TÜRK TİYATROSU`NDA AÇIK BİÇİM ÜZERİNE İKİ OYUN

advertisement
TÜRK TİYATROSU’NDA AÇIK BİÇİM ÜZERİNE İKİ
OYUN İNCELEMESİ
Amin SAADATI
Yüksek Lisans Tezi
Sahne Sanatları
Anasanat Dalı
Prof. Dr. Pınar ARAS
2015
Her Hakkı Saklıdır
T.C.
ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SAHNE SANATLARI ANASANAT DALI
Amin SAADATI
TÜRK TİYATROSU’NDA AÇIK BİÇİM ÜZERİNE İKİ OYUN İNCELEMESİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
TEZ YÖNETİCİSİ
Prof. Dr. Pınar ARAS
ERZURUM-2015
TEZ BEYAN FORMU
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ’NE
Atatürk Üniversitesi Lisansüstü Eğitim-Öğretim ve Sınav Yönetmeliğine göre
hazırlamış olduğum “Türk Tiyatrosu’nda Açık Biçim Üzerine İki Oyun İncelemesi” adlı
tezin/raporun tamamen kendi çalışmam olduğunu ve her alıntıya kaynak gösterdiğimi
taahhüt eder, tezimin kağıt ve elektronik kopyalarının Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü arşivlerinde aşağıda belirttiğim koşullarda saklanmasına izin verdiğimi
onaylarım.
Lisansüstü Eğitim-Öğretim yönetmeliğinin ilgili maddeleri uyarınca gereğinin
yapılmasını arz ederim. Tezimin/Raporumun tamamı her yerden erişime açılabilir.
Tezim sadece Atatürk Üniversitesi yerleşkelerinden erişime açılabilir.
Tezimin/Raporumun …… yıl süreyle erişime açılmasını istemiyorum.
Bu
sürenin
sonunda
uzatma
için
başvuruda
bulunmadığım
takdirde,
tezimin/raporumun tamamı her yerden erişime açılabilir.
…/…/2015
Amin SAADATI
TEZ KABUL TUTANAĞI
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ’NE
Prof. Dr. Pınar ARAS danışmanlığında, Amin SAADATI tarafından hazırlanan bu
çalışma ........./......../........ tarihinde aşağıdaki jüri tarafından. Sahne Sanatları Anabilim
Dalı’nda Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir.
Başkan : ………………….. İmza: …………………..
Jüri Üyesi : ………………….. İmza: …………………..
Jüri Üyesi : ………………….. İmza: …………………..
Jüri Üyesi : ………………….. İmza: …………………..
Jüri Üyesi : ………………….. İmza: …………………..
Yukarıdaki imzalar adı geçen öğretim üyelerine aittir.
…. /……/…….
Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM
Enstitü Müdürü
I
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
ÖZET ................................................................................................................................ II
ABSTRACT .................................................................................................................... III
KISALTMALAR ............................................................................................................ IV
ÖN SÖZ .............................................................................................................................V
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
1.1. GELENEKSEL TÜRK TİYATROSU VE GENEL ÖZELLİKLERİ.................. 6
1.2. ORTA OYUN ........................................................................................................... 14
1.3. ORTA OYUNUNDA DEKOR VE AKSESUAR .................................................. 19
İKİNCİ BÖLÜM
2.1. İLK TÜRKÇE OYUNLARI ................................................................................... 24
2.2. TÜRK TİYATROSU ÜZERİNE TEZLER .......................................................... 26
2.3. DOĞU’DAN BİR MEKAN VE AÇIK BİÇİM ÖRNEĞİ: TAZİYE .................. 30
2.4. TİYATRODA AÇIK BİÇİM VE TÜRK TİYATROSUNDAKİ ÖNEMİ ......... 34
2.5. AÇIK BİÇİMDE DİL ............................................................................................. 46
2.6. TAKLİD ................................................................................................................... 54
2.7. MÜZİK VE DANS KULLANIMI.......................................................................... 60
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3.1. GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM ............................................. 70
3.2. AYAK BACAK FABRİKASI................................................................................. 82
SONUÇ ............................................................................................................................ 88
KAYNAKÇA .................................................................................................................. 90
ÖZGEÇMİŞ .................................................................................................................... 92
II
ÖZET
YÜKSEK LİSANS TEZİ
TÜRK TİYATROSU’NDA AÇIK BİÇİM ÜZERİNE İKİ OYUN İNCELEMESİ
Amin SAADATİ
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Pınar ARAS
2015, 92 Sayfa
Jüri: Prof. Dr. Pınar ARAS
Doç. Dr. Süreyya TEMEL
Yrd. Doç. Dr. Melehat ÇEVİK
Bu tezimi tiyatro sanatına gönül vermiş tiyatro emekçilerine adıyorum. Bu tez üç
ana bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde; Geleneksel Türk Tiyatrosu ve genel özellikleri ele alınmıştır. Bu
başlık altında Geleneksel Nedir? sorusu irdelenerek bu zamana kadar yazılan ve oynanan
geleneksel oyunlar incelenmeye çalışılmıştır. Bunun yanı sıra Geleneksel Türk
Tiyatrosu’nda Orta Oyunu ve Orta Oyunu’nda Dekor ve Aksesuarlar araştırılarak elde
edilen bulgular ortaya konulmuştur.
İkinci bölüm ise yedi başlıktan oluşmaktadır. Burada daha çok Açık Biçim üzerinde
durulmuş ve bu konu hakkında yapılan incelemeler sunulmuştur. Bu bölümün alt başlıkları
şu şekildedir: İlk Türkçe Oyunlar, Türk Tiyatrosu Üzerine Yazılan Tezler, Doğudan Bir
Mekan ve Açık Biçim Örneği: (Taziye), Tiyatroda Açık Biçim ve Türk Tiyatrosundaki
Önemi, Açık Biçimde Dil, Taklid, Müzik ve Dans Kullanımı’dır.
Üçüncü ve son bölümde ise Türk Tiyatrosu’ndan seçilen iki önemli oyunun açık
biçim üzerinden yapılan incelemesi yer almaktadır. Bu oyunlardan ilki Haldun Taner’in
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyunu, diğeri ise Sermet Çağan’ın Ayak Bacak
Fabrikası adlı oyunudur.
Her ne kadar sürç-ü lisan ettiysek of ola.
Anahtar Kelimeler: Geleneksel, Açık Biçim, Taziye, Gözlerimi Kaparım Vazifami
Yaparım, Ayak Bacak Fabrikası.
III
ABSTRACT
MASTER DESSERTATION (M.A)
SCREENING TWO PLAYS UPON TURKISH FREE FORMAT THEATRE
Amin SAADATİ
Advisor: Prof. Dr. Pınar ARAS
2015, 92 page
Jury: Prof. Dr. Pınar ARAS
Assoc. Prof. Dr. Süreyya TEMEL
Assist. Prof. Dr. Melehat ÇEVİK
I devote this thesis to all of the proletarians of theatre who set their heart in this
way.This thesis consist of three main chapters.
First title of first chapter is ascribed on: Explanation of Turkish Traditional Public
Theatre, What is Tradition?, and The list of currently known traditional plays. The second
title of the first chapter, describe “Middle Play under the title of Traditional Plays”. We also
try to investigate and present decore, scene, and accessory that is related to Middel Play.
We collect the second chapter under seven titles. This chapter generally is about
“Free Format Theater”. First title of second chapter is about “Early Turk Plays”. Second
title of second chapter is a short explanation about the thesis that have done upon Turkish
theater. The third title of second chapter is a sample of Eastern Outer Space and Free
Format: Condolence. The fourth title of second chapter is about the Free Format in Theatre
and its importance in Turkish theatre. The fifth title of second chapter presents “Speech in
Free Format”. The sixth title of this chapter focuses on “Imitation and Mimic in Free
Format”. The last part of this chapter explains about the “Rules of Dance and Music in Free
Format”.
The third chapter that is also the last chapter of this study consists of two parts. In this
chapter we are analyzing and screening two plays on free format. The first title of third
chapter is analyzing Haldun Taner’s play, named “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”.
The second title of third chapter is analyzing Sermet Çağan’s play, named; “Ayak Bacak
Fabrikası”.
Excuse us for the misstatements!
Key Words: Tradition, Free Format, Condolence, Gözlerimi Kaparım Vazifami Yaparım,
Ayak Bacak Fabrikası.
IV
KISALTMALAR
Bkz.
: Bakınız
Çev
: Çeviren
s.
: Sayfa
ss.
: Sayfaları Arası
S
: Sayı
V
ÖNSÖZ
Geleneksel Türk Tiyatrosu, gerek gölge oyunu, gerek orta oyunu, gerek meddah
temsillerinde yıllar sonra yine Türk tiyatrosunun yazılı metinlerinde biçimsel olarak
fazlasıyla esin kaynağı olmuş ve batılı görüşün dramatik unsurlarını içermediği
gerekçesiyle tiyatro olarak görülmemiş gelenekseli hakettiği yere taşımıştır. Orta oyunu
doğal bir refleks gibi geliştirdiği Açık Biçimle tiyatroyu interakttif bir hale getirerek
toplumun ilgisini çekmeyi başarmıştır. Yalnız tiyatro için değil fakat bütün sanat ve
edebiyat dallarında ulusal'ı arar ve tanımlarken eski Osmanlı sanat ve edebiyatının ortaklaşa
yapı
ve
üslup
özelliklerinin
araştırılması,
geleneksel
kaynakların
incelenmesi
gerekmektedir. Bu önemli yapı özelliklerinden birisi de 'Açık Biçim'dir. Bu kavram estetik
bir konu olarak bugün Avrupa sanat ve edebiyatı için incelenmiş ve incelenmektedir. 'Açık
Biçim' genellikle sanat ve edebiyat açısından özellikle bu yazının konusu olarak tiyatro
açısından bizi çok yakından ilgilendirmektedir.
Bu tezde Tiyatroda Açık Biçim konusu detaylı bir şekilde ele alınmış ve bunun
örneklerini sunan Türk Tiyatrosu’ndan iki önemli oyun seçilerek incelenmiştir. Buradan
yola çıkarak Türk Tiyatrosu’ndaki arayış ve çabaların temelinde, geleneksel tiyatromuzun
biçimsel zenginlikleri ile Batı Tiyatrosu’nun entelektüel ve teknik yaklaşımlarını
buluşturma eyleminin yer aldığını söylemek mümkündür.
Bu çalışmamda bana yardımcı olan en başta danışmanım Prof. Dr. Pınar ARAS
olmak üzere, bölüm hocalarımızdan Doç. Süreyya TEMEL, Yard. Doç. Dr. Bünyamin
AYDEMİR ve Araştırma Görevlisi Tamer TEMEL’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Ayrıca tezimi yazarken bana destek olan ve çalışmam boyunca yardımını esirgemeyen
aileme ve arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Erzurum – 2015
Amin SAADATİ
1
GİRİŞ
Türk Tiyatrosu dünya tiyatrosu gibi yazılı metinlerlerle bir tarih oluşturma şansını
elde edememiştir. Bundan dolayı biçimsel özellikleri açısından kendisinden yüzlerce yıl
sonra dünyada isim yapan ve benzer niteliklere sahip olan akımların öncüsü olamamıştır.
Bunun sebebi Türk Tiyatrosunun batılı eserler gibi alışılmış bir çerçevede olmayışı mıdır?
“Bilmemek ne kötü şeydir. Tiyatro işini yüzyıllardan beri başaramadık. Çünkü tiyatro
nedir, ne değildir bir türlü bilemedik. Sahneyi kurum, kuralı kanun, göreneği gelenek
sandık. Avrupa’nın yaratıcı dehasını değil, parlak gösterilerini benimsemeye yeltendik.
Başaramadık, çünkü Batı Tiyatrosu’nun dehasını, yaratıcı özünü, ne yazık ki bir türlü
benimseyemedik. Bizden önce gelenler, karagözcüler, meddahlar, sohbet oyuncuları ve
tuluatçılar kabuk yerine özü, dış yerine içi, kalıp yerine canı, ölü yerine diriyi
yakalayabildikleri için Batı’sız ve Avrupa’sızca eşsiz ve orijinal yaratım örnekleri
sergilediler”1
Baltacıoğlu’nun bahsettiği değerli ustalarla konuşup bilgi alışverişinde bulunma
olanağı bile kalmamıştır. Türk tiyatrosu değişimi ve gelişimi Batı tiyatrosunun etkisi ile
şekillenmiş olan modern Türk tiyatrosunda aramıştır; fakat üslup yaratıcı dehadan çok uzak
kalmıştır. Yaratıcılığın izlerini taşıyan, dramatik söze dayalı geleneksel türlerden meddah
meddahlık, hikayeleri ya da efsaneleri, kişilerini oynayarak anlatma sanatıdır. Türklerde
Orta Asya'dan bu yana var olan hikaye anlatma geleneğinin İslam kültüründeki benzer
gelenekle birleşmesiyle gelişir, son biçimini 16. yüzyılda kahvehanelerin açılmasıyla alır.
Anlatma sanatı olmasıyla diğer türlerden ayrılırken, ona dramatik nitelik kazandıran anlatı
özellikleridir. Bu tek kişilik tiyatroda anlatılan konunun kaynağı sınırsızdır. Tek bir konu
ya da belli bir organik bağ içinde anlatmak zorunda değildir.
Geleneksel Türk Tiyatrosu, gerek gölge oyunu, gerek orta oyunu, gerek meddah
temsillerinde yıllar sonra yine türk tiyatrosunun yazılı metinlerinde biçimsel olarak
fazlasıyla esin kaynağı olmuş ve batılı görüşün dramatik unsurlarını içermediği
1
Tekerek. Nurhan, Geleneksel türk tiyatro ve Açık biçim, dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/186/1450.pdf
2
gerekçesiyle tiyatro olarak görülmemiş gelenekseli hakettiği yere taşımıştır. Orta oyunu
doğal bir refleks gibi geliştirdiği Açık Biçimle tiyatroyu interakttif bir hale getirerek
toplumun ilgisini çekmeyi başarmıştır. Yalnız tiyatro için değil fakat bütün sanat ve
edebiyat dallarında ulusal'ı arar ve tanımlarken eski Osmanlı sanat ve edebiyatının ortaklaşa
yapı
ve
üslup
özelliklerinin
araştırılması,
geleneksel
kaynakların
incelenmesi
gerekmektedir. Bu önemli yapı özelliklerinden birisi de 'Açık Biçim'dir. Bu kavram estetik
bir konu olarak bugün Avrupa sanat ve edebiyatı için incelenmiş ve incelenmektedir. 'Açık
Biçim' genellikle sanat ve edebiyat açısından. Özellikle bu yazının konusu olarak tiyatro
açısından bizi çok yakından ilgilendirmektedir.
Geleneksel tiyatro türlerinden bazıları şöyledir:
Karagöz: Seyirlik halk oyunlarından olan Karagöz, bir gölge oyunudur. Oyunda
Karagöz cahil halk tipini; Hacivat ise aydın tipini temsil eder. Geleneksel Türk Tiyatrosu
ürünlerindendir. Manda ve deve derisinden yapılan resimlerin, bir ışık yardımıyla
sahnedeki perdeye yansıtılmasıyla oluşur. Bir gölge oyunudur. Bu nedenle bazı
kaynaklarda “Hayal-i Zıl” şeklinde de adlandırılır. Kahramanları Karagöz, Hacivat, eşraftan
kimseler, Beberuhi, Tuzsuz Deli Bekir, satıcılardır. Karagöz; okumamış, hazır cevap,
söylenenleri ters anlayan ve buna göre cevaplar veren kaba bir adamdır. Hacivat ise aydın
ve yarı aydın kişileri temsil eder. Karagöz oyununda bütün konuşmalar perdenin
arkasındaki tek kişi tarafından yapılır. Bu nedenle Karagöz oynatmak zor bir iştir. Karagöz
oyununun oynatıldığı perdeye “hayal perdesi” denir. Oynatan kişi de hayali ya da hayalbaz
olarak adlandırılır.2
Karagöz oyunu dört bölümden oluşur:
1) Giriş: Sahneye göstermelik denen bir resim konulur.
2) Muhavere: Karagöz ve Hacivat’ın karşılıklı konuşmaları
3) Fasıl (Asıl oyun)
4) Bitiş: Oyunun sonunda hatalar için özür dilenen ve bir sonraki oyunun yerinin
belirtildiği bölümdür.
2
And.Metin, Geleneksel türk tiyatro ve Açık biçim, http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/tiyatro_02.pdf
3
Karagöz oyunundaki tipler ana hatlarıyla şöyle tasnif edilir:
a) Asıl Tipler: Karagöz, Hacivat
b) Şive taklitleri yapan tipler: Kastamonulu, Kayserili, Bolulu, Eğinli, Arap, Acem,
Arnavut, Laz, Kürt, Rumelili, Muhacir, Ermeni, Yahudi, Rum, Frenk
c) Hasta Tipler: Beberuhi, Tiryaki, Kekeme, Altıkulaç, Sarhoş, Deli
d) Diğer Tipler: Çelebi, Köçek, Zenne
Orta oyunu: Seyircilerle çevrilmiş bir alanda, yazılı bir metne bağlı kalmadan ve
doğaçlama (tuluat) yoluyla oynanan bir oyundur. Pişekar ve Kavuklu oyunun temel
kişileridir. Halkın ortak malıdır. Oyunların güldürme unsurları karşılıklı konuşmalardaki
söz oyunları, hazır cevaplılık, yanlış anlamalar ve yöresel konuşmaların taklitleridir.
Oyunda Karagöz ile Kavuklu’nun; Pişekar ile Hacivat’ın bütün özellikleri aynıdır. Karagöz
ile Ortaoyunun farkı ise, Karagöz’ün perdede, Orta Oyun’un meydanda oynanmasıdır. Yani
Orta Oyunu canlı kişilerle oynanırken Karagöz’de tasvirlerin gölgesi oynatılır.
Meddah: Geleneksel tiyatro içinde yer alan Meddah hikayelerinde rol alan bütün
kişileri, hikayeyi anlatan ve meddah adıyla anılan tek kişi canlandırır. Hikaye anlatmak
olan meddahlık bir taklit yapma sanatıdır. Perdesi, sahnesi, dekoru, kostümü bir sanatkarda
toplanmış bir temaşadır. Meddah bir sandalyeye oturarak dinleyicilerine hikâyeler anlatır.
Meddahın anlatışını, günlük yaşamdaki olaylar, masallar, destanlar, hikayeler ve efsaneler
oluşturur. Meddahın aksesuarını bir mendil ile bir sopa (baston) oluşturur. Genellikle
güldürücü, ahlaki ve edebi sonuç çıkarılacak hikayelerine klişeleşmiş "ravıyan-ı ahbar ve
nakılan-ı asar ve muhaddisan-ı ruzigar şöyle rivayet ederler ki" şeklinde söz başı ile başlar,
daha sonra kahramanları sayıp hikayesini anlatır. Meddah hikâyenin kahramanlarını kendi
yöresinin dili ve şiveleri ile konuşturan insandır.
Köy Seyirlik Oyunları: Köy seyirlik oyunları, adı üzerinde seyirlik oyunlardır. Tıpkı
ortaoyunumuzda olduğu gibi bu oyunlar da genellikle köyün ortasında, köy meydanında
oynanır. Seyirciler çepeçevre oyuncuları çevreler. Oyuncu - seyirci ayrılığı hem vardır hem
yoktur. Oyuncuları oyuna seyirciler hep beraber hazırlar. Bir tas, bir şapka, bir baston, bir
deve, bir sopa, bir tüfek olabilir. Sırası gelen oyuncu seyirci içinden çıkarak oyuna katılır,
4
oyundaki görevi bittikten sonra yeniden seyircilerin arasına karışır. Köy seyirlik
oyunlarında da ortaoyununda ve meddahta olduğu gibi doğaçlamaya büyük önem verilir.
Batının biçim anlayışıyla tanımlanarak daha başlangıçta, felsefesiyle bir batılıdan çok
farklı göstergelere sahip olduğu gözardı edilen Geleneksel tiyatro, oyuncuya sağlayacağı
geniş oyunculuk olanakları ve zorlanmadan ilgisini çekebileceği bir seyirci kitlesine
rağmen bugünün sahneleriyle beklentileri karşılayacak ölçüde buluşamamaktadır. Bu gün
geldiği noktada geleneksel gösteri sanatlarından olan köy seyirlik oyunları Karagöz,
Ortaoyunu, Meddah, Kukla ve Hokkabazlık yok olmakla karşı karşıyadır. Bu sanatları
günümüzde az sayıda sanatçının kendi sınırlı olanaklarıyla yaşatmaya çalıştığı seyircide
nostaljik bir etki yaratmaktan öte gidemeyen gelişmemiş ilkel bir sanat olarak unutulmaya
yüz tutmuştur. Sanatçısı da izleyicisi de tükenmekte olan bu sanatlarımızın kurum ve
kuruluşlarca desteklenmeye yaşatılıp geliştirilmeye ihtiyacı vardır.3
'Açık Biçim' de sahneler büyük karmaşık olaylar bütününden koparılmıştır, tek bir
sahne bütün olarak sunulan action'un daha ayrıntılı ve bağımsızlaştırılmış bir bölümüdür.
Action daha perde açılmadan önce başlamış, çoğunlukla perde kapandıktan sonra da sürer.
'Açık oyun'a son veren iç action'un sona ermesidir. Öte yandan dış action, kişilerin yaşamı
sürmektedir. Oysa 'kapalı oyun 'da kahramanın ölümü herşeye bir son çizgisi getirir. Kapalı
oyun da iç ve dış action aynı ölçüde kapalıdır, 'Açık oyun' da ayrılırlar. 'Kapalı oyun' da
bölümler bağlarla birbirine bağlanırlar, açık oyun'da kendi başların ayrılmış, bütünden
koparılmış parçalardır. Bölümlerin özü kendi içindedir, akışları zamanla aynı akışı
sürdürdüğü sanısını uyandırmazlar. Kendi bağıntılı mekanları, kendi zaman nitelikleri,
kendi kişi öbekleşmeleri, kendi action'ları vardır. Ana konu her sahnede bir başka
görünümüyle belirir, tek tek her bölümün özelliği ana konunun özelliğini belirler. Bunu
'kapalı oyun'da olduğu gibi bütüne bağlamaz, kendi bağımsızlığı içinde yapar. Her sahne
içinde ana konuyu içine alarak bütünle bir orandadır. Yani en küçük birimle en büyük birim
arasındaki yakınlık, küçük birimlerinkendi, aralarındaki ilişkiden daha yakındır.
3
And. Metin, Geleneksel türk tiyatro ve Açık biçim, http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/tiyatro_02.pdf
5
Action'un ve zamanın bu dağınık görünüşünde ve zamanla ilgili oluşumuna uygun
olarak 'açık oyun' çok mekanlıdır. Kişiler evrenin çeşitliliği işinde birçok mekan
bölümlerinden yaşarlar. Mekan oyuna etkin olarak katılır. Mekan kendi içinde, kendisiyle
veya kendi aracı- lığıyla oluşan şeyi şartlandırır. Bu yoldan ben'in veya eksen kişinin doğa
ile veya tarihle ilişkisini gösterir. Oyunun kuruluşuna gelince 'kapalı oyun' da action'un
bütünü topluca önceden vardır. Bu bütünün parçalarının anlamları bütünle, bu parçalar
arasıııdaki ilişkiden çıkar. Oyun kişileri sayı ve toplumsal bakımından sınırlandırılmıştır.
Oyun kişisi herkes için aynı olan bir dünya görüşüne uygundur ve belirli bir toplum
yapısının bütünü içindedir. Bunların kapalılıkları action'un perde aralarındaki zaman süreçleriyle belirlenirler, bu kesintiler aşama sırasına göre yukarıdan aşağı- ya doğru olur. 'Açık
oyun' da ise kuruluş aşağıdan yukarıyadır. Action'- un bütünü düzenlemesi diye bir görevi
yoktur. Burada sorun, dağılmış bölümlerin çokluğunun nasıl kapatılacağı, olayın ufak
parçalarının nasıl düzenleneceği, yöneltileceği yolundadır. 'Açık biçim' de sahneler büyük
karmaşık olaylar bütününden koparılmıştır, tek bir sahne bütün olarak sunulan action'un
daha ayrıntılı ve bağımsızlaştırılmış bir bölümüdür. Action daha perde açılmadan önce
başlamış, çoğunlukla perde kapandıktan sonra da sürer.4
4
Nutku. Özdemir, Geleneksel türk tiyatro ve Açık biçim, http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/tiyatro_02.pdf
6
BİRİNCİ BÖLÜM
1.1. GELENEKSEL TÜRK TİYATROSU VE GENEL ÖZELLİKLERİ
Tiyatroda iki tür seyirci vardır‫ ؛‬biri, iyi eğitilmiş soylu baylardan oluşur‫ ؛‬ötekiyse
aşağı uğraşıları olan kimseler, parayla çalışan işçiler ve benzerleri gibi avam takımından.
Bu ikinci sınıfın dinlenmesi için de yarışmalar ve gösteriler düzenlenmelidir. Fakat bunların
zihinleri çarpılmış, olduğu için, uyumlarında kuraldan sapmalar ve melodilerinin tonunda
yöneticilerinin bu sınıf dinleyicilere çekici gelen müzik türünü kullanmalarına göz yummak
gerekir5.
Demek ki, o günden bugüne, eğitimli, soylu ve sorumluluk sahibi sınıfların
beğenisiyle, alt sınıftan eğitimsiz kalabalığın yani haklın beğenisi arasındaki farklı ve bu
keskin farkları belirleyen ölçütler, sanatsal bir sınıflandırmayı da oluşturmaktadır. O da,
bağımlı konumdaki sayıca kalabalık bir kitlenin "somut ve gerçek olgularından izler
taşımakla" birlikte, edilgenliğin egemen olduğu topluca tepkinin bir üretime, ya da
değişime dönüşemediği kent işi popüler sanat ve toplumu yönlendirme/ değiştirme yetenek
ve sorumluluğuna sahip, ayrıcalıklı, okumuş bir azınlığın etkin yanını harekete geçirmeye
uygun, yani yaşamı ve onu belirleyen dinamikleri eleştirerek izleyicisini onu değiştirmeye
zorlayan, "ciddi, sorumlu, yaşamın sorunları ile güreşen ve insan varlığının anlamını
yakalamayı" görev edinen seçkinci sanat sınıflandırmasıdır. Bu sınıflandırmayı yaparken,
halkın gündelik yaşamının dolaysız yansımalarından meydana gelen ve dışsal etkilerle
dönüşüme uğramayan, özünü ‘birlikte algılama/ birlikte yaratma’nın oluşturduğu
kentleşememiş kırsal kesimin folk sanatını da elbette unutmamak gerekir. Bu son katagori,
örgütlü ve profesyonal tüm sanat türlerinin ayrıştıkları ana kaynak olmasıyla son derece
önemli olduğu kadar, "halkın gündelik yaşamının dolaysız yansımalarını içermeleri ve dış
etkilerle dönüşüme uğramadıkları için hem gerçekçilik düzeyleri hem de otantiklikleri
açısından " oldukça dikkate değerdir.
5
ARİSTOTELES, Politika, Çev: M. Tuncay, İstanbul, Ramzi Kitabevi, 1976, 235
7
Bu üçlü sınıflama, alarındaki farklar giderek azalsa, uçuruma varan mesafe git gide
kısalsa, hatta bu farklı anlayışlar iç içe geçmeye başlasa da, günümüzde de geçerliliğini
korur gözükmektedir. Bu noktada Metin Balay’ın ünlü sosyal antropolog George
H.Lewis’in kültürel kategorileri incelediği The Sociology of Popular Culture başlıklı
makalesinden aktardiği, folk kültürü, popüler kültür ve seçkin kültürü arasındaki ayırt edici
kimi özelliklere burada da değinmek yaralı olacaktır:
Folk kültürü
1. Biçimi basittir.
2. Her türlü duyu ya da gelenek aracılığıyla doğurdan aktarılabilen ya da iletilebilen
yapıdadır.
3. Anonimdir. İçinden çıktığı grubun değer yargılarını içerir ve iletir.
4. Ürün tüketiciye dönüktür. Genellikle herkese için parasızdır.
5. Üreticiler ve sunucular amatötdür. Kişiden çok, kullanımı açısından grup
mülkiyetindedir.
6.
Ürün
bir
düşünceyi
vurgulur.
Kültürel
ve
geleneksel
önyargılardan
bağımsızdır.Yenilikçidir.
7. Yaratıcıları profesyoneldir.
Geleneksel Türk tiyatrosu teriminin ve bu terimin kapsadığı türlerdeki değişme veya
yok olma olgularının yeniden ve farklı yaklaşımlar kullanılarak tartışılması gerekmektedir.
Öncelikle, geleneksel Türk tiyatrosu terimi, Türkiye'deki, eğer tam oluştuğu kabul
edilebilirse, Batı tarzı Türk tiyatrosundan farklılığını belirtmek amacıyla kullanılmaktadır.
Bu kullanımda, geleneksel Türk tiyatrosu içinde değerlendirilen türlerin, Batı tarzı veya
klasik tiyatro ile ortak içyapı unsurları göz önünde tutularak karşılaştırılması söz
konusudur. Bu terim, coğrafî bir sınırlama bağlamında, Anadolu'da yaşayan Türklerin
tiyatrosu anlamında da kullanılmaktadır. "Çağdaş Tiyatro geleneksel tiyatrodan nasıl
beslenir?" sorusuna yanıt aranmalıdır. Türk Tiyatrosu’nu etkileyen kaynaklardan biri Batı
tiyatrosuysa, onu, doğal olarak besleyen önemli diğer iki kaynak da, köylerde gelişmiş köy
8
seyirlik oyunlarıyla, kentlerde, özellikle Osmanlı’ya merkez olmuş Bursa, Edirne, İstanbul
gibi kentlerde gelişen, Meddah, Karagöz, Ortaoyunu, Kukla gibi türlerden oluşan halk
tiyatrosu geleneğidir. Ayrıca, halk tiyatrosu türlerinin popüler olduğu dönemlerde bu
tiyatroyu benimseyen, Tanzimat’la birlikte Batı tiyatrosunun ülkeye girmesiyle bu tarz
tiyatro etkinliklerinin etkisinden de söz edilebilir. Geleneksel Türk tiyatrosu, pek çok
ögeden oluşmaktadır: Karagöz geleneği, meddah geleneği, ortaoyunu geleneği, dramatik
köy seyirlik oyunları geleneği gibi. Bu gelenekler arasında ortak ögeler vardır. Türe özgü
bu temel ögeler, farklı niteliklerinden dolayı, farklı değişme biçimlerine ve süreçlerine
sahiptirler. Geleneksel Türk tiyatrosu şu şekilde tasnif edilebilir:
1. Köy Seyirlik Oyunları
2. Halk Tiyatrosu
Geleneksel Türk Tiyatrosu
1) Köy Seyirlik Oyunları
a)Ritüel Kökenli Töresel Seyirlik Oyunlar
Doğa olaylarının değişkenliği ilkel insanları doğrudan etkilemiş, her yıl doğada
meydana gelen büyük değişiklikler, insanları bu değişiklik üzerinde düşünmeye zorlamıştır.
İlkel insanlar bu değişiklikleri böyü yoluyla etkileyebileceğine inanmış, güneşi doğurmak,
yağmuru yağdırmak, yemişleri oldurmak, hayvanları üretmek ve baharı getirmek için büyü
törenleri yapmışlardır. Bu törenlerde Tanrının ölüp dirilmesi olayı canlandırılmıştır.
Baharın başlangıcında gün dönümlerinde yapılan ölme ve dirilme olayını canlandıran bu
törenlerin amacı üstün güçleri etkilemek, değişimi hızlandırmaktır. İlkel insan ya da
topluluklar, yaşamlarını daha iyi sürdürebilmek ve güçlükleri yenmek için büyü tören gibi
çeşitli yollara başvurmuşlardır6.
b)Eğlence Amaçlı Seyirlik Oyunlar
Ritüel kökenli seyirlik oyunların tarihçesindeki gelişim eğlence amaçlı seyirlik
oyunlar için geçerlidir. Ancak ritüel törenlere dayanan seyirlik oyunlar zamanla toplumsal
6
. (Artun, 2004: 197–201).
9
konuları işleyen oyunlar haline dönüşmüş, aynı zamanda eğitici ve eğlendirici bir özellik
kazanmıştır. İnsan doğaya egemen olmaya başladıkça büyü yapmaya da eskisi kadar ihtiyaç
duymamıştır. Bunun sonucunda, bu oyunların işlevi azalmış, zamanla oyunlara komik
öğeler girmiştir. Ayrıca oynama zamanlarının da değişmesi bu oyunların düğünlerde,
bayramlarda özel günlerde sadece eğlence için oynanmalarını ortaya çıkarmıştır. Bu aynı
zamanda toplumun sosyal, ekonomik ve kültüreldeğişimlerinin de bir sonucudur7.
