I T.C ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ SOYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

advertisement
I
T.C
ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ
SOYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI
Mevlüt ÖZBEN
TÜRKİYE’DE 1980 SONRASINDA DİN SİYASET İLİŞKİLERİNİ
BELİRGİNLEŞTİREN BİR UNSUR OLARAK SEMBOLLER
DOKTORA TEZİ
TEZ YÖNETİCİSİ
Prof. Dr. Hüseyin AKYÜZ
ERZURUM – 2007
II
I
İÇİNDEKİLER
ÖZET ................................................................................................................... III
ABSTRACT ......................................................................................................... IV
ÖNSÖZ................................................................................................................. V
GİRİŞ .................................................................................................................. 1
ARAŞTIRMANIN AMACI KAPSAMI VE YÖNTEMİ.................................... 4
I. BÖLÜM ............................................................................................................ 7
1. DİN VE SİYASET ........................................................................................... 7
1.1. Kavram Olarak Din........................................................................... 9
1.1.1. Dinin kurumsal niteliği .............................................................. 12
1.2. Kavram Olarak Siyaset ..................................................................... 29
1.2.1. Siyasetin kurumsal niteliği......................................................... 32
1.3.
Toplumsal
Yaşamda
Din
ve
Siyaset:
Sembolik
Bir
Toplum
Kavramlaştırması ................................................................................................ 40
1.4. Din ve Siyaset İlişkisinin Kavranmasına Dair Metodolojik Yaklaşım........ 51
1.4.1. Yapısalcılık ......................................................................................... 51
1.4.2. Sembolik etkileşimcilik....................................................................... 57
1.4.3. Yapılaşma kuramı ............................................................................. 63
II. BÖLÜM........................................................................................................... 71
2. TÜRKİYE’DE DİN SİYASET İLİŞKİSİNİN TARİHÇESİNE GENEL
BİR BAKIŞ .......................................................................................................... 71
2.1. Tanzimat Dönemi............................................................................... 72
2.2. Cumhuriyet Dönemi ( 1923-1945) .................................................... 82
2.3. Çok Partili Dönem ve Sonrası (1946-1980 ........................................ 96
III. BÖLÜM ......................................................................................................... 117
3. TÜRKİYE’DE 1980 SONRASI DİN VE SİYASETİN KESİŞTİĞİ
SEMBOLLER...................................................................................................... 117
3.1. Kavramlar.......................................................................................... 118
3.1.1. Şeriat ( Şeriat isterük’den şeriat isteriz’e) ..................................... 118
3.1.2. Adalet ( Adil düzen) ........................................................................ 124
3.1.3. Laiklik ( Laiklik = Dinsizlik formülleri) ........................................ 128
3.2. Mekânlar............................................................................................ 135
II
3.2.1. Camiler ( Ayasofya ) ....................................................................... 135
3.2.2. Türbeler (Hacı Bektaş Veli Türbesi ve şenlikleri) ......................... 140
3.2.3 Meydanlar ( Taksim ve Beyazıt Meydanı ) .................................... 144
3.3. Özel Günler........................................................................................ 149
3.3.1. Cuma .............................................................................................. 149
3.3.2. Diğer özel günler (Kandiller ve Bayramlar) .................................. 152
3.4. Kılık kıyafet (Türban) ....................................................................... 158
3.5. Kurumlar ........................................................................................... 168
3.5.1. Diyanet İşleri Başkanlığı................................................................. 169
3.5.2. İmam Hatip Okulları ...................................................................... 172
3.6. Marşlar (Mehter ve Onuncu Yıl Marşları)....................................... 178
3.7. Tüketim Alışkanlıkları ...................................................................... 185
3.7.1. Ülker-Eti/ Coca Cola/Cola Turka ............................................ 185
SONUÇ................................................................................................................. 196
KAYNAKÇA........................................................................................................ 203
EKLER................................................................................................................. 220
ÖZGEÇMİŞ ......................................................................................................... 223
III
ÖZET
DOKTORA TEZİ
TÜRKİYE’DE 1980 SONRASINDA DİN SİYASET İLİŞKİLERİNİ
BELİRGİNLEŞTİREN BİR UNSUR OLARAK SEMBOLLER
Danışman: Prof. Dr. Hüseyin AKYÜZ
2007-SAYFA: 223 + V
Jüri: Prof. Dr. Hüseyin AKYÜZ
Prof. Dr. Sabahattin GÜLLÜLÜ
Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM
Yrd. Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT
Yrd. Doç. Dr. Erem SARIKOCA
Sosyoloji biliminin kapsamı öylesine geniştir ki, bu kapsam içerisine giren
araştırma konularının birden fazla perspektiften ele alınabilmesi mümkün olabilmektedir.
Sosyolojik bakış açısının ifade etmeye çalıştığımız bu genişliği sosyolojiyi sosyal bilimler
içerisinde en çekici kılan en önemli faktörlerden biridir.
Biz, “Türkiye’de 1980 Sonrasında Din Siyaset İlişkilerini Belirginleştiren Bir
Unsur Olarak Semboller” adlı üç bölümden oluşan bu çalışmamızda, neredeyse bin yıllık
bir toplumsal ve siyasal tecrübeye sahip, İslam’ın/dinin ülkemizdeki yerini ve etkilerini,
din siyaset ilişkilerini gözler önüne sereceğini düşündüğümüz semboller dolayımında ele
almaya çalıştık.
Çalışmamızın birinci bölümünde gerek din gerekse siyaset kavramsal ve
kurumsal olarak incelemiş olup, toplumun hem yapı hem de toplumsal etkileşim
açısından semboller ile nasıl iç içe olduğu sembolik toplum kavramsallaştırması başlığı
ile ele alınmış ve çalışmaya ait metodolojik yaklaşımlar da bu bölüme eklenmiştir.
İkinci bölüm, ülkemizde din siyaset ilişkilerine dair tarihsel gelişimi genel
hatlarıyla
ve
mümkün
olduğu
kadar
sembollere
dayanarak
ortaya
koymayı
amaçlamaktadır. Bu bölümde Tanzimat ile başlatılan ve 1980’e kadar getirilen
dönemselleştirmeler ile din siyaset ilişkilerindeki değişim parametreleri ortaya
çıkartılmaya çalışılmıştır.
Çalışmamızın üçüncü ve son bölümü seçilmiş bir sembolik evrenle, Türkiye’de
1980 sonrasında, din siyaset ilişkilerinin nasıl bir seyir izlediğini ve sembollerin dinin
siyasallaşmasının nasıl aracı olarak işlev gördüğünü ortaya koymayı amaçlamaktadır.
IV
ABSTRACT
Ph. D. THESIS
SYMBOLS AS DETERMINING ASPECTS OF THE RELATIONSHIP BETWEEN
RELIGION AND POLITICS IN TURKEY AFTER 1980
Advisor: Prof. Dr. Hüseyin Akyüz
2007- PAGES: 223+ V
Prof. Dr. Hüseyin Akyiiz
Prof. Dr. Sabahattin Güllülü
Prof. Dr. Mustafa Yıldırım
Asist. Prof. Dr. Yıldız Akpolat
Asist. Prof. Dr. Erem Sarıkoca
The scope of the sociology as a science is so wide that it is possible to
analyse the research topics in this area from a multiple perspective. This wideness
of sociological point of view is one of the significant points that make sociology
attractive among social sciences.
In this study named "symbols as determining aspects of the relationship
between religion and politics in Turkey after 1980" and consisted of three parts,
we intended on to handle the place and influence, of Islam - which has a religious
and politic experience for more than a thousand years- in our country, and
relationship of it with politics as respect to symbols.
In the first part of the study, either the religion or the politics are analysed
both conseptually and institutionally; under the title of symbolic social
conceptualization, it is tried to reveal how close is the society to symbols as
regards to structure and social interaction. Also, the methodological approaches
related to the study is endosed this part.
The second part of the study aims at to display the highlights of the historical
development of the relation between the religion and politics in our country by
making use of symbols. In this part, it is tried to reveal the periods from the Tanzimat
(Administrative Reforms) to 1980, and the changing parameters of the relationship
between the religion and politics.
In the third and last part of our study, it is tried to reveal, in Turkey, especially
after 1980, how the relationship between religion and politics evolved, and how
symbols functioned as a device in order to politicize the religion with a chosen
symbolic universe.
V
ÖNSÖZ
Tarihsel tecrübelerle sabit bir devlet kurma meziyetine sahip olan Türk
ulusu ve bu ulusun kurmuş olduğu devletler içerisinde dinin/inancın hem bizzat
kendisinin farklılıkları hem de devlet sistemleri ve toplum içerisindeki etkinliği
değişik seyirler izlemiştir. 1923’te Türk ismiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, Batı’daki uygarlığı asli meziyetlerini ve değerlerini değiştirmeden
benimsemeyi amaçlamakla işe başlamış ve 21. yüzyılda Batı-dışı bir toplum
olmakla birlikte Batı’daki çağdaş uygarlığı temsil edebilen ender ülkelerden biri
konumuna gelmiştir.
Çağdaş dünyanın hem toplumsal hem de siyasal yaşamda en önemli
değerlerinden biri olan laiklik ilkesinin ve dolayısıyla din siyaset ilişkilerinin
modern bir toplum olarak Türkiye’deki konumu sosyal bilimciler için her zaman
önemli bir konu olagelmiştir. Biz çalışmamızda farklı bir bakış açısıyla yani
toplumsal ve siyasal yaşamda etkili olduğunu düşündüğümüz birtakım
sembollerden yararlanarak din siyaset ilişkilerinin Türkiye’deki konumunu
aydınlatmayı amaçladık.
Çalışmanın gerek adını koymuş olmakla gerekse her aşamasında beni
yönlendirmesi ve desteklemesiyle yol gösteren sevgili hocam ve tez danışmanın Prof. Dr.
Hüseyin AKYÜZ’e şükranlarımı sunmanın yetersiz kalacağını biliyorum. İfade etmeye
çalıştığım tüm katkılarından başka her zaman sergilediği ciddi bilim adamı tavrıyla metni
okuması ve açtığı yeni ufuklarla bu çalışmanın ortaya çıkmasında en büyük pay Prof. Dr.
Hüseyin AKYÜZ’e aittir.
Lisan, Yüksek Lisans ve Doktora dönemlerinde kendisinden öğrenci olarak çok
şey öğrendiğim ve 2005 yılında Atatürk Üniversitesinden ayrılan sevgili hocam Prof. Dr.
Sabahattin GÜLLÜLÜ’ye çalışmanın her aşamasında yardımlarını esirgemediği ve beni
desteklediği için özel olarak teşekkür etmeyi kendime borç sayıyorum. Yine çalışmanın
ortaya çıkmasında değişik düzeylerde de olsa katkıları olan; Hocam Prof. Dr. Mustafa
YILDIRIM’a, Hocam Prof. Dr. Bayram KAÇMAZOĞLU’na, çalışmaya hatırı sayılır
katkılarından dolayı Yard. Doç. Dr. Erem SARIKOCA’ya, cesaretlendirici teşvikleriyle
Yard. Doç. Dr. Necdet SUBAŞI’ya ve Yard. Doç. Dr. Yıldız AKPOLAT’a,
kütüphanesini bana açan Yard. Doç. Dr. Nuray KARACAY’a ve her zaman yardımcı
olamaya çalışan Arş. Gör. Müjdat AVCI’ya sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Mevlüt ÖZBEN
Erzurum 2007
1
GİRİŞ
Türkiye’de İslamcılığın, bu devletin kuruluşundan daha gerilere giden bir
tarihinin olduğu herkesçe bilinir.1 Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ortaya çıkış
biçiminin –yani laik ve ulus temalarını içeren temeller üzerine kurulmuş
olmasının- İslamcılığın nitelikleri ve konumlandırılışında önemli değişikliklere
sebebiyet verdiğine kuşku yoktur.
1950 sonrasında dinsel hareketlerin devrim yıllarıyla karşılaştırıldığında bir
canlılık
kazandığını
ileri
süren
çalışmalar
bu
canlanışı
İslamın/dinin
siyasallaşması temelinde açıklamaya çalışmışlardır. Türkiye’de 1980 sonrasında
din-siyaset ilişkilerini konu edinen çalışmamız için sembolleri seçmiş olmamızın
nedeni; İslamın siyasallaşmasının sembolik bir evrenle sınanıp sınanamayacağını
test etmek ve İslamcılığın toplumsal yaşama akseden yapılarından hareketle, dinin
siyasal
olanla
nasıl
bir
etkileşim
ağı
içine
girdiğini
sembollerle
açıklayabileceğimizi düşünmemizdir.
“Sembol (symbol), en genelde, başka bir şeyi temsil eden bir edim ya da şey
demektir.”2 Temsil edilen üzerinde yoğunlaşan sembolizm ise, olayları
yorumlama veya inançları anlatmaya yarayan semboller sistemine vurgu yapar.3
Buradan hareketle diyebiliriz ki, semboller bizim din-siyaset ilişkilerini belirli bir
dönemde incelemeyi amaçlayan çalışmamız için sosyolojik olarak önemli katkılar
sağlayabilir. Çünkü tarihsel olaylar ve bunların kronolojik gelişiminden hareketle
din-siyaset ilişkilerini incelemek ile aynı konuyu semboller dolayımın da ele
almak farklı olabilir. Birincisinde salt olup bitenin aktarımına dayanan ve tarih
biliminin aktardıkları ile sınırlı bir perspektif söz konusu iken; ikincisinde,
olaylara birincil derecede bağımlı kalmadan, bir anlam dünyasından hareketle
konuya yaklaşmak ve olayları daha geniş bir bakış açısı ile analiz etmek mümkün
olabilir. Türkiye’de 1980 sonrasında din-siyaset ilişkilerini incelemeyi amaç
edinen çalışmamızın yönünü sembollere çevirişimizin nedeni de budur.
1
Türkiye’de İslamcılığın tarihsel gelişimi ile ilgili olarak bkz. Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji
Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s. 33-36
2
Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara, 1999, s. 647
3
Türkçe Sözlük, Cilt:2, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1998, s. 1278
2
Türk devlet geleneğinin ya da başka bir ifade ile devletin topluma biçim veren
özelliğinin bir sonucu olarak, toplumun karakteristik özellikleri ve sembolik
olarak inşasında devlet her zaman etkin bir konumda bulunmuştur. Ancak çalışma
konumuzun sınırlarını ifade eden 1980 sonrasında yukarıda sözünü ettiğimiz
dengede (devletin topluma biçim verme özelliğinde) önemli kırılmaların
yaşandığına tanık oluyoruz. Öyle ki, toplumun sembolik olarak, kültürel, dini ve
siyasal haritasının çiziminde etkin bir güce sahip olan devlet artık bu özelliğini
kaybetmeye başlamış ya da en iyi ihtimalle bu özelliğini bazı gruplar ve toplum
kesimleri ile paylaşmaya başlamıştır. Bu süreç içerisinde sembolik sermayenin
sözünü ettiğimiz ikiliği, toplumun kültürel, dini, siyasi ve hatta ekonomik yapısını
yeniden biçimlendirmeye ve dolayısıyla din-siyaset ilişkilerinin 1980 öncesinden
farklı özelliklere bürünmesine neden olmuştur. Çalışmamızın hipotezi de büyük
oranda, din-siyaset ilişkilerini açıkça görünür kıldığını düşündüğümüz semboller
aracılığı ile Türkiye’de 1980 sonrasında toplumsal ve siyasal yapının yeniden
şekillenmeye başladığına dayanmaktadır.
Türkiye’de çok partili döneme geçişle başlayan ve 1980 sonrasında daha da
görünür olan özelliklerden birinin; devletin sosyal, siyasal ve ekonomik
alanlardaki tek belirleyici özelliğini bazı aracı kurumlar, sivil toplum örgütleri ve
toplum kesimleriyle paylaştığıdır. Bu bağlamda çalışmamızın teorik kısmını
oluştururken, devletin toplum üzerindeki etkisini göz ardı etmemek anlamında
dinin ve siyasetin kurumsal özelliklerine ve yapısalcı yaklaşımlara vurgu
yapmakla birlikte, yukarıda sözünü ettiğimiz aracı kurumlar ve sivil toplum
örgütleri ve özelde aktörler olarak bireylerin etkilerini sınamak adına da sembolik
toplum kavramsallaştırmasına, sembolik etkileşimciliğe ve yapılaşma kuramına
değineceğiz.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel niteliklerinin sınırlarını çizen
cumhuriyet devrimlerinin, ilerleyen bölümlerde de sıklıkla vurgulayacağımız gibi,
bir yönüyle, Osmanlı devletini temsil eden sembolleri yıkıp yerine kendisini
temsil edebilecek karşılıklarını koymayı amaçlaması4 çalışmamızın tarihsel bir
perspektifi göz ardı edemeyeceğinin en önemli nedenlerinden biridir. Bu
bağlamda 1980 sonrasında din-siyaset ilişkilerini kendi bakış açımızla ifade
4
Binnaz Toprak, “Dinci Sağ”, Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul, 1992, s. 244
3
etmenin bir aracı olarak seçtiğimiz sembollerin bir kısmının tarihsel kökenlerinin
ve gelişimin izlerini sürmek 1980 sonrasına ilişkin değerlendirmelerimizde bir
derinlik sağlayabilir. Örneğin sembolik bir ifade olarak seçtiğimiz “Şeriat İsteriz”
söyleminin hem Osmanlı Devletinde hem de Cumhuriyet Türkiye’sinde devlete
ve devletin birtakım uygulamalarına muhalifliğin ortak söylemi oluşu bu
bakımdan anlamlıdır. Yine sembolik bir dinsel mekân olarak seçtiğimiz
Ayasofya’nın İstanbul’un fethinden 1934 yılına kadar cami olmasına karşın bu
tarihten sonra müzeye çevrilişinin 1980 sonrasında siyaset yapmanın bir parçası
haline getirilen Ayasofya’nın içerdiği sembolizmin kavranabilmesi açısından son
derece öneli olduğunu belirtmeye gerek yoktur.
Kadın imgesinin toplumların tarihinde ulusal ya da kültürel bir sembol olarak
önemli roller oynamasının ve bir ulusun tarihinin geçiş dönemlerinde kadının hem
modernizmin hem de gelenekselciliğin bir parçası olarak değerlendirilmesi,5
çalışmamız içerisinde kadın imgesine seçtiğimiz diğer sembolik unsurlardan daha
fazla önem vermemizi gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda kadın konusu; Tanzimat,
cumhuriyet ve daha sonraki dönemlerde ele alınmaktan başka üçüncü bölümde
Türban başlığı altında sözü edilen tarihsel perspektif de kullanılarak ayrıntılı bir
biçimde işlenecektir.
5
Valentina M. Moghadam, Modernizing Women: Gender and Social Change in the Middle
East, Lynne Reinner Publishing, Colorado, London, 2003, s. 105
4
ARAŞTIRMANIN AMACI KAPSAMI VE YÖNTEMİ
Araştırmanın amacını, Türkiye’de din siyaset ilişkisinin seçilen birtakım
semboller dolayımında incelenmesi oluşturmaktadır. Türkiye’nin toplumsal ve
siyasal tarih yazınının din siyaset ilişkilerine dair ortaya koyduğu verileri ve bilgi
haznesini göz ardı etmeden ülkemizde 1980 sonrasında önemli bir çıkış yakalayan
siyasal İslamcılığın semboller üzerinden nasıl çözümlenebileceği problematiği bu
araştırmanın amacının ana gövdesini oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile
toplumsal yaşam içerisinde bireylerin ve grupların yaşam duruşunu ifade eden
kültürel, dinsel ve siyasal kimliğin genel olarak semboller tarafından nasıl
beslendiği özel olarak ise 1980 sonrasında din siyaset ilişkileri üzerinde ne tür bir
etki yarattığı araştırmanın amacının ifadesi olarak sunulabilir.
Araştırmanın kapsamına dâhil edilen başlıkları, yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi, çalışmanın Türkiye’de 1980 sonrasında din siyaset ilişkilerini
semboler çerçevesinde inceleme amacına paralel olarak seçilmiş semboller
oluşturmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’de din siyaset ilişkilerinin tarihsel seyrine
ilişkin değerlendirmelerle birlikte, araştırmanın kapsamının temelini oluşturan ve
1980 sonrası ile sınırlı tutarak inceleyeceğimiz semboller seçilirken kavramlar,
mekanlar, özel günler, kılık kıyafetler, kurumlar, marşlar ve tüketim alışkanlıkları
gibi geniş bir çerçeve göz önünde bulundurulacak ve bu ana başlıklar içerisinde
etkili olduğunu düşündüğümüz semboler incelenecektir. Çalışma planına göre
kavramlardan; şeriat, adalet ve laiklik, mekanlardan; camiler, türbeler ve
meydanlar, özel günlerden; Cuma, kandiller ve bayramlar, kılık kayefetlerden;
türban, kurumlardan; Diayanet İşleri Başkanlığı ve İmam Hatip Okulları,
marşlardan Onuncu Yıl Marşı ve Mehter marşları, tüketim alışkanlıklarından,
Coca Cola-Cola Turka ve Eti-Ülker araştırmanın kapsamına dâhil olan alt
başlıklardır.
Araştırmanın yöntemi bakımından, genel olarak, sosyolojik geleneğin
köklü iki yöntemi olan yapısalcılık ve etkileşimciliğin çalışma konumuz açısından
kullanılabilir olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda sözü edilen yöntemlerin bir
anlamda birleştiricisi olan yapılaşma kuramını çalışmamız için işlevsel bir özellik
taşımaktadır. Çünkü bu kuramın yapı ve eylemi birbirinden ayrılan alanlar olarak
5
değil karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen ve biçimlendiren faktörler olarak ele
alması çalışma konumuz açısından yapılaşma kuramının uygunluğunu ortaya
koymaktadır.
Araştırma yöntemi olarak yararlanacağımız yapısalcılık, etkileşimcilik
ve bu yöntemlerin bir sentezi olan yapılaşma kuramından başka bu çalışma
içerisinde birtakım araştırma tekniklerinin de kullanılacağını belirtmeliytiz. Buna
göre araştırma konumuzun kapsamını oluşturan başlıklar (semboller) incelenirken
bir tür çözümleme aracı
olarak birtakım
araştırma tekniklerinden
de
yararlanılacaktır.
Örneğin, veri sağlama teknikleri ile ilgili olarak tarihsel yazın
incelenirken yalnızca kitap türünden eserlere bağlı kalınmayacak dergiler ve
özellikle de ulusal gazeteler taranacaktır. Çünkü gazetelerin toplum kesimlerinin
belirli konular hakkındaki kanaatlerini hem yansıtan hem de biçimlendiren önemli
bir belge oluşu, din siyaset ilişkileri çerçevesinde ele alınacak olan sembolleri
incelemeyi amaç edinen çalışmamız için önemli veri toplama tekniğidir.
Veri toplama tekniklerinden başka sembolleri inceleme nesnesi yapan
çalışmalar
açısından
oldukça
önemli
kolaylıklar
sağlayacak
araştırma
tekniklerinden biri de nitel görüşme teknikleridir ki, çalışmanın akışı içerisinde
gerekli görülen yerlerde bu tekniklerden de faydalanılacaktır.
Sembolleri çözümleme nesnesi yapan çalışmalar içerisinde en çok tercih
edilen araştırma tekniklerinden biri de metin analizidir. Metin analizinin yalnızca
niceliksel içerik çözümlemesine bağlı olmadığı aynı zamanda soyut sembollerin
yorumsal analizini de içeriyor6 olması bu tekniği bu tekniği çalışmamız açısından
işlevsel kılmaktadır.
Özetlemek
gerekirse
araştırmanın
yöntemi
olarak
belirlediğimiz
yapısalcılık ve etkileşimcilik öncelikli olarak her ikisinin de bir tür birleştiricisi
olan yapılaşma kuramı çerçevesinde ele alınacak ve bu kuram etrafında yapılacak
olan kavramsalllaştırmalara bağlı kalınarak –ki çalışmaının ana teması olan
sembolleri yapılaşma kuramı içerisinde ele alırken çoğunlukla Bourdieu’nin
“sembolik sermaye” kavramsallaştırması kullanılacaktır- araştırma kapsamına
giren başlıklar incelenmeye çalışılacaktır. Sembolik değerlerin sözlü ya da sözsüz
6
Laura Desfor Edles, Uygulamalı Kültürek Sosyoloji, Çev: Cumhur Atay, Babil Yayınları,
İstanbul, 2006, s. 242
6
ifadeler, tutumlar ve nesnelere varıncaya dek genişleyen doğası göz önünde
bulundurularak inceleme konusu olarak seçilen semboller toplumsal bir üretim
olduğu ölçüde yapı profili göz önünde bulundurularak değerlendirilecek ancak
bunların ( sembollerin ) kültürel ve siyasal kimliğin hem belirleyicisi hem de
toplumsal etkileşimin araçları oluşu dikkate alınarak etkileşimci sosyolojik
yaklaşımlardan da yararlanılacaktır.
7
I.BÖLÜM
1. DİN VE SİYASET
Ayrı ayrı ele aldığımızda farklı iki alan olarak değerlendirebileceğimiz
din ve siyasetin toplumsal pratiklerde ya da toplumsal yaşamda zaman zaman iç
içe geçmiş olduklarını söylemek şaşırtıcı olmamalıdır. İnsanlığın tarihsel serüveni
bu yaklaşımımızın tescillenmesine olanak vermektedir.
Toplumsal yaşam içerisinde siyasal ya da siyasi nitelemesini “kamu
işlerine ilişkin olan[la]”7 öncüllememiz, kulla Tanrı arasında bir ilişki biçiminde
aktarılan din yorumu açısından anlamlı olabilir. Ne var ki, dinin önemli
yönlerinden bir de toplumsal ilişkilerle bağlantılı olarak sergilenen davranış
biçimleridir.8 Bu bağlamda din, kamusal yaşam üzerinde de etkin bir unsur olarak
karşımıza çıkmaktadır. Dinin, sosyal yaşamın hemen hemen her alanında
gözlemleyebildiğimiz kapsayıcılığı ve buna karşın sosyal yaşamın kontrolüne ve
yönetimine talip olan siyasetin, var oluş koşulları açısından, tarihsel bir
akrabalıklarının olduğunu söylemek mümkündür. Antropoloji literatüründe “Avcı
ve Toplayıcı Toplumlar”9 olarak bilinen ilkel topluluklar, sözünü ettiğimiz
akrabalığın soy kütüğünün ne kadar gerilere götürülebileceğini göstermesi
bakımından bir hayli ilgi çekicidir. Giddens,
Avcı ve Toplayıcı toplumlarda
kamusal alanın teşekkül ettiği önemli alanlardan biri olarak dini törenler ve bu
törenler için yapılan aktiviteleri göstermektedir.10 Başka bir ifade ile sözünü
ettiğimiz topluluklarda din ve bir anlamda kamusal yaşamın bir arada var
olduğunu söylemek mümkündür.
7
Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, Çev: Şirin Tekeli, Varlık Yayınları, İstanbul, 1975, s. 24
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, Sayı: 123, 2005, s. 15 Benzer
bir yorum da Baykan Sezer şöyle demektedir: “ Din, kişilerin yalnızca özel yaşantılarında kişisel
davranışlarını belirlemekle yetinmemektedir. Aynı zamanda kişiye toplum içindeki ilişkilerinde de
yol göstermektedir.” Ayrıntılı bilgi için bkz. Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din
Olayı, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1981, s. 215
9
Evcilleştirme ve üretimciliğe dayalı geçim sisteminin ortaya çıktığı günümüzden 10.000 yıl
öncesine kadar dünya üzerindeki bütün insanlar avcı ve toplayıcı idiler. Bu geçim tarzının esasını,
doğada hazır bulunan besin kaynaklarının tüketilmesi oluşturmaktadır. Avcı ve Toplayıcı
Toplumlara ait detaylı bilgi için bkz. Kudret Emiroğlu-Suavi Aydın, Antropoloji Sözlüğü, Bilim
ve Sanat Yayınları, Ankara, 2003, s. 97
10
Anthony Giddens, Sosyoloji, Yay Haz: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ayraç Yayınevi, Ankara,
2000, s.51.
8
8
İlk olarak, siyaseti, döneminin devlet bilimi olan site (Polis) yönetiminin
incelenmesi olarak ele alan Aristo’ya götürmek olanaklıdır.11 Polis (site devleti)
sınırları belli bir toprak üzerinde kurulmuş siyasal, sosyal, askeri ve ekonomik bir
bütündür. Polis aynı zamanda da dini bir birim anlamı da taşımaktadır. Polis’in
koruyucuları, yol göstericileri olan tanrıları vardır. Öyle ki, polis gücünü,
ululuğunu ve üyeleri üzerindeki sınırsız iktidarını ve baskısını bu dini yapısından
almaktadır.12
Dinin ilkçağ siyasal düşüncesindeki yeri bir yana, Ortaçağ’ın siyasal
düşüncesini biçimlendiren birincil kaynak Batı’da Hıristiyanlık Doğu’da ise
İslamiyet’tir. Gerek Yakınçağ’da ve gerekse çağımızda, geçmişte olduğu gibi
siyasal düşünceleri ve siyasal yapıları biçimlendiren unsur din olmasa bile –en
azından dinin etkisinin siyasal ve toplumsal alandan silinmeye çalışıldığı bir
dönem- dine karşı verilen düşünsel ve politik mücadelede dinsel olgu önemli bir
özne olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde, din ve siyasete ilişkin çalışmalarda
dinin siyasal düşünceler ve yapılar üzerindeki etkisi yanın da siyasetin de inanç
yapıları üzerindeki etkisi göz ardı edilmemesi gereken bir unsur olarak
belirmektedir. Özellikle modern toplumlar olarak nitelendirdiğimiz, Batı’da
Sanayi Devrimi sonrasında teşekkül eden toplumlarda, siyasi otorite ve yapı dinin
geçmişteki
etkinliğini
olabildiğince
sınırlandırma
yönünde
bir
eğilim
13
taşımaktadır.
Yukarıda oldukça genel ifadelerle bir ilişki ve karşılıklı etkileşim
düzlemi kurmaya çalıştığımız din ve siyaset başlıklarıyla ilgili olarak, bu bölümde
din ve siyaset olgusu sosyolojik olarak kavramsal ve kurumsal açıdan ayrı ayrı ele
alınacaktır. Çalışmamızın ve çalışma konumuza yaklaşım biçimimizin doğal bir
gereği olarak din ve siyaset; yapısalcı, sembolik etkileşimci ve yapılaşma
kuramlar açısından da incelenecek ve bu özellikle üçüncü bölüm içeriğine
kuramsal bir temel hazırlama amacıyla yapılacaktır.
11
Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, s. 24
Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2000, s. 1
13
Öyle ki, sosyolojinin üç klasik kuramcısı ( K. Marx, E. Durkheim ve Max Weber ) modern
toplumlarda dinin önemini ve etkinliğini kaybedeceğini hatta tamamen ortadan kalkacağını
düşünmektedirler. Ayrıntılı bilgi için bkz. Anthony Giddens, Sosyoloji, s. 469, 19.yy’ın bu temel
yaklaşımına rağmen 20.yy, bir anlamda umulanın aksine, kimilerince dinde bir canlanma dönemi
olarak da değerlendirilir. Desekülerizasyon şeklinde ifade edilen yorumlarla ilgili olarak bkz.
Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, Bağlam Yayınları, İstanbul 1994, s. 9
12
9
1.1. Kavram Olarak Din
Herhangi bir olguyu kavramsal çerçeve içerisinde değerlendirebilmenin
ön koşulu onun genel bir tanımına ulaşmakla mümkün olabilir. Bu bağlamda din
olgusunun kavramsal olarak izahında öncelikli olarak yapılması gereken onun
genel bir tanımının ortaya konmasıdır.
J.M. Yinger, çok kısa bir zaman içerisinde yüzlerce din tanımının
yapılabileceğine vurgu yapar.14 Bu ifade abartılı olduğu kadar gerçeklik payı da
taşır. Dinin - yaşayan ve geçmiş - farklı toplum ve kültürler tarafından algılanış ve
yaşanış biçimi, birçok din tanımının ortaya çıkması kadar genel bir tanımın
yapılmasında yaşanılan zorluğun da nedenidir. Tanım konusunda yaşanılan
çeşitlilik ve bir anlamda karmaşayı aşmak adına Anthony Giddens’ın yaklaşımı
oldukça makuldür. Ona göre dinin genel bir tanımını ortaya koymada yaşanılan
zorluğu aşmanın en iyi yolu, dinin ne olduğundan ziyade ne olmadığının ortaya
konulmasıdır. Bu bağlamda, din öncelikli olarak tektanrıcılıkla ve ahlaki
buyruklarla özdeşleştirilmemelidir. Çünkü dinlerin çoğunluğunda birçok tanrı
olduğu gibi bazı dinlerde de Tanrılar insanların dünyada yaptıklarına karşı
kayıtsızdırlar (yani ahlaki buyrukları yoktur). Dinler dünyanın oluşumunu ve
bugüne nasıl geldiğini açıklamak zorunda olmadığı kadar doğaüstü bir dünya
inancıyla da özdeşleştirilemezler.15 Yine din tanımı içerisinde, olmazsa olmaz
biçiminde, bir Tanrı fikrinin bulunması da gerekmemektedir.16
Yukarıdaki saptamalar, dinin ne olmadığı konusunda fikir vermekle
birlikte, dinin tanımlanmasında bize bir sınırlandırma olanağı sağlaması
bakımından oldukça işlevseldir. O halde din nedir?
14
Günter Kahrer, Din Sosyolojisi, Çev: Semahat Yüksel, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1992, s. 9
Anthony Giddens, Sosyoloji, s. 464, Eski Mısır inancında bir istisna da olsa mutluluğun ancak
bu dünyada aranması gerektiği düşüncesi ve bununla ilgili olarak ölen bir kadının kocasına
gönderdiği mesaj, dinin ahlakla özdeşleştirilemeyeceğine dair ilgi çekici bir örnek olabilir. Buna
göre kadın kocasına şu mesajı göndermektedir: “ Ey benim arkadaşım, benim kocam ! hiçbir
zaman yemekten, içmekten, sarhoş olmaktan, kadınlarla sevişmenin zevkini tatmaktan ve şenlikler
yapmaktan geri kalma! Gündüzün de, geceleyin de kendini her türlü zevke terk et !...” ayrıntılı
bilgi için bkz. Félıcıen Challaye, Dinler Tarihi, Çev: Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınevi,
İstanbul, 1960, s. 37
16
Tanrısız inanç sistemleri ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Amiran Kurtkan Bilgiseven, Din
Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1985, s.153-154 ayrıca bkz. Nurettin Şazi Kösemihal,
Durkheim Sosyolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1971, s. 101ve bkz. Henri Desroche, Jacob And
The Angel, University Of Massachusetts Press, 1973, s. 59
15
10
Din, Latince Religio sözcüğü ile ifade edilir. Kelimenin iki kökten ileri
geldiği ileri sürülmektedir. Çiçeron Tanrı’nın Mahiyeti adlı eserinde, Religio’nun
Religere kökünden geldiğini ve bir işin tekrar tekrar dikkatlice yapılması
anlamında kullanıldığını belirtir. Kelimenin bu anlamıyla din, kişinin kendisini
ibadete verme ve törenlere katılma anlamına gelmektedir. Lactantius ise Tanrısal
Kurum adlı eserinde Religio’nın Religare kökünden türediğini ve anlam olarak
bağlanmayı ifade ettiğini söyler.17
Kelimenin etimolojik kökeni bir yana biz ilgilendiren, dinin nasıl bir
anlam çerçevesi içerisinde ele alınacağıdır. Ali Fuad Başgil dini her şeyden önce,
ruhumuzla sezdiğimiz akıl ile düşünüp kabul ettiğimiz ilahi bir kanun olarak
tanımlıyor.18 Dinin, insanın doğa üstü bir güce bağlanarak bu gücün rızasını
kazanmak için onun tarafından ortaya konulduğuna inanılan kurallara gerek
duygusal ve gerekse bilinçli olarak yönelerek uymasını sağlayan ve böylece
mutluluğa ulaşmasına yardım eden bir kurallar bütünü19 olduğunu vurgulayan
Akyüz’ün yanı sıra Veron dini, kültürün paylaşılan inançlar ve uygulamalarından
oluşan, doğa üstü ve kutsal olanla insanın ilişkisinin yanında bunların bu dünya ile
de ilişkisini kuran bir sistem olarak tarif ediyor.20 Bu tanımda altı çizilen kutsal
olanın bu dünyayla ilişkisi, çalışmamızın yöneldiği perspektif bakımından
önemlidir. Çünkü çalışmamızın akışı içerisinde din, sosyolojik anlamda, sosyal
bağlayıcılığı olan inanç sistemleri21 olarak ele alınacaktır
Yukarıdaki tanımlara ek olarak daha kapsayıcı bir tanım ortaya koymak
gerekirse dini şöyle tanımlayabiliriz: Din, Tanrı fikri ekseninde oluşsun ya da
oluşmasın, belirli bir düşünce, nesne ya da doğaüstü bir güce atfedilen değerleri
içerir. Bu değerler etrafında örülen semboller ile ayin, tören ve ibadet ritüellerini
de kapsayan din; korku ile karışık saygı ve sevgiden dolayı duygusal bir içeriğe
sahip olmasına karşın, doğal ihtiyaçların da gereği olarak bilinçli katılımı
gerektiren bir sistem olarak karşımıza çıkar.
17
Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, İlahiyat Fakültesi Yayınları, III. Baskı, Ankara, 1983,
s. 49
18
Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 1962, s. 63
19
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s. 16
20
Amiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, s.4
21
Günter Kahrer, Din Sosyolojisi, s. 11
11
Durkheim, dini, kutsal ve kutsal olmayan alanların birbirinden ayırt
edilmesi üzerine inşa etmesine rağmen onun (dinin) sosyal bir hadise olduğunu
vurgulamakta da ısrarcı olmuştur. Öyle ki, dinsel inançlar daima topluluğun
malıdır.22 Başka bir deyişle, ona göre, din ne kadar sosyal bir fenomen ise, toplum
da o kadar dini bir fenomendir.23 Dinin sosyal ilişkiler düzleminde ortaya çıkan
önemine değinen düşünürlerden biri de Frazer’dir. Frazer’a göre din kelimesi ile
kastedilen tabiatın ve insan hayatının devamını yönettiğine/kontrol ettiğine
inanılan insan üstü güçlerdir. Ne var ki, insan üstü güçlere olan inanç bizi
yanıltmamalıdır. Çünkü din birbiriyle bağlantılı iki elementi içerir. Bunlar
kuramsal element (Frazer burada inancı kastediyor) ve pratik (burada da
toplumsal ilişkiler kastediliyor) elementtir. Ona göre, İnsanın davranışlarına ve
yaşam dünyasına yansımadıkça inancın tek başına bir anlam ifade etmeyecek
olması24 dinin sosyal ilişkiler bakımından öneminin oldukça net bir ifadesidir.
Böylesi bir yaklaşım bir başka deyişle, dinin insan yaşamından bağımsız doğa
üstü bir gerçek olarak ele alınmasından ziyade toplum yaşantısı ile birlikte ortaya
çıkan ve toplumsal yaşamla birlikte gelişen bir olay olarak değerlendirilmesi
gerekliliğini ortaya koyar.25
Yukarıdaki
din
tanımlarına
onlarcası
eklemek
mümkün
ancak
gereksizdir. Özellikle bir sonraki alt başlıkta ele alacağımız dinin kurumsal
yönüne ilişkin düşünceler gerek din konusuna bakış açımızı gerekse dinin daha
geniş bir perspektiften ele alınmasında daha açıklayıcı bir düzlem sunacaktır.
İnanç düzleminde beliren ancak insan aktivitesi ile şekillenen din bundan sonraki
bölümlerde de sıklıkla insan ilişkileri ya da başka bir deyişle toplumsal yaşam
üzerindeki etkileri bağlamında ele alınacaktır. Mardin’in de belirttiği gibi dünyayı
anlama ve kendini o dünyada bir yerlere yerleştirme modeli olarak işlev gören26
dinin, fenomonolojik olarak karşımıza çıkan sosyal bir olgu olması da bunu
gerektirmektedir.
22
Félıcıen Challaye, Dinler Tarihi, s. 17
Günter Kahrer, Din Sosyolojisi, s. 24
24
James George Frazer, The Golden Bough: A Study ın Magic and Religion, v.1, Macmillan
and CO., London, 1951, s. 222-223
25
Necdet Subaşı, Türk Aydınının Din Anlayışı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995, s. 215-216
26
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 1992, s.30
23
12
1.1.1. Dinin kurumsal niteliği
“Gerçekte dinin ana varlığı kutsal alanla bağlantılı olarak ortaya çıkan
ilişki biçimlerinden doğmuştur.”27 İfadesinden hareketle, dinin en önemli
özelliklerinden birinin kurumsal yönü olduğunu söyleyebiliriz.
Gündelik dilde kurumsal bir işlevi yerine getiren ‘kuruluş’lara kurum
denmektedir. Örneğin yardıma muhtaç çocukların barındırıldığı yerler kurum
olarak adlandırılmaktadır. Oysa sosyolojik perspektifte kurumun anlamı daha
geniş ve farklıdır. Sosyolojik açıdan kurum; ne bir kişi, ne de bir grup ve hatta ne
de bir mekândır. Bir anlamı itibariyle kurum kültürün bir kısmıdır.28 Bu bağlamda
kurumu; bir sosyal grup içinde belli temel işlevleri karşılayan süreklilik kazanmış,
ilişki sistemleri ve davranış örüntüleri29 olarak tanımlayabiliriz.
“Sosyolojik kurum anlayışının temeli olan ‘doğal ihtiyaç öğretisi’
açısından ele aldığımızda; birey olarak insanın fizyolojik ihtiyaçları yanında,
birlikte yaşama, inanarak bağlanma, doğaüstü güçlere yönelme ve onlara ram
olma gibi ‘doğal yapının’ gereği olan ana eğilimlerin bulunduğunu görürüz.”30
Kurumların, toplumsal ihtiyaçlarının sağlanması açısından gördüğü hayati işleve
eklemleyebileceğimiz alanlardan biri de kuşkusuz dindir. Öyle ki, inanma
ihtiyacının toplumsal yaşam içerisinde kalıba dökülmüş şekli olarak dinsel
kurumları göz ardı etmek mümkün değildir. Din bir toplumda bu dünyanın
aşkınlığına perspektif sunan (bilinmeyeni de açıklayan) bir kurumdur.31
Eski çağ toplum yapısında, dinsel düşünceler; evlilik yasalarını,
akrabalık biçimlerini, mülkiyet ilişkilerini, eski ailenin karakterini ve eski
toplumun başlıca tüm özelliklerini belirlemiştir.32 O halde denilebilir ki, eski
toplumlarda temel kurum din olmuştur. Örneğin dini grup olarak da
27
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s.16
Mustafa Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, Vadi Yayınları, Ankara, 1997, s. 13 North, kurumu;
“Kurumlar Herhangi bir toplumdaki oyunun kurallarıdır ya da daha resmi bir tanımlama ile insan
etkileşimine şekil veren, insan tarafından tasarlanmış sınırlamalardır.” Şeklinde tanımlamaktadır.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Douglass C. North, İnstitutions, İnstitutional Change and Economic
Performance, Cambridge University Press, Cambridge, 1990, s. 6
29
Mustafa Aydın, Age., s.15
30
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s.13
31
Richard J. Hauser, Finding God In Troubled Times, Loyola Press, Chicago, 2002, s. 6
32
Brian Morris, Anthropological Studies of Religion, Cambridge University Press, Cambridge,
1987, s.112
28
13
değerlendirebileceğimiz klan hayatında hemen her şey dini bir renk taşımaktadır.
Klanın totemi* kutsal olduğu gibi, paralel bir biçimde, klan üyeleri de kutsaldır.33
Her din temelde birtakım inançlara dayanır. Bundan sonra ise, bu
inançlara paralel olarak, ibadet ve tapınma eylemi gelir.34 J. Wach bunu; dini
tecrübenin
teorik
anlatımı
(inanç)
ve
dini
tecrübenin
pratik
anlatımı
(ibadet/tapınma) şeklinde sınıflandırır. Ona göre, dinin bu iki temel özelliğine ek
olarak üzerinde durulması gereken üçüncü önemli özelliği, dinin sosyolojik
anlatımıdır.35 Sosyolojik olarak dinin fonksiyonu, fert olarak sahip olduğumuz
inanca koşut yaptığımız ibadetler değil ama, bunlarla ilişkili olacak şekilde,
insanlar arası etkileşimlerimizin din tarafından nasıl şekillendirildiğidir. Her din
sosyal ilişkiler kurmak ve bunları sürdürmek zorundadır. Bu zorunluluk bir
anlamda, bir dini birlik ve cemaatleşmeyi de beraberinde getirecektir.36 Sezer’in
de dediği gibi, “Din, her ne kadar bizlere kulla tanrı arasında bir ilişki olarak
gösteriliyorsa da gerçek anlamını ancak cemaatte bulabilir.”37 Çalışmamız
açısından dine olan ilgimiz de bununla sınırlı olacaktır.
Nasıl inançtan yoksun bir ibadet ritüeli düşünemezsek, cemaatten
yoksun bir inanç ve ibadet de düşünemeyiz. Bu karşılıklı etkileşim hem dinin
sosyolojik önemini ifade etmek hem de dini teşkilatlanmanın cemaat ya da dini
birlikler içerisinde nasıl filizlendiğini anlamak açısından önemlidir.
Hans Freyer dini grupları ikili bir ayrımla; tabii gruplar ve dinden doğan
gruplar olarak sınıflandırır. Ona göre dinle ilgisi olmayan sebeplerin ya da
etmenlerin bir araya getirdiği gruplar (tabii gruplar) süreç içerisinde dinin
içerisine yerleşerek yaşadığı müesseseler durumuna gelebilirler. Örneğin kan bağı
ya da komşuluk esasına dayalı olarak oluşan grupların aynı zamanda inanç ve
ibadet birlikleri haline gelmesi mümkündür.38 Kan bağına dayalı tabii bir grup
*
Totem, basit bir isim değil; bir amblem, bir armadır. Totem klan hayatında onu tasvir eden ortak
bir etiket olmakla birlikte, dini bir özelliğe de sahiptir. Gerçekte eşya, ona referansla kutsal ve din
dışı diye tasnif edilir. Totem, bir anlamda, kutsal şeylerin temel bir örneğidir. Totem ile ilgili
ayrıntılı bilgi için bkz. Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Çev: Fuat Aydın, Ataç
Yayınları, İstanbul, 2005, s. 144-151
33
Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000, s.243-244
34
Ünver Günay, Age., s. 224
35
Joachim Wach, Din Sosyolojisi, s.52
36
Ünver Günay, Din Sosyolojisi, s. 228-229
37
Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 214
38
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, Çev: Turgut Kalpsüz, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964, s.39
14
olarak aile, hukuki, toplumsal ve dini bağlara dayanan bir birliktir.39 Ailenin,
toplumsal, eğitici, hukuki, ekonomik vb. özellikleri bir yana, konumuz açısından
bizi ilgilendiren onun tüm saydıklarımıza ek olarak aynı zamanda bir dini kurum
olarak da karşımıza çıkmasıdır.
Freyer’den öğrendiğimiz kadarıyla evin aile fertlerinin bir anlamda
toplanma merkezi olan “ocak”, Tanrılara adanan kurban ve adakların yerine
getirildiği bir yer haline getirilmiştir. Hatta evin eşiği ve bazı yerleri de dini bir
anlam kazanmıştır.40 Bunlar, kan bağına dayalı bir birliktelik/grup olan ailenin
aynı zamanda dini bir grup olarak da değerlendirilebileceğine önemli emsal teşkil
etmektedirler. Yine tek tanrılı dinlerin aileye önemli bir kutsallık atfettiklerini
söyleyebiliriz. Örneğin İslamın peygamberinin evleniniz, çoğalınız ve ben
ümmetimin çokluğu ile övüneceğim gibi ifadeleri, bu türden bir değerlendirme
için anlamlı olabilir.
Dinin bir kurum olarak aileye olan etkisi bir yana ailenin din kurumu
üzerindeki etkisi de birincisi kadar önemlidir. Öyle ki, bu etkilerden en önemlisi,
ailenin din ile kişi arasındaki irtibatı sağlayan en önemli iletişim kanallarından biri
olmasıdır. Böylece aile, büyük ölçekli dini teşkilatlara nesiller boyu yeni
mensuplar kazandırır ve bunların devamlılığını sağlar.41
Verili bir akrabalık ve komşuluk bağının bir araya getirdiği soy/sop ve
klan gibi gruplar da, köken olarak ya da din bağından teşekkül etmiş gruplar
olmaması bağlamında tabii gruplardır. Klan ve daha sonraki süreçte toprağa
yerleşme ile ortaya çıkan kabile toplulukları tabii gruplar olmasına karşın, dinin
içlerine nüfus ederek onları kuşattıkları dini yapılardır.
Totem inancına sahip olan klan, ferdin en önemli soysal desteğidir.
Klanlar, çoğunlukla yıllık törenlerde tüm mensuplarının bir araya geldiği dini
birliklerdir.42 Örneğin klan gibi ilkel bir topluluk da bile iç evlenme yasağı ve
bunun ihlalinin ağır bir biçimde cezalandırılması, klanların aynı zamanda dini
39
Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, s.224
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, s. 42. Göklap’ten öğrendiğimize göre, Türkçede “eşik” kelimesi
“eşli” manasındadır. Eski Türk inanışına göre (ki hala yaşayan bir inanıştır) eşiğe basılmaz,
yabancı bir adam evin eşiğinden atlayamazdı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ziya Gökalp, Türk Töresi,
(Sadeleştiren: Yalçın Toker), Toker Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, Tarihsiz, s.48 ayrıca ailenin
ailenin dini bir birim ve aile ocağının bir tür tapınak olarak algılanışı ile ilgili olarak bkz. Mehmet
Taplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Güneş Matbaacılık, Ankara, 1966, s.168
41
Günter Kahrer, Din Sosyolojisi, s. 103
42
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, s. 44
40
15
yapılar olduğunun iyi bir örneğidir. Kabile döneminde yani toprağa dayalı yaşam
formunun ortaya çıkması ile dini inançlar bakımından atalar önem kazanmış ve
ataların ruhuna kutsallık atfetmenin bir sonucu olarak animizm dini ortaya
çıkmıştır.43 Animizm, ruhlar, periler, şeytanlar ve ilahlar gibi manevi varlıklara
yöneliktir. Başka bir ifade ile animizm, görünmeyen/doğa üstü güçlere ya da
manevi varlıklara inanış dinidir.44 İslam öncesi Türklerde ruh kelimesinin karşılığı
“kut”tur. Kut kutsal ruh manasındadır. Kut kelimesinin günümüz Anadolu’sunda
hala ruh yerine kullanılması bu bakımdan anlamlıdır. Oğuz dininde de tanık
olduğumuz gibi, hakana “Tanrı Kut” denmektedir. Bunun anlamı Hakanın
kutsallığı ve hâkimiyetinin ona ilahi bir hak olarak Tanrı tarafından verilmesidir.45
Mahalli birlikler olarak köy-kent yapıları üzerinde de dinin önemli bir
etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Tarım devrimiyle gelişen nüfus
yoğunluklarının düzenlenmesinde dinin rolü büyük olmuştur. Dünyanın hemen
hemen pek çok yerinde büyük yerleşim merkezleri, aynı zamanda kutsallık
merkezleridir. Bunlardan Delhi, Mekke ve Roma ilk akla gelen örnekler olarak ön
plana çıkmaktadır.46 Özellikle politeist dinlerde Tanrıların, yer ve bölgelere göre
sınıflandıkları dikkati çekmektedir. Gerçektende bu dinlerde birçok mahalli
birliklerin (köy ve şehirlerin) kendilerine özgü bir ya da birkaç tanrısının
bulunduğunu ve mahalli birlik üyelerinin tanrılarına özel ibadetler ve ayinler icra
ettikleri bilinmektedir. Bu bağlamda mahalli birlikler aynı zamanda birer tabii dini
grup formu olarak da karşımıza çıkmaktadırlar.47
Kan bağına dayanmasına ilaveten komşuluk faktörünün de işin içine
karıştığı diğer organik cemaat (tabii grup) şekli kabiledir. Her kabilenin kendisine
özgü bir dini mevcuttur48 ve genellikle bütün çok tanrılı dinler aynı zamanda
kabile dini özelliği gösterirler.49 Kan ve komşuluk bağlarının yanı sıra, ortak bir
tarih, dil, gelenek, kültür vb bağlarla kenetlenmiş diğer bir tabii birlik de millettir.
Tabii bir sosyal ünite olarak yukarıda saydıklarımıza ek olarak milleti bir arada
tutan ve onu sımsıkı kuşatan bağlara bir de dini eklemek gerekecektir. Hatta daha
43
Mustafa Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, s. 115
Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, s. 70
45
Ziya Gökalp, Türk Töresi, s. 50-51
46
Mustafa Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, s.130
47
Ünver Günay, Din Sosyolojisi, s.246
48
Ünver Günay, Age., s.249
49
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, s. 46
44
16
da ileri götürmek gerekirse dinlerin milletlerin asli hüviyetlerinden birini teşkil
ettiğini ve bazı dinlerin ilgili alanlarda milli dinler şeklinde bir sınıflamaya tabi
tutulduğunu söyleyebiliriz. Göreceli de olsa, Konfüçyüs’lük, Taoizm ve Şintoizm
bu bağlam içerisinde ele alınabilir.
Asıl
adı
Kung-Çu
olan,
ancak
Batılıların
Konfüçyüs
olarak
adlandırdıkları bir düşünürün öğretilerine dayanan Konfüçyüs dini, Tanrı ya da
Tanrılarla ilgili düşünceler geliştirmemiş olması ile dikkatleri çeken bir inanç
sistemidir.50 Taplamacıoğlu’nun aksine Küçük, bu inanç sisteminde Tanrı
kavramının ve kutsal metinlerin bulunduğunu öne sürer. Ona göre Konfüçyüs’lük
bir ahlak ve hikmet yolu olarak gösterilir. Bu dinin ahlak sistemi, cemiyet ve
millet içindir. Amacı ise, milleti siyasi bir terbiye ile mutluluğa kavuşturmaktır.51
Bir şeçkinler dini olarak da bilinen Konfüçyüslüğün, aydınları ve yukarı sınıfları
tatmin eden görüşlerinin aşağı sınıflar üzerindeki tatminsizliğini gideren bir akım
olarak Çin’in diğer milli inancı Taoizm ortaya çıkmış ve denilebilir ki, gerek
Konfüçyüs dini gerekse Taoizm birbirlerinin bıraktıkları boşlukları doldurarak,
Çin toplumunun duygusal ve düşünsel gereksinimlerini karşılayan inanç sistemleri
olarak birlikte yaşamışlardır.52
Bu bağlam içerisinde değerlendirebileceğimiz Japon Şinto dinide milli
bir karaktere sahiptir. Kavram olarak tanrıların yolu anlamına gelen Şinto dininin
bir kurucusu yoktur. Daha çok tabiat güçlerine ve ruhlara tapınma göze
çarpmaktadır.53
Sezen’den öğrendiğimize göre, millet kelimesi kutsal kitapta (Kuranda)
on beş ayette din anlamında kullanılmaktadır.54 Bu kullanımların birçoğu
Yahudilik dini ile ilgilidir. Gerçektende günümüzde dahi, evrensel bir din olarak
değerlendirilmesine karşın, Yahudilik milli din özellikleri göstermektedir.
Ortaya çıkış karakteri bakımından milli özelikler taşıyan Yahudilik
dışında salt evrensel özellikleri ile bildiğimiz Hıristiyanlık ve İslamiyet’inde milli
özellikleri bünyelerinde taşıyabildiklerini görmek olanaklıdır. Örneğin, M.Luther
50
Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Teori Yayınları, Ankara, 1986, s.128-129
G. Tümer- A. Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, II. Baskı, Ankara, 1993, s. 63 krş. bkz.
Mehmet Taplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, s.160
52
Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 128-129
53
G. Tümer- A. Küçük, Dinler Tarihi, s.74
54
Yümni Sezen, İslam Sosyolojisine Giriş, Turan Kültür Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994, s. 112
51
17
ve Kalven gibi düşünür papazlar, ulusların yerli özelliklerine vurgu yaparak bir tür
İngiliz ve Alman Hıristiyanlığı yaratmayı amaçlamışlardır. Bu papazlar, özellikle
Hıristiyan ümmeti içerisinde ulusal karakterin yaratılmasına dönük çabaları
gündeme getirmeyi dinin bir gereği olarak sunmaya çalışarak dini motif ve
değerleri,
toplumların
uluslaşma
süreçlerinde
etkin
unsurlar
olarak
55
kullanmışlardır.
Dinin, toplumların milli birliklerini koruma ve yaşatmaları üzerinde olan
güçlü etkisine verilebilecek örneklerden biri de Türklerin bin yılı aşkın bir süredir
mensubu oldukları İslamiyettir. Arapların İslam dininin Arap yarımadasında
ortaya çıkan bir din olmasından dolayı, içlerinde sürekli muhafaza ettikleri dini
içerikli milliyetçilik anlayışları bir yana, aynı dinin Türklerin milli birliklerini
koruma ve yaşatma üzerindeki etkisi de konumuz açısından ilgi çekicidir. Günay,
Gökalp’e dayanarak İslamiyet’in, Türklerin milli birliklerini ve kimliklerini
oluşturmaları ve korumaları bakımından temel bir rol oynadığını düşünmektedir.56
Bu görüş kısmen kabul edilebilir olmakla birlikte, Türklerin milli duygularının ve
kimliklerinin sırf dine indirgenmesi bağlamında yanlıştır. Türklerin milli
birliklerinin ve kimliklerinin korunup yaşatılmasında dinin etkisi olmakla birlikte,
bu etki, milli birliği sağlayan ortak bir tarih, dil, kültür vb unsurlarla birlikte
değerlendirilmelidir.
Tabii grup formu oluşturmaları bakımından aile, klan, kabile ve milletin
varlık sebebinin dini olmamasına karşın, dinin bu yapılar üzerindeki etkisinin
ortaya çıkardığı sosyal ilişkiler örgüsü ve teşkilatlanma biçimlerinin, dinin
kurumsal niteliğinin izahında oldukça önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir.
Ancak, burada tabii grupların da bizzat kendilerinin din ve bu çerçevede
teşkilatlanma biçimleri üzerindeki etkilerini de belirtmek gerekir. Dinlerin farklı
toplum ve coğrafyalarda sergiledikleri farklı kurumsallaşma biçimleri bu
bakımdan anlamlıdır. Özellikle evrensel nitelik taşıyan dinlerde, dinin beslendiği
kaynaklar (örneğin İslamiyet’te Kuran ve Peygamberin yapıp ettikleri) sabit
olmakla birlikte aynı dinin farklı toplumlarda farklı kurumsal görünüşler
sergilediği çok bilinen bir şeydir. Böylesi bir saptama, dinin kurumsal yönüne
55
56
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s. 16
Ünver Günay, Din Sosyolojisi, s.250
18
ilişkin değerlendirmeler açısından tabii gruplara ek olarak dini gruplarında
incelenmesini zorunlu kılmaktadır.
Freyer, tabii gruplardan farklı olarak varlık sebebi din olan grupların
doğrudan doğruya ilk kez tek tanrılı dinlerde ortaya çıktığını söylerken
ihtiyatlıdır. Ona göre, istisnai olarak da karşımıza çıksa, dinden doğan gruplara;
gizli cemiyetler ve sır cemiyetleri şeklinde çok tanrılı dinlerde de rastlanmaktadır.
Örneğin gelişmiş eski kültürlerin birçoğunda sır cemiyetleri tarihsel gerçeklikler
olarak karşımıza çıkmaktadır.57
Doğu, sır topluluklarının beşiğidir. Sır toplulukları her zaman şeytani
amaçlar doğrultusunda biçimlenmemiştir. Bu cemiyetlerin birçoğu insanların
yüksek arzularının/ihtiraslarının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.58 Klasik
dönem orijinal bir Yunan efsanesi olan Eleusis anlatısından59 türeyen Eleusis Sır
Cemiyeti, sır topluluklarının özelliklerini ve amaçlarının anlamamız açısından iyi
bir örnek teşkil edebilir. Ayrıca bu örnek sonraki dönemlerde sır cemiyetlerine
atfedilen politik fonksiyonlardan bağımsız; bu cemiyetlerin salt dini bir kökene
dayandıklarını60 ortaya çıkarması bakımından da önemlidir. Buna göre Eleusis Sır
Cemiyetinin inancının kaynağını çoğalma ve bereket (tarımsal) tanrıçası Demeter
ile ilgili efsane oluşturur. Efsaneye göre Demeter’in kızı, yer altı tanrısı tarafından
kaçırılmış ancak annesinin yalvarmalarının bir sonucu olarak senenin yarısını yer
altında geçirmek koşulu ile serbest bırakılmıştır. Böylece kız ilkbaharda
yeryüzüne çıktığında bitkiler ve ağaçlar çiçeklenmekte, tarlalar yeşermektedir;
sonbaharda yeraltına döndüğü için bitkiler canlılığını ve ağaçlar yapraklarını
kaybetmektedirler.61
Mevsimlerin
değişmesinin
efsanevi
bir
anlatısını
bulduğumuz bu efsane Eleusis Sır Cemiyetinin oluşmasında da esin kaynağı
olmuş ve daha önemlisi Eleusis Sır Cemiyeti sırf dinden doğan bir topluluk olarak
ortaya çıkmıştır.
Sır cemiyetlerinin ve gizli cemiyetlerin günümüzde de örneklerini
görmek mümkündür. Günümüzdeki gizli cemiyetler de başlangıçta sırf dini
57
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, s.48-49
Nesta H. Webster, Secret Societies And Subversive Movements, Kessinger Publishing, 2003,
s. 3
59
Thomas Keightley, Secret Societies of The Middle Ages, Kessinger Publishing, 2004, s.8
60
Charles W. Heckethorn, Secret Societies of All Ages And Countries, Kessinger Publishing,
1992, s.5
61
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, s.49
58
19
öğretilerden esinlenerek oluşturulmuş olup daha sonra genel din anlayışından
ayrılarak kendilerine özgü teşkilatlanma biçimleri ile varlıklarını devam
ettirmişlerdir. Tüm dünyada varlıklarından haberdar olduğumuz mason teşkilatları
konumuz açısından iyi bir örnek teşkil etmektedir.62
Dinden
doğan
gruplara
genellikle
tek
tanrılı
dinlerde
tanık
olduğumuzdan yukarıda söz etmiştik. Bu bağlamda, şimdi hem dinden doğan
grupların neden tek tanrılı dinlerde daha belirgin olarak karşımıza çıktığını hem
de bunların teşkilatlanmalarının ve bunun doğal bir sonucu olarak dinin kurumsal
yönünün nasıl ortaya çıktığını inceleyeceğiz.
Tek tanrılı dinlerin ortay çıkışı ile diğer inanç sistemlerinden farklı
olarak beliren ilk yenilik dini kuran birinin varlığıdır. Sosyolojik açıdan din
kurucusunun önemi onun şahsı etrafında bir tür çember oluşturan küçük bir
grubunda ortaya çıkmasıdır. Böylece dini grupların ilk, asli şekli olarak da
değerlendirebileceğimiz tilmizler halkası, din kurucusunun şahsına bağlılık
çerçevesinde kenetlenerek kendilerine has bir yapı oluştururlar.63 Tilmizler, din
kurucusuna olan şahsi fedakârlıkları, dostlukları ve sadakatleri nedeniyle bir
anlamda din kurucusunun arkadaşları gibi de düşünülebilirler.64 İslam’ın kuruluş
döneminde peygamberin yanında olan sahabe (ashab) grubu böyle bir tanımlama
içerisinde değerlendirilebilir. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerinde olduğu
gibi, Budizm ve Könfüçyüs dinlerinde de, bu dinlerin kurucularının etrafında
sıkıca kenetlenmiş olan tilmizler grubunun normatif ve düzenlenmiş bir
teşkilatlanma biçimi sergilediğini söylemek mümkün değildir. Ancak bu gruplar
içerisindeki üyelerin kendilerinden kaynaklanan bir takım özellikler (gözde
62
Mason teşkilatlarının sır cemiyetleri olarak değerlendirilmesi ve bu teşkilatlarla ilgili ayrıntılı
bilgi için bkz. Murl Vance, Breaking The Code of The Secret Societies, Teach Services, Inc.,
2002. Ayrıca bkz. Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, s.242-243
63
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, s. 50-51 Freyer’in din kurucusunun şahsı etrafında ona bir tür
bağlılık içerisinde sıkıca kenetlenmiş bir grup olarak değerlendirdiği ilk tilmizler grubu ile ilgili
olarak Max Weber daha farklı bir yaklaşımı benimsemektedir. Weber, -İslam dini ile ilgili
yorumunda- peygamberin dünya görüşünün, ancak yaşam tarzıyla ve ekonomik çıkarlarla uygun
olarak bedevi kabilelerine mensup insanlar tarafından kabul edildikten ve yeniden
biçimlendirildikten sonra toplumsal olarak önemli olmaya başladığını savunur. Weber, daha da
ileri giderek İslam’ın Peygamberinin kısmen opportunist olduğunu ve İslam’a ilk bağlananların
(ilk tilmizler grubunun) yalnızca ganimet ve fetih beklentileri bakımından motive edildiklerini ileri
sürer. Bu yorumla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Bryan S. Turner, Max Weber ve İslam Eleştirel
Bir Yaklaşım, Çev: Yasin Aktay, Vadi Yayınları, Ankara, 1991, s. 54-55
64
Joachim Wach, Din Sosyolojisi, s.181
20
tilmizler-imtiyazlı tilmizler gibi) daha sonraki süreçte dinin teşkilatlanmasında ve
farklı kurumsal çizgilere doğru evrilmesinde önemli bir kaynak teşkil edecektir.
Dini kuranın ölümü yukarıda tilmizler olarak adlandırdığımız dinden
doğan grupların hayatında bir dönüm noktasını teşkil eder. Çünkü grup, üyelerini
bir arada tutan karizmatik* şahsi merkezini kaybetmiştir.65
Din kurucusuna
yakınlıkları ile bilinen kişilerin bile onun karizmatik özelliklerini kendi üzerinde
toplaması artık mümkün değildir. Tüm evrensel dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te
de peygamberin ölümüne müteakip gelişmeler bunu doğrulamaktadır. Bu
bağlamda din kurucusunun ölümünden sonra geriye kalan tek şey onun getirdiği
dinin ilkeleri ve bizzat kendisinin yaşamında yapıp ettikleridir. Başka bir biçimde
ifade etmek gerekirse, din kurucusunun ölümü geriye inanç ve ibadet usullerinin
merkeze yerleşeceği yapısal değişikleri ve teşkilatlanma biçimlerini de
beraberinde getirecektir.
Din kurucusunun ölümü ve dinin farklı toplum ve coğrafyalara
yayılmasının dini teşkilatlanma yönünde bir ihtiyacı da beraberinde getireceğini
belirten Freyer’e göre, dini grupların bu surette ortaya çıkan yeni şeklini Kilise
olarak ifade ediyoruz. 66
Kilise biçimindeki bir teşkilatlanmanın kendi içindeki farklı birimler ve
teşkilatlanma şekilleri oluşturmaları bir yana biz çok bilinen kısmı ile Katoliklik,
Ortodoksluk ve Protestanlık üzerinde durarak, Hıristiyanlık dininin kurumsal
gelişimini ve anılan farklılıklarını incelemeye çalışacağız.
Hıristiyanlığın Katolik, Ortodoks ve Protestan olarak anılan farklı
kurumsal yapılara bölünmesinin tamamen tarihsel, siyasi ve farklı coğrafik
özellikler tarafından belirlendiğini düşünenlerden Sezer’e göre, Avrupa kiliseler
haritası dikkatle incelendiğinde, bu haritanın aynı zamanda Batı’daki siyasi
bölünmelere de işaret ettiğini gayet açık bir biçimde görebiliriz. Roma
imparatorluğunun ikiye bölünmesi (Batı Roma ve Bizans), aynı zamanda
Hıristiyan Kilisesinin de Katolik ve Ortodoks şeklinde ikiye bölünmesi sonucunu
doğurmuştur. Batı’nın barbar istilaları ve ortaçağın çok güç koşulları altında kendi
*
Karizma kavramını Weber’de alan Dabashi ‘nin İslam Peygamberinin karizmatik otoritesi ile
ilgili yorumları için bkz. Hamid Dabashi, Authority In Islam, Transaction Publishers, 1992, s. 73
65
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, s.52
66
Hans Freyer, Age., s. 53
21
benliğini koruma kaygısı din konusunda da iki önemli anlayışı doğuracaktır.
Bunlardan birincisi, Batılının kutsal bir birliğin (Roma) üyesi olarak dağılmaması
gerektiği ve Tanrının sevgili kulları olarak Hıristiyanların (Batılıların) mutlaka
galip geleceği şeklindeki bir dini inancın biçimlenmesi, İkincisi ise, batı
kilisesinde katı, acımasız bir hoşgörüsüzlüğün belirmesidir. Öyle ki, Avrupa orta
çağda yeri geldiğinde kendi öz unsurlarını bile yıkmaktan çekinmemiş ve birçok
yerde engizisyon mahkemeleri kurarak67 tarihe ürkütücü notlar düşmüştür.
Katolikliğin din konusundaki katı tutumu, aşırı olarak değerlendirebileceğimiz
hiyerarşik bir kurumsallaşma biçimi sergilemesi ve ruhban sınıfı ile sıradan
insanlar arasına kalın bir çizgi çekmesinde, yukarıda Sezer’in vurguladığı tarihsel
ve siyasal sebeplerinin olduğunu söylemek tutarlı bir yaklaşım olabilir.
Katolikliğin, Orta Çağda ve Yakın Çağ başlarında Doğu ile çıkar
ilişkileri olan Batı merkezlerinde yayılırken Ortodoksluğun, Avrupa’nın Doğu’ya
karşı ileri karakolluğunu üstlenen ülkelerde (Doğu Roma gibi) yayılmasının
anlamlı olduğunu düşünen Sezer’e göre, Ortodoks kilisesi, içerisinde yayıldığı
toplumlardan da kaynaklanır biçimde, Katolik kilisesinden farklı kurumsal
özellikler göstermektedir. Öncelikle bir sınır devletinin dininin özellikleri
gösteren Ortodoks kilisesi, her şeyden önce varlığının devamını siyasi iktidarın
varlığına bağlı olarak gördüğünden, Batı Avrupa’daki dini ve siyasi otoritenin
birbirinden ayrı birimler oluşturmalarının aksine, o her bakımdan devletin
hizmetinde olan bir kurum olarak kalmıştır.68
Hıristiyanlık dininin farklı bir kurumsallaşma çizgisi tutturduğu üçüncü
kolu Protestanlıktır. İlk ikisinden farklı olarak Protestan mezhebinin Hıristiyan
kilisesinden ayrılarak kendine özgü bir yapılanma ve evren görüşünü temsil
etmesinin tarihi diğerlerine göre daha yakın bir zaman dilimine denk gelir.
Batı’nın aydınlanma dönemi ve Sanayi Devrimini gerçekleştirmesine müteakip
ortaya çıkan Kapitalist sistem ile Protestanlık arasında bir ilişki kurma denemeleri
çok olduğu kadar, böylesi bir ilişki sistematiği günümüzde de din sosyolojisi
alanında bir hayli tartışılan bir konu olduğunu söylememiz gerekir. Biz böylesi bir
tartışmaya
girmeden
Protestanlığın,
kapitalizmin
yakınlaştırılabileceğini söylemekle yetineceğiz.
67
68
Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 122-130
Baykan Sezer, Age., s. 133-135
yayıldığı
ülkelerle
22
Kilisenin farklı kurumsal özellikler sergilemesinin nedenine ilişkin
yukarıdaki yorumlar dışında, anılan farklılıkların itikat, ibadet ve teşkilatlanma
biçimleri ile ilgili değişik taleplerin de bir sonucu olduğunu kabul etmemiz
gerekir. Konuyu açıklığa kavuşturmada belirleyici olabileceklerini düşündüğümüz
iki farklı kilisenin (Katolik ve Protestan) hangi bakımlardan ayrıldıklarını
vurgulamak yararlı olacaktır. Buna göre, “Katolik kilise cemaati yapısı, ruhban
sınıfına mensup papaz ile bu sınıf dışında kalanların (avam) birbirinden kesin
ayrımı prensibine dayanır. Bu iki sınıf arasında herhangi bir geçiş mümkün
değildir. Protestan Cemaatinde ise, rahibin odak nokta olduğu Kilise cemaati,
pratikteki kaçınılmaz netice olarak ortaya çıksa bile, bu kadar kesin bir ayrım
teorik olarak mümkün değildir.”69 Bu bağlamda Akyüz’ün de belirttiği gibi,
Protestan kilise kurum değil, birincil nitelikli bir grup, ya da başka bir ifadeyle
önemli bir cemaat oryantasyonudur. Buna karşın Katolik anlayış, kilisenin
kurumsal karakterini ön plana çıkarır. Katolik yorum ve uygulamalara göre kilise
kurumunun temeli İsa tarafından atılmıştır ve bu yapı, diğer dinsel anlayışlardan
hem yapı hem de işlev bakımından oldukça farklıdır. Katolik kilise, İsa tarafından
ortaya konulduğundan, dinsel doğmalara ek olarak çeşitli rütbelerinde yer aldığı
hiyerarşik bir yapının da bu anlayış içerisinde var olmasına şaşırmamak gerekir.70
Henri Desroche’un sınıflandırmasını kullanacak olursak, kilise etrafında
örgütlenmiş dörtlü bir hiyerarşik yapılanmadan söz edilebilir:
1. Papalık (Centralized or Papal)
2. Piskoposluk (Episcopalian)
3. Papazlık (Presbyterian)
4. Kilise Cemaati (Congregational).71
Hıristiyan inancının Katolik yorumu, Güney Avrupa, Latin Amerika ve
dünyanın diğer ülkelerinde kurumsal niteliği ön plana alan bir din olarak
yapılaşma göstermiş, Roma Katolik kilisesi fetva makamı haline gelerek üstün bir
statü kazanmıştır. Tüm bunlara karşın Protestanlık, Katolik kilisesinin kurumsal
69
Günter Kahrer, Din Sosyolojisi, s.66
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s. 16
71
Henri Desroche, Jacob And The Angel, s.62
70
23
tavrının dışında gözükmüş ve çoğunlukla da Latin din anlayışına karşı Alman ve
Anglosakson unsurları kendisine rehber edinmiştir.72
Hangi mezhepten olursa olsun kurumsallaşmış dini örgütler olarak
kiliseler; toplumun siyasal yaşamı ve siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurları
olarak siyasal partilerle olan ilişkileri, Batı’da dinin kurumsal niteliği ile siyasetin
kurumsal niteliğinin iç içeliğine verilebilecek iyi bir örnektir.
Örneğin Almanya’da III. Reich’ın son dönemlerinde Katolik ve
Protestanlar arasında mezhepler arası gerçek bir işbirliğinin mümkün olduğuna
dair geniş ölçüde kabul gören bir kanıdan söz edebiliriz. Her iki kiliseye karşı
Nasyonal Sosyalist baskı, bu iki kilisenin din adamlarını ve laikleri insanlık adına
ortak çalışma ve hareket etme noktasında birleştirmiştir. Batı’da Parti isminde
bizzat Hıristiyan kavramının geçtiği şu partiler bulunmaktadır:
-
Hıristiyan-Demokratik İttifak (CDA) Hollanda
-
Hıristiyan-Demokratik Birlik (CDU) Almanya
-
Hıristiyan-Demokratik Birlik (CHU) Hollanda
-
Bayern Hıristiyan –Sosyal Birliği (CSU) Almanya
-
Hıristiyan-Sosyal Halk Partisi (CSV) Lüksemburg
-
Hıristiyan Halk Partisi (CVP) Belçika
-
Hıristiyan-Demokrat Halk Partisi (CVP) İsviçre
-
Hıristiyan Demokratlar (DC) İtalya
-
Hıristiyan Halk Partisi (KrF) Norveç
-
Katolik Halk Partisi (KVP) Hollanda73
Sosyal bilimler literatüründe dinin teşkilatlanması ve dini teşkilatlarla
ilgili
araştırmaların
çoğunlukla
Hıristiyanlık
dinini
merkeze
aldığını
söyleyebiliriz. Ancak bu diğer evrensel dinlerin bu türden yapılaşmalar
sergilemediği anlamına gelmemelidir. Öyle ki, İslamiyet, Musevilik, Budizm ve
Brahmanizm’de de benzer kurumsal yapılaşmalar oluşmuştur. Şimdi dinin
kurumsallaşması bağlamında mensuplarının çokluğu bakımından evrensel dinlerin
ikinci büyük dini olan İslamiyet üzerinde duracağız.
72
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s. 16
M. Emin Köktaş, Din ve Siyaset: Siyasal Davranış ve Dindarlık, Vadi Yayınları, Ankara,
1997, s.68-72
73
24
“İslamda belli bir mekâna bağlı olarak ilk defa, fakat örgütsel yapı
oluşturmamak üzere kurumlaşmanın sağlandığı yer camidir. Bu dönemde cami
çok sayıda işlevi karşılamak üzere oluşturulmuş bir kurumdu. Ancak cami ve
zamanla onun çevresinde meydana getirilen çeşitli yan öğeler, Katolik kilisede
olduğu gibi rütbelerin oluşturduğu hiyerarşik bir yapı sergilemediği gibi, bu
öğeleri aynı doğrultuda birleştiren bir düzene de erişememişti.”74 Bu bağlamda
cami ve kilise arasında kurumsal bir benzerliğin olduğunu söylemek oldukça
güçtür. İslam dininde, caminin kilise benzeri bir kurumsal çizgiye gelmeyişinin
bir sonucu olarak, inananların inanç ve ibadetle ilgili ihtiyaçlarına cevap verilmesi
din adamlarının tekeli altına girmemiş ve bu suretle de İslam dininde,
Hıristiyanlık dininde, özelliklede Katolik kilisede, tanık olduğumuz bir ruhban
sınıfı oluşmamıştır.
Hıristiyanlığın kurucusunun Batı toplumlarına bıraktığı mirastan farklı
olarak İslam’ın Peygamberinin hem din kuruculuğu hem de devlet başkanlığı
yapması, İslam ile Hıristiyan dinlerinin kurumsal gelişmeleri açısından tanık
olduğumuz farklılıkların mihenk taşıdır.
İslam’ın doğuş karakterinin siyasal erkle bütünleşmiş bir yapı
sergilemesinin bir sonucu olarak, bu dinin kurumsal niteliklerinin, Hıristiyanlıktan
farklı olarak, siyasal alana daha çok yaklaştığını söyleyebiliriz. Türköne, İslam
toplumlarında, Batıda olduğu gibi, devletle fert arasında yer alan ikincil yapıların
(kilise) yokluğunun, cemaat hayatını ön plana çıkardığını75 söylerken haklıdır.
Böylesi bir saptama, yani İslam dininin cemaat yaşamını ön plana alan yaklaşımı,
bu dinin (İslam’ın) neden siyasal alanla göreli olarak yakınlaştığını anlamamız
açısından da anlamlı olabilir.
İslam’da Sünni İslam ve Şia İslam adları altında iki ana bölünme
olduğunu vurgulayan Akyüz’e göre, süreç içerisinde bu bölünmeler siyasal
iktidarla uzlaşarak ya da çatışarak kendi dünya görüşlerine uygun devlet yapıları
oluşturmuşlardır. Hilafet ve İmamet olarak bildiğimiz dinsel kurumlaşma
biçimleri, dinsel kimliklerine ek olarak siyasal işlevleri de içeren bir tür siyasal
kimlik olarak da karşımıza çıkmışlardır. Bu bağlamda İran’da kurulan
Büveyhoğulları devleti, Mısır Fatımi devleti Şia İslam’ın, Abbasi, Endülüs Emevi
74
75
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s. 18-19
Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, s.17
25
ve daha sonraki tarih dilimlerinde kurulan Türk devletleri de, Sünni İslam’ın
devlet yapıları olarak İslam tarihindeki yerlerini almışlardır.76
Suni İslam anlayışında papaz, rahip, vaiz vb. din adamları hiyerarşisi
yoktur. İmamlar gibi bazı dinsel figürlerin din işleri ile ilgili görevlendirildikleri
doğru olsa bile bunları sosyal ve politik etkinliklerinin olduğunu söylemek güçtür.
