T.C. NİŞANTAŞI ÜNİVERSİTESİ MESLEK YÜKSEKOKULU ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ-I DERSİ NOTLARI 1. KISIM 1- OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİ KALIŞ NEDENLERİ Klasik döneminde sahip olduğu üretim araçları ve tekniği ile birçok dünya devletinden özellikle Avrupa’dan - önde olan Osmanlı Devleti, 16-17. yüzyıllara gelindiğinde bu öncülüğünü kaybetmeye başlamıştı. Bu durumun sebepleri arasında Osmanlı’nın statik duruşu ile birlikte Avrupa’da meydana gelen değişimler de yer alıyordu. 15-16. yüzyıllarda özellikle teknoloji, ekonomi ve ulaşım gibi alanlarda yeni atılımlara sahne olan Avrupa’da her anlamda yeni sistemler gelişmeye başlamıştı. Buhar gücünden istifade ile ulaşımın kolaylaşması, Amerika ve Afrika’da bulunan sömürgelerden yeni hammaddelerin temin edilebilmesi ve oluşturulan ticaret filoları ile bu hammaddeleri taşımada sağlanan kolaylık Avrupa’da bir refah dönemi oluşturmuştu. Bu refahın teknoloji ile de desteklenmesi Avrupa’da tarımın ve sanayinin hızlı bir şekilde gelişimini sağlarken, askeri ve siyasi gücünün de giderek artmasına vesile olmuştu. Osmanlı Devleti ise büyük oranda klasik döneminde sahip olduğu gücün verdiği özgüvenle bu yeni gelişmeleri çok fazla ciddiye almamıştı. Sahip olduğu geniş toprak ve insan gücünün kendisi için yeterli olduğunu düşünen Osmanlı, mevcut gücü ve prestijini yitirmek gibi bir endişeye sahip değildi. Avrupa’da görülmeye başlanan bu kültürel ve ekonomik hareketler bu nedenlerle ilk zamanlar Osmanlı sınırlarında çok hissedilmemiştir. Özellikle 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’nın siyasi ve askeri gücünü Osmanlı’ya karşı kazandığı başarılarla göstermeye başlamasının ardından ekonomik ve kültürel etki de Osmanlı sınırlarında kendini daha net bir şekilde hissettirmeye başlayacaktır. Avrupa’nın kazandığı yeni gücü geniş Osmanlı toprakları üzerinde değerlendirmeye çalışması ve Osmanlı Devleti’ni kendisi için önemli bir pazar olarak değerlendirmesi ise devletin ekonomik çöküntüsünün baş etkenlerinden birisi olacaktır. Böylece Osmanlı Devleti’nin önceleri kendine güven duyduğu ciddi bir dayanak olan geniş toprak ve insan gücüne sahip olması, sonraki dönemde batıya özellikle ekonomik bağımlılığının temel nedenini teşkil edecektir. Aslında 17. yüzyıl başlarında çeşitli Osmanlı devlet adamları yaşanan gelişmeleri fark ederek önlem alınabilmesi için ilgilileri uyarmaya çalışmışlardı ancak kendi idari sistemini batıdan çok daha üstün gören Osmanlı yönetici sınıfı ilk zamanlar bu gelişmeleri gelip-geçici bir hareket olarak değerlendirmişlerdi. Bu yüzden de en baştan bir önlem alma gereği duymamışlardı. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin kendi içinde uyguladığı sistem de eskiden olduğu düzende işlemiyordu. Askerî sistemin temelini oluşturan Yeniçeri Ocağı’nda uygulanan usulde ciddi bozulmalar meydana gelmişti. Ocakta eski dönemlerde hâkim olan disiplin dağılmış ve özellikle Sultan III. Murat döneminde (1582 yılında) ocağa esnaf ve diğer meslek gruplarından da asker yazılmasının serbest bırakılması düzeni iyice dağıtmıştı. Askeri talim ve hazırlıklar eski dönemlerdeki ciddiyetinden uzaklaşmıştı. Zamanla yeniçeriler zamanlarının büyük çoğunluğunu kışla dışında geçiren ve ulufe almak dışındaki ocakla pek bağlantısı kalmayan bir grup haline gelmişlerdi. Ocağın bu