2) Halk Tiyatrosu
Geleneksel Türk tiyatrosunun alt türleri de, farklı bağlam ve ihtiyaçlar doğrultusunda
yaratılmışlardır. Bunlarda bazı ortak faktörlerin etkisi konu edilse de, genellikle benzer
sonuçlarla karşılaşılır. Bu durum, kırsal kesim insanının tiyatro geleneği olarak kabul edilen
dramatik köy seyirlik oyunları ile özellikle İstanbul, Bursa, İzmir gibi Osmanlı
İmparatorluğu'nun büyük kentlerinin geleneksel tiyatro türleri olarak kabul edilen karagöz,
ortaoyunu ve meddah arasında da açıkça gözlenebilir. Karagöz, Meddah ve Ortaoyunu,
aynı ortamın türleridir. Ortaoyunu, genellikle içyapı unsurları bakımından (tipler, konu,
oyun tekniği vb.) benzerlikleri nedeniyle, Karagöz'ün sahneye inmiş şekli olarak
tanımlanmıştır. İcracıları aynı kişiler olup farklı türleri icra ederler. Geleneksel Türk
tiyatrosunda meydana gelen değişme ve yok olma olarak adlandırılan süreç ve sonuç, türler
bağlamında ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Bu türlerin aynı anda 20. yüzyılın başında yok
olduğu kabul edilir. Karagöz'ün perdeye inmesi, yani ortaoyunun yaratılması, tamamen
farklı sosyo-kültürel ortamın etkisi sonucunda oluşan talep değişikliğinin bir sonucudur. Bir
karagözcüyü, ortaoyununun meydanına çıkaran taleptir. Karagöz, Ortaoyunu ve Meddah
türlerinin sonunu, o dönem İstanbul'unda yaşayan Batı tarzı tiyatro geleneği hazırlamıştır8.
Halk tiyatrosu her şeyden önce, ortalama bir kentli kalabalığı hedef kitle olarak
saptamış olduğundan, daha fazla seyirciye uloşa bilmek için bu kitlenin ortak değer
yargılarını, duygularını ya da yaşam koşullarını, yaptığı işin temeline koymak zorundadır.
Zira ortalam bir eğtim düzeyinin üzerine çıkmayan halk tiyatrosu seyircisi, kendi inanç ve
7
(Şener, 1993: 23; Artun, 1993:11; Özhan, 1992:187: Ant, 1975:4; Karadağ, 1978:12; Kazmaz, 1983:170; Artun, 1998:171, Artun,
2004:197-201, Sevengil,1969:4-6).
8
(Artun, 2004:197-201)
10
düşünceleri dışına taşan bir söylemi güçlükle kabullenmekte, benimseyene kadar fazlaca
direnç göstermektedır. Dolaysıyla, bu seyrcinin düşünme gereksinimi karşılarken, halk
tiyatrosu bir diğer yandan onunla uzlaşma yolunu da seçmektedir. Bu, bir anlamda yapılan
sanatın özgürlüğünü zedelemekte, onu sanatçının amaçladığndan çok izleyicinin
beklentileriyle oluşan, hatta daha faklı bir ifadeyle, egemen ideolojinin mayaladığı ortalam
kürtürle uzalşan bir yapıya büründürmektedır. Bu yüzden, "popüler olmak isteyen tiyatro
genellikle şematize edilmiş kalıplanmış olanla yetinmek zorundadır, çünkü ortalama kentli
seyirci kendini yeni düşüncelere doğru iten, çevresini yeni bir açıdan tanımaya zorlayan,
alıştığı, benimsediği görüşleri değiştirmeye çalışan oyunlardan tedirgin" olmaktadır9.
Yarı okumuş kalabalığın bilme ve öğrenme isteğini en iyi yanıtlayan tiyatro, günlük
gerçekleri seyrcinin bildiği ve anladığı gibi yansıtan tiyatrodur. Böyle bir yaşam bilgisi
kalabalığın öğrenme gücünü zorlamaz. Onu kendi bildiği doğrultuda anlayarak pohpohlar.
Ortalama seyrcinin bilgi düzeini aşan oyunlar ona küçüklük duygusuz verebileceğinden,
tutulma şansını yitirebililer. Popüler tiyatro kent kalabalığının ortalama ilgi alanını
korumak zorundadır10.
Türk halk tiyatrosunun da artık tarihe gömülmekte olan benzer bir malzemeye sahip
olduğunu bilmekteyiz. Karagöz, Orta oyunu, Kukla, Meddah gibi halk tiyatrosu türleri
Osmanlı kent kültürünün birer ürünü, popüler tiyatronun geçmişte yatan dikkate değer
örneklerdir. Ancak, bu örneklerin günümüzde uyguluma alanının nerdeyde kalmadığına
düşünecek olursak, halk tiyatrumuzun kendiliğinden bir evrimle yaşama şansının da
ortadan kalkmakta olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse bu malzemenin içinde birikmiş
bulunan değerleri ortaya çıkarmak, bunların yepyeni bir estetik forma dönüşmesi
bakımından ilk adım olarak zorunlu gözükmektedir.
Türk halk tiyatrosunun olumlu ya da (Oksay،in değindiği gibi) olumsuz yönlerini
ortaya çıkarabilmek, onun içinde yatan estetik malzemeyi, yapısal özellikleri, toplumsal
faktörleri açığa çıkarmaktan geçmektedir. 17. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar, Osmanlı
9
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul,MİTOS-BOYUT Yayınları,2002, 17-18.
10
ŞENER Sevda, Oyundan Düşünceye, 80
11
İmparatörluğu، nun gerileme ve çöküş dönemlerini de içinde alan oldukça uzun bir zaman
dilimiyle karşı karşıya olduğumuzu, böylesi bir tarihsel perespektifin de halk tiyatrosu
malzemesinin değerlendirilmesi içinde yer almasının kaçınılmaz bulunduğunu görmekteyiz.
Kaldı ki, bu tarihsel perespektif bize gelenksel tiyatromuzun izleyicisini, bu izleyicinin
toplumsal konumu ve kuşunlarını, son tahlilde de tiyatronun izleyiciyle kurduğu ilişkiyi
gösterecektir 11.
Gelenksel Halk Tiyatrosu, Türk Tyatrosu, Türk temaşası, Seyirlik Oyunlar, Türk
Seyirilk Sanatı gibi isimler verilir bu sanata. ‘’ Batılı anlamdaki modern tiyatronun dışında
kalan, Türk toplumunun geleneksel yapısı içinde ortaya çıkarak bu temel üzerinde
sürekliklik arz eden gösterim türlerinin tümü ‘’Gelenkesel Türk Tiyatrosu’’ termiyle
karşılanmaktadır’12.
Birinciler bunun büsbütün kaldırılmasını ileri surerken, ikinciler ise düzeltilip,
yenileştirilip yaşatılmasını savunuyorlardı... Orta oyunu kendi başına bırakmak veya
yaşatmak tartışması tıpkı karagöz’ de olduğu gibi günümüze kadar sürüp gelmiştir.
Yenileştirmenin, düzeltmenin yüzeyde, bir iki ayrıntıyla olup biteceğini sananlar vardı.
Evet, orta oyunu bu gün halka hitap için en kuvvetli bir vasıtadır. Aynı zamanda Türkçenin
en ince bir lisan oldoğunu ve nüktelı, cinaslı sözler vadisinin ne kadar genişletilebileceğini
meydana çıkarmaktadır. Ama diyeceksiniz ki bu gün inceliği bir az zail olmuştur. Sarf
edilen nükteler, cinaslar bir az sade ve yeksenaktır (tekdüze). Hatta bir az galiz olanları da
vardır13.
‘’Hüsamettin Bozok, Orta oyununun can çekişini, hatta ölümünü hazırlayan etkenleri
araştirmiş 6 etken bulmuştur: 1- orta oyunu eskimiştir, 2- orta oyunu çağın akışına ayak
uyduramaktadır, 3- canlandırdığı kişilikler bugün gerçek hayattan çekip getmişlerdir, 4-
11
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul,MİTOS-BOYUT Yayınları,2002, 21-22.
12
Dilaver Düzgün, ‘’Osmanlı döneminde Geleneksel Türk tiyatrosu Genel Görünümü’’ , Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Dergisi, Sayı: 14, Erzurum 2000, 63.
13
Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, www.nadirkitap.com
12
ilkel bir sanattır, 5- radyo, sinema gibi yeni sanat dallarıyla yarışacak gücü yoktur, 6- nükte
sanatı ömrünü doldurmuş, şimdi önemli olan dramatik yürüyüştür 14.
Yenileşme çabalarını destekleyen ve Orta ouyun için çeşitli çalişmaşar yapan ünlü
toplumbilimci İsmail Hakkı Baltacıoğlu da vardır. O, iki öğeye ayırıyordu yenileşme
çabalarını. Birincisi ‘’geçici’’ öğeler, ikincisi ise ‘’kalıcı’’ öğeler diye ikiye ayırıyordu.
‘’Bu yenileşme kurmcılığını en iyi İsmail Hakkı Baltacıoğlu yapmıştır 15.
‘’İsmail Hakkı Baltacıoğlu, 1942 Nisan’ ının on birinde, Dil ve Tarih – Coğrafya
Fakültesi’ nde modern tiyatro öğrenci olarak hazırladığı ‘muhtar’ oyununun talebe
tarafından oynanması münasebetiyle verdiği bir konferasta ( İ. H. Baltacıoğlu, ‘Orta
Oyunu’, Ülkü mecmuası, 1942, sayı 14, s. 11) Orta Oyununun modernleşmesine temes
ederek, Orta Oyununda geçici: ( tema, şahsılar, aksiyon) ve kalıcı: ( meydanda oynamak,
ritmik, müzikal olama, irticale dayanmak) gibi unsurları saydiktan sonra, kalıcı olanlardan
istifade etmek yolu ile tamamıyla yenileştirileceğine inandiğığını ifade ediyor. Gerçekten
orta oyununu eskimeyen birçok yanı, olduğu gibi bırakılarak ve bugün için gereksiz olan
yanları ayıklanarak meydana çıkartılacak seyirlik türü, modern tiyatrunun, sahne sanatını
kendisine dönmeye zorlayan yeni akımlarına hiç yabancı kalmayacak bir yapıda olbilir.
Mesela: modern arena veya plastik sahne denilen uç ve dört tarafı seyirci ile çevrili sahnede
oynamak, sarkı, dans, koro gibi lirik unsurları yeniden tiyatroya almak, daha rahat hareket
etmek imkânını elde etmek için plastik sanede zaten büsbütün gereksiz olan dekoru
asgeriye indirmek ve oyunu gerçeküstü bir mekânda tasavvur etmek gibi, ‘absurd’
tiyatronun yöneldiği özellikler, esasen bu tarihi tiyatroda bulunan unsurlardır.’’ 16.
Bu tespitler gerçektende çok önemliyidi. Yola koyulduk ve elimizden geldiği
kadarıyla Ferhan Şensoy’ un oyunlarında bu değişmez ya da değişebilir öğeleri araştırdık.
Çünkü bizim için de önemliydi Pişekar ve Kavuklu’ nun da değişebileceği. Ve Ferhan
Şensoy’ un oyunlarinda ‘’e kavuklu ve kavuksuz’’ (Güle Güle Godot) olabileceği.
14
Selim Nüzhet Gerçek, Tüak Temaşası, Matbaai Ebüzziya, 1930, 110.
15
Emeksiz (Hazırlayan), Orta Oyunu Kitabı, s. 180, ‘’Orta Oyunu Yaşayabilir mi?’’, 6-20
16
Emeksiz (Hazırlayan), Orta Oyunu Kitabı, s. 181: And, Orta Oyunu Yaşayabilir mi? , 6-20
13
Tabi ki en çok duracağımız konu da oyunculuk üstüne olacaktır. Çünkü tipleri
inceleyeceğiz. Rus yönetmen ve tiyatro kuramcısı Meyerhold ‘’Grotesk’’ Kavramını hem
kendi panayır tiyatrolarından hem de İtaliyan halk komedisi olan ‘’commedia dell’ Arte’’
den esinlerenek geliştirdiğini ve uyguladığnı her fırsatta söylemektedir. Tiyatroda grotek
kavramı: bir şeyi bilincli abrtma işidir, hiçbir zaman ayrintılarla uğraşmaz, gerçeği bilinçli
olarak çarpıtarak bize anlatır. Ve bu geleneksel tiyatroyuda bu kavramı çok sık
kulllanmaktadır 17.
Orta oyununu yenileştirme çabaları yerine daha kolayına kaçarak, Orta oyununu
eleştiren sözüm ona “vukuf erbapları” için de ağir ithamlarda bulunur.
‘’Ortaoyuunu ithama kalkanlar, her meslekte olduğu gibi, tiyatroda vukuf erbabı (
haberi olan, bilen) görünmek ve geçinmek isteyen ve tiyatrodan anladığı iddiasını
tevsik(belgeleme) için orta oyununu hakir görmeye yeltenenlerdir. Onlar bu şohretlerini
idame ettirmek için orta oyununun bayağılığından şikayet edeler18.
Bunun ardından dahada önemli bir serzenişte bulunur Gerçek. Eski halk şiirleri için,
başka edebi türler için yapılan araştırma ve yenileştirme çabalarının neden halka daha kolay
yoldan uluşacak ve onların ‘’muhasır medeniyetler seviyesine’’bidaha kolay ve rahat bir
biçimde ulaştıracak tiyatronun, Geleneksel Türk Tiyatrosu’ nun yenileşmesi için hiçbir
çaba sarf edilmektedir.
‘’İbret ve zevki, ahlaklı muhalliye üzerine tesis olunmuş eserlerde aramaklığmız
zaruridir19. Çünkü mileli sairenin (eskimiş) gerek ibret gerek mizah ve zevk için icat ve
tasvir ede Geldikleri kıssaları, hikayeleri kendi ahlak ve adetleri mutabakattan ayrılmadığı
cihetle(yön, taraf) bize ibret ve şevkten hissebahş olamaz. Oyunun muhaveratında
kullandıklrı cinaslı gülünçlü sözler bize yardım edemez. Bu sözleri kayıttan maksadımız
bittabi hali hazırdaki şekli ile tiyatroyu kâmilen (büsbütün) bertaraf etmek tavsiyesi değil.
17
Emeksiz (Hazırlayan), Orta Oyunu Kitabı, ss. 10-11, Nihal Türkmen, Orta Oyununun Eskiliği, Orta Oyunu, İstanbul, 1991, 18.
18
Emeksiz(Hazırlayan), Orta Oyunu Kitabı, s. 183, And, ‘’Orta Oyunu aşaya bilirmi?’’, 6-20.
19
Selim Nüzhet Gerçek, Türk Temaşası, Matbaai Ebüzziya, 110-112.
14
Tiyatroya çalışmakla beraber milli eserler meydana getirlmesini temin için Orta Oyununu
da himaye etmenin ona kâmilen hakkını vermenin lazım olduğu hakikati meydana
koymakdı bu gün halk edebiyatı ceryanı her tarafta kökleşirken, milli şairlerimizin eserleri
tozlar altında kurtarılmaya uğraşlırken, halk tiyatrosu olan Orta Oyunun ne içi bu gayrete
yabancı kalıyor. Bunu bir türlü anlamıyorum. Dr. Knonoş: Türklerin tiyatro edebiyatı
yoktur. Türk müellifleri karagöz’ le Orta Oyununu nazarı dikkate almayıp büsbütün
alafranga tiyatro piyesleri neşretmeye çalışıyorlar. Yanlız merhum Şinasi Efendi ‘Şairin
Evlenmesi’ unvanlı bir komedisinde milli oyunun nasıl olacağını büyük bir vukuf ile
gösterdi. Şinasi Efendinin piyesinde halkın türlü tipleri meydana çıktı, halkın dili söylendi,
halk tabirleri işitildi, ahali adetleri görüldü, diyerek Orta Oyunundan örnek alan bu
kıymettar eseri meydana çıkarıyor. Dr. Konoş kitabının bir başak yerinde, ‘Türk müellifleri
zeki oldukları gibi derin düşüce sahibirler. Bu zekâlarını, kalemlerini, güzel üsluplarını,
milli komedi yolunda sarf etmiş olsaydılar ecnebi komediler yerine milli komedinin
teessüsüne sebep olurlardı, diyerek acılığıı nispelmatinde doğru bir hakikat daha gösteriyor.
Hiç olmazsa bundan sonra bu nasihhatten istifade etmeliyiz. Ve istifade edebilmek için de
Orta Oyununu gözden ve gönülden uzak tutmamalıyı... Bu gün tekrar edelim, pek haklı
olarak her tarafta halk şiirleri hikâyeleri, masalları, ananeleri toplanıyor ve neşrediliyor.
Fakat bu nevzuların karileri azdır. Onlardan istifade edenler binnispe (bir dereceye kadar)
mahduttr(sayısı bellidir). Halbki bu milli mevzuları alakadar eden ve hepsini nefsinde
cemeden Orta Oyunu samini (izleyen, seyirci) daha çoktur. Ve gittikçe çoğalacaktır. Bu
sebepten dolayı tensik (düzeltme) ve tertip edilecek Orta Oyunları ile halk edebiyatını
canlandırmak ve bu vasıta ile halkta milli hizeleri tenmiye (arttırma) etmek daha iyi
neticeler verebilir20.’’
1.2. ORTA OYUN
İncelemeciler arasında, Orta Oyunu’nun çok eski ve çak yeni olduğu hususunda
birbiriyle çelişik, iki ayrı inanış mevcudtur; çok eski olduğu hakkında, hiçbir vesikaya
20
Selim Nüzhet Gerçek, Türk Temaşası, Matbaai Ebüzziya, 109-112.
15
dayanmadığı halde, eski Orta Oyuncuları ve halk arasında yaygın olan bir rivayet vardır ki,
buna göre Orta Oyunu, Kanuni Sultan Süleyman devrinde, Süleymaniye Bimarhanesi’ndeki
akıl hastalarını avutmak için, “curcunabaz, ve acibüşşekil cüceler”
21
refakatinde, önce iki
kişi (bir bekçi kıyafetli, bir mahalleli) sonraları daha başka tiplerle, erkekten kadın taklidi
(Zenne) ilavesiyle daha geniş bir oyuncu topluluğu tarafından oynanırdır22.
Orta Oyunu'nun, kendinden önce var olan dramatik eğlencelerden etkilenmiş ve
onların (taklid, oyunun dans, müzik, şarkı refakatinde sevk ve idare edilmesi gibi), bazı
hususiyetlerini muhafaza etmiş olması tabiidir. Fakat bu husus, oyunun çok eski bir tarihte
de (mesela XVI. Yüzyılda) var olduğunu farz etmek için yeter sebep değildir. Vekayi-I,
Enderun’a bakarak, XIX. Yüzyılın birinci yarısında tekamülünü tamamlayıp (klasik) şeklini
almaya başladığı anlaşılan Orta Oyunu, (Kol Oyunu) etkisinde bir gelenek olmak üzere,
erkek dansçılardan kurulu on iki kişilik bir (köçek) topluluğunun müzik eşliğinde
oynadıkları oyunlarla başlardı. Köçekler, dansa devam ederlerken, önde Tiryaki olmak
üzere, kol takımına mensub olan oyuncuların hepsi, kendilerine mahsus kıyafetleri ile
meydana gelip, 20 dansçıları guya taklid ederek oynarlar ve (Curcuna) denilen bu kısım
bittikten sonar asıl oyun başlanır. Sonraları başlıbaşına bir tip olarak taklidler arasınra
rolünü yapması ile yetinilmiş olan Tiryaki tipinin, köçeklerle birlikte çıkıp, tohaflık
etmesinden vazgeçilmiş, daha sonra (Curcuna) kısmı kaldırılmış, Cumhuriyetin ilanı
yıllarında köçek oynatılması hükümetçe yasak edildikten sonra da, bu müzikli ve danslı
bölümden büsbütün vazgeçilmiştir. Bununla beraber, Orta Oyunu'nda her tipin, oyun yerine
(palanga) gelmeden önce, zurna tarafından çalınan bir havası vardır ve çok defa tipler,
zurnanın çalmakta olduğu parçayı terennüm ederek ortaya çıkarlar. Oyun esnasında müsait
bir zemin, bir bahane icadına imkan bulunduğu takdirde, tiplerin mahalli danslarını
oynamaları da olağandır23.
21
D .T.C.F. Tiyatro Ens. Kitaplığındaki yazma metinler arasında. ayrı bir kiığıda yazılmış olarak bulunan notdan.
22
Selim Nüzhet Gerçek — Türk Temaşası. 111.
23
Nihal Türkmen, Orta Oyunu, Millı Eğtim Basımevi. 4-5.
16
Orta Oyunu’nun bu isim altında oynanmağa başlandığı tarihi kısmen tesbit
edebildiğimiz 21 halde oyuna bu adın neden dolayı veriImiş olduğunu kat'i olarak yansıtan
bir vesika bulunmadığı cihetle, bu husus, sadece bazı yorumlardan ibaret kalmaktan öteye
geçememektedir. Oyunun, bir meydan üzerinde, seyirci ile çevrelenmiş olarak, orta yerde
oynandığı düşünülürse; akla en yakın gelen şekilde, ortada oynanan oyun anlamına, Orta
Oyunu denildiğini kabul etmek gerekir24.
Gerçekten, Orta Oyunu'nun eskimyen birçok yanı, olduğu gibi bırakılarak ve bugün
için gereksiz olan yanları ayıklanarak meydana çıkarılacak seyirlik türü, modern
tiyatro’nun, sahne san’atını kendisine dönmeğe zorlayan yenı akımlarına hiç yabancı
kalmayacak bir yapıda olabilir. Mesela; (modern arena) veya (plastik sahne) denilen üç
veya dört tarafı seyirci ile çevrili sahnede oyanamk, şarkı, dans, koro gibi (lyrik) unsurları
yeniden tiyatroya almak. Daha rahat hareket etmek imkânını elde etmek için plastik
sahnede zaten büsbütün gereksiz olan dekoru asgariye indirmek ve oyunu gerçeküstü bir
mekanda tasavvur etmek gibi, (absurde) tiyatronun yöneldiği özellikler, esasen bizim tarihi
tiyatromuzda bulunan unsurlardır. Orta Oyunu'nun diriltilmesi için, yakınlarda yapılan en
olumlu çaba, (Genç Oyuncular) Tiyatro topluluğu tarafındanr anonim olarak hazırlanan ve
1962 yılının Temmuz ayında ve Erdek Şenliği’nde temsil edilen (Vatandaş Oyunu) isimli
Orta oyunu denemesidir25.
Orta Oyunu sanatkarları tarafından ana hatları ile bilinen oyunlar, oyuncuların
çaraklık devresi boyunca, ustaları tarafından öğretdir ve san'atkarin karıhasının genişliği
nisbetinde (meydan) da tuluat kaabiliyeti, espri, söz oyunları, hareket ustalığı gibi
yeteneklerin eklenmesiyle kanava, ana hatları aynı kalmak üzere, her temsilde bir başka
tarzda gelişir, adeta yeniden yazılır. Böylece bir irtical san'atı haline gelen tarihi temaşa
san’atımız, yazılı metne ihtiyaç duymadığı sürece, (masal, destan edebiyatı gibi) şifahi bir
edebiyat olarak kalmış ve son Orta Oyunu san'atkarlarından sonra da, tesbit edilmemiş
oyunların pek çoğu kaybolup gitmiştir. Selim Nüzhet Gerçek, kırk altı oyun adı tesbit
24
Nihal Türkmen, Orta Oyunu, Millı Eğtim Basımevi. 5.
25
Vatandaş Oyunu - (Anonim) - İstanbul 1962.
17
etmiştir ki, bizim incelediğimiz on altı yazma metinden üçü hariç, on dört tanesi bu oyunlar
arasında mevcudtur26.
1. Ağalık.
2. Âşıklar.
3. Bahçe Sefası.
4. Bağdat’dan Mektup.
5. Berber.
6. Büyücü.
7. Cahil Hekim.
8. Çeşıne.
9. Çivi Baskını.
10. Dondum Hanım.
11. Eczacı.
12. Eskici Abdi.
13. Ferhat ile Şirin.
14. Fotoğrafçı.
15. Gözlemeci.
16. Hamam.
17. Kâğıthane Sefası.
18. Kır Kahvesi.
19. Kuyulu.
20. Kütahya.
26
Selim Nüzhet Gerçek -- Türk Temaşası - 142.
18
21. Mandıra.
22. Mahalle Baskını.
23. Meyhane.
24. Ortaklar.
25. Ödüllü.
26. Salıncak.
27. Sandıklı.
28. Semero Haho.
29. Sünnet.
30. Süpürgeci Hasan Ağa.
31. Şalgam Hoca.
32. Şeytan Kulahlı.
33. İzmir Baskını.
34. İzmirli Fkika.
35. Kaba Bir Adam.
36. Kadının Fendi.
37. Kadın Adama Ne Yapar?
38. Kale.
39. Kanlı Nigar.
40. Tahir ile Zühre.
41. Ters Evlenme.
42. Tımarhane.
43. Terzi.
19
44. Tireli.
45. Yazıcı.
46. Yeni Düğün.
1.3. ORTA OYUNUNDA DEKOR VE AKSESUVAR
Oyun yeri (Palanga), ortalama otuz arşın genişlik, yirmi arşın derinliği bulunan,
çevresi yere çakılmış kazıklara ip dolaştırılmak süretiyle seyircilerden ayrılmış, hasır veya
seccade ile örtülü bir meydan'dan ibarettir. Seyirciler bu meydan'ın etrafına çepeçevre
otururlar, ancak meydan'ın kenarlarından birinde, oyuncuların girip çıkması için bir koridor
açık bırakılır. Oyun kapalı bir yerde oynandığı takdirde, "palanga" yı seyirciden iple dahıl
ayırmağa imkan olmadığından bu "symbolique" mesafe de yok olur ve seyirciler "sahne" yi
çevreliyerek otururlar.
Dekor, bir ev içi, "interieur" farzedilerek yapılmış, yüksekçe, kafesli, iki veya üç çift,
ikişer kanatlı bezsiz paravana (buna "Yenidünya" denir) ile, bir iş yeri "Dükkan" farzedilen
daha boysuz bir paravan’dan ibarettir. Bu ikincinin üzeri, masa veya tezgâh olarak
kullanılabilecek şekilde hazırlanmıştır.
Vak'a, daima iki yer (ev ve dükkân) arasında cereyan ettiğinden, dekor kavramı bu iki
"symbolique" mekândan ibaret olarak en tutumlu bir tarzda asgariye indirilmişse de, çok
defa küçük, tali fakat zaruri ilavelerle daha ilgi çekici bir hale getirilir.
Buna örnek olarak, bazı oyunların baş tarafında (Palanga tertibatı) kaydı ile tarif
edilmiş dekor düzenlerini alabiliriz;
1 - "Eskici Abdi" - Yazma; (Palanga tertibâtı.)"…. Sağ tarafta iki kanat Yenidünya,
sol taraft Yenidünya'ya karşı, Yenidünya'nın küçüğü olup, daima "Dükkan" olarak
kullanılan iki kanat, önüne konmuş geniş bir tahtanın üzerinde, kunduracılığa ait iskarpele,
çekiç, bıçak, kerpeten, çivi kutuları ve buna mümasil alet ve edevat ve bir iskemle
vardır."(Bu yazma' nın 22. sahifesinde, "Dükkanı temsil eden paravana için; ".... Bir metre
irtifaında, seksen santim arzinda, parmaklıklı iki kanaddan ibaret..." deniyor.)
20
2 - "Tahir ile Zühre"; (Palanga tertibatı) ".... Biribirinden oldukça uzak iki
Yenidünya... biri açıktır, biri dört tarafı bir büyük çarşaf veyahut basma nev'inden bir bezle
çepeçevre örtülü olarak durmaktadır. Bir büyücek koltuk açık olan Yenidünya'ya
konmuştur." (Açık Yenidünya, "Kara Vezir" in dokuz odalı konağı farzediliyor. Kapalı
olanı ise, harem dairesi, taş odalar ve teferruatı olup, "Şirin", "Kara Vezir" tarafından
buraya hapsedilir.)
3 - "Kâğıthane Sefası"; (Palanga tertibâtı.) ". .. . Palanga, ufak bir sandal yüzebilecek
bir havuz kenarında olacaktır. Palanga'da kır kahvesi şeklinde tertibat vardır; bir masa
üzerinde kahveci mangalı, birkaç fincan, bir tepsi, bir-iki cezve, ufak bardak vesaire... onon iki işçi iskemlesi, havuzun karşı cihetinde ufak bir kayık veyâ sandal olacaktır."
4 - "Fotoğrafçı"; (Palanga tertibatı.) ". . . . Sağ cihette Yenidünya dört köşe olup, dört
ciheti perde halinde örtülüdür. Yenidünya'ya karşı gelmekte olan Dükkân içerisinde bir
fotoğraf sehbası üzerinde büyücek bir fotoğraf makinesi ve arka tarafında bir iskemle,
bunlardan üç metre kadar mesafede bir sandalye bulunmaktadır. Makinenin üzerinde siyah,
büyük bir örtü vardır..."
5 - "Ferhat ile Şirin"; (Palanga tertibatı.) ". . . . Meydan'ın sağ tarafında bir gün evvel
hazırlanmış "Elmadağı" taklidi, onun karşısında "Şirin" in köşkü. Bu köşke renkli uçurtma
kâğıtları ile süsler, dört köşe ve üç metre irtifaında, yukarısı kubbe şeklinde ve içerisinde üç
tane sandalye bulunmaktadır..."
6 - "Kızlar Ağası"; (Palanga tertibatı.) "... Palanga' nın bir cihetinde, üç kişiyi istiab
edecek kadar genişlikte tertib edilmiş, süslü, yeni, rengârenk uçurtma kâğıtlarının türlütürlü
türlü şekilleriyle süslenmiş ve yükseltilen kerevete benzer bir yere bir koltuk, iki tente (?),
iki sandalye yerleştirilmiş, Yenidünya'nın dışarı iki cihetine birer sandalye konulmuştur.
Zurna seyircileri celb için evvela palanga'nın haricinde, kapı önünde oyun vaktine kadar
çaldıktan sonra, palanga'nın bir kenarında ve yanında çiftenara'cı olduğu halde yer alır."
7 - "Büyük Sünnet Düğünü"; (Palanga tertibatı.) ". . . . Palanga, bir sünnet düğünü’ne
görehazırlanmıştır. Sünnet çocuğuna mahsus, süslenmiş karyola, davetlilere mahsus koltuk,
sandalye, bir-iki kanepe, bir-iki masa, bayraklar, renkli uçurtma, kâğıdından yapılmış
21
ulama zincir şeklinde ve serpantinlerle ağaçtan ağaca ve binadan binaya gerilmiş, süslenmiş
olan karyola, Yenidünya'nın içerisine konulmuştur. İki zurna, çiftenara, bir de davulcu,
Yenidünya' nın arkasına yerleşmişlerdir."
Orta Oyunu'nda dekorun bu derece tutumlulukla en aza indirilmesinin, kolaylıkla bir
yerden bir yere taşınabilmesi için gerekli olduğu düşünülebilirse de, Orta Oyunu esasen
gerçekçi değil, "surreliste" karakterde bir tiyatro türü olduğundan, dekorsuzluk bu
karakterin tabi bir neticesi sayılmalıdır.Orta Oyunu'nda tek "sabit" aksesuvar, "Pişekar" ın
daima elinde taşıdığı "pastav" dır27.
Oyunun ayrı ayrı safhalarını idare eden birçok Pişekar’ın bulunduğuna hükmetmek
yerinde olur." diyor ve "posatçı" nın elindeki şakşak'ın bir ustalık alameti olduğunu
söyledikten sonra; şakşak'ın iki ayrı menşe'i olduğunu kabul ederek; "1 — Posatçı'nın
elindeki şakşak; (aslı bir değnek ve belki bir kılıç.) 2 Pişekâr’ın elindeki şakşak; (aslı bir
düdük veya kaval.) "Bu tahIile göre, "Evliya Çelebi" zamanında, Pişekâr, elindeki kavalı
daire (zilli def) ile değiştirmiş, daha sonraki yüzyıllarda ise Pişekar, posatçı'nın elindeki
şakşak'ı benimsemiştir." kanısına varıyor.
"Orta Oyunu ıstılahınca "papel" denildiği halde, aramızda şakşak tabir olunan maruf
iki dilimli değneğin sebebi istimalini o kadar araştırdığım halde bulamadım. Acaba
orkestradaki şeflerin kullandığı değnek gibi bir alamet-i mahsusa mıdır? Şu halde
Pişekar’ın kullandığı bu alet delaletiyle, oyun başı olduğuna hükmedilir." diyor.
Görüldüğü gibi, bu aletin ne maksatla kulanıldığı hakkında kat'ı bir kanaat yoksa da,
çift kollu oluşu yüzünden silkelendiği zaman ses çıkartma kaabiliyeti bulunması, seyirciyi
uyanık tutmak için bir vasıta olduğunu da düşündürüyor28.
