yeniçeri ocağı

advertisement
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE
ŞANLI
TÜRK ORDUSU
Özkan Karaca
1
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Özkan Karaca, 1977 Malatya doğumlu. İlköğrenimini İstanbul’da Güngören İlkokulunda (1988)
Ortaokulu, Güngören Ortaokulunda (1992) Lise öğrenimini Zeytinburnu Cevizlibağ Tekstil Teknik
Meslek Lisesinde tamamlamıştır. Lise öğreniminden sonra tahsili sürdürmeyerek iş hayatına atılmıştır.
Bir televizyon kuruluşunda aktüel kameramanlığı yapmış, askerlikten sonra da bir süre bu kuruluşta
çalışarak iş değişikliği dolaysı ile ayrılmıştır. Daha sonra film ve dizi filmlerin setlerinde önce
kameraman asistanlığı, ardından kameraman olarak prodüksiyon çalışmalarında aktif olarak yer almıştır.
Küçük yaşlarından bu yana ara vermeden yazı denemeleri karalayarak üslubunu geliştirmiştir. Şiir ve
makaleleri çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. 2007 yılında İki Kanat Yayınları’nı kurmuştur.
Çeşitli tarihlerde; market, lokanta, beyaz eşya ve mobilya işletmeciliği yapmıştır. Sinema diline vakıf
olarak, kamera plan ve açı tekniğini kavrayarak hikâye tasvirini birleştirmesi ile film senaryoları da
yazmaktadır. Tarihsel duygu ve günümüzün yaşamsal kodlarını açarak ülkemizin tarihi ve kültürel
zenginliklerini tanıtmaya yönelik çeşitli belgesel filmleri üretirken, bir yandan da kaliteli bir teknik alt
yapı oluşturan: Atlantik Medya ve Prodüksiyon şirketinde olan belgesel dizi-televizyon filmlerine yönelik
yapımcı ve yönetmen olarak faaliyetini sürdürmektedir. İLESAM, Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları
Derneği (ESKADER), Türkiye Gezginler Kulübü Derneği ve İzollu Vakfı üyesidir.
2
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Bu vatan toprağının muzaffer bekçisi ve koruyucusu olan fedakâr: Türk Ordusuna…
Sultan Alparslan’dan bu yana Türkiye’nin toprak parçasını müdafaa ederek canını veren
şehitlerine ve uzvunu kaybeden gazilerine ithaftır…
3
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
İÇİNDEKİLER
Önsöz ............................................................................................................................. 7
Giriş................................................................................................................................. 8
Tarihte Türk Ordusu ....................................................................................................... 9
Osmanlı Devletinde Türk Ordusu ................................................................................. 15
Devşirme Sistemi.. ........................................................................................................ 19
Devşirilen Çocukların Özellikleri ................................................................................. 20
Devşirmelerin Eğitimi ................................................................................................... 22
Millet Sistemi ................................................................................................................ 27
Osmanlı Kara Ordusu Kapı Kulu Piyade Askerleri ...................................................... 28
Yeniçeri Ocağı .............................................................................................................. 28
Yeniçeri Ocağının Kaldırılması .................................................................................... 36
Akıncılar ....................................................................................................................... 38
Akıncı Ocağının Hazin Sonu ........................................................................................ 40
4
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
ÖNSÖZ
Geçmiş zamanın izleri; çöllerin ardında, gözlerin yurdunda ve vesikaların
kuruluğunda donarak toprağın bağrına, taşların altına gizlenmiştir. Geçmişten
günümüze döşenen iz taşları: Sanat estetiğinde, mimari güzellikte, ilim araştırmalarında
ve geliştirmelerinde medeniyet yürüyüşü olmuştur. Geçmişte yaşanılan acılar veya
mutluluklar
günümüzü
çınlatan,
sözlerimizi
ıslatan
hatıralar
olarak
kalmıştır. Dünya’nın dört yanına yayılan farklı kültürler mozaiğinde kenetlenen ve
medeniyet mermeri üzerinde yaşayan topluluklar vardır. Toplulukları ayakta tutan ve
geliştiren din direkleri ve medeniyet dilekleri kat kat yığılan çağların alnına
yaslanmıştır. Akıl defterine yazılan ve yürek adresine kazılan nice hatıralar. Kimi
hatıralar zamanın sert rüzgârı ile savrularak unutulup gitmiştir. Kimi zamanda
toplumları sarsan ve yıkan acı olaylar nesilden nesile taşınan gözyaşı abidesi olarak
kurulmuştur. Kimi hatıralarda ise, tarihin aynasında insanlığa yaptığı şefkatin sözleri
çağların uzaklıklarına aktarılmıştır. Tıpkı Türk tarihinde yaşananlar gibi. Tarihin
zaferinden, günümüzün meşalesine taşınan: Şanlı Türk Ordusu…
Türk ordusunun binlerce yıllık yaşamı boyunca savaşta kazandığı tecrübelerle,
ordu-millet kenetlenmesinde düşmanı dize getiren zaferleri ile tarih not düşmüştür.
Tarihin ve insanlığın akıl defterinden silinmeyende Türk Ordusunun gösterdiği yüksek
karakter örneğidir. Türk ordusu masum insanlığa zulmetmedi, kan döktürmedi ve
bulunduğu yerlerde gözyaşı döktürmedi. Dili, dini, ırkı ne oluşa olsun aman diyerek
yardım çığlıklarına koştu, durdu. Zira Türklerde zulmetme damarı, kan dökme hastalığı
yoktur. Bunun örneklerine zamanların ruhu sayısız kere şahit olmuştur. Türkler dolası
ile Şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri düşmanın topraklarını çiğnemesine, hürriyetlerinin
kısıtlamasına dur diyerek savaş meydanında çarpışmıştır. Tıpkı 1. Dünya Savaşında
Mustafa Kemal Paşa’nın ve arkadaşlarının komutanlığında ve askerlerinin
fedakârlığında yapılanları tarih unutmayacak. Günümüzde de askerlerimizin ve
polisimizin gayretleri nesiller ötesinde hayırla yâd edilecektir.
Türklerin, tarihsel bilinç ve kültürel birikimi, çağların ötesini algılayışı ve
değerler üstü estetiği; ruhumuzun süruruna, yüreğimizin parıltısına ve düşüncelerimizin
yapısına yansımaktadır. Türk milleti üç kıtaya mührünü vurmuş, üç bin direkli eserler
kurmuş, her biri üç yüz bin çınar olan ecdat torunları olarak yayılmıştır. Devlet
geleneğinde binlerce yıldır kadim medeniyetini muhafaza eden Türk milleti. İnsanlığı
adalet tebessümünde yöneten değerler üstü kıymetlerin payidarı olarak, duyguların
hüznünü söndüren olmuştur. Çağlar ötesi tarihin takibinde, insanlığın talihinde çürümez
çınar olarak kökleri sağlamlaşarak dünyayı tutmuştur. Yüreklere sökülmeyecek tahtla
kurulmuştur. Türkler, büyük devlet ve medeniyet tecrübesiyle yerleştirdiği yerlerde;
adalet, barış ve kardeşlik ufkuyla insanlıkla kucaklaşmıştır. Dil, din ve ırk
gözetmeksizin şefkatini göstermiştir. Yüzlerce yıldan bu yana insanlığın yararı için
yaptırdığı tarihi ve kültürel miraslarını bırakarak çekilmiştir. Türk ordusunun her bir
mensubu göklerdeki yıldız gibi, dünyanın geniş topraklarını aydınlatmıştır.
Özkan Karaca, İstanbul, 20.04.2016
5
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
“Türkler,
Bir ırk ve millet olmak haysiyetiyle yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.
Karakterleri pek asil ve yücedir…
Asalet alınlarında ve amellerinde yazılıdır…
Onların yurdu efendiler diyarıdır…
Kahramanlar ve şehitler ülkesidir… ”
Fransız Şairi ve Politikacısı
Alphonse Lamartine1
GİRİŞ
Türk Kara Kuvvetlerinin teşkilatlı bir şekilde kuruluşu, Büyük Hun
İmparatorluğunda, Mete Han zamanında M.Ö.209 senesinde olmuştur. Bu tarih, Türk
Kara Kuvvetlerinin ilk kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. Türkler kendi yaptıkları
sapan, ok, yay, kargı ve topuzu savaşlarda kullanırlardı. Genel olarak Türk
kuvvetlerinde itaat, disiplin, savaşma azmi çok yüksek olurak çocuklar küçük yaştan
itibaren asker olarak yetiştirilirlerdi. Ata binmek, ok atmak herkesin en tabiî
haklarındandı. En önemli sporları ise avcılıktı, bilhassa sürek avları hakiki bir savaş
manevrası özelliğini taşırdı.
Hükümdar aynı zamanda ordunun başkomutanıydı. Bu durum, Osmanlılar dâhil
bütün Türk devletlerinde hiç değişmemiştir. Eski Türk devletlerinde en büyük rütbe
Kaanlık olup, sonra Yabguluk rütbesi gelirdi. Komutanlara tuğ verilir, savaştaki
başarısına göre rütbesi ve tuğu arttırılırdı. Türk ordusu onluk sisteme göre teşkil edilirdi.
Birlikler on, yüz, bin ve tümen denilen on binlik de binliklere bölünürdü. Bunların
komutanlarına Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tumanbaşı, Tomanbey veya Tümenbeyi
denilmekteydi.
İslamiyet’ten sonra Orta Asya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile
Beyliklerin askerî teşkilâtı Mete devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynısıdır.
Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800
yıla yakın bir zaman İslâm dünyasında askerî ve mülkî idarelerin tanziminde örnek
olmuşlardır.
Selçuklu orduları, özel bir eğitime tâbi tutulup doğrudan doğruya sultana bağlı
“Gulaman-ı Saray” ile her an savaşa hazır “Hassa ordusu”, meliklerin, şahanelerin
askerleri ve nihâyet tâbi hükûmetlerin kuvvetlerinden oluşmaktaydı. Ayrıca
gerektiğinde halktan ücretli asker toplanırdı.
1
Alphonse Marie Louise Prat de Lamartine (1790 - 1869), Fransız yazar, şair ve politikacı.
Çeşitli tarih kitapları da yazan “Lamartine'in Jirondenlerin” Tarihi adlı yapıtı Fransa’daki 1848
ihtilalinin düşünce zeminini oluşturan eserlerdendir. İhtilalden sonra ülke yönetiminde önemli
görev almış; Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenmiş bir siyasetçidir. Bir “Türk dostu” olarak bilinen
yazardır. Türk tarihi ve Türkiye izlenimlerini Doğuya Seyahat, Doğuya Yeni Seyahat ve Türkiye
Tarihi adlı eserlerinde yazmıştır. Bkz: http://www.assemblee- nationale.fr/histoire/lamartinepeine-de- mort-1838.asp Erişim tarihi 15.02.2016
6
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
TARİHTE TÜRK ORDUSU
Türk milleti, tarih sahnesinde uzun yıllar boyunca kesintisiz yer almış, irili ufaklı
yüzlerce devletler kurmuştur. Bu devletlerin hâkimiyet süreleri farklılık göstermesine
rağmen, hemen hepsinin en göze çarpan niteliği askerî karakteri olmuştur.2 Tarihin ilk
bilinen devirlerinden itibaren Türkler; ordu düzenine ve eğitimine özen göstermişlerdir.
Talim görerek çevik kalan, her şartlara hazırlıklı bulunan ve savaş disiplinden en ufak
taviz vermemiş olan ordularının sayesinde devletler kurmuşlardır. İlk kez Mete Han
tarafından M.Ö. 209 yılında kurulan “Türk Kara Ordusu” Türklerin Ordu Kuvvetlerinin
başlangıcı kabul edilerek, dünden bu güne ulaşan “Türk Kara Kuvvetleri” kurumudur.
Bu yönüyle Türk Kara Kuvvetleri, dünyanın ilk ve en eski düzenli ordusu niteliğini
taşımaktadır.
Tarihte ilk defa Mete Han tarafından, aşiretleri birer tümen olarak gruplandırmış,
her aşireti de biner, yüzer, onar kişilik birliklere bölmüştür. Sayı itibarıyla 10.000
atlıdan oluşan en büyük birlik, “Tümen” olarak adlandırılmıştı. Tümenler binlere, binler
yüzlere, yüzler onlara ayrılmış, her birinin başına Tümenbaşı, Binbaşı, Yüzbaşı ve
Onbaşı rütbelerine sahip birer komutan görevlendirilmiş ve aşağıdan yukarıya doğru
emir-komuta zinciri içerisinde birbirine bağlanmıştır.
Mete Han ile tarih sahnesine çıkan bu teşkilatlanma modeli günümüze kadar
uzanan yelpaze içerisinde, Türk milleti toprak bütünlüğünü ve Devlet geleneğini
sürdürebilmiştir. Tarihte Türk ordusu uzaktan atılabilen silahlardan sapan, ok ve yay ile
donatılmıştı. Geliştirdikleri; topuz, mızrak, kılıç ve kargı da muharebenin özelliğine
göre kullanılmaktaydı. 3 Hun’lar atıldığında ses çıkaran bir ok icat ederek düşman
üzerinde psikolojik baskı sağlamışlardı.4
Tarihin en eski ve köklü milletlerinden biri olan Türkler, mazileri boyunca irili
ufaklı; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında birçok devlet kurmuşlardır. Bu devletlerin
ortaya çıkması ve ilerlemesinde en önemli faktörlerden birisi askerî teşkilatlanmaları
olmuştur. Gerek İslamiyet’ten önce, gerekse sonra kurulan birçok Türk devletini askerî
açıdan temel alan Osmanlı Devletidir. Bu açıdan Osmanlı Devleti, askerî teşkilatlanma
ve gelişmesi adına en önde gelen Türk devletlerinden birisi olmuştur.
Türklerin bilinen ortalama 5000 yıllık tarihinin tamamına yakını sıcak
savaşlarla geçmiştir. Bu uzun süre içerisinde, yabancı birçok tarihçilerinin daha sonra
adını koydukları strateji ve taktik esaslarının, Türkler tarafından başarı ile uygulandığı
tozlu arşivlerden çıkan araştırmaların sonuçlarına dayanılarak yazılmaktadır. Türkler,
hemen her defasında düşmanla arasında sayı bakımından aleyhine büyük dengesizlikler
olmasına rağmen, büyük zaferler ve kazançlar elde etmeyi başarmışlardır.
Hüseyin Işık, “Türk Askerinin Nitelikleri”, Askerî Tarih Bülteni Genelkurmay Askeri Tarih ve
Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1997. s. 156.
3 Necati Ulunay Ucuzsata, “Tarih Boyunca Türk Harp Sanatı Taktik ve Stratejisi”, Genelkurmay
Basımevi, Ankara, 1986. s.33-36.
4 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Cilt:1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1981. s.214.
2
7
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Ordu millet bütünleşmesinde olan Türklerin en büyük hususiyetlerinden birisi de
savaşçılıklarıdır. Barış zamanında günlük işleriyle meşgul olan halk, savaş zamanında
çoluğundan çocuğuna top-yekûn seferberlik halinde bulunuyorlardı.
Askeri strateji sanatı örnekleri Türk savaş tarihinde de pek çok örneklere ve
kaynaklara sahiptir.5 Türk tarihine ait kaynaklardan öğrendiğimize göre, savaş ve ordu
komutanlığı sadece erkeklerin işi değildir. Kadınlar da birliklere veyahut da ordulara
kumanda edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde savaşlara
katılıyorlardı.6 Hunlar ve Kök Türkler boynuzdan yaptıkları yaylar, ıslık çalan oklar7 ,
süngü, bıçak, kılıç, kement ve kuşatmalarda faydalanılan koçbaşları. Bunun gibi daha
birçok değişik silahlara sahip oldukları gibi, davulun yanında boynuz veya diğer
madenlerden imal ettikleri boru ya da zurrnaları da bulunuyordu. Hatta ordu
bandolarının kuruluşunun temelinde bile eski Türk askeriyesindeki davul ve onu izleyen
Mehter birliği bulunuyordu.8
Çağlarına göre daha modern silah, sistem ve taktikleri kullanmışlardır. Nitekim
Mete Han tarafından dünya askerî teşkilatına kazandırılan “onlu sistem” yanında atın
üzerinde manevra kabiliyetini artıran pantolon ve ceketlerin kullanımı, savaşlarda ağır
teçhizatlı düşmanların paniklemelerine neden olan hafif süvari birlikleri, “sahte ricat”
taktiği ve ıslıklı okların kullanımı bunların başında gelmiştir. Öncelikle Çin olmak üzere
göçler nedeniyle; Roma, Bizans ve diğer Avrupalı milletler de, çoğu kez Türk ordu
teşkilatı ve teçhizatını örnek almışlardır9
M.Ö. 3000’lerden itibaren askeri birliklere sahip olan Türklerin, bu güçleri
sayesinde sürekli Çin sınırlarına taarruzlar yapmışlardır. Eğer düzenli bir orduya sahip
bulunmasalardı, Çin imparatorluğu Türklere karşı M.Ö. 9. asırdan itibaren yapımına
başlanan Çin Seddi’ni meydana getirmek zorunda kalmazdı. Bununla birlikte
araştırmacılar, Türk ordusunun diğer kavimlerin askeri yapılarından farklı olan üç
yönünü tespit etmişlerdir;
Türklerin esareti kabul etmeyen mizaçları genetik özellik gibi yüzyıllarca süregelmiştir.