Bunun en önemli kanıtı, Sünni İslam anlayışının hakim olduğu İslam
toplumlarında kadı ve imamların siyasal iktidar tarafından atanan memurlar
olmasıdır. Hatta fetva makamının başı olan Şeyhülislam bile (Osmanlı
Devletinde) sadrazama bağlı bir devlet görevlisi konumundadır.77
Sünni İslam’dan farklı olarak kategorileştirdiğimiz Şia İslam’ının ortaya
çıkışına temel hazırlayan bölünme, Muaviye’nin Şam’da kendisini Halife ilan
etmesi ve Ali’nin bunu reddetmesidir. Buradan da anlaşılacağa üzere, Sünni ve
Şia İslam anlayışları arasındaki farklılıklar menşei bakımından politik olmasına
rağmen farklılık hızlı bir şekilde İslam’ın teolojik yorumu üzerinde şekillenmeye
başlamış ve bu durum Sünni İslam’daki Hilafet kurumunun muadili olarak
değerlendirebileceğimiz İmamet kurumunun teşekkülü ile sonuçlanmıştır.78
Şiaların, devlet başkanının imam olması, Kur’anı Kerimin batini anlamını, ancak
peygamberin varisi olduklarına inanılan kişilerin anlayıp öğretebileceği gibi
konulara olan vurgusu onları Sünni İslam’dan ayıran en önemli argümanlardır. Bu
argümanlar denilebilir ki, Sünni topluluklardan farklı olarak, Şia topluluklarda
İslami uygulamaların üst düzeyde kurumsal yapı sergilemesine neden olmuştur.79
İslam dininin kurumsal gelişimi ile ilgili olarak yukarıda genel olarak
ifade ettiklerimizden hareketle, Hıristiyanlık dininin kurumsal gelişim çizgisiyle
aralarında önemli farklılıkların olduğunu öne sürebiliriz. Bu farklılıklar, dinin
teşkilatlanmasını, inanç, ibadet cemaat yaşamı ve siyasi, coğrafik faktörler
tarafından şekillendirilen bir yapı olarak kabul ettiğimizde, oldukça anlamlıdır.
Ancak tüm bunlara karşın Hıristiyan ve İslam dinlerinin kurumsal yapılarının bazı
bakımlardan bezerlikler taşıdığını iddia etmek de mümkündür. Bu bağlamda,
Ortodoks Kilise ile Sünni İslam Anlayışının temsilcisi olan Halifelik kurumu
76
Hüseyin Akyüz, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, s.19
Hüseyin Akyüz, Agm., s.19
78
Federal Research Divison, Oman A Country Study, Kessinger Publishing, 2004, s. 43-45
79
Hüseyin Akyüz, Agm., s.20
77
26
arasında, devletle/siyasal iktidarla olan ilişkileri düzleminde bir paralellik kurmak
ilgi çekici olabilir. Tıpkı Ortodoks kilisenin devletin güdümünde ve bir anlamda
devletin hizmetinde işlev gören bir kurum olmasına paralel Sünni İslam’da da
Hilafet kurumu benzer işlevler görmüştür. Abbasi devleti ve İslam sonrası tüm
Türk devletlerinde halifelik kurumunun bu devletlerde tanık olduğumuz tarihsel
rolü bizi böyle bir çıkarımda bulunmaya zorluyor.
Çok gerilere gitmeden Osmanlı’nın son döneminde önem kazanan
hilafetin, Osmanlı Devleti’nin siyasal çıkarları açısından üstlendiği misyon buna
iyi bir örnektir.19 yy’ın siyasi koşulları düşünüldüğünde, Avrupa tarafından
sömürgeleştirilen Müslüman topululukların son çare olarak sarıldıkları Hilafet
makamı ve bu makamın sahibi olan Osmanlı sultanının, bu makamı uluslararası
politikada kendi lehlerine uygun bir biçimde kullanma çabaları80 Ortodoks
kilisenin devletin hizmetinde oluşuna benzer bir durumun Sünni İslam
Anlayışında Hilafet kurumu için de geçerli olduğunu gösteriyor.
İki dinin kurumsal özelliklerinin bezerlikler taşıdığı bir diğer örnek,
Protestan anlayış ile yine Sünni İslam anlayışının, ibadet ve ayinlerinin
gerçekleştirilmesi hususunda birbirlerine kısmen de olsa yaklaşmalarıdır. Daha
önce de vurguladığımız gibi, Katolik kilise anlayışından farklı olarak Protestan
kilise anlayışı, üyelerinin ibadet ve ayinlerini gerçekleştirebilmelerini din
görevlilerinin tekeline vermemiştir. Tıpkı bunun gibi, Sünni İslam anlayışında da
Müslümanların ibadetlerini gerçekleştirebilmelerinde, olmasa olmaz bir biçimde,
bir din görevlisinin bulunmasına gerek yoktur.
Kısmen de olsa, iki dinin kurumsal yapılaşmalarında, hiyerarşik
örgütlenme biçimi açısından, benzerlik ilişkisi arayacağımız iki kurum; Katolik ve
imamet kurumlarıdır. Bire bir örtüşmese de ve Katolik kilise hiyerarşisi kadar katı
olmasa da, İmamet kurumunun belli ölçülerde hiyerarşik bir örgütlenme yapısı
sergilediği doğrudur. Yukarıda her iki kurumun niteliklerine dair bilgiler
verdiğimizden burada ayrıntıları ile üzerinde durmayacağız.
Evrensel dinler arasında önemli bir yer işgal etmeleri bakımından İslam
ve Hıristiyan dinlerinin konumuz açısından oldukça kapsayıcı olduğunu
söylemekle birlikte, din sosyolojisi açısından ele aldığımızda, dinin kurumsal
80
Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, s.171
27
örgütlenmesine ilişkin daha genel bir çerçeve oluşturmak için diğer evrensel
özellikler gösteren dinlerden de kısa da olsa söz etmemiz gerekecektir.
Bu bağlamda dünyanın en büyük dinlerinden biri olarak kabul edilen
Budizm, Tanrı kavramının bulunmamasına rağmen etkileri bakımından evrensel
bir inanç sistemi olarak üzerinde durulmaya değerdir. Tanrı kavramının
bulunmayışından dolayı bir dinden ziyade bir tür felsefe olarak da değerlendirilen
Budizm81 kanımızca bir felsefeden ziyade bir inanç sistemi olarak ele alınmalıdır.
Çünkü, yukarıda din kavramını açıklarken de belirttiğimiz gibi herhangi bir inanç
sisteminin içerisinde olmasa olmaz biçimde Tanrı fikrinin bulunması zorunlu
değildir.
Budizm’in kurucusu olan Buda, kuşkusuz tanrısal niteliklere sahip
değildi. Ancak, etkileri bakımından dikkate değer biriydi. Onun öğretisi dört
noktada toplanmaktaydı:
1. Yaşam acı çekmeyi gerektiren bir şeydir
2. Acının kaynağı şiddetli arzulardır
3. Acı çekmek arzuları/istekleri ortadan kaldırmakla sonlandırılabilir
4. Bu Budizm’in yolunu (yani; doğru bakış, doğru arzu, doğru konuşma, doğru
davranmak, doğru geçim, doğru çaba, doğruya dikkat ve doğru düşünmek) takip
etmekle başarılabilir.82
6.yy’da doğmuş olan Buda’nın öğretisine temel alan Budizm’in farklı
kurumsallaşma biçimi sergilediği iki kolu; Hinayana ve Mahayana’dır. Evrensel
amaçlara ve ufka sahip olan Mahayana mezhebi,83 bu özelliğinden dolayı
yayıldığı toplumlarda farklı kurumsal gelişim çizgileri oluşturarak bir anlamda
dünya dini olabilmiştir. Hindistan dışında Çin, Japonya, Asya’nın bazı bölgeleri
ve Avrupa dâhil, bu inanç sistemine(Budizme) bağlı birçok üyesi bulunmaktadır.
Göreceli olarak imtiyazsız tabakaların dini olan Budizm’in
84
aksine,
Hinduizm, inanç faktörünün biçimlendirdiği farklı tabakalar dini olarak ön plana
çıkmaktadır. Aslında bir inanç sisteminin kurumlaşma yapısı ve toplum
üzerindeki etkileri bakımından Hinduizm’in bizi ilgilendiren özelliği de budur.
81
Mehmet Taplamacıoğlu, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, s. 150
Malcolm Hamilton, The Sociology of Religion, Routledge (UK), 2001, s. 82
83
G. Tümer- A. Küçük, Dinler Tarihi, s. 139
84
Malcolm Hamilton, The Sociology of Religion, s. 83
82
28
Çok tanrılı ( Brahma’nın yaratıcı, Vişnu’nun koruyucu ve Şiva’nın yok edici
Tanrılar olması gibi) bir inanç sistemi olan Hinduizm’de en dikkat çekici
inançlardan biri de ruh ve bedenin ayrılığına olan inançtır. Yani kişinin öldükten
sonra bir başka canlı beden de (bu hayvan, bitki ya da insan olabilir) varlığını
sürdürecek olması inancı, sosyoloji literatüründe de yer bulan kast85 sisteminin
ortaya çıkışının temel nedenidir diyebiliriz. Brahmanlar olarak adlandırılan
rahipler ve din adamlarının öne sürdüğüne göre, herkesin içinde bulunduğu kast, o
kişiye, ruhunun daha önceki bedenlerinde yaşadığı yaşamın bir sonucu olarak
verilmiştir. Kişinin ruhu şu an yaşadığı bedende iyi bir sınav verirse, öldükten
sonra bir daha dünyaya gelişinde bir üst kasttaki bedende doğabilecektir.86
Böylesi bir öğretinin, doğal bir sonucu olarak kastlara bölünmüş parçalı bir
toplum yapısının ortaya çıkması kadar, gözden kaçırılmaması gereken diğer bir
nokta,
insanlar
arasındaki
bariz
eşitsizliğin
inançlar
tarafından
nasıl
aklileştirildiğini görmektir.
Din sosyolojisi açısından, dinler tarihi ele alındığında görülecektir ki, ne
kadar inanç sistemi varsa o kadar da ibadet /tapınma ve kurumsallaşma biçimi
vardır. Dinler söz konusu olduğunda, aynı inanç sistemi içerisinde bile,
ibadet/tapınma ve kurumsallaşma biçimleri arasında tanık olduğumuz farklılıklar,
doğal karşılanmalıdır. Çünkü her inanç sistem, bir anlamda, topluluk/cemaat
içerisinde şekillenir ve bir anlam/mana ifade eder. Böylesi düz bir tespit, dinleri
Teorik (Doktrinel) ve Yaşayan (Pratik) şeklinde ikili bir boyut içerisinde
kavramamız gerektiğini ortaya koyar.
Yaşayan dini boyut mutlaka bir topluluğa/cemaate gereksinim
duyacağından dinin yolu kuşkusuz siyasetle kesişecektir. Aşağıda siyaset
kurumunu ayrı bir birim olarak inceleyerek, din ve siyaset arasındaki ilişkiyi
ilerleyen bölümlerde daha tutarlı ve sistematik olarak ortaya koyma şansını
yakalamış olacağız.
85
Hint toplumunun çeşitli tabakalara ayrılarak, tabakalar arasında etkileşim ve ilişkilerin belirli
inançlarla düzenlendiği sisteme kast sistemi denir. Kast sistemi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. G.
Tümer- A. Küçük, Dinler Tarihi, s.88
86
Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 118
29
1.2. Kavram Olarak Siyaset
Siyaset kavramının İngilizcedeki karşılığı “Politics” dir. Politics eski
Yunan dilinde kent anlamına gelen “Polis” kavramından türetilmiştir.
87
Polis,
giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, belirli bir toprak üzerinde oluşturulmuş,
siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve dini bir bütündür. Başka bir ifade ile Polis, üst
siyasal bir örgütlenme biçimi olarak tanımlayabileceğimiz devletin, geçmiş ile
sınadığımız ilk örneklerinden biri olarak, siyaset olgusunun ne olduğu ve hangi
bağlam içerisinde değerlendirilmesi gerektiğinin açıklanması anlamında bir çıkış
noktası
teşkil
etmiştir.
Aristo’nun,
siyaseti
bir
devlet
bilimi
olarak
değerlendirmesinde* Polis (site-devleti) önemli bir yer tutmuştur. Bunun ötesinde,
Aristo’nun devlet = siyaset formülü, uzun soluklu bir zaman diliminde egemen
olan, siyaseti devlet merkezli bir analiz çerçevesi olarak algılayan geleneksel
yaklaşım biçimine de kaynaklık etmiştir.
Vergin,
Aristo’nun
devleti
merkeze
alarak
tanımladığı
siyaset
yaklaşımının özellikle 19. yy’da Ulus-devletin Avrupa’da ortaya çıkışı ve
yaygınlaşmasıyla daha da popüler olduğunu88 belirtirken haklıdır. Gerçekten de
19. yy’ın gerek siyasal gereksel toplumsal düşün hayatına damgalarını vurmaları
bakımından özel bir öneme sahip olan Karl Marks ve Max Weber gibi
düşünürlerin, siyasal ve toplumsal konulara ilişkin çözümlemelerinde, devletten
yana ya da devlete karşı da olsa, devletin önemli bir unsur olarak
değerlendirildiğini görüyoruz.
Marks, siyaseti, ekonomik kökenli çıkar çatışmalarının ve çatışmanın
tarafları olan sınıfların mücadelesinin biçimlendirdiği gölge bir olgu olarak ele
almaktadır. Marks’ın devleti, hâkim sınıfların hâkimiyetlerini sürekli kılma amacı
87
Atilla Yayla, Siyaset Teorisine Giriş, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1998, s. 1
Siyaset üzerine okuduğumuz metinlerde, siyaseti bir kavram olarak tanımlama ya da açıklama
çabalarımız açısından beliren önemli zorluklardan biri de, siyasetin, siyaset bilimim mi yoksa
siyaset sosyolojisi içerisinde mi tanımlanılması gereken bir olgu olduğudur. Biz burada siyasetin
bir bilim mi yoksa sosyolojinin bir alt disiplini mi olduğu yönündeki tartışmalara girmeden,
Lipset’in siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisinin farklılığı ile ilgili yorumuna yer vermekle
yetineceğiz. Lipset’e göre, bir devlet disiplini olarak siyaset bilimi, siyasal kurumların pozitif ve
açık işlevleri ile ilgilenir. Siyaset sosyolojisi ise, toplumsal çatışma ve toplumsal değişme üzerinde
duran radikal bir disiplindir. Öyleki siyaset sosyolojisi, siyasetin gizli işlevlerini, şekli olmayan
yönlerini disfonksiyonel boyutlarını siyaset biliminden daha geniş ölçüde ele alır ve yorumlar.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1992,
s. 17-18 içinde: S.M. Lipset, “Political Sociology”, Sociology Today, v.1, ed. R.K. Metron ve
diğerleri, New York, 1959, s.82
88
Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2003, s. 22
*
30
üzerine inşa edilmiş bir yapı olarak görmesi, devlet ile toplumun ayrışmasına ya
da başka bir ifade ile devletin toplum tarafından biçimlendirildiğine vurgu
yapmanın ötesinde ve bunlardan önemli olarak, siyasetin evrensel bir niteliğe
bürünmesine de katkıda bulunmuştur.89 Weber’de siyaset olgusunu ele alırken
politik bir özerklik alanı olarak devlete merkezi bir yer vermiş ancak tüm sosyal
ilişkilerde görebileceğimiz gücü tanımlamaya çalışarak, bir anlamda, siyaseti
yalnızca devlete ait bir alan olarak gören klasik anlayışı kırmıştır.90 Hem Marks
hem de Weber’in siyaset olgusunu ele alırken siyasal bir kurum olarak devlete
atıfta bulunmalarına karşın, siyasal olanın bundan daha geniş bir perspektifte
değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koymuşlardır. Tüm bunlardan hareketle
kavram olarak siyasetin devlet merkezli tanımlarının yeterli olmadığını
görüyoruz. O halde, siyaseti nasıl bir kavramsal çerçeve içerisine yerleştirmek
gerekecektir?
Siyaseti tanımlama çabaları içerisinde, devlet kadar eski olmasa da,
sıklıkla kullanılan diğer bir kavram iktidardır. İktidar kavramı, iki dünya savaşı
arasındaki dönemde tekrar siyaset biliminin merkezine yerleşmiştir. Ancak
devletin
başat
konu
olarak
alınması
nasıl
siyaset
biliminin
içeriğini
sınırlandırıyorsa, iktidarın başat konu olarak alınması da, siyasetin içeriğini çokça
genişletmektedir.91 Öyle ki, iktidar olgusunu siyasetin merkezine alan
tanımlamalar, toplumsal yaşamın hemen hemen her alanında tanık olduğumuz
iktidar ilişkilerinin neye göre siyasal olarak değerlendirileceği birtakım açmazlarla
karşılaşabilirler. Örneğin baba-oğul ve karı-koca gibi aralarında iktidar ilişkileri
mevcut olan etkileşim biçimleri siyasal içerikli değildir.92 Ya da daha formel
olarak düzenlenmiş ilişki biçimlerinde (ordu gibi) üstün astı veya astın üstü ile
etkileşimine yön veren, kaynağını yasal mevzuattan alan iktidar ilişkileri de
siyasal içerikli değildir. O halde, toplumsal etkileşim ve ilişkilerimizde tanıklık
ettiğimiz iktidar ilişkilerine dönük siyasal nitelemesini neye göre belirleyeceğiz?
Dyke’nin, kamuyu ilgilendiren sorunlarda kendi tercihlerini kabul
ettirmek, uygulatmak ve başkalarının tercihlerinin gerçekleşmesini engellemek
89
Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1992, s. 17-18
Kate Nash, Contemporary Political Sociology, Blackwell Publishing, Malden, Massachusetts,
1999, s. 10
91
Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, İ.Ü. İktisat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1975, s. 17
92
Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, s. 132
90
31
amacı ile çeşitli aktörlerin yürüttükleri mücadele olarak algıladığı siyaset tanımı93,
yukarıda sorduğumuz soru için bir cevap olabilir. Demek ki, bireysel düzeyde
olsun gruplar düzeyinde olsun, cereyan eden iktidar ilişkilerine siyasal rengini
veren bizzat bu ilişkilerin toplumu ilgilendiren boyutları ve sonuçları olmaktadır.
Machiavelli, bir kalabalık ya da farklı grupları toplum yapan, ona toplum olma
niteliğini kazandıran husus siyasettir94 derken, toplumun ortak ilgilerine vurgu
yapmaktadır.
Siyasetin kavramsal çerçevesi içerisinde yer alan devlete ek olarak
iktidar olgusunun incelenmesi, iktidar ilişkilerini siyasal boyuta çeken özellikler
ile iktidar ilişkilerinin örgütlenmiş yapılarının yanı sıra toplumsal yaşamın da
siyaset olgusu içerisinde değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarması
bakımından, daha genel, kapsayıcı siyaset tanımının yapılabilmesine olanak
sağlamaktadır. Buradan hareketle siyaseti, devlet ile onun alt birimleri olan siyasal
kurumları incelemenin yanı sıra, toplumu ilgilendiren konular dâhilinde,
toplumsal yaşamın aktörlerinin etkileşim biçimlerini de kendisine konu alan bir
olgu olarak tanımlayabiliriz.
R. Dahl siyaseti şöyle tanımlıyor: “siyaset, insanlar arasındaki otorite,
iktidar ve egemenlik olgularını içeren ilişkilerin sürekli ve kalıcı bütünüdür.”95 Bu
tanım, devlet ve onun ardılları olarak değerlendirebileceğimiz siyasal kurumlara
vurgu yaptığı ölçüde benimsenebilecek bir tanımdır. Çünkü siyaset olgusu ne
sadece devlet ve iktidar olgusu üzerine odaklandıkça ne de sadece toplum ve
toplumsal ilişkilerine odaklandıkça açıklayıcı bir çerçeveye kavuşacaktır. Aksine
siyaset, devlet, formel iktidar yapıları ve informel iktidar ilişkileri bağlamında
değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Bizde çalışmamız açısından siyaseti devlet
ve formel iktidar yapıları içerisinde değerlendirmektense böylesi bir yaklaşımı
tercih ediyoruz. Çünkü bu tanımın başlıca yararı, siyaseti sosyolojik bir temele
oturtabilmek noktasında belirmektedir. David Ingram’ın da dediği gibi, “siyaset,
genel kurallar ya da yasaların ortaya koyduğu prensipler, ilkeler ve normlar
93
İlter Turan, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, Güray Matbaacılık, İstanbul, 1997, s. 7
Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, s. 91 içinde: Machiavel N., Qeuvres Complètes: Discours
sur la Première Décade de Tite-live, La Pléiade, Gallimard, Paris, 1952
95
Nur Vergin, Age., içinde: Dahl R., Modern Political Analysis, Prentice-Hall, New Jersey, 1963
94
32
çerçevesinde
insanların
yaşamı
paylaşmaları
olarak
tanımlanmalıdır.”96
Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde ve özellikle de üçüncü bölümde din ve
siyaset ilişkisini semboller çerçevesinde saptamaya çalışırken, böyle bir tanımdan
ya da yaklaşımdan hareketle çok sayıda varsayım geliştirebilme fırsatını
yakalamış olacağız.
1.2.1. Siyasetin kurumsal niteliği
Siyasetin kurumsal niteliğini, resmi düzenin –devlet yönetimi ile ilgili
düşünce ve uygulamaların- kesintiye uğramadan sürdürülmesi anlamında,
toplumsal bir kategori97 olarak değerlendiren Akyüz’e paralel bir yaklaşımı da
Aydın’da bulmaktayız. Ona göre de, kurum olarak siyaset, kamu düzenini
sağlamak ve genel yönetimi gerçekleştirmek görevini yerine getiren örgütlü bir
yapıdır.98
Yukarıdaki satırlarda dini kurumların ortaya çıkışında toplumun
ihtiyaçlarının ne denli önemli olduğundan söz etmiştik. Benzer bir biçimde,
siyasal kurumların da ortaya çıkışıyla ilgili olarak böylesi bir mantık ilişkisi
kurmak olanaklıdır. Buna göre, her toplum, varlığını devam ettirmek, toplumun
tümünü ilgilendiren sorunları çözmek ve bazı hizmetlerin sağlanması gibi
nedenlerle bir yönetim örgütleşmesine ihtiyaç duyar. Siyasal bir sistem adını
verebileceğimiz bu örgütü, toplumdaki diğer örgütlerden ayıran, aldığı kararların
tüm toplum üyeleri için bağlayıcı olmasıdır.99 Bu bağlayıcılığı, toplum üzerindeki
otorite olarak değerlendirdiğimizde, siyasetin kurumsallaşmış en mükemmel
örneği olan devletten söz etmiş oluruz. Devlet, ister tanrısal ister hukuksal
meşruiyete dayalı olsun, toplumu temsil eden –bizim toplumumuzda ise toplumun
var oluş nedeni olan*- yegâne kurumdur.
Siyasetin, ekonomik, toplumsal, hukuksal vb. tüm öteki bağlantılarına
rağmen, kurum olarak ele alındığında kendine özgü özel bir alanı olduğunu
96
David, Ingram, The Political, Blackwell Publishing, Malden, Massachusetts, 2001, s.1
Hüseyin Akyüz, Kurumlar Sosyolojisi: Tanımlar, Kuramlar ve Uygulamalar, Yayına Hazır
Kitap, Erzurum, 2007
98
Mustafa Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, s. 143
99
İlter Turan, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, s. 10
*
Türkler için devletin önemi apayrı bir özellik gösterir. Mehmed Niyazi’ye göre, Türklerin tarihini
araştırmakla Türk devletinin doğuşunu araştırmak aynı şeydir. Çünkü, tarihin geçmişi aydınlattığı
ölçüde Türk devletinin varlığına şahit oluyoruz. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmed Niyazi, Türk
Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1993, s. 24
97
33
görürüz. Siyasetin kurumsal niteliği, büyük ölçüde, öncelikle kendine özgü bu
özerk alan içerisinde ele alındığı ölçüde anlaşılır olacaktır. Devlet, siyasetin söz
konusu bu özerk alanının çerçevesini oluşturan, iktidarın kaynağını, yetkilerinin
sınırlarını ve değişme koşulları ile sürecini belirleyen temel siyasal kurumdur.100
Günümüz açısından değerlendirildiğinde, siyasetin örgütlü, meşru en üst
amblemi olarak nitelendirebileceğimiz, ulus-devlet formu, alternatifi olmayan bir
yapı olarak karşımıza çıkar. Ulus-devlet modelinin siyasetin kurumsallaşmış zirve
noktası olmasından başka toplumun açıklanması açısından da önemli olduğunu
söyleyebiliriz. Ulus-devlet, toplumun tüm bireylerini tek bir bayrak altında
birleştirmek, toplumun gereksinimlerini sağlamak, onları iç ve dış tehditlere karşı
korumak, devlet düzeninin kesintisiz sürdürülmesini sağlamak adına alt siyasal
kurumların koordinasyonunu ve denetimini yapmak vb. faaliyetlerinin yanı sıra
vatandaşlarına da yükümlülükler yükleyen ve bunları yaparken meşruiyetini
hukuktan alan bir yapı olarak değerlendirilebilir.
Ulus-devlet, otoritesinin
kaynağının hukuki olmasına karşın, ortaya çıkış karakterinin de bir sonucu olarak,
toplum üyeleri için özel bir anlama da sahiptir. Başka bir ifade ile ulus-devlet,
topluma rengini veren bir özellik gösterir. Bu bağlamda, Duverger, “kültür ve
ulusal karakter üzerine yapılan çalışmalar, toplumun, çete, sendika ya da kulüpler
mozaiğinden başka bir şey olduğunu, bu gerçeği unutma eğiliminde olanlara
hatırlatmaktadır”101 derken haklıdır.
Siyasetin kurumsal niteliğinin açıklığa kavuşturulabilmesi bağlamında
özel bir yere sahip olan devletin aynı zamanda siyaset kurumunun yapısının da
açıklanması açısından işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Akyüz, devletin biçimini
belirlemesi bakımından siyasal rejimleri gündeme getirmekte ve bunları tarihsel
ve kavramsal olarak sınıflandırmaktadır. Ona göre tarihsel ve kavramsal açıdan
hareketle; mutlak monarşi, meşruti monarşi, aristokrasi, otokrasi, cumhuriyet ve
demokrasi gibi rejimlerden söz etmek mümkündür.102
100
Kemali Saybaşılı, İktisat, Siyaset, Devlet ve Türkiye, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992, s. 23-
24
101
Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, s. 41 Ayrıca, ulus-devlet biçiminin toplum üyeleri
üzerindeki anlama ve duyguya dayalı önemini belirtmek adına verilecek en uygun örneklerden
biri; ulusal kimliğin, siyasal kimlikten üstün ve öncelikli bir anlama sahip olduğu gerçeğidir. Bu
yorum ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Zdzisaw Mach, Symbols, Conflict and Identity, Suny
Press, New York, 1993, s. 103
102
Hüseyin Akyüz, Kurumlar sosyolojisi: Tanımlar, Kuramlar ve Uygulamalar,
34
Mutlak monarşilerde, tüm iktidar bir kişinin elindedir ya da tek bir kişi
(kral) her şeye hâkimdir. Meşruti monarşilerde ise kralların yetkileri sınırlıdır.103
Aristokrasi, Aristoteles’e göre en iyilerin egemenliğidir. Ancak burada yönetici
sınıfı oluşturan küçük azınlık, servete göre değil liyakate göre belirlenir.104 Bir
şekçinler grubunun yönetimi olan aristokrasinin en önemli özelliklerinden biri de
kalıtsal ve dinsel öğelerce biçimlenmiş olmasıdır. Ortaçağ feodal toplumuna
egemen olan soylular ve din adamları bu bakımdan anlamlı örneklerdir.
Aristotales çeşitli biçimlerini saptamış olsa da, genel olarak, oligarşiyi, diğer
yönetim biçimlerinden ayıran servet sahibi/varlıklı küçük bir azınlığın yönetimi
olmasıdır.105 Cumhuriyet ve demokrasi yönetimleri geçmişle sınandığında sınırlı
da olsa karşılaşılan ya da geçmiş toplumların birtakım özelliklerinden dolayı bu
yönetim şekilleri ile anıldığını bilmemize rağmen, bu iki yönetim biçiminin de
yakınçağ sonrası gelişmeler ışığında ve ortaya çıktığı toplumlara bakarak bir
tanımlama çabası içerisinde olmak daha anlamlı olacaktır.
Cumhuriyet, egemenliğin halk tarafından, doğrudan doğruya ya da
temsilciler aracılığıyla kullanıldığı yönetim biçimidir.106 Yakınçağda, cumhuriyet
yönetiminin ne olduğu ve sınırlarının çizilmesi bağlamında üzerinde durulması
gereken önemli isimlerden biri J.J. Rousseau’dur. Rousseau, devletin ne Tanrısal
lutfa ne de otoriter egemenliğe dayanamayacağını, aksine devletin halkın özgür
birleşmelerine (toplum sözleşmesi) dayanması gerektiğini belirterek, cumhuriyet
yönetiminin nasıl olması gerektiğini açıkça ilan etmiştir. Ona göre ancak bu
şekliyle egemenliğin meşruluğundan söz etmek mümkün olacaktır.107
Demokrasi çağımızın en yaygın ve alternatifsiz yönetim biçimi olmasına
karşın sınırlarının çizilmesi ve tüm coğrafyaları/toplumları kapsayan bir tanımının
ortaya konması güç olmakla birlikte, genel olarak, demokrasiyi, insanca hakları,
bireyin özgürlüğünü ve iktidarın parçalanıp paylaştırılarak sınırlandırıldığı bir
103
Aristoteles, Politika, Çev: Mete Tunçay, Remzi Katabevi, İstanbul, 1993, Kitap III, Bölüm:14,
s. 97-98
104
Aristoteles, Age., Kitap IV, Bölüm: 7-8, s. 121-123
105
Aristotales, Age., Kitap IV, Bölüm:6, s. 118-120
106
Faruk Kocacık, “Cumhuriyet ve Demokrasi”, 75. Yılında Tüm Boyutlarıyla Cumhuriyet
Sempozyumu, Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, Sivas, 1998, s. 55
107
M. G. Schmidt, Demokrasi Kuramlarına Giriş, Çev: M. Emin Köktaş, Vadi Yayınları,
Ankara, 2002, s. 64
35
yönetim sistemi108 biçiminde tanımlayabiliriz. Gerçektende, demokrasiyi diğer
siyasal rejimlerden ayıran en önemli özellik güçler ayrılığı ilkesinin benimsenmiş
olmasıdır. Yani, yasama yürütme ve yargı gibi temel kurumsal tavırlar, biçimsel
olarak, birbirlerinden bağımsız hareket etmek zorundadırlar.109
Siyasetin kurumsal yapılaşma sergilediği tek alan olarak devletten söz
etmek yeterli değildir. Toplumsal yaşamın her alanında gözlemlenen iktidar
ilişkilerinden, formel iktidar yapıları ve ilişkilerine kadar yayılan iktidar olgusu,
siyasetin kurumsal yapılaşmasında oldukça önemli bir unsur olarak belirmektedir.
İktidar, tüm toplumsal yaşamın özünü teşkil etmesi bakımından evrensel
bir olgudur ve toplum içerisindeki toplumsal ilişkilerin eşitsizlik biçiminde
oluşmasından kaynaklanır. Bu bağlamda, toplumsal yaşam içerisinde insan
gruplarının örgütlenmesi incelendiğinde; ilk karşılaşılan ayırım, yönetenler ve
yönetilenler ayırımıdır. Bu durum, toplum içerisindeki en küçük birim olan
aileden, en büyük topluluk olan millete kadar yaygınlaştırılabilecek bir
fenomendir.110
Çağımızın siyasal yapılarında iktidar normatif bir kavram olarak karşımıza
çıkar. Bu ifade önemlidir çünkü toplumsal yaşam içerisinde bulunulan talep etme
hakkına vurgu yapar.111 Talep etme hakkı, 19.yy ve sonrası toplumlarının en
önemli özelliklerinden biri olan örgütlenme yeteneğinin kaynağı olarak hukuka
dayanır. Bu düz tespit, özellikle demokrasilerde ele alacağımız kurumsallaşmış
iktidar yapılarının, hukuka bağlı birimler olarak değerlendirilmesi ön koşulunu
getirecek ve aşağıda ele alacağımız örgütlü iktidar yapılarını anlamamız açısından
önemli bir zemin teşkil edecektir.
Genel olarak demokrasi, başkanlık rejimi, tek ya da çok partili parlamenter
rejimler
gibi
birbirinden
çok
farklı
siyasal
ve
kurumsal
sistemlerle
bağdaşabilmektedir. Ancak bunlar bizim ilgimiz dışındadır. Yukarıda ifade
ettiğimiz rejimlerden hangisi olursa olsun, örgütlü siyasal yapılar ve siyasal
yaşamın olmazsa olmazı olarak siyasal partiler incelemeye değerdir. Öyle ki,
Yayla’nın da dediği gibi, yalnızca demokratik sistemlerde değil, anti-demokratik
108
Sami Selçuk, Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, Yeni Türkiye Yayınları, Dördüncü
Baskı, Ankara, 1999, s.32
109
Hüseyin Akyüz, Kurumlar Sosyolojisi: Tanımlar, Kuramlar ve Uygulamalar,
110
Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, s. 29
111
Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, s. 197
36
sistemlerde dahi siyasal partilerin önemli roller üstlendiğini görmek, siyasetin
kurumlaşmış bu yapılarına özel bir önem atfetmeyi gerektirmektedir. Özellikle
liberal demokrasiler açısından bakıldığında, siyasi partilerin demokrasinin
yapılanmasında ve iktidarın kullanılmasında başka hiçbir kurum tarafından
doldurulamayacak bir yer işgal ettikleri görülecektir.112 Demokratik toplumlarda
siyasetin kurumlaşmış en önemli organları olarak partiler o kadar kanıksanmıştır
ki, siyasal rejimin tasfiyesini isteyen başka ifade ile siyasal rejimi yıkmak isteyen
grupların dahi partileşme sürecini tercik ettiklerini görmek şaşırtıcı olmamalıdır.
1950 sonrasında Türk siyasal yaşamında, siyasal parti haritaları incelendiğinde,
yukarıdaki saptamamızı teyit etmek mümkün olacaktır.
Weber partiyi iktidar olgusu içerisinde değerlendirir. Ona göre partilerin
aktiviteleri sosyal güç ve iktidar kazanmaya yöneliktir ve normatif olarak devlet
yapısı içerisinde var olmaları gereklidir.113 Burk’e
göre ise parti, “hepsinin
hemfikir olduğu bazı ilkeler çerçevesinde, ortak gayeleri ile milli çıkarları
geliştirmeye çalışan bir grup insan” dan oluşur.114 Burke’nin bu iyimser parti
tanımı bir yana, Yayla, partilerin üç temel özelliğe sahip olduğunu belirtir. Buna
göre:
1. Partiler, siyasi karar oluşturma gücünü tek başına veya bir koalisyonla
ele geçirme doğrultusunda bilinçli bir hedef tercihine sahiptirler.
2. Bu amaç doğrultusunda, seçimler yoluyla halk desteğini sağlamaya
dönük bir çaba içerisindedirler.
3. Partiler, daimi bir örgüt yapısına sahiptirler.115
Partiler en küçük yerleşim birimlerinden merkeze kadar hiyerarşik bir
örgütlenme vücuda getirirler. Bu durum aynı zamanda, parti faaliyetlerinin
yürütülebilmesi anlamında bir parti bürokrasini de zorunlu kılar. Siyasal partiler
anayasal kurumlardır. Bunların anayasal kurumlar haline gelmeleri II. Dünya
Savaşından sonra yapılan bazı hukuksal düzenlemelerle mümkün olmuştur. Bu
112
Atilla Yayla, Siyaset Teorisine Giriş, s. 175 benzer bir yorum için bkz. R. Gunther- J.R.
Montero- J.J. Linz, Political Parties, Oxford University Press, Oxford, New York, 2002, s.3
113
Max Weber, Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul,
1993, s. 189
114
Atilla Yayla, Siyaset Teorisine Giriş, s. 179 içinde: Edmunt Burke, “Thoughts on the Cause of
the Present Discontents”, B.W. Hill (ed). Edmunt Burke: On Goverment Politics And Society,
Sussex: Harvester, 1975, s.74-119
115
Atilla Yayla, Age., s. 176
37
bağlamda ilk kez, 1947 tarihli İtalyan Anayasası, “Bütün yurttaşların, demokratik
yöntemle, ulusal siyasetin belirlenmesine katılmak üzere, partiler halinde
serbestçe birleşme hakları vardır.” diyerek, siyasal partileri bir kurum olarak kabul
eder.116
Tanilli, bir toplumda demokrasinin yaşayabilmesinin, bir anlamda, temel
unsurlarından biri olan siyasi partilerin, kendi kurumsal yapıları içerisinde anti
demokratik olamayacağını ya da olmaması gerektiğini söylerken haklıdır. Ancak,
bu teorik ilkeye rağmen günümüz demokratik toplumlarında, siyasal partiler,
gerek parti yönetiminde bulunan yönetici azınlığın oligarşik eğilimleri* gerekse,
baskı grupları ve partiyi mali açıdan destekleyen yurt-içi ve yurt-dışı sermaye
gruplarının
etkilerinden
117
sergileyememektedirler.
dolayı
demokratik
bir
görünüm
Bu durumun belki de dikkatlerden kaçan en önemli
boyutu, siyaset kurumunun temeli olan devletin yozlaştırılması tehlikesidir.
Çünkü, baskı grupları, sermaye grupları vb. parti yoluyla siyasal iktidarı
biçimlendirebilmekte ve bu durum devleti yıpratabilmektedir. Yakın geçmişte
tanık olduğumuz Çankaya’da İftar Yemeği ve Merve Kavakçı olayı söylemek
istediklerimizi özetleyen örneklerdir.
Demokratik toplumlarda anayasal bir ilke olarak yer alan kuvvetler ayrılığı
ilkesinin (Yasama, Yürütme ve Yargının ayrı birimlerin yetkilerinde olması) bir
gereği olarak yasama görevi, temsili bir organ olan, Parlemento/Meclis tarafından
üstlenilmişken, Yürütme İktidarda olan siyasal parti tarafından üstlenilir.*
Siyasal partilerin, siyasetin kurumlaşmış yapıları olmaları bağlamında
söylediklerimize ek olarak, bu bahiste çokça üzerinde durulmayan ancak oldukça
önemli olan diğer bir özelliği, toplum üyelerinin siyasal katılımlarının siyasal
partiler aracılığı ile olmasıdır. Bu, bir anlamda, sıradan insanların gerek siyasal
katılımları gerekse siyaseten söz sahibi olmaları bağlamında siyasal partilerin çok
116
Server Tanili, Devlet ve Demokrasi, Cem Yayınevi, 7.Baskı, İstanbul, 1993, s. 211-214
Bu saptama ile Michels’in “oligarşinin tunç yasası” arasındaki ilişki için bkz. Ayşe Öncü, Örgüt
Sosyolojisi, Sevinç Matbaası, Ankara, 1976, s.13
117
Server Tanili, Age., s. 221
*
Burada kastedilen Parlamenter bir hükümettir. Kuvvetler ayrılığı bağlamında yalnızca
yürütmenin siyasal iktidarın görev alanı olduğunu söylerken ihtiyatlı olmak gerekir. Öyle ki,
Duverger’den öğrendiğimiz kadarıyla, kuvvetler ayrılığının derecesi anayasa hükümlerinden çok,
parti sistemine bağlıdır. Örneğin, Anayasa açık bir ayrılığı öngörmüş olsa bile, tek partili bir
sistemde, tek parti kuvvetlerin ayrılmasına değil tersine bir elde toplanmasına yol açabilir.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Maurice Duverger, Siyasi Partiler, Çev: Ergun Özbudun, Bilgi Yayınevi,
4. Baskı, Ankara, 1993, s. 502
*
38
önemli fonksiyonlarından birine işaret eder. Ergun Özbudun, siyasal katılım
arzusu ve oranının siyasi partilerin ortaya çıkışına temel hazırladığı gibi
demokratik yaşamın tesisindeki önemine118, Esat Çam ise, partilerin kamuoyu ile
siyasal iktidar arasında oynadıkları arabuluculuk rolüne119 dikkat çekerek
söylemek istediklerimizi bir anlamda özetlemektedirler.
Siyasi partilerle ilgili son olarak söyleyeceğimiz; yasal güç ile siyasal parti
gücünün birbirine bağımlılığıdır. Çünkü siyasi partiler, yasaların onlara
sağladıkları ile bu güce (meşruluğa) ulaşabilmişlerdir.120 Bu yaklaşım, siyasal
partilerin siyaset alanındaki örgütlü kurumsal yapılar olarak önemini ortaya
koymaktadır.
Siyasetin kurumsallaşmış yapılarına ilişkin bir değerlendirme içerisinde
söz edilmesi gereken önemli unsurlardan bir de bürokratik örgütlerdir. Bürokratik
örgütlerin siyasetin kurumsallaşmış biçimlerine dâhil edilmesinin iki temel nedeni
vardır. Birincisi, bürokratik örgütlerin devlet kurumunun alt birimlerini
oluşturması, ikincisi ise, birincisinin bir sonucu olarak, devletin siyasal
yaklaşımının potansiyel taşıyıcıları olmasıdırlar. Bürokratik örgütleri, devlet
kurumlarının kişisel kadrosu olarak ele aldığımızda bu durum daha iyi
anlaşılacaktır.
Bürokrasi ile siyaset arasında bir ilişki biçimi tasarlayabileceğimiz bir
diğer düzlem, siyasal iktidar ile bürokratik örgütlerin zorunlu olarak faaliyet
alanlarındaki kesişmeden kaynaklanmaktadır. Ancak burada bürokrasi ile
siyasetin birbirine dokunduğu alanların müdavimleri olarak bürokratik örgütlerin
üst yöneticilerinden söz etmek gerekir. Denilebilir ki, siyaset ile bürokrasiyi
barıştıran ya da başka bir ifade ile siyaset ile bürokrasi arasında zorunlu bir
etkileşim bağı kuran müsteşarlardır.
Hatırlanacağı gibi, modern devletlerde anayasal bir ilke olarak yer alan
kuvvetler ayrımından söz etmiştik. Bu bağlamda yasama ve yürütmeyi siyasal
iktidar ve parlamento içerisinde değerlendirmiştik. Şimdi ise kuvvetler ayrılığının
118
Ergun Özbudun, Siyasal Partiler, Sevinç Matbaası, Ankara, 1974, s. 26-27
Esat Çam, Devlet Sistemleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1970, s. 56-57
120
M.L. Mezey, “Legislative Development and PoliticalParties: The Case of Thailand”,
Legislative Systems in Developing Countries, Ed: G.R. Boynton and C. L. Kim, Duke
University Press, Durham, North Carolina, 1975, s. 107-109
119
39
üçüncü ayağını teşkil eden yargıyı bürokratik örgütler bahsi içerisinde ele
alacağız.
Hukuk kurumu, hem modern devletin temel dayanağı olması bakımından
hem de devletin genel siyasal yaklaşımının ve anayasal ilkelerinin teminatı olarak
ön plana çıkmaktadır. Hukuk kurumu özellikle devletin temel siyasal yaklaşımının
taşıyıcısı
durumunda
olması
bakımından
siyaset
kurumu
içerisinde
değerlendirilmektedir.
Devlet kurumlarının kişisel kadrosu olarak değerlendirdiğimiz bürokratik
örgütlerin, aynı zamanda, devlet kurumunun temel siyasal yaklaşımının potansiyel
taşıyıcısı olduklarını somutlayabileceğimiz birimlerden biri de savunma erkidir.
Gerek hukuk kurumunun gerekse savunma erkinin zaman zaman siyasal iktidarla,
devlet menfaatleri doğrultusunda, anlaşmazlıklara düşmesinin altında da bu temel
neden yatmaktadır.
Yukarıdaki çözümlemeler ışığında siyaset ile bürokratik örgütler
arasındaki ilişkiyi ortaya koyduktan sonra şimdi bu örgütlerin kurumsal yapılarını
ve özelliklerini değerlendirebiliriz.
Bürokratik örgütlere ilişkin çözümlemelerle ilgili olarak ilk akla gelen
isimlerden biri Alman düşünür Max Weber’dir. Weber’in bürokratik örgütlere
ilişkin çözümlemelerini anlamanın, belki de, olmazsa olmaz koşulu, onun ünlü
otorite tipolojisini bilmektir. Mouzelis, Weber’in çok bilinen otorite tiplerini
(karizmatik, geleneksel ve yasal otorite) tanımladıktan sonra, yasal otoriteyle ilgili
en belirgin idari aygıta bürokrasiyi örnek vermektedir.121
Yasal otoritenin
billurlaşmış örneği olarak neden bürokrasinin ön plana alındığını anlamak için,
tekrar Weber’e dönüp, onun yasal otorite tanımı ve bürokratik örgütlerin yapısal
özellikleri ile ilgili değerlendirmelerine bakmak yeterlidir.
Weber, yasal otoriteyi, yasalara dayanan egemenlik olarak tanımlar. Ona
göre, bu otorite tipinde, yasaların geçerliliğine ve rasyonel kurallara dayanan
işlevsel “yetki” ye inanmak esastır.122 Başka bir biçimde ifade edecek olursak,
karizmatik bir önder ya da geleneksel kurallar çerçevesinde işleyen ve zorlamaya
121
N.P. Mouzelis, Örgüt ve Bürokrasi: Modern Teorilerin Analizi, Çev: H. Bahadır Akın,
Çizgi Kitabevi, Konya, 2001, s. 29-30 Weber’in otorite tipleri ile ilgili olarak ayrıca bkz. Philip
Smith, Cultural Theory: An Introduction, Blackwell Publishing, Oxford, 2001, s. 16
122
Max Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 81
40
dayanan otorite tipleri ile yasal otoritenin farkının, otoritenin meşruluğunu
sağlayan en temel unsur olarak hukuk kurallarının bağlayıcılığında olduğu
görülecektir. Tam da bu bağlamda Weber, hukuksal düzlemde var olan modern
bürokratik örgütlere ilişkin şu özellikleri sıralar:
1. Kurallar ya da yasal yönetmeliklerce belirlenmiş resmi yetki alanları
ilkesi geçerlidir.
2. Görev hiyerarşisi bağlamında bir alt-üst ilişkisi vardır. Hiyerarşik
yetkiler ilkesi tüm bürokratik yapılarda görülür.
3. Çağdaş bürokrasi yönetimi yazılı belgelere(dosyalara) dayanır.
4. Bürokratik örgütlerde çalışanların iş yaşamı ile özel yaşamları arasında
belirgin farklılıklar vardır.
5. Bürokratik örgütlerde çalışan görevli memurun özel mülkiyeti ve mal
varlığı ile kamu fonları ve malzemeleri arasında hiçbir bağ yoktur.
6. Memurların çalışma saatleri belirlenmiştir ve yaptıkları işin karşılığını
parasal olarak alırlar. Bu bağlamda çağdaş bürokratik yapıların ortaya çıkışı ile
para ekonomisinin gelişmesi arasında önemli bir ilişki söz konusudur.123
1.3. Toplumsal Yaşamda Din ve Siyaset:
Sembolik Bir Toplum Kavramsallaştırması
Yukarıda alt başlıklar halinde ele aldığımız biçimiyle din ve siyasetin
kurumsal yapılaşmalarından ve işlevlerinden söz etmiş bulunuyoruz. Din ve
siyasetin kurumsal yapılaşmalarında ortaya çıkan, gerek dinin gerekse de
siyasetin, özellikle modern/laik toplumlarda, birbirinden ayrı, formel olarak
belirlenmiş etkinlik kalıplarına sahip olduğudur. Başka bir ifade ile din ve siyaseti
kurumsal nitelikleri ile ele aldığımızda, tamamen olmasa da, ayrı ayrı alanlardan
bahsetmiş oluyoruz. Ancak, toplumsal yaşam içerisinde bu iki olguyu birbirinden
ayırmak kolay değildir. Denilebilir ki, gök kubbenin altında ne varsa, bunlar biraz
dini, biraz da siyasaldır.
Çalışmamıza, toplumsal yaşamda din ve siyaset şeklinde bir alt başlık
eklememizin nedeni, ikinci ve özellikle de üçüncü bölüme teorik bir temel
hazırlama kaygısından kaynaklanmaktadır. Üçüncü bölümün ve çalışmanın ana
123
Max Weber, Age., s. 193-199
41
teması olan; 1980 sonrası din ve siyaset ilişkisini belirginleştiren bir unsur olarak
sembolleri ele alırken, bunların, toplumsal yaşam içerisinde etkileşimde bulunan
aktörler tarafından nasıl bir anlam dünyası içerisinde kavrandığını ortaya koyma
çabamız, bizim toplumsal yaşamda din ve siyaset ilişkisini açıklamamızı zorunlu
kılıyor. Toplumsal yaşamda din-siyaset ilişkisini anlamak ve açıklamak adına
sembolik toplum modellerinin en etkili yaklaşım olduğunu düşünüyoruz.
Toplumsal
yaşamda
din-siyaset
ilişkisini
sembolik
bir
toplum
kavramlaştırması yaklaşımı ile ele almadan, sembolik toplum kavramlaştırmasının
içeriğinin
salt
toplumsal
biçimlendirilmediğini,
etkileşimde
aynı zamanda,
bulunan
kurumlarında
aktörler
bu
türden
tarafından
bir etki
yaratabileceğinin altını çizmek istiyoruz.
Sembolik toplum kavramlaştırması ile neyi kastettiğimize geçmeden önce,
sembol ve sembollerin sosyal bilimler ve özellikle de sosyolojik yaklaşımlar
içerisindeki önemine kısaca değinmek faydalı olacaktır.
Don Handelman, “sembol, ritüelin en küçük birimidir.”124 derken aslında,
toplumsal yaşamın somutlaştırabileceğimiz, anlama sahip, söz, hareket ve
nesnelerinden söz etmektedir.125 Gerçektende, sosyal yaşamı, “bir grubun üyeleri
arasındaki karşılıklı etkileşimin dinamik bir ağı”126 olarak kabul edersek, sosyal
yaşamın inşasında sembollerin anlamlarının ne denli önemli bir ağırlığa sahip127
olduğunu anlayabiliriz. Bu bağlamda, sosyal bilimler için ve özelliklede,
toplumsal yaşamı tüm yönleri ile kucaklayan sosyoloji açısından semboller ve
bunların içerdiği anlamların toplumsal yaşamın etkileşim biçimleri üzerindeki
etkisi son derece önemlidir.
Sosyal ve siyasal düşünce tarihi içerisinde iki tip toplum kavramlaştırması
ile karşılaşıyoruz. Bunlar:
1. Doğal toplum kavramlaştırması
2. Sembolik toplum kavramlaştırması
124
Don Handelman, Models and Mirror, Berghahn Books, New York, Oxford, 1998, s.12
John F. Markey, The Symbolic Process and Its Integration in Children, Routledge (UK),
London, 1999, s. 22
126
J. O’Brien – P. Kollock, The Production of Realityi, Pine Forge Press, Third Edition,
California, 2001, s. 58
127
John S. Lansing, Priests adn Programmers: Technologies of Power in the Engineered
Landscape of Bali, Princeton University Press, New Jersey, 1991, s. 9
125
42
Doğal toplum kavramlaştırması, toplumsal yaşamı oluşturan ilişkilerin,
doğal dürtü ve zorunluluklar üzerine inşa edildiğini ön plana çıkartırken; sembolik
toplum kavramlaştırması, toplumsal ilişkilerin sembolik nitelikler taşıdığını ve
toplumsal
aktörlerin
eylemlerinin
ancak
sembolik
değerlendirildiğinde bir anlam kazanabileceğini vurgular.
bir
bütün
içinde
128
Sembolik toplum kavramlaştırması açısından ön plana çıkan sosyolojik
yaklaşım, sembolik etkileşimciliktir. B. D. McPherson’nun tanımına başvuracak
olursak; “sembolik etkileşim, kişiler arasında anlama ve sembole dayanan bir
iletişim [etkileşim], olarak adlandırılır”.129 Sembolik etkileşimci yaklaşımda
toplum, her bir aktörün diğerinin eylemini göz önünde bulundurarak etkileşiminin
bir ağı olarak değerlendirilir.130 Sembolik etkileşimci sosyolojik perspektifi bu
bölüm içerisinde ayrı bir başlık ile ele alacağımızdan burada ayrıntıları ile
üzerinde durmayacağız. Ancak, sembolik toplum kavramlaştırması açısından
söyleyeceklerimize temel oluşturması bakımından sosyolojik geleneğin bu bakış
açısına dair kısa bir değerlendirme yapma gereğini duyuyoruz. Bu bağlamda,
sembolik
etkileşimcilik;
Amerikan
sosyolojisinin
sosyoloji
dünyasına
kazandırdığı, toplumsal yapıyı oluşturması bakımından, bireyleri ön plana
çıkartan ve bunu yaparken de anlam yüklü sembollerin gördüğü işlevleri
vurgulayan, temelleri sosyal psikolojik bir bakış içerisinde değerlendirilebilecek
bir sosyolojik çözümleme yöntemidir.
Sembolik etkileşimci gelenek içerisindeki mevcut farklılıklara rağmen, bu
geleneğin temel iki argümanını şöyle ifade edebiliriz:
1. İnsanlar arası yüz yüze (face to face) etkileşimler, sosyal yaşamın temel
özelliğini oluşturur.
2. Birincisinin bir sonucu olarak, sosyal düzen, toplumsal yaşam
içerisindeki aktörlerin etkileşimlerinin bir sonucu olarak oluşur.131
Böylesi
genel
bir
çerçeve
sembolik
etkileşimciliğin,
sosyolojik
çözümlemelerde, toplumsal olana ya da başka bir ifade ile toplumsal yaşama
odaklandığını göstermektedir. Toplumsal yaşama dönük bir ilgi, kuşkusuz,
128
Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyolojisi, s. 53
Barry D. McPherson, The Social Significance of Sport, Human Kinetics, IIIinois, 1989,s. 38
130
S. Stryker-K.D. Vryan, “The Symbolic Interactionist Frame”, Handbook of Social
Psychology, ed: J. Delamater, Springer, New York, 2003, s.3
131
Philip Smith, Cultural Theory: An Introduction, s. 58
129
43
bireyler arası etkileşimi ve bireysel etkinliği anlama ve açıklama zorunluluğunu
da beraberinde getirecektir. Böyle bir gereksinimi karşılayabilir olması
bakımından sembolik etkileşimcilik oldukça işlevsel bir sosyolojik yaklaşımı
temsil eder.
İnsan yaşamının, dil ya da sembolik göstergelere dayalı bir paylaşımı
yansıttığını132 kabul ettiğimiz ölçüde; toplumsal yaşamı da sınırsız bir sembolik
etkileşim alanı olarak görmekte zorlanmayız.
Sembolik etkileşimci perspektifin bir grubun oluşumunda ne türden bir
etki bıraktığının en iyi izahını, bu yaklaşımın duayenlerinden biri olarak kabul
edilen, Peter H. Mead’da bulmaktayız. Mead’a göre, bir grubun teşekkül edişi,
bireylerin birleşmelerinden/etkileşimlerinden kaynaklanan bütünleştirici bir bağın
gelişmesini içerir.133 Bu bağ ise semboller aracılığı ile örülür.
Buraya kadar söylediklerimiz, sembollerin toplumsal yaşam içerisindeki
etkinliği ve bir ölçüde bu etkinliği inceleme metodu olarak sembolik
etkileşimcilik ile ilgili kısa bir fikir vermektedir. Şimdi, semboller ve sembolik
etkileşimci sosyolojik perspektifin verilerinden yararlanarak sembolik bir toplum
kavramlaştırması ya da modeli ile ilgili bir yaklaşım geliştirebiliriz.
Toplumu ve toplumun yapısını çözümleme uğraşı bağlamında, sembolik
bir toplum kavramlaştırmasına gerek duyulmasının en pratik nedeni, insanların
içerisinde yaşadıkları toplumu karmaşık ve anlaşılmasına güç bulmalarının bir
sonucu olarak, toplumsal olguları daha da basite indirgeme zorunluluğu
hissetmeleridir. İşte tam da bu noktada toplum, üyelerine hazır bir semboller dizisi
vererek bu zorluğu aşmada yardımcı olur.134 Berger, bir toplumun sembolik
evreni, çok sayıda realite tanımını, bir bütün halinde bir arada bulunduran ve
toplum üyelerine kurumsal düzeni sembolik bir bütünlük içinde sunan bir gelenek
bünyesidir135 derken bir önceki ifadeyi tasdikler gibidir.
132
Robert C. Prus, Symbolic Interaction and Ethnographic Research, Suny Press, New York,
1996, s. 16
133
Peter M. Blau, Exchange and Power in Social Life, Transaction Publishers, New Jersey,
1999, s. 33
134
Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, s. 55
135
P. L. Berger –B. Berger - H. Kellner, Modernleşme ve Bilinç, Çev: Cevdet Cerit, Pınar
Yayınları, İstanbul, 1985, s. 123
44
Bireylerin, onların hayal gücünde konuşan semboller tarafından kuşatılmış
olması136, topluluğun gerek kendini ifade etme biçimi gerekse sınırlarının
belirlenmesinde sembollerin etkili gücü ve toplumun bir bütün olarak
değerlendirilmesinde
de
sembollere
duyulan
ihtiyaç,
sembolik
toplum
kavramlaştırmasına duyduğumuz gereksinimin haklı gerekçeleri olabilirler.
Collins, formel ve doğal olmak üzere iki tür toplumsal ritüel vardır137
derken, kurumsal nitelikli toplumsal ilişki ile salt toplumsal etkileşime dayalı
ilişkileri
kastetmektedir.
Tamda
bu
noktada,
yani
sembolik
toplum
kavramlaştırması açısından, bizim de hareket noktalarımız, formel ve doğal
toplumsal ilişki düzlemleri olacaktır.
Sembolik toplum kavramlaştırması bağlamında üzerinde duracağımız
formel ve doğal toplumsal ilişki boyutlarının sembolik bir ağ tarafından nasıl
örüldüğünü kavrayabilmenin kuşkusuz en kestirme yolu, kültür ve bir anlamda
kültürün içselleştirilmesi sürecine işaret eden sosyalleşme138 üzerine eğilmektir.
Burada, kültürün sayısız tanımlarına yer vermektense, çalışmamız açısından
işlevsel bir kültür tanımı ile yetineceğiz. Bu bağlamda, Michael P. Gallagher
kültürü şu şekilde tanımlar: “kültür, günlük dil ve ritüeller gibi informel kültürel
pratikler kadar, inançlar, sanat, birtakım seremoniler ve formel ritüelleri de içeren
anlam yüklü semboller tarafından meydana getirilir.”139 O halde, hem kültürün bir
toplum nezdinde inşasında hem de toplum üyelerinin verili bir kültürel yapıyı
içselleştirmelerinde, kurumsal ilişkiler ve salt toplumsal ilişkilerin sembolik
olarak icra edilen rolleri son derece önemlidir. Cohen’in de dediği gibi, kültürü
içselleştiren ya da sosyalleşen insanlardan söz ettiğimizde, aynı zamanda, bu
insanların kendilerini toplumsalla donatacak olan sembolleri içselleştirmekte
olduklarını kastederiz.140
136
137
Thomas Moore, Dark Nights of the Soul, Gotham Publishers, New York, 2004, s. 75
Randall Collins, Interaction Ritual Chains, Princeton Universitiy Press, New Jersey, 2004, s.
50
138
Sosyalleşme kavramı ve geniş içeriği için bkz. Hüseyin Akyüz, Eğitim Sosyolojisinin Temel
Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma, MEB. Yayınları, İstanbul, 1991, s. 210-233 Ayrıca
bkz. P.Stephens, L. Taggard and A. Leach, Think Sociology, Nelson Thornes, London, 1998, s.
51
139
Michael Paul Gallagher, Clashing Symbols-Revised, Paulist Press, London, 2003, s. 19
140
Anthony P. Cohen, Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Çev: Mehmet Küçük, Dost Kitabevi,
Ankara, 1999, s. 13 ayrıca aynı eserin İngilizcesi için bkz. Anthony P. Cohen, The Symbolic
Construction of Community, Routledge(UK), London, 1985
45
Gerek kurumsal ilişkiler gerekse salt gündelik toplumsal ilişkiler
bağlamında sosyal olana ait kolektif bir ortak duygunun geliştirilmesinde ve bu
suretle toplumun sürekliliğin sağlanması açısından, dinsel bağları niteleyen
semboller ve ritüeller önemli olduğu kadar, aynı amaca hizmet eden, ulusal-devlet
ve ulusal bilince ait sembol ve ritüeller de son derece önemlidir.141 Başka bir ifade
ile kültürü oluşturan unsurları, inançlar, gelenekler ve birtakım gündelik yaşam
ritüelleriyle
sınırlamak
yerine,
bunlara
ilaveten,
ulus-devlet
ve
ulusal
kimliğin/bilincin inşasında önemli bir yer tutan kurumsal ilişkiler dolayımında da
ele almak zorundayız. Böylece, yukarıda ifade ettiğimiz biçimiyle, sembolik
toplum kavramlaştırması açsından neden formel ve doğal toplumsal ilişkiler
alanlarından hareket edeceğimize dair birtakım gerekçeler sunmuş bulunuyoruz.
Şimdi her eki alanın da (formel ve doğal toplumsal ilişki alanları) sembolik
toplum kavramlaştırması açısından nasıl bir reaksiyon biçimi yarattıklarına dair
bir şeyler söyleyebiliriz. Buna göre, formel ilişkilerde, örgütlü kurumsal yapıların
biçimlendirdiği roller aracılığıyla bireyler belirli amaçlar doğrultusunda
sosyalleşirken, doğal toplumsal ilişkilerde bireyler yüz yüze ilişkiler aracılığı ile
sembolik bir etkileşim çerçevesinde sosyalleşmektedirler.142
Berger, bireyin özel yaşamının bir şekilde büyük ekonomik ve bürokratik
kurumlar tarafından sarıldığını143 söylerken haklıdır. Gerçektende, toplumun
sembolik kavramlaştırmasında kurumlar önemli işlevlere sahiptirler. Eğitim
kurumları söz konusu edilen bu işlevlerin ne derece etkili olduklarını anlamamız
bakımından iyi bir örnek teşkil edebilirler. Örneğin çocuk/genç, eğitim süreci
içerisinde, yurt/millet sevgisine ve ulusal bilince dair birçok bilgi ve yorum ile
muhatap olur, ancak, onda yurt/millet sevgisi bilincini canlı tutan bir sembol
olarak, eğitim kurumlarının gerek rutin gerekse resmi bayramlarda tertiplediği
bayrak törenleri önemli bir yer tutar. Ya da başka bir ifade ile bürokratik bir
kurum olarak eğitim kurumlarının, genel amaçları doğrultusunda, hedef kitlesine
aktardıkları bilgi ve uygulamalar, yurt, millet sevgisi ve ulusal bilincin inşasında
bayrağı önemli bir sembolik değer haline getirmektedir. Yakın bir zamanda Türk
141
J. R. Hall, M. Jo. Neitz ve M. Battani, Sociology on Culture, Routledge (UK), London, 2003,
s. 83
142
Hüseyin Akyüz, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma,
s.212
143
P. L.Berger-B. Berger- H. Kellner, Modernleşme ve Bilinç, s. 126
46
bayrağını hedef alan çirkin görüntülerin medyada yer almasını müteakip, yurt
genelinde oluşan infial, cumhuriyetin eğitim kurumlarının, yurt, millet sevgisi ve
ulusal kimliğin inşasında, yurttaşlar üzerinde nasıl bir etki bıraktığının tahlilinde
memnuniyet verici bir değerlendirme olanağı sağlamaktadır. Bu örnek, aynı
zamanda, yapının insan davranışları ve tutumları üzerindeki etkisini göstermesi
bakımından da ilgi çekicidir. Klasik sosyoloji geleneği içerisinde önemli bir yer
tutan yapısalcı yaklaşım, post-modern dönemlerin sosyolojik yaklaşımları
tarafından modası geçmiş olarak değerlendirilse de, bizzat bu yeni sosyolojik
yaklaşımların önerdikleri sembolik toplum modelinde, ya da başka bir ifade ile
sembolik toplum kavramlaştırmasında, verili yapıların da önemli olduğunu
söyleyebiliriz.
Doğal toplumsal ilişkiler düzleminde ya da salt gündelik yaşamın
etkileşim
biçimleri
vasıtasıyla
da
sembollerin
bir
toplumsal
bütünlük
yaratabileceğinden yukarıda söz etmiştik. Bu yaklaşımın temellendirilmesi
bağlamında çözümlemelerine katıldığımız Cohen’i alıntılayacağız. Ona göre,
toplumsal aktörler olarak hepimiz sürekli olarak öbür insanların davranışlarını
anlama çabası içerisindeyiz. Anlama olarak gördüğümüz şeyler çoğunlukla
yoruma dayanır ve yorum da genellikle öbür insanların davranışlarının sanki
kendi davranışlarımız gibiymişçesine yeniden kurulmasıyla başarılır: Diğer bir
ifade ile kendimize onların giysilerini giydirerek, kavrayışlarımızı onların
bedenlerine geçirmiş oluruz. Böylece, öbür insanlar bizim kullandığımız
kelimeleri kullandıklarında, onları kastettikleri anlamları, bunların bizim
anlamlarımıza tekabül ettiğini varsayarak yorumlarız. Bu tekabüliyet bazen oluşur
bazen de oluşmayabilir. Ancak burada önemli olan, bu tekabüliyetin oluşmadığı
durumlarda bile aradaki farklılıkların hiç farkında olmayışımızdır.144 Sonuç
olarak, gündelik etkileşimlerimiz içerisinde bizzat tarafımızdan örülen sembolik
ağlar aracılığıyla, aynı şeyleri düşündüğümüz, aynı yorumlarda bulunduğumuz
sembolik toplumsal evren inşa etmiş oluruz.
Toplumun sembolik inşasına ilişkin söylediklerimize, hem kurumsal
ilişkiler boyutunda hem de gündelik etkileşim ilişkileri açısından, genel geçer bir
olumluluk atfetmediğimizi de söylememiz gerekmektedir. Başka bir ifade ile
144
Anthony P. Cohen, Topluluğun Simgesel Kuruluşu, s. 82 benzer bir yorum için bkz. Alberto
Melucci, Challenging Codes, Cambridge University Press, Cambridge, 1996, s. 74
47
formel ve formel olmayan etkileşim/ilişki biçimlerinin ördüğü sembolik toplumsal
evren, her zaman uyumluluğa ve ahenkli bir bütünlüğü ortaya çıkarmaz.
Çalışmamızın bir boyutunu oluşturacağı biçimiyle, toplumsal çatışmanın da bizzat
kaynağı olabilir. Cumhuriyet tarihimiz içerisinde, bu ihtimali sınamak
mümkündür.
Avrupa’nın bir ucunda modern seküler bir ulus devlet olarak kurulan
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş sürecinde, özelliklede ulusal formu ifade eden
semboller vasıtasıyla devrimleri desteklemek ve ulusal bir bütünlük oluşturmak
istemişti. Tam da bu amaca hizmet etmesi düşünülen “Ne Mutlu Türküm Diyene”
ifadesi, ulusal bütünlüğe vurgu yapan sembolik bir anlama sahipti. Ancak süreç
içerisinde sembolik bir söylem olarak Ne Mutlu Türküm Diyene ifadesi,
söylemekten garip bir biçimde çekindiğimiz bir ifade haline geldi. Bunun nedeni
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünün bu sembolik ifadeyi aynı anlamda
kavramadıkları ya da farklı yorumlarla değerlendirdikleridir. Sembolik bir ifade
biçimi olarak Ne Mutlu Türküm Diyene söyleminin ulusal bütünleşme ve ulusal
bilicin inşası açısından görmesini beklediğimiz olumlu işlevin nasıl olup da ulusal
bütünlüğe aykırı bir anlama büründürülme çabaları içerisinde yer aldığını anlamak
için kısa bir siyasal tarih analizi gerekse de biz böyle bir çaba içerisinde
olmayacağız. Ancak yine de, tarihten trajik bir nasihat olacağını düşündüğümüz,
Gökalp’in şu ifadelerine yer vereceğiz:
“Bu milletin yakın bir zamana kadar kendisine mahsus bir adı bile yoktu.
Tanzimatçılar ona: ‘Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de
milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı imparatorluğunun
yıkılmasına neden olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim
korkusuyla, ‘Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiçbir içtimai zümreye
mensup değilim.’ Demeye mecbur edilmişti. Boşo’ya [Osmanlı Mebusan
Meclisinde Yunancılığı ile meşhur bir Osmanlı mebusu] karşı bu sözü her gün
söyleyen mebuslarımız vardı.”145
Sembolik toplumsal evrenin nasıl olup da bütünlüğün yanı sıra çatışma
alanları da yaratabileceğinin örneklerini toplumsal yaşamın başka boyutlarında da
görmek mümkündür. Özellikle, formel olmayan toplumsal etkileşim boyutlarında
145
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık yayınları, İstanbul, 1977, s. 43
48
bu durum daha da belirgin olabilmektedir. Aşağıda vereceğimiz örneği kuşatması
bakımından,
David
Chaney’in
yapısınınkinden daha geniş olduğu”
“tüketimin
146
çapının,
üretimin
sosyal
saptamasını oldukça anlamlı buluyoruz.
Buna göre, tüketim alışkanlıklarımız, tüketim etkinliklerimize anlamlar yüklemek
suretiyle bazı tüketim ürünlerini kullanım amaçlarının çok ötesinde sembolik
değerler haline getirebilirler. Başka bir ifade ile sembolik değerler haline getirilen
tüketim ürünleri, bizim gerçekte hangi tarafta olduğumuzu vurgulayan
işaretleyiciler durumuna gelebilirler. Herhangi bir x markası ile y markasının
bireylerin değerlerinin, tutumlarının ve siyasal yaklaşımlarının nasıl işaretleyicisi
olarak değerlendirilebileceğine ilişkin örnekleri çalışmamızın üçüncü bölümünde
ele alacağımızdan burada üzerinde durmayacağız.
Melucci, paylaşılan kurallara dayalı homojen bir birliği ihlale yönelmiş her
çatışma, eğer sembolik kaynakları kullanıyorsa, bir kimlik çatışmasıdır147 derken
bizim sembolik toplum kavramlaştırması ve sembolik çatışma düzeyinin kültürel
değerler üzerinde cereyan eden bir olgu olduğu görüşümüzü desteklemektedir.
Kimlik, kişisel ve kolektif olarak ayrı ayrı ele alınması gereken bir olgu
değildir.148 Öyle ki, kişisel kimliğe ait tecrübe edilmiş her anlayış, aynı zamanda,
belli kolektif kimlik standartlarını yansıtır. Başka bir biçimde ifade edecek
olursak, kolektif kimliğe ait tecrübe edilmiş her anlayış, kişisel kimlikler
açısından nelerin makul olarak değerlendirilebileceğine dair bir alanı sabitlemiş
olur.149 Bu bağlamda, kimlik üzerine inşa edilmiş sembolik çatışmalardan söz
ederken bunu, kişisel ya da kolektif kimlik gibi bir ayrım içerisinde ele almak
olmazsa olmaz bir koşul değildir.
Bireysel ve kolektif kimliğin/kimliklerin oluşumunda, kültürel yapının
içselleştirilmesi
olarak
değerlendirdiğimiz
sosyalizasyon
süreci
oldukça
önemlidir. Sosyalizasyon süreci, bireyleri kolektif kimliğin bir parçası olarak
kodlarken ya da onlara kültürel dokuyu hazmettirirken, birey, Akyüz’ün “ikinci
146
David Chaney, Yaşam Tarzları, Çev: İrem Kutluk, Dost Kitabevi, Ankara, 1999, s. 25
Alberto Melucci, Challenging Codes, s. 74
148
Kişisel kimlik ve kolektif kimliğin iç içeliği ile ilgili olarak bkz. Stella Ting-Toomey,
Communicating Across Cultures, Guilford Press, New York, 1999, s. 28
149
William E. Connolly, Kimlik ve Farklılık, Çev: Ferma Lekesizalın, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 1995, s. 208
147
49
tabiat”150 dediği kültürel kimliği edinmiş olur. Sosyalizasyon ve dolayısıyla
toplumun yeni üyelerinin sosyalizasyonu toplumun devamlılığı açısından hayati
bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, sosyalizasyon ile toplumun sembolik inşası
arasında sıkı bir ilişki olduğunu düşünebiliriz. Çünkü sosyalizasyonda vurgu,
bireyin topluluk içerisinde gelişmesidir. Bireylerin topluluğun değerleri, kuralları
vb.’lerini öğrenirken sembollerin ne denli önemli olduğunu düşündüğümüzde
sözünü ettiğimiz ilişki daha da netleşecektir.
Sosyolojik bakış açısı da, sosyalizasyon ile sembolik etkileşim arasında
sıkı bir ilişki kurmaktadır. Bu yaklaşımın ayırt edici özelliği, insanın var oluşunun
doğal çevresi olarak sembolik etkileşime yer vermesidir. Bir başka ifade ile
sembolik etkileşimci yaklaşım, sosyalizasyon hakkında sosyolojik düşünce
üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahiptir. Ancak, burada, sembolik toplum
kavramlaştırması açısından, sosyalleşme bağlamında sembolik etkileşimin
önemini belirtirken, bunu salt bireylerin gündelik yaşamlarındaki rasgele
etkileşimlerin bir ürünü olmadığını da belirtmek gerekir.
Sosyalizasyon, modern toplumlarda, iş hayatı, cenaze, okul ve aile gibi
kurumsal yapılar içerisinde gerçekleşen bir olgudur.151 Bu tespit bize, ayrıca,
kilise gibi dini kurumlar ile bürokratik kurumların, kurumsal ruhu bireylere
etkileşim içerisinde nasıl aktardığını ve bunun da semboller aracılığı ile toplumun
sembolik inşasında ne denli önemli bir yer tuttuğuna da ışık tutuyor. Bu
bağlamda, daha önce de sözünü ettiğimiz eğitim kurumları, savunma erkine bağlı
kurumlar, iş yaşamında yer alan kamu kurumları vd. semboller aracılığı ile
toplumun sembolik şablonunun oluşumunda önemli işlevlere sahip olabilirler.
Peki, neden sembol, bir topluluk üzerinde birleştirici, olumlu bir işlev
görürken diğer bir topluluk ya da topluluklar arasında bir çatışma nedeni
olabilmektedir?
Cohen’e göre, davranışlar, semboller ve dünyanın kendisi hakkında
insanların yaptığı yorumlar genellikle rasgele yorumlar değildir. Her insanın kendi
yaşantısından büyük ölçüde etkilenen bu yorumlar, belirli bir grubun veya
150
Hüseyin Akyüz, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma,
s.212
151
Viktor Gecas, “Context of Socialization” Social Psychology: Sociological Perspectives, ed:
M. Rosenberg & R. H. Turner, Transaction Publishers, New Jersey, 1990, s. 166-167
50
topluluğun karakteristik özelliği olan koşullar içerisinde üretilir. Ve ayrıca bu
yorumlar, bu topluluğun dilinden, inançları ile ilgili geleneklerinden ve
ideolojilerinden etkilenmektedir ve insanlara yorum araçlarını sağlayan şey de
sembolleridir.152
Sembolik bir toplum kavramsallaştırmasından söz ederken mutlaka
üzerinde durulması gereken isimlerden biri de Clifford Geertz ‘dir. Onun ideoloji
kavramını ele alış biçimi bizim yukarıda söylediklerimiz için temellendirici
olabilir.
Buna göre, Geertz ideoloji kavramının toplumsal yaşamı yönlendiren
kültürel sistem olarak kullanılmasını önermektedir. Ona göre ideoloji kavramı
kültürel düzeyde bağımsız bir sembolik sistem olarak ele alınabilir. Öyle ki,
ideolojiyi
kültürle
birlikte
bilişsel
ve
duygusal
programlar
olarak
değerlendirdiğimizde; insan biyolojisini biçimlendiren genetik kodlar gibi insan
davranışlarını da biçimlendiren şeyin kültürel kodlar olduğunu söyleyebiliriz.153
Geertz’in ideoloji kavramının içerisini kültürel düzeyde bir tür anlam sistemi
olarak doldurması ve ideolojinin toplumsal yaşamı yönlendirmedeki etkisine
yaptığı vurguları bir araya getirdiğimizde ortaya çıkanın sembolik bir toplum
modeli tasavvuru olduğunu söyleyebiliriz. O, kültürel ve ideolojik sistemleri,
toplumsal yaşamı biçimlendiren ‘harita’lar olarak değerlendirirken154 bunu
(toplumun sembolik bir model olarak ele alınabileceğini) daha net bir biçimde
ifade etmektedir.
Yukarıda sembolik toplum kavramsallaştırması başlığı ile ilgili olarak
ifade ettiklerimiz, din ve siyaset ilişkileri başlığına indirgendiğinde hiç kuşku yok
ki, verimli bir değerlendirme perspektifi sağlayacaktır. Ancak, sözü ettiğimiz
ilişkilerin, tarafımızdan, farklı kategorilerdeki sembolik değerler, nesneler vb.’leri
çerçevesinde ele alınacak olması, çalışmamızın sembolik etkileşimci yaklaşım
üzerinden ilerleyeceği anlamına da gelmemelidir. Bu yaklaşımla birlikte,
Türkiye’de din ve siyaset ilişkisine ait tespit ettiğimiz örneklem ile ilgili
değerlendirmelerimizde, yapısalcılık ve etnometedoloji gibi farklı sosyolojik
metotlardan da faydalanılacaktır.
152
Anthony P. Cohen, Self Consciousness, Routledge(UK), London, 1994, s. 17
İlkay Sunar, Düşün ve Toplum, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1975, s. 35-37
154
İlkay Sunar, Age., 37
153
51
1.4. Din ve Siyaset İlişkisinin Kavranmasına İlişkin Metodolojik Yaklaşımlar
Din ve siyasetin çalışma başlığımıza konu edildiği şekliyle incelenmesi
açısından birçok araştırma yöntemi tekniğinden faydalanılabilir. İçindekiler
kısmında belirttiğimiz biçimiyle, yapısalcılık, sembolik etkileşimcilik, yapılaşma
kuramı ve ayrı başlık olarak ele almasak da, metin içerisinde bahsedeceğimiz;
etnometodoloji, çatışma ve tarihsel perspektif, nitel araştırma teknikleri ve diğer
yaklaşımlar bizi amaca götürmesi ölçüsünde yararlanacağımız sosyolojik metotlar
olacaktır.
1.4.1. Yapısalcılık
Yapısalcılık tanımlaması güç bir terimdir. Bu güçlüğü yaratan,
yapısalcılığın dilbilim bağlamında ortaya çıkmış olması ancak bununla sınırlı
kalmayarak, modern matematikten, edebiyata ve diğer sosyal bilimlere
uygulanabilen bir yöntem olarak değerlendirilmesidir. Yapısalcılıkla bizim
ilgimiz, hem sosyoloji hem de çalışma konumuzla sınırlı olmakla birlikte,
yapısalcı perspektifin dilbilim içerisindeki yeri bunun sosyal bilimlere nasıl
transfer edildiği ile ilgili de kısa değerlendirmeler yapmanın da faydalı olacağını
düşünüyoruz.