Işıklandırrna; İncelediğimiz yazma Orta Oyunu metinleri arasında, ayrı bir kağıda
yazılı olarak bulunan bazı malumat arasında; ".... önceleri, oyun gece oynandığı takdirde,
palanga sırıklar üzerine tesbit edilen meş'alelerle, daha sonraları cam fenerler ve nihayet
27
Nihal Türkmen, Orta Oyunu, Millı Eğtim Basımevi. 66-67.
28
Ahmet Rasim, Muharrir Bu Yatı, 98.
22
lüks lambaları ile aydınlatılırdı. Tiyatro'da elektrik projektörleri kullanılmağa başlandığı
zaman ise, bizim açıkhava tiyatromuz artık tarihe kanşmıştı." deniliyor.29
19. Yüzyılda bir Orta Oyunu programı' nın beş kısma ayrıldığınan sonra ilk iki
kısmını; a - Musiki faslı (ince saz, köçekçe.) b - Raks faslı (köçek, çengi oyunları ve
curcuna) olarak bölüyor30.
"Curcuna" faslı, 19. Yüzyıl’a kadar, Orta Oyunu'na bir girizgâh olarak icra
edilegelmiş ve bir Orta Oyunu temsılinin ilk kısımlarından birini teşkil etmiştir. "Curcuna"
kalabalık bir oyuncu topluluğu tarafından, kendilerine mahsus kıyafetlerle, davul-zurna
eşliğinde oynanan, taklid, nükte ve türkü ile karışık son derece gürültülü bir bölümdür. Bu
fasıl, fazla gürültü ve hareket yüzünden neyi ifade ettiği seyirci yönünden de pek
anlaşılmadığı ve 19. Yüzyılda, kapalı ve küçük meydancıklarda oynanan oyunların
seyircisini büsbütün rahatsız ettiği cihetle yavaş yavaş tamamen kaldırılmıştır, "Curcuna"
kelimesinin lugat manası ise etimolojisi malum olmamakla beraber, Kamus-u Türkı
(Şemseddin Sami) de; "Serhoş oyunu, yaygaralı ve gülünçlü hora.", Büyük Türk Lugati
(Hüseyin Kazım Bey) de; "Serhoşların, bağırıp çağırıp oynamaları." ve Lehçe-i Osmani
(Ahmet Vefik Paşa) de; "Serhoş horası, yaygara oyunu, soytarılık raksı." şeklindedir.
"Curcuna", on ikişer kişilik "köçek" grupları tarafından "köçekçe" veya "tavşanca" denilen
bir dans (rythme) ine uyularak oynanır31.
Orta Oyunu'na (prologue) mahiyetinde olan bu ilk iki bölümün zamanla büsbütün
kaldırılmasından sonra (Bkz. Orta Oyunu'nda Vak'a Kuruluşu.) minyatür bir orkestra
demek olan (çiftenara, zurna ve davul)’dan ibaret saz hey'etinin "Pışekar havası" çalması ile
başlamak adet olmuştur. Pışekar, daima (meydan) a ilk gelen aktördür. Onu takiben oyuna
girecek olan diğer bütün tiplerin de kendilerine mahsus "hava" ları, saz hey'eti tarafından, o
tipin "meydan" a gelmesinden önce çalınır."Tip" lerin büyük ekseriyetinin şarkı ve türküleri
tip ile musiki parçasının biribirlerine intibakı yüzünden sabitleşmiş ve tesbiti mümkün
29
Dil ve Tarih -Coğrafya Fkültesi Tiyatro Ens. Kitaplığı.
30
A. K. Tecer – "Orta Oyununıda Program" -- İstanbul Der. C. 2 .2 - 10. Şubat 1955.
31
Nihal Türkmen, Orta Oyunu, Millı Eğtim Basımevi. Sf. 79.
23
olmuştur. Aynı notlar içerisinde, bu konuda; "....Çoğunun hemen (meydan) da uydurulma
türküler olduğu cihetle dercine imkan bulunamamıştır." deniliyor. Oyun Bittikten sonra,
halkın oyun yerini terkettiği sırada, saz hey'etinin bir "bitiş (finale) müziği" çalması da adet
olup, bu da belirli birkaç "beste" den ibarettir. "Metin" lerden anlaşıldığına göre, bu "beste"
lerin (final) e en uygun bulunanı; "Ey gaziler yol yol göründü..." türküsüdür ki, on altı
metinden sekizi bu türkü ile bitmektedir32.
32
Nihal Türkmen, Orta Oyunu, Millı Eğtim Basımevi. 80.
24
İKİNCİ BÖLÜM
2.1. İLK TÜRKÇE OYUNLARI
İlk Türkçe oyunu sarayın ısmarlaması üzerine 1859'da yazılan Şinasi' nin Şaiir
Evlenmesi olduğunu biliyoruz. Ancak, 1859'dan önceki yıllarda birtakım Türkçe oyun
metinlerine rastlanıyor. Gerek özgün, gerek çevri olan bu metinlerin çoğu ya Türklerin
değildir, ya da kesin olarak kimin elinden çıktığı bilinmiyor. İşte Batı talyatrosuyla
tanışmamızı kolaylaştıran etkenleri gösterirken bu ilk denemelerin de bu etkenler arasında
sayılabileceği düşüncesiyle bunlardan bilebildiklerimizı gostereceğiz. Fransız şairi Gerard
de Nerval'in İstanbulda seyretiği İki Dulun Kocası (Le Mari des Deux Veuves) adli oyun
bir Ortaoyunu olmakla birlikte Amsterdam'da 1732'de yayınlanan Lettres de Nedim
Coggia, secretaire de l'Ambassade de Mehmet Efendi adlı eserde Jean Richter'in Dullar
(Les Veuves) adlı bir oyunun Türkçe çevirisini bulduğu belirtiliyor. Görmek olanağını elde
edemediğimiz bu Türkçe metin tıpkı birçok Karamanlıca metinlerinde olduğu gibi, Yunan
harfleriyle yazılmış olabilir. Türkçe oyun yazılmasında veya Türkçeye yabancı oyunların
çevrilmesinde katkısı olan bir kurum Doğu Dilleri Okulu'dur Bu okulda Fransız ve başka
ülkelerden gelen gençlere Türkiye'deki elçiliklerde görevlendirilmek üzere Arapça Farsça
ve Türkçe öğretiliyordu. Yabancı elçiliklerde çevirmen olarak kullanılan Ermeni, Yahudi
ve Rumların çeşitli nedenlerden işe yaramadıkları görülerek, Jeunes de Langues diye
bilinen bu gençlerin yetiştirilmesi zorunlu olmuştu33.
Bizi burada asıl ilgilendiren Viyana'daki Academie Impetriale et Royale des Langues
Orientales'ın tiyatro çalışmalarıdır. Bu konuda bizi ilk uyarak Menzel olmustur. Bu okulun
ilişkilerinden Thomas Chabert'in Türkçe yazdığı ve Fransızca özeti de bulunan Hikayeti
Ibda-I Yeniçeriyan Ba Bereket-i Pır Bektaşiyan Şeyh Hacı Bektaş Veli-i Müsliman
(Fransızca başlığı ise Hadgi Bektache ou La Creation aes Janissaires) üç perdelik dramdır.
Prof. Niyazi Akı, oyunun çevirini yapıp yayına hazırlamış, metin 1969'da Erzurum'da
33
Türk Tiyatrosu, Metin And, İş Bankası Kultur Yayınları 1972. 60-61.
25
Atatürk Üniversitesinin Edebiyat Fakültesi Araştırma Enstitüsü yayınlarında çıkmıştır.
Oyunun dili ağırdır, amaç dramatik güçten çok Osmanlıca öğretiminde bir temrindir34.
Bu okuldan başka Kitap 1761'de Viyana'da yayınlanmıştır. Yazarı belli olmayan üç
perdelik ve yer yer manzum olan tragedya Godefroi de Bouillon adını taşıyor, oyunun
metni Türkçe ve Fransızcadır, Almanca çevirisi de vardır. Doğu Dilleri öğrencileri, Birinci
Haçlılar seferine katılan, Küdüs'ü fetheden bu destan kahramanı üzerine tragedyayı
Viyana'da 18 Aralık 1857'de ve 28 Ocak 1758'de oynamışlardır. Üçüncü oyunun adı
Vakaayi-i Acibe ve Havadis-i Kefşger Ahmed adını taşımaktadır, aynı yazmada oyunun
Almanca, Fransızca ve İtalyanca çevirileri vardır. Oyunun yazarı üzerine hiçbir ipucu
yoktur, yalnız istinsah edenin İskerleç olduğu metnin sonunda gösterilmiştir35.
Türk Tarih Kurumu kitaplığına gelen, Polonya kitaplıklarında Türkçe ve Farsça
yazmalar kataloğunda Poznan'da Publiczna Biblioteka Miesyaka Poznaniu'da iki Türk oyun
metin yazması olduğunu görülmüştür. Oyunlardan birisi Vakaayi-i acibe ve havadis-i
garibe-i Kefşger Ahmed'di. Fahir İz'in bulunduğu yazmada istihsah edenin İskerleç
olmasına karşın burada imza Ketebe elfakir Dombay'dı. Aynı oyunun değişik kitaplıklarda
iki yazması bulunması ve birinde istinsah edenin İskerleç, ötekinin ise Dombay olduğu
yazılı bulunduğuna göre, her ikisi de bunu ortak bir metinden istinsah etmiş olmalıdır.
İkinci oyun Nasreddin Hocanın Mansıbı, Taklid Oyunu’dur. Bunun Türkçesini Johann de
Lippa istinsah etmiş ve arkadaşlarıyle birlikte oynamışlardır. Yazmada rol dağıtımı da
bulunmaktadır. Oyun Konya'da geçmekte ve Nasreddin Hoca' nın bilinen fıkraları birbirine
eklenerek oldukça başarılı bir oyun ortaya çıkarılmıştır.
Doğu Dilleri Okulu gibi Türke oyunların yazilmasinda ve Türkçeye çevrilmesinde
katkısı olan bir kesim de Emeniler ve özellikle Venedik'teki St. Lazare manastırında
Katolik Ermeni, Mıhitaryanlarının Ermeni harfleriyle Türkçe yayınlarının büyük katkısı
34
35
Theodor Menzel, Meddah, Schattentheater Und Orta Ojunu, Prag 1941, 84-85.
Türk Tiyatrosu, Metin And, İş Bankası Kultur Yayınları 1972. 63
26
vardır. Özellikle Manastır yayınları arasınd Metastasio' nun dramlarının Türkçeye çevrilmiş
olduğunu söyleniyor, fakat metinleri bulunamiyor36.
Abdülmecit'in sarayında oynandığını Safvet Beyin Moliere çevirilerini de ilk Türkçe
oyunlar arasında sayabiliriz. 1858'de Sırabyan Hekimyan'ın İtalyanca'dan çevirdiği Riyakâr
ve Müseyyib adlı oyunun Naum tiyatrosunda oynandığını ve rol dağıtımını çağdaş bir
gazeteden öğreniyoruz. (105) Bu oyun 1863 'te yeniden oynandığında adı Mürai Filozof ile
Hayırhah Müseyyib olmuştur. Bunun adına en yakın oyun A.P.F. Menegault de Gentilly'nin
Paris'te oynanmış Le Frondeur hypocrite ou le Faux Bienfaisanedir37.
Bir de Türkçe oyun özetleri sorunu vardır. Gerçi özetleri, oyun metni olarak
benimseyemeyiz ancak bunlar seyirciyi alıştırmak, özellikle yabancı dildeki temsili
izleyebilmesini ve anlamasını kolaylaştırmak bakımından önemlidir. İlk taş baskısı özetler,
opera özetleriydi, Bunlar Ceride-i Havadis gazetesinde yayınlanmakta birlikte ayrı taş
baskını kitap olarak da yayınlanmıştır38.
2.2. TÜRK TİYATROSU ÜZERİNE TEZLER
Semih Çelenk çok sevindirici; Türk tiyatrosu artık dedikodu" dönemini yavaş yavaş
aşarak tartışma dönemine girmeye başliyor. Bu anlamda Agon'un birinci sayısında çıkan
Müjdat Albak’ın yazısını, oturduğu zemin ve kullandığı kavramlardaki sakatlıklara rağmen
bir başlangıç olasılığı olarak görmek gerekiyor39.
Evet, M.Albak’ın yazısı bir tartışmayı başlatıcı bir işlev görüyor. Görüyor görmesine
ama kendini de kimi maddı ve anlamsal yanlışlardan kurtaramıyor. Bu yüzden de aşağidaki
satırlar öncelikle bu maddi ve anlamsal yanlışları, çarpıklıkları düzeltmeye yönelik.
Buradan tekrar tartışmaya devam edebiliriz diye düşünüyorum.
36
Türk Tiyatrosu, Metin And, İş Bankası Kultur Yayınları 1972. 64-65.
37
Türk Tiyatrosu, Metin And, İş Bankası Kultur Yayınları 1972. 66.
38
Türk Tiyatrosu, Metin And, İş Bankası Kultur Yayınları 1972. 67.
39
Semıh Çelenk, 1989 yılında EDÜ GSF- Tiyatro/Dramatik Yaıariık Programından mezun olda.1991 yılında "Tiyatro- mitologya
ilişkileri"
27
Müjdat Albak adı Türk tiyatrosu üzerine dört tez ileri sürüyor. Bunlardan ilki, "Hiçbir
coğrafyanın tiyatrosu bir ırkla adlandırılamaz." şeklinde. Bu dıleğe canı gönülden
katılryoruz ama ne yazık ki bunun bır "tez" olmadığını söylemek durumundayız. Bu olsa
olsa sonunda yanlışlıgı anlaşılabilecek bir "hipotez"olabilir. Yazarın verdiği bu hüküm ne
ifade etmektedir? Yanı yazar, varolan durumun böyle olduğunu mu söylüyor yoksa böyle
olmasını mı diliyor? Burası belli degil. Çagdaş dünyanın gittiği yer açısından yazarın dediği
gerçekçi bir "umut" olarak algılanabilir. Ama bugüne dek yaşanan gerçekliğin ne yazık ki
bu "tez"le ilgisi yoktur.
M.Albak "ulus" ve "ırk" kavramlarını burjuvazinin ürettiğinden dem vurarak, ulusal
ya da belli bir ırka vurgu yapan tiyatroların çıkışının kilisenin çökmesinden ve ulusal
sınırların oluşmasından sonra olduğunu söylüyor. Bu ilk bakışta kronolojik bir gerçeklik
olarak kabul edilebilir. Ancak yazıda birçok anakronizm’de var. Örnegin hem ulusal
tiyatrolar ulusal burjuvazinin oluşmasıyla ortaya çıkıyor hem de hiçbir ülkenin tiyatrosu
hâkim ırkın adıyla anılmıyor. Peki, bu "anılmama" durumu bu tarihsel dönüşümden önce
mi, sonra mı?
Yazı ayrıca "hiçbir coğrafyanın tiyatrosu hâkim ırkın adıyla anılmaz" derken, yabancı
dil bilgisizliğinin de kurbanı oluyor. Literatürde "Germene Theatre" diye birşey olmadığını
ama "Deutsche Theater" diye birşey olduğunu söylüyor. Ama biz İngilizce’de Alman
Tiyatrosu’na "German Theatre" diyoruz. Üstelik "Deutsche" yani "Alman" ulusunun
kökeni "Germen" ırkı değil midir? Türkçe söylersek "Almanya" Almanların ülkesi'dir Ve
‘’Alman Tiyatrosu’’da Almanların tiyatrosudur. Sonra yazıda örnek olarak verilen İtalian
Theatre" nitelemesi salt bir coğrafyaya vurgu olarak tanımlanıyor. Oysa biz bunu "İtalyan
Tiyatrosu" diye çeviriyoruz ve bu coğrafyaya olduğu kadar ulusa’da vurgu yapıyor. Eğer
böyle bakarsak "Turkish" sözcüğünün de bir ırka olduğu kadar aynı zamanda bir
coğrafyaya da vurgu yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sonra yine yazarın tezini
desteklemek için kullandığı ve aslında sömürgeci bir kavram olan "British"i ele alalım.
"British" İngiliz, İrlanda ve İskoç halklarını tek tip bir elbisenin içine sokmanın
kibarcasıdır. Biçim anlamında yazarın tezi açısndan olumlu bir örnek olsa da içerik
28
anlamında olumsuz bir örnektir. Çünkü burada yazarın karşı çıktığı anlamda ve yapay bir
"ırkçı" indirgeme söz konusudur40.
M. Albak, oldukça öznel biçimde özetlediği dünyadaki bu genel eğilimin sonuç
olarak bizde olmadığını; bundan dolayı da tüm bir coğrafyanın ve bu coğrafyadaki ırkların
yarattığı mimetik geleneğın "Türk Tiyatrosu" diye anıldığını söylüyor. Bu noktada dünyada
yalnız olmadığımızı söylemellyim. Bunu uluslaşmanın, devletleşmenin doğal bir sonucu
olarak görmek gerekiyor. Kendini "ulus" ya da "devlet" gibi bir biçimle kurumsallaştıran
bir toplumun kendine bir "arkaplan" (hackround) araması doğaldır. Ve Türkler de yazıda
adı geçen tümtürleri, yani Meddah'ı, Ortaoyunu'nu. Karagöz'ü bir biçimde, yoksul dramatik
geri planını zenginleştırmek adına "kalıt" kabul etmiştir. Ben kendi payıma bu noktada
dünya karşısında bir komplekse kapılmadığımı belirtmeliyim. Çünkü M.Albak’ın baktığı
cetvelle dünya tiyatrosuna baktığımızda da "pure" bir ulusal ya da geleneksel tiyatro
görmemiz mümkün değildir.
Yazı böyle çarpık bir noktadan hareket alınca, çözümlemeleri de ayni çarpıklığı
taşıyor doğal olarak. M. Albak bu noktadan sonra hararetle Türk Tiyatrosu tanımı içinde
yer alan tüm oyunları çımbızla ayıklamaya başliyor. Ve üçüncü tezinde de belirttiği üzere
"Türk ulusu’nun saf, arı tiyatrosu"nu arıyor. M. Albak, Kanlı Nigar ve Yedi Kocall
Hürmüz’ün Bizans ya da Osmanlı, Keşanlı Ali, Günün Adamı ve Gözlerimi Kaparım
Vzifemi Yaparım’ın resmi ideoloji karşıtı, Akadın Yayı, Tanrılar ve İnsanlar, Midas
Üçlemesi, Kurban Bozkir Dirliğı, Mezopotamya Üçlemesi’ni de mitololik ya da farklı
kültürlere ait olduklarından dolayı "Türk Tiyatrosu" örnekleri sayılamayacağını söylüyor.
Bence bu yargı yazarın da maksadını aşan bir "Irk Mütehassıslığı" anlayışına götürüyor
bizi. Bu noktadan bakarsak rahatlıkla Hamlet’i bir Danimarka oyunu sayabiliriz. Brecht’in
Yuvarlak Kafalarla Sivri Kafalar’ını İspanyol oyunu diye nitelememizde hiçbir sakınca
yoktur. Othello’yu rahatlıkla Kıbrıs Halk Tiyatrosu içine sokabiliriz. Peki, Goldoni’nin
İzmirli Emprezeryo oyununa ne demeli? Bu oyunu da Türk Tiyatrosu'nun başarılı bir
örneği sayamaz mıyız?
40
Bertolt Brecht, "Epik Tiyatro Hakkında Yapılan En Tercihe Şayan, En Alışılmış ve En Banal Yanlışlıkların Küçük bir Listesi",
(Basılmamış Metin), Çev: Mutlu Parkan - Ayşe Ertem.
29
M. Albak aynı noktadan hareketle, son dönem oyunlarından Coşkun Büktel'in
Theope’sinin de "tema ve retoriğe dayanan düşünce biçimi dolayısıyla Türk kimliğinin
yazinsal örneği sayılamayacağı, söylüyor. Ne demeli? Coşkun Büktel'in Theope’nin
"Türkan", Teiresias’ın "Remilici Baba", Menoikeus’un "Mehmet" ve Thebai’nin
"Malazgirt"mi olmasi gerekmektedir? Yoksa Coşkun Büktel T.C. kimliği taşıyan antik bir
grek insanı mıdır?
M. Albak bir çıkış olarak Anadolu’nun varolan tüm mimetik geleneğinin bir ırkın
adyla "Türk Tiyatrosu" olarak anılmasına ve halkların zenginliklerinin belli bir ırka
indirgemesine karşi çıkarken, yazının bütüntünde kendi maksadını da aşıyor ve farkında
olmadan tam tersı bir amaca hizmet etmiş oluyor. Türklerin mimetik geleneğinin
sorgulanma işi yer yer bir ulusun aşağılanmasına dek variyor. Yazar konu, biçim, dil ve
tarih açısından başarılı Tülrk tiyatrosu örneği olarak aldığı Misafir’I,"Türkierin dünyanın
üzerindeki evrensel misafirliğini ortaya seren ve son kertede Türklüğün dramı olan bir
oyun" olarak kabul ediyor. Böyle bir yargı "aşağılama" değilse ne olarak algılanabilir?
Irkçılık bir insanın kendi ait bulunduğu topluluğu, sırt kendi o topluluktan ya da soydan
geliyor diye yüceletmesidir. Ama bunun tam tersini Yapmak da; yani bir ırkı, soyu ya da
insan topluluğnu sadece belli bir soydan geliyor diye aşağlamak da ırkçılığın daha başka ve
tehlikeli bir boyutudur.
Aslında bütün dünya tiyatrosunun M. Albak’ın yazısında kullandığı yöntemle ve çok
rahat bir tahlili yapılabilir. Önemli olan buradan yola çıkarak nereye varılacağıdır.
Tiyatroda "kimlik" sorununu evrensel gelişmden soyutlayarak ve karşılaştırmasız bir
biçimde yaptığımızda, karşımıza çıkan şey biraz da zorlarsak, “kompleks” ten başka birşey
olmaz. Bu kompleksin bizdeki adı ise "tanzimat aydınlığı"dır.
Şimdilik sözü çok uzatmayacağım. Bu tartışmanın verimli bir biçimde devam
etmesini dileyerek, Brecht’le bitirmek istiyorum:"İsviçre tiyatrosu diye birşey yoktur;
Fransız tiyatrosu bir zamanlar vardı. Amerikan ve Danimarka tiyatroları Avrupalı
tarafından tümüyle avrupalı olarak algilanmaktadır. Epik Tiyatro Almanya’da uzun süre
"Alman olmayan" olarak tanımlandı. Nasyonal Sosyalistler bu tiyatroyu soysuz olarak
niteliyorlar. Öte yandan, kapitalizm şaşıracak derecede uluslararası bir olgudur ve bilindiği
30
gibi değişik ülkelerin şartlarını şaşılacak şekilde birbirine benzer kılmaktadır. (...)! insan
kendi yapmadığı hatalardan da öğrenir41.
2.3. DOĞU’DAN BİR MEKÂN VE AÇIK BİÇİM ÖRNEĞİ: TAZİYE
Batı Anadolu kıyılarındaki antik kent kalıntılarının tiyatrolarından birinde, taş
basamaklara oturup çevrenize baktıgınızda insanın doğayla bütünleşme isteğinin ifadesini
hissedersiniz. Genellikle kentlerin en güzel manzaralı yamaçlarına yerleştirilmiş bu
anfiteatrlarda toplanan seyirciler, masmavi göğe, doğan ya da batan güneşe, karşılarında
uzanan denize bakıp, zeytinliklerin arasında dolaşan rüzgâra ve cırcır böceklerine kulak
verirken izledikleri tiyatro gösterisinin aynı zamanda kutsal bir edim olduğuna, hem
kentteki yaşamın hem de kozmolojik düzenin sorunsuz bir şekilde sürüp gitmesine katkıda
bulunduğuna inanıyorlardı kuşkusuz. Bir anlamda mikrokozmos olarak algılanan antik kent
yaşamı içinde tiyatro o kadar önem kazanmıştı ki, nüfusları bugünkü İstanbul'un herhangi
bir semtinden çok daha az olan bu kentlerde genellikle birkaç bin kişilik amfiteatrlar
bulunuyordu. Antik Yunan tiyatrosuna, Louis Jouvet’nin
deyimiyle, "büyük teatral
dönemler" arasına katan etmenlerden biri de herhalde kentle tiyatro arasındaki bu
bütünleşmeydi.
Daha sonra Batı da kentlerin yeniden öne çıktıgı dönemlerin (Roma, İtalyan
Rönesanaı ve kentin nihai zaferini ilan ettiği modern çağ) en andan başlangıçlarında, sanat
ve düşünce alanlarındaki yenilikçiler söylemlerini bu antik Yunan kenti mirası üzerine inşa
ettiler. Batı tiyatrosu da kendi tarihinin miladı olarak antik Yunan tiyatrosunu seçti.
Doğu'dan Bir örnek: Taziye
Kent yaşamı içinde tiyatronun bu denli öne çıkmasının ve seyirciyle bütünleşmesinin
daha geç tarihli ve daha az bilinen ilginç bir örneği de, Doğu Anadolu, Azerbaycan ve
Hindistan’ da da görülen, ama en gelişmiş biçimine İran'da kavuşan Taziye oyunlarıdır.
Tiyatronun kökenleri arasında yer alan ritüeller ve çeşitli seyirlik biçimleri açısından çok
zengin bir mirasa sahip olan, Büyük İskender zamanında saraylarında antik Yunan
41
Tiyatro Agon dergisi. Türk tiyatrosu üzerine tezler. Istanbul. 2003. 15-16.
31
tiyatrosundan örnekler sergilenen, Ömer Hayyam'ın dizelerinde teatral metaforlara
rastlanan bir ülkedir İran: "Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz/ Kuklacı Felek usta,
kuklalar da biz./ Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;/ Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz."42.
Odak noktasında, Hz. Ali'nin oğlu ve Hz. Muhammet'in torunu olan Hz. Hüseyin'in
Kerbela‘da Yezid bin Muaviye'nin adamları tarafından öldürülmesi bulunan Taziyeler
dinsel nitelikli gösterilerdi. 17. ve 18. yüzyıllarda yaygınlaşmaya başladılar, doruk
noktasına da 19. yüzyılda çıktılar. Zaman içinde, tüm kutsal nitelikli seyirliklerin başına
geldiği gibi onlar da kutsallık-dışı alana yayılmaya, toplumsal eleştiriye daha çok kapılarını
açmaya, İran tiyatrosunda güçlü bir akım olan komedinin ("taklit" denen bu doğaçlama
türün en tutulanı "bakkal-bazi", yani bakkal oyunuydu) çeşitli unsurlarını kullanmaya
başladılar. Kerbela olayının tarihsel gerçekliği ve İslam uygarlığı içinde ifade ettiği
haksızlığa başkaldırı motifi de, herhalde toplumsal eleştiriye açılmayı kolaylaştıran bir
etkendi. Taziye oyunlannın 18. ve 19. yüzyıl İranı'nda kent yaşamıyla bütünleşmesinin, bu
gösterilerin dinsel içeriğiyle mi, yoksa İran'ın o sırada içinde bulunduğu tarihsel süreçle mi
açıklanması gerektiği kuşkusuz tarihçileri ilgilendiren bir konu. Ama bu bütünleşme
yaşanmış bir gerçek. Bir Fransız diplomatık misyonunun sekreteri olarak 1854 'te İran'a
giden ve orada beş yıl kadar kalan Kont Arthur de Gobineau bu konuda şunları yazıyor:
"Seyirci kendini seyirci olarak değil, aktör olarak görüyor. Durmadan sahnedeki eylemin
içine sürükleniyor ve bunu gönüllü olarak kabulleniyor." İranlı seyircinin dram sanatı
karşısındaki tavrnı antik Yunan seyircisine benzeten Gobineau, nerede bir Taziye oynandığı
duyulsa insaların oraya akın ettiğini, büyük şehirlerin neredeyse her semtinde Taziye
oynanan salonlar ("tekye") bulunduğunu anlatıyor. En zenginle en yoksulun Taziyeleri eşit
bir konumda seyrettiğini belirten Gobineau, İran tiyatrosuyla Batı tiyatrosundaki büyük
dönemleri şu sözlerle karşılaştırıyor: "Shakespeare tiyatrosunun çağdaşlarında büyük bir
ilgi, hayranlık ve merak uyandırdığı doğrudur: 14. Louis'nin maiyetindeki senyörlerin ve
hanımların
Racine'in
piyeslerini
heyecanla
alkışladıklarına
inanırım;
Goethe'nin
"Egmont’unun ve Schiller'in "Guillaume Tel’inin Alman gençlerinin zihinlerini sarstığını
da kabul ederim. Ama Aiskhylos'un yazdığı "Eumenides’in o ilk kez sahnelenişini, sahneye
42
Ömer Hayyam. Bülün Dörtlükler, Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınevi. İstanbul, 1973, 4. Basım, 3
32
fırlayan
Erinniler'in
önünde
seyircilerin
nasıl
korkuyla
kaçıştığını
beynimde
canlandırdığımda, seyircinin bütün varlığına bu şekilde bir egemen oluşu sadece İran
tekyelerinde rastladığırnı söylemeliyim. (...) Bu toplu büyülenmeyi, sürüklenmeyi,
elektriklenmiş kalabalığın yarattığı ve yaklaşan herkesi de içine alan çekim gücünü bizzat
yaşadığım için, zorunlu olarak şu sonuca sanyorum: Avrupa tiyatrosu bir zihin kıvraklığı,
bir eğlence, bir oyundur; oysa İran tiyatrosu, tıpkı antik Yunan tiyatrosu gibi, büyük bir
olaydır."43.
Taziyeler Muharrem ayında (özellikle ilk 10 gününde), Hz. Hasan'ın şehit edildiği
Safer ayında ve Hz. Ali'nin şehit edildiği Ramazan ayında sergilenirdi. Ancak zamanla bu
zaman dilimlerinin dışına çıkılmış, profesyonal Taziye toplulukları oluşmuş, sarayda ya da
zengin konaklarında istek üzerine gösteriler verildiği gibi, kimi Taziye toplulukları da
gezgin bir nitelik alark çeşitli yöreleri dolaşmaya ve hayatlarını böyle kazanmaya
başlamışlardır.
Dram Sanatı, Kerbela ve Taziye
Dram sanatının kökeninde mitos ve ritüel buluşması yer alir. Taziyelerde bu buluşma
zenginleşmiş, çünkü yüzlerce yıllık İran kültür birikimiyle İslam tarihinde belirleyici rol
oynamış gerçek bir trajedi yan yana gelmiştir. İslam uygarllığındaki devletleşme ve
saltanatlaşma, Emeviler’in Peygamber torununun katletmesiyle rüştünü ispatladı. Bu olay,
ilk İslam uygarlığı çerçevesindeki toplumsal çatışmalar alanında o kadar derin izler bıraktı
ki, etkisi yüzyıllardır siIinmeyen simgesel anlamlar yüklendi ve çevresinde gerçeğin nerede
bitip kurmacanın nerede başladığı kolay kolay anlaşılmayan bir efsane perdesi örüldü.
Çünkü farklı kimliksel ve sınıfsal karşıtlıkların ilk referans noktasını oluşturan bir simgeolay, kendi acılarını ve umutlarını o olayın kahramanlarının ağzından tanımlayan yeni
kuşakların efsane külliyatına yaptıkları katkılarla da zenginleşti. İşte Taziyelerin "mitos"
yanını bu anlatılardan oluşan dağarcık belirler.
Ritüel yanı ise Doğu Akdeniz'den Uzakdogu'ya kadar yaygın bir şekilde görülen
ölüm-dirim motifi ağırlıklı mevsim dönümü törenlerinden, İrfan efsane kahramanı Siyavuş
43
Gobineau. (Euvres, Gallimard, 1983, c.II, 728-729.
33
için yapılan yas törenlerine kadar geniş bir yelpazeden beslenir. Kuşkusuz Taziyelerin
beslendiği kaynaklar içinde 10. yüzyıldan beri düzenlenen Muharrem yas törenlerinin geçit
alaylarını, Kerbela hikayelerini anlatan roze-hanlan (bizde de Aleviler-Bektaşiler arasında
Muharrem ayında Kerbela konulu manzum Makteller ya da Fuzuli’nin Hadikatü 's-Su’ada
(Erenler Bahçesi) adlı yapıtı, dramatik özellikler taşıyan bir biçimde okunur), biri elindeki
ruloda bulunan resimleri gösteren, diğeri de hikayeyi anlatan gezgin hikaye anlatıcıları da
("perde-dari") saymak gerekir.
