kur`an`da toplumsal çatışma

advertisement
T. C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI
DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI
KUR’AN’DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA
YÜKSEK LİSANS TEZİ
DANIŞMAN
PROF. DR. MEHMET BAYYİĞİT
HAZIRLAYAN
MUSTAFA SARMIŞ
KONYA-2006
İÇİNDEKİLER
Önsöz.........................................................................................................................................i
Giriş..........................................................................................................................................1
BİRİNCİ KISIM
1. TOPLUMSAL ÇATIŞMAYA KAVRAMSAL YAKLAŞIM
BİRİNCİ BÖLÜM
1.1. SOSYOLOJİK AÇIDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMA KAVRAMI VE ALANLARI
1.1.1. Çatışma Kavramı.........................................................................................................5
1.1.2. Çatışma Kuramları....................................................................................................14
1.1.3. İdealler ile Gerçekler Arasındaki Çatışma................................................................19
1.1.3.1. İnsan hayatını yönlendirmesi açısından düşünceler-ideolojiler........................19
1.1.3.2. Maddi hayatın insanları yönlendirmesi............................................................21
1.1.4. Bireysel İstek ve Çıkarlar..........................................................................................24
1.1.5. Değişim ve Diyalektik...............................................................................................26
1.1.6. Sınıf Çatışmaları........................................................................................................32
1.1.6.1. Marx’ın sınıf anlayışı........................................................................................34
1.1.6.2. Marx’ın sınıf anlayışına karşı farklı yönelimler...............................................36
1.1.7. Gelenek ile Yenilik Arasındaki Çatışma...................................................................41
İKİNCİ BÖLÜM
1.2. DİN SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN OLUŞUM
SÜRECİ
1.2.1. Dinin İnsan Hayatına Anlam Kazandırması..............................................................44
1.2.2. Bireysel Dini Düşüncenin Toplumsallaşması...........................................................46
1.2.3. Ortaya Çıkan Yeni Dini Hareketin Geleneksel Toplumdan Farklılaşması...............49
1.2.4. Yeni Dini Hareketin Çatışma Sürecine Girmesi.......................................................51
1.2.5. Dini Bir Yapıya Bürünen Toplumun Öteki Toplumlarla Çatışması.........................54
1.2.6. Dini Açıdan Kurumsallaşan Toplumun Kendi İçindeki Çatışma Süreci..................56
i
İKİNCİ KISIM
2. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2.3. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN TEMEL DİNAMİKLERİ
2.3.1. Çatışmanın Düşünsel Temelleri...............................................................................59
2.3.1.1. Allah’ın özellikleri ve insanlardan istekleri....................................................59
2.3.1.2. Ahiret gününe iman etme................................................................................61
2.3.1.3. Hayatın her anında Allah'ın hatırlanması.......................................................64
2.3.1.4. Dünya hayatının geçici olması........................................................................65
2.3.1.5. Yalnızca Allah'tan Korkulması.......................................................................67
2.3.1.6. İman etme.......................................................................................................67
2.3.1.7. Allah'ın emirlerini yerine getirme zorunluluğu..............................................70
2.3.1.8. İmtihan düşüncesi...........................................................................................71
2.3.1.9. Allah'ın mü’minlere yardımı...........................................................................73
2.3.1.10. İnananların toplumda üstünlük sağlayacakları inancı.................................. 75
2.3.1.11. Mü’minlerin davranışlarının değişmesi ve topluma yön vermesi................77
2.3.2. Çatışmanın Sürekliliği..............................................................................................79
2.3.3. Çatışmadan Vazgeçilememesi..................................................................................82
2.3.5. Kâfirlerin Toplumu Olumsuz Etkileyecek Şekilde Yapılanmaları......................... 85
2.3.6. Allah'ın Kâfirlere Bakışının Mü’minler Üzerindeki Etkisi......................................90
2.3.7. Karşıtlık....................................................................................................................93
2.3.8. Mü’minlerin Toplum İçinde Farklılaşmaları ve Toplumdan Ayrılmaları................99
2.3.9. Müminlerin Toplumsal Yapılanmalarını Güçlendirmeleri.....................................107
2.3.9.1. İslam'ın mü’minleri birleştirmesi..................................................................107
2.3.9.2. Peygamberin/Liderin otoritesi ve özellikleri................................................109
2.3.9.3. Toplumun özeleştiri yapması........................................................................111
2.3.9.4. Toplumsal birliğin sağlanabilmesi için önlemler..........................................112
2.3.10. Çatışma Sürecinde İzlenilen Yöntem...................................................................115
ii
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
2.4. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA ALANLARI
2.4.1. Kur'an'da Toplumsal Çatışma İle Gerçekleştirilmek İstenen Değişim...................119
2.4.2. Toplumsal Emirlerin Çatışmaya Neden Olması.....................................................123
2.4.3. Engellenme ve Çatışma .........................................................................................128
2.4.4. Bireysel Özellikler ve Çatışma...............................................................................130
2.4.5. Geleneklere Bağlılık ve Çatışma............................................................................133
2.4.6. Toplumsal Sınıflar ve Sınıf Çatışmaları.................................................................135
2.4.7. Bireysel İstek ve Çıkarlar.......................................................................................138
2.4.8. Ekonomik Çatışma.................................................................................................140
2.4.9. Çoğulculuk ve Çatışma...........................................................................................143
2.4.10. Yöneticilerin Rolü ve Gücün Önemi....................................................................147
2.4.10.1. Yöneticiler İçin Gücün Önemi...................................................................147
2.4.10.2. Yöneticilerin Güçlerinin Halkı Etkilemesi................................................151
2.4.10.3. Mü’minlerin Toplumsal Çatışmalarında Gücün Önemi............................153
2.4.11. İslam'da Savaş .....................................................................................................156
SONUÇ................................................................................................................................160
KAYNAKÇA......................................................................................................................164
iii
ÖNSÖZ
Sosyoloji alanında önemli konulardan biri olan toplumsal çatışma, bu alanın
içerisinde derinliğine araştırılmış, sosyoloji bilimi tarihinde önemli bir yer tutmuş, bu konu
hakkında büyük küçük kuramlar ortaya atılmıştır. Sosyologlar çatışma ile ilgili önemli
eserler
yazarak,
toplumu
derinden
etkilemişlerdir.
Dini
çatışmalar
bu
açıdan
değerlendirilmiş ve buna göre sonuçlar çıkartılmıştır.
Kur’an’ın toplumsal çatışmayı dini bir nitelikte işlemesi bizim bu konuyu
araştırmamızın temelini oluşturmaktadır. Çalışmamızda toplumsal çatışma konusunu
araştırırken sosyoloji alanının kendi kavramlarının Kur'an'a uygunluğunun tespit edilmesi
konumuzu önemli kılmaktadır. Kur’an’daki toplumsal çatışmaların nedenleri, Kur’an’ın
toplumsal çatışmalarla ulaşmak istediği hedefleri, diğer dinlere karşı toplumsal çatışma
açısından bakışı önemli bir konudur. Biz bu çalışmamız ile çağımızda yaşanan toplumsal
çatışmalarda dinin önemini ortaya koymak ve Kur’an’ın toplumsal çatışma konusuna
yaklaşımını bulmaya çalışacağız.
Tarihten günümüze kadar toplumların birbirleriyle çatışma içerisinde olduklarını
görmekteyiz. Kur’an-ı Kerim de kendi içerisinde toplumların çatışmalarını açıklamış ve
nedenlerini ortaya koymuştur. Müslümanların zihinlerinde çatışma düşüncelerinin
beslendikleri kaynakların, çatışma süreci ve alanlarının öğrenilmesiyle İslam toplumuna
yansımalarının neler olduğu öğrenilebilecek, böylece toplumsal çatışmaların gerçek
yönlerinin nasıl olduğunu daha iyi kavrayabileceğiz.
Çalışmamızın birinci kısmı, genel olarak toplumsal çatışma kavramları, süreçleriyle
ilgili kavramsal bir araştırmadır. Birinci kısmın içinde iki bölüm yer almaktadır:
Birinci bölümde, sosyoloji alanının araştırdığı ve tartıştığı konuları dikkate alarak
toplumsal çatışma kavramı, alanları ve süreçlerinin nelerden oluştuğunu genel hatlarıyla
tespit ederek, toplumsal çatışmayı inceledik.
İkinci bölümde, din sosyolojisinin verileriyle dinin insanları ve toplumları
etkilemelerini dikkate alarak, dinlerdeki toplumsal çatışmanın oluşum sürecinin nasıl
gerçekleştiğini araştırdık. Böylece gerek sosyolojinin toplumsal çatışmayla ilgili konuların
araştırılması, gerekse genel olarak dinlerin toplumsal çatışmanın oluşum sürecinin
iv
araştırılması sayesinde, Kur'an'da toplumsal çatışma konusunun hangi temeller üzerine
oturacağı da genel olarak belli olmuştur.
