Uploaded by mukremincittirr

Gülün Adı - Umberto Eco ( PDFDrive.com )

advertisement
Umberto Eco
GÜLÜN ADI
talyan yazar Umberto Eco 64 ya ında.
1971
yılından
bu
yana
Bologna
Üniversitesinde
göstergebilim
dalında
profesör. Edebiyat ele tirmenli i, tarih ve
ileti im konularında yazılar yazıyor. Gülün
Adı ve Foucault Sarkacı ile ünlenen yazar,
bir dönem de talyan RA televizyonunda
kültür programları yönetmenli i yaptı.
Umberto Eco, bu romanın yarattı ı geni
yankılara yanıt olarak, Alfabeta dergisinin
Haziran 1983 tarihli 49. sayısında, Sonrası
(Postille) ba lıklı bir yazı yayımlamı tır. Eco,
bu yazısında, Gülün Adı’nın yazılı sürecini
anlatmakta, romana çe itli yönlerden
açıklık getirmektedir. Gerek bu bakımdan,
gerekse Eco’nun roman anlayı ını ortaya
koyması bakımından (bir anlamda, roman
üstüne bir deneme sayılabilecek) bu ilginç
yazıyı kitabın sonunda bulacaksınız.
MANASTIR
A - Aedificium
J - Hamam
B - Kilise
K - Hastane
D - Avlu
M - A ıllar
F - Yatakhane
N - Ahırlar
H - Toplantı Salonu
R - Demirhane
DO AL OLARAK, B R ELYAZMASI
16 A ustos I968’de Vallet diye bir
rahip tarafından kaleme alınmı bir kitap
geçti elime: Melk’li, Dom Adso’nun, Dom
J. Mabillon’un baskısından Fransızcaya
çevrilmi elyazması (Presses de l’Abbaye
de la Source, Paris, 1842). Gerçekten
oldukça yoksul tarihsel bilgilerin eklendi i
bu
kitabın,
Benedikten
tarikatının
tarihine ili kin çok ey borçlu oldu umuz,
on altıncı yüzyılda ya amı büyük bilgin
tarafından bulunmu olan, on dördüncü
yüzyıla ait bir elyazmasının tıpkısı oldu u
öne sürülüyordu. Bu bulgu (kronolojik
sıraya
göre
üçüncü
olan
kendi
bulu umdan söz ediyorum), sevdi im
birisini
beklemek
üzere
Prag’da
bulundu um sırada beni ne elendirdi.
Altı gün sonra Sovyet birlikleri talihsiz
kenti istila ettiler.
ansım yolunda gitti: Linz’de
Avusturya sınırına ula tım; oradan
Viyana’ya gidip bekledi im kimseyle
bulu tum ve birlikle Tuna boyunca yukarı
çıktık. Büyük bir dü ünsel co kuyla,
büyülenmi , Melk’li Adso’nun korkunç
öyküsünü okuyordum; kendimi kitaba
öylesine kaptırmı tım ki, yumu ak bir
kalemle üstüne yazması çok zevkli olan
Pupelerie Joseph Gilbert’den alınma o
büyük defterlerden birkaçını bir çırpıda
kitabın çevirisiyle doldurdum. Böylece
Melk yakınlarına geldik; ırma ın dirsek
çevirdi i bir yerde, bir tepe üstünde,
yüzyıllar boyunca birçok kez restore
edilmi olan güzelim Stift hâlâ ayakta
duruyordu. Okurun tasarlayabilece i
gibi, manastırın kitaplı ında Adso’nun
elyazmasının izine rastlamadım.
Salzburg’a
varmadan
önce,
Mondsee kıyısında küçük bir otelde,
trajik
bir
gecenin
ardından,
yol
arkada lı ımız birden sona erdi ve
kendisiyle birlikte yolculuk etmekte
oldu um ki i, Abbe Vallet’nin kitabını da
alarak ansızın yok oldu; kötülü ünden
de il, ili kimizin düzensiz ve ansızın
bitmesinden ötürü. Böylece, elimde
elyazısıyla yazdı ım defterler, yüre imde
kocaman bir bo luk kaldı.
Birkaç
ay
sonra,
Paris’te,
ara tırmamı
derinle tirmeye
karar
verdim.
Fransızca
kitaptan
çıkardı ım
birkaç nottan, kayna a, ola anüstü
ayrıntılı ve kesin bir yollama kalmı tı
elimde:
Vetera analecta, sive collectio
veterum aliquot opera et opusculorum
omnis generis, carminum, epistolarum,
diplomaton, epitaphiorum, et, cum itinere
germanico,
adaptationibus
aliquot
disquisitionibus R.P.D. Joannis Mabillon,
Presbiteri ac Monachi Ord. Sancti Benedicti
e Congregatione S. Mauri. — Nova
Editio cui accessere Mabilonii vita et aliquot
opuscula, scilicet Dissertatio dePane
Eucharistico, Azymo et Fermentatio, ad
Eminentiss. Cardinalem Bona. Subjungitur
opusculum Eldefonsi Hispaniensis Episcopi
de eodem argumentum Et Eusebii Romani
ad Theophilum Gallum epistola, De cultu
sanctorum ignotorum, Parisiis, apud
Levesque, ad Pontem S. Michaelis,
MDCCXXI,
cum
privilegio
Regis.
Bibliotheque Sainte Geneviève’ d e , Vetera
analecta’yı
hemen
buldum;
ama
buldu um baskının, betimlemeden iki
ayrıntı bakımından farklı olu u a ırttı
beni: önce “Montalant, ad Ripam P.P.
Augustinianorum (prope Pontem S.
Michaelis)” diye belirtilen editör ve iki yıl
sonrasını gösteren tarih. Bu analecta,
Melk’li Adso ya da Adson’un herhangi bir
elyazmasını kapsamıyordu - tersine,
dileyenin denetleyebilece i gibi, bunlar,
kısa ya da orta uzunlukla metinlerin bir
araya getirilmesinden olu uyordu; oysa
Vallet’nin kopya etti i öykü birkaç yüz
sayfa tutuyordu. Aynı zamanda, ünlü
ortaça
uzmanlarına, örne in sevgili,
unutulmaz Elienne Gilson’a ba vurdum;
ama
tek Vetera analecta’ların Sainte
Genevieve’de gördüklerim oldu u açıktı.
Passy yakınlarında, Abbaye de la
Source’a hemen bir ziyaret ve arkada ım
Dom Ante Lahestedt’le bir konu ma,
manastırın basımevinde Abbe Vallet diye
birinin kitap bastırmadı ına (böyle bir
basımevinin de var olmadı ına) inandırdı
beni. Fransız ara tırmacılarının güvenilir
ya amöyküsel
bilgi
konusundaki
savruklukları ünlüdür; ama bu durum
usun alabilece i her türlü karamsarlı ın
da ötesine geçiyordu. Elime geçmi olan
kitabın uydurma oldu unu dü ünmeye
ba ladım. Artık Vallet’nin kitabını da
yeniden elde edemez (ya da en azından,
onu benden almı olan kimseye gidip geri
isteyemezdim). Elimde notlarımdan ba ka
hiçbir ey kalmamı tı; onlardan da ku ku
duymaya ba lıyordum.
Bazı büyülü anlar vardır, büyük
fizik çaba ve yo un dürtüsel heyecan
anları; geçmi te tanımı
oldu umuz
kimselerin sanrıları belirir öyle anlarda
(“en me restraçant ces détails, j’en suis â
me demander s’ils sont réels, ou bien si je
1
les ai revés” ). Daha sonra, Abbé de
Bucquoy’un
güzel
kitaplı ından
ö rendi ime göre, henüz yazılmamı
kitapların da sanrıları vardır.
Yeni bir ey olmasaydı, Melk’li
Adso’nun
öyküsünün
nereden
kaynaklandı ını belki de hâlâ dü ünüyor
olurdum;
1970’te,
Buenos
Aires’te,
Corrientes’te, o büyük caddenin ünlü
Patio del Tango’sunun oldukça yakınında,
küçük
bir
sahafın
raflarına
göz
gezdirirken, Milo Temesvar’ın, Satranç
Oyununda Ayna Kullanılmasına Dair... adlı
kitapçı ının standart
spanyolca bir
nüshasına
rastladım. Apocalittici e
integrati adlı yapıtımda, bu yazarın daha
sonra
yayımlanan I
venditori
di
Apocalisse’yi ele tirirken, bu kitabın adını
(ikinci elden) anma olana ı bulmu tum
daha önce. Artık bulunması olanaksız
olan, Gürcü dilindeki özgün yapıtın (Tiflis,
1934) talyanca çevirisiydi bu; kitapta,
Adso’nun elyazmasından birçok alıntı
görmek
a ırttı beni; ama bunların
kayna ı ne Vallet’ydi, ne de Mobillon;
Peder Athanasius Kircher’di (ama hangi
yapıtı?)
Daha sonra -adını anmamayı
uygun buldu um- bir bilgin (ezbere
dizinler alıntılayarak), büyük Cizvit’in,
Melk’li Adso’nun hiç sözünü etmedi ine
dair
güvence
verdi
bana.
Ama
Temesvar’ın
sayfaları
gözlerimin
önündeydi; aktardı ı olaylar da Vallet’nin
elyazmasındakilere
tıpatıp
uyuyordu
(özellikle labirentin betimlemesi ku kuya
yer vermiyordu). Daha sonra Beniamino
2
Placido ne yazmı olursa olsun, Abbe
Vallet diye biri ya amı tı; kesinlikle Melk’li
Adso da. Bundan, Adso’nun anılarının,
do ru olarak, anlattı ı olaylarla aynı
niteli i payla tı ı sonucunu çıkardım.
Ba ta yazarın adı, en sonunda da,
Adso’nun caymak bilmez bir titizlikle
suskun kaldı ı manastırın yeri olmak
üzere, birçok gölgeli gizeme bürünmü tü
bu anılar.
Kestirimler, Pomposa ile Conques
arasında, belli belirsiz bir alan tasarlama
olana ı veriyor bize; büyük bir olasılıkla
burası Apeninler’in sırtında, Piemonte,
Liguria ve Fransa arasında (yani Lerici ve
Turbia arasında) bir yer. Betimlenen
olayların geçti i döneme gelince, 1327
Kasım’ının sonunda oluyor olaylar; öte
yandan, yazarın bunları ne zaman
yazdı ı
kesin
de il.
1327
yılında
kendisinin bir çömez oldu una ve
anılarını yazdı ı sırada ölüme yakın
oldu unu
söyledi ine
bakılırsa,
elyazmasının, on dördüncü yüzyılın son
on ya da yirmi yılı içinde yazıldı ını
kestirebiliriz.
yi dü ünülürse, beni, elimdeki, on
dördüncü yüzyılın sonuna do ru bir
Alman rahip tarafından Latince yazılmı
bir yapıtın on yedinci yüzyıl Lalincesiyle
yapılmı nüshasının, açık seçik olmayan,
neo-Gotik bir Fransızca kopyasının
talyanca kopyasını yayımlamaya götüren
nedenler oldukça azdı.
Her eyden önce, nasıl bir üslup
kullanmalıydım? O dönemin talyanca
örneklerini izleme e ilimini, tümüyle
gerekçesiz
oldu undan,
bir
yana
bırakmalıydım; Adso yalnızca Latince
yazmakla kalmıyor; kültürünün (ya da
onu etkiledi i açıkça görülen manastırın
kültürünün) çok daha eskiye gitti i
anla ılıyor; bu kültürün, geç ortaça
Latince gelene ine ba lanabilen bilgi ve
üslup süslemelerinin yüzyıllar boyu
olu an bir toplamı oldu u açık. Adso, yerli
konu ma dilinin evrimine kapalı kalmı ,
betimledi i kitaplı ın içinde barındırdı ı
sayfalara ba lı, ‘ö renimini pederler ve
ara tırmacıların
metinleri
üstünde
yapmı bir rahip gibi dü ünüp’ yazıyor;
öyküsü (sayısız zihin karı ıklıkları ve hep
kulaktan dolma anlattı ı, on dördüncü
yüzyıl olaylarına yollamalar dı ında), dil
ve bilimsel alıntılar bakımından, on ikinci
ya da on üçüncü yüzyılda yazılmı
olabilirdi.
Öte yandan, Vallet’nin, Adso’nun
Latince’sini,
kendi
neo-Gotik
Fransızca’sına çevirirken, bir ölçüde
özgürce davrandı ına ku ku yok; hem
yalnızca üslup bakımından de il. Örne in
ki iler bazan otların erdemlerinden söz
ederken,
yüzyıllar
boyunca
birçok
de i ikli e
u ramı
olan,
Albertus
Magnus’a yorulan gizler kitabına açık
yollamalar yapıyorlar. Adso’nun bu kitabı
bildi i kesin, ama onun bu kitabın, gerek
Paracelsus’un
formüllerini,
gerekse
Albertus’un Tudor döneminden kaldı ı
3
ku ku götürmeyen bir baskısından
yapıldı ı
açıkça
anla ılan
ekleri
gere inden çok sözcü ü sözcü üne
yansıtan bölümlerini alıntıladı ı gerçe ini
de i tirmez bu. Öte yandan, Vallet’nin,
Adso’nun elyazmasını kopya etmekte
oldu u(?) sırada, Paris’te, artık onarılmaz
bir biçimde bozulmu olan Grand ve Petit
4
Albert’ın
bir
on
sekizinci
yüzyıl
baskısının dola makta oldu unu daha
sonra do ruladım. Ne olursa olsun, Adso
ya da tartı malarını anlattı ı rahiplerin
yorumladıkları metnin, notlar, erhler ve
çe itli eklerin yanısıra, daha sonraki
ara tırmaları zenginle tirecek açıklayıcı
notları da kapsamadı ından nasıl emin
olabilirdim?
Son
olarak,
Abbe
Vallet’nin
kendisinin, belki de o dönemin ortamını
korumak için, çevirmeyi uygun bulmadı ı
bölümleri
Latince
olarak
mı
bırakmalıydım? Böyle yapmak için, belki
de yararlandı ım kayna a yersiz bir
ba lılık
duygusundan
ba ka
kesin
gerekçeleri yoktu... A ırılıktan kaçındım;
ama bir ölçüde oldu u gibi bıraktım
onları.
Korkarım bir Fransız kahramanı
tanıtırken ona, “Parbleu!” ve “La femme,
ah! la femme!” dedirten kötü romancılar
gibi davrandım ben de.
Sonuç olarak içim ku kularla dolu.
Cesaretimi toplayıp Melk’li Adso’nun
elyazmasını sanki sahiymi gibi niçin
sundu umu gerçekten bilmiyorum. Bir
sevdalanma diyelim. Ya da, dilerseniz,
kendimi sayısız eski saplantılardan
kurtarmanın bir yolu.
Metni
hiçbir
ça cılık
kaygısı
gütmeksizin yazıyorum. Abbe Vallet’nin
kitabını ke fetti im yıllarda, insanın
yalnızca
imdiki zamana kar ı bir
yükümlülükten
ötürü
dünyayı
de i tirmek için yazması gerekli ine dair
yaygın bir inanç vardı. Aradan on yılı
a kın bir süre geçtikten sonra salt yazma
sevgisinden ötürü yazabilmek (en yüce
saygınlı a yeniden kavu turulmu olan)
yazın adamının avuntusu imdi. Böylece
ben de Melk’li Adso’nun öyküsünü,
yalnızca anlatma tadı için anlatmakta
kendimi özgür hissediyorum ve (usun
uyanı ının, uykusu sırasında üretmi
oldu u
tüm
ucubeleri
kaçırdı ı
günümüzde) bu öykünün, zaman içinde
ölçülemez uzaklıkta, günümüzle herhangi
bir ba ıntıdan öylesine görkemli bir
biçimde
arınmı ,
umutlarımıza
ve
kesinlemelerimize
zamanla
ilintisiz
yabancılı ını görmekle yüre im yatı ıyor
ve avunuyorum.
Çünkü kitapların bir öyküsü bu;
gündelik kaygıların de il ve bu öyküyü
5
okumak bizi Kempis’li büyük taklitçiyle
birlikte “In omnibus requiem quaesivi, et
6
nusquam inveni nisi in angulo cum libro”
demeye götürebilir.
5 Ocak 1980
NOT
Adso’nun elyazması yedi güne
ayrılmı ; her gün de, dua saatlerine denk
dü en dönemlere. Üçüncü ki i a zından
yazılmı
alt-ba lıklar olasılıkla Vallet
tarafından eklenmi tir. Ama bu altba lıklar okuru yöneltmek bakımından
yararlı oldu undan, o dönemin halk dili
yazınının ço unda rastlanan kullanıma
da uzak dü medi inden, onları çıkarmayı
uygun bulmadım.
Adso’nun
kanonik
saatlere
ba vurması beni biraz bocalattı; çünkü
bunların anlamı yere ve mevsimlere göre
de i mekle kalmıyor; büyük bir olasılıkla,
Ermi
Benedict’in Kural’da saptadı ı
yönergelere, on dördüncü yüzyılda tam
bir kesinlikle uyulmuyordu.
Bununla
birlikte,
okura
yol
göstermesi
bakımından,
a a ıdaki
emanın güvenilir oldu una inanıyorum.
Bu ema, bir ölçüde metinden, bir ölçüde
de, ilk Kural’ın, Edouard Schneider
tarafından, Les Heures bénédictines
(Paris, Grasset, 1925)’deki manastır
ya amının
betimlemesiyle
kar ıla tırılmasından çıkarılmı tır.
Mattutino (Geceyarısı) (bazan Adso
buna
eski
deyimle
Vigiliae
de
demektedir.) Gecenin 2.30’uyla 3’ü arası.
Laudi (Alacakaranlık) (daha eski
gelenekte Matutini denirdi.) Sabahın
5’iyle 6’sı arası: tanyeri a arırken sona
erer.
Prima (Tansökümü) 7.30’a do ru,
gündo u undan az önce.
Terza (Sabah) 9’a do ru.
Sesta
(Ö le) Ö le
(rahiplerin
tarlada çalı madıkları bir manastırda,
kı ın, aynı zamanda ö le yeme i vakti).
Nona ( kindi) Ö leden sonra saat
2’yle 3 arası. 4.30’a do ru, günbatımı
(Kural, karanlık basmadan ak am yeme i
yenmesini öngörür). 6 dolayları (rahipler
7
saat 7’den önce yatarlar)
Saatlerin hesaplanması, kuzey
talya’da,
Kasım
sonunda,
güne in
yakla ık 7.30’da do up ö leden sonra
4.40’ta batması esasına dayanmaktadır.
‘GÜLÜN ADI’ ÜZER NE
Umberto Eco ve Gülün Adı
talya’da, Bologna Üniversitesi’nde
ö retim üyesi, semiolog, tarihçi, filozof,
estetikçi, ortaça uzmanı ve James Joyce
üstüne derin ara tırmalar yapmı çok
yönlü bir bilim adamı olan Umberto
Eco’nun bu ilk romanı, talya’da ilk
yayımlanı ından (1980) bu yana tam on
üç kez basıldı; yirmiyi a kın dile çevrildi;
tüm dünyada
ola anüstü bir
ilgi
uyandırdı; yankıları hâlâ sürüyor. Gülün
Adı’nın ba arısında, ku kusuz, ça ımızda,
Rönesans’tan bu yana alı ılagelenin
dı ında bir yakla ımla -özellikle kentle me
ve dolayısıyla kentsoylu sınıfının ortaya
çıkı ı ve demokratik kurumların olu um
süreci açısından- gittikçe artan bir ilginin
odak
noktasını
olu turan
ortaça
konusunda Eco’nun derin ve dolaysız
bilgisinin büyük payı var. Gerçekten de
Eco
günümüzü
yalnızca
televizyon
aracılı ıyla tanıdı ını, oysa ortaça ı
do rudan,
dolaysız
olarak
bildi ini
söylüyor.
Tam
anlamıyla
ve
her
bakımdan ortaça dünyasını yansıtmakla
birlikte, Gülün Adı kesinlikle ça da bir
roman. Okura o ça la ça ımız arasında
kaçınılmaz analojik ba lar kurmayı
esinliyor. Gerçi Eco romanını tasarlarken
alegorik bir dü ünceden yola çıkmadı ını
belirtiyor; ancak Gülün Adı’nın, on
dördüncü yüzyıl yerine on ikinci yüzyıla
ili kin olsaydı da, o yüzyılın sorunlarıyla
yüzyılımızın sorunları arasında gene de
ko utluklar kurulaca ını, giderek, ta
ça ına ait bir kitap yazmı olsaydı bile, o
ça la ça ımız arasında binbir benzerlik
bulunaca ını, çünkü geçmi i ça da bir
kimsenin
gözüyle
görmeden,
tarih
biliminin söz konusu olamayaca ını
söylüyor.
Örne in terörizmin dinsel, mistik
bir olgu oldu unu, Marksizmle hiçbir
ili kisi olmadı ını, okurun ça ımızla
ortaça arasında bu açıdan ko utluk
kurmasının nedeninin bu oldu unu öne
sürüyor. Tüm bunların yanısıra ve her
eyden öte, Gülün Adı’nı böylesine önemli
kılan, onun özgün ve ça da romana
yepyeni bir uzun soluk getiren bir roman
olması: bir anlamda, ortaça
art
alanında geli en bir tarihsel roman, bir
anlamda da ustaca kurulmu polisiye bir
öykü ve en önemlisi, ola anüstü bir dil ve
sanat yapıtı.
Hıristiyanlık ve dolayısıyla Batı
siyasal ve genel tarihinin dönüm
noktalarından
biri olan,
Papa
ile
mparator arasındaki atama yetkisi
sava ımının
a amalarından
birini
olu turan bir zaman diliminde geçiyor
olay: 1327 Kasım’ının son haftasında,
Kutsal Roma
mparatoru Bavyeralı
Ludwig’in Paris’i ku atıp Roma’ya do ru
inmeye ba ladı ı sırada, Papa XXII.
Ioannes, Perugia Ruhanî Meclisi’nde,
sa’nın hiçbir mal varlı ına sahip
olmadı ını
öne
sürmü
olan
Fransiskenlerin
ba kanı
Cesena’lı
Michele’nin Avignon’a, yanına gelmesini
istemektedir. Tıpkı yirmi yıl önce yenilgiye
u ratılmı
ve yakılmı
olan, Rebello
da ında karargâh kurmu Dolcino’nun
silahlı çeteleri gibi, sapkın Fransiskenler
de kovu turulmakta, yakılmakta, ate leri
tüm
talya’yı
ve
Fransa’yı
ıı a
bo maktadır. Eco’nun, Gülün Adı adlı
romanının -ya da Melk’li Adso’nun gizemli
elyazmasınınkonusunu
olu turan
olaylar, yukarı talya’da bir manastırda,
böyle bir dinsel-siyasal art alanda
geli iyor. Melk’li Adso, “nazik” ve açık
seçik olmayan diplomatik bir görevle bu
manastıra
gönderilen
Baskerville’li
William’a e lik eden bir Benedikten
çömezidir.
Baskerville’li
William,
tanrıbilim açısından, inanç ve usun bir
bile imini yapmak için giri ilen tüm
çabaları yadsırken, do a bilimi açısından,
bilgiyi do rulanabilir ya antıların sınırları
dı ına ta ırmayan bir ampirist olarak
ortaça
dü üncesinde
bir
dönüm
noktasını belirleyen Ockham’lı William’ın
ve Padua’lı Marsilio’nun arkada ıdır.
Eskiden sorgucu olan William, manastıra
varır varmaz bir dizi gizemli olayı çözme
sorunuyla kar ı kar ıya bulur kendini:
Manastırın görkemli, görkemli oldu unca
gizemli ve yalıtılmı dünyasında, Papa ve
mparator’un temsilcileri arasında bir
uzla ma ortamı yaratmak için yapılacak
önemli toplantının e i inde bir ölüm
olayıyla ba layan ve yedi günde yedi
ölümle süren, rahipleri ve tüm manastır
halkını büyük bir kaygı ve yılgınlı a salan
ölümler dizisini aydınlatmak...
William,
kanonik
saatlerle
belirlenen
zaman
birimleri
içinde
meydana gelen olayların geli imini büyük
bir ustalıkla sunuyor ve yedinci günün
(romanın da) sonunda, olayların dola ık
çilesini iplik iplik çözerek, gizemi açıklı a
kavu turuyor.
Bir
polisiye
roman
yazarının pırıl pırıl mantı ıyla, yerinde,
ince ipuçları vererek okurun olayların
dokusunu
adım
adım
kavramasını
sa lıyor. Hıristiyanlık dü üncesine ili kin
kuramsal tartı malar olayların akı ını
kesintiye u ratıyormu gibi görünse de,
gerçekte bu tartı malar - ilk bakı ta
onlara açık seçik ı ık tutmasa bile“merak” ö esini, ortadan kaldırmak bir
yana, hep diri tutuyor.
Konumuyla,
mimarisiyle,
bir
Benedikten manastırının tüm görkemiyle,
özellikle kitaplı ının zenginli iyle bütün
ortaça dünyasına ün salmı olan bu
manastırda,
mparator ve Papa’nın
temsilcileri arasında tartı ılan sa’nın
yoksullu u konusu, gerçekte Kilise’nin
zenginli inin, dolayısıyla Kilise’nin siyasal
gücünün
(erkinin)
tartı ılmasıdır.
William’ın, dinsel erkle siyasal erkin
özde le tirilmesine kar ı öne sürdü ü ku kusuz
Hıristiyan
inancından
kaynaklanan- sav, laiklik dü üncesinin,
giderek kuvvetler ayrımı ilkesine varacak
olan
ça da
dü üncenin
köklerinin
ortaça da oldu unun bir göstergesi.
Sonuç olarak, Eco’nun kitabının,
yalnızca, Sherlock Holmes’ler, Komiser
Maigret’lerle boy ölçü en, giderek onları
a an üstün zekâ ürünü bir polisiye öykü
olarak de il, insanlık tarihinin önemli bir
kesitinde yer alan dü ünsel çatı maların
sunulu u, yazarın kendi sözcükleriyle,
“kitaplardan sözeden bir kitap” olarak,
üstün yazınsal nitelikleriyle de -tarihsel
art
alanı
ülkemizi
do rudan
ilgilendirmese bile- bizde de okurların çok
yönlü ilgisini uyandıraca ını umuyorum.
Romanın adı
Kitabın ilk baskısından üç yıl
sonra, Umberto Eco, Alfabeta’da (Haziran
1983, Sayı 49) yer alan, Il Nome della
Rosa’ya ili kin Poslille’de, romanına
kaynaklık eden elyazmasının nasıl eline
geçti ine ve kitabın yazılı sürecine ili kin
ilginç açıklamaların yanısıra, çe itli
ülkelerden
okurların
kendisine
yönelttikleri soruları yanıtlarken, kitabın
adına da de iniyor. Gerçekten de, ilk
bakı ta a ırtıcı, ipucu vermeyen bir ad,
“Gülün Adı”. Eco, bir romanın adının
yorumsal bir anahtar oldu unu, oysa
romanın,
Eco’nun
sözcükleriyle,
“yorumlar üreten bir makine” oldu unu,
ama bir romanın ille de bir adı olması
gerekti ini belirterek, Kırmızı ve Siyah,
Sava
ve
Barı
gibi
adların
ça rı tırdıklarından
kaçınmanın
olanaksızlı ına, öte yandan, ba ki inin
adını ta ıyan romanlarda, bu adın bazan
yanıltıcı
oldu una,
örne in
Goriot
Baba’nın, okurun dikkatini Goriot Baba
üstünde yo unla tırdı ına, oysa bu
romanın aynı zamanda Rastignac’ın ya
da Vautrin’in (alias Collin’in) de destanı
oldu una, bunun gibi, Üç Silah örler’in
gerçekte dördüncünün öyküsü oldu una
de inerek,
romanı için
önce
Suç
Manastırı adını tasarladı ını, ama sonra,
okurun dikkatini yalnızca polisiye öyküde
odakla tıraca ını dü ünerek, bu adı bir
yana bıraktı ını, romana - dü ledi i ad
olan- Melk’li Adso adını da koymadı ını,
bunun nedeninin talya’da yayımcıların
özel adlardan ho lanmayı ları oldu unu
söylüyor. Oysa Adso, romanda yalnızca
anlatıcının sesi, dolayısıyla da yansız bir
ad oldu u için (ku kusuz bir anlatıcının
ne denli yansız olabilece i sorulabilir)
yazarın anlayı ına uygun dü erdi. Gülün
Adı’na gelince, Eco bu adı, kendisine, on
ikinci yüzyılda ya amı bir Benedikten
olan
Bernardo
Morliacense’nin
De
coniemptu mundi’nden bir dizesinin
esinledi ini; salt bir rastlantı sonucu
buldu u bu adı niçin seçti ini
u
sözcüklerle dile getiriyor: “Çünkü gül
simgesel bir eydir ve öylesine anlamlarla
yüklüdür ki, neredeyse hiçbir anlamı
yoktur: gizemlidir gül ve bir gül, güllerin
ya antılarını ya amı tır; bir gül, bir
güldür; bir gül, bir güldür; bir gül, bir
güldür...”
Çeviriye de in
Gülün Adı, çevirmeni üstesinden
gelinmesi güç zorluklarla kar ı kar ıya
bırakan bir kitap: Yo un ortaça ortamı,
Hıristiyan dü üncesinin kendine özgü
kavram ve sözcükleri, yapıtın alegorik
niteli i, ifrelerle dolu olu u, dü üncenin
büyük
ölçüde
tasımlarla
geli mesi,
Latince
alıntılar
(Eco’nun,
kitabın
önsözünde,
ortaça
ortamını
yansıtabilmek
için,
Latince
olarak
bırakmaya karar verdi ini açıkladı ı
alıntıların -özellikle ortaça Latince’si söz
konusu olunca- Latince ile alfabeden
ba ka uzak yakın hiçbir ili kisi olmayan
Türkçe gibi bir dile çevrilmesinin,
örne in, talyanca, spanyolca, Fransızca
gibi batı dillerine oranla çok daha büyük
güçlükler
yaratması),
sözdizimi
ve
yapısıyla dilin, özellikle biçemin yer yer
ça da
sayılamayacak bir
talyanca
olu u, az rastlanan sözcüklere yer verili i,
Eco’nun kendine özgü mizahı ve iiri...
Kitap üstüne söyle ilerinden birinde (Le
Monde (des Livres), 22 ubat 1985, s.
16), kendisine yöneltilen, romanının
ba arısını neye ba ladı ına ili kin soruyu
yanıtlarken,
Eco
-hiçbirinin
do ru
olmadı ını belirtti i- on iki de i ik
yorumdan
söz
ederek,
Fransa’da
yayımlanan Critique dergisinin, kitabın
dilinin çeviriye çok yatkın oldu unu öne
sürdü üne de de iniyor. Bu sözlerin,
örne in Romence, Fransızca, ngilizce
gibi Latince kökenli ya da do rudan
do ruya Latince’den dal sürmemi olsa
da, önemli ölçüde bu dilin etkisinde
kalmı olan diller bakımından geçerli olsa
bile, Türkçe için ne denli geçerli
olabilece i ku ku götürür kanısındayım.
Her çeviri bir yorumdur, ku kusuz;
tıpkı yazmak gibi. Bir yapıtın ba ka bir
dile
çevrilmesinden
söz
ederken,
anlatılmak istenen, gerçekte, o yapıtın
ba ka bir dilde yeniden kurulmasıdır.
Örne in talyanca bir iir Türkçe’ye üç
kez çevrilirse, o dilde üç kez yeniden
yaratılmı olur. Bunların her birinin,
yorumun da ötesinde, bir dil oldu u
söylenebilir. Özgün ya da kaynak yapıtın
aynını bir ba ka dilde üretmek açısından
bakılırsa, kanımca do ru olmayan, ama
dilimizde daha uygun ba ka bir kar ılık
olmadı ı için kullanageldi imiz sözcükle,
çevirmen’in
serüveni
bir
anlamda
umutsuzca bir giri imdir; çevirmen, en iyi
durumda, bir özgün yapıtı, özünü
olabildi ince
koruyarak,
biçemini
olabildi ince bir ba ka dilin - kimi zaman,
sözcükleri, yapısı, sözdizimi, ta ıyageldi i
kültürel birikimi ve içeri iyle bamba ka
bir
dilin-sözcükleriyle
yeniden
yaratabilmeyi, onun anlamını, estetik ve
sanatsal
de erlerini
yansıtabilmeyi
umabilir olsa olsa. Ne denli ba arılı olursa
olsun, hatta ermi çe bir sabır ve çabanın
ürünü bile olsa, tüm kusurlardan
arınmı bir çeviri ancak tasarlanabilir,
belki de hiçbir zaman gerçekle tirilemez
sanıyorum.
Ku kusuz, okur dilerse, bu sözleri
bir defensio olarak alabilir. Gülün Adı’nda
rastlanabilecek yanlı lıklar, eksiklikler,
tüm olası yanlı anlamalar ve gözden
kaçmalar için okurların ba ı layıcılı ına
sı ınıyorum.
adan Karadeniz
ÖNDEY
Ba langıçta Söz Vardı ve Söz Tanrı
katındaydı ve Söz Tanrı’ydı. Ba langıçta
Tanrı katındaydı Söz ve Tanrı’ya ba lı her
inançlı rahibin görevi, hiç de i meyen,
yadsınamaz gerçekli i do rulanabilecek
biricik
olguyu,
tekdüze
bir
arkı
söylercesine alçakgönüllülükle yinelemek
olmalıdır.
Ama, videmus nunc per
8
speculum et in aenigmate ve gerçek,
onunla
yüzyüze
gelmeden
önce,
dünyanın yanılgısı içinde, parça parça
gösterir kendini (yazık, ne de okunaksız);
bu nedenle, bize karanlık ve tümüyle
kötülü e yönelik bir istemin ala ımı gibi
göründü ü zaman bile, onun güvenilir
belirtilerini dile getirmeliyiz.
Zavallı bir günahkârın ya amından
ba ka bir ey olmayan ya amımın sonuna
varmı , saçlarım a armı , tıpkı dünyanın
ya landı ı gibi ya lanarak, sessiz ve ıssız
kutsallı ının dipsiz kuyusunda yitip
gitmeyi bekleyerek, meleklere yara ır
zekâların suskun ı ı ını bölü erek, a ır,
hasta
gövdemle,
sevgili
Melk
manastırının bu hücresine kapanıp
kalmı ,
gençli imde
gözlemledi im
ola anüstü
ve
korkunç
olaylara
tanıklı ımı, gördüklerimi ve i ittiklerimi bir taslak aramaya kalkı maksızın,
benden sonra geleceklere (e er Deccal
onlardan
önce
gelmemi se) imlerin
imlerini bırakmak istercesine- sözcü ü
sözcü üne yineleyerek bu par ömen
üstünde
bırakmaya
hazırlanıyorum;
onları çözmek için yakarabilsinler diye.
mparator
Ludwig’in,
Yüce
Tanrı’nın tasarımlarına uygun olarak ve
Avignon’da havarinin kutsal adına leke
süren, tahta zorla el koyan, kutsal
rütbeleri alıp satan, o adı kötüye çıkmı
sapkını
a ırtarak (dinsizlerin XXII.
loannes diye saygınla tırdıkları Cahors’lu
Jacques’in günahkâr ruhundan söz
ediyorum) Kutsal Roma mparatorlu u’na
saygınlı ını yeniden kazandırmak için
talya’ya geldi i, Efendimizin do umunun
1327 yılının sonuna do ru, imdi adını
vermememin yerinde ve dindarca olaca ı
manastırda meydana gelen olayların açık
bir tanı ı olma lütfunu Tanrı esirgemesin
benden.
Belki de, kendimi içine karı mı
buldu um olayları daha iyi anlayabilmek
için, yüzyılın o yıllarında neler olup
bitti ini, onları o zaman içinde ya ayarak
anladı ım ve daha sonra i itti im ba ka
öykülerle
zenginle mi
olarak
imdi
anımsadı ım gibi anımsamalıyım, -e er
belle im öylesine çok ve karı ık olayların
ipuçlarını birbirine ba lama yetene ine
hâlâ sahipse.
O yüzyılın ilk yıllarında Papa V.
Clemens,
Roma’yı
yerel
beylerin
tutkularına av olarak bırakıp papalık
makamını
Avignon’a
ta ımı tı.
Hıristiyanlı ın kutsal kenti bir sirke ya da
bir
geneleve
dönü mü tü;
adına
cumhuriyet dense de, bir cumhuriyet
de ildi; silahlı çetelerin saldırısına, iddet
ve ya maya u ruyordu. Din adamları,
laik yargının dı ında kaldıklarından, gözü
dönmü
haydut çetelerine ba kanlık
ediyor, elde kılıç, soyuyor, günah i liyor,
haksız
kazanca
dayalı
ticaret
9
örgütlüyorlardı. Caput Mundi’nin , bir kez
daha ve haklı olarak, Kutsal Roma
mparatorlu u’nun tacını giymek ve bir
zamanlar kayzerlere ait olan dünyasal
imparatorlu un
saygınlı ını
yeniden
sa lamak isteyen adamın amacı olması
nasıl önlenebilirdi?
te
bu
yüzden,
1314’te,
Frankfurt’ta be Alman prensi, Bavyeralı
Ludwig’i imparatorlu un yüce ba kanı
seçmi lerdi. Ama aynı gün, Main’in kar ı
yakasında, hükümdarlık yetkisine sahip
Ren Kontu ve Köln Ba piskoposu, aynı
yüksek mevkiye Avusturyalı Frederick’i
seçmi lerdi. Tek bir taht için iki
imparator ve ikisi için de tek bir papa:
gerçekten büyük karı ıklıklar yaratan bir
durum...
ki yıl sonra Avignon’da, yetmi iki
ya ındaki Cahorsiu Jacques,
XXII.
Ioannes adıyla yeni papa seçildi; Tanrı
esirgesin, özü do ru ki ilere öylesine
sevimsiz gelen bu adı bir daha hiçbir
papa almasın. Fransız olup Fransa
Kralına ba lı olan bu adam (o yozla mı
ülkenin insanları hep kendi haklarının
çıkarlarını gözetme e iliminde olup, tüm
dünyayı
tinsel
yurtları
olarak
göremezler), bu serseri i birlikçi din
10
a d a m ı Templar
övalyeleri’ne ,
mallarına el koyabilmek için (kanımca
haksız olarak) son derece utanç verici
suçlar
yükleyen
Güzel
Filip’i
desteklemi ti. Bu arada Napoli’li Roberto,
bu
dolaplara
karı arak,
talya
yarımadasının denetimini elinde tutmak
için, Alman imparatorlarının hiçbirini
tanımaması
konusunda
Papa’yı
kandırmı ,
böylece
kilise
devletinin
ba ında kalmı tı.
1322 yılında Bavyera’lı Ludwig,
rakibi Frederick’i yenilgiye u rattı. Bir
imparatordan,
iki
imparatordan
korktu undan daha da çok korkan
Ioannes, yengi kazanan imparatoru
aforoz etti; buna kar ılık, o da Papa’yı
sapkın
olarak
yadsıdı.
Aynı
yıl,
11
Fransisken
rahiplerinin olu turdukları
ruhanî meclisin Perugia’da toplantını ve
ba kanları
Cesena’lı
Michele’nin,
12
Tincilerin
(bunlardan ileride daha çok
söz etme fırsatını bulaca ını) dileklerini
kabul ederek, sa’nın yoksullu unu, onun
havarileriyle birlikte bir eye sahip oldu u
13
zaman da, ona yalnızca usus facti
olarak sahip oldu unu inanç ilkesi olarak
ilan etti ini söylemek yerinde olur.
Tarikatın erdemini ve saflı ını koruma
amacına yönelik de erli bir karar; ama
bu karar Papa’nın hiç ho una gitmedi;
belki de bunda, kendisinin kilisenin ba ı
olarak,
imparatorlu un
piskoposları
seçme hakkına kar ı çıkan, tersine
papalık tahtının imparatoru atama
yetkisini öne süren savlarını tehlikeye
dü üren bir ilke seziyordu. Bu ya da
ba ka nedenlerle harekete geçerek,
1323’te Fransisken önerilerini, Cum inter
14
nonnullos
buyru uyla mahkûm etti.
Ludwig’in,
imdi
Papa’nın
dü manları olan Fransiskenleri kendi
olası ba la ıkları gibi görmesi sanırım bu
sırada oldu. Bunlar sa’nın yoksullu unu
vurgulayarak, u ya da bu biçimde,
imparatorluk tanrıbilimcilerinin, adlarını
vermek gerekirse, Padua’lı Marsilio’yla
Jandun’lu
Cohn’un
dü üncelerini
güçlendiriyorlardı.
Sonunda,
burada
anlatmakta oldu um olaylardan birkaç
ay önce, yenik Frederick’le anla maya
varmı olan Ludwig talya’ya iniyor,
Milano’da taç giyiyor, kendisini olumlu
kar ılamı olmalarına kar ın vikontlarla
çatı maya giriyor.
Pisa’yı ku atıyor, Lucca ve Pistoia
dükü
Castruccio’yu
imparatorluk
papazlı ına atıyor (kanımca, hiç de iyi
etmedi, çünkü, belki de Faggiola’lı
Uguccione dı ında, ondan daha acımasız
bir adam görmedim) ve yerel bey Sciarra
Colonna’nın ça rısı üzerine Roma’ya
girmeye hazırlanıyordu.
Ludwig’in yanında sava an, onun
baronları arasında hiç de önemsiz
olmayan babam beni -Melk manastırında
15
genç
bir Benedikten
çömezimanastırın
dinginli inden
uzakla tırdı ında durum buydu.
talya’nın ola anüstü güzelliklerini
görmem ve imparatorun Roma’da taç
giyme töreninde bulunmam için beni de
kendisiyle birlikte götürmeyi akıllıca
buluyordu. Ama Pisa ku atması babamın
tüm dikkatini askerî kaygılara çekti. Ben
de,
bundan
yararlanarak,
biraz
aylaklıktan, biraz da ö renme iste inden,
Toscana’nın kentlerinde dola tım. Ama
annemle babam, bu disiplinsiz, ba ıbo
ya amın, kendini dü ünce ya amına
adamı
bir
yeniyetme için uygun
olmadı ını
dü ünüyorlardı.
Böylece,
benden ho lanmı
olan Marsilio’nun
ö üdüyle kendisini ünlü kentlere ve eski
manastırlara
götürecek
bir
görev
üstlenmek
üzere
olan
bilgili
bir
Fransisken’in,
Baskerville’li
rahip
William’ın yanına vermeyi kararla tırdılar
beni. Böylece William’ın hem yazmanı,
hem ö rencisi oldum; bundan ötürü de
hiç pi manlık duymadım; çünkü onunla
birlikte, imdi yaptı ım gibi bizden sonra
geleceklere iletmeye de er olaylara tanık
oldum.
Rahip William’ın aradı ı eyin ne
oldu unu o zaman bilmiyordum; do ruyu
söylemek gerekirse bugün de bilmiyorum
bunu; sanırım kendisi de bilmiyordu;
çünkü davranı larını yöneten tek ey,
gerçe e ula ma iste i ve -her zaman
besledi ini gördü üm- gerçe in belli bir
anda
ona
görünen
ey
olmadı ı
ku kusuydu. Belki de o yıllarda çok
sevdi i
ara tırmalarından,
din
dı ı
görevlerle uzakla tırılmı tı.
William’a verilen görev yolculuk
boyunca benim için gizli kaldı; daha
do rusu, bana söz etmedi bundan.
Ancak, yol boyunca durakladı ımız
manastırların
ba rahipleriyle
konu malarından
kula ıma
çalınanlardan, bu görevin niteli ine ili kin
bir fikir edindim.
Ama daha sonra anlataca ım gibi,
hedefimize
ula ıncaya
de in
tam
anlamıyla anlamadım bunu. Kuzeye
do ru yöneldik; ancak yolculu umuz düz
bir çizgi izlemedi; çe itli manastırlara
u radık. Böylece, en son varaca ımız yer
do udayken batıya döndük; neredeyse
Pisa’dan Santiago’ya giden hac yolu
do rultusunda
uzanan
sırada ları
izleyerek, sonradan ortaya çıkan korkunç
olayların daha yakından tanımaktan beni
alakoydu u bir yerde konakladık; o yerin
beyleri imparatora ba lıydılar; bizim
tarikatımızdan olan rahiplerin hepsi de
oybirli iyle, sapkın, yozla mı Papa’ya
kar ı çıkıyorlardı. Yolculu umuz, çe itli
olaylar arasında iki hafta sürdü; o süre
içinde yeni üstadımı tanıma olana ı
buldum (hep inandı ım gibi, hiçbir zaman
yeterince de il).
A a ıdaki
sayfalarda
ki ilerin
betimlemesine girmek istemiyorum -bir
yüz anlatımının ya da bir el kol
deviniminin, sessiz ama açık anlatımlı bir
dilin belirtisi gibi göründü ü zamanlar
dı ında- çünkü, Boethius’un dedi i gibi,
hiçbir ey, güz geldi inde kır çiçekleri gibi
kuruyup de i en dı görünü ten daha
geçici de ildir; hem bugün Ba rahip
Abbone’nin sert bakı lı gözleri ve solgun
yanakları oldu unu söylemenin
ne
anlamı var, o ve çevresindekiler çoktan
toprak olmu , bedenleri ölümcül toprak
grili ine bürünmü , yalnızca ruhları,
Tanrı’nın
lütfuyla,
hiçbir
zaman
sönmeyecek bir ı ıkla parlarken? Ama
William’ı bir kez olsun betimlemek
isterim; çünkü kendine özgü çizgileri beni
etkiledi; üstelik, kendilerinden daha ya lı
ve daha akıllı bir adama yalnızca
sözcüklerinin büyüsü ve bedeninin
yüzeysel
biçimiyle
de
ba lanmak
gençlerin özelli idir -bedensel sevginin
(belki de biricik saf biçimi olan) bu
biçimini bulandıracak en küçük bir
kösnü gölgesi olmaksızın-davranı larını
inceledi imiz,
ka
çatı larını,
gülümseyi lerini
gözlemledi imiz
bir
babanın bedeni gibi.
Bir zamanlar erkekler yakı ıklı ve
boylu bosluydular ( imdiyse çocuk ve
cüce); ama bu, ya lanmakta olan
dünyanın acıklı durumuna tanıklık eden
birçok nedenden yalnızca biri. Gençler
artık hiçbir ey ö renmek istemiyorlar,
bilim geriliyor, tüm dünya tepetaklak
olmu , körler körleri yönetiyor ve onları
uçuruma sürüklüyorlar, ku lar, daha
uçmayı ö renmeden yuvadan ayrılıyor,
e ekler çalıyor, öküzler oynuyor. Meryem
artık dü ünsel ya amı sevmiyor, Marta
artık etkin ya amdan ho lanmıyor, Leah
kısır, Ra el tensel açıdan bakıyor her
eye,
Cato
genelevlere
dadanmı ,
Lucretius kadınsı olmu . Her
ey
çı ırından çıkmı . O günlerde, Tanrı’ya
ükür, üstadımdan ö renme iste ini ve
yollar engebeli de olsa varolan do ru yol
duygusunu ö rendim.
Rahip William’ın dı görünü ü, o
sıralarda, en dalgın bir gözlemcinin bile
dikkatini çekecek gibiydi. Boyu normal
bir adamın boyundan uzundu; öyle
inceydi ki, daha da uzun görünüyordu.
Gözleri keskin ve içe i leyiciydi; ince ve
hafif gagamsı burnu yüzüne tetikte bir
adam anlatımı veriyordu (ileride sözünü
edece im durgunluk anları dı ında).
Çenesi güçlü bir iste i açı a
16
vuruyordu; Hibernia
ve Northumbria
arasında do mu
olanlarda sık sık
gördü üm türden çillerle kaplı uzun yüzü
ara sıra kararsızlık ve a kınlık anlatımı
ta ısa da. Zamanla, güvensizlik gibi
görünen eyin yalnızca merak oldu unun
bilincine vardım; ama ba langıçta, daha
çok doymak bilmez ruhun bir tutkusu
sandı ım bu erdeme ili kin olarak çok az
ey biliyordum. Akılcı ruhun böyle bir
tutkuya kapılmaması, yalnızca (kanımca)
en ba ından bildi i gerçekle beslenmesi
gerekti ine inanıyordum.
Daha çocuk oldu umdan, önce
kulaklarından
fı kıran
sarımsı
saç
tutamları ve sarı ın, gür ka ları hemen
etkilemi ti
beni.
Belki
elli
bahar
görmü tü; çok ya lı sayılırdı; ama
yorulmak bilmez bedeni, ço u kez benim
bile yoksun oldu um bir esneklikle
deviniyordu. Üstüne a ırı bir etkinlik
geldi inde,
enerjisi
tükenmez
görünüyordu.
Ama
zaman
zaman,
güçsüzlük anlarında, damarında bir
yengeçlik varmı gibi geri geri çekiliyordu;
onun hücresinde, ot yata ının üstüne
uzanmı , yüzünün tek bir kasını bile
oynatmaksızın,
a zından
tek
tük
hücreler çıkararak saatlerce yattı ını
gördüm. Böyle durumlarda gözlerinde
bo , dalgın bir anlatım belirirdi; onun,
insana dü ler gördüren uyu turucu bir
bitkinin
etkisi
altında
oldu undan
ku kulanacak olurdum; ama ya amına
yön veren açık mizacı, bu dü ünceyi
zihnimden uzakla tırmaya iterdi beni.
Bununla
birlikte,
yolculuk
sırasında bazan onun bir çayırlı ın
kıyısında, bir ormanın ete inde durup bir
bitki (sanırım hep aynı) topladı ını
saklamayaca ım; sonra dalgın bir bakı la
onu çi nemeye koyulurdu. Birazını
alıkoyar, büyük gerilim anlarında yerdi
(manastırda az gerilimler ya amadık!). Bir
kez,
ona
bunun
ne
oldu unu
sordu umda,
gülümseyerek
iyi
bir
Hıristiyan’ın bazan imansızlardan da bir
ey ö renebilece ini söyledi;
tadına
bakmama izin vermesini isteyince de,
tıpkı konu malar için oldu u gibi, basit
insanlar için de, paidikoi, ephebikoi ve
17
gynaekeioi’nin
söz konusu oldu unu,
böylece, ya lı bir Fransisken’e iyi gelen
otların, genç bir
Benedikten’e iyi
gelmeyece ini söyledi.
Birlikte oldu umuz süre içinde,
çok düzenli bir ya am sürme olana ı
bulamadık; manastırda da geceyi uyanık
geçiriyor, gündüzleri bitkin dü üyorduk;
ayinlere de düzenli olarak katılmıyorduk.
Ama yolculu umuz sırasında, çok seyrek
olarak, ak am duasından sonra uyanık
kaldı; alı kanlıkları da sadeydi. Kimi
zaman, manastırda da yaptı ı gibi, bütün
günü sebze bahçesinde dola ıp bitkileri,
sanki kuvars ya da zümrütmü ler gibi
inceleyerek
geçirirdi;
onun,
hazine
mahzeninde dola ırken zümrüt ve kuvars
kakma bir mücevher kutusuna, tıpkı bir
alıç dizisine bakar gibi baktı ını da
gördüm. Kimi zaman bütün bir günü
kitaplı ın büyük salonunda (çevremizde
korkunç bir biçimde öldürülen rahiplerin
cesetleri
gün
gün
artarken)
elyazmalarının sayfalarını, sanki sırf
e lence olsun diye çevirerek geçirirdi.
Bir gün onu bahçede, görünürde
bir amacı olmaksızın, yaptı ı i ler için
Tanrı’ya
hesap
vermek
zorunda
de ilmi çesine dola ırken buldum. Benim
tarikatımda vakit geçirmenin bamba ka
bir yolunu ö retmi lerdi bana; bunu ona
söyledim. Evrenin güzelli inin, yalnızca
çe itlili in
birli inden
de il,
birli in
çe itlili inden de kaynaklandı ı yanıtını
verdi. Bu bana kaba deneyselli in
buyurdu u bir yanıt gibi göründü; onun
ülkesinin insanlarının, nesneleri ço u
kez, usun aydınlatıcı gücünün görünürde
çok
az
i levi
oldu u
biçimlerde
tanımladıklarını sonra ö rendim.
Manastırda geçirdi imiz dönem
sırasında ellerini hep kitapların tozu,
daha yeni yapılmı minyatürlerin yaldızı
ya
da
Severinus’un
hastanesinde
dokundu u sarımsı maddeler bula mı
olarak
gördüm.
Elleri
olmadan
dü ünemezmi gibi görünürdü; o zaman
bana, daha çok bir mekanik uzmanına
yara ır görünmü olan bir özellik (bir
mekanik uzmanının zina i leyen biri
oldu u, tertemiz bir evlilik ba ıyla ba lı
olması
gereken
dü ünsel
ya amın
sınırları içinde zina i ledi i ö retilmi ti
bana); ama en kırılgan nesnelere,
örne in
yeni
resimlenmi
bazı
elyazmalarına ya da zamanla a ınmı ve
mayasız ekmek gibi kolay ufalanabilir
sayfalara dokunduklarında bile, tıpkı
makinelere dokunurken oldu u gibi,
ellerinin ola anüstü ince bir dokunu u
varmı gibi gelirdi bana; gerçekten, bu
garip adamın yol çantasında, daha önce
hiç görmedi im, ola anüstü takımlarım
dedi i
araç
gereçler
ta ıdı ını
söylemeliyim. Araç gereçler, do anın
maymunu olan sanatın ürünüdür, derdi;
onun biçimlerini de il, i leyi ini yeniden
üretirler,
Böylece, bana saatin, usturlapın
ve
mıknatısın
yarattı ı
mucizeleri
açıkladı. Ama ba langıçta bunun büyü
olmasından
korktum;
bazı
dingin
gecelerde, o (elinde tuhaf bir üçgen),
ayakta durmu yıldızları seyrederken,
ben uyuyormu gibi yapıyordum.
talya’da ve ülkemde daha önce
tanıdı ım Fransiskenler basit, ço u kez
okuma yazma bilmeyen adamlardı; bilgisi
beni a ırttı. Ama o, gülümseyerek bana
ülkesinin
adalarında
ya ayan
Fransiskenler’in ba ka bir kalıptan
dökülmü olduklarını söyledi:
“Roger Bacon, saygı duydu um
üstadım, tanrısal tasarımın bir gün
makine bilimini, bu do al ve sa lıklı büyü
bilimini içine alaca ını ö retti bize. Gün
gelecek,
do anın
gücünden
18
yararlanılarak, unico homine regente
ve
yelkenli ya da kürekle hareket eden
gemilerden çok daha hızlı gemiler
yapılacak; öyle arabalar olacak ki ut sine
animale
moveantur
cum
impetu
inaestimabili, et instrumenta volandi et
homo sedens in medio instrumentis
revolvens aliquod ingenium per quod alae
artificialiter composita aerem verberent, ad
19
modum
avis
volantis .
Kocaman
a ırlıkları kaldırabilen araç gereçler,
denizin dibinden giden ta ıtlar yapılacak.”
Bu makinelerin nerede olduklarını
ona sordu um zaman, bana bunların
eski zamanlarda yapılmı
oldu unu,
kimilerinin de zamanımızda yapılmakta
oldu unu söyledi: “Uçan araç bir yana;
onu hiç görmedim, onu göreni de
görmedim; ama onu tasarlayan bir bilgin
biliyorum. Sonra, ırmakların üstüne,
sütun ya da ba ka dayanaklar olmaksızın
köprüler kurulabilir, adı i itilmemi ba ka
makineler de yapılabilir. Ama bunlar
henüz ortada yoksa kaygılanmamalısın;
çünkü
bu,
onların
ileride
var
olmayacakları anlamına gelmez. Hem,
sana söylüyorum, Tanrı onların var
olmasını istiyor; ku kusuz, bunlar daha
imdiden onun zihninde var, Ockham’lı
dostum dü üncelerin bu biçimde var
olduklarını yadsısa da; bunu, tanrısal
do ayı
belirleyebilece imiz
için
söylemiyorum; kesinlikle, do aya hiçbir
sınır koyamayaca ımız için söylüyorum.”
Bu, ondan duydu um tek çeli kili önerme
de il; bugün de daha ya lı ve daha akıllı
olmama kar ın, William’ın Ockham’lı
arkada ına
nasıl
öylesine
güven
duyabildi ini ve Bacon’un sözleri üstüne
nasıl ant içebildi ini tam anlamıyla
anlamı
de ilim.
Ama
o
karanlık
zamanlarda, akıllı bir adamın birbirleriyle
çeli en eyler dü ünmek zorunda oldu u
da bir gerçek.
Birader William’a ili kin olarak, o
zaman edindi im kopuk kopuk izlenimleri
en
ba ından
bir
araya
getirmek
istercesine, saçmasapan eyler söyledim
belki de. Onun kim oldu unu ve ne
yaptı ını,
siz,
sevgili
okurlarım,
manastırda
geçirdi imiz
günlerde
yaptıklarından,
belki de
daha
iyi
çıkaracaksınız.
Size
ola anüstü
ve
korkunç olayların tam bir tasla ından
çok bir listesini (evet, bunu) sunmaya söz
verdim ben.
Böylece, üstadımı günden güne
daha iyi tanıyıp yolculu umuzun birçok
saatini,
yeri
geldikçe
azar
azar
anlataca ım,
uzun
konu malarla
geçirdikten sonra, manastırın bulundu u
tepenin eteklerine vardık.
imdi öykümün de manastıra
ula ma vakti geldi; dilerim olanları
anlatmaya hazırlanırken elim titremesin.
B R NC GÜN
TANSÖKÜMÜ
Manastırın eteklerine varıyoruz; William
çabuk kavrama yetene ini kanıtlıyor
Kasım
sonlarında
güzel
bir
sabahtı. Gece boyunca az kar ya mı tı;
ama toprak üç parmak kalınlı ını
a mayan so uk bir örtüyle örtülmü tü.
Karanlıkta,
alacakaranlık
duasının
hemen ardından, vadideki bir köyde ayini
dinlemi tik.
Sonra,
güne
do unca
da lara do ru yola koyulduk.
Da ın çevresinden dolanan dik
keçi
yolunu
güçlükle
tırmanırken
manastırı gördüm.
a ırdım,
manastırı
dört
bir
yandan
ku atan,
tüm
Hıristiyan
dünyasında
görülenlere
benzeyen
duvarlar de ildi beni a ırtan; sonradan
20
Aedificium
oldu unu
ö rendi im
yı ındı. Uzaktan bir dörtgen gibi görünen
sekizgen bir yapıydı bu (Kutsal Kent’in
sa lamlı ını, içine i lemezli ini gösteren
kusursuz bir biçim). Güney duvarları
manastırın
bulundu u
düzlükte
yükseliyor, kuzey duvarlarıysa, dimdik
üstünde yer aldıkları da ın kıvrımlarının
içinden çıkıyormu
gibiydi. A a ıdan
bakıldı ında, belli noktalarda kayalık,
rengi
ve
dokusu
de i meksizin,
gökyüzüne do ru uzuyormu
ve bir
noktada burç ve kuleye dönü üyormu
gibi görünüyordu diyebilirim (yeryüzüyle
gökyüzünü yakından tanıyan devlerin
i iydi bu): Üç sıra pencere, yüksekli inin
üçlü uyumunu dile getiriyordu; öyle ki,
yerde dörtgen gibi görünen, gökte tinsel
bir üçgen oluyordu. Yakla ınca, dörtgen
biçimin kö elerinin her birinden, be
kenarı dı arıdan görülen yedigen birer
kule olu tu unu gördük -yani, dı arıdan
be gen gibi görünen daha küçük dört
yedigeni üreten büyük sekizgenin sekiz
kenarının dördü görülüyordu.
Böylece, her biri ince bir tinsel
anlamı açıklayan bunca kutsal sayının
be eniye de er uyumunu kim olsa
görebilirdi.
Sekiz,
her
dörtgenin
mükemmellik sayısı; dört,
ncil’lerin
sayısı; be , dünyanın bölgelerinin sayısı;
yedi, Kutsal Ruh’un kayralarının sayısı.
Kitlesi ve biçimiyle Aedificium, talya
yarımadasının güneyinde, daha sonra
gördü üm Castel Ursino ya da Castel del
Monte’yi andırıyordu; ama ula ılmaz
konumundan ötürü onlardan daha
saygın görünüyor, yava yava yakla an
yolcuda korku uyandırıyordu.
Çok berrak bir kı sabahıydı; yapıyı
ilk kez fırtınalı günlerdeki görünümüyle
görmeyi im anslılık oldu.
Gene de, insanda sevinçli duygular
uyandırdı ını söyleyemeyece im. Korku
ve gizli bir tedirginlik yarattı bende. Tanrı
bilir,
bunlar
benim
olgunla mamı
ruhumun yarattı ı hortlaklar de ildi:
devlerin
ie
koyuldukları
gün
ve
rahiplerin aldanmı istemlerinin yapıyı
kutsal sözcü ün korunmasına adama
yüreklili ini göstermelerinden önce, ta a
kazınmı ku ku götürmez belirtileri do ru
olarak yorumluyordum.
Küçük katırlarımız ana yolun iki
yan yol olu turarak üçe ayrıldı ı da ın
son dönemecini de kıvrılınca, üstadım bir
süre çevresine bakınmak için durdu:
Yolun iki yanına, yola, bir dizi yaz kı ye il
çamın bir ara kardan bembeyaz, do al
bir çatı olu turdu u yolun üst kısmına
baktı.
“Zengin
bir
manastır,”
dedi.
“Ba rahip
gösteri li
törenlerden
ho lanıyor olmalı.”
Onun beklenmedik açıklamalarını
i itmeye
alı kın
oldu umdan,
soru
sormadım. Bunun bir nedeni de, yolun
biraz ilerisinde bazı sesler i itmemiz ve
bundan sonraki dönemeçte kayna an bir
rahip
ve
hizmetçi
kalabalı ının
belirmesiydi. çlerinden biri bizi görünce
büyük bir içtenlikle bize do ru geldi.
“Ho geldiniz, efendim,” dedi, “kim
oldu unuzu
tahmin
edebilirsem
a mayın; çünkü ziyaretinizden haberimiz
var.
Ben
manastırın
kilerciba ısı
Varagineli Remigio’yum. E er siz de
sandı ım
gibi
Baskervilleli
William
Birader iseniz, Ba rahip’e haber vermeli.
Sen,” -yanındakilerden birine buyurdu“yukarı
çık,
onlara
ziyaretçimizin
surlardan girmek üzere oldu unu bildir.”
“Te ekkür
ederim,
kilerciba ı,
Birader,”
diye
yanıtladı
üstadım
içtenlikle,
“beni
kar ılamak
için
ara tırmanıza
ara
verdi iniz
için
nezaketinizi
daha
da
çok
takdir
ediyorum.
Ama
tasalanmayın.
At
buradan geçip sa daki yola saptı. Çok
uza a gidemez; çünkü saman yı ınına
varınca durmak zorunda kalacak. O dik
yamaca atılmayacak kadar zeki...”
“Ne zaman gördünüz onu?” diye
sordu kilerciba ı.
“Onu hiç görmedik, de il mi,
Adso?” dedi William e lenircesine, bana
do ru dönerek, “Ama, e er Brunellus’u
arıyorsanız, hayvan ancak dedi im yerde
olabilir.” Kilerciba ı duraksadı. William’a,
sonra yola baktı; sonunda, “Brunellus
mu? Nereden bildiniz?” diye sordu.
“Hadi,
hadi,”
dedi
William,
“Brunellus’u aradı ınız açık; Ba rahip’in
sevgili atını; ahırınızın en iyi dörtnal
ko an atı; be kadem yüksekli inde, donu
kara, gür kuyruklu, küçük, yuvarlak
toynaklı, ama dörtnalı oldukça iyi; ba ı
küçük, kulakları sivri, gözleri kocaman.
Sa a do ru gitti diyorum size; ama siz
gene de çabuk olun.”
Kilerciba ı bir an duraksadı, sonra
adamlarına i aret etti ve katırlarımız
yeniden yoku u tırmanmaya koyulurken
sa daki yol boyunca ko tu. çimi bir
merak kemiriyordu;
William’a
soru
sormak üzereydim, ama o beklememi
i aret etti bana: Gerçekten de birkaç
dakika sonra sevinç çı lıkları i ittik;
rahipler ve hizmetçiler, atı yularından
çekerek yolun dönemecinde belirdiler.
Hepsi de biraz
a kınlıkla bakarak
yanımızdan geçip önümüz sıra manastıra
do ru
yürüdüler.
Sanırım
William,
onların olanları anlatmalarına olanak
vermek
için,
bine inin
adımlarını
yava lattı. Her bakımdan çok yüce
erdemleri olan üstadımın, kavrayı ının
çabuklu unu göstermek söz konusu
oldu unda
bo
gurura
kapıldı ını
anlamı tım; ince bir diplomat olarak
yeteneklerini de erlendirdi im için de,
hedefine bilge bir adam olmanın sa lam
ününün öncülü ünde varmak istedi ini
anladım.
“ imdi söyleyin,” dedim sonunda
kendimi tutamayarak, “nasıl bildiniz?”
“Benim iyi Adso’m,” dedi üstadım,
“yolculu umuz boyunca, dünyanın tıpkı
kocaman
bir
kitap
gibi
bizimle
konu urken kullandı ı belirtileri tanımayı
ö retiyorum sana.
Alanus de Insulis diyordu ki:
omnis mundi creatura quasi liber et
21
pittura nobis est in speculum
Tanrı’nın, yaratıkları aracılı ıyla,
ölümsüz ya amdan bize söz etti i sonsuz
simgeler alayını dü ünüyordu. Ama
evren, Alanus’un sandı ından daha
konu kandır; yalnızca en çok eylerden
de il (o zaman bunu hep üstü kapalı bir
biçimde yapar), daha yakındaki eylerden
de söz eder; hem de çok açık seçik
olarak. Sana bilmen gereken eyleri
yinelemekten
neredeyse
utanç
duyuyorum. Kav aklarda, daha yeni
ya mı karda, solumuzdaki yola do ru
yönelmi bir atın toynak izleri çok açık
seçik görülüyordu.
Düzgün aralıklı olan bu izler,
toynakların küçük ve yuvarlak oldu unu
ve atın düzenli bir dörtnal gitti ini
anlatıyordu -böylece, atın cinsini ve
damarına basılmı bir hayvan gibi delice
ko madı ını çıkardım. Çamların do al bir
dam olu turdukları noktada, bir buçuk
metre
yüksekli inde,
taze
kopmu
sürgünler vardı. Hayvanın, sa ındaki
yola sapmak için güzel kuyru unu
savurarak
hı ımla
dönmü
olması
gereken yerde, dikenli çalılar arasında
hâlâ uzun at kılları duruyordu... Son
olarak, o yolun saman yı ına gitti ini
bilmedi ini söyleyemezsin; çünkü a a ı
dönemeçten çıkarken, büyük güney
kulesinin altında, artıkların yardan a a ı
dökülerek kan lekeledi ini gördük; üç yol
a zının durumundan anla ıldı ına göre,
yol ancak bu yöne gidebilirdi.”
“Do ru,” dedim, “ama, küçük ba ,
sivri kulaklar, iri gözler...”
“Bunların böyle olup olmadıklarını
bilmiyorum,
ama
rahiplerin
buna
kesinlikle inandıklarına ku ku yok. Sevil’li
zidor, bir atın güzel olması için, ‘ut sit
exiguum caput et siccum prope pelle
ossibus adhaerente, aures breves et
argutae, oculi magni, nares patulae, erecta
cervix, coma densa et cauda, ungularum
22
soliditate
fixa
rotunditas’
olması
gerekti ini söyler. E er oradan geçti ini
çıkardı ım
at,
ahırdaki
atlarının
gerçekten en iyisi olmasaydı, onu aramak
için yalnız seyislerin de il, kilercinin de
seferber
olmasını
açıklayamazdım.
Dahası, bir atı güzel bulan bir rahip,
do al biçimi ne olursa olsun, onu ancak
yetkili ki ilerin betimledikleri gibi görür burada bana do ru bakıp kurnaz kurnaz
gülümsedi- bu ki i bilgin bir Benedikten
olursa...”
“Peki,” dedim, “Brunellus nereden
çıktı?”
“Kutsal Ruh sana akıl ihsan etsin,
o ul!” diye ba ırdı üstadım. “Ba ka ne
olabilirdi ki? imdi Paris’te rektör olmak
üzere olan büyük Buridan bile, güzel bir
attan söz etmesi gerekti inde, bundan
daha do al bir ad bulamadı.”
Üstadım böyleydi i te. Yalnızca
do anın
kitabını
okumayı
bilmekle
kalmıyordu, rahiplerin kutsal kitapları
nasıl
okuduklarını
ve
o
kitaplar
aracılı ıyla nasıl dü ündüklerini de
biliyordu. Görece imiz gibi, ilerideki
günlerde ona yararlı olacak bir yetenek.
Üstelik açıklaması o noktada bana
öylesine açık seçik göründü ki, bunu
kendi kendime ke fedemeyi imden do an
küçülmü lü ümü, yalnızca bu bulu u
payla maktan duydu um gurur yeniyor,
kavrayı ımdan ötürü neredeyse kendi
kendimi kutluyordum.
Gerçe in gücü öyledir; tıpkı iyilik
gibi kendili inden yayılır. Bana bu güzel
açıklama ba ı landı ı için efendimiz sa
Mesih’in kutsal adına övgüler olsun. Ama
yolundan sapma, ey öyküm, çünkü
ya lanmakta olan bu rahip ayrıntılar
üstünde gere inden çok oyalanıyor.
Manastırın büyük kapısına vardı ımızı;
Ba rahip’in, yanında içi su dolu altın bir
çanak tutan iki çömezle birlikte e ikte
durdu unu
anlat.
Binek
hayvanlarımızdan inince kilerci benimle
ilgilenirken Ba rahip’in nasıl William’ın
elerini yıkadı ını, sonra onu kucaklayıp
a zından öperek kutsal bir kar ılama
yaptı ını anlat.
“Te ekkür ederim, Abbone,” dedi
William, “Zatıâlilerinin ünlü da ları a an
manastırına ayak basmak benim için
büyük bir sevinçtir. Efendimiz sa adına
bir hacı olarak geliyorum; siz de beni
böyle oldu um için onurlandırdınız. Ama
imdi
size
sunaca ım
mektubun
açıklayaca ı
gibi,
aynı
zamanda
yeryüzündeki
efendimiz
adına
da
geliyorum buraya; onun adına da, beni
iyi kar ıladı ınız için size te ekkür
ediyorum.”
Ba rahip imparatorluk damgasını
ta ıyan mektubu aldı ve William’ın
giri inden önce, rahip karde lerinden
ba ka mektuplar aldı ı yanıtını verdi (bir
Benedikten
rahibini
hazırlıksız
yakalamak kolay de il dedim kendi
kendime övünçle); sonra, seyisler binek
hayvanlarımızı alıp götürürken kilerciye
bize odalarımızı göstermesini söyledi.
Ba rahip, bunun ardından, dinlendikten
sonra bizi ziyaret etmeyi umdu unu
söyledi; böylece manastır yapılarının
yumu ak bir içbükey yüzey -ya da sivri
tepenin- içinde, da doru unu kesen az
e imli
düzlü ün
dört
bir
yanına
yayıldıkları büyük avluya girdik.
Manastırın
konumuna
ili kin
olarak, ileride birkaç kez daha ayrıntılı
bilgi verme olana ı bulaca ım. Dı
duvarlardaki tek açıklık olan kapıdan
sonra, iki yanına a açlar sıralanmı bir
yol manastır kilisesine gidiyordu. Yolun
solunda, sebze bahçeleriyle kaplı geni bir
alan ve daha sonra ö rendi ime göre, iki
yapının,
hamam
ve
hastaneyle
kurutulmu bitkilerin saklandı ı yapının
çevresinde, duvarların kıvrımını izleyen
botanik bahçesi uzanıyordu. Geride,
kilisenin solunda, mezarlarla kaplanmı
alanla
kiliseden
ayrılan
Aedificium
yükseliyordu. Kilisenin kuzey kapısı
Aedifîcium’un güney kulesine bakıyor,
Aedificium’un
batı
kulesi
önden,
manastıra gelen ziyaretçilerin gözüne
çarpıyordu; sonra, solda yapı duvarlarla
birle iyor, kuleleriyle uçuruma do ru
sarkıyordu; yandan görünen kuzey
kulesiyse uçurumun üstünden dı arı
fırlıyordu.
Kilisenin
sa ında
ve
hemen
arkasında bazı yapılar yer alıyordu;
dehlizin çevresinde de yapılar vardı:
yatakhane ku kusuz, Ba rahibin evi ve
bizim
gitmekte
oldu umuz
hacılar
konukevi.
Güzel bir çiçek bahçesini geçtikten
sonra oraya ula tık. Sa da, geni bir
alanın ötesinde, güney duvarları boyunca
ve kilisenin arkasından do uya do ru
uzanan
bir
dizi
çiftlik,
ahırlar,
de irmenler,
ya haneler,
ambarlar,
mahzenler ve bana çömezlerin evi gibi
görünen yapı. Belli belirsiz dalgalı
arazinin düzgünlü ü, eski ça larda bu
kutsal yapıyı yapanlara, yönlendirme
ilkelerine, Honorius Augustodunicnsis’in
ya
da
Guillaume
Durant’ın
isteyebileceklerinden daha iyi uymaolana ı sa lamı tı.
Günün
o
saatinde
güne in
durumuna bakarak ana kilise kapısının
tam batıya açıldı ının, böylece koro
yeriyle suna ın do uya baktıklarının
ayrımına vardım; güne , sabah do arken
yatakhanelerdeki rahiplerle ahırlardaki
hayvanları do rudan uyandırabiliyordu.
Daha sonra, sırasıyla St. Gall’ü, Cluny’yi
ve Fontenay’ı ve belki daha büyük ama
daha az orantılı olan ba ka manastırları
gördüm; ama bundan daha güzel ve
daha
iyi yönlendirilmi
ba ka
bir
manastır
görmedim
hiç.
Ötekilerin
tersine,
bu
Aedificium,
ola andı ı
büyüklü üyle dikkati çekiyordu. Ben usta
bir duvarcının deneyimine sahip de ilim,
ama bu yapının, onu ku atan yapılardan
çok daha eski oldu unu hemen anladım.
Belki de ba langıçta ba ka nedenlerle
yapılmı tı da, daha sonra büyük yapının
yönlendirilmesi kiliseninkine, kiliseninki
de onunkine uyacak bir biçimde,
manastırın
yapılar
bütünü
onun
çevresinde kurulmu tu.
Çünkü mimarlık, tüm sanatlar
arasında,
tüm
organlarının
kusursuzlu unun ve oranının üstünde
ı ıldadı ı büyük bir hayvanı barındırması
bakımından, eskilerin kosmoz, yani
atafatlı dedikleri evrenin düzenini,
sa ladı ı
uyumda
yaratmaya,
çok
cesurca yaratmaya çalı an sanattır.
Augustinus’un dedi i gibi, tüm nesnelerin
sayı, a ırlık ve ölçülerini belirlemi olan
Yaratıcı’mıza övgüler olsun.
Birinci Gün
SABAH
William, Ba rahip’le ö retici bir konu ma
yapıyor.
Kilerci tıknaz, görünü te kaba
saba ama ne eli, saçları a armı ama
hâlâ güçlü, ufak tefek ama çevik bir
adamdı.
Hacılar
konukevindeki
hücrelerimize götürdü bizi. Ya da daha
do rusu, üstadıma ayrılan hücreye; bir
çömez
olmakla
birlikte,
konukları
oldu um, bu nedenle de her türlü
saygının gösterilmesi gerekti i için, ertesi
güne dek benim için de bir hücre
bo altılaca ına söz verdi. O gece,
hücrenin duvarındaki, içine güzel taze
saman doldurtarak hazırlattı ı uzun ve
geni bir ni te uyuyabilecektim.
Sonra rahipler bize arap, peynir,
zeytin, ekmek ve iyi cins kuru üzüm
getirdiler ve bizi bir eyler yiyelim diye
bıraktılar. Büyük bir zevkle yiyip içtik.
Üstadım
Benediktenler’in
katı
alı kanlıklarını payla mıyor,
yeme ini
sessizce yemekten ho lanmıyordu. Hem
her zaman öylesine güzel ve akıllıca
eylerden söz ederdi ki, sanki bir rahip
bize ermi lerin ya amlarını okuyormu
gibi olurdu.
O gün ona at konusunda daha çok
soru sormaktan kendimi alamadım.
“Ama,” dedim, “kardaki izleri ve
dalların tanıklı ını yorumladı ınız zaman
Brunellus’u
tanımıyordunuz.
Bir
anlamda o izler tüm atlardan ya da en
azından o cins atların tümünden söz
ediyordu. Öyleyse, do a kitabının, birçok
seçkin tanrıbilimcinin bize ö retti i gibi,
yalnızca özlerden söz etti ini söylememiz
gerekmez mi?”
“Tümüyle de il, sevgili Adso,” diye
yanıtladı üstadım, “Bu tür bir iz, diyelim
23
ki, bana ‘at’ı verbum mentis
olarak
anlatıyordu ve o ize nerede rastlarsam
rastlayayım,
bana
hep
aynı
eyi
anlatacaktı. Ama o yerde ve günün o
saatinde gördü üm iz, tüm olası atlar
içinden en az birisinin oradan geçmi
oldu unu anlatıyordu bana. Böylece
kendimi ‘at’ kavramının algılanmasıyla
tekil bir atın bilgisi arasında buldum. Her
ne olursa olsun, evrensel at üstüne
bilgim bana bu izler tarafından verilmi ti;
bu izlerse tekildi. Bir eyi uzaktan görüp
de ne oldu unu anlamazsan, onu belli bir
boyutu
olan
bir
cisim
olarak
tanımlamakla yetinirsin. Daha yakına
gelince, o zaman onu bir hayvan olarak
betimlersin; henüz onun bir at mı, yoksa
bir e ek mi oldu unu bilmesen de. En
sonunda, daha da yakına gelince, onun
Brunellus mu, yoksa Niger mi oldu unu
henüz bilmesen bile, bir at oldu unu
söyleyebilirsin. Ancak do ru uzaklıktan
onun Brunellus oldu unu (ya da adını ne
koyarsan koy, onun ba ka bir at de il, o
at oldu unu) görebilirsin. Bu da tam
bilgidir; tekil olanın bilgisi. Böylece, bir
saat
önce,
tüm atları beklemeye
hazırdım; ama zekâmın enginli inden
de il, sezgimin kıtlı ından. Zekâmın
açlı ı, ancak rahiplerin yularından çekip
getirdikleri tek atı gördü üm zaman
giderildi. Ancak o zaman, daha önceki
uslamlamanın beni gerçe e yakla tırmı
oldu unu gerçekten anladım. Böylece,
henüz görmedi im bir atı tasarlamak için
kullandı ım kavramlar salt imlerdi; tıpkı
kardaki toynak izlerinin ‘at’ kavramının
i aretleri olu u gibi; imler ve imlerin
imleri,
yalnız
nesnelerden
yoksun
oldu umuz zaman kullanılır.”
Ba ka zamanlarda onun evrensel
kavramlardan büyük bir ku kuculukla,
bireysel nesnelerdense büyük bir saygıyla
söz etti ini i itmi tim; sonradan bu
e ilimin onun hem Britanyalı, hem de
Fransisken olu undan ileri geldi ini
dü ündüm. Ama o gün tanrı-bilimsel
tartı malara girecek gücüm yoktu; bu
nedenle de bana ayrılan yere kıvrıldım;
bir battaniyeye sarındım ve derin bir
uykuya daldım.
çeriye birisi girecek olsa, beni bir
çıkın sanabilirdi. Üçüncü saate do ru,
William’ı ziyarete gelen Ba rahip’in de
öyle sandı ı kesindi. Böylece, dikkati
çekmeden, onların ilk konu malarını
dinledim.
çimde kötülük olmaksızın
yaptım bunu; çünkü kendimi birdenbire
ziyaretçiye göstermek, saklanmaktan
daha büyük kabalık olacaktı; bunun için
ben de alçakgönüllülükle saklandım.
Böylece, Abbone geldi. Rahatsız
etti i için özür diledi; yeniden ho geldiniz
dedi ve çok önemli bir konuda William’la
özel olarak konu mak istedi ini söyledi.
Sözlerine, konu unu at olayında
gösterdi i yetenekten ötürü kutlamakla
ba ladı ve hiç görmedi i bir hayvana
ili kin olarak böylesine kesin bilgileri nasıl
verebildi ini sordu. William, kısaca ve
uzak bir tavırla izlemi oldu u yolu
açıkladı. Ba rahip kavrayı ından ötürü
onu övgülere bo du. Bilgisiyle ün yapmı
bir adamdan daha ba ka bir
ey
beklenemeyece ini
söyledi.
Farfa
Ba rahip’inden aldı ı bir mektupta,
yalnızca William’a mparator tarafından
verilen görevden (bunu ilerideki günlerde
tartı acaklardı) söz edilmekle kalınmayıp,
ngiltere ve talya’da, üstadımın sorgucu
olarak görev aldı ı bazı davalarda büyük
bir insancıllıkla birle en keskin zekâsıyla
kendini gösterdi inin eklendi ini de
söyledi.
“Birçok davada sanı ın suçsuz
oldu una karar verdi inizi ö renmek beni
çok ho nut kıldı,” diye ekledi Ba rahip.
“Mel’un’un insanların i lerine sürekli
olarak karı tı ına özellikle bu acı
günlerde
her
zamankinden
çok
inanıyorum,” dü man sanki duvarların
içinde pusuya yatmı gibi, sezdirmeden
çevresine bakındı, “ama Mel’un’un ço u
kez ikinci nedenler aracılı ıyla etkinlik
gösterdi ine
de
inanıyorum.
Onun
kurbanlarını, suçun dürüst bir adamın
üstüne yıkılaca ı bir biçimde kötülük
i lemeye zorlayabildi ini de biliyorum; di i
eytanın yerine iyinin yakılmasından tat
duyar o. Sorgucular ço u kez becerilerini
kanıtlamak için, sanıktan neye mal
olursa olsun bir itiraf koparırlar; ancak
duru mayı bir günah keçisi bularak
sonuçlandıran bir sorgucunun iyi bir
sorgucu oldu unu sanarak...”
“Bir sorgucu da eytan tarafından
kı kırtılabilir,” dedi William.
“Olabilir,” diye kabul etti Ba rahip,
çok sakınımlı olarak, “çünkü Yüce
Tanrı’nın tasarımları tartı ılmaz; böyle
de erli insanlara herhangi bir ku ku
gölgesi dü ürmek benden ırak olsun.
Onlardan biri olarak size gereksinim
duyuyorum bugün. Bu manastırda öyle
bir ey oldu ki, sizin gibi zeki ve sakınımlı
bir adamın dikkatini ve ö üdünü
gerektiriyor. Olanı ortaya çıkarmakta
zeki,
(gerekirse)
üstünü
örtmekte
sakınımlı birinin. Gerçekten de, üstün
olmaları gereken insanların suçunu
kanıtlamak sık sık kaçınılmaz oluyor,
ama
kötülü ün
nedenini,
suçluyu
kamunun gözünde küçük dü ürmeyecek
bir biçimde ortadan kaldırmak gerekir.
Bir çoban yanılgıya dü erse, öteki
çobanlardan ayrı tutulmalıdır; ama e er
koyunlar çobanlara güvensizlik duymaya
ba larlarsa vay halimize.”
“Anlıyorum,” dedi William. Onun
dü üncelerini
böyle
kar ısındakinin
gururunu ok ayarak açı a vurdu u
zaman, genellikle dürüst bir biçimde aynı
görü ü payla madı ını ya da a kınlı ını
gizledi ini gözlemleme olana ı bulmu tum
daha önce.
“Bu nedenle,” diye sürdürdü
Ba rahip, “bir çobanın yanılgısını içeren
her dava, kanımca ancak sizin gibi
yalnızca iyiyi kötüden ayırabilen de il,
aynı zamanda amaca uygun olanla
olmayanı da
birbirinden
ayırabilen
insanlara verilebilir. Sizin, suçlu yargısını
ancak...”
“...sanıkların
suç
niteli indeki
eylemlerden,
adam
zehirlemekten,
suçsuz gençleri kötü yola sürüklemekten
ya da söylemeye dilimin varmadı ı öteki
i rençliklerden suçlu oldukları zaman
verdi imi...”
“...suçlu yargısını ancak,” diye
sürdürdü Ba rahip, sözünün kesilmesine
aldırmaksızın, “ eytan’ın varlı ının tüm
gözlere apaçık göründü ü, bu yüzden de
ba ka türlü davranılırsa ho görünün,
suçun kendisinden daha utanç verici
olaca ı zaman verdi inizi dü ünmek
ho uma gidiyor.”
“Birini suçlu buldu um zaman,”
diye açıkladı William, “gerçekten öylesine
a ır suçlar i lemi tir ki, tam bir gönül
rahatlı ıyla
onu
laik
güçlere
devredebilirim,”
Ba rahip bir an bocaladı. “Niçin,”
diye
sordu,
“ eytani
nedenlere
de inmeksizin suç sayılan eylemlerden
söz etmekte direniyorsunuz?”
“Çünkü nedenler ve sonuçlar
konusunda yargı yürütmek çok güç bir
eydir; kanımca bunun tek yargıcı Tanrı
olabilir; kömür olmu bir a aç gibi apaçık
bir sonuçla onu yakan yıldırım arasında
bir
ba ıntı
kurmakta
bile
zorluk
çekerken, kimi zaman sonu gelmez
neden, sonuç zincirlerinin izini bulmak,
gökyüzüne de er bir kule yapmaya
çalı mak kadar aptalca görünüyor bana.”
“Aquino’lu bilgin,” diye öne sürdü
Ba rahip,
“Yüce
Tanrı’nın
varlı ını
yalnızca mantık gücüyle, nedenden
nedene
geçerek,
sonunda
nedeni
olmayan
ilk
nedene
ula arak
göstermekten korkmamı tı.”
“Ben kim oluyorum ki Aquino’lu
bilgine kar ı çıkayım?” dedi William
alçakgönüllülükle. “Hem onun Tanrı’nın
varlı ını kanıtlamasını, onun önerdi i
yolları do rulayan birçok ba ka kanıt var.
Tanrı,
Augustinus’un
bildi i
gibi,
ruhumuzun ta içinden konu ur bizimle;
hem, sizin Abbone, Yüce Tanrı’nın
övgüsünü ve onun varlı ının kanıtlarını
açıkça dile getirmeniz gerek. Aquino’lu
Tommaso böyle yapmasa bile...” Durdu,
ekledi: “Sanırım.”
“Elbette,” diye do ruladı Ba rahip
çabucak;
böylece,
üstadım
pek
ho lanmadı ı
açıkça
anla ılan
bir
tartı mayı çok güzel bir biçimde kesti.
“Duru malara dönelim. Bakın, bir
adam zehirlenerek öldürülüyor. Bu bir
veridir.
Belli,
yadsınamaz
belirtiler
kar ısında, zehirleyenin bir ba ka adam
oldu unu tasarlayabilirim. Böyle basit
nedenler zinciri konusunda zihnim,
gücüne duydu u belli bir güvenle yargı
yürütebilir. Ama bu kötü eyleme yol
açmak için ba ka bir eyin, bu kez
insanca de il, eytanca bir eyin araya
girdi ini
tasarlayarak
zinciri
nasıl
karma ık bir duruma getirebilirim?
Bunun
olanaksız
oldu unu
söylemiyorum:
eytan,
tıpkı
atınız
Brunellus gibi bir yerden geçti ini
i aretlerle belli eder. Ama bu kanıtların
ardına niçin dü eyim? Suçlunun o adam
oldu unu bilmek ve onu laik yargı
organlarına teslim etmek yetmez mi?
Nasıl olsa cezası ölüm olacak. Tanrı
ba ı lasın.”
“Ama i itti ime göre, üç yıl önce
Kilkenny’de, sanıkların i renç cinayetler
i lemekle suçlandıkları bir duru mada,
suçluların kimlikleri saptandıktan sonra
i in içinde eytanın parma ı oldu unu
yadsımamı sınız.”
“Ama açık seçik sözcüklerle de
do rulamadım.
Yadsımadı ım
do ru.
Mel’un’un düzenleri üstüne yargı vermek
için ben kim oluyorum, özellikle,” diye
ekledi, bu nedeni vurgulamak istiyormu
gibi görünüyordu, “engizisyonu ba latmı
olanların, piskoposun, belediye meclisi
üyelerinin, tüm halkın, belki sanıkların
kendilerinin bile.
eytan’ın varlı ına
gerçekten dikkat çekmek istedikleri
davalarda.
Bu durumda,
eytan’ın
varlı ının tek gerçek kanıtı, belki o anda
herkesin onun i ba ında oldu unu bilmek
için duydu u tutkunun yo unlu udur...”
“Yani, siz,” dedi Ba rahip kaygılı
bir sesle, “birçok duru mada, eytan’ın
yalnızca sanı ın de il, belki de ve en çok
yargıçların içlerinde etkin oldu unu mu
söylüyorsunuz?”
“Hiç böyle bir ey öne sürebilir
miyim?” diye sordu William; sorunun,
B arahip’in
do rulayamayaca ı
bir
biçimde soruldu unun ayrımına vardım;
böylece William onun suskunlu undan
yararlanarak
konu manın
yönünü
de i tirdi. “Ama bunlar geçmi te kalan
eyler. Bu soylu görevi bıraktım; e er bu
i i yaptımsa, Tanrı istedi i için yaptım...”
“Ku kusuz,”
diye
kabul
etti
Ba rahip.
“... imdi,” diye sürdürdü William,
“ba ka nazik sorunlarla u ra ıyorum.
Bana anlatırsanız, sizi üzen sorunla da
u ra mak isterim.”
Ba rahip’in o tartı maya son verip
kendi sorununa dönebilmekten ho nut
oldu unu sezdim. Sonra, çok büyük bir
özenle seçilmi
sözcükler ve uzun
tümcelerle, birkaç gün önce meydana
gelen ve rahipler arasında büyük bir
üzüntü yaratan tuhaf bir olay anlatmaya
ba ladı. Konuyu William’a açtı ını, çünkü
William’ın gerek insan ruhu, gerekse
Mel’un’un düzenleri hakkında çok geni
bilgisi oldu unu bildi ini, konu unun
de erli vaktinin bir bölümünü üzücü bir
bilmeceye ı ık tutmaya ayırabilece ini
umdu unu söyledi. Olay uydu: Büyük
bir minyatür ustası olarak daha o zaman
ün kazanmı olmasına kar ın hâlâ genç
bir rahip olan ve kitaplı ın elyazmalarını
çok güzel resimlerle süsleyen Otranto’lu
Adelmo, bir sabah Aedificium’un do u
kulesinin altında, uçurumun dibinde bir
keçi çobanı tarafından ölü bulunmu tu.
Öteki rahipler tarafından ak am duası
sırasında koroda görüldü ü, ancak
geceyarısı duasında görünmedi i için,
belki de gecenin en karanlık saatlerinde
dü mü tü oraya. O gece büyük bir kar
fırtınası vardı; jilet gibi keskin, neredeyse
doluyu andıran, kudurmu çasına esen
güney rüzgârının sürükledi i kar taneleri
dü üyordu yere. Ceset uçurumun tam
dibinde bulundu; önce erimi , sonra kat
kat donmu kardan ıslanmı , dü erken
kayalara çarparak parçalanmı tı, Zavallı,
dayanaksız,
ölümlü
yaratık;
Tanrı
merhamet etsin ona.
Seke seke dü tü ü için tam olarak
hangi noktadan dü tü ünü saptamak
kolay de ildi; kulenin uçuruma bakan üç
yanındaki
üç
kata
sıralanmı
pencerelerden birinden dü tü ü ku ku
götürmezdi.
“Zavallı
cesedi
nereye
gömdünüz?” diye sordu William.
“Do al olarak, mezarlı a,” diye
yanıtladı Ba rahip. “Belki de ayırdına
varmı sınızdır; mezarlık, kilisenin kuzey
yanıyla Aedificium ve sebze bahçesi
arasında.”
“Anlıyorum,”
dedi
William,
“Sorununuzun
ne
oldu unu
da
anlıyorum. O talihsiz genç, Tanrı
korusun, e er canına kıymı olsaydı,
(kazayla dü tü ü dü ünülemeyece ine
göre), ertesi gün o pencerelerden birini
açık bulurdunuz; oysa hepsini kapalı
buldunuz; üstelik hiçbirinin dibinde
herhangi bir ıslaklık yoktu.”
Ba rahip, daha önce de söyledi im
gibi, büyük ve diplomatça dinginli i olan
bir adamdı; ama bu kez, kendisini
Aristo’nun istedi i gibi a ır ve yüce
gönüllü bir kimseye yara ır ölçülükten
yoksun bırakan, a kın bir davranı ta
bulundu: “Bunu size kim söyledi?”
“Siz söylediniz,” dedi William. “E er
pencere açık olsaydı, onun kendisini
pencereden
attı ını
dü ünürdünüz
hemen.
Dı arıdan
anlayabildi im
kadarıyla, bunlar donuk camdan büyük
pencereler; bu tür pencereler genellikle
bu büyüklükte binalara adam boyunda
konmaz. Bu nedenle, pencerelerden biri
açık kalmı olsaydı bile, adamca ızın
dı arıya
sarkıp
dengesini
yitirmesi
olanaksız oldu una göre, intihardan
ba ka bir olasılık dü ünülemezdi. Bu
durumda,
onun
kutsal
topra a
gömülmesine izin vermezdiniz. Ama onu
Hıristiyan usulünce gömdü ünüze göre,
pencerelerin kapalı olmaları gerekir.
Çünkü e er pencereler kapalıysa -ben
hiç, büyücülük duru malarında bile,
Tanrı’nın ya da Seytan’ın, bir ölünün
yanlı davranı ının kanıtlarını ortadan
kaldırmak için uçurumun dibinden
yukarıya tırmanmasına izin verdi ine
rastlamadı ıma göre- intihar olasılı ının,
ister bir insan eli, ister eytan’ın gücü
tarafından ortadan kaldırıldı ı açık. imdi
siz kendi kendinize, onu uçuruma iten
demeyeyim,
istemeyerek
pencere
pervazına
kimin
çıkarabilece ini
soruyorsunuz;
kaygılısınız;
çünkü
manastırda do al ya da do aüstü bir
kötü güç dola ıyor.”
“Evet, do ru...” dedi Ba rahip;
William’ın sözlerini mi do ruladı ı, yoksa
kendi
kendine,
William’ın
öylesine
be enilmeye de er ve mantıklı bir biçimde
ortaya koydu u nedenleri mi haklı
buldu u açık de ildi. “Ama camların
hiçbirinin
ıslak
olmadı ını
nasıl
bilebilirsiniz?”
“Çünkü bana rüzgârın güneyden
esti ini
söylediniz;
bu
durumda
ya murun do uya bakan pencerelere
do ru sürüklenmesi olanaksızdı.”
“Bana
sizin
yeteneklerinizi
yeterince anlatmamı lar,” dedi Ba rahip.
“Haklısınız, pencereler ıslak de ildi.
Nedenini imdi biliyorum. Söyledi iniz gibi
oldu.
Niçin
kaygılandı ımı
imdi
anlıyorsunuz.
Rahiplerimden
birinin,
ruhunu
i renç
intihar
günahıyla
lekelemi olması benim için yeterince
ciddi bir sorun olurdu. Ama onlardan
birinin, aynı ölçüde korkunç bir günahla
kendini lekeledi ini dü ünmem için
nedenler
var.
Ke ke
bu
kadarla
kalsaydı...”
“Her
eyden
önce,
niçin
rahiplerden biri? Manastırda birçok
insan var; seyisler, keçi çobanları,
hizmetçiler...”
“Do rusu, küçük, ama zengin bir
manastır,” diye kabul etti Ba rahip
a ırba lılıkla. “Altmı
rahibe yüz elli
hizmetçi. Ama her ey Aedificium’da oldu.
Orada, belki
imdiden biliyorsunuz,
birinci katta mutfak ve yemekhane var;
onun üstündeki iki katta da, yazı
salonuyla kitaplık. Ak am yeme inden
sonra Aedificium kilitlenir ve çok katı bir
kural, hiç kimsenin içeri girmesine izin
vermez,” William’ın bundan sonraki
sorusunu kestirdi ve hemen, ama açık
bir isteksizlikle ekledi; “Do al olarak,
rahiplerin de, ama...”
“Ama?”
“Ama bir hizmetçinin geceleyin
oraya
girme
yüreklili ini
göstermi
olabilece ini kesinlikle - anlıyor musunuz,
kesinlikle - yadsıyorum.” Gözlerinden bir
güvensizlik gülümseyi i gibi bir ey geçti;
bir im ek ya da kayan bir yıldız gibi,
çabucak. “Diyelim korkarlardı, biliyor
musunuz...
basit
insanlara
verilen
buyruklar bazan bir tehditle, buyru a
boyun e meyenlerin ba ına korkunç bir
eyin,
hatta
do aüstü
bir
eyin
gelebilece ine
ili kin
bir
uyarıyla
peki tirilmelidir. Oysa bir rahip...”
“Anlıyorum.”
“Üstelik bir rahibin yasaklanan bir
yere girmeye kalkı ması için ba ka
nedenler de olabilirdi. Demek istiyorum
ki... kurallara aykırı olsa bile, akla uygun
nedenler...”
William, Ba rahip’in tedirginli inin
ayırdına
vardı,
belki
de
konuyu
de i tirme amacına yönelik bir soru
sordu; ama bu soru onda daha da büyük
bir tedirginlik yarattı.
“Bir cinayet olasılı ından söz
ederken, ‘Ke ke bu kadarla kalsaydı’
dediniz. Ne demek istiyorsunuz?”
“Öyle mi dedim?
ey, kimse
nedensiz cinayet i leyemez; nedeni ne
denli aykırı olursa olsun. Bir rahibi, bir
rahip
karde ini
öldürmeye
sürükleyebilecek nedenlerin aykırılı ını
dü ününce titriyorum. te. Hepsi bu.”
“Ba ka bir ey yok mu?”
“Size söyleyebilece im ba ka bir ey
yok.”
“Söyleme
yetkisine
sahip
oldu unuz ba ka bir ey yok mu demek
istiyorsunuz?”
“Lütfen, Frate William, Fratello
William,”
dedi Ba rahip, Frate’yi de,
24
Fratello’yu da vurgulayarak.
William kıpkırmızı kesildi ve “Eris
25
sacerdos in aeternum ,” dedi.
“Te ekkür ederim,” dedi Ba rahip.
Ey Tanrım, o anda ne korkunç bir
gizeme dokunuyorlardı benim sakınmı ız
üstlerim,
biri kaygı,
öteki merak
dürtüsüyle. Çünkü Tanrı’nın kutsal
papazlı ının gizemlerine yönelmi
bir
çömez olan ben bile, alçakgönüllü bir
delikanlı olmama kar ın, Ba rahip’in bir
ey bildi ini, ama onu günah çıkarma
yeminiyle ö rendi ini anlamı tım. Birinin
a zından, Adelmo’nun acıklı sonuyla ilgili
olabilecek günahkâr bir ayrıntı i itmi
olmalıydı. Belki de bunun için, kendisinin
ku kulandı ı,
ama
hiç
kimseye
açıklayamadı ı bir gizi ortaya çıkarması
için William Birader’e yalvarıyor, iyicillik
yasasından ötürü gölgede bırakmak
zorunda kaldı ı bir gize, zekâsının
gücüyle
üstadımın
ı ık
tutaca ını
umuyordu.
“Pekâlâ,” dedi William o zaman,
“rahipleri sorguya çekebilir miyim?”
“Çekebilirsiniz.”
“Manastırın çevresinde serbestçe
dola abilir miyim?”
“Size bu yetkiyi veriyorum.”
“Bana
bu
yetkiyi coram
26
monachos
veriyor musunuz?”
“Hemen, bu ak am.”
“Ama ben bugün ba layaca ım i e;
rahipler beni neyle görevlendirdi ini
ö renmeden.
Hem
Hıristiyanlık
dünyasının tüm manastırlarında öylesine
hayranlıkla sözü edilen kitaplı ınızı
ziyaret etmeyi de çok istiyordum; buraya
geli imin nedenlerinden biri de bu.”
Ba rahip, alabildi ine gergin bir
yüzle, neredeyse sıçrarcasına aya a
kalktı.
“Söyledi im gibi, tüm manastırın
içinde serbestçe dola abilirsiniz. Ama
kesinlikle Aedificium’un en üst katında,
kitaplıkta dola amazsınız.”
“Niçin?”
“Size daha önce açıklamalıydım,
ama biliyorsunuz sandım, ama, bizim
kitaplı ımız ba kalarına benzemez...”
“Burada, tüm öteki Hıristiyan
kitaplıklarındakinden daha çok kitap
oldu unu
biliyorum.
Sizin
kitap
dolaplarınızın yanında Bobbio’nun ya da
Pomposa’nınkiler,
Cluny
ya
da
Fleury’ninkiler, çarpım tablosuna daha
yeni ba layan bir çocu un odası gibi
kalır. Yüz yıl, belki de yüz yılı a kın bir
süre önce Novalesa’nın övüncü olan altı
bin elyazması, sizinkilerin yanında solda
sıfır kalır; hem belki bunların ço u da
imdi
buradadır.
Manastırınızın,
Hıristiyanlı ın,
Ba dad’ın
otuz
altı
kitaplı ı ve vezir bn el-Alkami’nin on bin
cildiyle yarı abilecek tek ı ık oldu unu,
ncil’lerinizin
sayısının,
Kahire’nin
övüncü olan iki bin dört yüz Kur’an’a e it
oldu unu ve kitap dolaplarınızın gerçek
varlı ının, yıllar önce (Yalan Prensi’yle içli
dı lı olduklarından), içinde altı milyon cilt
ve sekiz bin yorumcuyla iki yüz yazıcıyı
barındırdı ını öne
sürerek
Trablus
kitaplı ını isteyen kâfirlerin kendini
be enmi söylencesine kar ı apaçık bir
kanıt oldu unu biliyorum.”
“Do ru, Tanrı’ya övgüler olsun.”
“Aranızda
ya ayan
rahiplerin
ço unun, dünyanın dört bir yanına
da ılmı
olan öteki manastırlardan
geldiklerini biliyorum; kimileri, ba ka
hiçbir yerde bulunmayan elyazmalarını
kopya edip onları kendi manastırlarına
götürmek için burada kısa bir süre
kalıyorlar; buna kar ılık, onlar da, kopya
ederek da arınıza katmanız için, ba ka
bulunmaz elyazmaları getirmekten geri
kalmıyorlar; kimileri burada çok uzun,
hatta bazan ölünceye dek kalıyorlar;
çünkü ara tırmalarına ı ık tutacak
yapıtları yalnız burada
bulabilirler.
Böylece aranızda Almanlar, Daçyalılar,
spanyollar, Fransızlar, Yunanlılar var.
mparator Frederick’in yıllar önce, sizden
Merlin’in
öngörülerini
bir
kitapta
derlemenizi, sonra da bunu Mısır
Sultanı’na
bir
arma an
olarak
gönderilmek üzere Arapça’ya çevirmenizi
istedi ini biliyorum. Son olarak, Murbach
gibi görkemli bir manastırın bu çok
üzüntülü günlerde artık tek bir yazıcısı
bile olmadı ını, St. Gall’de, yazmayı bilen
yalnızca birkaç rahibin kaldı ını, imdi
kentlerde üniversiteler için çalı an laik
kimselerden olu mu birlik ve loncaların
bulundu unu biliyorum; yalnızca sizin
manastırınızın,
tarikatınızın
anını
günden güne yeniledi ini ya da -ne
söylüyorum?- giderek artan yüceliklere
ula tırdı ını biliyorum...”
“Monasterium sine libris,” diye
alıntıladı Ba rahip, dalgın dalgın, “est
sicut civitas sine opibus, castrum sine
numeris, coquina sine suppellectili, mensa
sine cibis, hortus sine herbis, pratum sine
27
floribus, arbor sine foliis...
Bizim,
çalı ma ve duanın çifte buyru unda
geli en tarikatımız, bilinen dünyanın ı ı ı;
bilgi hazinesi, yangınlar, ya malar,
depremler içinde yok olma tehlikesiyle
kar ı kar ıya bulunan eski ö retinin
kurtulu u; yeni yazının oca ı ve eskisinin
artı ı oldu... Ah, biliyorsunuz, çok
karanlık zamanlarda ya ıyoruz imdi;
yüzüm kızararak söylüyorum, daha
birkaç yıl önce, Viyana Genel Danı ma
28
Kurulu, papaz
olmanın, her rahibin
görevi oldu unu açıklamak zorunda
kaldı.
ki yüzyıl önce,
görkem ve
kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç
manastırımız imdi miskinlerin sı ına ı
oldu. Tarikat hâlâ güçlü, ama kentlerin
pis kokusu kutsal yerlerimize sokuluyor.
Tanrı’nın kulları imdi ticarete ve hizip
sava larına e ilim gösteriyorlar; a a ıda,
ermi lik ruhunun barınamayaca ı büyük
yerle melerde,
yalnızca
kaba
dilde
konu makla kalmıyorlar (laik insanlardan
ba ka ne beklenebilirdi), bu dilde
yazıyorlar bile; ama bu ciltlerin hiçbiri
duvarlarımızdan içeri giremez; önünde
sonunda sapkınlıkları kı kırtır onlar.
nsanlı ın günahları yüzünden, dünya,
içine i leyip onu a a ı çeken uçurumun
kıyısında
asılı
kalmı .
Ve
yarın,
Honorius’un
dedi i gibi,
insanların
gövdeleri
bizimkinden
daha
küçük
olacak;
tıpkı
bizimkilerin,
eskilerin
gövdelerinden daha küçük olması gibi.
29
Mundus senescit .
Tanrı’nın imdi bizim tarikatımıza
verdi i görev, atalarımızın bize emanet
ettikleri bilgi hazinesini koruyarak,
yineleyerek, savunarak, bu uçuruma
do ru gidi e kar ı çıkmaktır. Yüce Tanrı,
dünya kuruldu unda do uda bulunan
evrenin merkezinin, yava yava batıya
do ru kaymasını buyurdu; dünyanın
sonunun yakla tı ı konusunda bizi
uyarmak için! Çünkü olayların gidi i daha
imdiden evrenin sınırına ula tı bile.
Bininci yıl tam anlamıyla sona erinceye,
Deccal denen o i renç hayvan, kısa da
olsa, yengi kazanıncaya de in, Hıristiyan
dünyasının
hazinesini,
Tanrı’nın
peygamberlere ve (havarilere söyledi i,
Ebi Mukaddes’in tek sözcü ünü bile
de i tirmeksizin yineledikleri, okulların bugün her ne kadar o okullarda kendini
be enmi lik, kıskançlık, çılgınlık yılanı
yuvalanmaktaysa
dayorumlamaya
çalı tıkları Tanrı sözünü savunmak bize
dü üyor. Bu günbatımında, biz hâlâ
ufukta yükselen me ale ve ı ı ız. Bu
duvarlar ayakta kaldıkça da, Kutsal
Söz’ün bekçileri olaca ız.”
“Amin,” dedi William, yürekten.
“Ama bunun, kitaplı ın ziyaret edilmesine
izin verilmemesiyle ne ilgisi var?”
“Bakın William Birader,” dedi
Ba rahip, “bu duvarları zenginle tiren
büyük
ve
kutsal
eserleri
gerçekle tirebilmek için,” böyle diyerek,
hücrenin pencerelerinden seçilebilen,
manastır kilisesinin üstünde bir taç gibi
yükselen Aedificium yı ınını gösterdi,
“kendilerini adamı insanlar yüzyıllar
boyu demir gibi katı kurallara uyarak
çalı tılar. Kitaplık, yüzyıllar boyu herkes
için gizli kalan ve hiçbir rahibin
ö renmesi nasip olmayan bir tasarıma
göre kuruldu. Yalnızca kütüphaneci,
kitaplı ın gizini kendinden önce gelen
kütüphaneciden ö rendi ve ölüm ansızın
gelip
de
bu
bilginin
iletilmesini
engellemesin diye daha hayattayken onu
kütüphaneci yardımcısına ö retiyor. Her
ikisinin
dudakları
da
bu
gizle
mühürlenmi . Yalnızca kütüphanecinin,
bilmenin dı ında, kitapların labirentinde
dola maya hakkı var; yalnızca o, kitapları
nerede bulaca ını ve onları nereye
koyaca ını bilir; onların korunmasından
yalnız o sorumludur. Öteki rahipler yazı
salonunda
çalı ırlar
ve
kitaplıktaki
kitapların rehberini bilebilirler. Ama bir
ba lıklar listesi ço u kez oldukça az ey
söyler; yalnızca kütüphaneci, ciltlerin bir
araya getirili inden, gizlilik derecesinden,
bir kitabın ne tür gizler, gerçekler ya da
yalanlar sakladı ını anlar. Bir rahip bir
kitabı almak isterse, onu nasıl, ne zaman
verece ine ya da verip vermeyece ine,
bazan bana danı tıktan sonra, yalnız o
karar verir. Çünkü her gerçek her
kula a göre de ildir; tüm yalanlar dindar
bir
ruh
tarafından
yalan
olarak
bilinemezler; son olarak, rahipler yazı
salonunda,
yalnızca
belli
ciltleri
okumalarını gerektiren belirli bir görevi
yerine getirmek için bulunurlar; ister
zihnin güçsüzlü ünden, ister kendini
be enmi likten,
ister
eytan’ın
kı kırtmasıyla, kapıldıkları her saçma
merakın ardına dü mek için de il.”
“Demek kitaplıkta, içinde yalanlar
olan kitaplar da var...”
“Canavarlar, kutsal tasarımın bir
parçasını olu turdukları için vardır;
onların görünümünde, Yaratıcı’nın gücü
kendini ortaya koyar. Büyü kitapları,
Yahudiler’in
kabalası,
putatapan
ozanların
masalları,
imansızların
yalanları da bunun için vardır. Bilge okur
için, yalanlara yer veren kitaplarda da,
kutsal
bilinin
soluk
bir
ı ı ının
parlayabilece i,
yüzyıllar
boyu
bu
manastırı kurup ayakta tutanların
sarsılmaz ve kutsal inancı olmu tur. Bu
nedenle, kitaplık bu kitapların da
kasasıdır. Ama anlıyorsunuz de il mi, i te
bu yüzden de, her önüne gelen oraya
giremez. Hem sonra,” diye ekledi
Ba rahip, bu son savın yetersizli inden
ötürü özür dilemek istercesine, “kitap
kolayca
incinebilen
bir
yaratıktır;
zamanın
geçi i
acı
verir
ona;
kemirgenlerden,
kötü
havalardan,
beceriksiz ellerden korkar. Yüzyıllar
boyunca,
her
önüne
gelen
elyazmalarımıza
canı
istedi i
gibi
dokunabilseydi, bugün onların büyük bir
ço unlu u
var
olmazdı.
Böylece
kütüphaneci onları yalnız insanlardan
de il, do adan da korur ve ya amını,
gerçe in
dü manı
olan
unutu un
güçlerine kar ı yürüttü ü bu sava a
adar.”
“Demek iki ki iden ba ka hiç
kimse, Aedificium’un en üst katına
giremiyor...”
Ba rahip gülümsedi: “Hiç kimse
girmemelidir. Hiç kimse giremez. Hiç
kimse istese bile ba aramaz bunu. çinde
barındırdı ı
gerçek
gibi
ölçülmez
derinlikte, sakladı ı yalanlar gibi yanıltıcı
olan kitaplık kendi kendini korur. Tinsel
bir labirent oldu u kadar, dünyasal bir
labirenttir o. çeri girebilirsiniz, ama
dı arı çıkamazsınız. Bunu söyledikten
sonra, sizden manastırın kurallarına
uymanızı diliyorum.”
“Ama siz, Adelmo’nun kitaplı ın
pencerelerinden
birinden
dü mü
olabilece i
olasılı ını
yadsımadınız.
Ölümünün
öyküsünün
ba lamı
olabilece i yeri görmeden, onun ölümü
üstüne nasıl yargı yürütebilirim peki?”
“William Birader,” dedi Ba rahip
uzla ıcı bir tonla, “hiç görmeden atım
Brunellus’u ve hakkında hemen hemen
hiçbir ey bilmeden Adelmo’nun ölümünü
betimleyen bir adam, içine girmedi i
yerler hakkında yargı vermekte güçlük
çekmeyecektir.”
William e ildi: “Ciddi oldu unuz
zaman bile akıllısınız. Nasıl isterseniz.”
“E er akıllıysam, ciddi olmayı
bildi imdendir,” diye yanıtladı Ba rahip.
“Son bir ey daha,” dedi William.
“Ubertino nerede?”
“Burada.
Sizi
bekliyor.
Onu
kilisede bulacaksınız.”
“Ne zaman?”
“Hep oradadır,” diye gülümsedi
Ba rahip.
“Biliyorsunuz,
çok
bilgili
olmasına kar ın, kitaplı ı de erlendirecek
bir adam de ildir o. Yüzyılın bir çekicili i
olarak görür kitaplı ı. Vaktinin ço unu
kilisede, dü ünerek, dua ederek geçirir...”
“Ya landı mı?” diye sordu William,
duraksayarak.
“Onu
ne
zamandan
beri
görmüyorsunuz?”
“Yıllardır.”
“Yorgun. Bu dünyanın i lerinden
çok uzak. Altmı sekiz ya ında. Ama
inanıyorum ki, ruhu hâlâ gençli indeki
gibi.”
“Onu hemen bulayım. Te ekkür
ederim.”
Ba rahip ö le yeme i için toplulu a
katılmak isteyip istemedi ini sordu ona.
William daha yeni, üstelik fazlasıyla
yemek yedi ini, hemen Ubertino’yu
görmeyi ye tuttu unu söyledi. Ba rahip
izin isteyip gitti.
Tam hücreden çıkarken, avludan
yürek paralayan bir çı lık yükseldi; onu
aynı ölçüde keskin çı lıklar izledi. “Ne
oldu?” diye sordu William, a kın. “Hiçbir
ey,”
diye
yanıtladı
Ba rahip
gülümseyerek. “Bu mevsimde domuzları
öldürürler. Domuz çobanlarının i idir bu.
Sizin u ra manız gereken kan bu kan
de il.”
Dı arı çıktı ve zeki bir adam olarak
kazandı ı üne yara mayan bir davranı ta
bulundu. Çünkü ertesi sabah... Ama, tut
kendini, geveze dilim. Çünkü sözünü
etti im gün, gece olmadan öyle çok ey
oldu ki, bunlardan söz etmek iyi olacak.
BIRINCI GÜN
Ö LE
Adso kilisenin kapısına hayran oluyor,
William ise Casale’li Ubertino’yu buluyor.
Kilise, daha sonra Strasbourg’da,
Chartres’ta, Bamberg’de ve Paris’te
gördü üm kiliseler gibi görkemli de ildi.
Daha çok talya’da gördü üm, az e imli,
gökyüzüne do ru ba döndürücü bir
biçimde
yükselen,
yere
sa lamca
oturmu ,
ço u
kez
geni li i
yüksekli inden
fazla
olan
kiliselere
benziyordu; ama bunun birinci katında
bir kale gibi, bir dizi dört kö e mazgal
vardı; bu katın üstünde de, bir kuleden
çok, e imli bir çatıyla örtülmü , iç
kapayıcı pencerelerle delinmi , ikinci bir
kiliseye
benzeyen
bir
yapı
daha
yükseliyordu. Atalarımızın Provence ve
Linguadoca’da
yaptıkları
kocaman
manastır kiliselerinden, gösteri ten ve
ça da üslubun özelli i olan oyma ta
süslerin a ırılı ından uzak, sanırım
ancak son zamanlarda, koro yerinin
üstünde gökkubbeye do ru yüreklice
yükselen sivri bir kuleyle zenginle tirilmi
ikinci bir kilise.
ki düz, süssüz dikme, ilk bakı ta
tek büyük bir kemer gibi görünen giri in
önünde yer alıyordu; ama üstünde birçok
ba ka kemerin bulundu u iki e imli
pervaz, dikmelerden ayrılarak tıpkı bir
uçurumun merkezinde oldu u gibi,
bakı ları gölgede belli belirsiz seçilen asıl
kapıya yöneltiyordu; kapının üstünde,
yanlarda, iki üzengita ı üstüne oturmu ,
ortadaysa giri i madenle sa lamla tırılmı
me e kapıların örttü ü iki açıklı a bölen
oymalı bir sütunun destekledi i büyük
bir alınlık yükseliyordu. Günün o
saatinde solgun güne ı ınları neredeyse
dikey olarak çatıya vuruyor; ı ık, alınlı ı
aydınlatmaksızın yapının önyüzüne e ik
olarak dü üyordu; öyle ki, iki dikmeyi
geçtikten
sonra,
kendimizi
birden
payandaları
orantılı
bir
biçimde
destekleyen ikincil sıra sütunlardan
ayrılan
kemerlerin
olu turdu u
gümü ümsü tonozun altında bulduk.
Gözlerimiz sonunda alacakaranlı a
alı ınca, insanın gözüne ve imgelemine
hemen ula abilen (çünkü pictura est
30
laicorum literatura ) oyulmu ta ın dilsiz
söyle isi birdenbire gözlerimi kama tırdı
ve beni bugün bile dilimin güçlükle
betimleyebildi i bir görünümün içine attı.
Gökyüzünde kurulu bir taht ve
üstünde oturan birini gördüm. Oturan’ın
yüzü ciddi ve anlamına eri ilmez, gözleri
iri iri açılmı , öyküsünün sonuna varmı
olan dünyasal bir insanlı a bakıyordu;
görkemli saçları ve sakalı, hepsi de
birbirine e it, simetrik olarak ikiye
ayrılmı derecikler halinde, bir ırma ın
suları gibi yüzünün ve gö sünün üstüne
akıyordu. Ba ındaki taç mine ve de erli
ta larla süslüydü; altın ve gümü iplikten
i leme ve dantellerle dokunmu erguvan
renginde imparatorluk tuni i dizlerinin
üstünde geni kıvrımlar olu turuyordu.
Dizlerinin üstünde sa lamca duran sol
elinde mühürlü bir kitap tutuyordu; sa
eli, iyilikçi mi tehdit edici mi oldu unu
bilmedi im bir duru la yukarı kalkmı tı.
Yüzü haç biçiminde, ola anüstü
güzellikte çiçekli bir aylayla aydınlanmı tı;
tacın çevresinde ve Oturan’ın ba ının
üstünde
zümrüt
bir
gökku a ının
parladı ını gördüm.
Tahtın
önünde,
Oturan’ın
ayaklarının altında bir billur denizi
akıyordu; tahtın çevresinde ve üstünde
dört
korkunç
hayvan
gördüm;
kendimden geçmi , onlara bakmakta olan
benim için korkunç, ama kendisine
aralıksız övgü türküleri söyledikleri
Oturan
için
evcil
ve
alabildi ine
yumu akba lı.
Daha
do rusu,
tümüne
de
korkunç
denemezdi;
çünkü
benim
solumda (Oturan’ın sa ında), elinde bir
kitap tutan adam bana güzel ve sevimli
göründü. Ama sivri gagalı, zırh gibi
düzenlenmi
tüyleri
diken
diken,
pençeleri güçlü, kocaman kanalları açık
olan kartal ürkütücü göründü bana.
Oturan’ın ayakları dibinde de, iki
yontunun altında, iki hayvan daha vardı:
bir bo a, bir de aslan; iki canavar da,
pençeleriyle toynakları arasında birer
kitap tutuyordu; gövdeleri tahtın dı ına,
ba larıysa tahta dönüktü; omuzlarını ve
boyunlarını
yabanıl
bir
dürtüyle
büküyorlarmı gibi sa rıları çırpınıyor,
eklemleri can çeki en bir hayvanınkileri
andırıyor, a ızları gırtla a dek açık, yılanı
andıran kuyrukları halka halka kıvrılıyor,
gittikçe
yükselerek
alevden
dillerle
doru a ula ıyordu. kisi de kanatlı, ikisi
de bir aylayla taçlanmı tı, korkunç
görünü lerine kar ın cehennem de il,
cennet yaratıklarıydı bunlar; kocaman
görünmelerinin nedeni, bir gün gelip
ya ayanlarla ölüleri yargılayacak olana
tapınmak için kükreyip bö ürmeleriydi.
Tahtın çevresinde, dört hayvanın
yanında, Oturan’ın ayaklarının dibinde,
sanki görü alanının tüm bo lu unu
dolduran billur denizinin saydam suları
arasından görünüyormu gibi, alınlı ın
üçgen biçimindeki yapısına uygun olarak
düzenlenmi , yedi artı yedi, sonra üç artı
üç, sonra da iki artı ikilik, bir tabandan
yükselen yirmi dört küçük tahta
kurulmu , ak libaslı, altın taçlı yirmi dört
htiyar vardı.
htiyarların
kimi
bir
lavta
tutuyordu elinde, kimi bir koku kadehi.
Ama
içlerinde
yalnızca
biri
çalgı
çalıyordu;
tüm
ötekiler
co kuyla
kendilerinden geçmi lerdi; yüzleri, kendisi
için övgü türküleri söylemekte oldukları
Oturan’a dönüktü; kollarıyla bacakları
da, tıpkı dört hayvanınki gibi, ama
yabanıl bir biçimde de il, estetik bir
dansın devinimleriyle bükülmü tü Davud da, içinde On Emir’in bulundu u
sandı ın çevresinde böyle dans etmi
olmalıydı -öyle ki, gözbebekleri, nerede
olursa
olsunlar,
insan
gövdesinin
duru unu yöneten kurallara ters dü ecek
biçimde
hep
aynı
ı ıklı
noktada
odakla ıyordu. Ah, tensel maddenin
a ırlı ından bir mucizeyle kurtulmu kol
ve bacakların bu gizemli dilinde nasıl bir
kendini bırakı ve atılım, do al olmayan
ama incelikli duru ların uyumu vardı yeni bir kitlesel biçimle doldurulmu
belirlenmi nicelik; sanki kutsal alay,
iddetli bir rüzgârın, hayat solu unun,
ne e co kusunun a ılacak bir biçimde
sesten görüntüye dönü türülmü sevinçli
övgü türküsünün etkisi altındaymı gibi.