halini düzeltmeye çalışmak ve istenen başarı o zaman da kazanılamayınca tamamen kaldırmaya uğraşmak – ileride görüleceği üzere – sonraki dönemlerde uygulanan batılılaşma hareketlerinin temelini oluşturacaktır. Askerî sistemdeki bu düzensizlikle birlikte batının teknik olarak da Osmanlı’dan ileriye gitmesi kaçınılmaz olarak Osmanlı’nın askeri yenilgilerine zemin hazırlamıştır. Özellikle 1683 Viyana Bozgunu, Osmanlı Devleti’nin batı karşısındaki askeri geriliğinin net bir şekilde anlaşılmasını sağlamıştı. Ordunun çıktığı seferler kimi zaman çok uzamaya, kimi zaman beklenmedik kayıplara sebep olmuş, aynı şekilde giderlerin de artması devleti gittikçe daha çok zarara uğratmaya başlamıştır. Çıkılan seferlerden başarı kazanılamaması ganimet elde etmeye de imkân vermediğinden zamanla yeniçerilerin ulufeleri de ödenemez olmuş, her halükarda maddi talep içinde olan askerlerse bunun karşılığında devlet yetkilileri ile çatışmalara girmeye başlamışlardır. Özellikle 17. yüzyıl boyunca Anadolu’nun birçok bölgesinde görülen Celali isyanları ülkede asayişin yok olmasına neden olmuştur. Asker kaçağı yeniçerilerin, iş bulamayan medrese öğrencilerinin ve vergi sistemindeki bozulma dolayısıyla ekonomik gücünü kaybeden ahaliden bazılarının dâhil olduğu bu isyanlar devleti neredeyse bir asır boyunca uğraştırdığı gibi ülke genelinde huzur ve asayişin, buna bağlı olarak da devlet otoritesinin kaybolmasına neden olmuştur. Kendi içindeki bu kargaşaları dahi önlemekte dahi zorlanan Osmanlı Devleti’nin ise bu ortam içinde dış savaşlarda ciddi bir kazanım elde etmesi zaten beklenemezdi. Bu karşılıklı problemlere ek olarak sultanların da eskilerine oranla yeterli eğitimden geçmeden vazifeye başlamaları ve yine öncekiler kadar dirayetli olmayışları devlet otoritesinin sağlanmasında ciddi bir eksiklik oluşturuyordu. Benzer olarak sadrazamlar ve diğer yetkililer de yeterli donanıma sahip kişiler değillerdi. Birbirine paralel olarak gelişen diğer birçok sorun da bu eksikliklerle bütünleşiyor ve bir alanda görülen gerileme diğer birçok alana da yansıyordu. Eğitim konusu da benzer şekilde gerileme halindeydi. İlkokul üzeri klasik örgün öğretimi gerçekleştiren medreseler eski ciddi konumundan uzaklaşmış, pozitif ilimler bir yana kelam ve tefsir gibi dini ilimlerin bile tam olarak öğrenilmediği ve var olan bilginin tekrarından başka ciddi bilimsel çalışmaların yapılmadığı kurumlar haline gelmişlerdi. 2- OSMANLI DEVLETİ’NDE BATILILAŞMA HAREKETLERİ 2.1- İlk Reform Teşebbüsleri Batı karşısındaki geri kalmışlığını ilk olarak askerî alanda hissetmeye başlayan Osmanlı Devleti, batılılaşmaya yönelik olarak atmayı tasarladığı adımları da öncelikli olarak askerî alanda başlattı. Ancak bu çabalar idareciler ve askerler arasında uzun zaman alacak olan çatışmalara sebebiyet verecekti. Ayrıca merkezi otoritenin giderek zayıflaması, birtakım valilerin ya da diğer yerel yetkililerin bulundukları bölgelerde ciddi birer güç sahibi olarak zaman zaman Padişah’la dahi çatışmaya girebilecek derecede bağımsız hareket etmeleri ve bunlara paralel olarak ülke genelinde sık sık meydana gelmeye başlayan isyanlar, ülkedeki asayişi sarstığı gibi yönetim açısından endişelere sebep olmaya başlamıştı. Bu endişelere karşı ilk harekete geçen Sultan II. Osman (Genç Osman) olmuştu. 