ayaklarının dibinde, ba ka yüzler, ba ka kollar ve bacaklar; birbirlerini saçlarından yakalamı bir erkekle bir kadın, bir lanetlinin gözlerini emen iki engerek yılanı, çengel gibi kıvrılmı elleriyle uzanıp bir suyılanının çenesini ayıran sırıtkan bir adam, bir kurul halinde toplanmı , kar ılarındaki tahtın koruyucusu ve tacı olarak oraya konmu , kendi yenilgileri içinde onu yücelten bir arkı söyleyen, eytan’ın hayvan masalları kitabındaki tüm hayvanlar: yarı keçi, yarı insan yaratıklar, çifte eyliler, elleri altı parmaklı hayvanlar, denizkızları, hipokanturlar, gorgonlar, yarı insan, yarı ku yaratıklar, cinler, drakontopoglar, va aklar, leoparlar, ejderhalar, köpek munzurlu, burun deliklerinden ate saçan kenoperler, timsahlar, polikaudatlar, kıllı yılanlar, semenderler, boynuzlu engerek yılanları, kaplumba alar, suyılanları, sırtları di lerle silahlanmı iki ba lı yaratıklar, sırtlanlar, susamurları, kuzgunlar, testere boynuzlu idropiler, kurba alar, yarı aslan, yarı kartal grifinler, maymunlar, köpekba lılar, lökrotlar, mantikorlar, akbabalar, paranderler, sansarlar, canavarlar, ibibikler, bayku lar, ahmaranlar, ipnaller, presterler, spectaficum’lar, akrepler, kertenkeleler, balinalar, scitalum’lar, amfisbena’lar, iaculum’lar, dipsaslar, ye il kertenkeleler, maltapalamutları, ahtapotlar, muranlar ve denizkaplumba aları. Ölüler evreninin tüm sakinleri, alınlıkta Oturan’ın ortaya çıktı ında, onun söz veren ve tehdit eden 31 yüzüne kar ı, Armageddon’un yenik dü mü leri, en sonunda dirileri ölülerden ayırmaya gelecek olana bakarak, kapalı geçidi, karanlık ormanı kimsenin içine girmedi i bo alanı temsil etmek için bir araya gelmi görünüyorlardı. Bu görünüm kar ısında dilim tutulmu çasına, artık dostça bir yerde mi, yoksa kıyamet günü vadisinde mi bulundu uma karar veremeyerek, yılgınlı a kapılmı , gözya larımı güç tutuyordum ve gençli imin çömezlik yıllarına, kutsal yazıları ilk okuyu uma ve Melk korosunda derin dü üncelerle geçirdi im gecelere e lik etmi olan o sesi i itmi gibi oldum (gerçekten i ittim mi yoksa?), o görüntüleri gördüm ve güçsüz dü mü duyularımın sayıklaması arasında borazan gibi gümbür gümbür bir sesin, “Gördüklerini bir kitapta yaz” dedi ini i ittim ( imdi yaptı ım da bu) ve yedi altın amdan gördüm; yedi altın amdanın ortasında insano luna benzeyen Biri’ni gördüm; gö sü altın bir ku akla sarılı, ba ı ve saçları en katıksız yün gibi ak, gözleri alev, ayakları fırınlanmı pirinç gibi, sesi birçok suların u ultusu, sa elinde yedi yıldız tutuyor, a zından iki yanı keskin bir kılıç çıkıyordu. Gökle bir kapının açıldı ını gördüm ve Oturan bana bir ye im ta ı ve bir akik gibi göründü; tahtın çevresinde bir gökku a ı vardı; tahttan yıldırımlar ve im ekler çıkıyordu. Ve Oturan eline keskin bir orak aldı ve “Ora ını savur ve ekinleri biç; ekin biçme vakti geldi; çünkü ekinler olgunla tı,” dedi yüksek sesle ve bulutun üstünde Oturan, ora ını yeryüzüne do ru savurdu ve ekinler biçildi. O zaman, görüntünün, tam da manastırda olanlardan, Ba rahip’in az konu an dudaklarından ö rendi imiz eylerden söz etti ini anladım - daha sonraki günlerde, anlattı ı olayların aynını ya adı ıma inanarak durup kapıyı inceledim. Buraya, büyük ve göksel bir kıyıma tanıklık etmek için gelmi oldu umuzu anladım. Buz gibi kı ya muruyla ıslanmı çasına ürperdim. Bir ba ka ses daha duydum; ama bu kez arkamdan geliyordu ve de i ik bir sesti; çünkü gördü üm görüntünün gözkama tıran yüre imden de il, yeryüzünden geliyordu; gerçekten de görüntüyü paramparça etti; çünkü o an’a denk dü ünceler içinde yitip gitmi olan William da (onun varlı ının o anda yeniden bilincine vardım), benim gibi dönmü tü. Arkamızdan gelenin, yırtık pırtık giysili bir serseri görünümü varsa da, bir rahip oldu u açıktı; yüzü de az önce sütun ba lıklarının üstünde gördü üm canavarlarınkini andırıyordu. Rahip karde lerimin ço unun tersine, ömrüm boyunca hiç eytanla kar ıla mamı tım; ama inanıyorum ki, e er bir gün kar ıma çıkacak olursa, bir insan kılı ına girse de, kutsal buyruk onun kimli ini tümüyle gizlemesini önledi inden, u anda sözümüze karı an adamın yüz çizgilerinden farklı olamazdı. Ba ı, tövbekârlıktan de il, eskiden geçirdi i bir egzamanın etkisinden ötürü kazınmı , alnı öylesine dardı ki, e er ba ında saçları olsaydı (gür ve kabarık) ka larına karı ırdı; gözleri yuvarlak, gözbebekleri küçük ve alabildi ine oynaktı; bakı ı masum muydu, yoksa kötü müydü bilmiyorum, belki de arasıra ve de i ik anlarda hem öyle hem böyleydi; burnuna pek burun denemezdi; çünkü gözlerinin arasından ba layan, ama daha yükselir yükselmez iki karanlık deli e, sık kıllarla kaplı, kocaman iki burun deli ine dönü en bir kemikten ba ka bir ey de ildi. Bir yara iziyle burun delikleriyle birle en a zı, geni ve çirkin, biraz sa a do ru yayıktı; yok denecek kadar ince olan üst duda ıyla sarkık ve etli alt duda ı arasından, düzensiz bir uyumla, bir köpe inkileri andıran kara ve sivri di leri görünüyordu. Adam gülümsedi (ya da en azından bana öyle geldi) ve tehdit edercesine konu tu: 32 “Penitenziagite ! Ruhunu 33 kemirmek için venturus canavarı kolla! 34 Ölüm super nos ! Dua et. Ermi papa 35 gelip bizi todas günahların kötülü ünden korusun! Ah ah, Domini 36 Nostri Iesu Christi büyüsü ho unuza gidiyor! Et anco jois m’es dols et plazer 37 38 m’es dolors ... eytan’dan cave 39 Semper üstüme atılmak için bir kö ede pusu kurmu . Ama Salvatore non est 40 41 insipiens ! Bonum monasterium . Burada yiyip için dua edilir dominum 42 nostrum . Gerisi incir çekirde i doldurmaz. Amin. De il mi?” Öykü ilerledikçe, bu yaratıktan uzun uzun söz etmek ve söylediklerine ba vurmak zorunda kalaca ım. tiraf ederim, bunu yapmak benim için çok güç olacak; çünkü ne tür bir dil konu tu unu o zaman da hiç anlamamı tım, imdi de bilmiyorum. Manastırda okumu yazmı ki iler arasında konu tu umuz Latince de ildi bu; bu bölgelerde halkın konu tu u dillerden biri de de ildi; ne de o güne de in i itti im halk a zıyla konu ulan dillerden birine benziyordu. Onun i itti im ilk sözcüklerini (anımsadı ım gibi) yukarıda aktararak konu ma biçimi hakkında belli belirsiz bir fikir verdi ime inanıyorum. Daha sonra, serüvenlerle dolu ya amı ve hiçbirinde kök salmaksızın ya adı ı çe itli yerlere ili kin bilgi edinince, Salvatore’nin tüm dilleri konu tu unu, ama hiçbir dili bilmedi ini anladım. Ya da, i itti i dillerin parçacıklarından yararlanarak, ba lıba ına bir dil icat etmi ti kendine bir kez de, onun dilinin, dünyanın ba langıcından Babil Kulesi’nc de in tek bir dille birle mi mutlu bir insanlı ın konu mu oldu u Ademce ya da o u ursuz insanların bölünmesi olgusundan sonra ortaya çıkan dillerden biri de il, kutsal cezadan sonraki ilk günün Babilce’sinin ta kendisi, ilkel karga a dili oldu unu dü ündüm. Öte yandan, Salvatore’nin diline dil de diyemiyordum; çünkü her insan dilinde kurallar vardır ve her terim, de i mez bir 43 kurala göre, ad placitum bir anlam ta ır; çünkü insan köpe e bir kez köpek, bir ba ka kez kedi diyemez; insanların oybirli iyle belirli bir anlam vermedikleri sesler de çıkaramaz; tıpkı “blitiri” sözcü ünü söyleyen birinin ba ına gelece i gibi. Bütün bunlara kar ın, iyi kötü, Salvatore’nin ne demek istedi ini anlıyordum; ba kaları da anlıyorlardı. Onun bir de il, birçok dili konu tu unun, hiçbirini de do ru konu mayıp, sözcüklerini kimi zaman bir, kimi zaman bir ba ka dilden aldı ının kanıtıydı bu. Sonradan, bir eyi bazan Latince, bazan Provence lehçesiyle adlandırdı ını da anladım ve onun kendi cümlelerini kendisi kurmaktan çok, duruma ve söylemek istedi i eye göre, geçmi te i itmi oldu u kopuk cümle parçalarını kullandı ının bilincine vardım; örne in, bir yiyecekten, ancak o yiyece i kendileriyle birlikte yemi oldu u insanların sözcükleriyle anlatabilirmi , sevincini ancak aynı sevinci payla tı ı insanların o gün söyledikleri cümlelerle dile getirebilirmi gibi. Dili de, tıpkı ba kalarının yüzlerinden alınan parçalardan olu mu yüzü ya da kimi zaman kutsal nesnelerin artıklarından do mu kalıntılar gibiydi. (Si licet magnis 44 componere parva , ya da eytani eylerden kutsal eyler olu turulmasına.) Onunla ilk kez kar ıla tı ım anda, Salvatore, gerek yüzü, gerekse konu ma biçimiyle, bana az önce, kapının altında görmü oldu um tüylü ve pençeli melez hayvanlardan farklı görünmedi. Daha sonra, adamın belki de iyi yürekli ve akacı oldu unu dü ündüm. Daha sonra... Ama sırayı bozmayalım. Hem çünkü, daha konu ur konu maz, üstadım büyük bir merakla onu sorguya çekti. “Niçin penitenziagite dedin?” diye sordu. 45 “Domine frate magnificentisimo ,” diye yanıtladı Salvatore, bir tür reveransla, “Jesus venturus est et li homini 46 debent facere penitentia . De il mi?” William gözlerini dikip ona baktı: 47 “Buraya bir Minorit manastırından mı geldin?” 48 “No intendo .” “Ermi Francesco’nun biraderleri arasında mı ya adın diye soruyorum, Sözde Havariler’i tanıdın mı diye soruyorum...” Salvatore sarardı, daha do rusu, bronzla mı , yabanıl yüzü külrengi oldu. Derin bir reverans yaptı; aralık dudaklarının arasından bir “vade 49 retro ” mırıldandı; tutkuyla haç çıkardı ve sık sık dönüp ardına bakarak kaçıp gitti. “Ona ne sormu tunuz?” diye sordum William’a. Bir süre daldı. “Önemi yok, sonra söylerim. imdi içeri girelim. Ubertino’yu görmek istiyorum.” Vakit ö leyi yeni geçmi ti. Soluk güne ı ınları Batı’dan, birkaç dar pencereden, kilisenin içine sızıyordu. nce bir ı ık eridi, alınlı ı bana altın bir ı ıltıyla parlıyormu gibi görünen büyük suna a de iyordu hâlâ. Kilisenin sahınları alacakaranlıkta kocamandı. Sunaktan önceki son mihrabın yanında, soldaki ahında ince bir sütun yükseliyordu; üstünde, modern üslupla yapılmı , yüzünde anlatılmaz bir gülümseyi , karnı öne do ru çıkmı , bebe i kuca ında, ince bedenli, zarif bir giysiye bürünmü , ta tan bir Bakire yontusu vardı. Bakire’nin ayakları dibinde, neredeyse yere kapanmı , yakaran, Cluny mezhebinin giysisine bürünmü bir adam duruyordu. Yakla tık. Adam ayak seslerimizi duyunca yüzünü kaldırdı. Ya lı, tüysüz yüzlü, kabak kalalı, iri gök mavisi gözlü, ince, kırmızı a ızlı, beyaz tenli, kafasının derisi tıpkı sütte saklanmı bir mumyanınki gibi kafatasına yapı mı bir adamdı. Elleri ak, ince uzun parmaklıydı. Zamansız bir ölümün kuruttu u küçük bir kızı andırıyordu. Onu kendinden geçiren bir görüntünün ortasında rahatsız etmi iz gibi dalgın bir bakı la baktı bize önce; sonra yüzü sevinçle aydınlandı. “William!” diye ba ırdı. “Sevgili karde im!” Güçlükle aya a kalktı, üstadımın yanına geldi, onu kucaklayıp a zından öptü. “William!” diye yineledi ve gözleri nemlendi. “Ne çok zaman geçti! Ama seni hâlâ anımsıyorum! Ne çok zaman geçti, neler neler oldu! Ne çok sınadı Tanrı bizi!” A ladı. William’ın duygulandı ı açıktı; onu kucakladı. Casale’li Ubertino’yla kar ı kar ıyaydık. talya’ya gelmeden önce de, ondan hem de uzun uzun söz edildi ini duymu tum; mparatorluk sarayında Fransiskenler’i ziyaret etti imde daha da çok i itmi tim adını. Hatta biri bana, birkaç yıl önce ölmü olan, o günlerin en büyük ozanı, Floransalı Dante Alighieri’nin birçok dizesinin, 50 Ubertino’nun, Arbor vitae crucifixae’de yazdıklarının yorumundan ba ka bir ey olmayan bir iir yazdı ını söylemi ti. (Toscana halk dilinde yazıldı ı için bu iiri okuyamadım.) Bu ünlü adamı de erli kılan yalnızca bu de ildi. Okurlarımın bu kar ıla manın önemini daha iyi anlamalarını sa lamak için, orta talya’da kaldı ım kısa süre içinde, William’ın söyledi i birkaç sözcükten ve onun yolculu umuz sırasında papaz ve rahiplerle yaptı ı birçok konu madan anladı ım gibi, o yılların olaylarını canlandırmaya çalı malıyım. yi anlatabilece imden emin olmasam da, bu sorunlardan ne anladı ımı anlatmaya çalı aca ım. Melk’teki üstatlarım bana sık sık, bir Kuzeyli’nin talya’daki dinsel ve siyasal ya ama ili kin açık seçik bir fikir edinmesinin çok güç oldu unu söylemi lerdi. Ruhban sınıfının gücünün tüm öteki ülkelerdekinden daha açıkça görüldü ü ve ruhban sınıfının tüm öteki ülkelerdekinden daha çok güç ve varlık 51 gösterisinde bulundu u yarımada , en az iki yüzyıl boyunca, onlarca kutsanmayı bile yadsıdıkları yozla mı papalara kar ı protesto olarak yoksul bir ya am süren insanların olu turdukları akımlar do urmu tu. Bu insanlar bir araya gelerek, feodal beylerin, imparatorlu un ve kent yönetim kurullarının aynı ölçüde nefret ettikleri ba ımsız topluluklar olu turmu lardı. Sonunda, Ermi Francesco geldi ve kilisenin ilkelerine ters dü meyen bir yoksulluk sevgisi yaydı; onun çabasıyla, kilise bu eski akımların davranım ciddili i ça rılarını kabul ederek, içlerinde yuvalanmı düzensizlik ö elerini ayıkladı. Bunun ardından, bir alçakgönüllülük ve ermi lik döneminin gelmesi gerekirdi; ama Fransisken tarikatı büyüyüp en iyi insanları kendine çektikçe, çok fazla güçlü ve dünyasal i lere ba lı bir duruma geliyordu; bu nedenle birçok Fransisken, hareketi bir zamanlar sahip oldu u arılı a yeniden kavu turmak istediler. Daha benim manastırda bulundu um sıralarda, dünyanın dört bir yanına yayılmı üç bini a kın üyesi olan bir tarikat için oldukça güç bir ey. Ama durum böyleydi ve Ermi Francesco’nun birçok rahibi, tarikatın, daha imdiden, düzeltmek için ortaya çıktı ı kilise kurumlarının niteli ine büründü ünü söyleyerek, benimsedi i kurallara kar ı çıkıyorlardı. Ve bunun daha Francesco’nun sa lı ında böyle oldu unu, onun sözlerine ve amaçlarına ihanet edildi ini söylüyorlardı. O sıralarda birçok rahip, kendisinde peygamberlik ruhu oldu una inanılan, Citeaux’lu Joachim adında bir rahibin XII. yüzyıl ba larında yazmı oldu u kitabı ke fetmi ti. Gerçekten de Joachim uzun zamandan beri Sözde Havariler’in davranı ları yüzünden bozulmu olan sa’nın ruhunun yeryüzünde yeniden gerçekle tirilece i yeni bir ça ın geli ini önceden görmü tü. Öyle olaylardan söz etmi ti ki, onun, bilincine varmaksızın Fransisken tarikatından söz etti i herkese açık görünmü tü. Bunun üzerine birçok Fransisken öyle büyük bir sevince kapılmı tı ki, yüzyılın ortalarında Sorbonne’lu din bilginleri, Joachim denen rahibin ö retilerini mahkûm etmi lerdi. Ama öyle görünüyor ki, bunu yapmalarının nedeni, Fransa Üniversitesi’ndeki Fransiskenler’in (ve 52 Dominikenler’in ) gere inden çok bilgili olmaları dolayısıyla sapkın olarak bir yana atılmalarının istenmesiydi. Bu tasarı gerçekle emedi; bu da, kesinlikle sapkın olmayan Aquino’lu Tommaso ve Bagnoregio’lu Bonaventura’nın yapıtlarının yayılmasına izin verdi inden, kilise için çok iyi oldu. Bundan da, Paris’te de bir dü ünce karma ası oldu u, ya da birisinin, dü ünceleri kendi amaçları için karı tırmak istedi i açıkça anla ılmaktadır. Sapkınlı ın Hıristiyanlar’a yaptı ı kötülük de budur: kafaları karı tırmak ve herkesi, kendi ki isel çıkan için sorgucu olmaya kı kırtmak. Çünkü o sırada manastırda gördü üm ( imdi anlataca ım) eyler, sapkınları yaratanların ço u kez sorgucular oldu unu dü ündürdü bana. Yalnızca sorgucuların, sapkınların bulunmadıkları yerde onların var oldu unu tasarlamaları anlamında de il; sorgucular, sapkın koku mu lukları öylesine iddetle bastırıyorlardı ki, birçok kimseyi, sorguculara duydukları nefret yüzünden sapkınlara katılmaya itiyorlardı. Gerçekten eytan’ın tasarladı ı bir döngü. Tanrı bizi korusun. Ama ben Joachim yanlılarının sapkınlı ından (e er böyleyse; söz ediyordum. San Donnino u Gerardo adında bir Fransisken’in, Joachim’in görü lerini dile getirdi i ve Minorit çevresini derinden etkiledi i görüldü. Böylece bunların arasında sonradan tarikatın ba kanı olan Bonaventura’nın tarikatı yeniden örgütleme giri imine kar ı, eski Kural’ı destekleyen bir grup ortaya çıktı. Geçen yüzyılın son otuz yılında, Lyons Genel Danı ma Kurulu’nun, Fransisken tarikatını, onu ortadan kaldırmak isteyenlerden kurtararak, daha eski tarikatların yasası uyarınca, kullanımındaki tüm malların mülkiyetini tarikata vermesi üzerine Marche’da bazı rahipler ba kaldırdılar; çünkü bir Fransisken’in ne ki isel, ne manastır ne de tarikat olarak hiçbir mala sahip olmaması gerekti inden, Kural’in ruhuna kesinlikle ihanet edildi ine inanıyorlardı. Bu rahipler ömür boyu hapse atıldılar. Bana hiç de ncil’e aykırı eyler öne sürüyormu gibi görünmüyorlar, ama i in içine dünyasal nesnelerin mülkiyeti girince, insanların adalete uygun olarak akıl yürütmeleri güçtür. Yıllar sonra, tarikatın yeni ba kanı Raimondo Gaufredi’nin bu tutukluları Ancona’da buldu unu ve onları salıvererek, “Tanrı ke ke hepimize ve tüm tarikata böyle bir suçla lekelenmeyi nasip etseydi” dedi ini anlattılar. Bu, sapkınların söylediklerinin do ru olmadı ının ve kilisede hâlâ büyük erdem sahibi ki ilerin bulundu unun bir belirtisidir. Serbest bırakılan bu tutuklular arasında bulunan, Angelus Clarenus adında biri, sonradan Joachim’in görü lerini yayan Provence’lı bir papaza, Pierre Olieu’ye, daha sonra da Casale’li Ubertino’ya rastladı ve böylece Tinciler’in hareketi do du. O yıllarda, Morroneli Pietro adında çok ermi bir ke i , V. Celestinus adıyla papalık tahtına çıktı ve Tinciler’in içi rahatladı. “Bir ermi gelecek,” denmi ti, “ve sa’nın ö retilerini izleyecek, bir melek ya amı sürecek; titreyin, ey yozla mı rahipler.” Celestinus belki de gere inden çok bir melek ya amı sürdürdü, ya da çevresindeki piskoposlar gere inden çok yozdular, ya da daha imdiden mparator ve öteki Avrupa krallarıyla bitmez tükenmez bir sava ın gerginli ine katlanamıyordu; gerçek u ki, Celestinus tahttan feragat etti ve inzivaya çekildi. Ama onun bir yıldan daha kısa süren saltanat döneminde Tinciler’in tüm dü leri gerçekle ti; Celestinus’a ba vurdular; Celestinus onla r la , fratres et pauperes heremitae 53 domini Celestini denen toplulu u kurdu. Öte yandan, Papa’nın Roma’nın en güçlü kardinalleri arasında arabulucu rolü oynaması gerekirken, bu kardinaller arasında örne in bir Colonna ya da Orsini gibi, gizli gizli yeni yoksulluk e ilimlerini destekleyenler vardı: A ırı bir zenginlik ve debdebe içinde ya ayan çok güçlü insanlar için gerçekten tuhaf bir seçimdi bu; onların, Tinciler’i yalnızca siyasal amaçları için mi kullandıklarını, yoksa Tinci e ilimleri destekleyerek dünyasal ya amlarını bir tür haklı mı çıkardıklarını hiçbir zaman anlayamadım; talyanlar’ın i lerine aklım erdi i kadar, belki bunların her ikisi de do ruydu. Ama bir örnek vermek gerekirse, Ubertino, Kardinal Orsini tarafından papazlı a getirilip Tinciler in en sözü dinlenir ki isi durumuna gelince, sapkınlıkla suçlanma tehlikesiyle kar ı kar ıya kalıyordu. Oysa aynı kardinal, Avignon’da Ubertino’yu korumu tu. Ama bu tür i lerde oldu u gibi, bir yandan Angelo ve Ubertino ö retiye uygun olarak vaaz verirken, öte yandan basit insanlardan olu an büyük yı ınlar onların vaazlarını benimsiyorlar ve her türlü denetimin ötesinde ülkenin dört bir yanına yayılıyorlardı. Böylece talya, bu Yoksul Ya am Fraticelli ya da Rahiplerince istila edildi. Daha o zaman, Tinci üstatlarla, onların tarikatın dı ında ya ayan, dilenerek ve hiçbir mala sahip olmaksızın ellerinin eme iyle günü gününe ya ayan basil izleyicilerini birbirinden ayırmak güçlü. Bunlar, halkın imdi Fraticelli dedi i, Pierre Olieu’den esinlenmi , Fransız 54 Beghardlar’a benzeyen rahiplerdi. V. Celestinus’un yerine VIII. Bonifacio geçti; bu papa, Tincilere ve genel olarak Fralicelli’ye çok az ho görü gösterdi; ömrünü dolduran yüzyılın son yıllarında, Firma caulela denen bir buyruk imzaladı; Fransisken tarikatının sınırındaki, Bizochi denen serseri gezgin dilencileri, Tinciler’in kendilerini ya da tarikat ya amını yadsıyarak inzivaya çekilenleri bir kalemde suçluyordu. VIII. Bonifacio’nun ölümünden sonra, Tinciler onun ardıllarından, bu arada V. Clemens’ten, tarikattan barı çıl bir biçimde ayrılmak için izin almaya çalı tılar. Kanımca bunu ba aracaklardı, ama XXII. Ioannes’in geli i, onların bütün umutlarını kırdı. Ioannes, 13.16’da, seçilir seçilmez, Sicilya kralına bu rahipleri ülkesinden kovması için mektup yazdı; çünkü birço u oraya sı ınmı tı; Ioannes de, Angelus Clarenus ile Provenceli Tinciler’i zincire vurdurdu. Bu kolay bir giri im olmasa gerekti; Ruhani Meclis’te birçok kimse kar ı çıktı. Gerçek u ki, Ubertino ve Clarenus, tarikattan ayrılma iznini sa lamayı ba ardılar ve biri Benedikten’ler, öteki Celestinus yanlılarınca kabul edildi. Ama ya amlarını serbestçe sürdürenlere loannes acımasız davrandı; onları Engizisyon’ca kovu turttu ve ço u yakıldılar. Ancak loannes, kilise otoritesinin temellerini tehdit eden Fraticello’ların zararlı otlarını yok etmek için, onların inançlarını dadandırdıkları ilkeleri mahkûm etmek gerekti ini anlamı tı. Bunlar, sa’nın ve havarilerinin ne ki isel ne de ortakla a hiçbir malları olmadı ını öne sürüyorlardı. Papa ise bu dü ünceyi sapkın bir dü ünce olarak mahkûm etti. a ırtıcı bir eydi bu; çünkü bir papanın, sa’nın yoksul oldu u dü üncesini niçin sapık buldu unu anlamak olanaksızdı; ama daha bir yıl önce, bu görü ü öne süren Perugia’daki Fransisken Genel Kurulu’nun ba kanının görevine son verilmi ti; böylece Papa birini mahkûm ederken, ötekini de mahkûm etmi oluyordu. Daha önce de söyledi im gibi bu Kurul, mparator’a kar ı Papa’nın yürüttü ü sava ıma büyük zarar veriyordu; i in gerçe i buydu. Böylece, bundan sonra ne mparator, ne de Perugia hakkında hiçbir ey bilmeyen birçok Fraticelli yakılarak öldürüldü. Ubertino gibi söylence olmu bir ki iye bakarken bunları dü ünüyordum. Üstadım beni onunla tanı tırmı ; ya lı adam, sıcak, neredeyse ate li eliyle yana ımı ok amı tı. Bu elin dokunu uyla, bu ermi insan hakkında i ittiklerimi ve Arbor Vitae’nin sayfalarında okumu oldu um eylerin ço unu anlamı tım; Paris’le okumasına kar ın, tanrıbilimsel kuramlardan çekilerek, kendisinin, tövbekâr Magdalena’nın kimli ine girdi ini kurdu u sıralarda, daha gençli inden ba layarak, onu yakıp tüketmi olan gizemsel ate i anlıyordum; sonra onun, kendisine gizemsel ya amın zenginliklerini ve haça tapmayı ö reten Foligno’lu Ermi Angela ile kurdu u yo un ili kileri ve üstlerinin vaazlarının ate lili inden kaygıya kapılarak onu Verna’ya çekilmeye zorlamalarının nedenini anlıyordum. Çizgileri karde çe, derin tinsel duygu alı veri inde bulundu u ermi kadınlarınki gibi yumu ak olan o yüzü inceliyordum. Onun 1311’de, Viyana Genel Danı ma Kurulu, Exivide paradiso buyru uyla Tinciler’e dü man olan üst düzeydeki Fransiskenler’i görevlerinden uzakla tırdı ı zaman daha sert bir yüz takınmı olması gerekti ini sezinledim; bu ba kaldırı ampiyonu, bu kurnazca uzla mayı kabul etmemi , alabildi ine katı ilkelere dayanan ayrı bir tarikatın kurulması için sava mı tı. O zaman bu büyük sava çı sava ı yitirdi; çünkü o yıllarda XXII. Ioannes, (aralarında Ubertino’nun kendisinin de bulundu u) Pierre Olieu’nün izleyicilerine kar ı bir haçlı seferi açmı , Narbona ve Beziers rahiplerini mahkûm etmi ti. Ama Ubertino, Papa’nın yüzüne kar ı da arkada ının anısını savunmakla duraksayamamı , Papa ise (daha sonra ötekileri mahkûm etmi olsa da), ermi li ine boyun e erek onu mahkûm etme yüreklili ini gösterememi ti. 55 Tersine, bu vesileyle, ona Cluny tarikatına girmeyi önce ö ütleyerek, sonra buyurarak bir kurtulu yolu önermi ti. Görünürde öylesine savunmasız ve kolay incinebilir olan Ubertino, Papalık sarayında kendisine koruyucular ve ba la ıklar bulmakta da aynı ölçüde yetenekli olsa gerek; gerçekten de, Flandr’daki Gemblach manastırına girmeye razı oldu; ama oraya hiç gitmedi ine ve Avignon’da kalıp Kardinal Orsini’nin sanca ı altında Fransiskenler’in davasını savundu una inanıyorum. Ancak son zamanlarda (i itilenler kesin de ildi), sarayda yıldızı sönmü tü; Papa, bu yabanıl adamı pek mundum 56 discurrit vagabundus , sapkın biri olarak kovu tururken, Avignon’dan uzakla mak zorunda kaldı. Bundan sonra William ile Ba rahip arasındaki konu madan, onun imdi bu manastırda saklandı ını ö renmi tim. imdi de onu kar ımda görüyordum. “William,” diyordu, “az kalsın öldürüyorlardı beni, biliyor musun, geceyarısı kaçmak zorunda kaldım.” “Senin ölümünü isteyen kimdi? Ioannes mi?” “Hayır. Ioannes beni hiçbir zaman sevmedi, ama bana hep saygı duydu. Gerçekten, on yıl önce Benedikten tarikatına girmemi ö ütleyerek yargılanmaktan kurtulmam için bir yol gösteren odur; böylece dü manlarımı susturuyordu. Uzun uzun dedikodu yaptılar; bir yoksulluk öncüsünün böylesine zengin bir tarikata girmesiyle ve Kardinal Orsini’nin sarayında ya amasıyla alay ediyorlardı... William, bu dünyanın nimetlerine kar ı tutumumu bilirsin! Ama Avignon’da kalıp rahip karde lerimi savunmanın ba ka yolu yoktu. Papa, Orsini’den korkar, benim kılıma bile dokunamazdı. Daha üç yıl önce, elçi olarak Aragon kralına gönderdi beni.” “Peki, sana kötülük etmek isteyen kimdi?” “Herkes. Piskoposluk. ki kez öldürmek istediler beni. Susturmak istediler. Be yıl önce ne oldu, biliyor musun? Narbona’lı Beghardlar iki yıl önce hüküm giymi lerdi; Berengario Talloni, yargıçlardan biri olmasına kar ın, Papa’ya ba vurmu tu. Güç anlardı o anlar, Ioannes daha o zaman Tinciler’e kar ı iki buyruk çıkarmı tı; Cesena’lı Michele bile boyun e mi ti - Michele dedim de, o ne zaman geliyor?” “ ki güne kadar burada olacak.” “Michele... Onu görmeyeli çok oldu. imdi farkına vardı; ne istedi imizi anlıyor; Perugia Ruhani Meclisi bize hak verdi. Ama o zaman, daha 1318’de Papa’ya boyun e di ve ona kar ı direnen Provence’lı be Tinci’yi onun eline teslim etti. Yakıldılar, William... Ah, korkunç bir ey!” Ba ını elleri arasında sakladı. “Peki, Talloni’nin ba vurusundan sonra ne oldu?” diye sordu William. “Ioannes davaya yeniden bakılmasını istemek zorundaydı, anlıyor musun? Bunu yapmak zorundaydı, çünkü Ruhani Meclis’le de ku kuya dü mü kimseler vardı, Ruhani Meclis’teki Fransiskenler arasında da 57 i k i y ü z l ü l e r , riyakârlar , kiliseden alacakları bir tahsisat kar ılı ında kendilerini satmaya hazır adamlar; ama ku kuya kapılmı lardı. O zaman Ioannes benden yoksulluk üstüne bir yazı kaleme almamı istedi. Güzel bir ey oldu William, Tanrı gurur duydu um için beni ba ı lasın...” “Okudum; Michele gösterdi bana.” “Bocalayanlar oldu; kendi aramızda da; Aquitania eyalet papazı, San Vitale Kardinali, Caffa Piskoposu...” “Budalanın biri,” dedi William. “Ruhu adolsun, iki yıl önce Tanrı’ya kavu tu.” “Tanrı hiç böylesine merhametli olmamı tır. Konstantinopolis’ten gelen yanlı bir haberdi bu. Hâlâ aramızda; heyet üyesi oldu unu söylüyorlar. Tanrı bizi korusun!” “Perugia Ruhani Meclisi’nin gözdesi, ama,” dedi Ubertino. “Do ru. Her zaman dü manlarının en iyi savunucuları olan insanlar soyundandır o.” “Do rusunu söylemek gerekirse,” dedi Ubertino, “o zaman bile davaya pek yararı olmuyordu. Sonunda hiçbir ey çıkmadı, ama hiç de ilse sapkın dü ünceli olarak ilan edilmemi ti; bu da önemliydi. Bu yüzden ötekiler beni hiç ba ı lamadılar. Bana zarar vermek için her yolu denediler; üç yıl önce Ludwig Ioannes’i sapkın ilan etti i zaman benim Sachsenhausen’de oldu umu söylediler. Oysa hepsi de o Haziran’da benim Avignon’da, Orsini’nin yanında oldu umu biliyorlardı... mparatorun bildirisinin bazı bölümlerinin benim dü üncelerimi yansıttı ını öne sürdüler, ne çılgınlık.” “Pek de çılgınlık de il,” dedi William. “O fikirleri ben vermi tim ona. Senin Avignon’daki bildirinden çıkarmı tım onları; bir de, Olieu’nün birkaç sayfasından.” “Sen mi?” diye ba ırdı Ubertino, a kınlıkla, ne e arası. “Öyleyse bana hak veriyorsun!” William tedirgin görünüyordu: “O sırada mparator için iyi dü üncelerdi bunlar,” dedi kaçamaklı. Ubertino ona ku kuyla baktı, “Ha, ama onlara gerçekten inanmıyorsun, de il mi?” “Anlat,” dedi William, “o köpeklerden nasıl kurtuldu unu anlat.” “Ah, evet, köpekler, William. Kuduz köpekler. Biliyor musun, Bonagrazia’yla bile sava mak zorunda kaldım.” “Ama, Bergamo’lu Bonagrazia bizden yana!” “ imdi öyle, onunla uzun uzun konu tuktan sonra. Ancak o zaman ikna oldu ve Ad conditorem canonum’a kar ı çıktı. Papa da onu bir yıl tutuklattı.” “ imdi Ruhani Meclis üyesi bir arkada ıma yakın oldu unu i ittim, Ockham’lı William’a.” “Onu pek tanımam. Ho uma gitmiyor. Heyecansız bir adam. Yalnız kafa, hiç yürek yok.” “Ama güzel bir kafa.” “Belki; ama onu cehenneme götürecek.” “O zaman onu gene görece im orada; mantık üstüne tartı aca ız.” “Sus, William,” dedi Ubertino, büyük bir sevgiyle gülümseyerek. “Sen o filozofların hepsinden daha iyisin. steseydin...” “Neyi?” “Son kez Umbria’da kar ıla tı ımızda? Anımsıyor musun? Ben, o ola anüstü kadının yardımıyla daha yeni iyile mi tim... Montefalco’lu Chiara’nın...” Aydınlanmı bir yüzle mırıldandı, “Chiara... Kadının, do u tan öylesine ters olan yapısı, ermi li e yücelince sevecenli in en soylu aracı olabilir. Ya amımın nasıl en arı bir erdenlikten esinlendi ini bilirsin, William,” (Üstadımın bir kolunu sımsıkı tuttu), “bilirsin, nasıl... yabanılca - evet, yabanıl sözcü ü do ru - nasıl yabanıl bir tövbe susuzlu uyla içimde etin ça rısını köreltmeye, kendimi yalnız Çarmıha Gerilmi sa’nın sevgisine açık bir duruma getirmeye çalı tım... Ama, ya amıma giren üç kadın benim için üç göksel haberci oldu. Foligno’lu Angela, Cittâ di Castello’lu Margherita (daha üçte birini yazmadan, kitabımın sonunu açıkladı), son olarak da Montefalco’lu Chiara. Onun yarattı ı mucizeleri incelemenin ve ermi li ini halka açıklamanın (daha Kutsal Ana Kilise parma ını kıpırdatmadan) bana nasip olması, Tanrı’nın bir ödülü oldu benim için. Sen de oradaydın, William, bu kutsal giri imde bana yardım edebilirdin, ama istemedin...” “Ama benden istedi in kutsal giri im, Bentivenga’yı, Giacomo’yu ve Giovanuccio’yu yakılmaya göndermekti,” dedi alçak sesle William. “Sapkınlıklarıyla onun anısını lekeliyorlardı. Sen de sorgucuydun!” “ te tam o sırada bu görevden ba ı lanmamı istedim. Olay ho uma gitmiyordu. Açık söylemek gerekirse, Bentivenga’ya yanılgılarını itiraf ettirmek için ba vurdu un yöntem de ho uma gitmedi. Onun mezhebine, e er bu bir mezhepse, girmek istiyormu gibi yaptın; gizlerini koparıp aldın, sonra da tutuklattın onu.” “Ama sa’nın dü manlarına kar ı sava böyle kazanılır! Onlar sapkındılar; Sözde Havariler’diler, Fra Dolcino’nun pis kükürt kokusunu yayıyorlardı!” “Chiara’nın dostlarıydılar.” “Hayır William, Chiara’nın anısına en küçük bir gölge bile dü ürme!” “Ama onun grubunda dola ıyorlardı...” “Onlar Minoritler’di; Tinciler deniyordu; oysa toplumun papazlarıydılar! Biliyorsun, soru turma sırasında, Gubbio’lu Bentivenga’nın kendini havari ilan etti i, sonra da Bevagna’lı Giovanuccio ile bir olup cehennemin var olmadı ını, insanın Tanrı’yı incitmeden tensel isteklerini doyurabilece ini, bir rahibeyle yattıktan sonra (Tanrı beni ba ı lasın) sa’nın bedenine sahip olunabilece ini, Efendimiz için Magdelana’nın, Bakire Agnese’den daha makbul oldu unu, halkın eytan dedi i eyin Tanrı’nın kendisi oldu unu, çünkü eytan’ın, tanıma göre bilgi, Tanrı’nın ise bilginin ta kendisi oldu unu söyleyerek rahibeleri kı kırttıkları açıkça ortaya çıktı. Bunları i itince ermi Chiara, Tanrı’nın kendisine, onların 58 Spiritus Libertatis’in kötü izleyicileri oldu unu söyledi i o görüntüyü gördü.” “Zihinleri Chiara’nınkiyle aynı görüntülerle yanan Minoritler’di onlar; insanları kendinden geçiren görüntüyle günahkâr sayıklama arasında ço u kez tek bir adım vardır,” dedi William. Ubertino ellerini ovu turdu, gözleri yeniden ya larla bu ulandı: “Böyle söyleme, William. nsanın ba rını tütsü kokusuyla yakan kendinden geçirici sevgi anını, kükürt kokan duygu karma ıklı ıyla nasıl kar ıla tırırsın? Bentivenga ba kalarını bir bedenin çıplak organlarına dokunmaya itiyordu; duyuların egemenli inden kurtulmanın tek yolunun bu oldu unu öne sürüyordu; 59 homo nudus cum nuda iacebat ...” “Et nom commiscebantur ad 60 invicem ...” “Yalan! Aradıkları zevkti. Tensel dürtüyü duyunca, onu doyurmak için erkekle kadının birlikte yatmalarını, birbirlerine dokunmalarını, birbirlerinin her yanını öpmelerini, erke in çıplak karnını kadının çıplak karnıyla birle tirmesini günah saymıyorlardı!” tiraf ederim, Ubertino’nun ba kalarının kusurlarını damgalama biçimi bende erdemli dü ünceler uyandırmıyordu. Üstadım benim tedirgin oldu umu anlamı olmalı; ermi adamın sözünü kesti. “Sen ate li bir ruha sahipsin Ubertino, Tanrı sevgisinde oldu u kadar, kötülü e duydu um nefrette de. Benim söylemek istedi im u: Meleklerin co kusuyla eytan’ın co kusu arasında az fark vardır; çünkü her zaman a ın iste in tutu masından do arlar.” “Ama arada bir fark var, biliyorum!” dedi esinlenmi Ubertino. “Demek istiyorsun ki, iyiyi istemekle kötüyü istemek arasında küçük bir adım vardır; çünkü söz konusu olan hep aynı iste i yönlendirmektir. Bu do ru. Fark nesnenin kendinde; nesne de açık seçik biçimde tanınabilir. Bu tarafta Tanrı, o tarafta eytan.” “Ben artık ayrım yapmayı bilmemekten korkuyorum, Ubertino. Senin Angela’n de il miydi anlatan, bir gün ruhunun kendinden geçti i co ku içinde, sa’nın mezarında kaldı ını? Önce nasıl onun gö sünü öptü ünü, onu gözleri kapalı uzanmı gördü ünü, sonra onu dudaklarından öptü ünü ve o dudaklardan anlatılmaz tatlı bir kokunun yükseldi ini, kısa bir duraklamadan sonra yana ını sa’nın yana ına dayadı ını ve sa’nın elini onun yana ına uzattı ım, onu kendine çekti ini ve mutlulu unun -aynen böyle demi ti- yüce bir mutluluk oldu unu söylememi miydi?” “Bunun duyguların dürtüsüyle ne ilgisi var?” diye sordu Ubertino. “Gizemli bir ya antı bu; beden de Efendimizin bedeniydi.” “Belki de ben Oxford’a alı kınım,” dedi William, “orada gizemsel ya antı da ba ka tür bir ya antıdır...” “Her ey kafanın içinde,” diye gülümsedi Ubertino. “Ya da gözlerde. I ık olarak, güne ı ınlarında, aynalardaki imgelerde, düzenlenmi maddeyi olu turan parçalar üstünde renklerin da ılımında, günün ıslak yapraklar üstündeki yansımalarında duyulan Tanrı... Tanrı’yı, O’nun yaratıklarında, çiçeklerinde, bitkilerinde, suyunda, havasında öven Francesco’nun sevgisine daha yakın de il mi bu sevgi? Böyle bir sevgiden bir kötülük do abilece ine inanmıyorum. Ama tensel dokunumda duyulan ürpertileri en Yüce Varlık’la yapılan konu maya aktaran sevgi türünden ho lanmıyorum...” “Günaha giriyorsun, William! Aynı ey de il bu. Çarmıha Gerilmi sa’nın seven yüre iyle Montefalco’lu Sözde Havariler’in kendinden geçi leri arasında derin bir uçurum var...” “Onlar Sözde Havariler de ildiler, onlar Kurtulmu Ruh’un karde leriydiler; bunu sen kendin söyledin.” “Peki, ne farkeder? O duru mayla ilgili her eyi duymadın sen; ben kendim bile bazı itirafları yazma yüreklili ini bulamadım; Chiara’nın orada yaratmı oldu u kutsal havaya bir an için bile olsa eytan’ın gölgesini dü ürmekten korktu um için. Ama öyle eyler ö rendim ki William! Geceyarısı bir mahzende toplanıyorlarmı ; yeni do mu bir bebek alıp birbirlerine atıp tutuyorlarmı onu; ta ki ölünceye dek, örselenmekten... ya da ba ka bir eyden... Kim onu son kez canlı olarak tutar da bebek ellerinde ölürse, mezhebin ba ı o oluyormu . Bebe in ölüsü parçalanıyor, una bulanıyor, kutsal ekmek yapılıyormu - küfredilmi kutsal ekmek!” “Ubertino,” dedi William, kararlı bir sesle, “bunları yüzyıllarca önce Ermeni papazlar. Paulus yanlılarının mezhebi 61 hakkında söylemi lerdi. Bogomiller hakkında da.” “Ne önemi var? eytan inatçıdır, tuzaklarında ve ayartmalarında bir örnek izler; binlerce yıldır kendi törelerini yineler; hep aynıdır, bu yüzden de dü man olarak bilinir. Yemin ederim: Paskalya gecesi kandilleri yakıyorlar ve mahzene kız çocukları ta ıyorlardı. Sonra kandillerini söndürüyorlar ve onların üstüne atıyorlardı: kendi kanlarından olsalar bile... E er bu birle meden çocuk olursa, cehennemi bir tören ba lıyordu; hepsi birden varil dedikleri arapla dolu bir fıçının çevresinde toplanıp sarho oluyorlar, bebe i parçalayıp kanını bir ma rapaya dolduruyorlar; diri diri ate e altıkları bebeklerin küllerini bu kanlarla karı tırıp içiyorlardı!” “Ama eytan’ın i leri hakkında kitabında Michael Psellus bunları üç yüz yıl önce yazdı! Kim anlattı sana bunları?” “Onlar; Bentivenga ve ötekiler; i kence altında!” “Hayvanları zevkten daha çok heyecanlandıran bir tek ey vardır: Acı. kence altında, dü gördüren otların etkisindeymi gibi olursun tıpkı. Anlatıldı ını i itti in, okudu un ne varsa gelir aklına; kendinden geçmi çesine kayıp gidersin, ama gökyüzüne do ru de il, cehenneme do ru. kence sırasında yalnızca sorgucunun istedi ini de il, onun ho una gidece ini sandı ın eyleri de söylersin; çünkü onunla aranızda bir ba kurulur (bu gerçekten eytanca bir eydir)... Bunları biliyorum Ubertino; akkor halindeki demirle gerçe i ortaya çıkaracaklarına inananlardan biriydim ben de. Oysa, unu bil ki, akkor haline gelmi gerçek, ba ka bir ate ten kaynaklanır. Bentivenga, i kence altında olmayacak yalanlar söylemi olabilir; çünkü konu an o de ildi artık, onun kösnüsüydü, ruhundaki ifritlerdi.” “Kösnü mü?” “Evet, acının da bir kösnüsü vardır; tıpkı tapınmanın, hatta a a ılanmanın kösnüsü gibi. Ba kaldıran meleklerin tapınma ve alçakgönüllülük tutkularını, kendini be enmi lik ve ba kaldırı tutkusuna dönü türmeleri için bunca az ey yetti ine göre, insan denen varlıktan ne bekleyebiliriz? Evet, imdi anlıyorum, yürüttü üm sorgular sırasında aklıma gelen dü ünce buydu. Bu görevden çekilmemin nedeni de buydu. Kötülerin güçsüzlüklerini soru turma yüreklili i yoktu bende; çünkü bunların, ermi lerin güçsüzlü ünün aynısı oldu unu anladım.” Ubertino, William’ın son sözcüklerini, sanki söylediklerinden hiçbir ey anlamıyormu gibi dinlemi ti. Gittikçe daha sevecen bir acımayla dolan yüzünün anlatımından, onun William’ı suç sayılacak duyguların tuza ına dü ebilecek gibi gördü ünü, ama onu çok sevdi i için ba ı ladı ını anladım. William’ın sözünü kesti ve oldukça buruk bir sesle, “Önemi yok,” dedi. “Böyle hissettinse vazgeçti ine iyi eltin. Kı kırtmalarla sava mak gerekir. Gene de, deste inden yoksundum; yoksa o kötüler takımını darmada ın edebilirdik. Oysa ne oldu, biliyor musun, onlara kar ı gere inden güçsüz davrandı ım için suçlanan ben oldum; sapkınlı ımdan ku kulanıldı. Sen de kötülükle sava makta gere inden çok güçsüz davrandın. Kötülük, William, kutsal kayna a ula mamızı engelleyen bu lanet, bu gölge, bu pislik hiç bitmeyecek mi?” Birinin duymasından çekiniyormu gibi William’a daha da sokuldu: “Burada bile, duaya adanmı bu duvarlar arasında bile, biliyor musun?” “Biliyorum, Ba rahip anlattı; olayları aydınlatmakta ona yardım etmemi istedi benden.” “Öyleyse ara tırmanı iki do rultuda derinle tir; gözlerini dört aç; kösnü ve kendini be enmi lik...” “Kösnü mü?” “Evet, kösnü. Ölen o gençte... kadınsı, yani eytanca bir ey vardı. Bir hortlakla ili ki kurmak isteyen bir kız çocu unun gözleri vardı onda. Ama aynı zamanda ‘kendini be enmi lik’ dedim; sözün onuruna, bilimin yanıltıcılı ına adanmı olan bu manastırda, zekânın kendini be enmi li i...” “Bir ey biliyorsan bana yardım et.” “Hiçbir ey bilmiyorum. Benim bilece im hiçbir ey yok. Ama bazı eyler yürekle sezilir. Bırak yüre in konu sun; yüzleri sorguya çek, dilleri dinleme... Neyse, bırakalım bunları; bu acıklı eylerden konu up da genç arkada ımızı niçin ürkütelim?” Gök mavisi gözleriyle bana baktı, uzun ve beyaz parmaklarıyla yana ımı ok uyordu; içgüdüsüyle geri çekilmek istedim; kendimi tuttum, iyi de ettim; çünkü onu incitmi olurdum, niyeti iyiydi. “Bana kendinden söz et,” dedi yeniden William’a dönerek. “O zamandan beri ne yaptın? Kaç yıl geçti...” “On sekiz yıl. Ülkeme döndüm. Oxford’da yeniden ö renime ba ladım. Do a bilimleri ö rendim.” “Do a iyidir, çünkü Tanrı’nın kızıdır o,” dedi Ubertino. “Do ayı yarattı ına göre, Tanrı iyi olmalı,” diye gülümsedi William. “Çalı tım; çok bilgili arkada lara rastladım. Sonra Marsilio’yu tanıdım; imparatorluk, halk, yeryüzü krallıkları için yeni bir yasa üslüne görü leri etkiledi beni; böylece sonunda, mparator’a; danı manlık eden rahip karde lerimin grubunda yer aldım. Ama i bunları biliyorsun, yazmı tım sana. Bobbio’da bana senin burada oldu unu söyledikleri zaman sevindim. Senin yitik oldu una inanıyorduk. Ama mademki buradasın, birkaç gün içinde, Michele de gelince, bize büyük yardımın dokunabilir.” “Be yıl önce Avignon’da söylediklerime ekleyecek çok eyim yok benim. Michele ile ba ka kim geliyor?” “Perugia Ruhani Meclisi’nde bulunmu birkaç ki i; Aquitania’lı Arnaldo ile Newcastle’lı Hugh...” “Kim?” diye sordu Ubertino. “Novocastrolu Ugo. Uzür dilerim, Latince konu urken bile kendi dilimi kullanıyorum. Sonra, Alnwick’li William; Avignon’lu Fransiskenler’den de, Caffa delisi Jerome’a güvenebiliriz; belki Berengario Talloni’yle Bergamo’lu Bonagrazia da gelecekler.” “Umarım,” dedi Ubertino, “bu sonuncular Papa’ya çok dü man de ildirler. Ruhani Meclisi üyeliklerini kimler i gal edecekler peki, hangi yüre ipekler demek istiyorum?” “Bana gelen mektuplardan anladı ıma göre Lorenzo Decoalcone...” “Kötü bir adam.” “Jean d’Anneaux...” “Bu tanrıbilimden çok iyi anlar; dikkat et.” “Dikkat ederiz. Son olarak, Jean de Baune.” “Berengario Talloni’yle çok zorlu bir çatı ma olacak.” “Evet, sanırım e lenece iz,” dedi üstadım, büyük bir ne eyle. Ubertino ona belirsiz bir gülümseyi le baktı. “Siz ngilizler’in ne zaman ciddi konu tuklarını hiç anlamıyorum. Böylesine ciddi bir konuda e lenecek bir ey göremiyorum ben. Tarikatın varlı ı tehlikede, senin tarikatının; yüre imin derinliklerinde, hâlâ benim de tarikatımın. Ama Avignon’a gitmemesi için Michele’ye yalvaraca ım. Ioannes onu istiyor, onu arıyor, ısrarla ça rıyor onu. Bu ya lı Fransız’a güvenme. Ah, Efendimiz, kilisen kimlerin elinde kaldı!” Ba ını suna a do ru çevirdi. “Orospuya dönmü , sıcakta gev eyen bir yılan gibi kösnü içinde kıvranıyor! Haçın lignum 62 vitae’si nasıl odunsa, öyle odundan yapılmı olan, Beytlehem’deki ahırın çıplak arılı ından, altın ve ta enli ine! Bak, uraya bak; kapıyı gördün! mgelerin kendini be enmi li inden kurtulu yoktur! Deccal’ın günleri yakındır; korkuyorum, William!” Çevresine bakındı; iri iri açılmı gözlerini, sanki Dcccal her an ortaya çıkabilirmi gibi karanlık sahınların içine dikti; bense gerçekten onu görece imi sanıyordum. “Vekilleri geldiler bile; sa’nın havarilerini dünyanın dört bir yanına göndermesi gibi gönderdiler yeryüzüne! Tanrı Kenti’ni ayakları altında çi niyorlar; yalanla, ikiyüzlülükle, iddetle ba tan çıkarıyorlar. te o zaman Tanrı, günün birinde Deccal’la sava sınlar diye dünya cennetinde canlı sakladı ı hizmetkârları 63 lyas ve Enoch’u gönderecek; çuvallara bürünmü olarak gelip kehanette bulunacaklar; sözle ve örnek göstererek insanların tövbe etmelerini isteyecekler...” “Geldiler bile, Ubertino,” dedi William, Fransisken cüppesini göstererek. “Ama yengi kazanmadı daha; imdi Deccal’ın öfkeden kudurmu , Enoch’un ve lyas’ın öldürülmelerini ve cesetlerinin açıkta bırakılmasını buyuraca ı an geldi; herkes görebilsin ve onlara öykünmekten korksun diye. Tıpkı beni öldürmek istedikleri gibi...” O anda, ürküntüyle, Ubertino’nun bir tür kutsal delili e kapıldı ını dü ündüm; aklını yitirmesinden korktum. imdi, aradan zaman geçince, bildiklerimi ö rendikten sonra, yani onun birkaç yıl sonra bir Alman kentinde gizemli bir biçimde öldürüldü ünü ve onu kimin öldürdü ünün hiçbir zaman anla ılamadı ını ö rendikten sonra, daha da çok ürküyorum; çünkü o gece Ubertino’nun kehanette bulundu u açıktı. “Biliyor musun, Ba rahip Joachim gerçe i söylemi ti. ki Deccal’ın ortaya çıkaca ı, insanlık tarihinin altıncı dönemine ula tık biz; gizemli Deccal ve gerçek Deccal. Bu imdi, altıncı dönemde oluyor. Francesco, çarmıha gerilmi sa’nın yaralarını kendi bedeninde simgele tirmek için ortaya çıktıktan sonra. Bonifacio gizemli Deccal’dı ve Celestinus’un tahttan feragat etmesi geçerli de ildi; denizden gelen hayvandı Bonifacio; yediba lı ejderdi; ba ları ölümcül suçları, on boynuzu. On Emir’in çi nenmesini temsil ediyordu; çevresindeki kardinaller çekirgeler, gövdesiyle Zebani’ydi. Ama hayvanın numarası Yunan harfleriyle okundu unda, Benedictli’ydi!” Anlayıp anlamadı ımı görmek için dikkatle bana baktı; bir parma ını kaldırarak beni uyardı: “XV. Benedict, Deccal’ın ta kendisiydi, topraktan çıkan hayvan! Ardılı olan kimsenin erdemi pırıl pırıl parlasın diye, Tanrı onun gibi bir kötülük ve e itsizlik canavarının kilisesini yönetmesine izin verdi!” “Ama, kutsal peder,” diye kar ı çıktım, cesaretimi toplayarak, cılız bir sesle, “onun ardılı Ioannes!” Ubertino, kendisini tedirgin eden bir dü ü da ıtmak istercesine bir elini alnına koydu. Güçlükle soluk alıyordu, yorgundu. “Tastamam. Hesaplar yanlı tı; hâlâ Melek Papa’yı bekliyoruz biz... Ama bu arada, Francesco ve Domenico ortaya çıktılar.” Gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve dua edercesine (oysa, ya am a acıyla ilgili büyük kitabından bir sayfa okudu undan emindim), öyle dedi: “Quorum primus seraphico calculo purgatus et ardore celico inflammatus totum incendere videbatur. Secundus vero verbo predicationis fecundus super mundi tenebras clarius 64 radiavit ... Evet, verilen sözler bunlardı; Melek Papa gelecektir.” “Öyle olsun, Ubertino,” dedi William. “Bu arada, mparator’un tahttan indirilmesini önlemek için burada bulunuyorum ben. Senin Melek Papa’ndan Fra Dolcino da söz ediyordu...” “O yılanın adını bir daha a zına alma!” diye ba ırdı Ubertino; ilk kez acısının öfkeye dönü tü ünü görüyordum. “Calabria’lı Joachim’in sözlerini lekeledi o; ölüm ve pislik getiren sözcüklere dönü türdü. Deccal’ın habercisiydi, e er böyle biri varsa. Ama sen böyle konu uyorsun William, çünkü gerçekte Deccal’ın gelece ine inanmıyorsun; Oxford’daki hocaların sana, yüre inin gelece i kestirme yetilerini kurutarak mantı ı putla tırmayı ö rettiler!” “Yanılıyorsun, Ubertino,” diye kar ılık verdi William, büyük bir ciddilikle, “hocalarım arasında en çok Roger Bacon’a saygı duydu umu bilirsin...” “Hani u uçan makineler konusunda saçmasapan eyler söyleyen,” diye homurdandı Ubertino, acı acı. “Açık seçik bir biçimde Deccal’dan söz eden, dünyanın yozla masında ve bilimin gerilemesinde onun belirlilerini sezen. Ama, Bacon, kendimizi onun geli ine hazırlamamızın bir tek yolu oldu unu ö retti: do anın gizlerini ö renmek, bilimden insan türünün geli mesi için yararlanmak. Otların iyile tirici erdemini, ta ların yapısını inceleyerek, hatta senin güldü ün o uçan makineleri tasarlayarak Deccal’la sava maya hazırlanabilirsin.” “Senin Bacon’unun Deccal’ı, zekânın gururunu beslemek için bahaneydi.” “Kutsal bir bahane.” “Bahane olan hiçbir ey kutsal de ildir. William, bilirsin seni severim. Sana çok güvendi imi de bilirsin. Zekânı yen. Efendimizin yaraları için a lamayı ö ren, kitaplarını at.” “Yalnızca seninkini alıkoyaca ım,” diye gülümsedi William. Ubertino da gülümsedi ve parma ıyla onu tehdit etti: “Deli ngiliz. Meslekta larına çok gülme. Tersine, sevmediklerinden kork. Manastırda tetikte ol. Burası ho uma gitmiyor.” “Ben de burayı daha iyi tanımak istiyorum,” dedi William, izin isteyerek. “Gidelim, Adso.” “Ben sana burası iyi bir yer de il diyorum, sen tutmu burayı tanımak istedi ini söylüyorsun. Hıh!” dedi Ubertino ba ını sallayarak. “Bu arada,” dedi gene, ahının yarısına çoktan varmı olan William, “bir hayvana benzeyen ve Babil dili konu an o rahip kim?” “Salvatore mi?” diye döndü, çoktan diz çökmü olan Ubertino. “Sanırım onu bu manastıra ben arma an ettim... kilerciyle birlikte. Sırtımdan Fransisken bini ini çıkardıktan sonra, bir süre için Casale’deki eski manastırıma döndüm; orada ba ka rahipler gördüm; halk onları, benim tarikatımdan Tinciler olmakla suçladı ı için üzgündüler... Onlardan yana davranarak, benim örne imi izleyebileceklerini söyledim. çlerinden ikisini, Salvatore’yle Remigio’yu, geçen yıl geldi imde burada buldum. Salvatore... Gerçekten de tıpkı bir hayvana benziyor. Ama i e yarar.” William bir an duraksadı. “Onun penitenziagite dedi ini i ittim.” Ubertino sustu. Üzücü bir dü ünceyi kovmak istercesine bir elini salladı. “Hayır, sanmam. Bu laik papazları bilirsin. Köylüdürler, belki bir gezici vaizi dinlemi lerdir, ne söylendi ini bilmezler. Salvatore’nin bence ba ka bir kusuru var; obur ve kösnü dü künü bir hayvan o. Ama Ortodokslu a kar ı hiçbir eyi, ama hiçbir eyi yoktur. Hayır, manastırın kötülü ü ba ka bir ey; onu çok bilende ara, hiç bilmeyende de il. Bir sözcü ün üstüne bir ku ku kalesi kurma.” “Bunu hiçbir zaman yapmayaca ım,” diye yanıtladı William. “Sorguculu u bunu yapmamak için bıraktım. Ama sözcükleri dinlemeyi, sonra da onlar üstüne dü ünmeyi seviyorum.” “Çok dü ünüyorsun. O lum,” dedi bana dönerek, “ustan kötü örnek olmasın sana. Dü ünülmesi gereken biricik ey, ya amımın sonunda bilincine vardım bunun, ölümdür. Mors est quies 65 viatoris - finis est omnis laboris . imdi bırakın, dua edeyim.” BIRINCI GÜN K ND William ifalı bitkiler uzmanı Severinus’lu bilginle bir konu ma yapıyor. Orta ahından geri döndük ve içeri girmi oldu umuz kapıdan çıktık. Ubertino’nun sözleri hâlâ kafamda u ulduyordu. “Ubertino... tuhaf bir adam,” demek gözüpekli ini gösterdim William’a. “Birçok bakımdan büyük bir adamdır ya da büyük bir adamdı. Ama bu yüzden de tuhaftır. Yalnızca küçük adamlar normal görünürler. Ubertino yakılmasına yardımcı oldu u sapkınlardan biri de olabilirdi, kutsal Roma kilisesinin kardinallerinden biri de. ki sapkınlı ın da yanıba ına kadar gitti. Ubertino’yla konu tu um zaman cehennem, cennetin öteki yüzü gibi gelir bana...” Ne demek istedi ini anlamadım: “Hangi yüzü?” diye sordum. “Do ru,” diye kabul elti William. “Cennetin ba ka yüzü var mı, yoksa bir bütün mü, bilmek gerek. Ama sen bana kulak verme. Hem o kapıya da bakma artık,” dedi enseme hafifçe vurarak; o sırada içeri girerken görmü oldu um yontuların çekicili ine kapılmı arkama dönüyordum. “Bugün yeterince a ırttı seni. Her ey.” Dı arı çıkmak üzereyken, önümde bir ba ka rahip daha gördüm. William’la aynı ya ta olmalıydı. Bize gülümsedi ve uygarca selam verdi. Adının Sankt Wendelli Severinus oldu unu, bitki uzmanı olup hamamı, hastaneyi ve botanik bahçesini yönetti ini ve manastırda yolumuzu daha kolay bulmak istiyorsak, hizmetimizde oldu unu söyledi. William ona te ekkür etti; içeri girerken güzel bahçenin farkına vardı ını, ona bahçede yalnızca sebze de il, karların arasından görebildi i kadar ifalı bitkiler de varmı gibi geldi ini söyledi. “Yazın ya da ilkbaharda, her biri kendi çiçekleriyle bezenmi çe it çe it bitkileriyle bu bahçe Yaratıcı’ya daha güzel övgüler söyler,” dedi Severinus, özür dilercesine. “Ama bu mevsimde de bu bitki uzmanının gözleri kuru dallar arasından sürgün verecek bitkileri görür ve bu bahçenin hiçbir botanik bahçesinin olamayaca ı kadar zengin, renkli, kitaplardaki minyatürler kadar güzel oldu unu söyleyebilir sana. Hem sonra iyi otlar kı ın da büyür; ötekileri de toplayıp kavanozlara koyarak laboratuvarda hazır bulunduruyorum. Böylece, kuzukula ı kökleriyle katarakt iyile tirilir; hatmi köklerinin özüyle deri hastalıkları için bant yapılır, dulavratotuyla egzamaların kabuk ba laması sa lanır; lohusaotunun kök- gövdeleri dövülüp ö ütülerek sürgün ve bazı kadın hastalıklarının iyile tirilmesinde kullanılır; karabiber sindirimi kolayla tırır; öksürükotu öksürü e iyi gelir; sonra sindirim için iyi yılanotumuz var; glisiriza ve ardıçtan çok iyi ırınga elde edilir; mürvera acı kabu undan karaci ere iyi gelen bir öz yapılır; çöven so uk suda yumu atılarak kataraktın sa altımında kullanılır; kediotunun erdemlerini ku kusuz biliyorsunuz.” “Çe itli iklimlerde yeti en de i ik bitkileriniz var; hem de iyi cins. Bunu nasıl sa lıyorsunuz?” “Bir yandan, Tanrı’nın lütfuna borçluyum bunu; yüksek yaylamızın, güneyde denize bakan ve ılık deniz rüzgârlarını alan bir sırada la, kuzeyde, ormanlarının özsularını aldı ı daha yüksek bir da arasındaki konumuna. Öte yandan, üstatlarımın iste i üzerine, layık olmaksızın ö rendi im sanatıma borçluyum. Bazı bitkiler, çevrelerindeki toprak ko ullarına, beslenmelerine ve büyümelerine özen gösterirseniz en elveri siz ko ullar altında bile yeti irler.” “Ama yalnızca yenebilen bitkileriniz de var, de il mi?” diye sordum. “Seni gidi aç kurt; do ru miktarlarda alınırsa, beslenmeye yarayıp da bedenin sa altılmasına iyi gelmeyen hiçbir besin yoktur. Ancak a ırılık, onların hastalıklara yol açmasına neden olur. Kaba ı dü ün. Yapısı bakımından serin ve nemlidir; susuzlu u giderir; ama çürük kabak yersen sürgün olursun; barsaklarını hardal ve tuzlu su yakısıyla sıkı tırmak zorunda kalırsın sonra. So anı ele alalım; ılık ve nemlidir; az miktarda yenirse cinsel gücü artırır (bizim gibi yeminli olmayanlar için elbette); ama fazlası ba a bir a ırlık verir ki, süt ve sirkeyle iyile tirilmesi gerekir. Genç bir rahibin,” diye ekledi kurnazca, “so anı az yemesi için iyi bir neden. So an yerine sarmısak yemek daha iyi. Sıcak ve kuru olan sarmısak, zehirlere kar ı iyidir. Ama çok da yememeli; çünkü beyinden birçok salgıların çıkmasına yol açar. Öte yandan, fasulye idrar üretir ve i manlatıcıdır; iki iyi ey. Ama kötü dü lere yol açar. Bununla birlikte, bazı ba ka bitkilere oranla çok daha az yapar bunu. Öyle bitkiler vardır ki, gerçekten karabasan gördürür insana.” “Hangileri?” diye sordum. “Ooo, çömezimiz çok ey bilmek istiyor. Bunlar yalnızca bir bitki uzmanının bilmesi gereken eyler; yoksa dü üncesizin biri ortalıkta dola arak görüntüler da ıtabilir; ba ka bir deyi le, bitkiler aracılı ıyla yalan söyleyebilir.” “Ama,” dedi William o zaman, “bu tür görüntülerden korunabilmek için biraz ısırgan, roydra ya da olieribus yeter. Umarım bu yararlı otlardan vardır sizde.” Severinus üstadıma gözucuyla baktı. “ ifalı otlarla ilgileniyor musunuz?” “Çok az,” dedi William, alçakgönüllülükle, “Balda’lı Ebu Kâzım’ın 66 Theatrum Sanitatis’i geçmi ti elime...” “Ebul Hasan el-Muhtar ibn Butlan.” “Ya da el Kasım el-Mittar, nasıl dilersen. Acaba burada bir kopyası var mıdır?” “En güzellerinden biri. Birçok de erli resim var içinde.” “Tanrı’ya ükür. Peki, P l a t e a r i u s ’ u n De virtutibus 67 herbarum’u ?” “O da var. Sareshel’li Alfred’in 68 çevirdi i, Aristo’nun De Plantis’i de var.” “ itti ime göre, bu kitabı aslında Aristo yazmamı ,” dedi William. “De 69 Causis’i yazanın da o olmadı ı anla ıldı.” “Ne olursa olsun, büyük bir kitap,” dedi Severinus; üstadım, bitki uzmanının, benim bilmedi im, ama konu malarından çok önemli olduklarını çıkardı ım iki kitabın hangisinden, De Plantis’ten mi, yoksa De Causis’ten mi söz etti ini sormaksızın, büyük bir heyecanla onun görü üne katıldı. Severinus, “Bitkiler üstüne seninle açıkyürekli bir konu ma yapmaktan sevinç duyarım,” diye sözünü ba ladı. “Ben, senden çok isterim bunu,” dedi William, “ama tarikatımızın kabul etti i suskunluk ilkesini çi nemez olmaz mıyız?” “Bu ilke,” dedi Severinus, “yüzyıllar boyu, çe itli toplulukların günlük gereksinimlerine uydurulmu tur. 70 Ba langıçta bu ilke, lectio divina’yı öngörüyordu, ara tırmayı de il; tarikatımızın kutsal ve insancıl eylerle ilgili ara tırmalarını ne denli geli tirdi ini biliyorsun. Kural, ortak bir yatakhaneyi de öngörüyor; ama bizde oldu u gibi rahiplerin gece boyunca dü ünme olana ına sahip olabilmeleri için, her birinin ayrı bir hücresi olması yerindedir; Kural susku konusunda çok katıdır; bizde de, yalnız elleriyle çalı an rahiplerin de il, yazıp çizenlerin de öteki rahiplerle konu mamaları gerekir. Ama manastır her eye kar ın bir ara tırmacılar toplulu u oldu undan, rahiplerin ço u kez topladıkları bilgi hazinelerini aralarında de i toku etmeleri yararlıdır. Çalı malarımızla ilgili her konu ma, yemekhanede ya da ayin saatleri sırasında açılmamak ko uluyla yasal ve yararlı sayılır.” “Otrantolu Adelmo ile çok konu ma olana ı buldun mu?” diye sordu William birden. Severinus a mı görünmedi: “Görüyorum ki Ba rahip seninle konu mu bile,” dedi. “Hayır. Ona çok sık rastlamazdım. Zamanını elyazmalarını resimlemekle geçirirdi. iyle ilgili olarak, onun bazan ba ka rahiplerle, örne in Salvamec’li Venantius ya da Burgos’lu Jorge’yle konu tu unu i ittim. Hem ben günümü yazı salonunda de il, laboratuvarımda geçiririm.” Ba ıyla hastane binasını gösterdi. “Anlıyorum,” dedi William. “Öyleyse Adelmo’nun görüntüler görüp görmedi ini bilmiyorsun.” “Görüntüler mi?” “Senin otlarının yol açtı ı görüntüler gibi örne in.” Severinus dikle ti: “Tehlikeli otları büyük bir özenle sakladı ımı söylemi tim.” “Demek istedi im bu de il,” diye çabuk çabuk açıkladı William. “Genel olarak görüntülerden söz ediyorum ben.” “Anlamıyorum,” diye direndi Severinus. “Dü ünüyorum da, geceyarısı bir rahibin, Ba rahip’in izniyle... yasak saatte oraya girenlerin ba ına... korkunç eyler gelebilirdi - ey, diyordum ki, onu uçuruma iten eytanca görüntüler görmü olabilirdi diye dü ünüyordum.” “Bir kitaba gerek duydu um zamanlar dı ında, yazı salonuna hiç gitmedi imi söyledim; ama genellikle hastanede sakladı ım ot koleksiyonum vardır. Dedi im gibi, Adelmo, Jorge’yle, Venantius’la ve... do al olarak Berengar’la çok içli dı lıydı.” Severinus’un sesindeki belli belirsiz heyecanı ben bile sezdim. Üstadımın gözünden de kaçmadı bu: “Berengar’la mı? Peki niçin do al olarak?” “Arundel’li Berengar kütüphane yardımcısıdır. Meslekta tılar, ikisi de aynı zamanda çömez olmu lardı; konu acak eyleri olması do aldır. Bunu demek istemi tim.” “Demek bunu demek istemi tin,” dedi William. Bu nokta üstünde durmaması beni a ırttı. Gerçekten de, hemen konuyu de i tirdi. “Ama belki de Aedificium’a girmenin vakti geldi. Bize yol gösterir misin?” “Seve seve,” dedi Severinus, rahatladı ı apaçıktı. Bizi botanik bahçesinin yanından geçirip Aedificium’un Batı’ya bakan yüzüne götürdü. “Bahçeye bakan kapı mutfa a açılır,” dedi, “ama mutfak zemin katının yalnızca batı yarısını i gal eder; öteki yarısında hastane vardır. Kilisenin, koronun arkasından dola ılarak ula ılan güney giri indeyse, mutfakla hastaneye açılan iki kapı daha vardır. Ama biz buradan girelim; çünkü mutfaktan do ruca hastaneye geçebiliriz.” Kocaman mutfa a girince, Aedificium’un içinde, yapının yüksekli inde, sekizgen bir avlu bulundu unu farkettim. Daha sonra bunun, hiçbir giri i olmayan bir tür kuyu oldu unu anladım; her katta, yapının dı yüzünde oldu u gibi bu avluya bakan geni pencereler vardı. Mutfak duman içinde, birçok hizmetçinin daha imdiden ak am yeme ini hazırlamak için ko u turdu u uçsuz bucaksız bir giri salonunu andırıyordu. Büyük bir masanın üstünde iki hizmetçi sebze, arpa, yulaf ve çavdardan, içine turp, suteresi, algam ve havuç do rayarak bir hamur karıyorlardı. Az ötede bir a çı balıkları arap ve su karı ımında pi irmi , adaçayı, maydanoz, kekik, sarmısak, karabiber ve tuzdan yapılmı bir karı ım döküyordu üstlerine. Batı kulesinin allında, kocaman bir ekmek fırını, a zı açık, daha imdiden kıpkırmızı alevlerle parlıyordu. Güney kulesindeyse, üstünde koca koca tencerelerin kaynadı ı ve ızgaraların döndü ü kocaman bir ocak vardı. Tam o sırada, kilisenin arkasındaki ambarın yanındaki avluya açılan kapıdan, domuz çobanları, kesilmi domuzların etleriyle birlikte içeri giriyorlardı. Bu kapıdan çıkınca kendimizi duvarların arkasında, birçok yapının yükseldi i alanın do u ucundaki bir harman yerinde bulduk. Severinus bana bu yapıların birincisinin ambar oldu unu söyledi; sonra at ahırları, sonra öküz ahırları, sonra kümesler ve koyun a ılları geliyordu. Domuz a ıllarının dı ında, domuz çobanları, kocaman bir küpte yeni kesilmi domuzların kanını, pıhtıla masını önlemek için karı tırıyorlardı. Hemen ve gerekti i gibi karı tırılırsa, so uk iklim sayesinde birkaç gün dayanıyor, sonra bundan puding yapıyorlardı.’ Yeniden Aedificium’a girdik; içinden geçti imiz hastaneye öyle bir göz atıp do u kulesine do ru yöneldik. Hastanenin kapladı ı iki kuleden kuzeydekinde bir ocak, ötekinde, üst kattaki yazı salonuna çıkan bir döner merdiven vardı. Rahipler her gün bu merdivenden ya da buradaki oca ın ve mutfaktaki fırının arkasındaki çok daha az rahat, ama ısıtılmı iki sarmal merdivenden çıkarak i lerine gidiyorlardı. William, pazar olmasına kar ın, yazı salonunda birini bulabilir miyiz diye sordu. Severinus gülümsedi ve iyi bir Benedikten’in i inin dua etmek oldu unu söyledi. Pazarları ayinler daha uzun sürüyor, ama kendilerini kitaplara adamı rahipler yazı salonunda birkaç saat daha kalıp her zamanki gibi kutsal yazılar üstünde verimli gözlem, ö üt ve görü alı veri inde bulunuyorlardı. BIRINCI GÜN K ND DEN SONRA William ve Adso yazı salonunu ziyaret ediyorlar ve birçok ara tırmacı, kopyacı ve baslık yazıcısı, bu arada, Deccal’ı bekleyen ya lı bir körle tanı ıyorlar. Yukarı çıkarken, üstadımın merdiveni aydınlatan pencereleri inceledi ini gördüm. Belki ben de onun gibi yetenekli olmaya ba lamı tım; çünkü pencerelerin konumunun, onlara ula maya pek de elveri li olmadı ını farkettim. Öte yandan, hastaneye bakan pencereler de (birinci katta, uçuruma bakan tek pencereler), altlarında herhangi bir e ya olmadı ına göre, kolayca ula ılabilir gibi görünmüyordu. Merdivenin ba ına vardıktan sonra, do u kulesinden kitaplı a girdik. Bir hayranlık çı lı ını tutamadım. kinci kat, birinci kat gibi bölünmemi ti ve olanca geni li iyle gözlerimin önünde uzanıyordu. Kıvrık ve çok yüksek olmayan tonozlar, güzel bir ı ı ın yayıldı ı bir bo lu u çevreliyordu; çünkü salonun büyük duvarlarının her birinde üçer tane kocaman pencere vardı; her kulenin be dı yüzünde de daha küçük birer pencere açılmı tı; son olarak, sekiz yüksek, dar pencere, ı ı ın ortada, sekizgen biçimindeki kuyudan içeri girmesini sa lıyordu. Pencerelerin bollu u, büyük salonun bir kı ö le sonunda bile sürekli ve yaygın bir ı ıkla enlenmesini sa lıyordu. Camlar kiliseninkiler gibi renkli de ildi; kur un çerçeveli, renksiz cam kareleri, ı ı ın insan sanatınca bir de i ime u ramaksızın, olabildi ince arı bir biçimde içeri girmesine ve okuma yazma çalı malarını aydınlatma amacını gerçekle tirmesine izin veriyordu. Ba ka zamanlarda, ba ka yerlerde, birçok yazı salonu gördüm; ama hiçbirinde, çevreyi aydınlatan fiziksel ı ı ın dökülü ünde, odanın orantısının ayrılmaz bir niteli i olan, ı ı ın somutla tırdı ı tinsel ilke, tüm güzelliklerin ve bilginin kayna ı olan 71 claritas , böylesine ı ıl ı ıl parlamıyordu. Çünkü güzelli i yaratan, üç eyin uyumudur: her eyden önce, bütünlük ya da yetkinlik; bu yüzden yetkin olmayan eylere çirkin deriz: sonra gerekli orantı ya da uyum; son olarak da aydınlık ve ı ık; gerçekten de rengi açık seçik olan nesnelere güzel deriz. Ve güzelin görünümü erinç sa ladı ı ve susuzlu umuzu erinç içinde iyi ya da güzel eylerle gidermek aynı ey oldu u için de, içimin büyük bir avuntuyla doldu unu hissettim ve böyle bir yerde çalı manın ne denli ho olaca ını dü ündüm. O ö le saatinde gözlerimin önünde beliren ey, bana ne eli bir bilim i li i gibi göründü. Daha sonra, San Gallo’da, benzer Oranlarda kitaplıktan ayrılmı (ba ka manastırlarda rahipler kitapların durdu u yerde çalı ıyorlardı) bir yazı salonu gördüm; ama konumu bununki gibi güzel de ildi. Her pencerenin altına bir masa konmu tu; antik metinlerle u ra anlar, ba lık yazıcıları ve ara tırmacıların her biri kendi masasında oturuyordu. Salonda kırk pencere oldu u için de (gerçekten de kusursuz bir sayı; dörtgenin on katı; sanki On Emir, dört asal erdemle çarpılmı gibi), aynı anda kırk rahip çalı abilirdi orada; ama u anda ancak otuz rahip vardı. Severinus, rahiplerin, sabah, ö le ve ikindi dualarından ba ı ık tutulduklarını, böylece günı ı ında çalı malarını kesmek zorunda kalmadıklarını ve i lerini ancak güne batarken, günbatımı duasına katılmak için bıraktıklarını açıkladı bize. En aydınlık yerler antik metinlerle u ra anlara, en usta ressamlara, bölüm ba lı ı yazarlarına ve elyazması kopyacılarına ayrılmı tı. Her masada, resim çizmek ve kopya etmek için gerekli her ey vardı: mürekkep boynuzları, bazı rahiplerin ince bir bıçakla sivriltmekle oldukları ince tüy kalemler, par ömeni düzgünle tirmek için süngerta ı, üstüne yazılacak yazıların izleyece i çizgileri çizmek için cetveller. Her yazıcının yanında ya da e imli masanın üst kısmında, sayfanın üstü, o sırada kopya edilmekte olan satırı çevreleyen bir maskeyle örtülü, kopya edilecek elyazmasının durdu u bir kürsü vardı. Kimi rahiplerin altın renkli ya da ba ka renkte mürekkepleri vardı. Kimileri de yalnızca kitap okuyorlar, özel defterlerine ya da levhalara not alıyorlardı. Çalı malarını incelemeye vakit bulamadım; çünkü adının Hildesheim’lı Malachi oldu unu ö renmi bulundu umuz kütüphaneci yanımıza geldi. Yüzü bir ho geldiniz anlatımına bürünmeye çalı ıyordu, ama böylesine kendine özgü bir yüz kar ısında ürpermekten kendimi alamadım. Gövdesi uzun, a ırı derecede sıska olmasına kar ın, kol ve bacakları iri ve hantaldı. Tarikatın bini ine bürünmü , uzun adımlarla ilerlerken, görünü ünde insanı tedirgin eden bir ey vardı. Dı arıdan geldi i için hâlâ ba ında olan kukuletası yüzünün solgunlu una gölge dü ürüyor, iri, hüzünlü gözlerine ne oldu unu bilemedi im bir anlam veriyordu. Yüzünde, iradenin denetim altına aldı ı, birçok tutkunun, artık canlandırmaz oldukları izleri kalmı gibiydi. Yüz çizgilerine hüzün ve ciddilik egemendi; gözleri öylesine yo undu ki, bir bakı la konu tu u kimsenin yüre inin derinliklerine inebilir, onun gizli dü üncelerini okuyabilirdi; öyle ki, insan o gözlerin sorgulamasına güçlükle katlanabilir, ikinci bir kez onlarla kar ıla mamak iste i duyardı. Kütüphaneci bizi o sırada orada çalı makta olan rahiplerin birço uyla tanı tırdı. Malachi bize her birinin o sırada yapmakta oldu u i hakkında bilgi verdi; ben hepsinin de bilime ve kutsal sözün incelenmesine duydukları derin ba lılı ı takdir ettim. Böylece, ku kusuz gelmi geçmi tüm insanların en bilgesi olan Aristo’ya kendini adamı , YunancaArapça çevirmeni, Salvamec’li Venantius’u tanıdım. Retorikle u ra an genç bir skandinav rahibi olan Upsala’lı Benno. Kütüphaneci yardımcısı Arundel’li Berengar. Kitaplıkta yalnızca birkaç ay ödünç olarak kalacak yapıtları kopya etmekle olan Allessandria’lı Aymaro, sonra çe itli ülkelerden bir grup ba lık yazarı, Clonmacnois’lı Patrick, Toledo’lu Rabano, lona’lı Magnus, Hereford’lu Waldo. Liste daha da uzayabilirdi; gerçekten hiçbir ey, a ılası bir canlı anlatımlar aracı olan bir listeden daha ola anüstü de ildir. Ama imdi, rahipler arasındaki belli belirsiz tedirginli i ve tüm konu malarında a ırlı ını duyuran ne oldu unu bilmedi im eyi anlamaya yarayan birçok belirtinin ortaya çıktı ı tartı ma konumuza dönmeliyim. Üstadım, Malachi ile konu maya ba layarak, kitaplı ın güzelli ini ve etkinli ini övdü ve orada yürütülen çalı maların yöntemine ili kin bilgi istedi; çünkü her yerde bu kitaplıktan söz edildi ini i itti ini ve kitapların ço unu incelemek istedi ini büyük bir kesinlikle söyledi. Malachi ona, Ba rahip’in daha önce söylemi oldu u eyi açıkladı; Rahip, danı mak isledi i kitabı kütüphaneciden istiyor, o da e er istek yerinde ve ciddiyse, üst kattaki kitaplıktan alıp getiriyordu. William ona, üst kattaki dolaplarda saklanan kitapların adlarını nasıl bilebildi ini sordu; Malachi, küçük bir altın zincirle masasına tutturulmu , sık yazılmı listelerden olu mu kalın bir kitap gösterdi. William ellerini bini inin, gö sünün üstünde bir torba olu turacak biçimde açıldı ı yere soktu ve oradan, daha önce, yolculu umuz boyunca bazan elinde bazan yüzünde görmü oldu um bir ey çıkardı. Bir çataldı bu; tıpkı bir binicinin at üstünde bacakları ayrık duru u ya da bir ku un tüne ine tutunması gibi, insanın burnunun üstünde (onun öylesine çıkık ve gaga burnunun üstünde daha da iyi) durabilecek bir biçimde yapılmı tı. Çatalın iki yanında, gözlerin tam önüne gelen yerde, bir barda ın dibi gibi kalın, badem biçiminde iki camı tutan iki oval halka vardı. William gözünde bununla okumayı ye liyor, do anın ona ba ı ladı ından, özellikle günı ı ı azalmaya ba larken ilerlemi ya ının elverdi inden daha iyi okudu unu söylüyordu. Uza ı görmesine yaramıyordu bu; çünkü gözleri çok keskindi, yakını görmesine yarıyordu. Bu camlarla, benim bile sökmekte zorluk çekti im çok ince harflerle yazılmı elyazmalarını okuyabiliyordu. Bana, insanın ömrünün yarısını geçince, görü ü kusursuz olsa bile, gözün sertle ti ini, gözbebe inin uyum sa layamadı ını, birkaç bilginin ellinci baharlarından sonra okuma yazma bakımından ölmü gibi olduklarını açıklamı tı. Daha uzun yıllar zekâlarının en iyi ürünlerini verebilecek insanlar için ne büyük anssızlık. Biri bu aracı ke fedip yaptı ı için Tanrı’ya ükretmeliydi. Bunu bana, bilimin bir amacının da insan ömrünü uzatmak oldu unu söyleyen o hayran oldu u Roger Bacon’un görü lerini desteklemek için söylüyordu.. Öteki rahipler William’a büyük bir merakla bakıyorlar, ama soru sorma yüreklili ini gösteremiyorlardı. Böylesine kıskançlık ve gururla okumaya ve yazmaya adanmı bir yere bile bu hayranlık verici aracın daha girmemi oldu unu anladım. Ve bilgileriyle dünyaya ün salmı insanları a kına döndürecek bir eye sahip olan bir adamın çömezi oldu um için övünç duydum. William gözlerinde o eylerle elyazması listelerin üstüne do ru e ildi. Ben de baktım; kitaplıkta bulunan, adı hiç duyulmamı kitaplarla ba ka ünlü kitapların ba lıklarını ö rendik. 72 “De pentagono Salomonis , Ars loquendi et intelligendi in lingua 73 hebraica’sı, De rebus metallicis , ElHarezmi’nin Cebir’i, Robertus Anglicus’un Latince’ye çevirdi i, Silius Italicus’un 74 Puniche’si , Rabanus Maurus’un Gesta 75 francorum, De laudibus sanctae crucis’i ve Flavii Claudii Giordani de aetate mundi et hominis reservatis singulis litteris per 76 singulos libros ab A usque ad Z,” diye okudu üstadım. “Ola anüstü yapıtlar. Ama nasıl bir sıraya göre kaydedilmi bu kitaplar?” Benim bilmedi im, ama ku kusuz Malachi’nin bildi i bir kitaptan okudu: “‘Habeat Librarius et registrum omnium librorum ordinatum secundum facultates et auctores, reponeatque eos separatim et ordinate cum signaturis per scripturam 77 applicatis.’ Nasıl oluyor da her kitabın yerini biliyorsunuz?” Malachi ona her ba lı ın yanında yer alan notları gösterdi. Okudum: iii, IV gradus, V in prima graecorum; ii, V gradus, VII in tertia anglorum, böyle gidiyordu. lk sayının, her kitabın raftaki ya da gradus’taki yerini; ikinci sayının gradus’u, üçüncü sayının dolabı gösterdi ini anladım; öteki anlatımların, kitaplıktaki bir odayı ya da koridoru belirtti ini de anladım ve bu son i aretler üstüne daha çok bilgi isteme yüreklili ini gösterdim. Malachi ciddi ciddi bana baktı: “Kitaplı a yalnızca kütüphanecinin girmesine izin verildi ini belki de bilmiyorsunuz ya da unuttunuz. Bunları yalnızca onun bilmesi do ru ve yeterlidir.” “Ama bu listede kitaplar hangi sıraya göre kaydedilmi ?” diye sordu William. “Konulara göre de il gibi geliyor bana.” Alfabe sırasıyla yazar adlarına göre, bir düzenden söz etmedi; çünkü bu ancak son yıllarda uygulandı ını gördü üm bir dizge; o zaman çok seyrek olarak kullanılıyordu. “Kitaplık çok eski zamanlarda kuruldu,” dedi Malachi. “Kitaplar da alını , ba ı , duvarlarımız arasına giri sırasına göre kaydedilir.” “Bulması zor,” dedi William. “Kütüphanecinin onları ve her kitabın ne zaman geldi ini ezbere bilmesi yeter. Öteki rahiplere gelince, kütüphanecinin belle ine güvenebilirler.” Kendisinden de il de, bir ba kasından söz edermi gibi konu uyordu; u sırada kendisinin layık olmayarak üstlendi i, ama daha önce bilgilerini birbirlerine aktaran yüz insanın üstlenmi oldukları görevden söz etmekte oldu unun farkına vardım. “Anladım,” dedi William, “Demek ben, Süleyman’ın sarayı konusunda, ne oldu unu bilmeksizin bir ey arıyorsam, az önce ba lı ını okudu um kitabın kitaplıkta bulundu unu bana söyleyebilecek ve onun üst kattaki yerini belirleyebileceksiniz.” “E er Süleyman’ın sarayı konusunda gerçekten bir ey ö renmek istiyorsanız,” dedi Malachi. “Ama bu, size vermeden önce Ba rahip’in görü ünü almayı uygun bulaca ım bir kitap.” “En de erli ressamlarınızdan birinin kısa bir süre önce yok oldu unu ö rendim. Ba rahip onun sanalından uzun uzun söz etti bana. Resimledi i elyazmalarını görebilir miyim?” “Otranto’lu Adelmo,” dedi Malachi, William’a ilgisizce bakarak, “ya ı genç oldu u için yalnızca kenar süsleri yapardı. Çok canlı bir imgelemi vardı; bilinen eylerden bilinmeyen a ırtıcı eyler yapmayı bilirdi; bir insan gövdesini bir al ba ıyla birle tiren biri gibi. Kitapları i te orada. Masasına henüz kimse dokunmadı.” Adelmo’nun çalı ma masasına yakla tık; zengin bir biçimde süslenmi bir mezmurlar kitabının sayfaları hâlâ üstünde duruyordu; par ömenlerin kraliçesi olan vellum yapraklarıydı bunlar; sonuncusu hâlâ masaya tutturulmu duruyordu. Daha yeni süngerta ıyla kazınıp tebe irle yumu atılmı , rendeyle düzeltilmi ti; ince bir uçla yanlarında açılmı minicik deliklerden, ressamın eline yol gösterecek tüm çizgiler çizilmi ti. Sayfanın yarısı yazıyla doldurulmu , rahip kenarlardaki desenlerin taslaklarını çizmeye ba lamı tı. Öteki sayfalar bitmi ti; William’la onlara bakarken bir hayranlık çı lı ını tutamadık. Bu, kenarlarında, duyularımızın bizi alı tırdı ının tam tersi bir dünyanın betimlendi i bir mezmurdu. Gerçe in dile getirilmesi diye tanımlanan bir konu manın yanıba ında, ola anüstü bilmecemsi imgeleriyle, ona derinden ba lı, köpeklerin tav anlardan kaçtı ı, geyiklerin aslanları avladı ı tepetaklak bir evren üstüne yalanlarla dolu bir konu ma yer alıyordu; küçük ku ayaklı ba lar, sırtlarında insan eli olan hayvanlar, içinden ayakların fı kırdı ı kıllı ba lar, zebra gibi çizgili canavarlar, binlerce çözülmez dü ümle kıvrım kıvrım yılansı boyunları olan dörtayaklılar, geyik boynuzlu maymunlar, kol ve bacakları andıran alıcı ku biçimde dcnizkızları, ba ka insan gövdelerinin kamburlar gibi sırtlarından çıktı ı kolsuz adamlar, karınlarında di dolu a ızlar bulunan yaratıklar, at ba lı insanlar ve insan bacaklı atlar, ku kanatlı balıklar ve balık kuyruklu ku lar, tek gövdeli çift ba lı ya da tek ba lı çift gövdeli canavarlar, horoz kuyruklu ve kelebek kanatlı inekler, ba ları balık sırtı gibi pul pul kadınlar, kertenkele burunlu yusufçuklarla, içiçe geçmi iki ba lı ejderhalar, kentorlar, filler, a aç dallarına uzanmı mantikorlar, kuyrukları sava düzeninde bir yaya dönü mü grifonlar, boyunları sonsuz uzunlukta eytansı yaratıklar, insan biçimli dizi dizi hayvanlar, ve hayvan biçimli cüceler bazan aynı sayfa üstünde yansılandı ını gördü üm kırsal ya am görünümlerinde bir araya gelmi lerdi; tüm kırsal ya am, topra ı belleyenler, meyve toplayanlar, harman kaldıranlar, yün e iren kadınlar, tilkilerin yanı sıra tohum saçanlar ve maymunların korudu u kaleli bir kentin duvarlarına tırmanan ok ve yayla donatılmı kurtlar ve sansarlar öylesine etkileyici bir canlılıkla çizilmi ti ki, resimleri canlı sanırdınız. urada bir ba harfi bir L olu turacak biçimde kıvrılarak sayfanın alt kısmında bir ejderha 78 olu turuyor, burada “söz” sözcü ünü ba latan bir büyük V, gövdesinden do al bir sürgün gibi bin kıvrımlı bir yılan çıkarıyordu; o yılandan da, yaprak ve salkım gibi ba ka yılanlar fı kırıyordu. Mezmurlar kitabının yanında, kısa bir süre önce bitirildi i açıkça anla ılan, inanılmaz derecede, avuç içine sı abilecek denli küçük boyutlu ola anüstü bir kitap vardı. Yazı inceydi; kenar süsleri ilk bakı ta güçlükle görülebiliyor, tüm güzellikleri içinde görülebilmeleri için gözün onları yakından incelemesi gerekiyordu (insan, minyatürcünün böylesine sıkı ık bir yerde böylesine bir canlılık etkisi yaratabilmek için onları hangi insanüstü araçla çizdi ini soruyordu kendi kendine). Kitabın tüm sayfa kenarları, ola anüstü güzellikle çizilmi harflerin kıvrımlı betimlerinden, sanki onların do al bir uzantısıymı gibi do an minicik resimlerle kaplıydı: denizkızları, kaçan geyikler, a ızlarından ate püsküren canavarlar, dizelerden solucanlar gibi fı kıran kolsuz insan gövdeleri. Bir noktada, üç de i ik dizede yinelenen üç “Sanctus, Sanctus, Sanctus”u, sürdürmek istercesine, insan ba lı üç güzel yabanıl hayvan resmi görülüyordu; bunların ikisi, bir öpü le birle mek için, biri k a a ı, biri yukarı do ru e ilmi ti; burada mutlaka resmi açıklayacak, açık seçik olmasa bile derin bir tinsel anlam oldu una inanmasam, hiç duraksamadan bu öpü ü utanç verici diye nitelerdim. O sayfaları sessiz bir hayranlık ve gülme arasında izliyordum; çünkü resimler kutsal sayfaları yorumlasalar da kaçınılmaz olarak ne e e ilimi ta ıyorlardı. Rahip William da gülümseyerek izliyordu onları. “Benim ülkemde bunlara Babewyn derler,” dedi. “Galya’da da Babouin denir,” dedi Malachi. “Gerçekten de, Adelmo sanatını sizin ülkenizde ö rendi, ama daha önce Fransa’da ö renim görmü tü. Habe maymunları, yani Afrika’dan gelen maymunlar. Evlerin bir yamacın ucunda durdu u, topra ınsa gökyüzünde oldu u, tersine dönmü bir dünyanın yaratıkları.” Ülkemin yerli dilinde i itmi oldu um bazı dizeleri anımsadım; onları yinelemekten kendimi alamadım: Aller Wunder si geswigen, das herde himel hât überstigen, daz sult is vür ein Wunder wigen. Malachi, aynı metinden sürdürdü: Erd ob un himel unter das sult ir hân 79 besunder Vür aller Wunder ein Wunder. “Aferin Adso,” dedi kütüphaneci. “Gerçekten de bu resimler, mavi bir kazın üstüne binilip gidilen bir derede balık avlayan do anların, gökyüzündeki atmacaların ardına dü en ayıların, güvercinlerle birlikte uçan istiridyelerin ve üç devin tuza a dü ürülüp bir horoz tarafından yendi i o ülkeden söz ediyor.” Dudakları solgun bir gülümseyi le aydınlandı. O zaman, konu mayı belli bir çekingenlikle izlemi olan öteki rahipler, kütüphanecinin onayını bekliyorlarmı gibi zavallı Adelmo’nun yetene ini övüp onun gerçek dı ı resimlerini birbirlerine göstererek yürekten gülmeye koyuldular. Herkes daha gülerken, omuzba ımda ciddi ve sert bir ses duyduk. “Verba vana aut risui apta non 80 loqui.” Döndük. Bizimle konu an, yılların a ırlı ı altında ezilmi , yalnız derisi de il, yüzü ve gözbebekleri de kar gibi beyaz bir rahipti. Kör oldu unu farkettim. Gövdesi ya lılı ın a ırlı ıyla küçülmü , ama sesi hâlâ görkemli, kolları bacakları güçlüydü. Bizi görüyormu gibi bakıyordu; daha sonraları da onun hep sanki hâlâ görüyormu gibi davranıp konu tu unu gördüm. Ama sesinin tınısı, yalnızca, peygamberlik lütfuna ermi birinin sesi gibiydi. “Gördü ünüz, bu ya ı ve bilgisiyle saygıde er insan,” dedi Malachi William’a, yeni geleni göstererek, “Burgos’lu Jorge’dir. Grottaferrata’lı Alinardo’dan sonra manastırdakilerin tümünden daha ya lı oldu undan, rahiplerin ço u günah çıkarma gizlili i içinde günahlarını ona açarlar.” Sonra, ya lı adama dönerek, “Kar ınızdaki, konu umuz, Baskerville’li William Birader’dir,” dedi. “Umarım sözlerimden alınmamı sınızdır,” dedi ya lı adam ters bir tonla. “ nsanların gülünç eylere güldüklerini i ittim ve onlara yasamızın ilkelerinden birini anımsattım. Mezmur yazarının dedi i gibi, bir rahip suskunluk andı içti i için güzel konu malardan kaçınıyorsa, bu, onun kötü sözlerden kaçınması gere inin daha güçlü bir nedenidir. Ve e er kötü sözler varsa, kötü imgeler de vardır. Bunlar, dünyanın nasıl yaratıldı ı konusunda yalan söyleyen ve dünyayı yüzyıllar boyunca olageldi i ve sonsuza dek olaca ının tam tersi olarak gösteren imgelerdir. Ama siz ba ka bir tarikattan geliyorsunuz; bana söylediklerine göre, o tarikatta en yersiz ne e bile ho görüyle kar ılanıyormu .” Benediktenler arasında, Assisi’li Ermi Francesco’nun tarikatının en son ve en a ırtıcı dölleri olan Fratelli ve Tinciler’e yorulan tuhaflıkları ima ediyordu. Ama William Birader bu imayı anlamazlıktan geldi. “Kenar resimleri ço u kez güldürür insanı; ama e iticidir,” diye yanıtladı. “Nasıl vaazlarda, dindar kalabalıkların dü gücünü etkilemek için ço u kez e lenceli örnekler vermek gerekirse, resimlerin dili de bu saçmalıklara dalmalıdır. Her erdem ve her günah için hayvanlardan alınacak bir ders vardır; hayvanlar, insancıl dünyayı örneklerler.” “A, evet,” dedi ya lı adam, akacı ama gülümsemeksizin, “erdemli olma iste i uyandırmak için her resim iyidir; yaradılı ba yapıtının ba a a ı çevrildi inde gülme konusu olması ko uluyla. Böylece, Tanrı Sözü, lir çalan, kalkanla topra ı süren bayku , kendilerini sabana ko an öküzler, yukarı do ru akan ırmak, tutu an deniz, terk-i dünya eden kurt aracılı ıyla kendini gösterir! Öküzlerle tav an avına çıkılsın, bayku lardan dilbilgisi ö renilsin, köpekler pireleri ısırsın, tek gözlüler dilsizleri korusun, dilsizler ekmek istesin, karınca buza ı do ursun, kızarmı piliçler havada uçsun, evlerin damlarında pastalar bitsin, papa anlar güzel konu ma dersi versinler, tavuklar horozları döllesin, araba öküzlerin önüne ko ulsun, köpek yata a yatırılsın ve bunların tümü ba larının üstünde yürüsünler! Bütün bu saçmalıkların amacı nedir? Kutsal ilkeleri ö retmek bahanesiyle, Tanrı’nın yarattı ı dünyanın tam tersi olan bir dünya!” 