Bedenleri, kol ve bacakları Kutsal
Ruh’la dolu, açıklamayla aydınlanmı ,
yüzleri a kınlıkla altüst olmu , gözleri
istekle
parlamı ,
yanakları sevgiyle
kızarmı , gözbebekleri sevinçle büyümü :
Biri sevinçli bir hayretle donakalmı , bir
ba kası a kın bir sevinçle yaralanmı ,
kimi a kınlıkla biçim de i tirmi , kimi
mutlulukla gençle mi , tümü de orada,
yüzlerinin
anlatımı,
tuniklerinin
kıvrımları,
eklemlerinin
duru u
ve
gerginli iyle, dudakları sonsuz bir övgü
gülümseyi iyle aralık, yepyeni bir arkı
söylüyorlardı.
htiyarların
ayakları
dibinde, onların, tahtın ve be gen
biçimindeki grubun üzerinde bir kemer
olu turacak biçimde, simetrik eritler
halinde, hem göksel, hem dünyasal bir
yasanın
ayakta
tuttu u
sevgiyle
ba lanım eserleri vardı (barı , sevgi,
erdem, yönetim, erk, düzen, köken,
ya am, ı ık, görkem, tür ve varlıkların
dengeli ba ıntısı); bu yapıtlar birbirinden
güçlükle ayırt edilebiliyorlardı; çünkü
sanat yetisi onları öyle düzenlemi ti ki,
tümü de kar ılıklı olarak orantılı,
de i kenlikleri içinde birbirinin aynı,
birlikleri içinde de i ken, çe itlilikleri
içinde birle ik, birle mi likleri içinde
çe itli,
bütünü
olu turan
parçalar,
renklerin
ne eli
yumu aklı ıyla
ola anüstü bir uyum içinde; kendi
aralarında
benze meyen
sesler,
ola anüstü bir uyum ve uygunluk içinde,
birbirleriyle uyumlu ve dönü ümlü ikiliçalı içinde tek sesli olarak çalabilen,
derin ve içsel güç aracılı ıyla sürekli
algılamayı sa layan bir sitarın yayları
gibi, olaylara indirgenemeyen, ama gene
de
olaylara
indirgenmi
yaratıklar
süslemesi ve bir araya getirilmesi,
maddenin orantılı parçaları üstünde
parlayan biçimin aracılı ıyla ı ıyan sayısız
e itlik - i le orada, yeryüzünün ve
cennetin bahçelerini süsleyen tüm
bitkilerin çiçek ve yaprakları, asmalar,
salkımlar,
menek eler,
sarısalkımlar,
kekikler,
zambaklar,
kurtba ırları,
nergisler,
kulkaslar,
kengerotları,
hatmiler, mürler, kınaçiçekleri içiçe
geçiyorlardı.
Ama dünyasal güzelliklerin ve
do aüstü
görkemli
i aretlerin
bu
uyumuyla co mu ruhum, bir sevinç
türküsüyle ta mak üzereyken, gözlerim
ihtiyarların ayakları dibindeki çiçekli
pencerelerin
uyumuna
kapılarak,
ortadaki,
alınlı ı
tutan
sütunla
bütünle en içiçe geçmi varlıklara takıldı.
Neydi bunlar, hangi mesajı iletiyorlardı,
kemerler gibi yükselmi , her birinin art
ayakları yere sa lamca basan, pençeleri
arkada ının sırtına dayalı, yeleleri yılan
gibi büklüm büklüm, a ızları yıldırıcı bir
homurtuyla gergin, bir macun ya da
asma
a ıyla
sütunun
gövdesine
ba lanmı bu çaprazlama üç çift aslan?
Ruhumu yatı tırmak, belki de aslanın
eytanca yapısını evcille tirmek ve onu
daha yüce nesneleri anı tıran bir simgeye
dönü türmek için oraya konmu gibi,
sütunun iki yanında, tıpkı onun gibi
ola andı ı uzunluktaki me e kapıların her
birinin pervazlarının bulundu u yerde,
dı
tarafları
heykelciklerle
süslü
dayanaklar üstünde, yüzyüze bakan,
kar ılıklı, birbirinin e i iki er insan heykeli
vardı.
Bunlar, dört ya lı adam heykeliydi;
ki isel e yalarından, Petro’su ve Pavlos’u,
Yeremya’yı
ve
Ye aya’yı
tanıdım;
bedenleri,
bir
dans
adımı
atıyormu çasına bükük, uzun, kemikli
elleri kalkık, parmakları kanatlar gibi
gergin, yalvaçsı bir esintiyle da ılmı
sakalları ve saçları da kanatlar gibiydi;
uzun
bacaklarının
dalgalandırdı ı
alabildi ine uzun giysilerinin kıvrımları
dalgalar ve tomar biçiminde süsler
yaratıyordu; aslanların kar ısında yer
alıyorlardı;
onlarla
aynı
maddeden
yapılmı lardı.
Büyülenmi
gözlerimi, o ermi
kollarla
bacakların
ve
cehennemi
kasların o bilmecemsi çokseslili inden
çekerken,
kapının
yanında,
derin
kemerlerin altında, bazan onları hem
destekleyen hem de süsleyen ince
sütunların arasındaki bo lukta yer alan
pervazların, bazan da her sütun
ba lı ının sık yapraklarının üstünde
yontulmu , oradan da çok kemerli
gümü sü tonoza do ru dal budak salarak
uzanan, bakması ürkütücü ve orada
bulunmaları ancak parabolik ve alegorik
güçleri ya da ilettikleri ahlak dersiyle
haklı çıkarabilen
ba ka
görüntüler
gördüm:
Çıplak,
etleri
i renç
kurba alarca kemirilen, tiksindirici bir
gırtlakla kendi lânetleni ini uluyan,
bacakları tıpkı bir grifininki gibi sert
kıllarla kaplı,
i göbekli bir satirle
çiftle mi kösnül bir kadın gördüm; cimri
bir adam gördüm, görkemli sütunlarla
çevrili dö e inde ölüm katılı ıyla kaskatı,
artık bir cinler alayının ürkek avı olmu ;
içlerinden biri can çeki en adamın
a zından bir bebek biçimindeki (yazık,
hiçbir zaman ölümsüz ya ama yeniden
do amayacak) ruhunu koparıp alıyordu;
onurlu bir adam gördüm: Bir eytan
omuzlarına abanmı , pençelerini adamın
gözlerine daldırıyordu; o sırada, iki kutup
porsu u, gö üs gö üse, i renç bir
bo u mayla birbirlerini parçalıyorlardı;
daha ba ka yaratıklar da gördüm: keçi
ba lı, aslan postlu, panter pençeli, tümü
de yakıcı solu u neredeyse duyulabilen
bir
alevler
ormanında
tutsak.
Çevrelerinde,
aralarına
karı mı ,
ba larının üstünde, ayaklarının dibinde,
ba ka yüzler, ba ka kollar ve bacaklar;
birbirlerini saçlarından yakalamı bir
erkekle bir kadın, bir lanetlinin gözlerini
emen iki engerek yılanı, çengel gibi
kıvrılmı elleriyle uzanıp bir suyılanının
çenesini ayıran sırıtkan bir adam, bir
kurul halinde toplanmı , kar ılarındaki
tahtın koruyucusu ve tacı olarak oraya
konmu , kendi yenilgileri içinde onu
yücelten bir arkı söyleyen, eytan’ın
hayvan
masalları
kitabındaki
tüm
hayvanlar:
yarı
keçi,
yarı
insan
yaratıklar, çifte eyliler, elleri altı parmaklı
hayvanlar, denizkızları, hipokanturlar,
gorgonlar, yarı insan, yarı ku yaratıklar,
cinler,
drakontopoglar,
va aklar,
leoparlar, ejderhalar, köpek munzurlu,
burun
deliklerinden
ate
saçan
kenoperler, timsahlar, polikaudatlar, kıllı
yılanlar, semenderler, boynuzlu engerek
yılanları,
kaplumba alar,
suyılanları,
sırtları di lerle silahlanmı
iki ba lı
yaratıklar,
sırtlanlar,
susamurları,
kuzgunlar, testere boynuzlu idropiler,
kurba alar, yarı aslan, yarı kartal
grifinler,
maymunlar,
köpekba lılar,
lökrotlar,
mantikorlar,
akbabalar,
paranderler,
sansarlar,
canavarlar,
ibibikler,
bayku lar,
ahmaranlar,
ipnaller,
presterler,
spectaficum’lar,
akrepler,
kertenkeleler,
balinalar,
scitalum’lar, amfisbena’lar, iaculum’lar,
dipsaslar,
ye il
kertenkeleler,
maltapalamutları, ahtapotlar, muranlar
ve denizkaplumba aları. Ölüler evreninin
tüm sakinleri, alınlıkta Oturan’ın ortaya
çıktı ında, onun söz veren ve tehdit eden
31
yüzüne kar ı, Armageddon’un
yenik
dü mü leri, en sonunda dirileri ölülerden
ayırmaya gelecek olana bakarak, kapalı
geçidi, karanlık ormanı kimsenin içine
girmedi i bo alanı temsil etmek için bir
araya gelmi görünüyorlardı.
Bu görünüm kar ısında dilim
tutulmu çasına, artık dostça bir yerde
mi, yoksa kıyamet günü vadisinde mi
bulundu uma
karar
veremeyerek,
yılgınlı a kapılmı , gözya larımı güç
tutuyordum ve gençli imin çömezlik
yıllarına, kutsal yazıları ilk okuyu uma ve
Melk korosunda derin dü üncelerle
geçirdi im gecelere e lik etmi olan o sesi
i itmi gibi oldum (gerçekten i ittim mi
yoksa?), o görüntüleri gördüm ve güçsüz
dü mü
duyularımın
sayıklaması
arasında borazan gibi gümbür gümbür
bir sesin, “Gördüklerini bir kitapta yaz”
dedi ini i ittim ( imdi yaptı ım da bu) ve
yedi altın amdan gördüm; yedi altın
amdanın
ortasında
insano luna
benzeyen Biri’ni gördüm; gö sü altın bir
ku akla sarılı, ba ı ve saçları en katıksız
yün gibi ak, gözleri alev, ayakları
fırınlanmı pirinç gibi, sesi birçok suların
u ultusu, sa elinde yedi yıldız tutuyor,
a zından iki yanı keskin bir kılıç
çıkıyordu. Gökle bir kapının açıldı ını
gördüm ve Oturan bana bir ye im ta ı ve
bir akik gibi göründü; tahtın çevresinde
bir gökku a ı vardı; tahttan yıldırımlar ve
im ekler çıkıyordu.
Ve Oturan eline keskin bir orak
aldı ve “Ora ını savur ve ekinleri biç; ekin
biçme
vakti geldi;
çünkü
ekinler
olgunla tı,” dedi yüksek sesle ve bulutun
üstünde Oturan, ora ını yeryüzüne
do ru savurdu ve ekinler biçildi.
O zaman, görüntünün, tam da
manastırda olanlardan, Ba rahip’in az
konu an
dudaklarından
ö rendi imiz
eylerden söz etti ini anladım - daha
sonraki günlerde, anlattı ı olayların
aynını ya adı ıma inanarak durup kapıyı
inceledim. Buraya, büyük ve göksel bir
kıyıma tanıklık etmek için gelmi
oldu umuzu anladım.
Buz
gibi
kı
ya muruyla
ıslanmı çasına ürperdim. Bir ba ka ses
daha duydum; ama bu kez arkamdan
geliyordu ve de i ik bir sesti; çünkü
gördü üm görüntünün gözkama tıran
yüre imden de il, yeryüzünden geliyordu;
gerçekten de görüntüyü paramparça etti;
çünkü o an’a denk dü ünceler içinde yitip
gitmi olan William da (onun varlı ının o
anda yeniden bilincine vardım), benim
gibi dönmü tü.
Arkamızdan gelenin, yırtık pırtık
giysili bir serseri görünümü varsa da, bir
rahip oldu u açıktı; yüzü de az önce
sütun ba lıklarının üstünde gördü üm
canavarlarınkini
andırıyordu.
Rahip
karde lerimin ço unun tersine, ömrüm
boyunca hiç eytanla kar ıla mamı tım;
ama inanıyorum ki, e er bir gün kar ıma
çıkacak olursa, bir insan kılı ına girse
de, kutsal buyruk onun kimli ini tümüyle
gizlemesini
önledi inden,
u
anda
sözümüze
karı an
adamın
yüz
çizgilerinden
farklı
olamazdı.
Ba ı,
tövbekârlıktan de il, eskiden geçirdi i bir egzamanın etkisinden ötürü kazınmı ,
alnı öylesine dardı ki, e er ba ında
saçları olsaydı (gür ve kabarık) ka larına
karı ırdı; gözleri yuvarlak, gözbebekleri
küçük ve alabildi ine oynaktı; bakı ı
masum muydu, yoksa kötü müydü
bilmiyorum, belki de arasıra ve de i ik
anlarda hem öyle hem böyleydi; burnuna
pek burun denemezdi; çünkü gözlerinin
arasından ba layan, ama daha yükselir
yükselmez iki karanlık deli e, sık kıllarla
kaplı, kocaman iki burun deli ine
dönü en bir kemikten ba ka bir ey
de ildi. Bir yara iziyle burun delikleriyle
birle en a zı, geni ve çirkin, biraz sa a
do ru yayıktı; yok denecek kadar ince
olan üst duda ıyla sarkık ve etli alt
duda ı arasından, düzensiz bir uyumla,
bir köpe inkileri andıran kara ve sivri
di leri görünüyordu.
Adam gülümsedi (ya da en azından
bana öyle geldi) ve tehdit edercesine
konu tu:
32
“Penitenziagite !
Ruhunu
33
kemirmek için venturus
canavarı kolla!
34
Ölüm super nos ! Dua et. Ermi papa
35
gelip
bizi todas
günahların
kötülü ünden korusun! Ah ah, Domini
36
Nostri Iesu Christi
büyüsü ho unuza
gidiyor! Et anco jois m’es dols et plazer
37
38
m’es dolors ...
eytan’dan cave
39
Semper
üstüme atılmak için bir kö ede
pusu kurmu . Ama Salvatore non est
40
41
insipiens !
Bonum
monasterium .
Burada yiyip için dua edilir dominum
42
nostrum .
Gerisi
incir
çekirde i
doldurmaz. Amin. De il mi?”
Öykü ilerledikçe, bu yaratıktan
uzun uzun söz etmek ve söylediklerine
ba vurmak zorunda kalaca ım. tiraf
ederim, bunu yapmak benim için çok güç
olacak; çünkü ne tür bir dil konu tu unu
o zaman da hiç anlamamı tım, imdi de
bilmiyorum. Manastırda okumu yazmı
ki iler arasında konu tu umuz Latince
de ildi
bu;
bu
bölgelerde
halkın
konu tu u dillerden biri de de ildi; ne de
o güne de in i itti im halk a zıyla
konu ulan dillerden birine benziyordu.
Onun
i itti im
ilk
sözcüklerini
(anımsadı ım gibi) yukarıda aktararak
konu ma biçimi hakkında belli belirsiz bir
fikir verdi ime inanıyorum. Daha sonra,
serüvenlerle dolu ya amı ve hiçbirinde
kök salmaksızın ya adı ı çe itli yerlere
ili kin bilgi edinince, Salvatore’nin tüm
dilleri konu tu unu, ama hiçbir dili
bilmedi ini anladım. Ya da, i itti i dillerin
parçacıklarından
yararlanarak,
ba lıba ına bir dil icat etmi ti kendine bir kez de, onun dilinin, dünyanın
ba langıcından Babil Kulesi’nc de in tek
bir dille birle mi mutlu bir insanlı ın
konu mu
oldu u Ademce ya da o
u ursuz
insanların
bölünmesi
olgusundan sonra ortaya çıkan dillerden
biri de il, kutsal cezadan sonraki ilk
günün Babilce’sinin ta kendisi, ilkel
karga a dili oldu unu dü ündüm. Öte
yandan, Salvatore’nin diline dil de
diyemiyordum; çünkü her insan dilinde
kurallar vardır ve her terim, de i mez bir
43
kurala göre, ad placitum
bir anlam
ta ır; çünkü insan köpe e bir kez köpek,
bir ba ka kez kedi diyemez; insanların
oybirli iyle belirli bir anlam vermedikleri
sesler de çıkaramaz; tıpkı “blitiri”
sözcü ünü
söyleyen
birinin
ba ına
gelece i gibi. Bütün bunlara kar ın, iyi
kötü, Salvatore’nin ne demek istedi ini
anlıyordum; ba kaları da anlıyorlardı.
Onun bir de il, birçok dili konu tu unun,
hiçbirini
de
do ru
konu mayıp,
sözcüklerini kimi zaman bir, kimi zaman
bir ba ka dilden aldı ının kanıtıydı bu.
Sonradan, bir eyi bazan Latince, bazan
Provence lehçesiyle adlandırdı ını da
anladım ve onun kendi cümlelerini
kendisi kurmaktan çok, duruma ve
söylemek istedi i eye göre, geçmi te
i itmi oldu u kopuk cümle parçalarını
kullandı ının bilincine vardım; örne in,
bir
yiyecekten,
ancak
o
yiyece i
kendileriyle
birlikte
yemi
oldu u
insanların sözcükleriyle anlatabilirmi ,
sevincini ancak aynı sevinci payla tı ı
insanların o gün söyledikleri cümlelerle
dile getirebilirmi gibi. Dili de, tıpkı
ba kalarının
yüzlerinden
alınan
parçalardan olu mu yüzü ya da kimi
zaman kutsal nesnelerin artıklarından
do mu kalıntılar gibiydi. (Si licet magnis
44
componere parva , ya da
eytani
eylerden kutsal eyler olu turulmasına.)
Onunla ilk kez kar ıla tı ım anda,
Salvatore, gerek yüzü, gerekse konu ma
biçimiyle, bana az önce, kapının altında
görmü oldu um tüylü ve pençeli melez
hayvanlardan farklı görünmedi. Daha
sonra, adamın belki de iyi yürekli ve
akacı oldu unu
dü ündüm.
Daha
sonra... Ama sırayı bozmayalım. Hem
çünkü,
daha
konu ur
konu maz,
üstadım büyük bir merakla onu sorguya
çekti.
“Niçin penitenziagite dedin?” diye
sordu.
45
“Domine frate magnificentisimo ,”
diye
yanıtladı
Salvatore,
bir
tür
reveransla, “Jesus venturus est et li homini
46
debent facere penitentia . De il mi?”
William gözlerini dikip ona baktı:
47
“Buraya bir Minorit
manastırından mı
geldin?”
48
“No intendo .”
“Ermi Francesco’nun biraderleri
arasında mı ya adın diye soruyorum,
Sözde
Havariler’i tanıdın
mı diye
soruyorum...”
Salvatore sarardı, daha do rusu,
bronzla mı , yabanıl yüzü külrengi oldu.
Derin
bir
reverans
yaptı;
aralık
dudaklarının
arasından
bir
“vade
49
retro ” mırıldandı; tutkuyla haç çıkardı
ve sık sık dönüp ardına bakarak kaçıp
gitti. “Ona ne sormu tunuz?” diye
sordum William’a.
Bir süre daldı. “Önemi yok, sonra
söylerim. imdi içeri girelim. Ubertino’yu
görmek istiyorum.”
Vakit ö leyi yeni geçmi ti. Soluk
güne
ı ınları Batı’dan, birkaç dar
pencereden, kilisenin içine sızıyordu. nce
bir ı ık eridi, alınlı ı bana altın bir
ı ıltıyla parlıyormu gibi görünen büyük
suna a
de iyordu
hâlâ.
Kilisenin
sahınları alacakaranlıkta kocamandı.
Sunaktan önceki son mihrabın
yanında, soldaki ahında ince bir sütun
yükseliyordu; üstünde, modern üslupla
yapılmı ,
yüzünde
anlatılmaz
bir
gülümseyi , karnı öne do ru çıkmı ,
bebe i kuca ında, ince bedenli, zarif bir
giysiye bürünmü , ta tan bir Bakire
yontusu
vardı.
Bakire’nin
ayakları
dibinde,
neredeyse
yere
kapanmı ,
yakaran, Cluny mezhebinin giysisine
bürünmü bir adam duruyordu.
Yakla tık. Adam ayak seslerimizi
duyunca yüzünü kaldırdı. Ya lı, tüysüz
yüzlü, kabak kalalı, iri gök mavisi gözlü,
ince, kırmızı a ızlı, beyaz tenli, kafasının
derisi
tıpkı
sütte
saklanmı
bir
mumyanınki gibi kafatasına yapı mı bir
adamdı. Elleri ak, ince uzun parmaklıydı.
Zamansız bir ölümün kuruttu u küçük
bir kızı andırıyordu. Onu kendinden
geçiren
bir
görüntünün
ortasında
rahatsız etmi iz gibi dalgın bir bakı la
baktı bize önce; sonra yüzü sevinçle
aydınlandı.
“William!” diye ba ırdı. “Sevgili
karde im!”
Güçlükle
aya a
kalktı,
üstadımın yanına geldi, onu kucaklayıp
a zından öptü. “William!” diye yineledi ve
gözleri nemlendi. “Ne çok zaman geçti!
Ama seni hâlâ anımsıyorum! Ne çok
zaman geçti, neler neler oldu! Ne çok
sınadı Tanrı bizi!” A ladı. William’ın
duygulandı ı açıktı; onu kucakladı.
Casale’li Ubertino’yla kar ı kar ıyaydık.
talya’ya gelmeden önce de, ondan
hem de uzun uzun söz edildi ini
duymu tum;
mparatorluk sarayında
Fransiskenler’i ziyaret etti imde daha da
çok i itmi tim adını. Hatta biri bana,
birkaç yıl önce ölmü olan, o günlerin en
büyük
ozanı,
Floransalı
Dante
Alighieri’nin
birçok
dizesinin,
50
Ubertino’nun, Arbor vitae crucifixae’de
yazdıklarının yorumundan ba ka bir ey
olmayan bir
iir yazdı ını söylemi ti.
(Toscana halk dilinde yazıldı ı için bu iiri
okuyamadım.) Bu ünlü adamı de erli
kılan yalnızca bu de ildi. Okurlarımın bu
kar ıla manın
önemini
daha
iyi
anlamalarını sa lamak için, orta talya’da
kaldı ım kısa süre içinde, William’ın
söyledi i birkaç sözcükten ve onun
yolculu umuz
sırasında
papaz
ve
rahiplerle yaptı ı birçok konu madan
anladı ım gibi, o yılların olaylarını
canlandırmaya çalı malıyım.
yi
anlatabilece imden
emin
olmasam da, bu sorunlardan ne
anladı ımı
anlatmaya
çalı aca ım.
Melk’teki üstatlarım bana sık sık, bir
Kuzeyli’nin talya’daki dinsel ve siyasal
ya ama ili kin açık seçik bir fikir
edinmesinin
çok
güç
oldu unu
söylemi lerdi.
Ruhban sınıfının gücünün tüm
öteki
ülkelerdekinden
daha
açıkça
görüldü ü ve ruhban sınıfının tüm öteki
ülkelerdekinden daha çok güç ve varlık
51
gösterisinde bulundu u yarımada , en
az
iki
yüzyıl
boyunca,
onlarca
kutsanmayı bile yadsıdıkları yozla mı
papalara kar ı protesto olarak yoksul bir
ya am süren insanların olu turdukları
akımlar do urmu tu. Bu insanlar bir
araya
gelerek,
feodal
beylerin,
imparatorlu un
ve
kent
yönetim
kurullarının aynı ölçüde nefret ettikleri
ba ımsız topluluklar olu turmu lardı.
Sonunda, Ermi Francesco geldi ve
kilisenin ilkelerine ters dü meyen bir
yoksulluk sevgisi yaydı; onun çabasıyla,
kilise bu eski akımların davranım ciddili i
ça rılarını
kabul
ederek,
içlerinde
yuvalanmı düzensizlik ö elerini ayıkladı.
Bunun ardından, bir alçakgönüllülük ve
ermi lik döneminin gelmesi gerekirdi;
ama Fransisken tarikatı büyüyüp en iyi
insanları kendine çektikçe, çok fazla
güçlü ve dünyasal i lere ba lı bir duruma
geliyordu; bu nedenle birçok Fransisken,
hareketi bir zamanlar sahip oldu u
arılı a yeniden kavu turmak istediler.
Daha benim manastırda bulundu um
sıralarda, dünyanın dört bir yanına
yayılmı üç bini a kın üyesi olan bir
tarikat için oldukça güç bir ey. Ama
durum böyleydi ve Ermi Francesco’nun
birçok rahibi, tarikatın, daha imdiden,
düzeltmek için ortaya çıktı ı kilise
kurumlarının niteli ine büründü ünü
söyleyerek, benimsedi i kurallara kar ı
çıkıyorlardı.
Ve
bunun
daha
Francesco’nun
sa lı ında
böyle
oldu unu, onun sözlerine ve amaçlarına
ihanet
edildi ini
söylüyorlardı.
O
sıralarda
birçok
rahip,
kendisinde
peygamberlik ruhu oldu una inanılan,
Citeaux’lu Joachim adında bir rahibin
XII. yüzyıl ba larında yazmı oldu u kitabı
ke fetmi ti. Gerçekten de Joachim uzun
zamandan
beri
Sözde
Havariler’in
davranı ları yüzünden bozulmu olan
sa’nın ruhunun yeryüzünde yeniden
gerçekle tirilece i yeni bir ça ın geli ini
önceden görmü tü. Öyle olaylardan söz
etmi ti ki, onun, bilincine varmaksızın
Fransisken
tarikatından
söz
etti i
herkese
açık
görünmü tü.
Bunun
üzerine birçok Fransisken öyle büyük bir
sevince kapılmı tı ki, yüzyılın ortalarında
Sorbonne’lu din bilginleri, Joachim denen
rahibin ö retilerini mahkûm etmi lerdi.
Ama
öyle
görünüyor
ki,
bunu
yapmalarının
nedeni,
Fransa
Üniversitesi’ndeki Fransiskenler’in (ve
52
Dominikenler’in ) gere inden çok bilgili
olmaları dolayısıyla sapkın olarak bir
yana atılmalarının istenmesiydi. Bu
tasarı gerçekle emedi; bu da, kesinlikle
sapkın olmayan Aquino’lu Tommaso ve
Bagnoregio’lu
Bonaventura’nın
yapıtlarının yayılmasına izin verdi inden,
kilise için çok iyi oldu. Bundan da,
Paris’te de bir dü ünce karma ası oldu u,
ya da birisinin, dü ünceleri kendi
amaçları için karı tırmak istedi i açıkça
anla ılmaktadır.
Sapkınlı ın
Hıristiyanlar’a yaptı ı kötülük de budur:
kafaları karı tırmak ve herkesi, kendi
ki isel çıkan için sorgucu olmaya
kı kırtmak. Çünkü o sırada manastırda
gördü üm ( imdi anlataca ım) eyler,
sapkınları
yaratanların
ço u
kez
sorgucular oldu unu dü ündürdü bana.
Yalnızca
sorgucuların,
sapkınların
bulunmadıkları
yerde
onların
var
oldu unu tasarlamaları anlamında de il;
sorgucular,
sapkın
koku mu lukları
öylesine iddetle bastırıyorlardı ki, birçok
kimseyi, sorguculara duydukları nefret
yüzünden
sapkınlara
katılmaya
itiyorlardı.
Gerçekten
eytan’ın
tasarladı ı bir döngü. Tanrı bizi korusun.
Ama ben Joachim yanlılarının
sapkınlı ından
(e er
böyleyse;
söz
ediyordum. San Donnino u Gerardo
adında bir Fransisken’in, Joachim’in
görü lerini dile getirdi i ve Minorit
çevresini derinden etkiledi i görüldü.
Böylece bunların arasında sonradan
tarikatın ba kanı olan Bonaventura’nın
tarikatı yeniden örgütleme giri imine
kar ı, eski Kural’ı destekleyen bir grup
ortaya çıktı. Geçen yüzyılın son otuz
yılında,
Lyons
Genel
Danı ma
Kurulu’nun, Fransisken tarikatını, onu
ortadan
kaldırmak
isteyenlerden
kurtararak, daha eski tarikatların yasası
uyarınca, kullanımındaki tüm malların
mülkiyetini tarikata vermesi üzerine
Marche’da bazı rahipler ba kaldırdılar;
çünkü bir Fransisken’in ne ki isel, ne
manastır ne de tarikat olarak hiçbir mala
sahip olmaması gerekti inden, Kural’in
ruhuna
kesinlikle
ihanet
edildi ine
inanıyorlardı. Bu rahipler ömür boyu
hapse atıldılar. Bana hiç de ncil’e aykırı
eyler
öne
sürüyormu
gibi
görünmüyorlar, ama i in içine dünyasal
nesnelerin mülkiyeti girince, insanların
adalete uygun olarak akıl yürütmeleri
güçtür. Yıllar sonra, tarikatın yeni
ba kanı Raimondo Gaufredi’nin bu
tutukluları Ancona’da buldu unu ve
onları salıvererek, “Tanrı ke ke hepimize
ve tüm tarikata böyle bir suçla
lekelenmeyi nasip etseydi”
dedi ini
anlattılar. Bu, sapkınların söylediklerinin
do ru olmadı ının ve kilisede hâlâ büyük
erdem sahibi ki ilerin bulundu unun bir
belirtisidir.
Serbest bırakılan bu tutuklular
arasında bulunan, Angelus Clarenus
adında
biri,
sonradan
Joachim’in
görü lerini yayan Provence’lı bir papaza,
Pierre Olieu’ye, daha sonra da Casale’li
Ubertino’ya rastladı ve böylece Tinciler’in
hareketi do du. O yıllarda, Morroneli
Pietro adında çok ermi bir ke i , V.
Celestinus adıyla papalık tahtına çıktı ve
Tinciler’in içi rahatladı. “Bir ermi
gelecek,” denmi ti, “ve sa’nın ö retilerini
izleyecek, bir melek ya amı sürecek;
titreyin, ey yozla mı rahipler.” Celestinus
belki de gere inden çok bir melek ya amı
sürdürdü, ya da çevresindeki piskoposlar
gere inden çok yozdular, ya da daha
imdiden mparator ve öteki Avrupa
krallarıyla bitmez tükenmez bir sava ın
gerginli ine katlanamıyordu; gerçek u ki,
Celestinus tahttan feragat etti ve
inzivaya çekildi. Ama onun bir yıldan
daha kısa süren saltanat döneminde
Tinciler’in
tüm
dü leri
gerçekle ti;
Celestinus’a
ba vurdular;
Celestinus
onla r la , fratres et pauperes heremitae
53
domini Celestini
denen toplulu u
kurdu. Öte yandan, Papa’nın Roma’nın
en güçlü kardinalleri arasında arabulucu
rolü oynaması gerekirken, bu kardinaller
arasında örne in bir Colonna ya da
Orsini gibi, gizli gizli yeni yoksulluk
e ilimlerini destekleyenler vardı: A ırı bir
zenginlik ve debdebe içinde ya ayan çok
güçlü insanlar için gerçekten tuhaf bir
seçimdi bu; onların, Tinciler’i yalnızca
siyasal amaçları için mi kullandıklarını,
yoksa Tinci e ilimleri destekleyerek
dünyasal ya amlarını bir tür haklı mı
çıkardıklarını
hiçbir
zaman
anlayamadım; talyanlar’ın i lerine aklım
erdi i kadar, belki bunların her ikisi de
do ruydu. Ama bir örnek vermek
gerekirse, Ubertino, Kardinal Orsini
tarafından papazlı a getirilip Tinciler in
en sözü dinlenir ki isi durumuna gelince,
sapkınlıkla suçlanma tehlikesiyle kar ı
kar ıya kalıyordu. Oysa aynı kardinal,
Avignon’da Ubertino’yu korumu tu.
Ama bu tür i lerde oldu u gibi, bir
yandan Angelo ve Ubertino ö retiye
uygun olarak vaaz verirken, öte yandan
basit insanlardan olu an büyük yı ınlar
onların vaazlarını benimsiyorlar ve her
türlü denetimin ötesinde ülkenin dört bir
yanına yayılıyorlardı. Böylece talya, bu
Yoksul
Ya am
Fraticelli
ya
da
Rahiplerince istila edildi. Daha o zaman,
Tinci üstatlarla, onların tarikatın dı ında
ya ayan, dilenerek ve hiçbir mala sahip
olmaksızın
ellerinin
eme iyle
günü
gününe
ya ayan
basil
izleyicilerini
birbirinden ayırmak güçlü. Bunlar,
halkın
imdi Fraticelli dedi i, Pierre
Olieu’den
esinlenmi ,
Fransız
54
Beghardlar’a
benzeyen rahiplerdi.
V. Celestinus’un yerine VIII.
Bonifacio geçti; bu papa, Tincilere ve
genel olarak Fralicelli’ye çok az ho görü
gösterdi; ömrünü dolduran yüzyılın son
yıllarında, Firma caulela denen bir
buyruk imzaladı; Fransisken tarikatının
sınırındaki, Bizochi denen serseri gezgin
dilencileri, Tinciler’in kendilerini ya da
tarikat ya amını yadsıyarak inzivaya
çekilenleri bir kalemde suçluyordu.
VIII. Bonifacio’nun ölümünden
sonra, Tinciler onun ardıllarından, bu
arada V. Clemens’ten, tarikattan barı çıl
bir biçimde ayrılmak için izin almaya
çalı tılar. Kanımca bunu ba aracaklardı,
ama XXII. Ioannes’in geli i, onların bütün
umutlarını kırdı. Ioannes, 13.16’da,
seçilir seçilmez, Sicilya kralına bu
rahipleri ülkesinden kovması için mektup
yazdı; çünkü birço u oraya sı ınmı tı;
Ioannes de, Angelus Clarenus ile
Provenceli Tinciler’i zincire vurdurdu.
Bu kolay bir giri im olmasa gerekti;
Ruhani Meclis’te birçok kimse kar ı çıktı.
Gerçek u ki, Ubertino ve Clarenus,
tarikattan ayrılma iznini sa lamayı
ba ardılar ve biri Benedikten’ler, öteki
Celestinus yanlılarınca kabul edildi. Ama
ya amlarını
serbestçe
sürdürenlere
loannes
acımasız
davrandı;
onları
Engizisyon’ca
kovu turttu
ve
ço u
yakıldılar.
Ancak loannes, kilise otoritesinin
temellerini tehdit eden Fraticello’ların
zararlı otlarını yok etmek için, onların
inançlarını
dadandırdıkları
ilkeleri
mahkûm etmek gerekti ini anlamı tı.
Bunlar, sa’nın ve havarilerinin ne ki isel
ne de ortakla a hiçbir malları olmadı ını
öne sürüyorlardı. Papa ise bu dü ünceyi
sapkın bir dü ünce olarak mahkûm etti.
a ırtıcı bir eydi bu; çünkü bir papanın,
sa’nın yoksul oldu u dü üncesini niçin
sapık buldu unu anlamak olanaksızdı;
ama daha bir yıl önce, bu görü ü öne
süren Perugia’daki Fransisken Genel
Kurulu’nun ba kanının görevine son
verilmi ti; böylece Papa birini mahkûm
ederken, ötekini de mahkûm etmi
oluyordu. Daha önce de söyledi im gibi
bu Kurul, mparator’a kar ı Papa’nın
yürüttü ü
sava ıma
büyük
zarar
veriyordu; i in gerçe i buydu. Böylece,
bundan sonra ne mparator, ne de
Perugia hakkında hiçbir ey bilmeyen
birçok Fraticelli yakılarak öldürüldü.
Ubertino gibi söylence olmu bir
ki iye bakarken bunları dü ünüyordum.
Üstadım beni onunla tanı tırmı ; ya lı
adam, sıcak, neredeyse ate li eliyle
yana ımı ok amı tı. Bu elin dokunu uyla,
bu ermi insan hakkında i ittiklerimi ve
Arbor Vitae’nin sayfalarında okumu
oldu um eylerin ço unu anlamı tım;
Paris’le okumasına kar ın, tanrıbilimsel
kuramlardan
çekilerek,
kendisinin,
tövbekâr
Magdalena’nın
kimli ine
girdi ini
kurdu u
sıralarda,
daha
gençli inden ba layarak, onu yakıp
tüketmi olan gizemsel ate i anlıyordum;
sonra onun, kendisine gizemsel ya amın
zenginliklerini ve haça tapmayı ö reten
Foligno’lu Ermi Angela ile kurdu u
yo un ili kileri ve üstlerinin vaazlarının
ate lili inden kaygıya kapılarak onu
Verna’ya
çekilmeye
zorlamalarının
nedenini anlıyordum.
Çizgileri karde çe, derin tinsel
duygu alı veri inde bulundu u ermi
kadınlarınki gibi yumu ak olan o yüzü
inceliyordum. Onun 1311’de, Viyana
Genel Danı ma Kurulu, Exivide paradiso
buyru uyla Tinciler’e dü man olan üst
düzeydeki Fransiskenler’i görevlerinden
uzakla tırdı ı zaman daha sert bir yüz
takınmı olması gerekti ini sezinledim; bu
ba kaldırı
ampiyonu, bu kurnazca
uzla mayı kabul etmemi , alabildi ine
katı ilkelere dayanan ayrı bir tarikatın
kurulması için sava mı tı. O zaman bu
büyük sava çı sava ı yitirdi; çünkü o
yıllarda
XXII.
Ioannes,
(aralarında
Ubertino’nun kendisinin de bulundu u)
Pierre Olieu’nün izleyicilerine kar ı bir
haçlı seferi açmı , Narbona ve Beziers
rahiplerini
mahkûm
etmi ti.
Ama
Ubertino, Papa’nın yüzüne kar ı da
arkada ının
anısını
savunmakla
duraksayamamı , Papa ise (daha sonra
ötekileri mahkûm etmi
olsa da),
ermi li ine boyun e erek onu mahkûm
etme
yüreklili ini
gösterememi ti.
55
Tersine,
bu
vesileyle,
ona Cluny
tarikatına girmeyi önce ö ütleyerek,
sonra buyurarak bir kurtulu
yolu
önermi ti.
Görünürde
öylesine
savunmasız ve kolay incinebilir olan
Ubertino, Papalık sarayında kendisine
koruyucular ve ba la ıklar bulmakta da
aynı ölçüde yetenekli olsa
gerek;
gerçekten de, Flandr’daki Gemblach
manastırına girmeye razı oldu; ama
oraya hiç gitmedi ine ve Avignon’da kalıp
Kardinal Orsini’nin sanca ı altında
Fransiskenler’in davasını savundu una
inanıyorum.
Ancak son zamanlarda (i itilenler
kesin de ildi), sarayda yıldızı sönmü tü;
Papa, bu yabanıl adamı pek mundum
56
discurrit vagabundus , sapkın biri
olarak
kovu tururken,
Avignon’dan
uzakla mak zorunda kaldı. Bundan
sonra William ile Ba rahip arasındaki
konu madan, onun imdi bu manastırda
saklandı ını ö renmi tim. imdi de onu
kar ımda görüyordum.
“William,” diyordu, “az kalsın
öldürüyorlardı beni, biliyor musun,
geceyarısı kaçmak zorunda kaldım.”
“Senin ölümünü isteyen kimdi?
Ioannes mi?”
“Hayır. Ioannes beni hiçbir zaman
sevmedi, ama bana hep saygı duydu.
Gerçekten, on yıl önce Benedikten
tarikatına
girmemi
ö ütleyerek
yargılanmaktan kurtulmam için bir yol
gösteren odur; böylece dü manlarımı
susturuyordu. Uzun uzun dedikodu
yaptılar;
bir
yoksulluk
öncüsünün
böylesine zengin bir tarikata girmesiyle
ve
Kardinal
Orsini’nin
sarayında
ya amasıyla alay ediyorlardı... William,
bu
dünyanın
nimetlerine
kar ı
tutumumu bilirsin! Ama Avignon’da kalıp
rahip karde lerimi savunmanın ba ka
yolu yoktu. Papa, Orsini’den korkar,
benim kılıma bile dokunamazdı. Daha üç
yıl önce, elçi olarak Aragon kralına
gönderdi beni.”
“Peki, sana kötülük etmek isteyen
kimdi?”
“Herkes. Piskoposluk.
ki kez
öldürmek istediler beni. Susturmak
istediler. Be yıl önce ne oldu, biliyor
musun? Narbona’lı Beghardlar iki yıl
önce hüküm giymi lerdi; Berengario
Talloni, yargıçlardan biri olmasına kar ın,
Papa’ya ba vurmu tu. Güç anlardı o
anlar, Ioannes daha o zaman Tinciler’e
kar ı iki buyruk çıkarmı tı; Cesena’lı
Michele bile boyun e mi ti - Michele
dedim de, o ne zaman geliyor?”
“ ki güne kadar burada olacak.”
“Michele... Onu görmeyeli çok
oldu. imdi farkına vardı; ne istedi imizi
anlıyor; Perugia Ruhani Meclisi bize hak
verdi. Ama o zaman, daha 1318’de
Papa’ya boyun e di ve ona kar ı direnen
Provence’lı be Tinci’yi onun eline teslim
etti. Yakıldılar, William... Ah, korkunç bir
ey!” Ba ını elleri arasında sakladı.
“Peki, Talloni’nin ba vurusundan
sonra ne oldu?” diye sordu William.
“Ioannes
davaya
yeniden
bakılmasını istemek zorundaydı, anlıyor
musun? Bunu yapmak zorundaydı,
çünkü Ruhani Meclis’le de ku kuya
dü mü
kimseler
vardı,
Ruhani
Meclis’teki Fransiskenler arasında da 57
i k i y ü z l ü l e r , riyakârlar ,
kiliseden
alacakları
bir
tahsisat
kar ılı ında
kendilerini satmaya hazır adamlar; ama
ku kuya kapılmı lardı. O zaman Ioannes
benden yoksulluk üstüne bir yazı kaleme
almamı istedi. Güzel bir ey oldu William,
Tanrı gurur
duydu um için
beni
ba ı lasın...”
“Okudum; Michele gösterdi bana.”
“Bocalayanlar
oldu;
kendi
aramızda da; Aquitania eyalet papazı,
San Vitale Kardinali, Caffa Piskoposu...”
“Budalanın biri,” dedi William.
“Ruhu
adolsun, iki yıl önce
Tanrı’ya kavu tu.”
“Tanrı hiç böylesine merhametli
olmamı tır. Konstantinopolis’ten gelen
yanlı bir haberdi bu. Hâlâ aramızda;
heyet üyesi oldu unu söylüyorlar. Tanrı
bizi korusun!”
“Perugia
Ruhani
Meclisi’nin
gözdesi, ama,” dedi Ubertino.
“Do ru. Her zaman dü manlarının
en iyi savunucuları olan insanlar
soyundandır o.”
“Do rusunu söylemek gerekirse,”
dedi Ubertino, “o zaman bile davaya pek
yararı olmuyordu. Sonunda hiçbir ey
çıkmadı,
ama
hiç
de ilse
sapkın
dü ünceli olarak ilan edilmemi ti; bu da
önemliydi. Bu yüzden ötekiler beni hiç
ba ı lamadılar. Bana zarar vermek için
her yolu denediler; üç yıl önce Ludwig
Ioannes’i sapkın ilan etti i zaman benim
Sachsenhausen’de oldu umu söylediler.
Oysa hepsi de o Haziran’da benim
Avignon’da, Orsini’nin yanında oldu umu
biliyorlardı...
mparatorun bildirisinin
bazı bölümlerinin benim dü üncelerimi
yansıttı ını öne sürdüler, ne çılgınlık.”
“Pek de çılgınlık de il,” dedi
William. “O fikirleri ben vermi tim ona.
Senin
Avignon’daki
bildirinden
çıkarmı tım onları; bir de, Olieu’nün
birkaç sayfasından.”
“Sen mi?” diye ba ırdı Ubertino,
a kınlıkla, ne e arası. “Öyleyse bana hak
veriyorsun!”
William tedirgin görünüyordu: “O
sırada mparator için iyi dü üncelerdi
bunlar,” dedi kaçamaklı.
Ubertino ona ku kuyla baktı, “Ha,
ama onlara gerçekten inanmıyorsun,
de il mi?”
“Anlat,”
dedi
William,
“o
köpeklerden nasıl kurtuldu unu anlat.”
“Ah, evet, köpekler, William. Kuduz
köpekler. Biliyor musun, Bonagrazia’yla
bile sava mak zorunda kaldım.”
“Ama,
Bergamo’lu
Bonagrazia
bizden yana!”
“ imdi öyle, onunla uzun uzun
konu tuktan sonra. Ancak o zaman ikna
oldu ve Ad conditorem canonum’a kar ı
çıktı. Papa da onu bir yıl tutuklattı.”
“ imdi Ruhani Meclis üyesi bir
arkada ıma yakın oldu unu i ittim,
Ockham’lı William’a.”
“Onu pek tanımam. Ho uma
gitmiyor. Heyecansız bir adam. Yalnız
kafa, hiç yürek yok.”
“Ama güzel bir kafa.”
“Belki;
ama
onu cehenneme
götürecek.”
“O zaman onu gene görece im
orada; mantık üstüne tartı aca ız.”
“Sus, William,” dedi Ubertino,
büyük bir sevgiyle gülümseyerek. “Sen o
filozofların
hepsinden
daha
iyisin.
steseydin...”
“Neyi?”
“Son
kez
Umbria’da
kar ıla tı ımızda?
Anımsıyor
musun?
Ben, o ola anüstü kadının yardımıyla
daha yeni iyile mi tim... Montefalco’lu
Chiara’nın...” Aydınlanmı
bir yüzle
mırıldandı, “Chiara... Kadının, do u tan
öylesine ters olan yapısı, ermi li e
yücelince sevecenli in en soylu aracı
olabilir. Ya amımın nasıl en arı bir
erdenlikten
esinlendi ini
bilirsin,
William,” (Üstadımın bir kolunu sımsıkı
tuttu), “bilirsin, nasıl... yabanılca - evet,
yabanıl sözcü ü do ru - nasıl yabanıl bir
tövbe susuzlu uyla içimde etin ça rısını
köreltmeye, kendimi yalnız Çarmıha
Gerilmi
sa’nın sevgisine açık bir
duruma
getirmeye
çalı tım...
Ama,
ya amıma giren üç kadın benim için üç
göksel haberci oldu. Foligno’lu Angela,
Cittâ di Castello’lu Margherita (daha üçte
birini yazmadan, kitabımın sonunu
açıkladı), son olarak da Montefalco’lu
Chiara.
Onun
yarattı ı
mucizeleri
incelemenin
ve
ermi li ini
halka
açıklamanın (daha Kutsal Ana Kilise
parma ını kıpırdatmadan) bana nasip
olması, Tanrı’nın bir ödülü oldu benim
için. Sen de oradaydın, William, bu
kutsal giri imde bana yardım edebilirdin,
ama istemedin...”
“Ama benden istedi in kutsal
giri im, Bentivenga’yı, Giacomo’yu ve
Giovanuccio’yu yakılmaya göndermekti,”
dedi alçak sesle William.
“Sapkınlıklarıyla
onun
anısını
lekeliyorlardı. Sen de sorgucuydun!”
“ te tam o sırada bu görevden
ba ı lanmamı istedim. Olay ho uma
gitmiyordu. Açık söylemek gerekirse,
Bentivenga’ya yanılgılarını itiraf ettirmek
için ba vurdu un yöntem de ho uma
gitmedi. Onun mezhebine, e er bu bir
mezhepse, girmek istiyormu gibi yaptın;
gizlerini
koparıp
aldın,
sonra
da
tutuklattın onu.”
“Ama sa’nın dü manlarına kar ı
sava böyle kazanılır! Onlar sapkındılar;
Sözde Havariler’diler, Fra Dolcino’nun pis
kükürt kokusunu yayıyorlardı!”
“Chiara’nın dostlarıydılar.”
“Hayır William, Chiara’nın anısına
en küçük bir gölge bile dü ürme!”
“Ama
onun
grubunda
dola ıyorlardı...”
“Onlar
Minoritler’di;
Tinciler
deniyordu;
oysa
toplumun
papazlarıydılar! Biliyorsun, soru turma
sırasında,
Gubbio’lu
Bentivenga’nın
kendini havari ilan etti i, sonra da
Bevagna’lı Giovanuccio ile bir olup
cehennemin var olmadı ını, insanın
Tanrı’yı incitmeden tensel isteklerini
doyurabilece ini, bir rahibeyle yattıktan
sonra (Tanrı beni ba ı lasın) sa’nın
bedenine sahip olunabilece ini, Efendimiz
için Magdelana’nın, Bakire Agnese’den
daha makbul oldu unu, halkın eytan
dedi i eyin Tanrı’nın kendisi oldu unu,
çünkü
eytan’ın, tanıma göre bilgi,
Tanrı’nın ise bilginin ta kendisi oldu unu
söyleyerek rahibeleri kı kırttıkları açıkça
ortaya çıktı. Bunları i itince ermi
Chiara, Tanrı’nın kendisine, onların
58
Spiritus Libertatis’in
kötü izleyicileri
oldu unu söyledi i o görüntüyü gördü.”
“Zihinleri
Chiara’nınkiyle
aynı
görüntülerle yanan Minoritler’di onlar;
insanları kendinden geçiren görüntüyle
günahkâr sayıklama arasında ço u kez
tek bir adım vardır,” dedi William.
Ubertino ellerini ovu turdu, gözleri
yeniden
ya larla
bu ulandı:
“Böyle
söyleme, William. nsanın ba rını tütsü
kokusuyla yakan kendinden geçirici sevgi
anını,
kükürt
kokan
duygu
karma ıklı ıyla
nasıl
kar ıla tırırsın?
Bentivenga ba kalarını bir bedenin çıplak
organlarına
dokunmaya
itiyordu;
duyuların egemenli inden kurtulmanın
tek yolunun bu oldu unu öne sürüyordu;
59
homo nudus cum nuda iacebat ...”
“Et
nom
commiscebantur
ad
60
invicem ...”
“Yalan! Aradıkları zevkti. Tensel
dürtüyü duyunca, onu doyurmak için
erkekle kadının birlikte yatmalarını,
birbirlerine dokunmalarını, birbirlerinin
her yanını öpmelerini, erke in çıplak
karnını
kadının
çıplak
karnıyla
birle tirmesini günah saymıyorlardı!”
tiraf
ederim,
Ubertino’nun
ba kalarının
kusurlarını
damgalama
biçimi
bende
erdemli
dü ünceler
uyandırmıyordu. Üstadım benim tedirgin
oldu umu anlamı olmalı; ermi adamın
sözünü kesti.
“Sen ate li bir ruha sahipsin
Ubertino, Tanrı sevgisinde oldu u kadar,
kötülü e duydu um nefrette de. Benim
söylemek
istedi im
u:
Meleklerin
co kusuyla eytan’ın co kusu arasında az
fark vardır; çünkü her zaman a ın
iste in tutu masından do arlar.”
“Ama
arada
bir
fark
var,
biliyorum!” dedi esinlenmi
Ubertino.
“Demek istiyorsun ki, iyiyi istemekle
kötüyü istemek arasında küçük bir adım
vardır; çünkü söz konusu olan hep aynı
iste i yönlendirmektir. Bu do ru. Fark
nesnenin kendinde; nesne de açık seçik
biçimde tanınabilir. Bu tarafta Tanrı, o
tarafta eytan.”
“Ben
artık
ayrım
yapmayı
bilmemekten
korkuyorum,
Ubertino.
Senin Angela’n de il miydi anlatan, bir
gün ruhunun kendinden geçti i co ku
içinde, sa’nın mezarında kaldı ını? Önce
nasıl onun gö sünü öptü ünü, onu
gözleri kapalı uzanmı gördü ünü, sonra
onu dudaklarından öptü ünü ve o
dudaklardan anlatılmaz tatlı bir kokunun
yükseldi ini, kısa bir duraklamadan
sonra
yana ını
sa’nın
yana ına
dayadı ını ve sa’nın elini onun yana ına
uzattı ım, onu kendine çekti ini ve
mutlulu unun -aynen böyle demi ti- yüce
bir
mutluluk oldu unu söylememi
miydi?”
“Bunun duyguların dürtüsüyle ne
ilgisi var?” diye sordu Ubertino. “Gizemli
bir ya antı bu; beden de Efendimizin
bedeniydi.”
“Belki de ben Oxford’a alı kınım,”
dedi William, “orada gizemsel ya antı da
ba ka tür bir ya antıdır...”
“Her ey kafanın içinde,” diye
gülümsedi Ubertino.
“Ya da gözlerde. I ık olarak, güne
ı ınlarında,
aynalardaki
imgelerde,
düzenlenmi maddeyi olu turan parçalar
üstünde renklerin da ılımında, günün
ıslak
yapraklar
üstündeki
yansımalarında duyulan Tanrı... Tanrı’yı,
O’nun
yaratıklarında,
çiçeklerinde,
bitkilerinde, suyunda, havasında öven
Francesco’nun sevgisine daha yakın de il
mi bu sevgi? Böyle bir sevgiden bir
kötülük do abilece ine inanmıyorum.
Ama
tensel
dokunumda
duyulan
ürpertileri en Yüce Varlık’la yapılan
konu maya aktaran sevgi türünden
ho lanmıyorum...”
“Günaha giriyorsun, William! Aynı
ey de il bu. Çarmıha Gerilmi sa’nın
seven yüre iyle Montefalco’lu Sözde
Havariler’in kendinden geçi leri arasında
derin bir uçurum var...”
“Onlar Sözde Havariler de ildiler,
onlar Kurtulmu Ruh’un karde leriydiler;
bunu sen kendin söyledin.”
“Peki, ne farkeder? O duru mayla
ilgili her eyi duymadın sen; ben kendim
bile bazı itirafları yazma yüreklili ini
bulamadım; Chiara’nın orada yaratmı
oldu u kutsal havaya bir an için bile olsa
eytan’ın
gölgesini
dü ürmekten
korktu um
için.
Ama
öyle
eyler
ö rendim ki William! Geceyarısı bir
mahzende toplanıyorlarmı ; yeni do mu
bir
bebek
alıp
birbirlerine
atıp
tutuyorlarmı onu; ta ki ölünceye dek,
örselenmekten... ya da ba ka bir
eyden... Kim onu son kez canlı olarak
tutar da bebek ellerinde ölürse, mezhebin
ba ı o
oluyormu .
Bebe in
ölüsü
parçalanıyor, una bulanıyor, kutsal
ekmek yapılıyormu - küfredilmi kutsal
ekmek!”
“Ubertino,” dedi William, kararlı bir
sesle, “bunları yüzyıllarca önce Ermeni
papazlar. Paulus yanlılarının mezhebi
61
hakkında
söylemi lerdi. Bogomiller
hakkında da.”
“Ne önemi var? eytan inatçıdır,
tuzaklarında ve ayartmalarında bir örnek
izler; binlerce yıldır kendi törelerini
yineler; hep aynıdır, bu yüzden de
dü man olarak bilinir. Yemin ederim:
Paskalya gecesi kandilleri yakıyorlar ve
mahzene kız çocukları ta ıyorlardı. Sonra
kandillerini söndürüyorlar ve onların
üstüne atıyorlardı: kendi kanlarından
olsalar bile... E er bu birle meden çocuk
olursa, cehennemi bir tören ba lıyordu;
hepsi birden varil dedikleri arapla dolu
bir fıçının çevresinde toplanıp sarho
oluyorlar, bebe i parçalayıp kanını bir
ma rapaya dolduruyorlar; diri diri ate e
altıkları bebeklerin küllerini bu kanlarla
karı tırıp içiyorlardı!”
“Ama
eytan’ın i leri hakkında
kitabında Michael Psellus bunları üç yüz
yıl önce yazdı! Kim anlattı sana bunları?”
“Onlar; Bentivenga ve ötekiler;
i kence altında!”
“Hayvanları zevkten daha çok
heyecanlandıran bir tek ey vardır: Acı.
kence altında, dü gördüren otların
etkisindeymi
gibi
olursun
tıpkı.
Anlatıldı ını i itti in, okudu un ne varsa
gelir aklına; kendinden geçmi çesine
kayıp gidersin, ama gökyüzüne do ru
de il,
cehenneme
do ru.
kence
sırasında yalnızca sorgucunun istedi ini
de il, onun ho una gidece ini sandı ın
eyleri de söylersin; çünkü onunla
aranızda bir ba kurulur (bu gerçekten
eytanca bir eydir)... Bunları biliyorum
Ubertino; akkor halindeki demirle gerçe i
ortaya çıkaracaklarına inananlardan
biriydim ben de. Oysa, unu bil ki, akkor
haline gelmi gerçek, ba ka bir ate ten
kaynaklanır. Bentivenga, i kence altında
olmayacak yalanlar söylemi
olabilir;
çünkü konu an o de ildi artık, onun
kösnüsüydü, ruhundaki ifritlerdi.”
“Kösnü mü?”
“Evet, acının da bir kösnüsü
vardır;
tıpkı
tapınmanın,
hatta
a a ılanmanın kösnüsü gibi. Ba kaldıran
meleklerin tapınma ve alçakgönüllülük
tutkularını,
kendini be enmi lik ve
ba kaldırı tutkusuna dönü türmeleri için
bunca az ey yetti ine göre, insan denen
varlıktan ne bekleyebiliriz? Evet, imdi
anlıyorum,
yürüttü üm
sorgular
sırasında aklıma gelen dü ünce buydu.
Bu görevden çekilmemin nedeni de
buydu.
Kötülerin
güçsüzlüklerini
soru turma yüreklili i yoktu bende;
çünkü
bunların,
ermi lerin
güçsüzlü ünün
aynısı
oldu unu
anladım.”
Ubertino,
William’ın
son
sözcüklerini,
sanki
söylediklerinden
hiçbir ey anlamıyormu gibi dinlemi ti.
Gittikçe daha sevecen bir acımayla dolan
yüzünün anlatımından, onun William’ı
suç
sayılacak
duyguların
tuza ına
dü ebilecek gibi gördü ünü, ama onu çok
sevdi i
için
ba ı ladı ını
anladım.
William’ın sözünü kesti ve oldukça buruk
bir sesle, “Önemi yok,” dedi. “Böyle
hissettinse
vazgeçti ine
iyi
eltin.
Kı kırtmalarla sava mak gerekir. Gene
de, deste inden yoksundum; yoksa o
kötüler takımını darmada ın edebilirdik.
Oysa ne oldu, biliyor musun, onlara kar ı
gere inden güçsüz davrandı ım için
suçlanan ben oldum; sapkınlı ımdan
ku kulanıldı.
Sen
de
kötülükle
sava makta gere inden çok güçsüz
davrandın. Kötülük, William, kutsal
kayna a ula mamızı engelleyen bu lanet,
bu gölge, bu pislik hiç bitmeyecek mi?”
Birinin duymasından çekiniyormu gibi
William’a daha da sokuldu: “Burada bile,
duaya adanmı bu duvarlar arasında
bile, biliyor musun?”
“Biliyorum,
Ba rahip
anlattı;
olayları aydınlatmakta
ona
yardım
etmemi istedi benden.”
“Öyleyse
ara tırmanı
iki
do rultuda derinle tir; gözlerini dört aç;
kösnü ve kendini be enmi lik...”
“Kösnü mü?”
“Evet, kösnü. Ölen o gençte...
kadınsı, yani eytanca bir ey vardı. Bir
hortlakla ili ki kurmak isteyen bir kız
çocu unun gözleri vardı onda. Ama aynı
zamanda ‘kendini be enmi lik’ dedim;
sözün onuruna, bilimin yanıltıcılı ına
adanmı olan bu manastırda, zekânın
kendini be enmi li i...”
“Bir ey biliyorsan bana yardım
et.”
“Hiçbir
ey bilmiyorum. Benim
bilece im hiçbir ey yok. Ama bazı eyler
yürekle sezilir. Bırak yüre in konu sun;
yüzleri sorguya çek, dilleri dinleme...
Neyse, bırakalım bunları; bu acıklı
eylerden konu up da genç arkada ımızı
niçin ürkütelim?” Gök mavisi gözleriyle
bana baktı, uzun ve beyaz parmaklarıyla
yana ımı ok uyordu; içgüdüsüyle geri
çekilmek istedim; kendimi tuttum, iyi de
ettim; çünkü onu incitmi olurdum, niyeti
iyiydi. “Bana kendinden söz et,” dedi
yeniden William’a dönerek. “O zamandan
beri ne yaptın? Kaç yıl geçti...”
“On sekiz yıl. Ülkeme döndüm.
Oxford’da yeniden ö renime ba ladım.
Do a bilimleri ö rendim.”
“Do a iyidir, çünkü Tanrı’nın
kızıdır o,” dedi Ubertino.
“Do ayı yarattı ına göre, Tanrı iyi
olmalı,” diye gülümsedi William. “Çalı tım;
çok bilgili arkada lara rastladım. Sonra
Marsilio’yu tanıdım; imparatorluk, halk,
yeryüzü krallıkları için yeni bir yasa
üslüne görü leri etkiledi beni; böylece
sonunda, mparator’a; danı manlık eden
rahip karde lerimin grubunda yer aldım.
Ama i bunları biliyorsun, yazmı tım sana.
Bobbio’da bana senin burada oldu unu
söyledikleri zaman sevindim. Senin yitik
oldu una inanıyorduk. Ama mademki
buradasın, birkaç gün içinde, Michele de
gelince,
bize
büyük
yardımın
dokunabilir.”
“Be
yıl
önce
Avignon’da
söylediklerime ekleyecek çok eyim yok
benim. Michele ile ba ka kim geliyor?”
“Perugia
Ruhani
Meclisi’nde
bulunmu birkaç ki i; Aquitania’lı Arnaldo
ile Newcastle’lı Hugh...”
“Kim?” diye sordu Ubertino.
“Novocastrolu Ugo. Uzür dilerim,
Latince konu urken bile kendi dilimi
kullanıyorum. Sonra, Alnwick’li William;
Avignon’lu Fransiskenler’den de, Caffa
delisi
Jerome’a
güvenebiliriz;
belki
Berengario
Talloni’yle
Bergamo’lu
Bonagrazia da gelecekler.”
“Umarım,” dedi Ubertino, “bu
sonuncular
Papa’ya
çok
dü man
de ildirler. Ruhani Meclisi üyeliklerini
kimler i gal edecekler peki, hangi
yüre ipekler demek istiyorum?”
“Bana
gelen
mektuplardan
anladı ıma göre Lorenzo Decoalcone...”
“Kötü bir adam.”
“Jean d’Anneaux...”
“Bu tanrıbilimden çok iyi anlar;
dikkat et.”
“Dikkat ederiz. Son olarak, Jean
de Baune.”
“Berengario Talloni’yle çok zorlu bir
çatı ma olacak.”
“Evet, sanırım e lenece iz,” dedi
üstadım, büyük bir ne eyle. Ubertino ona
belirsiz bir gülümseyi le baktı.
“Siz ngilizler’in ne zaman ciddi
konu tuklarını
hiç
anlamıyorum.
Böylesine ciddi bir konuda e lenecek bir
ey göremiyorum ben. Tarikatın varlı ı
tehlikede, senin tarikatının; yüre imin
derinliklerinde,
hâlâ
benim
de
tarikatımın. Ama Avignon’a gitmemesi
için Michele’ye yalvaraca ım. Ioannes
onu istiyor, onu arıyor, ısrarla ça rıyor
onu. Bu ya lı Fransız’a güvenme. Ah,
Efendimiz, kilisen kimlerin elinde kaldı!”
Ba ını suna a do ru çevirdi. “Orospuya
dönmü , sıcakta gev eyen bir yılan gibi
kösnü içinde kıvranıyor! Haçın lignum
62
vitae’si
nasıl odunsa, öyle odundan
yapılmı
olan, Beytlehem’deki ahırın
çıplak arılı ından, altın ve ta enli ine!
Bak,
uraya
bak;
kapıyı gördün!
mgelerin
kendini
be enmi li inden
kurtulu
yoktur!
Deccal’ın
günleri
yakındır;
korkuyorum,
William!”
Çevresine bakındı; iri iri açılmı gözlerini,
sanki Dcccal her an ortaya çıkabilirmi
gibi karanlık sahınların içine dikti; bense
gerçekten onu görece imi sanıyordum.
“Vekilleri geldiler bile; sa’nın havarilerini
dünyanın dört bir yanına göndermesi gibi
gönderdiler yeryüzüne! Tanrı Kenti’ni
ayakları altında çi niyorlar; yalanla,
ikiyüzlülükle, iddetle ba tan çıkarıyorlar.
te o zaman Tanrı, günün birinde
Deccal’la
sava sınlar
diye
dünya
cennetinde canlı sakladı ı hizmetkârları
63
lyas ve Enoch’u
gönderecek; çuvallara
bürünmü
olarak
gelip
kehanette
bulunacaklar; sözle ve örnek göstererek
insanların
tövbe
etmelerini
isteyecekler...”
“Geldiler bile, Ubertino,” dedi
William,
Fransisken
cüppesini
göstererek.
“Ama yengi kazanmadı daha; imdi
Deccal’ın öfkeden kudurmu , Enoch’un
ve lyas’ın öldürülmelerini ve cesetlerinin
açıkta bırakılmasını buyuraca ı an geldi;
herkes görebilsin ve onlara öykünmekten
korksun diye. Tıpkı beni öldürmek
istedikleri gibi...”
O anda, ürküntüyle, Ubertino’nun
bir
tür
kutsal
delili e
kapıldı ını
dü ündüm; aklını yitirmesinden korktum.
imdi, aradan zaman geçince, bildiklerimi
ö rendikten sonra, yani onun birkaç yıl
sonra bir Alman kentinde gizemli bir
biçimde öldürüldü ünü ve onu kimin
öldürdü ünün
hiçbir
zaman
anla ılamadı ını ö rendikten sonra, daha
da çok ürküyorum; çünkü o gece
Ubertino’nun
kehanette
bulundu u
açıktı.
“Biliyor musun, Ba rahip Joachim
gerçe i söylemi ti. ki Deccal’ın ortaya
çıkaca ı,
insanlık
tarihinin
altıncı
dönemine ula tık biz; gizemli Deccal ve
gerçek Deccal. Bu imdi, altıncı dönemde
oluyor. Francesco, çarmıha gerilmi
sa’nın
yaralarını
kendi
bedeninde
simgele tirmek için ortaya çıktıktan
sonra. Bonifacio gizemli Deccal’dı ve
Celestinus’un tahttan feragat etmesi
geçerli de ildi; denizden gelen hayvandı
Bonifacio;
yediba lı
ejderdi;
ba ları
ölümcül suçları, on boynuzu. On Emir’in
çi nenmesini
temsil
ediyordu;
çevresindeki
kardinaller
çekirgeler,
gövdesiyle Zebani’ydi. Ama hayvanın
numarası
Yunan
harfleriyle
okundu unda, Benedictli’ydi!” Anlayıp
anlamadı ımı görmek için dikkatle bana
baktı; bir parma ını kaldırarak beni
uyardı: “XV. Benedict, Deccal’ın ta
kendisiydi, topraktan çıkan hayvan!
Ardılı olan kimsenin erdemi pırıl pırıl
parlasın diye, Tanrı onun gibi bir kötülük
ve
e itsizlik
canavarının
kilisesini
yönetmesine izin verdi!”
“Ama, kutsal peder,” diye kar ı
çıktım, cesaretimi toplayarak, cılız bir
sesle, “onun ardılı Ioannes!”
Ubertino, kendisini tedirgin eden
bir dü ü da ıtmak istercesine bir elini
alnına koydu. Güçlükle soluk alıyordu,
yorgundu.
“Tastamam. Hesaplar yanlı tı; hâlâ
Melek Papa’yı bekliyoruz biz... Ama bu
arada, Francesco ve Domenico ortaya
çıktılar.” Gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve
dua edercesine (oysa, ya am a acıyla ilgili
büyük kitabından bir sayfa okudu undan
emindim), öyle dedi: “Quorum primus
seraphico calculo purgatus et ardore celico
inflammatus totum incendere videbatur.
Secundus
vero
verbo
predicationis
fecundus super mundi tenebras clarius
64
radiavit ... Evet, verilen sözler bunlardı;
Melek Papa gelecektir.”
“Öyle
olsun,
Ubertino,”
dedi
William. “Bu arada, mparator’un tahttan
indirilmesini
önlemek
için
burada
bulunuyorum
ben.
Senin
Melek
Papa’ndan
Fra
Dolcino
da
söz
ediyordu...”
“O yılanın adını bir daha a zına
alma!” diye ba ırdı Ubertino; ilk kez
acısının
öfkeye
dönü tü ünü
görüyordum.
“Calabria’lı
Joachim’in
sözlerini lekeledi o; ölüm ve pislik getiren
sözcüklere
dönü türdü.
Deccal’ın
habercisiydi, e er böyle biri varsa. Ama
sen böyle konu uyorsun William, çünkü
gerçekte
Deccal’ın
gelece ine
inanmıyorsun;
Oxford’daki
hocaların
sana,
yüre inin
gelece i
kestirme
yetilerini kurutarak mantı ı putla tırmayı
ö rettiler!”
“Yanılıyorsun,
Ubertino,”
diye
kar ılık verdi William, büyük bir ciddilikle,
“hocalarım arasında en çok Roger
Bacon’a saygı duydu umu bilirsin...”
“Hani
u
uçan
makineler
konusunda saçmasapan eyler söyleyen,”
diye homurdandı Ubertino, acı acı.
“Açık seçik bir biçimde Deccal’dan
söz eden, dünyanın yozla masında ve
bilimin gerilemesinde onun belirlilerini
sezen. Ama, Bacon, kendimizi onun
geli ine hazırlamamızın bir tek yolu
oldu unu
ö retti:
do anın
gizlerini
ö renmek, bilimden insan türünün
geli mesi için yararlanmak. Otların
iyile tirici erdemini, ta ların yapısını
inceleyerek, hatta senin güldü ün o uçan
makineleri
tasarlayarak
Deccal’la
sava maya hazırlanabilirsin.”
“Senin
Bacon’unun
Deccal’ı,
zekânın
gururunu
beslemek
için
bahaneydi.”
“Kutsal bir bahane.”
“Bahane olan hiçbir ey kutsal
de ildir. William, bilirsin seni severim.
Sana çok güvendi imi de bilirsin. Zekânı
yen. Efendimizin yaraları için a lamayı
ö ren, kitaplarını at.”
“Yalnızca seninkini alıkoyaca ım,”
diye gülümsedi William. Ubertino da
gülümsedi ve parma ıyla onu tehdit etti:
“Deli ngiliz. Meslekta larına çok gülme.
Tersine,
sevmediklerinden
kork.
Manastırda tetikte ol. Burası ho uma
gitmiyor.”
“Ben de burayı daha iyi tanımak
istiyorum,” dedi William, izin isteyerek.
“Gidelim, Adso.”
“Ben sana burası iyi bir yer de il
diyorum, sen tutmu burayı tanımak
istedi ini
söylüyorsun.
Hıh!”
dedi
Ubertino ba ını sallayarak.
“Bu arada,” dedi gene, ahının
yarısına çoktan varmı olan William, “bir
hayvana benzeyen ve Babil dili konu an o
rahip kim?”
“Salvatore mi?” diye döndü, çoktan
diz çökmü olan Ubertino. “Sanırım onu
bu manastıra ben arma an ettim...
kilerciyle birlikte. Sırtımdan Fransisken
bini ini çıkardıktan sonra, bir süre için
Casale’deki eski manastırıma döndüm;
orada ba ka rahipler gördüm; halk
onları, benim tarikatımdan Tinciler
olmakla suçladı ı için üzgündüler...
Onlardan yana davranarak, benim
örne imi
izleyebileceklerini
söyledim.
çlerinden
ikisini,
Salvatore’yle
Remigio’yu, geçen yıl geldi imde burada
buldum. Salvatore... Gerçekten de tıpkı
bir hayvana benziyor. Ama i e yarar.”
William bir an duraksadı. “Onun
penitenziagite dedi ini i ittim.”
Ubertino
sustu.
Üzücü
bir
dü ünceyi kovmak istercesine bir elini
salladı. “Hayır, sanmam. Bu laik
papazları bilirsin. Köylüdürler, belki bir
gezici vaizi dinlemi lerdir, ne söylendi ini
bilmezler. Salvatore’nin bence ba ka bir
kusuru var; obur ve kösnü dü künü bir
hayvan o. Ama Ortodokslu a kar ı hiçbir
eyi, ama hiçbir eyi yoktur. Hayır,
manastırın kötülü ü ba ka bir ey; onu
çok bilende ara, hiç bilmeyende de il. Bir
sözcü ün üstüne bir ku ku kalesi
kurma.”
“Bunu
hiçbir
zaman
yapmayaca ım,” diye yanıtladı William.
“Sorguculu u bunu yapmamak için
bıraktım. Ama sözcükleri dinlemeyi,
sonra da onlar üstüne dü ünmeyi
seviyorum.”
“Çok dü ünüyorsun. O lum,” dedi
bana dönerek, “ustan kötü örnek
olmasın sana. Dü ünülmesi gereken
biricik ey, ya amımın sonunda bilincine
vardım bunun, ölümdür. Mors est quies
65
viatoris - finis est omnis laboris . imdi
bırakın, dua edeyim.”
BIRINCI GÜN
K ND
William ifalı bitkiler uzmanı Severinus’lu
bilginle bir konu ma yapıyor.
Orta ahından geri döndük ve içeri
girmi
oldu umuz
kapıdan
çıktık.
Ubertino’nun sözleri hâlâ
kafamda
u ulduyordu.
“Ubertino... tuhaf bir adam,”
demek gözüpekli ini gösterdim William’a.
“Birçok bakımdan büyük bir
adamdır ya da büyük bir adamdı. Ama
bu yüzden de tuhaftır. Yalnızca küçük
adamlar normal görünürler. Ubertino
yakılmasına
yardımcı
oldu u
sapkınlardan biri de olabilirdi, kutsal
Roma kilisesinin kardinallerinden biri de.
ki sapkınlı ın da yanıba ına kadar gitti.
Ubertino’yla
konu tu um
zaman
cehennem, cennetin öteki yüzü gibi gelir
bana...”
Ne demek istedi ini anlamadım:
“Hangi yüzü?” diye sordum.
“Do ru,” diye kabul elti William.
“Cennetin ba ka yüzü var mı, yoksa bir
bütün mü, bilmek gerek. Ama sen bana
kulak verme. Hem o kapıya da bakma
artık,” dedi enseme hafifçe vurarak; o
sırada içeri girerken görmü oldu um
yontuların çekicili ine kapılmı arkama
dönüyordum. “Bugün yeterince a ırttı
seni. Her ey.”
Dı arı çıkmak üzereyken, önümde
bir ba ka rahip daha gördüm. William’la
aynı ya ta olmalıydı. Bize gülümsedi ve
uygarca selam verdi. Adının Sankt
Wendelli Severinus oldu unu, bitki
uzmanı olup hamamı, hastaneyi ve
botanik
bahçesini
yönetti ini
ve
manastırda yolumuzu daha kolay bulmak
istiyorsak,
hizmetimizde
oldu unu
söyledi.
William ona te ekkür etti; içeri
girerken
güzel
bahçenin
farkına
vardı ını, ona bahçede yalnızca sebze
de il, karların arasından görebildi i
kadar ifalı bitkiler de varmı gibi geldi ini
söyledi.
“Yazın ya da ilkbaharda, her biri
kendi çiçekleriyle bezenmi çe it çe it
bitkileriyle bu bahçe Yaratıcı’ya daha
güzel övgüler söyler,” dedi Severinus,
özür dilercesine. “Ama bu mevsimde de
bu bitki uzmanının gözleri kuru dallar
arasından sürgün verecek bitkileri görür
ve bu bahçenin hiçbir botanik bahçesinin
olamayaca ı
kadar
zengin,
renkli,
kitaplardaki minyatürler kadar güzel
oldu unu söyleyebilir sana. Hem sonra
iyi otlar kı ın da büyür; ötekileri de
toplayıp
kavanozlara
koyarak
laboratuvarda hazır bulunduruyorum.
Böylece, kuzukula ı kökleriyle katarakt
iyile tirilir; hatmi köklerinin özüyle deri
hastalıkları
için
bant
yapılır,
dulavratotuyla
egzamaların
kabuk
ba laması sa lanır; lohusaotunun kök-
gövdeleri dövülüp ö ütülerek sürgün ve
bazı
kadın
hastalıklarının
iyile tirilmesinde
kullanılır;
karabiber
sindirimi
kolayla tırır;
öksürükotu
öksürü e iyi gelir; sonra sindirim için iyi
yılanotumuz var; glisiriza ve ardıçtan çok
iyi
ırınga elde edilir; mürvera acı
kabu undan karaci ere iyi gelen bir öz
yapılır; çöven so uk suda yumu atılarak
kataraktın
sa altımında
kullanılır;
kediotunun
erdemlerini
ku kusuz
biliyorsunuz.”
“Çe itli iklimlerde yeti en de i ik
bitkileriniz var; hem de iyi cins. Bunu
nasıl sa lıyorsunuz?”
“Bir yandan, Tanrı’nın lütfuna
borçluyum bunu; yüksek yaylamızın,
güneyde denize bakan ve ılık deniz
rüzgârlarını alan bir sırada la, kuzeyde,
ormanlarının özsularını aldı ı daha
yüksek bir da arasındaki konumuna.
Öte yandan, üstatlarımın iste i üzerine,
layık olmaksızın ö rendi im sanatıma
borçluyum. Bazı bitkiler, çevrelerindeki
toprak ko ullarına, beslenmelerine ve
büyümelerine özen gösterirseniz en
elveri siz ko ullar altında bile yeti irler.”
“Ama yalnızca yenebilen bitkileriniz
de var, de il mi?” diye sordum.
“Seni
gidi
aç
kurt;
do ru
miktarlarda alınırsa, beslenmeye yarayıp
da bedenin sa altılmasına iyi gelmeyen
hiçbir besin yoktur. Ancak a ırılık,
onların hastalıklara yol açmasına neden
olur. Kaba ı dü ün. Yapısı bakımından
serin ve nemlidir; susuzlu u giderir; ama
çürük kabak yersen sürgün olursun;
barsaklarını hardal ve tuzlu su yakısıyla
sıkı tırmak zorunda kalırsın sonra.
So anı ele alalım; ılık ve nemlidir; az
miktarda yenirse cinsel gücü artırır
(bizim gibi yeminli olmayanlar için
elbette); ama fazlası ba a bir a ırlık verir
ki, süt ve sirkeyle iyile tirilmesi gerekir.
Genç bir rahibin,” diye ekledi kurnazca,
“so anı az yemesi için iyi bir neden.
So an yerine sarmısak yemek daha iyi.
Sıcak ve kuru olan sarmısak, zehirlere
kar ı iyidir. Ama çok da yememeli; çünkü
beyinden birçok salgıların çıkmasına yol
açar. Öte yandan, fasulye idrar üretir ve
i manlatıcıdır; iki iyi ey. Ama kötü
dü lere yol açar. Bununla birlikte, bazı
ba ka bitkilere oranla çok daha az yapar
bunu. Öyle bitkiler vardır ki, gerçekten
karabasan gördürür insana.”
“Hangileri?” diye sordum.
“Ooo, çömezimiz çok ey bilmek
istiyor.
Bunlar
yalnızca
bir
bitki
uzmanının bilmesi gereken eyler; yoksa
dü üncesizin biri ortalıkta dola arak
görüntüler da ıtabilir; ba ka bir deyi le,
bitkiler aracılı ıyla yalan söyleyebilir.”
“Ama,” dedi William o zaman, “bu
tür görüntülerden korunabilmek için
biraz ısırgan, roydra ya da olieribus
yeter. Umarım bu yararlı otlardan vardır
sizde.”
Severinus üstadıma gözucuyla
baktı. “ ifalı otlarla ilgileniyor musunuz?”
“Çok
az,”
dedi
William,
alçakgönüllülükle, “Balda’lı Ebu Kâzım’ın
66
Theatrum Sanitatis’i geçmi ti elime...”
“Ebul
Hasan
el-Muhtar
ibn
Butlan.”
“Ya da el Kasım el-Mittar, nasıl
dilersen. Acaba burada bir kopyası var
mıdır?”
“En güzellerinden biri. Birçok
de erli resim var içinde.”
“Tanrı’ya
ükür.
Peki,
P l a t e a r i u s ’ u n De
virtutibus
67
herbarum’u ?”
“O da var. Sareshel’li Alfred’in
68
çevirdi i,
Aristo’nun De Plantis’i
de
var.”
“ itti ime göre, bu kitabı aslında
Aristo yazmamı ,” dedi William. “De
69
Causis’i
yazanın da
o olmadı ı
anla ıldı.”
“Ne olursa olsun, büyük bir kitap,”
dedi
Severinus;
üstadım,
bitki
uzmanının, benim bilmedi im, ama
konu malarından çok önemli olduklarını
çıkardı ım iki kitabın hangisinden, De
Plantis’ten mi, yoksa De Causis’ten mi söz
etti ini sormaksızın, büyük bir heyecanla
onun görü üne katıldı.
Severinus, “Bitkiler üstüne seninle
açıkyürekli bir konu ma yapmaktan
sevinç duyarım,” diye sözünü ba ladı.
“Ben, senden çok isterim bunu,”
dedi William, “ama tarikatımızın kabul
etti i suskunluk ilkesini çi nemez olmaz
mıyız?”
“Bu ilke,” dedi Severinus, “yüzyıllar
boyu,
çe itli
toplulukların
günlük
gereksinimlerine
uydurulmu tur.
70
Ba langıçta bu ilke, lectio divina’yı
öngörüyordu,
ara tırmayı
de il;
tarikatımızın kutsal ve insancıl eylerle
ilgili ara tırmalarını ne denli geli tirdi ini
biliyorsun. Kural, ortak bir yatakhaneyi
de öngörüyor; ama bizde oldu u gibi
rahiplerin
gece
boyunca
dü ünme
olana ına sahip olabilmeleri için, her
birinin ayrı bir hücresi olması yerindedir;
Kural susku konusunda çok katıdır;
bizde de, yalnız elleriyle çalı an rahiplerin
de il, yazıp çizenlerin de öteki rahiplerle
konu mamaları gerekir. Ama manastır
her
eye kar ın bir ara tırmacılar
toplulu u oldu undan, rahiplerin ço u
kez
topladıkları
bilgi
hazinelerini
aralarında de i toku etmeleri yararlıdır.
Çalı malarımızla ilgili her konu ma,
yemekhanede ya da ayin saatleri
sırasında açılmamak ko uluyla yasal ve
yararlı sayılır.”
“Otrantolu Adelmo ile çok konu ma
olana ı buldun mu?” diye sordu William
birden.
Severinus
a mı
görünmedi:
“Görüyorum
ki
Ba rahip
seninle
konu mu bile,” dedi. “Hayır. Ona çok sık
rastlamazdım. Zamanını elyazmalarını
resimlemekle geçirirdi. iyle ilgili olarak,
onun bazan ba ka rahiplerle, örne in
Salvamec’li Venantius ya da Burgos’lu
Jorge’yle konu tu unu i ittim. Hem ben
günümü
yazı
salonunda
de il,
laboratuvarımda
geçiririm.”
Ba ıyla
hastane binasını gösterdi.
“Anlıyorum,” dedi William. “Öyleyse
Adelmo’nun görüntüler görüp görmedi ini
bilmiyorsun.”
“Görüntüler mi?”
“Senin
otlarının
yol
açtı ı
görüntüler gibi örne in.”
Severinus dikle ti: “Tehlikeli otları
büyük
bir
özenle
sakladı ımı
söylemi tim.”
“Demek istedi im bu de il,” diye
çabuk çabuk açıkladı William. “Genel
olarak görüntülerden söz ediyorum ben.”
“Anlamıyorum,”
diye
direndi
Severinus.
“Dü ünüyorum da, geceyarısı bir
rahibin, Ba rahip’in izniyle... yasak
saatte oraya girenlerin ba ına... korkunç
eyler gelebilirdi - ey, diyordum ki, onu
uçuruma
iten
eytanca
görüntüler
görmü olabilirdi diye dü ünüyordum.”
“Bir kitaba gerek duydu um
zamanlar dı ında, yazı salonuna hiç
gitmedi imi söyledim; ama genellikle
hastanede sakladı ım ot koleksiyonum
vardır. Dedi im gibi, Adelmo, Jorge’yle,
Venantius’la
ve...
do al
olarak
Berengar’la çok içli dı lıydı.”
Severinus’un
sesindeki
belli
belirsiz heyecanı ben bile sezdim.
Üstadımın gözünden de kaçmadı bu:
“Berengar’la mı? Peki niçin do al olarak?”
“Arundel’li Berengar kütüphane
yardımcısıdır. Meslekta tılar, ikisi de aynı
zamanda çömez olmu lardı; konu acak
eyleri olması do aldır. Bunu demek
istemi tim.”
“Demek bunu demek istemi tin,”
dedi
William.
Bu
nokta
üstünde
durmaması beni a ırttı. Gerçekten de,
hemen konuyu de i tirdi. “Ama belki de
Aedificium’a girmenin vakti geldi. Bize yol
gösterir misin?”
“Seve
seve,” dedi Severinus,
rahatladı ı
apaçıktı.
Bizi
botanik
bahçesinin
yanından
geçirip
Aedificium’un Batı’ya bakan yüzüne
götürdü.
“Bahçeye bakan kapı mutfa a
açılır,” dedi, “ama mutfak zemin katının
yalnızca batı yarısını i gal eder; öteki
yarısında hastane vardır. Kilisenin,
koronun arkasından dola ılarak ula ılan
güney giri indeyse, mutfakla hastaneye
açılan iki kapı daha vardır. Ama biz
buradan girelim; çünkü mutfaktan
do ruca hastaneye geçebiliriz.”
Kocaman
mutfa a
girince,
Aedificium’un
içinde,
yapının
yüksekli inde,
sekizgen
bir
avlu
bulundu unu farkettim. Daha sonra
bunun, hiçbir giri i olmayan bir tür kuyu
oldu unu anladım; her katta, yapının dı
yüzünde oldu u gibi bu avluya bakan
geni pencereler vardı. Mutfak duman
içinde, birçok hizmetçinin daha imdiden
ak am
yeme ini
hazırlamak
için
ko u turdu u uçsuz bucaksız bir giri
salonunu
andırıyordu.
Büyük
bir
masanın üstünde iki hizmetçi sebze,
arpa, yulaf ve çavdardan, içine turp,
suteresi, algam ve havuç do rayarak bir
hamur karıyorlardı. Az ötede bir a çı
balıkları arap ve su karı ımında pi irmi ,
adaçayı, maydanoz, kekik, sarmısak,
karabiber ve tuzdan yapılmı bir karı ım
döküyordu üstlerine.
Batı kulesinin allında, kocaman bir
ekmek fırını, a zı açık, daha imdiden
kıpkırmızı alevlerle parlıyordu. Güney
kulesindeyse,
üstünde
koca
koca
tencerelerin kaynadı ı ve ızgaraların
döndü ü kocaman bir ocak vardı. Tam o
sırada, kilisenin arkasındaki ambarın
yanındaki avluya açılan kapıdan, domuz
çobanları, kesilmi domuzların etleriyle
birlikte içeri giriyorlardı. Bu kapıdan
çıkınca kendimizi duvarların arkasında,
birçok yapının yükseldi i alanın do u
ucundaki bir harman yerinde bulduk.
Severinus bana bu yapıların
birincisinin ambar oldu unu söyledi;
sonra at ahırları, sonra öküz ahırları,
sonra kümesler ve koyun a ılları
geliyordu. Domuz a ıllarının dı ında,
domuz çobanları, kocaman bir küpte yeni
kesilmi domuzların kanını, pıhtıla masını
önlemek için karı tırıyorlardı. Hemen ve
gerekti i gibi karı tırılırsa, so uk iklim
sayesinde birkaç gün dayanıyor, sonra
bundan puding yapıyorlardı.’
Yeniden
Aedificium’a
girdik;
içinden geçti imiz hastaneye öyle bir göz
atıp do u kulesine do ru yöneldik.
Hastanenin
kapladı ı
iki
kuleden
kuzeydekinde bir ocak, ötekinde, üst
kattaki yazı salonuna çıkan bir döner
merdiven vardı. Rahipler her gün bu
merdivenden ya da buradaki oca ın ve
mutfaktaki fırının arkasındaki çok daha
az rahat, ama ısıtılmı
iki sarmal
merdivenden çıkarak i lerine gidiyorlardı.
William, pazar olmasına kar ın,
yazı salonunda birini bulabilir miyiz diye
sordu. Severinus gülümsedi ve iyi bir
Benedikten’in i inin dua etmek oldu unu
söyledi. Pazarları ayinler daha uzun
sürüyor,
ama
kendilerini kitaplara
adamı rahipler yazı salonunda birkaç
saat daha kalıp her zamanki gibi kutsal
yazılar üstünde verimli gözlem, ö üt ve
görü alı veri inde bulunuyorlardı.
BIRINCI GÜN
K ND DEN SONRA
William ve Adso yazı salonunu ziyaret
ediyorlar ve birçok ara tırmacı, kopyacı
ve baslık yazıcısı, bu arada, Deccal’ı
bekleyen ya lı bir körle tanı ıyorlar.
Yukarı
çıkarken,
üstadımın
merdiveni
aydınlatan
pencereleri
inceledi ini gördüm. Belki ben de onun
gibi yetenekli olmaya ba lamı tım; çünkü
pencerelerin
konumunun,
onlara
ula maya pek de elveri li olmadı ını
farkettim. Öte yandan, hastaneye bakan
pencereler de (birinci katta, uçuruma
bakan
tek
pencereler),
altlarında
herhangi bir e ya olmadı ına göre,
kolayca ula ılabilir gibi görünmüyordu.
Merdivenin
ba ına
vardıktan
sonra, do u kulesinden kitaplı a girdik.
Bir hayranlık çı lı ını tutamadım. kinci
kat, birinci kat gibi bölünmemi ti ve
olanca geni li iyle gözlerimin önünde
uzanıyordu. Kıvrık ve çok yüksek
olmayan tonozlar, güzel bir ı ı ın yayıldı ı
bir bo lu u çevreliyordu; çünkü salonun
büyük duvarlarının her birinde üçer tane
kocaman pencere vardı; her kulenin be
dı yüzünde de daha küçük birer pencere
açılmı tı; son olarak, sekiz yüksek, dar
pencere,
ı ı ın
ortada,
sekizgen
biçimindeki kuyudan içeri girmesini
sa lıyordu.
Pencerelerin
bollu u,
büyük
salonun bir kı ö le sonunda bile sürekli
ve
yaygın
bir
ı ıkla
enlenmesini
sa lıyordu. Camlar kiliseninkiler gibi
renkli de ildi; kur un çerçeveli, renksiz
cam kareleri, ı ı ın insan sanatınca bir
de i ime u ramaksızın, olabildi ince arı
bir biçimde içeri girmesine ve okuma
yazma çalı malarını aydınlatma amacını
gerçekle tirmesine izin veriyordu. Ba ka
zamanlarda, ba ka yerlerde, birçok yazı
salonu gördüm; ama hiçbirinde, çevreyi
aydınlatan fiziksel ı ı ın dökülü ünde,
odanın orantısının ayrılmaz bir niteli i
olan, ı ı ın somutla tırdı ı tinsel ilke, tüm
güzelliklerin ve bilginin kayna ı olan
71
claritas , böylesine ı ıl ı ıl parlamıyordu.
Çünkü güzelli i yaratan, üç
eyin
uyumudur: her eyden önce, bütünlük ya
da yetkinlik; bu yüzden yetkin olmayan
eylere çirkin deriz: sonra gerekli orantı
ya da uyum; son olarak da aydınlık ve
ı ık; gerçekten de rengi açık seçik olan
nesnelere güzel deriz. Ve güzelin
görünümü
erinç
sa ladı ı
ve
susuzlu umuzu erinç içinde iyi ya da
güzel eylerle gidermek aynı ey oldu u
için de, içimin büyük bir avuntuyla
doldu unu hissettim ve böyle bir yerde
çalı manın ne denli ho
olaca ını
dü ündüm.
O ö le saatinde gözlerimin önünde
beliren ey, bana ne eli bir bilim i li i gibi
göründü. Daha sonra, San Gallo’da,
benzer Oranlarda kitaplıktan ayrılmı
(ba ka manastırlarda rahipler kitapların
durdu u yerde çalı ıyorlardı) bir yazı
salonu gördüm; ama konumu bununki
gibi güzel de ildi. Her pencerenin altına
bir masa konmu tu; antik metinlerle
u ra anlar,
ba lık
yazıcıları
ve
ara tırmacıların her biri kendi masasında
oturuyordu. Salonda kırk pencere oldu u
için de (gerçekten de kusursuz bir sayı;
dörtgenin on katı; sanki On Emir, dört
asal erdemle çarpılmı gibi), aynı anda
kırk rahip çalı abilirdi orada; ama u
anda ancak otuz rahip vardı. Severinus,
rahiplerin,
sabah,
ö le
ve
ikindi
dualarından
ba ı ık
tutulduklarını,
böylece günı ı ında çalı malarını kesmek
zorunda kalmadıklarını ve i lerini ancak
güne
batarken, günbatımı duasına
katılmak için bıraktıklarını açıkladı bize.
En aydınlık yerler antik metinlerle
u ra anlara, en usta ressamlara, bölüm
ba lı ı
yazarlarına
ve
elyazması
kopyacılarına ayrılmı tı. Her masada,
resim çizmek ve kopya etmek için gerekli
her ey vardı: mürekkep boynuzları, bazı
rahiplerin ince bir bıçakla sivriltmekle
oldukları ince tüy kalemler, par ömeni
düzgünle tirmek için süngerta ı, üstüne
yazılacak yazıların izleyece i çizgileri
çizmek için cetveller. Her yazıcının
yanında ya da e imli masanın üst
kısmında, sayfanın üstü, o sırada kopya
edilmekte olan satırı çevreleyen bir
maskeyle
örtülü,
kopya
edilecek
elyazmasının durdu u bir kürsü vardı.
Kimi rahiplerin altın renkli ya da ba ka
renkte mürekkepleri vardı. Kimileri de
yalnızca kitap okuyorlar, özel defterlerine
ya da levhalara not alıyorlardı.
Çalı malarını
incelemeye
vakit
bulamadım; çünkü adının Hildesheim’lı
Malachi
oldu unu
ö renmi
bulundu umuz kütüphaneci yanımıza
geldi. Yüzü bir ho geldiniz anlatımına
bürünmeye çalı ıyordu, ama böylesine
kendine
özgü
bir
yüz
kar ısında
ürpermekten kendimi alamadım. Gövdesi
uzun, a ırı derecede sıska olmasına
kar ın, kol ve bacakları iri ve hantaldı.
Tarikatın bini ine bürünmü , uzun
adımlarla ilerlerken, görünü ünde insanı
tedirgin eden bir ey vardı. Dı arıdan
geldi i için hâlâ ba ında olan kukuletası
yüzünün solgunlu una gölge dü ürüyor,
iri, hüzünlü gözlerine ne oldu unu
bilemedi im
bir
anlam
veriyordu.
Yüzünde, iradenin denetim altına aldı ı,
birçok tutkunun, artık canlandırmaz
oldukları izleri kalmı
gibiydi. Yüz
çizgilerine hüzün ve ciddilik egemendi;
gözleri öylesine yo undu ki, bir bakı la
konu tu u
kimsenin
yüre inin
derinliklerine
inebilir,
onun
gizli
dü üncelerini okuyabilirdi; öyle ki, insan
o
gözlerin
sorgulamasına
güçlükle
katlanabilir, ikinci bir kez onlarla
kar ıla mamak iste i duyardı.
Kütüphaneci bizi o sırada orada
çalı makta olan rahiplerin birço uyla
tanı tırdı. Malachi bize her birinin o
sırada yapmakta oldu u i hakkında bilgi
verdi; ben hepsinin de bilime ve kutsal
sözün incelenmesine duydukları derin
ba lılı ı takdir ettim. Böylece, ku kusuz
gelmi geçmi tüm insanların en bilgesi
olan Aristo’ya kendini adamı , YunancaArapça
çevirmeni,
Salvamec’li
Venantius’u tanıdım. Retorikle u ra an
genç bir skandinav rahibi olan Upsala’lı
Benno. Kütüphaneci yardımcısı Arundel’li
Berengar. Kitaplıkta yalnızca birkaç ay
ödünç olarak kalacak yapıtları kopya
etmekle olan Allessandria’lı Aymaro,
sonra çe itli ülkelerden bir grup ba lık
yazarı, Clonmacnois’lı Patrick, Toledo’lu
Rabano, lona’lı Magnus, Hereford’lu
Waldo.
Liste
daha
da
uzayabilirdi;
gerçekten hiçbir ey, a ılası bir canlı
anlatımlar aracı olan bir listeden daha
ola anüstü de ildir. Ama imdi, rahipler
arasındaki belli belirsiz tedirginli i ve tüm
konu malarında a ırlı ını duyuran ne
oldu unu bilmedi im
eyi anlamaya
yarayan birçok belirtinin ortaya çıktı ı
tartı ma konumuza dönmeliyim.
Üstadım, Malachi ile konu maya
ba layarak,
kitaplı ın
güzelli ini ve
etkinli ini övdü ve orada yürütülen
çalı maların yöntemine ili kin bilgi istedi;
çünkü her yerde bu kitaplıktan söz
edildi ini i itti ini ve kitapların ço unu
incelemek istedi ini büyük bir kesinlikle
söyledi. Malachi ona, Ba rahip’in daha
önce söylemi oldu u eyi açıkladı; Rahip,
danı mak isledi i kitabı kütüphaneciden
istiyor, o da e er istek yerinde ve
ciddiyse, üst kattaki kitaplıktan alıp
getiriyordu. William ona, üst kattaki
dolaplarda saklanan kitapların adlarını
nasıl bilebildi ini sordu; Malachi, küçük
bir altın zincirle masasına tutturulmu ,
sık yazılmı listelerden olu mu kalın bir
kitap gösterdi.
William ellerini bini inin, gö sünün
üstünde bir torba olu turacak biçimde
açıldı ı yere soktu ve oradan, daha önce,
yolculu umuz boyunca bazan elinde
bazan yüzünde görmü oldu um bir ey
çıkardı. Bir çataldı bu; tıpkı bir binicinin
at üstünde bacakları ayrık duru u ya da
bir ku un tüne ine tutunması gibi,
insanın
burnunun
üstünde
(onun
öylesine çıkık ve gaga burnunun üstünde
daha da iyi) durabilecek bir biçimde
yapılmı tı. Çatalın iki yanında, gözlerin
tam önüne gelen yerde, bir barda ın dibi
gibi kalın, badem biçiminde iki camı
tutan iki oval halka vardı. William
gözünde bununla okumayı ye liyor,
do anın ona ba ı ladı ından, özellikle
günı ı ı azalmaya ba larken ilerlemi
ya ının elverdi inden daha iyi okudu unu
söylüyordu.
Uza ı
görmesine
yaramıyordu bu; çünkü gözleri çok
keskindi, yakını görmesine yarıyordu. Bu
camlarla, benim bile sökmekte zorluk
çekti im çok ince harflerle yazılmı
elyazmalarını
okuyabiliyordu.
Bana,
insanın ömrünün yarısını geçince, görü ü
kusursuz olsa bile, gözün sertle ti ini,
gözbebe inin
uyum
sa layamadı ını,
birkaç bilginin ellinci baharlarından
sonra okuma yazma bakımından ölmü
gibi olduklarını açıklamı tı. Daha uzun
yıllar zekâlarının en iyi ürünlerini
verebilecek insanlar için ne büyük
anssızlık. Biri bu aracı ke fedip yaptı ı
için Tanrı’ya ükretmeliydi. Bunu bana,
bilimin bir amacının da insan ömrünü
uzatmak oldu unu söyleyen o hayran
oldu u
Roger
Bacon’un
görü lerini
desteklemek için söylüyordu..
Öteki rahipler William’a büyük bir
merakla bakıyorlar, ama soru sorma
yüreklili ini gösteremiyorlardı. Böylesine
kıskançlık ve gururla okumaya ve
yazmaya adanmı
bir yere bile bu
hayranlık verici aracın daha girmemi
oldu unu
anladım.
Ve
bilgileriyle
dünyaya ün salmı insanları a kına
döndürecek bir eye sahip olan bir
adamın çömezi oldu um için övünç
duydum.
William
gözlerinde
o
eylerle
elyazması listelerin üstüne do ru e ildi.
Ben de baktım; kitaplıkta bulunan, adı
hiç duyulmamı kitaplarla ba ka ünlü
kitapların ba lıklarını ö rendik.
72
“De pentagono Salomonis , Ars
loquendi
et
intelligendi
in
lingua
73
hebraica’sı, De rebus metallicis , ElHarezmi’nin Cebir’i, Robertus Anglicus’un
Latince’ye
çevirdi i, Silius Italicus’un
74
Puniche’si , Rabanus Maurus’un Gesta
75
francorum, De laudibus sanctae crucis’i
ve Flavii Claudii Giordani de aetate mundi
et hominis reservatis singulis litteris per
76
singulos libros ab A usque ad Z,”
diye
okudu üstadım.
“Ola anüstü yapıtlar. Ama nasıl
bir sıraya göre kaydedilmi bu kitaplar?”
Benim
bilmedi im,
ama
ku kusuz
Malachi’nin bildi i bir kitaptan okudu:
“‘Habeat Librarius et registrum omnium
librorum ordinatum secundum facultates et
auctores, reponeatque eos separatim et
ordinate cum signaturis per scripturam
77
applicatis.’
Nasıl oluyor da her kitabın
yerini biliyorsunuz?”
Malachi ona her ba lı ın yanında
yer alan notları gösterdi. Okudum: iii, IV
gradus, V in prima graecorum; ii, V gradus,
VII in tertia anglorum, böyle gidiyordu. lk
sayının, her kitabın raftaki ya da
gradus’taki
yerini;
ikinci
sayının
gradus’u,
üçüncü
sayının
dolabı
gösterdi ini anladım; öteki anlatımların,
kitaplıktaki bir odayı ya da koridoru
belirtti ini de anladım ve bu son i aretler
üstüne daha çok bilgi isteme yüreklili ini
gösterdim. Malachi ciddi ciddi bana
baktı: “Kitaplı a yalnızca kütüphanecinin
girmesine izin verildi ini belki de
bilmiyorsunuz ya da unuttunuz. Bunları
yalnızca
onun
bilmesi
do ru
ve
yeterlidir.”
“Ama bu listede kitaplar hangi
sıraya göre kaydedilmi ?” diye sordu
William. “Konulara göre de il gibi geliyor
bana.” Alfabe sırasıyla yazar adlarına
göre, bir düzenden söz etmedi; çünkü bu
ancak
son
yıllarda
uygulandı ını
gördü üm bir dizge; o zaman çok seyrek
olarak kullanılıyordu.
“Kitaplık çok eski zamanlarda
kuruldu,” dedi Malachi. “Kitaplar da
alını , ba ı , duvarlarımız arasına giri
sırasına göre kaydedilir.”
“Bulması zor,” dedi William.
“Kütüphanecinin onları ve her
kitabın ne zaman geldi ini ezbere bilmesi
yeter.
Öteki
rahiplere
gelince,
kütüphanecinin belle ine güvenebilirler.”
Kendisinden de il de, bir ba kasından söz
edermi gibi konu uyordu; u sırada
kendisinin layık olmayarak üstlendi i,
ama daha önce bilgilerini birbirlerine
aktaran yüz insanın üstlenmi oldukları
görevden söz etmekte oldu unun farkına
vardım.
“Anladım,” dedi William, “Demek
ben, Süleyman’ın sarayı konusunda, ne
oldu unu bilmeksizin bir ey arıyorsam,
az önce ba lı ını okudu um kitabın
kitaplıkta
bulundu unu
bana
söyleyebilecek ve onun üst kattaki yerini
belirleyebileceksiniz.”
“E er
Süleyman’ın
sarayı
konusunda gerçekten bir ey ö renmek
istiyorsanız,” dedi Malachi. “Ama bu, size
vermeden önce Ba rahip’in görü ünü
almayı uygun bulaca ım bir kitap.”
“En
de erli
ressamlarınızdan
birinin kısa bir süre önce yok oldu unu
ö rendim. Ba rahip onun sanalından
uzun uzun söz etti bana. Resimledi i
elyazmalarını görebilir miyim?”
“Otranto’lu Adelmo,” dedi Malachi,
William’a ilgisizce bakarak, “ya ı genç
oldu u için yalnızca kenar süsleri
yapardı. Çok canlı bir imgelemi vardı;
bilinen
eylerden bilinmeyen
a ırtıcı
eyler yapmayı bilirdi; bir insan gövdesini
bir al ba ıyla birle tiren biri gibi. Kitapları
i te orada. Masasına henüz kimse
dokunmadı.”
Adelmo’nun
çalı ma
masasına
yakla tık; zengin bir biçimde süslenmi
bir mezmurlar kitabının sayfaları hâlâ
üstünde
duruyordu;
par ömenlerin
kraliçesi
olan
vellum
yapraklarıydı
bunlar;
sonuncusu
hâlâ
masaya
tutturulmu
duruyordu. Daha yeni
süngerta ıyla
kazınıp
tebe irle
yumu atılmı , rendeyle düzeltilmi ti; ince
bir uçla yanlarında açılmı
minicik
deliklerden, ressamın eline yol gösterecek
tüm çizgiler çizilmi ti. Sayfanın yarısı
yazıyla doldurulmu , rahip kenarlardaki
desenlerin
taslaklarını
çizmeye
ba lamı tı.
Öteki
sayfalar
bitmi ti;
William’la onlara bakarken bir hayranlık
çı lı ını tutamadık. Bu, kenarlarında,
duyularımızın bizi alı tırdı ının tam tersi
bir dünyanın betimlendi i bir mezmurdu.
Gerçe in dile getirilmesi diye tanımlanan
bir konu manın yanıba ında, ola anüstü
bilmecemsi imgeleriyle, ona derinden
ba lı, köpeklerin tav anlardan kaçtı ı,
geyiklerin aslanları avladı ı tepetaklak bir
evren üstüne yalanlarla
dolu bir
konu ma yer alıyordu; küçük ku ayaklı
ba lar,
sırtlarında
insan
eli olan
hayvanlar, içinden ayakların fı kırdı ı kıllı
ba lar, zebra gibi çizgili canavarlar,
binlerce çözülmez dü ümle kıvrım kıvrım
yılansı boyunları olan dörtayaklılar, geyik
boynuzlu maymunlar, kol ve bacakları
andıran alıcı ku biçimde dcnizkızları,
ba ka insan gövdelerinin kamburlar gibi
sırtlarından çıktı ı kolsuz adamlar,
karınlarında di dolu a ızlar bulunan
yaratıklar, at ba lı insanlar ve insan
bacaklı atlar, ku kanatlı balıklar ve balık
kuyruklu ku lar, tek gövdeli çift ba lı ya
da tek ba lı çift gövdeli canavarlar, horoz
kuyruklu ve kelebek kanatlı inekler,
ba ları balık sırtı gibi pul pul kadınlar,
kertenkele burunlu yusufçuklarla, içiçe
geçmi iki ba lı ejderhalar, kentorlar,
filler,
a aç
dallarına
uzanmı
mantikorlar, kuyrukları sava düzeninde
bir yaya dönü mü grifonlar, boyunları
sonsuz uzunlukta eytansı yaratıklar,
insan biçimli dizi dizi hayvanlar, ve
hayvan biçimli cüceler bazan aynı sayfa
üstünde yansılandı ını gördü üm kırsal
ya am
görünümlerinde
bir
araya
gelmi lerdi; tüm kırsal ya am, topra ı
belleyenler, meyve toplayanlar, harman
kaldıranlar, yün e iren kadınlar, tilkilerin
yanı
sıra
tohum
saçanlar
ve
maymunların korudu u kaleli bir kentin
duvarlarına tırmanan ok ve yayla
donatılmı kurtlar ve sansarlar öylesine
etkileyici bir canlılıkla çizilmi ti ki,
resimleri canlı sanırdınız. urada bir ba
harfi bir L olu turacak biçimde kıvrılarak
sayfanın alt kısmında bir ejderha
78
olu turuyor, burada “söz”
sözcü ünü
ba latan bir büyük V, gövdesinden do al
bir sürgün gibi bin kıvrımlı bir yılan
çıkarıyordu; o yılandan da, yaprak ve
salkım gibi ba ka yılanlar fı kırıyordu.
Mezmurlar kitabının yanında, kısa
bir süre önce bitirildi i açıkça anla ılan,
inanılmaz
derecede,
avuç
içine
sı abilecek
denli
küçük
boyutlu
ola anüstü bir kitap vardı. Yazı inceydi;
kenar süsleri ilk bakı ta güçlükle
görülebiliyor, tüm güzellikleri içinde
görülebilmeleri için gözün onları yakından
incelemesi
gerekiyordu
(insan,
minyatürcünün böylesine sıkı ık bir
yerde böylesine bir canlılık etkisi
yaratabilmek için onları hangi insanüstü
araçla çizdi ini soruyordu kendi kendine).
Kitabın tüm sayfa kenarları, ola anüstü
güzellikle
çizilmi
harflerin
kıvrımlı
betimlerinden, sanki onların do al bir
uzantısıymı gibi do an minicik resimlerle
kaplıydı: denizkızları, kaçan geyikler,
a ızlarından ate püsküren canavarlar,
dizelerden solucanlar gibi fı kıran kolsuz
insan gövdeleri. Bir noktada, üç de i ik
dizede yinelenen üç “Sanctus, Sanctus,
Sanctus”u, sürdürmek istercesine, insan
ba lı üç güzel yabanıl hayvan resmi
görülüyordu; bunların ikisi, bir öpü le
birle mek için, biri k a a ı, biri yukarı
do ru e ilmi ti; burada mutlaka resmi
açıklayacak, açık seçik olmasa bile derin
bir tinsel anlam oldu una inanmasam,
hiç duraksamadan bu öpü ü utanç verici
diye nitelerdim.
O sayfaları sessiz bir hayranlık ve
gülme
arasında
izliyordum;
çünkü
resimler kutsal sayfaları yorumlasalar da
kaçınılmaz
olarak
ne e
e ilimi
ta ıyorlardı.
Rahip
William
da
gülümseyerek izliyordu onları. “Benim
ülkemde bunlara Babewyn derler,” dedi.
“Galya’da da Babouin denir,” dedi
Malachi. “Gerçekten de, Adelmo sanatını
sizin ülkenizde ö rendi, ama daha önce
Fransa’da ö renim görmü tü. Habe
maymunları,
yani Afrika’dan
gelen
maymunlar. Evlerin bir yamacın ucunda
durdu u, topra ınsa gökyüzünde oldu u,
tersine dönmü bir dünyanın yaratıkları.”
Ülkemin
yerli
dilinde
i itmi
oldu um bazı dizeleri anımsadım; onları
yinelemekten kendimi alamadım:
Aller Wunder si geswigen, das
herde himel hât überstigen, daz sult is vür
ein Wunder wigen.
Malachi, aynı metinden sürdürdü:
Erd ob un himel unter das sult ir hân
79
besunder Vür aller Wunder ein Wunder.
“Aferin Adso,” dedi kütüphaneci.
“Gerçekten de bu resimler, mavi bir
kazın üstüne binilip gidilen bir derede
balık avlayan do anların, gökyüzündeki
atmacaların ardına dü en ayıların,
güvercinlerle birlikte uçan istiridyelerin
ve üç devin tuza a dü ürülüp bir horoz
tarafından yendi i o ülkeden söz ediyor.”
Dudakları solgun bir gülümseyi le
aydınlandı. O zaman, konu mayı belli bir
çekingenlikle izlemi olan öteki rahipler,
kütüphanecinin onayını bekliyorlarmı
gibi zavallı Adelmo’nun yetene ini övüp
onun gerçek dı ı resimlerini birbirlerine
göstererek yürekten gülmeye koyuldular.
Herkes daha gülerken, omuzba ımda
ciddi ve sert bir ses duyduk.
“Verba vana aut risui apta non
80
loqui.”
Döndük. Bizimle konu an, yılların
a ırlı ı altında ezilmi , yalnız derisi de il,
yüzü ve gözbebekleri de kar gibi beyaz bir
rahipti. Kör oldu unu farkettim. Gövdesi
ya lılı ın a ırlı ıyla küçülmü , ama sesi
hâlâ görkemli, kolları bacakları güçlüydü.
Bizi görüyormu gibi bakıyordu; daha
sonraları da onun hep sanki hâlâ
görüyormu gibi davranıp konu tu unu
gördüm. Ama sesinin tınısı, yalnızca,
peygamberlik lütfuna ermi birinin sesi
gibiydi.
“Gördü ünüz, bu ya ı ve bilgisiyle
saygıde er
insan,”
dedi
Malachi
William’a,
yeni
geleni
göstererek,
“Burgos’lu
Jorge’dir.
Grottaferrata’lı
Alinardo’dan sonra manastırdakilerin
tümünden
daha
ya lı oldu undan,
rahiplerin ço u günah çıkarma gizlili i
içinde günahlarını ona açarlar.” Sonra,
ya lı adama dönerek, “Kar ınızdaki,
konu umuz,
Baskerville’li
William
Birader’dir,” dedi.
“Umarım
sözlerimden
alınmamı sınızdır,” dedi ya lı adam ters
bir tonla. “ nsanların gülünç eylere
güldüklerini i ittim ve onlara yasamızın
ilkelerinden birini anımsattım. Mezmur
yazarının dedi i gibi, bir rahip suskunluk
andı içti i için güzel konu malardan
kaçınıyorsa, bu, onun kötü sözlerden
kaçınması gere inin daha güçlü bir
nedenidir. Ve e er kötü sözler varsa,
kötü imgeler de vardır. Bunlar, dünyanın
nasıl
yaratıldı ı
konusunda
yalan
söyleyen ve dünyayı yüzyıllar boyunca
olageldi i ve sonsuza dek olaca ının tam
tersi olarak gösteren imgelerdir. Ama siz
ba ka bir tarikattan geliyorsunuz; bana
söylediklerine göre, o tarikatta en yersiz
ne e bile ho görüyle kar ılanıyormu .”
Benediktenler arasında, Assisi’li Ermi
Francesco’nun tarikatının en son ve en
a ırtıcı dölleri olan Fratelli ve Tinciler’e
yorulan tuhaflıkları ima ediyordu. Ama
William Birader bu imayı anlamazlıktan
geldi.
“Kenar resimleri ço u kez güldürür
insanı; ama e iticidir,” diye yanıtladı.
“Nasıl vaazlarda, dindar kalabalıkların
dü gücünü etkilemek için ço u kez
e lenceli örnekler vermek gerekirse,
resimlerin dili de bu saçmalıklara
dalmalıdır. Her erdem ve her günah için
hayvanlardan alınacak bir ders vardır;
hayvanlar, insancıl dünyayı örneklerler.”
“A, evet,” dedi ya lı adam, akacı
ama gülümsemeksizin, “erdemli olma
iste i uyandırmak için her resim iyidir;
yaradılı
ba yapıtının
ba a a ı
çevrildi inde
gülme
konusu
olması
ko uluyla. Böylece, Tanrı Sözü, lir çalan,
kalkanla
topra ı
süren
bayku ,
kendilerini sabana ko an öküzler, yukarı
do ru akan ırmak, tutu an deniz, terk-i
dünya eden kurt aracılı ıyla kendini
gösterir! Öküzlerle tav an avına çıkılsın,
bayku lardan
dilbilgisi
ö renilsin,
köpekler pireleri ısırsın, tek gözlüler
dilsizleri korusun, dilsizler ekmek istesin,
karınca buza ı do ursun, kızarmı piliçler
havada
uçsun,
evlerin
damlarında
pastalar
bitsin,
papa anlar
güzel
konu ma
dersi
versinler,
tavuklar
horozları döllesin, araba öküzlerin önüne
ko ulsun, köpek yata a yatırılsın ve
bunların
tümü
ba larının
üstünde
yürüsünler! Bütün bu saçmalıkların
amacı nedir? Kutsal ilkeleri ö retmek
bahanesiyle, Tanrı’nın yarattı ı dünyanın
tam tersi olan bir dünya!”
81
“Ama, Areopagita,”
dedi William
alçakgönüllülükle, “Tanrı’nın ancak en
çarpuk çurpuk eylerle gösterilebilece ini
ö retir. San Vittore’li Ugo da, benzetme
ne denli az benzerse, gerçek ne denli
i renç ve çirkin yaratıkların perdesi
arkasında açıklanırsa, insanın hayal
gücünün, tensel doyumlara kendini o
denli az kaptırdı ını ve resimlerin
çarpıtılmı lı ının
ardındaki
gizemleri
kavramaya zorlandı ını anımsatıyordu
bize...”
“Bu mantık yürütme biçimini
82
bilirim! Cluny rahipleri Citeaux’lularla
sava ırken, bunun, bizim tarikatımızın
ba lıca ilkesi oldu unu utanarak itiraf
ederim. Ama Ermi Bernardo haklıydı:
Tanrı’nın yarattı ı nesneleri per speculum
83
et in aenigmate
açıklamak için,
canavarlar ve hilkat garibeleri betimleyen
insano lu yava yava kendi yarattı ı
hilkat garibelerinden ho lanmaya ve zevk
almaya ba lar; bu nedenle de, artık
yalnız onlar aracılı ıyla görür. Siz, gözleri
hâlâ görenler, avlunun sütun ba lıklarına
bir bakmanız yeter.” Eliyle pencereden
dı arıyı,
kiliseyi
gösterdi:
“Derin
dü ünceye dalmı
rahiplerin gözleri
önündeki o gülünç, o biçimsiz biçimlerin
ve biçimli biçimsizliklerin anlamı nedir? O
pis maymunların, o aslanların, o
kentorların, a ızları karınlarında, tek
ayaklı, yelken kulaklı, o yarı insan
yaratıkların? O benekli kaplanların, o
sava an sava çıların, borularını çalan o
avcıların ve o tek ba lı çok gövdelilerle tek
gövdeli çok ba lıların? Yılan kuyruklu
dörtayaklılar,
yüzleri
dörtayaklıların
yüzleri gibi olan balıklar, urada, önden
bakınca ata, arkadan koça benzeyen bir
hayvan, burada boynuzlu bir at, böylece
sürer gider; artık bir rahip için
elyazmasından çok mermerleri okumak,
Tanrı’nın buyru unu dü ünmektense
insano lunun yapıtlarını de erlendirmek
daha zevkli. Gözlerinizdeki istekten ve
gülü lerinizden utanın.”
Ya lı adam soluk solu a sustu.
Belki de yıllardır kör olmasına kar ın,
kötülüklerini kınadı ı resimleri hâlâ
anımsayan
belle inin
canlılı ına
hayranlık duydum. Onları böylesine
tutkuyla hâlâ betimleyebildi ine göre,
onları gördü ü zaman o resimlerin onu
kı kırtmı olmasından ku kulandım. Ama
günahın
en
ba tan
çıkarıcı
betimlemelerine, onun büyüsünü ve
etkilerini kınayan, sarsılmaz erdem
sahibi
ki ilerin
sayfalarında
rastlamı ımdır ço u kez. Bu da gösteriyor
ki, bu insanlar, gerçe e tanıklık etmek
için öylesine bir tutkuyla itilirler ki, Tanrı
sevgisi
u runa,
Mel’un’un
onları
büyülemek
için
ba vurdu u
yolları
insanlara daha iyi ö retebilmek amacıyla
büründü ü tüm ayartmaları kötülü e
yormakta
duraksamazlar;
böylece
yazarlar, Mel’un’un onları hangi yollarla
büyüledi ini insanlara daha iyi anlatırlar.
Gerçekten
de,
Jorge’nin
sözleri,
dehlizdeki, henüz görmedi im aslanlarla
maymunları görmek için büyük bir
istekle doldurdu içimi. Ama Jorge
dü üncelerimin akı ını kesti; çünkü daha
az heyecanlı bir sesle yeniden konu maya
ba ladı:
“Efendimizin bize do ru yolu
göstermek için böyle saçma
eylere
ba vurmaya
ihtiyacı
yoktu.
Onun
mesellerinde gülmeye ya da korkuya yol
açan hiçbir ey yoktur. Oysa imdi
ölümünün yasını tuttu umuz Adelmo,
çizdi i canavarlardan öylesine zevk
alıyordu ki, onların simgeledikleri asıl
eyleri gözden kaçırdı. Ve tüm ki -tüm
diyorum,” sesi ciddile ti ve tehdit edici
oldu, “acayiplik yollarını izledi. Bundan
ötürü onu nasıl cezalandıraca ını Tanrı
bilir.”
Ortalı a a ır bir sessizlik çöktü.
Salvamec’li Venantius bu sessizli i bozma
yüreklili ini gösterdi. “Saygıde er Jorge,”
dedi, “erdeminiz haksız kılıyor sizi.
Adelmo ölmeden iki gün önce burada,
yazı salonunda bilimsel bir tartı mada
hazır bulundunuz. Adelmo, tuhaf ve
fantastik
imgelere
yer
verse
de,
sanatının, göksel varlıkları bilme aracı
olarak
Tanrı’nın
yüceli ine
yönelik
olmasına özen gösteriyordu. Az önce
William Birader, çarpıtarak ö renmekten
söz eden Areopagita’yı andı. Adelmo da o
gün,
kutsal
nesnelerin,
soylu
bedenlerden
çok
a a ılık
bedenler
aracılı ıyla ortaya konması gerekti ini
söyleyen bir ba ka yüce yetkenin,
Aquinas’lı bilginin sözlerini aktarmı tı.
Çünkü, önce, insan ruhu böylece
yanılgıdan
daha
kolay
kurtulur;
gerçekten de, bazı özelliklerin kutsal
nesnelere yakı tırılamayaca ı ve soylu
bedensel
varlıklarla
betimlenecek
olurlarsa ku kuya yol açacakları açıktır.
kincisi, yeryüzünde Tanrı’ya ili kin
bilgimize bu temsili betimleme daha
uygun dü er; gerçekten de Tanrı
yeryüzünde kendini var olandan çok var
olmayanda gösterir; bu nedenle de bu
benzetimler
Tanrı’dan
ne
denli
uzakla ırsa, bize onun hakkında o denli
kesin bir fikir verirler; çünkü böylece
onun söyledi imiz ve dü ündü ümüz her
eyin üstünde oldu unu biliriz. Üçüncüsü
de, böylece bunlar de ersiz kimselerden
daha iyi gizlenir. Özetle, o gün biz
gerçe in hem kurnazca, hem de bilmece
gibi
a ırtıcı
anlatımlarla
nasıl
açıklanabilece ini anlamaya çalı ıyorduk.
Adelmo’ya büyük Aristo’nun yapıtlarında
bu konuda çok açık seçik sözcükler
buldu umu anımsattım...”
“Anımsamıyorum,”
diye
onun
sözünü kesti Jorge, kuru bir sesle, “çok
ya lıyım. Anımsamıyorum. Belki de
ciddili in ölçüsünü kaçırdım ben. Artık
geç oldu, gitmeliyim.”