Çalışmamızın ikinci kısmında, Kur'an'da toplumsal çatışmanın temel dinamiklerini,
çatışma alanlarını araştırdık. İkinci kısımda da iki bölüm yer almaktadır:
Üçüncü bölümde, çatışmanın temel dinamiklerinin neler olduğu ve çatışmaya doğru
giden süreçlerin neler olduğu tespit edilerek mü’minlerin çatışmalarına neden olan başlıklar
ayrıntılarıyla incelenmiştir. Böylece Kur'an'ın sunduğu çerçevede mü’minlerin toplumsal
çatışmalarının hangi çerçevede ve yönlendirmelerle sürdüğü belirlenmiştir.
Dördüncü bölümde, Kur'an'da toplumsal çatışmanın hangi alanlardan gerçekleştiği
belirlenerek, mü’minlerin çatışmalarında hangi noktaların önemli olduğu, hangi ölçütlerin
değer kazandığı ve toplumsal çatışmaların toplumdaki değişime olan etkileri Kur'an'ın
sunduğu çerçevede araştırılmıştır.
Sonuç’ta çalışmanın genel bir değerlendirilmesi yapılmıştır.
Çalışmam boyunca yardımlarını ve desteğini esirgemediği için öncelikle, Kur’an
Sosyolojisi alanının gelişmesi için özel bir çaba sarf eden saygıdeğer danışman hocam Prof.
Dr. Mehmet BAYYİĞİT’e teşekkür ediyorum. Ayrıca, Prof. Dr. M. Sait ŞİMŞEK, Doç. Dr.
Mehmet AKGÜL ve Doç. Dr. Bünyamin SOLMAZ’a görüşleri ve eleştirileriyle
çalışmamızın daha iyi olması için katkı sağladıkları için teşekkür ederim.
Mustafa SARMIŞ
Konya–2006
v
GİRİŞ
A- Konu Seçimi, Amacı ve Önemi
Tarih boyunca toplumların birbirleriyle çatışma içerisine girdiklerini görmekteyiz. Bu
çatışmalar belli nedenler etrafında cereyan etmiş ve bu nedenler oldukça çeşitlilik
göstermiştir. Toplumların birbirleriyle çatışmaları tarihte çok büyük etkiler oluşturmuş,
çatışan tarafların toplumsal yaşamları bu çatışmalar ile şekillenmiş ve toplumların yapıları
bu çatışmalarla büyük ölçüde değişmiştir. Çatışmaların nedenleri olarak ekonomi, din,
keşifler, kargaşalar, güç, vb. önemli olmuş; fakat bu görünen nedenlerin arkasında oldukça
farklı sebepler de olabilmiştir.
Kur'an, insanların toplumsal yaşamlarını büyük ölçüde etkileyen toplumsal çatışmaları
kendi bakış açısına göre açıklamıştır. Bu bakımdan genel hatlarıyla ve bilinen özellikleriyle
Kur'an'ın temel özelliklerini ve topluma bakışını ele aldığımızda, “Kur'an'ın insanlara
sunduğu yaşam tarzının hayatı tümüyle kuşatan bir özellik taşıdığı” ön kabulünü kabul
ettiğimiz zaman, Kur'an'ın toplumsal çatışma süreçlerine bakışı da ortaya çıkmaktadır. Bu
nedenle Kur'an'ın, insanları yaşamlarının her yönüyle değiştirmek istemesi, kendi isteği
doğrultusunda bir yaşamı insanların önüne sererek onların düşünce ve davranış yönünden
dönüştürmek istemesi çatışmalarla sonuçlanmaktadır. Bu bakımdan bu ön kabulün
sonucunda Kur'an'ın en belirleyici özelliği, insanları değiştirmek istemesinde ortaya
çıkmaktadır. Kur'an ayrıca bireylerin hayatlarını değiştirmelerini istediği gibi, bireylerin
yaşadığı toplumu da kendi isteği doğrultusunda değiştirmek istemektedir.
Kur'an'ın hayatı tamamen kuşatmak istemesi nedeniyle, insanların toplumsal yaşamı
tamamen değiştirecek böyle bir düşünceyi kabul etmemeleri toplumsal çatışmaların en
önemli nedenini oluşturmaktadır. Kur'an'ın sunduğu yaşam tarzını benimsemeyen, Kur'an'ın
hayatlarını tamamen değiştirerek kendi yaşamlarını hiçe saydığını fark eden grup ya da
gruplar, böylece kendilerini Kur'an'ın karşısında konumlandırmaktadırlar. Dolayısıyla bu
şekilde taraflar da ortaya çıkmış olmaktadır. Bir tarafta Allah'ın sunduğu yeni bir yaşamın
karşısında; kendi kurdukları toplumsal yapının bozulmasını istemeyen, Kur'an'ın oluşturmak
istediği yaşamı kabullenmeyen karşı taraf yer almaktadır. İnsanların hayatlarını devam
ettirdikleri, her şeyiyle onları etkileyen toplumun önemi dikkate alındığında, tarafların
topluma egemen olabilmek amacıyla mücadeleye başlayacakları çok açık bir şekilde
görülmektedir. Bu mücadeleler ile çatışmalar da başlamış olmaktadır.
1
Kur’an, İslam’ın yayılış sürecinde Hak-batıl mücadelesi temel çerçevesinde
toplumların çatışmalarını sunmuştur. Kur'an'ın bu çerçevede insanlara sunduğu toplumsal
çatışmalar olaylar, metotlar, toplumsal yasalar ve yönlendirmelerle insanların önüne
serilmektedir. Bu bakımdan Kur'an'ın toplumsal çatışmalara özel bir önem vermesi
konumuzu önemli kılmaktadır. Kur'an bu amaçla kendi içerisinde toplumların çatışmalarını
açıklamış ve nedenlerini ortaya koymuştur. Kur’an’ın toplumsal çatışmayı dini bir nitelikte
işlemesi bizim bu konuyu araştırmamızın temelini oluşturmaktadır. Kur’an’daki toplumsal
çatışmaların nedenleri, çatışma alanları, Kur’an’ın toplumsal çatışmalarla ulaşmak istediği
hedefleri, taraflara ve diğer dinlere karşı toplumsal çatışma açısından bakışı araştırmamızın
konuları arasında olmaktadır.
Çalışmamız, çağımızda yaşanan toplumsal çatışmalarda dinin önemini ortaya koyması
ve Kur'an'ın toplumsal çatışma konusuna yaklaşımını yansıtması açısından konumuz önem
arz etmektedir. Böylece çağımızın problemlerinin çözümünde yardımcı olması bakımından
konumuzun araştırılması özel bir öneme sahiptir. Ayrıca günümüzde toplumsal çatışmaların
önemli bir yer edinmesi ve çokça tartışılan bir konu olması dolayısıyla bu konuları
aydınlığa kavuşturmak önem arz etmektedir.
B- Yöntem ve Problemler
Kur'an'da toplumsal çatışma konusu işlenilirken ortaya çıkarılan konular tamamen
Kur'an'ın kendi içindeki bütünlüğü dikkate alınarak ortaya koyulmaya çalışılmıştır. Bu
bakımdan araştırmamız günümüz toplumların yapılarını dikkate almamış, sadece Kur'an'ın
sunduğu çerçevede olaylar incelenmiştir. Bu nedenle Kur'an'ın mü’minlere sunduğu
toplumsal çatışmalar günümüz toplumlarından uzak olması nedeniyle, günümüz
toplumlarındaki mevcut durum ortaya koyulmamakta; bilakis toplumsal çatışmaların
Kur'an'da nasıl ele alındığı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Kur'an'ın toplumsal çatışmaları
ele alış şekli ve çatışma sürecinin nasıl gerçekleşeceğinin ortaya çıkarılması ile Kur'an
sosyolojisi çalışmalarının amacı da böylece ortaya çıkmaktadır. Kur'an sosyolojisi,
Kur'an'ın toplum anlayışının çeşitli yönlerini sunmakta, Kur'an'ın topluma bakışını hangi
kriterlerle ele aldığını araştırmaktadır.1
1
Kur'an Sosyolojisi alanı ile daha geniş bilgi için bkz: Mehmet Bayyiğit (Editör), Kur'an Sosyolojisi Üzerine
Denemeler, Yediveren Yay., Konya, 2003.
2
Kur'an sosyolojisi, Kur'an'da ortaya konulan bazı olay ve olguların günümüz
toplumlarına yansımalarını ortaya çıkarmamaktadır. Bu bakımdan Kur'an sosyolojisinin
verilerini anlamlı kılmak amacıyla, bu çalışmaların ikinci adımı olarak bu verilerin din
sosyolojisi alanına taşınarak, günümüz toplumlarındaki yansımalarının ve etkilerinin nasıl
gerçekleştiği öğrenebilecektir. Böylece Kur'an'ın toplumla ilgili sunduğu temel prensipler
temel alınarak Kur'an sosyolojisi verilerinin günümüz toplumlarında uygulanabilirliği
sağlanacaktır. Bu bakımdan günümüz toplumlarında Kur'an'ın etkilerini sağlıklı bir şekilde
öğrenebilmemiz açısından Kur'an sosyolojisinin çok önemli bir görev üstlendiğini
görmekteyiz.