Düşman topraklarının topraklarını çiğnemesine anında yumruk kaldırmışlar ve dur demişlerdir.
Kadını, çocuğu eline silah alarak savaş meydanına koşarak şehitlik pahasına savaşa
katılmışlardır. Bu yüzden de Devlet olarak varlıklarını sürdürebilmiştir. Yakın tarihimizde
ülkemizde yaşanan: Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı mücadelesi hepimizce bilinen
örneğidir. Milletçe yapılan fedakârlıklar yabancı savaş askerlerinin ve yazarlarının eserlerinde
yazarak hayranlıklarını dile getirmişlerdir
6 Lev Nikolayeviç Gumilev, Hunlar, Çev. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul, 2003. s.379.
7 Arkasında kartal ya da akbaba tüyü olan düz, yivli, çengelli oklar
8 Ayrıca davuldan sesinin çok fazla çıkması sebebiyle, bir haber duyurma aracı olarak da
kullanılıyordu. Diğer faydası da askere cenk coşkusu vererek moral ve isteklendirme
katmasıydı.
9 Bahaeddin Ögel, İslamiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi, Orta Asya Kaynak ve Buluntularına
Göre, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991. s. 46.
5
8
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
- Türk ordusu ücretli değildir10.
- Türk ordusu daimidir.
- Türk ordusu temelde süvarilerden oluşur
Türklerin yüzyıllar boyu uyguladığı pek çok strateji ve taktiksel çarpışmalar
Batılılar tarafından taklit edilmiştir. Mete Han tarafından oluşturulan ve uzun bir süre
Türk devletlerince devam ettirilen ordu-devlet yapısı zamanla Türk toplumunca
kemikleşerek bedenleşti. İslâmiyet’in kabulünden sonra İslâm ordu yapısından büyük
ölçüde etkilenmişse de, atlı süvari geleneğini muhafaza etmiş, bir anlamda Türk ve
İslam ordu geleneğini bu bedende ruh bularak sentezlenmiştir. Selçuklu Devleti’ne
kadar geçen zamanda, Karahanlılar, Gazneliler, Tulunoğulları gibi devletlerde aşama
aşama gelişen bu ordu yapısı Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla birlikte, yeni bir evreye
girmiştir.
Eski çağlarda savaş usullerinden birisi de, iki ordu karşılıklı vuruşmaya
başlamadan evvel, bir veya birkaç yiğit adamın er meydanına çıkarak dövüşmeleriydi.
Türkler bunlara “alplar” diyorlardı. Onlar o kadar gözü kara kişiydiler ki, tek başlarına
onlarca askerle mücadeleden bile korkmuyorlardı. Bu özelliklerinden dolayı sonraki
zamanlara ait kaynaklarda onlara “deli bahadırlar” denilmiştir.11
Türk ordusunun savaş sırasında saf tutması da belirli bir düzen dâhilinde
olmuştur. Türkler, Çin imparatoru Kaoti’yi kuşattıklarında, Türk süvarilerinin atlarının
rengine göre dizildikleri gözlenmiştir. Buna göre batıda kır atlar, doğuda gök, kuzeyde
yağız, güneyde de doru atlar yer alıyordu. Hatta batıdaki Peçeneklerin yurt dağılımları
bile atların rengi esasında oluyordu.12 Hiç şüphesiz askeri araç ve gereçlerin içerisinde
atın yeri çok önemlidir. Adeta Türk, at ile özdeşleşmiştir.
Türk ordusunun ve milletinin savaşa daima hazırlıklı bulunmasının nedenleri
arasında, Orta Asya bozkırlarında yaşamanın güçlüğünün yanı sıra, onların sosyal
hayatıyla da alâkalıdır. Ekonomilerinin esası konar-göçer hayvancılığa dayalı olan
Türkler, zaten yılın yarısından fazlasını hayvanlarının peşinde, dağlarda ve yaylalarda
geçirdiğinden, bünye olarak sağlam bir yapıya sahiptiler.13
Türk insanı çocukluklarından itibaren koyunların üzerinde ata binmeyi, yay ve
oklarla kuşlara nişan almak suretiyle atıcılığı öğreniyorlardı. İyi birer savaşçı olmaya
mecburdular, çünkü harp ganimetlerinden 14 elde edilen gelirler de önemli bir meblağ
Türk ordusu ücretli olmamakla beraber, bir savaşa hızla iştirak edebilmek için bütün erkeklerin
hangi komutanın emrinde yer alacağı önceden belirleniyordu. Hazarlarda boy sorumluları devlet
ordusuna gerektiğinde, durumlarına göre belirli sayıda süvari göndermekle mükelleftiler.
11 Josaphat Barbaro, Anadolu'ya ve İran'a Seyahat, Yeditepe Yayınları, Çev. Tufan Gündüz,
İstanbul, 2009. s.31.
12 Mihail I. Artamonov, Hazar Tarihi: Türkler, Yahudiler, Ruslar, Çev. Ahsen Batur, Selenge
Yayınları, İstanbul, 2004. s.514.
13 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Cilt:2, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 1971. s.586
14 Arap kaynaklarının haberlerine göre, Hazar kağanının emrinde on iki bin seçme asker
bulunup, içlerinden biri öldüğünde yerine başkası atanıyordu. Bkz: Arthur Koestler, Onüçüncü
10
9
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
tutuyordu.15 Yine bu süvarilerin en önemli özellikleri çok hızlı olmalarıydı ve hepsinin
bir de yedek atları bulunuyordu. Adeta rüzgârla yarışıyorlardı.
Türklerin harp usulleri de çok ilgi çekmiştir. Bu hususta geçmişte ve
günümüzde birçok araştırma yapılmıştır. Eski Türkler savaşa başlamadan önce, esas
kuvveti saklama ve yedek güç ayırmaya büyük önem veriyorlardı. Tarihte Türk savaş
taktiği Kurt Kapanı, Kaz Ayağı ve en çok bilinen şekliyle Turan Taktiği olarak
anılmıştır. 16 Turan taktiğinin en büyük hususiyeti sahte harekâttır. Düşmanla
karşılaşılmadan evvel Türkler, savaş meydanının sağına ve soluna birtakım kuvvetlerini
saklarlardı. Daha sonra düşman ordusu Türk akıncılarıyla karşılaşıp, onların da geri
çekildiğini görünce, bütün güçleriyle saldırırlar, bu geriye çekiliş esnasında dahi
arkalarına dönerek çok mükemmel ok atabilirlerdi. 17 Ayrıca, Türk-Hunlar savaşa
girmeden evvel hasımlarını ok atışlarıyla yıpratıyorlar 18 ve bunu onları yorana kadar
sürdürüyorlardı.
Savaşın vaktinin seçimi de tecrübeye dayalı tercih olmuştu. Türk-Hunlar
düşmanlarına dolunay vakitlerinde saldırıyorlar, ay küçülmeye başlayınca da geri
çekiliyorlardı. Yağmurlu, karlı ve tozlu günlerden kaçınırlardı. Çünkü yağmur
yağdığında yayların kirişleri gevşer; tozlu ve bulutlu zamanlarda da hedefler iyi
görünmezdi.
Uygurları anlatan Çin vesikalarında, savaş sırasında onların sahte bir karargâh
oluşturduklarına ve düşman askerleri buraya doğru hücuma kalkıştıklarında, etrafta
saklanan esas ordu tarafından tuzağa düşürüldüklerine dair haberler de vardır19.
M.Ö. 140’larda Türk ordu sistemi hakkında bilgi veren Çinli bir vezirin
tespitlerine göre; Türk askerleri insanı şaşırtan bir çeviklikle hareket ediyorlardı. En
yalçın dağları çok kısa bir sürede tırmanırlar ve inerlerdi. Selleri ve ırmakları
elbiseleriyle yüzüp, geçerler. Rüzgâra, yağmura ve susuzluğa dayanırlar. Her türlü
arazide dinlenmeden zorlu yürüyüşler yaparlar. Onların atları en dar yarıklardan bile
geçmeye alışıktır.
Gündelik hayatta karınlarını doyurmak amacıyla, avlarda yararlandıkları ok ve
yaya öyle maharetle hükmediyorlardı ki, at üzerindeyken dahi ileriye, geriye, sağa ve
sola oklarını gönderebiliyorlardı. Savaşla ilgili kullanılan birtakım deyimler de vardır ki,
onlardan bazıları da şunlardır: Tokımak, süngüşmek (savaşmak), sülemek (ordu
göndermek), atlıg (süvari), yadag (piyade), akınçı (düşmana baskın yapan), yizek
Kabile (Hazar İmparatorluğu ve sonrası), Çev. Belkıs Çorakçı, Say Yayınları, İstanbul, 1984.
s.57.
15 Askerler herhangi bir yere girdiklerinde, önlerine çıkan çadırlara veya evlere üstünde kendi
işaretleri olan oklarını saplıyordu. Daha önce çakılmış bir okun yanına başkası iliştirmiyorlardı.
Savaş bitip, kesin zafer kazanıldıktan sonra asker, oklarının bulunduğu yerleri tutarlardı.
16 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Cilt:1, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1981. s.214.
17 Harp sanatını en iyi uygulayan millet daima Türkler olmuştur.
18 Tarihte bilinen ilk yaylım ateşini başlatan Türkler olmuştur.
19 Kaşgarlı Mahmud, Divanı’ndaki şiirlerinde dahi Turan taktiğine işaret etmektedir. Bkz.
Kaşgarlı Mahmud, Divan-ü Lügat Türk, Cilt:1, Kabalcı Yayınları, Çev. Serap Tuğba Yurtsever,
İstanbul, 2007. s. 134.
10
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
(ordunun önde giden bölüğü), karakol (bekçi, devriye), yortug (hakanın yanında
bulunan koruma görevlilerinden), içgirmek (itaat almak)
Savaşta askerler, komutanlarına yüzde yüz itaat etmek zorundaydılar. En küçük
bir uygunsuzluk veya isyan hareketinin cezası son çare olarak idama hükmedilirdi.
Savaşa girecek er atının kuyruğunu bağlar veya keserlerdi ki, buna eski Türkler
“tullama” diyorlardı.20 Kelimenin aslı bugün de Türkçe ’de kullandığımız “dul” sözüyle
eş anlamlıdır. Atını da bir eş gibi gören Türkler, çarpışma esnasında öldüğünde atının ve
evdeşinin ersiz kalacağını bildiğinden, savaş öncesi böyle bir tören icra ediyordu.
Silah konusunda Türkler Ortaçağda oldukça ileriydiler. Savaş esnasında çok
cesur olan Türk milleti, aynı zamanda zengin maden yataklarına sahipti ve silah
işçiliğinde de oldukça ustaydılar. Mesela Türk kabilelerinden Bayırkular, sadece at
yetiştiriciliğinde değil, demircilikte de maharetliydiler.
Kırgızların ağaçtan yapılmış kalkan ve zırhları kullandıklarına dair kayıtlar
mevcuttur. Atlarını da zaman zaman ince bir zırhla kaplıyorlardı. Bu durumu
kanıtlayacak arkeolojik bulgularda, Asya’nın değişik bölgelerinde figür ve motiflere
rastlanmıştır. 21 Yine batıdaki On Ok Türkleri demir ticareti de yapmışlardır. Türk
milleti açısından madenciliğin gelişmesi, Türk kağanlarının ordularını en iyi araçgereçle silahlandırması, Börüler22 diye adlandırılan vurucu güce sahip zırhlı süvarilerin
bulunması ayrı bir üstünlüktü. Savaş malzemeleri de dâhil olmak üzere madenden imal
edilen her şeyleri gayet mükemmeldi.
Uygurlar, yaylarının kirişlerini at kılından yapıyorlardı. Hem kaya resimlerinde,
hem de Orkun Vadisi’nde yer alan Bilge Kagan ve Köl Tigin anıt mezarlıklarında
gerçekleştirilen kazılarda ise değişik ebatlarda ve özelliklerde ok uçları görülmüştür.23
Mo-tun devrinden beridir bir savaş aleti olarak vazife gören ıslık çalan okları, Moğollar
da kullanmıştır.
İlk Türk-İslam devletleri içerisinde en güçlü ve düzenli ordu, dört temel askerî
unsurdan oluşan Büyük Selçuklu Devleti ordusudur. Bunlar, başta Türkler olmak üzere
çeşitli milletlerden seçilerek sarayda özel bir eğitimden geçirilen Saray Gulamları,
hükümdarın yanında her an savaşa hazır bulunan Hassa Ordusu, büyük komutan ve
devlet görevlilerinin beslediği Eyalet Askerleri ile sınır bölgelerinde fetihlerle görevli ve
her an savaşa hazır Türkmenler idi. Buna yakın bir askerî teşkilat Anadolu
Hamit Zübeyr Koşay, Etnoğrafya Folklor Dil Tarihi: Konularda Makaleler ve İncelemeler,
Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1974. s.92.
21
Kazakistan’daki bazı kaya resimlerinde savaş arabalı sahneler görülmektedir. Bkz:
Klyaştornıy, Sergey Grigoreviç Agacaanov, Türkün Üç bin Yılı, Çev. Ahsen Batur, Selenge
Yayınları, İstanbul, 2003. s.25.
22 Bu günkü dilde “Aşinalar” manasına gelmektedir.
23 Sergey Grigoreviç Agacanov, Oğuzlar, Çev. Ekber Necef ve Ahmet Annaberdiyev, Selenge
Yayınları, İstanbul 2013. s.100-101.
20
11
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Selçuklularından da devam etmiş ve bu yapı basit şekliyle Osmanlı Devleti’nin ilk
zamanlarında da kendini göstermiştir.24
623 yıllık varlığı (1299-1922) süresince Osmanlı Devleti askerî temeller
üzerinde oturmuş ve bu özelliği ile birçok bölgede hâkimiyet kurmuştur. Kuruluş
döneminde Osmanlı askerî teşkilatı, Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlı ve Memlûk
askerî teşkilatlarına benzer özellikler taşımıştır. Genel itibarıyla merkeze bağlı her bey,
kendisine bağlı aşiret kuvvetleriyle savaşa iştirak etmiştir.
Ancak, bu aşiret askerleri atlı birlikler olduğu için, özellikle kale
muhasaralarında istenilen başarıyı elde edememişlerdir. Bu yüzden devamlı, savaşa
hazır yaya ve atlı kuvvetlerin oluşturulması ihtiyacı doğmuştur. Böylece, Orhan Bey
döneminde Türk gençlerinden meydana getirilen ilk düzenli ordu oluşturulmuş; bunların
atsız askerine “yaya”, atlı askerine “müsellem” adı verilmiştir. Bu askerî birlikler, 15.
yüzyıl ortalarına kadar savaşlarda bizzat kullanılmıştır.25
Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul,
2015. s. 171.
25
Yusuf Halaçoğlu, 15-17. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991. s. 43.
24
12
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
OSMANLI DEVLETİNDE TÜRK ORDUSU
Osmanlı Ordusunun en kuvvetli temel taşı Türk gençlerinden oluşan Tımarlı
Süvariler ile yaya unsuru olan Azaplar idi. Azaplar muharebede merkez ordusunun
önünde bulunup ilk düşman hücumunu karşılarlardı. Bunların gerisinde toplar,
toplarında gerisinde Yeniçeriler dururdu. Savaş başladığında Azaplar sağa ve sola
açılarak Topçu ateşine imkân verirlerdi. Bu kuvvetlerin haricinde hafif süvari kuvveti
olan ve düşman topraklarında keşif, istihbarat ve akın harekâtı yapan Akıncılar
bulunmaktaydı. Geri hizmet birlikleri ise Yayalar, Müsellemler, Cerahur veya
Serahurlar (yol açma, kale yapma gibi işler için), Canbazlar ve Tatarlar (işçi
birlikleri)’dan meydana gelirdi.26
Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gazi devrinde aşiret kuvvetlerinden
daimî orduya geçildi. Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyalet askerleri ve geri hizmet kıtalarını
meydana getiren Yayalar-Yörükler, Müsellemler, Conbarlardan meydana gelirdi. Eyalet
Askerleri, Tımarlı Süvari, Azaplar ve Akıncılardan teşkil edilirdi.