1618-1622 yılları arasındaki saltanatı sırasında merkezi otoriteyi kuvvetlendirmek adına çeşitli çalışmalar yapan ve ordu düzeninde değişikliklere gitmeyi tasarlayan Sultan, bu duruma karşı çıkan yeniçerilerin bir isyanı sonucu tahttan indirilerek öldürülmüştü. 1623 yılında tahta geçen IV. Murat ise henüz 12 yaşında bir çocuktu. Devlet idare edecek durumda olmayan küçük sultanın yerine devlet idaresi başta Valide Kösem Sultan olmak üzere saray kadınlarının eline geçmişti. 1645’e kadar iktidarını sürdüren IV. Murat, gençlik döneminden itibaren otoritesini kurmaya çalışmış ancak hazırlattığı çeşitli reform raporlarını uygulama fırsatı bulamamıştı. Aynı problemlerin devam ettiği IV. Mehmet ve sonraki dönemde ise kısmen, Köprülü ailesinden gelen sadrazamların idaresi altında birtakım sıkıntıların aşılması sağlanabilmişti. Tecrübeli bir devlet adamı olan Köprülü Mehmet Paşa, Osmanlı tarihinde birtakım şartlar öne sürerek sadrazam olan ilk kişidir. Ordu ve maliyeyi köklü olmasa da geçici bir düzene sokmayı başaran Köprülü Mehmet Paşa devlet memurluklarında da ehil kişileri bulundurmaya çalışmıştı. Benzer olarak sadrazamlık görevlerinde bulunan Fazıl Ahmet Paşa ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa da kendi ellerinde tutan sadrazamlar olmuşlardı. Devletin geriye gidişini durdurmaya yönelik bu ilk çabalar batılılaşma yönünde bir hedefe dönük amaçlar taşımıyordu. Bu hedef, temel olarak “Lale Devri” olarak adlandırılan 17181730 yılları arasında ortaya çıkmıştı. Devlet yetkilileri giderek “batılı gibi olmak” gibi bir gaye için çalışmaya başlamışlardı. Genel olarak “ıslahatlar” olarak anlatılan Osmanlı Devleti’ndeki reform süreci, esasında doğrudan bir batılılaşma amacı güdüyordu. 1719 yılında Viyana’ya bir elçilik heyeti gönderilerek Avrupa’nın eğitim ve ordu sistemi tanınmaya çalışıldı. İlerleyen yıllarda benzer heyetler değişik Avrupa ülkelerine gönderilmeye devam edecektir. Aynı şekilde Avrupa’dan da Osmanlı topraklarına çeşitli heyetler gelerek Osmanlı tanınmaya çalışılıyordu. Gelişen ekonomisi için Osmanlı topraklarını bir pazar olarak gören Avrupa’nın Osmanlı’ya ilgisi daha emperyal hedefler içeriyordu. Bir eğlence dönemi olarak tasvir edilmekle beraber Lale Devri bu açılardan bakıldığında daha çok yaşayış itibariyle nasıl batılı olunabileceğinin tartışıldığı bir zaman dilimi olmuştur. Dönemin en ciddi gelişmesi ise kuşkusuz 1727 yılında ilk defa Türklere ait bir matbaanın kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Osmanlı ülkesinde 15. ve 16. yüzyıllardan beri Rumların ve Ermenilerin kullandığı matbaa tanınmakla beraber bu tarihe kadar Türkler için kullanılmaya başlanmamıştı. Bu şekilde kültürel batılılaşmaya hız vermekle beraber Osmanlı siyasi hayatında gidişat pek iyi değildi. 1730 yılında tahta çıkan I. Mahmut döneminde ordunun disiplinsizliği ve savaşlarda alınan yenilgiler karşısında çıktan batının yardımının alınması gerektiğine dair bir kanaat oluşmuştu. Sonradan Müslüman olarak Humbaracı Ahmet Paşa adını alan Fransız asıllı askeri eğitimci “De Bonneva” dönemin en önemli figürüydü. Humbaracı Ocağı’nı kurarak orduda yenileşmeye katkı sağlamaya çalışan Humbaracı, İstanbul’da (Üsküdar’da) ilk hendesehaneyi de açmıştı. Bu çabalara rağmen III. Mustafa (1757-1774) ve I. Abdülhamit (1774-1789) dönemleri Osmanlı ordusunun ve askeri sisteminin çöküşünü daha net gösteren gelişmelere sahne olacaktı. Özellikle 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla gerilemenin iyice belirginleşmesi ve Çeşme’de Ruslar tarafından yakılan Osmanlı donanması ülkede yıkım işaretleri olarak değerlendirilecekti. Bütün bu askeri ve siyasi gelişmeler karşısında idarecilerin buldukları ortak çıkış noktası ise bir an evvel bütün kurumların batılılaştırılmasıydı. 