Açık Mekan – Açık Biçim
Her Taziye bölümü (meclis) ayrı bir konuyu ele alip işler. Bunlar kimi zaman
doğrudan Kerbela olayının bölümleridir (Kasım’ın Düğünü ya da Ali Ekber’Şehadeti gibi),
kimizamanda kutsal kişilerin hayatlarına ilişkin anlatıların (Musa ve Derviş ya da Habil’in
Kabil’i Öldürmesi gibi), ya da farklı bir kültürden kişilerin özellikle de Hırıstiyanların ve
"Frenk"lerin (Hz. İsa ya da İran’daki "Frenk" elçisi gibi) Kerbela olayına tepkileri
çevresinde örülen anlatıların, sahneye taşınmasından oluşurlar. Ama bu ikinci tip
meclislerde, başında ve sonunda anlatılan olay Kerbela'yla ilişkilendirilir. Örnğin seyirciye,
Habil'in Kabil'i öldürmesi çok korkunç olsa da. Hz. Hüseyin ve yanındakilerin Kerbela'da
çektikleri acılar yanında bunun hiç kaldığı anlatılır.
Kuçkusuz Taziyelerin günümüz tiyatro sanatı açısından en ilginç yani seçtikleri anlatı
biçimidir. Seku adı verilen ve genellikle daire ya da elips biçiminde olan tahta bir yükselti
üzerinde oynanan bu temsillerde, dekor kullanılmaz. Dekor parçası olarak gösterilebilecek
tek unsur, sekunun gerisindeki iki katlı konstrüksiyondur (bu bölüm her tekyede
bulunmaz). Hem oyuncuların giysi değiştirdikleri hem de kimi zaman temsillerde saray
olarak kullanılan bu bölüme “Tac-nüma” adı verilir. Seku’su ve Tac-numa'slyla tam bir
“açık mekân” oluşturan ve biraz Shakespeare'in “Globe” tiyatrosunu çağrıştıran Taziye
sahnesi, getirilen sahnesel çözümler bakımından çok daha teatraldir. Sahnedeki bir leğen
dolusu su Fırat nehrini, bir kırmızı çiçek mezarı anlatır; oyuncuların seku etrafında bir kez
dönmesiyle günler geçer. Bununla birlikte, savaş ve kahramanların ölüm sahneleri çok
gerçekçi bir biçimde hazırlanır ve kostümlere de önem verilir. Topluğun başı ve yönetmeni,
34
oyuncularla birlikte sahnededir ve gerekli gördüğünde hem oyuna hem de seyircilere
müdahale eder.
Büyük tekyelerdeki temsillerde çift orkestra kullanılır. Dış orkestra oyun açılış ve
kapanışlarını yapar, seyirciyi oyuna hazırlar. İç orkestra ise oyun sırasında gerilim yaratır,
efektleri yapar, atmosfer oluşturur. Oyuneuluk, göstermeci biçimle dramatik gerilimin
ustalıkla ayarlanmış bir karışımıdır. Yezid’i, Şimr’ I ve diger kötü kişilikleri canlandıran
oyuncular hem bu karakterleri başarıyla oynar (kimi zaman komedi unsurları da katarak)
hem de rollerinden çıkıp seyirciyle bütünleşerek öldürülen iyi insanlar için ağlarlar. Müzik,
şiir, şarkı, pandomim, geçit alayı gibi unsurların bir arada kullanıldığı bu “açik biçim” 20.
yüzyılın ilk yarısında Batı tiyatrosunun etkisiyle gerilemiş, ama özellikle 1960’lardan sonra
Faruk Gaffarı gibi tiyatro adamlannin çabalarıyla yeniden canlanmış, 1965- 1977 arasında
Şiraz’da her yıl Taziye festivallari düzenlenmiştir.
Ortaçagın kilise misterlennin giderek kent alanına taşması ve kutsallık-dışı alana
kaymasına benzer bir süreç izleyen Taziyeler, Gobineau 'ya göre kullandıkları tiyatro
dilinin hem herkes tarafından anlaşılabilmesi hem de güçlü bir şiirsellik içermesiyle daha
üstün bir nitelik taşırlar.
Açık mekân ve açık biçim alanında önemli bir örnek oluşturan bu temsiller, bu
özellikleriyle Brook, Grotowski, Kantor gibi çagdaş tiyatro adamlarını da etkilemişlerdir44.
2.4. TİYATRODA AÇIK BİÇİM VE TÜRK TİYATROSUNDAKİ ÖNEMİ
Yalnız tiyatro için değil fakat bütün sanat ve edebiyat dallarında “ulusal”ı arar ve
tanımlarken eski Osmanlı sanat ve edebiyatının ortaklaşa yapı ve üslup özelliklerinin
araştırılması, geleneksel kaynakların incelenmesi gerekmektedir. Bu önemli yapı
özelliklerinden birisi de “açık biçim”dir. Bu kavram estetik bir konu olarak bugün Avrupa
sanat ve edebiyatı için incelenmiş ve incelenmektedir. “Açık biçim” genellikle sanat ve
edebiyat açısından, özellikle bu yazının konusu olarak tiyatro açısından bizi çok yakından
ilgilendirmektedir. Çünkü ister Osmanlı edebiyatı olsun, ister Osmanlı plastik ve seyirlik
44
Bu konuda geniş bilgi için, bkz. Metin And, Ritüelden Drama/ Kerbela-Muharrem-Ta’ziye, 2002.
35
sanatları olsun bunlarda “açık biçim” önemli ve ortak bir yapı özelliğidir. Bunun tiyatroda
tanımını yapmadan önce kısaca sanat düşünürlerinin görüşlerine yer vermek gerekir.
“Kapalı” veya “tektonik” ile “açık” veya “atektonik” birbirine karşıt iki önemli biçim ve
üslup anlayışıdır. Bu terimler Wölfflin’in eserinden alınmıştır. (Hienrich WölfflinPrinciples of Art History). Wölfflin’e göre kapalı biçimla az ya da çok ölçüde tektonik
araçlarla sanat eseri kendi içinde sınırlanmış bir görünüşe sokulmuştur. Bu görünüş eserin
her yerinde kendi kendini anlamlandırmaktadır. Bunun tam karşıtı olan “açık biçim” ise
kendini aşarak ileriyi gösterip, sınırlanmamış olarak etkili güce sahiptir. Wölfflin’in plastik
sanatlarda ele aldığı beş ana karşıtlıklarından bir çifti olan bu karşıtlık Edebiyat alanında da
ilgi görmüştür. Wölfflin’in “tektonik” diye adlandırdığı üslup sınırlanmış ve doyurucu,
bitmişlik niteliği taşır. Tektonik olmayan (atektonik) üslup ise kapalı biçimi arar, doyulmuş
oranını daha az doyulmuş orana geçirir; görünüşte bitmemiş olan biçimle bitmiş olan
biçimi, sınırlanmamışla sınırlanmış olanı tamamlar, durgun, rahata kavuşmuş etkinin
yerine, gerilim ve hareket etkisi yaratır. Gerçi bu tiyatroya uygulandığında “kapalı”
diyebileceğimiz oyunda da gerilim ve hareket bulunmadığını göstermez. Edebiyatta
Barok’tan söz açmak Wölfflin’in bu iki karşıtlığı tanımlamasından sonra ortaya çıkmıştır.
Nitekim Oskar Walzel bu kapalı-açık karşıtlığını, incelemesinde Shakespeare’e uyguladı.
Shakespeare’in eserlerini inceleyerek onların barok olduğu sonucuna vardı. İkincil kişilerin
sayısı, bakışımsız (asimetrik) öbekleşmeler, oyunların bölümlemelerindeki önem
vurgulamasının gösterdiği değişiklik bakımından bu eserlerin bakışımsız ve atektonik
olduğu, buna karşın Corneille ve Racine’in (bu yazarlar daha sonra kimi Alman
düşünürlerince barok olarak kabul edilmişleridir) ise Renaissance anlayışında bulundukları,
bu yazarların tragedyalarını bir eksen kahraman çevresinde kurup, bölümler arasındaki
önem vurgulamasını Aristocu örneğe uygun olarak yaptıklarını söylüyor. Walzel’in bu
görüşüni Max Deutschbein Macbeth’e uygulamıştır. İncelemeci Macbeth’in içyapısının
çiziminde tıpkı barok kilise ve şatolarının yer planındaki gibi yumurtamsı bir biçime
varabilmiştir. Wölfflin’in görüşlerini edebiyata başka bir yönden uygulayan ve bu iki
karşıtlığı klasik ve romantik ayrımında gören Fritz Strich insanoğlunun ölümsüzlüğe,
kalıcılığa varmak için yetkinlik, olgunluk veya sınırsızlık arasında gidip gelmeler yaptığını
belirterek yetkinliğin kapalı, sınırsızlığın açık, yetkinliğin durgun, suskun, sınırsızlığın
36
hareket ve değişim içinde, yetkinliğin belirgin, sınırsızlığın belirsizlik gösterdiğini,
yetkinliğin imge, sınırsızlığın simge aradığını belirtmiştir.
Ancak bunun sonucu romantikliğin dinamik, açık biçimli, belirsiz, sembolik olarak
gösterilmesi onu baroka yaklaştırmak sayılacağı düşüncesinde olanlar vardır. “Açık” ve
“kapalı” ayrımı aynı müzik cümlesinde bile görülür. Aynı ezginin ilk yarısı açık, çözülen,
sonuçlanan ikinci yarısı ise kapalıdır. Açık ve kapalı kavramlarının genellikle sanatta iyice
anlaşılması için bunlara bağlı alt, yan karşıtlıkları gözden geçirmek gerekir. Bu
karşıtlıklardan biri merkezcil (centripete)-merkezkaç (centrifuge) ayrımıdır. Bunlardan
merkezcilde sanat eseri saptanmış bir merkezden gelişir. Bu odak noktası veya eksenden
ayrılan her hareket yeniden mıknatısla çekilmiş gibi aynı yere dönmeyi gerektirir.
Merkezkaçda ise eserin unsurları merkez noktasından sürekli dışarıya kaçmaktadır. Gene
bu karşıtlıklarla ilgili olarak eserin çevre çizgisinin düz, engebesiz olanıyla, bu çevre
çizgisinin çentikli, sıçramalı, içli-dışlı, girinti çıkıntı göstereni de düşünülebilir. Resimde de
heykelde de görülen bu ayrım müzik, dans ve edebiyatta da görülür. Bir ayrım da en eski ve
ilkel sanat yapısı ilkelerinden olan tekrar, eklenme, çeşitlenmenin gelişme gösterip
göstermediği yolundadır. Tekrar, benzer birimlerin sıralanması, birbiri ardına istifidir.
Eklenme çeşitli unsurların birbirinin üstüne toplanmasıdır.45
Her ikisinde de gelişme olmadan hareket veya rahatlama olmadan durak duygusu
verir. Yürürler fakat bizi bir yere götürmezler. Çeşitlemede ise gelişme olabilir de,
olmayabilir de. Aynı biçimde, boyda fakat her biri değişik renk ve mermerden sütunları
olan bir mimari yapıda gelişme olmamasına karşın, 16. yüzyılda binalarda aynı boy ve
oranda üç kattan birinin Dorik, ikincinin Ionik, üçüncünün korent olması durumunda
çeşitlemede bir gelişme olduğu söylenebilir. Böylece durağanlık ve gelişme iki önemli
niteliktir. Durağanlık kişiliksiz, kalıcı, durgun, gelişme ise sınır tanımaz, kişisel tutkulara
ve gelişmeye dayanır. İlkel yapı özelliklerinden tekrar, eklenme veya çeşitleme ilkeleri,
birleşmiş bir bütün içinde örgütlenip, her birim başka bir karşıt birimle yanıtlanır ve
dengelenirse bu bir eksene göre bakışımlılıktır (simetri). Buna karşın parçaları toplayıp
bütünlemek, her birini bağımsızlığından ayırıp bir bütünde birleştirmektir. Barok mimaride
45
http://www.karagoz.net/tag/tiyatroda-acik-bicim-ve-turk-tiyatrosundaki-onemi-metin-and#.VhKH-nGUcp0
37
heykel öbekleri gibi. Bunlar kendi kendilerine yeter olmaktan çıkıp bütünü tamamlarlar.
Durağan ve gelişmeli üsluplar arasında bir karşıtlık da ayırma-birleşmedir. Birincide
sanatçı parçaları ayırır, bu durumda bunların birinden ötekine hareket yerine durgunluk
görülür. İkincide ise parçaları birleştirir, bu akıcılığa ve gelişmeye yol açar. Ayırmada
nesneler oldukları gibi kalır, birleştirmede hareket ve eylem halinde bir duygu yaratır.
Klasik Yunan sütünları başlılarıyla mimari yapıda bitiştikleri yatay kütleye bir ağırlık
verirler, bu bakımdan görünüşleri durağandır. Gotik sütunlar böyle bir kopukluk
göstermediği için birincideki denge ve durağanlıktan yoksundur. Operadan örnek alırsak,
recitative, aria, cavatine, duet, marş, koro ve final gibi bölümler ve ayrıca her aryanın ABA
gibi üç kesime ayrılması (da capo biçim) birbirinden kopuk ve bütünü tehlikeye düşüren bir
ayrılık gösterir. Buna karşın müzikli dramlar adı verilen operalarda kesiksiz gelişme, solo
ile topluluklar, ses ile çalgı müziğinin kaynaşması, eskiden bağımsız olan uvertürün yerini
birinci perdeye bağlanan prlude’ün alması, Wagner’in Uçan Hollandalı operasında olduğu
gibi perde aralarının kaldırılması, bütün dramı tek parça bir eylem durumuna sokar. Opera
tarihi Rheingold, Cavallerina, Rusticana, Pagliacci, Richard Strauss’un Salome, Electra gibi
operalarıyla bunun en güzel örneklerini vermiştir. Bir başka karşıtlık da karşıtlıklar ve
eşlikler benzerlikleridir. Durağan ve ayrılıklardan yararlanan sanatçı karşıtlıkları da
kullanmak zorundadır. Öte yanda gelişmeli sanatta yoğunluğu, birliği, tek yönlü gelişmeyi
hem biçim hem öz bakımıdna zorlaştıracak karşıtlıkları kullanmaktan kaçınır. Bu
karşıtlıklar içinde en önemlisi tektonik-atektonik ayrımıdır. Mimari yapıda tektonik, yapısal
eklemlerin vurgulanması ağırlık ve dayanakların dengelenmesidir. Doğu mimarisinde
(dolayısıyla Osmanlı mimarisinde), Bizans mimarisinde kütleler arasında ilişki belirsizdir,
yatay ve dikey unsurlar arasında kesin, belirgin karşıtlıklar yerine süslemeli, çıkıntılı,
ayrıntılı yüzeyler görülür. Bir barok kilisesinin dışardan içerden olduğundan daha yüksek
görünmesi gibi. Bu karşıtlıkların ve “açık” ve “kapalı” biçimlerin tiyatroya uygulanması
için bir takım ön çalışmalar yapılmıştır. Wölfflin’in ayrımında önce klasik tektonik üslubun
incelenmiş olduğunu görüyoruz. C.Steinweg bunu Corneille, Racine ve Goethe’nin
oyunlarında incelemiştir. Steinweg bu dram türüne “ruh dramı” demiştir, çünkü burada
gerçek aksiyon kişinin içinde oluşudur. Tektonik özellikler bakışımlılıkta ve orantı
kurallarında, kişilerin öbekleşmelerinde, birlikte oynamada, bölümlerin kuruluşunda,
38
sahnelere bölünmede, söyleşme ve söylenişlerin düzeninde görülür. R.Petsch de kapalı
biçimdeki oyunlarda düşünsel öz, fikrî-ruhî tipleme, çizgi bakışımlılığı, mimiğin arka plana
geçmesi, action’un kısalığı, içeriye doğru derinleşme, dramatik, yüksek bir dil bulmaktadır.
Açık biçimde ise geniş renkli tablolar, bu tabloların gevşek dolduruluşu, ana motiflerin
çatışkısı, düşünselin ölçüsüz oluşu, motiflerin ve bölümlerin bağımsızlığı, alacalı renklerde
değişimler, action’un çözüme, sonuçlanmaya varmayışı gibi özellikler sıralıyor. Daha başka
incelemeler de vardır, ancak bunlar daha çok kapalı oyunu hareket noktası almışlardır. Bu
karşıtlığı Büchner’in oyunlarında inceleyen E.Scheuner’in ve H.Krapp’ın incelemeleri gibi.
Fakat bu konuda en önemli yakın tarihli araştırma Volker Klotz’un eseri olmuştur. Kapalı
biçim ve açık biçimde tiyatro eserlerini action, mekân, zaman, dil bakımından ele alan
Klotz, “kapalı oyun” için Racine’in, Goethe ve Schiller’in “açık oyun” için Lenz, Büchner,
Grabbe, Wedekind ve Brecht’in oyunlarını incelemiştir. Burada onun vardığı sonuçları
genellemelerle ele alarak tiyatroda “açık biçim” özelliklerini özetleyelim. Açık biçimde
çoğunlukla bölünme atektonik biçime toparlanmamış, sınırsız, parçalanmış, kendi ötesini
gösterir bir özellik gösterir. Kapalı oyunda action’un yer ve zaman ortaklaşalığına karşın
açık oyunda action’da yer ve zaman çokluğu görülür. Açık oyunda action ne tektir, ne de
düz bir biçimde kapatılmıştır. Birçok olaylar yanyana bulunurlar, bunlar kendi içlerinde az
veya çok bir süreklilikten yoksundurlar. Bu dağınıklığı toparlayan çeşitli yöntemler vardır.
Kimi kez iki olaylar çizgisi birbirini şartlar, tamamlar ve açıklar. Kimi kez bu tabloların
dili, mecazlar, imgeler yoluyla olur. Kimi kez de bunu eksen ben üzerine alır. Bu “ben”in
karşısında bir kişi değil bütün evren bulunur. Bütün ayrıntılarıyla bu evren kahramanın
çevresini sararak onu bu dışarıdan gelen görünümlere karşı tepkiye çağırır.46
Action sürekli bitişe doğru gitmez, kimi kez kesilerek, belli bir gelişmeyi izlemeden,
aynı değerdekileri sıralayarak yürür. Kapalı oyunun düz, amaca doğru giden action’unun
yerine burada sonsuz bir çember, dairevi bir action buluruz. Dış action ilk sahneyle
başlamadığı gibi, son sahneyle de bitmez. Serim yoktur, bütün olaylar gösterilir. Hızla
birbiri üstüne yığılan sahnelerin, şaşırtıcı, çok yönlü dünya görüşlerinin toparlanması ve
bütünün anlamı bir bütünleme noktası olan sahnede oluşur. Kimi kez bu ortada, kimi kez
46
http://www.karagoz.net/tag/tiyatroda-acik-bicim-ve-turk-tiyatrosundaki-onemi-metin-and#.VhKH-nGUcp0
39
oyunun başında, kimi kez sondadır. Her parçanın içinde gizli olan bütünün ana amacı
ortaya bu noktada çıkar. Bunda çözülmeyen gerilim, sınırları aşma kendini belli etmektedir.
Zaman da özgür, geniş bir yayılma alanına sahiptir, kendi başına bir güçtür, action
üzerinde etkilidir. İlk sahnenin daha önce başlamış bir olayın ortasına atlaması gibi
esneklikler gösterir. Zamanın hareketi sahnelerde ne oyun kişilerince ne de seyircilerce
bilinçli olarak yaşanmaz. Sürekli gelişim anı, sürekli zaman akışı eksiktir. Sahnelerin her
birinin zamanı ayrılmış ve bu sahnelerin birbirlerine değinme noktalarında seyircinin
kendini kaptırdığı şimdiki zamandan ayırır, onu zaman çeşitliliğinde uyarır, bir tek
sahnenin zaman derinliği bütün oyunun geçtiği zamanı unutturur. Oyunun kuruluşuna
gelince “kapalı oyun”da action’un bütünü topluca önceden vardır. Bu bütünün parçalarının
anlamları bütünle, bu parçalar arasındaki ilişkiden çıkar. Oyun kişileri sayı ve toplumsal
bakımından sınırlandırılmıştır. Oyun kişisi herkes için aynı olan bir dünya görüşüne
uygundur ve belirli bir toplum yapısının bütünü içindedir. Bunların kapalılıkları action’un
perde aralarındaki zaman süreçleriyle belirlenirler, bu kesintiler aşama sırasına göre
yukarıdan aşağıya doğru olur. “Açık oyun”da ise kuruluş aşağıdan yukarıyadır. Action’un
bütünü düzenlemesi diye bir görevi yoktur. Burada sorun, dağılmış bölümlerin çokluğunun
nasıl kapatılacağı, olayın ufak parçalarının nasıl düzenleneceği, yöneltileceği yolundadır.
“Açık biçim”de sahneler büyük karmaşık olaylar bütününden koparılmıştır, tek bir sahne
bütün olarak sunulan action’un daha ayrıntılı ve bağımsızlaştırılmış bir bölümüdür. Action
daha perde açılmadan önce başlamış, çoğunlukla perde kapandıktan sonra da sürer. “Açık
oyun”a son veren iç action’un sona ermesidir. Öte yandan dış action, kişilerin yaşamı
sürmektedir. Oysa “kapalı oyun”da kahramanın ölümü her şeye bir son çizgisi getirir.
“Kapalı oyun”da iç ve dış action aynı ölçüde kapalıdır, “açık oyun”da ayrılırlar. “kapalı
oyun”da bölümler bağlarla birbirine bağlanırlar, “açık oyun”da kendi başlarına ayrılmış,
bütünden koparılmış parçalardır. Bölümlerin özü kendi içindedir, akışları zamanla aynı
akışı sürdürdüğü sanısını uyandırmazlar. Kendi bağıntılı mekânları, kendi zaman nitelikleri,
kendi kişi öbekleşmeleri, kendi action’ları vardır. Ana konu her sahnede bir başka
görünümüyle belirir, tek tek her bölümün özelliği ana bölümün özelliğini belirler. Bunu
“kapalı oyun”da olduğu gibi bütüne bağlamaz, kendi bağımsızlığı içinde yapar. Her sahne
içinde ana konuyu içine alarak bütünle bir orandadır. Yani en küçük birimle en büyük birim
40
arasındaki yakınlık, küçük birimlerin kendi aralarındaki ilişkiden daha yakındır. “Kapalı
oyun”da bölümlere ayrılma bakışım (simetri) ve oranlılık ilkelerine göre yapılır. “Açık
oyun”da action’un çeşitliliği ve bölümlemesi böyle düzenleyici yasalara göre olmaz.
Bakışım, oran ve baş kişi (protagonist) ile karşıt kişi (antagonist) kutuplaşması yoktur.
Karşıt kişi yerine kahramanın karşısına tek tek oluşumların bütünü içindeki dünya vardır,
bu her yönden kahramana doğru yürür, bir çember meydana getirir. “Açık oyun”da ağırlık,
eksen noktası merkezin dışındadır, bu bakımdan hareket merkezkaçtır. Ne sahnelerin
birbirini izlemesi, ne de kahraman bir gelişim göstermezler. Bir amaca doğru yönelen iç ve
dış gelişimi belirleyen çizgide ileri bir hareketleri yoktur. Evren ve kahraman her sahne ile
yeni özellikler gösterirler. İlk sahnede verdikleri ana etkiyi renklendirip çeşitlendirirler,
ama onu değiştirmezler, tekrarlarla bir çember çizerler. “Açık oyun”da çeşitleme,
başkalama en çok başvurulan kuruluş yöntemlerindendir. Aynı durum arka arkaya
tekrarlanır, oluntusal (episodique) bir yanyanalıkla ilerler. Kimi “açık oyun”larda bu
eksendeki “ben” ilkesine dayanır, bu eksen kabul edilince perde bölümlenmesinden
vazgeçilir. Ancak perdenin bölümleri ayırmaktaki kullanılışı, “kapalı oyun”dan değişiktir.
“Kapalı oyun”da perdeler “açık oyun”da olduğu gibi bütünün bölümleri olmayıp, görevleri
daha çok sahne yığınını toparlamadır, yoksa akışın birer durağı değildirler. Kuruluş
ilkelerinden biri olan karşıtlık ilkesine gelince, bu karşıtlıklara şu örnekleri verebiliriz:
Geniş mekânlı sahneyle dar mekânlı sahne, dokunaklı sahnelerle illüzyondan yoksun
sahneler, açıklayıcı sahnelerle görel sahneler, bireyin göründüğü sahnelerle toplulukların
göründüğü sahnelerin birbiriyle yarattığı karşıtlıklar gibi. Kuruluş bakımından kısaca
tamamlayıcı çizgi, mecazlı kapanış, eksen “ben” çeşitleme, tekrar, eş sahneler ve karşıtlığı
sayabiliriz.
“Açık oyun” dil bakımından da bir takım özellikler gösterir. Kişi ve toplumun çok
katlılığı dil ve üslupta da çokluğu gerektirir. Tek tek kişilerde bile dil değişiklikleri, yer yer
kişinin kendine özgü konuşmasını yitirmesi, özellikle kişinin dilini denetleyemediği
durumlarda görülür. Kişinin kendi içindeki karşıtlıkları ve karmaşıklığı böylece dilde de
yansısını bulur. Action’da sahneler nasıl bir çıkış noktası ise dilde de tek tek cümle
bölümleri öyle çıkış noktalarıdır. “Kapalı oyun”da gerçek, yüksek, soylu bir dile, mısralara
başvurulurken, “açık oyun”da dil gerçekle aynı düzeyde kalmayı, ona doğrudan doğruya
41
anlam vermeyi yeğler, bütüne kesin bir bakış yoktur. Kişi karşılaştığı olaylar karşısında ille
kendini savunmaya itilir. Pantomim’e kaçışı da karşı yanın gücü karşısında bir susuştur.
Veya güçlü ve belirsiz karşı gücün saldırısı karşısında savunmanın mantıksızlığını gösteren
sözler söylerler. Kişi aynı zamanda birçok çizgilerde konuşur, işe düşünceler, duygular,
doğal tepkiler, dilbilim dışı (doğru başlanmışın düşüşü, cümle bölünmelerinin bağlaçlarla
birleştirilmemesi gibi) karışır. Özetlersek “kapalı oyun”un bütünü kendi içinde sınırlanmış
ve her yerde, her bölümde bütünü anlamlandırır. Kendi içine dönük ve kapanıktır.
Bölümleri, karşıtlaşmış kişileri, mekan ve zamanın olayın çerçevesi olarak birbirlerine bağlı
sahneler, aşama sırası gözeten cümle ve cümle kesimleri hep bütünle ilgili değere sahiptir,
bağımsızlıkları yoktur. Buna karşın “açık oyun” kendini aşar, sınırsız görünmek ister.
Action sınırsızdır, ne başı ne de sonu bellidir. Zaman ve yer çevrelenmemiş, özgürdür.
“Kapalı oyun” fikrî bir bütünlük verme çabası içindedir. Yapıda belirli başlangıç, yükseliş
ve son noktaları bulunur. Kuruluşu bakışımlı, başkişi ile karşıt kişi arasında düzenli bir dil,
çatışma yoluyla bir kutuplaşma görülür. “Kapalı oyun”a evrensel bir uyum düşüncesi
egemendir, kahramanın eylemi ve sonu bu yasalı düzeni kendi içindeki bir olumlu değer
olarak tanımlar. Olayın anlamını üste çıkarmak, düşünceyi açıkça gerçekleştirmek, kişinin
davranışlarında ince ayrıntılarla belirlenir. Action’un dar düzeni bu biçimi toparlayıp onu
içten sınırlandırır. Zamanın akışı ortak, tek çizgili, dar ve kesiksizdir. Bu çizgiye uymayan
olaylar dolaylı olarak duyurulur. Zaman akışı dramatik bütünlük içinde olur, insanlara
etkisi görülür. Dilin anlatamayacağı şey yoktur.47
Bu ikili ana eğilim her çağda veya aynı yazarın değişik eserlerinde görülebilir. Bir
yazar ne ölçüde neden ve hangi dürtülerle bu iki eğilimden birine çekilmektedir. Bunda
yazarın dünya görüşü, yazarlı tutumu kadar toplumbilimsel ve tarihi nedenler de
aranmalıdır. Örneğin aynı yazarın değişik eserleri ele alınırsa Goethe, Faust’un birinci
bölümünde, Götz von Berlichingen’da “açık biçim”e, Iphigenie auf Tauris, Torquato Tasso,
Die naturliche Tochter’de “kapalı biçim”e, Faust’un ikinci bölümünde ise her iki eğilime
yönelmiştir. Schiller’de Haydutlar’da “açık biçim”e, Maria Stuart ve Die Braut von Mesine
ile “kapalı biçim”e yönelmiş, bu ikisi arasına karışmış bir tür olan Die Jungfrau von
47
http://www.karagoz.net/tag/tiyatroda-acik-bicim-ve-turk-tiyatrosundaki-onemi-metin-and#.VhKH-nGUcp0
42
Orleans geliyor, daha sonra ise Wilhelm Tell ve Demetrius’da tektonik kesinlikten
uzaklaşmıştır. Çağlar arasında da bu iki eğilime yöneliş bakımından kesinlik yoktur. 17.
yüzyılda Fransa’da klasik tragedya tam “kapalı biçim”de olduğu halde, aynı çağda
İspanyolların ve İngilizlerin “kapalı biçim”den çok “açık biçim”e yöneldikleri görülür.
Roma’da seneca’nın tragedyaları “kapalı biçim”de iken aynı çağda önemli örnekler
sayılmamakla birlikte “açık biçim”de oyunlar görülür. Shakespeare’in özellikle gevşek
dokulu tarihi dramları “açık biçim”e eğilim göstermekle birlikte -her ne kadar bunlar kesin
olarak “açık oyun” sayılmazlarsa da- aynı çağda “kapalı oyun”lar da buluruz. “Açık “ ve
“kapalı” kavramlarını bir de Aristocu ve Aristocu olmayan tiyatro anlayışları bakımından
değerlendirebiliriz. Bu ikisi arasındaki belli başlı ayrımları gösterirken Aristocu olan
özellikler parantez dışına, Aristocu olmayanlar parantez içine alınmıştır: Başkişi oyun
kahramanıdır (başkişi gözlemcidir), oyunu yürüten action’dur (oyunu yürüten gözlemcidir),
action’dan gözleme gidilir (gözlem action’a paraleldir), dram ile olaylar dizisi birdir
(olaylar dizisi anlatıcının yorumlarıyla tamamlanır), olaylar dizisinde nedensellik ve nedensonuç bağlantısı vardır (olaylar dizisinde nedensellik bağlantısı yoktur), seyirci belirlenir,
şartlanır (seyirci oyunu tartışmaya itilir), zaman akışı action’la birliktedir (zaman çizgisi
bilinç ölçüsüne vurulur), sürekli bir dış action (tablolar, durumun gösterilişi), bir olayın bir
parçası verilir (olayın tümü verilir), yer ve zamanda birleşme (yer ve zamanda yayılma,
ayrılma), oyunun ağırlığı kişiler arasındaki ilişkidedir (ağırlık bireyüstü ve dışı
olaylardadır), action seyirciyi duygulandırıp özdeşleştirecek biçimde oyuna yaklaştırır
(action seyircilerin önüne getirilir).
Aristocu olmayan tiyatro için şu örnekleri verebiliriz: Aiskhylos’un Persler adlı
tragedyasında dış action yoktur, oyun epik ve lirik bir biçimdedir. Duraklı oyun (station
play) denilen, birbirini izleyen tablolardan oluşan zamandaş ve çok sahneli düzeniyle Orta
çağ dramı günümüzün epik tiyatrosuna yaklaşır. Daha sonra Hans Sachs’ın oyunları, Jesuit
oyunları, 18. yüzyılda Ludwig Tieck’in Çizmeli Kedi ve Genoveva adlı oyunlarında bu
belirtiler gözükür. Brecht’in öncüleri sayılan J.M.R. Lnez, Christian Dietrich Grabbe,
Georg Büchner, Frank Wedekind, Karl Kraus da bu arada sayılabilir.
43
Aristocu olmayan tiyatroyu oluşturan bir dünya görüşü gitgide belirlenmiştir.