Osmanlı Ordusunun savaş düzeni klasik Türk tertiplenmesinde olduğu gibi
merkez, sağ ve sol kol olmak üzere üç kısım halinde idi. Bunların önünde kademeli
öncü kuvvetleri ve geride ise ağırlıklarla Artçılar gelmektedir. Akıncıların gerisinde yol
açmak, köprü tamir etmek ve kılavuzluk için Kazmacılar görevlendirilmiştir. Bunların
arkasında hafif piyadeler ve ordunun ileri karakolları bulunurdu. Hilalin iki ucundan
Tımarlı Sipahi giderdi. Padişah veya Vezir-i Azam hilalin tam ortasında olur,
Yeniçeriler Padişahın önünden giderdi. Padişahın arkasında saltanat bayrakları, sağında
vezirler solunda ise kazaskerler yer alırdı. Duruma göre yeniçerilerin önünde toplar
olurdu. Ordunun hızlı müdahale etmesi için savaş esnasında ön taraf hilal şeklinde bir
miktar açık bırakılırdı. Savaş snasında askerin gerilemesine ve kaçmasına mani olmak
için ordu etrafında atlı çavuşlar bulunurdu.
Osmanlı Orduları hiçbir zaman esaslı bir hazırlığı olmadan sefere çıkmazdı.
Toplanma bölgeleri, konaklama ve yürüyüş güzergâhı ile ilgili keşifler yapılırdı.
Menzilname veya Ruzname denilen savaş ceridelerine hangi gün ne yapıldığı, hava
durumu vb. her şey not edilirdi. Bu defterler Padişaha ve ilgililere ulaştırılarak
memleket içinde olan biten her şeyden haberdar olunurdu. Osmanlılar genelde savaş
için yaz aylarını tercih ederlerdi. Nisan - Mayıs aylarında toplanır, harekâta başlar,
sonbaharda dönerdi.
1521 yılında Belgrat’a seferine çıkıldığında Edirne’de birlikleri topladığı halde
Padişah vezirlerine bile seferin Belgrat’a olacağını söylememişti. Düşman ordusu hedef
olarak seçilir, üzerine gidilerek aranır ve nerede bulunursa taarruz edilirdi. Osmanlı
komutanları basmakalıp savaş usulleri kullanmazlar, duruma göre tertip alır ve düşmanı
baskına uğratmaya çalışırlardı.
26
Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, “Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi”, Cilt: 3. Harp Tarihi
Yayınları, Ankara, 1977. s.173.
13
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Osmanlılarda daima kesin sonucu taarruzla kazanmak esas olduğundan alınacak
savaş şekil ve tertibi de bu maksada uydurulurdu. Eğer düşman durumu açık değilse
Kapıkulu birlikleri genel ihtiyat olarak merkez grubu gerisinde tutulur ve durumun
gelişmesine bağlı olarak kesin sonuç alınacak yerde kullanılırdı. Türkler, Büyük
Frederik’ten çok önceden beri stratejik ve taktik düşünceleri uygulamakta idi;
a) Türkler, istisnai olarak birkaç çevirme muharebesi hariç tarihleri boyunca
daima kendinden üstün güçlerle, ‘iç hatlar ’da önce düşmanın en büyük ve asıl grubu
üzerinde netice alma şeklinde muharebe etmek mecburiyetinde kalmışlar ve dolaylı
tutum uygulamışlardır. Türkler, hemen tüm meydan muharebelerinde savaş
prensiplerinden ‘manevra’ ve ‘baskın’ prensibinin uygulanmasına ayrı bir önem
vermişlerdir.
b) Türkler ‘kuşatma’ ve ‘çevirme’ ile netice ve başarı elde etmişlerdir. ‘Turan
Taktiğinin esası da buna dayanıyordu. Suni olarak geri çekilme, yani aldatma ve daha
sonra baskın ile düşmanı kuşatıp imha Turan taktiğinin özelliğiydi. Türkler muharebe
alanını seçerken, engebeli ve tepelik araziyi tercih etmişlerdir.
c) ‘Stratejik Çekilme ve Karşı Taarruz’ tamamen Türklerin ortaya çıkardıkları
ve geliştirdikleri bir askeri strateji ve taktik usulüdür. 1. Kosova Meydan
Muharebesinde olduğu gibi Türkler zaman zaman düşman cephesini yararak kuşatma
harekâtı da yapmıştır. Savunma ile düşman kuvvetlerini yıprattıktan sonra taarruz ile
netice almışlardır.27
Osmanlı ordusunun teşkilatlı bir şekilde ortaya çıkışı ise, Sultan 1. Murat
zamanında olmuştur. Tarihte ilk süvarili ordu olma niteliğini taşıyan Osmanlı Ordusu,
önceleri yalnızca Atlı Akıncılardan oluşmakta iken, daha sonraları yaya birliklerin de
katılmasıyla Yeniçeri Ocağı adı altında sürekli bir yapıya dönüştürülmüştür.
İmparatorluğun yükseliş dönemlerinde elde edilen zaferlerde Yeniçeri Ocağı önemli rol
oynamıştır.
Osmanlı Devleti, Rumeli taraflarında genişlemeye başlayınca daha fazla askere
ihtiyaç olmuştu. Bu da, savaşlarda esir alınan Hristiyan çocukların Türk-İslam terbiyesi
ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirilmesiyle karşılanmıştır. Bu
cümleden olarak 1. Murat zamanında; Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Cebeci Ocağı,
Topçu Ocağı, Top Arabacıları Ocağı, Kapıkulu Süvarileri adıyla altı sınıftan oluşan
Kapıkulu Ocakları’nın temelleri atılmıştır.28 Daha sonra bunlara Humbaracı ve Lağımcı
Ocakları da eklenmiştir. İlk zamanlar pençik kanunu, 2. Murat zamanında ise devşirme
sistemi ile yetiştirilen bu askerler, üç ayda bir “ulûfe” adlı maaş alan merkez askerleri
görevini görmüş, evlenmeleri ve başka bir işle uğraşmaları yasak edilmiştir. Devletin
Oğuz Turan, Türklerde Stratejik ve Taktik Düşünceler, Belge Yayınları, İstanbul, 1986.s. 5363.
28 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Osmanlı Tarihi, Cilt:1, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 2011. s. 508
27
14
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
savaşları kazanmasında ve başarılarında büyük paya sahip olan Kapıkulu Askerlerinin
devşirilmesi sistemi, 16. yüzyıl sonlarından itibaren zayıflamaya başlamıştır.29
Osmanlı Devleti’nin temel askerî güçlerinden birisini de, esasını Tımarlı
Sipahiler ’in oluşturduğu Eyalet Kuvvetleri teşkil etmiştir. Tımarlı Sipahiler, Osmanlı
toprak sisteminin askerî yönüyle ilgili uygulaması sonunda ortaya çıkmıştır. Sistem bir
yönüyle toprağın işlenmesini ve ürün alınmasını sağlarken, diğer yönüyle de devletin
asker ihtiyacına hizmet etmiştir. 30 En mükemmel şeklini Kanuni Sultan Süleyman
zamanında alan Tımarlı Sipahi Teşkilatı da, 16. yüzyıl sonlarından itibaren tımar
sisteminin zayıflaması ile bozulmaya başlamıştır.31
18. yüzyıla gelindiğinde askeri ve idari alandaki gerilemeye çözüm bulmak
üzere Avrupa usulünde yetiştirilmek üzere Nizam-ı Cedid Ordusu kuruldu.
Disiplinsizliğin artması üzerine 1826’da Yeniçeri Ocağı kapatıldı. Müteakiben Asakir-i
Mansure-i Muhammediye Ordusu kuruldu ve 1828-1829 Rus Savaşı’na bu ordu ile
girildi. 2. Mahmut zamanında 118.400 mevcuduna ulaşan ordunun adı ‘Asakiri
Nizamiye’ olarak değiştirildi. 1880 yılında 1. Ordu Merkezi İstanbul, 2. Ordu Merkezi
Edirne, 3. Ordu Merkezi Selanik, 4. Ordu Merkezi Erzincan, 5. Ordu Merkezi Şam, 6.
Ordu Merkezi Bağdat ve 7. Ordu Merkezi Sana’da bulunuyordu. 1908 yılında orduda
başlayan yenilik hareketlerinin henüz sonuçları alınmadan Birinci Dünya Savaşı’na
girildi. Bu savaşa girildiğinde Osmanlı Ordusu 4 Ordu ve 13 Kolordu dâhilinde 44
Piyade Tümen ve 14 Süvari Tugayından oluşmaktaydı.32
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme devri ile birlikte etkinliğini yitiren
Yeniçeri Ocağı, 15 Haziran 1826’da başlayan Yeniçeri ayaklanmasının bastırılmasını
müteakip kaldırılmıştır. Bu gücün temelini “Kol” adı verilen taburlar oluşturmuştur.
Yine bu teşkilat devresinde; 1834 yılında orduya komuta edecek subayları yetiştirmek
amacıyla, ‘Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ adıyla Kara Harp Okulu açılmıştır.
Sultan İkinci Abdülhamid Hân devrinde Kara Kuvvetlerinin ihtiyacı olan
subayları yetiştirmek üzere askerî ortaokul ve liselerin yanında İstanbul’dakine ilâveten
Harp Okulu sayısı yediye çıkarıldı. 1887’de Topçu teşkilâtı genişletildi. 1908’de İkinci
Meşrutiyetin ilanıyla Kara Kuvvetlerinde değişiklikler yapılmak istenmişse de
Trablusgarp ve Balkan Harpleri neticesinde muvaffak olunamadı. Birinci Dünya
Harbinde yedi cephede kahramanca mücadele eden Kara Kuvvetlerinin mevcudu
Mondros Mütarekesi sonunda 1919’da 50.000’e indirildi. Türk İstiklâl Harbinde Kara
Kuvvetleri sekiz kolordu, yirmi piyade tümeni hâline getirildi. İstiklâl Harbinden sonra
kara kuvvetleri üç ordu komutanlığı, ikişer piyade tümeninden, dokuz kolordu, üç süvari
tümeninden meydana geliyordu.
Nejat Göyünç, “Kuruluş Devrinde Askeri Teşkilat ve Devşirme Düzeni” Osmanlı Ansiklopedisi
Cilt: 6, İstanbul, 1999. s. 558-560.
30 Abdulkadir Özcan, “Osmanlı Askeri Teşkilatı”, Osmanlı Ansiklopedisi, s. 553
31 Halil Cin, Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması,
Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 2009. s. 63-65.
32 Genelkurmay Başkanlığı. “Türk Silahlı Kuvvetleri”, Harita Genel Müdürlüğü Basımevi, Ankara,
1982. s.26.
29
15
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Bu teşkilât bugünkü Türk Kara Kuvvetlerinin temelini teşkil eder. Yeni silâh ve
askerî malzeme teknolojisini takip etmek için “Fen ve Sanat Dairesi” kuruldu. Levazım
ve teçhizat malzemelerinin yurt içinden temini sağlandı. Silâh ve cephane ihtiyacının
karşılanabilmesi için harp sanayine girişildi. Piyade silâhlarının cephanesi, yüz beş
milimetrelik ve daha küçük top mermileri imal edilmeye başlanıldı. Topçu sınıfı
yeniden teşkilâtlandırıldı. 1927’de tank alımının başlamasıyla 1934’te ilk tank birliği
Lüleburgaz’da kuruldu.
16
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
DEVŞİRME SİSTEMİ
Devşirme sisteminin çöküşüne paralel olarak Osmanlı Devletinde çöküş dönemi
yaşanması bu sistemin devlet teşkilatındaki hayati rolü vardır. Bu bakımdan Osmanlı
Devletinin küçük bir beylikken çok kısa bir süre içerisinde nasıl büyük bir devlete
dönüştüğünü ve bu cihan devletinin en önemli çöküş nedenlerinden birisi olarak
devşirme sistemini ve işleyişini bilmemizde yarar vardır.
“Her çocuk, fıtrat üzere doğar; sonra onu ana-babası Yahudileştirir,
Hıristiyanlaştırır veya mecusileştirir” hadisi, temel İslam bilimlerinde ‘fıtrat hadisi’
olarak bilinir. İslami literatürde, geçmişten günümüze bu hadis hakkında çeşitli görüşler
ortaya konmuştur. Fıtrata, insanın varlık yapısı ya da insanlığın ortak dinî temeli olarak
bakılmıştır. Devşirme sisteminin, tarihi bir olgu olarak, Osmanlı’da gerçekleşen halini
ele almakta yarar vardır. Osmanlı Devleti fıtratı sistemleştirip kanun, tüzük ve
yönetmeliği olan bir sistem haline koymadan önce dini yönünü hesaba kattığını; bu
hadisteki fıtrat gerçeğinden hareket etmiş olarak güçlü kaslar ve çalışkan beyinler
sayesinde devletine hizmet yolunu bulmuşlardır.
Kölelerin eğitilip devlet kademesinde kullanılma usulü; Sasani, Roma ve Bizans
gibi bütün Ortadoğu ve Akdeniz havzasında kurulmuş olan devletlerde görülür. Fakat
Osmanlılar insan kaynağı sistemini Anadolu Selçuklularından almışlardır. Bu sistemi
daha da geliştirmişler ve etkili bir biçimde kullanmışlardır. Bunun sebebi padişahın
devlet otoritesini iyi eğitim görmüş, kendisine son derece sadık kimselere vermek
istemesi ve daha merkeziyetçi bir devlet kurmak gayesidir.
Osmanlılarda insan yetiştirme sistemini iki kaynaktan almaktadırlar. Birincisi,
harp esirleri ve soylu hanedanların gönderdiği çocuklardı. İkincisi de, devşirme yöntemi
ile sağlanan zeki ve yetenekli olarak tespit edilen çocuklardı. 1. Murad döneminde
kurulan Yeniçeri Ocağı'na asker temini için gayrimüslim genç savaş esirlerinden
faydalanılmış, fakat zamanla fetihlerin azalması, Ankara Savaşı'ndan sonra da bir süre
durması yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur. Devşirme, Osmanlı Devleti’nin ilk
dönemlerde sadece yaya ve sipahilerden oluşan asker ihtiyacını çeşitlendirmek, ihtiyacı
karşılamak ve güçlendirmek maksadıyla başvurulmuş bir yöntemdir. Asıl amaç ise,
devletin başına geçecek deha çapında olabilecek yüksek kabiliyetleri bulmaktı.
Devşirme sistemi uygulamasına 1. Beyazıt zamanında başlanmıştı. Sultan
tarafından görevlendirilen özel heyetler Rumeli’nin Hristiyan köy ve kasabalarından 820 yaş arasında; iyi, fakir ailelere mensup, fiziken ve zihnen güçlü çocuklardan
toplanıyordu. Bunun için Rumeli’ye devşirme emini başkanlığında bir komisyon
gönderiliyordu. Bu yöntemin suiistimal edilmemesi için ulemadan kimseler bu
komisyon yanında gitmektedir. Esas olarak Hristiyan çocuklar alınmakla birlikte
Arnavutluk ve Bosna’dan Müslüman çocuklarda alınırdı. Devşirme işi ihtiyaca göre üç,
beş veya yedi yılda bir yapılırdı. Bu işin birinci derece sorumlusu yeniçeri ağası idi,
ondan sonrada Acemi Ocağı ağası gelirdi. Devşirme başlangıçta beylerbeyi, sancak beyi
ve mahallî kadılar gibi ilgili bölgenin mülkî ve idari âmirleri tarafından yapılmıştır.
17
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Fakat zamanla bunların görevlerini kötüye kullanmaları üzerine Fatih Sultan
Mehmed döneminde devşirme işi bir esasa bağlanmış, yönetmeliği oluşturulmuş ve
merkezden devşirme memurları gönderilmeye başlanmıştır. Bu memurlar başta
turnacıbaşı 33 olmak üzere saksoncubaşı, zağarcıbaşı, haseki vb. Yeniçeri Ocağı'nın
yüksek rütbeli yayabaşılarından olur, maiyetlerinde de bir kâtip bulunurdu.
Devşirme memurunun elinde işini nasıl yapacağını bildiren talimatname
niteliğinde bir padişah fermanı ile devşirme yapılacak yerlerin kadılarına yazılmış
yeniçeri ağasının imzasını taşıyan bir mektup bulunurdu. Devşirme ile görevli
memurlar, padişah fermanı ve yeniçeri ağasının mektubu çerçevesinde işlerinde
tamamen serbesttiler. Sancak beyi, kadı, tımar sahibi vb. mahallî görevliler de devşirme
memurunun işini kolaylaştırmakla yükümlü idiler.34
Merkezi yönetim tarafından tespit edilen zamanlarda belirlenen bölgelerden
istenilen sayıda Hıristiyan erkek çocukları toplanıyordu. Kural gereği her kırk aile için
bir erkek çocuğu devşiriliyordu. Çocuklar değişik kriterlere (beden yapısı, boy, zekâ,
ahlak, karakter, güzellik vs.) göre seçiliyordu. Bu kriterlere göre en iyi çocuklar
toplanıyordu.
Devşirilen Çocukların Özellikleri:
Devşirme kanununda toplanacak çocukların nitelikleri ayrıntılı belirtilmiştir.