81 “Ama, Areopagita,” dedi William alçakgönüllülükle, “Tanrı’nın ancak en çarpuk çurpuk eylerle gösterilebilece ini ö retir. San Vittore’li Ugo da, benzetme ne denli az benzerse, gerçek ne denli i renç ve çirkin yaratıkların perdesi arkasında açıklanırsa, insanın hayal gücünün, tensel doyumlara kendini o denli az kaptırdı ını ve resimlerin çarpıtılmı lı ının ardındaki gizemleri kavramaya zorlandı ını anımsatıyordu bize...” “Bu mantık yürütme biçimini 82 bilirim! Cluny rahipleri Citeaux’lularla sava ırken, bunun, bizim tarikatımızın ba lıca ilkesi oldu unu utanarak itiraf ederim. Ama Ermi Bernardo haklıydı: Tanrı’nın yarattı ı nesneleri per speculum 83 et in aenigmate açıklamak için, canavarlar ve hilkat garibeleri betimleyen insano lu yava yava kendi yarattı ı hilkat garibelerinden ho lanmaya ve zevk almaya ba lar; bu nedenle de, artık yalnız onlar aracılı ıyla görür. Siz, gözleri hâlâ görenler, avlunun sütun ba lıklarına bir bakmanız yeter.” Eliyle pencereden dı arıyı, kiliseyi gösterdi: “Derin dü ünceye dalmı rahiplerin gözleri önündeki o gülünç, o biçimsiz biçimlerin ve biçimli biçimsizliklerin anlamı nedir? O pis maymunların, o aslanların, o kentorların, a ızları karınlarında, tek ayaklı, yelken kulaklı, o yarı insan yaratıkların? O benekli kaplanların, o sava an sava çıların, borularını çalan o avcıların ve o tek ba lı çok gövdelilerle tek gövdeli çok ba lıların? Yılan kuyruklu dörtayaklılar, yüzleri dörtayaklıların yüzleri gibi olan balıklar, urada, önden bakınca ata, arkadan koça benzeyen bir hayvan, burada boynuzlu bir at, böylece sürer gider; artık bir rahip için elyazmasından çok mermerleri okumak, Tanrı’nın buyru unu dü ünmektense insano lunun yapıtlarını de erlendirmek daha zevkli. Gözlerinizdeki istekten ve gülü lerinizden utanın.” Ya lı adam soluk solu a sustu. Belki de yıllardır kör olmasına kar ın, kötülüklerini kınadı ı resimleri hâlâ anımsayan belle inin canlılı ına hayranlık duydum. Onları böylesine tutkuyla hâlâ betimleyebildi ine göre, onları gördü ü zaman o resimlerin onu kı kırtmı olmasından ku kulandım. Ama günahın en ba tan çıkarıcı betimlemelerine, onun büyüsünü ve etkilerini kınayan, sarsılmaz erdem sahibi ki ilerin sayfalarında rastlamı ımdır ço u kez. Bu da gösteriyor ki, bu insanlar, gerçe e tanıklık etmek için öylesine bir tutkuyla itilirler ki, Tanrı sevgisi u runa, Mel’un’un onları büyülemek için ba vurdu u yolları insanlara daha iyi ö retebilmek amacıyla büründü ü tüm ayartmaları kötülü e yormakta duraksamazlar; böylece yazarlar, Mel’un’un onları hangi yollarla büyüledi ini insanlara daha iyi anlatırlar. Gerçekten de, Jorge’nin sözleri, dehlizdeki, henüz görmedi im aslanlarla maymunları görmek için büyük bir istekle doldurdu içimi. Ama Jorge dü üncelerimin akı ını kesti; çünkü daha az heyecanlı bir sesle yeniden konu maya ba ladı: “Efendimizin bize do ru yolu göstermek için böyle saçma eylere ba vurmaya ihtiyacı yoktu. Onun mesellerinde gülmeye ya da korkuya yol açan hiçbir ey yoktur. Oysa imdi ölümünün yasını tuttu umuz Adelmo, çizdi i canavarlardan öylesine zevk alıyordu ki, onların simgeledikleri asıl eyleri gözden kaçırdı. Ve tüm ki -tüm diyorum,” sesi ciddile ti ve tehdit edici oldu, “acayiplik yollarını izledi. Bundan ötürü onu nasıl cezalandıraca ını Tanrı bilir.” Ortalı a a ır bir sessizlik çöktü. Salvamec’li Venantius bu sessizli i bozma yüreklili ini gösterdi. “Saygıde er Jorge,” dedi, “erdeminiz haksız kılıyor sizi. Adelmo ölmeden iki gün önce burada, yazı salonunda bilimsel bir tartı mada hazır bulundunuz. Adelmo, tuhaf ve fantastik imgelere yer verse de, sanatının, göksel varlıkları bilme aracı olarak Tanrı’nın yüceli ine yönelik olmasına özen gösteriyordu. Az önce William Birader, çarpıtarak ö renmekten söz eden Areopagita’yı andı. Adelmo da o gün, kutsal nesnelerin, soylu bedenlerden çok a a ılık bedenler aracılı ıyla ortaya konması gerekti ini söyleyen bir ba ka yüce yetkenin, Aquinas’lı bilginin sözlerini aktarmı tı. Çünkü, önce, insan ruhu böylece yanılgıdan daha kolay kurtulur; gerçekten de, bazı özelliklerin kutsal nesnelere yakı tırılamayaca ı ve soylu bedensel varlıklarla betimlenecek olurlarsa ku kuya yol açacakları açıktır. kincisi, yeryüzünde Tanrı’ya ili kin bilgimize bu temsili betimleme daha uygun dü er; gerçekten de Tanrı yeryüzünde kendini var olandan çok var olmayanda gösterir; bu nedenle de bu benzetimler Tanrı’dan ne denli uzakla ırsa, bize onun hakkında o denli kesin bir fikir verirler; çünkü böylece onun söyledi imiz ve dü ündü ümüz her eyin üstünde oldu unu biliriz. Üçüncüsü de, böylece bunlar de ersiz kimselerden daha iyi gizlenir. Özetle, o gün biz gerçe in hem kurnazca, hem de bilmece gibi a ırtıcı anlatımlarla nasıl açıklanabilece ini anlamaya çalı ıyorduk. Adelmo’ya büyük Aristo’nun yapıtlarında bu konuda çok açık seçik sözcükler buldu umu anımsattım...” “Anımsamıyorum,” diye onun sözünü kesti Jorge, kuru bir sesle, “çok ya lıyım. Anımsamıyorum. Belki de ciddili in ölçüsünü kaçırdım ben. Artık geç oldu, gitmeliyim.” “Anımsamayı ınız tuhaf,” diye üsteledi Venantius, “çok bilgece ve güzel bir tartı maydı; Benno’yla Berengar da katılmı lardı. Gerçekte, sorun, ozanların da salt zevk için tasarladıkları görülen, üstü kapalı benzetimlerin, sözcük oyunlarının ve bilmecelerin bizi nesneler üstüne yeni ve a ırtıcı bir biçimde dü ünmeye götürüp götürmeyece iydi; ben bunun da akıllı ki ilerden beklenen bir erdem oldu unu söylemi tim... Hatta Malachi de oradaydı...” “Saygıde er Jorge anımsamıyorsa, ya ına ve zihninin yorgunlu una saygı göster... Yoksa her zaman canlıdır belle i,” diye söze karı tı tartı mayı izleyen rahiplerden biri. Tümce tedirgin bir ses tınısıyla söylenmi ti - en azından ba ında; çünkü konu an, ya lı adam için saygı isterken, gerçekte bir güçsüzlü e dikkat çekti inin bilincine varınca yava lamı , cümleyi neredeyse bir özür dileme fısıltısıyla bitirmi ti. Kütüphaneci yardımcısı Arundel’li Berengar’dı konu an. Soluk yüzlü bir genç adamdı; onu incelerken, Ubertino’nun Adelmo’yu nasıl betimledi ini anımsadım: Gözleri kösniil bir kadının gözlerini andırıyordu. imdi herkesin kendisine yönelen bakı larından ürkmü , ellerini, bir iç gerilimi yatı tırmak isteyen biri gibi kavu turmu tu.” Venantius’un tepkisi ola andı ıydı. Berengar’a öyle bir bakı la baktı ki, Berengar gözlerini önüne indirdi. “Pekâla, Birader,” dedi, “bellek bir Tanrı vergisiyse, unutma yetene i de iyi bir ey olabilir ve saygı duyulmalıdır. Kendisiyle konu makta oldu um ya lı rahip karde imizin bu özelli ine saygı duyuyorum ben. Ama senden, burada, sevgili arkada larından biriyle birlikte bulundu umuz sırada olanları daha kesin anımsamanı beklerdim...” Venantius’un, ses tonuyla “sevgili” sözcü ünü vurgulayıp vurgulamadı ını anlayamadım. Gerçek u ki, hazır bulunanlar arasında bir tedirginlik sezinledim. Her biri ayrı bir yöne bakıyordu ve hiç kimse kıpkırmızı kesilen Berengar’a bakmadı. Malachi hemen yetkili bir sesle araya girdi: “Gelin, William Birader,” dedi, “size ba ka ilginç kitaplar gösterece im.” Grup da ıldı. Berengar’ın Venantius’a kin dolu bir bakı la baktı ını, Venantius’un da ona sessiz bir güvensizlik içinde, aynı bakı la kar ılık verdi ini farkettim. Ya lı Jorge’nin uzakla makta oldu unu görünce, bir saygı duygusunun etkisiyle elini öpmek için diz çöktüm. Ya lı adam elini öptürdü, ba ıma koydu ve kim oldu umu sordu. Adımı söyleyince yüzü aydınlandı. “Büyük ve güzel bir ad ta ıyorsun,” dedi. “Montieren-Derli Adso’nun kim oldu unu biliyor musun?” diye sordu. tiraf ederim, bilmiyordum. Bunun üzerine, Jorge ekledi: “Libellus de 84 Antichristo adında büyük ve ola anüstü bir kitabın yazarıydı; olacakları gördü o kitapta; ama yeterince kulak verilmedi ona.” “Kitap onuncu yüzyıldan önce yazıldı,” dedi William, “ama sözünü etti i eyler gerçekle medi...” “Görecek gözü olmayanlar için,” dedi kör adam. “Deccal’ın yolları a ır ve çetindir. Onu beklemedi imiz zaman gelir; havarinin öne sürdü ü hesabın yanlı oldu undan de il, onun ustalı ını anlamadı ımızdan.” Sonra alabildi ine yüksek bir sesle, yüzü salona dönük, yazı salonunun tonozlarını sarsarak ba ırdı: “Geliyor! Son günlerinizi benekli derili, kıvrık kuyruklu küçük canavarlara gülerek bo a harcamayın! Son yedi günü bo a harcamayın!” BIRINCI GÜN GÜNBATIMI William’la Adso manastırın geri kalan bölümlerini ziyaret ediyorlar. William, Adelmo’nun ölümüne ili kin bazı sonuçlar çıkarıyor; cama rahiple okuma camları ve gere inden çok okumak isteyenlerin gördükleri hortlaklar üstünde konu uluyor. O sırada günbatımı duası çanları çaldı; rahipler masalarından kalkmaya hazırlandılar. Malachi, bizim de gitmemiz gerekti ini açıkladı. O, yardımcısı Berengar’la birlikte kalıp ortalı ı düzenleyecek, gece için hazırlayacaktı (bu sözcükleri kullandı). William, ona, sonra kapıları kilitleyip kilitlemeyece ini sordu. “Yazı salonuna mutfak ve hastaneden giri i engelleyen kapı yok... kitaplıkla yazı salonu arasında da. Ba rahip’in yasa ı tüm kitaplardan daha güçlü. Hem sonra rahipler ak am duasına de in mutfaktan da, hastaneden de yararlanmak zorundalar. O zaman yasa ın kendileri için konmadı ı yabancılarla hayvanların Acdificium’a girmelerini önlemek için, ben kendim, mutfa a ve hastaneye açılan a a ıdaki kapıları kilitlerim; o saatten sora da Acdificium’da kimse kalmaz.” A a ı indik. Rahipler koroya yönelirken, üstadım kutsal göreve katılmadı ımız için Tanrı’nın bizi ba ı layaca ına karar vererek (daha sonraki günlerde Tanrı’nın bizi birçok ey için ba ı laması gerekecekti!) çevreyi yakından tanıyabilmemiz için kendisiyle birlikte dı arıda dola mamı önerdi. Mutfaktan çıktık, gömütlü ün yanından geçtik; yeni dikilmi mezarta ları vardı; zamanın izlerini ta ıyan, geçmi yüzyıllarda ya amı rahiplerin ya amlarını anlatan ta lar da. Hava bozuyordu. So uk bir rüzgâr çıkmı tı; gökyüzü bulutlanıyordu. Güne in botanik bahçelerinin ardında battı ı seziliyordu; do uya yönelerek koro yerinin yanından geçip alanın arka bölümüne vardı ımızda hava daha imdiden kararmaya ba lamı tı. Orada, dı duvarın Aedificium’un do u kulesiyle birle ti i yerde, hemen hemen duvarın tam yanında ahırlar vardı; domuz çobanları domuz kanıyla dolu küpün üstünü yeniden örtüyorlardı. Ahırların arkasında dı duvarın daha alçak oldu unu, üstünden bakılınca arkasının görülebilece ini farkettik. Duvarların dimdik ini inin ötesinde, a a ı do ru ba döndürücü bir hızla inen arazi, karın tam anlamıyla gizleyemedi i gev ek bir dolma toprakla örtülüydü. Bunun, tam oradan atılmı ve kaçak Brunellus’un izledi i yolun ba ladı ı dönemece dek uzanan samanların olu turdu u yı ın oldu unu anladım. Saman diyorum, çünkü pis kokulu bir madde q a a ı do ru kaymı tı orada; kokusu, önünde durdu um korkuluk duvarına dek ula ıyordu; köylülerin oraya gelip a a ıdan uzanarak çiftlikleri için saman aldıkları açıktı. Ama hayvan ve insan dı kılarına ba ka katı artıklar da karı ıyordu; manastırın, da ve gökyüzüyle ili kilerini pırıl pırıl, arı olarak sürdürebilmek için gövdesinden dı arı attı ı tüm ölü maddelerin geri çekili i. Yakındaki ahırlarda, seyisler hayvanları yemli e götürüyorlardı. Kıyısında, duvar tarafında birkaç ahırın, sa da, koro yerinin yakınında, rahiplerin yatakhane ve helalarının bulundu u patika boyunca yürüdük. Do u duvarının kuzeye do ru döndü ü kö ede demirci oca ı vardı. Son demirciler de duaya gitmek için araç gereçlerini bırakıp ocakları söndürüyorlardı. William, bir i li in geri kalan bölümünden hemen hemen tümüyle ayrılmı , bir rahibin öteberisini kaldırmakta oldu u bölümüne do ru merakla yürüdü. Tezgâhının üstünde çok küçük boyutlu renk renk cam parçacıklarından olu an çok güzel bir koleksiyon vardı; daha büyük camlar duvara dayalıydı. Rahibin önünde yalnızca gümü iskeleti kalmı , üstüne araç gereçleriyle mücevher boyutlarına indirgedi i cam ve ta parçacıkları yerle tirmekte oldu u, daha bitmemi bir mahfaza duruyordu. Manastırın ba camcısı Morimondo’lu Nicola’yı böyle tanıdık. Bize i li in arka bölümünde cam üflendi ini, bu ön bölümdeyse demircilerin çalı tıklarını, pencere camı yapmak için camlara kur un pervazlar takıldı ını açıkladı. Ama kiliseyi ve Aedificium’u süsleyen büyük renkli cam i lerinin en az iki yüzyıl önce yapılmı oldu unu ekledi. imdi burada yalnızca küçük i ler ve zamanın a ındırdıklarının onarımı yapılıyordu. “Çok güç oluyor bu,” diye ekledi. “Çünkü eski renkler bulunmuyor imdi; özellikle koro yerinde hâlâ görülebilen ola anüstü mavi; öylesine aydınlık bir mavi ki, güne yükseldi inde, nefe bir cennet ı ı ı yansıtıyor. Nefin batısındaki, kısa süre önce onarılmı olan camlar aynı nitelikte de il; yaz günlerinde belli oluyor. Çaresiz,” diye sürdürdü konu masını, “eskilerin bilgisine sahip de iliz biz; devlerin ça ı geçti.” “Bizler cüceleriz,” diye onayladı William, “ama bu devlerin omuzlarına çıkmı cüceler. Küçü üz, ama kimi zaman ufukta onlardan daha uza ı görebiliyoruz.” “Onların yapabildiklerinden daha iyi yapabildi imiz ne var, söyle!” diye ba ırdı Nicola. “Manastır hazinesinin saklandı ı mahzene inersen orada öyle ince i çilikle yapılmı eyler görürsün ki, benim imdi beceriksizce çatmakta oldu um u eci bücü eyler,” ba ıyla tezgâhın üstündeki i ini gösterdi, “onların bir taklidi gibi kalır!” . “Geçmi teki ustalar yüzyıllar boyu kalacak böyle güzel eyler ürettiler diye, camcı ustalarının andaç kutuları yapmayı sürdürmeleri alınlarına yazılmamı ki! Yoksa andaçları saklanacak ermi lerin öylesine seyrek oldu u bir zamanda dünya mahfazalarla dolardı!” diye takıldı William. “Pencerelerin de sürgit lehimlenmesi gerekmeyecek. Çe itli ülkelerde camdan yapılmı yeni eyler gördüm; bunlar camın yalnızca kutsal amaçlara de il, insano lunun güçsüzlüklerine de yarayaca ı yeni bir dünyanın gelece ini gösteriyor. Sana, çok yararlı bir örne ine sahip olma onuruna erdi im, günümüzün bir bulu unu göstermek istiyorum.” Elini bini inin altına daldırıp kendisiyle konu tu u ki iyi dili tutulmu a döndüren merceklerini çıkardı. Nicola büyük bir merakla William’ın kendisine uzattı ı çatallı aleti 85 aldı. “Oculi de vitro cum capsula!” diye ba ırdı. “Pisa’da rastladı ım Giordano adında bir rahibin bunlardan söz etti ini i itmi tim. Onların, yirmi yıldan az bir zaman önce icat edildi ini söylemi ti. Ama onunla konu alı yirmi yıldan çok oluyor.” “Sanırım çok daha önce icat edildi bunlar,” dedi William, “ama yapması zor; çok usta camcılar gerek. Zaman ve emek istiyor. On yıl önce bu ab oculis ad 86 legendum camların çifti altı Bologna kronuna satılıyordu. On yıldan çok oldu, Armati’li Salvino adında büyük bir usta bu camlardan bir çift vermi ti bana; onları bütün bu süre boyunca kıskançlıkla sakladım, sanki benim imdi oldu u gibivarlı ımın bir parçasıymı lar gibi.” “Umarım bir gün onları incelememe izin verirsin. Benzerlerini üretmekten sevinç duyarım,” dedi Nicola heyecanla. “Elbette,” diye kabul etti William, “ama unutma, camın kalınlı ı göze göre de i meli. Uygun kalınlı ı buluncaya dek bu camlardan birço unu, kullanacak insanın gözünde denemelisin.” “Harika bir ey bu!” diye sürdürdü Nicola. “Ama birçokları onun büyücü ve eytan i i oldu unu söyleyecekler...” “Bunlarda ku kusuz büyüden söz edebilirsin,” diye onayladı William. “Ama iki türlü büyü vardır. Biri eytanın i idir ve caiz olmayan hünerlerle insano lunu yıkmayı amaçlar. Bir büyü daha vardır ki kutsaldır; orada Tanrı’nın bilimi insan bilimi aracılı ıyla kendini gösterir; do ayı de i tirmeye yarar; bir amacı da insan ömrünü uzatmaktır. Bilginlerin kendilerini gittikçe daha çok adamaları gereken kutsal büyüdür bu; yalnızca yeni eyler bulmak için de il, kutsal bilginin, branlar’a, Yunanlılar’a ve eski ça ların öteki insanlarına, hatta bugün bile imansızlara ayan kıldı ı, do anın birçok gizini yeniden ortaya çıkarmak için (imansızların kitaplarında, ı ıkbilim ve görme bilimine ili kin öyle ola anüstü eyler var ki, anlatamam sana!) Hıristiyan bilimi, bütün bu bilgileri, 87 tamquam ab iniustis possessoribus , putatapanların ve imansızların elinden alarak onlara yeniden sahip çıkmalıdır.” “Peki ama, bu bilgiye sahip olanlar onu niçin Tanrı’nın tüm kullarının yararına kullanmıyorlar?” “Çünkü Tanrı’nın tüm kulları böylesine çok sayıda gizi kabul etmeye hazır de il; bu bilgiye sahip olanlar, sık sık eytan’la anla mı büyücülerle karı tırılmı lar, bilgi da arlarına ba kalarını da ortak etmek için duydukları iste i canlarıyla ödemi lerdir. Ben bile birinin eytan’la alı veri i oldu undan ku kulanıldı ı davalar sırasında bu camları kullanmaktan kaçınarak gereksindi im yazıları okumaları için gönüllü yazmanlara ba vurmak zorunda kaldım; yoksa eytan’ın varlı ının her yeri kapladı ı ve herkesin, sözgelimi, kükürt kokusu soludu u bir anda ben de sorguya çekilenlerden yana sanılırdım. Hem sonra, büyük Roger Bacon, bilimin gizlerinin her zaman herkesin eline geçmemesi gerekti i, çünkü bunları kötü amaçlarla kullanabilecekleri konusunda bizi uyarıyordu. Ço u kez, bilim adamı, büyü de il, salt bilim içeren kitapları saygısız gözlerden korumak için onları büyü gibi göstermelidir.” “Basit insanların bu gizleri kötüye kullanabileceklerinden mi korkuyorsun?” diye sordu Nicola. “Basit insanların bunları vaizlerin sözünü edip durdukları eytan’ın i leriyle karı tırarak yılgınlı a kapılmalarından korkuyorum yalnızca. Bak, bir hastalı ı kökünden iyile tirecek ilaçları yapan çok yetenekli hekimler tanıdım. Bunlar, merhem ya da ilaçlarını basit insanlara kutsal sözler söyleyerek ve duayı andıran cümleler okuyarak veriyorlardı. Bu duaların iyile tirme gücü oldu undan de il, saf kimselerin, iyili in dualardan geldi ine inanarak ilaçları içip merhemleri sürmeleri, böylece ilacın etkin gücüne pek de aldırmaksızın iyile tikleri için. Hem sonra, kutsal sözlere duyulan güvenin uyandırdı ı ruh, ilacın bedensel etkinli ine daha hazır olurdu. Ama ço u kez bilgi hazinelerinin saf kimselere kar ı de il, tersine ba ka bilgili kimselere kar ı korunması gerekir. Bugün gerçekten de do aya yön verebilecek birçok makineler yapılıyor, bir gün sana bunları anlatırım. Ama bu makineler, onları dünyasal güçlerini artırmak ve mal açlıklarını doyurmak için kullanacak insanların eline geçerse vay halimize. Duydu uma göre Cathay’da bir bilgin ate e de ince büyük bir patlama ve yangına yol açarak çevresinde, kilometrelerce uzaklıktaki her eyi yakıp yıkan bir toz bulmu . Irmakların yata ını de i tirmek ya da tarım alanları açılması gereken yerlerde kayalıkları parçalamak için kullanılacak olursa ola anüstü bir bulu . Ama ya birisi çıkar da onu dü manlarına zarar vermek için kullanırsa?” “E er bunlar Tanrı’nın kullarının dü manlarıysa belki de iyi olur,” dedi Nicola dindarca. “Belki de,” diye onayladı William. “Ama bugün Tanrı’nın kullarının dü manları kim? mparator Ludwig mi, yoksa Papa Ioannes mi?” “Aman Tanrım!” dedi Nicola a kınlık içinde. “Böyle üzücü bir eye tek ba ıma karar vermeyi hiç istemem!” “Görüyor musun?” dedi William. “Bazan, bazı gizlerin hâlâ gizli kapaklı sözcüklerle saklanması iyidir. Do anın gizleri keçilerin ya da koyunların derileri altında iletilmez. Aristo, gizler kitabında, do anın ve zanaatların gizlerinin gere inden çok iletilmesi göksel bir mührü kırar, bunun ardından da birçok kötülük gelebilir, diyor. Bu, gizlerin açıklanmaması anlamına de il, onların nasıl ve ne zaman açıklanaca ının bilge ki ilere dü tü ü anlamına gelir.” “Bu nedenle, burası gibi yerlerde, tüm kitapların herkesin k elinde dola maması iyidir,” dedi Nicola. “Bu ba ka bir konu,” dedi William. “ nsan gere inden çok konu arak da, gere inden çok susarak da günah i leyebilir. Bilimin kaynaklarını gizlemek gerekir demek istemiyorum. Tersine, bu bana büyük bir kötülük gibi görünüyor. Söylemek istedi im, iyilik de, kötülük de do urabilecek do a gizlerine ili kin olarak, yalnızca kendi benzerlerince anla ılabilen bir dil kullanmanın bilginin hem hakkı, hem de görevi oldu u. Bilim yolu çetindir; bu yolda iyiyi kötüden ayırmak da çetindir. Günümüzde bilginler, ço u kez cücelerin omuzlarına çıkmı cücelerden ba ka bir ey de ildir.” Üstadımın bu içten konu ması Nicola’ya güven vermi olmalıydı. Çünkü (seninle birbirimizi anlıyoruz, çünkü aynı eylerden söz ediyoruz, dercesine) William’a göz kırptı ve “Ama orada,” dedi, ba ıyla Aedificium’u göstererek, “bilimin gizleri büyü kitaplarıyla iyi korunmu ...” “Öyle mi?” dedi William, ilgisiz görünerek. “Sürgülü kapılar, kesin yasaklar, tehditlerle, sanırım.” “Yo, hayır. Dahası var...” “Ne örne in?” “ ey, kesinlikle bilmiyorum, ben camlarla u ra ırım, kitaplarla de il; ama manastırda söylentiler dola ıyor... garip söylentiler... Örne in, bir rahibin geceyarısı, Malachi’nin kendine vermek istemedi i bir kitabı bulmak için gizlice kitaplı a girmeye kalkı tı ı ve yılanlar, ba sız ve iki ba lı insanlar gördü üne dair söylentiler. Labirentten çıktı ı zaman çıldırmı gibiydi...” “Niçin büyüden söz ediyorsun da eytanca görüntülerden söz etmiyorsun?” “Çünkü ben zavallı bir camcı ustası olabilirim, ama o kadar da cahil de ilim. eytan (Tanrı errinden korusun!) bir rahibi yılanlarla ve iki ba lı insanlarla korkutmaz. Öyle bir ey yapacak olsa, kösnül görüntülerle kı kırtır onları, çöldeki pederlere yaptı ı gibi. Hem sonra mademki bazı kitaplara el sürmek kötüdür, eytan niçin bir rahibin kötülük i lemesine engel olsun?” 88 “ yi bir kısaltılmı tasım( kıyas) gibi görünüyor bu bana,” diye itiraf etti üstadım. “Son olarak, hastanenin camlarını onarırken, Severinus’un kitaplarından bazılarının sayfalarını karı tırarak e lendim. Sanırım Albertus Magnus tarafından yazılmı bir gizler kitabı vardı; birkaç tuhaf minyatür dikkatimi çekti; kitapta, bir lambanın fitilini ya a batırınca dumanın görüntüler olu turdu unu okudum. Belki de farkına varmı sındır, ama daha varmamı sındır, çünkü manastırda hiç gece geçirmedin, hava karardıktan sonra, Aedificium’un üst katında ı ık yanar. Camlardan donuk bir ı ık sızar. Birçokları bunun ne oldu unu sormu lardır kendi kendilerine. Yakamozdan ya da göçmü kütüphanecilerin ruhlarının geri döndü ünden söz edildi. Burada birçok kimse inanıyor buna. Bana kalırsa, bunlar görüntü yaratmak için özel olarak hazırlanmı lambalar. Biliyor musun, e er bir köpe in kula ından ya alıp bir fitile sürersen, o lambanın dumanını kim solursa, ba ının köpek ba ı oldu unu sanır; yanında biri varsa, o da köpek ba lı olarak görür onu. Ba ka bir ya daha var, fitili ona bulayınca, lambanın çevresinde dola anlar kendilerini fil gibi kocaman hissederler. Bir yarasanın ve adını anımsamadı ım iki balı ın gözleri ve bir kurdun safrasıyla bir fitil yaparsan, yanında ya ını aldı ın hayvanları görürsün. Kertenkele kuyru uyla çevredeki her eyi gümü ten yapılmı gibi görebilirsin; bir karayılanın ya ı ve bir kefen parçasıyla oda yılanlarla dolu mu gibi görünür. Biliyorum bunu. Kitaplıkta çok zeki biri var...” “Ama, bu büyüleri yapan, göçmü kütüphanecilerin ruhları olamaz mı?” Nicola a kın ve tedirgin kalakaldı: “Bunu hiç dü ünmemi tim. Belki de öyledir. Tanrı korusun. Geç oldu, günbatımı duası ba lamı tır. Ho çakalın.” Ve kiliseye do ru yöneldi. Güney yönünü izledik: sa da hacılar konukevi, toplantı salonu ve bahçesi, solda zeytin a açları, de irmen, ambarlar, yemekhane, çömezlerin kaldıkları yapı. Herkes çabuk çabuk kiliseye do ru yürüyordu. “Nicola’nın söyledikleri hakkında ne dü ünüyorsunuz?” diye sordum. “Bilmiyorum. Kitaplıkta bir eyler oluyor, ama bunun göçmü kütüphanecilerin ruhları oldu unu sanmıyorum...” “Niçin?” “Çünkü kanımca onlar öylesine erdemli ki iler ki, imdi cennet ülkesinde kutsal yüzü seyrediyorlar, e er bu yanıt seni doyurursa. Lambalara gelince, varsa görece iz bakalım. Camcının sözünü etti i ya lara gelince, görüntü yaratmanın çok daha kolay yolları var; bugün farkına vardı ın gibi, Severinus çok iyi biliyor bunları. Kesin olan bir ey varsa, manastırda gece vakti kimsenin kitaplı a girmesinin istenmedi i; buna kar ın birçok kimsenin bunu denemi ya da denemekte oldu u.” “Peki bunun cinayetle ne ilgisi var?” “Cinayet mi? Dü ündükçe, Adelmo’nun kendini öldürdü üne daha çok inanıyorum.” “Peki ama, niçin?” “Anımsıyor musun, bu sabah bir saman yı ını dikkatimi çekmi ti? Do u kulesinin altındaki dönemeci tırmanırken, o noktada bir toprak kaymasının bıraktı ı izlerin ayırdına varmı tım; daha do rusu, a a ı yukarı samanların yı ıldı ı yerde topra ın bir bölümü çökmü , kulenin altına dek kaymı tı. Bu ak am yukarıdan baktı ımızda, saman yı ınının üstünü örten karın çok az oldu unu görmü tük; yalnızca dün, son ya an karla örtülüydü; geçmi günlerde ya an karla de il. Adelmo’nun ölüsüne gelince, Ba rahip bize onun kayalarda parçalanmı oldu unu söyledi; oysa do u kulesinin altında, yapının dikey olarak bitti i yerde çam a açları var. Kayalar, duvarın sona erdi i noktanın tam altında bir tür basamak olu turuyor; sonra da saman yı ını ba lıyor.” “Yani?” “Yani, bir dü ün, Adelmo’nun, henüz açıklı a kavu mamı nedenlerle, kendi istemiyle kendini korkuluk duvarının üstünden attı ını, kayalara çarptı ını, sonra da ölü ya da yaralı, samanlara gömüldü ünü dü ünmek daha... nasıl söylesem... daha akla yakın gelmiyor mu? Sonra, o geceki fırtınanın yol açtı ı toprak kayması, samanla topra ın bir bölümünü ve zavallı genç adamın gövdesini do u kulesinin altına do ru sürükledi.” “Bunun daha aklı yakın oldu unu niçin söylüyorsunuz?” “Sevgili Adso, kesin bir zorunluluk olmadıkça, açıklamaları ve nedenleri ço altmamalı. E er Adelmo do u kulesinden dü mü se, birinin kitaplı a girmi olması, kar ı koymasına olanak vermeden ona vurması, sırtında cansız bir gövdeyle pencereye dek tırmanmanın bir yolunu bulmu olması, sonra da pencereyi açıp zavallıyı uçuruma yuvarlamı olması gerekir. Oysa benim varsayımıma göre, Adelmo, Adelmo’nun istemi ve bir toprak kayması yeter. Böylece, az sayıda nedenle her ey açıklanıyor.” “Ama Adelmo kendini niçin öldürmü olabilir?” “Ama onu niçin biri öldürmü olabilir? Her iki durumda da nedenleri bulmak gerekir. Nedenler oldu u da ku kusuz görünüyor bana. Aedificium’da bir çekimserlik havası var, herkes bir ey saklıyor. imdiye kadar Adclmo’yla Berengar arasında garip bir ili ki oldu u konusunda gerçekte oldukça belirsiz bazı ipuçları elde ettik. Bu demektir ki, kütüphaneci yardımcısından ayırmayaca ız gözümüzü.” Biz böyle konu urken günbatımı duası sona ermi ti. Hizmetçiler ak am yeme i için çekilmeden önce i lerine dönüyorlardı. Rahipler yemekhaneye do ru gidiyorlardı. Hava imdiden kararmı , kar ya maya ba lamı tı. Hafif, küçük lapalar halinde bir kar; sanırım hemen hemen bütün gece sürecekti; çünkü ertesi sabah tüm ova, daha sonra anlataca ım gibi apak bir örtüyle örtülecekti. Karnım acıkmı tı; bu yüzden yeme e gitme önerisini sevinçle kar ıladım. BIRINCI GÜN AK AM William ile Adso Ba rahibin içtenlikti konukseverli inin ve Jorge’nin öfkeli konu masının tadını çıkarıyorlar. Yemekhane büyük me alelerle aydınlatılmı tı. Rahipler, Ba rahip’in büyük bir yükselti üstüne, onlarınkine dikey olarak konmu masasının ba ta yer aldı ı bir dizi masada oturuyorlardı. Kar ıda, yemek boyunca vaaz verecek olan rahibin imdiden yerini aldı ı bir kürsü. Ba rahip Ermi Pacomius’un çok eski ö ütlerine uyarak, ellerimizi yıkadıktan sonra kurulamamız için elinde bir havluyla bir muslu un ba ında bizi bekliyordu. Ba rahip William’ı masasına buyur etti ve bir Benedikten çömezi olmama kar ın, konuk oldu um için benim de o gecelik bu ayrıcalıktan yararlanabilece imi söyledi. Daha sonraki günlerde, rahiplerle birlikte masaya oturabilece imi, ya da üstadım bana bir görev vermi se yemekten önce ya da sonra mutfa a u rayabilece imi, a çıların benimle ilgileneceklerini söyledi babacan bir tonla. Rahipler, imdi kukuletaları yüzlerine inik, elleri tuniklerinin altında, hiç kımıldamadan masanın ba ında ayakta duruyorlardı. Ba rahip masasına 89 yakla tı ve Benedicite’nin söylenece ini bildirdi. Kürsüdeki rahip Edent 90 pauperes için ses verdi. Ba rahip onları kutsadı ve herkes yerine oturdu. Kurucumuzun koydu u Kural oldukça az yemeyi öngörür, ama rahiplerin ne kadar besine gerek duyduklarını saptamayı ba rahibe bırakır. Öte yandan, artık manastırlarımızda yemek zevkine daha çok önem veriliyor. Ne yazık ki oburlar evine dönü mü manastırlarımızdan söz etmiyorum. Tövbe ve erdem ölçütlerine uyanlar da, hemen hemen her zaman, ciddi dü ünsel i lerle u ra an rahiplere ılımlı de il, alabildi ine bol besin sa lıyorlar. Öte yandan, Ba rahip’in sofrasına her zaman ayrıcalık tanınır; çünkü sık sık saygın konuklar oturur orada; manastırlar, topraklarının ürünleri, ambarlarının zenginli i ve a çılarının ustalı ıyla gurur duyarlar. Rahiplerin yeme i her zamanki gibi sessizlik içinde geçiyordu; birbirleriyle alı ılmı parmak alfabesiyle anla ıyorlardı. Önce Ba rahip’in masasına, onun hemen ardından çömezlere ve en genç rahiplere servis yapılıyordu. Ba rahip’in masasında bizimle birlikte Malachi, kilerci ve en ya lı iki rahip, daha önce yazı salonunda tanıdı ım kör ihtiyar, Burgos’lu Jorge ile Grottaferrata’lı Alinardo oturuyorlardı: ya lı mı ya lı, neredeyse yüz ba ında, topal, kırılıverecekmi -bana cansızmı gibi görünen bir rahip. Ba rahip, bize, onun çömezli ini bu manastırda geçirdi ini, hep burada ya adı ını ve manastırda en az seksen yıl boyunca olup bitenleri anımsadı ını söyledi. Ba rahip bunları bize en ba ında fısıltıyla söyledi; çünkü daha sonra, tarikatımızın töresine uyarak, okumayı sessizlik içinde izledi. Ama söyledi im gibi, Ba rahip’in sofrasına bazı ayrıcalıklar tanınıyordu; biz sunulan yemekleri överken, Ba rahip de zeytinya ıyla arabının kalitesini övüyordu. Gerçekten, bir kez bize arap koyarken, Kural’ın bir yerinde, kutsal Kurucu’nun, ku kusuz rahiplerin arap içmelerinin do ru olmadı ını, ancak günümüzde rahiplerin, arap içmemeye ikna edilemeyeceklerine göre, hiç olmazsa doyasıya içmemeleri gerekti ini, çünkü arabın Eski Ahit’in belirtti i gibi, en akıllıları bile inançlarından caymaya itebilece ini anımsattı. Ermi Benedict, “bizim zamanımızda” derken, daha imdiden çok uzaklarda kalan kendi zamanından söz ediyordu, törelerin böylesine yozla masından sonra, manastırda ak am yeme i yedi imiz zaman dü ünün bir de; (ben, imdi içinde yazmakta oldu um kendi zamanımdan söz etmiyorum; yalnızca, burada, Melk’te, rahiplerin biraya daha dü kün olduklarını söylemekle yetinece im) kısaca, a ırılı a kaçmaksızın, ama tadına vararak içtik. i te pi irilmi , yeni kesilmi domuz eti yedik; öteki yemeklerde hayvansal ya lar ya da kolza ya ı de il, da ın denize bakan ete inde manastırın sahip oldu u topraklardan elde edilen saf zeytinya ı kullandıklarının ayrımına vardım. Ba rahip, mutfakta hazırlanırken görmü oldu um (onun sofrasına özgü) tavuktan da tattırdı bize. Biçimi bana üstadımın göz camlarının çatalını anımsatan, az rastlanır, madenden bir çatal kullandı ını farkettim. Soylu bir aileden gelen Ba rahip ellerini yiyeceklerle kirletmek istemiyordu; hiç olmazsa büyük tabaktan çanaklarımıza et almak için gerecini bize de sundu. Ben reddettim, ama William’ın, belki de Ba rahip’e bütün Fransiskenler’in az e itilmi ve alçakgönüllü ailelerden gelmediklerini kanıtlamak için, aracı sevinerek kabul etti ini ve soylulara özgü gereci büyük bir rahatlıkla kullandı ını gördüm. Bütün bu güzel yiyeceklere (ne bulabildiysek onu yedi imiz birkaç günlük geziden sonra) duydu um istekten ötürü, sürmekte olan okumaya dikkatimi veremedim; Jorge’nin onaylama homurtusuyla toparlandım; Kural’ın her zaman okunan bölümüne gelindi inin ayırdına vardım. Ö leden sonra söylediklerini dinleyince Jorge’nin böylesine ho nut olmasının nedenini anladım. Okuyucu, gerçekten de öyle diyordu: “Peygamberimizden örnek alalım; o diyor ki, karar verdim dilimle günah i lememek için yolumdan ayrılmayaca ım, a zıma gem vurdum, dilsiz oldum, kendimi alçaktım, dürüst eylerden söz etmekten bile kaçındım. E er peygamberimiz bu bölümde bize, suskunluk sevgisiyle bazan caiz olan eylerden söz etmekten bile kaçınmamız gerekti ini ö retiyorsa, bu günahın cezasından kaçınmak için caiz olmayan eylerden konu maktan çok daha fazla sakınmalıyız!” Sonra sürdürdü: “Ama biz, baya ılıkları, saçmalıkları ve akaları, nerede olursa olsun, sonsuza dek mahkûm ederiz ve çömezimizin bu tür konu malar için a zını açmasına izin vermeyiz.” “Bu, bugün sözü edilen kenar süsleri için de geçerlidir,” demekten kendini alamadı Jorge, alçak sesle. “Giovanni Boccadero, sa’nın hiç gülmedi ini söyler.” “ nsanın do asında olan hiçbir eyi yasaklamıyordu o,” dedi William, “çünkü gülmek, tanrıbilimcilerin ö rettikleri gibi, insana özgüdür.” “Forte potuit sed non legitur eo usus 91 fuisse ,” dedi sertçe Jorge, Petrus Cantor’un sözlerini aktararak. “Manduca, 92 jam coctum est ,” diye fısıldadı William. “Efendim?” diye sordu Jorge, onun, kendisine sunulmakta olan bir yemekten söz etti ini sanarak. “Bunlar, Ambrose’a göre, Ermi Lawrence’nin, ızgaranın üstünde, cellatların kendisini çevirmelerini isterken kullandı ı sözler, Prudentius da, Peristephanon’da anımsatıyor bunu,” dedi William bir ermi tavrıyla; “Ermi Lawrence gülmeyi ve gülünç eyler söylemeyi biliyordu; dü manlarını a a ılamak için de olsa.” “Bu da gülmenin ölüme ve bedenin çürümesine oldukça yakın oldu unu gösteriyor,” diye kar ılık verdi Jorge, homurdanarak. tiraf etmeliyim ki, iyi bir mantıkçı gibi davrandı. Bu noktada Ba rahip iyilikle bizi sessizli e davet etti. Bu arada yemek sona ermek üzereydi. Ba rahip aya a kalktı ve William’ı rahiplere tanı tırdı. Onun bilgeli ini övdü, ününü açıkladı ve kendisinden, Adelmo’nun ölümüyle ilgili soru turmayı yürütmesinin istendi ini söyleyerek, rahipleri, onun yöneltece i soruları yanıtlamaları ve manastırda buyrukları altındaki herkese de aynı eyi yapmalarını buyurmaları için uyardı. Aynı zamanda, onun ara tırmalarını kolayla tırmalarını söyledi; isteklerinin manastırın kurallarıyla çeli memesi ko uluyla, diye de ekledi. Böyle bir durumda, kendisine ba vurmaları gerekecekti. Yemek bitince rahipler ak am duası için koro yerine yöneldiler. Kukuletalarını yeniden yüzlerine indirdiler; kapının önünde dimdik dizildiler. Sonra uzun bir sıra halinde gömütlü ü geçerek kuzey kapısından koro yerine girdiler. Biz Ba rahip’le birlikte gittik. “Bu saatte Aedificium’un kapıları kapanır mı?” diye sordu William. “Hizmetçiler mutfa ı ve yemekhaneyi temizler temizlemez kütüphaneci kendi eliyle tüm kapıları kilitler, içeriden sürgüler.” “ çeriden mi? Peki, kendisi nasıl dı arı çıkar?” Ba rahip bir an William’a baktı; yüzü ciddile ti: “Mutfakta yatmıyor elbette,” dedi ters ters. Sonra da adımlarını sıkla tırdı. “ yi, iyi,” diye fısıldadı bana William, “demek bir giri i daha var, ama bizim bunu bilmememiz gerekiyor. Çıkardı ı sonuçtan ötürü gülümsedim; beni azarladı: “Gülmesene. Gördün, bu duvarlar arasında gülmek iyi bir ün kazandırmıyor insana.” Koro yerine girdik. ki insan boyunda, kocaman bir bronz üçayak üstünde tek bir lamba yanıyordu. Rahipler sessizce yerlerini aldılar; bu sırada okuyucu, Ermi Gregor’un bir vaazından bir bölüm okuyordu. Sonra Ba rahip i aret verdi ve koro yöneticisi, Tu autem Domine miserere 93 nobis’i söyledi. Ba rahip, Adjutorium 94 nostrum in nomine Domini diye yanıtladı 95 ve tüm koro Qui fecit coelum et terram’ı söylediler. Sonra ilahiler ba ladı: Sana seslendi im zaman, bana haklılı ımdan söz et, ey Tanrım; Efendimizi kutsayın, Efendimizin tüm hizmetkârları. Biz sıralara oturmamı tık; ba taraftaki nefe çekilmi tik. Oradan ansızın, Malachi’nin karanlıkta, yandaki apsisten çıktı ını farkettik. “Oraya bir göz at,” dedi William bana, “belki de Aedificium’a bir geçit vardır.” “Gömütlü ün altından mı?” “Niçin olmasın? Hem dü ünelim, bir yerde bir kemik gömütlü ü olmalı; yüzyıllardır tüm rahipleri bu bir avuç toprak parçasına gömmü olamazlar.” “Siz gerçekten gece kitaplı a mı girmek istiyorsunuz?” diye sordum korkuyla. “Ölmü rahiplerin, yılanların, gizemli ı ıkların bulundu u yere girmek mi, sevgili Adso? Hayır, o lum. Bugün dü ünüyordum bunu, ama meraktan de il, çünkü Adelmo’nun nasıl öldü ü sorunu takılmı tı aklıma. imdi, sana söyledi im gibi, daha mantıklı bir açıklamaya varmak üzereyim; ne olursa olsun buranın alı kanlıklarına saygı göstermek istiyorum.” “Öyleyse neden ö renmek istiyorsunuz?” “Çünkü bilim, yalnızca insanın yapması gerekeni ya da yapabilece ini bilmesinden ibaret de ildir; yapabilece ini, ama belki de yapmaması gerekenin bilinmesini de içerir. Bugün cam ustasına, bir bilginin ortaya çıkardı ı gizleri u ya da bu biçimde ba kalarının onları kötüye kullanmamaları için saklaması gerekli ini, ama onları mutlaka ortaya çıkarmak gerekti ini söylememin nedeni buydu; bana öyle geliyor ki, bu kitaplık da gizlerin örtülü kaldı ı bir yer.” Bu sözleri söyledikten sonra kiliseden dı arı çıktı; çünkü ayin sona ermi ti, ikimiz de çok yorgun oldu umuzdan hücremize çekildik. William’ın aka olsun diye “gömüt” dedi i yere girdim, girer girmez de uykuya daldım. K NC GÜN GECEYARISI Birkaç saatlik gizemsel bir mutluluk, alabildi ine kanlı bir olayla kesiliyor. Kimi zaman eytan’ın, kimi zaman Dirilen sa’nın simgesi olan horozdan daha güvenilmez de ildir hiçbir hayvan. Tarikatımız, günı ı ında ötmeyen bazı tembel horozlar görmü tür. Öte yandan özellikle kı günleri geceyarısı duası, gecenin koyu karanlı ında, tüm do a uykudayken yapılır; çünkü rahip karanlıkta kalkıp gece boyunca gündo u unu bekleyerek ve alacakaranlı ı dindarlıkla ısıtarak yakarmak zorundadır. Bu nedenle töre, yerinde olarak, uyandırıcıların geceyi, karde leri gibi dö eklerine yatmayıp geçen zamanı ölçmelerine izin verecek sayıda mezmurları uyumlu bir biçimde söyleyerek geçirmelerini öngörür. Böylece ötekilerin uyumalarına ayrılan saatler dolunca, onlara uyanmaları için i aret verirler. O gece biz de yatakhanede ve hacılar konukevinde çan çalarak dola anlarca uyandırıldık; içlerinden biri hücre hücre dola ıp Benedicamus 96 Domino , diye ba ırıyor, içerdekilerin 97 her biri Deo gratias diye yanıtlıyordu onu. William’la ben Benedikten usulüne uyduk: Yarım saatten az bir süre içinde yeni günü kar ılamaya hazırlandık; sonra rahiplerin yere uzanmı , ilk on be ilahiyi söyleyerek çömezlerin üstatlarının arkasından içeri girmelerini bekledikleri koro yerine indik. Sonra herkes kendi yerine olurdu ve koro Domine labia mea aperies et os meum annuntiabit laudem 98 tuam’ı söyledi. Sesleri bir çocu un yakarı ı gibi kilisenin tonozlarına do ru yükseldi. ki rahip kürsüye çıkıp doksan 99 dördüncü ilahi, Venite exultemus için ses verdi; bunu öteki ilahiler izledi. Tazelenmi bir inanç duydum içimde. Rahipler koro yerinin sıralarında oturuyorlardı: bini leri ve kukuletalarıyla bir örnekle mi altmı ki i, büyük üçayaktan yayılan ı ıkla belli belirsiz aydınlatılmı altmı gölge, En Yüce’nin övgüsünde i itilen altmı ses. Bu dokunaklı uyumu, cennetin nazlarına geçi i dinlerken, bu manastır gerçekten saklanan gizler, bunları ortaya çıkarmak için yasak giri imler, karanlık tehditlerle dolu bir yer olabilir mi diye sordum kendi kendime. Çünkü tam tersine imdi manastır bana ermi lerin barına ı, erdem ortamı, ö renme aracı, bilgelik takı, us kulesi, alçakgönüllülük beldesi, güç kalesi, kutsallık buhurdanı gibi görünüyordu. Altı mezmurun ardından Kutsal Betik’in okunması ba ladı. Birkaç rahip uykudan sallanıyordu; gece nöbetçilerinden biri uyuyakalanları uyandırmak için küçük bir lambayla bölmeler arasında dola ıyordu. Biri uykuya yenik dü ecek olsa, ceza olarak lambayı alıp denetim dola masını o sürdürüyordu. Sonra altı ilahi daha söylendi. Sonra da Ba rahip herkesi kutsadı; o hafta ayini yöneten rahip duayı okudu; herkes o gizemli tutku ve alabildi ine yo un iç erinci saatlerini ya amamı olan hiç kimsenin tadını anlayamayaca ı, bir derin dü ünce anı içinde suna a do ru e ildi. Sonunda, kukuletalar gene yüze inik, herkes 100 oturdu ve a ırba lılıkla Te Deum’u söyledi. Beni ku kularımdan kurtardı ı, manastırdaki ilk günün içime doldurdu u tedirginlik duygusundan arındırdı ı için ben de Tanrı’ya ükrettim. Bizler çabuk incinebilen varlıklarız, dedim kendi kendime; bu bilgili ve kendilerini Tanrı’ya adamı rahipler arasında bile; Mel’un, küçük kıskançlıklar, ince dü manlık tohumları saçabiliyor, ama herkes Tanrı Baba’nın adında birle ip sa gökten inerek yeniden aralarına karı ır karı maz, bunların tümü de güçlü inanç rüzgârının da ıttı ı dumanlar gibi yok olur gider. Geceyarısı ayiniyle alacakaranlık arasında, daha gün a armamı bile olsa, Ba rahip hücresine dönmez. Çömezler mezmurları incelemek üzere üstatlarının ardından toplantı salonuna girdiler; rahiplerin birkaçı kutsal giysilerle ilgilenmek için kilisede kaldı; ama ço unluk, sessizlik içinde derin dü ünceye dalmı , avluda dola tı; William’la ben de öyle yaptık. Gökyüzü daha ı ımamı ken, alacakaranlık ayini için koro yerine döndü ümüzde hizmetçiler uyanıyorlardı daha. Mezmurların söylenmesine ba landı; özellikle pazartesi için öngörülmü olanların biri yeniden ilkel korkulara saldı beni: “Kötüye günah egemendir, yüre inin derinlerine i lemi gözlerinde Tanrı korkusu yok - hileyle davranır yanında - öyle ki i renç olur dili.” Kural’ın, o gün için böylesine korkunç bir ö üt öngörmesi kötü bir önbelirti gibi göründü bana. Övgü mezmurlarının ardından Yeni Ahit’in son bölümünün alı ıldık okunu u da tedirginlikle çarpan yüre imi yatı tırmadı; bir gün önce yüre imi ve gözlerimi öylesine büyüleyen kapının üstündeki figürler aklıma geldi. Ama koronun yanıtı, ilahi ve ayetin ardından, ncil-i erifin okunmasına ba lanırken, koro yerinin pencereleri ardında, suna ın tam üstünde, camları o zamana de in alacakaranlı ın yuttu u çe itli renkleriyle ısıtmaya ba layan soluk bir aydınlı ın ayrımına vardım. Tansökümü duası sırasında, tam Deus qui est sanctorum 101 splendor mirabilis ve Iam lucis orto 102 sidere’yi söyleyece imiz sırada karanlı ı bastıracak olan tan daha sökmemi ti. Kı afa ının ilk soluk mu tusuydu bu; ama imdi nefin içinde gece karanlı ının yerini almakta olan belli belirsiz alaca ı ık yüre imi yatı tırmaya yetiyordu. Kutsal Betik’in sözlerini söylüyorduk ve tüm insanları aydınlatmak için gönderilmi Söz’e tanıklık ederken sabah yıldızı tüm görkemiyle tapına a yayılıyormu gibi geldi bana. Hâlâ görünmeyen ı ık, ilahinin sözcükleri arasında parıldıyormu gibiydi; tonozların kemerleri arasında açan mis kokulu, gizemli bir leylak gibi. “Bu anlatılmaz sevinç anı için ükür sana Tanrım,” diye yakardım sessizce; sonra, yüre ime, “Korkacak ne var, aptal?” dedim. Birden kuzey kapısı yönünden çı lıklar yükseldi. e ba lamaya hazırlanmakta olan hizmetçilerin, kutsal törenin düzenini nasıl böyle bozabildiklerini sordum kendi kendime. Tam o sırada, üç domuz çobanı içeri girip korkulu yüzlerle Ba rahip’e yakla tılar, bir ey fısıldadılar. Ba rahip önce töreni aksatmak istemiyormu gibi elinin bir devinimiyle yatı tırdı onları; ama ba ka hizmetçiler de geldiler, çı lıklar daha güçlü yükseldi: “Bir adam, ölmü bir adam!” diyordu biri; ötekiler, “Bir rahip o, sandaletlerini görmedin mi?” diye yanıtlıyordu. Yakaranlar sustular; Ba rahip kilerciye kendisini izlemesini i aret ederek çabuk çabuk dı arı çıktı; William da arkalarından gitti; daha imdiden öteki rahipler de yerlerinden kalkarak çabuk çabuk dı arı çıkıyorlardı. Gökyüzü aydınlıktı imdi; yerdeki kar ovayı daha da aydınlık kılıyordu. Koro yerinin ardında, kümeslerin önünde, bir gün önce gördü ümüz domuz kanıyla dolu büyük küpte, kabın kenarından hemen hemen haç biçiminde garip bir cisim sarkıyordu: yere iki direk çakılmı da ku ları korkutmak için üstlerine paçavralar örtülecekmi gibi. Bunlar insan bacaklarıydı; kanla dolu küpün içine ba a a ı batırılmı bir adamın bacakları. Ba rahip cesedin (çünkü hiçbir canlı insan bu i renç konumda kalamazdı) tiksindirici sıvının içinden çıkarılmasını buyurdu. Domuz çobanları çekine çekine kabın «kıyısına yakla tılar; üstlerine ba larına kan sıçratarak zavallı kanlı eyi dı arı çıkardılar. Bana söylediklerine göre, kaba bo altıldıktan sonra gere ince karı tırılıp sonra da so ukta bırakıldı ından kan pıhtıla mamı tı; ama cesedi kaplayan tabaka imdi katıla maya ba lıyordu; giysilere bula ıyor, yüzü tanınmaz hale getiriyordu. Bir hizmetçi bir kova su getirip zavallı cesedin yüzüne döktü. Bir ba kası elinde bir bezle diz çöküp yüzü temizledi. Gözlerimizin önünde, ö leden sonra Adelmo’nun elyazmalarının yanında kendisiyle konu tu umuz Yunanca bilgini Salvamec’li Venantius’un beyaz yüzü belirdi. “Belki de Adelmo kendini öldürmü tür,” dedi William, gözlerini o yüze dikerek, “ama ku kusuz bu öyle de il; kazayla kabın kenarından sarkıp yanlı lıkla içine dü mü olabilece i de dü ünülemez.” Ba rahip onun yanına yakla tı. “William Birader, gördü ünüz gibi manastırda bir eyler oluyor; tüm bilginizi gerektiren bir ey. Size yalvarırım, hemen harekete geçin.” “Ayin sırasında koroda mıydı?” diye sordu William, parma ıyla cesedi göstererek. “Hayır,” dedi Ba rahip. “Yerinin bo oldu unu farketmi tim.” “Ba ka olmayan var mıydı?” “Sanmam. Hiçbir ey farketmedim.” William bundan sonra soruyu biçimlendirmeden önce duraksadı; sonra ba kalarının i itmemesine özen göstererek fısıltıyla sordu: “Berengar yerinde miydi?” Ba rahip, üstadımın da, kendisinin daha anla ılabilir nedenlerle duymu oldu u ku kuyu duydu unu görmekle a kınlı a dü tü ünü belirtircesine, tedirgin bir hayranlıkla ona baktı. Sonra çabuk çabuk, “Yerindeydi; birinci sırada durur, benim hemen sa ımda,” dedi. “Do al olarak,” dedi William, “bütün bunlar hiçbir anlam ta ımaz. Hiç kimsenin koro yerine gitmek için apsisin arkasından geçmi olabilece ini sanmıyorum; oysa ceset birkaç saatten beri burada; kalmı olabilir; en azından herkesin yatmasından bu yana.” “Elbette, ilk hizmetçiler afakla kalkarlar, bu nedenle de onu ancak imdi buldular.” William, cesetlerle u ra maya alı ıkmı gibi cesedin üstüne e ildi. Yanda duran bezi kovadaki suya batırıp Venantius’un yüzünü iyice temizledi. Bu arada öteki rahipler korku içinde çevrede topla ıyor, yaygaracı bir kuyruk olu turuyorlardı; Ba rahip, onları susturmaya çalı ıyordu. çlerinden biri, manastırdakilerin sa lık sorunlarıyla görevli Severinus yakla tı; üstadıma do ru e ildi. Ben ne konu tuklarını i itmek ve suya batırılmı yeni bir beze gereksinim duyan üstadıma yardım etmek için, korkumu ve tiksintimi yenerek yanlarına gittim. “Hiç bo ulmu bir adam gördün mü?” diye sordu William. “Birçok kez,” dedi Severinus. “Ne demek istedi ini anlıyorsam, yüzleri böyle olmaz onların, i er.” “Öyleyse, biri onu küpün içine attı ı zaman adam zaten ölmü tü.” “Bunu niçin yapmı olabilir?” “Onu niçin mi öldürmü olabilir? Çarpık bir zihnin ürünü olan bir i le kar ı kar ıyayız. Ama imdi, cesette yara bere olup olmadı ına bakmak gerek. Bence onu hamama ta ısınlar, soyup yıkadıktan sonra incelesinler. Ben hemen geliyorum oraya.” Severinus Ba rahip’ten izin aldıktan sonra cesedi domuz çobanlarına ta ıtırken, üstadım rahiplere geldikleri yoldan koro yerine dönmelerinin söylenmesini, hizmetçilerin de aynı ekilde çekilmelerini, alanın bo bırakılmasını istedi. Ba rahip nedenini sormaksızın iste ini yerine getirdi. Böylece, cesedin çıkarılması için giri ilen kanlı i lem sırasında çevresine kan sıçramı olan kabın yanında yalnız kaldık. Çevredeki kıpkırmızı karlar, su sıçramı yerlerde eriyerek gölcükler olu turmu tu; cesedin uzatılmı oldu u yerdeyse kocaman kara bir leke vardı. “Amma karı ık,” dedi William, rahiplerle hizmetçilerin çevrede bıraktıkları içiçe geçmi ayak izlerine bakarak. “Kar öyle ola anüstü bir par ömendir ki sevgili Adso, insanların bedenleri onun üstünde çok açık seçik okunabilen yazılar bırakırlar. Ama bu, üstünde silinti olan, çok kötü kazınmı bir par ömen; belki de üstünde hiç ilginç bir ey okuyamayaca ız. Burasıyla kilise arasında rahipler ko u turmu lar; burasıyla ambar ve ahırlar arasındaysa hizmetçiler topluca gidip gelmi ler. Ayak de memi tek alan, ahırlardan Aedificium’a giden yol. Bakalım’ ilginç bir ey bulabilir miyiz?” “Peki ama, ne bulmak istiyorsunuz?” diye sordum. “E er kendini küpün içine atmamı sa, biri onu oraya ta ımı olmalı; ölü olarak sanırım. Birinin cesedini ta ıyan bir kimse de karda derin izler bırakır. Sen imdi bak bakalım, çevrede par ömenimizi berbat eden u yaygaracı rahiplerin bıraktıklarından de i ik görünen izler var mı?” Öyle yaptık. Hemen söyleyeyim ki, Tanrı beni bo gururdan korusun, küpleAedificium arasında bir ey ke feden ben oldum. Henüz hiç kimsenin geçmedi i bir bölgede, bir insanın ayak izleriydi bunlar; oldukça derin ve üstadımın hemen ayrımına vardı ı gibi de, rahiplerle hizmetçilerin ayak izlerinden daha hafifti; üstlerine sonra kar ya dı ının, bu nedenle de bu izlerin daha önce bırakılmı oldu unun belirtisi. Ama bize daha da ilginç görünen, bu ayak izlerinin arasına daha sürekli ba ka bir izin karı masıydı -ayak izlerini bırakan kimsenin sürükledi i bir eyin izi gibi. Kısaca, küpten, Aedificium’un kuzey kulesiyle do u kulesi arasındaki yüzünde yer alan yemekhanenin kapısına dek uzanan bir iz. “Yemekhane, yazı salonu, kitaplık,” dedi William. “Bir kez daha kitaplık çıkıyor kar ımıza. Venanlius Aedificium’da öldü, büyük bir olasılıkla da kitaplıkta.” “Peki ama niçin bir ba ka yerde de il de kitaplıkta?” “Kendimi katilin yerine koymaya çalı ıyorum. Venantius yemekhanede, mutfakta ya da yazı salonunda ölmü se, öldürülmü se, niçin orada bırakılmadı? Ama e er kitaplıkta ölmü se, ister orada hiçbir zaman ortaya çıkarılamayaca ı için (belki de katil özellikle onun ortaya çıkarılmasını istiyordu), ister katil belki de dikkatlerin kitaplık üstünde toplanmasını istemedi i için, onu ba ka bir yere ta ıması gerekiyordu.” “Peki, katil cesedin bulunmasını niçin istemi olabilir?” “Bilmiyorum, varsayım yapıyorum. Katilin Venantius’u ondan nefret etti i için öldürdü ünü kim söylüyor? Belki de bir ba kasının yerine onu, bir i aret bırakmak, bir ba ka ey anlatmak için öldürmü tür.” “Omnis mundi creatura, quasi liber 103 et scriptura ...” diye mırıldandım. “Peki, bu i aret ne olabilir?” “Benim bilmedi im de bu. Ama unutmayalım, bazı i aretler vardır ki, görünü te i arete benzeseler de hiç anlamları yoktur; blitiri ya da bu-ba-baf gibi...” “Bir insanı sırf bu-ba-baf demek için öldürmek korkunç bir ey olurdu!” “Bir insanı, Credo in unum 104 Deum demek için öldürmek de korkunç bir ey olurdu...” dedi William. Tam o anda Severinus yanımıza geldi. Ceset yıkanmı ve özenle incelenmi ti. Ba ta hiçbir yara bere yoktu, sanki büyüyle öldürülmü gibi. “Tanrısal bir ceza gibi mi?” “Belki,” dedi Severinus. “Ya da zehir?” Severinus duraksadı. “Belki de.” Hastaneye yakla ırken, “Laboratuvarda hiç zehir var mı?” diye sordu William. “Zehir de var. Ama, zehirden ne kastetti ine ba lı. Öyle maddeler vardır ki, az miktarda alınırsa hastayı iyile tirir, a ırı miktarıysa ölüme yol açar. Her iyi bitki uzmanı gibi onları saklarım ve sakınımlı kullanırım. Örne in bahçemde kediotu yeti tiriyorum. Ba ka otlara karı tırılacak birkaç damla kediotu düzensiz atan kalbi yatı tırır. A ırı miktarda kullanılırsa uyu ukluk ve ölüme yol açar.” “Peki, cesedin üstünde özel bir zehirin izlerine rastlamadın mı?” “Hayır, hiç. Ama birçok zehir iz bırakmaz.” Hastaneye varmı tık. Venantius’un cesedi hamamda yıkanmı , buraya ta ınmı , Severinus’un laboratuvarındaki büyük masanın üstüne uzatılmı tı; imbikler, camdan ve topraktan yapılmı araçlar (ama bunları yalnızca adlarından biliyordum), bir simyacı dükkânını dü ündürdü bana. Kapının yanında, duvara dayalı uzun rafların üstüne de i ik renkte maddelerle dolu kocaman bir dizi i e, testi, kavanoz sıralanmı tı. “Güzel bir ot koleksiyonu,” dedi William. “Hepsi de bahçenin ürünü mü?” “Hayır,” dedi Severinus, “az bulunur ve bu bölgede yeti meyen birçok bitki, yıllar boyunca dünyanın dört bir yanından gelen rahiplerce getirildi bana. Bu bölgede yeti en bitkilerden kolayca elde edilen maddelerden ba ka, de erli ve bulunmaz eylerim de var. Bak... agalingo pesto, Çin’den geldi; onu bir Arap bilginden aldım. Öda acı Hindistan’dan geliyor; yaraların kabuk ba lamasında birebirdir. Canlı ariento ölüleri diriltir, daha do rusu bayılanları uyandırır. Sıçanotu çok tehlikelidir, yutanı öldürür. Hodan ci erleri iyile tirmeye yarar. Bettonica kafa çatlaklarına iyidir. Sakıza acı akci er akıntılarını ve nezleyi dindirir. Mürrüsafi...” “Büyücülerin kullandıkları mı?” “Büyücülerin kullandıkları, ama burada dü ükleri önlemekte kullanılıyor. Balsamodendron mirra denilen bir a açtan elde edilir, mucize gibi birçok ilacın hazırlanmasında kullanılır. Mandragola officialis uykusuzlu a iyi gelir...” “Tensel iste i dindirmeye de,” dedi üstadım. “Öyle söylüyorlar, ama tahmin edebilece iniz gibi burada bu anlamda kullanılmıyor,” diye gülümsedi Severinus. “ una bakın,” dedi bir i e alarak, “çinko oksit, gözlere son derece iyi gelir.” “Ya bu nedir?” diye sordu William keyifle, bir rafın üstünde duran bir ta a dokunarak. “O mu? Çok eskiden arma an etmi lerdi bana. Lopris amatiti sanıyorum, ya da lapis ematitis. Çe itli iyile tirici özellikleri olsa gerek, ama henüz bilmiyorum. Sen biliyor musun?” “Evet,” dedi William, “ama ilaç olarak de il.” Tuni inden küçük bir bıçak çıkarıp yava yava ta a yakla tırdı. Elinin ola anüstü incelikle hareket ettirdi i bıçak ta a yakla ınca, a zı, sanki William bile ini kaldırmı gibi ani bir devinim yaptı; oysa hiç kımıldatmıyordu bile ini. Sonra bıça ın a zı belli belirsiz metalik bir ses çıkararak ta a yapı tı. “Görüyorsun, de il mi?” dedi William bana. “Bir mıknatıs bu.” “Neye yarar peki?” diye sordum. “Çe itli eylere. Sonra anlatırım sana. imdilik bilmek istedi im Severinus, burada insan öldürmeye yarayacak bir ey olup olmadı ı.” Severinus bir an dü ündü, hatta verdi i yanıtın açık seçikli ine bakılırsa, gere inden çok dü ündü: “Birçok ey. Söylemi tim, zehirle ilaç arasındaki sınır oldukça incedir; Yunanlılar ikisine de pharmacon derlerdi.” “Peki, son zamanlarda gizlice alınan hiçbir ey olmadı mı?” Severinus gene dü ündü, sonra neredeyse sözcükleri tartar gibi konu tu: “Son zamanlarda gizlice alınan hiçbir ey olmadı.” “Peki, daha önce?” “Kimbilir. Anımsamıyorum. Otuz yıldır bu manastırdayım, yirmi be yıldır da hastanede.” “ nsan belle i için çok uzun bir süre,” diye kabul etti William. Sonra birden, “Dün insana görüntüler gördürebilen bitkilerden söz ediyorduk. Hangileri bunlar?” diye sordu. Severinus hem davranı larıyla, hem de yüz anlatımıyla, bu konudan kaçınmak için güçlü bir istek duydu unu belirtti: “Dü ünmem gerek; biliyor musun, burada öyle çok mucize madde var ki. Ama biz Venantius’tan söz edelim. Sen ne diyorsun buna?” “Dü ünmem gerek,” diye yanıtladı William. KINCI GÜN TANSÖKÜMÜ Upsala’lı Benno bazı gizler açıklıyor Arundel’li Berengar da. Adso ise gerçek tövbenin ne oldu unu ö reniyor. Üzücü olay, toplulu un ya amını altüst etmi ti. Cesedin bulunmasının yarattı ı karga a ayini aksatmı tı. Ba rahip, rahipleri hemen karde lerinin ruhu için dua etmek üzere koroya geri göndermi ti. Rahiplerin sesleri kırıktı. Biz, ayinler kitabına göre kukuletaların inik olmadı ı sırada onların yüz anlatımlarını inceleyebilece imiz bir yerde durduk. Hemen Berengar’ın yüzünü gördük. Solgun, kasılmı , terden parlamı . Önceki gün, onun Adelmo’yla özel bir ili kisi oldu una ili kin fısıltılar i itmi tik; önemli olan, birbirleriyle ya ıt iki ki inin dostlu u de il, bu dostlu u anı tıran ki ilerin kaçamaklı ses tonlarıydı. Onun yanında, Malachi’yi ayırdettik. Yüzü kapalı, çatıkka lı, yüz anlatımı anla ılmaz. Malachi’nin yanında, kör Jorge’nin aynı ölçüde anla ılmaz yüzü. Öte yandan, önceki gün yazı salonunda tanıdı ımız retorik ö rencisi Upsala’lı Benno’nun sinirli davranı larının ayrımına vardık; onu Malachi’den yana çabucak bir göz atarken yakaladık. “Benno sinirli, Berengar korkmu ,” dedi William. “Onları hemen sorguya çekmeli.” “Niçin?” diye sordum saf saf. “Bizimki çetin bir meslek,” dedi William. “Sorguculuk mesle i çetin bir meslek; en güçsüzlere vurmak zorunda, hem de en güçsüz anlarında.” Gerçekten de ayin biter bitmez kitaplı a do ru yönelmekte olan Benno’ya yeti tik. William’ın kendisini ça ırdı ını i itince tedirgin göründü, yapılacak i i oldu u konusunda belirsiz bir özür geveledi. Yazı salonuna çabucak gitmek zorundaymı gibi görünüyordu. Ama üstadım ona Ba rahip’in buyru uyla bir soru turma yapmakta oldu unu anımsattı ve onu avluya do ru yöneltti. Korkuluk duvarının iç kısmının üstüne, iki sütun arasına oturduk. Benno, ara ara Aedificium’a do ru bakarak, söze William’ın ba lamasını bekliyordu. “Evet,” diye sordu William, “o gün, Berengar, Venantius, Malachi ve Jorge’yle, Adelmo’nun kenar süsleri hakkında konu ulurken ne söylendi?” “Dün siz de i ittiniz bunu. Jorge, gerçe i içinde barındıran kitapları gülünç resimlerle süslemenin caiz olmadı ını söylüyordu. Venantius ise, Aristo’nun kendisinin esprilerden ve sözcük oyunlarından, gerçe i daha iyi ortaya koyma araçları olarak söz etti ini, bu nedenle de gülmenin gerçe in bir aracı olabilirse kötü bir ey olmaması gerekti ini öne sürdü. Jorge, anımsadı ı kadarıyla, Aristo’nun bunlardan Poetica adlı kitabında ve benzetimlerle ilgili olarak söz etti ini söyledi. Burada tedirgin edici iki ey söz konusuydu; çünkü önce, belki de bir takdiri ilahiyle, öylesine uzun zaman Hıristiyanlarca bilinmeyen Poetica kitabı bize imansız Araplar aracılı ıyla ula mı tı...” “Ama Aquinas’lı melek bilginin bir arkada ı tarafından Latince’ye çevrildi,” dedi William. “Bunu ben de söyledim ona,” diye yanıtladı Benno, birden canlanarak. “Yunanca’yı pek iyi okuyamam. Bunun için, bu büyük kitabı ancak Moerbeke’li William’ın Çevirisinden inceleyebildim. te bunu söyledim ona. Ama Jorge, ikinci tedirginlik konusunun, kitapta 105 Stagira’lının iirden söz etmesi oldu unu söyledi; iirinse infima 106 doctrina ve uydurmalarla var oldu unu ekledi. Venantius, ilahilerin de iir olduklarını ve benzetimlerden yararlandıklarını söyledi; bunun üzerine Jorge öfkelendi; çünkü ilahilerin kutsal esin yapıtları olduklarını ve benzetimlere gerçe i iletmek için ba vurduklarını, oysa putatapan airlerin benzetimleri yanlı eyleri ve salt zevk amacıyla yaymak için kullandıklarını söyledi; bu söz beni çok incitti...” “Niçin?” “Çünkü ben retorikle u ra ırım ve Hıristiyan olmayan birçok airi okurum; onların sözcükleri aracılı ıyla naturaliter 107 cristiane gerçeklerin de iletilebilece ini biliyorum... daha do rusu buna inanıyorum... Özetle, o noktada, e er do ru anımsıyorsam, Venantius ba ka kitaplardan söz etti, Jorge de çok öfkelendi.” “Hangi kitaplardan?” Benno duraksadı: “Anımsamıyorum. Hangi kitaplardan söz edilmi olmasının ne önemi var?” “Çok önemi var, çünkü biz burada, kitaplar arasında, kitaplarla birlikte, kitaplara göre ya ayan insanlar arasında ne oldu unu anlamaya çalı ıyoruz; bu nedenle onların kitaplar üstüne söylendikleri sözler de önemlidir.” “Do ru,” dedi Benno, ilk kez gülümsedi, yüzü neredeyse aydınlandı. “Bizler kitaplar için ya ıyoruz. Karga a ve yozla manın egemen oldu u bir dünyada ho bir görev bu. Belki de o zaman o gün ne oldu unu anlarsınız. Venantius -ki Yunanca’yı çok iyi bilir... bilirdiAristo’nun, Poetica’nın ikinci kitabını özellikle gülmeye ayırdı ını ve böylesine büyük bir filozof bütün bir kitabı gülmeye ayırmı sa, gülmenin önemli bir ey oldu unu söyledi. Jorge de birçok yazarın birçok kitabı günaha ayırdıklarını, günahın da önemli bir ey, ama kötü bir ey oldu unu söyledi; bunun üzerine Venantius, bildi ince Aristo’nun gülmekten iyi bir ey, gerçe in bir aracı diye söz etmi oldu unu söyledi; o zaman Jorge ona, rastlantı sonucu Aristo’nun o kitabını okuyup okumadı ını sordu küçümseyerek; Venantius da o kitabı henüz hiç kimsenin okumu olamayaca ını, çünkü kitabın bulunmadı ını, belki de yitip gitti ini söyledi. Gerçekten de hiç kimse Poetica’nın ikinci kitabını okumu olamazdı; Moerbeke’li William onu elde edememi ti. O zaman Jorge, onu elde edemedi ine göre, bunun nedeninin kitabın hiç yazılmamı olması oldu unu, çünkü yüce Tanrı’nın bo eylerin yüceltilmesini istemedi ini söyledi. Ben onların içini yatı tırmak istiyordum; çünkü Jorge çabuk öfkeye kapılırdı; Venantius ise onu kı kırtacak bir biçimde konu uyordu; Poetica’nın bildi imiz bölümünde ve Retorica’da zekice bilmecelerle ilgili birçok gözleme rastlandı ım söyledim; Venantius da benimle aynı görü teydi. Yanımızda, Hıristiyan olmayan airleri oldukça iyi bilen Tivoli’li Pacifico da vardı; sıra zekice bilmecelere gelirse, hiç kimsenin Afrikalıları geçemeyece ini söyledi o da. Hatta Sinfosius’un balık bilmecesini de söyledi: Est domus in terris, clara quae voce resultat. Ipsa domus resonat, tacitus sed non sonat hospes. Ambo tamen currunt, hospes simul 108 et domus una. “Bu noktada Jorge, sa’nın, konu mamızın evet ve hayırdan ibaret olmasını ö ütledi ini, çünkü bundan ço unun Mel’un’un i i oldu unu; balı ı anlatmak için, kavramı yalancı seslerin ardına gizlemeksizin balık demenin yeterli oldu unu söyledi. Afrikalıları örnek almanın ona akıllıca görünmedi ini de ekledi... O zaman...” “O zaman?” “O zaman anlamadı ım bir ey oldu. Berengar gülmeye koyuldu; Jorge onu azarladı; o da Afrikalılar arasında iyi ara tırılırsa daha birçok ba ka bilmecenin bulunaca ını, hem bunların balık bilmecesi kadar kolay olmadı ı aklına geldi i için güldü ünü söyledi. Malachi, o da oradaydı, öfkeden deliye döndü, onu kukuletasından yakalayıp i ine gönderdi... Biliyorsunuz Berengar onun yardımcısıdır...” “Peki sonra?” “Sonra Jorge oradan uzakla arak tartı maya son verdi. Hepimiz i imizin ba ına döndük; ama ben çalı ırken baktım, önce Venantius, sonra da Adelmo, Berengar’ın yanına yakla ıp bir ey sordular. Uzaktan onun, onları ba tan savdı ını gördüm; ama o gün ikisi de gene yanına gittiler. Sonra o ak am Berengar’la Adelmo’nun yemekhaneye gitmeden önce avluda ba ba a verip konu tuklarını gördüm. te, bütün bildi im bu.” “Öyleyse, kısa bir süre önce esrarengiz bir biçimde öldürülen iki ki inin Berengar’a bir ey sormu olduklarını biliyorsun,” dedi William. Benno, tedirgin, yanıtladı: “Böyle bir ey söylemedim! Ben o gün olanları anlattım; sordu unuz için...” Biraz dü ündü, sonra çabuk çabuk ekledi: “Ama fikrimi sorarsanız, Berengar onlara kitaplıktaki bir eyden söz etti; asıl orada ara tırma yapmalısınız.” “Niçin kitaplı ı dü ünüyorsun? Berengar, Afrikalılar arasında, ara tırılacak olursa sözleriyle ne demek istiyordu? Afrikalı airleri daha çok okumak gerekti ini söylemek istemiyor muydu?” “Belki de; öyle görünüyordu, ama o zaman Malachi niçin öfkelenmi olsun? Önünde sonunda, okumak için Afrikalı airlerin bir kitabını ödünç verip vermeme konusunda karar verecek olan kendisi. Bildi im bir ey varsa o da u: Kitap katalogunun yapraklarını karı tıran biri, yalnızca kütüphanecinin bildi i i aretler arasında, sık sık ‘Afrika’ diye bir i aret görür; hatta ben, ‘finis 109 Africae’ diye bir i arete bile rastladım. Bir kez bu i areti ta ıyan bir kitap istedim, hangisi oldu unu anımsamıyorum, ba lı ı ilgimi çekmi ti; Malachi bana, bu i areti ta ıyan kitapların kaybolduklarını söyledi. Bildi im bu kadar. Bu nedenle size diyorum ki: Haklısınız, Berengar’ı gözetleyin, kitaplı a çıktı ı zaman gözleyin onu. Hiç belli olmuyor.” “Hiç belli olmuyor,” diye yineledi William, onu göndererek. Sonra benimle birlikte avluda dola maya koyuldu. Berengar’ın bir kez daha rahipler arasında dedikodu konusu oldu unu, Benno’nun bizi kitaplı a yöneltme kaygısı içinde göründü ünü söyledi. Belki orada, kendisinin de bilmek istedi i eyleri ortaya çıkarmamızı istedi ini söyledim. William belki de böyle oldu unu, ama bizi kitaplı a do ru iterek, ba ka bir yerdeki bir eyden uzakla tırmak istemi olabilece ini de söyledi. Neden, diye sordum. William bilmedi ini söyledi; belki mutfaktan, belki yatakhaneden, belki de hastaneden dedi. Ben, bir gün önce kitaplı ın onu, William’ı büyüledi ini söyledim; o da ba kalarının ö ütledi i eylerin de il, kendi ho una giden eylerin büyüsüne kapılmak istedi i yanıtını verdi. Ama kitaplı ın gözaltında bulundurulması gerekti ini, nasıl olursa olsun oraya girebilmenin yollarını aramanın hiç de fena bir fikir olmayaca ını söyledi. Ko ullar imdi nezaket ve manastırın töreleriyle yasalarına saygı sınırları içinde, meraklı olma yetkisini tanıyordu ona. Avludan uzakla ıyorduk. Ayinin ardından, hizmetçilerle çömezler kiliseden çıkıyorlardı. Kilisenin batı duvarı boyunca yürürken, Berengar’ın yan kapıdan çıkıp mezarlı ın içinden geçerek Aedificium’a yöneldi ini farkettik. William ona seslendi, Berengar durdu; yeti tik ona. Koroda onu gördü ümüzden daha da allak bullaktı; William’ın Benno’ya yaptı ı gibi, onun bu ruh durumundan yararlanmaya karar verdi i açıkça anla ılıyordu. “Öyle görünüyor ki, Adelmo’yu en son gören sensin,” dedi ona dönüp. Berengar bayılacakmı gibi sendeledi: “Ben mi?” diye sordu bitkin bir sesle. William bu soruyu neredeyse rastgele sormu tu; belki de Benno, onları günbatımı duasından sonra avluda ba ba a vermi konu urken gördü ünü William’a söylemi oldu u için. Ama soru hedefini bulmu olmalıydı; Berengar’ın bir ba ka ve gerçek anlamda son bir bulu mayı dü ündü ü açıktı; çünkü kırık bir sesle konu maya ba ladı: “Bunu nasıl söyleyebilirsiniz, herkes gibi ben de onu yatmadan önce gördüm!” O zaman William, ona soluk aldırmamanın çabaya de di ine karar verdi: “Hayır, onu daha sonra da gördün ve ba kalarının sanmalarını istedi inden daha çok ey biliyorsun. Ama burada iki ölüm söz konusu ve artık susamazsın. Bir insanı konu turmanın birçok yolu oldu unu çok iyi bilirsin!” William bana birçok kez, sorgucuyken de, i kenceden her zaman kaçındı ını söylemi ti, ama Berengar onu yanlı anladı (ya da William yanlı anla ılmak istedi). Ne olursa olsun oyun etkili oldu. “Evet, evet,” dedi Berengar, gözya larına bo uldu: “Adelmo’yu o ak am gördüm; ama gördü ümde çoktan ölmü tü.” “Nasıl?” diye sordu William, “Tepenin ete inde mi?” “Hayır, hayır, onu burada, mezarlıkta gördüm; mezarlar arasında dola ıyordu, hortlaklar arasında bir hortlak gibi. Ona rastladım ve kar ımdakinin canlı olmadı ını hemen anladım: Yüzü ölü yüzü gibiydi; gözleri daha imdiden sonsuz cezayı görüyordu. Do al olarak, ancak ertesi gün, öldü ünü ö renince anladım onun hortla ıyla kar ıla mı oldu umu; ama o anda bile, bir hayal görmekte oldu umun bilincine vardım; kar ımda lanetlenmi bir ruh vardı. Tanrım, benimle konu urken sesi nasıl da mezardan geliyormu gibiydi.” “Peki, ne dedi?” “Ben lanetlendim!” Bana böyle dedi. ‘Kar ında cehennemden gelen birini görüyorsun; dönüp gidece im yer de cehennem!’ Böyle dedi bana. Ba ırdım: ‘Adelmo, gerçekten cehennemden mi geliyorsun? Cehennem azabı nasıl bir ey?’ Bir yandan da titriyordum; çünkü az önce ak am ayininde, Tanrı’nın gazabına ili kin o korkunç sayfaların okundu unu dinlemi tim. ‘Cehennem azabı dilimizin söyleyebilece inden kat kat büyük’ dedi bana. ‘Bugüne de in büründü üm bu safsatalar pelerinini görüyor musun? Paris’in en büyük kulesini ya da dünyanın en yüksek da ını sırtımda ta ıyormu um gibi a ır geliyor, eziyor beni; onu hiç çıkaramayaca ım. Bu ceza, bo gururum yüzünden, bedenimin bir zevk barına ı oldu una inandı ım için, ba kalarından daha çok ey bildi imi sandı ım için, imgelemimde dola arak ruhumda çok daha canavarca eyler yaratan canavarca eylerden zevk aldı ım için tanrısal adalet tarafından verildi bana - imdi sonsuza dek onlarla birlikte ya amak zorundayım. u pelerinin astarını görüyor musun? Ba tanba a köz ve ate sanki; bu ate bedenimi yakıyor; bu ceza etin alçaltıcı günahından ötürü verildi bana; etin kötülü ünü tanıdım ve besledim ben; imdi bu ate hiç durmadan yanıyor ve beni yakıyor! Elini ver bana, güzel üstadım,’ dedi bir kez daha, ‘ver ki seninle bulu mamız yararlı bir ders olsun sana; bana verdi in birçok derse kar ılık. Elini ver bana, güzel üstadım!’ Ve alev alev yanan elinin parma ını salladı; bir ter damlacı ı dü tü elimin üstüne; elim delinmi gibi geldi bana; günlerce geçmedi izi, ama herkesten sakladım. Sonra, mezarların arasında gözden silindi; ertesi sabah, beni öylesine korkutmu olan o gövdenin uçurumun dibinde çoktan ölmü oldu unu ö rendim.” Berengar soluk solu a kalmı tı, a lıyordu. William ona sordu: “Peki, sana niçin benim üstadım diyordu?” Aynı ya taydınız. Ona bir ey mi ö retmi tin?” Berengar kukuletasını yüzüne do ru çekerek ba ını salladı; diz çökerek William’ın dizlerine kapandı: “Bilmiyorum, beni niçin böyle ça ırdı ını bilmiyorum; ona hiçbir ey ö retmedim ben!” Sonra hıçkırıklara bo uldu. “Korkuyorum, peder, size günah çıkartmak istiyorum; acıyın bana, içimi bir ifrit kemiriyor!” William onu itti; aya a kaldırmak için elini uzattı. “Hayır Berengar,” dedi, “günahını çıkarmamı isteme benden. Dudaklarını açarak benimkileri sımsıkı yummamı isteme benden. Senden ö renmek istedi imi ba ka türlü söyleyeceksin bana. E er söylemezsen, ben kendim ortaya çıkaraca ım onu. Dilersen merhamet dile benden, suskunluk dileme ama. Bu manastırda gere inden çok insan susuyor. imdi söyle bana, gecenin koyu karanlı ında onun solgun yüzünü nasıl gördün ya murlu, fırtınalı, karlı bir gecede elini nasıl yakabildi, mezarlıkla ne yapıyordun? Hadi,” omuzlarından tutup sertçe sarstı onu, “hiç olmazsa bunu söyle bana!” Berengar’ın her yanı titriyordu: “Mezarlıkta ne yaptı ımı bilmiyorum, anımsamıyorum. Yüzünü nasıl gördü ümü bilmiyorum; belki de elimde ı ık vardı... hayır, onun elinde ı ık vardı; bir mum tutuyordu elinde, belki de alevin ı ı ında gördüm yüzünü...” “Ya mur ve kar ya ıyorsa elinde nasıl ı ık olabilirdi?” “Ak am yeme inden sonraydı, hemen sonra, henüz kar ya mıyordu, daha sonra ba ladı kar... Anımsıyorum, ben yatakhaneye do ru ko arken ilk kar tanecikleri dü meye ba lamı tı. Yatakhaneye do ru ko uyordum, hortla ın gitti i yönün tersine... Ba ka hiçbir ey bilmiyorum, lütfen, e er günahımı çıkarmak istemiyorsanız, artık sorguya çekmeyin beni.” “Pekâlâ,” dedi William, “ imdi git; koroya git, Efendimiz’le konu , insanlarla konu mak istemedi ine göre; ya da git günah çıkaracak bir rahip bul kendine: çünkü o zamandan beri günah çıkarmadınsa, kutsal eylere bir günahkâr gibi yakla mı olmalısın. Git. Gene görü ürüz.” Berengar ko arak gözden silindi. William ellerini ovu turdu; bir eyden ho nut kaldı ı zaman böyle yaptı ını birçok kez görmü tüm. “ yi,” dedi, “birçok ey imdi açıklı a kavu uyor.” “Açıklı a kavu mak mı, üstadım?” diye sordum ona, “Adelmo’nun hortla ı da i in içine karı tı imdi; nasıl açıklı a kavu mu olabilir?” “Sevgili Adso,” dedi William, “bu hortlak pek de hortlak gibi görünmüyor bana. Ne olursa olsun, daha önce vaizlerin yararlandıkları bir kitapta okudu um bir sayfayı yineliyordu. Bu rahipler belki de gere inden çok okuyorlar; heyecanlandıkları zaman da kitaplardaki görüntüleri yeniden ya ıyorlar. Adelmo’nun bu sözleri gerçekleri mi söyledi ini, yoksa Berengar’ın bu sözleri i itme gereksinimi duydu u için mi onları i itti ini bilmiyorum. u bir gerçek ki, bu olay benim bir dizi varsayımımı do ruluyor. Örne in: Adelmo kendini öldürdü; Berengar’ın öyküsü, bize onun ölmeden önce büyük bir tedirginlik ve yapmı oldu u bir eylemden ötürü duydu u pi manlıkla kıvranarak dola tı ını anlatıyor. ledi i günahtan ötürü heyecanlı ve korkmu tu; çünkü birisi onu korkutmu , Berengar’a öylesine dü görüsel ustalıkla anlattı ı cehennemi görüntüler öyküsünü anlatmı tı. Mezarlıktan geçiyordu, çünkü korodan geliyordu; orada birisine bir giz vermi ti (ya da itirafta bulunmu tu); o birisi de içini korku ve pi manlıkla doldurmu tu. Mezarlıktan, Berengar’ın bize anlattı ı gibi, yatakhanenin ters yönüne do rulmu tu. Demek ki, Aedificium’a do ru; ama aynı zamanda (olabilir ki) ahırların arkasındaki dı duvara do ru gidiyordu; buradan da kendini uçuruma atmı olması gerekti i sonucuna vardım. Kendini fırtına çıkmadan önce a a ı atlı, duvarın dibine dü üp öldü ve ancak sonradan toprak kayması ölüsünü kuzey kulesinden do u kulesine sürükledi.” “Peki, yakıcı ter damlası ne oluyor?” “Bu, dinledi i ve yineledi i öykünün bir parçası ya da Berengar’ın telâ ve pi manlı ı arasında kurdu u bir eydi. Çünkü Adelmo’nun pi manlı ının bir antistrofu olarak Berengar’ın da bir pi manlı ı var; sen de i ittin. E er Adelmo korodan gelmi se, belki de elinde bir mum vardı; arkada ının elindeki damla da bir mum damlasından ba ka bir ey de ildi. Ama Berengar onun yakı ını çok daha derinden duydu, çünkü Adelmo’nun ona üstadım diye seslendi i kesin. Bu da, Adelmo’nun Berengar’a, ona, imdi kendisini ölesiye umutsuzlu a dü üren bir ey ö retmi oldu u için serzeni te bulundu unun belirtisi. Bunu Berengar da biliyor. Ona yapmaması gereken bir ey yaptırarak Adelmo’yu ölüme sürükledi i için acı çekiyor. Kütüphaneci yardımcısı hakkında i ittiklerimizden sonra, bunun ne oldu unu tasarlamak zor de il.” “ kisinin arasında ne oldu unu anladı ımı sanıyorum,” dedim bilgimden utanç duyarak, “ama hepimiz ba ı layıcı bir Tanrı’ya inanmıyor muyuz? Adelmo belki de günah çıkarmı tır diyorsunuz; öyleyse, ilk günahından arınmak için neden daha büyük ya da en azından e it a ırlıkta bir günah i ledi?” “Çünkü biri ona umutsuzca sözler söyledi. Dedi im gibi, ça da bir vaiz, birine Adelmo’yu korkutan sözleri esinlemi olmalı; o da bu sözlerle Berengar’ı korkutmu . Son yıllarda vaizler halk arasında dine ba lılık, yılgınlık (aynı zamanda tutku ve insansal ve tanrısal yasalara boyun e i) uyandırmak için hiçbir zaman olmadı ı kadar korkunç, insanı allak bullak eden ölümcül sözcükler kullanır oldular. Hiçbir zaman günümüzdeki kadar, 110 Flagellanteler’in ayinleri sırasında, sa’nın ve Bakire Meryem’in acılarının esinledi i övgüler i itilmedi; basit insanların inancını, cehennem azabını ça rı tırmada günümüzde oldu u kadar direnilmedi.” “Belki de tövbe gereksinimi,” dedim. “Adso, günümüzdeki kadar tövbe ça rısında bulunuldu unu i itmedim hiç; ne vaizler, ne piskoposlar, ne de benim Tinci karde lerim artık gerçek bir tövbe esinleyecek durumda de il...” “Ama üçüncü dönem, Melek Papa, Perugia Ruhani Meclisi...” dedim a kın. “Özlem bunlar. Büyük tövbe dönemi sona erdi; tarikatın ruhani meclisi bile bunun için söz edebiliyor tövbeden. Yüz, iki yüz yıl önce, büyük bir yenilenme kasırgası esti. ster ermi , ister sapkın olsun, kim bundan söz ederse yakılıyordu. imdi herkes bundan söz ediyor. Bir anlamda Papa bile tartı ıyor bu konuyu. nsan soyunun yenilenmesinden ruhani meclisler ve saraylar söz ediyorsa e er, buna inanma.” “Ama Fra Dolcino,” deme yüreklili ini gösterdim, bir gün önce birkaç kez i itti im bu ada ili kin olarak daha çok ey ö renmek iste iyle. “O öldü, hem de ya adı ı gibi kötü bir biçimde; çünkü o da çok geç geldi. Hem sen ne biliyorsun onun hakkında?” “Hiçbir ey, onun için size soruyorum...” “Bundan hiç söz etmemeyi ye lerim. Sözde Havariler’in kimilerini tanıdım ben; yakından gözledim onları. Acıklı bir öyküdür bu. çine dokunur. En azından benim içime dokundu; benim yargı yürütme yeteneksizli im daha da çok içine dokunur. Birçok ermi in vazettiklerini uyguladı ı için, çılgınca eyler yapan bir adamın öyküsüdür bu. Bir an geldi ki, suçun kimde oldu unu anlamaz oldum; sanki, sanki tövbe etmeyi vazeden ermi lerle, bunu ço u zaman ba kalarının zararına uygulayan günahkârların olu turdukları iki kar ıt cephe üzerinde esen bir akrabalık rüzgârıyla sersemlemi tim... Ama ben ba ka bir eyden söz ediyordum; belki de hep aynı eyden; tövbe ça ı sona erince, tövbekarlar için tövbe gereksinimi bir ölüm gereksinimine dönü tü. Ölümü ölümle ödeyerek, ölüm getiren gerçek tövbekârlı ı yenilgiye u ratmak için çılgına dönmü tövbekarları öldürenler, ruhun tövbesi yerine imgelemin tövbesini, do aüstü acı ve kan görüntülerini koydular; bu görüntülere gerçek tövbenin ‘aynası’ adını verdiler. Basit insanların, hatta bazan okumu ların imgeleminde cehennem i kencelerini canlandıran bir ayna. Böylece -deniyorhiç günah i lenmeyecek. Korku aracılı ıyla ruhu günahtan uzak tutup ba kaldırının yerine korkuyu koymayı umuyorlar.” “Gerçekten de artık günah i lemeyecekler mi?” diye sordum heyecanla. “Günah i lemekten ne anladı ına ba lı, Adso,” dedi üstadım. “Birkaç yıldır ya amakta oldu um bu ülkenin insanlarına haksızlık etmek istemiyorum, ama ermi diye ça ırsalar da, bir put korkusuyla günah i lememek, talyan halkının pek de erdemli olmayı ının tipik bir belirtisi gibi görünüyor bana. sa’dan çok Ermi Sebastiano’dan, ya da Ermi Antonio’dan korkuyorlar. Bir yeri temiz tutmak istedikleri zaman oraya kimse i emesin diye bir tahta parçasının ucuyla Ermi Antonio’nun bir resmini çizerler; çünkü talyanlar köpekler gibi duvara i erler; bu resim oraya i emek isteyenleri kaçırır. Böylece talyanlar, üstelik vaizlerinin davranı larından ötürü, eski bo inançlara dönme tehlikesiyle kar ı kar ıyalar; bedenin dirilece ine artık inanmıyorlar, yalnızca bedensel acılardan ve a a ılanmalardan büyük bir korku duyuyorlar; bu yüzden de sa’dan çok Ermi Antonio’dan korkuyorlar.” “Ama Berengar talyan de il ki,” dedim. “Bunun hiç önemi yok, ben kilisenin ve vaizlerin tarikatlarının bu yarımadaya yaydıkları, buradan da bu manastır gibi bilgili rahiplerin bulundu u saygıde er manastırlara bile ula an havadan söz ediyorum.” “Ama hiç olmazsa günah i lemeyecekler,” diye direndim; çünkü yalnızca bununla bile yetinmeye hazırdım. “Bu manastır bir speculum 111 mundi olsaydı, yanıtını almı olurdun.” “Ama öyle de il mi?” diye sordum. “Dünyanın aynası olabilmesi için, dünyanın bir biçimi olması gerekir,” diye ba ladı sözünü, benim yeniyetme kafamın alamayaca ı denli filozof olan William. KINCI GÜN SABAH Konuklar halktan ki iler arasında bir kavgaya tanık oluyorlar. Alessandria’lı Aymaro bazı eyler ima ediyor; Adso ermi lik ve eytan’ın tersi üstüne dü ünüyor. Sonra William’la Adso yazı salonuna dönüyorlar; William, orada ilginç bir ey görüyor; gülmenin mübahlı ı üstüne üçüncü bir konu ma yapıyor, ama sonunda istedi i yere bakamıyor. Yazı salonuna çıkmadan önce bir eyler atı tırmak için mutfa a u radık; çünkü kalktı ımızdan beri a zımıza hiçbir ey koymamı tık. Bir çanak sıcak süt içer içmez dirildim. Güney yönündeki büyük ocak tıpkı bir demirci oca ı gibi gürül gürül yanıyor, fırında günün ekme i pi iyordu. ki çoban, yeni kesilmi bir koyunu yere bırakıyorlardı. A çılar arasında Salvatore’yi gördüm; kurdu andıran a zıyla bana gülümsedi. Bir önceki geceden kalma bir tavuk artı ını bir masadan alıp gizlice çobanlara verdi ini, onların da ho nut ho nut sırıtarak yiyecekleri, koyun derisinden abalarının altına sakladıklarını gördüm. Ama a çı bunu gördü, Salvatore’yi azarladı: “Kilerci, kilerci,” dedi, “senin i in manastırın mallarını yönetmek, onları sa a sola da ıtmak de il!” 112 “Filii dei , onlar,” dedi Salvatore, “ sa, bu çocuklardan birine ne yaparsan, benim için yapmı olursun!” dedi. “Pis fraticello, osurukçu Minorit!” diye ba ırdı a çı ona. “O dilenci rahip karde lerinin arasında de ilsin artık! Tanrı’nın çocuklarına yiyecek vermek Ba rahip’in merhametine kalmı bir ey!” Salvatore’nin yüzü karardı, öfkeyle döndü: “Minorit fraticello’su de ilim ben! Kutsal Benedikten rahibiyim! Merdre à 113 toy, bogomilo di merda! “ “Bogomil, senin geceleri sapkın kamı ınla düzdü ün orospudur!” diye ba ırdı a çı. Salvatore çobanları ite kaka dı arı çıkardı; sonra yanımızdan geçerken kaygıyla bize baktı: “Birader,” dedi William’a, “benim de il, senin tarikatın o; onu sen kendin koru; Francesco’nun o ullarının sapkın olmadıklarını söyle 114 ona!” Sonra, kula ına, “ille menteur , tuh,” diye fısıldadı ve yere tükürdü. A çı onu tartaklayarak dı arı itti, kapıyı arkasından kapattı. “Birader,” dedi William’a, saygıyla, “sizin tarikatınızın ve onun ermi insanlarının aleyhinde konu muyordum ben. u yalancı Minorit’le konu uyordum; ne deve ne ku olan.” “Onun nereden geldi ini biliyorum,” dedi William, uzla tırıcı. “Ama imdi senin gibi bir rahip o da; karde saygısı borçlusun ona.” “Ama burnunu olur olmaz her eye sokuyor; çünkü kilerci koruyor onu; o da kendini kilerci sanıyor. Manastırı sanki kendi malıymı gibi kullanıyor; gece gündüz hep böyle bu!” “Gece mi?” diye sordu William. A çı, erdemli olmayan eylerden söz etmek istemiyormu gibi bir el devinimi yaptı. William ona ba ka soru sormaksızın sütünü içip bilirdi. Merakım gittikçe artıyordu. Ubertino’yla kar ıla ma, kilercinin geçmi ine ili kin fısılda malar, Fraticelli’ye ve Minorit sapkınlara o günlerde gittikçe daha sık imada bulunuldu unu i itmem, üstadımın bana fra Dolcino’dan söz etme konusundaki isteksizli i... Kafamda bir dizi imge yeniden biçimlenmeye ba ladı. Örne in, yolculu umuz sırasında en az iki kez, kendi kendini kırbaçlayan bir dizi insana rastlamı tık. Bir kezinde yerli halk onlara birer ermi gibi bakıyor, bir kezinde de, onların sapkın olduklarına ili kin fısıltılar dola maya ba lıyordu kentin sokaklarında; iki er sıra olmu , yalnızca edep yerleri örtük, her türlü utanç duygusunu bir yana bırakmı , kentin sokaklarından geçiyorlardı. Her birinin elinde bir deri kırbaç, kanatıncaya dek omuzlarını kırbaçlıyor, Kurtarıcı’nın acısını gözleriyle görmü gibi bol bol gözya ı döküp a ıtlar söyleyerek Efendimiz’in merhametini ve Meryem Ana’nın yardımını diliyorlardı. Yalnız gündüzleri de il, geceleri de kı ayazında, mumlar ve bayraklar ta ıyan rahiplerin ardında, yı ınlar halinde kilise kilise dola ıyorlar, sunakların önünde alçakgönüllülükle yere kapanıyorlardı; hem yalnız halktan erkeklerle kadınlar de il, soylu bayanlarla tüccarlar da... Sonra büyük tövbe davranı ları görülüyordu; hırsızlık yapmı olanlar çaldıklarını geri veriyorlar, suç i lemi olanlar suçlarını iti1 raf ediyorlardı... Ama William onları ilgisizce seyrediyordu; bana bunun gerçek tövbe olmadı ını söylemi ti. Az önce, daha bu sabah söyledi i $ gibi, büyük tövbe dönemi sona ermi ti; bunlar do rudan do ruya vaizlerin kendilerinin, yı ınların dine ba lılı ını örgütleme biçimleriydi; gerçekten sapkın olan ve herkesi korkutan bir ba ka tövbe iste ine kapılmasınlar diye. Ama ben aradaki farkı göremiyordum; e er gerçekten böyle bir fark varsa. Bana öyle geliyordu ki, fark birinin ya da ötekinin davranı larından de il, kilesinin u ya da bu davranı ı yargılarken takındı ı tavırdan kaynaklanıyordu. Ubertino’yla tartı mamızı anımsıyordum. Hiç ku kusuz William üstü kapalı bir biçimde ona kendi gizemli (ve ortodoks) inancıyla sapkınların çarpıtılmı inançları arasında çok az bir fark oldu unu anlatmaya çalı ıyordu. Ubertino farkı çok iyi gören biri gibi alınmı tı. Edindi im izlenim, onun farklı oldu uydu; çünkü farkı görebilen oydu. William bu ayrımı artık göremez oldu u için sorguculuk görevinden ayrılmı tı. Bu nedenle de, o gizemli fra Dolcino’dan bana söz edemiyordu. Ama öyleyse (diyordum kendi kendime), William’ın, yalnızca bu farkı görme yetisi ba ı layan Efendimiz’in yardımından yoksun kaldı ı açıktı. Ubertino ve Montefalco’lu Chiara (çevrelerini günahkârlar sarsa da), ayırdetmeyi bildikleri için ermi olarak kalmı lardı. Ermi lik budur, ba ka bir ey de il. Peki ama, William niçin ayırdetmeyi bilmiyordu? Üstelik öylesine zeki bir adamdı; do a olayları bakımından, nesneler arasındaki en küçük bir ayrımı, en küçük bir benzerli i ayırdetmeyi biliyordu. Ben bu dü üncelere dalmı , William da sütünü içip bitirirken, birinin bizi selamladı ını i ittik. Az önce yazı salonunda tanıdı ımız Alessandria’lı Aymaro’ydu bu; tüm insanların budalalı ıyla uzla mayı hiçbir zaman ba aramıyormu , bu kozmik trajediye büyük bir önem de vermiyormu gibi sürekli bir küçümseyi i yansıtan yüz anlatımı dikkatimi çekmi ti. “Söyleyin bakalım, William Birader, bu deliler evine alı abildiniz mi bari?” “Burası bana ermi lik ve bilgi bakımından de erli insanların bulundukları bir yer gibi görünüyor,” dedi William, sakınımlı. “Bir zamanlar öyleydi. Rahipler rahipliklerini, kütüphaneciler kütüphaneciliklerini bildikleri sürece. imdiyse, yukarıda gördünüz,” ba ıyla üst katı i aret ediyordu, “ u gözleri bir körün gözlerini andıran yarı ölü Alman, gözleri ölü gözünü andıran o kör spanyol’un saçmalarını sofuca dinliyor; sanki Deccal her sabah çıkagelecekmi gibi. Par ömenleri kazıyorlar; ama çok az yeni kitap giriyor içeri... Biz burada, yukarıdayız, oysa a a ıda, kentte insanlar eylemdeler.. Bir zamanlar dünya manastırlarımızdan yönetilirdi. Bugün görüyorsunuz, imparator, dü manlarıyla kar ıla sınlar diye postlarını buraya göndermek için bizi kullanıyor (görevinize ili kin bazı eyler biliyorum; rahipler konu up duruyorlar, ba ka yapacak i leri yok), ama imparator bu ülkede olup bitenleri denetlemek isteyince kentte kalıyor: Biz ekinleri kaldırmak ve kümes hayvanları yeti tirmekle u ra ırken, onlar ipekli kuma ları pamuklularla, pamukluları baharat çuvallarıyla de i toku ediyorlar, sonra da bunların tümünü iyi parayla de i tiriyorlar. Biz servetimizi koruyoruz, onlarsa servet üstüne servet yı ıyorlar. Sonra kitapları. Onlar da bizimkilerden daha güzel.” “Dünyada ku kusuz yeni yeni birçok ey oluyor. Ama niçin bunun Ba rahip’in suçu oldu unu dü ünüyorsunuz?” “Çünkü kitaplı ı yabancıların eline bıraktı; manastırı da kitaplı ı korumak için dikilmi bir kale gibi yönetiyor. talya’nın bu kıyısında, bir Benedikten manastırı, talyanların kendi sorunlarını kendilerinin çözdükleri bir yer olmalıdır. Bugün artık bir papaları bile olmayan talyanlar ne yapıyorlar? Alım satımla u ra ıyorlar, üretiyorlar. talya kralından bile daha varlıklılar. Öyleyse, biz de öyle yapalım; madem güzel kitaplar yapmayı biliyoruz, üniversiteler için kitap yapmalıyız ve vadide olup bitenlerle ilgilenmeliyiz. mparator’la ilgilenelim demiyorum, görevinize duydu um tüm saygıya kar ı, William Birader; ama Bologna’lıların ve Floransa’lıların yaptıklarıyla ilgilenmeliyiz. Buradan, talya’dan, Provence’a gidip gelen hacılarla tüccarların yolunu denetimimiz altında tutabiliriz. Kitaplı ı günlük dilde yazılan metinlere de açalım. O zaman artık Latince yazmayanlar da buraya geleceklerdir. Oysa kitaplı ı, Cluny’de hâlâ iyi Odillone Ba rahip’mi gibi yöneten bir avuç yabancının denetimindeyiz...” “Ama Ba rahip talyan,” dedi William. “Ba rahip’in hiçbir önemi yoktur,” dedi Aymaro, bıyık altından gülmeyi sürdürerek, “kafa yerine bir kitap dolabı ta ıyor ba ında. Kurtların kemirdi i bir kitap dolabı. Papa’ya nispet olsun diye, manastırın Fraticello’larla dolmasına izin veriyor... sapkın olanları kastediyorum, kutsal tarikatınızdan ayrılanları... mparator’a yaranmak için de, kuzey ülkelerindeki tüm manastırlardan rahipler ça ırıyor buraya; sanki bizim iyi kopyacılarımız, Yunanca ve Latince bilen adamlarımız, Floransa’da ya da Pisa’da varlıklı ve gönlü bol tüccar çocukları yokmu gibi; kendilerine babalarının saygınlı ını ve gücünü artırma olana ı verilse seve seve tarikata girecek olan. Burada, yüzyılın olaylarına ho görü gösterilmesi, yalnızca Almanlara izin vermek söz konusu olunca... hey Tanrım, dilim kopsun, hiç de uygun olmayan eyler söyleyece im imdi!” “Manastırda pek de ho olmayan eyler mi oluyor?” diye sordu William, dalgın, kendine biraz daha süt koyarak. “Ne de olsa rahip de insandır,” dedi Aymaro, üstüne basa basa. Sonra ekledi: “Ama buradakiler ba ka yerlerdekilerden daha az insandır. Ama unutmayın, bunu söylememi olayını.” “Çok ilginç,” dedi William. “Bu söyledikleriniz sizin görü leriniz mi, yoksa sizin gibi dü ünen birçok kimsenin görü leri mi?” “Birçoklarının, birçoklarının. Zavallı Adelmo’nun göçmesine acınan birçoklarının görü ü; ama uçuruma kitaplıkta gere inden çok dola an ba ka biri dü seydi, üzülmezlerdi.” “Ne demek istiyorsunuz?” “Çok konu tum ben. Burada hepimiz çok konu uyoruz, siz de farkına varmı sınızdır. Bir bakıma, burada hiç kimse suskunlu a saygı duymuyor artık. Bir bakıma da gere inden çok saygı duyuluyor. Konu mak ya da susmak yerine eyleme geçmek gerek burada. Tarikatımızın altın ça ında, bir rahip Ba rahiplik niteli ine sahip de ilse, bir kupa dolusu zehirli arap ardılına yer açardı. Bilin ki, bunları size, ku kusuz Ba rahip’in ya da öteki rahiplerin dedikodusunu yapmak için anlatmadım, William Birader. Tanrı korusun, dedikodu yapmak gibi kötü bir huyum yoktur. Ama Ba rahip benimle ya da Tivoli’li Pacifico ya da Sant’Albano’lu Pietro gibi ba kaları hakkında soru turma yapmanızı istemi olsaydı hiç ho uma gitmezdi. Kitaplık i lerinde hiç söz hakkımız yok bizim. Ama birazcık daha söz hakkımız olsun isterdik. Bu yılan yuvasını ortaya çıkarın; siz ki bunca sapkını yakmı birisiniz.” “Ben hiç kimseyi yakmadım,” diye yanıtladı William, kuru bir sesle. “Sözgelimi söylüyordum,” diye kabul etti Aymaro geni bir gülümsemeyle. “ yi bir av bu, William Birader; ama geceleri dikkatli olun.” “Niçin gündüzleri de il?” “Çünkü burada gündüzleri bedenler yararlı otlarla iyile tirilir; geceleriyse kafalar zehirli otlarla hasta edilir. Adelmo’nun uçuruma bir ba kasının elleriyle itildi ine ya da Venantius’u kanla dolu küpe bir ba kasının ellerinin attı ına inanmayınız. Burada rahiplerin nereye gideceklerine, ne yapacaklarına ve ne okuyacaklarına kendi ba larına karar vermelerini islemeyen biri var. Meraklıların zihinlerini allak bullak etmek için cehennemin güçleri ya da cehennemin dostları olan büyücülerin güçleri kullanılıyor...” “Bitki uzmanı olan pederden mi söz ediyorsunuz?” “Sankt Wendel’li Severinus iyi bir insandır. Do al olarak, o da Almandır, Malachi de...” Ve dedikodudan ho lanmadı ını bir kez daha gösterdikten sonra, Aymaro bizi selamlayıp çalı mak için yukarı çıktı. “Bize ne demek istemi olabilir?” diye sordum. “Birçok ey ya da hiçbir ey. Bir manastırda rahipler, topluluklarının yönetimini ele geçirmek için her zaman birbirleriyle sava ım içindedirler. Melk’te de böyledir; belki sen daha çömez oldu un için farkına varmamı sındır. Ama senin ülkende, bir manastırın yönetimini ele geçirmek, mparator’la do rudan do ruya ili ki kurabilecek bir makamı ele geçirmek demektir. Oysa bu ülkede durum de i iktir; mparator, Roma’ya dek indi i zaman bile uzaktadır. Saray yoktur burada; imdi artık papalık sarayı da yok. Burada kentler vardır, sen de göreceksin.” “Elbette, buradaki kentler beni a ırttı. talya’daki kentler bizim oradaki kentlere benzemiyor... Kent yalnızca ya anılan yer de il; bir karar yeri aynı zamanda; herkes her an alanlarda; belediye ba kanlarının mparator’dan ya da Papa’dan daha çok sözü geçiyor. Burada kentlerin her biri bir krallık gibi...” “Tüccarlar da krallar. Silahlarıysa para. talya’da paranın, senin ya da benim ülkemdekinden de i ik bir i levi vardır. Her yerde para dola ıyor, ama ba ka yerlerde ya amın büyük bir bölümüne hâlâ mal de i imi egemen; tavuk, bu day demetleri, bir orak ya da araba; para yalnızca bu malları sa lamaya yarar. Oysa talyan kentlerinde, sen de farkına varmı sındır, mallar para sa lamaya yarar. Papazlar, piskoposlar, hatta tarikatlar bile parayı hesaba katmak zorundadırlar. Bu nedenle, do al olarak, erke kar ı ba kaldırı, yoksullu a ça rı biçimine bürünür. Erke kar ı ba kaldıranlar, parayla ili ki kurmanın kendilerine yadsındı ı kimselerdir; yoksullu a her ça rı, büyük bir gerilim ve tartı ma yaratır; tüm kent, piskopostan belediye ba kanına dek, yoksullu u gere inden çok ö ütleyen kimseleri ki isel dü manları sayar. Nerede birisi eytan’ın dı kısının kokusuna tepki gösterse, orada sorgucular eytan’ın kokusunu alırlar. Aymaro’nun ne dü ündü ünü de anlayabilirsin imdi. Tarikatın altın ça ında bir Benedikten manastırı, çobanların imanlılar sürüsünü yönettikleri bir yerdi. Aymaro gelene e dönülmesini istiyor. De i en yalnızca sürünün ya amı; manastır sürünün yeni kılı ını benimser, kendisi de de i irse gelene e (eski ününe ve gücüne) yeniden kavu abilir. Bugün sürü silahla ya da ayinlerin görkemiyle de il, paraya egemen olmakla yönetildi i için de, Aymaro tüm manastırın yapısının, hatta kitaplı ın bile bir i li e, bir para fabrikasına dönü türülmesini istiyor.” “Peki, bunun cinayetlerle ya da cinayetle ne ilgisi var?” “Henüz bilmiyorum. imdi yukarı çıkmak istiyorum. Gel benimle.” Rahipler çalı maya ba lamı lardı bile. Yazı salonuna sessizlik egemendi; ama tüm gönüllerin çalı ma erincinden do an bir sessizlik de ildi bu. Bizden az önce gelmi olan Berengar a kınlıkla kar ıladı bizi. Öteki rahipler ba larını kaldırıp baktılar. Bizim Venantius’la ilgili bir ey ke fetmek için orada bulundu umuzu biliyorlardı; bakı ların yönü, manastırın ortasındaki sekizgene açılan bir pencerenin altındaki bo bir yere çekti dikkatimizi. Havanın çok so uk olmasına kar ın yazı salonu oldukça ılıktı. Yazı salonunun, yeterli ısının geldi i mutfa ın üstünde bulunması bir rastlantı de ildi; özellikle de a a ıdaki iki fırının bacaları, batı ve güney kulelerinin içindeki iki sarmal merdiveni destekleyen sütunun içinden geçti i için. Büyük salonun kar ı yanındaki kuzey kulesine gelince; onun içinde merdiven de il, yanmakta olan ve ortalı a mutlu bir sıcaklık yayan büyük bir ocak vardı. Bundan ba ka, yer ayak seslerimizi bo an samanlarla kaplanmı tı. Özetle, en az ısınan kö e, do u kulesinin bulundu u yerdi; gerçekten de, yer sayısı, yazı salonunda çalı an rahiplerin sayısından çok oldu u için, rahiplerin tümünün de, o yöne konmu masalarda oturmaktan kaçındıklarının farkına vardım. Daha sonra, do u kulesinin sarmal merdiveninin a a ıda, mutfa a inmenin yanı sıra yukarıdaki kitaplı a açılan tek merdiven oldu unun farkına varınca, salonun ısıtılmasının, rahipleri o bölümü merak etmekten caydırmak ve kütüphanecinin kitaplı ın giri ini daha kolay gözetlemesini sa layacak biçimde akıllıca bir hesapla düzenlenip düzenlenmedi ini sordum kendi kendime. Ama belki de tıpkı bir maymun gibi üstadıma öykünüp ku kularımı biraz abartıyordum; çünkü hemen ardından, bu hesabın yazın pek de ie yaramayaca ını dü ündüm; en azından (dedim kendi kendime) yazın burası en güne li, bu yüzden de gene en kaçınılacak yer olmayacak mıydı? Zavallı Venantius’un masasının sırtı büyük bacaya dayalıydı ve belki de masaların en çok göz konanlarından biriydi. Ben o zaman daha ya amımın ancak küçük bir bölümünü bir yazı salonunda geçirmi tim, ama sonra ömrümün büyük bir bölümü orada geçti; bu yüzden uzun kı saatlerini, parmaklar kalem ucunu tutmaktan uyu mu , masa ba ında geçirmenin (normal bir ısıda bile, altı saat yazı yazdıktan sonra, rahibin parmaklarına korkunç bir rahip krampının girdi i, ba parma ı ezilmi gibi sızladı ı zaman) yazmanlara, bölüm ba lı ı yazıcılarına ve ara tırmacılara ne denli acı verdi ini bilirim. Bu, elyazmalarının kenarlarında niçin sık sık, kopyacı tarafından, acının (ve sabırsızlı ın) kanıtı gibi yazılmı yazılara rastlandı ım açıklar: “Tanrı’ya ükür, az sonra hava kararacak,” ya da, “Ah, bir bardak arap olsa!”, ya da, “Bugün hava so uk, ı ık az, bu deri pütürlü; yolunda gitmeyen bir ey var.” Eski bir atasözünün dedi i gibi, tüy kalemi üç parmak tutar, ama tüm beden çalı ır. Ve a rır. Ama ben Venantius’un masasından söz ediyordum. Sekizgen biçimindeki avlunun çevresine sıralanmı , ara tırmacılara ayrılan öteki masalar gibi oldukça küçüktü bu masa da; minyatürcülere ve kopyacılara ayrılmı olan, dı arıya bakan duvarlardaki pencereler altındaki masalar ise daha küçüktü. Venantius çalı ırken bir kitap rahlesi kullanıyordu; çünkü ödünç verilmi olan, kopyasını çıkardı ı elyazmalarına ba vuruyor olmalıydı. Masanın altına konmu bir dizi alçak rafın üstüne çözük yapraklar yı ılmı tı; hepsi de Latince oldu undan, bunların onun en son çevirileri oldu u sonucunu çıkardım. Alelacele yazılmı lardı ve bir kitabın sayfalarını olu turmuyorlardı; tümü de sonra bir kopyacıya ve bir minyatürcüye verilecekti. Bu nedenle zar zor okunabiliyorlardı. Sayfalar arasında birkaç Yunanca kitap da vardı. Kitap rahlesinin üstünde bir ba ka Yunanca kitap açık duruyordu; son günlerde Venantius’un çevirisini bitirmekte oldu u bir yapıt. O zamanlar ben daha Yunanca bilmiyordum, ama üstadım onun Lucianus adında birinin kitabı oldu unu ve e e e dönü türülen bir adamın öyküsünü anlattı ını söyledi. Apuleius’un genellikle çömezlerin okumaları ö ütlenen buna benzer bir masalını anımsadım o zaman. “Nasıl oluyor da bu kitabı çeviriyordu?” diye sordu William, yanımızda duran Berengar’a. “Çeviriyi manastırdan Milano Beyi istedi; buna kar ılık manastır do udaki bazı ba ların arap üretiminde öncelik hakkı elde edecek.” Berengar eliyle uzakları gösterdi. Ama hemen ekledi: “Manastır laikler için alı veri i leri yaptı ından de il. Ama bize bunu ısmarlayan, bu de erli elyazmasının Venedik Dukası tarafından bize ödünç verilmesi için çok u ra tı; o da yazmayı Bizans mparatoru’ndan almı ; Venantius çeviriyi bitirince iki kopyasını çıkaracaktı; biri Milano Beyi, öteki de kitaplı ımız için.” “Kitaplı ınız koleksiyonuna putatapan masalları da almaya gönül indiriyor demek,” dedi William. “Kitaplık hem gerçe in, hem de yanılgının kanıtıdır,” dedi o zaman omuz ba ımda bir ses. Jorge’ydi bu. Ya lı adamın ansızın, sanki biz onu görmüyormu uz da o bizi görüyormu gibi belirivermesine bir kez daha a tım; daha sonraki günlerde buna sık sık a acaktım. Kör bir adamın yazı salonunda ne aradı ına da a tım, ama sonra, Jorge’nin manastırın her yerinde hazır ve nazır oldu unu anladım. Sık sık yazı salonunda, oca ın yanında bir iskemleye oturmu , salonda olup biten her eyi izliyormu gibi görünüyordu. Bir kez, bulundu u yerden yüksek sesle, “Yukarı çıkan kim?” diye sordu unu i ittim; sonra ayak sesleri samanın içinde bo ulmu kitaplı a do ru giden Malachi’ye döndü. Bütün rahipler ona büyük saygı duyuyorlar, sık sık ona ba vurarak anla ılması güç parçalar okuyorlar, bir açımlamayı danı ıyorlar ya da bir hayvan ya da ermi in nasıl betimlenmesi gerekti ini aydınlatmasını isliyorlardı. O, ı ı ı sönmü gözleriyle bo lu a bakıyor, belle inde canlı kalan sayfalara bakıyormu gibi, uydurma yalvaçların piskoposlar gibi giyindikleri, a ızlarından kurba aların fı kırdı ı yanıtını veriyor ya da göksel Yeru alem’in duvarlarını süslemesi gereken ta ların hangileri oldu unu, ya da Arimaspi’nin haritada Papaz Gianni’nin ülkesinin yakınlarında gösterilmesi gerekti i yanıtını veriyordu -ucubeliklerin a ırı derecede ayartıcı bir biçimde gösterilmemesi gerekti ini, onların bilmeceler gibi tanınabilir, ama istek uyandırmayan ya da insanı güldürecek denli itici bir biçimde betimlenmesinin yeterli oldu unu ö ütlüyordu. Bir kez, bir 115 erh yazıcısına, Donatist sapkınlıktan kaçınmak için, Ermi Augustus’un dü üncesine göre Tyconius’un metinlerinin özetlerinin nasıl yorumlanması gerekti i üstüne ö üt verdi ini i ittim. Bir ba ka kez, onun yorum yaparken, sapkınların ayrılıkçılardan nasıl ayırdedilece i konusunda ö üt verdi ini duydum. Ba ka bir kez de, kararsız bir ara tırmacıya kitaplık katalogunda hangi kitabı araması gerekti ini, a a ı yukarı hangi sayfada yer aldı ını söyleyerek, kütüphanecinin kitabı ona kesinlikle verece i, çünkü o kitabın Tanrı tarafından esinlenmi bir yapıt oldu u konusunda güvence verdi ini i ittim. Son olarak, bir ba ka kez de, filan kitabın aranmaması gerekti ini, çünkü katalogda bulunmakla birlikte, elli yıl önce fareler tarafından kemirildi ini ve imdi dokunanın parmakları arasında unufak da ıldı ını söyledi ini i ittim. Kısaca, kitaplı ın belle i, yazı, salonunun ruhuydu o. Kimi zaman aralarında gevezelik ettiklerini i itti i rahipleri uyarırdı: “Çabuk olun, kanıtlamayı zamana bırakın, çünkü az kaldı!” Deccal’ın geli ine imada bulunuyordu. “Kitaplık, gerçe e ve yanılgıya tanıklık eder,” dedi Jorge o zaman. “Ku kusuz, Apuleius ve Lucianus birçok yanılgıya dü mekten suçluydular,” dedi William. “Ama bu masal kurguların örtüsü altında iyi bir ders de içeriyor; çünkü yanılgılarımızı nasıl ödedi imizi ö retiyor bize; bundan ba ka, e e e dönü en insanın öyküsü günah i leyen ruhun beden de i tirmesini anı tırıyor bence.” “Olabilir,” dedi Jorge. “Ama dün bana da anlatılan o konu ma sırasında, Venantius’un güldürü sorunlarıyla da ilgilendi ini imdi anlıyorum; gerçekten, bu tür masallar eskilerin güldürülerine benzetilebilir. kisi de, tragedyalar gibi, gerçekten ya amı insanlardan söz etmezler; tersine, Isidorus’un dedi i gibi, bunlar kurgudur, ‘fabulae poetae a fando nominaverunt quia non sunt res factae sed tantum loquendo 116 fictae ’...” William’ın, üstelik böyle konuları sevmez görünen bir adamla, bu bilgince tartı maya niçin girdi ini önce anlayamadım; ama Jorge’nin yanıtı, üstadımın ne denli ince oldu unu gösterdi bana. “O gün güldürüler de il, gülmenin caiz olup olmadı ı tartı ılıyordu,” dedi Jorge, alnını kırı tırarak. Daha bir gün önce, Venantius bu tartı maya de indi inde, Jorge’nin böyle bir tartı mayı anımsamamakta direndi ini çok iyi anımsadım. “Ha,” dedi William, pek aldırmadan, “ozanların yalanlarından ve esprili bilmecelerinden söz etti inizi sanıyordum ben...” “Gülme üstüne konu uluyordu,” dedi Jorge, tersçe. “Güldürüler, kâfirler tarafından seyircileri güldürmek için yazıldı; iyi de olmadı. Efendimiz sa, hiç güldürü ya da masal anlatmadı; yalnızca cenneti nasıl elde edece imizi bize ö reten açık seçik meseller anlattı o.” “Sorabilir miyim,” dedi William, “ sa’nın gülmü olabilece i dü üncesine niçin bu kadar kar ısınız? Gülmenin tıpkı banyo gibi bedendeki sıvıları ya da bedenin öteki sayrılıklarını, özellikle nedensiz can sıkıntısını sa altmaya yarayan iyi bir ilaç oldu una inanıyorum ben.” “Banyolar iyidir,” dedi Jorge, “Aquinas’lı da üzüncü da ıtmak için banyoları salık verir; gözüpeklikle ortadan kaldırılabilecek bir sayrılı a dönü türülemedi i zaman kötü bir duygu olabilir üzünç. Banyolar bedendeki sıvıların dengesini yeniden kurar. Oysa gülme bedeni sarsar, yüz çizgilerini bozar, insanı maymuna benzetir.” “Maymunlar gülmezler; gülmek insana özgüdür; insan ussallı ının belirtisidir.” “Söz de insan usunun belirtisidir, ama sözle Tanrı’ya küfredilebilir. nsana özgü olan her ey ille de iyi de ildir. Gülmek delilik belirtisidir. nsan güldü ü eye inanmaz, ama ondan nefret de etmez. Bu yüzden kötü bir eye gülmek, onunla sava ma iste i duymamak anlamına gelir; iyi bir eye gülmekse, iyili in kendili inden yayılmasını sa layan gücü yadsımak demektir. Bunun için, Kural der ki: ‘Decimus humilitatis gradus est si non sit facilis ac promptus in risu, quia scriptum est: stultus in risu exaltat 117 vocem suam.’ ” “Quintilianus da der ki,” diye onun sözünü kesti üstadım, “gülmek, a ırba lı olmak için, övgü söz konusu oldu unda bastırılmalı, ama birçok durumda da yüreklendirilmeli. Tacitus, Calpurnius Pisonus’un alaycılı ını över; Genç Plinius da öyle yazmı tır, ‘Aliquando praeterea 118 rideo, jocor, ludo, homo sum.’ ” “Onlar kâfirdiler,” diye yanıtladı Jorge. “Kural der ki: ‘Scurrilitates vero vel verba otiosa et risum moventia aeterna clausura in omnibus locis damnamus, et ad talia eloquia discipulum aperire os non 119 permittitur.’ ” “Ama sa’nın sözü yeryüzünde egemen olunca, Cirenehe’li Sinesius, Tanrı’nın gülünç olanla trajik olanı uyumlu bir biçimde birle tirmeyi bildi ini söylüyor.” “Aelius Spartianus da, davranı ları ince, do u tan Hıristiyan ruhlu bir insan olan Hadrianus’tan, ciddi anlarla ne eli anları birle tirmeyi bilen bir insan olarak söz eder. Son olarak, Ausonius da, ciddilikte ve ne ede ılımlı olmayı salık verir.” “Ama Nola’lı Paulinus ve Alessandria’lı Clemens bize çılgınlıklara kar ı uyanık olmamızı söylüyorlar; Sulpicius Severus ise, Ermi Martin’in, öfkenin ya da ne enin tuza ına dü tü ünün hiç görülmedi ini söylüyor.” “Ama Ermi ’in bazı spiritualiter 120 salsa yanıtlarını da anımsatıyor,” dedi William. “Yerinde ve bilgece yanıtlardı onlar, gülünç de il. Ermi Efraim rahiplerin gülmesine kar ı bir tez yazdı; De habitu et conversatione 121 monachorum’da , açık saçıklıktan ve esprilerden, zehirli yılanlardan kaçar gibi kaçınmayı ö ütlüyor.” “Ama Hildebertus demi ki: ‘Admittendo tibi joca sunt post seria quaedam, sed tamen et dignis et ipsa 122 gerenda modis.’ Salisbury’li John ise, alçakgönüllü bir ne eye izin vermi ti. Son olarak, Kural’ımızın atıfta bulundu u, ncil’in sözünü etti iniz bölümü, en azından dingin bir ruhun sessiz gülü üne izin verir.” “Ruh yalnız gerçe i dü ünürken dingindir; iyi i lerden sevinç duyar; gerçe e ve iyi eylereyse gülünmez. sa’nın gülmeyi inin nedeni buydu i te. Gülme ku kunun kı kırtıcısıdır.” “Ama kimi zaman ku kulanmak do rudur.” “Bunun nedenini anlamıyorum. Ku ku duyunca bir yetkeye ba vurmak gerekir, bir pedere ya da bilgine. O zaman tüm ku ku nedenleri sona erer. Görüyorum ki Paris’li mantıkçılarınki gibi tartı ma götürür kuramlar içinize i lemi sizin. Ama Ermi Bernardo, tüm sorunları, bu böyledir, ya da bu böyle de ildir’ini öne sürerek, usu, ncil’in aydınlatmadı ı so uk, ya amdan yoksun bir mantı ın buyru una vermek isteyen 123 di Edilmi Abelard’a kar ı çıkmayı çok iyi bildi. Ku kusuz, bu çok tehlikeli dü ünceleri kabul eden, bir kez ve sonsuza dek söylenmi olan biricik gerçe e gülen cahil adamın alayını da de erlendirebilir. Böylece, aptal gülerken, 124 içinden ‘Deus non est’ demektedir.” “Saygıde er Jorge, Abelard’a i di edilmi demekle haksızlık ediyorsunuz gibi geliyor bana; çünkü o üzücü duruma ba kalarının kötülü ü yüzünden u radı ını biliyorsunuz...” “Günahları yüzünden. nsan aklına bunca güvendi inden. Böylece basit insanların inancıyla alay edildi. Tanrı’nın gizemleri de ildi (ya da en azından buna kalkı ıldı; buna kalkı anlar deliydiler); en yüce eylere ili kin sorunlar pervasızca ele alındı; bu gibi sorunların örtbas edilmesi gerekti i görü ünde oldukları için saygıde er pederler de alaya alındılar.” “Size katılmıyorum, saygıde er Jorge. Tanrı bizden, Kutsal Kitabın bizi karar vermekte özgür bıraktı ı birçok karanlık eye aklımızı uygulamamızı istiyor. Birisi sizden bir görü e inanmanızı isterse, önce bunun kabul edilebilir olup olmadı ını incelemelisiniz, çünkü aklımızı Tanrı yaratmı tır; bu nedenle de, bizim aklımıza ho gelen, tanrısal akla da ho gelir; öte yandan, tanrısal aklı ancak benzetim yoluyla, ço u kez de yadsıma yoluyla, aklımızın süreçlerinden çıkamadıklarımızla bilebiliriz. Böylece, görüyorsunuz ki, bazan gülme, akla aykırı saçma bir görü ün yapay yetkesini ortadan kaldırmak için uygun bir araç olabiliyor. Gülme, kötüleri a ırtmaya, onların aptallıklarını açı a çıkarmaya da yarar. Ermi Maurus’un, kâfirler kendisini kaynar suya attıkları zaman, suyun çok so uk oldu undan yakındı ı söylenir; kâfir vali de suyun ısısına bakmak için aptal aptal elini suya batırıp yakmı . Ermi ehidin iman dü manlarını gülünç duruma dü üren güzel bir davranı ı.” Jorge dudak büktü. “Vaizlerin anlattıkları olaylarda da birçok kocakarı masalı vardır. Kaynar suya atılan bir ermi sa için acı çeker,’ çı lıklarını bastırır; kâfirlere çocukça oyunlar oynamaz! “Görüyorsunuz ya?” dedi William. “Bu öykü size akla aykırı görünüyor; bu yüzden de onu gülünç olmakla suçluyorsunuz! Susarak, dudaklarınıza egemen olsanız da, bir eye sessizce gülüyorsunuz; benim onu ciddiye almamı istemiyorsunuz. Siz gülmeye gülüyorsunuz, ama gene de gülüyorsunuz.” Jorge sıkıldı ını gösteren bir el devinimi yaptı. “Gülme konusunda aka yaparken beni bo tartı malara sürüklüyorsunuz. Ama sa’nın gülmedi ini siz de biliyorsunuz.” “Emin de ilim. lk ta ı atmak için Ferisileri ça ırıp, haraç olarak ödenecek sikkenin üstünde kimin resmi oldu unu sorarken, sözcükler üstünde oynayarak, 125 ‘Tu es petrus ’ derken, günahkârları a ırtmak, havarilerinin gönülgücünü yükseltmek amacıyla esprili sözler söyledi ine inanıyorum. Caiaphas’a, ‘Sen de söyledin,’ derken de esprili konu uyordu. Tanrı’nın, ‘nudavi femora 126 contra faciem tuam’ dedi i Yeremya’yı yorumlarken Gerolamo, öyle açıklıyor: ‘sive nudabo et relevabo femora et 127 posteriora tua’ . Tanrı bile cezalandırmak istediklerini a ırtmak için nüktelerle dile getiriyor söyleyeceklerini. Cluny ve Cistercian’lar arasındaki çatı manın en ate li anında Cluny yanlıları, Cistercianlar’ı gülünç duruma dü ürmek için pantolon giymemekle 128 suçlamı lardı. Speculum stultorum’da, e ek Brunellus’un, geceleyin rüzgâr battaniyelerini uçurup da rahipler kendi edep yerlerini görürlerse ne olur diye merak etti i anlatılır...” Çevrede toplanmı olan rahipler güldüler; Jorge öfkeden kudurdu: “Karde lerimi bir çılgınlar cümbü üne sürüklüyorsunuz. Fransiskenler arasında kalabalı ın ilgisini çekmek için bu tür saçmalıklara ba vurmanın alı kanlık oldu unu biliyorum; ama bu tür akalar hakkında size, vaizlerinizden birinden i itti im bir manzumenin sözlerini söyleyece im: tum podex carmen 129 extulit horridulum.” Kınama biraz fazla a ırdı; William küstahlık etmi ti, ama imdi de Jorge a zıyla yellenmekle suçluyordu onu. Bu a ır yanıtın, ya lı rahibin yazı salonundan çıkma ça rısı anlamına gelip gelmedi ini sordum kendi kendime. Ama az önce öylesine kavgacı olan William’ın alabildi ine uysalla tı ını gördüm. “Sizden özür dilerim, saygıde er Jorge,” dedi. “A zım dü üncelerime ihanet etti; size saygısızlık etmek istemiyordum. Belki de söyledi iniz do rudur; ben yanılıyordum.” Jorge, bu incelikli alçakgönüllülük kar ısında, ba ı lama anlamına da gelebilen bir ho nutluk homurtusu koyverdi ve yerine dönmekten ba ka bir ey yapamadı; tartı ma sırasında yava yava çevremizde toplanmı olan rahipler masalarının ba ına dönüyorlardı. William, Venantius’un masasının önünde diz çöktü, yeniden kâ ıtları karı tırmaya koyuldu. Alçakgönüllü yanıtıyla, William birkaç dinginlik an’ı kazanmı tı. O birkaç anda gördükleri, o gece yürütece i ara tırmalara yön verdi. Ama gerçekten de birkaç an sürdü bu dinginlik. Benno, William’ın Jorge ile yaptı ı konu mayı dinlemek için yanımıza yakla tı ı zaman, kalemini masanın üstünde unutmu gibi yaparak hemen William’ın yanına yakla tı ve kula ına onunla acele görü mesi gerekti ini fısıldayarak hamamın arkasında bulu malarını söyledi. William önce onun gitmesini, kendisinin az sonra ona katılaca ını William bir an duraksadı; sonra katalogun yanındaki masasından bütün olup bilenleri izlemi olan Malachi’yi ça ırdı ve Ba rahip’ten aldı ı yetkiye dayanarak (bu yetkinin üstüne basa basa), ondan, Venantius’un masasına birisini gözcü koymasını rica etti; çünkü bütün gün, kendisi dönünceye dek o masaya hiç kimsenin yakla mamasını ara tırması bakımından önemli sayıyordu. Bunu yüksek sesle söyledi; böylece yalnızca Malachi’yi rahipleri gözlemekle yükümlü kılmakla kalmayıp, rahipleri de Malachi’yi gözlemekle yükümlü kılıyordu. Kütüphanecinin elinden boyun e mekten ba ka bir ey gelmedi. William’la oradan uzakla tık. Hastane binasının biti i indeki bahçeden geçip hamama yakla ırken, William, “Ço u, Venantius’un masasının üstünde ya da altında bir ey bulmamdan korkuyor gibi,” dedi. “Ne olabilir?” “Bana öyle geliyor ki, bundan korkanlar bile bilmiyorlar ne oldu unu.” “Yani Benno’nun bize söyleyece i hiçbir ey yok da, yalnızca bizi yazı salonundan uzakla tırmak mı istiyor?” “Bunu imdi anlayaca ız,” dedi William. Gerçekten de az sonra Benno yanımıza geldi. KINCI GÜN Ö LE Benno, manastır ya amı üstüne hiç de iyi sayılmayacak eyler açıklayan tuhaf bir öykü anlatıyor. Benno’nun anlattıkları oldukça karı ıktı. Gerçekten, öyle görünüyordu ki, bizi yalnızca yazı salonundan uzakla tırmak için getirmi ti buraya; ama inanılır bir bahane uyduramayınca, bildi inden daha büyük boyutları olan bir gerçe in parçalarını anlatıyordu bize. O sabah ketum davrandı ına, ama imdi so ukkanlılıkla dü ününce, William’ın tüm gerçe i bilmesi gerekti ine inanıyordu. Gülme üstüne o ünlü konu ma sırasında Berengar, ‘finis Africae’ya de inmi ti. Neydi bu? Kitaplık gizlerle, özellikle, rahiplere hiçbir zaman okumaları için verilmemi kitaplarla doluydu. Benno, William’ın, önermelerin aklın süzgecinden geçirilmesine ili kin sözlerinden etkilenmi ti. Ara tırma yapan bir rahibin kitaplıktaki her eyi bilme hakkına sahip oldu una inanıyordu; Abelard’ı mahkûm eden Soissons Genel Danı ma Kurulu’na ate püskürüyordu; o konu tukça, biz güzel söz söyleme sanatından ho lanan bu henüz genç rahibin içinin ba ımsızlık özlemiyle kıpır kıpır oldu unu ve manastır sıkıdüzeninin bilimsel ku kusuna vurdu u zincirleri kabul etmekte çok güçlük çekti ini farkettik. Ben hep böylesi bir meraka güvenmemeyi ö renmi tim, ama bu tutumun üstadımın ho una gitmemekten uzak oldu unu iyi biliyorum. Gerçekten de, Benno’nun görü lerini payla tı ını, ona güven duydu unu gördüm. Kısaca, Benno bize, Adelmo’nun, Venantius’un ve Berengar’ın hangi gizlerden söz etmi olduklarını bilmedi ini, ama bu acıklı öykü kitaplı ın nasıl yönetildi ine biraz daha ı ık tutacak olursa, hiç de üzülmeyece ini, soru turma yuma ı nasıl çözülürse çözülsün, üstadımın bundan, Ba rahip’i, rahipleri baskı altında tutan dü ünsel sıkıdüzeni yumu atmaya özendirmek için veriler çıkaraca ını umdu unu söyledi; rahiplerin kimilerinin, kendisi gibi kafalarını kitaplı ın kocaman ba rında saklı ola anüstü bilgilerle beslemek için çok uzaklardan geldiklerini ekledi. Benno’nun soru turmadan, söyledi i eyi içtenlikle bekledi ine inanıyorum. Ama belki de aynı zamanda, William’ın öngörmü oldu u gibi, kendisini yiyip bitiren bir merakla Venantius’un masasını karı tırma hakkını önce kendisine saklamak istiyordu; bizi uzakla tırmak için kar ılı ında bazı bilgiler vermeye hazırdı. te ‘ verdi i bilgiler unlardı: Berengar, artık birçok rahibin bildi i gibi, Adelmo’ya duydu u çılgınca bir tutkuyla yanıp tutu uyordu; tanrısal öfkenin, Sodom ve Gomore’de kötülüklerini cezalandırdı ı tutkunun aynıydı bu tutku. Benno belki de benim genç oldu umu dü ünerek böyle söyledi. Ama yeniyetmeli ini bir manastırda geçiren herkes, erdenli ini korumu olsa da, bu tür tutkulardan söz edildi ini sık sık i itmi tir; hatta bazan bu tutkuların tutsa ı olanların tuzaklarına kar ı kendini korumak zorunda kalmı tır. Daha yeniyetme bir rahip olmama kar ın, ben de imdiden Melk’te ya lı bir rahipten, genellikle kilise mensubu olmayan bir erke in bir kadına sundu u, üstüne iir yazılı kâ ıtlar almamı mıydım? Rahiplik andı bizi kadın bedeni denen o kötülük bata ından uzak tutar, ama sık sık ba ka yalnızlıkların kıyısına yakla tırır. Bugün bile, u ya lı halimle, gözlerim kilise korosunda sakalı bitmemi bir çömezin bir genç kızınki gibi duru ve körpe yüzüne takılınca, gündüz ifritinin hâlâ içimi ürpertti ini kendi kendimden saklayabilir miyim? Bunları, kendimi manastır ya amına adamayı seçi ime ku ku dü ürmek için de il, bu kutsal yükün kendilerine a ır geldi i birçok kimsenin dü tü ü yanılgıları haklı çıkarmak için söylüyorum. Belki de Berengar’in korkunç cinayetini haklı çıkarmak için. Ama öyle görünüyor ki, Benno’ya göre bu rahip kötülü ünü daha da a a ılık bir biçimde i lemi ; ba kalarından, erdem ve onurun vermemelerini ö ütledi i eyi elde etmek için antaja ba vurmu tu. Böylece, rahipler ne zamandır Berengar’ın çok yakı ıklı oldu u anla ılan Adelmo’ya yöneltti i sevgi dolu bakı larıyla alay ediyorlardı. Oysa i ine tutkun olan Adelmo, Berengar’ın tutkusuna aldırmıyordu. Ama kimbilir, belki de ruhunun derinliklerinde kendisinin de aynı utanca e ilimli oldu unu bilmiyordu. Gerçek u ki, dedi Benno, Adelmo’yla Berengar arasında kula ına çalınan bir konu mada Berengar, Adelmo’nun kendisine açıklanmasını istedi i bir gize de inerek, en masum bir okurumun bile tasarlayabilece i çirkin bir pazarlık önermi ti. Öyle görünüyor ki, Benno, Adelmo’nun dudaklarından neredeyse bir iç rahatlı ıyla dile getirilen kabul sözcüklerinin çıktı ını i itmi ti. Sanki diye atıldı Benno, Adelmo içinden bundan ba ka bir ey dilemiyormu ve Berengar’ın önerisini kabul etmek için tensel istekten ba ka bir neden bulması kendisine yetiyormu gibi. Berengar’ın gizinin bilimsel gizlere ili kin oldu unun bir belirtisi, diye öne sürdü Benno; böylece Adelmo, zihnin iste ini yerine getirmek için bedenin günahına boyun e di i kuruntusunu besleyebilecekti. Ve, diye ekledi Benno, gülümseyerek, kendisi de kaç kez zihnin öylesine iddetli istekleriyle yerinde duramaz olmu tu ki, onları doyurmak için kendi teninin iste ine ters dü se de, ba kalarının tensel isteklerine boyun e ebilirdi. “Yıllardır aramı oldu unuz bir kitabı ele geçirmek için sizin de ayıplanacak eyler yapabilece iniz anlar yok mudur?” diye sordu William’a. “Bilge ve erdemli II. Silvester, yüzyıllarca önce, sanırım Statius ya da Lucan’ın bir elyazması kar ılı ında çok de erli bir zırhlı küre ba ı lamı tı,” dedi William. Sonra, sakınımla ekledi: “Ama söz konusu olan bir zırhlı küreydi, erdem de il.” Benno, heyecanının kendisini ba ka yerlere sürükledi ini itiraf etti ve anlatmayı sürdürdü. Adelmo’nun ölümünden bir gece önce, meraka kapılarak onların ikisini izlemi ti. Onların ak am duasından sonra birlikte yatakhaneye yöneldiklerini görmü tü. Onlarınkinden çok uzak olmayan hücresinin kapısını aralayarak uzun süre beklemi , sonunda, rahiplerin uykularının üstüne sessizlik çöktü ü zaman, Adelmo’nun Berengar’ın hücresine süzüldü ünü açık seçik görmü tü. Uyku tutmadı ı için, Berengar’ın kapısının açıldı ını, Adelmo’nun neredeyse ko arak dı arı çıktı ını, arkada ının onu durdurmaya çalı tı ını i itinceye dek uyanık kalmı tı. Adelmo alt kata inerken Berengar ardısıra gitmi ti. Benno sakınımlı davranarak onları izlemi , alt kat koridorunun a zında Berengar’ı görmü tü; neredeyse titreyerek bir kö eye büzülmü , Jorge’nin hücresinin kapısına gözlerini dikmi ti. Benno, Adelmo’nun, saygıde er rahibin ayaklarına kapanarak günahını itiraf etti ini sezinlemi ti. Berengar ise gizinin, kutsal mühürle mühürlenerek de olsa, açı a çıkmakta oldu unu bildi inden tir tir titriyordu. Sonra Adelmo, yüzü alabildi ine soluk, dı arı çıkmı , kendisiyle konu maya çalı an Berengar’ı uzakla tırmı , çabuk çabuk yatakhaneden çıkarak kilisenin apsisinin çevresinden dola ıp (geceleri hep açık duran) kuzey kapısından koro yerine girmi ti. Belki de dua etmek istiyordu. Berengar da onu izlemi , ama kiliseye girmemi ti; mezarlıkta, mezarlar arasında ellerini ovu turarak dola mı tı. Benno, yakınlarda bir dördüncü ki inin dola makta oldu unu farkedince ne yapaca ını dü ünmeye ba lamı tı. Bu ki i de çifti izlemi , ama ku kusuz, mezarlı ın kıyısındaki bir me e a acının gövdesine yaslanmı olan Benno’nun varlı ının farkına varmamı tı. Dördüncü adam Venantius’tu. Onu görünce Berengar mezarların arasına sinmi , Venantius da koro yerine gitmi ti. Tam o anda görülmekten korkan Benno yatakhaneye dönmü tü. Ertesi sabah Adelmo’nun ölüsü uçurumun dibinde bulunmu tu. Benno ba ka bir ey bilmiyordu. Yemek saati yakla ıyordu. Benno yanımızdan ayrıldı; üstadım da ona ba ka bir ey sormadı. Hamamın arkasında bir süre durduk; sonra bu ola anüstü açıklamalar üstünde dü üne dü üne birkaç dakika bahçede dola tık. “Frangula,” dedi William birden, o kı günü, gövdesinden tanıdı ı bir bitkinin üstüne do ru e ilerek. “Kabukları kaynatılırsa basura iyi gelir. Bu aretium lappa; taze köklerinden yapılan iyi bir yakı, mayasılları kurutur.” “Siz Severinus’tan daha bilgilisiniz,” dedim ona, “ama imdi söyleyin bana, i ittiklerinize ne diyorsunuz?” “Sevgili Adso, kendi kafanla dü ünmeyi ö renmelisin. Benno belki de gerçe i söyledi bize. Anlattıkları, bu sabah erken Berengar’ın sanrılarla karı ık anlattıklarına uyuyor. Birle tirmeye çalı . Berengar ve Adelmo birlikte çok çirkin bir ey yapmı lar; bunun ne oldu unu sezinlemi bulunuyoruz. Berengar ne yazık ki hâlâ bir giz olarak kalan o gizi Adelmo’ya açıklamı olmalı. Adelmo da erdenlik andını ve do a kurallarını çi neyerek suç i ledikten sonra, günahını ba ı latmak için birine günah çıkartmaktan ba ka bir ey dü ünmüyor ve Jorge’ye ko uyor. Onun da, kanıtlarını gördük, çok sert bir ki ili i oldu undan, üzücü kınamalarla Adelmo’ya yüklendi ine ku ku yok. Belki günahını ba ı lamıyor; belki de günahını ba ı lasa bile olmayacak bir ey yapmasını istiyor ondan; bunu bilmiyoruz. Jorge de hiçbir zaman söylemez. Gerçek u ki, Adelmo kiliseye ko up suna ın önünde yere kapanıyor, ama pi manlı ını gideremiyor. Tam o sırada Venantius yanına yakla ıyor. Adelmo belki de Venantius’a Berengar’ın kendisine ba ı ladı ı (ya da bir ey kar ılı ında ödedi i), artık onun için hiçbir önemi kalmayan gizi açıklıyor; çünkü imdi çok daha korkunç ve yakıcı bir gizi vardır. Venantius’a ne oluyor? Belki de bugün bizim Benno’muzu eyleme geçiren, bedelini bildi i, aynı yakıcı meraka kapılıyor; Adelmo’yu pi manlı ıyla ba ba a bırakıyor. Adelmo yalnız bırakıldı ını görüyor, kendini öldürmeyi kuruyor, umutsuzluk içinde mezarlı a giriyor ve orada Berengar’a rastlıyor. Ona korkunç sözler söylüyor, sorumluluklarını yüzüne fırlatıyor, onu ahlak dü künlü ü üstadı diye ça ırıyor. Gerçekten de Berengar’ın öyküsünün, sanrılarından sıyrıldı ında, do ru oldu una inanıyorum. Adelmo, Jorge’dcn duydu u umutsuz sözleri yineliyor ona. Böylece Berengar allak bullak bir yöne, Adelmo ise kendini öldürmek için bir ba ka yöne gidiyor. Sonra, bizim de neredeyse tanık oldu umuz eyler oluyor. Herkes Adelmo’nun öldürüldü üne inanıyor, böylece Venantius kitaplı ın gizinig sandı ından önemli oldu u izlenimini ediniyor ve ara tırmayı kendi adına sürdürüyor. stedi ini bulup ortaya çıkarmadan önce ya da sonra, biri onu durduruncaya dek.” “Peki onu kim öldürüyor? Berengar mı?” “Belki. Ya da Aedificium’u koruması gereken Malachi. Ya da bir ba kası. Berengar’dan ku kulanılabilir, çünkü korkuyordu; gizini arlık Venantius’un da bildi ini de biliyordu. Malachi de olabilir; kitaplı ın dokunulmazlı ının koruyucusu olarak, birinin kuralı çi neyip içeri girdi ini anlıyor ve onu öldürüyor; Jorge herkesle ilgili her eyi biliyor; Adelmo’nun gizini biliyor, Venantius’un ke fetmi olabilece i eyi benim de ke fetmemi istemiyor... Birçok olgu ku kuları onun üstünde topluyor. Ama söyler misin, kör bir adam tüm yetilerinin doru unda birini nasıl öldürebilir? Sonra, ya lı bir adam, güçlü kuvvetli de olsa bir ölüyü küpün yanına dek nasıl ta ıyabilir? Son olarak, katil niçin Benno’nun kendisi olmasın? Açıklanamayan nedenlerin dürtüsüyle bize yalan söylemi olabilir. Hem ku kularımızı niçin gülme konusundaki tartı maya katılanlarla sınırlandıralım? Belki de cinayetin kitaplıkla hiç ilgisi olmayan ba ka nedenleri vardır. Ne olursa olsun, iki ey gerekli; kitaplı a gece nasıl girildi ini ö renmek, bir de lamba. Lambayı sen bul. Yemek saati mutfakta oyalanıp bir lamba al...” “Hırsızlık mı?” “Ödünç alma, Tanrı efaat etsin.” “Öyleyse bana güvenebilirsiniz.” “ yi. Aedificium’a girmeye gelince, dün gece Malachi’nin nereden çıktı ını gördük. Bugün kiliseye, özellikle de apele gidece im. Bir saat sonra yeme e gidece iz. Sonra da Ba rahip’le bulu aca ız. Senin de bulunmana izin verildi. Çünkü söylediklerimizi not etmesi için bir yazman istedim.” kinci Gün K ND Ba rahip manastırının zengin teriyle övündü ünü, sapkınlardan çekindi ini gösteriyor; sonunda Adso dünyayı dola makla kötü bir ey mi yaptı ından ku ku duyuyor. Ba rahip’i kilisede, büyük suna ın önünde bulduk. Gizli bir yerden birkaç kutsal kap, vaftiz çana ı, kutsal tabaklar, kutsal ekmek ve sabah ayini sırasında görmedi im bir haç çıkarmı olan çömezlerin çalı masını izliyordu. Bu kutsal nesnelerin göz kama tırıcı güzelli i kar ısında bir hayranlık çı lı ını tutamadım. Vakit tam ö leydi; koro yerinin pencerelerinden bol ı ık giriyordu içeri; özellikle ön pencerelerden giren daha da bol ı ık, gizemli kutsal öz derecikleri gibi, kilisenin çe itli yerlerinde birbiriyle kesi en ve suna ı içine alan ak köpüklü ça layanlar olu turuyordu. Kaplar, vaftiz çanakları, her ey yapıldıkları de erli maddeyi gösteriyordu; altın sarısı, duru fildi i beyazlı ı ve billur saydamlı ı arasında her renk ve boyutta pırıl pırıl parlayan de erli ta lar gördüm; yementa ı, topaz, rubi, safir, zümrüt, krizolit, oniks, lal ta ı, akik ve agatı tanıdım. Aynı zamanda o sabah, önce duanın etkisiyle kendimden geçmi , sonra korkudan allak bullak oldu um için farkına varamadı ım bir eyin bilincine vardım: Suna ın alınlı ı ve onu çevreleyen öteki üç pano altındandı; suna ın tümü de, hangi yönden bakılırsa bakılsın, altından yapılmı gibi görünüyordu. Ba rahip a kınlı ımı görünce gülümsedi: “Bu gördü ünüz zenginlikler,” dedi, bana ve üstadıma dönerek, “ve daha sonra görecekleriniz, yüzlerce yıllık dindarlı ın ve Tanrı’ya ba lılı ın kalıtımı, bu manastırın gücünün ve kutsallı ının tanı ıdır. Prensler ve yeryüzü hükümdarları mühürlerini, büyüklerinin simgesi olan altın ve de erli ta ları, bu suna a ve ona sunulmu nesnelere özveriyle ba ı ladılar, Tanrı’yı ve onun yeri olan bu manastın yüceltmek için onların eritilmesini istediler. Bugün manastır bir ba ka üzücü olaydan ötürü kederlenmi olsa da, güçsüzlü ümüzün kar ısında, O Her eye Gücü Yeten’in gücünü ve erkini unutamayız. Noel enlikleri yakla ıyor; Kurtarıcı’nın do um gününü haketti i olanca zenginlik ve görkemle kutlayabilmek için kutsal kapları parlatmaya ba lıyoruz. Her ey bütün görkemiyle göze çarpmalı,” diye ekledi, William’a dikkatle bakarak; bu davranı ını haklı çıkarmakta niçin o denli böbürlenerek direndi ini sonra anladım, “çünkü kutsal cömertli i gizlemenin de il, tersine ortaya koymanın yararlı ve uygun oldu una inanıyoruz.” “Elbette,” dedi William incelikle, “Zatıâlileri Efendimiz’in bu biçimde yüceltilmesi gerekti ine inanıyorlarsa, manastırınız, bu övgü katkısında en büyük üstünlü ü sa lamı bulunmaktadır.” “Böyle olması da gerekir,” dedi Ba rahip. “Süleyman’ın tapına ında, Tanrı’nın istemi ya da yalvaçların buyru uyla keçilerin, koyunların ya da danaların kanını toplamak için altından küpler ve ufak i elerle allın havanlar kullanılıyorsa, sa’nın kanını koymak için çok daha fazla altından ve de erli ta lardan yapılmı vazolar, bugüne de in yapılmı en de erli ne varsa, eksilmeyen bir saygı ve tam bir ba lılıkla kullanılmalıdır! E er ikinci kez yaratıldı ımızda, özümüz melekler ve serafenlerle aynı olacaksa, böylesine anlatılmaz bir kurban için ne yapılsa azdır...” “Amin,” dedim. “Birçokları, dindarlıkla esinlenmi bir ruhun, temiz bir yüre in, inancın yönetti i bir istemin, bu kutsal i lev için yeterli olabilece ine kar ı çıkıyorlar. Bunların temel eyler oldu unu açık ve kesin bir biçimde ilk ortaya koyan bizleriz; ama bu kutsal kapların dı süslemesine de saygı göstermek gerekti ine inanıyoruz; çünkü bize her eyi sa layan Kurtarıcı’mıza, bütünüyle ve hiçbir kayıt koymaksızın hizmet etmemiz çok do ru ve yerindedir.” “Tarikatınızın büyük adamlarının görü ü bu olmu tur her zaman,” diye katıldı ona William. “Büyük ve saygıde er rahip Suger tarafından kilise süsleri üstüne yazılmı güzel yazılar anımsıyorum.” “Öyle,” dedi Ba rahip. “Bu haçı görüyor musunuz, daha bitmedi...” Sonsuz bir sevgiyle onu eline aldı, yüzü mutlulukla ı ıl ı ıl, baktı ona. “ urada birkaç inci eksik; çünkü aynı büyüklükte inci bulamadım. Bir kez Ermi Andreas, Golgota haçına dönerek, onun tıpkı inciler gibi sa’nın kol ve bacaklarıyla süslenmi oldu unu söylemi . O büyük harikanın bu alçakgönüllü benzeri de incilerle süslenmeli. uraya, Kurtarıcı’nın ba ının tam üstüne, bugüne de in gördü ünüz en güzel elması kakmayı uygun buldum.” Saygılı elleri, uzun beyaz parmaklarıyla, kutsal tahtanın en de erli bölümlerini ok adı - kutsal fildi inin demek daha do ru, çünkü haçın kolları için bu soylu malzeme kullanılmı tı. “Tanrı’nın evindeki tüm güzelliklerin tadına vardı ım, bu renk renk ta ların büyüsü beni dı sal kaygılardan çekip aldı ı ve derin dü ünce, özdeksel olanı tinsel olana dönü türerek beni kutsal erdemlerin çe itlili i üstüne dü ünmeye itti i zaman, kendimi, deyim yerindeyse, evrenin tuhaf bir bölgesinde bulurum sanki; artık ne tümüyle yeryüzünün çamuru içinde ne de gökyüzünün arılı ından tam anlamıyla ba ımsız olan bir bölgede. Bana öyle gelir ki, Tanrı’nın lütfuyla, içsel açımlama yoluyla, bu a a ı dünyadan o yüce dünyaya geçerim...” Konu urken yüzünü nefe çevirmi ti. Yukarıdan gelen bir ı ık demeti, çoban yıldızının iyicilli iyle, kendi co kusuyla kendinden geçerek bir haç biçiminde açtı ı ellerini ve yüzünü aydınlatıyordu. “Her yaratık,” dedi, “ister gözle görülür, ister görülmez olsun, ı ıkların yaratıcısının varlı a dönü türdü ü bir ı ıktır. Bu fildi i, bu oniks, hatta çevremizi ku atan u ta da bir ı ıktır; çünkü onların iyi ve güzel olduklarını, kendi orantı kurallarına göre var olduklarını, cins ve tür bakımından tüm öteki cins ve türlerden ayrıldıklarını, kendi nicelikleriyle tanımladıklarını, kendi düzenlerine ba lı kaldıklarını, a ırlıklarına uygun dü ecek özel yerlerini aradıklarını biliyorum. Baktı ım maddeler, do aları gere i ne denli de erliyse, bunlar bana o denli açık olur ve yaratılı ın kutsal gücü ne denli iyi aydınlanırsa -neden’in bütünlü ü içinde eri ilmez yüceli ine, sonucun yüceli iyle eri mem gerekti ine göretanrısal nedensellikten gübre ya da bir böcek bile bana söz edebiliyorsa, altın ve elmas gibi ola anüstü bir sonuç bu nedenselli i o denli iyi açıklar bana! Sonra, bu ta larda öylesine üstün eyler algılayınca, sevince bo ulan ruhum a lar, dünyasal bo gururdan ya da zenginlik sevgisinden de il, nedeni olmayan ilk nedenin katıksız sevgisinden ötürü.” “Gerçekten, bu tanrıbilimlerin en güzeli,” dedi William, kusursuz bir alçakgönüllülükle; retorikçilerin ince alay dedikleri yanıltıcı söz sanatını kullanmakta oldu unu dü ündüm; bu söz sanatının, anlamını ve gerekçesini olu turdu u önermenin ardından gelmesi gerekir. William’ın hiç yapmadı ı bir eydi bu. Bu nedenle, söz sanatlarını kullanmaya daha yatkın olan Ba rahip, William’ın söylediklerini sözcük anlamında aldı ve hâlâ gizemsel co kusunun etkisi altında, “Her eye Gücü Yeten’le ileti im kurmamızı sa layan yolların en kestirmesidir bu: Tanrı’nın tecelli etti i madde,” dedi. William terbiyeli terbiyeli öksürdü. “Eee... hımmm...” dedi. Yeni bir konu açmak istedi i zaman böyle yapardı. Bunu incelikle yapmayı ba arırdı; çünkü, sanki tamamlanmı bir dü ünceyi açıklamak ona büyük bir zihinsel çabaya maloluyormu gibi, hep uzun, a lamaklı seslerle söze girmek alı kanlı ıydı onun sanırım ülkesinin insanlarının tipik bir özelli iydi bu. Oysa, imdi anlıyorum, görü ünü açıklamadan önce ne denli çok a lamaklı sesler çıkarırsa, dile getirdi i görü ün do rulu undan o denli emindi. “Eee... hmmm...” dedi William. “Toplantıdan ve yoksullukla ilgili tartı madan söz etmeliyiz.” “Yoksulluk...” dedi Ba rahip, hâlâ dü üncelere dalmı ; de erli ta larının onu alıp götürdü ü o güzel evrenden a a ı inmekte güçlük çekiyormu gibi. “Do ru, toplantı...” Sonra, benim bir bölümünü daha önceden bildi im, bir bölümünü de onların konu masını dinlerken kavrayabildi im eyler üstüne yo un bir tartı maya ba ladılar. Olayları oldu u gibi yansıtan öykümün ba ında da söyledi im gibi, konu maları bir yanda mparator’u Papa’yla, öte yanda Papa’yı, Perugia Ruhani Meclisi’nde, uzun yıllar sonra da olsa, Tinciler’in, sa’nın yoksullu una ili kin tezlerini benimseyen Fransisken’lerle kar ı kar ıya getiren ikili çeki meyle; aynı zamanda Fransisken’leri imparatorlukla birle tiren, Ermi Benedikten tarikatına ba lı rahiplerin bana hâlâ karanlık görünen araya giri iyle -bir kar ı çıkı lar ve ba la ıklar üçgeninden- artık bir dörtgene dönü mü olan olaylar dolantısıyla ilgiliydi. Benedikten rahiplerinin, kendi tarikatları daha onların görü lerini bir ölçüde payla madan önce de, Tinci Fransiskenleri neden koruduklarını ve onlara neden kabul gösterdiklerini hiçbir zaman açık seçik olarak anlayamamı ımda. Çünkü e er Tinciler tüm dünya mallarının yadsınmasını öngörüyorduysalar, benim tarikatımın rahipleri de -daha o gün açıkça do rulandı ını görmü tüm bunun- daha az erdemli olmayan, ama tam anlamıyla kar ıt bir yol izliyorlardı. Ama kanımca rahipler, Papa’nın a ırı erke sahip olu unun, piskoposlar ve kentler için de a ırı erk anlamına geldi ine inanmı lardı. Oysa benim tarikatım, laik din adamları ve kent tüccarlarıyla sava arak dünyayla gökyüzü arasında do rudan aracı ve hükümdarların danı manı gibi davranarak yüzyıllar boyunca erkinin dokunulmazlı ını korumu tur. Tanrı’nın kullarının, çobanlar (yani kilise mensupları), köpekler (yani sava çılar) ve sürü, halk, diye ayrıldıklarını birçok kez i itmi tim. Ama bu tümcenin birkaç biçimde söylenebilece ini daha sonra ö rendim. Benediktenler sık sık üç de il, iki büyük bölümden söz etmi lerdi; biri dünyasal eylerin yönetimi, ötekiyse t göksel eylerin yönetimiyle ilgiliydi. Dünyasal eyler bakımından din adamları, derebeyleri ve halk olmak üzere geçerli bir bölümleme vardı, ama bu üçlü bölümlemenin üstünde Tanrı’nın kulları ile gökyüzü arasında do rudan bir ba 130 o l a n ordo monachorum’un varlı ı egemendi; rahiplerinse, bilgisiz ve yoz, sürünün artık iyi ve sadık köylülerden de il, tüccar ve zanaatçılardan olu tu u kentlerin çıkarlarını dü ünen papaz ve piskoposlardan olu an laik din adamlarıyla hiçbir ili kileri yoktu. Basit nsanların yönetiminin laik din adamlarına bırakılması, bu yönetimin kesin kuralının saptanması rahiplere ait oldu u sürece, Benedikten tarikatının ho una gitmiyor de ildi; rahipler, tüm göksel erkin kayna ıyla do rudan ileti im içinde oldukları gibi, tüm dünyasal erkin kayna ıyla, yani imparatorlukla da do rudan ileti im içindeydiler. Kanımca, birçok Benedikten rahibinin (piskoposlar ve tüccarların bir arada olu turdukları) kent yönetimine kar ı, imparatorlu a yeniden saygınlık kazandırmak için, dü üncelerini payla madıkları, ama Papa’nın a kın gücüne kar ı imparatorlu a iyi tasımlar sa ladı ı için, varlıkları kendilerine yararlı olan Tinselci Fransiskenleri korumayı kabul etmelerinin nedeni budur. Abbone’nin, mparator tarafından Fransisken tarikatıyla Papa’lık tahtı arasında arabuluculuk etmek için gönderilmi olan William’la i birli i yapmaya hazır olmasının nedenleri bunlar diye dü ündüm. Gerçekten, kilisenin birli ini öylesine tehlikeye dü üren iddetin ortasında bile, Papa Ioannes tarafından birkaç kez Avignon’a ça rılan Cesena’lı Michele sonunda ça rıyı kabul etti; çünkü tarikatının Papa’yla kesin bir çatı maya girmesini istemiyordu. Papa’nın rızası olmadıkça tarikatın ba ında uzun süre kalamayaca ını sezinledi i için de, Fransisken’lerin ba kanı, mevzilerinin yengi kazanmasını ve papalık onayını almak istiyordu. Ama birçokları, Papa’nın, onu tuza a dü ürmek için Fransa’da bekledi ine, sapkınlıkla suçlayarak yargılataca ına inandırmı lardı onu. Bu nedenle de, Michele’nin Avignon’a gitmesinden önce, bazı görü meler yapılmasını ö ütlediler. Marsilio’nun daha iyi bir fikri vardı: Michele’yle birlikte, mparator’u destekleyenlerin görü açısını Papa’ya sunacak bir mparatorluk elçisinin gönderilmesi. Ya lı Cahors’u ikna etmekten çok, Michele’nin durumunu güçlendirmek için; çünkü imparatorluk heyetinin bir üyesi olarak, Papa’nın öcü öyle kolay kolay tuza a dü üremeyecekti onu. Ancak bu görü ün de sayısız sakıncaları vardı ve hemen uygulanamadı. mparatorluk heyeti üyeleriyle Papa’nın bazı temsilcileri arasında bir ön toplantı dü üncesi buradan do du; bu toplantıda iki taraf da kendi durumunu ortaya koyacak, talyan ziyaretçilerin güvenli inin garanti altına alınaca ı daha sonraki bir toplantı için görü birli ine varıldı ı kaleme alınacaktı. Bu ilk bulu mayı düzenlemekle do rudan do ruya Baskerville’li William görevlendirilmi ti. William yolculu un tehlikesiz oldu u kanısına varırsa, daha sonra Avignon’da, imparatorluk tanrıbilimcilerinin görü açısını yansıtacaktı. Kolay bir giri im de ildi bu; çünkü ona daha kolay boyun e direbilmek için Michele’nin Avignon’a yalnız gitmesini isteyen Papa, mparator’un temsilcilerinin sarayına yapacakları yolculu u elden geldi ince güçle tirmek için kendilerine buyruk verdi i bir heyet gönderecekti talya’ya. William o zamana de in büyük bir ustalıkla davranmı tı. Çe itli Benedikten rahipleriyle uzun uzun görü tükten sonra (yolculu umuz boyunca sık sık duraklamamızın nedeni buydu), imdi bulundu umuz manastırı seçmi ti; çünkü Ba rahip’in imparatorlu a çok ba lı oldu u biliniyordu, ama gene de, büyük diplomatik yetene inden ötürü, papalık sarayı için de sevilmeyen biri de ildi. Bu nedenle, tarafsız bir yer olarak iki grup bu manastırda bulu acaklardı. Ama Papa’nın direni i sona ermemi ti. Elçilerinin manastır topra ına ayak basar basmaz Ba rahip’in yargı yetkisine gireceklerini biliyordu; elçileri aynı zamanda laik din adamları olduklarından bu ko ulu kabul etmiyor, mparator yanlılarının tuza ından korkuyorlardı. Bu nedenle, onların güvenli inin, Papa’nın güvenini kazanmı bir ki inin komutasında, Fransız Kralı’nın bir okçu bölü ünce sa lanmasını art ko mu tu. William, Bobbio’da bu konuyu Papa’nın bir elçisiyle tartı ırken kula ıma çalınmı tı. Bu bölü ün görevlerini, daha do rusu papalık elçilerinin güvenli inin güvence altına alınmasıyla ne anlatılmak istendi ini belirleyecek formülün saptanması konusu ele alınmı tı. Sonunda Avignon’lularca önerilen bir formül kabul edildi; çünkü akla yakın görünüyordu: Silahlı askerler ve komutanlar, “papalık üyelerinden herhangi birinin canına kastedecek bir giri imde bulunacak ya da iddet eylemleriyle onların davranı ya da dü üncelerini etkilemeye çalı acak herkes” üstünde yargı yetkisine sahip olacaklardı. O zaman, anla ma salt biçimsel kaygılardan esinlenmi görünüyordu. Oysa imdi, manastırdaki son olaylardan sonra Ba rahip tedirgindi; ku kularını William’a açıkladı. Papalık elçileri iki cinayetin faili hâlâ ortaya çıkarılmadan manastıra varacak olurlarsa (ertesi gün Ba rahip’in kaygıları daha da artacaktı; çünkü cinayetlerin sayısı üçe çıkacaktı), bu duvarlar arasında, iddet eylemleriyle Papa’nın elçilerinin dü ünce ve davranı larını etkileyebilecek birisinin dola makta oldu unu kabul etmek gerekecekti. lenen cinayetleri gizlemeye çalı mak hiçbir eye yaramazdı; çünkü bir cinayet daha i lenecek olursa, papalık elçileri kendilerine kar ı kurulmu bir komplodan ku kulanacaklardı. Bu durumda yalnızca iki çözüm vardı: Ya William heyet gelmeden katili ortaya çıkaracak (burada Ba rahip, sanki sorunu hâlâ çözemedi i için onu sessizce kınıyormu gibi dik dik William’a baktı), ya da Papa’nın temsilcisine durum açıkça anlatılarak görü meler sırasında manastırı sıkı bir gözetim altında tutmak için onunla i birli i sa lanmaya çalı ılacaktı. Bu ikinci çözüm Ba rahip’in ho una gitmiyordu; çünkü bu, egemenli inden bir ölçüde vazgeçmek ve rahiplerini Fransızların denetimine bırakmak anlamına geliyordu. Ama hiçbir tehlikeyi göze alamazdı. William ve Ba rahip’in her ikisi de olayların bu biçimde geli mesinden kaygı duyuyorlardı; ama seçenekleri azdı. Gene de kesin karara varmayı ertesi güne bıraktılar. Bu arada, Tanrı’nın merhametine ve William’ın bilgeli ine sı ınacaklardı. “Elimden gelen her eyi yapaca ım, Yüce Efendimiz,” dedi William. “Ama öte yandan, bu sorunun görü meyi nasıl tehlikeye dü ürebilece ini hiç anlamıyorum. Bir delinin ya da kana susamı ın ya da yalnızca yitik bir ruhun davranı ıyla dürüst insanların bir araya gelip tartı acakları ciddi sorunların ayrı ayrı eyler oldu unu papalık temsilcisi de anlayacaktır.” “Öyle mi dü ünüyorsunuz?” diye sordu Ba rahip, dik dik William’a bakarak. “Unutmayın ki Avignon’lular Minorit’lerle, yani Fraticello’lara tehlikeli biçimde yakın ve onlardan daha da çılgın olan ba kalarıyla, elleri kana bulanmı tehlikeli sapkınlarla bulu acaklarını çok iyi biliyorlar”; burada Ba rahip sesini alçaktı, “bunların yanında, burada olup bitenler ne denli korkunç olursa olsun, güne kar ısında da ılan sis gibi silik kalır.” “Aynı ey de il!” diye ba ırdı William tiz bir sesle. “Perugia Ruhani Meclisi’ndeki Minorit’leri, ncil’in mesajını yanlı anlamı , servete kar ı sava ımı bir dizi ki isel kan davasına ya da kanlı çılgınlı a dönü türen sapkınlar takımıyla bir tutamazsınız...” “Daha birkaç yıl önce, sizin sapkınlar takımı dedi iniz kimselerin bir bölü ü, buradan birkaç kilometre uzaklıktaki Vercelli Piskoposu’nun topraklarını ve Novara da larını kana ve ate e bo dular,” dedi Ba rahip kuru bir sesle. “Fra Dolcino’yla Havarilerinden söz ediyorsunuz...” “Sözde Havariler,” diye düzeltti Ba rahip. Ve bir kez daha, Fra Dolcino’yla Havarilerinden, sakınımlı bir sesle, neredeyse bir yılgınlık anı tırmasıyla söz edildi ini i ittim. “Sözde Havariler,” diye kabul elti William hemen. “Ama onların Minorit’lerle hiçbir ili i i yoktu...” “... onların Calabrialı Gioacchino’ya duydukları saygıyı payla ıyorlardı,” diye direndi Ba rahip, “dilerseniz, sizinle aynı tarikattan olan Ubertino’ya sorabilirsiniz.” “Zatıâlilerine, onun imdi sizinle aynı tarikattan oldu unu belirtmeliyim,” dedi William gülümseyerek ve bir tür reveransla, böylesine ünlü bir adamı tarikatına kazandırdı ı için Ba rahip’i kutluyormu çasına. “Biliyorum, biliyorum,” diye gülümsedi Ba rahip. “Tarikatımızın Tinciler’i Papa’nın hı mına u radıkları zaman nasıl karde çe bir sevgiyle ba rına bastı ını biliyorsunuz. Yalnız Ubertino’dan de il, haklarında az ey bilinen ve belki de daha çok ey bilinmesi gereken, öteki alçakgönüllü rahiplerden de söz ediyorum. Çünkü Minorit kılı ına bürünmü olarak kar ımıza çıkan kaçakları da ba rımıza bastı ımız oldu; ya amlarındaki çe itli ya antıların onları bir süre için Dolcino yanlılarına oldukça yakla tırmı oldu unu sonradan anladım.” “Burada da var mı böyleleri?” diye sordu William. “Burada da var. Do rusunu söylemek gerekirse, çok az bildi im, en azından suçlamalarda bulunmaya yetecek denli bilmedi im eylerden söz ediyorum size. Ama bu manastırın ya amını incelemekte oldu unuza göre, sizin de bunları bilmenizde yarar var. Size unu da söyleyeyim, i itti im ya da tahmin etti im eylere dayanarak, tam iki yıl önce, Minorit’lerin göçünden sonra manastıra gelen kilercimizin ya amında çok karanlık bir an oldu undan ku ku duyuyorum - dikkat edin, yalnızca ku ku.” “Kilerci mi? Viragine’li Remigio bir Dolsiniyen mi? Bana öyle geliyor ki, yaratıkların en yumu ak ba lısı o; bu yüzden de tanıdı ım insanlar içinde Yoksulluk Bacı’yla en az ilgileneni...” dedi William. “Ona kar ı söyleyecek hiçbir eyim yok; hizmetinden de yararlanıyorum; bu yüzden tüm topluluk gönül borcu duyuyor ona, bir Frate ile bir Fraticello arasında ba kurmanın ne denli kolay oldu unu size anlatmak için söylüyorum bunu.” “Zatıâlileri bir kez daha yanılıyorlar; izin verirseniz söyleyeyim,” diye onun sözünü kesti William. “Biz Dolsiniyenler’den söz ediyorduk, Ftaticello’lardan de il. nsan kimden söz edildi ini bile bilmeksizin Dolsiniyenler hakkında çok ey söyleyebilir; çünkü birçok çe itleri vardır. Ama onlara kana susamı denemez. Olsa olsa Tinciler’in gerçek Tanrı sevgisinden esinlenerek büyük bir ılımlılıkla öne sürdükleri eyleri, enine boyuna dü ünmeden uygulamaya koydukları söylenebilir; bu noktada, iki grup arasındaki sınır çizgisinin çok ince oldu unu kabul ediyorum...” “Ama Fraticello’lar sapkındır!” diye sertçe onun sözünü kesti Ba rahip. “Yalnızca sa’nın ve Havarilerin yoksullu unu desteklemekle kalmıyorlar ben katılmasam da, Avignon’luların kendini be enmi li ine kar ı yararlı olabilecek bir ö reti. Fraticellolar bu ö retiden pratik bir tasım çıkarıyorlar; ba kaldırı, ya ma ve alı kanlıkları saptırma hakkını çıkarsıyorlar.” “Ama hangi Fraticello’lar?” “Genellikle tümü. Adı anılmayacak cinayetlere bula tılar: Evlili i tanımıyorlar, cehennemi yadsıyorlar, e cinsellik suçu i liyorlar, Bogomillerin, 131 132 ordo Bulgariae ve ordo Drygonthie sapkınlı ını benimsiyorlar...” “Lütfen,” dedi William, “ba ka ba ka eyleri birbirine karı tırmayın! 133 F r a t ic e llo’la r, Patarenler , ayrıca 134 135 Valdezyenler , Katarlar , bunlar arasında da, Bulgaristan Bogomilleriyle, Dragovitsa sapkınları aynı eylermi gibi konu uyorsunuz!” “Hepsi de aynı,” dedi sertçe Ba rahip, “çünkü onlar sapkın; çünkü onlar laik dünyanın ve sizin de destekler göründü ünüz imparatorlu un düzenini tehlikeye dü ürüyorlar. Yüzyılı a kın bir süre önce, Brescia’lı Arnaldo’nun izinden gidenler, soylularla kardinallerin evlerini ate e verdiler: bunlar, Lombardiya’lı Pataren sapkınlı ının meyveleriydi. Bu sapkınlar hakkında korkunç öyküler biliyorum: Eisterbach’lı Sezar’da okudum onları. Verona’da, San Gedeone piskoposluk kurulu üyesi Everardo, kendisini evinde a ırlayan adamın her gece karısı ve çocuklarıyla evden çıktı ım farketmi . Üçünden birine, hangisine bilmiyorum, nereye gittiklerini, ne yaptıklarını sormu . Gel de gör diye yanıt verilmi ona; o da artlarından, yeraltında, insanların kadın erkek toplandıkları büyük bir eve gitmi . Ötekiler sessizlik içinde beklerken sapkınların önde gelenlerinden biri küfürlerle dolu bir konu ma yapmı ; ya amlarını ve törelerini bozmalarını istemi . Sonra mum söndürülünce herkes, karısıyla kızı, dulla el de memi genç kız, efendiyle köle, hatta (daha kötüsü, böyle korkunç eyler söyledi im için Efendimiz beni ba ı lasın) kızı ve kızkarde i arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin en yakınındakinin üstüne atılmı . Everardo bütün bunları görünce, hafif ve kösnül bir genç oldu undan, tarikatın üyesiymi gibi yaparak evsahibinin kızının mı, yoksa ba ka bir genç kızın mı bilmem yanına yana mı , mum söndürülünce de onunla günah i lemi . Ne yazık ki bir yılı a kın bir süre böyle davranmı . O zaman Everardo içine dü tü ü uçurumu görmü ve o eve, sapkınlı ın çekicili ine kapıldı ı için de il, kızların çekicili ine kapıldı ı için gitti ini söyleyerek onların ayartmalarından kaçmayı ba armı . Onu kovmu lar. Ama görüyorsunuz, sapkınların yasası ve ya amı böyledir Patarenlerin, Katarların, Joachim’cilerin, her çe it Tincilerin. Hem bunda a acak bir ey; onlar bedenin dirilece ine, günahların bedelinin ödenece ine, cehenneme inanmıyorlar; hiç ceza görmeksizin her eyi yapabileceklerini öne sürüyorlar. Kendilerine catharoi, yani katıksız diyorlar.” “Abbone,” dedi William, “siz bu görkemli ve kutsal manastırın yalıtılmı lı ı içinde, dünyanın kötülüklerinden uzak ya ıyorsunuz. Kentlerde ya am sandı ınızdan çok daha karma ıktır; hem biliyorsunuz, yanılgının da, kötülü ün de dereceleri vardır. Lut, Tanrı’nın gönderdi i melekler hakkında bile kötü dü ünceler besleyen yurtta larından daha az günahkârdı; Petros’un ihaneti, Yehuda’nınkiyle kar ıla tırıldı ında solda sıfır kalır; gerçekten de, biri ba ı landı; ötekiyse ba ı lanmadı. Siz Patarenlerlc Katarları bir tutuyorsunuz. Patarenler, Kutsal Kilise Ana’nın yasaları çerçevesinde alı kanlıkları düzeltmeye yönelik bir akımdı. Onlar her zaman din adamlarının ya am biçimlerini düzeltmeye çalı mı lardır.” “Yüre i temiz olmayan papazlardan kutsama istenmemesini öne sürerek...” “Ve yanıldılar; ama bu, kuramlarının tek yanılgısıydı. Tanrı’nın yasasını de i tirmeyi hiçbir zaman öne sürmediler...” “Ama Brescia’lı Arnaldo’nun yaydı ı Pataren dü ünce Roma’da iki yüz yılı a kın bir süre önce, kırsal yı ınları soylularla kardinallerin evlerini yakmaya itti.” “Arnaldo belediye ba kanlarını reform hareketine çekmeye çalı tı. Onu izlemediler; o da yoksullar ve dı lanmı lar arasında destek buldu. Onun daha az yozla mı bir kent ça rısına iddet ve öfkeyle kar ılık vermelerinden o sorumlu de ildi.” “Kent her zaman yozdur.” “Kent bugün sizin, bizim çobanı oldu umuz, Tanrı’nın kullarının ya adıkları yerdir. Zengin din adamlarının yoksul ve aç insanlara erdem üstüne vaaz verdikleri bir rezillik yeridir. Patarenlerin çıkardıkları karı ıklıklar bu durumdan do mu tur. Hüzünlüdür Patarenler, ama anla ılmaz de ildirler. Katarlar daha ba kadır. Onlarınki, kilise ö retisinin dı ında bir Do u sapkınlı ıdır. Onlara yorulan suçları gerçekten i lemi ya da i lemekte olup olmadıklarını bilmiyorum. Evlili e kar ı olduklarını, cehennemi yadsıdıklarını biliyorum. lemedikleri birçok suçun, yalnızca savundukları (ku kusuz i renç) dü üncelerden ötürü onlara yüklenmi olup olmadı ını soruyorum kendi kendime.” “Katarların Patarenlere karı madıklarını, her ikisinin de yalnızca aynı iblisçe görünümün sayısız yüzlerinden ikisi olduklarını mı söylüyorsunuz?” “Bu sapkınlıklarının birço unun, destekledikleri ö retilerden ba ımsız olarak, basit insanlar arasında ba arı kazandı ını, çünkü bu insanlara ba ka bir ya am olana ı sunduklarını söylüyorum. Basit insanların ço u kez ö retiler konusunda fazla bir ey bilmediklerini söylüyorum. Ço u zaman basit insan yı ınlarının Katar ö retisini Patarenlerin ö retisiyle, bunu da genellikle Tincilerin ö retisiyle karı tırdıklarını söylüyorum. Basit insanların ya amı, bilgiyle ve bizi bilge kılan uyanık bir ayırdetme duygusuyla aydınlatılmamı tır, Abbone. Hastalık ve yoksulluk altında ezilmi tir onların ya amı; bilgisizlikle dili ba lanmı tır. Birçokları için bir sapkın gruba katılmak, ço u kez kendi umarsızlıklarını haykırmanın bir ba ka yoludur. Bir kardinalin evi, din adamlarının ya amını yetkinle tirmek için de yakılabilir, onun hakkında vaaz verdi i cehennemin var olmadı ına inandıkları için de. Her zaman yapılan bir eydir bu; çünkü yeryüzünde bazan çobanları oldu umuz sürülerin içinde ya adıkları bir cehennem vardır. Ama siz de çok iyi biliyorsunuz ki, tıpkı onların Bulgar kilisesiyle rahip Liprando’nun izinden gidenleri birbirinden ayırdedememeleri gibi, imparatorluk makamları ve onları tutanlar da, Tincilerle sapkınları ço u kez birbirinden ayıramamı lardır. mparatorluk yanlısı gruplar, dü manlarını yenebilmek için halk arasında Katarcı e ilimleri sık sık yüreklendirdiler. Kanımca iyi etmediler. Ama imdi aynı güçlerin sık sık, bu gere inden “basit”, için için kaynayan, tehlikeli dü manlardan kendilerini kurtarmak için, bir gruba ötekilerin sapkınlıklarını yüklediklerini ve tümünü de ate e atıp yaktıklarını biliyorum. Size yemin ederim, Abbone, erdemli bir ya am süren, yoksullu u ve erdenli i benimseyen, ama piskoposlara dü man olan insanların -belki ba kalarının i ledikleri, ama onların i lemediklerirastgele cinsel ili kide bulunmak, e cinsellik ve a za alınmaz eylerle suçlayarak, imparatorlu un ya da özgür kentlerin hizmetindeki laik makamlara teslim edildiklerini kendi gözlerimle gördüm. Basit insanlar kasaplık hayvan gibidirler; dü mana sorun çıkarmaya yaradıkları zaman kullanılırlar, artık i e yaramaz olunca da kurban edilirler.” “Yani,” dedi Ba rahip, açık bir kötülükle, “Fra Dolcino’yla çılgın adamları ve Gherardo Segarelli’yle o i renç katiller, kötü Katarlar mıydılar, yoksa erdemli Fraticello’lar mıydılar? E cinsel Bogomiller miydiler, yoksa Pataren reformcular mı? Gerçe in nerede yattı ını bana söyler misiniz William, siz ki, sapkınlar hakkında, onlardan biri sanılacak kadar çok ey biliyorsunuz?” “Gerçek, hiçbir yerde de ildir bazan,” dedi William, hüzünle. “Görüyor musunuz? Siz bile artık bir sapkını ötekinden ayırt edemiyorsunuz. Hiç olmazsa benim bir kuralım var. Sapkınların, Tanrı’nın kullarını bir arada tutan düzeni tehlikeye atan kimseler olduklarını biliyorum. Ve mparator’u destekliyorum; çünkü bu düzeni benim için güvence altına alıyor. Papa’yla sava ıyorum; çünkü tinsel erki, tüccarlar ve loncalarla ba la ık ve bu düzeni koruyamayacak olan kent piskoposlarına veriyor. Biz bu düzeni yıllarca koruduk. Sapkınlara gelince, onlar için tek bir kuralım var; Citeaux Piskoposu Arnald Amaralicus’un, sapkınlı ından ku kulanılan Beziers kenti yurtta larını ne yapacaklarını kendisine soranlara verdi i yanıtta özetleniyor bu kural: ‘Tümünü öldürün! Tanrı, kendinden yana olanları tanır.’” William gözlerini indirdi, bir süre sustu. Sonra, “Beziers kenti ele geçirildi; bizimkiler ne onura, ne ya a, ne cinse baktılar; yirmi bine yakın insan kılıçtan geçirildi. Kıyam sona erince kent ya malanıp yakıldı,” dedi. “Kutsal bir sava da önünde sonunda bir sava tır. Belki de bu nedenle kutsal sava lar olmamalıdır. Ama neler söylüyorum ben? talya’yı yakıp yıkmakta olan Ludwig’in haklarını savunmak için bulunuyorum burada. Ben de garip ba la ıkların oyununa kapıldım. Tincilerle imparatorluk arasındaki ba la ıklık garip; imparatorlu un, halkın egemenli ini isteyen Marsilio’yla ba la ıklı ı da k. garip. Dü üncelerimiz ve geleneklerimiz öylesine farklı olan sizinle benim aramdaki ba la ma da garip. Ama iki ortak görevimiz var; toplantının ba arısı ve bir katilin ortaya çıkarılması. Barı içinde yol almaya çalı alım.” Ba rahip kollarını uzattı. “Bana barı öpücü ü verin William Birader. Sizin gibi bilgili bir adamla, ince tanrıbilim ve ahlak sorunlarını sonsuza dek tartı abilirdik. Ama Paris’teki üstatlar gibi tartı ma zevkine kaptırmamalıyız kendimizi. Haklısınız, önümüzde önemli bir görev var; uyum içinde yol almalıyız. Bunlardan söz edi imin nedeni, arada bir ba oldu una inanı ım, anlıyor musunuz? Burada yer alan cinayetlerle tarikatınıza mensup karde lerinizin savları arasında olası bir ba - daha do rusu, ba kalarının kurabilecekleri bir ba . Sizi bunun için uyardım; Avignon’luların en küçük bir ku kuya ya da sezgiye kapılmalarını bunun için önlemeliyiz.” “Yüce Efendimiz’in, yapaca ım soru turmanın yönünü çizdi ini de dü ünmemeli miyim? Son olayların rahiplerden birinin geçmi teki sapkınlı ıyla ilgili karanlık bir öyküden kaynaklanmı olabilece ine mi inanıyorsunuz?” Ba rahip, yüzünde hiçbir anlatım belirmeksizin William’a bakarak birkaç saniye sustu. Sonra, “Bu üzücü olayın soru turmasını siz yapacaksınız,” dedi. “Ku kulu olmak, hatta yersiz ku kuya kapılmayı bile göze almak sizin hakkınız. Ben yalnızca Ba rahip’im burada. unu da ekleyeyim; rahiplerden birinin geçmi inin yerinde bir ku ku yarattı ım bilseydim, bu zararlı otu kendi ellerimle söküp atardım. Benim bildi imi siz de biliyorsunuz. Bilmedikleriminse, sizin bilgeli iniz sayesinde aydınlı a kavu ması do ru olacaktır. Ama ne olursa olsun, her zaman ve her eyden önce bana bilgi verin.” Selam vererek kiliseden çıktı. “Olay gittikçe karma ıkla ıyor, sevgili Adso,” dedi William karanlık bir yüzle. “Biz bir elyazmasının ardından ko alım, gere inden çok meraklı bazı rahiplerin gere inden sert tartı maları, bazılarının da gere inden kösnül ya antılarıyla ilgilenelim derken, imdi de bamba ka bir iz giderek belirginle iyor. Demek ki kilerci... Kilerciyle birlikte Salvatore denen o garip hayvan da geldi buraya... Ama imdi gidip dinlenelim, çünkü bütün geceyi uyanık geçirmeyi tasarladık.” “Demek bu gece kitaplı a gitmeyi hâlâ tasarlıyorsunuz? Bu ilk ipucundan vazgeçmiyor musunuz?” “Kesinlikle hayır. Hem iki ayrı ipucunun söz konusu oldu unu söyleyen kim? Sonra u kilerci öyküsü belki de Ba rahip’in ku kusundan ba ka bir ey de ildir.” Hacılar konukevine do ru yöneldi. E i e varınca durdu ve daha önceki konu masını sürdürüyormu gibi konu tu. “Aslında Ba rahip Adelmo’yla ilgili soru turma yapmamı, genç rahipler arasında sa lıksız bir eyler oldu unu dü ündü ü zaman istedi benden. Ama imdi, Venantius’un ölümü ba ka ku kular uyandırınca, belki de Ba rahip gizemin anahtarının kitaplıkta oldu unu sezinledi; ama orada da ara tırma yapılmasını istemiyor. Bu yüzden, dikkatimi Aedificium’dan uzakla tırmak için kilerciyi ipucu olarak sunuyor bana...” “Peki ama, niçin istemesin...” “Çok soru sorma. Ba rahip bana daha en ba ında kitaplı ın dokunulmazlı ı oldu unu söyledi. Kendince haklı nedenleri olsa gerek. Belki o da Adelmo’nun ölümüyle ilgisi olabilece ini dü ünmedi i bir olaya karı mı tır da, imdi rezaletin büyüdü ünün, kendisini de içine alabilece inin farkına varıyordur. Gerçe in ortaya çıkmasını da istemiyor ya da en azından, benim ortaya çıkarmamı istemiyor...” “Öyleyse Tanrı’nın unuttu u bir yerde ya ıyoruz biz,” dedim, tedirgin. “Sen Tanrı’nın kendilerinden razı oldu u insanlara rastladın mı hiç?” diye sordu William, upuzun boyunun tepesinden bakarak. Sonra beni dinlemeye gönderdi. Yata ıma yatarken, babamın beni dünyayı dola maya göndermemesi gerekti i, dünyanın sandı ımdan daha karma ık oldu u sonucuna vardım. Gere inden çok ey ö reniyordum. 