Sosyolojik yaklaşım içerisinde yapısalcılık, paylaştığımız inançlarımız,
değerlerimiz ve davranışlarımızın oluşturduğu kültürel yapıyı yansıtan bir
perspektife vurgu yapar. Bu perspektifte kültür, bizim sosyal kimliklerimize tesir
eden nesnel gerçek bir güç olarak yorumlanır. Bu bağlam içerisinde yapısalcılığın
işlevi tüm kültürlerde ortak olanı keşfetmektir.155 Yapısalcılığa yönelik bu
tanımlama, çalışmamızın ana teması olan dini ve siyasi sembollerin kültürel bir
atmosferde nasıl algılandığı ve hem paylaşılan ortak duyguları hem de ayrışan
farklılıkları nasıl biçimlendirdiğini anlamamız bakımından, oldukça önemli bir
yaklaşımı temsil etmektedir. Terence Hawkes de yapısalcılığı genel olarak,
dünyayı kavrayışımızla ilgili bir düşünce biçimi temelinde görmekte ısrarcıdır.
Ona göre, yapısalcılıkta vurgu, yapıların idraki ve tanımlanması ile ilgilidir.156
Yapısalcılığın sosyolojik yaklaşım içerisindeki kullanım biçimine kısa bir
ara verip, yapısalcılığın dilbilim merkezli olarak ortaya çıkışına değinmeden önce,
155
156
P.Stephens, L. Taggard and A. Leach, Think Sociology, s.137
Terence Hawkes, Structuralism and Semiotics, Routledge (UK), London, 2003, s. 6
52
“ yapısalcılığın öneminin, yaygın olarak iddia edildiği gibi, bir araştırma tekniği
olmasından değil bir araştırma tekniği olmasından kaynaklan[dığını] ”157
söylememiz gerekir.
Yapısalcılığın kurucusu olarak Ferdinand de Saussure’dir. Onun dilbilim
alanında kullanmış olduğu yöntem, denilebilir ki, kısa sürede, yapısalcılığı diğer
doğa bilimleri ve sosyal bilimlerde de yaygın olarak kullanılan bir yöntem
durumuna getirmiştir.
Saussure’ün dilbilim alnında geliştirdiği en önemli yaklaşım, dil
(language) ile söz (remark) arasındaki farklılığı ortaya koymuş olmasıdır. Ona
göre bütünü (yapıyı) biçimlendiren şey; bir kurum, bir sistem veya insanlar arası
kurallar olarak tanımlanabilir. Onun dilbilim alanındaki diğer önemli bir ayırımı,
yine birincisi ile ilintili olarak, gösteren ve gösterilen arasındadır. Gösteren sesler
aracılığı ile sözü gönderirken, gösterilen, gösteren tarafından hissettirilen
fikir/görüş ile ilgilidir.158 Burada önemli olan nokta, keyfi olarak (plansız) olarak
oluşan gösteren ve gösterilen ilişkisinin toplumsal (sosyal) bir üretim
olduğudur.159
Saussure’ün dil ve söz arasındaki ayrımının temel esprisi; dil’in
toplumsala söz’ün ise bireysele yaslanmasıdır. Öyle ki, dil bireyin sosyalleşmesi
ile onun hafızasına yerleştirilirken, dilin kullanımının ortaya çıkardığı söz
bireyden bağımsız değildir. Söz, birey tarafından kendi algılama dünyası
içerisinde üretilir.160 Bu bağlamda, dil ve söz arasındaki ayırımı, konumuz
açısından önemli gördüğümüz sembol ve içerik ayrımı biçiminde de formüle
edebiliriz. Buna göre, semboller dizisinin, bireylerin karmaşık ve kavranması güç
olarak değerlendirdikleri yaşamı algılamaları bakımından onlara toplum
tarafından hazır bir biçimde sunulduğundan yukarıdaki satırlarda söz etmiştik.
157
V. Philips Long, Foundations of Contemporary Interpretation, Zonderuan Publishing
House, Michigan, 1996, s. 112
158
V. Philips Long, Age., s. 112-113
159
Alun Munslow, De-Constructing History, Routledge (UK), London, 1997, s. 28
160
Saussure’a göre, sözden ayrı olan dil ondan bağımsız biçimde incelenmesi mümkün olan bir
konudur. Toplum içinde dil, her bütünde bulunan bir izler bütünü olarak yaşar ve bir bakıma
birbirinin eşi tüm örnekleri bireylere dağıtılmış bir sözlüğü anımsatır. Görüldüğü üzere bu öyle bir
şeydir ki, herkesin ortak malı ve istenç dışı olmakla birlikte, ayrı ayrı her bireyde de bulunan bir
şeydir. Oysa söz konuşanların istencine bağlı, bireysel birleştirmelerden oluşur. Öyleyse dilin
toplumsal oluşu kadar söz de bireyseldir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji
Teorileri 2, Emre Yayınevi, Konya, 1994, s. 222-223
53
Sembollerin bu hazır ve belirgin bir temel üzerine inşa edilmiş olmalarına rağmen,
bireylerin onlara yükledikleri anlamlar, tıpkı sözde olduğu gibi farklı farklıdır. Bu
bağlamda semboller toplumsal olduğu ölçüde, onlara yüklenen anlamlar
bireyseldir. Bu ayrımın konumuzun incelenmesi açısından ne türden katkılar
sağlayacağını ileri bölümlerde, bizzat ele aldığımız örneklemler üzerinde
göreceğiz.
Yapısalcılığın sosyoloji ve sosyal bilimler açısından nasıl bir kullanım
alanına sahip olduğunu anlamanın kuşkusuz en iyi yolu, bu yaklaşımın kapsayıcı
bir tanımından ziyade özelliklerini tespit etmektir. Buna göre Smith, Cultural
Theoryadlı eserinde yapısalcılığın özelliklerini şu şekilde sıralar:
1. Yapısalcılık yüzeyin altındaki derinlikleri açıklar; bu yaklaşıma göre
sosyal yaşam yalnızca yüzeysel karmaşıklardan ibaret değildir. O, aynı zamanda,
derinde yatan saklı, şaşırtıcı olayları da içerir. Başka bir ifade ile yüzeyde
görünenlerin ne olduğunu anlamak için derinlere bakmak gerekir.
2. Burada sözü edilen derinlik yapıdır. Yapı kavramı yapısalcılık açısından
temel bir öneme sahiptir. Ya da yapısalcılık derinlerdeki yapıları görme
eğilimindedir.
3. Yapısalcılığın analiz biçimi objektiftir. Yapısalcılık, bilimsel gözlem ve
tarafsızlık ilkeleri doğrultusunda hareket ettiği ölçüde, sosyal aktörü (bireyi)
dışarıda bırakır.
4. Yapısalcı yaklaşıma göre kültür dil gibidir. Öyle ki, kültür, tanımlı,
benzer elementlere odaklanır (işaretler, kavramlar vb. gibi). Bu, bazen işaretlerin
şifrelerini çözme ya da onları çözümleme biçiminde de olabilir.
5. Yapısalcılık, öznenin (bireyin) rolünü reddetmek, önemsememek
eğilimindedir. Buna karşın yapısalcılın odaklandığı nokta, kültürel sistemin
işleyişi üzerindedir.161
Yapısalcılığa ilişkin yukarıdaki özellikler, bir yöntem olarak bu yaklaşım
hakkında bize fikir verdiği ölçüde sosyal bilimlerde etkin bir biçimde
kullanılmasının doğurabileceği metodolojik hataları göstermesi bakımından da
önemlidir. Günümüz sosyal bilimler perspektifi içerisinde ve özellikle de
sosyolojik yönelimler bakımından denilebilir ki, yapısalcı yöntem eksik
161
Philip Smith, Cultural Theory, s. 97-98
54
kalmaktadır. En başta, onun tarihsel süreci ve bireyi göz ardı eden tutumu, bu
yaklaşım kusurları bağlamında ön plana çıkmaktadır. Tarihsel birikimin olanaklı
kıldığı sosyal yapı ve sosyal değişimin ve yine bunların biçimlenmesinde, belki de
tarihin hiçbir döneminde bu kadar etkin olmayan, sosyal aktörün (bireyin) göz
ardı edilmesi, klasik yapısalcı yaklaşımın sosyal bilimler alanında eleştirilmesine
ve “post-yapısalcılık”162 olarak değerlendirilen yeni yaklaşım biçimlerinin
geliştirilmesine neden olmuştur.
Tüm bu kusurlu yönlerine ve haklı olarak eleştirildiği noktalara rağmen,
klasik yapısalcılığın konumuz açısından göz ardı edemeyeceğimiz hususlarının da
bulunduğunu belirtmemiz gerekir. En başta, onun toplumsal yaşamı bir bütün
olarak gören eğilimi ve yaşamı bir yapı profili açısından analiz etme uğraşı ve
bunun yaparken de yüzeyde görünenlerin asıl anlamının kültürel dokunun
derinliklerinde yatan unsurlarla ilişkili olduğuna dair vurgusu, günümüz
sosyolojisi ve çalışma konumuz açısından da önemli tespitlerdir.
Bu tespitler, günümüz endüstri toplumlarının tanımlanmasında da
kendisini göstermektedir. Günümüz sosyoloji anlayışında hakim olan yaklaşıma
göre endüstri toplumları/modern toplumlar, yüksek derecede uzmanlaşmış yapısal
parçalardan teşekkül etmiş olarak karakterize edilir. Ekonomi, din, siyaset, eğitim
ve aile, sözünü ettiğimiz ayırt edilebilir yapısal parçalara örnek olarak
verilebilir.163
Yapısalcı geleneğin içerisinden doğan göstergebilim de, süreç içerisinde,
kültür alanına giren bütün davranış ve uğraşıları inceleyen bir disiplin durumuna
gelmiştir. Bu disiplinin; sözün bir eylem biçimi olarak okunması gerektiği,
inanmanın bilmeden önce geldiğine yaptığı vurguyla toplumsal ilişkilerin
yorumlanma
biçimine
yaptığı
katkı,
kimlik
göstergelerini
sosyolojik
çözümlemeler açısından etkin bir kullanım olarak ön plana çıkarması, nesnelerin
biçimi ve anlamları üzerine eğilmesi164 vb. yönelimleri ile konumuz açısından
oldukça merkezi bir öneme sahiptir. Göstergebilim, dilbilimin yapısalcı
162
As Lévi-Strauss, klasik yapısalcılığın özneyi dışarıda bırakan yaklaşım biçiminin tersine, daha
sonraları post-yapısalcılığın çıkış noktası olarak bilinen, bilinçli özne (birey) eylemine yer verir.
Strauss bu görüşünü şöyle ifade eder: “Ben inanıyorum ki, en son noktada sosyal bilimlerin amacı
yapıları değil, insanları çözümlemektir.” Bu ifade ve post-yapısalcılıkla ilgili ayrıntılı bilgi için
bkz. Philip Smith, Age., s. 98, 117
163
Fred A. Katz, Structuralism and Sociology, Suny Press, New York, 1976, s. 52
164
Tahsin Yücel, Göstergeler, Can Yayınları, İstanbul, 1996
55
teorilerinden etkilenen ve hatta çıkış noktası olarak buradan beslenen bir
disiplindir.
Pierre Guiraud’a göre, söylem, kaçınılmaz bir biçimde dille aktarılır.
Ancak bu dilin dilbilimsel niteliği, göstergebilim açısından işlemsel bir değer
taşımaz. Olsa olsa göstergebilimsel içeriğin bir taşıyıcısı olarak önemlidir.
Göstergebilimin nesneleri dilin dışında başka şeylerde; örneğini, renkler, biçimler,
davranışlar vb. lerinde aranmalıdır.165 Göstergebilime atfedilen bu özellikler
kuşkusuz onu diğerleri gibi sosyolojik çözümlemeler açısından işlevsel
kılmaktadır. Bizde çalışmamızın sınırları içerisinde yeri geldikçe göstergebilimin
perspektifinden yararlanmaya çalışacağız.
Yapısalcılık ve göstergebilimin dışında bu başlık altında değineceğimiz
son konu Giddens’ın Yapılaşma Kuramıdır. Yapılaşma kuramının, bir anlamda,
klasik yapısalcılın eksik bıraktığı alanları doldurmuş olması, bir başka deyişle,
yapı ile birlikte eylemi de inceleme nesnesi olarak ön plana çıkarması, bizimde
çalışmamız açısından benimsediğimiz yaklaşımla örtüştüğünden, bu kuramı ele
almayı uygun bulduk.
Yapılaşma kuramının mimarı olan Gidden’a göre, araştırmalara yardımcı
olması bakımından, zaman zaman kurumsal olgulara yoğunlaşılabilir. Ancak
kurumların ‘kendilerine ait bir hayatı’ nın olmadığı asla gözden kaçırılmamalıdır.
Bir başka anlatışla, toplumsal hayatın aktörler tarafından kendi niyetli (istendik)
davranışlarının akışı içerisinde meydana getirildiğini de unutmamak gerekir. Yani
yapının ikiliği bağlamında sosyolojik çözümlemeler, yapı ve eylemin yaratıcısı
olarak bireyin (sosyal aktörün) karşılıklı etkileşimi doğrultusunda bir perspektif
düzlemi oluşturmak zorundadırlar. Nasıl kurumların kendilerine ait bir hayatı
olmadığı ifadesi ile toplumsal yaşamın salt yapı tarafından biçimlendirilen bir
olgu olmadığını iddia ediyorsak, aynı şekilde aktörlerinden kendi başlarına sosyal
sistemleri ve kurumsal olguları yaratamayacaklarını da belirtmek gerekmektedir.
Çünkü insanlar uygulamanın sürekliliği içerisinde daha önceden yapılanları
yeniden yaparak bu sistemleri (yapıları) yeniden üretir ve değiştirirler.166
165
Pierre Guiraud, Göstergebilim, Çev: Mehmet Yalçın, İmge Kitabevi, 2. Baskı, Ankara, 1994,
s. 12
166
Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri, Çev: Ümit Tatlıcan, Paradigma
Yayınları, İstanbul, 2005, s. 115
56
Yukarıda Giddens’dan alıntıladığımız ifadeler, sosyolojik çözümlemeler
bağlamında yapı ve eylemin birlikte ele alınmasına dair bir fikir vermekle birlikte,
bireyin eyleminin yapısal açıklamayla nasıl ilişkilendirileceği noktasında bir
açıklama getirmemektedir. Ya da bir soru formunda izah etmek gerekirse; öznenin
yapıp ettiklerini önemsemeyen/reddeden yapısalcılık ile bireysel eylem nasıl
bağdaştırılacaktır?
Giddens, bu soruya Rosser ve Hare’den aldığı şu ifadelerle cevap verir:
“bir bireyin eylemi, sahip olduğu toplumsal bilgi stoklarına bağlıdır.”167 Bu ifade
kanımızca, eylem ve yapı ilişkisini ya da eylem ve yapı uzlaşımının bir gereklilik
olarak ilk adımı şeklinde değerlendirilebilir. Bireyin toplumsal bilgi stoklarının
uyarıcı etkisi ile eyleme geçiyor olması ancak bunun karşısında kendi özgün
yaratımları içerisinde var olan yapıyı etkileme ve hatta değiştirme potansiyeline
de sahip olması, yapı ve bireysel eylemin pekâlâ bağdaştırılabilir olduğunu
göstermektedir. Giddens’ın yapının ikiliği olarak adlandırdığı bu birliktelik ya da
yapı ve eylem ilişkisi din ve siyaset olgularına dair ilişki biçimlerinin birtakım
semboller, göstergeler aracılığı ile nasıl hem bireylerin özgün üretimlerinde
yeniden yapılandığını hem de yapıların bu ilişki düzlemi üzerindeki etkilerini
anlamamız bakımından etkili bir yol olabilir.
Giddens, hem göstergelerin sembolleri anlamlandırmanın temel bir unsuru
olarak kabul edilebileceğini vurgularken hem de sembollerin anlamlandırma
süreci içerisinde üretilerek ve yeniden üretilerek var olduklarına işaret ederken
yukarıda
ifade
ettiklerimizi
vurgulamaya
çalışmaktadır.
Ona
göre
anlamlandırmayı kurumsal formlara odaklandırdığımızda sembolik düzenler ve
söylem biçimlerinin analizi de ilgi alanımıza girmiş olur.168
Bu çalışmada yapısalcılığın bazı temel perspektiflerini, yani özellikle yapı
profilini, temele koymakla birlikte bireysel eylemi ve eylem yapı ilişkisini de göz
ardı etmeden, birtakım göstergeler ve semboller üzerinden, din ve siyaset
olgusunun 1980 sonrasında ülkemizde nasıl bir ilişki biçimi içerisinde var olduğu
sorgulanmaya çalışılacaktır.
167
Anthony Giddens, Age., s. 196 içinde: P. Marsh, Elisabeth Rosser and Rom Hare, The Rules of
Disorder, London: Routledge, 1978), s.15 Ayrıca, bilgi stokları kavramının açılımı ve toplumsal
yaşam açısından önemi için bkz. Robert C. Prus, Symbolic Interaction and Ethnographic
Research, s. 10-11
168
Anthony Giddens, Age., s. 247-260
57
1.4.2. Sembolik etkileşimcilik
Etkileşimcilik olarak adlandırılan sosyolojik perspektifin en önemli
kollarından biri sembolik etkileşimcilik olarak bilinen yaklaşım biçimidir. SosyalPsikolojik bakış açısının biçimlendirdiği bu yaklaşım, C. H. Cooley, G.H. Mead
ve
H.
Blumer’in
katkılarıyla,
Amerika’da,
Chicago
Üniversitesinde
geliştirilmiştir. Chicago Okulu olarak da bilinen sembolik etkileşimcilikte vurgu,
insan yaşamı ve eylemi içerisinde üretilen anlama dönüktür ve bu anlamı üreten
bireyin öznelliğidir. Ya da başka ifade ile anlamı üreten öznedir.169
Sembolik etkileşimciliğin eylem ve sosyal aktör arasında kurduğu yakın
ilişkiyi William Foddy şu şekilde ifade eder: “ sosyal bilimciler için sembolik
etkileşimci teorinin temel önermesi, sosyal eylemin, eyleme atfedilen anlam
hipotezine dayanmasıdır”170 ve anlam üreticisi olarak sosyal aktör (özne) oldukça
önemli bir araştırma nesnesidir.
Eylem ve anlamlandırma sürecinin inşa edildiği toplumsal yaşamda
sembollerin oldukça önemli olduğunu öne süren bu yaklaşıma göre, semboller ve
sembolik şifreler, bize, paylaşılan anlamların kültürel sistem içerisinde aktarılması
ile meydana gelirler ve bir sembol birden çok anlama sahip olabilir ya da
anlamlandırılabilir.171
Sembolik etkileşimciliğin Mead’la birlikte en önemli ismi olarak kabul
edilen Herbert Blumer, bu yaklaşımı üç temele dayandırır. Ona göre, sembolik
etkileşimciliğin genel yaklaşımına göre:
1.
İnsanlar, şeylerin onlara ifade ettiği anlamlar temelinde eylemde
bulunurlar.
2.
Anlamlar, bir bireyin diğerleriyle girdiği sosyal etkileşim süreci içerisinde
üretilirler.
3.
Bu anlamlar yorumlama/anlamlandırma süreci içerisinde değişikliğe
uğrar.172
169
Catherine Casey, Work, Self and Society, Routledge (UK), London, 1995, s.56
William Foddy, Construction Questions for Interviews and Questionnaires, Cambridge
Universitiy Press, Cambridge, 1994, s.21
171
Amanda Coffey, Paul Atkinson, Making Sense of Qualitative Data, Sage Publication ınc.,
California, 1996, p.90
172
Michael Quinn Patton, Qualitative Research & Evaluation Methods, Sage Publication ınc.,
California, 2001, p. 112
170
58
Dikkat edilirse, tamamen, toplumsal yaşamın inşa edildiği sosyal etkileşim
içerisinde yoğunlaşan bir gelenek olarak etkileşimcilik, sosyal aktörü ön plana
çıkarmakta ve eylemin sahibi olarak özne ile anlam/anlamlandırma arasında sıkı
bir ilişki kurmaktadır. Etkileşimciliğin vurgusunun şekillendiği eylem ve anlam
arasındaki ilişki de ise, semboller önemli bir yere getirilmektedir. İşte tam da bu
noktada, belirtmemiz gerekir ki, sembolik etkileşimcilik, işaretler ile semboller
arasında önemli bir ayrım yapmaktadır. İşaretler (örneğin trafik işaretleri gibi),
toplumda davranışlarımızı belli kurallar ölçüsünde düzenlemekte kullanılır.
Semboller ise, daha farklı olarak, toplumsal etkileşimlerimize kolaylık sağlaması
bakımından özel bir yere sahiptir.173 Bir başka ifade ile işaretler toplumsal yaşamı
düzenlemek bağlamında mekanik bir işleve sahipken ve işaretlerin bize ifade
ettikleri anlamlar etkileşim sürecinden ve dolayısıyla öznelerden bağımsız olarak
var olmalarına karşın, semboller toplumsal yaşamın normal akışı içerisinde
organik bir işleve sahiptirler ve etkileşim süreci içerisinde bizzat özneler
tarafından üretilirler, değiştirilirler ve yeniden üretilirler.
Baran ve Davis, sembollerin yukarıda ifade etmeye çalıştığımız biçimiyle
basit ve sıradan işaretlerle olan farkından hareketle, sembollerin kültürel doku ve
dolayısıyla kültürel dokunun yaratıcısı olan, sosyal etkileşim içerisinde bulunan
özneler tarafından nasıl üretildiğinin ve organik bir işleve sahip olarak
sembollerin toplumsal yaşamı ve evreni kavrayıp şeyleri sınıflandırmada öznelere
nasıl kolaylıklar sağladığını A. Schutz’un ‘Typification’ (SembolleştirmeTipleştirme) kavramına dayanarak açıklamaya çalışmaktadırlar.
Onlara göre,
sembolleştirme (typification) bir anlamda ortak bir sosyal bilgi stokunun
yaratılmasıdır.
Bu
sosyal
bilgi
stokları
sayesinde
biz
eylemlerimizi/davranışlarımızı hızlı bir biçimde paylaşır ve etkileşimde
bulunuruz.174 Bu bağlamda denilebilir ki, semboller, göreceli olarak benzer (aynı
kültürel dokuyu paylaşan) insanlar arasında bir etkileşim biçimi üretirler. Böylece
sembollere dayalı etkileşim, toplumsal yaşam içerisinde insanların belirsizlikleri
aşmalarının ve çevrelerini daha kolay ve hızlı bir biçimde algılayıp bu doğrultuda
eylemde bulunmalarının en önemli aracı haline gelmiş olur. Etkileşime
173
Stanley J. Baran and Dennis K. Davis, Mass Communication Theory With Infotrac,
Thomson Wadsworth, Belmont, 2005, s. 249
174
Stanley J. Baran and Dennis K. Davis, Age., s. 250
59
yüklediğimiz bu olumlu anlama ek olarak, sembollere dayalı bir etkileşimin, hem
toplumsal yaşam hem de bireylerin ötekiler hakkındaki belirsizlikleri arttırıp bir
tür çatışma sürecine de kaynaklık edebileceğini söylememiz gerekmektedir. Bu
ikili yaklaşım toplumun bir yüzü uyum diğer yüzü çatışma olan bir madalyon
olarak değerlendirilmesini gerektirmektedir. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde
saptadığımız semboller üzerinde din ve siyaset ilişkisini incelerken bu ikiliği sıkça
kullanacağız.
İnsan yaşamı fikrini merkeze alan sembolik etkileşimcilerin yöneldikleri
alan topluluk yaşamıdır. Bu yaklaşıma göre insan yaşamı özü itibariyle tamamen
özneldir. Öyle ki, temelde, insan yaşamını topluluk konteksti dışında anlamak
mümkün değildir. Bu bağlamda insanlar, sosyal yaşam içerisinde dil ve
sembollerin paylaşımını geliştirerek/yaygınlaştırarak bir topluluk meydana
getirirler. Bunun anlamı topluluk ya da diğerleri olmaksızın bireyin de
olamayacağıdır.175 Diğerlerinin olmaksızın bireyin kendisinin de olamayacağına
yapılan sosyolojik vurgu toplumu ve toplumsal yaşamın bir ürünü olan yapıları
anlamamız bakımından oldukça önemlidir. Sembolik etkileşimciliği sosyolojinin
en etkili çözümleme perspektiflerinden biri olarak değerlendirmemizi sağlayan da
budur. Blumer, “ birey bir diğerinin eylemine reaksiyon göstermekle kalmaz, aynı
zamanda, diğerinin eylemini tanımlar/yorumlar”176 derken, etkileşimcilik anlayışı
içerisinde sembolik etkileşimciliğin kendine özgü yerini belirtmekle birlikte
yukarıda ifade edilenleri de doğrular.
Sembolik etkileşimciliğin iki temel argümanı olan eylem ve anlam ile ilgili
olarak sürekli ön plana çıkan unsurlar; bilinç, düşünme, planlama ve planı
gerçekleştirme fikridir. Bu vurgular yapısalcı sosyoloji anlayışına benzemez.177
Yapısalcı sosyolojik perspektiften farklı olarak, sembolik etkileşimcilikte sosyal
aktörler sosyal yaşamı anlamlandırarak (make sense) eylemde bulunurlar. Bir
başka ifade ile sembolik etkileşimci bakış açısına göre, insanlar, sosyal yaşamın
yapısal biçimi ve kuralları içerisinde rehin değillerdir. Yaşamı ve yapıyı yorumlar
ve bu doğrultuda eylemde bulunurlar. Bu bağlamda ön plana çıkan konulardan
biri sosyalizasyondur. Sosyalizasyonun ve sembolik etkileşimcilik arasındaki
175
Robert C. Prus, Symbolic Interaction and Ethnographic Research, s. 10
Herber Blumer, Symbolic Interactionism, s. 79
177
Chris Jenks, Subculture, Sage Publication ınc., London, 2004, s. 55
176
60
ilişkiden sembolik toplum kavramsallaştırması bahsinde söz ettiğimizden burada
üzerinde durmayacağız.
Sembolik etkileşimciliğin insan davranışlarının ve eylemlerinin tüm
yönlerini vurgulayan bir çerçeve sunması, bu perspektifin sosyal çatışmalarla ilgili
çalışmalarda da kullanılabilecek bir çözümleme biçimi olduğunu göstermektedir.
Anselm Strauss, sembolik etkileşimciliğin çatışma perspektifleri içerisine dâhil
edilebileceğini söylerken “negotiated order” (görüşme düzeni ya da kurulu düzen)
kavramlaştırmasından hareket eder. Ona göre, kurumlar şimdiki otorite tarafından
ya da geçmişten basit bir biçimde dönüştürülen yapılar değillerdir ama insanların
diğerleri ile olan sayısız etkileşim/iletişim biçimleri içerisinde dönüştürülen
yapılardır. Ancak bunu söylerken, dönüşümlerin gerçekleştirilmesinde, etkileşim
düzenini sağlayan olarak sosyal kurumların etkisi de göz ardı edilmemelidir.178
Öyle ki, semboller öncelikli olarak dilde karşımıza çıkmasına rağmen başka düzey
ve biçimlerde de sembollerle karşılaşmamız olasıdır ve bu biçimlerden biri de hiç
kuşku yok ki, kurumlardır. Kurumları salt bir tür semboller dizisine indirgemek
doğru olmaz ancak kurumların büyük ölçüde de semboller içerisinde var
olabileceğini de belirtmek gerekir. Her kurum kendi sembolik şebekesini oluşturur
ifadesi bu bakımdan anlamlıdır. Üstelik, ‘gerçek toplumsal ilişkiler’ her zaman
kurumsallaştırılmışlardır. Bunun nedeni toplumsal ilişkilerin hukuksal bir kisve
taşımalarından değil, sembolleşmiş ve yaptırımla donatılmış birer yapma biçimi
olarak donatılmaları olarak ifade edilebilir.179
Carnelius
Castoriadis,
sembolik
etkileşimcilerin
sosyal
aktörün
anlamlandırma ve eylemine indirgediği toplumun, sembolleri oluşturduğunu ama
bunu tam bir özgürlük içerisinde yapamayacağını söylerken haklıdır. Ona göre,
“semboller doğala tutunur; aynı zamanda da tarihe tutunur ve nihayet akılsalla bir
aradadır.180
Sembollerin, salt, sosyal aktörlerin toplumsal yaşam içerisindeki üretimleri
olduğu şeklinde bir iddiada bulunmak mümkün değildir. Topluma bir yapı profili
olarak yaklaşan sosyolojik çözümleme biçimlerinin üzerinde önemle durduğu
178
James A. Schellenberg, Conflict Resolution, Suny Press, Albany, 2000, s. 68-69
Carnelius Castoriadis, Marksizm ve Devrimci Kuram: Toplum, İmgeleminde Kendisini
Nasıl Kurar?, Çev: Hülya Tufan, Cilt:1, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 207-220
180
Carnelius Castoriadis, Age., s. 223
179
61
kurumsal yapılar, hem toplumsal yaşamı düzenleyen hem de sembolleri üreten
mekanizmalar olarak, sembolik etkileşimci yaklaşımın temel argümanı olan
sosyal aktöre ve onun anlamlandırma, eylemde bulunma özelliğine ek olarak
toplumsal yaşamı ve toplumu açıklamada kurumsal yapıların da incelenmesinin
ihmal edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Bu konuyu, Giddens’ın yapılaşma
kuramını incelerken daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.
Sembollerin, sembolik etkileşimcilik açısında ifade ettiği önemin
sosyolojik olarak ön plana çıkan vurgularından biri de kimliktir. Denilebilir ki,
toplumsal yaşamın çeşitliliği içerisinde bireylerin her birinin kendi yönelimleri
doğrultusunda içselleştirdikleri unsurları anlamanın en etkili yollarından biride
bireyin sahip olduğu sembolik haritaya dikkat etmektir. Bir başka ifade ile hem
birey hem topluluk hem de toplum olarak kimliğimizi sembolik olarak dışarıya
vururuz. Bu dışa vurumda Ting-Toomey’in dediği biçimiyle, “sözlü ya da sözsüz
ifadeler, tutumlar ve nesneler bizim sembolik kimliğimizi temsil eden
parçalardır.”181
Kimlik konusunun sembolik etkileşimcilik açısından önemli bir yere sahip
olmasının nedeni, bu yaklaşım biçiminin sosyal-psikolojik bir gelenekle ilişkili
olmasındandır. Casey’e göre, bireylerin belirli bir sosyal sistem içerisinde entegre
olması, genellik taşıyan bir sembolik düzenin bireyler tarafından kavranmasıyla
gerçekleşir. Bu bağlamda kimlik, sembolik bir yapıdır. Kişinin diğerlerinden
farklılığı kendisi tarafından olduğu kadar diğerleri tarafından da farkında
olunması gereken bir şeydir.182 Benzer bir yorumda, Polkinghorne da sosyal
yaşam içerisinde, sembolik etkileşimin, kişilik ve kimliğin gelişimine katkıda
bulunduğunu ileri sürmektedir.183 Bizde çalışmamızın genel akışı içerisinde,
önemli ölçüde, sembolik etkileşimciliğin semboller ve birey-topluluk kimliği
arasındaki ilişki düzleminden faydalanacağız. Semboller, bir anlamda, toplumsal
üretimler olduklarından bir yönüyle yapı profili ile ele alınmayı gerektirirken,
bireylerin sembolleri kullanmaları onların kimlikleri üzerinde belirleyici
olduğundan sembolik etkileşimci perspektiften ele alınmasını gerektirmektedir.
181
Stella Ting-Toomey, Communicating Across Cultures, s. 30
Catherine Casey, Work, Self and Society, s. 58
183
Bununla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Donald E. Polkinghorne, Narrative Knowing and the
Human Sciences, Suny Press, New York, 1988, s. 150
182
62
Sembolik etkileşimcilik, sosyal bilimlerde yapısalcılığın üstünlüğüne
muhalif olarak Chicago okulunun öznelliği/psikolojiyi ön plana alan sosyolojik
bir çözümleme biçimi olarak;184
naturalistik, tanımlayıcı ve yorumlayıcı bir
özelliğe sahiptir. Bu yaklaşım gündelik yaşamın doğal akışı içerisinde sembolik
etkileşimi inceler. Dil, anlam, eylem, söz, fikir ve bunlara bağlı semboller aracılığı
ile söz konusu olan etkileşim biçimleri sembolik etkileşimciliğin inceleme
nesnesidir. Sembolik etkileşimcilik araştırma sürecinde daha çok; gözlem, yaşam
öyküleri ve iletişim/etkileşim biçimleri üzerinde durur.185
Bizde çalışmamız
içerisinde, sembolik etkileşimciliğin gözlem ve iletişim/etkileşim biçimleri olarak
adlandırdığı unsurlardan sıkça faydalanacağız.
Etkileşimci gelenek içerisinde yer alan diğer bir çözümleme biçimi olarak
etnometodoloji (ethnomethodology), sembolik etkileşimcilikle olan benzerlikleri
açısından çalışma konumuzun ilgi alanına girmektedir. Etnometodoloji, genel bir
ifade
ile
toplumsal
yaşam
içerisinde
insanların
karşılaştıkları
deneyimleri/durumları nasıl anlamlandırdıklarının empirik olarak incelenmesidir
ve sembolik etkileşimci yaklaşım biçimiyle önemli ortak noktalara sahiptir. Bu
ortak noktalar şunlardır:
1. Her ikisinde de çözümleme biçiminin odağını bireyler arası yüz yüze
ilişkiler oluşturur.
2. Her ikisi de dilin önemini kendi perspektifleri ile ilişki olarak vurgular.
3. Her ikisi de empirik gerçekliği, incelenen insanların bakış açısı ile
açıklar.
4.
Her ikisi de toplumun nesnel yanlarının olduğu kadar öznelliğinin de
sosyolojik çözümlemeler için ihmal edilemeyecek bir unsur olduğunu belirtir.186
Etnometodolojinin kurucusu Harold Garfinkel’dir. Gündelik yaşamın
ayrıntıları ile ilgilenen bu çözümleme biçimi, çoğunlukla birey üzerine
184
Jeff Lewis, Cultural Studies, Sage Publication ınc., California, 2002, s. 65
Ketra L. Armstrong, “ Nike’s Communication With Black Audiences”, Intercultural
Communication, ed: Fred E. Jandt, Sage Publication ınc., California, 2003, s. 269
186
Margaret M. Polama, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev: Hayriye Erbaş, Gündoğan Yayınları,
Ankara, 1993, s. 241-242
185
63
odaklanmış olarak görünse de, Garfinkel’e göre, etnometodoloji, sosyal yaşama
iştirak eden bireylerin, değerleri, inançları vb. ile ilgilenmektedir.187
Etnometodolojinin sosyal bilimler içerisinde nasıl bir yer işgal ettiğini ve
nasıl bir çözümleme mantığından hareketle ortaya çıktığını anlamanın en kestirme
yollarından biri, kavramın (etnometodoloji kavramının) bizzat kendisini meydana
getiren parçaların tek tek neyi ifade ettiklerine bakmaktır. Buna göre “ethno”
sosyal ya da kültürel bir grubun üyelerinden söz etmek için kullanılır. “method”
ise, çeşitli, farkına varılabilir sosyal eylemlerin yaratılması ve yeniden
yaratılmasında bireylerin rutin olarak yaptıkları şeylere denk gelir. Son olarak
“ology”, bu çabanın bir sosyoloji çalışması ya da metodu olduğunu ima eder.188
Görüldüğü gibi kavram (etnometodoloji) sosyal aktör olarak öznelerin gündelik
yaşamlarındaki rutin/sıradan eylemlerine yönelmekle etkileşim perspektifi
içerinde sembolik etkileşimcilikle bir anlamda aynı alanı paylaşmaktadır.
Sonuç olarak, çalışma konumuz açısından hem sembolik etkileşimciğin
hem de etnometodolojinin işlevsel bakış açılarına sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak, konuya yaklaşım biçimimizin bir gereği olarak yapısalcılığı ya da yapı
profilini de önemsediğimizden hem etkileşimciliğin hem de yapısalcılığın belli
bakış açılarını çalışmamız içerisinde kullanacağız.
Gerek etkileşimci sosyoloji anlayışının gerekse yapısalcılığın birbirine
karşı işleyen ya da bir arada olamayacak düşman kardeşler olarak değil birbiriyle
uzlaşabilecek sosyolojik çözümleme biçimleri olduğunu yapılaşma adını verdiği
kuramında ele alan Giddens, her iki perspektife ilişkin uzlaşım teorisini yapının
ikiliği adını verdiği kavramdan hareketle açıklamaya çalışmaktadır.
1.4.3. Yapılaşma kuramı
Sosyoloji literatüründe birey ve toplum ya da eylem ve sosyal yapı
arasındaki ilişki ve sosyolojik çözümlemelerden hangisinin başat unsur olarak ele
alınması gerektiğine dair tartışmalar, K. Marx, M. Weber ve Durkheim’den
çağdaş yazarlara kadar sosyolojik ilginin merkezinde yer almıştır. Yukarıdaki alt
başlıklarda ele aldığımız yapısalcılık, sözü edilen ilginin toplum ya da sosyal yapı
boyutunu, sembolik etkileşimcilik ve etnometodoloji ise birey/ eylem boyutunu ön
187
Anne Rawls, “ Harold Garfinkel”, Blackwell Companion to Major Contemporary Social
Theorists, ed: George Ritzer, Blackwell Publishing, Malden, 2003, s. 122
188
Anne Rawls, Agm., s. 123
64
plana çıkaran yaklaşımlardır. Bir toplumda din ve siyasetin karşılıklı ilişki
düzlemlerinin toplumsal yaşama akseden sembolik görünümlerinin incelenmesi
bağlamında hem yapısalcılık hem de sembolik etkileşimciliğin bazı temel
yaklaşımlarının kullanılabilir olduğundan söz etmiştik. Yapılaşma kuramı, bize
göre sözünü ettiğimiz kullanılabilir temel bakış açılarını sistemli bir bütünlük
içerisinde sunan bir perspektif sağlamaktadır. Özellikle eylem ve yapı ilişkisini,
‘yapının ikiliği’ kavramından hareketle ele alan ve eylemlerin yapı tarafından
sınırlandırıldığı kadar yaşamın akışı içerisinde yapıları dönüştürme potansiyeline
de sahip olduğuna vurgu yapan bu kuram; 1980 sonrasının, değişim parametleri
oldukça çeşitlilik gösteren Türkiye’ye ilişkin sosyolojik araştırmalar açısından,
son derece ilgi çekici olabilir.
Sosyal bilimlerde nesnelcilik (Yapısalcılık) ve öznelcilik (Sembolik
Etkileşimcilik) olarak adlandırılan köklü ikiliğin
nesnelcilik tarafı toplumu,
öznelcilik tarafı ise nesnelciliğin tam tersi bir biçimde, bireyi sosyal analizlerin
hareket noktası olarak almakla ayrışmasına rağmen; yapılaşma kuramı, nesnelcilik
ve öznelciliğin bir karşıtlık ilişkisi içerisinde değil bir anlamda karşılıklılık
içerisinde uzlaştırmaya çalışan teorik bir eğilim olarak değerlendirilebilir.
Yapılaşma kuramına (The Theory of Structuration) göre, gerek kurumsal
yapıların toplumsal yaşam üzerindeki etkisi ve gerekse kurumsal düzenler ile uzun
dönemli tarihsel değişme süreçlerini dikkate almayan öznelcilik (sembolik
etkileşimcilik) ve insan eyleminin amaçlı ve niyetli olarak davranma özelliğini
önemsemeyen
nesnelcilik
yetersizliklere sahiptirler.189
(yapısalcılık)
kendi
perspektifleri
içerisinde
Giddens, sözünü ettiği yetersizlikleri yapılaşma
teorisinin telafi ettiğini ve sosyal teori için hem öznelciliğin hem de nesnelciliğim
bu kuram içerisinde kullanılabileceğini iddia etmektedir.
Giddens, nesnelcilik ve öznelciliğin kabul edile gelen karşıtlığını aşmak
için ‘yapının ikiliği’(The Dualite of Structure) kavramını kullanır. Ona göre,
nesnelci yaklaşım içerisinde, yapıların insan eylemlerini sınırlandırdığına ve
bireylerin ancak bu sınırlar içerisinde özgürce davranabileceğine vurgu vardır.
Oysa, yapının ikiliği anlayışına göre, yapı aslında insan eylemlerinin dışında bir
189
Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri, Çev: Ümit Tatlıcan, Paradigma
Yayınları, İstanbul, 2005, s. 576-577
65
şey değildir ve kısıtlayıcılıkla özdeşleştirilemez. Yapı tekrar tekrar düzenlediği
insan etkinliklerinin hem aracı hem de sonucudur.190
Yapılaşma kuramının temel vurgularını şöyle sıralamak mümkündür:
1.
Fail olan insan ya da karar veren birey profiline önemli bir vurgu
2.
Sosyal aktörlerin (öznelerin) kendi tutumlarının farkında olma
vardır.
eğilimi, yalnızca kişisel bilinçle değil, aynı zamanda, sosyal yaşamın sürekli
devam eden akışı içerisindeki düzenliliklerle (sosyal yapılarla) ilgilidir.
3.
Sosyal yapı, yeniden üretilen yapılar ve fail arasındaki ilişki
içerisinde belirir.191
Görüldüğü gibi eylemin sahibi olarak birey (özne) profiline verilen önem
bir
tür
karşılıklılık
içerisinde
sosyal
düzenliliklerle
(sosyal
yapılarla)
sınırlandırılarak, nesnelcilik ve öznelcilik ayrımı eritilmeye çalışılmaktadır.
Giddens’a göre, yapı ve eylemin ayrılabilirliğini reddetmek; bunların
karşılıklı olarak oluşmuş oldukları kabul etmek demektir. Yapının eylem
üzerindeki biçimlendiricisi etkisi kadar, eyleme (tekrar tekrar üretilen eyleme)
bağlı olarak değişim geçiren yapılar bir anlamda yapıların insan davranışları
üzerindeki tüm etkilerinin de insan eylemleri tarafından meydana getirildiğini
göstermektedir.192 Bu temel üzerinde inşa edilen yapılaşma kuramı, bir anlamda,
sosyolojinin aşırı pozitivist yönünü değiştirmek olarak da değerlendirilebilir. Bu
bağlamda, yapılaşma teorisi, her ne kadar sosyal yapı gerçeğini ve bunların
bireylerin eylemleri üzerindeki etkilerini kabullense de, o, daha çok etkileşimci
geleneğe daha yakındır. Bu değerlendirmemizin ne kadar gerçekçi olduğunu
görmek için Giddens’ın toplumu nasıl tanımladığına bakabiliriz. Ona göre,
“toplum, yapının insanların eylemleri tarafından sürekli yeniden üretilmesiyle bir
form kazanır ve bu form insanları etkiler.”193
Yapılaşma kuramının temel hareket noktası olan yapının ikiliği
bağlamında, yapı ve eylemin birbirinden ayrılabilir alanlar değil, birbirini
190
Anthony Giddens, Age., s. 579
Bert N. Adams, R.A. Sydie, Contemporary Sociological Theory, Pine Forge Press,
California, 2002, s. 48-49
192
Shaun Best, A Beginner’s Guide to Social Theory, Sage Publications ınc., London, 2003, s.
190-191
193
Anthony Giddens and Christopher Pierson, Modernliği Anlamlandırmak: Anthony
Giddens’la Söyleşiler, Çev: S. Uyurkulak-M. Sağlam, Alfa Yayınları, İstanbul, 2001, s. 61
191
66
etkileyerek bir tür karşılıklılık içerisinde olan alanlar olduğundan yukarıda söz
etmiştik. Sibean, Giddens’ın yapının ikiliği kavramını açıklamak için çok bilinen
bir benzetmeye başvurur. Ona göre, “ yapı ve eylem, madeni bir paranın farklı iki
yüzü gibidir.”194 Yani eylem ve yapı; bir bütünün iki parçasıdır ya da bir ikiliktir
(duality), tersi olacak bir biçimde, iki farklı parçadan oluşmuş bir ikicilik
(dualism) değildir. Bu bağlamda, yapının ikiliği kavramı da, ikilik ve ikicilik
kavramlarının anlamları üzerine, yapı ve eylem ilişkisini oturtarak yapılaşma
kuramının anahtar kavramı durumuna gelmektedir.
Yapılaşma kuramında üzerinde durulan vurgulardan biri de sistem ve yapı
kavramlarına atfedilen farklı anlamlardır. Sistem kavramından farklı olarak yapı,
yalnızca insanlar tarafından, onların gündelik yaşamlarında bilgi stoklarını
kullanarak, eyleme döküldüğü biçimiyle var olan kurallar ve kaynaklar olarak
değerlendirilir.195 Bir başka ifade ile yapı, sistem kavramına atfedilen anlamdan
farklı
olarak,
bireyler
tarafından
gerçekleştirilen
eylemler
içerisinde
anlaşılabilirler. Peki sistem kavramından ne anlamamız gerekmektedir?
Giddens’a göre, yılın her günü şehir otobüsleri aynı yol güzergâhını takip
eder, yolcular bilet satın alır biner ve iner. Bu eylemler, Giddens’ın sosyal sistem
olarak adlandırdığı, sosyal bir örneğin değişmez parçalarıdır. İnsanlar bunları
kullanmasalar da orada hazır bulunurlar ya da başka bir ifade ile varlık sebepleri
yapısal sistemlerde olduğu gibi bireylerin eylemleriyle şekil kazanmaz. O halde
sosyal sistemler, zaman ve mekan uzamında, aktörler arasında öngörülen
ilişkilerden oluşur. Oysa yapılar, yalnızca insanların hafızalarında pratiklerinde
var olurlar ve biz onları eylemde bulunduğumuzda kullanırız.196
Giddens, toplumsal yaşamın hem bireysel hem de kolektif olarak belli
rutinler üzerinde bir akışa sahip olduğu konusunda ısrarcıdır. Ancak, ona göre, bu
tekrarlar hep aynı kalmaz, zaman içerisinde değişikliklere uğrarlar. Öyleyse,
rutinler (tekrarlar) ve değişim arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlayacağız? Rutinlerin
olduğu kadar değişimlerin de hayatımızda önemli bir yere sahip olduğunu kabul
etmek, sözünü ettiğimiz ilişkinin yorumlanmasının ilk adımı olabilir. Bir kavram
194
Roger A. Sibean, Rethinking Social Theory, Sage Publications ınc., London, 2004, s. 48
Stuart C. Aitken, Gill Valantire, Approaches to Human Geography, Sage Publications ınc.,
London, California, 2006, s. 87
196
Lars Bo Kaspersen, “ Anthony Giddens”, Classical and Modern Social Theory, ed: H.
Andersen and L. Bo Kaspersen, Blackwell Publishing, Malden, Massachusetts, 2000, s. 381
195
67
olarak yapının ikiliği, toplumsal yaşama ilişkin tüm durumlarda rutinleri değişimi
birbirine uygun hale getirmeye çalışır.197
Yapılaşma kuramı, yapısalcıların önemsemediği gündelik yaşam ve
gündelik yaşamın ayrıntıları içerisinde önemli bir yer tutan toplumsal rutinlerin,
bireylerin tekrarlanan eylemleri ya da başka ifade ile yaşamın tekrarlanan akışı
içerisinde nasıl değiştiğini ve bu rutinler ile değişme arasındaki ilişkinin yapıları
ortaya çıkardığını ifade etmektedir.
Giddens’ın yapılaşma kuramını anlamanın kuşkusuz en kestirme
yollarından biri yapı kavramını nasıl temellendirdiğine bakmaktır. O, bir yapı
profili bağlamında toplum ile dil arasında bir analoji kurmakta ne kadar ihtiyatlı
olursa olsun, yapı ve dil arasında kurduğu karşılıklı benzetmeler, bizim onun yapı
kavramını
nasıl
algıladığını
anlamamamız
bakımından
önemli
verilere
sağlamaktadır. Ona göre, konuşma bir zaman ve mekân uzamı içerisinde yer
alırken, dil soyut ve zaman dışıdır. Konuşma (söz) kaçınılmaz olarak bir özneyi
(konuşmacıyı) gerektirmesine rağmen dil öznesizdir. Bu bağlamda, sosyal
eylemler, bir öznenin konumsal olarak yaptığı şeylerdir ve niyetlenilmiş
hedefler/sonuçlar çerçevesinde incelenebilme özelliğine sahiptir. Diğer taraftan
yapı, öznenin yokluğu ile karakterize edilir198 ve daha önce de söylendiği gibi
zaman ve uzay uzamından bağımsız olarak vardırlar.
Yapılaşma kuramının temeli olan yapının ikiliği kavramını dilin
kullanımında da görmek mümkündür. Öyle ki, dil kuralları kullandığımız
cümleler için bize yardım eder; aynı zamanda bu cümlelerin sözlü ifadeleri ise
dilin yeniden üretilmesine katkıda bulunur. Aynı şekilde, yapısal kurallar ve
bütünler (kurumsal düzenler gibi) de insan eylemleri vasıtasıyla, yapının ikiliği
içerisinde, rutin olarak yeniden üretilirler.199
Dikkat edilirse, Giddens, klasik sosyoloji anlayışının ihmal ettiğini
düşündüğü zaman ve uzay konumlandırması ile sosyal ilişkiler ve düzenlilikler
197
James Jasinski, Sourcebook on Rhetoric, Sage Publication ınc., California, London, 2001, s.
481
198
Anthony Giddens and Christopher Pierson, Modernliği Anlamlandırmak: Anthony
Giddens’la Söyleşiler, s.158
199
Pertti Alasuutari, Social Theory and Human Reality, Sage Publications ınc., London, 2004, s.
39-40 Benzer bir yorum için ayrıca bkz. Mark J. Smith, Rethinking State Theory, Routledge
(UK), London, 2000, s. 45
68
arasındaki
ilişkiye
vurgu
yapar.200
Ve
yapıların
uzay
ve
zaman
konumlandırmasından ve özneden bağımsız olarak nitelendirilmesi ile aktörlerin
yaşamları içerisinde –yapıların zihni tasavvurları olan – bilgi stokları vasıtasıyla
eylemde bulundukları bir yapılaşma süreci içerisinde yapıların görünür
olabileceğini belirtir. Yapılaşma süreci ya da sosyal eylemin başlamaksızın ya da
sonlanmaksızın süren akışı içerisinde, ön plana çıkan, Giddens’ın kullandığı
terminolojiyle, sosyal pratikler (social practices) dir.
Giddens’a göre sosyal pratik kavramını açıklamanın ilk koşulu ‘fail’
(agent)* kavramını tanımlamaktır. Ona göre eyleyen olarak failler (bireyler),
kendilerinin eylemlerinin birçoğu hakkında bilgili olabilirler. Bilginin zenginliği
ve sağlığı (wealth) öncelikli olarak pratik bilinç (practice conscuousness) olarak
ifade edilir.201 Ona göre pratik bilinç; insanların kendi etkinliklerini, çevrelerinde
olup
bitenlere
dikkat
ederek
anlamlandırma/yorumlama
girişimi
olarak
tanımlanan bilinçli olma durumundan çıkarsanabilecek bir bilinç düzeyidir. Bu
bağlamda denilebilir ki, failin gerçekleştirdiği eylemin bilinçli olması için onun
yaptıkları hakkında yorumlama ve anlamlandırmayı içeren bir yetiye sahip
olduğuna vurgu yapılmaktadır.202 Giddens’ın sosyal pratikler olarak adlandırdığı
uygulamalar ve eylemler ile pratik bilinç arasında kurulan ilişki düzlemi, failler
olarak bireylerin yapıp etmelerinin bir tür niyetlenilmiş/amaçlanmış özellikleri de
ön plana çıkarır ki, yapılaşma kuramında fail olarak özneye atfedilen önem de
buradan kaynaklanmaktadır.
Yapılaşma kuramı içerisinde özneye atfedilen tüm öneme rağmen, öznenin
bu kuram açısından yerini tayin ederken, kuşkusuz, ihtiyatlı olmak gerekmektedir.
Çünkü Denzin’ın da belirttiği gibi; her birey pratik olarak sosyal bir faildir, ancak,
fail olarak birey, aynı zamanda, sınıf, cinsiyet, inançlar, topluluk ve ulus gibi
200
Paul A. Atkinson, William Housley, Interactionism, Sage Publications ınc., London, 2000, s.
172
*
Fail kavramının Türkçedeki karşılığı, eden, yapan, işleyen yani öznedir. bkz. Türk Dil Kurumu,
Türkçe Sözlük, Cilt: 1, Türk Dil Kurumu Yayınları, Yayın No: 549, Ankara, 1988, s. 486
Kavramın İngilizcedeki karşılığı olan agent, Türkçeye, aracı; bir sonucu yaratan etken; böyle bir
kişi veya nesne olarak çevrilmektedir. bkz. Longman-Metro Büyük İngilizce –Türkçe Sözlük,
Longman Group UK Limited ve Metro Kitap Yayınları, İstanbul, 1993, s. 22
201
Lars Bo Kaspersen, “ Anthony Giddens”, Classical and Modern Social Theory, s. 379
202
Anthony Giddens, Toplumun Kuruluşu, Çev: Hüseyin Özel, Bilim ve Sanat Yayınları,
Ankara, 1999, s. 89
69
yapısal süreçler ve kurallar tarafından da çevrelenmiştir.203 Yani fail (eyleyen)
olarak yapıp etmelerimizi çevremizde olup bitenlerin gözlemine dayandırdığımız
ölçüde, hem çevremizde olup bitenleri algılarken hem de, bunlarla ilintili olacak
şekilde, eyleme geçerken sarmalandığımız yapısal süreçlerin etkisini göz ardı
etmek mümkün değildir. Hatta denilebilir ki, Giddens’ın yapılaşma kuramının
temel vurgularından olan sosyal pratikler ve pratik bilincin oluşumunda da yapısal
süreçler son derece etkin bir role sahiptir.
Yapılaşma kuramı ile ilgili buraya kadar ifade ettiklerimiz bir yana; bu
kuramın çalışmamız açısından pratik işlevi, yapılar ve sembolik göstergeler
üzerinde
işleyen
anlamlandırma
toplumsal
kalıbına
yaşamda,
soktukları
bireylerin
ve
sembolleri
nasıl
bir
eylemlerinde/düşüncelerinde
ve
tutumlarında bunların ne türden bir etkiye sahip olduğunu açıklamaya çalışmaktır.
Yapılar ve bazı bakımlardan bunların üzerine inşan edilmiş olan toplumsal yaşam,
bir anlamda, yapılaşma süreci içerisinde, tekrarlana insan eylemlerinin hem
nedeni hem de sonucu olması ve bu süreçte sembollerin hangi bağlam içerisinde
değerlendirilmesi gerektiği önemli bir sorudur. Tıpkı yapılaşma kuramında olduğu
gibi, yapılara benzer bir biçimde,
semboller de, insan eylemlerinin ve
tutumlarının hem nedeni hem de sonucudur. Başka bir biçimde ifade etmek
gerekirse, sembolik düzenlilikler, ifadeler ve nesnelerin insanların eylemleri,
düşünceleri
ve
tutumları
üzerindeki
etkisi
kadar,
insan
eylemlerinin,
düşüncelerinin ve tutumlarının da sembollerin üretilmesi ve yeniden üretilmesi
üzerinde son derece etkili olduklarını söyleyebiliriz. Bu bağlamda, yapı profilini
ihmal etmeksizin bireylerin eylemlerinin bir tür yapılaşma süreci içerisinde
toplumsal yaşamı nasıl biçimlendirdiğine vurgusu, tarihsel kesitler ile toplumsal
değişim arasında kurduğu ilişki ve sembolik düzenlilikler vb. ile yapılaşma
arasında kurduğumuz analoji, yapılaşma kuramının, din ve siyaset ilişkisini
semboller temelinde incelemeyi amaçlayan çalışmamızın açısından yararlı bir
yaklaşım biçimlerinden biri olabileceğini göstermektedir.
Örneğin türban, yakasız gömlek ve benzeri şeyler, bir tür giyim eşyası
olmanın çok ötesinde sembolik değerleri çağrıştırabilirler. Gerçektende giyim
eşyaları bedeni örtme ve koruma aracından çok, sembolik gösterim özelliğinden
203
Norman K. Denzin, “Symbolic Interactionism”, A Companion to Qualitative Research, ed:
U. Flick, E. Von Kardorff and I. Steinke, Sage Publications ınc., London, 20004, s. 82
70
dolayı kimliğin içeriğine dışsal bir form verme aracıdır.204 Bu bağlamda bazı
giyim eşyaları bizzat onları kullanan bireylerin düşünce ve tutumlarını kodladığı
gibi aynı şekilde onların eylemlerinde tekrarlanmak suretiyle onun sembolik
anlamının da inşa edilmesinde ve yeniden inşa edilmesinde de aktif bir rol
oynarlar. Demek ki, gerek paranteze aldığımız sembol örneklerimiz gerekse diğer
sembolik ifadeler, nesneler, tutumlar ve diğerlerinde de, bir anlamda, yapılaşma
sürecine benzer bir süreçten de söz etmek mümkündür.
Sembollerin yapılaşma süreci içerisinde, verili bir yapının ürünleri olduğu
kadar bireylerin tekrarlanan eylemleri bağlamında yeni form ve içerik
kazandıklarına ilişkin birçok örnek verilebilir ki, ilerleyen bölümlerde bunu sıkça
yapacağımız için burada ayrıntılı örnekler üzerinde durmayacağız. Ancak,
sembolik göstergeler ışığında 1980 sonrasının Türkiye’sinde din ve siyaset
ilişkisini incelerken tüm ilgimizi yapılaşma kuramının kaplamadığını da
belirtmemiz gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, yapısalcılık, çatışma
kuramları ve etkileşimci perspektifleri örneklem olarak tespit ettiğimiz sembolleri
ele alırken sıklıkla kullanacağız.
204
Kenan Çayır, “ Toplumsal Sahnenin Yeni Aktörleri: Yeni Sosyal Hareketler”, Yeni Sosyal
Hareketler, Yayına Hazırlayan: Kenan Çayır, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, s. 29 içinde:
Anthony Giddens, Modernity and Self Identity, (Standford: Standford University Press), 1991, s.
210-211
71
II. BÖLÜM
2. TÜRKİYE’DE DİN-SİYASET İLİŞKİSİNİN TARİHÇESİNE GENEL
BİR BAKIŞ
Din ve siyaset gibi insanlık tarihinin en eski olgu ve kurumlarından söz
ederken ya da aralarındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışırken, tarihsel bir kesiti
göz ardı etmek ve bu iki farklı alanın tarihsel süreç içerisinde birbirlerinden nasıl
etkilendiklerini veya birbirlerini nasıl etkilediklerini görmezden gelmek mümkün
değildir. Çalışmamızın ana vurgusu, 1980 sonrasında din-siyaset ilişkisinin
birtakım semboller düzleminde ele alınması olmasına karşın, sözü edilen döneme
nasıl gelindiğinin genel bir tarihsel perspektifini sunmak ve bunu yaparken
mümkün olduğunca sembollerden yararlanmayı amaçlamaktayız. Bir başka ifade
ile ülkemizde Tanzimat’tan günümüze, din-siyaset ilişkisinin tarihçesi üzerinde
dururken bunun salt bir siyasal tarih anlatısı olmamasına özellikle dikkat
edeceğiz. Bu bölümde nasıl bir yol izleyeceğimizle ilgili olarak aşağıdaki
karşılaştırmalı örnek bir fikir verebilir.
Cumhuriyet tarihi içerisinde ve günümüzde kamu dairelerinde ve bazı özel
mekânlarda Atatürk portrelerinin yer alması, önemli bir devlet büyüğümüzün ve
hatta devleti kuran önderin resminin ona duyulan sevgi ve saygının bir tür ifadesi
olmanın çok ötesinde sembolik anlamlara sahiptir. En başta Atatürk portreleri,
bizzat Mustafa Kemal’i, kendisinin kurmuş olduğu Türkiye cumhuriyeti devleti
ile özdeşleştirmektedir. Buradan hareketle, devletin belirgin nitelikleri (laiklik,
çağdaşlık, ulusal birlik vb) gibi birtakım anlamlar da bu portrelere
eklemlenmektedir. Bu bağlamda Atatürk portreleri –sıradan portreler olmanın çok
ötesinde- belli başlı anlamları içeren sembolik nesnelerdir.
Bu durum Atatürk portrelerinin ve büstlerinin de cumhuriyet tarihi
içerisinde bazı gruplarca* hedef tahtası olarak görülmesine etken olmuş olabilir.
Bundan daha önemlisi, Atatürk portrelerine, bazı dünya görüşü ve siyasal tutuma
sahip insanlarca yüklenen anlam, karşı ya da farklı dünya görüşü ve siyasal
tutuma sahip insanlarca daha farklı kodlanabilmektedir. Böylece, portreler,
büstler, heykeller vb. gibi semboller, dinle siyaset arasındaki ilişkiyi ve etkileşimi
*
Bu gruplara Ticaniler örnek olarak verilebilir. Bkz. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin
Tarihi, Çev: Yasemin Saner Gönen, İletişim Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, 2003, s. 339-340
72
incelemek/yorumlamak açısından önemli araçlar haline gelmektedirler. Bizim bu
bölümde yer vereceğimiz tarihsel süreç, bir bütünlük içerisinde, din siyaset
ilişkisini ortaya koymak adına, daha çok, sembolik nesnelerin, ifadelerin,
kavramların, değerlerin, olayların vb.’lerin izini sürecektir.
2.1. Tanzimat ve II. Abdülhamit Dönemleri (1839-1909)
18. ve 19. yüzyıllar boyunca Osmanlılar, Batı medeniyetinin özellikle
askeri ve teknolojik üstünlükleri ile baş edemeyeceklerini anladıktan sonra
gönüllü ya da gönülsüz bu medeniyetin toplumsal ve politik kurumlarını
içselleştirmeye başlamışlardır.205 Tanzimat çoklarına göre bu uzun soluklu
Batılılaşma/Modernleşme çabalarımızın başlangıcı sayılmaktadır. 3 Kasım
1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan Tanzimat Fermanı konuya
Osmanlı’nın Batı karşısındaki gerileme nedenlerini saptayarak giriyor ve bu
neden şeriattan uzaklaşmak olarak netleştiriliyordu. Ne var ki, gerilemenin ana
nedeni olarak şeraitten uzaklaşmayı gösteren ve yeni yasal düzenlemelerin şeriata
uygunluğunu şart koşan Tanzimat Fermanının, uygulama sürecinde dikkatleri
çeken, bazı yönlerden, şer-i düzene aykırı siyasal ve yasal bir düzenin ağır ağır
gerçekleşmesi oluyordu.206
Osmanlı modernleşmesinin hem devletin kendi niteliğinden hem de
çöküşü durdurmak kaygısından kaynaklanan otokratik bir modernleşme niteliği
sergilediğini kabul etmek; din ve siyaset ilişkisini anlamaya dönük sembollerin,
çoğunlukla üst yapının biçimlendirici etkisi altında olduğunu kabul etmek
demektir. Bu bağlamda aşağıda neler olup bittiğinden ziyade, yukarıda (saray,
padişah, Babıâli) neler olup bittiğine bakmak daha önemlidir.
Bir yönüyle İslam öncesi Türk devletlerinden miras kaldığı biçimiyle,
Türklerin Müslümanlığı kabul etmelerinden sonra kurulan Türk devletlerinde ve
özellikle de Osmanlının kuruluş efsanesinde de yer bulduğu şekliyle, devlet
başkanının konumu, onun birey olarak kişiliğinden ve birtakım özelliklerinden
205
Ahmet Çiğdem, “ Gelecek Bir Geçmiş Tasarısı Olarak İslam Düşüncesi”, Birikim Dergisi,
Sayı: 95, 1997, s.29
206
Mevlüt Özben, “Türk Modernleşme Deneyinden: İslam ve Modern-İslam ve Terör
Perspektiflerine Bir Bakış”, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:5, Sayı:35, Atatürk Üniversitesi Ofset
Tesisleri, Erzurum, 2005, s. 216
73
sıyrılmış sembolik bir anlama sahiptir. Bir başka ifade ile padişahlık makamının
anlam haritası yalnızca devleti idare eden kişi profili ile sınırlı değildir. Bu
makam, dinle ilişkilendirildiği biçimiyle –özellikle II. Abdülhamit ve sonrası için
sözü edilen makama Hilafeti de eklemek gerekecektir- İslam dinini, toplumu ve
hatta Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi yakıştırmaları da içerecek bir kutsallığa
sahiptir. Bu kutsallığın Osmanlı Devlet sistemi içerisinde sistemin meşruiyetinin
önemli bir ayağını oluşturduğunu biliyoruz. Ancak, sultanlara atfedilen verili
kutsallık içeren anlamların onların yapıp etmeleri ile ilgili olduğuna da kuşku
yoktur. Örneğin Osmanlı Devleti’nin erken batılılaşma döneminin önemli
isimlerinden biri olarak kabul edilen II. Mahmut, birçok alanda yaptığı
yeniliklerle anılır. Onun sarık yerine fes takma zorunluluğu getirmesi, o
dönemlerin hâkim anlayışı içerisinde, sarığın İslam’ı, fes’in Batı’yı temsil etmesi
ölçüsünde, toplumun sembolik değerlerini değiştirmek suretiyle, tasarladığı
reformları gerçekleştirdiği gösterir. “Gâvur Padişah”207 olarak da anılan II.
Mahmut döneminde meydana gelen “Alemdar Olayı”* yukarıda sözünü ettiğimiz
padişahlığın toplum nezdindeki sembolik anlamının - yapılmaya çalışılan birtakım
reformlar ve padişahın giyim kuşamı buna eklenince- nasıl bir tahribata
uğradığının iyi bir örneğidir.
Tanzimat döneminde din-siyaset ilişkisini keskinleştiren en önemli unsur,
hiç kuşku yok ki, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanıdır. Bu iki
fermanın ilan edilişindeki en önemli kaygılardan biri, 19 yy.’ın milliyetçilik
rüzgârları karşısında çok milletli bir yapıya sahip olan Osmanlı devletini korumak
ve dağılmasını önlemektir. Bu bağlamda, Osmanlı tebaasına eşitlik getirmeyi ve
bir Osmanlı vatandaşı yaratmayı amaçlayan “müsavat” ilkesi, denilebilir ki,
sembollerde ifadesini bulan, Osmanlı Müslümanlarının gayri Müslimler
karşısındaki üstünlük bilincini allak bullak etmiş ve böylece, ülkemizde
İslamcılığın ilk tohumları atılmaya başlamıştır.
Tanzimat Fermanı Müslüman olsun olmasın Osmanlı imparatorluğundaki
tüm tebaanın yasalar önünde eşit sayılacağına dair vaatlerde bulunmuş, Islahat
207
II. Mahmut’a Gavur Padişah lakabının yakıştırılması ile ilgili olarak bkz. Niyazi Berkes,
Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı,
İstanbul, 2003, s. 173
*
Alemdar Olayı ile ilgili olarak bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim
Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, 2004, s. 37
74
fermanı ise bir önceki fermanda verilen sözleri yaşama geçirmişti.208 Kuşkusuz
sözü edilen eşitliğin kapsamı oldukça geniş (mali- idari vd) olmasına karşın
çalışmamız açısından bizim ilgimizi çeken, görünür nesneler, tutumlar vb. gibi
çoğunluklada Müslüman olmanın ayrıcalığına vurgu yapan sembollerdir.
Osmanlı toplumu içerisinde gayrimüslimlerin siyasal-sosyal statüleri diğer
alanlarla karşılaştırdığımızda tartışılmaz bir şekilde şer-i kurallar tarafından
belirlenmişti. Hatta
İslam hukukunun ihtilafsız taraflarından birini de,
gayrimüslimlerin statüleri ile ilgili düzenlemeler oluşturuyordu. Buna göre
gayrimüslimler; Müslümanların giydikleri kıyafetleri giyemezler, ata binemezler,
silah taşıyamazlar, bir Müslüman ile karşılaştıklarında yol vermek zorundadırlar,
evlerini Müslümanların evlerinden daha yüksek olacak şekilde inşa edemezler,
ibadetlerini ve –şarap içmek gibi- alışkanlıklarını açıkça (kamusal alanlarda)
yaparak Müslümanları rahatsız edemezler,
209
Hıristiyan kadınlar hamamlarda
Müslüman kadınlar gibi takunya kullanamazlar210 vb. gibi sınırlamalara tabidirler.
Büyük ölçüde İslam dininden kaynaklanan bu sınırlamalar; görünür biçimlerde,
kılık kıyafet ve bunlarda seçilecek renklere varıncaya dek, sembolleşmiş
göstergelerle Osmanlı Müslümanlarının Müslüman olmayanlara karşı üstünlük
bilinçlerini canlı tutan en önemli unsurlardı. Eşitlik ilkesi bir yönüyle,
Müslüman-Müslüman olmayan ayrımını net bir biçimde ortaya koyan sembolik
kültür göstergelerini de silikleştiriyor ve bunu yaparken zorunlu bir biçimde şer-i
ilkeleri çiğniyordu.211 Şer-i ilkelerin gönüllü olarak Tanzimat’ın devlet adamları
tarafından çiğnenmesinin arka planını oluşturan iradi bir laiklik ülküsü değil, Rus
ve Mısır tehdidinin bertaraf edilmesinde Avrupa’ya duyulan ihtiyaçtır. Ancak
siyasi kaygı ve tehlikelerin üstesinden gelmek amacıyla yapılan yasal
düzenlemeleri halk tarafından da bu şekliyle anlaşılmasını bekleyemeyiz. Kabul
edilmesi gerekir ki, bu durum Müslüman Osmanlılar için çok da kolay
hazmedilebilecek bir şey değildir. “ Zaman geçtikçe Müslüman çoğunluk,
208
Selim Deringil, “Redefining Identities in the Late Otoman Empire: Policies of Conversion and
Apostasy”, Imperial Rule, ed: Alexei Miller, Alfred J. Rieber, Central European University
Press, Budapest, 2005, s. 108 Ayrıca bkz. Fikret Adanır, “ Religious Communities and Ethnic
Groups Under Imperial Sway: Ottoman and Habsburg Lands in Comparision”, The Historical
Practice in Diversity, ed: Don C. Farrow, Berghahn Books, 2003, s.72-73
209
Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, s. 62-63
210
Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, “Tanzimatta İçtimai Hayat”, Tanzimat, Cilt: 2, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1999, s. 630
211
Mümtaz’er Türköne, Türk Modernleşmesi, Lotus Yayınevi, Ankara, 2003, s. 74
75
atalarının kılıçla [ve kanla] kabul ettirmiş olduğu üstünlükten feragat etmek gibi
gördüğü şeylere gitgide daha fazla karşı çıkar ol[muşlardır].”212 Trablusşam’da,
Tanzimat’ın eşitlik ilkesine güvenerek cenazelerini eskiden olduğu gibi merkep
üzerinde değilde çarşı içerisinden geçerken omuzlarda taşıyan Hıristiyan
gayrimüslimlere
bir
grup
Müslüman’ın
saldırması,213
eşitlik
ilkesinin
Müslümanlar üzerinde nasıl travmaya benzer bir etki yarattığının çok uç bir
örneğidir.
Tanzimat Fermanı ve döneminin ön gördüğü değişikliklerin, kültürel
yapının sembolik olarak ifade olunan yerleşik unsurlarını da etkilemesi sonucu
oluşan Müslüman tepkinin derinlerde yatan sosyolojik bir anlama sahip olduğunu
söylemeye bile gerek yok. 14. yy’da Osmanlı’ya Batı’dan sirayet eden “sakal
kesme”214 modasının toplum nezdinde gördüğü tepkiyi dikkate alırsak, statik bir
toplumsal yapı özelliğine sahip Osmanlı toplumunda özelde Tanzimat Dönemi ve
genelde Batılılaşma sürecinde meydana gelen Müslüman tepkiyi anlamakta zorluk
çekmeyiz. Ayrıca Berger’in de dediği gibi, modernlik öncesi geleneksel
toplumların en ayırt edici özelliklerinden biri de, sözü edilen toplumların
sembolik
bütünleşmelerinin
din
vasıtasıyla
gerçekleşmiş
olduğudur.215
Modernleşmenin etkilerinin bu toplumlara girmeye başlamasıyla birlikte, din
vasıtasıyla oluşturulmuş olan sembolik kültürel yapının bundan etkilenmemesi
mümkün değildir. Hatta yukarıda örnek olarak verdiğimiz biçimi ile
gayrimüslimlerin
cenazelerini
sırtlarında
taşımalarına
gösterilen
tepkiye
varabilecek trajik sonuçlarla bile karşılaşmak olasıdır. Çünkü yaşam tarzlarının
işaretleyicisi
olan
sembollerin
silikleşmesi/ortadan
kalkması
insanların
kaybetmekten en çok korktukları şeydir. Bu onları benzetim yerindeyse sudan
çıkmış balığa çevirir.
Müslümanlar hâkim konumlarının, müsavat politikaları ile ellerinden
kayıp gittiğini gördükçe, bu hâkimiyetin kaynağı olarak gördükleri şeriata de yeni
212
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 103
İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 94
214
İnalcık’ın aktardığına göre, 14.yy’da sakal kesme, Osmanlı toplumunda önemli bir sorun
olmuştu. Halk görüşlerini yansıtan anonim Tevarih-i Al-i Osman’da, I. Beyazid’in Ankara felaketi
şöyle yorumlanır:”onun zamanında Osmanlı beyleri Frenkleri taklide koyuldular, sakal kesmeye
başladılar, o yüzden başımıza bu felaketler geldi.” Bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:
Toplum ve Ekonomi, Eren Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 1996, s. 426 içinde: F. Giese, “ Die
Altosmanischen Anonymen Chroniken” Vol. I, Breslau, 1992, 29-31
215
P. L. Berger –B. Berger - H. Kellner, Modernleşme ve Bilinç, s. 173
213
76
anlamlar yüklemeye başlamışlardır. Hâkim konumlarının Tanzimat döneminde
özellikle Islahat Fermanı ile ellerinden alınması, Müslümanlara göre şeriatın
çiğnenmesidir. Tekrar eski konumlarına kavuşmaları için biricik yol şeriatın
yeniden tesis edilmesidir. Bu ifadelerden çıkartacağımız sonuç; İslam’ın bireye
özgü bir din olmaktan iyice uzaklaşarak, sosyal ve siyasal alana taşınan bir
ideoloji biçimini almasıdır.216
Osmanlı’nın sembolik dünyasını ve buradan ilgilendiğimiz konulara ilişkin
anlamları çıkarabilmek için bakılması gereken alanlardan biri de festivaller,
seremoniler, bayramlar, şenlikler ve benzerleridir. Osmanlı Hanedanlığı ile
Osmanlı imparatorluğu arasında öylesine organik bir bağ kurulmuştu ki, Osmanlı
Sultanı, devletin varlığı ve yaşaması açısından merkezi bir yere sahipti. Özellikle
festivallerde ve şenliklerde, devletin varlığı açısından Osmanlı sultanının merkezi
konumuna önemli vurguların yapıldığını söyleyebiliriz. Bu vurguyu doğrular
şekilde, Osmanlı Sultanlarının yeni doğan şehzadeleri için dahi halkın dâhil
edildiği coşkulu şenliklere tanık oluyoruz.217 Bu şenlikler, kuşkusuz yukarıda
ifade
etmeye
çalıştığımız
biçimde,
Osmanlı
hanedanlığının
devletle
ilişkilendirilmiş önemine işaret eden bir anlama sahiptirler.
Sözü edilen şenlikler zaman zaman Osmanlı hanedanlığının dini ve
entelektüel seçkinlerle kendisi arasında kurmaya çalıştığı bağı da içerebilmektedir.
Başka bir deyişle etrafını dini ve siyasi sembolik anlamlarla ören Osmanlı
hanedanlığı, bu vurguyu canlı tutacak şenliklere de büyük önem vermiştir.
Örneğin 17.yy’ın sonlarında II. Mustafa’nın ulema gözetiminde eğitime başlamış
olması, Elifba’nın harflerini ve bazı Kuran ayetlerini ezberlemesi bir tören tertip
edilerek kutlanmıştı.218
Törenler, seremoniler ve şenlikler elbette salt Osmanlı’ya özgü biçimler
değildir. Batı’da da benzer örneklerine tanık oluyoruz. Ancak özellikle
Osmanlı’nın son dönemlerinde, geçmişin ihtişamının ve görkeminin özlemini
216
Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, s. 63
S. Faroqhi, B. McGowan, D. Quataert and Şevket Pamuk, An Economic and Social History of
the Ottoman Empire, Cambridge University Pres, Cambridge, 1997, s. 609-613 ayrıca Sultan’ın
yeni doğan şehzadesi için yapılan şenliklerle ilgili olarak bkz. Jennifer Scarce, Women’s Costume
of the Near and Middle East, Rutledge (UK), London, 2003, s. 23
218
Donald Quataert, Osmanlı İmparatorluğu 177-1922, Çev: Ayşe Berktay, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2002, s. 148 Eserin İngilizcesi için bkz. Donald Quataert, The Ottoman Empire 17001922, Cambridge University Press, Cambridge, 2000
217
77
çeken Osmanlı Hanedanlığı ve halk için törenlerin ve seremonilerin güçlü
sosyolojik anlamlar içerdiğini söyleyebiliriz. Denilebilir ki, muazzam toprak
kayıplarına ve Batı karşısındaki gerek mali gerekse siyasi otorite zaaflarına
rağmen Osmanlı’yı 19.yy’da hala görkemli bir devlet olarak görünür kılan şey
sözünü ettiğimiz törenlerdir. Başka bir ifade ile hem Batı hem de özellikle
Osmanlı halkı açısından,
tazeleyen/devam ettiren
her şeye
unsurların en
rağmen,
başında
Osmanlının
meşruluğunun
törenler ve seremoniler
gelmektedir.
Osmanlı devletinde, seremonik ve törensel tertiplerin icra edilmesine
neden teşkil edecek onlarca usul, adet ve bunların ilişkilendirilebileceği birçok
bağlamdan söz etmek mümkündür. Ancak din ve siyaset ilişkisinin sembolik
seremonilerle görünür kılındığı Cuma selamlıkları bizim için olağanüstü bir
örneklem alanı oluşturmaktadır.
Monarşik bir kutlama türü olarak değerlendirebileceğimiz ‘Cuma
selamlığı’ 1517-1924 yılları arasında, Osmanlı kültüründe dini, siyasi ve sosyal
açılardan birçok işleve sahip bir seremoni biçimidir.219 Osmanlı’da padişahların
halk arasına özel bir durum söz konusu değilse katılmamaları, eski bir gelenek
olmasına karşın, selamlaşmak, selam kavramlarından türetilen selamlık kavramı
ile rutin bir biçimde haftalık olarak icra edilen Cuma namazının İslam dinindeki
anlamı ve önemi birleştirilerek oluşturulan ‘Cuma Selamlığı, padişahların
kendilerini halka gösterme fırsatı buldukları seremonik bir gelenek haline
gelmişti.220 Bu seremoni; bizzat padişahın ya da padişahlık makamının merkeze
alındığı ve tüm devlet erkânının hatta yabancı temsilcilerin de katıldığı bir etkinlik
olması bağlamında siyasal, halkın değişik tabakalarını bir araya getirerek onlarda
ortak bir duygu ve coşkunun vücuda getirilmesine olanak sağlaması bakımından
sosyal ve nihayet ‘cuma namazı’ gibi önemli bir dini ibadetle bütünleştirildiği için
de dinsel özellikler taşıyordu.
“İmparatorluk protokolünün heykelleştiği”221 bir seremoni olarak Cuma
selamlığı, güçlü bir gelenek oluşturmuş olduğu biçimiyle, saray-padişah ve cami-
219
Mimar Türkkahraman, Türkiye’de Siyasal Sosyalleşme ve Siyasal Sembolizm, Birey
Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 123
220
Luch M. J. Garnett, The Turkish People, Kessinger Publishing, London, 2004, s. 43
221
İlber Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, Timaş Yayınları, İstanbul, 2006, s. 16
78
kutsallık ikilisinin arasında kurulan bağdan besleniyordu. Osmanlı’nın son
dönemleri öylesine grift siyasal yönelimlerden beslenmiştir ki, din bu dönemde
hem kurumsal düzenlemelerle etkisizleştirilmeye (Tanzimat reformları) çalışılan
hem de geçmişin sıcaklığını (görkemini, başarılarını vb.) hissettiren ve geleceğin
belirsizliğinin yarattığını kaygıları azaltan bir unsur durumundadır. Böylesine bir
atmosferin daha da anlamlı kıldığı Cuma selamlığı, özellikle II. Abdülhamit
döneminde imparatorluğun içte ve dıştaki itibarını ve meşruiyetini görünür kılan
en önemli sembolik ritüeller arasındadır. Cuma selamlıklarının padişahın/halifenin
varlığında somutlaşan devletin meşruiyetine katkısı o kadar önemlidir ki, Ankara
Hükümetinin son halife Abdülmecit’in Cuma selamlıklarındaki gösterişli
tutumları ve araçları yasaklamış olması,222 genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin
halk arasındaki itibarını ve meşruiyetini koruma bağlamında bir refleks olarak
değerlendirilebilir.