Genellikle derbentçilerden, maden işçilerinden, inşaat işçilerinden devşirme yapılmazdı.
Hıristiyan çocuklarının asilleri, papaz oğulları, iki çocuktan sadece biri, birçok çocuğu
bulunan ailenin en sağlıklı çocuğu seçilir, tek oğlu olanın çocuğu alınmazdı. Annesiz
babasız çocuklar, açgözlü oldukları bilinenler ve yüzü gözü açılmış olabileceği
düşüncesiyle köy ağasının oğlu da devşirilmezdi.
Aynı şekilde sığırtmaç ve çoban çocukları ile kel, köse ve doğuştan sünnetlilerle
şehir çocukları toplanmazdı. Evlenmiş ve sanat sahibi olmuş çocuklarla aşırı derecede
uzun ve kısa boylular da devşirilmeyenler arasındaydı. 35 Ancak uzun boylu çocuklardan
endamı düzgün olanlar sadece saray için alınabilirdi. Zengin aile çocukları, ayan ve
eşraf çocukları, manastır öğrencileri, şehir hizmetçileri ve zanaat sahibi olanlar ise asla
devşirilmezdi. Yahudi çocuk alınmazdı, çünkü Yahudiler tabiatı gereği olarak kırsal
alanda yaşamaya müsait bir millet değildir. Dolaysı ile şehirlerde yaşamını alışkanlık
haline getirmiş bir millettir. Devşirme sistemi boyunca çocuklar, köy ve kasabalardan
seçilmesine özen gösterilirdi.
Turnacıbaşılar, “insan sarrafı” tabir edilen cinsten memurlardı. Bunlar insanların ellerinin,
ayakların ve gözlerinin içine bakarak karakter tespiti yaparlar, ileriye yönelik potansiyel olarak
gördükleri gençleri ocağa alırlardı.
34 Reşat Ekrem Koçu, Yeniçeriler, Doğan Kitap, İstanbul, 2015. s.27.
35 Mücteba İlgürel, “Yeniçeriler” İslam Ansiklopedisi, Cilt:13, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul, 1986. s.385.
33
18
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Devşirme memuru gittiği yerlerde tellallar vasıtasıyla devşirme için geldiğini
ilân ettirir, sekiz - yirmi, özellikle de on dört - on sekiz yaşları arasındaki Hıristiyan
çocuklarının kaza merkezinde toplanmasını sağlardı. 36 Hıristiyan çocukları, vaftiz
defterleri yanlarında olduğu halde babaları ve papazlarıyla birlikte toplantı yerine
gelirlerdi. Vaftiz defterlerini inceleyen devşirme memuru çocukları bizzat görerek
kanuna ve talimata uyanları ayırırdı. Genellikle her kazada kırk haneden bir oğlanın
alınması âdet idiyse de bu sayı daha ziyade ihtiyaca göre belirlenirdi.
Devşirilen çocukların köyü, kazası, babasının, annesinin ve bağlı olduğu
sipahinin veya ait olduğu vakıf veya çiftlik sahibinin adı, doğum tarihi, göz rengine
varıncaya kadar bütün eşkâli ve kendisini devlet merkezine götürecek memurun adı iki
ayrı deftere yazılırdı.37 "Eşkâl defteri" denilen bu defterlerden birini devşirme memuru,
diğerini ise devşirilen çocukları merkeze sevk eden ve kendisine "sürücü" denilen
memur saklar, sürücü götürdüğü efradı bu defterle birlikte teslim ederdi.
Devşirilen çocuklar, "sürü" denilen 100-200 kişilik kafileler halinde
sürücülerin idaresinde devlet merkezine gönderilirdi. Yolda kaçmamaları ve özellikle
Müslüman Bosnalı sünnetlilerin arasına yabancıların karışmaması için sıkı tedbirler
alınırdı. 38 İstanbul'a götürülen devşirme oğlanları, Ağakapısı'nda yeniçeri ağası
tarafından kontrol edilir ve eşkâl defterine yazılırdı. Ardından sünnet edilen çocuklara
Müslüman-Türk adları verilirdi.
Başlangıçta daha ziyade; Rumeli'de Üsküp, İştip, Köstendil, Prizren, Görice,
Samakov. Prebol, Taşlıca, Ergirikasrı, Yanya, Pirlepe. İşkodra, Ohri, İpek, Dukakin,
Novasin, Manastır, Mostar, İzvornik, Böğürdelen, Horpeşte gibi şehirlerde tatbik
edilmiştir. 15. yüzyılın sonlarından itibaren Erzurum, Harput, Diyarbakır, Bursa ve
İstanbul civarı dışında Anadolu'da da uygulanmıştır.
Bosna’da, Arnavutluk’ta, Kafkasya’da aileler çocukları vermek için ısrar
ederlerdi 39 . Çünkü hayat şartları ve beslemesi zordur. Giden çocukların kaderi ve
kabiliyeti açıksa aileye de yardımı dokunduğu olmuştur. Fatih Sultan Mehmed
zamanında kendi istekleriyle topluca Müslüman olan Bosna halkının çocukları ise
babalarının ricası üzerine bu davranışlarının mükâfatı olarak sadece saray ve özellikle
Bostancı Ocağı için devşirilirdi.
Ağa Kapısı’nda yoklaması biten devşirme sürüsü, Anadolu ve Rumeli ağaları
tarafından küçük bir ücret karşılığında geçici bir süre için Anadolu ve Rumeli'deki Türk
köylülerinin yanına verilirdi. Rumeli'den devşirilenler Anadolu'ya, Anadolu'dan
devşirilenler Rumeli'ye gönderilir, böylece yaşı büyük olanların kaçması önlenmiş
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Devşirme”, İslam Ansiklopedisi, Cilt:3, TDV Yayınları, İstanbul,
1997. s.563.
37 İsmail. Hakkı Uzunçarşılı, a.g.m. s.566.
38 Abdülkadir Özcan, Devşirme, İslam Ansiklopedisi, Cilt: 9, TDV Yayınları, İstanbul, 1994. s.
255.
39 O zamanın süper gücü Osmanlı Devletinin tabiiyetinde memur olmak büyük imtiyaz kabul
ediliyordu. Günümüzde dahi 3. Dünya ülkelerinden Amerika Birleşik Devletleri ordusunda asker
olmak isteyen birçok insanın olduğu tartışılmaz gerçektir.
36
19
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
olurdu. 40 Firar edenler ise hemen yakalanıp yerlerine gönderilirdi. Anadolu'daki
devşirmelerden Anadolu Ağası, Rumeli'dekilerden ise Rumeli Ağası sorumluydu.
Kethüdalar zaman zaman Türk köylüsünün yanında bulunan çocukları teftiş ederlerdi.
"Türk'e verme" denilen bu uygulama ile devşirme oğlanları bir yandan ziraatla
uğraşarak üretime katkıda bulunur, bir yandan da Türkçeyi, Türk-İslâm adet ve
geleneklerini öğrenirlerdi. Zamanı gelince de yeniçeri ağasının arzı ve Dîvân-ı
Hümayun ‘da alınan kararla İstanbul'a getirilirlerdi. Burada eşkâl defterine bakılarak
kontrolden geçirilen devşirme oğlanları daha sonra Acemi Ocağı'na kaydedilirdi.
16. yüzyılın kayıtlarında yılda ortalama 300 çocuk toplandığı arşiv kayıtları
tarihe not düşmüştür. Çocukların en yeteneklilerine Enderun adı verilen saray
okullarında uzun yıllara yayılan zorlu eğitim veriliyordu. Bu eğitimler; din, dil öğretimi,
edebiyat, tarih, coğrafya gibi kurumsal bilgiler aktarılıyordu. Çeşitli yetenekler
kazanılmasına yöneltilmiş beceri ve bedeni eğitimin çeşitliliği genişletilmişti.
Devşirmelerin Eğitimi:
Saray için ayrılacak olanları ya yeniçeri ağası arz eder veya saray ağası seçerdi.
Devşirilen çocukların iyi görünenleri, özel bir terbiye verilmek üzere padişaha ait
Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İshak Paşa Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylara
gönderilirdi. Aralarından kabiliyetli olanlar Topkapı Sarayı'na alınır, diğerleri ise
kapıkulu süvari bölüklerine verilirdi.
Gürbüzce olanlar Bostancı Ocağı için ayrılırdı. Geri kalanları ise, ileride yeniçeri
olmak üzere Anadolu' da ki Türk köylülerinin yanına, ya da bostancı adıyla
İstanbul'daki sarayların bahçelerine verilirdi. Onlar buralarda Türkçeyi ve Türk
adetlerini öğrenirler ve İslamiyet’i kabul ederlerdi. Yukarıda belirtilen saraylarda 5-7 yıl
arasında sıkı bir eğitim gördükten sonra, ikinci bir elemeye tabi tutulurlar ve en
seçkinleri Topkapı Sarayı'na alınırlardı. Burada küçük oda ve büyük oda adı verilen
saray kolejinde Türkçe, Arapça, Farsça, edebiyat, tarih, matematik, güzel sanatlar ve
musiki dersleri görürlerdi. Ayrıca her birine pratik bir el sanatı öğretilirdi.
Bunun yanında ok atmak, cirit oynamak, ata binmek, güreşmek gibi bedeni
sporları da öğrenirlerdi. Türkçe veya yöre dilini öğrenip, İslam’ı benimserlerdi. Belli bir
aşamadan sonra acemi oğlanlar ocağına alınırlar, buradaki sebat ve eğitimleri
neticesinde yeniçeri ocağına geçerlerdi.
Her bir öğrencinin kapasitesine göre, onları en alt seviyeden en üst seviyeye
kadar kamu hizmetine yerleştiriyordu. Buna, askere alma işi çeşitli vilayetler arasında
sırayla gerçekleştirildiği için rotasyon anlamına gelen “devşirme” adı veriliyordu.
Ailelerinden alınan çocuklar, önce kırsal bölgede tarımsal faaliyette bulunan Müslüman
ailelerin yanına verilirdi. Bundan amaç, burada kaldıkları süre içinde çocukların yerli
kültürle temasa gelmelerini sağlamaktı. Böylece devşirmeler, bahçıvanlıktan
Ercan Yavuz, Devşirmenin Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmaya Etkisi”,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1987. s. 196-197.
40
20
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Sadrazamlığa kadar değişen çok farklı mesleklere sahip olabiliyorlardı. Aldıkları ödüller
de rütbe, güç ve para olarak, buna paralel şekilde birbirinden çok farklıydı.
Başarının anahtarı yetenek ve gönüllülüktü; ailelerin sosyal durumu hiçbir anlam
ifade etmiyordu. Onlar devşirilirken aileleriyle bütün bağları kesilmiş ve hepsine tek bir
hukuki statü verilmişti. Sadrazamdan bahçıvana kadar hepsi padişahın tebaasındandı ve
tam bir teslimiyetle ona itaat etmeleri bekleniyordu.
Devşirilen öğrencilerin en az zeki olanları saray bahçıvanı yahut denizci
yapılıyor, bunların bir üst zekâ seviyesindekiler yeniçeri daha yüksek seviyedekiler
tımarlı sipahi oluyordu. En zeki olanlar ise İmparatorluğun idari kademelerinde görev
almak üzere ayrılıyor ve sonunda vilayetlere vali yahut Padişahın Divanına üye, ya da
Sadrazam olabiliyorlardı.
Bunların arasından Mahmud, Gedik Ahmed, Makbul İbrahim, Sokullu
Mehmed, Ferhad, Lala Mehmed, Kara Murad, Kemankeş Mustafa Paşalar ve Köprülü
ailesinden değerli sadrazamlar çıkmıştır. Zira Osmanlılar sadece Slav, Boşnak ve
Bulgarlardan değil İslâm'ın zuhurundan önce Hıristiyan olan Rum ve Ermenilerden de
devşirme yapmışlardır. Devşirme uygulamasını köle sistemiyle bağdaştırmak da zordur.
Çünkü devşirmeler, hür olduklarında tereddüt bulunmayan gayri Müslim tebaanın
çocuklarıdır.
Eğitim çetin, yoğun rekabetçi ve seçici, daha ileri sınıflara hak kazanan
çocuklar için ise kapsamlı idi. İleri sınıflardaki eğitim, Fars ve Arap edebiyatını da içine
alıyordu. Çocuklara Müslüman olmaları için baskı yapılmazdı; zaten buna lüzum da
yoktu. Sonunda hepsi de Müslüman oluyordu. Aileleriyle irtibatları kesildikten sonra
katıldıkları kamu kurumunun onlar üzerindeki etkisi karşı konulamaz seviyedeydi.
Özellikle Rumeli’den alınan devşirmelerin yetiştirilme sisteminde Osmanlı
Padişahları sıkı eleme, çetin eğitim ve denemenin ardından Devletin en önemli
görevlerini emanet ediyorlardı. Osmanlı İmparatorluğunun bu dönemlerinde kul sistemi
içersin de yetişmiş kişileri kıdeme göre atamaya ve yeteneklerine göre görevler tahsis
etmişlerdi. Yetişmiş ehil insanların yönetim becerisi ve kalitesi hayatın her alanına
sirayet ettiği gibi devletin çarkının güçlü şekilde dönmesini sağlıyordu. Asıl gaye ise,
devletin başına geçecek deha çapında, müstesna kabiliyetleri bulmaktı.41
Seçilerek büyük saraylarda özel eğitime alınmış olanlar ise ikinci bir elemeye
tabi tutulurlar ve daha seçkin olanlar, devlet kademesinde belli hizmetlere getirilmek
amacıyla eğitilmek üzere Enderun’a alınırlardı. Enderun eğitim ve öğretimini bitiren en
yetenekli talebeler, iç-oğlanı olarak Has Oda, Hazine Odası, Kiler Odası gibi padişaha
en yakın görev yerlerine atanıyorlardı. Diğerleri de Kapıkulu süvari birliklerinin en üst
mevkilerine yükselecek şekilde görevlendiriliyorlardı. Yine bunlar arasında en yetenekli
ve güvenilir olarak görülenler sancak beyliklerine, oradan da tecrübelerini
geliştirmesiyle beylerbeyliğine, divan vezirliklerine ve veziri azamlığa getiriliyorlardı.
Halil İnalcık, Türk İdari Teşkilatı Tarihi Ders Notları, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya
Fakültesi, 1964. s.76.
41
21
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Büyük ve küçük oda' da eğitim gören iç oğlanları, tekrar bir elemeye tabi
tutularak padişahın şahsi hizmetlerine mahsus daha üst mevkilere terfi ettirilirlerdi. Geri
kalanları da kapıkulu süvari bölüklerine ve silahtarlar bölüğüne verilirdi.
Padişahın şahsi hizmetini gören odalar sırasıyla şunlardı;
Has oda: Fatih tarafından kurulan bu odanın amiri has odabaşı idi. Onun
vazifesi padişahın soyunup giyinmesine yardım etmekti. Has Oda’da eğitim gören iç
oğlanlarının sayısı 40 civarında idi. Görevleri padişahın şahsi hizmetlerini görmek ve
sarayda iken muhafazasına bakmaktı. Has Odabaşı’ndan ayrı olarak padişahın silahını
taşıyan Silahtar, padişahın dış elbiselerine bakan çuhadar, ayakkabı ve çizmelerinden
sorumlu rikabdar, iç çamaşırlarına bakan dülbend oğlanı da bu odanın mensubudurlar.
Bunlar en yüksek rütbeli iç oğlanı idiler. 16. yüzyıla doğru sayıları 12'ye çıkmıştır.
Hazine Odası: Padişahın özel hazinesi, mücevherat ve değerli eşyasının
muhafaza edildiği bu odada 60 kadar iç oğlan mevcuttu. Hazinedarbaşı denilen bu
odanın amiri sarayın en nüfuzlu şahsiyetleri arasında gelirdi. Bu oda da Fatih tarafından
teşkil olunmuştu.42
Kiler Odası: Fatih zamanında kurulmuş olan ve kilerci koğuşu da denilen bu
bölüm ün amiri Kilerci başı idi. Kilerci koğuşunda 30 civarında iç oğlanı hizmet ve
eğitim görüyordu. Bunların görevi padişahın ve hareminin her türlü yiyecek ve içecek
ihtiyacını temin etmek, sofra hizmetlerine bakmaktı.
Seferli Odası: 4. Murad tarafından teşkil edilen bu odanın mensupları
musikişinas, hanende, sazende, kemankeş, pehlivan, berber vs. olarak yetiştirilmiş iç
oğlanlarından oluşuyordu. Sarayın dilsiz ve cüceleri de burada eğitim görürlerdi. Bu
odanın amiri aynı zamanda büyük Oda’nın da amiri olan saray kethüdası idi. İç
oğlanları, kendilerine gösterilen görev ve hizmetleri sıkı bir disiplin altında yaparlardı.