136 “Salva me ab ore leonis ,” diye dua ettim uykuya dalarken. kinci Gün GÜNBATIMINDAN SONRA Bu kısa bölümde ya lı Alinardo, labirente ve oraya nasıl girilece ine dair çok ilginç eyler anlatıyor. Uyandı ımda, neredeyse ak am yeme i çanları çalıyordu. Donuk ve sersem gibi hissediyordum kendimi; çünkü gündüz uykusu bedenin günahı gibidir: Ne denli çok i lenirse, o denli çok istenir. Gene de insan kendini mutsuz hisseder; aynı zamanda hem doygun, hem de doymamı . William hücresinde yoktu; çok erkeni kalktı ı açıktı. Biraz dola tıktan sonra onu Aedificium’a çıkarken buldum. Bana yazı salonunda, incelemeyi kaldı ı yerden sürdürmek için Venantius’un masasına yakla maya çalı ırken katalogların sayfalarını çevirdi ini, rahiplerin çalı malarına göz attı ını söyledi. Ama u ya da bu nedenle, hiçbiri o kâ ıtları karı tırmasını istemiyormu gibi görünüyordu. Önce bazı de erli minyatürleri göstermek için Malachi yakla mı tı yanına. Sonra Benno sudan bahanelerle oyalamı tı onu. Daha sonra da incelemelerini sürdürmek için e ildi inde, Berengar ona yardım önererek çevresinde dönenmeye koyulmu tu. Sonunda Malachi, üstadımın Venantius’a ait eylerle u ra maya ciddi ciddi niyetli oldu unu görünce, ölünün kâ ıtlarını karı tırmadan önce Ba rahip’in iznini almasının iyi olaca ını apaçık söylemi ti ona; kendisi bile, kütüphaneci oldu u halde, disipline duydu u saygıdan ötürü kâ ıtlara bakmaktan kaçınmı tı; hem William’ın kendisinden istedi i gibi, hiç kimse yakla mamı tı o masaya; Ba rahip’in buyru u olmaksızın da yakla amayacaktı. William Ba rahip’in kendisine tüm manastırda inceleme yapmak için izin vermi oldu unu belirtmi ti; bunun üzerine Malachi, içinde pek de kötülük olmadı ı söylenemeyecek bir sesle, Ba rahip’in yazı salonunda ya da Tanrı korusun, kitaplıkta da diledi i gibi dola masına da izin verip vermedi ini sormu tu ona. William Venantius’un kâ ıtları çevresindeki bütün bu davranı ların ve korkuların, onların ne olduklarına bakma iste ini do al olarak artırsa da, Malachi’ye kar ı bir güç gösterisine giri menin sırası olmadı ını anlamı tı. Ama o gece, nasıl olaca ım hâlâ bilmemekle birlikte, oraya geri dönmeyi öylesine aklına koymu tu ki, olay çıkarmamaya karar vermi ti. Bununla birlikte, e er gerçe i ö renme susuzlu undan kaynaklanmasaydı, fazlasıyla inatçı, belki de kınanacak öç alma dü ünceleri besliyordu içinde. Yemek salonuna girmeden önce, ak am serinli inde uyku bulutlarını da ıtmak için dehlizde küçük bir gezinti daha yaptık. Derin dü ünceye dalmı birkaç rahip hâlâ orada dola ıyordu. Dehlizin açıldı ı bahçede, iyiden iyiye güçten dü mü , kilisede dua etti i zamanlar dı ında günün büyük bir bölümünü a açlar arasında geçiren Grottaferrata’lı ya lı mı ya lı Alinardo’yu farkettik. So u u duymuyormu gibi sundurmanın dı kısmında oturuyordu. William ona birkaç merhaba sözcü ü söyledi; ya lı adam birisinin kendisine ilgi duymasına sevinmi gibiydi. “Dingin bir gün,” dedi William. “Tanrı’ya ükür,” diye yanıtladı ya lı adam. “Cennet dingin, ama yeryüzü karanlık. Venantius’u iyi tanır mıydınız?” “Venantius kim?” dedi ya lı adam. Sonra gözlerinde bir ı ık yandı. “Ha, u ölen delikanlı. Hayvan manastırda dola ıyor...” “Hangi hayvan?” “Denizden gelen koca hayvan... Yedi ba lı, on boynuzlu; on boynuzunda on taç, ba larında üç küfür sözcü ü. Parsa benzeyen bir hayvan, ayakları ayınınkilere, a zı bir aslanın a zına benziyor... Onu gördüm ben.” “Nerede gördünüz? Kitaplıkta mı?” “Kitaplıkta mı? Niçin? Yıllar, var ki yazı salonuna gitmiyorum, kitaplı ı da hiç görmedim. Kitaplı a kimse girmez. Kitaplı a girenleri tanıdım ben...” “Kimi, Malachi’yi mi, Berengar’ı mı?” “Yok, hayır...” diye güldü ya lı adam, keyifli bir sesle. “Eskisini, Malachi’den önceki kütüphaneciyi, yıllarca önce...” “Kimdi o?” “Anımsamıyorum, Malachi daha gençken öldü o. Malachi’nin üstadından önce gelen de; genç kütüphaneci yardımcısıydı; ben de gençtim o zaman... Ama kitaplı a hiç adımımı atmadım. Labirent...” “Kitaplık mı, Labirent?” “Hunc mundum tipice laberinthus 137 denotat ille ,” dedi tane tane, dalgın, ya lı adam. “Intranti largus, redeunti sed 138 nimis artus . Kitaplık kocaman bir labirenttir. Dünya labirentinin simgesi içine girersin, ama dı arı çıkıp çıkamayaca ını bilmezsin. Herkül tapına ının sütunlarından içeri girmemeli...” “Aedificium’un kapıları kilitliyken kitaplı a nasıl girildi ini bilmiyorsunuz, demek?” “A, biliyorum,” diye güldü ya lı adam, “birçokları bilir bunu. Kemik mezarlı ından geçersin. Kemik mezarlı ından geçebilirsin, ama kemik mezarlı ından geçmek istemezsin. Ölü rahipler nöbet tutarlar.” “Nöbet tutan ölü rahipler, geceleri ellerinde mumla kitaplıkta dola anlar olmasın?” “Mumlar mı?” Ya lı adam a ırmı görünüyordu. “Hiç böyle bir ey duymadım. Ölü rahipler kemik mezarlı ında durur. Kemikler yava yava mezarlıktan dü üp orada toplanarak giri i kapatır. Sen hiç apeldeki kemik mezarlı ına açılan suna ı görmedin mi?” “Kilisenin kanadını açtıktan sonra, soldan üçüncü, de il mi?” “Üçüncü mü? Belki de. Sunak ta ında bin iskelet oyulmu olan. Sa dan dördüncü kafatası: Gözlerine bas... kendini kemik mezarlı ında bulursun. Ama sakın gitme oraya; ben hiç gitmedim. Ba rahip kızar sonra.” “Peki, hayvan? Hayvanı nerede gördün?” “Hayvanı mı? Ha, Deccal’ı... Neredeyse gelir, bin yıl doldu; bekliyoruz onu...” “Bin yılı dolalı üç yüz yıl geçti, ama gelmedi...” “Deccal bin yıl dolunca gelmez. Bin yıl dolunca, do ruların egemenli i ba lar; sonra do ruları a ırtmak için Deccal gelir; sonra da son sava olacak... “Ama do rular bin yıl hüküm sürecekler,” dedi William. “Ya sa’nın ölümünden birinci bin yılın sonuna dek egemen oldular, ki Deccal’ın o zaman gelmesi gerekirdi, ya da daha egemenlik sürmediler, Deccal’ın gelmesi de daha çok uzak.” “Bin yıl, sa’nın ölümünden de il, Konstantinus’un ba ı ından ba layarak hesaplanır. Bin yıl imdi oldu...” “Do ruların egemenli i imdi sona mı eriyor yani?” “Bilmiyorum, artık bilmiyorum... Yorgunum. Hesaplamak güç. Liebana’dan Tanrı razı olsun, o hesapladı; Jorge’ye sor, o gençtir, daha iyi anımsar... Ama vakit doldu. Yedi borazanı i itmedin mi?” “Yedi borazanı mı, niçin?” “Öteki o lanın, minyatürcünün nasıl öldü ünü i itmedin mi? Birinci melek ilk borazana üfledi ve kanla karı ık is ve ate çıktı. kinci melek ikinci borazana üfledi ve denizin üçte biri kana dönü tü... kinci o lan kan denizinde bo ulmadı mı? Üçüncü borazanı bekle! Denizdeki canlıların üçte biri ölecek. Tanrı bizi cezalandırıyor. Manastırı ku atan tüm dünyaya sapkınlık bula tı; söylediklerine göre, Roma tahtında sapık bir Papa oturuyormu ; kutsal ekmekle büyü yapıyor, sonra da onunla murana balıklarını besliyormu ... çimizden birisi de yasa ı çi nedi, labirentin mührünü kırdı…” “Kim söyledi bunu sana?” “ ittim. Herkes manastıra günahın girdi ini fısıldıyor. Hiç nohut var mı sende?” Bana yöneltilmi olan bu soru a ırttı beni. “Hayır, bende nohut yok,” dedim, a kın, “Gelecek sefer biraz nohut gelir bana. Yumu ayıncaya dek a zımda tutuyorum onları; di siz a zımı görüyor musun? Tükürük salgılamaya yarıyor; 139 aqua fons vitae . Yarın nohut getirecek misin bana?” “Yarın size nohut getirece im,” dedim. Ama ya lı adam uyuyakalmı tı. Yanından ayrılıp yemekhaneye gittik. “Ne demek istedi sizce?” diye sordum üstadıma. “Kutsal bin yıl çılgınlı ı ho una gidiyor. Sözlerinin hangisi do ru, hangisi yanlı , ayırdetmek güç. Ama Aedificium’a nasıl girilece i konusunda bize ipucu verdi ine inanıyorum; dün Malachi’nin çıktı ı apeli gördüm. Gerçekten de ta tan bir sunak var orada, altlı ına kafatası kabartmaları yapılmı ; bu gece deneyece iz bakalım.” kinci Gün AK AM William’la Adso Aedificium’a giriyorlar; gizemli bir ziyaretçiyle kar ıla ıyorlar; üstünde büyüsel imler olan gizli bir mesaj buluyorlar; bulunur bulunmaz kaybolan bir de kitap; bu bölümü izleyen birçok bölümde aranacak, ama bulunamayacaktır; William’ın de erli merceklerinin çalınması, olayların sonuncusu de ildir. Ak am yeme i ne esiz ve sessiz geçti. Venantius’un ölüsü bulunalı on iki saati biraz geçmi ti. Herkes onun masada bo kalan yerine kaçamak bir bakı la bakıyordu. Ak am duası vakti gelince koro yerine do ru yürüyen alay, bir cenaze alayına benziyordu. Töreni nefte, üçüncü suna ı gözetleyerek izledik. I ık azdı, bu yüzden Malachi yerine gitmek üzere karanlıktan sıyrılınca, nereden geldi ini tam olarak anlayamadık. Ne olur ne olmaz diye gölgeye çekildik: yan nefte saklandık. Giysimin altında, yemek sırasında mutfaktan a ırdı ım lamba vardı. Daha sonra, bütün gece yanan büyük bronz üçayaktan yakacaktık onu. Yeni bir fitille çokça ya da bulmu tum. Uzun süre ı ı ımız olacaktı. Az sonra giri ece imiz serüven beni öylesine heyecanlandırıyordu ki, duaya dikkatimi veremiyordum; sona erdi inin neredeyse farkına bile varamadım. Rahipler kukuletalarını yüzlerine çektiler ve hücrelerine gitmek üzere sıraya girip sessizce dı arı çıktılar. amdanın parıltısıyla aydınlanan kilise bombo kaldı. “ imdi,” dedi William, “i ba ına.” Üçüncü apele yakla tık; suna ın altlı ı gerçekten bir kemik mezarlı ını andırıyordu; bir kaval kemi i yı ını üstüne konmu , hayranlık uyandıran bir kabartma içinde görünen gözçukurları, bo ve derin bir dizi kafatası bakanların yüre ini korkuyla dolduruyordu. William, Alinardo’dan i itmi olduu sözcükleri alçak sesle yineledi (sa dan dördüncü kafatası, gözlerine bas). Parmaklarını o etsiz yüzün gözçukurlarına soktu; hemen bo uk bir gıcırtı i ittik. Sunak kımıldadı, gizli bir eksenin çevresinde dönerek karanlık bir açıklı ı belli belirsiz gösterdi. Lambamı kaldırıp ı ık tutunca birkaç nemli basamak seçtik. Kapıyı ardımızdan kapatıp kapatmamayı aramızda tartı tıktan sonra a a ı inmeye karar verdik. Kapatmamak daha iyi, dedi William, sonra açıp açamayaca ımızı bilmiyorduk. Görünmek tehlikesine gelince, o saatte aynı düzene i kullanarak biri çıkagelirse, içeri nasıl girilece ini biliyor demekti; kapalı bir geçit engellemeyecekti onu. On basamaktan fazla indik; iki yanında daha sonra birçok lahitte görece im birkaç yatay ni in bulundu u bir koridora çıktık. Bir kemik mezarlı ına ilk kez giriyordum; bu yüzden çok korkuyordum. Rahiplerin kemikleri yüzyıllar boyunca topraktan kazılıp çıkarılmı , gövdelerinin biçimleri bozulmaksızın ni lere yı ılmı tı. Bazı ni lerde yalnızca küçük kemikler, bazılarında da yalnızca kafatasları vardı; yuvarlanmamaları için bir çe it piramit biçiminde düzgünce yerle tirilmi lerdi; gerçekten ürkütücü bir görünümleri vardı. Özellikle, yürüdükçe lambanın yarattı ı gölge oyunlarından ölürü. Bir ni te yalnızca eller gördüm, birbirine dolanmı ölü parmaklarıyla içice geçmi Bir sürü el. Bir an, bu ölüler evinde bir canlının varlı ını sezinledim; bir çı lık koyverdim; bir gıcırtı ve karanlıkta hızlı bir devinim. “Fareler,” dedi William, beni rahatlamak için. “Burada fare ne gezer?” “Buradan geçiyorlar, tıpkı bizim gibi; çünkü kemik mezarlı ı Aedificium’a, dolayısıyla da mutfa a açılıyor. Sonra da kitaplıktaki güzel kitaplara. imdi anlıyorsun Malachi’nin yüzünün neden öyle asık oldu unu. Görevi gere i günde iki kez geliyor buraya: bir sabah, bir de ak am. Do rusu, hiç de gülecek hali yok.” “Peki ama, ncil niçin sa’nın güldü ünü söylemiyor hiç?” diye sordum hiç ili i i yokken. “Bir sürü insan sa’nın gülüp gülmedi ini sormu tur kendi kendine. Beni pek ilgilendirmiyor bu sorun. Kanımca hiçbir zaman gülmedi o; çünkü Tanrı’nın o lunun olması gerekti i gibi, her eyi bilen birisi olarak, biz Hıristiyanların nasıl davranaca ımızı biliyordu. te geldik.” Gerçekten de, Tanrı’ya ükür, koridor sona eriyordu; basamaklar yeniden ba ladı. Bu basamaklardan çıkıp da demir kaplı ah ap kapıyı iter itmez, kendimizi mutfak bacasının arkasında, yazı salonuna çıkan sarmal merdivenin tam altında bulduk. Yukarı çıkarken, üst katta bir gürültü i itir gibi olduk. Bir an sessiz durduk; sonra, “Olamaz. Bizden önce hiç kimse girmedi içeri...” dedim. “Aedificium’a girmenin tek yolunun bu oldu unu varsayarsak. Geçmi yüzyıllarda burası bir kaleymi ; bu nedenle, bizim bildi imizden daha çok gizli kapıları olmalı. Yava yava çıkalım. Ama seçim ansımız çok az. Lambayı söndürürsek gitti imiz yeri göremeyiz; yanık bırakırsak yukarıdaki her kimse onu korkuturuz. Tek umudumuz e er yukarıda biri varsa, bizden daha çok korkması.” Güney kulesinden çıkarak yazı salonuna vardık. Venantius’un masası tam kar ıdaydı. Salon öylesine büyüktü ki, yürüdükçe bir seferinde duvarın ancak birkaç metrelik bir bölümünü aydınlatıyorduk. Umudumuz, avluda, pencereden ı ık sızdı ını görecek birinin bulunmamasıydı. Masada her ey yerli yerinde görünüyordu, ama William hemen alt raftaki sayfaları incelemek için e ildi; dü kırıklı ıyla bir çı lık attı. “Bir ey mi eksik?” diye sordum. “Bugün burada iki kitap görmü tüm, biri Yunanca’ydı. Yok. Biri almı onu, hem de büyük bir telâ la; çünkü sayfalardan biri buraya, yere dü mü .” “Ama masa gözaltında tutuluyordu...” “Elbette. Belki birisi az önce aldı onu. Belki de hâlâ buradadır.” Gölgelere do ru döndü, sesi sütunlar arasında yankılandı: “E er buradaysan, kendini koru!” Bu bana iyi bir fikir gibi göründü. William’ın daha önce söyledi i gibi, bizi korkutan birinin aynı zamanda bizden daha çok korkması her zaman daha iyidir. William masanın altında buldu u sayfayı yere koydu, yüzünü ona yakla tırdı. Ona ı ık tutmamı istedi benden. Lambayı yakla tırdım; yarısı bo , yarısı biraz güçlükle tanıyabildi im minicik harflerle kaplı bir sayfa gördüm. “Yunanca mı?” diye sordum. “Evet, ama iyi anlayamıyorum.” Bini inin altından merceklerini çıkardı, burnunun üstüne sa lamca yerle tirdi, sonra yüzünü kâ ıda daha çok yakla tırdı. “Yunanca; çok küçük harflerle yazılmı ; çok da düzensiz. Merceklerle bile zor okuyabiliyorum. Daha çok ı ık gerek. Biraz daha yakla sana...” Par ömen kâ ıdını alıp yüzüne do ru yakla tırmı tı; arkasına geçip lambayı ba ının üstünde yüksekte tutacak yerde, budala gibi, onun tam önünde durdum. Bana yana çekilmemi söyledi; dedi ini yaparken, alev kâ ıdın arkasını daladı. William beni itip elyazmasını yakmak mı istedi imi sordu; sonra bir ünlem çıktı a zından. Sayfanın üst bölümünde, sarı-kahverengi, ne oldu u belirsiz i aretlerin belirdi ini açık seçik gördüm. William lambayı elimden alıp kâ ıdın arkasına, alevi, par ömenin yüzeyine oldukça yakla tırarak tuttu; tutu turmadan ısıttı. Lambayı kımıldattıkça, alevin ucundan yükselen duman kâ ıdın önyüzünü karartırken, ak kâ ıt üstünde sanki görünmez bir el, “Mane, Tekel, Fares,” diye yazıyormu çasına bazı i aretlerin birer birer belirdi ini gördüm; i aretler, ruh ça ırarak büyü yapanların alfabesinden ba ka hiçbir alfabeye benzemiyordu. “Olacak ey de il!” dedi William. “Gittikçe daha ilginç oluyor!” Çevresine bakındı: “Ama bu bulu umuzu esrarengiz konu umuzun hilelerinden ırak tutmalıyız; e er hâlâ buradaysa...” Merceklerini çıkarıp masanın üslüne koydu, sonra par ömeni özenle yuvarlayıp bini inin içine sakladı. Mucizeden ba ka bir ey olmayan bu olaylar dizisinin hâlâ a kınlı ı altında, üstadımdan daha ba ka açıklamalarda bulunmasını tam isteyecekken, birden kuru bir ses dikkatimizi çekti. Do u yönündeki, kitaplı a çıkan merdivenin dibinden geliyordu ses. “Adamımız burada! Yakala onu!” diye ba ırdı William; o yöne do ru atıldık. O daha hızlı, bense elimde lamba oldu undan daha yava . Aya ı takılıp dü en birinin gürültüsünü i ittim. Ko tum, William’ı basamakların dibinde, cildi maden kabaralarla peki tirilmi kocaman bir kitabı incelerken buldum. Aynı anda, geldi imiz yönden bir ba ka gürültü daha i ittik, “Ne aptalım ben!” diye ba ırdı William. “Çabuk! Venantius’un masasına!” Anlamı tım: Birisi, arkamızdaki gölgelerin içinden, bizi korkutup kaçırmak için kitabı atmı tı. William bir kez daha benden hızlı davranıp benden önce masaya ula tı. Ardından giderken, sütunların arkasından kaçan bir gölgenin batı kulesi merdiveninden çıktı ını gördüm. Bir sava heyecanına kapıldım; lambayı William’ın eline tutu turarak kaça ın inmi oldu u basamaklara do ru körlemesine atıldım. O anda kendimi cehennem alaylarıyla sava an sa’nın bir eri gibi hissediyor, kaça ı ele geçirip üstadıma teslim etmek iste iyle yanıyordum. Sarmal merdivenden, neredeyse bini imin eteklerine dolanarak yuvarlanırcasına indim; aynı anda -bir anlık bir dü ünceydi bu- dü manımın da aynı engelle kar ı kar ıya oldu u dü üncesiyle avuttum kendimi. Üstelik, e er kitabı almı sa, elleri de dolu olacaktı. Ekmek fırınının arkasından dalarcasına mutfa a girdim; giri i belli belirsiz aydınlatan yıldızlı gecenin ı ı ında, ardına dü tü üm gölgenin yemekhanenin kapısından süzülüp kapıyı ardından çekti ini gördüm. Kapıya do ru atıldım, açmak için birkaç saniye u ra tım, içeri girdim; çevreme bakındım, ama hiç kimseyi göremedim. Dı kapı hâlâ sürgülüydü. Dönüp baktım. Gölge ve sessizlik. Mutfaktan do ru bir ı ı ın yakla tı ını gördüm, bir duvara yaslandım. ki oda arasındaki geçidin e i inde, bir lamba ı ı ının aydınlattı ı bir adam belirdi. Ba ırdım. William’dı. “Kimse yok mu? Tahmin etmi tim. Kapıdan çıkmadı. Kemik mezarlı ının geçidinden geçmedi, de il mi?” “Hayır, buradan çıktı, ama nereden çıktı ını bilmiyorum!” “Sana söylemi tim: Ba ka geçitler de var; onları aramamızın hiçbir yararı yok. Belki de adamımız u anda uzak bir yerden dı arı çıkıyordur. Merceklerim de onunla birlikte.” “Mercekleriniz mi?” “Evet. Arkada ımız sayfayı elimden alamadı, ama atik davranıp ko arak yanımdan geçerken merceklerimi masanın üstünden kaptı.” “Niçin?” “Çünkü hiç de aptal de il. Benim bu notlardan söz etti imi duydu, onların önemli olduklarını anladı, mercekler olmadan onları çözemeyece imi tahmin etti, güvenip ba kasına göstermeyece imi de kesinlikle biliyor. Gerçekten, notlar ha elimde olmu , ha olmamı hiç farketmez imdi.” “Peki ama merceklerinizi ne biliyordu?” “Hadi, hadi, dün ak am camcı ustasına sözünü etti imiz bir yana, bu sabah Venantius’un kâ ıtlarını incelemek için gözüme takmı tım onları. Bu yüzden, o nesnelerin ne de erli oldu unu birçok kimse bilebilir. Gerçekten de, onlarsız normal bir elyazmasını okuyabilirim, ama bunu okuyamam,” gizemli par ömeni yeniden açtı, “Yunanca yazılı bölümü çok küçük harflerle yazılmı , üst bölümü de hiç açık seçik de il...” Alevin ısısında büyüsel imler gibi görünen gizemli i aretleri gösterdi bana: “Venantius önemli bir gizi saklamak istiyordu; bunun için de iz bırakmadan yazan, ama ısıtılınca yeniden ortaya çıkan bir mürekkep kullanmı . Ya da limon suyu. Ama ne kullandı ını bilmedi imden, i aretler de yeniden yok olabilece i için, senin gözlerin daha iyi görür, çabuk onları alabildi ince aynen kopya et; biraz da büyük olsun.” Kopya etti im eyin ne oldu unu bilmeden dedi ini yaptım. Gerçekten de büyüyü andıran dört be dizelik bir diziydi; gözlerimin önündeki bilmece hakkında okura bir fikir verebilmek için yalnızca ilk i aretleri yazıyorum buraya: Bitirince, William, ne yazık ki mercekleri olmadı ından, levhayı burnundan biraz uzakta tutarak baktı. “Hiç ku ku yok, çözülmesi gereken gizli bir alfabe bu,” dedi. “ aretler kötü çizilmi , belki sen daha da kötü kopya ettin, ama kesinlikle bir burç alfabesi bu. Görüyor musun? Birinci dizede...” sayfayı biraz daha kendinden uzakla tırdı ve gözlerini odakla tırmak için büyük bir çabayla kıstı- “Yay, Güne , Merkür, Akrep...” “Ne anlama geliyor bunlar?” “Venantius saf olsaydı, en yaygın burç alfabesini kullanırdı: A e ittir Güne , B e ittir Zeus... O zaman ilk dize öyle olurdu... unu bizim alfabemizle yazmaya çalı : RAIQASVL...” Durdu. “Hayır, hiçbir anlamı yok bunun; hem Venantius saf de ildi. Alfabeyi ba ka bir anahtara göre yeniden düzenlemi . Bunu çözmeliyim.” “Çözülebilir mi?” diye sordum hayranlıkla. “Evet, e er Arapların biliminden biraz anlarsan. ifrebilim kitaplarının en iyileri kâfir bilim adamlarının yapıtlarıdır; Oxford’da birkaçını okutabildim. Bacon, bilgi elde etmenin yolunun dil bilmekten geçti ini söylemekte haklıydı. Ebubekir Ahmed bin Ali bin Va iyye en-Nebati, yüzyıllarca önce, Kendini Bilime Adamı ların Eski Yazıların Bilmecelerini Çözmeye Duydukları Çılgınca stekle lgili Kitap diye bir kitap yazdı ve büyüsel i lemlerde oldu u kadar, gizemli alfabeler düzenlemek ya da çözmekte, ordular ya da bir kralla elçileri arasında haberle mede yararlı birçok kural ortaya attı. Oldukça basit bir dizi düzenlemeler sıralayan ba ka Arapça kitaplar da gördüm. Örne in, bir harfin yerine ba ka bir harf koyabilirsin, bir sözcü ü tersinden yazabilirsin, sözcü ün yalnızca her iki harfinden birini alarak harfleri tersine sıralayabilirsin, ba tan ba layarak burada oldu u gibi harflerin yerine burç i aretleri koyar, gizli harflere sayısal de erlerini verirsin; sonra da sayılan ba ka bir alfabeye göre ba ka harflere dönü türebilirsin...” “Peki, Venantius buz dizgelerin hangisini kullanmı olabilir?” “Tümünü de denememiz gerekecek; ba kalarını da. Ama bir mesajın ifresini çözmenin ilk kuralı, ne anlama geldi ini tahmin etmektir.” “Ama o zaman çözmeye gerek kalmaz ki!” diye güldüm. “Pek de öyle de il. Mesajın ilk olası sözcükleri üstüne varsayımlar kurulabilir; sonra da, bunlardan çıkardı ın kuralın, metnin geri kalanına uyup uymadı ına bakarsın. Örne in, burada Venantius, finis Africae’yi çözümlemenin anahtarım kesinlikle kaydetmi tir. Mesajın bununla ilgili oldu unu dü ünürsem, birden bir r uyum aydınlatır beni... Harfleri de il, i aretlerin sayılarım dikkate alarak, ilk üç sözcü e bakmaya çalı ... IIIIIIII IHI IIIIII... imdi de bunları, her biri en az iki i aretten olu an hecelere ayırmaya çalı ; yüksek sesle oku: la-la-la la-la la-la-la... Aklına bir ey gelmiyor mu?” “Hayır.” “Benimkine geliyor. Secretum finis 140 Africae ... Ama e er bu do ruysa, o zaman son sözcü ün birinci ve altıncı harfleri aynı olmalı; gerçekten de öyle: 141 terra sözcü ünün simgesi iki kez geçiyor bu sözcükte. lk sözcü ün ilk harfi olan S harfi de, ikinci sözcü ün son 142 harfiyle aynı olmalı: te, Vergine’nin i areti de yineleniyor. Belki de do ru ipucu budur. Ama bir dizi rastlantı da söz konusu olabilir. Bu ileti imin kuralını bulmak için... “Nerede bulmak için?” “Kafamızda. cat etmeliyiz onu. Sonra da do ru olup olmadı ına bakmalıyız. Ama bu sınamalar bütün bir günümü alabilir: Daha uzun süremez, çünkü -bunu unutma- biraz sabırla çözülemeyecek hiçbir gizli dil yoktur. Ama imdi zaman yitiriyoruz; oysa kitaplı a gitmek istiyoruz. Özellikle de, mercekler olmadan mesajın ikinci bölümünü hiçbir zaman okuyamayaca ım için; sen de yardım edemezsin bana, senin gözlerin için bu i aretler...” 143 “Graecum est, non legitur,” diye tamamladım cümleyi alçakgönüllülükle. “Tastamam, görüyorsun, Bacon’un hakkı varmı . Çalı ! Ama cesaretimiz kırılmasın. Par ömeni ve senin notlarını kaldıralım, kitaplı a çıkalım. Çünkü, bu gece, yedi kat yerin dibi bile durduramaz bizi.” Haç çıkardım. “Peki ama, bizden önce kim gelmi olabilir buraya? Benno mu?” “Benno Venantius’un kâ ıtları arasında ne oldu unu ö renmek için yanıp tutu uyordu, ama bize böylesine kötü bir oyun oynamaya niyeti varmı gibi görünmüyordu. Aslında bizimle bir anla ma yapmayı önermi ti; hem sonra gece vakti Aedificium’a girecek yüreklili i yokmu , gibi geldi bana.” “Öyleyse Berengar? Ya da Malachi?” “Berengar bana bu tür i leri yapabilecek yüreklilikte biri gibi görünüyor. Aslında kitaplıktan o da sorumlu; kitaplı a ili kin bir gize ihanet etti i için yürek ezinci duyuyor; Venantius’un o kitabı almı oldu una inanıyor, belki de onu yeniden yerine koymak isliyordu. Yukarı çıkmayı ba aramadı, imdi kitabı bir yerde saklıyor; Tanrı yardım ederse, yerine koymaya çalı ırken suçüstü yakalayabiliriz onu.” “Ama Malachi de aynı nedenlerden ötürü, aynı iste i duyabilir.” “Sanmam. Malachi’nin, Aedificium’u kilitlemek için yalnız kaldı ında Venantius’un masasını karı tırmak için bol bol vakti vardı. Çok iyi biliyordum bunu, ama önlemem olanaksızdı. imdi bunu yapmadı ını biliyoruz. Hem iyi dü ünülürse Malachi’nin, Venantius’un kitaplı a girdi ini ve oradan gizlice bir ey aldı ını bildi inden ku kulanmak için hiçbir neden yok. Oysa Berengar ve Benno bunu biliyorlar; sen ve ben de biliyoruz. Adelmo’nun itirafından sonra Jorge de bilebilir; ama sarmal merdivenden böylesine fırtına gibi inen adam o de ildi ku kusuz...” “Öyleyse ya Berengar ya da Benno...” “Peki ama niçin Tivoli’li Pacifico ya da bugün burada gördü ümüz öteki rahiplerden biri de il? Ya da camlarımı bilen camcı Nicola? Ya da kimbilir hangi amaçla geceleri ortalıkta dola ıp durdu unu söyledikleri u garip Salvatore? Benno’nun açıklamaları bizi tek bir do rultuya yöneltti diye, ku kulanacak kimselerin alanını daraltmamalıyız; belki de Benno bizi yanıltmak istemi tir.” “Ama size içtenlikli gibi göründü.” “Elbette. Ama unutma, iyi bir sorgucunun ilk görevi, önce kendisine içtenlikli gibi görünenlerden ku kulanmaktır.” “Sorguculuk tatsız bir i .” “Ben de bunun için vazgeçtim ya. imdi gördü ün gibi, yeniden ba lamak zorundayım. Hadi, imdi do ru kitaplı a.” kinci Gün GECE Sonunda William’la Adso labirente giriyorlar; garip görüntüler görüyorlar ve labirentlerde oldu u gibi kayboluyorlar. Lambayı önde, yüksekte tutarak, bu kez yasak kata çıkan do u merdiveninden yeniden yazı salonuna çıktık. Alinardo’nun labirent konusunda söylediklerini dü ünerek korkunç eyler bekliyordum. Girmememiz gereken yere girdi imizde, kendimi katın öteki yerlerinde oldu u gibi, yo un bir havasızlık ya da küf kokusunun egemen oldu u, yedi duvarlı pek büyük sayılmayacak, penceresiz bir salonda bulunca a ırdım. Korkacak hiçbir ey yoktu. Söyledi im gibi salonun yedi duvarı vardı, ama bunların yalnızca dördünde duvara gömülü iki küçük sütun arasında, yuvarlak bir kemerin çevreledi i oldukça geni bir açıklık, bir geçit vardı. Penceresiz duvarlara düzenli bir biçimde yerle tirilmi , kitaplarda ve her rafta, üstüne numara yazılı bir etiket vardı; bunların katalogda gördü ümüz numaraların aynı oldu u açıktı. Odanın ortasında, üstü gene kitaplarla dolu bir masa. Bütün kitapların üstünü çok ince bir toz tabakası bürümü tü; kitapların tozunun belli aralıklarla alındı ının belirtisi. Yerde de toz, moz yoktu. Kapıların birinin kemeri üstünde, 144 Apocalypsis Iesu Christi yazılı, duvara çizilmi büyük bir erit vardı. Harfler eski ama silinmemi ti. Daha sonra öteki odalarda da bu eritlerin, kilise fresklerinde oldu u gibi gerçekte oldukça derin bir biçimde ta a oyulmu , sonra oyukların boyayla doldurulmu olduklarını gördük. Açıklıkların birinden geçtik. Kendimizi cam yerine alçı tabakaları olan tek pencereli, iki duvarı ve az önce içinden geçti imiz oda gibi bir geçidi olan ba ka bir odada bulduk. Oradan, gene iki duvarı kör, biri tek pencereli ve kar ımızda bir kapısı daha olan ba ka bir odaya geçiliyordu. ki odada da, birinci odada gördü ümüze benzer, ama üstlerine ba ka sözcükler yazılı iki erit vardı. Birinci odanınkinde 145 Super thronos viginti quatuor, 146 ikincisininkindeyse Nomen illi mors yazılıydı. Bunun dı ında, kitaplı a girdi imiz birinci odadan daha küçük olmakla birlikte (gerçekte, o yedigen, bu iki odaysa dörtgen biçimindeydi), bu iki odanın e yası da aynıydı: kitaplarla dolu dolaplar, ortada bir masa. Üçüncü odaya girdik. Burada kitap ve üstü yazılı erit yoktu. Pencerenin altında ta bir sunak vardı. Biri içeri girdi imiz, biri daha önce gördü ümüz be gen odaya açılan, üçüncüsüyse bizi yeni bir odaya çıkaran üç kapı vardı. Bu yeni oda öteki odaları andırıyordu; yalnız eridin üstünde 147 Obscuratus est sol et aer yazılıydı. Buradan da ba ka bir odaya geçiliyordu; bu odanın eridi üstünde Facta est grando 148 et ignis yazılıydı; ba ka kapısı yoktu bu odanın; daha do rusu, bu odaya girince insan daha ileriye gidemiyordu; geri dönmek zorundaydı. “ imdi dü ünelim,” dedi William. “Her birinin bir penceresi olan dörtgen ya da belli belirsiz üçgen biçiminde be oda; bu odalar, merdivenle çıkılan, penceresiz be gen bir odaya açılıyor. Bana basit görünüyor. Do u kulesinin içindeyiz; her kulenin dı arıdan bakılınca be penceresi ve be duvarı görülüyor. Hesap tutuyor. Bo oda do uya, kilisenin koro yeriyle aynı yöne bakan oda. Tansökümündc güne suna ı aydınlatıyor; bu bana do ru ve kutsal görünüyor. Tek zekice dü ünce u alçı levhalarmı gibi geliyor bana. Gündüzleri güzel bir ı ık sızdırıyor içeri, geceleriyse ayı ı ını bile geçirmiyor. Sonra büyük bir labirent de de il. imdi be gen odanın iki kapısı nereye açılıyor, bakalım. Sanıyorum yönümüzü kolayca bulaca ız.” Üstadım yanılıyordu; kitaplı ı yapanlar sandı ımızdan da yetenekliymi ler. Ne oldu unu nasıl açıklayaca ımı bilmiyorum, ama kuleden çıkınca odaların düzeni daha çok karı tı. Kimi odaların iki, kimilerinin üç kapısı vardı, tüm odaların birer penceresi vardı; pencereli bir odadan çıkıp Aedificium’un içine do ru yürüdü ümüzü sanarak girdi imiz odaların da bir penceresi vardı. Her odada hep aynı dolaplar ve masa bulunuyordu; düzenli bir biçimde yerle tirilmi ciltlerin tümü de birbirinin aynı görünüyor, içinde bulundu umuz yeri bir göz atı ta tanımamıza yardımcı olmuyordu, ku kusuz. eritlere bakarak yönümüzü bulmaya çalı tık. 149 Bir kez In diebus illis yazılı bir odadan geçtik; birkaç kez dolandıktan sonra, gene oraya dönmü üz gibi geldi bize. Ama pencerenin kar ısındaki 150 kapının, Primogenitus mortuorum yazılı bir odaya açıldı ını anımsadık; oysa imdi gene, Apocalypsis Iesu Christi yazılı bir erit vardı kar ımızda; az önce geçti imiz be gen salon de ildi burası. Bu durumda, eritlerin ara ara, ba ka ba ka odalarda yinelendi ine inandık. Birbirine biti ik Apocalypsis’li iki oda bulduk; onlardan hemen sonra da, Cecidit de coelo stella 151 magna’lı bir ba ka oda. eritlerin üstündeki yazıların nereden kaynaklandı ı açıktı; Yuhanna ncil’inden alınmı ayetlerdi bunlar; ama ne niçin duvara boyayla yazıldıkları, ne de hangi mantı a göre düzenlendikleri açıkça anla ılabiliyordu. Aralarında çok de il, birkaçının siyah yerine kırmızıya boyanmı olduklarını farkedince a kınlı ımız daha da arttı. Bir an geldi ki, kendimizi ilk girdi imiz yedigen salonda bulduk (bu oda, merdiven a zı orada bulundu u için tanınabiliyordu); sa a do ru yürüyerek bir odadan ötekine do rudan geçmeye çalı tık. Üç odadan geçtikten sonra kör bir duvarla yüzyüze geldik. ki çıkı olan bir önceki odaya geri döndük; daha önce geçmedi imiz kapıdan geçip ba ka bir odaya girdik ve kendimizi gene ilk önce girdi imiz yedigen salonda bulduk. “Geri döndü ümüz en son odanın adı neydi?” diye sordu William. Belle imi zorladım: “Equus 152 albus.” “ yi, imdi gene onu bulalım.” Bu kolay oldu. Oradan, insan geldi i yoldan geri dönmek istemiyorsa, Gratia vobis et 153 pax denen odadan ba ka geçilecek yer yoktu; oradan, sa da, bizi geri götürmeyecek yeni bir geçit bulduk gibi geldi bize. Sonunda, bir kez daha In diebus illis’i ve Primogenitus mortuorum’u bulduk (az önce gördü ümüz odalar mıydı bunlar?), ama en sonunda, daha önce görmedi imizi sandı ımız bir odaya v a r d ı k : Tertia pars terrae combusta 154 est . Ama o noktada, do u kulesine göre nerede bulundu umuzu artık bilmiyorduk. Lambayı önümde tutarak, bundan sonraki odalara daldım, ürkütücü boyutlarda bir dev, gövdesi tıpkı bir hortla ınki gibi dallanarak, uzayıp kısalarak bana do ru geldi. “Bir eytan!” diye ba ırdım; birden dönüp kendimi William’ın kollarına atarken az kalsın lambayı dü ürüyordum. William elimden lambayı alıp beni yana do ru iterek, bana yüce bir davranı gibi görünen bir kararlılıkla ileri do ru yürüdü. O da bir ey görmü olmalıydı; çünkü birden durdu. Sonra gene öne do ru yürüyüp ı ı ı kaldırdı. Katıla katıla gülmeye ba ladı. “Amma da saflık. Bir ayna bu!” “Ayna mı?” “Evet, benim yi it sava çım. Az önce yazı salonunda, gerçek bir dü manın üstüne öylesine yüreklilikle atıldın da, imdi kendi görüntünden mi korkuyorsun? Kendi görüntünü sana daha büyütülmü ve çarpıtılmı olarak yansıtan bir ayna bu.” Elimden tutup beni oda kapısının kar ısındaki duvarın önüne götürdü. Lambanın imdi daha iyi aydınlattı ı oluklu cam bir levha üstünde, ikimizin, kabaca biçimleri bozulmu , yakla ıp uzakla tıkça biçimi ve yüksekli i de i en yansılarımızı gördüm. “Optikle ilgili bir kitap okumalısın,” dedi William, e lenerek. “Kitaplı ı kuranlar hiç ku kusuz okumu lar! En iyileri Araplarınki. El Hazan, De 155 aspectibus adlı kitabında, kesin geometrik kanıtlarla aynaların gücünden söz ediyor. Kimi aynalar, yüzeylerinin de i tirili ine göre, en küçük nesneleri bile büyütebilir (benim merceklerim bundan ba ka nedir?), kimileri imgeleri ters ya da e ik gösterirler ya da bir yerine iki, iki yerine dört gösterirler. Bazıları da, tıpkı bunun gibi, cüceyi dev, devi de cüce gibi gösterirler.” “Aman Tanrım!” dedim. “Birinin kitaplıkta gördü ünü söyledi i görüntüler demek bunlar!” “Belki de. Gerçekten de zekice bir bulu .” Aynanın üstündeki eridi okudu: Super thronos viginti quatuor. Bunu daha önce görmü tük. Ama o odada ayna yoktu. Hem, bu bir yana, bu odanın hiç penceresi yok; üstelik yedigen de il. Neredeyiz biz?” Çevresine bakındı; bir dolaba yakla tı: “Adso, u harika oculi ad legendum olmadan bu kitapların üstünde ne yazılı oldu unu anlayamıyorum. Birkaç ba lık okusana bana.” Rastgele bir kitap aldım. “Yazılı de il efendim!” dedim. “Nasıl olur? Yazılı oldu unu görüyorum, okusana!” “Okuyamıyorum. Alfabe de il bunlar. Yunanca da de il; olsaydı anlardım. Kurtçuklara, küçük yılanlara, sinek pisli ine benziyor...” “Ha, Arapça. Buna benzer ba ka kitap var mı?” “Evet, birkaç tane. Ama, i te biri Latince, Tanrı’ya ükür. El... El Harezmi, 156 Tabulae .” “El Harezmi’nin, Baas’lı Adelard tarafından çevrilmi astronomi cetvelleri! Çok az bulunur yapıtlar! Devam et.” 157 “ sa ibn Ali, De oculis , El Kindi, 158 De radiis stellatis ...” “ imdi masanın üstüne bak.” Masanın üstünde duran büyük bir 159 cildi açtım, De bestiis diye bir kitap. Üstüne çok güzel bir tekboynuzlunun çizili oldu u ince minyatürlerle süslü bir sayfaya rastladım. “Çok güzel yapılmı ,” diye görü ünü belirtti, resimleri daha iyi seçebilen William. “Peki bu?” Okudum: “Liber monstrorum de 160 diversis generibus . Bunda da çok güzel resimler var, ama bana daha eski gibi görünüyor.” William ba ını metne e di: “ rlanda’lı rahipler tarafından resimlenmi ; en az be yüzyıl önce. çinde tekboynuzlu resmi olan kitapsa çok daha yeni; Fransız üslubuyla yapılmı gibi geliyor bana.” Bir kez daha efendimin bilgisine hayran oldum. Biti ik odaya girdik; tümü de pencereli, aralarında büyücülü e ili kin birkaç metnin bulundu u, bilinmeyen dillerde kitaplarla dolu dört odadan geçtik; kar ımıza bir duvar çıktı ve geri dönmek zorunda kaldık; çünkü son be oda, ba ka hiçbir geçit vermeksizin içiçe açılıyordu. “Duvarların e imine bakılırsa, bir ba ka kulenin be geni içindeyiz,” dedi William, “ama ortada yedigen biçiminde bir salon yok; belki de yanılıyoruz.” “Peki, ya pencereler?” dedim. “Bu kadar pencere nasıl olabilir burada? Bütün odaların dı arıya bakması olanaksız.” “Ortadaki açıklı ı unutuyorsun; gördü ümüz pencerelerin ço u o açıklı ın sekiz kenarına bakıyor. Gündüz olsaydı, ı ı ın farklılı ı hangi pencerelerin dı arıya, hangilerinin içeriye baktı ını gösterirdi bize; hatta odanın güne e göre konumunu bile açıklayabilirdi. Ama gece hiçbir ayrım görülmüyor. Geri dönelim.” Aynalı odaya geri döndük; daha önce geçmedi imizi sandı ımız üçüncü kapıya yöneldik. Önümüzde bir sıra üç ya da dört oda gördük; sonuncu odaya do ru bir aydınlı ın ayrımına vardık. “Biri var orada!” diye ba ırdım bo uk bir sesle. “E er biri varsa, ı ı ımızın farkına varmı tır,” dedi William, gene de eliyle alevi örterek. Birkaç saniye duraksadık. I ık, gücü artık azalmaksızın belli belirsiz uzayıp kısalıyordu. “Belki de yalnızca bir lambadır,” dedi William, “rahipleri kitaplıkta ölülerin bulundu una inandırmak için konmu tur oraya. Ama bunu anlamalıyız. Sen burada kal, ı ı ı elinle ört. Ben sezdirmeden gidip bakayım.” Aynanın kar ısındaki acıklı halimden ötürü hâlâ utanç içinde, William’ın gözünde de erimi artırmak istedim: “Hayır, ben gidiyorum,” dedim, “siz burada kalın. Sezdirmeden ilerlerim; sizden daha ufak tefek ve daha hafifim ben. Tehlike olmadı ına karar verince sizi ça ırırım.” Dedi im gibi yaptım. Bir kedi (ya da mutfaktan peynir a ırmak için a a ı inen bir çömez gibi - bu konuda üstüme yoktu), duvarlara sürünerek üç odadan geçtim; duvar boyunca süzülerek sa pervazı olu turan sütunun arkasından, oldukça güçsüz bir ı ı ın sızdı ı odanın e i ine vardım; odaya kaçamak bir göz attım. Hiç kimse yoktu içeride. Masanın üstüne yanık bir lamba konmu tu; bizimki gibi bir lamba de ildi bu; daha çok üstü açık bir buhurdana benziyordu; alevi yoktu; belli belirsiz bir kıvılcım için için yanıyor, bir eyi yakıyordu. Cesaretimi toplayıp içeri girdim. Masanın üstünde, buhurdanın yanında, canlı renkleri olan bir kitap duruyordu. Yakla tım; sayfanın üstünde de i ik renklerde dört erit gördüm; sarı, zencefil, camgöbe i ve yanık toprak rengi. Artalanda korkunç görünü lü bir hayvan vardı; ardısıra gökteki yıldızları sürükleyip kuyru uyla yeryüzüne dü üren on ba lı kocaman bir canavar. Sonra birden canavarın ço aldı ını, derisinin üstündeki pulların parlak kabuksu pullardan olu an bir çe it ormana dönü tü ünü gördüm; bunlar kitabın sayfasından kopup ba ımın çevresinde döneniyordu. Geriye döndüm; odanın tavanının e ilip üstüme do ru indi ini gördüm; sonra korkutucu de il, ba tan çıkarıcı bin yılanın ıslı ını andıran bir ses duydum, ı ık içinde yüzen bir kadın belirdi; yüzünü yüzüme yakla tırdı ve yüzüme üfledi. Ellerimi öne do ru uzatıp, onu uzakla tırdım; ellerim kar ıdaki dolaba de iyormu gibi geldi bana. Artık nerede oldu umun bilincinde de ildim. Odanın ortasında, i renç bir gülümseyi le gözlerini bana dikmi , kösnüyle homurdanan Berengar’ı gördüm. Yüzümü ellerimle örttüm: Ellerim tıpkı bir kurba anın ön ayakları gibi yapı yapı ve perdeliymi gibi göründü bana. Sanırım ba ırdım; a zımda acı-ek i bir tat duydum; sonra ayaklarımın artında gittikçe derinle en sonsuz bir karanlı a daldım; sonrasını anımsamıyorum. Bana yüzyıllar gibi gelen bir süre sonra, ba ımın içinde u uldayan vurma seslerini i iterek kendime geldim. Yere uzanmı tım; William yanaklarımı tokatlıyordu. O odada de ildim artık: gözlerimin önünde, Requiescant a 161 laboribus suis yazılı bir erit vardı. “Hadi, hadi, Adso,” diye fısıldıyordu William. “Bir ey yok...” “O nesneler...” dedim, hâlâ sayıklayarak. “Orada, o hayvan...” “Hayvan mayvan yok. Bir masanın altında buldum seni; sayıklıyordun; masanın üstünde, güzel bir Mustarip 162 ncil’i vardı; mulier amicta sole’nin canavarla kar ıla tı ı sayfa açık duruyordu. Ama kokudan, kötü bir ey koklamı oldu unu anladım; seni hemen oradan uzakla tırdım. Benim de ba ım a rıyor.” “Gördüklerim neydi peki?” “Hiçbir ey görmedin. Orada garip görüntüler yaratan bir ey yakıyorlardı; kokusunu tanıdım, Arapların kullandıkları bir ey; belki de Da ’daki Ya lı Adam’ın, ie gitmeden önce katillerine koklattı ı eyin aynı. Böylece hayalet esrarını çözdük. Biri istenmeyen ziyaretçileri, geceleri kitaplı ın eytanî varlıklarca korundu una inandırmak için büyüsel bitkiler kovuyor buraya. Ne hissettin peki?” Karmakarı ık bir biçimde, anımsadı ım kadarıyla, gördüklerimi anlattım; William güldü; “Bir yandan kitapta gördüklerini büyütüyor, bir yandan da isteklerinin ve korkularının sesini dinliyordun. Bazı bitkilerin harekete geçirdi i bir i lemdir bu. Yarın bu konuyu Severinus’la konu malıyız; bu konuda, inanmamızı istedi inden daha çok ey bildi ine inanıyorum. Bunlar bitki, yalnızca bitki; camcının bize anlattı ı büyüsel hazırlıkların hiçbirini gerektirmiyor. Bitkiler, aynalar... Bu yasak bilgiler yeri birçok kurnazca bulu la korunuyor. Bilgi, aydınlatmaktan çok, gizlemek için kullanılıyor. Ho uma gitmiyor bu. Kitaplı ın kutsal savunmasına sapık bir kafa egemen. Ama çetin bir gece geçirdik; imdilik buradan çıkmalıyız. Allak bullaksın; suya ve temiz havaya gereksinimin var. Pencereleri açmaya çalı manın yararı yok; çok yüksek, belki de yıllardır açılmamı . Adelmo’nun kendini buradan a a ı atabilece ini nasıl dü ünebildiler?” Buradan çıkmalıyız, demi ti William. Kolaymı gibi. Kitaplı a yalnızca bir kuleden ula ılabilece ini biliyorduk; do u kulesinden. Ama o anda neredeydik? Yön duygumuzu tümüyle yitirmi tik. Oradan hiç çıkamamak korkusuyla dola ıp duruyorduk; ben hâlâ sendeliyor, kusacak gibi oluyordum; William’sa, benim için biraz kaygılı, bilgisinin yetersizli inden ötürü tedirgin; ama bu dola ma bize, daha do rusu ona, ertesi gün için bir fikir verdi. E er dı arı çıkabilirsek ucu ate li bir kömür ya da duvarda i aretler bırakabilecek ba ka bir eyle gene gelecektik kitaplı a. “Bir labirentten dı arı çıkabilmek için,” diyordu William tane tane, “bir tek yol vardır. Daha önce hiç görmedi imiz her yeni kav akta, saptadı ımız yolu üç ayrı i aretle i aretlemek. E er kav a a çıkan yolların birinde, daha önceki i aretlere bakarak, o kav aktan daha önce geçti ini görürsen, geldi in yola yalnızca tek bir i aret koyacaksın. Yolların tümü de i aretlenmi se, geldi in yoldan geri dönersin. Ama kav aktaki yolların birkaç hâlâ i aretlenmemi se, bunların herhangi birini seçip iki i aret koyarsın. Yalnızca bir i areti olan bir yolda ilerlerken, iki i aret daha koyarsın; böylece o yolun üç i areti olur. E er bir kav a a geldi inde i aretlenmemi hiç yol kalmamı sa, üç i aretli bir yola hiçbir zaman sapmazsan, labirentin tüm kesimlerinden geçmi olursun.” “Bunu nereden biliyorsunuz? Labirentler konusunda uzman mısınız?” “Hayır, bir zamanlar okudu um bir eski metni yineliyorum.” “ nsan bu kurala uyarak dı arı çıkabilir mi?” “Bildi im kadarıyla hemen hemen hiçbir zaman. Ama gene de deneyece iz. Hem üstelik bir iki gün içinde merceklerim de olacak; kitaplar üstünde daha çok duracak vakit bulaca ım. Belki de eritlerin sırası aklımızı karı tırırsa, kitapların düzenleni inden bir kural çıkarabiliriz.” “Mercekleriniz mi olacak? Onları nereden bulacaksınız?” “Merceklerim olacak dedim. Yeni mercek yaptıraca ım. Sanırım camcı yeni bir ey denemek için böyle bir fırsat bekliyor. Cam parçalarını bilemek için gerekli araç gereci varsa. Cam parçalarını nerede bulaca ına gelince i li inde bol bol var.” Çıkı yolu arayarak dola ırken, birden bir odanın ortasında, görünmez bir elin yana ımı ok adı ını duydum; o sırada, hem o odada, hem de biti ik odada, ne insan; ne de hayvan sesine benzeyen bir inilti yankılanıyordu; sanki odadan odaya bir hortlak dola ıyormu gibi. Kitaplı ın sürprizlerine hazır olmam gerekirdi, ama bir kez daha deh ete kapıldım, geriye do ru sıçradım. William da aynı eyi ya amı olsa gerekti; çünkü, ıı ı kaldırıp çevresine bakınırken yana ına dokunuyordu. Bir elini kaldırdı, sonra imdi daha canlı görünen alevi inceledi; sonra da bir parma ını nemlendirip öne do ru uzattı. “Anla ılıyor,” dedi sonra, kar ılıklı iki duvarın üstünde, adam boyunda iki nokta gösterdi bana. ki ince yarık vardı orada; elini yakla tırınca dı arıdan gelen serin havayı duyabiliyordu insan. Kula ını dayayınca da, dı arıda rüzgâr esiyormu gibi bir u ultu duyuyordu. “Kitaplı ın bir havalandırma sistemi olmalı,” dedi William, “yoksa havasızlıktan bo ulur insan burada; özellikle yazın. Ayrıca bu yarıklar, par ömenlerin kurumaması için belli ölçüde bir nem sa lıyor. Ama kitaplı ı kuranların zekâsı bununla da kalmıyor. Yarıkları belli açılara göre yerle tirerek, rüzgârlı gecelerde bu açıklıklardan içeri giren hava akımlarının öteki hava akımlarıyla kar ıla arak yan yana sıralanmı odaların içinde, az önce i itti imiz sesleri çıkararak dola masını sa lamı lar. Aynalar ve bitkilerle birle ince, bu sesler, burayı iyi bilmeden içeri giren bizim gibi dü üncesizlerin korkusunu artırıyor. Biz bile bir an için hortlakların yüzünüze üflediklerini sandık. Bunun ancak imdi bilincine vardık; çünkü rüzgâr ancak imdi esti. Böylece bu gizem de çözüldü. Ama hâlâ dı arıya nasıl çıkaca ımızı bilmiyoruz!” Böyle konu arak, hepsi birbirinin aynı gibi görünen eritleri okuma sıkıntısına katlanmaksızın, a kın, bo lukta rastgele dola ıyorduk. Yedigen biçiminde yeni bir salona rastladık; biti i indeki odalarda dola tık; hiçbir çıkı bulamadık. Geldi imiz yoldan geri döndük; nerede oldu umuzu anlamak için hiçbir çaba harcamaksızın neredeyse bir saat yürüdük. Bir an geldi, William bozguna u radı ımıza karar verdi; bir odada yatıp uyuyarak ertesi gün Malachi’nin bizi bulmasını ummaktan ba ka yapacak bir ey kalmıyordu. Gözüpek serüvenimizin acıklı sonuna esef ederken, ansızın merdivenin ba ladı ı salonu yeniden bulduk. Tanrı’ya yürekten ükredip büyük bir ne e içinde basamaklardan indik. Mutfa a girer girmez oca a do ru ko arak kemik mezarlı ının bulundu u koridora girdik; o kurukafaların ölümcül sırıtmalarının bana sevgili arkada larımın gülümseyi i gibi göründü üne yemin ederim. Yeniden kiliseye girip kuzey kapısından dı arı çıktık; mutlu mutlu mezarta larının üstüne oturduk. Güzel gece havası tanrısal bir erbet gibiydi. Çevremizde yıldızlar parlıyordu; kitaplıktaki görüntüler çok uzaklarda kalmı gibi görünüyordu bana. “Dünya ne güzel, labirentlerse ne çirkin,” dedim iç ferahlı ıyla… “Labirentlerden nasıl çıkılaca ının bir kuralı olsaydı dünya ne güzel olurdu,” diye yanıtladı üstadım. “Saat kaç acaba?” diye sordum. “Zaman duygumu yitirdim. Ama geceyarısı duası için çanlar çalmadan kendimizi hücremizde bulsak iyi olur.” Kilisenin sol duvarı boyunca yürüdük, büyük kapıyı geçtik (Vahiy’de adı geçen uluları görmemek için öteden dola tım; super thronos viginti quatuor!) hacılar konukevine gitmek için avludan geçtik. Binanın kapısında Ba rahip durmu ters ters bize bakıyordu. “Bütün gece sizi aradım,” dedi William’a. “Hücrenizde bulamadım, kilisede bulamadım...” “Bir iz üstündeydik...” dedi William belirsizce, görünür bir tedirginlikle. Ba rahip uzun uzun ona baktı; sonra a ır ve ciddi bir sesle, “Ak am duasından hemen sonra aradım sizi. Berengar koroda yoktu,” dedi. “Ne diyorsunuz!” dedi William keyifle. Gerçekten, yazı salonunda pusuya yatanın kim oldu unu açıkça anlamı tı imdi. “Ak am duasında koroda yoktu,” diye yineledi Ba rahip, “hücresine de dönmedi. Neredeyse geceyarısı duası için çanlar çalacak; bakalım görünecek mi? Yoksa bir ba ka felâketten daha korkarım.” Geceyarısı duasında Berengar yoktu. ÜÇÜNCÜ GÜN ALACAKARANLIKTAN TANSÖKÜMÜNE DE N Ortadan kaybolan Berengar’ın hücresinde kan lekeli bir bez bulunuyor; hepsi bu. Bunları yazarken, kendimi o geceki, daha do rusu o sabahki gibi yorgun hissediyorum. Ne diyeyim? Ayinden sonra Ba rahip yılgınlık içindeki rahiplerin büyük bir bölümünü her yanı aramaya ko turdu; hiçbir sonuç alınmadı. Alacakaranlı a do ru Berengar’ın hücresini ararken, bir rahip ot iltenin altında kan lekeli beyaz bir bez buldu. Ba rahip’e götürdü. Ba rahip bundan u ursuz belirtiler çıkardı. Jorge de oradaydı; durum kendisine anlatılınca, “Kan mı?” dedi, böyle bir ey ona olanaksız görünüyormu gibi. Durumu Alinardo’ya anlattılar; ba ını salladı, “Hayır, hayır!” dedi, “üçüncü borazan sesiyle ölüm sudan gelecek...” William kanlı bezi inceledi, sonra, “ imdi her ey açıkça anla ılıyor,” dedi. “Berengar nerede?” diye sordular ona. “Bilmiyorum,” diye yanıtladı. Aymaro onun söylediklerini i itti; gözlerini gökyüzüne kaldırdı; Sant’Albano’lu Pietro’ya, “ ngilizler böyledir,” diye fısıldadı. Tansökümüne do ru, hizmetçiler yamacın eteklerini, duvarların çevresini ara tırmaya gönderildiler. Sabah hiçbir ey bulamamı olarak döndüler. William bana elimizden geleni yaptı ımızı söyledi. Olayların geli imini beklemekten ba ka çare yoktu. Sonra cam i li ine gitti; camcı ustası Nicola’yla derin bir konu maya daldı. Ben, dualar okunurken kilisenin orta kapısına yakın bir yerde oturdum. Böylece kendimden geçip uykuya daldım ve uzun uzun uyudum; çünkü gençlerin uykuya ya lılardan daha çok gereksinimi vardır; onlar bol bol uyudular; sonsuz uykularına hazırlanıyorlar imdi. Üçüncü Gün SABAH Adso yazı salonunda tarikatının tarihçesi ve kitapların yazgısı üstüne dü ünüyor. Kiliseden daha az yorgun, ama kafam karı ık çıktım; küçük bir beden dingin bir uykunun tadına ancak geceleri varabilir. Yazı salonuna çıktım. Malachi’den izin isteyip katalogun sayfalarım çevirmeye ba ladım. Gözlerimin önünden geçen sayfalara dalgın dalgın bakarken, gerçekte rahipleri inceliyordum. Dinginlikleri, serinkanlılıkları a ırttı beni; i lerine dalmı , sanki karde lerinden biri tüm çevrede kaygıyla aranmıyormu , öteki ikisi daha önce a ılacak biçimde yok olmamı lar gibi. Tarikatımızın büyüklü ü burada i te, dedim kendi kendime; yüzyıllar boyu böyle adamlar, barbar sürülerinin saldırılarını, manastırlarını ya maladıklarını, krallıkları ate e verdiklerini gördüler; ama gene de, par ömeni ve mürekkebi sevmeyi sürdürdüler, dudaklarının ucuyla, yüzyılları a ıp onlara ula mı olan, kendilerinin de gelecek yüzyılların ötesine ula tıracakları sözcükleri okumayı sürdürdüler. Bininci yıl yakla ırken okumayı ve kopya etmeyi sürdürdüler; imdi niçin sürdürmesinler aynı eyi? Bir gün önce Benno az bulunur bir kitabı elde etmek için seve seve günah i leyece ini söylemi ti. Yalan söylemiyordu; aka da yapmıyordu. Bir rahip ku kusuz kitaplarını alçakgönüllülükle sevmeli; kendi merakını gidermeyi de il, onların iyili ini dü ünmelidir; ama sıradan insanlar için zinaya kı kırtılma, laik papazlar için mal tutkusu neyse, rahipler için bilginin ayartıcılı ı da odur. Katalogu karı tırırken gizemli bir ba lıklar etti: öleni gözlerimin önünde dans Quintus Serenusun de 163 164 medicamentis , Phaenomena , 165 Aesopus’un de natura animalium’u , Aethicus Peronimus’un, de 166 cosmographia’sı , Libri tres quos Arculphus episcopus adamnano escipiente de locis sanctis ultramarinis designavit 167 conscribendos , Libellus Q. Iulii 168 Hilarionis de origine mundi’si , Solinus Polyhistor’un de situ orbis terrarum et 169 mirabilibus’u Almagesthus... Cinayetlerin gizeminin kitaplı ın çevresinde dönmesine a madım. Kendilerini yazmaya ve okumaya adamı olan bu insanlar için, kitaplık hem kutsal Kudüs kenti, hem de bilinmeyen ülkeyle ölüler ülkesi arasındaki sınırda yeralan bir yeraltı dünyasıydı. Onları, vaatleri ve yasaklarıyla kitaplık yönetiyordu. Onunla birlikte, onun için, belki de ona kar ı ya ıyorlardı; suçlu suçlu, günün birinde onun tüm gizlerine ermeyi umarak. Zihinlerinin takıldı ı bir eyi ö renmek u runa ölümü; birisinin, kıskançlıkla korudukları bir gizi ö renmesini önlemek için öldürmeyi niçin göze almı olmasınlar? Ayartmalar yüzünden ku kusuz; dü ünsel onur yüzünden. Yazıcı rahip, kutsal kurucumuzca bamba ka biri olarak dü ünülmü tü; anlamadan kopya edebilen, kendini Tanrı’nın istemine bırakmı , yakarır gibi yazan, yazdıkça yakaran biri. Niçin böyle de ildi artık? Ama tarikatımızın tek yozlu u bu de ildi ki; gere inden çok güçlenmi ti; rahipleri krallarla yarı ıyorlardı. Abbone, bir hükümdar debdebesi içinde hükümdarlar arasındaki anla mazlıkları çözmeye çalı an bir hükümdar örne i de il miydi? Manastırların biriktirmi oldukları bilgi, imdi de i toku malları, onur, övünme ve saygınlık güdüsü olarak kullanılıyordu; tıpkı övalyelerin zırh ve sancaklarını sergilemeleri gibi, rahiplerimiz de resimli elyazmalarını sergiliyorlardı... Üstelik (ne çılgınlık!) manastırlarımız bilimde önderli i yitirdikten sonra daha da çok yapıyorlar bunu: Katedral okulları, kent loncaları, üniversiteler imdi belki de bizden daha çok ve daha iyi kitap kopya ediyorlar, yeni kitaplar da üretiyorlardı; bu da birçok felâketin nedeni olmu olabilirdi. çinde bulundu um manastır belki de bilgi üretme ve bilimi yeniden kurmaktaki üstünlü üyle övünecek en son manastırdı. Ama belki de bu yüzden, rahipler kutsal bir i olan kopya i inden ho nut de ildiler artık; yenilik tutkusunun dürtüsüyle do anın yeni tamamlayıcılarını da üretmek istiyorlardı. Ve o anda belirsizce sezinledi im ( imdiyse, bunca yıllık ya am ve deneyimden sonra iyi bildi im) gibi, böyle davranırken üstünlüklerinin yıkımını kutsadıklarının farkında de ildiler. Çünkü üretmek istedikleri bu yeni bilgi, bu duvarların dı ında serbestçe dola acak olursa, bu kutsal yeri bir katedral okulundan ya da bir kent üniversitesinden ayırdedecek hiçbir ey kalmazdı artık. Oysa yalıtılmı kalmakla, saygınlık ve gücünün dokunulmazlı ını koruyordu; tartı mayla, her gizemi ve her 170 yüc e li i, sic et non’un ele tirisine ba ımlı kılmak isteyen, her aklına eseni tartı ma konusu yapma bo gururuyla yozla mamı tı. Kitaplı ı ku atan suskunluk ve karanlı ın nedenleri burada yatıyor dedim kendi kendime; burası bilgi da arıdır; ama bu bilgiyi, ancak onun kim olursa olsun bir ba kasına, hatta rahiplere bile ula masını önleyebilirse, el de memi olarak koruyabilir. Bilgi en i renç i lemlerden sonra bile fizik bütünlü ünü koruyan bir madeni paraya benzemez; kullanıla kullanıla epriyen çok güzel bir giysiye benzer daha çok. Gerçekten kitabın kendisi de böyle de il midir? Ona gere inden çok el de erse sayfaları a ınıp mürekkebi ve yaldızı donukla maz mı? te, az ötemde, Tivoli’li Pacifico’nun, sayfaları nemden birbirine yapı mı eski bir cildi karı tırdı ını görüyordum. Kitabın sayfalarını çevirmek için ba parma ıyla i aret parma ını diliyle ıslatıyor, tükürü ün her de i inde sayfalar dayanıklılı ını yitiriyordu; o sayfaları açmak, katlamak demekti; onları, havanın ve tozun acımasız i lemine açık tutmak demekti; bunlar, par ömenin zora gelince kırı an ince damarlarını kazıyacak, tükürü ün yumu attı ı, ama aynı zamanda sayfanın kö esinde dayanıksızla tırdı ı yerler yeniden küf ba layacaktı. Tıpkı a ırı sevecenli in bir sava çıyı yumu atıp güçsüz dü ürmesi gibi, bu a ırı sahip çıkıcı ve üste titreyen sevgi de, kitabı önünde sonunda onu öldürecek olan hastalı ın etkisine açık bir duruma getirecekti. Ne yapmalıydı? Okumayı bırakıp saklamakla mı yetinmeliydi? Korkularım yerinde miydi? Üstadım olsa ne derdi? Az ötede, bir ba lık yazarını, Iona’lı Magnus’u gördüm; par ömeni süngerta ıyla kazımı , imdi de, az sonra yüzeyini cetvelle düzeltmek üzere, tebe irle yumu atıyordu. Onun yanında bir ba kası, Toledo’lu Rabano, par ömeni masanın üstüne gerip iki yanına metal bir uçla incecik delikler delmi , imdi de aralarına incecik yatay çizgiler çiziyordu. Az sonra bu iki sayfa renkler ve biçimlerle dolacak, kakma mücevherlerle pırıl pırıl parlayan bir kutsal andaca dönü ecekti. Bu iki rahip cennette geçirecekleri saatleri yeryüzünde ya ıyorlar, dedim kendi kendime. Yeni kitaplar üretiyorlardı -tıpkı zamanın onarılmaz bir biçimde a ındıraca ı kitaplara benzeyen... Bunun için de, kitaplı ı hiçbir yeryüzü kuvveti yıldıramazdı; canlı bir eydi o... Ama mademki canlı bir eydi, bilginin riskine niçin açık olmamalıydı? Benno’nun istedi i, belki Venantius’un da istemi oldu u bu muydu yoksa? a kın, kendi dü üncelerimden korkmu hissediyordum kendimi. Belki de, bütün gelecek yıllar boyunca, yalnızca Kural’ı titizlik ve alçakgönüllülükle uygulaması gereken sonraları, kendi kendime ba ka soru sormaksızın, çevremde dünya bir kan ve çılgınlık fırtınasına gittikçe daha derinlemesine gömülürken yaptı ım da buydu - bir çömeze uygun dü müyordu bu dü ünceler. Kahvaltı saati gelmi ti. A çılarla artık arkada oldu um mutfa a gittim; yemeklerin en iyilerinden verdiler bana. Üçüncü Gün Ö LE Adso, Salvatore’nin, birkaç sözcükle özetlenemeyecek, ama onu uzun ve kaygılı dü üncelere salacak itiraflarını dinliyor. Yeme imi yerken, a çıyla barı tı ı açıkça anla ılan Salvatore’nin, bir kö ede koyun etiyle pi irilmi bir böre i keyifle mideye indirdi ini gördüm. En küçük bir kırıntı bile dü ürmeden, ömründe hiç yemek yememi gibi yiyor, bu ola anüstü olgu için Tanrı’ya ükrediyormu gibi görünüyordu. Bana göz kırparak o garip diliyle, oruç tuttu u tüm o yılların acısını çıkarmak için yedi ini söyledi. Ona sorular sordum. Havanın berbat oldu u, sık sık ya mur ya dı ı, tarlaların çürüdü ü, her eye öldürücü mikropların bula tı ı bir köyde geçen acıklı çocuklu unu anlattı bana. Anladı ıma göre her mevsim ta kınlar olurdu; tarlalarla arklar yok olurdu; bir kile tohum eker, yarım kilo ürün alırdın; sonra o da yok olur giderdi. Beylerin yüzleri bile yoksullarınki gibi sarıydı; gerçi yoksullar beylerden daha çok ölüyorlardı ama, dedi Salvatore, belki de (gülümsedi), sayıları daha çoktu da ondan... Bir kile tohum on be paraydı, bir kilo bu day da altmı para; vaizler dünyanın sonunun geldi ini söylüyorlardı, ama Salvatore’nin anasıyla babası ve dedesiyle ninesi eskiden de çok dinlemi lerdi bu masalı; bu yüzden de, dünyanın sonunun her an gelebilece i sonucuna varmı lardı. Tüm ku le lerini ve bulabildikleri tüm pis hayvanları yedikten sonra, birinin mezarları kazıp ölüleri çıkarmaya ba ladı ı söylentisi yayılmı köyde. Salvatore, bu “homeni 171 malissimi”nin cenazelerin ertesi günü, mezarlıkta topra ı tırnaklarıyla nasıl kazdıklarını, bir güldürü oyuncusuymu gibi büyük bir ustalıkla anlatıyordu. “Hımm!” diyerek, kıymalı böre e di lerini geçirdi, ama yüzünde ölü eti yiyen umarsız bir insanın yüz buru turmasını görüyordum. Sonra bazıları, ötekilerden daha kötü olanlar, topra ı kazmakla yetinmeyerek, tıpkı e kıya gibi ormanda pusu kurup yolculara baskın veriyorlardı. “Kırt!” dedi Salvatore, bıça ı bo azına götürerek, sonra da “Hammm!” çlerinde en kötüleriyse, o lan çocuklarına yakla ıp bir yumurta ya da elmayla kandırıyorlar, sonra da onları yalayıp yutuyorlardı; ama önce pi iriyorlardı diye açıkladı Salvatore ciddi ciddi. Köye gelip az bir para kar ılı ında pi mi et satan bir adamdan söz etti; hiç kimse bu talihin nedenini anlayamıyordu; sonra papaz bunun insan eti oldu unu söylemi , öfkeden çılgına dönen kalabalık adamı parça parça etmi ti. Ama aynı gece köylülerden biri gidip öldürülen kurbanın mezarını kazmı , yamyamın etini yemi , bunun üzerine olay açı a çıkınca köy halkı da onu öldürmü . Ama Salvatore yalnızca bu öyküyü anlatmadı. Kırık dökük sözcüklerle, beni ta ra ve talyan lehçelerinden az da olsa bildiklerimi anımsamaya zorlayarak, do du u köyden kaçı ının ve dünyanın dört bir yanında ba ıbo dola masının öyküsünü anlattı bana. Anlattı ı öyküde, daha önce yol boyunca tanıdı ım ya da rastladı ım birçok kimseyi tanıdım; öyle ki, aradan bunca zaman geçtikten sonra, ondan önce ya da ondan sonra tanıdı ım ve imdi yorgun zihnimde düzle ip tek bir imge olu turan kimselerin ba larından geçen serüvenleri ve i ledikleri suçları da onlara yormadı ımdan emin de ilim. Gerçekten, altının anısını da ın anısıyla birle tirerek, bir altın da kavramını olu turabilen imgelemin gücüdür bu. Yolculu umuz boyunca, William’ın sık sık “basit insanlar”dan söz etti ini i ittim; bazı rahiplerin yalnız halkı de il, aynı zamanda bilgisizleri belirtmek için kullandıkları bir terim. Bu, bana hep geni kapsamlı bir anlatım gibi görünmü tür; çünkü talyan kentlerinde, bilgilerini halk diliyle ortaya koysalar da, kilise mensubu olmayan, ama bilgisiz de olmayan tüccar ve zanaatçılara rastladım. Hem ona bakılırsa, o sıralarda yarımadayı yöneten zorbaların bazıları tanrıbilim, tıp, mantık bilmiyorlardı; Latince de bilmiyorlardı, ama kesinlikle basit ya da bilgisiz de ildiler. Bu nedenle, basit insanlardan söz ederken, üstadımın bile oldukça basit bir kavram kullandı ına inanıyorum. Ama Salvatore’nin basit oldu u ku ku götürmez. Yüzyıllar boyu açlı a ve beylerin zorbalı ına boyun e mi bir kırsal bölgeden geliyordu. Basitti, ama aptal de ildi. Ba ka bir dünyanın özlemini çekiyordu; anladı ıma göre, evden kaçtı ında, bu dünya, gövdesinden bal sızdıran a açlarda, peynir tekerlerinin ve ho kokulu sosislerin yeti ti i 172 Cockaigne ülkesi gibi görünüyordu gözüne. Bu umuda kapılarak, Salvatore, bu dünyayı (bana ö retildi i gibi), haksızlı ı bile, ço u kez tasarımını kavrayamadı ımız nesnelerin dengesini korumak için Yazgı’nın önceden düzenledi i bir gözya ı beldesi olarak kabullenmeyi yadsırcasına, anayurdu Monferrato’dan Liguria’ya, oradan da Provence’dan geçip yukarıya, Fransa Kralı’nın topraklarına de in çe itli ülkelerde dola mı . Salvatore dilenerek, çalıp çırparak, hastaymı gibi yaparak dünyayı dola mı ; geçici olarak bir beyin hizmetine girmi , sonra gene ormana ya da da yollarına vurmu . Bana anlattı ı öyküden, daha sonraki yıllarda, Avrupa’da gittikçe daha çok dola tıklarını gördü üm serseri güruhunun arasında gözümün önüne getirdim onu: sahte rahipler, arlatanlar, dolandırıcılar, dalavereciler, dilenciler, baldırıçıplaklar, cüzamlılar, sakatlar, göçmenler, gezginler, halk ozanları, yurtsuz papazlar, gezgin ö renciler, üçkâ ıtçılar, malûl askerler, kâfirlerden kaçan gönlü kırık gezgin Yahudiler, deliler, fermanların hı mına u ramı kaçaklar, tek kulakları kesik hırsızlar, e cinseller ve bunlar arasında gezgin zanaatçılar, dokumacılar, kazancılar, sandalyeciler, bileyciler, dö emeciler, duvarcılar ve her türlü düzenbazlar, serseriler, haytalar, hergeleler, tabansızlar, hino luhinler, hilekârlar, hainler, sefiller, ci eri be para etmezler, kutsal mevkileri alıp satan kilise meclisi üyeleri ve papazlar, dolandırıcılar, geçimlerini ba kalarının saflı ından yararlanarak sa layanlar, sahte buyruk ve papalık mührü yapanlar, para kar ılı ında günah ba ı layanlar, kilise kapılarında yatan yalancı inmeliler, manastırlardan kaçan serseriler, kiliselerdeki kutsal andaçları satanlar, af satanlar, kâhinler ve falcılar, karabüyücüler, üfürükçüler, sahte dilenciler, her türlü zina i leyenler, rahibelerle genç kızları kandırarak ya da zor kullanarak bozanlar, bedenleri su toplamı , saralı, basurlu, damla hastalı ına yakalanmı ya da yaralıymı gibi görünenler ya da zararsız deliler. Aralarında, ermi lerin sadaka ça rılarını anımsayan, ürkmü insanlardan yiyecek ya da para koparmak için onulmaz yaraları varmı gibi gövdelerine dolak saranlar, ileri derecede ince hastalı a yakalanmı izlenimi yaratmak için a ızlarını kan rengi bir maddeyle dolduranlar, eli ya da aya ı tutmazmı gibi yapan serseriler, ellerinde gereksiz de nekler, sara, uyuz, ur ya da i leri varmı gibi sargılar saran, safran boyası süren, ellerinde ütüler, ba ları sargılı, pis kokular saçarak kiliselere süzülenler ve birden alanlarda dü üp bayılıveren, a ızlarından salyalar akıtan, gözleri dı arı u ramı , burunlarından bö ürtlen ve unutmabeni çiçe inin özsularından yapılmı kanlar fı kıran serseriler vardı: Ekme inizi açlarla bölü ün, evsiz barksızları evinizde barındırın; sa’yı ziyaret ediyoruz, sa’yı barındırıyoruz, sa’yı giydiriyoruz; çünkü tıpkı suyun ate i arıtması gibi, sadaka da günahlarımızı arıtır. Anlatmakta oldu um olaylardan çok sonra, Tuna boyunda, tıpkı cinler gibi kendilerine özgü adları ve altsınıfları olan bu arlatanların çoklarını gördüm; hâlâ da görürüm. Dünyamızın yolları boyunca akıp giden bir çamur seli gibiydiler; inançlı vaizler, yeni kurbanlar arayan sapkınlar, anla mazlık kı kırtıcıları karı ıyordu aralarına. Dilenci vaizlere kar ı çıkan yoksullu u yayıp uygulayabilecek basit insanların akımlarından her zaman korkan- Papa Ioannes’in kendisi oldu; çünkü, diyordu, bunlar, üstünde boyalı resimler bulunan bayraklar ta ıyarak, vaaz vererek, zorla para toplayarak meraklıları kendilerinden yana çekiyorlardı. Kutsal de erleri alıp satan yoz Papa, yoksullu u yayan dilenci rahipleri, toplumdan atılmı lar ve hırsızlarla bir tutmakta haklı mıydı? O günlerde talya yarımadasında dola mı oldu umdan, bu konuda kesin görü lerim yoktu; Altopascio rahiplerinin vaaz verirken aforoz tehdidinde bulunduklarını ve günah ba ı lamaya söz verdiklerini, para için çalan, karde kanı döken, adam öldüren ve yalan yere yemin edenlerin suçlarını ba ı ladıklarını i itmi tim; dü künlerevlerinde her gün sayısı yüzü bulan ayinler okundu u, bunların kar ılı ında ba ı topladıkları ve bunların geliriyle iki yüz yoksul kıza çeyiz düzdükleri inancını yayıyorlardı. Rieti ormanında bir tariki dünya gibi ya ayan ve tensel edimin günah olmadı ının do rudan do ruya Kutsal Ruh tarafından kendisine açıklanmı olmasıyla övünen rahip Paolo Zoppo’dan söz edildi ini i itmi tim; bacılar dedi i kurbanlarını ba tan çıkarıyor, onları çıplak etlerinin kırbaçlanmasına boyun e meye zorluyor, içlerinden be ine yerde bir haç biçiminde diz çöktürüyor, sonra da onları Tanrı’ya sunuyor ve barı öpücü ü dedi i öpücü ü istiyordu onlardan. Ama bu do ru muydu? Aydınlanmı oldukları söylenen bu münzevilerle, yarımadanın yollarında gerçekten tövbe ederek dola an, kötülüklerinden ve hırsızlıklarından ötürü iddetle suçladıkları kilise mensupları ve piskoposların ho lanmadıkları yoksul bir ya am süren rahipler arasında nasıl bir ba vardı? Salvatore’nin anlattıklarından, daha önce kendi deneyimlerimden ö rendiklerimle birle ince, bu ayrımlar gün ı ı ına çıkmıyordu: Her ey her eyle aynı gibi görünüyordu. Bazan Salvatore, öyküsünü anlattı ı Ermi Martin’in kendilerini iyile tirmesinden, böylece de onları geçim kaynaklarından yoksun bırakmasından korktukları için, onun tansıklar yaratan bedeninden kaçan Touraine’li sakat dilencilerden biri geliyordu bana; Ermi , sınıra varmadan, acımasızca onların günahlarını ba ı lamı , kol ve bacaklarını yeniden kullanabilmelerini sa layarak kötülükleri için onları cezalandırmı gibi görünüyordu. Ama bazan da, o güruh arasında ya arken, toplum dı ı da olsa Fransisken vaizlerinin sözlerini nasıl dinledi ini ve sürdü ü yoksul ve serseri ya amın asık suratlı bir zorunluluk olarak de il, ne eli bir adama eylemi olarak alınması gerekti ini anladı ını ve adlarını do ru telâffuz edemedi i, ö retilerini olmayacak terimlerle betimledi i tövbekârların gruplarına katıldı ını anlatırken, rahibin yabanıl yüzü tatlı bir ı ıltıyla parlıyordu. Onun, Patarenlere, Valdensiyenlere, belki de hatta Katarlara, Arnold’culara, Umiliati’ye rastladı ı ve dünyayı dola ırken, gezginci durumunu bir kutsal görev saydı ı, bir gruptan ötekine geçerek, yava yava daha önce midesi için yapmı oldu u eyi imdi Tanrı için yaptı ı sonucunu çıkardım. Ama bunu nasıl ve ne kadar süreyle yapmı tı? Anlayabildi imce, otuz yıl kadar önce, Toscana’da bir Minorit manastırına girmi , orada tarikata girmeksizin Ermi Francesco’nun bini ini giymi ti. Sanırım yersiz yurtsuz bir gezgin olarak bulundu u tüm yerlerin ve benim ülkemin paralı askerlerinden Dalmaçya’nın Bogomillerine dek rastladı ı tüm gezgin yolda ların dilleriyle karı tırıp konu tu u kırık dökük Latince’yi de orada ö renmi . Manastırda, söyledi ine göre, kendini tövbekâr ya amına adamı (Penitenziagite, diye aktardı bana, gözleri ı ıl ı ıl; William’ın merakını uyandırmı olan sözü bir kez daha duydum); ama anla ılan, yanlarında kaldı ı rahipler de fikirleri birbirine karı tırmı lardı; çünkü kom u kilisenin papazına öfkelenerek günün birinde evini basıp onu merdivenlerden a a ı yuvarlamı lar, günahkâr papazı öldürmü ler, sonra da kiliseyi ya malamı lardı. Bunun üzerine piskopos silahlı koruma birliklerini üstlerine salmı , rahipler da ılmı lar, Salvatore ise bir Fraticelli ya da dilenci Minorit takımıyla hiçbir yasa ya da disipline ba lı olmaksızın, yukarı talya’da uzun süre dola ıp durmu . Oradan Toulouse bölgesine sı ınmı , orada ba ından tuhaf bir serüven geçmi ti; haçlıların büyük giri imlerinin öyküsünü i itip co kuya kapılmı tı. Günün birinde, çobanlar ve halktan olu an kalabalık bir yı ın denizi geçip inanç dü manlarına kar ı sava mak için toplanmı lardı. Bunlara Çobanlar deniyordu. Gerçekte istedikleri, kendi lanetli ülkelerinden kaçmaktı. Kafalarını yanlı kuramlarla dolduran iki önderleri vardı; davranı larından ötürü kilisesinden kovulmu bir papaz ve Benedikten tarikatından dönme bir rahip. Bunlar, cahil kimseleri öylesine çileden çıkardılar ki, babalarının istemine kar ın on altısında o lanlar bile alay alay artlarına takıldılar; sırtlarında bir sırtçantası, ellerinde bir de nek, be parasız, tarlalarını bırakan ki iler, bir sürü gibi önderlerinin ardına dü mü kocaman bir yı ın olu turuyorlardı. Artık ne akıl, ne haktanırlık, yalnız kaba güç ve canlarının istedi i yönetiyordu onları. Sonunda özgür, adanmı toprakların belli belirsiz umuduyla böylesine bir araya gelmek esrikle tirdi onları. Ellerine geçeni ya malayarak köylerden, kentlerden bir sel gibi akıyorlar, içlerinden biri tutuklanacak olsa, tutukevlerine saldırarak kurtarıyorlardı onu. Beylerin tutuklatmı oldukları birkaç arkada larını kurtarmak için Paris kalesine girdikleri zaman kar ı koymaya çalı an Paris rektörünü öldürüp merdivenlerden a a ı attılar, tutukevinin kapısını kırdılar. San Germano ovasında sava düzenine girdiler. Ama hiç kimse onlara kar ı çıkma yüreklili ini gösteremedi; böylece Paris’ten çıkıp Aquitania’ya do ru yöneldiler. Orada burada kar ılarına çıkan tüm Yahudileri öldürüyorlar, mallarını ya malıyorlardı... “Yahudileri niçin öldürüyorlardı?” diye sordum Salvatore’ye. “Niçin öldürmesinler?” diye yanıtladı. Hayatı boyunca vaizlerden, Yahudilerin Hıristiyanlı ın dü manı olduklarını ve yoksul Hıristiyanlardan esirgenen malları ellerinde topladıklarını ö rendi ini açıkladı bana. Piskoposların ondalık vergilerle mal edindiklerinin, bu nedenle Çobanlar’ın gerçek dü manlarıyla sava madıklarının do ru olup olmadı ını sordum. nsanın gerçek dü manları çok güçlü olursa, daha güçsüz dü manlar seçmek gerekti i yanıtını verdi. Basit insanlara böyle denmesinin nedeni bu, diye dü ündüm. Yalnız güçlüler, gerçek dü manlarının kimler olduklarını her zaman açık seçik olarak bilirler. Beyler Çobanlar’ın, mallarını tehlikeye dü ürmelerini istemiyorlardı; bu yüzden de, Çobanlar’ın önderlerinin, en büyük servetin Yahudilere ait oldu u fikrini yaymaları onlar için büyük bir anstı. Yahudilere saldırma fikrini yı ınların kafasına kimin soktu unu sordum ona. Salvatore anımsamıyordu. Yı ınların toplanıp bir sözün ardına takılarak, hemen bir ey elde etmek istedikleri zaman, aralarından hangisinin konu tu unun hiçbir zaman bilinemeyece ine inanıyorum. Önderlerinin manastırlarda ve katedral okullarında e itildiklerini, Çobanlar’ın anlayabilecekleri sözcüklere dökseler bile, beylerin dilini konu tuklarını dü ündüm. Hem Çobanlar Papa’nın nerede oldu unu bilmiyorlardı, ama Yahudilerin nerede olduklarını biliyorlardı. Sonuç olarak, yılgın Yahudilerin topluca sı ındıkları Fransa Kralı’nın yüksek ve kocaman kulesini ku attılar. Kulenin duvarlarından dı arı çıkan Yahudiler ta ve sopalarla yi itçe ve acımasızca kendilerini savundular. Ama Çobanlar kulenin kapısını ate e verdiler, Yahudileri duman ve alevlerle ku attılar. Kendilerini kurtaramayan Yahudiler, sünnetsizlerin elinde ölmektense, kendilerini öldürmeyi ye tutarak, içlerinden en yürekli görünenden kendilerini kılıçtan geçirmesini istediler. O da kabul etti; be yüz kadarını öldürdü. Sonra Yahudi çocuklarıyla birlikte kuleden çıktı ve Çobanlar’dan kendisini vaftiz etmelerini istedi. Ama Çobanlar, “Kendi insanlarını kılıçtan geçirdin, imdi de ölümden kurtulmak istiyorsun, öyle mi?” dediler; onu parça parça ettiler, ama çocuklara dokunmadılar; onları vaftiz ettiler. Sonra yol boyunca birçok kanlı soygunlar yaparak Carcassonne’a do ru yöneldiler. O zaman Fransa Kralı çok ileri gittiklerini söyleyerek onları uyardı ve geçtikleri her kentte onlara kar ı konmasını buyurdu; Yahudilerin de, Kral’ın adamlarıymı gibi savunulmasını duyurdu... Fransa Kralı o noktada niçin Yahudilere kar ı böyle anlayı lı olmu tu? Belki de, Çobanlar’ın krallık topraklarında neler yapabileceklerinden ve sayılarının çok artmasından ku kulanmaya ba lamı tı. Yahudilere kar ı acıma duymasının nedeni, hem onların i ledikleri suçlara a lamaları için iyi bir nedendi, Çobanlar’ın yok edilmesinin ve tüm iyi Hıristiyanların i ledikleri suçlara a lamaları için iyi bir neden bulmalarının gerekmesiydi. Ama her zaman Hıristiyan inancının dü manı olan Yahudileri savunmanın do ru olmayaca ını dü ünen birçok Hıristiyan Kral’a boyun e medi. Birçok kentte, Yahudilere a ırı faiz ödemek zorunda kalmı olan orta halli insanlar, Çobanlar’ın, zenginliklerinden ötürü onları cezalandırmasından ho nuttu. O zaman Kral Çobanlar’a yardım edilmemesini, yardım edenlerin ölüm cezasına çarptırılmalarını buyurdu. Oldukça büyük bir ordu toplayıp onlara saldırdı; ço u öldürüldü, kimileri kaçıp ormanlara saklanarak canlarını kurtardılar; ama orada çetin ko ullar altında öldüler. Çok geçmeden kökleri kazındı. Kralın generali onları yakalayıp cesetleri sonsuza de in örnek olsun ve hiç kimse ülkenin erincini bozma yüreklili ini kendilerinde bulamasın diye en yüksek a açlara yirmi er otuzar astı. nanılmaz olan, Salvatore’nin bana bu öyküyü en erdemli bir giri imi betimlercesine anlatmasıydı. Gerçekten de Salvatore, bu sözde Çobanlar kalabalı ının amacının sa’nın mezarını ele geçirmek ve onu kâfirlerden kurtarmak oldu u inancını de i tirmedi; bu güzel i in, daha Fransa Kralı Ermi Louis’nin saltanatında, Münzevi Pierre ve Ermi Bernard zamanında gerçekle tirildi ine bir türlü inandıramadım onu. Herhalde Salvatore kâfirlere bir türlü ula amadı; çünkü bir an önce Fransa topraklarından uzakla mak zorundaydı. Novara bölgesine gitti ini anlattı; ama orada olup bitenler konusunda çok belirsiz eyler söyledi. Sonunda, tam Papa’nın kovu turdu u birçok arkada ının yakılmaktan kurtulmak için ba ka tarikatların manastırlarına sı ınarak tarikat de i tirmeye çalı tıkları sırada Casale’ye vardı; oradaki Minorit manastırına kabul edildi (sanırım Remigio’ya burada rastladı). Tıpkı Ubertino’nun bize anlatmı oldu u gibi. Salvatore (gerek dürüst olmayan amaçlarla, gerek sa sevgisiyle dola ırken kutsal amaçlarla yaptı ı), el becerisi isteyen i lerdeki uzun deneyimi sayesinde, kilerci tarafından hemen onun yardımcılı ına getirildi. Tarikatın debdebesine pek ilgi duymaksızın, mutfa ın yönetimi ve giderleriyle ilgilenerek, çalmadan gönlünce yiyip içece i ve yakılmaksızın Tanrı’yı övebilece i bu yerde yıllardır kalmı olmasının nedeni de buydu. ki lokma arasında ondan ö rendi im öykü buydu; kendi kendime, neyi uydurdu unu, neyi suskunlukla geçi tirdi ini sordum. Yalnızca deneyiminin kendine özgü olu undan ötürü de il, ba ına gelenler bana o günlerin talya’sını büyüleyici ve anla ılmaz kılan birçok olay ve devinimin görkemli bir özeti gibi göründü ü için merakla baktım ona. Bu konu madan ortaya çıkan neydi? ledi i suçun bilincine varmaksızın, kendi türünden birisini öldürebilen bir serüvencinin imgesi. Ama o sıralarda kutsal yasaya kar ı i lenen tüm suçlar bana birbirinin aynı gibi görünüyorduysa da, konu uldu unu i itti im olguların bazılarını daha o zaman anlamaya ba lıyor; bir insan kalabalı ının neredeyse kendinden geçmi çesine bir co kuyla, eytan’ın yasasını Tanrı’nın yasasının yerine koyarak, bir kıyama giri mesi ile, bir bireyin so ukkanlılıkla, tasarlayarak, sessizlik içinde bir suç i lemesinin ba ka ba ka eyler oldu unu görüyordum. Bana öyle geliyor ki, Salvatore böyle bir suçla lekelenmi olamazdı. Öte yandan, Ba rahip’in üstü kapalı sözleriyle ilgili bir eyler ö renmek istiyordum; hakkında hemen hemen hiçbir ey bilmedi im Fra Dolcino dü üncesi bir saplantı haline gelmi ti bende. Oysa hayaleti iki gündür i itti im birçok konu manın çevresinde dola ıyormu gibi görünüyordu. Bu nedenle Salvatore’ye birdenbire, “Yolculuklarında hiç Fra Dolcino’ya rastladın mı?” diye sordum. Tepkisi çok tuhaf oldu. Gözlerini, sanki olduklarından daha iri açabilirmi gibi, kocaman kocaman açtı; ardarda haç çıkardı, bu kez gerçekten anlamadı ım bir dilde bölük pörçük sözler mırıldandı. Ama bunlar bana yadsıma sözleri gibi göründü. O zamana de in, sempati ve güvenle, dostça diyebilece im bir bakı la bakmı tı bana. Ama o anda neredeyse dü manca baktı. Sonra bir bahane uydurarak gitti. Artık dayanamıyordum. Adını i itende yılgınlık uyandıran bu rahip kimdi? Bunu ö renme iste inin pençesinde daha çok kıvranamayaca ımı anladım. Aklımdan bir dü ünce geçti. Ubertino! Onunla kar ıla tı ımız ilk ak am o da anmı tı bu adı; u son yıllardaki Fraticello’ların ve öteki din adamlarının açık gizli, tüm ya antılarıyla ilgili her eyi biliyordu. Bu saatte onu nerede bulabilirdim? Ku kusuz, kilisede, dualara gömülmü . Bir anlık bir özgürlü e sahip oldu umdan oraya gittim. Onu bulamadım; aslında ak ama dek bulamadım onu. Böylece merakımı gideremedim; çünkü o sırada imdi anlatmam gereken ba ka olaylar oluyordu. Üçüncü Gün K ND William Adso’ya büyük sapkınlık ırma ından, saf insanların kilisedeki i levinden, evrensel yasaları ö renme konusundaki ku kularından söz ediyor; sanki ayraç içindeymi çesine Venantius’un bıraktı ı kara büyü ibaretlerini nasıl çözdü ünü anlatıyor. William’ı demirci oca ında Nicola’yla birlikte i lerine dalmı çalı ırken buldum. Tezgâhın üstüne, ba langıçta belki de pencere camı parçaları olarak dü ünülmü , minicik yuvarlaklar dizmi ler, bunların bazılarını aletlerle istenen kalınlı a indirgemi lerdi. William onları gözlerinin önüne tutup inceliyordu. Nicola ise uygun camların takılaca ı çatalı yapmaları için demircilere buyruk veriyordu. William, o an’a dek en uygun camlar zümrüt renginde oldu u ve par ömenleri çayırlık gibi görmek istemedi i için öfkeyle homurdanıyordu. Nicola demircileri denetlemeye gitti. William çe itli yuvarlakları denerken, Salvatore’yle aramızda geçen konu mayı ona anlattım. “O adamın çe itli deneyimleri olmu ,” dedi. “Belki gerçekten Dolsiniyenlerin yanında kalmı tır. Bu manastır gerçek bir dünya; Papa Ioannes’in elçileriyle rahip Michele de gelince tam olaca ız.” “Üstadım,” dedim, “artık hiçbir ey anlamıyorum.” “Hangi konuda Adso?” “Önce sapkın gruplar arasındaki ayrımlar konusunda. Ama bunu sonra soraca ım size. imdi aklımı karı tıran sorun, ayrım sorununun kendisi. Ubertino’yla konu urken, ona tüm sapkınlarla Ortodoksların aynı olduklarını kanıtlamaya çalı tı ınız izlenimini edindim. Ama sonra, Ba rahip’le konu urken, bir sapkınla ba ka bir sapkın arasında ve bir sapkınla bir Ortodoks arasındaki ayrımı ona açıklamak için u ra tınız. Yani, Ubertino’yu temelde aynı olan insanları ba ka ba ka gördü ü için, Ba rahip’iyse temelde ayrı olanları bir tuttu u için kınadınız.” William bir an için camları masanın üstüne koydu. “Sevgili Adso,” dedi, “ imdi bazı ayrımları belirlemeye çalı alım; bu ayrımı yaparken, Paris okulunun terimlerini kullanabiliriz pekâlâ. imdi: Diyorlar