“Anımsamayı ınız
tuhaf,”
diye
üsteledi Venantius, “çok bilgece ve güzel
bir tartı maydı; Benno’yla Berengar da
katılmı lardı. Gerçekte, sorun, ozanların
da salt zevk için tasarladıkları görülen,
üstü
kapalı
benzetimlerin,
sözcük
oyunlarının ve bilmecelerin bizi nesneler
üstüne yeni ve a ırtıcı bir biçimde
dü ünmeye götürüp götürmeyece iydi;
ben bunun da akıllı ki ilerden beklenen
bir erdem oldu unu söylemi tim... Hatta
Malachi de oradaydı...”
“Saygıde er Jorge anımsamıyorsa,
ya ına ve zihninin yorgunlu una saygı
göster... Yoksa her zaman canlıdır
belle i,” diye söze karı tı tartı mayı
izleyen rahiplerden biri. Tümce tedirgin
bir ses tınısıyla söylenmi ti - en azından
ba ında; çünkü konu an, ya lı adam için
saygı isterken, gerçekte bir güçsüzlü e
dikkat
çekti inin
bilincine
varınca
yava lamı , cümleyi neredeyse bir özür
dileme fısıltısıyla bitirmi ti. Kütüphaneci
yardımcısı
Arundel’li
Berengar’dı
konu an. Soluk yüzlü bir genç adamdı;
onu incelerken, Ubertino’nun Adelmo’yu
nasıl betimledi ini anımsadım: Gözleri
kösniil bir kadının gözlerini andırıyordu.
imdi
herkesin
kendisine
yönelen
bakı larından ürkmü , ellerini, bir iç
gerilimi yatı tırmak isteyen biri gibi
kavu turmu tu.”
Venantius’un tepkisi ola andı ıydı.
Berengar’a öyle bir bakı la baktı ki,
Berengar gözlerini önüne indirdi. “Pekâla,
Birader,”
dedi,
“bellek
bir
Tanrı
vergisiyse, unutma yetene i de iyi bir ey
olabilir ve saygı duyulmalıdır. Kendisiyle
konu makta
oldu um
ya lı
rahip
karde imizin
bu
özelli ine
saygı
duyuyorum ben. Ama senden, burada,
sevgili arkada larından biriyle birlikte
bulundu umuz sırada olanları daha
kesin anımsamanı beklerdim...”
Venantius’un, ses tonuyla “sevgili”
sözcü ünü vurgulayıp vurgulamadı ını
anlayamadım. Gerçek
u ki, hazır
bulunanlar arasında bir tedirginlik
sezinledim. Her biri ayrı bir yöne
bakıyordu ve hiç kimse kıpkırmızı kesilen
Berengar’a bakmadı. Malachi hemen
yetkili bir sesle araya girdi: “Gelin,
William Birader,” dedi, “size ba ka ilginç
kitaplar gösterece im.”
Grup
da ıldı.
Berengar’ın
Venantius’a kin dolu bir bakı la baktı ını,
Venantius’un
da
ona
sessiz
bir
güvensizlik içinde, aynı bakı la kar ılık
verdi ini
farkettim.
Ya lı
Jorge’nin
uzakla makta oldu unu görünce, bir
saygı duygusunun etkisiyle elini öpmek
için diz çöktüm. Ya lı adam elini öptürdü,
ba ıma koydu ve kim oldu umu sordu.
Adımı söyleyince yüzü aydınlandı.
“Büyük ve güzel bir ad ta ıyorsun,”
dedi. “Montieren-Derli Adso’nun kim
oldu unu biliyor musun?” diye sordu.
tiraf
ederim,
bilmiyordum.
Bunun
üzerine, Jorge ekledi: “Libellus de
84
Antichristo
adında
büyük
ve
ola anüstü
bir
kitabın
yazarıydı;
olacakları gördü o kitapta; ama yeterince
kulak verilmedi ona.”
“Kitap onuncu yüzyıldan önce
yazıldı,” dedi William, “ama sözünü etti i
eyler gerçekle medi...”
“Görecek gözü olmayanlar için,”
dedi kör adam. “Deccal’ın yolları a ır ve
çetindir. Onu beklemedi imiz zaman
gelir; havarinin öne sürdü ü hesabın
yanlı oldu undan de il, onun ustalı ını
anlamadı ımızdan.” Sonra alabildi ine
yüksek bir sesle, yüzü salona dönük, yazı
salonunun tonozlarını sarsarak ba ırdı:
“Geliyor! Son günlerinizi benekli derili,
kıvrık kuyruklu küçük canavarlara
gülerek bo a harcamayın! Son yedi günü
bo a harcamayın!”
BIRINCI GÜN
GÜNBATIMI
William’la Adso manastırın geri kalan
bölümlerini ziyaret ediyorlar. William,
Adelmo’nun ölümüne ili kin bazı
sonuçlar çıkarıyor; cama rahiple okuma
camları ve gere inden çok okumak
isteyenlerin gördükleri hortlaklar
üstünde konu uluyor.
O sırada günbatımı duası çanları
çaldı; rahipler masalarından kalkmaya
hazırlandılar. Malachi, bizim de gitmemiz
gerekti ini
açıkladı.
O,
yardımcısı
Berengar’la
birlikte
kalıp
ortalı ı
düzenleyecek, gece için hazırlayacaktı (bu
sözcükleri kullandı). William, ona, sonra
kapıları kilitleyip kilitlemeyece ini sordu.
“Yazı
salonuna
mutfak
ve
hastaneden giri i engelleyen kapı yok...
kitaplıkla yazı salonu arasında da.
Ba rahip’in yasa ı tüm kitaplardan daha
güçlü. Hem sonra rahipler ak am
duasına de in mutfaktan da, hastaneden
de yararlanmak zorundalar. O zaman
yasa ın
kendileri
için
konmadı ı
yabancılarla hayvanların Acdificium’a
girmelerini önlemek için, ben kendim,
mutfa a ve hastaneye açılan a a ıdaki
kapıları kilitlerim; o saatten sora da
Acdificium’da kimse kalmaz.”
A a ı indik.
Rahipler
koroya
yönelirken,
üstadım
kutsal
göreve
katılmadı ımız
için
Tanrı’nın
bizi
ba ı layaca ına karar vererek (daha
sonraki günlerde Tanrı’nın bizi birçok ey
için ba ı laması gerekecekti!) çevreyi
yakından tanıyabilmemiz için kendisiyle
birlikte dı arıda dola mamı önerdi.
Mutfaktan
çıktık,
gömütlü ün
yanından
geçtik;
yeni
dikilmi
mezarta ları vardı; zamanın izlerini
ta ıyan, geçmi
yüzyıllarda ya amı
rahiplerin ya amlarını anlatan ta lar da.
Hava bozuyordu. So uk bir rüzgâr
çıkmı tı;
gökyüzü
bulutlanıyordu.
Güne in botanik bahçelerinin ardında
battı ı seziliyordu; do uya yönelerek koro
yerinin yanından geçip alanın arka
bölümüne
vardı ımızda
hava
daha
imdiden kararmaya ba lamı tı. Orada,
dı duvarın Aedificium’un do u kulesiyle
birle ti i yerde, hemen hemen duvarın
tam yanında ahırlar vardı; domuz
çobanları domuz kanıyla dolu küpün
üstünü yeniden örtüyorlardı. Ahırların
arkasında dı
duvarın daha alçak
oldu unu, üstünden bakılınca arkasının
görülebilece ini farkettik.
Duvarların
dimdik ini inin ötesinde, a a ı do ru
ba döndürücü bir hızla inen arazi, karın
tam anlamıyla gizleyemedi i gev ek bir
dolma toprakla örtülüydü. Bunun, tam
oradan atılmı ve kaçak Brunellus’un
izledi i yolun ba ladı ı dönemece dek
uzanan samanların olu turdu u yı ın
oldu unu anladım. Saman diyorum,
çünkü pis kokulu bir madde q a a ı
do ru kaymı tı orada; kokusu, önünde
durdu um
korkuluk
duvarına
dek
ula ıyordu;
köylülerin
oraya
gelip
a a ıdan uzanarak çiftlikleri için saman
aldıkları açıktı. Ama hayvan ve insan
dı kılarına ba ka katı artıklar da
karı ıyordu;
manastırın,
da
ve
gökyüzüyle ili kilerini pırıl pırıl, arı olarak
sürdürebilmek için gövdesinden dı arı
attı ı tüm ölü maddelerin geri çekili i.
Yakındaki
ahırlarda,
seyisler
hayvanları
yemli e
götürüyorlardı.
Kıyısında, duvar tarafında birkaç ahırın,
sa da, koro yerinin yakınında, rahiplerin
yatakhane ve helalarının bulundu u
patika boyunca yürüdük. Do u duvarının
kuzeye do ru döndü ü kö ede demirci
oca ı vardı. Son demirciler de duaya
gitmek için araç gereçlerini bırakıp
ocakları söndürüyorlardı. William, bir
i li in geri kalan bölümünden hemen
hemen tümüyle ayrılmı , bir rahibin
öteberisini kaldırmakta oldu u bölümüne
do ru merakla yürüdü. Tezgâhının
üstünde çok küçük boyutlu renk renk
cam parçacıklarından olu an çok güzel
bir koleksiyon vardı; daha büyük camlar
duvara
dayalıydı.
Rahibin
önünde
yalnızca gümü iskeleti kalmı , üstüne
araç gereçleriyle mücevher boyutlarına
indirgedi i cam ve ta
parçacıkları
yerle tirmekte oldu u, daha bitmemi bir
mahfaza duruyordu.
Manastırın
ba camcısı
Morimondo’lu Nicola’yı böyle tanıdık. Bize
i li in arka bölümünde cam üflendi ini,
bu
ön
bölümdeyse
demircilerin
çalı tıklarını, pencere camı yapmak için
camlara kur un pervazlar takıldı ını
açıkladı. Ama kiliseyi ve Aedificium’u
süsleyen büyük renkli cam i lerinin en az
iki yüzyıl önce yapılmı oldu unu ekledi.
imdi burada yalnızca küçük i ler ve
zamanın
a ındırdıklarının
onarımı
yapılıyordu.
“Çok güç oluyor bu,” diye ekledi.
“Çünkü eski renkler bulunmuyor imdi;
özellikle koro yerinde hâlâ görülebilen
ola anüstü mavi; öylesine aydınlık bir
mavi ki, güne yükseldi inde, nefe bir
cennet ı ı ı yansıtıyor. Nefin batısındaki,
kısa süre önce onarılmı olan camlar aynı
nitelikte de il; yaz günlerinde belli oluyor.
Çaresiz,” diye sürdürdü konu masını,
“eskilerin bilgisine sahip de iliz biz;
devlerin ça ı geçti.”
“Bizler cüceleriz,” diye onayladı
William, “ama bu devlerin omuzlarına
çıkmı
cüceler. Küçü üz, ama kimi
zaman ufukta onlardan daha uza ı
görebiliyoruz.”
“Onların yapabildiklerinden daha
iyi yapabildi imiz ne var, söyle!” diye
ba ırdı Nicola. “Manastır hazinesinin
saklandı ı mahzene inersen orada öyle
ince i çilikle yapılmı eyler görürsün ki,
benim
imdi beceriksizce çatmakta
oldu um u eci bücü
eyler,” ba ıyla
tezgâhın üstündeki i ini gösterdi, “onların
bir taklidi gibi kalır!”
. “Geçmi teki ustalar yüzyıllar
boyu kalacak böyle güzel eyler ürettiler
diye, camcı ustalarının andaç kutuları
yapmayı
sürdürmeleri
alınlarına
yazılmamı
ki!
Yoksa
andaçları
saklanacak ermi lerin öylesine seyrek
oldu u bir zamanda dünya mahfazalarla
dolardı!”
diye
takıldı
William.
“Pencerelerin de sürgit lehimlenmesi
gerekmeyecek. Çe itli ülkelerde camdan
yapılmı yeni eyler gördüm; bunlar
camın yalnızca kutsal amaçlara de il,
insano lunun
güçsüzlüklerine
de
yarayaca ı yeni bir dünyanın gelece ini
gösteriyor. Sana, çok yararlı bir örne ine
sahip
olma
onuruna
erdi im,
günümüzün bir bulu unu göstermek
istiyorum.” Elini bini inin altına daldırıp
kendisiyle konu tu u ki iyi dili tutulmu a
döndüren merceklerini çıkardı.
Nicola
büyük
bir
merakla
William’ın kendisine uzattı ı çatallı aleti
85
aldı. “Oculi de vitro cum capsula!”
diye
ba ırdı. “Pisa’da rastladı ım Giordano
adında bir rahibin bunlardan söz etti ini
i itmi tim. Onların, yirmi yıldan az bir
zaman önce icat edildi ini söylemi ti.
Ama onunla konu alı yirmi yıldan çok
oluyor.”
“Sanırım çok daha önce icat edildi
bunlar,” dedi William, “ama yapması zor;
çok usta camcılar gerek. Zaman ve emek
istiyor. On yıl önce bu ab oculis ad
86
legendum
camların çifti altı Bologna
kronuna satılıyordu. On yıldan çok oldu,
Armati’li Salvino adında büyük bir usta
bu camlardan bir çift vermi ti bana;
onları
bütün
bu
süre
boyunca
kıskançlıkla sakladım, sanki benim imdi
oldu u
gibivarlı ımın
bir
parçasıymı lar gibi.”
“Umarım
bir
gün
onları
incelememe izin verirsin. Benzerlerini
üretmekten sevinç duyarım,” dedi Nicola
heyecanla.
“Elbette,” diye kabul etti William,
“ama unutma, camın kalınlı ı göze göre
de i meli. Uygun kalınlı ı buluncaya dek
bu camlardan birço unu, kullanacak
insanın gözünde denemelisin.”
“Harika bir ey bu!” diye sürdürdü
Nicola. “Ama birçokları onun büyücü ve
eytan i i oldu unu söyleyecekler...”
“Bunlarda ku kusuz büyüden söz
edebilirsin,” diye onayladı William. “Ama
iki türlü büyü vardır. Biri eytanın i idir
ve caiz olmayan hünerlerle insano lunu
yıkmayı amaçlar. Bir büyü daha vardır ki
kutsaldır; orada Tanrı’nın bilimi insan
bilimi aracılı ıyla kendini gösterir; do ayı
de i tirmeye yarar; bir amacı da insan
ömrünü
uzatmaktır.
Bilginlerin
kendilerini gittikçe daha çok adamaları
gereken kutsal büyüdür bu; yalnızca yeni
eyler bulmak için de il, kutsal bilginin,
branlar’a, Yunanlılar’a ve eski ça ların
öteki insanlarına, hatta bugün bile
imansızlara ayan kıldı ı, do anın birçok
gizini yeniden ortaya çıkarmak için
(imansızların kitaplarında, ı ıkbilim ve
görme bilimine ili kin öyle ola anüstü
eyler
var
ki,
anlatamam
sana!)
Hıristiyan bilimi, bütün bu bilgileri,
87
tamquam ab iniustis possessoribus ,
putatapanların ve imansızların elinden
alarak onlara yeniden sahip çıkmalıdır.”
“Peki ama, bu bilgiye sahip olanlar
onu niçin Tanrı’nın tüm kullarının
yararına kullanmıyorlar?”
“Çünkü Tanrı’nın tüm kulları
böylesine çok sayıda gizi kabul etmeye
hazır de il; bu bilgiye sahip olanlar, sık
sık
eytan’la
anla mı
büyücülerle
karı tırılmı lar,
bilgi
da arlarına
ba kalarını
da
ortak
etmek
için
duydukları iste i canlarıyla ödemi lerdir.
Ben bile birinin
eytan’la alı veri i
oldu undan
ku kulanıldı ı
davalar
sırasında bu camları kullanmaktan
kaçınarak
gereksindi im
yazıları
okumaları için gönüllü yazmanlara
ba vurmak
zorunda
kaldım;
yoksa
eytan’ın varlı ının her yeri kapladı ı ve
herkesin, sözgelimi, kükürt kokusu
soludu u bir anda ben de sorguya
çekilenlerden yana sanılırdım. Hem
sonra, büyük Roger Bacon, bilimin
gizlerinin her zaman herkesin eline
geçmemesi gerekti i, çünkü bunları kötü
amaçlarla kullanabilecekleri konusunda
bizi uyarıyordu. Ço u kez, bilim adamı,
büyü de il, salt bilim içeren kitapları
saygısız gözlerden korumak için onları
büyü gibi göstermelidir.”
“Basit insanların bu gizleri kötüye
kullanabileceklerinden mi korkuyorsun?”
diye sordu Nicola.
“Basit insanların bunları vaizlerin
sözünü edip durdukları eytan’ın i leriyle
karı tırarak yılgınlı a kapılmalarından
korkuyorum yalnızca. Bak, bir hastalı ı
kökünden iyile tirecek ilaçları yapan çok
yetenekli hekimler tanıdım. Bunlar,
merhem ya da ilaçlarını basit insanlara
kutsal sözler söyleyerek ve duayı andıran
cümleler okuyarak veriyorlardı. Bu
duaların iyile tirme gücü oldu undan
de il, saf kimselerin, iyili in dualardan
geldi ine
inanarak
ilaçları
içip
merhemleri sürmeleri, böylece ilacın
etkin gücüne pek de aldırmaksızın
iyile tikleri için. Hem sonra, kutsal
sözlere duyulan güvenin uyandırdı ı ruh,
ilacın bedensel etkinli ine daha hazır
olurdu. Ama ço u kez bilgi hazinelerinin
saf kimselere kar ı de il, tersine ba ka
bilgili kimselere kar ı korunması gerekir.
Bugün
gerçekten
de
do aya
yön
verebilecek birçok makineler yapılıyor, bir
gün sana bunları anlatırım. Ama bu
makineler, onları dünyasal güçlerini
artırmak ve mal açlıklarını doyurmak için
kullanacak insanların eline geçerse vay
halimize. Duydu uma göre Cathay’da bir
bilgin ate e de ince büyük bir patlama ve
yangına
yol
açarak
çevresinde,
kilometrelerce uzaklıktaki her eyi yakıp
yıkan bir toz bulmu . Irmakların yata ını
de i tirmek ya da tarım alanları açılması
gereken yerlerde kayalıkları parçalamak
için kullanılacak olursa ola anüstü bir
bulu . Ama ya birisi çıkar da onu
dü manlarına
zarar
vermek
için
kullanırsa?”
“E er bunlar Tanrı’nın kullarının
dü manlarıysa belki de iyi olur,” dedi
Nicola dindarca.
“Belki de,” diye onayladı William.
“Ama
bugün
Tanrı’nın
kullarının
dü manları kim? mparator Ludwig mi,
yoksa Papa Ioannes mi?”
“Aman
Tanrım!”
dedi
Nicola
a kınlık içinde. “Böyle üzücü bir eye tek
ba ıma karar vermeyi hiç istemem!”
“Görüyor musun?” dedi William.
“Bazan, bazı gizlerin hâlâ gizli kapaklı
sözcüklerle saklanması iyidir. Do anın
gizleri keçilerin ya da koyunların derileri
altında iletilmez. Aristo, gizler kitabında,
do anın
ve
zanaatların
gizlerinin
gere inden çok iletilmesi göksel bir
mührü kırar, bunun ardından da birçok
kötülük gelebilir, diyor. Bu, gizlerin
açıklanmaması anlamına de il, onların
nasıl ve ne zaman açıklanaca ının bilge
ki ilere dü tü ü anlamına gelir.”
“Bu nedenle, burası gibi yerlerde,
tüm kitapların herkesin k elinde
dola maması iyidir,” dedi Nicola.
“Bu ba ka bir konu,” dedi William.
“ nsan gere inden çok konu arak da,
gere inden çok susarak da günah
i leyebilir. Bilimin kaynaklarını gizlemek
gerekir demek istemiyorum. Tersine, bu
bana büyük bir kötülük gibi görünüyor.
Söylemek istedi im, iyilik de, kötülük de
do urabilecek
do a
gizlerine
ili kin
olarak, yalnızca kendi benzerlerince
anla ılabilen bir dil kullanmanın bilginin
hem hakkı, hem de görevi oldu u. Bilim
yolu çetindir; bu yolda iyiyi kötüden
ayırmak
da
çetindir.
Günümüzde
bilginler, ço u kez cücelerin omuzlarına
çıkmı cücelerden ba ka bir ey de ildir.”
Üstadımın bu içten konu ması
Nicola’ya güven vermi olmalıydı. Çünkü
(seninle birbirimizi anlıyoruz, çünkü aynı
eylerden
söz
ediyoruz,
dercesine)
William’a göz kırptı ve “Ama orada,” dedi,
ba ıyla Aedificium’u göstererek, “bilimin
gizleri büyü kitaplarıyla iyi korunmu ...”
“Öyle mi?” dedi William, ilgisiz
görünerek. “Sürgülü kapılar, kesin
yasaklar, tehditlerle, sanırım.”
“Yo, hayır. Dahası var...”
“Ne örne in?”
“ ey, kesinlikle bilmiyorum, ben
camlarla u ra ırım, kitaplarla de il; ama
manastırda söylentiler dola ıyor... garip
söylentiler...
Örne in,
bir
rahibin
geceyarısı, Malachi’nin kendine vermek
istemedi i bir kitabı bulmak için gizlice
kitaplı a girmeye kalkı tı ı ve yılanlar,
ba sız ve iki ba lı insanlar gördü üne dair
söylentiler. Labirentten çıktı ı zaman
çıldırmı gibiydi...”
“Niçin büyüden söz ediyorsun da
eytanca görüntülerden söz etmiyorsun?”
“Çünkü ben zavallı bir camcı
ustası olabilirim, ama o kadar da cahil
de ilim.
eytan
(Tanrı
errinden
korusun!) bir rahibi yılanlarla ve iki ba lı
insanlarla korkutmaz. Öyle bir
ey
yapacak
olsa,
kösnül
görüntülerle
kı kırtır onları, çöldeki pederlere yaptı ı
gibi. Hem sonra mademki bazı kitaplara
el sürmek kötüdür, eytan niçin bir
rahibin kötülük i lemesine engel olsun?”
88
“ yi bir kısaltılmı tasım( kıyas)
gibi görünüyor bu bana,” diye itiraf etti
üstadım.
“Son olarak, hastanenin camlarını
onarırken, Severinus’un kitaplarından
bazılarının
sayfalarını
karı tırarak
e lendim. Sanırım Albertus Magnus
tarafından yazılmı bir gizler kitabı vardı;
birkaç tuhaf minyatür dikkatimi çekti;
kitapta, bir lambanın fitilini ya a
batırınca
dumanın
görüntüler
olu turdu unu okudum. Belki de farkına
varmı sındır, ama daha varmamı sındır,
çünkü manastırda hiç gece geçirmedin,
hava karardıktan sonra, Aedificium’un
üst katında ı ık yanar. Camlardan donuk
bir ı ık sızar. Birçokları bunun ne
oldu unu sormu lardır kendi kendilerine.
Yakamozdan
ya
da
göçmü
kütüphanecilerin
ruhlarının
geri
döndü ünden söz edildi. Burada birçok
kimse inanıyor buna. Bana kalırsa,
bunlar görüntü yaratmak için özel olarak
hazırlanmı lambalar. Biliyor musun,
e er bir köpe in kula ından ya alıp bir
fitile sürersen, o lambanın dumanını kim
solursa, ba ının köpek ba ı oldu unu
sanır; yanında biri varsa, o da köpek
ba lı olarak görür onu. Ba ka bir ya
daha var, fitili ona bulayınca, lambanın
çevresinde dola anlar kendilerini fil gibi
kocaman hissederler. Bir yarasanın ve
adını anımsamadı ım iki balı ın gözleri ve
bir kurdun safrasıyla bir fitil yaparsan,
yanında
ya ını
aldı ın
hayvanları
görürsün.
Kertenkele
kuyru uyla
çevredeki her eyi gümü ten yapılmı gibi
görebilirsin; bir karayılanın ya ı ve bir
kefen parçasıyla oda yılanlarla dolu mu
gibi görünür. Biliyorum bunu. Kitaplıkta
çok zeki biri var...”
“Ama, bu büyüleri yapan, göçmü
kütüphanecilerin ruhları olamaz mı?”
Nicola a kın ve tedirgin kalakaldı:
“Bunu hiç dü ünmemi tim. Belki de
öyledir. Tanrı korusun. Geç oldu,
günbatımı duası ba lamı tır. Ho çakalın.”
Ve kiliseye do ru yöneldi.
Güney yönünü izledik: sa da
hacılar konukevi, toplantı salonu ve
bahçesi, solda zeytin a açları, de irmen,
ambarlar,
yemekhane,
çömezlerin
kaldıkları yapı. Herkes çabuk çabuk
kiliseye do ru yürüyordu.
“Nicola’nın söyledikleri hakkında
ne dü ünüyorsunuz?” diye sordum.
“Bilmiyorum. Kitaplıkta bir eyler
oluyor,
ama
bunun
göçmü
kütüphanecilerin
ruhları
oldu unu
sanmıyorum...”
“Niçin?”
“Çünkü kanımca onlar öylesine
erdemli ki iler ki, imdi cennet ülkesinde
kutsal yüzü seyrediyorlar, e er bu yanıt
seni doyurursa. Lambalara gelince, varsa
görece iz bakalım. Camcının sözünü
etti i
ya lara
gelince,
görüntü
yaratmanın çok daha kolay yolları var;
bugün farkına vardı ın gibi, Severinus
çok iyi biliyor bunları. Kesin olan bir ey
varsa, manastırda gece vakti kimsenin
kitaplı a girmesinin istenmedi i; buna
kar ın birçok kimsenin bunu denemi ya
da denemekte oldu u.”
“Peki bunun cinayetle ne ilgisi
var?”
“Cinayet
mi?
Dü ündükçe,
Adelmo’nun kendini öldürdü üne daha
çok inanıyorum.”
“Peki ama, niçin?”
“Anımsıyor musun, bu sabah bir
saman yı ını dikkatimi çekmi ti? Do u
kulesinin
altındaki
dönemeci
tırmanırken, o noktada bir toprak
kaymasının bıraktı ı izlerin ayırdına
varmı tım; daha do rusu, a a ı yukarı
samanların yı ıldı ı yerde topra ın bir
bölümü çökmü , kulenin altına dek
kaymı tı.
Bu
ak am
yukarıdan
baktı ımızda, saman yı ınının üstünü
örten karın çok az oldu unu görmü tük;
yalnızca dün, son ya an karla örtülüydü;
geçmi
günlerde ya an karla de il.
Adelmo’nun ölüsüne gelince, Ba rahip
bize
onun
kayalarda
parçalanmı
oldu unu söyledi; oysa do u kulesinin
altında, yapının dikey olarak bitti i yerde
çam a açları var. Kayalar, duvarın sona
erdi i noktanın tam altında bir tür
basamak olu turuyor; sonra da saman
yı ını ba lıyor.”
“Yani?”
“Yani, bir dü ün, Adelmo’nun,
henüz açıklı a kavu mamı nedenlerle,
kendi
istemiyle
kendini
korkuluk
duvarının üstünden attı ını, kayalara
çarptı ını, sonra da ölü ya da yaralı,
samanlara
gömüldü ünü
dü ünmek
daha... nasıl söylesem... daha akla yakın
gelmiyor mu? Sonra, o geceki fırtınanın
yol açtı ı toprak kayması, samanla
topra ın bir bölümünü ve zavallı genç
adamın gövdesini do u kulesinin altına
do ru sürükledi.”
“Bunun daha aklı yakın oldu unu
niçin söylüyorsunuz?”
“Sevgili Adso, kesin bir zorunluluk
olmadıkça, açıklamaları ve nedenleri
ço altmamalı.
E er
Adelmo
do u
kulesinden dü mü se, birinin kitaplı a
girmi olması, kar ı koymasına olanak
vermeden ona vurması, sırtında cansız
bir gövdeyle pencereye dek tırmanmanın
bir yolunu bulmu olması, sonra da
pencereyi
açıp
zavallıyı
uçuruma
yuvarlamı olması gerekir. Oysa benim
varsayımıma göre, Adelmo, Adelmo’nun
istemi ve bir toprak kayması yeter.
Böylece, az sayıda nedenle her ey
açıklanıyor.”
“Ama
Adelmo
kendini
niçin
öldürmü olabilir?”
“Ama onu niçin biri öldürmü
olabilir? Her iki durumda da nedenleri
bulmak gerekir. Nedenler oldu u da
ku kusuz görünüyor bana. Aedificium’da
bir çekimserlik havası var, herkes bir ey
saklıyor.
imdiye
kadar
Adclmo’yla
Berengar arasında garip bir ili ki oldu u
konusunda gerçekte oldukça belirsiz bazı
ipuçları elde ettik. Bu demektir ki,
kütüphaneci
yardımcısından
ayırmayaca ız gözümüzü.”
Biz böyle konu urken günbatımı
duası sona ermi ti. Hizmetçiler ak am
yeme i için çekilmeden önce i lerine
dönüyorlardı.
Rahipler
yemekhaneye
do ru
gidiyorlardı.
Hava
imdiden
kararmı , kar ya maya ba lamı tı. Hafif,
küçük lapalar halinde bir kar; sanırım
hemen hemen bütün gece sürecekti;
çünkü ertesi sabah tüm ova, daha sonra
anlataca ım gibi apak bir örtüyle
örtülecekti. Karnım acıkmı tı; bu yüzden
yeme e
gitme
önerisini
sevinçle
kar ıladım.
BIRINCI GÜN
AK AM
William ile Adso Ba rahibin içtenlikti
konukseverli inin ve Jorge’nin öfkeli
konu masının tadını çıkarıyorlar.
Yemekhane
büyük
me alelerle
aydınlatılmı tı.
Rahipler,
Ba rahip’in
büyük bir yükselti üstüne, onlarınkine
dikey olarak konmu masasının ba ta yer
aldı ı bir dizi masada oturuyorlardı.
Kar ıda, yemek boyunca vaaz verecek
olan rahibin imdiden yerini aldı ı bir
kürsü. Ba rahip Ermi Pacomius’un çok
eski
ö ütlerine
uyarak,
ellerimizi
yıkadıktan sonra kurulamamız için elinde
bir havluyla bir muslu un ba ında bizi
bekliyordu.
Ba rahip William’ı masasına buyur
etti ve bir Benedikten çömezi olmama
kar ın, konuk oldu um için benim de o
gecelik
bu
ayrıcalıktan
yararlanabilece imi
söyledi.
Daha
sonraki günlerde, rahiplerle birlikte
masaya oturabilece imi, ya da üstadım
bana bir görev vermi se yemekten önce
ya da sonra mutfa a u rayabilece imi,
a çıların benimle ilgileneceklerini söyledi
babacan bir tonla.
Rahipler,
imdi
kukuletaları
yüzlerine inik, elleri tuniklerinin altında,
hiç kımıldamadan masanın ba ında
ayakta duruyorlardı. Ba rahip masasına
89
yakla tı ve Benedicite’nin
söylenece ini
bildirdi.
Kürsüdeki
rahip Edent
90
pauperes
için ses verdi. Ba rahip
onları kutsadı ve herkes yerine oturdu.
Kurucumuzun
koydu u
Kural
oldukça az yemeyi öngörür, ama
rahiplerin ne kadar besine gerek
duyduklarını
saptamayı
ba rahibe
bırakır.
Öte
yandan,
artık
manastırlarımızda yemek zevkine daha
çok önem veriliyor. Ne yazık ki oburlar
evine dönü mü manastırlarımızdan söz
etmiyorum. Tövbe ve erdem ölçütlerine
uyanlar da, hemen hemen her zaman,
ciddi dü ünsel i lerle u ra an rahiplere
ılımlı de il,
alabildi ine
bol besin
sa lıyorlar. Öte yandan, Ba rahip’in
sofrasına her zaman ayrıcalık tanınır;
çünkü sık sık saygın konuklar oturur
orada;
manastırlar,
topraklarının
ürünleri, ambarlarının zenginli i ve
a çılarının ustalı ıyla gurur duyarlar.
Rahiplerin yeme i her zamanki gibi
sessizlik içinde geçiyordu; birbirleriyle
alı ılmı parmak alfabesiyle anla ıyorlardı.
Önce Ba rahip’in masasına, onun hemen
ardından çömezlere ve en genç rahiplere
servis yapılıyordu.
Ba rahip’in
masasında
bizimle
birlikte Malachi, kilerci ve en ya lı iki
rahip, daha önce yazı salonunda
tanıdı ım kör ihtiyar, Burgos’lu Jorge ile
Grottaferrata’lı Alinardo oturuyorlardı:
ya lı mı ya lı, neredeyse yüz ba ında,
topal, kırılıverecekmi -bana cansızmı gibi görünen bir rahip. Ba rahip, bize,
onun
çömezli ini
bu
manastırda
geçirdi ini, hep burada ya adı ını ve
manastırda en az seksen yıl boyunca
olup bitenleri anımsadı ını söyledi.
Ba rahip bunları bize en ba ında fısıltıyla
söyledi; çünkü daha sonra, tarikatımızın
töresine uyarak, okumayı sessizlik içinde
izledi. Ama söyledi im gibi, Ba rahip’in
sofrasına bazı ayrıcalıklar tanınıyordu;
biz sunulan yemekleri överken, Ba rahip
de zeytinya ıyla
arabının kalitesini
övüyordu. Gerçekten, bir kez bize arap
koyarken, Kural’ın bir yerinde, kutsal
Kurucu’nun, ku kusuz rahiplerin arap
içmelerinin do ru olmadı ını, ancak
günümüzde rahiplerin, arap içmemeye
ikna edilemeyeceklerine göre, hiç olmazsa
doyasıya içmemeleri gerekti ini, çünkü
arabın Eski Ahit’in belirtti i gibi, en
akıllıları bile inançlarından caymaya
itebilece ini anımsattı. Ermi Benedict,
“bizim zamanımızda” derken,
daha
imdiden çok uzaklarda kalan kendi
zamanından söz ediyordu, törelerin
böylesine
yozla masından
sonra,
manastırda ak am yeme i yedi imiz
zaman dü ünün bir de; (ben, imdi içinde
yazmakta oldu um kendi zamanımdan
söz etmiyorum; yalnızca, burada, Melk’te,
rahiplerin
biraya
daha
dü kün
olduklarını
söylemekle
yetinece im)
kısaca, a ırılı a kaçmaksızın, ama tadına
vararak içtik.
i te pi irilmi , yeni kesilmi domuz
eti yedik; öteki yemeklerde hayvansal
ya lar ya da kolza ya ı de il, da ın denize
bakan ete inde manastırın sahip oldu u
topraklardan elde edilen saf zeytinya ı
kullandıklarının
ayrımına
vardım.
Ba rahip, mutfakta hazırlanırken görmü
oldu um (onun sofrasına özgü) tavuktan
da tattırdı bize. Biçimi bana üstadımın
göz camlarının çatalını anımsatan, az
rastlanır,
madenden
bir
çatal
kullandı ını farkettim. Soylu bir aileden
gelen
Ba rahip
ellerini
yiyeceklerle
kirletmek istemiyordu; hiç olmazsa
büyük tabaktan çanaklarımıza et almak
için gerecini bize de sundu. Ben
reddettim, ama William’ın, belki de
Ba rahip’e bütün Fransiskenler’in az
e itilmi
ve
alçakgönüllü ailelerden
gelmediklerini kanıtlamak için, aracı
sevinerek kabul etti ini ve soylulara özgü
gereci büyük bir rahatlıkla kullandı ını
gördüm.
Bütün bu güzel yiyeceklere (ne
bulabildiysek onu yedi imiz birkaç günlük
geziden sonra) duydu um istekten ötürü,
sürmekte
olan
okumaya
dikkatimi
veremedim;
Jorge’nin
onaylama
homurtusuyla toparlandım; Kural’ın her
zaman okunan bölümüne gelindi inin
ayırdına
vardım.
Ö leden
sonra
söylediklerini
dinleyince
Jorge’nin
böylesine ho nut olmasının nedenini
anladım. Okuyucu, gerçekten de öyle
diyordu:
“Peygamberimizden
örnek
alalım; o diyor ki, karar verdim dilimle
günah
i lememek
için
yolumdan
ayrılmayaca ım, a zıma gem vurdum,
dilsiz oldum, kendimi alçaktım, dürüst
eylerden söz etmekten bile kaçındım.
E er peygamberimiz bu bölümde bize,
suskunluk sevgisiyle bazan caiz olan
eylerden söz etmekten bile kaçınmamız
gerekti ini ö retiyorsa, bu günahın
cezasından kaçınmak için caiz olmayan
eylerden konu maktan çok daha fazla
sakınmalıyız!” Sonra sürdürdü: “Ama biz,
baya ılıkları, saçmalıkları ve akaları,
nerede olursa olsun, sonsuza dek
mahkûm ederiz ve çömezimizin bu tür
konu malar için a zını açmasına izin
vermeyiz.”
“Bu, bugün sözü edilen kenar
süsleri için de geçerlidir,” demekten
kendini alamadı Jorge, alçak sesle.
“Giovanni
Boccadero,
sa’nın
hiç
gülmedi ini söyler.”
“ nsanın do asında olan hiçbir eyi
yasaklamıyordu o,” dedi William, “çünkü
gülmek, tanrıbilimcilerin ö rettikleri gibi,
insana özgüdür.”
“Forte potuit sed non legitur eo usus
91
fuisse ,” dedi sertçe Jorge, Petrus
Cantor’un sözlerini aktararak. “Manduca,
92
jam coctum est ,” diye fısıldadı William.
“Efendim?” diye sordu Jorge,
onun, kendisine sunulmakta olan bir
yemekten söz etti ini sanarak.
“Bunlar, Ambrose’a göre, Ermi
Lawrence’nin,
ızgaranın
üstünde,
cellatların
kendisini
çevirmelerini
isterken kullandı ı sözler, Prudentius da,
Peristephanon’da anımsatıyor bunu,”
dedi William bir ermi tavrıyla; “Ermi
Lawrence gülmeyi ve gülünç
eyler
söylemeyi
biliyordu;
dü manlarını
a a ılamak için de olsa.”
“Bu da gülmenin ölüme ve bedenin
çürümesine oldukça yakın oldu unu
gösteriyor,” diye kar ılık verdi Jorge,
homurdanarak. tiraf etmeliyim ki, iyi bir
mantıkçı gibi davrandı.
Bu noktada Ba rahip iyilikle bizi
sessizli e davet etti. Bu arada yemek
sona ermek üzereydi. Ba rahip aya a
kalktı ve William’ı rahiplere tanı tırdı.
Onun bilgeli ini övdü, ününü açıkladı ve
kendisinden, Adelmo’nun ölümüyle ilgili
soru turmayı yürütmesinin istendi ini
söyleyerek, rahipleri, onun yöneltece i
soruları yanıtlamaları ve manastırda
buyrukları altındaki herkese de aynı eyi
yapmalarını buyurmaları için uyardı.
Aynı zamanda, onun ara tırmalarını
kolayla tırmalarını söyledi; isteklerinin
manastırın
kurallarıyla
çeli memesi
ko uluyla, diye de ekledi. Böyle bir
durumda,
kendisine
ba vurmaları
gerekecekti.
Yemek bitince rahipler ak am
duası için koro yerine yöneldiler.
Kukuletalarını
yeniden
yüzlerine
indirdiler;
kapının
önünde
dimdik
dizildiler. Sonra uzun bir sıra halinde
gömütlü ü geçerek kuzey kapısından
koro yerine girdiler.
Biz Ba rahip’le birlikte gittik. “Bu
saatte Aedificium’un kapıları kapanır
mı?” diye sordu William.
“Hizmetçiler
mutfa ı
ve
yemekhaneyi
temizler
temizlemez
kütüphaneci kendi eliyle tüm kapıları
kilitler, içeriden sürgüler.”
“ çeriden mi? Peki, kendisi nasıl
dı arı çıkar?”
Ba rahip bir an William’a baktı;
yüzü ciddile ti: “Mutfakta yatmıyor
elbette,” dedi ters ters. Sonra da
adımlarını sıkla tırdı.
“ yi, iyi,” diye fısıldadı bana
William, “demek bir giri i daha var, ama
bizim
bunu
bilmememiz
gerekiyor.
Çıkardı ı sonuçtan ötürü gülümsedim;
beni azarladı: “Gülmesene. Gördün, bu
duvarlar arasında gülmek iyi bir ün
kazandırmıyor insana.”
Koro yerine girdik.
ki insan
boyunda, kocaman bir bronz üçayak
üstünde tek bir lamba yanıyordu.
Rahipler sessizce yerlerini aldılar; bu
sırada okuyucu, Ermi Gregor’un bir
vaazından bir bölüm okuyordu.
Sonra Ba rahip i aret verdi ve koro
yöneticisi, Tu autem Domine miserere
93
nobis’i
söyledi.
Ba rahip, Adjutorium
94
nostrum in nomine Domini
diye yanıtladı
95
ve tüm koro Qui fecit coelum et terram’ı
söylediler. Sonra ilahiler ba ladı: Sana
seslendi im zaman, bana haklılı ımdan
söz et, ey Tanrım; Efendimizi kutsayın,
Efendimizin tüm hizmetkârları. Biz
sıralara oturmamı tık; ba taraftaki nefe
çekilmi tik. Oradan ansızın, Malachi’nin
karanlıkta, yandaki apsisten çıktı ını
farkettik.
“Oraya bir göz at,” dedi William
bana, “belki de Aedificium’a bir geçit
vardır.”
“Gömütlü ün altından mı?”
“Niçin olmasın? Hem dü ünelim,
bir yerde bir kemik gömütlü ü olmalı;
yüzyıllardır tüm rahipleri bu bir avuç
toprak parçasına gömmü olamazlar.”
“Siz gerçekten gece kitaplı a mı
girmek istiyorsunuz?” diye
sordum
korkuyla.
“Ölmü
rahiplerin,
yılanların,
gizemli ı ıkların bulundu u yere girmek
mi, sevgili Adso? Hayır, o lum. Bugün
dü ünüyordum bunu, ama meraktan
de il, çünkü Adelmo’nun nasıl öldü ü
sorunu takılmı tı aklıma. imdi, sana
söyledi im gibi, daha mantıklı bir
açıklamaya varmak üzereyim; ne olursa
olsun buranın alı kanlıklarına saygı
göstermek istiyorum.”
“Öyleyse
neden
ö renmek
istiyorsunuz?”
“Çünkü bilim, yalnızca insanın
yapması gerekeni ya da yapabilece ini
bilmesinden
ibaret
de ildir;
yapabilece ini, ama belki de yapmaması
gerekenin bilinmesini de içerir. Bugün
cam ustasına, bir bilginin ortaya
çıkardı ı gizleri u ya da bu biçimde
ba kalarının
onları
kötüye
kullanmamaları
için
saklaması
gerekli ini, ama onları mutlaka ortaya
çıkarmak gerekti ini söylememin nedeni
buydu; bana öyle geliyor ki, bu kitaplık
da gizlerin örtülü kaldı ı bir yer.”
Bu sözleri söyledikten sonra
kiliseden dı arı çıktı; çünkü ayin sona
ermi ti,
ikimiz
de
çok
yorgun
oldu umuzdan
hücremize
çekildik.
William’ın aka olsun diye “gömüt” dedi i
yere girdim, girer girmez de uykuya
daldım.
K NC GÜN
GECEYARISI
Birkaç saatlik gizemsel bir mutluluk,
alabildi ine kanlı bir olayla kesiliyor.
Kimi zaman eytan’ın, kimi zaman
Dirilen sa’nın simgesi olan horozdan
daha güvenilmez de ildir hiçbir hayvan.
Tarikatımız, günı ı ında ötmeyen bazı
tembel horozlar görmü tür. Öte yandan
özellikle kı günleri geceyarısı duası,
gecenin koyu karanlı ında, tüm do a
uykudayken
yapılır;
çünkü
rahip
karanlıkta
kalkıp
gece
boyunca
gündo u unu
bekleyerek
ve
alacakaranlı ı
dindarlıkla
ısıtarak
yakarmak zorundadır. Bu nedenle töre,
yerinde olarak, uyandırıcıların geceyi,
karde leri gibi dö eklerine yatmayıp geçen
zamanı ölçmelerine izin verecek sayıda
mezmurları
uyumlu
bir
biçimde
söyleyerek geçirmelerini öngörür. Böylece
ötekilerin uyumalarına ayrılan saatler
dolunca, onlara uyanmaları için i aret
verirler.
O gece biz de yatakhanede ve
hacılar
konukevinde
çan
çalarak
dola anlarca uyandırıldık; içlerinden biri
hücre
hücre
dola ıp
Benedicamus
96
Domino , diye ba ırıyor, içerdekilerin
97
her biri Deo gratias
diye yanıtlıyordu
onu.
William’la ben Benedikten usulüne
uyduk: Yarım saatten az bir süre içinde
yeni günü kar ılamaya hazırlandık; sonra
rahiplerin yere uzanmı , ilk on be ilahiyi
söyleyerek
çömezlerin
üstatlarının
arkasından içeri girmelerini bekledikleri
koro yerine indik. Sonra herkes kendi
yerine olurdu ve koro Domine labia mea
aperies et os meum annuntiabit laudem
98
tuam’ı
söyledi. Sesleri bir çocu un
yakarı ı gibi kilisenin tonozlarına do ru
yükseldi. ki rahip kürsüye çıkıp doksan
99
dördüncü ilahi, Venite exultemus
için
ses verdi; bunu öteki ilahiler izledi.
Tazelenmi bir inanç duydum içimde.
Rahipler koro yerinin sıralarında
oturuyorlardı: bini leri ve kukuletalarıyla
bir örnekle mi
altmı
ki i, büyük
üçayaktan yayılan ı ıkla belli belirsiz
aydınlatılmı altmı gölge, En Yüce’nin
övgüsünde i itilen altmı
ses. Bu
dokunaklı uyumu, cennetin nazlarına
geçi i dinlerken, bu manastır gerçekten
saklanan gizler, bunları ortaya çıkarmak
için yasak giri imler, karanlık tehditlerle
dolu bir yer olabilir mi diye sordum kendi
kendime. Çünkü tam tersine
imdi
manastır bana ermi lerin barına ı,
erdem ortamı, ö renme aracı, bilgelik
takı, us kulesi, alçakgönüllülük beldesi,
güç kalesi, kutsallık buhurdanı gibi
görünüyordu.
Altı mezmurun ardından Kutsal
Betik’in okunması ba ladı. Birkaç rahip
uykudan
sallanıyordu;
gece
nöbetçilerinden
biri
uyuyakalanları
uyandırmak için küçük bir lambayla
bölmeler arasında dola ıyordu. Biri
uykuya yenik dü ecek olsa, ceza olarak
lambayı alıp denetim dola masını o
sürdürüyordu. Sonra altı ilahi daha
söylendi. Sonra da Ba rahip herkesi
kutsadı; o hafta ayini yöneten rahip
duayı okudu; herkes o gizemli tutku ve
alabildi ine yo un iç erinci saatlerini
ya amamı olan hiç kimsenin tadını
anlayamayaca ı, bir derin dü ünce anı
içinde suna a do ru e ildi. Sonunda,
kukuletalar gene yüze inik, herkes
100
oturdu ve a ırba lılıkla Te Deum’u
söyledi. Beni ku kularımdan kurtardı ı,
manastırdaki ilk günün içime doldurdu u
tedirginlik duygusundan arındırdı ı için
ben de Tanrı’ya ükrettim. Bizler çabuk
incinebilen varlıklarız, dedim kendi
kendime; bu bilgili ve kendilerini Tanrı’ya
adamı rahipler arasında bile; Mel’un,
küçük kıskançlıklar, ince dü manlık
tohumları saçabiliyor, ama herkes Tanrı
Baba’nın adında birle ip sa gökten
inerek
yeniden
aralarına
karı ır
karı maz, bunların tümü de güçlü inanç
rüzgârının da ıttı ı dumanlar gibi yok
olur gider.
Geceyarısı ayiniyle alacakaranlık
arasında, daha gün a armamı bile olsa,
Ba rahip hücresine dönmez. Çömezler
mezmurları incelemek üzere üstatlarının
ardından toplantı salonuna girdiler;
rahiplerin
birkaçı
kutsal
giysilerle
ilgilenmek için kilisede kaldı; ama
ço unluk,
sessizlik
içinde
derin
dü ünceye
dalmı ,
avluda
dola tı;
William’la ben de öyle yaptık. Gökyüzü
daha ı ımamı ken, alacakaranlık ayini
için
koro
yerine
döndü ümüzde
hizmetçiler uyanıyorlardı daha.
Mezmurların
söylenmesine
ba landı;
özellikle
pazartesi
için
öngörülmü olanların biri yeniden ilkel
korkulara saldı beni: “Kötüye günah
egemendir, yüre inin derinlerine i lemi gözlerinde Tanrı korkusu yok - hileyle
davranır yanında - öyle ki i renç olur
dili.” Kural’ın, o gün için böylesine
korkunç bir ö üt öngörmesi kötü bir
önbelirti gibi göründü bana. Övgü
mezmurlarının ardından Yeni Ahit’in son
bölümünün
alı ıldık
okunu u
da
tedirginlikle çarpan yüre imi yatı tırmadı;
bir gün önce yüre imi ve gözlerimi
öylesine büyüleyen kapının üstündeki
figürler aklıma geldi. Ama koronun yanıtı,
ilahi ve ayetin ardından, ncil-i erifin
okunmasına ba lanırken, koro yerinin
pencereleri
ardında,
suna ın
tam
üstünde, camları o zamana de in
alacakaranlı ın yuttu u çe itli renkleriyle
ısıtmaya ba layan soluk bir aydınlı ın
ayrımına vardım. Tansökümü duası
sırasında, tam Deus qui est sanctorum
101
splendor mirabilis
ve Iam lucis orto
102
sidere’yi
söyleyece imiz
sırada
karanlı ı bastıracak olan tan daha
sökmemi ti. Kı
afa ının ilk soluk
mu tusuydu bu; ama imdi nefin içinde
gece karanlı ının yerini almakta olan belli
belirsiz alaca ı ık yüre imi yatı tırmaya
yetiyordu.
Kutsal
Betik’in
sözlerini
söylüyorduk
ve
tüm
insanları
aydınlatmak
için
gönderilmi
Söz’e
tanıklık ederken sabah yıldızı tüm
görkemiyle tapına a yayılıyormu gibi
geldi bana. Hâlâ görünmeyen ı ık,
ilahinin
sözcükleri
arasında
parıldıyormu
gibiydi;
tonozların
kemerleri arasında açan mis kokulu,
gizemli bir leylak gibi. “Bu anlatılmaz
sevinç anı için ükür sana Tanrım,” diye
yakardım sessizce; sonra, yüre ime,
“Korkacak ne var, aptal?” dedim.
Birden kuzey kapısı yönünden
çı lıklar
yükseldi.
e
ba lamaya
hazırlanmakta olan hizmetçilerin, kutsal
törenin
düzenini
nasıl
böyle
bozabildiklerini sordum kendi kendime.
Tam o sırada, üç domuz çobanı içeri girip
korkulu yüzlerle Ba rahip’e yakla tılar,
bir ey fısıldadılar. Ba rahip önce töreni
aksatmak istemiyormu gibi elinin bir
devinimiyle yatı tırdı onları; ama ba ka
hizmetçiler de geldiler, çı lıklar daha
güçlü yükseldi: “Bir adam, ölmü bir
adam!” diyordu biri; ötekiler, “Bir rahip o,
sandaletlerini
görmedin
mi?”
diye
yanıtlıyordu.
Yakaranlar sustular; Ba rahip
kilerciye kendisini izlemesini i aret ederek
çabuk çabuk dı arı çıktı; William da
arkalarından gitti; daha imdiden öteki
rahipler de yerlerinden kalkarak çabuk
çabuk dı arı çıkıyorlardı.
Gökyüzü aydınlıktı imdi; yerdeki
kar ovayı daha da aydınlık kılıyordu. Koro
yerinin ardında, kümeslerin önünde, bir
gün önce gördü ümüz domuz kanıyla
dolu büyük küpte, kabın kenarından
hemen hemen haç biçiminde garip bir
cisim sarkıyordu: yere iki direk çakılmı
da ku ları korkutmak için üstlerine
paçavralar örtülecekmi gibi.
Bunlar insan bacaklarıydı; kanla
dolu küpün içine ba a a ı batırılmı bir
adamın bacakları.
Ba rahip cesedin (çünkü hiçbir
canlı
insan
bu
i renç
konumda
kalamazdı) tiksindirici sıvının içinden
çıkarılmasını buyurdu. Domuz çobanları
çekine çekine kabın «kıyısına yakla tılar;
üstlerine ba larına kan sıçratarak zavallı
kanlı
eyi dı arı çıkardılar.
Bana
söylediklerine göre, kaba bo altıldıktan
sonra gere ince karı tırılıp sonra da
so ukta
bırakıldı ından
kan
pıhtıla mamı tı; ama cesedi kaplayan
tabaka
imdi katıla maya ba lıyordu;
giysilere bula ıyor, yüzü tanınmaz hale
getiriyordu. Bir hizmetçi bir kova su
getirip zavallı cesedin yüzüne döktü. Bir
ba kası elinde bir bezle diz çöküp yüzü
temizledi. Gözlerimizin önünde, ö leden
sonra
Adelmo’nun
elyazmalarının
yanında
kendisiyle
konu tu umuz
Yunanca bilgini Salvamec’li Venantius’un
beyaz yüzü belirdi.
“Belki
de
Adelmo
kendini
öldürmü tür,” dedi William, gözlerini o
yüze dikerek, “ama ku kusuz bu öyle
de il; kazayla kabın kenarından sarkıp
yanlı lıkla içine dü mü olabilece i de
dü ünülemez.”
Ba rahip onun yanına yakla tı.
“William
Birader,
gördü ünüz
gibi
manastırda bir eyler oluyor; tüm bilginizi
gerektiren bir ey. Size yalvarırım, hemen
harekete geçin.”
“Ayin sırasında koroda mıydı?” diye
sordu
William,
parma ıyla
cesedi
göstererek.
“Hayır,” dedi Ba rahip. “Yerinin
bo oldu unu farketmi tim.”
“Ba ka olmayan var mıydı?”
“Sanmam.
Hiçbir
ey
farketmedim.”
William bundan sonra soruyu
biçimlendirmeden önce duraksadı; sonra
ba kalarının
i itmemesine
özen
göstererek fısıltıyla sordu: “Berengar
yerinde miydi?”
Ba rahip, üstadımın da, kendisinin
daha anla ılabilir nedenlerle duymu
oldu u ku kuyu duydu unu görmekle
a kınlı a
dü tü ünü
belirtircesine,
tedirgin bir hayranlıkla ona baktı. Sonra
çabuk çabuk, “Yerindeydi; birinci sırada
durur, benim hemen sa ımda,” dedi.
“Do al olarak,” dedi William,
“bütün bunlar hiçbir anlam ta ımaz. Hiç
kimsenin koro yerine gitmek için apsisin
arkasından
geçmi
olabilece ini
sanmıyorum; oysa ceset birkaç saatten
beri burada; kalmı olabilir; en azından
herkesin yatmasından bu yana.”
“Elbette, ilk hizmetçiler afakla
kalkarlar, bu nedenle de onu ancak imdi
buldular.”
William,
cesetlerle
u ra maya
alı ıkmı gibi cesedin üstüne e ildi. Yanda
duran bezi kovadaki suya batırıp
Venantius’un yüzünü iyice temizledi. Bu
arada öteki rahipler korku içinde çevrede
topla ıyor,
yaygaracı
bir
kuyruk
olu turuyorlardı;
Ba rahip,
onları
susturmaya çalı ıyordu. çlerinden biri,
manastırdakilerin
sa lık sorunlarıyla
görevli Severinus yakla tı; üstadıma
do ru e ildi. Ben ne konu tuklarını
i itmek ve suya batırılmı yeni bir beze
gereksinim duyan üstadıma yardım
etmek için, korkumu ve tiksintimi
yenerek yanlarına gittim.
“Hiç bo ulmu bir adam gördün
mü?” diye sordu William.
“Birçok kez,” dedi Severinus. “Ne
demek istedi ini anlıyorsam, yüzleri böyle
olmaz onların, i er.”
“Öyleyse, biri onu küpün içine
attı ı zaman adam zaten ölmü tü.”
“Bunu niçin yapmı olabilir?”
“Onu niçin mi öldürmü olabilir?
Çarpık bir zihnin ürünü olan bir i le kar ı
kar ıyayız. Ama imdi, cesette yara bere
olup olmadı ına bakmak gerek. Bence
onu hamama ta ısınlar, soyup yıkadıktan
sonra incelesinler. Ben hemen geliyorum
oraya.”
Severinus
Ba rahip’ten
izin
aldıktan sonra cesedi domuz çobanlarına
ta ıtırken, üstadım rahiplere geldikleri
yoldan
koro
yerine
dönmelerinin
söylenmesini, hizmetçilerin de aynı
ekilde
çekilmelerini,
alanın
bo
bırakılmasını istedi. Ba rahip nedenini
sormaksızın
iste ini
yerine
getirdi.
Böylece, cesedin çıkarılması için giri ilen
kanlı i lem sırasında çevresine kan
sıçramı
olan kabın yanında yalnız
kaldık. Çevredeki kıpkırmızı karlar, su
sıçramı
yerlerde eriyerek gölcükler
olu turmu tu; cesedin uzatılmı oldu u
yerdeyse kocaman kara bir leke vardı.
“Amma karı ık,” dedi William,
rahiplerle
hizmetçilerin
çevrede
bıraktıkları içiçe geçmi ayak izlerine
bakarak. “Kar öyle ola anüstü bir
par ömendir ki sevgili Adso, insanların
bedenleri onun üstünde çok açık seçik
okunabilen yazılar bırakırlar. Ama bu,
üstünde silinti olan, çok kötü kazınmı
bir par ömen; belki de üstünde hiç ilginç
bir ey okuyamayaca ız. Burasıyla kilise
arasında
rahipler
ko u turmu lar;
burasıyla ambar ve ahırlar arasındaysa
hizmetçiler topluca gidip gelmi ler. Ayak
de memi
tek
alan,
ahırlardan
Aedificium’a giden yol. Bakalım’ ilginç bir
ey bulabilir miyiz?”
“Peki
ama,
ne
bulmak
istiyorsunuz?” diye sordum.
“E er
kendini
küpün
içine
atmamı sa, biri onu oraya ta ımı olmalı;
ölü olarak sanırım. Birinin cesedini
ta ıyan bir kimse de karda derin izler
bırakır. Sen imdi bak bakalım, çevrede
par ömenimizi berbat eden u yaygaracı
rahiplerin
bıraktıklarından
de i ik
görünen izler var mı?”
Öyle yaptık. Hemen söyleyeyim ki,
Tanrı beni bo gururdan korusun, küpleAedificium arasında bir ey ke feden ben
oldum. Henüz hiç kimsenin geçmedi i bir
bölgede, bir insanın ayak izleriydi bunlar;
oldukça derin ve üstadımın hemen
ayrımına vardı ı gibi de, rahiplerle
hizmetçilerin ayak izlerinden daha hafifti;
üstlerine sonra kar ya dı ının, bu
nedenle de bu izlerin daha önce
bırakılmı oldu unun belirtisi. Ama bize
daha da ilginç görünen, bu ayak izlerinin
arasına daha sürekli ba ka bir izin
karı masıydı -ayak
izlerini bırakan
kimsenin sürükledi i bir eyin izi gibi.
Kısaca, küpten, Aedificium’un kuzey
kulesiyle do u kulesi arasındaki yüzünde
yer alan yemekhanenin kapısına dek
uzanan bir iz.
“Yemekhane,
yazı
salonu,
kitaplık,” dedi William. “Bir kez daha
kitaplık çıkıyor kar ımıza. Venanlius
Aedificium’da öldü, büyük bir olasılıkla da
kitaplıkta.”
“Peki ama niçin bir ba ka yerde
de il de kitaplıkta?”
“Kendimi katilin yerine koymaya
çalı ıyorum. Venantius yemekhanede,
mutfakta ya da yazı salonunda ölmü se,
öldürülmü se, niçin orada bırakılmadı?
Ama e er kitaplıkta ölmü se, ister orada
hiçbir zaman ortaya çıkarılamayaca ı
için (belki de katil özellikle onun ortaya
çıkarılmasını istiyordu), ister katil belki
de
dikkatlerin
kitaplık
üstünde
toplanmasını istemedi i için, onu ba ka
bir yere ta ıması gerekiyordu.”
“Peki, katil cesedin bulunmasını
niçin istemi olabilir?”
“Bilmiyorum, varsayım yapıyorum.
Katilin Venantius’u ondan nefret etti i
için öldürdü ünü kim söylüyor? Belki de
bir ba kasının yerine onu, bir i aret
bırakmak, bir ba ka ey anlatmak için
öldürmü tür.”
“Omnis mundi creatura, quasi liber
103
et scriptura
...” diye mırıldandım. “Peki,
bu i aret ne olabilir?”
“Benim bilmedi im de bu. Ama
unutmayalım, bazı i aretler vardır ki,
görünü te i arete benzeseler de hiç
anlamları yoktur; blitiri ya da bu-ba-baf
gibi...”
“Bir insanı sırf bu-ba-baf demek
için öldürmek korkunç bir ey olurdu!”
“Bir
insanı, Credo in unum
104
Deum
demek için öldürmek de
korkunç bir ey olurdu...” dedi William.
Tam o anda Severinus yanımıza
geldi.
Ceset
yıkanmı
ve
özenle
incelenmi ti. Ba ta hiçbir yara bere
yoktu, sanki büyüyle öldürülmü gibi.
“Tanrısal bir ceza gibi mi?”
“Belki,” dedi Severinus.
“Ya da zehir?”
Severinus duraksadı. “Belki de.”
Hastaneye
yakla ırken,
“Laboratuvarda hiç zehir var mı?” diye
sordu William.
“Zehir de var. Ama, zehirden ne
kastetti ine ba lı. Öyle maddeler vardır
ki, az miktarda alınırsa hastayı iyile tirir,
a ırı miktarıysa ölüme yol açar. Her iyi
bitki uzmanı gibi onları saklarım ve
sakınımlı kullanırım. Örne in bahçemde
kediotu yeti tiriyorum. Ba ka otlara
karı tırılacak birkaç damla kediotu
düzensiz atan kalbi yatı tırır. A ırı
miktarda kullanılırsa uyu ukluk ve ölüme
yol açar.”
“Peki, cesedin üstünde özel bir
zehirin izlerine rastlamadın mı?”
“Hayır, hiç. Ama birçok zehir iz
bırakmaz.”
Hastaneye
varmı tık.
Venantius’un cesedi hamamda yıkanmı ,
buraya
ta ınmı ,
Severinus’un
laboratuvarındaki
büyük
masanın
üstüne uzatılmı tı; imbikler, camdan ve
topraktan yapılmı araçlar (ama bunları
yalnızca adlarından biliyordum), bir
simyacı dükkânını dü ündürdü bana.
Kapının yanında, duvara dayalı uzun
rafların üstüne de i ik renkte maddelerle
dolu kocaman bir dizi i e, testi, kavanoz
sıralanmı tı.
“Güzel bir ot koleksiyonu,” dedi
William. “Hepsi de bahçenin ürünü mü?”
“Hayır,”
dedi
Severinus,
“az
bulunur ve bu bölgede yeti meyen birçok
bitki, yıllar boyunca dünyanın dört bir
yanından gelen rahiplerce getirildi bana.
Bu bölgede yeti en bitkilerden kolayca
elde edilen maddelerden ba ka, de erli ve
bulunmaz
eylerim de var. Bak...
agalingo pesto, Çin’den geldi; onu bir
Arap
bilginden
aldım.
Öda acı
Hindistan’dan geliyor; yaraların kabuk
ba lamasında birebirdir. Canlı ariento
ölüleri diriltir, daha do rusu bayılanları
uyandırır. Sıçanotu çok tehlikelidir,
yutanı
öldürür.
Hodan
ci erleri
iyile tirmeye
yarar.
Bettonica
kafa
çatlaklarına iyidir. Sakıza acı akci er
akıntılarını
ve
nezleyi
dindirir.
Mürrüsafi...”
“Büyücülerin kullandıkları mı?”
“Büyücülerin kullandıkları, ama
burada dü ükleri önlemekte kullanılıyor.
Balsamodendron
mirra
denilen
bir
a açtan elde edilir, mucize gibi birçok
ilacın
hazırlanmasında
kullanılır.
Mandragola officialis uykusuzlu a iyi
gelir...”
“Tensel iste i dindirmeye de,” dedi
üstadım.
“Öyle söylüyorlar, ama tahmin
edebilece iniz gibi burada bu anlamda
kullanılmıyor,” diye gülümsedi Severinus.
“ una bakın,” dedi bir i e alarak, “çinko
oksit, gözlere son derece iyi gelir.”
“Ya bu nedir?” diye sordu William
keyifle, bir rafın üstünde duran bir ta a
dokunarak.
“O mu? Çok eskiden arma an
etmi lerdi
bana.
Lopris
amatiti
sanıyorum, ya da lapis ematitis. Çe itli
iyile tirici özellikleri olsa gerek, ama
henüz bilmiyorum. Sen biliyor musun?”
“Evet,” dedi William, “ama ilaç
olarak de il.” Tuni inden küçük bir bıçak
çıkarıp yava
yava
ta a yakla tırdı.
Elinin ola anüstü incelikle hareket
ettirdi i bıçak ta a yakla ınca, a zı, sanki
William bile ini kaldırmı gibi ani bir
devinim yaptı; oysa hiç kımıldatmıyordu
bile ini. Sonra bıça ın a zı belli belirsiz
metalik bir ses çıkararak ta a yapı tı.
“Görüyorsun, de il mi?” dedi
William bana. “Bir mıknatıs bu.”
“Neye yarar peki?” diye sordum.
“Çe itli eylere. Sonra anlatırım
sana.
imdilik
bilmek
istedi im
Severinus, burada insan öldürmeye
yarayacak bir ey olup olmadı ı.”
Severinus bir an dü ündü, hatta
verdi i yanıtın açık seçikli ine bakılırsa,
gere inden çok dü ündü:
“Birçok ey. Söylemi tim, zehirle
ilaç arasındaki sınır oldukça incedir;
Yunanlılar
ikisine
de pharmacon
derlerdi.”
“Peki, son zamanlarda gizlice
alınan hiçbir ey olmadı mı?”
Severinus gene dü ündü, sonra
neredeyse sözcükleri tartar gibi konu tu:
“Son zamanlarda gizlice alınan hiçbir ey
olmadı.”
“Peki, daha önce?”
“Kimbilir. Anımsamıyorum. Otuz
yıldır bu manastırdayım, yirmi be yıldır
da hastanede.”
“ nsan belle i için çok uzun bir
süre,” diye kabul etti William. Sonra
birden,
“Dün
insana
görüntüler
gördürebilen bitkilerden söz ediyorduk.
Hangileri bunlar?” diye sordu.
Severinus hem davranı larıyla,
hem de yüz anlatımıyla, bu konudan
kaçınmak için güçlü bir istek duydu unu
belirtti:
“Dü ünmem
gerek;
biliyor
musun, burada öyle çok mucize madde
var ki. Ama biz Venantius’tan söz edelim.
Sen ne diyorsun buna?”
“Dü ünmem gerek,” diye yanıtladı
William.
KINCI GÜN
TANSÖKÜMÜ
Upsala’lı Benno bazı gizler açıklıyor
Arundel’li Berengar da. Adso ise gerçek
tövbenin ne oldu unu ö reniyor.
Üzücü olay, toplulu un ya amını
altüst etmi ti. Cesedin bulunmasının
yarattı ı
karga a
ayini
aksatmı tı.
Ba rahip, rahipleri hemen karde lerinin
ruhu için dua etmek üzere koroya geri
göndermi ti.
Rahiplerin sesleri kırıktı. Biz,
ayinler kitabına göre kukuletaların inik
olmadı ı sırada onların yüz anlatımlarını
inceleyebilece imiz bir yerde durduk.
Hemen Berengar’ın yüzünü gördük.
Solgun, kasılmı , terden parlamı . Önceki
gün, onun Adelmo’yla özel bir ili kisi
oldu una ili kin fısıltılar i itmi tik; önemli
olan, birbirleriyle ya ıt iki ki inin dostlu u
de il, bu dostlu u anı tıran ki ilerin
kaçamaklı ses tonlarıydı.
Onun
yanında,
Malachi’yi
ayırdettik. Yüzü kapalı, çatıkka lı, yüz
anlatımı anla ılmaz. Malachi’nin yanında,
kör Jorge’nin aynı ölçüde anla ılmaz
yüzü. Öte yandan, önceki gün yazı
salonunda tanıdı ımız retorik ö rencisi
Upsala’lı
Benno’nun
sinirli
davranı larının ayrımına vardık; onu
Malachi’den yana çabucak bir göz
atarken
yakaladık.
“Benno
sinirli,
Berengar korkmu ,” dedi William. “Onları
hemen sorguya çekmeli.”
“Niçin?” diye sordum saf saf.
“Bizimki çetin bir meslek,” dedi
William. “Sorguculuk mesle i çetin bir
meslek; en güçsüzlere vurmak zorunda,
hem de en güçsüz anlarında.”
Gerçekten de ayin biter bitmez
kitaplı a do ru yönelmekte olan Benno’ya
yeti tik. William’ın kendisini ça ırdı ını
i itince tedirgin göründü, yapılacak i i
oldu u konusunda belirsiz bir özür
geveledi. Yazı salonuna çabucak gitmek
zorundaymı
gibi görünüyordu. Ama
üstadım ona Ba rahip’in buyru uyla bir
soru turma
yapmakta
oldu unu
anımsattı ve onu avluya do ru yöneltti.
Korkuluk duvarının iç kısmının üstüne,
iki sütun arasına oturduk. Benno, ara
ara Aedificium’a do ru bakarak, söze
William’ın ba lamasını bekliyordu.
“Evet,” diye sordu William, “o gün,
Berengar,
Venantius,
Malachi
ve
Jorge’yle, Adelmo’nun kenar süsleri
hakkında konu ulurken ne söylendi?”
“Dün siz de i ittiniz bunu. Jorge,
gerçe i içinde barındıran kitapları gülünç
resimlerle süslemenin caiz olmadı ını
söylüyordu. Venantius ise, Aristo’nun
kendisinin
esprilerden
ve
sözcük
oyunlarından, gerçe i daha iyi ortaya
koyma araçları olarak söz etti ini, bu
nedenle de gülmenin gerçe in bir aracı
olabilirse
kötü
bir
ey
olmaması
gerekti ini öne sürdü. Jorge, anımsadı ı
kadarıyla, Aristo’nun bunlardan Poetica
adlı kitabında ve benzetimlerle ilgili
olarak söz etti ini söyledi. Burada
tedirgin edici iki ey söz konusuydu;
çünkü önce, belki de bir takdiri ilahiyle,
öylesine uzun zaman Hıristiyanlarca
bilinmeyen Poetica kitabı bize imansız
Araplar aracılı ıyla ula mı tı...”
“Ama Aquinas’lı melek bilginin bir
arkada ı tarafından Latince’ye çevrildi,”
dedi William.
“Bunu ben de söyledim ona,” diye
yanıtladı Benno, birden canlanarak.
“Yunanca’yı pek iyi okuyamam. Bunun
için, bu büyük kitabı ancak Moerbeke’li
William’ın Çevirisinden inceleyebildim.
te bunu söyledim ona. Ama Jorge, ikinci
tedirginlik
konusunun,
kitapta
105
Stagira’lının
iirden
söz
etmesi
oldu unu
söyledi;
iirinse infima
106
doctrina
ve
uydurmalarla
var
oldu unu ekledi. Venantius, ilahilerin de
iir
olduklarını
ve
benzetimlerden
yararlandıklarını söyledi; bunun üzerine
Jorge öfkelendi; çünkü ilahilerin kutsal
esin yapıtları olduklarını ve benzetimlere
gerçe i iletmek için ba vurduklarını, oysa
putatapan airlerin benzetimleri yanlı
eyleri ve salt zevk amacıyla yaymak için
kullandıklarını söyledi; bu söz beni çok
incitti...”
“Niçin?”
“Çünkü ben retorikle u ra ırım ve
Hıristiyan olmayan birçok airi okurum;
onların sözcükleri aracılı ıyla naturaliter
107
cristiane
gerçeklerin de iletilebilece ini
biliyorum...
daha
do rusu
buna
inanıyorum... Özetle, o noktada, e er
do ru anımsıyorsam, Venantius ba ka
kitaplardan söz etti, Jorge de çok
öfkelendi.”
“Hangi kitaplardan?”
Benno
duraksadı:
“Anımsamıyorum. Hangi kitaplardan söz
edilmi olmasının ne önemi var?”
“Çok önemi var, çünkü biz burada,
kitaplar arasında, kitaplarla birlikte,
kitaplara göre ya ayan insanlar arasında
ne oldu unu anlamaya çalı ıyoruz; bu
nedenle
onların
kitaplar
üstüne
söylendikleri sözler de önemlidir.”
“Do ru,” dedi Benno, ilk kez
gülümsedi, yüzü neredeyse aydınlandı.
“Bizler kitaplar için ya ıyoruz. Karga a ve
yozla manın egemen oldu u bir dünyada
ho bir görev bu. Belki de o zaman o gün
ne oldu unu anlarsınız. Venantius -ki
Yunanca’yı
çok
iyi
bilir...
bilirdiAristo’nun, Poetica’nın ikinci kitabını
özellikle gülmeye ayırdı ını ve böylesine
büyük bir filozof bütün bir kitabı gülmeye
ayırmı sa, gülmenin önemli bir
ey
oldu unu söyledi. Jorge de birçok yazarın
birçok
kitabı
günaha
ayırdıklarını,
günahın da önemli bir ey, ama kötü bir
ey oldu unu söyledi; bunun üzerine
Venantius,
bildi ince
Aristo’nun
gülmekten iyi bir ey, gerçe in bir aracı
diye söz etmi oldu unu söyledi; o zaman
Jorge ona, rastlantı sonucu Aristo’nun o
kitabını okuyup okumadı ını sordu
küçümseyerek; Venantius da o kitabı
henüz
hiç
kimsenin
okumu
olamayaca ını,
çünkü
kitabın
bulunmadı ını, belki de yitip gitti ini
söyledi.
Gerçekten
de
hiç
kimse
Poetica’nın
ikinci
kitabını
okumu
olamazdı; Moerbeke’li William onu elde
edememi ti. O zaman Jorge, onu elde
edemedi ine göre, bunun nedeninin
kitabın hiç yazılmamı olması oldu unu,
çünkü yüce Tanrı’nın bo
eylerin
yüceltilmesini istemedi ini söyledi. Ben
onların içini yatı tırmak istiyordum;
çünkü Jorge çabuk öfkeye kapılırdı;
Venantius ise onu kı kırtacak bir biçimde
konu uyordu;
Poetica’nın
bildi imiz
bölümünde
ve
Retorica’da
zekice
bilmecelerle
ilgili
birçok
gözleme
rastlandı ım söyledim; Venantius da
benimle aynı görü teydi. Yanımızda,
Hıristiyan olmayan airleri oldukça iyi
bilen Tivoli’li Pacifico da vardı; sıra zekice
bilmecelere
gelirse,
hiç
kimsenin
Afrikalıları geçemeyece ini söyledi o da.
Hatta Sinfosius’un balık bilmecesini de
söyledi:
Est domus in terris, clara quae
voce resultat.
Ipsa domus resonat, tacitus sed
non sonat hospes.
Ambo tamen currunt, hospes simul
108
et domus una.
“Bu
noktada
Jorge,
sa’nın,
konu mamızın evet ve hayırdan ibaret
olmasını ö ütledi ini, çünkü bundan
ço unun Mel’un’un i i oldu unu; balı ı
anlatmak için, kavramı yalancı seslerin
ardına gizlemeksizin balık demenin yeterli
oldu unu söyledi. Afrikalıları örnek
almanın ona akıllıca görünmedi ini de
ekledi... O zaman...”
“O zaman?”
“O zaman anlamadı ım bir ey
oldu. Berengar gülmeye koyuldu; Jorge
onu azarladı; o da Afrikalılar arasında iyi
ara tırılırsa
daha
birçok
ba ka
bilmecenin bulunaca ını, hem bunların
balık bilmecesi kadar kolay olmadı ı
aklına geldi i için güldü ünü söyledi.
Malachi, o da oradaydı, öfkeden deliye
döndü, onu kukuletasından yakalayıp
i ine gönderdi... Biliyorsunuz Berengar
onun yardımcısıdır...”
“Peki sonra?”
“Sonra Jorge oradan uzakla arak
tartı maya son verdi. Hepimiz i imizin
ba ına döndük; ama ben çalı ırken
baktım, önce Venantius, sonra da
Adelmo, Berengar’ın yanına yakla ıp bir
ey sordular. Uzaktan onun, onları
ba tan savdı ını gördüm; ama o gün ikisi
de gene yanına gittiler. Sonra o ak am
Berengar’la Adelmo’nun yemekhaneye
gitmeden önce avluda ba ba a verip
konu tuklarını gördüm.
te, bütün
bildi im bu.”
“Öyleyse, kısa bir süre önce
esrarengiz bir biçimde öldürülen iki
ki inin Berengar’a bir
ey sormu
olduklarını biliyorsun,” dedi William.
Benno, tedirgin, yanıtladı: “Böyle
bir ey söylemedim! Ben o gün olanları
anlattım;
sordu unuz için...” Biraz
dü ündü, sonra çabuk çabuk ekledi:
“Ama fikrimi sorarsanız, Berengar onlara
kitaplıktaki bir eyden söz etti; asıl orada
ara tırma yapmalısınız.”
“Niçin kitaplı ı dü ünüyorsun?
Berengar,
Afrikalılar
arasında,
ara tırılacak olursa sözleriyle ne demek
istiyordu? Afrikalı
airleri daha çok
okumak gerekti ini söylemek istemiyor
muydu?”
“Belki de; öyle görünüyordu, ama o
zaman Malachi niçin öfkelenmi olsun?
Önünde sonunda, okumak için Afrikalı
airlerin
bir
kitabını ödünç
verip
vermeme konusunda karar verecek olan
kendisi. Bildi im bir ey varsa o da u:
Kitap
katalogunun
yapraklarını
karı tıran biri, yalnızca kütüphanecinin
bildi i i aretler arasında, sık sık ‘Afrika’
diye bir i aret görür; hatta ben, ‘finis
109
Africae’
diye bir i arete bile rastladım.
Bir kez bu i areti ta ıyan bir kitap
istedim,
hangisi
oldu unu
anımsamıyorum, ba lı ı ilgimi çekmi ti;
Malachi bana,
bu
i areti ta ıyan
kitapların
kaybolduklarını
söyledi.
Bildi im bu kadar. Bu nedenle size
diyorum
ki:
Haklısınız,
Berengar’ı
gözetleyin,
kitaplı a
çıktı ı
zaman
gözleyin onu. Hiç belli olmuyor.”
“Hiç belli olmuyor,” diye yineledi
William, onu göndererek. Sonra benimle
birlikte
avluda
dola maya
koyuldu.
Berengar’ın bir kez daha rahipler
arasında dedikodu konusu oldu unu,
Benno’nun bizi kitaplı a yöneltme kaygısı
içinde göründü ünü söyledi. Belki orada,
kendisinin de bilmek istedi i
eyleri
ortaya çıkarmamızı istedi ini söyledim.
William belki de böyle oldu unu, ama bizi
kitaplı a do ru iterek, ba ka bir yerdeki
bir
eyden
uzakla tırmak
istemi
olabilece ini de söyledi. Neden, diye
sordum. William bilmedi ini söyledi; belki
mutfaktan, belki yatakhaneden, belki de
hastaneden dedi. Ben, bir gün önce
kitaplı ın onu, William’ı büyüledi ini
söyledim; o da ba kalarının ö ütledi i
eylerin de il, kendi ho una giden eylerin
büyüsüne kapılmak istedi i yanıtını
verdi.
Ama
kitaplı ın
gözaltında
bulundurulması gerekti ini, nasıl olursa
olsun
oraya
girebilmenin
yollarını
aramanın
hiç
de
fena
bir
fikir
olmayaca ını söyledi. Ko ullar
imdi
nezaket
ve
manastırın
töreleriyle
yasalarına saygı sınırları içinde, meraklı
olma yetkisini tanıyordu ona.
Avludan uzakla ıyorduk. Ayinin
ardından,
hizmetçilerle
çömezler
kiliseden çıkıyorlardı. Kilisenin batı
duvarı boyunca yürürken, Berengar’ın
yan kapıdan çıkıp mezarlı ın içinden
geçerek Aedificium’a yöneldi ini farkettik.
William ona seslendi, Berengar durdu;
yeti tik ona. Koroda onu gördü ümüzden
daha da allak bullaktı; William’ın
Benno’ya yaptı ı gibi, onun bu ruh
durumundan yararlanmaya karar verdi i
açıkça anla ılıyordu.
“Öyle görünüyor ki, Adelmo’yu en
son gören sensin,” dedi ona dönüp.
Berengar
bayılacakmı
gibi
sendeledi: “Ben mi?” diye sordu bitkin bir
sesle. William bu soruyu neredeyse
rastgele sormu tu; belki de Benno, onları
günbatımı duasından sonra avluda
ba ba a vermi konu urken gördü ünü
William’a söylemi oldu u için. Ama soru
hedefini bulmu olmalıydı; Berengar’ın bir
ba ka ve gerçek anlamda son bir
bulu mayı dü ündü ü açıktı; çünkü kırık
bir sesle konu maya ba ladı:
“Bunu
nasıl
söyleyebilirsiniz,
herkes gibi ben de onu yatmadan önce
gördüm!”
O zaman William, ona soluk
aldırmamanın çabaya de di ine karar
verdi: “Hayır, onu daha sonra da gördün
ve ba kalarının sanmalarını istedi inden
daha çok ey biliyorsun. Ama burada iki
ölüm söz konusu ve artık susamazsın.
Bir insanı konu turmanın birçok yolu
oldu unu çok iyi bilirsin!”
William
bana
birçok
kez,
sorgucuyken de, i kenceden her zaman
kaçındı ını söylemi ti, ama Berengar onu
yanlı
anladı (ya da William yanlı
anla ılmak istedi). Ne olursa olsun oyun
etkili oldu.
“Evet,
evet,”
dedi
Berengar,
gözya larına bo uldu: “Adelmo’yu o
ak am gördüm; ama gördü ümde çoktan
ölmü tü.”
“Nasıl?”
diye
sordu
William,
“Tepenin ete inde mi?”
“Hayır,
hayır,
onu
burada,
mezarlıkta gördüm; mezarlar arasında
dola ıyordu, hortlaklar arasında bir
hortlak
gibi.
Ona
rastladım
ve
kar ımdakinin canlı olmadı ını hemen
anladım: Yüzü ölü yüzü gibiydi; gözleri
daha imdiden sonsuz cezayı görüyordu.
Do al olarak, ancak ertesi gün, öldü ünü
ö renince anladım onun hortla ıyla
kar ıla mı oldu umu; ama o anda bile,
bir hayal görmekte oldu umun bilincine
vardım; kar ımda lanetlenmi bir ruh
vardı. Tanrım, benimle konu urken sesi
nasıl da mezardan geliyormu gibiydi.”
“Peki, ne dedi?”
“Ben lanetlendim!” Bana böyle
dedi. ‘Kar ında cehennemden gelen birini
görüyorsun; dönüp gidece im yer de
cehennem!’ Böyle dedi bana. Ba ırdım:
‘Adelmo, gerçekten cehennemden mi
geliyorsun? Cehennem azabı nasıl bir
ey?’ Bir yandan da titriyordum; çünkü
az önce ak am ayininde, Tanrı’nın
gazabına ili kin o korkunç sayfaların
okundu unu dinlemi tim. ‘Cehennem
azabı dilimizin söyleyebilece inden kat
kat büyük’ dedi bana. ‘Bugüne de in
büründü üm bu safsatalar pelerinini
görüyor musun? Paris’in en büyük
kulesini ya da dünyanın en yüksek da ını
sırtımda ta ıyormu um gibi a ır geliyor,
eziyor beni; onu hiç çıkaramayaca ım.
Bu ceza, bo
gururum yüzünden,
bedenimin bir zevk barına ı oldu una
inandı ım için, ba kalarından daha çok
ey bildi imi sandı ım için, imgelemimde
dola arak ruhumda çok daha canavarca
eyler yaratan canavarca eylerden zevk
aldı ım için tanrısal adalet tarafından
verildi bana - imdi sonsuza dek onlarla
birlikte
ya amak
zorundayım.
u
pelerinin
astarını görüyor
musun?
Ba tanba a köz ve ate sanki; bu ate
bedenimi yakıyor; bu ceza etin alçaltıcı
günahından ötürü verildi bana; etin
kötülü ünü tanıdım ve besledim ben;
imdi bu ate hiç durmadan yanıyor ve
beni yakıyor! Elini ver bana, güzel
üstadım,’ dedi bir kez daha, ‘ver ki
seninle bulu mamız yararlı bir ders olsun
sana; bana verdi in birçok derse kar ılık.
Elini ver bana, güzel üstadım!’ Ve alev
alev yanan elinin parma ını salladı; bir
ter damlacı ı dü tü elimin üstüne; elim
delinmi gibi geldi bana; günlerce geçmedi
izi, ama herkesten sakladım. Sonra,
mezarların arasında gözden silindi; ertesi
sabah, beni öylesine korkutmu olan o
gövdenin uçurumun dibinde çoktan
ölmü oldu unu ö rendim.”
Berengar soluk solu a kalmı tı,
a lıyordu. William ona sordu: “Peki, sana
niçin benim üstadım diyordu?” Aynı
ya taydınız. Ona bir ey mi ö retmi tin?”
Berengar
kukuletasını yüzüne
do ru çekerek ba ını salladı; diz çökerek
William’ın dizlerine kapandı: “Bilmiyorum,
beni niçin böyle ça ırdı ını bilmiyorum;
ona hiçbir ey ö retmedim ben!” Sonra
hıçkırıklara
bo uldu.
“Korkuyorum,
peder, size günah çıkartmak istiyorum;
acıyın bana, içimi bir ifrit kemiriyor!”
William onu itti; aya a kaldırmak
için elini uzattı. “Hayır Berengar,” dedi,
“günahını çıkarmamı isteme benden.
Dudaklarını açarak benimkileri sımsıkı
yummamı
isteme
benden.
Senden
ö renmek
istedi imi
ba ka
türlü
söyleyeceksin bana. E er söylemezsen,
ben kendim ortaya çıkaraca ım onu.
Dilersen
merhamet
dile
benden,
suskunluk dileme ama. Bu manastırda
gere inden çok insan susuyor. imdi
söyle bana, gecenin koyu karanlı ında
onun solgun yüzünü nasıl gördün
ya murlu, fırtınalı, karlı bir gecede elini
nasıl
yakabildi,
mezarlıkla
ne
yapıyordun? Hadi,” omuzlarından tutup
sertçe sarstı onu, “hiç olmazsa bunu
söyle bana!”
Berengar’ın her yanı titriyordu:
“Mezarlıkta ne yaptı ımı bilmiyorum,
anımsamıyorum.
Yüzünü
nasıl
gördü ümü bilmiyorum; belki de elimde
ı ık vardı... hayır, onun elinde ı ık vardı;
bir mum tutuyordu elinde, belki de alevin
ı ı ında gördüm yüzünü...”
“Ya mur ve kar ya ıyorsa elinde
nasıl ı ık olabilirdi?”
“Ak am
yeme inden
sonraydı,
hemen sonra, henüz kar ya mıyordu,
daha sonra ba ladı kar... Anımsıyorum,
ben yatakhaneye do ru ko arken ilk kar
tanecikleri
dü meye
ba lamı tı.
Yatakhaneye
do ru
ko uyordum,
hortla ın gitti i yönün tersine... Ba ka
hiçbir
ey bilmiyorum, lütfen, e er
günahımı çıkarmak istemiyorsanız, artık
sorguya çekmeyin beni.”
“Pekâlâ,” dedi William, “ imdi git;
koroya git, Efendimiz’le konu , insanlarla
konu mak istemedi ine göre; ya da git
günah çıkaracak bir rahip bul kendine:
çünkü
o
zamandan
beri
günah
çıkarmadınsa,
kutsal
eylere
bir
günahkâr gibi yakla mı olmalısın. Git.
Gene görü ürüz.”
Berengar ko arak gözden silindi.
William ellerini ovu turdu; bir eyden
ho nut kaldı ı zaman böyle yaptı ını
birçok kez görmü tüm.
“ yi,” dedi, “birçok
ey
imdi
açıklı a kavu uyor.”
“Açıklı a kavu mak mı, üstadım?”
diye sordum ona, “Adelmo’nun hortla ı
da i in içine karı tı imdi; nasıl açıklı a
kavu mu olabilir?”
“Sevgili Adso,” dedi William, “bu
hortlak pek de hortlak gibi görünmüyor
bana. Ne olursa olsun, daha önce
vaizlerin yararlandıkları bir kitapta
okudu um bir sayfayı yineliyordu. Bu
rahipler
belki de
gere inden
çok
okuyorlar; heyecanlandıkları zaman da
kitaplardaki
görüntüleri
yeniden
ya ıyorlar.
Adelmo’nun
bu
sözleri
gerçekleri
mi
söyledi ini,
yoksa
Berengar’ın bu sözleri i itme gereksinimi
duydu u
için
mi
onları
i itti ini
bilmiyorum. u bir gerçek ki, bu olay
benim bir dizi varsayımımı do ruluyor.
Örne in:
Adelmo
kendini
öldürdü;
Berengar’ın öyküsü, bize onun ölmeden
önce büyük bir tedirginlik ve yapmı
oldu u bir eylemden ötürü duydu u
pi manlıkla
kıvranarak
dola tı ını
anlatıyor.
ledi i
günahtan
ötürü
heyecanlı ve korkmu tu; çünkü birisi onu
korkutmu ,
Berengar’a
öylesine
dü görüsel ustalıkla anlattı ı cehennemi
görüntüler
öyküsünü
anlatmı tı.
Mezarlıktan geçiyordu, çünkü korodan
geliyordu; orada birisine bir giz vermi ti
(ya da itirafta bulunmu tu); o birisi de
içini korku ve pi manlıkla doldurmu tu.
Mezarlıktan, Berengar’ın bize anlattı ı
gibi,
yatakhanenin
ters
yönüne
do rulmu tu. Demek ki, Aedificium’a
do ru; ama aynı zamanda (olabilir ki)
ahırların arkasındaki dı duvara do ru
gidiyordu; buradan da kendini uçuruma
atmı olması gerekti i sonucuna vardım.
Kendini fırtına çıkmadan önce a a ı atlı,
duvarın dibine dü üp öldü ve ancak
sonradan toprak kayması ölüsünü kuzey
kulesinden do u kulesine sürükledi.”
“Peki, yakıcı ter damlası ne
oluyor?”
“Bu,
dinledi i
ve
yineledi i
öykünün bir parçası ya da Berengar’ın
telâ ve pi manlı ı arasında kurdu u bir
eydi. Çünkü Adelmo’nun pi manlı ının
bir antistrofu olarak Berengar’ın da bir
pi manlı ı var; sen de i ittin. E er Adelmo
korodan gelmi se, belki de elinde bir
mum vardı; arkada ının elindeki damla
da bir mum damlasından ba ka bir ey
de ildi. Ama Berengar onun yakı ını çok
daha derinden duydu, çünkü Adelmo’nun
ona üstadım diye seslendi i kesin. Bu da,
Adelmo’nun Berengar’a, ona,
imdi
kendisini ölesiye umutsuzlu a dü üren
bir ey ö retmi oldu u için serzeni te
bulundu unun belirtisi. Bunu Berengar
da biliyor. Ona yapmaması gereken bir
ey
yaptırarak
Adelmo’yu
ölüme
sürükledi i için acı çekiyor. Kütüphaneci
yardımcısı
hakkında
i ittiklerimizden
sonra, bunun ne oldu unu tasarlamak
zor de il.”
“ kisinin arasında ne oldu unu
anladı ımı sanıyorum,” dedim bilgimden
utanç duyarak, “ama hepimiz ba ı layıcı
bir Tanrı’ya inanmıyor muyuz? Adelmo
belki de günah çıkarmı tır diyorsunuz;
öyleyse, ilk günahından arınmak için
neden daha büyük ya da en azından e it
a ırlıkta bir günah i ledi?”
“Çünkü biri ona umutsuzca sözler
söyledi. Dedi im gibi, ça da bir vaiz,
birine
Adelmo’yu
korkutan
sözleri
esinlemi
olmalı; o da bu sözlerle
Berengar’ı korkutmu . Son yıllarda
vaizler halk arasında dine ba lılık,
yılgınlık (aynı zamanda tutku ve insansal
ve
tanrısal
yasalara
boyun
e i)
uyandırmak için hiçbir zaman olmadı ı
kadar korkunç, insanı allak bullak eden
ölümcül sözcükler kullanır oldular. Hiçbir
zaman
günümüzdeki
kadar,
110
Flagellanteler’in
ayinleri sırasında,
sa’nın ve Bakire Meryem’in acılarının
esinledi i
övgüler
i itilmedi;
basit
insanların inancını, cehennem azabını
ça rı tırmada günümüzde oldu u kadar
direnilmedi.”
“Belki de tövbe gereksinimi,”
dedim.
“Adso, günümüzdeki kadar tövbe
ça rısında bulunuldu unu i itmedim hiç;
ne vaizler, ne piskoposlar, ne de benim
Tinci karde lerim artık gerçek bir tövbe
esinleyecek durumda de il...”
“Ama üçüncü dönem, Melek Papa,
Perugia Ruhani Meclisi...” dedim a kın.
“Özlem bunlar. Büyük tövbe
dönemi sona erdi; tarikatın ruhani
meclisi bile bunun için söz edebiliyor
tövbeden. Yüz, iki yüz yıl önce, büyük bir
yenilenme kasırgası esti. ster ermi ,
ister sapkın olsun, kim bundan söz
ederse yakılıyordu. imdi herkes bundan
söz ediyor. Bir anlamda Papa bile
tartı ıyor bu konuyu. nsan soyunun
yenilenmesinden ruhani meclisler ve
saraylar söz ediyorsa e er, buna
inanma.”
“Ama
Fra
Dolcino,”
deme
yüreklili ini gösterdim, bir gün önce
birkaç kez i itti im bu ada ili kin olarak
daha çok ey ö renmek iste iyle.
“O öldü, hem de ya adı ı gibi kötü
bir biçimde; çünkü o da çok geç geldi.
Hem sen ne biliyorsun onun hakkında?”
“Hiçbir
ey,
onun
için
size
soruyorum...”
“Bundan
hiç
söz
etmemeyi
ye lerim. Sözde Havariler’in kimilerini
tanıdım ben; yakından gözledim onları.
Acıklı bir öyküdür bu. çine dokunur. En
azından benim içime dokundu; benim
yargı yürütme yeteneksizli im daha da
çok içine dokunur. Birçok ermi in
vazettiklerini uyguladı ı için, çılgınca
eyler yapan bir adamın öyküsüdür bu.
Bir an geldi ki, suçun kimde oldu unu
anlamaz oldum; sanki, sanki tövbe
etmeyi vazeden ermi lerle, bunu ço u
zaman ba kalarının zararına uygulayan
günahkârların olu turdukları iki kar ıt
cephe üzerinde esen bir akrabalık
rüzgârıyla sersemlemi tim... Ama ben
ba ka bir eyden söz ediyordum; belki de
hep aynı eyden; tövbe ça ı sona erince,
tövbekarlar için tövbe gereksinimi bir
ölüm gereksinimine dönü tü. Ölümü
ölümle ödeyerek, ölüm getiren gerçek
tövbekârlı ı yenilgiye u ratmak için
çılgına dönmü tövbekarları öldürenler,
ruhun
tövbesi
yerine
imgelemin
tövbesini,
do aüstü
acı
ve
kan
görüntülerini koydular; bu görüntülere
gerçek tövbenin ‘aynası’ adını verdiler.
Basit
insanların,
hatta
bazan
okumu ların
imgeleminde
cehennem
i kencelerini canlandıran bir ayna.
Böylece
-deniyorhiç
günah
i lenmeyecek. Korku aracılı ıyla ruhu
günahtan uzak tutup ba kaldırının
yerine korkuyu koymayı umuyorlar.”
“Gerçekten
de
artık
günah
i lemeyecekler
mi?”
diye
sordum
heyecanla.
“Günah i lemekten ne anladı ına
ba lı, Adso,” dedi üstadım. “Birkaç yıldır
ya amakta
oldu um
bu
ülkenin
insanlarına haksızlık etmek istemiyorum,
ama ermi diye ça ırsalar da, bir put
korkusuyla günah i lememek, talyan
halkının pek de erdemli olmayı ının tipik
bir belirtisi gibi görünüyor bana. sa’dan
çok Ermi Sebastiano’dan, ya da Ermi
Antonio’dan korkuyorlar. Bir yeri temiz
tutmak istedikleri zaman oraya kimse
i emesin diye bir tahta parçasının ucuyla
Ermi Antonio’nun bir resmini çizerler;
çünkü talyanlar köpekler gibi duvara
i erler; bu resim oraya i emek isteyenleri
kaçırır.
Böylece
talyanlar,
üstelik
vaizlerinin davranı larından ötürü, eski
bo inançlara dönme tehlikesiyle kar ı
kar ıyalar; bedenin dirilece ine artık
inanmıyorlar, yalnızca bedensel acılardan
ve a a ılanmalardan büyük bir korku
duyuyorlar; bu yüzden de sa’dan çok
Ermi Antonio’dan korkuyorlar.”
“Ama Berengar talyan de il ki,”
dedim.
“Bunun hiç önemi yok, ben
kilisenin ve vaizlerin tarikatlarının bu
yarımadaya yaydıkları, buradan da bu
manastır gibi bilgili rahiplerin bulundu u
saygıde er manastırlara bile ula an
havadan söz ediyorum.”
“Ama
hiç
olmazsa
günah
i lemeyecekler,” diye direndim; çünkü
yalnızca
bununla
bile
yetinmeye
hazırdım.
“Bu
manastır
bir speculum
111
mundi
olsaydı,
yanıtını
almı
olurdun.”
“Ama öyle de il mi?” diye sordum.
“Dünyanın aynası olabilmesi için,
dünyanın bir biçimi olması gerekir,” diye
ba ladı
sözünü,
benim
yeniyetme
kafamın alamayaca ı denli filozof olan
William.
KINCI GÜN
SABAH
Konuklar halktan ki iler arasında bir
kavgaya tanık oluyorlar. Alessandria’lı
Aymaro bazı eyler ima ediyor; Adso
ermi lik ve eytan’ın tersi üstüne
dü ünüyor. Sonra William’la Adso yazı
salonuna dönüyorlar; William, orada
ilginç bir ey görüyor; gülmenin
mübahlı ı üstüne üçüncü bir konu ma
yapıyor, ama sonunda istedi i yere
bakamıyor.
Yazı salonuna çıkmadan önce bir
eyler atı tırmak için mutfa a u radık;
çünkü kalktı ımızdan beri a zımıza hiçbir
ey koymamı tık. Bir çanak sıcak süt içer
içmez dirildim. Güney yönündeki büyük
ocak tıpkı bir demirci oca ı gibi gürül
gürül yanıyor, fırında günün ekme i
pi iyordu. ki çoban, yeni kesilmi bir
koyunu
yere
bırakıyorlardı.
A çılar
arasında Salvatore’yi gördüm; kurdu
andıran a zıyla bana gülümsedi. Bir
önceki geceden kalma bir tavuk artı ını
bir masadan alıp gizlice çobanlara
verdi ini, onların da ho nut ho nut
sırıtarak yiyecekleri, koyun derisinden
abalarının altına sakladıklarını gördüm.
Ama a çı bunu gördü, Salvatore’yi
azarladı: “Kilerci, kilerci,” dedi, “senin i in
manastırın mallarını yönetmek, onları
sa a sola da ıtmak de il!”
112
“Filii dei
, onlar,” dedi Salvatore,
“ sa, bu çocuklardan birine ne yaparsan,
benim için yapmı olursun!” dedi.
“Pis fraticello, osurukçu Minorit!”
diye ba ırdı a çı ona. “O dilenci rahip
karde lerinin arasında de ilsin artık!
Tanrı’nın çocuklarına yiyecek vermek
Ba rahip’in merhametine kalmı bir ey!”
Salvatore’nin yüzü karardı, öfkeyle
döndü: “Minorit fraticello’su de ilim ben!
Kutsal Benedikten rahibiyim! Merdre à
113
toy, bogomilo di merda!
“
“Bogomil, senin geceleri sapkın
kamı ınla düzdü ün orospudur!” diye
ba ırdı a çı.
Salvatore çobanları ite kaka dı arı
çıkardı; sonra yanımızdan geçerken
kaygıyla bize baktı: “Birader,” dedi
William’a, “benim de il, senin tarikatın o;
onu sen kendin koru; Francesco’nun
o ullarının sapkın olmadıklarını söyle
114
ona!” Sonra, kula ına, “ille menteur
,
tuh,” diye fısıldadı ve yere tükürdü.
A çı onu tartaklayarak dı arı itti,
kapıyı arkasından kapattı. “Birader,” dedi
William’a, saygıyla, “sizin tarikatınızın ve
onun
ermi
insanlarının
aleyhinde
konu muyordum
ben.
u
yalancı
Minorit’le konu uyordum; ne deve ne ku
olan.”
“Onun
nereden
geldi ini
biliyorum,” dedi William, uzla tırıcı. “Ama
imdi senin gibi bir rahip o da; karde
saygısı borçlusun ona.”
“Ama burnunu olur olmaz her eye
sokuyor; çünkü kilerci koruyor onu; o da
kendini kilerci sanıyor. Manastırı sanki
kendi malıymı gibi kullanıyor; gece
gündüz hep böyle bu!”
“Gece mi?” diye sordu William.
A çı, erdemli olmayan
eylerden söz
etmek istemiyormu gibi bir el devinimi
yaptı.
William
ona
ba ka
soru
sormaksızın sütünü içip bilirdi. Merakım
gittikçe
artıyordu.
Ubertino’yla
kar ıla ma, kilercinin geçmi ine ili kin
fısılda malar, Fraticelli’ye ve Minorit
sapkınlara o günlerde gittikçe daha sık
imada
bulunuldu unu
i itmem,
üstadımın bana fra Dolcino’dan söz etme
konusundaki isteksizli i... Kafamda bir
dizi imge yeniden biçimlenmeye ba ladı.
Örne in, yolculu umuz sırasında en az
iki kez, kendi kendini kırbaçlayan bir dizi
insana rastlamı tık. Bir kezinde yerli halk
onlara birer ermi gibi bakıyor, bir
kezinde de, onların sapkın olduklarına
ili kin fısıltılar dola maya ba lıyordu
kentin sokaklarında; iki er sıra olmu ,
yalnızca edep yerleri örtük, her türlü
utanç duygusunu bir yana bırakmı ,
kentin sokaklarından geçiyorlardı. Her
birinin elinde bir deri kırbaç, kanatıncaya
dek omuzlarını kırbaçlıyor, Kurtarıcı’nın
acısını gözleriyle görmü gibi bol bol
gözya ı
döküp
a ıtlar
söyleyerek
Efendimiz’in merhametini ve Meryem
Ana’nın yardımını diliyorlardı. Yalnız
gündüzleri de il, geceleri de kı ayazında,
mumlar ve bayraklar ta ıyan rahiplerin
ardında, yı ınlar halinde kilise kilise
dola ıyorlar,
sunakların
önünde
alçakgönüllülükle yere kapanıyorlardı;
hem yalnız halktan erkeklerle kadınlar
de il, soylu bayanlarla tüccarlar da...
Sonra
büyük
tövbe
davranı ları
görülüyordu; hırsızlık yapmı
olanlar
çaldıklarını geri veriyorlar, suç i lemi
olanlar suçlarını iti1 raf ediyorlardı...
Ama
William
onları
ilgisizce
seyrediyordu; bana bunun gerçek tövbe
olmadı ını söylemi ti. Az önce, daha bu
sabah söyledi i $ gibi, büyük tövbe
dönemi sona ermi ti; bunlar do rudan
do ruya vaizlerin kendilerinin, yı ınların
dine ba lılı ını örgütleme biçimleriydi;
gerçekten sapkın olan ve herkesi
korkutan bir ba ka tövbe iste ine
kapılmasınlar diye. Ama ben aradaki
farkı göremiyordum; e er gerçekten böyle
bir fark varsa. Bana öyle geliyordu ki,
fark
birinin
ya
da
ötekinin
davranı larından de il, kilesinin u ya da
bu
davranı ı
yargılarken
takındı ı
tavırdan kaynaklanıyordu.
Ubertino’yla
tartı mamızı
anımsıyordum. Hiç ku kusuz William
üstü kapalı bir biçimde ona kendi gizemli
(ve
ortodoks)
inancıyla
sapkınların
çarpıtılmı inançları arasında çok az bir
fark oldu unu anlatmaya çalı ıyordu.
Ubertino farkı çok iyi gören biri gibi
alınmı tı. Edindi im izlenim, onun farklı
oldu uydu; çünkü farkı görebilen oydu.
William bu ayrımı artık göremez oldu u
için sorguculuk görevinden ayrılmı tı. Bu
nedenle de, o gizemli fra Dolcino’dan
bana söz edemiyordu. Ama öyleyse
(diyordum kendi kendime), William’ın,
yalnızca bu farkı görme yetisi ba ı layan
Efendimiz’in yardımından yoksun kaldı ı
açıktı. Ubertino ve Montefalco’lu Chiara
(çevrelerini günahkârlar sarsa da),
ayırdetmeyi bildikleri için ermi olarak
kalmı lardı. Ermi lik budur, ba ka bir ey
de il.
Peki
ama,
William
niçin
ayırdetmeyi bilmiyordu? Üstelik öylesine
zeki
bir
adamdı;
do a
olayları
bakımından, nesneler arasındaki en
küçük bir ayrımı, en küçük bir benzerli i
ayırdetmeyi biliyordu.
Ben
bu
dü üncelere
dalmı ,
William da sütünü içip bitirirken, birinin
bizi selamladı ını i ittik. Az önce yazı
salonunda
tanıdı ımız
Alessandria’lı
Aymaro’ydu
bu;
tüm
insanların
budalalı ıyla uzla mayı hiçbir zaman
ba aramıyormu , bu kozmik trajediye
büyük bir önem de vermiyormu gibi
sürekli bir küçümseyi i yansıtan yüz
anlatımı dikkatimi çekmi ti. “Söyleyin
bakalım, William Birader, bu deliler evine
alı abildiniz mi bari?”
“Burası bana ermi lik ve bilgi
bakımından
de erli
insanların
bulundukları bir yer gibi görünüyor,” dedi
William, sakınımlı.
“Bir zamanlar öyleydi. Rahipler
rahipliklerini,
kütüphaneciler
kütüphaneciliklerini bildikleri sürece.
imdiyse, yukarıda gördünüz,” ba ıyla üst
katı i aret ediyordu, “ u gözleri bir körün
gözlerini andıran yarı ölü Alman, gözleri
ölü gözünü andıran o kör spanyol’un
saçmalarını sofuca dinliyor; sanki Deccal
her
sabah
çıkagelecekmi
gibi.
Par ömenleri kazıyorlar; ama çok az yeni
kitap
giriyor
içeri...
Biz
burada,
yukarıdayız,
oysa
a a ıda,
kentte
insanlar eylemdeler.. Bir zamanlar dünya
manastırlarımızdan yönetilirdi. Bugün
görüyorsunuz, imparator, dü manlarıyla
kar ıla sınlar diye postlarını buraya
göndermek için bizi kullanıyor (görevinize
ili kin bazı eyler biliyorum; rahipler
konu up duruyorlar, ba ka yapacak i leri
yok), ama imparator bu ülkede olup
bitenleri denetlemek isteyince kentte
kalıyor: Biz ekinleri kaldırmak ve kümes
hayvanları yeti tirmekle u ra ırken, onlar
ipekli
kuma ları
pamuklularla,
pamukluları
baharat
çuvallarıyla
de i toku ediyorlar, sonra da bunların
tümünü iyi parayla de i tiriyorlar. Biz
servetimizi koruyoruz, onlarsa servet
üstüne servet yı ıyorlar. Sonra kitapları.
Onlar da bizimkilerden daha güzel.”
“Dünyada ku kusuz yeni yeni
birçok ey oluyor. Ama niçin bunun
Ba rahip’in
suçu
oldu unu
dü ünüyorsunuz?”
“Çünkü kitaplı ı yabancıların eline
bıraktı; manastırı da kitaplı ı korumak
için dikilmi bir kale gibi yönetiyor.
talya’nın bu kıyısında, bir Benedikten
manastırı, talyanların kendi sorunlarını
kendilerinin çözdükleri bir yer olmalıdır.
Bugün artık bir papaları bile olmayan
talyanlar ne yapıyorlar? Alım satımla
u ra ıyorlar, üretiyorlar. talya kralından
bile daha varlıklılar. Öyleyse, biz de öyle
yapalım; madem güzel kitaplar yapmayı
biliyoruz,
üniversiteler
için
kitap
yapmalıyız ve vadide olup bitenlerle
ilgilenmeliyiz.
mparator’la
ilgilenelim
demiyorum, görevinize duydu um tüm
saygıya kar ı, William Birader; ama
Bologna’lıların
ve
Floransa’lıların
yaptıklarıyla
ilgilenmeliyiz.
Buradan,
talya’dan,
Provence’a
gidip
gelen
hacılarla tüccarların yolunu denetimimiz
altında tutabiliriz. Kitaplı ı günlük dilde
yazılan metinlere de açalım. O zaman
artık Latince yazmayanlar da buraya
geleceklerdir. Oysa kitaplı ı, Cluny’de
hâlâ iyi Odillone Ba rahip’mi
gibi
yöneten
bir
avuç
yabancının
denetimindeyiz...”
“Ama Ba rahip
talyan,” dedi
William.
“Ba rahip’in hiçbir önemi yoktur,”
dedi Aymaro, bıyık altından gülmeyi
sürdürerek, “kafa yerine bir kitap dolabı
ta ıyor ba ında. Kurtların kemirdi i bir
kitap dolabı. Papa’ya nispet olsun diye,
manastırın Fraticello’larla dolmasına izin
veriyor... sapkın olanları kastediyorum,
kutsal
tarikatınızdan
ayrılanları...
mparator’a yaranmak için de, kuzey
ülkelerindeki
tüm
manastırlardan
rahipler ça ırıyor buraya; sanki bizim iyi
kopyacılarımız, Yunanca ve Latince bilen
adamlarımız, Floransa’da ya da Pisa’da
varlıklı ve gönlü bol tüccar çocukları
yokmu
gibi; kendilerine babalarının
saygınlı ını ve gücünü artırma olana ı
verilse seve seve tarikata girecek olan.
Burada, yüzyılın olaylarına ho görü
gösterilmesi, yalnızca Almanlara izin
vermek söz konusu olunca... hey Tanrım,
dilim kopsun, hiç de uygun olmayan
eyler söyleyece im imdi!”
“Manastırda pek de ho olmayan
eyler mi oluyor?” diye sordu William,
dalgın, kendine biraz daha süt koyarak.
“Ne de olsa rahip de insandır,”
dedi Aymaro, üstüne basa basa. Sonra
ekledi:
“Ama
buradakiler
ba ka
yerlerdekilerden daha az insandır. Ama
unutmayın, bunu söylememi olayını.”
“Çok ilginç,” dedi William. “Bu
söyledikleriniz sizin görü leriniz mi, yoksa
sizin gibi dü ünen birçok kimsenin
görü leri mi?”
“Birçoklarının,
birçoklarının.
Zavallı Adelmo’nun göçmesine acınan
birçoklarının görü ü; ama uçuruma
kitaplıkta gere inden çok dola an ba ka
biri dü seydi, üzülmezlerdi.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Çok konu tum ben. Burada
hepimiz çok konu uyoruz, siz de farkına
varmı sınızdır. Bir bakıma, burada hiç
kimse suskunlu a saygı duymuyor artık.
Bir bakıma da gere inden çok saygı
duyuluyor. Konu mak ya da susmak
yerine eyleme geçmek gerek burada.
Tarikatımızın altın ça ında, bir rahip
Ba rahiplik niteli ine sahip de ilse, bir
kupa dolusu zehirli arap ardılına yer
açardı. Bilin ki, bunları size, ku kusuz
Ba rahip’in ya da öteki rahiplerin
dedikodusunu yapmak için anlatmadım,
William Birader. Tanrı korusun, dedikodu
yapmak gibi kötü bir huyum yoktur. Ama
Ba rahip benimle ya da Tivoli’li Pacifico
ya da Sant’Albano’lu Pietro gibi ba kaları
hakkında soru turma yapmanızı istemi
olsaydı hiç ho uma gitmezdi. Kitaplık
i lerinde hiç söz hakkımız yok bizim. Ama
birazcık daha söz hakkımız olsun
isterdik. Bu yılan yuvasını ortaya çıkarın;
siz ki bunca sapkını yakmı birisiniz.”
“Ben hiç kimseyi yakmadım,” diye
yanıtladı William, kuru bir sesle.
“Sözgelimi
söylüyordum,”
diye
kabul
etti
Aymaro
geni
bir
gülümsemeyle. “ yi bir av bu, William
Birader; ama geceleri dikkatli olun.”
“Niçin gündüzleri de il?”
“Çünkü
burada
gündüzleri
bedenler
yararlı
otlarla
iyile tirilir;
geceleriyse kafalar zehirli otlarla hasta
edilir.
Adelmo’nun
uçuruma
bir
ba kasının elleriyle itildi ine ya da
Venantius’u kanla
dolu küpe bir
ba kasının ellerinin attı ına inanmayınız.
Burada rahiplerin nereye gideceklerine,
ne yapacaklarına ve ne okuyacaklarına
kendi
ba larına
karar
vermelerini
islemeyen biri var. Meraklıların zihinlerini
allak bullak etmek için cehennemin
güçleri ya da cehennemin dostları olan
büyücülerin güçleri kullanılıyor...”
“Bitki uzmanı olan pederden mi
söz ediyorsunuz?”
“Sankt Wendel’li Severinus iyi bir
insandır. Do al olarak, o da Almandır,
Malachi
de...”
Ve
dedikodudan
ho lanmadı ını bir kez daha gösterdikten
sonra, Aymaro bizi selamlayıp çalı mak
için yukarı çıktı.
“Bize ne demek istemi olabilir?”
diye sordum.
“Birçok ey ya da hiçbir ey. Bir
manastırda
rahipler,
topluluklarının
yönetimini ele geçirmek için her zaman
birbirleriyle sava ım içindedirler. Melk’te
de böyledir; belki sen daha çömez
oldu un için farkına varmamı sındır.
Ama senin ülkende, bir manastırın
yönetimini ele geçirmek, mparator’la
do rudan do ruya ili ki kurabilecek bir
makamı ele geçirmek demektir. Oysa bu
ülkede durum de i iktir;
mparator,
Roma’ya dek indi i zaman bile uzaktadır.
Saray yoktur burada; imdi artık papalık
sarayı da yok.
Burada kentler vardır, sen de
göreceksin.”
“Elbette, buradaki kentler beni
a ırttı. talya’daki kentler bizim oradaki
kentlere benzemiyor... Kent yalnızca
ya anılan yer de il; bir karar yeri aynı
zamanda; herkes her an alanlarda;
belediye ba kanlarının mparator’dan ya
da Papa’dan daha çok sözü geçiyor.
Burada kentlerin her biri bir krallık
gibi...”
“Tüccarlar da krallar. Silahlarıysa
para. talya’da paranın, senin ya da
benim ülkemdekinden de i ik bir i levi
vardır. Her yerde para dola ıyor, ama
ba ka yerlerde ya amın büyük bir
bölümüne hâlâ mal de i imi egemen;
tavuk, bu day demetleri, bir orak ya da
araba;
para
yalnızca
bu
malları
sa lamaya
yarar.
Oysa
talyan
kentlerinde, sen de farkına varmı sındır,
mallar para sa lamaya yarar. Papazlar,
piskoposlar, hatta tarikatlar bile parayı
hesaba
katmak
zorundadırlar.
Bu
nedenle, do al olarak, erke kar ı
ba kaldırı, yoksullu a ça rı biçimine
bürünür. Erke kar ı ba kaldıranlar,
parayla ili ki kurmanın kendilerine
yadsındı ı kimselerdir; yoksullu a her
ça rı, büyük bir gerilim ve tartı ma
yaratır; tüm kent, piskopostan belediye
ba kanına dek, yoksullu u gere inden
çok ö ütleyen kimseleri ki isel dü manları
sayar. Nerede birisi eytan’ın dı kısının
kokusuna
tepki
gösterse,
orada
sorgucular eytan’ın kokusunu alırlar.
Aymaro’nun
ne
dü ündü ünü
de
anlayabilirsin
imdi. Tarikatın altın
ça ında
bir
Benedikten
manastırı,
çobanların
imanlılar
sürüsünü
yönettikleri bir yerdi. Aymaro gelene e
dönülmesini istiyor. De i en yalnızca
sürünün ya amı; manastır sürünün yeni
kılı ını benimser, kendisi de de i irse
gelene e (eski ününe ve gücüne) yeniden
kavu abilir. Bugün sürü silahla ya da
ayinlerin
görkemiyle
de il,
paraya
egemen olmakla yönetildi i için de,
Aymaro tüm manastırın yapısının, hatta
kitaplı ın bile bir i li e, bir para
fabrikasına dönü türülmesini istiyor.”
“Peki, bunun cinayetlerle ya da
cinayetle ne ilgisi var?”
“Henüz bilmiyorum. imdi yukarı
çıkmak istiyorum. Gel benimle.”
Rahipler çalı maya ba lamı lardı
bile. Yazı salonuna sessizlik egemendi;
ama tüm gönüllerin çalı ma erincinden
do an bir sessizlik de ildi bu. Bizden az
önce gelmi olan Berengar a kınlıkla
kar ıladı bizi. Öteki rahipler ba larını
kaldırıp baktılar. Bizim Venantius’la ilgili
bir
ey
ke fetmek
için
orada
bulundu umuzu biliyorlardı; bakı ların
yönü, manastırın ortasındaki sekizgene
açılan bir pencerenin altındaki bo bir
yere çekti dikkatimizi.
Havanın çok so uk olmasına
kar ın yazı salonu oldukça ılıktı. Yazı
salonunun, yeterli ısının geldi i mutfa ın
üstünde bulunması bir rastlantı de ildi;
özellikle de a a ıdaki iki fırının bacaları,
batı ve güney kulelerinin içindeki iki
sarmal merdiveni destekleyen sütunun
içinden geçti i için. Büyük salonun kar ı
yanındaki kuzey kulesine gelince; onun
içinde merdiven de il, yanmakta olan ve
ortalı a mutlu bir sıcaklık yayan büyük
bir ocak vardı. Bundan ba ka, yer ayak
seslerimizi
bo an
samanlarla
kaplanmı tı. Özetle, en az ısınan kö e,
do u
kulesinin
bulundu u
yerdi;
gerçekten de, yer sayısı, yazı salonunda
çalı an rahiplerin sayısından çok oldu u
için, rahiplerin tümünün de, o yöne
konmu
masalarda
oturmaktan
kaçındıklarının farkına vardım. Daha
sonra,
do u
kulesinin
sarmal
merdiveninin a a ıda, mutfa a inmenin
yanı sıra yukarıdaki kitaplı a açılan tek
merdiven oldu unun farkına varınca,
salonun ısıtılmasının, rahipleri o bölümü
merak
etmekten
caydırmak
ve
kütüphanecinin kitaplı ın giri ini daha
kolay gözetlemesini sa layacak biçimde
akıllıca
bir
hesapla
düzenlenip
düzenlenmedi ini sordum kendi kendime.
Ama belki de tıpkı bir maymun gibi
üstadıma öykünüp ku kularımı biraz
abartıyordum; çünkü hemen ardından,
bu
hesabın
yazın
pek
de
ie
yaramayaca ını dü ündüm; en azından
(dedim kendi kendime) yazın burası en
güne li, bu yüzden de gene en
kaçınılacak yer olmayacak mıydı?
Zavallı Venantius’un masasının
sırtı büyük bacaya dayalıydı ve belki de
masaların en çok göz konanlarından
biriydi. Ben o zaman daha ya amımın
ancak küçük bir bölümünü bir yazı
salonunda
geçirmi tim,
ama
sonra
ömrümün büyük bir bölümü orada geçti;
bu yüzden uzun kı saatlerini, parmaklar
kalem ucunu tutmaktan uyu mu , masa
ba ında geçirmenin (normal bir ısıda bile,
altı saat yazı yazdıktan sonra, rahibin
parmaklarına
korkunç
bir
rahip
krampının girdi i, ba parma ı ezilmi gibi
sızladı ı zaman) yazmanlara, bölüm
ba lı ı yazıcılarına ve ara tırmacılara ne
denli
acı
verdi ini
bilirim.
Bu,
elyazmalarının kenarlarında niçin sık sık,
kopyacı
tarafından,
acının
(ve
sabırsızlı ın) kanıtı gibi yazılmı yazılara
rastlandı ım açıklar: “Tanrı’ya ükür, az
sonra hava kararacak,” ya da, “Ah, bir
bardak arap olsa!”, ya da, “Bugün hava
so uk, ı ık az, bu deri pütürlü; yolunda
gitmeyen bir
ey var.” Eski bir
atasözünün dedi i gibi, tüy kalemi üç
parmak tutar, ama tüm beden çalı ır. Ve
a rır.
Ama
ben
Venantius’un
masasından söz ediyordum. Sekizgen
biçimindeki
avlunun
çevresine
sıralanmı , ara tırmacılara ayrılan öteki
masalar gibi oldukça küçüktü bu masa
da;
minyatürcülere
ve
kopyacılara
ayrılmı
olan,
dı arıya
bakan
duvarlardaki
pencereler
altındaki
masalar ise daha küçüktü. Venantius
çalı ırken bir kitap rahlesi kullanıyordu;
çünkü ödünç verilmi olan, kopyasını
çıkardı ı
elyazmalarına
ba vuruyor
olmalıydı. Masanın altına konmu bir dizi
alçak rafın üstüne çözük yapraklar
yı ılmı tı; hepsi de Latince oldu undan,
bunların onun en son çevirileri oldu u
sonucunu
çıkardım.
Alelacele
yazılmı lardı ve bir kitabın sayfalarını
olu turmuyorlardı; tümü de sonra bir
kopyacıya
ve
bir
minyatürcüye
verilecekti.