Bu odalarda da tahsil ve terbiyeye devam edilirdi. Her odanın muhtelif dersler veren
hocaları vardı. Bu odalar, hadım ağalarından bir ağanın idaresinde idi. Akağalar da
denilen bu yüksek dereceli subayların vazifesi şu şekilde idi;
Hapı Ağası: Bütün sarayın amiri olan babüs-sa'ade ağası, çok nüfuzlu bir
şahsiyet idi. Gazanfer Ağa: gibi bazı ağaların nüfuzu veziriazamları gölgede
bırakabiliyordu Saray Kethüdası: Babüs-sa'ade ağasıdan sonra sarayın yetkili amiridir.
Saray Kethüdası, büyük Oda’daki iç oğlanlarının müdürüdür.
Oda Kethüdası: Küçük Oda’daki iç oğlanlarının reisidir.
Has odabaşı: Has Oda’da padişahın şahsi hizmetleriyle görevli en yüksek
rütbeli subaydı.
Kilercibaşı: Kiler Odası’nın amiri idi.
Saray ağası: Sarayın temizlik ve intizamından sorumlu idi.
42
İsmail. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi Cilt:1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2015. s. 139.
22
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Padişahın yakınında, şahsi hizmetlerinde bulunan bu iç oğlanları, her 5-7 senede
bir, ya da yeni bir padişahın tahta geçmesi dolayısıyla saray dışındaki vazifelere tayin
olunurlardı. Buna çıkma denirdi. Has oda, hazine ve diğer odalardaki iç oğlanları
Birun'da; müteferrikalık, çaşnıgirlik hizmetlerine ya da altı bölük halkı denilen kapıkulu
sipahi bölüklerine atanırlardı.43 Has odabaşı, silahdar, çuhadar gibi bu odaların subayları
olanlar ise taşrada, sancakbeyliğine atanırlardı. Bu sırada yaşları 40'a yaklaşmış olurdu.
Uç sancaklarında harp usullerini ve devlet idare sanatını öğrenen bu beylerin en
kabiliyetlileri daha sonra beylerbeyi ve vezir olurlardı. Vezir rütbesini alanlar divan-ı
hümayun üyesi olurlardı. En son rütbe ise veziriazamlıktı. Veziriazam, padişahın mutlak
vekili olarak imparatorluğun ve ordunun başına geçerdi.
Kul sistemi ile padişah, sıkı bir elemeden ve uzun bir eğitim döneminden sonra,
imparatorluğun idaresine en layık ve kendisine en sadık kişiyi getirebilmekteydi. Kul
sistemi içerisinde yetişenlerden kırk beşi veziriazam olmuştur. Bu sistem sayesinde
Gedik Ahmed Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Sokullu Mehmed Paşa gibi deha çapında
devlet adamları yetişebilmiştir.
Kul sistemi, devletin kuruluşundan beri varsa da, son şekliyle Fatih kurmuş ve
geliştirmiştir. Kanuni, 4. Murad ve 3. Ahmed zamanlarında da esaslı değişiklikler
yapılmıştır.44
Padişaha bağlı paralı yaya askerler olan yeniçeriler, tıpkı Hıristiyan keşişler
gibi, mal-mülk sahibi olmaya, başka işlerle (tarım, ticaret, zanaat) uğraşmaya ve
evlenmeye hakları yoktu. 1. Selim zamanında emekli yeniçerilere ve yeniçeri ağalarına
evlenme izini verildi. Yani yeniçeriler, hayatlarını, padişahın emri altında ve tamamıyla
padişaha tabi olarak askerlik hizmetine adıyorlardı. İster üst düzey yönetici ister
yeniçeri olarak görev yapıyor olsun, devşirmelerin hepsi padişahın “mülkü” olarak
kabul ediliyordu. Askerlik veya yöneticilik şeklinde verdikleri hizmetler karşılığında
yüksek maaşlar alıyorlardı. Ama görevlerinde istifa edip başka bir işe yönelmek gibi
hakları yoktu. Çok büyük bir çoğunluk Balkan Hıristiyan ailelerden geliyordu. Yani
Balkanlar, Osmanlı Devleti’ne yönetici ve asker tedarik eden önemli bir havuz idi.
Osmanlı’nın Devlet olmaya başladığı daha o ilk dönemden itibaren uygulamaya
koyduğu bu sistemin başlıca iki nedeni vardır. Bunlardan birincisini ünlü tarihçi
Toynbee şu şekilde yazmıştır.
“… Bozkırda bir kır adamı olarak yaşamak zor, hayli beceri ister. Bu, düşman
bir tabii çevre ile sürekli harp halidir ve tıpkı düşman bir insanla savaşırken
gereken alışkanlıkları ve halet-i ruhiyeyi ister. Göçerler için sosyal birlik ve
dayanışma, var olmanın vazgeçilmez bir şartıdır ve bu şart, bozkırların yetersiz
ve çabucak bitiveren otlarından kendi yiyeceklerini temin ettikleri sürece,
toplumun geçimini sağlayan ehli hayvanları da içine almaktadır. Lidere itaat,
birbirine sadakat ve hayvanlarla ilgilenmek, çetin hayat şartlarının bir göçer
topluluğundan istediği üç temel özelliktir. Hayvan yetiştirmek ve onlarla
43
44
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin Saray Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu, 2014. s. 17.
Halil İnalcık, Ders Notları, s.80.
23
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
ilgilenmek, göçer mesleği olmakla birlikte, onların asıl becerisi, bazı hayvanları,
topluluk ve sürülerine göz kulak olma konusunda kendilerine yardımcı-askeri
deyimle astsubay- olarak yetiştirmekte ortaya çıkar. Bineklerinin ve köpeklerinin
eğitimi, işlerinin önemli bir parçasıdır. Göçerler bozkırlardan yerleşik bölgelere
atıldıkları zaman, ya almak, ya da ölmek zorundadırlar. Buraları aldıkları zaman
ise, insanlara sürü muamelesi yaparlar ve aralarından seçtikleri bir azınlığı çoban
köpekleri niyetine eğitirler. Sürüler, değerli canlı emtiadır. Emtia oldukları için
esir sınıfına sokulurlar; değerli oldukları için de kendilerine bebek gibi dikkatle
bakılır. Bu yüzden çoban, çoban köpeğinin yardımına muhtaçtır. Fakat çoban
köpeği, eğitilmediği takdirde çobanın işine yaramayacaktır. Çoban köpeğinin
yardımı o kadar önemlidir ki, onu en etkili bir seviyede kullanılır hale getirmek
için hiçbir emek esirgenmez…”
Enderunlar, Osmanlı’nın çok dilli, çok dinli, çok milletli bir imparatorluk
olmanın gereği olarak, bu farklı unsurları bir arada yaşatabilecek ortak tutum değer ve
bugünün tanımı ile davranış geliştirme çabalarının önemli bir göstergesidir. Devlet bu
kurumlar vasıtasıyla bir yandan çok kültürlü, farklı din, dil ve milletleri eğitim yoluyla
asgari müştereklerde birleştirme çabası içinde, öte yandan tebaası arasında ayrım
gözetmeksizin etkili bir eğitim imkânı vererek, devletin en üst organlarında görev
almasını sağlamaktadır.
Devşirme kanununun ihlâli Yeniçeri Ocağı'nın bozulmasına sebep olmuştur. 16.
yüzyıl sonlarından itibaren yeniçeri oğullarının "kuloğlu" adıyla kabul edilmesi,
dışarıdan da "kul kardeşi" ve "ağa çırağı" adları altında kanuna aykırı olarak Yeniçeri
Ocağı'na alımlar yapılması, devşirme işlerinin gevşemesine yol açmıştır. 45 17. yüzyılda,
özellikle 4. Murad zamanında devşirme işi ıslah edilmeye çalışılmışsa da bu yüzyıl
ortalarından itibaren artık devşirme pek yapılmamıştır. 18. yüzyıl başlarında ise sadece
saray için 1000 kadar oğlanın devşirildiği anlaşılmıştır. 46
45
46
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Devşirme”, s.567.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e. s.597.
24
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
MİLLET SİSTEMİ
Osmanlı İmparatorluğu, ele geçirdiği yerlerde iktisadi ilişkilerin aksamaması
için ve çevreden merkeze doğru akışını korumak, sürdürmek ve artırmak için geniş
kapsamlı güçlü bir siyasal kurumsallaşma gerçekleştirmiştir. Balkanlar açısından en
önemli siyasal kurumsallaşma “devşirme” ve “millet sistemi” olmuştur. Bu sistem,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki hâkimiyetinin temel kurumlarından birisi
olarak uygulandı.
Millet sistemi, Balkanlar’ın dinsel ve siyasal yapısını derinden etkiledi ve bu
etkiler, bağımsız Balkan devletlerinin kurulmasından sonra da devam etti. Osmanlı
İmparatorluğu içinde yaşayan insanların tamamı padişaha bağlı “tebaa” olarak
adlandırılıyordu. Devlet yönetimi, bu tebaayı “Müslüman tebaa” ve “gayrimüslim
tebaa” olarak ikiye ayırıyordu. Osmanlı devlet anlayışına göre gayrimüslim tebaa,
Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan, devletin belirlediği kurallara uyan,
Müslüman olmayan ama devlet tarafından “korunan” insanlardı.
16. yüzyıla kadar Osmanlı nüfusunun çoğunluğu gayrimüslim idi. 16 yüzyıldan
sonra Osmanlı İmparatorluğu’na ait Avrupa topraklarında çoğunluğu Ortodoks
Hıristiyanlar oluşturuyordu.
Bu durum, millet sisteminin uygulanmasını zorunlu kıldı. Osmanlı Devleti’nde
Millet, “ahlaki ve dini temellere dayanan ancak imparatorluk yasalarına da ters
düşmeyen hiyerarşik önderlerinin sorumluluğu altında kendi kendini yöneten ve
Osmanlı iktidarı tarafından tanınan dini bir topluluktur.”
Her millete, kendisini yönetebilmesi ve problemlerini çözebilmesi için okullar,
hastaneler, mahkemeler, yurtlar, vakıflar kurma ve bunları işletme hakkı ve imkânı
verildi. Nüfus bakımından en büyük millet; Yunanları, Sırpları, Bulgarları, Arnavutları,
Eflakları ve Karadağlıları içine alan “Rum Milleti” idi.
Devşirme sistemi işlevini tam olarak yaptığı dönemde tüm dünyaya örnek teşkil
etmiş, başarılı bir sistem olmuştur. 15. yüzyılın ilk yarısından 17. yüzyıl sonlarına kadar
yaklaşık iki buçuk asır kadar süren devşirme işlemi kanuna uygun olarak yapıldığında
iyi sonuçlar vermiştir. Küçük yaşlarda toplanıp sıkı bir eğitimden geçirilen devşirme
oğlanları, kabiliyet ve biraz da talihlerine göre en yüksek mevkilere kadar
çıkabiliyorlardı.
Çandarlı ailesi dışında hemen hemen bütün veziriazamlar devşirmelerden tayin
edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal kurumsallaşmasının önemli bir öğesi
devşirme uygulaması idi. Devşirme uygulaması 14.-18. yüzyıllarda gerçekleşti. 17.
yüzyılda azalan devşirme uygulaması 18. yüzyıl içinde sona erdirildi.
25
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
OSMANLI KARA ORDUSU
KAPIKULU PİYADE ASKERLERİ
YENİÇERİ OCAĞI
Osmanlı Devleti, büyüyüp genişledikçe daha fazla askere ihtiyaç duyuyor ve
gittikçe merkezîleşiyordu. Bunun üzerine daha önceki Türk devletlerinde görülen
“gulam” usulü geliştirilerek devşirme sistemi47 oluşturuldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun
sınırlarının genişlemesi sonucunda Hristiyan çocuklarını devşirmesi ile artmaya
başlanan Yeniçeri Ocağı, Padişah’a bağlı Kapıkulu Ocakları’nın piyade kısmının büyük
kısmını oluşturmaktaydı.48
Batı Anadolu’nun feodal beylik yapısında ileriki zamanların Osmanlı
Akıncılarını andıran nüfuzlu beylerin bürokratik bir çatıda toplanması, akınlar sayesinde
asker ve sermaye akışını hızlandırarak Osman Bey önderliğinde bir hanedan yapısının
oluşmasını mümkün kıldı.
Rivayete göre Orhan Gazi devşirme çocuklardan kurulu bir ordu kurduğu
zaman Hacı Bektaş dergâhına gelip yeni kuracağı yeniçeri ocağı için dua istemiştir.
Dergâhı ziyaret eden Orhan Gazi, orada bulunan pire, "Pir hazretleri, yeni kurduğum
ocak için sizden hayır duası almaya geldim" diyerek, duasını istemişti. Hacı Bektaş’ta,
elini çocuklardan birinin başına koyarak: "Bunların adı yeniçeri (yeni asker) olsun
diyerek Cenabı Hak yüreklerini ak, pazılarını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını
tehlikeli, kendilerini daima galip buyursun diye dua eder.49 O yüzden yeniçeriler kendi
ocaklarına Ocak-ı Bektaş-î-yan, Taife-i Bektaş-î-yan, Güruh Bektaşi’ye, Zümre-i
Bektaşiye gibi isimler vermişlerdir. Orhan Gazi devrinde oluşmaya başlayan ‘yeniçeri
kurumu’, Yıldırım Bayezid’in Timur tarafından bozguna uğratılmasıyla tüm devlet
kadroları gibi dağılma tehlikesi geçirdi.
Edirne'nin 1361 yılında fethinden sonra Rumeli'nde gerçekleşen fetihler sonucu
savaş esirleri büyük artış göstermişti. Vezir Çandarlı Hayrettin, devlet elinde toplanan
çok sayıda devşirme oğlanlarından merkezî bir ordu için faydalanılmasını, sultan
kapısında yeni bir askeri ocak, Hristiyan esirlerden yeniçeri yapma fikrini buldu.
Kölelerin eğitilip devlet kademesinde kullanılma usulü; Sasani, Roma, Bizans ve Abbasiler
gibi bütün Ortadoğu ve Akdeniz havzasında kurulmuş olan devletlerde yer almaktaydı.
48 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt:2, s. 566.
49
Bazı tarih kitaplarında Yeniçeri ocağının Hacı Bektaş-ı Veli’den dua alarak kurulduğu
söylense de, bunun aslı olmadığı yazılıdır. Hacı Bektaş-ı Veli, Sicili-i Osmaninin de katıldığı bir
görüşe göre, 1337 tarihinde ve bazı araştırmacıların tespitine göre ise 1271 tarihinde vefat
etmiştir. Hatta Aşıkpaşa zâde, konuyu daha farklı bir şekilde anlatmakta ve Hacı Bektaş Veli ile
Osmanlı Devleti arasında bağ kurmanın yanlışlığını belirtmektedir.
47
26
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Bu fikir padişah 1. Murat’a iletildi ve padişah ; “Eğer Cenab-ı Hakkın emri ise
şimdiden sonra alına” diyerek ferman etti.50 Vezir Çandarlı Hayreddin; “Bunları Türk
üzere verelim, hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, yeniçeri olsunlar”
dedi. Orada bulunan Âlimler de bunların başarıları için dualar ettiler.51 Akıncı beylerine
ferman iletildi ve Hristiyan esirlerin beşte birinin padişah için alınması emredildi.
Gazilerden Sultan için esir başına beşte bir pencik52 alınmaya başlandı. Bu yeni
uygulama bir kısım askerin hiç hoşuna gitmemiş ve bu uygulamadan kaçmak için
esirleriyle Anadolu'ya başka yollardan geçmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Evrenos
Gazi'ye, pencik'in sınırda toplanması için emir gönderildi ve dini niteliği göstermek
üzere tahsil işi için de bir kadı atandı.
Dünya ordusu içerisinde Yeniçeri Ocağı, modern anlamdaki ilk daimi ordudur53
Oğlanlar Bursa civarında Türk köylerine gönderildi ve Türkçeyi öğrenip
Müslüman olmaları sağlandı. Herhangi bir sakatlığı olmayan ve ileride yeniçeri olması
hedeflenen erkekler ‘Pençik oğlanı’ olarak altı sınıfa ayrılmıştı;
Şirhor: 0-3 yaş arası süt çocukları
Beççe: 3-8 yaş arası yavrular
Gülamçe: 8-14 yaş arası oğlancıklar
Gülam: 14-18 yaş arası tüysüz erkekler
Sakallı: tüylenmiş, olgun erkekler
Pir: ihtiyarlar
Anadolu’da dönemin güç odağı olan Sofilerin önemli desteğiyle devleti
toparlayan 1. Mehmet oldu.54 Bu süreçte Bektaşiliğin Osmanlı topraklarında, özellikle
de devlet katında güçlenerek gelişmişti.55 1416’da 1. Mehmet kul sistemini genişleterek
yeniçerilerin sayısını 6 bine çıkardı. Savaşlarda kaybedilen yeniçeriler,
acemioğlanlardan takviye alırlardı. Acemi oğlanların sayıları azaldığında pençik 56
oğlanları kadroya eklenirdi.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin başlangıcında devşirme usulüyle oluşturulan
yeniçerilerin, Sultan 2. Murat zamanında askere duyulan şiddetli ihtiyaca dayanarak çıkarılan
devşirme kanunu ile yapıldığını bildirmektedir. Bkz: İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Devşirme”, İslam
Ansiklopedisi, Cilt: 3, İstanbul, 1977. s. 563.