ki, bütün insanlar özde aynı biçime sahiptirler, yanılıyor muyum?” “Elbette do ru,” dedim, bilgimle övünerek, “ nsanlar hayvandır, ama akıllıdırlar, insanın ayırıcı özelli i gülme yetene idir.” “Çok güzel. Ama Tommaso, Bonaventura’dan farklıdır; Tommaso i man, Bonaventura ise zayıftır; aynı biçimde, Hugh kötü, Francesco iyi olabilir. Aldemar a ırkanlı, Agilulfo öfkelidir. Yanılıyor muyum?” “Ku kusuz, öyle.” “Bu u demektir: nsanlar maddesel biçimleri bakımından özde tir, ama e reti ya da yüzeysel biçimleri bakımından farklıdırlar.” “Ku kusuz, öyle.” “Öyleyse, Ubertino’ya, aynı insan yapısının, karma ık i lemlerle, hem iyilik, hem de kötülük sevgisini yönetti ini söylerken, onu insan yapısının özde oldu una inandırmaya çalı ıyorum. Öte yandan, Ba rahip’e, bir Katar’la bir Valdezyen arasında fark oldu unu söylerken, onların öze ili kin olmayan özelliklerinin de i ik oldu unda direniyorum. Bunda direni inin nedeni u: bir Valdezyen’e bir Katar’ın özellikleri yoruldu unda, yakılarak cezalandırılabilir; bunun tersi de olabilir. Bir insan yakıldı ı zaman, onun bireysel özü yakılmı ve somut bir varolu biçimi olan, bu nedenle de onun varlı ını sa lamı olan, en azından Tanrı’nın gözünde, özde iyi olan ey hiçli e indirgenir. Bu, sana farklılıklar üstünde direnmek için yeterli bir neden gibi görünmüyor mu?” “Evet efendim,” diye yanıtladım, heyecanla. “ imdi niçin böyle konu tu unuzu anladım; felsefenizi takdir ediyorum!” “Benim felsefem de il bu,” dedi William, “iyi olup olmadı ını da bilmiyorum. Önemli olan senin anlamı olman. imdi ikinci soruna gelelim.” “Sorun u,” dedim, “hiçbir i e yaramaz biriyim ben. Valdezyenler, Katarlar, Lyons’lu yoksullar, Umiliati, Beginolar, Lombardlar, Joachim’çiler, Patarenler, Havariler, Yoksul Lombardlar, Arnold’cular; William’cılar Özgür Ruh’a inananlar ve Lucifer’cileri birbirinden ayırdedemiyorum artık. Ne yapmalıyım?” “Ah, zavallı Adso,” diye güldü William, sevecenlikle enseme vurarak, “hiç de haksız de ilsin! Son iki yüzyıldır, hatta daha da önceden beri, u bizim dünyamız ho görüsüzlük, umut ve umutsuzluk fırtınalarıyla kasılıp kavruldu sanki... Ya da hayır, bu iyi bir benzetim de il. Kocaman, görkemli bir ırmak dü ün; topra ın sa lam oldu u güçlü yata ında kilometrelerce akıp gidiyor; ırma ın kıyılarının, sa lam topra ın nerede oldu unu biliyorsun. Bir an gelir, bu ırmak çok uzun bir zaman, çok geni bir alanda aktı ı, tüm ırmakları kendi içinde yok eden denize yakla makta oldu u için yorgun dü mü , artık ne oldu unu bilmez. Kendi kendisinin deltası olur. Bir ana kolu hâlâ varlı ını sürdürebilir, ama birçok kol ondan ayrılıp her yöne da ılır, kimileri yeniden birbirine karı ır; artık neyin neden çıktı ını anlayamazsın; bazan hâlâ ırmak olanla, çoktan deniz olanı ayırdedemezsin...” “Benzetiminizi anlıyorsam, ırmak Tanrı’nın kenti ya da do ruların krallı ıdır; bininci yıl yakla maktadır ve bu belirsizlik içinde artık ayakta kalamıyor; yalancı ve gerçek peygamberler do uyor, her ey Armageddon’un yer alaca ı büyük ovaya do ru akıyor...” “Dü ündü üm tam bu de ildi. Ama biz Fransiskenler arasında, üçüncü bir ça ın ve Kutsal Ruh’un yeniden egemen olaca ı dü üncesinin her zaman canlı kaldı ı do rudur. Hayır, ben sana, yüzyıllar boyu tüm toplumun, Tanrı’nın kullarının varlı ıyla özde olan kilisenin gere inden çok zenginle ti ini, kabardı ını, içinden geçti i tüm toprakların süprüntülerini birlikte ta ıdı ını ve arılı ını yitirdi ini anlatmaya çalı ıyordum. Gerçekte deltanın kolları, ırma ın denize, daha do rusu arınma anına olabildi ince çabuk ula masına yardımcı olur. Ama yaptı ım kötü bir benzetme; sana yalnızca, ırmak artık ortada olmayınca, sapkınlık kollarının ve yenilenme akımlarının sayısının nasıl arttı ını ve nasıl birbirlerine karı tıklarını anlatmaya yarıyordu. Dilersen, bu kötü benzetime, diri bir güçle ırma ın iki yakasını yeniden kurmaya çalı an birinin imgesini de ekleyebilirsin. Deltanın bazı kolları kum ve çamurla dolar, bazıları yapay kanallarla yeniden ırma a yöneltilir, bazılarının da akmasına izin verilir, çünkü her eyi kısıtlı tutmak olanaksızdır; hem bir ırma ın, izledi i yolun bütünlü ünü sa lamak, kimli ini korumak istiyorsa, suyunun birazını yitirmesi daha iyidir.” “Hiçbir ey anlamaz oldum.” “Ben de. Benzetimlerle konu mayı beceremem. yisi mi bu ırmak öyküsünü unut. Az önce adlarını sıraladı ın akımların ço unun en az iki yüzyıl önce do duklarını ve daha imdiden öldüklerini, kimilerininse daha yeni olduklarını anlamaya çalı ...” “Ama sapkınlardan söz edilirken, tümü birlikte adlandırılıyor.” “Do ru, sapkınlı ın yayılma biçimlerinden biri bu; yok edilme biçimlerinin de.” “Gene anlamıyorum.” “Tanrım, ne zor. Pekâlâ. Tut ki gelenekleri düzeltmek isteyen birisin; yoksulluk içinde ya amak için bazı arkada larını bir da ın tepesinde topluyorsun. Bir süre sonra birçok insan uzak ülkelerden Kalkıp sana geliyorlar, seni bir peygamber ya da yeni bir havari sayıyorlar ve izinden gidiyorlar. Bunlar gerçekten enin için ya da söylediklerin için mi geliyorlar?” “Bilmem, umarım öyledir. Ba ka niçin gelsinler?” “Çünkü babalarından, ba ka reformcuların öykülerini, az çok yetkin toplulukların söylencelerini dinlemi lerdir; bunun u, unun bu oldu una inanırlar.” “Böylece her akım ba kalarının çocuklarına kalıtım yoluyla mı geçer?” “Elbette, çünkü reformcuların ardına takılanların büyük bir ço unlu u, hiçbir ö reti incelikleri olmayan saf insanlardır. Buna kar ın, sa töre geleneklerini düzeltme akımları, de i ik yer ve biçimlerde ve farklı ö retilerle do ar. Katarlarla Valdezyenler ço u kez birbirine karı tırılır. Valdezyenler, Kilise içinde tinsel bir reform yapılmasını öngörüyorlardı. Katarlar ise ba ka bir kilise, ba ka bir Tanrı ve sa töre anlayı ı öngörüyorlardı. Katarlar, dünyanın birbirine kar ıt iyi ve kötü güçlere ayrıldı ına inanıyorlardı; bu nedenle de kusursuz insanların saf inançlılardan ayrıldı ı bir kilise kurmu lardı; kendilerine özgü ayinleri ve töreleri vardı; neredeyse bizim Kutsal Ana Kilise’miz gibi çok katı bir hiyerar i kurmu lardı; hiçbir erk biçimini ortadan kaldırmayı bir an için bile dü ünmüyorlardı. Bu sana, yöneticilerin, mülk sahiplerinin, feodal beylerin de Katarlar’a niçin katıldıklarını açıklar. Dünyayı düzeltmeyi de dü ünmüyorlardı; çünkü onlara göre iyiyle kötü arasındaki kar ıtlık hiçbir zaman ortadan kaldırılamazdı. Oysa Valdezyenler ve onların yanı sıra Arnold’cular ve Yoksul Lombardlar, tam tersine, yoksulluk ülküsüne dayalı farklı bir dünya kurmak istiyorlardı; toplum dı ına itilmi leri aralarına alarak topluca, ellerinin eme iyle ya amalarının nedeni buydu. Katarlar kilisenin ayinlerini yadsıyorlardı. Valdezyenler ise ayinleri de il, yalnızca papaza günah çıkartmayı yadsıyorlardı.” “Öyleyse neden birbirine karı tırılıyorlar ve aynı zararlı otlarmı gibi söz ediliyor onlardan?” “Sana anlattım: Onları ya atan eyle öldüren ey aynıdır. Akımlar, ba ka akımlara kapılmı , bütün akımların aynı ba kaldırı ve aynı umut dürtüsünden kaynaklandı ına inanan saf insanlarla geli ir, sonra birinin yanlı larını ötekine yükleyen sorgucular tarafından yok edilirler; bir akımın bir kesimine ba lı olanlar bir suç i leyecek olurlarsa, bu suç tüm akımların tüm kesimlerine ba lı olanlara yüklenecektir. Akılcı açıdan söylemek gerekirse, sorgucular çeli ik ö retileri bir araya getirdikleri için haksızdırlar; ba kalarının haksızlı ına göre de haklıdırlar; çünkü; söz gelimi, bir kentte Arnold’cu bir akım ortaya çıktı ı zaman, ba ka yerlerdeki Katarlar ya da Valdezyenler de oraya yönelirler. Fra Dolcino’nun havarileri, din adamlarının ve beylerin maddesel varlıklarının ortadan kaldırılmasını öngörüyorlardı; birçok iddet eyleminde bulundular; Valdezyenler iddete kar ıdırlar, Fraticello’lar da öyle. Ama Fra Dolcino zamanında, onun grubunda daha önce Fraticelli ya da Valdezyenlerin ö retilerini benimsemi olan birçok kimsenin bulundu una ku kum yok. Saf insanlar kendi ki isel sapkınlıklarını seçemezler, Adso; ülkelerinde vazeden, köylerinden gelip geçen ya da alanlarında duraklayan adama sıkı sıkıya tutunurlar. Dü manları da bunu sömürür. Halkın gözlerine, aynı zamanda hem cinsel hazzı yadsıyan hem de bedensel birle meyi öngören tek bir sapkınlık sunmak iyi bir vaaz tekni idir: Sapkınları sa duyuya aykırı eytanca bir çeli kiler yuma ı gibi gösterir.” “Demek aralarında hiçbir çeli ki yok; bir Joachim’ci ya da Tinci olmak isteyen saf bir insanın Katarların eline dü mesi ya da bunun tam tersi eytan’ın i i mi?” “Hayır, öyle de il. Ba tan ba layalım, Adso. nan, kendimin de do rusunu bildi ime inanmadı ım bir eyi açıklamaya çalı ıyorum sana. Bence yanlı lık, önce sapkınlı ın ortaya çıktı ına, sonra da saf insanların onlara katıldıklarına ve lanetlendiklerine (kendi kendini lanetlediklerine) inanmakta. Gerçekteyse, önce saf insanların durumu gelir, sonra sapkınlık.” “Nasıl yani?” “Tanrı’nın kulları hakkında açık seçik bir fikrin var. yi koyunlarla kötü koyunlardan olu an, kutsal dünyanın yorumcuları olan din adamlarının yol göstericili i altında çoban köpekleri, sava çılar, daha do rusu dünyasal erk, yani mparator ve beyler tarafından dizginlenen büyük bir sürü. Görünüm çok açık.” “Ama do ru de il bu. Çobanlar köpeklerle sava ır, çünkü ikisinin de birbirinin haklarında gözü vardır.” “Do ru; sürünün yapısını belirsiz kılan da bu i te. Birbirlerini parçalamaktan ba ka bir ey dü ünmeyen köpeklerle çobanlar artık sürüyü korumuyorlar. Bir bölü ü dı arıda kalıyor bu sürünün.” “Nasıl dı arıda?” “Kenarda. Köylüler gerçek anlamda köylü de iller; çünkü toprakları yok, ya da olanca toprakları onları beslemeye yetmiyor. Yurtta lar gerçek anlamda yurtta de iller; çünkü bir lonca ya da esnaf birli ine üye de iller; onlar ba kalarının tuza ına dü ebilecek küçük insanlardır. Kırsal alanlarda cüzamlılar gördü ün oldu mu hiç?” “Evet, bir kez yüz tanesini bir arada görmü tüm. Biçimleri bozulmu , etleri a armı , çürüyüp dökülüyor, koltuk de neklerine dayanmı , gözkapakları i , gözleri kanlı. Ne konu uyorlar, ne de ba ırıyorlardı; fareler gibi ciyaklıyorlardı.” “Hıristiyanlar için onlar ba ka insanlardır; sürünün kıyısında kalan insanlar. Sürü onlardan nefret eder, onlar da sürüden. Herkesin kendileri gibi cüzama yakalanmasını, ölmesini isterler.” “Evet, Kral Mark’la ilgili bir öykü anımsıyorum; güzel Isotta’yı ölüme mahkûm etmek zorunda kalmı , tam yakılmak üzere odunların üstüne çıkarılaca ı sırada cüzamlılar gelmi ler; Krala yakılmanın hafif bir ceza olaca ını, ondan daha kötü bir ceza oldu unu söylemi ler. Sonra, Isotta’yı bize verin, bizim olsun, hastalı ımız isteklerimizi tutu turuyor, onu cüzamlılarınıza verin, diye ba ırmı lar. Sızlayan yaralarımıza yapı mı u paçavralara bakın. Yanınızda sincap kürküyle astarlanmı zengin giysilere ve takılara bürünmü olan o kadın, cüzamlıların sarayını görünce, kümeslerimize girip bizimle yatınca, o zaman i ledi i günahın tam anlamıyla bilincine varacak ve bu güzelim odun yı ınını dü ünüp esef edecek!” “Görüyorum ki, bir Benedikten çömezi olarak tuhaf eyler okumu sun,” diye takıldı William. Kızardım, çünkü bir çömezin sevi öyküleri okumaması gerekti ini biliyordum; ama Melk manastırında biz gençler arasında bunlar dola tırılıyor, biz de geceleri tonum ı ı ında okuyorduk onları. “Ama önemi yok,” diye sürdürdü William. “Ne demek istedi ini anladım. Toplum dı ına itilmi cüzamlılar her eyi kendileriyle birlikte yıkıma sürüklemek isterler. Böylece, onları ne denli toplum dı ına itersen, o denli kötü olurlar; onları ne denli senin yıkımım isteyen bir hortlak sürüsü gibi görürsen, o denli toplum dı ı olurlar. Ermi Francesco bunu anladı; ilk i i gidip cüzamlılar arasında ya amak oldu. Toplum dı ına itilenleri yeniden onlarla bütünle tirmedikçe, Tanrı’nın kullarını de i tirmek olanaksızdır.” “Ama siz ba ka toplum dı ı ki ilerden söz ediyorsunuz, sapkın akımları olu turan cüzamlılar de il ki.” “Sürü, en geni halkadan en yakın çevresine dek bir dizi e merkezli daireden olu ur. Cüzamlılar genel olarak bir dı lama göstergesidir. Ermi Francesco bunu anladı. O yalnız cüzamlılara yardım etmek istemiyordu; öyle olsaydı, davranı ı yalnızca cılız ve güçsüz bir acıma davranı ına indirgenmi olurdu. Onun anlatmak istedi i ba ka bir eydi. Ku lara söylediklerini anlattılar mı sana?” “A, evet, o güzel öyküyü duydum; Tanrı’nın o yumu acık yaratıklarıyla arkada lık eden ermi i takdir ettim,” dedim büyük bir heyecanla. “Sana yanlı bir öykü anlatmı lar; daha do rusu, bugün tarikatın yeniden olu turmakta oldu u öyküyü anlatmı lar. Francesco kent halkı ve yöneticileriyle konu mu , onların kendisini anlamadıklarını görünce yürüyüp mezarlı a gitmi ; kuzgunlar, saksa anlar, ahinler, le le beslenen yırtıcı ku larla konu maya ba lamı .” “Ne korkunç ey!” dedim. “Demek iyi ku lar de ildi bunlar!” “Alıcı ku lardı onlar; dı lanmı ku lar, tıpkı cüzamlılar gibi. Francesco ncil’deki u sözleri dü ünüyordu ku kusuz: Güne e do ru yükselmi bir melek gördüm; ve o, güne te uçan tüm ku lara yüksek sesle dedi ki: Gelin; yüce Tanrı’nın büyük ölenine katılın; kralların etini, tribünlerin ve kendini be enmi lerin etini ve atların ve onların üstüne binenlerin etini ve özgür ve tutsak küçük büyük tüm insanların etini yiyin!” “Demek Francesco, toplum dı ına itilmi leri ba kaldırıya kı kırtıyordu?” “Hayır, bunu isteyen biri varsa, o da Fra Dolcino ve ardından gidenlerdi. Francesco, ba kaldırmaya hazır olan toplum dı ına itilmi leri Tanrı’nın kullarına katılmaya ça ırıyordu. Sürü yeniden toplanacaksa, sürü dı ına itilmi lerin yeniden bulunması gerekliydi. Francesco ba arılı olamadı; bunu büyük bir acılıkla söylüyorum. Dı lanmı ları yeniden bütünle tirmek için kilise çevresinde eylem yapmak zorundaydı, kilise çevresinde eylem yapmak için de onun yasasının onayım alması gerekiyordu; bundan bir tarikat do acak, tarikat da, ortaya çıkarken, kıyısında itilmi lerin yer aldı ı bir çember imgesini yeniden olu turacaktı. imdi toplum dı ına itilmi leri yeniden çevrelerinde toplayan Fraticelli ve Joachim’cilerin neden ortaya çıktıklarını anlıyorsun, de il mi?” “Ama biz Francesco’dan söz etmiyorduk; sapkınlı ın nasıl saf insanlar ve toplum dı ına itilmi lerin bir ürünü oldu undan söz ediyorduk.” “Do ru. Sürüden dı lananlardan söz ediyorduk. Yüzyıllar boyunca, Papa ve mparator erk için giri tikleri sava larda birbirlerini parçalarken, dı lanmı lar gerçek cüzamlılar gibi kıyıda ya amayı sürdürdüler; cüzamlılar, bunların, bu ola anüstü meseli anlayabilmemiz için Tanrı’nın düzenledi i bir simgesinden ba ka bir ey de ildir; böylece, ‘cüzamlı’ derken, ‘dı lanmı , yoksul, saf, toplum dı ına itilmi , kırsal bölgelerden sökülüp atılmı , kentlerde a a ılanmı ’ kimseleri anlayacaktık. Ama biz anlamadık; cüzamın gizemi bir hortlak gibi üstümüze abandı; çünkü i aretlerin niteli ini anlayamadık. Sürüden dı lanmı olsalar bile, onların tümü de sa’nın sözüne dönerek köpeklerin ve çobanların davranı ını suçlayacak ve bir gün onları cezalandırmaya söz verecek her vaazı dinlemeye ya da üretmeye hazırdırlar. Erk sahipleri her zaman anladılar bunu. Dı lanmı ların toplumla yeniden bütünle tirilmesi, onların ayrıcalıklarının kısıtlanmasını gerektiriyordu; bu nedenle de, dı landıklarının bilincine varan dı lanmı lar, ö retileri ne olursa olsun, sapkınlıkla damgalanıyorlardı. Dı lanmı lıklarının körle tirdi i bu insanlarsa, kendi adlarına, gerçekte hiçbir ö retiye ilgi duymuyorlardı. Sapkınlı ın yanılgısı buradadır. Herkes sapkındır, herkes ortodokstur; bir akımın sundu u inancın önemi yoktur; önemli olan sundu u umuttur. Bütün sapkınlar bir dı lama gerçekli inin bayra ıdır. Sapkınlı ı kazı, altında cüzamlıyı bulursun. Sapkınlı a kar ı giri ilen her sava ın istedi i tek ey udur: cüzamlının oldu u gibi kalması. Cüzamlılara gelince, onlardan ne bekleyebilirsin? Üçleme do masının ya da A ai Rabbani ayininin tanımının ne kadarının do ru, ne kadarının yanlı oldu unu ayırdetmelerini mi? Hadi canım, Adso, bu oyunlar biz okumu adamlar içindir. Basit insanların ba ka sorunları vardır. Hem unutma, bunların tümünü de yanlı yoldan çözerler. Bunun için sapkın olurlar.” “Peki, bazı insanlar niçin onları destekliyorlar?” “Çünkü amaçlarına yarar bu; amaçları da seyrek olarak inançla ilgilidir; ço u kez erki ele geçirmeye ili kindir.” “Bunun için mi Roma Kilisesi kendisine kar ı olanların tümünü sapkınlıkla suçluyor?” “Bunun için. Kendi denetimi altına alabildi i ya da gere inden çok güçlendi i, bu nedenle de kar ısına almak iyi olmayaca ı için, kabul etmek zorunda kaldı ı bir sapkınlı ı Ortodoksluk sayması da bunun için. Ama bunun kesin bir kuralı yok; insanlara, ko ullara ba lı. Bu, laik beyler için de geçerli. Elli yıl önce, Padoya komünü, her kim bir din adamını öldürürse, büyük bir para cezasına çarptırılmasını öngören bir buyruk çıkardı...” “Olamaz!” “Gerçekten. Din adamlarına kar ı halkın nefretini körüklemenin bir yoluydu bu; kent piskoposla sava halindeydi. Yıllar önce Cremona’da, mparator’a ba lı olanların Katarlara niçin yardım ettiklerini imdi anlıyorsun de il mi, inanç nedeniyle de il, Roma Kilisesi’ni güç durumda bırakmak için. Bazan kent meclisleri, sapkınları, ncil’i halk diline çevirmeye yüreklendirirler; halk dili artık kentlerin dili oldu; Latince ise Roma’nın ve manastırların dili. Bazan da Valdezyenleri desteklerler; çünkü onlar kadın erkek, küçük büyük herkesin, ister a a ı tabakadan, ister yüksek tabakadan olsun, ö retmen ve vaiz olabileceklerini öne sürerler; çırak olan bir i çi on gün sonra ustası olabilece i birini arar...” “Böylece, din adamlarının yerine ba ka kimselerin konamamasını sa layan ayrımı ortadan kaldırıyorlar! Ama öyleyse, aynı kent meclisleri niçin sapkınlara kar ı çıkıp onların yakılması için kiliseye yardım ediyorlar?” “Çünkü sapkınların sayılarının artmasının, halk diliyle konu an laiklerin ayrıcalıklarını da tehlikeye sokabilece inin bilincine varıyorlar. 1179’da toplanan Lateran Konseyi’nde (görüyorsun, yüz „ elli yıl öncesine ili kin olaylar bunlar), Walter Map, o budala, bilgisiz Valdezyenlere güvenilecek olursa neler olabilece i konusunda uyanda bulundu. E er do ru anımsıyorsam, Walter Map, onların belli bir oturma yerleri olmadı ını, çıplak sa’nın izinde, çıplak, yalınayak oradan oraya dola ıp durduklarını, hiçbir eyleri olmadı ını, her eye ortakla a sahip olduklarını söyledi. En alçakgönüllü noktadan ba lıyorlar, çünkü toplum dı ına itilmi lerdir; ama onlara gere inden çok yer açarsanız, herkesi iterek dı arıya atarlar. Bu nedenle kentler dilenci tarikatlarını, özellikle de biz Fransiskenleri tutuyorlardı; çünkü biz tövbe gereksinimi ile kentsel ya am; kilise ile alım satım i lerinden ba ka bir ey dü ünmeyen kentsoylular arasında uyumlu bir denge sa lanmasına izin veriyorduk...” “Tanrı sevgisiyle alım satım sevgisi arasında uyum sa lanabildi mi, peki?” » “Hayır, tinsel yenilenme akımları engellendi; Papa’nın tanıdı ı bir tarikatın sınırları içinde yönlendirildi. Ama alttan alta sinsi sinsi akan ey yönlendirilemedi. Bir yandan hiç kimseye kötülü ü dokunmayan Flagellante akımlarına, bir yandan da Fra Dolcino’nunki gibi silahlı çetelere, ya da Ubertino’nun sözünü etti i Montefalco rahiplerinin büyücülük törenlerine do ru aktı...” “Ama kim haklıydı, kim yanıldı?” diye sordum, a kın. “Kendi açısından herkes hem haklıydı, hem haksız.” “Ama,” diye ba ırdım, ba kaldırıya varan bir ta kınlıkla, “niçin bir tavır almıyorsunuz, niçin bana gerçe in nerede yattı ını söylemiyorsunuz?” William, üstünde çalı tı ı camı ı ı a tutarak bir süre sustu. Sonra camı masanın üstüne indirip camın altında bir alet gösterdi bana. “Bak,” dedi. “Ne görüyorsun?” “Aleti; biraz daha büyük olarak.” “ te: Yapabilece imiz ey, olsa olsa daha yakından bakmaktır.” “Ama alet hep aynı alet!” Venantius’un elyazması da, bu camlar sayesinde onları okudu um zaman gene aynı kalacak. Ama belki de onu okuduktan sonra gerçe in bir bölümünü daha iyi ö renece im. Ve belki de manastırın ya amını iyile tirebilece iz.” “Ama bu yetmez ki!” “Sandı ından daha çok ey söylüyorum, Adso, Roger Bacon’dan daha önce de söz etmi tim sana. Belki de gelmi geçmi en akıllı adam de ildi, ama bilim sevgisini esinleyen umudu beni her zaman büyülemi tir. Bacon, basit insanların gücüne, gereksinimlerine, tinsel bulu larına inanıyordu.’ Yoksulların, dı lanmı ların, budalaların ve okur yazar olmayanların çok kez Tanrı’nın a zından konu tuklarına inanmasaydı, iyi bir Fransisken olamazdı. Onları yakından tanımı olsaydı, tarikata ba lı ta ralılardan çok Fraticello’lara kar ı uyanık olurdu. Basit insanlarda, ço u zaman geni kapsamlı, genel yasalar ortaya çıkarma çabaları içinde yiten okumu larda olmayan bir ey var. Bir bireyin sezgisi var onlarda. Ama bu sezgi tek ba ına yeterli de ildir. Basit insanlar kendi gereceklerini belki de kilise bilginlerinden daha do ru olarak kavrarlar, ama onu dü üncesizce eylemler içinde yok ederler. Ne yapmalı? Basit insanları e itmeli mi? Çok kolay, ya da çok güç bir ey bu. Hem sonra hangi bilgileri ö retmeli onlara? Abbone’nin kitaplı ındakileri mi? Fransisken üstatlar bu sorunu incelediler. Büyük Bonaventura, bilge ki ilerin, basit insanların davranı ları içinde saklı olan gerçe i kavramsal açıklı a kavu turmaları gerekti ini söylüyordu...” “Basit insanların yoksullu a ça rılarını tanrıbilimsel kararlara dönü türen Perugia Ruhani Meclisi ya da Ubertino’nun bilgince anıları gibi,” dedim. “Evet, ama gördü ün gibi bu çok güç oluyor, oldu u zaman da basit insanların gerçe i, güçlülerin gerçe ine dönü mü oluyor; yoksul ya am süren rahipten çok, mparator Ludwig’in i ine yarayan bir gerçe e. Onların ya antısına nasıl yakın olunabilir, sözgelimi onların içevuruk erdemi, çalı ma yetene i, onların dünyasını dönü türmek ve daha iyi kılmak için nasıl korunabilir? Bacon’un sorunu buydu. ‘Quod enim laicali ruditate turgescit non habet effectum 173 nisi fortuito,’ diyordu. Basit insanların ya antılarının yabanıl ve denetlenemez sonuçları vardır. ‘Sed opera sapientiae certa lege vallantur et in fine debitum 174 efficaciter diriguntur.’ Yani, pratik sorunlarla u ra ırken bile, ister mekanik, ister tarım, ister bir kentin yönetimi olsun, bir çe it tanrıbilime gerek vardır. Ona göre yeni do a bilimi, bilim adamlarının, do al süreçlerin de i ik bilgileri aracılı ıyla, basit insanların düzensiz ama kendi tarzında gerçek ve do ru beklentiler yı ınını yansıtan temel gereksinimlerini e güdümlü kılmaya yönelik yeni ve büyük giri imi olmalıydı. Yeni bilim, yeni do al büyü. Ancak, Bacon’a göre, bu giri im kilise tarafından yöneltilmeliydi; ama ben bunu, onun zamanında din adamları toplulu unun bilim adamları toplulu uyla özde le tirilmesinden ötürü söyledi ine inanıyorum. Bugün durum de i ti; manastır ve katedrallerin dı ında, hatta üniversitelerin bile dı ında bilim adamları yeti iyor. Örne in bu ülkede, yüzyılımızın en büyük filozofu bir rahip de il, laik biriydi. u Floransa’lıdan söz ediyorum; iirinden söz edildi ini i itmi sindir; hiç okumadım o iiri, çünkü halk dilini anlamıyorum; bildi imce pek de ho uma gitmezdi; çünkü bizim ya antılarımıza çok uzak olan eylerden söz ediyor. Ama kanımca, ö eler, tüm kozmos ve devletlerin yönetimi hakkında bugüne de in bize sunulan en akıllıca eyleri o yazdı. Bugün ben ve arkada larım, insancıl sorunların yönetimi için, yasa yapmanın kiliseye de il, halk meclisine dü tü üne inanıyoruz; aynı ekilde, gelecekte bu yeni ve insancıl tanrıbilimi önermek de bilim adamlarına dü ecektir; bu tanrıbilim ise do al felsefe ve pozitif büyüdür.” “Çok güzel bir giri im,” dedim, “ama böyle bir ey olabilir mi?” “Bacon buna inanıyordu.” “Ya siz?” “Ben de inanıyorum. Ama buna inanmak için, basit insanların, biricik iyi sezgi olan birey sezgisine sahip olmakta haklı olduklarından emin olmalıyız. Ama e er bireyin sezgisi biricik iyi sezgiyse, iyi büyünün, onun aracılı ıyla ve onu yorumlayarak i levsel olaca ı, evrensel yasaları yeniden olu turmayı bilim nasıl ba aracaktır?” “Evet,” dedim, “bunu nasıl yapabilir?” “Artık ben de bilmiyorum. Oxford’da, imdi Avignon’da bulunan arkada ım Ockham’lı William’la birçok tartı mamız oldu. Zihnime ku ku tohumları saçtı. Çünkü e er yalnızca bireyin sezgisi do ruysa, aynı nedenler aynı sonuçları do urur önermesini kanıtlamak güç olur. Tek bir beden, bir yerde so uk ya da sıcak, tatlı ya da acı, ıslak ya da kuru olabilir; bir ba ka yerdeyse olmayabilir. Sonsuz yeni varlıklar yaratmaksızın tek parma ımı bile kıpırdatamazsam, tüm nesneleri düzenleyen evrensel ba ı nasıl ortaya çıkarabilirim? Çünkü böyle bir edimle, parma ımla tüm öteki nesnelerin konumu arasındaki ili kiler de i ir. Zihnim tek tek varlıklar arasındaki ba ıntıları ili kiler aracılı ıyla algılar; ama bunun evrensel ve de i mez oldu unun güvencesi nedir?” “Ama belli bir cam kalınlı ının belli bir görme gücüne denk dü tü ünü biliyorsunuz; bunu bildi iniz için de, imdi kendinize yitirdi iniz camlar gibi camlar yapabiliyorsunuz; yoksa nasıl yapabilirdiniz?” “Zekice bir yanıt, Adso. Gerçekten de benim geli tirdi im önerme u: E it kalınlık, kaçınılmaz olarak e it görme gücüne denk dü er. Bu önermeyi ortaya attım; çünkü ba ka vesilelerle, aynı tip bireysel sezgilerim oldu. Ku kusuz, bitkilerin sa altma gücünü sınayan herkes, aynı türden tek tek bitkilerin hasta üzerinde aynı nitelikte e it etkileri oldu unu bilir; bu nedenle de ara tırmacı, belli tipten her bitkinin ate li hastalara iyi geldi i ya da belli tipten her camın gözün görme yetisini e it ölçüde artırdı ı önermesini biçimlendirir. Bacon’un sözünü etti i bilim ku kusuz bu önermelere dayanıyor. Dikkat et, nesnelere ili kin önermelerden söz ediyorum, nesnelerden de il. Bilim önermeler ve onların terimleriyle u ra ır; terimler de tekil nesneleri belirtirler. Anlıyorsun, de il mi, Adso, önermemin do rulu una inanmalıyım; çünkü onu deneyle ö rendim; ama ona inanmak için evrensel yasalar oldu unu varsaymalıyım. Ama onlardan söz edemiyorum; çünkü evrensel yasaların ve kurulu bir düzenin var oldu u kavramının kendisi, Tanrı’nın bunların tutsa ı oldu unu sezdirir; oysa Tanrı öylesine saltık bir biçimde özgür bir eydir ki, e er isterse isteminin tek bir edimiyle dünyayı de i tirebilir.” “E er do ru anlıyorsam, bir ey yapıyorsunuz ve niçin yaptı ınızı biliyorsunuz, ama ne yaptı ınızı, niçin bildi inizi bilmiyorsunuz.” William’ın bana be enerek baktı ını övünçle söylemeliyim. “Belki de öyledir. Ne olursa olsun, bu sana, inandı ım halde, inandı ım gerçek konusunda niçin böyle kararsız kaldı ımı anlatır.” “Siz Ubertino’dan daha gizemcisiniz!” dedim, kötücüllükle. “Belki de. Ama gördü ün gibi, do anın nesneleri üstünde çalı ıyorum. Yürütmekte oldu um soru turmada da kimin iyi, kimin kötü oldu unu de il, dün gece yazı salonunda kimin bulundu unu, gözlük camlarını kimin aldı ını, karda bir ba ka gövdeyi sürükleyen bir gövdenin izlerini kimin bıraktı ını ve Berengar’ın nerede oldu unu ö renmek istiyorum. Bunlar olgulardır. Daha sonra onları birbirine ba lamaya çalı aca ım - e er yapabilirsem, çünkü hangi sonucun hangi nedenden do du unu söylemek güç. Bir mele in araya girmi olması her eyi de i tirmeye yeterdi; böylece bir eyin, ba ka bir eyin nedeni oldu unun kanıtlanamamasında a ılacak bir ey yok. Gene de insan her zaman denemeli bunu; imdi benim yaptı ım gibi.” “Sizin ya amınız çetin,” dedim. “Ama Brunellus’u buldum,” diye ba ırdı William, iki gün önceki at olayını anımsayarak. “Öyleyse dünyanın bir düzeni var!” diye ba ırdım ben de, zafer kazanmı çasına. “Öyleyse, benim u zavallı kafamda birazcık düzen var,” diye yanıtladı William. Tam o sırada Nicola, zafer kazanmı çasına, elindeki hemen hemen bitmi bir çatalı göstererek yeniden içeri girdi. “Bu çatal zavallı burnumun üstüne konunca,” dedi William, “belki zavallı kafam daha da düzenli olur.” Bir çömez gelip Ba rahip’in William’ı görmek istedi ini ve onu bahçede bekledi ini bildirdi. Üstadım deneylerini ertelemek zorunda kaldı ve hızlı hızlı bulu ma yerine do ru yürüdük. Oraya yakla ırken William sanki unuttu u bir eyi ancak o anda anımsamı gibi elini alnına vurdu. “Bu arada,” dedi, “Venantius’un kabala i aretlerini çözdüm.” “Tümünü mü? Ne zaman?” “Sen uyurken. Hem tümüyle ne kastetti ine ba lı. Mum ı ı ında beliren i aretleri çözdüm; senin kopya ettiklerini. Yunanca notlarınsa yeni camlarıma kavu uncaya dek beklemeleri gerekecek.” “Peki? Finis Africae’nin giziyle mi ilgiliydi?” “Evet, anahtar da oldukça kolaydı. Venantius, be gezegen, on iki burç, iki ı ık veren gök cismi ve dünya için de sekiz i aret kollanmı . Toplam yirmi i aret. Latin alfabesinin harfleriyle ba lantı kurmaya yeterli - ‘unum’ ve ‘velut’ sözcüklerinin ba harflerinin sesini belirtmek için aynı harfi kullanabilece ini 175 dü ünürsen . Harflerin sırasına gelince, bunu biliyoruz. aretlerin sırası ne olabilir? Gökyüzünün düzenini dü ündüm; burç kadranını en dı çembere koyarak. Böylece, Dünya, Ay, Merkür, Venüs, Güne vb., sonra bunun ardından burç i aretlerini geleneksel sıralarına göre yerle tirdim, Sevil’li zidor’un onları sınıflandırdı ı gibi, Koç burcu ve ilkbahar noktasıyla ba layıp Balık burcuyla bitirerek. imdi, bu anahtarı uygulamayı denersen, Venantius’un mesajı anlam kazanır.” Bana, büyük Latin harfleriyle, üstüne çevriyazıyla; Secretum finis Africae manus supra idolum age primum et 176 septimum de quatuor yazdı ı par ömeni gösterdi. “Açık de il mi?” diye sordu. “Putun üstündeki el dördün birincisi ve yedincisi üstünde i ler...” diye yineledim ba ımı sallayarak. “Hiç de açık de il!” “Biliyorum, Venantius’un, 177 idolum sözcü üyle ne demek istedi ini bilmemiz gerek. Bir imge mi, bir hayalet mi, bir resim mi? Sonra, birincisi ve yedincisi olan dört nedir? Bunlar ne yapılacak? Yerinden mi oynatılacak, basılacak mı, çekilecek mi?” “Öyleyse hiçbir ey bilmiyoruz ve ba langıç noktamızdayız,” dedim büyük bir dü kırıklı ıyla. William durdu, pek de iyicil olmayan bir havayla bana baktı. “O lum,” dedi, “Kar ında, alçakgönüllü bilgisi ve Tanrı’nın sonsuz gücüne borçlu oldu u azıcık yetene iyle, birkaç saatte yazanın kendinden ba ka herkese mühürlü oldu una inandı ı gizli bir ifreyi çözmeyi ba armı de ersiz bir Fransisken var... Sense, zavallı cahil yumurcak, tutmu hâlâ ba langıç noktasında oldu umuzu söylemeye kalkı ıyorsun.” Beceriksizce özür diledim. Üstadımın onurunu incitmi tim; oysa yaptı ı çıkarsamaların hızından ve do rulu undan ötürü ne denli böbürlendi ini biliyordum. William gerçekten de be eniye de er bir i ba armı tı; kurnaz Venantius, bulu unu karanlık bir ‘ burç alfabesinin ardına gizlemekle kalmayıp çözülmesi olanaksız bir bilmece de tasarlamı sa, bu onun suçu de ildi. “Zarar yok, zarar yok, özür dileme,” diye dü üncelerimin arasına girdi. “Ne de olsa haklısın. Henüz çok az ey biliyoruz. Hadi gidelim.” Üçüncü Gün GÜNBATIMI Ba rahip yeniden ziyaretçilerle konu uyor; William’ın labirentin bilmecesini çözmek için bazı a ırtıcı fikirleri vardır; sonunda bunu çok mantıklı bir biçimde basanı: Sonra William’la Adso eritme peynir yerler. Ba rahip karanlık, kaygılı bir görünü le bizi bekliyordu. Elinde bir kâ ıt vardı. “Conques Ba rahip’inden imdi bir mektup aldım,” dedi, “Ioannes’in Fransız askerlerinin komutanlı ına getirdi i ve elçilerin güvenli inin sorumlulu unu verdi i adamın adını açıklıyor. Asker de il, saray mensubu da de il; aynı zamanda heyetin bir üyesi.” “Çe itli niteliklerin az rastlanır bir biçimde bir araya gelmesi,” dedi William, tedirgin. “Kim bu adam?” “Bernard Gui; Bernardo Gui de diyebilirsiniz.” William, ne benim, ne de Ba rahip’in anlamadı ı, kendi dilinde bir ünlem koyverdi. Belki de anlamadı ımız hepimiz için iyi oldu; çünkü William’ın a zından çıkan sözcük açık saçık bir sözcükmü gibi çınladı. “Bu i ho uma gitmedi,” diye ekledi hemen. “Bernardo yıllarca Toulouse bölgesinde sapkınların ba belası kesildi; Valdezyenleri, Beghard’ları, Fraticelli ve Dominikenleri kovu turmak ve yok etmekle görevli olanların yararlanması iç in , Practica officii inquisitionis heretice 178 pravitatis adında bir de kitap yazdı.” “Biliyorum. Kitabı biliyorum; bir ö retim harikası.” “Bir ö retim harikası,” diye kabul etti William. “Kitap geçmi yıllarda Flandr’da ve burada, yukarı talya’da, ona birçok görev vermi olan Papa Ioannes’e sunulmu . Bernardo Galiçya’da piskoposlu a atandı ı zaman bile piskoposluk bölgesinde hiç görünmedi; sorguculuk etkinli ini sürdürdü. imdi Lodeve piskoposlu una çekildi im sanıyordum, ama görülüyor ki Ioannes onu yeniden göreve ça ırmı ; hem de burada, Kuzey talya’da. Niçin ba kası de il de Bernardo ve niçin silahlı kuvvetlerin sorumlulu unu almı olarak?” “Bunun yanıtı u,” dedi Ba rahip, “dün size açıkladı ım tüm korkuları da do ruluyor. yi biliyorsunuz ki -bunu bana itiraf etmek istemeseniz de- sa’nın ve kilisenin yoksullu una ili kin, Perugia Ruhani Meclisince öne sürülen görü ler, birçok tanrıbilimsel kanıtla desteklense de birçok sapkın akımca çok daha az sakınımlı ve çok daha az ortodoks bir biçimde öne sürülen görü lerin aynı. Cesena’lı Michele’nin - mparator tarafından olu turulan-görü lerinin, Ubertino’nun ve Angelus Clarenus’un görü leriyle aynı oldu unu göstermek hiç de zor de il. Bu noktaya kadar iki heyet görü birli i içinde olacaklardır. Ama Gui daha fazlasını yapabilir, buna da yetene i var: Perugia’nın öne sürdü ü savların, Fraticelli ya da Sözde Havariler’inkilerle aynı oldu unu öne sürmeye çalı acaktır. Buna katılıyor musunuz?” “Gerçekten böyle midir, yoksa Bernardo Gui mi böyle oldu unu söyleyecek diyorsunuz?” “Diyelim ki, böyle diyece ini söylüyorum,” diye onayladı Ba rahip sakınımla. “Ben de katılıyorum, ama bu önceden belliydi. Demek istiyorum ki, Bernardo olmasa bile bu noktaya gelinece i biliniyordu. Bernardo, olsa olsa, Ruhani Meclis’in yeteneksiz adamlarından daha etkin bir biçimde davranacak; onunla giri ilecek tartı ma da kaçınılmaz olarak daha incelikli olacaktır.” “Evet,” dedi Ba rahip, “Ama bu noktada dün ortaya attı ımız sorunla yüzyüze geliyoruz. E er yarına dek iki, belki de üç cinayeti i leyen ki iyi ortaya çıkaramazsak, Bernardo’nun manastırın i lerini denetlemesine izin vermek zorunda kalaca ım. Burada, açıklanmayan olayların geçmi ve hâlâ da geçmekte oldu unu, Bernardo gibi bir adamdan (hem unutmayalım, kar ılıklı anla mamız gere ince) gizleyemem. Yoksa (Tanrı esirgesin) bunu anladı ı anda, yeni bir gizemli olay daha olacak olursa, ba ıra ba ıra ihanetten söz etmekte yerden gö e kadar haklı olacaktır...” “Do ru,” diye mırıldandı William, kaygılı. “Yapılacak hiçbir ey yok. Dikkatli olmalıyız; gizemli katile kar ı uyanık davranacak olan Bernardo’ya kar ı biz de uyanık olmalıyız. Belki de iyi olur: Katille u ra an bir Bernardo tartı malara katılmak için daha az vakit bulur.” “Katili ortaya çıkarmakla u ra an bir Bernardo, benim yetkim için bir çıbanba ı olacaktır; bunu unutmayın. Bu u ursuz olay, ilk kez bu duvarlar arasındaki otoritemin bir bölümünden vazgeçmeye zorluyor beni; yalnız bu manastırın tarihinde de il, Cluny tarikatının tarihinde de yeni bir ey bu. Buna engel olmak için elimden gelen her eyi yaparım. Yapılacak ilk i de heyetleri kabul etmemek.” “Bu önemli karar üstünde dü üncelerini yüce efendimizden özellikle rica ederim,” dedi William. “Elinizde mparator’un bir ça rı mektubu var; büyük bir heyecanla bizim...” “Beni mparator’a ba layan eyin ne oldu unu biliyorum,” dedi Ba rahip terslikle, “bunu siz de biliyorsunuz. Öyleyse, yazık ki geri çekilemeyece imi de biliyorsunuz. Ama bütün bunlar çok çirkin. Berengar nerede, ba ına ne geldi? Ne yapıyorsunuz?” “Ben uzun zaman önce bazı etkin soru turmalar yürütmü olan bir rahibim yalnızca. Gerçe in iki günde ortaya çıkarılamayaca ını biliyorsunuz. Hem bana nasıl bir yetki verdiniz? Kitaplı a girebiliyor muyum? Sizin otoritenizle desteklenmi olarak, istedi im bütün soruları sorabilir miyim?” “Cinayetlerle kitaplık arasında hiçbir ili ki göremiyorum,” dedi Ba rahip, öfkeli. “Adelmo minyatürcüydü. Venantius çevirmen; Berengar ise kütüphaneci yardımcısı...” diye açıkladı William sabırla. “Bu anlamda altmı rahibin tümünün de kitaplıkla ili i i var, tıpkı kiliseyle oldu u gibi. Niçin kiliseyi ara tırmıyorsunuz öyleyse? William Birader, siz burada, benim tarafımdan görevlendirilmi olarak ve sizden bu soru turmayı yürütmenizi rica etti im sınırlar içinde, bir soru turma yapıyorsunuz. Bunun dı ında, bu duvarlar arasında, Tanrı’dan sonra ve onun lütfuyla burada tek yetkili benim. Bu Bernardo için de geçerli olacak.” “Hem,” diye ekledi, daha yumu ak bir sesle, “Bernardo buraya özellikle toplantıya katılmak için gelmiyor da olabilir. Conques Ba rahibi, bana onun talya’nın güneyine inece ini yazıyor. Papa’nın, Poggetto Kardinali Bertrando’dan, Bologna’dan gelip papalık heyetinin ba kanlı ını üstlenmesini istedi ini de yazıyor. Belki de Bernardo buraya kardinalle bulu mak için geliyor.” “Bu, daha geni bir açıdan bakıldı ında, daha da kötü olur. Bertrando orta talya sapkınlarının ba belasıdır. Sapkınlara kar ı giri ilen sava ın bu iki ampiyonunun kar ıla ması, bu ülkede, sonunda bütün Fransisken hareketini içine alacak daha geni bir saldırının habercisi olabilir...” “Bundan mparator’u derhal haberdar edece iz,” dedi Ba rahip, “ancak o zaman tehlike yakın olmaz. Tetikte olalım. Ho çakalın.” Ba rahip uzakla ırken William bir süre sustu. Sonra bana, “Her eyden önce, telâ a kapılmamaya çalı alım, Adso,” dedi. Birçok ayrıntılı bireysel deneyim birikimini gerektiren durumlarda olaylar çabuk çözülmez. Ben laboratuvara dönüyorum; çünkü mercekler olmaksızın yalnızca elyazmasını okuyamamakla kalmam; bu gece kitaplı a gitmenin de bir anlamı olmaz. Git bak bakalım, Berengar’dan bir haber var mı?” Tam o sırada Morimondo’lu Nicola çok kötü haberlerle ko a ko a yanımıza geldi. William’ın onca umut ba ladı ı en iyi camı daha da inceltmeye çalı ırken kırılmı tı. Onun yerine koyabilece i bir ba ka cam da, çatala yerle tirirken çatlamı tı. Nicola avutulmaz bir biçimde bize gökyüzünü gösterdi. Günbatımı vakti gelmi , karanlık çöküyordu. O gün artık çalı ılamazdı. Bir gün daha yitirildi, dedi William acı acı (bana sonradan itiraf etti ine göre), camcı ustasının gırtla ına sarılma iste ini bastırarak; oysa Nicola yeterince küçük dü mü tü. Onu küçük dü mü lü üyle ba ba a bırakarak Berengar hakkında bilgi edinmeye gittik. Do al olarak hiç kimse bulamamı tı onu. Kendimizi bir çıkmazda hissediyorduk. Ne yapaca ımızı bilmeden dehlizde biraz dola tık. Ama az sonra William’ın hiçbir ey görmüyormu gibi gözlerini bo lu a dikerek dalıp gitti ini gördüm. Az önce bini inden haftalarca önce topladı ını gördü üm otlardan bir kökçük çıkarmı , sanki dingin bir uyarılma sa lıyormu gibi çi niyordu. Gerçekten de dalgın görünüyordu, ama zihninin bo lu unda yeni bir dü ünce kıvılcımlanmı çasına sık sık gözleri parlıyordu; sonra bir kez daha o kendine özgü ve etkin zihin körlüklerinden birine dalıyordu. Ansızın, “Ku kusuz, insan...” dedi. “Ne yapabilir?” diye sordum. “Labirentte yolumuzu nasıl bulabilece imizi dü ünüyordum. Gerçekle tirmesi kolay de il, ama etkili olabilir... Önünde sonunda, do u kulesinin içinden çıkılıyor; bunu biliyoruz. imdi tut ki bize kuzeyin nerede oldu unu bildiren bir makinemiz var. Ne olurdu?” “Do al olarak sa ımıza do ru yürümek yeterdi; do uya do ru gitmi olurduk. Ya da ters yönde gitmek yeterdi; o zaman da güney kulesine do ru gitti imizi bilirdik. Ama böyle bir mucizenin oldu unu varsaysak bile, labirent labirenttir; do uya yönelir yönelmez do ru gitmemizi önleyen bir duvar çıkardı kar ımıza; böylece gene yolumuzu yitirirdik...” dedim. “Do ru, ama sözünü etti im makine olsaydı, hep kuzeyi gösterirdi; yönümüzü de i tirsek bile; üstelik hangi noktada olursak olalım, ne yöne dönece imizi gösterirdi bize.” “Harika bir ey olurdu bu. Ama bunun için bu makineye sahip olmamız, onun da bize, güne i ve yıldızları görmeden de, gece vakti ve kapalı yerde kuzeyi gösterebilmesi gerekirdi... Sizin Bacon’unuzun bile böyle bir makinesi yoktu sanırım!” Güldüm. “Yanılıyorsun,” dedi William, “çünkü böyle bir makine yapıldı; bazı denizciler kullandılar bile. Onun yıldızlara ya da güne e ihtiyacı yok; çünkü Severinus’un hastanesinde gördü ümüze benzer, demiri çeken ola anüstü bir ta ın gücünden yararlanıyor bu makine. Bacon incelemi onu; Maricourt Pierre adında bir Picard büyücüsü de birçok yararını anlatmı .” “Peki, siz yapmasını biliyor musunuz?” “Yapmasına yapılır. Ta sayısız harikalar yaratmakta kullanılabilir; bu arada hiçbir dı güç olmaksınız sürekli olarak hareket eden bir makine de yapılabilir; ama en basit bulu Baylek elKabayaki adında bir Arap tarafından betimlenmi . Su dolu bir kap alıp içinde demirden bir i ne saplanmı bir mantarı yüzdürürsün. Sonra i ne ta ın özelliklerini kazanıncaya de in manyetik ta ı daireler çizerek suyun yüzeyinde gezdirirsin. O zaman i ne -bir eksenin çevresinde dönebilseydi, ta da aynı eyi yapardı -ucu kuzeyi gösterecek biçimde kalır; elinde su dolu bir kapla dola ırsan, i ne hep kutup yıldızına do ru döner. Kabın kıyısına, kutup yıldızına göre, do u, güney, batı vb. i aretlersen, do u kulesine varmak için kitaplıkta hangi yöne dönece ini hep bilece ini söylememe gerek yok...” “Ne ola anüstü bir ey!” diye ba ırdım. “Peki ama i ne niçin hep kuzeyi gösteriyor? Ta demiri çekiyor; bunu anladım; çok miktarda demirin ta ı çekebilece ini de tasarlayabiliyorum. Demek ki... demek ki kutup yıldızı yönünde dünyanın en uç sınırında büyük demir madenleri var!” “Gerçekten de birisi böyle oldu unu öne sürdü. Ancak i ne tam çobanyıldızının yönünü göstermiyor; gökyüzü meridyenlerinin kesi me noktasını gösteriyor. Bu da, söylendi i gibi unu gösterir: ‘hic lapis gerit in se 179 similitudinem coeli’ ve mıknatısın kutupları, e imlerini yeryüzünün kutuplarından de il, gökyüzünün kutuplarından alır. Bu da, do rudan do ruya özdeksel nedensellik söz konusu olmaksızın, uzaktan yönetilen bir edime güzel bir örnek olu turur: Dostum Jandun’lu John’un, mparator kendisinden Avignon’u yerin dibine batırmasını istemedi i zamanlar u ra tı ı bir sorun...” “Öyleyse gidip Severinus’un ta ıyla bir kap, biraz su, bir de mantar alalım...” dedim, heyecanla. “Dur bir dakika,” dedi William. “Bilmem neden, filozofların tanımına göre ne denli kusursuz olursa olsun, mekanik i lerli i bakımından kusursuz olan hiçbir makine görmedim ben. Oysa bir köylünün bugüne de in hiçbir filozofun betimlemedi i ora ı hep gerekti i gibi çalı ır... Korkarım labirentte bir elde lamba, ötekinde su dolu bir kapla dola mak... Ama, dur! Aklıma ba ka bir ey geliyor. Labirentin dı ında da olsak, makine kuzeyi gösterecekti, de il mi?” “Evet, ama o zaman bize hiçbir yaran olmaz; çünkü güne ve yıldızlar var...” dedim. “Biliyorum, biliyorum. Ama e er makine içeride de, dı arıda da i liyorsa, kafamız niçin öyle olmasın?” “Kafamız mı? Elbette dı arıda i liyor; gerçekten de dı arıdayken Aedificium’un konumunu çok iyi biliyoruz! Ama içeri girince hiçbir ey anlamaz oluyoruz!” “Do ru. Ama imdi makineyi unut. Makineyi dü ünmek, do al yasalar ve dü ünme yasalarımız üstüne dü ünmeye itti beni. Sorun u: Aedifieium’u dı arıdan, içerideki gibi betimlemenin yolunu bulmalıyız...” “Ama nasıl?” “Dur bir dü üneyim, çok güç olmasa gerek...” “Peki, dün sözünü etti iniz yöntem? Kömürle i aretler koyarak labirenti boydan boya geçmek istemiyor muydunuz?” “Hayır,” dedi, “dü ündükçe daha az inandırıcı geliyor bana. Belki de kuralı iyi hatırlayamıyorum, ya da bir labirentte dola mak için, kapıda bir ipin ucunu tutarak bizi bekleyen iyi yürekli bir Arian gerekli. Ama böylesine uzun ip yok ki. Olsa bile (masallar ço u kez gerçe i söyler), bir labirentten ancak bir dı yardımla çıkabilece i anlamına gelirdi bu. Öyle bir yol bulmalı ki, dı sal yasalar içsel yasalarla aynı olsun. Tamam Adso, matematik biliminden yararlanaca ız. bni Rü t’ün dedi i gibi, yalnız matematik bilimlerde, bizce bilinen nesneler mutlak olarak bilinen nesnelerle özde le tirilebilirler.” “Görüyorsunuz ya, evrensel kavramların varlı ını kabul ediyorsunuz.” “Matematik kavramlar zihnimizin öyle bir biçimde kurdu u önermelerdir ki, ister bu kavramlar do u tan var olsun, ister matematik bilimi öteki bilimlerden daha önce bulunmu olsun, her zaman gerçekmi gibi i lerler. Kitaplık da matematik biçimde dü ünen bir insan zihni tarafından yapılmı tır; çünkü matematik olmadan labirent yapamazsın. Bu nedenle biz de matematik önermelerimizi, kitaplı ı yapanın önermeleriyle kar ıla tırmalıyız; bu kar ıla tırmadan bilim üretilebilir; çünkü matematik, terimler üstüne terimler kurma bilimidir. Neyse beni fızikötesi tartı malara sürüklemeyi bırak. Hangi eytan girdi içine bugün? Sen bunları bırak da, gözlerin iyi görüyor madem, bir kâ ıt, bir levha, üstüne i aretler konabilecek bir ey al, bir de... uç... iyi, almı sın. Aferin, Adso. imdi hazır daha karanlık bastırmamı ken gidip Aedificium’un çevresinde bir dolanalım.” Bunun üzerine Aedificium’un çevresinde uzun uzun dola tık. Yani do u, güney ve batı kulelerini ve onları birle tiren duvarları uzaktan inceledik. Çünkü yapının geri kalanı uçuruma bakıyordu, ama simetri nedeniyle, gördü ümüz kısımdan daha de i ik olmaması gerekiyordu. William elimdeki levhaya kesin notlar aldırırken, her duvarda iki, her kuledeyse be pencere oldu unu gördü ümüzü söyledi. “ imdi dü ün,” dedi üstadım. “Gördü ümüz her odanın bir penceresi vardı...” “Yedi duvarlı olan odanın dı ında,” dedim. “Bu da do al, her kulenin ortasındaki odalar bunlar.” “Yedigen biçiminde olmayan penceresiz odalar da gördük.” “Onları unut imdi. Önce kuralı bulalım, sonra kural dı ı durumları açıklamaya çalı ırız. imdi: Dı arıdan bakıldı ında, her kulede be oda, her duvarda, her biri tek pencereli iki oda var. Ama pencereli bir odadan Aedificium’un merkezine do ru ilerlenecek olursa, pencereli bir ba ka salona daha rastlanıyor. Bu da, içeride de pencereler oldu unu gösteriyor. imdi, ortadaki açıklı ın, mutfaktan ve yazı salonundan görünen açıklı ın biçimi nedir?” “Sekizgen,” dedim. “Çok güzel. Bu sekizgenin her duvarında pekâlâ iki pencere olabilir. Bu demektir ki, sekizgenin her duvarında iki iç oda var. Do ru mu?” “Peki, ya penceresiz odalar?” “Hepsi sekiz tane. Gerçekten de, her kuledeki yedi duvarlı iç salonun be duvarı, kuledeki be odaya açılıyor. Geri kalan iki duvar nereye biti ik? Dı duvarlar boyunca sıralanan odalara biti ik olamaz; yoksa o odalarda pencere olurdu; aynı nedenle, sekizgen, boyunca sıralanmı odalara da biti ik olamaz; hem çünkü, o zaman gere inden çok uzun olurdu bu odalar. Kitaplı ın yukarıdan bakıldı ında nasıl görünece ini gösteren bir taslak çizmeye çalı . Her kulede; yedigen biçimindeki odaya biti ik iki oda olması gerekti ini görürsün; bu iki oda, ortadaki sekizgen biçimindeki açıklı a biti ik iki odaya açılıyor.” Üstadımın önerdi i tasla ı çizmeye çalı tım ve bir zafer çı lı ı koyverdim. “Her eyi biliyoruz artık! zin verin sayayım... Kitaplıkta elli altı oda var; bunların dördü yedigen, elli ikisi az çok kare biçiminde; bunların da sekizinin penceresi yok; yirmi sekizi dı arıya, on altısı ise içeriye bakıyor!” “Dört kulenin her birinin ise dört duvarlı be er odası var; birer de yedi duvarlı odası... Kitaplık, çe itli ve ola anüstü anlamlar yüklenebilecek bir göksel uyuma göre yapılmı ...” “Ola anüstü bir bulu ,” dedim, “ama yönümüzü bulmak niçin böylesine güç?” “Çünkü geçitlerin konumu hiçbir matematik yasaya uymuyor. Bazı odalardan birkaç ba ka odaya geçilebiliyor; bazılarındansa yalnızca bir odaya; bu durumda ba ka hiçbir yere açılmayan odalar yok mu diye sormalıyız kendi kendimize. Bunu, bir de güne in durumuna bakarak bir ipucu çıkarılamayaca ını dü ünürsen (görüntülerle aynaları da buna eklersen) labirentin, içine giren birini nasıl a ırtabilece ini anlarsın; hele bu ki i bir suçluluk duygusuyla zaten tedirginse. Dün gece yolumuzu bulamayınca nasıl bir umutsuzlu a kapıldı ımızı dü ün. A ırı düzenle sa lanan a ırı karı ıklık: Çok ince bir hesap oldu u görülüyor. Kitaplı ı yapanlar büyük ustalarmı .” “Peki yönümüzü nasıl bulaca ız?” “Artık zor de il. Kitaplı ın planına az çok uyması gereken çizdi in haritayla, birinci yedigen odaya girer girmez, iki kör odadan birine do ru yürüyece iz. Sonra, hep sa a dönerek, üç ya da dört oda sonra gene bir kuleye girece iz; bu ancak kuzey kulesi olabilir; sonra solda, yedigen biçimindeki salona biti ik ba ka bir kör odaya girece iz; bu oda, sa da, imdi anlattı ıma benzer bir yol bulmamızı sa layacak. Sonunda batı kulesine varaca ız.” “Evet, e er bütün bu odalar bütün öteki odalara açılsaydı...” “Do ru. Bunun için senin haritana gerek duyaca ız; kör duvarları harita üstünde i aretleyece iz; nerelere saptı ımızı bilece iz. Bu güç olmayacak.” “Ama bunun ba arılı olaca ına emin miyiz?” diye sordum, a mı ; çünkü her ey gere inden çok kolay görünüyordu bana. “Olacak,” diye yanıtladı William. “Omnes enim causae effectuum naturalium dantur per lineas, angulos et figuras. Aliter enim impossibile est scire propter quid in 180 illis, ” diye alıntıladı. “Bunlar, Oxford’daki büyük üstatlardan birinin sözleri. Ama ne yazık ki henüz her eyi bilmiyoruz. Labirentin içinde nasıl kaybolmayaca ımızı ö rendik. imdi kitapların odalara belli bir kurala göre mi da ıldıklarını ö renmemiz gerekiyor. ncil’den alınmı ayetler de bize çok az ey söylüyor; birço u ba ka ba ka odalarda yinelense bile...” “Üstelik havarinin kitabında elli altıdan çok daha fazla ayet bulabilirlerdi!” “Hiç ku ku yok. Demek ancak bazı ayetler iyi. Tuhaf ey. Sanki elliden azmı , otuz ya da yirmiymi gibi... Hay Allah, Merlin’in sakalı!” “Kimin sakalı?” “Bo ver, ülkemdeki büyücülerden biri... Alfabede kaç harf varsa o kadar ayet kullanmı lar! Kesinlikle böyle! Ayetlerin sözlerinin önemi yok. Önemli olan yalnızca ba harfleri. Her oda alfabenin bir harfiyle i aretlenmi , hepsi bir arada, ke fetmemiz gereken bir metin olu turuyorlar!” “Resimli bir iir gibi; haç ya da balık biçiminde!” “Az çok; belki de kitaplı ın yapıldı ı sıralarda bu tür iirler çok tutuluyordu.” “Peki ama, metin nereden ba lıyor?” “ eritlerin en büyü ünden, giri kulesindeki yedigen biçimindeki salondan... ya da... A, elbette kırmızıyla yazılmı cümlelerden!” “Ama onlardan o kadar çok var ki!” “Demek ki birçok metin var, ya da birçok sözcük. imdi haritanı daha güzel ve daha büyük olarak yeniden çiz; kitaplıkta dola ırken yalnızca içinden geçti imiz odaları, kapıların ve duvarların (pencerelerin de) konumunu de il, bu odalardaki ayetlerin ilk harflerini de, elindeki uçla hafifçe i aretleyeceksin. yi bir ba lık yazarı gibi, kırmızı harfleri daha büyük yapacaksın.” “Peki ama nasıl oluyor da,” dedim hayranlıkla, “kitaplı ın gizemini içindeyken çözememi tiniz de, dı arıdan bakarak çözebildiniz?” “Tanrı da dünyayı böyle bilir; çünkü onu yaratmadan önce dı arıdan bakıyormu çasına zihninde tasarladı; dünyanın kuralını bilmiyoruz, çünkü onun içinde ya ıyoruz; onu yaratılmı olarak bulduk.” “Demek insan dı arıdan bakarak nesneleri tanıyabilir!” “Sanat yaratılarını tanıyabilir; çünkü sanatçının i lemlerini aklımızdan geçirebiliriz; do anın yaratılarını tanıyamayız ama; çünkü onlar bizim zihnimizin ürünü de ildir.” “Ama kitaplık için bu yeterli, de il mi?” “Evet,” dedi William. “Ama yalnızca kitaplık için. imdi gidip dinlenelim. Yarın sabaha de in hiçbir ey yapamam; merceklerime umarım ancak o zaman sahip olaca ım. imdi gidip yatsak iyi olur. Yarın erken kalkarız. Dü ünmeye çalı aca ım.” “Peki ya yemek?” “Ha, elbette yemek. Yemek saati geçti. Rahipler ak am duasına ba ladılar bile. Ama belki mutfak hâlâ açıktır. Git bir eyler bul.” “Çalayım mı?” “ ste, Salvatore’den iste; senin arkada ın o artık.” “Ama o çalacak!” “Sen karde inin bekçisi misin?” diye sordu William, Kabil’in sözcükleriyle. Ama aka yaptı ını anladım; Tanrı büyük ve merhametlidir demek istiyordu. Bunun üzerine Salvatore’yi aramaya gittim; onu at ahırlarının yanında buldum. “Güzel bir hayvan,” dedim, Brunellus’u ba ımla i aret ederek, konu mayı ba latmak için. “Binmek isterdim.” 181 “No se puede. Abbonis est. Ama 182 dörtnal gitmek için pulcher bir at gerekmez...” riyarı ama huysuz bir atı 183 gösterdi. “Bu da sufficit . . . Vide illuc, 184 tertius equi ...” Bana üçüncü atı göstermek istiyordu. Gülünç Latince’sine güldüm. “Peki, onu ne yapacaksın?” diye sordum. Tuhaf bir öykü anlattı bana. Her atın, en ya lı ve güçsüz hayvanın bile Brunellus kadar hızlı bir duruma getirilebilece ini söyledi. Yulafına ince ince do ranmı salep denen bir ot karı tırmalıymı ; sonra da sa rılarını erkek geyik ya ıyla ya lamalıymı . Sonra ata biniyormu sun, mahmuzlamadan önce atın suratını do uya çevirip kula ına üç kez, “Gaspar, Melkior, Merkizar” diye fısıldıyormu sun. Bunun üzerine at fırlıyor, Brunellus’un sekiz saatte gidebilece i yolu bir saatte alıyormu . Hele atın ko arken çi neyip öldürdü ü bir kurdun di lerini de boynuna asarsan, hayvan yorulmak nedir bilmezmi . Bunu hiç deneyip denemedi ini sordum ona. Çevremden dola ıp yanıma geldi, pis kokulu solu uyla kula ıma bunun çok güç oldu unu, çünkü salebin artık yalnız piskoposlar ve onların övalye arkada larınca yeti tirildi ini fısıldadı; bunu güçlerini artırmak için kullanıyorlarmı . Konu masını kesip, bu ak am üstadımın hücresinde bazı kitaplar okumak istedi ini ve yeme ini orada yemeyi diledi ini söyledim. “Olur,” dedi. “Eritme peynir yaparım.” “Nasıl yapılır?” 185 “Facilis. Taze peyniri alırsın, çok da salça koymazsın; dört kö e lokma lokma ya da istedi in gibi kesersin. 186 187 Postea, biraz buttiro ya da domuz ya ını mangalda eritirsin. çine attı ın peynir yumu ayınca, üstüne eker ve tarçın ekersin. Sonra hemen sofraya götürürsün; çünkü sıcak sıcak yenmesi gerekir.” “Peki, git eritme peynir yap,” dedim ona. Kendisini beklememi söyleyerek mutfa a do ru yürüyüp gözden kayboldu. Yarım saat sonra, üstü bir örtüyle örtülü bir tabakla geldi. Kokusu güzeldi. “Al,” dedi; bir de büyük ve ya dolu bir kandil uzattı bana. “Bu ne olacak?” diye sordum. 188 “Sais pas, moi, ” dedi, sinsi 189 sinsi. “Fileisch tuo magister bu gece karanlık bir yere gitmek ister.” Salvatore’nin sandı ımdan daha çok ey bildi i açıktı. Ba ka bir ey sormadım; yeme i William’a götürdüm. Yedik, sonra ben hücreme çekildim. En azından öyle göründüm. Gene Ubertino’yu bulmak istiyordum; gizlice kiliseye girdim. Üçüncü Gün AK AM DUASINDAN SONRA Ubertino, Fra Dolcino’nun öyküsünü anlatıyor. Adso bunun üzerine ba ka öyküleri anımsıyor ya da kitaplıkta okuyor; sonra sava donanımına bürünmü bir ordu gibi güzel ve ürkütücü bir genç kızla kar ıla ıyor. Ubertino’yu Bakire Meryem yontusunun yanında buldum. Sessizce yanına gittim; bir süre (itiraf ederim) dua ediyormu gibi yaptım. Sonra onunla konu mak yüreklili ini gösterdim. “Kutsal Peder,” dedim ona, “sizden beni aydınlatmanızı ve bana ö üt vermenizi isteyebilir miyim?” Ubertino bana baktı; sonra elimden tutarak aya a kalktı, beni bir sıraya götürdü; ikimiz de oturduk. Bana sıkı sıkı sarıldı, solu unu yüzümde duydu. “Sevgili o lum,” dedi, “bu zavallı günahkâr senin için elinden gelen her eyi seve seve yapar. Seni kaygılandıran nedir? stekler, de il mi?” diye sordu, neredeyse kendisi de istekle. “Tensel istekler mi?” “Hayır,” diye yanıtladım, kızararak, “olsa olsa zihinsel istekler; çok ey bilmek isteyen...” “Bu kötü i te. Tanrı her eyi bilir; biz onun bilgisine tapmalıyız.” “Ama iyiyi kötüden ayırabilmeli, insan tutkularını da anlayabilmeliyiz. Ben bir çömezim, ama rahip ve papaz olaca ım; kötülü ün nerede yattı ını ve nasıl göründü ünü bilmeliyim; bir gün onu tanıyabilmek ve ba kalarına da onu tanımayı ö retebilmek için.” “Bu do ru, o lum. Peki, ne ö renmek istiyorsun?” “Zararlı sapkınlık otunu, Peder,” dedim, inançla. Sonra bir solukta: “Ba kalarını yoldan çıkaran kötü bir adamdan söz edildi ini duydum: Fra Dolcino diye biri.” Ubertino sustu, sonra kar ılık verdi: “Do ru, William Birader’le dün ondan söz etti imizi duydun; ama tatsız bir öykü bu, ondan söz etmek acı veriyor bana; çünkü (evet bu bakımdan bilmelisin bu öyküyü; ondan ders almak için), evet, ne diyordum, çünkü tövbe tutkusunun ve dünyayı arıtma iste inin nasıl kan dökülmesine ve kıyıma yol açabilece ini ö retiyor.” Omzumu kavrayı ını gev eterek oturu unu de i tirdi; ama bana bilgisini, ya da kimbilir, belki de sıcaklı ını iletmek istercesine bir elini hâlâ boynumdan çekmiyordu. “Öykü, Dolcino’dan ba lar,” dedi, “altmı yıldan daha önce, ben daha çocuktum o zaman. Parma’daydı. Gherardo Segarelli diye biri vaaz vermeye, herkesi bir tövbekâr ya amı sürmeye ça ırıyor, ‘penitenziagite!’ diye ba ırarak sokaklarda dola ıyordu; okumamı bir adamın söyleyi iydi bu; ‘Penitentiam agite, appropinquabit enim 190 regnum coelorum,’ demek istiyordu. Ardından gelenleri havariler gibi davranmaya ça ırıyor, tarikatına Havariler tarikatı adının verilmesini, adamlarının sadakayla ya ayan yoksul dilenci rahipler gibi dünyayı dola malarını istiyordu...” “Tıpkı Fraticello’lar gibi,” dedim. “Bu, Efendimizin ve sizin Francesco’nuzun buyru u de il miydi?” “Evet,” diye itiraf etti Ubertino, sesinde belli belirsiz bir duraksama ve bir iç çeki le. “Ama belki de Gherardo abartıyordu. O ve çömezleri, papazların yetkisini, A ai Rabbani’nin kutlanmasını, günah çıkarmayı tanımamakla ve ba ıbo dola makla suçlandılar.” “Ama Tinci Fransiskenler de aynı eyle suçlandılar. Bugün de Minoritler Papa’nın yetkesini tanımamak gerekti ini söylemiyorlar mı?” “Evet, ama papazların yetkesini de il. Bizler de papazız. Bu eyleri birbirinden ayırmak güçtür, o lum. yiyi kötüden ayıran çizgi öylesine incedir ki... Gherardo bir yerde yanıldı; kendini sapkınlıkla lekeledi... Minoritler’in tarikatına girmek istedi, ama bizim papazlarımız onu kabul etmediler. Günlerini karde lerimizin kilisesinde geçiriyordu; orada havarilerin ayaklarına sandalet giymi , omuzlarına pelerin atmı resimlerini görünce saçlarını uzattı, sakal bıraktı, ayaklarına sandalet giydi, Minoritler gibi ip taktı; çünkü yeni bir tarikat toplulu u kurmak isteyen herkes, Ermi Francesco’nun tarikatından mutlaka bir ey alır.” “Öyleyse do ru yoldaydı...” “Ama bir yerde yanıldı... Ak bir tunik üstüne ak bir pelerine sarınmı , uzun saçlarıyla saf insanlar arasında ermi lik ünü kazandı. Bir küçük evini sattı; parayı alınca da, eski zamanlarda komün ba kanlarının üstüne çıkıp söylev çektikleri gibi bir ta ın üstüne çıktı; altın paralarla dolu küçük bir torbayı eline aldı; onları saçmadı, yoksullara da da ıtmadı; oralarda zar atan birkaç serseriyi ça ırıp parayı ortalarına saçtı. ‘Kim isterse alsın,’ dedi. Bunun üzerine serseriler paraları aldılar, gidip kumarda harcadılar; ya aman Tanrı’ya küfrettiler; parayı onlara veren, sözlerini i itiyor, ama yüzü kızarmıyordu.” “Ama Francesco da her eyinden vazgeçmi ti; bugün William’dan, onun gidip kuzgunlara, atmacalara, cüzamlılara, kendilerine erdemli diyen insanların toplumun dı ına ittikleri ayaktakımına vaaz verdi ini dinledim...” “Evet, ama Gherardo yanıldı; Francesco kutsal kiliseyi kar ısına almadı hiç; hem ncil yoksullara verin der, serserilere de il. Gherardo verdi ve kar ılı ında hiçbir ey almadı; çünkü o kötülere vermi ti; kötü ba ladı, kötü sürdürdü, sonu da kötü oldu; çünkü toplulu u Papa X. Gregoire tarafından onaylanmıyordu.” “Belki de,” dedim, “o, Francesco’nun tarikatını onaylayan Papa’dan daha az geni görü lü bir papaydı...” “Do ru, ama Gherardo bir yerde yanıldı; oysa Francesco, tam tersine, ne yaptı ını çok iyi biliyordu. Sonuç olarak, o lum, ansızın Sözde Havari kesilen bu domuz ve inek çobanları, Minorit rahiplerinin öylesine büyük çabalarla ve öylesine yi itçe yoksulluk örnekleri vererek e itmi oldukları insanların sadakalarıyla, hiç ter dökmeden keyif içinde ya amak istiyorlardı! Ama önemli olan bu de il,” diye ekledi hemen. “Önemli olan u: Hâlâ Yahudi olan havarilere benzemek için Gherardo Segarelli kendisini sünnet ettirdi; buysa Pavlos’un Galiçyahlar’a söyledi i sözlere ters dü üyordu, biliyorsun, birçok ermi insan, gelecekte ortaya çıkacak olan Deccal’ın sünnetli ırktan olaca ını öne sürüyor... Ama Gherardo daha da kötüsünü yaptı: Saf insanları çevresine toplayıp ‘Hadi gelin benimle, ba a gidiyoruz,’ diyordu; onu tanımayanlar da, onun sanarak ba kasının ba ına giriyorlar, ba kasının üzümlerini yiyorlardı...” “Ama Minoritler özel mülkiyeti savunmuyorlardı,” dedim küstahça. Ubertino dik dik yüzüme baktı. “Minoritler yoksul olmak istiyorlar, ama hiçbir zaman ba kalarından yoksul olmalarını istemediler. yi Hıristiyanlar’ın mallarına ceza görmeksizin göz koyamazsın; sonra iyi Hıristiyanlar sana haydut damgasını vururlar. Gherardo’ya da böyle oldu. Sonunda onun (dikkat et, do ru mu, de il mi bilmiyorum, ben de o kimseleri tanıyan rahip Salimbene’nin sözlerine dayanarak söylüyorum) isteminin gücünü ve erdenli ini sınamak için, cinsel ili kide bulunmaksızın bazı kadınlarla yattı ı söylendi; çömezleri de ona öykünmeye kalkı ınca sonuç bamba ka oldu... Ama bunlar bir o lan çocu unun bilmemesi gereken eyler; kadın eytan’ın arabasıdır... Gherardo, ‘penitenziagite!’ diye ba ırmayı sürdürüyordu; ama çömezlerinden biri, Guido Putagio, grubun yönetimini ele geçirmeye çalı tı; Roma kilisesinin kardinalleri gibi, birçok atlıyla birlikte büyük bir tantana içinde dola ıyor, har vurup harman savuruyor, ölenler veriyordu. Sonra tarikatın önderli ini ele geçirmek için birbirlerine dü tüler; çok kötü eyler oldu. Ama bütün bunlara kar ın, birçok kimse Gherardo’ya katıldı; yalnızca köylüler de il, kentliler, lonca mensupları da; Gherardo onları çıplak sa’nın izinden gidebilmeleri için çırçıplak soydurdu; dört bir yana vaaz vermeye gönderdi; kendisi de kendine sa lam iplikten kolsuz, beyaz bir yelek yaptırdı; onu giyince bir din adamından çok bir soytarıya benziyordu! Açık havada ya ıyorlar, ama arasıra kiliselerin kürsülerine tırmanarak inançlı halkın toplantısını bozuyorlar, vaizlerini kovuyorlardı; bir seferinde, Ravenna’daki Sant’ Orso Kilisesi’nde bir çocu u piskoposun tahtına oturttular. Kendilerinin, Fiore’li Gioacchino’nun ö retisinin kalıtçıları olduklarını söylüyorlardı...” “Ama Fransiskenler de böyle yapıyorlar,” dedim, “Borgo San Domino’lu Gherardo da, siz de!” diye ba ırdım. “Sakin ol, o lum. Fiore’li Gioacchino büyük bir peygamberdi; Francesco’nun kilisenin yenilenmesinin i aretini verece ini ilk anlayan o oldu. Ama sözde peygamberler, onun ö retisini kendi çılgınlıklarına gerekçe olarak kullandılar; Segarelli yanında bir kadın peygamber gezdiriyordu; Tripia ya da Ripia diye biri; kendisine peygamberlik ba ı landı ını öne sürüyordu. Dü ünebiliyor musun, bir kadın?” “Ama peder,” diye kar ı çıkmaya kalkı tım, “dün ak am Montefalco’lu Chiara’nın ve Foligno’lu Angela’nın ermi li inden söz eden sizdiniz...” “Onlar ermi ti! Alçakgönüllülük içinde ya ıyorlar, kilisenin gücünü tanıyorlardı; hiçbir zaman peygamberlik iddiasında bulunmak küstahlı ını göstermediler. Oysa, sözde peygamberler, birçok ba ka sapkının yaptı ı gibi kadınların da kent kent dola ıp vaaz verebileceklerini öne sürüyorlardı. Evli kadınlarla evli olmayan kadınlar arasında hiçbir ayrım gözetmiyorlardı; hiçbir ant sürekli sayılmıyordu. Kısaca, seni inceliklerini iyi anlayamayaca ın çok acı öykülerle daha fazla yormamak için söyleyeyim. Parma Piskoposu Obizzo, sonunda Gherardo’yu hapse atmaya karar verdi. Ama orada, insan yapısının ne denli güçsüz, sapkınlı ın zararlı otunun ne denli sinsi oldu unu gösteren tuhaf bir ey oldu. Çünkü sonunda piskopos Gherardo’yu serbest bırakıp ona sofrasında yanında yer verdi; maskaralıklarına gülüyor, onu soytarısı olarak alıkoyuyordu.” “Ama neden?” “Bilmiyorum; daha do rusu korkarım biliyorum. Piskopos bir soyluydu; kentli tüccarları ve zanaatçıları sevmiyordu. Belki de Gherardo’nun yoksulluk üstüne vaaz vererek onların aleyhinde bulunmasını ya da onun sadaka dilenmekten hırsızlı a geçmesini umursamıyordu. Ama sonunda Papa i e karı tı; piskopos kendine yara ır ciddiyetini takındı; Gherardo da tövbe etmeyen bir sapkın olarak yakıldı. Bu yüzyılın ba ında oldu bu.” “Peki bunların Dolcino’yla ne ilgisi var?” “ lgisi var; bu sana, sapkınlı ın yok edildikten sonra da nasıl ayakta kalabildi ini gösterir. Bu Dolcino, bir papazın piçiydi; talya’nın bu bölgesinde, daha kuzeyde Novara piskoposlu unda ya ayan çok zeki bir gençti; edebiyat ö renimi görmü tü, ama kendisine i veren bir papazdan para çalıp do uya, Trento kentine kaçtı. Orada Gherardo’nun ö retisini yaymaya ba ladı; ama daha da sapkın bir do rultuda; Tanrı’nın tek gerçek havarisinin kendisi oldu unu, her eyin sevgide ortak olması gerekti ini, bütün kadınlarla ayrım gözetmeksizin yatmanın me ru oldu unu, bunun için karısıyla ya da kızlarının biriyle yatsa bile hiç kimsenin zinayla suçlanamayaca ını öne sürüyordu...” “Gerçekten de bunları öne sürüyor muydu, yoksa bunları öne sürmekle mi suçlanıyordu? Tincilerin de, Montefalco’lu rahipler gibi, benzer suçlarla suçlandıklarını i itmi tim...” 191 “De hoc satis, “ diye sözümü kesti Ubertino sertçe, “Onlar artık rahip de ildiler. Onlar sapkındı. Rahip Dolcino’nun kendisi leke sürmü tü onlara. Hem sonra, dinle: Fra Dolcino’ya kötü demek için sonra ne yaptı ını bilmek yeter. Nasıl olup da Sözde Havariler’in ö retilerini benimsedi ini bilmiyorum bile. Belki de gençli inde Parma’ya yolu dü mü , Gherardo’yu dinlemi tir. Bologna bölgesinde, Segarelli’nin ölümünden sonra o sapkınlarla ili kisini sürdürdü ü biliniyor. Vaaz vermeye Trento’da ba ladı ıysa kesinlikle biliniyor. Orada, soylu bir aileden Margherita adında çok güzel bir kızı ba tan çıkarmı , ya da Heloise’in Abelard’ı ba tan çıkarması gibi, o onu ba tan çıkarmı ; çünkü -sakın unutmaeytan erkeklerin yüre ine kadın kılı ında girer! O zaman, Trento Piskoposu onu piskoposluktan sürmü , ama Dolcino çevresine binden fazla insan toplamı bulunuyordu: onu do du u yere geri götüren uzun bir yürüyü e ba ladı. Yol boyunca ba ka insanlar da sözlerine kapılarak ona katıldılar; geçti i da larda ya ayan birçok Valdezyen sapkın da ona katılmı olabilir, ya da kendisi, kuzeydeki bu bölgelerde ya ayan Valdezyenlere katılmak istemi tir. Novara’ya varınca Dolcino, ba kaldırısına elveri li bir ortam buldu; çünkü Vercelli Piskoposu adına, Gattinara kasabasını yöneten vasallar halk tarafından sürülmü lerdi; bunun üzerine halk Dolcino’nun haydutlarını kendi de erli ba la ıkları olarak kar ıladı.” “Piskoposların vasalları ne yapmı lardı?” “Bilmiyorum, onları yargılamak bana dü mez. Ama gördü üm gibi, birçok durumda sapkınlık beylere kar ı ba kaldırılarla birle iyor; bunun için de, sapkın Madonna, Yoksullu u vazederek i e ba lıyor; sonra da tüm yetke, sava , iddet kı kırtmalarının tuza ına dü üyor. Vercelli kentinde aileler arasında bir sava ım vardı: Sözde Havariler bundan yararlandılar; bu aileler de Sözde Havariler’in yol açtı ı karı ıklı ı sömürdüler. Feodal beyler yurtta ları soymak için paralı asker kiraladılar, yurtta lar da Novara Piskoposundan kendilerini korumasını istediler.” “Amma karı ık i . Peki, Dolcino kimden yanaydı?” “Bilmiyorum; kendi ba ına bir taraftı o, bütün bu çatı maların içindeydi; yoksulluk adına ba kalarının mallarına kar ı giri ti i sava ta bunlardan yararlanıyordu. Dolcino, sayıları üç bini bulmu olan adamlarıyla Novara yakınlarında Parete Calva denen bir tepede kamp kurdu; orada kaleler ve barınaklar yaptılar; Dolcino utanç verici bir açık saçıklık içinde ya ayan bütün bu erkekler ve kadınlar kalabalı ını yönetiyordu. Oradan, kendisine ba lı olanlara sapık ö retisini açıklayan mektuplar gönderiyordu. Ülküsünün yoksulluk oldu unu, hiçbir dı sal ba lılık zincirleriyle ba ı olmadıklarını, kendisinin, peygamberlerin mührünü kırmak, Eski ve Yeni Ahit’leri anlamak için Tanrı tarafından gönderilmi oldu unu söylüyor, yazıyordu. Laik din adamlarına, vaizlere ve Minoritlere eytan’ın elçileri diyor, herkesi onlara boyun e me görevinden esirgiyordu. Tanrı’nın kullarının ya amını dört döneme ayırıyordu; Birincisi, sa’nın geli inden önceki Eski Ahit dönemiydi; atalar ve peygamberler dönemi; bu dönemde evlilik iyi bir eydi, çünkü Tanrı’nın kulları ço almak zorundaydılar. kincisi, sa’nın ve havarilerinin dönemiydi; bu bir ermi lik ve erdenlik dönemiydi. Sonra üçüncü dönem geldi; bu dönemde, papalar önce halkı yönetebilmek için dünyasal zenginlikleri kabul etmek zorundaydılar; ama insanlar Tanrı sevgisinden uzakla maya ba layınca Benedict geldi ve her türlü dünyasal malı yadsıdı; Benedict’in rahipleri de yeniden servet biriktirmeye ba layınca, Ermi Francesco ve Ermi Dominic geldiler; dünyasal erk ve zenginli e kar ı Benedict’ten de sert konu uyorlardı. Ama sonunda, imdi birçok din adamının ya amı yeniden bütün bu iyi ilkelerle çeli ince, üçüncü dönemin sonuna geldik; böylece havarilerin ö retilerine dönmek gerekti.” “Ama Dolcino Fransiskenlerin vazetmi oldukları eyleri vazediyordu; Fransiskenler arasında da özellikle Tinciler ve siz, kendiniz varsınız, Peder.” “A, evet, ama o, onlardan haince bir tasım çıkarıyordu! Dolcino bu üçüncü yozla ma dönemine bir son vermek için bütün din adamlarının, rahiplerin ve papazların çok acımasız bir ölümle ölmeleri gerekti ini söylüyordu; bütün kardinal ve piskoposların, papazların, rahibelerin, erkek kadın bütün dindarların, vaizci tarikatlara ba lı olan herkesin, Minoritlerin, tariki dünyaların, hatta Papa Bonifacio’nun kendisinin bile, Dolcino’nun seçmi oldu u bir imparator tarafından yok edilmeleri gerekti ini söyledi; bu imparator da, Sicilya mparatoru Federico’ydu.” “Ama bu Federico, Umbria’dan kovulan Tincileri Sicilya’ya kabul eden Federico de il miydi? mparatorun -gerçi imdi imparator, Ludwig ama- Papa’nın ve kardinallerin dünyasal erkini yok etmesini isteyenler de Minoritler de il miydi?” “Sapkınlı ın ya da delili in belirgin özelli i, en do ru dü ünceleri dönü türmek ve onları Tanrı’nın ve insanların yasasıyla çeli en sonuçlara yöneltmektir. Minoritler, hiçbir zaman mparator’dan ba ka papazları öldürmesini istemediler.” Yanılıyordu; imdi biliyorum bunu. 192 Çünkü birkaç ay sonra Bavyera’lı, Roma’da kendi tarikatını kurunca, Marsilio ve öteki Minoritler, Papa’ya ba lı olan dindarlara, Dolcino’nun yapılmasını istedi i eyi aynen yaptılar. Bunu söylerken, Dolcino’nun haklı oldu unu söylemek istemiyorum; böyle bir ey söz konusuysa, Marsilio da yanılmı tı. Ama özellikle o gün ö leden sonra William’la yaptı ım konu madan sonra, Dolcino’yu izleyen saf insanların, Tincilerin verdikleri sözlerle, Dolcino’nun onları yürürlü e koyusu arasında nasıl ayrım yapabileceklerini kendi kendime sormaya ba lıyordum. Dolcino, ortodoks diye bilinen insanların katıksız bir biçimde gizemli bir yoldan öne sürmü oldukları eyleri uygulamaya koymaktan suçlu olamaz mıydı? Yoksa fark burada mıydı? Kutsallık, Tanrı’nın ermi lerinin bize söz verdiklerini dünyasal yollardan elde etmeye çalı maksızın, Tanrı’nın onları bize vermesini beklemek mi demekti? imdi bunun böyle oldu unu biliyorum; Dolcino’nun niçin yanıldı ını da: nsan nesnelerin dönü ümünü tutkuyla umsa da, onların düzenini de i tirmemeli. Ama o ak am birbiriyle çeli en dü üncelerin pençesindeydim. “Sonunda,” diyordu Ubertino, “sapkınlı ın damgasını her zaman gururda bulursun. Dolcino, 1303 yılında yazdı ı ikinci bir mektupta kendini Havariler toplulu unun yüce ba kanı, hain Margherita (bir kadın) ve Bergamo’lu Longino’yu, Novara’lı Federico’yu, Alberto Carentino ve Brescia’lı Valderico’yu da yardımcıları olarak atadı. Sonra da gelece in papaları konusunda hezeyanlara ba ladı; ikisi iyi birincisi ve sonuncusu- ikisi -ikincisi ve üçüncüsükötüydü bu papaların. Birincisi Celestino, ikincisi, kâhinlerin, ‘Yüre inin gururu onursuzluk getirdi sana, sen ey kaya yarıklarında ya ayan’ dedikleri VIII. Bonifacio’ydu. Üçüncü papanın adı anılmaz; ama Geremia’nın onun için, ‘ te, tıpkı bir arslan’ dedi ine inanılır. Ve -yüzkarası- Dolcino, aslanı, Sicilya’lı Federico’da görüyordu. Dolcino dördüncü papanın kim olaca ını henüz bilmiyordu; onun ermi papa, Ba rahip Gioacchino’nun sökünü etti i Melek Papa olması gerekiyordu. O, Tanrı tarafından seçilecek, o zaman Dolcino ve (o sırada sayıları dört bini bulan) bütün adamları birlikte Kutsal Ruh’un lütfuna erecekler, böylece kilise dünyanın sonuna dek yenilenmi olacaktı. Ama onun geli inden önce üç yıl her türlü kötülük i lenecekti. Ve Dolcino bunu yapmaya çalı tı. Her gitti i yere sava götürdü. Dördüncü papa -burada eytan’ın kendine yakın olanlara ne oyunlar oynadı ı görülüyorDolcino’ya kar ı haçlı sava ı açan V. Clemens’in ta kendisiydi. Bu da do ru oldu. Çünkü Dolcino o sırada yazdı ı mektuplarda, Ortodokslukla ba da mayan kuramlar ortaya atıyordu. Roma kilisesinin bir yosma oldu unu, papazlara boyun e memek gerekti ini, tüm tinsel yetkenin, imdi Havariler tarikatına geçmi oldu unu, onların yeni kilisenin tek temsilcileri olduklarını, Havariler’in evlilikleri bo dü ürebileceklerini, tarikat üyesi olmayan hiç kimsenin kurtulamayaca ını, hiçbir papanın günahları ba ı lamayaca ını, ondalıkların ödenmemesi gerekti ini, yeminsiz bir ya amın yeminli bir ya amdan daha kusursuz oldu unu, kutsanmı bir kilisede dua etmenin de ersiz oldu unu, bunun bir ahırda dua etmekten farksız oldu unu, sa’ya ormanlarda da, kilisede de tapınılabilece ini öne sürüyordu.” “Gerçekten bunları söyledi mi?” “Elbette, kesinlikle. Bunları yazdı. Ama ne yazık ki daha kötüsünü de yaptı. Parete Çalva’da köprüba ı kurduktan sonra vadideki köyleri ya malamaya, yiyecek sa lamak için talan etmeye ba ladı; kısaca, yakın kasabalara kar ı gerçek ve tam bir sava açtı.” “Herkes ona kar ı mıydı?” “Bunu bilmiyoruz. Belki bazı kimselerce destekleniyordu; o bölgelerdeki anla mazlıklar kördü ümünün içinde oldu unu söylemi tim sana. Bu arada kı gelmi ti; 1305 yılının kı ı; son onyılların en sert kı ı; çevrede büyük bir açlık vardı. Dolcino kendisini izleyenlere üçüncü bir mektup gönderdi; birçok insan ona katıldı; ama o tepenin üstünde ya am dayanılmaz olmu tu; öylesine açtılar ki, atların ve ba ka hayvanların etini yediler, samanları kaynatıp yediler. Birço u öldü.” “Peki imdi kiminle sava ıyorlardı?” “Vercelli Piskoposu, V. Clemens’e ça rıda bulunmu , sapkınlara kar ı bir haçlı seferi düzenlemi ti. Sava a katılanların tüm günahları ba ı landı; Savoy’lı Louis, Lombardia’lı sorgucular, Milano Ba piskoposu hemen harekete geçtiler. Birçok insan eline haçı alıp Vercelli ve Novara’lıların yardımına ko tu; hatta Savoy’dan, Provence’dan, Fransa’dan bile; Vercelli Piskoposu ba komutandı. ki ordunun öncüleri arasında sürekli çarpı malar oluyordu, ama Dolcino’nun kaleleri alınamıyordu; kötüler bir yerden yardım alıyorlardı.” “Kimden?” “Bu karı ıklı ı, körüklemekten ho nut olan ba ka kötü adamlardan, sanırım. 1305 yılının sonuna do ru, sapkınların ba ı, geride yaralı ve hastaları bırakarak Parete Calva tepesinden ayrılmaya zorlandı; Trivero topraklarına do ru ilerledi; orada o zamana dek Zubello denen, sonraları kiliseye ba kaldıranların kalesi haline 193 geldi i için Rubello ya da Rebello denen bir da da kamp kurdu. Neyse, olup bitenlerin hepsini sana anlatamam. Korkunç kıyımlar oldu, ama sonunda asiler teslim olmaya zorlandılar; Dolcino ve adamları yakalandılar; haklı olarak yakıldılar.” “Güzel Margherita da mı?” Ubertino bana baktı: “Güzel oldu unu anımsıyorsun, de il mi? Söylendi ine göre güzelmi ; ülkenin birçok beyi, serserinin elinden kurtarmak için onunla evlenmeye kalkı mı . Ama o istememi ; â ı ı olacak o tövbe bilmez gibi, o da tövbe etmeden öldü. Bu sana bir ders olsun; en ola anüstü bir yaratık biçimine bürünse de Babil yosmasından sakın.” “ imdi bana söyler misiniz, Peder: Manastırın kilercisinin, hatta belki Salvatore’nin de Dolcino’yla kar ıla tıklarını ve u ya da bu biçimde onun yanında bulunduklarını ö rendim...” “Sus, dü ünmeden konu ma. Kilerciyi bir Minorit manastırında tanıdım. Dolcino’yla ilgili olaylardan sonra. O yıllarda birçok Tinci, Ermi Benedict’in tarikatına sı ınmaya karar vermeden önce tedirgin bir ya am sürmü , manastırlarını bırakmak zorunda kalmı lardı. Remigio’nun ona rastlamadan önce nerede kaldı ını bilmiyorum. Ama onun, en azından Ortodoksluk bakımından, her zaman iyi bir rahip oldu unu biliyorum. Geri kalanına gelince, ne yazık ki ten güçsüzdür...” “Ne demek istiyorsunuz?” “Bunlar senin bilmemen gereken eyler. Neyse, mademki bir kez konu tuk, hem senin iyiyi kötüden ayırabilmen gerek...” bir kez daha duraksadı, “sana unu söyleyeyim, burada, manastırda, kilercinin bazı ayartmalara kar ı direnemedi i konusunda bazı dedikodular i ittim... Ama bunlar söylenti. Sen böyle eyleri aklına bile getirmemeyi ö renmelisin.” Beni yeniden kendine çekti, sımsıkı sarıldı, Meryem Ana’nın heykelini gösterdi: “Temiz sevgiyi ö renmelisin. te kadınlı ın yüceltildi i varlık. Bu nedenle, Türküler Türküsü’ndeki sevgili gibi ona güzel diyebilirsin. Onda,” dedi, yüzü tıpkı bir gün önce Ba rahip’in, de erli ta larından ve altından yapılmı kutsal kapılarından söz etti i zamanki yüzü gibi, içten gelen bir ı ıkla ı ıl ısıldı, “bedenin inceli i bile göksel güzelliklerin bir belirtisidir; bu nedenle de yontucu, bir kadını süslemesi gereken tüm inceliklerle yansıtmı onu.” Meryem Ana’nın, Çocuk sa’nın minicik ellerinin oynamakta oldu u çapraz ba cıklı giysisi içinde dimdik ve sımsıkı duran ince gövdesini gösterdi. “Görüyor musun? Pulchra enim sunt ubera quae paululum supereminent et tument modice, nec fluitantia licenter, sed leniter restricta, 194 repressa sed non depressa... Bu güzel mi güzel görünüm kar ısında ne duyuyorsun?” çimde bir ate yanmı gibi kıpkırmızı kesildim. Ubertino bunu anlamı olmalıydı, ya da yanaklarımın kızardı ını farketmi ; çünkü hemen ekledi: “Do aüstü sevginin ate ini, duyuların bayıltıcılı ından ayırdetmeyi ö renmelisin. Ermi ler için bile güç bir eydir bu.” “Peki ama, iyi sevgi nasıl anla ılır?” diye sordum, ürpererek. “Sevgi nedir? Dünyada bana sevgi kadar anla ılmaz gelen hiçbir ey yoktur; ne insan, ne eytan ne de ba ka bir ey; çünkü sevgi her eyden daha çok i ler ruha. Yüre i böylesine kaplayan, böylesine ba layan hiçbir ey yoktur. Bu nedenle, onu yöneten silahlar olmayınca, ruh, derin bir uçuruma atılırcasına sevgiye atılır. una inanıyorum ki, Margherita’nın ba tan çıkarıcılı ı olmasaydı, Dolcino kendi kendini lânetlemezdi; Parete Calva’daki pervasız, açık saçık ya am olmasaydı, Dolcino’nun ba kaldırmasının büyüsüne daha az insan kapılırdı. Dikkat et, bunları sana eytan i i oldu u için, do al olarak herkesin sakınması gereken kötü sevgi için söylemiyorum yalnızca; Tanrı’yla insan, kom uyla kom u arasındaki iyi sevgi için de söylüyorum, hem de büyük bir korkuyla. Ço u kez, iki ya da üç ki i, erkek ya da kadın, birbirlerini yürekten severler; kar ılıklı özel bir dü künlük beslerler birbirlerine; birbirlerine yakın olmak isterler; birinin diledi ini öteki de ister. tiraf ederim ki, ben de Angela ve Chiara gibi erdemli kadınlara bu tur bir sevgi duydum. Bu sevginin, tinsel bir sevgi de olsa, Tanrı adına da duyulsa, kınanması gerekir... Çünkü ruhun duydu u sevgi bile, önceden silahlanmazsa, sıcaklıkta duyumsanırsa, sonunda yüceli ini yitirebilir ya da karma ık bir duruma gelebilir. Ah, sevginin birçok özelli i vardır: Ruh önce yumu ar, sonra hasta dü er... ama sonra tanrısal sevginin gerçek sıcaklı ını duyar; o zaman a lar, inler, eriyip kireç olması için oca a atılan ta a döner; çatırdar, alevler dalar onu...” “Peki, iyi sevgi bu mudur?” Ubertino ba ımı ok adı; ona bakarken, gözlerinin ya larla nemlendi ini gördüm. “Evet, sonunda bu, iyi sevgidir.” Elini omzumdan çekti. “Ama ne zordur,” diye ekledi, “onu ötekinden ayırmak ne zordur. Bazan ifritler ruhunu kı kırtınca boynundan asılmı bir adama benzersin tıpkı; elleri arkasında ba lanmı , gözleri bantlanmı dara acında asılı kalır; ama gene de ya ar; hiçbir yardım, hiçbir destek, hiçbir umar olmaksızın bo lukta sallanır durur... Yüzü yalnızca gözya larıyla de il, belli belirsiz bir ter tabakasıyla ıslanmı tı. “ imdi git,” dedi bana çabuk çabuk. “Bilmek istedi ini anlattım sana. Bir yanda melekler korosu, bir yanda cehennemin açık a zı. Git imdi; Tanrı’ya övgüler olsun.” Yeniden Meryem Ana’nın kar ısında yere kapandı; usul usul hıçkırdı ını duydum. Dua ediyordu. Kiliseden çıkmadım. Ubertino’yla yaptı ım konu ma ruhumda ve ba rımda tuhaf bir ate , anlatılmaz bir kıpırtı uyandırmı tı. Belki de bu nedenle, içimde bir boyun e mezlik duydum ve kitaplı a yalnız gitmeye karar verdim. Ne aradı ımı kendim de bilmiyordum. Bilinmeyen bir yeri kendi kendime ke fetmek istiyordum. Üstadımın yardımı olmaksızın orada yönümü bulabilmek dü üncesiyle büyülenmi tim. Basamakları Dolcino’nun Rubello Da ı’na tırmanı ı gibi tırmandım. Lamba yanımdaydı (Niçin getirmi tim onu? Yoksa bu gizli planı daha o zaman mı kurmaya ba lamı tım?) Kemik mezarlı ına neredeyse gözlerim kapalı girdim. Az sonra yazı salonundaydım. U ursuz bir geceydi sanırım; çünkü masalar arasında dola ırken bir rahibin kopya etmekte oldu u bir elyazmasının üstünde açık durdu u bir masa ili ti gözüme. Ba lık hemen dikkatimi çekti. Historia fratris Dulcini 195 Heresiarche. Sapkınlı ın anıtsal bir tarihini yazmakta oldu unu söyledikleri Sant’Albano’lu Pietro’nun masasıydı sanırım. (Manastırda olanlardan sonra, do al olarak onu yazmaktan vazgeçmi ti ama olayların sırasını bozmayalım). Bu nedenle, metnin ve onun yanı sıra ona yakın konularda Patarenler ve Flagellant’lara ili kin ba ka metinlerin orada bulunması do aldı. Ama bu durumu, göksel mi eytansı mı oldu unu hâlâ bilmedi im do aüstü bir belirti gibi aldım ve yazıyı okumak için istekle e ildim. Çok uzun de ildi; birinci bölümde imdi unuttu um birçok ayrıntıyla Ubertino’nun bana anlattıkları anlatılıyordu. Dolcino yanlılarının sava ve ku atma sırasında i ledikleri birçok suçtan da söz ediliyordu. Alabildi ine acımasız olan son sava tan da. Ubertino’nun bana anlatmadı ı eyler de vardı; üstelik bunlar her eyi görmü ve imgelemi hâlâ bu olayların etkisiyle tutu mu biri tarafından anlatılıyordu. 