Bu
nedenle
zar
zor
okunabiliyorlardı.
Sayfalar
arasında
birkaç Yunanca kitap da vardı. Kitap
rahlesinin üstünde bir ba ka Yunanca
kitap açık duruyordu; son günlerde
Venantius’un çevirisini bitirmekte oldu u
bir yapıt. O zamanlar ben daha Yunanca
bilmiyordum,
ama
üstadım
onun
Lucianus adında birinin kitabı oldu unu
ve e e e dönü türülen bir adamın
öyküsünü anlattı ını söyledi. Apuleius’un
genellikle çömezlerin okumaları ö ütlenen
buna benzer bir masalını anımsadım o
zaman.
“Nasıl
oluyor
da
bu
kitabı
çeviriyordu?”
diye
sordu
William,
yanımızda duran Berengar’a.
“Çeviriyi manastırdan Milano Beyi
istedi; buna kar ılık manastır do udaki
bazı ba ların arap üretiminde öncelik
hakkı elde edecek.” Berengar eliyle
uzakları gösterdi. Ama hemen ekledi:
“Manastır laikler için alı veri
i leri
yaptı ından de il. Ama bize bunu
ısmarlayan, bu de erli elyazmasının
Venedik Dukası tarafından bize ödünç
verilmesi için çok u ra tı; o da yazmayı
Bizans
mparatoru’ndan
almı ;
Venantius çeviriyi bitirince iki kopyasını
çıkaracaktı; biri Milano Beyi, öteki de
kitaplı ımız için.”
“Kitaplı ınız
koleksiyonuna
putatapan masalları da almaya gönül
indiriyor demek,” dedi William.
“Kitaplık hem gerçe in, hem de
yanılgının kanıtıdır,” dedi o zaman omuz
ba ımda bir ses. Jorge’ydi bu. Ya lı
adamın
ansızın,
sanki
biz
onu
görmüyormu uz da o bizi görüyormu gibi
belirivermesine bir kez daha a tım; daha
sonraki
günlerde
buna
sık
sık
a acaktım.
Kör
bir
adamın
yazı
salonunda ne aradı ına da a tım, ama
sonra, Jorge’nin manastırın her yerinde
hazır ve nazır oldu unu anladım. Sık sık
yazı salonunda, oca ın yanında bir
iskemleye oturmu , salonda olup biten
her eyi izliyormu gibi görünüyordu. Bir
kez, bulundu u yerden yüksek sesle,
“Yukarı çıkan kim?” diye sordu unu
i ittim; sonra ayak sesleri samanın içinde
bo ulmu
kitaplı a
do ru
giden
Malachi’ye döndü. Bütün rahipler ona
büyük saygı duyuyorlar, sık sık ona
ba vurarak anla ılması güç parçalar
okuyorlar, bir açımlamayı danı ıyorlar ya
da bir hayvan ya da ermi in nasıl
betimlenmesi gerekti ini aydınlatmasını
isliyorlardı. O, ı ı ı sönmü gözleriyle
bo lu a bakıyor, belle inde canlı kalan
sayfalara bakıyormu
gibi, uydurma
yalvaçların piskoposlar gibi giyindikleri,
a ızlarından
kurba aların
fı kırdı ı
yanıtını veriyor ya da göksel Yeru alem’in
duvarlarını süslemesi gereken ta ların
hangileri oldu unu, ya da Arimaspi’nin
haritada Papaz Gianni’nin ülkesinin
yakınlarında
gösterilmesi
gerekti i
yanıtını veriyordu -ucubeliklerin a ırı
derecede
ayartıcı
bir
biçimde
gösterilmemesi
gerekti ini,
onların
bilmeceler gibi tanınabilir, ama istek
uyandırmayan ya da insanı güldürecek
denli itici bir biçimde betimlenmesinin
yeterli oldu unu ö ütlüyordu. Bir kez, bir
115
erh yazıcısına, Donatist
sapkınlıktan
kaçınmak için,
Ermi
Augustus’un
dü üncesine
göre
Tyconius’un
metinlerinin
özetlerinin
nasıl
yorumlanması gerekti i üstüne ö üt
verdi ini i ittim. Bir ba ka kez, onun
yorum
yaparken,
sapkınların
ayrılıkçılardan
nasıl
ayırdedilece i
konusunda ö üt verdi ini duydum. Ba ka
bir kez de, kararsız bir ara tırmacıya
kitaplık
katalogunda
hangi
kitabı
araması gerekti ini, a a ı yukarı hangi
sayfada
yer
aldı ını
söyleyerek,
kütüphanecinin kitabı ona kesinlikle
verece i,
çünkü
o
kitabın
Tanrı
tarafından esinlenmi bir yapıt oldu u
konusunda güvence verdi ini i ittim. Son
olarak, bir ba ka kez de, filan kitabın
aranmaması
gerekti ini,
çünkü
katalogda bulunmakla birlikte, elli yıl
önce fareler tarafından kemirildi ini ve
imdi dokunanın parmakları arasında
unufak da ıldı ını söyledi ini i ittim.
Kısaca, kitaplı ın belle i, yazı, salonunun
ruhuydu o. Kimi zaman aralarında
gevezelik ettiklerini i itti i rahipleri
uyarırdı: “Çabuk olun, kanıtlamayı
zamana bırakın, çünkü az kaldı!”
Deccal’ın geli ine imada bulunuyordu.
“Kitaplık, gerçe e ve yanılgıya
tanıklık eder,” dedi Jorge o zaman.
“Ku kusuz, Apuleius ve Lucianus
birçok yanılgıya dü mekten suçluydular,”
dedi William. “Ama bu masal kurguların
örtüsü altında iyi bir ders de içeriyor;
çünkü yanılgılarımızı nasıl ödedi imizi
ö retiyor bize; bundan ba ka, e e e
dönü en insanın öyküsü günah i leyen
ruhun beden de i tirmesini anı tırıyor
bence.”
“Olabilir,” dedi Jorge.
“Ama dün bana da anlatılan o
konu ma
sırasında,
Venantius’un
güldürü sorunlarıyla da ilgilendi ini imdi
anlıyorum; gerçekten, bu tür masallar
eskilerin güldürülerine benzetilebilir. kisi
de, tragedyalar gibi, gerçekten ya amı
insanlardan
söz
etmezler;
tersine,
Isidorus’un dedi i gibi, bunlar kurgudur,
‘fabulae poetae a fando nominaverunt quia
non sunt res factae sed tantum loquendo
116
fictae
’...”
William’ın, üstelik böyle konuları
sevmez görünen bir adamla, bu bilgince
tartı maya
niçin
girdi ini
önce
anlayamadım; ama Jorge’nin yanıtı,
üstadımın ne denli ince oldu unu
gösterdi bana.
“O gün güldürüler de il, gülmenin
caiz olup olmadı ı tartı ılıyordu,” dedi
Jorge, alnını kırı tırarak. Daha bir gün
önce,
Venantius
bu
tartı maya
de indi inde,
Jorge’nin
böyle
bir
tartı mayı anımsamamakta direndi ini
çok iyi anımsadım.
“Ha,”
dedi
William,
pek
aldırmadan, “ozanların yalanlarından ve
esprili bilmecelerinden söz etti inizi
sanıyordum ben...”
“Gülme üstüne konu uluyordu,”
dedi Jorge, tersçe. “Güldürüler, kâfirler
tarafından seyircileri güldürmek için
yazıldı; iyi de olmadı. Efendimiz sa, hiç
güldürü ya da masal anlatmadı; yalnızca
cenneti nasıl elde edece imizi bize
ö reten açık seçik meseller anlattı o.”
“Sorabilir miyim,” dedi William,
“ sa’nın gülmü olabilece i dü üncesine
niçin bu kadar kar ısınız? Gülmenin tıpkı
banyo gibi bedendeki sıvıları ya da
bedenin öteki sayrılıklarını, özellikle
nedensiz can sıkıntısını sa altmaya
yarayan iyi bir ilaç oldu una inanıyorum
ben.”
“Banyolar iyidir,” dedi Jorge,
“Aquinas’lı da üzüncü da ıtmak için
banyoları
salık
verir;
gözüpeklikle
ortadan kaldırılabilecek bir sayrılı a
dönü türülemedi i zaman kötü bir duygu
olabilir
üzünç.
Banyolar
bedendeki
sıvıların dengesini yeniden kurar. Oysa
gülme bedeni sarsar, yüz çizgilerini
bozar, insanı maymuna benzetir.”
“Maymunlar gülmezler; gülmek
insana
özgüdür;
insan
ussallı ının
belirtisidir.”
“Söz de insan usunun belirtisidir,
ama sözle Tanrı’ya küfredilebilir. nsana
özgü olan her ey ille de iyi de ildir.
Gülmek delilik belirtisidir. nsan güldü ü
eye inanmaz, ama ondan nefret de
etmez. Bu yüzden kötü bir eye gülmek,
onunla
sava ma
iste i
duymamak
anlamına gelir; iyi bir eye gülmekse,
iyili in kendili inden yayılmasını sa layan
gücü yadsımak demektir. Bunun için,
Kural der ki: ‘Decimus humilitatis gradus
est si non sit facilis ac promptus in risu,
quia scriptum est: stultus in risu exaltat
117
vocem suam.’
”
“Quintilianus da der ki,” diye onun
sözünü kesti üstadım, “gülmek, a ırba lı
olmak için, övgü söz konusu oldu unda
bastırılmalı, ama birçok durumda da
yüreklendirilmeli. Tacitus, Calpurnius
Pisonus’un alaycılı ını över; Genç Plinius
da öyle yazmı tır, ‘Aliquando praeterea
118
rideo, jocor, ludo, homo sum.’
”
“Onlar kâfirdiler,” diye yanıtladı
Jorge. “Kural der ki: ‘Scurrilitates vero vel
verba otiosa et risum moventia aeterna
clausura in omnibus locis damnamus, et ad
talia eloquia discipulum aperire os non
119
permittitur.’
”
“Ama
sa’nın sözü yeryüzünde
egemen olunca, Cirenehe’li Sinesius,
Tanrı’nın gülünç olanla trajik olanı
uyumlu bir biçimde birle tirmeyi bildi ini
söylüyor.”
“Aelius Spartianus da, davranı ları
ince, do u tan Hıristiyan ruhlu bir insan
olan Hadrianus’tan, ciddi anlarla ne eli
anları birle tirmeyi bilen bir insan olarak
söz eder. Son olarak, Ausonius da,
ciddilikte ve ne ede ılımlı olmayı salık
verir.”
“Ama
Nola’lı
Paulinus
ve
Alessandria’lı Clemens bize çılgınlıklara
kar ı
uyanık
olmamızı
söylüyorlar;
Sulpicius Severus ise, Ermi Martin’in,
öfkenin
ya
da
ne enin
tuza ına
dü tü ünün hiç görülmedi ini söylüyor.”
“Ama
Ermi ’in
bazı spiritualiter
120
salsa
yanıtlarını da anımsatıyor,” dedi
William.
“Yerinde ve bilgece yanıtlardı
onlar, gülünç de il. Ermi
Efraim
rahiplerin gülmesine kar ı bir tez yazdı;
De
habitu
et
conversatione
121
monachorum’da
, açık saçıklıktan ve
esprilerden, zehirli yılanlardan kaçar gibi
kaçınmayı ö ütlüyor.”
“Ama
Hildebertus
demi
ki:
‘Admittendo tibi joca sunt post seria
quaedam, sed tamen et dignis et ipsa
122
gerenda modis.’
Salisbury’li John ise,
alçakgönüllü bir ne eye izin vermi ti. Son
olarak, Kural’ımızın atıfta bulundu u,
ncil’in sözünü etti iniz bölümü, en
azından dingin bir ruhun sessiz gülü üne
izin verir.”
“Ruh yalnız gerçe i dü ünürken
dingindir; iyi i lerden sevinç duyar;
gerçe e ve iyi
eylereyse gülünmez.
sa’nın gülmeyi inin nedeni buydu i te.
Gülme ku kunun kı kırtıcısıdır.”
“Ama kimi zaman ku kulanmak
do rudur.”
“Bunun nedenini anlamıyorum.
Ku ku duyunca bir yetkeye ba vurmak
gerekir, bir pedere ya da bilgine. O
zaman tüm ku ku nedenleri sona erer.
Görüyorum ki Paris’li mantıkçılarınki gibi
tartı ma götürür kuramlar içinize i lemi
sizin. Ama
Ermi
Bernardo, tüm
sorunları, bu böyledir, ya da bu böyle
de ildir’ini öne sürerek, usu, ncil’in
aydınlatmadı ı so uk, ya amdan yoksun
bir mantı ın buyru una vermek isteyen
123
di Edilmi Abelard’a
kar ı çıkmayı
çok iyi bildi. Ku kusuz, bu çok tehlikeli
dü ünceleri kabul eden, bir kez ve
sonsuza dek söylenmi
olan biricik
gerçe e gülen cahil adamın alayını da
de erlendirebilir. Böylece, aptal gülerken,
124
içinden ‘Deus non est’
demektedir.”
“Saygıde er Jorge, Abelard’a i di
edilmi demekle haksızlık ediyorsunuz
gibi geliyor bana; çünkü o üzücü duruma
ba kalarının
kötülü ü
yüzünden
u radı ını biliyorsunuz...”
“Günahları
yüzünden.
nsan
aklına bunca güvendi inden. Böylece
basit insanların inancıyla alay edildi.
Tanrı’nın gizemleri de ildi (ya da en
azından buna kalkı ıldı; buna kalkı anlar
deliydiler); en yüce eylere ili kin sorunlar
pervasızca ele alındı; bu gibi sorunların
örtbas edilmesi gerekti i görü ünde
oldukları için saygıde er pederler de
alaya alındılar.”
“Size katılmıyorum, saygıde er
Jorge. Tanrı bizden, Kutsal Kitabın bizi
karar vermekte özgür bıraktı ı birçok
karanlık
eye aklımızı uygulamamızı
istiyor.
Birisi
sizden
bir
görü e
inanmanızı isterse, önce bunun kabul
edilebilir olup olmadı ını incelemelisiniz,
çünkü aklımızı Tanrı yaratmı tır; bu
nedenle de, bizim aklımıza ho gelen,
tanrısal akla da ho gelir; öte yandan,
tanrısal aklı ancak benzetim yoluyla,
ço u kez de yadsıma yoluyla, aklımızın
süreçlerinden
çıkamadıklarımızla
bilebiliriz. Böylece, görüyorsunuz ki,
bazan gülme, akla aykırı saçma bir
görü ün
yapay
yetkesini
ortadan
kaldırmak için uygun bir araç olabiliyor.
Gülme, kötüleri
a ırtmaya, onların
aptallıklarını açı a çıkarmaya da yarar.
Ermi
Maurus’un, kâfirler kendisini
kaynar suya attıkları zaman, suyun çok
so uk oldu undan yakındı ı söylenir;
kâfir vali de suyun ısısına bakmak için
aptal aptal elini suya batırıp yakmı .
Ermi ehidin iman dü manlarını gülünç
duruma dü üren güzel bir davranı ı.”
Jorge dudak büktü. “Vaizlerin
anlattıkları olaylarda da birçok kocakarı
masalı vardır. Kaynar suya atılan bir
ermi
sa için acı çeker,’ çı lıklarını
bastırır;
kâfirlere
çocukça
oyunlar
oynamaz!
“Görüyorsunuz ya?” dedi William.
“Bu öykü size akla aykırı görünüyor; bu
yüzden
de
onu
gülünç
olmakla
suçluyorsunuz! Susarak, dudaklarınıza
egemen olsanız da, bir eye sessizce
gülüyorsunuz; benim onu ciddiye almamı
istemiyorsunuz.
Siz
gülmeye
gülüyorsunuz,
ama
gene
de
gülüyorsunuz.”
Jorge sıkıldı ını gösteren bir el
devinimi yaptı. “Gülme konusunda aka
yaparken
beni
bo
tartı malara
sürüklüyorsunuz.
Ama
sa’nın
gülmedi ini siz de biliyorsunuz.”
“Emin de ilim. lk ta ı atmak için
Ferisileri ça ırıp, haraç olarak ödenecek
sikkenin üstünde kimin resmi oldu unu
sorarken, sözcükler üstünde oynayarak,
125
‘Tu es petrus
’ derken, günahkârları
a ırtmak, havarilerinin gönülgücünü
yükseltmek
amacıyla
esprili
sözler
söyledi ine inanıyorum. Caiaphas’a, ‘Sen
de
söyledin,’
derken
de
esprili
konu uyordu. Tanrı’nın, ‘nudavi femora
126
contra faciem tuam’
dedi i Yeremya’yı
yorumlarken Gerolamo, öyle açıklıyor:
‘sive nudabo et relevabo femora et
127
posteriora
tua’
.
Tanrı
bile
cezalandırmak istediklerini a ırtmak için
nüktelerle dile getiriyor söyleyeceklerini.
Cluny
ve
Cistercian’lar
arasındaki
çatı manın en ate li anında Cluny
yanlıları, Cistercianlar’ı gülünç duruma
dü ürmek için pantolon giymemekle
128
suçlamı lardı. Speculum stultorum’da,
e ek Brunellus’un, geceleyin rüzgâr
battaniyelerini uçurup da rahipler kendi
edep yerlerini görürlerse ne olur diye
merak etti i anlatılır...”
Çevrede toplanmı olan rahipler
güldüler;
Jorge
öfkeden
kudurdu:
“Karde lerimi bir çılgınlar cümbü üne
sürüklüyorsunuz.
Fransiskenler
arasında kalabalı ın ilgisini çekmek için
bu
tür
saçmalıklara
ba vurmanın
alı kanlık oldu unu biliyorum; ama bu
tür akalar hakkında size, vaizlerinizden
birinden
i itti im
bir
manzumenin
sözlerini söyleyece im: tum podex carmen
129
extulit horridulum.”
Kınama biraz fazla a ırdı; William
küstahlık etmi ti, ama imdi de Jorge
a zıyla yellenmekle suçluyordu onu. Bu
a ır
yanıtın,
ya lı
rahibin
yazı
salonundan çıkma ça rısı anlamına gelip
gelmedi ini sordum kendi kendime. Ama
az önce öylesine kavgacı olan William’ın
alabildi ine uysalla tı ını gördüm.
“Sizden özür dilerim, saygıde er
Jorge,” dedi. “A zım dü üncelerime
ihanet etti; size saygısızlık etmek
istemiyordum. Belki de söyledi iniz
do rudur; ben yanılıyordum.”
Jorge, bu incelikli alçakgönüllülük
kar ısında,
ba ı lama
anlamına
da
gelebilen bir
ho nutluk homurtusu
koyverdi ve yerine dönmekten ba ka bir
ey yapamadı; tartı ma sırasında yava
yava çevremizde toplanmı olan rahipler
masalarının ba ına dönüyorlardı. William,
Venantius’un masasının önünde diz
çöktü, yeniden kâ ıtları karı tırmaya
koyuldu. Alçakgönüllü yanıtıyla, William
birkaç dinginlik an’ı kazanmı tı. O birkaç
anda gördükleri, o gece yürütece i
ara tırmalara yön verdi.
Ama gerçekten de birkaç an sürdü
bu dinginlik. Benno, William’ın Jorge ile
yaptı ı konu mayı dinlemek için yanımıza
yakla tı ı zaman, kalemini masanın
üstünde unutmu gibi yaparak hemen
William’ın yanına yakla tı ve kula ına
onunla
acele
görü mesi gerekti ini
fısıldayarak
hamamın
arkasında
bulu malarını söyledi. William önce onun
gitmesini, kendisinin az sonra ona
katılaca ını
William bir an duraksadı; sonra
katalogun yanındaki masasından bütün
olup bilenleri izlemi olan Malachi’yi
ça ırdı ve Ba rahip’ten aldı ı yetkiye
dayanarak (bu yetkinin üstüne basa
basa), ondan, Venantius’un masasına
birisini gözcü koymasını rica etti; çünkü
bütün gün, kendisi dönünceye dek o
masaya hiç kimsenin yakla mamasını
ara tırması
bakımından
önemli
sayıyordu. Bunu yüksek sesle söyledi;
böylece yalnızca Malachi’yi rahipleri
gözlemekle yükümlü kılmakla kalmayıp,
rahipleri
de
Malachi’yi
gözlemekle
yükümlü
kılıyordu.
Kütüphanecinin
elinden boyun e mekten ba ka bir ey
gelmedi. William’la oradan uzakla tık.
Hastane binasının biti i indeki
bahçeden geçip hamama yakla ırken,
William, “Ço u, Venantius’un masasının
üstünde
ya
da
altında
bir
ey
bulmamdan korkuyor gibi,” dedi.
“Ne olabilir?”
“Bana öyle geliyor ki, bundan
korkanlar bile bilmiyorlar ne oldu unu.”
“Yani Benno’nun bize söyleyece i
hiçbir ey yok da, yalnızca bizi yazı
salonundan uzakla tırmak mı istiyor?”
“Bunu imdi anlayaca ız,” dedi
William. Gerçekten de az sonra Benno
yanımıza geldi.
KINCI GÜN
Ö LE
Benno, manastır ya amı üstüne hiç de
iyi sayılmayacak eyler açıklayan tuhaf
bir öykü anlatıyor.
Benno’nun anlattıkları oldukça
karı ıktı. Gerçekten, öyle görünüyordu ki,
bizi
yalnızca
yazı
salonundan
uzakla tırmak için getirmi ti buraya; ama
inanılır bir bahane uyduramayınca,
bildi inden daha büyük boyutları olan bir
gerçe in parçalarını anlatıyordu bize.
O sabah ketum davrandı ına, ama
imdi
so ukkanlılıkla
dü ününce,
William’ın tüm gerçe i bilmesi gerekti ine
inanıyordu. Gülme üstüne o ünlü
konu ma sırasında Berengar, ‘finis
Africae’ya de inmi ti. Neydi bu? Kitaplık
gizlerle, özellikle, rahiplere hiçbir zaman
okumaları için verilmemi
kitaplarla
doluydu. Benno, William’ın, önermelerin
aklın süzgecinden geçirilmesine ili kin
sözlerinden etkilenmi ti. Ara tırma yapan
bir rahibin kitaplıktaki her eyi bilme
hakkına sahip oldu una inanıyordu;
Abelard’ı mahkûm eden Soissons Genel
Danı ma Kurulu’na ate püskürüyordu; o
konu tukça, biz güzel söz söyleme
sanatından ho lanan bu henüz genç
rahibin içinin ba ımsızlık özlemiyle kıpır
kıpır oldu unu ve manastır sıkıdüzeninin
bilimsel ku kusuna vurdu u zincirleri
kabul etmekte çok güçlük çekti ini
farkettik. Ben hep böylesi bir meraka
güvenmemeyi ö renmi tim, ama bu
tutumun üstadımın ho una gitmemekten
uzak oldu unu iyi biliyorum. Gerçekten
de, Benno’nun görü lerini payla tı ını,
ona güven duydu unu gördüm. Kısaca,
Benno bize, Adelmo’nun, Venantius’un ve
Berengar’ın hangi gizlerden söz etmi
olduklarını bilmedi ini, ama bu acıklı
öykü kitaplı ın nasıl yönetildi ine biraz
daha ı ık tutacak olursa, hiç de
üzülmeyece ini, soru turma yuma ı nasıl
çözülürse çözülsün, üstadımın bundan,
Ba rahip’i, rahipleri baskı altında tutan
dü ünsel
sıkıdüzeni
yumu atmaya
özendirmek için veriler çıkaraca ını
umdu unu söyledi; rahiplerin kimilerinin,
kendisi gibi kafalarını kitaplı ın kocaman
ba rında saklı ola anüstü bilgilerle
beslemek için çok uzaklardan geldiklerini
ekledi.
Benno’nun
soru turmadan,
söyledi i
eyi
içtenlikle
bekledi ine
inanıyorum. Ama belki de aynı zamanda,
William’ın öngörmü oldu u gibi, kendisini
yiyip bitiren bir merakla Venantius’un
masasını
karı tırma
hakkını
önce
kendisine
saklamak
istiyordu;
bizi
uzakla tırmak için kar ılı ında bazı
bilgiler vermeye hazırdı.
te ‘ verdi i
bilgiler unlardı:
Berengar, artık birçok rahibin
bildi i gibi, Adelmo’ya duydu u çılgınca
bir tutkuyla yanıp tutu uyordu; tanrısal
öfkenin,
Sodom
ve
Gomore’de
kötülüklerini cezalandırdı ı tutkunun
aynıydı bu tutku. Benno belki de benim
genç oldu umu dü ünerek böyle söyledi.
Ama yeniyetmeli ini bir manastırda
geçiren herkes, erdenli ini korumu olsa
da, bu tür tutkulardan söz edildi ini sık
sık i itmi tir; hatta bazan bu tutkuların
tutsa ı
olanların
tuzaklarına
kar ı
kendini korumak zorunda kalmı tır.
Daha yeniyetme bir rahip olmama kar ın,
ben de
imdiden Melk’te ya lı bir
rahipten, genellikle kilise mensubu
olmayan bir erke in bir kadına sundu u,
üstüne
iir yazılı kâ ıtlar almamı
mıydım? Rahiplik andı bizi kadın bedeni
denen o kötülük bata ından uzak tutar,
ama sık sık ba ka yalnızlıkların kıyısına
yakla tırır. Bugün bile, u ya lı halimle,
gözlerim kilise korosunda sakalı bitmemi
bir çömezin bir genç kızınki gibi duru ve
körpe yüzüne takılınca, gündüz ifritinin
hâlâ içimi ürpertti ini kendi kendimden
saklayabilir miyim?
Bunları,
kendimi
manastır
ya amına
adamayı
seçi ime
ku ku
dü ürmek için de il, bu kutsal yükün
kendilerine a ır geldi i birçok kimsenin
dü tü ü yanılgıları haklı çıkarmak için
söylüyorum.
Belki
de
Berengar’in
korkunç cinayetini haklı çıkarmak için.
Ama öyle görünüyor ki, Benno’ya göre bu
rahip kötülü ünü daha da a a ılık bir
biçimde i lemi ; ba kalarından, erdem ve
onurun vermemelerini ö ütledi i eyi elde
etmek için antaja ba vurmu tu.
Böylece, rahipler ne zamandır
Berengar’ın çok yakı ıklı oldu u anla ılan
Adelmo’ya
yöneltti i
sevgi
dolu
bakı larıyla alay ediyorlardı. Oysa i ine
tutkun
olan
Adelmo,
Berengar’ın
tutkusuna aldırmıyordu. Ama kimbilir,
belki
de
ruhunun
derinliklerinde
kendisinin de aynı utanca e ilimli
oldu unu bilmiyordu. Gerçek u ki, dedi
Benno, Adelmo’yla Berengar arasında
kula ına
çalınan
bir
konu mada
Berengar,
Adelmo’nun
kendisine
açıklanmasını istedi i bir gize de inerek,
en
masum
bir
okurumun
bile
tasarlayabilece i çirkin bir pazarlık
önermi ti. Öyle görünüyor ki, Benno,
Adelmo’nun dudaklarından neredeyse bir
iç rahatlı ıyla dile getirilen kabul
sözcüklerinin çıktı ını i itmi ti. Sanki diye
atıldı Benno, Adelmo içinden bundan
ba ka bir ey dilemiyormu ve Berengar’ın
önerisini kabul etmek için tensel istekten
ba ka bir neden bulması kendisine
yetiyormu
gibi. Berengar’ın gizinin
bilimsel gizlere ili kin oldu unun bir
belirtisi, diye öne sürdü Benno; böylece
Adelmo, zihnin iste ini yerine getirmek
için bedenin günahına boyun e di i
kuruntusunu besleyebilecekti. Ve, diye
ekledi Benno, gülümseyerek, kendisi de
kaç kez zihnin öylesine iddetli istekleriyle
yerinde duramaz olmu tu ki, onları
doyurmak için kendi teninin iste ine ters
dü se de, ba kalarının tensel isteklerine
boyun e ebilirdi.
“Yıllardır aramı oldu unuz bir
kitabı ele geçirmek için sizin de
ayıplanacak eyler yapabilece iniz anlar
yok mudur?” diye sordu William’a.
“Bilge ve erdemli II. Silvester,
yüzyıllarca önce, sanırım Statius ya da
Lucan’ın bir elyazması kar ılı ında çok
de erli bir zırhlı küre ba ı lamı tı,” dedi
William. Sonra, sakınımla ekledi: “Ama
söz konusu olan bir zırhlı küreydi, erdem
de il.”
Benno,
heyecanının
kendisini
ba ka yerlere sürükledi ini itiraf etti ve
anlatmayı
sürdürdü.
Adelmo’nun
ölümünden bir gece önce, meraka
kapılarak onların ikisini izlemi ti. Onların
ak am
duasından
sonra
birlikte
yatakhaneye yöneldiklerini görmü tü.
Onlarınkinden
çok
uzak
olmayan
hücresinin kapısını aralayarak uzun süre
beklemi ,
sonunda,
rahiplerin
uykularının üstüne sessizlik çöktü ü
zaman,
Adelmo’nun
Berengar’ın
hücresine
süzüldü ünü
açık
seçik
görmü tü.
Uyku
tutmadı ı
için,
Berengar’ın
kapısının
açıldı ını,
Adelmo’nun neredeyse ko arak dı arı
çıktı ını, arkada ının onu durdurmaya
çalı tı ını i itinceye dek uyanık kalmı tı.
Adelmo alt kata inerken Berengar
ardısıra
gitmi ti.
Benno
sakınımlı
davranarak onları izlemi , alt kat
koridorunun
a zında
Berengar’ı
görmü tü; neredeyse titreyerek bir kö eye
büzülmü , Jorge’nin hücresinin kapısına
gözlerini dikmi ti. Benno, Adelmo’nun,
saygıde er rahibin ayaklarına kapanarak
günahını itiraf
etti ini sezinlemi ti.
Berengar ise gizinin, kutsal mühürle
mühürlenerek de olsa, açı a çıkmakta
oldu unu bildi inden tir tir titriyordu.
Sonra Adelmo, yüzü alabildi ine
soluk,
dı arı
çıkmı ,
kendisiyle
konu maya
çalı an
Berengar’ı
uzakla tırmı ,
çabuk
çabuk
yatakhaneden çıkarak kilisenin apsisinin
çevresinden dola ıp (geceleri hep açık
duran) kuzey kapısından koro yerine
girmi ti. Belki de dua etmek istiyordu.
Berengar da onu izlemi , ama kiliseye
girmemi ti;
mezarlıkta,
mezarlar
arasında ellerini ovu turarak dola mı tı.
Benno, yakınlarda bir dördüncü
ki inin dola makta oldu unu farkedince
ne yapaca ını dü ünmeye ba lamı tı. Bu
ki i de çifti izlemi , ama ku kusuz,
mezarlı ın kıyısındaki bir me e a acının
gövdesine yaslanmı
olan Benno’nun
varlı ının farkına varmamı tı. Dördüncü
adam
Venantius’tu.
Onu
görünce
Berengar mezarların arasına sinmi ,
Venantius da koro yerine gitmi ti. Tam o
anda
görülmekten
korkan
Benno
yatakhaneye dönmü tü. Ertesi sabah
Adelmo’nun ölüsü uçurumun dibinde
bulunmu tu. Benno ba ka bir
ey
bilmiyordu.
Yemek saati yakla ıyordu. Benno
yanımızdan ayrıldı; üstadım da ona ba ka
bir ey sormadı.
Hamamın arkasında bir süre
durduk;
sonra
bu
ola anüstü
açıklamalar üstünde dü üne dü üne
birkaç dakika bahçede dola tık.
“Frangula,” dedi William birden, o
kı
günü, gövdesinden tanıdı ı bir
bitkinin
üstüne
do ru
e ilerek.
“Kabukları kaynatılırsa basura iyi gelir.
Bu aretium lappa; taze köklerinden
yapılan iyi bir yakı, mayasılları kurutur.”
“Siz
Severinus’tan
daha
bilgilisiniz,” dedim ona, “ama
imdi
söyleyin
bana,
i ittiklerinize
ne
diyorsunuz?”
“Sevgili
Adso,
kendi
kafanla
dü ünmeyi ö renmelisin. Benno belki de
gerçe i söyledi bize. Anlattıkları, bu
sabah erken Berengar’ın sanrılarla
karı ık
anlattıklarına
uyuyor.
Birle tirmeye çalı . Berengar ve Adelmo
birlikte çok çirkin bir ey yapmı lar;
bunun
ne
oldu unu
sezinlemi
bulunuyoruz. Berengar ne yazık ki hâlâ
bir giz olarak kalan o gizi Adelmo’ya
açıklamı olmalı. Adelmo da erdenlik
andını ve do a kurallarını çi neyerek suç
i ledikten sonra, günahını ba ı latmak
için birine günah çıkartmaktan ba ka bir
ey dü ünmüyor ve Jorge’ye ko uyor.
Onun da, kanıtlarını gördük, çok sert bir
ki ili i oldu undan, üzücü kınamalarla
Adelmo’ya yüklendi ine ku ku yok. Belki
günahını ba ı lamıyor; belki de günahını
ba ı lasa
bile
olmayacak
bir
ey
yapmasını
istiyor
ondan;
bunu
bilmiyoruz. Jorge de hiçbir zaman
söylemez. Gerçek u ki, Adelmo kiliseye
ko up suna ın önünde yere kapanıyor,
ama pi manlı ını gideremiyor. Tam o
sırada Venantius yanına yakla ıyor.
Adelmo belki de Venantius’a Berengar’ın
kendisine ba ı ladı ı (ya da bir
ey
kar ılı ında ödedi i), artık onun için
hiçbir önemi kalmayan gizi açıklıyor;
çünkü imdi çok daha korkunç ve yakıcı
bir gizi vardır. Venantius’a ne oluyor?
Belki de bugün bizim Benno’muzu eyleme
geçiren, bedelini bildi i, aynı yakıcı
meraka kapılıyor; Adelmo’yu pi manlı ıyla
ba ba a
bırakıyor.
Adelmo
yalnız
bırakıldı ını görüyor, kendini öldürmeyi
kuruyor, umutsuzluk içinde mezarlı a
giriyor ve orada Berengar’a rastlıyor. Ona
korkunç sözler söylüyor, sorumluluklarını
yüzüne fırlatıyor, onu ahlak dü künlü ü
üstadı diye ça ırıyor. Gerçekten de
Berengar’ın öyküsünün, sanrılarından
sıyrıldı ında,
do ru
oldu una
inanıyorum. Adelmo, Jorge’dcn duydu u
umutsuz sözleri yineliyor ona. Böylece
Berengar allak bullak bir yöne, Adelmo
ise kendini öldürmek için bir ba ka yöne
gidiyor. Sonra, bizim de neredeyse tanık
oldu umuz
eyler
oluyor.
Herkes
Adelmo’nun
öldürüldü üne
inanıyor,
böylece Venantius kitaplı ın gizinig
sandı ından önemli oldu u izlenimini
ediniyor ve ara tırmayı kendi adına
sürdürüyor.
stedi ini bulup ortaya
çıkarmadan önce ya da sonra, biri onu
durduruncaya dek.”
“Peki onu kim öldürüyor? Berengar
mı?”
“Belki.
Ya
da
Aedificium’u
koruması gereken Malachi. Ya da bir
ba kası. Berengar’dan ku kulanılabilir,
çünkü
korkuyordu;
gizini
arlık
Venantius’un da bildi ini de biliyordu.
Malachi
de
olabilir;
kitaplı ın
dokunulmazlı ının koruyucusu olarak,
birinin kuralı çi neyip içeri girdi ini
anlıyor ve onu öldürüyor; Jorge herkesle
ilgili her eyi biliyor; Adelmo’nun gizini
biliyor, Venantius’un ke fetmi olabilece i
eyi benim de ke fetmemi istemiyor...
Birçok olgu ku kuları onun üstünde
topluyor. Ama söyler misin, kör bir adam
tüm yetilerinin doru unda birini nasıl
öldürebilir? Sonra, ya lı bir adam, güçlü
kuvvetli de olsa bir ölüyü küpün yanına
dek nasıl ta ıyabilir? Son olarak, katil
niçin
Benno’nun
kendisi
olmasın?
Açıklanamayan nedenlerin dürtüsüyle
bize
yalan
söylemi
olabilir.
Hem
ku kularımızı niçin gülme konusundaki
tartı maya katılanlarla sınırlandıralım?
Belki de cinayetin kitaplıkla hiç ilgisi
olmayan ba ka nedenleri vardır. Ne
olursa olsun, iki ey gerekli; kitaplı a
gece nasıl girildi ini ö renmek, bir de
lamba. Lambayı sen bul. Yemek saati
mutfakta oyalanıp bir lamba al...”
“Hırsızlık mı?”
“Ödünç alma, Tanrı efaat etsin.”
“Öyleyse bana güvenebilirsiniz.”
“ yi. Aedificium’a girmeye gelince,
dün gece Malachi’nin nereden çıktı ını
gördük. Bugün kiliseye, özellikle de apele
gidece im. Bir saat sonra yeme e
gidece iz.
Sonra
da
Ba rahip’le
bulu aca ız. Senin de bulunmana izin
verildi. Çünkü söylediklerimizi not etmesi
için bir yazman istedim.”
kinci Gün
K ND
Ba rahip manastırının zengin teriyle
övündü ünü, sapkınlardan çekindi ini
gösteriyor; sonunda Adso dünyayı
dola makla kötü bir ey mi yaptı ından
ku ku duyuyor.
Ba rahip’i kilisede, büyük suna ın
önünde bulduk. Gizli bir yerden birkaç
kutsal kap,
vaftiz çana ı,
kutsal
tabaklar, kutsal ekmek ve sabah ayini
sırasında görmedi im bir haç çıkarmı
olan çömezlerin çalı masını izliyordu. Bu
kutsal nesnelerin göz kama tırıcı güzelli i
kar ısında
bir
hayranlık
çı lı ını
tutamadım. Vakit tam ö leydi; koro
yerinin pencerelerinden bol ı ık giriyordu
içeri; özellikle ön pencerelerden giren
daha da bol ı ık, gizemli kutsal öz
derecikleri gibi, kilisenin çe itli yerlerinde
birbiriyle kesi en ve suna ı içine alan ak
köpüklü ça layanlar olu turuyordu.
Kaplar, vaftiz çanakları, her ey
yapıldıkları de erli maddeyi gösteriyordu;
altın sarısı, duru fildi i beyazlı ı ve billur
saydamlı ı arasında her renk ve boyutta
pırıl pırıl parlayan de erli ta lar gördüm;
yementa ı, topaz, rubi, safir, zümrüt,
krizolit, oniks, lal ta ı, akik ve agatı
tanıdım. Aynı zamanda o sabah, önce
duanın etkisiyle kendimden geçmi ,
sonra korkudan allak bullak oldu um
için farkına varamadı ım bir
eyin
bilincine vardım: Suna ın alınlı ı ve onu
çevreleyen öteki üç pano altındandı;
suna ın tümü de, hangi yönden bakılırsa
bakılsın,
altından
yapılmı
gibi
görünüyordu.
Ba rahip
a kınlı ımı
görünce
gülümsedi: “Bu gördü ünüz zenginlikler,”
dedi, bana ve üstadıma dönerek, “ve
daha sonra görecekleriniz, yüzlerce yıllık
dindarlı ın ve Tanrı’ya ba lılı ın kalıtımı,
bu manastırın gücünün ve kutsallı ının
tanı ıdır.
Prensler
ve
yeryüzü
hükümdarları mühürlerini, büyüklerinin
simgesi olan altın ve de erli ta ları, bu
suna a ve ona sunulmu nesnelere
özveriyle ba ı ladılar, Tanrı’yı ve onun
yeri olan bu manastın yüceltmek için
onların eritilmesini istediler. Bugün
manastır bir ba ka üzücü olaydan ötürü
kederlenmi olsa da, güçsüzlü ümüzün
kar ısında, O Her eye Gücü Yeten’in
gücünü ve erkini unutamayız. Noel
enlikleri yakla ıyor; Kurtarıcı’nın do um
gününü haketti i olanca zenginlik ve
görkemle kutlayabilmek için kutsal
kapları parlatmaya ba lıyoruz. Her ey
bütün görkemiyle göze çarpmalı,” diye
ekledi, William’a dikkatle bakarak; bu
davranı ını haklı çıkarmakta niçin o denli
böbürlenerek direndi ini sonra anladım,
“çünkü kutsal cömertli i gizlemenin de il,
tersine ortaya koymanın yararlı ve uygun
oldu una inanıyoruz.”
“Elbette,” dedi William incelikle,
“Zatıâlileri Efendimiz’in bu biçimde
yüceltilmesi gerekti ine inanıyorlarsa,
manastırınız, bu övgü katkısında en
büyük
üstünlü ü
sa lamı
bulunmaktadır.”
“Böyle olması da gerekir,” dedi
Ba rahip.
“Süleyman’ın
tapına ında,
Tanrı’nın istemi ya da yalvaçların
buyru uyla keçilerin, koyunların ya da
danaların kanını toplamak için altından
küpler ve ufak i elerle allın havanlar
kullanılıyorsa, sa’nın kanını koymak için
çok daha fazla altından ve de erli
ta lardan yapılmı vazolar, bugüne de in
yapılmı en de erli ne varsa, eksilmeyen
bir
saygı
ve
tam
bir
ba lılıkla
kullanılmalıdır!
E er
ikinci
kez
yaratıldı ımızda, özümüz melekler ve
serafenlerle aynı olacaksa, böylesine
anlatılmaz bir kurban için ne yapılsa
azdır...”
“Amin,” dedim.
“Birçokları, dindarlıkla esinlenmi
bir ruhun, temiz bir yüre in, inancın
yönetti i bir istemin, bu kutsal i lev için
yeterli olabilece ine kar ı çıkıyorlar.
Bunların temel eyler oldu unu açık ve
kesin bir biçimde ilk ortaya koyan
bizleriz; ama bu kutsal kapların dı
süslemesine
de
saygı
göstermek
gerekti ine inanıyoruz; çünkü bize her
eyi sa layan Kurtarıcı’mıza, bütünüyle
ve hiçbir kayıt koymaksızın hizmet
etmemiz çok do ru ve yerindedir.”
“Tarikatınızın büyük adamlarının
görü ü bu olmu tur her zaman,” diye
katıldı ona William. “Büyük ve saygıde er
rahip Suger tarafından kilise süsleri
üstüne
yazılmı
güzel
yazılar
anımsıyorum.”
“Öyle,” dedi Ba rahip. “Bu haçı
görüyor musunuz, daha bitmedi...”
Sonsuz bir sevgiyle onu eline aldı, yüzü
mutlulukla ı ıl ı ıl, baktı ona. “ urada
birkaç inci eksik; çünkü aynı büyüklükte
inci bulamadım. Bir kez Ermi Andreas,
Golgota haçına dönerek, onun tıpkı
inciler gibi sa’nın kol ve bacaklarıyla
süslenmi oldu unu söylemi . O büyük
harikanın bu alçakgönüllü benzeri de
incilerle süslenmeli. uraya, Kurtarıcı’nın
ba ının tam üstüne, bugüne de in
gördü ünüz en güzel elması kakmayı
uygun buldum.”
Saygılı
elleri,
uzun
beyaz
parmaklarıyla, kutsal tahtanın en de erli
bölümlerini ok adı - kutsal fildi inin
demek daha do ru, çünkü haçın kolları
için bu soylu malzeme kullanılmı tı.
“Tanrı’nın
evindeki
tüm
güzelliklerin tadına vardı ım, bu renk
renk ta ların
büyüsü
beni dı sal
kaygılardan
çekip aldı ı ve
derin
dü ünce, özdeksel olanı tinsel olana
dönü türerek beni kutsal erdemlerin
çe itlili i üstüne dü ünmeye itti i zaman,
kendimi, deyim yerindeyse, evrenin tuhaf
bir bölgesinde bulurum sanki; artık ne
tümüyle yeryüzünün çamuru içinde ne
de gökyüzünün arılı ından tam anlamıyla
ba ımsız olan bir bölgede. Bana öyle gelir
ki, Tanrı’nın lütfuyla, içsel açımlama
yoluyla, bu a a ı dünyadan o yüce
dünyaya geçerim...”
Konu urken
yüzünü
nefe
çevirmi ti. Yukarıdan gelen bir ı ık
demeti, çoban yıldızının iyicilli iyle, kendi
co kusuyla kendinden geçerek bir haç
biçiminde açtı ı ellerini ve yüzünü
aydınlatıyordu.
“Her yaratık,” dedi, “ister gözle
görülür, ister görülmez olsun, ı ıkların
yaratıcısının varlı a dönü türdü ü bir
ı ıktır. Bu fildi i, bu oniks, hatta
çevremizi ku atan u ta da bir ı ıktır;
çünkü onların iyi ve güzel olduklarını,
kendi orantı kurallarına göre var
olduklarını, cins ve tür bakımından tüm
öteki cins ve türlerden ayrıldıklarını,
kendi nicelikleriyle tanımladıklarını, kendi
düzenlerine
ba lı
kaldıklarını,
a ırlıklarına uygun dü ecek özel yerlerini
aradıklarını
biliyorum.
Baktı ım
maddeler, do aları gere i ne denli
de erliyse, bunlar bana o denli açık olur
ve yaratılı ın kutsal gücü ne denli iyi
aydınlanırsa -neden’in bütünlü ü içinde
eri ilmez yüceli ine, sonucun yüceli iyle
eri mem
gerekti ine
göretanrısal
nedensellikten gübre ya da bir böcek bile
bana söz edebiliyorsa, altın ve elmas gibi
ola anüstü bir sonuç bu nedenselli i o
denli iyi açıklar bana! Sonra, bu ta larda
öylesine üstün eyler algılayınca, sevince
bo ulan ruhum a lar, dünyasal bo
gururdan ya da zenginlik sevgisinden
de il, nedeni olmayan ilk nedenin katıksız
sevgisinden ötürü.”
“Gerçekten, bu tanrıbilimlerin en
güzeli,” dedi William, kusursuz bir
alçakgönüllülükle; retorikçilerin ince alay
dedikleri
yanıltıcı
söz
sanatını
kullanmakta oldu unu dü ündüm; bu
söz sanatının, anlamını ve gerekçesini
olu turdu u önermenin ardından gelmesi
gerekir. William’ın hiç yapmadı ı bir eydi
bu.
Bu
nedenle,
söz
sanatlarını
kullanmaya daha yatkın olan Ba rahip,
William’ın
söylediklerini
sözcük
anlamında
aldı
ve
hâlâ
gizemsel
co kusunun etkisi altında, “Her
eye
Gücü
Yeten’le
ileti im
kurmamızı
sa layan yolların en kestirmesidir bu:
Tanrı’nın tecelli etti i madde,” dedi.
William terbiyeli terbiyeli öksürdü.
“Eee... hımmm...” dedi. Yeni bir konu
açmak istedi i zaman böyle yapardı.
Bunu incelikle yapmayı ba arırdı; çünkü,
sanki
tamamlanmı
bir
dü ünceyi
açıklamak ona büyük bir zihinsel çabaya
maloluyormu gibi, hep uzun, a lamaklı
seslerle söze girmek alı kanlı ıydı onun sanırım ülkesinin insanlarının tipik bir
özelli iydi bu. Oysa, imdi anlıyorum,
görü ünü açıklamadan önce ne denli çok
a lamaklı sesler çıkarırsa, dile getirdi i
görü ün do rulu undan o denli emindi.
“Eee...
hmmm...”
dedi
William.
“Toplantıdan
ve
yoksullukla
ilgili
tartı madan söz etmeliyiz.”
“Yoksulluk...” dedi Ba rahip, hâlâ
dü üncelere dalmı ; de erli ta larının onu
alıp götürdü ü o güzel evrenden a a ı
inmekte güçlük çekiyormu gibi. “Do ru,
toplantı...”
Sonra, benim bir bölümünü daha
önceden bildi im, bir bölümünü de
onların
konu masını
dinlerken
kavrayabildi im eyler üstüne yo un bir
tartı maya ba ladılar.
Olayları oldu u gibi yansıtan
öykümün ba ında da söyledi im gibi,
konu maları bir yanda
mparator’u
Papa’yla, öte yanda Papa’yı, Perugia
Ruhani Meclisi’nde, uzun yıllar sonra da
olsa, Tinciler’in, sa’nın yoksullu una
ili kin
tezlerini
benimseyen
Fransisken’lerle kar ı kar ıya getiren ikili
çeki meyle; aynı zamanda Fransisken’leri
imparatorlukla
birle tiren,
Ermi
Benedikten tarikatına ba lı rahiplerin
bana hâlâ karanlık görünen araya
giri iyle -bir kar ı çıkı lar ve ba la ıklar
üçgeninden- artık bir dörtgene dönü mü
olan olaylar dolantısıyla ilgiliydi.
Benedikten rahiplerinin, kendi
tarikatları daha onların görü lerini bir
ölçüde payla madan önce de, Tinci
Fransiskenleri neden koruduklarını ve
onlara neden kabul gösterdiklerini hiçbir
zaman
açık
seçik
olarak
anlayamamı ımda. Çünkü e er Tinciler
tüm dünya mallarının yadsınmasını
öngörüyorduysalar, benim tarikatımın
rahipleri de -daha o gün açıkça
do rulandı ını görmü tüm bunun- daha
az erdemli olmayan, ama tam anlamıyla
kar ıt bir yol izliyorlardı. Ama kanımca
rahipler, Papa’nın a ırı erke sahip
olu unun, piskoposlar ve kentler için de
a ırı erk anlamına geldi ine inanmı lardı.
Oysa benim tarikatım, laik din adamları
ve kent tüccarlarıyla sava arak dünyayla
gökyüzü arasında do rudan aracı ve
hükümdarların
danı manı
gibi
davranarak yüzyıllar boyunca erkinin
dokunulmazlı ını korumu tur.
Tanrı’nın kullarının, çobanlar (yani
kilise
mensupları),
köpekler
(yani
sava çılar)
ve
sürü,
halk,
diye
ayrıldıklarını birçok kez i itmi tim. Ama
bu
tümcenin
birkaç
biçimde
söylenebilece ini daha sonra ö rendim.
Benediktenler sık sık üç de il, iki büyük
bölümden söz etmi lerdi; biri dünyasal
eylerin yönetimi, ötekiyse t göksel
eylerin yönetimiyle ilgiliydi. Dünyasal
eyler
bakımından
din
adamları,
derebeyleri ve halk olmak üzere geçerli
bir bölümleme vardı, ama bu üçlü
bölümlemenin üstünde Tanrı’nın kulları
ile gökyüzü arasında do rudan bir ba
130
o l a n ordo monachorum’un
varlı ı
egemendi; rahiplerinse, bilgisiz ve yoz,
sürünün artık iyi ve sadık köylülerden
de il, tüccar ve zanaatçılardan olu tu u
kentlerin çıkarlarını dü ünen papaz ve
piskoposlardan
olu an
laik
din
adamlarıyla hiçbir ili kileri yoktu. Basit
nsanların
yönetiminin
laik
din
adamlarına bırakılması, bu yönetimin
kesin kuralının saptanması rahiplere ait
oldu u sürece, Benedikten tarikatının
ho una gitmiyor de ildi; rahipler, tüm
göksel erkin kayna ıyla do rudan ileti im
içinde oldukları gibi, tüm dünyasal erkin
kayna ıyla, yani imparatorlukla da
do rudan ileti im içindeydiler. Kanımca,
birçok Benedikten rahibinin (piskoposlar
ve tüccarların bir arada olu turdukları)
kent yönetimine kar ı, imparatorlu a
yeniden saygınlık kazandırmak için,
dü üncelerini
payla madıkları,
ama
Papa’nın
a kın
gücüne
kar ı
imparatorlu a iyi tasımlar sa ladı ı için,
varlıkları kendilerine yararlı olan Tinselci
Fransiskenleri
korumayı
kabul
etmelerinin nedeni budur.
Abbone’nin, mparator tarafından
Fransisken tarikatıyla Papa’lık tahtı
arasında
arabuluculuk
etmek
için
gönderilmi
olan
William’la
i birli i
yapmaya hazır olmasının nedenleri
bunlar diye dü ündüm.
Gerçekten,
kilisenin
birli ini
öylesine
tehlikeye
dü üren
iddetin
ortasında bile, Papa Ioannes tarafından
birkaç kez Avignon’a ça rılan Cesena’lı
Michele sonunda ça rıyı kabul etti;
çünkü tarikatının Papa’yla kesin bir
çatı maya girmesini istemiyordu.
Papa’nın rızası olmadıkça tarikatın
ba ında uzun süre kalamayaca ını
sezinledi i için de, Fransisken’lerin
ba kanı, mevzilerinin yengi kazanmasını
ve papalık onayını almak istiyordu.
Ama birçokları, Papa’nın, onu
tuza a
dü ürmek
için
Fransa’da
bekledi ine,
sapkınlıkla
suçlayarak
yargılataca ına inandırmı lardı onu. Bu
nedenle
de,
Michele’nin
Avignon’a
gitmesinden
önce,
bazı görü meler
yapılmasını
ö ütlediler.
Marsilio’nun
daha iyi bir fikri vardı: Michele’yle
birlikte,
mparator’u destekleyenlerin
görü
açısını Papa’ya sunacak bir
mparatorluk elçisinin gönderilmesi. Ya lı
Cahors’u ikna etmekten çok, Michele’nin
durumunu güçlendirmek için; çünkü
imparatorluk heyetinin bir üyesi olarak,
Papa’nın öcü öyle kolay kolay tuza a
dü üremeyecekti onu. Ancak bu görü ün
de sayısız sakıncaları vardı ve hemen
uygulanamadı.
mparatorluk
heyeti
üyeleriyle
Papa’nın bazı temsilcileri arasında bir ön
toplantı dü üncesi buradan do du; bu
toplantıda iki taraf da kendi durumunu
ortaya koyacak, talyan ziyaretçilerin
güvenli inin garanti altına alınaca ı daha
sonraki bir toplantı için görü birli ine
varıldı ı kaleme alınacaktı. Bu ilk
bulu mayı
düzenlemekle
do rudan
do ruya
Baskerville’li
William
görevlendirilmi ti.
William yolculu un
tehlikesiz oldu u kanısına varırsa, daha
sonra
Avignon’da,
imparatorluk
tanrıbilimcilerinin
görü
açısını
yansıtacaktı. Kolay bir giri im de ildi bu;
çünkü
ona
daha
kolay
boyun
e direbilmek için Michele’nin Avignon’a
yalnız
gitmesini
isteyen
Papa,
mparator’un temsilcilerinin sarayına
yapacakları yolculu u elden geldi ince
güçle tirmek için kendilerine buyruk
verdi i bir heyet gönderecekti talya’ya.
William o zamana de in büyük bir
ustalıkla davranmı tı. Çe itli Benedikten
rahipleriyle uzun uzun görü tükten sonra
(yolculu umuz
boyunca
sık
sık
duraklamamızın nedeni buydu), imdi
bulundu umuz
manastırı
seçmi ti;
çünkü Ba rahip’in imparatorlu a çok
ba lı oldu u biliniyordu, ama gene de,
büyük diplomatik yetene inden ötürü,
papalık sarayı için de sevilmeyen biri
de ildi. Bu nedenle, tarafsız bir yer
olarak
iki
grup
bu
manastırda
bulu acaklardı.
Ama
Papa’nın
direni i
sona
ermemi ti. Elçilerinin manastır topra ına
ayak basar basmaz Ba rahip’in yargı
yetkisine gireceklerini biliyordu; elçileri
aynı
zamanda
laik
din
adamları
olduklarından bu ko ulu kabul etmiyor,
mparator
yanlılarının
tuza ından
korkuyorlardı.
Bu nedenle,
onların
güvenli inin, Papa’nın güvenini kazanmı
bir ki inin komutasında, Fransız Kralı’nın
bir okçu bölü ünce sa lanmasını art
ko mu tu.
William, Bobbio’da bu konuyu
Papa’nın bir elçisiyle tartı ırken kula ıma
çalınmı tı. Bu bölü ün görevlerini, daha
do rusu papalık elçilerinin güvenli inin
güvence altına alınmasıyla ne anlatılmak
istendi ini
belirleyecek
formülün
saptanması
konusu
ele
alınmı tı.
Sonunda Avignon’lularca önerilen bir
formül kabul edildi; çünkü akla yakın
görünüyordu:
Silahlı
askerler
ve
komutanlar,
“papalık
üyelerinden
herhangi birinin canına kastedecek bir
giri imde bulunacak ya da
iddet
eylemleriyle onların davranı
ya da
dü üncelerini
etkilemeye
çalı acak
herkes” üstünde yargı yetkisine sahip
olacaklardı. O zaman, anla ma salt
biçimsel
kaygılardan
esinlenmi
görünüyordu. Oysa imdi, manastırdaki
son olaylardan sonra Ba rahip tedirgindi;
ku kularını William’a açıkladı. Papalık
elçileri iki cinayetin faili hâlâ ortaya
çıkarılmadan
manastıra
varacak
olurlarsa (ertesi gün Ba rahip’in kaygıları
daha da artacaktı; çünkü cinayetlerin
sayısı üçe çıkacaktı), bu duvarlar
arasında, iddet eylemleriyle Papa’nın
elçilerinin dü ünce ve davranı larını
etkileyebilecek
birisinin
dola makta
oldu unu kabul etmek gerekecekti.
lenen
cinayetleri
gizlemeye
çalı mak hiçbir eye yaramazdı; çünkü
bir cinayet daha i lenecek olursa, papalık
elçileri kendilerine kar ı kurulmu bir
komplodan
ku kulanacaklardı.
Bu
durumda yalnızca iki çözüm vardı: Ya
William heyet gelmeden katili ortaya
çıkaracak (burada
Ba rahip,
sanki
sorunu hâlâ çözemedi i için onu sessizce
kınıyormu gibi dik dik William’a baktı),
ya da Papa’nın temsilcisine durum açıkça
anlatılarak
görü meler
sırasında
manastırı sıkı bir gözetim altında tutmak
için
onunla
i birli i
sa lanmaya
çalı ılacaktı. Bu ikinci çözüm Ba rahip’in
ho una
gitmiyordu;
çünkü
bu,
egemenli inden bir ölçüde vazgeçmek ve
rahiplerini
Fransızların
denetimine
bırakmak anlamına geliyordu. Ama hiçbir
tehlikeyi göze alamazdı. William ve
Ba rahip’in her ikisi de olayların bu
biçimde
geli mesinden
kaygı
duyuyorlardı; ama seçenekleri azdı.
Gene de kesin karara varmayı
ertesi güne bıraktılar. Bu arada,
Tanrı’nın merhametine ve William’ın
bilgeli ine sı ınacaklardı.
“Elimden gelen her eyi yapaca ım,
Yüce Efendimiz,” dedi William. “Ama öte
yandan, bu sorunun görü meyi nasıl
tehlikeye
dü ürebilece ini
hiç
anlamıyorum. Bir delinin ya da kana
susamı ın ya da yalnızca yitik bir ruhun
davranı ıyla dürüst insanların bir araya
gelip tartı acakları ciddi sorunların ayrı
ayrı eyler oldu unu papalık temsilcisi de
anlayacaktır.”
“Öyle mi dü ünüyorsunuz?” diye
sordu Ba rahip, dik dik William’a
bakarak.
“Unutmayın
ki
Avignon’lular
Minorit’lerle, yani Fraticello’lara tehlikeli
biçimde yakın ve onlardan daha da çılgın
olan ba kalarıyla, elleri kana bulanmı
tehlikeli sapkınlarla bulu acaklarını çok
iyi biliyorlar”; burada Ba rahip sesini
alçaktı, “bunların yanında, burada olup
bitenler ne denli korkunç olursa olsun,
güne kar ısında da ılan sis gibi silik
kalır.”
“Aynı
ey de il!” diye ba ırdı
William tiz bir sesle. “Perugia Ruhani
Meclisi’ndeki Minorit’leri, ncil’in mesajını
yanlı anlamı , servete kar ı sava ımı bir
dizi ki isel kan davasına ya da kanlı
çılgınlı a dönü türen sapkınlar takımıyla
bir tutamazsınız...”
“Daha birkaç yıl önce, sizin
sapkınlar takımı dedi iniz kimselerin bir
bölü ü,
buradan
birkaç
kilometre
uzaklıktaki
Vercelli
Piskoposu’nun
topraklarını ve Novara da larını kana ve
ate e bo dular,” dedi Ba rahip kuru bir
sesle.
“Fra Dolcino’yla Havarilerinden söz
ediyorsunuz...”
“Sözde Havariler,” diye düzeltti
Ba rahip. Ve bir kez daha, Fra
Dolcino’yla Havarilerinden, sakınımlı bir
sesle,
neredeyse
bir
yılgınlık
anı tırmasıyla söz edildi ini i ittim.
“Sözde Havariler,” diye kabul elti
William hemen. “Ama onların Minorit’lerle
hiçbir ili i i yoktu...”
“...
onların
Calabrialı
Gioacchino’ya
duydukları
saygıyı
payla ıyorlardı,” diye direndi Ba rahip,
“dilerseniz, sizinle aynı tarikattan olan
Ubertino’ya sorabilirsiniz.”
“Zatıâlilerine, onun imdi sizinle
aynı tarikattan oldu unu belirtmeliyim,”
dedi William gülümseyerek ve bir tür
reveransla, böylesine ünlü bir adamı
tarikatına kazandırdı ı için Ba rahip’i
kutluyormu çasına.
“Biliyorum,
biliyorum,”
diye
gülümsedi
Ba rahip.
“Tarikatımızın
Tinciler’i Papa’nın hı mına u radıkları
zaman nasıl karde çe bir sevgiyle ba rına
bastı ını
biliyorsunuz.
Yalnız
Ubertino’dan de il, haklarında az ey
bilinen ve belki de daha çok ey bilinmesi
gereken, öteki alçakgönüllü rahiplerden
de söz ediyorum. Çünkü Minorit kılı ına
bürünmü
olarak
kar ımıza
çıkan
kaçakları da ba rımıza bastı ımız oldu;
ya amlarındaki çe itli ya antıların onları
bir süre için Dolcino yanlılarına oldukça
yakla tırmı
oldu unu
sonradan
anladım.”
“Burada da var mı böyleleri?” diye
sordu William.
“Burada
da
var.
Do rusunu
söylemek gerekirse, çok az bildi im, en
azından
suçlamalarda
bulunmaya
yetecek denli bilmedi im eylerden söz
ediyorum size. Ama bu manastırın
ya amını incelemekte oldu unuza göre,
sizin de bunları bilmenizde yarar var.
Size unu da söyleyeyim, i itti im ya da
tahmin etti im eylere dayanarak, tam
iki yıl önce, Minorit’lerin göçünden sonra
manastıra gelen kilercimizin ya amında
çok karanlık bir an oldu undan ku ku
duyuyorum - dikkat edin, yalnızca
ku ku.”
“Kilerci mi? Viragine’li Remigio bir
Dolsiniyen mi? Bana öyle geliyor ki,
yaratıkların en yumu ak ba lısı o; bu
yüzden de tanıdı ım insanlar içinde
Yoksulluk Bacı’yla en az ilgileneni...” dedi
William.
“Ona kar ı söyleyecek hiçbir eyim
yok; hizmetinden de yararlanıyorum; bu
yüzden tüm topluluk gönül borcu
duyuyor ona, bir Frate ile bir Fraticello
arasında ba kurmanın ne denli kolay
oldu unu size anlatmak için söylüyorum
bunu.”
“Zatıâlileri
bir
kez
daha
yanılıyorlar; izin verirseniz söyleyeyim,”
diye onun sözünü kesti William. “Biz
Dolsiniyenler’den
söz
ediyorduk,
Ftaticello’lardan de il. nsan kimden söz
edildi ini bile bilmeksizin Dolsiniyenler
hakkında çok ey söyleyebilir; çünkü
birçok çe itleri vardır. Ama onlara kana
susamı denemez. Olsa olsa Tinciler’in
gerçek Tanrı sevgisinden esinlenerek
büyük bir ılımlılıkla öne sürdükleri
eyleri,
enine
boyuna
dü ünmeden
uygulamaya koydukları söylenebilir; bu
noktada, iki grup arasındaki sınır
çizgisinin çok ince oldu unu kabul
ediyorum...”
“Ama Fraticello’lar sapkındır!” diye
sertçe onun sözünü kesti Ba rahip.
“Yalnızca sa’nın ve Havarilerin
yoksullu unu desteklemekle kalmıyorlar ben katılmasam da, Avignon’luların
kendini be enmi li ine kar ı yararlı
olabilecek bir ö reti. Fraticellolar bu
ö retiden pratik bir tasım çıkarıyorlar;
ba kaldırı,
ya ma
ve
alı kanlıkları
saptırma hakkını çıkarsıyorlar.”
“Ama hangi Fraticello’lar?”
“Genellikle tümü. Adı anılmayacak
cinayetlere
bula tılar:
Evlili i
tanımıyorlar,
cehennemi yadsıyorlar,
e cinsellik suçu i liyorlar, Bogomillerin,
131
132
ordo Bulgariae
ve ordo Drygonthie
sapkınlı ını benimsiyorlar...”
“Lütfen,” dedi William, “ba ka
ba ka
eyleri
birbirine
karı tırmayın!
133
F r a t ic e llo’la r, Patarenler
,
ayrıca
134
135
Valdezyenler
, Katarlar
, bunlar
arasında da, Bulgaristan Bogomilleriyle,
Dragovitsa sapkınları aynı eylermi gibi
konu uyorsunuz!”
“Hepsi de aynı,” dedi sertçe
Ba rahip, “çünkü onlar sapkın; çünkü
onlar laik dünyanın ve sizin de destekler
göründü ünüz imparatorlu un düzenini
tehlikeye dü ürüyorlar. Yüzyılı a kın bir
süre önce, Brescia’lı Arnaldo’nun izinden
gidenler, soylularla kardinallerin evlerini
ate e verdiler: bunlar, Lombardiya’lı
Pataren sapkınlı ının meyveleriydi. Bu
sapkınlar hakkında korkunç öyküler
biliyorum: Eisterbach’lı Sezar’da okudum
onları.
Verona’da,
San
Gedeone
piskoposluk kurulu üyesi Everardo,
kendisini evinde a ırlayan adamın her
gece karısı ve çocuklarıyla evden çıktı ım
farketmi . Üçünden birine, hangisine
bilmiyorum,
nereye
gittiklerini,
ne
yaptıklarını sormu . Gel de gör diye yanıt
verilmi ona; o da artlarından, yeraltında,
insanların kadın erkek toplandıkları
büyük bir eve gitmi . Ötekiler sessizlik
içinde
beklerken
sapkınların
önde
gelenlerinden biri küfürlerle dolu bir
konu ma
yapmı ;
ya amlarını
ve
törelerini bozmalarını istemi . Sonra
mum söndürülünce herkes, karısıyla kızı,
dulla el de memi genç kız, efendiyle köle,
hatta (daha kötüsü, böyle korkunç eyler
söyledi im için Efendimiz beni ba ı lasın)
kızı ve kızkarde i arasında hiçbir ayrım
gözetmeksizin en yakınındakinin üstüne
atılmı . Everardo bütün bunları görünce,
hafif ve kösnül bir genç oldu undan,
tarikatın
üyesiymi
gibi
yaparak
evsahibinin kızının mı, yoksa ba ka bir
genç kızın mı bilmem yanına yana mı ,
mum söndürülünce de onunla günah
i lemi . Ne yazık ki bir yılı a kın bir süre
böyle davranmı . O zaman Everardo içine
dü tü ü uçurumu görmü ve o eve,
sapkınlı ın çekicili ine kapıldı ı için de il,
kızların çekicili ine kapıldı ı için gitti ini
söyleyerek
onların
ayartmalarından
kaçmayı ba armı . Onu kovmu lar. Ama
görüyorsunuz, sapkınların yasası ve
ya amı
böyledir
Patarenlerin,
Katarların, Joachim’cilerin, her çe it
Tincilerin. Hem bunda a acak bir ey;
onlar bedenin dirilece ine, günahların
bedelinin
ödenece ine,
cehenneme
inanmıyorlar; hiç ceza görmeksizin her
eyi yapabileceklerini öne sürüyorlar.
Kendilerine
catharoi,
yani
katıksız
diyorlar.”
“Abbone,” dedi William, “siz bu
görkemli
ve
kutsal
manastırın
yalıtılmı lı ı
içinde,
dünyanın
kötülüklerinden
uzak
ya ıyorsunuz.
Kentlerde ya am sandı ınızdan çok daha
karma ıktır; hem biliyorsunuz, yanılgının
da, kötülü ün de dereceleri vardır. Lut,
Tanrı’nın gönderdi i melekler hakkında
bile
kötü
dü ünceler
besleyen
yurtta larından daha az günahkârdı;
Petros’un
ihaneti,
Yehuda’nınkiyle
kar ıla tırıldı ında
solda
sıfır
kalır;
gerçekten de, biri ba ı landı; ötekiyse
ba ı lanmadı. Siz Patarenlerlc Katarları
bir tutuyorsunuz. Patarenler, Kutsal
Kilise Ana’nın yasaları çerçevesinde
alı kanlıkları düzeltmeye yönelik bir
akımdı.
Onlar
her
zaman
din
adamlarının
ya am
biçimlerini
düzeltmeye çalı mı lardır.”
“Yüre i
temiz
olmayan
papazlardan kutsama istenmemesini öne
sürerek...”
“Ve
yanıldılar;
ama
bu,
kuramlarının tek yanılgısıydı. Tanrı’nın
yasasını de i tirmeyi hiçbir zaman öne
sürmediler...”
“Ama
Brescia’lı
Arnaldo’nun
yaydı ı Pataren dü ünce Roma’da iki yüz
yılı a kın bir süre önce, kırsal yı ınları
soylularla kardinallerin evlerini yakmaya
itti.”
“Arnaldo
belediye
ba kanlarını
reform hareketine çekmeye çalı tı. Onu
izlemediler; o da yoksullar ve dı lanmı lar
arasında destek buldu. Onun daha az
yozla mı bir kent ça rısına iddet ve
öfkeyle kar ılık vermelerinden o sorumlu
de ildi.”
“Kent her zaman yozdur.”
“Kent bugün sizin, bizim çobanı
oldu umuz,
Tanrı’nın
kullarının
ya adıkları
yerdir.
Zengin
din
adamlarının yoksul ve aç insanlara
erdem üstüne vaaz verdikleri bir rezillik
yeridir.
Patarenlerin
çıkardıkları
karı ıklıklar bu durumdan do mu tur.
Hüzünlüdür Patarenler, ama anla ılmaz
de ildirler. Katarlar daha ba kadır.
Onlarınki, kilise ö retisinin dı ında bir
Do u sapkınlı ıdır.
Onlara
yorulan
suçları gerçekten i lemi ya da i lemekte
olup olmadıklarını bilmiyorum. Evlili e
kar ı
olduklarını,
cehennemi
yadsıdıklarını biliyorum.
lemedikleri
birçok suçun, yalnızca savundukları
(ku kusuz i renç) dü üncelerden ötürü
onlara
yüklenmi
olup
olmadı ını
soruyorum kendi kendime.”
“Katarların
Patarenlere
karı madıklarını, her ikisinin de yalnızca
aynı
iblisçe
görünümün
sayısız
yüzlerinden
ikisi
olduklarını
mı
söylüyorsunuz?”
“Bu sapkınlıklarının birço unun,
destekledikleri
ö retilerden
ba ımsız
olarak, basit insanlar arasında ba arı
kazandı ını, çünkü bu insanlara ba ka
bir
ya am
olana ı
sunduklarını
söylüyorum. Basit insanların ço u kez
ö retiler konusunda fazla bir
ey
bilmediklerini söylüyorum. Ço u zaman
basit insan yı ınlarının Katar ö retisini
Patarenlerin
ö retisiyle,
bunu
da
genellikle
Tincilerin
ö retisiyle
karı tırdıklarını
söylüyorum.
Basit
insanların ya amı, bilgiyle ve bizi bilge
kılan uyanık bir ayırdetme duygusuyla
aydınlatılmamı tır, Abbone. Hastalık ve
yoksulluk
altında
ezilmi tir
onların
ya amı; bilgisizlikle dili ba lanmı tır.
Birçokları için bir sapkın gruba katılmak,
ço u
kez
kendi
umarsızlıklarını
haykırmanın bir ba ka yoludur. Bir
kardinalin evi, din adamlarının ya amını
yetkinle tirmek için de yakılabilir, onun
hakkında vaaz verdi i cehennemin var
olmadı ına inandıkları için de. Her
zaman yapılan bir eydir bu; çünkü
yeryüzünde bazan çobanları oldu umuz
sürülerin içinde ya adıkları bir cehennem
vardır. Ama siz de çok iyi biliyorsunuz ki,
tıpkı onların Bulgar kilisesiyle rahip
Liprando’nun
izinden
gidenleri
birbirinden
ayırdedememeleri
gibi,
imparatorluk
makamları
ve
onları
tutanlar da, Tincilerle sapkınları ço u kez
birbirinden
ayıramamı lardır.
mparatorluk
yanlısı
gruplar,
dü manlarını
yenebilmek
için
halk
arasında Katarcı e ilimleri sık sık
yüreklendirdiler. Kanımca iyi etmediler.
Ama imdi aynı güçlerin sık sık, bu
gere inden “basit”, için için kaynayan,
tehlikeli
dü manlardan
kendilerini
kurtarmak için, bir gruba ötekilerin
sapkınlıklarını yüklediklerini ve tümünü
de ate e atıp yaktıklarını biliyorum. Size
yemin ederim, Abbone, erdemli bir ya am
süren,
yoksullu u
ve
erdenli i
benimseyen, ama piskoposlara dü man
olan
insanların
-belki
ba kalarının
i ledikleri, ama onların i lemediklerirastgele
cinsel
ili kide
bulunmak,
e cinsellik ve a za alınmaz
eylerle
suçlayarak, imparatorlu un ya da özgür
kentlerin hizmetindeki laik makamlara
teslim edildiklerini kendi gözlerimle
gördüm. Basit insanlar kasaplık hayvan
gibidirler; dü mana sorun çıkarmaya
yaradıkları zaman kullanılırlar, artık i e
yaramaz olunca da kurban edilirler.”
“Yani,” dedi Ba rahip, açık bir
kötülükle, “Fra Dolcino’yla çılgın adamları
ve Gherardo Segarelli’yle o i renç katiller,
kötü Katarlar mıydılar, yoksa erdemli
Fraticello’lar
mıydılar?
E cinsel
Bogomiller
miydiler,
yoksa
Pataren
reformcular
mı?
Gerçe in
nerede
yattı ını bana söyler misiniz William, siz
ki, sapkınlar hakkında, onlardan biri
sanılacak kadar çok ey biliyorsunuz?”
“Gerçek, hiçbir yerde de ildir
bazan,” dedi William, hüzünle.
“Görüyor musunuz? Siz bile artık
bir
sapkını
ötekinden
ayırt
edemiyorsunuz. Hiç olmazsa benim bir
kuralım var. Sapkınların, Tanrı’nın
kullarını bir arada tutan düzeni tehlikeye
atan kimseler olduklarını biliyorum. Ve
mparator’u destekliyorum; çünkü bu
düzeni benim için güvence altına alıyor.
Papa’yla sava ıyorum; çünkü tinsel erki,
tüccarlar ve loncalarla ba la ık ve bu
düzeni
koruyamayacak
olan
kent
piskoposlarına veriyor. Biz bu düzeni
yıllarca koruduk. Sapkınlara gelince,
onlar için tek bir kuralım var; Citeaux
Piskoposu
Arnald
Amaralicus’un,
sapkınlı ından ku kulanılan Beziers kenti
yurtta larını ne yapacaklarını kendisine
soranlara verdi i yanıtta özetleniyor bu
kural:
‘Tümünü
öldürün!
Tanrı,
kendinden yana olanları tanır.’”
William gözlerini indirdi, bir süre
sustu. Sonra, “Beziers kenti ele geçirildi;
bizimkiler ne onura, ne ya a, ne cinse
baktılar; yirmi bine yakın insan kılıçtan
geçirildi. Kıyam sona erince kent
ya malanıp yakıldı,” dedi. “Kutsal bir
sava da önünde sonunda bir sava tır.
Belki de bu nedenle kutsal sava lar
olmamalıdır. Ama neler söylüyorum ben?
talya’yı yakıp yıkmakta olan Ludwig’in
haklarını savunmak için bulunuyorum
burada. Ben de garip ba la ıkların
oyununa
kapıldım.
Tincilerle
imparatorluk arasındaki ba la ıklık garip;
imparatorlu un,
halkın
egemenli ini
isteyen Marsilio’yla ba la ıklı ı da k.
garip. Dü üncelerimiz ve geleneklerimiz
öylesine farklı olan sizinle benim
aramdaki ba la ma da garip. Ama iki
ortak görevimiz var; toplantının ba arısı
ve bir katilin ortaya çıkarılması. Barı
içinde yol almaya çalı alım.”
Ba rahip kollarını uzattı. “Bana
barı öpücü ü verin William Birader.
Sizin gibi bilgili bir adamla, ince
tanrıbilim ve ahlak sorunlarını sonsuza
dek
tartı abilirdik.
Ama
Paris’teki
üstatlar
gibi
tartı ma
zevkine
kaptırmamalıyız kendimizi. Haklısınız,
önümüzde önemli bir görev var; uyum
içinde yol almalıyız. Bunlardan söz
edi imin nedeni, arada bir ba oldu una
inanı ım, anlıyor musunuz? Burada yer
alan cinayetlerle tarikatınıza mensup
karde lerinizin savları arasında olası bir
ba
- daha do rusu, ba kalarının
kurabilecekleri bir ba . Sizi bunun için
uyardım; Avignon’luların en küçük bir
ku kuya ya da sezgiye kapılmalarını
bunun için önlemeliyiz.”
“Yüce Efendimiz’in, yapaca ım
soru turmanın yönünü çizdi ini de
dü ünmemeli miyim? Son olayların
rahiplerden
birinin
geçmi teki
sapkınlı ıyla ilgili karanlık bir öyküden
kaynaklanmı
olabilece ine
mi
inanıyorsunuz?”
Ba rahip, yüzünde hiçbir anlatım
belirmeksizin William’a bakarak birkaç
saniye sustu. Sonra, “Bu üzücü olayın
soru turmasını siz yapacaksınız,” dedi.
“Ku kulu olmak, hatta yersiz ku kuya
kapılmayı bile göze almak sizin hakkınız.
Ben yalnızca Ba rahip’im burada. unu
da
ekleyeyim;
rahiplerden
birinin
geçmi inin yerinde bir ku ku yarattı ım
bilseydim, bu zararlı otu kendi ellerimle
söküp atardım. Benim bildi imi siz de
biliyorsunuz. Bilmedikleriminse, sizin
bilgeli iniz sayesinde aydınlı a kavu ması
do ru olacaktır. Ama ne olursa olsun,
her zaman ve her eyden önce bana bilgi
verin.”
Selam vererek kiliseden çıktı.
“Olay
gittikçe
karma ıkla ıyor,
sevgili Adso,” dedi William karanlık bir
yüzle. “Biz bir elyazmasının ardından
ko alım, gere inden çok meraklı bazı
rahiplerin gere inden sert tartı maları,
bazılarının
da
gere inden
kösnül
ya antılarıyla ilgilenelim derken, imdi de
bamba ka bir iz giderek belirginle iyor.
Demek ki kilerci... Kilerciyle birlikte
Salvatore denen o garip hayvan da geldi
buraya... Ama imdi gidip dinlenelim,
çünkü bütün geceyi uyanık geçirmeyi
tasarladık.”
“Demek bu gece kitaplı a gitmeyi
hâlâ tasarlıyorsunuz? Bu ilk ipucundan
vazgeçmiyor musunuz?”
“Kesinlikle hayır. Hem iki ayrı
ipucunun söz konusu oldu unu söyleyen
kim? Sonra u kilerci öyküsü belki de
Ba rahip’in ku kusundan ba ka bir ey
de ildir.”
Hacılar konukevine do ru yöneldi.
E i e varınca durdu ve daha önceki
konu masını
sürdürüyormu
gibi
konu tu.
“Aslında Ba rahip Adelmo’yla ilgili
soru turma yapmamı, genç rahipler
arasında sa lıksız bir eyler oldu unu
dü ündü ü zaman istedi benden. Ama
imdi,
Venantius’un
ölümü
ba ka
ku kular uyandırınca, belki de Ba rahip
gizemin anahtarının kitaplıkta oldu unu
sezinledi; ama orada da ara tırma
yapılmasını
istemiyor.
Bu
yüzden,
dikkatimi Aedificium’dan uzakla tırmak
için kilerciyi ipucu olarak sunuyor
bana...”
“Peki ama, niçin istemesin...”
“Çok soru sorma. Ba rahip bana
daha
en
ba ında
kitaplı ın
dokunulmazlı ı
oldu unu
söyledi.
Kendince haklı nedenleri olsa gerek.
Belki o da Adelmo’nun ölümüyle ilgisi
olabilece ini dü ünmedi i bir
olaya
karı mı tır
da,
imdi
rezaletin
büyüdü ünün,
kendisini
de
içine
alabilece inin
farkına
varıyordur.
Gerçe in ortaya çıkmasını da istemiyor
ya da en azından, benim ortaya
çıkarmamı istemiyor...”
“Öyleyse Tanrı’nın unuttu u bir
yerde ya ıyoruz biz,” dedim, tedirgin.
“Sen Tanrı’nın kendilerinden razı
oldu u insanlara rastladın mı hiç?” diye
sordu
William,
upuzun
boyunun
tepesinden bakarak.
Sonra beni dinlemeye gönderdi.
Yata ıma
yatarken,
babamın
beni
dünyayı
dola maya
göndermemesi
gerekti i, dünyanın sandı ımdan daha
karma ık oldu u sonucuna vardım.
Gere inden çok ey ö reniyordum.
136
“Salva me ab ore leonis
,” diye
dua ettim uykuya dalarken.
kinci Gün
GÜNBATIMINDAN SONRA
Bu kısa bölümde ya lı Alinardo,
labirente ve oraya nasıl girilece ine dair
çok ilginç eyler anlatıyor.
Uyandı ımda, neredeyse ak am
yeme i çanları çalıyordu. Donuk ve
sersem gibi hissediyordum kendimi;
çünkü gündüz uykusu bedenin günahı
gibidir: Ne denli çok i lenirse, o denli çok
istenir. Gene de insan kendini mutsuz
hisseder; aynı zamanda hem doygun,
hem de doymamı . William hücresinde
yoktu; çok erkeni kalktı ı açıktı. Biraz
dola tıktan
sonra
onu Aedificium’a
çıkarken buldum.
Bana yazı salonunda, incelemeyi
kaldı ı
yerden
sürdürmek
için
Venantius’un
masasına
yakla maya
çalı ırken
katalogların
sayfalarını
çevirdi ini, rahiplerin çalı malarına göz
attı ını söyledi. Ama u ya da bu nedenle,
hiçbiri
o
kâ ıtları
karı tırmasını
istemiyormu gibi görünüyordu. Önce
bazı de erli minyatürleri göstermek için
Malachi yakla mı tı yanına. Sonra Benno
sudan bahanelerle oyalamı tı onu. Daha
sonra da incelemelerini sürdürmek için
e ildi inde,
Berengar
ona
yardım
önererek
çevresinde
dönenmeye
koyulmu tu.
Sonunda
Malachi,
üstadımın
Venantius’a ait eylerle u ra maya ciddi
ciddi niyetli oldu unu görünce, ölünün
kâ ıtlarını
karı tırmadan
önce
Ba rahip’in iznini almasının iyi olaca ını
apaçık söylemi ti ona; kendisi bile,
kütüphaneci oldu u halde, disipline
duydu u
saygıdan
ötürü
kâ ıtlara
bakmaktan kaçınmı tı; hem William’ın
kendisinden istedi i gibi, hiç kimse
yakla mamı tı o masaya; Ba rahip’in
buyru u
olmaksızın
da
yakla amayacaktı. William Ba rahip’in
kendisine tüm manastırda inceleme
yapmak için izin vermi
oldu unu
belirtmi ti; bunun üzerine Malachi, içinde
pek de kötülük olmadı ı söylenemeyecek
bir sesle, Ba rahip’in yazı salonunda ya
da Tanrı korusun, kitaplıkta da diledi i
gibi dola masına da izin verip vermedi ini
sormu tu ona. William Venantius’un
kâ ıtları
çevresindeki
bütün
bu
davranı ların ve korkuların, onların ne
olduklarına bakma iste ini do al olarak
artırsa da, Malachi’ye kar ı bir güç
gösterisine giri menin sırası olmadı ını
anlamı tı. Ama o gece, nasıl olaca ım
hâlâ bilmemekle birlikte, oraya geri
dönmeyi öylesine aklına koymu tu ki,
olay çıkarmamaya karar vermi ti.
Bununla birlikte, e er gerçe i
ö renme
susuzlu undan
kaynaklanmasaydı, fazlasıyla inatçı, belki
de kınanacak öç alma dü ünceleri
besliyordu içinde.
Yemek salonuna girmeden önce,
ak am serinli inde uyku bulutlarını
da ıtmak için dehlizde küçük bir gezinti
daha yaptık. Derin dü ünceye dalmı
birkaç rahip hâlâ orada dola ıyordu.
Dehlizin açıldı ı bahçede, iyiden iyiye
güçten dü mü , kilisede dua etti i
zamanlar dı ında günün büyük bir
bölümünü a açlar arasında geçiren
Grottaferrata’lı ya lı mı ya lı Alinardo’yu
farkettik. So u u duymuyormu
gibi
sundurmanın dı kısmında oturuyordu.
William ona birkaç merhaba
sözcü ü söyledi; ya lı adam birisinin
kendisine ilgi duymasına sevinmi gibiydi.
“Dingin bir gün,” dedi William.
“Tanrı’ya ükür,” diye yanıtladı
ya lı adam.
“Cennet dingin, ama yeryüzü
karanlık. Venantius’u iyi tanır mıydınız?”
“Venantius kim?” dedi ya lı adam.
Sonra gözlerinde bir ı ık yandı. “Ha, u
ölen
delikanlı.
Hayvan
manastırda
dola ıyor...”
“Hangi hayvan?”
“Denizden gelen koca hayvan...
Yedi ba lı, on boynuzlu; on boynuzunda
on taç, ba larında üç küfür sözcü ü.
Parsa benzeyen bir hayvan, ayakları
ayınınkilere, a zı bir aslanın a zına
benziyor... Onu gördüm ben.”
“Nerede gördünüz? Kitaplıkta mı?”
“Kitaplıkta mı? Niçin? Yıllar, var ki
yazı salonuna gitmiyorum, kitaplı ı da hiç
görmedim.
Kitaplı a
kimse
girmez.
Kitaplı a girenleri tanıdım ben...”
“Kimi, Malachi’yi mi, Berengar’ı
mı?”
“Yok, hayır...” diye güldü ya lı
adam, keyifli bir sesle. “Eskisini,
Malachi’den
önceki
kütüphaneciyi,
yıllarca önce...”
“Kimdi o?”
“Anımsamıyorum, Malachi daha
gençken öldü o. Malachi’nin üstadından
önce gelen de; genç kütüphaneci
yardımcısıydı; ben de gençtim o zaman...
Ama kitaplı a hiç adımımı atmadım.
Labirent...”
“Kitaplık mı, Labirent?”
“Hunc mundum tipice laberinthus
137
denotat ille
,” dedi tane tane, dalgın,
ya lı adam. “Intranti largus, redeunti sed
138
nimis artus
. Kitaplık kocaman bir
labirenttir. Dünya labirentinin simgesi
içine
girersin,
ama
dı arı
çıkıp
çıkamayaca ını
bilmezsin.
Herkül
tapına ının
sütunlarından
içeri
girmemeli...”
“Aedificium’un kapıları kilitliyken
kitaplı a nasıl girildi ini bilmiyorsunuz,
demek?”
“A, biliyorum,” diye güldü ya lı
adam, “birçokları bilir bunu. Kemik
mezarlı ından
geçersin.
Kemik
mezarlı ından geçebilirsin, ama kemik
mezarlı ından geçmek istemezsin. Ölü
rahipler nöbet tutarlar.”
“Nöbet tutan ölü rahipler, geceleri
ellerinde mumla kitaplıkta dola anlar
olmasın?”
“Mumlar mı?” Ya lı adam a ırmı
görünüyordu.
“Hiç
böyle
bir
ey
duymadım.
Ölü
rahipler
kemik
mezarlı ında durur. Kemikler yava yava
mezarlıktan dü üp orada toplanarak giri i
kapatır. Sen hiç
apeldeki kemik
mezarlı ına açılan suna ı görmedin mi?”
“Kilisenin kanadını açtıktan sonra,
soldan üçüncü, de il mi?”
“Üçüncü mü? Belki de. Sunak
ta ında bin iskelet oyulmu olan. Sa dan
dördüncü kafatası: Gözlerine bas...
kendini kemik mezarlı ında bulursun.
Ama sakın gitme oraya; ben hiç
gitmedim. Ba rahip kızar sonra.”
“Peki, hayvan? Hayvanı nerede
gördün?”
“Hayvanı mı?
Ha,
Deccal’ı...
Neredeyse gelir, bin yıl doldu; bekliyoruz
onu...”
“Bin yılı dolalı üç yüz yıl geçti, ama
gelmedi...”
“Deccal bin yıl dolunca gelmez. Bin
yıl dolunca, do ruların egemenli i ba lar;
sonra do ruları a ırtmak için Deccal
gelir; sonra da son sava olacak...
“Ama do rular bin yıl hüküm
sürecekler,” dedi William. “Ya sa’nın
ölümünden birinci bin yılın sonuna dek
egemen oldular, ki Deccal’ın o zaman
gelmesi gerekirdi, ya da daha egemenlik
sürmediler, Deccal’ın gelmesi de daha
çok uzak.”
“Bin yıl, sa’nın ölümünden de il,
Konstantinus’un ba ı ından ba layarak
hesaplanır. Bin yıl imdi oldu...”
“Do ruların egemenli i imdi sona
mı eriyor yani?”
“Bilmiyorum, artık bilmiyorum...
Yorgunum.
Hesaplamak
güç.
Liebana’dan
Tanrı
razı
olsun,
o
hesapladı; Jorge’ye sor, o gençtir, daha
iyi anımsar... Ama vakit doldu. Yedi
borazanı i itmedin mi?”
“Yedi borazanı mı, niçin?”
“Öteki o lanın, minyatürcünün
nasıl öldü ünü i itmedin mi? Birinci
melek ilk borazana üfledi ve kanla karı ık
is ve ate çıktı. kinci melek ikinci
borazana üfledi ve denizin üçte biri kana
dönü tü... kinci o lan kan denizinde
bo ulmadı mı? Üçüncü borazanı bekle!
Denizdeki canlıların üçte biri ölecek.
Tanrı bizi cezalandırıyor. Manastırı
ku atan tüm dünyaya sapkınlık bula tı;
söylediklerine göre, Roma tahtında sapık
bir Papa oturuyormu ; kutsal ekmekle
büyü yapıyor, sonra da onunla murana
balıklarını besliyormu ... çimizden birisi
de yasa ı çi nedi, labirentin mührünü
kırdı…”
“Kim söyledi bunu sana?”
“ ittim.
Herkes
manastıra
günahın girdi ini fısıldıyor. Hiç nohut var
mı sende?”
Bana yöneltilmi olan bu soru
a ırttı beni. “Hayır, bende nohut yok,”
dedim, a kın,
“Gelecek sefer biraz nohut gelir
bana. Yumu ayıncaya dek a zımda
tutuyorum onları; di siz a zımı görüyor
musun? Tükürük salgılamaya yarıyor;
139
aqua fons vitae
. Yarın nohut getirecek
misin bana?”
“Yarın size nohut getirece im,”
dedim. Ama ya lı adam uyuyakalmı tı.
Yanından ayrılıp yemekhaneye gittik.
“Ne demek istedi sizce?” diye
sordum üstadıma.
“Kutsal bin yıl çılgınlı ı ho una
gidiyor. Sözlerinin hangisi do ru, hangisi
yanlı , ayırdetmek güç. Ama Aedificium’a
nasıl girilece i konusunda bize ipucu
verdi ine inanıyorum; dün Malachi’nin
çıktı ı
apeli gördüm. Gerçekten de
ta tan bir sunak var orada, altlı ına
kafatası kabartmaları yapılmı ; bu gece
deneyece iz bakalım.”
kinci Gün
AK AM
William’la Adso Aedificium’a giriyorlar;
gizemli bir ziyaretçiyle kar ıla ıyorlar;
üstünde büyüsel imler olan gizli bir
mesaj buluyorlar; bulunur bulunmaz
kaybolan bir de kitap; bu bölümü izleyen
birçok bölümde aranacak, ama
bulunamayacaktır; William’ın de erli
merceklerinin çalınması, olayların
sonuncusu de ildir.
Ak am yeme i ne esiz ve sessiz
geçti. Venantius’un ölüsü bulunalı on iki
saati biraz geçmi ti. Herkes onun
masada bo kalan yerine kaçamak bir
bakı la bakıyordu. Ak am duası vakti
gelince koro yerine do ru yürüyen alay,
bir cenaze alayına benziyordu.
Töreni nefte, üçüncü suna ı
gözetleyerek izledik.
I ık azdı, bu yüzden Malachi yerine
gitmek üzere karanlıktan sıyrılınca,
nereden
geldi ini
tam
olarak
anlayamadık. Ne olur ne olmaz diye
gölgeye çekildik: yan nefte saklandık.
Giysimin
altında,
yemek
sırasında
mutfaktan a ırdı ım lamba vardı. Daha
sonra, bütün gece yanan büyük bronz
üçayaktan yakacaktık onu. Yeni bir fitille
çokça ya da bulmu tum. Uzun süre
ı ı ımız olacaktı.
Az sonra giri ece imiz serüven
beni öylesine heyecanlandırıyordu ki,
duaya dikkatimi veremiyordum; sona
erdi inin
neredeyse
farkına
bile
varamadım.
Rahipler
kukuletalarını
yüzlerine çektiler ve hücrelerine gitmek
üzere sıraya girip sessizce dı arı çıktılar.
amdanın parıltısıyla aydınlanan kilise
bombo kaldı.
“ imdi,” dedi William, “i ba ına.”
Üçüncü apele yakla tık; suna ın
altlı ı gerçekten bir kemik mezarlı ını
andırıyordu; bir kaval kemi i yı ını
üstüne konmu , hayranlık uyandıran bir
kabartma içinde görünen gözçukurları,
bo ve derin bir dizi kafatası bakanların
yüre ini korkuyla dolduruyordu. William,
Alinardo’dan i itmi
olduu sözcükleri
alçak sesle yineledi (sa dan dördüncü
kafatası, gözlerine bas). Parmaklarını o
etsiz yüzün gözçukurlarına soktu; hemen
bo uk bir gıcırtı i ittik. Sunak kımıldadı,
gizli bir eksenin çevresinde dönerek
karanlık bir açıklı ı belli belirsiz gösterdi.
Lambamı kaldırıp ı ık tutunca birkaç
nemli basamak seçtik. Kapıyı ardımızdan
kapatıp
kapatmamayı
aramızda
tartı tıktan sonra a a ı inmeye karar
verdik. Kapatmamak daha iyi, dedi
William, sonra açıp açamayaca ımızı
bilmiyorduk.
Görünmek
tehlikesine
gelince,
o
saatte
aynı
düzene i
kullanarak biri çıkagelirse, içeri nasıl
girilece ini biliyor demekti; kapalı bir
geçit
engellemeyecekti
onu.
On
basamaktan fazla indik; iki yanında daha
sonra birçok lahitte görece im birkaç
yatay ni in bulundu u bir koridora çıktık.
Bir kemik mezarlı ına ilk kez giriyordum;
bu yüzden çok korkuyordum. Rahiplerin
kemikleri yüzyıllar boyunca topraktan
kazılıp çıkarılmı , gövdelerinin biçimleri
bozulmaksızın ni lere yı ılmı tı. Bazı
ni lerde
yalnızca
küçük
kemikler,
bazılarında da yalnızca kafatasları vardı;
yuvarlanmamaları için bir çe it piramit
biçiminde düzgünce yerle tirilmi lerdi;
gerçekten ürkütücü bir görünümleri
vardı. Özellikle, yürüdükçe lambanın
yarattı ı gölge oyunlarından ölürü. Bir
ni te yalnızca eller gördüm, birbirine
dolanmı ölü parmaklarıyla içice geçmi
Bir sürü el. Bir an, bu ölüler evinde bir
canlının varlı ını sezinledim; bir çı lık
koyverdim; bir gıcırtı ve karanlıkta hızlı
bir devinim.
“Fareler,”
dedi William,
beni
rahatlamak için.
“Burada fare ne gezer?”
“Buradan geçiyorlar, tıpkı bizim
gibi; çünkü kemik mezarlı ı Aedificium’a,
dolayısıyla da mutfa a açılıyor. Sonra da
kitaplıktaki
güzel
kitaplara.
imdi
anlıyorsun Malachi’nin yüzünün neden
öyle asık oldu unu. Görevi gere i günde
iki kez geliyor buraya: bir sabah, bir de
ak am. Do rusu, hiç de gülecek hali
yok.”
“Peki ama, ncil niçin sa’nın
güldü ünü söylemiyor hiç?” diye sordum
hiç ili i i yokken.
“Bir sürü insan sa’nın gülüp
gülmedi ini sormu tur kendi kendine.
Beni pek ilgilendirmiyor bu sorun.
Kanımca hiçbir zaman gülmedi o; çünkü
Tanrı’nın o lunun olması gerekti i gibi,
her
eyi bilen
birisi olarak,
biz
Hıristiyanların
nasıl davranaca ımızı
biliyordu. te geldik.”
Gerçekten de, Tanrı’ya
ükür,
koridor sona eriyordu; basamaklar
yeniden ba ladı.
Bu basamaklardan çıkıp da demir
kaplı ah ap kapıyı iter itmez, kendimizi
mutfak
bacasının
arkasında,
yazı
salonuna çıkan sarmal merdivenin tam
altında bulduk. Yukarı çıkarken, üst
katta bir gürültü i itir gibi olduk.
Bir an sessiz durduk; sonra,
“Olamaz. Bizden önce hiç kimse girmedi
içeri...” dedim.
“Aedificium’a girmenin tek yolunun
bu
oldu unu
varsayarsak.
Geçmi
yüzyıllarda burası bir kaleymi ; bu
nedenle, bizim bildi imizden daha çok
gizli kapıları olmalı. Yava yava çıkalım.
Ama seçim ansımız çok az. Lambayı
söndürürsek gitti imiz yeri göremeyiz;
yanık bırakırsak yukarıdaki her kimse
onu korkuturuz. Tek umudumuz e er
yukarıda biri varsa, bizden daha çok
korkması.”
Güney kulesinden çıkarak yazı
salonuna vardık. Venantius’un masası
tam kar ıdaydı. Salon öylesine büyüktü
ki, yürüdükçe bir seferinde duvarın
ancak birkaç metrelik bir bölümünü
aydınlatıyorduk.
Umudumuz, avluda, pencereden
ı ık
sızdı ını
görecek
birinin
bulunmamasıydı.
Masada her
ey yerli yerinde
görünüyordu, ama William hemen alt
raftaki sayfaları incelemek için e ildi; dü
kırıklı ıyla bir çı lık attı.
“Bir ey mi eksik?” diye sordum.
“Bugün
burada
iki
kitap
görmü tüm, biri Yunanca’ydı. Yok. Biri
almı onu, hem de büyük bir telâ la;
çünkü sayfalardan biri buraya, yere
dü mü .”
“Ama
masa
gözaltında
tutuluyordu...”
“Elbette. Belki birisi az önce aldı
onu. Belki de hâlâ buradadır.” Gölgelere
do ru döndü, sesi sütunlar arasında
yankılandı: “E er buradaysan, kendini
koru!” Bu bana iyi bir fikir gibi göründü.
William’ın daha önce söyledi i gibi, bizi
korkutan birinin aynı zamanda bizden
daha çok korkması her zaman daha
iyidir.
William masanın altında buldu u
sayfayı
yere
koydu,
yüzünü
ona
yakla tırdı. Ona ı ık tutmamı istedi
benden. Lambayı yakla tırdım; yarısı bo ,
yarısı biraz güçlükle
tanıyabildi im
minicik harflerle kaplı bir sayfa gördüm.
“Yunanca mı?” diye sordum.
“Evet, ama iyi anlayamıyorum.”
Bini inin altından merceklerini çıkardı,
burnunun üstüne sa lamca yerle tirdi,
sonra
yüzünü
kâ ıda
daha
çok
yakla tırdı.
“Yunanca; çok küçük harflerle
yazılmı ; çok da düzensiz. Merceklerle
bile zor okuyabiliyorum. Daha çok ı ık
gerek. Biraz daha yakla sana...”
Par ömen kâ ıdını alıp yüzüne
do ru yakla tırmı tı; arkasına geçip
lambayı
ba ının
üstünde
yüksekte
tutacak yerde, budala gibi, onun tam
önünde durdum. Bana yana çekilmemi
söyledi; dedi ini yaparken, alev kâ ıdın
arkasını daladı.
William beni itip
elyazmasını yakmak mı istedi imi sordu;
sonra bir ünlem çıktı a zından. Sayfanın
üst bölümünde, sarı-kahverengi, ne
oldu u belirsiz i aretlerin belirdi ini açık
seçik gördüm. William lambayı elimden
alıp kâ ıdın arkasına, alevi, par ömenin
yüzeyine oldukça yakla tırarak tuttu;
tutu turmadan
ısıttı.
Lambayı
kımıldattıkça, alevin ucundan yükselen
duman kâ ıdın önyüzünü karartırken, ak
kâ ıt üstünde sanki görünmez bir el,
“Mane,
Tekel,
Fares,”
diye
yazıyormu çasına bazı i aretlerin birer
birer belirdi ini gördüm; i aretler, ruh
ça ırarak büyü yapanların alfabesinden
ba ka hiçbir alfabeye benzemiyordu.
“Olacak ey de il!” dedi William.
“Gittikçe daha ilginç oluyor!” Çevresine
bakındı: “Ama bu bulu umuzu esrarengiz
konu umuzun
hilelerinden
ırak
tutmalıyız; e er hâlâ buradaysa...”
Merceklerini
çıkarıp
masanın
üslüne koydu, sonra par ömeni özenle
yuvarlayıp
bini inin
içine
sakladı.
Mucizeden ba ka bir ey olmayan bu
olaylar dizisinin hâlâ a kınlı ı altında,
üstadımdan daha ba ka açıklamalarda
bulunmasını tam isteyecekken, birden
kuru bir ses dikkatimizi çekti. Do u
yönündeki, kitaplı a çıkan merdivenin
dibinden geliyordu ses.
“Adamımız burada! Yakala onu!”
diye ba ırdı William; o yöne do ru atıldık.
O daha hızlı, bense elimde lamba
oldu undan daha yava . Aya ı takılıp
dü en
birinin
gürültüsünü
i ittim.
Ko tum, William’ı basamakların dibinde,
cildi maden kabaralarla peki tirilmi
kocaman bir kitabı incelerken buldum.
Aynı anda, geldi imiz yönden bir ba ka
gürültü daha i ittik, “Ne aptalım ben!”
diye
ba ırdı
William.
“Çabuk!
Venantius’un masasına!”
Anlamı tım: Birisi, arkamızdaki
gölgelerin
içinden,
bizi
korkutup
kaçırmak için kitabı atmı tı.
William bir kez daha benden hızlı
davranıp benden önce masaya ula tı.
Ardından
giderken,
sütunların
arkasından kaçan bir gölgenin batı kulesi
merdiveninden çıktı ını gördüm.
Bir sava heyecanına kapıldım;
lambayı William’ın eline tutu turarak
kaça ın inmi oldu u basamaklara do ru
körlemesine atıldım. O anda kendimi
cehennem alaylarıyla sava an sa’nın bir
eri gibi hissediyor, kaça ı ele geçirip
üstadıma
teslim
etmek
iste iyle
yanıyordum.
Sarmal
merdivenden,
neredeyse bini imin eteklerine dolanarak
yuvarlanırcasına indim; aynı anda -bir
anlık bir dü ünceydi bu- dü manımın da
aynı engelle kar ı kar ıya
oldu u
dü üncesiyle avuttum kendimi. Üstelik,
e er kitabı almı sa, elleri de dolu olacaktı.
Ekmek fırınının arkasından dalarcasına
mutfa a girdim; giri i belli belirsiz
aydınlatan yıldızlı gecenin ı ı ında, ardına
dü tü üm
gölgenin
yemekhanenin
kapısından süzülüp kapıyı ardından
çekti ini gördüm. Kapıya do ru atıldım,
açmak için birkaç saniye u ra tım, içeri
girdim; çevreme bakındım, ama hiç
kimseyi göremedim. Dı
kapı hâlâ
sürgülüydü. Dönüp baktım.
Gölge ve sessizlik. Mutfaktan
do ru bir ı ı ın yakla tı ını gördüm, bir
duvara yaslandım. ki oda arasındaki
geçidin e i inde, bir lamba ı ı ının
aydınlattı ı bir adam belirdi. Ba ırdım.
William’dı.
“Kimse yok mu? Tahmin etmi tim.
Kapıdan çıkmadı. Kemik mezarlı ının
geçidinden geçmedi, de il mi?”
“Hayır,
buradan
çıktı,
ama
nereden çıktı ını bilmiyorum!”
“Sana söylemi tim: Ba ka geçitler
de var; onları aramamızın hiçbir yararı
yok. Belki de adamımız u anda uzak bir
yerden dı arı çıkıyordur. Merceklerim de
onunla birlikte.”
“Mercekleriniz mi?”
“Evet. Arkada ımız sayfayı elimden
alamadı, ama atik davranıp ko arak
yanımdan
geçerken
merceklerimi
masanın üstünden kaptı.”
“Niçin?”
“Çünkü hiç de aptal de il. Benim
bu notlardan söz etti imi duydu, onların
önemli olduklarını anladı, mercekler
olmadan onları çözemeyece imi tahmin
etti, güvenip ba kasına göstermeyece imi
de kesinlikle biliyor. Gerçekten, notlar ha
elimde olmu , ha olmamı hiç farketmez
imdi.”
“Peki
ama
merceklerinizi
ne
biliyordu?”
“Hadi, hadi, dün ak am camcı
ustasına sözünü etti imiz bir yana, bu
sabah Venantius’un kâ ıtlarını incelemek
için gözüme takmı tım onları. Bu yüzden,
o nesnelerin ne de erli oldu unu birçok
kimse bilebilir. Gerçekten de, onlarsız
normal bir elyazmasını okuyabilirim, ama
bunu okuyamam,” gizemli par ömeni
yeniden açtı, “Yunanca yazılı bölümü çok
küçük harflerle yazılmı , üst bölümü de
hiç açık seçik de il...”
Alevin ısısında büyüsel imler gibi
görünen gizemli i aretleri gösterdi bana:
“Venantius önemli bir gizi saklamak
istiyordu; bunun için de iz bırakmadan
yazan, ama ısıtılınca yeniden ortaya
çıkan bir mürekkep kullanmı . Ya da
limon suyu. Ama
ne kullandı ını
bilmedi imden, i aretler de yeniden yok
olabilece i için, senin gözlerin daha iyi
görür, çabuk onları alabildi ince aynen
kopya et; biraz da büyük olsun.” Kopya
etti im
eyin ne oldu unu bilmeden
dedi ini yaptım. Gerçekten de büyüyü
andıran dört be dizelik bir diziydi;
gözlerimin önündeki bilmece hakkında
okura bir fikir verebilmek için yalnızca ilk
i aretleri yazıyorum buraya: Bitirince,
William,
ne
yazık
ki
mercekleri
olmadı ından, levhayı burnundan biraz
uzakta tutarak baktı.
“Hiç ku ku yok, çözülmesi gereken
gizli bir alfabe bu,” dedi. “ aretler kötü
çizilmi , belki sen daha da kötü kopya
ettin, ama kesinlikle bir burç alfabesi bu.
Görüyor musun? Birinci dizede...” sayfayı biraz daha kendinden uzakla tırdı
ve gözlerini odakla tırmak için büyük bir
çabayla kıstı- “Yay, Güne , Merkür,
Akrep...”
“Ne anlama geliyor bunlar?”
“Venantius saf olsaydı, en yaygın
burç alfabesini kullanırdı: A e ittir Güne ,
B e ittir Zeus... O zaman ilk dize öyle
olurdu... unu bizim alfabemizle yazmaya
çalı : RAIQASVL...” Durdu. “Hayır, hiçbir
anlamı yok bunun; hem Venantius saf
de ildi. Alfabeyi ba ka bir anahtara göre
yeniden düzenlemi . Bunu çözmeliyim.”
“Çözülebilir mi?” diye sordum
hayranlıkla.
“Evet, e er Arapların biliminden
biraz anlarsan. ifrebilim kitaplarının en
iyileri kâfir bilim adamlarının yapıtlarıdır;
Oxford’da birkaçını okutabildim. Bacon,
bilgi elde etmenin yolunun dil bilmekten
geçti ini söylemekte haklıydı. Ebubekir
Ahmed bin Ali bin Va iyye en-Nebati,
yüzyıllarca
önce,
Kendini
Bilime
Adamı ların Eski Yazıların Bilmecelerini
Çözmeye Duydukları Çılgınca stekle lgili
Kitap diye bir kitap yazdı ve büyüsel
i lemlerde oldu u kadar, gizemli alfabeler
düzenlemek ya da çözmekte, ordular ya
da
bir
kralla
elçileri
arasında
haberle mede yararlı birçok kural ortaya
attı. Oldukça basit bir dizi düzenlemeler
sıralayan ba ka Arapça kitaplar da
gördüm. Örne in, bir harfin yerine ba ka
bir harf koyabilirsin, bir sözcü ü
tersinden yazabilirsin, sözcü ün yalnızca
her iki harfinden birini alarak harfleri
tersine
sıralayabilirsin,
ba tan
ba layarak burada oldu u gibi harflerin
yerine burç i aretleri koyar, gizli harflere
sayısal de erlerini verirsin; sonra da
sayılan ba ka bir alfabeye göre ba ka
harflere dönü türebilirsin...”
“Peki, Venantius buz dizgelerin
hangisini kullanmı olabilir?”
“Tümünü
de
denememiz
gerekecek; ba kalarını da. Ama bir
mesajın ifresini çözmenin ilk kuralı, ne
anlama geldi ini tahmin etmektir.”
“Ama o zaman çözmeye gerek
kalmaz ki!” diye güldüm.
“Pek de öyle de il. Mesajın ilk olası
sözcükleri
üstüne
varsayımlar
kurulabilir;
sonra
da,
bunlardan
çıkardı ın kuralın, metnin geri kalanına
uyup uymadı ına bakarsın. Örne in,
burada
Venantius,
finis
Africae’yi
çözümlemenin
anahtarım
kesinlikle
kaydetmi tir. Mesajın bununla ilgili
oldu unu dü ünürsem, birden bir r
uyum aydınlatır beni... Harfleri de il,
i aretlerin sayılarım dikkate alarak, ilk üç
sözcü e bakmaya çalı ... IIIIIIII IHI IIIIII...
imdi de bunları, her biri en az iki
i aretten olu an hecelere ayırmaya çalı ;
yüksek sesle oku: la-la-la la-la la-la-la...
Aklına bir ey gelmiyor mu?”
“Hayır.”
“Benimkine geliyor. Secretum finis
140
Africae
... Ama e er bu do ruysa, o
zaman son sözcü ün birinci ve altıncı
harfleri aynı olmalı; gerçekten de öyle:
141
terra
sözcü ünün simgesi iki kez
geçiyor bu sözcükte. lk sözcü ün ilk
harfi olan S harfi de, ikinci sözcü ün son
142
harfiyle aynı olmalı: te, Vergine’nin
i areti de yineleniyor. Belki de do ru
ipucu budur. Ama bir dizi rastlantı da
söz konusu olabilir. Bu ileti imin kuralını
bulmak için...
“Nerede bulmak için?”
“Kafamızda. cat etmeliyiz onu.
Sonra
da
do ru
olup
olmadı ına
bakmalıyız. Ama bu sınamalar bütün bir
günümü alabilir: Daha uzun süremez,
çünkü -bunu unutma- biraz sabırla
çözülemeyecek hiçbir gizli dil yoktur. Ama
imdi zaman yitiriyoruz; oysa kitaplı a
gitmek istiyoruz. Özellikle de, mercekler
olmadan mesajın ikinci bölümünü hiçbir
zaman okuyamayaca ım için; sen de
yardım edemezsin bana, senin gözlerin
için bu i aretler...”
143
“Graecum est, non legitur,”
diye
tamamladım cümleyi alçakgönüllülükle.
“Tastamam, görüyorsun, Bacon’un
hakkı varmı . Çalı ! Ama cesaretimiz
kırılmasın. Par ömeni ve senin notlarını
kaldıralım, kitaplı a çıkalım. Çünkü, bu
gece, yedi kat yerin dibi bile durduramaz
bizi.”
Haç çıkardım. “Peki ama, bizden
önce kim gelmi olabilir buraya? Benno
mu?”
“Benno
Venantius’un
kâ ıtları
arasında ne oldu unu ö renmek için
yanıp tutu uyordu, ama bize böylesine
kötü bir oyun oynamaya niyeti varmı
gibi görünmüyordu. Aslında bizimle bir
anla ma yapmayı önermi ti; hem sonra
gece vakti Aedificium’a girecek yüreklili i
yokmu , gibi geldi bana.”
“Öyleyse
Berengar?
Ya
da
Malachi?”
“Berengar bana bu tür i leri
yapabilecek
yüreklilikte
biri
gibi
görünüyor. Aslında kitaplıktan o da
sorumlu; kitaplı a ili kin bir gize ihanet
etti i
için
yürek
ezinci
duyuyor;
Venantius’un o kitabı almı oldu una
inanıyor, belki de onu yeniden yerine
koymak
isliyordu.
Yukarı
çıkmayı
ba aramadı,
imdi kitabı bir yerde
saklıyor; Tanrı yardım ederse, yerine
koymaya
çalı ırken
suçüstü
yakalayabiliriz onu.”
“Ama Malachi de aynı nedenlerden
ötürü, aynı iste i duyabilir.”
“Sanmam.
Malachi’nin,
Aedificium’u
kilitlemek
için
yalnız
kaldı ında
Venantius’un
masasını
karı tırmak için bol bol vakti vardı. Çok
iyi biliyordum bunu, ama önlemem
olanaksızdı.
imdi bunu yapmadı ını
biliyoruz.
Hem
iyi
dü ünülürse
Malachi’nin,
Venantius’un
kitaplı a
girdi ini ve oradan gizlice bir ey aldı ını
bildi inden ku kulanmak için hiçbir
neden yok. Oysa Berengar ve Benno
bunu biliyorlar; sen ve ben de biliyoruz.
Adelmo’nun itirafından sonra Jorge de
bilebilir;
ama
sarmal
merdivenden
böylesine fırtına gibi inen adam o de ildi
ku kusuz...”
“Öyleyse ya Berengar ya da
Benno...”
“Peki ama niçin Tivoli’li Pacifico ya
da bugün burada gördü ümüz öteki
rahiplerden biri de il? Ya da camlarımı
bilen camcı Nicola? Ya da kimbilir hangi
amaçla
geceleri
ortalıkta
dola ıp
durdu unu
söyledikleri
u
garip
Salvatore? Benno’nun açıklamaları bizi
tek
bir
do rultuya
yöneltti
diye,
ku kulanacak
kimselerin
alanını
daraltmamalıyız; belki de Benno bizi
yanıltmak istemi tir.”
“Ama size içtenlikli gibi göründü.”
“Elbette. Ama unutma, iyi bir
sorgucunun ilk görevi, önce kendisine
içtenlikli
gibi
görünenlerden
ku kulanmaktır.”
“Sorguculuk tatsız bir i .”
“Ben de bunun için vazgeçtim ya.
imdi gördü ün gibi, yeniden ba lamak
zorundayım. Hadi, imdi do ru kitaplı a.”
kinci Gün
GECE
Sonunda William’la Adso labirente
giriyorlar; garip görüntüler görüyorlar ve
labirentlerde oldu u gibi kayboluyorlar.
Lambayı önde, yüksekte tutarak,
bu kez yasak kata
çıkan do u
merdiveninden yeniden yazı salonuna
çıktık. Alinardo’nun labirent konusunda
söylediklerini dü ünerek korkunç eyler
bekliyordum.
Girmememiz
gereken
yere
girdi imizde,
kendimi
katın
öteki
yerlerinde
oldu u gibi,
yo un
bir
havasızlık ya da küf kokusunun egemen
oldu u,
yedi
duvarlı
pek
büyük
sayılmayacak, penceresiz bir salonda
bulunca a ırdım. Korkacak hiçbir ey
yoktu.
Söyledi im gibi salonun yedi duvarı
vardı, ama bunların yalnızca dördünde
duvara
gömülü
iki
küçük
sütun
arasında,
yuvarlak
bir
kemerin
çevreledi i oldukça geni bir açıklık, bir
geçit vardı. Penceresiz duvarlara düzenli
bir biçimde yerle tirilmi , kitaplarda ve
her rafta, üstüne numara yazılı bir etiket
vardı; bunların katalogda gördü ümüz
numaraların aynı oldu u açıktı. Odanın
ortasında, üstü gene kitaplarla dolu bir
masa. Bütün kitapların üstünü çok ince
bir toz tabakası bürümü tü; kitapların
tozunun belli aralıklarla alındı ının
belirtisi. Yerde de toz, moz yoktu.
Kapıların
birinin
kemeri
üstünde,
144
Apocalypsis Iesu Christi
yazılı, duvara
çizilmi büyük bir erit vardı. Harfler eski
ama silinmemi ti.
Daha sonra öteki odalarda da bu
eritlerin, kilise fresklerinde oldu u gibi
gerçekte oldukça derin bir biçimde ta a
oyulmu ,
sonra
oyukların
boyayla
doldurulmu olduklarını gördük.
Açıklıkların
birinden
geçtik.
Kendimizi cam yerine alçı tabakaları olan
tek pencereli, iki duvarı ve az önce
içinden geçti imiz oda gibi bir geçidi olan
ba ka bir odada bulduk.
Oradan, gene iki duvarı kör, biri
tek pencereli ve kar ımızda bir kapısı
daha olan ba ka bir odaya geçiliyordu. ki
odada da, birinci odada gördü ümüze
benzer, ama üstlerine ba ka sözcükler
yazılı iki erit vardı. Birinci odanınkinde
145
Super
thronos
viginti
quatuor,
146
ikincisininkindeyse Nomen illi mors
yazılıydı.
Bunun
dı ında,
kitaplı a
girdi imiz birinci odadan daha küçük
olmakla birlikte (gerçekte, o yedigen, bu
iki odaysa dörtgen biçimindeydi), bu iki
odanın e yası da aynıydı: kitaplarla dolu
dolaplar, ortada bir masa. Üçüncü odaya
girdik. Burada kitap ve üstü yazılı erit
yoktu.
Pencerenin altında ta bir sunak
vardı. Biri içeri girdi imiz, biri daha önce
gördü ümüz
be gen
odaya
açılan,
üçüncüsüyse bizi yeni bir odaya çıkaran
üç kapı vardı. Bu yeni oda öteki odaları
andırıyordu; yalnız
eridin üstünde
147
Obscuratus est sol et aer
yazılıydı.
Buradan da ba ka bir odaya geçiliyordu;
bu odanın eridi üstünde Facta est grando
148
et ignis
yazılıydı; ba ka kapısı yoktu
bu odanın; daha do rusu, bu odaya
girince insan daha ileriye gidemiyordu;
geri dönmek zorundaydı.
“ imdi dü ünelim,” dedi William.
“Her birinin bir penceresi olan dörtgen ya
da belli belirsiz üçgen biçiminde be oda;
bu odalar, merdivenle çıkılan, penceresiz
be gen bir odaya açılıyor. Bana basit
görünüyor. Do u kulesinin içindeyiz; her
kulenin dı arıdan bakılınca be penceresi
ve be duvarı görülüyor. Hesap tutuyor.
Bo oda do uya, kilisenin koro yeriyle
aynı yöne bakan oda. Tansökümündc
güne suna ı aydınlatıyor; bu bana do ru
ve kutsal görünüyor. Tek zekice dü ünce
u alçı levhalarmı gibi geliyor bana.
Gündüzleri güzel bir ı ık sızdırıyor içeri,
geceleriyse ayı ı ını bile geçirmiyor. Sonra
büyük bir labirent de de il. imdi be gen
odanın iki kapısı nereye açılıyor, bakalım.
Sanıyorum yönümüzü kolayca bulaca ız.”
Üstadım
yanılıyordu;
kitaplı ı
yapanlar
sandı ımızdan
da
yetenekliymi ler. Ne oldu unu nasıl
açıklayaca ımı bilmiyorum, ama kuleden
çıkınca odaların düzeni daha çok karı tı.
Kimi odaların iki, kimilerinin üç kapısı
vardı, tüm odaların birer penceresi vardı;
pencereli bir odadan çıkıp Aedificium’un
içine do ru yürüdü ümüzü sanarak
girdi imiz odaların da bir penceresi vardı.
Her odada hep aynı dolaplar ve masa
bulunuyordu;
düzenli
bir
biçimde
yerle tirilmi ciltlerin tümü de birbirinin
aynı görünüyor, içinde bulundu umuz
yeri bir göz atı ta tanımamıza yardımcı
olmuyordu, ku kusuz. eritlere bakarak
yönümüzü bulmaya çalı tık.
149
Bir kez In diebus illis
yazılı bir
odadan geçtik; birkaç kez dolandıktan
sonra, gene oraya dönmü üz gibi geldi
bize.
Ama
pencerenin
kar ısındaki
150
kapının, Primogenitus mortuorum
yazılı
bir odaya açıldı ını anımsadık; oysa imdi
gene, Apocalypsis Iesu Christi yazılı bir
erit vardı kar ımızda; az önce geçti imiz
be gen salon de ildi burası. Bu durumda,
eritlerin ara ara, ba ka ba ka odalarda
yinelendi ine inandık. Birbirine biti ik
Apocalypsis’li iki oda bulduk; onlardan
hemen sonra da, Cecidit de coelo stella
151
magna’lı
bir ba ka oda.
eritlerin
üstündeki
yazıların
nereden kaynaklandı ı açıktı; Yuhanna
ncil’inden alınmı ayetlerdi bunlar; ama
ne niçin duvara boyayla yazıldıkları, ne
de hangi mantı a göre düzenlendikleri
açıkça anla ılabiliyordu. Aralarında çok
de il, birkaçının siyah yerine kırmızıya
boyanmı
olduklarını
farkedince
a kınlı ımız daha da arttı.