51 Lord Kinross, Ottoman Centuries, The Rise and Fall of the Turkish Empire. New York:
Morrow Quill Paperback, 1977. s. 52.
52
Farsça olarak penç-yek (1/5) ve halk dilindeki ifadesiyle pençik adı verilmiştir. Pençik
kanunuyla toplanan vergilere ‘Pençik Resmi’ denir.
53 Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700, Çev. Ülkün Tansel, Kitap Yayınevi,
İstanbul, 2004. s. 68.
54 Reşad Ekrem Koçu, Yeniçeriler, Doğan Kitap, İstanbul, 2015. s.19.
55
Yeniçeri Ocağı'nın teşkilatı üç temel unsur üzerine yükselmekteydi: Avcılık, aşçılık ve
Bektaşilik
56 İslam’a göre savaş esirleri ganimetlerden sayılmaktadır. Ganimetin beşte biri ise, Kuran’ın
emriyle devlete aittir. Devlet, bu beşte birlik hakkında, kamu yararına uygun olarak istediği gibi
50
27
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Osmanlı siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik hayatında fevkalade önemli ve
değişik roller üstlenmiş Yeniçerilik kurumunun nasıl ve ne zaman teessüs ettiği
hususunda bilgiler çeşitlilik göstermektedir. Ancak Sultan 2. Mehmet’in 1453 yılında
İstanbul’u fethiyle beraber bu kurumun da klasik hususiyetlerine kavuştuğu
bilinmektedir. Devşirme yöntemi kullanılarak oluşturulan ve bahsedilen tarihe kadar
Osmanlı ordusu içinde küçük bir grubu teşkil eden yeniçerilerin, bu tarihten sonra sayı
ve etkileri artmaya başlamıştır.
14. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir
sınıftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanından itibaren, "Sekban" bölüğünün de
katılımıyla iki sınıf haline gelmiştir. 16. yüzyıl başlarında ise "Ağa" bölüğü denilen
üçüncü bir kısım daha teşkil edilmiştir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüğe
kadar yükseltilmişti. Yeniçeri Ocağı, 1. Bayezid döneminde 10.000, 2. Murad
zamanında 11.000, Fatih devrinde 12.000, Kanunî Sultan Süleyman döneminde ise
20.000’e kadar sayıya çıkmıştı.
Yeniçeriler zorlu bir eğitime tabi tutulurdu. İlk önce kılıç kullanmayı ve gergin
yayları kurup ok atmayı öğrenirlerdi. Kuvvetlerini arttırmak için antrenman yaparlardı.
Kılıç talimlerinde keçeden yapılmış mankenlere kılıç çalarak parçalamaya çalışırlardı.
Ok talimlerinde hiç durmadan üç yüz dört yüz ok atabilecek seviyeye ulaşırlardı. Yağlı
mermerleri tokatlayarak ellerinin sertleşmesini sağlarlar, sürat koşuları ve güreş
müsabakaları yaparlardı.
Mehter takımları kışlada talim görürler, özel olmayan günlerde de belirli
aralıklarla kışla içinde müzik yaparlardı. Her ortanın bir ‘kat’ mehterhanesi vardı. Her
kat mehterde 1 davul, 1 zurna, 1 borazan, 1 zil ve 1 çift dümbelek bulunurdu.
Mehterlerin katları yerine göre artardı. Padişah bandosunda 9 kat mehter vardı.
Mehterhane durarak çaldığı zamanlarda hilal şeklini alırdı. Tuğlar, flütler, trampetler,
trompetler ve borazanların yanı sıra Anadolu icadı olan büyük ziller mehter müziğinin
vazgeçilmez çalgı aleti olmuştur.
Yeniçeriler, başlarına Börk giyerlerdi.57 Bunun arkasında ise yatırma denilen ve
omuza kadar inen bir parça yer alırdı. Bu kısım enseyi soğuktan koruduğu gibi, arkadan
gelebilecek düşman hamlelerine karşı da bir tedbir niteliğindeydi. Ayakkabıları seferde
yandan kopçalı çizme, şehirde ise ökçesiz yemeni idi. Dizlerinin altına kadar inen elbise
ve şalvar giyinirlerdi. Savaş vakti hafif örme zırhlar da giyerlerdi. Silahları kılıç, pala,
yatağan gibi kesici aletler ve ok ile yaydı. Sonraları ok ile yayın yerini daha çok tüfek
aldı. Savunma için de sağlam kalkanları vardı. Her Yeniçeri bölüğüne "Orta" denirdi.
Her ortanın da komutanı olan ve "Çorbacı" denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve
Ağa bölüklerinde bu komutana "Bölükbaşı" denirdi.
tasarrufta bulunur. Osmanlı hukukunda devletin bu beşte birlik Kuran’la sabit olan hakkına
Farsça olarak penç-yek (1/5) ve halk dilindeki ifadesiyle pençik adı verilmiştir. Devlet, askerliğe
elverişli olmayanlardan da pençik resmi almış, asker olarak alınanlara pençik oğlanı denmiştir.
57 Beyaz keçeden yapılan bir başlık
28
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Her ortanın ayrı bir flaması ve uzmanlık alanı vardı. Örneğin 60., 61., 62., ve
63., Ortalar merasimlerde, merasim kıtaları olarak görev yaparlardı. Bazı Ortalar sınır
bölgelerinde ve kalelerde muhafız olarak görev yaparlar, bazıları da İstanbul’un
güvenliğini sağlarlardı.58
Tarihin bu dönemlerinde devletin askeri gücü aynı zamanda şehirlerin polisi
olabilirdi. Dünya’nın hiçbir ülkesinde, henüz kesin çizgileriyle bir ‘polis-asker ayrımı’
söz konusu değildi. Bu sebeple İstanbul’un polis gücü devletin kuvveti olan
yeniçerilerden temin edilirdi. Şehrin asayişi ve esnafın güvenliği yeniçerilerden
sorulurdu. Şehrin her semtinde bir yeniçeri karakolu vardı. Amirleri, ocağın en
kıdemlisi sayılan Yeniçeri Ağasıydı. Yeniçeri Ağası, savaşa katılmaz, şehir güvenliğini
sağlardı. Savaşa Sekbanbaşı Ağa gönderilirdi. Ancak Sadrazam komutan olarak savaşa
katıldığında Yeniçeri Ağasının da savaşa gitmesi kuraldı. Padişah’ın katıldığı seferlere
tüm yeniçeri kadrosunun katılması kanundu. Bu gibi durumlarda İstanbul’un asayişi
Acemioğlanlar’a ve İstanbul Ağasına bırakılırdı.
Yeniçerilerin flamaları kırmızı ve altın renkteydi. Altın rengi egemenliğin
sembolü kabul edilirdi. Sancak işlemeleri Moğollara benzer altın bir küreden aşağı
sarkan bir atkuyruğu, altında hilal şeklindeydi. Sancak direğinin tepesine gelenekten
ötürü minyatür bir Kuran-ı Kerim asılırdı.59 Bir generalin veya sancak beyinin rütbesi,
otağının üstüne dikilen atkuyruklarından belli olurdu. Sultan’ın 9 atkuyruğu vardı. Bu
sayı sonraları 12’ye yükseltilerek iki sancakta 6’şar tane olarak sergilenir oldu.
Kanuni 1526’da Macaristan’ın Mohaç seferinde sadece 7 atkuyruğu taşımıştır.
Yerel yöneticilerin 1 veya 2; beylerbeyinin 2; dört saray vezirinin 3; Baş vezirin 5
atkuyruğu taşıma hakkı vardı. 18. Yüzyılda serasker Emin Paşa’nın 6 atkuyruğu
sembolü taşıma hakkı vardı.
Yeniçeri ocağının en büyük komutanı "Yeniçeri Ağası" idi. Yeniçeri Ağası,
ocağın kuruluşundan 1451 yılına kadar ocaktan seçilirken bu tarihten sonra
Sekbanbaşılardan tayin edilmeye başlandı. Bununla beraber bu kanun daha sonra
değiştirilerek ocağın dışından olan kimseler de tayin edilmiştir. Yeniçeri Ağası,
Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul'un
asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu
sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi.
Yeniçeri Ocağı'nın en büyük kumandanı olan Yeniçeri Ağasından sonra
Sekbanbaşı gelirdi. Ocak kethüdası veya kul kethüdası, zağarcıbaşı, sansoncubaşı,
turnacıbaşı, başçavuş ve muhzır ağa derece sırasıyla ocağın büyük ağalarından idiler.
Yeniçeri Ağası ve Sekbanbaşından sonra ocakta en itibarlı olarak yeniçeri efendisi
denen ocak kâtibi vardı.
58
59
Neferler geleneksel olarak ortalarının nişanlarını vücutlarına dövme yaptırırlardı.
Daniel Goffman, a.g.e. s. 72.
29
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Ocak teşkilatının omurgasını ise aşçılar oluşturuyorlardı ve aşçıbaşılar
yeniçerilerin ahlaki eğitimleri ve disiplinlerinden sorumluydular. Kazan-ı Şerif 60 başta
olmak üzere her birliğin sahip olduğu kazana atfedilen kutsallık, karakollara kazanlarla
yemek dağıtan karakollukçuların komutanı olan baş karakollukçuya kepçeci, her ortabölük komutanı olan yayabaşına çorbacı denirdi. Her ortanın kışla mutfaklarında bir
kazanı vardı.
Yeniçeriler okullarda Arapça, Farsça ve Türkçe öğrenirlerdi. İleri düzeyde
olmayan matematik, geometri ve coğrafyanın yanı sıra kaligrafi ve şiir eğitimi alırlardı.
Okçuluk, at sürme, cirit, vb. derslerle de askerlikleri geliştirilirdi. Öğrencilere ayrıca
hukuk dersleri verilerek kanunnameler öğretilirdi ve zamanı gelince kanunları
uygulamaları beklenirdi. Barutun kullanıma geçmesiyle savaş bilimleri derslerine
Harkebüs, tüfek ve topçuluk talimleri de eklendi. Okullara alınmayan acemiler yaşı
geçene kadar yeniçeri seçilmediği takdirde yerleştirildikleri köylerde ikamet ederlerdi.
Nerede olursa olsun bütün yeniçerilerin iyi beslenmesi kuraldı.61
Kapıkulu ocaklarının en itibarlısı olan Yeniçeri Ocağı savaşlarda padişahın
bulunduğu merkez kolunda bulunur, savaş esnasında padişah onların arkasında ve
ortasında at üzerinde dururdu. Sefere gidişlerde ve konaklarda yeniçeriler padişahın
etrafında bulunup onu muhafaza ederlerdi. Osmanlı devletinin farklı bölgelerinde
yeniçeri birlikleri de vardı.62
Ünlü kazan kaldırma deyimi devlet politikalarından duydukları
memnuniyetsizliğin bir belirtisi, bir isyanın başlangıç işareti olarak kabul edilirdi.
Ortalar sefere giderken kazanlarını yanlarında götürerek çadırlarının önüne
yerleştirirlerdi. Bir ortanın kazanını kaybetmesi bayrağın düşman eline geçmesinden
daha kötü bir durum olarak kabul edilirdi.
Yeniçeriler kazanları olmadan hiçbir hücumun başlamaması gerektiğine
inanırlardı. İnanışa göre ocak kurulurken Hacı Bektaş-ı Veli yeniçerilere bu kazanda
çorba pişirmiş ve kendi elleriyle dağıtmıştı. Yeniçeriler, Kazan-ı Şerifi 63 yerinden
kaldırılacak ve altına bir kova su dökülecek olursa dünyanın ters düz olacağına
inanırlardı.
Yeniçeriler, Osmanlı ordusundaki oranları az olmasına rağmen düşmana karşı
oldukça etkili olmuşlardı. Küçük yaştan itibaren aldıkları profesyonel eğitim sayesinde,
savaş meydanlarını kasıp kavuran askerî makineler haline gelmişlerdi. Savaş
meydanlarındaki etkinliklerini, zaman zaman yönetim üzerinde de hissettirmiş ve etkili
siyasi güce kavuşmuşlardı.
Yemek pişirme dışında kazan, Hacı Bektaş'ın ocağa sağladığı kutsallığın kaynağını da temsil
etmekteydi.
61 Daniel Goffman, a.g.e. s. 38.
62
Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar, İş Bankası
Yayınları, Ankara, 2014. s. 213.
63
Kazan o kadar önemlidir ki yeniçeriler kritik konulardaki toplantılarını onun çevresinde
çember oluşturarak yaparlardı.
60
30
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Osmanlı İmparatorluğu’nun genişlemesinde büyük rol oynamış olan Yeniçeri
Ocağı, iki yüzyılı aşkın bir süre sorunsuz bir şekilde idare olunmuştur. 16. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren ocakta, teşkilat nizamının ihlal edilerek, dışarıdan esnaf ve
köylülerin asker olarak alınmasıyla bozulma başlanmıştır. 64 17.yy’dan itibaren
Müslümanlardan da Acemi Ocağı’na alım yapılmaya başlandı.
Devletin ilk yüzyıllarında çok yararlı olan ve Türklerin Rumeli’ye yerleşmesinde
etkili olan bu sistem, daha sonra bozulması ile değişik sorunları birlikte getirdi. 16.
yüzyılın sonlarından itibaren Padişahın sefere çıkmaması neticesinde ganimet geliri
azalan Yeniçeriler, sakat ve yaşlı yoldaşlarına bakmak ve kendi hayatları ile savaşa
gidenlerin ailelerinin geçimini ikame etmek için gelir elde etme çabasına girmişlerdir65.
Neticesinde; askerlikle ilgisi olmayan ticaret, kahvehane işletmeciliği, hamam
işletmeciliği, kayıkçılık, depoculuk, odun ve yakacak işleri gibi sektörlere el
atmışlardır.66
18. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’da 40 bin kadar, Yeniçeri askerini barındıracak
olan 60 odaları mevcuttu. Yeniçeriliğin kaldırıldığı 19. yüzyılda yeniçerilere ait
neredeyse her şey yok edildiğinden yeniçeri odalarının tam planları bilinmemektedir67
Yeniçeriler, maaşlarını üç ayda bir alırlardı. Bu konuda ocağın en büyük âmiri
olan Yeniçeri Ağası ile herhangi bir nefer arasında fark yoktu. Onun için Yeniçeri Ağası
da bu ulûfe işine dâhil edilirdi. Ulûfe, padişahın nezaretinde büyük bir törenle her ortaya
torbalar halinde verilirdi. Dağıtılan ulûfenin Salı günü verilmesi kanundu. Üç ayda bir,
ulufe denen aylıklarını almak için Topkapı Sarayı, Babüsselam ile Babüssade kapıları
arasındaki ikinci avluda toplanan kapıkulu askerlerine, Has fırında pişirilen pide ile
saray mutfağında hazırlanan çorba, zerde ve pilavdan oluşan kuşluk yemeği dağıtılır; bu
sırada askerin padişaha bağlılığının işareti olmak üzere birde “akide” merasimi
yapılırdı.
Yeniçeri ocağının büyük subaylarından kul kethüdası ile muzhırağa
Kubbealtı’na gelerek sadrazamın başkanlığındaki divan üyelerine ellerindeki
tablalardan mangır biçimindeki akide şekerlerini sunardı. Bu ocaklıların padişaha bağlı
olduklarının kanıtı sayılır divandakiler rahatlardı.
Akide töreninin ardından Kubbealtı önünde Fetih suresi okunur, ocaklılar
gülbank çeker, Birinci Ağa Bölüğü’nden başlanarak ulufe torbaları dağıtılırdı. Törenden
sonra konaklara, evlere, dükkânlara da akide şekerleri giderdi. Akide şekerinin
Özer Ergenç, “Osmanlı Askerinin Nitelik ve Fonksiyonları Üzerine”, Birinci Askeri Tarih
Semineri, Bildiriler 2, Ankara-1983, s. 80.
65 Kavanin-i Yeniçeriyan, Süleymaniye Kitaplığı, Esad Efendi, No: 2968
66
Mustafa Akdağ, “Yeniçeri Ocak Nizamının Bozuluşu” Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt:5 Sayı:3 Ankara, 1947. s. 295.
67 Fransız arkeolog Antoine Galland’ın 1672’de kaleme aldığı İstanbul’a ait günlük anılar adlı
eserinde her biri bir ortaya ait olan L şeklinde uzun koridorların ortasında içinde mescit, depo,
talim alanı ve süs havuzu olan bir bahçe olduğu tasvir edilir.