Sahnelerin bağımsızlığı, durumun çok yanlılığı, oyun içinde oyun, 20. yüzyıla doğru bu
dünya görüşünün getirdiği yenilikler olmuştur. Toplumsal çevrenin koşulladığı olumsuz
kahraman daha çok kişinin kendi yaptıklarında değil fakat kendisine yapılanlara
katlanmasındaki yiğitlikte görünmektedir. Böylece dünyayı bütünüyle yansıtacak bir teknik
gereksinme ortaya çıktı. Bireyler arası ilişkilerin yerini kopmuşluk, anlaşmazlık veya
anlaşma güçlüğü aldı. Kişiyi dış olgular, genellemeler kapsamı içinde göstermek olanakları
arandı. Bu bütünlüğü vermek için genelleme, yer ve zamanda sınırsızlık, düşler, anılar ele
alındı. Dünyayı tümelci bir biçimden vermek için ya tarihsel bir kesim ya da bütünü temsil
edecek bir dünya dilimi seçildi. Bu zorunluluklarla günümüzde “epik tiyatro” denilen tür
kesin biçimine kavuştu. Epik gerçekçilik denebilecek bu tür 1880-1920 arası gerçekçilikten
değişiktir. Ayrıca bu gerçekçiliğe karşı çıkarken epik gerçekçilik dışavurumculuktan ve
absurd tiyatrodan da ayrıldı. Bir mozayik gibi çeşitli parçalardan gerçek dünyanın anlamlı
bir resmini vermeye yeltendi. Sembolik dekorlar, maskeler, şarkılar, seyirciye, doğrudan
doğruya sesleniş, anlatı ve yorum kesimleri, bildiriler, yaftalar, sinema, zamandaş dekor
gibi çeşitli araçlara başvurdu. Bir bakıma bunun öncüsü Dokumacılar adlı eseriyle geniş bir
toplumsal, tarihi, siyasal ve ekonomik çevreyi yayılmış bir biçimde gösteren Gerhart
Hauptmann sayılabilir. Solcu Alman yöneticisi Erwin Piscator bu görüş açısını şöyle
belirliyor: “Önemli olan insanın kendisiyle veya tanrıyla olan ilişkisi değil toplumla
ilişkisidir. Yeni dram anlayışının yiğitsi etkeni bireyin kendi özel, kişisel kaderi değil fakat
çağın, yığınların geleceğidir.” Bu yöntemi romanda da John Dos Passos U.S.A adlı
üçüzleme romanıyla uyguladı. 1920 de Piscator’un oyunlaştırdığı İyi Asker Shcweik büyük
bir etki yaptı. Bir takım ilkeler ortaya çıktı. Oyunda her sahne toplumsal ve siyasal
ilişkileriyle gösterilmeli; yorumla öğretiye götüren eğitici bir tiyatro; bilimsel, bireysel,
nesnel tiyatro. Schweik sonu gelmeyen bir oyun olarak “açık biçim”e güzel bir örnek
sayılabilir.48
Ancak “epik tiyatro” diye adlandırdığı bu tiyatro türüne gerek çok sayıda eseriyle,
gerek kuramsal yazılarıyla Brecht kesin biçimini verdi, ayrıca “epik tiyatro”nun ad babası
48
http://www.karagoz.net/tag/tiyatroda-acik-bicim-ve-turk-tiyatrosundaki-onemi-metin-and#.VhKH-nGUcp0
44
oldu. Ne var ki bu tiyatroya epik denmesinin yanlış olduğunu ileri sürenler olmuştur. Ünlü
tiyatro adamı ve Brecht’in yakın arkadaşı Eric Bentley “epik” ile dramatik olmayan
kasdedildiğine göre Brecht’in tiyatrosuna lirik denmesinin daha doğru olacağını ileri sürdü.
Brecht’de sonraları epik tiyatro deyiminin biçimci kaldığını son yazılarında belirtirken, bu
yazılarına koyduğu “Tiyatroda dialektik” başlığından bu tiyatroya “dialektik tiyatro”
denilebileceğini sezinliyoruz. Baal adlı 20 tabloluk dramatik biyografisinden örnek,
parabole, öğretici oyunlarına kadar Brecht epik tiyatroda durak ve tablolarla dramatik
çatışmaların anlaşılmasını sağlamış, sorunlara biçim vermiştir. Bunlar ne anlatılar, ne
örnekler, ne de –Aristocu tiyatrodaki gibi- kat kat bir olaylar yapısı kurmaya kalkar; bunlar
daha çok aynı değerde olan fakat birbirlerini tamamlayan tablolar dizisi olarak, kendi
içlerinde bütünü taşıyan duraklarla ana itkinin çeşitlemesini yaratırlar, çeşitli yüzeylerin
birleşmesiyle dünya sorununu, dramatik özü aydınlatırlar. Temaların, durumların,
motiflerin tekrarının bu yolda yapılışını başka yazarların eserlerinde de görüyoruz; örneğin
Yugoslavyalı yazar Aleksandr Obrenoviç’in Çeşitlemeler adlı oyununda olduğu gibi olayın
itici nedeni dış eylem akışından değil, iç sorun akışından çıkar, bütün tabloları bağlar,
onlarla ilişki kurar ve her tablo görülür durumdadır. Bu yönteme başvuran yazarların hepsi
Brecht gibi Marksist bir dünya görüşünden hareket etmemişlerdir. Örneğin Schnitzler’in
Anatol ve Reigen adlı oyunları biçim bakımından bu yoldadır. İlk dışa vurumculuktan
örneğin Reinhard Johannes Sorge’nin Dilenci’si de bu biçimdedir. Rolf Lauckner’in Havari
Paulus’un düşüşü adlı oyunu ruhun maddeyle savaşını böyle duraklarla vermektedir. Georg
Kaiser’in Sabahtan gece yarısına dek, Cehennem, Yol, Dünya adlı oyunları, Ernst Toller’in
Değişim’i, Julius Maria Becker’in dünyayı sorguya çeken oyunu Son Yargılama, Franz
Werfwl’in Ayna Adam’ı, Ernst Barlach’ın İyi zaman’ı ve daha pek çok örnek. Gerçek
üstücülüğe da yatkın olan bu biçim bu akımın ilişkilerince kullanılmıştır. Erken bir örnek
olarak Paul Apel’in Hans Sonenstösser’in Cehennem Yolculuğu adlı oyunu gösterilebilir.
Böyle duraklı yöntemde epik araçlardan biri de öne, arkaya ve araya gidişlerdir. Bunlarla
olaylar açıklanır, olayların niye böyle olduğu veya etkilerin nasıl olacağı veya olabileceği
gösterilir. Dürrenmatt’in Bay Missisippi’nin Evliliği adlı oyununda olduğu gibi. Savunma
ve uyarma oyunları da bunu yargılama sahneleriyle yaparken bu duraklı yola başvururlar.
Bu gibi eserlerde daha çok insanın yargılanması, verdiği kararların ve davranış biçimlerinin
45
açıklanması söz konusudur. Brecht’in etkisi büyük olmuştur. Bunun izleri örneğin W.H.
Auden ile Christopher Iserwood’un birlikte yazdıkları The Dog beneath the Skin ile On the
Frointer’de görülür. Ancak Brect etkisi dışında, ondan alabildiğine değişik çıkış
noktalarından hareket ederek epik türde oyunlar yazılmıştır. Örneğin Japon tiyatrosundan
da esinlenerek eserler yazmış olan büyük Fransız şairi ve oyun yazarı Paul Claudel’in La
Livre de Christophe Colomb, Jeanne au Bücher, Le Soulier de Satin, I’Histoire de Tdbie et
de Sara’da görüldüğü gibi. Amerika’da 1930 larda epik tiyatro denemeleri yapılmıştır.
Sidney Howard’ın Yellow Jack, Clifford Odets’in Waiting for Lefty, Federal Tiyatronun
‘canlı gazete’ denemeleri (Triple-A Plowed Under veya One-Third of a nation gibi), bunun
dışında Thornton Wilder’in kısa oyunları The happy Journey to Trenton and Camden, The
Long Christmas Dinner, Pullman Car Hiawatha veya uzun oyunları Our Town ve The Skin
of Our Teeth gibi, Tennessee Williams’ın iki oyunu, The Glass Menagerie ile Camino Real
gibi; bir bakıma Arthur Miller’in Death of Salesman’ı, Eugene O’Neill’in Strange
Interlude’ü, gene bir bakıma Lorca ve Schehade’nin şiirsel tiyatrosundan kimi örnekler,
Beckett ve Adamov, Ionesco’nun absurd tiyatrosu ve günümüzde çeşitli yazarların
eserlerinde epik tiyatro izlerini bol bol buluyoruz. Günümüzde belgesel tiyatro, siyasal
tiyatro, canlı tiyatro gibi çeşitli adlar altındaki denemelere ister “açık biçim”, ister “epik
tiyatro”, ister “duraklı tiyatro” densin, Aristocu olmayan tiyatroya büyük bir eğilim
gösteriyor. İşte Türkiye’de ulusal tiyatroya yükselirken açık biçim yazarlarımız için önemli
bir yöntem olabilir. “Açık biçim”i Osmanlı mimarisinde, resiminde, şiirinde ve müziğinde
de buluyoruz. Bunlar konumuzun dışında kalmakla birlikte kesin olarak söyleyebiliriz ki
geleneksel tiyatromuz Karagöz ve Ortaoyunu da “açık biçim” dedir. Goethe “Epik ve
dramatik edebiyat” adlı yazısında eski hikâye anlatıcısı Rapsod’u şöyle tanımlar: Baştan
aşağı geçmiş olayı anlatan Rapsod olayın tümüyle ilgili olarak bilgili ve eleştirici görünür.
Dinleyicinin kendisini uzun süre beğeniyle dinlemesini yitirmemesi için dinleyiciyi
eğlendirmeyi ve ilgiyi uygun bir biçimde bölmeyi amaç edinir. Özgürlükle geriye gidip,
sonra tekrar ileriye geçişler yapar. Bütün İslam ülkelerinde belki tek dramatik tür olan
hikâye anlatıcı veya meddah ve bunun benzeri gölge oyunu ve bizdeki orta oyunu bu
tanıma uymaktadır. İslam dünya görüşü ve çıkış noktası ve amacı tamamen başka olmakla
birlikte kullandığı yöntem “açık biçim”dir. Öyle ki “açık eser” tanımında daha ileri bir
46
aşamaya vararak yalnız eserin yaratıcı bakımından değil fakat eseri algılayanın (okuyucu,
dinleyici, seyirci, gözlemci) da tıpkı eseri değiştirip yeni bir düzene sokabildiğini, ona
biçim verebildiğini çağdaş müzik, plastik sanatlar, Edebiyat açısından yapılmış
denemelerin de ışığında gösteren İtalyan düşünürü Umberto Ecu’nun görüşlerine uyan ileri
bir “açık biçim” anlayışına uymakta, yani seyircinin biçim vericiliğine, yöneticiliğine
dayanan bir tiyatro yöntemine sahiptir. Gerek “açık biçim” gerek “epik tiyatro”yu
tamamlayan ve ayrı bir inceleme konusu olabilecek genişlikteki ve önemdeki göstermeci
üslup da Geleneksel Türk tiyatrosu‘nun temel niteliklerindendir. Bu bakımdan ulusal
tiyatroda geleneksel kaynaklara inerken açık biçim ve göstermecilik önemli bir kaynak
olabilir. Nitekim genç yazarlarımız içinde bu temel kaynaklara eğilenler, bunları oyunlarına
uygulayanlar olmuştur49.
2.5. AÇIK BİÇİMDE DİL
-Efendim, Osmanlı lisanı niçin Türkçe değil? Acaba Türkhalkı o kadar okumuş, o
kadar mektep görmemiş mi ki, Arabi, ye ve Farsi, ye aşina olmasın? ... diye sordum
Öğretmen:
-Oğlum, dedi, Osmanlıların iki türlü dili vardir. Biri, dediğin gibi, okumuşların,
efendilerin uç dilden mürekkep bir lisanı; biride halkın, yani okul görmemişlerin dili... Halk
dilinde Arapça ve Farsça kelimeler pek çok olmadığından başka, cümleler de kısadır; lakin,
bilmiş ol ki, avamın bu kaba dedikleri dilinin Türkler arasında çok itibarı yoktur.
-Acaba niçin böyle? dedim.
-Halkın dili olduğu ve içinde Arapça, Farsça kelimeler bulunmadığı, hasılı sırf Türkçe
olduğu için... cevebını aldım.
-Efendim, dilin kabalığı neden olur? İnsanların kaba olması akla gelirse de dilin
kabalığı hiç olurmu?
49
http://www.karagoz.net/tag/tiyatroda-acik-bicim-ve-turk-tiyatrosundaki-onemi-metin-and#.VhKH-nGUcp0
47
-Osmanlıların görüşü üzere olabilir. dedi. Mesela: Arapça leyl-ünihar yahut Farsça
ruz-u şeb diyeceğine, gece gündüz yazarsan kabaca yazmış olursun...
-Fikirimce, gece ve gündüz ibaresi daha güzel, daha incedir...
-Vakıa öyle ama İstanbul kalem erbabının görüşüne göre öyle değildir. Onlarca
Arapça deyimler, Farsça izafetler daha ziyade makbul ve hoştur‫ ؛‬hem de, edebiyat diline
daha çok yakışıyormuş…
Yukarıdakı konuşma, 19. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye’ye gelerek, Türk kültürü,
halk edebiyatı ve tiyatrosu üzerine inceleme ve araştırmalarda bulunan, bu alanda önemli
belge eserler veren ünlü Macar Türkolog İgnacz kunos ile hocası profesör Vambery
arasında geçmiştir. Aslında bu konuşma, dönemin birbirinden her bakımdan kesin hatlarla
ayrılan iki kesimi, halk ve seçkinler arasındaki uyumsuluğun, dile yansımasının bir başka
kanıtdır. Daha önce toplum içindeki kimi zaman örtük, kimi zaman açık çatışmanın dil
yoluyla ortaya çıktığnı görmüştük. Bu çatışma bir bakıma, Avrupa tiyatrosunun, koşuk
dilinden, yeni burjuva beğenisinin de itkisiyle, düzyazıya geçiş sürecinde açığa çıkan dilsel
ikiliğe benzemektedir. Gerçekten de, Avrupa،da aristokratlar, halın dilini yeterince parlak,
seçkin ya da sanatsal bulmamakta, kaba-saba diye aşağılmakta, bunun yanı sıra giderek
palazlanmaya ve toplumsal yaşmada ağırlığını hissettirmeye başlayan burjuva kesimi ise
seçkinlerin dilini anlamamaktadır.
Öyle ki, Osmanlı toplumunda, kişinin kullandığı dil, onun kimliğinin ve kişiliğinin
ölçütü halindedir. Bu nedenle hacivat, Osmanlı seçkinler sınıfına (yani saray erkanı,
büroratlar ya da eskerlere) dâhil olmadığı, okumuşluğu dahi şüpheli olduğu halde, kendisini
bu sınıftan gösterebilmek, dahası bundan çıkar sağlamak için, sokakta anlaşılması pek zor,
karmaşık, bir dil kullanır. Yanlizca Hcıvat،ın değil, okumuş ya da güngörmüş kişileri temsil
eden Çelebi, Tiryaki gibi tiplerin de kullandığı bu dil, Arapça ve Farsçanın Türkçe ile
harmanlanmasıyla oluşmuş, kendine özgü dilbilgisi yapısı ve deyiş özellikleriyle şekillenen
Osmanlıcadan bakası değildir. Dil katmanında seçkinlerin Osmanlıcası ile avamın Türkcesi
arasında yaşanagelen bu fiili durum, Tanzimat döneminde başta aydınların, giderek yönetici
sınıfın yaşadığı batılaşma heyecanıyla birlikte yerini Ferenkçe ve Osmanlıca / Türkçe
çatışmasına bırakmaya başlamıştır. Hacivat ve karagöz arasında, nerdeyse tüm
48
muhavereleri, belirleyen dilsel zemini hemen heme aynısı, Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ve
Rakım Efendi romanına isimlerini veren kişiler arasında ortaya çıkar. Nitekim bu romanda
Felatun Bey, kulaktan dolma bildiği Fransızcasını yalan yanlış kullanarak, kendini yeni
Osmanlı aydını gibi göstermeye çalışmasıyle Hacivat،ın adeta bir modeli gibi dur makta,
tıpkı bütün karagöz oyunlarında olduğu gibi etrafındakilerce alay konusu olmaktadır. Her
ne olursa olsun, Osmanlı seçkin ve aydınları ile halk arasında belirgin bir ikiliğin yaşandığı,
aydınların halk kültürünü küçümsediği gerçeği her dönemde ortaya çıkmaktadır.
Geleneksel tiyatro türlerimizin tümünde karşılığnı bulan bu dilsel karşıtlık, özellikle
Tanzimat dönemiyle birlikte, batılı bir yaşam tarzının yoğunlukla yaşadığı Pera ile yerli
halkın yaşandığı mahale kültürleri arasında da somutlanmakta, bu yüzden bu tiyatro
türlerinin hepsinde asal öge bu mahalle dokusu olarak karşımıza çıkmaktadır50.
Osmanlı İmparatorluğu’nda da yaşanan Avrupa ve eski Türk kültürleri arasındaki
ayrılığın, hem dönemin Rusya،sına benzer biçimde uyumsuzluk ve yabancılaşma sorunu
yaratışını hem de şehir yaşamına ekolojik yansımasını Şerif Mardin şöyle tarif etmektedir:
İstanbul’da kültürel ayrım coğrafıdır. Bir tarafta, Ferenkler, Levantenler, Taş binalar,
yabancı törler, günah ve işretle dolu olan Beyoğlu, diğer tarafta, mahalle sathında
beraberliğin yaygın olduğu ve sıkı bir cemaatin oluşturduğun şehirin Müslüman kesimi51.
Karagöz perdesı, halk yaşamı ve kültürünün çekirdeği olan bir İstanbul mahallesidir.
Karagöz ve Hacivat،ın dışında, zenneler, Çelebi, Tuzsuz Deli Bekir, Tiryaki ya da Beberuhi
gibi tipler bu mahallenin yerlileridir. Bunlardan başka, hayal perdei،ne çıkan ve değişik
etnik gurupları temsil eden kişiler mahalleye dışardan gelen kişiler،dir, bu dışarlıklı kişiler
ile halkı temsil eden Karagöz arasında yaşanan çatışma boyutu oyunların dilini büyük
ölçüde belirler. Sabri Esat Siyavuşgil, mahalleye gelen bu kişileri iki guruba ayırmaktadır:
a. Taşralı türkler ve eyalet tipleri (Rumelili, Kayserili, Kastamonlu, Bolulu, Aydınlı,
trabzonlu, Harputlu, Tatar, vs...)
50
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları,2002, 44-5-45.
51
MARDİN Şerif, Türık Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991. 40
49
b. İstanbul ve İmparatorluk tipleri(Acem, Arep, Arnavut, yahudi, Ermeni, Tatlısu
Ferengi, Rum,vs..)52.
Çeşme oyununda Karagöz ile Arap arasında geçen karşılıklı konuşma, konunun gerek
toplumsal gerekse gülmece boyutlarına işaret etmesi bakımından dikkat çekiçidir:
Arap: Ma-sa-selam
Karagöz: Anladım Hacıbaba, vesselam!
Arap: Mesafem-ullah bil-hayr!
Karagöz: Misafiri kolundan tut da ayır diyor. Misafir nerede?
Arap: Ta rif-ül-arabi.
Karagöz: Tahinci yedi arpayı diyor. Galiba Arap kaçık.
Arap: Entemaksudek eziyyet.
Karagöz: Edirnede Maksud Bey üzümü yedi?
Arap: Sen Türkşe bilmes?
Karagöz: Hayır, ben turşucu Refik’i bilmez.
Arap: Ne, ganim, turşucu Refik? Sen Türkşe bilmes?
Karagöz: Ben Türkçe bilir, sen bilmez?
Arap: Aywa!
Karagöz: Sen bu mahalleli misin?
Arap: Aywa!
Karagöz: Ayva değil. Sen bu mahalleli misin?
Arap: Awet, bu mahalleli.
Karagöz: Beni tanır mısın?
52
SİYAVUŞGİL Sabri Esat Karagöz. İstanbul., Kanat Kit., 1941. 144.
50
Arap: Aywa!
Karagöz: Herif muttasıl ayva diyor yahu53!
Sokakta yaşanmakta olan dil probleminin, halk tiyatrosuna güleç bir biçimde
yansırken, bir yandan da toplum içinde yaşadığı düşünülen farklı kültürler arasında ciddi
bir uyumsuzluk bulunduğuna işaret ettiğini söylemek mümkündür. Öyle ki, bu uyumsuzluk
ya da anlaşmazlik üzerine (bilinçsiz de olsa) kurulmuş dil, nerdeyse, sahnede mantıklı bir
diyalog uluşturan gelenksel söylem biçimlerini terk ederek dilin anlam üretme yetisini
sorgulayan, oyun kişilerinin, bireysellikten soyunmuş, daha çok evrensel insanın temel
özelliklerini sunabilecekleri düzeyde soyutlaştıran ve giderek dili boş söylem üretmekten
öteye gidemeyen, bu nedenle de insanlara iletişimizliğe tutsak etmiş bir kilişiler yığını
olarak gören absürd tiyatro’ya selam göndermektedir.
Aynı özellikler, Cevdet kudret’in Kavuklu Hamdi’yi kaymak göstererek aktardığı
Bahçe adlı Ortaaoyunu’nda yer alan şu bölümde de kendini göstermektedir:
Balama: Vre kimsin?
Kavuklu: Ben...ben...
Balama: Aaa! Berber. Pek ala. Nerde dukan? Sen tsok büyük, yoksa mikrutsiko?
Kavuklu: oğlum ne dukkanı, ne çıkrığı sayıklıyorsun?
Balama: Şimdi sen söyledi berber dukan.
Kavuklu: Hayır oğlum böyle bir şey söyleyen yok. Kim dedi dukan?
Balama: Nasıl, ben yalan söyliyor? Sen demedi argastiriovar berber?
Kavuklu: Ulan bunlar nasıl lakırdır? Yarısı Türkçe’ye benziyor, yarısı Rumca ya. Sen
ne demek istiyorsun, onu söyle, oğlum. Evvela sen kimsin? Sonra ne
istiyorsun? Onları söyle.
Balama: Haaa! Bravo, bravo! Tsok doğru. Ego ime Doktor Kiryako.
53
KUDRET Cevdet, Karagöz. 26-27.
51
Kavuklu: Ulan, bravo çok doğurdan öteseni yanlız sen anladın. İçinde Kiryako ile bir
doktor var olduğuna göre, sen Doktor Kiryako’yu mu arıyorsun?
Balama: Yok vre dsanim onu aramak. Ego ime Doktor Kiryako.
Kavuklu: Bana bak, galiba külahları değişeceğiz. Ulan, keseleniyor musun? Bana ne
Doktorun kiri akıyorsa.
Balam: O kim Kiryako? Benim adisi.
Kavuklu: Ulan, bu da ne demek oluyor, benim adisi?
Balam: Ah vre kaymene, nasil anlatadsayiz benim adisi?
Kavuklu: Ulan nasıl Türkçe bu54?
Karagöz, Kukla ya da meddah gibi geleneksel tiyatro türlerinde, oyunlarda yer alan
tüm tiplerin konuşmaları te bir kişi (hayali ya da meddah) tarafından yapıldığı için, bu
türlerdeki söz zenginliği, çeşitliliği ancak bu tek sanatçının gücüyle sınırlıdır. Her ne kadar,
tüm bu dalların ustaları birer söz cambazı olsalar da Ortaoyunu’ndaki söz zenginliğine
ulaşabilmeleri pek kolay değildir. Ortaoyunu’nda her kişi başka bir oyuncu tarafından
temsil edildiği için sözün çeşitlenmesi olanağı alabildiğine geniş bulunmakta; birbirlerine
laf yetiştirmek zorunda olan oyuncular karşılıklı söz yarışına girmekte; Ortaoyunu
sözlüğünde buna ‘ç e n e y a r ı ş ı’ denilmektedir. Her ne olursa olsun, geleneksel tiyatro
sanatçılarının her biri, yazılı bir metni de olmayan bu oyunların altından kalkabilmek için
üstün birer söz ustası olmak, kendilerini bu yolda yetkinleştirmek zorundadırlar. O kadar ki,
Cevdet Kudret, karagöz adlı eserinde bu söz ustalığının hangi dereceye vardığını şöyle
örneklemektedir:
Evliya Çelebi’nin çok ödüğü Hayal-i zılcı kör Hasanzade Mehmed Çelebi’ nin, yanlız
Karagöz’le Hacivat’ı oynatarak akşamdan sabaha dek on beş saatde gunagun mukkaffa
taklidler idüb herkesi müstarak-i hayret itidiği ve 18.yüzyıl sonlarında yetişen kasım paşalı
Hafız’ın da, gece sabaha kadar yanlız Karagöz’le Hacıvat’ı konuşturduğunu, dinleyenlerin,
54
YÜKSEL Ayşegül, Samuel Beckett Tiyatrosu, İstanbul., Yapı Kredi Yay., 1992, 41-42.
52
fazla gülmekten çatlamak derecesine geldiği ve vaktin nasıl geçtiğini fark etmediği
biliniyor.
Cevdet Kudret, ünlü meddahlardan İsmet Efendi’nin oğlu Meddah Kadrı Efendi’nin
anlattığı benzer bir olayı da şöyle aktarmakta:
Kavuklu
Hamid
kompanyasında
pay
bölüşülmesi
konusunda
başgösteren
anlaşmaszlık yüzünden bir oyunda taklitlerin çoğu meydana çıkmayınca, oyun sadece
Pişekâr, Kavuklu ve iki Taklitle sürdürülüp belli zaman doldurlumuş, seyirciler,"Yetişir
İsmet, gülmekten içimize fenalık geldi!" diye bağırmaya başlamışlardır.
Geleneksel tiyatro türlerinin bu bitmek tükenmek bilmeyen dilsel üretimi, kuşkusuz,
belli bazı tekniklere dayalıdır. Bu teknikler ‘ters anlama’, ‘anlamazlıktan gelme’,
‘anlamadan anlamış görünme’, ‘söz uydurma’, ya da ‘söz açma gibi dil trükleri ve bunlarla
iç içe geçen çok anlamlı bir sözcüğü her defasında başka bir anlam yüklereyek birbirine
yakın bir kaç yerde kullanmaya dayanan ‘cinas’, anlatılmak istenen şeyi söz arasında imalı
olarak belli etmeye dayalı ‘telmih’ veya inceltilmiş bir zekâya dayalı ‘nükte’ gibi söz
oyunlarından oluşmaktadır. Butun bu dil cümbüşünün içinde, ustaların yeni kelemeler icat
ederek dile eklediklerine pek ender rastlansa da, onların asıl önemi, dili törpüleyerek,
incelterek ona zarif ayrıntılar kazandırmaları, izleyenin dilin çeşitliliğini, zenginliğini fark
etmesini sağlamları, dil ile halk arasında adeta keyifli bir dostluk yaratmalıdır.
“Ters anlama”, bir tarafın söylediği bir söze onun kastettiği anlama en uzak taraftan
yanıt verme tekniğidir. Aslında bu teknik büyük ölçüde sözçüklerin çok anlamılığı üzerine
kurulmuştur; zira ‘erkek konuşan’ çokluk kendini yanıtını, karşıdan aldığı sözcüğün ona
yöneliten anlamından mümkün olduğunca uzak, bambaşka bir anlamıyla oluşturur. İzleyici,
ters anlamanın, doğru anlamanın, o kişinin anlayışsızlığından değil, aksine zekâsından,
doğru anlamanın pek de işine gelmediğinden kaynaklandığını bilir; böylelikle bir yandan
dilin elastikiyeti arttırılırken bir diğer yandan da bu tür laf ebelikleri sözü geçen toplumsal
düzlemi oluşturur.
Pişekar: Efendim, ne olmuşu yok, baltayı taşa vurmuşsun a birader!
Kavuklu: Kaza olmuştur İsmail, biletirim!...
53
Ortaoyunu ustaları tarafından yutturmaca da denilen anlamazlıktan gelme tekniği,
oyuncunun karşıdan kendine atılan bir taşı, deyim yerindeyse, adeta havada yakalarayak
tekrar karşı tarafa iade etmesidir. Bir başka ifadeyle, içinde ima bulanan bir sözü, o dolaylı
anlatımı anlamamış gibi gözükerek, belki de terse çevirerek, imayı yapanın aleyhine
döndürmesidir.
Matiz: Buraya gel bakalım derviş...
Pişekar: Efendim, ismi Hamdi Efendi’dir. Bu adam her işe yarar, açıkgözdür.
Matiz: Anlaşıldı, pekâlâ, haydin bakalım, ben gelinceye kadar bu eve göz-kulak olun.
İsmail Efendi Kefil misin?
Pişekar: Elbette efendim, bu zavallının karnı doyunca hesap tamamıdır, hiç merak
etmiyiniz.
Bunun yanlız bir kabahati vardır; fakirdir... beş on kuruş istifade görünce köpek gibi
sadakat gösterir.
Kavuklu: Elbette... İsmail Efendi kardeşim benide kendi gibi bilir.
Anlamadan anlamış gibi görünme tekniğine gelince, Karagöz ya da Kavuklu gibi
halkı temsil eden ve toplumca kaba-saba, cahil gibi görünen tiplerin bu görütmelerinin
tülerini yüzeyde onaylar gibi yaparak alttan alta diğerleriyle alay etmelerini sağlayan bir
keleme oyunu yöntenidir. Bu yöntem, ya bir kelimeye başka bir anlam yüklemeye ya da
sözcüklerin ses benzerliklerinden yararlanmaya dayanmaktadır. Öyle ki, bu söz oyunlarının
bir söyleşmede üst üste kullanılması o diyalogu içinden çıkılmaz bir hale getirirken gülmeci
katlayan bir unsura dönüşür.
Hacıvat: Yürük Beste, Aksak Semai bilir misin?
Karagöz: Ha! Sağır saka, topal bekçiyi bilirim, onlar bizim mahallededir.
Hacıvat: Değil efendim, yanı muradım: Türk aksağı, Nev-zemin.
Karagöz: Ahbabımdır Hacıvat.
Hacıvat: Kim? Karagöz: Galata, daki Kürkçü Emin.
54
Bu sınırlı sayıdaki örnek de gösteriyor ki, geleneksel tiyatronun tüm türleri söze ve
sözcuklerin kullanım biçimlerinde dayanmaktadır. Elbette, sanatçı sözün kullanım
olanaklarını çok iyi tanırken bu olanakları genişletme, zenginleştirme yollarını da aramakta,
ararken de çoğunlukla izleyicisine ihtiyaç duymaktadır. Zira halk tiyatrosu geleneğinde söz,
hem önceden hesaplanmaz, hem de akışkandır, yani yazılı metni olmadığından yalnızca
kanavası belli bir taslak metin, bir iskelet üzerine sözlerin anlık bir şekilde, doğaçlama
yoluyla döşenmesiyle oluşur ve genellikle kayda geçmediğinden sonradan da yazılı hale
dönüşemez, seyirciyle birlikte oluşur ve o anda akıp gider. Geleneksel tiyatronun
günümüze dek uluşan yazılı metinleri, büyük bir kısmı yabancı araştırmacılardan oluşan
gözlemci-izleyicilerin tuttukları notlar, ya da akıllarında kalan söz parçalarından oluşmakta,
pek azı bant kayıtlarına dayanmaktadır. Ancak son dönemde yaşayan gelenksel tiyatro
sanatçıları, belli başlı oyunlar kaleme aldıklarından, daha sağlıklı metinler aktarmayı
bilmişlerdir55.
2.6. TAKLİD
Aristoteles, bilinen ilk sanat kuramını oluştururken, hemen başlangıçta, şiir, tiyatro,
dans ve müzik gibi sanat dallarının mimesis yani taklit yoluyla oluştuğunu söylemekte, adı
geçen bu sanatların; taklit etmede kullanılan araç, taklit edilen nesne ve taklit tarzı
bakımlarında birbirlerinden ayrıldıklarını belirtmektedir. Aristoteles’e göre, hem tragedya
hem komedya, “bir eylem ve etkinlik içinde bulunan kişileri hikâye etme” yoluyla ‘taklit
eden’ sanatlardır, bu gibi yapıtlar “eylem halınde bulunan kişiler (drontas) taklit ettikleri”
için kimilerince ‘drama’ olarak da adlandırılırlar56.
Ortaoyunu’unn kısa giriş bölümü, adeta Aristoteles’in bu mimikte anlayışına bir
saygı duruşu gibidir ve bütün oyunlarda değişmez bir biçimde tekrarlanır.
Pişekâr: Efendim, cümleten safalar geldiniz! (Zurancı’ya) ama benim pehlivanım!
Zurnacı: buyur benim pehlevanım!
55
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları,2002, 48-49.
56
ARİSTOTELES. Peokita 85
55
Pişekar: ............oyunun taklidini aldım, çalda oyunumuz başlasın57.
Pişekar’ın sözünü ettiği ‘taklit!; belli bir oyunun, olaylar dizisinin, kişileştirme yani
eylem halinde bulunan kişilerin taklit edilmesi yoluyla izleyiciye aktarılmasından başkası
değildir. Kaldı ki, geleneksel tiatronun seyircisi, genelikle oynanan oyunların hikâyesini
önceden bilmekte, o hikâyenin nasıl oynadığı ya da bir diğer deyişle nasıl ‘taklit’
edildiğiyle ilgilenmektedir.
Necla Çarpan’ın aktardığı, bazılarınca Karagöz tiyatrosunun kurucusu olarak görülen
mutasavvıf Şeyh Küşteri’ye dair hikâye, bizi antiktenin idealist felsefesine kadar
götürmekte, taklit kavramının felsefi kökleriyle Karagöz’ü buluşturmaya zorlamaktadır.