Bir an geldi ki, kendimizi ilk
girdi imiz yedigen salonda bulduk (bu
oda, merdiven a zı orada bulundu u için
tanınabiliyordu); sa a do ru yürüyerek
bir odadan ötekine do rudan geçmeye
çalı tık.
Üç odadan geçtikten sonra kör bir
duvarla yüzyüze geldik. ki çıkı olan bir
önceki odaya geri döndük; daha önce
geçmedi imiz kapıdan geçip ba ka bir
odaya girdik ve kendimizi gene ilk önce
girdi imiz yedigen salonda bulduk.
“Geri döndü ümüz en son odanın
adı neydi?” diye sordu William.
Belle imi
zorladım:
“Equus
152
albus.”
“ yi, imdi gene onu bulalım.” Bu
kolay oldu. Oradan, insan geldi i yoldan
geri dönmek istemiyorsa, Gratia vobis et
153
pax
denen odadan ba ka geçilecek
yer yoktu; oradan, sa da, bizi geri
götürmeyecek yeni bir geçit bulduk gibi
geldi bize. Sonunda, bir kez daha In
diebus illis’i ve Primogenitus mortuorum’u
bulduk (az önce gördü ümüz odalar mıydı
bunlar?), ama en sonunda, daha önce
görmedi imizi sandı ımız bir
odaya
v a r d ı k : Tertia pars terrae combusta
154
est
. Ama o noktada, do u kulesine
göre
nerede
bulundu umuzu
artık
bilmiyorduk.
Lambayı önümde tutarak, bundan
sonraki
odalara
daldım,
ürkütücü
boyutlarda bir dev, gövdesi tıpkı bir
hortla ınki
gibi
dallanarak,
uzayıp
kısalarak bana do ru geldi.
“Bir eytan!” diye ba ırdım; birden
dönüp kendimi William’ın
kollarına
atarken
az
kalsın
lambayı
dü ürüyordum. William elimden lambayı
alıp beni yana do ru iterek, bana yüce
bir davranı gibi görünen bir kararlılıkla
ileri do ru yürüdü. O da bir ey görmü
olmalıydı; çünkü birden durdu. Sonra
gene öne do ru yürüyüp ı ı ı kaldırdı.
Katıla katıla gülmeye ba ladı.
“Amma da saflık. Bir ayna bu!”
“Ayna mı?”
“Evet, benim yi it sava çım. Az
önce
yazı
salonunda,
gerçek
bir
dü manın üstüne öylesine yüreklilikle
atıldın da, imdi kendi görüntünden mi
korkuyorsun? Kendi görüntünü sana
daha büyütülmü ve çarpıtılmı olarak
yansıtan bir ayna bu.”
Elimden tutup beni oda kapısının
kar ısındaki duvarın önüne götürdü.
Lambanın imdi daha iyi aydınlattı ı
oluklu cam bir levha üstünde, ikimizin,
kabaca biçimleri bozulmu , yakla ıp
uzakla tıkça biçimi ve yüksekli i de i en
yansılarımızı gördüm.
“Optikle ilgili bir kitap okumalısın,”
dedi
William,
e lenerek.
“Kitaplı ı
kuranlar hiç ku kusuz okumu lar! En
iyileri
Araplarınki.
El
Hazan, De
155
aspectibus
adlı kitabında, kesin
geometrik kanıtlarla aynaların gücünden
söz ediyor. Kimi aynalar, yüzeylerinin
de i tirili ine göre, en küçük nesneleri
bile büyütebilir (benim merceklerim
bundan ba ka nedir?), kimileri imgeleri
ters ya da e ik gösterirler ya da bir
yerine iki, iki yerine dört gösterirler.
Bazıları da, tıpkı bunun gibi, cüceyi dev,
devi de cüce gibi gösterirler.”
“Aman Tanrım!” dedim. “Birinin
kitaplıkta gördü ünü söyledi i görüntüler
demek bunlar!”
“Belki de. Gerçekten de zekice bir
bulu .” Aynanın üstündeki eridi okudu:
Super thronos viginti quatuor. Bunu daha
önce görmü tük. Ama o odada ayna
yoktu. Hem, bu bir yana, bu odanın hiç
penceresi yok; üstelik yedigen de il.
Neredeyiz biz?” Çevresine bakındı; bir
dolaba yakla tı: “Adso, u harika oculi ad
legendum olmadan bu kitapların üstünde
ne yazılı oldu unu anlayamıyorum.
Birkaç ba lık okusana bana.”
Rastgele bir kitap aldım. “Yazılı
de il efendim!” dedim.
“Nasıl
olur?
Yazılı
oldu unu
görüyorum, okusana!”
“Okuyamıyorum.
Alfabe
de il
bunlar. Yunanca da de il; olsaydı
anlardım. Kurtçuklara, küçük yılanlara,
sinek pisli ine benziyor...”
“Ha, Arapça. Buna benzer ba ka
kitap var mı?”
“Evet, birkaç tane. Ama, i te biri
Latince, Tanrı’ya ükür. El... El Harezmi,
156
Tabulae
.”
“El Harezmi’nin, Baas’lı Adelard
tarafından çevrilmi astronomi cetvelleri!
Çok az bulunur yapıtlar! Devam et.”
157
“ sa ibn Ali, De oculis
, El Kindi,
158
De radiis stellatis
...”
“ imdi masanın üstüne bak.”
Masanın üstünde duran büyük bir
159
cildi açtım, De bestiis
diye bir kitap.
Üstüne çok güzel bir tekboynuzlunun
çizili oldu u ince minyatürlerle süslü bir
sayfaya rastladım.
“Çok güzel yapılmı ,” diye görü ünü
belirtti, resimleri daha iyi seçebilen
William. “Peki bu?”
Okudum: “Liber monstrorum de
160
diversis generibus
. Bunda da çok
güzel resimler var, ama bana daha eski
gibi görünüyor.”
William
ba ını
metne
e di:
“ rlanda’lı
rahipler
tarafından
resimlenmi ; en az be yüzyıl önce. çinde
tekboynuzlu resmi olan kitapsa çok daha
yeni; Fransız üslubuyla yapılmı gibi
geliyor bana.” Bir kez daha efendimin
bilgisine hayran oldum. Biti ik odaya
girdik; tümü de pencereli, aralarında
büyücülü e
ili kin
birkaç
metnin
bulundu u, bilinmeyen dillerde kitaplarla
dolu dört odadan geçtik; kar ımıza bir
duvar çıktı ve geri dönmek zorunda
kaldık; çünkü son be oda, ba ka hiçbir
geçit vermeksizin içiçe açılıyordu.
“Duvarların e imine bakılırsa, bir
ba ka kulenin be geni içindeyiz,” dedi
William, “ama ortada yedigen biçiminde
bir salon yok; belki de yanılıyoruz.”
“Peki, ya pencereler?” dedim. “Bu
kadar pencere nasıl olabilir burada?
Bütün
odaların
dı arıya
bakması
olanaksız.”
“Ortadaki açıklı ı unutuyorsun;
gördü ümüz pencerelerin ço u o açıklı ın
sekiz kenarına bakıyor. Gündüz olsaydı,
ı ı ın
farklılı ı
hangi
pencerelerin
dı arıya, hangilerinin içeriye baktı ını
gösterirdi bize; hatta odanın güne e göre
konumunu bile açıklayabilirdi. Ama gece
hiçbir ayrım görülmüyor. Geri dönelim.”
Aynalı odaya geri döndük; daha
önce geçmedi imizi sandı ımız üçüncü
kapıya yöneldik. Önümüzde bir sıra üç ya
da dört oda gördük; sonuncu odaya
do ru bir aydınlı ın ayrımına vardık.
“Biri var orada!” diye ba ırdım
bo uk bir sesle.
“E er biri varsa, ı ı ımızın farkına
varmı tır,” dedi William, gene de eliyle
alevi örterek. Birkaç saniye duraksadık.
I ık, gücü artık azalmaksızın belli belirsiz
uzayıp kısalıyordu.
“Belki de yalnızca bir lambadır,”
dedi William, “rahipleri kitaplıkta ölülerin
bulundu una inandırmak için konmu tur
oraya. Ama bunu anlamalıyız. Sen
burada kal, ı ı ı elinle ört. Ben
sezdirmeden gidip bakayım.”
Aynanın
kar ısındaki
acıklı
halimden ötürü hâlâ utanç içinde,
William’ın gözünde de erimi artırmak
istedim: “Hayır, ben gidiyorum,” dedim,
“siz burada kalın. Sezdirmeden ilerlerim;
sizden daha ufak tefek ve daha hafifim
ben. Tehlike olmadı ına karar verince sizi
ça ırırım.”
Dedi im gibi yaptım. Bir kedi (ya
da mutfaktan peynir a ırmak için a a ı
inen bir çömez gibi - bu konuda üstüme
yoktu), duvarlara sürünerek üç odadan
geçtim; duvar boyunca süzülerek sa
pervazı olu turan sütunun arkasından,
oldukça güçsüz bir ı ı ın sızdı ı odanın
e i ine vardım; odaya kaçamak bir göz
attım. Hiç kimse yoktu içeride. Masanın
üstüne yanık bir lamba konmu tu;
bizimki gibi bir lamba de ildi bu; daha
çok üstü açık bir buhurdana benziyordu;
alevi yoktu; belli belirsiz bir kıvılcım için
için
yanıyor,
bir
eyi
yakıyordu.
Cesaretimi toplayıp içeri girdim. Masanın
üstünde, buhurdanın yanında, canlı
renkleri olan bir kitap duruyordu.
Yakla tım;
sayfanın
üstünde
de i ik renklerde dört erit gördüm; sarı,
zencefil, camgöbe i ve yanık toprak rengi.
Artalanda korkunç görünü lü bir hayvan
vardı;
ardısıra
gökteki
yıldızları
sürükleyip
kuyru uyla
yeryüzüne
dü üren on ba lı kocaman bir canavar.
Sonra birden canavarın ço aldı ını,
derisinin üstündeki pulların parlak
kabuksu pullardan olu an bir çe it
ormana dönü tü ünü gördüm; bunlar
kitabın sayfasından kopup ba ımın
çevresinde döneniyordu. Geriye döndüm;
odanın tavanının e ilip üstüme do ru
indi ini gördüm; sonra korkutucu de il,
ba tan çıkarıcı bin yılanın ıslı ını andıran
bir ses duydum, ı ık içinde yüzen bir
kadın belirdi; yüzünü yüzüme yakla tırdı
ve yüzüme üfledi.
Ellerimi öne do ru uzatıp, onu
uzakla tırdım; ellerim kar ıdaki dolaba
de iyormu gibi geldi bana.
Artık nerede oldu umun bilincinde
de ildim. Odanın ortasında, i renç bir
gülümseyi le gözlerini bana dikmi ,
kösnüyle
homurdanan
Berengar’ı
gördüm.
Yüzümü ellerimle
örttüm:
Ellerim tıpkı bir kurba anın ön ayakları
gibi yapı
yapı
ve perdeliymi
gibi
göründü
bana.
Sanırım
ba ırdım;
a zımda acı-ek i bir tat duydum; sonra
ayaklarımın artında gittikçe derinle en
sonsuz bir karanlı a daldım; sonrasını
anımsamıyorum.
Bana yüzyıllar gibi gelen bir süre
sonra, ba ımın içinde u uldayan vurma
seslerini i iterek kendime geldim. Yere
uzanmı tım;
William
yanaklarımı
tokatlıyordu. O odada de ildim artık:
gözlerimin
önünde, Requiescant
a
161
laboribus suis
yazılı bir erit vardı.
“Hadi, hadi, Adso,” diye fısıldıyordu
William. “Bir ey yok...”
“O
nesneler...”
dedim,
hâlâ
sayıklayarak. “Orada, o hayvan...”
“Hayvan mayvan yok. Bir masanın
altında buldum seni; sayıklıyordun;
masanın üstünde, güzel bir Mustarip
162
ncil’i vardı; mulier amicta sole’nin
canavarla
kar ıla tı ı
sayfa
açık
duruyordu. Ama kokudan, kötü bir ey
koklamı oldu unu anladım; seni hemen
oradan uzakla tırdım. Benim de ba ım
a rıyor.”
“Gördüklerim neydi peki?”
“Hiçbir ey görmedin. Orada garip
görüntüler yaratan bir ey yakıyorlardı;
kokusunu
tanıdım,
Arapların
kullandıkları bir ey; belki de Da ’daki
Ya lı Adam’ın,
ie
gitmeden
önce
katillerine koklattı ı eyin aynı. Böylece
hayalet esrarını çözdük. Biri istenmeyen
ziyaretçileri, geceleri kitaplı ın eytanî
varlıklarca korundu una inandırmak için
büyüsel bitkiler kovuyor buraya. Ne
hissettin peki?”
Karmakarı ık
bir
biçimde,
anımsadı ım
kadarıyla,
gördüklerimi
anlattım; William güldü; “Bir yandan
kitapta gördüklerini büyütüyor, bir
yandan da isteklerinin ve korkularının
sesini
dinliyordun.
Bazı
bitkilerin
harekete geçirdi i bir i lemdir bu. Yarın
bu konuyu Severinus’la konu malıyız; bu
konuda, inanmamızı istedi inden daha
çok ey bildi ine inanıyorum. Bunlar
bitki, yalnızca bitki; camcının bize
anlattı ı büyüsel hazırlıkların hiçbirini
gerektirmiyor. Bitkiler, aynalar... Bu
yasak bilgiler yeri birçok kurnazca
bulu la korunuyor. Bilgi, aydınlatmaktan
çok, gizlemek için kullanılıyor. Ho uma
gitmiyor
bu.
Kitaplı ın
kutsal
savunmasına sapık bir kafa egemen.
Ama çetin bir gece geçirdik; imdilik
buradan çıkmalıyız. Allak bullaksın; suya
ve temiz havaya gereksinimin var.
Pencereleri açmaya çalı manın yararı
yok; çok yüksek, belki de yıllardır
açılmamı . Adelmo’nun kendini buradan
a a ı atabilece ini nasıl dü ünebildiler?”
Buradan
çıkmalıyız,
demi ti
William. Kolaymı gibi. Kitaplı a yalnızca
bir kuleden ula ılabilece ini biliyorduk;
do u
kulesinden.
Ama
o
anda
neredeydik? Yön duygumuzu tümüyle
yitirmi tik. Oradan hiç çıkamamak
korkusuyla dola ıp duruyorduk; ben hâlâ
sendeliyor, kusacak gibi oluyordum;
William’sa, benim için biraz kaygılı,
bilgisinin yetersizli inden ötürü tedirgin;
ama bu dola ma bize, daha do rusu ona,
ertesi gün için bir fikir verdi. E er dı arı
çıkabilirsek ucu ate li bir kömür ya da
duvarda i aretler bırakabilecek ba ka bir
eyle gene gelecektik kitaplı a.
“Bir labirentten dı arı çıkabilmek
için,” diyordu William tane tane, “bir tek
yol vardır. Daha önce hiç görmedi imiz
her yeni kav akta, saptadı ımız yolu üç
ayrı i aretle i aretlemek. E er kav a a
çıkan yolların birinde, daha önceki
i aretlere bakarak, o kav aktan daha
önce geçti ini görürsen, geldi in yola
yalnızca tek bir i aret koyacaksın.
Yolların tümü de i aretlenmi se, geldi in
yoldan geri dönersin. Ama kav aktaki
yolların birkaç hâlâ i aretlenmemi se,
bunların herhangi birini seçip iki i aret
koyarsın. Yalnızca bir i areti olan bir
yolda ilerlerken, iki i aret daha koyarsın;
böylece o yolun üç i areti olur. E er bir
kav a a geldi inde i aretlenmemi hiç yol
kalmamı sa, üç i aretli bir yola hiçbir
zaman
sapmazsan,
labirentin
tüm
kesimlerinden geçmi olursun.”
“Bunu
nereden
biliyorsunuz?
Labirentler konusunda uzman mısınız?”
“Hayır, bir zamanlar okudu um bir
eski metni yineliyorum.”
“ nsan bu kurala uyarak dı arı
çıkabilir mi?”
“Bildi im kadarıyla hemen hemen
hiçbir zaman. Ama gene de deneyece iz.
Hem
üstelik
bir
iki gün
içinde
merceklerim de olacak; kitaplar üstünde
daha çok duracak vakit bulaca ım. Belki
de eritlerin sırası aklımızı karı tırırsa,
kitapların düzenleni inden bir kural
çıkarabiliriz.”
“Mercekleriniz mi olacak? Onları
nereden bulacaksınız?”
“Merceklerim olacak dedim. Yeni
mercek yaptıraca ım. Sanırım camcı yeni
bir ey denemek için böyle bir fırsat
bekliyor. Cam parçalarını bilemek için
gerekli
araç
gereci
varsa.
Cam
parçalarını nerede bulaca ına gelince
i li inde bol bol var.”
Çıkı yolu arayarak dola ırken,
birden bir odanın ortasında, görünmez
bir elin yana ımı ok adı ını duydum; o
sırada, hem o odada, hem de biti ik
odada, ne insan; ne de hayvan sesine
benzeyen bir inilti yankılanıyordu; sanki
odadan odaya bir hortlak dola ıyormu
gibi. Kitaplı ın sürprizlerine hazır olmam
gerekirdi, ama bir kez daha deh ete
kapıldım, geriye do ru sıçradım. William
da aynı eyi ya amı olsa gerekti; çünkü,
ıı ı
kaldırıp
çevresine
bakınırken
yana ına dokunuyordu. Bir elini kaldırdı,
sonra imdi daha canlı görünen alevi
inceledi;
sonra
da
bir
parma ını
nemlendirip öne do ru uzattı.
“Anla ılıyor,” dedi sonra, kar ılıklı
iki duvarın üstünde, adam boyunda iki
nokta gösterdi bana. ki ince yarık vardı
orada; elini yakla tırınca dı arıdan gelen
serin
havayı
duyabiliyordu
insan.
Kula ını dayayınca da, dı arıda rüzgâr
esiyormu gibi bir u ultu duyuyordu.
“Kitaplı ın
bir
havalandırma
sistemi olmalı,” dedi William, “yoksa
havasızlıktan bo ulur insan burada; özellikle yazın. Ayrıca bu yarıklar,
par ömenlerin kurumaması için belli
ölçüde bir nem sa lıyor. Ama kitaplı ı
kuranların zekâsı bununla da kalmıyor.
Yarıkları belli açılara göre yerle tirerek,
rüzgârlı gecelerde bu açıklıklardan içeri
giren hava akımlarının öteki hava
akımlarıyla
kar ıla arak
yan
yana
sıralanmı
odaların içinde, az önce
i itti imiz sesleri çıkararak dola masını
sa lamı lar.
Aynalar
ve
bitkilerle
birle ince, bu sesler, burayı iyi bilmeden
içeri giren bizim gibi dü üncesizlerin
korkusunu artırıyor. Biz bile bir an için
hortlakların
yüzünüze
üflediklerini
sandık. Bunun ancak imdi bilincine
vardık; çünkü rüzgâr ancak imdi esti.
Böylece bu gizem de çözüldü. Ama hâlâ
dı arıya nasıl çıkaca ımızı bilmiyoruz!”
Böyle konu arak, hepsi birbirinin
aynı gibi görünen
eritleri okuma
sıkıntısına
katlanmaksızın,
a kın,
bo lukta rastgele dola ıyorduk. Yedigen
biçiminde yeni bir salona rastladık;
biti i indeki odalarda dola tık; hiçbir çıkı
bulamadık.
Geldi imiz
yoldan
geri
döndük; nerede oldu umuzu anlamak
için hiçbir çaba harcamaksızın neredeyse
bir saat yürüdük. Bir an geldi, William
bozguna u radı ımıza karar verdi; bir
odada yatıp uyuyarak ertesi gün
Malachi’nin bizi bulmasını ummaktan
ba ka yapacak bir
ey kalmıyordu.
Gözüpek serüvenimizin acıklı sonuna
esef
ederken,
ansızın
merdivenin
ba ladı ı salonu yeniden bulduk. Tanrı’ya
yürekten ükredip büyük bir ne e içinde
basamaklardan indik.
Mutfa a girer girmez oca a do ru
ko arak kemik mezarlı ının bulundu u
koridora girdik; o kurukafaların ölümcül
sırıtmalarının bana sevgili arkada larımın
gülümseyi i gibi göründü üne yemin
ederim. Yeniden kiliseye girip kuzey
kapısından dı arı çıktık; mutlu mutlu
mezarta larının üstüne oturduk. Güzel
gece havası tanrısal bir erbet gibiydi.
Çevremizde
yıldızlar
parlıyordu;
kitaplıktaki görüntüler çok uzaklarda
kalmı gibi görünüyordu bana.
“Dünya ne güzel, labirentlerse ne
çirkin,” dedim iç ferahlı ıyla…
“Labirentlerden nasıl çıkılaca ının
bir kuralı olsaydı dünya ne güzel olurdu,”
diye yanıtladı üstadım.
“Saat kaç acaba?” diye sordum.
“Zaman duygumu yitirdim. Ama
geceyarısı duası için çanlar çalmadan
kendimizi hücremizde bulsak iyi olur.”
Kilisenin sol duvarı boyunca
yürüdük, büyük kapıyı geçtik (Vahiy’de
adı geçen uluları görmemek için öteden
dola tım; super thronos viginti quatuor!)
hacılar konukevine gitmek için avludan
geçtik.
Binanın
kapısında
Ba rahip
durmu ters ters bize bakıyordu. “Bütün
gece sizi aradım,” dedi William’a.
“Hücrenizde
bulamadım,
kilisede
bulamadım...”
“Bir iz üstündeydik...” dedi William
belirsizce, görünür bir tedirginlikle.
Ba rahip uzun uzun ona baktı; sonra
a ır ve ciddi bir sesle, “Ak am duasından
hemen sonra aradım sizi. Berengar
koroda yoktu,” dedi.
“Ne diyorsunuz!” dedi William
keyifle.
Gerçekten,
yazı salonunda
pusuya yatanın kim oldu unu açıkça
anlamı tı imdi.
“Ak am duasında koroda yoktu,”
diye yineledi Ba rahip, “hücresine de
dönmedi. Neredeyse geceyarısı duası için
çanlar çalacak; bakalım görünecek mi?
Yoksa
bir
ba ka
felâketten
daha
korkarım.”
Geceyarısı duasında
Berengar
yoktu.
ÜÇÜNCÜ GÜN
ALACAKARANLIKTAN
TANSÖKÜMÜNE DE N
Ortadan kaybolan Berengar’ın
hücresinde kan lekeli bir bez bulunuyor;
hepsi bu.
Bunları yazarken, kendimi o
geceki, daha do rusu o sabahki gibi
yorgun hissediyorum. Ne diyeyim?
Ayinden sonra Ba rahip yılgınlık
içindeki rahiplerin büyük bir bölümünü
her yanı aramaya ko turdu; hiçbir sonuç
alınmadı.
Alacakaranlı a
do ru
Berengar’ın hücresini ararken, bir rahip
ot iltenin altında kan lekeli beyaz bir bez
buldu. Ba rahip’e götürdü.
Ba rahip bundan u ursuz belirtiler
çıkardı. Jorge de oradaydı; durum
kendisine anlatılınca, “Kan mı?” dedi,
böyle bir ey ona olanaksız görünüyormu
gibi.
Durumu Alinardo’ya anlattılar;
ba ını salladı, “Hayır, hayır!” dedi,
“üçüncü borazan sesiyle ölüm sudan
gelecek...”
William kanlı bezi inceledi, sonra,
“ imdi her ey açıkça anla ılıyor,” dedi.
“Berengar nerede?” diye sordular
ona.
“Bilmiyorum,”
diye
yanıtladı.
Aymaro onun söylediklerini i itti; gözlerini
gökyüzüne
kaldırdı;
Sant’Albano’lu
Pietro’ya,
“ ngilizler
böyledir,”
diye
fısıldadı.
Tansökümüne do ru, hizmetçiler
yamacın eteklerini, duvarların çevresini
ara tırmaya gönderildiler.
Sabah hiçbir ey bulamamı olarak
döndüler.
William bana elimizden geleni
yaptı ımızı söyledi. Olayların geli imini
beklemekten ba ka çare yoktu. Sonra
cam i li ine gitti; camcı ustası Nicola’yla
derin bir konu maya daldı.
Ben, dualar okunurken kilisenin
orta kapısına yakın bir yerde oturdum.
Böylece kendimden geçip uykuya daldım
ve uzun uzun uyudum; çünkü gençlerin
uykuya ya lılardan daha çok gereksinimi
vardır; onlar bol bol uyudular; sonsuz
uykularına hazırlanıyorlar imdi.
Üçüncü Gün
SABAH
Adso yazı salonunda tarikatının tarihçesi
ve kitapların yazgısı üstüne dü ünüyor.
Kiliseden daha az yorgun, ama
kafam karı ık çıktım; küçük bir beden
dingin bir uykunun tadına ancak geceleri
varabilir.
Yazı
salonuna
çıktım.
Malachi’den
izin
isteyip
katalogun
sayfalarım
çevirmeye
ba ladım.
Gözlerimin önünden geçen sayfalara
dalgın
dalgın
bakarken,
gerçekte
rahipleri inceliyordum.
Dinginlikleri,
serinkanlılıkları
a ırttı beni; i lerine dalmı , sanki
karde lerinden biri tüm çevrede kaygıyla
aranmıyormu , öteki ikisi daha önce
a ılacak biçimde yok olmamı lar gibi.
Tarikatımızın büyüklü ü burada i te,
dedim kendi kendime; yüzyıllar boyu
böyle
adamlar,
barbar
sürülerinin
saldırılarını,
manastırlarını
ya maladıklarını,
krallıkları
ate e
verdiklerini gördüler; ama gene de,
par ömeni
ve
mürekkebi
sevmeyi
sürdürdüler,
dudaklarının
ucuyla,
yüzyılları a ıp onlara ula mı
olan,
kendilerinin de gelecek yüzyılların ötesine
ula tıracakları
sözcükleri
okumayı
sürdürdüler. Bininci yıl yakla ırken
okumayı ve kopya etmeyi sürdürdüler;
imdi niçin sürdürmesinler aynı eyi?
Bir gün önce Benno az bulunur bir
kitabı elde etmek için seve seve günah
i leyece ini söylemi ti.
Yalan söylemiyordu;
aka da
yapmıyordu.
Bir
rahip
ku kusuz
kitaplarını alçakgönüllülükle sevmeli;
kendi merakını gidermeyi de il, onların
iyili ini dü ünmelidir;
ama
sıradan
insanlar için zinaya kı kırtılma, laik
papazlar için mal tutkusu neyse, rahipler
için bilginin ayartıcılı ı da odur.
Katalogu karı tırırken gizemli bir
ba lıklar
etti:
öleni gözlerimin önünde dans
Quintus
Serenusun de
163
164
medicamentis
,
Phaenomena
,
165
Aesopus’un de natura animalium’u
,
Aethicus
Peronimus’un, de
166
cosmographia’sı
,
Libri
tres
quos
Arculphus episcopus adamnano escipiente
de locis sanctis ultramarinis designavit
167
conscribendos
,
Libellus
Q.
Iulii
168
Hilarionis de origine mundi’si
, Solinus
Polyhistor’un de situ orbis terrarum et
169
mirabilibus’u
Almagesthus...
Cinayetlerin
gizeminin
kitaplı ın
çevresinde dönmesine a madım.
Kendilerini yazmaya ve okumaya
adamı olan bu insanlar için, kitaplık
hem kutsal Kudüs kenti, hem de
bilinmeyen
ülkeyle
ölüler
ülkesi
arasındaki sınırda yeralan bir yeraltı
dünyasıydı.
Onları,
vaatleri
ve
yasaklarıyla kitaplık yönetiyordu. Onunla
birlikte, onun için, belki de ona kar ı
ya ıyorlardı; suçlu suçlu, günün birinde
onun tüm gizlerine ermeyi umarak.
Zihinlerinin takıldı ı bir eyi ö renmek
u runa ölümü; birisinin, kıskançlıkla
korudukları bir gizi ö renmesini önlemek
için
öldürmeyi
niçin
göze
almı
olmasınlar?
Ayartmalar yüzünden ku kusuz;
dü ünsel onur yüzünden. Yazıcı rahip,
kutsal kurucumuzca bamba ka biri
olarak dü ünülmü tü; anlamadan kopya
edebilen, kendini Tanrı’nın istemine
bırakmı , yakarır gibi yazan, yazdıkça
yakaran biri. Niçin böyle de ildi artık?
Ama tarikatımızın tek yozlu u bu de ildi
ki; gere inden çok güçlenmi ti; rahipleri
krallarla yarı ıyorlardı. Abbone, bir
hükümdar debdebesi içinde hükümdarlar
arasındaki
anla mazlıkları
çözmeye
çalı an bir hükümdar örne i de il miydi?
Manastırların biriktirmi oldukları
bilgi, imdi de i toku malları, onur,
övünme ve saygınlık güdüsü olarak
kullanılıyordu; tıpkı övalyelerin zırh ve
sancaklarını
sergilemeleri
gibi,
rahiplerimiz de resimli elyazmalarını
sergiliyorlardı... Üstelik (ne çılgınlık!)
manastırlarımız
bilimde
önderli i
yitirdikten sonra daha da çok yapıyorlar
bunu: Katedral okulları, kent loncaları,
üniversiteler imdi belki de bizden daha
çok ve daha iyi kitap kopya ediyorlar,
yeni kitaplar da üretiyorlardı; bu da
birçok felâketin nedeni olmu olabilirdi.
çinde bulundu um manastır belki
de bilgi üretme ve bilimi yeniden
kurmaktaki üstünlü üyle övünecek en
son manastırdı.
Ama belki de bu yüzden, rahipler
kutsal bir i olan kopya i inden ho nut
de ildiler artık; yenilik tutkusunun
dürtüsüyle
do anın
yeni
tamamlayıcılarını da üretmek istiyorlardı.
Ve o anda belirsizce sezinledi im
( imdiyse,
bunca
yıllık
ya am
ve
deneyimden sonra iyi bildi im) gibi, böyle
davranırken
üstünlüklerinin
yıkımını
kutsadıklarının
farkında
de ildiler.
Çünkü üretmek istedikleri bu yeni bilgi,
bu
duvarların
dı ında
serbestçe
dola acak olursa, bu kutsal yeri bir
katedral okulundan ya da bir kent
üniversitesinden ayırdedecek hiçbir ey
kalmazdı artık. Oysa yalıtılmı kalmakla,
saygınlık ve gücünün dokunulmazlı ını
koruyordu; tartı mayla, her gizemi ve her
170
yüc e li i, sic et non’un
ele tirisine
ba ımlı kılmak isteyen, her aklına eseni
tartı ma konusu yapma bo gururuyla
yozla mamı tı.
Kitaplı ı
ku atan
suskunluk
ve
karanlı ın
nedenleri
burada yatıyor dedim kendi kendime;
burası bilgi da arıdır; ama bu bilgiyi,
ancak onun kim olursa olsun bir
ba kasına,
hatta
rahiplere
bile
ula masını önleyebilirse, el de memi
olarak koruyabilir. Bilgi en i renç
i lemlerden sonra bile fizik bütünlü ünü
koruyan bir madeni paraya benzemez;
kullanıla kullanıla epriyen çok güzel bir
giysiye benzer daha çok. Gerçekten
kitabın kendisi de böyle de il midir? Ona
gere inden çok el de erse sayfaları a ınıp
mürekkebi ve yaldızı donukla maz mı?
te, az ötemde, Tivoli’li Pacifico’nun,
sayfaları nemden birbirine yapı mı eski
bir
cildi
karı tırdı ını
görüyordum.
Kitabın
sayfalarını
çevirmek
için
ba parma ıyla i aret parma ını diliyle
ıslatıyor,
tükürü ün
her
de i inde
sayfalar dayanıklılı ını yitiriyordu; o
sayfaları açmak, katlamak demekti;
onları, havanın ve tozun acımasız
i lemine açık tutmak demekti; bunlar,
par ömenin zora gelince kırı an ince
damarlarını
kazıyacak,
tükürü ün
yumu attı ı, ama aynı zamanda sayfanın
kö esinde
dayanıksızla tırdı ı
yerler
yeniden küf ba layacaktı. Tıpkı a ırı
sevecenli in bir sava çıyı yumu atıp
güçsüz dü ürmesi gibi, bu a ırı sahip
çıkıcı ve üste titreyen sevgi de, kitabı
önünde sonunda onu öldürecek olan
hastalı ın etkisine açık bir duruma
getirecekti.
Ne yapmalıydı? Okumayı bırakıp
saklamakla mı yetinmeliydi? Korkularım
yerinde miydi? Üstadım olsa ne derdi?
Az ötede, bir ba lık yazarını, Iona’lı
Magnus’u
gördüm;
par ömeni
süngerta ıyla kazımı , imdi de, az sonra
yüzeyini
cetvelle
düzeltmek
üzere,
tebe irle yumu atıyordu. Onun yanında
bir ba kası, Toledo’lu Rabano, par ömeni
masanın üstüne gerip iki yanına metal
bir uçla incecik delikler delmi , imdi de
aralarına incecik yatay çizgiler çiziyordu.
Az sonra bu iki sayfa renkler ve
biçimlerle dolacak, kakma mücevherlerle
pırıl pırıl parlayan bir kutsal andaca
dönü ecekti. Bu iki rahip cennette
geçirecekleri
saatleri
yeryüzünde
ya ıyorlar, dedim kendi kendime. Yeni
kitaplar üretiyorlardı -tıpkı zamanın
onarılmaz
bir
biçimde
a ındıraca ı
kitaplara benzeyen... Bunun için de,
kitaplı ı
hiçbir
yeryüzü
kuvveti
yıldıramazdı; canlı bir eydi o... Ama
mademki canlı bir eydi, bilginin riskine
niçin açık olmamalıydı? Benno’nun
istedi i, belki Venantius’un da istemi
oldu u bu muydu yoksa?
a kın, kendi dü üncelerimden
korkmu hissediyordum kendimi. Belki
de, bütün gelecek yıllar boyunca,
yalnızca
Kural’ı
titizlik
ve
alçakgönüllülükle uygulaması gereken sonraları, kendi kendime ba ka soru
sormaksızın, çevremde dünya bir kan ve
çılgınlık
fırtınasına
gittikçe
daha
derinlemesine gömülürken yaptı ım da
buydu - bir çömeze uygun dü müyordu
bu dü ünceler.
Kahvaltı saati gelmi ti. A çılarla
artık arkada oldu um mutfa a gittim;
yemeklerin en iyilerinden verdiler bana.
Üçüncü Gün
Ö LE
Adso, Salvatore’nin, birkaç sözcükle
özetlenemeyecek, ama onu uzun ve
kaygılı dü üncelere salacak itiraflarını
dinliyor.
Yeme imi yerken, a çıyla barı tı ı
açıkça anla ılan Salvatore’nin, bir kö ede
koyun etiyle pi irilmi bir böre i keyifle
mideye indirdi ini gördüm. En küçük bir
kırıntı bile dü ürmeden, ömründe hiç
yemek yememi gibi yiyor, bu ola anüstü
olgu için Tanrı’ya ükrediyormu gibi
görünüyordu.
Bana göz kırparak o garip diliyle,
oruç tuttu u tüm o yılların acısını
çıkarmak için yedi ini söyledi. Ona
sorular sordum. Havanın berbat oldu u,
sık sık ya mur ya dı ı, tarlaların
çürüdü ü, her eye öldürücü mikropların
bula tı ı
bir
köyde
geçen
acıklı
çocuklu unu anlattı bana. Anladı ıma
göre her mevsim ta kınlar olurdu;
tarlalarla arklar yok olurdu; bir kile
tohum eker, yarım kilo ürün alırdın;
sonra o da yok olur giderdi. Beylerin
yüzleri bile yoksullarınki gibi sarıydı; gerçi
yoksullar beylerden daha çok ölüyorlardı
ama, dedi Salvatore, belki de (gülümsedi),
sayıları daha çoktu da ondan... Bir kile
tohum on be paraydı, bir kilo bu day da
altmı para; vaizler dünyanın sonunun
geldi ini söylüyorlardı, ama Salvatore’nin
anasıyla babası ve dedesiyle ninesi
eskiden de çok dinlemi lerdi bu masalı;
bu yüzden de, dünyanın sonunun her an
gelebilece i sonucuna varmı lardı. Tüm
ku le lerini ve bulabildikleri tüm pis
hayvanları
yedikten
sonra,
birinin
mezarları
kazıp
ölüleri
çıkarmaya
ba ladı ı söylentisi yayılmı köyde.
Salvatore,
bu
“homeni
171
malissimi”nin
cenazelerin ertesi günü,
mezarlıkta topra ı tırnaklarıyla nasıl
kazdıklarını, bir güldürü oyuncusuymu
gibi büyük bir ustalıkla anlatıyordu.
“Hımm!” diyerek, kıymalı böre e di lerini
geçirdi, ama yüzünde ölü eti yiyen
umarsız bir insanın yüz buru turmasını
görüyordum. Sonra bazıları, ötekilerden
daha kötü olanlar, topra ı kazmakla
yetinmeyerek, tıpkı e kıya gibi ormanda
pusu kurup yolculara baskın veriyorlardı.
“Kırt!” dedi Salvatore, bıça ı bo azına
götürerek, sonra da “Hammm!” çlerinde
en kötüleriyse, o lan çocuklarına yakla ıp
bir yumurta ya da elmayla kandırıyorlar,
sonra da onları yalayıp yutuyorlardı; ama
önce pi iriyorlardı diye açıkladı Salvatore
ciddi ciddi. Köye gelip az bir para
kar ılı ında pi mi et satan bir adamdan
söz etti; hiç kimse bu talihin nedenini
anlayamıyordu; sonra papaz bunun
insan eti oldu unu söylemi , öfkeden
çılgına dönen kalabalık adamı parça
parça etmi ti. Ama aynı gece köylülerden
biri gidip öldürülen kurbanın mezarını
kazmı , yamyamın etini yemi , bunun
üzerine olay açı a çıkınca köy halkı da
onu öldürmü .
Ama Salvatore yalnızca bu öyküyü
anlatmadı. Kırık dökük sözcüklerle, beni
ta ra ve talyan lehçelerinden az da olsa
bildiklerimi
anımsamaya
zorlayarak,
do du u köyden kaçı ının ve dünyanın
dört bir yanında ba ıbo dola masının
öyküsünü anlattı bana.
Anlattı ı öyküde, daha önce yol
boyunca tanıdı ım ya da rastladı ım
birçok kimseyi tanıdım; öyle ki, aradan
bunca zaman geçtikten sonra, ondan
önce ya da ondan sonra tanıdı ım ve
imdi yorgun zihnimde düzle ip tek bir
imge olu turan kimselerin ba larından
geçen serüvenleri ve i ledikleri suçları da
onlara yormadı ımdan emin de ilim.
Gerçekten, altının anısını da ın
anısıyla birle tirerek, bir altın da
kavramını
olu turabilen
imgelemin
gücüdür bu.
Yolculu umuz boyunca, William’ın
sık sık “basit insanlar”dan söz etti ini
i ittim; bazı rahiplerin yalnız halkı de il,
aynı zamanda bilgisizleri belirtmek için
kullandıkları bir terim. Bu, bana hep
geni
kapsamlı
bir
anlatım
gibi
görünmü tür; çünkü talyan kentlerinde,
bilgilerini halk diliyle ortaya koysalar da,
kilise mensubu olmayan, ama bilgisiz de
olmayan
tüccar
ve
zanaatçılara
rastladım. Hem ona bakılırsa, o sıralarda
yarımadayı yöneten zorbaların bazıları
tanrıbilim, tıp, mantık bilmiyorlardı;
Latince de bilmiyorlardı, ama kesinlikle
basit ya da bilgisiz de ildiler. Bu nedenle,
basit insanlardan söz ederken, üstadımın
bile
oldukça
basit
bir
kavram
kullandı ına
inanıyorum.
Ama
Salvatore’nin
basit
oldu u
ku ku
götürmez. Yüzyıllar boyu açlı a ve
beylerin zorbalı ına boyun e mi bir
kırsal bölgeden geliyordu. Basitti, ama
aptal de ildi. Ba ka bir dünyanın özlemini
çekiyordu;
anladı ıma
göre,
evden
kaçtı ında, bu dünya, gövdesinden bal
sızdıran a açlarda, peynir tekerlerinin ve
ho
kokulu
sosislerin
yeti ti i
172
Cockaigne
ülkesi gibi görünüyordu
gözüne.
Bu umuda kapılarak, Salvatore,
bu dünyayı (bana ö retildi i gibi),
haksızlı ı bile, ço u kez tasarımını
kavrayamadı ımız nesnelerin dengesini
korumak
için
Yazgı’nın
önceden
düzenledi i bir gözya ı beldesi olarak
kabullenmeyi yadsırcasına, anayurdu
Monferrato’dan Liguria’ya, oradan da
Provence’dan geçip yukarıya, Fransa
Kralı’nın
topraklarına
de in
çe itli
ülkelerde dola mı .
Salvatore dilenerek, çalıp çırparak,
hastaymı gibi yaparak dünyayı dola mı ;
geçici olarak bir beyin hizmetine girmi ,
sonra gene ormana ya da da yollarına
vurmu . Bana anlattı ı öyküden, daha
sonraki yıllarda, Avrupa’da gittikçe daha
çok dola tıklarını gördü üm serseri
güruhunun arasında gözümün önüne
getirdim onu: sahte rahipler, arlatanlar,
dolandırıcılar, dalavereciler, dilenciler,
baldırıçıplaklar,
cüzamlılar,
sakatlar,
göçmenler, gezginler, halk ozanları,
yurtsuz papazlar, gezgin ö renciler,
üçkâ ıtçılar, malûl askerler, kâfirlerden
kaçan gönlü kırık gezgin Yahudiler,
deliler, fermanların hı mına u ramı
kaçaklar, tek kulakları kesik hırsızlar,
e cinseller ve bunlar arasında gezgin
zanaatçılar, dokumacılar, kazancılar,
sandalyeciler,
bileyciler,
dö emeciler,
duvarcılar ve her türlü düzenbazlar,
serseriler,
haytalar,
hergeleler,
tabansızlar, hino luhinler, hilekârlar,
hainler, sefiller, ci eri be para etmezler,
kutsal mevkileri alıp satan kilise meclisi
üyeleri
ve
papazlar,
dolandırıcılar,
geçimlerini
ba kalarının
saflı ından
yararlanarak sa layanlar, sahte buyruk
ve papalık mührü yapanlar, para
kar ılı ında günah ba ı layanlar, kilise
kapılarında yatan yalancı inmeliler,
manastırlardan
kaçan
serseriler,
kiliselerdeki kutsal andaçları satanlar, af
satanlar,
kâhinler
ve
falcılar,
karabüyücüler,
üfürükçüler,
sahte
dilenciler, her türlü zina i leyenler,
rahibelerle genç kızları kandırarak ya da
zor kullanarak bozanlar, bedenleri su
toplamı ,
saralı,
basurlu,
damla
hastalı ına yakalanmı ya da yaralıymı
gibi görünenler ya da zararsız deliler.
Aralarında, ermi lerin sadaka ça rılarını
anımsayan, ürkmü insanlardan yiyecek
ya da para koparmak için onulmaz
yaraları varmı gibi gövdelerine dolak
saranlar, ileri derecede ince hastalı a
yakalanmı
izlenimi
yaratmak
için
a ızlarını kan rengi bir maddeyle
dolduranlar, eli ya da aya ı tutmazmı
gibi yapan serseriler, ellerinde gereksiz
de nekler, sara, uyuz, ur ya da i leri
varmı gibi sargılar saran, safran boyası
süren, ellerinde ütüler, ba ları sargılı, pis
kokular saçarak kiliselere süzülenler ve
birden alanlarda dü üp bayılıveren,
a ızlarından salyalar akıtan, gözleri dı arı
u ramı , burunlarından bö ürtlen ve
unutmabeni
çiçe inin
özsularından
yapılmı kanlar fı kıran serseriler vardı:
Ekme inizi
açlarla
bölü ün,
evsiz
barksızları evinizde barındırın;
sa’yı
ziyaret ediyoruz, sa’yı barındırıyoruz,
sa’yı giydiriyoruz; çünkü tıpkı suyun
ate i
arıtması
gibi,
sadaka
da
günahlarımızı arıtır.
Anlatmakta oldu um olaylardan
çok sonra, Tuna boyunda, tıpkı cinler gibi
kendilerine özgü adları ve altsınıfları olan
bu arlatanların çoklarını gördüm; hâlâ
da görürüm.
Dünyamızın yolları boyunca akıp
giden bir çamur seli gibiydiler; inançlı
vaizler, yeni kurbanlar arayan sapkınlar,
anla mazlık
kı kırtıcıları
karı ıyordu
aralarına. Dilenci vaizlere kar ı çıkan yoksullu u yayıp uygulayabilecek basit
insanların akımlarından her zaman
korkan- Papa Ioannes’in kendisi oldu;
çünkü, diyordu, bunlar, üstünde boyalı
resimler bulunan bayraklar ta ıyarak,
vaaz vererek, zorla para toplayarak
meraklıları
kendilerinden
yana
çekiyorlardı. Kutsal de erleri alıp satan
yoz Papa, yoksullu u yayan dilenci
rahipleri,
toplumdan
atılmı lar
ve
hırsızlarla bir tutmakta haklı mıydı? O
günlerde talya yarımadasında dola mı
oldu umdan, bu konuda kesin görü lerim
yoktu;
Altopascio rahiplerinin vaaz
verirken aforoz tehdidinde bulunduklarını
ve günah ba ı lamaya söz verdiklerini,
para için çalan, karde kanı döken, adam
öldüren ve yalan yere yemin edenlerin
suçlarını
ba ı ladıklarını
i itmi tim;
dü künlerevlerinde her gün sayısı yüzü
bulan
ayinler
okundu u,
bunların
kar ılı ında ba ı topladıkları ve bunların
geliriyle iki yüz yoksul kıza çeyiz
düzdükleri inancını yayıyorlardı. Rieti
ormanında bir tariki dünya gibi ya ayan
ve tensel edimin günah olmadı ının
do rudan do ruya Kutsal Ruh tarafından
kendisine açıklanmı olmasıyla övünen
rahip Paolo Zoppo’dan söz edildi ini
i itmi tim; bacılar dedi i kurbanlarını
ba tan çıkarıyor, onları çıplak etlerinin
kırbaçlanmasına boyun e meye zorluyor,
içlerinden be ine yerde bir haç biçiminde
diz çöktürüyor, sonra da onları Tanrı’ya
sunuyor ve barı öpücü ü dedi i öpücü ü
istiyordu onlardan. Ama bu do ru
muydu? Aydınlanmı oldukları söylenen
bu münzevilerle, yarımadanın yollarında
gerçekten
tövbe
ederek
dola an,
kötülüklerinden
ve
hırsızlıklarından
ötürü
iddetle
suçladıkları
kilise
mensupları
ve
piskoposların
ho lanmadıkları yoksul bir ya am süren
rahipler arasında nasıl bir ba vardı?
Salvatore’nin
anlattıklarından,
daha
önce
kendi
deneyimlerimden
ö rendiklerimle birle ince, bu ayrımlar
gün ı ı ına çıkmıyordu: Her ey her eyle
aynı gibi görünüyordu. Bazan Salvatore,
öyküsünü anlattı ı Ermi
Martin’in
kendilerini iyile tirmesinden, böylece de
onları geçim kaynaklarından yoksun
bırakmasından korktukları için, onun
tansıklar yaratan bedeninden kaçan
Touraine’li
sakat
dilencilerden
biri
geliyordu bana; Ermi , sınıra varmadan,
acımasızca
onların
günahlarını
ba ı lamı , kol ve bacaklarını yeniden
kullanabilmelerini sa layarak kötülükleri
için
onları
cezalandırmı
gibi
görünüyordu. Ama bazan da, o güruh
arasında ya arken, toplum dı ı da olsa
Fransisken vaizlerinin sözlerini nasıl
dinledi ini ve sürdü ü yoksul ve serseri
ya amın asık suratlı bir zorunluluk
olarak de il, ne eli bir adama eylemi
olarak alınması gerekti ini anladı ını ve
adlarını
do ru
telâffuz
edemedi i,
ö retilerini
olmayacak
terimlerle
betimledi i
tövbekârların
gruplarına
katıldı ını anlatırken, rahibin yabanıl
yüzü tatlı bir ı ıltıyla parlıyordu. Onun,
Patarenlere, Valdensiyenlere, belki de
hatta
Katarlara,
Arnold’culara,
Umiliati’ye
rastladı ı
ve
dünyayı
dola ırken, gezginci durumunu bir kutsal
görev saydı ı, bir gruptan ötekine
geçerek, yava yava daha önce midesi
için yapmı oldu u eyi imdi Tanrı için
yaptı ı sonucunu çıkardım.
Ama bunu nasıl ve ne kadar
süreyle yapmı tı? Anlayabildi imce, otuz
yıl kadar önce, Toscana’da bir Minorit
manastırına
girmi ,
orada
tarikata
girmeksizin Ermi Francesco’nun bini ini
giymi ti. Sanırım yersiz yurtsuz bir gezgin
olarak bulundu u tüm yerlerin ve benim
ülkemin
paralı
askerlerinden
Dalmaçya’nın
Bogomillerine
dek
rastladı ı tüm gezgin yolda ların dilleriyle
karı tırıp
konu tu u
kırık
dökük
Latince’yi
de
orada
ö renmi .
Manastırda, söyledi ine göre, kendini
tövbekâr
ya amına
adamı
(Penitenziagite, diye aktardı bana, gözleri
ı ıl ı ıl; William’ın merakını uyandırmı
olan sözü bir kez daha duydum); ama
anla ılan, yanlarında kaldı ı rahipler de
fikirleri birbirine karı tırmı lardı; çünkü
kom u kilisenin papazına öfkelenerek
günün
birinde
evini
basıp
onu
merdivenlerden
a a ı
yuvarlamı lar,
günahkâr papazı öldürmü ler, sonra da
kiliseyi ya malamı lardı. Bunun üzerine
piskopos
silahlı koruma
birliklerini
üstlerine salmı , rahipler da ılmı lar,
Salvatore ise bir Fraticelli ya da dilenci
Minorit takımıyla hiçbir yasa ya da
disipline ba lı olmaksızın, yukarı talya’da
uzun süre dola ıp durmu .
Oradan
Toulouse
bölgesine
sı ınmı , orada ba ından tuhaf bir
serüven
geçmi ti;
haçlıların
büyük
giri imlerinin öyküsünü i itip co kuya
kapılmı tı. Günün birinde, çobanlar ve
halktan olu an kalabalık bir yı ın denizi
geçip inanç dü manlarına kar ı sava mak
için toplanmı lardı. Bunlara Çobanlar
deniyordu. Gerçekte istedikleri, kendi
lanetli ülkelerinden kaçmaktı. Kafalarını
yanlı kuramlarla dolduran iki önderleri
vardı;
davranı larından
ötürü
kilisesinden kovulmu
bir papaz ve
Benedikten tarikatından dönme bir
rahip. Bunlar, cahil kimseleri öylesine
çileden çıkardılar ki, babalarının istemine
kar ın on altısında o lanlar bile alay alay
artlarına
takıldılar;
sırtlarında
bir
sırtçantası, ellerinde bir de nek, be
parasız, tarlalarını bırakan ki iler, bir
sürü gibi önderlerinin ardına dü mü
kocaman bir yı ın olu turuyorlardı. Artık
ne akıl, ne haktanırlık, yalnız kaba güç
ve canlarının istedi i yönetiyordu onları.
Sonunda özgür, adanmı toprakların belli
belirsiz umuduyla böylesine bir araya
gelmek esrikle tirdi onları. Ellerine geçeni
ya malayarak köylerden, kentlerden bir
sel
gibi
akıyorlar,
içlerinden
biri
tutuklanacak
olsa,
tutukevlerine
saldırarak kurtarıyorlardı onu. Beylerin
tutuklatmı oldukları birkaç arkada larını
kurtarmak için Paris kalesine girdikleri
zaman kar ı koymaya çalı an Paris
rektörünü öldürüp merdivenlerden a a ı
attılar, tutukevinin kapısını kırdılar. San
Germano ovasında
sava
düzenine
girdiler. Ama hiç kimse onlara kar ı
çıkma yüreklili ini gösteremedi; böylece
Paris’ten
çıkıp
Aquitania’ya
do ru
yöneldiler. Orada burada kar ılarına
çıkan tüm Yahudileri öldürüyorlar,
mallarını ya malıyorlardı...
“Yahudileri niçin öldürüyorlardı?”
diye
sordum
Salvatore’ye.
“Niçin
öldürmesinler?” diye yanıtladı.
Hayatı
boyunca
vaizlerden,
Yahudilerin
Hıristiyanlı ın
dü manı
olduklarını ve yoksul Hıristiyanlardan
esirgenen malları ellerinde topladıklarını
ö rendi ini açıkladı bana. Piskoposların
ondalık vergilerle mal edindiklerinin, bu
nedenle
Çobanlar’ın
gerçek
dü manlarıyla sava madıklarının do ru
olup olmadı ını sordum. nsanın gerçek
dü manları çok güçlü olursa, daha
güçsüz dü manlar seçmek gerekti i
yanıtını verdi.
Basit insanlara böyle denmesinin
nedeni bu, diye dü ündüm. Yalnız
güçlüler, gerçek dü manlarının kimler
olduklarını her zaman açık seçik olarak
bilirler. Beyler Çobanlar’ın, mallarını
tehlikeye dü ürmelerini istemiyorlardı; bu
yüzden de, Çobanlar’ın önderlerinin, en
büyük servetin Yahudilere ait oldu u
fikrini yaymaları onlar için büyük bir
anstı.
Yahudilere
saldırma
fikrini
yı ınların kafasına kimin soktu unu
sordum ona. Salvatore anımsamıyordu.
Yı ınların toplanıp bir sözün
ardına takılarak, hemen bir ey elde
etmek istedikleri zaman, aralarından
hangisinin konu tu unun hiçbir zaman
bilinemeyece ine
inanıyorum.
Önderlerinin manastırlarda ve katedral
okullarında e itildiklerini, Çobanlar’ın
anlayabilecekleri sözcüklere dökseler bile,
beylerin dilini konu tuklarını dü ündüm.
Hem Çobanlar Papa’nın nerede oldu unu
bilmiyorlardı, ama Yahudilerin nerede
olduklarını biliyorlardı. Sonuç olarak,
yılgın Yahudilerin topluca sı ındıkları
Fransa Kralı’nın yüksek ve kocaman
kulesini
ku attılar.
Kulenin
duvarlarından dı arı çıkan Yahudiler ta
ve sopalarla yi itçe ve acımasızca
kendilerini savundular. Ama Çobanlar
kulenin kapısını ate e verdiler, Yahudileri
duman ve alevlerle ku attılar. Kendilerini
kurtaramayan Yahudiler, sünnetsizlerin
elinde ölmektense, kendilerini öldürmeyi
ye
tutarak, içlerinden en yürekli
görünenden
kendilerini
kılıçtan
geçirmesini istediler. O da kabul etti; be
yüz kadarını öldürdü. Sonra Yahudi
çocuklarıyla birlikte kuleden çıktı ve
Çobanlar’dan kendisini vaftiz etmelerini
istedi. Ama Çobanlar, “Kendi insanlarını
kılıçtan geçirdin,
imdi de ölümden
kurtulmak istiyorsun, öyle mi?” dediler;
onu parça parça ettiler, ama çocuklara
dokunmadılar; onları vaftiz ettiler. Sonra
yol boyunca birçok kanlı soygunlar
yaparak Carcassonne’a do ru yöneldiler.
O zaman Fransa Kralı çok ileri gittiklerini
söyleyerek onları uyardı ve geçtikleri her
kentte onlara kar ı konmasını buyurdu;
Yahudilerin de, Kral’ın adamlarıymı gibi
savunulmasını duyurdu... Fransa Kralı o
noktada niçin Yahudilere kar ı böyle
anlayı lı olmu tu? Belki de, Çobanlar’ın
krallık
topraklarında
neler
yapabileceklerinden ve sayılarının çok
artmasından ku kulanmaya ba lamı tı.
Yahudilere kar ı acıma duymasının
nedeni, hem onların i ledikleri suçlara
a lamaları
için
iyi
bir
nedendi,
Çobanlar’ın yok edilmesinin ve tüm iyi
Hıristiyanların
i ledikleri
suçlara
a lamaları için iyi bir neden bulmalarının
gerekmesiydi. Ama her zaman Hıristiyan
inancının
dü manı olan
Yahudileri
savunmanın
do ru
olmayaca ını
dü ünen birçok Hıristiyan Kral’a boyun
e medi. Birçok kentte, Yahudilere a ırı
faiz ödemek zorunda kalmı olan orta
halli
insanlar,
Çobanlar’ın,
zenginliklerinden
ötürü
onları
cezalandırmasından ho nuttu. O zaman
Kral Çobanlar’a yardım edilmemesini,
yardım
edenlerin
ölüm
cezasına
çarptırılmalarını
buyurdu.
Oldukça
büyük bir ordu toplayıp onlara saldırdı;
ço u öldürüldü, kimileri kaçıp ormanlara
saklanarak canlarını kurtardılar; ama
orada çetin ko ullar altında öldüler. Çok
geçmeden kökleri kazındı. Kralın generali
onları yakalayıp cesetleri sonsuza de in
örnek olsun ve hiç kimse ülkenin erincini
bozma
yüreklili ini
kendilerinde
bulamasın diye en yüksek a açlara
yirmi er otuzar astı.
nanılmaz olan, Salvatore’nin bana
bu öyküyü en erdemli bir giri imi
betimlercesine anlatmasıydı. Gerçekten
de Salvatore, bu sözde Çobanlar
kalabalı ının amacının sa’nın mezarını
ele
geçirmek
ve
onu
kâfirlerden
kurtarmak oldu u inancını de i tirmedi;
bu güzel i in, daha Fransa Kralı Ermi
Louis’nin saltanatında, Münzevi Pierre ve
Ermi
Bernard
zamanında
gerçekle tirildi ine
bir
türlü
inandıramadım onu. Herhalde Salvatore
kâfirlere bir türlü ula amadı; çünkü bir
an
önce
Fransa
topraklarından
uzakla mak zorundaydı. Novara bölgesine
gitti ini anlattı; ama orada olup bitenler
konusunda çok belirsiz eyler söyledi.
Sonunda, tam Papa’nın kovu turdu u
birçok
arkada ının
yakılmaktan
kurtulmak
için
ba ka
tarikatların
manastırlarına
sı ınarak
tarikat
de i tirmeye çalı tıkları sırada Casale’ye
vardı; oradaki Minorit manastırına kabul
edildi
(sanırım
Remigio’ya
burada
rastladı).
Tıpkı
Ubertino’nun
bize
anlatmı oldu u gibi. Salvatore (gerek
dürüst olmayan amaçlarla, gerek sa
sevgisiyle dola ırken kutsal amaçlarla
yaptı ı), el becerisi isteyen i lerdeki uzun
deneyimi sayesinde, kilerci tarafından
hemen onun yardımcılı ına getirildi.
Tarikatın
debdebesine
pek
ilgi
duymaksızın, mutfa ın yönetimi ve
giderleriyle
ilgilenerek,
çalmadan
gönlünce yiyip içece i ve yakılmaksızın
Tanrı’yı övebilece i bu yerde yıllardır
kalmı olmasının nedeni de buydu.
ki
lokma
arasında
ondan
ö rendi im öykü buydu; kendi kendime,
neyi uydurdu unu, neyi suskunlukla
geçi tirdi ini sordum.
Yalnızca deneyiminin kendine özgü
olu undan ötürü de il, ba ına gelenler
bana o günlerin talya’sını büyüleyici ve
anla ılmaz kılan birçok olay ve devinimin
görkemli bir özeti gibi göründü ü için
merakla baktım ona.
Bu konu madan ortaya çıkan
neydi?
ledi i
suçun
bilincine
varmaksızın, kendi türünden birisini
öldürebilen bir serüvencinin imgesi. Ama
o sıralarda kutsal yasaya kar ı i lenen
tüm suçlar bana birbirinin aynı gibi
görünüyorduysa
da,
konu uldu unu
i itti im olguların bazılarını daha o zaman
anlamaya ba lıyor; bir insan kalabalı ının
neredeyse kendinden geçmi çesine bir
co kuyla,
eytan’ın yasasını Tanrı’nın
yasasının yerine koyarak, bir kıyama
giri mesi ile, bir bireyin so ukkanlılıkla,
tasarlayarak, sessizlik içinde bir suç
i lemesinin ba ka ba ka eyler oldu unu
görüyordum. Bana öyle geliyor ki,
Salvatore böyle bir suçla lekelenmi
olamazdı.
Öte yandan, Ba rahip’in üstü
kapalı sözleriyle ilgili bir eyler ö renmek
istiyordum; hakkında hemen hemen
hiçbir
ey bilmedi im Fra Dolcino
dü üncesi bir saplantı haline gelmi ti
bende. Oysa hayaleti iki gündür i itti im
birçok
konu manın
çevresinde
dola ıyormu gibi görünüyordu.
Bu
nedenle
Salvatore’ye
birdenbire, “Yolculuklarında hiç Fra
Dolcino’ya rastladın mı?” diye sordum.
Tepkisi çok tuhaf oldu. Gözlerini,
sanki olduklarından daha iri açabilirmi
gibi, kocaman kocaman açtı; ardarda
haç
çıkardı,
bu
kez
gerçekten
anlamadı ım bir dilde bölük pörçük sözler
mırıldandı. Ama bunlar bana yadsıma
sözleri gibi göründü. O zamana de in,
sempati ve güvenle, dostça diyebilece im
bir bakı la bakmı tı bana. Ama o anda
neredeyse dü manca baktı. Sonra bir
bahane uydurarak gitti.
Artık
dayanamıyordum.
Adını
i itende yılgınlık uyandıran bu rahip
kimdi?
Bunu
ö renme
iste inin
pençesinde daha çok kıvranamayaca ımı
anladım. Aklımdan bir dü ünce geçti.
Ubertino! Onunla kar ıla tı ımız ilk
ak am o da anmı tı bu adı; u son
yıllardaki Fraticello’ların ve öteki din
adamlarının açık gizli, tüm ya antılarıyla
ilgili her eyi biliyordu. Bu saatte onu
nerede bulabilirdim? Ku kusuz, kilisede,
dualara
gömülmü .
Bir
anlık
bir
özgürlü e sahip oldu umdan oraya
gittim.
Onu bulamadım; aslında ak ama
dek bulamadım onu. Böylece merakımı
gideremedim; çünkü o sırada
imdi
anlatmam
gereken
ba ka
olaylar
oluyordu.
Üçüncü Gün
K ND
William Adso’ya büyük sapkınlık
ırma ından, saf insanların kilisedeki
i levinden, evrensel yasaları ö renme
konusundaki ku kularından söz ediyor;
sanki ayraç içindeymi çesine
Venantius’un bıraktı ı kara büyü
ibaretlerini nasıl çözdü ünü anlatıyor.
William’ı
demirci
oca ında
Nicola’yla birlikte i lerine dalmı çalı ırken
buldum. Tezgâhın üstüne, ba langıçta
belki de pencere camı parçaları olarak
dü ünülmü ,
minicik
yuvarlaklar
dizmi ler, bunların bazılarını aletlerle
istenen kalınlı a indirgemi lerdi. William
onları gözlerinin önüne tutup inceliyordu.
Nicola ise uygun camların takılaca ı
çatalı yapmaları için demircilere buyruk
veriyordu.
William, o an’a dek en uygun
camlar zümrüt renginde oldu u ve
par ömenleri
çayırlık
gibi
görmek
istemedi i için öfkeyle homurdanıyordu.
Nicola demircileri denetlemeye gitti.
William çe itli yuvarlakları denerken,
Salvatore’yle aramızda geçen konu mayı
ona anlattım.
“O adamın çe itli deneyimleri
olmu ,”
dedi.
“Belki
gerçekten
Dolsiniyenlerin yanında kalmı tır. Bu
manastır gerçek bir dünya; Papa
Ioannes’in elçileriyle rahip Michele de
gelince tam olaca ız.”
“Üstadım,” dedim, “artık hiçbir ey
anlamıyorum.”
“Hangi konuda Adso?”
“Önce sapkın gruplar arasındaki
ayrımlar konusunda. Ama bunu sonra
soraca ım size. imdi aklımı karı tıran
sorun,
ayrım
sorununun
kendisi.
Ubertino’yla
konu urken,
ona
tüm
sapkınlarla
Ortodoksların
aynı
olduklarını
kanıtlamaya
çalı tı ınız
izlenimini
edindim.
Ama
sonra,
Ba rahip’le konu urken, bir sapkınla
ba ka bir sapkın arasında ve bir sapkınla
bir Ortodoks arasındaki ayrımı ona
açıklamak
için
u ra tınız.
Yani,
Ubertino’yu temelde aynı olan insanları
ba ka ba ka gördü ü için, Ba rahip’iyse
temelde ayrı olanları bir tuttu u için
kınadınız.”
William bir an için camları
masanın üstüne koydu. “Sevgili Adso,”
dedi, “ imdi bazı ayrımları belirlemeye
çalı alım; bu ayrımı yaparken, Paris
okulunun
terimlerini
kullanabiliriz
pekâlâ. imdi: Diyorlar ki, bütün insanlar
özde aynı biçime sahiptirler, yanılıyor
muyum?”
“Elbette do ru,” dedim, bilgimle
övünerek, “ nsanlar hayvandır, ama
akıllıdırlar, insanın ayırıcı özelli i gülme
yetene idir.”
“Çok
güzel.
Ama
Tommaso,
Bonaventura’dan
farklıdır;
Tommaso
i man, Bonaventura ise zayıftır; aynı
biçimde, Hugh kötü, Francesco iyi
olabilir.
Aldemar
a ırkanlı,
Agilulfo
öfkelidir. Yanılıyor muyum?”
“Ku kusuz, öyle.”
“Bu
u
demektir:
nsanlar
maddesel biçimleri bakımından özde tir,
ama e reti ya da yüzeysel biçimleri
bakımından farklıdırlar.”
“Ku kusuz, öyle.”
“Öyleyse, Ubertino’ya, aynı insan
yapısının, karma ık i lemlerle, hem iyilik,
hem de kötülük sevgisini yönetti ini
söylerken, onu insan yapısının özde
oldu una inandırmaya çalı ıyorum. Öte
yandan, Ba rahip’e, bir Katar’la bir
Valdezyen
arasında
fark oldu unu
söylerken, onların öze ili kin olmayan
özelliklerinin
de i ik
oldu unda
direniyorum. Bunda direni inin nedeni
u: bir Valdezyen’e bir Katar’ın özellikleri
yoruldu unda,
yakılarak
cezalandırılabilir; bunun tersi de olabilir.
Bir insan yakıldı ı zaman, onun bireysel
özü yakılmı ve somut bir varolu biçimi
olan, bu nedenle de onun varlı ını
sa lamı olan, en azından Tanrı’nın
gözünde, özde iyi olan
ey hiçli e
indirgenir. Bu, sana farklılıklar üstünde
direnmek için yeterli bir neden gibi
görünmüyor mu?”
“Evet efendim,” diye yanıtladım,
heyecanla.
“ imdi
niçin
böyle
konu tu unuzu
anladım;
felsefenizi
takdir ediyorum!”
“Benim felsefem de il bu,” dedi
William,
“iyi
olup
olmadı ını
da
bilmiyorum. Önemli olan senin anlamı
olman. imdi ikinci soruna gelelim.”
“Sorun u,” dedim, “hiçbir i e
yaramaz biriyim ben. Valdezyenler,
Katarlar, Lyons’lu yoksullar, Umiliati,
Beginolar, Lombardlar, Joachim’çiler,
Patarenler,
Havariler,
Yoksul
Lombardlar, Arnold’cular; William’cılar
Özgür Ruh’a inananlar ve Lucifer’cileri
birbirinden ayırdedemiyorum artık. Ne
yapmalıyım?”
“Ah, zavallı Adso,” diye güldü
William, sevecenlikle enseme vurarak,
“hiç de haksız de ilsin! Son iki yüzyıldır,
hatta daha da önceden beri, u bizim
dünyamız
ho görüsüzlük,
umut
ve
umutsuzluk fırtınalarıyla kasılıp kavruldu
sanki... Ya da hayır, bu iyi bir benzetim
de il. Kocaman, görkemli bir ırmak
dü ün; topra ın sa lam oldu u güçlü
yata ında kilometrelerce akıp gidiyor;
ırma ın kıyılarının, sa lam topra ın
nerede oldu unu biliyorsun. Bir an gelir,
bu ırmak çok uzun bir zaman, çok geni
bir alanda aktı ı, tüm ırmakları kendi
içinde yok eden denize yakla makta
oldu u için yorgun dü mü , artık ne
oldu unu bilmez. Kendi kendisinin deltası
olur. Bir ana kolu hâlâ varlı ını
sürdürebilir, ama birçok kol ondan ayrılıp
her yöne da ılır, kimileri yeniden
birbirine karı ır; artık neyin neden
çıktı ını anlayamazsın; bazan hâlâ ırmak
olanla,
çoktan
deniz
olanı
ayırdedemezsin...”
“Benzetiminizi anlıyorsam, ırmak
Tanrı’nın
kenti ya
da
do ruların
krallı ıdır; bininci yıl yakla maktadır ve
bu
belirsizlik içinde
artık ayakta
kalamıyor;
yalancı
ve
gerçek
peygamberler
do uyor,
her
ey
Armageddon’un yer alaca ı büyük ovaya
do ru akıyor...”
“Dü ündü üm tam bu de ildi. Ama
biz Fransiskenler arasında, üçüncü bir
ça ın ve Kutsal Ruh’un yeniden egemen
olaca ı dü üncesinin her zaman canlı
kaldı ı do rudur. Hayır, ben sana,
yüzyıllar boyu tüm toplumun, Tanrı’nın
kullarının varlı ıyla özde olan kilisenin
gere inden
çok
zenginle ti ini,
kabardı ını,
içinden
geçti i
tüm
toprakların
süprüntülerini
birlikte
ta ıdı ını ve arılı ını yitirdi ini anlatmaya
çalı ıyordum. Gerçekte deltanın kolları,
ırma ın denize, daha do rusu arınma
anına olabildi ince çabuk ula masına
yardımcı olur. Ama yaptı ım kötü bir
benzetme; sana yalnızca, ırmak artık
ortada olmayınca, sapkınlık kollarının ve
yenilenme akımlarının sayısının nasıl
arttı ını ve nasıl birbirlerine karı tıklarını
anlatmaya yarıyordu. Dilersen, bu kötü
benzetime, diri bir güçle ırma ın iki
yakasını yeniden kurmaya çalı an birinin
imgesini de ekleyebilirsin. Deltanın bazı
kolları kum ve çamurla dolar, bazıları
yapay
kanallarla
yeniden
ırma a
yöneltilir, bazılarının da akmasına izin
verilir, çünkü her eyi kısıtlı tutmak
olanaksızdır; hem bir ırma ın, izledi i
yolun bütünlü ünü sa lamak, kimli ini
korumak istiyorsa, suyunun birazını
yitirmesi daha iyidir.”
“Hiçbir ey anlamaz oldum.”
“Ben de. Benzetimlerle konu mayı
beceremem. yisi mi bu ırmak öyküsünü
unut. Az önce adlarını sıraladı ın
akımların ço unun en az iki yüzyıl önce
do duklarını
ve
daha
imdiden
öldüklerini, kimilerininse daha yeni
olduklarını anlamaya çalı ...”
“Ama sapkınlardan söz edilirken,
tümü birlikte adlandırılıyor.”
“Do ru,
sapkınlı ın
yayılma
biçimlerinden biri bu; yok edilme
biçimlerinin de.”
“Gene anlamıyorum.”
“Tanrım, ne zor. Pekâlâ. Tut ki
gelenekleri düzeltmek isteyen birisin;
yoksulluk içinde ya amak için bazı
arkada larını
bir
da ın
tepesinde
topluyorsun. Bir süre sonra birçok insan
uzak ülkelerden Kalkıp sana geliyorlar,
seni bir peygamber ya da yeni bir havari
sayıyorlar ve izinden gidiyorlar. Bunlar
gerçekten enin için ya da söylediklerin
için mi geliyorlar?”
“Bilmem, umarım öyledir. Ba ka
niçin gelsinler?”
“Çünkü
babalarından,
ba ka
reformcuların öykülerini, az çok yetkin
toplulukların söylencelerini dinlemi lerdir;
bunun u, unun bu oldu una inanırlar.”
“Böylece her akım ba kalarının
çocuklarına kalıtım yoluyla mı geçer?”
“Elbette,
çünkü
reformcuların
ardına takılanların büyük bir ço unlu u,
hiçbir ö reti incelikleri olmayan saf
insanlardır.
Buna
kar ın,
sa töre
geleneklerini düzeltme akımları, de i ik
yer ve biçimlerde ve farklı ö retilerle
do ar. Katarlarla Valdezyenler ço u kez
birbirine karı tırılır. Valdezyenler, Kilise
içinde tinsel bir reform yapılmasını
öngörüyorlardı. Katarlar ise ba ka bir
kilise, ba ka bir Tanrı ve sa töre anlayı ı
öngörüyorlardı.
Katarlar,
dünyanın
birbirine kar ıt iyi ve kötü güçlere
ayrıldı ına inanıyorlardı; bu nedenle de
kusursuz insanların saf inançlılardan
ayrıldı ı
bir
kilise
kurmu lardı;
kendilerine özgü ayinleri ve töreleri vardı;
neredeyse bizim Kutsal Ana Kilise’miz gibi
çok katı bir hiyerar i kurmu lardı; hiçbir
erk biçimini ortadan kaldırmayı bir an
için bile dü ünmüyorlardı. Bu sana,
yöneticilerin, mülk sahiplerinin, feodal
beylerin de Katarlar’a niçin katıldıklarını
açıklar.
Dünyayı
düzeltmeyi
de
dü ünmüyorlardı; çünkü onlara göre
iyiyle kötü arasındaki kar ıtlık hiçbir
zaman ortadan kaldırılamazdı. Oysa
Valdezyenler ve onların yanı sıra
Arnold’cular ve Yoksul Lombardlar, tam
tersine, yoksulluk ülküsüne dayalı farklı
bir dünya kurmak istiyorlardı; toplum
dı ına itilmi leri aralarına alarak topluca,
ellerinin eme iyle ya amalarının nedeni
buydu. Katarlar kilisenin ayinlerini
yadsıyorlardı. Valdezyenler ise ayinleri
de il, yalnızca papaza günah çıkartmayı
yadsıyorlardı.”
“Öyleyse
neden
birbirine
karı tırılıyorlar ve aynı zararlı otlarmı
gibi söz ediliyor onlardan?”
“Sana anlattım: Onları ya atan
eyle öldüren ey aynıdır. Akımlar, ba ka
akımlara kapılmı , bütün akımların aynı
ba kaldırı ve aynı umut dürtüsünden
kaynaklandı ına inanan saf insanlarla
geli ir, sonra birinin yanlı larını ötekine
yükleyen sorgucular tarafından yok
edilirler; bir akımın bir kesimine ba lı
olanlar bir suç i leyecek olurlarsa, bu suç
tüm akımların tüm kesimlerine ba lı
olanlara yüklenecektir. Akılcı açıdan
söylemek gerekirse, sorgucular çeli ik
ö retileri bir araya getirdikleri için
haksızdırlar; ba kalarının haksızlı ına
göre de haklıdırlar; çünkü; söz gelimi, bir
kentte Arnold’cu bir akım ortaya çıktı ı
zaman, ba ka yerlerdeki Katarlar ya da
Valdezyenler de oraya yönelirler. Fra
Dolcino’nun havarileri, din adamlarının
ve
beylerin
maddesel
varlıklarının
ortadan kaldırılmasını öngörüyorlardı;
birçok
iddet eyleminde bulundular;
Valdezyenler
iddete
kar ıdırlar,
Fraticello’lar da öyle. Ama Fra Dolcino
zamanında, onun grubunda daha önce
Fraticelli ya da Valdezyenlerin ö retilerini
benimsemi
olan
birçok
kimsenin
bulundu una ku kum yok. Saf insanlar
kendi ki isel sapkınlıklarını seçemezler,
Adso; ülkelerinde vazeden, köylerinden
gelip geçen ya da alanlarında duraklayan
adama sıkı sıkıya tutunurlar. Dü manları
da bunu sömürür. Halkın gözlerine, aynı
zamanda hem cinsel hazzı yadsıyan hem
de bedensel birle meyi öngören tek bir
sapkınlık sunmak iyi bir vaaz tekni idir:
Sapkınları sa duyuya aykırı eytanca bir
çeli kiler yuma ı gibi gösterir.”
“Demek aralarında hiçbir çeli ki
yok; bir Joachim’ci ya da Tinci olmak
isteyen saf bir insanın Katarların eline
dü mesi ya da bunun tam tersi eytan’ın
i i mi?”
“Hayır,
öyle
de il.
Ba tan
ba layalım, Adso. nan, kendimin de
do rusunu bildi ime inanmadı ım bir eyi
açıklamaya çalı ıyorum sana. Bence
yanlı lık,
önce
sapkınlı ın
ortaya
çıktı ına, sonra da saf insanların onlara
katıldıklarına ve lanetlendiklerine (kendi
kendini
lanetlediklerine)
inanmakta.
Gerçekteyse, önce saf insanların durumu
gelir, sonra sapkınlık.”
“Nasıl yani?”
“Tanrı’nın kulları hakkında açık
seçik bir fikrin var. yi koyunlarla kötü
koyunlardan olu an, kutsal dünyanın
yorumcuları olan din adamlarının yol
göstericili i altında çoban köpekleri,
sava çılar, daha do rusu dünyasal erk,
yani mparator ve beyler tarafından
dizginlenen büyük bir sürü. Görünüm
çok açık.”
“Ama do ru de il bu. Çobanlar
köpeklerle sava ır, çünkü ikisinin de
birbirinin haklarında gözü vardır.”
“Do ru; sürünün yapısını belirsiz
kılan
da
bu
i te.
Birbirlerini
parçalamaktan
ba ka
bir
ey
dü ünmeyen köpeklerle çobanlar artık
sürüyü
korumuyorlar.
Bir
bölü ü
dı arıda kalıyor bu sürünün.”
“Nasıl dı arıda?”
“Kenarda.
Köylüler
gerçek
anlamda köylü de iller; çünkü toprakları
yok, ya da olanca toprakları onları
beslemeye yetmiyor. Yurtta lar gerçek
anlamda yurtta de iller; çünkü bir lonca
ya da esnaf birli ine üye de iller; onlar
ba kalarının tuza ına dü ebilecek küçük
insanlardır. Kırsal alanlarda cüzamlılar
gördü ün oldu mu hiç?”
“Evet, bir kez yüz tanesini bir
arada görmü tüm. Biçimleri bozulmu ,
etleri a armı , çürüyüp dökülüyor, koltuk
de neklerine dayanmı , gözkapakları i ,
gözleri kanlı. Ne konu uyorlar, ne de
ba ırıyorlardı; fareler gibi ciyaklıyorlardı.”
“Hıristiyanlar için onlar ba ka
insanlardır; sürünün kıyısında kalan
insanlar. Sürü onlardan nefret eder,
onlar da sürüden. Herkesin kendileri gibi
cüzama
yakalanmasını,
ölmesini
isterler.”
“Evet, Kral Mark’la ilgili bir öykü
anımsıyorum;
güzel Isotta’yı ölüme
mahkûm etmek zorunda kalmı , tam
yakılmak
üzere
odunların
üstüne
çıkarılaca ı sırada cüzamlılar gelmi ler;
Krala yakılmanın hafif bir ceza olaca ını,
ondan daha kötü bir ceza oldu unu
söylemi ler. Sonra, Isotta’yı bize verin,
bizim olsun, hastalı ımız isteklerimizi
tutu turuyor, onu cüzamlılarınıza verin,
diye ba ırmı lar. Sızlayan yaralarımıza
yapı mı u paçavralara bakın. Yanınızda
sincap kürküyle astarlanmı
zengin
giysilere ve takılara bürünmü olan o
kadın, cüzamlıların sarayını görünce,
kümeslerimize girip bizimle yatınca, o
zaman i ledi i günahın tam anlamıyla
bilincine varacak ve bu güzelim odun
yı ınını dü ünüp esef edecek!”
“Görüyorum ki, bir Benedikten
çömezi olarak tuhaf eyler okumu sun,”
diye takıldı William. Kızardım, çünkü bir
çömezin
sevi
öyküleri
okumaması
gerekti ini
biliyordum;
ama
Melk
manastırında biz gençler arasında bunlar
dola tırılıyor, biz de geceleri tonum
ı ı ında okuyorduk onları. “Ama önemi
yok,” diye sürdürdü William. “Ne demek
istedi ini anladım. Toplum dı ına itilmi
cüzamlılar her eyi kendileriyle birlikte
yıkıma sürüklemek isterler. Böylece,
onları ne denli toplum dı ına itersen, o
denli kötü olurlar; onları ne denli senin
yıkımım isteyen bir hortlak sürüsü gibi
görürsen, o denli toplum dı ı olurlar.
Ermi Francesco bunu anladı; ilk i i gidip
cüzamlılar arasında ya amak oldu.
Toplum dı ına itilenleri yeniden onlarla
bütünle tirmedikçe, Tanrı’nın kullarını
de i tirmek olanaksızdır.”
“Ama siz ba ka toplum dı ı
ki ilerden
söz
ediyorsunuz,
sapkın
akımları olu turan cüzamlılar de il ki.”
“Sürü, en geni halkadan en yakın
çevresine dek bir dizi e merkezli daireden
olu ur. Cüzamlılar genel olarak bir
dı lama göstergesidir. Ermi Francesco
bunu anladı. O yalnız cüzamlılara yardım
etmek istemiyordu; öyle olsaydı, davranı ı
yalnızca cılız ve güçsüz bir acıma
davranı ına indirgenmi olurdu. Onun
anlatmak istedi i ba ka bir eydi. Ku lara
söylediklerini anlattılar mı sana?”
“A, evet, o güzel öyküyü duydum;
Tanrı’nın o yumu acık yaratıklarıyla
arkada lık eden ermi i takdir ettim,”
dedim büyük bir heyecanla.
“Sana yanlı bir öykü anlatmı lar;
daha do rusu, bugün tarikatın yeniden
olu turmakta oldu u öyküyü anlatmı lar.
Francesco kent halkı ve yöneticileriyle
konu mu ,
onların
kendisini
anlamadıklarını
görünce
yürüyüp
mezarlı a gitmi ; kuzgunlar, saksa anlar,
ahinler, le le beslenen yırtıcı ku larla
konu maya ba lamı .”
“Ne korkunç ey!” dedim. “Demek
iyi ku lar de ildi bunlar!”
“Alıcı ku lardı onlar; dı lanmı
ku lar, tıpkı cüzamlılar gibi. Francesco
ncil’deki
u
sözleri
dü ünüyordu
ku kusuz: Güne e do ru yükselmi bir
melek gördüm; ve o, güne te uçan tüm
ku lara yüksek sesle dedi ki: Gelin; yüce
Tanrı’nın büyük ölenine katılın; kralların
etini, tribünlerin ve kendini be enmi lerin
etini ve atların ve onların üstüne
binenlerin etini ve özgür ve tutsak küçük
büyük tüm insanların etini yiyin!”
“Demek Francesco, toplum dı ına
itilmi leri ba kaldırıya kı kırtıyordu?”
“Hayır, bunu isteyen biri varsa, o
da Fra Dolcino ve ardından gidenlerdi.
Francesco, ba kaldırmaya hazır olan
toplum
dı ına
itilmi leri
Tanrı’nın
kullarına katılmaya ça ırıyordu. Sürü
yeniden
toplanacaksa,
sürü
dı ına
itilmi lerin yeniden bulunması gerekliydi.
Francesco ba arılı olamadı; bunu büyük
bir acılıkla söylüyorum. Dı lanmı ları
yeniden
bütünle tirmek
için
kilise
çevresinde eylem yapmak zorundaydı,
kilise çevresinde eylem yapmak için de
onun
yasasının
onayım
alması
gerekiyordu; bundan bir tarikat do acak,
tarikat da, ortaya çıkarken, kıyısında
itilmi lerin yer aldı ı bir çember imgesini
yeniden olu turacaktı.
imdi toplum
dı ına itilmi leri yeniden çevrelerinde
toplayan Fraticelli ve Joachim’cilerin
neden ortaya çıktıklarını anlıyorsun, de il
mi?”
“Ama
biz
Francesco’dan
söz
etmiyorduk; sapkınlı ın nasıl saf insanlar
ve toplum dı ına itilmi lerin bir ürünü
oldu undan söz ediyorduk.”
“Do ru. Sürüden dı lananlardan
söz ediyorduk. Yüzyıllar boyunca, Papa
ve
mparator
erk
için
giri tikleri
sava larda
birbirlerini
parçalarken,
dı lanmı lar gerçek cüzamlılar gibi kıyıda
ya amayı
sürdürdüler;
cüzamlılar,
bunların,
bu
ola anüstü
meseli
anlayabilmemiz için Tanrı’nın düzenledi i
bir simgesinden ba ka bir ey de ildir;
böylece, ‘cüzamlı’ derken, ‘dı lanmı ,
yoksul, saf, toplum dı ına itilmi , kırsal
bölgelerden sökülüp atılmı , kentlerde
a a ılanmı ’ kimseleri anlayacaktık. Ama
biz anlamadık; cüzamın gizemi bir
hortlak gibi üstümüze abandı; çünkü
i aretlerin
niteli ini
anlayamadık.
Sürüden dı lanmı olsalar bile, onların
tümü de
sa’nın
sözüne
dönerek
köpeklerin ve çobanların davranı ını
suçlayacak
ve
bir
gün
onları
cezalandırmaya söz verecek her vaazı
dinlemeye ya da üretmeye hazırdırlar.
Erk sahipleri her zaman anladılar bunu.
Dı lanmı ların
toplumla
yeniden
bütünle tirilmesi, onların ayrıcalıklarının
kısıtlanmasını gerektiriyordu; bu nedenle
de,
dı landıklarının
bilincine
varan
dı lanmı lar, ö retileri ne olursa olsun,
sapkınlıkla
damgalanıyorlardı.
Dı lanmı lıklarının
körle tirdi i
bu
insanlarsa, kendi adlarına, gerçekte
hiçbir
ö retiye
ilgi
duymuyorlardı.
Sapkınlı ın yanılgısı buradadır. Herkes
sapkındır, herkes ortodokstur; bir akımın
sundu u inancın önemi yoktur; önemli
olan sundu u umuttur. Bütün sapkınlar
bir dı lama gerçekli inin bayra ıdır.
Sapkınlı ı
kazı,
altında
cüzamlıyı
bulursun. Sapkınlı a kar ı giri ilen her
sava ın istedi i tek ey udur: cüzamlının
oldu u gibi kalması. Cüzamlılara gelince,
onlardan ne bekleyebilirsin? Üçleme
do masının ya da A ai Rabbani ayininin
tanımının ne kadarının do ru, ne
kadarının yanlı oldu unu ayırdetmelerini
mi? Hadi canım, Adso, bu oyunlar biz
okumu adamlar içindir. Basit insanların
ba ka sorunları vardır. Hem unutma,
bunların tümünü de yanlı
yoldan
çözerler. Bunun için sapkın olurlar.”
“Peki, bazı insanlar niçin onları
destekliyorlar?”
“Çünkü amaçlarına yarar bu;
amaçları da seyrek olarak inançla
ilgilidir; ço u kez erki ele geçirmeye
ili kindir.”
“Bunun için mi Roma Kilisesi
kendisine
kar ı
olanların
tümünü
sapkınlıkla suçluyor?”
“Bunun için. Kendi denetimi altına
alabildi i
ya
da
gere inden
çok
güçlendi i, bu nedenle de kar ısına
almak iyi olmayaca ı için, kabul etmek
zorunda kaldı ı bir sapkınlı ı Ortodoksluk
sayması da bunun için. Ama bunun
kesin bir kuralı yok; insanlara, ko ullara
ba lı. Bu, laik beyler için de geçerli. Elli
yıl önce, Padoya komünü, her kim bir din
adamını öldürürse, büyük bir para
cezasına çarptırılmasını öngören bir
buyruk çıkardı...”
“Olamaz!”
“Gerçekten. Din adamlarına kar ı
halkın nefretini körüklemenin bir yoluydu
bu; kent piskoposla sava halindeydi.
Yıllar önce Cremona’da, mparator’a ba lı
olanların
Katarlara
niçin
yardım
ettiklerini imdi anlıyorsun de il mi,
inanç nedeniyle de il, Roma Kilisesi’ni
güç durumda bırakmak için. Bazan kent
meclisleri, sapkınları, ncil’i halk diline
çevirmeye yüreklendirirler; halk dili artık
kentlerin dili oldu; Latince ise Roma’nın
ve
manastırların
dili.
Bazan
da
Valdezyenleri desteklerler; çünkü onlar
kadın erkek, küçük büyük herkesin, ister
a a ı tabakadan, ister yüksek tabakadan
olsun, ö retmen ve vaiz olabileceklerini
öne sürerler; çırak olan bir i çi on gün
sonra ustası olabilece i birini arar...”
“Böylece, din adamlarının yerine
ba ka kimselerin konamamasını sa layan
ayrımı
ortadan
kaldırıyorlar!
Ama
öyleyse, aynı kent meclisleri niçin
sapkınlara kar ı çıkıp onların yakılması
için kiliseye yardım ediyorlar?”
“Çünkü sapkınların sayılarının
artmasının, halk diliyle konu an laiklerin
ayrıcalıklarını
da
tehlikeye
sokabilece inin
bilincine
varıyorlar.
1179’da toplanan Lateran Konseyi’nde
(görüyorsun, yüz „ elli yıl öncesine ili kin
olaylar bunlar), Walter Map, o budala,
bilgisiz Valdezyenlere güvenilecek olursa
neler olabilece i konusunda uyanda
bulundu. E er do ru anımsıyorsam,
Walter Map, onların belli bir oturma
yerleri olmadı ını, çıplak sa’nın izinde,
çıplak, yalınayak oradan oraya dola ıp
durduklarını, hiçbir eyleri olmadı ını,
her
eye ortakla a sahip olduklarını
söyledi.
En
alçakgönüllü noktadan
ba lıyorlar,
çünkü
toplum
dı ına
itilmi lerdir; ama onlara gere inden çok
yer açarsanız, herkesi iterek dı arıya
atarlar. Bu nedenle kentler dilenci
tarikatlarını,
özellikle
de
biz
Fransiskenleri tutuyorlardı; çünkü biz
tövbe gereksinimi ile kentsel ya am; kilise
ile alım satım i lerinden ba ka bir ey
dü ünmeyen
kentsoylular
arasında
uyumlu bir denge sa lanmasına izin
veriyorduk...”
“Tanrı sevgisiyle alım satım sevgisi
arasında uyum sa lanabildi mi, peki?” »
“Hayır, tinsel yenilenme akımları
engellendi; Papa’nın tanıdı ı bir tarikatın
sınırları içinde yönlendirildi. Ama alttan
alta sinsi sinsi akan ey yönlendirilemedi.
Bir yandan hiç kimseye kötülü ü
dokunmayan Flagellante akımlarına, bir
yandan da Fra Dolcino’nunki gibi silahlı
çetelere, ya da Ubertino’nun sözünü
etti i Montefalco rahiplerinin büyücülük
törenlerine do ru aktı...”
“Ama kim haklıydı, kim yanıldı?”
diye sordum, a kın.
“Kendi açısından herkes hem
haklıydı, hem haksız.”
“Ama,” diye ba ırdım, ba kaldırıya
varan bir ta kınlıkla, “niçin bir tavır
almıyorsunuz,
niçin
bana
gerçe in
nerede yattı ını söylemiyorsunuz?”
William, üstünde çalı tı ı camı ı ı a
tutarak bir süre sustu. Sonra camı
masanın üstüne indirip camın altında bir
alet gösterdi bana. “Bak,” dedi. “Ne
görüyorsun?”
“Aleti; biraz daha büyük olarak.”
“ te: Yapabilece imiz ey, olsa olsa
daha yakından bakmaktır.”
“Ama alet hep aynı alet!”
Venantius’un elyazması da, bu
camlar sayesinde onları okudu um
zaman gene aynı kalacak. Ama belki de
onu okuduktan sonra gerçe in bir
bölümünü daha iyi ö renece im. Ve belki
de
manastırın
ya amını
iyile tirebilece iz.”
“Ama bu yetmez ki!”
“Sandı ından
daha
çok
ey
söylüyorum, Adso, Roger Bacon’dan daha
önce de söz etmi tim sana. Belki de
gelmi geçmi en akıllı adam de ildi, ama
bilim sevgisini esinleyen umudu beni her
zaman
büyülemi tir.
Bacon,
basit
insanların
gücüne,
gereksinimlerine,
tinsel
bulu larına
inanıyordu.’
Yoksulların, dı lanmı ların, budalaların
ve okur yazar olmayanların çok kez
Tanrı’nın
a zından
konu tuklarına
inanmasaydı,
iyi
bir
Fransisken
olamazdı.
Onları
yakından
tanımı
olsaydı, tarikata ba lı ta ralılardan çok
Fraticello’lara kar ı uyanık olurdu. Basit
insanlarda, ço u zaman geni kapsamlı,
genel yasalar ortaya çıkarma çabaları
içinde yiten okumu larda olmayan bir ey
var. Bir bireyin sezgisi var onlarda. Ama
bu sezgi tek ba ına yeterli de ildir. Basit
insanlar kendi gereceklerini belki de
kilise bilginlerinden daha do ru olarak
kavrarlar,
ama
onu
dü üncesizce
eylemler içinde yok ederler. Ne yapmalı?
Basit insanları e itmeli mi? Çok kolay, ya
da çok güç bir ey bu. Hem sonra hangi
bilgileri ö retmeli onlara? Abbone’nin
kitaplı ındakileri mi? Fransisken üstatlar
bu
sorunu
incelediler.
Büyük
Bonaventura,
bilge
ki ilerin,
basit
insanların davranı ları içinde saklı olan
gerçe i
kavramsal
açıklı a
kavu turmaları gerekti ini söylüyordu...”
“Basit
insanların
yoksullu a
ça rılarını
tanrıbilimsel
kararlara
dönü türen Perugia Ruhani Meclisi ya da
Ubertino’nun bilgince anıları gibi,” dedim.
“Evet, ama gördü ün gibi bu çok
güç oluyor, oldu u zaman da basit
insanların gerçe i, güçlülerin gerçe ine
dönü mü oluyor; yoksul ya am süren
rahipten çok, mparator Ludwig’in i ine
yarayan bir gerçe e. Onların ya antısına
nasıl yakın olunabilir, sözgelimi onların
içevuruk erdemi,
çalı ma
yetene i,
onların dünyasını dönü türmek ve daha
iyi kılmak için
nasıl korunabilir?
Bacon’un sorunu buydu. ‘Quod enim
laicali ruditate turgescit non habet effectum
173
nisi fortuito,’
diyordu. Basit insanların
ya antılarının yabanıl ve denetlenemez
sonuçları vardır. ‘Sed opera sapientiae
certa lege vallantur et in fine debitum
174
efficaciter diriguntur.’
Yani, pratik
sorunlarla u ra ırken bile, ister mekanik,
ister tarım, ister bir kentin yönetimi
olsun, bir çe it tanrıbilime gerek vardır.
Ona göre yeni do a bilimi, bilim
adamlarının, do al süreçlerin de i ik
bilgileri aracılı ıyla, basit insanların
düzensiz ama kendi tarzında gerçek ve
do ru beklentiler yı ınını yansıtan temel
gereksinimlerini
e güdümlü
kılmaya
yönelik yeni ve büyük giri imi olmalıydı.
Yeni bilim, yeni do al büyü. Ancak,
Bacon’a göre, bu giri im kilise tarafından
yöneltilmeliydi; ama ben bunu, onun
zamanında din adamları toplulu unun
bilim
adamları
toplulu uyla
özde le tirilmesinden ötürü söyledi ine
inanıyorum.
Bugün
durum
de i ti;
manastır ve katedrallerin dı ında, hatta
üniversitelerin bile dı ında bilim adamları
yeti iyor. Örne in bu ülkede, yüzyılımızın
en büyük filozofu bir rahip de il, laik
biriydi. u Floransa’lıdan söz ediyorum;
iirinden söz edildi ini i itmi sindir; hiç
okumadım o iiri, çünkü halk dilini
anlamıyorum; bildi imce pek de ho uma
gitmezdi; çünkü bizim ya antılarımıza çok
uzak olan eylerden söz ediyor. Ama
kanımca,
ö eler,
tüm kozmos
ve
devletlerin yönetimi hakkında bugüne
de in bize sunulan en akıllıca eyleri o
yazdı. Bugün ben ve arkada larım,
insancıl sorunların yönetimi için, yasa
yapmanın kiliseye de il, halk meclisine
dü tü üne inanıyoruz; aynı
ekilde,
gelecekte bu yeni ve insancıl tanrıbilimi
önermek de bilim adamlarına dü ecektir;
bu tanrıbilim ise do al felsefe ve pozitif
büyüdür.”
“Çok güzel bir giri im,” dedim,
“ama böyle bir ey olabilir mi?”
“Bacon buna inanıyordu.”
“Ya siz?”
“Ben de inanıyorum. Ama buna
inanmak için, basit insanların, biricik iyi
sezgi olan birey sezgisine sahip olmakta
haklı olduklarından emin olmalıyız. Ama
e er bireyin sezgisi biricik iyi sezgiyse, iyi
büyünün, onun aracılı ıyla ve onu
yorumlayarak i levsel olaca ı, evrensel
yasaları yeniden olu turmayı bilim nasıl
ba aracaktır?”
“Evet,”
dedim,
“bunu
nasıl
yapabilir?”
“Artık
ben
de
bilmiyorum.
Oxford’da,
imdi Avignon’da bulunan
arkada ım Ockham’lı William’la birçok
tartı mamız
oldu.
Zihnime
ku ku
tohumları saçtı. Çünkü e er yalnızca
bireyin sezgisi do ruysa, aynı nedenler
aynı sonuçları do urur
önermesini
kanıtlamak güç olur. Tek bir beden, bir
yerde so uk ya da sıcak, tatlı ya da acı,
ıslak ya da kuru olabilir; bir ba ka
yerdeyse
olmayabilir.
Sonsuz
yeni
varlıklar yaratmaksızın tek parma ımı
bile kıpırdatamazsam, tüm nesneleri
düzenleyen evrensel ba ı nasıl ortaya
çıkarabilirim? Çünkü böyle bir edimle,
parma ımla
tüm
öteki
nesnelerin
konumu arasındaki ili kiler de i ir.
Zihnim tek tek varlıklar arasındaki
ba ıntıları ili kiler aracılı ıyla algılar; ama
bunun evrensel ve de i mez oldu unun
güvencesi nedir?”
“Ama belli bir cam kalınlı ının belli
bir görme gücüne denk dü tü ünü
biliyorsunuz; bunu bildi iniz için de, imdi
kendinize yitirdi iniz camlar gibi camlar
yapabiliyorsunuz;
yoksa
nasıl
yapabilirdiniz?”
“Zekice bir yanıt, Adso. Gerçekten
de benim geli tirdi im önerme u: E it
kalınlık, kaçınılmaz olarak e it görme
gücüne denk dü er. Bu önermeyi ortaya
attım; çünkü ba ka vesilelerle, aynı tip
bireysel sezgilerim oldu. Ku kusuz,
bitkilerin sa altma gücünü sınayan
herkes, aynı türden tek tek bitkilerin
hasta üzerinde aynı nitelikte e it etkileri
oldu unu
bilir;
bu
nedenle
de
ara tırmacı, belli tipten her bitkinin ate li
hastalara iyi geldi i ya da belli tipten her
camın gözün görme yetisini e it ölçüde
artırdı ı
önermesini
biçimlendirir.
Bacon’un sözünü etti i bilim ku kusuz bu
önermelere
dayanıyor.
Dikkat
et,
nesnelere
ili kin
önermelerden
söz
ediyorum,
nesnelerden
de il.
Bilim
önermeler ve onların terimleriyle u ra ır;
terimler de tekil nesneleri belirtirler.
Anlıyorsun, de il mi, Adso, önermemin
do rulu una inanmalıyım; çünkü onu
deneyle ö rendim; ama ona inanmak için
evrensel
yasalar
oldu unu
varsaymalıyım.
Ama
onlardan
söz
edemiyorum; çünkü evrensel yasaların
ve kurulu bir düzenin var oldu u
kavramının kendisi, Tanrı’nın bunların
tutsa ı oldu unu sezdirir; oysa Tanrı
öylesine saltık bir biçimde özgür bir eydir
ki, e er isterse isteminin tek bir edimiyle
dünyayı de i tirebilir.”
“E er do ru anlıyorsam, bir ey
yapıyorsunuz
ve
niçin
yaptı ınızı
biliyorsunuz, ama ne yaptı ınızı, niçin
bildi inizi bilmiyorsunuz.”
William’ın
bana
be enerek
baktı ını övünçle söylemeliyim. “Belki de
öyledir. Ne olursa olsun, bu sana,
inandı ım
halde,
inandı ım
gerçek
konusunda niçin böyle kararsız kaldı ımı
anlatır.”
“Siz
Ubertino’dan
daha
gizemcisiniz!” dedim, kötücüllükle.
“Belki de. Ama gördü ün gibi,
do anın nesneleri üstünde çalı ıyorum.
Yürütmekte oldu um soru turmada da
kimin iyi, kimin kötü oldu unu de il, dün
gece yazı salonunda kimin bulundu unu,
gözlük camlarını kimin aldı ını, karda bir
ba ka gövdeyi sürükleyen bir gövdenin
izlerini kimin bıraktı ını ve Berengar’ın
nerede oldu unu ö renmek istiyorum.
Bunlar olgulardır. Daha sonra onları
birbirine ba lamaya çalı aca ım - e er
yapabilirsem, çünkü hangi sonucun
hangi nedenden do du unu söylemek
güç. Bir mele in araya girmi olması her
eyi de i tirmeye yeterdi; böylece bir
eyin, ba ka bir eyin nedeni oldu unun
kanıtlanamamasında a ılacak bir ey
yok. Gene de insan her zaman denemeli
bunu; imdi benim yaptı ım gibi.”
“Sizin ya amınız çetin,” dedim.
“Ama Brunellus’u buldum,” diye
ba ırdı William, iki gün önceki at olayını
anımsayarak. “Öyleyse dünyanın bir
düzeni var!” diye ba ırdım ben de, zafer
kazanmı çasına. “Öyleyse, benim
u
zavallı kafamda birazcık düzen var,” diye
yanıtladı William.
Tam o sırada Nicola, zafer
kazanmı çasına, elindeki hemen hemen
bitmi bir çatalı göstererek yeniden içeri
girdi.
“Bu
çatal
zavallı
burnumun
üstüne konunca,” dedi William, “belki
zavallı kafam daha da düzenli olur.”
Bir
çömez
gelip
Ba rahip’in
William’ı görmek istedi ini ve onu
bahçede bekledi ini bildirdi. Üstadım
deneylerini ertelemek zorunda kaldı ve
hızlı hızlı bulu ma yerine do ru yürüdük.
Oraya
yakla ırken
William
sanki
unuttu u bir
eyi ancak o anda
anımsamı gibi elini alnına vurdu. “Bu
arada,” dedi, “Venantius’un kabala
i aretlerini çözdüm.”
“Tümünü mü? Ne zaman?”
“Sen uyurken. Hem tümüyle ne
kastetti ine ba lı. Mum ı ı ında beliren
i aretleri çözdüm; senin kopya ettiklerini.
Yunanca notlarınsa yeni camlarıma
kavu uncaya dek beklemeleri gerekecek.”
“Peki? Finis Africae’nin giziyle mi
ilgiliydi?”
“Evet, anahtar da oldukça kolaydı.
Venantius, be gezegen, on iki burç, iki
ı ık veren gök cismi ve dünya için de
sekiz i aret kollanmı . Toplam yirmi
i aret.
Latin
alfabesinin
harfleriyle
ba lantı kurmaya yeterli - ‘unum’ ve
‘velut’ sözcüklerinin ba harflerinin sesini
belirtmek için aynı harfi kullanabilece ini
175
dü ünürsen
.
Harflerin
sırasına
gelince, bunu biliyoruz. aretlerin sırası
ne
olabilir?
Gökyüzünün
düzenini
dü ündüm; burç kadranını en dı
çembere koyarak. Böylece, Dünya, Ay,
Merkür, Venüs, Güne vb., sonra bunun
ardından burç i aretlerini geleneksel
sıralarına
göre
yerle tirdim,
Sevil’li
zidor’un onları sınıflandırdı ı gibi, Koç
burcu ve ilkbahar noktasıyla ba layıp
Balık burcuyla bitirerek.
imdi, bu
anahtarı
uygulamayı
denersen,
Venantius’un mesajı anlam kazanır.”
Bana, büyük Latin harfleriyle,
üstüne çevriyazıyla; Secretum finis Africae
manus supra idolum age primum et
176
septimum
de
quatuor
yazdı ı
par ömeni gösterdi.
“Açık de il mi?” diye sordu.
“Putun
üstündeki el dördün
birincisi ve yedincisi üstünde i ler...” diye
yineledim ba ımı sallayarak. “Hiç de açık
de il!”
“Biliyorum,
Venantius’un,
177
idolum
sözcü üyle ne demek istedi ini
bilmemiz gerek. Bir imge mi, bir hayalet
mi, bir resim mi? Sonra, birincisi ve
yedincisi olan dört nedir? Bunlar ne
yapılacak? Yerinden mi oynatılacak,
basılacak mı, çekilecek mi?”
“Öyleyse hiçbir ey bilmiyoruz ve
ba langıç noktamızdayız,” dedim büyük
bir dü kırıklı ıyla. William durdu, pek de
iyicil olmayan bir havayla bana baktı.
“O lum,” dedi, “Kar ında, alçakgönüllü
bilgisi ve Tanrı’nın sonsuz gücüne borçlu
oldu u azıcık yetene iyle, birkaç saatte
yazanın
kendinden
ba ka
herkese
mühürlü oldu una inandı ı gizli bir ifreyi
çözmeyi ba armı de ersiz bir Fransisken
var... Sense, zavallı cahil yumurcak,
tutmu
hâlâ
ba langıç
noktasında
oldu umuzu söylemeye kalkı ıyorsun.”
Beceriksizce
özür
diledim.
Üstadımın onurunu incitmi tim; oysa
yaptı ı çıkarsamaların
hızından
ve
do rulu undan
ötürü
ne
denli
böbürlendi ini
biliyordum.
William
gerçekten de be eniye de er bir i
ba armı tı; kurnaz Venantius, bulu unu
karanlık bir ‘ burç alfabesinin ardına
gizlemekle kalmayıp çözülmesi olanaksız
bir bilmece de tasarlamı sa, bu onun
suçu de ildi.
“Zarar yok, zarar yok, özür
dileme,” diye dü üncelerimin arasına
girdi. “Ne de olsa haklısın. Henüz çok az
ey biliyoruz. Hadi gidelim.”
Üçüncü Gün
GÜNBATIMI
Ba rahip yeniden ziyaretçilerle
konu uyor; William’ın labirentin
bilmecesini çözmek için bazı a ırtıcı
fikirleri vardır; sonunda bunu çok
mantıklı bir biçimde basanı: Sonra
William’la Adso eritme peynir yerler.
Ba rahip karanlık, kaygılı bir
görünü le bizi bekliyordu. Elinde bir kâ ıt
vardı.
“Conques Ba rahip’inden imdi bir
mektup aldım,” dedi, “Ioannes’in Fransız
askerlerinin komutanlı ına getirdi i ve
elçilerin
güvenli inin
sorumlulu unu
verdi i adamın adını açıklıyor. Asker
de il, saray mensubu da de il; aynı
zamanda heyetin bir üyesi.”
“Çe itli niteliklerin az rastlanır bir
biçimde bir araya gelmesi,” dedi William,
tedirgin. “Kim bu adam?”
“Bernard Gui; Bernardo Gui de
diyebilirsiniz.”
William,
ne
benim,
ne
de
Ba rahip’in anlamadı ı, kendi dilinde bir
ünlem koyverdi. Belki de anlamadı ımız
hepimiz için iyi oldu; çünkü William’ın
a zından çıkan sözcük açık saçık bir
sözcükmü gibi çınladı.
“Bu i ho uma gitmedi,” diye ekledi
hemen. “Bernardo yıllarca Toulouse
bölgesinde sapkınların ba belası kesildi;
Valdezyenleri, Beghard’ları, Fraticelli ve
Dominikenleri kovu turmak ve
yok
etmekle görevli olanların yararlanması
iç in , Practica officii inquisitionis heretice
178
pravitatis
adında bir de kitap yazdı.”
“Biliyorum. Kitabı biliyorum; bir
ö retim harikası.”
“Bir ö retim harikası,” diye kabul
etti William. “Kitap geçmi
yıllarda
Flandr’da ve burada, yukarı talya’da,
ona birçok görev vermi olan Papa
Ioannes’e sunulmu . Bernardo Galiçya’da
piskoposlu a
atandı ı
zaman
bile
piskoposluk bölgesinde hiç görünmedi;
sorguculuk etkinli ini sürdürdü. imdi
Lodeve
piskoposlu una
çekildi im
sanıyordum, ama görülüyor ki Ioannes
onu yeniden göreve ça ırmı ; hem de
burada, Kuzey talya’da. Niçin ba kası
de il de Bernardo ve niçin silahlı
kuvvetlerin
sorumlulu unu
almı
olarak?”
“Bunun yanıtı u,” dedi Ba rahip,
“dün size açıkladı ım tüm korkuları da
do ruluyor. yi biliyorsunuz ki -bunu
bana itiraf etmek istemeseniz de- sa’nın
ve kilisenin yoksullu una ili kin, Perugia
Ruhani Meclisince öne sürülen görü ler,
birçok tanrıbilimsel kanıtla desteklense
de birçok sapkın akımca çok daha az
sakınımlı ve çok daha az ortodoks bir
biçimde öne sürülen görü lerin aynı.
Cesena’lı
Michele’nin
- mparator
tarafından
olu turulan-görü lerinin,
Ubertino’nun ve Angelus Clarenus’un
görü leriyle aynı oldu unu göstermek hiç
de zor de il. Bu noktaya kadar iki heyet
görü birli i içinde olacaklardır. Ama Gui
daha fazlasını yapabilir, buna da yetene i
var: Perugia’nın öne sürdü ü savların,
Fraticelli ya da Sözde Havariler’inkilerle
aynı oldu unu öne sürmeye çalı acaktır.
Buna katılıyor musunuz?”
“Gerçekten böyle midir, yoksa
Bernardo Gui mi böyle oldu unu
söyleyecek diyorsunuz?”
“Diyelim
ki,
böyle
diyece ini
söylüyorum,” diye onayladı Ba rahip
sakınımla.
“Ben de katılıyorum, ama bu
önceden belliydi. Demek istiyorum ki,
Bernardo olmasa bile bu noktaya
gelinece i biliniyordu. Bernardo, olsa
olsa,
Ruhani
Meclis’in
yeteneksiz
adamlarından daha etkin bir biçimde
davranacak; onunla giri ilecek tartı ma
da kaçınılmaz olarak daha incelikli
olacaktır.”
“Evet,” dedi Ba rahip, “Ama bu
noktada dün ortaya attı ımız sorunla
yüzyüze geliyoruz. E er yarına dek iki,
belki de üç cinayeti i leyen ki iyi ortaya
çıkaramazsak, Bernardo’nun manastırın
i lerini
denetlemesine
izin
vermek
zorunda
kalaca ım.
Burada,
açıklanmayan olayların geçmi ve hâlâ da
geçmekte oldu unu, Bernardo gibi bir
adamdan (hem unutmayalım, kar ılıklı
anla mamız gere ince) gizleyemem. Yoksa
(Tanrı esirgesin) bunu anladı ı anda, yeni
bir gizemli olay daha olacak olursa,
ba ıra ba ıra ihanetten söz etmekte
yerden gö e kadar haklı olacaktır...”
“Do ru,” diye mırıldandı William,
kaygılı. “Yapılacak hiçbir ey yok. Dikkatli
olmalıyız; gizemli katile kar ı uyanık
davranacak olan Bernardo’ya kar ı biz de
uyanık olmalıyız. Belki de iyi olur: Katille
u ra an
bir
Bernardo tartı malara
katılmak için daha az vakit bulur.”
“Katili ortaya çıkarmakla u ra an
bir Bernardo, benim yetkim için bir
çıbanba ı olacaktır; bunu unutmayın. Bu
u ursuz olay, ilk kez bu duvarlar
arasındaki otoritemin bir bölümünden
vazgeçmeye zorluyor beni; yalnız bu
manastırın
tarihinde
de il,
Cluny
tarikatının tarihinde de yeni bir ey bu.
Buna engel olmak için elimden gelen her
eyi yaparım. Yapılacak ilk i de heyetleri
kabul etmemek.”
“Bu
önemli
karar
üstünde
dü üncelerini yüce efendimizden özellikle
rica ederim,” dedi William. “Elinizde
mparator’un bir ça rı mektubu var;
büyük bir heyecanla bizim...”
“Beni mparator’a ba layan eyin
ne oldu unu biliyorum,” dedi Ba rahip
terslikle, “bunu siz de biliyorsunuz.
Öyleyse, yazık ki geri çekilemeyece imi de
biliyorsunuz. Ama bütün bunlar çok
çirkin. Berengar nerede, ba ına ne geldi?
Ne yapıyorsunuz?”
“Ben uzun zaman önce bazı etkin
soru turmalar yürütmü olan bir rahibim
yalnızca. Gerçe in iki günde ortaya
çıkarılamayaca ını biliyorsunuz. Hem
bana nasıl bir yetki verdiniz? Kitaplı a
girebiliyor muyum? Sizin otoritenizle
desteklenmi olarak, istedi im bütün
soruları sorabilir miyim?”
“Cinayetlerle
kitaplık
arasında
hiçbir ili ki göremiyorum,” dedi Ba rahip,
öfkeli.
“Adelmo
minyatürcüydü.
Venantius
çevirmen;
Berengar
ise
kütüphaneci yardımcısı...” diye açıkladı
William sabırla.
“Bu
anlamda
altmı
rahibin
tümünün de kitaplıkla ili i i var, tıpkı
kiliseyle oldu u gibi. Niçin kiliseyi
ara tırmıyorsunuz
öyleyse?
William
Birader, siz burada, benim tarafımdan
görevlendirilmi olarak ve sizden bu
soru turmayı yürütmenizi rica etti im
sınırlar
içinde,
bir
soru turma
yapıyorsunuz.
Bunun
dı ında,
bu
duvarlar arasında, Tanrı’dan sonra ve
onun lütfuyla burada tek yetkili benim.
Bu Bernardo için de geçerli olacak.”
“Hem,” diye ekledi, daha yumu ak bir
sesle,
“Bernardo
buraya
özellikle
toplantıya katılmak için gelmiyor da
olabilir. Conques Ba rahibi, bana onun
talya’nın güneyine inece ini yazıyor.
Papa’nın,
Poggetto
Kardinali
Bertrando’dan, Bologna’dan gelip papalık
heyetinin
ba kanlı ını
üstlenmesini
istedi ini de yazıyor. Belki de Bernardo
buraya kardinalle bulu mak için geliyor.”
“Bu, daha geni
bir açıdan
bakıldı ında,
daha
da
kötü
olur.
Bertrando orta talya sapkınlarının ba
belasıdır.
Sapkınlara
kar ı giri ilen
sava ın
bu
iki
ampiyonunun
kar ıla ması, bu ülkede, sonunda bütün
Fransisken hareketini içine alacak daha
geni bir saldırının habercisi olabilir...”
“Bundan
mparator’u
derhal
haberdar
edece iz,” dedi Ba rahip,
“ancak o zaman tehlike yakın olmaz.
Tetikte olalım. Ho çakalın.”
Ba rahip uzakla ırken William bir
süre sustu. Sonra bana, “Her eyden
önce, telâ a kapılmamaya çalı alım,
Adso,” dedi. Birçok ayrıntılı bireysel
deneyim
birikimini
gerektiren
durumlarda olaylar çabuk çözülmez. Ben
laboratuvara
dönüyorum;
çünkü
mercekler
olmaksızın
yalnızca
elyazmasını okuyamamakla kalmam; bu
gece kitaplı a gitmenin de bir anlamı
olmaz. Git bak bakalım, Berengar’dan bir
haber var mı?”
Tam o sırada Morimondo’lu Nicola
çok kötü haberlerle ko a ko a yanımıza
geldi. William’ın onca umut ba ladı ı en
iyi camı daha da inceltmeye çalı ırken
kırılmı tı. Onun yerine koyabilece i bir
ba ka cam da, çatala yerle tirirken
çatlamı tı. Nicola avutulmaz bir biçimde
bize gökyüzünü gösterdi. Günbatımı vakti
gelmi , karanlık çöküyordu. O gün artık
çalı ılamazdı. Bir gün daha yitirildi, dedi
William acı acı (bana sonradan itiraf
etti ine göre), camcı ustasının gırtla ına
sarılma iste ini bastırarak; oysa Nicola
yeterince küçük dü mü tü.
Onu küçük dü mü lü üyle ba ba a
bırakarak Berengar
hakkında
bilgi
edinmeye gittik. Do al olarak hiç kimse
bulamamı tı onu.
Kendimizi
bir
çıkmazda
hissediyorduk. Ne yapaca ımızı bilmeden
dehlizde biraz dola tık. Ama az sonra
William’ın hiçbir ey görmüyormu gibi
gözlerini bo lu a dikerek dalıp gitti ini
gördüm. Az önce bini inden haftalarca
önce topladı ını gördü üm otlardan bir
kökçük çıkarmı , sanki dingin bir
uyarılma sa lıyormu gibi çi niyordu.
Gerçekten de dalgın görünüyordu, ama
zihninin bo lu unda yeni bir dü ünce
kıvılcımlanmı çasına
sık sık gözleri
parlıyordu; sonra bir kez daha o kendine
özgü ve etkin zihin körlüklerinden birine
dalıyordu. Ansızın, “Ku kusuz, insan...”
dedi.
“Ne yapabilir?” diye sordum.
“Labirentte
yolumuzu
nasıl
bulabilece imizi
dü ünüyordum.
Gerçekle tirmesi kolay de il, ama etkili
olabilir...
Önünde
sonunda,
do u
kulesinin içinden çıkılıyor; bunu biliyoruz.
imdi tut ki bize kuzeyin nerede
oldu unu bildiren bir makinemiz var. Ne
olurdu?”
“Do al olarak sa ımıza do ru
yürümek yeterdi; do uya do ru gitmi
olurduk. Ya da ters yönde gitmek yeterdi;
o zaman da güney kulesine do ru
gitti imizi bilirdik.
Ama
böyle
bir
mucizenin oldu unu varsaysak bile,
labirent
labirenttir;
do uya
yönelir
yönelmez do ru gitmemizi önleyen bir
duvar çıkardı kar ımıza; böylece gene
yolumuzu yitirirdik...” dedim.
“Do ru,
ama
sözünü etti im
makine olsaydı, hep kuzeyi gösterirdi;
yönümüzü de i tirsek bile; üstelik hangi
noktada
olursak olalım,
ne
yöne
dönece imizi gösterirdi bize.”
“Harika bir ey olurdu bu. Ama
bunun için bu makineye sahip olmamız,
onun da bize, güne i ve yıldızları
görmeden de, gece vakti ve kapalı yerde
kuzeyi gösterebilmesi gerekirdi... Sizin
Bacon’unuzun bile böyle bir makinesi
yoktu sanırım!” Güldüm.
“Yanılıyorsun,”
dedi
William,
“çünkü böyle bir makine yapıldı; bazı
denizciler kullandılar bile. Onun yıldızlara
ya da güne e ihtiyacı yok; çünkü
Severinus’un hastanesinde gördü ümüze
benzer, demiri çeken ola anüstü bir ta ın
gücünden yararlanıyor bu makine.
Bacon incelemi onu; Maricourt Pierre
adında bir Picard büyücüsü de birçok
yararını anlatmı .”
“Peki,
siz
yapmasını
biliyor
musunuz?”
“Yapmasına yapılır. Ta sayısız
harikalar yaratmakta kullanılabilir; bu
arada hiçbir dı güç olmaksınız sürekli
olarak hareket eden bir makine de
yapılabilir; ama en basit bulu Baylek elKabayaki adında bir Arap tarafından
betimlenmi . Su dolu bir kap alıp içinde
demirden bir i ne saplanmı bir mantarı
yüzdürürsün.
Sonra
i ne
ta ın
özelliklerini kazanıncaya de in manyetik
ta ı daireler çizerek suyun yüzeyinde
gezdirirsin. O zaman i ne -bir eksenin
çevresinde dönebilseydi, ta da aynı eyi
yapardı -ucu kuzeyi gösterecek biçimde
kalır; elinde su dolu bir kapla dola ırsan,
i ne hep kutup yıldızına do ru döner.
Kabın kıyısına, kutup yıldızına göre,
do u, güney, batı vb. i aretlersen, do u
kulesine varmak için kitaplıkta hangi
yöne dönece ini hep bilece ini söylememe
gerek yok...”
“Ne ola anüstü bir
ey!” diye
ba ırdım. “Peki ama i ne niçin hep kuzeyi
gösteriyor? Ta demiri çekiyor; bunu
anladım; çok miktarda demirin ta ı
çekebilece ini
de
tasarlayabiliyorum.
Demek ki... demek ki kutup yıldızı
yönünde dünyanın en uç sınırında büyük
demir madenleri var!”
“Gerçekten
de
birisi
böyle
oldu unu öne sürdü. Ancak i ne tam
çobanyıldızının
yönünü
göstermiyor;
gökyüzü
meridyenlerinin
kesi me
noktasını gösteriyor. Bu da, söylendi i
gibi unu gösterir: ‘hic lapis gerit in se
179
similitudinem coeli’
ve mıknatısın
kutupları,
e imlerini
yeryüzünün
kutuplarından
de il,
gökyüzünün
kutuplarından alır. Bu da, do rudan
do ruya özdeksel nedensellik söz konusu
olmaksızın, uzaktan yönetilen bir edime
güzel bir örnek olu turur: Dostum
Jandun’lu
John’un,
mparator
kendisinden Avignon’u yerin dibine
batırmasını istemedi i zamanlar u ra tı ı
bir sorun...”