1307 Mart’ında, Kutsal Pazar günü, en sonunda yakalanan Dolcino, Margherita ve Longino’nun Biella kentine nasıl götürüldüklerini ve Papa’nın kararını beklemekte olan piskoposa teslim edildiklerini ö rendim. Papa haberi alınca, Fransa Kralı Philip’e iletmi ti; öyle yazıyordu: “Çok sevindirici ve co kunluk verici hayırlı bir haber aldık; o lanetlenmi iblis, blis’in o lu, o i renç sapkın Dolcino, birçok tehlikeli çabadan, kıyımdan ve sava tan sonra, sonunda saygıde er karde imiz, Vercelli Piskoposu Raniero sayesinde adamlarıyla birlikte Efendimizin kutsal yeme i yedi i günün ak amı tutuklanmı ; onunla birlikte yanında bulunan bula ıcı hastalı a yakalanmı sayısız insan da aynı gün öldürülmü lerdir.” Papa tutuklulara kar ı acımasız davrandı ve Piskopos’a onları ölüm cezasına çarptırmasını buyurdu. Aynı yılın Temmuz ayının birinci gününde, sapkınlar laik makamlara teslim edildiler. Kentin çanları halkı toplanmaya ça ırırken, sapkınlar bir arabaya konup, cellatlarla çevrili, arkalarında milislerle, kenti bir ba tan bir ba a dola tırıldılar; her yanda insanlar akkor haline getirilmi ma alarla suçluların etlerini koparıyorlardı. Önce Margherita yakıldı, ardından Dolcino; ma alar etlerini koparırken nasıl en küçük bir inleyi te bile bulunmadıysa, yakılırken de, Dolcino’nun yüzünde en küçük bir kas bile se irmedi. Sonra araba yoluna devam ederken, cellatlar içi kıvılcımla dolu çanaklara demirlerini batırıyorlardı. Dolcino’ya ba ka i kenceler de yapıldı; hiç sesi çıkmadı; yalnız burnunu koparırlarken biraz omuzlarını kastı; erkeklik organını koparırlarken de inlemeyi andıran uzun bir iç çekti. Son sözleri de küstahça oldu; üçüncü gün dirilece i uyarısında bulundu. Sonra yakıldı; külleri rüzgârda savruldu. Titreyen ellerle elyazmasını katladım. Dolcino’nun birçok cinayet i ledi ini anlatmı lardı bana; ama kendisi de korkunç bir biçimde yakılarak öldürülmü tü. Dara acındaki davranı ı ise... nasıl davranmı tı? ehitlerin direngenli iyle mi, yoksa lânetlilerin küstahlı ıyla mı? Kitaplı a çıkan basamaklardan sendeleyerek çıkarken, niçin böylesine altüst oldu umu anladım. Birden, daha birkaç ay önce, Toscana’ya geli imden kısa bir süre sonra tanık oldu um bir sahneyi anımsadım. Gerçekten de o sahneyi o zamana de in nasıl unuttu uma a tım; hasta ruhum bir karabasan gibi üstüme çullanan bir anıyı silmek istiyormu gibi. Ya da unutmamı tım; çünkü ne zaman Fraticello’ların tartı tıklarını i itsem o olayları yeniden görür gibi oluyor, o deh ete tanık olmak bir suçmu gibi, onları hemen ruhumun derinliklerine itiyordum. Fraticello’lardan söz edildi ini ilk kez, onlardan birinin Floransa’da yakıldı ını gördü üm günlerde i itmi tim. Pisa’da William Birader’le bulu madan az önceydi. Kente geli ini geciktirmi ti; babam da, güzel kiliselerinin övgüsünü duydu um Floransa’yı ziyaret etmeme izin vermi ti. Halk a zıyla konu ulan talyanca’yı daha iyi ö renmek için Toscana’da dola ıyordum; sonunda bir hafta Floransa’da kaldım; çünkü hakkında çok ey duydu um bu kenti tanımak istiyordum. Kente gelir gelmez, tüm kenti allak bullak eden büyük bir yargılamadan söz edildi ini i ittim. Dine kar ı suç i lemekten sanık ve yargılanmak üzere piskoposla ba ka din adamlarının kar ısına çıkarılan sapkın bir Fraticello o sırada sert bir biçimde sorguya çekilmekteydi. Bana bundan söz edenlerin ardına takılıp yargılamanın yapıldı ı yere gittim; insanların Michele adındaki bu rahibin aslında, Ermi Francesco’nun sözlerini yineleyerek tövbe ve yoksulluk üstüne vaaz veren çok dindar bir insan oldu unu, yargıçların kar ısına bazı kadınların kötülü ü yüzünden çıkarıldı ını söylediklerini i itiyordum. Bu kadınlar, günah çıkartıyormu gibi yaparak sonradan ona sapkın görü ler yormu lardı; gerçekten de, piskoposun adamları onu bu kadınların evinde yakalamı lardı; bu beni a ırttı; çünkü bir kilise adamı hiçbir zaman kutsal törenleri yerine getirmek için böyle uygun olmayan yerlere gitmemelidir; ama yakı ık alırlı ı gere ince dikkate almamak Fraticello’ların bir güçsüzlü ü gibi görünüyordu ve belki de, onları yalnızca sapkın de il, aynı zamanda ku kulu alı kanlıkları olan insanlar sayan yaygın inançta bir gerçek payı vardı. (Katarların, Bulgarlar ya da sodomistler olduklarının her zaman söylenmesi gibi.) Yargılamanın yapıldı ı San Salvatore kilisesine gittim; ama kilisenin önünde toplanmı olan büyük kalabalık yüzünden içeri giremedim. Ancak birkaç ki i pencerelerin demirlerine tırmanıp yapı mı , içeride olup bitenleri görüp i itiyor, a a ıdakilere iletiyorlardı. Sorgucular, rahip Michele’ye bir gün önceki itirafını okuyorlardı; Michele, bu itirafında, Isa ve havarilerinin, “ne özel ne de ortakla a hiçbir mala sahip olmadıklarını” söylüyordu; ama Michele, itirafına, noterin sonradan “birçok yanlı sonuç ekledi ini” söyleyerek kar ı çıkıyor, “Kıyamet gününde bunun hesabını vereceksiniz!” diye ba ırıyordu (Bunu dı arıdan ben de i ittim). Ama sorgucular, itirafnameyi kendilerinin kaleme aldıkları gibi okudular ve sonunda ona, kilisenin ve kent halkının dü üncelerine alçakgönüllülükle uyup uymayaca ını sordular. Michele’nin, neye inanıyorsa ona uyaca ını ba ıra ba ıra söyledi ini i ittim; yani, “ sa’nın yoksul oldu una ve çarmıha gerildi ine, Papa XXII. Ioannes’in ise bunun tersini söyledi i için sapkın oldu una inanıyordu. Bunu uzun bir tartı ma izledi; aralarında birçok Fransiskenin bulundu u sorgucular, Kutsal Kitap’ın bu söylediklerini yazmadı ına onu inandırmaya çalı ıyorlar, o ise sorgucuları kendi tarikatlarının Kural’ını yadsımakla suçluyordu; onlar da, Kutsal Kitap’ı, bu konuda uzman olan kendilerinden daha iyi anladı ını mı sandı ını sorarak ona yüklendiler. Gerçekten de çok inatçı olan rahip Michele onlara kar ı çıkıyordu; onlar da, “ imdi senin, sa’nın mal sahibi, Papa Ioannes’in ise bir Katolik ve kutsal bir insan oldu unu kabul etmeni istiyoruz,” gibi savlarla onu kı kırtmaya ba ladılar. Michele hiç sürçmeden, “Hayır, o bir sapkındır,” dedi. Sorgucular da, bunun üzerine, kötülükte böylesine direnen birini hiç görmediklerini söylediler. Ama kilisenin dı ındaki kalabalık arasında birçok kimsenin, onun tıpkı Ferisiler arasındaki sa’ya benzedi ini söyledi ini i ittim ve halk arasında birçok insanın rahip Michele’nin ermi li ine inandı ını anladım. Sonunda piskoposun adamları onu zincire vurulmu olarak tutukevine geri gönderdiler. Söylendi ine göre, o ak am piskoposun arkada ı olan birçok rahip gidip ona a a ılayıcı sözler söylemi ler, sözlerini geri almasını istemi ler; ama o kendi gerçe inden emin olan biri gibi yanıtlıyormu onları. Her birine sa’nın yoksul oldu unu, Ermi Francesco ile Ermi Domenico’nun da böyle söylemi olduklarını, bu gerçe i öne sürdü ü için yakılacaksa bunun daha iyi olaca ını, çünkü çok geçmeden kendisinin, Kutsal Yazılar’ın, Vahiy’deki yirmi dört saygıde er ya lı adamın, sa’nın, Ermi Francesco’nun ve anlı ehitlerin anlattıklarını görebilece ini yineliyormu . Söylediklerine göre, demi ki: “Bazı ermi rahiplerin ö retisini ne denli tutkuyla okursak, o denli büyük bir tutku ve sevinçle onların arasında olmak isteriz.” Buna benzer sözlerden sonra, sorgucular suratları asık, öfke içinde, “ çine eytan girmi bunun!” diye ba ırarak (bunu ben de i ittim) hücreden çıkıyorlardı. Ertesi gün Michele’nin cezasının infaz edildi ini ö rendik; piskoposluk sarayına gitti im zaman par ömeni görebildim; bir bölümünü levhama kopya ettim. “In nomine Domini amen. Hec est quedam condemnatio corporalis et sententia condemnationis corporalis lata, data et in hiis scriptis sententialiter 196 pronumptiata et promulgata” vb. diye ba lıyor, adı geçen Michele’nin günahlarının ve suçlarının a ır bir dille betimlenmesiyle sürüyordu; okurun bilgece de erlendirebilmesi için bunların bir bölümünü a a ıya alıyorum: Johannem vocatum fratrem Micchaelem Iacobi, de comitatu Sancti Frediani, hominem male condictionis, et pessime conversationis, vite et fame, hereticum et heretica labe pollutum et contra fidem cactolicam credentem et affirmantem… Deum pre oculis non habendo sed potius humani generis inimicum, scienter, studiose, appensate, nequiter et animo et intentione exercendi hereticam pravitatem stetit et conversatus fuit cum Fraticellis, vocatis Fraticellis della povera vita hereticis et scismaticis et corum pravam sectam et heresim secutus fuit et sequitur contra fidem cactolicam… et accessit ad dictam civitatem Florentie et in locis publicis dicte civitatis in dicta inquisitione contentis, credidit, tenuit et pertinaciter affirmavit ore et corde… quod Christus redentor noster non habuit rem aliquam in proprio vel comuni sed habuit a quibuscumque rebus quas sacra scriptura eum habuisse testatur, tantum simplicem 197 facti usum. Ama Michele yalnızca bu suçlarla suçlanmıyordu; ona yüklenen öteki suçlar arasında birisi (duru manın gidi i gözönünde tutulursa) kendisinin bunu gerçekten do rulayıp do rulamadı ını bilmesem de, bana çok i renç göründü; kısaca deniyordu ki, adı geçen Minorit, Ermi Aquino’lu Tommaso’nun, ne ermi oldu unu, ne de sonsuz kurtulu a kavu tu unu, tersine lanetlenmi olarak kaldı ını söylemi . Yargı, görü lerini de i tirmek istemedi i için, sanı ın cezalandırılaca ı konusunda gözda ı verilerek sona eriyordu: Costat nobis etiam ex predictis et ex dicta sententia lata per dictum dominum episcopum florentinum, dictum Johannem fore hereticum, nolle se tantis herroribus et heresi corrigere et emendare, et se ad rectam viam fidei dirigere, habentes dictum Johannem pro irreducibili, pertinace et hostinato in dictis suis perversis herroribus, ne ipse Johannes de dictis suis sceleribus et herroribus perversis valeat gloriari, et ut eius pena aliis transeat in exemplum; idcirco, dictum Johannem vocatum fratrem Micchaelem hereticum et scismaticum quod ducatur ad locum iustitie consuetum, et ibidem igne et flammis igneis accensis concremetur et comburatur, ita quod penitus moriatur et anima a corpore 198 separetur. Yargı kamuya duyurulduktan sonra, kiliseden tutukevine ba ka adamlar da gelip Michele’yi olacaklar konusunda uyardılar; onu korkutup sonunda söylediklerini geri almaya zorlamak için, “Rahip Michele, piskoposluk tacı ve papaz cüppeleri hazırlandı bile; üstlerine de, iblislerle çevrili Fraticello resimleri yapıldı,” dediklerini i ittim. Ama rahip Michele diz çökerek dedi ki: “Dara acının çevresinde pederimiz Francesco’nun, dahası sa’yla havarilerinin ve anlı ehitler Bartolomeo ve Antonio’nun bulunacaklarına inanıyorum.” Ertesi sabah, ben de sorgucuların toplandıkları, piskoposluk sarayının önündeki köprünün üstündeydim; rahip Michele zincire vurulmu olarak onların önüne getirildi. Kendisine sadık olanlardan biri kutsaması için önünde diz çöktü; silahlı adamlar onu hemen yakalayıp hapse attılar. Sonra sorgucular yargıyı sanı ın yüzüne kar ı okuyup bir kez daha tövbe edip etmeyece ini sordular. Yargıda, onun sapkın oldu unun her söyleni inde, Michele, “Ben sapkın de ilim, günahkârım, ama Katolik’im” diye yanıtlıyordu; metinde, her “saygıde er ve kutsal XXII. Ioannes” adı geçti indeyse, “hayır, sapkın” diye yanıtlıyordu. O zaman, piskopos, Michele’nin gelip önünde diz çökmesini buyurdu! Michele ise sapkınların önünde diz çökmeyece ini söyledi. Ona zorla diz çöktürdüler; Michele, “Tanrı beni ba ı layacaktır,” diye mırıldandı. Oraya ba tan ba a papaz giysileri içinde getirilmi oldu undan bir tören ba ladı; giysileri tek tek çıkarıldı; sonunda Floransa’lıların cioppa dedikleri bir gömlekle kaldı. Sonra rütbesi geri alınan papazlara yapıldı ı gibi kafası kazındı. Sonra komutan ve adamlarına teslim edildi; Michele’ye çok ha in davrandılar, onu yeniden zincire vurup tutukevine götürdüler, o sırada Michele, “per 199 Dominum moriemur,” diyordu kalabalı a. Anladı ıma göre ertesi gün yakılacaktı. O gün de gidip ona tövbe etmek, günah çıkarmak ve yeniden komünyona girmek isteyip istemedi ini sordular. Günahkâr biri tarafından kutsanmayı kabul ederek günaha girmek istemedi ini söyleyip reddetti. Bence böyle davranması kötü oldu; Patarenlerin sapkınlı ıyla yozla mı oldu unu gösterdi. Sonunda idam günü gelip çattı; bir 200 sancaktar onu almaya geldi; bana dost gibi göründü; çünkü ona ne biçim adam oldu unu, herkesin do ru dedi ine do ru demek, kutsal ana kilisenin görü ünü kabul etmek varken niçin direndi ini sordu. Ama Michele çok katı bir biçimde, “Çarmıha gerilen yoksul sa’ya inanıyorum ben,” dedi. Sancaktar kollarını umutsuzca iki yana açarak gitti. Sonra komutan ve adamları gelip Michele’yi aldılar, avluya götürdüler; orada piskoposluk papazı yüzüne kar ı bir kez daha itirafını ve hakkında verilen hükmü okudu; Michele bir kez daha onun sözünü keserek kendisine maledilen yanlı dü üncelere kar ı çıktı; gerçekten bunlar öyle incelikli eylerdi ki, imdi anımsamıyorum; o zaman da pek iyi anlamamı tım. Ama Michele’nin ölüm cezasına çarptırılmasına ve Fralicello’ların kovu turulmalarına, bunlara dayanılarak karar verildi i kesindi. Kilise mensuplarının ve laik kesimden kimselerin, yoksulluk içinde ya amak isteyen ve sa’nın dünya malına sahip olmadı ını öne sürenlere kar ı niçin bu denli sert davrandıklarını anlamıyordum. Çünkü, diyordum kendi kendime, e er korkmak gerekirse varsıllık içinde ya amak isleyen, ba kalarının parasını zorla elinden alan, kiliseyi günaha sürükleyen ve kiliseyi bir yiyim yeri haline getirenlerden korkmalılar. Bunu yanımda duran birine söyledim; çünkü susmaya katlanamıyordum. Alaylı alaylı gülümsedi; yoksul bir ya am süren bir rahibin halka kötü örnek oldu unu, sonra böyle davranmayan rahiplere halkın de er vermeyece ini söyledi. Hem sonra, diye ekledi, yoksullu a ça rı halkın kafasına kötü dü ünceler sokar, yoksulluklarından gurur duyarlar; gurur da birçok gururlu davranı a yol açabilir. Sonunda, kendisinin de açık seçik anlayamadı ı bir tasıma göre, rahiplerin yoksul bir ya am sürmelerini istemenin insanı mparator yanlısı kıldı ını, bununsa Papa’nın ho una gitmedi ini bilmem gerekti ini söyledi. Bütün bunlar bilgisi kıt birisi tarafından da öne sürülse, çok yerinde nedenler gibi göründü bana; ama rahip Michele’nin, mparator’u ho nut kılmak ya da tarikatlar arasındaki bir sorunu çözmek için neden böyle korkunç bir biçimde ölmek istedi ini anlayamıyordum. Gerçekten de, orada bulunanların bazıları, “O ermi de il, yurtta lar arasında uyu mazlık çıkarsın diye Ludwig tarafından gönderilmi ; hem Fraticello’lar Toscana’lı, ama arkalarında mparator’un adamları var,” diyorlardı. Bazıları da, “Delinin biri o; içine eytan girmi , kendini be enmi in biri, lanet olasıca gururu yüzünden ehitlik ho una gidiyor; bu rahiplere gere inden çok ermi lerin ya amlarını okutuyorlar; kendilerine bir karı alsalar daha iyi olur!” diyordu. Kimileri de; “Hayır, bütün Hıristiyanlar onun gibi olmalı; tıpkı putatapanların zamanında oldu u gibi inançlarını kanıtlamaya hazır olmalılar,” diyordu. Artık ne dü ünece imi bilmeksizin bu sesleri dinlerken bir an geldi ki, hükümlünün, önümdeki kalabalı ın gizledi i yüzünü yeniden gördüm. Bazan co kuyla kendinden geçmi ermi yontularında gördü üm, bu dünyadan olmayan bir eye bakmakta olan bir adamın yüzünü gördüm. Ve anladım ki, deli de olsa, yalvaç da olsa, isteyerek ölüyordu bu adam; çünkü dü manını, kim olursa olsun, ölerek yenilgiye u rataca ına inanıyordu. Ve anladım ki, onun verdi i örnek, ba kalarını da ölüme götürecektir. Böylesine bir iç sa lamlı ı kar ısında a ıp kaldım; çünkü onlara egemen olan eyin, inandıkları gerçe e duydukları, onları ölüme götüren onurlu sevgi mi, yoksa onları, inandıkları gerçe i, bu gerçek ne olursa olsun, açık açık kanıtlamaya götüren gururlu bir ölüm iste i mi oldu unu bugün bile hâlâ bilmiyorum. Hayranlık ve korkuyla allak bullak ediyor bu beni. Ama imdi idam olayına dönelim; daha imdiden herkes Michele’nin ölüm cezasına çarptırılaca ı yere do ru ilerliyordu. Komutan ve adamları onu kapıdan dı arı çıkardılar; üstünde dü melerinin kimi çözük, küçücük bir eteklik, geni adımlarla, ba ı e ik, dua ederek yürüyor, bir ehide benziyordu. nanılmaz bir kalabalık vardı; birçokları, “Ölme!” diye ba ırıyorlardı; o, “ sa için ölmek istiyorum,” diye yanıtlıyordu. “Ama sen sa için ölmüyorsun,” diyorlardı; o, “Ben gerçek u runa ölüyorum,” diyordu. Prekonsül Kö esi denen yere gelince, bir adam hepsi için Tanrı’ya dua etsin diye ba ırdı; o da kalabalı ı kutsadı. Fondamenti di santa Liperata’da, biri, “Sen delisin, Papa’ya inan!” dedi; o da, “ u papanızı bir Tanrı yapıp çıktınız,” diye yanıtladı ve ekledi: “Bu sizin 201 papero’larınızın gübresi iyi olur” (Bana açıkladıklarına göre, Toscana lehçesinde papaları hayvan yapan bir sözcük oyunu ya da nükteymi bu); herkes onun ölüme böyle aka yaparak gitmesi kar ısında donup kalmı tı. San Giovanni’de, “Canını kurtar!” diye ba ırdılar; o, “Ya amınızı günahtan kurtarın!” diye yanıtladı; Eski Pazar’da, “Kaç, kaç!” diye ba ırdılar; o yanıtladı; “Tefecili e tövbe edin!” Kutsal Haç’a varınca, basamaklarda kendi tarikatından rahiplerin, Ermi Francesco’nun Kural’ına uymadı ı için onu kınadıklarını gördü. Bunların kimileri omuzlarını silkiyor, kimileriyse utançtan kukuletalarıyla yüzlerini örtüyorlardı. Adalet Kapısı’na do ru yürürken de, birkaç kimse, “Yadsı, yadsı, ölme,” diyordu ona, “ sa bizim için öldü,” dedi. Onlar: “Ama sen sa de ilsin, bizim için ölmen gerekmez!” dediler, o “Ama ben onun için ölmek istiyorum,” dedi. Adalet Çayırı’nda, birisi, kendisinden daha yüksek rütbeli bir rahibin yaptı ı gibi yapıp yadsımasını istedi. Michele yadsımayaca ını söyledi; kalabalı ın içinde birçok insanın Michele’yi do ruladı ını, ona güç verdi ini gördüm; böylece ben ve ba ka birçok insan, bunların onun tarikatından olduklarını anlayıp yanlarından uzakla tık. Sonunda kapıdan çıktık; kar ımızda odun yı ını ya da orada dedikleri gibi, “kulübe” göründü; çünkü odunlar bir kulübe biçiminde dizilmi ti; halkın çok yakla masını önlemek için silahlı atlılardan bir halka olu tu. Sonra rahip Michele’yi dire e ba ladılar. Bir kez daha birinin, “Ne yapıyorsun, niçin ölüyorsun?” diye ba ırdı ını i ittim. “ çimdeki bir gerçek için; onu ancak ölümle kanıtlayabilirim,” diye yanıtladı. Odunları tutu turdular. Rahip Michele, 202 Credo’yu , ardından, Te Deum’u söyledi. Belki ancak sekiz ayet okuduktan sonra, aksıracakmı gibi öne do ru e ildi ve yere dü tü; ipleri yanmı tı. Yere dü tü ünde ölmü tü; çünkü beden tümüyle yanmadan önce, yüre i patlatan yürek ısı ve gö sü dolduran dumandan ötürü ölüyordu insan. Sonra kulübe tümüyle bir me ale gibi yandı; büyük bir parıltı oldu; tutu mu çalılar arasında hâlâ görülebilen Michele’nin acınası kömürle mi gövdesi olmasaydı, yanan bir a acın önünde oldu umu söyleyebilirdim. Bir görüntü görmeye öylesine yakındım ki, Ermi Hildegarde’ın kitaplarında okumu oldu um, co kuyla kendinden geçi e ili kin (kitaplı ın merdivenini çıkarken anımsadı ım) bazı sözler kendili inden dilimin ucuna gelmi ti: “Alev görkemli bir aydınlıktan, ola anüstü bir güçten ve bir ate sıcaklı ından olu ur; ama bu görkemli aydınlık ısıtmak içindir; ate sıcaklı ı da yakmak için.” Ubertino’nun sevgiye ili kin bazı sözcüklerini anımsadım. Michele’nin odun yı ını üstündeki imgesi Dolcino’nunkine karı mı tı; Dolcino’nunkiyse güzel Margherita’nınkine. Kilisede içimi saran kıpırtıyı bir kez daha duydum. Bunları dü ünmemeye çalı arak do ruca labirentin yolunu tuttum. Buraya ilk kez yalnız giriyordum; lambadan yere dü en uzun gölgeler, önceki gece gördü üm görüntüler gibi korkutuyordu beni. Her an kendimi ba ka bir aynanın kar ısında bulaca ımı sanıyordum; çünkü aynaların öyle bir büyüsü vardır ki, ayna olduklarını bilseniz bile sizi ürkütürler. Öte yandan, yönümü bulmaya çalı mıyordum; görüntüler yaratan kokuların bulundu u odadan kaçınmaya da çalı mıyordum. Bir yangıya yakalanmı gibi yürüyor, nereye gitmek istedi imi bile bilmiyordum. Gerçekte ba ladı ım noktadan çok da ileri gitmemi tim; çünkü az sonra kendimi gene içeri girdi im yedigen odada buldum. Burada, masanın üstünde bir önceki ak am gördü ümü sanmadı ım birkaç kitap duruyordu. Bunların Malachi’nin yazı salonundan almı oldu u ve henüz yerlerine koymadı ı yapıtlar oldu unu tahmin ettim. Kokulu odadan çok uzak olup olmadı ımı anlayamıyordum; çünkü ba ım dönüyordu; bu, oraya dek ula an belli belirsiz bir kokunun ya da o zamana de in kurmu oldu um eylerin etkisi olabilirdi. Zengin minyatürlerle süslenmi bir cilt açtım; üslubundan, bana Ultima Thule manastırlarından gelmi gibi göründü. Havari Marcos’un kutsal beti inin ba ladı ı sayfada gördü üm bir aslan resmiyle çarpıldım. O güne de in hiç canlı aslan görmedi im halde, aslan oldu una ku ku yoktu; ressam çizgilerini, canavar yaratıklar ülkesi Hibernia aslanlarının görünümüne ba lı kalarak yapmı tı; bu hayvanın, Physiologus’un söyledi i gibi, aynı zamanda hem çok korkunç, hem de en görkemli eylere yara ır özelliklerin tümünü kendinde topladı ına inandım. Bu yüzden resim bana, hem Dü man’ın, hem de Efendimiz sa’nın imgesini ça rı tırıyordu; nasıl bir simgesel anahtarla onu okuyaca ımı da bilmiyordum; korkudan ve duvarlardaki yarıklardan sızan rüzgârdan ötürü tepeden tırna a titriyordum. Gördü ün aslanın a zında sivri di leri, yılanlarınki gibi güzel zırhlı bir ba ı, keskin, yırtıcı pençeli dört aya ının üstünde yükselen kocaman bir gövdesi vardı; derisi, daha sonra gördü üm do udan getirilmi halıları andırıyordu; üstüne safran gibi sarı, korkunç, kocaman, kemikten kiri ler çizilmi , kırmızı ve zümrüt ye ili pullarla kaplıydı. Kuyruksokumundan ta ba ına dek kıvrılmı , ucunda siyah beyaz püsküller bulunan kuyru u da sarıydı. Aslandan alabildi ine etkilenmi (birkaç kez, böyle bir hayvanın ansızın belirivermesini bekliyormu gibi dönüp çevreme bakındım), kitabın öteki sayfalarına bakmaya karar verdim; gözlerim Matta ncil’inin ba ında bir insan resmine takıldı. Bilmem neden, bu resim beni aslandan çok ürküttü; yüzü insan yüzüydü; ama ayaklarına dek uzanan, tıpkı bir zırh gibi gövdesini saran bir tür sert kaftana bürünmü tü bu adam; bu kaftan ya da zırh, kırmızı ve sarı yarı de erli ta larla i lenmi ti. Rubi ve topazlardan olu an bir kalenin içinden bilmece gibi yükselen bu ba (korku nasıl da küfürbaz yapmı tı beni!) belirsiz izini sürmekte oldu umuz o gizemli katil gibi görünüyordu bana. Sonra, hayvanla zırhlı adamı niçin böyle sıkı sıkıya labirente ba ladı ımı anladım: ki resim de kitaptaki tüm resimler gibi içiçe geçmi bir labirent örüntüsünden çıkıyordu; bu labirentlerin oniks ve zümrüt ye ili çizgileri, krizopraz iplikleri, nil rengi kurdelelerinin tümü, içinde bulundu um odalar ve koridorlar a ını ça rı tırıyordu. Gözlerim sayfanın üstünde pırıl pırıl parlayan yollar arasında yitip gitti; tıpkı ayaklarımın, kitaplıktaki odaların karmakarı ık dizgesi içinde yitip gitmesi gibi. Odalarda dola ıp durmamın par ömenler üstünde yansıtıldı ını görmek içimi kaygıyla doldurdu ve bu kitapların her birinin gizemli isterik kahkahalarla benim u andaki durumumu anlattı ına inandım. 203 “De te fabula narratur,” dedim ve bu sayfaların yakın gelece in olaylarını da kapsayıp kapsamadı ını sordum kendi kendime. Ba ka bir kitap daha açtım; bu bana Hispanik okula aitmi gibi geldi. Renkler canlıydı; kırmızılar kan ya da ate i ça rı tırıyordu. Bu, havarinin Açıklama’sıydı ve bir kez daha, tıpkı bir 204 gece önceki gibi, mulier amicta sole sayfasına rastladım. Ama kitap aynı kitap de ildi; minyatür de i ikti. Burada ressam, kadının çizgileri üstünde daha uzun durmu tu. Yüzünü, gö sünü, yuvarlak kalçalarını, Ubertino’yla birlikte gördü ümüz Bakire Meryem yontusuyla kar ıla tırdım. Çizgiler farklıydı, ama bu 205 ‘mulier’ de bana çok güzel göründü. Böyle eyleri aklıma getirmemeliyim diye dü ündüm ve birkaç sayfa daha çevirdim. Ba ka bir kadın daha buldum; bu kez buldu um Babil yosmasıydı. Biçiminden çok, bunun da öteki gibi bir kadın oldu u, ama içinde her türlü kötülü ü barındırırken, ötekinin her erdemi içinde sakladı ı dü üncesi etkiledi beni. Ama çizgiler ikisinde de kadıncaydı; bir an geldi ki onları birbirinden ayıran eyin ne oldu unu anlayamaz oldum. çimde yeniden bir kıpırtı duydum; kilisedeki Bakire imgesi, güzel Margherita’nın imgesiyle çakı tı. “Ben lanetlendim!” dedim kendi kendime. Ya da “deliyim ben.” Bunun üzerine, kitaplıkta daha çok kalamayaca ıma karar verdim. Neyse ki merdivene yakındım. Aya ım takılıp lambayı söndürme pahasına ko a ko a indim basamaklardan. Kendimi gene yazı salonunun geni tonozları altında buldum; ama orada da oyalanmadım; yemekhaneye inen basamaklardan a a ı attım kendimi. Orada soluk solu a durdum. Camlardan, o gece alabildi ine parlak olan ayın ı ınları giriyordu içeri; hücreler ve kitaplı ın geçitleri için kaçınılmaz olan lambaya burada neredeyse hiç gereksinim yoktu artık. Gene de söndürmedim onu; içimi rahatlatmak istercesine. Ama hâlâ soluk solu aydım; gerginli imi yatı tırmak için su içmeliyim diye dü ündüm. Mutfa a yakın oldu umdan, yemekhaneden geçip Aedificium’un zemin katının bir yarısına açılan kapılardan birini usulca açtım. O anda korkum azalacak yerde arttı. Çünkü hemen mutfakta, ekmek fırınının yanında birinin durdu unu farkettim; ya da en azından, o kö ede bir lambanın yanmakta oldu unu farkedip korkuyla kendi lambamı söndürdüm. Korkuyordum, ama ba kalarını da korkutmu tum; gerçekten de öteki ki i (ya da ki iler) hemen ı ıklarını söndürdüler. Ama bo una; çünkü ayı ı ı yere, önüme, bir ya da birbirine karı mı birden çok gölge dü ürmeye yetecek denli aydınlatıyordu mutfa ı. Donup kalmı tım; ne geri çekilme, ne de ilerleme yüreklili ini bulabiliyordum kendimde. Anla ılmaz bir eyler geveleyen bir ses duydum; bo uk bir kadın sesi i ittim gibi geldi bana. Fırının yanında belli belirsiz görünen, biçimi seçilemeyen gruptan, karanlık ve bodur bir gölge ayrılıp aralık bırakıldı ı açıkça anla ılan dı kapıdan kaçtı; kapıyı ardından kapattı. Ben yemekhaneyle mutfak arasındaki e ikte durdum; fırının yanında belli belirsiz bir ey de durdu. Belli belirsiz ve -nasıl anlatsam - inleyen bir ey. Gerçekten de, gölgelerin arasından bir inleme, bir çe it bastırılmı a lama sesi, düzenli korku hıçkırıkları geliyordu. Korkan bir adamı hiçbir ey bir ba kasının korkusundan daha çok yüreklendiremez; ama beni gölgeye do ru iten, yüreklilik de ildi. Diyebilirim ki daha çok, o görüntüleri gördü üm zaman beni saran esrikli e benzer bir esriklikti. Mutfakta, bir gün önce kitaplıkta beni etkileyen tütsülere benzer bir ey vardı. Belki de aynı ey de ildi, ama benim gere inden çok uyarılmı duyularım üstünde aynı etkiyi yaratmı tı. A çıların arabın güzel kokmasını sa lamak için kullandıkları keskin bir kitre, ap ve pesek kokusunu alıyordum. Ya da belki de, daha sonra ö rendi ime göre, o günlerde bira çekiyorlardı (yarımadanın kuzey kesiminde oldukça be enilen bir biraydı bu); benim ülkemin usulünce yapılıyordu bu bira. Süpürgeotu, bataklık mersini ve yabanbiberiyesiyle. Burun deliklerimden çok zihnimi esrikle tiren tüm baharatlar. 206 Sa duyum, “Vade retro!” diye ba ırıp, kesinlikle Mel’un’un benim için ça ırdı ı bir di i eytandan ba ka bir ey olmayan, inleyen nesneden uzakla mamı 207 söylüyordu; ama vis appetitiva’mda bir ey, bir mucizeye tanık olmak istiyormu um gibi ona yakla maya itiyordu beni. Böylece gölgeye yakla tım; yüksek pençelerden giren ayı ı ında bunun bir kadın oldu unu gördüm; titriyor, bir çıkın tutan elini gö süne bastırmı , a layarak fırının a zına do ru geri geri gidiyordu. Tanrım, Kutsal Bakire ve Cennet’in tüm ermi leri, o anda ne oldu unu anlatmama yardım edin; utanç (bir erinç ve derin dü ünce sı ına ı olan bu güzel Melk manastırında artık ya lanmı bir rahip olarak) durumumun saygınlı ı, en dindarca önlemleri almamı ö ütlerdi bana. Yalnızca kötü bir ey oldu unu, bunun ne oldu unu anlatmanın yakı ık almayaca ını söyler, böylece ne okuru, ne de kendimi sarsmı olurdum. Ama imdi çok uzaklarda kalmı olan olaylarla ilgili tüm gerçe i anlatmaya kendi kendime söz verdim; gerçek ise bölünmez bir bütündür; kendi saydamlı ıyla pırıl pırıl parlar ve kendisinin bizim çıkarlarımız ya da utancımız tarafından eksiltmesine izin vermez. Sorun (her eyi acımasız bir canlılıkla anımsasam bile, olanları ve dü üncelerimi belle ime silinmez bir biçimde kazıyan ey sonramdan duydu um pi manlık mı, yoksa acılı zihnimde utancımın en ince ayrıntılarını canlandırarak bana hâlâ i kence eden pi manlı ımın yetersizli i miydi, bilmiyorum), olup bitenleri imdi gördü üm ve anımsadı ım gibi de il, o zaman görüp duydu um gibi anlatmak. Bunu da bir tarihsel olaylar yazarının gerçeklere ba lılı ıyla yapabilirim; çünkü gözlerimi yumunca yalnızca yaptı ım her eyi de il, o anlarda ne dü ündü ümü de, o sırada yazılmı bir par ömeni kopya edercesine yineleyebilirim. Bu nedenle anlatmaya böyle ba lamalıyım. Ermi Ba melek Michele korusun beni; çünkü gelecekteki okurların ders almaları ve i ledi im suçtan ötürü kendimi cezalandırmak için, genç bir adamın eytan’ın tuzaklarına nasıl dü ebilece ini anlatmak istiyorum imdi; açıkça bilinsin, böylece gelecekte her kim bunlarla kar ıla ırsa altedebilsin diye. Evet, bir kadındı bu. Daha çok bir genç kız. O zamana dek (Tanrı’ya ükür, o zamandan beri de), o cinsten yaratıklarla çok az yakınlı ım oldu undan, kaç ya larında oldu unu söyleyemeyece im. Genç, neredeyse yeniyetme oldu unu biliyorum; belki on altıncı ya da on sekizinci ya da yirminci baharındaydı; o varlıktan yayılan insan gerçe inin bendeki izlenimi a ırttı beni. Bir dü de ildi bu; ama ne olursa olsun, 208 ba na valde bona göründü. Belki de küçük bir kı ku u gibi titremesinden, a lamasından ve benden korkmu olmasından ötürü. Kom usuna yardım etmenin her iyi Hıristiyan’ın görevi oldu unu dü ündü ümden, büyük bir sevecenlikle ona yakla tım ve iyi bir Latinceyle, korkması için hiçbir neden olmadı ını, çünkü benim bir dost oldu umu, ne olursa olsun dü man olmadı ımı, kesinlikle korktu u dü man olmadı ımı söyledim. Belki de bakı larımdaki uysallıktan ötürü yatı tı ve bana yakla tı. Latincemi anlamadı ını gördüm; bunun üzerine içgüdüyle halk a zı Almancamla konu tum; bu dilin, bu yörelerin insanlarının alı ık olmadıkları sert seslerinden ötürü mü, yoksa bu sesler ona benim ülkemden askerlerle deneyimlerini anımsattı ı için mi bilmem, çok korktu. O zaman el kol devinimlerinin ve yüz anlatımlarının, sözcüklerin dilinden daha evrensel oldu unu dü ünerek gülümsedim; bunun üzerine yatı tı. O da bana gülümsedi ve birkaç sözcük söyledi. Konu tu u halk a zını çok az biliyordum; Pisa’da kısmen ö rendi im dilden farklıydı; ama sesinin tonundan tatlı sözler söyledi ini anladım: “Ne gençsin, ne güzelsin...” gibi bir eyler söyledi gibi geldi bana. Bütün çocuklu unu bir manastırda geçirmi bir çömezin güzelli ine ili kin sözler i itmesi seyrek olur; tersine, fiziksel güzelli in geçici oldu u, bunun için de a a ı görülmesi gerekti i ö ütlenir her zaman; ama dü manın sayısız tuzakları vardır; itiraf ederim, yakı ıklılı ımdan söz edilmesi, yalan da olsa, kulaklarıma ho geldi; içimi bastırılmaz bir heyecanla doldurdu. Özellikle kız bu sözleri söylerken, elini uzatıp parmak uçlarıyla o zaman sakalsız olan yana ımı ok adı ı zaman. Kendimden geçer gibi oldum; ama o anda yüre imde en küçük bir günah gölgesi bile duymuyordum. eytan’ın, bizi sınamak ve ruhumuzdan iyilik izlerini silmek istedi i zaman, gücü nelere yetmez. Ne duydum? Ne gördüm? Yalnızca ilk anın duygularının her türlü anlatımdan yoksun oldu unu anımsıyorum; çünkü dilim ve zihnim bu tür duygulanımların nasıl adlandırılaca ı konusunda e itilmemi ti. Ba ka bir zamanda ve ba ka yerlerde i itti im, kesinlikle ba ka amaçlarla söylenmi , ama o anda duydu um sevince uygun dü en, sanki bu sevinci dile getirmek için do mu gibi, ba ka içsel sözcükleri anımsadım sonra. Belle imin gizli kö elerine itilmi sözcükler dudaklarımın (dilsiz) yüzeyine yükseldiler; bu sözcüklerin Kutsal Betik’te ya da ermi lerin sayfalarında bamba ka, çok daha aydınlık gerçeklikleri dile getirmek için kullanıldıklarını unuttum. Ama ermi lerin sözünü ettikleri sevinçlerle o anda sarsılmı ruhumun duymakta oldu u sevinçler arasında bir ayrım var mıydı gerçekten? O anda hep tetikte olan ayırdetme duygusu yok olmu tu içimde. Bana öyle geliyor ki, bu tam anlamıyla kimli in uçurumlarında kendinden geçi in belirtisidir. Birden genç kız bana Mezmur’da sözü edilen kara, ama alımlı bakire gibi göründü. Kaba kuma tan, eprimi , gö sü utanmasızca açık, küçük bir giysi giyiyordu; boynunda da, sanırım çok baya ı renkli ta lardan yapılmı bir gerdanlık vardı. Ama ba ı bir fildi i kule gibi ak boynunun üstünde onurla yükseliyordu; gözleri Hesebon havuzları gibi duru, saçları kırmızımsıydı. Saç örgüleri bir keçi sürüsü gibi görünüyordu bana; di leri derede yıkanıp çıkmı koyun sürüleri gibiydi; tümü de çift çiftti; böylece hiçbiri arkada ının önünde gitmiyordu. Elimde olmaksızın, “Ne güzelsin, sevgilim, ne güzelsin,” diye mırıldandım. “Saçların Glaad Da ı eteklerindeki keçi sürüleri, dudakların kırmızı ibri ime benziyor, yanakların nar parçası, boynun üstüne bin kalkan asılı Davud’un kulesi gibi.” a kın, kendimden geçmi , tan gibi kar ımda ı ıyan, ay parçası gibi güzel, güne gibi parlak, 209 terribilis ut castrorum acies ordinata bu yaratı ın kim oldu unu soruyordum kendi kendime. Sonra o yaratık daha da yakla tı bana; o zamana de in gö süne bastırmakta oldu u koyu renkli çıkını bir kö eye attı; elini kaldırıp yüzümü ok adı; daha önce i itmi oldu um sözcükleri bir kez daha yineledi. Ondan kaçsam mı, yoksa ona daha mı yakla sam bilemezken, ba ım Joshua’nın borazanları Jericho’nun duvarlarını yıkacakmı gibi zonklarken, ona dokunmaktan korkar, hem de ona dokunmak isterken, büyük bir sevinçle gülümsedi; mutlu bir di i keçi gibi bo uk bir inilti çıkardı; gö sünün üstünde giysisinin önünü kapatan ba cıkları çözdü; giysiyi bir gömlek gibi bedeninden sıyırdı ve önümde, tıpkı Cennet bahçesinde Havva’nın Adem’in kar ısında durdu u gibi durdu. “Pulchra sunt ubera quae paululum supereminent et tument modice,” diye mırıldandım, Ubertino’dan duymu oldu um sözleri yineleyerek; çünkü gö üsleri bana iki geyik, zambaklar arasında otlayan ikiz karacalar gibi göründü; göbe i içi arap dolu yuvarlak bir kadeh, karnı zambaklarla çevrili bir bu day yı ını gibiydi. “O sidus clarum puellarum,” diye seslendim ona, “o porta clausa, fons hortorum, cella custos unguentorum, cella 210 pigmentaria!” Farkına varmadan kendimi onun bedeninin üstünde buldum; onun ısısını ve daha önce hiç bilmedi im merhemlerin keskin kokusunu duyuyordum. “Evlatlarım, çılgın sevi gelince, insanın elinden hiçbir ey gelmez!” sözlerini anımsadım ve içine dü mekte oldu umu hissetti im tuzak ister Dü man’ın tuza ı, isler tanrısal bir ba ı olsun, artık beni yöneten dürtüye kar ı koymak için hiçbir ey yapamayaca ımı anladım; “Ah, gücüm tükeniyor,” diye ba ırdım. “Causam 211 languoris video nec caveo!” Çünkü dudaklarından bir gül kokusu yayılıyordu, «sandaletli ayakları güzeldi; bacakları sütun gibiydi, kalçalarının yuvarlaklı ı da yontucu elinden çıkmı sütunları andırıyordu. Ey a k, ey zevklerin kızı, kral bile senin saç büklümlerinin tutsa ı oldu diye mırıldanıyordum kendi kendime; onun kolları arasındaydım; birlikte mutfa ın çıplak zemini üstüne yuvarlandık; kendi istemimle mi, yoksa onun hileleriyle mi bilmiyorum, kendimi çömez kılı ından sıyrılmı buldum; bedenlerimizden utanç 212 duymuyorduk et cuncta erant bona. Beni a zımdan öpüyordu; a k oyunları araptan daha lezzetliydi, kokuları ho tu; inciler arasındaki boynu, küpeler arasındaki yanakları güzeldi; ne güzelsin sevgilim, ne güzelsin; gözlerin tıpkı güvercin gözleri (diyordum), bırak yüzünü göreyim, bırak sesini duyayım, sesin uyumlu çünkü, yüzün büyüleyici; beni a ktan çılgına döndürdün, bacım benim; bir bakı la, boynundaki tek bir zincirle çılgına döndürdün beni; dudaklarından bal damlıyor, dilinde bal ve süt var, solu un elma gibi kokuyor, memelerin salkımlara benziyor, üzüm salkımlarına; dama ın nefis bir arap gibi do ruca sevgime akıyor, sevgimi besliyor, dudaklarımdan di lerimden ta ıyor... bahçe fıskiyesi, sümbül, safran, hintkamı ı, tarçın, mür, öda acı; petekli balımı yiyor, arabımla sütümü içiyordum; kimdi o, kimdi o tan gibi yükselen, o ay parçası gibi güzel, güne gibi parlak, sancaklı bir ordu gibi korkunç? Ey Tanrı, ruh kendinden geçince biricik erdem, gördü ünü sevmektir (do ru de il mi?) en yüce mutluluk sahip oldu una sahip olmaktır; o zaman sevinç dolu ya am kayna ından içilir (daha önce söylenmemi miydi bu?) o zaman u ölümlü ya amın ardından bitimsizli in melekleriyle birlikte ya ayaca ımız gerçek ya amı tadar insan... Bunları dü ünüyordum ve bana öyle geliyordu ki, kız beni anlatılmaz hazlara bo arken kehanetler gerçekle iyordu; tüm bedenim tek bir göz gibiydi; bir bakı ta, önümü, arkamı, çevremdeki her eyi görebiliyordum. Ve anladım ki, daha önce ba ka bir eyden söz edildi ini sanarak i itti im gibi, birlik ve sevecenlik; iyilik, öpü ler ve kucaklayı larla aynı anda do ar sevgiden. Yalnızca bir an, sevincim doru a ula ırken, belki de, “Sen kimsin?” diye soran ruha, sonunda eytanca do ası içinde kendini gösteren, ruhu kıskıvrak yakalamayı ve bedeni kandırmayı bilen ö le eytanı’nın, üstelik gece vakti, içime giri ini ya amakta oldu um geçti aklımdan. Ama hemen aslında ku kularımın eytanca oldu una, çünkü hiçbir eyin, o anda ya amakta oldu um, tadı her an artan eyden daha do ru, daha iyi ve daha kutsal olamayaca ına inandım. araba katılan bir damla suyun da ılıp arabın rengini ve akkor haline getirilmi demirin özgün biçimini yitirip erimi ate e dönü mü gibi, güne ı ı ıyla doyurulmu havanın ba tanba a görkeme, aydınlı a dönü mesi; öyle ki artık ı ıklandırılmı de il, ı ı ın kendisi olması gibi, yumu ak bir sıvıla ma içinde ölmü gibi duyumsuyordum kendimi; ancak ilahinin sözcüklerini mırıldanacak gücüm kalmı tı: “Bak, gö süm, a zı kapatılmı taze arap gibi yeni i eleri patlatıyor,” ve birden parlak bir ı ık, ı ı ın içinde de parıltılı, yumu ak bir ate le yalımlanan safran renginde bir biçim gördüm; o görkemli ı ık parıltılı ate in içine yayıldı; parıltılı ate de o ı ıltılı biçimin içine yayıldı; sonra parlak ı ıkla parıltılı ate , ı ıldayan tüm biçimin içine yayıldılar. Baygın gibi, bütünle mi oldu um bedenin üstüne dü erken, son bir dirim solu uyla, ate in görkemli bir aydınlıktan, ola anüstü bir güçten ve yakıcı bir ısıdan olu tu unu, ama görkemli aydınlı a aydınlatabilmek; yakıcı ısıya da yakabilmek için sahip oldu unu anladım. Sonra uçurumun ve onun ardından gelen daha derin uçurumların bilincine vardım. imdi, titreyen elimle (anlatmakta oldu um günahtan duydu um deh etten mi, yoksa anımsadı ım olguya duydu um suçlu özlemden mi bilmem) bu satırları yazarken, o anda ya adı ım utanç verici esrikli i betimlemek için, birkaç sayfa önce Fraticello Michele’nin ehit bedenini yakan ate i betimlerken kullandı ım sözcükleri kullandı ımın ayrımına varıyorum. Ruhun buyru unda olan elimin, birbirinden öylesine farklı olan iki ya antı için aynı anlatımı yazıya dökmesi de bir rastlantı de il; çünkü ikisini de, o zaman onları ya arken de, imdi bu par ömen üstünde canlandırmaya çalı ırken de aynı biçimde ya adım belki de. Birbirinden farklı olguların benzer adlarla adlandırılmasını sa layan gizemli bir us vardır; bu us sayesinde kutsal nesneler de dünyasal terimlerle adlandırılırlar; aynı simgelerle Tanrı’ya aslan ya da kaplan diyebiliyoruz; ölüme yara; sevince yalım; ate e ölüm; ölüme uçurum; uçuruma yok olu ; yok olu a kendinden geçme; kendinden geçmeye tutku diyebiliyoruz. Gençken, ehit Michele’nin beni etkileyen ölüm co kusunu, niçin, ermi in ya am co kusunu adlandırmı oldu u sözcüklerle dile getiriyordum, ama dünyasal zevkin, hemen ardından bana kendili inden bir ölüm ve yok olu duygusu gibi gelen (suçlu ve geçici) co kusunu da aynı sözcüklerle adlandırmaktan kendimi alamıyordum? imdi, birkaç ay arayla, ikisi de hem kendinden geçirici hem de acı veren iki ya antıyı nasıl duyumsadı ımı ve o gece manastırda, birkaç saat arayla, bu ya antıların birini anımsarken, ikincisini duyularımla nasıl duyumsadı ımı; sonra da imdi, bu satırları yazarken, onları nasıl yeniden ya adı ımı ve bu üç durumda da bu ya antıları kendi kendime nasıl, kutsallı ın imgesinde kendini hiçleyen ermi ruhun bamba ka ya antısını dile getiren sözcüklerle anlattı ımı çözümlemeye çalı aca ım. Günaha mı girdim acaba (o zaman mı, imdi mi?) Michele’nin ölümü isteyi inde, onu yutan yalımları görünce duydu um kendinden geçi te, genç kızla ya adı ım bedensel birle me iste inde, bu iste i simgesel olarak dönü türdü üm gizemli utançta, daha uzun ve ölümsüz bir ya am sevgisinin ölmeye itti i ermi in sevinç içinde yok olma iste inde benzer olan neydi? Böylesine iki anlamlı eyler, böylesine tek anlamlı sözcüklerle dile getirebilir miydi? Ama öyle görünüyor ki, bilginlerin en büyüklerinin bize ö rettikleri bu: omnis ergo figura tanto evidentius veritatem demonstrat quanto apertius per dissimilem similitudinem figuram se esse et non veritatem 213 probat. Ama e er ate ve uçurum sevgisi, Tanrı sevgisinin üstü kapalı benzetimiyse, ölüm sevgisinin ve günah sevgisinin benzetimi olabilir mi? Evet, olabilir; tıpkı aslan ve yılanın aynı zamanda hem sa’nın hem de eytan’ın benzetimleri olması gibi. Gerçek u ki, do ru yorum, ancak pederlerin yetkesine dayanılarak yapılabilir; bana i kence çektiren durumdaysa, boyun e meye hazır zihnimin ba vuraca ı hiçbir 214 auctoritas yok; bu yüzden ku kuyla yanıyorum (ve bir kez daha ate imgesi, gerçe in bo lu unu ve beni yok eden yanılgının dolulu unu tanımlamak için araya giriyor!) Ruhumda ne oluyor, ey Tanrı, kendimi böyle anıların burgacına kaptırmı , sanki yıldızların düzenini ve onların gökyüzündeki devinimlerinin sırasını yönetecekmi im gibi, de i ik zamanları birbirine karı tırıyorum? Ku kusuz, günahkâr ve hasta usumun sınırlarını a ıyorum. imdi, alçakgönüllülükle üstlendi im göreve dönelim. O günü, içine gömüldü üm duygu yitikli ini anlatıyordum. te, o zaman neler anımsadı ımı anlattım; güçsüz kalemim, bu sadık, gerçe e ba lı tarih yazıcısı bundan öteye geçemiyor. Kızın yanında öyle ne kadar yattım, bilmiyorum. Terden nemlenmi eli usulca bedenime dokunmayı sürdürüyordu. Bir iç kıpırtısı duydum; erinç de ildi bu; alev söndükten sonra, küllerin arasında henüz ölmemi bir közü andırıyordu. Bu ya amda, seyrek de olsa, benimkine benzer bir eyi ya ama lütfuna ermi bir insana kutsanmı demekte duraksamazdım (diye mırıldandım uykuda gibi); çabucak da geçse, bir ancık bile olsa (aslında, ben de yalnız o zaman ya amı tım bunu). Artık var olmuyormu gibi, kendi kimli ini hiç duymuyormu , ya da alçalmı , neredeyse yok olmu gibi; bir ölümlü (diyorum kendi kendime) bir ancık ve olabildi ince çabuk, benim duyduklarımı duyabilirse, bu çarpık dünyaya kem gözle bakmaya ba layacak, günlük ya amın kaygılarıyla altüst olacak, ölümün a ırlı ını duyacaktır... Bana ö retilen bu de il miydi? Bütün ruhumun bu mutluluk içinde unutma ça rısı, ku kusuz (bunu imdi anlıyordum), sonsuz güne in ı ıtmasıydı; bunun yarattı ı sevinç insanı açıyor, geni letiyor, büyütüyor; artık insanın içinde ta ıdı ı a zı açık bo luk, öylesine kolayca kapanmaz, çünkü o sevginin kılıcıyla açılmı bir yaradır; bu dünyada bundan daha tatlı, aynı zamanda bundan daha korkunç bir ey yoktur. Ama güne in hakkıdır bu; yaralı adamı ı ınlarıyla delik de ik eder, tüm yaralar büyür, insan açılır, geni ler, damarları bile açılır, gücü imdi aldı ı buyrukları yerine getirmeye yeterli de ildir; yalnızca istek harekete geçirir onu; ruh, imdi dokunmakta oldu u eyin uçurumuna gömülüp yanar; ya amı ve ya amakta oldu u gerçekli in kendi iste ine ve kendi gerçe ine baskın çıktı ını görür. nsan, dili tutulmu , kendi kendinden geçi ine tanık olur. Bu anlatılmaz içsel sevinç duygulanımlarına kapılmı , uyuyakaldım. Bir süre sonra gözlerim açtım; ayı ı ı, belki bir bulut yüzünden, çok daha güçsüzle mi ti. Elimi yanıma uzattım; kızın bedenini duyumsamadım. Ba ımı çevirdim; gitmi ti. ste imi açı a çıkaran ve susuzlu umu gideren nesnenin yoklu u birden o iste in bo lu unun ve o susuzlu un çarpıklı ının bilincine vardırdı beni. Omne animal triste post 215 coitum. Günah i ledi imin bilincine vardım. imdi, yıllar sonra, bir yandan hâlâ yaptı ım yanlı lıktan ötürü acı acı a larken bile, o gece nasıl büyük bir haz duydu umu unutamıyorum; o iki günahkârın ya antılarında kendi içinde, 216 naturaliter , iyi ve güzel olan bir ey geçti ini kabul etmezsem, her eyi iyilik ve güzellik içinde yaratmı olan Yüce Tanrı’ya haksızlık etmi olurum. Ama belki de, gençli imdeki her eyin iyi ve güzel oldu unu bana duyumsatan, ilerlemi ya ımdır. O zaman genç oldu umdan ölümü dü ünmüyor, i ledi im günahtan ötürü sıcak sıcak ve içtenlikli gözya ları döküyordum. Biraz da mutfa ın so uk ta ları üstünde uzun süre yatmaktan ve bedenimin uyu mu olmasından, titreyerek aya a kalktım. Ate im varmı gibi ürpererek giyindim. O zaman kızın bir kö eye koydu u ve kaçarken unuttu u çıkına gözüm ili ti. E ilip inceledim; bir tür paket, mutfa a aitmi gibi görünen sarılmı bir bezdi. Açtım; önce içinde ne oldu unu anlamadım; hem ı ı ın azlı ından, hem de içindekilerin belli bir biçimi olmayı ından. Sonra anladım; gözlerimin önünde, kan pıhtıları ve yumu ak, beyazımsı et parçaları arasında, ölü, ama iç organlarının jelatinimsi ya amıyla hâlâ çarpan, mor sinirlerle yol yol kocaman bir yürek duruyordu. Gözlerime karanlık bir perde indi, a zıma ek i bir salya yükseldi; bir çı lık attım ve ölü bir beden gibi yere dü tüm. Üçüncü Gün GECE Adso allak bullak, William’a günah çıkartıyor ve kadının yaratılı taki i levi üstüne dü ünüyor; sonra bir adamın ölüsünü buluyor. Kendime geldi im zaman birisi yüzüme su serpiyordu. Elinde bir lamba tutan William Birader’di bu; ba ımın altına bir ey koymu tu. “Ne oldu, Adso?” diye sordu. “Mutfaktan yemek artıkları a ırmak için geceleri dola ıyor musun?” Kısaca, William uyanmı , bilmem niçin beni aramı , bulamayınca biraz hüner göstermek için kitaplı a gitmi olabilece imden ku kulanmı , Aedificium’a yakla ınca mutfak tarafından, kapıdan bir gölgenin çıkıp meyve bahçesine do ru yöneldi ini görmü (uzakla makta olan kızdı bu; belki de birisinin yakla tı ını i itmi ti). Kim oldu unu anlamaya, onu izlemeye çalı mı , ama o (daha do rusu, William için bir gölge olan ey) manastırı ku atan duvara do ru uzakla mı , sonra da gözden silinmi . O zaman William -çevreyi kolaçan ettikten sonra- mutfa a girmi ve beni orada baygın bulmu . Ona, hâlâ korkuyla, içinde yürek bulunan paketi gösterip, yeni bir cinayete ili kin bir eyler geveledi im zaman gülmeye ba ladı: “Adso, böyle kocaman insan yüre i olur mu?” dedi. “Bir inek yüre i bu, ya da öküz; gerçekten de, bugün bir hayvan kestiler. Peki ama, senin elinde ne arıyor bu yürek?” O zaman, büyük bir korkuyla sersemlemenin yanı sıra, duydu um yürek ezinciyle gözya ına bo uldum; ondan günahımı çıkarmasını istedim. Dedi imi yaptı; her eyi oldu u gibi, hiçbir ey saklamadan anlattım. William Birader beni büyük bir ciddilikle, ama belli belirsiz bir ho görüyle dinledi. Bitirince yüzü asıldı ve “Adso,” dedi bana, “günah i lemi sin; bu kesin, hem zina etmeyesin buyru una, hem de bir çömez olarak görevlerine kar ı. Suçunu hafifletecek ey, çölde bir rahibin bile kendi kendini lanetleyece i ko ullar içinde kendini bulmu olman. Kadının nasıl bir kı kırtma kayna ı oldu u konusunda, ncil’de yeterince söz söylenmi tir. Eski Ahit, kadınlara ili kin olarak der ki, kadının konu ması ate gibidir; atasözleri de kadının, erke in de erli ruhuna egemen oldu unu, en güçlüleri bile yıkıma u ratabilece ini söyler. Eski Ahit, bundan ba ka der ki: Kadının ölümden daha acı oldu unu anladım; avcıların kırbacı gibidir o; yüre i bir a gibidir, elleri ba dır. Ba kaları da, kadının eytan’ın barına ı oldu unu söylemi lerdir. Bunu böylece do ruladıktan sonra, sevgili Adso, Tanrı’nın böyle kötü bir varlı ı ona bazı erdemler ba ı lamaksızın yaratmı olabilece ine kendimi inandıramıyorum. Tanrı’nın ona birçok ayrıcalık ve ayrıcalık nedeni ba ı ladı ını dü ünüyorum elimde olmaksızın; bunların en azından üçü çok iyi ayrıcalıklar. Gerçekten de, Tanrı, erke i bu a a ılık dünyada çamurdan yarattı; kadınıysa daha sonra, cennette ve daha soylu bir insan maddesinden yarattı. Onu Adem’in aya ından ya da barsa ından de il, kaburga kemi inden yarattı. Sonra, her eye gücü yeten Tanrı, bir mucizeyle do rudan do ruya insan biçimine girebilirdi, ama bunu yapmadı; bir kadının rahmine yerle ti; bu da kadının öyle pek de kötü olmadı ının bir belirtisidir. Sonra, Dirili ’in ardından göründü ü zaman bir kadına göründü. Son olarak da, göklerin egemenli inde hiçbir erkek o ülkede kral olmayacak, ama hiç günah i lememi bir kadın kraliçe olacak. Öyleyse Tanrı Havva’yı ve onun kızlarını böylesine kayırdı ına göre, bizim de o cinsin çekicili ine ve soylulu una kapılmamız çok mu anormal? Sana söylemek istedi im, Adso, elbette bir daha bunu yapmamalısın, ama böyle davranmaya kı kırtılmı olman o denli kötü bir ey de il. Hem, bir rahibin ya amında hiç olmazsa bir kez tensel tutkuyu ya aması, bir gün ö üt verip avutaca ı günahkârlara kar ı ho görülü ve anlayı lı olması bakımından... yani, sevgili Adso, olmadan önce istenecek bir ey de il bu, ama bir kez olunca da gere inden çok kınanacak bir ey de il. imdi Tanrı’ya dua et ve artık bundan söz etmeyelim. Gerçekten de, unutmanın iyi olaca ı bir eyin üstünde gere inden çok dü ünüp durmaktansa, elinden gelirse unutmak en iyisi” -o anda bana öyle geldi ki, sesi bir iç çatı madan ötürü güçsüzle ti- “bu gece olan eyin anlamım kendi kendimize soralım. Bu kız kimdi ve kiminle bulu uyordu?” “Bunu bilmiyorum, yanındaki adamı da görmedim,” dedim. “Pekâlâ, ama birçok kesin ipucundan bunu çıkarabiliriz. Her eyden önce adam çirkin ve ya lıydı; bir kızın gönül rızasıyla bulu mayaca ı birisi; hele söyledi in gibi güzelse; gerçi bana öyle geliyor ki benim sevgili yavru kurdum, sen kar ına çıkacak her yeme i lezzetli bulmaya hazırdın.” “Adam niçin çirkin ve ya lı olsun?” “Çünkü kız onu sevdi i için de il, bir avuç yemek artı ı için onunla sevi meye gidiyordu. Hiç ku kusuz köyden bir kız; belki de aç oldu u için kösnül bir rahibe çekiciliklerini sunması, kar ılı ında da kendisi ve ailesi için a za atacak bir eyler alması ilk kez olmuyor.” “Bir fahi e!” dedim tiksintiyle. “Zavallı bir köylü kızı, Adso. Belki de karnı doyurulacak küçük karde leri vardır. Elinde olsaydı, kendini para kar ılı ı de il, sevgi için verirdi. Dün gece yaptı ı gibi. Gerçekten de, bana seni genç ve güzel buldu unu söylüyorsun; ba kalarına bir öküz yüre i ve birkaç parça ci er kar ılı ında verece i eyi sana kar ılıksız ve sevgisinden ötürü verdi. Kendisini hiçbir ey beklemeden verdi i için öylesine yücelmi duydu ki, kar ılı ında hiçbir ey almaksızın ko a ko a gitti. Seninle kar ıla tırdı ı öteki adamın ne genç, ne de yakı ıklı oldu unu dü ünmemin nedeni bu.” tiraf ederim, derin bir pi manlık duymama kar ın, bu açıklama içimi tatlı bir gururla doldurdu; ama suskunlu umu sürdürdüm ve üstadımın sözlerini sürdürmesine izin verdim. “Bu çirkin ya lı adam, göreviyle ilgili bir nedenle köye inip köylülerle ili ki kurma olana ına sahip birisi olsa gerek. nsanları manastıra nasıl sokaca ım ve manastırdan nasıl çıkaraca ını, mutfakta o artıkların olaca ını da bilse gerek (belki de yarın, kapının açık bırakıldı ı ve bir köpe in gelip artıkları yedi i söylenecek). Son olarak, belli bir ekonomi duygusu olmalı; mutfa ın daha de erli yiyeceklerden yoksun kalmamasında çıkarı olmalı; yoksa ona bir parça biftek ya da iyi bir parça et verirdi. Böylece yabancının resmi çok açık olarak çizildi; görüyorsun, bütün bu özellikler ya da rastlantılar, hiç duraksamadan kilercimiz Varagine’li Remigio olarak niteleyece im bir varlı a uyuyor. Ya da, e er yanılmıyorsam, gizemli Salvatore’ye -bu yörelerden geldi i için, yerli insanlarla kolaylıkla konu abilir ve bir kızı istedi i eyi yapmaya nasıl kandırabilece ini bilirdi; e er sen gelmeseydin.” “Tümüyle do ru,” dedim, ikna olmu , “ama imdi bunu bilmenin ne yararı var?” “Hiçbir yararı yok. Ya da çok yararı var,” dedi William. “Bu öykünün bizi ilgilendiren cinayetlerle bir ilgisi olabilir ya da olmayabilir. Öte yandan, e er kilerci bir zamanlar Dolsiniyen’diyse bu, durumu açıklardı, ya da tersi. Son olarak, bu manastırın geceleri birçok tuhaf eyin meydana geldi i bir yer oldu unu biliyoruz imdi. Hem kimbilir, karanlıkta manastırın içinde rahatça dola an u bizim kilerci ya da Salvatore, belki de söylediklerinden daha çok ey biliyorlardır.” “Ama bilseler de, bize söylerler mi?” “Hayır, günahlarını görmezlikten gelerek onlara anlayı lı davranırsak söylemezler. Ama e er gerçekten bir ey ö reneceksek elimizde onları konu maya razı edecek bir yol var. Ba ka bir deyi le, gerekirse kilerci ya da Salvatore elimizde; birçok eyi ba ı layan Tanrı bu aykırı davranı ımızı da ba ı lar,” dedi ve sinsi sinsi yüzüme baktı; önerilerinin me rulu u üstünde fikir yürütme yüreklili ini kendimde bulamadım. “Hadi imdi gidip yatalım, bir saate kalmaz geceyarısı duası ba lar. Ama seni hâlâ tedirgin görüyorum, benim zavallı Adso’cu um, hâlâ i ledi in günahtan korkuyorsun... Ruhu yatı tırmak için kilisenin iyi büyüsü gibi yoktur. Ben günahını çıkardım, ama bilinmez. Git, Tanrı’dan seni ba ı lamasını dile.” Ba ıma oldukça hızlı bir aplak indirdi; belki de babaca ve erkekçe bir sevgi ya da ho görülü bir kefaret belirtisi olarak. Ya da belki (o anda bir suçluluk duygusuyla dü ündü üm gibi) yeni ve canlı ya antılara susamı bir adamın bir tür iyicil imreni iyle. Her zamanki yolumuzdan dı arı çıkarak kiliseye do ru yöneldik; ben gözlerimi yummu çabuk çabuk yürüyordum, çünkü bütün o kemikler, o geceyi, nasıl topraktan yaratıldı ımı, tenimin gururunun ne saçma oldu unu açık seçik kanıtlarla anımsatıyordu bana. Nefe varınca büyük suna ın önünde bir gölge gördük. Gene Ubertino sandım, ama Alinardo’ydu; önce bizi tanımadı. Uyuyamadı ım, geceyi yiten o genç rahip için (adını bile anımsamıyordu) dua etmekle geçirmeye karar verdi ini söyledi. E er ölmü se ruhu için, bir kö ede hasta ve yalnız yatıyorsa bedeni için dua ediyordu. “Ne çok ölü var,” dedi, “ne çok ölü var... Ama havarinin kitabında yazdı. lk borazan sesiyle dolu ya dı, ikinci borazan sesiyle denizin üçte biri kana dönü tü; cesetlerin birini fırtınada buldunuz, ötekini de kanda... Üçüncü borazan sesi, yanan bir yıldızın, ırmakların ve pınarların üçte birine dü ece i yolunda uyarıda bulunuyor. Böylece, size söyleyeyim, üçüncü karde imiz de ortadan kayboldu. Dördüncüsünden korkun, çünkü güne in, ayın ve yıldızların üçte biri tutulacak, böylece ortalık neredeyse tam bir karanlık olacak...” 217 K i l i s e n i n transeptinden çıkarken, William ya lı adamın sözlerinde gerçek payı olup olmadı ını sordu kendi kendine. “Ama,” diye dikkatini çektim, “bu tek bir eytanca kafanın, ncil’i yok gösterici olarak kullanıp, Berengar’ın öldü ünü varsayarsak, üç rahibin ortadan yok olmasını tasarladı ım varsaymak anlamına gelir. Oysa, tam tersine, Adelmo’nun kendi iste iyle öldü ünü biliyoruz...” “Do ru,” dedi William, “ama aynı eytanca ya da hasta kafa Adelmo’nun ölümünden esinlenerek öteki iki bölümü simgesel olarak tasarlamı olabilir. E er böyleyse, Berengar’ın bir ırmakta ya da pınarda birinin onu içine atıp bo aca ı bir ırmak ya da pınar da; hiç de ilse insanın dü üp bo ulaca ı ya da birinin onu içine atıp bo aca ı bir ırmak ya da pınar...” “Yalnız hamamlar var,” dedim, hemen hemen sözgeli i. “Adso!” dedi William, “Biliyor musun, bu da bir fikir; hamama!” “Ama oraya bakmı olmalılar...” “Bu sabah hizmetçileri ara tırma yaparken gördüm; hamamın kapı ım açtılar, içeriye öyle bir göz attılar, hiç aramadan. Özenle saklanmı bir ey bulacaklarını ummuyorlardı; tıpkı bir tiyatro sahnesinde oldu u gibi yerde yatan bir ceset arıyorlardı; Venantius’un küpün içindeki ölüsü gibi... Gel gidip bakalım. Hava hâlâ karanlık, sanırım lambamız da güzel güzel yanıyor.” Öyle yaptık; hiç güçlük çekmeden hastanenin biti i indeki hamamın kapısını açtık. Birbirinden kalın perdelerle ayrılmı fıçılar vardı; sayısını anımsamıyorum. Rahipler, Kural’ın saptadı ı günlerde onları yıkanmak için kullanıyorlardı; Severinus ise sa altma nedeniyle kullanıyordu onları; çünkü bedeni ve zihni hiçbir ey yıkanmaktan daha iyi yatı tıramaz. Ocakta taze küller vardı; önünde de tersine ı çevrilmi kocaman bir kazan duruyordu. Su ba ka bir kö edeki kurnadan alınabiliyordu. lk fıçılara baktık; bo tular. Yalnızca çekilmi “bir perdeyle gizlenmi olan sonuncu fıçı doluydu; yanında da yı ın halinde bir giysi duruyordu. lk bakı ta, lambamızın ı ı ında sıvının yüzeyi düzgün gibi görünüyordu; ama yukarıdan ı ık vurunca, dipte cansız, çıplak bir insan bedeni gördük. Yava ça çekip dı arı çıkardık: Berengar’dı. te bu, dedi William, gerçekten bo ulmu bir adamın yüzü. Yüzün hatları i mi ti. Beyaz ve gev ek, kılsız gövde, pörsük edep yerinin açık saçık görünü ü dı ında, bir kadının gövdesini andırıyordu. Kızardım, sonra ürperdim. William cesedi kutsarken ben de haç çıkardım. DÖRDÜNCÜ GÜN ALACAKARANLIK William ve Severinus Berengar’ın cesedini inceliyorlar, dilinin kara oldu unu görüyorlar, bo ulmu bir adamda ola an olmayan bir ey. Sonra çok iddetli zehirler ve eski bir hırsızlık olayı üstüne tartı ıyorlar. Ba rahip’e nasıl haber verdi imizi, tüm manastırın dua saatinden önce nasıl uyandı ını, korku çı lıklarını, herkesin yüzündeki yılgınlık ve acıyı, haberin tüm ova halkına nasıl yayıldı ını, hizmetçilerin haç çıkararak dualar ettiklerini anlatarak uzatmayaca ım. O sabah ilk ayinin kurallara uygun olarak yapılıp yapılmadı ını, kimlerin katıldı ını bilmiyorum. William’la Severinus’u izledim; Berengar’ın cesedini sardırıp hastanede bir masanın üstüne uzattırdılar. Ba rahip ve öteki rahipler gittikten sonra, bitki uzmanı ve üstadım, tıp adamlarının so ukkanlılı ıyla cesedi uzun uzun incelediler. “Bo ularak ölmü ,” dedi Severinus, “hiç ku ku yok. Yüz i mi , karın gergin...” “Ama ba ka biri tarafından bo ulmamı ,” dedi William, “öyle olsaydı katille bo u urdu; fıçının çevresine sıçramı suların izini görürdük. Oysa her ey düzenli ve temizdi; sanki Berengar su ısıtmı , fıçıyı doldurmu ve kendi iste iyle içine uzanmı gibi.” “Bu beni a ırtmıyor,” dedi Severinus, “Berengar’ın çırpınma nöbetleri vardı; ılık banyonun bedenin ve ruhun çarpıntılarını yatı tırdı ını birkaç kez ben söylemi tim ona. Hamamı yakmak için benden izin istemi ti bir iki kez. Bu gece de aynı eyi yapmı olabilir...” “Dün gece,” dedi William, “çünkü cesedi -görüyorsun- en az bir gün suda kalmı ...” “Dün gece de olabilir,” diye ona katıldı. Severinus. William o gecenin olayları hakkında biraz bilgi verdi ona. Gizlice yazı salonuna girdi imizi söylemedi, ama bazı olayları saklayarak, bizden bir kitap alan gizemli birini izledi imizi anlattı. Severinus, William’ın gerçe in yalnızca bir bölümünü anlattı ını anladı, ama ba ka soru sormadı. E er gizemli hırsız oysa, duydu u tedirginli in Berengar’ı dinginli i yatı tırıcı bir banyoda aramaya itmi olabilece ini söyledi. Berengar’ın yaratılı tan çok duyarlı oldu unu, bazan bir tersli in ya da heyecanın onda ürpermelere, so uk so uk terlemeye yol açtı ını anlattı; gözleri dı arı u ruyor, yere dü üyor, beyazımsı bir salya akıyordu a zından. “Ne olursa olsun,” dedi William, “buraya gelmeden önce ba ka bir yere gitmi ; çünkü çaldı ı kitabı hamamda görmedim.” “Evet,” diye do ruladım heyecanla, “yerde, fıçının yanında duran giysisini ben kaldırdım, ama büyük bir cismin izine rastlamadım.” “Aferin,” diye gülümsedi William bana. “Demek ki, daha önce bir ba ka yerdeymi ; sonra da heyecanını yatı tırmak için, belki de ara tırmalarımızdan kaçmak için hamama süzülüp kendini suya gömdü ünü kabul etmemiz gerek. Severinus, sence hastalı ı onun bayılıp suda bo ulmasına yol açmı olabilir mi?” “Olabilir,” dedi Severinus kararsız. “Öte yandan, e er her ey iki gece önce olmu sa, le enin çevresine sular sıçramı , sonra da kurumu olabilir. Bu nedenle, zorla bo uldu u olasılı ını bir yana bırakamayız.” “Do ru,” dedi William. “Sen hiç öldürülmü birinin, ba kası onu bo madan önce giysilerini çıkardı ını gördün mü?” Severinus ba ını salladı; bu görü ün pek büyük bir de eri yokmu gibi. Birkaç saniyeden beri cesedin ellerini inceliyordu. “Tuhaf ey...” dedi. “Ne?” “Önceki gün Venantius’un cesedinin kanları temizlendikten sonra elini inceledim; bir ey dikkatimi çekti; o zaman pek de önem vermemi tim buna. Venantius’un sa elinin iki parma ının bo umları kararmı tı; sanki siyah bir eyle boyanmı gibi. Hatta, üçüncü parmakta da belli belirsiz bir iz var. O zaman, Venantius’un yazı salonunda mürekkeplere dokunmu oldu unu dü ünmü tüm...” “Çok ilginç,” dedi William, dü ünceli, Berengar’ın parmaklarına yakından bakarak. Tanyeri a arıyordu; içerideki ı ık hâlâ güçsüzdü; üstadımın merceklerinin yoklu undan ötürü sıkıntı çekti i açıktı. “Çok ilginç,” diye yineledi. Ba parmakla i aret parma ının uçları kararmı , orta parma ın yalnızca iç kısmı belli belirsiz kararmı . Ama sol elde de daha belirsiz izler var; en azından i aret parma ıyla ba parmakta.” “Yalnız sa elde olsaydı, küçük ya da ince uzun bir ey tutmu oldu u söylenebilirdi...” “Bir kalem ucu gibi. Ya da bir tüy. Ya da bir böcek. Bir yılan. Bir kutsal ekmek kabı. Ya da bir baston. Birçok ey olabilir. Ama e er öteki elde de lekeler varsa, bir kupa da olabilir; sa el kupayı sıkı sıkı tutarken, sol el de daha az bir güçle ona yardımcı olur...” Severinus ölünün parmaklarını hafif hafif ovuyordu, ama kara leke çıkmıyordu. Ellerine eldiven giymi oldu unu farkettim; belki de zehirli maddelerle u ra ırken kullanıyordu onları. Kokladı, ama koku alamadı. “Size, böyle izler bırakabilecek birçok bitki (ve maden) adı sıralayabilirim. Kimileri öldürücü, kimileri de ildir. Minyatürcülerin parmaklarında bazan altın tozları olur...” “Adelmo bir minyatürcüydü,” dedi William. “Sanırım cesedi örselendi i için parmaklarını incelemeyi dü ünmedin. Ama bunlar, Adelmo’ya ait olan bir eye dokunmu olabilirler.” ‘ “Do rusu bilmiyorum,” dedi Severinus. “ ki ölü, ikisinin de parmakları kara. Bundan ne çıkarabilirsin?” “Hiçbir ey çıkaramıyorum: nihil sequitur geminis ex particularibus 218 unquam. ki olayın da aynı kurala uyması gerekir. Örne in, dokunanın parmaklarını karartan bir madde vardır...” Tasımı böbürlenerek tamamladım: “...Venantius ve Berengar’ın parmakları 219 kararmı ; ergo , ikisi de bu maddeye dokunmu lar!” “Aferin Adso,” dedi William, “ne yazık ki, tasımın geçerli de il, çünkü aut semel aut iterum medium generaliter 220 esto , oysa bu tasımda, ara önerme hiç de tümel gibi görünmüyor. Bu da öncülü iyi seçmedi imizi gösteriyor. öyle dememeliydim: Belli bir maddeye dokunan herkesin parmakları kara olur. Çünkü o maddeye dokunmadıkları halde parmakları kara olan kimseler de olabilir. öyle demeliydim: Parmakları kara olan herkes, yalnızca parmakları kara olan herkes, kesinlikle, verili bir maddeye dokunmu tur. Venantius, Berengar vb. Böylece bir Darii birinci tasım biçiminin mükemmel bir üçüncü kipini elde ederiz.” “Öyleyse yanıtı bulduk,” dedim sevinçle. “Yazık, Adso, tasımlara ne kadar da güveniyorsun! Elimizde yalnızca yeni bir soru var. Yani, Venantius ile Berengar’ın aynı eye dokundukları varsayımını ortaya attık; ku kusuz akla yakın bir varsayım. Ama bir kez birçok ba ka madde arasında yalnızca bir maddenin bu sonucu do urdu unu tasarladı ımızda (ki bu da daha kanıtlanmadı), bunun ne oldu unun ve bu kimselerin onu nerede bulduklarını ya da ona niçin dokunduklarını bilmiyoruz. Hem sonra, dikkat et, onları ölüme götüren eyin, dokundukları bu madde olup olmadı ını da bilmiyoruz. Bir delinin altın tozuna dokunan herkesi öldürmek istedi ini dü ün. Onları öldürenin altın tozu mu oldu unu söyleyece iz?” Kafam karı tı. Mantı ın evrensel bir silah oldu una inanmı tım her zaman; imdiyse mantı ın geçerli inin onun nasıl kullanıldı ına ba lı oldu unun bilincine varıyordum. Öte yandan, üstadımla birlikte oldu umdan beri farkına varmı tım ki (sonraki günlerde daha da iyi anladım bunu), mantık önce içine girmek, sonra da dı ına çıkmak ko uluyla birçok eye yarayabilirdi. yi bir mantıkçı olmadı ı kesin olan Severinus, bu arada kendi deneyimlerine göre dü ünüyordu: “Do anın gizemleri nasıl çe itliyse, zehirler evreni de çe itlidir,” dedi. Duvarlar boyunca sıralanan rafların üstüne, birçok cildin yanına dizilmi , daha önce hayran kaldı ımız bir dizi kavanoz ve i eyi gösterdi. “Daha önce de söyledi im gibi, bu otların birço u gerekti i gibi ve gerekli miktarda karı tırılırsa öldürücü içkiler ve merhemler yapmak için kullanılabilir. te urada, datura stramonium, güzelavrat otu, baldıran: Bunlar, uyku da verebilir, heyecan da, ya da her ikisini birden; bunlar özenle alınırsa çok iyi ilaçlardır, ama a ın dozlarda ölüme yol açabilirler...” “Ama bunların hiçbiri parmaklarda iz bırakmaz mı?” “Kanımca hiçbiri bırakmaz. Hem sonra öyle maddeler vardır ki, mideye inince tehlikeli olur; kimileri de deride etkisini gösterir. Akçöpleme, koparmak için tutan kimsede kusmaya yol açabilir. Giritotuyla geyikotu, çiçek açtıkları zaman onlara dokunan bahçıvanları arap içmi gibi sarho eder. Karaçöplemeyse bir kezcik bile dokununca sürgüne neden olur. Bazı bitkiler yürek çarpıntısına, bazıları beyin zonklamasına, bazıları ses kısıklı ına yol açar. Öte yandan, engerek yılanının zehiri, kana karı masına olanak Vermeksizin deriye sürülecek olursa, yalnızca belli belirsiz bir kızarıklı a yol açar... Bir kez bir bile im göstermi lerdi bana; bir köpe in art ayaklarının içine, cinsel organının çevresine sürünce bacakları kaskatı kesiliyor, hayvan kısa zamanda çırpını lar içinde ölüyor...” “Zehirler üstüne çok ey biliyorsun,” dedi William, be endi ini yansıtan bir sesle. Severinus birkaç saniye onun gözlerinin içine baktı: “Bir hekimin, bir bitki uzmanının, insan sa lı ı bilimlerini ö renen birinin bilmesi gereken eyler bunlar.” William uzun uzun dü ündü. Sonra Severinus’tan, ölünün a zını açıp diline bakmasını rica etti. Severinus’un merakı uyandı; hekimlik sanatında kullandı ı araçlardan birini, ince bir spatulayı alıp William’ın dedi ini yaptı: “Dili de siyah!” “Demek böyle,” diye mırıldandı William. “Parmaklarıyla bir ey yakalayıp yutmu ... Bu, az önce sözünü etti in, deriden i leyerek öldüren zehirlerin olasılı ını ortadan kaldırır. Ama bizim çıkarsamalarımızı kolayla tırmaz. Çünkü imdi hem Berengar, hem de Venantius’un kendi istekleriyle yaptıkları bir eylemi dü ünmek zorundayız; rastlantısal, dalgınlık ya da dü üncesizlikten ileri gelmeyen bir eylem. Bir ey yakalayıp a ızlarına atmı lar; ne yaptıklarını bilerek...” “Bir yiyecek? Bir içki?” “Belki. Belki de... ne bileyim, bir çalgı, örne in bir flüt...” “Saçma,” dedi Severinus. “Elbette saçma. Ama hiçbir varsayımı bir yana bırakmamalıyız; ne denli olmayacak gibi görünürse görünsün. Neyse, imdi zehirli maddeye dönelim. Zehirleri senin kadar iyi bilen birisi buraya gizlice girse ve otlarından bazılarını kullanarak, parmaklarda ve dilde o lekelere yol açabilecek öldürücü bir merhem yapabilir miydi? Yiyeceklere ya da içeceklere karı tırılabilen, bir ka ı a ya da a za konan herhangi bir eye bula tırılabilen bir merhem?” “Evet,” diye kabul etti Severinus, “ama kim? Hem sonra, bu varsayımı kabul etsek bile, zehiri iki zavallı karde imize nasıl içirmi olabilir?” Do rusu ben de, Venantius’un, ya da Berengar’ın, birinin gizemli bir maddeyle yanlarına gelip onları bunu yemeye ya da içmeye razı etmesine izin verebileceklerini tasarlayamıyordum. Ama William bu tuhaflı a a mı görünmüyordu. “Bunu sonra dü ünürüz,” dedi, “çünkü imdi senin henüz aklına gelmeyen bir olayı anımsamaya çalı manı istiyorum; ne bileyim, otların konusunda sana sorular sormu olan birini; hastaneye kolayca girebilen birini...” “Bir dakika,” dedi Severinus, “çok eskiden, yıllar önce uzak ülkelere yolculuk yapmı bir rahibin bana verdi i çok güçlü bir maddeyi bu raflardan birinde saklıyordum. Neden yapıldı ım bilmiyordu; ku kusuz bitkilerden, ama kimileri bilinmeyen bitkilerden. Yapı kan, sarımsı bir görünü ü vardı; ama bana ona dokunmamamı ö ütledi; çünkü dudaklara de ecek olursa, kısa sürede insanı öldürüyordu. Rahip bana, çok az miktarda yutulsa bile, yarım saat içinde büyük bir bitkinli e yol açtı ını, sonra el ve ayakların yava yava tutmaz oldu unu, sonunda insanın öldü ünü söyledi. Yanında ta ımak istemedi i için onu bana arma an etti. Uzun süre sakladım; çünkü bir yolunu bulup denemek istiyordum. Derken bir gün büyük bir fırtına koptu. Yardımcılarımdan biri, bir çömez, hastanenin kapısını açık bırakmı tı; fırtına imdi içinde bulundu umuz odayı allak bullak etti. i eler kırıldı, sıvılar yerlere döküldü, otlar, tozlar ortalı a saçıldı. E yalarımı yeniden düzene koymak için tam bir gün u ra tım; cam kırıklarını ve artık i e yaramaz otları attırmaktan ba ka bir ey için kimseden yardım istemedim. Sonunda sana sözünü etti im i enin eksik oldu unu gördüm. Önce kaygılandım; sonra i enin kırıldı ına ve öteki çöplere karı tı ına karar verdim. Hastanenin dö emesini ve rafları iyice yıkattım...” “Peki, i eyi fırtınadan birkaç saat önce görmü müydün?” “Evet... Yok, hayır, imdi dü ünüyorum da. Bir dizi kavanozun arkasında gizlenmi ti; yerinde duruyor mu diye her gün bakmıyordum...” “Öyleyse, anladı ım kadarıyla, fırtınadan çok önce de, senin haberin olmadan birisi onu a ırmı olabilir mi?” “ imdi dü ünüyorum da, evet, ku kusuz.” “ u senin çömezin onu çalmı , sonra da fırtınadan yararlanarak kapıyı açık bırakıp e yalarının karı masına yol açmı olabilir mi?” Severinus çok heyecanlanmı göründü: “Elbette, evet. Hem yalnız bu de il; olup bitenleri dü ündükçe, fırtınanın ne denli sert olursa olsun, her eyi böylesine altüst etmesine a mı tım. Birinin fırtınadan yararlanıp odayı altüst etti ini ve rüzgârın yapabilece inden daha çok zarar verdi ini söyleyebilirim!” “Çömez kimdi?” “Adı Agostino’ydu. Ama geçen yıl, öteki rahipler ve hizmetçilerle birlikte, kilisenin önyüzündeki yontulan temizlerken iskeleden dü üp öldü. Hem sonra, fırtına çıkmadan önce kapıyı açık bırakmadı ına yemin üstüne yemin etmi ti. Öfkeye kapılıp onu olaydan sorumlu tutan bendim. Belki de gerçekten suçsuzdu.” “Demek sendeki zehiri bilen üçüncü bir ki i daha var; hem de bir çömezden çok daha usta biri. Zehirden kime söz etmi tin?” “Bunu anımsamıyorum. Ku kusuz Ba rahip’e söylemi tim; böyle tehlikeli bir maddeyi saklamak için ondan izin istemi tim. Birine daha söylemi tim; belki de kitaplıkta; çünkü zehir konusunda bir eyler ö renebilmek için ifalı otlarla ilgili kitap arıyordum.” “Ama sanatın için yararlı kitapları yanında sakladı ını bana söylememi miydin?” “Evet, birço unu yanımda saklıyorum,” dedi, odanın bir kö e: sinde yirmi otuz kadar kitapla yüklü birkaç rafı göstererek. “Ama o zaman yanımda alıkoyamadı ım bazı kitapları arıyordum; hem Malachi birçok kitabı bana göstermekte öylesine isteksizdi ki, Ba rahip’ten izin almak zorunda kaldım.” Sesi alçaldı, benim i itmemden çekiniyor gibiydi. “Biliyor musun, kitaplı ın gizli bir kö esinde, kara büyü kitapları ve tılsımlı içki tarifeleri de saklı. Bir vicdan görevi olarak bu yapıtlardan birkaçına bakabildim; o zehirin ve i levlerinin bir tanımına rastlayaca ımı umuyordum. Ama bo una.” “Demek Malachi’ye sözünü ettin.” “Elbette, kesin olarak ona sözünü ettim; belki yardımcısı Berengar’a da. Ama hemen sonuç çıkarmaya kalkma; belki konu urken ba ka rahipler de vardı orada, anımsamıyorum; bilirsin, bazan yazı salonu oldukça kalabalık olur...” “Kimseden ku kulandı ım yok. Ne olmu olabilece ini anlamaya çalı ıyorum yalnızca; olayın kesinlikle birkaç yıl önce oldu unu söylüyorsun; bu durumda, böylesine uzun bir zaman sonra kullanaca ı bir zehiri bu kadar önceden çalmı olması garip. Kanlı bir tasla ı uzun zaman karanlıkta kurup duran kötü bir zihni dü ündürüyor bu.” Severinus, yüzünde bir yılgınlık anlatımıyla, haç çıkardı. “Tanrı tüm günahlarımızı ba ı lasın!” dedi. Yapılacak ba ka yorum kalmamı tı. Cenaze töreni için hazırlanması gereken Berengar’ın ölüsünü yeniden örttük. Dördüncü Gün TANSÖKÜMÜ William önce Salvatore’yi, sonra da kilerciyi geçmi leri konusunda günah çıkarmaya sürüklüyor; Severinus çalınmı mercekleri buluyor, Nicola da yenilerini getiriyor; böylece William altı gözle Venantius’un elyazmasını çözmeye gidiyor. Malachi içeri girdi inde biz çıkmak üzereydik. Bizi görünce bocaladı, geri dönmeye davrandı. Severinus onu içeriden gördü: “Beni mi arıyordun?” dedi. “ ey için...” Durdu, bize bakarak, sözünü yarıda kesti. Malachi ona, “Sonra konu uruz...” der gibi belli belirsiz bir i aret yaptı. Biz çıkmak üzereydik; o içeri girmek üzereydi; üçümüz de kapının e i inde duruyorduk. Oldukça abartmalı bir dille, “ ifalı otlar uzmanı karde imizi arıyordum...” dedi. “Ba ım... ba ım a rıyor da.” “Kitaplıkta kapalı kalmaktandır,” dedi William, sesinde kaygılı bir anlayı la, “Burnunuza bir ey çekseniz.” Malachi bir ey daha söylemek ister gibi dudaklarını kıpırdattı, sonra caydı; biz uzakla ırken ba ını e ip içeri girdi. “Severinus’u ne yapacak?” diye sordum. “Adso,” dedi bana üstadım sabırsızlıkla. “Kafanı kullanmayı ö ren.” Sonra konuyu de i tirdi: “ imdi gidip bazı kimseleri sorguya çekelim. Hiç olmazsa,” diye ekledi, gözleriyle çevreyi inceleyerek, “daha sa olanları. Ha, sırası gelmi ken, u andan itibaren yediklerimize ve içtiklerimize dikkat edelim. Yeme ini hep ortak tabaktan al; içeceklerini de, ba kaları aldıktan sonra, sürahiden. Berengar’dan sonra en çok ey bilen biziz. Ku kusuz, katilden sonra.” “Peki, kimi sorguya çekmek istiyorsunuz imdi?” “Adso,” dedi William, “burada geceleri ilginç eyler oldu unun farkına varmı olmalısın. Geceleri ölünüyor, yazı salonunda dola ılıyor, geceleri içeri kadın alınıyor... Bir gündüz manastırı var, bir de gece manastırı; ne yazık ki gece manastırı daha ilginç. Bu yüzden geceleri dola an herkes bizi ilgilendiriyor; örne in senin dün gece kızla birlikte gördü ün adam da. Belki kız öyküsünün zehir olayıyla hiçbir ilgisi yoktur, ama belki de vardır. Ne olursa olsun, dün geceki adam hakkında bazı fikirlerim var; bu kutsal yerin gece ya amına ili kin ba ka eyler de bilen biri olmalı. te, masaldaki kurt gibi tam da buraya do ru geliyor.” Parma ıyla Salvatore’yi gösterdi; o da bizi görmü tü. Bizi görmezlikten gelmek için yönünü de i tirecekmi gibi adımlarında belli belirsiz bir duraksama sezdim. Bu bir an sürdü. Kar ıla madan kaçınamayaca ını anladı ı açıktı; yeniden yürümeye ba ladı. Geni bir gülümseme 221 ve kaypak bir “benedicite” ile bize döndü. Üstadım, neredeyse sözünü bitirmesini beklemeden, sert bir sesle konu tu onunla. “Yarın buraya engizisyonun gelece ini biliyor musun?” diye sordu. Salvatore bu habere sevinmi görünmedi. Güçsüz bir sesle, “Beni mi sorguya çekecek?” diye sordu. “Gerçe i, yarın çok iyi bildi in o kimselere söylemek zorunda kalacak yerde bana söylesen iyi edersin; ben senin dostunum ve senin de bir zamanlar oldu un gibin Frate 222 Minore’yim.” Böyle ansızın üstüne gidilince Salvatore her türlü direni ten vazgeçmi göründü. William’a ne sorarsa söylemeye hazır oldu unu anlatmak istercesine yumu ak bir bakı la baktı. “Dün gece mutfakta bir kadın vardı. Yanındaki kimdi?” “Kendini bir mal gibi satan kadın iyi olamaz, nazik de olamaz,” dedi Salvatore tane tane. “Kızın iyi olup olmadı ını ö renmek istemiyorum. Yanındakinin kim oldu unu ö renmek istiyorum!” “Deu, quanto son le femene de 223 malveci scaltride! Gece gündüz 224 dü ündükleri como l’omo schernisca...” William onu kabaca gö sünden yakaladı: “Yanında kim vardı, sen mi, kilerci mi?” Salvatore yalanını artık sürdüremeyece ini anladı. Garip bir öykü anlatmaya ba ladı; güç belâ anlayabildi imize göre, kilerciyi ho nut etmek için ona köyden kız buluyordu; kızları gece bize söylemek istemedi i yollardan manastıra sokuyordu. Ama bunu sırf iyi yüreklili inden yaptı ına yemin etti; kendisinin de ondan yararlanmanın, kilerciyi ho nut ettikten sonra kızın kendisine de bir eyler vermesini sa lamanın yolunu bulamadı ını a zından kaçan gülünç bir hayıflanmayla açı a vurdu. Bütün bunları vıcık vıcık, zamparaca gülümseyi lerle söyledi; siz de etten kemikten yapılmı insanlarsınız, anlarsınız ya demek ister gibi. Gözucuyla bana bakıyordu, ama ben bakı larına istedi im gibi kar ı koyamıyordum; çünkü ortak bir gizle ba lıydım ona; suç orta ı, günah arkada ıydım onun. William o anda her eyi göze aldı; damdan dü ercesine sordu: “Remigio’yu ne zaman tanıdın, Dolcino’nun yanına girmeden önce mi, sonra mı?” Salvatore onun ayaklarına kapandı; a layarak kendisini mahvetmemesi, engizisyondan kurtarması için yalvardı. William ö rendiklerini hiç kimseye söylemeyece ine ciddi ciddi ant içti; bunun üzerine Salvatore hiç duraksamadan kilerciyi ele verdi. Parete Calva’da tanı mı lardı; ikisi de Dolcino’nun adamlarındandılar; kilerciyle birlikte kaçıp Casale manastırına girmi ler, Cluny tarikatına katılmı lardı. Kekeleye kekeleye ba ı lanması için yalvarıyordu; ondan ba kaca bir ey ö renemeyece imiz açıktı. William Remigio’yu a ırtmaya de ece ine karar verdi; Salvatore’yi bıraktı; o da ko a ko a kiliseye sı ındı. Kilerci manastırın kar ı tarafındaki ambarların yanındaydı; vadiden gelen köylülerle pazarlık ediyordu. Kaygılı kaygılı bize baktı; çok me gulmü gibi görünmeye çalı tı, ama William onunla konu makta direndi. O zamana de in bu adamla çok az ili kimiz olmu tu; o bize incelikli davranmı tı, biz de ona; o sabah William ona kendi tarikatından bir rahipmi gibi davrandı. Kilerci bu güvenden tedirgin olmu göründü ve ba langıçta soruları büyük bir sakınımla yanıtladı. “Görevin gere i ba kaları uyurken bile manastırda dola mak zorundasın sanırım,” dedi William. “Duruma göre,” diye yanıtladı Remigio, “bazan yapılması gereken ufak tefek i ler olur, birkaç saatlik uykumu feda etmek zorunda kalırım.” “Böyle durumlarda senden izin almadan, mutfakla kitaplık arasında bir ba kasının daha dola tı ını gösteren hiçbir eyle kar ıla madın mı?” “Bir ey görseydim Ba rahip’e söylerdim.” “Do ru,” dedi William, sonra birden konuyu de i tirdi: “Vadideki köy pek zengin bir köy de il, öyle de il mi?” “Hem evet, hem hayır,” diye yanıtladı Remigio. “Manastırın tahsisatıyla ya ayan insanlar var orada; ürün bol oldu unda varlı ımızı bizimle payla ırlar. Örne in, Ermi Giovanni gününde, iki kile malt, bir at, yedi öküz, bir bo a, dört düve, be dana, yirmi koyun, on be domuz, elli tavuk ve on yedi kovan verildi onlara. Ayrıca yirmi tane kurutulmu domuz, yirmi yedi tekne domuz ya ı, yarım ölçü bal, üç ölçü sabun, bir balık a ı...” “Anladım, anladım,” diye onun sözünü kesti William. “Ama kabul et ki, bu bana köyün durumu hakkında hiçbir bilgi vermiyor; köy sakinlerinin kaçı manastır tahsisatıyla geçiniyor, bunun dı ında kalanların kendi ekip biçtikleri toprakların alanı ne kadardır...” “Ha, onu soruyorsanız,” dedi, “orada ortalama bir ailenin elli kareye kadar topra ı var.” “Bir kare ne kadardır?” “Do al olarak, dört trabucco 225 kare. ” “Trabucco kare mi? O ne kadardır?” “Otuz altı kadem kare. öyle de diyebilirsin; sekiz yüz trabucco bir 226 Piemonte mili eder. Hesaplayacak olursak, bir aile -kuzeydeki topraklardaen az yarım çuval zeytin yeti tirebilir.” “Yarım çuval mı?” “Evet, bir çuval be emina, bir emina da sekiz coppa’dır.” “Anladım,” dedi William, yüreksizce. “Her ülkenin kendi ölçüleri var. Örne in siz arabı boccala’yla ölçersiniz, de il mi?” “Ya da rubbia ile. Altı rubbia, bir brenta, sekiz brenta da bir boccala eder. Ya da bir rubbo, iki boccala’lık altı pinta demektir.” “Sanırsın açık bir fikir edindim,” dedi William uysallıkla. “Ba ka ö renmek istedi iniz bir ey var mı?” diye sordu Remigio, bana güvensizlik gibi gelen bir tınıyla. “Evet! Vadide kaç ki inin ya adı ım soruyordum; çünkü bugün kitaplıkta, Romanslı Humbert’in kadınlara vaazları üstüne dü ünüyordum; özellikle de Ad 227 mulieres pauperes in villulis bölümünü. Orada diyor ki, bunlar yoksulluklarından ötürü tensel günah i lemeye öteki kadınlardan daha yatkındırlar; gene yerinde olarak diyor ki: peccant enim mortaliter, cum peccant cum quocumque laico, mortalius vero quando cum Clerico in sacris ordinibus constituto, maxime vero quando cum Religioso mundo 228 mortuo. Sen benden daha iyi bilirsin, manastır gibi kutsal yerlerde ö le eytanları hiç eksik olmaz. Köylülerle ili kilerinde, rahiplerin, Tanrı korusun, bazı kızları zinaya sürüklediklerini hiç i ittin mi, diye dü ünüyordum.” Üstadım, bunları hemen hemen dalgın bir ses tonuyla söylüyordu gerçi; ama okur bu sözlerin zavallı kilerciyi nasıl altüst etti ini anlayacaktır. Sararıp sararmadı ını bilmiyorum; ama sararmasını öyle çok bekliyordum ki, bana sararmı gibi göründü. “Bana öyle eyler soruyorsun ki, e er bilseydim imdiye kadar Ba rahip’e anlatırdım,” diye yanıtladı kendini açındırarak. “Gene de bu bilgiler yaptı ın soru turmaya yararlı olacaksa, ö renebilece im hiçbir eyi saklamayaca ım senden. Bu arada, imdi aklıma geldi, ilk sordu un soruyla ilgili olarak... zavallı Adelmo’nun öldü ü gece avluda dola ıyordum... tavuklarla ilgili bir i için... nalbantın geceleri kümesten tavuk çaldı ına ili kin söylentiler gelmi ti kula ıma... O gece Berengar’ı gördüm -o muydu, de il miydi, yemin edemem, çünkü uzaktan gördüm. Koro yerinin yanından geçerek yatakhaneye giriyordu: Aedificium’dan geliyormu gibiydi... Buna a madım, çünkü bir süredir rahipler arasında Berengar’la ilgili dedikodular dola ıyordu, belki duymu sundur...” “Hayır, anlat.” “Peki, nasıl söylesem? Berengar’ın bazı tutkuları oldu undan ku kulanılıyordu... bir rahibe yakı mayan tutkular...” “Sana sordu um gibi köylü kızlarla ili kileri oldu unu mu söylemek istiyorsun yoksa?” Kilerci, tedirginlikle öksürdü; pis bir gülümseme belirdi yüzünde. “Yok, hayır... daha da yakı ık almayan bir ey...” “Köylü kızlarla tensel günah i leyen bir rahip bir bakıma yakı ık alan bir ey mi yapıyor demek istiyorsun?” “Öyle demedim, ama sen de kabul edersin ki, erdemin dereceleri oldu u gibi, alçalmanın da dereceleri vardır. Ten do aya uygun olarak da kı kırtılabilir... do aya aykırı olarak da.” “Berengar’ın kendi cinsinden olan kimselere kar ı tensel isteklere kapıldı ını mı söylüyorsun?” “Ben yalnızca onun hakkında böyle söylentiler oldu unu söylüyorum... Bunları sana içtenli imin ve iyi niyetimin kanıtı olarak anlatıyordum...” “Te ekkür ederim. E cinselli in öteki kösnü biçimlerinden daha kötü bir günah oldu u konusunda sana katılıyorum; açıkçası bunları soru turmak benim istemedi im...” “E er do ruysa yazık, çok yazık,” dedi kilerci filozofça. “Evet, Remigio, yazık. Hepimiz günahkârız. Karde imin gözündeki çöpü görmeye çalı mayaca ım; çünkü kendi gözümde bir mertek olmasından korkuyorum. Ama ileride görece im merteklerden bana söz edersen gönülborcu duyarım. Böylece; kocaman, iri a aç gövdelerinden söz edece iz; saman çöplerinin havada uçu masına aldırmayaca ız. Bir trabucco ne kadardı demi tin?” “Otuz altı kadem kare. Ama sen yorulma. Özellikle ö renmek istedi in bir ey olursa bana gel. Beni sadık bir dost olarak kabul et.” “Seni dost sayıyorum,” dedi William içtenlikle. “Ubertino senin bir zamanlar benim tarikatımdan oldu unu söyledi. Eski bir rahip karde e hiçbir zaman ihanet etmeyece im; özellikle, birçok Dolciniyeni yakmakla ün salmı büyük bir sorgucunun ba kanlı ında bir papalık heyetinin beklenmekte oldu u u günlerde. Bir trabucco’nun otuz altı kadem kare oldu unu söylemi tin de il mi?” Kilerci hiç de aptal de ildi. Kedifare oyununu sürdürmenin anlamı kalmadı ını anladı; özellikle farenin kendisi oldu unun farkına varınca. “William Birader,” dedi, “görüyorum ki sandı ımdan çok daha fazla bir ey biliyorsun. Bana ihanet etmezsen, ben de sana ihanet etmem. Benim etten kemikten yapılmı bir insan oldu um do ru, etin ça rısına uydu um do ru. Salvatore bana dün gece senin ya da çömezinin mutfakta onları suçüstü yakaladı ını söyledi. Sen çok gezmi bir adamsın William, Avignon kardinallerinin bile fazilet timsali olmadıklarını bilirsin. Beni bu küçük, zavallı günahlar yüzünden sorguya çekmedi ini biliyorum. Ama ya amımın bir dönemine ili kin bazı eyler ö rendi ini de anlıyorum. Biz Minoritlerin ço u gibi, benim de garip bir ya amım oldu. Yıllar önce yoksulluk ülküsüne inandım, bir serseri gibi ya amak için topluluktan ayrıldım. Dolcino’nun vaazlarına inandım; benim gibi birçokları da inandılar. Okumu bir adam de ilim ben; papazlı a atandım, ama ayin söylemeyi bile beceremem. Tanrıbilim hakkında çok az ey bilirim. Belki dü üncelere ba lanmayı da beceremiyorum. Bak, bir zamanlar beylere ba kaldırmaya kalkı tım; oysa imdi onlara hizmet ediyorum; bu ülkenin beyleri için, benim gibi insanlara buyruklar veriyorum. Ba kaldırı ya da ihanet, bizim gibi basit insanların çok az seçim hakkı vardır.” “Bazan basit insanlar olayları okumu lardan daha iyi anlarlar,” dedi William. “Belki de,” diye yanıtladı kilerci, omuzlarını silkerek. “Ama o zaman niçin öyle davrandı ımı bile bilmiyorum. Bak, Salvatore için anla ılabilir bir eydi bu; anasıyla babası toprak kölesiydi onun, çocuklu u güçlükler, sayrılıklar içinde geçmi ti... Dolcino ba kaldırıyı, beylerin yok edilmesini simgeliyordu. Benim için durum farklıydı; kentli bir aileden geliyordum, açlıktan kaçmıyordum. Tıpkı... nasıl anlatsam, bir deliler enli i, görkemli bir karnavaldı... Da larda Dolcino’yla birlikte sava ta ölen yolda larımızın etlerini yemek zorunda kalmadan önce, yiyip tüketemeyece imiz denli çok sayıda yolda ımız, Rebello da ının yamaçlarında çetin ya am ko ullarına dayanamayarak ölüp kurda ku a yem olmadan önce... hatta belki o anlarda bile... soludu umuz hava... özgürlük diyebilir miyim? Bir zamanlar özgürlü ün ne oldu unu bilmezdim; vaizler derlerdi ki: ‘Gerçek sizi özgür kılacak.’ Kendimizi özgür hissediyorduk; bunun gerçek oldu unu dü ünüyorduk. Yaptı ımız her eyin do ru oldu unu dü ünüyorduk...” “Orada... kadınlarla serbestçe birle ir miydiniz?” diye sordum; nedenini bilmiyorum bile, ama önceki geceden beri Ubertino’nun sözlerini, yazı salonunda okuduklarımı ve ba ıma gelenleri bir türlü kafamdan atamıyordum. William merakla bana baktı; belki de böyle yürekli ve küstah olmamı beklemiyordu. Kilerci garip bir hayvanmı ım gibi gözlerini bana dikti. “Rebello da ında,” dedi, “öyle insanlar vardı ki, tüm çocuklukları boyunca hap kadar odalarda onu, belki de daha ço u bir arada yatmı lardı; erkek karde lerle kız karde ler, babalarla kızlar. Bu yeni durumun onlar için ne anlamı vardı sanıyorsun? Eskiden zorunluluktan yaptıkları eyi imdi seçerek yapıyorlardı. Hem sonra geceleri dü man birliklerinin gelmesinden duydu um korkuyla, topra ın üstünde so u u duymamak için arkada ına sokulunca... Sapkınlar: Bir atodan çıkıp bir manastıra giren siz rahipçikler bunun, eytan’ın esinledi i bir dü ünme biçimi oldu una inanırsınız. Oysa bir ya ama biçimidir bu, yeni bir ya antıdır... yeni bir ya antı olmu tur... Artık efendiler yoktu ve Tanrı bizimleydi; öyle diyorlardı bize. Haklı oldu umuzu söylemiyorum, William, gerçekten de imdi beni burada görüyorsun; çünkü çok geçmeden onlardan ayrıldım. Ama sa’nın yoksullu u, kullanım ve mülkiyet hakkına ili kin bilgece tartı maları hiçbir zaman tam olarak anlamadım... Daha önce söyledi im gibi, büyük bir enlikti bu benim için; enliklerde her ey altüst edilir. Sonra ya lanırsın; bilge olmazsın, açgözlü olursun. Ben de obur oldum i te... Bir sapkını cezalandırabilirsin, ama bir oburu cezalandırmak ister misin?” “Yeter, Remigio,” dedi William. “Seni o zaman olanlar için de il, son zamanlarda olanlar için sorguya çekiyorum. Bana yardım edersen, ben de senin yıkımın için çalı mam. Seni yargılayamam; yargılamak da istemem. Ama bana manastırda olup bitenler hakkında ne biliyorsan anlatmalısın. Gece gündüz durmadan dola ıyorsun; hiçbir ey bilmemene olanak yok. Venantius’u kim öldürdü?” “Bilmiyorum, yemin ederim. Ne zaman ve nerede öldü ünü biliyorum yalnız.” “Ne zaman? Nerede?” “Anlatayım. O gece ak am duasından bir saat sonra mutfa a girmi tim...” “Mutfa a nasıl girdin? Niçin?” “Sebze bahçesine açılan kapıdan. Çok eskiden çilingirlere yaptırdı ım bir anahtarım var. Mutfa ın tek bir kapısı vardır; içeriden de sürgülenmez. Oraya gidi imin nedenine gelince... önemi yok, tensel zaaflarım için beni suçlamak istemedi ini sen kendin söyledin...” Tedirginlikle gülümsedi. “Ama günlerimi zina i leyerek geçirdi imi sanmanı da istemem. O ak am Salvatore’nin manastıra sokaca ı kıza arma an etmek için yiyecek bir eyler arıyordum...” “Nereden? çeriye nasıl gireceklerdi?” “Surlarda, ana kapıdan ba ka giri ler de var. Bunları Ba rahip de bilir, ben de bilirim... Ama o ak am kız gelmedi; o sırada ke fetti im, imdi sana anlataca ım ey yüzünden geri gönderdim onu. Dün gece gelmesini sa lamak istememin nedeni de bu. Biraz sonra gelseydiniz, Salvatore’nin yerine beni bulurdunuz; Aedificium’da birilerinin oldu unu o söyledi bana, ben de hücreme döndüm...” “Pazarı pazartesiye ba layan geceye dönelim.” “Peki; mutfa a girdim, Venantius’un boylu boyunca yerde yattı ını gördüm; ölmü tü.” “Mutfakta mı?” “Evet, bula ık çukurunun yanında. Belki de yazı salonundan yeni inmi ti.” “Hiç bo u ma izi yok muydu?” “Hayır, hiç. Daha do rusu, cesedin yanında kırık bir kupa, yerde de su izleri vardı.” “Su o ldu unu ne biliyorsun?” “Bilmiyorum. Su sandım. Ba ka ne olabilirdi?” William’ın daha sonra bana söyledi i gibi, bu kupa iki ayrı eyin belirtisi olabilirdi. Ya orada, mutfakta biri Venantius’a zehirli bir ey içirmi ti, ya da zavallıcık zehiri daha önce içmi ti de (ama nerede ve ne zaman?), ansızın içi yanınca bir ey içmek için mutfa a inmi ti; bir kasılma, barsaklarını ya da dilini yakan bir acı (onun dili de ku kusuz Berengar’ınki gibi kara olmalıydı). O an için daha fazla bir ey ö renemeyecektik; Remigio ölüye bir gözattıktan sonra, korku içinde kendi kendine ne yapması gerekti ini sormu , sonra da hiçbir ey yapmamaya karar vermi ti. Yardım istemek, bütün gece Aedificium’da dola tı ını itiraf etmek olurdu; hem bunun artık; ölmü karde ine de bir yararı olmazdı. Bu nedenle, ertesi sabah birinin kapıyı açıp cesedi bulmasını bekleyerek i i oluruna bırakmaya karar vermi ti. Ko a ko a tam o sırada kızı manastıra sokmakta olan Salvatore’yi durdurmaya gitmi ti; sonra o ve suç orta ı- gidip yatmı lardı; geceyarısı duasına dek süren tedirgin uyanıklıklarına uyku denebilirse. Geceyarısı duasında domuz çobanları Ba rahip’e olayı bildirmeye geldikleri zaman, Remigio cesedin onu bıraktı ı yerde durdu unu sanıyordu; onu küpün içinde görünce donakalmı tı. Cesedi kim çıkarmı tı mutfaktan? Bu konuda Remigio’nun hiçbir fikri yoktu. “Aedificium’da serbestçe dola abilen tek ki i Malachi,” dedi William. Kilerci atıldı: “Hayır, Malachi olamaz. Yani, sanmıyorum... Ne olursa olsun, ben Malachi aleyhinde hiçbir ey söylemedim sana...” “Malachi’ye seni ba layan borç ne olursa olsun, tasalanma. Senin hakkında bir ey biliyor mu?” “Evet,” diye kızardı kilerci, “onurlu bir insan gibi davrandı. Senin yerinde olsam gözüm Benno’nun üstünde olurdu. Berengar ve Venantius’la tuhaf ili kileri vardı... Ama yemin ederim ba ka bir ey görmedim. Bir ey ö renirsem sana söylerim.” “ imdilik bu kadar yeter. Gerekirse gene sana gelirim.” Rahatladı ı açıkça belli olan kilerci i inin ba ına döndü: bu arada bazı tohum çuvallarının yerini de i tirmi olan köylüleri sertçe azarladı. Tam o sırada Severinus yanımıza geldi. Elinde William’ın iki gece önce çalınmı olan mercekleri vardı. “Onları Berengar’in cüppesinde buldum,” dedi. “Önceki gün yazı salonunda burnunda görmü tüm. Bunlar senin, de il mi?” “Tanrı’ya ükürler olsun!” diye sevinçle ba ırdı William. “ ki sorunu çözdük: Merceklerime kavu tum; geçen gece yazı salonunda bizi soyanın Berengar oldu unu da sonunda kesin olarak biliyorum!” Konu mamız daha yeni bitmi ti ki, Morimondo’lu Nicola ko a ko a yanımıza geldi; William’dan bile daha sevinçliydi. Elinde, bitmi , çatalın üstüne takılmı bir çift mercek vardı, “William,” diye ba ırıyordu, “kendi ba ıma yaptım onları, bitirdim; ie yarayacaklarına inanıyorum!” Sonra William’ın gözünde ba ka mercekler oldu unu gördü, a ıp kaldı. William onu küçük dü ürmek istemedi; eski merceklerini çıkarıp yenileri denedi. “Bunlar ötekilerden daha iyi,” dedi. “Eskileri yedek olarak saklayaca ım; hep seninkileri takaca ım.” Sonra bana döndü: “Adso, imdi hücreme çekilip o bildi in kâ ıtları okuyaca ım. Sonunda! Beni bir yerde bekle. Te ekkür ederim, hepinize te ekkür ederim, çok sevgili karde lerim.” Sabah saati çalıyordu; ötekilerle birlikte ilahileri, mezmurları ve 229 Kyrie’yi söylemek için koro yerine gittim; Onlar Berengar’ın ruhu için dua ediyorlardı. Bense, bize bir de il, iki çift mercek buldurdu u için Tanrı’ya ükrediyordum. O yüce erinç içinde, görüp i itti im tüm çirkinlikleri unutmu , uyuyakaldım; ancak dua sona erdi i zaman uyandım. O gece hiç uyumamı oldu umun bilincine vardım; gücümün ço unu nasıl tüketmi oldu umu dü ününce de üzüldüm. O anda, temiz havaya çıkınca, dü üncelerimin kızın anısının etkisinde kaldı ını gördüm. Kendimi oyalamaya çalı tım; çevrede hızlı hızlı dola maya koyuldum. Hafif bir ba dönmesi duyuyordum. Uyu mu ellerimi ovu turuyordum. Ayaklarımı hızla yere vuruyordum. Hâlâ uykum vardı, ama gene de kendimi uyanık ve dipdiri hissediyordum. Bana ne oldu unu anlayamıyordum. Dördüncü Gün SABAH Adso gönül acıları içinde kıvranıyor; sonra William, elinde Venantius’un çözüldükten sonra bile hâlâ çözülmez olarak kalan metniyle geliyor. Do rusunu söylemek gerekirse, kızla günahkâr bir biçimde kar ıla mamın ardından gelen öteki korkunç olaylar neredeyse bu olayı unutturmu tu bana; öte yandan, William’a günah çıkarttıktan sonra, ruhum, i ledi im suçun ardından kendime geldi im zaman duydu um pi manlıktan arınmı tı; öyle ki, sanki ta ıdı ım yükü, onu dile getiren sözcüklerle rahibe aktarmı tım. Günah çıkarmanın sa ladı ı ondurucu arınmanın amacı, günahın a ırlı ını ve onun açtı ı pi manlık acısını Efendimizin sinesine bo altmak, günahın ba ı lanmasıyla yeni bir ruh hafifli i kazanmak, böylece de kötülükle kıvranan bedeni unutmaktan ba ka ne olabilir? Ama her eyden kurtulmu de ildim. imdi, bu kı gününün soluk ve so uk güne inde, insan ve hayvanların sıcaklı ıyla ku atılmı dola ırken, geçen olayları ba ka bir biçimde anımsamaya ba lıyordum. Bütün olup bitenlerden geriye kalan artık pi manlık ve tövbe arınmasının avutucu sözcükleri de il, yalnızca bedenlerin, insan kol ve bacaklarının imgeleriymi gibi. Ate li zihnime Berengar’ın suda pi mi imgesi çullanıyordu; korku ve acımayla ürperiyordum. Sonra, bu maymunu andıran görüntüden kurtulmak istercesine, zihnim belle imin taze anısını barındırdı ı ba ka imgelere yöneliyor, gözlerimin önünde (ruhumun gözleri, ama sanki tensel gözlerimin önünde beliriyormu gibi) kızın sava için donanmı bir ordu gibi güzel ve korkunç imgesini açık seçik görmekten kaçınamıyordum. Yalnız gerçek sevgisinden ya da gelecekteki okurlarım için ö retici olma iste inden (bu istek de erli olsa da) ötürü de il; kurumu ve bütün bir ya am boyu onu tedirgin eden görüntülerden yorgun dü mü belle imi özgür kılmak için (onyıllarca zihnimde konu up durmu olmasına kar ın bugüne de in hiçbir zaman yazılmamı bir metinin ya lı yazıcısı olan ben), olayları oldu u gibi anlatmaya söz vermi tim. Bu nedenle her eyi a ırba lılıkla, ama utanç duymaksızın anlatmalıyım. Manastırın çevresinde dola ırken bazan yüre imin ansızın çarpmasını bedenimin devinimine yorabilmek için birden ko maya ba layarak, ya da durup köylülerin çalı masını be eniyle seyrederek, dikkatimi onları seyretmeye verdi im dü üncesiyle kendimi kandırarak, korkuyu ya da acıyı unutmak için arap içen biri gibi so uk havayı derin derin ci erlerime çekerek, o zaman kendimden bile sakladı ım dü üncelerimi imdi açık seçik sözcüklerle söylemeliyim. Bo una. Kızı dü ünüyordum. Etim, onunla birle menin bana verdi i yo un, günahkâr ve geçici tadı (a a ılık bir ey) unutmu tu; ama ruhum yüzünü unutmamı tı; bu anımın sapık bir anı oldu unu duyamıyordu bir türlü; tersine, o yüzde dünyanın tüm sevinçleri ı ıldıyormu gibi çarpıyordu. Duydu um gerçe i neredeyse kendimden bile gizleyerek, kendini (kimbilir nasıl inatçı bir sabırla) ba ka günahkârlara satan o zavallı, kirlenmi , utanmasız kızın, birçok kez kendi etini pazarlayan, tüm kızkarde leri gibi alabildi ine güçsüz olan o Havva kızının her eye kar ın görkemli ve ola anüstü bir ey oldu unu karmakarı ık bir biçimde seziyordum. Usum onu bir günah kı kırtıcısı olarak algılıyor, duyarlı i tahımsa tüm çekicilikleri içinde barındırıyormu gibi görüyordu. Ne duydu umu anlatmak zor. Hâlâ günahın tuza ına yakalanmı , suçlu suçlu, onun her an belirlemesini istiyordum; bir kulübenin kö esinden, bir ambarın karanlı ından beni ba tan çıkarmı olan o varlık ortaya çıkar mı diye i çilerin çalı masını neredeyse bir casus gibi gözetledi imi yazmaya çalı abilirdim. Ama o zaman gerçe i yazmı olmazdım ya da gücünü ve açık seçikli ini azaltmak için gerçe i bir tüle büründürmeye kalkı mı olurdum. Çünkü, gerçek u ki, onu “görüyordum”, onu çıplak a acın, so uktan uyu mu bir serçe sı ınmak için ona do ru uçtu unda, hafifçe çırpınan dallarında görüyordum; ahırdan çıkan düvelerin gözlerinde görüyordum onu; dola ırken kar ıma çıkan kuzuların melemesinde i itiyordum. Tüm yaratıklar bana ondan söz ediyormu gibiydi; onu yeniden görmek istiyordum do ru, ama onu bir daha hiç görmeme, onunla hiç birle meme dü üncesini kabul etmeye de hazırdım; yeter ki o sabah beni kaplayan sevinci duyabileyim ve sonsuza de in uzakta bile olsa onu hep yanımda bulayım. imdi anlamaya çalı ıyorum, sanki tüm dünya -ku kusuz Tanrı’nın parma ıyla yazılmı bir kitap olan tüm dünya; öyle bir kitap ki orada her ey bize Yaratıcı’sının uçsuz bucaksız iyili inden söz eder; orada her yaratık ya am ve ölümün betimlemesi, aynasıdır; sıradan bir gül bile yeryüzündeki yolumuzu aydınlatan bir parıltıya dönü ür- kısaca her eye bana yalnızca mutfa ın kokulu gölgeleri arasında belli belirsiz seçti im o yüzden söz ediyormu gibiydi. Bu dü lerle oyalanı ımın nedeni, diyordum kendi kendime (ya da demiyordum, çünkü o anda sözcüklere dönü türülebilen dü ünceler biçimlenmiyordu kafamda), e er tüm dünya bana Yaratıcı’nın gücünden, onun iyili inden ve bilgeli inden söz etmeye yazgılıysa ve e er o sabah tüm dünya bana (günahkâr da olsa) yaratılı ın büyük kitabının her eye kar ın bir bölümü, evrenin söyledi i ilahinin bir dizesi olan kızdan söz ediyorsa, e er bu oluyorsa, diyordum kendi kendime (ya da imdi diyorum), tıpkı bir lir gibi, bir ses uygunlu u ve uyum mucizesi olarak düzenlenmi evreni bir arada tutan Tanrı’nın büyük tecellisinin bir parçasından ba ka bir ey olamazdı. Esrikle mi gibi, o zaman gördü üm eylerde onun varlı ından haz duyuyor, onu o eylerde istiyor, onları görünce doyum sa lıyordum. Gene de bir tür acı duyuyordum; çünkü bir varlı ın sayısız imgelerinden mutluluk duysam da, aynı zamanda onun yoklu unun acısını çekiyordum. Bu çeli kiler gizemini açıklamak güç geliyor bana; insan ruhunun dayanıksızlı ının, dünyayı kusursuz bir tasım olarak kurmu olan kutsal usun yollarında hiçbir zaman dosdo ru yürüyemedi inin, bu tasımın yalnızca birbirinden ayrı ve ço u kez kopuk önermelerini kavradı ının belirtisiydi bu; blis’in tuza ına böyle kolayca dü memizin nedeni de buydu. O sabah beni böylesine duygulandıran, Kötü Varlık’ın aldatmacası mıydı? Bugün böyle oldu unu dü ünüyorum; çünkü o zaman bir çömezdim, ama aynı zamanda beni duygulandıran insanca duygunun kendi ba ına kötü olmadı ını, yalnızca benim durumum bakımından kötü oldu unu da dü ünüyorum. Çünkü erke i, istedikleri gibi birbiriyle birle sinler, ikisi tek bir beden olsunlar, yeni insan varlıkları üretsinler ve gençlikten ya lılı a dek birbirlerine destek olsunlar diye, kadına do ru iten duyguydu bu kendi ba ına. Ancak havari bunları kösnülü e çare arayan ve yanmak istemeyenler için söylemi , benim rahip olarak kendimi adadı ım erdenli in çok daha fazla ye tutulması gerekti ini anımsatmı tı. Bu nedenle, o sabah duydu um ey benim için kötüydü; ama belki de ba kaları için iyiydi; tüm iyi eylerin en tatlısıydı; imdi anlıyorum ki duydu um üzüntü kendi içlerinde de erli ve iyi olan dü üncelerimin aykırılı ından de il, dü üncelerimle etti im yeminler arasındaki aykırılıktan ileri geliyordu. Bu nedenle, belli bir mantı a göre iyi, bir ba ka mantı a göre kötü olan bir eyden zevk aldı ım için kötü bir ey yapıyordum; yanılgım, do al i tahla ussal ruhun ilkelerini uzla tırmaya çalı mamda yatıyordu. imdi anlıyorum ki, istemin buyru unun kendini göstermesi gereken dü ünsel açlıkla insan tutkularının öznesi olan duygusal açlık arasındaki çeli kiden ötürü acı çekiyormu um. Ger çekt en, actus appetiti sensitivi in quantum habent trasmutationem corporalem annexam, passiones dicuntur, 230 non autem actus voluntatis. Benim i tahtan kaynaklanan davranı ıma, tüm bedenimin titremesi, fiziksel bir ba ırma ve kıvranma dürtüsü e lik ediyordu. 231 Melek bilgin, ussal ruhun yönetti i istemle denetlendikçe, tutkuların kendi içinde kötü olmadıklarını söyler. Ama o sabah benim ussal ruhumu, iyiye ve kötüye, onları ele geçirmek için yönelen, duygusal iste i frenleyen yorgunluk yönetmi ti; iyiye ve kötüye bilinen eyler olarak yönelen tensel istek de il. O zamanki sorumsuz hafifli imi haklı çıkarmak için imdi melek bilginin sözcükleriyle, tartı ılmaz bir biçimde sevdanın tutsa ı oldu umu, sevdanınsa tutku ve evrensel yasa oldu unu, çünkü bedenlerin a ırlı ının da do al sevgi oldu unu söyleyece im. Beni ba tan çıkaran do al olarak bu tutkuydu; çünkü b u passione appetitus tendit in appetibile realiter consequendum ut sit ibi finis 232 motus. Bu nedenle de, do al olarak, amor facit quod ipsae res quae amantur, amanti aliquo modo uniantur et amor est 233 magis cognitivus quam cognitio. Gerçekten de, imdi kızı dün gece gördü ümden daha iyi görüyor, onu intus 234 et in cute anlıyor, onda kendimi, kendimde onu tanıyordum. imdi kendi kendime, duydu um eyin, benzerin benzeri sevdi i ve yalnızca ötekinin iyili ini istedi i arkada lık sevgisi mi, yoksa insanın kendi iyili ini istedi i ve yanında olmayanı, yalnızca kendisini tamamlaması için istedi i kösnül sevgi mi oldu unu dü ünüyorum. Geceki sevginin kösnül sevgi oldu una inanıyorum; çünkü kızdan bende hiçbir zaman olmayan bir eyi istemi tim; oysa o sabah kızdan hiçbir ey istemiyordum, yalnızca onun iyili ini istiyordum ve onun, bir parça yiyecek kar ılı ında kendini vermeye iten acımasız zorunluluktan kurtulup mutlu olmasını diliyordum; ondan ba ka bir ey dilememek, yalnızca onu dü ünmek, koyunlarda, öküzlerde, a açlarda, manastırı sevince bo an dingin ı ıkta onu görmek istiyordum. Sevginin nedeninin iyilik oldu unu ve iyi olan eyin bilgiyle tanımlanabilece ini ve insanın ancak iyi oldu unu ö rendi i eyi sevebilece ini biliyorum imdi; oysa kızı, çabuk alevlenen istek bakımından iyi, istem bakımındansa kötü olarak tanımı tım. Ama o zaman birbiriyle çatı an birçok duygunun pençesinde kıvranıyordum; çünkü duydu um, tıpkı bilginlerin betimledikleri en yüce sevgiye benziyordu: sevenle sevilenin aynı eyi istedikleri bir co kunluk yaratmı tı bende (zihnimi gizemli bir biçimde aydınlatmı tı; o anda kızın, ne olursa olsun, benimle aynı eyleri istedi ini biliyordum); onu kıskanıyordum, ama Paulus’un Korentliler’de kınadı ı kötü kıskançlık de ildi bu, Dionysius’un Kutsal Adlar’da sözünü etti i kıskançlıktı; bu anlamda, Tanrı’nın bile propter multum amorem 235 quem habet ad existentia kıskanç oldu u söylenir (ben kızı varoldu u için seviyordum; onun varlı ından ötürü kıskançlık de il, mutluluk duyuyordum). 236 Melek bilginin motus in amatum dedi i, seveni sevilene zarar veren her eye kar ı harekete geçmeye iten arkada lık kıskançlı ıydı benim kıskançlı ım (o anda kızı, etini satın alan ve onu kendi a a ılık tutkularıyla kirleten kimsenin elinden kurtarmaktan ba ka bir ey dü ünmüyordum). Bilginin dedi i gibi, imdi a ırı sevginin sevene zarar verebilece ini biliyorum. Benim sevgim de a ırıydı. O zaman ne duydu umu açıklamaya çalı tım; duyduklarımı hiçbir biçimde haklı çıkarmaya çalı mıyorum. Gençli imin günahkâr tutkularından söz ediyorum ben yalnızca. Kötüydü bu tutkular, ama gerçek beni, onları o zaman ola anüstü buldu umu söylemeye zorluyor. Bu benim gibi ayartılmanın a ına dü ebilecek kimselere ders olsun. Bugün, ya lı bir adam olarak, bu tür ayartılmalardan kaçınmanın binlerce yolunu biliyorum. Ama bunlarla ne denli övünebilece imi dü ünüyorum, çünkü ö le eytanı’nın kı kırtmalarından kurtuldum artık; »ama ba ka tutkulardan kurtulmu de ilim; bu nedenle, imdi yaptı ım eyin, zamanın akı ından ve ölümden kaçmak için budalaca bir çaba, dünyasal bir tutku olan anımsama tutkusuna günahkârca tutunmaktan ba ka bir ey mi oldu unu soruyorum kendi kendime. 0 zaman kendimi neredeyse mucize gibi bir içgüdüyle kurtardım. Kız, do ada ve çevremdeki insanların yaptıkları i lerde görünüyordu bana. Bu yüzden, ruhumun mutlu bir sezgisiyle bu i leri uzun uzun seyrederek kendimi yitirmeye çalı tım. Sı ır çobanlarının öküzleri ahırdan çıkarmalarını, domuz çobanlarının domuzlara yiyecek götürmelerini, koyun çobanlarının koyunları toplamak için köpeklere ba ırmalarını, köylülerin de irmenlere yarma bu day ve darı ta ımalarını, besin dolu çuvallarıyla dı arı çıkmalarını seyrettim. Dü üncelerimi unutmaya, varlıklara yalnızca bize göründükleri gibi bakmaya ve onların görünü lerinde ne e içinde kendimi unutmaya çalı arak do ayı incelemeye verdim kendimi. nsano lunun ço u kez çarpık olan usunun henüz dokunmadı ı do anın görünümü ne güzeldi! Kuzuyu gördüm; adı sanki arılı ının ve iyili inin simgesi olarak verilmi ti ona. Gerçekten de, agnus adı, 237 bu hayvanın agnoscit olu undan, annesini tanımasından, koskoca sürü içinde onun sesini ayırdetmesinden; annenin de biçimleri, melemeleri aynı olan onca kuzu arasından yalnızca kendi yavrusunu tanıyıp onu beslemesinden geliyordu. Koyunu gördüm; ab oblatione, 238 ovis oldu u söylenen koyunu; çünkü ta ilk ça lardan beri kurban törenlerine yaramı tı; kı gelirken, çayırlıkları kıra ı çalmadan, açgözlülükle ot arayan ve kursa ını otla dolduran koyunu. Sürüleri köpekler gözetiyordu; bu yüzden de 239 havlamalarından ötürü canor deniyordu onlara. Hayvanların en mükemmeli olan köpek üstün algılama yetileriyle sahibini tanır, ormanlarda yabanıl hayvanları avlamak, kurtlara kar ı sürüye bekçilik etmek için e itilir; sahibinin evini ve çocuklarım korur; bazan bu koruma görevini yerine getirirken öldürülür. Dü manları tarafından tutukevine götürülen Kral Garamant, dü man birlikleri arasından kendilerine yol açan iki yüz köpeklik bir sürü tarafından yurduna geri götürülmü tü; Jason Lucius’un köpe i sahibinin ölümünden sonra hiç yemek yememi , sonunda açlıktan ölmü tü; Kral Lysimachus’un köpe iyse, kendisiyle birlikte ölmek için kendini odun yı ınının üstüne atmı tı. Köpe in diliyle yalayarak yaraları sa altma gücü vardır; enciklerinin diliyse barsak yaralarını iyile tirebilir. Yaratılı tan, yediklerini kustuktan sonra aynı besinlerden ikinci kez yararlanmaya alı ıktır. A ırba lılı ı ruh kusursuzlu unun simgesidir; dilinin büyüsel gücünün, günah çıkarma ve tövbe yoluyla günahlardan arınma, simgesi olması gibi. Ama köpe in kustuklarına yeniden yönelmesi aynı zamanda, günah çıkardıktan sonra önceki suçlarımıza dönü ümüzün de bir simgesidir; bu dersin, o sabah do anın tansıklarını be eniyle seyrederken yüre imi azarlamamda çok yardımı oldu. Bu sırada adımlarım beni çobanlarının öncülü ünde çok sayıda öküzün dı arı çıkmakta oldu u öküz ahırlarına sürükledi. Onların eskiden de, imdi de dostluk ve iyilik simgesi olduklarını hemen anladım; çünkü her öküz sabana ko ulurken kendi arkada ını arar; e er o anda orada yoksa, sevecen bir bö ürtüyle onu ça ırır. Öküzler ya mur ya ınca uslu uslu yalnız ba larına ahıra dönmeyi ö renirler; yemliklerine sı ındıktan sonra da ya murun dinip dinmedi ini anlamak için durmadan boyunlarını uzatıp dı arı bakarlar; çünkü yeniden i e ba lamaya can atarlar. Öküzlerin yanı sıra o sırada ahırdan danalar ve tosunlar da 240 çıkıyordu; bunlar adlarını, viriditas , 241 ya da virgo’dan alırlar; çünkü o ya ta henüz körpe körpe, genç ve erdendirler; bu yüzden, dedim kendi kendime, onların incelikli devinimlerinde, el de memi olmayan bir genç kızı gördü üm, hâlâ da görmekte oldu um için kötü bir ey yapıyordum. Dünyayla ve kendimle yeniden barı ık, o sabah saatinin ne eli i lerini seyrederken bunları dü ündüm. Artık kızı dü ünmedim; daha do rusu, onun için duydu um sıcaklı ı bir içsel mutluluk ve dindarca erince dönü türmek için çaba harcadım. Dünyanın iyi ve sevilesi oldu unu söyledim kendi kendime. Tanrı’nın iyili i, Honorius Augustodiensis’in açıkladı ı gibi, en korkunç hayvanlar aracılı ıyla bile kendini gösteriyordu. Do ru, öyle yılanlar var ki, geyikleri yutar, yüzerek okyanusu geçerler; e ek gövdesi gibi gövdesi, da keçisininki gibi boynuzları, aslanın gö sü ve gırtla ı, tıpkı bir öküzünkü gibi çatallı toynakları, a ız yerine kulaklarına dek uzanan bir yarık, neredeyse insan sesi gibi sesi, di yerine tek bir kemi i olan, cenocroca denen hayvan vardı; sonra insan yüzlü, üç sıra di li, aslan gövdeli, akrep kuyruklu, ye ilimsi gözlü, kıpkırmızı, sesi yılan ıslı ını andıran, insan etine dü kün mantikor. Sonra sekiz parmaklı, kurt munzurlu, kıvrık tırnaklı, koyun gibi tüylü, köpek gibi üreyen canavarlar; ya lanınca a aracak yerde kararan, ömrü insan ömründen kat kat uzun. Ba ları olmadı ı için, gözleri omuzlarında, gö üslerinde burun yerine iki delik olan yaratıklar; yalnızca belli bir cins elmanın kokusuyla beslenen, ondan uzak kalınca ölen, Ganj ırma ı kıyılarında ya ayan ba ka hayvanlar da var. Ama bütün bu kötü hayvanlar, tıpkı köpekler, öküzler, koyunlar, kuzular ve va ak gibi kendi de i ik sesleriyle Yaratan’a ve onun bilgeli ine övgüler düzerler. O zaman Vicent Belovacensis’in sözlerini yineleyerek, kendi kendime bu dünyanın en alçakgönüllü güzelli i bile ne büyük dedim ve tüm evrende öylesine süslü bir biçimde düzenlenmi olan nesnelerin yalnızca biçimlerini, sayılarını ve düzenlerini de il, aynı zamanda do anların ölümleriyle belirlenen, ardarda sıralanı ve kesili lerle akıp giden ça ların döngüsünü dikkatle izlemenin usun gözü için ne ho oldu unu söyledim kendi kendime. tiraf ederim, günahkâr da olsam, ruhum daha çok kısa bir süre önce etin tutsa ı olmu olsa bile, Yaradan’a ve bu dünyanın düzenine kar ı tinsel bir sevecenlikle duygulandım; yaratıkların büyüklü ü ve dengelili ine sevinçli bir saygıyla hayranlık duydum. Üstadım beni bu iyi ruh durumu içinde buldu; ayaklarımın beni sürükledi i yöne do ru yürüyerek, bilincine varmaksızın nerdeyse tüm manastırın çevresini dola ıp kendimi yeniden, iki saat önce ayrıldı ımız yerde buldu umda, William orada duruyordu; anlattıkları beni dü üncelerimden uzakla tırdı ve zihnimi yeniden manastırın karanlık gizemlerine yöneltti. William çok ho nut görünüyordu. Elinde, en sonunda çözdü ü, Venantius’un par ömeni vardı. Birlikte saygısız kulakların eri emeyece i hücresine gittik; bana okuduklarını çevirdi. Burç alfabesiyle yazılmı cümlenin ardından (secretum finis Africae manus supra idolum age primum et septimum de quatuor), Yunanca metinde unlar yazılıydı: Arıtıcı korkunç zehir... Dü manı yok etmek için en iyi silah... Alçakgönüllü, a a ılık ve çirkin kimseleri kullan, onların kusurlarından tat al... Onlar ölmemeli... Soyluların ve güçlülerin evlerinde de il, köylülerin köylerinden, bol bol yiyip içtikten sonra... bodur gövdeler, çarpık çurpuk yüzler. Kızo lan kızlara saldırıyorlar, orospularla yatıyorlar, kötü de il, korkusuz. Farklı bir gerçek, gerçe in farklı bir imgesi... Saygıde er incirler. Utanmaz ta düzlükte yuvarlanıyor... Gözler önünde. Kandırmalı; kandırırken a ırtmalı; inanılanın tersini söylemeli, ama ba ka bir ey demek istemeli. A ustosböcekleri topraktan arkı söyleyecek onlara. Hepsi buydu. Kanımca çok azdı, hiçbir ey de ildi; neredeyse bir delinin saçmalarını andırıyordu; bunu William’a söyledim. “Olabilir. Benim çevirimden ötürü kesinlikle daha da deli saçması gibi görünüyor. Yunancayı oldukça iyi bilirim. Gene de, Venantius’un ya da kitabın yazarının deli oldu unu varsaysak bile bu, bunca insanın önce kitabı saklamalarını, sonra da ortaya çıkarmalarını açıklamaz; hepsi de deli de il ya bu insanların...” “Peki, burada yazılı olan eyler gizemli kitaptan mı alınmı ?” “Venantius tarafından yazılmı olduklarına ku ku yok. Sen de görüyorsun; eski bir par ömen de il bu. Bunlar, onun kitabı okurken aldı ı notlar olmalı; yoksa Venantius Yunanca yazmazdı. Finis Africae’den çalınmı ciltte rastladı ı bazı cümleleri kısaltarak kopya etti ine ku ku yok. Kitabı yazı salonuna götürmü , okumaya ba lamı , kendisine önemli görünen eyleri yazmı . Sonra bir ey olmu . Kendini iyi hissetmemi ya da birisinin yukarı çıktı ını i itmi . Bunun üzerine kitabı, tuttu u notlarla birlikte gene masasının altına koymu , belki de ertesi ak am gene almak üzere. Ne olursa olsun, bu sayfa gizemli kitabın yapısını yeniden olu turmak için elimizdeki tek olası çıkı noktası; katilin yapısını da ancak bu kitabın yapısından çıkarabiliriz. Çünkü bir nesneyi elde etmek için i lenen her cinayette, nesnenin yapısı, katilin yapısı hakkında, belli belirsiz de olsa bize bir fikir verir. Bir avuç altın için adam öldüren birisi açgözlü bir insandır; kitap için öldürense, o kitabın gizlerini kendine saklamak kaygısı içindedir. Bunun için de, elimizde bulunmayan kitapta ne yazılı oldu unu ö renmeliyiz.” “Peki, bu birkaç satırdan hangi kitap oldu unu anlayabilecek misiniz?” “Sevgili Adso, bunlar, anlamı sözcükleri a an kutsal bir metnin sözlerine benziyor. Bu sabah kilerciyle konu tuktan sonra, onları okurken birden burada da, bilgelerin gerçe inden farklı bir gerçe in ta ıyıcıları olarak basit insanlara ve kötülüklere seslenildi ini anladım. Kilerci garip bir karma ıklı ın onu Malachi’ye ba ladı ını anlatmak istedi. Malachi, Remigio’nun kendisine teslim etti i sapkınlı a ili kin bir metin mi saklamı tı yoksa? O zaman Venantius, her eye ve herkese ba kaldırmı olan bu çılgın ve kötü insanların olu turdukları toplulu a ili kin bazı gizemli buyrukları okuyup not almı olsa gerek. Ama...” “Ama?” “Ama benim bu varsayımımla çeli en iki olgu var. Birincisi, Venantius’un böyle sorunlarla ilgileniyormu gibi görünmemesi: O, Yunanca metinler çevirmeniydi, bir sapkınlık vaizi de il... kincisi de, incirlerden, ta lardan, a ustosböceklerinden söz eden cümlelerin bu birinci varsayımla açıklanamaması...” “Belki de ba ka anlamı olan bilmecelerdir bunlar,” diye öne sürdüm. “Yoksa ba ka bir varsayımınız mı var?” “Var, ama henüz karı ık. Bu sayfaları okurken, bu sözcüklerin bazılarını daha önce okumu um gibi geldi bana; ba ka bir yerde gördü üm buna benzer cümleler geldi aklıma. Öte yandan, bu sayfa, u birkaç gün içinde konu ulmu bir eyden söz ediyor gibi görünüyor bana... Ama ne oldu unu anımsamıyorum. Dü ünmeliyim. Belki ba ka kitaplar da okumam gerekecek.” “Nasıl olur? Bir kitabın ne demek istedi ini anlamak için ba ka kitaplar mı okumanız gerekir?” “Bazan böyle olabilir. Kitaplar ço u kez ba ka kitaplardan söz ederler. Ço u kez bir kitap, tehlikeli bir kitapta çiçeklenen zararsız bir tohum gibidir; ya da tam tersine, acı bir tohumun tatlı meyvesidir. Alberto’yu okurken, Thomas’ın ne söylemi olabilece ini anlayamaz mısın? Ya da Thomas’ı okurken, bni Rü t’ün ne söylemi olaca ını?” “Do ru,” dedim, be enerek. O zamana dek, her kitabın nesnelerden söz etti ini sanırdım; kitapların dı ında kalan insancıl ya da kutsal nesnelerden. imdi, kitapların oldukça sık ba ka kitaplardan söz ettiklerini ya da sanki kendi aralarında konu tuklarını farkediyordum. Bu dü üncenin ı ı ında, kitaplık bana daha da tedirgin edici bir yer gibi göründü. Uzun, yüzyıllar süren bir mırıltı, bir par ömenle bir ba ka par ömen arasında görünmez bir söyle iydi demek ki kitaplık; canlı bir nesne, bir insan zihninin yönetemeyece i güçlerin barına ı, birçok zihinden çıkmı , onları üreten ya da iletenlerin ölümünden sonra da varlı ını sürdüren bir gizler hazinesi. “Ama o zaman,” dedim, “kitapları saklamak neye yarar, mademki herkese açık olan kitaplardan gizlenmi olanlara ula abiliyoruz?” “Yüzyıllarca sonra hiçbir yararı yok bunun. Yıllar ya da günlerle ölçülen zaman aradı ında belli bir yararı olabilir. Görüyorsun, nasıl a kın durumdayız.” “Öyleyse bir kitaplık gerçe i da ıtma aracı de il, onun ortaya çıkmasını geciktirme aracı mıdır?” diye sordum, hayretten donakalmı . “Her zaman, ille de öyle olması gerekmez. çinde bulundu umuz durumda öyle.” Dördüncü Gün Ö LE Adso domalan toplamaya gidiyor. Minoritlerin gelmekte olduklarını görüyor; William ve Ubertino ile Minoritler uzun uzun konu uyorlar; XXII. Ioannes hakkında çok acıklı eyler ö reniliyor. Bu dü üncelerden sonra üstadım artık hiçbir ey yapmamaya karar verdi. Daha önce de söylemi tim, bazan tam bir eylemsizlik içinde olurdu; sanki yıldızların artsız aralıksız döngüleri durmu , o da onunla, onlarla birlikte durmu gibi. O sabah da öyle yaptı. Ot iltenin üstüne uzandı; gözleri açık, bo lu a dikilmi , elleri gö sünde kavu mu , düzensiz ve yürekten olmayan bir dua mırıldanıyormu gibi dudaklarım belli belirsiz kıpırdatarak. Dü ünmekte oldu unu dü ündüm ve dü ünmesine saygı gösterip yeniden avluya çıktım; güne in gücünü yitirmi oldu unu gördüm. Güzel ve açık ba lamı olan sabah (gün ilk yarısını tüketirken) nemli ve puslu olmaya ba lamı tı. Geceyarısından beri, kocaman bulutlar kuzeyden gelip da ın doru una yayılıyor, onu ince bir sisle örtüyordu. Sise benziyordu; belki topraktan da sis yükseliyordu, ama bu yükseklikte, a a ıdan gelen sisle yukarıdan inen sis birbirinden güçlükle ayırdedilebiliyordu. Severinus’un domuz çobanlarıyla, bazı domuzları ne e içinde topladı ını gördüm. Domalan aramak için da ın yamaçlarından a a ıya, vadiye ineceklerini söyledi bana. Bu yarımadada yeti en ve Roncia’da olsun -kara- bu bölgede olsun -daha beyaz ve kokuluBenedikten ülkelerinin tipik özelli i olan bu lezzetli yeraltı yemi ini henüz görmemi tim. Severinus bana domalanın ne oldu unu ve de i ik biçimlerde pi irildi inde ne denli lezzet oldu unu anlattı. Çok güç bulundu unu, çünkü topra ın altında, mantardan daha derinlerde gizlendi ini, onları koku alarak bulabilen tek hayvanın domuz oldu unu söyledi. Ancak bulunca onları yemek istedikleri için, domuzların hemen oradan uzakla tırılıp domalanların topraktan çıkarılmaları gerekiyordu. Daha sonra beylerin, ellerinde çapalarla hizmetçilerin önünde, soylu tazılarmı gibi domuzların ardına takılarak bu ava katılmaya gönül indirdiklerini ö rendim. Gerçekten de, daha sonraki yıllarda ülkemden bir derebeyi, talya’da bulundu umu ö renince orada gördü ü gibi bazı beylerin domuzlarını niçin kendilerinin otlattıklarını sordu; onların domalan aradıklarını anımsayarak güldüm. Ama bu beylerin yemek için yeraltında domalan aramaya gittiklerini ona 242 söyleyince, onların “Teufel”, yani eytan’ı aradıklarını söyledi imi sandı; hayretle bana bakarak dindarca haç çıkardı. Sonra yanlı lık anla ıldı; ikimiz de güldük. nsan dillerinin büyüsü böyledir; insanlar aralarında anla arak bazan aynı seslerle ba ka ba ka eyleri anlatırlar. Severinus’un hazırlıkları merakımı uyandırınca, ona katılmaya karar verdim; bunun bir nedeni de, onun herkesi üzüntüye bo an olayları unutmak için bu ava yönelmi oldu unu anlamamdı; Severinus’un dü üncelerini unutmasına yardım ederek, kendimin de kendi dü üncelerimi unutmak de ilse bile, en azından dizginleyebilece imi dü ündüm. Her zaman ve yalnızca gerçe i yazmaya karar verdi imden, vadide adını anmayaca ım birini bir an için görebilece im dü üncesinin için için beni kı kırttı ını da gizlemiyorum. Ama kendi kendime ve neredeyse yüksek sesle, iki heyetin o gün gelmeleri beklendi inden, belki onlardan birini görebilece imi söyledim. Da ın dönemeçlerinden yava yava inerken hava açıyordu; güne çıkmamı tı, gökyüzünün üst kesimi yo un bulutlarla kaplıydı, ama nesneler açık seçik ayırdedilebiliyordu; çöken sis hep ba ımızın üstünde kalıyordu. Gerçekten de, biraz daha a a ıya inince dönüp da ın doru una baktı ım zaman artık hiçbir ey göremedim. Yamacın yarısından yukarıya dek, da doru u, yüksek düzlük, Aedificium, her ey sisler arasında yitip gidiyordu. Geldi imiz, günün sabahı da lık bölgeye vardı ımızda bazı dönemeçlerden on mil ya da daha az uzaklıkta deniz hâlâ seçilebiliyordu. Yolculu umuz beklenmedik görünümlerle doluydu; çünkü kendimizi ansızın alabildi ine güzel koylara dik olarak inen bir da terasında buluyorduk; çok geçmeden, da ların arasından ba ka da ların yükselerek uzak kıyının görünümünü birbirinden gizledikleri derin bo azlara giriyorduk; güne vadilerin derinliklerine güçlükle i leyebiliyordu. Daha önce hiçbir yerde, talya’nın o bölgesinde gördü üm gibi denizle da ların, kıyı eritlerinin ve yüksek kır görünümlerinin böylesine dar ve beklenmedik bir biçimde içiçe girmi li ini görmemi tim; bo azlar arasında ıslık çalan rüzgârda, denizden gelen reçine kokularıyla buz gibi sert da esintilerinin dönü ümlü sava ını sezinleyebiliyordu insan. Ama o sabah her ey gri, hemen hemen süt mavi iydi; bo azların uzak kıyılarına do ru açıldı ı yerlerde bile ufuk yoktu. Ama bizi üzen öykümüzü çok az ilgilendiren anımsayı larla oyalanıyorum, sabırlı okurum. Onun için, “der Teufel”i arayı ımızın ayrıntılarına girmeyece im. Önce benim gördü üm Minorit rahipler heyetinden söz edece im daha çok. William’a haber vermek için hemen manastıra ko tum. Üstadım konukların manastıra girip töre gere i Ba rahip tarafından kar ılanmalarını bekledi. Sonra gidip onları kar ıladı; rahipler birbirleriyle kucakla ıp selamla tılar. Yemek saati geçmi ti, ama konuklar için bir sofra donatıldı; Ba rahip onları kendi kendilerine, William’la ba ba a bırakmak inceli ini gösterdi; Kural’ın yükümlülüklerinden kurtulmu , rahatça yiyip içiyorlar, bir yandan da birbirlerine izlenimlerini anlatıyorlardı; tıpkı, Tanrı bu sevimsiz benzetme için beni ba ı lasın, bir sava konseyi gibi, dü man konuk, yani Avignon heyeti gelmeden bir an önce toplanmaları gerekiyordu. Yeni gelenlerin hemen Ubertino’yla da bulu tuklarını söylemeye gerek yok; tümü de a kınlık, sevinç ve yalnızca uzun süre ortadan kaybolu unun ve bu yok olu u ku atan korkuların de il, onlarca yıl kendilerinin sava ına katılmı olan bu yürekli sava çının niteliklerinin esinledi i saygıyla selamladılar onu. Heyeti olu turan rahiplerden daha sonra, ertesi günkü toplantıyı anlatırken söz edece im. Bunun bir nedeni de, ba langıçta onlarla çok az konu mu olmam; çünkü William, Ubertino ve Cesena’lı Michele arasında hemen yapılan üçlü toplantıya katılmı tım. Michele çok tuhaf bir adam olmalıydı; Fransisken tarikatına ate li bir tutkuyla ba lıydı (bazan, gizemli co kuya kapıldı ı anlarda. Ubertino’nun el kol devinimleri, vurguları görülüyordu onda); dünya nimetlerine dü kün Romagna’lı bir adam gibi, çok insancıl ve ne eli, a zının tadını bilen, dostlarına kavu maktan mutluluk duyan bir adam; ince ve çekingen olmasına kar ın, hükümdarlar arasındaki ili kilerden do an sorunlara de inildi i zaman birden bir kurt gibi tetikte ve kurnaz, bir köstebek gibi sinsi, kahkahalarla gülebilen, ate li gerilimler, anlamlı suskunluklar ya ayabilen, konu makta oldu u kimsenin sorusu, yanıtlamayı yadsıyı ını bir dalgınlıkla örtmesini gerektirdi i zaman bakı larını ustaca öteye çevirebilen biri. Yukarıdaki sayfalarda ona ili kin bazı eyler söylemi tim; bunlar ba kalarından i itti im, belki onların da ba kalarından duydukları eylerdi. Oysa imdi, onun çeli ik tutumlarını ve son yıllarda siyasal tutumundaki, kendi arkada larını ve onu izleyenleri bile a ırtan ani de i iklikleri daha iyi anlıyordum, Minorit rahiplerinin ba ı oldu undan, ilke olarak Ermi Francesco’nun, gerçekte onun yorumcularının kalıtçısıydı: Bagnoregio’lu Bonaventura gibi bir öncülün ermi li i ve bilgeliyle yarı mak zorundaydı; Kural’ın saygınlı ını, aynı zamanda tarikatın öylesine güçlü ve büyük olan mal varlıklarını güvence altına almak zorundaydı; tarikatın kendilerinden, sadaka biçiminde de olsa, gönenç ve mal varlı ının kayna ını olu turan arma anlar ve ba ı lar aldı ı sarayları ve kent meclislerini gözetmek zorundaydı; aynı zamanda, tövbe gere inin, en ate li Tincileri tarikattan uzakla tırmamasına, ba ında bulundu u görkemli toplulu u parçalayarak onu sapkınlar güruhlarından olu an bir toplulu a dönü türmelerine yol açmamasına da özen göstermek zorundaydı. Papa’ya, mparator’a, yoksul bir ya am süren rahiplere, ku kusuz kendisini gökyüzünden gözetleyen Ermi Francesco’ya, yeryüzünden gözetleyen Hıristiyan halka yaranmak zorundaydı. Michele Provence’ın en boyun e mez rahiplerinin be ini ona teslim etmekte duraksamamı , Papa’nın onları yakmasına izin vermi ti. Ama tarikata girmi olanların ço unun, ncil’in öngördü ü yalın ya amı izleyenlerin duygularını bölü tüklerini (bunda Ubertino’nun da payı olabilirdi) görünce Michele öyle davrandı ki, dört yıl sonra Perugia Ruhani Meclisi, yakılan adamların savlarım yasalla tırdı; böylece Michele, do al olarak, sapkın olabilecek bir gereksinimi, tarikatın töre ve kurumlarını içinde eritmeye, tarikatın istekleriyle Papa’nın isteklerini uzla tırmaya çalı ıyordu. Ama Michele, onayını almadan kendi yolunda yürüyemeyece i Papa’yı ikna etmeye çalı ırken, mparator’un ve imparatorluk tanrıbilimcilerinin lütuflarım da gönül indirmezlik etmeksizin kabul etmi ti. Onu gördü üm günden daha iki yıl önce, Lyons Genel Kurulu’nda, rahiplerine katılarak, Papa’nın ki ili inden yalnızca, ılımlılık ve saygıyla söz etmi ti (üstelik bu, Papa’nın Minoritlerden söz ederken onların “köpek gibi havlamalarına, yanılgılarına ve çılgınlıklarına” kar ı çıkmasından birkaç ay sonra oluyordu). Ama imdi, sofrada Papa’dan hiç mi hiç saygı duymaksızın söz eden insanlarla alabildi ine dostça oturuyordu. Öykünün gerisini daha önce anlatmı tım. Ioannes Michele’nin Avignon’a gitmesini istiyordu; o ise hem istiyordu, hem istemiyordu bunu; ertesi günkü toplantıda, bir boyun e i , hele bir ihanet davranı ı gibi görünmemesi gereken bu yolculu un nasıl ve ne gibi güvencelerle gerçekle tirilece i kararla tırılacaktı. Michele’nin Papa Ioannes’i gördü ünü hiç sanmıyorum; en azından Papa olduktan sonra. Her ne olursa olsun, uzun zamandır onu görmüyordu; arkada ları da, kutsal de erleri alıp satan bu adamı betimlemekte birbirleriyle yarı ıyorlardı. “Ö renmen gereken bir ey var,” diyordu ona William, “yeminlerine kanmamahsın; hep sözde kalır o yeminler, hiç yerine getirmez onları.” “Seçildi i sırada neler oldu unu herkes bilir...” diyordu Ubertino. “Ona seçim denmez, tepeden inme denir,” diye araya girdi, sofradakilerin, sonradan adının, Newcastle’lı Hugh oldu unu ö rendi im biri, üstadımınkine benzer bir vurguyla. “Zaten Clemens’in ölümü de pek açıklı a kavu mamı tı ya. Kral, Ioannes’in VIII. Bonifacio’yu ölümünden sonra yargılamaya söz verip sonra da öncülü ünü yadsımaktan kaçınmak için her eyi yapmasını ba ı lamamı tı. Clemens’in Carpentras’da nasıl öldü ünü hiç kimse tam bilmiyordu. Gerçek u ki, kardinaller Papa’yı seçmek için Carpentras’da toplandıklarında yeni papa seçilemedi; çünkü (haklı olarak) tartı ma, Avignon ile Roma arasında bir seçim sorununa kaymı tı. O günlerde ölü Papa’nın ye eni tarafından tehdit edilen kardinallere ne oldu unu iyi bilmiyorum; bir kıyım oldu u söyleniyor; hizmetçileri öldürülmü , saray ate e verilmi ; kardinaller krala ba vurmu lar, o da onlara, Papa’nın Roma’dan ayrılmasını hiçbir zaman istemedi ini, sabırlı olmalarını ve iyi bir seçim yapmalarını söylemi ... Sonra Güzel Philip ölüyor, onun nasıl öldü ünü de Tanrı bilir...” “Ya da eytan,” dedi Ubertino. “Ya da eytan,” diye ona katıldı Hugh dudak bükerek. “Her neyse, ba ka bir kral gelir, on sekiz ay ya ar, sonra ölür; yeni do mu olan vârisi de birkaç gün içinde ölür; bunun üzerine naip, kralın karde i, tahta geçer...” “Bu V. Philip’tir. Poitiers Kontu’yken, Carpentras’dan kaçan rahipleri yeniden bir araya toplayan adamın ta kendisi,” dedi Michele. “Evet,” diye sürdürdü Hugh. “Lyons’da, Dominiken manastırında, kardinalleri, güvenliklerini sa layaca ına ve onları tutuklatmayaca ına, ant içerek, Papa seçmek üzere yeniden toplar. Ama bir kez onun yetkesine boyun e ince, onları yalnız kilit altında tutmakla kalmaz (çünkü töre böyledir), bir karara varıncaya dek her gün yiyeceklerini azaltır. Sonunda her biri, onun taht üzerindeki hak iddiasını desteklemeye söz verir. Tahta çıkınca da, iki yıl tutuklu kalmaktan bitkin dü en kardinaller, ya am boyu hapiste kalarak kötü yiyecekler yemekten korkan bu oburlar her eye razı olurlar ve Peter’in tahtına yetmi ini a mı olan o cüceyi oturturlar...” “Cüce olmasına cüce,” dedi Ubertino gülerek. “Üstelik ince hastalı a yakalanmı gibi bir hali var, ama hiç umulmayacak kadar güçlü ve kurnaz!” “Ayakkabıcının o lu,” diye homurdandı elçilerden biri. “ sa da bir marangozun o luydu!” diye azarladı onu Ubertino. “Önemli olan bu de il. Kültürlü bir adam; Montpellier’de hukuk, Paris’te hekimlik ö renimi yaptı; piskoposluk koltuklarım ve i ine geldi i zaman da kardinallik apkasını elde etmek için dostluklarını en iyi biçimde geli tirmeyi biliyordu; Napoli’de, Bilge Roberto’nun danı manlı ını yaptı ı sırada zekâsının kıvraklı ıyla birçok kimseyi a ırttı. Avignon Piskoposu oldu u sırada, Güzel Philip’e, Templarları yok etmesi için do ru ö ütler verdi (yani o pis giri imin sonucu bakımından do ru demek istiyorum). Seçimden sonra da, kendisini öldürmek isteyen kardinallerin düzenledikleri komplodan kurtulmayı ba ardı... Ama asıl söylemek istedi im bu de il; onun yalan yere yemin etmekle suçlanmaksızın yeminlerini bozma yetene inden söz ediyorum. Seçildikten sonra -seçilmek için de- kardinal Orsini’ye, papalık makamını Roma’ya ta ıyaca ına söz vermi , yeminini yerine getirmeyecek olursa, hiç ata ya da katıra binmeyece ine dair kutsal ekmek üzerine ant içmi ti. Bu tilki ne yaptı biliyor musunuz? Törenin Avignon’da yapılmasını isteyen kralın iste ine kar ı gelerek Lyons’da taç giydikten sonra, Lyons’dan Avignon’a gemiyle gitti!” Bütün rahipler güldüler. Papa yalan yere yemin eden biriydi; ama belli bir zekâsı oldu unu da kimse yadsıyamazdı. “Utanmazın biri!” dedi William. “Hugh, onun kötü inancını saklamaya bile kalkı madı ını söylememi miydi? Avignon’a gitti i gün Orsini’ye söylediklerini bana sen anlatmamı mıydın, Ubertino?” “Elbette,” dedi Ubertino, “Fransa’nın gö ü öyle güzelken, Roma gibi yıkıntılarla dolu bir kente niçin adım atması gerekti ini anlayamadı ını söylemi ona. Papa da, Pietro gibi 243 ba lama ve çözme yetkisine sahip oldu undan, imdi bu yetkisini kullanıyor, bulundu u ve ho landı ı yerde kalmaya karar veriyormu . Örsini ona görevinin Vatikan tepesinde ya amak oldu unu anımsatmaya çalı ınca da onu sert bir biçimde boyun, e meye ça ırmı ve tartı mayı kesip atmı . Ama yemin öyküsünü bitirmedim. Gemiden inince beyaz bir ata binmesi gerekiyormu ; ardından da, gelene e uygun olarak, kara atlara binmi kardinaller izleyeceklermi onu. Piskoposluk sarayına yaya gitmi . Bir daha ata bindi ini de duymadım. Bu adamın mı sana verece i güvencelere ba lı kalmasını bekliyorsun, Michele?” Michele uzun süre sustu. Sonra dedi ki: “Papa’nın Avignon’da kalmak istemesini anlayabiliyorum; bu konuda tartı mak istemiyorum. Ama o ya da bizim yoksulluk iste imizi ve sa’nın ortaya koydu u örne i yorumlayı ımızı tartı amaz.” “Saf olma Michele,” diye söze karı tı William, “sizin, bizim iste imiz onun iste ini u ursuz gösteriyor; yüzyıllardır papalık tahtına ondan daha açgözlü bir adamın çıkmadı ını unutmamalısın; dostumuz Ubertino’nun bir zamanlar im ekler ya dırdı ı Babil 244 orospuları, Alighieri’li ozan gibi, senin ülkenin ozanlarının da sözünü ettikleri yozla mı papalar onun yanında uysal kuzular gibi ve aklı ba ında kalır. Hırsız saksa anın, tefeci Yahudi’nin biridir o; Avignon’da, Floransa’dakinden daha çok ticaret yapılıyor. Clemens’in ye eni Goth’lu Bertrand’la yaptı ı a a ılık alı veri i duydum; u Carpentras kıyımını yapan adamla; kıyım sırasında, ba ka eylerin yanı sıra kardinaller tüm takılarından arındırılmı lardı; bu adam, amcasının hiç de azımsanmayacak hazinesine el atmı tı; çaldıklarının hiçbiri Ioannes’in gözünden kaçmadı (Cum venerabiles’te, paraları, altın ve gümü kapları, kitapları, halıları, de erli ta ları, bezekleri tek tek sıralıyor). Ama Ioannes, Bertrand’ın Carpentras ya ması sırasında bir buçuk milyonu a kın altın florine el koydu unu bilmezlikten geldi; Bertrand’ın ‘dinsel bir dava’ yani bir haçlı seferi için amcasından almı oldu unu itiraf etti i üç yüz bin florinin hesabını sordu. Bertrand’ın bu toplamın yarısını haçlı seferi için alıkoymasına, yarısını da papalık tahtına ba ı lamasına karar verildi. Bertrand o haçlı seferine hiç çıkmadı, ya da henüz çıkmadı; papa da tek bir florinin yüzünü bile görmedi...” “Öyleyse pek de kurnaz sayılmaz,” dedi Michele. “Para i lerinde ilk kez oyuna geli i bu onun,” dedi Ubertino, “Ne tür bir tüccarla i yaptı ını iyi bilmelisin. Bütün öteki i lerde, para toplamakta eytanca bir yetenek göstermi tir. O, bir kral Midas’tır, neye dokunsa altın olup Avignon hazinesine akar. Ne zaman dairesine girdimse, bankacılar, tefeciler, üstü altın dolu masalar, florinleri sayıp düzgünce üstüste dizen papazlar gördüm... Kendine yaptırdı ı sarayı göreceksin, bir zamanlar yalnızca Bizans mparatoru’nuri ya da Büyük Tatar Hanı’nın sahip oldu u söylenen zenginlikte bir saray. Yoksulluk ülküsüne kar ı onca bildiriyi niçin çıkardı ını imdi anlıyorsun, de il mi? Tarikatımızdan nefret eden Dominikenleri, ba ında krallık tacı, sırtında altın yaldızlı mor bini i, ayaklarında görkemli sandaletler olan sa heykelleri yapmaya zorladı ını biliyor musun? Avignon’da, sa’yı tek elinden çivilenmi , öteki eliyle kemerinden sarkan para kesesine dokunurken gösteren haçlar sergiliyorlar; sa’nın dinsel amaçlarla para harcanmasına izin verdi ini göstermek için...” “Vay utanmaz!” diye ba ırdı Michele. “Ama düpedüz küfür bu!” “Papalık tacına üçüncü bir taç daha ekledi!” diye sürdürdü William. “De il mi, Ubertino?” “Do ru. Bininci yılın ba ında Papa Hildebrand, üstünde Corona regni de 245 manu Dei yazılı bir taç edinmi ti. Bonifacio rezili, son zamanlarda, üstünde 246 Diadema imperii de manu Petri yazılı bir taç daha eklemi ti ona; Ioannes de simgeyi tamamlamaktan ba ka bir ey yapmadı: üç taç, tinsel erk, dünyasal erk ve kilise erki. Pers krallarına yara ır bir simge, bir putatapan simgesi...” çlerinde o an’a dek susmu olan bir rahip vardı; Ba rahip’in sofraya gönderdi i güzel yemekleri telâ la ve dindarca bir tutkuyla atı tırıyordu. Arasıra öyle bir kulak kabartarak konu maları izliyor, sık sık Papa’ya kar ı alaycı bir gülü , ya da sofradakilerin küçümseyici ünlemlerini onaylayan bir homurtu çıkıyordu a zından. Onun dı ında, di siz ama doymak bilmez a zından çenesine akan salçalarla dü en et kırıntılarını temizlemekle u ra ıyordu; yanındakilerden birine bir söz söyleyecek olsa, yemeklerden birinin lezzetini övmek için yapıyordu bunu yalnızca. Sonradan ö rendi ime göre, Monsenyör Jerome’du bu, Ubertino’nun birkaç gün önce öldü ünü sandı ını söyledi i Kaffa Piskoposu. (Onun iki yıl önce ölmü oldu u haberinin tüm Hıristiyanlık âleminde uzun süre gerçekmi gibi yayıldı ını da söylemeliyim; çünkü bunu daha sonra da i ittim. Oysa toplantımızdan birkaç ay sonra öldü; onun ertesi günkü toplantıda kapıldı ı büyük öfkeden ötürü öldü ünü dü ünürüm hâlâ; neredeyse birden patladı ına inanaca ım geliyor; bedence öylesine narin, mizacı öylesine hırçındı.) O noktada, tartı maya karı tı; a zı dolu konu uyordu: “Sonra, biliyorsunuz, bu rezil, dindar insanların günahlarını sömürerek onlardan daha çok para sızdırmak için, taxae sacrae 247 poenitentiariae’ye ili kin bir yasa çıkardı. Bir din adamı, bir rahibeyle, bir yakınıyla ya da hatta sıradan bir kadınla (bu da oluyor çünkü!) tensel bir günah i lerse, ancak altmı yedi altın lira, on iki para ödeyerek günahını ba ı latabilecekti. Hayvanlarla cinsel ili kide bulunursa ödeyece i para iki yüz lirayı a ıyordu; ama bu suçu kadınlarla de il, yalnızca o lan çocuklar ya da hayvanlarla i lemi se para cezasının yüz lirası indirilecekti. Öte yandan, bir rahibe de, ister aynı zamanda, ister ba ka ba ka zamanlarda, manastırın dı ında ya da içinde kendini birden çok erke e vermi se ve suçundan arınmak istiyorsa, yüz otuz bir altın lira, on be para ödeyecekti...” “Hadi, hadi, Monsenyör Jerome,” diye kar ı çıktı Ubertino, “Papa’yı hiç sevmedi imi bilirsiniz, ama bu konuda onu savunmak zorundayım! Avignon’da dola an bir iftira bu; öyle bir yasa görmedim ben!” “Var,” diye peki tirdi, güçlü bir sesle Jerome, “ben de görmedim, ama var.” Ubertino ba ını salladı, ötekiler sustular. Önceki gün William’ın budalanın biri diye niteledi i Monsenyör Jerome’u ciddiye almamaya alı ık olduklarını farkettim. William, ne olursa olsun, söyle iyi kaldı ı yerden sürdürmeye çalı tı: “ ster do ru ister yanlı , ne olursa olsun, bu ses bize, Avignon’da havanın nasıl oldu unu gösteriyor; orada herkes, sömürülenler de, sömürenler de, sa’nın temsilcisinin sarayından çok, bir pazarda ya adıklarını biliyorlar. Ioannes tahta çıktı ı zaman yetmi bin altın florinlik bir hazineden söz ediliyordu; oysa imdi on milyondan fazla biriktirdi ini söyleyenler var.” “Do ru,” dedi Ubertino. “Michele, Michele, Avignon’da ne utanç verici eyler gördü ümü bilmiyorsun sen!” . “Dürüst olmaya çalı alım,” dedi Michele. “Bizimkilerin de a ırıklıklara kaçtıklarını biliyoruz. Fransiskenlerin Dominiken manastırlarına silahlı saldırıya giri tiklerine ve yoksullu a zorlamak için dü man rahipleri soyduklarına ili kin haberler aldım. Provence olayları sırasında Ioannes’e kar ı çıkma yüreklili ini bulamayı ımın nedeni bu... Onunla bir uzla maya varmak istiyorum; onurunu kırmayaca ım, ondan yalnızca bizim alçakgönüllülü ümüzü a a ılamamasını isteyece im. Paradan söz etmeyece im, yalnız Kutsal Kitap’ın sa lıklı bir yorumu konusunda anla maya varmamıza isteyece im ondan. Yarın elçileriyle yapmamız gereken ey bu. Önünde sonunda bunlar tanrıbilimciler; hepsi de Ioannes gibi açgözlü de il ya bunların. Bilge ki iler Kutsal Kitap’ın yorumu üstünde anla maya varınca, o da...” “O mu?” diye onun sözünü kesti Ubertino. “Sen onun tanrıbilim konusundaki çılgınlıklarını bilmiyorsun daha. Her eyi kendisi karara ba lamak istiyor o! ster gökyüzünde, ister yeryüzünde olsun. Yeryüzünde neler yaptı ını gördük. Gökyüzüne gelince... Gerçi sana söyledi im dü ünceleri henüz dile getirmedi; hiç de ilse kamuoyu kar ısında; ama bunları güvendi i adamlarının kula ına fısıldadı ını biliyorum. Ö retinin özünü ve bizim vaazlarımızın tüm etkisini ortadan kaldıracak bazı, sapkın de ilse bile, çılgınca önermeler üstünde çalı ıyor imdi!” “Ne gibi?” diye sordu birçokları. “Berengario’ya sorun; o biliyor, bana o söz etmi ti bunlardan.” Ubertino, Berengario Talloni’ye döndü; birkaç yıl önce, Papa’nın sarayındaki en ku ku götürmez dü manlarından biriydi Berengario. ki gün önce Avignon’dan gelip öteki Fransiskenlerin grubuna katılmı , manastıra onlarla birlikte gelmi ti. “Karanlık, neredeyse inanılmaz bir öykü bu,” dedi Berengario. “Öyle görünüyor ki, Ioannes, do ruların, Yargı gününde kutsal görünümü göremeyeceklerini öne sürmeyi tasarlıyor. Uzun süredir ncil’in altıncı bab, dokuzuncu ayeti üstünde dü ünüyor; be inci mührün açılı ından söz eden yer: Tanrı sözüne tanıklık ettikleri için öldürülmü olanların suna ın önünde belirip adalet istedikleri bölüm. Her birine bir ak libas verilir ve biraz daha sabırlı olmaları söylenir onlara... Ioannes buna dayanarak, bunun, bu insanların son yargı gerçekle tirilinceye de in Tanrı’yı göremeyeceklerinin belirtisi oldu u savını öne sürüyor.” “Peki, bunları kime söylemi ?” diye sordu Michele, yılgınlık içinde. “Henüz birkaç yakınma, ama söylenti yayılıyor; bir duyuru hazırlıyor diyorlar, hemen de il, belki birkaç yıla kadar; tanrıbilimcilerine danı ıyormu ...” “Hah ha!” diye dudak büktü Jerome, bir yandan lokmasını çi nerken. “Yalnız bu de il, daha da ileri gidip cehennemin de o günden önce açılmayaca ım öne sürecekmi ... iblisler için bile.” “ sa yardımcımız olsun!” diye ba ırdı Jerome. “Peki ama, günahkârları ölür ölmez hemen hazır olan bir cehennemle korkutamazsak onlara ne diyece iz?” “Bir delinin elinde kaldık,” dedi Ubertino. “Ama bunları öne sürmeyi niçin istedi ini anlayamıyorum...” “Günah ba ı lama ö retisi tümüyle havaya uçuyor,” diye hayıflandı Jerome, “bundan sonra o da kimseyi kazıklayamayacak. Öylesine uzak bir ceza için hayvanlarla ili kide bulunma günahım i leyen bir papaz onca altını ne diye ödesin?” “O kadar da uzak de il,” dedi Ubertino kesin bir biçimde. “Vakit yakındır!” “Bunu sen biliyorsun, sevgili karde im, ama basit insanlar bilmiyorlar. te durum böyle!” diye ba ırdı, artık yemek yemekten bile tat almaz görünen Jerome. “Ne kötü bir dü ünce; bunu onun aklına o vaiz papazlar sokmu lardır... ah!” Ba ını salladı. “Peki ama niçin?” diye yineledi Cesena’lı Michele. “Bir nedeni oldu unu sanmıyorum,” dedi William. “Kendi kendine ba ı ladı ı bir sınama, kendini be enmi likten ileri gelen bir davranı . Gökyüzü için de yeryüzü için de karar veren kimsenin gerçekten kendisi olmasını istiyor. Bu söylentileri duymu tum; Ockham’lı William yazmı tı bana. Bakalım sonunda kimin dedi i olacak, Papa’nın mı, tanrıbilimcilerin mi, tüm kilisenin sesi, Tanrı’nın kullarının istekleri, piskoposlar...” “Ö retileri ili kin konularda tanrıbilimcilere bile istemine boyun e direbilir o,” dedi Michele üzüntüyle. “Hiç belli olmaz,” diye yanıtladı William, “öyle günler ya ıyoruz ki, kutsal eyleri bilenler Papa’nın sapkın oldu unu açıklamaktan korkmuyorlar. Kutsal eyleri bilenler, bir bakıma Hıristiyan halkın sesidirler. Papa bile onlara kar ı çıkamaz artık.” “Daha kötü, bu daha da kötü,” diye mırıldandı Michele, korkuyla. “Bir yanda çılgın Papa, öte yanda, çok geçmeden O’nun tanrıbilimcilerinin a zıyla da olsa, Kutsal Kitap’ı serbestçe yorumlamaya kalkı acak olan Tanrı’nın kulları...” “Niçin, siz Perugia’da daha ba ka bir ey mi yaptınız?” diye sordu William. Michele can damarına basılmı gibi irkildi: “Papayla bunun için bulu mak istiyorum. O razı olmazsa hiçbir ey yapamayız.” “Görece iz, görece iz,” dedi William, bilmece söyler gibi. Üstadım gerçekten de çok zekiydi. Michele’nin daha sonra imparatorluk tanrıbilimcilerini ve halkı destekleyerek Papa’yı suçlayaca ını nasıl kestirebilmi ti? Dört yıl sonra, Ioannes inanılmaz ö retisini ilk kez açıklayınca, tüm Hıristiyanlı ın aya a kalkaca ını nasıl kestirebildi? E er kutsal görüntü böylesine ertelenmi se, öte dünyaya göçmü ler, ya ayanlar için nasıl aracılık edeceklerdi? Ya ermi lere tapınma ne olacaktı? Papa’yı suçlamak için bayrak açacak olanlar Minoritlerin kendileri olacaklardı; Ockham’lı William da, görü lerinde ödün vermez, ba ı lamaz tutumuyla ön sırada yer alacaktı. Sava üç yıl sürecekti; sonunda ölümün e i ine gelmi olan Ioannes bir ölçüde ödün verecekti. Yıllar sonra onun, 1334 yılının Aralık ayında yapılan kardinaller toplantısında, o güne dek hiç görünmedi i ölçüde küçülmü , doksanlarında ya lılıktan kurumu , ölümcül, soluk yüzlü olarak nitelendirildi i ve (yalnızca yeminlerini bozmakta de il, kendi inatçılı ını yadsımakta da öylesine usta olan o tilkinin) öyle dedi i kula ıma geldi: “Bedenden ayrılan ruhların tam anlamıyla arındıklarını ve gökyüzüne a ıp cennette melekler ve sa’yla birlikte olduklarını ve Tanrı’yı kutsal varlı ı içinde ayan beyan ve yüz be yüz gördüklerini do ruluyor, buna inanıyoruz...” Sonra biraz duraklayarak -bunun, soluk alma güçlü ünden mi yoksa son sözcüklerin kar ıt anlamlı sözcükler olarak altını çizme iste inden mi ileri geldi ini hiç kimse ö renemedi- “Bedenden ayrılmı olan ruhun durumunun ve ko ullarının izin verdi i ölçüde.” Ertesi sabah, günlerden pazardı, kendisini arkası kaldırılabilen bir uzun sandalyeye yatırmalarını istedi; kardinallerine elini öptürdü; sonra da öldü. Ama gene konudan ayrılıp anlatmam gerekenden ba ka eyler anlatıyorum. Üstelik, o sofra ba ı söyle isinin geri kalanı, anlatmakta oldu um olayların kavranmasına fazla bir ey eklemiyor. Minoritler ertesi gün nasıl bir tavır takınacakları konusunda görü birli ine vardılar. Kar ıtlarını birer birer ele alıp de erlendirdiler, William’ın, Bernardo Gui’nin geli ine ili kin olarak verdi i haberi ilgiyle yorumladılar. Avignon heyetine kardinal Poggetto’lu Bertrando’nun ba kanlık edece i konusu üstünde daha da çok durdular. ki sorgucu fazlaydı: Bu, Minoritlere kar ı sapkınlık savının kullanılmak istendi ini gösteriyordu. “Daha kötüsü,” dedi William, “biz onlara sapkın gibi davranaca ız.” “Hayır, hayır,” dedi Michele, “sakınımlı davranalım; herhangi bir uzla ma olasılı ını tehlikeye atmamalıyız.” “Aklımın erdi i kadar,” dedi William, “bu toplantının gerçekle mesi için çalı mı olmama kar ın, bunu sen de biliyorsun Michele, Avignonluların buraya olumlu bir sonuç almak için geldiklerine inanmıyorum ben. Ioannes senin Avignon’a yalnız ba ına gitmeni istiyor, hem de hiçbir güvencesiz. Ama toplantının hiç olmazsa bir i levi olacak; senin bu gerçe i anlamanı sa layacak. Oraya bu deneyden geçmeden gitseydin daha kötü olurdu.” “Demek yararsız oldu una inandı ın bir ey için aylarca çaba harcadın,” dedi Michele acı acı. “Bunu hem sen, hem de mparator istedi benden,” dedi William. “Hem eninde sonunda, insanın dü manlarını daha iyi tanıması hiç de yararsız de ildir.” Tam o sırada adamlar gelip ikinci heyetin manastır duvarlarından içeri girmekte oldu unu bildirdiler. Minoritler aya a kalkarak Papa’nın adamlarını kar ılamaya gittiler. Dördüncü Gün K ND Poggetto Kardinali, Bernardo Gui ve Avignon’lu öteki adamlar geliyorlar; sonra her biri ba ka ba ka eyler yapıyorlar. Uzun zamandan beri birbirlerini tanıyanlar, birbirlerini tanımaksızın birbirlerinden söz edildi ini duymu olanlar, görünürde alçakgönüllülükle avluda selamla tılar. Ba rahip’in yanında duran Poggetto Kardinali Bertrando, erkle içli dı lı olan biri gibi davranıyordu; sanki kendisi ikinci bir papaymı gibi; herkese, özellikle Minoritlere yürekten gülücükler da ıtıyor, ertesi günkü toplantının ola anüstü bir uyum içinde geçece i konusunda kehanette bulunuyordu. XXII. Ioannes’in barı ve iyilik dileklerini (Fransiskenlerin sevdikleri bu deyimi bile bile kullandı) açıkça dile getiriyordu. “Güzel, güzel,” dedi Bertrando bana, William beni yazmanı ve çömezi olarak tanıtma iyili ini gösterince. Sonra bana hiç Bologna’ya gidip gitmedi imi sordu; güzelli ini, yemeklerini ve ola anüstü üniversitesini överek, bir gün, efendimiz Papa’ya öylesine üzüntü veren Alman yurtta larımın yanına dönecek yerde, bu kenti ziyaret etmeye ça ırdı beni. Sonra, gülü ünü bir ba kasına yöneltirken, öpmem için yüzü ünü uzattı bana. O sırada dikkatimi o günlerde adından söz edildi ini çok i itti im ki iye yönelttim hemen: Fransızlar’ın dedikleri gibi Bernardo Gui, ya da ba ka yerlerde dedikleri gibi Bernardo Guidoni yahut Bernardo Guido’ya. Yetmi ya larında, ince yapılı ama dik gövdeli bir Dominiken’di bu. Kur un rengi, so uk, hiçbir anlatımı olmaksızın dik dik bakabilen gözleri hemen dikkatimi çekti; dü ünce ve tutkuları gizlemekte oldu u kadar, yeri gelince onları iletmekte de becerikli olan bu gözlerin iki anlama gelebilen ı ıklarla parladı ını görecektim birçok kez. Herkesin birbirini selamladı ı sırada, o ötekiler gibi sevecen ve içten de ildi; ancak nazik denebilecek bir biçimde davranıyordu hep. Daha önce tanıdı ı Ubertino’yu görünce ona çok daha saygılı davrandı; ama öyle bir bakı la baktı ki, içim tedirginlikle ürperdi. Cesena’lı Michele’yi selamlarken yüzünde anla ılması güç bir gülümseme vardı; sıcaklıktan yoksun bir sesle, “Uzun zamandan beri sizi bekliyorlar orada,” diye mırıldandı; bu tümcede ne bir kaygı belirtisi, ne bir alay gölgesi, ne bir uyarı, ne de hatta bir ilgi kırıntısı yakalayabildim. William’la tanı tı ve onun kim oldu unu ö renince nazik bir dü manlıkla baktı ona; ama yüzünün gizli duygularını ele vermesini istemedi inden de il, kesinlikle William’ın, onun kendisine dü man oldu unu sezinlemesini istedi inden (onun birisine herhangi bir duygu besleyebilece inden emin olmasam da); bundan ku ku duymuyordum. William onun dü manlı ına abartmalı bir içtenlikle gülümseyerek kar ılık verdi ve “Ünü benim için bir ders olan ve ya amımı esinleyen birçok önemli kararı almamda uyarıcı olan bir adamı uzun zamandır tanımak istiyordum,” dedi. William’ın ya amının en önemli kararlarından birinin sorguculuk mesle ini bırakmak oldu unu bilmeyen birisi için - oysa Bernardo iyi biliyordu bunu - övücü, neredeyse dalkavukça bir tümceydi bu. Bana öyle geldi ki, William Bernardo’yu imparatorluk zindanlarından birinde görmeyi ne denli istiyorsa, Bernardo da, onun bir kaza sonucu ansızın dü üp öldü ünü görmekten o denli ho nut olurdu ku kusuz; o günlerde Bernardo’nun buyru unda silahlı adamlar oldu undan, benim iyi üstadımın ya amından korku duydum. Bernardo’ya manastırda i lenen cinayetler konusunda Ba rahip tarafından daha imdiden bilgi verilmi olmalıydı. Gerçekten, William’ın tümcesindeki i nelemeyi anlamazlıktan gelerek ona dedi ki: “Öyle görünüyor ki, u günlerde Ba rahip’in iste i üzerine ve bizleri burada bir araya getiren anla manın ko ulları uyarınca, bana tevdi edilen görevi yerine getirmek için, eytan’ın i renç kokusunun sezildi i çok üzücü olaylarla u ra mak zorunda kalaca ım. Bundan size söz edi imin nedeni, bir zamanlar bana daha yakın oldu unuzu ve iyilik güçleriyle kötülük güçlerinin kar ı kar ıya geldikleri sava alanında, sizin de benim -ve benim gibilerin- yanında sava mı oldu unu bilmemdir.” “Do ru,” dedi dingin bir sesle William, “ama sonra öteki tarafa geçtim.” Bernardo darbeyi ustaca gö üsledi: “Bana bu cinayetlerle ilgili olarak yararlı bir ey söyleyebilir misiniz?” “Ne yazık ki hayır,” diye yanıtladı William kibarca. “Suçlar konusunda sizin deneyiminize sahip de ilim ben.” O andan ba layarak herkesin izini yitirdim. William, Michele ve Ubertino’yla bir kez daha konu tuktan sonra yazı salonuna çekildi. Bazı kitapları incelemek için Malachi’den izin istedi, ama adlarını i itemedim. Malachi tuhaf tuhaf onun yüzüne baktı, ama izin vermemezlik edemedi. Tuhaf ey, kitapları kitaplıkta aramak zorunda kalmadı. Çünkü hepsi de Venantius’un masasının üstündeydi. Üstadım okumaya daldı; ben de onu rahatsız etmemeye karar verdim. Mutfa a indim. Orada Bernardo Gui’yi gördüm. Belki manastırın planını anlamak için, her yerde dola ıyordu. Yörenin dilini iyi kötü konu arak, a çıları ve öteki hizmetçileri sorguya çekti ini i ittim (onun Kuzey talya’da sorgucu olarak bulundu unu anımsadım). Ürüne, manastırda i lerin düzenleni ine ili kin sorular soruyor gibi geldi bana. Ama en masum soruları sorarken bile kar ısındakine delici gözlerle bakıyor, sonra birden yeni bir soru soruyor, o zaman kurbanı sararıp kekelemeye ba lıyordu. Kendine özgü bir biçimde onları sorguya çekti i ve her sorgucunun i levini yerine getirirken kullandı ı çok önemli bir silahtan yararlandı ı sonucuna vardım: ba kalarından korkmak. Çünkü sorguya çekilen her insan, bir eyden ötürü kendisinden ku kulanıldı ı korkusuna kapılarak, sorgucuya, ba ka birisinden ku kulanılmasına yarayabilecek eyi söyler. Ö leden sonranın geri kalan kısmında yava yava çevrede dola ırken, Bernardo’nun, de irmenlerde olsun, avluda olsun, sorguyu sürdürdü ünü gördüm. Ama rahiplerle hemen hemen hiç yüzyüze gelmedi; hep laik papazlar ya da köylülerle konu tu. O zamana de in William’ın yapmı oldu unun tam tersine. Dördüncü Gün GÜNBATIMI Alinardo de erli bilgiler veriyormu gibi görünüyor, William ise bir dizi tartı ılmaz yanlı aracılı ıyla olası bir gerçe e ula mak için kullandı ı yöntemi açıklıyor. Daha sonra William yazı salonundan keyifli indi. Ak am yeme i saatinin gelmesini beklerken avluda Alinardo’ya rastladık. Dile ini anımsayarak önceki gün mutfaktan biraz nohut almı tım, bunları ona sundum. Te ekkür ederek nohutları di siz, salyalı a zına tıktı. “Gördün mü evlat,” dedi bana, “bu ceset de, kitabın açıkladı ı yerde yatıyordu... imdi dördüncü borazanı bekle!” Cinayetler dizisinin anahtarının Kutsal Kitap’ta oldu unu niçin dü ündü ünü sordum ona. a kın a kın yüzüme baktı: “Yuhanna’nın kitabı her eyin anahtarını verir.” Sonra, acı acı yüzünü buru turarak ekledi: “Ben biliyordum, ne zamandır söylüyordum... Ba rahip’e öneren bendim, biliyor musun... o zamanki Ba rahip’e, Kutsal Kitap’la ilgili ne kadar yorum varsa toplamasını. Kütüphaneci ben olacaktım... Ama sonra bir ba kası kendisini Silos’a göndertmeyi ba ardı; orada çok güzel elyazmaları buldu ve ola anüstü bir ganimetle döndü... Ah, arayaca ı yeri bilirdi o, kâfirlerin dilini de konu urdu... Böylece kitaplık benim de il, onun gözetimine bırakıldı. Ama Tanrı onu cezalandırdı ve günü dolmadan karanlıklar ülkesine gönderdi. Hah hah...” diye güldü kötü kötü, o zamana de in bana ya lılı ın a ırba lılı ı içinde yitmi gibi görünen ihtiyar. “Sözünü etti in rahip kimdi?” diye sordu William. a kın a kın bize baktı. “Kimden söz ediyordum? Anımsamıyorum... öyle çok zaman geçti ki. Ama Tanrı cezalandırır, Tanrı yok eder, Tanrı anıları bile karartır. Kitaplıkta, kendini be enmi likten ileri gelen birçok davranı oldu. Hele yabancıların eline geçeli beri. Tanrı hâlâ cezalandırıyor... A zından ba ka söz alamadık ve onu dingin, acı sayıklamasıyla ba ba a bıraktık. William bu konu mayı çok ilginç buldu unu söyledi: “Alinardo dinlenecek bir adam, ne zaman konu sa ilginç bir ey söylüyor.” “Bu kez ne söyledi?” “Adso,” dedi William, “bir gizemi çözmek, ilk önermelerden çıkarsama yapmaya benzemez. Sonradan genel bir yasa çıkarmak için birçok özel veri toplamakla da aynı ey de ildir. Daha çok, kendini görünürde ortak hiçbir yanları olmayan bir ya da iki ya da üç özel veri kar ısında bulmak ve bunların henüz bilmedi in, belki de hiçbir zaman ortaya atılmamı genel bir yasanın birçok durumu olup olmadıklarım tasarlamaya çalı maktır. Ku kusuz, filozofun dedi i gibi, e er insanın, atın ve katırın, tümünün de safrasız hayvanların uzun ya adıkları ilkesini ortaya atabilirsin. Ama boynuzlu hayvanları dü ün. Niçin boynuzları vardır? Birden, boynuzları olan tüm hayvanların üst çenelerinde di olmadı ının bilincine varırsın. Ne yazık ki üst çenelerinde di leri olmamasına kar ın, boynuzları olmayan hayvanların da varoldu unun farkına varmasaydın, güzel bir bulu olurdu bu; örne in, deve. Sonunda, üst çenelerinde di leri olmayan bütün hayvanların iki mideleri oldu unun bilincine varırsın. Güzel; yeterince di leri olmayanın iyi çi nemeyece ini, bu nedenle de besinleri daha iyi sindirmek için iki mideye gereksinimi olaca ını tasarlayabilirsin. Peki ama boynuzlar ne olacak? O zaman boynuzlar için maddesel bir neden tasarlamaya çalı ırsın; diyelim ki, di lerin eksikli i; bu da hayvana bir yerden uç vermesi gereken artı bir kemikli madde sa lar. Ama bu yeterli bir açıklama mıdır? Hayır, çünkü devenin üst di leri yoktur, iki midesi vardır, ama boynuzları yoktur. O zaman, son bir neden daha tasarlamak zorundasın. Kemik maddesi, yalnızca ba ka savunma araçları olmayan hayvanlarda boynuz biçiminde dı arı çıkar. Oysa devenin çok sert bir derisi vardır, boynuzlara da gereksinimi yoktur. O zaman yasa öyle olabilir...” “Boynuzların bu i le ne ilgisi var?” diye sordum sabırsızlıkla. “Hem boynuzlu hayvanlarla niçin u ra ıyorsunuz?” “Ben hiç u ra madım onlarla; ama Lincoln piskoposu, Aristo’nun bir fikrinden yola çıkarak çok u ra tı boynuzlarla. Açık yüreklilikle söylemek gerekirse, vardı ı sonuçların do ru olup olmadıklarını bilmiyorum, devenin di lerinin nerede oldu unu ve kaç midesi oldu unu da kontrol etmedim; bunları sana, do al olguları açıklayan yasaların ara tırılmasının çetin yollardan geçti ini anlatmak için söyledim. Bazı açıklanamayan olaylar kar ısında, birçok genel yasa tasarlamayı denemek zorundasın, ama gene de u ra tı ın olgularla bu yasalar arasındaki ba ı göremezsin hâlâ; sonra birden, bir sonuçla, bir durumla bir yasa arasındaki beklenmedik bir ba , ötekilerden daha inandırıcı görünen bir yargı yürütmeye götürür seni. Bunu bütün benzer durumlara uygulamayı, kestirimlerde bulunmak için kullanmayı denersin ve sezginin do ru oldu unu görürsün. Ama sonuca varıncaya dek, yargı yürütmene hangi yüklemleri katıp, hangilerini çıkaraca ını hiçbir zaman bilemezsin. Benim imdi yaptı ım da bu. Birbirlerinden kopuk birçok ö eleri sıralıyor, sonra da varsayımlar kurmaya çalı ıyorum. Ama daha birçok varsayım kurmalıyım; bunların ço u öylesine saçmadır ki, sana söylemekten utanırım. Bak, Brunellus adındaki u at konusunda, izleri görünce birbirlerini tamamlayan ve birbirleriyle çeli en birçok varsayım yaptım: Kaçan bir at olabilirdi bu at; Ba rahip bu güzel ata binip yamaçtan inmi olabilirdi; kardaki izleri Brunellus adında bir at, çalılıktaki yelelerden kalma izleri de, bir gün önce Favellus adında bir ba ka at bırakmı olabilirdi; dallar da insanlar tarafından kırılmı olabilirdi. Kilerciyle hizmetçilerin telâ içinde atı aradıklarını görünceye de in hangi varsayımın do ru oldu unu bilmiyordum. Sonra Brunellus varsayımının biricik do ru varsayım oldu unu anladım ve rahiplere beklenmedik sorular yönelterek bunun do rulu unu kanıtlamaya çalı tım. Haklı çıktım; ama yanılmı da olabilirdim; onlar benim akıllı oldu uma inandılar, çünkü kazanmı tım; ama kaybetti im için aptal oldu um birçok durumu bilmiyorlardı; haklı çıkmamdan birkaç saniye önce yanılmadı ımdan emin olmadı ımı da bilmiyorlardı. imdi manastırdaki olaylarla ilgili birçok güzel varsayımım var, ama bunların hangisinin en iyi oldu unu söyleyebilmemi sa layacak açık bir olgu yok elimde. Bu durumda, sonradan aptal durumuna dü mektense, imdi zeki görünmekten vazgeçiyorum. imdi bırak da biraz daha dü üneyim, hiç olmazsa yarına kadar.” O anda üstadımın nasıl bir yargı yürüttü ünü anladım; bu bana filozofunkinden farklı göründü; çünkü o, ilk önermelerden yola çıkarak yargı yürütüyordu; böylece de zekâsı neredeyse tanrısal usun niteliklerine bürünüyordu. William’ın bir yanıt alamayınca, kendisine birbirinden çok de i ik birçok yanıt önerdi ini anladım. a ıp kaldım. “Ama öyleyse,” diye fikir yürütme yüreklili ini gösterdim, “henüz çözümden uzaksınız...” “Çok yakınım,” dedi William, “ama hangisine yakın oldu umu bilmiyorum.” “Öyleyse sorularınızın tek bir yanıtı yok.” “Olsaydı, Paris’te tanrıbilim okuturdum, Adso.” “Paris’te her zaman do ru yanıtı buluyorlar mı?” “Hiçbir zaman,” dedi William, “ama yanlı larından çok eminler.” “Ya siz?” dedim çocukça bir küstahlıkla. “Hiç yanlı yapmaz mısınız?” “Sık sık,” diye yanıtladı. “Ama yalnızca bir yanlı tansa, birçok yanlı tasarlıyorum, böylece de hiçbir yanlı ın tutsa ı olmuyorum.” Bana öyle geldi ki, William nesneyle us arasındaki bir uyumdan ba ka bir ey olmayan gerçekle ilgilenmiyordu. Tersine, ne kadar çok olasılı ın olası oldu unu tasarlayarak e leniyordu. O anda, itiraf ederim, üstadım dü kırıklı ına u rattı beni: “Sorgucunun geldi i iyi oldu,” diye dü ünmekten kendimi alamadım. Bernardo Gui’yi esinleyen gerçek susuzlu undan yanaydım ben. Bu suçlu ruh durumu içinde kutsal Per embe gecesi, Yahuda’nın duydu undan daha büyük bir tedirginlikle, William’la ak am yeme i için yemekhaneye gittim. Dördüncü Gün AK AM Salvatore çok güçlü bir büyüden söz ediyor. Heyet için hazırlanan ak am yeme i ola anüstüydü. Ba rahip hem insanların güçsüz yanlarını, hem de papalık sarayındaki alı kanlıkları çok iyi biliyor olsa gerekti (Michele’nin Minoritler’inin bile ho lanmazlık etmediklerini söylemeliyim). Yeni kesilmi domuzların kanından, Montecassino usulü kan pudingi yapılacaktı, a çının bize söyledi ine göre. Ama Venantius’un acıklı sonu bütün domuz kanlarının dökülmesini gerektirmi ti; ola ki ba ka domuzlar kesilecekti. Öte yandan, o günlerde Rabbin yaratıklarını öldürmekten herkesin nefret etti ini sanıyorum. Yemekte o yörenin arabıyla pi irilmi sebzeli güvercin, tav anlı domuz yavrusu, - Ermi Chiara po açası, o yörenin tepelerinde yeti en bademlerle yapılmı bademli pilav -yani oruç tutulan günlerde yenen sütlü pelte - hodanlı turta, dolgu zeytin, kızarmı peynir, taze biber salçalı koyun eti, beyaz fasulye ye nefis tatlılar, Ermi Bernardo tatlısı, Ermi Nicola pastası, Ermi Lucia gözlemeleri vardı; sonra araplar ve her zaman öylesine asık suratlı olan Bernardo Gui’yi bile ne elendiren, bitkilerden yapılma likörler: limon çiçe i likörü, ceviz likörü, damla hastalı ına iyi gelen arap ve yılanotu arabı. Her yuduma ve her lokmaya dindarca dualar e lik etmese, tıpkı bir oburlar toplantısına benziyordu. Sonunda herkes büyük bir ne eyle aya a kalktı, kimileri ak am duasına inmemek için, bahane olarak ne oldu u belirsiz rahatsızlıklar öne sürdüler. Ama Ba rahip alınmadı. Tarikatımıza ba lı olanların üstlendikleri ayrıcalıklar ve yükümlülükler herkes için söz konusu de ildir. Rahipler uzakla ırken, merakımdan, gece için kapıları kilitlemeye hazırlanılan mutfakta oyalandım. Salvatore’nin, koltu unun altında bir çıkın, bahçeye do ru süzüldü ünü gördüm. Merakla arkasından gidip seslendim. Duymazlıktan gelmek istedi; sonra sorularımı (içinde canlı bir ey varmı gibi kıpırdanan) çıkında bir ahmaran oldu unu söyleyerek yanıtladı. 