Kur'an'ın araştırılması sırasında da bazı problemlerin ortaya çıktığını görmekteyiz.
Örneğin, incelenecek ayetlerden bir sonuç çıkartılıyor ve daha sonra bunun üzerine
yorumlar yapılıyorsa, bu yorumların insanlar tarafından aynı şekilde kabul edilmesinde
oldukça farklı sorunların ortaya çıktığını görmekteyiz. Ayetlerden farklı şekillerde sonuçlar
çıkartılması nedeniyle, sorunların çözümü de çok farklı olmaktadır. O halde herkesin
kendisine göre yorum yaparak farklı sonuçlar ortaya koyması, Kur'an sosyolojisi
çalışmalarının objektifliğini kısmen azalttığı söylenebilir. Bu nedenle böyle bir durumu
engellemesi için, ilk olarak yorumların sağlam bir temele dayanması gerekli olmaktadır.
Daha sonra, Kur'an sosyolojisinin elde ettiği sonuçların gerçek dünyayla ilişkisi kurularak
doğrulanması gerekecektir. Bunun için tarihe ve sosyal hayata bakılarak yorumların
objektifliği denetlenecektir. Ancak Kur'an sosyolojisi çalışmalarının sadece soyut bilgiler
içerdiğini belirtmeliyiz. Bu bilgilerin objektifliğini denetlemek için bir aşama daha
kaydedilerek, sonuçların hayata yansıması bulunması gerekecektir.
Kur'an sosyolojisi çalışmalarında objektifliğin denetlenememesi bu çalışmaların
değerini azaltmamaktadır. Çünkü sosyal bilimlerdeki tüm çalışmalarda olduğu gibi, insan
olmanın getirdiği bireysel düşünüşlerin etkisi ve toplumun değerlerinin insanları
yönlendirmesi nedeniyle araştırmacıların tamamıyla objektif olamadıkları bilinen bir
husustur. Değerlerinden arındırılmış bir insanın kişiliğinin ortadan kalkması, olaylara
bakışının kaybolması nedeniyle insanın ancak geçmişten edindiği bilgiler ve deneyimlerle
hayata ve olaylara bakacağı göz önüne alındığında, tamamen objektif bir bakış açısının
yakalanmasının ‘insan olma’ anlamında oldukça zor olduğunu anlamaktayız. O halde
çalışmalardaki objektifliği etkileyen noktaların kaynakların doğru kullanılması, güvenilirliği
gibi araştırılacak unsurlarda aranan özellikleriyle ilgili olduğu görülecektir. Bu bakımdan
Kur'an sosyolojisi çalışmalarının objektifliğinden şüphe etmemiz, sosyal bilimlerdeki diğer
3
çalışmalardan şüpheye düştüğümüz kadar olduğunu vurgulamalıyız. Bu bakımdan
yorumların göreceliliğinden kaynaklanan problemin çözümünü, Kur'an incelenirken
faydalanılan kaynakların güvenilirliği belirlemektedir. Ayrıca elde edilen verilerin tarihe ve
topluma yansımalarının araştırılması, o çalışmanın objektifliğine artı olarak bir şeyler
katması ve günümüz toplumların faydasına sunulması bakımından önem arz etmesine
karşılık, böyle bir şeyin yapılmaması durumunda o çalışmanın değerini azaltmadığını;
bilakis temel ilkeler sunması açısından bu çalışmaların önemli olduğunu belirtmeliyiz.
C- Araştırmanın Kapsam ve Sınırları
Toplumların önemli bir problemi olarak karşımıza çıkan toplumsal çatışma, sosyoloji
disiplininin önemli konuları arasındadır. Biz bu çalışmamızda sosyolojinin toplumsal
çatışmayı nasıl değerlendiğini genel hatlarıyla sunmayı, din sosyolojisi açısından toplumsal
çatışmanın oluşum sürecini ortaya koymayı ve Kur’an’a göre toplumsal çatışma olgusunu
din sosyolojisi alanının sınırları çerçevesinde araştırmayı amaçlamaktayız.
Kur’an’da toplumsal çatışma nedenleri, süreçleri ve alanları ele alınarak, Kur’an’a
göre toplumsal çatışma olgusunu din sosyolojisinin sınırları çerçevesinde araştıracağız. Bu
nedenle, Kur'an'ın toplumsal çatışmalara bakışını genel olarak toplumsal nitelikteki
konulara ağırlık vererek, aynı zamanda toplumsal durumlara etki eden diğer etkenleri de
dikkate alarak sunmaya çalışacağız. Kur’an’ın toplumsal çatışma hakkındaki görüşlerini
daha iyi aydınlatabilmek amacıyla, Kur’an’ın yaşanma sürecindeki Peygamber döneminden
de faydalanılması konularımızın kapsamı içerisindedir. Ancak çalışmamız sadece Kur’an’ın
bakış açısını yansıttığı için, bütün dinleri kapsayan bir çalışma olmayacaktır. Araştırma
alanımız İslam dini ile sınırlı olup, İslam’ın geçmişten günümüze tüm tarihi süreci ele
alınmayacak, sadece Kur’an’ın indiği dönem olan Peygamber döneminden tarihi olarak
faydalanılacaktır.
4
BİRİNCİ KISIM
1. TOPLUMSAL ÇATIŞMAYA KAVRAMSAL YAKLAŞIM
5
BİRİNCİ BÖLÜM
1.1. SOSYOLOJİK AÇIDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMA KAVRAMI VE ALANLARI
1.1.1. Çatışma Kavramı
Çatışma kavramının anlamı üzerinde kapsayıcı, evrensel bir tanım yapmanın oldukça
zor olduğu bilinmektedir.2 Bu anlamda çatışma kavramının tanımında birçok unsurun yer
aldığını görmekteyiz. Bu nedenle çatışma kavramını anlayabilmemiz için içerisindeki bu
unsurların neler olduğunu öğrenerek konuya başlamamız gerekecektir:
1- Çatışma sürecinde dikkat ve eylemin yöneldiği odak noktası her zaman karşı taraftır.
Bir sosyal süreç olarak çatışma asla tek yanlı değildir; çatışma iki tarafın da katıldığı
karşılıklı bir insani ilişkidir.3 Rekabetteki gibi, çatışmaya da birçok kişi katılabilir.
Rekabette taraflar birden çok olabilir. Buna karşılık rekabetten farklı olarak çatışmada iki
taraf vardır.4
Çatışmada iki tarafın olması birbirinden farklı insanın ya da grubun olmasını zorunlu
kılmaktadır. Çünkü aynı düşüncelere ve davranışlara sahip olanlar hiçbir zaman birbirleriyle
bir çatışma içerisine girmeyeceklerdir. Bu nedenle birbirinden “farklı” olmak çatışmanın en
başta gelen özelliğidir. Fakat farklı olmak tek başına çatışmak için yeterli değildir; farklı
olmak demek mutlaka çatışmak anlamına gelmemelidir. Çatışma olabilmesi için farklılığa
artı olarak başka etkenlerin de olması gerekmektedir.
Çatışmada sadece iki tarafın olması bizler için önemli bir unsurdur. Fakat ilk bakışta
bu doğru bir görüş değil gibi görünse de, içerik olarak anlatılmak istenen bize doğruyu
göstermektedir. Çünkü çatışan taraf ne kadar çok grupla çatışırsa çatışsın, neticede onların
hepsi kendisine karşıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta çatışmaya neden olan
etkenin iyi belirlenmesinde ortaya çıkacaktır. Eğer aynı etken üzerinden birçok çatışan grup
varsa bu durumda çatışan grupların hepsi çatışılan gruba karşıdır ve sonuçta iki tarafı
gösterir. Ancak çatışan grupların amaçları birbirinden farklı ise, orada durum değişir ve ne
kadar farklı etken varsa aynı sayıda çatışan grubun olduğunu anlarız.
2
Emin Karip, Çatışma Yönetimi, 3.Bas., PegemA Yay., Ankara, 2003, s.3; Orhan Gökçe, N. Ata Atabey,
Davranış Bilimleri Ders Notları, 2.Bas., Dizgi Ofset, Konya, 2003, s.256.
3
Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Toplum Yay., Konya, trs, s.113.
4
Zeki Arslantürk, M. Tayfun Amman, Sosyoloji-Kavramlar-Kurumlar-Süreçler-Teoriler, Çamlıca Yay.,
4.Bas., İstanbul, 2001, s.344.