“Öyleyse gidip Severinus’un ta ıyla
bir kap, biraz su, bir de mantar alalım...”
dedim, heyecanla.
“Dur bir dakika,” dedi William.
“Bilmem neden, filozofların tanımına göre
ne denli kusursuz olursa olsun, mekanik
i lerli i bakımından kusursuz olan hiçbir
makine
görmedim
ben.
Oysa
bir
köylünün bugüne de in hiçbir filozofun
betimlemedi i ora ı hep gerekti i gibi
çalı ır... Korkarım labirentte bir elde
lamba, ötekinde su dolu bir kapla
dola mak... Ama, dur! Aklıma ba ka bir
ey geliyor. Labirentin dı ında da olsak,
makine kuzeyi gösterecekti, de il mi?”
“Evet, ama o zaman bize hiçbir
yaran olmaz; çünkü güne ve yıldızlar
var...” dedim.
“Biliyorum, biliyorum. Ama e er
makine içeride de, dı arıda da i liyorsa,
kafamız niçin öyle olmasın?”
“Kafamız mı? Elbette dı arıda
i liyor;
gerçekten
de
dı arıdayken
Aedificium’un konumunu çok iyi biliyoruz!
Ama içeri girince hiçbir ey anlamaz
oluyoruz!”
“Do ru. Ama imdi makineyi unut.
Makineyi dü ünmek, do al yasalar ve
dü ünme yasalarımız üstüne dü ünmeye
itti
beni.
Sorun
u:
Aedifieium’u
dı arıdan, içerideki gibi betimlemenin
yolunu bulmalıyız...”
“Ama nasıl?”
“Dur bir dü üneyim, çok güç
olmasa gerek...”
“Peki,
dün
sözünü
etti iniz
yöntem? Kömürle i aretler koyarak
labirenti boydan boya geçmek istemiyor
muydunuz?”
“Hayır,” dedi, “dü ündükçe daha
az inandırıcı geliyor bana. Belki de kuralı
iyi hatırlayamıyorum, ya da bir labirentte
dola mak için, kapıda bir ipin ucunu
tutarak bizi bekleyen iyi yürekli bir Arian
gerekli. Ama böylesine uzun ip yok ki.
Olsa bile (masallar ço u kez gerçe i
söyler), bir labirentten ancak bir dı
yardımla çıkabilece i anlamına gelirdi bu.
Öyle bir yol bulmalı ki, dı sal yasalar içsel
yasalarla aynı olsun. Tamam Adso,
matematik biliminden yararlanaca ız.
bni Rü t’ün dedi i gibi, yalnız matematik
bilimlerde, bizce bilinen nesneler mutlak
olarak
bilinen
nesnelerle
özde le tirilebilirler.”
“Görüyorsunuz
ya,
evrensel
kavramların varlı ını kabul ediyorsunuz.”
“Matematik kavramlar zihnimizin
öyle bir biçimde kurdu u önermelerdir ki,
ister bu kavramlar do u tan var olsun,
ister matematik bilimi öteki bilimlerden
daha önce bulunmu olsun, her zaman
gerçekmi
gibi i lerler. Kitaplık da
matematik biçimde dü ünen bir insan
zihni tarafından yapılmı tır; çünkü
matematik olmadan labirent yapamazsın.
Bu
nedenle
biz
de
matematik
önermelerimizi,
kitaplı ı
yapanın
önermeleriyle
kar ıla tırmalıyız;
bu
kar ıla tırmadan bilim üretilebilir; çünkü
matematik, terimler üstüne terimler
kurma bilimidir. Neyse beni fızikötesi
tartı malara sürüklemeyi bırak. Hangi
eytan girdi içine bugün? Sen bunları
bırak da, gözlerin iyi görüyor madem, bir
kâ ıt,
bir
levha,
üstüne
i aretler
konabilecek bir ey al, bir de... uç... iyi,
almı sın. Aferin, Adso. imdi hazır daha
karanlık
bastırmamı ken
gidip
Aedificium’un çevresinde bir dolanalım.”
Bunun
üzerine
Aedificium’un
çevresinde uzun uzun dola tık.
Yani do u, güney ve batı kulelerini
ve onları birle tiren duvarları uzaktan
inceledik. Çünkü yapının geri kalanı
uçuruma
bakıyordu,
ama
simetri
nedeniyle, gördü ümüz kısımdan daha
de i ik olmaması gerekiyordu.
William elimdeki levhaya kesin
notlar aldırırken, her duvarda iki, her
kuledeyse
be
pencere
oldu unu
gördü ümüzü söyledi.
“ imdi dü ün,” dedi üstadım.
“Gördü ümüz her odanın bir penceresi
vardı...”
“Yedi duvarlı olan odanın dı ında,”
dedim.
“Bu da
do al,
her
kulenin
ortasındaki odalar bunlar.”
“Yedigen
biçiminde
olmayan
penceresiz odalar da gördük.”
“Onları unut imdi. Önce kuralı
bulalım, sonra kural dı ı durumları
açıklamaya çalı ırız.
imdi: Dı arıdan
bakıldı ında, her kulede be oda, her
duvarda, her biri tek pencereli iki oda
var.
Ama
pencereli
bir
odadan
Aedificium’un
merkezine
do ru
ilerlenecek olursa, pencereli bir ba ka
salona daha rastlanıyor. Bu da, içeride
de pencereler oldu unu gösteriyor. imdi,
ortadaki açıklı ın, mutfaktan ve yazı
salonundan görünen açıklı ın biçimi
nedir?”
“Sekizgen,” dedim.
“Çok güzel. Bu sekizgenin her
duvarında pekâlâ iki pencere olabilir. Bu
demektir ki, sekizgenin her duvarında iki
iç oda var. Do ru mu?”
“Peki, ya penceresiz odalar?”
“Hepsi sekiz tane. Gerçekten de,
her kuledeki yedi duvarlı iç salonun be
duvarı, kuledeki be odaya açılıyor. Geri
kalan iki duvar nereye biti ik? Dı
duvarlar boyunca sıralanan odalara
biti ik olamaz; yoksa o odalarda pencere
olurdu; aynı nedenle, sekizgen, boyunca
sıralanmı odalara da biti ik olamaz; hem
çünkü, o zaman gere inden çok uzun
olurdu bu odalar. Kitaplı ın yukarıdan
bakıldı ında nasıl görünece ini gösteren
bir taslak çizmeye çalı . Her kulede;
yedigen biçimindeki odaya biti ik iki oda
olması gerekti ini görürsün; bu iki oda,
ortadaki sekizgen biçimindeki açıklı a
biti ik iki odaya açılıyor.”
Üstadımın önerdi i tasla ı çizmeye
çalı tım ve bir zafer çı lı ı koyverdim.
“Her
eyi biliyoruz artık! zin verin
sayayım... Kitaplıkta elli altı oda var;
bunların dördü yedigen, elli ikisi az çok
kare biçiminde; bunların da sekizinin
penceresi yok; yirmi sekizi dı arıya, on
altısı ise içeriye bakıyor!”
“Dört kulenin her birinin ise dört
duvarlı be er odası var; birer de yedi
duvarlı odası... Kitaplık, çe itli ve
ola anüstü anlamlar yüklenebilecek bir
göksel uyuma göre yapılmı ...”
“Ola anüstü bir bulu ,” dedim,
“ama yönümüzü bulmak niçin böylesine
güç?”
“Çünkü geçitlerin konumu hiçbir
matematik
yasaya
uymuyor.
Bazı
odalardan
birkaç
ba ka
odaya
geçilebiliyor; bazılarındansa yalnızca bir
odaya; bu durumda ba ka hiçbir yere
açılmayan odalar yok mu diye sormalıyız
kendi kendimize. Bunu, bir de güne in
durumuna
bakarak
bir
ipucu
çıkarılamayaca ını
dü ünürsen
(görüntülerle aynaları da buna eklersen)
labirentin, içine giren birini nasıl
a ırtabilece ini anlarsın; hele bu ki i bir
suçluluk duygusuyla zaten tedirginse.
Dün gece yolumuzu bulamayınca nasıl
bir umutsuzlu a kapıldı ımızı dü ün. A ırı
düzenle sa lanan a ırı karı ıklık: Çok ince
bir hesap oldu u görülüyor. Kitaplı ı
yapanlar büyük ustalarmı .”
“Peki yönümüzü nasıl bulaca ız?”
“Artık zor de il. Kitaplı ın planına
az çok uyması gereken çizdi in haritayla,
birinci yedigen odaya girer girmez, iki kör
odadan birine do ru yürüyece iz. Sonra,
hep sa a dönerek, üç ya da dört oda
sonra gene bir kuleye girece iz; bu ancak
kuzey kulesi olabilir; sonra solda, yedigen
biçimindeki salona biti ik ba ka bir kör
odaya girece iz; bu oda, sa da, imdi
anlattı ıma benzer bir yol bulmamızı
sa layacak. Sonunda batı kulesine
varaca ız.”
“Evet, e er bütün bu odalar bütün
öteki odalara açılsaydı...”
“Do ru. Bunun için senin haritana
gerek duyaca ız; kör duvarları harita
üstünde
i aretleyece iz;
nerelere
saptı ımızı bilece iz. Bu güç olmayacak.”
“Ama bunun ba arılı olaca ına
emin miyiz?” diye sordum, a mı ; çünkü
her
ey
gere inden
çok
kolay
görünüyordu bana.
“Olacak,” diye yanıtladı William.
“Omnes enim causae effectuum naturalium
dantur per lineas, angulos et figuras. Aliter
enim impossibile est scire propter quid in
180
illis,
” diye alıntıladı.
“Bunlar,
Oxford’daki
büyük
üstatlardan birinin sözleri. Ama ne yazık
ki henüz her eyi bilmiyoruz. Labirentin
içinde nasıl kaybolmayaca ımızı ö rendik.
imdi kitapların odalara belli bir kurala
göre
mi
da ıldıklarını
ö renmemiz
gerekiyor. ncil’den alınmı ayetler de bize
çok az ey söylüyor; birço u ba ka ba ka
odalarda yinelense bile...”
“Üstelik havarinin kitabında elli
altıdan çok daha fazla ayet bulabilirlerdi!”
“Hiç ku ku yok. Demek ancak bazı
ayetler iyi. Tuhaf ey. Sanki elliden azmı ,
otuz ya da yirmiymi gibi... Hay Allah,
Merlin’in sakalı!”
“Kimin sakalı?”
“Bo ver, ülkemdeki büyücülerden
biri... Alfabede kaç harf varsa o kadar
ayet
kullanmı lar!
Kesinlikle
böyle!
Ayetlerin sözlerinin önemi yok. Önemli
olan yalnızca ba harfleri. Her oda
alfabenin bir harfiyle i aretlenmi , hepsi
bir arada, ke fetmemiz gereken bir metin
olu turuyorlar!”
“Resimli bir iir gibi; haç ya da
balık biçiminde!”
“Az çok; belki de kitaplı ın yapıldı ı
sıralarda bu tür iirler çok tutuluyordu.”
“Peki
ama,
metin
nereden
ba lıyor?”
“ eritlerin en büyü ünden, giri
kulesindeki
yedigen
biçimindeki
salondan... ya da... A, elbette kırmızıyla
yazılmı cümlelerden!”
“Ama onlardan o kadar çok var ki!”
“Demek ki birçok metin var, ya da
birçok sözcük. imdi haritanı daha güzel
ve daha büyük olarak yeniden çiz;
kitaplıkta dola ırken yalnızca içinden
geçti imiz odaları, kapıların ve duvarların
(pencerelerin de) konumunu de il, bu
odalardaki ayetlerin ilk harflerini de,
elindeki uçla hafifçe i aretleyeceksin. yi
bir ba lık yazarı gibi, kırmızı harfleri daha
büyük yapacaksın.”
“Peki ama nasıl oluyor da,” dedim
hayranlıkla,
“kitaplı ın
gizemini
içindeyken çözememi tiniz de, dı arıdan
bakarak çözebildiniz?”
“Tanrı da dünyayı böyle bilir;
çünkü onu yaratmadan önce dı arıdan
bakıyormu çasına zihninde tasarladı;
dünyanın kuralını bilmiyoruz, çünkü
onun içinde ya ıyoruz; onu yaratılmı
olarak bulduk.”
“Demek insan dı arıdan bakarak
nesneleri tanıyabilir!”
“Sanat
yaratılarını
tanıyabilir;
çünkü sanatçının i lemlerini aklımızdan
geçirebiliriz;
do anın
yaratılarını
tanıyamayız ama; çünkü onlar bizim
zihnimizin ürünü de ildir.”
“Ama kitaplık için bu yeterli, de il
mi?”
“Evet,” dedi William. “Ama yalnızca
kitaplık için. imdi gidip dinlenelim. Yarın
sabaha de in hiçbir
ey yapamam;
merceklerime umarım ancak o zaman
sahip olaca ım. imdi gidip yatsak iyi
olur. Yarın erken kalkarız. Dü ünmeye
çalı aca ım.”
“Peki ya yemek?”
“Ha, elbette yemek. Yemek saati
geçti. Rahipler ak am duasına ba ladılar
bile. Ama belki mutfak hâlâ açıktır. Git
bir eyler bul.”
“Çalayım mı?”
“ ste, Salvatore’den iste; senin
arkada ın o artık.”
“Ama o çalacak!”
“Sen karde inin bekçisi misin?”
diye sordu William, Kabil’in sözcükleriyle.
Ama aka yaptı ını anladım; Tanrı büyük
ve
merhametlidir
demek
istiyordu.
Bunun üzerine Salvatore’yi aramaya
gittim; onu at ahırlarının yanında
buldum.
“Güzel
bir
hayvan,”
dedim,
Brunellus’u
ba ımla
i aret
ederek,
konu mayı ba latmak için. “Binmek
isterdim.”
181
“No se puede. Abbonis est.
Ama
182
dörtnal gitmek için pulcher
bir at
gerekmez...” riyarı ama huysuz bir atı
183
gösterdi. “Bu da sufficit
. . . Vide illuc,
184
tertius equi
...”
Bana
üçüncü atı göstermek
istiyordu. Gülünç Latince’sine güldüm.
“Peki, onu ne yapacaksın?” diye sordum.
Tuhaf bir öykü anlattı bana. Her
atın, en ya lı ve güçsüz hayvanın bile
Brunellus kadar hızlı bir duruma
getirilebilece ini söyledi. Yulafına ince
ince do ranmı salep denen bir ot
karı tırmalıymı ; sonra da sa rılarını
erkek geyik ya ıyla ya lamalıymı . Sonra
ata biniyormu sun, mahmuzlamadan
önce atın suratını do uya çevirip
kula ına üç kez, “Gaspar, Melkior,
Merkizar” diye fısıldıyormu sun. Bunun
üzerine at fırlıyor, Brunellus’un sekiz
saatte gidebilece i yolu bir saatte
alıyormu . Hele atın ko arken çi neyip
öldürdü ü bir kurdun di lerini de
boynuna asarsan, hayvan yorulmak
nedir bilmezmi .
Bunu hiç deneyip denemedi ini
sordum ona. Çevremden dola ıp yanıma
geldi, pis kokulu solu uyla kula ıma
bunun çok güç oldu unu, çünkü salebin
artık yalnız piskoposlar ve onların övalye
arkada larınca yeti tirildi ini fısıldadı;
bunu
güçlerini
artırmak
için
kullanıyorlarmı . Konu masını kesip, bu
ak am
üstadımın
hücresinde
bazı
kitaplar okumak istedi ini ve yeme ini
orada yemeyi diledi ini söyledim.
“Olur,”
dedi.
“Eritme
peynir
yaparım.”
“Nasıl yapılır?”
185
“Facilis.
Taze peyniri alırsın,
çok da salça koymazsın; dört kö e lokma
lokma ya da istedi in gibi kesersin.
186
187
Postea,
biraz buttiro
ya da domuz
ya ını mangalda eritirsin. çine attı ın
peynir yumu ayınca, üstüne eker ve
tarçın ekersin. Sonra hemen sofraya
götürürsün; çünkü sıcak sıcak yenmesi
gerekir.”
“Peki, git eritme peynir yap,” dedim
ona. Kendisini beklememi söyleyerek
mutfa a do ru yürüyüp gözden kayboldu.
Yarım saat sonra, üstü bir örtüyle örtülü
bir tabakla geldi. Kokusu güzeldi.
“Al,” dedi; bir de büyük ve ya dolu
bir kandil uzattı bana.
“Bu ne olacak?” diye sordum.
188
“Sais pas, moi,
” dedi, sinsi
189
sinsi. “Fileisch tuo magister
bu gece
karanlık bir yere gitmek ister.”
Salvatore’nin sandı ımdan daha
çok ey bildi i açıktı. Ba ka bir ey
sormadım; yeme i William’a götürdüm.
Yedik, sonra ben hücreme çekildim. En
azından
öyle
göründüm.
Gene
Ubertino’yu bulmak istiyordum; gizlice
kiliseye girdim.
Üçüncü Gün
AK AM DUASINDAN SONRA
Ubertino, Fra Dolcino’nun öyküsünü
anlatıyor. Adso bunun üzerine ba ka
öyküleri anımsıyor ya da kitaplıkta
okuyor; sonra sava donanımına
bürünmü bir ordu gibi güzel ve ürkütücü
bir genç kızla kar ıla ıyor.
Ubertino’yu
Bakire
Meryem
yontusunun yanında buldum. Sessizce
yanına gittim; bir süre (itiraf ederim) dua
ediyormu gibi yaptım. Sonra onunla
konu mak yüreklili ini gösterdim.
“Kutsal Peder,” dedim ona, “sizden
beni aydınlatmanızı ve bana ö üt
vermenizi isteyebilir miyim?”
Ubertino
bana
baktı;
sonra
elimden tutarak aya a kalktı, beni bir
sıraya götürdü; ikimiz de oturduk. Bana
sıkı sıkı sarıldı, solu unu yüzümde
duydu.
“Sevgili o lum,” dedi, “bu zavallı
günahkâr senin için elinden gelen her
eyi seve seve yapar. Seni kaygılandıran
nedir? stekler, de il mi?” diye sordu,
neredeyse kendisi de istekle. “Tensel
istekler mi?”
“Hayır,” diye yanıtladım, kızararak,
“olsa olsa zihinsel istekler; çok ey bilmek
isteyen...”
“Bu kötü i te. Tanrı her eyi bilir;
biz onun bilgisine tapmalıyız.”
“Ama iyiyi kötüden ayırabilmeli,
insan tutkularını da anlayabilmeliyiz.
Ben bir çömezim, ama rahip ve papaz
olaca ım; kötülü ün nerede yattı ını ve
nasıl göründü ünü bilmeliyim; bir gün
onu tanıyabilmek ve ba kalarına da onu
tanımayı ö retebilmek için.”
“Bu do ru, o lum. Peki, ne
ö renmek istiyorsun?”
“Zararlı sapkınlık otunu, Peder,”
dedim, inançla. Sonra bir solukta:
“Ba kalarını yoldan çıkaran kötü bir
adamdan söz edildi ini duydum: Fra
Dolcino diye biri.”
Ubertino sustu, sonra kar ılık
verdi: “Do ru, William Birader’le dün
ondan söz etti imizi duydun; ama tatsız
bir öykü bu, ondan söz etmek acı veriyor
bana;
çünkü
(evet
bu
bakımdan
bilmelisin bu öyküyü; ondan ders almak
için), evet, ne diyordum, çünkü tövbe
tutkusunun ve dünyayı arıtma iste inin
nasıl kan dökülmesine ve kıyıma yol
açabilece ini
ö retiyor.”
Omzumu
kavrayı ını
gev eterek
oturu unu
de i tirdi; ama bana bilgisini, ya da
kimbilir, belki de sıcaklı ını iletmek
istercesine bir elini hâlâ boynumdan
çekmiyordu.
“Öykü, Dolcino’dan ba lar,” dedi,
“altmı yıldan daha önce, ben daha
çocuktum
o
zaman.
Parma’daydı.
Gherardo Segarelli diye biri vaaz
vermeye, herkesi bir tövbekâr ya amı
sürmeye ça ırıyor, ‘penitenziagite!’ diye
ba ırarak
sokaklarda
dola ıyordu;
okumamı bir adamın söyleyi iydi bu;
‘Penitentiam agite, appropinquabit enim
190
regnum coelorum,’
demek istiyordu.
Ardından
gelenleri
havariler
gibi
davranmaya
ça ırıyor,
tarikatına
Havariler tarikatı adının verilmesini,
adamlarının sadakayla ya ayan yoksul
dilenci rahipler gibi dünyayı dola malarını
istiyordu...”
“Tıpkı Fraticello’lar gibi,” dedim.
“Bu,
Efendimizin
ve
sizin
Francesco’nuzun buyru u de il miydi?”
“Evet,” diye itiraf etti Ubertino,
sesinde belli belirsiz bir duraksama ve bir
iç çeki le. “Ama belki de Gherardo
abartıyordu. O ve çömezleri, papazların
yetkisini, A ai Rabbani’nin kutlanmasını,
günah çıkarmayı tanımamakla ve ba ıbo
dola makla suçlandılar.”
“Ama Tinci Fransiskenler de aynı
eyle suçlandılar. Bugün de Minoritler
Papa’nın yetkesini tanımamak gerekti ini
söylemiyorlar mı?”
“Evet, ama papazların yetkesini
de il. Bizler de papazız. Bu
eyleri
birbirinden ayırmak güçtür, o lum. yiyi
kötüden ayıran çizgi öylesine incedir ki...
Gherardo bir yerde yanıldı; kendini
sapkınlıkla
lekeledi...
Minoritler’in
tarikatına girmek istedi, ama bizim
papazlarımız
onu
kabul
etmediler.
Günlerini
karde lerimizin
kilisesinde
geçiriyordu; orada havarilerin ayaklarına
sandalet giymi , omuzlarına pelerin atmı
resimlerini görünce saçlarını uzattı, sakal
bıraktı,
ayaklarına
sandalet
giydi,
Minoritler gibi ip taktı; çünkü yeni bir
tarikat toplulu u kurmak isteyen herkes,
Ermi
Francesco’nun
tarikatından
mutlaka bir ey alır.”
“Öyleyse do ru yoldaydı...”
“Ama bir yerde yanıldı... Ak bir
tunik üstüne ak bir pelerine sarınmı ,
uzun saçlarıyla saf insanlar arasında
ermi lik ünü kazandı. Bir küçük evini
sattı; parayı alınca da, eski zamanlarda
komün ba kanlarının üstüne çıkıp söylev
çektikleri gibi bir ta ın üstüne çıktı; altın
paralarla dolu küçük bir torbayı eline
aldı; onları saçmadı, yoksullara da
da ıtmadı; oralarda zar atan birkaç
serseriyi ça ırıp parayı ortalarına saçtı.
‘Kim isterse alsın,’ dedi. Bunun üzerine
serseriler paraları aldılar, gidip kumarda
harcadılar; ya aman Tanrı’ya küfrettiler;
parayı onlara veren, sözlerini i itiyor,
ama yüzü kızarmıyordu.”
“Ama Francesco da her eyinden
vazgeçmi ti; bugün William’dan, onun
gidip
kuzgunlara,
atmacalara,
cüzamlılara, kendilerine erdemli diyen
insanların toplumun dı ına ittikleri
ayaktakımına vaaz verdi ini dinledim...”
“Evet, ama Gherardo yanıldı;
Francesco kutsal kiliseyi kar ısına almadı
hiç; hem ncil yoksullara verin der,
serserilere de il. Gherardo verdi ve
kar ılı ında hiçbir ey almadı; çünkü o
kötülere vermi ti; kötü ba ladı, kötü
sürdürdü, sonu da kötü oldu; çünkü
toplulu u Papa X. Gregoire tarafından
onaylanmıyordu.”
“Belki
de,”
dedim,
“o,
Francesco’nun
tarikatını
onaylayan
Papa’dan daha az geni görü lü bir
papaydı...”
“Do ru, ama Gherardo bir yerde
yanıldı; oysa Francesco, tam tersine, ne
yaptı ını çok iyi biliyordu. Sonuç olarak,
o lum, ansızın Sözde Havari kesilen bu
domuz ve inek çobanları, Minorit
rahiplerinin öylesine büyük çabalarla ve
öylesine
yi itçe
yoksulluk örnekleri
vererek e itmi
oldukları insanların
sadakalarıyla, hiç ter dökmeden keyif
içinde ya amak istiyorlardı! Ama önemli
olan bu de il,” diye ekledi hemen.
“Önemli olan u: Hâlâ Yahudi olan
havarilere benzemek için Gherardo
Segarelli kendisini sünnet ettirdi; buysa
Pavlos’un Galiçyahlar’a söyledi i sözlere
ters dü üyordu, biliyorsun, birçok ermi
insan, gelecekte ortaya çıkacak olan
Deccal’ın sünnetli ırktan olaca ını öne
sürüyor... Ama Gherardo daha da
kötüsünü yaptı: Saf insanları çevresine
toplayıp ‘Hadi gelin benimle, ba a
gidiyoruz,’ diyordu; onu tanımayanlar da,
onun
sanarak
ba kasının
ba ına
giriyorlar,
ba kasının
üzümlerini
yiyorlardı...”
“Ama Minoritler özel mülkiyeti
savunmuyorlardı,” dedim küstahça.
Ubertino dik dik yüzüme baktı.
“Minoritler yoksul olmak istiyorlar, ama
hiçbir zaman ba kalarından yoksul
olmalarını istemediler. yi Hıristiyanlar’ın
mallarına
ceza
görmeksizin
göz
koyamazsın; sonra iyi Hıristiyanlar sana
haydut damgasını vururlar. Gherardo’ya
da böyle oldu. Sonunda onun (dikkat et,
do ru mu, de il mi bilmiyorum, ben de o
kimseleri tanıyan rahip Salimbene’nin
sözlerine
dayanarak
söylüyorum)
isteminin gücünü ve erdenli ini sınamak
için, cinsel ili kide bulunmaksızın bazı
kadınlarla yattı ı söylendi; çömezleri de
ona
öykünmeye
kalkı ınca
sonuç
bamba ka oldu... Ama bunlar bir o lan
çocu unun bilmemesi gereken eyler;
kadın eytan’ın arabasıdır... Gherardo,
‘penitenziagite!’
diye
ba ırmayı
sürdürüyordu; ama çömezlerinden biri,
Guido Putagio, grubun yönetimini ele
geçirmeye
çalı tı;
Roma
kilisesinin
kardinalleri gibi, birçok atlıyla birlikte
büyük bir tantana içinde dola ıyor, har
vurup harman
savuruyor,
ölenler
veriyordu. Sonra tarikatın önderli ini ele
geçirmek için birbirlerine dü tüler; çok
kötü eyler oldu. Ama bütün bunlara
kar ın, birçok kimse Gherardo’ya katıldı;
yalnızca köylüler de il, kentliler, lonca
mensupları da; Gherardo onları çıplak
sa’nın izinden gidebilmeleri için çırçıplak
soydurdu; dört bir yana vaaz vermeye
gönderdi; kendisi de kendine sa lam
iplikten kolsuz, beyaz bir yelek yaptırdı;
onu giyince bir din adamından çok bir
soytarıya
benziyordu!
Açık
havada
ya ıyorlar,
ama
arasıra
kiliselerin
kürsülerine tırmanarak inançlı halkın
toplantısını
bozuyorlar,
vaizlerini
kovuyorlardı; bir seferinde, Ravenna’daki
Sant’ Orso Kilisesi’nde bir çocu u
piskoposun
tahtına
oturttular.
Kendilerinin,
Fiore’li
Gioacchino’nun
ö retisinin
kalıtçıları
olduklarını
söylüyorlardı...”
“Ama Fransiskenler de böyle
yapıyorlar,” dedim, “Borgo San Domino’lu
Gherardo da, siz de!” diye ba ırdım.
“Sakin
ol,
o lum.
Fiore’li
Gioacchino büyük bir peygamberdi;
Francesco’nun kilisenin yenilenmesinin
i aretini verece ini ilk anlayan o oldu.
Ama sözde peygamberler, onun ö retisini
kendi çılgınlıklarına gerekçe olarak
kullandılar; Segarelli yanında bir kadın
peygamber gezdiriyordu; Tripia ya da
Ripia diye biri; kendisine peygamberlik
ba ı landı ını
öne
sürüyordu.
Dü ünebiliyor musun, bir kadın?”
“Ama peder,” diye kar ı çıkmaya
kalkı tım, “dün ak am Montefalco’lu
Chiara’nın
ve
Foligno’lu Angela’nın
ermi li inden söz eden sizdiniz...”
“Onlar ermi ti! Alçakgönüllülük
içinde
ya ıyorlar,
kilisenin
gücünü
tanıyorlardı; hiçbir zaman peygamberlik
iddiasında
bulunmak
küstahlı ını
göstermediler. Oysa, sözde peygamberler,
birçok ba ka sapkının yaptı ı gibi
kadınların da kent kent dola ıp vaaz
verebileceklerini öne sürüyorlardı. Evli
kadınlarla evli olmayan kadınlar arasında
hiçbir ayrım gözetmiyorlardı; hiçbir ant
sürekli
sayılmıyordu.
Kısaca,
seni
inceliklerini iyi anlayamayaca ın çok acı
öykülerle daha fazla yormamak için
söyleyeyim. Parma Piskoposu Obizzo,
sonunda Gherardo’yu hapse atmaya
karar verdi. Ama orada, insan yapısının
ne denli güçsüz, sapkınlı ın zararlı
otunun ne denli sinsi oldu unu gösteren
tuhaf bir ey oldu. Çünkü sonunda
piskopos Gherardo’yu serbest bırakıp ona
sofrasında
yanında
yer
verdi;
maskaralıklarına gülüyor, onu soytarısı
olarak alıkoyuyordu.”
“Ama neden?”
“Bilmiyorum;
daha
do rusu
korkarım
biliyorum.
Piskopos
bir
soyluydu; kentli tüccarları ve zanaatçıları
sevmiyordu. Belki de Gherardo’nun
yoksulluk üstüne vaaz vererek onların
aleyhinde bulunmasını ya da onun
sadaka dilenmekten hırsızlı a geçmesini
umursamıyordu. Ama sonunda Papa i e
karı tı;
piskopos
kendine
yara ır
ciddiyetini takındı; Gherardo da tövbe
etmeyen bir sapkın olarak yakıldı. Bu
yüzyılın ba ında oldu bu.”
“Peki bunların Dolcino’yla ne ilgisi
var?”
“ lgisi var; bu sana, sapkınlı ın yok
edildikten
sonra
da
nasıl ayakta
kalabildi ini gösterir. Bu Dolcino, bir
papazın piçiydi; talya’nın bu bölgesinde,
daha kuzeyde Novara piskoposlu unda
ya ayan çok zeki bir gençti; edebiyat
ö renimi görmü tü, ama kendisine i
veren bir papazdan para çalıp do uya,
Trento
kentine
kaçtı.
Orada
Gherardo’nun ö retisini yaymaya ba ladı;
ama daha da sapkın bir do rultuda;
Tanrı’nın tek gerçek havarisinin kendisi
oldu unu, her eyin sevgide ortak olması
gerekti ini, bütün kadınlarla ayrım
gözetmeksizin yatmanın me ru oldu unu,
bunun için karısıyla ya da kızlarının
biriyle yatsa bile hiç kimsenin zinayla
suçlanamayaca ını öne sürüyordu...”
“Gerçekten de bunları öne sürüyor
muydu, yoksa bunları öne sürmekle mi
suçlanıyordu? Tincilerin de, Montefalco’lu
rahipler
gibi,
benzer
suçlarla
suçlandıklarını i itmi tim...”
191
“De hoc satis,
“ diye sözümü
kesti Ubertino sertçe, “Onlar artık rahip
de ildiler.
Onlar
sapkındı.
Rahip
Dolcino’nun kendisi leke
sürmü tü
onlara. Hem sonra, dinle: Fra Dolcino’ya
kötü demek için sonra ne yaptı ını
bilmek yeter. Nasıl olup da Sözde
Havariler’in ö retilerini benimsedi ini
bilmiyorum bile. Belki de gençli inde
Parma’ya yolu dü mü , Gherardo’yu
dinlemi tir.
Bologna
bölgesinde,
Segarelli’nin
ölümünden
sonra
o
sapkınlarla ili kisini sürdürdü ü biliniyor.
Vaaz vermeye Trento’da ba ladı ıysa
kesinlikle biliniyor. Orada, soylu bir
aileden Margherita adında çok güzel bir
kızı ba tan çıkarmı , ya da Heloise’in
Abelard’ı ba tan çıkarması gibi, o onu
ba tan çıkarmı ; çünkü -sakın unutmaeytan
erkeklerin
yüre ine
kadın
kılı ında
girer!
O
zaman,
Trento
Piskoposu onu piskoposluktan sürmü ,
ama Dolcino çevresine binden fazla insan
toplamı bulunuyordu: onu do du u yere
geri götüren uzun bir yürüyü e ba ladı.
Yol boyunca ba ka insanlar da sözlerine
kapılarak ona katıldılar; geçti i da larda
ya ayan birçok Valdezyen sapkın da ona
katılmı olabilir, ya da kendisi, kuzeydeki
bu bölgelerde ya ayan Valdezyenlere
katılmak istemi tir. Novara’ya varınca
Dolcino, ba kaldırısına elveri li bir ortam
buldu; çünkü Vercelli Piskoposu adına,
Gattinara kasabasını yöneten vasallar
halk tarafından sürülmü lerdi; bunun
üzerine halk Dolcino’nun haydutlarını
kendi
de erli
ba la ıkları
olarak
kar ıladı.”
“Piskoposların
vasalları
ne
yapmı lardı?”
“Bilmiyorum, onları yargılamak
bana dü mez. Ama gördü üm gibi, birçok
durumda
sapkınlık
beylere
kar ı
ba kaldırılarla birle iyor; bunun için de,
sapkın Madonna, Yoksullu u vazederek
i e ba lıyor; sonra da tüm yetke, sava ,
iddet kı kırtmalarının tuza ına dü üyor.
Vercelli kentinde aileler arasında bir
sava ım vardı: Sözde Havariler bundan
yararlandılar; bu aileler de Sözde
Havariler’in
yol
açtı ı
karı ıklı ı
sömürdüler. Feodal beyler yurtta ları
soymak için paralı asker kiraladılar,
yurtta lar da Novara Piskoposundan
kendilerini korumasını istediler.”
“Amma karı ık i . Peki, Dolcino
kimden yanaydı?”
“Bilmiyorum; kendi ba ına bir
taraftı
o,
bütün
bu
çatı maların
içindeydi; yoksulluk adına ba kalarının
mallarına
kar ı
giri ti i
sava ta
bunlardan
yararlanıyordu.
Dolcino,
sayıları üç bini bulmu olan adamlarıyla
Novara yakınlarında Parete Calva denen
bir tepede kamp kurdu; orada kaleler ve
barınaklar yaptılar; Dolcino utanç verici
bir açık saçıklık içinde ya ayan bütün bu
erkekler
ve
kadınlar
kalabalı ını
yönetiyordu. Oradan, kendisine ba lı
olanlara
sapık
ö retisini
açıklayan
mektuplar
gönderiyordu.
Ülküsünün
yoksulluk oldu unu, hiçbir dı sal ba lılık
zincirleriyle
ba ı
olmadıklarını,
kendisinin, peygamberlerin mührünü
kırmak, Eski ve Yeni Ahit’leri anlamak
için
Tanrı
tarafından
gönderilmi
oldu unu söylüyor, yazıyordu. Laik din
adamlarına, vaizlere ve Minoritlere
eytan’ın elçileri diyor, herkesi onlara
boyun e me görevinden esirgiyordu.
Tanrı’nın
kullarının
ya amını
dört
döneme ayırıyordu; Birincisi,
sa’nın
geli inden önceki Eski Ahit dönemiydi;
atalar ve peygamberler dönemi; bu
dönemde evlilik iyi bir eydi, çünkü
Tanrı’nın kulları ço almak zorundaydılar.
kincisi,
sa’nın
ve
havarilerinin
dönemiydi; bu bir ermi lik ve erdenlik
dönemiydi. Sonra üçüncü dönem geldi;
bu dönemde,
papalar
önce
halkı
yönetebilmek için dünyasal zenginlikleri
kabul etmek zorundaydılar; ama insanlar
Tanrı
sevgisinden
uzakla maya
ba layınca Benedict geldi ve her türlü
dünyasal
malı
yadsıdı;
Benedict’in
rahipleri de yeniden servet biriktirmeye
ba layınca, Ermi Francesco ve Ermi
Dominic geldiler; dünyasal erk ve
zenginli e kar ı Benedict’ten de sert
konu uyorlardı. Ama sonunda,
imdi
birçok din adamının ya amı yeniden
bütün bu iyi ilkelerle çeli ince, üçüncü
dönemin
sonuna
geldik;
böylece
havarilerin ö retilerine dönmek gerekti.”
“Ama
Dolcino
Fransiskenlerin
vazetmi oldukları eyleri vazediyordu;
Fransiskenler arasında da özellikle
Tinciler ve siz, kendiniz varsınız, Peder.”
“A, evet, ama o, onlardan haince
bir tasım çıkarıyordu! Dolcino bu üçüncü
yozla ma dönemine bir son vermek için
bütün din adamlarının, rahiplerin ve
papazların çok acımasız bir ölümle
ölmeleri gerekti ini söylüyordu; bütün
kardinal ve piskoposların, papazların,
rahibelerin,
erkek
kadın
bütün
dindarların, vaizci tarikatlara ba lı olan
herkesin, Minoritlerin, tariki dünyaların,
hatta Papa Bonifacio’nun kendisinin bile,
Dolcino’nun seçmi oldu u bir imparator
tarafından yok edilmeleri gerekti ini
söyledi;
bu imparator
da,
Sicilya
mparatoru Federico’ydu.”
“Ama bu Federico, Umbria’dan
kovulan Tincileri Sicilya’ya kabul eden
Federico de il miydi? mparatorun -gerçi
imdi imparator, Ludwig ama- Papa’nın
ve kardinallerin dünyasal erkini yok
etmesini isteyenler de Minoritler de il
miydi?”
“Sapkınlı ın ya da delili in belirgin
özelli i,
en
do ru
dü ünceleri
dönü türmek ve onları Tanrı’nın ve
insanların yasasıyla çeli en sonuçlara
yöneltmektir. Minoritler, hiçbir zaman
mparator’dan
ba ka
papazları
öldürmesini istemediler.”
Yanılıyordu; imdi biliyorum bunu.
192
Çünkü birkaç ay sonra Bavyera’lı,
Roma’da
kendi tarikatını kurunca,
Marsilio ve öteki Minoritler, Papa’ya ba lı
olan dindarlara, Dolcino’nun yapılmasını
istedi i
eyi aynen yaptılar. Bunu
söylerken, Dolcino’nun haklı oldu unu
söylemek istemiyorum; böyle bir ey söz
konusuysa, Marsilio da yanılmı tı. Ama
özellikle o gün ö leden sonra William’la
yaptı ım konu madan sonra, Dolcino’yu
izleyen
saf
insanların,
Tincilerin
verdikleri sözlerle, Dolcino’nun onları
yürürlü e koyusu arasında nasıl ayrım
yapabileceklerini kendi kendime sormaya
ba lıyordum. Dolcino, ortodoks diye
bilinen insanların katıksız bir biçimde
gizemli bir yoldan öne sürmü oldukları
eyleri uygulamaya koymaktan suçlu
olamaz mıydı? Yoksa fark burada mıydı?
Kutsallık, Tanrı’nın ermi lerinin bize söz
verdiklerini dünyasal yollardan elde
etmeye çalı maksızın, Tanrı’nın onları
bize vermesini beklemek mi demekti?
imdi bunun böyle oldu unu biliyorum;
Dolcino’nun niçin yanıldı ını da: nsan
nesnelerin dönü ümünü tutkuyla umsa
da, onların düzenini de i tirmemeli. Ama
o ak am birbiriyle çeli en dü üncelerin
pençesindeydim.
“Sonunda,”
diyordu
Ubertino,
“sapkınlı ın
damgasını
her
zaman
gururda bulursun. Dolcino, 1303 yılında
yazdı ı ikinci bir mektupta kendini
Havariler toplulu unun yüce ba kanı,
hain
Margherita
(bir
kadın)
ve
Bergamo’lu
Longino’yu,
Novara’lı
Federico’yu,
Alberto
Carentino
ve
Brescia’lı Valderico’yu da yardımcıları
olarak atadı. Sonra da gelece in papaları
konusunda hezeyanlara ba ladı; ikisi iyi birincisi ve sonuncusu- ikisi -ikincisi ve
üçüncüsükötüydü
bu
papaların.
Birincisi Celestino, ikincisi, kâhinlerin,
‘Yüre inin gururu onursuzluk getirdi
sana, sen ey kaya yarıklarında ya ayan’
dedikleri VIII. Bonifacio’ydu. Üçüncü
papanın adı anılmaz; ama Geremia’nın
onun için, ‘ te, tıpkı bir arslan’ dedi ine
inanılır. Ve -yüzkarası- Dolcino, aslanı,
Sicilya’lı Federico’da görüyordu. Dolcino
dördüncü papanın kim olaca ını henüz
bilmiyordu; onun ermi papa, Ba rahip
Gioacchino’nun sökünü etti i Melek Papa
olması gerekiyordu. O, Tanrı tarafından
seçilecek, o zaman Dolcino ve (o sırada
sayıları dört bini bulan) bütün adamları
birlikte Kutsal Ruh’un lütfuna erecekler,
böylece kilise dünyanın sonuna dek
yenilenmi olacaktı. Ama onun geli inden
önce üç yıl her türlü kötülük i lenecekti.
Ve Dolcino bunu yapmaya çalı tı. Her
gitti i yere sava götürdü. Dördüncü
papa -burada eytan’ın kendine yakın
olanlara ne oyunlar oynadı ı görülüyorDolcino’ya kar ı haçlı sava ı açan V.
Clemens’in ta kendisiydi. Bu da do ru
oldu. Çünkü Dolcino o sırada yazdı ı
mektuplarda,
Ortodokslukla
ba da mayan kuramlar ortaya atıyordu.
Roma kilisesinin bir yosma oldu unu,
papazlara boyun e memek gerekti ini,
tüm tinsel yetkenin, imdi Havariler
tarikatına geçmi oldu unu, onların yeni
kilisenin tek temsilcileri olduklarını,
Havariler’in
evlilikleri
bo
dü ürebileceklerini,
tarikat
üyesi
olmayan
hiç
kimsenin
kurtulamayaca ını,
hiçbir
papanın
günahları ba ı lamayaca ını, ondalıkların
ödenmemesi gerekti ini, yeminsiz bir
ya amın yeminli bir ya amdan daha
kusursuz oldu unu,
kutsanmı
bir
kilisede dua etmenin de ersiz oldu unu,
bunun bir ahırda dua etmekten farksız
oldu unu, sa’ya ormanlarda da, kilisede
de tapınılabilece ini öne sürüyordu.”
“Gerçekten bunları söyledi mi?”
“Elbette, kesinlikle. Bunları yazdı.
Ama ne yazık ki daha kötüsünü de yaptı.
Parete Çalva’da köprüba ı kurduktan
sonra vadideki köyleri ya malamaya,
yiyecek sa lamak için talan etmeye
ba ladı; kısaca, yakın kasabalara kar ı
gerçek ve tam bir sava açtı.”
“Herkes ona kar ı mıydı?”
“Bunu bilmiyoruz. Belki bazı
kimselerce
destekleniyordu;
o
bölgelerdeki
anla mazlıklar
kördü ümünün
içinde
oldu unu
söylemi tim sana. Bu arada kı gelmi ti;
1305 yılının kı ı; son onyılların en sert
kı ı; çevrede büyük bir açlık vardı.
Dolcino kendisini izleyenlere üçüncü bir
mektup gönderdi; birçok insan ona
katıldı; ama o tepenin üstünde ya am
dayanılmaz olmu tu; öylesine açtılar ki,
atların ve ba ka hayvanların etini yediler,
samanları kaynatıp yediler. Birço u
öldü.”
“Peki imdi kiminle sava ıyorlardı?”
“Vercelli Piskoposu, V. Clemens’e
ça rıda bulunmu , sapkınlara kar ı bir
haçlı
seferi
düzenlemi ti.
Sava a
katılanların tüm günahları ba ı landı;
Savoy’lı Louis, Lombardia’lı sorgucular,
Milano Ba piskoposu hemen harekete
geçtiler. Birçok insan eline haçı alıp
Vercelli ve Novara’lıların yardımına ko tu;
hatta
Savoy’dan,
Provence’dan,
Fransa’dan bile; Vercelli Piskoposu
ba komutandı.
ki ordunun öncüleri
arasında sürekli çarpı malar oluyordu,
ama Dolcino’nun kaleleri alınamıyordu;
kötüler bir yerden yardım alıyorlardı.”
“Kimden?”
“Bu
karı ıklı ı,
körüklemekten
ho nut olan ba ka kötü adamlardan,
sanırım. 1305 yılının sonuna do ru,
sapkınların ba ı, geride yaralı ve
hastaları
bırakarak
Parete
Calva
tepesinden ayrılmaya zorlandı; Trivero
topraklarına do ru ilerledi; orada o
zamana dek Zubello denen, sonraları
kiliseye ba kaldıranların kalesi haline
193
geldi i için Rubello ya da Rebello
denen bir da da kamp kurdu. Neyse,
olup bitenlerin hepsini sana anlatamam.
Korkunç kıyımlar oldu, ama sonunda
asiler teslim olmaya zorlandılar; Dolcino
ve adamları yakalandılar; haklı olarak
yakıldılar.”
“Güzel Margherita da mı?”
Ubertino bana
baktı:
“Güzel
oldu unu
anımsıyorsun,
de il
mi?
Söylendi ine göre güzelmi ; ülkenin
birçok beyi, serserinin elinden kurtarmak
için onunla evlenmeye kalkı mı . Ama o
istememi ; â ı ı olacak o tövbe bilmez
gibi, o da tövbe etmeden öldü. Bu sana
bir ders olsun; en ola anüstü bir yaratık
biçimine bürünse de Babil yosmasından
sakın.”
“ imdi bana söyler misiniz, Peder:
Manastırın kilercisinin, hatta belki
Salvatore’nin
de
Dolcino’yla
kar ıla tıklarını ve u ya da bu biçimde
onun
yanında
bulunduklarını
ö rendim...”
“Sus,
dü ünmeden
konu ma.
Kilerciyi
bir
Minorit
manastırında
tanıdım. Dolcino’yla ilgili olaylardan
sonra. O yıllarda birçok Tinci, Ermi
Benedict’in tarikatına sı ınmaya karar
vermeden önce tedirgin bir ya am
sürmü ,
manastırlarını
bırakmak
zorunda kalmı lardı. Remigio’nun ona
rastlamadan önce
nerede
kaldı ını
bilmiyorum. Ama onun, en azından
Ortodoksluk bakımından, her zaman iyi
bir rahip oldu unu biliyorum. Geri
kalanına gelince, ne yazık ki ten
güçsüzdür...”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Bunlar senin bilmemen gereken
eyler. Neyse, mademki bir kez konu tuk,
hem senin iyiyi kötüden ayırabilmen
gerek...” bir kez daha duraksadı, “sana
unu söyleyeyim, burada, manastırda,
kilercinin
bazı
ayartmalara
kar ı
direnemedi i konusunda bazı dedikodular
i ittim... Ama bunlar söylenti. Sen böyle
eyleri
aklına
bile
getirmemeyi
ö renmelisin.” Beni yeniden kendine
çekti, sımsıkı sarıldı, Meryem Ana’nın
heykelini
gösterdi:
“Temiz
sevgiyi
ö renmelisin.
te kadınlı ın yüceltildi i
varlık.
Bu
nedenle,
Türküler
Türküsü’ndeki sevgili gibi ona güzel
diyebilirsin. Onda,” dedi, yüzü tıpkı bir
gün önce Ba rahip’in, de erli ta larından
ve altından yapılmı kutsal kapılarından
söz etti i zamanki yüzü gibi, içten gelen
bir ı ıkla ı ıl ısıldı, “bedenin inceli i bile
göksel güzelliklerin bir belirtisidir; bu
nedenle de yontucu, bir kadını süslemesi
gereken tüm inceliklerle yansıtmı onu.”
Meryem Ana’nın, Çocuk sa’nın minicik
ellerinin oynamakta
oldu u çapraz
ba cıklı giysisi içinde dimdik ve sımsıkı
duran ince gövdesini gösterdi. “Görüyor
musun? Pulchra enim sunt ubera quae
paululum supereminent et tument modice,
nec fluitantia licenter, sed leniter restricta,
194
repressa sed non depressa...
Bu güzel
mi güzel görünüm
kar ısında
ne
duyuyorsun?”
çimde bir ate
yanmı
gibi
kıpkırmızı kesildim.
Ubertino bunu
anlamı olmalıydı, ya da yanaklarımın
kızardı ını farketmi ; çünkü hemen
ekledi:
“Do aüstü
sevginin
ate ini,
duyuların bayıltıcılı ından ayırdetmeyi
ö renmelisin. Ermi ler için bile güç bir
eydir bu.”
“Peki ama, iyi sevgi nasıl anla ılır?”
diye sordum, ürpererek.
“Sevgi nedir? Dünyada bana sevgi
kadar anla ılmaz gelen hiçbir ey yoktur;
ne insan, ne eytan ne de ba ka bir ey;
çünkü sevgi her eyden daha çok i ler
ruha.
Yüre i
böylesine
kaplayan,
böylesine ba layan hiçbir ey yoktur. Bu
nedenle, onu yöneten silahlar olmayınca,
ruh, derin bir uçuruma atılırcasına
sevgiye atılır.
una inanıyorum ki,
Margherita’nın
ba tan
çıkarıcılı ı
olmasaydı,
Dolcino
kendi
kendini
lânetlemezdi; Parete Calva’daki pervasız,
açık saçık ya am olmasaydı, Dolcino’nun
ba kaldırmasının büyüsüne daha az
insan kapılırdı. Dikkat et, bunları sana
eytan i i oldu u için, do al olarak
herkesin sakınması gereken kötü sevgi
için söylemiyorum yalnızca; Tanrı’yla
insan, kom uyla kom u arasındaki iyi
sevgi için de söylüyorum, hem de büyük
bir korkuyla. Ço u kez, iki ya da üç ki i,
erkek ya da kadın, birbirlerini yürekten
severler; kar ılıklı özel bir dü künlük
beslerler birbirlerine; birbirlerine yakın
olmak isterler; birinin diledi ini öteki de
ister. tiraf ederim ki, ben de Angela ve
Chiara gibi erdemli kadınlara bu tur bir
sevgi duydum. Bu sevginin, tinsel bir
sevgi de olsa, Tanrı adına da duyulsa,
kınanması gerekir... Çünkü ruhun
duydu u
sevgi
bile,
önceden
silahlanmazsa, sıcaklıkta duyumsanırsa,
sonunda yüceli ini yitirebilir ya da
karma ık bir duruma gelebilir. Ah,
sevginin birçok özelli i vardır: Ruh önce
yumu ar, sonra hasta dü er... ama
sonra tanrısal sevginin gerçek sıcaklı ını
duyar; o zaman a lar, inler, eriyip kireç
olması için oca a atılan ta a döner;
çatırdar, alevler dalar onu...”
“Peki, iyi sevgi bu mudur?”
Ubertino
ba ımı
ok adı;
ona
bakarken,
gözlerinin
ya larla
nemlendi ini gördüm. “Evet, sonunda bu,
iyi sevgidir.” Elini omzumdan çekti. “Ama
ne zordur,” diye ekledi, “onu ötekinden
ayırmak ne zordur. Bazan ifritler ruhunu
kı kırtınca boynundan asılmı bir adama
benzersin
tıpkı;
elleri
arkasında
ba lanmı ,
gözleri
bantlanmı
dara acında asılı kalır; ama gene de
ya ar; hiçbir yardım, hiçbir destek, hiçbir
umar
olmaksızın
bo lukta
sallanır
durur...
Yüzü yalnızca gözya larıyla de il,
belli belirsiz bir ter tabakasıyla ıslanmı tı.
“ imdi git,” dedi bana çabuk çabuk.
“Bilmek istedi ini anlattım sana. Bir
yanda melekler korosu, bir yanda
cehennemin açık a zı. Git imdi; Tanrı’ya
övgüler olsun.” Yeniden Meryem Ana’nın
kar ısında yere kapandı; usul usul
hıçkırdı ını duydum. Dua ediyordu.
Kiliseden çıkmadım. Ubertino’yla
yaptı ım konu ma ruhumda ve ba rımda
tuhaf bir ate , anlatılmaz bir kıpırtı
uyandırmı tı. Belki de bu nedenle, içimde
bir boyun e mezlik duydum ve kitaplı a
yalnız gitmeye karar verdim. Ne aradı ımı
kendim de bilmiyordum. Bilinmeyen bir
yeri kendi kendime ke fetmek istiyordum.
Üstadımın yardımı olmaksızın orada
yönümü
bulabilmek
dü üncesiyle
büyülenmi tim. Basamakları Dolcino’nun
Rubello Da ı’na tırmanı ı gibi tırmandım.
Lamba
yanımdaydı
(Niçin
getirmi tim onu? Yoksa bu gizli planı
daha o zaman mı kurmaya ba lamı tım?)
Kemik mezarlı ına neredeyse gözlerim
kapalı
girdim.
Az
sonra
yazı
salonundaydım.
U ursuz bir geceydi sanırım;
çünkü masalar arasında dola ırken bir
rahibin kopya etmekte oldu u bir
elyazmasının üstünde açık durdu u bir
masa ili ti gözüme. Ba lık hemen
dikkatimi çekti. Historia fratris Dulcini
195
Heresiarche.
Sapkınlı ın anıtsal bir
tarihini yazmakta oldu unu söyledikleri
Sant’Albano’lu
Pietro’nun
masasıydı
sanırım. (Manastırda olanlardan sonra,
do al olarak onu yazmaktan vazgeçmi ti ama olayların sırasını bozmayalım). Bu
nedenle, metnin ve onun yanı sıra ona
yakın
konularda
Patarenler
ve
Flagellant’lara ili kin ba ka metinlerin
orada bulunması do aldı. Ama bu
durumu, göksel mi eytansı mı oldu unu
hâlâ bilmedi im do aüstü bir belirti gibi
aldım ve yazıyı okumak için istekle
e ildim. Çok uzun de ildi; birinci bölümde
imdi
unuttu um
birçok
ayrıntıyla
Ubertino’nun
bana
anlattıkları
anlatılıyordu. Dolcino yanlılarının sava
ve ku atma sırasında i ledikleri birçok
suçtan da söz ediliyordu. Alabildi ine
acımasız
olan
son
sava tan
da.
Ubertino’nun bana anlatmadı ı eyler de
vardı; üstelik bunlar her eyi görmü ve
imgelemi hâlâ bu olayların etkisiyle
tutu mu biri tarafından anlatılıyordu.
1307 Mart’ında, Kutsal Pazar
günü, en sonunda yakalanan Dolcino,
Margherita ve Longino’nun Biella kentine
nasıl
götürüldüklerini
ve
Papa’nın
kararını beklemekte olan piskoposa
teslim edildiklerini ö rendim. Papa haberi
alınca, Fransa Kralı Philip’e iletmi ti;
öyle yazıyordu: “Çok sevindirici ve
co kunluk verici hayırlı bir haber aldık; o
lanetlenmi iblis, blis’in o lu, o i renç
sapkın Dolcino, birçok tehlikeli çabadan,
kıyımdan ve sava tan sonra, sonunda
saygıde er karde imiz, Vercelli Piskoposu
Raniero sayesinde adamlarıyla birlikte
Efendimizin kutsal yeme i yedi i günün
ak amı tutuklanmı ; onunla birlikte
yanında bulunan bula ıcı hastalı a
yakalanmı sayısız insan da aynı gün
öldürülmü lerdir.” Papa tutuklulara kar ı
acımasız davrandı ve Piskopos’a onları
ölüm cezasına çarptırmasını buyurdu.
Aynı yılın
Temmuz
ayının
birinci
gününde, sapkınlar laik makamlara
teslim edildiler. Kentin çanları halkı
toplanmaya ça ırırken, sapkınlar bir
arabaya
konup,
cellatlarla
çevrili,
arkalarında milislerle, kenti bir ba tan
bir ba a dola tırıldılar; her yanda
insanlar akkor haline getirilmi ma alarla
suçluların etlerini koparıyorlardı. Önce
Margherita yakıldı, ardından Dolcino;
ma alar etlerini koparırken nasıl en
küçük bir inleyi te bile bulunmadıysa,
yakılırken de, Dolcino’nun yüzünde en
küçük bir kas bile se irmedi. Sonra
araba yoluna devam ederken, cellatlar içi
kıvılcımla dolu çanaklara demirlerini
batırıyorlardı. Dolcino’ya ba ka i kenceler
de yapıldı; hiç sesi çıkmadı; yalnız
burnunu koparırlarken biraz omuzlarını
kastı; erkeklik organını koparırlarken de
inlemeyi andıran uzun bir iç çekti. Son
sözleri de küstahça oldu; üçüncü gün
dirilece i uyarısında bulundu. Sonra
yakıldı; külleri rüzgârda savruldu.
Titreyen
ellerle
elyazmasını
katladım. Dolcino’nun birçok cinayet
i ledi ini anlatmı lardı bana; ama kendisi
de korkunç bir biçimde yakılarak
öldürülmü tü. Dara acındaki davranı ı
ise...
nasıl
davranmı tı?
ehitlerin
direngenli iyle mi, yoksa lânetlilerin
küstahlı ıyla
mı?
Kitaplı a
çıkan
basamaklardan sendeleyerek çıkarken,
niçin böylesine altüst oldu umu anladım.
Birden, daha birkaç ay önce, Toscana’ya
geli imden kısa bir süre sonra tanık
oldu um
bir
sahneyi
anımsadım.
Gerçekten de o sahneyi o zamana de in
nasıl unuttu uma a tım; hasta ruhum
bir karabasan gibi üstüme çullanan bir
anıyı silmek istiyormu gibi. Ya da
unutmamı tım;
çünkü
ne
zaman
Fraticello’ların tartı tıklarını i itsem o
olayları yeniden görür gibi oluyor, o
deh ete tanık olmak bir suçmu gibi,
onları hemen ruhumun derinliklerine
itiyordum.
Fraticello’lardan söz edildi ini ilk
kez,
onlardan
birinin
Floransa’da
yakıldı ını gördü üm günlerde i itmi tim.
Pisa’da William Birader’le bulu madan az
önceydi. Kente geli ini geciktirmi ti;
babam da, güzel kiliselerinin övgüsünü
duydu um Floransa’yı ziyaret etmeme
izin vermi ti. Halk a zıyla konu ulan
talyanca’yı daha iyi ö renmek için
Toscana’da dola ıyordum; sonunda bir
hafta
Floransa’da
kaldım;
çünkü
hakkında çok ey duydu um bu kenti
tanımak istiyordum.
Kente gelir gelmez, tüm kenti allak
bullak eden büyük bir yargılamadan söz
edildi ini
i ittim.
Dine
kar ı
suç
i lemekten sanık ve yargılanmak üzere
piskoposla
ba ka
din
adamlarının
kar ısına çıkarılan sapkın bir Fraticello o
sırada
sert
bir
biçimde
sorguya
çekilmekteydi.
Bana
bundan
söz
edenlerin ardına takılıp yargılamanın
yapıldı ı yere gittim; insanların Michele
adındaki bu rahibin aslında, Ermi
Francesco’nun sözlerini yineleyerek tövbe
ve yoksulluk üstüne vaaz veren çok
dindar bir insan oldu unu, yargıçların
kar ısına
bazı
kadınların
kötülü ü
yüzünden
çıkarıldı ını
söylediklerini
i itiyordum.
Bu
kadınlar,
günah
çıkartıyormu gibi yaparak sonradan ona
sapkın görü ler yormu lardı; gerçekten
de, piskoposun adamları onu bu
kadınların evinde yakalamı lardı; bu beni
a ırttı; çünkü bir kilise adamı hiçbir
zaman kutsal törenleri yerine getirmek
için böyle uygun olmayan yerlere
gitmemelidir;
ama
yakı ık
alırlı ı
gere ince
dikkate
almamak
Fraticello’ların
bir
güçsüzlü ü
gibi
görünüyordu ve belki de, onları yalnızca
sapkın de il, aynı zamanda ku kulu
alı kanlıkları olan insanlar sayan yaygın
inançta bir gerçek payı vardı. (Katarların,
Bulgarlar ya da sodomistler olduklarının
her zaman söylenmesi gibi.)
Yargılamanın
yapıldı ı
San
Salvatore kilisesine gittim; ama kilisenin
önünde toplanmı olan büyük kalabalık
yüzünden içeri giremedim. Ancak birkaç
ki i pencerelerin demirlerine tırmanıp
yapı mı , içeride olup bitenleri görüp
i itiyor,
a a ıdakilere
iletiyorlardı.
Sorgucular, rahip Michele’ye bir gün
önceki itirafını okuyorlardı; Michele, bu
itirafında, Isa ve havarilerinin, “ne özel
ne de ortakla a hiçbir mala sahip
olmadıklarını” söylüyordu; ama Michele,
itirafına, noterin sonradan “birçok yanlı
sonuç ekledi ini” söyleyerek kar ı çıkıyor,
“Kıyamet gününde bunun hesabını
vereceksiniz!” diye ba ırıyordu (Bunu
dı arıdan ben de i ittim). Ama sorgucular,
itirafnameyi kendilerinin kaleme aldıkları
gibi okudular ve sonunda ona, kilisenin
ve
kent
halkının
dü üncelerine
alçakgönüllülükle uyup uymayaca ını
sordular. Michele’nin, neye inanıyorsa
ona uyaca ını ba ıra ba ıra söyledi ini
i ittim; yani, “ sa’nın yoksul oldu una ve
çarmıha
gerildi ine,
Papa
XXII.
Ioannes’in ise bunun tersini söyledi i için
sapkın oldu una inanıyordu. Bunu uzun
bir tartı ma izledi; aralarında birçok
Fransiskenin
bulundu u sorgucular,
Kutsal
Kitap’ın
bu
söylediklerini
yazmadı ına
onu
inandırmaya
çalı ıyorlar, o ise sorgucuları kendi
tarikatlarının
Kural’ını
yadsımakla
suçluyordu; onlar da, Kutsal Kitap’ı, bu
konuda uzman olan kendilerinden daha
iyi anladı ını mı sandı ını sorarak ona
yüklendiler. Gerçekten de çok inatçı olan
rahip Michele onlara kar ı çıkıyordu;
onlar da, “ imdi senin, sa’nın mal sahibi,
Papa Ioannes’in ise bir Katolik ve kutsal
bir insan oldu unu kabul etmeni
istiyoruz,” gibi savlarla onu kı kırtmaya
ba ladılar. Michele hiç sürçmeden,
“Hayır, o bir sapkındır,” dedi. Sorgucular
da, bunun üzerine, kötülükte böylesine
direnen
birini
hiç
görmediklerini
söylediler.
Ama
kilisenin
dı ındaki
kalabalık arasında birçok kimsenin, onun
tıpkı
Ferisiler
arasındaki
sa’ya
benzedi ini söyledi ini i ittim ve halk
arasında
birçok
insanın
rahip
Michele’nin
ermi li ine
inandı ını
anladım.
Sonunda piskoposun adamları onu
zincire vurulmu olarak tutukevine geri
gönderdiler. Söylendi ine göre, o ak am
piskoposun arkada ı olan birçok rahip
gidip ona a a ılayıcı sözler söylemi ler,
sözlerini geri almasını istemi ler; ama o
kendi gerçe inden emin olan biri gibi
yanıtlıyormu onları. Her birine sa’nın
yoksul oldu unu, Ermi Francesco ile
Ermi Domenico’nun da böyle söylemi
olduklarını, bu gerçe i öne sürdü ü için
yakılacaksa bunun daha iyi olaca ını,
çünkü çok geçmeden kendisinin, Kutsal
Yazılar’ın,
Vahiy’deki
yirmi
dört
saygıde er ya lı adamın, sa’nın, Ermi
Francesco’nun
ve
anlı
ehitlerin
anlattıklarını görebilece ini yineliyormu .
Söylediklerine göre, demi ki: “Bazı ermi
rahiplerin ö retisini ne denli tutkuyla
okursak, o denli büyük bir tutku ve
sevinçle onların arasında olmak isteriz.”
Buna benzer sözlerden sonra, sorgucular
suratları asık, öfke içinde, “ çine eytan
girmi bunun!” diye ba ırarak (bunu ben
de i ittim) hücreden çıkıyorlardı.
Ertesi gün Michele’nin cezasının
infaz edildi ini ö rendik; piskoposluk
sarayına gitti im zaman par ömeni
görebildim; bir bölümünü levhama kopya
ettim. “In nomine Domini amen. Hec est
quedam
condemnatio
corporalis
et
sententia condemnationis corporalis lata,
data et in hiis scriptis sententialiter
196
pronumptiata et promulgata”
vb. diye
ba lıyor,
adı
geçen
Michele’nin
günahlarının ve suçlarının a ır bir dille
betimlenmesiyle
sürüyordu;
okurun
bilgece de erlendirebilmesi için bunların
bir bölümünü a a ıya alıyorum:
Johannem
vocatum
fratrem
Micchaelem Iacobi, de comitatu Sancti
Frediani, hominem male condictionis, et
pessime conversationis, vite et fame,
hereticum et heretica labe pollutum et
contra fidem cactolicam credentem et
affirmantem… Deum pre oculis non
habendo sed potius humani generis
inimicum, scienter, studiose, appensate,
nequiter et animo et intentione exercendi
hereticam pravitatem stetit et conversatus
fuit cum Fraticellis, vocatis Fraticellis della
povera vita hereticis et scismaticis et corum
pravam sectam et heresim secutus fuit et
sequitur contra fidem cactolicam… et
accessit ad dictam civitatem Florentie et in
locis publicis dicte civitatis in dicta
inquisitione contentis, credidit, tenuit et
pertinaciter affirmavit ore et corde… quod
Christus redentor noster non habuit rem
aliquam in proprio vel comuni sed habuit a
quibuscumque rebus quas sacra scriptura
eum habuisse testatur, tantum simplicem
197
facti usum.
Ama Michele yalnızca bu suçlarla
suçlanmıyordu; ona yüklenen öteki
suçlar arasında birisi (duru manın gidi i
gözönünde tutulursa) kendisinin bunu
gerçekten do rulayıp do rulamadı ını
bilmesem de, bana çok i renç göründü;
kısaca deniyordu ki, adı geçen Minorit,
Ermi Aquino’lu Tommaso’nun, ne ermi
oldu unu, ne de sonsuz kurtulu a
kavu tu unu, tersine lanetlenmi olarak
kaldı ını söylemi . Yargı, görü lerini
de i tirmek istemedi i için, sanı ın
cezalandırılaca ı
konusunda
gözda ı
verilerek sona eriyordu:
Costat nobis etiam ex predictis et ex
dicta sententia lata per dictum dominum
episcopum florentinum, dictum Johannem
fore hereticum, nolle se tantis herroribus et
heresi corrigere et emendare, et se ad
rectam viam fidei dirigere, habentes dictum
Johannem pro irreducibili, pertinace et
hostinato
in
dictis
suis
perversis
herroribus, ne ipse Johannes de dictis suis
sceleribus et herroribus perversis valeat
gloriari, et ut eius pena aliis transeat in
exemplum; idcirco, dictum Johannem
vocatum fratrem Micchaelem hereticum et
scismaticum quod ducatur ad locum iustitie
consuetum, et ibidem igne et flammis igneis
accensis concremetur et comburatur, ita
quod penitus moriatur et anima a corpore
198
separetur.
Yargı
kamuya
duyurulduktan
sonra,
kiliseden
tutukevine
ba ka
adamlar da gelip Michele’yi olacaklar
konusunda uyardılar; onu korkutup
sonunda
söylediklerini geri almaya
zorlamak
için,
“Rahip
Michele,
piskoposluk tacı ve papaz cüppeleri
hazırlandı bile; üstlerine de, iblislerle
çevrili
Fraticello
resimleri
yapıldı,”
dediklerini i ittim. Ama rahip Michele diz
çökerek dedi ki: “Dara acının çevresinde
pederimiz Francesco’nun, dahası sa’yla
havarilerinin ve anlı ehitler Bartolomeo
ve
Antonio’nun
bulunacaklarına
inanıyorum.”
Ertesi sabah, ben de sorgucuların
toplandıkları,
piskoposluk
sarayının
önündeki köprünün üstündeydim; rahip
Michele zincire vurulmu olarak onların
önüne
getirildi.
Kendisine
sadık
olanlardan biri kutsaması için önünde diz
çöktü; silahlı adamlar onu hemen
yakalayıp hapse attılar. Sonra sorgucular
yargıyı sanı ın yüzüne kar ı okuyup bir
kez daha tövbe edip etmeyece ini
sordular.
Yargıda,
onun
sapkın
oldu unun her söyleni inde, Michele,
“Ben sapkın de ilim, günahkârım, ama
Katolik’im” diye yanıtlıyordu; metinde,
her “saygıde er ve kutsal XXII. Ioannes”
adı geçti indeyse, “hayır, sapkın” diye
yanıtlıyordu.
O
zaman,
piskopos,
Michele’nin gelip önünde diz çökmesini
buyurdu! Michele ise sapkınların önünde
diz çökmeyece ini söyledi. Ona zorla diz
çöktürdüler;
Michele,
“Tanrı
beni
ba ı layacaktır,” diye mırıldandı. Oraya
ba tan ba a papaz giysileri içinde
getirilmi oldu undan bir tören ba ladı;
giysileri tek tek çıkarıldı; sonunda
Floransa’lıların cioppa
dedikleri bir
gömlekle kaldı. Sonra rütbesi geri alınan
papazlara yapıldı ı gibi kafası kazındı.
Sonra komutan ve adamlarına teslim
edildi; Michele’ye çok ha in davrandılar,
onu yeniden zincire vurup tutukevine
götürdüler,
o
sırada
Michele, “per
199
Dominum
moriemur,”
diyordu
kalabalı a. Anladı ıma göre ertesi gün
yakılacaktı. O gün de gidip ona tövbe
etmek, günah çıkarmak ve yeniden
komünyona girmek isteyip istemedi ini
sordular. Günahkâr biri tarafından
kutsanmayı kabul ederek günaha girmek
istemedi ini söyleyip reddetti. Bence
böyle davranması kötü oldu; Patarenlerin
sapkınlı ıyla yozla mı oldu unu gösterdi.
Sonunda idam günü gelip çattı; bir
200
sancaktar
onu almaya geldi; bana
dost gibi göründü; çünkü ona ne biçim
adam oldu unu, herkesin do ru dedi ine
do ru demek, kutsal ana kilisenin
görü ünü kabul etmek varken niçin
direndi ini sordu. Ama Michele çok katı
bir biçimde, “Çarmıha gerilen yoksul
sa’ya inanıyorum ben,” dedi. Sancaktar
kollarını umutsuzca iki yana açarak gitti.
Sonra komutan ve adamları gelip
Michele’yi aldılar, avluya götürdüler;
orada piskoposluk papazı yüzüne kar ı
bir kez daha itirafını ve hakkında verilen
hükmü okudu; Michele bir kez daha
onun
sözünü
keserek
kendisine
maledilen yanlı dü üncelere kar ı çıktı;
gerçekten bunlar öyle incelikli eylerdi ki,
imdi anımsamıyorum; o zaman da pek
iyi anlamamı tım. Ama Michele’nin ölüm
cezasına
çarptırılmasına
ve
Fralicello’ların
kovu turulmalarına,
bunlara dayanılarak karar verildi i
kesindi. Kilise mensuplarının ve laik
kesimden kimselerin, yoksulluk içinde
ya amak isteyen ve sa’nın dünya malına
sahip olmadı ını öne sürenlere kar ı niçin
bu
denli
sert
davrandıklarını
anlamıyordum. Çünkü, diyordum kendi
kendime,
e er
korkmak
gerekirse
varsıllık
içinde
ya amak
isleyen,
ba kalarının parasını zorla elinden alan,
kiliseyi günaha sürükleyen ve kiliseyi bir
yiyim
yeri
haline
getirenlerden
korkmalılar. Bunu yanımda duran birine
söyledim;
çünkü
susmaya
katlanamıyordum.
Alaylı
alaylı
gülümsedi; yoksul bir ya am süren bir
rahibin halka kötü örnek oldu unu,
sonra böyle davranmayan rahiplere
halkın de er vermeyece ini söyledi. Hem
sonra, diye ekledi, yoksullu a ça rı
halkın kafasına kötü dü ünceler sokar,
yoksulluklarından gurur duyarlar; gurur
da birçok gururlu davranı a yol açabilir.
Sonunda, kendisinin de açık seçik
anlayamadı ı bir tasıma göre, rahiplerin
yoksul bir ya am sürmelerini istemenin
insanı
mparator
yanlısı
kıldı ını,
bununsa Papa’nın ho una gitmedi ini
bilmem gerekti ini söyledi. Bütün bunlar
bilgisi kıt birisi tarafından da öne
sürülse, çok yerinde nedenler gibi
göründü bana; ama rahip Michele’nin,
mparator’u ho nut kılmak ya da
tarikatlar arasındaki bir sorunu çözmek
için neden böyle korkunç bir biçimde
ölmek
istedi ini
anlayamıyordum.
Gerçekten
de,
orada
bulunanların
bazıları, “O ermi
de il, yurtta lar
arasında uyu mazlık çıkarsın diye Ludwig
tarafından gönderilmi ; hem Fraticello’lar
Toscana’lı,
ama
arkalarında
mparator’un adamları var,” diyorlardı.
Bazıları da, “Delinin biri o; içine eytan
girmi , kendini be enmi in biri, lanet
olasıca gururu yüzünden ehitlik ho una
gidiyor; bu rahiplere gere inden çok
ermi lerin
ya amlarını
okutuyorlar;
kendilerine bir karı alsalar daha iyi olur!”
diyordu. Kimileri de; “Hayır, bütün
Hıristiyanlar onun gibi olmalı; tıpkı
putatapanların zamanında oldu u gibi
inançlarını kanıtlamaya hazır olmalılar,”
diyordu.
Artık
ne
dü ünece imi
bilmeksizin bu sesleri dinlerken bir an
geldi
ki,
hükümlünün,
önümdeki
kalabalı ın gizledi i yüzünü yeniden
gördüm. Bazan co kuyla kendinden
geçmi ermi yontularında gördü üm, bu
dünyadan olmayan bir eye bakmakta
olan bir adamın yüzünü gördüm. Ve
anladım ki, deli de olsa, yalvaç da olsa,
isteyerek ölüyordu bu adam; çünkü
dü manını, kim olursa olsun, ölerek
yenilgiye u rataca ına inanıyordu. Ve
anladım
ki,
onun
verdi i
örnek,
ba kalarını
da
ölüme
götürecektir.
Böylesine bir iç sa lamlı ı kar ısında
a ıp kaldım; çünkü onlara egemen olan
eyin, inandıkları gerçe e duydukları,
onları ölüme götüren onurlu sevgi mi,
yoksa onları, inandıkları gerçe i, bu
gerçek ne olursa olsun, açık açık
kanıtlamaya götüren gururlu bir ölüm
iste i mi oldu unu bugün bile hâlâ
bilmiyorum. Hayranlık ve korkuyla allak
bullak ediyor bu beni.
Ama imdi idam olayına dönelim;
daha imdiden herkes Michele’nin ölüm
cezasına
çarptırılaca ı
yere
do ru
ilerliyordu.
Komutan ve adamları onu kapıdan
dı arı çıkardılar; üstünde dü melerinin
kimi çözük, küçücük bir eteklik, geni
adımlarla, ba ı e ik, dua ederek yürüyor,
bir ehide benziyordu. nanılmaz bir
kalabalık vardı; birçokları, “Ölme!” diye
ba ırıyorlardı;
o,
“ sa
için
ölmek
istiyorum,” diye yanıtlıyordu. “Ama sen
sa için ölmüyorsun,” diyorlardı; o, “Ben
gerçek u runa ölüyorum,” diyordu.
Prekonsül Kö esi denen yere gelince, bir
adam hepsi için Tanrı’ya dua etsin diye
ba ırdı;
o
da
kalabalı ı
kutsadı.
Fondamenti di santa Liperata’da, biri,
“Sen delisin, Papa’ya inan!” dedi; o da,
“ u papanızı bir Tanrı yapıp çıktınız,” diye
yanıtladı
ve
ekledi:
“Bu
sizin
201
papero’larınızın
gübresi iyi olur” (Bana
açıkladıklarına göre, Toscana lehçesinde
papaları hayvan yapan bir sözcük oyunu
ya da nükteymi bu); herkes onun ölüme
böyle aka yaparak gitmesi kar ısında
donup kalmı tı.
San Giovanni’de, “Canını kurtar!”
diye ba ırdılar; o, “Ya amınızı günahtan
kurtarın!” diye yanıtladı; Eski Pazar’da,
“Kaç, kaç!” diye ba ırdılar; o yanıtladı;
“Tefecili e tövbe edin!” Kutsal Haç’a
varınca,
basamaklarda
kendi
tarikatından
rahiplerin,
Ermi
Francesco’nun Kural’ına uymadı ı için
onu kınadıklarını gördü. Bunların kimileri
omuzlarını silkiyor, kimileriyse utançtan
kukuletalarıyla yüzlerini örtüyorlardı.
Adalet Kapısı’na do ru yürürken
de, birkaç kimse, “Yadsı, yadsı, ölme,”
diyordu ona, “ sa bizim için öldü,” dedi.
Onlar: “Ama sen sa de ilsin, bizim için
ölmen gerekmez!” dediler, o “Ama ben
onun için ölmek istiyorum,” dedi. Adalet
Çayırı’nda, birisi, kendisinden daha
yüksek rütbeli bir rahibin yaptı ı gibi
yapıp
yadsımasını
istedi.
Michele
yadsımayaca ını
söyledi;
kalabalı ın
içinde
birçok
insanın
Michele’yi
do ruladı ını, ona güç verdi ini gördüm;
böylece ben ve ba ka birçok insan,
bunların onun tarikatından olduklarını
anlayıp yanlarından uzakla tık.
Sonunda
kapıdan
çıktık;
kar ımızda odun yı ını ya da orada
dedikleri gibi, “kulübe” göründü; çünkü
odunlar bir kulübe biçiminde dizilmi ti;
halkın çok yakla masını önlemek için
silahlı atlılardan bir halka olu tu. Sonra
rahip Michele’yi dire e ba ladılar. Bir kez
daha birinin, “Ne yapıyorsun, niçin
ölüyorsun?” diye ba ırdı ını i ittim.
“ çimdeki bir gerçek için; onu ancak
ölümle kanıtlayabilirim,” diye yanıtladı.
Odunları tutu turdular. Rahip Michele,
202
Credo’yu
, ardından, Te Deum’u
söyledi.
Belki
ancak
sekiz
ayet
okuduktan sonra, aksıracakmı gibi öne
do ru e ildi ve yere dü tü; ipleri yanmı tı.
Yere dü tü ünde ölmü tü; çünkü beden
tümüyle yanmadan önce, yüre i patlatan
yürek ısı ve gö sü dolduran dumandan
ötürü ölüyordu insan.
Sonra kulübe tümüyle bir me ale
gibi yandı; büyük bir parıltı oldu;
tutu mu
çalılar
arasında
hâlâ
görülebilen
Michele’nin
acınası
kömürle mi gövdesi olmasaydı, yanan
bir
a acın
önünde
oldu umu
söyleyebilirdim. Bir görüntü görmeye
öylesine yakındım ki, Ermi Hildegarde’ın
kitaplarında okumu oldu um, co kuyla
kendinden
geçi e
ili kin
(kitaplı ın
merdivenini çıkarken anımsadı ım) bazı
sözler
kendili inden
dilimin
ucuna
gelmi ti: “Alev görkemli bir aydınlıktan,
ola anüstü bir güçten ve bir ate
sıcaklı ından olu ur; ama bu görkemli
aydınlık ısıtmak içindir; ate sıcaklı ı da
yakmak için.”
Ubertino’nun sevgiye ili kin bazı
sözcüklerini
anımsadım.
Michele’nin
odun
yı ını
üstündeki
imgesi
Dolcino’nunkine
karı mı tı;
Dolcino’nunkiyse
güzel
Margherita’nınkine. Kilisede içimi saran
kıpırtıyı bir kez daha duydum.
Bunları dü ünmemeye çalı arak
do ruca labirentin yolunu tuttum.
Buraya ilk kez yalnız giriyordum;
lambadan yere dü en uzun gölgeler,
önceki gece gördü üm görüntüler gibi
korkutuyordu beni. Her an kendimi
ba ka bir aynanın kar ısında bulaca ımı
sanıyordum; çünkü aynaların öyle bir
büyüsü vardır ki, ayna olduklarını
bilseniz bile sizi ürkütürler.
Öte yandan, yönümü bulmaya
çalı mıyordum;
görüntüler
yaratan
kokuların bulundu u odadan kaçınmaya
da
çalı mıyordum.
Bir
yangıya
yakalanmı gibi yürüyor, nereye gitmek
istedi imi bile bilmiyordum. Gerçekte
ba ladı ım noktadan
çok da
ileri
gitmemi tim; çünkü az sonra kendimi
gene içeri girdi im yedigen odada
buldum. Burada, masanın üstünde bir
önceki ak am gördü ümü sanmadı ım
birkaç
kitap
duruyordu.
Bunların
Malachi’nin yazı salonundan almı oldu u
ve henüz yerlerine koymadı ı yapıtlar
oldu unu tahmin ettim. Kokulu odadan
çok
uzak
olup
olmadı ımı
anlayamıyordum;
çünkü
ba ım
dönüyordu; bu, oraya dek ula an belli
belirsiz bir kokunun ya da o zamana
de in kurmu oldu um eylerin etkisi
olabilirdi. Zengin minyatürlerle süslenmi
bir cilt açtım; üslubundan, bana Ultima
Thule
manastırlarından gelmi
gibi
göründü.
Havari Marcos’un kutsal beti inin
ba ladı ı sayfada gördü üm bir aslan
resmiyle çarpıldım. O güne de in hiç
canlı aslan görmedi im halde, aslan
oldu una ku ku yoktu; ressam çizgilerini,
canavar
yaratıklar
ülkesi Hibernia
aslanlarının görünümüne ba lı kalarak
yapmı tı; bu hayvanın, Physiologus’un
söyledi i gibi, aynı zamanda hem çok
korkunç, hem de en görkemli eylere
yara ır özelliklerin tümünü kendinde
topladı ına inandım. Bu yüzden resim
bana, hem Dü man’ın, hem de Efendimiz
sa’nın imgesini ça rı tırıyordu; nasıl bir
simgesel anahtarla onu okuyaca ımı da
bilmiyordum; korkudan ve duvarlardaki
yarıklardan sızan rüzgârdan ötürü
tepeden tırna a titriyordum.
Gördü ün aslanın a zında sivri
di leri, yılanlarınki gibi güzel zırhlı bir
ba ı, keskin, yırtıcı pençeli dört aya ının
üstünde yükselen kocaman bir gövdesi
vardı; derisi, daha sonra gördü üm
do udan getirilmi halıları andırıyordu;
üstüne safran gibi sarı, korkunç,
kocaman, kemikten kiri ler çizilmi ,
kırmızı ve zümrüt ye ili pullarla kaplıydı.
Kuyruksokumundan ta ba ına dek
kıvrılmı , ucunda siyah beyaz püsküller
bulunan kuyru u da sarıydı.
Aslandan alabildi ine etkilenmi
(birkaç kez, böyle bir hayvanın ansızın
belirivermesini bekliyormu gibi dönüp
çevreme
bakındım),
kitabın
öteki
sayfalarına bakmaya karar verdim;
gözlerim Matta ncil’inin ba ında bir
insan resmine takıldı. Bilmem neden, bu
resim beni aslandan çok ürküttü; yüzü
insan yüzüydü; ama ayaklarına dek
uzanan, tıpkı bir zırh gibi gövdesini saran
bir tür sert kaftana bürünmü tü bu
adam; bu kaftan ya da zırh, kırmızı ve
sarı yarı de erli ta larla i lenmi ti. Rubi
ve topazlardan olu an bir kalenin içinden
bilmece gibi yükselen bu ba (korku nasıl
da küfürbaz yapmı tı beni!) belirsiz izini
sürmekte oldu umuz o gizemli katil gibi
görünüyordu bana. Sonra, hayvanla
zırhlı adamı niçin böyle sıkı sıkıya
labirente ba ladı ımı anladım: ki resim
de kitaptaki tüm resimler gibi içiçe
geçmi
bir
labirent
örüntüsünden
çıkıyordu; bu labirentlerin oniks ve
zümrüt ye ili çizgileri, krizopraz iplikleri,
nil rengi kurdelelerinin tümü, içinde
bulundu um odalar ve koridorlar a ını
ça rı tırıyordu.
Gözlerim
sayfanın
üstünde pırıl pırıl parlayan yollar
arasında yitip gitti; tıpkı ayaklarımın,
kitaplıktaki odaların karmakarı ık dizgesi
içinde yitip gitmesi gibi. Odalarda dola ıp
durmamın
par ömenler
üstünde
yansıtıldı ını görmek içimi kaygıyla
doldurdu ve bu kitapların her birinin
gizemli isterik kahkahalarla benim u
andaki durumumu anlattı ına inandım.
203
“De te fabula narratur,”
dedim ve bu
sayfaların yakın gelece in olaylarını da
kapsayıp kapsamadı ını sordum kendi
kendime.
Ba ka bir kitap daha açtım; bu
bana Hispanik okula aitmi gibi geldi.
Renkler canlıydı; kırmızılar kan ya da
ate i ça rı tırıyordu. Bu, havarinin
Açıklama’sıydı ve bir kez daha, tıpkı bir
204
gece önceki gibi, mulier amicta sole
sayfasına rastladım. Ama kitap aynı
kitap de ildi; minyatür de i ikti. Burada
ressam, kadının çizgileri üstünde daha
uzun durmu tu. Yüzünü, gö sünü,
yuvarlak kalçalarını, Ubertino’yla birlikte
gördü ümüz Bakire Meryem yontusuyla
kar ıla tırdım. Çizgiler farklıydı, ama bu
205
‘mulier’
de bana çok güzel göründü.
Böyle eyleri aklıma getirmemeliyim diye
dü ündüm ve
birkaç
sayfa
daha
çevirdim. Ba ka bir kadın daha buldum;
bu kez buldu um Babil yosmasıydı.
Biçiminden çok, bunun da öteki gibi bir
kadın oldu u, ama içinde her türlü
kötülü ü barındırırken, ötekinin her
erdemi içinde sakladı ı dü üncesi etkiledi
beni. Ama çizgiler ikisinde de kadıncaydı;
bir an geldi ki onları birbirinden ayıran
eyin ne oldu unu anlayamaz oldum.
çimde yeniden bir kıpırtı duydum;
kilisedeki
Bakire
imgesi,
güzel
Margherita’nın imgesiyle çakı tı. “Ben
lanetlendim!” dedim kendi kendime. Ya
da “deliyim ben.” Bunun üzerine,
kitaplıkta daha çok kalamayaca ıma
karar verdim.
Neyse ki merdivene yakındım.
Aya ım
takılıp
lambayı
söndürme
pahasına
ko a
ko a
indim
basamaklardan. Kendimi gene yazı
salonunun
geni
tonozları
altında
buldum; ama orada da oyalanmadım;
yemekhaneye inen basamaklardan a a ı
attım kendimi.
Orada soluk solu a durdum.
Camlardan, o gece alabildi ine parlak
olan ayın ı ınları giriyordu içeri; hücreler
ve kitaplı ın geçitleri için kaçınılmaz olan
lambaya
burada
neredeyse
hiç
gereksinim yoktu artık.
Gene
de
söndürmedim onu; içimi rahatlatmak
istercesine. Ama hâlâ soluk solu aydım;
gerginli imi yatı tırmak için su içmeliyim
diye
dü ündüm.
Mutfa a
yakın
oldu umdan,
yemekhaneden
geçip
Aedificium’un zemin katının bir yarısına
açılan kapılardan birini usulca açtım.
O anda korkum azalacak yerde
arttı. Çünkü hemen mutfakta, ekmek
fırınının yanında birinin durdu unu
farkettim; ya da en azından, o kö ede bir
lambanın yanmakta oldu unu farkedip
korkuyla kendi lambamı söndürdüm.
Korkuyordum,
ama
ba kalarını
da
korkutmu tum; gerçekten de öteki ki i
(ya
da
ki iler)
hemen
ı ıklarını
söndürdüler. Ama bo una; çünkü ayı ı ı
yere, önüme, bir ya da birbirine karı mı
birden çok gölge dü ürmeye yetecek denli
aydınlatıyordu mutfa ı.
Donup kalmı tım; ne geri çekilme,
ne de ilerleme yüreklili ini bulabiliyordum
kendimde. Anla ılmaz bir eyler geveleyen
bir ses duydum; bo uk bir kadın sesi
i ittim gibi geldi bana. Fırının yanında
belli belirsiz görünen, biçimi seçilemeyen
gruptan, karanlık ve bodur bir gölge
ayrılıp aralık bırakıldı ı açıkça anla ılan
dı
kapıdan kaçtı; kapıyı ardından
kapattı.
Ben
yemekhaneyle
mutfak
arasındaki e ikte durdum; fırının yanında
belli belirsiz bir ey de durdu. Belli belirsiz
ve -nasıl anlatsam - inleyen bir ey.
Gerçekten de, gölgelerin arasından bir
inleme, bir çe it bastırılmı a lama sesi,
düzenli korku hıçkırıkları geliyordu.
Korkan bir adamı hiçbir ey bir
ba kasının korkusundan daha
çok
yüreklendiremez; ama beni gölgeye do ru
iten, yüreklilik de ildi. Diyebilirim ki daha
çok, o görüntüleri gördü üm zaman beni
saran esrikli e benzer bir esriklikti.
Mutfakta, bir gün önce kitaplıkta beni
etkileyen tütsülere benzer bir ey vardı.
Belki de aynı ey de ildi, ama benim
gere inden çok uyarılmı
duyularım
üstünde aynı etkiyi yaratmı tı. A çıların
arabın güzel kokmasını sa lamak için
kullandıkları keskin bir kitre, ap ve
pesek kokusunu alıyordum. Ya da belki
de, daha sonra ö rendi ime göre, o
günlerde bira çekiyorlardı (yarımadanın
kuzey kesiminde oldukça be enilen bir
biraydı bu); benim ülkemin usulünce
yapılıyordu bu bira. Süpürgeotu, bataklık
mersini ve yabanbiberiyesiyle. Burun
deliklerimden çok zihnimi esrikle tiren
tüm baharatlar.
206
Sa duyum, “Vade retro!”
diye
ba ırıp, kesinlikle Mel’un’un benim için
ça ırdı ı bir di i eytandan ba ka bir ey
olmayan, inleyen nesneden uzakla mamı
207
söylüyordu; ama vis appetitiva’mda
bir
ey, bir mucizeye tanık olmak
istiyormu um
gibi
ona
yakla maya
itiyordu beni.
Böylece gölgeye yakla tım; yüksek
pençelerden giren ayı ı ında bunun bir
kadın oldu unu gördüm; titriyor, bir çıkın
tutan elini gö süne bastırmı , a layarak
fırının a zına do ru geri geri gidiyordu.
Tanrım,
Kutsal
Bakire
ve
Cennet’in tüm ermi leri, o anda ne
oldu unu anlatmama yardım edin; utanç
(bir erinç ve derin dü ünce sı ına ı olan
bu güzel Melk manastırında artık
ya lanmı bir rahip olarak) durumumun
saygınlı ı, en dindarca önlemleri almamı
ö ütlerdi bana. Yalnızca kötü bir ey
oldu unu,
bunun
ne
oldu unu
anlatmanın yakı ık almayaca ını söyler,
böylece ne okuru, ne de kendimi sarsmı
olurdum.
Ama imdi çok uzaklarda kalmı
olan olaylarla ilgili tüm gerçe i anlatmaya
kendi kendime söz verdim; gerçek ise
bölünmez
bir
bütündür;
kendi
saydamlı ıyla
pırıl pırıl parlar
ve
kendisinin bizim çıkarlarımız ya da
utancımız tarafından eksiltmesine izin
vermez. Sorun (her eyi acımasız bir
canlılıkla anımsasam bile, olanları ve
dü üncelerimi belle ime silinmez bir
biçimde
kazıyan
ey
sonramdan
duydu um pi manlık mı, yoksa acılı
zihnimde utancımın en ince ayrıntılarını
canlandırarak bana hâlâ i kence eden
pi manlı ımın
yetersizli i
miydi,
bilmiyorum),
olup
bitenleri
imdi
gördü üm ve anımsadı ım gibi de il, o
zaman görüp duydu um gibi anlatmak.
Bunu da bir tarihsel olaylar yazarının
gerçeklere ba lılı ıyla yapabilirim; çünkü
gözlerimi yumunca yalnızca yaptı ım her
eyi de il, o anlarda ne dü ündü ümü de,
o sırada yazılmı bir par ömeni kopya
edercesine yineleyebilirim. Bu nedenle
anlatmaya böyle ba lamalıyım. Ermi
Ba melek Michele korusun beni; çünkü
gelecekteki okurların ders almaları ve
i ledi im
suçtan
ötürü
kendimi
cezalandırmak için, genç bir adamın
eytan’ın tuzaklarına nasıl dü ebilece ini
anlatmak istiyorum imdi; açıkça bilinsin,
böylece gelecekte her kim bunlarla
kar ıla ırsa altedebilsin diye.
Evet, bir kadındı bu. Daha çok bir
genç kız. O zamana dek (Tanrı’ya ükür,
o zamandan beri de), o cinsten
yaratıklarla
çok
az
yakınlı ım
oldu undan, kaç ya larında oldu unu
söyleyemeyece im.
Genç,
neredeyse
yeniyetme oldu unu biliyorum; belki on
altıncı ya da on sekizinci ya da yirminci
baharındaydı; o varlıktan yayılan insan
gerçe inin bendeki izlenimi a ırttı beni.
Bir dü de ildi bu; ama ne olursa olsun,
208
ba na valde bona
göründü. Belki de
küçük bir kı ku u gibi titremesinden,
a lamasından
ve
benden
korkmu
olmasından ötürü.
Kom usuna yardım etmenin her iyi
Hıristiyan’ın
görevi
oldu unu
dü ündü ümden, büyük bir sevecenlikle
ona yakla tım ve iyi bir Latinceyle,
korkması için hiçbir neden olmadı ını,
çünkü benim bir dost oldu umu, ne
olursa
olsun
dü man
olmadı ımı,
kesinlikle korktu u dü man olmadı ımı
söyledim.
Belki de bakı larımdaki uysallıktan
ötürü yatı tı ve bana yakla tı. Latincemi
anlamadı ını gördüm; bunun üzerine
içgüdüyle
halk
a zı
Almancamla
konu tum;
bu dilin,
bu yörelerin
insanlarının
alı ık
olmadıkları
sert
seslerinden ötürü mü, yoksa bu sesler
ona
benim
ülkemden
askerlerle
deneyimlerini anımsattı ı için mi bilmem,
çok
korktu.
O
zaman
el
kol
devinimlerinin ve yüz anlatımlarının,
sözcüklerin dilinden daha
evrensel
oldu unu dü ünerek gülümsedim; bunun
üzerine yatı tı. O da bana gülümsedi ve
birkaç sözcük söyledi.
Konu tu u halk a zını çok az
biliyordum; Pisa’da kısmen ö rendi im
dilden farklıydı; ama sesinin tonundan
tatlı sözler söyledi ini anladım: “Ne
gençsin, ne güzelsin...” gibi bir eyler
söyledi
gibi
geldi
bana.
Bütün
çocuklu unu bir manastırda geçirmi bir
çömezin güzelli ine ili kin sözler i itmesi
seyrek olur; tersine, fiziksel güzelli in
geçici oldu u, bunun için de a a ı
görülmesi gerekti i ö ütlenir her zaman;
ama dü manın sayısız tuzakları vardır;
itiraf
ederim,
yakı ıklılı ımdan
söz
edilmesi, yalan da olsa, kulaklarıma ho
geldi; içimi bastırılmaz bir heyecanla
doldurdu.
Özellikle
kız bu sözleri
söylerken, elini uzatıp parmak uçlarıyla o
zaman sakalsız olan yana ımı ok adı ı
zaman. Kendimden geçer gibi oldum;
ama o anda yüre imde en küçük bir
günah
gölgesi
bile
duymuyordum.
eytan’ın, bizi sınamak ve ruhumuzdan
iyilik izlerini silmek istedi i zaman, gücü
nelere yetmez.
Ne duydum? Ne gördüm? Yalnızca
ilk
anın
duygularının
her
türlü
anlatımdan
yoksun
oldu unu
anımsıyorum; çünkü dilim ve zihnim bu
tür duygulanımların nasıl adlandırılaca ı
konusunda e itilmemi ti. Ba ka bir
zamanda ve ba ka yerlerde i itti im,
kesinlikle ba ka amaçlarla söylenmi ,
ama o anda duydu um sevince uygun
dü en, sanki bu sevinci dile getirmek için
do mu
gibi, ba ka içsel sözcükleri
anımsadım
sonra.
Belle imin
gizli
kö elerine itilmi sözcükler dudaklarımın
(dilsiz)
yüzeyine
yükseldiler;
bu
sözcüklerin Kutsal Betik’te ya da
ermi lerin sayfalarında bamba ka, çok
daha aydınlık gerçeklikleri dile getirmek
için kullanıldıklarını unuttum. Ama
ermi lerin sözünü ettikleri sevinçlerle o
anda sarsılmı
ruhumun duymakta
oldu u sevinçler arasında bir ayrım var
mıydı gerçekten? O anda hep tetikte olan
ayırdetme duygusu yok olmu tu içimde.
Bana öyle geliyor ki, bu tam anlamıyla
kimli in
uçurumlarında
kendinden
geçi in belirtisidir.
Birden genç kız bana Mezmur’da
sözü edilen kara, ama alımlı bakire gibi
göründü. Kaba kuma tan, eprimi , gö sü
utanmasızca açık, küçük bir giysi
giyiyordu; boynunda da, sanırım çok
baya ı renkli ta lardan yapılmı
bir
gerdanlık vardı. Ama ba ı bir fildi i kule
gibi ak boynunun üstünde onurla
yükseliyordu; gözleri Hesebon havuzları
gibi duru, saçları kırmızımsıydı. Saç
örgüleri bir keçi sürüsü gibi görünüyordu
bana; di leri derede yıkanıp çıkmı koyun
sürüleri gibiydi; tümü de çift çiftti;
böylece hiçbiri arkada ının önünde
gitmiyordu. Elimde olmaksızın, “Ne
güzelsin, sevgilim, ne güzelsin,” diye
mırıldandım.
“Saçların
Glaad
Da ı
eteklerindeki keçi sürüleri, dudakların
kırmızı ibri ime benziyor, yanakların nar
parçası, boynun üstüne bin kalkan asılı
Davud’un kulesi gibi.” a kın, kendimden
geçmi , tan gibi kar ımda ı ıyan, ay
parçası gibi güzel, güne gibi parlak,
209
terribilis ut castrorum acies ordinata
bu
yaratı ın kim oldu unu soruyordum
kendi kendime.
Sonra o yaratık daha da yakla tı
bana;
o
zamana
de in
gö süne
bastırmakta oldu u koyu renkli çıkını bir
kö eye attı; elini kaldırıp yüzümü ok adı;
daha önce i itmi oldu um sözcükleri bir
kez daha yineledi. Ondan kaçsam mı,
yoksa
ona
daha
mı
yakla sam
bilemezken,
ba ım
Joshua’nın
borazanları
Jericho’nun
duvarlarını
yıkacakmı
gibi
zonklarken,
ona
dokunmaktan korkar, hem de ona
dokunmak isterken, büyük bir sevinçle
gülümsedi; mutlu bir di i keçi gibi bo uk
bir inilti çıkardı; gö sünün üstünde
giysisinin önünü kapatan ba cıkları
çözdü; giysiyi bir gömlek gibi bedeninden
sıyırdı
ve
önümde,
tıpkı
Cennet
bahçesinde Havva’nın Adem’in kar ısında
durdu u gibi durdu. “Pulchra sunt ubera
quae paululum supereminent et tument
modice,” diye mırıldandım, Ubertino’dan
duymu
oldu um sözleri yineleyerek;
çünkü
gö üsleri
bana
iki
geyik,
zambaklar
arasında
otlayan
ikiz
karacalar gibi göründü; göbe i içi arap
dolu
yuvarlak
bir
kadeh,
karnı
zambaklarla çevrili bir bu day yı ını
gibiydi.
“O sidus clarum puellarum,” diye
seslendim ona, “o porta clausa, fons
hortorum, cella custos unguentorum, cella
210
pigmentaria!”
Farkına
varmadan
kendimi
onun
bedeninin
üstünde
buldum; onun ısısını ve daha önce hiç
bilmedi im
merhemlerin
keskin
kokusunu
duyuyordum.
“Evlatlarım,
çılgın sevi gelince, insanın elinden hiçbir
ey gelmez!” sözlerini anımsadım ve içine
dü mekte oldu umu hissetti im tuzak
ister Dü man’ın tuza ı, isler tanrısal bir
ba ı olsun, artık beni yöneten dürtüye
kar ı
koymak
için
hiçbir
ey
yapamayaca ımı anladım; “Ah, gücüm
tükeniyor,” diye ba ırdım. “Causam
211
languoris video nec caveo!”
Çünkü
dudaklarından
bir
gül
kokusu
yayılıyordu, «sandaletli ayakları güzeldi;
bacakları sütun gibiydi, kalçalarının
yuvarlaklı ı da yontucu elinden çıkmı
sütunları andırıyordu. Ey a k, ey
zevklerin kızı, kral bile senin saç
büklümlerinin
tutsa ı
oldu
diye
mırıldanıyordum kendi kendime; onun
kolları arasındaydım; birlikte mutfa ın
çıplak zemini üstüne yuvarlandık; kendi
istemimle mi, yoksa onun hileleriyle mi
bilmiyorum, kendimi çömez kılı ından
sıyrılmı buldum; bedenlerimizden utanç
212
duymuyorduk et cuncta erant bona.
Beni a zımdan öpüyordu; a k
oyunları
araptan
daha
lezzetliydi,
kokuları ho tu; inciler arasındaki boynu,
küpeler arasındaki yanakları güzeldi; ne
güzelsin sevgilim, ne güzelsin; gözlerin
tıpkı güvercin gözleri (diyordum), bırak
yüzünü göreyim, bırak sesini duyayım,
sesin uyumlu çünkü, yüzün büyüleyici;
beni a ktan çılgına döndürdün, bacım
benim; bir bakı la, boynundaki tek bir
zincirle
çılgına
döndürdün
beni;
dudaklarından bal damlıyor, dilinde bal
ve süt var, solu un elma gibi kokuyor,
memelerin salkımlara benziyor, üzüm
salkımlarına; dama ın nefis bir arap gibi
do ruca sevgime akıyor, sevgimi besliyor,
dudaklarımdan
di lerimden
ta ıyor...
bahçe
fıskiyesi,
sümbül,
safran,
hintkamı ı, tarçın, mür, öda acı; petekli
balımı
yiyor,
arabımla
sütümü
içiyordum; kimdi o, kimdi o tan gibi
yükselen, o ay parçası gibi güzel, güne
gibi parlak, sancaklı bir ordu gibi
korkunç?
Ey Tanrı, ruh kendinden geçince
biricik erdem, gördü ünü sevmektir
(do ru de il mi?) en yüce mutluluk sahip
oldu una sahip olmaktır; o zaman sevinç
dolu ya am kayna ından içilir (daha önce
söylenmemi miydi bu?) o zaman u
ölümlü ya amın ardından bitimsizli in
melekleriyle birlikte ya ayaca ımız gerçek
ya amı
tadar
insan...
Bunları
dü ünüyordum ve bana öyle geliyordu ki,
kız beni anlatılmaz hazlara bo arken
kehanetler gerçekle iyordu; tüm bedenim
tek bir göz gibiydi; bir bakı ta, önümü,
arkamı,
çevremdeki
her
eyi
görebiliyordum. Ve anladım ki, daha önce
ba ka bir eyden söz edildi ini sanarak
i itti im gibi, birlik ve sevecenlik; iyilik,
öpü ler ve kucaklayı larla aynı anda
do ar sevgiden. Yalnızca bir an, sevincim
doru a ula ırken, belki de, “Sen kimsin?”
diye soran ruha, sonunda
eytanca
do ası içinde kendini gösteren, ruhu
kıskıvrak
yakalamayı
ve
bedeni
kandırmayı bilen ö le eytanı’nın, üstelik
gece vakti, içime giri ini ya amakta
oldu um geçti aklımdan. Ama hemen
aslında ku kularımın eytanca oldu una,
çünkü hiçbir eyin, o anda ya amakta
oldu um, tadı her an artan eyden daha
do ru, daha iyi ve daha kutsal
olamayaca ına inandım. araba katılan
bir damla suyun da ılıp arabın rengini
ve akkor haline getirilmi demirin özgün
biçimini yitirip erimi ate e dönü mü
gibi, güne ı ı ıyla doyurulmu havanın
ba tanba a
görkeme,
aydınlı a
dönü mesi; öyle ki artık ı ıklandırılmı
de il, ı ı ın kendisi olması gibi, yumu ak
bir
sıvıla ma
içinde
ölmü
gibi
duyumsuyordum kendimi; ancak ilahinin
sözcüklerini
mırıldanacak
gücüm
kalmı tı: “Bak, gö süm, a zı kapatılmı
taze arap gibi yeni i eleri patlatıyor,” ve
birden parlak bir ı ık, ı ı ın içinde de
parıltılı, yumu ak bir ate le yalımlanan
safran renginde bir biçim gördüm; o
görkemli ı ık parıltılı ate in içine yayıldı;
parıltılı ate de o ı ıltılı biçimin içine
yayıldı; sonra parlak ı ıkla parıltılı ate ,
ı ıldayan tüm biçimin içine yayıldılar.
Baygın gibi, bütünle mi oldu um
bedenin üstüne dü erken, son bir dirim
solu uyla, ate in görkemli bir aydınlıktan,
ola anüstü bir güçten ve yakıcı bir ısıdan
olu tu unu, ama görkemli aydınlı a
aydınlatabilmek;
yakıcı
ısıya
da
yakabilmek için sahip oldu unu anladım.
Sonra uçurumun ve onun ardından
gelen daha derin uçurumların bilincine
vardım.
imdi, titreyen elimle (anlatmakta
oldu um günahtan duydu um deh etten
mi, yoksa anımsadı ım olguya duydu um
suçlu özlemden mi bilmem) bu satırları
yazarken, o anda ya adı ım utanç verici
esrikli i betimlemek için, birkaç sayfa
önce Fraticello Michele’nin ehit bedenini
yakan ate i betimlerken kullandı ım
sözcükleri
kullandı ımın
ayrımına
varıyorum. Ruhun buyru unda olan
elimin, birbirinden öylesine farklı olan iki
ya antı için aynı anlatımı yazıya dökmesi
de bir rastlantı de il; çünkü ikisini de, o
zaman onları ya arken de, imdi bu
par ömen
üstünde
canlandırmaya
çalı ırken de aynı biçimde ya adım belki
de.
Birbirinden farklı olguların benzer
adlarla adlandırılmasını sa layan gizemli
bir us vardır; bu us sayesinde kutsal
nesneler
de
dünyasal
terimlerle
adlandırılırlar; aynı simgelerle Tanrı’ya
aslan ya da kaplan diyebiliyoruz; ölüme
yara; sevince yalım; ate e ölüm; ölüme
uçurum; uçuruma yok olu ; yok olu a
kendinden geçme; kendinden geçmeye
tutku diyebiliyoruz.
Gençken, ehit Michele’nin beni
etkileyen ölüm co kusunu, niçin, ermi in
ya am co kusunu adlandırmı oldu u
sözcüklerle
dile
getiriyordum,
ama
dünyasal zevkin, hemen ardından bana
kendili inden bir ölüm ve yok olu
duygusu gibi gelen (suçlu ve geçici)
co kusunu
da
aynı
sözcüklerle
adlandırmaktan kendimi alamıyordum?
imdi, birkaç ay arayla, ikisi de hem
kendinden geçirici hem de acı veren iki
ya antıyı nasıl duyumsadı ımı ve o gece
manastırda, birkaç saat arayla, bu
ya antıların birini anımsarken, ikincisini
duyularımla nasıl duyumsadı ımı; sonra
da imdi, bu satırları yazarken, onları
nasıl yeniden ya adı ımı ve bu üç
durumda da bu ya antıları kendi
kendime nasıl, kutsallı ın imgesinde
kendini hiçleyen ermi ruhun bamba ka
ya antısını
dile
getiren
sözcüklerle
anlattı ımı çözümlemeye çalı aca ım.
Günaha mı girdim acaba (o zaman mı,
imdi mi?) Michele’nin ölümü isteyi inde,
onu yutan yalımları görünce duydu um
kendinden geçi te, genç kızla ya adı ım
bedensel birle me iste inde, bu iste i
simgesel olarak dönü türdü üm gizemli
utançta, daha uzun ve ölümsüz bir
ya am sevgisinin ölmeye itti i ermi in
sevinç içinde yok olma iste inde benzer
olan neydi? Böylesine iki anlamlı eyler,
böylesine tek anlamlı sözcüklerle dile
getirebilir miydi? Ama öyle görünüyor ki,
bilginlerin
en
büyüklerinin
bize
ö rettikleri bu: omnis ergo figura tanto
evidentius veritatem demonstrat quanto
apertius per dissimilem similitudinem
figuram se esse et non veritatem
213
probat.
Ama e er ate ve uçurum
sevgisi, Tanrı sevgisinin üstü kapalı
benzetimiyse, ölüm sevgisinin ve günah
sevgisinin benzetimi olabilir mi? Evet,
olabilir; tıpkı aslan ve yılanın aynı
zamanda hem sa’nın hem de eytan’ın
benzetimleri olması gibi. Gerçek u ki,
do ru yorum, ancak pederlerin yetkesine
dayanılarak yapılabilir; bana i kence
çektiren durumdaysa, boyun e meye
hazır
zihnimin
ba vuraca ı
hiçbir
214
auctoritas
yok; bu yüzden ku kuyla
yanıyorum (ve bir kez daha ate imgesi,
gerçe in bo lu unu ve beni yok eden
yanılgının dolulu unu tanımlamak için
araya giriyor!) Ruhumda ne oluyor, ey
Tanrı, kendimi böyle anıların burgacına
kaptırmı , sanki yıldızların düzenini ve
onların
gökyüzündeki
devinimlerinin
sırasını yönetecekmi im gibi, de i ik
zamanları
birbirine
karı tırıyorum?
Ku kusuz, günahkâr ve hasta usumun
sınırlarını
a ıyorum.
imdi,
alçakgönüllülükle
üstlendi im
göreve
dönelim. O günü, içine gömüldü üm
duygu yitikli ini anlatıyordum.
te, o
zaman neler anımsadı ımı anlattım;
güçsüz kalemim, bu sadık, gerçe e ba lı
tarih yazıcısı bundan öteye geçemiyor.
Kızın yanında öyle ne kadar
yattım, bilmiyorum. Terden nemlenmi eli
usulca
bedenime
dokunmayı
sürdürüyordu. Bir iç kıpırtısı duydum;
erinç de ildi bu; alev söndükten sonra,
küllerin arasında henüz ölmemi bir közü
andırıyordu. Bu ya amda, seyrek de olsa,
benimkine benzer bir eyi ya ama lütfuna
ermi bir insana kutsanmı demekte
duraksamazdım
(diye
mırıldandım
uykuda gibi); çabucak da geçse, bir ancık
bile olsa (aslında, ben de yalnız o zaman
ya amı tım bunu). Artık var olmuyormu
gibi, kendi kimli ini hiç duymuyormu , ya
da alçalmı , neredeyse yok olmu gibi; bir
ölümlü (diyorum kendi kendime) bir ancık
ve
olabildi ince
çabuk,
benim
duyduklarımı duyabilirse, bu çarpık
dünyaya kem gözle bakmaya ba layacak,
günlük
ya amın
kaygılarıyla
altüst
olacak, ölümün a ırlı ını duyacaktır...
Bana ö retilen bu de il miydi? Bütün
ruhumun bu mutluluk içinde unutma
ça rısı,
ku kusuz
(bunu
imdi
anlıyordum), sonsuz güne in ı ıtmasıydı;
bunun yarattı ı sevinç insanı açıyor,
geni letiyor, büyütüyor; artık insanın
içinde ta ıdı ı a zı açık bo luk, öylesine
kolayca kapanmaz, çünkü o sevginin
kılıcıyla açılmı bir yaradır; bu dünyada
bundan daha tatlı, aynı zamanda
bundan daha korkunç bir ey yoktur.
Ama güne in hakkıdır bu; yaralı adamı
ı ınlarıyla delik de ik eder, tüm yaralar
büyür, insan açılır, geni ler, damarları
bile açılır, gücü imdi aldı ı buyrukları
yerine getirmeye yeterli de ildir; yalnızca
istek harekete geçirir onu; ruh, imdi
dokunmakta oldu u eyin uçurumuna
gömülüp yanar; ya amı ve ya amakta
oldu u gerçekli in kendi iste ine ve kendi
gerçe ine baskın çıktı ını görür. nsan,
dili tutulmu , kendi kendinden geçi ine
tanık olur.
Bu
anlatılmaz
içsel
sevinç
duygulanımlarına kapılmı , uyuyakaldım.
Bir süre sonra gözlerim açtım;
ayı ı ı, belki bir bulut yüzünden, çok
daha
güçsüzle mi ti.
Elimi
yanıma
uzattım; kızın bedenini duyumsamadım.
Ba ımı çevirdim; gitmi ti.
ste imi
açı a
çıkaran
ve
susuzlu umu gideren nesnenin yoklu u
birden o iste in bo lu unun ve o
susuzlu un
çarpıklı ının
bilincine
vardırdı beni. Omne animal triste post
215
coitum.
Günah i ledi imin bilincine
vardım. imdi, yıllar sonra, bir yandan
hâlâ yaptı ım yanlı lıktan ötürü acı acı
a larken bile, o gece nasıl büyük bir haz
duydu umu
unutamıyorum;
o
iki
günahkârın ya antılarında kendi içinde,
216
naturaliter
, iyi ve güzel olan bir ey
geçti ini kabul etmezsem, her eyi iyilik
ve güzellik içinde yaratmı olan Yüce
Tanrı’ya haksızlık etmi olurum. Ama
belki de, gençli imdeki her eyin iyi ve
güzel oldu unu bana duyumsatan,
ilerlemi
ya ımdır. O zaman genç
oldu umdan
ölümü
dü ünmüyor,
i ledi im günahtan ötürü sıcak sıcak ve
içtenlikli gözya ları döküyordum.
Biraz da mutfa ın so uk ta ları
üstünde uzun süre yatmaktan ve
bedenimin
uyu mu
olmasından,
titreyerek aya a kalktım. Ate im varmı
gibi ürpererek giyindim. O zaman kızın
bir
kö eye
koydu u
ve
kaçarken
unuttu u çıkına gözüm ili ti. E ilip
inceledim; bir tür paket, mutfa a aitmi
gibi görünen sarılmı bir bezdi. Açtım;
önce içinde ne oldu unu anlamadım;
hem
ı ı ın
azlı ından,
hem
de
içindekilerin belli bir biçimi olmayı ından.
Sonra anladım; gözlerimin önünde, kan
pıhtıları ve yumu ak, beyazımsı et
parçaları
arasında,
ölü,
ama
iç
organlarının jelatinimsi ya amıyla hâlâ
çarpan, mor sinirlerle yol yol kocaman
bir yürek duruyordu.
Gözlerime karanlık bir perde indi,
a zıma ek i bir salya yükseldi; bir çı lık
attım ve ölü bir beden gibi yere dü tüm.
Üçüncü Gün
GECE
Adso allak bullak, William’a günah
çıkartıyor ve kadının yaratılı taki i levi
üstüne dü ünüyor; sonra bir adamın
ölüsünü buluyor.
Kendime geldi im zaman birisi
yüzüme su serpiyordu. Elinde bir lamba
tutan William Birader’di bu; ba ımın
altına bir ey koymu tu.
“Ne oldu, Adso?” diye sordu.
“Mutfaktan yemek artıkları a ırmak için
geceleri dola ıyor musun?”
Kısaca, William uyanmı , bilmem
niçin beni aramı , bulamayınca biraz
hüner göstermek için kitaplı a gitmi
olabilece imden
ku kulanmı ,
Aedificium’a
yakla ınca
mutfak
tarafından, kapıdan bir gölgenin çıkıp
meyve
bahçesine
do ru yöneldi ini
görmü (uzakla makta olan kızdı bu; belki
de birisinin yakla tı ını i itmi ti). Kim
oldu unu
anlamaya,
onu
izlemeye
çalı mı , ama o (daha do rusu, William
için bir gölge olan ey) manastırı ku atan
duvara do ru uzakla mı , sonra da
gözden silinmi . O zaman William -çevreyi
kolaçan ettikten sonra- mutfa a girmi
ve beni orada baygın bulmu .
Ona, hâlâ korkuyla, içinde yürek
bulunan paketi gösterip, yeni bir cinayete
ili kin bir
eyler geveledi im zaman
gülmeye ba ladı: “Adso, böyle kocaman
insan yüre i olur mu?” dedi. “Bir inek
yüre i bu, ya da öküz; gerçekten de,
bugün bir hayvan kestiler. Peki ama,
senin elinde ne arıyor bu yürek?”
O zaman, büyük bir korkuyla
sersemlemenin yanı sıra, duydu um
yürek ezinciyle gözya ına bo uldum;
ondan günahımı çıkarmasını istedim.
Dedi imi yaptı; her eyi oldu u gibi, hiçbir
ey saklamadan anlattım.
William Birader beni büyük bir
ciddilikle, ama belli belirsiz bir ho görüyle
dinledi. Bitirince yüzü asıldı ve “Adso,”
dedi bana, “günah i lemi sin; bu kesin,
hem zina etmeyesin buyru una, hem de
bir çömez olarak görevlerine kar ı.
Suçunu hafifletecek ey, çölde bir rahibin
bile kendi kendini lanetleyece i ko ullar
içinde kendini bulmu olman. Kadının
nasıl bir kı kırtma kayna ı oldu u
konusunda,
ncil’de
yeterince
söz
söylenmi tir. Eski Ahit, kadınlara ili kin
olarak der ki, kadının konu ması ate
gibidir; atasözleri de kadının, erke in
de erli ruhuna egemen oldu unu, en
güçlüleri bile yıkıma u ratabilece ini
söyler. Eski Ahit, bundan ba ka der ki:
Kadının ölümden daha acı oldu unu
anladım; avcıların kırbacı gibidir o; yüre i
bir a gibidir, elleri ba dır. Ba kaları da,
kadının
eytan’ın barına ı oldu unu
söylemi lerdir.
Bunu
böylece
do ruladıktan
sonra,
sevgili
Adso,
Tanrı’nın böyle kötü bir varlı ı ona bazı
erdemler
ba ı lamaksızın
yaratmı
olabilece ine kendimi inandıramıyorum.
Tanrı’nın ona birçok ayrıcalık ve ayrıcalık
nedeni ba ı ladı ını dü ünüyorum elimde
olmaksızın; bunların en azından üçü çok
iyi ayrıcalıklar. Gerçekten de, Tanrı,
erke i bu a a ılık dünyada çamurdan
yarattı; kadınıysa daha sonra, cennette
ve daha soylu bir insan maddesinden
yarattı. Onu Adem’in aya ından ya da
barsa ından de il, kaburga kemi inden
yarattı. Sonra, her eye gücü yeten
Tanrı, bir mucizeyle do rudan do ruya
insan biçimine girebilirdi, ama bunu
yapmadı; bir kadının rahmine yerle ti; bu
da kadının öyle pek de kötü olmadı ının
bir belirtisidir. Sonra, Dirili ’in ardından
göründü ü zaman bir kadına göründü.
Son olarak da, göklerin egemenli inde
hiçbir erkek o ülkede kral olmayacak,
ama hiç günah i lememi bir kadın
kraliçe olacak. Öyleyse Tanrı Havva’yı ve
onun kızlarını böylesine kayırdı ına göre,
bizim de o cinsin çekicili ine ve
soylulu una
kapılmamız
çok
mu
anormal? Sana söylemek istedi im, Adso,
elbette bir daha bunu yapmamalısın,
ama böyle davranmaya kı kırtılmı olman
o denli kötü bir ey de il. Hem, bir
rahibin ya amında hiç olmazsa bir kez
tensel tutkuyu ya aması, bir gün ö üt
verip avutaca ı günahkârlara kar ı
ho görülü
ve
anlayı lı
olması
bakımından... yani, sevgili Adso, olmadan
önce istenecek bir ey de il bu, ama bir
kez olunca da gere inden çok kınanacak
bir ey de il. imdi Tanrı’ya dua et ve
artık bundan söz etmeyelim. Gerçekten
de, unutmanın iyi olaca ı bir eyin
üstünde
gere inden
çok
dü ünüp
durmaktansa, elinden gelirse unutmak
en iyisi” -o anda bana öyle geldi ki, sesi
bir iç çatı madan ötürü güçsüzle ti- “bu
gece olan eyin anlamım kendi kendimize
soralım. Bu kız kimdi ve kiminle
bulu uyordu?”
“Bunu
bilmiyorum,
yanındaki
adamı da görmedim,” dedim.
“Pekâlâ,
ama
birçok
kesin
ipucundan bunu çıkarabiliriz. Her eyden
önce adam çirkin ve ya lıydı; bir kızın
gönül rızasıyla bulu mayaca ı birisi; hele
söyledi in gibi güzelse; gerçi bana öyle
geliyor ki benim sevgili yavru kurdum,
sen kar ına çıkacak her yeme i lezzetli
bulmaya hazırdın.”
“Adam niçin çirkin ve ya lı olsun?”
“Çünkü kız onu sevdi i için de il,
bir avuç yemek artı ı için onunla
sevi meye
gidiyordu.
Hiç
ku kusuz
köyden bir kız; belki de aç oldu u için
kösnül bir rahibe çekiciliklerini sunması,
kar ılı ında da kendisi ve ailesi için a za
atacak bir eyler alması ilk kez olmuyor.”
“Bir fahi e!” dedim tiksintiyle.