2.2- III. Selim Dönemi Reformları Batılılaşmaya yönelik en ciddi değişimler Sultan III. Selim döneminde, Nizam-ı Cedit adı verilen reform hareketleriyle yapılmıştı. Askerî, siyasî, ekonomik vs. birçok alanda köklü reformlar yapmak isteyen III. Selim, klasik yöntemlerle veya basit ıslahat girişimleriyle bu hedefe ulaşılamayacağını düşünüyordu. Bu düşünce aslında dönemin devlet adamlarının çoğuna hâkim olmuştu. Bu kişilere göre, hızlı bir atılım içine girmiş olan Avrupa ülkeleri ile mücadele edebilmek için aynı şekilde hızlı ve köklü atılımlar yapmak gerekiyordu. Şehzadeliği döneminden beri reform yanlısı tavırlarıyla bilinen III. Selim, 1789 yılında tahta geçtiği zaman derhal kendisi gibi reform yanlısı devlet adamlarından, yapılabilecek atılımlar için çeşitli raporlar hazırlamalarını istemişti. Ayrıca Ebubekir Ratıp Efendi’yi de incelemelerde bulunmak üzere Avrupa’ya göndermişti. Hazırlanan raporlar ve ortaya atılan değişik görüşler içinde Sultan’ın kabul ettiği ana reform hamlesi yine askerî alandan başlatılıyordu ve “Yeniçeri Ocağı artık ıslah edilemeyeceğinden ve ocağı tamamen kaldırmak da o dönem için mümkün olamayacağından yerine batı tarzı yeni bir ordu kurulmasını” hedefliyordu. Sultan, Yeniçeri Ocağı’nı ıslah etmek için uğraşarak zaman harcamak yerine yeni bir ordu ile batılı sistemi dizayn etmek istiyordu. Yeni kurulacak ordu ile birlikte Yeniçeriler de bir süre daha yerini korumaya devam edecekti. “Nizam-ı Cedit” adı verilen bu askerî ıslahatlarla Avrupa usulünde yeni bir ordu tesis edilecekti. Ancak tasarlanan reformlar elbette sadece bu askerî yenileşmeyle sınırlı değildi. Ekonomik, sosyal, siyasi, sınaî ve ilmî alanlarda da geniş çaplı bir batılılaşma hareketine girişilecekti. Bu açıdan “Nizam-ı Cedit” terimi öncelikli olarak askerî alandaki reformları tanımlamakla birlikte, zamanla her alanda yürütülen reform çalışmalarını ifade ederek, daha genel bir anlam kazanmıştır. Bu çalışmalar sonucu 1794 yılında Nizam-ı Cedit ordusu kurularak Yeniçeri Ocağı’ndan ayrı olarak yeni bir ordu tesis edilmiş oldu. Yeni ordu tamamen batı usulü ile donanmış olacak ve batılı eğitim alan komutanlarla idare edilecekti. 1795 yılında bu ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere “Mühendishane-i Berr-i Hümayun” kuruldu. Ayrıca ordunun mali ihtiyaçlarını karşılamak üzere de “İrâd-ı Cedit” adıyla bir hazine payı oluşturuldu. Devletin Avrupa ile yakınlaşma çabaları sadece batı tarzı kurumlar açılması ve Avrupa’dan teknik destek alınması ile sınırlı kalmadı. Avrupa ile hem ekonomik hem de siyasi işbirliği açısından daha yakın ilişki içinde olunması gerektiğini düşünen Sultan III. Selim, Avrupa ülkelerinde elçilikler açmak suretiyle hedeflenen işbirliğinin daha kolay sağlanabileceği görüşündeydi. Ayrıca bu sayede Avrupa’da oluşacak yeni dengeler yakından takip edilecek ve yerine göre bu dengelerden fayda sağlanabilecekti. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki ilk daimi elçiliği 1793 yılında Londra’da açıldı. Elçi olarak Londra’ya giden kişi de Yusuf Agâh Efendi idi. Bir süre sonra Paris, Berlin ve Viyana’ya da birer elçi gönderildi. Fakat Sultan Selim’in tahta geçtiği tarih olan 1789 yılında meydana gelmiş olan Fransız İhtilali ve sonrasında gelişen milliyetçilik akımları Osmanlı Devleti’ni batı yoluyla etkileyen en ciddi tehlike olmuştu. İhtilalin ardından tüm dünyada yaşanan milliyetçi gelişmeler ve milliyetçiliğin Osmanlı’ya karşı kullanılması Osmanlı Devleti’nin idare sistemini çok derinden etkileyecek ve ülke içinde yaşanan diğer gelişmelerle birleşen bu etki devletin yıkımına sebep olan en önemli etken olacaktır. Fakat III. Selim’in tasarladığı merkezi yönetimi kurması ve batılılaşma hareketlerini daha ilerilere götürmesi karşı karşıya olduğu ciddi muhalefet karşısında başarıya ulaşamamıştı. 1807 yılında Kabakçı Mustafa’nın önderliğinde ayaklanan yeniçeriler yüzünden Nizam-ı Cedit ordusu dağıtılmış ve Sultan III. Selim de tahttan indirilerek öldürülmüştü. 2.3- II. Mahmut Dönemi Reformları Kabakçı Mustafa ayaklanmasından sonra isyancılar IV. Mustafa’yı Padişah ilan ettiler. Sultan III. Selim’den sonra 1807-1808 yıllarında tahta çıkan IV. Mustafa döneminde batılılaşmaya yönelik hamleler askıya alınmıştı. Önceki dönemde yaşananlar ve IV. Mustafa’nın tahta çıkış şekli zaten bu durum için yeterli sebepti. İsyan sonrasında reformcu devlet adamlarının bir kısmı öldürülmüş, bazıları görevlerinden uzaklaştırılmış, bir bölümü de Tuna Cephesi Komutanı ve Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığınmıştı. Alemdar Mustafa Paşa, Nizam-ı Cedit’i açıktan destekleyen ve batılılaşma yanlısı tavırlarıyla bilinen bir devlet adamıydı. Ayaklanmayı haber aldıktan sonra kuvvetleriyle birlikte İstanbul’a gelen ve bir süre sonra duruma hâkim olmayı başaran Alemdar, III. Selim’in öldürülmesine engel olamamış ancak Şehzade Mahmut’u kurtararak bir müddet sonra IV. Mustafa’nın yerine tahta çıkmasını sağlamayı başarmıştı. II. Mahmut tahta geçtikten sonra Alemdar Mustafa Paşa da sadrazam oldu ve yeni sultanın saltanatının ilk dönemlerinde oldukça etkin faaliyetlerde bulundu. Padişah’ı tahta çıkaran bizzat kendisi olduğu için Alemdar, II. Mahmut üzerinde de son derece etkiliydi. Bu açıdan kısa süren sadrazamlığı döneminde (28 Temmuz 1808 – 15 Kasım 1808) devleti esasında kendisi idare etmişti. Bir anlamda Alemdar çalışmalarıyla, 17. yüzyılda Köprülü ailesinin üyelerinin Osmanlı idaresinde oynadıkları rolü bu dönemde kendisi oynuyordu. Alemdar Mustafa Paşa’nın devletin geleceği açısından gördüğü en ciddi tehlike, taşra ayanının kazandığı ciddi güçtü. Kendisi de bir ayan olduğu için, ayanların sahip oldukları güç ve prestijin farkındaydı. Ayrıca Sultan II. Mahmut üzerinde olduğu kadar diğer ayanlar üzerinde de etkiye sahipti. Bu kişisel gücünü kullanan Alemdar, Anadolu ve Rumeli’deki ayanları İstanbul’da toplayarak, Padişah’la birlikte yapmayı tasarladığı reformlar hakkında görüştü. Bu görüşmeler sonunda da Padişah ve ayanlar arasında “Sened-i İttifak” adı verilen bir sözleşme imzalandı. Buna göre, ayanlar ve eyalet valileri Padişah’a bağlılıklarını bildiriyorlar, sadrazamı da Padişah’ın mutlak temsilcisi olarak tanımaya söz veriyorlardı. Ayrıca ayanlar merkezi hükümeti korumak ve ona destek vermek için çalışacaklar, orduyu destekleyecekler ve vergilerin Padişah tarafından toplattırılmasına müdahalede bulunmayacaklardı. Merkezi yönetimi güçlendirmek adına imzalanan bu sözleşme kimilerince Osmanlı Devleti’nde meşrutiyete giden sürecin başlangıcı olarak tanımlanmaktadır. Padişah’ın yetkilerinde herhangi bir sınırlamaya gitmeyen bu metin için bu tür bir değerlendirme çok haklı olmasa da her iki tarafın karşılıklı yükümlülüklerinden bahsedilmesi bu yolda atılan küçük adımlar olarak değerlendirilebilir. 