6
2- Toplumsal grupların birçok farklılıkları (psikolojik ve kültürel)5 vardır ve bu
farklılıklar istekler, değerler, inançlar ve çıkarlar olabilmektedir.6 Çatışma, iki ya da daha
fazla sayıdaki kişi ya da gruplar arasındaki bu farklılıklar arasındaki uyuşmazlık7,
uzlaşmazlık8, anlaşmazlık9, zıtlaşma ve ters düşmedir.10 Çatışma sürecinde, çatışan
tarafların amaç farklılığı ve uzlaşmazlığı çok açıktır.11
Toplumsal grupların oluşumunda bireylerin psikolojik özellikleri çok büyük önem arz
etmektedir. İnsanların hayata dair beklentilerini belirleyen temel etken, genel anlamda
“insan” ele alındığında, her ne kadar kültürün etkisi varsa da ilk önce insanın karakteristik
yapısı etkili olmaktadır. Bu anlamda toplumsal grupların oluşumunda, yapılanmasında ve
hareketlerinde bireysel tercihlerin ve beklentilerin o grupların etkilenmesinde ve
yönlendirilmesinde bizlere önemli derecede yardımda bulunmaktadır. O halde çatışmanın
meydana gelmesinde incelenmesi gereken noktalardan en önemlilerinden birisi de,
insanların psikolojik olarak gruba etkilerinin hangi unsurlardan kaynaklandığının
araştırılmasıdır. Böylece “insan”ın tanınması ile o grubu oluşturan bireylerin hayata ve
olaylara bakışlarının kendilerinden farklı olan grupları nasıl etkilediğini anlayabiliriz.
Belli istekler, değerler, inançlar ve amaçlar etrafında birleşen grupların kendileri gibi
düşünmeyen gruplara karşı yaklaşımlarında en önemli unsur, kendilerinden “farklı” olmaları
gelmektedir. Buradaki farklılık az önce söylediğimiz gibi çatışmanın temel nedeni değildir.
Çatışmanın gerçekleşmesindeki temel etken, bu farklılıkların, grupların oluşumundaki temel
unsurlara karşı yapılan saldırılar olmasıdır. Bir grup aynı unsurlar etrafında birleşmiştir;
başka bir grup da bu gruptan farklı olarak, başka unsurlar etrafında birleşmiştir. Burada bir
çatışma çıkmasının nedeni bu gruplar arasındaki uyuşmazlık, uzlaşmazlık, anlaşmazlıktır.
Bu kavramlara baktığımız zaman, bu kavramlar çatışmada olduğu gibi en az iki grubu
gerekli kılar; fakat çatışmadan farklı olarak kesinlikle birbirleriyle birlikte olmayı ifade
eder. Bu kavramların bir konu, bir amaç ya da bir inanç noktasında aynı şekilde hareket
etmeyi zorunlu kılması bu grupların birbirlerine düşman olmaları için yeterli bir sebeptir.
Şayet diğer grupla aynı şekilde hareket edilirse kendilerinin ya da gruplarının bir anlamı
olmayacaktır, çünkü kendilerinin asli unsurlarının ortadan kalkması ile grubun varoluş
5
Karip, a.g.e., s.26.
Karip, a.g.e., s.3.
7
Anthony Giddens, Sosyoloji, Ayraç Yay., Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ankara, 2000,
s.616; Karip, a.g.e., s.3; Salih Güney, Davranış Bilimleri, 2.Bas., Nobel Yay., Ankara, 2000, s.216.
8
Arslantürk, a.g.e., s.344.
9
Güney, a.g.e., s.216; Gökçe, a.g.e., s.256.
10
Gökçe, a.g.e., s.256.
11
Arslantürk, a.g.e., s.344.
6
7
amacı da kaybolacak ve böylece de bu grup ötekileşerek yok olacaktır. Bundan sonra iki
farklı grup değil, tek bir grup olacaktır. Bu nedenle grubun oluşumundaki asli unsurlardan
hiçbir şekilde vazgeçilememesi, karşılaşan bu grupları kesinlikle birbirlerine ters düşerek bir
çatışmaya götürmektedir. Bu nedenle de gruplar birbirlerine ters düştükleri için zıtlaşmak
zorunda kalacaklardır. Grupların asli unsurlarına karşı yapılan bir saldırıdan korunmak ve
grubun devamını sağlamak amacıyla gruplar birbirlerini sürekli olarak iki farklı tarafa
itecektir. Birbirlerini itmedikleri takdirde, az önce vurguladığımız gibi, iki farklı grup
olmayacağı için iki grup birbirlerine karşı zıtlaşmak zorunda kalmaktadırlar.12
Buradan “grup bilinci”nin önemini daha iyi anlamaktayız. Eğer grup kendi içerisinde
aynı bir bilince sahip değilse, bu grubun farklı gruplara yaklaşımı tam bir çatışmayı
sağlamayacaktır. Grup kendi içerisinde bir kenetlenme sağlayamadığı için dışarıdan gelen
saldırılar karşısında kısa zamanda bir çözülmeye uğrayacaktır. Bu nedenle bir çatışmanın
gerçekleşebilmesi için grupların oluşumundaki asli unsurlara çok sağlam bir bağlılık
gerekmektedir; bu bağlılık sağlam değilse grup “kendi içerisindeki farklılıklar” nedeniyle
başka grupların saldırıları olmadan da dağılabileceklerdir. Burada grup, kendi içerisinde bir
çatışmaya girmektedir.
3- Çatışma, toplumdaki kişi ya da gruplar arasındaki karşıtlıktır.13
Karşıt olmak, çatışmada olduğu gibi karşıdaki grup ile bir mücadeleye girmek değildir.
Karşıtlık karşıdakini kabul etmemek, onu benimsememek, onunla ilgili olan her şeyi kendi
varlığına karşı bir tehdit olarak kabul etmek demektir.14 Tabi burada dikkat etmemiz
gereken bir nokta vardır ki, ortada kendisinin asli unsurlarına karşı her hangi bir saldırı yok
iken, kendisinden farklı olana karşıt olmanın anlamının nasıl anlaşılması gerektiğidir. Karşıt
olma, kendisi gibi bir düşünceye sahip olmayan her şeyin yok olmasını amaçlamaktadır.
Doğru bir şey varsa o da kendisidir ve kendisi dışındaki hiçbir şeyin doğru olması mümkün
değildir. Bu anlamda karşıt olmak, eylem olarak bir çatışma değildir; fakat düşünce
anlamında, çatışmadan çok daha önemli bir kavramdır. Bu kavramı, çatışmanın önemli bir
unsuru olan farklılığın, çatışmaya neden olacak şekilde değişmesi olarak tanımlayabiliriz.
Farklılık kendi başına bir çatışmaya neden olmazken; karşıt olma, kesinlikle bir çatışmaya
neden olacaktır.
12
“Horton’a göre, insanlığın entelektüel tarihi, bir düşünce biçiminin karşıtına yol verdiği bir yer
değiştirmeden çok, bir evrim ve artan bir farklılaşma tarihidir.” Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik
İncelemeler, Çev. Tayfun Atay, İmge Yay., Ankara, 2004, s.487.
13
Giddens, a.g.e., s.616; Güney, a.g.e., s.216; Fichter, a.g.e., s.113.
14
Fichter, a.g.e., ss.113-114.
8
4- Çatışma, karşı grupların aynı şeyi elde etmek ve kendi amaçlarını15 gerçekleştirmek
için birbirlerini devre dışı bırakmak amacıyla yapılan bilinçli bir mücadele şeklidir.16
Bir grubun oluşabilmesi için belli amaçlar etrafında birleşmesi ve o amaçların
gerçekleşmesi için mücadele etmesi gerekmektedir. Çünkü böyle bir durum söz konusu
değilse grubu birbirine bağlayacak bağlar eksik kalacaktır. Amaç dediğimiz şey, bir şeyin
elde edilmesinin gerçekleşmesi olduğu gibi, grubun kendi içerisindeki bütünlüğünün
sağlanması da bir amaçtır. Yani amaç denildiği zaman mutlaka mevcut olmayan şeylerin
elde edilmesi anlaşılmamalıdır; mevcut olanların korunması da amacı gerçekleştirecektir.
Bir grubun devamını sağlamak, grubun amaçlarının gerçekleşebilmesi için temel bir şarttır.