-Hocam, bize irşadlarmızla Halk yolunu anlattınız. Bu suretle bizler uhrevi alemi
öğrendik.
Fakat dünyevi âlemdeki hayat nedir?
O zaman şeyh küşteri başından sargını çözerek odanın bir köşesine perde halinde
germiş ve müritlerine dönerek:
-Bu perdenin dört köşesi vardır. Esasen dünyamız da dört köşeye dayanır. Bu dört
esas atalarımızca kutludur. Bu dört köşe, dört kapıyı temsil eder; Marifet, Hakikat, Şeriat ve
Tarikat kapısı... Bunlardan birincisi İlmi, ikincisi Fazilet, üçüncüsü Kanunları, dördüncüsü
mürşidi temsil eder, dedi ve dört kenarlı olan bu perdenin her dilimini üçe bölerek, on iki
bölüm yaptıktan sonra,
-Bu bölümler on iki imamı temsil eder, dedi
Bu perdenin arkasında bir meşale yakmış, sonra sağ elini meşale ile perde arasında
tutarak, bir gölge meydana getirmiş ve taleblerine dönmüştü:- dedi ve dörtkenarlı olan bu
perdenin her dilimini üçe bölerek, on iki bölüm yaptıktan sonra, “İşte mollalar, şu
gördüğünüz perde ruhtur. Şu elimin gölgesi ise cisimdir, dünyadır. Arkasında yanan meşale
ise...” ve meşaleyi püf diye söndürmüş.
57
KUDRET Cevdet, Ortaoyunu, 256-257.
56
-Şu yanan Meşale püf diyence görüyorsunuz sönüyor. İşte bu insandaki, ölüm
neticesi kaybolan ruhtur. Meşale söner sönmez o cism kaybolur. İşte insanoğlu bu
perdedeki hayallerdir. Dünya kurulalı, ezelden ebede kadar bu hayaller o perdeden gelip
geçeceklerdir, işte hayat dediğimiz budur. Yanliz şunu biliniz ki baki kalan perdedir. Bu
perde ise dünyamızdır... bu perdenin sahibi rabbülalemin’dir o Rab ki güzelliğin ve
faziletin sönmez ruhudur58.
Halk tiyatrosu geleneği içinde yer alan türlerin birbirlerinden ayrıldıkları temel nokta
taklit etmede kullandıkları araçlar, taklit eteme yöntemleridir. Bu açıdan bakıldığnda, söz
ile eylemi canlı oyuncuda buluşturan Ortaoyununu ile tek boyutlu tasvirlerde buluşturan
Karagöz bir ölçüde birbirlerine yaklaşsa da, eylemin ya da kişi etkinliğinin nerdeyse
tamamen devreden çıktığı Meddah diğerlerinden ayrılmaktadır. Yine de, meddah’ın da
eylem halindeki kişilerin etkin olarak yer aldığı bir olaylar dizisini izleyicisine kendine has
yöntemlerle ‘anlattığı’ bu anlatımir tekniğinin de Aristoteles’in tanımladığı mimesis ’i
karşıladığı ortadadır. Onun kullandığı yöntem bir gösterme ya da kişileştirmeden çok,
deyim yerindeyse, bir zihinde ‘canlandırma’ tekniğidir. Zira Meddah’ın eylem halindeki
kişileri hiçbir zaman izleyicinin karşısına somut olarak çıkmazlar, ancak onların
imgeleminde yaşam bulurlar.
Bir action’un taklidi biçimindeki Aritotelesçi anlamı dışında ‘taklit’; insan, hayvan ya
da kimi kez cansız nesnelerin hareket davranış, görünüş ya da konuşma ve ses özelliklerini
benzetleme şekilinde kabaca tanımlanabilecek ikinci, belki de geleneksel tiyatromuz
bakımından daha önemli bir anlamıyla da karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de ister
Ortaoyunu, ister Karagöz, ister Meddah ya da Kuklaolsun, geleneksel tiyatro türlerimizin
en belirleyici özelliği bütün hepsinin birer mukallitlik sanatı olmasıdır. Geleneksel
sanatçıların tümü, türlü çeşit şivenin, dilin, ağızın, hayvan sesinin, kusurlu kişinin, doğada
yer tutan kimi seslerin, insan tavır ve hareketlerinin taklidini kusursuz bir biçimde
yapabilme yetkinliğne sahiptirler. Bu oyunculuk yetisinin yanında yaşadıkları toplumun
58
ORAL Ünver, Karagözname, İstanbul. , İş Bankası. Kül. Yay. 1977. 34-35.
57
içinde barınan her şeye gösterdikleri gözlemci ilgiyi kimi zaman aşırıya vardırarak taklit
hazinelerini zenginleştirdikleri de bilinmektedir59.
Özdemir Nutku’nun, EbuzziyaTevfik’i kaynak göstererek aktardığına göre, Meddah
Yaci İzzet’in:
Mesela, şehir halkınca maruf bir dilencinin, şive ve ahengiyle iktisab edinceye kadar,
lüzumuna göre aylarca arkasında dolaştığı; hatta Ayasofya’ meşhur bir ama olan
Buhurcu’yu taklit için, nice günler takip etmiş olduğu ve yene meşahir-i rusik-şinasandan
Külhanbeyi Mehmed’in aheng-i gınasın fark olunmayacak raddede taklit maksadıyla birçok
zaman mahmud Paşa Tekkesi’ne devam ettiği60
Halk tiyatrosu geleneğimizin en önde gelen ve belki de seyirci tarafından en fazla
beğeni toplayan özelliklerinden biri, çeşitli etnik grup ve yöresel halk temsilcilerinin taklit
edilmesidir. Bu taklitler kozmopolit Osmanlı toplumunun içinde yer tutan hemen tüm
unsurları kapsamakta, toplum içindeki alt kimlik ve kültürlerin konuşmadan davranışa tipik
soy özelliklerinin bir nevi karikatürleştirilmesiyle meydana gelmektedir. Taklit için en asal
öge, taklit edilen etnik kümenin söyleyiş çzelliği yani şivesidir. Şivenin yanında, laz’ın tezcanlılığı Yahudi’nin cimriliği, Efe’nin sertliği ya da Kayserili’nin açıkgözlüğlü gibi kimi
davranış kalıplarının da taklitleri belirlediği söylenebilir. Bu kalıplaşmış figürler birer
kişiden çok kalın hatlarla çizilmiş toplumsal grup, bu gurubun sosyo-ekonomik durumu, bu
durumun oluşturduğu zaaflar ve aynı gurubun ahlak, eğitim, gelenek, töre, yaşama biçimi
gibi kültürel özellikleri ve toplumsal yaşamlarından doğan alişkanlıkları betimlenmekte, yer
yer eleştiriye uğramaktadir61.
Geleneksel tiyatronun bu yaklaşımı Brecht’in tiyatro anlayışını da belirleyen önemli
niteliklerden biridir. Ona göre:
59
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 54
60
NUTKU Özdemir, Meddahlık, 65-66.
61
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 55
58
Epik Tiyatro insanların birbirlerine karşı davranışlarındaki toplumsal tarihsel önemde,
yan tipik nitelikteki kesitlerle ilgilenir; öyle sahneler üzerine eğilir ki, bu sahnelerde insan
davranışları bu insanların bağlı bulundukları yasaları görünür duruma getirsin62.
Bu da estetik bakımdan, oyuncuların toplumsal jestlerinin özellikle önem kazanması
demektir. Sanat için söz konusu, bu jestin işlenip eğitilmesidir. Doğal olarak toplumsal
açıdan önemli jestlerdir bunlar, yoksa süsleyici ya da duygusal jestler değildir. Mimik ilkesi
böylece yerini adeta jest ilkesine bırakmıştır63.
Sevinç Sokullu, kişiden çok toplumsal tavrı göstermeye yönelen geleneksel tiyatroda
saldırı, küçümseme, aşağılama sözkonusu olmayacağını, her tipin toplum içindeki işleviyle
kabul edilerek, asıl bozukluğun düzenden kaynaklandığının imlendiğini ve yargının
izleyiciye bırakıldığını söylemektedir. Sokollu bu görğşlerini şöyle tamamlamaktadir:
Beşeri zaafları gülünçleştirme yoluyla insan karakterine eğilme az rastlanır bir
tutumdur.
Genellikle insana ilişkin bir kusur, ayıplanası bir davranış toplumsal düzensizliğin bir
zorunluğu
olarak
gösterilmiştir...
Oyunlarda
ya
bir
münasebetsizlik
bir
başka
münasebetsizlikle dengelenir ya da ibretlenir64.
Halk tiyatrosu geleneğimizde hayvan figürleri ve taklitleri de önemli bir yer tutar.
Öyle ki, kimi meddahların hayvan taklitlerinde özel bir ustalık kazandıkları, örneğin sayısız
kuş çeşidinin ayrı ayrı taklit ettikleri, hatta hayvanların farklı ortamlarda farklı ruh halleri
içinde farklı davranış biçimleriyle yansılanabildiklerini bilmekteyiz. Karagöz oyunlarında
da merkep, köpek, yılan, arı, leylek, keçi, yabankazı gibi çok değişik hayvan bir görüntü
aldığına tanık olmaktayız. Geleneksel tiyatronun hayvanlarla bu denli haşır-neşir oluşunun
birincil nedeni, köylü tiyatrosu geleneğinin, yani Anadolu’da bugün bile varlığını
sürdürmekte olan köy seyirlik oyunlarının şehirlerde gelişen halk tiyatrosuna etki etmesidir.
Nitekim köy seyirlik oyunları toprağa bağlı kırsal yaşamın en asal unsurları olan hayvan
62
BRECHET Bertolt, Epik Tiyatro, Çev: Kamuran Şipal, İstanbul., Cem Yay, 1997, 133.
63
BEREHT Bertolt, Epik Tiyatro, Çev: Kamuran Şipal. İstanbul. Cem Yayını, 1997, 134.
64
SOKOLLU Sevinç, Türk Tiyatrosunda Komedyanın Evrimi, Ankara, Kül. Bak. Y, 1993, 136.
59
motifleri ile doludur, bu oyunlara kaynaklık eden mitolojik yapı da insanın doğa ile
kurduğu ilişkinin bir sonucu olarak belli hayvan motiflerini kutsallaştırmıştır. Hayvan
taklitleri, özellikle Karagöz oyunlarında hayvanların fantastik figürler olarak görünmeleri;
insanın hayvansal yanını da vurgulama, bir yandan onu doğasına yaklaştırıken bir yandan
da onun ilkelliğine işaret ederek böylesi bir ilkellikten kaynaklanan zaaflarını törpülemek,
giderek ortadan kaldırmak amacı taşımaktadır denilebilir. Aynı olgu, bitkilerin ya da zaman
zaman cansız nesnelerin taklit edilmesi için de geçerlidir. Aslında Karagöz hayvanların,
bitkilerin, canlı cansız her şeyin birer oyun kişisine dönüşebildiği, sanatçının sonsuz ve
sınırsız hayaline imkân tanıyan, hatta bu fantezi imkânını alt tarafı keçi üst tarafı Karagöz
ya da gövdesi kurbağa, kafası Karagöz olan özgün figürler yaratmaya kadar vardıran, her
an her şeyin mümkün olabildiği son derece zengin bir tiyatro formudur. Bu zenginlik, hem
derinin ustanın elinde nasıl şekilleneceği perdede nasıl yaşam bulacağı ile ilgilidir.
Karagöz’ün imgeleme sonsuz bir alan bırakan bu fantastik yanı, tiyatronun izleyicisine
sürekli yalan söylediğini, düş dünyasının gerçeğini insanların gündelik maddi gerçeğinden
soyutladığını savunarak Uyumsuz Tiyatro’nun temellerini atan İonesco’yu adeta doğrular
niteliktedir. Kendisine kadar yapılagelen tiyatro anlayışının bir kandırmacadan ibaret
olduğunu belirten İonesco, günlüğünde kukla oyunlarının etkileyiciliğine şöyle değinir65.
Kukla oyununu büyülenmiş gibi izleyebilirdim günlerce, hiç gülmeden. Kukla
oyununun garip bir çekiciğili vardı... Benim gözümde kukla oyunu dünyayı yansıtıyordu,
ayna gibi...
Ama sonsuz dek basitleştirerek, karikatürize ederek, gerçekten daha gerçek bir
biçimde, sanki gerçeğin korkunçluğuna ve tuhaflığna parmak basmak istiyordu.
Karagöz, Kukla, hatta bir ölçüde Meddah gibi geleneksel türlerde, dünya üzerinde
olup biten her şeyin büyütüldüğü, kabalaştırıldığı, giderek bu yolla yaşamın basmakalıp bir
biçimde basite, daha basite indirgendiği doğruysa da, bu türlerde asıl önemli olan yaşamın
düşsel, masalsı veya fantastik gibi görünen, gerçekliğin ancak hayali bir parçası olarak
kabul edilen bütün unsurlarının sahne gerçekliğine dâhil olmasıdır. Bu seyicinin, insan
65
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 5
60
imgelemine gelebilecek her olasılığın oyuna katılabileceği, sınırları olmayan, büyükyici bir
dünyanın kapılarını aralaması anlamını taşımaktadır. Bu açıdan bakıldığında son sözü,
fanteziyi tiyatrosunun en temel ögesi olarak kabul eden Dario Fo’ya bırakmak yerinde
olacaktır:
Yapmamız gereken, daha doğrusu yazarlar, rejisörler, tiyatro insanları olarak
profesyonel görevimi, yaşamın bize sunduğu standart şemayı, mantığın sinizmi, ironisiyle
ve fantezinin çözüsüyle parçalayarak gerçekten söz edebilmeyi becerebilmektir66.
2.7. MÜZİK VE DANS KULLANIMI
Bilindiği gibi tiyatro sanatının kaynağını, birbirlerinin içine geçmiş bulunan çeşitli
dans ve ezgiler eşliğinde okunan kutsal öykülerin oluşturduğu, kuttörenler oluşturmaktadir.
Tiyatronun iki temel çizgisinden biri tragedyanın “keçilerin türküsü” anlamına geldiğini ve
Nietzsche’ye bakılırsa müziğin ruhundan doğduğunu, diğeri komedyanın ise “cümbüşlü
ezgi” manasını taşıdığı ve asıl babalarının soytarılıkları ile namlı fallus şarkıcıları olduğunu
neredeyse bütün tiyatro tarihçilri yazmaktadır. Tiyatronun yazılı ve örgütlü bir hale
dönüştüğü dönemde, gerek antik tragedyada gerekse eski komedyada, “koronun lirik
şiirlerinin hem şark, hemde dans olarak uygulandığı78” konusunda da kuşku yok gibidir.
Özetle, müzik ve dans tiyatronun kaynağından bugüne, ona eşlik eden, onu var ederek
geliştiren iki ana etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde tiyatroda
müzik ve dansla gelişen oyunların sayısı küçük bir yer tutsa da, pek çok oyunda sahne
aralarında şarkı, dans ve fon müziklerinin çokça kullanıldığna tanık olmaktayız. Tiyatro
sanatının tarihi boyunca, müzik ve dans kullanımına oldukça farklı işlevler yüklenmiştir.
Bu işlevler, dramatik aksiyonun yönlendirilmesinen, sahnedeki kişilerin ruh hallerini
güçlendirmeye, ahlaksal derslere vermekten, oyuna dışarıdan müdahaleye kadar çok
değişken özellikler taşımakta, kuşkusuz bu özellikler tiyatronun dönem dönem değişen
rolleriyle paralellik göstermektedir. Örneğin "Shakespeare’nin oyunlarında araya konulan
şarkırla, aksiyonun çıkış bir an için kesilerek ve derin duygu anları vurgulanarak önemli bir
66
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 57
61
yapısal özellik ve dansa ilişkin sahnelerde salt hareketin tartımsal iskeleti " sağlanmış
olmaktadır. Müzik ve dans, geleneksel tiyatromuzun istinasız bütün türlerinde, olmazsa
olmaz unsurların basında yer tutar. Her oyunda oyuncu grubuna, çeşitli enstrümanlardan
meydana gelen bir saz heyeti, Ortaoyunu’nda ise buna ek olarak dansçılar eşlik eder.
Özellikle Karagöz sanataılarının biçoğunun oyunculuktaki ve tasvir yapımındaki
ustalıklarına, müzik bilgileri ya da hanendelikleri de eşlik eder. Ortaoyunu değişmez bir
biçimde zurnayla açılır, zurnacı meydana gelecek her tip için özel bir hava çalar, böylelikle
bir bakıma sahneyi o tipe hazırlar, onun kalıplaşmış özelliklerine uygun bir atmosfer
yaratır67.
Cevdet Kudret, Alı Rıza Bey’i kaynak göstererek Ortaoyunu’nda zurnacının önemini
şöyle anlatr:
...Her şahıs ne taklidine çıkarsa o taklide mahsus parçayı çalmak ve oyunun saza
müteallik kısmını idare etmek zurnacıya ait olduğundan her zurna-zen ortaoyunlarında icrai sanat edemez; evvelce meşk etmek şarttır68.
Ağalık oyununun Bekir Ağa tarafından bestelenmiş olan İsfahan makamındaki giriş
semaisi şöyledir:
O nühüfte gamzelerden bunun kim reca ederdi
Bu nigah-i aşinai neden iktiza ederdi
Gice gördüm encümende bün ü nahl-i na-revende
Ki rakib ile çemende çelebim safa ederdi
Haşim Mecmuası’nda yayımlanmış olan bu semai, Karagöz oyunlarında söylenen
şarkı derlemerinden oluşan günün dergilerinden alınmakta olduğunu belirten Metin And’ı
destekler niteliktedir. Demek ki, geleneksel tiyatronun müzikal repertuarını oluşturan
parçalar o günün herkesçe sevilen, tutulan, popüler eserlerinden başkası değildir. Halk
67
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 59.
68
KUDRET Cevdet, Ortaoyunu, 55.
62
tiyatrosu kendini, halkın beğenisini kazanmış müzik parçalarıyla besleyerek bir bakma
garantili bir yol tutmaktadir69.
Aşçılık adlı Karagöz oyununda Bolulu’nun giriş türküsü dikkate değer bir örnek gibi
durmaktadir.
Armut dalda sıra sıra
Yar giderse Mısır’a
Ben giderim peşi-sıra (Nakarat)
Yavrum bize Bolulu dirler
Bal ile gaymağı yirler
Höngür de höngür höngür de höngür70
kayık oyununda Türk’ün giriş yaparken söylediği şarkıda karşımıza çıkmaktadır:
Yine gördüm boyu uzun serv-i bulendum dimek tek
Afatu gördüğüm billah taşa çaldum nacağu
Kezban’umun yüzü ablak beyazdu bacağu (Nakarata)
Afatu gördüğüm billah taşa çaldum naçağu71
Geleneksel halk tiyatomuzda, dansın da (müzik kadar olmasa da) oldukça önemli bir
yeri vardır. Osmanlı döneminde, dramatik nitelikler gösteren sahne dansları yapan
‘çengi’ve ‘köçek’ lerin varlığı bilinmektedir. Çengiler zaman zaman erkek kılığna da
girerek gösteriler yapan kadın dansçılarken köçeler ise kadınsı davranışları olan, kız gibi
giyinip saçlarını uzatan profesyonal genç erkek dansçılardır. Bunlar bağmsız dans
gösterileri yaptıkları gibi geleneksel tiyatronun içinde de yer alabilmektedirler. Çengi ve
69
KUDRET Cevdet. Karagöz, Cilt 1. 95.
70
KUDRET Cevdet. Karagöz, Cilt 1. 140.
71
KUDRET Cevdet. Karagöz, Cilt 1. 365.
63
köçeklerin dışında, konumuz bakımından daha önemli olan curcunabazlar da gekeneksel
komediya farklı bir renk katmaktadırlar. Metin And’ ın ifadesiyle curcunabazlar,
Daha kaba, gülünç giyimli, gürültücü... kimi öteki dansçılarla birlikte oyun
meydanına çıkıp onları beceriksizce taklit eden dancçı / oyunculardır, onların bu kaba-şaba,
şamatacı dans ve tavırları gösteriyi çeşitlendirmekle kalmayıp, aynı zamanda halkı
gülmekten kırıp geçirmektedir.
Curcunabazların, Ortaoyunu’nda oyun başlamadan evvel orta yere gelerek çeşitli
dans ve soytarılıklarla ‘meydanı’ ısıtarak seyirciyi ateşledikleri, izleyenleri asıl oyunun
eğlencesine hazırladıkları da bilinmektedir. Bu curcunaya, iki başoyuncu, Kavuklu ve
Pişekar da dahil olmak üzere o topluluğun bütün oyuncuları katılmakta, böylelikle
kampanya izleyicilere otuna geçilmeden önce takdim edilmiş de olmaktadır. Geleneksel
tiyatromuz üzerine incelemeler yapan araştırmacılar, halk tiyatrosunda müzik ve dans
kullanımına kısa da olsa yer vermelerine karşın, bu iki unsurun işlevleri hususuna hemen
hiçbiri değinmemiştir. Bunun sebebi, şarkı ve dans kullanımının yukarıda saymaya
çalıştığımız doğal getirileri bir yana, eğlendirmek dışında öyle belirgin herhangi bir
işlevlerinin karşımıza çıkmamasıdır. Özellikle şarkıların büyük ölçüde işlevsiz kalışı,
sözlerinin oyunların içeriği ile ilgili olmaması, dolayısıyla oyunlara katkı sağlamayaması,
izleyiciye bir söz aktarmamasıyla doğurdan bağlantılıdır. Şarkı ve dansların eğlendirme
özelliklerinin yanında, oyuna kısa bir ara vererek seyircinin dağılan ilgisini yeniden
toplamak, soluklanmasını sağlamak ve onları yeni bir kahkaha maratonuna hazırlamak ya
da başka bir açıdan oyunun tartımını, temposunu ayarlamak gibi değişik işlevleri olduğu da
söylenebilir. Ancak, geleneksel tiyatro, müzik ve ya dansın, sözün yerine geçerek daha
etkin bir işlev kazanmasına, izleyiciyle daha aktif bir ilişki kurmasına, deyim yerindeyse,
yanaşmamıştır. Geleneksel tiyatronun eklemli yapısı ve esnek dokusunu, özdeşmeşleyi yok
etmeyi hedefleyen tiyatro anlayışının temeline oturtan Bertolt Brecht, oyunun akışını
sekteye uğratma tahlikesi olmaksızın müzik kullanımını da epik tiyatronun vazgeçilmez bie
unsuru olarak kullanmış, ancak bunu yaparken ellbete müziği gelenksel tiyatrodakinden
tamamen başka bir görev de yüklemiştir. Bu görevi tanımlayabilmek için Brecht, yine
gelenksel anlayışıyla şekillenen müzik, doğurdan doğruya alıyazısının kendisi olarak
64
dinleyici karşısına çıkmaktadır; bu zamandaki insanın insan tarafından en korkunç, bilinçli
bir tarzda sömürülmesinin oluşturduğu alabildiğine çapraşık, asla içyüzü görülmeyen bir
alınyazısı olarak. Böylece müzik yalnızca bir kulinar (gönül hoş edici) amaci hizmet
etmekte, dinleyici verimsiz, dolayısıyla güçsüzleştirici bir zevk alma eylemine
sürüklenmektedir72.
Demek ki, Bercht’in tiyatrosunda müzük, izleyici uyuşturduğu düşünülen estetik
hazzın ya da eğlendirici olmanın çok ötesinde, toplumsal tavrın, yazarın deyişiyle politik ve
felsefi anlamın açıkça ortaya çıkmasını sağlayacak, böylelikle izleyenin bu anlamı fark
ederek belli bir dönüşüme ortak edilmesini destekleyecek özellikler taşımak zorundadır. Bu
durumda tiyatroda müzik, "toplumsal durumlarla ilgili kararlara varılmasını sağlayan bir
jest" olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira epik tiyatro oyunlaştırdığı olayları hiçbir zaman
kaçınılmaz bir alınyazısı halinde ortaya koymamakta, insanı bu alıyazısını eline güzel ve
anlamlı bir tepki içinde de olsa teslim etmemekte, onu asla bir çaresizlik içinde
göstermemekte, tersine bu alıyazısını büyüteç altına alıp onun bir insan kurmacası, bir
düzmece olarak maskesini düşürmeye çalışmaktadır. İşte bu noktada şarkı kullanımı, hem
sıkıştırılmış ve süretli anlatımıyla, hem de ölçülü ve tartımlı yapısı ile çok daha vurucu bir
etki yaratabilme kabiliyetine sahiptir73.
Epik tiyatronun episodik yapısı içinde, şarkılar, yer yer oyunun art arda gelen
bölümlerini birbirine bağlar, yer yer de bu bölumler arasındaki zamansal boşlukları
doldururlar. Öyle ki, Brecht şarkıları bölümler arasındaki dokuyu sıklaştırma aracı olarak
kullanmakla yetinmez, anlamsal birliği sağlamak, hatta yeni bir anlam katmanı oluşturmak
için de kullanır. Geleneksel tiyatronun şarkı kullanımı, esnek dokunun içinde yer alan
parçaların birbirine ulanması bakımından epik tiyatroya benzemekle beraber, ne Karagöz,
ne de Ortaoyunu'nda şarkıların bir anlam üretmesi görülür, 'alınyazısı' fikrine koşulsuz
inanan bir toplumsal yapıda bunun alaşağı edilmesi zaten söz konusu bile değildir.
72
73
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 59
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 60
65
Bertolt Brecht’in oyunlarında yer alan şarkıların değiştirici, dönüştürücü tavrına çok
tipik bir örnek, Sezuan’ın İyi İnsani adli oyununda Çıkmaz Ayın Son Çarşambası başlıklı
şarkıda karşımıza çıkmaktadır.
Bir varmış, her yoksul çocuk
Bilir ne varmış.
Yoksul kadının olğu altın tahta oturmuş
Günlerden çıkmaz ayın son çarşambasıymış.
Çıkmaz ayın son çarşambasında
Altın tahta oturmuş.
O gün iyiler övülecek,
Kötülerin kelleleri uçurulacak.
Onurlu onursuz insan yan yana;
Tuzun ekmeğin yarısı sana yarısı bana.
Çıkmaz ayın son çarşambasında
Tuzun ekmeğin yarısı sana yarısı bana.
Gökten çayırlar sarkacak aşağıya,
Çakıllar yükselecek derelerden.
Kişi iyi kişi olacak elini kımıldatmadan...
Cennete dönecek dünya.
Çıkmaz ayın son çarşambasında
Cennete dönecek dünya
Uçman olacağım o işte o gün;
Paşa olacaksın sen.
Sen boş gezen adam iş bulacaksın sonunda.
66
Sen zavallı kadın rahata ereceksin.
Çıkmaz ayin son çarşambasında
Sen zavallı kadın rahata ereceksin
Hiç bilmiyoruz beklemesini.
Bütün bunların olması derler ki:
Geceleyin değil, yedi buçukta değil, değil sekizde;
İlk horoz ötende!
Çıkmaz ayın son çarşambasında
İlk horoz ötende74!
Şarkı yoluyla bir yandan seyircinin ya da başka bir ifadeyle toplumun kaderci
kabullenmişliğini yenmeye çalışarak, toplumcu gerçekçi tavrın altını kalın hatlarla
çizmekte, öte yandan da özdeşleşmeye yol açabilecek bütünlüklü bir yapının, şarkı yoluyla
sekteye uğratılması, böylece müziğin bir yaancılaştırma efekti olarak kullanılarak
izleyicinin dikkatinin asıl meseleye çekilmesini sağlamaktadır. Böylece şarkılar; tiyatro
sanatında seyirciye biçilmiş edilgen rolü değiştirerek, onu tam tersine, olabildiğince etken
bir hale dönüştürmektedir. Bu yeni göreviyle müzik, başlangıcından bugüne yüklendiği
değişik ödevlerin yanında, bu yeni göreviyle tiyatronun gür ve güçlü bir sesi haline
gelmektedir. Epik tiyatroda şarkılar, oyunda bölümleri birbirine eklemleyen kimi bağlantı
noktaları olabileceği gibi, o bölümlerden bağımsız ancak oyunun o noktasına mim koyan,
başka söyleyişle oyunun belli bir bölümüne dikkat kesilinmesini sağlayan bir dış müdahale
olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Tüm bunların yanında, oyunların başında, hızlı ve
etkili bir serim imkânı veren giriş şarkıları, ya da sonunda oyunu bağlayan ve izleyiciye
bütünü değerlendirerek bir sonuca ulaşmak için adeta ev ödevi veren bitiş şarkıları da
dikkatimizi çekrnektedir. Kuşkusuz şarkılı anlatım ritrnik ve melodik yapısıyla, izleyicinin
diline, oradan da aklına dolanarak, her gittiği yere onunla beraber gitme ve böylelikle
zihinleri daha uzun süre kurcalama şansına sahiptir, yanı sıra kısa, takibi kolay ve dahası
74
BRECHT Brtolt, Sezaın’ ın İyi İnsani, Çev: Adalet Cimcoz, İstanbul İzlem yayını 1964, 105-106.
67
güçlü, vurucu ve çok etkilidir. şarkılı anlatımın bu kısa, ama güçlü ve vurucu özelliğine Üç
Kuruşluk Opera’da yer alan Peachum'un Sabah Duası başlıklı şarkı örnek gösterilebilir:.
Uyan ey aşağılık Hıristiyan!
Başla gunahkar hayatına!
Yık kutsal ne varsa, dayan!
Tanrı da gösterir sana.
Sat kardeşini ey sefil!
Sat karını sen ey alçak!
Sen tanrıyı gökte uyur bil!
Mahşer günü gelsin de gör bak75
Yazar müziklerin estetik bir tatminden çok, oyunun bütünsel amacına hizmet etmesi
gerektiğini savunmakta, toplumsal tavrın ve tipik davranış biçimlerinin yarattığı gestus'un
müzisyen için artistik bir ilke haline gelmesini istemektedir. Brecht'e göre bu ilke,
"müzisyenin müzik metinlerini özellikle canlı ve tadına kolay varılabilir bir biçimde
yaratabilmesine yardım eder", ama daha da önemlisi, "bu jeste dikkat ilkesinin, müzisyene
müzik etkinliğinin yanı sıra politik bir tutum takınma olanağı sağlamasıdır"76.
Brecht'in pek çok oyununun müziklerini yapan, epik müzikte neredeyse Brecht'ten
ayrı düşünülemeyecek olan Weill, tiyatro müziğinde adeta bir efsane gibidir. Aslinda
Weill'ın müziğe getirdiği yeni anlayış, Brecht'in tiyatro sanatına getirdiği anlayışla (her
ikisi de birbirlerini belirlediği için) aynıdır; bu anlayışların temel çıkışı da 'toplumculuk
perspektifi'dir. Weill, kendisinden önceki, Igor Stravinsky ya da Paul Hindemith gibi
bestecilerin oluşturduğu, toplumsal 'yabancılaşma sorunu'nu müziğin kendi içinde, sanatın
estetik değerlerine sığınarak, bir bakıma meta haline dönüşen sanat eserlerine karşı
sanatlarını korumak için sanat için sanat anlayışına sarılır gibi yabancılaşmayı"sadece
75
BRECHT Brtolt, Üç kurşuluk Opera, Çev: Yucel Erten, İstanbul, Boyut Yayını. 1992, 84-85.
76
BREHT Brtolt, Jest Müzik, 980
68
müziğin kendi iç dünyasında müzikal ahengin oluşturulması ile ya da 'cemaat müziği'
toplulukları kurdurarak ortadan kaldırabileceğini san" mıştır77.
Objektivist müzik anlayışına karşı ürettiği yepyeni bir tezle ortaya çıkmıştır. Bu tezin
temel düşüncesini Ünsal Oskay şöyle özetlemektedir:
...yabancılaşma sorununu estetik imajda ele almakla yetinmeyip, aktüel toplumsal
bilinç
(reel-bilinç)
açımlamayı;
dinleyicinin
kendi
aktüel
bilincini
tanımasını
amaçlamışlardır. Bu bilinci, içinde konumlandırıldığı alışılmış, yaygın popüler müzik
parçalarının anlatımlarını parodilerle yan yana getirip bunun, aslında, bir yanlış-bilinç
olduğunu dinleyici-kitleye açımlamayı üstlenmişlerdir. Bu müzikçiler aktüel bilincin
içyüzünün anlaşılmasını dinleyicinin, aktüel bilince karşı eleştirel bir tavır takınmasını erek
edinmişlerdir78.