64
31
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
dağıtılması 68 Yeniçerilerin bir eylem yapmayacağını, sulh üzerine hayatlarını
sürdüreceği mesajını veriyorlardı.
Ramazan ayının ortasında, padişahın askere iltifatı olarak, Saray’dan Yeniçeri
Ocağı’na baklava giderdi. 17. yüzyılın sonlarında veya 18. yüzyılın başlarında ortaya
çıkmış olan baklava alayı, Ramazan’ın on beşinci günü yapılan Hırka-i Saadet
ziyaretinden sonra, Yeniçeri Ocağı neferlerine baklava dağıtılmasıyla gerçekleşirdi.
Matbah-ı Amire’ de, Yeniçeri, sipahi, topçu ve cebeci gibi kapıkulu askerinin her on
neferine bir tepsi hesabıyla hazırlanan baklava sinileri, örtülere sarılmış olarak Matbah-ı
Amire önüne dizilirdi.69
Silahtar Ağa, padişah adına ilk siniyi teslim aldıktan sonra, diğer ortalardan
gelen ikişer nefer birer siniyi herhangi bir kargaşaya mahal bırakmadan yüklenirdi. Her
bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı gibi amirleri önde, baklava sinileriyle yürüyenler
arkada, açılan kapıdan dışarı çıkarlar, baklava alayını seyretmek için Divan Yolu’nda
sıralanmış halk, padişaha ve askere sevgi gösterilerinde bulunurdu. Sini ve futalar ise,
ertesi gün Matbah-ı Amire’ ye iade edilirdi. Padişahın askerlerine güzel bir ikramı olan
ve belirli bir teşrifatla yapılan baklava alayı, uzun bir süre devam etmiştir.
Yeniçeri Ocağı, 16. yüzyıldan sonra Padişaha veya Hanım sultana yakın bazı
liyakatleri kısıtlı kimselerin ocağa alınmasından sonra bozulmaya yüz tutmuştu. Çünkü
eğitimsiz ve başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilatın disiplini
bozulmuştu. Doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren,
padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almıştı. Diğer taraftan
Yeniçerilerin kendileri gibi Bektaşî olan Ahi esnaf ocaklarıyla iç içe olması ve Sultanın
aldığı bazı ekonomik ve siyasi tedbirlere Ahi Esnaf Ocaklarıyla birlikte karşı durması
Sultanın ve Ulemanın tepkisini çeker olmuştu.
Yeniçerilerin; özellikle İstanbul’da bulunan Yeniçeri Ortaları mensuplarının
ticaret hayatına atılması; Yeniçeri Ocağının bozulması gibi lanse edilse de; gerçek
bundan farklıdır. Avrupalı imparatorlukların deniz ticareti ile birlikte sömürgeciliğe
yönelmesi ve savaşların uzayıp gitmesi, devletin mali sistemini bozmuştu. Anadolu ve
Rumeli eyaletlerinde Ayan sınıfının ortaya çıkması ile savaştan geri dönen veya savaşa
katılmayan yerel beylerin sayısı artmıştı. Padişahın savaşa katılmaması neticesinde
kendisine bağlı Kapıkulu Ocağı'nın da savaşa katılmayışı, savaş esnasında Osmanlı
Ordusunun vurucu gücünü azaltmıştır. Yeniçeriler çeşitli neden ve bahanelerden dolayı;
17. ve 18. yüzyıllarda sık sık ayaklanmışlardır.
Talimli askerlerden ziyade mevsimlik paralı askerlerden oluşan bir ordunun
savaş alanında modern taktik biçimlenmesine uygun manevralar yapması da imkânsızdı.
Zaten İstanbul’da yeni yeni kurulmaya başlanan harp okullarından herhangi bir şekilde
mütefennin 70 subay çıkmamış olması da bu problemi çok daha derinleştirmekteydi.
Bu gelenek nedeniyle huzurun ve ağız tadının simgesi kabul edilen akide, zamanla mevlit ve
bayramların da vazgeçilmez ikramı olmuştur.
69 Hafız Ahmet Lütfi, Tarih-i Lütfi, Mabaa-i Amire Yayınları, İstanbul, 1906. s. 125.
70 Fen Bilgini
68
32
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Paralı askerlerin itaatle ilgili sorunları da bir diğer önemli problemi işaret etmekteydi.
Çünkü bunlar modern neferin aksine haklarını alamadıklarını düşündükleri durumlarda
isyan etmekte, Sadrazam çadırını basmakta veyahut da en basitinden firar etmekte hiçbir
beis görmüyorlardı.
Osmanlıların keskin kılıcı olarak tabir edilen bu ocak, güçsüz padişahlar
döneminde devletin kendi elini kesen bir kılıca dönüşmüştür. Ocağın gücü
dengelenemediğinde usulsüzlükler ortaya çıkmış ve disiplin bozulmuştur. Esnaf ya da
zanaatkâr oldukları için de 18. yüzyıldan itibaren artık yavaş yavaş askeri özelliklerini
kaybetmişlerdir.
1790’ların başından itibaren kesintisiz bir şekilde yeniden yapılandırılmaya
çalışılan Osmanlı ordusunun savaş performansında büyük bir değişiklik göze çarpmaz.
Nitekim Bâb-ı Âli’nin elinde her zaman savaşa hazır bir ordunun bulunmaması, var olan
ordunun yapılan “reformlara” rağmen gittikçe artan oranla paralı askerlere dayanması,
sefer mevsiminin kısalığı ve lojistik imkânların darlığı, savaşı Osmanlı ordusu açısından
içinden çıkılmaz bir kargaşa haline dönüştürmekteydi.
Birçok alanı kapsamasına rağmen özellikle askerî alanda kendini gösteren
Nizam-ı Cedid devrinde 3. Selim, 1793’te kapıkulu ocaklarının içerisinde “Bostancı
Tüfenkçisi” adıyla Nizam-ı Cedid askeri toplamaya başlamıştır. İçerisinde başta Fransa
olmak üzere İsveç, Prusya ve İngiltere’den önceki dönemlerle kıyaslanmayacak kadar
fazla uzmanın yer aldığı bu birliklerin erlerinin çoğu, Anadolu’daki Türk köylü
ailelerinden seçilmiştir. Nizam-ı Cedid ordusunun kurulmasıyla aynı işi yapan iki askerî
sınıf oluşmuş; biri İstanbul ve birkaç vilayette kurulan Padişah’ın gözdesi ve disiplinli
birlikler olan Nizam-ı Cedid Ocağı, diğeri ise köklü ve ülkenin her tarafına yayılmış
olan Yeniçeri Ocağı idi.
3. Selim, mevcut askerî ocaklardan bilhassa Topçu, Humbaracı ve Lağımcı
Ocakları’nın yenileştirilmesi ile de yakından ilgilenmiş, bu ocaklar için kanunnameler
yayınlayarak Avrupa’dan çeşitli mühendis ve dökümcüler getirtmiştir. 3. Selim, askerî
teknik eğitimi de ele almış ve 1795’te Mühendishane-i Berri-i Hümayun’u
kurdurmuştur. Tüm kısıtlılığa rağmen bu okulun orduya önemli katkıları olmuş,
Fransa’nın Mısır’ı işgali sırasında buradan mezun olan subaylar başarılar elde
etmişlerdir. Ancak Nizam-ı Cedid askerlerinin başarı ve disiplinleri, yeniçerilerin
tepkilerine neden olmuş, 1807 Kabakçı Mustafa İsyanı ile bu birlikler tarihe karışmıştır.
3. Selim’den sonra tahta çıkan 4. Mustafa, Nizam-ı Cedid’i tamamen ortadan
kaldırmış; ancak 1808’de tahta çıkan 2. Mahmud, batılılaşma tarihimizde yeni bir devri
başlatmıştır. 2. Mahmud, Ekim 1808’de “Sekban-ı Cedid”, Mayıs 1826’da da doğrudan
doğruya yeniçerilerden vücuda getirilen “Eşkinci” adlarıyla yeni ve modern birlikleri
teşkil ettirmiştir. Yalnız bu ocaklar da Nizam-ı Cedid’in durumuna düşerek, talime
başlamalarından kısa bir süre sonra yeniçerilerin ayaklanmalarına neden olmuştur.
33
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Yeniçeri Ocağının Kaldırılması:
Yeniçeriler 2. Mahmud’un kendilerine alternatif olarak kurduğu Nizam-ı Cedid
ordusunun talimli, düzenli ve disiplinli askerlerini istemiyor71 ve bu ocağın kurulmasına
sebep olanlarında kellesini istiyorlardı. Modern ordunun teşekkülü ve çağın teknolojik
silahlarını ret ediyorlardı. Bilek gücü ile kılıçlarını sallayarak düşmanı perişan
edeceklerini sanıyorlardı Bunun üzerine 2. Mahmud yumruğunu sıktı, ulemadan fetva
aldı ve Sancak-ı Şerifi çıkartarak halkın desteğini topladı.72
14 Haziran 1826 yılında yeniçeri ocağının bulunduğu yer olan Et meydanında73
kazan kaldırarak74 isyan eden yeniçerileri, 2. Mahmud’un askerleri ve halk, yeniçerileri
kuşattı. 15 Haziran günün sabahında 2. Mahmud yeniçerileri son kez uyarmış ve bu
uyarıya saygı göstermeyen yeniçeriler itiraz etmişlerdir.
Bunun üzerine 2. Mahmud; Humbaracı, Lağımcı ve Topçu ocaklarına ateş emri
vererek yeniçeri ocağını büyük bir top ateşine maruz bırakmış ve hiçbir yeniçerinin
kurtulmasına imkân vermemeye çalışmıştır. Kaçabilen yeniçeriler ise yakalandıkları
yerde öldürülmüştü.75
Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana kurumsal olarak 360 yıl kadar
Osmanlı Devletine hizmet etmiş olan bu ocak, bir daha doğmamak üzere tarih toprağına
gömülerek çekildi. Vaka-yi Hayriye olarak tarihe geçen bu olaydan sonra, onların
yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye76 adlı ordu kurulmuştur.
Kanunname gereği, başlangıçta 12.000 kişiden oluşturulması düşünülen Asâkir-i
Mansure, 1.500’er erden ibaret olup “tertip” denilen sekiz birliğe ayrıldı. Tertip, “kol ve
saftan oluşturuldu. Her birliğin komutası “binbaşı” rütbesinde bir subaya verildi.
1828’de kuruluş geliştikçe değişiklikler yapılmaya başlandı. Tertip yerine alay,
kol yerine tabur ve saf yerine de bölük terimleri benimsendi. Her alayın üç taburdan
kurulması uygun görüldü.
Alay komutanına “miralay”, tabur komutanına “binbaşı” ünvanı verildi. Bir süre
sonra alaylar, “hassa” ve “mansure” olmak üzere ikiye ayrıldı ve başlarına “ferik”
getirildi. 1832 yılında önce hassa ferikliği sonra da mansure ferikliği “müşirliğe”
Aslında ne askeri modernleşme ne de teknolojik modernleşme yeniçerilerin kaldırılmasının
asıl sebebi değil. Asıl sebep yeniçerilerin siyasi olarak devlete muhalif duruş sergileyebilmesi ve
Osmanlı elitinin ya da Osmanlı seçkinlerinin hem halkın siyasete karışmalarını, hem de
kendilerine karşı muhalefeti istememeleridir. Bkz: Mert Sunar, Osmanlı Askeri Tarihi Söyleyişi,
Bilim ve Sanat Vakfı Yayınları, İstanbul, 2011. s.169.
72 Aşıkpaşazade tarihi, s.54-55; Neşri tarihi, Cilt:1, s. 197-198; Tacü’t-Tevarih, Cilt:1, s. 119.
73
Fatih ilçesinde, Vatan Caddesinin paralelinde, Yusuf Paşa’dan yukarı çıkarken Sofular ’da
bu günkü Ahmediye cami civarında idi.
74 Çok eski bir yeniçeri ananesi. İsyan etmeye karar verdikten sonra, bütün kazanlar toplanıyor
ve o orta meydana diziliyordu. Bu şekilde devlete mesaj verilmek amaçlanıyordu.
75 Mehtap Erdoğan, “Yeniçeriliğin Kaldırılışına Dair Tarihî ve Edebî Bir Eser: Emâre-i Zafer”
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 25, Konya, 2009. s. 72-102.
76 Hz. Muhammed’in zafer kazanmış orduları manasına geliyor.
71
34
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
yükseltilerek; askerî rütbeler, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar devam edecek
biçimini aldı.77
Askeri eğitime de önem veren 2. Mahmut, mevcut Mühendishane ’ye yeniden
şekil verdiği gibi, bunun yanında Mekteb-i Harbiye ve Tıbbiyeyi kurdurdu. Bir tıp
mektebi açılması yolundaki ilk teşebbüsler, 1827 yılında ordunun tabip ve cerrah
ihtiyacını karşılamak maksadıyla Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin önderliğinde
“Tıphane-i Amire’ nin açılmasıyla başladı. Bu mektebin ilk programını hazırlayan
Behçet Mustafa Efendi, Türkiye’de modern tıp mektebinin de kurucusu oldu. Tıphane-i
Amire’yi 1828’de açılan “Cerrahhane” takip etti. 78 Tıphane-i Amire’ de öğretim
Fransızca, Cerrahhane’de Türkçe yapılıyordu. Tıphane’de Avrupa’dan gelen hocalar
ders veriyordu79
Hamiyet Sezer Feyzioğlu, “Yeniçeri Ocağının Kaldırılması ve Sonrasında Meydana Gelen
Askerî Sosyal Gelişmeler (1826-1827)”, Genelkurmay Başkanlığı Yedinci Askerî Tarih Semineri
Bildirileri, 2000. s. 68.
78 Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayış, 150. Yılında Tanzimat, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1992. s. 354.
79 Fikri Akyüz, Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000 - M.S. 2012, Pegem Akademi Yayınları, Ankara,
2012. s. 127.
77
35
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
AKINCILAR
Akıncılar, düşman memleketlerine ani baskınlar tertipleyerek yıpratma
harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isimdi. Akıncı, “akın yapan”
manasında, Osmanlı hafif süvari birlikleri için kullanılmıştır.
Akıncıların, düşman arazisini tahrip edip zayıflatmak, ani baskınlarla düşmanı
dehşet içinde bırakarak maneviyatını kırmak, keşif hareketleri yapmak, düşmanın pusu
kurmasına mani olmak, ganimet ve esir almak, geçitleri, yolları, köprüleri emniyet
altında bulundurmak, istihbarat yapmak, düşmanı barışa zorlayıcı askeri harekâtlar
yapmak gibi muhtelif vazifeleri vardır.80
Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, babadan oğula geçerdi
ve yalnızca Türklere has askeri bir sınıftı. Osmanlı akıncıları çeşitli bölgelerde bulunup
her bir birliğin başında kumandanları vardı. Bin kişinin kumandanına binbaşı, yüz
kişinin kumandanına yüzbaşı, on kişinin kumandanına onbaşı denirdi. 81 Akıncılar,
Avrupa'da korku uyandıran gözü pek savaşçılardı. Akıncılık bir sistem hâlini almış ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa fetihlerinde büyük öneme sahip olmuştur.82 Bunlar,
şimdiki askeri teşkilattaki komando birliklerine benzetilebilir.
Akıncılar, eski Selçuklu “uç teşkilatının83 yerine kurulmuştur. Akıncı teşkilâtın
temeli Osman Bey zamanında Köse Mihal tarafından atılmıştır. Orhan Gazi zamanında
daimi piyade ve süvari birliklerinin kuruluşuna kadar askerlik hizmetlerini akıncılar
yapmıştı. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurumlaşması Gazi Evrenos Bey tarafından
yapılmıştır. 84 Sultan 1. Murad devrinde Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından sonra
akıncılar, sınır boylarına kaydırılmıştır.
Akıncılar harp zamanında keşif kolu hizmetini görürlerdi. Düşman arazisini
dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ani ve süratli hareketleri ile
bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki hububatı muhafaza, yerli halktan
aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri
emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar genellikle asıl ordudan
bir kaç günlük mesafede önden giderler ve yukarıda yazılan vazifeleri yerine
getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve
süratli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarlarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan
atlarını konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Kapı Yayınları, İstanbul, 2013. s. 45-46.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt:1, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara, 1948. s. 518.
82 Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Yayıncılık, 1999. s. 271.
83 Buralara “uç” denilmekte, uç teşkilâtını da, Selçuklularda olduğu gibi, aşiret beyleri, babadan
oğula idare etmekteydi. Uçlardaki aşiret beylerine “Akıncı Beyleri” denildiği gibi “Uç Beyleri” de
deniliyordu. Sultana yılda bir defa kararlaştırılmış bir vergi öderler, onun dışında faaliyetlerinde
serbesttiler.
84 Abdülkadir Özcan, “Akıncı”, İslam Ansiklopedisi, Cilt:2, Diyanet İşleri Yayınları, İstanbul,
1989. s. 249.