Farklı grupların aynı şeyi elde etmek amacıyla mücadele içerisine girmeleri çatışmanın
nedenlerinin tespit edilmesinde önemli bir faktördür. Mücadele edilen amacın ne olduğunun
bilinmesi ile çatışmaya neden olan unsurlar da bulunmuş olur. Tabi burada bir grubun
sadece kendi amaçlarının bulunması yeterli değildir; aynı zamanda mücadele içerisine
girilen grubun da amaçlarının tespit edilmesi gerekecektir. Böylece farklı grupların ortak
olan amaçları öğrenildiği zaman ikisi arasındaki ilişki de çözümlenmiş olacaktır. Burada
dikkat edilmesi gereken nokta vardır ki, o da çatışmanın gerçekleşmesindeki önemli olan
unsurun farklı olan grupların aynı amaçları taşımaları değildir. Farklı grupların aynı
amaçları taşımaları birbirleriyle çatışmalarına neden olmaz, aynı amaçlar taşınıyorsa olsa
olsa bir birliktelik gerçekleşebilir. O halde aynı amaçların çatışmaya neden olması daha
farklı bir etkenden kaynaklanmaktadır. Buradaki sorunun çözülebilmesi için grupların var
olma nedenlerinin tüm yönleriyle incelenmesi gerekmektedir. Bunun yapılmasıyla grubun
birçok yönden farklı unsurlar etrafında birleştiği görülecek ve yapılanmasında tek bir amaç
olsa bile, bu amacın gerçekleşmesinin sağlanmasında grubun kendisi bu amaç etrafında
bambaşka bir oluşum içine girmiş olması bizlerin çatışmanın nedenini bulmamızda yardımcı
olacaktır. Yani tek bir amaç için birleşmiş olan grup artık yeni bir oluşum içine girdiğini ve
diğer gruplardan ayrıldığını kabul etmiştir. Kendilerinin varlığının nedeni bu amaç olmuş;
fakat bu amaç her yönden onları değiştirerek farklılaştırmıştır.
Aynı şeyi elde etme amacı da çatışmanın bir nedenidir; fakat tek başına yeterli değildir;
çünkü bu amaç, çatışmadan daha çok bir rekabeti hatırlatmaktadır. Bu nedenle aynı şeyi
15
Gökçe, a.g.e., ss.257-259; Fichter, a.g.e., s.113.
Mahmut Tezcan, Sosyolojiye Giriş “Temel Kavramlar”, Ankara Üniv. Eğitim Bilimleri Fakültesi Yay.,
Ankara, 1995, s.107; Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, Yunus Emre Yay., c.2, 2.Bas., Konya, 1994,
s.340; Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 7.Bas., İ.İ.T.İ.A. Nihad Sayar-Yayın ve Yardım Vakfı Yay., İstanbul,
1978, s.196; Gökçe, a.g.e, s.256.
16
9
elde amacını daha farklı değerlendirmemiz gerekecektir. Farklı grupların birbirlerini devre
dışı bırakmak istemelerinin en önemli nedeninin karşıtlık olduğunu belirtmiştik. İşte
buradaki sorunu çözmemiz için, bir grubun kendi varlığını diğer grupların varlığından
ayırarak, kendisi dışındaki
grupların
ortadan kaldırılması bilincini hatırlamamız
gerekecektir. Yani aynı şeyi elde etmek çatışmanın önemli bir nedeni olduğu gibi, bunun
ötesinde kendi varlığını hissettirme ve karşıt olma bilincinin getirmiş olduğu başka bir gruba
yenilgiyi kabullenmeme düşüncesi bir grubu harekete geçirecek en önemli etken olacaktır.
Çünkü yenilgi kabul edilirse grubun varlığı tehlike altına girecek ve karşıt olunan grup
kendisine üstün gelecektir. Bu da grup olma bilincine sahip bir grup için tahammül edilemez
bir durumdur ve bu nedenle de istediği şeyi elde ederek hem kendi amacını gerçekleştirecek,
hem de karşı olduğu grubu mağlup etme zaferini kazanarak varlığının amacını
gerçekleştirecektir.
Çatışmanın en önemli özelliklerinden birisi de bilinçli bir şekilde yapılmasından
kaynaklanmaktadır. Çatışmalar bilinçsiz bir şekilde de yapılması mümkündür; yani bir grup
amaçlarını tespit etmeden, sonuçlarını düşünmeden, karşı olduğu gruba neden karşı
olduğunu araştırmadan da bir mücadeleye girişebilir. Fakat yapılan bu çatışmanın, bilinçli
bir şekilde yapılan çatışmadan kesinlikle ayrılması gerekmektedir. Çünkü bilinçli bir şekilde
yapılan bir çatışmada bir grup kendisine karşı olan gruba karşı tam anlamıyla karşıttır ve
çatışma içerisine girdiği zaman bütün varlığıyla onu mağlup etmek ister. Böylece sahip
olduğu bilinç ile kendisine karşı olan gruba neden karşı olduğunu bilen, grubu mağlup ettiği
zaman ne kadar çok şey kazanacağını bilen bir grubun çatışmaya yaklaşımı, bilinçsiz bir
şekilde yapılan çatışmadan çok daha güçlü olacağı kesin bir durumdur. Bu bakımdan
gerçekleşen çatışmalar araştırılacağı zaman grupların birbirlerine olan bakışlarının, yani
bilinçlilik düzeyinin özellikle incelenmesi gerekecektir.
5- Çatışma, iki veya daha çok kişi veya grubun bir diğerini ortadan kaldırmaya veya
etkisizleştirmeye çabaladığı bir etkileşim formudur.17 Çatışma, kişisel, doğrudan ve
yıkıcıdır.18 Çatışmada mücadele etmenin dışında, karşı tarafı yenerek19 onu zarara uğratmak
ve ortadan kaldırmak vardır.20
17
Fichter, a.g.e, s.113.
Tezcan, a.g.e., s.107.
19
Gökçe, a.g.e., s.257.
20
Dönmezer, a.g.e., s.196; Arslantürk, a.g.e., ss.342-343.
18
10
6- Çelişki, baskı, güç, otorite ve çıkar gibi kavramlar çatışmanın anlaşılmasında temel
kavramlardır.21
7- Rekabet eden iki grup öncelikle elde etmeyi istedikleri hedef veya nesne üzerinde
yoğunlaşırlar, birbirleri üzerinde değil.22 Fakat buna rağmen toplumsal grupların birbirleri
ile rekabetleri çatışmalara neden olur.23
8- Çatışma, karşıtlık ve rekabet süreçleri hiçbir zaman “saf” formda bulunmazlar;
birbirleri ile ilişkileri bir şekilde vardır.24
Çatışma sürecinin araştırılmasında bazı kavramların birbirleriyle çok yakın ilişkileri
olduğu görülecektir. Bir kavramın, diğer kavramların oluşumunda tetikleyici bir etken
olarak baskı yaptığı da olacaktır.
Hatta bu kavramların bir çatışma süreci içerisinde
hepsinin bir arada olduğu da görülebilecektir. Örneğin rekabet eden gruplar, rekabet
sürecinin başlamasıyla birlikte farklı bir oluşum içerisine girerek, rekabet ettiği gruba karşı
bir çatışmaya girebilecektir. Bundan sonra da kendisini karşı gruba karşı kesin hatlar
çizerek, tüm varlığıyla ona karşıt olabilecektir. Böylece rekabet çatışmaya neden olmuş,
oradan da karşıtlık bilinci gelişmiştir.
9- Çatışma, büyük ölçüde engellenmedir.25
Bir grubun kendi amaçlarını geçekleştirmek isterken karşılaştığı engeller, grubun ilk
başta çatışma amacı yok iken bu engellenme nedeniyle zorunlu bir çatışma içerisine
girmesine neden olacaktır. Tabi burada bir zorunluluk olması çatışmanın niteliğini de
etkilemektedir. Bu çatışma şekli saldırı amaçlı karşı tarafı ortadan kaldırmayı amaçlayan bir
çatışma şekli olmayıp, sadece karşı tarafın engellemelerini savmak amaçlı yapılan bir
çatışmadır. Bu şekilde bir çatışmanın sonuçta değişik görüntüler alması da mümkündür. İlk
başta sadece savunma amacını güden bu çatışma daha sonraları karşı tarafın ısrarlı
mücadelesi nedeniyle, grubun gerçekleştirmek istediği amaç, şekil değiştirerek bu sefer
amaç, karşı grubu ortadan kaldırmak isteği haline gelerek bir amaç sapmasının meydana
gelmesine de neden olabilir. Böylece engellemeyi gerçekleştiren grubun kesinlikle ortadan
kaldırılması gereken bir düşman haline gelmesi de mümkündür.
21
Mehmet Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İstanbul, 2004, s.50.
Fichter, a.g.e., s.114.
23
Karip, a.g.e., s.26.
24
Fichter, a.g.e., s.115.
25
Gökçe, a.g.e., ss.257-259.