Brechrin popüler tiyatro formlarından yararlanarak oluşturmaya çalıştığı mevcut
aktüel bilincin tersyüz edilmesi, yeni ve eleştirel bir bilincin aktüel hale getirilmesi,
Weill'ın müzik anlayışında da kendini göstermektedir. Bu bakımdan Weill, popüler müzik
parçalarından yararlanarak, hatta onları kullanarak, müzik sanatının estetik ölçütlerinden de
ödün vermeyerek, müziğin toplumun geniş bir kesimine yaygınlaştırılmasını, bu yolla
yanlış koşullanmışlıkların kitlelere fark ettirilmesini hedeflemiştir. Bu hedef, elbette, gerek
estetik, gerek politik olarak, yepyeni bir müzikal arayışı da beraberinde getirmektedir.
Yaptıkları müziğin artistik metodunun büyütücü aynasında, dinleyicinin içinde yer aldığı
yabanalaşmaya dayanan çağdaş toplumda sevilen yaygın müzik parçalarını, harcı âlem
şarkıları (varolan toplumdaki yaşamın realitesine bağlı olarak, ondan ötürü gereksinilen
alışılan müzik formlarını) dinleyici kitlesine göstermeyi; alıştıkları, sevdikleri müzik
parçalarının gerçekte birer yanlış-bilinç ürünü ve üreticisi olduğunu görülür kılmayı
amaçlamışlardır. Bunun içindir ki, Kurt Weil'in Üç Kuruşluk Opera ya ve Mahagonny'ye
yaptığı müzik, Stravinsky'nin Asker'in Öyküsü'ne yaklaşır. Hindemith ise Asker'in
Öyküsü'nden uzaklaşmıştır. Oysa Adorno’ya göre, Kurt Weill'in üslubu montaja
77
OSKAY Unsal, Müzik ve Yabancılaşma, Ankara, Dost Kitab. Yayını, 1982. 113
78
OSKAY Unsal, Müzik ve Yabancılaşma, Ankara, Dost Kitab. Yayını, 1982. 114.
69
dayanmaktadır. Neo-klasizmin 'organik' yüzeyini kasıtlı olarakbirkaç yanlış nota katarak
bozar; molozlarını, fragmanlarını süpürür. Kurt Weill, müzik yaparken aktüel kendi
kompozisyonunu asılsızlıktan ve aldanımdan yola çıkarak yeniden inşa eder79.
Topluca bakıldığında, geleneksel tiyatronun serbest, esnek dokusunun içinde,
bağımsız parçaları birbirine bağlamakta önemli bir halka olarak yapısal ve izleyiciyi
eğlendirmek temel hedefinin vazgeçilmez bir unsuru olarak da estetik işlevler taşıyan
müzik ve dans kullanımı, halk tiyatrosunun tüm türlerinde çok önemli bir yer tutmaktadır.
Ancak, ne kadar önemli olursa olsun bu işlevler modern tiyatronun bugün geldiği noktada,
izleyici ile kurulan ilişki bakımından değersiz olmamakla birlikte, yeterli de değildir. Gerek
müzik, gerek dans, tiyatro olayının içinde artık bir hoşça vakit geçirme aracı olmak yerine,
kendisine etkin görevler, işlevler yüklenen yepyeni bir kişilik, hem sözel hem de müzikal
bir bütünlük olarak durmaktadır. Tiyatronun bu unsurları, halkın tuttuğu hazır ve popüler
bir dağardan devşirilmek yerine, yeni ve tiyatroyu merkeze alan bir yaratıcılık alanı olarak
görülmektedir. öyle ki, tiyatro sanatı içindeki bu yaratıcı alan, örgütlerımiş ve alımlayıcısını
(ya da alıcısını) kendisine hayran bırakarak, deyim yerindeyse, büyülemiş popüler olana
karşı bir etkinlik sahası oluşturmaya çalışmakta, alışkanlıklarla tutsak kılınmış bu gündelik
alımlama biçimine karşı Brecht'in daha açık ifadesiyle savaş açmaktadır. Kaldı ki, Brecht
ve Weill örnekleri, sanatın en yetkin ürünlerinde bile, umutsuz, kendi içine kapanmış,
özgürleşmeyi başka bir zamana erteleyen bekleyişlerinin yerine, yine Oskay'ın deyişiyle,
"özgürleşmenin ancak ve ancak, insan eliyle ve tarihin kendi zaman boyutunda
gerçekleştirilebileceğine" dikkat çekmektedir. Bu vurgunun temel anlatım biçimlerinden
biri de şarkılı anlatımdan başkası değildir80.
79
OSKAY Unsal, Müzik ve Yabancılaşma, Ankara, Dost Kitab. Yayını, 1982. 115.
80
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 69.
70
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3.1. GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM
HALDUN TANER:
16 Mayıs 1915’te İstanbul’da doğdu. 7 Mayıs 1986’da İstanbul’da yaşamını yitirdi.
Son Osmanlımeclisinde İstanbul miletvekili olan İstanbul Darülfünun’u (İstanbul
Üniversitesi) Hukuk Fakültesi profesörü Ahmed Selahattin’in oğlu. Ortaöğrenimini 1935’te
Galatasaray
Lisesi’nde
tamamladı.
Devlet
tarafından
Almanya’ya
Heidelberg
Üniversitesi’ne gönderildi. Siyasal Bilimler Fakültesi’ne devam etti. Zatürree olunca
eğitimini yarıda bırakıp 1938’de İstanbul’a döndü. Tedavisi 1942’ye kadar sürdü. 1950’de
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Filolojisi Bölümü’nü bitirdi. Sanat Tarihi
Kürsüsü’nde asistan oldu. 1950’den sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde, Gazetecilik
Enstitüsü’nde, LCC Tiyatro Okulu’nda binlerce öğrenci yetiştirdi. İki yıl Viyana’daki Max
Reinhardt Tiyatro Akademisi’nde öğrenim gördü. Viyana’daki bazı tiyatrolarda reji asistanı
olarak çalıştı. 1957’de tekrar Türkiye’ye döndü. Gazetecilik Enstitüsü’ndeki derslerine
devam etti. Tercüman ve Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Edebiyat yaşamına
gençlik yıllarında yazdığı skeçlerle başladı. “Töhmet” adlı ilk öyküsü Yedigün dergisinde
“Haldun Yağcıoğlu” takma ismiyle 1946’da yayınlandı. New York Herald Tribune
Gazetesi’nin 1953’te İstabul’da düzenlediği öykü yarışmasında “Şişhaneye Yağmur
Yağıyordu” öyküsüyle birinci oldu. 1956’da Varlık dergisinin araştırmasında yılın en
beğenilen öykücüsü seçildi. Öykülerinde bireyin toplumdaki yaşam biçimleri üzerinde
durdu. Bunların aksayan yanlarını mizah unsurları kullanarak anlattı. Eski ve yeni yaşam
biçimi arasında kalmış insanların, sonradan görme zenginlerin yaşamlarını ele aldı.
Toplumun
değişik
kesimlerden
seçtiği
kişilerin
tutarsızlıklarını,
çelişkilerini
ikiyüzlülüklerini sergiledi. Öykülerinin arka planında da çoğunlukla İstanbul manzaraları
oldu.Tiyatrodaki ilk eserlerinde dramatik türün başarılı örneklerini verdi. Ardından
epik tiyatro denemelerine girişti. “Keşanlı Ali” adlı oyunu Türk Tiyatrosu’ndaki ilk epik
tiyatro örneğidir. Bu oyun Türkiye’nin yanısıra Almanya, İngiltere, Çekoslovakya,
71
Yugoslavya’nın çeşitli kentlerinde oynandı. Daha sonraki dönemlerde konularını güncel
olaylardan alan siyasal-sosyal taşlamaların ağır bastığı oyunlar yazdı. Zeki Alasya ve Metin
Akpınar ile Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nu, Ahmet Gülhan ile Tef Tiyatro Grubu’nu kurdu.
Türk ortaoyunu vetuluat tiyatrosu ögelerinden de yararlanarak toplumsal olayları alaylı bir
dille eleştirdiği oyunlarıyla büyük başarı kazandı.
ESERLERİ:
ÖYKÜ:Yaşasın Demokrasi (1949),
Tuş (1951)
Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu (1953)
Ayışığında Çalışkur (1954),
Onikiye Bir Var (1954),
Konçinalar (1967)
Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (1969)
Kızıl Saçlı Amazon (1970)
Yalıda Sabah (1983)
OYUN: Günün adamı-Dışardakiler (1957)
Ve Değirmen Dönerdi (1958)
Fazilet Eczanesi (1960)
Lütfen Dokunmayın (1961)
Huzur Çıkmazı (1962)
Keşanlı Ali Destanı (1964)
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım (1964)
Zilli Zarife (1966)
Vatan Kurtaran Şaban (1967)
Bu Şehr-i Stanbul Ki (1968)
Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (1971)
Astronot Niyazi (1970)
Ha Bu Diyar (1971)
Dün Bugün (1971)
72
Aşk-u Sevda (1973)
Dev Aynası (1973)
Yar Bana Bir Eğlence (1974)
Ayışığında Şamata (1977)
Hayırdır İnşallah (1980)
Eşeğin Gölgesi Haldun Taner Kabare
FIKRA–GEZİ–SÖYLEŞİ:
Devekuşuna Mektuplar (1960)
Hak dostum Diye başlayalım Söze (1978)
Düşsem Yollara Yollara (1979)
Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil (1979)
Yaz Boz Tahtası (1982)
Çok Güzelsin Gitme Dur (1983)
Berlin Mektupları (1984)
Koyma Akıl Oyma Akıl (1985)
Önce İnsan Olmak (1987) 81
Haldun Taner’in tiyatro eserlerini yukarıda sıraladım. Elbette Keşanlı Ali Destanı
ile Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nın yeri ayrı. Tiyatrocu olsun olmasın Sersem Kocanın
Kurnaz Karısı’ndaki “Zaten aktör dediğin nedir ki..” tiradını bilen pek çok kişi vardır.
Keşanlı Ali Destanı da hem teatral hem de yarattığı karakterin dönemini aşan özellikleri
nedeniyle her dönem seyirciyi çekmiş bir oyundur. Ama sevmeyenlerin de olduğunu
öğrendik. En son iki yıl önce sahnelendi ve “Beyaz Türkler’in yaptıkları” çerçevesi ile
Türk kültür hayatının çok önemli bir yazarı zamanın “ham”lığından nasibini aldı, yazar ve
bazı oyuncular damgalanmaya çalışıldı. Bir yazar da “Bu oyunun bir başyapıt olduğuna
kim, hangi gerekçelerle karar vermiş acaba” diyerek oyunu küçümsemişti. Ama toz
duman kalktıktan sonra gerçek niyetini anlama şansına kavuşacağımız bu anlayışa rağmen
Haldun Taner’in oyunları Günün Adamı’ndan başlayarak her dönem merakla beklenen
oyunlar oldu, seyirci “Ne yazmış?” diye merak etti, otorite “Gene ne yazmış?” diye sıkıntılı
81
http://www.xn--edebiyatgretmeni-twb.net/haldun_taner.htm
73
bekledi. Millet için Haldun Taner, “âkıl” adamdı, otoritenin aklı ise “âkıl”da kaldı. İyi de
neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım denince akla gelen isim, Ulvi Uraz. Türk
Tiyatrosu’nun bu büyük oyuncusu tarafından canlandırılan Vicdani, unutulmazlar arasında
oldu her zaman. Geçen yıl Ali Erdoğan şakayla söyler Haldun Taner isimli derlemesine
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyunundan son sahneyi ve Vicdani’yi almış
ve de çok büyük bir başarı ile canlandırmış bize Ulvi Uraz’ı yeniden hatırlatmıştı.
Seyredilmiş ya da seyredilmemiş olsun, Ulvi Uraz’ın hatırlanması da ilginç bir not olarak
kalacaktır sanırım.
Seyirlik tiyatromuzun özellikleri ile yaratılan oyunun bir diğer karakteri Vicdani’nin
karşılığı, Karagöz’ün Hacivat’ı, Efruz’un Vicdani kadar hatırlanmaması, Vicdani ile
kendini özleştirilen seyircinin daha çok ve her zaman var olmasından ileri geliyor herhalde.
Bunda yazarın da rolü var. Haldun Taner, finalini Vicdani’ye yaptırdığı oyununda ona
karşı daha duygusal . Efruz’un her dönem günün adamı olabilme açık gözlüğü, açlığı ve de
her dönemde dört ayak üstüne düşmesi Vicdani’nin hakkının yenmesine, iyi niyetinin
suistimal edilmesine neden oluyor. Aradan geçen zaman içinde değişen Türkiye’de yeni
nesil , “Vicdani de yedirmesin, yemezsen yerler”e daha yakın gibi. O nedenle Vicdani için
üzülen seyirci azaldı mı ne?
Zar zor yer bulduğum(“sandalye konulan” bir oyun olmuştu) bu en yeni Gözlerimi
Kaparım Vazifemi Yaparım’da, genel profiline bakarak seyircinin oyuna gösterdiği ilginin
nedenini anlamaya çalıştım. Seyircinin yaş ortalaması orta yaş sayılabilirdi. Muhtemelen
daha önce oyunu seyretmişler, genç olsun yaşlı olsun Haldun Taner’i ismen ve de hiç
olmazsa bir eseriyle biliyorlar gibi hissettim. Ama bence daha da önemlisi hepsi,
“gözlerini kapayıp vazifesini yapanların” hala “geçer akçe” olduğunun farkındaydılar ve
kendilerini rahatsız eden bu toplumsal hastalığa karşı duruşlarını oyunu seyrederek ortaya
koyacak ve de bir tavır koymanın huzurunu duyacaklardı. DVD’ler, internet kayıtları ile
Devekuşu Kabare’nin Haldun Taner’in öncüğünde nasıl bir “muhalif” tiyatro örneği
verdiğini de bilmeyen kimse kalmadı herhalde. Bu onlara bir özlemin tezahürü olarak da
74
alınabilir. Oyuna gösterilen ilgi seyircinin canını sıkan hususlara tepki duyduğunu gösterme
arzu ve eğiliminin göstergesi idi. Atatürk adı geçer geçmez salondan kopan alkış seyircinin
bir başka özlemini de gösteriyordu. Özetle yazarın “âkıl” adam güvenilirliği, güldürürken
batırdığı iğnelerle seyircinin yerine geçmesi ve oyunun ismi, seyircinin beklentisini
yükselten hususlardı. Ama oyun sonu alkışların sesinde duyduğum “yarımlık” bana bir
şansın kaçırılmış olduğunu düşündürttü.
Haldun Taner’in kabare tiyatrosunun ilk örneklerinden biri olan Gözlerimi Kaparım
Vazifemi Yaparım, II. Meşrutiyet'ten 1960'ların sonuna kadar gerçekleşen toplumsal
değişimleri anlatmaktadır. Haldun Taner, oyunun 1974 yılındaki sahnelenişinde
yeni
sahneler ekleyerek oyuna 12 Mart’ı da dahil etmiş. Ancak 1974’de yapılan eklemeler şekil
ve söylem olarak oyunun ilk biçim ve söylemine uzak kalıyor, oyun “eklektik” bile
sayılamayacak bir kurgu gösteriyor. Dolayısıyla son hâliyle oyun, yönetmenin ve de
dramaturgun hazik ve nazik dokunuşlarını beklemiş ama maalesef böyle bir çaba
görülmüyor. Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?
Oyunun bence en anlamlı tablosu Savaş Dinçel rejisinden kalan kışla perdesinin
kullanıldığı sahne idi. Bu sahne, Usta sanatçı Savaş Dinçel’i hatırlamamıza neden oldu
ama maalesef oyun için kötü oldu. Zira, bu Savaş Dinçel’in samimiyet, ustalık, zekâ ve
aklına ulaşılamadığını da gösteriyordu. Savaş Dinçel oyunu 1994 yılında yönetmiş. Bugün
ister istemez eski ve yeni Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım arasında bir karşılaştırma
yapıyorsunuz. Kısa bir sahne olsa bile aradaki fark hüzün vermeye yetiyor. Öyleyse neden
Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?
Afişte Selim Atakan’ın ismi hemen yazardan sonra yazılmış. Bu değerli müzik
adamı Selim Atakan’a verilen değeri olduğu kadar oyunun içindeki müziğin de önemini
belirtiyor. Oyunun müziklerini hazırlayan Selim Atakan, oyuna uymak yerine oyun ona
uysun
istemiş.
“Üvertür”ün
ilk
notalarından
itibaren
bestecinin
“iddiasını”
hissediyorsunuz. İyi ve doğru besteler olabilir ama müzik tasarımı, oyunun söylemi ve dili
ile uyumlu değil. Bence oyuncular için terennümü zor, seyirci için de “ağır” şarkılar.
Bestelenen sözlerin anlaşılması zor.
Besteler, Deniz Noyan’ın şefliğinde, uzmanı
75
olmadığım için derinine eleştiremeyeceğim ama bana iyi gelen bir şekilde icra ediliyor.
Ancak bazı sahnelerde ses o kadar yüksek ki sözler anlaşılmıyor.
Ses düzeni(Özgür Yaşar İşler ve Metin Küçükyılmaz) mikrofon kullanılan bir
oyunda önemli. Ancak ses net değil ve de zaman zaman sözün işitilmesinde sorun
yaratıyor.
Kostümler(Tasarım: Gamze Kuş) için de besteler için söylediklerimi tekrar
edebilirim. Oyuncuların tülleri, baş süslerini görünce Haldun Dormen müzikallerinin
finali yanlış yerlerde kullanılmış gibi geldi bana. Anlatıcılara giydirilen smokin ve abiye
kostüm, samimiyeti ortadan kaldırmış. Seyirlik tiyatromuzun nefesi, kabarenin “herkesin
her şey olduğu” senli benli samimiyeti yok olmuş, öğretmen edalı bir oyun çıkmış ortaya.
Bu da oyunun eğlencesini azaltıyor. Metinde değişmeyen iki karakter var, Vicdani ve
Efruz. Diğer oyuncular farklı rollere girip çıkıyor. Anlatıcıları da iki sabit rol haline
getirmek oyunun kurgusunu da bozuyor. Ben anlatıcıların değişen oyuncularla oyuna
katılmasını tercih ederdim. Haldun Taner’in istihzalı ama sıcacık şefkatli gülümsemesi
yok, ince “iğneleri” kaba birer diken olmuş. Oyun “ısınamadan” bitiyor zaten.(o kadar da
uzun olmasına rağmen) Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?
Eftal Gülbudak’ ait olan koreografiyi beğendim. Gülbudak gurup danslarında
sivriliyor tabii ki. Gülbudak’ın Sarhoş’u oynadığı sahne oyunun en başarılı sahnelerinden
biri idi.
Oyunun dekor tasarımı oyunda geçen bir repliği esas almış “Plâk olmayın”. Dönen
platform gramofon’un döner tablası gibi tasarlanmış. Ancak oyun karakterlerinin o tabla
üstünde döndürülmesinden murat edilen ne anlaşılamıyor. Vicdani’nin gramofonun içine
hapsedilerek sesinin kısılması da bence nedeni anlaşılamayan bir yorum. Gramofon
tablasının anlamı ancak oyun sonunda replik ile daha çok ortaya çıkıyor. İki yanda yaldızlı
tablo çerçeveleri içinde eski İstanbul manzaraları, arkada video perdesi, ortada dönen bir
platform, tepeden tüm ihtişamı ile sarkan gramofon borusu. Oyun karakterlerinin bazısı o
tabloların içinden çıkıyor, içine girip kayboluyor. Benzer bir çerçeve, toplu bir dansın
olduğu bir sahnede oyuncuların içinden geçip önünde resim vermesi için kullanılmış.
76
Karakoldaki memurun masası arkasına gizlenmiş darbuka çok iyi bir fikir. Biteviyeleşen
konuşmalarda memurun ona vurarak tempo tutması çok akıllı bir çözüm. Bu sahnelerde
yakalanan fikirler oyunun anlatımında bir birlik içinde değil, bir bütünün parçası gibi
algılanmıyor, anlık hoş sahneler olarak kalıyor. Savaş Dinçel rejisinden kalma kışla
perdesini yaratan anlayış içimizi ısıtsa da oyunun bütününde yama gibi duruyor. Ayhan
Doğan’ın sahne tasarımı, üzerinde düşünülmüş olduğunu ama metnin yorumu üzerine
yönetmen ve tasarımcının verimli ve uyumlu bir beraberlik oluşturamadığı hissini veriyor.
Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?
Işık tasarımı(Fatih Mehmet Haroğlu) oyunun aydınlatılması işlevini görüyor ama
ışık kullanımının rejiye katkısını ben bulamadım.
Dramaturginin(Özge Ökten) yazarın iyi anlatılmasında rolünün büyük olduğuna
inanırım. Yönetmeni belli bir çizgide tutar dramaturg. Metnin düzenlenmesinde dramaturg
ağırlığını koyar. Bazı sahnelerin budanmasına ve de oyunun mesajının tam olarak
seçilmemiş olmasına da bakarak dramaturg bu oyunda ağırlığını koyamamış gibi geldi
bana. Haldun Taner’in bu oyunu zaman içinde temel meselesi sabit tutularak yeniden
anlamlandırılırsa hedefe varılır. Oysa ödenekli tiyatro, suya sabuna dokunmama titizliği
ile “mış” gibi “kabare” yapmaya kalkışmış. Örneğin sokak isimleri ile yürüyen oyun
düzeninde bugünün sokak isimleri nasıl olur söyleyebiliyor mu? Hayır. Vicdani ve Efruz’a
bugünün kıyafetlerini giydirip zamanın kahramanlarını çağrıştırabiliyor mu? Hayır. Amaç
“nostaljik” bir Haldun Taner anma töreni midir? Oyun çok da uzun. Bu nedenle sarkıyor.
Öyleyse neden Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım?
Efekt (Ersin Aşar) oyunun can alıcı bir öğesi durumunda değil, görevini yapıyor.
Video tasarımı(Funda Köseoğlu) ve illüstrasyon(Eylül Gürcan) bence oyunun en
başarılı yanı. Video görüntülerinde oynayan ve seslendirme yapanlar da çok başarılı. Video
tasarımının anlatım dili sahnedeki dilden daha samimi. Sahne ona uysaydı keşke.
Vicdani rolünde Uğur Dilbaz Efruz rolünde Can Ertuğrul iyi oyunculuk sergiliyor. Ama
onlar da eski kalıpların tesirinde kalmış gibi geldi bana, rolü öyle yoğurmuşlar. Yılmaz
Meydaneri, İrem Erkaya, Pınar Demiral, Elyasa Çağlar Evkaya, Özgür Atkın, Can
77
Alibeyoğlu, Mert Aykul, Şeyda Aslan, Barış Çağatay Çakıroğlu, Yasemin Gezgin’in
oyunculukları iyi, keyifle seyrediliyor, ama alışılmış tiplemeler yaratmışlar. Yani oyuncu,
kendi arşivinden rolü çıkarıvermiş gibi. Ümran İnceoğlu, Zeynep Göktay Dilbaz, Neslihan
Ayşe Öztürk , Derya Keykubat Yenigün’ün ise rollerinde yeni bir söylemi arıyorlar (gibi
algıladım). Bu dört oyuncu kısa sahnelerinde farklı ışıklar yakıyor. Anlatıcıların sorunu,
oyunun yorumundan kaynaklanıyor. Bu oyunun belirli bir kişi tarafından oynanması
gereken bir anlatıcı rolüne ihtiyacı yok. Vicdani ve Efruz dışındaki tüm oyuncular
değişerek “anlatabilir”. Her ikisini de haber spikerleri gibi fazla ciddi bulduğum
anlatıcılardan biri olan Ersin Umulu durgun. Bence oyunculuğunu daha renkli bir hale
getirebilir, daha sıcak olabilir. Sahne duruşu alımlı olan İrem Arslan Aydın, oyunun onu
konuşlandırdığı(hapsettiği) yerden rolüne kattığı kişisel vurgularla sıyrılmaya çalışıyor.
Oyunculuk yeteneğine inandığım ve sesinin güzelliğini de bu oyunda fark ettiğim Aydın’ın
ona biçilen rollerle kişisel oyunculuk sınırlarının gerisinde bırakıldığını düşünüyorum.
Yönetmen Can Doğan ile birlikte oyunun yönetmen yardımcılarının( Ümran
İnceoğlu ve Arda Aydın) oyunun genel söylemi için sorumlu olduklarını düşünüyorum.
Geçmişi görmek yetmez, geçmiş bugüne nasıl yansıyor(kök nasıl dal vermiş) bunu
anlatmak gerekir ki Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’da bulamadığım husus bu.
Oyunu “Açın gözlerinizi gerekeni yapın” demek için “gereken”in ne olduğunu neden
gerektiğini göstermek, algılatmak gerekir. Yapamıyorsanız neden Gözlerimi Kaparım
Vazifemi Yaparım?
İlk kez oynandığı 1964-1965 tiyatro sezonunda oyunun iki baş karakteri Vicdani ve
Efruz 50’li yaşlarda idi; artık 100 yaşına geldiler . Sanırım oyunun açmazlarından biri bu,
konu hala güncel olmasına karşın karakterler yaşlandı. Oyunun zamana direncinin
arttırılması için yeni bir şeyler bulmak lâzım. Öte yandan yazar tarafından 12 Mart’a
getirilen oyun, o tarihten bu yana hareket edememiş ve tarihimizin en canlı kanlı
dönemlerine dokunma cesareti gösterememiş; 1908-1970 arasını 1970- 2012 arasına
yansıtarak tarihin “tekerrürünü” gösterememiş.
İBBŞT, oyun tanıtım yazısında “31
Mart Olayı ile başlayan ve 1960 yılının ortalarına kadar devam eden süreçte, ülkemizin
siyasal ve toplumsal durumu tüm gerçekliğiyle yansıtılıyor” diyerek kenara çekilmeyi
78
tercih etmiş. Ötesini yapmak ise “ödenekli tiyatronun işi de değil”(?) zaten. “Benim
vergilerimle….”(!) Zaten niyetin o olmadığı da oyundan belli. Çok “temiz” bir iş olmuş.
(O kadar da söylesin bir şeyler artık! Ama yeter mi?) Oyunun ilk yazıldığı hâlindeki finali,
aradan geçen yaklaşık 40 seneye rağmen gene kişisel bir yok oluş sahnesi ile tekrar
edilmiş. Seyirci Efruz’ların ellerini kollarını sallayarak dolaşmalarından Vicdani’lerin ise
kendi “küplerini” kırmalarından tatmin olmuyor artık, bir “çıkış” arıyor. Bu hâline yani
ağzından bir şey kaçırmama dikkati ile eski ile oyalanmaya, piyesin içindeki yeninin
çıkarılmamış ve de eskinin bugüne yansıtılmamış oluşuna bakınca Gözlerimi Kaparım
Vazifemi Yaparım’ın neden sahnelendiğine hâlâ cevap bulmuş değilim. Gözlerimi
Kaparım Vazifemi Yaparım, kalabalık kadrolu, canlı müzikli, renkli kostümler içinde
şaşaalı gibi duran bir oyun ama içi yeterince dolu değil. O zaman başka şeyler
düşünüyorum. Belki de Haldun Taner’in hangi oyununun sahnelendiğinin de bir önemi de
yoktu seçenler için. Belki de Haldun Taner, Vasıf Öngören oynamak bir ön hazırlık,
“Sizden bir yazar oynandı mı oynandı, hem de ne güçlüğe rağmen, şimdi sıra bizde..”(“Siz
kim “biz” kimiz?) Gelecek sezon Necip Fazıl’lara belki de İskender Pala’lara hazırlanın(ki
ben karşı değilim ama onları oynamak için gerekçe yaratmaya gerek var mı?) Eskiden önce
Nâzım Hikmet ardından Necip Fazıl oynanırdı şimdi Nâzım’ın yerini başka yazarlar
aldı(sanki). Benim hiçbir itirazım yok, hatta “gerçekleri” görmeye bile yarar o oyunların
oynanması. Ama yazarı yazarla dengelemek nasıl bir anlayıştır. Gözlerimi Kaparım
Vazifemi Yaparım, bu nedenlerle “Hadi bir Haldun Taner oynayalım” duygusunu veren
bir oyun. Eskiyi anlatan oyunun her dönem yeni kalacak özellikleri üzerinde
durulmamış(düşünülmemiş) desem çok mu ağır olur? Ama metnin yeniden düzenlenmesi
gerektiği hususunda kararlıyım. Oyunu oluşturan oyunculuk, müzik, dekor, kostüm vb
disiplinler arasındaki uyum ve anlatı birliği sağlanamamış.82
Haldun Taner’in oyunlarındaki karşıtlar ilişkisi en belirgin olarak Gözlerimi
Kaparım Vazıfemi Yaparım'da karşımıza çıkmaktadır. Yazar, kaba hatlarla çizdiği ve temel
özellikleri oyun boyunca hiç değişmeyen iki ana kişiyi, yakın tarihimizin değişik
dönemlerinde karşı karşıya getirerek, toplumsal çelişkilerin altını çizmektedir. Bu iki kişi,
82
http://melihanik.blogcu.com/oyleyse-neden-gozlerimi-kaparim-vazifemi-yaparim-haldun-taner/13782918
79
Efruz ve Vicdani, farklı dönemlerde yaşanan toplumsal gerçeklere, değişen koşullara,
gelişen olaylara, birbirinin tam tersi, adeta iki ayrı kutbu gösteren yaklaşımlarıyla seyirciyi
oyun boyu bir tartışma zeminine taşımaktadırlar. Vicdani, yaşamım düşünerek, sorarak,
sorgulayarak biçimlendirmek yerine, kendisine belletilen şekliyle sürdüren, hiçbir zaman
tartışamadığı kurallara tutunarak güvence bulan, güdülen çoğun-luğun küçük bir örneğidir.
Büyükleri her zaman ondan iyi düşündüğü için hiçbir zaman etken olamaz, bu yüzden de
ezilmeye mahkümdur. Efruz ise, Vicdani'nin tam karşısında, değişen değerler içinde sürekli
yolunu bulan, sorumsuz, çıkarcı ve bencil, büyük düşünen bir insan olarak yer alır.
"Taner'in daha önceki oyunlarının kişilerinde yer yer yansıdığı belirli özelliklerin bilinçli
bir abartnıayla somutlaştırıldığı, bu iki tip , hem bu açıdan, hem de neredeyse bir bütünün
ayrılmaz iki parçası gibi, birbirlerini yaratan, birbirlerine muhtaç, birbirlerinden ayrılamaz
bir biçimde yaşa-malarıyla geleneksel tiyatronun ünlü ikililerinin çağdaş birer görünümü
gibidirler. Ancak Taner, bu iki kişiyi oyunun merkezine oturturken, geleneksel tiyatronun
tutumundan farklı bir biçimde, kişileri değişimin de merkezi olarak görür. Efruz, çıkarcı ve
sömürücü yapısıyla zaten bir asalaktır ve toplumda yeri olmamalıdır. Ama Vicdani,
Karagöz oyunlarının karşı kahramana ayrıcalık tanıyan çiziminin aksine, yazarın asıl
hedefidir; o artık kaderini değiştirmek için kafasını kumdan çıkarmalıdır.
Haldun Taner'in oyunu için seçtiği gecekondu mahallesi, mekan olarak toplumun
her sınıfından çok farklı tiplerin sahneye getirilebilmesi için de, tıpkı Karagöz ve
Ortaoyunu'nda olduğu gibi, uygun ve renkli bir zemin hazırlar. Taner, Tanzimat Dönemi ile
Batılılaşmaya başlayan Osmanlı toplumunda, değişmesi istenen geleneksel değerler ile yeni
Avrupai değerler arasındaki karşıtlığı, tiyatro sanatında yaşanan gerçekler bağlamında
belgesel bir biçimde ortaya koyar.Yazar dönemin değişen koşullarının hem toplumda, hem
kişilerde yarattığı sıkıntıları, tiyatro sanatında yaşanan sorunlar üzerinden anlatmayı
denemiştir. Haldun Taner, değişimin yarattığı çatışma düzlemini oyunun ana malzemesi
yaparken, kuşkusuz değişime karşı bir tutum sergilememektedir. Haldun Taner 60'lı
yıllardan itibaren, göstermeci üsluba, bir yandan Brecht'in epik tiyatro anlayışının etkisi, bir
yandan da Türk seyircisiyle arzuladığı ilişkiyi kurabilmek için gerekli olan yeni bir estetik
form bulma zorunluluğuyla yönelmiştir. Taner'in gözlerimi kaparım vazifemi yaparim
80
oyununda karşımıza çıkan bu akılcı tutum, ilk bakışta Brecht'çi epik tiyatro benzeri bir
sahne-seyirci ilişkisini akla getirmektedir. Ancak Taner, Türk seyircisiyle böylesi bir ilişki
kurabilmek için, bu seyircinin beğeni ve algı özelliklerine uygun bir oyun yapısı, yeni bir
dramatik kimlik oluşturmanın gerekliliğini görünmüştür. Böylelikle yazar, epik tiyatronun
sahneyi dışa kapahhğından kurtarıp seyirciyi merkeze alan yaklaşımıyla, geleneksel
tiyatromuzun yapı ve deyiş özelliklerini ustaca kaynaştırıp özgün bır Türk tiyatrosu için
özgün bir yapının kapılarını aralamıştır. Gözlerimi Kaparım Vazifaami Yaparım’da bu
özgün yapının deyiş özelliklerine geçmeden önce, Haldun Taner'in izleyici ile kurduğu
ilişkiye deginmekte yarar vardır. Bu ilişkide yazarın (hem halk tiyatrosu geleceğinden, hem
de Brecht'çi epik tiyatrodan çok farklı bir biçimde) sahneyi merkeze alarak, tatlı bir
otoriterlikle seyircisine uyarılarda bulunduğu gözlenmektedir. Yüksel'e göre bu tutum,
"Taner tiyatrosunun toplumsal uyarı işlevini daha bir açık seçildikle benimsediğini, bu
doğrultuda seyirciye daha açık seçik bir biçimde seslenrneye yöneldiğinin,. bir
göstergesidir. Ancak böylesi bir yazarın, tıpkı kendini toplumun üzerinde gören Tanzimat
aydınla-rı gibi, seyircisiyle bir tartışma zemini kurar gibi gözüküp aslında ona bazı doğrular
dayatmaya çalışması, oyunların yer yer de olsa kabalaşmasına sebep olmaktadır.