19.yy Osmanlı’sında sembolik nesnelerin vurgusunun ön plana çıkartıldığı
alanlardan biri de özellikle İstanbul’un kentsel dokusunun bizzat devlet tarafından
elden geçirilmesi ya da değiştirilmesi olmuştur. Kentler ve özellikle de başkentler,
hemen hemen dünyanın tüm uygarlıklarında özel bir vurguya ve bu bağlamda
kent dokusunun (mimari yapının), o uygarlığın temel niteliklerinin vurguladığı
sembolik bir anlama sahiptir. Dünyanın en eski şehirlerinden biri olarak
İstanbul’un böylesi bir özelliğe sahip olmadığını düşünmek olanaksızdır.
19.yy. İstanbul’unda kent dokusunun bir düzene sokulması yönündeki arzu
ve uygulamaların, Avrupa’ya modern bir görünüm sunmak isteyen Osmanlı devlet
adamlarının zihinlerinde gelişen bir proje olduğunu ve hatta bunun Mısır
örneğinde* olduğu gibi, merkezin adına iktidarın uygulanmasını ve varlığını
sembolize ettiğini söyleyebiliriz.223 Bu amaç doğrultusunda yapılanlara;
Avrupa’daki şehir planlama ilkelerinin evler ve caddelere yansıyan değişikliklerle
kendini göstermesini224 ve Ayasofya ve Süleymaniye gibi camilerin çevrelerinin
222
Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev: Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s. 52
*
19.yy’da Mısır’da gözlemlenen benzer değişikler için bkz. Timothy Mitchell, Colonising Egypt,
University of California Press, Berkeley and Los Angeles, California, 1991
223
Selim Deringil, Age., s. 41
224
Alan Duben, Cem Behar, Istanbul Households, Cambridge University Press, Cambridge,
2002, s.27 içinde: Zeynep Çelik, The Remaking of Istanbul: Portrait of an Ottoman City in
the Nineteenth Century, (Seattle, 1986), s. 49
79
boşaltılmasını225 örnek olarak verebiliriz. Ancak burada da yukarıda da sözünü
ettiğimiz gibi; dinin hem modern Avrupa ile eklemlenmede (siyasi zorunluluklar
nedeni ile) etkisiz kılınmaya çalışıldığı hem de geçmişin görkemini ve geleceğin
kaygılarını silmek adına bağlanıldığı ikili bir anlamlandırmaya tabi tutulduğunu
belirtebiliriz. Bir başka ifade ile bir yandan kent görünümünün mimari yapısının
Avrupalı modeller örnek alınarak değiştirilmeye çalışılması modernliğe duyulan –
görünürde de olsa- ilgiye, diğer yandan camilerin etraflarının boşaltılarak onların
mimari görünümlerinin vurgulanması ile İslam dinine duyulan bağlılığa işaret
etmektedir. Bu durum, din ile siyasetin görünür nesnelerin sembolik anlamlarında
izlerini sürebileceğimiz ve paradoksal bir biçimde yorumlayabileceğimiz bir zihin
dünyasını yansıtmaktadır.
19.yy’ın son çeyreği ile başlayan ve 20.yy.’ın ilk çeyreğini tamamlamadan
biten II. Abdülhamit dönemi (1876-1909), zamanın koşullarının da biçimlendirici
etkisi altında, din ve siyasetin iç içe geçtiği bir görünüm sergiler. Öyle ki, onun,
hem milliyetçilik akımlarının ayrılıkçı etkilerini bertaraf etmek hem de payitahtın
meşruluğunu sürekli vurgulamak adına, geçmiş dönemlerle karşılaştırıldığında,
İslami sembolleri daha yoğun ve etkili bir biçimde kullandığını söyleyebiliriz.226
Yıldız sarayının duvarları arkasından ülkeyi yöneten, güvenlik endişelerinden
dolayı (bu bir olasılık) kendi portrelerini yasaklayan II. Abdülhamit’in Cuma
selamlıklarına verdiği önem ve bu seremoniyi suikasta uğramasına rağmen
sürdürmesi yukarıdaki ifade edilenler açısından anlamlıdır.
II. Abdülhamit döneminde din-siyaset ilişkisini sembolize eden en önemli
kavramlardan bir de hiç kuşku yok ki hilafettir. Yavuz’un Mısır seferi sonucunda
Osmanlı Sultanlarına geçen Hilafet makamı, Osmanlı devletinde ayrı bir kurumsal
örgütlenme içerisinde olmamış, var olan sultanlık makamına tali olarak
eklemlenmiştir. Hilafetin sultanlık makamına sonradan eklemlenen bir unsur
olması ve Osmanlı padişahlarının sultanlık makamına yükledikleri dini ve siyasi
anlam, hilafetin uzun bir dönem Osmanlı sultanları tarafından rağbet görmeyişinin
nedenlerinden biri olabilir. Ancak 19.yy’ın Osmanlı’sı ve içerisinde bulunduğu
225
Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji: II. Abdülhamit Dönemi (1876-1909), s. 41
Wendy M. K. Shaw, “ Tra(ve)ils of Secularism: Islam in Museums from the Ottoman Empire
to the Turkish Republic”, The Invention of Religion, ed: Derek Peterson and Darren Walhof,
Rutgers University Press, 2002, s. 135
226
80
koşullar göz önüne alındığında, Hilafet öyle elin tersiyle itilecek bir makam
değildir. Varlığını (topraklarını) büyük ölçüde denge politikaları ile korumaktan
başka bir alternatife sahip olmayan 19.yy’ın Osmanlı Devleti için Hilafet, dış
politikada elle tutulur en önemli siyasi koz olmanın yanı sıra müsavat
politikalarından acı çeken Müslümanlar için ise İslam ile ilişkilendirilen üstünlük
bilinçlerinin yeniden yaşatılabileceği sembolik bir imge olmuştur.
II. Abdülhamit tahta geçtiğinde devlet, Tanzimat döneminin iflasın eşiğine
getirdiği ekonomik zorlukların yanında,
Batı’nın da teşvikiyle hızla
gelişen/yayılan ayrılıkçı eğilimler ile karşı karşıyaydı.227 Bu bağlamda, elde kalan
Müslüman unsurların yaşadığı toprakları Osmanlı devletinin sınırları içerisinde
tutabilmenin sihirli formülü İslam birliği (İttihad-ı İslam) olarak beliriyordu. Tam
da bu koşullar altında kabul etmek gerekir ki, Hilafet makamı gökte ararken yerde
bulunan bir araçtı. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, Panislamizm, İslamcılık
ya da İslam Birliği olarak ifade edilen anlayış her şeyden evvel bir Müslüman
kimliğine vurgu yapar. Politik olarak kavradığımız bu anlayışın (Panislamizmin)
doğaldır ki dayandırılacağı ya da dayandırılması gereken dini ve politik bir
otoriteye ihtiyacı vardır. İşte hilafet makamı bu aranılan dini ve politik otorite için
biçilmiş kaftandır.
Bizim Hilafet makamı ile ilgili olarak dikkatleri çekmek istediğimiz nokta;
bu makamın dış siyaset bağlamında gördüğü işlevden ziyade Tanzimat’ın müsavat
politikalarından hoşnut olmayan Müslümanların ve onların dini kimliklerinin bir
tür kişisel savunu biçimine bürünen ideolojik zemine doğru kayması ve bu
dönüşümde
Hilafetin
makamının
üstlendiği
roldür.
Panislamizm
olarak
adlandırılan bu ideolojinin meşruluğunu görünür kılan Hilafet makamıdır. Bu
makam, Müslümanları zihinlerinde yaşattıkları geçmişle ilgili özlemlerini ve
gelecekle
ilgili
kaygılarını
(ki,
Tanzimat
dönemi
gelecekle
ilgili
karamsarlıklarının üzerine tuz biber ekmişti) dindiren sembolik bir içeriğe
sahiptir.
Osmanlıların kendi sınırları içerisindeki Müslüman unsurlardan bir tür
‘Müslüman Millet’ yaratmak adına hilafet makamının kullanmaya başlamaları, bir
anlamda, devletin meşruiyetinin kaynağını sultanlıktan halifeliğe ve Müslüman
227
Azmi Özcan, Pan-Islamism: Indian Müslims the Ottomans and Britain (1877-1924), Brill
Academic Publishers, Leiden, New York, 1997, s. 40-41
81
cemaatine kaydırmıştır.228 Bu yorumun doğru olabileceğine dair izleri Cumhuriyet
Türkiye’sinde bulmak mümkündür. Türkiye’de Saltanatın kaldırılmasındansa
hilafetin kaldırılmasının daha sancılı olması da bu açıdan değerlendirilebilir.
II. Abdülhamit döneminde din ve siyasetin sembolik olarak birbirlerine
dokundukları bir diğer alan kadın imgesi olmuştur. Müslüman toplumlarda kadın
imgesinin; İslam inancı ile ilişkisi kurulan ahlak, namus, iffet vb. kavramlarla
ilişkilendirilerek dinle, dinin siyaseten ağırlığıyla bağlantılı olarak da siyasetle
sınırlarının çizildiğini söyleyebiliriz. Müslüman bir toplum özelliği gösteren
Osmanlı’da da kadının/kadın imgesinin din ve siyasete konu olan bir nesne
olduğunu ve Osmanlı devletinin birçok alanda kadınlarla ilgili hükümler verdiği
bilinmektedir.
Kadın imgesi yalnızca Müslüman toplumlarda değil tüm dünyada
çoğunlukla kadın vücudunun eksen alındığı bir anlayışla şekillendirilmektedir. Bu
bağlamda kadınların vücut hatlarını belirgin kılan ya da belirginsizleştiren kılık
kıyafetler sözü edilen kadın imgesi açısından son derece önemli konu olmaktadır.
Denilebilir ki, Osmanlı Devletinde de kadın imgesi bahsinde en çok üzerinde
durulan konulardan biri de onların kılık kıyafetleri ile ilgilidir. Örneğin, “ Lale
devrinde III. Ahmet Müslüman kadınların Hıristiyanlara özenerek açık ve süslü
elbiselerle dolaşmalarını yasaklamıştı. [Yine] III. Mustafa’da, hanımların emirlere
uymadığını
belirterek,
koyu
renk
çarşaflarla
dolaşmaları
gerektiğini
emretmişti.”229
Sonuç olarak, Osmanlı devletinin son dönemlerinin din ve siyasetin iç içe
geçmiş, karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen bir bileşen görünümü sergilediğini,
bu görünümün gerek yer verdiğimiz gerekse yer veremediğimiz sembolik
unsurlarla net bir biçimde ortaya çıktığını ve bu sembolik unsurların bir tür
“sembolik sermaye”230 olarak bizzat yönetici sınıf tarafından yaratıldığını ve
kullanıldığını söyleyebiliriz.
228
Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 66
Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923), Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, İstanbul, 1992, s. 56-57
230
Sembolik Sermaye kavramı Bourdieu’dan alınmıştır. O sembolik sermayeyi, üne/prestije
dayanan ve ekonomik sermayeye dönüştürülebilir bir tür statü olarak görmektedir. Bu kavramın
açılımı için bkz. Pierre Bourdieu, Outline of a Theory of Practice, Cambridge University Press,
Cambridge, 1997, s. 179
229
82
Sembolik sermayenin etkin bir güç olmasını sağlayan şey; onun
farklılıkları kontrol altına alabilme ve bu farklılıkların sahibi olan grupları ve
kitleleri belli hedefler doğrultusunda (özellikle de ekonomik ve siyasal)
yönlendirebilme özelliğidir. Bu bağlamda Osmanlı’nın son dönemlerinde,
devletin çöküşünün en önemli unsurlarından biri sayılan ve milliyetçilik
akımlarıyla iyice görünür olan farklı milletleri Osmanlı bünyesinde bir arada
tutabilmek için Osmanlılık olarak adlandırdığımız anlayışa paralel bir sembolik
sermaye oluşturulmaya çalışılmış ve örneğin kılık kıyafet ve diğer alanlarda
yapılan yenileşme çabaları ile bu gözler önüne serilmiştir. Bu girişimin
başarısızlığını takiben Osmanlı yönetici eliti, en azından diğer Müslüman
milletleri elde tutabilmek için Panislamist bir politika ve buna uygun politikaları
uygulamaya koymuş ve sembolik sermaye bizzat bu yönetici elit tarafından İslami
sembolleri içerecek şekilde (II. Abdülhamit) döneminde yeniden elden
geçirilmiştir. II. Meşrutiyet döneminde ise (İttihat ve Terakki Dönemi), ilk iki
politik başarısızlık Osmanlı elitini, trajik bir biçimde, elde kalan son koza yani
Türkçülük anlayışına yönlendirmiş ve bu sefer de sembolik sermaye bu anlayış
çerçevesinde yeniden oluşturulmaya çalışılmıştır. Denilebilir ki, sözünü ettiğimiz
üç farklı yönelim Osmanlı’nın çöküşüne engel olamamış ancak son yönelim olan
Türkçülük ve bu eksen etrafında oluşturulan sembolik sermaye Osmanlı enkazı
üzerinde Türk ulusunun bağımsız bir cumhuriyet olarak tarih sahnesindeki yerini
almasında önemli katkılar sağlamıştır. Şimdi kökleri Osmanlı son döneminde olan
Türkçülük akımının etkilerinin izlerini taşıyan Cumhuriyet dönemi din ve siyaset
ilişkisini inceleyeceğiz ve bunu yaparken de sembolik sermayenin nasıl bir
görünüm sergilediğinin üzerinde duracağız.
2.2. Cumhuriyet Dönemi (1923-1945)
Batılı bir toplum modelini benimsemiş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
Osmanlı enkazı ve emperyalist Batı’ya karşı kurumsal bir dönüşümü
gerçekleştirerek ulusal bir devlet inşa ederken; dinin Osmanlı’dan miras kaldığı
biçimiyle devlet kurumlarındaki etki ve otoritesini ortadan kaldırmakla işe
başlamış ancak bununla yetinmeyerek, Türk Modernleşme deneyiminde ilk kez,
halka yönelmek suretiyle toplumsal yaşamı da dinsel görünüm altındaki
83
uygulamaların modern bir toplum vücuda getirmeye engel olacak yönlerinden ve
düşüncelerinden arındırmaya çalışmıştır. Bu ana eksen üzerinde şekillenen
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, uzun bir süre siyasasını dinin; toplumsal, siyasal,
hukuki ve ekonomik alanlarda nerede olması veya nerede olmaması üzerine
biçimlendirmiş olduğundan, Cumhuriyet dönemine rengini veren unsur da dinin
istismar ve hurafelere bulaşmış yönleriyle mücadele olmuştur.
Ulusal direniş ve kurtuluş mücadelesinin doğal olarak değerlendirilmesi
gereken sonuçlarından biri saltanatın kaldırılışıdır. Ancak bu durum sanıldığı
kadar kolay olmamış, padişahlığı ve halifeliği savunan milletvekilleri, bu iki
kurumun birbirinden ayrılamasının birtakım sakıncalar yaratacağında ısrar ederek
saltanatın kaldırılmasına karşı çıkmışlar ancak diğer devrimlerde olduğu gibi
sorun
Mustafa
Kemal’in
kararlı
tutumu
ile
çözülmüştür.231
Saltanatın
kaldırılmasının (1922) Cumhuriyet’in ilanı (1923) ile taçlandırılması çok dev bir
adımdı belki ama hala eski düzenin özleminin çekenlerin ve cumhuriyet
karşıtlarının sığınabilecekleri bir liman olarak hilafet yerli yerinde duruyordu.
Üstelik hilafetin geçmişteki sembolik anlamına birde Cumhuriyete ve onun
kadrolarına muhalefetliği de içeren yeni anlamlar yüklenmeye başlamıştı.
Hilafetin II. Abdülhamit döneminde nasıl sembolik bir siyasal güç olarak
kullanıldığından söz etmiştik. Ancak Cumhuriyet ilanından sonra koşullar
neredeyse tersine döndü. Türkiye muasır medeniyet hedefi doğrultusunda yeniden
yapılanmaya çalışırken, Cumhuriyet karşıtlarının Hilafeti muhalefetlerinin
sembolü haline getirmelerinden başka diğer Müslüman toplumların dini
liderlerinin de Hilafeti söz konusu ederek Türkiye’nin iç meselelerine müdail
olmaları bardağı taşıran son damla oldu.232 Böylece Halifelik cumhuriyet’in
ilanından kısa bir süre sonra 3 Mart 1924’de kaldırıldı. Bu, ülkemiz için geçmişi
çok eski olmayan ancak içeriğinin suni bir şekilde de olsa İslam dini ile ilişkili
olmasından dolayı önemli bir sembolik gücün Cumhuriyet karşıtlarının elinden
alınmış olduğu anlamına geliyordu.
231
Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 10. Baskı, İstanbul,
2006, s. 195-196
232
İngilizlerin sömürgesi durumunda olan Hindistan’ın Dini önderlerinde Ağa Han’ın Halifeliğin
İslam dünyası için taşıdığı önemi vurgulayarak Türkiye’deki Cumhuriyet karşıtlarını desteklemesi
vb gelişmeler için bkz. Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev: Yavuz Alogan,
Sarmal Yayınları, İstanbul, 1995, s. 81 Ayrıca bkz. Gotthard Jäschke, Yeni Türkiye’de İslamlık,
Çev: Hayrullah Örs, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1972, s. 124
84
Cumhuriyet dönemi siyasasında dinin istismara açık kurumsal ve
toplumsal yerleşikliğini ortadan kaldırmaya dönük o kadar çok sembolik unsur
vardır ki, burada tümüne yer vermemiz olanaksızdır. Ancak, sınırlıda olsa yer
vereceğimiz örneklerin anılan döneme ait din-siyaset ilişkisinin niteliğini gözler
önüne sereceğini düşünüyoruz.
Bu bağlamda kılık kıyafet hiç kuşku yok ki, toplumları ve insanları
işaretleyen, onların sınırlarını (kültürel) görünür kılan en önemli sembolik
göstergelerdir. Çok milletli, çok dinli ve çok kültürlü Osmanlı devletinde kılık
kıyafetler, toplumu; dine, millete, sosyal statüye ve hatta meslek gruplarına
varıncaya kadar tanzim eden, ayrıştıran önemli işlevlere sahipti. Cumhuriyet
Türkiye’sine gelindiğinde ise Türklerin kılık kıyafetleri, hedeflenen Batılı toplum
modeli ile ilgisi olmayan bir görünüm sergiliyordu. Başka bir deyişle, İslam’ın bir
din olarak değil ama toplumsal ve siyasal yaşama sinmiş belirleyiciliğini söküp
atarak bir Türk ulusu inşa etmeye girişen cumhuriyet kadroları için kılık kıyafet
öncelikle ele alınması gereken konulardan biriydi. Çünkü “ Kişiler sadece kafa
yapıları, inanışları, düşünceleri ve bilgileriyle uygar değillerdir. Kişilerin dış
görünümleri, giysileri de onların uygarlığı ve çağdaşlığıyla ilintilidir.”233
Bu kapsayıcı düşüncenin doğal bir sonucu olarak 3 Kasım 1925’de
Türkiye’deki tüm erkeklere şapka takma zorunluluğu getirildi. Şapka sıradan bir
başlık değildi elbette. O, her şeyden önce Batı’yı sembolize ediyordu ve hem
cumhuriyet kadrolarınca hem de takma zorunluluğu getirilen insanlar için bir
başlık olarak değil sembolik bir değer olarak algılanıyordu. O kadar ki, denize
düşenin yılana sarılacağı atasözünü doğrular şekilde II. Mahmut döneminde fesi
gâvur başlığı olarak lanetleyenlerin torunları şimdi çaresizce fese sımsıkı
sarılmışlardı. Diğer taraftan ise fes ilericiliği sembolize eden bir gösterge
olmaktan çıkmış gericiliğin en önemli sembolü haline gelmişti. Bu da gösteriyor
ki herhangi bir başlığın din ile bir ilgisi yoktur dönemsel koşulların bir sonucu
olarak insanlar şapka ya da benzeri şeylere birtakım anlamlar yükleyebilirler.
Cumhuriyet döneminde sembolik işaretleyiciler olarak değerlendirdiğimiz
kılık kıyafetle ilgili düzenlemelerin ve düşüncelerin yalnızca erkekleri
kapsamadığını, kadın imgesinin de modern bir toplum oluşturma amacında olan
233
Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, s. 213
85
Atatürkçü düşünce için öncelikli bir konu olması ölçüsünde, kadınların giyim
kuşamının veya başka bir ifade ile çağdaş görünümünün ve koşullarının da
modern Türkiye vücuda getirmek isteyen cumhuriyet kadroları için önemli bir
vitrin olduğunu söylememiz gerekir. Öyle ki, Mustafa Kemal, “Kadın varlığı
ulusun binbir noktadan temelidir”234 diyerek bu konudaki hassasiyetini ortaya
koymuştur.
Gerçektende kadın imgesi, toplumların tarihinde ulusal ya da kültürel bir
sembol olarak önemli roller oynamıştır. Bir ulusun tarihinin geçiş dönemlerinde,
kadınlar hem modernizmin hem de gelenekselciliğin bir parçası olarak
değerlendirilebilmiştir.235 Ayrıca, ulusal devletin inşa süreci zorunlu olarak
kadınları, siyasal ve ekonomik düzenle bütünleştirerek onların konumlarını
değiştirmekte ve siyasal düzeni meşrulaştıran bir öğeye dönüştürmektedir.236 Bu
çıkarımlar, kuşkusuz, bir geçiş dönemi olarak adlandırabileceğimiz cumhuriyet
dönemi için çok açıklayıcıdır. Türk kadınlarının hem toplumsal yaşamdan tecrit
edilmişliğini hem de kılık kıyafetlerinin biçimini vb. birçok ayrıntıyı tanzim eden
yasal ve dini belirlenimciliği ortadan kaldıran Türk Medeni Kanunu (1926),
Türkiye cumhuriyetinin muasır medeniyete erişme idealinde önemli bir sacayağı
olarak görülmüştür. Tıpkı diğer yenilikler de olduğu gibi, kılık kıyafet ve diğer
alanlarda kadınlarla ilgili öngörülen yenilikler de dini çevrelerce bir muhalefet
unsuru olarak değerlendirilmiş ve hatta çok geç bir tarih olarak 1980’lerden sonra
Türban laik cumhuriyete muhalefetin sembolü durumuna gelmiştir. Bu konuyu
üçüncü bölümde Türban başlığı altında daha geniş olarak ele alacağız.
Cumhuriyet döneminde kadın imgesi/kadın sorunu üzerine eğilen ve
kadınların medeni haklarına kavuşmalarında önemli katkıları olan isimlerden biri
Ziya Gökalp’tir. Onun fikirleri; Birincisi, kadın hakları ile ilgili cesur ve kararlı
düşünceleri ile ikincisi ise, cumhuriyet döneminin arzuladığı, geçmişin baskın
İslami unsurlarının unutturduğu eski Türklere ait ulusal değerlerin deşifre
edilmesi bakımından anılmaya değerdir. Buna göre, Gökalp, Türk toplumunda
234
Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Yay. Haz: Utkan Kocatürk, Edebiyat Yayınevi, Ankara,
1971, s. 113
235
Valentina M. Moghadam, Modernizing Women: Gender and Social Change in the Middle
East, Lynne Rienner Publishers, Colorado, London, 2003, s. 105
236
Nilüfer Çağatay-Yasemin N. Soysal, “ Uluslaşma Süreci ve Feminizm Üzerine Karşılaştırmalı
Düşünceler”, Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Yay Haz: Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, 3.
Baskı, İstanbul, 1995, s. 332
86
kadınların çileci ve aşağılayıcı konumlarının İslam sonrasına ait bir durum
olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, İslam dini ile ilgili olarak ‘saf İslamlık’ ve
‘yozlaşmış İslamlık’ şeklindeki ayrımından hareketle, Eski Türk adetlerinden
beslenen eşitlikçi aile yapısını bozan şey yozlaşmış İslamlıktır. Bu bozulmanın bir
sonucu olarak, eski Türklerdeki eşitlikçi aile ocağı yerine, Osmanlı’da haremlikselamlık bölmeleri üzerine kurulu konaklar ortaya çıkmıştır.237
Kuşkusuz
Gökalp’in bu değerlendirmeleri onun ulusal toplumun önemli vitrinlerinden biri
olan kadının konumunun medeniyetçilik ve milliyetçilikle bağdaştırılma çabası
olarak da değerlendirilebilir.
Cumhuriyet döneminde siyasal ve kültürel sembolizme dâhil edeceğimiz o
kadar çok sembolik unsur vardır ki, bunları ele alırken belli bir sistematik bakış
açısını yansıtıyor olmasının önemli olduğundan daha önce söz etmiştik. Bu
bağlamda Peyami Safa’nın da ifade ettiği gibi Cumhuriyet dönemi Atatürk
devrimlerinin temelde medeniyetçilik ve milliyetçilik prensiplerine dayanıyor238
olması, bize anılan döneme ait sembolik unsurları seçerken önemli bir yol haritası
vermektedir.
Cumhuriyet yöneticilerinin, İslam sonrası Türk devletlerinde unutulan
Türk ulusu vurgusunu yeniden canlandırma idealini milliyetçilik prensibi altında
gerçekleştirmeye
çalışırken,
tarihe
bütüncül
(holistik)
bir
perspektiften
yaklaştığını ve bunu yaparken uygar dünyaya ait birtakım değerleri Türk
tarihinden bulup çıkarmak adına bir hayli istekli olduklarını belirtmek gerekir. Bu
tıpkı, Batı karşısında çaresiz kalan Osmanlı aydınlarının İslamcılık adı altında
batıya ait bir takım değerleri İslam’ın kuruluş yıllarında (peygamber döneminde)
aramalarına benzer bir çabayı yansıtmaktadır.
Türk modernleşmesini bir bakıma kültürel dönüşümü de içeren bir
modernleşme süreci olarak değerlendirdiğimizde -ki öyledir- yazı devrimini,
anılan kültürel dönüşümün amiral gemisi olarak düşünebiliriz. “Harf devrimi tüm
anlamıyla halka dönük bir kültür atılımıdır ve başka hiçbir ülkenin tarihinde
benzeri yoktur. Geri kalmış bir ülkede, halkı kısa sürede okur-yazar hale getirmek
237
Nilifer Göle, Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, s. 35 içinde: B. Caporal,
Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,
1982, s. 97
238
Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Neşriyat, 3.Basım, İstanbul, 1995, s. 92
87
için yurtta Halk Okulları açılmış, köylere varıncaya dek kurslar düzenlenmiş ve
Gazi Mustafa Kemal başöğretmen olarak, elinde tebeşir, kara tahtanın başına
geçmiş, ilk dersleri kendisi vererek eiğimcilere örnek olmuştur.”239
Bu bağlamda Türk dil devriminin medeniyetçilik ve milliyetçilik
ideallerini kurumsallaştıran Türk Dil Kurumu 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün
direktifiyle kurulmuş ve kurumun görevi, Türk dilinin gerçek güzelliğini ve
gerçekliğini meydana çıkararak onu dünya dilleri arasında layık olduğu yere
getirmek
olarak
ifade
edilmiştir.
Bir
ulusun
dilinin
yabancı
dillerin
boyunduruğundan kurtarılmasının önemini kavrayan Türk dil kurumunun
milliyetçilik ve medeniyetçilik idealleri üzerine kurguladığı reformlar 1945 yılına
kadar sürmüş ve son olarak Ocak 1945’te Türk Anayasası arı Türkçeye çevrilerek,
dil devrimi sembolik zaferini ilan etmiştir. 240
Cumhuriyet kadroları tasarladıkları ve kararlılıkla uygulamaya koydukları
siyasal ve kültürel devrimler söz konusu olduğunda o kadar dikkatlidirler ki,
devrimleri ve geleceğini tehlikeye atacak hiçbir ayrıntıyı atlamadıklarını
söyleyebiliriz. Örneğin siyasal bir kararla Genç Türkiye cumhuriyetinin başkenti
olarak Ankara’nın seçilmesi, siyasetin ve güvenlik endişelerinin dışına taşan bir
sembolizmi de içerir.
Şehirlerin çok güçlü sembolik çağrışımlara sahip olduklarından daha önce
söz etmiştik. Bu bağlamda İstanbul, fetihten (1453) sonra gerek Osmanlı’nın
gerekse İslam’ın en gösterişli sembollerinden biri durumuna gelmiştir. Şehrin
Bizans’tan alınmasını müteakip Hıristiyanlar için sembolik değeri çok fazla olan
Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi ile başlayan sembolik İslami vurgu, zaman
içerisinde Osmanlı mimarisinin en seçkin örnekleriyle sürmüş ve İstanbul
neredeyse İslam’ın resmedilebileceği en canlı camiler, medreseler, saraylar
şehrine dönüşmüştür.
İstanbul’un hem tarihsel hem de mimari olarak Osmanlı ve İslam mirasının
bir parçası olması ya da başka bir ifade ile buranın bir yönüyle İslam’ın ve
Osmanlı’nın sembolik göstergelerinden biri olmasının, başkent tercihinin
239
Cevdet Perin, Atatürk Kültür Devrimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 3. Baskı, İstanbul, 1982, s.
73-74
240
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 428
88
Ankara’dan yana kullanılmasında etkin bir unsuru olup olmadığı tartışmalı
olmakla birlikte, buranın başkent olmasının daha somut nedenleri vardır.
Şöyle ki, başkent olarak Ankara’nın seçilmesini, yeni kurulan devletin, çok
kısa bir süre önce İngiliz savaş gemilerinin demir attığı İstanbul’a dönük bir
güvenlik refleksi olarak değerlendirebiliriz ve hatta yeni kurulan devletin başkenti
de yeni olmalıdır gerekçesinin de bu tercihte etkin olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak, Kurtuluş mücadelesinin çekirdeği olarak ifade edebileceğimiz Kuvay-i
Milliye’nin bir Anadolu hareketi olması, Osmanlı ve hurafelere fazlaca bulaşmış
İslam’a karşı açıkça ortaya konan Cumhuriyetçi tepkiden sembolik olarak
İstanbul’un da payına düşeni alması ve Tüm Osmanlı kalıntılarına karşı bir
alternatifleri olan cumhuriyet kadrolarının elbette İstanbul için de bir
alternatiflerinin olabileceği gerçeği, bize başkent seçiminin basit gerekçelere
dayanmadığını göstermektedir.
13 Ekim 1923’te, bir başka ifade ile cumhuriyetin ilanından 16 gün önce,
Mecliste yapılan bir tartışmada; bazı milletvekilleri, tarihsel, ekonomik ve
halifeliğin merkezi olmasından dolayı taşıdığı düşünülen kutsallığını öne sürerek
İstanbul’un başkent olarak kalmasının gerekliliğine vurgu yaptıklarında,
cumhuriyet kadroları geçmişin bu en çarpıcı sembolik değerinin başkent olmasına
olumsuz yaklaştılar ve aynı gün İsmet İnönü’nün Ankara’nın başkent olması ile
ilgili önerisi meclisten geçerek yasalaştı.241
Başkent olarak İstanbul ve Ankara polemiğinde, Kurtuluş mücadelesinin
hem işgal kuvvetlerine ve hem de İstanbul hükümetine karşı verildiği yıllarda
ortaya çıkan iki başlılığın da başkent seçiminde tercihin Ankara’dan yana
kullanılmasında etkin olabileceğini söyleyebiliriz. Basınıyla, iş çevreleriyle ve
nihayet saray çevresiyle Milli Mücadelenin karşısında olanları da çağrıştıran
İstanbul,
taşıdığı
bu
sembolik
çağrışımlar
nedeniyle
başkent
olarak
düşünülmemiştir. Cumhuriyetin ilan edildiği gün Milli Mücadelenin önemli
isimlerinden olmalarına karşın cumhuriyetin ilanın karşı olan şahısların (Kazım
Karabekir ve Rauf Bey gibi) İstanbul’da olmaları da oldukça düşündürücüdür.*
241
Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 81, 131
Devrimlere karşı tüm muhalefetin İstanbul’dan yönlendirilmesi ve Osmanlı kalıntısı bazı
unsurların gösterdiği direnişlerin de başkent seçiminde önemli bir rol oynadığı ile ilgili olarak bkz.
Anıl Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1980, s. 237
*
89
Bir rastlantı da olsa, cumhuriyet muhaliflerinin, basını da yanlarına alarak,
cumhuriyetin ilanına dönük eleştirilerini İstanbul’dan yapmaları, sembolik olarak
İstanbul’un
neden
yeni
devletin
başkenti
olarak
tercih
edilmediğinin
nedenlerinden biri olarak gösterilebilir. Ayrıca, İstanbul sahip olduğu kozmopolit
yapıyla başkent olarak bir imparatorluğun yapısına ne kadar uygunsa, Ankara’da,
Anadolu’nun göbeğinde yer alan bir kent olarak, bir ulusun başkentliğine o ölçüde
uygun bir yerdir. Kuşkusuz bu değerlendirme de cumhuriyet kadrolarınca göz
önünde bulundurulmuştur.
Devrimlerin sembolü haline gelen Ankara, 1920’li yılların başlarında
nüfusu yaklaşık 25.000 olan küçük bir kasaba olmasına karşın, doğu-batı
demiryolu hattının birleşme noktası olmasından kaynaklanan stratejik bir öneme
sahiptir. Cumhuriyetin başkenti olduktan sonra nüfusu 1927’de 74.000, 1933’te
100.000 ve 1950’de 300.000’e ulaşan ve ilerleyen yıllarda 1.000 000 aşan Ankara,
1930’larda,
Hacı
Bayram
Cami’i
dışında
“minaresiz
kent”
olarak
betimlenmektedir. Gerçekten de, 27 yıllık CHP egemenliği döneminde tek bir
caminin inşa edilmemesi, “minaresiz kent” tanımlamasının yerinde olduğunu
gösteriyor. Kentin modern kesimindeki ilk cami 1950’lerde DP iktidarı zamanında
inşa edildi ancak caminin (Maltepe Cami) Ankara’nın profiline hâkim olmasına
izin verilmedi. Çünkü bu şeref yine DP iktidarında yapımı tamamlanan Anıtkabire
bahşedilmişti. Ancak ilerleyen yıllar ve İslamcı uyanış, kentin profiline hâkim
olacak şekilde,
bir tepe üzerine inşa edilen Koca tepe camii ile Ankara’nın
Minaresiz kent benzetmelerini değiştirmiş ve Ankara sonunda minareli bir kent
olmuştur. Bu durum bir yönüyle İslamcıların, devrimlerin kalbi olarak anılan
Ankara’daki zaferini sembolize etmektedir.242
Tüm tarihsel seyre karşın, özellikle cumhuriyet döneminde olmak üzere,
Ankara, Türkiye cumhuriyeti ve devrimler açısından sanıldığından çok daha fazla
değer atfedilen bir sembolizme sahiptir. Bu konuyu ele alan yerli ve yabancı
çalışmaları dikkate alacak olursak, Ankara’ya atfedilen sembolik değerlerin ne
242
Feroz Ahmad, Age., s. 132-133
90
kadar ilerilere götürülebileceği görülecektir. Örneğin Carol Delaney, cumhuriyet
devrimleri ile birlikte Türklerin Mekke’sinin Ankara olduğunu söylemektedir.243
Atatürk devrimlerine içerik kazandıran bürokratik devrim, uluslaşma ve
medenileşme ideallerini demokratik/sivil dinamiklerin cılız olduğu koşullarda
gerçekleştirmek zorunda kaldığı için cumhuriyet modernleşmesi, eksik olan sivil
mobilizasyonu telafi edecek kurumsal düzenlemelere girişmiştir. Bu bağlamda
denilebilir ki, devletin didaktik-pedagojik teknikler vasıtasıyla harekete geçirmeye
çalıştığı toplumsal alan bir anlamda tören kültürü içerisinde evrilmiştir.
Cumhuriyet döneminin törenleri resmi toplumsallaşmanın zeminleri olmanın yanı
sıra, uygarlaşma ve uluslaşmanın da resmi göstergeleri olmuşlardır.244
Cumhuriyetin ilan ediliş tarihi olan 29 Ekim, 1925’te çıkarılan 986
numaralı kararname ile Cumhuriyet Bayramı, 1 Nisan 1926’da çıkarılan 795 sayılı
kanun ile de 30 Ağustos günü Zafer Bayramı olarak kabul edilir. Daha sonra 27
Mayıs 1935’te, 2739 sayılı milli bayramlar ve genel tatiller hakkındaki hükümleri
içeren bir kanunla; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı, 1 Mayıs Bahar Bayramı, 1 Ocak ile
Ramazan ve Kurban bayramları genel tatil günleri olarak saptanır. Bugün milli
bayramlar arasında kutladığımız 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı ilk olarak 19
Mayıs 1938’de kutlanır ve yaklaşık bir ay sonra da, 20 Haziran 1938 tarihinde ve
2739 sayılı kanuna yapılan ilavelerle yasalaştırılır.245
Cumhuriyet dönemi törensel yapısının en iyi analiz edilebileceği örnekler
olarak milli bayramlar; düzenin meşrulaştırıcı öğeleri olmanın yanı sıra, topluma
geçmişte yaşanılan zaferlerin mutlulukların coşkusunu ve belki de acıların
hüznünü hissettirerek bir bütünleştirici olarak işlev görmesiyle uluslaşmayla;
tören mekânları ve törende yer alanların kıyafet ve tutumlarından çalınan
enstrümanlara kadar medenileşmeyi temsil etmektedir.
Geçmişe yönelik ortak hatırlamaların, yaratılan sembollerin ve bu
sembollere yüklenen anlamların, süreç içerisinde kendisini ortak bazı amaçların
243
Carol Delaney, The Seed of the Oil: Gender and Cosmology in Turkish Village Society,
University of California Press, California, 1991, s. 273 Eserin Türkçesi için bkz. Carol Delaney,
Toprak ve Tohum, Çev: A. Bora-S. Somuncuoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001
244
Fethi Açıkel, “ Devletin Manevi Şahsiyeti ve Ulusun Pedagojisi”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: Milliyetçilik, Cilt: 4, ed: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 133-134
245
Mimar Türkkahraman, Türkiye’de Siyasal Sosyalleşme ve Siyasal Sembolizm, s. 203
91
tanımlanmasında ifade eden toplumsal bir iletişim ağının oluşmasına neden
olduğu bilinen bir gerçektir.246 İşte bu gerçekten hareketle, cumhuriyet dönemi
resmi bayramları ve bu bayramların havasını teneffüs edebileceğimiz törensellik
biçimi de; ulusal kimlik etrafında tanımlanan bir amaca ve bu amacın
gerçekleştirilmesine dönük bir toplumsal iletişim ağının ortaya çıkmasını umut
etmiştir.
Cumhuriyet dönemi reformlarının hemen hemen hepsinde görebildiğimiz
sembolik vurgular, siyasal ve kültürel alanların dokusunu yeniden inşa etmekte
etkin bir biçimde kullanılmış ve bu yönelimin bir sonucu olarak Türk tarih tezi ya
da tezleri olarak bilinen yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Dönemin Türk tarih
tezlerinin bugünün yazının da sıkça eleştirilen yaklaşımlar olmasına karşın, 1923
Türkiye’sinin içinde bulunduğu koşulları görmezden gelmek ya da anılan tezleri
bu koşullardan bağımsız düşünmek birçok bakımdan yanıltıcı olabilir. Bu
bağlamda, Türk tarih tezlerinin ortaya koyduklarından ziyade gördüğü işlev
üzerinde durmanın daha sağlık bir bakış açısını yansıttığını söyleyebiliriz.
Söylem kuramları içerisinde hegemonya* kavramı, sembolik alanda
anlamın sabitlendiği noktaları kuran siyasal momentin adıdır. Hegemonya
kavramının bir bakıma siyasal iktidarın yerleşikliğine karşılık gelmesinden
hareketle, hegemonya mücadelesi içerisindeki herhangi bir siyasal söylemin
mitsel bir boyuta sahip olması gerektiği söylenebilir. Bu bağlamda mitin işlevi,
dağılmış bir toplumsal alanı bir araya getirebilecek yeni bir temsili yapıyı ortaya
koymaktır. Örneğin Osmanlı Devleti’nin dağılışı, toplumu bir arada tutan
hegemonik düzenin de dağılışı anlamına geliyordu ve bu yapının dağılmış
öğelerinin, toplumsal bütünlüğü yeniden kurabilecek yeni bir mit aracılığıyla bir
araya getirilmesi gerekiyordu. Tam da bu noktada, Atatürkçülüğün, bu türden,
yeni bir mitsel boyut taşıdığı iddia edilebilir. Kemalizm’in söylemsel alandaki
egemenliğini kurmaktaki başarısına paralel olarak, Atatürkçü mitin, Türk
246
Taner Akçam, “ Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: Milliyetçilik, Cilt: 4, ed: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 53
*
Gramsci ve izleyicileri hegemonya kavramını, egemen bir sınıfın kendi değer ve inançlarını
toplumun diğer kesimlerine benimsetmek için toplumsallaşma aygıtlarından yararlanma
yeteneklerini kavramsallaştırmak için kullanmaktadırlar. Bkz. David Miller, Blackwell’in Siyasal
Düşünce Ansiklopedisi, Türkçesi: Bülent Peker- Nevzat Kıraç, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1994, s.
344-345
92
kimliğinin ulus olarak inşasında geniş bir ufku içerdiğini söyleyebiliriz.247 Bu
geniş ufuk içerisinde değerlendirebileceğimiz Türk Tarih Tezleri de, Atatürkçü
söylemi meşrulaştırıcı bir araç olmanın ötesinde, her şeyini kaybetmiş bir halkın
tutunabileceği bir dal olması bakımından da son derece önemlidir.
Bu tezlerin, yukarıda da değindiğimiz gibi, ortaya koyduklarından ziyade
nasıl bir işlevselliğe sahip olduğunu anlamanın daha önemli olduğunu söylerken
üzerinde durmak istediğimiz konulardan bir de Batılıların Türklere bakış açısıdır.
Bu bağlamda birçok Batılı, Rönesans Döneminde, Türkleri Romalıların saygın
ardılları olarak görürken 19. yy sonunda onları barbarlıkla itham etmiş ve
Avrupa’nın içindeki uğursuz, yıkıcı unsur olmakla suçlamıştır. Balkan savaşları
sonunda Türklerin Avrupa’daki toprakları neredeyse tümden elden gitmesine
rağmen bu durum Batılılar için yeterli olmamış ve Türklerin Anadolu’daki
varlıklarının meşruluğunu248 ortadan kaldıran Sevr Antlaşmasını (1920) önümüze
koymuşlardır.
Bu
gerçek,
Batının
Türklerin
Anadolu’daki
varlıklarının
meşruluğunu sorgulayan çarpık bakış açısı karşısında Türk Tarih Tezlerinin, bazı
çevrelerin iddia ettiği gibi Türkleri İslam’dan koparmak gibi kaygıları
içermediğini, aksine içeride ve dışarıda ulusal bilinci, onuru ve geçmişi tesis etme
yönünde daha gerçekçi kaygılardan hareket ettiğini göstermesi bakımından da
önemlidir. Türk tarih tezleri için söylediklerimiz kuşkusuz aynı gayelerle
kurulmuş olan Türk Dil Kurumu (1932) ve çalışmaları (örneğin Güneş-Dil
Teorisi*) için de geçerlidir.
Cumhuriyet döneminin bir hayli grift anlayışların etkisi altında seyreden
bir tarihsel dönemin ürünü olduğunu ve bunun bir sonucu olarak da din ve
247
Nur Betül Çelik, “Söylem Kuramları, Hegemonya Kavramı ve Kemalizm”, Doğu Batı, Sayı: 8,
3. Baskı, Ankara, 2004, s. 39
248
Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezlerinden Türk İslam Sentezine, Çev: Ali Berktay, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s. 15
*
Birinci dil Kurultayı ve bunu izleyen üç sene içerisinde, Türk dili üzerinde ve diğer diller
üzerinde yapılan araştırmalar ve dille ilgili olarak felsefi, psikolojik ve sosyolojik konuların
gözden geçirilmesi ile oluşturulan güneşi dil teorisinin temeli, insana benliğini güneşin tanıtmış
olması gibi felsefi bir yaklaşıma dayanmaktadır. Bu teori ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Geoffrey
L. Lewis, The Turkish Language Reform, Oxford University Press, Oxford, New York, 2000, s.
58-59 Ayrıca, Viyana’lı bir filoloji uzmanının ortaya attığı Güneş-Dil teorisine göre, ilk insanlar,
sonradan kelime halinde gelişen ilk sesleri güneşin onlarda uyandırdığı korku karşısında
çıkarmışlardı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Osman F. Sertkaya, “Atatürk’ün Dil Politikası”, Türk
Kültürü, Sayı: 61, Kasım, 1967, s. 32
93
siyasetin sembolik düzeyde nasıl bir görünüm sergilediğini göstermesi
bakımından üzerinde duracağımız sembollerden biride gazilik unvanıdır.
Milli mücadelenin dilinin, bugün herkesin üzerinde anlaştığı biçimiyle,
İslami bir lehçeye dayanıyor olmasının en görünür örneklerinden biri kuşkusuz,
T.B.M.M.’nin, 23 Nisan 1920’de Hacı Bayram Camiinde okunan ezanla
açılmasıdır.249 Yine birinci meclisin milletvekili profili ve kurtuluş yıllarında dini
liderlerden faydalanılması bu görüşleri fazlaca destekler niteliktedir. Ancak, milli
mücadele yıllarında T.B.M.M. tarafından Mustafa Kemal’e verilen gazilik
unvanını (1921) ve onun bu unvanı Atatürk soyadını alana kadar (1934)
kullanmasını nasıl yorumlamak gerekecektir?
Ahmad, Gazilik unvanını ulusalcıların Osmanlılardan isteyerek aldıkları
nadir miraslardan biri olarak değerlendirirken haklıdır.250 Gerçektende, çok
belirgin bir biçimde, İslami tona sahip gazilik unvanının kurtuluş mücadelesi
içerisinde Mustafa Kemal tarafından tıpkı Halife Yaverliği unvanında olduğu gibi
görülen lüzum üzerine kullanılmış olabileceği düşünülebilirse de, bu unvanın
Mustafa Kemal tarafından devrim yıllarının en kritik günlerinde de kullanılması
açıklanmaya muhtaçtır.
İlk olarak Mustafa Kemal her şeyden önce bir askerdir ve bir asker olarak
yetiştirilmiştir. Bu bağlamda, bir askerin yaşamı içerisinde alabileceği en önemli
unvanlardan biri olan gazilik unvanını Mustafa Kemal’in kullanmış olması pek de
şaşırtıcı değildir. İkincisi, gazilik, temelde İslami bir vurguya dayanıyor olsa da,
şeyhülislamlık, kadılık gibi kurumsal nitelikten uzak bireysel bir unvandır ve
toplum içerisinde gördüğü saygınlığın bir sonucu olarak, bu unvan muhatap
kişinin onuruyla ilişkilendirilir. Yani, eski düzenin (Osmanlının) belirleyicisi olan
kurumsal dini hedef alan Mustafa Kemal’in gazilik unvanını kullanması,
gerçekleştirmeye çalıştığı devrimler ile kullanmış olduğu gazilik unvanı arasında
bir çelişki olduğunu göstermez. Aksine bireysel ve vicdana seslenen bir unvan
olarak Mustafa Kemal’in gazilik unvanını kullanması, çoklarının iddia ettiği gibi
onun din düşmanı olmadığının da en önemli kanıtı olarak gösterilebilir. Üçüncüsü,
gazilik her şeyden önce halkın değeridir. Bir başka deyişle kültürel bir mirastır ve
249
Andrew Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, Çev: Tuncay Birkan, İletişim
Yayınları, İstanbuli 2002, s. 228-229
250
Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 29
94
bu kavram, içerisinde bütünleşmeyi içeren dayanışmacı bir üst değeri barındırır.
Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında da gazilik unvanının Mustafa Kemal
tarafından kullanılmış olması İslami bir vurguda ısrar ya da dinin siyaseten
kullanılmış olduğu şeklinde yorumlanamaz.
Son olarak gazilik unvanı bahsini, Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti
ve Osmanlılar bağlamında tarihsel bir analoji ile sonlandırmak istiyoruz. Buna
göre, Osmanlıların ilk genişlemesi ve devletin kuruluş efsanesinde gazi adı verilen
savaşçıların önemli bir rolü olmuştur. Osmanlı devletini Osman gazi kurmuştur.
Türkmen aşiretlerinden Osmanlı devletine giden bu tarihsel yolun sosyolojik
analizi251 bir yana; asırlar sonra Gazi olarak anılan Mustafa Kemal Türkiye
cumhuriyeti devletini kurmuştur. Ancak Osman Gazi ile Gazi Mustafa Kemal
arasındaki tek ortak nokta taşıdıkları unvandan öte bir şey değildir.
Yukarıda Cumhuriyet dönemi din-siyaset ilişkisini belirginleştirdiğini
düşündüğümüz birçok örneğe yer vermiş bulunuyoruz. Ancak, bu döneme özgü
çalışmaların yönelimi ya da spesifik bakış açısı ne olursa olsun Mustafa Kemal
gerçeğini ya da başka bir ifade ile Mustafa Kemal Karizmasını etkin bir unsur
olarak değerlendirmeyen çalışmaların bazı noksanlıklar taşıyacağını düşünüyoruz.
Bu bağlamda, hem kendi çalışma konumuz açısından olası noksanlıkları önlemek
hem de cumhuriyet dönemiyle ilgili değerlendirmelerimizi daha sağlıklı kılacağını
düşündüğümüz Mustafa Kemal gerçeğine değinmeyi gerekli görüyoruz.
Hiç kuşku yok ki, savaş meydanlarında gösterilen cesaret, kahramanlık,
başarı ve zaferler tüm dünyada tarih boyunca kahraman imgeleminin ortaya
çıkışına çok önemli katkılar sağlamıştır. Önce Anafartalar’da daha sonra da
Sakarya ve Büyük Taarruz’da önemli başarı ve zaferler kazanan Mustafa Kemal
karizmasının ortaya çıkışını da böyle yorumlamak gerekir. Öyle ki, Sakarya
Meydan muharebesinden sonra T.B.M.M’nin Mustafa Kemal’e verdiği gazilik
unvanı bir yana, her şeyini kaybetme noktasına gelmiş bir ulusun gönlünde
kazandığı yer Mustafa Kemal karizması açısından çok daha anlamlıdır.
Çalışma konumuz açısından önemli olan Mustafa Kemal karizmasının
nasıl ortaya çıktığı değil ama bu karizmanın içerdiği sembolizmin cumhuriyet
dönemi ile ilgili değerlendirmelerimiz açısından nasıl ele alınacağıdır. Öncelikle
251
Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, s. 199
95
anılan dönemde Mustafa Kemal karizmasının iki şekilde güçlü bir sembolizm
unsuru olarak kullanıldığını görmekteyiz:
1. Bizzat Mustafa Kemal, sahip olduğu karizmatik kişililiğini kullanarak,
devrimlerin gerçekleştirilmesinde ön ayak olmuş, karşılaşılan zorlukları aşmak
adına kişiliğini ortaya koymuştur. Örneğin, Kastamonu’da ilk şapkayı giyen odur
ve Harf İnkılâbında kara tahtanın başında Başöğretmen olarak da onu görürüz. Bu
örnekleri çoğaltmak mümkün ancak gereksizdir. Söylemek istediğimiz, Mustafa
Kemal karizmasının onun savaş meydanlarında kazandığı ününün çok ötesinde
niteliklere sahip olduğudur. Geçmişte karizmatik duruşlarıyla isim yapmış hiçbir
Osmanlı Sultanında göremediğimiz bir unsur olan halkla birebir temas kurabilme
ve halkı etkileyebilme özelliği Mustafa Kemal gerçeğinin anlaşılmasında son
derece önemlidir. Onun bu özelliğine vurgu yapan Berkes’e göre, Atatürk,
Saltanatın ve hilafetin henüz kaldırılmamış olduğu yıllarda, maddi ve manevi bir
çöküş yaşayan halkın kurtuluş için dua ettiği günlerdeki gezilerinde camiye
giderek minbere çıktığı ve halka seslendiği çok olmuştur. O bunu, daha sonraları
çokça tanık olacağımız şekliyle, oy sandığına pusula attırmak için değil, halkla
karşılaşacağı yerin orası olduğunu bildiği için yapmıştır. Şüphesiz, bu durum,
halifelerin tamamen halktan kopuk umacılar olduğu bir zamanda minberden halka
kendi lisanıyla seslenişi halk üzerinde önemli etkiler bırakmış252 ve Mustafa
Kemal karizmasının büyüklüğünü beslemiştir.
2. Cumhuriyet yöneticileri gerek onun sağlığında ve gerekse ölümünden
sonra, yeni düzenin bir tür meşrulaştırma aracı olarak Mustafa Kemal
karizmasından faydalanmışlardır. Tüm bunları göz önüne aldığımızda denilebilir
ki, Mustafa Kemal karizması olmasaydı belki de bugün her şey daha farklı bir
tarihsel yörüngede seyredebilirdi.
Sonuç olarak, yukarıdaki satırlarda ele aldığımız biçimiyle cumhuriyet
dönemi, din-siyaset eksenli bir sembolizm çerçevesinde ele alındığında, bu
dönemin kendisine özgü koşullarının ve bu koşullar içerisinde inşa edilmeye
çalışılan yeniliklerin daha sağlıklı bir yorumlamaya tabi tutulabileceğini
söyleyebiliriz. Böylesi bir bakış açısı, gerek siyaseten ortaya konulan reformların
252
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 541-542. Ayrıca, M. Kemal’in Camide halka
minberden seslendiği Balıkesir konuşmasının tam metni için bkz. Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: İslamcılık, Cilt:6, Ed: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 1088-1089
96
din gerçeği karşısında takındığı tavrı gerekse dinin siyaseten kendisine biçilen
yere ilişkin direniş biçimlerini güçlü sembolizm içeren unsurlar dolayımında daha
net bir biçimde ortaya çıkarmış olmakla kalmıyor aynı zamanda bizim çalışma
konumuza ilave ettiğimiz semboller vb. lerinin tek taraflı ve amaçlı kullanımının
da bir ölçüde önüne geçilmesini mümkün kılıyor. Sözünü ettiğimiz biçimiyle
sembollerin siyaset, din, toplumsal ve ekonomik yaşam içerisinde taraflı ve belli
amaçlar doğrultusunda nasıl kullanıldığı, Türk siyasal hayatının Cumhuriyet
sonrasına tekabül eden dönemlerinde daha net bir şekilde görme şansına sahip
olacağız
2.3. Çok Partili Dönem ve Sonrası (1946-1980)
Çok partili dönem ve sonrası tarihsel gelişmelerini konu alan çalışmaların
hemen hemen hepsinde görebildiğimiz ortak vurgulardan biri, dinin siyasal ve
toplumsal yaşamda yeniden bir canlanma sürecine girdiğidir. Bu vurgular doğru
olmakla birlikte, eklemek gerekir ki, cumhuriyet dönemi ile çok partili ve diğer
dönemleri ele alırken dikkat edilmesi gereken bir hususlardan biri de, çalışma
konumuz olan sembollerin yeni dini içeriklerle siyaset ve toplum yaşamını hedef
alan anlamlarla donatılmış olmasıdır. Bir başka ifade ile cumhuriyet döneminde,
hem
geçmişten
gelen
hem
de
yeniden
tasarlanan
semboller
dinle
ilişkilendiremeyeceğimiz ancak dincilikle mücadele de bir figür olarak ele
alabileceğimiz unsurlar iken, cumhuriyet sonrasında aynı sembollerin hem
siyaseten hem de toplumsal yaşamın farklı alanlarında istismar nesnesi yapıldığı
ölçüde dinle ilişkilendirildiğini söyleyebiliriz. Henüz Cumhuriyet Halk Partisi
iktidarı
devam
ederken
siyaseten
ön
plana
çıkmaya
başlayan
dini
istismarcılığın253, çok partili yaşamla birlikte günümüze kadar kemikleşen bir
yapıda devam ettirildiğini hatta siyasi kaygıların çok ötesinde sosyal ve ekonomik
yaşamı da kapsayacak şekilde genişlediğini iddia edebiliriz. Şimdi Demokrat Parti
iktidarı ve sonraki dönemlerle bu söylediklerimizi sınamaya çalışalım.
Çok partili döneme geçiş olarak adlandırdığımız 1946-1960 dönemi ile
ilgili olarak en baştan belirtmemiz gereken; bizim ilgimiz, bu dönemin
253
Demokrat Parti iktidarından önce özellikle çok partili sisteme geçilen 1946 yılından itibaren
CHP’nin din politikalarında görülmeye başlayan yumuşamalar ve laiklikten birtakım tavizler
verilmeye başlanması ile ilgili olarak bkz. H. Bayram Kaçmazoğlu, Demokrat Parti Dönemi
Toplumsal Tartışmaları, Birey Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 29-30
97
başlamasının iç ve dış tesirler* altında nasıl gerçekleştiği değil, yeni bir siyasal
yönelim olarak çok partili siyasal sistemin, din-siyaset ilişkisinin sembolik
unsurlarda ve bununla ilintili anlayışlarda bir önceki dönemle karşılaştırdığımızda
ne tür değişiklikleri içerdiğidir.
II. Dünya Savaşı sonrasında belirmeye başlayan yeni kutuplaşmalar (iki
kutuplu dünya düzeni) ve bu yeni düzen içerisinde kendisine makul bir güzergâh
tayin etmek isteyen Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile ilişkileri ve bu ilişkilerin bir
sonucu olarak Batı ile özellikle de Amerika’yla yakınlaşmasından başka; savaş
yıllarının ağır ekonomik koşullarının halka vergiler olarak geri dönmesinden,
Toprak reformuna ve hatta varlık vergisine uzanan bir çeşitlilik içerisinde siyasal
sisteme (tek parti yönetimine) karşı oluşan muhalefet düzeyinin zorladığı çok
partili sistemin kabulü, siyasetten sosyal yaşama önemli değişikliklerin meydana
gelmesine sebebiyet vermiştir. Bu değişiklikler, genel oy sisteminin kabulünün ön
plana çıkardığı halk kitlelerinin siyasal tercihlerini kendilerince etkileyebilme
yarışına
giren
siyasetçilerin
organize
ettiği ancak cumhuriyetin kültür
reformlarından ve tek partinin baskıcı yönetim anlayışına tepkili olan halk
kitlelerinin de desteklediği bir dizi yeni oluşumların filizlenmesine ve hatta
sonraki dönemleri de etkilemesine neden olmuştur. Öyle ki, Cumhuriyet dönemi
için yaptığımız saptamanın, yani sembolik sermayenin siyasal iktidarın elinde
oluşunun çok partili dönemde artık kitlelerle paylaşılan bir alan olmaya
başladığını söyleyebiliriz.
Seçmen olarak bir hayli önem kazanan halk yığınlarını cezbederek politik
çıkar sağlamanın en önemli yolu, halkın dili ile konuşmak ve halkın değerlerine
dönük politikalar geliştirmektir. Bu bağlamda, 1946 yılından itibaren siyasal
partilerin ve en başta Cumhuriyet Halk Partisinin, din-siyaset ilişkisi dolayımında,
gerek söylemlerinde gerekse icraatlarında önemli farklılaşmaların olduğunu
söyleyebiliriz. O kadar ki, Timur’un dediği gibi; çok partili hayata geçişten sonra,
CHP, oyunun kuralları içinde belli bir evrime uğramıştır. Bu evrim, CHP’yi,
‘genel oy’ çerçevesi içinde DP ile neredeyse yarışmaya kadar götürmüştür.254
*
Çok Partili hayata geçilmesinin altında yatan iç ve dış tesirler ile ilgili olarak bkz. Taner Timur,
Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İmge Kitabevi, 3. Baskı, Ankara, 2003.
254
Taner Timur, Age., s. 67
98
Kuşkusuz, iç ve dış tesirlerin bir sonucu olarak değişmeye başlayan siyasal
yaklaşımlardan CHP’nin etkilenmemesi hatta politik zekâsı askerliğini gölgede
bırakmış bir İsmet İnönü’nün etkisini hissettirmeye başlayan değişimleri analiz
edip gerek kendi gerekse CHP’nin politik yaklaşımına yeni bir duruş
tasarlamaması düşünülemezdi. Bu bağlamda, Karpat’ın da dediği gibi, CHP, parti
olarak görüşlerini ve uygulamalarını seçmenlerin fikir ve isteklerine uydurarak
ayakta kalabileceğini fark etmekte gecikmedi.255 Öyle ki, 17 Kasım 1947’de
Ankara’da toplanan CHP’nin 7. Kurultayında tartışılan konulara bir göz atmak
yukarıda söylediklerimiz sınamak açısından faydalı olabilir. Buna göre anılan
kurultayda, parti teşkilatı ve görevlerinden, basın, kültür ve gençlik teşekküllerine
ve devletçilikten din derslerinin okullarda okutulması taleplerine varıncaya dek
bir dizi konu ele alınmış ve bu konulardan bir kısmı kurultayca kabul edilmiştir.
Bu kurultayın üzerinde durulmaya değer yönü, CHP’ye ilişkin vurgulamaya
çalıştığımız değişimlerin burada tescillenmesidir.
CHP’nin değişen çehresini ve devrimler ile devrimlerin en önemli ilkesi
laikliğe karşı daha hoşgörülü bir duruş sergilemesinin belki de ilk örneği sembolik
bir kişiliğe sahip Kazım Karabekir’in 1946 seçimlerinde CHP’den milletvekili
olması ve hatta bununla yetinilmeyerek kendisinin meclis tarafından TBMM
Başkanlığına seçilmesidir.256 Kazım Karabekir Kurtuluş Savaşındaki parlak askeri
kariyerinden başka, Atatürk’e ve devrimlere muhalifliği ile de tanınan bir
sembolik kişiliktir. Bu bağlamda, her ne kadar, Mareşal Fevzi Çakmak’ın DP’den
bağımsız milletvekili adayı oluşuna karşı bir denge unsuru olarak CHP’den
1946’da milletvekili ve TBMM Başkanı seçilmişse de bu, siyasi kaygılarla
CHP’nin devrimlerden taviz vermeye başladığının bir ilk göstergesi olarak
yorumlanabilir.
CHP’nin devrim yıllarında çok sert bir biçimde uyguladığı ve hiçbir
şekilde taviz vermediği laiklik ilkesine karşı, siyasal kaygılardan kaynaklanan bir
refleksle daha hoşgörülü bir duruş sergilediğini gösteren örnekler; 1948 yılında ilk
kez Hacca gideceklere döviz izninin verilmesi, 1 Şubat 1949’da İlkokullara isteğe
bağlı din derslerinin konulması, 1949’da İmam hatip kurslarının açılması, 7 Ocak
255
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayınları, İstanbul, 1996, s. 175
Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973: Tek Partiden Çok Partiye
1944-1950, Bilgi Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1990, s. 131-132
256
99
1949’da Ankara Üniversitesinde İlahiyat Fakültesinin kurulması, Türbelerin
yeniden ziyaretlere açılması ve İslamcı kişiliği ile bilinen Şemsettin Günaltay’ın
Başbakanlığa getirilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu örneklerin tümünü din siyaset
bağlamında ele alıp yorumlamak mümkün olmakla birlikte biz yalnızca sembolik
öneme haiz olan türbelerin tekrar ziyaretlere açılması üzerinde duracağız.
Devrim yıllarında İslam’ın kurumsal otoritesinin cumhuriyet kurumlarına
devredilmesinden başka, cumhuriyet yöneticileri heterodoks İslam inançlarına ve
bu inançların örgütlü bir yapı sergilediği tarikatlara da savaş açmışlardı.
Tarikatların merkezleri olan tekke ve zaviyelerle birlikte çul çaput bağlamanın ve
hurafelerin merkezileşmeye başladığı mekânlar olarak türbelerde kapatılmıştı.
Kişilerin yaşam içerisindeki korkularını/ kaygılarını azaltan ve kendilerini
yeryüzünde
tanımlamalarını
sağlayan
en
önemli
unsurun
din
olduğu
bilinmektedir. Bu bağlamda, dinin yeryüzündeki somut varlığını besleyen unsurlar
insanlar açısından tarih boyunca önemli olagelmiştir. Çalışmamızın ilk
bölümlerinden hatırlanacağı gibi totem inancında gördüğümüz ilkel anlayışların
muadillerinin çağlar ilerledikçe varlığını devam ettirmiş olması oldukça ilgi
çekicidir. Toteme adanan kurbanlar ve ondan beklenenler ile türbelerde kurban
kesmek ile türbede yatan evliya’dan bir şeyler beklemek arasında çok az fark
vardır. Totem gibi türbeler de kendilerine has sembolik bir dinsel değere
sahiptirler. Şevket Süreyya Aydemir türbelerin, vurgulamak istediğimiz biçimiyle,
içinde yatandan ziyade sembolik bir değer olarak ne kadar önemli olduğunu ve
insanların inanma ihtiyaçlarını sürekli onlara hatırlatan mekânlar olarak nasıl bir
işleve sahip olduğunu bir romanında okuyucusuyla şöyle paylaşır:
“Anadolu’da ziyaret yerlerinde yatan ermişlerin çoğu, bu topraklarda
birbirini kovalayan tarih devirlerine göre ad ve kimlik değiştirmişlerdir. Çünkü
kutsal mezarlara her toplumun ihtiyacı vardır. Aslolan, dervişin kişiliği değildir.
Onun içindir ki, kutsal ziyaret yerlerinde yatanların çoğunlukla ne adı, ne sanı
belli değildir. Değişen devirlere, yerleşen inançlara göre, kamu inanışı onlara ad
ve kimlik vermiştir.”257 Aydemir’in bu tespiti sosyolojik bir öğe olarak din ile
toplumsal ihtiyaç olan inanma duygusu arasında makul bir ilişki biçiminde
yorumlanabilirse de, 20. yüzyıl Türkiye’sinde türbelerden bir ihtiyaç olarak
257
Şevket Süreyya Aydemir, Toprak Uyanırsa, Remzi Kitabevi, 6. Baskı, İstanbul, 1993, s. 52
100
bahsetmenin ne kadar isabetli olacağı tartışmaya açıktır. Hatta insanların çul ve
çaputtan, kurban kesmeye varan ritüeller aracılığıyla türbelerden ve içinde
yatanlardan medet umacak kadar İslam’ın özü ile de ters düşen yaklaşım biçimleri
geliştirmiş olmaları ve bu tutum içerisinde olan insanların toplumun büyük bir
kesimini oluşturuyor olması, türbelerin devrim yıllarında kapatılmış olmasının
rasyonel bir ifadesidir. Peki, türbelerin kapatıldığı 1925 ile 1950 arasında toplum
türbeler ile ilgili yaklaşımlarını ve akıldışı beklentilerini terk etti mi de türbeler
tekrar ziyaretlere açıldı? Sosyolojik olarak bu soruya evet cevabı vermek mümkün
değilse, türbelerin tekrar ziyaretlere açılmasını nasıl yorumlamak gerekir?
Soruyu bir başka biçimde sormak gerekirse; tarikatçılığa karşı oldukça
şiddetli bir tutum takınan CHP kabinesinin başbakanı Şemsettin Günaltay neden
türbelerin açılmasına ön ayak olmuş ve 5566 sayı ve 1 Mart 1950 tarihli kanun ile
Türbeler tekrar ziyarete açılmıştır?258
Kuşkusuz tarikatçılık ve tarikat yaşamını sembolize eden birçok unsuru
göz ardı etmeden, ikili bir karşılaştırmaya tabi tutulurlarsa; tarikatların örgütlü,
türbelerin ise bireysel ve salt sembolik yapı özelliği taşıdığı söylenebilir. Bu
bağlamda CHP iktidarının, olası bir şekilde, tarikatların tekrar açılmasına izin
vermesi ile türbelerin tekrar ziyaretlere açılmasına izin vermesi arasında önemli
farklılıklar vardır. İlkine verilecek izin laiklik ilkesinin cumhuriyet yöneticilerinin
önemle
üzerinde
durduğu
kültürel
boyutunu
tanımamazlık
anlamına
gelebileceğine karşın, türbeler gibi bireysel aktivitelerden öte anlam ifade
etmeyen sembolik unsurlarla halkın gözünü boyamak, laiklik karşısında bir taviz
olmakla birlikte, laikliğin kültürel anlamda inkârı anlamına gelmeyecektir.
Yorumlar hangi boyutta ele alınırsa alınsın sembolik bir unsur olarak türbeler ile
yukarıda sıraladığımız diğer örnekler düşünüldüğünde, 1945 sonrasında dinin
siyaseten önemli bir araç haline geldiğini ve DP’den önce CHP’nin olabildiğince
bundan faydalanma yoluna gittiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Devrim yıllarında cumhuriyet kadroları geleneklere ve özellikle de dine
aykırı olarak değerlendiren yasaları çıkarırlarken putları kıralım! sloganını
kullanıyorlardı.259 1950’ye gelindiğinde ise DP Artık Yeter Söz Milletin! sloganı
ile halkın karşısına çıkmıştı. Bu türden sembolik olarak güçlü anlamlar içeren
258
259
Gotthard Jäschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, s. 104
Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 117
101
sloganlar, kullanılmış oldukları dönemler ve dönemler arası karşılaştırmalar
açısından oldukça faydalı olabilir. Bu bağlamda, devrim yıllarının meşhur sloganı
putları kıralım! ile 1950’lerin Artık Yeter Söz Milletin! sloganı arasında ironik bir
karşıtlık ilişkisi kurulabilir. Putları kralım sloganı geleneğe ve dine aykırı olarak
değerlendirilen yenilikleri içerecek bir zihinsel anlayışın ürünü olduğu ölçüde;
artık yeter söz milletin sloganının da, içerisindeki birçok unsurla birlikte, geleneğe
ve sözde dine karşı yapılanlara, ister siyasi kaygılarla olsun ister kanıksanmış bir
zihinsel üretimle olsun, karşı bir duruş geliştirdiği söylenebilir. Aşağıda bu iki
sloganın gerçekten ele aldığımız biçimiyle bir karşıtlık ilişkisi biçiminde
değerlendirilip
değerlendirilemeyeceğini
DP’nin
icraatları
dolayımında
inceleyeceğiz.
DP’nin Artık Yeter Söz Milletin! sloganını anlamlı kılan ilk örnek kuşkusuz
ezanın yeniden Arapçaya çevrilmesidir. Ezanın İslam dini açısından ve özellikle
bu dinin en temel ibadet ritüeli olan namazı sembolize eden bir özellik
taşıdığından ve ezanın cumhuriyet yöneticilerinin ne tür düşüncelerle, ideallerle
Türkçeye çevrilmesini gerekli gördüklerinden daha önce söz etmiştik. Tekrarlara
düşmemek ve bunları yinelememek şartıyla, ezanın Türkçeye çevrilişinin siyasi
bir kaygının sonucu olmadığını hatta siyasi kaygının çok ötesinde halkın dini
duygularını rencide etme pahasına gerekli görülen bir yenilik olduğunu
söylememiz gerekir. Ezanın Türkçe ya da Arapça okunmasının İslam dini
açısından nasıl yorumlanması gerektiği bu dinin ilahiyat bilginlerinin yorumuna
muhtaç bir konu olması bir yana, bizim burada üzerinde durmak istediğimiz bir
siyasal partinin gerekçesi ne olursa olsun Türkçeye çevrilmiş ezanı, iktidara gelir
gelmez tekrar Arapçaya çevirmesidir.
Gerçektende, DP, Arapça Ezan ve kametin ceza kanunun 526. maddesinde
yer alan yasağın TBMM tarafından kaldırılmasından sonra, Başvekil Adnan
Menderes, 17 Haziran 1950’de Arapça ezanın serbest olarak okunması için bütün
illere telgrafla bu kararı bildirmiştir.260 Bu dönüşüm kuşkusuz Artık Yeter Söz
Milletin! sloganı açısından DP için elde var birdir.
260
Gotthard Jäschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, s. 46-47 Ayrıca bkz. Ahmet Yildiz, “
Transformation of Islamic Thought in Turkey Since the 1950s”, Brief History of Islam, ed:
Ibrahim Abu-Rabi, Blackwell Publishing, Malden, 2006, s. 43 Hatırlatmak gerekir ki, ezanın
tekrar Arapçaya çevrilmesi ile ilgili Meclis’te yapılan oylamada bazı CHP’li milletvekilleri de
lehte oy kullanmışlardır.
102
DP iktidara geldikten sonra ilk iş olarak ezanı tekrar Arapçaya
dönüştürmekten başka Türk Dil devriminin de üzerine gitmiştir. 1952 yılında Fuat
Köprülü, 222 DP’li arkadaşıyla, 1945’te Türkçeleştirilen Anayasanın tekrar eski
metnine dönüştürülmesini teklif etmiş ve bu teklif 24 Aralık 1952’de kabul
edilmiştir.261 Dilin sembolik önemi ve bu önemin bir sonucu olarak, daha önce de
belirttiğimiz biçimiyle, dil devriminin 1945’te Anayasa’nın Türkçeleştirilmesi ile
sembolik olarak zaferini ilan ettiği hatırlanırsa DP’nin bu girişiminin kasıtlı olarak
Dil Devrimine karşı bir uygulamayı gerçekleştirdiği söylenebilir. Üstelik DP’nin
dil devriminden başka, cumhuriyet devrimlerinin kazanımlarının da kısmen
karşısında olduğunun birtakım örneklerini vermek mümkündür. Eroğlu’na göre,
DP’nin özellikle laiklik ilkesi karşısında verdiği tavizlerin bir sonucu olarak
partinin bünyesinde birtakım teolojik eğilimlerin başlamıştır. Örneğin DP’nin
1952’de yapılan Ankara İl Kongresinde ileri sürülen temenniler arasında; ihtiyacı
olanlar dışında kadın memur çalıştırılmaması, Ankara milletvekili Ömer Bilen’in
Pazar günleri Hacı Bayram Camiinde verdiği vaazların radyoda yayınlanması ve
Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesini vb. leri sözü edilen teolojik
eğilimleri yansıtmaktadır. Bundan başka, DP milletvekili Fehmi Ustaoğlu’nun,
Samsun’da çıkan Büyük Cihad gazetesinde, Kurtuluş Savaşının din için
yapıldığını ve sonraki devrimlerin yararsız olduğunu söyleyecek kadar ileri
gitmesi sözü edilen teolojik eğilimlerin derecesi hakkında fikir vermesi
bakımından önemlidir.262
DP döneminde herkesin üzerinde anlaştığı konulardan biri de, devrim
yıllarında
etkinlikleri
azaltılan,
cemaatlerin
tekrar
etkinliklerini
geri
kazanmalarıdır. Kaçmazoğlu’na göre bu dönemde dini hareketler içerisinde
özellikle Nurcular, Süleymancılar ve Ticanilerden bahsetmek gerekmektedir.
1950’li yıllardaki koşulların bir sonucu olarak dini hareketlerdeki canlanmadan en
çok yararlanan ve faaliyet alanlarını genişleten Nurcular olmuştur. Nurcular,
Nakşibendîler ve Ticaniler gibi saldırgan faaliyetlerde bulunmamışlar, pasif
direnme metodu uygulayarak genişlemelerini sürdürmüşlerdir. Hatta anılan
261
Cem Eroğlu, Age., s. 80
Cem Eroğlu, Age., s. 80-81 Fehmi Ustaoğulu Malatya suikastından sonra 9 Aralık 1952’de
Demokrat Partiden ihraç edilecektir. Ayrıntılı bilgi için bkz. H. Bayram Kaçmazoğlu, Demokrat
Parti Dönemi Toplumsal Tartışmaları, s. 74
262
103
dönemde, kovuşturmalara ve yargılamalara uğramışlarsa da, hükümetle iyi
geçinmeye ve DP’yi desteklemeye devam etmişlerdir.263
1950’li
yıllarda
adından
söz
ettiren
bir
diğer
tarikat
grubu
Süleymancılardır. Yavuz’un söylediğine bakılırsa; bir Nakşibendi şeyhi olan
Süleyman Hilmi Tunahan’ın (1888-1959) liderliğindeki bu cemaat, sayıları dört
milyonu bulan müridiyle Türkiye’nin halihazırdaki en büyük İslamcı gruplarından
biridir. Bu tarikat da sözünü ettiğimiz dönemlerde hukuki kovuşturmalara uğramış
hatta Bursa Ulu camiindeki olayla* ilgili olarak Süleyman Hilmi Tunahan
tutuklanarak birkaç ay cezaevinde kalmıştır.264
Yukarıda DP döneminde yıldızı parlayan tarikatlarla ilgili verdiğimiz
bilgiler bir yana, bu dönemde DP ile bu tarikatlar arasındaki ilişkiyi sınamak
adına çok güçlü bir dini sembolizm içeren şu örneği değinmek faydalı olacaktır.
Buna göre, DP kendi iktidar yıllarında gerek pasif direnme metodunu tercih etmiş
olmalarından gerekse siyasal olarak DP’yi desteklemelerinden olsa gerek
cemaatler arasında en çok yakın temas kurduğu Nurcular olmuştur. Hatta
Menderes’in, 19 Ekim 1958’de, Nurcuların lideri Olan Said Nursi’nin yaşadığı
Emirdağ ilçesini ziyaret etmesi ve bu ziyarette Nurcuların onu iki tuğralı yeşil
bayraklarla karşılamaları,265 DP ve Nurcular arasındaki ilişkiyi göstermesi
bakımından önemlidir. Ancak tüm söylediklerimizden hareketle DP’nin laiklik
karşıtı bir politika izlediği ileri sürülemez. Bu olsa olsa siyasal kaygılarla
laiklikten tavizler verilmesi olarak değerlendirilebilir. Ya da Kurtoğlu’nun dediği
gibi; 1950’li yıllarda, siyasal dilin dinsel bir aksan kazanmış olması veya siyasetin
dinsel bir dil kullanmış olması, siyasetin dinsel bir amacın aracı olarak
kullanıldığı anlamına gelmemelidir. Burada söz konusu olan yalnızca dinin siyasal
263
H. Bayram Kaçmazoğlu, Age., s. 99
Bursa Ulu camide bir kişinin hutbeye çıkarak imamı ve bir polisi kılıç ile yaralaması ile ilgili
olarak bkz. H. Bayram Kaçmazoğlu, Age., s. 100
264
Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 196-197
265
Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991, s. 214 Emirdağ’da
Başbakan Menderes’i tuğralı yeşil bayraklarla karşılayan Nurcuların tutuklandığını da belirtmek
gerekir. Bu bilgi için bkz. Cumhuriyet Ansiklopedisi (1941-1960), s. 351 Ayrıca DP ve Nurcular
arasındaki ilişki için bkz. Metin Karabaşoğlu, “Text and Community: An Analysis of the Risale-i
Nur Movement”, Islam at the Crossroads: On the Life and Thought of Bediuzzaman Said
Nursi, Ed: Ibrahim Abu-Rabi, Suny Press, New York, 2003, s. 278 Yine Nurcuların lideri Said-i
Nursi’nin “ehven- şer” anlayışıyla DP’ye oy verilmesini tavsiye etmesi ve böylece yıllarca Türkçe
okutulan ezanın yeniden Arapçaya çevrilişine bir iltifatta bulunmuş olduğu ile ilgili yorumlar için
bkz. İhsan Işık, Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk, Ünlem Yayınları, 2. Baskı, İstanbul,
1991, s. 49
*
104
istismar aracı oluşudur.266 Belirtmek gerekir ki, DP’nin laikliğe karşı belirgin bir
biçimde taviz kar tutum içerisinde olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan dinsel
hareketler DP tarafından cezalandırılmış ve bu türden dinsel hareketlerin önüne
geçilebilmesi için yasal düzenlemelere gidilmiştir. Atatürk heykellerini kırmayı
bir eylem biçimi haline getirmiş olan Ticani tarikatının liderinin yakalanıp peşi
sıra
Atatürk’ü
koruma
kanununun
çıkarılışı
bu
bağlam
içerisinde
değerlendirilebilir. 267 DP’nin Atatürk’ü koruma kanununda olduğu gibi laiklikten
ödün vermemek gayretinde olan bir parti olduğunun kuşkusuz bir diğer örneği de
yapımına CHP iktidarı yıllarında başlanan ve DP tarafından yapımı devam
ettirilerek bitirilen Anıtkabir’dir. Ancak tüm bunlara rağmen DP iktidarda kaldığı
yıllarda cumhuriyet değerlerine karşı oluşan muhalefetin birleştiği bir odak
olmaktan başka icraatlarıyla da kafalarda soru işaretleri bırakmıştır.