22
11
Tabi burada söz etmemiz gereken önemli bir nokta daha vardır: Bir grubun
gerçekleştirmek istediği amaçların başka grupları tahrik ederek onları kışkırtması varsa, yani
amaçlar başka grupların çıkarlarını etkiliyorsa burada grubun bir engellemeyle karşılaşması
normal bir görüntü olarak görülebilir. Çünkü burada bilerek yapılan bir “saldırı”dan
bahsedebiliriz. Buradaki engellenmeyi, çatışma sürecindeki tarafların birbirlerini etkisiz
kılmak için mücadeleye girişmeleri olarak, yani çatışma sürecinin bir unsuru olarak
değerlendirmeliyiz. Fakat gerçek bir engellenme, bir çatışma süreci olmayıp, sadece
çatışmaya neden olan bir nedendir. Burada şu soru da sorulabilir: Bir grubun amaçlarına
saldırmayan bir grup neden bir engellenmeyle karşılaşsın, yani demek ki bir şekilde bir
saldırı var ki bir engellenmeyle karşılaşıyor, denilebilir. Burada söylememiz gereken
kavram bir çekememezlik ya da kıskançlıktır. Daha da önemlisi bir grubun varlığının, başka
grupların varlığından rahatsız olarak kendisi dışındaki grupların kazanımlarını kendisine
tehdit olarak görmesidir. Bu durum bir çıkar çatışmasından daha çok varlıksal (ontolojik)
açıdan bir çatışmaya neden olmaktadır.
10- Çatışma, muhalefettir.26
Bir grubun yapmış olduğu hareketlerin başka bir grup tarafından muhalefet edilerek
etkisiz kılınmaya çalışılması açık bir çatışma olarak görünmemektedir. Burada muhalefet
kavramının genel anlamları olan karşılık verme, müzakere, tenkit, karşı görüş belirtme ve
reddetme27 anlamlarına baktığımız zaman, muhalefet kavramının karşı gruba yapılan gerçek
bir saldırı olmadığını gösterir. Burada yapılanın eylemsel değil de, daha çok düşünce
planında ortaya çıkan, karşı grubun temel referanslarını eleştirerek, grubun varlığını ve
amaçlarını kabul etmeme anlamında bir reddediş olduğunu anlayabiliriz. Tabi, yapılan bu
muhalefet ilk başta bir çatışma gerçekleştirmezken, her an çatışmaya neden olabilecek bir
kuvvet olarak kendisini ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle muhalefet sürecinin gelişiminde
masum bir noktadan yapılan bir muhalefetle, karşı tarafı tahrik ederek kışkırtan, grubun
temel değerleri ve amaçlarını alaya alan muhalefet süreçlerini birbirinden ayırmalıyız.
Birincisini olumlu ya da olumsuz bir eleştiri anlamında muhalefet olarak, ikincisini ise karşı
grubun varlığından rahatsız olan grubun saldırı amaçlı yaptığı muhalefet olarak
değerlendirmeliyiz.
26
Arslantürk, a.g.e., ss.342-343.
Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam Düşüncesinde Muhalefet, Çev. Vecdi Akyüz, Ayışığı Kitapları, İstanbul,
2001, s.15.
27
12
11- Çatışma, sosyal ilişki içinde bir yarışmadır.28
12- Çatışma, bir sosyalizasyon biçimidir.29 Çatışmanın yıkıcı olduğu kadar toplumsal
grupların kendi içlerinde bütünleşmelerinde ve dayanışmalarında büyük katkısı vardır.30
Çatışma, karşıtlar arasındaki gerginliği çözerek toplumlaşmaya katkı sağlamaktadır.31
13- Çatışmaların görünen tarafı olduğu gibi, zihniyet anlamında düşünce çatışmaları,
ruhi çatışmalar da vardır.
İdeolojik çatışmalar, grupların çıkar amaçlı çatışmalarından farklıdır. Çıkar amaçlı
çatışmalarda elde edilmek istenen şey kazanıldığı zaman, çatışma da ortadan kalkacaktır. Bu
şekildeki çatışmalarda özellikle karşı gruba duyulan özel bir düşmanlık olmayıp, neden
sadece çıkarın elde edilme isteğidir. İdeolojik çatışmalarda ise durum bundan oldukça
farklıdır. İdeolojik çatışmalarda gruplar, hayatı ve olayları belli bir bakış açısıyla
değerlendirdikleri için, kendileri dışında hayata farklı bir pencereden bakan başka gruplara
karşı bakışları birbirlerinin varlıklarından rahatsız olma anlamında iyi olmayacaktır. Bu
durumdaki çatışmalar çok daha güçlü bir çatışma şeklidir; çünkü grubun zihniyet anlamında
birbirine bağlanmaları, kendi içerisindeki bağların sağlam bir yapıda olması sayesinde grubu
güçlü kılmaktadır. Karşıt olma bilinci ile grubun ideolojisinin başka bir ideolojik baskıyı
kabullenmemesi, grubun çatışmadaki kuvvetini artırarak çatışmanın da çok daha şiddetli
geçmesini sağlamaktadır. Bu bakımdan grupların ideoloji anlamında güçlü bir yapıya sahip
olmaları çatışmanın şeklini her yönden etkilediğini bilmemiz, çatışmanın araştırılmasında
ideolojik unsurların çok iyi araştırılmasını zorunlu kılmaktadır.
28
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.340.
Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981, s.175.
30
Dönmezer, a.g.e., s.196.
31
Georg Simmel, Çatışma Fikri ve Modern Kültürde Çatışma, Çev.Ahmet Aydoğan, İz Yay., İstanbul, 1999,
s.29, 30.
29
13
1.1.2. Çatışma Kuramları
Genel olarak çatışma kuramlarına baktığımız zaman, çatışma kuramlarının toplumların
birbiriyle uyum içerisinde olmasından daha çok, toplumdaki birimlerin ve öğelerin
birbirleriyle çatışmalarının itici gücüyle toplumun değişebilmesinin mümkün olabileceğini
vurguladıklarını görmekteyiz. Bu anlamda çatışma kuramcılarının genel bir toplum kuramı
ortaya atmadıkları söylenilmektedir.32
Çağdaş sosyolojide başlıca teorik mücadelenin özellikle fonksiyonalizm ile “diğerleri”
arasında olduğunu görmekteyiz.33 Toplumların incelenmesinde temel faktörlerden biri olan
fonksiyonalizme göre, bir sistem olarak düşünülen toplumun en önemli fonksiyonu
bütünleşmedir ve bu nedenle de her toplumsal yapı ve birim toplumsal sistem içinde
fonksiyonel olduğu için vazgeçilmez niteliktedir. Bu bakımdan toplumda uyum, denge,
ahenk, bütünlük gibi kavramlar toplumu bir arada tutmanın en önemli unsurlarıdır.
Fonksiyonalizme göre toplumdaki gerginlikler, sapmalar, uyumsuzluklar toplum için
zararlıdır ve toplumdaki birliğin ve işleyişin düzgün bir şekilde olabilmesi için bu unsurların
ortadan kaldırılarak işleyişin düzeltilmesi gerekmektedir.34 Fonksiyonalist teori temelde,
toplumu yaşayan bir organizma olarak gören ve bu organizmayı oluşturan tüm parçaların
onun hayatiyetine katkıda bulunan bir işlev üstlendiğini ileri süren bir yaklaşımdır.35
Toplumların devamının sağlanabilmesi için toplum içerisinde bir uyum ve ahenk olmalıdır.
Durkheim toplumu, birbirine bağlı parçalar kümesi olarak görür, bu nedenle bir toplumun
devam etmesi için işbirliğine dayanması, bunun da üyeler arasında temel değerler açısından
genel bir fikir birliği ya da anlaşmayı içermek zorunda olduğunu belirterek, toplumsal
organizmanın ancak bu şekilde yaşamını sürdürebileceğini vurgulamaktadır.36 Talcott
Parsons’a göre, bu şekilde toplumun içerisinde uyumu bozan unsurların bulunmaması,
toplumun düzenli bir şekilde ilerleyerek gelişmesini sağlayacak ve böylece o toplum ne
kadar çok uyum sağlarsa, o derece ileri bir toplum olacaktır.37 “En uygun olanın hayatta
kalması” ifadesini ortaya çıkaran Spencer için en uygunlar, karşılıklı işbirliğine dayalı
toplumsal yaşama uyarlanmış olanlardır.38 Comte’a göre, düzen ve ilerleme toplumun statik
32
Kongar, a.g.e., s.175.
Arslantürk, a.g.e., s.420.
34
Marshall, a.g.e., ss.363-365; Kirman, a.g.e., ss.82-83; Kongar, a.g.e., ss.145-148; Poloma, Çağdaş
Sosyoloji Kuramları, Çev., Hayriye Erbaş, Gündoğan Yay., Ankara, 1993, ss.31-35; Dönmezer, a.g.e.,
ss.167-174. Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.104.
35
Arslantürk, a.g.e., s.431.
36
Giddens, a.g.e., s.602.
37
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.114.
38
Morris, a.g.e., ss.156-157.