“Zavallı bir köylü kızı, Adso. Belki
de karnı doyurulacak küçük karde leri
vardır. Elinde olsaydı, kendini para
kar ılı ı de il, sevgi için verirdi. Dün gece
yaptı ı gibi. Gerçekten de, bana seni
genç ve güzel buldu unu söylüyorsun;
ba kalarına bir öküz yüre i ve birkaç
parça ci er kar ılı ında verece i eyi sana
kar ılıksız ve sevgisinden ötürü verdi.
Kendisini hiçbir ey beklemeden verdi i
için
öylesine
yücelmi
duydu
ki,
kar ılı ında hiçbir ey almaksızın ko a
ko a gitti. Seninle kar ıla tırdı ı öteki
adamın ne genç, ne de yakı ıklı oldu unu
dü ünmemin nedeni bu.”
tiraf ederim, derin bir pi manlık
duymama kar ın, bu açıklama içimi tatlı
bir
gururla
doldurdu;
ama
suskunlu umu sürdürdüm ve üstadımın
sözlerini sürdürmesine izin verdim.
“Bu çirkin ya lı adam, göreviyle
ilgili bir nedenle köye inip köylülerle ili ki
kurma olana ına sahip birisi olsa gerek.
nsanları manastıra nasıl sokaca ım ve
manastırdan
nasıl
çıkaraca ını,
mutfakta o artıkların olaca ını da bilse
gerek (belki de yarın, kapının açık
bırakıldı ı ve bir köpe in gelip artıkları
yedi i söylenecek). Son olarak, belli bir
ekonomi duygusu olmalı; mutfa ın daha
de erli
yiyeceklerden
yoksun
kalmamasında çıkarı olmalı; yoksa ona
bir parça biftek ya da iyi bir parça et
verirdi. Böylece yabancının resmi çok
açık olarak çizildi; görüyorsun, bütün bu
özellikler
ya
da
rastlantılar,
hiç
duraksamadan
kilercimiz
Varagine’li
Remigio olarak niteleyece im bir varlı a
uyuyor. Ya da, e er yanılmıyorsam,
gizemli Salvatore’ye -bu yörelerden geldi i
için, yerli insanlarla kolaylıkla konu abilir
ve bir kızı istedi i eyi yapmaya nasıl
kandırabilece ini
bilirdi;
e er
sen
gelmeseydin.”
“Tümüyle do ru,” dedim, ikna
olmu , “ama imdi bunu bilmenin ne
yararı var?”
“Hiçbir yararı yok. Ya da çok
yararı var,” dedi William. “Bu öykünün
bizi ilgilendiren cinayetlerle bir ilgisi
olabilir ya da olmayabilir. Öte yandan,
e er kilerci bir zamanlar Dolsiniyen’diyse
bu, durumu açıklardı, ya da tersi. Son
olarak, bu manastırın geceleri birçok
tuhaf eyin meydana geldi i bir yer
oldu unu biliyoruz imdi. Hem kimbilir,
karanlıkta manastırın içinde rahatça
dola an u bizim kilerci ya da Salvatore,
belki de söylediklerinden daha çok ey
biliyorlardır.”
“Ama bilseler de, bize söylerler
mi?”
“Hayır, günahlarını görmezlikten
gelerek onlara anlayı lı davranırsak
söylemezler. Ama e er gerçekten bir ey
ö reneceksek elimizde onları konu maya
razı edecek bir yol var. Ba ka bir deyi le,
gerekirse kilerci ya da Salvatore elimizde;
birçok eyi ba ı layan Tanrı bu aykırı
davranı ımızı da ba ı lar,” dedi ve sinsi
sinsi
yüzüme
baktı;
önerilerinin
me rulu u
üstünde
fikir
yürütme
yüreklili ini kendimde bulamadım.
“Hadi imdi gidip yatalım, bir saate
kalmaz geceyarısı duası ba lar. Ama seni
hâlâ tedirgin görüyorum, benim zavallı
Adso’cu um, hâlâ i ledi in günahtan
korkuyorsun... Ruhu yatı tırmak için
kilisenin iyi büyüsü gibi yoktur. Ben
günahını çıkardım, ama bilinmez. Git,
Tanrı’dan
seni
ba ı lamasını
dile.”
Ba ıma oldukça hızlı bir aplak indirdi;
belki de babaca ve erkekçe bir sevgi ya
da ho görülü bir kefaret belirtisi olarak.
Ya da belki (o anda bir suçluluk
duygusuyla dü ündü üm gibi) yeni ve
canlı ya antılara susamı bir adamın bir
tür iyicil imreni iyle.
Her zamanki yolumuzdan dı arı
çıkarak kiliseye do ru yöneldik; ben
gözlerimi
yummu
çabuk
çabuk
yürüyordum, çünkü bütün o kemikler, o
geceyi, nasıl topraktan yaratıldı ımı,
tenimin gururunun ne saçma oldu unu
açık seçik kanıtlarla anımsatıyordu bana.
Nefe varınca büyük suna ın
önünde bir gölge gördük. Gene Ubertino
sandım, ama Alinardo’ydu; önce bizi
tanımadı. Uyuyamadı ım, geceyi yiten o
genç
rahip
için
(adını
bile
anımsamıyordu) dua etmekle geçirmeye
karar verdi ini söyledi. E er ölmü se
ruhu için, bir kö ede hasta ve yalnız
yatıyorsa bedeni için dua ediyordu.
“Ne çok ölü var,” dedi, “ne çok ölü
var... Ama havarinin kitabında yazdı. lk
borazan sesiyle dolu ya dı, ikinci borazan
sesiyle denizin üçte biri kana dönü tü;
cesetlerin birini fırtınada buldunuz,
ötekini de kanda... Üçüncü borazan sesi,
yanan
bir
yıldızın,
ırmakların
ve
pınarların üçte birine dü ece i yolunda
uyarıda
bulunuyor.
Böylece,
size
söyleyeyim,
üçüncü
karde imiz
de
ortadan
kayboldu.
Dördüncüsünden
korkun,
çünkü
güne in,
ayın
ve
yıldızların üçte biri tutulacak, böylece
ortalık neredeyse tam bir karanlık
olacak...”
217
K i l i s e n i n transeptinden
çıkarken, William ya lı adamın sözlerinde
gerçek payı olup olmadı ını sordu kendi
kendine.
“Ama,” diye dikkatini çektim, “bu
tek bir eytanca kafanın, ncil’i yok
gösterici olarak kullanıp, Berengar’ın
öldü ünü
varsayarsak,
üç
rahibin
ortadan
yok
olmasını
tasarladı ım
varsaymak anlamına gelir. Oysa, tam
tersine, Adelmo’nun kendi iste iyle
öldü ünü biliyoruz...”
“Do ru,” dedi William, “ama aynı
eytanca ya da hasta kafa Adelmo’nun
ölümünden esinlenerek öteki iki bölümü
simgesel olarak tasarlamı olabilir. E er
böyleyse, Berengar’ın bir ırmakta ya da
pınarda birinin onu içine atıp bo aca ı
bir ırmak ya da pınar da; hiç de ilse
insanın dü üp bo ulaca ı ya da birinin
onu içine atıp bo aca ı bir ırmak ya da
pınar...”
“Yalnız hamamlar var,” dedim,
hemen hemen sözgeli i.
“Adso!” dedi William,
“Biliyor
musun, bu da bir fikir; hamama!”
“Ama oraya bakmı olmalılar...”
“Bu sabah hizmetçileri ara tırma
yaparken gördüm; hamamın kapı ım
açtılar, içeriye öyle bir göz attılar, hiç
aramadan.
Özenle
saklanmı
bir
ey
bulacaklarını ummuyorlardı; tıpkı bir
tiyatro sahnesinde oldu u gibi yerde
yatan bir ceset arıyorlardı; Venantius’un
küpün içindeki ölüsü gibi... Gel gidip
bakalım. Hava hâlâ karanlık, sanırım
lambamız da güzel güzel yanıyor.”
Öyle yaptık; hiç güçlük çekmeden
hastanenin
biti i indeki
hamamın
kapısını açtık.
Birbirinden
kalın
perdelerle
ayrılmı
fıçılar
vardı;
sayısını
anımsamıyorum.
Rahipler,
Kural’ın
saptadı ı günlerde onları yıkanmak için
kullanıyorlardı; Severinus ise sa altma
nedeniyle kullanıyordu onları; çünkü
bedeni ve zihni hiçbir ey yıkanmaktan
daha iyi yatı tıramaz. Ocakta taze küller
vardı; önünde de tersine ı çevrilmi
kocaman bir kazan duruyordu. Su ba ka
bir kö edeki kurnadan alınabiliyordu.
lk
fıçılara
baktık;
bo tular.
Yalnızca çekilmi “bir perdeyle gizlenmi
olan sonuncu fıçı doluydu; yanında da
yı ın halinde bir giysi duruyordu. lk
bakı ta, lambamızın ı ı ında sıvının
yüzeyi düzgün gibi görünüyordu; ama
yukarıdan ı ık vurunca, dipte cansız,
çıplak bir insan bedeni gördük. Yava ça
çekip dı arı çıkardık: Berengar’dı. te bu,
dedi William, gerçekten bo ulmu bir
adamın yüzü. Yüzün hatları i mi ti.
Beyaz ve gev ek, kılsız gövde, pörsük
edep yerinin açık saçık görünü ü dı ında,
bir
kadının
gövdesini
andırıyordu.
Kızardım, sonra ürperdim. William cesedi
kutsarken ben de haç çıkardım.
DÖRDÜNCÜ GÜN
ALACAKARANLIK
William ve Severinus Berengar’ın
cesedini inceliyorlar, dilinin kara
oldu unu görüyorlar, bo ulmu bir
adamda ola an olmayan bir ey. Sonra
çok iddetli zehirler ve eski bir hırsızlık
olayı üstüne tartı ıyorlar.
Ba rahip’e nasıl haber verdi imizi,
tüm manastırın dua saatinden önce nasıl
uyandı ını, korku çı lıklarını, herkesin
yüzündeki yılgınlık ve acıyı, haberin tüm
ova halkına nasıl yayıldı ını, hizmetçilerin
haç
çıkararak
dualar
ettiklerini
anlatarak uzatmayaca ım. O sabah ilk
ayinin kurallara uygun olarak yapılıp
yapılmadı ını,
kimlerin
katıldı ını
bilmiyorum.
William’la
Severinus’u
izledim; Berengar’ın cesedini sardırıp
hastanede
bir
masanın
üstüne
uzattırdılar.
Ba rahip ve öteki rahipler gittikten
sonra, bitki uzmanı ve üstadım, tıp
adamlarının so ukkanlılı ıyla cesedi uzun
uzun incelediler.
“Bo ularak ölmü ,” dedi Severinus,
“hiç ku ku yok. Yüz
i mi , karın
gergin...”
“Ama
ba ka
biri
tarafından
bo ulmamı ,” dedi William, “öyle olsaydı
katille bo u urdu; fıçının çevresine
sıçramı suların izini görürdük. Oysa her
ey düzenli ve temizdi; sanki Berengar su
ısıtmı , fıçıyı doldurmu ve kendi iste iyle
içine uzanmı gibi.”
“Bu
beni
a ırtmıyor,”
dedi
Severinus,
“Berengar’ın
çırpınma
nöbetleri vardı; ılık banyonun bedenin ve
ruhun çarpıntılarını yatı tırdı ını birkaç
kez ben söylemi tim ona. Hamamı
yakmak için benden izin istemi ti bir iki
kez. Bu gece de aynı eyi yapmı
olabilir...”
“Dün gece,” dedi William, “çünkü
cesedi -görüyorsun- en az bir gün suda
kalmı ...”
“Dün gece de olabilir,” diye ona
katıldı. Severinus. William o gecenin
olayları hakkında biraz bilgi verdi ona.
Gizlice
yazı
salonuna
girdi imizi
söylemedi, ama bazı olayları saklayarak,
bizden bir kitap alan gizemli birini
izledi imizi anlattı. Severinus, William’ın
gerçe in
yalnızca
bir
bölümünü
anlattı ını anladı, ama ba ka soru
sormadı. E er gizemli hırsız oysa,
duydu u tedirginli in Berengar’ı dinginli i
yatı tırıcı bir banyoda aramaya itmi
olabilece ini
söyledi.
Berengar’ın
yaratılı tan çok duyarlı oldu unu, bazan
bir tersli in ya da heyecanın onda
ürpermelere, so uk so uk terlemeye yol
açtı ını anlattı; gözleri dı arı u ruyor,
yere dü üyor, beyazımsı bir salya
akıyordu a zından.
“Ne olursa olsun,” dedi William,
“buraya gelmeden önce ba ka bir yere
gitmi ; çünkü çaldı ı kitabı hamamda
görmedim.”
“Evet,” diye do ruladım heyecanla,
“yerde, fıçının yanında duran giysisini
ben kaldırdım, ama büyük bir cismin
izine rastlamadım.”
“Aferin,” diye gülümsedi William
bana. “Demek ki, daha önce bir ba ka
yerdeymi ;
sonra
da
heyecanını
yatı tırmak
için,
belki
de
ara tırmalarımızdan
kaçmak
için
hamama
süzülüp
kendini
suya
gömdü ünü
kabul
etmemiz
gerek.
Severinus, sence hastalı ı onun bayılıp
suda bo ulmasına yol açmı olabilir mi?”
“Olabilir,” dedi Severinus kararsız.
“Öte yandan, e er her ey iki gece önce
olmu sa,
le enin
çevresine
sular
sıçramı , sonra da kurumu olabilir. Bu
nedenle, zorla bo uldu u olasılı ını bir
yana bırakamayız.”
“Do ru,” dedi William. “Sen hiç
öldürülmü
birinin,
ba kası
onu
bo madan önce giysilerini çıkardı ını
gördün mü?” Severinus ba ını salladı; bu
görü ün pek büyük bir de eri yokmu
gibi. Birkaç saniyeden beri cesedin
ellerini inceliyordu. “Tuhaf ey...” dedi.
“Ne?”
“Önceki
gün
Venantius’un
cesedinin kanları temizlendikten sonra
elini inceledim; bir ey dikkatimi çekti; o
zaman pek de önem vermemi tim buna.
Venantius’un sa elinin iki parma ının
bo umları kararmı tı; sanki siyah bir
eyle boyanmı
gibi. Hatta, üçüncü
parmakta da belli belirsiz bir iz var. O
zaman, Venantius’un yazı salonunda
mürekkeplere
dokunmu
oldu unu
dü ünmü tüm...”
“Çok
ilginç,”
dedi
William,
dü ünceli,
Berengar’ın
parmaklarına
yakından bakarak. Tanyeri a arıyordu;
içerideki ı ık hâlâ güçsüzdü; üstadımın
merceklerinin yoklu undan ötürü sıkıntı
çekti i açıktı. “Çok ilginç,” diye yineledi.
Ba parmakla i aret parma ının uçları
kararmı , orta parma ın yalnızca iç kısmı
belli belirsiz kararmı . Ama sol elde de
daha belirsiz izler var; en azından i aret
parma ıyla ba parmakta.”
“Yalnız sa elde olsaydı, küçük ya
da ince uzun bir ey tutmu oldu u
söylenebilirdi...”
“Bir kalem ucu gibi. Ya da bir tüy.
Ya da bir böcek. Bir yılan. Bir kutsal
ekmek kabı. Ya da bir baston. Birçok ey
olabilir. Ama e er öteki elde de lekeler
varsa, bir kupa da olabilir; sa el kupayı
sıkı sıkı tutarken, sol el de daha az bir
güçle ona yardımcı olur...”
Severinus ölünün parmaklarını
hafif hafif ovuyordu, ama kara leke
çıkmıyordu.
Ellerine
eldiven
giymi
oldu unu farkettim; belki de zehirli
maddelerle
u ra ırken
kullanıyordu
onları. Kokladı, ama koku alamadı. “Size,
böyle izler bırakabilecek birçok bitki (ve
maden) adı sıralayabilirim. Kimileri
öldürücü,
kimileri
de ildir.
Minyatürcülerin parmaklarında bazan
altın tozları olur...”
“Adelmo bir minyatürcüydü,” dedi
William. “Sanırım cesedi örselendi i için
parmaklarını incelemeyi dü ünmedin.
Ama bunlar, Adelmo’ya ait olan bir eye
dokunmu olabilirler.”
‘ “Do rusu bilmiyorum,” dedi
Severinus. “ ki ölü, ikisinin de parmakları
kara. Bundan ne çıkarabilirsin?”
“Hiçbir
ey çıkaramıyorum: nihil
sequitur
geminis
ex
particularibus
218
unquam.
ki olayın da aynı kurala
uyması gerekir. Örne in, dokunanın
parmaklarını
karartan
bir
madde
vardır...”
Tasımı böbürlenerek tamamladım:
“...Venantius ve Berengar’ın parmakları
219
kararmı ; ergo
, ikisi de bu maddeye
dokunmu lar!”
“Aferin Adso,” dedi William, “ne
yazık ki, tasımın geçerli de il, çünkü aut
semel aut iterum medium generaliter
220
esto
, oysa bu tasımda, ara önerme
hiç de tümel gibi görünmüyor. Bu da
öncülü iyi seçmedi imizi gösteriyor. öyle
dememeliydim:
Belli
bir
maddeye
dokunan herkesin parmakları kara olur.
Çünkü o maddeye dokunmadıkları halde
parmakları kara olan kimseler de olabilir.
öyle demeliydim: Parmakları kara olan
herkes, yalnızca parmakları kara olan
herkes, kesinlikle, verili bir maddeye
dokunmu tur. Venantius, Berengar vb.
Böylece bir Darii birinci tasım biçiminin
mükemmel bir üçüncü kipini elde ederiz.”
“Öyleyse yanıtı bulduk,” dedim
sevinçle.
“Yazık, Adso, tasımlara ne kadar
da güveniyorsun! Elimizde yalnızca yeni
bir soru var. Yani, Venantius ile
Berengar’ın aynı
eye dokundukları
varsayımını ortaya attık; ku kusuz akla
yakın bir varsayım. Ama bir kez birçok
ba ka madde arasında yalnızca bir
maddenin bu sonucu do urdu unu
tasarladı ımızda
(ki
bu
da
daha
kanıtlanmadı), bunun ne oldu unun ve
bu kimselerin onu nerede bulduklarını ya
da ona niçin dokunduklarını bilmiyoruz.
Hem sonra, dikkat et, onları ölüme
götüren eyin, dokundukları bu madde
olup olmadı ını da bilmiyoruz. Bir delinin
altın tozuna dokunan herkesi öldürmek
istedi ini dü ün. Onları öldürenin altın
tozu mu oldu unu söyleyece iz?”
Kafam karı tı. Mantı ın evrensel
bir silah oldu una inanmı tım her
zaman; imdiyse mantı ın geçerli inin
onun nasıl kullanıldı ına ba lı oldu unun
bilincine
varıyordum.
Öte
yandan,
üstadımla birlikte oldu umdan beri
farkına varmı tım ki (sonraki günlerde
daha da iyi anladım bunu), mantık önce
içine girmek, sonra da dı ına çıkmak
ko uluyla birçok eye yarayabilirdi.
yi bir mantıkçı olmadı ı kesin olan
Severinus, bu arada kendi deneyimlerine
göre dü ünüyordu: “Do anın gizemleri
nasıl çe itliyse, zehirler evreni de
çe itlidir,”
dedi.
Duvarlar
boyunca
sıralanan rafların üstüne, birçok cildin
yanına dizilmi , daha önce hayran
kaldı ımız bir dizi kavanoz ve i eyi
gösterdi. “Daha önce de söyledi im gibi,
bu otların birço u gerekti i gibi ve gerekli
miktarda karı tırılırsa öldürücü içkiler ve
merhemler yapmak için kullanılabilir. te
urada, datura stramonium, güzelavrat
otu, baldıran: Bunlar, uyku da verebilir,
heyecan da, ya da her ikisini birden;
bunlar özenle alınırsa çok iyi ilaçlardır,
ama a ın dozlarda ölüme yol açabilirler...”
“Ama bunların hiçbiri parmaklarda
iz bırakmaz mı?”
“Kanımca hiçbiri bırakmaz. Hem
sonra öyle maddeler vardır ki, mideye
inince tehlikeli olur; kimileri de deride
etkisini gösterir. Akçöpleme, koparmak
için tutan kimsede kusmaya yol açabilir.
Giritotuyla geyikotu, çiçek açtıkları
zaman onlara dokunan bahçıvanları
arap
içmi
gibi
sarho
eder.
Karaçöplemeyse
bir
kezcik
bile
dokununca sürgüne neden olur. Bazı
bitkiler yürek çarpıntısına, bazıları beyin
zonklamasına, bazıları ses kısıklı ına yol
açar. Öte yandan, engerek yılanının
zehiri,
kana
karı masına
olanak
Vermeksizin deriye sürülecek olursa,
yalnızca belli belirsiz bir kızarıklı a yol
açar... Bir kez bir bile im göstermi lerdi
bana; bir köpe in art ayaklarının içine,
cinsel organının çevresine sürünce
bacakları kaskatı kesiliyor, hayvan kısa
zamanda çırpını lar içinde ölüyor...”
“Zehirler
üstüne
çok
ey
biliyorsun,” dedi William, be endi ini
yansıtan bir sesle. Severinus birkaç
saniye onun gözlerinin içine baktı: “Bir
hekimin, bir bitki uzmanının, insan
sa lı ı bilimlerini ö renen birinin bilmesi
gereken eyler bunlar.”
William uzun uzun dü ündü.
Sonra Severinus’tan, ölünün a zını açıp
diline bakmasını rica etti. Severinus’un
merakı uyandı; hekimlik sanatında
kullandı ı araçlardan birini, ince bir
spatulayı alıp William’ın dedi ini yaptı:
“Dili de siyah!”
“Demek böyle,” diye mırıldandı
William. “Parmaklarıyla bir ey yakalayıp
yutmu ... Bu, az önce sözünü etti in,
deriden i leyerek öldüren zehirlerin
olasılı ını ortadan kaldırır. Ama bizim
çıkarsamalarımızı kolayla tırmaz. Çünkü
imdi
hem
Berengar,
hem
de
Venantius’un kendi istekleriyle yaptıkları
bir
eylemi
dü ünmek
zorundayız;
rastlantısal,
dalgınlık
ya
da
dü üncesizlikten ileri gelmeyen bir eylem.
Bir ey yakalayıp a ızlarına atmı lar; ne
yaptıklarını bilerek...”
“Bir yiyecek? Bir içki?”
“Belki. Belki de... ne bileyim, bir
çalgı, örne in bir flüt...”
“Saçma,” dedi Severinus.
“Elbette
saçma.
Ama
hiçbir
varsayımı bir yana bırakmamalıyız; ne
denli
olmayacak
gibi
görünürse
görünsün. Neyse, imdi zehirli maddeye
dönelim. Zehirleri senin kadar iyi bilen
birisi buraya gizlice girse ve otlarından
bazılarını kullanarak, parmaklarda ve
dilde o lekelere yol açabilecek öldürücü
bir merhem yapabilir miydi? Yiyeceklere
ya da içeceklere karı tırılabilen, bir ka ı a
ya da a za konan herhangi bir eye
bula tırılabilen bir merhem?”
“Evet,” diye kabul etti Severinus,
“ama kim? Hem sonra, bu varsayımı
kabul etsek bile, zehiri iki zavallı
karde imize nasıl içirmi olabilir?”
Do rusu ben de, Venantius’un, ya
da Berengar’ın, birinin gizemli bir
maddeyle yanlarına gelip onları bunu
yemeye ya da içmeye razı etmesine izin
verebileceklerini
tasarlayamıyordum.
Ama
William
bu
tuhaflı a
a mı
görünmüyordu.
“Bunu
sonra
dü ünürüz,” dedi, “çünkü imdi senin
henüz
aklına
gelmeyen
bir
olayı
anımsamaya çalı manı istiyorum; ne
bileyim, otların konusunda sana sorular
sormu olan birini; hastaneye kolayca
girebilen birini...”
“Bir dakika,” dedi Severinus, “çok
eskiden, yıllar önce uzak ülkelere
yolculuk yapmı bir rahibin bana verdi i
çok güçlü bir maddeyi bu raflardan
birinde saklıyordum. Neden yapıldı ım
bilmiyordu; ku kusuz bitkilerden, ama
kimileri bilinmeyen bitkilerden. Yapı kan,
sarımsı bir görünü ü vardı; ama bana
ona dokunmamamı ö ütledi; çünkü
dudaklara de ecek olursa, kısa sürede
insanı öldürüyordu. Rahip bana, çok az
miktarda yutulsa bile, yarım saat içinde
büyük bir bitkinli e yol açtı ını, sonra el
ve ayakların yava
yava
tutmaz
oldu unu, sonunda insanın öldü ünü
söyledi. Yanında ta ımak istemedi i için
onu bana arma an etti. Uzun süre
sakladım; çünkü bir yolunu bulup
denemek istiyordum. Derken bir gün
büyük
bir
fırtına
koptu.
Yardımcılarımdan
biri,
bir
çömez,
hastanenin kapısını açık bırakmı tı;
fırtına imdi içinde bulundu umuz odayı
allak bullak etti. i eler kırıldı, sıvılar
yerlere döküldü, otlar, tozlar ortalı a
saçıldı.
E yalarımı
yeniden
düzene
koymak için tam bir gün u ra tım; cam
kırıklarını ve artık i e yaramaz otları
attırmaktan ba ka bir ey için kimseden
yardım istemedim. Sonunda sana sözünü
etti im i enin eksik oldu unu gördüm.
Önce
kaygılandım;
sonra
i enin
kırıldı ına ve öteki çöplere karı tı ına
karar verdim. Hastanenin dö emesini ve
rafları iyice yıkattım...”
“Peki, i eyi fırtınadan birkaç saat
önce görmü müydün?”
“Evet...
Yok,
hayır,
imdi
dü ünüyorum da. Bir dizi kavanozun
arkasında gizlenmi ti; yerinde duruyor
mu diye her gün bakmıyordum...”
“Öyleyse,
anladı ım
kadarıyla,
fırtınadan çok önce de, senin haberin
olmadan birisi onu a ırmı olabilir mi?”
“ imdi dü ünüyorum da, evet,
ku kusuz.”
“ u senin çömezin onu çalmı ,
sonra da fırtınadan yararlanarak kapıyı
açık bırakıp e yalarının karı masına yol
açmı olabilir mi?”
Severinus
çok
heyecanlanmı
göründü: “Elbette, evet. Hem yalnız bu
de il;
olup
bitenleri
dü ündükçe,
fırtınanın ne denli sert olursa olsun, her
eyi böylesine altüst etmesine a mı tım.
Birinin fırtınadan yararlanıp odayı altüst
etti ini ve rüzgârın yapabilece inden
daha çok zarar verdi ini söyleyebilirim!”
“Çömez kimdi?”
“Adı Agostino’ydu. Ama geçen yıl,
öteki rahipler ve hizmetçilerle birlikte,
kilisenin
önyüzündeki
yontulan
temizlerken iskeleden dü üp öldü. Hem
sonra, fırtına çıkmadan önce kapıyı açık
bırakmadı ına yemin üstüne yemin
etmi ti. Öfkeye kapılıp onu olaydan
sorumlu
tutan
bendim.
Belki de
gerçekten suçsuzdu.”
“Demek
sendeki
zehiri
bilen
üçüncü bir ki i daha var; hem de bir
çömezden çok daha usta biri. Zehirden
kime söz etmi tin?”
“Bunu anımsamıyorum. Ku kusuz
Ba rahip’e söylemi tim; böyle tehlikeli bir
maddeyi saklamak için ondan izin
istemi tim. Birine daha söylemi tim; belki
de kitaplıkta; çünkü zehir konusunda bir
eyler ö renebilmek için ifalı otlarla ilgili
kitap arıyordum.”
“Ama sanatın için yararlı kitapları
yanında sakladı ını bana söylememi
miydin?”
“Evet,
birço unu
yanımda
saklıyorum,” dedi, odanın bir kö e: sinde
yirmi otuz kadar kitapla yüklü birkaç rafı
göstererek. “Ama o zaman yanımda
alıkoyamadı ım bazı kitapları arıyordum;
hem
Malachi
birçok
kitabı
bana
göstermekte
öylesine
isteksizdi
ki,
Ba rahip’ten izin almak zorunda kaldım.”
Sesi alçaldı, benim i itmemden çekiniyor
gibiydi. “Biliyor musun, kitaplı ın gizli bir
kö esinde, kara büyü kitapları ve tılsımlı
içki tarifeleri de saklı. Bir vicdan görevi
olarak
bu
yapıtlardan
birkaçına
bakabildim; o zehirin ve i levlerinin bir
tanımına rastlayaca ımı umuyordum.
Ama bo una.”
“Demek Malachi’ye sözünü ettin.”
“Elbette, kesin olarak ona sözünü
ettim; belki yardımcısı Berengar’a da.
Ama hemen sonuç çıkarmaya kalkma;
belki konu urken ba ka rahipler de vardı
orada, anımsamıyorum; bilirsin, bazan
yazı salonu oldukça kalabalık olur...”
“Kimseden ku kulandı ım yok. Ne
olmu olabilece ini anlamaya çalı ıyorum
yalnızca; olayın kesinlikle birkaç yıl önce
oldu unu söylüyorsun; bu durumda,
böylesine
uzun
bir
zaman
sonra
kullanaca ı bir zehiri bu kadar önceden
çalmı olması garip. Kanlı bir tasla ı
uzun zaman karanlıkta kurup duran
kötü bir zihni dü ündürüyor bu.”
Severinus, yüzünde bir yılgınlık
anlatımıyla, haç çıkardı. “Tanrı tüm
günahlarımızı ba ı lasın!” dedi.
Yapılacak
ba ka
yorum
kalmamı tı.
Cenaze
töreni
için
hazırlanması
gereken
Berengar’ın
ölüsünü yeniden örttük.
Dördüncü Gün
TANSÖKÜMÜ
William önce Salvatore’yi, sonra da
kilerciyi geçmi leri konusunda günah
çıkarmaya sürüklüyor; Severinus
çalınmı mercekleri buluyor, Nicola da
yenilerini getiriyor; böylece William altı
gözle Venantius’un elyazmasını çözmeye
gidiyor.
Malachi içeri girdi inde biz çıkmak
üzereydik. Bizi görünce bocaladı, geri
dönmeye
davrandı.
Severinus
onu
içeriden gördü: “Beni mi arıyordun?”
dedi. “ ey için...” Durdu, bize bakarak,
sözünü yarıda kesti. Malachi ona, “Sonra
konu uruz...” der gibi belli belirsiz bir
i aret yaptı. Biz çıkmak üzereydik; o içeri
girmek üzereydi; üçümüz de kapının
e i inde duruyorduk. Oldukça abartmalı
bir dille, “ ifalı otlar uzmanı karde imizi
arıyordum...” dedi.
“Ba ım...
ba ım
a rıyor da.”
“Kitaplıkta kapalı kalmaktandır,”
dedi William, sesinde kaygılı bir anlayı la,
“Burnunuza bir ey çekseniz.”
Malachi bir ey daha söylemek
ister gibi dudaklarını kıpırdattı, sonra
caydı; biz uzakla ırken ba ını e ip içeri
girdi.
“Severinus’u ne yapacak?” diye
sordum.
“Adso,”
dedi
bana
üstadım
sabırsızlıkla. “Kafanı kullanmayı ö ren.”
Sonra konuyu de i tirdi: “ imdi gidip bazı
kimseleri sorguya çekelim. Hiç olmazsa,”
diye ekledi, gözleriyle çevreyi inceleyerek,
“daha sa olanları. Ha, sırası gelmi ken,
u andan itibaren yediklerimize ve
içtiklerimize dikkat edelim. Yeme ini hep
ortak tabaktan al; içeceklerini de,
ba kaları aldıktan sonra, sürahiden.
Berengar’dan sonra en çok ey bilen
biziz. Ku kusuz, katilden sonra.”
“Peki,
kimi
sorguya
çekmek
istiyorsunuz imdi?”
“Adso,” dedi William, “burada
geceleri ilginç eyler oldu unun farkına
varmı olmalısın. Geceleri ölünüyor, yazı
salonunda dola ılıyor, geceleri içeri kadın
alınıyor... Bir gündüz manastırı var, bir
de gece manastırı; ne yazık ki gece
manastırı daha ilginç. Bu yüzden geceleri
dola an herkes bizi ilgilendiriyor; örne in
senin dün gece kızla birlikte gördü ün
adam da. Belki kız öyküsünün zehir
olayıyla hiçbir ilgisi yoktur, ama belki de
vardır. Ne olursa olsun, dün geceki adam
hakkında bazı fikirlerim var; bu kutsal
yerin gece ya amına ili kin ba ka eyler
de bilen biri olmalı. te, masaldaki kurt
gibi tam da buraya do ru geliyor.”
Parma ıyla Salvatore’yi gösterdi; o
da bizi görmü tü. Bizi görmezlikten
gelmek için yönünü de i tirecekmi gibi
adımlarında belli belirsiz bir duraksama
sezdim. Bu bir an sürdü. Kar ıla madan
kaçınamayaca ını anladı ı açıktı; yeniden
yürümeye ba ladı. Geni bir gülümseme
221
ve kaypak bir “benedicite”
ile bize
döndü. Üstadım, neredeyse sözünü
bitirmesini beklemeden, sert bir sesle
konu tu onunla.
“Yarın
buraya
engizisyonun
gelece ini biliyor musun?” diye sordu.
Salvatore bu habere sevinmi
görünmedi. Güçsüz bir sesle, “Beni mi
sorguya çekecek?” diye sordu.
“Gerçe i, yarın çok iyi bildi in o
kimselere söylemek zorunda kalacak
yerde bana söylesen iyi edersin; ben
senin dostunum ve senin de bir
zamanlar
oldu un
gibin Frate
222
Minore’yim.”
Böyle ansızın üstüne gidilince
Salvatore her türlü direni ten vazgeçmi
göründü. William’a ne sorarsa söylemeye
hazır oldu unu anlatmak istercesine
yumu ak bir bakı la baktı.
“Dün gece mutfakta bir kadın
vardı. Yanındaki kimdi?”
“Kendini bir mal gibi satan kadın
iyi olamaz, nazik de olamaz,” dedi
Salvatore tane tane.
“Kızın iyi olup olmadı ını ö renmek
istemiyorum. Yanındakinin kim oldu unu
ö renmek istiyorum!”
“Deu, quanto son le femene de
223
malveci
scaltride!
Gece
gündüz
224
dü ündükleri como l’omo schernisca...”
William onu kabaca gö sünden
yakaladı: “Yanında kim vardı, sen mi,
kilerci mi?”
Salvatore
yalanını
artık
sürdüremeyece ini anladı. Garip bir öykü
anlatmaya
ba ladı;
güç
belâ
anlayabildi imize göre, kilerciyi ho nut
etmek için ona köyden kız buluyordu;
kızları gece bize söylemek istemedi i
yollardan manastıra sokuyordu. Ama
bunu sırf iyi yüreklili inden yaptı ına
yemin
etti;
kendisinin
de
ondan
yararlanmanın, kilerciyi ho nut ettikten
sonra kızın kendisine de bir eyler
vermesini
sa lamanın
yolunu
bulamadı ını a zından kaçan gülünç bir
hayıflanmayla
açı a
vurdu.
Bütün
bunları
vıcık
vıcık,
zamparaca
gülümseyi lerle söyledi; siz de etten
kemikten
yapılmı
insanlarsınız,
anlarsınız ya demek ister gibi. Gözucuyla
bana bakıyordu, ama ben bakı larına
istedi im gibi kar ı koyamıyordum; çünkü
ortak bir gizle ba lıydım ona; suç orta ı,
günah arkada ıydım onun.
William o anda her eyi göze aldı;
damdan dü ercesine sordu: “Remigio’yu
ne zaman tanıdın, Dolcino’nun yanına
girmeden önce mi, sonra mı?” Salvatore
onun ayaklarına kapandı; a layarak
kendisini mahvetmemesi, engizisyondan
kurtarması
için
yalvardı.
William
ö rendiklerini
hiç
kimseye
söylemeyece ine ciddi ciddi ant içti;
bunun
üzerine
Salvatore
hiç
duraksamadan kilerciyi ele verdi. Parete
Calva’da
tanı mı lardı;
ikisi
de
Dolcino’nun adamlarındandılar; kilerciyle
birlikte
kaçıp
Casale
manastırına
girmi ler, Cluny tarikatına katılmı lardı.
Kekeleye kekeleye ba ı lanması için
yalvarıyordu; ondan ba kaca bir ey
ö renemeyece imiz
açıktı.
William
Remigio’yu a ırtmaya de ece ine karar
verdi; Salvatore’yi bıraktı; o da ko a ko a
kiliseye sı ındı.
Kilerci manastırın kar ı tarafındaki
ambarların yanındaydı; vadiden gelen
köylülerle pazarlık ediyordu. Kaygılı
kaygılı bize baktı; çok me gulmü gibi
görünmeye çalı tı, ama William onunla
konu makta direndi. O zamana de in bu
adamla çok az ili kimiz olmu tu; o bize
incelikli davranmı tı, biz de ona; o sabah
William ona kendi tarikatından bir
rahipmi
gibi davrandı. Kilerci bu
güvenden tedirgin olmu göründü ve
ba langıçta soruları büyük bir sakınımla
yanıtladı.
“Görevin gere i ba kaları uyurken
bile manastırda dola mak zorundasın
sanırım,” dedi William.
“Duruma göre,” diye yanıtladı
Remigio, “bazan yapılması gereken ufak
tefek i ler olur, birkaç saatlik uykumu
feda etmek zorunda kalırım.”
“Böyle durumlarda senden izin
almadan, mutfakla kitaplık arasında bir
ba kasının daha dola tı ını gösteren
hiçbir eyle kar ıla madın mı?”
“Bir
ey görseydim Ba rahip’e
söylerdim.”
“Do ru,” dedi William, sonra
birden konuyu de i tirdi: “Vadideki köy
pek zengin bir köy de il, öyle de il mi?”
“Hem evet, hem hayır,” diye
yanıtladı
Remigio.
“Manastırın
tahsisatıyla ya ayan insanlar var orada;
ürün bol oldu unda varlı ımızı bizimle
payla ırlar. Örne in, Ermi
Giovanni
gününde, iki kile malt, bir at, yedi öküz,
bir bo a, dört düve, be dana, yirmi
koyun, on be domuz, elli tavuk ve on
yedi kovan verildi onlara. Ayrıca yirmi
tane kurutulmu domuz, yirmi yedi tekne
domuz ya ı, yarım ölçü bal, üç ölçü
sabun, bir balık a ı...”
“Anladım, anladım,” diye onun
sözünü kesti William. “Ama kabul et ki,
bu bana köyün durumu hakkında hiçbir
bilgi vermiyor; köy sakinlerinin kaçı
manastır tahsisatıyla geçiniyor, bunun
dı ında kalanların kendi ekip biçtikleri
toprakların alanı ne kadardır...”
“Ha, onu soruyorsanız,” dedi,
“orada ortalama bir ailenin elli kareye
kadar topra ı var.”
“Bir kare ne kadardır?”
“Do al
olarak,
dört trabucco
225
kare.
”
“Trabucco
kare
mi?
O
ne
kadardır?”
“Otuz altı kadem kare. öyle de
diyebilirsin;
sekiz yüz trabucco bir
226
Piemonte mili
eder. Hesaplayacak
olursak, bir aile -kuzeydeki topraklardaen az yarım çuval zeytin yeti tirebilir.”
“Yarım çuval mı?”
“Evet, bir çuval be emina, bir
emina da sekiz coppa’dır.”
“Anladım,”
dedi
William,
yüreksizce. “Her ülkenin kendi ölçüleri
var. Örne in siz
arabı boccala’yla
ölçersiniz, de il mi?”
“Ya da rubbia ile. Altı rubbia, bir
brenta, sekiz brenta da bir boccala eder.
Ya da bir rubbo, iki boccala’lık altı pinta
demektir.”
“Sanırsın açık bir fikir edindim,”
dedi William uysallıkla.
“Ba ka ö renmek istedi iniz bir ey
var mı?” diye sordu Remigio, bana
güvensizlik gibi gelen bir tınıyla.
“Evet! Vadide kaç ki inin ya adı ım
soruyordum; çünkü bugün kitaplıkta,
Romanslı Humbert’in kadınlara vaazları
üstüne dü ünüyordum; özellikle de Ad
227
mulieres
pauperes
in
villulis
bölümünü. Orada diyor ki, bunlar
yoksulluklarından ötürü tensel günah
i lemeye
öteki
kadınlardan
daha
yatkındırlar; gene yerinde olarak diyor ki:
peccant enim mortaliter, cum peccant cum
quocumque laico, mortalius vero quando
cum Clerico in sacris ordinibus constituto,
maxime vero quando cum Religioso mundo
228
mortuo.
Sen benden daha iyi bilirsin,
manastır gibi kutsal yerlerde ö le
eytanları hiç eksik olmaz. Köylülerle
ili kilerinde, rahiplerin, Tanrı korusun,
bazı kızları zinaya sürüklediklerini hiç
i ittin mi, diye dü ünüyordum.”
Üstadım, bunları hemen hemen
dalgın bir ses tonuyla söylüyordu gerçi;
ama okur bu sözlerin zavallı kilerciyi
nasıl altüst etti ini anlayacaktır. Sararıp
sararmadı ını
bilmiyorum;
ama
sararmasını öyle çok bekliyordum ki,
bana sararmı gibi göründü.
“Bana öyle eyler soruyorsun ki,
e er bilseydim imdiye kadar Ba rahip’e
anlatırdım,”
diye
yanıtladı
kendini
açındırarak. “Gene de bu bilgiler yaptı ın
soru turmaya
yararlı
olacaksa,
ö renebilece im
hiçbir
eyi
saklamayaca ım senden. Bu arada, imdi
aklıma geldi, ilk sordu un soruyla ilgili
olarak... zavallı Adelmo’nun öldü ü gece
avluda dola ıyordum... tavuklarla ilgili bir
i için... nalbantın geceleri kümesten
tavuk çaldı ına ili kin söylentiler gelmi ti
kula ıma... O gece Berengar’ı gördüm -o
muydu, de il miydi, yemin edemem,
çünkü uzaktan gördüm. Koro yerinin
yanından geçerek yatakhaneye giriyordu:
Aedificium’dan geliyormu gibiydi... Buna
a madım, çünkü bir süredir rahipler
arasında Berengar’la ilgili dedikodular
dola ıyordu, belki duymu sundur...”
“Hayır, anlat.”
“Peki, nasıl söylesem? Berengar’ın
bazı
tutkuları
oldu undan
ku kulanılıyordu... bir rahibe yakı mayan
tutkular...”
“Sana sordu um gibi köylü kızlarla
ili kileri
oldu unu
mu
söylemek
istiyorsun yoksa?”
Kilerci, tedirginlikle öksürdü; pis
bir gülümseme belirdi yüzünde. “Yok,
hayır... daha da yakı ık almayan bir
ey...”
“Köylü kızlarla
tensel günah
i leyen bir rahip bir bakıma yakı ık alan
bir ey mi yapıyor demek istiyorsun?”
“Öyle demedim, ama sen de kabul
edersin ki, erdemin dereceleri oldu u
gibi, alçalmanın da dereceleri vardır. Ten
do aya uygun olarak da kı kırtılabilir...
do aya aykırı olarak da.”
“Berengar’ın kendi cinsinden olan
kimselere kar ı tensel isteklere kapıldı ını
mı söylüyorsun?”
“Ben yalnızca onun hakkında böyle
söylentiler
oldu unu
söylüyorum...
Bunları sana içtenli imin ve iyi niyetimin
kanıtı olarak anlatıyordum...”
“Te ekkür ederim. E cinselli in
öteki kösnü biçimlerinden daha kötü bir
günah
oldu u
konusunda
sana
katılıyorum;
açıkçası
bunları
soru turmak benim istemedi im...”
“E er do ruysa yazık, çok yazık,”
dedi kilerci filozofça.
“Evet, Remigio, yazık. Hepimiz
günahkârız. Karde imin gözündeki çöpü
görmeye çalı mayaca ım; çünkü kendi
gözümde
bir
mertek
olmasından
korkuyorum. Ama ileride görece im
merteklerden
bana
söz
edersen
gönülborcu duyarım. Böylece; kocaman,
iri a aç gövdelerinden söz edece iz;
saman çöplerinin havada uçu masına
aldırmayaca ız. Bir trabucco ne kadardı
demi tin?”
“Otuz altı kadem kare. Ama sen
yorulma. Özellikle ö renmek istedi in bir
ey olursa bana gel. Beni sadık bir dost
olarak kabul et.”
“Seni
dost
sayıyorum,”
dedi
William içtenlikle. “Ubertino senin bir
zamanlar benim tarikatımdan oldu unu
söyledi. Eski bir rahip karde e hiçbir
zaman ihanet etmeyece im; özellikle,
birçok Dolciniyeni yakmakla ün salmı
büyük bir sorgucunun ba kanlı ında bir
papalık heyetinin beklenmekte oldu u u
günlerde. Bir trabucco’nun otuz altı
kadem kare oldu unu söylemi tin de il
mi?”
Kilerci hiç de aptal de ildi. Kedifare oyununu sürdürmenin anlamı
kalmadı ını anladı; özellikle farenin
kendisi oldu unun farkına varınca.
“William
Birader,”
dedi,
“görüyorum ki sandı ımdan çok daha
fazla bir ey biliyorsun. Bana ihanet
etmezsen, ben de sana ihanet etmem.
Benim etten kemikten yapılmı bir insan
oldu um do ru, etin ça rısına uydu um
do ru. Salvatore bana dün gece senin ya
da çömezinin mutfakta onları suçüstü
yakaladı ını söyledi. Sen çok gezmi bir
adamsın William, Avignon kardinallerinin
bile fazilet timsali olmadıklarını bilirsin.
Beni bu
küçük,
zavallı günahlar
yüzünden sorguya çekmedi ini biliyorum.
Ama ya amımın bir dönemine ili kin bazı
eyler ö rendi ini de anlıyorum. Biz
Minoritlerin ço u gibi, benim de garip bir
ya amım oldu. Yıllar önce yoksulluk
ülküsüne inandım, bir serseri gibi
ya amak için topluluktan ayrıldım.
Dolcino’nun vaazlarına inandım; benim
gibi birçokları da inandılar. Okumu bir
adam de ilim ben; papazlı a atandım,
ama ayin söylemeyi bile beceremem.
Tanrıbilim hakkında çok az ey bilirim.
Belki
dü üncelere
ba lanmayı
da
beceremiyorum. Bak, bir zamanlar
beylere ba kaldırmaya kalkı tım; oysa
imdi onlara hizmet ediyorum; bu ülkenin
beyleri için, benim gibi insanlara
buyruklar veriyorum. Ba kaldırı ya da
ihanet, bizim gibi basit insanların çok az
seçim hakkı vardır.”
“Bazan basit insanlar olayları
okumu lardan daha iyi anlarlar,” dedi
William.
“Belki de,” diye yanıtladı kilerci,
omuzlarını silkerek. “Ama o zaman niçin
öyle davrandı ımı bile bilmiyorum. Bak,
Salvatore için anla ılabilir bir eydi bu;
anasıyla babası toprak kölesiydi onun,
çocuklu u güçlükler, sayrılıklar içinde
geçmi ti... Dolcino ba kaldırıyı, beylerin
yok edilmesini simgeliyordu. Benim için
durum farklıydı; kentli bir aileden
geliyordum,
açlıktan
kaçmıyordum.
Tıpkı... nasıl anlatsam, bir deliler enli i,
görkemli bir karnavaldı... Da larda
Dolcino’yla
birlikte
sava ta
ölen
yolda larımızın etlerini yemek zorunda
kalmadan önce, yiyip tüketemeyece imiz
denli çok sayıda yolda ımız, Rebello
da ının
yamaçlarında
çetin
ya am
ko ullarına dayanamayarak ölüp kurda
ku a yem olmadan önce... hatta belki o
anlarda bile... soludu umuz hava...
özgürlük diyebilir miyim? Bir zamanlar
özgürlü ün ne oldu unu bilmezdim;
vaizler derlerdi ki: ‘Gerçek sizi özgür
kılacak.’ Kendimizi özgür hissediyorduk;
bunun gerçek oldu unu dü ünüyorduk.
Yaptı ımız her eyin do ru oldu unu
dü ünüyorduk...”
“Orada...
kadınlarla
serbestçe
birle ir miydiniz?” diye sordum; nedenini
bilmiyorum bile, ama önceki geceden beri
Ubertino’nun sözlerini, yazı salonunda
okuduklarımı ve ba ıma gelenleri bir
türlü kafamdan atamıyordum. William
merakla bana baktı; belki de böyle
yürekli ve küstah olmamı beklemiyordu.
Kilerci garip bir hayvanmı ım gibi
gözlerini bana dikti.
“Rebello da ında,” dedi, “öyle
insanlar vardı ki, tüm çocuklukları
boyunca hap kadar odalarda onu, belki
de daha ço u bir arada yatmı lardı;
erkek karde lerle kız karde ler, babalarla
kızlar. Bu yeni durumun onlar için ne
anlamı
vardı
sanıyorsun?
Eskiden
zorunluluktan
yaptıkları
eyi
imdi
seçerek yapıyorlardı. Hem sonra geceleri
dü man
birliklerinin
gelmesinden
duydu um korkuyla, topra ın üstünde
so u u duymamak için arkada ına
sokulunca... Sapkınlar: Bir atodan çıkıp
bir manastıra giren siz rahipçikler
bunun, eytan’ın esinledi i bir dü ünme
biçimi oldu una inanırsınız. Oysa bir
ya ama biçimidir bu, yeni bir ya antıdır...
yeni bir ya antı olmu tur... Artık efendiler
yoktu ve Tanrı bizimleydi; öyle diyorlardı
bize. Haklı oldu umuzu söylemiyorum,
William, gerçekten de imdi beni burada
görüyorsun;
çünkü
çok
geçmeden
onlardan
ayrıldım.
Ama
sa’nın
yoksullu u,
kullanım
ve
mülkiyet
hakkına ili kin bilgece tartı maları hiçbir
zaman tam olarak anlamadım... Daha
önce söyledi im gibi, büyük bir enlikti bu
benim için; enliklerde her ey altüst
edilir. Sonra ya lanırsın; bilge olmazsın,
açgözlü olursun. Ben de obur oldum
i te... Bir sapkını cezalandırabilirsin, ama
bir oburu cezalandırmak ister misin?”
“Yeter, Remigio,” dedi William.
“Seni o zaman olanlar için de il, son
zamanlarda
olanlar
için
sorguya
çekiyorum. Bana yardım edersen, ben de
senin yıkımın için çalı mam. Seni
yargılayamam; yargılamak da istemem.
Ama bana manastırda olup bitenler
hakkında ne biliyorsan anlatmalısın.
Gece gündüz durmadan dola ıyorsun;
hiçbir
ey bilmemene olanak yok.
Venantius’u kim öldürdü?”
“Bilmiyorum, yemin ederim. Ne
zaman ve nerede öldü ünü biliyorum
yalnız.”
“Ne zaman? Nerede?”
“Anlatayım.
O
gece
ak am
duasından bir saat sonra mutfa a
girmi tim...”
“Mutfa a nasıl girdin? Niçin?”
“Sebze bahçesine açılan kapıdan.
Çok eskiden çilingirlere yaptırdı ım bir
anahtarım var. Mutfa ın tek bir kapısı
vardır; içeriden de sürgülenmez. Oraya
gidi imin nedenine gelince... önemi yok,
tensel zaaflarım için beni suçlamak
istemedi ini sen kendin söyledin...”
Tedirginlikle gülümsedi. “Ama günlerimi
zina i leyerek geçirdi imi sanmanı da
istemem.
O
ak am
Salvatore’nin
manastıra sokaca ı kıza arma an etmek
için yiyecek bir eyler arıyordum...”
“Nereden?
çeriye
nasıl
gireceklerdi?”
“Surlarda, ana kapıdan ba ka
giri ler de var. Bunları Ba rahip de bilir,
ben de bilirim... Ama o ak am kız
gelmedi; o sırada ke fetti im, imdi sana
anlataca ım
ey
yüzünden
geri
gönderdim onu. Dün gece gelmesini
sa lamak istememin nedeni de bu. Biraz
sonra gelseydiniz, Salvatore’nin yerine
beni bulurdunuz; Aedificium’da birilerinin
oldu unu o söyledi bana, ben de
hücreme döndüm...”
“Pazarı
pazartesiye
ba layan
geceye dönelim.”
“Peki;
mutfa a
girdim,
Venantius’un boylu boyunca yerde
yattı ını gördüm; ölmü tü.”
“Mutfakta mı?”
“Evet, bula ık çukurunun yanında.
Belki de yazı salonundan yeni inmi ti.”
“Hiç bo u ma izi yok muydu?”
“Hayır, hiç. Daha do rusu, cesedin
yanında kırık bir kupa, yerde de su izleri
vardı.”
“Su o
ldu unu ne biliyorsun?”
“Bilmiyorum. Su sandım. Ba ka ne
olabilirdi?”
William’ın
daha
sonra
bana
söyledi i gibi, bu kupa iki ayrı eyin
belirtisi olabilirdi. Ya orada, mutfakta biri
Venantius’a zehirli bir ey içirmi ti, ya da
zavallıcık zehiri daha önce içmi ti de (ama
nerede ve ne zaman?), ansızın içi yanınca
bir ey içmek için mutfa a inmi ti; bir
kasılma, barsaklarını ya da dilini yakan
bir
acı
(onun
dili
de
ku kusuz
Berengar’ınki gibi kara olmalıydı).
O an için daha fazla bir ey
ö renemeyecektik; Remigio ölüye bir
gözattıktan sonra, korku içinde kendi
kendine ne yapması gerekti ini sormu ,
sonra da hiçbir ey yapmamaya karar
vermi ti. Yardım istemek, bütün gece
Aedificium’da dola tı ını itiraf etmek
olurdu;
hem bunun
artık;
ölmü
karde ine de bir yararı olmazdı. Bu
nedenle, ertesi sabah birinin kapıyı açıp
cesedi bulmasını bekleyerek i i oluruna
bırakmaya karar vermi ti. Ko a ko a tam
o sırada kızı manastıra sokmakta olan
Salvatore’yi durdurmaya gitmi ti; sonra o ve suç orta ı- gidip yatmı lardı;
geceyarısı duasına dek süren tedirgin
uyanıklıklarına
uyku
denebilirse.
Geceyarısı duasında domuz çobanları
Ba rahip’e olayı bildirmeye geldikleri
zaman, Remigio cesedin onu bıraktı ı
yerde durdu unu sanıyordu; onu küpün
içinde görünce donakalmı tı. Cesedi kim
çıkarmı tı
mutfaktan?
Bu
konuda
Remigio’nun hiçbir fikri yoktu.
“Aedificium’da
serbestçe
dola abilen tek ki i Malachi,” dedi
William.
Kilerci atıldı: “Hayır, Malachi
olamaz. Yani, sanmıyorum... Ne olursa
olsun, ben Malachi aleyhinde hiçbir ey
söylemedim sana...”
“Malachi’ye seni ba layan borç ne
olursa olsun, tasalanma. Senin hakkında
bir ey biliyor mu?”
“Evet,” diye kızardı kilerci, “onurlu
bir insan gibi davrandı. Senin yerinde
olsam gözüm Benno’nun üstünde olurdu.
Berengar ve Venantius’la tuhaf ili kileri
vardı... Ama yemin ederim ba ka bir ey
görmedim. Bir
ey ö renirsem sana
söylerim.”
“ imdilik bu kadar yeter. Gerekirse
gene sana gelirim.” Rahatladı ı açıkça
belli olan kilerci i inin ba ına döndü: bu
arada bazı tohum çuvallarının yerini
de i tirmi olan köylüleri sertçe azarladı.
Tam o sırada Severinus yanımıza
geldi. Elinde William’ın iki gece önce
çalınmı olan mercekleri vardı. “Onları
Berengar’in cüppesinde buldum,” dedi.
“Önceki gün yazı salonunda burnunda
görmü tüm. Bunlar senin, de il mi?”
“Tanrı’ya
ükürler olsun!” diye
sevinçle ba ırdı William. “ ki sorunu
çözdük: Merceklerime kavu tum; geçen
gece yazı salonunda bizi soyanın
Berengar oldu unu da sonunda kesin
olarak biliyorum!”
Konu mamız daha yeni bitmi ti ki,
Morimondo’lu Nicola ko a ko a yanımıza
geldi; William’dan bile daha sevinçliydi.
Elinde, bitmi , çatalın üstüne takılmı bir
çift mercek vardı, “William,” diye
ba ırıyordu, “kendi ba ıma yaptım onları,
bitirdim;
ie
yarayacaklarına
inanıyorum!” Sonra William’ın gözünde
ba ka mercekler oldu unu gördü, a ıp
kaldı. William onu küçük dü ürmek
istemedi;
eski
merceklerini
çıkarıp
yenileri denedi. “Bunlar ötekilerden daha
iyi,”
dedi.
“Eskileri
yedek
olarak
saklayaca ım;
hep
seninkileri
takaca ım.” Sonra bana döndü: “Adso,
imdi hücreme çekilip o bildi in kâ ıtları
okuyaca ım. Sonunda! Beni bir yerde
bekle.
Te ekkür
ederim,
hepinize
te ekkür ederim, çok sevgili karde lerim.”
Sabah saati çalıyordu; ötekilerle
birlikte
ilahileri,
mezmurları
ve
229
Kyrie’yi
söylemek için koro yerine
gittim; Onlar Berengar’ın ruhu için dua
ediyorlardı. Bense, bize bir de il, iki çift
mercek
buldurdu u
için
Tanrı’ya
ükrediyordum.
O yüce erinç içinde, görüp i itti im
tüm çirkinlikleri unutmu , uyuyakaldım;
ancak dua sona erdi i zaman uyandım.
O gece hiç uyumamı
oldu umun
bilincine vardım; gücümün ço unu nasıl
tüketmi
oldu umu
dü ününce
de
üzüldüm. O anda, temiz havaya çıkınca,
dü üncelerimin kızın anısının etkisinde
kaldı ını gördüm.
Kendimi
oyalamaya
çalı tım;
çevrede hızlı hızlı dola maya koyuldum.
Hafif bir ba
dönmesi duyuyordum.
Uyu mu
ellerimi
ovu turuyordum.
Ayaklarımı hızla yere vuruyordum. Hâlâ
uykum vardı, ama gene de kendimi
uyanık ve dipdiri hissediyordum. Bana ne
oldu unu anlayamıyordum.
Dördüncü Gün
SABAH
Adso gönül acıları içinde kıvranıyor;
sonra William, elinde Venantius’un
çözüldükten sonra bile hâlâ çözülmez
olarak kalan metniyle geliyor.
Do rusunu söylemek gerekirse,
kızla günahkâr bir biçimde kar ıla mamın
ardından gelen öteki korkunç olaylar
neredeyse bu olayı unutturmu tu bana;
öte yandan, William’a günah çıkarttıktan
sonra, ruhum, i ledi im suçun ardından
kendime geldi im zaman duydu um
pi manlıktan arınmı tı; öyle ki, sanki
ta ıdı ım
yükü,
onu
dile
getiren
sözcüklerle rahibe aktarmı tım. Günah
çıkarmanın
sa ladı ı
ondurucu
arınmanın amacı, günahın a ırlı ını ve
onun açtı ı pi manlık acısını Efendimizin
sinesine
bo altmak,
günahın
ba ı lanmasıyla yeni bir ruh hafifli i
kazanmak, böylece de kötülükle kıvranan
bedeni unutmaktan ba ka ne olabilir?
Ama her eyden kurtulmu de ildim.
imdi, bu kı gününün soluk ve so uk
güne inde,
insan
ve
hayvanların
sıcaklı ıyla ku atılmı dola ırken, geçen
olayları ba ka bir biçimde anımsamaya
ba lıyordum. Bütün olup bitenlerden
geriye kalan artık pi manlık ve tövbe
arınmasının avutucu sözcükleri de il,
yalnızca bedenlerin, insan kol ve
bacaklarının imgeleriymi
gibi. Ate li
zihnime Berengar’ın suda pi mi imgesi
çullanıyordu;
korku
ve
acımayla
ürperiyordum. Sonra, bu maymunu
andıran
görüntüden
kurtulmak
istercesine, zihnim belle imin taze anısını
barındırdı ı ba ka imgelere yöneliyor,
gözlerimin önünde (ruhumun gözleri,
ama sanki tensel gözlerimin önünde
beliriyormu
gibi) kızın sava
için
donanmı bir ordu gibi güzel ve korkunç
imgesini
açık
seçik
görmekten
kaçınamıyordum.
Yalnız gerçek sevgisinden ya da
gelecekteki okurlarım için ö retici olma
iste inden (bu istek de erli olsa da) ötürü
de il; kurumu ve bütün bir ya am boyu
onu tedirgin eden görüntülerden yorgun
dü mü
belle imi özgür kılmak için
(onyıllarca zihnimde konu up durmu
olmasına kar ın bugüne de in hiçbir
zaman yazılmamı
bir metinin ya lı
yazıcısı olan ben), olayları oldu u gibi
anlatmaya söz vermi tim. Bu nedenle her
eyi
a ırba lılıkla,
ama
utanç
duymaksızın anlatmalıyım. Manastırın
çevresinde dola ırken bazan yüre imin
ansızın çarpmasını bedenimin devinimine
yorabilmek
için
birden
ko maya
ba layarak, ya da durup köylülerin
çalı masını
be eniyle
seyrederek,
dikkatimi onları seyretmeye verdi im
dü üncesiyle
kendimi
kandırarak,
korkuyu ya da acıyı unutmak için arap
içen biri gibi so uk havayı derin derin
ci erlerime çekerek, o zaman kendimden
bile sakladı ım dü üncelerimi imdi açık
seçik sözcüklerle söylemeliyim.
Bo una. Kızı dü ünüyordum. Etim,
onunla birle menin bana verdi i yo un,
günahkâr ve geçici tadı (a a ılık bir ey)
unutmu tu;
ama
ruhum
yüzünü
unutmamı tı; bu anımın sapık bir anı
oldu unu duyamıyordu bir türlü; tersine,
o yüzde dünyanın tüm sevinçleri
ı ıldıyormu gibi çarpıyordu.
Duydu um
gerçe i
neredeyse
kendimden
bile
gizleyerek,
kendini
(kimbilir nasıl inatçı bir sabırla) ba ka
günahkârlara satan o zavallı, kirlenmi ,
utanmasız kızın, birçok kez kendi etini
pazarlayan,
tüm
kızkarde leri
gibi
alabildi ine güçsüz olan o Havva kızının
her eye kar ın görkemli ve ola anüstü
bir
ey oldu unu karmakarı ık bir
biçimde seziyordum. Usum onu bir
günah kı kırtıcısı olarak algılıyor, duyarlı
i tahımsa
tüm
çekicilikleri
içinde
barındırıyormu
gibi görüyordu. Ne
duydu umu anlatmak zor. Hâlâ günahın
tuza ına yakalanmı , suçlu suçlu, onun
her an belirlemesini istiyordum; bir
kulübenin kö esinden, bir ambarın
karanlı ından beni ba tan çıkarmı olan
o varlık ortaya çıkar mı diye i çilerin
çalı masını neredeyse bir casus gibi
gözetledi imi yazmaya çalı abilirdim. Ama
o zaman gerçe i yazmı olmazdım ya da
gücünü ve açık seçikli ini azaltmak için
gerçe i bir tüle büründürmeye kalkı mı
olurdum. Çünkü, gerçek u ki, onu
“görüyordum”,
onu
çıplak
a acın,
so uktan uyu mu bir serçe sı ınmak
için ona do ru uçtu unda, hafifçe
çırpınan dallarında görüyordum; ahırdan
çıkan düvelerin gözlerinde görüyordum
onu; dola ırken kar ıma çıkan kuzuların
melemesinde i itiyordum. Tüm yaratıklar
bana ondan söz ediyormu gibiydi; onu
yeniden görmek istiyordum do ru, ama
onu bir daha hiç görmeme, onunla hiç
birle meme dü üncesini kabul etmeye de
hazırdım; yeter ki o sabah beni kaplayan
sevinci duyabileyim ve sonsuza de in
uzakta bile olsa onu hep yanımda
bulayım.
imdi anlamaya çalı ıyorum,
sanki tüm dünya -ku kusuz Tanrı’nın
parma ıyla yazılmı bir kitap olan tüm
dünya; öyle bir kitap ki orada her ey bize
Yaratıcı’sının uçsuz bucaksız iyili inden
söz eder; orada her yaratık ya am ve
ölümün betimlemesi, aynasıdır; sıradan
bir gül bile yeryüzündeki yolumuzu
aydınlatan bir parıltıya dönü ür- kısaca
her eye bana yalnızca mutfa ın kokulu
gölgeleri arasında belli belirsiz seçti im o
yüzden söz ediyormu gibiydi. Bu dü lerle
oyalanı ımın nedeni, diyordum kendi
kendime (ya da demiyordum, çünkü o
anda
sözcüklere
dönü türülebilen
dü ünceler biçimlenmiyordu kafamda),
e er tüm dünya bana Yaratıcı’nın
gücünden,
onun
iyili inden
ve
bilgeli inden söz etmeye yazgılıysa ve e er
o sabah tüm dünya bana (günahkâr da
olsa) yaratılı ın büyük kitabının her eye
kar ın bir bölümü, evrenin söyledi i
ilahinin bir dizesi olan kızdan söz
ediyorsa, e er bu oluyorsa, diyordum
kendi kendime (ya da imdi diyorum),
tıpkı bir lir gibi, bir ses uygunlu u ve
uyum mucizesi olarak düzenlenmi evreni
bir
arada
tutan
Tanrı’nın
büyük
tecellisinin bir parçasından ba ka bir ey
olamazdı. Esrikle mi
gibi, o zaman
gördü üm eylerde onun varlı ından haz
duyuyor, onu o eylerde istiyor, onları
görünce doyum sa lıyordum. Gene de bir
tür acı duyuyordum; çünkü bir varlı ın
sayısız imgelerinden mutluluk duysam
da, aynı zamanda onun yoklu unun
acısını çekiyordum. Bu çeli kiler gizemini
açıklamak güç geliyor bana; insan
ruhunun
dayanıksızlı ının,
dünyayı
kusursuz bir tasım olarak kurmu olan
kutsal usun yollarında hiçbir zaman
dosdo ru yürüyemedi inin, bu tasımın
yalnızca birbirinden ayrı ve ço u kez
kopuk
önermelerini
kavradı ının
belirtisiydi bu; blis’in tuza ına böyle
kolayca dü memizin nedeni de buydu. O
sabah beni böylesine duygulandıran,
Kötü Varlık’ın aldatmacası mıydı? Bugün
böyle oldu unu dü ünüyorum; çünkü o
zaman bir çömezdim, ama aynı zamanda
beni duygulandıran insanca duygunun
kendi ba ına kötü olmadı ını, yalnızca
benim durumum bakımından kötü
oldu unu da dü ünüyorum. Çünkü
erke i,
istedikleri
gibi
birbiriyle
birle sinler, ikisi tek bir beden olsunlar,
yeni insan varlıkları üretsinler ve
gençlikten ya lılı a dek birbirlerine destek
olsunlar
diye,
kadına
do ru
iten
duyguydu bu kendi ba ına. Ancak havari
bunları kösnülü e çare arayan ve
yanmak istemeyenler için söylemi ,
benim rahip olarak kendimi adadı ım
erdenli in çok daha fazla ye tutulması
gerekti ini anımsatmı tı. Bu nedenle, o
sabah duydu um ey benim için kötüydü;
ama belki de ba kaları için iyiydi; tüm iyi
eylerin en tatlısıydı; imdi anlıyorum ki
duydu um üzüntü kendi içlerinde de erli
ve iyi olan dü üncelerimin aykırılı ından
de il, dü üncelerimle etti im yeminler
arasındaki aykırılıktan ileri geliyordu. Bu
nedenle, belli bir mantı a göre iyi, bir
ba ka mantı a göre kötü olan bir eyden
zevk aldı ım için kötü bir ey yapıyordum;
yanılgım, do al i tahla ussal ruhun
ilkelerini
uzla tırmaya
çalı mamda
yatıyordu. imdi anlıyorum ki, istemin
buyru unun kendini göstermesi gereken
dü ünsel açlıkla insan tutkularının
öznesi olan duygusal açlık arasındaki
çeli kiden ötürü acı çekiyormu um.
Ger çekt en, actus appetiti sensitivi in
quantum
habent
trasmutationem
corporalem annexam, passiones dicuntur,
230
non autem actus voluntatis.
Benim
i tahtan kaynaklanan davranı ıma, tüm
bedenimin titremesi, fiziksel bir ba ırma
ve kıvranma dürtüsü e lik ediyordu.
231
Melek bilgin,
ussal ruhun yönetti i
istemle denetlendikçe, tutkuların kendi
içinde kötü olmadıklarını söyler. Ama o
sabah benim ussal ruhumu, iyiye ve
kötüye, onları ele geçirmek için yönelen,
duygusal iste i frenleyen yorgunluk
yönetmi ti; iyiye ve kötüye bilinen eyler
olarak yönelen tensel istek de il. O
zamanki sorumsuz hafifli imi haklı
çıkarmak için
imdi melek bilginin
sözcükleriyle, tartı ılmaz bir biçimde
sevdanın tutsa ı oldu umu, sevdanınsa
tutku ve evrensel yasa oldu unu, çünkü
bedenlerin a ırlı ının da do al sevgi
oldu unu söyleyece im. Beni ba tan
çıkaran do al olarak bu tutkuydu; çünkü
b u passione appetitus tendit in appetibile
realiter consequendum ut sit ibi finis
232
motus.
Bu nedenle de, do al olarak,
amor facit quod ipsae res quae amantur,
amanti aliquo modo uniantur et amor est
233
magis
cognitivus
quam
cognitio.
Gerçekten de,
imdi kızı dün gece
gördü ümden daha iyi görüyor, onu intus
234
et in cute
anlıyor, onda kendimi,
kendimde onu tanıyordum. imdi kendi
kendime, duydu um
eyin, benzerin
benzeri sevdi i ve yalnızca ötekinin
iyili ini istedi i arkada lık sevgisi mi,
yoksa insanın kendi iyili ini istedi i ve
yanında olmayanı, yalnızca kendisini
tamamlaması için istedi i kösnül sevgi mi
oldu unu dü ünüyorum. Geceki sevginin
kösnül sevgi oldu una inanıyorum;
çünkü kızdan bende hiçbir zaman
olmayan bir eyi istemi tim; oysa o sabah
kızdan hiçbir ey istemiyordum, yalnızca
onun iyili ini istiyordum ve onun, bir
parça
yiyecek
kar ılı ında
kendini
vermeye iten acımasız zorunluluktan
kurtulup mutlu olmasını diliyordum;
ondan ba ka bir ey dilememek, yalnızca
onu dü ünmek, koyunlarda, öküzlerde,
a açlarda, manastırı sevince bo an
dingin ı ıkta onu görmek istiyordum.
Sevginin nedeninin iyilik oldu unu
ve
iyi
olan
eyin
bilgiyle
tanımlanabilece ini ve insanın ancak iyi
oldu unu ö rendi i eyi sevebilece ini
biliyorum
imdi; oysa
kızı, çabuk
alevlenen istek bakımından iyi, istem
bakımındansa kötü olarak tanımı tım.
Ama o zaman birbiriyle çatı an birçok
duygunun pençesinde kıvranıyordum;
çünkü
duydu um,
tıpkı
bilginlerin
betimledikleri
en
yüce
sevgiye
benziyordu: sevenle sevilenin aynı eyi
istedikleri bir co kunluk yaratmı tı bende
(zihnimi gizemli bir biçimde aydınlatmı tı;
o anda kızın, ne olursa olsun, benimle
aynı eyleri istedi ini biliyordum); onu
kıskanıyordum,
ama
Paulus’un
Korentliler’de kınadı ı kötü kıskançlık
de ildi bu, Dionysius’un Kutsal Adlar’da
sözünü etti i kıskançlıktı; bu anlamda,
Tanrı’nın
bile propter multum amorem
235
quem habet ad existentia
kıskanç
oldu u söylenir (ben kızı varoldu u için
seviyordum; onun varlı ından ötürü
kıskançlık de il, mutluluk duyuyordum).
236
Melek
bilginin motus in amatum
dedi i, seveni sevilene zarar veren her
eye kar ı harekete geçmeye iten
arkada lık
kıskançlı ıydı
benim
kıskançlı ım (o anda kızı, etini satın alan
ve onu kendi a a ılık tutkularıyla kirleten
kimsenin elinden kurtarmaktan ba ka
bir ey dü ünmüyordum).
Bilginin dedi i gibi, imdi a ırı
sevginin sevene zarar verebilece ini
biliyorum. Benim sevgim de a ırıydı. O
zaman
ne
duydu umu açıklamaya
çalı tım; duyduklarımı hiçbir biçimde
haklı
çıkarmaya
çalı mıyorum.
Gençli imin günahkâr tutkularından söz
ediyorum ben yalnızca. Kötüydü bu
tutkular, ama gerçek beni, onları o
zaman ola anüstü buldu umu söylemeye
zorluyor. Bu benim gibi ayartılmanın
a ına dü ebilecek kimselere ders olsun.
Bugün, ya lı bir adam olarak, bu tür
ayartılmalardan kaçınmanın binlerce
yolunu biliyorum. Ama bunlarla ne denli
övünebilece imi dü ünüyorum, çünkü
ö le
eytanı’nın
kı kırtmalarından
kurtuldum
artık;
»ama
ba ka
tutkulardan kurtulmu
de ilim; bu
nedenle, imdi yaptı ım eyin, zamanın
akı ından ve ölümden kaçmak için
budalaca bir çaba, dünyasal bir tutku
olan anımsama tutkusuna günahkârca
tutunmaktan ba ka bir ey mi oldu unu
soruyorum kendi kendime.
0 zaman
kendimi neredeyse
mucize gibi bir içgüdüyle kurtardım. Kız,
do ada
ve
çevremdeki
insanların
yaptıkları i lerde görünüyordu bana. Bu
yüzden, ruhumun mutlu bir sezgisiyle bu
i leri uzun uzun seyrederek kendimi
yitirmeye çalı tım. Sı ır çobanlarının
öküzleri ahırdan çıkarmalarını, domuz
çobanlarının
domuzlara
yiyecek
götürmelerini,
koyun
çobanlarının
koyunları
toplamak
için
köpeklere
ba ırmalarını, köylülerin de irmenlere
yarma bu day ve darı ta ımalarını, besin
dolu
çuvallarıyla
dı arı
çıkmalarını
seyrettim.
Dü üncelerimi unutmaya,
varlıklara yalnızca bize göründükleri gibi
bakmaya ve onların görünü lerinde ne e
içinde kendimi unutmaya çalı arak
do ayı incelemeye verdim kendimi.
nsano lunun ço u kez çarpık olan
usunun henüz dokunmadı ı do anın
görünümü ne güzeldi!
Kuzuyu
gördüm;
adı
sanki
arılı ının ve iyili inin simgesi olarak
verilmi ti ona. Gerçekten de, agnus adı,
237
bu
hayvanın agnoscit
olu undan,
annesini tanımasından, koskoca sürü
içinde onun sesini ayırdetmesinden;
annenin de biçimleri, melemeleri aynı
olan onca kuzu arasından yalnızca kendi
yavrusunu tanıyıp onu beslemesinden
geliyordu. Koyunu gördüm; ab oblatione,
238
ovis
oldu u söylenen koyunu; çünkü
ta ilk ça lardan beri kurban törenlerine
yaramı tı; kı gelirken, çayırlıkları kıra ı
çalmadan, açgözlülükle ot arayan ve
kursa ını otla dolduran koyunu. Sürüleri
köpekler gözetiyordu; bu yüzden de
239
havlamalarından
ötürü canor
deniyordu
onlara.
Hayvanların
en
mükemmeli olan köpek üstün algılama
yetileriyle sahibini tanır, ormanlarda
yabanıl hayvanları avlamak, kurtlara
kar ı sürüye bekçilik etmek için e itilir;
sahibinin evini ve çocuklarım korur;
bazan bu koruma görevini yerine
getirirken
öldürülür.
Dü manları
tarafından tutukevine götürülen Kral
Garamant, dü man birlikleri arasından
kendilerine yol açan iki yüz köpeklik bir
sürü
tarafından
yurduna
geri
götürülmü tü; Jason Lucius’un köpe i
sahibinin ölümünden sonra hiç yemek
yememi , sonunda açlıktan ölmü tü; Kral
Lysimachus’un
köpe iyse,
kendisiyle
birlikte ölmek için kendini odun yı ınının
üstüne atmı tı. Köpe in diliyle yalayarak
yaraları
sa altma
gücü
vardır;
enciklerinin diliyse barsak yaralarını
iyile tirebilir.
Yaratılı tan,
yediklerini
kustuktan sonra aynı besinlerden ikinci
kez yararlanmaya alı ıktır. A ırba lılı ı
ruh kusursuzlu unun simgesidir; dilinin
büyüsel gücünün, günah çıkarma ve
tövbe yoluyla günahlardan arınma,
simgesi olması gibi. Ama köpe in
kustuklarına yeniden yönelmesi aynı
zamanda, günah çıkardıktan sonra
önceki suçlarımıza dönü ümüzün de bir
simgesidir; bu dersin, o sabah do anın
tansıklarını
be eniyle
seyrederken
yüre imi azarlamamda çok yardımı oldu.
Bu
sırada
adımlarım
beni
çobanlarının öncülü ünde çok sayıda
öküzün dı arı çıkmakta oldu u öküz
ahırlarına sürükledi. Onların eskiden de,
imdi de dostluk ve iyilik simgesi
olduklarını hemen anladım; çünkü her
öküz sabana ko ulurken kendi arkada ını
arar; e er o anda orada yoksa, sevecen
bir bö ürtüyle onu ça ırır. Öküzler
ya mur ya ınca uslu uslu yalnız
ba larına ahıra dönmeyi ö renirler;
yemliklerine
sı ındıktan
sonra
da
ya murun dinip dinmedi ini anlamak için
durmadan boyunlarını uzatıp dı arı
bakarlar; çünkü yeniden i e ba lamaya
can atarlar. Öküzlerin yanı sıra o sırada
ahırdan
danalar
ve
tosunlar
da
240
çıkıyordu; bunlar adlarını, viriditas
,
241
ya da virgo’dan
alırlar; çünkü o ya ta
henüz körpe körpe, genç ve erdendirler;
bu yüzden, dedim kendi kendime, onların
incelikli devinimlerinde, el de memi
olmayan bir genç kızı gördü üm, hâlâ da
görmekte oldu um için kötü bir ey
yapıyordum. Dünyayla ve kendimle
yeniden barı ık, o sabah saatinin ne eli
i lerini seyrederken bunları dü ündüm.
Artık kızı dü ünmedim; daha do rusu,
onun için duydu um sıcaklı ı bir içsel
mutluluk
ve
dindarca
erince
dönü türmek için çaba harcadım.
Dünyanın iyi ve sevilesi oldu unu
söyledim kendi kendime. Tanrı’nın iyili i,
Honorius Augustodiensis’in açıkladı ı
gibi, en korkunç hayvanlar aracılı ıyla
bile kendini gösteriyordu. Do ru, öyle
yılanlar var ki, geyikleri yutar, yüzerek
okyanusu geçerler; e ek gövdesi gibi
gövdesi, da keçisininki gibi boynuzları,
aslanın gö sü ve gırtla ı, tıpkı bir
öküzünkü gibi çatallı toynakları, a ız
yerine kulaklarına dek uzanan bir yarık,
neredeyse insan sesi gibi sesi, di yerine
tek bir kemi i olan, cenocroca denen
hayvan vardı; sonra insan yüzlü, üç sıra
di li, aslan gövdeli, akrep kuyruklu,
ye ilimsi gözlü, kıpkırmızı, sesi yılan
ıslı ını andıran, insan etine dü kün
mantikor. Sonra sekiz parmaklı, kurt
munzurlu, kıvrık tırnaklı, koyun gibi
tüylü, köpek gibi üreyen canavarlar;
ya lanınca a aracak yerde kararan,
ömrü insan ömründen kat kat uzun.
Ba ları olmadı ı için, gözleri omuzlarında,
gö üslerinde burun yerine iki delik olan
yaratıklar; yalnızca belli bir cins elmanın
kokusuyla beslenen, ondan uzak kalınca
ölen, Ganj ırma ı kıyılarında ya ayan
ba ka hayvanlar da var. Ama bütün bu
kötü hayvanlar, tıpkı köpekler, öküzler,
koyunlar, kuzular ve va ak gibi kendi
de i ik sesleriyle Yaratan’a ve onun
bilgeli ine övgüler düzerler. O zaman
Vicent
Belovacensis’in
sözlerini
yineleyerek, kendi kendime bu dünyanın
en alçakgönüllü güzelli i bile ne büyük
dedim ve tüm evrende öylesine süslü bir
biçimde düzenlenmi
olan nesnelerin
yalnızca
biçimlerini,
sayılarını
ve
düzenlerini
de il,
aynı
zamanda
do anların
ölümleriyle
belirlenen,
ardarda sıralanı ve kesili lerle akıp giden
ça ların döngüsünü dikkatle izlemenin
usun gözü için ne ho oldu unu söyledim
kendi kendime. tiraf ederim, günahkâr
da olsam, ruhum daha çok kısa bir süre
önce etin tutsa ı olmu
olsa bile,
Yaradan’a ve bu dünyanın düzenine kar ı
tinsel bir sevecenlikle duygulandım;
yaratıkların büyüklü ü ve dengelili ine
sevinçli bir saygıyla hayranlık duydum.
Üstadım beni bu iyi ruh durumu
içinde
buldu;
ayaklarımın
beni
sürükledi i yöne
do ru
yürüyerek,
bilincine varmaksızın nerdeyse tüm
manastırın çevresini dola ıp kendimi
yeniden, iki saat önce ayrıldı ımız yerde
buldu umda, William orada duruyordu;
anlattıkları
beni
dü üncelerimden
uzakla tırdı
ve
zihnimi
yeniden
manastırın karanlık gizemlerine yöneltti.
William çok ho nut görünüyordu.
Elinde,
en
sonunda
çözdü ü,
Venantius’un par ömeni vardı. Birlikte
saygısız
kulakların
eri emeyece i
hücresine gittik; bana okuduklarını
çevirdi.
Burç
alfabesiyle
yazılmı
cümlenin ardından (secretum finis
Africae manus supra idolum age primum
et septimum de quatuor), Yunanca
metinde unlar yazılıydı:
Arıtıcı korkunç zehir...
Dü manı yok etmek için en iyi silah...
Alçakgönüllü, a a ılık ve çirkin
kimseleri kullan, onların kusurlarından tat
al... Onlar ölmemeli... Soyluların ve
güçlülerin evlerinde de il, köylülerin
köylerinden, bol bol yiyip içtikten sonra...
bodur gövdeler, çarpık çurpuk yüzler.
Kızo lan
kızlara
saldırıyorlar,
orospularla
yatıyorlar,
kötü
de il,
korkusuz. Farklı bir gerçek, gerçe in farklı
bir imgesi... Saygıde er incirler.
Utanmaz
ta
düzlükte
yuvarlanıyor... Gözler önünde.
Kandırmalı; kandırırken a ırtmalı;
inanılanın tersini söylemeli, ama ba ka bir
ey demek istemeli. A ustosböcekleri
topraktan arkı söyleyecek onlara.
Hepsi buydu. Kanımca çok azdı,
hiçbir ey de ildi; neredeyse bir delinin
saçmalarını andırıyordu; bunu William’a
söyledim.
“Olabilir. Benim çevirimden ötürü
kesinlikle daha da deli saçması gibi
görünüyor. Yunancayı oldukça iyi bilirim.
Gene de, Venantius’un ya da kitabın
yazarının deli oldu unu varsaysak bile
bu,
bunca
insanın
önce
kitabı
saklamalarını,
sonra
da
ortaya
çıkarmalarını açıklamaz; hepsi de deli
de il ya bu insanların...”
“Peki, burada yazılı olan eyler
gizemli kitaptan mı alınmı ?”
“Venantius tarafından yazılmı
olduklarına
ku ku
yok.
Sen
de
görüyorsun; eski bir par ömen de il bu.
Bunlar, onun kitabı okurken aldı ı notlar
olmalı;
yoksa
Venantius
Yunanca
yazmazdı. Finis Africae’den çalınmı ciltte
rastladı ı bazı cümleleri kısaltarak kopya
etti ine ku ku yok. Kitabı yazı salonuna
götürmü , okumaya ba lamı , kendisine
önemli görünen eyleri yazmı . Sonra bir
ey olmu . Kendini iyi hissetmemi ya da
birisinin yukarı çıktı ını i itmi . Bunun
üzerine kitabı, tuttu u notlarla birlikte
gene masasının altına koymu , belki de
ertesi ak am gene almak üzere. Ne
olursa olsun, bu sayfa gizemli kitabın
yapısını
yeniden
olu turmak
için
elimizdeki tek olası çıkı noktası; katilin
yapısını da ancak bu kitabın yapısından
çıkarabiliriz. Çünkü bir nesneyi elde
etmek için i lenen her cinayette,
nesnenin yapısı, katilin yapısı hakkında,
belli belirsiz de olsa bize bir fikir verir. Bir
avuç altın için adam öldüren birisi
açgözlü bir insandır; kitap için öldürense,
o kitabın gizlerini kendine saklamak
kaygısı içindedir. Bunun için de, elimizde
bulunmayan kitapta ne yazılı oldu unu
ö renmeliyiz.”
“Peki, bu birkaç satırdan hangi
kitap oldu unu anlayabilecek misiniz?”
“Sevgili Adso, bunlar, anlamı
sözcükleri a an kutsal bir metnin
sözlerine benziyor. Bu sabah kilerciyle
konu tuktan sonra, onları okurken
birden burada da, bilgelerin gerçe inden
farklı bir gerçe in ta ıyıcıları olarak basit
insanlara ve kötülüklere seslenildi ini
anladım. Kilerci garip bir karma ıklı ın
onu Malachi’ye ba ladı ını anlatmak
istedi. Malachi, Remigio’nun kendisine
teslim etti i sapkınlı a ili kin bir metin mi
saklamı tı yoksa? O zaman Venantius,
her eye ve herkese ba kaldırmı olan bu
çılgın ve kötü insanların olu turdukları
toplulu a ili kin bazı gizemli buyrukları
okuyup not almı olsa gerek. Ama...”
“Ama?”
“Ama benim bu varsayımımla
çeli en
iki
olgu
var.
Birincisi,
Venantius’un
böyle
sorunlarla
ilgileniyormu
gibi görünmemesi: O,
Yunanca metinler çevirmeniydi, bir
sapkınlık vaizi de il...
kincisi de,
incirlerden,
ta lardan,
a ustosböceklerinden
söz
eden
cümlelerin
bu
birinci
varsayımla
açıklanamaması...”
“Belki de ba ka anlamı olan
bilmecelerdir bunlar,” diye öne sürdüm.
“Yoksa ba ka bir varsayımınız mı var?”
“Var, ama henüz karı ık. Bu
sayfaları
okurken,
bu
sözcüklerin
bazılarını daha önce okumu um gibi geldi
bana; ba ka bir yerde gördü üm buna
benzer cümleler geldi aklıma. Öte
yandan, bu sayfa, u birkaç gün içinde
konu ulmu bir eyden söz ediyor gibi
görünüyor bana... Ama ne oldu unu
anımsamıyorum. Dü ünmeliyim. Belki
ba ka kitaplar da okumam gerekecek.”
“Nasıl olur? Bir kitabın ne demek
istedi ini anlamak için ba ka kitaplar mı
okumanız gerekir?”
“Bazan böyle olabilir. Kitaplar ço u
kez ba ka kitaplardan söz ederler. Ço u
kez bir kitap, tehlikeli bir kitapta
çiçeklenen zararsız bir tohum gibidir; ya
da tam tersine, acı bir tohumun tatlı
meyvesidir.
Alberto’yu
okurken,
Thomas’ın ne söylemi
olabilece ini
anlayamaz mısın? Ya da Thomas’ı
okurken,
bni Rü t’ün ne söylemi
olaca ını?”
“Do ru,” dedim, be enerek. O
zamana dek, her kitabın nesnelerden söz
etti ini sanırdım; kitapların dı ında kalan
insancıl ya da kutsal nesnelerden. imdi,
kitapların oldukça sık ba ka kitaplardan
söz ettiklerini ya da sanki kendi
aralarında konu tuklarını farkediyordum.
Bu dü üncenin ı ı ında, kitaplık bana
daha da tedirgin edici bir yer gibi
göründü. Uzun, yüzyıllar süren bir
mırıltı,
bir
par ömenle
bir
ba ka
par ömen
arasında
görünmez
bir
söyle iydi demek ki kitaplık; canlı bir
nesne, bir insan zihninin yönetemeyece i
güçlerin barına ı, birçok zihinden çıkmı ,
onları
üreten
ya
da
iletenlerin
ölümünden sonra da varlı ını sürdüren
bir gizler hazinesi.
“Ama o zaman,” dedim, “kitapları
saklamak neye yarar, mademki herkese
açık olan kitaplardan gizlenmi olanlara
ula abiliyoruz?”
“Yüzyıllarca sonra hiçbir yararı
yok bunun. Yıllar ya da günlerle ölçülen
zaman aradı ında belli bir yararı olabilir.
Görüyorsun, nasıl a kın durumdayız.”
“Öyleyse
bir
kitaplık
gerçe i
da ıtma aracı de il, onun ortaya
çıkmasını geciktirme aracı mıdır?” diye
sordum, hayretten donakalmı .
“Her zaman, ille de öyle olması
gerekmez.
çinde
bulundu umuz
durumda öyle.”
Dördüncü Gün
Ö LE
Adso domalan toplamaya gidiyor.
Minoritlerin gelmekte olduklarını
görüyor; William ve Ubertino ile
Minoritler uzun uzun konu uyorlar; XXII.
Ioannes hakkında çok acıklı eyler
ö reniliyor.
Bu dü üncelerden sonra üstadım
artık hiçbir ey yapmamaya karar verdi.
Daha önce de söylemi tim, bazan tam bir
eylemsizlik içinde olurdu; sanki yıldızların
artsız aralıksız döngüleri durmu , o da
onunla, onlarla birlikte durmu gibi. O
sabah da öyle yaptı. Ot iltenin üstüne
uzandı; gözleri açık, bo lu a dikilmi ,
elleri gö sünde kavu mu , düzensiz ve
yürekten
olmayan
bir
dua
mırıldanıyormu gibi dudaklarım belli
belirsiz kıpırdatarak.
Dü ünmekte oldu unu dü ündüm
ve dü ünmesine saygı gösterip yeniden
avluya çıktım; güne in gücünü yitirmi
oldu unu gördüm. Güzel ve açık ba lamı
olan sabah (gün ilk yarısını tüketirken)
nemli ve puslu olmaya ba lamı tı.
Geceyarısından beri, kocaman bulutlar
kuzeyden gelip da ın doru una yayılıyor,
onu ince bir sisle örtüyordu. Sise
benziyordu; belki topraktan da sis
yükseliyordu,
ama
bu
yükseklikte,
a a ıdan gelen sisle yukarıdan inen sis
birbirinden güçlükle ayırdedilebiliyordu.
Severinus’un domuz çobanlarıyla,
bazı domuzları ne e içinde topladı ını
gördüm. Domalan aramak için da ın
yamaçlarından
a a ıya,
vadiye
ineceklerini söyledi bana. Bu yarımadada
yeti en ve Roncia’da olsun -kara- bu
bölgede olsun -daha beyaz ve kokuluBenedikten ülkelerinin tipik özelli i olan
bu lezzetli yeraltı yemi ini henüz
görmemi tim. Severinus bana domalanın
ne oldu unu ve de i ik biçimlerde
pi irildi inde ne denli lezzet oldu unu
anlattı. Çok güç bulundu unu, çünkü
topra ın
altında,
mantardan
daha
derinlerde gizlendi ini, onları koku alarak
bulabilen tek hayvanın domuz oldu unu
söyledi. Ancak bulunca onları yemek
istedikleri için, domuzların hemen oradan
uzakla tırılıp domalanların topraktan
çıkarılmaları gerekiyordu. Daha sonra
beylerin, ellerinde çapalarla hizmetçilerin
önünde, soylu tazılarmı gibi domuzların
ardına takılarak bu ava katılmaya gönül
indirdiklerini ö rendim. Gerçekten de,
daha sonraki yıllarda ülkemden bir
derebeyi,
talya’da
bulundu umu
ö renince orada gördü ü gibi bazı
beylerin domuzlarını niçin kendilerinin
otlattıklarını sordu; onların domalan
aradıklarını anımsayarak güldüm. Ama
bu beylerin yemek için yeraltında
domalan
aramaya
gittiklerini
ona
242
söyleyince, onların “Teufel”,
yani
eytan’ı aradıklarını söyledi imi sandı;
hayretle bana bakarak dindarca haç
çıkardı. Sonra yanlı lık anla ıldı; ikimiz de
güldük. nsan dillerinin büyüsü böyledir;
insanlar aralarında anla arak bazan aynı
seslerle ba ka ba ka eyleri anlatırlar.
Severinus’un hazırlıkları merakımı
uyandırınca,
ona
katılmaya
karar
verdim; bunun bir nedeni de, onun
herkesi
üzüntüye
bo an
olayları
unutmak için bu ava yönelmi oldu unu
anlamamdı; Severinus’un dü üncelerini
unutmasına yardım ederek, kendimin de
kendi dü üncelerimi unutmak de ilse
bile, en azından dizginleyebilece imi
dü ündüm. Her zaman ve yalnızca
gerçe i yazmaya karar verdi imden,
vadide adını anmayaca ım birini bir an
için görebilece im dü üncesinin için için
beni kı kırttı ını da gizlemiyorum. Ama
kendi kendime ve neredeyse yüksek
sesle, iki heyetin o gün gelmeleri
beklendi inden, belki onlardan birini
görebilece imi söyledim.
Da ın
dönemeçlerinden
yava
yava inerken hava açıyordu; güne
çıkmamı tı, gökyüzünün üst kesimi
yo un bulutlarla kaplıydı, ama nesneler
açık seçik ayırdedilebiliyordu; çöken sis
hep
ba ımızın
üstünde
kalıyordu.
Gerçekten de, biraz daha a a ıya inince
dönüp da ın doru una baktı ım zaman
artık hiçbir ey göremedim. Yamacın
yarısından yukarıya dek, da doru u,
yüksek düzlük, Aedificium, her ey sisler
arasında yitip gidiyordu.
Geldi imiz, günün sabahı da lık
bölgeye vardı ımızda bazı dönemeçlerden
on mil ya da daha az uzaklıkta deniz hâlâ
seçilebiliyordu.
Yolculu umuz
beklenmedik
görünümlerle
doluydu;
çünkü kendimizi ansızın alabildi ine
güzel koylara dik olarak inen bir da
terasında buluyorduk; çok geçmeden,
da ların
arasından
ba ka
da ların
yükselerek uzak kıyının görünümünü
birbirinden gizledikleri derin bo azlara
giriyorduk; güne vadilerin derinliklerine
güçlükle i leyebiliyordu. Daha önce hiçbir
yerde, talya’nın o bölgesinde gördü üm
gibi denizle da ların, kıyı eritlerinin ve
yüksek kır görünümlerinin böylesine dar
ve
beklenmedik bir
biçimde
içiçe
girmi li ini
görmemi tim;
bo azlar
arasında ıslık çalan rüzgârda, denizden
gelen reçine kokularıyla buz gibi sert da
esintilerinin
dönü ümlü
sava ını
sezinleyebiliyordu insan.
Ama o sabah her ey gri, hemen
hemen süt mavi iydi; bo azların uzak
kıyılarına do ru açıldı ı yerlerde bile ufuk
yoktu. Ama bizi üzen öykümüzü çok az
ilgilendiren anımsayı larla oyalanıyorum,
sabırlı okurum. Onun için, “der Teufel”i
arayı ımızın ayrıntılarına girmeyece im.
Önce benim gördü üm Minorit rahipler
heyetinden söz edece im daha çok.
William’a haber vermek için hemen
manastıra ko tum.
Üstadım konukların manastıra
girip töre gere i Ba rahip tarafından
kar ılanmalarını bekledi. Sonra gidip
onları kar ıladı; rahipler birbirleriyle
kucakla ıp selamla tılar.
Yemek
saati
geçmi ti,
ama
konuklar
için bir
sofra
donatıldı;
Ba rahip
onları
kendi
kendilerine,
William’la ba ba a bırakmak inceli ini
gösterdi; Kural’ın yükümlülüklerinden
kurtulmu , rahatça yiyip içiyorlar, bir
yandan da birbirlerine izlenimlerini
anlatıyorlardı; tıpkı, Tanrı bu sevimsiz
benzetme için beni ba ı lasın, bir sava
konseyi gibi, dü man konuk, yani
Avignon heyeti gelmeden bir an önce
toplanmaları gerekiyordu.
Yeni gelenlerin hemen Ubertino’yla
da bulu tuklarını söylemeye gerek yok;
tümü de a kınlık, sevinç ve yalnızca
uzun süre ortadan kaybolu unun ve bu
yok olu u ku atan korkuların de il,
onlarca yıl kendilerinin sava ına katılmı
olan bu yürekli sava çının niteliklerinin
esinledi i saygıyla selamladılar onu.
Heyeti olu turan rahiplerden daha
sonra, ertesi günkü toplantıyı anlatırken
söz edece im. Bunun bir nedeni de,
ba langıçta onlarla çok az konu mu
olmam; çünkü William, Ubertino ve
Cesena’lı
Michele
arasında
hemen
yapılan üçlü toplantıya katılmı tım.
Michele çok tuhaf bir adam
olmalıydı; Fransisken tarikatına ate li bir
tutkuyla ba lıydı (bazan, gizemli co kuya
kapıldı ı anlarda. Ubertino’nun el kol
devinimleri, vurguları görülüyordu onda);
dünya nimetlerine dü kün Romagna’lı bir
adam gibi, çok insancıl ve ne eli, a zının
tadını bilen, dostlarına kavu maktan
mutluluk duyan bir adam; ince ve
çekingen olmasına kar ın, hükümdarlar
arasındaki ili kilerden do an sorunlara
de inildi i zaman birden bir kurt gibi
tetikte ve kurnaz, bir köstebek gibi sinsi,
kahkahalarla gülebilen, ate li gerilimler,
anlamlı
suskunluklar
ya ayabilen,
konu makta oldu u kimsenin sorusu,
yanıtlamayı yadsıyı ını bir dalgınlıkla
örtmesini gerektirdi i zaman bakı larını
ustaca öteye çevirebilen biri. Yukarıdaki
sayfalarda
ona
ili kin
bazı
eyler
söylemi tim;
bunlar
ba kalarından
i itti im, belki onların da ba kalarından
duydukları eylerdi. Oysa imdi, onun
çeli ik tutumlarını ve son yıllarda siyasal
tutumundaki, kendi arkada larını ve onu
izleyenleri bile a ırtan ani de i iklikleri
daha iyi anlıyordum, Minorit rahiplerinin
ba ı oldu undan, ilke olarak Ermi
Francesco’nun,
gerçekte
onun
yorumcularının kalıtçısıydı: Bagnoregio’lu
Bonaventura gibi bir öncülün ermi li i ve
bilgeliyle yarı mak zorundaydı; Kural’ın
saygınlı ını, aynı zamanda tarikatın
öylesine güçlü ve büyük olan mal
varlıklarını
güvence
altına
almak
zorundaydı;
tarikatın
kendilerinden,
sadaka biçiminde de olsa, gönenç ve mal
varlı ının
kayna ını
olu turan
arma anlar ve ba ı lar aldı ı sarayları ve
kent meclislerini gözetmek zorundaydı;
aynı zamanda, tövbe gere inin, en ate li
Tincileri tarikattan uzakla tırmamasına,
ba ında bulundu u görkemli toplulu u
parçalayarak
onu
sapkınlar
güruhlarından olu an bir toplulu a
dönü türmelerine yol açmamasına da
özen göstermek zorundaydı. Papa’ya,
mparator’a, yoksul bir ya am süren
rahiplere,
ku kusuz
kendisini
gökyüzünden
gözetleyen
Ermi
Francesco’ya, yeryüzünden gözetleyen
Hıristiyan halka yaranmak zorundaydı.
Michele Provence’ın en boyun e mez
rahiplerinin be ini ona teslim etmekte
duraksamamı ,
Papa’nın
onları
yakmasına izin vermi ti. Ama tarikata
girmi
olanların
ço unun,
ncil’in
öngördü ü yalın ya amı izleyenlerin
duygularını
bölü tüklerini
(bunda
Ubertino’nun da payı olabilirdi) görünce
Michele öyle davrandı ki, dört yıl sonra
Perugia
Ruhani
Meclisi,
yakılan
adamların savlarım yasalla tırdı; böylece
Michele, do al olarak, sapkın olabilecek
bir gereksinimi, tarikatın töre ve
kurumlarını içinde eritmeye, tarikatın
istekleriyle
Papa’nın
isteklerini
uzla tırmaya çalı ıyordu. Ama Michele,
onayını
almadan
kendi
yolunda
yürüyemeyece i Papa’yı ikna etmeye
çalı ırken, mparator’un ve imparatorluk
tanrıbilimcilerinin lütuflarım da gönül
indirmezlik etmeksizin kabul etmi ti. Onu
gördü üm günden daha iki yıl önce,
Lyons Genel Kurulu’nda, rahiplerine
katılarak, Papa’nın ki ili inden yalnızca,
ılımlılık ve saygıyla söz etmi ti (üstelik bu,
Papa’nın Minoritlerden söz ederken
onların
“köpek
gibi havlamalarına,
yanılgılarına ve çılgınlıklarına” kar ı
çıkmasından birkaç ay sonra oluyordu).
Ama imdi, sofrada Papa’dan hiç mi hiç
saygı duymaksızın söz eden insanlarla
alabildi ine dostça oturuyordu.
Öykünün gerisini daha önce
anlatmı tım.
Ioannes
Michele’nin
Avignon’a gitmesini istiyordu; o ise hem
istiyordu, hem istemiyordu bunu; ertesi
günkü toplantıda, bir boyun e i , hele bir
ihanet
davranı ı gibi görünmemesi
gereken bu yolculu un nasıl ve ne gibi
güvencelerle
gerçekle tirilece i
kararla tırılacaktı.
Michele’nin
Papa
Ioannes’i gördü ünü hiç sanmıyorum; en
azından Papa olduktan sonra. Her ne
olursa olsun, uzun zamandır onu
görmüyordu; arkada ları da, kutsal
de erleri
alıp
satan
bu
adamı
betimlemekte birbirleriyle yarı ıyorlardı.
“Ö renmen gereken bir ey var,”
diyordu
ona
William,
“yeminlerine
kanmamahsın; hep sözde kalır o
yeminler, hiç yerine getirmez onları.”
“Seçildi i sırada neler oldu unu
herkes bilir...” diyordu Ubertino.
“Ona seçim denmez, tepeden inme
denir,” diye araya girdi, sofradakilerin,
sonradan adının, Newcastle’lı Hugh
oldu unu ö rendi im biri, üstadımınkine
benzer bir vurguyla. “Zaten Clemens’in
ölümü de pek açıklı a kavu mamı tı ya.
Kral,
Ioannes’in
VIII.
Bonifacio’yu
ölümünden sonra yargılamaya söz verip
sonra da öncülü ünü yadsımaktan
kaçınmak için her
eyi yapmasını
ba ı lamamı tı. Clemens’in Carpentras’da
nasıl öldü ünü hiç kimse tam bilmiyordu.
Gerçek u ki, kardinaller Papa’yı seçmek
için Carpentras’da toplandıklarında yeni
papa seçilemedi; çünkü (haklı olarak)
tartı ma, Avignon ile Roma arasında bir
seçim sorununa kaymı tı. O günlerde ölü
Papa’nın ye eni tarafından tehdit edilen
kardinallere ne oldu unu iyi bilmiyorum;
bir kıyım oldu u söyleniyor; hizmetçileri
öldürülmü ,
saray
ate e
verilmi ;
kardinaller krala ba vurmu lar, o da
onlara, Papa’nın Roma’dan ayrılmasını
hiçbir
zaman
istemedi ini,
sabırlı
olmalarını ve iyi bir seçim yapmalarını
söylemi ... Sonra Güzel Philip ölüyor,
onun nasıl öldü ünü de Tanrı bilir...”
“Ya da eytan,” dedi Ubertino.
“Ya da eytan,” diye ona katıldı
Hugh dudak bükerek. “Her neyse, ba ka
bir kral gelir, on sekiz ay ya ar, sonra
ölür; yeni do mu olan vârisi de birkaç
gün içinde ölür; bunun üzerine naip,
kralın karde i, tahta geçer...”
“Bu
V.
Philip’tir.
Poitiers
Kontu’yken,
Carpentras’dan
kaçan
rahipleri yeniden bir araya toplayan
adamın ta kendisi,” dedi Michele.
“Evet,” diye sürdürdü Hugh.
“Lyons’da,
Dominiken
manastırında,
kardinalleri, güvenliklerini sa layaca ına
ve onları tutuklatmayaca ına, ant içerek,
Papa seçmek üzere yeniden toplar. Ama
bir kez onun yetkesine boyun e ince,
onları yalnız kilit altında tutmakla kalmaz
(çünkü töre
böyledir),
bir
karara
varıncaya dek her gün yiyeceklerini
azaltır. Sonunda her biri, onun taht
üzerindeki hak iddiasını desteklemeye söz
verir. Tahta çıkınca da, iki yıl tutuklu
kalmaktan bitkin dü en kardinaller,
ya am boyu hapiste kalarak kötü
yiyecekler yemekten korkan bu oburlar
her eye razı olurlar ve Peter’in tahtına
yetmi ini
a mı
olan
o
cüceyi
oturturlar...”
“Cüce
olmasına
cüce,”
dedi
Ubertino gülerek. “Üstelik ince hastalı a
yakalanmı gibi bir hali var, ama hiç
umulmayacak kadar güçlü ve kurnaz!”
“Ayakkabıcının
o lu,”
diye
homurdandı elçilerden biri.
“ sa da bir marangozun o luydu!”
diye azarladı onu Ubertino. “Önemli olan
bu
de il.
Kültürlü
bir
adam;
Montpellier’de hukuk, Paris’te hekimlik
ö renimi yaptı; piskoposluk koltuklarım
ve i ine geldi i zaman da kardinallik
apkasını elde etmek için dostluklarını en
iyi
biçimde
geli tirmeyi
biliyordu;
Napoli’de,
Bilge
Roberto’nun
danı manlı ını yaptı ı sırada zekâsının
kıvraklı ıyla birçok kimseyi
a ırttı.
Avignon Piskoposu oldu u sırada, Güzel
Philip’e, Templarları yok etmesi için do ru
ö ütler verdi (yani o pis giri imin sonucu
bakımından do ru demek istiyorum).
Seçimden sonra da, kendisini öldürmek
isteyen
kardinallerin
düzenledikleri
komplodan kurtulmayı ba ardı... Ama
asıl söylemek istedi im bu de il; onun
yalan yere yemin etmekle suçlanmaksızın
yeminlerini bozma yetene inden söz
ediyorum. Seçildikten sonra -seçilmek
için de- kardinal Orsini’ye, papalık
makamını Roma’ya ta ıyaca ına söz
vermi , yeminini yerine getirmeyecek
olursa,
hiç
ata
ya
da
katıra
binmeyece ine dair kutsal ekmek üzerine
ant içmi ti. Bu tilki ne yaptı biliyor
musunuz?
Törenin
Avignon’da
yapılmasını isteyen kralın iste ine kar ı
gelerek Lyons’da taç giydikten sonra,
Lyons’dan Avignon’a gemiyle gitti!”
Bütün rahipler güldüler. Papa
yalan yere yemin eden biriydi; ama belli
bir
zekâsı
oldu unu
da
kimse
yadsıyamazdı.
“Utanmazın biri!” dedi William.
“Hugh, onun kötü inancını saklamaya
bile kalkı madı ını söylememi miydi?
Avignon’a
gitti i
gün
Orsini’ye
söylediklerini bana sen anlatmamı
mıydın, Ubertino?”
“Elbette,”
dedi
Ubertino,
“Fransa’nın gö ü öyle güzelken, Roma
gibi yıkıntılarla dolu bir kente niçin adım
atması
gerekti ini
anlayamadı ını
söylemi
ona. Papa da, Pietro gibi
243
ba lama ve çözme yetkisine
sahip
oldu undan,
imdi
bu
yetkisini
kullanıyor, bulundu u ve ho landı ı yerde
kalmaya karar veriyormu . Örsini ona
görevinin Vatikan tepesinde ya amak
oldu unu anımsatmaya çalı ınca da onu
sert bir biçimde boyun, e meye ça ırmı
ve tartı mayı kesip atmı . Ama yemin
öyküsünü bitirmedim. Gemiden inince
beyaz bir ata binmesi gerekiyormu ;
ardından da, gelene e uygun olarak,
kara
atlara
binmi
kardinaller
izleyeceklermi onu. Piskoposluk sarayına
yaya gitmi . Bir daha ata bindi ini de
duymadım. Bu adamın mı sana verece i
güvencelere ba lı kalmasını bekliyorsun,
Michele?”
Michele uzun süre sustu. Sonra
dedi ki: “Papa’nın Avignon’da kalmak
istemesini anlayabiliyorum; bu konuda
tartı mak istemiyorum. Ama o ya da
bizim yoksulluk iste imizi ve sa’nın
ortaya koydu u örne i yorumlayı ımızı
tartı amaz.”
“Saf olma Michele,” diye söze
karı tı William, “sizin, bizim iste imiz
onun
iste ini
u ursuz
gösteriyor;
yüzyıllardır papalık tahtına ondan daha
açgözlü
bir
adamın
çıkmadı ını
unutmamalısın; dostumuz Ubertino’nun
bir zamanlar im ekler ya dırdı ı Babil
244
orospuları, Alighieri’li ozan
gibi, senin
ülkenin ozanlarının da sözünü ettikleri
yozla mı papalar onun yanında uysal
kuzular gibi ve aklı ba ında kalır. Hırsız
saksa anın, tefeci Yahudi’nin biridir o;
Avignon’da, Floransa’dakinden daha çok
ticaret yapılıyor. Clemens’in ye eni
Goth’lu
Bertrand’la
yaptı ı a a ılık
alı veri i duydum; u Carpentras kıyımını
yapan adamla; kıyım sırasında, ba ka
eylerin yanı sıra kardinaller tüm
takılarından arındırılmı lardı; bu adam,
amcasının hiç de azımsanmayacak
hazinesine el atmı tı; çaldıklarının hiçbiri
Ioannes’in gözünden kaçmadı (Cum
venerabiles’te, paraları, altın ve gümü
kapları, kitapları, halıları, de erli ta ları,
bezekleri tek tek sıralıyor). Ama Ioannes,
Bertrand’ın
Carpentras
ya ması
sırasında bir buçuk milyonu a kın altın
florine el koydu unu bilmezlikten geldi;
Bertrand’ın ‘dinsel bir dava’ yani bir haçlı
seferi için amcasından almı oldu unu
itiraf etti i üç yüz bin florinin hesabını
sordu. Bertrand’ın bu toplamın yarısını
haçlı seferi için alıkoymasına, yarısını da
papalık tahtına ba ı lamasına karar
verildi. Bertrand o haçlı seferine hiç
çıkmadı, ya da henüz çıkmadı; papa da
tek bir florinin yüzünü bile görmedi...”
“Öyleyse pek de kurnaz sayılmaz,”
dedi Michele.
“Para i lerinde ilk kez oyuna geli i
bu onun,” dedi Ubertino, “Ne tür bir
tüccarla i yaptı ını iyi bilmelisin. Bütün
öteki i lerde, para toplamakta eytanca
bir yetenek göstermi tir. O, bir kral
Midas’tır, neye dokunsa altın olup
Avignon hazinesine akar. Ne zaman
dairesine girdimse, bankacılar, tefeciler,
üstü altın dolu masalar, florinleri sayıp
düzgünce
üstüste
dizen
papazlar
gördüm... Kendine yaptırdı ı sarayı
göreceksin, bir zamanlar yalnızca Bizans
mparatoru’nuri ya da Büyük Tatar
Hanı’nın
sahip
oldu u
söylenen
zenginlikte bir saray. Yoksulluk ülküsüne
kar ı onca bildiriyi niçin çıkardı ını imdi
anlıyorsun, de il mi? Tarikatımızdan
nefret eden Dominikenleri, ba ında
krallık tacı, sırtında altın yaldızlı mor
bini i, ayaklarında görkemli sandaletler
olan sa heykelleri yapmaya zorladı ını
biliyor musun? Avignon’da, sa’yı tek
elinden çivilenmi , öteki eliyle kemerinden
sarkan para
kesesine
dokunurken
gösteren haçlar sergiliyorlar;
sa’nın
dinsel amaçlarla para harcanmasına izin
verdi ini göstermek için...”
“Vay
utanmaz!”
diye
ba ırdı
Michele. “Ama düpedüz küfür bu!”
“Papalık tacına üçüncü bir taç
daha ekledi!” diye sürdürdü William.
“De il mi, Ubertino?”
“Do ru. Bininci yılın ba ında Papa
Hildebrand,
üstünde Corona regni de
245
manu Dei
yazılı bir taç edinmi ti.
Bonifacio rezili, son zamanlarda, üstünde
246
Diadema imperii de manu Petri
yazılı
bir taç daha eklemi ti ona; Ioannes de
simgeyi tamamlamaktan ba ka bir ey
yapmadı: üç taç, tinsel erk, dünyasal erk
ve kilise erki. Pers krallarına yara ır bir
simge, bir putatapan simgesi...”
çlerinde o an’a dek susmu olan
bir rahip vardı; Ba rahip’in sofraya
gönderdi i güzel yemekleri telâ la ve
dindarca bir tutkuyla atı tırıyordu.
Arasıra
öyle bir kulak kabartarak
konu maları izliyor, sık sık Papa’ya kar ı
alaycı bir gülü , ya da sofradakilerin
küçümseyici ünlemlerini onaylayan bir
homurtu çıkıyordu a zından. Onun
dı ında, di siz ama doymak bilmez
a zından çenesine akan salçalarla dü en
et kırıntılarını temizlemekle u ra ıyordu;
yanındakilerden birine bir söz söyleyecek
olsa, yemeklerden birinin lezzetini övmek
için yapıyordu bunu yalnızca. Sonradan
ö rendi ime göre, Monsenyör Jerome’du
bu, Ubertino’nun birkaç gün önce
öldü ünü
sandı ını
söyledi i
Kaffa
Piskoposu. (Onun iki yıl önce ölmü
oldu u haberinin tüm Hıristiyanlık
âleminde uzun süre gerçekmi
gibi
yayıldı ını da söylemeliyim; çünkü bunu
daha
sonra
da
i ittim.
Oysa
toplantımızdan birkaç ay sonra öldü;
onun ertesi günkü toplantıda kapıldı ı
büyük
öfkeden
ötürü
öldü ünü
dü ünürüm hâlâ; neredeyse birden
patladı ına inanaca ım geliyor; bedence
öylesine narin, mizacı öylesine hırçındı.)
O noktada, tartı maya karı tı; a zı
dolu konu uyordu: “Sonra, biliyorsunuz,
bu rezil, dindar insanların günahlarını
sömürerek onlardan daha çok para
sızdırmak
için, taxae
sacrae
247
poenitentiariae’ye
ili kin bir yasa
çıkardı. Bir din adamı, bir rahibeyle, bir
yakınıyla ya da hatta sıradan bir kadınla
(bu da oluyor çünkü!) tensel bir günah
i lerse, ancak altmı yedi altın lira, on iki
para
ödeyerek
günahını
ba ı latabilecekti.
Hayvanlarla
cinsel
ili kide bulunursa ödeyece i para iki yüz
lirayı a ıyordu; ama bu suçu kadınlarla
de il, yalnızca o lan çocuklar ya da
hayvanlarla i lemi se para cezasının yüz
lirası indirilecekti. Öte yandan, bir rahibe
de, ister aynı zamanda, ister ba ka ba ka
zamanlarda, manastırın dı ında ya da
içinde kendini birden çok erke e vermi se
ve suçundan arınmak istiyorsa, yüz otuz
bir altın lira, on be para ödeyecekti...”
“Hadi, hadi, Monsenyör Jerome,”
diye kar ı çıktı Ubertino, “Papa’yı hiç
sevmedi imi bilirsiniz, ama bu konuda
onu savunmak zorundayım! Avignon’da
dola an bir iftira bu; öyle bir yasa
görmedim ben!”
“Var,” diye peki tirdi, güçlü bir
sesle Jerome, “ben de görmedim, ama
var.”
Ubertino ba ını salladı, ötekiler
sustular.
Önceki
gün
William’ın
budalanın biri diye niteledi i Monsenyör
Jerome’u
ciddiye
almamaya
alı ık
olduklarını farkettim. William, ne olursa
olsun,
söyle iyi
kaldı ı
yerden
sürdürmeye çalı tı: “ ster do ru ister
yanlı , ne olursa olsun, bu ses bize,
Avignon’da havanın nasıl oldu unu
gösteriyor; orada herkes, sömürülenler
de, sömürenler de, sa’nın temsilcisinin
sarayından çok, bir pazarda ya adıklarını
biliyorlar. Ioannes tahta çıktı ı zaman
yetmi bin altın florinlik bir hazineden söz
ediliyordu; oysa imdi on milyondan fazla
biriktirdi ini söyleyenler var.”
“Do ru,” dedi Ubertino. “Michele,
Michele, Avignon’da ne utanç verici eyler
gördü ümü bilmiyorsun sen!”
. “Dürüst olmaya çalı alım,” dedi
Michele. “Bizimkilerin de a ırıklıklara
kaçtıklarını biliyoruz. Fransiskenlerin
Dominiken
manastırlarına
silahlı
saldırıya giri tiklerine ve yoksullu a
zorlamak
için
dü man
rahipleri
soyduklarına ili kin haberler aldım.
Provence olayları sırasında Ioannes’e
kar ı çıkma yüreklili ini bulamayı ımın
nedeni bu... Onunla bir uzla maya
varmak
istiyorum;
onurunu
kırmayaca ım, ondan yalnızca bizim
alçakgönüllülü ümüzü a a ılamamasını
isteyece im. Paradan söz etmeyece im,
yalnız Kutsal Kitap’ın sa lıklı bir yorumu
konusunda
anla maya
varmamıza
isteyece im ondan. Yarın elçileriyle
yapmamız gereken
ey bu. Önünde
sonunda bunlar tanrıbilimciler; hepsi de
Ioannes gibi açgözlü de il ya bunların.
Bilge ki iler Kutsal Kitap’ın yorumu
üstünde anla maya varınca, o da...”
“O mu?” diye onun sözünü kesti
Ubertino.
“Sen
onun
tanrıbilim
konusundaki çılgınlıklarını bilmiyorsun
daha. Her eyi kendisi karara ba lamak
istiyor
o!
ster
gökyüzünde,
ister
yeryüzünde olsun. Yeryüzünde neler
yaptı ını gördük. Gökyüzüne gelince...
Gerçi sana söyledi im dü ünceleri henüz
dile getirmedi; hiç de ilse kamuoyu
kar ısında;
ama
bunları
güvendi i
adamlarının
kula ına
fısıldadı ını
biliyorum. Ö retinin özünü ve bizim
vaazlarımızın
tüm
etkisini ortadan
kaldıracak bazı, sapkın de ilse bile,
çılgınca önermeler üstünde çalı ıyor
imdi!”
“Ne gibi?” diye sordu birçokları.
“Berengario’ya sorun; o biliyor,
bana o söz etmi ti bunlardan.” Ubertino,
Berengario Talloni’ye döndü; birkaç yıl
önce, Papa’nın sarayındaki en ku ku
götürmez
dü manlarından
biriydi
Berengario. ki gün önce Avignon’dan
gelip öteki Fransiskenlerin grubuna
katılmı ,
manastıra
onlarla
birlikte
gelmi ti.
“Karanlık, neredeyse inanılmaz bir
öykü bu,” dedi Berengario. “Öyle
görünüyor ki, Ioannes, do ruların, Yargı
gününde
kutsal
görünümü
göremeyeceklerini öne sürmeyi tasarlıyor.
Uzun süredir
ncil’in altıncı bab,
dokuzuncu ayeti üstünde dü ünüyor;
be inci mührün açılı ından söz eden yer:
Tanrı sözüne tanıklık ettikleri için
öldürülmü olanların suna ın önünde
belirip adalet istedikleri bölüm. Her birine
bir ak libas verilir ve biraz daha sabırlı
olmaları söylenir onlara... Ioannes buna
dayanarak, bunun, bu insanların son
yargı gerçekle tirilinceye de in Tanrı’yı
göremeyeceklerinin belirtisi oldu u savını
öne sürüyor.”
“Peki, bunları kime söylemi ?” diye
sordu Michele, yılgınlık içinde.
“Henüz birkaç yakınma, ama
söylenti yayılıyor; bir duyuru hazırlıyor
diyorlar, hemen de il, belki birkaç yıla
kadar; tanrıbilimcilerine danı ıyormu ...”
“Hah ha!” diye dudak büktü
Jerome, bir yandan lokmasını çi nerken.
“Yalnız bu de il, daha da ileri gidip
cehennemin
de
o
günden
önce
açılmayaca ım öne sürecekmi ... iblisler
için bile.”
“ sa yardımcımız olsun!” diye
ba ırdı Jerome. “Peki ama, günahkârları
ölür ölmez hemen hazır olan bir
cehennemle korkutamazsak onlara ne
diyece iz?”
“Bir delinin elinde kaldık,” dedi
Ubertino. “Ama bunları öne sürmeyi
niçin istedi ini anlayamıyorum...”
“Günah ba ı lama ö retisi tümüyle
havaya uçuyor,” diye hayıflandı Jerome,
“bundan
sonra
o
da
kimseyi
kazıklayamayacak. Öylesine uzak bir
ceza için hayvanlarla ili kide bulunma
günahım i leyen bir papaz onca altını ne
diye ödesin?”
“O kadar da uzak de il,” dedi
Ubertino kesin bir biçimde. “Vakit
yakındır!”
“Bunu sen biliyorsun, sevgili
karde im, ama basit insanlar bilmiyorlar.
te durum böyle!” diye ba ırdı, artık
yemek yemekten bile tat almaz görünen
Jerome. “Ne kötü bir dü ünce; bunu
onun
aklına
o
vaiz
papazlar
sokmu lardır... ah!” Ba ını salladı.