1950’li yılların zihinlerde kalan ve din-siyaset dolayımında ele
alabileceğimiz bir diğer gelişmesi de; Menderes’in de içinde bulunduğu uçağın 17
Şubat 1957’de Londra’nın 25 mil güneyinde düşmesi ve aralarında Basın-Yayın
ve Turizm bakanı Server Somuncuoğlu ile Eskişehir milletvekili Kemal
Zeytinoğlu’nun da bulunduğu 16 kişinin ölmesidir. Adnan Menders bu kazayı
hafif sıyrıklarla atlatmış ancak bu durum halk arasında ilgi çekici heyecanların
oluşmasına neden olmuştur. Bu olaydan sonra bizzat Menderes Eyüp Sultan’a
giderek on kurban kestirmiş ve yakın arkadaşı Samet Ağaoğlu’nun ifade ettiğine
göre; halk gibi kendisi de kurtuluşunu ilahi bir korumaya bağlamıştır. Hatta
sonraki süreçte partisinin grup toplantılarında dahi “Allah’ın sevdiği insan”
olduğunu gururla söylemekten geri durmamıştır.268 DP dönemi, daha önce de
ifade etmeye çalıştığımız biçimiyle, o kadar din ve siyaset polemiğine bulaşmıştır
ki, bir uçak kazası ve sonrası gelişmelerini bile çalışma konumuza dâhil etme
gereği duyabiliyoruz.
1950’li yılların, salt siyasi olmakla birlikte, içerisinde, katılımcılarının
yorumlayış biçimleriyle dini unsurları da barındıran ve güçlü bir sembolizm
266
Zerrin Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: İslamcılık, Cilt: 6, Ed: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 211
267
1951 yılında DP Ticanilerin Atatürk heykellerine saldırılarını cumhuriyete ve devrimlere karşı
bir hareket olarak değerlendirmiş ve Atatürk’ü koruma kanununu çıkartmıştır. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Hasan Ünder, “Atatürk İmgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: Milliyetçilik, Cilt: 4, s. 153
268
Cem Eroğlu, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, s. 146-147
105
içeren bir diğer gelişmesi, direkt kitlelerin alet edildiği Vatan Cephesi ve
Güçbirliği Cephesi şeklindeki kutuplaşmadır. DP’nin tek parti dönemini
aratmayan baskıcı iktidar anlayışının 1957 seçimlerinden sonra muhalefette
birleşme yönünde bir reaksiyona sebebiyet vermesi üzerine DP, güç birliğine
giden muhalefete karşı Vatan cephesi adıyla yeni bir siyasal manevra
geliştirmiştir.
DP’nin vatan cephesi kurmasındaki amaç bu yolla DP’ye katılımları
arttırma ve partiyi güçlendirmektir. Bu bağlamda Adnan Menderes vatan
cephesinden ilk kez DP Manisa İl Kongresinde söz etmiş ve CHP’nin çabaları
sonucunda DP’ye karşı bir kin ve husumet cephesinin oluşturulduğunu ileri
sürerek, bu cepheye karşı bir vatan cephesinin kurulmasının zorunlu olduğunu
belirtmiştir.269 Vatan cephesinin ülke insanlarını bir kutuplaşma ve çatışma
ortamına sürükleyen bir oluşum olmasından başka en ilgi çekici yönlerinden biri
de bu cepheye katılımların radyolardan uzun uzadıya isim okunarak ilan
edilmesidir. 1957 seçimlerinde muhalefet partilerine radyo yolu ile halka
seslenme yolunu yasa marifeti ile kapatan DP’nin vatan cephesi ile radyo arasında
oluşturduğu sistem dikkate değerdir.
Vatan cephesiyle ilgili düşüncelerini Menderes 12 Ekim 1958’de
Manisalılara paylaşırken aynı gün CHP İstanbul İl Kongresinde bir konuşma
yapan İsmet İnönü iktidar partisin, şiddetle eleştirerek, partizan radyo
faaliyetlerini CHP’lilere şikâyet ediyordu.270 Bu şikâyetlerin yani radyonun
iktidarın sözcülüğünü yapmasından dolayı duyulan rahatsızlığın iktidarca hiç
dikkate alınmadığının en somut göstergelerinden biri ilerleyen günlerde radyodan
vatan cephesine katılanların isimlerinin okunması olmuştur. Vatan cephesine
katılanların, radyo vasıtasıyla günlerce isimlerinin okunması ile duyurulmaya
çalışılması insanlar için o kadar katlanılmaz olmuştu ki, Zürcher’in söylediğine
bakılırsa, birçok kentte Radyoyu Dinlememe Cemiyetleri kurulmuştur.271
Vatan cephesi ve sonraki gelişmeler iktidar partisine daha geniş bir katılım
sağlamış mıdır bilinmez ama bu kutuplaşma iktidar ile muhalefet partileri
arasındaki gerginliği tırmandırmış ve 1960 Müdahalesine giden yolun da
269
Cumhuriyet Ansiklopedisi (1941-1960), s. 334
Tercüman, 13 Ekim 1958
271
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 349
270
106
kapılarını aralamıştır. 6 Eylül 1958’de Balıkesir’de yaptığı bir konuşmada
muhalefeti oldukça ağır bir dille eleştiren Menderes: “İdam sehpalarında can
verenlerden ders alsalar ya” demiş272 ancak üzücü bir biçimde kendisi idam
sehpasında can vermiştir.
27 Mayıs Müdahalesi ile ülkemizde bir dönem kapanırken yani bir dönem
açılmaktadır. Bu yeni dönemin, yani 1960’lı yılların, aşağıda yer vereceğimiz
ayrıntıları bir yana, kanımızca en önemli özelliği; Türk siyasal yaşamının sonraki
dönemlerinde ele alacağımız din-siyaset eksenli konularının da temellerinin
atıldığı bir dönem olmasıdır.
1960’lı
düşünüldüğünde,
yıllar,
son
çalışma
ikisini
konumuz
ilkinin
olan
belirlediği
din-siyaset
üç
farklı
ekseninde
perspektiften
değerlendirilebilir. Bunlar:
1. 1961 Anayasası ve Özgürlükler
2. Siyasal Fikir Hareketleri
3. Gerçek (Reel) Siyasal Yaşam
1961 Anayasası ile ilgili en baştan belirtmemiz gereken, bu anayasanın,
1960 öncesi yaşanan özgürlük ve demokrasiye ilişkin sıkıntıların/bunalımların
somut anayasal önlemler alınarak aşılabileceği inancıyla yazılmış olmasıdır. Bu
yönüyle 1961 Anayasası bir bakıma tepki anayasası niteliğindedir.273
1961 anayasasının dili sadedir. Sözü edilen anayasanın bu özelliği bir
bakıma, Teşkilatı Esasiye Kanununun (TEK) 1945’te Türkçeleştirilen ancak
1952’de Fuat Köprülü ve 212 arkadaşının Meclis’e verdiği teklifle eskiye
dönüştürülen metnin yeniden canlandırılışıdır.
274
Bu durum, kuşkusuz, rasyonel
gerekçeleri bir yana, 1961 anayasasında görebildiğimiz sembolik bir tepkiyi ve
Türk Dil İnkılâbına sadakati de ifade eder.
Kendisinden önceki ve sonraki 1982 Anayasasından (1982 Anayasasında
devletin kutsallığına vurgu vardır) farklı olarak 1961 Anayasası, insanı/bireyi
yüce bir varlık saymakta, birey ve toplumun hak ve özgürlüklerinin
geliştirilmesini ana hedef saymaktadır.275 Bir başka ifade ile 1961 Anayasası 1982
272
Cumhuriyet Ansiklopedisi (1941-1960), s. 351
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, 8. Baskı, İstanbul,
2002, s. 377
274
Bülent Tanör, Age., s. 377
275
Bülent Tanör, Age., s. 378
273
107
Anayasasından farklı olarak baskıcı bir siyasal otoriteye karşıdır ve bu anlamda
devlet otoritesini güçlendirmektense birey özgürlüklerini kurumsallaştırmayı
hedeflemektedir.
1961 Anayasasının yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız özelliklerinin
1960’lı yıllarda, daha önce de belirttiğimiz gibi, siyasal fikir hareketleri ve gerçek
siyasal yaşamı (siyasal partiler anlamında) kapsayan etkileri olmuştur. Bu
etkilerden birincisi, siyasal fikirlerde görülen çeşitlilik ve bu çeşitliliğin
çoğunlukla sol çerçevesinde dile getirilişidir. Kaçmazoğlu’nun da dediği gibi,
1960’lı yılların en belirgin özelliği, düzen değişikliği isteklerinin sosyalizm adı
altında gündeme gelmesidir. Bu yönelimin doğal bir sonucu olarak döneme
damgasını vuran diğer bir özellik ise, siyasal yaklaşımları farklı olan hemen
hemen tüm grupların devletçi olmasıdır.276 Dönemin sosyalizm eksenli vurgusu o
kadar baskındır ki, siyasal fikir hareketleri içerisinde İslam dini dahi sosyalizm
bağlamında ele alınmaktadır. İslam’ın bir din olarak ele alınmasının çok ötelerine
taşan bu yaklaşımlar içerisinde ana tema; İslamiyet’in sosyalizme engel teşkil edip
etmeyeceğidir. İslamiyet’in sosyalizme engel teşkil etmeyeceğini hatta sosyalizm
ile İslamiyet’in birçok noktada birleşebileceğini öne sürenlerden Cahit Tanyol’a
göre, İslamiyet ile sosyalizmi bağdaştırabileceğimiz ya da başka bir ifade ile
İslamiyet ile sosyalizmin aynı kaynaktan beslendiğini gösteren en önemli kanıt
adalet kavramıdır. Tıpkı sosyalizmde olduğu gibi İslamiyet’te de, insanlar
arasındaki eşitsizliğin kaynağı olduğu için mülkiyet Allah’a aittir. Batı’da adaletin
tam manasıyla gerçekleştirilebilmesi anlamına gelen sosyalizme geçiş, üretim
araçlarının
mülkiyeti
bir
sınıfın
elinde
olduğu
için
kanlı
ihtilallerle
gerçekleştirilebilecek iken; İslamiyet’in her türlü sınıflamaya karşı oluşunun bir
sonucu olarak ülkemizde sosyalizme geçiş bir anlamda Allah’ın adaletinin
gerçekleşmesi olacaktır.277 Yine aynı dönemde İslamiyet ile sosyalizm arasında
276
H. Bayram Kaçmazoğlu, Türkiye’de Siyasal Fikir Hareketleri (27 Mayıs’tan 12 Mart’a),
Birey Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 39
277
Mevlüt Özben, “1960’ların Sol Söylemi İçinde Yön Hareketi ve Cahit Tanyol”, Kemal
Tahir’in 30. Ölüm Yıldönümü Anısına (Sosyoloji Yıllığı Kitap-10), Kızılelma yayınları,
İstanbul, 2003, s. 398-399. İçinde: Cahit Tanyol, “İslam’ın Cenneti Sosyalizmdir”, Yön, Sayı: 130,
24 Eylül 1965, s. 7
108
ilişki arayan isimlerden biri de Nurettin Topçudur. Topçu, Tanyol’dan bir bakıma
farklı olacak şekilde Kuran’da aranan bir sosyalizm anlayışını savunmuştur.278
1960’lı yılların, siyasal fikir hareketleri içerisinde popüler siyasal yaklaşım
olan sosyalizm düşüncesini bu dönemin temel argümanı olarak ele almak ve
siyasal yaklaşımları salt bu çerçeve içerisinde değerlendirmek, kanımızca
beraberinde anılan dönemin kavranmasına ilişkin birtakım sıkıntıları da
getirecektir. Bu yüzden, biz, çalışmamızın seyri içerisinde, sosyalizm temelli
siyasal fikir hareketleri yanında siyasal partileri ve siyasal partilerin tutumlarını
belirleyen gerçek siyasal yaşamı da ele almayı bir gereklilik olarak görüyoruz.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, dönemin siyasal fikir hareketleri sosyalizm
çerçevesi içerisinde yoğunlaşmış olmasına karşın toplumsal yaşamı bir bulut gibi
tümüyle örten temel motif sosyalizm ve sosyalizm eksenli yaklaşım biçimleri
değildir. 1960 öncesinde olduğu gibi, 1960 sonrasında da toplumsal yaşamda din
etkin bir konumdadır ve her yönüyle siyasal partilerin tutumlarını/söylemlerini
etkilemektedir. Hatta farklı fraksiyonlara sahip aydınlar, politikacılar ve
öğrenciler sol görüşlü oldukları için komünist olarak değerlendirilmektedirler.
Komünizmin geniş halk kitlelerinin bilincinde çoğunlukla dinsizlik olarak
tanımlanmış olması bu dönemin şiddet olaylarında da bir bilinçaltı öğe olarak
dinin bulunduğunu göstermektedir.
1960’lı yılların siyasal partiler düzeyinde bir değerlendirmesi gösterecektir
ki, dini söylemler partilerin kendilerini tanımlamalarında net bir biçimde dile
getirilmektedir. Buna göre, 1965 seçimlerinde toplam oyların yüzde 52,9’unu
alarak parlak bir siyasi başarı gösteren ve DP’nin devamcısı olarak gösterilen
Adalet Partisinin (AP) genel başkanı Süleyman Demirel, partisinin İslami
niteliğinin ve geleneksel değerlerden yana olduğunun altını çizmekten
çekinmiyordu. Hatta Menderes’i anımsatır şekilde; Nurcu liderlerle aleni
yakınlaşıyor, komünizm aleyhtarı propaganda yapıyor ve sol hareketleri
güçsüzleştirme kampanyalarına ön ayak oluyordu.279 Dönemin en büyük siyasi
partisinin genel başkanının bu tutumu da göstermektedir ki, entelektüel siyasi
278
H. Bayram Kaçmazoğlu, Türkiye’de Siyasal Fikir Hareketleri (27 Mayıs’tan 12 Mart’a), s.
148
279
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 366
109
tartışmalar bir yana dönemin siyaseten en güçlü vurgusu daha önce olduğu gibi
yine dindir.
Bu dönemde yaşanan diğer bir gelişme kendisini salt milliyetçi olarak
tanımlayan bir hareketin 1965’te yurda dönem Alparslan Türkeş tarafından
başlatılmış olmasıdır. Türkiye’nin bundan sonraki siyasal yaşamı içerisinde de
kendisine yer bulacak olan bu hareket, kuşkusuz, 1960’ların sol grup ve
söylemlerinin Türkiye’nin gündemine ve siyasasına egemen olmayı amaçladığı
bir ortamda daha anlamlı hale gelmektedir.
1950–60 döneminde siyasal güçleri göz önüne alınırsa iki büyük partiden
(CHP ve DP) söz edebiliyorken; 1960 sonrasında sol ve Marksist grupların
ideolojilerin ortaya çıkmış olması parçalı bir siyasal tablonun da ortaya çıkmasına
neden olmuş ve bu tablo içerisinde kendilerini merkez sağ olarak tanımlayan iki
parti AP ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olmuştur.280 1965 seçimlerinde
yüzde 2,2 oy alan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) katılarak kısa
süre bu partinin liderliğini üstlenen Alparslan Türkeş’in adını 1969’da MHP
olarak değiştirdiği partisi özellikle 1969’a kadar kendisini laikliğin sert bir
savunucusu olmuş ancak aynı yılın seçim hazırlıklarında daha rasyonel bir siyasal
yönelimi benimseyerek İslam’ı Türk ulusal mirasının bir parçası olarak
tanımlamaya başlamıştır.281 Bu da göstermektedir ki, salt milliyetçi bir siyasal
parti olarak tanımlayacağımız MHP dahi kendisini siyaseten var edebilmek için
siyasal vurgularına İslam dinini katmaktan geri durmamıştır. Aslında sosyalizm
çerçevesinde
değerlendirdiğimiz
birtakım
fikir
hareketlerinin
bile
ülke
gerçeklerinden hareketle sosyalizm ile İslamiyet arasında bir ilişki kurma çabaları
göz önüne alındığında, AP ya da MHP’nin demokratik usullerle siyasal iktidar
mücadelesi veren partiler olarak din kozundan faydalanmamalarını düşünmek
olanaksızdır.
1965’te AP’nin iktidara gelmesinin çalışmamız açısından iki önemli
sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi; AP, hem DP’nin devamı
olduğunu ifade ederek, dinsel muhalefeti bürokrasiye karşı kendi tarafına
çekmenin yeni bir sembolü olmuştur hem de, bu dönemde, özel sanayinin giderek
280
Sabri Sayarı, “The Changing Party System”, Politics Parties and Election In Turkey, Ed: S.
Sayarı and Y. Eser, Lynne Rienner Publishers, Colorado, 2002, s. 14
281
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 374
110
etkinlik
kazanmasının
sonucu
olarak
arka
plana
itildiklerini
düşünen
Anadolu’daki küçük imalatçıların tepkisinin şekillendiği Milli Nizam Partisinin
(MNP) ortaya çıkışını hazırlamıştır.282 Gerçektende Anadolu’daki küçük
imalatçıların (bunlar 1980 sonrasında büyüyerek “Anadolu Kaplanları” olarak
anılacaktır) dünyayı algılama biçimlerinin çoğunlukla din olduğunu bilen
Necmettin Erbakan, henüz odalar birliği başkanı iken AP’yi ve Demirel’i
Siyonistlerin, İslam’a sırt çevirmiş kuklaları olarak itham ederek siyasal yatırımını
yapmış ve bu söylemleri, onun, 1969 seçimlerinde dinci muhafazakârların kalesi
olarak bilinen Konya’dan bağımsız milletvekili olmasını sağlamıştır. 1970 yılında
kendisi gibi iki bağımsız milletvekili ile MNP’yi kuran Erbakan283 ve partisi,
değişen parti isimlerine rağmen 28 Şubat müdahalesine Türkiye’de kadar dinsiyaset ilişkisinin parti düzeyindeki kişisel sembolü haline gelmiştir.
Özetlemek gerekirse, dönemin siyasal fikir hareketleri bir yana, toplumsal
yaşam ve bu yaşamın temel değerleri ekseninde kendilerine güzergâh tayin eden
siyasal partilerin politik duruşları 1960 öncesinden farklılaşmıştır. Bu bağlamda,
CHP kendini ortanın solunda tanımlamaya başlamış, DP’nin ardılı olarak
değerlendirilen AP ortanın sağında yer almış, yine kendisini ortanın sağında
tanımlayan ve salt milliyetçi bir parti olarak MHP Türk siyasal yaşamındaki yerini
almış ve tümüyle İslamcı söylemlere dayanan MNP (daha sonra ismi MSP olarak
değişecektir) ortaya çıkmıştır. Bu dönemin tüm sol ağırlıklı görüş ve fikirlerine
rağmen M. Ali Aybar’ın Türkiye İşçi Partisi (TİP), belirtmek gerekir ki, siyasal
iktidarı zorlayabilmek açısından söz edilmeye değer değildir. TİP’in önemi olsa
olsa bundan sonraki yıllarda yalnızca Türk solu üzerinde bırakacağı etki üzerinde
değerlendirilebilir.
1970’li yıllara Türk siyasal yaşamı 12 Mart sarsıntısı (12 Mart Muhtırası)
ile
girmiştir.
Ancak
1960’ların
sonlarında
şiddetlenen
anarşi
ortamı
düşünüldüğünde sözünü ettiğimiz muhtıranın Türk siyasal yaşamında bir sarsıntı
mı yoksa bir durulma ve normale dönme mi etkisi yarattığı tartışılacak bir
konudur. Gerçektende 12 Mart Muhtırası, anarşi ve şiddet olaylarını durdurmakta
282
Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası (MSP Örnek Olayı), s.
94-96
283
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 374-375
111
yetersiz kalan siyasi iktidardan, ümidini kesen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK)
1960’dan sonra siyasal parlamentarizme ikinci müdahalesi olmuştur.
12 Mart Muhtırası gerçekten de şiddet olaylarının önünü kesmiş ve kısa bir
süre de demokrasiye tekrar dönüşün önünü açmışsa da ilerleyen yıllar şiddet
eylemlerinin ve anarşik ortamın tekrar geri gelmesini engelleyememiştir. Bu
söylediklerimizin, yani 1970’li yılların da şiddet ve anarşi ortamını yansıtıp
yansıtmadığını sınamanın kuşkusuz en iyi yolu dönemin gazetelerinin
incelenmesidir. Özellikle 1975 sonrasında Türk yazılı basını incelendiğinde
görülecektir ki, gazetelerin birinci sayfaları işlenen cinayet haberleri ile doludur.
Bu gazeteler arasında en çok ilgimizi çeken aylara göre ölen insanların toplamını
gösteren Milliyet gazetesidir. Milliyet anılan dönemde işlenen cinayetleri
ayrıntıları ile vermekten başka, “Üniversite Dramı” ve “Öğrenci Çatışmasında
Son Durum” başlıklarını içeren istatistiksel bilgiler de vermekte ve aynı
istatistiksel bilgileri trafik kazalarında ölen insanlar içinde yaparak bir anlamda
kayıpları karşılaştırmaktadır.284
Sözünü ettiğimiz yılların siyasal gerginliklerinin ve karşılıklı ithamlarını
bir önceki dönemle benzeşimler gösterdiğinin ve bu yılların da din-siyaset ilişkisi
bağlamında yorumlanabilecek yönlerinin fazlasıyla mevcut olduğunun en somut
göstergelerinden biri 1971 yılında yapılan CHP Küçük Kurultayında konuşan
İsmet İnönü’nün AP ve özellikle de Süleyman Demirel’i hedef alan ifadeleridir.
Buna göre, Cumhuriyet Gazetesinin “Tam İrtica Devri Yaşıyoruz” manşetiyle
okuyucusuna duyurduğu CHP Küçük Kurultayı ile ilgili bilgilerde gazete
İnönü’nün şu sözlerine de yer vermiştir: “Mühendisler ümit verici bir yol
tutmamışlardır. Siyasete girince, ilk işleri (korkmadan Müslümanım diyebilelim)
demek oldu. Bu, Atatürk’ü Said Nursi’nin gözüyle görmek demektir.”285
Görüldüğü gibi sembolik bir kavram olarak irtica Osmanlı’dan devrim
yıllarına, DP döneminden 1970’lere kadar yaygın bir biçimde Türk siyasal
284
Sözü edilen bilgiler için bkz. Milliyet, 12 Mart 1977. bkz. Milliyet, 14 Ocak 1977. Ayrıca,
“Trafik Dramı” başlığı ile verilen istatistikî bilgiler için bkz. Milliyet, 13 Mart 1977 Ayrıca şiddet
ve anarşi karşısında siyasi irade o kadar çaresizdir ki, Muğla AP milletvekili Ahmet Buldanlı,
anarşi olaylarına karışan kız ve erkek öğrencilerin askere alınmasını önermektedir. Bkz. Milliyet,
25 Ocak 1977
285
Cumhuriyet, 24 Ocak 1971
112
yaşamını meşgul etmektedir ve ilerleyen bölümlerde de göreceğimiz gibi bu
etkisini sonraki dönemlerde de devam ettirecektir.
1970’lerin hemen başında siyasal iktidar dini gelişmelerden o denli
rahatsızdır ki, kabine neredeyse devletin istihbarat birimleri gibi çalışmaktadır. Bu
yargımızın hiç de haksız olmadığını gösteren somut örnekler den biri dönemin iç
işleri bakanı Ömeroğlu’nun; gizli seminerlerle İslam doktrini hazırlığı içine giren
Ortaçağ ümmetçilerinin sinsi faaliyetlerinin durmadığı şeklinde bir gazeteye
verdiği demeçtir.286 Bu demecin adresi kuşkusuz Nurcular’dır ve CHP, AP’yi
Nurcular üzerinden siyasal olarak yıpratmaktan başka AP’den bağımsız olarak bu
grubun genişlemesinden ve faaliyetlerinden de rahatsızdır.
Aslında anılan dönemin hemen başında dinin siyaseten bir tehlike haline
gelmesinden duyulan endişenin tek kaynağı Nurcular değildir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi, 1969’da Necmettin Erbakan tarafından kurulan MNP’de bu
bağlamda devleti rahatsız etmektedir ve bu rahatsızlık 1971’te MNP’nin Anayasa
mahkemesi tarafından kapatılması287 ile iyice su yüzüne çıkmıştır. MNP
kapatıldıktan kısa bir süre sonra, Necmettin Erbakan’ın bir siyasal parti teşekkülü
olarak başlattığı İslamcı hareket, 1972 yılında Milli Selamet Partisi (MSP) adıyla
tekrar faaliyete geçecek ve söylemlerinden küçük iktidar ortaklığına kadar
1970’lere damgasını vuracaktır.
Erbakan’ın dini siyasal söylemleri ön plana alan ve MNP’nin devamcısı
olan MSP’de yakalamış olduğu başarının -1973 seçimlerinde oyların yüzde
11.8’ini alarak Meclis’te 48 milletvekili kazanmıştır ve 1969’da başladığı siyasi
kariyeri düşünüldüğünde bu büyük bir başarıdır- arkasında kuşkusuz güçlü bir
sembolizm vardır. Yavuz’un da dediği gibi, Erbakan siyasi fikirleri her zaman
için, iyi-kötü, güzel-çirkin, hak-batıl, refah-yoksulluk ve adalet-zulüm288 gibi
güçlü sembolik olarak karşıtlıklar içeren kavramlar üzerine kurmuş ve dini
söylemlerinin
286
heyecanlandırdığı
halk
kitleleri
bu
kavramlarla
siyasal
Bu demeçle ilgili olarak bkz. Cumhuriyet, 24 Temmuz 1971
MNP’nin kapatılması ve bunun hangi anayasal gerekçelere dayandırıldığı ile ilgili olarak bkz.
Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası (MSP Örnek Olayı), s.
105-106
288
M. Hakan Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, s. 593
287
113
düşüncelerine yön vermişlerdir. MSP’den sonra kurulan Refah, Fazilet ve Saadet
partilerinde de bu güçlü sembolizm unsurlarını görmek mümkündür.
MSP’nin Türk siyasal yaşamındaki yerini konu edinen çalışmalarda da289
vurgulandığı gibi, bu parti ile ilgili üzerinde durulması gereken özelliklerden biri
de, Anadolu’daki küçük imalatçılarının ve sıradan insanların, MSP’nin onlar için
önünü açtığı Müslüman kimliği ile bu kimliği belirgin kılan sembolik unsurları
kullanarak ekonomik ve siyasal olarak söz sahibi olmalarının ve eğitim yoluyla –
burada cemaatlerinde etkilerini hesaba katmak gerekir- toplumsal yaşamın
yukarılarına erişebilmelerinin önünü açmasıdır. Ayrıca bu gelişmeler, merkezçevre tartışmaları içerisinde, Refah Partisi’nin (RP) içinden çıkan Adalet ve
Kalkınma Partisinin (AKP)* iktidara geldiği 2000’li yılların Türkiye’sinde düşün
çevrelerince etraflıca vurgulanacaktır.
MSP’nin dinsel söyleme dayalı bir siyaset tarzını benimsemiş olduğunun
bir diğer göstergesi de bu partinin yayın organı olarak kabul edilen Milli
Gazete’nin 1970’li yıllarda manşetlerine taşıdığı haberlerinde görülebilir. Buna
göre anılan gazete 1973 yılında birinci sayfasından 250 TL’ye sahte diploma satan
bir ilkokul öğretmeninin elleri kelepçeli resmini göstererek haberin altına da
Ahlak ve Fazilete Dayalı Bir Eğitim Sistemi Gereklidir290 şeklinde bir not
düşmüştür. Bu gazetenin vurgulamak istediğimiz özellikleri yansıtan diğer
haberlerinden birkaçı şu şekildedir:
-
Manaya Dayalı Bir Maarif Sistemi Getirilecektir:291 MSP Erzurum
mitinginde N. Erbakan’ın ifadeleri.
-
Yunanistan’da Değil Türkiye’de: Cuma namazı kılınırken, zabıta ekipleri
bir cami inşaatını yerle bir etmek için kolları sıvadı.292
-
Türkiye Ahlak ve Maneviyat Temeli Üzerinde Yükselecektir293: Erbakan’ın
1973 Taksim Meydanı’ndaki konuşmasından.
289
Sözünü ettiğimiz çalışmalarla ilgili olarak bkz. Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Modernleşme
Din ve Parti Politikası (MSP Örnek Olayı), bkz. Hakan Yavuz ,Modernleşen Müslümanlar,
*
Her ne kadar AKP’liler inkâr etmek isteseler de, AKP’nin RP’nin, değişen koşullara ayak
uydurmuş olmasına rağmen, bir bakıma devamı olduğunu gösteren somut göstergelerden biri bu
partinin ismidir. 1970’lerde, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, adalet ve kalkınma ilkelerini
MSP’nin çıkış noktası olarak vurgulayan Erbakan’ın siyaseten öğrencilerinin bu benzerlik ya da
aynılık karşısında çok az söyleyecek sözleri olsa gerek…
290
Milli Gazete, 14 Eylül 1973
291
Milli Gazete, 27 Ağustos 1973
292
Milli Gazete, 19 Ağustos 1973
114
Milli Gazete’den aktardığımız bu haberlerden başka, aynı gazetenin, en
ilginç haberlerinden biri de, Süleyman Demirel’in yemek yerken çekilen resminin
yer aldığı; Demirel Bu Ramazan Oruç Tutmuyor Ama İftarı da Kaçırmıyor
başlıklı haberidir. Gazete Demirel’in resminin de yer aldığı bu haberi bir ibret
levhası ifadesi ile okuyucusuyla paylaşmaktadır.294
1970’li yılların siyasal atmosferi içerisinde din konusu yalnızca MSP’nin
gündeminde değildir. Ulusal basında din konusu ayrıntıları ile almakta ve hem
baskı sayısı hem de ideolojik kaygılarının bir sonucu olarak dinsel konuları
sayfalarına taşımaktadırlar. Örneğin Sabah gazetesinin bu konudaki haberleri ilgi
çekicidir. Buna göre adı geçen gazete bir takım olayları şu şekilde okuyucusuna
ulaştırmaktadır:
-
Namaz Kılana Yemek Yok: Bayındırlık Bakanlığına bağlı beşinci bölge
müdürlüğünde solcu militanlar namaz kılan işçilere yemek verilmesine
engel oldukları öğrenilmiştir.295
-
CHP Vatandaşın İbadet Hürriyetini de Tehdit Ediyor: Hacca bir defadan
fazla gidilmeyecek.296
-
Kur’an Kursu Bombalandı: Komünistler Batmanda kandil gecesi boş
durmadı.297
-
Konya’da Namaz Kılan Talebeler Disipline Veriliyor: Konya Kız Sanat
Okulunda okuyan ve okulda namaz kılan talebelerin isimlerinin tespit
edildiği ve daha sonra da okul idaresi tarafından disipline verildiği
belirtildi.298
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak gereksizdir. Yukarıda da
söylediğimiz gibi ulusal basının sağda olarak kendini tanımlayan gazeteleri din
konusuna karşı duyarsız kalmamış ve dönemin koşullarının hassasiyetini göz
önünde bulundurarak bu konuyu gazetelerinde işlemişlerdir. Aynı durum
kendisini solda tanımlayan ulusal basın için de geçerlidir. Ancak, yukarıdaki
örneklerin aksine sol basın din konusunu sürekli olarak irtica ve gericiliğin tekrar
293
Milli Gazete, 1 Ekim 1973
Milli Gazete, 6 Ekim 1973
295
Sabah, 9 Ocak 1977
296
Sabah, 22 Nisan 1979
297
Sabah, 23 Haziran 1979
298
Sabah, 25 Mart 1979
294
115
geri getirilme çabaları olarak yorumlamış ve bu görüşlere uygun olmaya namzet
örnekleri sürekli gazete sayfalarına taşımıştır. Sol basının anılan dönemdeki en
güçlü yayın organı olan Cumhuriyet gazetesinin bu konuyla ilgili haberlerine
çokça örnek vermemize rağmen aşağıda ki örneği de vermeyi gerekli görüyoruz.
Buna göre adı geçen gazete okuyucusuna Türkiye’yi Karartan Şeriatçılık299
başlığıyla duyurduğu haberde; 12 yaşındaki bir çocuğu konu edinmekte ve
anlaşıldığı kadarıyla başına takke, eline tespih tutuşturdukları ve hemen yanına
Kuran ve Nur Cemaatinin kitaplarını monte ettikleri bu görüntüyü haber başlıkları
için kullanmaktadırlar.
1970’li yılların dinsel söyleminin siyasal partiler ve basın tarafından
işlenen bir konu olmasından başka Türk Sinemasında da, bu yıllarda, dinsel
değerleri ön plana alan filmlerin ilk örnekleri ile karşılaşıyoruz. Özellikle
1970’lerin başında yıldızı parlayan ne var ki, ilerleyen yıllarda muzır yasasının
muhalefetine uğrayarak son bulan Türk pornografisine
300
bir tepki olarak
değerlendirebileceğimiz ancak yine dinsel söylemin ahlak eksikliği vurgusunun
kanımızca daha etkili olduğu ilk İslamcı sinema örnekleri ile bu dönemde
karşılaşıyoruz. Özellikle 1989 yapımı Minyeli Abdullah’la hatırı sayılır bir üne
kavuşan Yücel Çakmak’ın 1970’lerdeki Birleşen Yollar adlı filminde de Türk
insanının İslami değerler çerçevesinde ele alınmış olduğunu görüyoruz.301
Son bir örnekle bitirmek gerekirse, 1970’lerin din-siyaset bağlamında
belleklere kazınan bir diğer gelişmesi; 1978 Aralığında Kahramanmaraş’ta
meydana gelen ve ancak kolluk kuvvetlerinin müdahalesi ile sonlandırılabilen
şiddet olayıdır. “Müslüman Türkiye” gibi çok güçlü bir sembolik ifadenin
kullanıldığı olaylar Alevi-Sünni çatışması olarak tarihe geçmiş302 ve beklide 1980
sonrasının Alevi-Sünni çatışmalarının yer yer meydana gelmesinde etkili
olmuştur.
Sonuç olarak denilebilir ki, 1970’ler de 1960’larda olduğu gibi din ve
siyasetin iç içe geçtiği bir yapıda seyretmiş; sembollerde, sembolik söylemlerde
299
Cumhuriyet, 28 Ocak 1971
Cumhuriyet Ansiklopedisi (1961-80), s. 299 Ayrıca 970’lerde Türk Sinemasına giren ve kısa
bir süre sonra son bulan seks filimleri ilgili olarak bkz. Atilla Dorsay, “Sinemamıza Bir Bakış
Denemesi”, Yeni Türkiye, Cilt: Cumhuriyet Özel Sayısı IV, Sayı: 23-24, Eylül-Aralık 1998, s.
3165
301
Age., s. 244
302
Age., s. 453
300
116
ve uygulamalarda kendini gösteren bu yapı, 1980 sonrasının din-siyaset içerikli
argümanlarının hazırlayıcısı olmuştur.
1980 sonrasının din-siyaset ilişkisini semboller dolayımında incelemeyi
amaç edinen çalışmamız için gerekli gördüğümüz bu tarihsel kesit (Tanzimat,
Cumhuriyet ve 1946-1980 dönemleri), din ve siyasetin Türkiye’nin toplumsal
yapısının ve yaşamının belirleyiciliği altında sürekli olarak gündemde olduğunu
göstermiştir. Ancak Tanzimat ile başlatıp 1980’e kadar ele almaya çalıştığımız bu
geniş tarihsel arka plan için gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri;
Tanzimat ve özellikle Cumhuriyet dönemlerinde din ve siyasete ilişkin sembolik
yapının (biz bunu geçmiş bölümlerde sembolik sermaye olarak ifade ettik) siyasal
iktidar tarafından biçimlendirildiği; çok partili yaşama geçişle birlikte ise
sembolik sermayenin oluşturulmasında bazı grupların vr kitlelerin de etkisinin
hissedilmeye başlandığıdır.
Bundan sonraki bölümde, tarafımızca saptanmış olan sembolik bir evrenle
sınamaya çalışacağımız din-siyaset ilişkisinin sembolik evreninin ise artık hem
siyasal iktidarca hem de toplumsal yaşamı daha etkin bir biçimde şekillendirmeye
başlayan gruplar ve halk kitlelerince oluşturulduğunu göreceğiz.
117
III. BÖLÜM
3. TÜRKİYE’DE 1980 SONRASI DİN VE SİYASETİN KESİŞTİĞİ
SEMBOLLER
19. yüzyılın bilimsel tavrı olan pozitivizmin, siyasal yönelimi olan
laisizmin ve kültürel yapıyı biçimlendiren sekülerizmin, Batı’daki yeni uygarlığın
tanımlanmasındaki temel argümanlar olduğuna kuşku yoktur. Batı uygarlığının
sözünü ettiğimiz bu özelliklerinin 19. yüzyıl düşün adamları tarafından geleceği
de kapsayacak biçimde değerlendirilmesi; dinin süreç içerisinde tamamen yok
olacağı ya da en iyi ihtimalle siyasal, ekonomik, hukuki ve sosyal alanlarda
etkisini kaybedeceği şeklinde olmuştur. Ancak 20. yüzyıl tüm dünyada 19. yüzyıl
sosyal bilimcilerinin bu öngörüsünün tartışmaya açık olduğunu ortaya koymuştur.
Bugün
artık
sosyal
bilimciler
dinin
yeniden
canlanmasından
yani
desekülerizasyon’dan (desecularization)303 bahsediyor.
20.yüzyılda dinin, bu yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra, hala etkin
bir unsur olarak yaşamın tüm alanlarında karşımıza çıkıyor olması; Türkiye’deki
dinsel hareketlerin, uygulanan tüm siyasal ve kültürel politikalara rağmen neden
hala çok yaygın olduğunu anlamamız açısından bir ilk değerlendirme olabilir.
Bundan başka Tanzimat dönemini incelerken hem kavramsal hem de tarihsel bir
değerlendirmesini yapmış olduğumuz İslamcılığın (siyasal İslam) 1979 İran İslam
Devrimi’nden sonra, siyasal iktidarı ele geçirmek suretiyle, yaşamın tüm
alanlarını kontrol altına alabilmesinin etkileri de ülkemizde İslami hareketlerin
yaygınlığının bir diğer nedeni olarak ele alınabilir. Bu dış etkilerden başka
mensuplarının çoğunluğunun Müslüman olduğu bir toplum olarak Türkiye’nin
tarihsel deneyiminin de, İslamcılığın 1980 sonrasında Türkiye’de yakalamış
olduğu çıkışın izah edilmesinde, var olan bir potansiyel olarak değerlendirilmesini
zorunlu kılmaktadır. Ayrıca son olarak, 1980 darbesinin çeşitli gruplara yayılan
çatışma profiline karşı İslam’ın birleştirici bütünleştirici özelliğinden faydalanmak
303
Dini canlanmanın kavramsal bir ifadesi olan Desecularization ile ilgili olarak bkz. Peter L.
Berger, “The Desecularization of the World: A Global Overview”, The Desecularization of the
World: Resurgent Religion and World Politics, Ed: Peter L. Berger, Vm. B. Eerdmans
Publishing, Washington, 1999
118
istemesinin de304 anılan dönemdeki dinsel canlanışta etkili olduğunu belirtmek
gerekir.
Biz, “Türkiye’de 1980 Sonrası Din ve Siyasetin Kesiştiği Semboller”
başlıklı bu bölümde dinin 1980 sonrasında önceki dönemlerle karşılaştırıldığında
önemli bir ivme yakalamış olmasının nedenlerine, kronolojik gelişmesine ve salt
siyasal tarihine yer vermeyeceğiz. Aksine, sözünü ettiğimiz İslamcılık
düşüncesinin yakalamış olduğu çıkışı ele alan yerli ve yabancı çalışmaları veri
kabul ederek, bu çıkışı kendi seçtiğimiz semboller çerçevesinde somutlaştırmaya
çalışacağız. Bir başka ifade ile sembollerde kristalize olduğunu düşündüğümüz
1980 sonrasının din-siyaset ilişkisini ortaya çıkarmaya çalışacağız.
3.1. Kavramlar
3.1.1. Şeriat (“Şeriat isteriz”-“Kahrolsun şeriat”)
Şeriat Kuran ve Peygamberin bildiği, tarif ettiği doğru yol anlamını içeren
bir kavramdır. Aynı zamanda bu kavram, toplumun işleyişini ve insanların
yaşayışını tanzim eden dini bir hukuktur.305 Şeriatı (İslamic Law or Shariah) genel
olarak İslami yasaların ve kuralların bütünü olarak ifade edebiliriz. Ancak bu
yasalar ve kurallar yalnızca dinsel konularla ilgili değildir. Şeriat, dinsel yaşamın
dışında; evlilik, boşanma, miras ve siyasal idare gibi toplum yaşamıyla ilgili bir
içeriğe de sahiptir.306
Şeriatı İslami yaşam biçiminin kodu olarak tanımlayan ve Kuran ile sünnet
olmak üzere iki ana kaynaktan beslendiğini söyleyen Wagner’e göre, şeriatın
vaadi hem bu dünya da hem de öte dünyada insanlara başarı ve mutluluk
getireceği varsayımıdır. 307 Kavramı, Allah’ın emrettiği adil bir topluluğu teşekkül
ettirmeye yönelik bir kurallar bütünü308 olarak ifade eden Mardin’in bu
tanımlamasını veri olarak kabul edersek şeriatın, adil topluluk ana ekseni
üzerinde; adil bir siyasal organizasyon, toplumsal ilişkiler örgüsü, ekonomik
yaşam ve hukuki yapı öngördüğünü söyleyebiliriz. Ancak belirtmek gerekir ki, en
304
Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 101-102
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, Cilt: 4, Türdav Yayınları, İstanbul, 1987, s. 911-912
306
T Patrick Burke, The Major Religion, Blackwell Publishing, Two Edition, Malden, Oxford,
2004, s. 272
307
William Wagner, How Islam Plans to Change the World, Kregel Publications, 2004, s. 104
308
Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, s. 27
305
119
yalın biçimde dini hukuk sistemi olarak anılan şeriat, İslam’ın yayılması ve
mezheplerin ortaya çıkışından bir hayli etkilenmiş ve İslam dinine ait standart bir
şeriattan söz etmek olanaksız hale gelmiştir. Bir başka ifade ile şeriatın ana
kaynakları olan Kuran ve Peygamberin sözleri belirli bir siyasal sisteme/devlet
şekline dair bir öneride bulunmamalarına rağmen, İslam’ın yayılması ve farklı
mezheplerin ortaya çıkışı; fıkıh, icma, kıyas, kelam gibi dinsel bilgi alanlarını
ortaya çıkarmış ve şeriat bir standardı yakalamanın ötesinde farklı uygulama
biçimleri olarak karşımıza çıkmıştır.
Şeriat kavramının İslam dünyasındaki ve Türklerin Müslüman olduktan
sonraki dönemleri kapsayan kullanım ve uygulama biçimleri bir yana, bizim
burada üzerinde durmak istediğimiz; sembolik bir kavram olarak şeriatın 1980
sonrasının din-siyaset ilişkileri içerisinde nasıl bir yorumlamaya tabi tutulacağıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, sembolik bir ifade olarak şeriat kavramının
kullanımının 1980 sonrasının siyasal söylemlerine yansıması birbirine karşıt iki
görünüm sergilemektedir. Bunlar:
1. İslami bilincin siyasallaşmasının bir aracı olarak şeriat
2. Laikliğin tesisi ve varlığına karşı bir tehdit olarak değerlendirilen
şeriat
Bu iki farklı bakış açısının sembolik olarak sloganlaşmış ifadeleri; şeriat
isteriz ve kahrolsun şeriat’tır.
İslami bilincin 1980 sonrasında siyasallaştırılmasında önemli gördüğümüz
sembolik kavramlardan biri hiç kuşku yok ki, şeriattır. Kavramın bu yönüyle
sloganik ifadesi olan “şeriat isteriz”; yalnızca verili düzene karşı İslamcı söylemin
muhalefetini ifade etmenin bir aracı olmamış aynı zamanda geniş kitlerin İslam’ın
siyasal taleplerine entegre olmasını da sağlanmıştır. Başka bir biçimde ifade
etmemiz gerekirse, şeriat kavramının Kuran ve sünnet kaynaklı bir kurallar
bütünü olarak ifade edilen tanımında yatan pozitif anlamın, kitleler tarafından,
kaçınılmaz olarak, İslamiyet=Şeriat denklemi şeklindeki algılanışı, ‘şeriat isteriz’
biçimindeki her siyasal muhalefetin kitlelerce kabul görüşüne neden olmuş ve bu
durum dinin siyasallaşmasının toplumsal tabandan da destek görmesini
sağlamıştır.
120
Şeriat kavramının Osmanlı, Cumhuriyet ve sonraki dönemleri de içeren
yerleşikliği, toplumsal hafızanın desteğiyle, 1980 sonrasının İslamcı söylemleri
içerisinde önemli bir yere sahip olan “şeriat isteriz” sloganının etkisini arttırmıştır.
Öyle ki, şeriatı reddetmek ya da istememek bir anlamda dini reddetmektir. Şeriatı
reddetmenin aynı zamanda dini de reddetme olacağı şeklindeki yaygın kanının
varlığını somutlaştırabilmek için dönemin gazetelerine göz atmak yeterlidir. Buna
göre, İslamcı bir çizgide tanımlanan Zaman gazetesi 1988 yılında, gülünç ve
çelişkili bir iddia olarak yorumladığı şu başlığa yer vermiştir: “Müslümanlar
Şeriat İstemiyormuş! Haberin devamında gazete, şeriatı din yolu ve Allah’ın
kulları için koymuş olduğu dini ve dünyevi hükümler toplamı olarak
tanımladıktan sonra, Müslümanlar şeriat istemiyor demenin gülünç ve çelişkili
olduğunu hatta böyle bir ifadenin aynı zamanda Müslümanlar namazı ve orucu da
istemiyor demek kadar manasız olacağını söylemektedir.309
Sembolik bir kavram olarak şeriatın toplumun bazı kesimleri için anlamı
bu kavrama yükledikleri sihirli algılamalar çerçevesinde de yorumlanabilir. Biz bu
sihirli algılamayı, Berger’in 1870 ve 1890 yılları arasında Kızılderili’lerin yaptığı
“Hayalet Dansı” ile Şeriat arasında bir tür analoji kurarak yorumlamaya
çalışacağız.
Berger’den öğrendiğimiz kadarıyla, Hayalet Dansı ile Kızılderililer,
ölülerinin (atalarının) tekrar yaşama döneceği arasında bir ilişki kurmaktadırlar.
Yani Kızılderililer Hayalet Dansı yaparak ölülerini tekrar geri getirecek ve
beyazları topraklarından kovacaklardır. Böylece Kızılderililer aslında hiç
yaşamadıkları geleneksel yaşamlarını tekrar kuracaklar ve eski mutlu günlerine
döneceklerdir. Bu inancı paylaşan Kızılderililer için Hayalet dansının pratik
tezahürü, beyaz kültürle olan uyumun radikal olarak reddedilmesidir.310
Kanımızca Kızılderililerin Hayalet Dansı ile dile getirdikleri beyazların
kültürüne radikal karşıtlık ile İslamcıların Şeriat İsteriz sloganı ile açığa
vurdukları laik rejime karşıtlık arasında çok az fark vardır. Sözü edilen sembolik
unsurlara, yani “Hayalet Dansı” ve “Şeriat İsteriz” sloganlarına, dikkatlice bir
bakış her ikisinde de şiddetli bir özlem duygusunun varlığına işaret etmektedir. Bu
özlem Kızılderililer için beyazların kendi topraklarından kovulmasında “Hayalet
309
310
Sözü edilen haber ve ayrıntıları için bkz. Zaman, 5 Ocak 1988
Peter L. Berger-Brigitte Berger- Hansfried Kellner, Modernleşme ve Bilinç, s. 179
121
Dansı” ile İslamcılar için ise laik rejimin yıkılması açısından “Şeriat İsteriz”
sloganı ile sembolize edilmektedir. Yani Hayalet Dansının sembolik anlamında
olduğu gibi “şeriat isteriz” taleplerinin bir sonucu olarak şeriat gelecek ve modern
Türkiye bir anda yok olacaktır!
1980 sonrasının İslamcı hareketlerinin (siyasal İslam) Türkiye’de çok
güçlü bir kamuoyu oluşturmasında etkili olduğunu düşündüğümüz “şeriat isteriz”
sloganı, bir anlamda, insanları hiç istemedikleri halde din ve devlet ile karşı
karşıya getirmiştir. Türkiye’nin üniter ve laik rejimini reddetmenin ya da
eleştirmenin kendi meşruluklarını sağlamanın biricik yolu olarak gören İslamcı
hareketlerin çabalarının bir sonucu olarak toplumun bazı kesimleri ile devlet daha
doğrusu devletin laik niteliği karşı karşıya gelmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki,
devlet ile toplumu karşı karşıya getiren “şeriat isteriz” gibi güçlü sembolizm
içeren sloganlar hitap ettikleri kitleler tarafından standart bir biçimde
algılanmamış ve daha önemlisi süreç içerisinde anlam kırılmalarına uğramışlardır.
Tanzimat ile başlayan ve cumhuriyet dönemi ile kurumsallaşan devlet
merkezli modernleşme hareketleri, 1950’lerde kırılmaya başlayarak ve 1980
sonrasında bu hareketler toplum ağırlıklı bir dönüşüme uğramış ya da en iyi
ihtimalle modernleşme hareketlerinde devlet ve toplumun karşılıklı paylaştığı
modernleşme yönelimleri ortaya çıkmıştır.311 Bu yönelimleri veri olarak kabul
ettiğimizde “şeriat isteriz” şeklindeki sembolik sloganı hem bir yaşam biçimine
hem de siyasal bir forma göndermede bulunacak şekilde kullanan toplum
kesimlerinin modernleşme süreci içerisindeki yerini nasıl tayin etmek gerekir?
Aslında, tartışmaya açık olmakla birlikte “şeriat isteriz” sloganını İslami
bilincin siyasallaşmasında etkin bir araç olarak kullanan İslamcı grupların bir
kısmı da dahil olmak üzere bu ve benzeri semboller etrafında hatırı sayılır bir
kamuoyu oluşturan toplum kesimlerinin 2000’li yıllara sarkan ve daha da netlik
kazanan yaşam biçimlerinin gösterdiği gibi İslami bilinç değişime uğramakta ve
bu değişim kaçınılmaz olarak modernleşme süreciyle paralel gitmektedir. Öyle ki,
türbanlı olmakla birlikte kadın vücudunun hatlarını oldukça belirgin kılan İslami
giyim kuşamdan, İslami tiyatro ve sinemaya, hatta türbanlı bayanların günümüzde
çokça iştirak ettiği güzellik salonlarından estetik operasyonlara kadar İslami
311
Nilüfer Göle, Melez Desenler, s. 48
122
yaşam biçimi modern kent yaşamı içerisinde kendisine özgü yeni stiller ortaya
çıkarmaya başlamıştır. Bu bağlamda “şeriat isteriz” sloganını kullanarak siyasal
iktidar kavgası veren İslamcı kesimlerin bunda başarı sağladığını ancak şeriat
isteriz ifadesini destekleyen toplum kesimlerinin bu sembolik ifadeyi standart bir
formda değerlendirmediklerini ve bu ifadenin “laik kesimlerin”312 sanısının aksine
bir tür teokratik devlet taleplerine varmayacak yaşam tarzlarının ortaya çıkmaya
ve gelişmeye başlamasıyla etkisini kaybetmeye başladığını söyleyebiliriz. Çünkü
ilerleyen kısımlarda da göreceğimiz gibi, Türkiye’de din-siyaset ilişkisini
netleştireceğini düşünerek seçtiğimiz semboller ele alındıkça dinsel olanın ya da
dinsel yaşam biçimine vurgu yapan sembollerin ne ölçüde modern olanla
bütünleşmeye yüz tuttuğu daha iyi anlaşılacaktır.
Şeriat kavramının, daha önce de belirttiğimiz gibi, 1980 sonrasının siyasal
söylemlerine yansıyan bir diğer sembolik ifadesi –şeriat isteriz’den çok daha yeni
olan- “kahrolsun şeriat” tır. “Şeriat İsteriz” talebinin Osmanlı döneminde siyasal
alandaki muhalefet dilini temsil ettiğini biliyorsak da; bu kavramın gericiliğin bir
tür sembolü haline gelmesinde “Kuleli ve 31 Mart vakalarının”313 önemli bir yere
sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu olaylardan, başka şeriat talepleri altında
gerçekleştirilen Şeyh Said ayaklanması ve Menemen Olayı da şeriatın sembolik
olarak gericilikle bir anılmasına oldukça önemli katkılar sağlamıştır.
“Kahrolsun Şeriat” sloganı, ülkemizde, Atatürk devrimlerine ve bunlar
içerisinde önemli bir yere sahip olan laiklik ilkesine bağlılığın reaksiyonel bir
ifadesidir. Reaksiyoneldir çünkü kimi gruplarca 1980 sonrasında sıkça dile
getirilen “şeriat isteriz” sloganı, cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş toplum
kesimlerini, refleksif olarak, şeriat ve bu kavramdan türetilen taleplerin karşısında
bir yerde konumlandırmıştır. Böylece hem şeriat talebinde bulunanlar hem de bu
312
Laik kesimler derken kastettiğimiz politik kimliktir. Ancak Bayramoğlu’na dayanarak
belirtmek gerekir ki, laik kesim analizi, bu kesimin tanımı açısından çok sık vurguladığımız İslami
kesime oranla sorunlu bir alanı oluşturur. Yani bir anlamda “laik kesim” ifadesinin meşruiyeti
sınırlıdır. Başka bir ifade ile “laik kesimler” şeklinde bir kategorilendirmeye giriştiğimiz zaman
bunun ortak noktaları vurgulayıcı bir sosyolojik dokuya sahip olmadığını belirtmek gerekir. Bu
bağlamda laiklik ile siyasal kimlik ilişkisi toplumsal merkezi tanımlayan yapı ve vatandaşlık
arasında sadece bir unsura işaret eder. Ayrıntılı bilgi içib bkz. Ali Bayramoğlu, “Çağdaşlık
Hurafe Kaldırmaz” Demokratikleşme Sürecinde Dindar ve Laikler, Tesev Yayınları, İstanbul,
2006, s. 96
313
Kuleli vakası ve 31 Mart vakalarının yukarıda kullandığımız biçimiyle gericiliğin bir örneği
olarak takdim edilmesi ile ilgili olarak bkz. Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi
Yayınevi, Ankara, 1975, s. 201-203,227
123
talebe şiddetle karşı koyanlar için şeriat kavramı, gerçek anlamı dışında, laik
cumhuriyet düzenine karşı olanlarla bu düzenin yanında yer alanları işaretleyen
önemli bir sembolik ayrımlayıcı durumuna gelmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki,
“Kahrolsun Şeriat” sloganı dine/inanca karşı bir duruşu değil dinin siyaseten
istismarına karşı bir duruşu sembolize etmektedir.
Aslında İslamiyet’ten politik bir ideoloji üretmek isteyen İslamcıların
“şeriat isteriz” sloganı ile Batılılaşma arzularını, bilinçli ya da bilinçsiz,
neredeyse, topulm kesimlerinin gözünde İslam karşıtlığına kadar vardıran laik
kesimlerin (kastedilen siyasal kimliktir)314 “kahrolsun şeriat” sloganı arasında
toplumsal barış söz konusu ise çok az fark vardır. Her iki grubunda şeriat
kavramından
türettikleri
sloganlar,
anlamsız
ve
toplumsal
gerginlikleri
arttırmaktan öte bir işleve sahip değildir.
Tanyol’a göre şeriatın, inanç, ibadet ve muamelat olmak üzere üç kolu
vardır. Bunlardan muamelat kısmı hukukla ilgilidir. Şeriatı yalnızca muamelat
kısmını (Şeriat hukukunu) göz önünde bulundurarak onun inanç ve ibadet kısmını
görmemezlikten gelen “kahrolsun şeriat” söylemi insanların dini duygularını
rencide etmektedir.315 Aynı şekilde şeriatı İslami bilincin siyasallaştırmada ve bu
suretle de siyasal iktidarı ele geçirmede bir araç olarak kullanan İslamcı
kesimlerin “şeriat isteriz” talebi de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını
ürkütmekte ve endişeye sevk etmektedir.
1980 sonrasında “şeriat isteriz” ile “kahrolsun şeriat” ve benzer,
sloganların toplumda yarattığı gerginlik o denli hissedilir olmuştur ki, Nokta
Dergisi bu konuyu “İslamcı-Laik Çatışmasına Doğru”316 başlığı ile sayfalarına
taşımıştır. Kuşkusuz, toplumun laik ve dinci biçiminde iki cepheye ayrılmasında,
halkı belli bir yönelime kanalize etme güçleri bakımından, basın-yayın organları
ön plandadır. Bu bağlam içerisinde değerlendirebileceğimiz Cumhuriyet ve
Zaman gazetelerinin sayfaları bunların örnekleri ile doludur. Örneğin Zaman
gazetesi laikliği bir yazarın “laik terör”317 başlıklı yazısı okuyucularına sunarken,
Cumhuriyet gazetesi ise, Cuma namazı sonrasında Rusya’nın Çeçenistan’ı işgalini
314
Ruşen Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisini Anlamak, Metis Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul, 1994, s. 108
315
Cahit Tanyol, Neden Türban: Şeriat ve İrtica, Gendaş Yayınları, İstanbul, 1999, s. 15
316
Nokta Dergisi, Sayı: 43, 28 Ekim 1990, s. 69
317
Zaman, 17 Ekim 1990
124
protesto eden insanlara atfen “Çeçenya Bahane Amaç Şeriat”318 başlığını
kullanmıştır.
Görüldüğü gibi sembolik bir öneme haiz şeriat kavramı kendisinden
türetilen sloganlarla 1980 sonrasının din-siyaset ilişkilerinin yorumlanmasında
önemli bir yere sahip olmuş ve siyaseten etkin bir araç olarak kullanılmıştır.
Bizim yukarıda değindiğimiz iki örnek slogan (“şeriat isteriz” ve “kahrolsun
şeriat”) etrafında değerlendirdiğimizde bu kavram (şeriat) birtakım İslamcı
partilere zaman zaman iktidar yolunu açmışsa da, toplumsal barışı tehdit ederek
toplumsal çatışmalara da neden olmuştur.
3.1.2. Adalet (Adil Düzen)
Adalet kavramı sözlüklerde hak elde etme ve herkesin hakkına riayet etme
anlamında kullanılmaktadır.319 Etimolojik olarak Arapçadaki “Adl” sözcüğünden
dilimize geçen adalet kavramı, hak, hukuk ve haklılıkla iç içe geçmiş bir
kavramdır.320 Felsefi bir kavram olarak adaletin net bir tanımını yapmak mümkün
değildir. Adaletin ne olduğu, neleri içerdiği, adaletin nasıl sağlanacağı vb sorular
uzayıp gider. Ancak, meşru yasa koyucunun kuralları, din, ahlak ve toplumsal
yaşamın uzun tarihsel dönemlerin ürünü olan uzlaşılmış kurallar ve kaideler adalet
kavramının esinlendiği kaynaklar olarak ele alınabilir. Yine de adalet her topluma,
belirli bir toplumun farklı kesimlerine ve hatta bireylere varıncaya dek farklı bir
tanımlama ve algılama esnekliğinden kurtulabilecek bir kavram değildir.
Adalet kavramı ile çalışma konumuzun ilişkisi; Türkiye’de 1980
sonrasında din-siyaset ilişkisinin bu kavram ve bundan türetilen söylemlerle nasıl
somutlaştırılabileceği ile sınırlıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, şeriat kavramında olduğu gibi adalet
kavramıyla da İslami bilincin siyasallaşması arasında bir ilişki kurmak
mümkündür. Ancak buradan adalet kavramının salt İslam dini ile özdeş bir
kavram olduğu izlenimini vermemek için adaletin her zaman, her yerde ve
herkese göre yorumlanabilecek bir kavram olduğunu tekrar hatırlatmak istiyoruz.
318
Cumhuriyet, 7 Ocak 1995
Büyük Türk Sözlüğü, Hayat Yayınları, İstanbul, (Tarihsiz), s. 17
320
Anıl Çeçen, Adalet Kavramı, Gündoğan Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1993, s. 17
319
125
1980
sonrasının
İslamcı
siyasal
muhalefetlerin
hem
kendilerini
meşrulaştırma hem de bu meşrulaştırma çabalarını kitlelerle paylaşabilmede ve
onlarla ortak bir dil kullanabilmede bir araç olarak faydalandıkları adalet
kavramının, sözünü ettiğimiz İslamcı muhalefetteki söylemlerinden biri “Adil
Düzen”dir. Refah Partisine (RP) siyasal iktidarın kapılarını açan sihirli bir sözcük
olarak adil düzen söyleminin daha çok ekonomik bir içeriğe vurgu yaptığını ancak
tıpkı adalet kavramında olduğu gibi bu söyleminde kitlelerce farklı biçimlerde
algılandığını en baştan belirtmek gerekir. Hangi alanda olursa olsun, insanlar
içerisinde bulundukları olumsuz koşulların etkisiyle bu söylem (adil düzen) ile
kendi koşulları arasında empati kumuşlar ve bu söyleme sempati ile
yaklaşmışlardır. Bir başka ifade ile Özal’lı yılların yoğun liberal ekonomik
politikalarının yoksullaştırdığı halk kesimleri memnuniyetsizliklerini, yine
kendilerinin kötü ekonomik koşullarını ortadan kaldırmayı vaad eden “adil düzen”
ile dile getirmeye başlamışlar ve daha önemlisi bu biçimiyle adalet kavramı din
(İslam) temelli ideolojik ve politik görevler üstlenmeye başlamıştır.
Peki nedir adil düzen?
Adil Düzen, Türkiye’nin ilk Müslüman komünü olan İzmir’deki Akevler
Kooperatifini kuran Süleyman Karagülle ve Süleyman Akdemir öncülüğünde
üniversite profesörleri tarafından hazırlanan ve 1985’te partiye (RP’ye) mal edilen
teorik bir bildiriye dayanmaktadır. Adil düzen bildirisinin ve projesinin amacı;
çoğulcu, demokratik ve serbest piyasaya dayalı bir sivil toplum yaratılmasıdır.
İçerisinde İslami vurguları barındıran bu projenin bir diğer özelliği, ilk kez,
kendilerini Müslüman olarak tanımlayan (siyasal kimlik bağlamında) bir grubun,
liberal ideolojilerle ilişkili nosyonları, yani çoğulculuk, demokrasi, serbest piyasa
ve bireysel sorumluluk gibi kavramları toplumsal yaşamda görünür kılmak adına
İslami ilkeleri kullanmalarıdır.321
Bu durum, yani demokrasi, serbest piyasa,
bireysellik gibi konuların İslami ilkeler ışığında ele alınması, aynı zamanda, 1980
sonrasında radikalleşen ve geniş bir toplumsal taban bulan İslamcı hareketlerin
aynı zamanda, bilinçsiz de olsa, modernleşmekte olduğunun en somut
göstergelerinden biridir.
321
Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 298
126
Erbakan’a göre adil düzen tam ve mütekamil bir düzendir ve bu düzende
kapitalizm ile komünizmin faydalı yönleri mevcuttur. Ona göre, Türkiye’deki
köle düzeni, milyonlarca insanı geçim sıkıntısı, açlık ve sefalete mahkûm ederek
ezmekte; insanların hakkını haksız olarak ellerinden alıp emperyalizmin,
siyonizmin ve bunların işbirlikçisi olan mutlu bir azınlığa vermektedir. Faizci
kapitalist sistem olarak adlandırılan köle düzenin Erbakan’a göre, beş temel
mikrobu bulunmaktadır. Bunlar: faiz, haksız vergi, darphane, kambiyo ve kredi
sistemidir. Oysa adil düzen içerisinde faiz olmayacak, haksız vergiler kalkacak,
paranın değeri hak ölçüsü olarak kabul edilecek, karşılıksız para basılmayacak ve
krediler adil ölçüler içerisinde faydalı iş yapan herkese verilecektir. Böylece
Türkiye’de herkesin satın alma gücü yükselecek, ihracat artacak, Müslüman
ülkelerle Ortak Pazar kurularak bu ülkelerin ihtiyaçlarını Türkiye’den
karşılamaları sağlanacak ve bu sayede Türkiye çok kısa bir zaman içerisinde
dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olacaktır.322
Yukarıda genel olarak tarif etmeye çalıştığımız adil düzen projesinin
ekonomik olarak tutarlı olup olmadığı bizim ilgi alanımız dışındadır. Kaldı ki,
söylediğimiz bağlamda yeterince eleştiriye uğrayan adil düzen projesinin bizim
için ilgi çekici olan yönü toplum kesimlerinin sembolik bir ifade olarak adil
düzenden beklentileri ve umutlarıdır.
Daha öncede belirttiğimiz gibi, 1980 sonrasında, bir kısım insanların
adalet kavramına ve bu kavram çerçevesinde yorumladıkları siyasal politikalara
küskünlükleri o derece ileridir ki, İslami ilkelerle makyajlanan adil düzen projesi
onlar için bir tür kurtuluştur. Gazeteler anılan dönemde adaletin siyasal
otoritelerin etkisi altında nasıl tahrip edildiğinin örnekleriyle doludur. Buna göre,
“Tarihin Süzgecinden” adlı gazete köşesinde, adaletin tahrip edildiği ile ilgili
olarak Mim Kemal Öke şunları yazmaktadır:
“Dün TBMM, Anavatan Partisi (ANAP) oylarıyla, özel Bilkent
üniversitesini yasallaştırdı. Eğer daha dün yasallaştıysa, demek bugüne kadar
yasal değildi; yani ‘illegal’di. Böyle çıkan kanunlara yürürlükte itaati ne ölçüde
bekleyebilirsiniz? Demek ki, burada bir yanlış vardır. Aynı yanlış büyük ihtimalle
Magic Boc olayında da tekrarlanacaktır. Bugün yasa ve uygulama açısından
322
Ruşen Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisini Anlamak, s. 133-134
127
Efe’nin (Turgut Özal’ın küçük oğlu) mezun olduğu Bilkent ile Ahmet Özal’ın
(Turgut Özal’ın büyük oğlu) ortak olduğu iddialarının ortaya atıldığı Magic
Box’un statüsü benzeşmektedir. Dün Bilkent yasallaşmıştı. Yarın da, mümkündür
ki, çıkacak özel bir televizyon yasasıyla Magic Box yasallaşacaktır. Ve böylece
her şey kitabına uydurulacaktır.”323 Gerçekten de Öke’nin tahmin ettiği gibi,
Magic Box şirketinin bir uzantısı olarak Star TV Türkiye’nin ilk özel televizyonu
sıfatıyla yayın hayatına başlamıştır.
Anılan dönemde adalet kavramının tahrip edilmesinin sorumluları olarak
siyasal iktidarlar ön plana çıkmakla birlikte adaleti ölçüsüzce tahrip eden yalnızca
siyasal otoriteler değildir. Bir anlamda siyasal otorite boşluluklarından faydalanan
mafya da adaleti kendi kuralları ile dağıtmaya başlamıştır. Radikal Gazetesinin
sürmanşetten verdiği “Mafya Adaleti”324 başlığı ve haberin devamında, yargıda
uzun süre sonuçlanamayan ticari davaların tarafları mafyaya ittiği bilgisi
söylemek istediklerimiz açısından özetleyicidir.
Gerek siyasal iktidarların adil olmadığı ya da adalete aykırı olarak
değerlendirilen uygulamalar gerçekleştirdiği ve gerekse yine siyasal otorite
boşluğundan yararlanan ve kendi ölçülerince adalet dağıtmaya başlayan mafya
gruplarının varlığı, toplum kesimlerinin adalet kavramına küskünlüğünün en
önemli nedenleridir. Toplumun büyük bir bölümünün adalete küskünlüğünü fırsat
bilen birtakım İslamcı yayınların yine bu dönemde İslam dininin adalete verdiği
önemi hatırlatarak* bir kamuoyu yaratmaya çalıştıklarına tanık oluyoruz.
Özetlemek gerekirse, 1980 sonrasında peşi sıra gelen ekonomik krizlerin
kitlelerin yaşam kalitesini düşürmesi, rüşvet ve yolsuzlukların bu dönemde
kurumsallaşmaya başlaması, siyasal iktidarların adaletli uygulamalar içerisinde
olmadığı kanısı ve mafya gibi adalet dağıtan grupların varlığı İslam ile yeniden
yorumlanmaya başlayan adalet kavramı ile toplum kesimleri arasında bir bağ
kurmayı başarabilmiş ve RP’nin “Adil Düzen” söylemi sözünü ettiğimiz bağın
somutlaştırıcısı olmuştur. Nuh Yılmaz’ın da dediği gibi “Adil Düzen” projesini
323
Mim Kemal Öke, “Fiil, Hukuk ve Adalet”, Türkiye Gazetesi, 5 Nisan 1991
Radikal, 25 Ekim 1998
*
Yukarıda söylediğimiz biçimiyle, İslamcı yayın organlarının İslam ve Adalet ilişkisini ele alan
yayınlarında bir örnek olarak bkz. Mehmet Talu, “İslam’da Sosyal Adalet ve Sosyal Dayanışma”,
Milli Gazete, 1 Mart 1990. yine bkz. Ayhan Songar, “İslam ve Adalet”, Türkiye Gazetesi, 21
Mart 1992
324
128
ekonomik açıdan değerlendirmek ya da gerçekleşme olasılığını düşünerek
eleştirmek meselenin kurucu niteliğini gözden kaçırmak anlamına gelmektedir.
Çünkü adil düzen reel politik bir proje olmasa da325 İslam’ın siyasallaşmasında
etkin bir sembolik unsur olarak kullanılmıştır ve bu yönü onu ekonomik olarak
tutarlı bir proje olup olmaması tartışmasından daha önemli kılmaktadır.
3.1.3. Laiklik (Laiklik= Dinsizlik formülleri)
Sosyoloji bir anlamda tanım üretme disiplinidir. Sosyolojik tartışmaların
çoğunlukla tanım problemine dönüşmesi de genellikle onun bu özelliğinden
kaynaklanmaktadır.326 Bu bağlamda, 1980 sonrasında sembolik bir kavram olarak
ele aldığımız laikliğin din-siyaset ilişkileri çerçevesinde bir yorumlamasına
girişmeden önce bu çabamızın kısır bir tanım problemine dönüşmemesi için
laikliğin, tarihsel kökenlerine ve gelişimine uzun uzadıya vermeyecek olsak da,
geniş bir tanımının yapılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Laik sözcüğü dilimize Fransızcadan Fransızcaya da Latinceden girmiştir.
Kavram eski Yunancada “laos” (halk); “laikos” (halkla ilgili olan) anlamlarında
kullanılmıştır. Tevrat’ta da “laikos” sözcüğü geçmekte ve bu kavramla din
adamları dışındaki halk kastedilmektedir. Kavramın Latincedeki karşıtı “clerius”,
Fransızcadaki karşıtı ise “clec” yani rahip ve din adamıdır. Buradan türetilen ve
ruhban sınıfını anlatan kavram ise, “clericatus” tur. Bilindiği gibi Hıristiyanların
Peygamberinden farklı olarak İslam’ın Peygamberinin devlet başkanlığı yapmış
olması ya da başka bir ifade ile İslam’ın her iki dünyayı da düzenleme savıyla
ortaya çıkan bir din oluşunun bu dinde bir ruhban sınıfının ortaya çıkmasını
gereksiz kılması; laik kavramının İslamiyet’te yer bulmayışının en önemli nedeni
olmuştur. 327
Laikliğin Hıristiyan toplumlarına özgü ve onların gelişim aşamalarında
oldukça önemli yer tutan bir kavram olmasına karşın, uzunca bir süredir Batı
uygarlığının diğer coğrafyalara da yayılmış olması, Batı dışı toplumları laiklik ve
laikliğin siyasal, hukuki, ekonomik ve sosyal yaşamdaki uygulamaları ile yüz
325
Nuh Yılmaz, “İslamcılık, AKP, Siyaset”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, s.
608
326
Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, s. 18
327
Mevlüt Özben, Cahit Tanyol’un Türk Devlet Felsefesine İlişkin Görüşleri, (Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Erzurum, 2001, s. 32. İçinde: Sami Selçuk, Zorba Devletten Hukukun
Üstünlüğüne, Yeni Türkiye Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 1999, s. 59-60
129
yüze getirmiş ancak Batı dışı toplumların toplumsal hafızalarında bu kavramın
bulunmayışı bu toplumların laiklik adı altındaki uygulamaları anlamalarını
güçleştirmiştir.
Ülkemizde laikliğin etkilerinin Tanzimat dönemi uygulamaları ve özellikle
II. Meşrutiyet döneminde ki siyasal uygulamalarla hissedilmeye başlandığını
söylenebilirse de; siyasal meşruiyetin kaynağını göz önünde bulundurduğumuzda,
laikliğin ve laik devlet yapısının ancak Cumhuriyetin kurulmasından sonra ki
dönemleri kapsadığını ifade etmemiz gerekir.328
Kılıçbay’a göre, kavramlar hem zaman hem de mekân içinde yolculuk
yaparlar. Zaman içindeki yolculuklar onları (kavramları) olgunlaştırmakta çoğu
zaman ise ayrıştırıp çeşitlendirmektedir. Oysa mekân içindeki yolculuklar
kavramlar açısından genellikle büyük anlam kaymalarına yol açabilmektedir.
Çünkü bir kavramı ithal etmek aynı zamanda bir tarihi de ithal etmek demek
olmayacağından; bir kavramın oluştuğu yerden başka bir kültürel alana taşınması
çoğu zaman içinin boşalmasına neden olmaktadır.329 Bu önermeyi Laikliğin
Türkiye macerası açısından bir çıkış noktası olarak aldığımızda; 1937 yılında
anayasal bir ilke olarak benimsenen ve bundan sonraki yıllarda özellikle dinsiyaset eksenli tartışmaların temelinde yer alan laikliği nasıl tanımlamamız
gerekecektir?
En çok bilinen yönüyle laiklik, devletin din konusundaki yansızlığını ifade
eder. Ancak uygulamalarda devletin din konusundaki yansızlığını mutlak saymak
bizi gerçekçi sonuçlara götürmez. Çünkü devletin din konusundaki yansızlığının
somut örneklerini sürekli olarak verdiğimiz laik Batı toplumlarında bile devlet,
din konusunda mutlak yansız hareket edememektedir. En başta Laikliğin bir
hukuk sitemi olarak örgütlendiği Batı’da hukuk sistemleri ile dini değerler
arasında gerek açık gerekse örtük olsun birtakım karışmaların olduğu
gözlemlenmektedir. Yine, insan hakları –ki laiklik insan hakları beyannamesinde
de yer almaktadır- kişiye kendi kimliğini kendisinin seçme hakkını tanıyorsa, bu
laiklik prensibinin de her kamu hakkı gibi devlet tarafından korunması demektir
328
Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, s. 17
Mehmet Ali Kılıçbay, “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek”, Cogito: Laiklik, Sayı: 1,
Yaz 1994, s. 13
329
130
ki, bu da laikliğin din karşısında devletin mutlak yansızlığının mümkün
olmadığının bir diğer göstergesidir.330
Laikliğin Batı toplumlarındaki niteliği bir yana Türkiye’deki laiklik
anlayışı, devletin din konusundaki yansızlığı göz önünde bulundurulursa, Batı
toplumlarından bir hayli farklıdır. Çünkü Türkiye kendine özgü koşullarının ya da
başka bir ifade ile İslam’ın her iki dünyayı da düzenleme iddiasında olmasının bir
sonucu olarak, dini, reddettiği Osmanlı geçmişiyle çok az benzerlik gösterdiği
alanlardan biri olarak, kontrol altına almak istemiş ve Diyanet İşleri adı ile
bildiğimiz bir devlet kurumuyla bunu gerçekleştirmiştir. Türkiye’de kimilerine
göre laikliğin en çok eleştirilen yönü de bu olmuştur. Hatta denilebilir ki, laiklik
ilkesindense, laikliğe karşın olanları en çok eleştirdikleri konuların başında
devletin dini kendi nüfuzu altında bulundurması gelmektedir diyebiliriz.
Türkiye’de uygulanan laikliğin niteliğinin cumhuriyet tarihi içerisinde
sürekli bir tartışma konusu olmasının ana nedeni; yukarıda da belirttiğimiz gibi,
dinin devletin kontrolü altında olmasıdır. Belki de yalnızca, Türkiye’deki laiklik
deneyiminin bu özelliğinden kaynaklanır biçimde farklı gruplar aynı nedenden
hareketle laikliği eleştirmekte ve bu anayasal ilkeyi siyasal tartışmalardan
eylemlere varıncaya dek gündeme taşımaktadırlar. Genel bir sıralama yapmak
gerekirse; laikliği Türkiye’de eleştiren kesimlerin başında siyasal İslamcılar
gelmektedir. Bu kesimlerin kendi içerlerinde farklı düşünce tarzları taşıdıklarını
göz ardı etmemekle birlikte, bunların laikliği çoğunlukla dinin devlet kontrolü
altında olması nedeniyle eleştirdikleri söylenebilir. Bu yargının asılsız
olmadığının en somut örneği, koşullar müsait oldukça ortaya çıkan ve gelişen
tarikat ve cemaatlerin, Türkiye cumhuriyetinin din üzerindeki kontrol gücünü ve
nüfuzunu kırmaya yönelik faaliyetleridir. Laikliğe karşı olmamakla birlikte
laikliği salt devletin belirli bir dinsel mezhebin sözcülüğünü yapıyor olması
iddiaları ile eleştiren toplum kesimlerinin ikincisi Alevi vatandaşlarımızdır.
Gerçekten de Aleviler, Türkiye’de laiklik ilkesinin açık bir biçimde çiğnenmesi
olarak gördükleri Diyanet İşleri Başkanlığının Sünni İslam eksenli olduğunu öne
sürmekte ve okullardaki din derslerinin müfredatını 1980 sonrasında her
platformda eleştirmektedirler. Türkiye’deki farklı laiklik uygulamasının sözünü
330
Bakır Çağlar, “Türkiye’de Laikliğin ‘Büyük Problem’i Laikli ve Farklı Anlamlar Üzerine”,
Cogito: Laiklik, s. 113
131
ettiğimiz özelliği, bu yönüyle Alevileri din-siyaset eksenli tartışmaların içine
çekmekle kalmamış, siyasal olarak Alevi kimliğinin de belirginleşmesini
sağlamıştır. Siyasetçilerin de ilgi gösterdiği Hacı Bektaş Veli şenliklerinden, Cem
Evlerine ve Alevi inanışını sembolize eden unsurlara kadar Alevi inanışının
siyasallaşmış kimlik örnekleri ile karşılaşmak mümkündür. Türkiye’de uygulanan
laikliği eleştiren üçüncü grup ise, genellikle liberal olarak adlandırılan aydınlardır.
Bu aydınlar da laikliğe karşı olmamakla birlikte, laikliğin Türkiye’deki
uygulaması olan dinin devlet kontrolünde oluşunu eleştirmektedirler. Liberal
aydınların Türkiye’deki laiklik uygulamalarına dönük eleştirilerini, kendi
entelektüel düşünce biçimlerinin bir gereği olarak düşünmek mümkün ise de; bu
aydınların laiklik eleştirileri bilinçli* ya da bilinçsizce farklı toplumsal kesimlerin
laiklik karşıtlığı ve laiklik eleştirisini meşrulaştırma işlevi görmektedir.