33
14
ve dinamik yönleridir. Düzen daha çok uyumu ve dayanışmayı belirtirken, ilerleme ise
doğal yasalara göre toplumun düzenli bir şekilde gelişimini anlatır. Bu nedenle ilerleme
önceki düzenle çatışma halinde değildir; bilakis onun bir uzantısıdır, böylece her ilerleme
bir düzenin gelişmesini gösterir.39 Bu bakımdan fonksiyonalist bakış açısına göre, toplumda
çatışma ve gerginlikler genellikle negatif ve yıkıcı olarak ele alınır, çatışmanın sosyal sistem
açısından pozitif fonksiyonu yoktur.40 Bu nedenle fonksiyonalizme göre, mevcut değer
yargısı ve norm sistemine ters düşen düşünce ve davranışlar sosyal kontrol süreci içinde ya
izole edilir, ya baskı altına alınır, ya da mevcut sosyal düzene uyumu sağlanarak zararsız
hale getirilir veya toplumu oluşturan unsurların fonksiyonlarında uygun ayarlama ve
düzenlemelere gidilerek, sosyal kurumlar arasında, yeni bir denge sağlanmaya çalışılır.41
Fonksiyonalizme bağlı bu bakış açıları insan toplumlarının içinde varolan düzen ve
uyumu vurgular. Bu görüşte olanlar, süreklilik ve fikir birliğini toplumların en belirgin
özellikleri olarak nitelendirirler. Öte yandan, diğer sosyologlar özellikle Marx’tan çok fazla
etkilenmiş olanlar toplumsal çatışmanın yaygınlığını vurgularlar. Toplumları bölünmeler,
gerginlikler ve mücadeleler ile uğraşıyor olarak görürler. Onlara göre, insanların çoğu
zaman birbiriyle dostça yaşama eğiliminde olduğunu iddia etmek bir yanılgıdır; açık
yüzleşmeler olmadığında bile çıkarlarda derin bölünmelerin olduğunu ve bunların bir
noktada aktif çatışmalara dönüşme olasılığının olduğunu söylerler.42 Bu anlamda
fonksiyonalizm ve çatışmacı yaklaşımların birbirleriyle aynı görüşleri taşımadıklarını,
topluma bakışlarında çok temel bir farklılığın olduğunu anlamaktayız.
Çatışma teorisini savunan düşünürlerin kullandıkları temel kavramlar çatışma, çelişki,
değişme, baskı, güç, otorite ve çıkardır. Karl Marx, L. Gumplowice, V. Pareto, Ralf
Dahrendorf, Lewis A. Coser, Robert Ezra Park, John Rex, George Simmel, C.Wright
Mills’e göre, çatışma ve çelişki toplumsal birim ve öğeler arasında sürekli vardır. Çatışma
toplumun amaçlarını yerine getirmesine, ilerlemesine katkıda bulunan bir olgudur ve
rekabetçi grupların bir sistemidir.43 Genel olarak fonksiyonalizme yöneltilen eleştiriler
çerçevesinde çatışma kuramının temel özellikleri şöyle özetlenebilir:
1. Toplum organik bir bütün değil fakat bir süreçtir. Onu sadece organik bir bütün
olarak görmek, toplumsal yaşamın o akıcı dinamizmini değerlendirme olanağını kısıtlar ya
39
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.128; c.2, s.48.
Kızılçelik, a.g..e., c.2, s.11.
41
Kızılçelik, a.g..e., c.2, s.105.
42
Giddens, a.g.e., s.600.
43
Kirman, a.g.e., s.50.
40
15
da kaldırır. Bu dinamizmin kaynağı, toplumsal yapının kendi içinden doğal olarak yarattığı
"çatışma"dır. Çatışma ve çelişki toplumsal birim ve öğeler arasında sürekli olarak vardır.
2. Çatışma kaçınılmaz bir olgudur.
3. Çatışma değişmenin itici olduğu kadar, toplumun bütünlüğü için fonksiyoneldir.
4. Çatışma, fonksiyonalistlerin ortaya koyduğu şekliyle bir hastalık değil, aksine
toplumun amaçlarını yerine getirmesine, ilerlemesine katkısı yadsınamaz bir gerçekliktir.
Bu nedenle çatışma toplumun doğal niteliğidir.
5. Çatışma, değişmenin itici gücü olarak çeşitli toplumsal sorunların varlığında
yansımasını bulur. Bir yönüyle çatışma, toplumsal sorunların baskısı altında yoğunlaşır ve
somutlaşır. Yine çatışma sorunların çözümünü kamçılar. Sorunların çözümü ise değişmeyi
zorlar ve hatta değişmenin kendisidir.44
Max Weber’e göre, insanların birbirleriyle kurdukları ilişkiler hiçbir zaman aynı
düşünen kişiler arasında olmamakta ve bu ilişki bir zıtlığı, bir şekilde barındırmaktadır.
Fakat ilişkilerin niteliği bir uzlaşım, uyumlu olma ile devam ettiği sürece bir sorun
çıkmamaktadır.45 Ancak uyuşmanın tanımına baktığımız zaman, belli bir sosyal durum
içinde, amaçlar ve davranışlar arasındaki denge durumu olması, uyuşma sürecinde işbirliği
ve çatışma süreçlerinin bir arada ve dengeli bir şekilde olmalarını zorunlu kıldığı
görülmektedir.46 Bu nedenle bir sosyal ilişki içerisinde tam olarak bir uyumun
gerçekleşmesinin zor olduğunu, uyumdan çatışmaya geçişin her zaman olanaklı olduğu
belirtilmektedir.47 Bu bakımdan Dahrendorf, birbirleri için ön-zorunluluk olan çatışma ve
consensus olmaksızın toplumun var olamayacağını kabul etmektedir.48
Bu bakımdan fonksiyonalizm ve çatışma kuramları arasındaki bu temel karşıtlığın
arasını bulmaya çalışan görüşler de bulunmaktadır. Bu bakımdan, kesinlikle çatışmanın
zararlı olduğunu kabul eden “geleneksel görüş” ile çatışmanın kaçınılmaz olduğunu,
çatışmamanın sakıncalı olduğunu benimseyen “etkileşimci görüş” arasında, bunlardan farklı
olarak bunların her ikisinin de birbiriyle ilişkileri olduğunu söyleyerek çatışmanın olumlu
yönden dönüştürülmesiyle gruplara katkı sağlayacağını belirten “davranışçı görüş”
44
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.82; c.2, ss.17-18; 340; 395-397; 409-410; 414; Simmel, a.g.e., s.29,30; 34; 47-48;
Kongar, a.g.e., ss.175-189.
45
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.290.
46
Arslantürk, a.g.e., s.346.
47
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.290.
48
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.412.
16
bulunduğunu görmekteyiz.49
Çatışmanın farklı açılardan değerlendirilmesi, yani çatışmanın grup uzlaşımının mı
yoksa grup çözülmesinin mi kaynağı olduğu sorusuna verilebilecek cevap çatışmanın
kökenine, konusuna, denetim altında tutuluş biçimine ve en önemlisi, hangi toplumsal
yapıda geliştiğine bağlı olduğuyla değişebilmektedir. Bu bakımdan Lewis A. Coser, grup içi
çatışmayla grup dışı çatışmayı, merkezi değerler üzerine olan çatışmayla çevresel konular
üzerine olan çatışmayı, yapısal değişmeye yol açan çatışmayla emniyet supabı kurumlarına
kanalize edilen çatışmayı ve gevşekçe kaynaşmış gruplardaki çatışmayla sıkıca kaynaşmış
gruplardaki çatışmayı birbirinden ayırmaktadır. Ayrıca, gerçekçi olan çatışmayla gerçekçi
olmayan çatışmayı da ayırır. Tüm bu noktalar, bir toplumsal süreç olan çatışmanın işlevini
belirleyen faktörler olarak, çatışmanın araştırılmasında önemli göstergeler sunmaktadır.50
Çatışmanın hangi şartlar altında, sosyal düzenin devam etmesine olumlu katkılar
sağlayacağına inceleyen Coser; sosyal grupların oluşması ve sınırlarının belirlenmesinin,
grup kimliğinin yeniden benimsenmesi yoluyla üyelerin birbirlerine daha iyi bağlanmasının
çatışma olgusu ile mümkün olacağına yönelik görüşler geliştirmiştir. Fonksiyonalist teorinin
birçok kavramını terk etmeden, çatışma sürecini incelemiş olması, uzlaşmacı -bütünleşmecive çatışmacı yaklaşımları birbirine rakip şemalar olarak algılamaması, Coser’ın “çatışmacı
fonksiyonalist” olarak nitelendirilmesine neden olmuş; birçok fonksiyonalistin, çatışma
olgusunun olumlu işlevlerinin farkına varmasını sağlamıştır.51
Fonksiyonel olmayan çatışma, kurum ve kuruluşları amaçlarına ulaşmaktan engelleyen,
amaçları gerçekleştirmeye katkıda bulunmayan çatışmalardır. Fonksiyonel olan çatışmalar
ise, organizasyonun amaçlarını gerçekleştirmesine katkıda bulunan çatışmalardır.52 Örneğin
çatışma, toplumsal yapının oluşumu, birleşimi ve korunması açısından araçsal olabilecek bir
süreçtir. Grup içi ve gruplar arası sınırların belirlenmesi ve korunmasını olanaklı kılar.