Vicdani:
Ey benim kardeşlerim
Ibret olsun hayatım
Açın ne olur gözünüzü,
Sakın siz de benim gibi
Safçasına
Plak olmayın
Gözlerimizi açalım
Gerekeni yapalım
Gözlerimizi açalım gerekeni yapalım
Koro: Gözlerimiz açalım gerekeni yapalım
Vicdani: Sakın plak olmayın
81
Sakın plak olmayın
Sakın plak olmayin.
Taner bu oyunda bir oyun duygusu yaratır, seyircinin kendini sahnede olan bitene
kaptırmasını engelle-mek için oyunun altını bıkmadan çizer. Haldun Taner oyun içinde
oyun tekniğini de kullanmış, hem sahnedeki, hem de sahne içindeki sahne de gelişen
oyunlara farklı açılardan bakmayı sağlayarak üç boyutlu bir eleştirel yaklaşım ya-ratmaya
çalışmışhr. Taner'in kurduğu başarılı oyun içinde oyun tekniği, bir yandan "Batı geleneği
ile yerli geleneğin çatışması, oyuncuların konuşma biçimlerinin iç oyuna da yansıması, iç
role girme çıkmalar, provalar sırasın-daki sataşma ve nükteli konuşmalar’la oyunun
eğlendiriciliğini artırıp, onu daha canlı, renkli bir yapıya sokarken, bir yandan da bir tiyatro
yapıtının sahnelenmesine ilişkin çalışmalar, yorum sorunlara ve sanatçılar arasında geçen
tartışmalar, seyirci önünde sergilenerek, tiyatroculuk uğraşının sahnede yansımayan
evrensel gerçeklerini gözler önüne sermektedir;
sadece yazarlık tekniğinde değil,
tiyatronun diğer alanlarında da arayışları. zorunlu olduğu tezini ortaya koymaktadır. Haldun
Taner'in, şarkılı anlatımı (bu anlatımın bütün olanaklarını uygulamaya sokarak) Türk
tiyatrosunda en yetkin biçimiyle ilk kez kullanan yazar olduğunu pekala söyleyebiliriz.
Taner şarkı formunun hızlı ve vurucu oluşundan yararlanırken, dramatik anlatımın başa
çıkamayacağı genişlikte, ama oyunun zaman zaman tarihsel zemininin oluşması için
zorunlu, zaman zaman da yazarın söylemini öykünün tek boyutundan büyüterek çok
boyutlu hale getiren, son derece önemli bir malzemeyi de sezdirmeden seyirciye
aktarmaktadır. Taner'in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyununda, dil kullanımı
açısından değerlendirildiğinde de, son derece ilginçtir. Türk tiyatrosunun batılılaşma ile
birlikte, bu sanatın her alanında olduğu gibi, dilsel zeminde de dünya tiyatrosunun çağlar
süren bir deneyim sonunda çözdüğü sorunlar ve ulaştığı sonuçları sıkıştırılmış bir biçimde
yaşaması gerekmiştir. Kullanılan dil, toplum içinde zaten var olan bir çatışma ve
cumhuriyetin bir sonucu olarak gerçekleşen dil devriminin de yarattığı birtakım olguları da
katacak olursak, en fazla tartışılan konulardan biri olmuştur.83
83
Yavuz Pekmen, Çağdaş tiyatromuzda geleneksellik, İstanbul, MİTOS-BOYUT Yayınları, 2002, 126-129.
82
3.2. AYAK BACAK FABRİKASI
ÇAĞAN, Sermet (1929-1970): Türk oyun yazarı, gazeteci, yönetmen, oyuncu ve sahne
dekoratörü. Ayak Bacak Fabrikası adlı oyunu ile Türk tiyatrosunda önemli bir yer alır. 10
Nisan 1929'da Amasya'da doğdu, 5 Ağustos 1970' te İstanbul'da öldü. Ortaöğrenimine
Ankara Maarif Koleji'nde başladı. istanbul'da Robert Kolej' den mezun oldu.
Yükseköğrenim için aynı okulun Mühendislik Böiümü'ne girdiyse de, son sınıfta okulu
bıraktı. Tiyatroya öğrenciliği sırasında, 1949 dolaylarında, Robert Kolej Oyuncuları'na
katılarak başladı. Daha sonra Ankara'da İngilizce oyunlar sahneleyen Ankara Players adlı
toplulukta çalıştı. Muhsin Ertuğrul'un genel müdür olduğu dönemde, 1953'ten 1957'ye
değin, Ankara'da Devlet Tiyatroları'nda çeşitli oyunların dekorlarını hazırladı. 1957'de
Alman edebiyatı konusunda yaptığı araştırmalar nedeniyle, Federal Alman Hükümeti'nin
Schil-ler Ödülü'nü aldı. Daha sonra Güner Sümer'le birlikte Sahne Z adlı amatör toplulukta
çalıştı, Saro-yan'm Merhaba Dinardaki w t E.lonesco'nun Şarkıa oyunlarına dekor hazırladı.
Bu arada yazarlığa başladı, bazı dergilerde, Dünya ve Öncü gibi gazetelerde dış politika
yazıları yazdı.1962'de İstanbul'daki Arena Tiyatrosu'nda oynanan I.L.Caragiale'nin Kayıp
Mektup adlı oyununun dekorunu gerçekleştirdi. 1963' te Gülriz Sururi-engin Cezar
Tiyatrosu'na katıldı. Güngör Dilmen'in Midas'm kulakları ve Shakespeare'in Othello
oyunularında rol aldı ve dekorları hazarladı.1970 yılında henüz kırk bir yaşındayken
yaşama veda etmesine, oyun yazarı kimliğiyle yalnızca iki oyuna imza atmasına karşın,
Sermet Çağan Türk tiyatrosunun tartışmasız en ilginç, en özgün, kişiliklerinden, sadece
yazar olarak değil bu sanatın farklı alanlarında gerçekleştirdiği yenilikçi çalışmalarla tiyatro
adamı kavramını pek çok bakımdan karşılayan sanatçılardan biridir. Çağan 50'li yılların
hemen başında oyuncu ve ardından Devlet Tiyatrosu'nda dekoratör olarak başladığı tiyatro
yaşamında, Türk tiyatro tarihinin yapı taşları sayılabilecek uygulamaları hayata geçirmeyi
başarmıştır. Bunlardan biri, Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın tüm yurda yayılmış 270
şubesi aracılığıyla Türkiye çapında düzenlediği bir ankettir. Ilk kez 1964 yılında I.U.
Gençlik Tiyatrosu'nda yazarın kendisi tarafından sahnelenen Ayak-Bacak Fabrikası, radyo
oyunu olarak yazılıp sonradan sahne metni olarak yeniden ele alınan kısa oyunu Savaş
83
Oyunu'nu saymazsak, Sermet Çağan'ın bitmiş tek oyunu Savaş Odur. Buna karşılık, AyakBacak Fabrikası, oyun yazarlığımızın dönü noktalarından biri, hatta kimi açılardan, belki de
en önemlisidir. Oyunu kısaca özetlemek gerekirse: Derebeylerinin yönetiminde ismi
belirtilmemiş bir ülkede geçen hikâyede halk o yıl ektiği buğdayın karşılığını fazlası ile alır.
Yani o yıl ülkede bir bolluk vardır. Fakat bu bolluk ve bereket derebeylerin işine
gelmemektedir. Halk ektiği buğdayın karşılığını aldıkça derebeylerin kara tohumları
ellerinde kalmakta ve çürümekte bunun neticesinde büyük zarara uğramaktadırlar.
Derebeyleri devletin (sistemin) tüm ideolojik aygıtlarını arkasına alarak halkı kandırmaya,
kandıramadığı noktada da baskı altına alıp kara tohumlarını elden çıkarmaya çalışır. Kara
tohum halkı kötürüm bırakacak ve sakatlayacak olsa da egemenler istediğini alabilmek için
hedefinden vazgeçmez ve kara tohumları elden çıkarmayı başarır. Sakat kalan halka yardım
amaçlı dışarıdan gelen malzemeleri de “size ayak bacak temin etmek için fabrika kurduk”
yalanıyla halka dağıtırlar. Bir sömürüdür devam edip gider… Oyundan sonra yapılan
söyleşide gelen eleştiriler ve yapılan tartışmalar genelde iki noktaya odaklandı. Birincisi
devam eden sistemin sömürüsüne ve baskısına halkın çok pasif kalması, ikincisi de
verilmek istenen mesajların didaktik kaçtığı şeklindeydi. Ayrıca topluluk ön oyun ile
özellikle coğrafyamızda gündem dışı kalmış konuları (çevre, doğa, emek, üretim vb.)
içerecek bir çerçeve çizme amacından söz etti; fakat gelen eleştirilerde bir nükleer santral
inşa edilmesi sorununu işleyen ön oyunun konusunun oyun geneline yedirilememesi ya da
oyun sonunda bir şekilde bağlanmaması konuşuldu. Topluluk bu eleştirinin çok yapıldığını
ve bunu gündemlerine alacaklarını söylediler. Uzunca tartışılan ilk iki eleştiride ise daha
çok topluluk metne müdahale etmeliydi veya etmemeliydi veya etse de ne kadarına
müdahale etmesi gerekirdi şeklindeydi. Aslında sıkça dile getirilen ‘seyircinin sahnede
özdeşleşeceği hiç kimse yok’ve ‘halktan biri devrim yapıyor ama sonrasında o da hemen
düzene ayak uyduruyor’ tartışmaları arasında bu tartışmayı anlaşılır kılacak nokta
gözümüzden kaçtı sanki. Bu oyunda karşımıza çıkan toplumcu perspektif, yalnızca
Marksist bir estetik anlayışla sınırlı değildir. Oyunun asıl vurgulanması gereken önemi,
(beylik bir deyişle) ulusal olandan yola çıkarak evrensele varan kendine özgü kimliğidir.
Çağan'ın gerçekçiliğinin kaynakları, dışarıdaki yaşama ilişkin keskin gözlemler, bir gazete
sütununa gizlenmiş bir haber, ya da onyedı, soruluk bir ankete ülkenin her yöresinden gelen
84
yanıtlar olsa da, yazarı belirleyen asıl unsur, tüm bu kaynakların bilimsel bir değerlendirme
ışığında ele alınması, sözgelimi tarihsel, ekonomik veya sosyolojik verilerle harmanlanarak
yeni bir estetik forma dönüştürülmesidir. Yazar, bu yöntemi uygularken meydana çıkan
oyunun biçim'ini de belirlediği düşünülecek olursa, bu oyunuyla, o güne dek hep bir
başkaya göre yazılan, büyük ölçüde zorlama ve yüzeysel biçim denemeleri olmaktan öte
gitmeyen, bu yüzden de temelde gerçekçi ve ulusal bir tiyatroyu hedeflemekle beraber çoğunlukla bu sonuca ulaşmaktan uzak kalan oyunlardan bambaşka bir konuma
yerleşmektedir. Ayak Bacak Fabrikası 'nda Çağan, halk sınıflarını ve bu sınıflar içindeki
katları tiplerin temsilciliğiyle gösterir. Oyundaki tip düzeyindeki bu temsilciler, toplumun
belli kesimlerinden gelen ve beli başlı özellikleriyle tanıdığımız sıradan kişiler değildir.
Çağan’ın tipleri daha geniş bir bakışla çizilmiştir. Yazar geleneksel tiyatrodan bugüne
kullanılagelen tip kişileştirmesini toplurn_kimi kesimlerini, ya da doüurdan bazı toplumsal
sınıfları simgelemek, bu kesimlerin düzen içinde üstlendikleri roller açığa çıkartabilmek ve
bu kesimleri kişilerden bir ölçüde soyutlayabilmek için kullanmaktadır. Bunun yanında
Çağan, özel teşebbüs, toprak ağalığı gibi ekonomik alt yapının ana kurumlarının yanında
yargı, din, eğitim, gibi bazı üst yapı kurumlarmı olduğu gibi, kolluk güçleri, parlamento
gibi kimi baskı araçlarını da bu yolla oyunda temsil ettirme, hatta maskelerini düşürme
şansı bulur. Sermet Çagan'ın bu yolla çizdiği sınıflı toplum düzenin nasıl olması gerektiğini
değil, nasıl olmaması gerektigini gösterir. Aslında yazarın, temel çatışmayı, sömürülen halk
ile sömüren egemen sınıf arasında kurarken kullandığı tiplere dayalı temsili anlatım
yoluyla, bir yandan özdeşleşmeyi kırmayı, izleyicinin yaşam içinde kanıksadığı gerçeklere
farklı bir açıdan bakmasını sağlamayı, bir yandan izleyiciyle birlikte düzen eleştirisi
yapmayı hedeflediği ortadadır. Ne var ki, gerçekçi bir anlatım yolunu da tutsa yazarın,
hemen bütün toplum kesimleri hakkında belli kararlar vermiş olduğunu, bir bakıma
seyirciye bu kararlarını sunduğunu da söylemek mümkündür. Elbette yazar bu kararları
verirken Marksist bir yöntem kullanmıştır. Belki de bu yüzden, Çağan'in oyununda
yansıttığı toplum temsilcileri iyiler, ezilenler biçiminde önceden birbirinden ayrılmıştır;
bunlar oyun içinde sorgulansa bile karar değişmiyecektir ya da başka bir deyişle, farklı bir
karara varmak neredeyse olanaksızlaşmaktadır. Ayak Bacak Fabrikası'nın en önemli
özelliği, geleneksel tiyatro öğelerinin sahnede doğurdan doğruya kullanılmaması, seyirci
85
tarafından hemen seçilecek biçimde yüzeyde bulunmamsıdır. Başka örneklerde olduğu gibi,
halk tiyatrosu geleneğinin epic tiyatroyla buluşan yapısal veya dilsel özelliklerinin
belirginleştilmesi yerine Çağan, geleneksel tiyatronun tavrını ve deyiş özelliklerin oyununa
yedirerek ortaya özgün bir dil koymasını bilmiştir. Sermet Çağan'ın oyunda geleneksel
tiyatronun anlatım biçimine koşut olarak kullandığı en önemli unsurlardan biri grotesk’tir.
Grotesk anlatım, bilinçli olarak bir normal dişiliğin sergilenmesi yoluyla, alışkanlıkların
tersten giderek sorgulanması amacını taşır. Başka bir ifadeyle, bu türde, karşıtlar yan yana
getirilerek, bilinçli olarak bir uyuşmazlık gösterilir ve bir senteze gitme amacı güdülür.
Çağan da oyununda, ulaşmak istediği sonuca böylesi bir grotesk anlatım yoluyla varmaya
çalışır. Oyunun pek çok yerinde karşımıza çıkan groteskin, özellikle son bölümde doruk
noktasına ulaştığını görürüz. Bu bölümde vatandaşlara ayakların yanlış ya da ters
takıldığını, bu yüzden de sahnede kimi yan yan kimi arka arka giden, kimi de yürüyemeyen
kişileri görürüz. Bu durum yazar tarafindan şöyle tantmlanmaktadır:
Ayaklar 2. Vatandaş'a tamamen ters takılmıştır. Yani ayakuçları geri bakar. 3.
Vatandaş'a biri ileri, biri geri takılmiştır. 3. Vatandaş rakıldığı yerde kalır. Olduğu yerde
sayar, çünkü ayaklarından birini öne atarken birini geri atmaktadır. Kız'ın ayaklan ise
normaldir. Bu durum vatandaşları bir kaos’a götürür. Ortada dolaşmaya başlarlar. Birisi
olduğu yerde sayacak, birisi ileri gidiyorum diye geri gidecek, üçüncüsü ise normal
yürüyecektir.
Grotesk tavırda gerçeklik, yaşamın kanıksadığımız gerçeği ile sunulmaz, bu
bakımdan yaşamın mantığı da aranmaz. Sanatçı bu yolla özdeşleşmeyi ortadan kaldırarak
belli bir estetik uzaklık sağlarken, başka bir taraftan da anlatımı seyircinin onemsiz
ayrıntılara saplanması tehlikesinden kurtararak amaçladıgı noktaya kısa ve etkili bir dille
ulaşma amacını ortaya koymaktadır. Grotesk ve fanteziye dayalı anlatım yöntemi çağdaş
tiyatronun en önemli isimlerinden Dario Fo’nun da temel malzemesini oluşturur. Fo,
gerçenin fantezi bazında çarpıtılmasıyla, paradoksal olanın, absürd olanın, norm dışı olanın
oyunlaştırılmasını hedeflemekte, bu unsurları da kuşkusuz halk tiyatrosu geleneğinden
devralmaktadır. Ayak-Bacak Fabrikasıtnda pek çok yerde karşımıza çıkan soyutlamalara en
güzel örneklerden biri şey tekerlemesidir. Yazar bu yolla "vatandaşların birbirlerinden
86
kopmuşluklarını, birbirlerine ve kendilerine ve giderek dillerine yabancılaşmalarını etkili
bir Açık Biçimde aktarmaktadır.
3.Vatandaş: Size çok garip bir şey söyleyeyim mi? Ilk defa Öküzündört bacaklı
olduğunu fark ediyorum.
Kadın: Kimin dört bacaklı olduğunu fark ediyorsun?
3.Vatandaş: Öküzün.
Kız: Dört neli olduğunu?
2.Vatandaş: Söyledi ya dört... Dört şeyli…
3.Vatandaş: Dört şeyli olduğunu...
Kadın: Neyin?
Kız: Şeyin.
3.Vatandaş: Şeyin dört şey olduğunu. 2.Vatandaş: Şeyin dört şeyi olduğunu şey yaptığı
zaman mı anladın?
Kadın: Neyin, ne yaptığı zaman neyi anlamış?
Kız: Öküzün. Aman anne sen de hiçbir şeyi anlamıyorsun. Öküz şey yaptığı zaman, dört
şeyli olduğunu anlamış.
Öküz: Ne konuşuyorsunuz orada?
Kadın: Senin dört şeyi olduğunu konuşuyorduk. Şey yaptığın za-man...
Öküz: Ne diyorsun be? Şeyin şey yaparken... Ne demek istiyorsun?
3.Vatandaş: Senin şey yaparken dört şeyi olduğunu söyledim de...
Öküz: Şeyin şey yaparken, şeyden şeye, şeyin, şeyiyle, şeye şey ederken, şeyin şeyine, şey
yaparken. Namussuzum gideceğim. Öküz gibi yaşayacağım bir ülkeye gideceğim. Deliler
arasında kal-dım be!
Sermet Çağan Ayak-Bacak Fabrikası 'nda, Brecht'çi epik tiyatronun sıklıkla
başvurduğu bir tekniği, projeksiyon tekniğini de kullanmıştır. Ancak projeksiyon Çağan'ın
elinde geleneksel tiyatronun izleyiciyle kurduğu ilişkiye benzer ilişkinin aracına
dönüşmüştür. Epik tiyatronun didaktik olmaktan çok, yargıyı sağlamak, bir sahneyi
özetlemek ve sahnede gösterilmeyen bir durumu ya da olayı seyirciye açıklamak amacıyla,
87
ancak bunların ötesinde seyircinin öykünün ya da olayın devamına ilişkin merakını, iç
gerilimini ortadan kaldırmak için bir sonraki sahneyi özetleyerek sahnenin işlevselliğini
arttırma hedefiyle kullandığı projeksiyon, Çağan'da bir ölçüde farklılaşmaktadır. Çağan'ın
projeksiyonla seyirciye yansıttı-ğı sözler bir yandan oyunun episodlar halindeki parçalı
anlatışım birbirine bağlarken bir yandan da "Ortaoyunu'nda Pişekâr tarafından seyirciye
yapılan hatırlatmaları anımsatan birAçık Biçimde, adeta kıssadan hisseci bir tutum
takınmaktadır.
Projeksiyon:
DOĞRU SÖYLEYENI DOKUZ KÖYDEN KOVARLAR.
DELİKANLI DOĞRU SÖYLEDI. KARA TOHUM YEMEYİN DEDI.
YERSENİZ KÖTÜRÜM OLURSUNUZ DEDI.
DELİKANLIYI KAZIĞA BAĞLADILAR, KAZIKTA YARGILADI-LAR.
Sermet Çağan'ın oyunu, dil kullanımındaki gündelik konuşmaya yakın gerçekçi
yapısı, söyleşme düzenindeki soyutlamalar ve ritmik devinimiyle, sahne düzenindeki
Ortaoyunu'nun dekorunu andıran göstermeci ve işlevci yaklaşımıyla, açık biçim ve
duraklarla gelişen epizodik yapısıyla da, geleneksel tiyatronun pek çok başka özelliğini
kuşkusuz içinde barındırmaktadır. Yine de Ayak-Bacak Fabrikası örneklerle açımlamaya
çalıştığımız, geleneksel ti-yatronun grotesk ya da soyutlama gibi estetik öğelerini, kendi sanat politikası doğrultusunda yepyeni bir forma dönüştürmeyi, üstelik bunu yaparken sözü
geçen öğelerin yama gibi durmasını engelleyerek yeni ürünün ayrılmaz birer parçası
kılmayı başaran bir örnek oyun olarak karşımızda durmaktadır84.
84
NUTKU. Özdemir. Oyun İncelemesi, Ayak Bacak Fabrikası. dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/1183/13678.pdf
88
SONUÇ
Sonuç olarak Türk Tiyatrosu’ndaki arayış ve çabaların temelinde, geleneksel
tiyatromuzun
biçimsel
zenginlikleriyle,
Batı
tiyatrosunun
entelektüel
ve
teknik
yaklaşımlarını buluşturma eylemi yatar. Otuzlu yıllardan başlayarak, batılılaşmayı, yalnızca
taklit etme olarak görenlerle, yaşadığımız coğrafyanın kültürel ve geleneksel özellikleriyle
Batı’yı kaynaştırarak yeni bir yol bulma düşüncesini savunanların ve bunun için çaba
gösterenlerin, gerek düşünce, gerekse uygulama bağlamında tartışmaları sonucunda, Türk
Tiyatrosu’nun bugünkü özgün ve modern konumuna ulaşma sürecinde önemli birer etken
olan özelliklerin, hem kent ve kasaba kültürünün ürünü olan halk tiyatrosu geleneğimizde,
hem de ritüel kökenli köy tiyatrosu geleneğimizde bulunduğundan söz edebiliriz. Her iki
geleneğimizde de ortak pek çok özellikler görülebileceğini, en önemlisinin de, her zaman
bir şenlik ortamı içinde gelişmesi olduğunu belirtebiliriz.
Geleneksel Türk tiyatrosu seyirlik, köy oyunları ve halk tiyatrosu geleneğini içerecek
bir biçimde, hem sözsüz, hem de söze dayanan dramatik nitelikli oyunlar için
kullanılmaktadır. Seyirlik köy oyunları eski Ön Asya uygarlıklarının bolluk törenleri ile
Anadolu'ya göç etmiş Türklerin atalarının kültüründe yer alan şaman törenlerinin
birleşiminden oluşmuştur. Seyirlik köy oyunlarının yanında, gene şaman kültüründen izler
taşıyan köy kuklası'da bugün varlığını sürdürmektedir. Şii kültürünün ürünü olan taziye
geleneğinin izleri de kırsal kesimde muharrem törenlerinde anlatı düzeyinde görülür.
Daha çok kentsel kesimde gelişmiş olan halk tiyatrosu geleneği içinde söze dayalı
türlerin başında meddah, kukla, Karagöz ve Ortaoyunu yer almaktadır. Doğu kökenli çok
eski tür olan Türk kuklası Avrupa kukla sanatının etkisi altında da kalarak gelişimini 19.
yüzyılın sonuna değin sürdürmüştür.
Geleneksel Türk tiyatrosunun gerek kırsal, gerekse kentsel kesimde görülen türlerinin
ortak özelliklerinin başında, yazılı bir metne değil doğaçlamaya dayanması ve belirli bir
tiyatro yapısı ya da sahne gerektirmesi gelir. Şarkı, dans, söz oyunları ve taklit geleneksel
Türk tiyatrosunun vazgeçilmez öğeleridir. Geleneksel Türk tiyatrosu, 19. yüzyılın gerçekçi
benzetmeci Avrupa tiyatrosunda yansıyan "kapalı biçim" anlayışının tam tersine, "açık
89
biçim" özellikleri gösterir. Geleneksel Türk tiyatrosunun temel öğesi güldürüdür.
Geleneksel Türk tiyatrosunda oyun kişilikleri tip düzeyindedir, karakter boyutuna ulaşmaz.
Bu tiyatronun bir başka özelliği de sürekli bir sergileme düzenine bağlı olmayıp bayram,
düğün, sünnet vb. çeşitli toplumsal olaylar içinde yer almasıdır.
Meddahlık Türklerde Orta Asya'dan bu yana var olan hikâye anlatma geleneğinin
İslam kültüründeki benzer gelenekle birleşmesiyle gelişmiş, son biçimini 16. yüzyılda
kahvehanelerin açılmasıyla almıştır. Türk halk tiyatrosu geleneğinin en önemli ürünleri
olan Karagöz ve Ortaoyunu ise özellikle büyük kentlerde yaygınlaşmıştır. Karagöz
yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında kalan Avrupa topraklarında da
etkili bir tür olarak var olmuştur. Bugün kullanılan adıyla kayıtlara ilk kez 1834'te geçmiş
olan Ortaoyunu, halk tiyatrosunun en gelişmiş türüdür. Karagöz, Kukla, Meddah
oyunlarıyla başka yerli seyirlik öğelerin bir bileşimi sayılabilecek Ortaoyununun daha
önceki yüzyıllarda da kol oyunu, meydan oyunu, taklit oyunu, yenidünya oyunu gibi adlar
altında var olduğu bilinir. Ortaoyunu ile Rönesans dönemi İtalyan halk tiyatrosu commedia
del'arte arasındaki hem adlarına, hem de yapılarına ilişkin benzerlik ise bütün
araştırmacılarca kabul edilmektedir. 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında altın
çağını yaşayan ortaoyunu, Tanzimat'ta benimsenmeye başlayan Batı modelindeki tiyatro ile
uzun süre yarışmış, Cumhuriyet'ten sonraysa maalesef öbür geleneksel türlerle birlikte
silinmeye yüz tutmuştur.
90
KAYNAKÇA
A. K. Tecer – "Orta Oyununıda Program" -- İstanbul Der. C. 2 2 - 10. Şubat 1955.
And, Metin, Ritüelden Drama/ Kerbela-Muharrem-Ta’ziye, 2002.
And, Metin, Türk Tiyatrosu, İş Bankası Kultur Yayınları 1972. 60-61.
Aristoteles, Politika, Çev: M. Tuncay, İstanbul, Ramzi Kitabevi, 1976, 85-235
Artun, 2004: 197–201
Brechet, Bertolt, Epik Tiyatro, Çev: Kamuran Şipal. İstanbul. Cem Yayını, 1997, 134.
Brechet, Brtolt, Sezaın’ ın İyi İnsani, Çev: Adalet Cimcoz, İstanbul İzlem yayını 1964, 105106
Brechet. Brtolt, Üç kurşuluk Opera, Çev: Yucel Erten, İstanbul, Boyut Yayını. 1992, 84-85.
Brechet.Bertolt, Epik Tiyatro, Çev: Kamuran Şipal, İstanbul., Cem Yay, 1997, 133.
Brechet. Brtolt, Jest Müzik, 980
Brechet. Bertolt, "Epik Tiyatro Hakkında Yapılan En Tercihe Şayan, En Alışılmış ve En
Banal Yanlışlıkların Küçük bir Listesi", (Basılmamış Metin), Çev: Mutlu Parkan Ayşe Ertem.
Cevdet. Kudret, Karagöz. 26-27.
Cevdet. Kudret, Ortaoyunu, 55-95-140-256-257-365
Çelenk. Semih, 1989 yılında EDÜ GSF- Tiyatro/Dramatik Yaıariık Programından mezun
olda.1991 yılında "Tiyatro- mitologya ilişkileri"
Dil ve Tarih -Coğrafya Fkültesi Tiyatro Ens. Kitaplığı.
D .T.C.F. Tiyatro Ens. Kitaplığındaki yazma metinler arasında ayrı bir kiığıda yazılmış
olarak bulunan notdan.
91
Düzgün, Dilaver, ‘’Osmanlı döneminde Geleneksel Türk tiyatrosu Genel Görünümü’’ ,
Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 14, Erzurum
2000, 63.
Emeksiz(Hazırlayan), Orta Oyunu Kitabı, 180, ‘’Orta Oyunu Yaşayabilir mi?’’, 1-20
Gobineau. (Euvres, Gallimard, 1983, c.II, 728-729.
Hayyam. Ömer, Bülün Dörtlükler, Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yayınevi. İstanbul,
1973, 4. Basım, 3
Menzel, Theodor, Meddah, Schattentheater Und Orta Ojunu, Prag 1941, 84-85.
Nüzhet, Selim Gerçek -- Türk Temaşası - 109-110-112-142.
İNTERNET KAYNAKLARI
And. Metin, http://www.karagoz.net/tag/tiyatroda-acik-bicim-ve-turk-tiyatrosundakionemi-metin-and#.VhDeeHGUcp0
Nutku. Özdemir, Geleneksel türk tiyatro ve Açık biçim, Erişim Tarihi: 31.03.2015
http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/tiyatro_02.pdf
Melih. Anık, http://melihanik.blogcu.com/oyleyse-neden-gozlerimi-kaparim-vazifemiyaparim-haldun-taner/13782918
Nutku. Özdemir. Oyun İncelemesi, Ayak Bacak Fabrikası. Erişim Tarihi: 31.03.2015,
dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/1183/13678.pdf
Tekerek. Nurhan, Geleneksel türk tiyatro ve Açık biçim, Erişim Tarihi: 31.03.2015
dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/186/1450.pdf
92
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Adı Soyadı
Doğum Yeri ve Tarihi
Eğitim Durumu
Lisans Öğrenimi
Amin Saadati
Iran.Tabriz/ 28.05.1983
Y.Lisans Öğrenimi
Atatürk Üniversitesi/ Sosyal Bilimler Enstitüsü/ Sahne
Sanatlar Anasanat Dalı
İngilizce- Farsca- Azerice- Türkçe
Bildiği Yabancı Diller
İş Deneyimi
Stajlar
Projeler
Çalıştığı kurumlar
Iran-Tabriz- Nabi Akram Üniversitesi/ Oyunculuk Bölümü
Atatürk Üniversitesi / Güzel Sanatlar Fakültesi / Sahne
Sanatlar Bölümü / Gözlerim Kaparım Vazifemi Yaparim ve
Yine Başladılar Şarkılarına
- Iran / Tabriz / Özel Tiyatrosu / Father / Agust Stirind Berg /
Yönetmen
- Iran / Tabriz / Özel Tiyatrosu / jealous / Molier / Yönetmen
- Iran / Tabriz / Özel tiyatrosu / Yönettiği ve Oyunculuk
Yaptiği Iran metinler: Cheshm Dar Barabare Cheshm /
Shab Roye Sangfarshe Khis / Gole Shabbo Baraye Narges /
Marge Yazdgerd / Khoshksali va Dorogh / Hameye Dozdha
Dozd Nistand / Geychi ve Tanab / Jang
- Iran / Tabriz Üniversitesi / Othello / Wiliyam shakspeare /
- Iran / Tabriz Üniversitesi / Waiting For Godet / Samerl
Beckeet
- Iran / Tabriz üniversitesi / The Glass Menagerie / tenessee
Williams
- Atatürk Üniversitesi / Güzel Sanatlar Fakültesi / Sahne
Sanatlar Bölümü / Krapp’s Last Tape / Samuel Beckett
- Iran / Tabriz / Özel tiyatrosu
- Atatürk Üniversitesi / Güzel Sanatlar Fakültesi / sahne
Sanatları Bölümü - Oyunculuk Ana Sanat Dalı / Asistanlığı
Download