1821 yılındaki Yunan ayaklanması karşısında gösterdiği başarısızlık Yeniçeri Ocağı’nın tamamen gözden düşmesine sebep olmuştu. 17 Haziran 1826 günü yayınladığı bir Hatt-ı Hümayun ile Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığını duyuran Sultan II. Mahmut, bunun yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” olarak adlandırılan yeni bir ordu kurdu. Fakat bu ordu da gerçek anlamda batılı bir ordu görünümünde değildi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrası II. Mahmut kurumsal anlamda batılılaşmaya yönelik çalışmalarına hız verdi. Bu dönemde yapılan batılılaşma hareketleri aslında 20. yüzyıla kadar devam edecek olan diğer yenileşme ve reform çabalarının da temelini oluşturacaktır. Kısa süre içinde birçok batı tarzı kurum ve teşkilat faaliyete geçirildiği gibi, devletin idari yapılanması ve kültürel anlamda batılılaşmaya yönelik birçok yenilik yapılmıştır. - 1826 yılında yayınlanan bir nizamname ile yeni ordunun asker ihtiyacının nasıl karşılanacağı konusu belli şartlara bağlandı. - 1827 yılında ordunun sağlık işlerinin karşılanması maksadıyla “Tıphâne-i Âmire” kuruldu. - 1831 yılı atılımların en yoğun dönemlerden biriydi. Bu yılda “Mızıka-i Hümayun” kuruldu. Yeni ordunun klasik sistemden farkı her anlamda belirginleştiriliyordu. - Aynı yıl ilk Türkçe gazete yayınlandı. (Takvim-i Vekayi) - Yine aynı yıl nüfus sayımı yapıldı. Anadolu ve Rumeli’deki erkek nüfus miktarı tespit edilerek sağlıklı bir vergi sistemi oluşturulmak isteniyordu. Tımar sistemi de buna bağlı olarak kaldırıldı. - 1834’de “Mekteb-i Ulum-ı Harbiye (Harb Okulu)” açıldı. - 1838’de “Mekteb-i Maarif-i Adliye” ve “Mekteb-i Ulum-ı Edebiye” isimleriyle orta dereceli iki okul açıldı. Batı tarzı eğitime yönelik önemli atılımlar yapılmaya çalışıldı. Bu konuda hayata geçirilen en önemli faaliyet yüksek öğrenim için Avrupa’ya öğrenci gönderilmeye başlanması idi. Bu dönemde Osmanlı ülkesinden özellikle Fransa’ya (Paris’e) yüksek öğrenim görmek amacıyla (Müslüman ve Gayr-ı Müslim) birçok öğrenci gitmişti. Batıda demokrasi, liberalizm ve milliyetçilik gibi birçok fikir akımıyla daha yakından tanışacak olan bu öğrenciler, eğitimlerini tamamlayıp ülkeye döndükten sonra, Osmanlı siyasi hayatında ileriki dönemlerde yaşanacak olan önemli dönüşümlerin başlatıcı ve uygulayıcıları olacaklardı. Diğer taraftan yeni açılan birçok kurum da öğretmenlik yapmak ve gereken eğitim sistemini oturtabilmek için Avrupa’dan öğretmen getirilmesi zorunluluğu da ortaya çıkmıştı. Batı tarzı kurumların sadece teşkili değil sürekliliğinin sağlanabilmesi için zorunlu olan bu durum neticesinde Almanya ve Fransa’dan birçok eğitmen getirtilmişti. Bu durum da ülke içinde yayılan batı tesirinin güçlenmesine neden olan ciddi etkenlerdendi. Yapılan reformların askerî alan haricinde en göze çarpanları idari düzenlemelerle ilgiliydi. Nezaretlerin kurulması yanında meclis ve komisyonlar teşkili ciddi bir değişim