Şimdi, buraya kadar söylediklerimiz ışığında sembolik bir ifade olarak
laikliğin 1980 sonrasının Türk siyasal yaşamında nasıl bir yere oturtulması
gerektiği ile ilgili bir değerlendirme yapabiliriz. Ancak şunu belirtmek gerekir ki,
çalışmamızın bu bölümünde tek tek ele alarak incelemeye çalıştığımız sembolik
unsurlar zaten laiklik taraftarlığı ya da karşıtlığı içerisinde değerlendirilebilecek
örnekler olmasından dolayı; biz laiklik başlığı altındaki bu bölümde yalnızca
laiklik-dinsizlik vurgularını içeren sembolik ifadeler ve olaylar üzerinde
duracağız.
1980 sonrasında devletin laik niteliğinin ondan (devletten) hoşnut
olmayanlarca dinsizlikle değerlendirilmesi –ki, devletin bir dininin olması
gerekmez- devlet tarafında yer alan ya da daha bir ifade ile devletine karşı
olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da dinsiz olarak suçlanmasını/ithaf
edilmesini gündeme getirmiştir. Bazen böylesine iddialı sayılabilecek yargıları
kanıtlamak için sıradan (sıradan derken çokça tekrarlanmaları kastediyoruz)
olaylar yeterli olmaktadır. Örneğin, 1985 yılında Beyazıt Camiinde Ramazan
ayının ilk Cuması kılındıktan sonra, Beyazıt Meydanında toplanan kalabalık;
*
Kendilerini Liberal olarak tanımlayan aydınların, yukarıda sözünü ettiğimiz biçimiyle devletin
laiklik uygulamasına dönük eleştirilerinin laikliğe karşı olan grupların varlığını meşrulaştırmada
bir işlev görebileceğini söylerken bunun bilinçli ya da bilinçsizce yapılabileceğine de değinmiştik.
Bu bağlamda, II. Cumhuriyet söyleminin 1990’lardaki isim babası olan ve kendini liberal olarak
tanımlayan Mehmet Altan’ın İslamcılar ile ilişkisini göstermesi bakımından İktibas dergisinde
yazdığı yazı örnek olarak verilebilir. Bu yazı için bkz. Mehmet Altan, “Milli Kurtuluş Savaşı AntiEmperyalist Miydi?”, (1),(2), İktibas Dergisi, Sayı: 1999, Temmuz 1995, s. 36-38
132
Cezayir, Lübnan, Karabağ ve Türkiye’deki olayları protesto etmek amacıyla
“Azeriden Şehadet, Laiklerden İhanet”, “Kozlu’da Ölen İşçilerin Katili Laik
Düzendir” gibi sloganlar atmaya başlamışlardır. Kalabalığı oluşturan erkeklerin
çoğunluğu sakallı ve bayanlar ise Türbanlı ve çarşaflıdır. Bunlardan başka
kalabalık içerisinde yalnızca Karabağ olaylarını protesto etmek için kalabalığa
karışan ve çoğunlukla sakalsız, takım elbiseli ve kravatlı olan ülkücülerde vardır.
Ancak ülkücüler kalabalık içerisinde Azerbaycan ve Türk bayraklarını çıkarınca
İslamcı kalabalık tarafından fark edilerek bayrakları açmaları engellenmiş, yüksek
bir yere çıkarak konuşma yapmak isteyen takım elbiseli kravatlı ülkücü lideri
engellenmiş ve ülkücülerin slogan atmalarına izin verilmemiştir. Bundan daha
dramatik olanı ise bir süre sonra İslamcı kalabalığın ülkücüleri kalabalıktan
ayırmak için “Müslümanlar Buraya” şeklinde slogan atmaları olmuştur.
Gerçektende ülkücülerin “Biz Müslüman Değil miyiz?” şeklindeki tepkilerine
rağmen kalabalık ülkücülerden ayrılmış ve sayıca az olan ülkücüler meydanı
İslamcılara bırakmak zorunda kalmışlardır.331 Bu olayın bize gösterdiği iki şey
vardır: Birincisi çalışma konumuz olan sembollerin toplumsal ve siyasal
farklılıkları nasıl işaretleyebildiği (kılık kıyafet, sakal, türban, çarşaf, sakalsız
olmak, takım elbise giymek ve kravat takmak ele aldığımız örnekte sembolizm
açısından etkili olmuşlardır), ikincisi ise, birincisinden daha önemli olmak üzere,
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin laik niteliğinin İslamcı kesimler tarafından
dinsizlik olarak değerlendirilmesinin bir sonucu olarak devletine muhalif olmayan
vatandaşlarımızın da dinsizlikle itham edilmesidir. Verdiğimiz örnekte de
görüldüğü gibi gerek laikliğe karşı olan olumlu tutumları gerekse devlete her
koşulda sahip çıkan ve ondan yana tavır koyan ülkücü gençlerin İslamcılar
tarafından da bilinen bu özellikleri onların dinsizlikle itham edilmeleri için yeterli
olmuştur.
Diğer konu başlıklarımızda da değindiğimiz gibi laikliğin toplumun bazı
kesimlerince dinsizlik olarak algılanmasında da basın-yayın organları olarak
gazetelerin ve dergilerin çok önemli etkileri olmaktadır. Örneğin Zaman
gazetesinin 1990 yılında okuyucusuna “Dine Karşı Laiklik” başlığı ile duyurduğu
haber yukarıdaki yargımızın olumlanması açısından ele alınabilir. Gazete haberin
331
Ruşen Çakır, “Beyazıt’ta Önce Dua Sonra Slogan”, Cumhuriyet, 7 Mart 1992
133
devamında Fransız Mason Locasının dünyadaki bütün dini gelişmeleri önlemek
için “laik cephe” kurduğundan söz etmektedir.332 Bu haber kimi okuyucular
tarafından Mason Localarını hedef alan bir açıklama olması bağlamında masum
sayılabilir. Ancak gazete tarafından ele alınan haberde pasif olan Fransız Mason
Locası, aktif olan unsur ise laikliktir. Habere böyle baktığımızda –ki böyle
bakmak gerekir- Laik olan Türkiye Devletinin de Fransız Mason Locasıyla bir
kefeye konduğu ya da Laik Türkiye’nin de dinin karşısında olduğu şeklindeki
anlamlara ulaşmak mümkündür. Bu haber ve benzerlerini düşündüğümüzde
laikliğin dinsizlik olduğu şeklindeki telkinlerin üstü örtükte olsa da birtakım
gazeteler vasıtasıyla toplumun bilinçaltına gönderildiğini söyleyebiliriz.
Bir başka örnek olarak da İslamcı bir dergi olarak tanınan İktibas’daki,
bizzat derginin yorum başlığı ile yer verdiği, bir yazından alıntılar yapmak
mümkündür. Buna göre dergi “Neler Oluyor” başlıklı yorum yazısında şu
ifadelere yer vermektedir: “Biz Müslümanlar bu rejimin çalıştırılmasına kesinlikle
karşıyız. Bu sebeple de hiçbir suretle katılmayacağız bu rejimin işletilmesine. Zira
biz bu rejimin temelinden değiştirilmesine, yerine İslami bir rejim getirmeye
talibiz. Mevcut rejimin işletilmesini değil, esasında İslam’la değiştirilmesini
öneriyoruz.”333 Bu ifadelerde rejim (yani laik yapı) ve Müslümanlar arasında
kurulan ilişkiye dikkatleri çekmek istiyoruz. Başka biçimde ifade etmek gerekirse;
İktibas rejimi Müslümanlığa aykırı olarak tanımlıyor ve bu şekliyle de rejim
olarak kastedilen laikliğin Müslümanlık dışında tanımlanması gerektiğinin altını
çiziyor. Aynı derginin bir başka sayısında Yılmaz Yalçıner, “İslam Ulusal Din
Değil” başlığı altında şunları yazmaktadır: “İslamı siyasal ve sosyal alandan tecrit
ile laiklik operasyonları, ta Türkçe ezan dayatmalarına kadar hep yeni bir din;
ulusallaştırılmış bir din arayışının yolculuğuydu. Kuşkusuz maksadı bütün
boyutuyla kavrayamasa bile, halk buna “dinsizlik” damgasını vurup pasif direnişe
geçti. Zaman zaman isyan boyutlarına dönüşmesine rağmen, direnişler pasif
nitelikten kurtulamadı. Sistemin yaptırım gücü; propaganda ve dayatmalarıyla
doğrusunu söylemek gerekirse, pek çok da badirenin deneme yanılmalarından da
yararlanarak bugün, artık üst düzey hukuk kurumlarınca da açıklanmasında
sakınca görülmeyen “laikliği” yeni bir din olarak toplumda yeşertmeyi
332
333
Zaman, 26 Ekim 1990
İktibas Dergisi, Sayı: 150, Haziran 1991, s. 8
134
başarmıştır. Bu yeni din, ta baştan beri hedeflenen “ulusal din” arayışına ikame
edilmektedir. Anayasa’da “Devletin dini, Din-i İslamdır” maddesi yer alıyordu
cumhuriyet kurulurken. Kaldırıldı ve yerine özenle laiklik yerleştirildi.”334
Aslında yazarın tüm ifadeleri bir yana son olarak söylediği cumhuriyet
kurulduğunda anayasada yer alan devletin dini İslam’dır kaldırıldı ve yerine
özenle laiklik yerleştirildi ifadesi bile, laikliğin dinsizlik olarak algılanması
yönünde okuyucularını yeterince etkileyebilecek bir söylemdir.
İslamcı olarak bilinen yayın organlarından sokaklarda atılan sloganlara
kadar bu örnekleri çoğaltmak mümkündür, ancak şunu belirtmemiz gerekir ki,
laikliğin çoğunlukla devleti hedef alan eleştirileri ve bunun, üzerinde durduğumuz
gibi, dinsizlik şeklinde söylemlere dökülmesi; devletle birlikte toplumsal
kesimlerin büyük bir bölümünü de rahatsız etmekte ve toplumsal gerilimi
artırmaktadır. Bu söylemler dinin siyasallaşmasına neden olduğu gibi dini
siyasallaştıranlara karşı da bir siyasal bilincin oluşmasına neden olmaktadır.
Çalışmamızın birinci bölümünde de vurguladığımız gibi; gündelik
toplumsal ilişkiler bağlamında sosyal olana ait kolektif bir vurgunun
geliştirilmesinde dinsel bağları niteleyen semboller –ki şeriat kavramının da bu
türden sembolik bir anlamı vardır- önemli olduğu kadar aynı amaca hizmet eden,
ulusal devlet ve ulusal bilince ait semboller de –ki laiklik bunlardan biridir- son
derece önemlidir. Bu bağlamda, laikliğin şeriat ya da başka dinsel gerekçelere
dayandırılarak, dinsizlik olarak tanıtılması; karşısında ulusal bilince ait bir sembol
olarak laikliği benimsemiş grup ya da toplum kesimlerini bulacaktır ve bu durum
toplumsal gerilimin semboller üzerinden beslendiği bir çerçeveyi ortaya
çıkartacaktır. Söylemek istediğimiz biçimiyle 1980 sonrasında gerek laiklik olsun
gerekse ilerleyen sayfalarda ele alacağımız diğer semboller olsun ne yazık ki, bu
türden görevler üstlenmektedirler. Böylece toplumun sembolik olarak inşasında
önemli yere sahip olan toplumsal yaşamın ve kurumsal söylemin dili, toplumu
uyumlu bir forma sokmaktansa çatışma temelli bir yapının ortaya çıkmasına
neden olmaktadırlar.
334
34
Yılmaz Yalçıner, “ İslam Ulusal Din Değil !”, İktibas Dergisi, Sayı: 1999, Temmuz 1995, s.
135
3.2. Mekânlar (İbadet Yerleri, Türbeler ve Meydanlar)
Sosyolojide mekân tasavvuru, toplumsallığın derin implikasyonlarına dair
bir
yolculuğa
ağırlığını/yükünü
çıkma
biçiminde
taşıdığı
gibi,
de
yorumlanabilir.
toplumsal
ve
politik
Mekânlar
olanın
zamanın
da
çeşitli
boyutlandırmalarına sahne olabilir. Mekânlara dair sosyolojik çözümlemeler
çoğunlukla yer, bellek, kimlik, temsil ve aidiyet bağlamlarının tümünü
kapsayacak geniş bir imgelem dünyasına gönderme yapar.335
Biz de mekânlar başlığını taşıyan bu bölümde, 1980 sonrasının din-siyaset
ilişkisine damgasını vurmuş sembolik mekânları incelerken, çoğunlukla, bunların
siyasal sosyalleşme ve bu bağlamda siyasal kimlik ve aidiyet duygularını nasıl
etkilediğini incelemeye çalışacağız. Tersinden ifade etmek gerekirse, bu başlık
altında; mekânların siyasal kimliğin inşasında önemli olduğu kadar buraların aynı
zamanda siyasal sosyalleşme ve kimliklerini keskinleştirmede/ayrımlamada bir
araç olarak kullanan bireyler, gruplar ve topluluklar tarafından yeniden bir üretime
tabi tutulduklarının da altını çizmeye çalışacağız.
3.2.1 Camiler (Ayasofya)
Sembollerin doğası öylesine çeşitlidir ki; nesnelerden, söylemlere ve
olaylardan mekânlara varıncaya dek sembolik çerçevenin sınırlarını genişletmek
mümkündür. Tarih boyunca belirli türden mekânların/yapıtların günümüze sarkan
biçimiyle çok güçlü sembolizm unsurları içerdiklerini biliyoruz. Sembol olarak
değerlendireceğimiz mekânların/yapıtların elbette en önemli özelliği, belki de onu
sembolik olarak kodlayan niteliği, mekânların tarihle ilişkileridir. Mısır
Piramitlerinden, Kremlin Sarayına, Beyaz Saray’dan Özgürlük Anıtı’na kadar,
sembolik bir öneme sahip tüm mekânlar/yapıtlar belli bir tarihsel süreç içerisinde
kendilerine atfedilen anlamlarla birlikte sembolik bir değer haline gelirler.
Yaşlı dünyamızın tarihi incelendiğinde görülecektir ki, zaman içerisinde
insanların en çok değer atfettikleri mekânlar/yapıtlar ibadet yerleri ve mezarlar
olmuştur. İbadet yerlerinin kendisinden başka her şeyden daha önemli olmasının
nedeni; onun taşıdığı ya da taşıdığının düşünüldüğü kutsallığıdır. Bu bağlamda
335
Ömer Aytaç, “Mekan(ın) Sosyolojisi: Toplumsalın Yeniden Kuruluşu”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap
15 Süha Göney ve Sabahattin Güllülü’ye Saygı: Sosyoloji ve Coğrafya, Yayına Haz: Ertan
Eğribel- Ufuk Özcan, Kızıl Elma Yayınları, İstanbul, 2006, s. 876
136
çeşitli dinlere ait mabetler, temsil ettikleri din ve o dinin dünya ölçeğindeki
yaygınlığı, yer aldıkları coğrafya ve o coğrafyanın hem tarih içindeki hem de
günümüzdeki etkinliği ve son olarak toplumların onlara atfettikleri değerler
nispetinde sembolik yapıtlar olarak ortaya çıkarlar.
Çalışmamız açısından, ilk bakışta; sembolik değerler taşıdıkları kabul
edilse de, ibadet yerlerinin nasıl din ve siyaset ilişkilerinin konusu yapılacağı haklı
olarak karmaşık bir durum gibi gözükebilir. Elbette ki, Türklerin Müslüman
olduktan sonraki uygarlıklarını sembolize ettiğini bildiğimiz Süleymaniye ve
Selimiye ya da Sultan Ahmet gibi camileri göz önüne aldığımızda bu camilerin
genel manasıyla sembolik değerleri ile din ve siyasetin konusu olamayacağı,
özellikle Günümüz Türkiye’si açısından doğrudur. Ancak eğer konu Ayasofya ise
kaçınılmaz olarak durum değişecek ve pekâlâ sembolik bir değere sahip Ayasofya
din ve siyasetin etkin bir öznesi olarak ele alınabilecektir. Ayasofya’nın içerdiğini
düşündüğümüz sembolizmin niteliklerinin ve bu niteliklerin nasıl din-siyaset
bağlamı içerisine dâhil edilebileceğini tartışmadan önce, Ayasofya tarihine kısaca
yer vermenin yararlı olacağını düşünüyoruz.
Dünyanın en büyük yapıtlarından biri olan Ayasofya (Hagia Sophia),
şimdiki İstanbul’da, Bizans İmparatoru Justinyan’ın talimatı ile 533 yılında
yapımına başlanmış ve kabule etmek gerekir ki, çok kısa bir zaman sonra 537
yapımı tamamlanarak ibadete açılmıştır.336 Yıllar içerisinde doğal olaylardan ve
dış etkilerden gördüğü tahribata karşın 1453’te İstanbul’un fethi ile Fatih Sultan
Mehmet tarafından camiye dönüştürülen Ayasofya, bu tarihten sonra İslam’ın Batı
karşısındaki üstünlüğünün en önemli sembollerinden biri olmuş ve 24 Kasım
1934’te hükümet kararnamesi ile müzeye dönüştürülmüştür.
Peki Ayasofya neden müzeye dönüştürülmüştür?
Bilindiği gibi İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra Ayasofya’nın Fatih
Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmesinin sembolik anlamı; cihad
anlayışını savunan ve kendisinin İslam’ın bayraktarlığını yaptığını düşünen
Osmanlı’nın, İstanbul’un fethini dinsel açıdan meşrulaştırmasıdır. Ancak Osmanlı
Devleti
336
gibi kendisini dinsel temeller üzerinde
tanımlamayan Türkiye
Merriam- Webster’s Encyclopedic of World Religions, Merriam Webster Publisher, USA,
2000, s. 404
137
Cumhuriyeti Devleti bir anlamda sırf bu özelliğini sembolik olarak vurgulamak
için Ayasofya’yı müzeye dönüştürmüş olabilir.
Ayrıca, Ayasofya’nın dinsel açıdan Ordotox Hıristiyanlığının ve siyasal
açıdan da Batılı siyasal iktidarların, özellikle Lozan’dan sonra üzerinde siyaset
yaptıkları, önemli bir merkez oluşu da buranın müzeye dönüştürülmesinde
mutlaka göz önünde bulundurulması gereken bir neden olarak değerlendirilebilir.
O halde denilebilir ki, Mustafa Kemal’in Ayasofya’yı müzeye çevirmesi her iki
dinin radikal anlayışlarına verilmiş bir cevaptır. Hatta laik bir devlet ve toplum
tahayyülü içerisinde olan Mustafa Kemal Batı’dan alınan laiklik modelini kendi
ülkesinde hayata geçirmeye çalışırken Ayasofya’yı müzeye dönüştürmekle
Batı’ya da bir anlamda laiklik dersi vermiştir.
Peki Ayasofya neyi sembolize eder?
İlk olarak Ayasofya, geçmişin izlerini taşıması bakımından Haç-Hilal
kavgasının bir sembolü haline gelmiştir. Çünkü Türklerden önce de sonra da
İstanbul Müslümanlar tarafından kuşatılmış ve hemen hemen her kuşatma
Hıristiyan dünya da bir birleşmeye (haçlı orduları) neden olmuştur. İkicisi,
Ayasofya
özelde
Osmanlı
Müslümanlarının
genelde
ise
tüm
dünya
Müslümanlarının Batı yani Hıristiyanlar karşısındaki üstünlük bilinçlerinin en
önemli sembollerinden biri olmuştur. Tüm bunlardan hareketle son olarak
denilebilir ki, Ayasofya hem Hıristiyanlığın hem de İslamiyet’in en önemli
sembollerinden biridir. Bu yönüyle de Ayasofya dünyadaki dinsel mabetler göz
önüne alındığında etkileri bakımından benzersiz bir özelliğe sahiptir. Yani
dünyada hiçbir mabet yoktur ki, aynı anda iki büyük dini sembolize edebilsin.*
İşte tam da bu nokta da, yani Ayasofya’nın hem İslamiyet’i hem de
Hıristiyanlığın en önemli sembolik yapıtlarından biri olması, onu, din siyaset
ilişkilerinin merkezine taşımış ve dini bir yapıtın siyasete konu edilmesi iç
siyasetle de sınırlı kalmayarak zaman zaman Ayasofya dış siyasetin de
gündeminde yer almıştır. Ayasofya’nın iç siyasette din-siyaset eksenli bir konu
olarak gündeme gelişinin kuşkusuz en önemli nedeni buranın 1934 yılında
*
Ayasofya dışında hem İslam hem de Hıristiyanlığı temsil etmesi bakımından, Endülüs Emevileri
döneminde cami olan ancak daha sonra kiliseye çevrilen Cordoba Katedrali örnek olarak
verilebilirse de adı geçen katedralin Ayasofya ile karşılaştırıldığında sembolik olarak daha zayıf
kalacağı muhakkaktır.
138
müzeye çevrilişidir. Bu bağlamda Ayasofya’yı bu özelliği ile iç siyasetin etkin bir
öznesi yapanların başında siyasal partiler gelmektedir. Bir tür siyaset malzemesi
olarak Ayasofya cumhuriyet tarihinin her döneminde337 tartışılan bir konu ise de
biz 1980 sonrası ile sınırlı kalacağız.
1980 sonrasında Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasını (camiye
dönüştürülmesini) bir tür siyasal yatırım malzemesi olarak kullanan yalnızca
İslamcı partiler olmamış kendilerini merkez sağda tanımlayan partiler de bu
siyasal ranttan faydalanma yoluna gitmişlerdir.
Kendilerini merkez sağda tanımlayan Doğru Yol Partisi’nin (DYP) genel
başkanı Süleyman Demirel’in 1980 müdahalesinin hemen öncesine varan
Ayasofya’yı tekrar camiye dönüştürme vaadi ve bu yönde yapılan hazırlıklar,
1980 sonrasına taşmış ve DYP Ayasofya’yı siyasal bir konu olarak ele almıştır.
Merkez sağdaki bir diğer parti olan Anavatan Partisi (ANAP) da Ayasofya’nın
tekrar camiye dönüştürülmesinde DYP ile ortak politikalar izlemiş, hatta bu ortak
görüşü başkan düzeyinde dile getirmiştir.338 Ayasofya’nın tekrar camiye
dönüştürülmesini siyasal söylemlerinin bir parçası yapan siyasal partilerden biri
de tahmin edilebileceği gibi RP’dir. RP Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması için
TBMM başkanlığına, partinin grup başkanvekili Şevket Kazan marifetiyle bir
kanun teklifi sunmuştur.339 RP’nin Ayasofya’yı siyasal yatırım konusu olarak ele
alışının en somut örneklerini yine bu partinin genel başkanı Necmettin Erbakan’ın
demeçlerinde ve seçim konuşmalarında buluyoruz. Buna göre, Erbakan 1993
yılında “1994 Martında Ayasofya önünde olacağız”340 derken 1994 Martındaki
genel seçimlerde iktidara gelirlerse ilk iş olarak Ayasofya’yı tekrar camiye
dönüştüreceklerinin mesajını vermektedir. Bu siyasal vaatten bizim çıkardığımız
sonuç; RP’nin İktidarı hedefleyen bir siyasal parti olarak en önemli siyasal
kaygısının Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi ve benzeri icraatlar olduğu
imajını vermeye çalışmasıdır.
337
Siyasetçilerin ve basın yayın organlarının Ayasofya’yı siyasal ve ideolojik bir yatırım konusu
yapmaları toplum kesimleri üzerinde o denli etkili olmuştur ki, 1977 yılında bir genç Ayasofya’nın
tekrar camiye dönüştürülmesini sağlamak için bir banka personelini rehin almış ve bu durum
dönemin gazetelerine yansımıştır. Bkz. Milliyet, 23 Mart 1977
338
Türkiye, 1 Şubat, 1992
339
Türkiye, 16 Şubat 1992
340
Cumhuriyet, 16 Ağustos 1993
139
Ayasofya’nın müzeye çevrilişini eleştirerek buranın siyasal bilincin bir tür
nesnesi olarak değerlendirilmesine katkı yapmaları ve bu suretle Ayasofya
üzerinden bir kamuoyu oluşturmaları bakımından gazetelerde oldukça etkili
olmuşlardır. Bu bağlamda Zaman gazetesinin “Ayasofya’da İzimiz Siliniyor”
başlıklı haberi ilgi çekicidir. Gazete, belirtilen haberde, Fatih Sultan Mehmet’in
Ayasofya’da ilk Cuma namazını kıldığında buraya getirilen ve minberin yanına
asılan bayrakların yanı sıra birçok İslami sembolünde ortadan kaldırıldığını ve bu
suretle de Ayasofya’nın İslami havasının sinsice silinmeye çalışıldığını
vurgulamaktadır.341
Ayasofya’nın siyasal bir konu olarak ele alınışı daha önce de belirttiğimiz
gibi yalnızca iç siyasetle ilgili değildir. Başta Yunanistan olmak üzere342 Avrupa
devletleri de zaman zaman Ayasofya’yı dış siyasetin bir parçası yapmışlardır.
Örneğin 2002 yılında 27 Avrupa Birliği (AB) parlamenteri Ayasofya’nın tekrar
kiliseye çevrilmesini içeren bir önergeyi Avrupa Konseyine sunmuşlar ve bu
suretle Türkiye’ye baskı yapılmasını talep etmişlerdir.343
Ayasofya’nın gerek iç gerekse dış siyasette etkin bir özne olarak
kullanılmasını içeren örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak, söylemek
istediklerimizi olumlaması açısından yukarıda vermiş olduğumuz örnekler bile;
dinin gerek dünyada gerekse daha hissedilir bir biçimde ülkemizde siyasetin
önemli bir aracına dönüştürülmesinin özellikle dini semboller üzerinden yürütülen
bir çaba olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir. Ve ele aldığımız yönüyle
Ayasofya, Ruşen Çakır’ın belirttiği gibi 1980 sonrasının Türkiye’sinde türbandan
sonra siyaseten kullanılan en önemli dinsel sembollerden biridir.344
Ayasofya gibi dini anlamda güçlü sembolizm içeren unsurların, din-siyaset
ilişkisini ortaya koymaktan başka, ele aldığımız diğer örneklerde de gördüğümüz
gibi, gerek siyasetin din vasıtasıyla etkinliğini arttırması gerekse dinin siyaset
vasıtasıyla faaliyet alanını genişletmesi bakımından önemli işlevler gördüğünü
söylememiz gerekir. Bu bağlamda denilebilir ki, ele aldığımız, alacağımız ve yer
341
Zaman, 27 Aralık 1988
Yunanista’ın Türkiye’nin Ayasofya üzerindeki tasarruf hakkının kaldırılması ile ilgili talepler
için bkz. Zaman, 26 Nisan 1988
343
Türkiye, 22 Mart 2002
344
Ruşen Çakır, “Türkiye, Bağımsız Bir Politik İslamcı Harekete Hiç Tanık Oldu mu?”, İslam ve
Demokrasi, Tüses Yayınları, İstanbul, 1994, s. 115
342
140
veremeyeceğimiz semboller, din-siyaset ilişkilerinin hem ortaya çıkışı hem de
mümkün olabilmesi için o denli önemlidir ki, bunlar olmaksızın siyasetin dini
kendi çıkarları doğrultusunda bir araç olarak kullanması ya da dinin kendi
hâkimiyet alanını genişletmek için siyasete başvurması neredeyse mümkün
değildir.
Ayasofya dinsel bir mabet olmanın zaman zaman çok ötelerine taşan
sembolik çağrışımları da sahiptir. Bunlardan biri de kuşkusuz içerisinde yer aldığı
İstanbul’un en önemli sembollerinden biri olmasıdır. Kurutuluş Savaşının devam
ettiği yıllarda padişahın idaresinde bulunan bir kısım Türkler, İstanbul’dan
Ankara’ya geçerek Milli Mücadeleye katılmak için Ankara hükümetine
başvurduklarında, Mustafa Kemal onların İstanbul’da kalmaları gerektiğini
bildirmişti. İstanbul’un Türk askerlerinden yoksun olmamasını isteyen Mustafa
Kemal’in bu askerlerden bir ekibe, işgal kuvvetleri ve Rumların Ayasofya’yı ele
geçirme ihtimaline karşı burayı dinamitleme emri vermesinin345 de gösterdiği gibi
Ayasofya’nın ele geçirilmesi bir bakıma İstanbul’un kaybedilmesi anlamına
gelmektedir. Bu bağlamda denilebilir ki, İstanbul, Türklerin tarih boyunca devlet
kurma, yönetme ve hükmetme özelliklerinin de bir sembolüdür.
3.2.2. Türbeler (Hacı Bektaş Veli Türbesi ve şenlikleri)
Türbelerin geçmişten gelen inanışlar etrafında insanların dinsel değerler
atfettikleri yerler olduğundan daha önce söz etmiştik. Yukarıda ele aldığımız
biçimiyle camiler ya da kiliseler ve diğer mabetler temsil ettikleri dinin ibadet
yerleri olması bakımından birincil derecede dinsel mekânlar olmasına karşın,
türbeler dinin değil bizzat insanların atfettikleri değerler çerçevesinde varlık bulan
ikincil derecede dinsel mekânlar olarak kabul edilmelidir. Öyle ki, türbelerin
içerisindeki mezarlarda kimin yattığından ziyade önemli olan toplumun orada
yatan ölmüş insanı nasıl değerlendirdiğidir.*
Biz bu başlık altında, türbelerin siyasilerin halkın buralara verdiği değeri
takdir ederek özellikle seçim zamanlarında çeşitli türbe ziyaretlerinde bulunmaları
345
Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, s. 15
Bu son vurgu ile ilgili olarak yani türbelerde kimlerin yattığından ziyade önemli olanın toplumun
onları nasıl değerlendirmiş olduğu ile ilgili olarak bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Toprak
Uyanırsa, s. 52 (Bu kaynak ilgili vurgusunun bir benzeri için daha önce verilmişti.)
*
141
gibi artık herkesçe kanıksanmış bir bağlam üzerinde durmayacağız. Çünkü
türbeler de dini semboller kategorisine dâhil edebileceğimiz mekânlar olmalarına
karşın Ayasofya örneğinde olduğu gibi belli bir siyasal yönelimin işaretleyicisi
olmaktan uzaktırlar. Bu bağlamda türbelerin din-siyaset ilişkilerine konu olacak
yönü, yukarıda da vurguladığımız gibi, siyasilerin bu mekânları siyaseten
kullanmaları, halkla birebir temas kurabildikleri ve kendilerini onlardan biri gibi
gösterme stratejilerinin çok ötelerine götürülemez. Ancak türbeler arasında Hacı
Bektaş Veli Türbesi ve Şenlikleri söylediklerimizin çok dışına taşan bir özellik
göstermesi bakımından diğerlerinden ayrılır.
Sembolik dinsel unsurlar ile din-siyaset ilişkisi arasında bir bağ kurmayı
amaçlayan çalışmamızın bu bölümünde dinsel bir sembol olarak kabul
edebileceğimiz türbelere ve bunlar içerisinde çok farklı bir siyasal bağlama sahip
olduğunu düşündüğümüz Hacı Bektaş Veli Türbesine yer vermemiz iki nedene
dayanmaktadır.
Bunlardan birincisi, çalışmamızın genel akışında da görülebileceği gibi
semboller ile din-siyaset ilişkisi sorgulanırken daha çok İslam’ın Sünni
yorumunun söz konusu edilmesi ölçüsünde, Alevi inanışının da siyasetin etkin bir
unsuru olarak kullanıldığını göstermek bağlamında bir eksikliği gidermek.
İkincisi ise, türbeler gibi ibadet yerlerine kıyasla ikincil derecede
değerlendirdiğimiz dini sembollerin belli bir inanış biçimine sahip toplum
kesimlerinin siyasal bilinçlerini nasıl canlı tutabileceğini göstermek. Ancak şunu
da ilave etmemiz gerekir ki, Hacı Bektaş Veli Türbesi ve bu mekân etrafında her
yıl düzenlenen şenlikler; Alevi vatandaşlarımızın siyasal bilinçlerini canlı tutmak
ve onların siyasal taleplerine bir meşrulaştırma zemini hazırladığı ölçüde
siyasilerin de siyasal bir yatırım olarak Alevi inanışı ve bu inanışın sembolik
ifadelerinden biri olan Hacı Bektaş Veli Veli Türbesi ve Şenliklerini siyaseten bir
araç olarak kullandıklarını ortaya çıkarmaktadır.
Baba adı İbrahim, anne adı Hatem veya Hatme asıl adı Muhammed olan
Hacı Bektaş Veli, söylendiğine göre, Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’ya
gönderilir. 13. yüzyılda yaşadığı bilinen Hacı Bektaş Veli’nin soyu Hz. Ali’ye
142
kadar vardırılır.346 Toplumumuzda yaşayan Alevilerin bu şekliyle aralarında gönül
bağı kurduğu Hacı Bektaş Veli’nin günümüze ulaşan en önemli eseri
Malakat’tır.347 Hacı Bektaş Veli’nin tarihsel kişiliği ve yine tarihsel olarak
Alevilikle ilişkilendirilmesi bizim ilgi alanımız dışında olduğundan biz bu başlık
altında yalnızca 1980 sonrasında Aleviliğin siyasal bir kimlik olarak
kodlanmasında Hacı Bektaş Veli Türbesi ve şenlikleri arasındaki ilişkiyi
sorgulayacağız.
1990’lı yıllar, yeni medya organları kurma, şenlikler ve konferanslar
düzenleme yoluyla siyasal olarak Alevi kimliğinin hissedilir bir canlanma
gösterdiği dönemdir. Geçmişteki Sivas, Çorum ve Kahramanmaraş olaylarını
hatırlatır biçimde bu dönemde meydana gelen Sivas (2 Temmuz 1993) ve Gazi
Mahallesi (12 Mart 1995) olayları348 Alevi kimliğinin siyasal olarak toplum
içerisindeki sivrilişine bir tepki olarak değerlendirilse bile, sonuç olarak bu olaylar
siyasal Alevi kimliğinin iyice belirginleşmesine neden olmuş ve Aleviler laik
devletin
Diyanet
İşleri
Başkanlığını
bünyesinde
barındırmasından,
orta
öğretimdeki zorunlu din derslerinin Sünni nitelikler taşıdığına ve toplum
içerisinde Alevi inanışı ve yaşayış tarzlarına daha fazla saygı gösterilmesini de
içeren birtakım siyasal talepler ortaya koymaya başlamışlardır.349
Alevilerin siyasal taleplerini basın yayın organları, siyasal faaliyetler,
bilimsel konferanslar ve benzeri biçimlerle ortaya koymaları yanında sembolik
olarak Aleviler için oldukça önemli olan Hacı Bektaş Veli Türbesi ve şenlikleriyle
de bu taleplerine meşru bir zemin aradıklarını ve hatta siyasi partilerinde
Alevilerin bu arayışlarına siyasal bir yatırım olarak baktıklarına tanık oluyoruz.
Öyle ki, 1990’lı yılların başından beri devlet erkânının350 ve siyasal partilerin tam
kadro olarak katılmaya özen gösterdiği şenlikler bunun en somut göstergesidir.
1990’lı yılların başlarında devlet erkânının da katılımıyla bir anlamda
resmileşen Hacı Bektaş Veli Şenlikleri, yalnızca devletin üst düzey yetkililerinin
346
Zaman, 16 Ağustos 1990 Hacı Bektaş Veli ‘nin Hayatı ve Aleviler için önemi hakkında bkz.
Baki Yaşa Altınok, Alevilik Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, Oba Kitabevi, Ankara, 1998
347
Adı geçen eser için bkz. Esat Çoşan, Malakat: Hacı Bektaş Veli, Sadeleştiren: Hüseyin Özbay
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990
348
Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 111-112
349
Alevilerin siyasal taleplerini metin içerisinde vurguladığımız biçimiyle dile getirişleri ile ilgili
olarak bkz. İzzettin Doğan, “Kanunlar Herkese Eşit Uygulansın” Cumhuriyet, 11 Mayıs 1990
350
Devlet erkânının Hacı Bektaş-ı Veli şenliklerine ilgi göstermeye başlaması ile ilgili olarak bkz.
Ümit Sarıaslan, “Hacıbektaş Şenlikleri 35 Yaşında”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 1998
143
değil ama tüm siyasi partilerin genel başkan ve diğer düzeylerdeki katılımları ile
tam bir siyasal arenaya dönüşmüştür. Alevilerin siyasal kimlik olarak tanınma ve
kabul görme hareketlerinin bir parçası olarak değerlendirebileceğimiz bu
şenliklerde devlet erkânı, Alevilerin Kemalizmi ve laikliği desteklemelerini
olumlayan konuşmalar yaparak bu kitle ile devlet arasında bağ kurmaya çalışırken
siyasi parti temsilcileri aynı yaklaşımı siyasal bir yatırım aracı olarak
göstermişlerdir.351
Ülkemizde Alevi gruplar ile siyasal yakınlık içerisinde ismi ön plana çıkan
parti bilindiği gibi CHP’dir. Alevilerin Cumhuriyet kurulduğundan beri CHP’ye
olan bağlılıkları, 1950 DP’ye olan kısa süreli (1957 seçimlerinde Aleviler DP’ye
desteklerini geri çekmişlerdir) ilgileri ile kesintiye uğramışsa da bu bağlılık
sonraki dönemlerde de sürmüş ve Aleviler siyasal kimliklerini genellikle CHP
içerisinde ifade etmeyi tercih etmişlerdir.352 Ancak belirtmek gerekir ki, bir
dönem aleviler, özellikle Mustafa Timisi’nin genel başkanlığında, BP de siyasal
taleplerini ifade etmeye yönelmişlerdir.
Din ve siyasetle iç içe geçmiş sembolik bir gösterge olarak inceleme
konusu yaptığımız Hacı Bektaş Veli Türbesi ve şenliklerine siyasi partilerin
gösterdiği ilgi dışında, bu şenlikler, Aleviler açısından o denli önemli bir siyasal
platforma dönüştürülmüştür ki, Hacı Bektaş Veli Derneği Ankara Şube Başkanı
Ahmet Şahin açıkça CHP ile olan bütün ilgilerini ve desteklerini kesebildiklerini
söyleyebildiği bir zemin yaratmıştır.353
Hacı Bektaş Veli Türbesi ve sembolik öneme haiz bu türbe etrafında
düzenlenen şenliklerin Alevi siyasal bilincinin bir tür dışavurum alanına
dönüştüğünün en anlamlı örneklerinden biri de, 2003 yılında cumhurbaşkanı
Necdet Sezer’inde katıldığı şenliklerin “devrim şehitleri için bir dakikalık saygı
duruşu” anonsu ile başlaması ve burada “Türkiye laiktir laik kalacak” ve benzeri
sloganların atılması olmuştur.354
Tüm bu örneklerinde gösterdiği gibi, dinsel bir sembol olarak ele aldığımız
Hacı Bektaş Veli Türbesi ve bu mekânda yapılan şenlikler; din-siyaset ilişkilerinin
351
Necdet Subaşı, Öteki Türkiye’de Din ve Modernleşme, Vadi Yayınları, Ankara, 2003, s. 119
Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, 97-98
353
Cumhuriyet, 27 Ağustos 1995
354
Vakit, 17 Ağustos 2003
352
144
somut bir göstergesi olarak, hem siyasetçilerin dini nasıl siyaseten nasıl
kullandıklarını hem de Alevilerin siyasal kimliklerini bu türden dinsel sembollerle
nasıl dışa vurduklarını göstererek dinsel semboller ile din ile siyaset arasındaki
grift ilişkisini de gözler önüne sermektedir.
Türbeler alt başlığımızın ilk sayfalarında da belirttiğimiz gibi ikincil
dereceden dinsel mekânlar olarak türbelerin siyasal sembolizmin bir parçası
olarak nasıl kodlandığına dair tek örneğimiz Hacı Bektaş Veli Türbesi değildir.
Bire bir örtüşmese de Eyüp Sultan Türbesinin de dolaylı olarak siyaset yapmanın
bir aracına indirgenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.
Eyüp Sultan Türbesinin Osmanlı Türkiye’sinde, padişahların burada kılıç
kuşanması bağlamında direkt siyasal bir içeriğe de sahip olduğunu biliyoruz.
Ancak bir iktidar sembolü olan kılıç ve kılıç kuşanmanın geçmişte kalmasından
hareketle, Eyüp Sultan Türbesinin cumhuriyet Türkiye’sinde direkt siyasal bir
sembolizm içermediğini söylemeliyiz. Bundan başka cumhuriyet Türkiye’sinde
adı geçen türbenin daha çok inançlar etrafında örülü anlamlara dayanarak dine
dayalı bir sembolizme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ne var ki, yine de,
Adnan Menderes’e kadar geri götürebileceğimiz, siyasilerin Eyüp Sultan
Türbesine olan ilgileri ve özellikle seçim zamanlarında burayı ziyaret etmelerini,
dolaylı da olsa, sözü edilen türbeyi siyasi olanın içine çekebilmektedir.
3.2.3. Meydanlar (Taksim ve Beyazıt Meydanı)
En baştan belirtmemiz gerekir ki, yukarıda ele alınan sembollerle
karşılaştırıldığında inceleme konusu yaptığımız Taksim ve Beyazıt Meydanlarının
kendiliğinden dinsel bir sembolizm içermediklerini söylemeliyiz. Ancak buna
rağmen bu meydanları ele alışımızdaki amaç; dini ve siyasi sembollerin söylem
düzeyinde dile getirildikleri bu alanların da süreç içerisinde, siyasal anlamda,
güçlü sembolizm içeren mekânlar durumuna gelmiş olmalarıdır.
Bu özelliği ile ele alacağımız meydanlardan bir Taksim Meydanıdır.
Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hatırasını anıtlaştırmak
için inşa edilen Taksim anıtı ve meydanı, kentli insanların (politik bilince sahiplik
kastediliyor), politik taleplerini dile getirdikleri sembolik bir mekân haline
gelmiştir. Sosyal bilimciler tarafından sivil toplumun varlığının bir sembolü
145
olarak da değerlendirilen Taksim Meydanı, politik taleplerin dile getirildiği bir
merkez konumundadır.355 Özellikle Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk’üm hatırasının yaşatılmaya çalışıldığı heykeli, Atatürk Kültür Merkezi
(AKM) ile Taksim meydanı bir anlamda Kemalizm’in sembolüdür.356 Bu yargıyı
doğrulayacak şekilde; Taksim Meydanı, Türk ulusal kimliğinin, özellikle
bayramlarda, özel ve olağanüstü günlerde, dışavurumu ile o denli özdeşleşmiştir
ki, “Vatan Asla Bölünmez” (The Motherland will never be divided) ve “Bu
Memleket Türklerindir” ve benzeri sloganlar Taksim Meydanın da sıkça
duyduğumuz sloganik ifadelerdir.357
Politik kalabalıkların siyasal taleplerini dile getirdiği sembolik bir mevki
olarak Taksim Meydanı zaman zaman ulusal sevinçlerin de coşkuyla paylaşıldığı
bir merkez konumundadır. Türkiye’nin Dünya kupasında üçüncü olması ya da
Galatasaray’ın UEFA Kupasını kazanmış olmasının coşkusu halkça Taksim
Meydanında paylaşılmıştır.
Taksim Meydanı gibi bireylerin/toplum kesimlerinin hayal güçlerinde
güçlü anlamlar kazanan semboller, topluluğu öylesine çepeçevre sarmalamıştır ki,
onlar (toplum) gerek kendilerini ifade etme ve gerekse siyasal taleplerini dile
getirmek açısından bu türden sembollere çokça ihtiyaç duyarlar. Çalışmamızın
birinci bölümünde açılımını yapmaya çalıştığımız toplumun sembolik olarak
kuruluşu ile ilgili bölüm hatırlanırsa; Taksim Meydanı gibi Cumhuriyeti ve ulusal
kimliği sembolize eden mevkilerin, farklı bir toplum tasarımı ve politik
tahayyülleri olanlarca zaman zaman hedef alınabilmesinin de nedenini
kavrayabiliriz. Örneğin RP ve dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Recep Tayyib Erdoğan’ın Taksime büyük bir cami yapma talepleri de aslında
sözünü ettiğimiz farklı bir toplum tasarımına sahip olanların amaçlarını
gerçekleştirebilmek için toplumun sembolik kuruluşu ile oynamaları ya da başka
bir ifade ile var olan sembolik vurguyu değiştirmeye çalışmaları ile açıklanabilir.
Bu bağlamda İstanbul’un fethinin 541. yıldönümü etkinliklerinde konuşan
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R. Tayyib Erdoğan, İstanbul’un kimliğinin
355
Yael Navaro-Yashin, Faces of the State: Secularism and Public Life in Turkey, s. 1
Jenny B. White, Islamist Mobilization in Turkey, University of Washington Press,
Washington, 2003, s. 117
357
Chris Houston, Islam, Kurds and the Turkish Nation State, Berg Publishers, New York,
2001, s. 70
356
146
(İstanbul’un kimliğinin sembolik olarak sergilendiği Taksim Meydanı ve bu
meydanın ulusal-laik vurgusunu kastederek) alternatif bir okumasını önerdiği
konuşmasında; Osmanlıdan gelen tarihsel kimliğin yani İslam kimliğinin
kaybolmaya başladığını belirterek kaybolan İslam kimliğini yeniden inşa etmenin
bir gereği olarak Taksime büyük ve ihtişamlı bir cami yapılmasını önermiştir.358
“İstanbul’un Kalbi”359 olarak da değerlendirilen Taksim Meydanı gibi,
cumhuriyeti ve ulusal kimliği sembolize eden meydanlara yönelik yukarıda
sözünü ettiğimiz (taksime cami) türden talepler de göstermektedir ki, gerek
siyasal çıkarlar açısından gerekse ideolojik tasarımların gerçekleştirilmesi
bakımından semboller birincil derecede önemli bir yere sahiptir. Belediye
Başkanının konuşmasında geçen İslam kimliği ile Taksimin hem siyasi hem de
kültürel kimliğini ortaya koyan cumhuriyetçi, laik ve ulus kimliği karşı karşıya
getirilmekte ve aslında kültürel bir kimlik vurgusu olarak değerlendirebileceğimiz
İslami kimlik bu sayede siyasal kimliğin de bir nesnesine dönüştürülmektedir.
Taksim Meydanı ve burada toplanan politik kalabalıkların eylemleri
incelendiğinde görülecektir ki, Taksim Meydanı, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi,
çoğunlukla cumhuriyete, laikliğe ve ulusa dayalı söylemlerin dile getirildiği
sembolik bir mekân olarak kodlanmışken; Beyazıt Meydanı daha çok İslami
politik kimliğin, özellikle laiklik ve uygulamalarının eleştirildiği sembolik bir
mekân durumuna gelmiştir.
Siyaseti genel olarak kurallar veya yasaların ortaya koyduğu prensipler ve
normlar çerçevesinde insanların yaşamı paylaşmalarını ve politik taleplerini meşru
zeminlerde ortaya koyabilmeleri şeklinde tanımlarsak;360 sembolik bir mekân
olarak Beyazıt Meydanının ve burada yaşanan olayların, klasik politika ya da
politik
özelliğinden
çıktığını
ve
yasal
olmayan
söylemlerin/eylemlerin
gerçekleştiği bir mekân olarak kodlandığını söyleyebiliriz.
Beyazıt Meydanı, Beyazıt Camii ile İstanbul Üniversitesinin çapraz olarak
ortalarında kalan genişçe bir meydandır. İstanbul’un merkezi bir yerinde yer alan
Beyazıt Meydanı, Bizans döneminin de Forum Theodosicum veya Forum Tauri
358
Ayfer Bartu, “Rethinking Heritage Politics in a Global Context: A View from Istanbul”,
Hybrid Urbanizm, Praeger/Greenwood, USA, 2001, s. 148-149
359
Taksim Meydanı için yapılan “İstanbul’un Kalbi” nitelemesi için bkz. R. Ayliffe-J. GawthropT. Richardson and M. Dubin, Rough to Turkey, Rough Guides, 2003, s. 167
360
David Ingram, Political, Blackwell Publishing, Malden, Massachusetts, 2001, s.1
147
adıyla anılan ünlü bir meydanın bir kısmına denk gelmektedir. Anılan meydanın
bir köşesine Sultan Beyazıt tarafından yapımına 1501’de başlanan ve 1505’te
bitirilen Beyazıt Cami inşa ettirilmiş ve meydan bugünkü adını bu camiden
almıştır.361 Meydanın bu yönüyle Osmanlı-İslam kimliğinin sembolik olarak
izlerini taşıdığını söyleyebiliriz. Osmanlı döneminde payitahtın sınırları içerisinde
yer alan Beyazıt Meydanının taşıdığı tarihsel geçmişi ile İslamcı politik
kalabalıkların
politik
eleştirilerini
dile
getirmek
ve
eylemlerini
gerçekleştirebilmek için Beyazıt Meydanını tercih ediyor olmaları arasında bir
ilişki aramak akla yatkın bir önerme olmakla birlikte kesinlikten uzaktır.
Beyazıt Meydanı ile bu meydanın İslamcı gruplarca tercih edilmesi
arasında buranın geçmişinden kaynaklanan bir ilişki aramak ne kadar kesinlikten
uzaksa; özellikle 1980 sonrasının İslamcı muhalefetin topluluklar düzeyinde,
düzene eleştirileri ve politik taleplerini burada dile getirmeleri bakımından
Beyazıt Meydanı, sembolik olarak İslamcı gruplarla özdeşleşmiştir diyebiliriz.
Özellikle 1990’lı yıllara damgasını vuran Türban eylemlerinin vazgeçilmezi
Beyazıt Meydanı ve Cuma günüdür. Sözünü ettiğimiz yıllarda Beyazıt
Meydanında meydana gelen Türban eylemleri o kadar çoktur ki, basına
dayanılarak bunların bir toparlamasını yapmak başlı başına bir çalışma konusu
olabilir. Bu yıllarda İslamcıların düzene dönük muhalefetlerini Beyazıt
Meydanında söyleme ve eyleme dökmeleri o derece kanıksanmıştır ki, gazeteler
bazen “Olağan Cuma Gösterisi Bu Hafta Olmadı”362 türünden haberlerle
şaşkınlıklarını okuyucuları ile paylaşabilmişlerdir. Beyazıt meydanında sergilenen
protestoların ve eylemlerin zaman zaman çatışmalara dönüşebildiği ve farklı
gruplarında Beyazıt Meydanını tercih etmesinden başka; buradaki olaylar
genellikle İslamcı gruplar ile anılır. Beyazıt Meydanının İslamcı muhalefetin
sembolü haline gelmesine neden olan olaylar henüz toplum hafızasında canlılığını
koruduğundan daha fazla üzerinde durmayacağız.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Taksim ve Beyazıt gibi
meydanların insanların buralara atfettikleri anlamlarla politik çıkarların ve
ideolojilerin
sembolleri
olarak ön
plana
çıktıklarını
söyleyebiliriz.
Bu
meydanlardan Taksim ulusal ve laik değerlerin (zaman zaman farklı örneklere de
361
362
İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6, Türkiye Diyanet Vakfı Vakıf Yayınları, İstanbul, 1992, s. 45-47
Ruşen Çakır, “Olağan Cuma Gösterisi Bu Hafta Olmadı”, Cumhuriyet, 14 Mart 1992
148
rastlamak mümkün) dile getirilmesi bağlamında siyasal olarak laikliği benimsemiş
olanların sembolü; Beyazıt ise genellikle laik cumhuriyete yönelik politik İslamcı
muhalefete ev sahipliği yaptığından siyasal manada İslamcıların sembolüdür. Bu
şekliyle laik cumhuriyete yönelen protestolar cevabını Taksim’den almakta;
İslamcılara ve şeraite yönelen protestolar ise Beyazıt’tan cevap verilmektedir.363
Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse, ulusal kimliğin, politik kimlikten üstün
ve önce gelen bir anlama sahip oluşunun364 da bir anlamı olacak şekilde Taksim
Meydanı burada meydana gelen olaylar incelendiğinde görülecektir ki, çoğunlukla
ulusal kimliğin söylemlere döküldüğü bir meydan olmasına rağmen Beyazıt
Meydanı daha çok İslamcı politik kimliğin altının çizildiği bir özdeşliğe doğru
evrilmiştir.
Yukarıda Taksim ve Beyazıt meydanlarına dönük olarak ifade etmeye
çalıştığımız siyasal eğilimin niteliğine koşut mekan farklılaşmasının ülkemizde
yalnızca İstanbul’da bulunmadığını da belirtmek gerekir. Özellikle başkent
oluşunun kendisine yeterince sembolik değer atfedilmesine neden olduğu
Ankara’da da bu türden sembolik karşıtlık içeren mekân farklılaşmalarına tanık
oluyoruz. Örneğin Atatürk Heykelinin yer aldığı Sıhhiye Meydanı ve Kocatepe
Cami çevresi bu çerçevede değerlendirileblir. Buna göre Sıhhiye Meydanı laik ve
ulusalcı söylemlerin dile getirildiği bir mevki iken Kocatepe Camii çevresi
İslamcı muhalefete dayalı söylemlerin dile getirildiği bir mekândır.
Yine Kurtuluş Savaşında düşman askerlerinin denize döküldüğü İzmir’de
de, tek taraflı da olsa, vurgulu bir mekân farklılaşması ile karşılaşıyoruz. Bu
bağlamda, Hasan Tahsin’in düşmana ilk kurşunu sıktığı, Yunanlıların Türk
askerlerince denize döküldüğü ve Yunanistan’a bakan Atatürk Heykeli ile Konak
Meydanı, Cumhuriyetin temel değerleri olan ulusal ve laik anlayışları sembolize
etmektedir. Öyle ki, Konak Meydanı, 9 Eylül 1922’de hükümet konağında
göndere çekilen Türk bayrağı ile Kurtuluş mücadelesinin zaferini de sembolize
etmektedir. İzmir’de laik ve ulusalcı değerleri sembolize eden bir diğer meydan
cumhuriyet meydanıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, burada İslamcı muhalefetler
henüz kendi söylemlerini dillendirecek sembolik bir mevki oluşturamamışlardır.
363
Her iki meydan ve bu meydanlarda atılan sloganlara çokça yer verdiğimizden son ifademizi
temellendirmek bağlamında aynı kaynaklara dönmeyi gerekli görmüyoruz.
364
Zdzisaw Mach, Symbols Conflict and Identity, Suny Press, New York, 1993, s. 103
149
3.3. Özel Günler
3.3.1. Cuma
Hemen hemen tüm dinlerin ve özellikle de büyük dinlerin, ibadetlerini
daha da yoğunlaştırdığı bir özel gün vurgusu vardır. Hıristiyanlığın Pazar ve
Museviliğin Cumartesi gününü özelliği olan ibadet günü olarak kabul etmesi gibi
İslamiyet’te Cuma gününü ibadet günü olarak belirlemiştir. Bu yönüyle dinlerin
ibadet günleri de tıpkı ibadet yerleri gibi kendiliğinden bir kutsallığa ve bu
kutsallıktan kaynaklanan sembolik anlamlara sahiptirler.
İslam dininin ibadet günü olarak sözü ettiğimiz Cuma gününün anlamı
kuşkusuz “Cuma Namazı” olarak adlandırılan ibadet ile pekiştirilmektedir. Kuran
ilgili günün anlamını pekiştiren Cuma Namazından şöyle bahsetmektedir: “Ey
İman edenler Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın
zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha
hayırlıdır.”365
Görüldüğü gibi İslamiyet’in kutsal kitabı, belirli bir güne vurgu yaparak
namaz çağrısı (ezan) yapıldığı zaman Müslümanların yaptıkları işin önemine
bakılmaksızın, bu işlerini bırakarak namaza katılmalarının gereğini kutsal metne
has bir üslupla belirtmekte ve Cuma gününün Müslümanlar için önemini
vurgulamaktadır.
Cuma gününün İslam dini ve bu din mensupları için içerdiği önem ve
anlam bir yana bizim burada üzerinde durmak istediğimiz; İslam dinine
mensubiyetin dışsallaştırıldığı sembolik bir gün olarak Cuma günü ve namazı ile
1980 sonrasının Türk siyasal yaşamında bir ilişki kurulup kurulamayacağıdır. İlk
bakışta büyük bir dinin özel vurguya sahip ibadet günü ve ritüeli ile siyaset
arasında ne tür bir ilişki kurulabileceği karmaşık gibi gözükse bile; 1980
sonrasının Türk siyasal yaşamının ve bu yaşamın önemli aktörleri olan siyasetçiler
ile politik toplulukların* bu güne (Cuma) ve ibadet ritüeline (Cuma Namazı)
yaklaşım biçimleri incelendiğinde görülecektir ki, İslam dinine mensubiyeti
dışsallaştıran ve bu özelliği ile de çok güçlü bir sembolik vurguya sahip olan
365
Cum’a Suresi, 11. Ayet, Cüz: 28, s. 553
Konuyla ilişkilendirilen politik kalabalıklar derken; sıradan insanların haftalık ibadetlerini olağan
şartlar altında gerçekleştirmiş olmaları ayrı tutuluyor.
*
150
Cuma günü ve namazı hem politik kalabalıklarca hem de siyasetçilerce politik
amaçlar doğrultusunda kullanılmaktadır.
Cuma günü ve özellikle Cuma namazının İslam dinine mensubiyetin
sembolik olarak sergilenebileceği bir özelliğe sahip olması, bir anlamda, 1980
sonrasında siyasetçilerin Cuma namazına iştirak ederek, kitlelere, ben de sizler
gibiyim demenin bir başka yolu olmuştur. Özellikle Turgut Özal’ın başlattığı ve
bundan sonrada kurumsallaşan siyasilerin Cuma namazına ilgileri politik olarak
siyasetçilerin ve partilerinin toplumsal tabandan destek görmelerini sağlamışsa da,
bu durumun 1980 sonrasında çok belirgin bir hale gelen iki önemli sonucu
olmuştur:
1. 1980 sonrasında gelişen iletişim olanakları ve özellikle özel
televizyonların ülkede olup bitenleri en küçük ayrıntılarına kadar halka
ulaştırması; siyasetçilerin Cuma namazına iştiraklerini dev bir medya ordusunun
takip ettiği farklı bir atmosfere sokmuş ve din ile siyaseti birinci derecede temsil
eden siyasetçilerin bu izdüşümü kaçınılmaz olarak din ve siyaseti birbirine
yaklaştırmıştır.
2. İkincisi birincinin bir sonucu olmakla birlikte; siyasetçilerin Cuma
namazına iştirakleri ve buna basın organlarınca ana haber bültenlerine taşınmak
suretiyle verilen önem, kitlelerin dini inançlarının politize olmasına neden
olmuştur. Öyle ki, dönemin İslamcı dergisi İktibas derginin yorum başlıklı
başyazısında bu konuya şöyle atıfta bulunmaktadır: “Artık Türkiye beş vakit
namaz kılan, cumalara giden cumhurbaşkanları (Turgut Özal kastediliyor)
dönemine girmişken, elbette ki mescitsiz hiçbir okulu, hastanesi, devlet dairesi ve
bakanlığı da kalmayan bir ülke olmalıdır.”366
3. Görüldüğü gibi salt din ile ilgili olan bir ibadet ritüeli (Cuma Namazı),
bu
dine
mensubiyeti
dışsallaştıran
sembolik
öneminden
dolayı,
özel
televizyonların etkili gücünün de bir anlamı olacak şekilde siyasetçiler tarafından
siyasi kariyerlerine olumlu bir etkisi olacağı kanaati ile dinsel bir itibar nesnesi
olarak kullanılmıştır.
Siyasilerin ve devleti en üst düzeyde temsil edenlerin Cuma namazına
katılmalarının çoğunlukla gözlerden kaçan bir başka boyutu daha vardır. Biz bunu
366
İktibas Dergisi, Sayı: 151, Temmuz 1991, s. 6
151
Weber’in karizmatik lider ve iktidar arasında kurmuş olduğu ilişkiyi temel alarak
ifade etmeye çalışacağız. Bu bağlamda çalışmamızın birinci bölümünde de sözünü
ettiğimiz M. Weber’in otorite tipolojisi içerinde yer alan karizmatik otorite ve
iktidar arasındaki ilişki hatırlanırsa; Cuma namazına iştirak eden devletin en
yetkili temsilcilerinin devlet otoritesinin kaynağının Weber’in Akılcı otorite
kavramı ile açıkladığı biçiminden nasıl saptırdığı net bir biçimde görülecektir.
Şöyle ki, Weber karizmatik lider ile iktidar arasında kurduğu ilişkide iktidarın
meşruluğunu liderin olağan üstü niteliklerine ya da kişisel özelliklerine
dayandırmaktadır. Weber’in özellikle peygamberler gibi olağan üstü nitelikler
atfedilen insanların liderliği ile iktidarın meşruluğunu izah etmeye çalıştığı eski
dönemlerin bir prototipini biz siyasal kaygılarla Cuma namazına iştirak eden
devletin en üst temsilcilerine indirgeyebiliriz.
Örneğin bir cumhurbaşkanı devleti en üst düzeyde temsil eden biri olarak,
Weber’in akılcı otorite sınıflandırmasından da hatırlanacağı gibi, devletin hukuka
dayalı otoritesini temsil eder. Bu durumda otoritenin kaynağı, örneğimizde olduğu
gibi, cumhurbaşkanlığı yapan kişinin kişisel özellikleri ve nitelikleri değil hukuka
dayalı kurumsal yapıdır. Ancak 1980 sonrasında kurumsallaşmaya başlayan
Cumhurbaşkanları ve başbakanların Cuma namazlarına iştirakleri, onların siyasal
itibarlarına –ki siyasal itibarları işgal ettikleri makamdan kaynaklıdır- dinsel
itibarlar da ekleyerek –ve bu ikincisi kişiliklerine değer atfedilmesi anlamına
gelmektedir- siyasal otoritenin kaynağını hukuka dayalı kurumsal yapıdan, değer
atfedilen kişilik özelliklerine kaydırmaya başlamıştır. Bu kanıya varmamızın en
somut
göstergeleri
toplumsal
hafızada
oldukça
canlı
olan,
“bizim
cumhurbaşkanımız”, “bizim başbakanımız” ve “bizim başbakanımız değil”
türünden devleti temsil edenlere toplumun bazı kesimleri tarafından yapılan
yakıştırmalardır.
Görüldüğü gibi siyasetçilerin 1980 sonrasında siyasal kaygılarla bir
alışkanlık durumuna getirdiği Cuma namazlarına katılımları, din-siyaset arasında
somut bir ilişki örneği olmanın çok ötelerinde; cumhuriyet Türkiye’si ile birlikte
kurumsallaşan siyasal iktidarın meşruiyetinin hukuka dayalı olması ilkesini de ve
bu bağlamda devletin anayasal otoritesini de tahrip etmektedir.
152
Cuma
gününün
ve
namazının
kitlelerce
politik
bir
gösteriye
dönüştürüldüğünden yukarıda söz etmiş ancak politize olmuş kalabalıklar dışında
Müslümanlar için önemli olan bugününün ve Cuma namazının olağan koşullarda
salt bir ibadet olarak yerine getirenleri ayrı tutmanın gereğinden söz etmiştik. Bu
ayrımı sürekli olarak göz önünde tutmak koşulu ile yine de, Cuma Namazının
İslam dinine mensubiyeti dışsallaştıran sembolik öneminin, kitlelerin İslami
bilinçlerini keskinleştiren ve bu suretle de onları politize edebilecek bir cazibeye
sahip olduğu söylenebilir. Çünkü Cuma namazı gibi İslam dini açısından çok
önemli olan bir ibadetin hemen arkasından, militan düzeyindeki azınlıkların
camiden çıkan insanları kendi amaçlarına (İslamcı muhalefetlerine) ortak
edebilmeleri de söylediklerimizi destekliyor. Türban eylemlerinden, imam hatip
okullarına ve hatta Ulusal sınırlarımızın dışındaki Müslüman toplumların
koşullarına varacak derecede çeşitlenen bir yelpazeye sahip olan İslamcı
muhalefetin protestolarını ve eylemlerini çoğunlukla Cuma Namazları sonrasında
gerçekleştirdiğinin de gösterdiği gibi; salt bir ibadet günü ve ritüeli olarak
görülmesi gereken Cuma, ne yazık ki, içerisinde barındırdığı önemin
dışsallaştırılmış sembolizminden hareketle siyasetin etkin bir öznesi durumuna
getirilmekte ve aynı zamanda dinin etkisini genişletmesi bakımından da
kullanılmaktadır.
3.3.2. Diğer Özel Günler (Kandiller ve Bayramlar)
Cuma günü kadar dinsel içeriğe sahip olmasalar bile İslam dinine
mensubiyeti görünür kılmaları anlamında sembolik öneme sahip diğer özel günler
kuşkusuz kandiller ve dini bayramlardır. İslam dinine özgü özel gün vurgusuna
sahip olan kandiller ve dini bayramların 1980 sonrasındaki İslamcı hareketlerin
yükselişi ile farklı anlamlara büründürüldükleri ve bu çok güçlü sembolizm içeren
özel dini günlerin de İslam’ın siyasallaşması açısından bir araç olarak kullanılıp
kullanılmadığı ya da başka bir ifade ile bu özel günlerin de din-siyaset ilişkileri
bağlamında İslami bilinci keskinleştirerek toplum kesimlerinin inançlarının
politize olmasına katkıları olup olmadığı bu başlık altında cevabını arayacağımız
soru olacaktır.
153
Kültürün dinden bağımsız sayılamayacak alışılagelmiş kalıplarının,
modernleşme süreçlerinde bir elemeye tabi tutulacağı ya da en iyi ihtimalle dinle
geleneğin yapışık ikiziler haline geldiği kültürel kalıplara daha bir ihtiyatla
yaklaşılacağı ve modernleştirici bir misyon üstlenen devletin siyasal söylemiyle
bütünleşen yeni bir kültür talebinin hızla ideolojikleştirileceği tarihsel tecrübeyle
sınanmıştır.367 Bu açıdan bakıldığında, devrim yıllarında dini bayramların ve
kandillerin gerek kutlanışında gerekse siyasal otoritenin bu özel günlere yaklaşım
biçimlerinde, hem Osmanlı dönemi hem de 1950 ve özellikle 1980 sonrasına dair
birtakım
farklılıkların
olduğunu
söylememiz
gerekir.
Bu
farklılıkların
kaynaklandığı biricik etki kaynağı olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin,
topluma ulusal ve seküler bir biçim vermek adına verili sembolik yapıyla
oynaması ve tasarlanan yeni sembolik yapıya uygun unsurlara vurgu yapması bu
açıdan değerlendirilmelidir. Sözünü ettiğimiz kandiller ve dini bayramlarında din
ve gelenekle iç içe geçmiş sembolik unsurlar olmasının bir sonucu olarak devrim
yıllarında vurgularının azaltılması ve özellikle dini bayramlara karşın, ulusal
bütünlüğü sağlamada göreceği işlevler göz önünde bulundurularak, milli
bayramların ön plana çıkarılmasını, bazılarının iddia ettiği gibi din ve geleneğin
ezilmesi, hor görülmesi olarak değil, yeniden ve farklı bir tarzda yapılandırılmaya
çalışılan siyasal ve toplumsal yapının devrim yıllarına özgü bir gereği olarak
yorumlamak gerekmektedir. Çünkü Durkheim’ın da belirttiği gibi dinsel ve laik
tören eylemleri arasında, gördükleri toplumsal işlev açsısndan, temel bir farklılık
yoktur. Her ikisi de ortak kimlik ve cemaat kutlamalarıdır.368
Cumhuriyetin ilk yıllarında öneminin ve sembolik vurgularının devrim
süreciyle ilintili olarak azaltıldığını belirttiğimiz dini bayramlar ve kandillerin
1950 ile başlayan yeni süreçte ve 1980 sonrasında hem sembolik öneminin hem
de farklılaşmış içeriğiyle (farklılaşmış içerik vurgusu özellikle kandilleri
kapsamaktadır) yeniden etkin sembolik unsurlar olarak siyasal ve toplumsal
yaşamda yer almaya başladıklarını görüyoruz.
Dini bayramların ve kandillerin çok partili döneme geçişle başlayan, dinin
siyaseten önemli bir öznesi haline gelmesinin doğal bir sonucu olarak tekrar
gündeme gelmeye başladığını söyleyebiliyorsak da 1980 öncesinde dini bayramlar
367
368
Necdet Subaşı, Gündelik Hayat ve Dinsellik, s. 83
Laura Desfor Edles, Uygulamalı Kültürel Sosyoloji, s. 41
154
ve kandiller henüz devlet düzeyinde tebrik marifeti ile kutlanmamaktadır. Ancak
buna karşın dini bayramlar ve kandillerin sembolik vurgularının hissedilmeye
başlandığı dönem 1950 sonrasıdır. Çünkü bu dönemde TRT Radyosu kandil
günleri dolayısıyla büyük camilerde okunan mevlid törenlerini yayınlamaya
başlamıştır. 1980 sonrasında ise tüm siyasi parti liderleri ile birlikte devletin de en
yetkili kişiler vasıtasıyla dini bayramlara dönük mesajlar yayınlamaya başladığına
tanık oluyoruz. 369
Peki dini bayramlar ile kandilleri din-siyaset ilişkileri dolayımında
sembolik göstergeler olarak hangi bağlam içerisinde ele almak gerekmektedir? Ya
da böyle bir ilişki düzlemi kurmak olanaklı mıdır?
Kanımızca din ve siyaseti kesiştiren sembolik bir gösterge olan Cuma
günü ve namazı gibi dolaysız (direkt) olmasa da kandiller ve dini bayramlar da
içerilerinde taşıdıkları sembolik anlamlar vasıtasıyla 1980 sonrasında din-siyaset
ilişkileri bağlamında ele alınabilir. Buradan hareketle, biz bu başlık altında dini
bayramlar ve kandilleri, din-siyaset ilişkileri içerisinde, dolaysız ve dolaylı olmak
üzere iki biçimde ele alacağız ve özellikle anılan sembollerin dolaylı yollardan
nasıl siyaseten kullanılıyor olduklarına dair bir perspektif geliştirmeye çalışacağız.
İlk olarak dini bayramların ve kandillerin dinsel sembolizm içermeleri
bağlamında dolaysız (direkt) bir biçimde siyaseten etkin olarak kullanımına dair
somut verilerin, yer vereceğimiz örnek dışında, göreceli olduğunu kabul etmek
gerekir. Ancak yine de siyasi parti başkanlarının 1980 sonrasında bir alışkanlık
haline getirdikleri dini bayram ve kandil mesajlarının geçmiş dönemleri göz
önüne aldığımızda bir bakıma siyasi mesajlar oldukları da tartışmaya açıktır. Dini
bayram ve kandillerin siyasi parti liderlerinin tebrik ve topluma mesaj verme aracı
olarak çok bilinen kullanımı bir yana; bunların (dini bayram ve kandillerin) politik
gruplarca direkt olarak siyasete alet edilişinin bir örneği 1980 yılında yaşanmıştır.
Buna göre, kandil kutlamaları çerçevesinde TRT’nin Fatih Camiinden canlı olarak
yayınladığı ve her şeyin olağan seyrettiği bir kandil vaazında imam, Türk
milletinin kurtarıcısı ve Türk devletinin kurucusu sıfatlarıyla Mustafa Kemal
Atatürk’e dua ederken camide bulunan kalabalıklardan bir kısmı imamı protesto
etmişler, bununla da yetinmeyerek Atatürk’e hakaret etmeye başlamışlar ve
369
Mimar Türkkahraman, Türkiye’de Siyasal Sosyalleşme ve Siyasal Sembolizm, s. 267-298
155
sonunda TRT canlı yayını kesmek zorunda kalmıştır.370 Ertesi gün ulusal basın bu
olayı “Atatürk’e Saldırı Tepkiyle Karşılandı”371 şeklinde okuyucularına
duyurmuştur. Bu olayın bize net bir biçimde gösterdiği gibi kandil olarak
kavramsallaştırılan ve dinsel bir sembolizm içeren özel gün vurgusu; düzene
muhalif olanların bu muhalifliklerinin hem nedeni hem de sonucu olabilmektedir.
Bir başka biçimde ifade etmek gerekirse, kandil gibi salt dinsel olarak değer
atfedilen ve bundan kaynaklı sembolizm içeren özel günler, münferit olarak
değerlendirilebilecek olsa da, dinin siyasallaşmış yapısının somut taşıyıcıları
olabilmekte ve dolaysız olarak siyasetle ilişkilendirilebilmektedirler.
Dini bayramlar ve kandillerin dolaysız olarak politik kalabalıklarca
siyasete alet edilmeleri ya da siyasilerce siyasi bir vurguyla ele alınışlarından
başka asıl üzerinde durmak istediğimiz; bu özel günlerin dolaylı olarak siyasete
nasıl etki edebileceğidir. Din siyaset ilişkileri bağlamında çok güçlü sembolizm
içerdiklerini vurguladığımız dini bayramlar ve kandillerin dolaylı olarak siyasetin
bir parçası haline nasıl getirildiğinin ya da başka bir ifadeyle siyaset yapmanın
farklı bir biçimi olarak nasıl ele alınabileceğine dair bir perspektif geliştirme
çabamız açısından “dini gösterişçilik” kavramını kullanacağız.
Sarıbay, Thorstein Veblen’den ödünç aldığı “gösterişçilik” ve “gösterişçi
tüketim” kavramlarını 1980 sonrasının din-siyaset ve ekonomi arasındaki
ilişkilerde nasıl “dini gösterişçiliğe” dönüştüğünü açıklarken oldukça tatmin edici
düşünceler ileri sürmektedir. Ona göre, tüketimin bir hayat tarzı olduğu
günümüzde, dini gösterişçilik formuna sokan faktör, her şeyden önce, dinin
kapitalist sürece git gide daha da eklemlenerek ekonomikleşmiş bir kültürel değer
haline gelmesidir. Bu bağlamda din yaşanmaktan ziyade gösterişçi bir şekilde
tüketilmekte ve öğrenilmesinde, anlaşılmasında, yaşanmasında emek sarf edilmesi
gereken bir inanç olarak değil, ilgi çekmeyi sağlayan bir gösteriş şekli olarak
algılanmaktadır. Lüks otellerdeki iftar yemekleri, yine lüks otellerdeki tesettürlü
düğün merasimleri, fakirlere yardım etmeye televizyon kameraları eşliğinde
gidilmesi ve tesettürlü defilelerin gösterdiği gibi inanç; sahiciliğinden ve
anlamından uzaklaşarak yapaylaşmakta ve bunun bir sonucu olarak metalaşmakta
370
371
Mimar Türkkahraman, Age, s. 304
Cumhuriyet, 17 Mayıs 1980
156
yani ekonomikleşmektedir.372 Böylece dini gösterişçilik daha önce de sözünü
ettiğimiz dinsel itibarın –ki dinsel itibar ekonomik ya da siyasal yaşamda oldukça
önemlidir- en etkili yolu haline gelmekte ve bu özelliği ile dinsel itibar başta
ekonomik yaşam olmak üzere siyasal yaşamda da başarıya ulaşmanın sihirli
anahtarı durumuna gelmektedir.
“Dini gösterişçiliğin” bir anlamda teşhir edici bir özelliğe dayanıyor
olması, kuşkusuz, “dinsel itibar” olarak ifade etmeye çalıştığımız dini kimliğin
dışsallaştırılması ya da görünür kılınması açısından son derece önemlidir. Bu
bakımdan cumhuriyet Türkiye’sinde toplumsal kabul (saygı) görme ile ekonomik
ve siyasal kazanç unsuru olabileceğini iddia ettiğimiz dinsel itibarın ancak “dini
gösterişçilik” ile elde edilebilir olduğu söylenebilir. Bu savımızı dini bayramlar ve
kandiller açısından sorguladığımızda, bir anlamda, diğer ibadet günlerinden farklı
olarak neden bayram ve kandil namazlarının çokça rağbet gördüğüne de bir cevap
bulabiliriz.
Tüm bunlar bir yana, dini bayramlar ve kandillerin, 1980 sonrasında,
içerdikleri dinsel sembolizm nedeniyle ön plana geçmelerinin, toplumsal,
ekonomik ve siyasal çıkarları nasıl manipüle ettiğinin dolaylı fakat en somut
örneklerinden biri İslamcı bir yayın organı olarak bilinen Kanal 7 televizyonunda
yer alan “Deniz Feneri” adlı yardım programdır. Anılan program, Sarıbay’ın
yukarıda da ifade ettiği gibi, fakirlere yardım etmenin bile televizyon kanalları
eşliğinde yapılarak bir tür dini gösterişçiliğe alet edildiğinin çok kapsamlı bir
örneğidir. Elbette ki, televizyonların kitle iletişimi açısından taşıdığı önemin bir
sonucu olarak toplumun birçok kesiminin, ekonomik koşulları son derece kötü
olan insanlardan haberdar olmaları ve bu bağlamda yapılacak yardımların
maksimuma çıkarılıyor olması anlamında televizyon marifeti ile bu programın
hiçbir çıkar gözetmeksizin gerçekleştirildiği ve bu suretle de toplumsal dayanışma
açısından olumlu işlevler yerine getirdiği iddia edilebilir. Bu önermenin doğru
olduğunu varsaysak bile, yukarıda ortaya koyduğumuz “dini gösterişçilik”
şablonu açısından bu tür programlar sonuç olarak “dini gösterişçilik” kapsamına
girmekte ve bu programların yayınlandığı kanalların, özellikle ilişki içerisinde
oldukları,
372
28
siyasal
uzantıları
bundan
çokça
faydalanmaktadırlar.
Kandil
Ali Yaşar Sarıbay, Global Toplumda Din ve Türkiye, Everest Yayınları, İstanbul, 2004, s. 27-
157
akşamlarında ve özellikle bayram günlerinde fakirlere yapılan yardımların
duygusal görüntüler içerecek şekilde ekranlara yansıması, dinsel sembolizm
içeren bayram ve kandilleri politize etmekte, adaletsiz gelir dağılımından kötü
yönetime kadar pek çok siyasal kanıya sahip kitleler, dolaylı olarak, bu özel dinsel
sembolizm içeren günler ışığında yeni siyasal bilinçler ortaya koyabilmektedirler.
Noel gibi dinsel bayramlar, günümüzde, ruhsal olmaktan çok tüketimin
kutsanması şeklinde değerlendirilmektedir.373 Benzer şekilde, özellikle kandillerin
de içerdikleri dinsel anlamdan gitgide uzaklaşarak bir tüketim etkinliğine
dönüşmeye başladığı söylemek mümkün olabilir. Bu özel günlerde, cep telefonu
abonelerinin birbirlerine gönderdikleri kandil tebriği mesajlarından marketlerde
gözlemlenen yoğunluklara ve özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde tanık
olduğumuz kandil etkinliklerine kadar kandiller ekonomikleşmekte ve giderek
metalaşmaktadır.
Kandillerin gitgide ekonomikleşmiş bir meta haline gelmesinden başka
politik olanında bir tür nesnesi haline gelebildiğine de vurgu yapmak gerekir.
Örneğin, “Miraç kandili ve diğer kandillerin Türk-İslam âlemine hayırlar
getirmesi ve haçlı zihniyeti tarafından işgal edilen islam topraklarının huzura
kavuşması duası ile kandilinizi kutlar hayırlı kandiller dileriz.”374 şeklindeki
kandil mesajı söylemek istediklerimiz bakımından anlamlıdır.
Gazete, dergi, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının toplum
kesimlerinin hem daha kolay bir biçimde bilgilendirilmesinde hem de
gerektiğinde grup amaçları için kullanılabilecek bir güç oluşturmaya uygun bir
ortam hazırladıkları bilinen bir gerçekliktir. Bu bağlamda özellikle yerel
gazetelerin dini bayram ve kandillerde yayımladıkları, “tüm İslam âleminin
bayramını/kandilini kutlayan” sayfalar dolusu reklâmlar yukarıda sözü edilen
bilgilendirme ve grup amaçları açısından oldukça önemlidir. Örneğin hangi
gazetelerde kimlerin ilanlarının çıktığı, hangi yerel radyo ve televizyonlarda hangi
tür firmaların daha çok boy gösterdiğine dair informel bilgiler, dindar kesimlerin
kendi aralarında ve diğer kesimlerle haberleşmelerinde azımsanmayacak bir işleve
373
374
Laura Desfor Edles, Uygulamalı Kültürel Sosyoloji, s. 56
www.ircoper.com
158
sahiptir375 ve bu işlev kolaylıkla ekonomik getiriye dönüşebildiği gibi siyasal
tercihlerde de etkin olabilmektedir.