248 “Cave basilischium! Yılanların kralıdır bu; içi öylesine zehirle doludur ki, 249 dı ı pırıl pırıldır. Che dicam , zehir, kokusu bile adamı öldürür. Zehirler... 250 sırtında kara lekeler vardır, et caput tıpkı horoz ba ına benzer, yarısı havada, yarısı da öteki yılanlar gibi yerde sürünür. Bellula’ları öldürür...” “Bellula mı?” “Hmm! Çok küçük bir hayvandır, fareden birazcık daha uzun; misk sıçanı da denir. Yılan ve kara kurba aları da onu yerler. Bunlar onu ısırınca, o da ko up e ekmarulu ya da fenicula çi ner et redet ad bellum. Et dicunt che ingenera 251 per li oculi ; ama birçokları da bunun do ru olmadı ını söylüyorlar.” ahmaranı ne yapaca ını sordum; bunun kendisini ilgilendirdi ini söyledi. Meraktan ölüyordum; ortada bunca ölü varken hiçbir eyin gizli kalmayaca ını, bunu William’a anlataca ımı söyledim ona. O zaman Salvatore susmam için yalvarıp yakardı; çıkını açıp bana siyah tüylü bir kedi gösterdi. Beni yanına çekip açık saçıklık ça rı tıran bir gülümseyi le, bundan böyle kilercinin ya da benim, birimiz güçlü, ötekimiz genç ve güzel oldu u için, köylü kızla sevi memizi istemedi ini söyledi; oysa kendisi çirkin ve zavallı oldu u için yapamıyordu bunu. Tüm kadınları sevdaya dü üren çok güçlü bir büyü biliyordu. Bir kara kediyi öldürüp gözlerini oyacaktın, sonra onları bir karatavu un iki yumurtasının içine koyacaktın; birini bir yumurtaya, ötekini öteki yumurtaya (bana iki yumurta göstererek bunları karatavuklardan aldı ına yemin etti). Sonra da yumurtalar fı kı yı ınının içinde çürümeye bırakılacaktı (meyve bahçesinin kimsenin geçmedi i bir kö esinde bir fı kı yı ını hazırlamı tı); yumurtaların her birinden bir küçük eytan çıkacak, bu dünyanın bütün nimetlerim aya ına getirmek için onun buyru una gireceklerdi. “Ama ne yazık ki,” dedi bana, “büyünün etkili olması için” kendisini sevmesini istedi i kadının, gübrenin içine gömülmeden önce yumurtalara tükürmesi gerekiyordu; bu sorun onu tasalandırıyordu; çünkü söz konusu kadının o gece yanında olması, neye yaradı ını bilmeden ona bu i i yaptırması gerekiyordu. Yüzüme, karnıma, bütün bedenime bir ate bastı ansızın; güçsüz bir sesle ona kızı o gece manastıra getirip getirmeyece ini sordum. Alaycı alaycı güldü, benli imi kösnülü ün sardı ını söyledi (hayır, dedim, sırf meraktan sordu umu söyledim); köyde çok kadın oldu unu, bir ba kasını getirece ini söyledi; benim be endi imden çok daha güzelini. Beni oradan uzakla tırmak için yalan söylüyordu sanırım. Hem zaten ne yapabilirdim ki? William ba ka i ler için beni beklerken pe ine takılıp bütün gece onu izlemek mi? ste imin beni ona do ru itti i, ama usumun beni ondan uzakla tırdı ı -görmeyi çok istememe kar ın bir daha hiç görmemem gerekenkızı (e er oysa) bir kez daha görmek mi? Ku kusuz hayır. Bunun için Salvatore’nin kadın konusunda do ru söyledi ine inandırdım kendimi. Ama belki de söylediklerinin hepsi yalandı; sözünü etti i büyü bön, bo inançlarla dolu kafasının bir kuruntusuydu; gerçekte hiçbir ey yapmayacaktı. Sinirime dokundu; kaba davrandım ona; o gece gidip yatsa daha iyi olaca ını, çünkü okçuların çevrede dola tıklarını söyledim. Manastırı okçulardan daha iyi bildi ini, o siste kimsenin kimseyi göremeyece i yanıtını verdi. “ imdi ben gidiyorum,” dedi, “sen bile beni görmeyeceksin artık; iki adım ötede arzuladı ım kızla keyfime baksam bile.” Bunu ba ka, oldukça baya ı sözcüklerle söyledi; ama söylediklerinin anlamı buydu. Öfke içinde oradan uzakla tım; çünkü ayaktakımından biriyle tartı maya girmek benim gibi soylu bir çömeze yakı mazdı. William’ın yanına gittim; gerekenleri yaptık. Yani ak am duasını nefin arka kısmından izledik; öyle ki, dua biter bitmez labirentin dola ık yollarında ikinci (benim için üçüncü) yolculu umuza çıkmaya hazırdık. Dördüncü Gün AK AM DUASINDAN SONRA William’la Adso bir kez daha labirente giriyorlar; finis Africae’nin e i ine varıyorlar, ama içeri giremiyorlar, çünkü dördün birincisinin ve dördün yedincisinin ne oldu unu bilmemektedirler; sonunda Adso’nun sevda hastalı ı depre iyor, ama bu kez oldukça bilgince. Kitaplı a yaptı ımız ziyaret, saatler süren çabaya maloldu. Sözcüklerle dile getirmek gerekirse, yapmamız gereken denetim basitti; ama yazıları okuyup geçitleri ve kör duvarları haritada i aretlemek, ba harfleri not etmek, labirentin açıklık ve çıkmazlarının elverdi ince çe itli yolları izlemek çok uzun sürdü. Üstelik can sıkıcıydı. Acı bir so uk vardı. Gece rüzgârsızdı ve ilk ak am bizi tedirgin eden o ince ıslıklar i itilmiyordu, ama duvarlardaki yarıklardan nemli, buz gibi bir hava sızıyordu. Ellerimiz uyu madan ciltlere dokunabilmek için yün eldivenler giymi tik. Ama bunlar, kı ın yazı yazmak için kullanılan parmak uçları açık eldivenlerdi; ara ara, so uktan zıplayarak yarı donmu ellerimizi lambanın alevine tutuyor, koynumuza sokuyor, ya da birbirine sürtüyorduk. Bu yüzden i imizi sırasıyla tamamlayamadık. Durup dolapları karı tırıyorduk. William burnunun üstündeki yeni camlarla - kitapları okumak için oyalanabiliyor, her ba lı ı okuyu unda yapıtı bildi i ya da uzun zamandır aramakta oldu u ya da adını hiç duymadı ı için büyük bir heyecan ve merakla sevinç çı lıkları atıyordu. Kısaca, her kitap onun için bilinmeyen bir ülkede rastladı ı bir masal hayvanı gibiydi. Bir elyazmasının sayfalarını çevirirken, ba kalarını aramamı buyuruyordu. “Bak bakalım, u dolapta ne var!” Ben heceleyerek, ciltleri kaldırarak okuyordum: “Beda’nın Historia 252 anglorum. Gene Beda’nın, De 253 aedificatione templi, De 254 tabernaculo, De temporibus et computo 255 et chronica et circuli Dyonisi, 256 257 Ortographia, De ratione metrorum, 258 Vita Sancti Cuthberti, Ars 259 metrica …” “Do al bu, tümü de Saygıde er’in yapıtları... Bak bak, unlara bak! De 260 rhetorica cognatione, Locorum 261 rhetoricorum distinctio, burada da birçok dilbilimci var; Prician, Honoratus, Donatus, Victorinus, Metrorius, Eutiches, Phocas, Asper... Tuhaf ey, Anglia’lı yazarların burada oldu unu sanmıyordum... Bakalım altta ne var...” “Hisperica... famina. Nedir bu?” “Bir rlanda iiri. Dinle: Hoc spumans mundanas obvallat Pelagus oras terrestres amniosis fluctibus cudit margines. Saxeas undosis molibus irruit avionias. Infima bomboso vertice miscet glareas asprifero spergit spumas sulco, sonoreis frequenter quatitur 262 flabris… Anlamını kavramıyordum; ama William okurken sözcükleri a zında öyle yuvarlıyordu ki, köpüklü dalgaların sesini duyar gibi oluyordu insan. “Ya bu? Malmesbury i Aldhelm. u sayfayı dinle: Primitus pantorum procerum poematorum pio potissimum paternoque presertim privilegio panegiricum poemataque passim prosatori sub polo promulgatas... Bütün sözcükler aynı harfle ba lıyor!” “Benim adalarımda ya ayan insanların hepsi de biraz kaçıktır,” dedi William övünçle. “ imdi de öteki dolaba bakalım.” “ Vergilius.” “Burada ne arıyor? Vergilius’un nesi? Georgic’ler mi?” “Hayır. Epitomae. Hiç duymamı tım.” “Bu Marone de il, Toulouse’lu Vergilius, retorikçi; Efendimizin do u undan altı yüzyıl sonra ya amı . Büyük bir bilge olarak ün yapmı ...” “Burada diyor ki, sanatlar, iir, retorik, dilbilgisi, güzel konu ma, mantık ve geometridir... Ama hangi dilde yazıyordu?” “Latince. Ama kendi bulu u olan, çok daha güzel buldu u bir Latince. urayı oku: Diyor ki, gökbilim burçları inceler; bu burçlar unlardır; mon, man, tonte, piron, dameth, perfellea, belgalic, margaleth, lutamiron, taminon e raphalut.” “Deli miydi?” “Bilmiyorum, benim adalarımdan de ildi. Dinle, bak ne diyor: Ate i tanımlamanın on iki yolu vardır: ignis, coquihabin (quia incocta coquendi habet dictionem), ardo, calax ex calore, fragon ex fragore flammae, rusin de rubore, fumaton, ustrax de urendo, vitius quia pene mortua membra suo vivificat, siluleus, quod de silice siliat, unde et silex non recte dicitur, nisi ex qua scintilla silit. E aeneon, de Aenea deo, qui in eo habitat, sive a quo elementis flatus fertur.” “Ama hiç kimse böyle konu muyor ki!” “ yi ki konu muyor. Ama öyle zamanlar oldu ki, dilbilimciler, dünyanın kötülü ünü unutmak için çapra ık sorunlarla u ra arak oyalanırlardı. itti ime göre, o dönemde Gabundus ve Terentiu adlı retorikçiler tam on be gün on be gece ego sözcü ünün hitap biçimi üstüne tartı mı lar, sonunda silaha sarılmı lar.” “Bakın, bu da öyle. Dinleyin...” Asmalar arasından maymunlarla yılanların ba larım uzattıkları, sebzelerden olu mu ola anüstü güzellikte resimlerle süslenmi bir kitap yakalamı tım. “ u sözcüklere bakın: cantamen, collamen, gongelamen, stemiamen, plasmamen, sonerus, alboreus, gaudifluus, glaucicomus...” “Benim adalarım,” dedi bir kez daha William yumu ak bir sesle; “Bu uzak rlanda’nın rahiplerine sert davranma; e er bu manastır varsa, e er hâlâ kutsal Roma mparatorlu u’ndan söz ediyorsak, bunu onlara borçluyuz. O sıralarda Avrupa’nın geri kalan bölümü bir yıkıntı yı ınına indirgenmi ti; günün birinde Galya’da bazı papazların yaptıkları vaftizlerin tümünü de geçersiz saydılar; çünkü bebekleri, in nomine 263 patris et filiae vaftiz ediyorlardı; yeni bir sapkınlık uyguladıkları ve sa’yı bir kadın olarak kabul ettikleri için de il, artık Latince bilmedikleri için.” “Salvatore gibi mi?” “Az çok. Kuzeyin en ucundan korsanlar, nehirler boyunca Roma’yı ya malamaya geliyorlardı. Putatapanların tapınakları yakılıp yıkılıyordu. Hıristiyan tapınaklarıysa daha ortada yoktu. Yalnız rlanda’lı rahipler manastırlarında durmadan yazdılar okudular, okudular yazdılar, minyatürler yaptılar; sonra da hayvan derisinden yapılmı küçük gemilere atlayıp bu ülkelere do ru kürek çektiler, ncil’i ö rettiler; sanki sizler inançsızmı sınız gibi, anlıyor musun? Sen Bobbio’ya gittin; rlanda’lı rahiplerden biri, Ermi Colombano tarafından kuruldu bu kent. Bırak, eskisini Avrupa’da artık hiç kimsenin bilmedi ini görünce yeni bir Latince icat etmi olsunlar. Onlar büyük insanlardı. Ermi Brendan, ta Blest adalarına dek geldi; cehennemin kıyılarına yelken açtı; orada bir kayaya zincirlenmi olan Yahuda’yı gördü; günün birinde bir adaya yana tı, karaya çıktı; orada bir deniz canavarı vardı. Ku kusuz hepsi deliydi,” diye yineledi ho nutlukla. “Bu resimler... gözlerime inanamıyorum! Ne çok renk!” dedim ho nutlukla. “Çok renkli olmayan bir ülkede, biraz mavi ve bol bol ye il. Ama burada durup rlanda’lı rahipler üstüne tartı manın sırası de il. Bilmek istedi im burada Anglikanlarla ba ka ülkenin dilbilimcileri arasında ne aradıkları. Haritana baksana, neredeyiz imdi?” “Batı kulesindeki odalarda. eritlerdeki yazıları da kopya ettim. Böylece kör odadan yedigen odaya giriliyor, buradan kulenin tek bir odasına geçi var sadece; kırmızıyla yazılmı harf, H harfi. Sonra odadan odaya geçerek, kulenin içinde dolanıp kör odaya geri dönüyoruz. Harflerin sırası... haklısınız: HIBERNI!” “E er kör odadan yedigen odaya geri dönülürse, HIBERNIA. Önceki üç odanın tümünde oldu u gibi, burada da, Apokalips’in ba harfi olan A harfi var. Sonra Ultima Thule’nin yazarlarının yapıtları geliyor; sonra da dilbilimcilerle retorikçiler; çünkü kitaplı ı düzenleyen adamlar, Toulouse’lu bile olsa, bir dilbilimcinin, rlanda’lı dilbilimcilerle bir arada olması gerekti ini dü ünmü ler. Bu bir ölçüt. Görüyorsun de il mi? Bir eyler anlamaya ba lıyoruz!” “ çeri girdi imiz do u kulesindeki odalarda FONS diye okumu tuk ama... Ne demek bu?” “Haritanı iyi oku; bundan sonra gelen odalardaki harfleri içeri giri sırasına göre okumayı sürdür.” “FONS ADAEU...” “Hayır, Fons Adae; U, do udaki ikinci penceresiz oda; bu odayı anımsıyorum; belki de ba ka bir sıraya uyuyordur. Fons Adae’de, yani yeryüzü cennetinde ne bulduk? (Bu odanın sunaklı ve gün do usuna bakan oda oldu unu anımsa.)” “Birçok ncil vardı orada; bir de ncil’le ilgili yorumlar; yalnızca kutsal yazılar.” “Görüyorsun, yeryüzü cennetine denk dü en Tanrı sözü; ki herkes onun uzakta, do uda oldu unu söylüyor. Burada, batıda ise rlanda var.” “Yani kitaplı ın planı dünya haritasını mı gösteriyor?” “Olabilir. Kitaplar da geldikleri ülkelere ya da yazarlarının do dukları ya da bu durumda oldu u gibi, do mu olmaları gereken yere göre düzenlenmi . Kütüphaneciler kendi kendilerine, dilbilimci Vergilius’un yanlı lıkla Toulouse’da do du unu, onun batı adalarında do mu olması gerekti ini söylemi ler. Do anın yanlı ını düzeltmi ler.” Yürüyü ümüzü sürdürdük. Görkemli ncil’lerle zenginle mi bir dizi odadan geçtik; bunlardan biri benim hayal gördü üm odaydı. Gerçekten de, gene uzaktan ı ı ı gördük; William burnunu tutup küllerin üstüne tükürerek onu söndürmeye ko tu. Ne olur ne olmaz diye odadan çabuk çabuk 264 geçtik, ama mulier amicta sole ile rengârenk güzel ncil’i ve canavarı orada görmü oldu umu anımsıyordum. En son girdi imiz odadan ba layarak, odaların sırasını yeniden saptadık; bu odanın kırmızı renkli ba harfi Y idi. Geriye do ru okuyunca YSPANIA sözcü ü çıktı; ama sözcü ün sonundaki A harfi, aynı zamanda, HIBERNIA sözcü ünün son harfi oluyordu. William’ın söyledi ine göre bu, içinde çe itli kitapları karı ık olarak barındıran bazı odaların da var olduklarının belirtisiydi. Ne olursa olsun, YSPANIA i aretini ta ıyan alan, bize tümü de çok güzel yapılmı , birçok elyazması ncil’le doluymu gibi göründü; William bunun spanyol sanatı oldu unu anladı. Belki de tüm Hıristiyanlık dünyasında, peygamberin kitabının kopyalarının ve onun sayısız yorumunun en büyük derlemesinin bu kitaplıkta oldu unu anladık. Liebana’lı Beatus’un ncil yorumuna koca koca ciltler ayrılmı tı. Metin az çok hepsinde aynıydı; ama resimler zengin, akıl almaz bir çe itlilikteydi; William, Asturias bölgesinin en büyük minyatürcüleri arasında saydı ı bazı minyatürcülerin adlarını tanıdı: Magius, Facundus ve ba kaları. Buna benzer gözlemler yaparak, bir ak am önce yanında geçti imiz güney kulesine vardık. YSPANIA’nın penceresiz- S odası, bir E odasına açılıyordu; yava yava kulenin be odasının içinden dola arak, ba ka çıkı ı olmayan kırmızı bir L harfinin bulundu u son odaya vardık. Tersinden okuduk; LEONES çıktı. “Leones: güney; bizim haritamıza 265 göre Afrika’dayız. Hic sunt leones. nançsız yazarların bunca metnini burada bulmamızın nedenini açıklıyor bu.” “Ba kaları da var,” dedim, dolapları karı tırarak. “ bni Sina’nın 266 Canone’si, sonra bilmedi im çok güzel bir yazıyla yazılmı olan elyazması...” “Süslemelerine bakılırsa bir Kuran olmalı, ama ne yazık ki Arapça bilmiyorum.” “Kuran mı, inançsızların kutsal kitabı, sapık bir kitap...” “Bizimkinden de i ik bir bilgi içeren bir kitap. Onu buraya, aslanların, canavarların bulundu u yere niçin koyduklarını anlıyorsun, de il mi? O kitabı canavarların üstünde görmemizin nedeni bu; aralarında tekboynuzlu da görmü tüm. LEONES denen bu bölge, kitaplı ı kuranların yalan saydıkları kitapları barındırıyor. uradaki nedir?” “Latince bunlar, ama Arapçadan çevrilmi . Eyyub el Ruhavi; kuduzla ilgili bir inceleme. Bu da bir hazineler kitabı. 267 Bu, El Hazen’in De aspectibus’u...” “Görüyorsun, canavarlar ve yılanlar arasına, Hıristiyanlar’ın çok ey ö renecekleri bilimsel yapıtları da koymu lar. Kitaplık yapıldı ı zaman böyle dü ünüyorlarmı ...” “Peki ama, yılanlar arasına niçin içinde tekboynuzlu resmi olan bir kitap koymu lar?” diye sordum. “Anla ılan, kitaplı ın kurucularının garip dü ünceleri varmı . Uzak ülkelerde ya ayan akıl almaz hayvanlardan söz eden bu kitabın da, inançsızların yaydıkları yalanlar da arcı ının bir parçasını olu turdu unu dü ünmü olsalar gerek...” “Ama tekboynuzlu yalan mı? Çok tatlı bir hayvan, üstelik simgesel. sa’nın ve erdenli in simgesi; ancak ormana el de memi bir kız salarak avlanabilir; hayvan onun tertemiz kokusunu alınca gidip ba ını onun kuca ına koyar; avcıların tuzaklarına kendili inden dü er.” “Öyle söyleniyor, Adso. Ama birçokları, bunun bir masal, putatapanların bir uydurması oldu una inanır.” “Ne dü kırıklı ı,” dedim. “Bir gün ormandan geçerken bir tekboynuzluya rastlamak isterdim. Yoksa ormandan geçmenin ne tadı olur?” “Ama bu hayvanın varolmadı ı söylenmiyor ki. Belki de bu kitapların betimledi inden farklıdır. Venedik’li bir gezgin çok uzak ülkelere, neredeyse ta 268 haritalarda sözü edilen fons paradiso yakınlarına dek gitmi ve orada tekboynuzlular görmü . Ama onları hantal, kaba saba, çok çirkin ve kara bulmu . Sanırım alnında tek bir boynuzu olan gerçek hayvanlardı onun gördü ü. Belki de hiçbir zaman tam anlamıyla yanılmayan antik bilim üstatlarının aslına uygun olarak betimledikleri hayvanın e iydi bunlar. Sonra bu 269 betimleme, auctoritas’tan auctoritas’a, bir dizi dü lemsel i lemden geçerek de i mi ; böylece tekboynuzlular, söylencelerde adı geçen beyaz, uysal, dü sel hayvancıklar olup çıkmı lar. Günün birinde bir ormanda bir tekboynuzlunun ya adı ını i itirsen, sakın bir genç kızla gitme oraya: Bakarsın, hayvan, Venedikli’nin tanıklık etti ine, bu kitaptakinden daha çok benzer.” “Peki ama Tanrı antik bilim üstatlarına tekboynuzlunun gerçek yapı ım nasıl açıklamı ?” “Açıklama de il; ya antı. Tekboynuzlularm ya adı ı ülkelerde ya da tekboynuzlularm bizim kendi ülkelerimizde ya adıkları zamanlarda dünyaya gelme ansına sahipmi ler.” “Öyleyse sizin izlerini hep aradı ınız antik bilime nasıl güvenebiliriz; e er bu bilgi bize, onu böylesine keyfince yorumlamı olan yalan kitaplarca aktarılıyorsa?” “Kitaplar inanmak için de il, ara tırmak için yazılır. Bir kitap kar ısında onun ne dedi ini de il, ne demek istedi ini sormalıyız kendi kendimize; kutsal kitapların eski yorumcuları bu dü ünceye açık seçik sahiptiler. Bu kitapların sözünü ettikleri gibi bir tekboynuzlunun sa töresel ya da alegorik ya da analojik bir gerçe i var; ama tıpkı erdenli in soylu bir erdem oldu u dü üncesinin gerçek olarak kalması gibi bir gerçektir o. Öteki üç gerçe i destekleyen sözel gerçe e gelince, sözcü ün hangi ilk deneyden do du una bakmak gerek. Üst anlamı iyi olarak kalsa bile, sözel anlam tartı ılmalıdır. Bir kitapta, elmasın ancak bir keçinin kanıyla kesilebilece i yazılıdır. Büyük üstadım Roger Bacon bunun do ru olmadı ını, çünkü denedi ini, ba arısızlı a u radı ını söylüyor. Ama e er elmasla keçi kanı arasındaki ba ıntının bir üst anlamı olsaydı, bu anlam de i meden kalırdı.” “Öyleyse, sözcükler yalan söylese de üst gerçekler dile getirilebilir,” dedim. “Gene de u tekboynuzlunun var olmaması ya da hiçbir zaman var olmamı olması ya da günün birinde var olamayaca ı dü üncesi üzüyor beni!” “Her eye yeten tanrısal güce sınırlar koymak do ru de ildir. Tanrı isterse tekboynuzlular da var olabilir. Ama üzülme, gerçek varlıklardan de ilse bile, olası varlıklardan söz eden kitaplarda var onlar.” “Öyleyse, tanrıbilimsel bir erdem olan inanca ba vurmaksızın mı okumalı kitapları?” “ ki tanrıbilimsel erdem daha kalıyor geriye. Olası olanın olması umudu. Ve olası olanın oldu una yürek temizli iyle inanmı olanlara kar ı duyulan acıma.” “Ama e er insanın usu yatmazsa, tekboynuzlu neye yarar?” “Venantius’un kardaki, domuz ahırına dek uzayan ayak izleri benim ne i ime yaramı sa, o da o i e yarar. Kitaplardaki tekboynuzlu tıpkı bir baskı gibidir. E er baskı varsa, baskısı yapılan bir eyin var olmu olması gerekir.” “Ama siz baskısından farklı bir ey diyorsunuz.” “Elbette. Baskı, her zaman baskısı oldu u varlıkla aynı biçimde olmaz. Bazan bir varlı ın zihnimizde bıraktı ı izlenimi ortaya çıkarır; bir fikrin baskısıdır o zaman. Fikir, nesnelerin imidir; imge fikrin imi, yani imin imidir. mgeden, varlı ın kendisini de ilse bile, ba kalarının edinmi oldukları o varlı ın kavramını elde edebilirim.” “Peki, bu size yeter mi?” “Hayır, çünkü gerçek bilim, imlerden ba ka bir ey olmayan kavramlarla yetinmemeli, nesneleri kendilerine özgü gerçekleri içinde ortaya çıkarmalıdır. Böylece, izin izinden giderek zincirin ilk halkasındaki bireysel tekboynuzluya ula mak istiyorum. Tıpkı Venantius’un katilinin bıraktı ı (birçoklarına götürebilecek olan) belirsiz imlerden tek bir bireye, katilin kendisine ula mak istedi im gibi. Ama bu her zaman kısa bir sürede ve ba ka imlerin aracılı ı olmaksızın gerçekle tirilemez.” “Öyleyce ancak, yalnızca bana ba ka bir eyden söz eden bir eyden söz edebilirim; o da ba ka bir eyden söz eder, böylece gider; peki son nesne, gerçek olan nesne yok mudur hiç?” “Belki de vardır: bireysel tekboynuzlu. Hem kaygılanma; u günlerde rastlayacaksın ona; ne denli kara ve çirkin olursa olsun.” “Tekboynuzlular, aslanlar, Arap yazarlar ve genel olarak Araplar,” dedim bunun üzerine, “ku kusuz burası, rahiplerin sözünü ettikleri Afrika.” “Ku kusuz öyle. Öyle oldu una göre de, burada Tivoli’li Pacifico’nun sözünü etti i Afrika’lı ozanları bulmamız gerek.” Gerçekten de geldi imiz yoldan geri dönüp yeniden L odasına girince, bir dolapta Floro, Fronto, Apuleius, Martianus Capella ve Fulgentius’un kitaplarının bir derlemesini bulduk. “Berengar’ın, belli bir gizin açıklamasının bulundu unu söyledi i yer burası öyleyse,” dedim. “Öyle gibi. Berengar ‘Finis Africae’ terimini kullanmı tı; Malachi’yi öylesine çileden çıkaran anlatım buydu. Finis, son oda olabilir, me er ki...” bir ünlem çıktı a zından: “Clonmacnois’nın yedi kilisesi a kına! Bir eyin farkına varmadın mı?” “Neyin?” “Geri dönelim, ba ladı ımız 5 odasına!” Super thronos viginti quatuor ayetinin yazılı oldu u birinci kör odaya döndük. Dört geçidi vardı bu odanın. Biri, sekizgende bir penceresi olan Y odasına açılıyordu. Biri, yapının dı yüzü boyunca YSPANIA sırasını sürdüren P odasına açılıyordu. Kule yönündeki geçit, az önce içinden geçip buraya geldi imiz E odasına açılıyordu. Sonra bir kör duvar geliyordu, son olarak da, U ba harfinin bulundu u ikinci bir kör odaya açılan geçit. S odası, aynalı olan odaydı - neyse ki hemen sa ımdaki duvardaydı, yoksa gene korkuya kapılırdım. Haritama dikkatle bakınca, bu odanın özelli inin ayrımına vardım. Öteki üç kulenin tüm öteki kör odaları gibi, bu odanın da ortadaki yedigen odaya açılması gerekiyordu. E er açılmıyorsa, yedigene giri , biti ikteki kör odadan, U odasından olmalıydı. Ama bir geçitle, iç sekizgene bakan bir penceresi olan bir T odasına açılan; bir ba ka geçitle de, S odasına ba lanan bu odanın öteki üç duvarı dolaplarla doluydu. Çevremize bakınca imdi haritadan da açıkça görülen durumu do ruladık; mantıksal nedenlerle oldu u kadar tam bir simetri sa lama nedeniyle de bu kulede yedigen bir oda olmalıydı; ama yoktu. “Yok,” dedim. “Olmaması olanaksız. E er olmasaydı, öteki odalar daha büyük olurdu; oysa bu odalar a a ı yukarı öteki uçlardaki odaların biçiminde. Yedigen oda var, ama ula ılamaz.” “Duvarlarla mı çevrili?” “Belki de. Ve i te finis Africae, i te, imdi ölmü olan o meraklıların çevresinde dola tıkları yer. Duvarlarla çevrili; ama bu, bir geçit olmadı ı anlamına gelmez. Tersine, kesinlikle bir geçit var; Venantius bu geçidi bulmu tu ya da Adelmo’dan yerini ö renmi ti; o da Berengar’dan. Venantius’un notlarını bir kez daha okuyalım.” Bini inin altından Venantius’un kâ ıdını çıkarıp yeniden okudu: “Putun üstündeki kol, dördün birincisinde ve yedincisinde çalı ıyor.” Çevresine bakındı: 270 “ E lbe t t e ! Idolum , aynadaki imge; 271 Ve n a n t ius , bizim dilimizden çok Yunanca dü ünüyordu; bu dilde, eidolon, hortlak anlamına geldi i kadar imge anlamına da gelir; ayna bizim çarpıtılmı imgemizi yansıtıyor: Dün gece biz bile hortlak sandık onu! Peki ya, supra 272 speculum dört ne olabilir? Yansıtan yüzey üzerinde bir ey mi? Öyleyse, aynada yansıyan ve Venantius’un tanımına uyan bir eyi görebilmek için belli bir açıda durmalıyız...” Her yönü denedik, ama sonuç alamadık. Bizim imgelerimizin ötesinde, ayna, lambanın güçlükle aydınlattı ı odanın geri kalan bölümünün çapra ık çizgilerini yansıtıyordu. “Öyleyse,” diye dü ünüyordu William, “supra speculum sözcükleriyle aynanın arkasını anlatmı olabilir... Bu da bizi biti ik odaya geçmeye zorluyor; çünkü bu aynanın bir kapı oldu una hiç ku ku yok...” “Ayna ortalama bir adam boyundan daha yüksekti; sa lam bir me e çerçeveyle duvara asılmı tı. Ona her türlü dokunduk; tırnaklarımızı çerçeveyle duvar arasına sıkı tırarak parmaklarımızla bastırmayı denedik; ama ayna duvarın bir parçasıymı gibi sa lamdı, ta gibiydi. “Aynanın arkasında de ilse, super 273 speculum olabilir,” diye mırıldandı William; kolunu kaldırıp ayak parmaklarının ucunda yükseldi, elini çerçevenin eksik kenarında gezdirdi. Tozdan ba ka’ bir ey bulamadı. “Hem,” diye dü ünüyordu, William ne esiz, “aynanın arkasında bir oda olsa bile, aradı ımız ve, ötekilerin aradıkları kitap o odada de il artık; çünkü önce Venantius, sonra da Berengar Tanrı bilir nereye alıp götürdü onu.” “Ama belki Berengar onu buraya geri getirmi tir.” “Hayır, o ak am biz kitaplıktaydık ve her ey onun, kitabın çalınmasından bir süre sonra, aynı gece, hamamda öldü ünü gösteriyor; yoksa ertesi gün onu gene görürdük. Neyse... imdilik finis Africae’nin yerini saptadık; kitaplı ın haritasını geli tirmek için tüm gerekli ö elere de sahibiz. Kabul etmelisin ki, labirentin gizemlerinin ço u artık aydınlatıldı. Biri dı ında tümü diyebilirim. Sanırım Venantius’un elyazmasını bir kez daha dikkatle okursam ba ka incelemelerden daha çok ayrıntı elde edebilece im. Labirentin gizemini, içeriden çok dı arıdan daha iyi çözdü ümüzü gör dün. Bu ak am çarpık imgelerimizin kar ısında sorunun çözümüne varamayaca ım. Hem ı ık da gücünü yitiriyor. Gel, haritayı betimlememize yarayacak olan öteki belirtileri de i aretleyelim.” Bulu larımızı elimdeki haritaya kaydederek öteki odalardan geçtik. Yalnızca matematik ve astronomi yazılarına ayrılmı olanlara rastladık; kimilerindeyse hiç tanımadı ımız harflerle yazılmı , belki de Hindistan’dan gelme elyazmaları vardı. IUDAEA ve AEGYPTUS sözcüklerini olu turan, içiçe geçme iki sıra odada dola tık. Özetle, okuru çözdü ümüz ifrelerin ayrıntılarıyla yormamak için, sonradan bunları haritada kesin olarak i aretleyince, kitaplı ın gerçekten de yer yörüngesine göre tasarlanıp düzenlendi ine inandı ımızı söyleyece im. Kuzeyde ANGLIA ve GERMANI vardı; batı duvarı boyunca GALLIA’yla birle iyor, sonra batı uçta HIBERNIA’yı, güney duvarına do ru da (Klasik Latinlerin cenneti!) ROMA’yı ve YSPANIA’yı olu turuyordu. Sonra güneyde LEONESE, AEGYPTUS geliyor, bunlar do uya do ru IUDAEA ve FONS ADAE’yi olu turuyorlardı. Do uyla kuzey arasında, duvar boyunca, ACAIA William’ın dedi i gibi, Yunanistan’ı belirtmek için iyi bir simge; gerçekten de bu dört odada, yı ınla putperest antik ça air ve filozofu vardı. Harflerin sıralanı ı tuhaftı; bazan tek bir yönde gidiyor, bazan geriye do ru, bazan da çember biçiminde; daha önce de söyledi im gibi, sık sık bir harf iki ayrı sözcü ü olu turmaya yarıyordu (bu durumda, odada bir konuya ayrılan bir dolap, bir de ba ka bir konuya ayrılan bir dolap bulunuyordu). Ama bu düzenleni te ola anüstü bir kural aramanın anlamı olmadı ı açıktı. Kütüphanecinin belli bir yapıtı bulmasını sa layan anımsatıcı bir düzendi bu yalnızca. Bir kitabın, dördüncü Acaiae’de oldu unu söylemek, onun Acaiae sözcü ünün ba ındaki A harfinin bulundu u odadan ba layarak sayıldı ında dördüncü odada oldu u anlamına geliyordu; kitabı bulmak için, kütüphanecinin, izleyece i yolu, ister kavisli ister düz olsun, ezbere bildi i anla ılıyordu. Örne in, ACAIA, dörtgen biçiminde yerle tirilmi dört odadan olu uyordu; yani ilk A harfi aynı zamanda sonuncu A harfi oluyordu; biz bile kısa zamanda ö renmi tik bunu. Böylece, kör duvarların düzenini hemen anladık. Örne in do udan gelindi inde, ACAIA’nın odalarından hiçbiri, ondan sonraki odaların hiçbirine açılmıyordu: Labirent, o noktada son buluyordu; yeniden kuzey kulesine ula mak için öteki üç odadan geçmek gerekiyordu. Ama do al olarak, kütüphaneciler, FONS’dan girince, diyelim ki ANGLIA’ya gitmek için, AEGYPTUS, YSPANIA, GALLIA ve GERMANI’den geçmek gerekti ini iyi biliyorlardı. Kitaplıktaki verimli ke if gezimiz bunlar ve bunlara benzer ba ka güzel bulu larla sona erdi. Ama oradan, ho nut (az sonra anlataca ım ba ka olaylara katılmak üzere) çıkmaya hazırlandı ımızı söylemeden önce, okurlarıma bir itirafta bulunmalıyım. Ke if gezimize, ba langıçta, bu gizemli yerin anahtarını bulmak için çıktı ımızı, ama konu ve düzenleni lerine göre i aretledi imiz odalarda oyalanırken, tıpkı gizemli bir anakara ya da bir terra incognita ke federmi çesine, çe itli türde kitapları karı tırdı ımızı söyledim. Genellikle bu ke if ikimizin görü birli iyle gerçekle ti; William’la ben aynı kitapları karı tırıyorduk; ben en tuhaf olanları ona gösteriyordum, o da anlayamadı ım birçok eyi açıklıyordu bana. Ama bir an geldi ki, LEONES denen güney kulesindeki odalarda dola ırken, üstadım tuhaf optik çizimleri olan Arapça yapıtlarla dolu bir odada durdu; o ak am bir de il, iki lambamız oldu u için ben de merakla biti ik odaya girdim; kitaplı ın yasalarını koyanların bilgi ve sa duyusuyla, okunmak için kesinlikle hiç kimseye verilemeyecek kitapların bir duvar boyunca toplandı ının ayrımına vardım; çünkü bu kitaplar çe itli biçimlerde bedensel ve ruhsal hastalıklara ili kindi ve hemen hemen tümü de kâfir bilim adamlarınca yazılmı lardı. O sırada gözüm bir kitaba ili ti; büyük de ildi, ama konudan çok uzak (Allahtan!) minyatürlerle süslenmi ti; çiçekler, asmalar, çift çift hayvanlar, bazı sa altıcı otlar. Ba lı ı 274 Speculum amoris’ti; Bolognalı Maximus tarafından yazılmı tı: tümü de a k hastalı ıyla ilgili birçok ba ka kitaptan alıntılar vardı içinde. Okurun anlayaca ı gibi, hastalıklı merakımın uyanması çok sürmedi. Kitabın ba lı ı bile, sabahtan beri uyu mu olan zihnimi yeniden kızın imgesiyle tutu turmaya yetti. Bütün gün kendi kendime bu dü üncelerin aklı ba ında, dengeli bir çömeze yakı madı ını söyleyerek sabahki dü üncelerimi geri itmeye çalı mı tım; öte yandan, dünün olayları zihnimi oyalayacak ölçüde zengin ve yo un oldu undan iste im yatı mı tı; öyle ki, geçici bir tedirginlikten ba ka bir ey olmayan o duygudan artık kurtuldu uma bile inanıyordum. Oysa o kitabı görmek 275 bile, “de te fabula narratur” dedirtmeye yetti ve sandı ımdan çok daha fazla a k hastası oldu umu gösterdi. Sonradan ö rendi ime göre, hekimlikle ilgili kitapları okurken, insan hep bu kitaplarda sözü edilen acıları duydu una inandırırmı kendini. William’ın odaya girip böyle kendimi kaptırmı ne okudu umu sormasından korktu um için kaçamak bir göz attı ım o sayfaları okumak bile bu hastalı a yakalandı ıma kesinlikle inandırdı beni; hastalı ın belirtileri öylesine iyi tanımlanmı tı ki, bir yandan (üstelik birçok auctoritas’ın a maz yol göstericili iyle) hasta oldu umu görmek kaygılandırırken, bir yandan da, durumun böyle canlı bir biçimde betimlendi ini görmek sevindiriyordu beni; hasta olsam bile, aynı hastalıktan birçok ba ka insan da acı çekti ine göre hastalı ımın, deyim yerindeyse, normal oldu una kendimi inandırdım; sözlerinden alıntılar verilen bu yazarlar sanki betimlemeleri için tam da beni örnek almı görünüyorlardı. bn-Hazm’ın sayfaları beni çok etkiledi; a kı, sa altımı kendi içinde olan, ba kaldıran bir hastalık olarak niteliyordu; çünkü bu hastalı a yakalanan insan sa altılmayı dilemez; a k acısı çeken iyile mek istemez; (Tanrı bilir, do ru!) O sabah her gördü üm eyin beni niçin böylesine co kulandırdı ını, a kın, Ancira’lı Basilio’nun da söyledi i gibi, insanın içine niçin gözlerinden girdi ini ve - a maz bir gösterge- böyle bir hastalı a yakalanan kimsenin niçin a ırı bir sevinç gösterdi ini, aynı zamanda niçin (o sabah benim yaptı ım gibi) kendi kendine olmak istedi im ve yalnızlı ı ye tuttu unu, çevresindeki öteki olayların büyük bir tedirginlik ve insanın dilini ba layan bir a kınlı a yol açtı ım anladım... çtenlikli bir sevdanın, sevdi ini görmesi engellendi i zaman sararıp soldu unu, sonunda yata a dü tü ünü, bazan hastalı ın beyne egemen oldu unu, bu duruma gelen kimsenin aklını yitirip abuk sabuk eyler söyledi ini okuyunca korkuya kapıldım (henüz o a amaya gelmedi im açıktı; çünkü kitaplı ı ke fetti imiz sırada zihnim oldukça uyanıktı). Ama hastalı ın kötüye gitti i zaman ölüme yol açabilece ini kaygıyla okudum ve kendi kendime, kızın bana verdi i sevincin, ruhun sa lı ına gereken ilgiyi göstermeksizin, bedenin yüce bir biçimde kurban edilmesine de ip de meyece ini sordum. Basilio’nun bir ba ka alıntısına daha rastladım; buna göre “qui animam corpori per vitia conturbationesque commiscent, utrinque quod habet utile ad vitam necessarium demoliuntur, animamque lucidam ac nitidam carnalium voluptatum limo perturbant, et corporis munditiam atque nitorem hac ratione miscentes, inutile hoc ad vitae officia 276 ostendunt.” Do rusu hiç dü mek istemedi im bir durum. Daha sonra, Ermi Hildegard’ın bazı sözlerinden, o gün duydu um ve kızın yoklu undan kaynaklanan tatlı acı duygusuna yordu um hüznün, cennetteki o uyumlu ve kusursuz durumundan ayrılan bir insanın duydu u duyguya tehlikeli bir biçimde 277 benzedi ini, bu “nigra et amara” karasevdanın, yılan ıslı ından ve eytan’ın esininden do du unu ö rendim. Bu görü e onun gibi bilgili olan - kâfirler de katılıyordu; çünkü Ebu Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi’ye yorulan satırlar ili ti gözüme: Er Razi, Liber continens’de, sevi hüznünü, kurbanını tıpkı bir kurt gibi davranmaya iten kurt hastalı ıyla bir tutuyordu. Tanımı bo azımı sıktı: Sevdalıların önce dı görünü leri de i ime u ruyordu; görme yetileri azalıyor, gözleri çukurla ıyor, gözya ları tükeniyor, dilleri yava yava kuruyor ve üstünde kabarcıklar beliriyor, tüm gövdeleri kurumu , sürekli susuzluk çekiyorlardı; o zaman bütün günlerini yüzükoyun yatarak geçiriyorlar, yüzlerinde ve kaval kemiklerinde köpek ısırı ına benzer izler beliriyor, sonunda geceleri tıpkı kurtlar gibi mezarlıklarda dola ıyorlardı. Son olarak, büyük bni Sina’nın alıntılarını okuyunca durumumun ciddili inden ku kum kalmadı. bni Sina a kı, insanın kar ı cinsten birinin yüz çizgilerini, el kol devinimlerini ve davranı larını durup durup dü ünmekten do an sürekli bir hüzün dü üncesi olarak tanımlıyordu ( bni Sina durumumu ne canlı bir gerçeklikle betimlemi ti!): Bir hastalık olarak do muyordu, ama doyurulmazsa bir saplantıya dönü üyordu (peki öyleyse, ben niçin bir saplantıya kapılmı tım; ben ki, Tanrı ba ı lasın, doyuma ula mı tım! Yoksa, dün gece olan ey a kın doyumu de il miydi? Öyleyse bu hastalık nasıl doyuruluyordu?) Sonunda gözkapakları durmadan se irir, soluk düzensizle ir, hasta bir güler bir a lar, nabız hızlanırdı (benim nabzım da hızlı atıyordu ve bu satırları okurken solu um tutuluyordu!) bni Sina, bir insanın sevdalı olup olmadı ını anlamak için daha önce Galen’in önerdi i a maz bir yöntem salık veriyordu: Hastanın bile ini tutun ve kar ı cinsten birçok ad sayın; sonunda hangi adın nabzı hızlandırdı ını bulursunuz. Üstadımın ansızın içeriye girip kolumu yakalamasından, damarlarımın atı ından gizimi anlamasından korkuyordum; bundan çok büyük bir utanç duydum... Ne yazık ki, bni Sina, ilaç olarak iki sevgiliyi evlilik ba ıyla birle tirmeyi öneriyordu; o zaman hastalık geçiyordu. Hiç ku ku yok, zeki de olsa bir kâfirdi o; çünkü hiçbir zaman iyile memeye yazgılı - daha do rusu, kendi seçimiyle ya da yakınlarının akıllıca seçimleriyle, kendini hiçbir zaman hastalanmamaya yazgılı kılan bir Benedikten çömezinin durumunu hesaba katmıyordu. Neyse ki bni Sina Cluny tarikatını dü ünmese de, birle tirilmeleri olanaksız sevdalıları dü ünüyor, köklü bir sa altma yöntemi olarak sıcak banyoları ö ütlüyordu (Berengar, ölmü Adelmo için duydu u sevda hastalı ından kurtulmak mı istemi ti? Ama insan kendi cinsinden birine tutulabilir miydi, bu yalnızca hayvanca bir kösnü müydü yoksa? Belki de dün gece benim duydu um kösnü hayvanca de ildi? Hayır, elbette de ildi, diyordum kendi kendime, çok tatlı bir duyguydu - sonra hemen ardından, yanılıyorsun Adso, eytan’ın yanıltmasıydı o, çok hayvancaydı; hayvan gibi davranmak günahını i ledin, imdi bunun farkında de ilmi gibi davranmakla daha çok günah i liyorsun!) Ama sonra, gene bni Sina’ya göre, ba ka yollar oldu unu da okudum: Örne in vakitlerini sevilen kadını karalamakla geçiren ya lı ve uzman kadınların yardımına ba vurmak -öyle görünüyor ki, bu konuda ya lı kadınlar erkeklerden daha uzman. Belki de çözüm buydu; ama manastırda ya lı kadın bulamazdım ki (genç de yoktu ya zaten); böylece, bir rahipten, onu bana kötülemesini istemekten ba ka çare yoktu, ama kimden? Hem sonra, bir rahip dedikoducu bir kocakarı kadar kadınları tanıyabilir miydi? Arabın önerdi i son çözüm, utanç verici bir do ru yola getirme yöntemiydi; çünkü mutsuz sevdalıyı birçok köle kızla birle tirmeyi öneriyordu; bir çömez için hiç de uygun olmayan bir çare. Peki, diye sordum kendi kendime sonunda, genç bir rahip sevdadan nasıl kurtulabilir? Gerçekten de onun için hiç kurtulu yok mudur? Yoksa Severinus’a ve onun sa altıcı otlarına mı ba vurmalıydım? Villanova’lı Arnaldo’dan bir bölüm buldum sonunda; William’ın büyük bir saygıyla söz etti ini i itti im bir yazardı bu; sevda hastalı ının, insan organizması kendini a ırı nem ve sıcaklık içinde buldu u zaman, a ırı miktarda sıvı ve havadan do du unu öne sürüyordu; çünkü a ırı derecede ço alan (üretici tohumu üreten) kan, a ırı miktarda tohum üretilmesine, 278 bir “complexio venerea”ya yol açıyor, kadında ve erkekte yo un bir birle me iste i yaratıyordu. Beynin orta karıncı ının arkasında yer alan bir de erlendirme özelli i vardır (bu da nesi?) diye sordum kendi kendime); bunun amacı, nesnelerin içindeki, duyularla algılanamayan yönelimleri algılamaktır; duyularla algılanan nesneye yönelik istek gere inden güçlü olursa, bu de erlendirme yetisi allak bullak olur ve yalnızca sevilen insanın imgesiyle beslenir; o zaman tüm ruhu ve bedeni bir ate kaplar, insan bir hüzünlenir bir ne elenir; çünkü (umutsuzluk anlarında bedenin en derin yerlerine inen ve deriyi donduran) ısı sevinç anlarında yüzeye çıkar, yüzü yalazlandırır. Arnaldo’nun önerdi i sa altma yöntemi, sevilen nesneye kavu ma inancının ve umudunun yitirilmesine çalı maktan, böylece dü üncenin ondan uzakla masını sa lamaktan ibaretti. Öyleyse ben iyile tim; ya da iyile me yolundayım, dedim kendi kendime; çünkü dü üncelerimin nesnesini yeniden görme, görsem bile ona kavu ma, kavu sam da ona yeniden sahip olma, ona yeniden sahip olsam bile rahiplik durumum ve ailemin durumunun bana yükledi i görevlerden ötürü, onu yanımda tutma umudum çok azdı, hatta hiç yoktu... Kurtuldum, dedim kendi kendime ve kitabı kapattım, kendime çekidüzen verdim; tam o sırada William içeri giriyordu. Gizi (daha önce anlattı ım gibi) çözülmü olan labirente do ru gezimizi sürdürdük ve o an için saplantımı unuttum. Görülece i gibi, kısa bir süre sonra bu saplantıya yeniden yakalanacaktım, ama (ne yazık ki!) çok daha de i ik ko ullar altında. Dördüncü Gün GECE Salvatore acıklı bir biçimde Bernardo Gui tarafından görülüyor, Adso’nun sevdi i kız büyücülük suçuyla yakalanıyor ve herkes eskisinden daha da mutsuz ve kaygılı yatmaya gidiyor. Tam yemekhaneye geri dönüyorduk ki, mutfak yönünden gelen ba rı malar i ittik ve belli belirsiz ı ık çıkıntıları gördük. William hemen lambayı söndürdü. Duvarlara tutuna tutuna mutfa a açılan kapıya yakla tık; sesin dı arıdan geldi ini anladık, ama kapı açıktı. Sonra sesler ve ı ıklar uzakla tı, biri hızla kapıyı çarptı. Tatsız bir eyin ön belirtisi olan büyük bir gümbürtü i itildi. Çabucak kemik mezarlı ından geçip bo almı olan kilisede yeniden ortaya çıktık; güney kapısından dı arı çıktık; avluda me alelerin parıltısını gördük. Yakla tık; o karga alıkta yatakhaneden ya da hacılar konukevinden çıkıp olay yerine varmı olan birçokları gibi biz de dı arı fırlamı tık. Okçuların, gözlerinin akı gibi apak olmu Salvatore’yle a lamakta olan bir kadını sımsıkı tutmakta olduklarını gördük. Yüre im sıkı tı: Oydu, dü üncelerimin kızı. Beni görünce tanıdı; yalvaran, umarsız bir bakı la baktı bana. Atılıp onu kurtarmak için bir dürtü duydum, ama William kula ıma hiç de sevecen olmayan azarlar fısıldayarak beni tuttu. imdi rahipler ve konuklar her yandan ko u uyorlardı. Ba rahip geldi, Bernardo Gui geldi, okçuların yüzba ısı ona kısaca bilgi verdi. Olanlar bunlardı i te. Sorgucunun buyru uyla okçular gece tüm yapılar bütününde devriye geziyorlardı; ana kapıdan kiliseye giden yola, bahçelerin bulundu u bölgeye ve Aedificium’un önyüzüne özel bir dikkat gösteriyorlardı (niçin? diye sordum kendi kendime; sonra anladım: Çünkü açıkça görülüyordu ki Bernardo, hizmetçi ve a çılardan, geceleri manastırın dı duvarlarıyla mutfak arasında gidip gelmeler oldu unu ö renmi ti; ne yazık ki, belki de tam olarak bunlardan kimin sorumlu oldu unu bilmiyordu; belki budala Salvatore niyetini bana açıkladı ı gibi, mutfakta ya da ambarlarda bir zavallıya da bundan söz etmi , o da bunu, ö leden sonraki soru turmadan korkuya kapılıp yem olarak Bernardo’ya aktarmı tı). Karanlıkta sis içinde sakınımla dola ırken, okçular sonunda Salvatore’yi yanındaki kadınla birlikte, mutfak kapısının önünde ipe sapa gelmez eyler söylerken bulmu lardı. “Bu kutsal yerde bir kadın ha! Hem de bir rahiple birlikte!” dedi sert bir sesle Bernardo, Ba rahip’e dönerek. “Yüce efendimiz,” diye sürdürdü, “e er yalnızca erdenlik andının çi nenmesi söz konusu olsaydı, bu adamı cezalandırmak sizin yetkinize girerdi. Ama bu iki sefil insanın davranı larının tüm konukların gönenciyle bir ilgisi olup olmadı ını henüz bilmedi imiz için, önce bu gizemi aydınlatmalıyız. Buraya bak, sefil adam.” Salvatore’nin gizlemeye çalı tı ı açık seçik görünen çıkını gö sünden kaptı. “Bunun içinde ne var?” Ben biliyordum: bir bıçak, çıkın açılır açılmaz çılgın gibi miyavlayarak kaçan bir kara kedi ve daha imdiden kırılmı , yapı yapı , benden ba ka herkese kan ya da safra, ya da pis bir madde gibi görünen iki yumurta. Salvatore mutfa a girip kediyi öldürerek gözlerini oymak üzereydi; kimbilir ne sözler vererek kızı kendisiyle birlikte gitmeye razı etmi ti. Ne söz verdi ini ben hemen anladım. Okçular, pis pis gülmeler, açık saçık sözler arasında kızın üstünü aradılar; ölmü , ama henüz yolunmamı bir horoz buldular. Kötü bir talih eseri, tüm kedilerin kara göründü ü gecede horoz da tıpkı kedi gibi kara görünüyordu. Bense zavallı aç yaratı ı kandırmak için daha fazlasına gerek olmadı ını dü ünüyordum; zaten dün gece o de erli öküz yüre ini de (üstelik bana olan a kından!) bırakıp gitmi ti... “Ooo!” diye ba ırdı Bernardo, büyük bir ilgiyle. “Kara bir kedi ve kara bir horoz... Bu teçhizatı bilirim ben...” Oradakiler arasında William’ı seçti: “Siz de biliyorsunuz, de il mi, William Birader? Üç yıl önce, Kilkenny’de, u kız, kendisine bir kara kedi biçiminde görünen bir eytanla ili kide bulundu unu söyledi inde siz orada sorgucu de il miydiniz?” Üstadım korkaklı ından ötürü susuyormu gibi geldi bana; kolunu yakalayıp onu sarstım, umutsuzca fısıldadım: “Yemek için oldu unu söylesenize ona...” Kolunu kurtarıp nazik bir biçimde Bernardo’ya döndü: “Sonuçlara varmanız için benim eski deneylerime gereksiniminiz oldu unu sanmıyorum,” dedi. “Yo, hayır, çok daha yetkili tanıklar var,” diye gülümsedi Bernardo. “Bourbon’lu Stephan, Kutsal Ruh’un yedi erdemi üstüne yazdı ı incelemede anlatır: Ermi Dominique, Fanjeaux’da, sapkınlar aleyhinde vaaz verdikten sonra bazı kadınlara o zamana dek hizmet etmi oldukları efendilerini göreceklerini açıkladı. Birden kadınların arasına iri bir köpek büyüklü ünde korkunç bir kedi fırladı; alev alev yanan kocaman gözleri, göbe ine dek inen kanlı bir dili, ne yana döndürürse döndürsün, dola tıkça, eytan’a tapanların, bu arada Templar övalyelerinin toplantıları sırasında, her zaman öpme alı kanlı ında oldukları o anüse yara ır biçimde, tüm anüslerden daha pis kokulu olan arkasının i rençli ini gösteren yukarı do ru dimdik kısa bir kuyru u vardı. Kadınların çevresinde bir saat dönendikten sonra kilise çanının ipine sıçradı, ardında pis kokulu dı kısını bırakarak ta tepeye dek tırmandı. Kedi, Insulis’li Alanus’a göre, içinde Lucifer’in vücut buldu una inandıkları için gerisini öptükleri bu 279 hayvandan ötürü adlarını catus’tan alan Katarlar’ın gözde hayvanı de il midir? Hem, bu i renç davranı , De legibus’ta La Verna’lı William tarafından da do rulanmamı mıdır? Sonra, Albertus Magnus da, kedilerin gizil güçlü eytanlar olduklarını söylemez mi? Saygıde er Jacques Fournier Birader, Carcassone’lu sorgucu Geoffrey’nin, ölüm dö e inde, ölünün artıklarını alaya almak isteyen eytanlardan ba ka bir ey olmayan iki kara kedinin belirdi ini anımsatmaz mı?” Rahipler arasında bir yılgınlık mırıltısı dola tı; birçokları haç çıkardılar. “Ba rahip efendimiz, Ba rahip efendimiz,” diyordu Bernardo bu arada, erdemli bir tavırla, “belki de saygıde er efendimiz, günahkârların bu araçlarla ne yaptıklarını bilmiyorsunuz! Ama ben iyi biliyorum, Tanrı esirgesin! Alabildi ine kötü kadınların kendi cinslerinden kimselerle, gecenin en karanlık saatlerinde kara kedileri, kendilerinin de yadsıyamadıkları mucizeler yaratmak için kullandıklarını gördüm: Bazı hayvanlara binerek geceye sı ınıp, kösnül karabasanlara dönü mü kölelerini artlarında sürükleyerek çok uzaklara gidiyorlardı... eytan, horoz ya da kapkara bir ba ka hayvan biçiminde onlara görünür, hatta onunla -bana nasıl diye sormayın- yatarlar bile. Daha kısa bir süre önce, efendimiz Papa’nın canına kıymak için, bu tür karabüyüyle tılsımlı içkiler ve merhemler hazırlandı, yemeklerine zehir kondu. Papa ancak ola anüstü takılarla donandı ı için kendini koruyabildi ve zehiri tanıyabildi; çünkü yılan dili biçimindeki bu takılardaki görkemli zümrüt ve yakutlar, yiyeceklerin içinde zehir bulundu unu kutsal güç sayesinde ortaya çıkarmaya yarıyorlardı. Tanrı’ya ükür Fransa Kralı bu çok de erli dillerden tam on bir tane arma an etmi ti ona; böylece efendimiz Papa ölümden kurtulabildi! Papa’nın dü manlarının sayısının daha çok oldu u do rudur, on yıl önce tutuklanmı olan sapkın Bernard Delicieux hakkında neler ö renildi ini herkes bilir: Evinde kara büyü kitapları bulunmu tu; en a a ılık sayfalarına, dü manlara zarar vermek için mumdan heykelciklerin yapılı ına ili kin tarifeleri kapsayan notlar yazılmı tı. nanır mısınız? Evinde, Papa’nın imgesini yansıtan, gövdesinin can damarları kırmızı halkalarla çevrili, hayran olunacak bir ustalıkla yapılmı heykelcikler bile bulundu; herkes bilir ki bir ipe asılmı böyle bir heykelcik bir aynanın önüne konur, sonra bu can damarları i nelerle delinir, sonra da... Ah, bu i renç i lemler üstünde niçin duruyorum? Papa kendisi, daha geçen y ı l , Super illius specula buyru unda bunlardan söz etmi , onları betimlemi ve mahkûm etmi ti. Gerekti i gibi inceleyebilmemiz için, umarım bu zengin kitaplı ınızda bu buyru un bir kopyası vardır...” “Var, var,” diye heyecanla do ruladı Ba rahip büyük bir üzüntüyle. “Güzel,” diye sözünü ba ladı Bernardo. “Olay daha imdiden açık görünüyor bana. Ba tan çıkarılmı bir rahip, bir büyücü, çok ükür gerçekle memi bir büyü. Amaç nedir? Ö renmemiz gereken bu; bunu ö renmek için de birkaç saatlik uykumu feda etmeye hazırım. Zatıâlileri bana bu adamın kapatılabilece i bir yer vermek lütfunda bulunurlar mı?..” “Bodrumda demircilerin i li inde hücrelerimiz var,” dedi Ba rahip, “bir ans eseri olarak çok seyrek kullanılıyor; yıllardır bo duruyorlar...” “ ans ya da anssızlık,” dedi Bernardo. Sonra okçulara kendilerine yol gösterecek birini bulmalarını ve iki tutukluyu ayrı ayrı hücrelere koymalarını, adamı, Bernardo’nun az sonra a a ıya inip onu sorguya çekerken yüzünü iyi görebilece i bir biçimde, duvara gömülü halkalara iyice ba lamalarım buyurdu. “Kıza gelince,” diye ekledi, “kim oldu u açık; onu bu gece sorguya çekmeye de mez. Büyücü olarak yakılmadan önce onu bekleyen ba ka duru malar var. E er büyücüyse kolay konu mayacaktır. Ama belki rahip” (kendisine son bir ans tanıdı ını anlatmak istercesine tir tir titreyen Salvatore’ye gözlerini dikti), “gerçe i anlatarak ve suç ortaklarını ele vererek hâlâ tövbe edebilir,” diye ekledi. Rahiple kızı sürükleyerek götürdüler; biri suskun, yıkık, neredeyse ate li; öteki a lıyor, tekmeler atıyor, mezbahaya götürülen bir hayvan gibi bö ürüyordu. Ama ne Bernardo, ne okçular, ne de ben, köylü diliyle ne söyledi ini anlamıyorduk. Ne denli ba ırıp ça ırırsa ça ırsın, dilsiz gibiydi. Öyle sözcükler vardır ki bize güç verir; öyleleri de vardır ki bırakılmı lı ımızı daha da artırır; Efendimizin, bilginin ve erkin evrensel diliyle kendilerini dile getirme yetene i ba ı lamadı ı basit insanların kaba sözcükleri bu türdendir. Bir kez daha onun ardından gitmeye davrandım; bir kez daha William yüzünün kesin anlatımıyla beni engelledi. “Kımıldama, budala,” dedi, “kızın i i bitik; yanık et o artık.” Bir çeli ik dü ünceler karma ası içinde gözlerimi kıza dikmi , sahneyi ürküntüyle izlerken, omzuma birinin dokundu unu duydum. Neden bilmem, daha arkama dönüp bakmadan Ubertino’nun dokunu unu tanıdım. “Büyücüye bakıyorsun, de il mi?” diye sordu bana. Ya antımı bilmesinin olanaksız oldu unu biliyordum; bu nedenle, salt o korkunç insancıl duyguları anlama sezgisiyle bakı ımın yo unlu unu yakaladı ı için böyle söylemi ti. “Hayır...” diye savundum kendimi, “ona bakmıyorum... yani belki de bakıyorum, ama o büyücü de il... büyücü olup olmadı ını bilmiyoruz, belki de suçsuzdur...” “Güzel oldu u için bakıyorsun ona. Güzel, de il mi?” diye sordu ola anüstü bir sıcaklıkla, kolumu sıkarak. “E er ona güzel oldu u için bakıyorsan ve heyecanlanıyorsan (heyecanlandı ını biliyorum, çünkü ona yüklenen suç onu senin için daha da çekici kılıyor); e er ona bakıyor ve istek duyuyorsan, bu bile yeter onun büyücü olmasına. Uyanık ol, o lum... Bedenin güzelli i deriyle sınırlıdır. nsanlar derinin altında ne oldu unu görebilselerdi, Boeotia’lı va a ın ba ına geldi i gibi, kadınları görünce tir tir titrerlerdi. Bütün bu güzellik, balgam, kan, sıvı ve safradan olu ur. Burun deliklerinin, bo azın, karnın içinde nelerin saklı oldu unu dü ünürsen, pislikten ba ka bir ey bulamazsın. Balgama ya da gübreye parmak uçlarınla bile dokunmak insanı tiksindirirken, o gübreyle dolu çuvalı kucaklamayı nasıl isteyebiliriz?” çimden kusmak geldi. Artık bu sözcükleri dinlemek istemiyordum. Üstadım yardımıma ko tu; bu sözleri o da i itmi ti. Sertçe Ubertino’ya yakla tı, kolunu yakalayıp kolumdan çekti. “Yeter, Ubertino,” dedi. “Az sonra o kızca ıza i kence yakılacak, sonra da yakılacak. Tıpkı senin dedi in gibi, balgama, kana, sıvı ve safraya dönü ecek. Ama, derisinin altındaki, Efendimizin o deriyle korunmasını ve süslenmesini istedi i eyi kazıyıp çıkaracak kimseler, bizim gibi insanlar olacak. Hem, ilk madde bakımından, sen ondan daha iyi de ilsin. Bırak çocu u.” Ubertino allak bullak oldu. “Belki de günah i ledim,” diye mırıldandı. “Ku kusuz günah i ledim. Bir günahkâr ba ka ne yapabilir?” imdi herkes olay hakkında konu arak gene içeri giriyordu. William, kısa bir süre, ona ne dü ündü ünü soran Michele’nin ve öteki Minoritlerin yanında kaldı. “Bernardo’nun elinde bir koz var imdi; iki anlama da gelse. Manastırda, Avignon’da, Papa’ya kar ı yapılmı olan eyleri yapan kara büyücüler dola ıyor. Ku kusuz bu bir kanıt de il; her eyden önce de, yarınki toplantıyı baltalamak için kullanılamaz. Bu gece, o a a ılık adamdan ba ka ipuçları elde etmeye çalı acak; ama bunlardan hemen yarın sabah yararlanmayaca ından eminim. Onları yedekte saklayıp, ileride tartı maların gidi i ho una gitmeyecek bir yön alırsa, bunu engellemek için yararlanacak onlardan.” “Bize kar ı kullanılabilecek bir ey söyletebilir mi ona?” diye sordu Cesena’lı Michele. William kararsızdı: “Umarım söyletemesin,” dedi. Salvatore, kendisinin ve kilercinin geçmi i hakkında bize anlatmı olduklarını Bernardo’ya da anlatacak, geçici de olsa Ubertino’yla ili kileri konusunda bir imada bulunacak olursa, oldukça can sıkıcı bir durumun do abilece ini farkettim. “Ne olursa olsun, olayların geli mesini bekleyelim,” dedi William, serinkanlılıkla. “Hem zaten, Michele, her ey önceden kararla tırıldı. Ama sen denemek istiyorsun.” “ stiyorum,” dedi Michele, “Tanrı bana yardım edecektir. Ermi Francesco hepimizin yardımcısı olsun.” “Amin,” diye kar ılık verdiler hepsi de. “Belli olmaz,” oldu, William’ın saygısızca yorumu. “Ermi Francesco belki de bir yerde, Efendimizle yüzyüze gelmeksizin onun yargısını bekliyordun” “Sapkın Ioannes’e lanet olsun!” diye homurdandı ını i ittim Jerome’un, herkes yatmaya giderken. “Bizi imdi ermi lerin yardımından da yoksun bırakırsa, sonumuz nice olur, biz zavallı günahkârların?” BE NC GÜN TANSÖKÜMÜ sa’nın yoksullu u karde çe tartı ılıyor. Geceki olaylardan sonra yüre im binbir acıyla kıvranarak be inci günün sabahı, tansökümü ayini çanları çalarken kalktım; William beni sarsarak, az sonra iki heyetin toplanacaklarını anımsatıyordu. Hücrenin penceresinden dı arı baktım; ama hiçbir ey göremedim. Bir gün önceki sis, ovayı ba tanba a kaplayan sütümsü bir örtüye dönü mü tü. Dı arı çıkar çıkmaz, manastırı daha önce hiç görmedi im gibi gördüm; yalnızca belli ba lı birkaç yapı, kilise, Aedificium, toplantı salonu uzaktan seçilebiliyordu; belli belirsiz, gölgeler gibi de olsa; geri kalan yapılarsa ancak birkaç adım yakından görülebiliyordu. Nesnelerin ve hayvanların biçimleri, sanki ansızın bo luktan çıkıyormu gibiydi; insanlar sisin içinden önce hortlaklar gibi boz renkli beliriyorlar, sonra yava yava ve ancak güçlükle tanınabiliyorlardı. Kuzey ülkelerinde do du um için bu havanın yabancısı de ildim; ba ka bir zaman olsa, do du um yerin ovalarını ve atolarını tatlılıkla anımsatırdı bana. Ama o sabah havanın durumu acı bir biçimde ruhsal durumuma yakın görünüyordu; sabah uyandı ımda duydu um hüzün toplantı salonuna yakla tıkça yava yava ço aldı. Yapıya birkaç adım kala, kim oldu unu hemen anlayamadı ım birinden ayrılmak üzere olan Bernardo’yu gördüm. Sonra, yanından geçerken onun Malachi oldu unu anladım. Suçüstü yakalanmak istemeyen biri gibi çevresine bakmıyordu. Ama bu adamın yüz anlatımının yaradılı tan, itiraf edilmemi bir giz saklayan ya da saklamaya çalı an birinin anlatımı oldu unu daha önce söylemi tim. Beni tanımadı ve uzakla tı. Merakla Bernardo’yu izledim; belki de Malachi’nin verdi i kâ ıtlara göz gezdirdi ini gördüm. Toplantı salonunun e i inde, elinin bir devinimiyle, yakında duran okçuların ba ını ça ırdı ve ona bir eyler fısıldadı. Sonra içeri girdi. Ben de arkasından. Buraya ilk kez ayak basıyordum; dı arıdan bakıldı ında, boyutları gösteri siz, biçimi özentisizdi; belki de bir yangında kısmen yakılmı eski bir manastır kilisesinin kalıntıları üstünde kısa bir süre önce yapılmı oldu unu farkettim. çeri girerken, yeni biçimde, sivri kemerli, süssüz, üstünde renkli camdan bir penceresi olan bir kapının altından geçiliyordu. Ama içeride, eski bir giri nefinin kalıntıları üstünde sonradan yapılmı bir avluda buluyordunuz kendinizi. Önde, eski biçimde yapılmı , ola anüstü güzellikte yontulmu , yarım ay biçiminde alınlıklı bir kapı daha vardı. imdi yok olmu eski kilisenin kapısı olmalıydı bu. Alınlı ın yontuları aynı ölçüde güzel, ama sonradan yapılmı kiliseninkiler gibi tedirgin edici de ildi. Burada da, alınlı ın üstünde, tahtta oturmu bir sa vardı; iki yanında, çe itli durumlarda ve ellerinde çe itli nesneler tutan, ondan, dünyanın dört bir yanına gidip tüm insanlar arasında ncil’i yayma görevini almı olan on iki havari. sa’nın ba ının üstünde, on iki panelden olu an kemerin içinde ve sa’nın ayakları dibinde, artsız aralıksız bir heykelcikler dizisi içinde, iyi haberi almaya yazgılı» dünya halkları yansıtılıyordu. Giysilerinden, branileri, Kapadokyalıları, Arapları, Hintlileri, Frigyalıları, Bizanslıları, Ermenileri, skitleri, Romalıları tanıdım. Ama bunların yanı sıra, on iki panelli kemerin üstünde bir kemer olu turan otuz yuvarlak içinde, yalnızca Physiologus’un ve gezginlerin açık seçik olmayan yazılarında de indikleri bilinmeyen dünyalarda ya ayanlar da vardı. Ço u bana yabancıydı; bazılarını tanıdım. Örne in, iki ellerinde altı ar parmak bulunan hayvanlar, a açların özleriyle kabukları arasında olu an kurtçuklardan do ma kır tanrıları, denizcileri ba tan çıkaran, kuyrukları pul pul denizkızları, yeraltında ma aralar kazarak kendilerini güne in yakıcılı ına kar ı koruyan kapkara Etiyoplar, belden yukarısı insan, belden a a ısı e ek olan santorlar, bir kalkan büyüklü ünde tek gözleri olan sikloplar, ba ı ve gö sü bir genç kızınki gibi, karnı bir di i kurdun karnı, kuyru u yunusbalı ının kuyru u gibi olan Scilla, bataklıklarda ve Epigmagrides Irma ı’nda ya ayan kıllı Hintliler, havlamadan tek sözcük bile söylemeyen köpek ba lılar, tek bacakları üstünde hızla ko an ve güne ten korunmak istedikleri zaman kocaman ayaklarını tıpkı bir emsiye gibi açan sciopodlar, a ızsız, burunlarıyla soluk alan ve yalnızca havayla ya ayan Yunanistan’lı astomatlar, sakallı Ermeni kadınları, pigmeler, ba sız do an, karınlarında a ızları, omuzlarında gözleri olan, bazılarının blemmi de dedikleri epistigi; boyları üç metreyi a an, saçları topuklarına dek inen, omurgalarının bitiminde bir inek kuyru u olan, deve gibi toynaklı Kızıl Deniz’li di i canavarlar, topukları arkaya dönük, bu yüzden de ayak izlerine bakarak onları izleyenin gidece i yere de il, hep ba ladı ı yere vardı ı canavarlar, üç ba lı insanlar, gözleri lamba gibi ı ık saçan adamlar, gövdeleri insan gövdesi, ba ları çok çe itli hayvanların ba ları olan, Circe adasında ya ayan canavarlar... Kapının üstünde bunların ve ba ka ola anüstü yaratıkların yontuları vardı. Ama bunların hiçbiri tedirginlik uyandırmıyordu insanda; çünkü yeryüzünün kötülüklerini ya da cehennemin i kencelerini simgelemek için yapılmamı lardı; tersine iyi haberin tüm bilinen dünyaya ula tı ı, bilinmeyen dünyaya yayılmakta oldu u gerçe inin kanıtlarıydı bunlar; kapı, bunlar için, sa’nın sözünde sa lanan birli in görkemli evrenselli inin mu tucusuydu. Bu e i in ötesinde, ncil’in kar ıt yorumlarından ötürü birbirlerine dü man olmu adamların bugün belki de görü ayrılıklarını uzla tırmayı ba aracakları toplantı için iyi bir alâmet, diye dü ündüm. Hıristiyanlık tarihi için böylesine önemli olayların yeralaca ı bir sırada, ki isel sorunlarımdan ötürü acı çekti im için güçsüz bir günahkâr oldu umu söyledim kendi kendime. Alınlı ın ta ında do rulanan barı ve yüce dinginlik sözünün yanında benim acılarımın ne denli önemsiz kaldı ını gördüm. Güçsüzlü üm için Tanrı’dan beni ba ı lamasını diledim; e ikten daha erinçli atladım. çeri girer girmez, iki heyetin tüm üyelerinin yarım daire biçiminde konmu bir dizi sırada kar ı kar ıya oturduklarını gördüm; iki tarafı birbirinden, ba ında Ba rahip’le Bertrando’nun oturdukları bir masa ayırıyordu. Not almak için kendisini izledi im William, Michele’nin adamları ve Avignon sarayından öteki Fransiskenlerin bulundukları Minoritlerin tarafına oturttu beni; çünkü toplantının talyanlarla Fransızlar arasında bir düello de il, tümü de Papalık sarayına sa lam bir Katolik ba ıyla birle mi olan, Fransisken Kural’ını destekleyenler ve onları ele tirenler arasında bir tartı ma olması gerekiyordu. Cesena’lı Michele’nin yanında Perugia Ruhani Meclisi’ne katılmı olan Aquitania’li Arnaldo, Newcastle’lı Hugh ve rahip William Alnwick vardı; sonra Kaffa Piskoposu ve Berengario Talloni, Bergamo’lu Bonagrazia ve Avignon sarayından ba ka Minoritler geliyordu. Kar ı tarafta Avignon mezunu Lawrence Decoin, Padova Piskoposu ve Paris’te tanrıbilimci olan Jean d’Anneaux oturuyorlardı. Bernando Gui’nin yanında, suskun ve dü ünceli, talya’da Giovanni Dalbena diye anılan, Dominiken Jean de Baune vardı. William’ın söyledi ine göre, bu adam yıllarca önce Narbona’da sorgucuymu ; orada birçok Beghini ve Pinzocheri’yi yargılamı ; ama sa’nın yoksullu una ili kin bir yargıyı suçlayınca, kentin manastırında lektör olan Berengario Talloni ona ba kaldırmı ve Papa’ya ba vurmu . Ioannes o sırada bu konuda kararsızmı ; bu nedenle her ikisini de tartı mak üzere sarayına ça ırtmı ; hiçbir sonuca varamamı lar. Böylece, kısa bir süre sonra, Fransiskenler Perugia Ruhani Meclisi’nde daha önce sözünü etti im tavrı almı lar. Son olarak, Avignon’luların yanında, aralarında Alborea Piskoposu’nun da bulundu u daha ba kaları da vardı. Oturum Abbone tarafından açıldı. Abbone, bu fırsattan yararlanak son olayları özetledi. Efendimizin do umundan sonra 1322 yılında, Cesena’lı Michele’nin ba kanlı ında Perugia’da toplanan Minoritler Genel Kurulu’nun, sa’nın kusursuz bir ya am örne i vermek, havarilerinin de onun ö retisine uymak için, ister mal varlı ı ister erk olsun, ortakla a hiçbir eye sahip olmadıklarını ve bu gerçe in, kutsal kitapların çe itli bölümlerinden çıkarsandı ı gibi, Katolik inanç ve ö retisinin özünde bulundu unu, olgun ve ba lılık dolu bir kararlılıkla ortaya koymu lardı. Bunun için, her türlü iyeli in yadsınması erdemli ve kutsaldı ve ilk militan kilise kurucuları bu kutsal yasaya uymu lardı. Viyana Danı ma Kurulu da 1312’de bu gerçe i benimsemi , Papa Ioannes’in kendisi, 1317’de, Minoritlerin durumuna ili kin Quorundam exigit diye ba layan buyru unda, bu Kurul’un kararlarım ermi çe olu turulmu , aydınlık, sa lam ve olgun diye yorumlamı tı. Bunun üzerine Perugia Meclisi piskoposlu un her zaman sa lam ö reti olarak onaylamı oldu u eylerin, her zaman kabul edilmi sayılması, hiçbir biçimde bunlardan ayrılınmaması gerekti ini öne sürerek Danı ma Kurulu’nun kararını kutsal tanrıbilim üstatları, ngiltere’den William Birader, Almanya’dan Heinrich Birader, Aquitania’dan Arnaldo Birader, eyalet papazları ve Ruhani Meclis üyelerinin imzaları ve Ruhani Meclis üyesi, Fransa Papazı Nicholas Birader, doktora ö rencisi William Bloc Birader, ba papaz ve dört eyalet papazı, Bologna’dan Tommaso Birader, Ermi Francesco’nun eyaletinden Pietro Birader, Castello’dan Fernando Birader ve Turonia’lı Simon Birader’in mühürleriyle onaylamaktan ba ka bir ey yapmadı. “Ancak,” diye ekledi Abbone, “ertesi yıl papa, Ad conditorem canonum buyru unu çıkardı; Bergamolu Bonagrazia Birader, bu kararnamenin tarikatının çıkarlarına aykırı oldu unu öne sürerek papalı a ba vurdu; bunun üzerine Papa kararnameyi asılı bulundu u Avignon’un büyük kilisesinin kapısından indirdi ve birkaç yerini de i tirdi. Ama gerçekte kararnameyi daha da sertle tirmi ti; hemen ardından Bonagrazia Birader’in bir yıl tutuklanması bunun kanıtıdır. Papalı ın sert tutumu konusunda ku kuya yer yoktu; çünkü aynı yıl Perugia meclisinin tezlerini kesinlikle mahkûm eden o çok ünlü Cum inter nonnullos’u çıkardı.” Bu noktada, Kardinal Bertrando, incelikle Abbone’nin sözünü keserek, 1324’de, i leri karı tırmak ve papalı a sorun çıkarmak için Bavyera’lı Ludwig’in, nasıl Sachsenhausen bildirisiyle i e karı tı ını, bu bildiride, hiçbir sa lam neden yokken, Perugia’nın tezlerinin benimsendi inin (“Üstelik,” diye vurguladı Bertrando ince bir gülümseyi le, “ mparator’un kendisinin hiç de uygulamadı ı bir yoksullu u böylesine co kuyla alkı laması anla ılır bir ey de ildi.”), Ludwig’in, Efendimiz Papa’ya 280 kar ı çıktı ının, onu, inimicus pacis diye nitelendirdi inin, skandallar ve anla mazlıkları körükleme e iliminde oldu unu söyledi inin ve sonunda ondan sapkın, hatta sapkınlı a önayak olan biri diye söz etti inin anımsanması gerekti ini söyledi. “Hiç de de il,” diye araya girmeye çalı tı Abbone. “Özde öyleydi,” dedi kuru bir sesle Bertrando. Sonra Efendimiz Papa’yı, Quia quorundam buyru unu çıkarmak ve sonunda Cesena’lı Michele’yi sert bir biçimde huzuruna ça ırmak zorunda bırakan eyin, kesinlikle mparator’un bu i e yersiz olarak karı ması oldu unu ekledi. Michele hasta oldu unu öne sürerek -bundan kimse ku kulanmıyordu- ba ı lanmasını dileyen mektuplar gönderdi ve kendi yerine Giovanni Fidanza Birader’le Perugia’dan Umile Custodia Birader’i yolladı. Ancak, dedi Kardinal, Perugia’lı Papa yanlıları Papa’ya, Michele Birader’in hastalıktan çok uzak oldu unu, Bavyera’lı Ludwig’le haberle ti ini bildirmi lerdi. Ne olursa olsun, olan olmu tu ve imdi Michele çok iyi ve dingin görünüyordu ve kendisini Avignon’da bekliyorlardı. Ancak, diye itiraf ediyordu Kardinal, her iki taraftan akıllı adamların imdi yaptıkları gibi, Michele’nin sonunda Papa’ya ne söyleyece ini önceden tartmak daha iyiydi; çünkü herkesin amacı, i leri alevlendirmek de il, sevecen bir babayla ona ba lı o ulları arasında var olması için hiçbir neden olmayan ve o zamana de in yalnızca, ister mparator’la olsun, ister onların vekilleri, Kutsal Ana Kilise’yle hiçbir ili kileri olmayan ça ımızın laik insanlarının karı masıyla körüklenmi olan bir anla mazlı ı karde çe çözmekti. O zaman Abbone söze karı tı ve bir kilise adamı ve kilisenin çok ey borçlu oldu u bir tarikata ba lı bir rahip olmasına kar ın (yarım dairenin her iki yanından da bir saygı mırıltısı i itildi), gene de, Baskerville’li William Birader’in daha sonra açıklayaca ı birçok nedenden ötürü, mparator’un bu tür sorunlara yabancı kalması görü ünde olmadı ını söyledi. Ama, diye sürdürdü Abbone, görü melerin birinci bölümünün, Papa’nın elçileriyle, bu toplantıya katılmakla Papa’nın en ba lı o ulları olduklarını gösteren Ermi Francesco’nun o ullarının temsilcileri arasında yapılması gene de do ru olacaktı. Bunun için Michele’yi, ya da onun adına konu acak her kimse onu, Avignon’da nasıl bir tavır almayı dü ündü ünü açıklamaya ça ırdı. Michele, aynı Papa’nın 1322 yılında kendisinden yoksulluk sorunu konusunda kapsamlı bir rapor istemi oldu u Casale’li Ubertino’nun o sabah aralarında bulunmasından büyük sevinç ve heyecan duydu unu söyledi. Ancak Ubertino, herkesin onda gördü ü açıklık, bilgi ve tutkulu inançla artık de i mez bir biçimde Fransisken tarikatının görü leri olan görü lerin ba lıca noktalarını en iyi özetleyebilirdi. Ubertino aya a kalktı ve daha konu maya ba lar ba lamaz, onun hem vaiz hem de saray mensubu olarak niçin böyle büyük bir heyecan uyandırdı ını anladım. Heyecanlı el kol devinimleri, inandırıcı sesi, büyüleyici gülümseyi i, açık seçik ve tutarlı mantı ıyla, konu tu u sürece, dinleyicilerini kendine ba ladı. Perugia’nın öne sürdü ü tezleri destekleyen nedenler üzerinde çok bilimsel bir konu maya ba ladı. Her eyden önce, sa’nın ve havarilerinin ikili bir durum içinde olduklarının kabul edilmesi gerekiyordu; çünkü Yeni Ahit kilisesinin önde gelen din adamları olduklarını, bu nedenle de, harcama ve da ıtma yetkisi bakımından, Havarilerin leri’nin dördüncü babında yazılı oldu u gibi, yoksullara ve kilise papazlarına verme yetkisine sahiptiler; bunu hiç kimse yadsımıyordu. Ancak, ikinci olarak, sa ve Havariler, hür türlü dinsel yetkinli in temeli, bu dünyayı tam anlamıyla küçümseyen bireyler olarak ele alınmalıdırlar. Bu bakımdan, iki türlü sahip olma ortaya konmaktadır; bunlardan biri laik ve dünyasaldır ki, imparatorluk yasaları bunları, “in bonis 281 nostris” sözcükleriyle tanımlar; çünkü biz, savundu umuz ve bizden alındı ında da üstünde hak iddia etti imiz mallara bizim diyoruz. Bu nedenle, insanın kendi iyeli indeki eyleri, onları almaya kalkı an birine kar ı, imparatorluk yargıcına ba vurarak laik ve dünyasal anlamda savunması ba ka bir eydir ( sa’yla havarilerinin nesnelere bu anlamda sahip olduklarını öne sürmek sapkınlıktır; çünkü Matta’nın be inci bapta söyledi i gibi, her kim seni dava edip gömle ini almak isterse, üstündeki giysiyi de çıkarıp ona ver. Luka da altıncı bapta farklı bir ey söylemiyor: Burada sa her türlü yetkeyi ve hükmetmeyi yadsıyor ve havarilerinin de aynı eyi yapmalarını buyuruyor; sonra Matta’nın yirmi dördüncü babına bakın; burada Petros, Efendimize, onu izlemek için her eyi bıraktıklarını söyler); ama dünyasal eylere, ortak karde çe iyilik amacıyla, bir ba ka biçimde de sahip olunabilir; bu biçimde, sa ve ö rencileri, do ar hakla bazı nesnelere sahiptiler; bu hakka 282 ba zıla r ın c a jus poli , yani insan tarafından düzenlenmeksizin, usa uygun olan do ayı destekleyen göksel hak 283 denmektedir; jus fori ise, insanların aralarındaki antla madan do an haktır. Nesnelerin ilk bölünü ünden önce, iyelik bakımından bunların tümü de, imdi oldu u gibi hiç kimsenin malı sayılmayan ve kim alırsa onun olan nesneler gibiydi ve bir anlamda bütün insanlar için ortaktı; ancak ilk günahtan sonra atalarımız nesnelerin iyeli ini bölü meye ba ladılar; böylece imdi bildi imiz anlamda dünyasal sahiplikler ba ladı. Ama sa ve Havariler nesnelere birinci anlamda sahiptiler; yalnızca giysileri, ekmek ve balıkları vardı ve Pavlos’un Timoteos’a birinci mektubunda söyledi i gibi: yiyece imiz ve örtünece imiz varsa, onlarla yetinece iz. Bu nedenle, sa ve Havarileri bu nesnelerin iyeli ine sahip de ildiler, onları kullanıyorlardı; mutlak yoksullukları oldu u gibi kalıyordu. Bu, Papa II. Nicholas tarafından Exiit qui seminat buyru uyla kabul edilmi ti. Bunun üzerine, kar ı taraftan Jean d’Anneaux aya a kalkarak, Ubertino’nun tutumunun kendisine, hem usa, hem de Kutsal Betik’in do ru yorumuna aykırı göründü ünü söyledi. Çünkü, ekmek ve balık gibi kullanılarak tüketilen mallarda, basit bir kullanım hakkı ya da do rudan kullanımdan söz edilemez; yalnızca tüketimden söz edilebilir; inananlar, ilkel kilisede sahip oldukları her eye, Resullerin leri’nin ikinci ve üçüncü baplarından çıkarıldı ı gibi Hıristiyan olmadan önce sahip oldukları biçimde sahiptiler; Kutsal Ruh’un yeryüzüne inmesinden sonra Havariler’in Yahudiye’de çiftlikleri vardı; mal varlı ı olmadan ya ama andı, insanın ya amak için gereksinim duydu u eyleri kapsamaz; öte yandan Petros her eyi bıraktı ını söylerken, mal varlı ını yadsımı oldu unu söylemek istemiyordu; Âdem nesnelere sahipti; efendisinden para alan u ak ku kusuz onu ne kullanır, ne de tüketir; Minoritlerin her zaman ba vurdukları ve Minorit rahiplerinin i lerine yarayan eyleri, onların mülkiyetine sahip olmaksızın yalnızca kullandıklarını ortaya koyan Exiit qui seminat’ın sözcükleri, kullanılarak tüketilmeyen eylerden söz etse gerektir; gerçekten de, e er Exiit tüketilen eyleri içine alsaydı, olanaksız bir eyi desteklemi olurdu; do rudan kullanım, hukuksal mülkiyetten ayırt edilemez; maddesel nesnelere, ona dayanılarak sahip olunan her insanca hak, kralların yasalarında bulunmaktadır; sa bir ölümlü olarak ana rahmine dü tü ü andan ba layarak tüm dünyasal mallara sahip oldu; Tanrı olarak da, Baba’dan her eyin evrensel denetimini aldı; o giysilerin, yiyeceklerin, haç parasının ve inançlıların sundukları eylerin sahibiydi; e er yoksul idiyse, mal varlı ı olmadı ı için de il, mal varlı ının ürünlerini almadı ı için yoksuldu; çünkü faiz alınmadıkça bir eyin yalnızca hukuksal denetimine sahip olmak sahip olanı zengin kılmaz; son olarak Exiit ba ka eyler söylemi olsa bile Roma Papalı ı, inanç ve sa töreye ili kin her eyde kendinden önce gelenlerin kararlarını geri alabilir, hatta onlara ters dü en savlar öne s&