işaretiydi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrası kurulan ilk meclis olan “Dar-ı Şura-yı Askeri” sonrası, “Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye” ve “Dar-ı Şura-yı Babıali” kuruldu. Birçok yerde postahaneler açıldı. Ülke içinde yapılacak gezilerde vatandaşların bağlı oldukları yerleşim merkezinden alacakları “mürur tezkiresi” bulundurmaları zorunluluğu getirilirken, aynı şekilde yurt dışına çıkacak olanların da “pasaport” almaları resmi zorunluluk haline geldi. Kavuk yerine fes giyme usulüne geçildi. Devlet memurları için setre pantolon zorunlu kıyafet yapıldı. Yine bu dönemde “Müsadere Usulü” resmi olarak kaldırılmıştı. II. Mahmut’un en belirgin özelliklerinden birisi sürekli halk arasındaki din farklılıklarının önemsizliğini vurgulamasıydı. “Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede ve Yahudileri de Havra’da tanımak isterim” şeklindeki meşhur sözü, genel manada adalet ve eşitlik vurgusu olarak değerlendirilmektedir. Klasik Osmanlı sistemine yönelik bir eleştiriyi de içeren bu değerlendirme, daha önce devlet sisteminde buna aykırı faaliyetler yaşandığı izlenimiyle batılılaşma çabalarına meşruiyet kazandırmaya da yöneliktir. Osmanlı idari yapısı bundan böyle tamamiyle ve daha net bir şekilde batı merkezli bir gelişime tabi olacaktır. II. Mahmut’un saltanatının son yılında (1838) İngiltere ile imzaladığı Baltalimanı Antlaşması ise yine dış ticareti geliştirmek için büyük bir batı devletinin desteğini almak hedefiyle yapılmasına rağmen, uzun vadede bu antlaşma ile Osmanlı ülkesi yabancı mallar için açık bir pazar haline getirilmiş ve sonraki dönemlerdeki ekonomik hareketlere çok büyük zararlar vermişti. Kısacası bu antlaşma ile Osmanlı Devleti kendi ürünlerinin satıldığı ve mamul yerli üretimin neredeyse ortadan kaldırıldığı bir sömürge haline getiriliyordu. Zira antlaşma ile tekel sistemi kaldırılıp, iç ticarete İngiliz vatandaşlarının da katılımına müsaade edilirken, İngiliz vatandaşlarına da Osmanlı ürünlerini ihraç etme hakkı veriliyor ve İngiliz gemileri ile Osmanlı limanlarına gelecek olan mallardan bir kez gümrük vergisi alındıktan sonra bir daha hiç vergi alınmadan ticaret yapabilme hakkı elde ediyorlardı. Bu yüzden zamanla Osmanlı vatandaşlarından dahi daha az vergi ödeyerek ülkede mal alıp-satabilme hakkına kavuşan İngiliz vatandaşları ülkede önemli bir ekonomik güç elde etmiş oldular. İlerleyen yıllarda başta Fransa ve Protekiz olmak üzere Hollanda, İspanya vs. ile de benzer antlaşmalar imzalandı. Bu antlaşmalarla, bu tarihe kadar yabancılarla Osmanlı Devleti’nin dış ticaretinde etkili olan kapitülasyonlar artık yabancıların Osmanlı iç pazarına da hâkim olmalarının önünü açmıştır. Böylece kapitülasyonlar bir anlamda başka ülkelere de genişletilerek, kalıcı hale çevrilmiş oldu. Bunun sonucu ise 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde Osmanlı maliyesinin iflas ederek çökmesi olacaktır. Osmanlı’nın içine düştüğü bu durum Milli Mücadele’nin ardından yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde sürekli iktisadi bağımsızlığın önemini vurgulayan Mustafa Kemal Atatürk’ün hangi tehlikeye işaret ettiğini göstermektedir. Atatürk’ün “iktisadi bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlık olmaz” sözü, Osmanlı’nın son yüzyılında yaşanan bu mali bağımlılığa özellikle dikkat çekmektedir.