Görüldüğü gibi, dolaysız olmasalar bile, içerilerinde dinsel sembolizm
unsurları barındıran dini bayramlar ve kandiller de siyasetin ya da siyaset
yapmanın farklı bir aracına dönüştürülebilmekte ve toplum kesimleri, dinsel değer
atfettikleri bu özel günler vasıtasıyla, siyasal olana daha kolay entegre
olabilmektedirler.
3.4. Kılık Kıyafetler (Türban)
Hızlı toplumsal değişim süreçlerinden geçen toplumların, zaman zaman
geleneksel biçimleri modern koşullara uygun anlamlar yükleyerek yenidenden
yarattıkları artık sosyal bilimcilerin üzerinde çok az tartıştığı bir konudur.
Özellikle dinsel geleneğin modern değişim süreçlerine gösterdiği direnç
çoğunlukla dinsel gelenek ile modernliğin ortak paydalarda buluşabildiği geleneği
aşan yeni kültürel kalıplar ortaya koyabilmektedir.376 Dinsel değerler etrafında
örülen yeni anlam kalıplarının, en başta, bireylere farklı ve içerisinde bulundukları
modern/yeni koşullarla baş edebilecek alternatif bir kimlik sunumunda bulunması,
bu başlık altında inceleme konusu yapabileceğimiz kılık kıyafetlerin içerdiği
sembolizmi kavrayabilmek açısından bir ilk adım olabilir. Çünkü din-siyaset
ilişkileri çerçevesinde ele alacağımız kılık kıyafetler ve özellikle türban, öncelikle,
bireylerin toplumsal yaşam içerisinde kendilerine özgü bir duruş ve kimlik
sergilemesi olarak değerlendirilmelidir.
Türban’ın dinsel değerlerle ve geçmiş toplumsal deneyimlerin bir
harmonisi olarak öncüllenen başörtüsü, peçe ve benzeri örtünme biçimlerinden
farkı, yukarıda söz ettiğimiz gibi, dinsel geleneğin, geleneksel kalıpların dışına
çıkarak, kadının laik düzene aykırı ve düzenin ona sunduğu kimliğe alternatif bir
duruşu sergileyebilmesinin aracı oluşudur.
Peki ama türban neyin göstergesidir ve içerdiği güçlü sembolizm etrafında
düşündüğümüzde bu gösterge, gerçektende iddia edildiği gibi din-siyaset
375
Ömer Demir, “Anadolu Sermayesi ya da İslamcı Sermaye” Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: İslamcılık, s. 874-875
376
Anthony P. Cohen, Topluluğun Simgesel Kuruluşu, s. 49
159
ilişkilerinin etkin bir öznesi olarak mı yoksa türban taraftarlarının savunduğu gibi,
inancın bir gereği olarak mı değerlendirilecektir?
Bu soruya arayacağımız cevap, aslında, Türkiye’de 1980 sonrasında dinsiyaset ilişkilerinin belli semboller etrafında ortaya konulmasını amaç edinen
çalışmamız için oldukça önemlidir.
Kılık kıyafetlere atfedilen sembolik değerler Osmanlı toplumsal tarihinin
de her zaman önemli bir parçası olmuştur. Batılılaşma süreci içerisinde,
reformistler ve muhafazakârlar kendi konumlarını bu ayrıcalıklı konuyla
ilişkilendirerek sunmuşlar ve özellikle kadının kıyafeti Batılılaşmaya karşı veya
taraf olmanın önemli bir sembolü haline gelmiştir.377 Bu tarihsel yönelimin bir
sonucu olarak, 1920’li yıllarda spor bayramlarına katılan şortlu kızlar nasıl
medeniyet dönüşümünü sembolize ediyorsa, 1980’li yıllarda türbanlı kızlar da
medeniyet dönüşümünün reddini sembolize etmektedirler.378
Görüldüğü gibi toplumsal yaşamda bir dine mensubiyetten, meslek
gruplarına, cinsiyet farklılığından, toplumsal statüye kadar, geçmişten günümüze,
kişinin, hangi kategoriden bakılırsa bakılsın, kimliğinin önemli bir işaretleyicisi
olan kılık kıyafetlere sembolik değerler atfetmektedirler. Demek ki, kılık
kıyafetler çeşitli alanları kapsayacak biçimde bir sembolizme sahiptirler ve bu
yönüyle de kimliğin gelişimine katkıda bulunurlar. O halde türban da sembolizm
içeren bir kıyafet olarak belirli bir kategoriye vurgu yapmaktadır.
Türbanın bir tür kategorileştirme aracı olduğunu ileri sürerken bunun bir
ön yargıdan ibaret olmadığını ifade etmek için, çalışmamızın birinci bölümünde
de sözünü ettiğimiz “typification” (tipleştirme) kavramını kullanacağız. A.
Schutz’a göre, typification toplumsal yaşam içerisinde ortak bir bilgi stoku
yaratması
ölçüsünde
bu
bilgi
stoklarını
paylaşan
insanların
eylemlerini/davranışlarını biçimlendirir ve insanlar bu bilgi stokları ile
etkileşimde bulunurlar.379 Türban da tasarlanan belirli bir yaşam biçiminin (İslami
yaşam biçimi) dışsallaştırıldığı sembolizm içeren bir kıyafet olarak arzulanan
yaşam biçiminin görünür kılınmasına olanak sağladığı ölçüde bir sembol
377
Aynur İlyasoğlu, Örtülü Kimlik, Metis Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1994, s. 42. İçinde: Deniz
Kandiyoti, “Women and Islam: What are the Missing Terms”, DOSSIER, 5/6, Aralık 1988-Mayıs
1989, s. 5
378
Nilüfer Göle, Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, s. 80
379
Stanley J. Baran and Dennis K. Davis, Mass Communication Theory With Infotrac, s. 249
160
durumuna gelmektedir. Daha da açmak gerekirse, arzulanan/tasarlanan İslami
yaşam biçimini görünür kılan sembolik bir kıyafet olarak türban, bir anlam
dünyasını ve kavrayış biçimini temsil ettiği ölçüde topluluklara ortak bir bilgi
stoku ve bunun bir sonucu olarak da ortak bir bilinç sağlamaktadır. Bu yönüyle
türban Schutz’un “typification” olarak kavramsallaştırdığı tipleştirmenin bir aracı
durumuna gelerek, toplum kesimlerinin kategorileştirilmesinde ya da belirli bir
sınıflandırmaya tutulmasında etkin bir gösterge konumuna gelmektedir.
Türbanın bir tür tipleştirme aracı olduğunu kabul etmek, bu kıyafetin salt
inançla ilgili bir konu olarak sınırlandırılmasını oldukça güçleştirmektedir. Çünkü
kaynağı inanç olarak gösterilse de türban, bir inanç konusu olmaktan çıkmış ve
İslami yaşam biçimini ve bu yaşam biçimiyle ilgili talepleri en üst düzeyde temsil
eden bir tipleştirme (typification) aracı olarak toplumsala (kamuya) mal olmuş ve
içerisinde barındırdığı taleplerle siyaset yapmanın bir biçimi olmuştur. Bir başka
ifade ile Türban dinin siyasallaşmasının bir aracı durumuna getirilmiştir. Aslında
yukarıda sormuş olduğumuz soru hatırlanırsa, türbanın inancın bir gereği olarak
savunulması,
onun
(türbanın)
siyasal
bir
sembol
olduğu
gerçeğini
reddetmemektedir. Bu bağlamda türban bir inanç sorunudur ya da bir siyasal
sorundur tartışmaları bu noktada anlamsızlık kazanmaktadır. Çünkü laik hukuk
yapısı ve laik toplumsal yaşam üzerine kurulmuş olan verili düzen içerisinde,
türban inancın gereğidir demekle bu düzen içerisinde İslami bir yaşam biçimine
her yönüyle yer açılması uğraşları arasında bir fark yoktur. Öyle ki, inancımın
gereği olarak türban takıyorum ve İslami bir kimlikle bu düzen içerisinde
(reddedilen düzen) kamusal alanda da yer almak istiyorum demek zaten belirli bir
talep karlığı ortaya koyduğu ölçüde kamusal ve siyasal bir söylemi içerisinde
barındırmaktadır. Bir başka ifade siyasal sembolizm içeren türban, inancın gereği
olarak düşünülen toplumsal ve siyasal yaşam modelinin inanç temelinden
beslenen bir talebidir. O halde denilebilir ki, Türban, belirli anlamlar ve değerler
çerçevesinde verili düzene muhalif olarak düzenlenen yaşam tarzını (İslami
Yaşam Tarzını) meşrulaştırmaya dönük çabaların en somut göstergelerinden
biridir.
İslamcı muhalefetin Türban konusunda sıklıkla dile getirdikleri savunu
biçimlerinden biri de; türbanın inanç kaynaklı salt bir bireysel tercih olarak
161
siyasetle bir ilişkisinin olmadığı iddiasıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, bir
topluluğa mensubiyetin ve bu anlamda toplumsal yaşamın sınırlarının Türban gibi
sembolik göstergelerle çizilmesi, türban ya da diğer sembolik göstergeleri kendi
kimliklerinin bir parçası yapan insanlar arasında topluluk/grup bilincinin
oluşmasına da neden olabilmekte ve topluluğun ekonomik, sosyal ve siyasal
taleplerine
bu
türden
semboller
aracılığı
ile
meşruluk
kazandırılmaya
çalışılmaktadır. Bu bağlamda, beslendiği kaynak inanç da olsa, türban kapsamı
düşünüldüğünde siyasal bir sembol olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buraya kadar söylediklerimizden hareketle türbanın dini kullanan siyasi
bir sembol olduğunu kavramsal olarak açıklamaya çalıştık. Ancak bu (türbanın
siyasi bir sembol olduğu iddiası) pratikler ölçüsünde sınanmadığı ölçüde yalnızca
bir bakış açısını yansıtmış olacağından aşağıda, 1980 sonrasının gelişmeleri
ışığında, türbanın siyasal bir sembol olarak kullanılıp kullanılmadığını kısaca
sorgulamayı gerekli görüyoruz.
1980 sonrasında Türk siyasal yaşamının din-siyaset ilişkisi temelinde en
çok tartışılan konusu şüphesiz türbandır. Türban, anılan dönemde, yazılı ve görsel
basından, süreli yayınlara, makalelere ve kitaplara konu oluşturmakla kalmamış
aynı zamanda siyasi partilerin, koşullara göre değişen tutumlarına rağmen, siyaset
yapma tarzlarının da belirleyici bir unsuru olmuştur.
1980 sonrasının Türban tartışmalarının yukarıda vurgulamaya çalıştığımız
çeşitlilik içerisinde çok yoğun bir biçimde ele alınmış olması, türban ile ilgili tüm
söylenenleri, uygulamaları derleyip toparlamanın zorluğuna işaret etmekten başka
böyle bir çaba çalışmamızın amacını aşmak anlamına geleceğinden biz 1980
sonrasında türbanın din-siyaset ekseninde siyasetin etkin bir öznesi olarak nasıl
kullanıldığını göstermek adına sınırlı sayıda örneklere yer vereceğiz.
Türbanın İslami yaşam kimliğini sergileyen çok güçlü bir sembol
olduğunu ve 1980 sonrasının koşullarının* da bir gereği olarak muhafazakâr
kesimlerde ve özellikle üniversite okuyan bayanlar arasında hızla yayıldığını
söyleyebiliriz. Konuya türbanlı bayanlar açısından yaklaştığımızda, bu bayanların
*
1980 sonrasının koşulları derken 1980 askeri müdahalesinin sol ve milliyetçi sağ gruplar
üzerimde uyguladığı baskı ve cezalandırma biçimlerinin İslamcı grupları kapsamadığını hatta var
olduğu düşünülen komünizm tehlikesine karşın devletin bilinçli olarak İslam’ın birleştirici
bütünleştirici özelliğinden faydalanma yoluna gitmiş olmasını vb. gelişmeleri kastediyoruz.
Benzeri bir yorum için bkz. Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 101-102
162
İslami kimliklerini ayrımlama zemini bulmalarında birincil çevreden çok
üniversite ortamının daha etkili olduğu gözlemlenmektedir.380 Bu ifade, türbanın
dinsel bir gelenekten beslenmediği şeklindeki görüşümüz açısından oldukça
önemlidir. Çünkü bu tespit, Türbanı dinsel bir gelenekten beslenen salt bir inanç
konusu olmaktan çıkarmakta ve geleneksel kesimlerin modern kent yaşamı
içerisindeki verili (laik) düzene dönük muhalefetlerini temsil etmeleri bağlamında
yeni bir forma sokmaktadır. İktibas dergisi “İslam ve Başörtüsü” –burada
başaörtüsü ile kastedilen Türban’dır- başlıklı yorum yazısında bu durumu: “Ana
babalarından farklı olmaya yüz tutmuş kızlarımız, oğullarımız geleneksel olarak
dindar olunamayacağını fark etmişlerdir.”381 diyerek net bir şekilde ortaya
koymaktadır. Bir başka ifade ile, adı geçen dergi, özellikle türbanlı kızların anne
babalarının geleneksel dindarlık formlarından uzaklaşmalarının en somut
göstergelerinden biri olarak türbanı ele almakla bir anlamda türbanın geleneksel
İslam anlayışından farkını ve bu bağlamda siyasi niteliğini vurgulamaktadır.
Türbanın geleneksel İslam anlayışından beslenen ancak sözü edilen
geleneksellikten sıyrılmış farklı bir duruşun ve kimlik sunumunun hem nedeni
hem de sonucu olduğu şeklindeki düşüncemizi temellendirebileceğimiz ya da
sorgulayabileceğimiz en kullanışlı perspektif, Giddens’ın yapılaşma kuramıdır.
Sosyal yapının insan etkinliklerinin hem aracı hem de sonucu olduğu şeklindeki
temel bir önermeye dayanan yapılaşma kuramına göre, sosyal aktörlerin kendi
tutumlarının ve yapıp etmelerinin farkında olma eğilimleri yalnızca kişisel bilinçle
değil aynı zamanda sosyal yapılarla da ilgilidir ve fail olan aktörle sosyal yapılar
arasında tamamlayıcı bir ilişki söz konusudur.382 Bu bağlamda anılan kuram
sosyolojik bakışın aşırı pozitivist yönünü değiştirmesi ölçüsünde sosyolojik
perspektifin yönünü bir anlamda bireylere (sosyal aktörler) ve onların anlam
dünyalarına çevirmektedir.
Türban örneğini yapılaşma kuramı ile ele aldığımızda en baştan,
geleneksel İslam inanışı ve yaşam biçimindeki örtünme pratiği ile cumhuriyetin
verili kadın prototipinin türban biçimindeki yeni bir örtünme şeklini nasıl
380
Aynur İlyasoğlu, Örtülü Kimlik, s. 105
İktibas Dergisi, Sayı: 121, Ocak 1987, s. 6
382
Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri, s. 579 ve Bert N. Adams-R. A. Sydie,
Contemporary Sociological Theory, s. 48-49
381
163
tetiklemiş olabileceğini açıklamak gerekir. Burada türbanın hem geleneksel İslam
inancına dayalı örtünme pratiğinden hem de cumhuriyet devrimlerinin kadını
çevreleyen yeniliklerinin sunduğu verili yapıdan etkilendiğini belirtmek
önemlidir. Çünkü gerek geleneksel örtünme alışkanlıkları gerekse cumhuriyetin
kılık kıyafetlerindeki vurgularıyla vitrine çıkardığı cumhuriyetin ideal kadın tipi,
kadınların sosyal aktör olarak çevrelerinde olup bitenleri yorumladıkları en
önemli sosyal yapılardır ve bu şekliyle türban sözü ettiğimiz sosyal yapıların hem
aracı hem de sonucudur.
Elisabeth Özdalga kısa bir süre önce yayımlanan “İslamcılığın Türkiye
Seyri” başlıklı kitabında, Türkiye’de laikleşmenin yalnızca devleti değil toplumu
da kuşattığını ileri sürerek bu iddiasını çok uç bir örnek olarak örtünme ile
sınamak istemekte ve “Örtünme alışkanlığı, güçlü görünmenin bir simgesidir.”383
demektedir. Bu ifadeyi veri olarak kabul edersek denilebilir ki, Türban çoğunlukla
savunulduğu gibi yalnızca verili sisteme muhalifliğin bir sembolü değil aynı
zamanda geleneksel İslam’ın cinsler arası ilişkilerine muhalifliğin de bir
sembolüdür. Yani türban geleneksel din anlayışının cinsiyetler arası konumlarını
biçimlendiren verili sistemini reddetmekte ve kamusal alanda aktif olabilmenin
bir yolu haline gelmektedir. Bu, kuşkusuz, kadın söz konusu olduğunda özel ve
kamu alanlarının sınırlarının çok net olarak çizildiği geleneksel İslam anlayışını
temelden sarsan ve bir anlamda dinin kendisini olmasa bile dindarlık biçimlerini
değiştirmek suretiyle insanların dindarlıklarını modern yapılar içerisinde
sergilemeye zorlayan önemli bir gelişmedir. Diğer yandan, Türkiye’de başörtüsü
taşrada ve özellikle şehirlere göç eden toplum kesimleri için o denli namus
kavramı ile özdeşleştirilmiştir ki,384 bu durumun bir sonucu olan kadının bir tür
iffet/namus objesi olarak hapsedildiği özel yaşamı düşünüldüğünde, türbanın
kadınlar için nasıl özgürlüğün sihirli bir anahtarı durumuna geldiğini anlamak zor
değildir.
Yukarıda yapılaşma kuramının, bir anlamda, sosyolojik perspektifin aşırı
pozitivist özelliğini aşındırdığını ve bunun bir sonucu olarak bireyleri/onların
anlam dünyalarını ön plana çıkarttığından söz etmiştik. Bu bağlama sadık kalarak,
türban konusu incelenirken atlanmaması gereken konulardan biri de fail olarak
383
384
Elisabeth Özdalga, İslamcılığın Türkiye Seyri: Sosyolojik Bir perspektif, s. 74
Elisabeth Özdalga, Age., s. 162
164
türbanlı bayanların kendi tercihleri olan türbanı nasıl bir anlam dünyası içerisinde
karşıladıklarından söz etmektir. Ülkemizde gerek İslama ilişkin sosyolojik
çalışmaların yetersizliğinden gerekse yapılan mevcut çalışmalarının büyük bir
kısmının konuyu siyasal tarih ve polemik konusu olarak ele almasından dolayı
birey odaklı çalışmalar yok denecek kadar azdır.
Türban, arzulanan/tasarlanan İslami yaşam biçimini dışsallaştırdığı ya da
görünür kıldığı ölçüde kültürel; dışsallaştırılan yaşam biçiminin verili düzen
karşısında talepkar olması bağlamında ise siyasal bir kimliktir ve 1980 sonrasında
siyasal yaşamda duyarsız kalmalarını bekleyemeyeceğimiz toplulukların ve
bunların temsilcilerinin bir anlamda siyaset yapma tarzıdır. Bu yönüyle Türban
ısrarla inanca dayandırılmaya çalışılan ancak koşulların ona yüklediği misyon
gereği toplulukları politize eden siyasi bir semboldür. Türbanın gerek sergileyicisi
olan aktörlerin (türbanlı bayanların) gerekse bunları destekleyen toplulukların
yani
kısaca
verili
düzene
karşı
direnç
gösteren
İslamcı
muhalefetin
ideolojileştirdikleri inançlarının bir sembolü olması; dinin ya da inancın bu
kesimlerce siyasete alet edilmesi şeklinde bir değerlendirilmeyi de beraberinde
getirse de bu eksik bir yorumlamadır. Çünkü 1980 sonrasının Türkiye’sinde
İslamcı muhalefet türbanı dini siyasete alet etmenin çok ötesinde özelde türbanı
genelde inancı siyaset yapmanın merkezine yerleştirmiştir. İncelediğimiz
dönemde olağanüstü çeşitlilik gösteren İslamcı yayınların ve politik kalabalıkların
daha önce sözünü ettiğimiz, Cuma ve Ayasofya gibi dini sembolleri nasıl bir
anlamlandırmaya
tabi
tuttukları
hatırlanırda
söylediklerimiz
daha
iyi
anlaşılacaktır. Bu bağlamda, İslamcı hareketler açısından siyasetin bir anlamda ta
kendisi olan din ve dini sembollerin bu kesimlerce nasıl kullanıldığı bir yana,
bizim bundan sonra üzerinde duracağımız; dinin siyasete dinsel semboller
kullanılarak alet edilmesi şeklindeki yaygın kanıyı özellikle siyasiler ve siyasi
partiler etrafında da sorgulamak olacaktır.
1980 sonrasının ulusal basını incelendiğinde görülecektir ki, temkinli
olmak koşulu ile merkez sol partiler, daha rahat bir biçimde merkez sağ partiler ve
daha net söylemlerle İslamcı partiler, türbanı siyasete alet etmekte sakınca
görmemişlerdir. Ancak belirtmek gerekir ki, Siyasi partilerin ve bu partilerin
birincil derecede temsil eden parti genel başkanlarının türban konusunda
165
takındıkları tutumlarda bir standart tespit etmek oldukça zordur. Örneğin türbanı
siyaseten kullanma söz konusu olduğunda göreceli de olsa her zaman mesafeli bir
tutum takınan ve konuyu laiklik bağlamında yorumlayan sol partiler bile zaman
zaman Türbana olumlu yaklaşımlar içerisinde olmuşlardır. Bu bağlamda
1980’lerin sonunda ülkenin en güçlü sol partisi durumunda olan SHP genel
başkanı Erdal İnönü bir gazeteye verdiği demeçte: “ Halkımız çok dindardır,
biliyorum. İsteyen başörtüsünü takar, kimse ona karışamaz.”385 demiştir.
Merkez sağ olarak nitelendirilen siyasi partilerin ve genel başkanlarının ise
türban konusunda zaman zaman İslamcı partileri dahi kıskandıracak çıkışlar
yaptığına tanık olunmuştur. Sabah gazetesinin “DYP Lideri Çiller’den Türbanlı
Şov” başlığı ile duyurduğu habere göre, Doğru Yol Partisi (DYP) genel başkanı
Tansu Çiller, partisinin Kütahya mitinginde konuşma yaptığı platformun
arkasında yer alan Atatürk posterinin yanına kendi türbanlı posterini astırtmış ve
konuşmasında “ Benim evlatlarımın başörtüsü ile uğraşıyorlar. Başını örten
kızlarımı üniversiteden atıyorlar. Siz buna razı mısınız? Türban takan kızlarım da
birinci sınıf vatandaştır. Biz iktidara geldiğimiz zaman bu zulüm bitecektir.”
demiştir.386 Yine dönemin en büyük merkez sağ partilerinden biri olan Anavatan
Partisi (ANAP) genel başkanı ve Başbakan Mesut Yılmaz bir konuşmasında:
“ANAP, din düşmanlığına ve din istismarına karşı bir partidir. Kendi isteği ile
başını örten, 14-15 yaşına gelmiş bir öğrenciye yönetmeliklerin engel olmaması
gerekir.”387 diyerek türban konusunda partisinin ve kendisinin görüşlerini ifade
etmiştir.
Dönemin İslamcı partilerinin ve özellikle RP’nin türban konusundaki tavrı
her zaman net olmuştur. Dinsel söylemlere dayalı bir siyaset yapma tarzına sahip
olan bu partinin 1980’ler boyunca siyaseten kullandığı en önemli argümanın
türban olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, adı geçen partinin kapatılması istemi ile
dava açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, partinin kapatılmasına gerekçe
oluşturacak nedenlerden biri olarak kılık kıyafet konusuna atıfta bulunması bu
bakımdan anlamlıdır.388
385
Zaman, 8 Ocak 1989
Sabah, 13 Eylül 1998
387
Zaman, 19 Şubat 1998
388
T.C. CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI, SP. 13 Hz. 1997/109 Esas Hakkında Görüş, 05
Ağustos 1997
386
166
RP’nin türban konusunda takındığı tutumu ve bu partinin siyaset yapma
tarzının önemli bir bölümünü 1980 sonrası dönemde türbanın oluşturduğunun en
somut örneklerinden biri de, adı geçen partinin genel başkanı Necmettin
Erbakan’ın 1987 genel seçimlerine kısa bir süre kala Adana’da yaptığı bir seçim
konuşmasıdır. Buna göre Erbakan anılan seçim konuşmasında; iktidara
geldiklerinde başörtüsünü açtıran rektörleri hapse attıracaklarını ve başörtüsü
zulmüne son vereceklerini söylemiştir.389
Hem 1980 sonrasında din-siyaset ilişkilerinin sembollerle ortaya
konmasını amaç edinen çalışmamız açısından hem de RP’nin devamcısı olan
Fazilet Partisinin (FP) türbanlı siyaset yapma tarzını göstermesi bakımından,
tartışmasız, en önemli gelişme Merve Kavakçı olayıdır.* Çünkü bu olay, türbanın
İslami yaşam biçiminin dışsallaştırıldığı kültürel bir sembol olmasının yanında;
anılan yaşam biçiminin siyaseten de talepler içerdiğinin ve bu bağlamda siyasi bir
sembol olarak verili düzene meydan okunmasının çok uç bir örneğidir. Bu
gelişme ile İslamcı muhalefet, bir anlamda, verili düzenin (laik rejimin) tahammül
sınırlarını görmek istemiş ve 1980 sonrasında siyaset yapma tarzlarının merkezine
yerleştirdikleri türban ile laik rejimin sembolik olarak da temsilinin içerildiğini
söyleyebileceğimiz TBMM’yi bir araya getirerek devlete meydan okumuştur.
Özelde Merve Kavakçı olayının genelde ise türban konusunun özel
yaşamın sınırlarını aşarak kamuya mal olma ve bu suretle de meşrulaşma
taleplerinin önemli bir nedeni daha vardır. Berger’in, “muhtelif ideolojiler ve
eylemler güçlerini kamu ve özel kesimler arasındaki uçurumu kapatma
vaatlerinden almaktadırlar”390 derken söylemek istediklerimize dair bir yargıyı
dile getirmektedir. Gerçekten de türban özel/bireysel yaşamdansa kamuya ilişkin
talepleri ile İslamcı ideolojinin ve muhalefetin 1980 sonrasında güçlenmesine ve
hatta dönemsel olarak iktidara gelmesinde göz ardı edilemeyecek bir rol
oynamıştır.
Özetlemek gerekirse, Schutz’un “typification” (tipleştirme) kavramına
dayanarak toplumsal bir tipleştirme aracı haline gelen türbanın kamusal alana
389
Cumhuriyet, 9 Kasım 1987
Merve Kavakçı Olayı derken kastettiğimiz 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde Fazilet Partisinden
(FP) İstanbul Milletvekili olarak seçilen Merve Kavakçı’nın Türbanlı olarak TBMM’indeki yemin
törenine katılmak istemesi ve Mecliste o gün meydana gelen olaylardır.
390
Peter L. Berger-Brigitte Berger- Hansfried Kellner, Modernleşme ve Bilinç, s. 208
*
167
dönük talepleri ile inanç konusunun dışına çıkarak, kültürel ve özellikle siyasi bir
sembol olduğuna dair kavramsal bir açılım yapmaya çalıştık. Ancak bunu
yaparken yani türbanın siyasi bir sembolizm içerdiğini iddia ederken, bunun
yalnızca teorik düzeyde kalmaması için 1980 sonrasının İslamcı Muhalefeti ile
özellikle siyasi partilerin türban konusuna yaklaşım biçimini irdeleyerek ele
almaya çalıştık. Şimdi tüm bunlara dayanarak türban konusunun 1980 sonrasının
Türk siyasal yaşamında ortaya çıkardığı sonuçlara ilişkin genel bir değerlendirme
yapılabileceğini düşünüyoruz. Buna göre:
1. İlk olarak, Türban, ele aldığımız diğer sembollerde de vurguladığımız
gibi, 1980 sonrasında kitlelerin politize olmalarında ve İslami bilincin
siyasallaşmasında en önemli sembol olmuştur. Bu bağlamda türban, bazı toplum
kesimlerinde sibernetik* bir yapının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bireyler
ve gruplar arasında iletişimi ve kontrolü sağlayan bu sibernetik yapı; 1980
sonrasında ekonomik, sosyal ve siyasal alanda olağan üstü bir güç kaynağı
olmuştur.
2. Türban kamusal alanda kendisine yer açmak ve bu suretle de meşruluk
kazanma uğraşı içerisinde verili düzene ( özellikle rejimin laik niteliğine)
muhalefetin en önemli sembolü durumuna gelmiştir.
3. Türban 1980 sonrasında yalnızca İslamcı muhalefetin değil hemen
hemen tüm siyasal partilerin siyaseten kullandıkları bir araç haline gelmiştir.
4. Son olarak, türban konusu, hukuk alanıyla ilintili olacak şekilde,
Uluslar arası hukuka da (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) konu olmuş ve bu
yönüyle toplumun bazı kesimlerince, insan haklarının ihlalinde de bir sembol
olarak algılanmaya başlanmıştır.
Sonuç olarak, türbanın hem kavramsal hem de pratiklere yansıdığı
biçimiyle siyasal bir sembol oluşunun yarattığı iki sorundan söz etmek
mümkündür. Birincisi, türbanın bir tipleştirme aracı olarak sosyal yapı da yarattığı
sorun ki, bunu, türbanlılar ve türbansızlar biçiminde bir kategorileştirmeye
sebebiyet vermesi açısından ele almak gerekir. İkincisi ise, türbanın siyaseten
ortaya çıkardığı sorunlar.
*
Canlılarda ve makinelerde, haberleşme ve kontrolü sağlayan mekanizmaları inceleyen bilim dalı.
168
Türbanın bir tipleştirme aracı olarak sosyal yapıda ortaya çıkardığı
kategorileştirme sorununun toplumsal bir ikilik yarattığını söylerken ihtiyatlı
olmak gerekir. Çünkü türbanın hem takanlar hem de takmayanlar açısından kesin
bir kategorileştirme biçimini yaratmadığına dair çokça sosyal yaşam örneklerine
sahibiz. Bunda türbanlı bayanların, bir tercih unsuru olarak türbanı, bir tür, diğer
hemcinslerinden kendilerini yalıtımlama aracı olarak düşünmemelerinin yanı sıra,
türban takmayanların da türbana kültürel bir miras gözüyle bakmalarının etkili
olduğu düşünülebilir. Ancak tüm bunlara rağmen, yine de türbanın toplumun
genelinde kategorileştirmeye dönük sonuçlarıyla da karşılaşmak mümkündür.
Örneğin 1989 yılında Ankara’daki bir türban eyleminde, türbanlı bayanlar ile
onları destekleyen erkek gruplar polisle çatışmış ve daha ilgi çekici olanı ise, olay
yerine yakın bir yerde park halinde olan ve içerisinde iki başı açık bayanın
bulunduğu bir otomobilin bir grup erkek türban taraftarı açısından “Allahsızlar”
sloganı atılarak saldırıya uğraması olmuştur.391 Bu ve benzeri olaylarında
gösterdiği gibi türbanlı olmak ve türbansız olmak her şeye rağmen bir
kategorileştirme ortamı hazırlamakta ve çok sık rastlanmasa da toplumsal
ikiliklerin ortaya çıkışına da neden olabilmektedir.
Türban konusunun yukarıda da vurguladığımız gibi ortaya çıkardığı diğer
bir sorun, salt siyasal içeriklidir. Yani türbanın siyasal bir sembol olarak siyaseten
kullanılmasının da ortaya çıkardığı ve kamu alanını da kapsayan çeşitli talepler bu
bağlamda değerlendirilebilir.
3.5. Kurumlar
Siyasetin kurumsallaşmış biçimlerine dâhil edebileceğimiz bürokratik
örgütler/kurumlar ve onların alt birimlerinin de sembolik anlamlara sahip
olabileceklerini söylemek yanlış olmaz.
Bürokratik örgütlerin/kurumların
sembolik anlamlarla donatılmış olmasının ya da belli bir sembolizm içermelerinin
çeşitli nedenleri olabilir. Ancak genel olarak ifade etmek gerekirse; kurumların
içerdikleri sembolizme kaynaklık etmesi bakımından genel anlamda iki etkenden
söz edilebilir. Bunlardan birincisi, kurumlar her şeyden önce, çalışmamızın birinci
bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, devlet kurumunun alt birimleri olarak devletin
391
Sabah, 09 Kasım 1989
169
genel siyasi yaklaşımının taşıyıcısıdırlar. İkincisi, toplum ve topluluklar
kurumlara birçok nedenle standardın dışında anlamlar yükleyebilirler. Aşağıda yer
vereceğimiz, Diyanet İşleri Başkanlığı ile eğitim kurumları olarak ve İmam Hatip
Liselerini içerdikleri sembolizm açısından ele alırken, yukarıdaki saptamalarımızı
temel alacağız ve sembollerin yalnızca toplumsal etkileşimde bulunan aktörler
tarafından biçimlendirilmediği aynı zamanda kurumların da böyle bir etkiye sahip
olacağı düşüncesinden hareket edeceğiz.
3.5.1. Diyanet İşleri Başkanlığı
3 Mart 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİP) ile Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, farklı bir biçimde de olsa, Osmanlı devlet geleneğini
sürdürerek dini devlet kontrolü altına almış ve bu özelliği ile daha sonraki yıllarda
laiklik ilkesi açısından çok eleştirilecek dini birinci derecede temsil eden bir
devlet kurumu oluşturmuştur.
1924’te
429
sayılı
kanun
gereğince
oluşturulan
Diyanet
İşleri
Başkanlığının genel görev ve yetkileri şu üç konu ile sınırlandırılmıştır:
1. İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri
yürütmek.
2. İbadet yerlerini (camileri) yönetmek.
3. Din konusunda toplumu aydınlatmak.392
İnanç, ibadet ve ahlak konuları ile faaliyet alanları belirlenmiş olan
Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dini kontrol altında
tutma eğiliminin Osmanlı devletinden çok da farklı olmadığının bir göstergesidir.
Çünkü Şeyhülislamlık makamının görev ve yetkileri ile karşılaştırıldığında
Diyanet İşleri Başkanlığının Şeyhülislamlığın bir devamı olmadığı görülebilse de,
Osmanlı Devletinde fetva makamının bağımsız olmayışı, dinin siyasal erkten
bağımsız bir özerkliğinin bulunmayışı ve şeyhülislamlığın sadrazama bağlı bir
birim oluşu söylediklerimiz bakımından anlamlıdır.
Türkiye’nin kendine özgü laik yapısının ve bunun en önemli
göstergelerinden biri olan Diyanet İşleri Başkanlığının konumunun çalışmamız
açısından önemi; bu kurumun devletin din anlayışını yansıtması ölçüsünde
392
İsmail Kara, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık,
Cilt:6, s. 351
170
içerdiği sembolizmdir. Devletin laikliği anayasal bir ilke olarak benimsemesine
rağmen hala bir din anlayışına sahip olması ve bunu kendi içerisindeki bir
kurumla meşrulaştırmasının laik devlet bakımından tartışma yaratmasından başka
Diyanet İşleri Bakanlığı ile temsil edilen devletin Sünni İslam anlayışının farklı
mezhep gruplarından oluşan toplum kesimlerinin de tepkisini çekmektedir. Bu
bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı sembolik olarak Sünni İslamın temsilcisi
olarak görülmekte ve İslamın Sünni yorumunun dışında kalan toplum kesimlerini
temsil etmediği, onların dini ihtiyaçların cevap verebilecek bir kurum olmadığı
ileri sürülmektedir.
Anayasal bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığının içerdiği
sembolizmin, devletin siyasal tutumunu temsil etmesinden başka, böylesi bir dini
kurumu özellikle 1980 sonrasının koşulları içerisinde siyasi tartışmaların
merkezine taşıyan, bu kurumun, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Sünni İslam’ı
temsil ettiğinin düşünülmesi bağlamında Sünni olmayan toplum kesimlerinin
siyasal söylemlerinde eleştirel yaklaşımlara konu olmasıdır. Özellikle Alevi
gruplar sembolik olarak Sünni İslam yorumunun temsilcisi olarak gördükleri
Diyanet İşleri Başkanlığının kendilerini temsil edemeyeceğini öne sürerek bu
konuyu siyasal yaklaşımlarının neredeyse merkezine yerleştirmişlerdir. Alevi
topluluklar arasında saygın bir yere sahip olan akademisyen İzzettin Doğan’a
göre,
Diyanet
İşleri
Başkanlığının
bütçesi
Alevi-Sünni
demeden
tüm
vatandaşlardan toplanan vergilerle oluşturulmasına karşın bu bütçe sadece Sünni
kesimin ihtiyaçları için kullanılarak büyük bir haksızlık yapılmaktadır.393
Görüldüğü gibi devletin kontrolü ve denetimi altında olan bir devlet
kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığının Sünni bir sembolizm vurgusuna sahip
olması; 1980 sonrasında salt inanç biçimlerinden kaynaklı bir siyasi duruş
geliştirme gayreti içerisinde olan Alevi topululukların politize olmalarında son
derece etkili olmuştur. Bir başka deyişle Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevi toplum
kesimlerinin siyasal mücadelelerinde onların dini kimliklerini ön plana
çıkartmalarında etkili olmaktadır.
Daha önce türbelerin içerdiği sembolizm etrafında inceleme konusu
yaptığımız Hacı Bektaş Veli ve Alevi siyasal kimliğinin dışsallaştırılması
393
Cumhuriyet, 11 Mayıs 1990
171
arasındaki benzerliği, bir anlamda, Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu kurumun sahip
olduğu sembolik vurgu ile Alevi siyasal kimliğinin keskinleşmesi arasındaki bir
ters orantı biçiminde de ifade edebiliriz.
Tüm
bu
söylediklerimiz
hareketle
genel
olarak
Diyanet
İşleri
Başkanlığının İslam dininin devlet koruması, kontrolü ve düzenleme sahası
içerisinde oluşunu sembolize ettiğini ve bu sembolik vurgunun 1980 sonrasında
toplum kesimleri tarafından farklı anlamlar yüklenerek siyasal tartışmaların içine
çekildiğini söyleyebiliriz. Dinsel bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığının
kendisine mal edilen sembolik vurgunun 1980 sonrasının siyasal gelişmeleri
içerisinde yalnızca Aleviler tarafından değil ama toplumun diğer kesimlerince de
ele alındığını ve farklı yorumlamalarla değerlendirildiğini belirtmek gerekir. Öyle
ki, bazı toplum kesimleri ve özellikle İslamcı gruplar, laik rejimin bir tür
savunucusu olarak gördükleri Diyanet İşleri Başkanlığına mesafeli bir tutum
takınmışlardır. O halde Diyanet İşleri Başkanlığına atfettiğimiz genel sembolik
vurguya bir de laik rejimin savunuculuğu eklenmektedir. Şimdi özellikle İslamcı
muhalefetin Diyanet İşleri Başkanlığının, bir devlet kurumu olması bağlamında,
laik rejimin savunuculuğunu yaptığına dair anlamlandırmalarını yeni bir sembolik
vurgu olarak ele almaya çalışacağız.
Çok çeşitli fraksiyonlara sahip olmasına karşın genel olarak İslamcı
gruplar şeklinde ifade etmeye çalıştığımız İslamcı muhalefetin tanınmış
yazarlarından İsmail Kara’ya göre, devlet, Mustafa Kemal zamanından bugüne
Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla dini kendi genel siyasi tutumuyla uzlaşacak
biçimde tanımlama ve yönlendirme gayreti içerisinde olmuş394 ve bu bağlamda
Diyanet İşleri Başkanlığı, aslında Müslümanların değil, devletin din işlerine bakan
bir duruma gelmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinde din, dini hayat, dini düşünce,
tarikatlar, cemaatler ve benzeri gelişmeler olmuşsa bunlarda Diyanet İşleri
Başkanlığının yok denecek kadar az bir rolü vardır.395
Kara’nın bu ifadelerinden çıkartacağımız sonuçlar, bir bakıma, İslamcı
muhalefetin Diyanet İşleri Başkanlığına bakışının hangi noktalarda olumsuzluklar
atfettiğinin ipuçlarını da vermektedir. Bir başka deyişle İslamcı muhalefet siyasi
394
İktibas Dergisi, Sayı: 199, Temmuz 1995, s. 46
İsmail Kara, “Din Devlet İlişkileri Açısından Diyanet İşleri Başkanlığı” Dergah, Sayı: 53,
1994, s. 16
395
172
uygulamalardan uzak durmaya çalışan ve kendisine vatandaşların inanç ve ibadet
ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir güzergah tayin eden bu kurumu dinin
siyasallaştırılmasına katkıda bulunmamakla eleştirmektedir.
İslamcı söylemin Diyanet İşleri Başkanlığıyla ilgili genel yaklaşımının bir
örneğini verdiğimiz yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, bu kurum
devletin dini kontrol ve düzenleme aracı olarak değerlendirilmekte ve bir anlamda
laik
olan
devlet anlayışının
dini
tahakkümü
altında
tutması şeklinde
değerlendirilmektedir.
Özetlemek gerekirse, 1980 sonrasının din-siyaset eksenli gelişmeleri
içerisine dâhil ettiğimiz Diyanet İşleri Başkanlığı, her şeyden önce; bir devlet
kurumu olarak dinin devlet kontrolü ve düzenlemesine tabi olduğunu sembolize
etmekte ve bu ana vurgudan kaynaklanır biçimde toplum kesimlerince kendisine
yüklenen ekstra anlamlarla farklı sembolizm biçimleri de içermektedir. Yukarıda
bu kuruma (DİP) ilişkin iki farklı sembolik vurgu olarak ele aldığımız, “ Sünni
İslam temsilciliği” ve “rejimin laik niteliğinin savunuculuğu” şeklindeki
anlamlandırmalar ve sembolik vurgular farklı toplum kesimlerinin kendi siyasal
mücadelelerinin bir gereği olarak Diyanet İşleri Başkanlığına atfettikleri anlamlar
biçimde ortaya çıkmaktadır. Yani kısaca ifade etmek gerekirse, Diyanet İşleri
Başkanlığı bir devlet kurumu olarak, Sünni İslam’ı temsil ettiği şeklindeki kanının
bir sonucu olarak Sünni olmayan toplum kesimlerince; laik devletin
savunuculuğunu yaptığı önyargısından hareketle de Sünni toplum kesimlerince
İslamcı gruplarca siyaset yapmanın bir aracına indirgenmektedir.
3.5.2. İmam Hatip Okulları
Diyanet İşleri Başkanlığı gibi İmam Hatip Okulları da verili bir sembolik
vurguya sahip olmakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığından farklı olarak bu
okullar, devlet kontrolü ve denetimi altında olmalarına rağmen, devletin genel
siyasal yaklaşımının temsilcisi olmaktan uzaktırlar. Çünkü Diyanet İşleri
Başkanlığı müstakil bir devlet kurumu olarak çalışanlarının devletin kurumsal
kişiler kadrosu tarafından idare olunmasına karşın, İmam Hatip Okulları eğitim
kurumları olarak, toplumun çeşitli kesimlerindeki gençlere hizmet vermekte ve bu
yönüyle Diyanet İşleri Başkanlığından ayrılmaktadırlar. Ancak eklemek gerekir
173
ki, İmam Hatip Okulları her şeyden önce Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullar
olmakla temelde laik eğitim kurumlarıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığında ön planda olan devletin kurumsal kadrosu
iken, İmam Hatip Liselerinde ön planda olan eğitim gören öğrencilerdir. Başka
biçimde ifade etmek gerekirse, İmam Hatip okullarında vurgu eğitim verdiği
gençlerde olduğundan bu gençlerin, okullarının dinsel sembolizm içeren
özelliğinin bazı grupların manipüle etmesiyle, devlete ve devletin laik niteliğine
karşı bir siyasal bilincin yerleştirilmesi istismarına oldukça açıktır ve 1980
sonrasının aşağıda yer vereceğimiz gelişmeleri bunu doğrulamaktadır. Ancak bu
farklılığa rağmen her iki kurumun da benzerliği toplulukların kendileri atfettikleri
farklı anlamlara muhatap olabilmeleridir.
Yukarıda Diyanet İşleri Başkanlığını incelerken olduğu gibi İmam Hatip
Okullarının da laik devletin içerisinde yer alışının laiklik ilkesi açısından nasıl
yorumlanması gerektiği
üzerinde
durmayacağız.
Bunun
yerine, çalışma
konumuzun sınırları içerisinde kalarak, bu okulların 1980 sonrasında Türk siyasal
yaşamında, dinsel içeriğe sahip okullar olarak ne tür bir sembolizm içerdiği ve
bunun siyasal yaşamdaki yankılarının neler olduğunu incelemeye çalışacağız.
Bu bağlamda 1980 sonrasında İmam Hatip Okulları neleri sembolize eder?
1. İmam Hatip Okulları, İslamcı grupların ve özellikle İslamcı partilerin,
Diyanet İşleri Başkanlığı ile karşılaştırıldığında olağanüstü sahiplenilmesini
sembolize ettiği ölçüde 1980 sonrasının İslamcı hareketinin belli başlı
sembollerinden biri olmuştur.
2. Birinci sembolik vurgunun bir sonucu olarak imam hatiplilik, bu
okullarda eğitim gören ve görmüş olan insanlar için siyasi kimliklerini
dışsallaştıran bir araç konumuna gelmiştir. Yani bayanlar için türban onların
siyasi kimliklerini dışsallaştırmada ne kadar önemli bir sembolik gösterge ise aynı
şekilde imam hatiplilik de kadınlar ve özellikle erkekler için aynı türden sembolik
bir işleve sahiptir.
3. Diyanet İşleri Başkanlığına benzer şekilde İmam Hatip okulları da
Sünni İslam’ı sembolize eder.
İlk sembolik vurgudan yani İmam Hatip Okullarının siyasal İslam’ın 1980
sonrasındaki belli başlı sembollerinden bir oluşundan başlamak gerekirse,
174
açıklanması gereken öncelikli konu; yasal olarak seçmen olmamalarına ve bu
bağlamda aktif siyaset alanı dışında olmalarına rağmen İslamcı gruplar ve partiler
neden İmam Hatip okullarına ve bu okullara mensup gençlik kitlesine olağanüstü
önem vermektedirler?
Duverger, Hymen’ın ‘bireyler, siyasal tutumlarını yaşantılarının çok erken
döneminde, bir bütün olarak öğrenir ve sonradan da bu tutumlara sadık kalırlar.’
genellemesini temel alarak çocukların ve gençlerin siyasal sosyalleşmelerinin,
yetişkinler için yürütülen propagandalardan daha etkili olduğunu396 söyleyerek
hem yukarıda sorduğumuz soru için hem de imam hatipliliğin 1980 sonrasında
siyasal kimliğin neden dışsallaştırıcı bir sembolü haline geldiğine oldukça tatmin
edici bir cevap vermektedir. Gerçekten de 1950 sonrası izlenmesi gereken ancak
1980 sonrasının gelişmelerinin daha net olarak gösterdiği gibi; İmam Hatip
Okulları merkez sağ ve özellikle İslamcı partilerin dini sembolleri ve dinselliği
siyaseten bir yatırım aracı olarak gördüklerinin ve kullandıklarının çok somut
örneklerinden biridir.
Bu iddialarımıza somut dayanaklar bulmak açısından siyasi partilerin ve
bu partilerin genel başkanlarının, kitlelere mesajlarını ulaştırabilmek açısından
son derece önemli olan, ulusal gazetelere vermiş oldukları demeçleri izlemek
yeterli olacaktır. Buna göre bir dönem cumhurbaşkanlığı görevinde de bulunan
DYP genel başkanı Süleyman Demirel 1990 yılında Zaman gazetesine verdiği bir
demeçte şöyle demektedir: “İmam Hatip Okullarının sayısı biz Türkiye’yi
devraldığımız zaman 26 idi. Biz bunları 400’e çıkardık. Benim hükümetlerim
yapmıştır bunu. Bir ülkede kişinin dinini öğrenmesi hakkı olmalıdır. Türkiye’de
bugün yüzde 99’u Müslüman bir ülkede Müslümanlığı tehlike sayarsanız zaten
yapacağınız
bir
şey
yoktur.
çıkartabileceğiniz bir şey yoktur.”
Yani
batarsınız.
Çünkü
onun
karşısına
397
İmam Hatip Okullarının siyaseten nasıl istismar edildiklerinin ulusal
basına dayanarak bir dizgisini vermeyecek olsak da, Adalet ve Kalkınma
Partisinin (AKP) genel başkanı ve Başbakan Recep Tayyib Erdoğan’ın İmam
396
Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, s. 157. Ayrıca yukarıda sözü edilen önerme, Türkiye’de
1980 sonrasında ciddi bir gelişim gösteren cemaatler ve bunların özel eğitim kurumlarına yönelik
dikkat çekici faaliyetleri içinde açıklayıcı olabilir.
397
Zaman, 30 Ekim 1990
175
Hatiplerle ilgili verdiği demeçlerin çalışmamız açısından anılmaya değer
olduğunu düşünüyoruz. Örneğin,
Erdoğan, Kars gezisinde programında
olmamasına karşın Kars İmam Hatip Lisesini ziyaret ederek, İmam Hatiplilerin
üniversiteye girişte katsayı sorunu ve Türban konusunda birtakım mesajlar
vermiştir. Bu mesajlardan biri şöyledir: “Ben de imam hatip mezunuyum. Sizin
için elimden geleni yapacağım. Engeliniz yokmuş gibi çalışın. Merak etmeyin
üniversiteye gidemeyen kızların ahı onları tutar.”398 Başbakan’ın bu mesajı/sözleri
çalışmamız açısından birkaç açıdan değerlendirilebilir. Birincisi Erdoğan bir
siyasetçi olarak “Ben de imam hatipliyim” diyerek, imam hatipliliğinin yukarıda
da iddia ettiğimiz gibi bir tür siyasal kimlik aracı olarak kullanıldığını teyit
etmektedir. İkincisi “sizin (imam hatip öğrencilerine atfen) için elimden geleni
yapacağım” derken, Başbakan olarak icraatlarında uygulaması gereken yasaları
eleştirmektedir. Üçüncüsü ve kanımızca en önemli olan ise, “Merak etmeyin
üniversiteye gidemeyen kızların (türban takan bayanlar söz konusu ediliyor) ahı
onları tutar” diyerek, açık bir biçimde Türbana ve İmam Hatip Okullarına
sınırlamalar getiren yasaları, dolaylı olarak ise yasaların muhatabı olan devleti
hedef göstermektedir. Türban ve İmam Hatip Okulları gibi dinsel nitelikleri
içerilerinde barındırmalarından dolayı sembolik göstergeler haline gelen
unsurların, 1980 sonrasında İslami bilincin siyasallaşmasına nasıl katkıda
bulunduklarını ve sembollerin kendilerine yüklenen farklı anlamlarla nasıl
toplumsal barışı tehdit edebileceğinin de çok somut bir örneği olan Başbakan’ın
bu sözleri; bir yönüyle siyasi partilerin dinsel sembolleri siyaseten kullanımını
diğer yönüyle ise siyasal içeriklerle kodlanan dinsel sembollerin bireylere siyasal
bir kimlik kazandırması açısından oldukça açıklayıcıdır.
Yukarıdaki örneklerden hareketle bir toparlama yapmak gerekirse; ilk
olarak, sağ ve özellikle İslamcı partilerin İmam Hatip Okullarına yaklaşım
biçimlerinin bu okulların dinsel vurgularından dolayı siyasal bir sembol haline
gelmesine katkıda bulunduğunu ve İmam Hatiplerin siyaseten bir yatırım aracı
olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. İkincisi, bu şekliyle İmam Hatip Okullarının
hem eğitim gören ve mezun olan gençler açısından hem de taraftarları açısından
siyasal kimliğin dışsallaştırılmasında ya da görünür kılınmasında etkili bir sembol
398
Sabah, 25 Şubat 2006
176
haline geldiğini iddia edebiliriz. Öyleyse tüm bunlardan hareketle, Mesut
Yılmaz’ın Erbakan’a ithafen ortaya attığı, “ İmam Hatipler Bizim Arka
Bahçemizdir”399
söyleminin
gerçekten
Erbakan’a
ait
olup
olmadığını
sorgulamaksızın, İmam Hatip Okullarının merkez sağ ve özellikle İslamcı partiler
tarafından gerçekten de “arka bahçe” olarak görüldüğünü söylememiz yanlış
olmaz.
İmam Hatip Okullarının siyasal yaşama konu edildiği ölçüde kişisel olarak
siyasal kimliğin bir parçası şeklinde kodlanmasında yalnız siyasetçilerin değil
ama basın-yayın organlarının da olağan üstü etkilerinin olduğunu belirtmemiz
gerekir.
Buna
göre,
1997
yılında
İmam
Hatip
Okullarına
getirilen
sınırlandırmaları çerçevesinde düzenlenen bir protesto mitingini Zaman gazetesi
“İmam Hatibe Yakışır Şekilde”400 başlığı ile haber yapmıştır. Bu başlıkla anılan
gazete, İmam Hatiplilere yönelik sınırlandırmaların yanlış olduğunu ve bu
okulların çok önemli olmasından kaynaklanır biçimde sınırlandırmalara gösterilen
tepkilerinde (mitinge katılımın çokluğuna vurgu yapılıyor) İmam Hatip
Okullarının önemine yakışır biçimde olduğunu ima ederek okuyucularını
bilgilendirmektedir.
Siyasal kimlik ile imam hatiplilik ya da İmam Hatip Okulları arasında
1980 sonrasında hayli belirgin bir ilişki olduğunu ifade ederken, bu görüşümüzü
destekleyen yalnızca İslamcı hareketlerin, partilerin ve bir kısım basın-yayın
organlarının bu okullar etrafında yürüttü faaliyetler-yayınlar değildir. Aynı
zamanda birtakım devlet kurumları da (özellikle Ordu gibi) imam hatiplilik ile
siyasal kimlik arasında ilişki kurmuş ve bu okul mezunlarına dönük kendi
kurumlarında birtakım kısıtlamalar getirme ya da en azından mesafeli/temkinli bir
yaklaşım tarzını benimsemişlerdir. Böylece, belli bir kimliğin deşifre edicisi
olarak karşımıza çıkan imam hatiplilik 1980 sonrası dönemde bu özelliği ile de
oldukça çok tartışılmıştır. O halde denilebilir ki, 1980 sonrasında imam hatiplilik;
sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda olumlu ya da olumsuz bir referans noktası
durumundadır
ve
bu
özelliği
dini
ve
siyasi
bir
kaynaklanmaktadır.
399
400
Yeni Şafak, 12 Temmuz 2005 Ayrıca bkz. Yeni Ufuk, 02 Şubat 2006
Zaman, 02 Mart 1997
sembol
oluşundan
177
İmam Hatip Okulları neyi sembolize eder? sorumuza hatırlanacağı gibi
verdiğimiz cevaplardan biri de; bu okulların İslam’ın Sünni yorumunu sembolize
ettiği şeklindeydi. İmam Hatip Okullarının bu türden bir sembolizm içerisinde
kodlanmasında kuşkusuz toplumun Sünni olmayan kesimlerinin (özellikle Alevi
topluluklar) bu okullara yükledikleri anlamların etkileri çok büyüktür. Çalışmamız
içerisinde ve özellikle Hacı Bektaş Veli Türbesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı
bahsinde bu konuya bir açıklama getirdiğimizden tekrarlara düşmemek adına,
yalnızca, İmam Hatip Okullarının Sünni İslam’ı sembolize ettiğini söylemekle
yetineceğiz.
İmam Hatip Okullarının içerdiği dinsel sembolizmi siyasetçilerin sıklıkla
ve tehlikeli boyutlara vardırıncaya dek kullandıklarından yukarıdaki satırlarda
yeterince söz ettik ve bu yönüyle imam hatiplerin toplumun belli kesimleri
içerisinde siyasal kimliğin ayrımlandığı bir araç durumuna geldiğini vurguladık.
Çalışmamızın ilgi sınırları için yeterli gördüğümüz bu açıklamalara aşağıda çok
önemli olduğunu düşündüğümüz bir örnekle son vermek istiyoruz. Buna göre,
öğrenci bulmakta zorlanan Kağıthane (İstanbul) İmam Hatip Lisesi okulun
duvarlarına “ Arkanızda dua edecek bir evlat bırakmak istiyorsanız, imam-hatibi
tercih edin” yazan afişler asmış ve Mehmet Tezkan bu durumu Sabah Gazetesinde
“Promosyon Değil Din Sömürüsü” şeklinde yorumlamıştır.401 İlk bakışta, afişi
hazırlatan ve okulun duvarlarına astıran Kağıthane İmam Hatip Lisesi
Müdürlüğünün, bu yaptığını okuluna öğrenci çekebilmek için velileri ayartmaya
dönük sıradan bir din sömürüsü olarak değerlendirmek mümkünse de bu afiş daha
derinlerde yatan çok güçlü anlamlara sahiptir. Çünkü adı geçen okul “Arkanızda
dua edecek bir evlat bırakmak istiyorsanız, imam-hatibi tercih edin” afişini okul
duvarlarında sergileyerek, topluma/velilere bir anlamda çocuklarınızı özelde
Kağıthane İmam Hatip Lisesine ve genelde İmam hatip Liselerine göndermeseniz
dinden bihaber çocuklar yetiştirirsiniz ve dinden bihaber çocuklarınız siz öldükten
sonra (vurgu ölüm gibi insanların en çaresiz kaldıkları ve kendilerini dine her
zamankinden daha yakın hissettikleri bir temayı içeriyor) arkanızdan dua bile
edemeyecek bir duruma gelirler diyerek devletin diğer eğitim kurumlarını bir
bakıma dini perspektif açısından ayrı bir sınıflandırmaya tabi tutmaktadır.
401
Sabah, 29 Ağustos 2003
178
3.6. Marşlar (Mehter ve Onuncu Yıl Marşları)
1980 sonrasının din-siyaset eksenli gelişmelerini semboller etrafında ele
alan çalışmalar için ilgi çekici unsurlardan biri de, belli bir tarihe, anlayışa ve
gelecek tahayyülüne vurgu yapan marşlardır. Diğer pek çok sembolik unsuru ele
alırken de göstermeye çalıştığımız gibi müzikal eserler ya da marşlar da
kendilerine yüklenen anlamlar ışığında politik olarak belli bir talepkarlığın ya da
politik kimliğin dışsallaştırıcısı olarak ele alınabilirler.
Marşların/müziklerin anlamlandırıldıkları içerikle ilişkili olacak şekilde
siyasal alanda ne denli etkili olduğunu gözler önüne seren birçok örneğe sahibiz.
Örneğin, Barber, Marching on Washington adlı eserinde, belli yönelimler
etrafında kamuoyu desteğini elde etmek, yeni siyasal hareketler inşa etmek ve
siyasal talepleri sergilemek adına müziklerin/marşların ne kadar etkili olduklarını
göstermek için 1941’de Zenci Marşını (Negro March) örnek göstermektedir.402
Dünya tarihinin yakın siyasal tarihi içerisinde farklılıkları ve bu farklılıklardan
kaynaklanan siyasal talepleri sembolize eden birçok örneğe yer vermek
mümkünse de biz aşağıda, 1980 sonrasında, gerek Mehter Marşının gerekse
Onuncu
Yıl
Marşının yukarıda
sözünü
ettiğimiz
açılardan
ele
alınıp
alınamayacağını sorgulamaya çalışacağız.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, herhangi bir şeyin sembolizm içerdiğini
öne sürebilmek için o şeyin, belirli bir gruba/topluluğa ve anlam dünyasına hitap
edecek özelliklere sahip olması gerekmektedir. Bu bağlamda gerek Mehter ve
gerekse Onuncu Yıl Marşını çalışmamızın ilgi sınırları içerisinde ele alırken
üzerinde duracağımız ilk şey, bu marşların belirli topluluklara/gruplara ve anlam
dünyalarına hitap edip etmediklerini sorgulamak olacaktır.
Mehter; mızıkacı, çadırcı, kavas gibi çeşitli anlamlarda kullanılan bir
kavramdır. Farsçada “mihter” olarak geçen bu kavram, en büyük, pek ulu
anlamına gelen “ekber’azam” şeklinde bir manaya sahiptir. Dilimize bu kelime,
Arapçalaştırılmış biçimi olan mehter şeklinde yerleşmiştir.
Osmanlı imparatorluğunun en önemli sembollerinden biri olan mehter ile
Osmanlılar, Osman Gazi döneminde Selçukluların bir tür iktidar sembolü olarak
402
Lucy Barber, Marching on Washington, University of California Press, California, 2003, s.
108
179
göndermiş olduğu mehter sazları ile tanışmış ve bundan sonra mehtere kuşaklar
boyu sürdürülen sembolik değerler atfedilmiştir.403
Mehterin Osmanlı imparatorluğunun en belirgin ve günümüze ulaşabilmiş
bir sembolizme sahip oluşunda kuşkusuz İstanbul’un fethinin ortaya çıkardığı ruh
halinin mehter marşları ile beslenmiş olmasının büyük bir önemi vardır.404 Bu
bağlamda mehter İstanbul’un da en önemli sembollerinden biri olmuş ve özellikle
1980 sonrasında İstanbul’da düzenlenen etkinliklerde, özellikle İslamcı partilere
mensup belediye başkanları, mehterin içerdiği sembolizmden yararlanma yoluna
gitmişlerdir.
Türkiye’nin, dini olanla din dışı olanın deyim yerindeyse yarışarak
kesiştiği bir ülke olması,405 bizi, tahayyül gücümüzün sınırlarını zorlayarak bu
yarışta var olduğunu hissettiğimiz unsurları, özellikle semboller çerçevesinde,
somutlayabileceğimiz varsayımına götürmektedir. Bu bağlamda mehter marşı
Osmanlı imparatorluğunu sembolize ettiği ölçüde İslam ile ilişkilendirilse de
Osmanlı’nın kurucu öğesinin Türkler oluşu bu marşlara aynı zamanda etnik bir
nitelikte katmaktadır. Örneğin Mehter’in çok bilinen marşlarından biri olan Eski
Ordu Marşı’nın sözleri söylemek istediklerimiz açısından anlamlı olabilir. Buna
göre Eski Ordu Marşı’nın sözleri şöyledir:
Ceddin deden, neslin baban
Hep kahraman Türk milleti.
Orduların pek çok zaman
Vermiştir dünyaya şan
Türk Millet, Türk Millet
Aşk ile sev milliyeti.
Kahret vatan düşmanını
Çeksin o mel’un zillet.406
Bugün çalınan mehter marşlarının neredeyse tümü mehteranın bağlı
olduğu Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra özellikle de II. Meşrutiyet döneminde
403
Necmeddin Şahiner, Mehter ve Marşları, Yeni Asya Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1978, s.
13,23
404
Necmeddin Şahiner, Age., s. 25
405
Necdet Subaşı, Gündelik Hayat ve Dinsellik, s. 151
406
Necmeddin Şahiner, Mehter ve Marşları, s.41
180
yazılmıştır. Bir başka ifade ile bugün çalınan mehter marşları Osmanlı Devletinin
kuruluş ve yükseliş devrinde değil II. Meşrutiyet döneminde yazıldığından407
içerisinde belirgin bir biçimde Türkçülük vurgularını barındırır.
Görüldüğü gibi Türklüğe ve milliyete yapılan özel vurgu, mehterin salt
İslam ile ilişkilendirilmesinin güçlüğüne işaret etmesine karşın inceleme dönemi
olarak saptadığımız 1980 sonrasının gelişmeleri bu marşların İslamcılığın bir
göstergesi/sembolü yapılmaya çalışıldığını göstermektedir.
İslamcıların, Osmanlı İmparatorluğunun sembollerini yeniden diriltme
çabalarından biri olarak mehter marşı408 1970 sonrasında İslamcıların siyasal
kampanyalarının en belirgin sembollerinden biri olmuşsa409 da bu marşın
yaygınlık kazanması ve İslami vurguyu ön plana çıkaran bir sembolizm içermesi
1980 sonrasındadır. Çünkü 1970’ler boyunca Milliyetçi bir parti olarak MHP bu
marşları kitlelerle kendisi arasında bir bağ kurabilmek için kullanmıştır.
Adından da anlaşılabileceği gibi cumhuriyetin kuruluşunun onuncu yıl
etkinlikleri için Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlat tarafından yazılan,
Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen “Onuncu Yıl Marşı”, 1980 sonrasında
resmi ideolojinin kendisini ifade etmesinin bir aracı olmasının dışında özellikle
laik kesimlerin siyasal bilinçlerinin keskinleşmesine katkıda bulunan bir sembol
durumuna gelmiştir. Onuncu yıl marşının siyasal olarak içerdiği sembolizmi ve bu
marşın mehter marşı ile nasıl bir karşıtlık içerisinde bir algılamaya neden olduğu
ile ilgili yorumlamalara geçmeden önce anılan marşın sözlerini bir bütün olarak
vermeyi uygun buluyoruz. Buna göre Onuncu Yıl Marşının sözleri şöyledir:
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan;
Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
407
Bugün çalınan mehter marşlarının II. Meşrıtiyet döneminde yazılmış olduğu ile ilgili olarak
bkz. www.tsk.mil.tr/askerimüze.htm.
408
Jenny B. White, Islamist Mobilization in Turkey, s. 54
409
Mimar Türkkahraman, Türkiye’de Siyasal Sosyalleşme ve Siyasal Sembolizm, s. 270
181
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk iler.
Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden istiklal kavgasını.
Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.410
Sözlerinden de çıkartılabileceği gibi Onuncu Yıl Marşı, her şeyden önce,
devrim yıllarının özgüven duygusunu ve inşa heyecanını sembolize etmektedir.
Bu marş uzun bir aradan sonra Cumhuriyetin 75. yılında tekrar gündeme gelmiş
ve İslamcı hareketlerin yükselişini ve rejim için tehlike olmasını engellemeye
dönük 28 Şubat süreci ile yıldızı parlamıştır. Marşın özellikle son beş yılda ortaya
çıkan pop versiyonları ile birlikte daima bir popülerleşme sorunu yaşamış olan
cumhuriyet ideolojisi, kendi popüler sembollerini yaratmada kanımızca oldukça
önemli bir başarı göstermiştir.411 Onuncu yıl marşının, ifade edildiği biçimiyle,
toplum kesimlerinin anlam dünyalarına ulaşabilmiş sembolik bir değer haline
gelmesini, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, 1980 sonrasında sembolik
sermayenin oluşturulmasında ve üretiminde kitlelerin grupların ön plana geçtikleri
410
Önder Aytaç, “Müziksel Gericiliğe Modern Bir Yaklaşım Denemesi: Cumhuriyetin 75. Yılında
’10. Yıl Marşına’ Geri Dönmek”, Yeni Türkiye (Cumhuriyet Özel Sayısı IV ), Sayı: 23-24,
Eylül-Aralık 1998, s. 3038
411
Tanıl Bora, “Laik Bir Dua: 10. Yıl Marşı”, www. tümgazeteler.com
182
düşünülürse dikkatle incelemek ve değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü toplum
kesimlerinin büyük bir kesimi için bir referans noktası durumunda olan dinden;
türban, imam hatip okulları, mehter marşı, Ayasofya, şeriat, cuma, kandiller ve
bayramlar gibi birçok sembolik değer üretmek ya da var olan sembolleri yeni bir
yorumlamayla diriltmek ne kadar kolaysa; cumhuriyet tarihi içerisinde, dinin
etkili bir araç olarak kullanımı ile yıpratılmaya çalışılan laik cumhuriyeti
sembolize eden bir marşı kitlelere mal edebilmek o denli zordur.
Şimdi, her iki marş ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz kısa
değerlendirmelere dayanarak bu marşların 1980 sonrasının siyasal yaşamında
oynadığı role dair bir perspektif geliştirebiliriz.
Türküler, şarkılar ve marşlar bir toplumun geçmiş haznesinin kimi zaman
acılarını kimi zaman ise sevinçlerini ve coşkularını bugüne taşıyan çok önemli
değerleridir. Yeni nesiller bu şarkılarla/türkülerle bir anlamda geçmiş/tarih
bilincini edinmekle kalmazlar, belki de en önemlisi, mensubu oldukları toplumun,
ulusun değerlerine sıkı sıkıya bağlanırlar. Örneğin Çanakkale Türküsünün ulusal
bilinci ve bağlılığı coşturan duygusal etkisini kim inkâr edebilir.
Ya da
Timuroğlu’nun dediği gibi Yemen Türküsü bizi nasıl bir acıda birleştiriyorsa;
Onuncu yıl marşının da başarılmış bir değişim ruhunda birleştirdiğini412
görmemezlikten gelmek mümkün müdür?
Sembolik bir değer haline gelmiş olan Onuncu Yıl Marşına, 1980 sonrası
ve özellikle 28 Şubat Süreci ile birlikte, yüklenen anlamları ve karşı anlamları
düşündüğümüzde yukarıdaki ifadeleri en azından bir kez daha gözden geçirme
gereği duyuyoruz.
İçerdiği sembolizmden kaynaklanacak şekilde Onuncu Yıl Marşı herkes
için aynı anlamları ve heyecanları ifade etmemektedir. Özellikle İslamcı gruplar
adı geçen marşın tekrar popüler oluşundan rahatsızdırlar. Örneğin, Recep Tayyib
Erdoğan’ın
İstanbul
Büyükşehir
Belediye
Başkanı
olduğu
dönemde
danışmanlarından biri olan Mehmet Metiner’in İslamcılığa dönük eleştirilerini
yorumlayan İslamcı yazarlardan Ahmet Taşgetiren’in, Metiner’e atfen sarfettiği;
“Etkilemek istediği camia İslami camia mı, yoksa laik dünya mı? 10.Yıl Marşını
412
Vecihi Timuroğlu, “ Pazarlanan Ülke” Adlı Paneli Açılış Konuşması, Türkiye İnsan Hakları
Kurumu (TİHAK), 28 Ocak, 2006
183
söylemeye kaç zaman kaldı?413 sözlerden de anlaşılacağı gibi, İslamcılar gruplar
için 10.Yıl Marşı, bir anlamda, cumhuriyet ideolojisine ve onun değerlerine taraf
olanlarla olmayanlar arasında bir eşik noktası olarak algılanmaktadır. Aynı
durum, yani Onuncu Yıl Marşının Kemalizm ve Laiklik taraftarı olmak ya da
olmamak biçiminde bir anlamlandırmaya tabi tutulması, laik kesimler için de
geçerlidir. Ünder’in de vurguladığı gibi, kendi duruşlarını Kemalizm’e karşıt
olarak konumlandıran İslamcı hareketler karşısında bir kurum olarak devlet,
ulusalcılar ve laik kesimler, cumhuriyetin ilk yıllarının havasını ve coşkusunu çok
iyi yansıtan Onuncu Yıl Marşını sembolik bir değer olarak tekrar ortaya
çıkartmışlardır.414 Adı geçen marşın özellikle birçok kutlamada ve mitingde
“Türkiye Laiktir, Laik Kalacak” sloganları eşliğinde coşkulu bir biçimde
söylenmesi415 de söylemek istediklerimiz bakımından anlamlıdır. Özellikle 14
Nisan Tandoğan (Ankara) ve 29 Nisan’da Çağlayan’da (İstanbul) gerçekleştirilen
cumhuriyet tarihinin en kalabalık mitinglerinde de 10. Yıl Marşı hep ön planda
olmuştur.
Onuncu Yıl Marşının cumhuriyetçilerin marşı haline geldiğini söyleyen
Beşir Ayvazoğlu, cumhuriyetin 75. yılı etkinlikleri çerçevesinde Lütfi Kırdar
Kongre Merkezinde düzenlenen konserin final şarkısı olarak Onuncu Yıl Marşının
çalınmasını ve kalabalık izleyici kitlesinin bu marşa coşkulu bir biçimde ayakta
eşlik etmesini; protokolde oturan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R. Tayyip
Erdoğan ve bazı türbanlı bayanlar için bir tür meydan okuma olarak
değerlendirerek416 bir bakıma bu marşın İslamcılar için negatif anlamlar içeren bir
sembol olarak kodlandığının altını çizmektedir.
Onuncu Yıl Marşı ile karşılaştırdığımızda Mehter marşlarının bir taraftan
olmak veya olmamak biçiminde bir sembolik kodlamaya sahip olduğu şeklinde
bir yargı ortaya koymak zordur. Çünkü bu marşlar, yukarıda da ifade etmeye
çalıştığımız gibi, II. Meşrutiyet döneminde yazılmış olmasından dolayı içerisinde
çoğunlukla Türk olmanın gururuna göndermelerde bulunmaktadırlar. 1980
sonrasında İslamcı partiler ve özellikle bu partilerin belediyeleri mehter marşlarını
413
Serhat Oğuz, “Başbakan’ın Sözleri Açık Yürekli İtiraf!”, Milliyet, 03 Mart 2004
Hasan Ünder, “Atatürk İmgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: Kemalizm, Cilt: 2, s. 154
415
Haber Merkezi, (1998), ‘Türkiye laiktir, laik kalacak’ Cumhuriyet, 31 Ekim 1998
416
Beşir Ayvazoğlu, “10. Yıl Marşı”, Zaman, 28 Ekim 1998
414
184
zaman zaman kullanma ve kitlelerle kendileri aralarında bir bağ kurabilme aracı
olarak kullanmayı denemiş olsalar da adı geçen marşlarda ön planda olan
Türklükle kendi sayasal düşünceleri uyuşmadığından olsa gerek bu marşları kendi
ideolojilerinin bir parçası yapamamışlar ya da böyle bir çaba içerisinde olmakta
ısrarcı olmamışlardır.
Yer verdiğimiz tüm örneklerin gösterdiği gibi, Onuncu Yıl Marşı, hem
İslamcı hem de laik kesimler tarafından, farklı anlamlarla donatılarak “karşıtlığın
üretimi[nde]”417 sembolik bir araç olarak kullanılmasına karşın; mehter marşının,
içerdiği sembolizmin çok çeşitli anlamlandırmalara yol açan özelliklerinden
dolayı, siyasal kimlik bağlamında karşıtlığın üretiminde kullanılması oldukça
güçtür. Çünkü Mehter marşının içerdiği sembolizmin bir parçası olan İslami
vurguların 1980 sonrasında İslamcı partiler tarafından siyasal “egemenliği
perçinlemede bir araç olarak kullanımı”418 söz konusu ise de, bu, tek başına her
iki marşın birbirlerine dışlayan dünya görüşlerine vurgu yaptıkları biçiminde
yorumlanamaz.
Sonuç olarak ulusalcı ve laik toplum kesimlerinin siyasal eğilimlerini çok
iyi yansıtan 10. Yıl Marşının karşısına İslamcı muhalefet aynı derecede güçlü bir
sembolik vurguya sahip bir marş koyamamıştır.
417
İrfan Erdoğan, “Popüler Kültür: Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele”, Popüler Kültür ve
İktidar, Der: Nazife Güngör, Vadi Yayınları, Ankara, 1999, s. 20
418
İrfan Erdoğan, Agm., s. 42
185
3.7. Tüketim Alışkanlıkları ve Tercihleri
Çalışmamızın kapsamı düşünüldüğünde, tüketim alışkanlıklarının ve
tercihlerinin din-siyaset ilişkilerine sembolik bağlamda dâhil edilip edilemeyeceği
tartışmaya açık olmakla birlikte; tüketim alışkanlıkları ve tercihlerinin, direkt
olmasa
da,
dolaylı
olarak
din-siyaset
ilişkileri
çerçevesinde
değerlendirilebileceğini düşünüyoruz. Bu bağlamda yukarıdaki başlık altında
incelemeye çalışacağımız; tüketim alışkanlıkları ve tercihlerinin din-siyaset
ilişkisine nasıl konu edileceği değil, dinsel ve ulusal tutumların biçimlendirdiği
kültürel ve siyasal bilincin tüketim alışkanlıkları ve tercihleri üzerindeki etkisi
olacaktır.
Türkiye’de dinin/inancın 1980 sonrasında öncelikle kültürel kimliğin daha
sonra ise, kültürel kimliğin talepkar olması bağlamında da, siyasal kimliğin
önemli bir bileşenine dönüştüğünü vurgulamıştık. Siyasal bilincin ve kimliğin
tüketim alışkanlıklarını ve tercihlerini etkileyebileceğini göstermeye çalışacağımız
bu bölümde; kavramlardan mekânlara ve kılık kıyafetten marşlara varıncaya dek
inceleme objesi yaptığımız sembollerin dinden beslenen anlamlarla inancı siyaset
ya da siyaset yapmanın merkezine taşıyan vurgusunu değiştirerek, verili bir
siyasal
bilincin
tüketim
alışkanlıkları
ve
tercihleri
üzerindeki
etkisini
inceleyeceğiz. Başka bir deyişle, buraya kadar ele aldığımız sembollerin dinden
beslenen anlamlarla nasıl siyasi olanın objesi durumuna geldiğini sorgulamamıza
rağmen, tüketim alışkanlıkları ve tercihlerinde tersten giderek inancın ve ulusal
duygunun biçimlendirdiği siyasal bilincin tüketim tercihlerini nasıl etkilediği ve
belirli tüketim ürünlerini sembolik olarak nasıl kodladığını göstermeye
çalışacağız.
3.7.1. Eti-Ülker / Coca Cola - Cola Turka
Bir sosyal eylem biçimi olarak ele almamız gereken tüketim alışkanlıkları
ve tercihleri, sembolik etkileşimcilik bağlamında değerlendirildiğinde, tüketim
tercihlerine atfedilen anlam hipotezi çerçevesinde anlamın sahibi olarak bireyler
ön plana çıkartılmaktadır. Yani tüketim tercihlerine konu olan markaların hedef
kitlelerini oluşturan bireyler; markalara özgü verili bir anlamla birlikte kendi
anlam dünyalarından hareketle de markalara değerler atfederler. O halde tüketim
186
tercihlerine konu olan markalar ile bunlara atfedilen anlamlar arasında bir ilişki
kurulacaksa, burada semboller ya da sembolik bir değer haline gelmiş markalar ön
plana çıkacaktır ki, Eti-Ülker ve Coca Cola-Cola Turka’yı sembolik markalar
olarak ele alışımızın nedeni budur.
Birinci bölümde sembolik toplum kavramlaştırması başlığı altında da ifade
ettiğimiz gibi, tüketim alışkanlıklarımız ve tercihlerimiz, tüketim etkinliklerimize
anlamlar yüklemek suretiyle bazı tüketim ürünlerini kullanım amaçlarının ve ürün
özelliklerinin çok ötesinde sembolik değerler haline getirebilirler. Başka bir ifade
ile sembolik değerler haline getirilen tüketim ürünleri bizim, bir anlamda siyasal
kimlik olarak, hangi tarafta olduğumuzu vurgulayan işaretleyiciler durumuna
gelebilirler. Biz aşağıda hem Eti-Ülker hem de Coca Cola-Cola Turka ürünlerini
ele alırken bu perspektiften hareket edeceğiz ve mutlak bir genellik atfetmesek de
adı geçen ürünler dolayımında siyasal bilincin ve kimliğin tüketim tercihleri
üzerinde bir etkisinin olup olmadığını sınamaya çalışacağız.
Tüketim ürünlerine dönük tercihleri grup/topluluk üyeliğinin sergilenme
biçimi olarak kabul ettiğimizde,419 bir kesinlik arz ettiğini iddia edemesek de, bazı
toplum kesimlerinin örneklem olarak tespit ettiğimiz Eti-Ülker ve Coca Cola –
Cola Turka markalarından birini diğerine tercih etmelerinin nedenlerini
anlayabiliriz.