“Peki ama niçin?” diye yineledi
Cesena’lı Michele.
“Bir
nedeni
oldu unu
sanmıyorum,” dedi William.
“Kendi
kendine ba ı ladı ı bir sınama, kendini
be enmi likten ileri gelen bir davranı .
Gökyüzü için de yeryüzü için de karar
veren
kimsenin
gerçekten
kendisi
olmasını
istiyor.
Bu
söylentileri
duymu tum; Ockham’lı William yazmı tı
bana. Bakalım sonunda kimin dedi i
olacak, Papa’nın mı, tanrıbilimcilerin mi,
tüm kilisenin sesi, Tanrı’nın kullarının
istekleri, piskoposlar...”
“Ö retileri
ili kin
konularda
tanrıbilimcilere bile istemine boyun
e direbilir o,” dedi Michele üzüntüyle.
“Hiç belli olmaz,” diye yanıtladı
William, “öyle günler ya ıyoruz ki, kutsal
eyleri bilenler Papa’nın sapkın oldu unu
açıklamaktan
korkmuyorlar.
Kutsal
eyleri bilenler, bir bakıma Hıristiyan
halkın sesidirler. Papa bile onlara kar ı
çıkamaz artık.”
“Daha kötü, bu daha da kötü,”
diye mırıldandı Michele, korkuyla. “Bir
yanda çılgın Papa, öte yanda, çok
geçmeden
O’nun
tanrıbilimcilerinin
a zıyla da olsa, Kutsal Kitap’ı serbestçe
yorumlamaya kalkı acak olan Tanrı’nın
kulları...”
“Niçin, siz Perugia’da daha ba ka
bir ey mi yaptınız?” diye sordu William.
Michele can damarına basılmı gibi
irkildi: “Papayla bunun için bulu mak
istiyorum. O razı olmazsa hiçbir ey
yapamayız.”
“Görece iz,
görece iz,”
dedi
William, bilmece söyler gibi.
Üstadım gerçekten de çok zekiydi.
Michele’nin daha sonra imparatorluk
tanrıbilimcilerini ve halkı destekleyerek
Papa’yı
suçlayaca ını
nasıl
kestirebilmi ti? Dört yıl sonra, Ioannes
inanılmaz ö retisini ilk kez açıklayınca,
tüm Hıristiyanlı ın aya a kalkaca ını
nasıl kestirebildi? E er kutsal görüntü
böylesine ertelenmi se, öte dünyaya
göçmü ler, ya ayanlar için nasıl aracılık
edeceklerdi? Ya ermi lere tapınma ne
olacaktı? Papa’yı suçlamak için bayrak
açacak olanlar Minoritlerin kendileri
olacaklardı;
Ockham’lı
William
da,
görü lerinde ödün vermez, ba ı lamaz
tutumuyla ön sırada yer alacaktı. Sava
üç yıl sürecekti; sonunda ölümün e i ine
gelmi olan Ioannes bir ölçüde ödün
verecekti. Yıllar sonra onun, 1334 yılının
Aralık
ayında
yapılan
kardinaller
toplantısında,
o
güne
dek
hiç
görünmedi i
ölçüde
küçülmü ,
doksanlarında
ya lılıktan
kurumu ,
ölümcül,
soluk
yüzlü
olarak
nitelendirildi i ve (yalnızca yeminlerini
bozmakta
de il,
kendi
inatçılı ını
yadsımakta da öylesine usta olan o
tilkinin)
öyle dedi i kula ıma geldi:
“Bedenden
ayrılan
ruhların
tam
anlamıyla arındıklarını ve gökyüzüne a ıp
cennette melekler ve sa’yla birlikte
olduklarını ve Tanrı’yı kutsal varlı ı içinde
ayan beyan ve yüz be yüz gördüklerini
do ruluyor, buna inanıyoruz...” Sonra
biraz duraklayarak -bunun, soluk alma
güçlü ünden mi yoksa son sözcüklerin
kar ıt anlamlı sözcükler olarak altını
çizme iste inden mi ileri geldi ini hiç
kimse ö renemedi- “Bedenden ayrılmı
olan ruhun durumunun ve ko ullarının
izin verdi i ölçüde.”
Ertesi sabah, günlerden pazardı,
kendisini arkası kaldırılabilen bir uzun
sandalyeye
yatırmalarını
istedi;
kardinallerine elini öptürdü; sonra da
öldü.
Ama
gene
konudan
ayrılıp
anlatmam gerekenden ba ka
eyler
anlatıyorum. Üstelik, o sofra ba ı
söyle isinin geri kalanı, anlatmakta
oldu um olayların kavranmasına fazla bir
ey eklemiyor. Minoritler ertesi gün nasıl
bir tavır takınacakları konusunda görü
birli ine vardılar. Kar ıtlarını birer birer
ele alıp de erlendirdiler, William’ın,
Bernardo Gui’nin geli ine ili kin olarak
verdi i
haberi
ilgiyle
yorumladılar.
Avignon heyetine kardinal Poggetto’lu
Bertrando’nun ba kanlık edece i konusu
üstünde daha da çok durdular. ki
sorgucu fazlaydı: Bu, Minoritlere kar ı
sapkınlık savının kullanılmak istendi ini
gösteriyordu.
“Daha kötüsü,” dedi William, “biz
onlara sapkın gibi davranaca ız.”
“Hayır,
hayır,” dedi Michele,
“sakınımlı davranalım; herhangi bir
uzla ma olasılı ını tehlikeye atmamalıyız.”
“Aklımın
erdi i
kadar,”
dedi
William, “bu toplantının gerçekle mesi
için çalı mı olmama kar ın, bunu sen de
biliyorsun Michele, Avignonluların buraya
olumlu bir sonuç almak için geldiklerine
inanmıyorum
ben.
Ioannes
senin
Avignon’a yalnız ba ına gitmeni istiyor,
hem
de
hiçbir
güvencesiz.
Ama
toplantının hiç olmazsa bir i levi olacak;
senin bu gerçe i anlamanı sa layacak.
Oraya bu deneyden geçmeden gitseydin
daha kötü olurdu.”
“Demek
yararsız
oldu una
inandı ın bir
ey için aylarca çaba
harcadın,” dedi Michele acı acı.
“Bunu hem sen, hem de mparator
istedi benden,” dedi William. “Hem eninde
sonunda, insanın dü manlarını daha iyi
tanıması hiç de yararsız de ildir.”
Tam o sırada adamlar gelip ikinci
heyetin manastır duvarlarından içeri
girmekte oldu unu bildirdiler. Minoritler
aya a kalkarak Papa’nın adamlarını
kar ılamaya gittiler.
Dördüncü Gün
K ND
Poggetto Kardinali, Bernardo Gui ve
Avignon’lu öteki adamlar geliyorlar; sonra
her biri ba ka ba ka eyler yapıyorlar.
Uzun zamandan beri birbirlerini
tanıyanlar,
birbirlerini
tanımaksızın
birbirlerinden söz edildi ini duymu
olanlar,
görünürde
alçakgönüllülükle
avluda selamla tılar. Ba rahip’in yanında
duran Poggetto Kardinali Bertrando,
erkle içli dı lı olan biri gibi davranıyordu;
sanki kendisi ikinci bir papaymı gibi;
herkese, özellikle Minoritlere yürekten
gülücükler
da ıtıyor,
ertesi
günkü
toplantının ola anüstü bir uyum içinde
geçece i
konusunda
kehanette
bulunuyordu. XXII. Ioannes’in barı ve
iyilik
dileklerini
(Fransiskenlerin
sevdikleri bu deyimi bile bile kullandı)
açıkça dile getiriyordu.
“Güzel, güzel,” dedi Bertrando
bana, William beni yazmanı ve çömezi
olarak tanıtma iyili ini gösterince. Sonra
bana hiç Bologna’ya gidip gitmedi imi
sordu;
güzelli ini,
yemeklerini
ve
ola anüstü üniversitesini överek, bir
gün, efendimiz Papa’ya öylesine üzüntü
veren Alman yurtta larımın yanına
dönecek yerde, bu kenti ziyaret etmeye
ça ırdı beni. Sonra, gülü ünü bir
ba kasına
yöneltirken,
öpmem için
yüzü ünü uzattı bana.
O sırada dikkatimi o günlerde
adından söz edildi ini çok i itti im ki iye
yönelttim hemen: Fransızlar’ın dedikleri
gibi Bernardo Gui, ya da ba ka yerlerde
dedikleri gibi Bernardo Guidoni yahut
Bernardo Guido’ya.
Yetmi ya larında, ince yapılı ama
dik gövdeli bir Dominiken’di bu. Kur un
rengi, so uk, hiçbir anlatımı olmaksızın
dik dik bakabilen gözleri hemen dikkatimi
çekti; dü ünce ve tutkuları gizlemekte
oldu u kadar,
yeri gelince
onları
iletmekte de becerikli olan bu gözlerin iki
anlama gelebilen ı ıklarla parladı ını
görecektim birçok kez.
Herkesin
birbirini
selamladı ı
sırada, o ötekiler gibi sevecen ve içten
de ildi; ancak nazik denebilecek bir
biçimde davranıyordu hep. Daha önce
tanıdı ı Ubertino’yu görünce ona çok
daha saygılı davrandı; ama öyle bir
bakı la baktı ki, içim tedirginlikle ürperdi.
Cesena’lı Michele’yi selamlarken yüzünde
anla ılması güç bir gülümseme vardı;
sıcaklıktan yoksun bir sesle, “Uzun
zamandan beri sizi bekliyorlar orada,”
diye mırıldandı; bu tümcede ne bir kaygı
belirtisi, ne bir alay gölgesi, ne bir uyarı,
ne
de
hatta
bir
ilgi
kırıntısı
yakalayabildim. William’la tanı tı ve onun
kim oldu unu ö renince nazik bir
dü manlıkla baktı ona; ama yüzünün gizli
duygularını ele vermesini istemedi inden
de il,
kesinlikle
William’ın,
onun
kendisine
dü man
oldu unu
sezinlemesini istedi inden (onun birisine
herhangi bir duygu besleyebilece inden
emin olmasam da); bundan ku ku
duymuyordum.
William
onun
dü manlı ına abartmalı bir içtenlikle
gülümseyerek kar ılık verdi ve “Ünü
benim için bir ders olan ve ya amımı
esinleyen birçok önemli kararı almamda
uyarıcı olan bir adamı uzun zamandır
tanımak istiyordum,” dedi. William’ın
ya amının en önemli kararlarından
birinin sorguculuk mesle ini bırakmak
oldu unu bilmeyen birisi için - oysa
Bernardo iyi biliyordu bunu - övücü,
neredeyse dalkavukça bir tümceydi bu.
Bana öyle geldi ki, William Bernardo’yu
imparatorluk
zindanlarından
birinde
görmeyi ne denli istiyorsa, Bernardo da,
onun bir kaza sonucu ansızın dü üp
öldü ünü görmekten o denli ho nut
olurdu
ku kusuz;
o
günlerde
Bernardo’nun
buyru unda
silahlı
adamlar
oldu undan,
benim
iyi
üstadımın ya amından korku duydum.
Bernardo’ya manastırda i lenen
cinayetler
konusunda
Ba rahip
tarafından daha imdiden bilgi verilmi
olmalıydı.
Gerçekten,
William’ın
tümcesindeki i nelemeyi anlamazlıktan
gelerek ona dedi ki: “Öyle görünüyor ki,
u günlerde Ba rahip’in iste i üzerine ve
bizleri
burada
bir
araya
getiren
anla manın ko ulları uyarınca, bana
tevdi edilen görevi yerine getirmek için,
eytan’ın i renç kokusunun sezildi i çok
üzücü olaylarla
u ra mak zorunda
kalaca ım. Bundan size söz edi imin
nedeni, bir zamanlar bana daha yakın
oldu unuzu ve iyilik güçleriyle kötülük
güçlerinin kar ı kar ıya geldikleri sava
alanında, sizin de benim -ve benim
gibilerin- yanında sava mı oldu unu
bilmemdir.”
“Do ru,” dedi dingin bir sesle
William, “ama sonra öteki tarafa geçtim.”
Bernardo
darbeyi
ustaca
gö üsledi: “Bana bu cinayetlerle ilgili
olarak yararlı bir ey söyleyebilir misiniz?”
“Ne yazık ki hayır,” diye yanıtladı
William kibarca. “Suçlar konusunda sizin
deneyiminize sahip de ilim ben.”
O andan ba layarak herkesin izini
yitirdim. William, Michele ve Ubertino’yla
bir kez daha konu tuktan sonra yazı
salonuna çekildi. Bazı kitapları incelemek
için Malachi’den izin istedi, ama adlarını
i itemedim. Malachi tuhaf tuhaf onun
yüzüne baktı, ama izin vermemezlik
edemedi. Tuhaf ey, kitapları kitaplıkta
aramak zorunda kalmadı. Çünkü hepsi
de Venantius’un masasının üstündeydi.
Üstadım okumaya daldı; ben de onu
rahatsız etmemeye karar verdim.
Mutfa a indim. Orada Bernardo
Gui’yi gördüm. Belki manastırın planını
anlamak için, her yerde dola ıyordu.
Yörenin dilini iyi kötü konu arak, a çıları
ve öteki hizmetçileri sorguya çekti ini
i ittim (onun Kuzey talya’da sorgucu
olarak bulundu unu anımsadım). Ürüne,
manastırda i lerin düzenleni ine ili kin
sorular soruyor gibi geldi bana. Ama en
masum
soruları
sorarken
bile
kar ısındakine delici gözlerle bakıyor,
sonra birden yeni bir soru soruyor, o
zaman kurbanı sararıp kekelemeye
ba lıyordu. Kendine özgü bir biçimde
onları sorguya çekti i ve her sorgucunun
i levini yerine getirirken kullandı ı çok
önemli
bir
silahtan
yararlandı ı
sonucuna
vardım:
ba kalarından
korkmak. Çünkü sorguya çekilen her
insan, bir eyden ötürü kendisinden
ku kulanıldı ı
korkusuna
kapılarak,
sorgucuya,
ba ka
birisinden
ku kulanılmasına
yarayabilecek
eyi
söyler.
Ö leden sonranın geri kalan
kısmında yava yava çevrede dola ırken,
Bernardo’nun,
de irmenlerde
olsun,
avluda olsun, sorguyu sürdürdü ünü
gördüm. Ama rahiplerle hemen hemen
hiç yüzyüze gelmedi; hep laik papazlar ya
da köylülerle konu tu. O zamana de in
William’ın yapmı oldu unun tam tersine.
Dördüncü Gün
GÜNBATIMI
Alinardo de erli bilgiler veriyormu gibi
görünüyor, William ise bir dizi tartı ılmaz
yanlı aracılı ıyla olası bir gerçe e
ula mak için kullandı ı yöntemi
açıklıyor.
Daha
sonra
William
yazı
salonundan keyifli indi. Ak am yeme i
saatinin gelmesini beklerken avluda
Alinardo’ya
rastladık.
Dile ini
anımsayarak önceki gün mutfaktan biraz
nohut almı tım, bunları ona sundum.
Te ekkür ederek nohutları di siz, salyalı
a zına tıktı. “Gördün mü evlat,” dedi
bana, “bu ceset de, kitabın açıkladı ı
yerde
yatıyordu...
imdi
dördüncü
borazanı bekle!”
Cinayetler dizisinin anahtarının
Kutsal
Kitap’ta
oldu unu
niçin
dü ündü ünü sordum ona. a kın a kın
yüzüme baktı: “Yuhanna’nın kitabı her
eyin anahtarını verir.” Sonra, acı acı
yüzünü
buru turarak
ekledi:
“Ben
biliyordum, ne zamandır söylüyordum...
Ba rahip’e
öneren
bendim,
biliyor
musun... o zamanki Ba rahip’e, Kutsal
Kitap’la ilgili ne kadar yorum varsa
toplamasını.
Kütüphaneci
ben
olacaktım... Ama sonra bir ba kası
kendisini Silos’a göndertmeyi ba ardı;
orada çok güzel elyazmaları buldu ve
ola anüstü bir ganimetle döndü... Ah,
arayaca ı yeri bilirdi o, kâfirlerin dilini de
konu urdu...
Böylece kitaplık benim de il, onun
gözetimine bırakıldı. Ama Tanrı onu
cezalandırdı
ve
günü
dolmadan
karanlıklar ülkesine gönderdi. Hah
hah...” diye güldü kötü kötü, o zamana
de in bana ya lılı ın a ırba lılı ı içinde
yitmi gibi görünen ihtiyar.
“Sözünü etti in rahip kimdi?” diye
sordu William.
a kın a kın bize baktı. “Kimden
söz ediyordum? Anımsamıyorum... öyle
çok zaman geçti ki. Ama Tanrı
cezalandırır, Tanrı yok eder, Tanrı anıları
bile
karartır.
Kitaplıkta,
kendini
be enmi likten ileri gelen birçok davranı
oldu. Hele yabancıların eline geçeli beri.
Tanrı hâlâ cezalandırıyor...
A zından ba ka söz alamadık ve
onu dingin, acı sayıklamasıyla ba ba a
bıraktık. William bu konu mayı çok ilginç
buldu unu söyledi: “Alinardo dinlenecek
bir adam, ne zaman konu sa ilginç bir
ey söylüyor.”
“Bu kez ne söyledi?”
“Adso,” dedi William, “bir gizemi
çözmek, ilk önermelerden çıkarsama
yapmaya benzemez. Sonradan genel bir
yasa çıkarmak için birçok özel veri
toplamakla da aynı ey de ildir. Daha
çok, kendini görünürde ortak hiçbir
yanları olmayan bir ya da iki ya da üç
özel veri kar ısında bulmak ve bunların
henüz bilmedi in, belki de hiçbir zaman
ortaya atılmamı genel bir yasanın birçok
durumu olup olmadıklarım tasarlamaya
çalı maktır. Ku kusuz, filozofun dedi i
gibi, e er insanın, atın ve katırın,
tümünün de safrasız hayvanların uzun
ya adıkları ilkesini ortaya atabilirsin.
Ama boynuzlu hayvanları dü ün. Niçin
boynuzları vardır? Birden, boynuzları
olan tüm hayvanların üst çenelerinde di
olmadı ının bilincine varırsın. Ne yazık ki
üst
çenelerinde
di leri olmamasına
kar ın, boynuzları olmayan hayvanların
da varoldu unun farkına varmasaydın,
güzel bir bulu olurdu bu; örne in, deve.
Sonunda, üst çenelerinde di leri olmayan
bütün
hayvanların
iki
mideleri
oldu unun bilincine varırsın. Güzel;
yeterince
di leri
olmayanın
iyi
çi nemeyece ini, bu nedenle de besinleri
daha iyi sindirmek için iki mideye
gereksinimi olaca ını tasarlayabilirsin.
Peki ama boynuzlar ne olacak? O zaman
boynuzlar için maddesel bir neden
tasarlamaya çalı ırsın; diyelim ki, di lerin
eksikli i; bu da hayvana bir yerden uç
vermesi gereken artı bir kemikli madde
sa lar. Ama bu yeterli bir açıklama
mıdır? Hayır, çünkü devenin üst di leri
yoktur, iki midesi vardır, ama boynuzları
yoktur. O zaman, son bir neden daha
tasarlamak zorundasın. Kemik maddesi,
yalnızca
ba ka
savunma
araçları
olmayan hayvanlarda boynuz biçiminde
dı arı çıkar. Oysa devenin çok sert bir
derisi vardır, boynuzlara da gereksinimi
yoktur. O zaman yasa öyle olabilir...”
“Boynuzların bu i le ne ilgisi var?”
diye sordum sabırsızlıkla. “Hem boynuzlu
hayvanlarla niçin u ra ıyorsunuz?”
“Ben hiç u ra madım onlarla; ama
Lincoln
piskoposu,
Aristo’nun
bir
fikrinden yola çıkarak çok u ra tı
boynuzlarla. Açık yüreklilikle söylemek
gerekirse, vardı ı sonuçların do ru olup
olmadıklarını
bilmiyorum,
devenin
di lerinin nerede oldu unu ve kaç midesi
oldu unu da kontrol etmedim; bunları
sana, do al olguları açıklayan yasaların
ara tırılmasının çetin yollardan geçti ini
anlatmak
için
söyledim.
Bazı
açıklanamayan olaylar kar ısında, birçok
genel
yasa
tasarlamayı
denemek
zorundasın, ama gene de u ra tı ın
olgularla bu yasalar arasındaki ba ı
göremezsin hâlâ; sonra birden, bir
sonuçla, bir durumla bir yasa arasındaki
beklenmedik bir ba , ötekilerden daha
inandırıcı görünen bir yargı yürütmeye
götürür seni. Bunu bütün benzer
durumlara uygulamayı, kestirimlerde
bulunmak için kullanmayı denersin ve
sezginin do ru oldu unu görürsün. Ama
sonuca varıncaya dek, yargı yürütmene
hangi yüklemleri katıp,
hangilerini
çıkaraca ını hiçbir zaman bilemezsin.
Benim
imdi
yaptı ım
da
bu.
Birbirlerinden kopuk birçok ö eleri
sıralıyor, sonra da varsayımlar kurmaya
çalı ıyorum. Ama daha birçok varsayım
kurmalıyım; bunların ço u öylesine
saçmadır ki, sana söylemekten utanırım.
Bak,
Brunellus
adındaki
u
at
konusunda, izleri görünce birbirlerini
tamamlayan ve birbirleriyle çeli en birçok
varsayım yaptım: Kaçan bir at olabilirdi
bu at; Ba rahip bu güzel ata binip
yamaçtan inmi olabilirdi; kardaki izleri
Brunellus adında bir at, çalılıktaki
yelelerden kalma izleri de, bir gün önce
Favellus adında bir ba ka at bırakmı
olabilirdi; dallar da insanlar tarafından
kırılmı olabilirdi. Kilerciyle hizmetçilerin
telâ içinde atı aradıklarını görünceye
de in hangi varsayımın do ru oldu unu
bilmiyordum.
Sonra
Brunellus
varsayımının biricik do ru varsayım
oldu unu
anladım
ve
rahiplere
beklenmedik sorular yönelterek bunun
do rulu unu kanıtlamaya çalı tım. Haklı
çıktım; ama yanılmı da olabilirdim; onlar
benim akıllı oldu uma inandılar, çünkü
kazanmı tım; ama kaybetti im için aptal
oldu um birçok durumu bilmiyorlardı;
haklı çıkmamdan birkaç saniye önce
yanılmadı ımdan emin olmadı ımı da
bilmiyorlardı.
imdi
manastırdaki
olaylarla ilgili birçok güzel varsayımım
var, ama bunların hangisinin en iyi
oldu unu söyleyebilmemi sa layacak açık
bir olgu yok elimde. Bu durumda,
sonradan aptal durumuna dü mektense,
imdi zeki görünmekten vazgeçiyorum.
imdi bırak da biraz daha dü üneyim, hiç
olmazsa yarına kadar.”
O anda üstadımın nasıl bir yargı
yürüttü ünü
anladım;
bu
bana
filozofunkinden farklı göründü; çünkü o,
ilk önermelerden yola çıkarak yargı
yürütüyordu;
böylece
de
zekâsı
neredeyse tanrısal usun niteliklerine
bürünüyordu.
William’ın
bir
yanıt
alamayınca, kendisine birbirinden çok
de i ik birçok yanıt önerdi ini anladım.
a ıp kaldım.
“Ama öyleyse,” diye fikir yürütme
yüreklili ini gösterdim, “henüz çözümden
uzaksınız...”
“Çok yakınım,” dedi William, “ama
hangisine yakın oldu umu bilmiyorum.”
“Öyleyse sorularınızın tek bir yanıtı
yok.”
“Olsaydı,
Paris’te
tanrıbilim
okuturdum, Adso.”
“Paris’te her zaman do ru yanıtı
buluyorlar mı?”
“Hiçbir zaman,” dedi William, “ama
yanlı larından çok eminler.”
“Ya siz?” dedim çocukça bir
küstahlıkla. “Hiç yanlı yapmaz mısınız?”
“Sık sık,” diye yanıtladı. “Ama
yalnızca bir yanlı tansa, birçok yanlı
tasarlıyorum, böylece de hiçbir yanlı ın
tutsa ı olmuyorum.”
Bana öyle geldi ki, William
nesneyle us arasındaki bir uyumdan
ba ka
bir
ey
olmayan
gerçekle
ilgilenmiyordu. Tersine, ne kadar çok
olasılı ın olası oldu unu tasarlayarak
e leniyordu.
O anda, itiraf ederim, üstadım dü
kırıklı ına u rattı beni: “Sorgucunun
geldi i iyi oldu,” diye dü ünmekten
kendimi alamadım. Bernardo Gui’yi
esinleyen
gerçek
susuzlu undan
yanaydım ben.
Bu suçlu ruh durumu içinde
kutsal Per embe gecesi, Yahuda’nın
duydu undan
daha
büyük
bir
tedirginlikle, William’la ak am yeme i için
yemekhaneye gittim.
Dördüncü Gün
AK AM
Salvatore çok güçlü bir büyüden söz
ediyor.
Heyet için hazırlanan ak am
yeme i ola anüstüydü. Ba rahip hem
insanların güçsüz yanlarını, hem de
papalık sarayındaki alı kanlıkları çok iyi
biliyor
olsa
gerekti
(Michele’nin
Minoritler’inin
bile
ho lanmazlık
etmediklerini söylemeliyim). Yeni kesilmi
domuzların
kanından,
Montecassino
usulü kan pudingi yapılacaktı, a çının
bize söyledi ine göre. Ama Venantius’un
acıklı sonu bütün domuz kanlarının
dökülmesini gerektirmi ti; ola ki ba ka
domuzlar kesilecekti. Öte yandan, o
günlerde
Rabbin
yaratıklarını
öldürmekten herkesin nefret etti ini
sanıyorum. Yemekte o yörenin arabıyla
pi irilmi sebzeli güvercin, tav anlı domuz
yavrusu, - Ermi Chiara po açası, o
yörenin tepelerinde yeti en bademlerle
yapılmı bademli pilav -yani oruç tutulan
günlerde yenen sütlü pelte - hodanlı
turta, dolgu zeytin, kızarmı peynir, taze
biber salçalı koyun eti, beyaz fasulye ye
nefis tatlılar, Ermi Bernardo tatlısı,
Ermi
Nicola pastası, Ermi
Lucia
gözlemeleri vardı; sonra araplar ve her
zaman
öylesine
asık suratlı olan
Bernardo
Gui’yi
bile
ne elendiren,
bitkilerden yapılma likörler: limon çiçe i
likörü, ceviz likörü, damla hastalı ına iyi
gelen arap ve yılanotu arabı. Her
yuduma ve her lokmaya dindarca dualar
e lik etmese, tıpkı bir oburlar toplantısına
benziyordu.
Sonunda herkes büyük bir ne eyle
aya a kalktı, kimileri ak am duasına
inmemek için, bahane olarak ne oldu u
belirsiz rahatsızlıklar öne sürdüler. Ama
Ba rahip alınmadı. Tarikatımıza ba lı
olanların üstlendikleri ayrıcalıklar ve
yükümlülükler herkes için söz konusu
de ildir.
Rahipler
uzakla ırken,
merakımdan,
gece
için
kapıları
kilitlemeye
hazırlanılan
mutfakta
oyalandım. Salvatore’nin, koltu unun
altında
bir
çıkın,
bahçeye
do ru
süzüldü ünü
gördüm.
Merakla
arkasından
gidip
seslendim.
Duymazlıktan gelmek istedi;
sonra
sorularımı (içinde canlı bir ey varmı gibi
kıpırdanan)
çıkında
bir
ahmaran
oldu unu söyleyerek yanıtladı.
248
“Cave basilischium!
Yılanların
kralıdır bu; içi öylesine zehirle doludur ki,
249
dı ı pırıl pırıldır. Che dicam
, zehir,
kokusu bile adamı öldürür. Zehirler...
250
sırtında kara lekeler vardır, et caput
tıpkı horoz ba ına benzer, yarısı havada,
yarısı da öteki yılanlar gibi yerde
sürünür. Bellula’ları öldürür...”
“Bellula mı?”
“Hmm! Çok küçük bir hayvandır,
fareden birazcık daha uzun; misk sıçanı
da denir. Yılan ve kara kurba aları da
onu yerler. Bunlar onu ısırınca, o da
ko up e ekmarulu ya da fenicula çi ner
et redet ad bellum. Et dicunt che ingenera
251
per li oculi
; ama birçokları da bunun
do ru olmadı ını söylüyorlar.”
ahmaranı ne yapaca ını sordum;
bunun kendisini ilgilendirdi ini söyledi.
Meraktan ölüyordum; ortada bunca ölü
varken hiçbir eyin gizli kalmayaca ını,
bunu William’a anlataca ımı söyledim
ona. O zaman Salvatore susmam için
yalvarıp yakardı; çıkını açıp bana siyah
tüylü bir kedi gösterdi. Beni yanına çekip
açık saçıklık ça rı tıran bir gülümseyi le,
bundan böyle kilercinin ya da benim,
birimiz güçlü, ötekimiz genç ve güzel
oldu u için, köylü kızla sevi memizi
istemedi ini söyledi; oysa kendisi çirkin
ve zavallı oldu u için yapamıyordu bunu.
Tüm kadınları sevdaya dü üren çok
güçlü bir büyü biliyordu. Bir kara kediyi
öldürüp gözlerini oyacaktın, sonra onları
bir karatavu un iki yumurtasının içine
koyacaktın; birini bir yumurtaya, ötekini
öteki yumurtaya (bana iki yumurta
göstererek
bunları
karatavuklardan
aldı ına yemin etti). Sonra da yumurtalar
fı kı
yı ınının
içinde
çürümeye
bırakılacaktı (meyve bahçesinin kimsenin
geçmedi i bir kö esinde bir fı kı yı ını
hazırlamı tı); yumurtaların her birinden
bir küçük eytan çıkacak, bu dünyanın
bütün nimetlerim aya ına getirmek için
onun buyru una gireceklerdi. “Ama ne
yazık ki,” dedi bana, “büyünün etkili
olması için” kendisini sevmesini istedi i
kadının, gübrenin içine gömülmeden
önce
yumurtalara
tükürmesi
gerekiyordu;
bu
sorun
onu
tasalandırıyordu; çünkü söz konusu
kadının o gece yanında olması, neye
yaradı ını bilmeden ona bu i i yaptırması
gerekiyordu.
Yüzüme,
karnıma,
bütün
bedenime bir ate bastı ansızın; güçsüz
bir sesle ona kızı o gece manastıra getirip
getirmeyece ini sordum. Alaycı alaycı
güldü, benli imi kösnülü ün sardı ını
söyledi (hayır, dedim, sırf meraktan
sordu umu söyledim); köyde çok kadın
oldu unu, bir ba kasını getirece ini
söyledi; benim be endi imden çok daha
güzelini. Beni oradan uzakla tırmak için
yalan söylüyordu sanırım. Hem zaten ne
yapabilirdim ki? William ba ka i ler için
beni beklerken pe ine takılıp bütün gece
onu izlemek mi? ste imin beni ona do ru
itti i,
ama
usumun
beni
ondan
uzakla tırdı ı -görmeyi çok istememe
kar ın bir daha hiç görmemem gerekenkızı (e er oysa) bir kez daha görmek mi?
Ku kusuz
hayır.
Bunun
için
Salvatore’nin kadın konusunda do ru
söyledi ine inandırdım kendimi. Ama
belki de söylediklerinin hepsi yalandı;
sözünü etti i büyü bön, bo inançlarla
dolu
kafasının
bir
kuruntusuydu;
gerçekte hiçbir ey yapmayacaktı.
Sinirime
dokundu;
kaba
davrandım ona; o gece gidip yatsa daha
iyi olaca ını, çünkü okçuların çevrede
dola tıklarını
söyledim.
Manastırı
okçulardan daha iyi bildi ini, o siste
kimsenin kimseyi göremeyece i yanıtını
verdi. “ imdi ben gidiyorum,” dedi, “sen
bile beni görmeyeceksin artık; iki adım
ötede arzuladı ım kızla keyfime baksam
bile.” Bunu ba ka, oldukça baya ı
sözcüklerle söyledi; ama söylediklerinin
anlamı buydu. Öfke içinde oradan
uzakla tım;
çünkü
ayaktakımından
biriyle tartı maya girmek benim gibi soylu
bir çömeze yakı mazdı.
William’ın
yanına
gittim;
gerekenleri yaptık. Yani ak am duasını
nefin arka kısmından izledik; öyle ki, dua
biter bitmez labirentin dola ık yollarında
ikinci (benim için üçüncü) yolculu umuza
çıkmaya hazırdık.
Dördüncü Gün
AK AM DUASINDAN SONRA
William’la Adso bir kez daha labirente
giriyorlar; finis Africae’nin e i ine
varıyorlar, ama içeri giremiyorlar, çünkü
dördün birincisinin ve dördün
yedincisinin ne oldu unu
bilmemektedirler; sonunda Adso’nun
sevda hastalı ı depre iyor, ama bu kez
oldukça bilgince.
Kitaplı a yaptı ımız ziyaret, saatler
süren çabaya maloldu. Sözcüklerle dile
getirmek gerekirse, yapmamız gereken
denetim basitti; ama yazıları okuyup
geçitleri ve kör duvarları haritada
i aretlemek, ba
harfleri not etmek,
labirentin
açıklık
ve
çıkmazlarının
elverdi ince çe itli yolları izlemek çok
uzun sürdü. Üstelik can sıkıcıydı.
Acı
bir
so uk
vardı.
Gece
rüzgârsızdı ve ilk ak am bizi tedirgin eden
o
ince
ıslıklar
i itilmiyordu,
ama
duvarlardaki yarıklardan nemli, buz gibi
bir hava sızıyordu. Ellerimiz uyu madan
ciltlere dokunabilmek için yün eldivenler
giymi tik. Ama bunlar, kı ın yazı yazmak
için kullanılan parmak uçları açık
eldivenlerdi; ara ara, so uktan zıplayarak
yarı donmu ellerimizi lambanın alevine
tutuyor, koynumuza sokuyor, ya da
birbirine sürtüyorduk.
Bu
yüzden
i imizi
sırasıyla
tamamlayamadık.
Durup
dolapları
karı tırıyorduk.
William
burnunun
üstündeki yeni camlarla - kitapları
okumak için oyalanabiliyor, her ba lı ı
okuyu unda yapıtı bildi i ya da uzun
zamandır aramakta oldu u ya da adını
hiç duymadı ı için büyük bir heyecan ve
merakla sevinç çı lıkları atıyordu.
Kısaca, her kitap onun için
bilinmeyen bir ülkede rastladı ı bir masal
hayvanı
gibiydi.
Bir
elyazmasının
sayfalarını
çevirirken,
ba kalarını
aramamı buyuruyordu.
“Bak bakalım, u dolapta ne var!”
Ben heceleyerek, ciltleri kaldırarak
okuyordum:
“Beda’nın Historia
252
anglorum.
Gene
Beda’nın, De
253
aedificatione
templi,
De
254
tabernaculo,
De temporibus et computo
255
et
chronica
et
circuli
Dyonisi,
256
257
Ortographia,
De ratione metrorum,
258
Vita
Sancti
Cuthberti,
Ars
259
metrica
…”
“Do al bu, tümü de Saygıde er’in
yapıtları... Bak bak, unlara bak! De
260
rhetorica
cognatione,
Locorum
261
rhetoricorum distinctio,
burada da
birçok dilbilimci var; Prician, Honoratus,
Donatus,
Victorinus,
Metrorius,
Eutiches, Phocas, Asper... Tuhaf ey,
Anglia’lı yazarların burada oldu unu
sanmıyordum... Bakalım altta ne var...”
“Hisperica... famina. Nedir bu?”
“Bir rlanda iiri. Dinle:
Hoc spumans mundanas obvallat
Pelagus oras terrestres amniosis fluctibus
cudit margines. Saxeas undosis molibus
irruit avionias. Infima bomboso vertice
miscet glareas asprifero spergit spumas
sulco,
sonoreis
frequenter
quatitur
262
flabris…
Anlamını kavramıyordum; ama
William okurken sözcükleri a zında öyle
yuvarlıyordu ki, köpüklü dalgaların sesini
duyar gibi oluyordu insan.
“Ya bu? Malmesbury i Aldhelm. u
sayfayı dinle: Primitus pantorum procerum
poematorum pio potissimum paternoque
presertim
privilegio
panegiricum
poemataque passim prosatori sub polo
promulgatas... Bütün sözcükler aynı
harfle ba lıyor!”
“Benim
adalarımda
ya ayan
insanların hepsi de biraz kaçıktır,” dedi
William övünçle. “ imdi de öteki dolaba
bakalım.”
“ Vergilius.”
“Burada ne arıyor? Vergilius’un
nesi? Georgic’ler mi?”
“Hayır.
Epitomae.
Hiç
duymamı tım.”
“Bu Marone de il, Toulouse’lu
Vergilius,
retorikçi;
Efendimizin
do u undan altı yüzyıl sonra ya amı .
Büyük bir bilge olarak ün yapmı ...”
“Burada diyor ki, sanatlar, iir,
retorik, dilbilgisi, güzel konu ma, mantık
ve geometridir... Ama hangi dilde
yazıyordu?”
“Latince. Ama kendi bulu u olan,
çok daha güzel buldu u bir Latince.
urayı oku: Diyor ki, gökbilim burçları
inceler; bu burçlar unlardır; mon, man,
tonte, piron, dameth, perfellea, belgalic,
margaleth,
lutamiron,
taminon
e
raphalut.”
“Deli miydi?”
“Bilmiyorum, benim adalarımdan
de ildi. Dinle, bak ne diyor: Ate i
tanımlamanın on iki yolu vardır: ignis,
coquihabin (quia incocta coquendi habet
dictionem), ardo, calax ex calore, fragon
ex fragore flammae, rusin de rubore,
fumaton, ustrax de urendo, vitius quia
pene mortua membra suo vivificat,
siluleus, quod de silice siliat, unde et
silex non recte dicitur, nisi ex qua
scintilla silit. E aeneon, de Aenea deo,
qui in eo habitat, sive a quo elementis
flatus fertur.”
“Ama hiç kimse böyle konu muyor
ki!”
“ yi ki konu muyor. Ama öyle
zamanlar oldu ki, dilbilimciler, dünyanın
kötülü ünü unutmak için çapra ık
sorunlarla
u ra arak
oyalanırlardı.
itti ime göre, o dönemde Gabundus ve
Terentiu adlı retorikçiler tam on be gün
on be gece ego sözcü ünün hitap biçimi
üstüne tartı mı lar, sonunda silaha
sarılmı lar.”
“Bakın, bu da öyle. Dinleyin...”
Asmalar
arasından
maymunlarla
yılanların
ba larım
uzattıkları,
sebzelerden
olu mu
ola anüstü
güzellikte resimlerle süslenmi bir kitap
yakalamı tım. “ u sözcüklere bakın:
cantamen,
collamen,
gongelamen,
stemiamen,
plasmamen,
sonerus,
alboreus, gaudifluus, glaucicomus...”
“Benim adalarım,” dedi bir kez
daha William yumu ak bir sesle; “Bu
uzak
rlanda’nın
rahiplerine
sert
davranma; e er bu manastır varsa, e er
hâlâ kutsal Roma mparatorlu u’ndan
söz ediyorsak, bunu onlara borçluyuz. O
sıralarda Avrupa’nın geri kalan bölümü
bir yıkıntı yı ınına indirgenmi ti; günün
birinde
Galya’da
bazı
papazların
yaptıkları vaftizlerin tümünü de geçersiz
saydılar;
çünkü bebekleri, in nomine
263
patris et filiae
vaftiz ediyorlardı; yeni
bir sapkınlık uyguladıkları ve sa’yı bir
kadın olarak kabul ettikleri için de il,
artık Latince bilmedikleri için.”
“Salvatore gibi mi?”
“Az çok. Kuzeyin en ucundan
korsanlar, nehirler boyunca Roma’yı
ya malamaya
geliyorlardı.
Putatapanların
tapınakları
yakılıp
yıkılıyordu.
Hıristiyan
tapınaklarıysa
daha ortada yoktu. Yalnız rlanda’lı
rahipler
manastırlarında
durmadan
yazdılar okudular, okudular yazdılar,
minyatürler yaptılar; sonra da hayvan
derisinden yapılmı
küçük gemilere
atlayıp bu ülkelere do ru kürek çektiler,
ncil’i
ö rettiler;
sanki
sizler
inançsızmı sınız gibi, anlıyor musun? Sen
Bobbio’ya gittin; rlanda’lı rahiplerden
biri,
Ermi
Colombano
tarafından
kuruldu bu kent.
Bırak,
eskisini
Avrupa’da artık hiç kimsenin bilmedi ini
görünce yeni bir Latince icat etmi
olsunlar. Onlar büyük insanlardı. Ermi
Brendan, ta Blest adalarına dek geldi;
cehennemin kıyılarına yelken açtı; orada
bir kayaya zincirlenmi olan Yahuda’yı
gördü; günün birinde bir adaya yana tı,
karaya çıktı; orada bir deniz canavarı
vardı. Ku kusuz hepsi deliydi,” diye
yineledi ho nutlukla.
“Bu
resimler...
gözlerime
inanamıyorum! Ne çok renk!” dedim
ho nutlukla.
“Çok renkli olmayan bir ülkede,
biraz mavi ve bol bol ye il. Ama burada
durup
rlanda’lı
rahipler
üstüne
tartı manın sırası de il. Bilmek istedi im
burada Anglikanlarla ba ka ülkenin
dilbilimcileri arasında ne aradıkları.
Haritana baksana, neredeyiz imdi?”
“Batı
kulesindeki
odalarda.
eritlerdeki yazıları da kopya ettim.
Böylece kör odadan yedigen odaya
giriliyor, buradan kulenin tek bir odasına
geçi var sadece; kırmızıyla yazılmı harf,
H harfi. Sonra odadan odaya geçerek,
kulenin içinde dolanıp kör odaya geri
dönüyoruz. Harflerin sırası... haklısınız:
HIBERNI!”
“E er kör odadan yedigen odaya
geri dönülürse, HIBERNIA. Önceki üç
odanın tümünde oldu u gibi, burada da,
Apokalips’in ba harfi olan A harfi var.
Sonra Ultima Thule’nin yazarlarının
yapıtları geliyor; sonra da dilbilimcilerle
retorikçiler; çünkü kitaplı ı düzenleyen
adamlar, Toulouse’lu bile olsa, bir
dilbilimcinin, rlanda’lı dilbilimcilerle bir
arada olması gerekti ini dü ünmü ler. Bu
bir ölçüt. Görüyorsun de il mi? Bir eyler
anlamaya ba lıyoruz!”
“ çeri girdi imiz do u kulesindeki
odalarda FONS diye okumu tuk ama...
Ne demek bu?”
“Haritanı iyi oku; bundan sonra
gelen odalardaki harfleri içeri giri
sırasına göre okumayı sürdür.”
“FONS ADAEU...”
“Hayır, Fons Adae; U, do udaki
ikinci
penceresiz
oda;
bu
odayı
anımsıyorum; belki de ba ka bir sıraya
uyuyordur. Fons Adae’de, yani yeryüzü
cennetinde ne bulduk? (Bu odanın
sunaklı ve gün do usuna bakan oda
oldu unu anımsa.)”
“Birçok ncil vardı orada; bir de
ncil’le ilgili yorumlar; yalnızca kutsal
yazılar.”
“Görüyorsun, yeryüzü cennetine
denk dü en Tanrı sözü; ki herkes onun
uzakta, do uda oldu unu söylüyor.
Burada, batıda ise rlanda var.”
“Yani
kitaplı ın
planı
dünya
haritasını mı gösteriyor?”
“Olabilir. Kitaplar da geldikleri
ülkelere ya da yazarlarının do dukları ya
da bu durumda oldu u gibi, do mu
olmaları gereken yere göre düzenlenmi .
Kütüphaneciler
kendi
kendilerine,
dilbilimci
Vergilius’un
yanlı lıkla
Toulouse’da
do du unu,
onun batı
adalarında do mu olması gerekti ini
söylemi ler.
Do anın
yanlı ını
düzeltmi ler.”
Yürüyü ümüzü
sürdürdük.
Görkemli ncil’lerle zenginle mi bir dizi
odadan geçtik; bunlardan biri benim
hayal gördü üm odaydı. Gerçekten de,
gene uzaktan ı ı ı gördük; William
burnunu
tutup
küllerin
üstüne
tükürerek onu söndürmeye ko tu. Ne
olur ne olmaz diye odadan çabuk çabuk
264
geçtik, ama mulier amicta sole
ile
rengârenk güzel ncil’i ve canavarı orada
görmü oldu umu anımsıyordum. En son
girdi imiz odadan ba layarak, odaların
sırasını yeniden saptadık; bu odanın
kırmızı renkli ba harfi Y idi. Geriye do ru
okuyunca YSPANIA sözcü ü çıktı; ama
sözcü ün sonundaki A harfi, aynı
zamanda, HIBERNIA sözcü ünün son
harfi oluyordu. William’ın söyledi ine göre
bu, içinde çe itli kitapları karı ık olarak
barındıran
bazı
odaların
da
var
olduklarının belirtisiydi.
Ne olursa olsun, YSPANIA i aretini
ta ıyan alan, bize tümü de çok güzel
yapılmı ,
birçok
elyazması
ncil’le
doluymu gibi göründü; William bunun
spanyol sanatı oldu unu anladı. Belki de
tüm
Hıristiyanlık
dünyasında,
peygamberin kitabının kopyalarının ve
onun sayısız yorumunun en büyük
derlemesinin bu kitaplıkta oldu unu
anladık.
Liebana’lı
Beatus’un
ncil
yorumuna koca koca ciltler ayrılmı tı.
Metin az çok hepsinde aynıydı; ama
resimler
zengin,
akıl
almaz
bir
çe itlilikteydi; William, Asturias bölgesinin
en
büyük minyatürcüleri arasında
saydı ı bazı minyatürcülerin adlarını
tanıdı: Magius, Facundus ve ba kaları.
Buna benzer gözlemler yaparak,
bir ak am önce yanında geçti imiz güney
kulesine
vardık.
YSPANIA’nın
penceresiz- S odası, bir E odasına
açılıyordu; yava
yava
kulenin be
odasının içinden dola arak, ba ka çıkı ı
olmayan kırmızı bir L harfinin bulundu u
son odaya vardık. Tersinden okuduk;
LEONES çıktı.
“Leones: güney; bizim haritamıza
265
göre Afrika’dayız. Hic sunt leones.
nançsız
yazarların
bunca
metnini
burada bulmamızın nedenini açıklıyor
bu.”
“Ba kaları
da
var,”
dedim,
dolapları karı tırarak. “ bni Sina’nın
266
Canone’si,
sonra bilmedi im çok güzel
bir yazıyla yazılmı olan elyazması...”
“Süslemelerine bakılırsa bir Kuran
olmalı, ama ne yazık ki Arapça
bilmiyorum.”
“Kuran mı, inançsızların kutsal
kitabı, sapık bir kitap...”
“Bizimkinden de i ik bir bilgi içeren
bir kitap. Onu buraya, aslanların,
canavarların bulundu u yere niçin
koyduklarını anlıyorsun, de il mi? O
kitabı canavarların üstünde görmemizin
nedeni bu; aralarında tekboynuzlu da
görmü tüm. LEONES denen bu bölge,
kitaplı ı kuranların yalan saydıkları
kitapları barındırıyor. uradaki nedir?”
“Latince bunlar, ama Arapçadan
çevrilmi . Eyyub el Ruhavi; kuduzla ilgili
bir inceleme. Bu da bir hazineler kitabı.
267
Bu, El Hazen’in De aspectibus’u...”
“Görüyorsun,
canavarlar
ve
yılanlar arasına, Hıristiyanlar’ın çok ey
ö renecekleri
bilimsel
yapıtları
da
koymu lar. Kitaplık yapıldı ı zaman böyle
dü ünüyorlarmı ...”
“Peki ama, yılanlar arasına niçin
içinde tekboynuzlu resmi olan bir kitap
koymu lar?” diye sordum.
“Anla ılan, kitaplı ın kurucularının
garip dü ünceleri varmı . Uzak ülkelerde
ya ayan akıl almaz hayvanlardan söz
eden bu kitabın da, inançsızların
yaydıkları yalanlar da arcı ının bir
parçasını
olu turdu unu
dü ünmü
olsalar gerek...”
“Ama tekboynuzlu yalan mı? Çok
tatlı bir hayvan, üstelik simgesel. sa’nın
ve erdenli in simgesi; ancak ormana el
de memi bir kız salarak avlanabilir;
hayvan onun tertemiz kokusunu alınca
gidip ba ını onun kuca ına koyar;
avcıların
tuzaklarına
kendili inden
dü er.”
“Öyle
söyleniyor,
Adso.
Ama
birçokları,
bunun
bir
masal,
putatapanların bir uydurması oldu una
inanır.”
“Ne dü kırıklı ı,” dedim. “Bir gün
ormandan geçerken bir tekboynuzluya
rastlamak isterdim. Yoksa ormandan
geçmenin ne tadı olur?”
“Ama bu hayvanın varolmadı ı
söylenmiyor ki. Belki de bu kitapların
betimledi inden farklıdır. Venedik’li bir
gezgin çok uzak ülkelere, neredeyse ta
268
haritalarda sözü edilen fons paradiso
yakınlarına
dek
gitmi
ve
orada
tekboynuzlular görmü . Ama onları
hantal, kaba saba, çok çirkin ve kara
bulmu .
Sanırım alnında tek bir boynuzu
olan gerçek hayvanlardı onun gördü ü.
Belki de hiçbir zaman tam anlamıyla
yanılmayan antik bilim üstatlarının
aslına
uygun
olarak
betimledikleri
hayvanın e iydi bunlar. Sonra bu
269
betimleme, auctoritas’tan auctoritas’a,
bir dizi dü lemsel i lemden geçerek
de i mi ;
böylece
tekboynuzlular,
söylencelerde adı geçen beyaz, uysal,
dü sel hayvancıklar olup çıkmı lar.
Günün
birinde
bir
ormanda
bir
tekboynuzlunun
ya adı ını
i itirsen,
sakın bir genç kızla gitme oraya:
Bakarsın, hayvan, Venedikli’nin tanıklık
etti ine, bu kitaptakinden daha çok
benzer.”
“Peki ama Tanrı antik bilim
üstatlarına
tekboynuzlunun
gerçek
yapı ım nasıl açıklamı ?”
“Açıklama
de il;
ya antı.
Tekboynuzlularm ya adı ı ülkelerde ya da
tekboynuzlularm
bizim
kendi
ülkelerimizde
ya adıkları zamanlarda
dünyaya gelme ansına sahipmi ler.”
“Öyleyse
sizin
izlerini
hep
aradı ınız antik bilime nasıl güvenebiliriz;
e er bu bilgi bize, onu böylesine keyfince
yorumlamı
olan
yalan
kitaplarca
aktarılıyorsa?”
“Kitaplar inanmak için de il,
ara tırmak
için
yazılır.
Bir
kitap
kar ısında onun ne dedi ini de il, ne
demek
istedi ini
sormalıyız
kendi
kendimize;
kutsal
kitapların
eski
yorumcuları bu dü ünceye açık seçik
sahiptiler. Bu kitapların sözünü ettikleri
gibi bir tekboynuzlunun sa töresel ya da
alegorik ya da analojik bir gerçe i var;
ama tıpkı erdenli in soylu bir erdem
oldu u dü üncesinin gerçek olarak
kalması gibi bir gerçektir o. Öteki üç
gerçe i destekleyen sözel gerçe e gelince,
sözcü ün hangi ilk deneyden do du una
bakmak gerek. Üst anlamı iyi olarak
kalsa bile, sözel anlam tartı ılmalıdır. Bir
kitapta, elmasın ancak bir keçinin
kanıyla kesilebilece i yazılıdır. Büyük
üstadım Roger Bacon bunun do ru
olmadı ını,
çünkü
denedi ini,
ba arısızlı a u radı ını söylüyor. Ama
e er elmasla keçi kanı arasındaki
ba ıntının bir üst anlamı olsaydı, bu
anlam de i meden kalırdı.”
“Öyleyse, sözcükler yalan söylese
de üst gerçekler dile getirilebilir,” dedim.
“Gene de
u tekboynuzlunun var
olmaması ya da hiçbir zaman var
olmamı olması ya da günün birinde var
olamayaca ı dü üncesi üzüyor beni!”
“Her eye yeten tanrısal güce
sınırlar koymak do ru de ildir. Tanrı
isterse tekboynuzlular da var olabilir.
Ama üzülme, gerçek varlıklardan de ilse
bile,
olası
varlıklardan
söz
eden
kitaplarda var onlar.”
“Öyleyse, tanrıbilimsel bir erdem
olan inanca ba vurmaksızın mı okumalı
kitapları?”
“ ki tanrıbilimsel erdem daha
kalıyor geriye. Olası olanın olması
umudu. Ve olası olanın oldu una yürek
temizli iyle
inanmı
olanlara
kar ı
duyulan acıma.”
“Ama e er insanın usu yatmazsa,
tekboynuzlu neye yarar?”
“Venantius’un kardaki, domuz
ahırına dek uzayan ayak izleri benim ne
i ime yaramı sa, o da o i e yarar.
Kitaplardaki tekboynuzlu tıpkı bir baskı
gibidir. E er baskı varsa, baskısı yapılan
bir eyin var olmu olması gerekir.”
“Ama siz baskısından farklı bir ey
diyorsunuz.”
“Elbette. Baskı, her zaman baskısı
oldu u varlıkla aynı biçimde olmaz.
Bazan bir varlı ın zihnimizde bıraktı ı
izlenimi ortaya
çıkarır;
bir
fikrin
baskısıdır o zaman. Fikir, nesnelerin
imidir; imge fikrin imi, yani imin imidir.
mgeden, varlı ın kendisini de ilse bile,
ba kalarının edinmi oldukları o varlı ın
kavramını elde edebilirim.”
“Peki, bu size yeter mi?”
“Hayır,
çünkü
gerçek
bilim,
imlerden
ba ka
bir
ey
olmayan
kavramlarla
yetinmemeli,
nesneleri
kendilerine özgü gerçekleri içinde ortaya
çıkarmalıdır. Böylece, izin izinden giderek
zincirin
ilk
halkasındaki
bireysel
tekboynuzluya ula mak istiyorum. Tıpkı
Venantius’un
katilinin
bıraktı ı
(birçoklarına götürebilecek olan) belirsiz
imlerden tek bir bireye, katilin kendisine
ula mak istedi im gibi. Ama bu her
zaman kısa bir sürede ve ba ka imlerin
aracılı ı olmaksızın gerçekle tirilemez.”
“Öyleyce ancak, yalnızca bana
ba ka bir eyden söz eden bir eyden söz
edebilirim; o da ba ka bir eyden söz
eder, böylece gider; peki son nesne,
gerçek olan nesne yok mudur hiç?”
“Belki
de
vardır:
bireysel
tekboynuzlu.
Hem
kaygılanma;
u
günlerde rastlayacaksın ona; ne denli
kara ve çirkin olursa olsun.”
“Tekboynuzlular, aslanlar, Arap
yazarlar ve genel olarak Araplar,” dedim
bunun
üzerine,
“ku kusuz
burası,
rahiplerin sözünü ettikleri Afrika.”
“Ku kusuz öyle. Öyle oldu una
göre de, burada Tivoli’li Pacifico’nun
sözünü etti i Afrika’lı ozanları bulmamız
gerek.”
Gerçekten de geldi imiz yoldan geri
dönüp yeniden L odasına girince, bir
dolapta
Floro,
Fronto,
Apuleius,
Martianus Capella ve Fulgentius’un
kitaplarının bir derlemesini bulduk.
“Berengar’ın,
belli
bir
gizin
açıklamasının bulundu unu söyledi i yer
burası öyleyse,” dedim.
“Öyle gibi. Berengar ‘Finis Africae’
terimini kullanmı tı; Malachi’yi öylesine
çileden çıkaran anlatım buydu. Finis, son
oda olabilir, me er ki...” bir ünlem çıktı
a zından: “Clonmacnois’nın yedi kilisesi
a kına! Bir eyin farkına varmadın mı?”
“Neyin?”
“Geri dönelim, ba ladı ımız 5
odasına!”
Super thronos viginti quatuor
ayetinin yazılı oldu u birinci kör odaya
döndük. Dört geçidi vardı bu odanın. Biri,
sekizgende bir penceresi olan Y odasına
açılıyordu. Biri, yapının dı yüzü boyunca
YSPANIA sırasını sürdüren P odasına
açılıyordu. Kule yönündeki geçit, az önce
içinden geçip buraya geldi imiz E odasına
açılıyordu. Sonra bir kör duvar geliyordu,
son olarak da, U ba harfinin bulundu u
ikinci bir kör odaya açılan geçit. S odası,
aynalı olan odaydı - neyse ki hemen
sa ımdaki duvardaydı,
yoksa
gene
korkuya kapılırdım.
Haritama dikkatle bakınca, bu
odanın özelli inin ayrımına vardım. Öteki
üç kulenin tüm öteki kör odaları gibi, bu
odanın da ortadaki yedigen odaya
açılması gerekiyordu. E er açılmıyorsa,
yedigene giri , biti ikteki kör odadan, U
odasından olmalıydı. Ama bir geçitle, iç
sekizgene bakan bir penceresi olan bir T
odasına açılan; bir ba ka geçitle de, S
odasına ba lanan bu odanın öteki üç
duvarı dolaplarla doluydu. Çevremize
bakınca
imdi haritadan da açıkça
görülen durumu do ruladık; mantıksal
nedenlerle oldu u kadar tam bir simetri
sa lama nedeniyle de bu kulede yedigen
bir oda olmalıydı; ama yoktu.
“Yok,” dedim.
“Olmaması
olanaksız.
E er
olmasaydı, öteki odalar daha büyük
olurdu; oysa bu odalar a a ı yukarı öteki
uçlardaki odaların biçiminde. Yedigen
oda var, ama ula ılamaz.”
“Duvarlarla mı çevrili?”
“Belki de. Ve i te finis Africae, i te,
imdi
ölmü
olan
o
meraklıların
çevresinde dola tıkları yer. Duvarlarla
çevrili; ama bu, bir geçit olmadı ı
anlamına gelmez. Tersine, kesinlikle bir
geçit var; Venantius bu geçidi bulmu tu
ya da Adelmo’dan yerini ö renmi ti; o da
Berengar’dan. Venantius’un notlarını bir
kez daha okuyalım.”
Bini inin altından Venantius’un
kâ ıdını çıkarıp yeniden okudu: “Putun
üstündeki kol, dördün birincisinde ve
yedincisinde çalı ıyor.” Çevresine bakındı:
270
“ E lbe t t e ! Idolum
, aynadaki imge;
271
Ve n a n t ius , bizim dilimizden
çok
Yunanca dü ünüyordu; bu dilde, eidolon,
hortlak anlamına geldi i kadar imge
anlamına da gelir; ayna bizim çarpıtılmı
imgemizi yansıtıyor: Dün gece biz bile
hortlak sandık onu! Peki ya, supra
272
speculum
dört ne olabilir? Yansıtan
yüzey üzerinde bir ey mi? Öyleyse,
aynada
yansıyan
ve
Venantius’un
tanımına uyan bir eyi görebilmek için
belli bir açıda durmalıyız...”
Her yönü denedik, ama sonuç
alamadık. Bizim imgelerimizin ötesinde,
ayna, lambanın güçlükle aydınlattı ı
odanın geri kalan bölümünün çapra ık
çizgilerini yansıtıyordu.
“Öyleyse,”
diye
dü ünüyordu
William, “supra speculum sözcükleriyle
aynanın arkasını anlatmı olabilir... Bu
da bizi biti ik odaya geçmeye zorluyor;
çünkü bu aynanın bir kapı oldu una hiç
ku ku yok...”
“Ayna
ortalama
bir
adam
boyundan daha yüksekti; sa lam bir
me e çerçeveyle duvara asılmı tı. Ona
her
türlü dokunduk;
tırnaklarımızı
çerçeveyle duvar arasına sıkı tırarak
parmaklarımızla bastırmayı denedik; ama
ayna duvarın bir parçasıymı
gibi
sa lamdı, ta gibiydi.
“Aynanın arkasında de ilse, super
273
speculum
olabilir,” diye mırıldandı
William;
kolunu
kaldırıp
ayak
parmaklarının ucunda yükseldi, elini
çerçevenin eksik kenarında gezdirdi.
Tozdan ba ka’ bir ey bulamadı.
“Hem,” diye dü ünüyordu, William
ne esiz, “aynanın arkasında bir oda olsa
bile, aradı ımız ve, ötekilerin aradıkları
kitap o odada de il artık; çünkü önce
Venantius, sonra da Berengar Tanrı bilir
nereye alıp götürdü onu.”
“Ama belki Berengar onu buraya
geri getirmi tir.”
“Hayır, o ak am biz kitaplıktaydık
ve her ey onun, kitabın çalınmasından
bir süre sonra, aynı gece, hamamda
öldü ünü gösteriyor; yoksa ertesi gün
onu gene görürdük. Neyse... imdilik finis
Africae’nin yerini saptadık; kitaplı ın
haritasını geli tirmek için tüm gerekli
ö elere de sahibiz. Kabul etmelisin ki,
labirentin
gizemlerinin
ço u
artık
aydınlatıldı. Biri dı ında tümü diyebilirim.
Sanırım Venantius’un elyazmasını bir kez
daha
dikkatle
okursam
ba ka
incelemelerden daha çok ayrıntı elde
edebilece im.
Labirentin gizemini, içeriden çok
dı arıdan daha iyi çözdü ümüzü gör dün.
Bu ak am çarpık imgelerimizin kar ısında
sorunun
çözümüne
varamayaca ım.
Hem ı ık da gücünü yitiriyor. Gel,
haritayı betimlememize yarayacak olan
öteki belirtileri de i aretleyelim.”
Bulu larımızı elimdeki haritaya
kaydederek öteki odalardan geçtik.
Yalnızca
matematik
ve
astronomi
yazılarına ayrılmı olanlara rastladık;
kimilerindeyse hiç tanımadı ımız harflerle
yazılmı , belki de Hindistan’dan gelme
elyazmaları vardı. IUDAEA ve AEGYPTUS
sözcüklerini olu turan, içiçe geçme iki
sıra odada dola tık. Özetle, okuru
çözdü ümüz
ifrelerin
ayrıntılarıyla
yormamak
için,
sonradan
bunları
haritada kesin olarak i aretleyince,
kitaplı ın gerçekten de yer yörüngesine
göre
tasarlanıp
düzenlendi ine
inandı ımızı
söyleyece im.
Kuzeyde
ANGLIA ve GERMANI vardı; batı duvarı
boyunca GALLIA’yla birle iyor, sonra batı
uçta HIBERNIA’yı, güney duvarına do ru
da (Klasik Latinlerin cenneti!) ROMA’yı ve
YSPANIA’yı
olu turuyordu.
Sonra
güneyde LEONESE, AEGYPTUS geliyor,
bunlar do uya do ru IUDAEA ve FONS
ADAE’yi olu turuyorlardı. Do uyla kuzey
arasında, duvar boyunca, ACAIA William’ın
dedi i
gibi,
Yunanistan’ı
belirtmek için iyi bir simge; gerçekten de
bu dört odada, yı ınla putperest antik
ça air ve filozofu vardı.
Harflerin sıralanı ı tuhaftı; bazan
tek bir yönde gidiyor, bazan geriye do ru,
bazan da çember biçiminde; daha önce
de söyledi im gibi, sık sık bir harf iki ayrı
sözcü ü olu turmaya yarıyordu (bu
durumda, odada bir konuya ayrılan bir
dolap, bir de ba ka bir konuya ayrılan bir
dolap bulunuyordu). Ama bu düzenleni te
ola anüstü bir kural aramanın anlamı
olmadı ı açıktı. Kütüphanecinin belli bir
yapıtı bulmasını sa layan anımsatıcı bir
düzendi bu yalnızca. Bir kitabın,
dördüncü Acaiae’de oldu unu söylemek,
onun Acaiae sözcü ünün ba ındaki A
harfinin bulundu u odadan ba layarak
sayıldı ında dördüncü odada oldu u
anlamına geliyordu; kitabı bulmak için,
kütüphanecinin, izleyece i yolu, ister
kavisli ister düz olsun, ezbere bildi i
anla ılıyordu. Örne in, ACAIA, dörtgen
biçiminde yerle tirilmi
dört odadan
olu uyordu; yani ilk A harfi aynı zamanda
sonuncu A harfi oluyordu; biz bile kısa
zamanda ö renmi tik bunu. Böylece, kör
duvarların düzenini hemen anladık.
Örne in do udan gelindi inde, ACAIA’nın
odalarından hiçbiri, ondan sonraki
odaların hiçbirine açılmıyordu: Labirent,
o noktada son buluyordu; yeniden kuzey
kulesine ula mak için öteki üç odadan
geçmek gerekiyordu. Ama do al olarak,
kütüphaneciler,
FONS’dan
girince,
diyelim ki ANGLIA’ya gitmek için,
AEGYPTUS,
YSPANIA,
GALLIA
ve
GERMANI’den geçmek gerekti ini iyi
biliyorlardı.
Kitaplıktaki verimli ke if gezimiz
bunlar ve bunlara benzer ba ka güzel
bulu larla sona erdi. Ama oradan, ho nut
(az sonra anlataca ım ba ka olaylara
katılmak üzere) çıkmaya hazırlandı ımızı
söylemeden önce, okurlarıma bir itirafta
bulunmalıyım. Ke if gezimize, ba langıçta,
bu gizemli yerin anahtarını bulmak için
çıktı ımızı, ama konu ve düzenleni lerine
göre i aretledi imiz odalarda oyalanırken,
tıpkı gizemli bir anakara ya da bir terra
incognita ke federmi çesine, çe itli türde
kitapları
karı tırdı ımızı
söyledim.
Genellikle bu ke if ikimizin görü birli iyle
gerçekle ti; William’la ben aynı kitapları
karı tırıyorduk; ben en tuhaf olanları ona
gösteriyordum, o da anlayamadı ım
birçok eyi açıklıyordu bana.
Ama bir an geldi ki, LEONES
denen
güney
kulesindeki
odalarda
dola ırken, üstadım tuhaf optik çizimleri
olan Arapça yapıtlarla dolu bir odada
durdu; o ak am bir de il, iki lambamız
oldu u için ben de merakla biti ik odaya
girdim; kitaplı ın yasalarını koyanların
bilgi ve sa duyusuyla, okunmak için
kesinlikle hiç kimseye verilemeyecek
kitapların
bir
duvar
boyunca
toplandı ının ayrımına vardım; çünkü bu
kitaplar çe itli biçimlerde bedensel ve
ruhsal hastalıklara ili kindi ve hemen
hemen tümü de kâfir bilim adamlarınca
yazılmı lardı. O sırada gözüm bir kitaba
ili ti; büyük de ildi, ama konudan çok
uzak
(Allahtan!)
minyatürlerle
süslenmi ti; çiçekler, asmalar, çift çift
hayvanlar, bazı sa altıcı otlar. Ba lı ı
274
Speculum
amoris’ti;
Bolognalı
Maximus tarafından yazılmı tı: tümü de
a k hastalı ıyla ilgili birçok ba ka
kitaptan alıntılar vardı içinde. Okurun
anlayaca ı gibi, hastalıklı merakımın
uyanması çok sürmedi. Kitabın ba lı ı
bile, sabahtan beri uyu mu olan zihnimi
yeniden kızın imgesiyle tutu turmaya
yetti.
Bütün gün kendi kendime bu
dü üncelerin aklı ba ında, dengeli bir
çömeze yakı madı ını söyleyerek sabahki
dü üncelerimi geri itmeye çalı mı tım; öte
yandan,
dünün
olayları
zihnimi
oyalayacak ölçüde zengin ve yo un
oldu undan iste im yatı mı tı; öyle ki,
geçici bir tedirginlikten ba ka bir ey
olmayan o duygudan artık kurtuldu uma
bile inanıyordum. Oysa o kitabı görmek
275
bile,
“de
te
fabula
narratur”
dedirtmeye yetti ve sandı ımdan çok
daha fazla a k hastası oldu umu
gösterdi. Sonradan ö rendi ime göre,
hekimlikle ilgili kitapları okurken, insan
hep bu kitaplarda sözü edilen acıları
duydu una
inandırırmı
kendini.
William’ın odaya girip böyle kendimi
kaptırmı ne okudu umu sormasından
korktu um için kaçamak bir göz attı ım o
sayfaları okumak bile bu hastalı a
yakalandı ıma kesinlikle inandırdı beni;
hastalı ın
belirtileri
öylesine
iyi
tanımlanmı tı ki, bir yandan (üstelik
birçok
auctoritas’ın
a maz
yol
göstericili iyle) hasta oldu umu görmek
kaygılandırırken,
bir
yandan
da,
durumun böyle canlı bir biçimde
betimlendi ini görmek
sevindiriyordu
beni; hasta olsam bile, aynı hastalıktan
birçok ba ka insan da acı çekti ine göre
hastalı ımın, deyim yerindeyse, normal
oldu una
kendimi
inandırdım;
sözlerinden alıntılar verilen bu yazarlar
sanki betimlemeleri için tam da beni
örnek almı görünüyorlardı.
bn-Hazm’ın sayfaları beni çok
etkiledi; a kı, sa altımı kendi içinde olan,
ba kaldıran
bir
hastalık
olarak
niteliyordu;
çünkü
bu
hastalı a
yakalanan insan sa altılmayı dilemez;
a k acısı çeken iyile mek istemez; (Tanrı
bilir, do ru!) O sabah her gördü üm eyin
beni niçin böylesine co kulandırdı ını,
a kın, Ancira’lı Basilio’nun da söyledi i
gibi, insanın içine niçin gözlerinden
girdi ini ve - a maz bir gösterge- böyle
bir hastalı a yakalanan kimsenin niçin
a ırı bir
sevinç
gösterdi ini,
aynı
zamanda niçin (o sabah benim yaptı ım
gibi) kendi kendine olmak istedi im ve
yalnızlı ı ye
tuttu unu, çevresindeki
öteki olayların büyük bir tedirginlik ve
insanın dilini ba layan bir a kınlı a yol
açtı ım anladım... çtenlikli bir sevdanın,
sevdi ini görmesi engellendi i zaman
sararıp soldu unu, sonunda yata a
dü tü ünü, bazan hastalı ın beyne
egemen oldu unu, bu duruma gelen
kimsenin aklını yitirip abuk sabuk eyler
söyledi ini okuyunca korkuya kapıldım
(henüz o a amaya gelmedi im açıktı;
çünkü kitaplı ı ke fetti imiz sırada
zihnim oldukça uyanıktı). Ama hastalı ın
kötüye
gitti i
zaman
ölüme
yol
açabilece ini kaygıyla okudum ve kendi
kendime, kızın bana verdi i sevincin,
ruhun
sa lı ına
gereken
ilgiyi
göstermeksizin, bedenin yüce bir biçimde
kurban edilmesine de ip de meyece ini
sordum.
Basilio’nun bir ba ka alıntısına
daha rastladım; buna göre “qui animam
corpori
per
vitia
conturbationesque
commiscent, utrinque quod habet utile ad
vitam
necessarium
demoliuntur,
animamque lucidam ac nitidam carnalium
voluptatum limo perturbant, et corporis
munditiam atque nitorem hac ratione
miscentes, inutile hoc ad vitae officia
276
ostendunt.”
Do rusu hiç dü mek
istemedi im bir durum.
Daha sonra, Ermi Hildegard’ın
bazı sözlerinden, o gün duydu um ve
kızın yoklu undan kaynaklanan tatlı acı
duygusuna
yordu um
hüznün,
cennetteki o uyumlu ve kusursuz
durumundan
ayrılan
bir
insanın
duydu u duyguya tehlikeli bir biçimde
277
benzedi ini, bu “nigra et amara”
karasevdanın,
yılan
ıslı ından
ve
eytan’ın
esininden
do du unu
ö rendim. Bu görü e onun gibi bilgili olan
- kâfirler de katılıyordu; çünkü Ebu Bekir
Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi’ye
yorulan satırlar ili ti gözüme: Er Razi,
Liber
continens’de,
sevi
hüznünü,
kurbanını tıpkı bir kurt gibi davranmaya
iten kurt hastalı ıyla bir tutuyordu.
Tanımı bo azımı sıktı: Sevdalıların önce
dı
görünü leri de i ime u ruyordu;
görme
yetileri
azalıyor,
gözleri
çukurla ıyor, gözya ları tükeniyor, dilleri
yava
yava
kuruyor
ve
üstünde
kabarcıklar beliriyor, tüm gövdeleri
kurumu , sürekli susuzluk çekiyorlardı; o
zaman bütün günlerini yüzükoyun
yatarak geçiriyorlar, yüzlerinde ve kaval
kemiklerinde köpek ısırı ına benzer izler
beliriyor, sonunda geceleri tıpkı kurtlar
gibi mezarlıklarda dola ıyorlardı.
Son olarak, büyük bni Sina’nın
alıntılarını
okuyunca
durumumun
ciddili inden ku kum kalmadı. bni Sina
a kı, insanın kar ı cinsten birinin yüz
çizgilerini,
el kol devinimlerini ve
davranı larını durup durup dü ünmekten
do an sürekli bir hüzün dü üncesi olarak
tanımlıyordu ( bni Sina durumumu ne
canlı bir gerçeklikle betimlemi ti!): Bir
hastalık
olarak
do muyordu,
ama
doyurulmazsa
bir
saplantıya
dönü üyordu (peki öyleyse, ben niçin bir
saplantıya kapılmı tım; ben ki, Tanrı
ba ı lasın, doyuma ula mı tım! Yoksa,
dün gece olan ey a kın doyumu de il
miydi? Öyleyse
bu hastalık nasıl
doyuruluyordu?) Sonunda gözkapakları
durmadan se irir, soluk düzensizle ir,
hasta bir güler bir a lar, nabız hızlanırdı
(benim nabzım da hızlı atıyordu ve bu
satırları okurken solu um tutuluyordu!)
bni Sina, bir insanın sevdalı olup
olmadı ını anlamak için daha önce
Galen’in önerdi i a maz bir yöntem salık
veriyordu: Hastanın bile ini tutun ve
kar ı cinsten birçok ad sayın; sonunda
hangi
adın
nabzı
hızlandırdı ını
bulursunuz. Üstadımın ansızın içeriye
girip
kolumu
yakalamasından,
damarlarımın
atı ından
gizimi
anlamasından korkuyordum; bundan çok
büyük bir utanç duydum... Ne yazık ki,
bni Sina, ilaç olarak iki sevgiliyi evlilik
ba ıyla birle tirmeyi öneriyordu; o zaman
hastalık geçiyordu. Hiç ku ku yok, zeki
de olsa bir kâfirdi o; çünkü hiçbir zaman
iyile memeye yazgılı - daha do rusu,
kendi seçimiyle ya da yakınlarının akıllıca
seçimleriyle,
kendini
hiçbir
zaman
hastalanmamaya
yazgılı
kılan
bir
Benedikten çömezinin durumunu hesaba
katmıyordu. Neyse ki bni Sina Cluny
tarikatını dü ünmese de, birle tirilmeleri
olanaksız sevdalıları dü ünüyor, köklü bir
sa altma yöntemi olarak sıcak banyoları
ö ütlüyordu (Berengar, ölmü Adelmo için
duydu u sevda hastalı ından kurtulmak
mı istemi ti? Ama insan kendi cinsinden
birine tutulabilir miydi, bu yalnızca
hayvanca bir kösnü müydü yoksa? Belki
de dün gece benim duydu um kösnü
hayvanca de ildi? Hayır, elbette de ildi,
diyordum kendi kendime, çok tatlı bir
duyguydu - sonra hemen ardından,
yanılıyorsun
Adso,
eytan’ın
yanıltmasıydı o, çok hayvancaydı; hayvan
gibi davranmak günahını i ledin, imdi
bunun
farkında
de ilmi
gibi
davranmakla daha çok günah i liyorsun!)
Ama sonra, gene bni Sina’ya göre, ba ka
yollar oldu unu da okudum: Örne in
vakitlerini sevilen kadını karalamakla
geçiren ya lı ve uzman kadınların
yardımına ba vurmak -öyle görünüyor ki,
bu konuda ya lı kadınlar erkeklerden
daha uzman. Belki de çözüm buydu; ama
manastırda ya lı kadın bulamazdım ki
(genç de yoktu ya zaten); böylece, bir
rahipten,
onu
bana
kötülemesini
istemekten ba ka çare yoktu, ama
kimden?
Hem
sonra,
bir
rahip
dedikoducu bir kocakarı kadar kadınları
tanıyabilir miydi? Arabın önerdi i son
çözüm, utanç verici bir do ru yola
getirme yöntemiydi; çünkü mutsuz
sevdalıyı birçok köle kızla birle tirmeyi
öneriyordu; bir çömez için hiç de uygun
olmayan bir çare. Peki, diye sordum
kendi kendime sonunda, genç bir rahip
sevdadan nasıl kurtulabilir? Gerçekten
de onun için hiç kurtulu yok mudur?
Yoksa Severinus’a ve onun sa altıcı
otlarına mı ba vurmalıydım? Villanova’lı
Arnaldo’dan bir bölüm buldum sonunda;
William’ın büyük bir saygıyla söz etti ini
i itti im
bir
yazardı
bu;
sevda
hastalı ının, insan organizması kendini
a ırı nem ve sıcaklık içinde buldu u
zaman, a ırı miktarda sıvı ve havadan
do du unu öne sürüyordu; çünkü a ırı
derecede ço alan (üretici tohumu üreten)
kan, a ırı miktarda tohum üretilmesine,
278
bir “complexio venerea”ya
yol açıyor,
kadında ve erkekte yo un bir birle me
iste i
yaratıyordu.
Beynin
orta
karıncı ının arkasında yer alan bir
de erlendirme özelli i vardır (bu da nesi?)
diye sordum kendi kendime); bunun
amacı, nesnelerin içindeki, duyularla
algılanamayan yönelimleri algılamaktır;
duyularla algılanan nesneye yönelik istek
gere inden
güçlü
olursa,
bu
de erlendirme yetisi allak bullak olur ve
yalnızca
sevilen
insanın
imgesiyle
beslenir; o zaman tüm ruhu ve bedeni bir
ate kaplar, insan bir hüzünlenir bir
ne elenir; çünkü (umutsuzluk anlarında
bedenin en derin yerlerine inen ve deriyi
donduran) ısı sevinç anlarında yüzeye
çıkar, yüzü yalazlandırır. Arnaldo’nun
önerdi i sa altma
yöntemi,
sevilen
nesneye
kavu ma
inancının
ve
umudunun yitirilmesine çalı maktan,
böylece dü üncenin ondan uzakla masını
sa lamaktan ibaretti.
Öyleyse ben iyile tim; ya da
iyile me
yolundayım,
dedim
kendi
kendime;
çünkü
dü üncelerimin
nesnesini yeniden görme, görsem bile
ona kavu ma, kavu sam da ona yeniden
sahip olma, ona yeniden sahip olsam bile
rahiplik
durumum
ve
ailemin
durumunun bana yükledi i görevlerden
ötürü, onu yanımda tutma umudum çok
azdı, hatta hiç yoktu... Kurtuldum,
dedim kendi kendime ve kitabı kapattım,
kendime çekidüzen verdim; tam o sırada
William içeri giriyordu. Gizi (daha önce
anlattı ım gibi) çözülmü olan labirente
do ru gezimizi sürdürdük ve o an için
saplantımı unuttum.
Görülece i gibi, kısa bir süre sonra
bu saplantıya yeniden yakalanacaktım,
ama (ne yazık ki!) çok daha de i ik
ko ullar altında.
Dördüncü Gün
GECE
Salvatore acıklı bir biçimde Bernardo Gui
tarafından görülüyor, Adso’nun sevdi i kız
büyücülük suçuyla yakalanıyor ve herkes
eskisinden daha da mutsuz ve kaygılı
yatmaya gidiyor.
Tam
yemekhaneye
geri
dönüyorduk ki, mutfak yönünden gelen
ba rı malar i ittik ve belli belirsiz ı ık
çıkıntıları gördük. William hemen lambayı
söndürdü. Duvarlara tutuna tutuna
mutfa a açılan kapıya yakla tık; sesin
dı arıdan geldi ini anladık, ama kapı
açıktı. Sonra sesler ve ı ıklar uzakla tı,
biri hızla kapıyı çarptı. Tatsız bir eyin ön
belirtisi olan büyük bir gümbürtü i itildi.
Çabucak kemik mezarlı ından geçip
bo almı olan kilisede yeniden ortaya
çıktık; güney kapısından dı arı çıktık;
avluda me alelerin parıltısını gördük.
Yakla tık;
o
karga alıkta
yatakhaneden
ya
da
hacılar
konukevinden çıkıp olay yerine varmı
olan birçokları gibi biz de dı arı
fırlamı tık. Okçuların, gözlerinin akı gibi
apak olmu Salvatore’yle a lamakta olan
bir kadını sımsıkı tutmakta olduklarını
gördük.
Yüre im
sıkı tı:
Oydu,
dü üncelerimin kızı. Beni görünce tanıdı;
yalvaran, umarsız bir bakı la baktı bana.
Atılıp onu kurtarmak için bir dürtü
duydum, ama William kula ıma hiç de
sevecen olmayan azarlar fısıldayarak
beni tuttu. imdi rahipler ve konuklar
her yandan ko u uyorlardı.
Ba rahip geldi, Bernardo Gui geldi,
okçuların yüzba ısı ona kısaca bilgi verdi.
Olanlar bunlardı i te.
Sorgucunun buyru uyla okçular
gece tüm yapılar bütününde devriye
geziyorlardı; ana kapıdan kiliseye giden
yola, bahçelerin bulundu u bölgeye ve
Aedificium’un önyüzüne özel bir dikkat
gösteriyorlardı (niçin? diye sordum kendi
kendime; sonra anladım: Çünkü açıkça
görülüyordu ki Bernardo, hizmetçi ve
a çılardan,
geceleri
manastırın
dı
duvarlarıyla mutfak arasında gidip
gelmeler oldu unu ö renmi ti; ne yazık
ki, belki de tam olarak bunlardan kimin
sorumlu oldu unu bilmiyordu; belki
budala Salvatore niyetini bana açıkladı ı
gibi, mutfakta ya da ambarlarda bir
zavallıya da bundan söz etmi , o da
bunu, ö leden sonraki soru turmadan
korkuya kapılıp yem olarak Bernardo’ya
aktarmı tı).
Karanlıkta
sis
içinde
sakınımla dola ırken, okçular sonunda
Salvatore’yi yanındaki kadınla birlikte,
mutfak kapısının önünde ipe sapa gelmez
eyler söylerken bulmu lardı.
“Bu kutsal yerde bir kadın ha!
Hem de bir rahiple birlikte!” dedi sert bir
sesle Bernardo, Ba rahip’e dönerek.
“Yüce efendimiz,” diye sürdürdü, “e er
yalnızca erdenlik andının çi nenmesi söz
konusu olsaydı, bu adamı cezalandırmak
sizin yetkinize girerdi. Ama bu iki sefil
insanın davranı larının tüm konukların
gönenciyle bir ilgisi olup olmadı ını henüz
bilmedi imiz için, önce bu gizemi
aydınlatmalıyız.
Buraya
bak,
sefil
adam.”
Salvatore’nin gizlemeye çalı tı ı açık seçik
görünen çıkını gö sünden kaptı. “Bunun
içinde ne var?”
Ben biliyordum: bir bıçak, çıkın
açılır açılmaz çılgın gibi miyavlayarak
kaçan bir kara kedi ve daha imdiden
kırılmı , yapı
yapı , benden ba ka
herkese kan ya da safra, ya da pis bir
madde gibi görünen iki yumurta.
Salvatore mutfa a girip kediyi öldürerek
gözlerini oymak üzereydi; kimbilir ne
sözler vererek kızı kendisiyle birlikte
gitmeye razı etmi ti. Ne söz verdi ini ben
hemen anladım. Okçular, pis pis
gülmeler, açık saçık sözler arasında kızın
üstünü aradılar; ölmü , ama henüz
yolunmamı bir horoz buldular. Kötü bir
talih eseri, tüm kedilerin kara göründü ü
gecede horoz da tıpkı kedi gibi kara
görünüyordu. Bense zavallı aç yaratı ı
kandırmak için daha fazlasına gerek
olmadı ını dü ünüyordum; zaten dün
gece o de erli öküz yüre ini de (üstelik
bana olan a kından!) bırakıp gitmi ti...
“Ooo!” diye ba ırdı Bernardo,
büyük bir ilgiyle. “Kara bir kedi ve kara
bir horoz... Bu teçhizatı bilirim ben...”
Oradakiler arasında William’ı seçti: “Siz
de biliyorsunuz, de il mi, William
Birader? Üç yıl önce, Kilkenny’de, u kız,
kendisine bir kara kedi biçiminde
görünen
bir
eytanla
ili kide
bulundu unu söyledi inde siz orada
sorgucu de il miydiniz?”
Üstadım
korkaklı ından
ötürü
susuyormu gibi geldi bana; kolunu
yakalayıp onu sarstım, umutsuzca
fısıldadım:
“Yemek
için
oldu unu
söylesenize ona...”
Kolunu kurtarıp nazik bir biçimde
Bernardo’ya döndü: “Sonuçlara varmanız
için
benim
eski
deneylerime
gereksiniminiz oldu unu sanmıyorum,”
dedi.
“Yo, hayır, çok daha yetkili
tanıklar var,” diye gülümsedi Bernardo.
“Bourbon’lu Stephan, Kutsal Ruh’un yedi
erdemi üstüne yazdı ı incelemede anlatır:
Ermi Dominique, Fanjeaux’da, sapkınlar
aleyhinde vaaz verdikten sonra bazı
kadınlara o zamana dek hizmet etmi
oldukları
efendilerini
göreceklerini
açıkladı. Birden kadınların arasına iri bir
köpek büyüklü ünde korkunç bir kedi
fırladı; alev alev yanan kocaman gözleri,
göbe ine dek inen kanlı bir dili, ne yana
döndürürse
döndürsün,
dola tıkça,
eytan’a tapanların, bu arada Templar
övalyelerinin toplantıları sırasında, her
zaman öpme alı kanlı ında oldukları o
anüse yara ır biçimde, tüm anüslerden
daha
pis
kokulu
olan
arkasının
i rençli ini gösteren yukarı do ru dimdik
kısa bir kuyru u vardı. Kadınların
çevresinde bir saat dönendikten sonra
kilise çanının ipine sıçradı, ardında pis
kokulu dı kısını bırakarak ta tepeye dek
tırmandı. Kedi, Insulis’li Alanus’a göre,
içinde
Lucifer’in
vücut
buldu una
inandıkları için gerisini öptükleri bu
279
hayvandan ötürü adlarını catus’tan
alan Katarlar’ın gözde hayvanı de il
midir? Hem, bu i renç davranı , De
legibus’ta La Verna’lı William tarafından
da
do rulanmamı
mıdır?
Sonra,
Albertus Magnus da, kedilerin gizil güçlü
eytanlar
olduklarını
söylemez
mi?
Saygıde er Jacques Fournier Birader,
Carcassone’lu sorgucu Geoffrey’nin, ölüm
dö e inde, ölünün artıklarını alaya almak
isteyen
eytanlardan ba ka bir
ey
olmayan iki kara kedinin belirdi ini
anımsatmaz mı?”
Rahipler arasında bir yılgınlık
mırıltısı dola tı; birçokları haç çıkardılar.
“Ba rahip
efendimiz,
Ba rahip
efendimiz,” diyordu Bernardo bu arada,
erdemli bir tavırla, “belki de saygıde er
efendimiz, günahkârların bu araçlarla ne
yaptıklarını bilmiyorsunuz! Ama ben iyi
biliyorum, Tanrı esirgesin! Alabildi ine
kötü kadınların
kendi cinslerinden
kimselerle,
gecenin
en
karanlık
saatlerinde kara kedileri, kendilerinin de
yadsıyamadıkları mucizeler yaratmak için
kullandıklarını gördüm: Bazı hayvanlara
binerek
geceye
sı ınıp,
kösnül
karabasanlara
dönü mü
kölelerini
artlarında sürükleyerek çok uzaklara
gidiyorlardı...
eytan, horoz ya da
kapkara bir ba ka hayvan biçiminde
onlara görünür, hatta onunla -bana nasıl
diye sormayın- yatarlar bile. Daha kısa
bir süre önce, efendimiz Papa’nın canına
kıymak için, bu tür karabüyüyle tılsımlı
içkiler
ve
merhemler
hazırlandı,
yemeklerine zehir kondu. Papa ancak
ola anüstü takılarla donandı ı için
kendini koruyabildi ve zehiri tanıyabildi;
çünkü
yılan
dili
biçimindeki
bu
takılardaki görkemli zümrüt ve yakutlar,
yiyeceklerin içinde zehir bulundu unu
kutsal güç sayesinde ortaya çıkarmaya
yarıyorlardı. Tanrı’ya ükür Fransa Kralı
bu çok de erli dillerden tam on bir tane
arma an etmi ti ona; böylece efendimiz
Papa ölümden kurtulabildi! Papa’nın
dü manlarının sayısının daha çok oldu u
do rudur, on yıl önce tutuklanmı olan
sapkın Bernard Delicieux hakkında neler
ö renildi ini herkes bilir: Evinde kara
büyü kitapları bulunmu tu; en a a ılık
sayfalarına, dü manlara zarar vermek
için mumdan heykelciklerin yapılı ına
ili kin
tarifeleri
kapsayan
notlar
yazılmı tı.
nanır
mısınız?
Evinde,
Papa’nın imgesini yansıtan, gövdesinin
can damarları kırmızı halkalarla çevrili,
hayran olunacak bir ustalıkla yapılmı
heykelcikler bile bulundu; herkes bilir ki
bir ipe asılmı böyle bir heykelcik bir
aynanın önüne konur, sonra bu can
damarları i nelerle delinir, sonra da...
Ah, bu i renç i lemler üstünde niçin
duruyorum? Papa kendisi, daha geçen
y ı l , Super illius specula buyru unda
bunlardan söz etmi , onları betimlemi ve
mahkûm
etmi ti.
Gerekti i
gibi
inceleyebilmemiz için, umarım bu zengin
kitaplı ınızda bu buyru un bir kopyası
vardır...”
“Var,
var,”
diye
heyecanla
do ruladı Ba rahip büyük bir üzüntüyle.
“Güzel,” diye sözünü ba ladı
Bernardo. “Olay daha imdiden açık
görünüyor bana. Ba tan çıkarılmı bir
rahip,
bir
büyücü,
çok
ükür
gerçekle memi bir büyü. Amaç nedir?
Ö renmemiz gereken bu; bunu ö renmek
için de birkaç saatlik uykumu feda
etmeye hazırım. Zatıâlileri bana bu
adamın kapatılabilece i bir yer vermek
lütfunda bulunurlar mı?..”
“Bodrumda demircilerin i li inde
hücrelerimiz var,” dedi Ba rahip, “bir
ans eseri olarak çok seyrek kullanılıyor;
yıllardır bo duruyorlar...”
“ ans ya da
anssızlık,” dedi
Bernardo. Sonra okçulara kendilerine yol
gösterecek birini bulmalarını ve iki
tutukluyu
ayrı
ayrı
hücrelere
koymalarını, adamı, Bernardo’nun az
sonra a a ıya inip onu sorguya çekerken
yüzünü iyi görebilece i bir biçimde,
duvara
gömülü
halkalara
iyice
ba lamalarım buyurdu. “Kıza gelince,”
diye ekledi, “kim oldu u açık; onu bu
gece sorguya çekmeye de mez. Büyücü
olarak yakılmadan önce onu bekleyen
ba ka duru malar var. E er büyücüyse
kolay konu mayacaktır. Ama belki rahip”
(kendisine son bir
ans tanıdı ını
anlatmak istercesine tir tir titreyen
Salvatore’ye gözlerini dikti), “gerçe i
anlatarak ve suç ortaklarını ele vererek
hâlâ tövbe edebilir,” diye ekledi.
Rahiple
kızı
sürükleyerek
götürdüler; biri suskun, yıkık, neredeyse
ate li; öteki a lıyor, tekmeler atıyor,
mezbahaya götürülen bir hayvan gibi
bö ürüyordu. Ama ne Bernardo, ne
okçular, ne de ben, köylü diliyle ne
söyledi ini anlamıyorduk. Ne denli ba ırıp
ça ırırsa ça ırsın, dilsiz gibiydi. Öyle
sözcükler vardır ki bize güç verir; öyleleri
de vardır ki bırakılmı lı ımızı daha da
artırır; Efendimizin, bilginin ve erkin
evrensel diliyle kendilerini dile getirme
yetene i ba ı lamadı ı basit insanların
kaba sözcükleri bu türdendir.
Bir kez daha onun ardından
gitmeye davrandım; bir kez daha William
yüzünün kesin anlatımıyla beni engelledi.
“Kımıldama, budala,” dedi, “kızın i i bitik;
yanık et o artık.”
Bir çeli ik dü ünceler karma ası
içinde gözlerimi kıza dikmi , sahneyi
ürküntüyle izlerken, omzuma birinin
dokundu unu duydum. Neden bilmem,
daha
arkama
dönüp
bakmadan
Ubertino’nun dokunu unu tanıdım.
“Büyücüye bakıyorsun, de il mi?”
diye sordu bana. Ya antımı bilmesinin
olanaksız oldu unu biliyordum;
bu
nedenle,
salt
o korkunç
insancıl
duyguları anlama sezgisiyle bakı ımın
yo unlu unu
yakaladı ı
için
böyle
söylemi ti.
“Hayır...” diye savundum kendimi,
“ona bakmıyorum... yani belki de
bakıyorum, ama o büyücü de il... büyücü
olup olmadı ını bilmiyoruz, belki de
suçsuzdur...”
“Güzel oldu u için bakıyorsun ona.
Güzel, de il mi?” diye sordu ola anüstü
bir sıcaklıkla, kolumu sıkarak. “E er ona
güzel
oldu u
için
bakıyorsan
ve
heyecanlanıyorsan
(heyecanlandı ını
biliyorum, çünkü ona yüklenen suç onu
senin için daha da çekici kılıyor); e er
ona bakıyor ve istek duyuyorsan, bu bile
yeter onun büyücü olmasına. Uyanık ol,
o lum...
Bedenin
güzelli i
deriyle
sınırlıdır. nsanlar derinin altında ne
oldu unu görebilselerdi, Boeotia’lı va a ın
ba ına geldi i gibi, kadınları görünce tir
tir titrerlerdi. Bütün bu güzellik, balgam,
kan, sıvı ve safradan olu ur. Burun
deliklerinin,
bo azın,
karnın
içinde
nelerin saklı oldu unu dü ünürsen,
pislikten ba ka bir
ey bulamazsın.
Balgama ya da gübreye parmak uçlarınla
bile dokunmak insanı tiksindirirken, o
gübreyle dolu çuvalı kucaklamayı nasıl
isteyebiliriz?”
çimden kusmak geldi. Artık bu
sözcükleri
dinlemek
istemiyordum.
Üstadım yardımıma ko tu; bu sözleri o da
i itmi ti. Sertçe Ubertino’ya yakla tı,
kolunu yakalayıp kolumdan çekti.
“Yeter, Ubertino,” dedi. “Az sonra o
kızca ıza i kence yakılacak, sonra da
yakılacak. Tıpkı senin dedi in gibi,
balgama,
kana,
sıvı
ve
safraya
dönü ecek. Ama, derisinin altındaki,
Efendimizin o deriyle korunmasını ve
süslenmesini
istedi i
eyi
kazıyıp
çıkaracak kimseler, bizim gibi insanlar
olacak. Hem, ilk madde bakımından, sen
ondan daha iyi de ilsin. Bırak çocu u.”
Ubertino allak bullak oldu. “Belki
de günah i ledim,” diye mırıldandı.
“Ku kusuz günah i ledim. Bir günahkâr
ba ka ne yapabilir?”
imdi
herkes
olay
hakkında
konu arak gene içeri giriyordu. William,
kısa bir süre, ona ne dü ündü ünü
soran Michele’nin ve öteki Minoritlerin
yanında kaldı.
“Bernardo’nun elinde bir koz var
imdi; iki anlama da gelse. Manastırda,
Avignon’da, Papa’ya kar ı yapılmı olan
eyleri yapan kara büyücüler dola ıyor.
Ku kusuz bu bir kanıt de il; her eyden
önce de, yarınki toplantıyı baltalamak
için kullanılamaz. Bu gece, o a a ılık
adamdan ba ka ipuçları elde etmeye
çalı acak; ama bunlardan hemen yarın
sabah yararlanmayaca ından eminim.
Onları
yedekte
saklayıp,
ileride
tartı maların gidi i ho una gitmeyecek bir
yön alırsa, bunu engellemek için
yararlanacak onlardan.”
“Bize kar ı kullanılabilecek bir ey
söyletebilir mi ona?” diye sordu Cesena’lı
Michele.
William
kararsızdı:
“Umarım
söyletemesin,” dedi. Salvatore, kendisinin
ve kilercinin geçmi i hakkında bize
anlatmı
olduklarını Bernardo’ya da
anlatacak, geçici de olsa Ubertino’yla
ili kileri konusunda bir imada bulunacak
olursa, oldukça can sıkıcı bir durumun
do abilece ini farkettim.
“Ne
olursa
olsun,
olayların
geli mesini bekleyelim,” dedi William,
serinkanlılıkla. “Hem zaten, Michele, her
ey önceden kararla tırıldı. Ama sen
denemek istiyorsun.”
“ stiyorum,” dedi Michele, “Tanrı
bana yardım edecektir. Ermi Francesco
hepimizin yardımcısı olsun.”
“Amin,” diye kar ılık verdiler hepsi
de.
“Belli olmaz,” oldu, William’ın
saygısızca yorumu. “Ermi Francesco
belki de bir yerde, Efendimizle yüzyüze
gelmeksizin onun yargısını bekliyordun”
“Sapkın Ioannes’e lanet olsun!”
diye homurdandı ını i ittim Jerome’un,
herkes yatmaya giderken. “Bizi imdi
ermi lerin
yardımından
da
yoksun
bırakırsa, sonumuz nice olur, biz zavallı
günahkârların?”
BE NC GÜN
TANSÖKÜMÜ
sa’nın yoksullu u karde çe tartı ılıyor.
Geceki olaylardan sonra yüre im
binbir acıyla kıvranarak be inci günün
sabahı,
tansökümü
ayini
çanları
çalarken kalktım; William beni sarsarak,
az sonra iki heyetin toplanacaklarını
anımsatıyordu. Hücrenin penceresinden
dı arı baktım; ama hiçbir ey göremedim.
Bir gün önceki sis, ovayı ba tanba a
kaplayan
sütümsü
bir
örtüye
dönü mü tü.
Dı arı çıkar çıkmaz, manastırı
daha önce hiç görmedi im gibi gördüm;
yalnızca belli ba lı birkaç yapı, kilise,
Aedificium, toplantı salonu uzaktan
seçilebiliyordu; belli belirsiz, gölgeler gibi
de olsa; geri kalan yapılarsa ancak
birkaç adım yakından görülebiliyordu.
Nesnelerin ve hayvanların biçimleri,
sanki ansızın bo luktan çıkıyormu
gibiydi; insanlar sisin içinden önce
hortlaklar gibi boz renkli beliriyorlar,
sonra yava yava ve ancak güçlükle
tanınabiliyorlardı.
Kuzey ülkelerinde do du um için
bu havanın yabancısı de ildim; ba ka bir
zaman olsa, do du um yerin ovalarını ve
atolarını tatlılıkla anımsatırdı bana. Ama
o sabah havanın durumu acı bir biçimde
ruhsal durumuma yakın görünüyordu;
sabah uyandı ımda duydu um hüzün
toplantı salonuna yakla tıkça yava yava
ço aldı.
Yapıya birkaç adım kala, kim
oldu unu hemen anlayamadı ım birinden
ayrılmak üzere olan Bernardo’yu gördüm.
Sonra, yanından geçerken onun Malachi
oldu unu anladım. Suçüstü yakalanmak
istemeyen biri gibi çevresine bakmıyordu.
Ama
bu adamın
yüz anlatımının
yaradılı tan, itiraf edilmemi
bir giz
saklayan ya da saklamaya çalı an birinin
anlatımı
oldu unu
daha
önce
söylemi tim.
Beni
tanımadı
ve
uzakla tı.
Merakla Bernardo’yu izledim; belki de
Malachi’nin
verdi i
kâ ıtlara
göz
gezdirdi ini gördüm. Toplantı salonunun
e i inde, elinin bir devinimiyle, yakında
duran okçuların ba ını ça ırdı ve ona bir
eyler fısıldadı. Sonra içeri girdi. Ben de
arkasından.
Buraya ilk kez ayak basıyordum;
dı arıdan
bakıldı ında,
boyutları
gösteri siz, biçimi özentisizdi; belki de bir
yangında kısmen yakılmı
eski bir
manastır kilisesinin kalıntıları üstünde
kısa bir süre önce yapılmı oldu unu
farkettim.
çeri girerken, yeni biçimde, sivri
kemerli, süssüz, üstünde renkli camdan
bir penceresi olan bir kapının altından
geçiliyordu. Ama içeride, eski bir giri
nefinin kalıntıları üstünde sonradan
yapılmı
bir
avluda
buluyordunuz
kendinizi. Önde, eski biçimde yapılmı ,
ola anüstü güzellikte yontulmu , yarım
ay biçiminde alınlıklı bir kapı daha vardı.
imdi yok olmu eski kilisenin kapısı
olmalıydı bu.
Alınlı ın yontuları aynı ölçüde
güzel,
ama
sonradan
yapılmı
kiliseninkiler gibi tedirgin edici de ildi.
Burada da, alınlı ın üstünde, tahtta
oturmu bir sa vardı; iki yanında, çe itli
durumlarda ve ellerinde çe itli nesneler
tutan, ondan, dünyanın dört bir yanına
gidip tüm insanlar arasında ncil’i yayma
görevini almı olan on iki havari. sa’nın
ba ının üstünde, on iki panelden olu an
kemerin içinde ve
sa’nın ayakları
dibinde, artsız aralıksız bir heykelcikler
dizisi içinde, iyi haberi almaya yazgılı»
dünya
halkları
yansıtılıyordu.
Giysilerinden, branileri, Kapadokyalıları,
Arapları,
Hintlileri,
Frigyalıları,
Bizanslıları,
Ermenileri,
skitleri,
Romalıları tanıdım. Ama bunların yanı
sıra, on iki panelli kemerin üstünde bir
kemer olu turan otuz yuvarlak içinde,
yalnızca Physiologus’un ve gezginlerin
açık
seçik
olmayan
yazılarında
de indikleri
bilinmeyen
dünyalarda
ya ayanlar
da
vardı.
Ço u
bana
yabancıydı; bazılarını tanıdım. Örne in,
iki ellerinde altı ar parmak bulunan
hayvanlar, a açların özleriyle kabukları
arasında olu an kurtçuklardan do ma
kır tanrıları, denizcileri ba tan çıkaran,
kuyrukları pul pul denizkızları, yeraltında
ma aralar kazarak kendilerini güne in
yakıcılı ına
kar ı koruyan
kapkara
Etiyoplar, belden yukarısı insan, belden
a a ısı e ek olan santorlar, bir kalkan
büyüklü ünde tek gözleri olan sikloplar,
ba ı ve gö sü bir genç kızınki gibi, karnı
bir
di i
kurdun
karnı,
kuyru u
yunusbalı ının kuyru u gibi olan Scilla,
bataklıklarda ve Epigmagrides Irma ı’nda
ya ayan kıllı Hintliler, havlamadan tek
sözcük bile söylemeyen köpek ba lılar,
tek bacakları üstünde hızla ko an ve
güne ten korunmak istedikleri zaman
kocaman ayaklarını tıpkı bir emsiye gibi
açan sciopodlar, a ızsız, burunlarıyla
soluk alan ve yalnızca havayla ya ayan
Yunanistan’lı astomatlar, sakallı Ermeni
kadınları,
pigmeler,
ba sız
do an,
karınlarında a ızları, omuzlarında gözleri
olan, bazılarının blemmi de dedikleri
epistigi; boyları üç metreyi a an, saçları
topuklarına dek inen, omurgalarının
bitiminde bir inek kuyru u olan, deve gibi
toynaklı Kızıl Deniz’li di i canavarlar,
topukları arkaya dönük, bu yüzden de
ayak izlerine bakarak onları izleyenin
gidece i yere de il, hep ba ladı ı yere
vardı ı canavarlar, üç ba lı insanlar,
gözleri lamba gibi ı ık saçan adamlar,
gövdeleri insan gövdesi, ba ları çok çe itli
hayvanların ba ları olan, Circe adasında
ya ayan canavarlar...
Kapının üstünde bunların ve
ba ka ola anüstü yaratıkların yontuları
vardı. Ama bunların hiçbiri tedirginlik
uyandırmıyordu
insanda;
çünkü
yeryüzünün
kötülüklerini
ya
da
cehennemin i kencelerini simgelemek için
yapılmamı lardı; tersine iyi haberin tüm
bilinen dünyaya ula tı ı, bilinmeyen
dünyaya yayılmakta oldu u gerçe inin
kanıtlarıydı bunlar; kapı, bunlar için,
sa’nın
sözünde
sa lanan
birli in
görkemli evrenselli inin mu tucusuydu.
Bu e i in ötesinde, ncil’in kar ıt
yorumlarından ötürü birbirlerine dü man
olmu adamların bugün belki de görü
ayrılıklarını uzla tırmayı ba aracakları
toplantı için iyi bir alâmet, diye
dü ündüm.
Hıristiyanlık tarihi için
böylesine önemli olayların yeralaca ı bir
sırada, ki isel sorunlarımdan ötürü acı
çekti im için güçsüz bir günahkâr
oldu umu söyledim kendi kendime.
Alınlı ın ta ında do rulanan barı ve yüce
dinginlik
sözünün
yanında
benim
acılarımın ne denli önemsiz kaldı ını
gördüm. Güçsüzlü üm için Tanrı’dan
beni ba ı lamasını diledim; e ikten daha
erinçli atladım.
çeri girer girmez, iki heyetin tüm
üyelerinin yarım daire biçiminde konmu
bir dizi sırada kar ı kar ıya oturduklarını
gördüm; iki tarafı birbirinden, ba ında
Ba rahip’le Bertrando’nun oturdukları bir
masa ayırıyordu.
Not almak için kendisini izledi im
William, Michele’nin adamları ve Avignon
sarayından
öteki
Fransiskenlerin
bulundukları
Minoritlerin
tarafına
oturttu
beni;
çünkü
toplantının
talyanlarla Fransızlar arasında bir
düello de il, tümü de Papalık sarayına
sa lam bir Katolik ba ıyla birle mi olan,
Fransisken Kural’ını destekleyenler ve
onları ele tirenler arasında bir tartı ma
olması gerekiyordu.
Cesena’lı
Michele’nin
yanında
Perugia Ruhani Meclisi’ne katılmı olan
Aquitania’li Arnaldo, Newcastle’lı Hugh ve
rahip William Alnwick vardı; sonra Kaffa
Piskoposu
ve
Berengario
Talloni,
Bergamo’lu Bonagrazia
ve
Avignon
sarayından ba ka Minoritler geliyordu.
Kar ı tarafta Avignon mezunu Lawrence
Decoin, Padova Piskoposu ve Paris’te
tanrıbilimci
olan
Jean
d’Anneaux
oturuyorlardı. Bernando Gui’nin yanında,
suskun ve dü ünceli, talya’da Giovanni
Dalbena diye anılan, Dominiken Jean de
Baune vardı. William’ın söyledi ine göre,
bu adam yıllarca önce Narbona’da
sorgucuymu ; orada birçok Beghini ve
Pinzocheri’yi yargılamı ; ama
sa’nın
yoksullu una
ili kin
bir
yargıyı
suçlayınca, kentin manastırında lektör
olan Berengario Talloni ona ba kaldırmı
ve Papa’ya ba vurmu . Ioannes o sırada
bu konuda kararsızmı ; bu nedenle her
ikisini de tartı mak üzere sarayına
ça ırtmı ; hiçbir sonuca varamamı lar.
Böylece,
kısa
bir
süre
sonra,
Fransiskenler Perugia Ruhani Meclisi’nde
daha önce sözünü etti im tavrı almı lar.
Son olarak, Avignon’luların yanında,
aralarında Alborea Piskoposu’nun da
bulundu u daha ba kaları da vardı.
Oturum Abbone tarafından açıldı.
Abbone, bu fırsattan yararlanak son
olayları
özetledi.
Efendimizin
do umundan
sonra
1322
yılında,
Cesena’lı
Michele’nin
ba kanlı ında
Perugia’da toplanan Minoritler Genel
Kurulu’nun, sa’nın kusursuz bir ya am
örne i vermek, havarilerinin de onun
ö retisine uymak için, ister mal varlı ı
ister erk olsun, ortakla a hiçbir eye
sahip olmadıklarını ve bu gerçe in,
kutsal kitapların çe itli bölümlerinden
çıkarsandı ı gibi, Katolik inanç ve
ö retisinin özünde bulundu unu, olgun
ve ba lılık dolu bir kararlılıkla ortaya
koymu lardı. Bunun için, her türlü
iyeli in yadsınması erdemli ve kutsaldı ve
ilk militan kilise kurucuları bu kutsal
yasaya uymu lardı. Viyana Danı ma
Kurulu
da
1312’de
bu
gerçe i
benimsemi , Papa Ioannes’in kendisi,
1317’de, Minoritlerin durumuna ili kin
Quorundam
exigit
diye
ba layan
buyru unda, bu Kurul’un kararlarım
ermi çe olu turulmu , aydınlık, sa lam ve
olgun diye yorumlamı tı. Bunun üzerine
Perugia Meclisi piskoposlu un her zaman
sa lam ö reti olarak onaylamı oldu u
eylerin, her zaman kabul edilmi
sayılması, hiçbir biçimde bunlardan
ayrılınmaması gerekti ini öne sürerek
Danı ma Kurulu’nun kararını kutsal
tanrıbilim üstatları, ngiltere’den William
Birader, Almanya’dan Heinrich Birader,
Aquitania’dan Arnaldo Birader, eyalet
papazları ve Ruhani Meclis üyelerinin
imzaları ve Ruhani Meclis üyesi, Fransa
Papazı
Nicholas
Birader,
doktora
ö rencisi William Bloc Birader, ba papaz
ve dört eyalet papazı, Bologna’dan
Tommaso Birader, Ermi Francesco’nun
eyaletinden Pietro Birader, Castello’dan
Fernando Birader ve Turonia’lı Simon
Birader’in mühürleriyle onaylamaktan
ba ka bir ey yapmadı. “Ancak,” diye
ekledi Abbone, “ertesi yıl papa, Ad
conditorem canonum buyru unu çıkardı;
Bergamolu Bonagrazia Birader, bu
kararnamenin tarikatının çıkarlarına
aykırı oldu unu öne sürerek papalı a
ba vurdu;
bunun
üzerine
Papa
kararnameyi asılı bulundu u Avignon’un
büyük kilisesinin kapısından indirdi ve
birkaç yerini de i tirdi. Ama gerçekte
kararnameyi daha da sertle tirmi ti;
hemen ardından Bonagrazia Birader’in
bir yıl tutuklanması bunun kanıtıdır.
Papalı ın
sert
tutumu
konusunda
ku kuya yer yoktu; çünkü aynı yıl
Perugia meclisinin tezlerini kesinlikle
mahkûm eden o çok ünlü Cum inter
nonnullos’u çıkardı.”
Bu noktada, Kardinal Bertrando,
incelikle Abbone’nin sözünü keserek,
1324’de, i leri karı tırmak ve papalı a
sorun çıkarmak için Bavyera’lı Ludwig’in,
nasıl Sachsenhausen bildirisiyle i e
karı tı ını, bu bildiride, hiçbir sa lam
neden yokken, Perugia’nın tezlerinin
benimsendi inin (“Üstelik,” diye vurguladı
Bertrando
ince
bir
gülümseyi le,
“ mparator’un
kendisinin
hiç
de
uygulamadı ı bir yoksullu u böylesine
co kuyla alkı laması anla ılır bir
ey
de ildi.”), Ludwig’in, Efendimiz Papa’ya
280
kar ı çıktı ının, onu, inimicus pacis
diye nitelendirdi inin, skandallar ve
anla mazlıkları
körükleme
e iliminde
oldu unu söyledi inin ve sonunda ondan
sapkın, hatta sapkınlı a önayak olan biri
diye
söz
etti inin
anımsanması
gerekti ini söyledi.
“Hiç de de il,” diye araya girmeye
çalı tı Abbone.
“Özde öyleydi,” dedi kuru bir sesle
Bertrando. Sonra Efendimiz Papa’yı, Quia
quorundam buyru unu çıkarmak ve
sonunda Cesena’lı Michele’yi sert bir
biçimde huzuruna ça ırmak zorunda
bırakan eyin, kesinlikle mparator’un bu
i e yersiz olarak karı ması oldu unu
ekledi. Michele hasta oldu unu öne
sürerek
-bundan
kimse
ku kulanmıyordu- ba ı lanmasını dileyen
mektuplar gönderdi ve kendi yerine
Giovanni Fidanza Birader’le Perugia’dan
Umile Custodia Birader’i yolladı. Ancak,
dedi Kardinal, Perugia’lı Papa yanlıları
Papa’ya, Michele Birader’in hastalıktan
çok uzak oldu unu, Bavyera’lı Ludwig’le
haberle ti ini bildirmi lerdi. Ne olursa
olsun, olan olmu tu ve imdi Michele çok
iyi ve dingin görünüyordu ve kendisini
Avignon’da bekliyorlardı. Ancak, diye
itiraf ediyordu Kardinal, her iki taraftan
akıllı adamların imdi yaptıkları gibi,
Michele’nin
sonunda
Papa’ya
ne
söyleyece ini önceden tartmak daha
iyiydi; çünkü herkesin amacı, i leri
alevlendirmek de il, sevecen bir babayla
ona ba lı o ulları arasında var olması
için hiçbir neden olmayan ve o zamana
de in yalnızca, ister mparator’la olsun,
ister onların vekilleri, Kutsal Ana
Kilise’yle
hiçbir
ili kileri
olmayan
ça ımızın laik insanlarının karı masıyla
körüklenmi
olan
bir
anla mazlı ı
karde çe çözmekti.
O zaman Abbone söze karı tı ve bir
kilise adamı ve kilisenin çok ey borçlu
oldu u bir tarikata ba lı bir rahip
olmasına kar ın (yarım dairenin her iki
yanından da bir saygı mırıltısı i itildi),
gene de, Baskerville’li William Birader’in
daha sonra açıklayaca ı birçok nedenden
ötürü, mparator’un bu tür sorunlara
yabancı kalması görü ünde olmadı ını
söyledi. Ama, diye sürdürdü Abbone,
görü melerin
birinci
bölümünün,
Papa’nın
elçileriyle,
bu
toplantıya
katılmakla Papa’nın en ba lı o ulları
olduklarını
gösteren
Ermi
Francesco’nun o ullarının temsilcileri
arasında yapılması gene de do ru
olacaktı. Bunun için Michele’yi, ya da
onun adına konu acak her kimse onu,
Avignon’da
nasıl bir
tavır
almayı
dü ündü ünü açıklamaya ça ırdı.
Michele,
aynı Papa’nın 1322
yılında kendisinden yoksulluk sorunu
konusunda kapsamlı bir rapor istemi
oldu u Casale’li Ubertino’nun o sabah
aralarında bulunmasından büyük sevinç
ve heyecan duydu unu söyledi. Ancak
Ubertino, herkesin onda gördü ü açıklık,
bilgi ve tutkulu inançla artık de i mez bir
biçimde Fransisken tarikatının görü leri
olan görü lerin ba lıca noktalarını en iyi
özetleyebilirdi.
Ubertino aya a kalktı ve daha
konu maya ba lar ba lamaz, onun hem
vaiz hem de saray mensubu olarak niçin
böyle büyük bir heyecan uyandırdı ını
anladım. Heyecanlı el kol devinimleri,
inandırıcı sesi, büyüleyici gülümseyi i,
açık
seçik
ve
tutarlı
mantı ıyla,
konu tu u sürece, dinleyicilerini kendine
ba ladı. Perugia’nın öne sürdü ü tezleri
destekleyen
nedenler
üzerinde
çok
bilimsel bir konu maya ba ladı. Her
eyden önce, sa’nın ve havarilerinin ikili
bir durum içinde olduklarının kabul
edilmesi gerekiyordu; çünkü Yeni Ahit
kilisesinin önde gelen din adamları
olduklarını, bu nedenle de, harcama ve
da ıtma yetkisi bakımından, Havarilerin
leri’nin dördüncü babında yazılı oldu u
gibi, yoksullara ve kilise papazlarına
verme yetkisine sahiptiler; bunu hiç
kimse
yadsımıyordu.
Ancak,
ikinci
olarak, sa ve Havariler, hür türlü dinsel
yetkinli in temeli, bu dünyayı tam
anlamıyla küçümseyen bireyler olarak ele
alınmalıdırlar. Bu bakımdan, iki türlü
sahip
olma
ortaya
konmaktadır;
bunlardan biri laik ve dünyasaldır ki,
imparatorluk yasaları bunları, “in bonis
281
nostris”
sözcükleriyle tanımlar; çünkü
biz, savundu umuz ve bizden alındı ında
da üstünde hak iddia etti imiz mallara
bizim diyoruz. Bu nedenle, insanın kendi
iyeli indeki eyleri, onları almaya kalkı an
birine kar ı, imparatorluk yargıcına
ba vurarak laik ve dünyasal anlamda
savunması ba ka bir
eydir ( sa’yla
havarilerinin nesnelere bu anlamda
sahip
olduklarını
öne
sürmek
sapkınlıktır; çünkü Matta’nın be inci
bapta söyledi i gibi, her kim seni dava
edip gömle ini almak isterse, üstündeki
giysiyi de çıkarıp ona ver. Luka da altıncı
bapta farklı bir ey söylemiyor: Burada
sa her türlü yetkeyi ve hükmetmeyi
yadsıyor ve havarilerinin de aynı eyi
yapmalarını buyuruyor; sonra Matta’nın
yirmi dördüncü babına bakın; burada
Petros, Efendimize, onu izlemek için her
eyi bıraktıklarını söyler); ama dünyasal
eylere, ortak karde çe iyilik amacıyla, bir
ba ka biçimde de sahip olunabilir; bu
biçimde, sa ve ö rencileri, do ar hakla
bazı
nesnelere
sahiptiler; bu hakka
282
ba zıla r ın c a jus poli
, yani insan
tarafından düzenlenmeksizin, usa uygun
olan do ayı destekleyen göksel hak
283
denmektedir; jus fori
ise, insanların
aralarındaki antla madan do an haktır.
Nesnelerin ilk bölünü ünden önce, iyelik
bakımından bunların tümü de, imdi
oldu u gibi hiç kimsenin malı sayılmayan
ve kim alırsa onun olan nesneler gibiydi
ve bir anlamda bütün insanlar için
ortaktı; ancak ilk günahtan sonra
atalarımız nesnelerin iyeli ini bölü meye
ba ladılar;
böylece
imdi
bildi imiz
anlamda dünyasal sahiplikler ba ladı.
Ama sa ve Havariler nesnelere birinci
anlamda sahiptiler; yalnızca giysileri,
ekmek ve balıkları vardı ve Pavlos’un
Timoteos’a birinci mektubunda söyledi i
gibi: yiyece imiz ve örtünece imiz varsa,
onlarla yetinece iz. Bu nedenle, sa ve
Havarileri bu nesnelerin iyeli ine sahip
de ildiler, onları kullanıyorlardı; mutlak
yoksullukları oldu u gibi kalıyordu. Bu,
Papa II. Nicholas tarafından Exiit qui
seminat buyru uyla kabul edilmi ti.
Bunun üzerine, kar ı taraftan
Jean
d’Anneaux
aya a
kalkarak,
Ubertino’nun tutumunun kendisine, hem
usa, hem de Kutsal Betik’in do ru
yorumuna aykırı göründü ünü söyledi.
Çünkü, ekmek ve balık gibi kullanılarak
tüketilen mallarda, basit bir kullanım
hakkı ya da do rudan kullanımdan söz
edilemez;
yalnızca
tüketimden
söz
edilebilir; inananlar, ilkel kilisede sahip
oldukları her eye, Resullerin
leri’nin
ikinci ve üçüncü baplarından çıkarıldı ı
gibi Hıristiyan olmadan önce sahip
oldukları biçimde sahiptiler; Kutsal
Ruh’un yeryüzüne inmesinden sonra
Havariler’in Yahudiye’de çiftlikleri vardı;
mal varlı ı olmadan ya ama andı, insanın
ya amak için gereksinim duydu u eyleri
kapsamaz; öte yandan Petros her eyi
bıraktı ını
söylerken,
mal
varlı ını
yadsımı oldu unu söylemek istemiyordu;
Âdem nesnelere sahipti; efendisinden
para alan u ak ku kusuz onu ne
kullanır, ne de tüketir; Minoritlerin her
zaman
ba vurdukları
ve
Minorit
rahiplerinin i lerine yarayan
eyleri,
onların mülkiyetine sahip olmaksızın
yalnızca kullandıklarını ortaya koyan
Exiit
qui
seminat’ın
sözcükleri,
kullanılarak tüketilmeyen eylerden söz
etse gerektir; gerçekten de, e er Exiit
tüketilen eyleri içine alsaydı, olanaksız
bir eyi desteklemi olurdu; do rudan
kullanım, hukuksal mülkiyetten ayırt
edilemez;
maddesel nesnelere,
ona
dayanılarak sahip olunan her insanca
hak,
kralların
yasalarında
bulunmaktadır; sa bir ölümlü olarak ana
rahmine dü tü ü andan ba layarak tüm
dünyasal mallara sahip oldu; Tanrı
olarak da, Baba’dan her eyin evrensel
denetimini aldı; o giysilerin, yiyeceklerin,
haç parasının ve inançlıların sundukları
eylerin sahibiydi; e er yoksul idiyse, mal
varlı ı olmadı ı için de il, mal varlı ının
ürünlerini almadı ı için yoksuldu; çünkü
faiz alınmadıkça bir
eyin yalnızca
hukuksal denetimine sahip olmak sahip
olanı zengin kılmaz; son olarak Exiit
ba ka eyler söylemi olsa bile Roma
Papalı ı, inanç ve sa töreye ili kin her
eyde
kendinden
önce
gelenlerin
kararlarını geri alabilir, hatta onlara ters
dü en savlar öne s&