80
81
36
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
Kılıç, kalkan, ok, yay, mızrak, gürz, pala ve zırh gibi teçhizatlarını mensubu
oldukları kumandan vasıtasıyla yaşadıkları bölgelerden veya akınlardan elde
ediyorlardı. Ayrıca savaşılan ülkeye yardım gönderebilecek ülkelere akınlar
düzenleyerek meşgul etmek; meydan savaşlarında gerekiyorsa muharebeye katılmak;
savaşılan ülkenin geçit, kule ve garnizonlarının bağlantılarını tutmak gibi önemli
görevleri vardı.85
Yeni fethettikleri yerlere sultan karışmazdı, bu onlara büyük bir nüfuz
kazandırıyordu. Buna karşın Osmanlılarda akıncılar, tüm faaliyetlerini padişah namına
yapıyordu. Padişah, fetih olunan yerlerde onlara dirlikler tahsis edebiliyor, akıncı
beylerine bazı hallerde bu dirlikleri, “mâlikâne”ye dönüştürme 86 izni veriyordu.
Selçuklular devrinde olan “kılıç hakkına” Osmanlılar sınırlama getirmişti. Bu sınır, her
şeyin padişah adına yapılıyor olmasıydı.87
Padişahlar, Osmanlı devlet merkezini sürekli, uçlara yakın şehirlere taşıyorlardı.
Edirne, Rumeli fetihlerinin merkeziydi. Akıncı beylerinin başlarına toplanan binlerce
akıncıyı, Anadolu’dan gelen Türk yiğitleri oluşturuyordu. Bunlar, akıncı beyinin veya
padişahın yaptığı fetihlerle ele geçirilen yeni arazilerde tımarlı sipahi oluyor, onların
yerine de yeni gönüllüler geçiyordu. Hudutlarda akıncı beylerinin emrinde hem kadrolu
akıncılar hem de sıra bekleyenleri vardı.88
Akıncıların teşkilât yapıları çok dinamikti ve kurumsal yapıları akıncı
kanunuyla tesis edilmişti. Daimi ordu birliklerine mensup değillerdi, belli bir maaş ve
kışlaları yoktu, vergiden muaftılar, bazılarının tımarları vardı.89
Akıncılar, merkezi bir tarzda idare olunmayıp, serhat boylarında ocaklar halinde
teşkilatlanırlardı. Her bölgenin kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensubu oldukları
kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. 90 Bunların en meşhurları Malkoçoğlu
akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı.
Bunların bulundukları yerlerde şöyleydi: Malkoçoğlu Silistre’de; Turhanlı
Mora’da; Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerindeydi. Osmanlı Devletinde ilk akıncı
beyi Evranos Beydir. Saydığımız akıncı aileleri ise daha sonraki akınlarda meşhur
85
Mühimme Defteri, Numara 5/Belge No: 53, 56, 239, 577, 716, 903, 1088, 1277, 1305, 1549,
1550.1583, 1688, 1765, 1866.
86 “Mâlikâne’ye dönüştürme”, Osmanlılar ’da bir tür toprak ve vergilendirme sisteminin adıydı.
Arapça mâlikten Farsça “mâlik gibi, mâlik olarak” anlamındaki mâlikâne ile yine Arapça
“hükümet dairesine ait” anlamında divanîden oluşan bu tabir biri özel, diğeri devlete ait iki ayrı
unsuru ifade etmek üzere kullanılmıştır. Terim olarak Anadolu’nun bazı bölgelerinde kaynağını
Selçuklu döneminden almış olduğu kabul edilen belirli bir vergilendirme sistemini tanımlar.
Osmanlı belgelerinde “iki başlı” yahut “iki baştan” ve “tasarruf” olarak anılan mâlikâne-divanî
sistemi içinde yer alan malî birimlerde vergi gelirleri iki farklı bölüme ayrılır. Bir bölümü mâlikâne
hissesi adıyla özel şahıs veya vakıflara, diğer bölümü divanî hissesi olarak devlete aitti.
87 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi (1243-1453), Cilt:1, Tekin Yayınevi,
Ankara, 1979. s. 427-428.
88 Mustafa Akdağ, a.g.e. s.236.
89 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 625 (1586), s. 346- 351.
90 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Akıncı”, İslam Ansiklopedisi, Cilt:1, 1993.
37
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
olmuşlardır. Bu akıncı aileleri faaliyet gösterdikleri bölgelerde pek çok vakıf eser inşa
ederek bir kısmı günümüze kadar gelen tarihi ve kültürel miraslar bırakmışlardır.
Akıncıların devlet tarafından isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sahip
olanların listeleri havi defterlere 91yazılarak tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim
edilir; biri merkezdeki Defterhane’de diğeri ise akıncıların bulundukları eyalet veya
sancak kadılıklarında muhafaza edilir, bu yolla herhangi bir yolsuzluğa meydan
verilmezdi. Her akını müteakip, şehit ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari ve
kuvvetli gençler akıncı kaydedilirlerdi. Akıncı kanunu üzerine, öncelikle babası akıncı
olanlar tercih edilirdi. Ayrıca akıncı kaydedilenlerin kefil göstermeleri mecburiydi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; elde ettikleri ganimetin 1/5’ini
Pençik resmi olarak verdikten sonra, kalanla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise
tımarları vardı. Sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha
sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında “Tımarlı” ve “Tavcılar” grubu
bulunurdu ki, bunlar kıdemli ve seferde yararlılık gösteren kimselerdi. Tavcılar aynı
zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Sefer emri bunlara gelir; bu kişiler de emri
altında olanları toplayıp akına katılırlardı.
Osmanlı Devletindeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulmamakla
beraber, Birinci Kosova Savaşında akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır.
1559’daki bir yoklamaya göre ise, Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civarında
görülüyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihalli
akıncılarının sayısı devrin tarih kitaplarına 50.000 olarak geçmiştir.
Akıncı Ocağının Hazin Sonu:
Osmanlıların Eflak eyaletinin voyvodası Mihail Viteazul 1590’lı yıllarda isyan
etti. Bu isyanın bastırılmasına Sultan 3. Mehmed, hükümdar olduktan sonra, o sırada
Belgrad’da kışlayan Sadrazam Koca Sinan Paşa’yı azledip yerine tayin ettiği Sadrazam
Ferhat Paşa’yı, görevlendirdi. Osmanlı vezirlerinin kendi aralarındaki siyasî
çekişmeleri, Avusturya cephesindeki sorunların çözümü ile Eflak voyvodası Mihail
isyanının bastırılması meselesini uzattı. Nihayet, 18 Temmuz 1595 tarihinde Sadrazam
Koca Sinan Paşa, 100.000 kişilik bir orduyla Eflak voyvodası Mihail’in üzerine yürüdü.
Osmanlı Ordusu’nun karşısında tutunamayacağını anlayan Mihail, savaşı göze
alamayarak sürekli geri çekilip Osmanlı ordusunu bataklıklara çekmeye çalıştı. Bunun
üzerine Sadrazam Sinan Paşa, Mihail’e bir ders verdiğini düşünüp daha fazla
ilerlemeyerek, Bükreş’in güvenliği için Satırcı Mehmed Paşa’yı 2.000 askerle bırakarak
geri çekilmeye başladı. Osmanlı Ordusu’nun harekâtını günü gününe takip eden
Voyvoda Mihail, Sinan Paşa Targovişte şehrinden ayrılır ayrılmaz Eflâk’a girdi.
Bundan sonra da, Osmanlı Ordusu’nu bir günlük mesafeden takip etmeye başladı.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, akıncılar için akıncı defterlerinin tutulduğunu, bu defterlere
akıncıların isimleriyle eşkâllerinin, babalarının ve köylerinin veya mahallelerinin adlarının
kaydedildiğini, akıncılardan tımara sahip olanlarının da tımarlarını gösteren muntazam
defterlerin olduğunu, bu defterlerden birinin payitahttaki defterhanede, diğerinin ise akıncıların
yaşadıkları eyalet veya sancak kadılıklarında muhafaza edildiklerini yazmaktadır. Bkz: “Akıncı”,
Osmanlı Tarihi, Cilt:1, Tük Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1994.
91
38
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
19 Ekim 1595 tarihinde Targovişte’yi ele geçirerek, şehri savunan 3500
Osmanlı askerini çeşitli işkencelerle katlettirdi. Bu sırada Osmanlı Ordusu, Tuna’nın
kuzey kıyısına ulaşmış Yergöğü Kalesine gelmişti. Yergöğü’nün karşısında, Tuna’nın
öbür kıyısındaki Rusçuk’a geçecekti. Önce Sadrazam Sinan Paşa ve maiyeti Tuna’yı
geçerek Rusçuk’a ulaştı. Osmanlı Ordusu ve ağırlıkların karşıya geçmesi üç gün
sürecekti. 92 Ordunun arka güvenliğini akıncılar sağlıyordu. Akıncılar geçtikten sonra
Yergöğü Köprüsü yıkılacaktı.
Bu sefer sırasında Osmanlı Ordusu, bilhassa akıncılar, çok ganimet elde
etmişti. Koca Sinan Paşa, bu ganimetten beşte bir devlet payını almak için
köprübaşlarına tahsildarlar koydu. Tahsildarların devlet payını almaları sebebiyle
köprüde sıra bekleyenlerle birikme yaşanarak geçiş süresi uzadı.93
Sinan Paşa, âsi voyvoda Mihail’in 70.000 kişilik bir ordu ile yaklaşmakta
olduğu bilgisiyle, tahsildarların köprüdeki geçişi yavaşlattığı, tahsildarların hazinenin
paylarını geçişten sonra alması, ordunun Tuna’nın iki yakasında ikiye ayrılmasının çok
tehlikeli olduğu uyarılarını dinlemedi. Voyvoda Mihail, Osmanlı Ordusu köprüden
geçinceye kadar, bir harekette bulunmadı. Akıncılar hariç, ordunun geçişi
tamamlandıktan sonra köprüye ateş açtırdı. Düşman toplarının sesi duyulunca Sinan
Paşa ganimet toplamaktan vazgeçtiğini bildirdi.94 Ancak bu emir çok geç verilmişti. Bir
kaç isabet alan tahta köprü çöktü, binlerce akıncı Tuna nehrinin soğuk sularında
boğuldu.95 Henüz köprüden geçemeyen birkaç bin akıncı da düşman kılıçları altında can
verdi. Yergöğü Köprüsü hâdisesinden sonra akıncılar, bir daha toparlanamadı ve
zamanla silinip gittiler.
Dönemin tarihçileri Yergöğü Köprüsü faciasının yegâne sorumlusunun Koca
Sinan Paşa olduğunu yazmaktadırlar. Ordu, paşa aleyhinde bazı nümayişler yaptıysa da
değişen bir şey olmadı. Sinan Paşa, 8 Kasım 1595’te Rusçuk’tan ayrıldı. Rusçukİstanbul yolundayken sadaretten azledildi.96
17. asrın ortalarında sayıları 2 ile 3 binlere düştü. Bundan sonra Osmanlı
Devleti akıncıların üstlendiği sorumlulukları, hudut kalelerine yerleştirdikleri serhad
kulu denilen askerler ile Kırım Tatarlarına yüklenmiştir.
92
Solakzade Mehmet Hemdemi Çelebi, Solakzade Tarihi, Cilt: 2, Haz: Vahid Küçük, Kültür
Bakanlığı, Ankara, 1989. s. 363-370.
93 Mustafa Ali, Künhü’l-Ahbar, Süleymaniye Kitaplığı, Esad Efendi Kol. No: 2162, s. 598, 598599.
94 Yılmaz Öztuna, “Türk Akıncıları ve Akıncı Ocağının Sönmesi” Hayat Tarih Mecmuası, Sayı;
5. İstanbul, 1972.
95 Akıncıların yaşadığı bu acı olayın tarihi: 24 Ekim 1595’dir.
96 Naima Mustafa Efendi, Naima Tarihi, Cilt:1, Çev. Zuhuri Danışman, Danışman Yayınevi,
İstanbul 1967. s. 75.
39
TARİHİN ZAFERİNDEN, GÜNÜMÜZÜN MEŞALESİNE: TÜRK ORDUSU
ÖZKAN KARACA
KAYNAKÇA
AÇBA Sait; Osmanlı Devleti’nin Dış Borçlanması, Vadi Yayınları, Ankara, 2005.
AGACAANOV Sergey Grigoreviç; Oğuzlar, Çev. Ekber Necef ve Ahmet Annaberdiyev, Selenge
Yayınları, İstanbul 2013.
AGOSTON Gabor; “Barut, Top ve Tüfek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi”,
Çev. Tanju Akad, Kitap Yayınları, İstanbul, 2006.
AKDAG Mustafa; "Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş Devrinde Esas Düzen", Tarih Araştırmaları
Dergisi, Sayı: 3 İstanbul, 1967.
AKDAĞ Mustafa; “Yeniçeri Ocak Nizamının Bozuluşu” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dergisi, Cilt:5 Sayı:3 Ankara, 1947.
AKDAĞ Mustafa; Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi (1243-1453), Cilt:1, Tekin Yayınevi, Ankara,
1979.
AKGÜNDÜZ Ahmet; Osmanlı Kanunnameleri ve Hukukî Tahlilleri, Cilt: 1, Fey Vakfı Yayınları,
İstanbul, 1990.
AKYÜZ Faruk; Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000 - M.S. 2012, Pegem Akademi Yayınları, Ankara, 2012.
Ankara, 1978.
ARI Tayyar; Uluslararası İlişkilere Giriş, MKM Yayınları, Bursa, 2010.
ARİF Mehmed; “Humbaracıbaşı Ahmed Paşa” Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, Cilt: 3 Sayı: 18
İstanbul, 1913.
ARTAMONOV Mihail I.; Hazar Tarihi: Türkler, Yahudiler, Ruslar, Çev. Ahsen Batur, Selenge
Yayınları, İstanbul, 2004.
ASKERİ Tarih ve Stratejik Etüt Dairesi (ATASE) Arşivi, Ankara
AŞIRLI Akif ve Bingür Sönmez, Sarıkamış-Kafkas Cephesi Esirlerinin Dramı, Babıali Kültür
Yayıncılığı, İstanbul, 2013.
AYSAN E. ve Orhon, N. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı - İran Savaşı, Çaldıran Meydan
Muharebesi (1514) Genelkurmay Basımevi, Ankara,1979.
AYVERDİ Samiha; Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Yayıncılık, 1999.
BALTACI Cahit; XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İrfan Matbaası, İstanbul, 1976.
BARBARO Josaphat; Anadolu'ya ve İran'a Seyahat, Yeditepe Yayınları, Çev. Tufan Gündüz, İstanbul,
2009.
BATMAZ Eftal Şükrü; “Osmanlı Devletinde Kale Teşkilatına Genel Bir Bakış” Ankara Üniversitesi,
Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi (OTAM) Dergisi, Ankara, 1996.
BELDICEEANU Nicoara; XIV. Yüzyıldan XVI. Yüzyıla Osmanlı Devleti'nde Tımar, Çev. Mehmet Ali
Kılıçbay, Ankara, 1985.
BEYDİLLİ Kemal; Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, Mühendishane Matbaası ve
Kütüphanesi: 1776-1826, İstanbul, 1995.
BOLAT Ünal; “Kutuptaki Türk Şehitleri”, Türkiye Gazetesi, 11 Şubat 2012.
BÜYÜK Osmanlı Tarihi; 6. Cilt, Çev. Vecdi Bürün, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1992.
CAVİD Ahmed; Hadika-i Vekayi , Çev. Adnan Baycar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998.
Cepheden Mektuplar, Osmanlı Devleti’nin 700’üncü Kuruluş Yıldönümü, Milli Savunma Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1999.
CİN Halil; Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
2009.
ÇAKIN Naci; Türk Zaferleri, Selçuklular Döneminde Anadolu’ya Yapılan Akınlar (1049 Pasinler, 1071
Malazgirt Zaferleri), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1981.
ÇETİN Birol; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Askerî Teknolojilerin Takibi (1700-1900), Cilt:13 Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
ÇETİN Birol; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Askerî Teknolojilerin Takibi (1700-1900), Cilt:13 Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara, 2002. s. 819.
DAĞDELEN Lütfi; Askerî Tıbbiye Tarihçesi, İstanbul, 1974.
DENİZ Kuvvetleri Dergisi, Dz.K.K.lığı Per.Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2014.
DOĞRU Halime; Osmanlı İmparatorluğu'nda Yaya-Müsellem-Taycı Teşkilatı, Eren Yayınları, İstanbul,
1990.
EGEMEN R. ve AYTEPE, H. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Fatih’in
Cülusuna Kadar Olan Devre (1299 – 1451), Cilt 3, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1977.
EMECEN Feridun M.; "Sosyal Tarih Kaynağı Olarak Osmanlı Tahrir Defterleri", Tarih ve Sosyoloji
Semineri 28-29 Mayıs 1990, Bildiriler, İstanbul, 1990.
40
Download