Giddens, “Modernity and Self Identitiy” adlı kitabında, gündelik yaşamı
çalışmasının merkezine yerleştirerek, bireylerin “Nasıl Yaşayacağım?” sorusunu;
ne giyileceği ve ne yiyileceği konusundaki kararlarla da cevaplandırmak zorunda
olduklarını belirtir.420 Giddens’ın bu savını sınamak adına bir grup üniversite
öğrencisi ile nitel görüşmeler yaptık ve onlara kültürel ve siyasal kimliklerinin
sözünü ettiğimiz tüketim ürünlerinin tercihinde etkili olup olmadığını ve eğer
etkiliyse tercihlerini nasıl bir anlam dünyasından hareketle yaptıklarını sorduk.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, 10 üniversite öğrencisi ile yapılan derinlemesine
görüşmelerde üç öğrenci bu sorumuzu ürün kalitesi ve damak tadını gerekçe
göstererek
cevaplandırdı.
Ancak
geriye
kalan
öğrenciler
adı
geçen
ürünlere/markalara yönelik tercihlerini belirli bir anlam dünyası ekseninde
cevaplandırmaya çalıştılar.
419
420
David Chaney, Yaşam Tarzları, s. 55
Anthony Giddens, Modernity and Self Identity, s. 32
187
Buna göre görüşmecilerimizden biri sorumuza; “ Yediğim içtiğim
gıdaların markalarının hangi siyasal platformda koştuğunu kısmen bildiğim için
Ülker’i tercih ediyorum. Çünkü ailemin daha muhafazakâr bir yapıya sahip
olması ve bunun getirdiği diktelerle Ülker’i tercih ediyorum” cevabını verirken
bir diğeri; “ Eti’yi tercih ediyorum. Çünkü Ülker’in dini kullanarak tüketicilerin
düşüncelerini aşırı derecede Eti’nin aleyhine karşı etkilediğini düşünüyorum.
Bundan dolayı dinimizi kullanarak duygu sömürüsüne karşıyım” şeklinde bir
cevap vermiştir.
Bu görüşmelerden hareketle şunu söyleyebiliriz ki, insanlar Giddens’ın
“Nasıl Yaşayacağım?” sorusuna kısmen de olsa tüketim tercihleriyle de cevap
verebilmekte ve yukarıda ki cevaplarda da gördüğümüz gibi bunu (tüketim
tercihlerini) verili bir kültürel ve siyasal kimliğin/bilincin dışa vurumu olarak
gerçekleştirebilmektedirler.
10 üniversite öğrencisiyle yaptığımız nitel görüşmelerde fark ettiğimiz
şeylerden biri de; bu öğrencilerin söz konusu olan markalardan birini diğerine
tercih ederken “duyarlılık”421 kaynağı olarak dinden beslenen bir kültür
çevresinden etkilenmeleri olmuştur. Kabul etmek gerekir ki, siyasal ya da kültürel
kimliğin tüketim tercihleri üzerinde çok keskin bir belirleyici etki yaratabilmesi
için sözü edilen kimliklerin bir duyarlılık eşiğine gelmiş olmaları gerekir. Başka
bir ifade ile kültürel ve siyasal kimliğimizin daha önce de sözünü ettiğimiz laik ya
da İslamcı özelliği tek başına tüketim tercihlerini belirlemez. Başka birçok
faktörle birlikte, kültürel ve siyasal kimliğimizin tüketim tercihlerimiz üzerinde
belirleyici olabilmesi için bu kimliklere ait bir duyarlılık düzeyinin geliştirilmiş
olması gerekir.
Yaptığımız nitel görüşmelerde görüşmecilerden biri; “tüketim konusunda
arkadaşlarımın çok etkisi oldu. Örneğin duyduğuma göre Eti ürünlerinde domuz
yağı kullanılıyormuş. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama ben bir
Müslüman olarak domuz yağı kullanılmadığını bildiğim Ülker’i tercih ediyorum”
şeklindeki ifadeleri bir duyarlılık düzeyine işaret etmesi bakımından önemlidir.
421
Bir kültürü niteleyen duyarlılık düzeyi ve bu düzeyin dinsel ve siyasal yaşamı nasıl
bütünleştirdiği ile ilgili olarak bkz. Michael Real, “Marksizm ve Popüler Kültür: Kültürel
Eleştirinin Keskin Ucu”, Popüler Kültür ve İktidar, s. 338-339
188
Duyarlılık hem bireysel hem de toplumsal olarak yönlendirilebilir bir
şeydir. Yukarıda verdiğimiz bir görüşmeciye ait ifadelerin de doğruladığı gibi, bir
dönem Eti ürünlerinde domuz yağı kullanıldığına dair haberlerin yayılması, İslam
inancında domuz etinin haram olmasından dolayı, insanların, dinden kaynaklı
olacak şekilde, tüketim tercihlerindeki duyarlılıklarını arttırmıştır.
Giddens, tüketimcilik, arzulanan/tasarlanan yaşam biçimini baştan çıkartan
ya da onu görünür kılan en önemli özelliklerden biridir422 derken haklıdır.
Gerçektende,
yaptığımız
görüşmelerden
aldığımız
cevaplardan
hareketle
söyleyebiliriz ki, bir kısım insanlar dini referans alan ya da almayan bir siyasal
bilinçle
tüketim
tercihlerini
yaşam
biçimlerinin
bir
göstergesi
olarak
markaların,
insanların
anlam
algılamaktadırlar.
Örneklem
olarak
tespit
ettiğimiz
dünyalarında bir tür karşılıklılık içerisinde algılanışı ve bunu bir sonucu olacak
şekilde kültürel ve siyasal kimliğin bir göstereni haline gelmiş olmasını, yalnızca
özne
(aktör)
olarak
bireyin
anlamlandırması
ve
yorumlandırması
ile
açıklayamayız. Burada bireylerin anlam dünyalarını ve onların anlamlandırma
süreçlerini etkileyen sosyal yapıların da önemli olduğunu söylememiz gerekir.
Çalışmamızın birinci bölümünde yapılaşma kuramının temel özelliklerini
vurgularken de belirttiğimiz gibi, aktör olarak birey, karar veren bir özne
durumunda ise de, onun kendi tutumlarının farkında olma eğilimi yanlıca kişisel
bilinçle değil aynı zamanda sosyal yapılarla da ilgilidir.423 Örneğin temel sosyal
yapılardan dini ölçüt olarak aldığımızda, Ülker markasının ve şirketlerinin sahibi
Sabri Ülker’in zaman zaman basın yoluyla muhafazakâr biri olduğunu beyan
etmesi424 ve Dow Jones’da yer alan “ Islamic Market Turkey” endeksindeki Ülker
grubunun etkinliği,425 insanları tüketim ürünlerine dönük anlamlandırmalarında
etkili olarak onların tüketim tercihlerinde siyasal kimliklerinin belirleyici bir rol
üstlenmesinin önünü açmaktadır. Örneğin internet ortamında yapılan “Eti-Ülker
tercihlerini” konu alan ankete katılanlardan birinin “İslami sermayenin elinde
422
David Chaney, Yaşam Tarzları, s. 96 içinde: P. K. Lunt and S. M. Livingstone, Mass
Consumption and Personal Identity: Everday Economic Experience, Open University Press,
Milton, 1992
423
Bert N. Adams, R.A. Sydie, Contemporary Sociological Theory, s. 48-49
424
Haber Merkezi (2002), Sabah, 29 Nisan 2002
425
Haber Merkezi (2006), Hürriyet, 19 Ocak 2006
189
olduğuna
dair
duyumlar
aldığımdan
beri
Ülker’den
uzak
durmaya
çalışıyorum.”426 biçimindeki ifadeleri; sosyal bir yapı olarak dinin bireylerin
herhangi bir sembolü anlamlandırırken, olumlu ya da olumsuz, önemli bir referans
kaynağı olduğunu göstermektedir. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, sosyal
yapılar belirli bir siyasal kimliğin biçimlendiricileri olarak sosyal yaşama ilişkin
çeşitli konularda bir tür duyarlılık düzeyi geliştirmekte ve ele aldığımız tüketim
tercihlerinde olduğu gibi belirli bir markaya karşı olumlu-olumsuz tavır alışta ön
plana çıkabilmektedirler.
Tüketim tercihlerinde kültürel ve siyasal kimliğin belirleyici etkilerini ileri
sürebileceğimiz diğer sembolik değere haiz markalar Coca Cola ve Cola
Turka’dır.
Günümüz
dünyasında
tüketim
etkinliklerinin
ve
alışkanlıklarının
çevrelediği alanlar öylesine genişlemiştir ki, ekonomi biliminin tek başına bunları
açıklamasını beklemek haksızlık olur. Başka bir deyişle, tüketim etkinlikleri
dünya tarihinde hiç olmadığı kadar sosyal ve siyasal olanla o denli iç içe geçmiştir
ki, bu durum tüketim etkinliklerinin de sosyal bilimler tarafından ele alınmasını
zorunlu kılmaktadır.
Gerek Cola Turka’yı ve gerekse özellikle Coca Cola’yı sembolik markalar
olarak ele alırken amacımız, bu markaların gerçekten kültürel düzeyde semboller
olup olmadıkları sorgulamak değil ama bu markaların sembolik unsurlarla temsil
edildiği kültürel yapıya ilişkin açılımlar yapmak ve bu açılımlar içerisinde
sembolik markalar üzerinden din-siyaset ve ekonomi ilişkisini incelemektir. Bu
çaba içerisinde belirtmek gerekir ki, söz konusu markaların kültüre eklemlenmiş
sembolik anlamlarını toplum kesimlerinin tümünün bizim bakış açımızla
kavradıkları düşünmek yanlış olur. Çünkü Schudson’un da dediği gibi “bazı
yönleriyle kültür tanımlanabilir düzeyde sembolik bir sistem olarak işleyebilir,
ancak insanların bir kısmı bundan öylesine habersizdirler ki, onun varlığını inkâr
bile edebilmektedirler.”427
Yaşam tarzlarına/biçimlerine vurgu yapan ya da anlamlandırılmış ve
sınırları çizilmiş farklı bir yaşam tarzına göndermede bulunan markalar, sembolik
426
www. pollemic.com
Michael Schudson, “Popüler Kültürün Yeni Gerçekliği: Akademik Bilinç ve Duyarlılık”,
Popüler Kültür ve İktidar, s. 175
427
190
olarak içerdikleri anlamların bir sonucu olarak kültürel bir gösterge biçiminde
okunabilirler. Öyle ki, Chaney’e göre, tüketim etkinlikleri “kültürel üretim
modelleri” olarak, eşyaların/malların kullanımı ve aralarındaki farklılıkların ayırt
edilmesi sonucunda, kendilerine has karşılıklılıklara ve değerlere sahip, farklı
tipte toplumsal ilişkiler oluşturmaktadırlar.428 Tüketim ürünlerinin farklı tipte
toplumsal ilişkiler oluşturması tüketim ürünlerine ait olan belirli markaların
sembolik içeriklerle donatılarak toplumsal ilişkilerin ve kültürel yapının
anlaşılmasındaki görece önemini arttırmaktadır.
Bir x markasının sadece bir ürün değil bir yaşam tarzı olduğu hakkındaki
ortak yargı o denli güçlenmiştir ki, markanın bir ürün değil de deyim yerindeyse
kültürel bir nesne olarak ele alınması şaşırtıcı olmamalıdır.429 Çünkü Wernick’in
de belirttiği gibi, markaların anlamları dışsal olarak kapitalist üretim biçiminin bir
mitine doğru genişletilebilirse de, içsel olarak tüketicilerin ruhuna doğru
genişletilmelidirler.430 O halde Coca Cola genişleyen kapitalist dünyada sadece bir
ürün değil tüketenlerin ruhuna seslenen, batılı yaşam tarzının önemli bir
sembolüdür.
Tüketim ürünlerinin sembolleşmiş markalarının belirli bir yaşam tarzına
gönderme
yaptığı
ölçüde
kültürel
olanın
sınırları
içerisinde
değerlendirilebilmesinin yanı sıra; birey ve grubun siyasal kimliğinin bir
işaretleyicisi olarak da ideolojik bir gösterge olduğuna kuşku yoktur. Shore,
Amerikan Doları, Coca Cola, McDonalds ve Jeans pantolonlar Amerikan ulusal
kimliğinin en önemli sembolleridir derken431 söylemek istediklerimizi bir hayli
somutlaştırmaktadır.
Markaların hem kültürel hem de siyasal olanın bir tür işaretleyicisi haline
gelmiş olmalarından hareketle; örneklemimiz olan Coca Cola’nın modern batılı
yaşam tarzının bir göstereni olması bağlamında kültürel bu yaşam tarzının
egemen/baskın olma talepleri bağlamında ise ideolojik/siyasal anlamlar içerdiğini
söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki, 2000’li yıllarla birlikte anti-global
428
David Chaney, Yaşam Tarzları, s. 58
Naomi Klein, No Logo: Küresel Markalar Hedef Tahtasında, Çev: Nalan Uysal, Bilgi
Yayınları, İstanbul, 2002, s. 47,51
430
Andrew Wernick, Promosyon Kültürü: Reklam İdeoloji ve Sembolik Anlatım, Çev: Osman
Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1996, s. 62
431
Chris Shore, Building Europe: The Cultural Politics of European Integration, Routledge
(UK), London, 2000, s. 89
429
191
hareketler içerisinde tüketim tercihleri o denli belirleyici olmuşlardır ki, özellikle
Coca Cola bu hareketlerin (anti-global hareketler) belli başlı hedefi haline
gelmiştir.432
Tüketim ürünleri, markları ve tercihleri ile ilgili olarak buraya kadar
söylediklerimizden
hareketle,
Coca
Cola’nın
hem
kültürel
hem
de
siyasal/ideolojik vurgular içeren sembolik anlamlarından söz etmiş bulunuyoruz.
Peki, Coca Cola karşısında Cola Turka’yı nerede konumlandırmak gerekecektir?
Bu soruyu cevaplandırmaya çalışmadan önce, tüketim ürünlerine,
markalarına ideolojik anlamlar yükleyerek bir ya da birden fazla markayı topluluk
kimliğinin dışsallaştırıcısı olarak kullanma eğiliminin, ülkemiz açısından, 1980
öncesinde de rastladığımız bir durum olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle sol
gruplar ve ideolojiye mensubiyetin bir göstereni haline getirilen yabancı sigaralar
karşısında yerli sigaraları tercih etmek burada yer vermeyi gereksiz gördüğümüz
onlarca örnekten biridir. Başka bir örnek vermek gerekirse uzunca devlet
politikası olarak değerlendirilmesi gerekn “yerli malı haftası” ve etkinlikleri de bu
çerçevede değerlendirilebilir.
Tüketim ürünleri içerisinden belirli bir anlam dünyası ile ilişkilendirilerek
sıyrılmış ve sembolik içeriklerle donatılarak kültürel ve siyasal kimliğin bir tür
göstereni haline gelmiş olan markaların 1980 sonrasının Türkiye’sinde 1980
öncesi ile karşılaştırıldığında daha etkin ve gözlemlenebilir bir rekabet içerisinde
olduğu söylenebilir. Bunun 1980 sonrasında siyasal iktidarlarınca uygulanan
liberal politikaların, Sovyet bloğunun çöküşüyle Batının yaşamımıza alternatifsiz
bir seçenek şeklinde sunulmasının ve gelişen orta sınıfların ulusal sermayeden
daha fazla pay alma çabalarının bir sonucu olduğu ayrı ayrı ele alınarak
değerlendirilmeye muhtaç olmasına karşın biz böyle bir çaba içerisinde olmadan
örneklem olarak tespit ettiğimiz markalar üzerine yoğunlaşacağız.
Farklı kültürlere sahip olsalar da tüm dünyada özellikle orta sınıfa mensup
gençler hayatlarını paralel evrendelermiş gibi yaşamaktadırlar.433 Kanımızca Coca
Cola sözü edilen paralel evreni belirginleştiren sayısız örnekten biridir ancak belki
de en önemlisidir. Coca Cola’nın sembolik olarak etkili gücü onu anti-global
432
J. L. Watson- M. L. Caldwell, “Inroduction”, Cultural Politics of Food and Eating: A
Reader, ed(s): J. L. Watson- M. L. Caldwell, Blackwell Publishing, Madlen, Oxford, 2005, s. 2
433
Naomi Klein, No Logo: Küresel Markalar Hedef Tahtasında, s. 141
192
hareketlerin kendileri için açık hedef haline getirişlerinden de çıkarsanabilir.
Ulusal sermayeler bu açık hedefi ulusal kimlik ve dini duyguları kullanarak
ekonomik getiriye dönüştürebilmede oldukça başarılı olmuşlardır. Bizim Cola
Turka’yı Coca Cola karşısında ele alırken çıkış noktamız budur. Bir başka ifade
ile Coca Cola’ya alternatif olarak 2000’li yıllarda piyasaya sunulan Cola
Turka’nın öncelikli hedefi Türkiye’deki Cola pazarından ekonomik pay alabilmek
ancak bunu yaparken ürününü markalaştırmak için Coca Cola’ya karşı kendi
markasının imajını ulusal ve dini değerlerle oluşturmaktır.
Tom Dillon, içilen alkolsüz içeceklere göre insanların, kendileri ve
başkaları biçiminde bir ayrım yaptıklarını ve bunu yaparken belirli bir ‘kimliğe’
karar verdiklerini söylemektedir. Ona göre alkolsüz içeceklerin tek amacı
susuzluğu gidermek değildir, bu içecekler aynı zamanda tüketicilerin kişiliklerini
de yansıtmaktadırlar ve bu bağlamda bir gazlı içecek markası, tüketiciler ile belirli
bir yaşam biçimi arasında bağ kurabilmektedir.434 Oldukça tecrübeli bir reklâmcı
olan Dillon’un bu ifadelerini veri olarak kabul ettiğimizde; birincil amacı ulusal
sermaye içerisindeki etkinliğini arttırmak ve cola pazarından pay kapabilmek olan
Ülker grubuna ait Cola Turka, bu birincil amacını gerçekleştirebilmek için belirli
bir yaşam biçimi ve kimlik üzerinde durmak zorundadır. Ancak bu birincil amaca
karşılık Cola Turka, tüketicileri için özelde Cola Cola genelde ise Amerikan
karşıtlığına ve buna karşılık ulusal kültüre ve yerliliğe vurgularıyla anlam
kazanabilmektedir.
Coca Cola’ya karşı Türk kolası olarak piyasalara giren Cola Turka’nın
yukarıda sözü edilen belirli bir yaşam biçimi ve kimliğin göstergesi haline
getirilmek istenmesinin en somut ifadelerini ve oldukça kısa bir süreye rağmen
önemli başarılar elde etmesinin nedenlerini anılan markanın reklâmlarında
görmekteyiz. Buna göre “New York’ta Bir Morning” başlıklı reklâm söylemek
istediklerimiz açısından oldukça önemlidir. Anılan reklâmda temel olarak Türk
kültürünün Amerikan kültürüne karşı üstünlüğü ve Amerikan kültürünün Türk
kültüründen etkilenmesi işleniyor. Reklâmda Amerikalı bir aile babası önce
sokakta Türk usulü bir galibiyet kutlaması ile karşılaşıyor. Sonra da bir barda eli
tespihli kovboy görünümlü birinin Türk gibi sıcak ve cana yakınlığı ile şaşkına
434
Paul Rutherford, Yeni İkonalar: Televizyonda Reklam Sanatı, Çev: Mustafa K. Gerçeker,
Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2000, s. 55
193
dönüyor. Türk gibi kovboyun yarı İngilizce yarı Türkçe “yenge nasıl, çoluk
çocuğu benim için öp” cümleleriyle Amerikalı babanın şaşkınlığının arttırması bir
yana Amerikalı babanın bardan ayrılırken kovboyun bir Türkü anımsatacak
şekilde davranıp “bendensin” diyerek hesap ödettirmemesi ise reklâmın en can
alıcı özelliklerinden birini oluşturuyor.435 Cola Turka’nın bu reklam daha sonraki
reklam kuşaklarında aynı vurgularla karşılaşma mümkündür.
Cola Turka’nın yukarıda sözünü ettiğimiz evrensel görüşler ve Amerikan
kültürü karşısında ulusallığı temsil etmesinden başka üzerinde durulması gereken
konulardan bir de, bu markanın, 1980 sonrasında iyice görünür olan dinsel
tutumların
siyasallaşması
ve
Amerikan
karşıtlığıyla
da
bir
ilişkisinin
kurulabileceğidir. Atay’ın da belirttiği gibi, bir ‘Amerikan ikonu’ olarak 20.
yüzyıla damgasını vuran Cola Cola’nın aynı zamanda Amerikan sınırlarının dışına
taşan bir siyasal sembol niteliğini kazanması; gerek soğuk savaş döneminde ve
gerekse 1979’daki İran İslam Devrimi ile siyasallaşan İslam’ın kendisine örnek
bir model bulmasıyla, emperyalizmin ekonomik ve özellikle kültürel bir sembolü
olarak algılanmaya başlanmıştır. İran menşeli Zem Zem Kola ve Tunus asıllı bir
işadamının çıkardığı Mekke Kola
sunumunda/reklamlarında
belirgin
436
ile birlikte Cola Turka’nın da,
olmasa
da,
İslami
kola
piyasasının
markalarından bir olarak değerlendirilebileceği -tartışmaya açık olmakla birliktesöylenebilir.
Coca Cola’ya karşı alternatif olarak piyasaya sunulan Türk Kolası Cola
Turka’nın bir yönüyle İslami değerleri temsil ettiğinin somut dayanaklarını
bulmak için zorunlu olarak, belirli bir anlam dünyasına göndermede bulunan
reklâm kuşaklarına dönebiliriz. Özellikle İslam dinince oldukça kutsal bir yere
sahip olan Ramazan ayında hem Coca Cola’nın hem de Cola Turka’nın
reklâmlarına bir göz atmak söylemek istediklerimiz açısından bir perspektif
sağlayabilir.
Buna göre geçmiş yıllarda, Ramazan ayında yayınlanan Cola Cola ve Coca
Turka reklâmları tek bir farkla aynı konuyu işlemişlerdir. Coca Cola reklamında
küçük bir çocuk biriktirdiği Coca Cola kapaklarıyla promosyon olarak bir tabak
alıyor ve iftar masasına eklediği tabakla kız arkadaşını eve getiriyor. Cola Turka
435
436
Alperen Polat, “Cola Turka”, Yeni Mesaj Gazetesi, 07.07. 2003
Tayfun Atay, “İslami Kola Endüstrisi Büyüyor: Cola’nı İmanla İç!”, Milliyet, 31.03.2006
194
reklâmında ise küçük bir kız çocuğu biriktirdiği kabaklarla aldığı tabağı karşı
apartmanda yalnız yaşayan bir yaşlı kadını iftar vaktinde eve getirmek için
kullanıyor. Cola Cola reklâmında kız erkek arkadaşlığına vurgu yapılırken, Cola
Turka reklâmında Ramazan ayının atmosferiyle de yani dinsel değerlerle de
uyumlu olacak şekilde yaşlılara ve muhtaçlara şefkat ve yardımseverlik küçük bir
kız çocuğu ön plana çıkartılarak vurgulanıyor.
Yapısalcılığın içinden doğan gösterge bilim açısından baktığımızda
sembollerinde bir tür göstergeler sistemi olarak değerlendirilmesi olanaklıdır. Bu
bağlamda sembolik markalar olarak ele aldığımız Coca Cola ve Cola Turka birer
gösterge olarak kabul ettiğimizde yukarıda yer verdiğimiz reklâm örnekleri ile
ilgili şöyle bir şema oluşturabiliriz:
GÖSTERGE
GÖSTERİLEN
COCA COLA
Arkadaşlık, kız erkek arkadaşlığı
COLA TURKA
Yardımseverlik, Yaşlılara şefkat
ve yardım gibi dinsel değerler.
Coca Cola ve Cola Turka’ya ait Ramazan ayı reklâm kuşaklarında
gördüğümüz şey; adı geçen markaların ticari amacın dışına taşan dönüşümlerle
tüketicilere sunulmasıdır. Bu bağlamda denilebilir ki, söz konusu markalar
açısından ticari amaç ekranın arkasında bir yerlerde duruyor olsa da, ekrana
yansıyan görüntülerin tüketicilerin anlam dünyalarına hitap ettikleri ses tonu
kültürel ve politiktir. Bu durum, yani gösterge olarak Coca Cola ve Cola
Turka’nın yukarıda gösterilen olarak ifade ettiğimiz anlamları tüketicilere
ulaştırırken politik mesajlar verdiği anlamına gelmez ama politik bilincin
duyarlılık düzeyini canlı tutarak tüketim tercihleri üzerinde etkili olmalarını
sağlayabilir.
Cola Turka’nın İslami bilinci ve buradan kaynaklanan bir siyasal kimliği
temsil ettiğini söylerken yukarıda verdiğimiz reklâm karşılaştırması gibi örnekler
dışında bu markanın gerek Amerikan karşıtlığına gerekse de salt İslami değerlere
gönderimde bulunduğunu söylemek yanlış olur. Daha önce de belirtmeye
195
çalıştığımız gibi Cola Turka reklâmları aracılığıyla Amerikan/Batı kültürüne
muhalif değil onu Türkleştiren bir ulusal üstünlük bilincine vurgu yapmaktadır ve
bu yönüyle öncelikle ulusal bilinci harekete geçirerek tüketicilere ulaşmak
istemektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, öncelikli olarak ekonomik kaygılarla
teşekkül etmiş olan Ülker grubunun kendi ürünlerini markalaştırmak çabası
içerisinde ulusalcılığı kullanması, sahicilikten uzaklaşmış yapaylaşmış bir
ulusalcılık anlayışını temsil etmektedir.
Tüm söylediklerimize ek olarak Cola Turka’nın bazı toplum kesimlerince
İslami olanın bir sembolü haline getirilecek anlamlarla da kuşatıldığını
söylemeliyiz. Örneğin Haznedar Kültür ve Dayanışma Derneği hazırladığı “Haydi
Bakalım Ey Muhanned Ümmeti” başlıklı bir bröşürde insanlara: “Şimdi samimiyet
gösterme zamanıdır. Zaman mukaddesatımıza ve peygamberimize dil uzatan
alçak, edepsiz İslam düşmanlarının kendilerini ve mallarını boykot zamanıdır.”
şeklinde seslenerek, broşürde sergilediği birçok ürünle birlikte Coca Cola’yı da
boykot edilmesi gereken markalar arasında göstermektedir. (Cola Turka bu
broşürde yer almamaktadır).437
Görüldüğü gibi gerek Eti-Ülker ve gerekse Coca Cola-Cola Turka
markalarına ilişkin söylemeye çalıştıklarımız Klein’in de dediği gibi, markaların
insanlar
üzerinde
belirli
bir
his/duygu
yaratabileceği438
yaklaşımını
olumlamaktadır. Başka bir ifade ile tüketiciler, markalara reklâmların etkili
sunumu ile anlam vermekte439 ve böylece fabrikalarda üretilen ürünler zihinlerde
markalaşarak440 bunlara farklı anlamlar yükleyen insanlar markaları siyasi, dini ve
kültürel olanın bir parçası haline getirebilmektedirler.
437
Bkz. Ekler, ek:1
Naomi Klein, No Logo: Küresel Markalar Hedef Tahtasında, s.30
439
Roland Barthes, Göstergebilimsel Serüven, Çev: Mehmet Rifat-Sema Rifat, Yapı Kredi
Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2005, s. 193
440
Naomi Klein, No Logo: Küresel Markalar Hedef Tahtasında, s. 217
438
196
SONUÇ
Çalışmamıza başlarken hipotezimiz, sembollerin Türkiye’de 1980
sonrasında din-siyaset ilişkilerini, farklı bir bakış açısıyla da olsa, gözler önüne
serebileceğine dayanıyordu. Ancak çalışma ilerledikçe örneklem olarak tespit
ettiğimiz sembollerin ülkemizde din-siyaset ilişkilerini belirgin bir şekilde ortaya
koymakla kalmadığını aynı zamanda sembollerin dini, siyaseti ve ekonomik olanı
kuşatma ve etkileme biçiminde de çok önemli roller üstlendiklerini gördük.
Din ve siyaset gibi teorik olarak çok farklı alanları din-siyaset ilişkileri
bağlamında ele alırken gerek birincil gerekse ikincil dereceden olsun ele aldığımız
dinsel sembollerin ve diğerlerinin yukarıda sözünü ettiğimiz din ve siyaset
alanlarına ilişkin farklılıkları ortadan kaldırmada oldukça önemli kolaylıklar
sağladığını söyleyebiliriz.
Çalışmanın bize gösterdiği sonuçlardan biri de şudur: 1980 sonrasında
düşüncelere/fikirlere
göre
sembol
üretmektense
sembollere
göre
fikirler/düşünceler üretmek söz konusudur. Bu bağlamda 1980 sonrasında belirgin
hale gelen kültürel ve siyasal farklılıklar, ayrı ayrı düşüncelerin ürünü olmaktan
çok sembollerin farklı algılanmasının bir sonucu olarak da okunabilir ve
farklılıkların üretiminde, ortaya çıkmasında semboller düşüncelerden/fikirlerden
daha etkin olabilmektedirler. Örneğin şeriata karşı ya da taraf olmak düşünsel bir
mesainin sonucu olmaktan çok şeriatın sembolik anlamının bir sonucu olarak
değerlendirilebilir. Gerçekten de 1980 sonrasında Türkiye’de siyasal yaşamda
mücadele eden bir anlamda fikirler/düşünceler değil semboller olmuştur.
Hemen hemen incelediğimiz tüm semboller dolayımında ortaya çıkan
sonuçlardan biri de, sembollerin belirli bir yaşam tarzına dönük anlamlarla
kuşatılmış olduğudur. Öncelikle kültürel bir vurguya dayanan yaşam tarzlarının ve
bunları yansıtan sembollerin kendi içerisinde belirli bir talepkarlığı da içeriyor
olması hem yaşam tarzlarını hem de bunları yansıtan sembolleri siyasal olanın
merkezine taşımaktadır. Başka bir ifade ile semboller insanların kendi değerlerine
göre –ki din bu değerlerden en önemlisidir- tanımladıkları yaşam tarzlarını
meşrulaştırmada
kullandıkları
önemli
araçlar
konumuna
gelmektedirler.
Sembollerin insanların kendi değer örgülerine dayanarak oluşturmaya çalıştıkları
yaşam tarzlarının bir tür meşrulaştırıcısı rolünü üstlenmiş olduğunu anlamak
197
önemlidir. Çünkü çalışmamız içerisinde de yeri geldikçe belirttiğimiz gibi
semboller yalnızca insanların kültürel kimliklerini görünür kılan araçlar
değildirler, semboller aynı zamanda kültürel kimliklerin tanınmasını ve bu
anlamda meşrulaştırılması yönünde de işlevler üstlenen araçlardır. Örneğin türban
ve imam hatiplilik içerdikleri sembolizmle kültürel olanın bir işaretleyicisi olduğu
kadar tanınma ve kabul görme talepleri doğrultusunda da siyasal olanın bir
nesnesidirler.
Toplum kesimleri için semboller farklı anlamlar ve yaşam tarzlarına vurgu
yapsalar da bu durum yukarıda söylediklerimiz için bir tezat oluşturmaz. Başka
bir ifade ile sembollerin aynı anda farklı anlam ve yaşam tarzlarının işaretleyicisi
olabilmeleri, bunların insanların kendi yaşam tarzlarının toplumsal yaşama
aktarılmasında etkin olarak kullandıkları bir tür güç olduğu gerçeğini
değiştirmemektedir.
Toplumsal yaşamı anlam ve değerler bağlamında ele alan Max Weber ile
egemenlik ilişkileri ile tanımlayan Karl Marks’ın yaklaşım biçimlerini
birleştirdiğimizde; sembollerin anlam ve değerler örgüsü olarak kültürel alanı,
egemenlik ilişkileri olarak ise siyasal alanı hedeflediğini söylemek mümkündür ve
çalışmamız bir anlamda bu çıkarımı doğrulamaktadır.
Modern dünyada sosyal yaşamın kültürel olduğu kadar, kültürün talepkar
olabilmesinin demokratik araçlarla olanaklı hale getirilmiş olmasından dolayı da,
siyasal yönlerinin bulunduğu herkesçe bilinmektedir. Bu bağlamda, 1980 sonrası
Türkiyesi’sinde semboller, çalışmamız içerisinde de sıklıkla vurguladığımız gibi,
öncelikli olarak kültürel kimliği kodlama işlevi üstlenirken aynı zamanda bu
kimlik siyasal olanı da içermekte ve daha çok dinsel kimliğin inşasında önemli
roller üstlenen semboller ile din ve siyaset iç içe geçmiş bir görünüm
sergilemektedir. Öyle ki, örneklem olarak tespit ettiğimiz birçok sembolik
gösterge ile yukarıda söylediklerimizin sınanabilir olduğunu çalışmamızın
sonuçlarından biridir.
Sembolleri anlamlar atfedilen değer yüklü nesneler olarak ele alan
çalışmamamız bize göstermiştir ki, semboller ekonomik bir tabana sahip tek bir
toplumsal sınıfa hitap etmemektedirler. Başka bir ifade ile belirli bir sembole
hemen hemen aynı anlamları atfeden toplumsal kesimler ekonomik olarak farklı
198
sınıflardan meydana gelebilmektedirler. Örneğin türban günümüz Türkiye’sinde
ekonomik olarak farklı toplumsal kesimlerin aynı ya da benzer anlam örgüleriyle
kavradıkları bir semboldür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1923’te eskiyle kurumsal anlamda
tamamen bağlarını kopararak laik ve ulusal bir rejim temeli üzerinde
kurulduğunu, eskiyle olan bu kopuşun belirli bir süreyi kapsayan bir devrim
sürecini zorunlu kıldığından çalışmamızın ikinci bölümünde bir hayli söz ettik.
Cumhuriyet devrimlerinin bir anlamda Batılı/modern yaşam biçimleri
çerçevesinde kültürel alanı da dönüştürmeye hedeflemesi ve bu dönüşümün
toplumsal bir talebe dayanmaktan ziyade modernleştirici bir erk olarak devlet
tarafından tarihte, dilde, inançta özü yakalamak ve uyur halde bulunan değerleri
uyandırmak suretiyle gerçekleştirilmesi doğaldır ki, birtakım muhaliflikleri ve
dışlanmışlık duygularını da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda cumhuriyet
rejiminin ortaya koyduğu yeni siyasal yapı ve kültürel modele muhalifliği genel
olarak iki grupta toplamak mümkündür. Birincisi eski düzenin kendilerine
sağladığı sosyal, siyasal ve ekonomik statülerini kaybedenler –ki ulema sınıfı
bunlardan biridir- ikincisi ise yaşamlarını geleneksel değerleriyle devam ettiren
toplum kesimleridir.
Cumhuriyet devrimlerini bir yönüyle bir kültür devrimi olarak da
tanımladığımızda yukarıda sözünü ettiğimiz, geleneksel değerleriyle yaşamını
devam ettiren, toplum kesimlerinin, devrimlerin ön gördüğü batılı kültürel
modeller karşısında kendilerini dışlanmış olarak hissetmiş olabileceklerini
düşünebiliriz. O halde 1950 ve özellikle 1980 sonrasında cumhuriyet rejimini
kendilerini
dışladıklarını
düşünen
toplum
kesimlerinin
sisteme
katılma
mücadelesinin en önemli araçlarından birinin de ele aldığımız semboller olduğunu
ileri sürebiliriz. Bir başka ifade ile çalışma konumuza dâhil ettiğimizin
sembollerin bir kısmı 1980 sonrasında, cumhuriyet rejiminin laik ve ulusal
temeller üzerine bina edilmiş verili sistemine hem dâhil olmanın hem de bazı
bakımlardan sistemi dönüştürmenin en etkili araçları olarak da okunabilir. İslam
dini ile sıkı sıkıya ilişkilendirilen adalet kavramından türetilen sembolik bir
söylem olan “Adil Düzenin” ilgili bölümde de vurguladığımız gibi, toplum
kesimleri için ifade ettiği anlam böyle bir perspektiften değerlendirilebilir.
199
Gerek siyasal grupların gerekse bazı toplum kesimlerinin hem sisteme
katılma hem de sistemi dönüştürme aracı olarak kullandıkları semboller; bir
yönüyle sisteme katılma ve siyasal iktidarı ele geçirmede kullanıcıları için somut
kazanımlar sağlamışsa da, bu durum aynı zamanda İslamcı siyasal grupların ve
toplum kesimlerinin kendilerinin de bir dönüşüm geçirmesine neden olmuştur.
Yani modern koşullar içerisinde dinsel sembolleri kullanarak kendilerine hem
kültürel hem de siyasal alanlar açmak isteyenler bunda başarılı oldukları ölçüde
modern koşulların kendisi tarafından da dönüştürülmeye başlamışlardır. Türbanlı
bayanların 1980 sonrasındaki gelişimlerini takip etmek ve kısa bir zaman öncesine
kadar alışık olunmayan yaşam biçimleri ile bunların uyumu, söylemek
istediklerimiz açısından anlamlı olabilir. Türbanın kadının cinselliğini temel
alarak, dinsel bir emrin yerine getirilişi olarak yorumlanmasına rağmen son
dönemlerde sıklıkla rastlanılan vücut hatlarını ön plana çıkartan türbanlı kıyafetler
ve güzellik salonları gibi çoğunlukla kadına hitap eden mekânlarda türbanlı
bayanların da yer almaya başlaması sözünü ettiğimiz dönüşümler için bir örnek
teşkil edebilir.441
Günlük hayatın yeni kalıpları içerisinde ortaya çıkan yeni yaşam kalıpları,
dinin kendisini değilse de “dindarlık biçimlerinin değişmesine”442 ve bunların git
gide daha çok modern olana eklemlenmeye başlamasına yol açmıştır. İslam’ın
tanımlayıcı kavramlarından bir olan adaletin “Adil Düzen” söylemiyle modern
olana nasıl eklemlendiğini açıklamak söylemek istediklerimiz bakımından bir
örnek teşkil edebilir. Çalışmamız içerisinde “Adil Düzen” başlığı altında da
vurguladığımız gibi kendilerini Müslüman olarak tanımlayan bir grup, ilk kez,
liberal ideolojilerle yani çoğulculuk, demokrasi, serbest piyasa ve bireysel
sorumluluk gibi kavramları toplumsal yaşamda sergilemek adına İslami ilkeleri
kullanmışlardır. Başka bir ifade ile İslamla ilişkilendirilen Adalet anlayışı
sembolik “Adil Düzen” söylemi ile modern söylem ve pratiklerle eklemlenme
aracına dönüşmüştür.
Cumhuriyet dönemini belirli semboller dolayımında ele alırken, bu
dönemde dinsel sembollerin etkisizleştirilmeye ve pasif bir konumlandırmayla
karşı karşıya bırakıldığından söz etmiştik. 1980 sonrasında çoğunlukla dinsel
441
442
Bkz. ekler, ek:2
Vurgu Necdet Subaşına ait bkz. Necdet Subaşı, Gündelik Hayat ve Dinsellik, s .128
200
sembolleri konu edinen çalışmamızın sonuçlarına dayanarak söyleyebiliriz ki,
dinsel semboller cumhuriyet dönemi ile karşılaştırıldığında belirli bir aktivite
kazanmış ve ofansif bir konuma geçmişlerdir. Başka bir şekilde ifade etmek
gerekirse, Türkiye’de İslamcılığın 1980 sonrasındaki yükselişini izlemek bir
anlamda dinsel sembollerin yükselişini de izlemektir.
Çalışmamız, öncelikli olarak din-siyaset ilişkisini semboller çerçevesinde
ortaya koymayı amaçlamakla birlikte, 1980 sonrasında, örneklemimiz içerisinde
yer alan sembollerin, siyasal alandan başka dini ve kültürel alana ilişkin de
birtakım veriler sağladığını belirtmek gerekir. Türkiye’de özellikle 1980
sonrasında özel ve kamusal alan arasındaki ayrımın git gide daha az belirgin
olmaya başlamasının en somut göstergelerinden biri de dinsel sembolizm içeren
nesnelerdir. Öyle ki, daha önce kamusal alandan dışlanan ya da en iyi ihtimalle
kamusal alanda görülmeyen yaşam tarzlarına vurgu yapan kültürel kalıplar,
anlamlandırılmış semboller aracılığı ile kamusal alana girmeye başlamışlardır.
Türban sözünü ettiğimiz yaklaşımın biçiminin tipik bir örneği olarak
değerlendirilebilir.
Bu bağlamda seçtiğimiz semboller çerçevesinde ulaştığımız sonuçları göz
önünde bulundurarak; dini sembollerin kültürel olanın işaretleyicisi oldukları
ölçüde siyasi olanında bir nesnesi haline gelebileceklerini söyleyebiliriz.
Melucci yeni sosyal hareketler temelde siyasal alana yönelmemişlerse de,
kültürel yapıyı yenileyebilecek yeni seçkinler üreterek siyasal kurumlar üzerinde
de etkili olurlar demektedir.443 Onun bu çıkarımını çalışma konumuz olarak tespit
ettiğimiz sembollere uyguladığımızda diyebiliriz ki, ele aldığımız birçok dinsel
sembolik unsur, salt siyasal içerik taşımamakla birlikte, kültürel yapıyı
dönüştürebilecek yeni seçkinler (İslamcı Seçkinler)444 ortaya çıkarmış ve bu
durum siyasal iktidar değişimleri ile daha somut bir görünüm kazanmıştır. Bu bir
bakıma sembollerin yeni siyasal seçkinlerin üretiminde veya ortaya çıkışında da
görmezlikten gelinemeyecek bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor.
Buraya kadar 1980 sonrasında Türkiye’de din-siyaset ilişkilerini bir tür
sorgulama aracı olarak kullandığımız sembollerin, başta kültürel kimlik temelli ve
443
Kenan Çayır, “Toplumsal Sahnenin Yeni Aktörleri: Yeni Sosyal Hareketler”, Yeni Sosyal
Hareketler, s. 25
444
İslamcı seçkinler ya da yeni seçkinler ile ilgili olarak bkz. Nilüfer Göle, Melez Desenler, s. 97
201
bunun bir sonucu olarak siyasal etkilerinden söz etmiş bulunuyoruz. Şimdi,
Türkiye’de din-siyaset ilişkilerini oldukça belirgin kıldığını düşündüğümüz
sembollerin (özellikle çalışmamız içerisinde yer alan dinsel sembollerin)
modernlik ve modern yaşam ile ilişkilerine dair elde ettiğimiz sonuçları
yorumlamak istiyoruz.
Çalışmamız içerisinde 1923 sonrasında Türkiye’nin modern/çağdaş bir
devlet ve toplum modeli üzerine inşa edildiğinden ve bu modele tepkilerin
kültürel ve siyasal alanda özellikle dinsel sembollerle dile getirildiğinden söz
ettik. Tüm bu verilere rağmen çalışmamız göstermiştir ki, modern Türkiye’ye
muhalifliğin dinsel temalar içeren sembolleri kaçınılmaz olarak modern olanla
etkileşime girmiş ve değiştirmeye/dönüştürmeye çalıştığı yapı içerisinde kendisi
de değişime ve dönüşüme uğramıştır. Yani 1980 sonrasında verili sisteme
muhalifliği temsil eden dinsel içerikli semboller, salt modern değerlere karşı
olmakla kendilerini tanımlamakta zorluk çekmeye başlamışlar ve bir anlamda
modern değer ve yapılarla bazı noktalarda uzlaşmak zorunda kalmışlardır. Özelde
dinsel sembollerin genelse ise İslamcılığın modern yapılarla girdikleri bu
kaçınılmaz etkileşim beraberinde kaçınılmaz olarak “alternatif modernlik”445
biçimleri de ortaya koymaya başlamış ve sözünü etmeye çalıştığımız alternatif
modernlik sunumları kültürel alanda gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Hatırlanacağı gibi üçüncü bölümde sembolizm içeren mekânlar olarak
camilere de yer vermiş ancak böylesi birincil dereceden kutsallık içeren ibadet
yerlerinin siyasetle ilişkisinin sınırlı olacağını belirterek yalnızca Ayasofya
üzerinde durmuştuk. Şimdi ise birincil dereceden ibadet yerleri olarak camilerin
içerdiği sembolizmle yukarıda sözünü ettiğimiz kültürel alanda nasıl modern
olanla ilişkilendirilebileceğine dair kısa bir perspektif sunarak dinsel sembollerin
modern olanla ilişkisine dair bir açıklama getirebiliriz.
Özelde camilerin genelde ise dinsel sembollerin kültürel alanda modern
yapılarla eklemlenmesini “cami düğünleri” gibi yeni bir gösterge ile
sınamayabiliriz. Cami Düğünleri, Türklerin Müslüman olduktan sonraki tarihleri
içerisinde tanık olunmayan ve 1980 sonrasında büyük şehirlerde ve özellikle
İstanbul’da ortaya çıkan yepyeni bir oluşumdur. Camilerin yer aldığı mimari
445
Collen A. Ward, Islam, Routledge (UK), London, 2003, s. 73
202
komplekslerin alt katında ibadet yerinden farklı bir alanda yapılan bu düğünlerin
en belirgin özellikleri; haremlik-selamlık uygulamasının gerçekleştirilmesi ve
müzikli eğlenceye yer verilmemesidir. Geleneksel düğünlerden farklı olarak
haremlik-selamlık anlayışında ısrar edilen ve özellikle müzik ve eğlenceyi
kesinlikle yasaklayan bu düğün biçimi, bir anlamda geleneksel düğünlerin
reforme edilmiş salon düğünlerine alternatif oluşturmakta ve farklı bir yaşam
tarzını sembolize etmektedir. Tıpkı geleneksel baş örtme biçiminin, modern
süreçlerin yaşanıldığı kentlerde, türbana dönüşmesi gibi, geleneksel düğünler de
kentlerde, türban kadar yaygın olmasa da, cami düğününe dönüşebilmişlerdir. 446
Elde ettiğimiz sonuçlara dayanarak Türkiye’de 1980 sonrasında dinsiyaset ilişkilerini belirginleştiren sembollerin aynı zamanda toplumsal yaşam
içerisinde tek tek bireyleri de vitrine çıkardığını belirtmek gerekir. Başka bir ifade
ile giyim kuşamdan kurumsal bir kimliğe, zevk ve tercihlerden tüketim
alışkanlıklarına kadar birey sembollerin etkili gücünü kullanarak daha görünür bir
konumlandırmaya sahiptir.
Sonuç olarak, sembolleri konu edinen çalışmamızı sınırlandırmak adına
belirli bir dönemi kapsayan din-siyaset ilişkilerini incelememize rağmen gördük
ki, semboller hangi alanda olursa olsun, birey, grup, toplum, toplumsal yaşam,
kültürel-siyasal ve ekonomik alanda sanıldığından daha fazla etkinliğe sahiptirler.
446
Mevlüt Özben, “İslami Yaşam Biçiminin Modern Süreçlere Eklemlenme Çabalarından Bir
Olarak Cami Düğünleri”, Toplum ve Bilim, s. 211-222
203
KAYNAKÇA
AÇIKEL, Fethi, “ Devletin Manevi Şahsiyeti ve Ulusun Pedagojisi”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, Cilt: 4, ed: Tanıl Bora, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002.
ADAMS, Bert N. - SYDİE, R.A., Contemporary Sociological Theory, Pine
Forge Press, California, 2002.
AHMAD, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev: Yavuz Alogan, Sarmal
Yayınları, İstanbul, 1995.
AİTKEN, Stuart C.- VALANTİRE, Gill, Approaches to Human Geography,
Sage Publications ınc., London, California, 2006.
AKÇAM, Taner, “Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, Cilt: 4, ed: Tanıl Bora, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002.
AKYÜZ, Hüseyin, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Din”, Yeni Hayat, Sayı: 123,
2005.
-----------, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir
Araştırma, MEB. Yayınları, İstanbul, 1991.
-----------, Kurumlar Sosyolojisi: Tanımlar, Kuramlar ve Uygulamalar,
(Yayına Hazır Kitap), Erzurum, 2007.
ALASUUTARİ, Pertti, Social Theory and Human Reality, Sage Publications
ınc., London, 2004.
ALTAN, Mehmet, “Milli Kurtuluş Savaşı Anti-Emperyalist miydi?”, (1),(2),
İktibas Dergisi, Sayı: 1999, Temmuz 1995.
ALTINOK, Baki Yaşa, Alevilik Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, Oba Kitabevi,
Ankara, 1998.
ARİSTOTELES, Politika, Çev: Mete Tunçay, Remzi Katabevi, İstanbul, 1993.
ARMSTRONG, Ketra L. “ Nike’s Communication With Black Audiences”,
Intercultural Communication, ed: Fred E. Jandt, Sage Publication ınc.,
California, 2003.
Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Yay. Haz: Utkan Kocatürk, Edebiyat
Yayınevi, Ankara, 1971.
204
ATAY, Tayfun “İslami Kola Endüstrisi Büyüyor: Cola’nı İmanla İç!”, Milliyet,
31 Mart 2006.
ATKİNSON, Paul A. - HOUSLEY, William, Interactionism, Sage Publications
ınc., London, 2000.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Toprak Uyanırsa, Remzi Kitabevi, 6. Baskı,
İstanbul, 1993.
AYDIN, Mustafa, Kurumlar Sosyolojisi, Vadi Yayınları, Ankara, 1997.
AYLİFFE, R. – GAWTHROP, J. – RİCHARDSON, T. and DUBİN, M., Rough
to Turkey, Rough Guides, 2003.
AYTAÇ, Ömer, “Mekan(ın) Sosyolojisi: Toplumsalın Yeniden Kuruluşu”,
Sosyoloji Yıllığı-Kitap 15 Süha Göney ve Sabahattin Güllülü’ye Saygı:
Sosyoloji ve Coğrafya, Yayına Haz: Ertan Eğribel- Ufuk Özcan, Kızıl Elma
Yayınları, İstanbul, 2006.
-----------, “Müziksel Gericiliğe Modern Bir Yaklaşım Denemesi: Cumhuriyetin
75. Yılında ’10. Yıl Marşına’ Geri Dönmek”, Yeni Türkiye (Cumhuriyet Özel
Sayısı IV ), Sayı: 23-24, Eylül-Aralık 1998.
AYVAZOĞLU, Beşir, “10. Yıl Marşı”, Zaman, 28 Ekim 1998.
BARAN, Stanley J. and DAVİS, Dennis K., Mass Communication Theory
With Infotrac, Thomson Wadsworth, Belmont, 2005.
BARBER, Lucy, Marching on Washington, University of California Press,
California, 2003.
BARTHES, Roland, Göstergebilimsel Serüven, Çev: Mehmet Rifat-Sema Rifat,
Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2005.
BARTU, Ayfer, “Rethinking Heritage Politics in a Global Context: A View from
Istanbul”, Hybrid Urbanizm, Praeger/Greenwood, USA, 2001.
BAŞGİL, Ali Fuad, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 1962.
BAYRAMOĞLU, Ali, “Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz” Demokratikleşme
Sürecinde Dindar ve Laikler, Tesev Yayınları, İstanbul, 2006.
BERGER, P. L. –BERGER, B. - KELLNER, H., Modernleşme ve Bilinç, Çev:
Cevdet Cerit, Pınar Yayınları, İstanbul, 1985.
205
-----------, “The Desecularization of the World: A Global Overview”, The
Desecularization of the World: Resurgent Religion and World Politics, Ed:
Peter L. Berger, Vm. B. Eerdmans Publishing, Washington, 1999.
BERKES, Niyazi, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975.
-----------, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, Yapı
Kredi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2003.
BEST, Shaun, A Beginner’s Guide to Social Theory, Sage Publications ınc.,
London, 2003.
BLAU, Peter M., Exchange and Power in Social Life, Transaction Publishers,
New Jersey, 1999.
BLUMER, Herbert, Symbolic Interactionism: Perspective and Method,
University of California Press, California, 1986.
BORA, Tanıl, “Laik Bir Dua: 10. Yıl Marşı”, www. tümgazeteler.com.
BOURDİEU, Pierre, Outline of a Theory of Practice, Cambridge University
Press, Cambridge, 1997.
BURKE, T Patrick, The Major Religion, Blackwell Publishing, Two Edition,
Malden, Oxford, 2004.
Büyük Türk Sözlüğü, Hayat Yayınları, İstanbul, (Tarihsiz).
CASEY, Catherine, Work, Self and Society, Routledge (UK), London, 1995.
CASTORİADİS, Carnelius, Marksizm ve Devrimci Kuram : Toplum,
İmgeleminde Kendisini Nasıl Kurar?, Çev: Hülya Tufan, Cilt:1, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1997.
CHALLAYE, Félıcıen, Dinler Tarihi, Çev: Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınevi,
İstanbul, 1960.
CHANEY, David, Yaşam Tarzları, Çev: İrem Kutluk, Dost Kitabevi, Ankara,
1999.
COFFEY, Amanda- ATKİNSON, Paul, Making Sense of Qualitative Data, Sage
Publication ınc., California, 1996.
COHEN, Anthony P., Self Consciousness, Routledge(UK), London, 1994.
----------, The Symbolic Construction of Community, Routledge(UK), London,
1985.
206
------------, Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Çev: Mehmet Küçük, Dost Kitabevi,
Ankara, 1999.
COLLİNS, Randall, Interaction Ritual Chains, Princeton Universitiy Press,
New Jersey, 2004.
CONNOLLY, William E., Kimlik ve Farklılık, Çev: Ferma Lekesizalın, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 1995.
COPEAUX, Etienne, Türk Tarih Tezlerinden Türk İslam Sentezine, Çev: Ali
Berktay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998.
ÇAĞATAY, Nilüfer- SOYSAL, Yasemin N., “ Uluslaşma Süreci ve Feminizm
Üzerine Karşılaştırmalı Düşünceler”, Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Yay
Haz: Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1995.
ÇAĞLAR, Bakır, “Türkiye’de Laikliğin ‘Büyük Problem’i Laikli ve Farklı
Anlamlar Üzerine”, Cogito: Laiklik, Sayı: 1, Yaz 1994.
ÇAKIR, Ruşen “Beyazıt’ta Önce Dua Sonra Slogan”, Cumhuriyet, 7 Mart 1992.
---------, “Olağan Cuma Gösterisi Bu Hafta Olmadı”, Cumhuriyet, 14 Mart 1992.
ÇAKIR, Ruşen, “Türkiye, Bağımsız Bir Politik İslamcı Harekete Hiç Tanık Oldu
mu?”, İslam ve Demokrasi, Tüses Yayınları, İstanbul, 1994.
---------, Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisini Anlamak, Metis Yayınları,
2. Baskı, İstanbul, 1994.
ÇAM, Esat, Devlet Sistemleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1970.
-------, Siyaset Bilimine Giriş, İ.Ü. İktisat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1975.
ÇAYIR, Kenan, “ Toplumsal Sahnenin Yeni Aktörleri: Yeni Sosyal Hareketler”,
Yeni Sosyal Hareketler, Yayına Hazırlayan: Kenan Çayır, Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 1999.
ÇEÇEN, Anıl, Adalet Kavramı, Gündoğan Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1993.
----------, Atatürk ve Cumhuriyet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,
1980.
ÇELİK, Nur Betül, “Söylem Kuramları, Hegemonya Kavramı ve Kemalizm”,
Doğu Batı, Sayı: 8, 3. Baskı, Ankara, 2004.
ÇİĞDEM, Ahmet, “Gelecek Bir Geçmiş Tasarısı Olarak İslam Düşüncesi”,
Birikim Dergisi, Sayı: 95, 1997.
207
ÇOŞAN, Esat, Malakat: Hacı Bektaş Veli, Sadeleştiren: Hüseyin Özbay Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990.
DAVİSON, Andrew, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, Çev: Tuncay
Birkan, İletişim Yayınları, İstanbuli 2002.
DELANEY, Carol, The Seed of the Oil: Gender and Cosmology in Turkish
Village Society, University of California Press, California, 1991.
-------------, Toprak ve Tohum, Çev: A. Bora-S. Somuncuoğlu, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2001.
DEMİR, Ömer “Anadolu Sermayesi ya da İslamcı Sermaye” Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce: İslamcılık, Cilt: 6, Ed: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul,
2004.
DENZİN, Norman K., “Symbolic Interactionism”, A Companion to Qualitative
Research, ed: U. Flick, E. Von Kardorff and I. Steinke, Sage Publications ınc.,
London, 2004.
DERİNGİL, Selim İktidarın Sembolleri ve İdeoloji: II. Abdülhamit Dönemi
(1876-1909), Çev: G. Çağalı Güven, Yapı Kredi Yayınları, II. Baskı, İstanbul,
2002.
------------, “Redefining Identities in the Late Otoman Empire: Policies of
Conversion and Apostasy”, Imperial Rule, ed: Alexei Miller, Alfred J. Rieber,
Central European University Press, Budapest, 2005.
DESROCHE, Henri, Jacob And The Angel, University Of Massachusetts Press,
1973.
DOĞAN, İzzettin, “Kanunlar Herkese Eşit Uygulansın” Cumhuriyet, 11 Mayıs
1990.
DORSAY, Atilla, “Sinemamıza Bir Bakış Denemesi”, Yeni Türkiye, Cilt:
Cumhuriyet Özel Sayısı IV, Sayı: 23-24, Eylül-Aralık 1998.
DUBEN, Alan and BEHAR, Cem, Istanbul Households, Cambridge University
Press, Cambridge, 2002.
DURKHEİM, Emile, Dini Hayatın İlkel Biçimleri,
Çev: Fuat Aydın, Ataç
Yayınları, İstanbul, 2005.
DUVERGER, Maurice, Siyaset Sosyolojisi, Çev: Şirin Tekeli, Varlık Yayınları,
İstanbul, 1975.
208
---------------, Siyasi Partiler, Çev: Ergun Özbudun, Bilgi Yayınevi, 4. Baskı,
Ankara, 1993.
EDLES, Laura Desfor, Uygulamalı Kültürel Sosyoloji, Çev: Cumhur Atay,
Babil Yayınları, İstanbul, 2006.
EMİROĞLU, Kudret-AYDIN, Suavi Antropoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara, 2003.
ERDOĞAN, İrfan, “Popüler Kültür: Kültür Alanında Egemenlik ve Mücadele”,
Popüler Kültür ve İktidar, Der: Nazife Güngör, Vadi Yayınları, Ankara, 1999.
EROĞLU, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, İmge Kitabevi, 2. Baskı,
Ankara, 1990.
FAROQHİ, S. - MCGOWAN, B. – QUATAERT D. and PAMUK, Şevket, An
Economic and Social History of the Ottoman Empire, Cambridge University
Pres, Cambridge, 1997. SCARCE, Jennifer, Women’s Costume of the Near and
Middle East, Rutledge (UK), London, 2003.
FEDERAL RESEARCH DİVİSON, Oman A Contry Study, Kessinger
Publishing, 2004.
FINDIKOĞLU, Ziyaeddin Fahri “Tanzimatta İçtimai Hayat”, Tanzimat, Cilt: 2,
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1999.
FODDY, William, Construction Questions for Interviews and Questionnaires,
Cambridge Universitiy Press, Cambridge, 1994.
FRAZER, James George, The Golden Bough: A Study ın Magic and Religion,
v.1, Macmillan and CO., London, 1951.
FREYER, Hans, Din Sosyolojisi, Çev: Turgut Kalpsüz, Ankara Üniversitesi
Basımevi, 1964.
GALLAGHER, Michael Paul, Clashing Symbols-Revised, Paulist Press,
London, 2003.
GARNETT, Luch M. J., The Turkish People, Kessinger Publishing, London,
2004.
GECAS, Viktor, “Context of Socialization” Social Psychology: Sociological
Perspectives, ed: M. Rosenberg & R. H. Turner, Transaction Publishers, New
Jersey, 1990.
209
GENTİZON, Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev: Fethi Ülkü, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.
GİDDENS, Anthony, Toplumun Kuruluşu, Çev: Hüseyin Özel, Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara, 1999.
-------------, Anthony - PİERSON, Christopher, Modernliği Anlamlandırmak:
Anthony Giddens’la Söyleşiler, Çev: S. Uyurkulak-M. Sağlam, Alfa Yayınları,
İstanbul, 2001.
-------------, Sosyal Teorinin Temel Problemleri, Çev: Ümit Tatlıcan, Paradigma
Yayınları, İstanbul, 2005.
-------------, Sosyoloji, Yay Haz: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ayraç Yayınevi,
Ankara, 2000.
GÖKALP, Ziya, Türk Töresi, Sadeleştiren: Yalçın Toker, Toker Yayınları, İkinci
Baskı, İstanbul, Tarihsiz.
-----------, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, İstanbul, 1977.
GÖLE, Nilifer, Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, Metis Yayınları, 5.
Basım, İstanbul, 1994.
GÖZE, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, 9. Baskı,
İstanbul, 2000.
GUİRAUD, Pierre, Göstergebilim, Çev: Mehmet Yalçın, İmge Kitabevi, 2.
Baskı, Ankara, 1994.
GUNTHER, R. – MONTERO, J.R. - LİNZ, J.J., Political Parties, Oxford
University Press, Oxford, New York, 2002.
GÜNAY, Ünver, Din Sosyolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000.
HALL, J. R.- NEİTZ, M. Jo.- BATTANİ, M., Sociology on Culture, Routledge
(UK), London, 2003.
HAMİLTON, Malcolm, The Sociology Of Religion, Routledge (UK), 2001.
HANDELMAN, Don, Models and Mirror, Berghahn Books, New York, Oxford,
1998.
HAUSER, Richard J., Finding God In Troubled Times, Loyola Press, Chicago,
2002.
HAWKES, Terence, Structuralism and Semiotics, Routledge (UK), London,
2003.
210
HECKETHORN, Charles W., Secret Societies of All Ages And Countries,
Kessinger Publishing, 1992.
HOUSTON, Chris, Islam, Kurds and the Turkish Nation State, Berg
Publishers, New York, 2001.
INGRAM, David, The Political, Blackwell Publishing, Malden, Massachusetts,
2001.
IŞIK, İhsan, Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk, Ünlem Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul, 1991.
İLYASOĞLU, Aynur Örtülü Kimlik, Metis Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1994.
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi, Eren
Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 1996.
İslam Ansiklopedisi, Cilt: 6, Türkiye Diyanet Vakfı Vakıf Yayınları, İstanbul,
1992.
JÄSCHKE, Gotthard, Yeni Türkiye’de İslamlık, Çev: Hayrullah Örs, Bilgi
Yayınevi, Ankara, 1972.
JASİNSKİ, James, Sourcebook on Rhetoric, Sage Publication ınc., California,
London, 2001.
JENKS, Chris, Subculture, Sage Publication ınc., London, 2004.
KAÇMAZOĞLU,
H.
Bayram,
Demokrat
Parti
Dönemi
Toplumsal
Tartışmaları, Birey Yayıncılık, İstanbul, 1998.
------------------, Türkiye’de Siyasal Fikir Hareketleri (27 Mayıs’tan 12
Mart’a), Birey Yayıncılık, İstanbul, 1995.
KAHRER, Günter, Din Sosyolojisi, Çev: Semahat Yüksel, Kubbealtı Neşriyat,
İstanbul, 1992.
KARA, İsmail, “Din Devlet İlişkileri Açısından Diyanet İşleri Başkanlığı”
Dergah, Sayı: 53, 1994.
---------, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce:
İslamcılık, Cilt: 6, Ed: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.
KARABAŞOĞLU, Metin, “Text and Community: An Analysis of the Risale-i
Nur Movement”, Islam at the Crossroads: On the Life and Thought of
Bediuzzaman Said Nursi, Ed: Ibrahim Abu-Rabi, Suny Press, New York, 2003.
KARPAT, Kemal H., Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayınları, İstanbul, 1996.
211
KASPERSEN, Lars Bo, “ Anthony Giddens”, Classical and Modern Social
Theory, ed: H. Andersen and L. Bo Kaspersen, Blackwell Publishing, Malden,
Massachusetts, 2000.
KATZ, Fred A., Structuralism and Sociology, Suny Press, New York, 1976.
KEİGHTLEY,
Thomas, Secret Societies Of The Middle Ages, Kessinger
Publishing, 2004.
KILIÇBAY, Mehmet Ali, “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek”, Cogito:
Laiklik, Sayı: 1, Yaz 1994.
KIZILÇELİK, Sezgin, Sosyoloji Teorileri 2, Emre Yayınevi, Konya, 1994.
KİLİ, Suna, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 10.
Baskı, İstanbul, 2006.
KLEİN, Naomi, No Logo: Küresel Markalar Hedef Tahtasında, Çev: Nalan
Uysal, Bilgi Yayınları, İstanbul, 2002.
KOCACIK, Faruk, “Cumhuriyet ve Demokrasi”, 75. Yılında Tüm Boyutlarıyla
Cumhuriyet Sempozyumu, Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, Sivas, 1998.
KÖKTAŞ, M. Emin, Din ve Siyaset: Siyasal Davranış ve Dindarlık, Vadi
Yayınları, Ankara, 1997.
KÖSEMİHAL, Nurettin Şazi, Durkheim Sosyolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1971.
KURNAZ, Şefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923), Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1992.
KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, Din Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul,
1985.
KURTOĞLU, Zerrin, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, Cilt: 6, Ed: Yasin Aktay, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004.
LANSİNG, John S., Priests adn Programmers: Technologies of Power in the
Engineered Landscape of Bali, Princeton University Press, New Jersey, 1991.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: Metin Kıratlı, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 5. Baskı, Ankara,1993.
LEWİS, Geoffrey L., The Turkish Language Reform, Oxford University Press,
Oxford, New York, 2000.
212
LEWİS, Jeff, Cultural Studies, Sage Publication ınc., California, 2002.
LONG, V. Philips, Foundations of Contemporary Interpretation, Zonderuan
Publishing House, Michigan, 1996.
Longman-Metro Büyük İngilizce –Türkçe Sözlük, Longman Group UK
Limited ve Metro Kitap Yayınları, İstanbul, 1993.
MACH, Zdzisaw, Symbols Conflict and Identity, Suny Press, New York, 1993.
MARDİN, Şerif, Din ve İdeoloji, İletişim Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 1992,
-----------, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1993.
MARKEY, John F., The Symbolic Process and Its Integration in Children,
Routledge (UK), London, 1999.
MARSHALL, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, Çev: Osman Akınhay-Derya
Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999.
MCPHERSON, Barry D., The Social Significance of Sport, Human Kinetics,
IIIinois, 1989.
MELUCCİ,
Alberto, Challenging Codes,
Cambridge University Press,
Cambridge, 1996.
Merriam- Webster’s Encyclopedic of World Religions, Merriam Webster
Publisher, USA, 2000.
MERT, Nuray, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, Bağlam Yayınları,
İstanbul 1994.
MEZEY, M.L., “Legislative Development and PoliticalParties: The Case of
Thailand”, Legislative Systems in Developing Countries, Ed: G.R. Boynton and
C. L. Kim, Duke University Press, Durham, North Carolina, 1975.
MİLLER, David, Blackwell’in Siyasal Düşünce Ansiklopedisi, Türkçesi: Bülent
Peker- Nevzat Kıraç, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1994.
MİTCHELL, Timothy, Colonising Egypt, University of California Press,
Berkeley and Los Angeles, California, 1991.
MOGHADAM, Valentina M., Modernizing Women: Gender and Social
Change in the Middle East, Lynne Reinner Publishing, Colorado, London, 2003.
MOORE, Thomas, Dark Nights of the Soul, Gotham Publishers, New York,
2004.
213
MORRİS, Brian, Anthropological Studies Of Religion, Cambridge University
Press, Cambridge, 1987.
MOUZELİS, N.P., Örgüt ve Bürokrasi: Modern Teorilerin Analizi, Çev: H.
Bahadır Akın, Çizgi Kitabevi, Konya, 2001.
MUNSLOW, Alun, De-Constructing History, Routledge (UK), London, 1997.
NASH, Kate, Contemporary Political Sociology, Blackwell Publishing, Malden,
Massachusetts, 1999.
NAVARO-YASHİN, Yael, Faces of the State: Secularism and Public Life in
Turkey, Princeton University Press, New Jersey, 2002.
NİYAZİ, Mehmed “Adalet Siyasileşirse”, Zaman, 1 Mayıs 1998.
----------, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1993.
NORTH, Douglass C., Institutions, Institutional Change and Economic
Performance, Cambridge University Press, Cambridge, 1990.
O’BRİEN, J. –KOLLOCK, P., The Production of Reality, Pine Forge Press,
Third Edition, California, 2001.
OĞUZ, Serhat, “Başbakan’ın Sözleri Açık Yürekli İtiraf!”, Milliyet, 03 Mart
2004.
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, 17.
Baskı, İstanbul, 2004.
-------------, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, Timaş Yayınları, İstanbul, 2006.
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, Cilt: 4, Türdav Yayınları, İstanbul,
1987.
ÖKE, Mim Kemal, “Fiil, Hukuk ve Adalet”, Türkiye Gazetesi, 5 Nisan 1991.
ÖNCÜ, Ayşe, Örgüt Sosyolojisi, Sevinç Matbaası, Ankara, 1976.
ÖZBEN, Mevlüt “1960’ların Sol Söylemi İçinde Yön Hareketi ve Cahit Tanyol”,
Kemal Tahir’in 30. Ölüm Yıldönümü Anısına (Sosyoloji Yıllığı Kitap-10),
Kızılelma Yayınları, İstanbul, 2003.
-----------, “İslami Yaşam Biçiminin Modern Süreçlere Eklemlenme Çabalarından
Bir Olarak Cami Düğünleri”, Toplum ve Bilim, Sayı: 106, 2006.
-----------, “Türk Modernleşme Deneyinden: İslam ve Modern-İslam ve Terör
Perspektiflerine Bir Bakış”, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:5, Sayı:35, Atatürk
Üniversitesi Ofset Tesisleri, Erzurum, 2005.
214
------------, Cahit Tanyol’un Türk Devlet Felsefesine İlişkin Görüşleri,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi)i Erzurum, 2001.
ÖZBUDUN, Ergun, Siyasal Partiler, Sevinç Matbaası, Ankara, 1974.
ÖZCAN, Azmi, Pan-Islamism: Indian Müslims the Ottomans and Britain
(1877-1924), Brill Academic Publishers, Leiden, New York, 1997.
ÖZDALGA, Elisabeth, İslamcılığın Türkiye Seyri: Sosyolojik Bir perspektif,
Çev: Gamze Türkoğlu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.
PATTON, Michael Quinn, Qualitative Research & Evaluation Methods, Sage
Publication ınc., California, 2001.
PERİN, Cevdet, Atatürk Kültür Devrimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 3. Baskı,
İstanbul, 1982.
POLAMA, Margaret M., Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev: Hayriye Erbaş,
Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993.
POLAT, Alperen “Cola Turka”, Yeni Mesaj Gazetesi, 07 Temmuz 2003.
POLKİNGHORNE, Donald E., Narrative Knowing and the Human Sciences,
Suny Press, New York, 1988.
PRUS, Robert C., Symbolic Interaction and Ethnographic Research, Suny
Press, New York, 1996.
QUATAERT, Donald, Osmanlı İmparatorluğu 177-1922, Çev: Ayşe Berktay,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
RAWLS, Anne, “ Harold Garfinkel”, Blackwell Companion to Major
Contemporary Social Theorists, ed: George Ritzer, Blackwell Publishing,
Malden, 2003.
REAL, Michael, “Marksizm ve Popüler Kültür: Kültürel Eleştirinin Keskin Ucu”,
Popüler Kültür ve İktidar, Der: Nazife Güngör, Vadi Yayınları, Ankara, 1999.
RUTHERFORD, Paul, Yeni İkonalar: Televizyonda Reklam Sanatı, Çev:
Mustafa K. Gerçeker, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2000.
SAFA, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Neşriyat, 3.Basım, İstanbul,
1995.
SARIASLAN, Ümit, “Hacıbektaş Şenlikleri 35 Yaşında”, Cumhuriyet, 15
Ağustos 1998.
215
SARIBAY, Ali Yaşar, Global Toplumda Din ve Türkiye, Everest Yayınları,
İstanbul, 2004.
------------, Siyasal Sosyoloji, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1992.
------------, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası (MSP Örnek
Olayı), Alan Yayıncılık, İstanbul, 1985.
SAYARI, Sabri “The Changing Party System”, Politics Parties and Election İn
Turkey, Ed: S. Sayarı and Y. Eser, Lynne Rienner Publishers, Colorado, 2002.
SAYBAŞILI, Kemali, İktisat, Siyaset, Devlet ve Türkiye, Bağlam Yayınları,
İstanbul, 1992.
SCHELLENBERG, James A., Conflict Resolution, Suny Press, Albany, 2000.
SCHMİDT, M. G., Demokrasi Kuramlarına Giriş, Çev: M. Emin Köktaş, Vadi
Yayınları, Ankara, 2002.
SCHUDSON, Michael, “Popüler Kültürün Yeni Gerçekliği: Akademik Bilinç ve
Duyarlılık”, Popüler Kültür ve İktidar, Der: Nazife Güngör, Vadi Yayınları,
Ankara, 1999.
SELÇUK, Sami, Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, Yeni Türkiye
Yayınları, Dördüncü Baskı, Ankara, 1999.
SERTKAYA, Osman F., “Atatürk’ün Dil Politikası”, Türk Kültürü, Sayı: 61,
Kasım, 1967.
SEZEN, Yümni, İslam Sosyolojisine Giriş, Turan Kültür Vakfı Yayınları,
İstanbul, 1994.
SEZER, Baykan Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi
Yayını, İstanbul, 1981.
SHAW, Wendy M. K., “ Tra(ve)ils of Secularism: Islam in Museums from the
Ottoman Empire to the Turkish Republic”, The Invention of Religion, ed: Derek
Peterson and Darren Walhof, Rutgers University Press, 2002.
SHORE, Chris, Building Europe: The Cultural Politics of European
Integration, Routledge (UK), London, 2000.
SİBEAN, Roger A., Rethinking Social Theory, Sage Publications ınc., London,
2004.
SMİTH, Mark J., Rethinking State Theory, Routledge (UK), London, 2000.
216
SMİTH, Philip, Cultural Theory: An Introduction, Blackwell Publishing,
Oxford, 2001.
STEPHENS, P., TAGGARD, L. and LEACH, A., Think Sociology, Nelson
Thornes, London, 1998.
STRYKER, S. - VRYAN, K.D., “The Symbolic Interactionist Frame”, Handbook
of Social Psychology, ed: J. Delamater, Springer, New York, 2003.
SUBAŞI, Necdet, Gündelik Hayat ve Dinsellik, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004.
-----------, Öteki Türkiye’de Din ve Modernleşme, Vadi Yayınları, Ankara,
2003.
------------, Türk Aydınının Din Anlayışı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995.
SUNAR, İlkay, Düşün ve Toplum, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1975.
ŞAHİNER, Necmeddin Mehter ve Marşları, Yeni Asya Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul, 1978.
ŞENEL, Alaeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Teori Yayınları, Ankara, 1986.
T.C. CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI, SP. 13 Hz. 1997/109 Esas Hakkında
Görüş, 05 Ağustos 1997.
TALU, Mehmet, “İslam’da Sosyal Adalet ve Sosyal Dayanışma”, Milli Gazete, 1
Mart 1990. SONGAR, Ayhan, “İslam ve Adalet”, Türkiye Gazetesi, 21 Mart
1992.
TANİLİ, Server, Devlet ve Demokrasi, Cem Yayınevi, 7.Baskı, İstanbul, 1993.
TANÖR, Bülent Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, 8.
Baskı, İstanbul, 2002.
TANYOL, Cahit, “İslam’ın Cenneti Sosyalizmdir”, Yön, Sayı: 130, 24 Eylül
1965.
------------, Neden Türban: Şeriat ve İrtica, Gendaş Yayınları, İstanbul, 1999.
TAPLAMACIOĞLU, Mehmet, Din Sosyolojisi, İlahiyat Fakültesi Yayınları, III.
Baskı, Ankara, 1983.
TAPLAMACIOĞLU,
Mehmet,
Karşılaştırmalı
Dinler
Tarihi,
Güneş
Matbaacılık, Ankara, 1966.
TİMUR, Taner, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İmge Kitabevi, 3. Baskı,
Ankara, 2003.
217
TİMUROĞLU, Vecihi, “ Pazarlanan Ülke” Adlı Paneli Açılış Konuşması,
Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK), 28 Ocak, 2006.
TİNG-TOOMEY, Stella, Communicating Across Cultures, Guilford Press, New
York, 1999.
TOKER, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973: Tek Partiden
Çok Partiye 1944-1950, Bilgi Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1990.
TUNAYA, Tarık Zafer, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991.
TURAN, İlter, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, Güray Matbaacılık, İstanbul,
1997.
TÜMER, G. - KÜÇÜK, A., Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, II. Baskı, Ankara,
1993.
Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Cilt: 1, Türk Dil Kurumu Yayınları, Yayın
No: 549, Ankara, 1988.
Türkçe Sözlük, Cilt:2, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1998.
TÜRKKAHRAMAN, Mimar, Türkiye’de Siyasal Sosyalleşme ve Siyasal
Sembolizm, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000.
TÜRKÖNE, Mümtaz’er, Türk Modernleşmesi, Lotus Yayınevi, Ankara, 2003.
--------------, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1991.
ÜNDER, Hasan, “Atatürk İmgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, Cilt: 4, ed: Tanıl Bora, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002.
VANCE, Murl, Breaking The Code of The Secret Societies, Teach Services,
Inc., 2002.1 TURNER, Bryan S., Max Weber ve İslam Eleştirel Bir Yaklaşım,
(Çev: Yasin Aktay),
VERGİN, Nur, Siyasetin Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2003.
WACH, Joachim, Din Sosyolojisi, Çev: Ünver Günay, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı, Yayınları, İstanbul, 1995.
WAGNER, William, How Islam Plans to Change the World, Kregel
Publications, 2004.
WARD, Collen A., Islam, Routledge (UK), London, 2003.
218
WATSON, J. L. - CALDWELL, M. L. “Inroduction”, Cultural Politics of Food
and Eating: A Reader, ed(s): J. L. Watson- M. L. Caldwell, Blackwell
Publishing, Madlen, Oxford, 2005.
WEBER, Max, Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yayınları, 3.
Baskı, İstanbul, 1993.
WEBSTER, Nesta H., Secret Societies And Subversive Movements, Kessinger
Publishing, 2003.
WERNİCK, Andrew, Promosyon Kültürü: Reklam İdeoloji ve Sembolik
Anlatım, Çev: Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1996.
WHİTE, Jenny B., Islamist Mobilization in Turkey, University of Washington
Press, Washington, 2003.
www. pollemic.com
www.tsk.mil.tr/askerimüze.htm.
YALÇINER, Yılmaz, “ İslam Ulusal Din Değil !”, İktibas Dergisi, Sayı: 1999,
Temmuz 1995.
YAVUZ, Hakan, Modernleşen Müslümanlar, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005.
----------, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, Cilt: 6, Ed: Yasin Aktay, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2004.
YAYLA, Atilla, Siyaset Teorisine Giriş, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1998.
YILMAZ, Nuh “İslamcılık, AKP, Siyaset”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: İslamcılık, Cilt: 6, Ed: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.
YİLDİZ, Ahmet, “ Transformation of Islamic Thought in Turkey Since the
1950s”, Brief History of Islam, ed: Ibrahim Abu-Rabi, Blackwell Publishing,
Malden, 2006.
YÜCEL, Tahsin, Göstergeler, Can Yayınları, İstanbul, 1996.
ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev: Yasemin Saner
Gönen, İletişim Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, 2003.
Dergiler
Birikim Dergisi
Cogito
219
Dergah
Doğu Batı
İktibas Dergisi
Nokta Dergisi
Toplum ve Bilim
Toplumsal Tarih
Yeni Hayat
Yeni Türkiye
Yön Dergisi
Gazeteler
Cumhuriyet
Hürriyet
Milli Gazete
Milliyet
Radikal
Sabah
Tercüman
Türkiye
Ulus
Vakit
Zaman
220
EKLER
221
EK: 1
222
EK: 2
223
ÖZGEÇMİŞ
1973 Yılında İstanbu’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da,
yüksek öğrenimini Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümünde tamamladı. 2001 yılında aynı bölümde “Cahit Tanyol’un
Türk Devlet Felsefesine İlişkin Görüşleri” adlı Yüksek Lisans tezini tamamladı.
2003 yılında aynı bölümde doktora programına başladı.
Download