Diğer gruplarla çatışma, grubu çevreleyen toplumsal dünya ile bütünleşmesini önleyerek,
grubun kimliğini yeniden benimsenmesine katkıda bulunabilir.53
Çatışmanın fonksiyonel olup olmamasıyla ilgili bu kuramsal tartışmanın tamamen
ortadan kalkması oldukça zor görünmektedir. Fonksiyonalizm ile çatışma bakış açıları
arasındaki bu farkın tam olarak birbiriyle uyuşmaz olduğunu söylemek yanlış olacaktır.
49
Gökçe, a.g.e., s.280.
Poloma, a.g.e., s.113. Gerçekçi-Gerçekçi olmayan çatışmalar hakkında bkz: Poloma, a.g.e., s.101.
51
Arslantürk, a.g.e., s.373.
52
Gökçe, a.g.e., s.270.
53
Poloma, a.g.e., s.99.
50
17
Tüm toplumlar olasılıkla değerler konusunda bir çeşit genel anlaşma içerirler ve hepsi tabii
ki çatışma da içerir. Farklı grupların sahip olduğu değerler ve üyelerinin hedefleri çoğu
zaman ortak ve zıt ilgilerin bir karışımını yansıtmaktadır. Örneğin, Marx’ın sınıf çatışması
tanımlamasında bile, farklı sınıflar birbirleriyle mücadele etseler de bazı ortak ilgileri
paylaşırlar. Bu nedenle işçiler ücretlerinin sağlanması için nasıl kapitalistlere bağlı iseler,
kapitalistler de girişimlerinde çalışmak için iş gücüne dayanırlar. Bu tür durumlarda açık
çatışma sürekli değildir; aksine bazen her iki tarafın ortak olarak sahip olduğu şeyler
bunların farklılıklarını gizleme eğilimindedir, diğer durumlarda ise tersi söz konusudur.54
Çatışma teorilerinde çatışma nedenleri olarak iki temel özelliğin olduğunu
görmekteyiz. Birincisi, grupların farklı amaç ve çıkarlara sahip olmaları, onların kendilerine
karşı bir rekabet ve mücadeleye girmelerine neden olmakta, böylece de çatışma meydana
gelmektedir. İkincisi, bireylerin içsel-psikolojik olarak duygusal durumları, istekleri insanlar
arasında farklılığa neden olmakta ve bu yüzden evrensel olarak bir çatışmanın meydana
gelmesi kaçınılmaz olmaktadır.55
54
55
Giddens, a.g.e., s.603.
Karip, a.g.e., s.26; Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.17-18, 407; Güney, a.g.e., s.216; Gökçe, a.g.e., s.256.
18
1.1.3. İdealler ile Gerçekler Arasındaki Çatışma
Hayatın gerçekleriyle yüz yüze gelmeden önce kafamızda tasarladığımız yaşam ile
yaşanan dünya arasındaki uyuşmazlık, insanın yaşanan çatışmalardan çok daha önemli ve
sıkıntılı durumlarla baş başa kalmasına neden olmaktadır. Bu bakımdan insanın yaşamış
olduğu bu zihinsel çatışmaların nedenlerinin tespit edilmesi, gerçek yaşamda yaşanan
gerçek çatışmalarda nasıl bir etkisinin olduğunu görülmesinde çok büyük katkıları olacaktır.
1.1.3.1. İnsan hayatını yönlendirmesi açısından düşünceler-ideolojiler
Marx, Hegel’in sadece düşünce ile belirlenmiş olan, yani içinde düşünceden başka bir
şey taşımayan soyut insanını, belirli bir ortamda yaşamayan, gövdesi ve yüzü-gözü olmayan
bir yaratık olarak görüyordu.56 Bu nedenle Marx’ın haklı olarak Hegel’e karşı çıkması, bize
de gerçekliğin sadece düşüncelerde oluşmaması gerektiği düşüncesini vermektedir. Ancak,
insanı sadece düşüncelerden bağımsız bir şekilde düşünmek de mümkün değildir; fakat
bunun bir derecesi olması gerekmektedir. İnsan hayatını devam ettirirken, hayatını
şekillendiren unsurların en başta geleni hiç şüphesiz insanın kendi düşünceleridir. İlk önce
insanların kendi davranışlarında benimsedikleri kavramları anlamadan, toplumsal dünyayı
doğru bir şekilde anlayabilmemiz de gerçekleşmeyecektir.57 Çünkü ideoloji, ancak belli bir
toplumsal oluşum içinde anlamlıdır ve ideolojiyi açıklamak aslında bu toplumsal oluşumu
açıklamak demektir.58 Bu nedenle ilk önce insanın düşünceleri bilinmeli ki, toplum
anlaşılabilsin diyebiliriz.
İşte burada insanın yaşamış olduğu idealler ve gerçekler arasındaki çatışmanın da neden
bu kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. İnsan eğer düşünceleri ve hayat arasında bir
bağlantı oluşturamazsa, anlamlı bir uyum gerçekleştiremezse; yani gerçekleşemeyecek bir
dünyanın tasarımını zihninde gerçekleştirmişse, bu, onun hayata bakışını farklı bir yönde
etkileyecek ve dönüştürecektir. Artık insan, dünyayı kendi düşüncelerine göre
şekillendirmek için mücadele içerisine girecek ve hayat bir savaş arenası olarak görülmeye
başlanacaktır. Tabi burada Marx’ın, düşüncenin pratiği ancak pratik içinde gösterilebileceği
56
Karl Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları Karl Marx kitabının
içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004, s.85, 88, 95, 98-99; Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi, 3.Bas.,
Sosyal Yay., İstanbul, 1997, s.176.
57
Giddens, a.g.e., s.12.
58
Nur Betül Çelik, İdeolojinin Soykütüğü Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2005, s.102.
19
düşüncesinin59 söylediğimiz insan tipiyle uyuşmadığını belirtmeliyiz. Çünkü Marx’a göre,
hayattan kopuk bir şekilde oluşmuş bir zihin, ayakları yere basmayan bir zihindir ve bu
nedenle de bilincin hayatı belirleyemeyeceği düşüncesi, hayatı belirleyenin yalnızca gerçek
dünyanın gerçek görünümleri olmasını zorunlu kılmaktadır.60 Toplumu oluşturan bireylerin
hayattan kopuk bir şekilde düşünceler oluşturmaları insanın kendine yabancılaşmasından
başka bir şey değildir61 ve bu da hayattan kopuşu göstermektedir. O halde, insanın
toplumdan
bağımsız
olamaması,
yani
düşüncelerini
oluştururken
toplumun
onu
şekillendirmesi, insanın, toplumun genel düşünceleriyle uyum içerisinde olmasını
gerektirmekte; fakat insanın bu şeklin dışına çıkarak kendisine yabancılaşmasıyla hayata ve
topluma bakışı değişmekte, böylece de hayat bambaşka bir görünüme bürünerek çatışmanın
temelleri atılmış olmaktadır.
Pareto’ya göre kalıntılar, insanın hayatını yönlendiren zihnin temel değişmez
özelliğidir. İnsan bu şekilde zihinde yer alan bu kalıntılar aracılığıyla hayatını devam
ettirirken bazı düşünceler, ideolojiler onun yaşamını etkilemektedir. Örneğin, “öldürme,
çünkü bu, Tanrı tarafından yasak edilmiştir.” düşüncesi, insanın zihninde yer aldığı zaman,
insan artık öldürme eylemini bu şekilde düşünecek ve öldürme eylemini gerçekleştirmekten
uzak durmaya çalışacaktır.62 Hegel’in, İde’nin doğayı yöneten bir kuvvet olması ve doğayı
bu yönde etkilemesi görüşünü63 de ele aldığımız zaman, insanın hayatını şekillendiren en
temel noktalardan birinin zihin olduğunu anlamamız, hayata bakış açısını bütün yönleriyle
değiştiren bir durumla karşı karşıya kaldığımızı göstermektedir.
Toplumun ve kültürün insanın düşüncelerinden bağımsız olamaması, maddi ve maddi
olmayan her unsurun arkasında onu oluşturan inanç ve değerlerin varlığını göstermektedir.64
Bu da bizim toplumu anlamamızda sadece yerleşik yapının araştırılmasının yeterli
olmadığını, bu nedenle de toplumu anlamak için ilk olarak insanın düşüncelerini oluşturan
temel etkenlerin tespit edilmesini zorunlu kılmaktadır. Böylece bu yapılan araştırma,
çatışma kavramının anlaşılmasında bizlere önemli derecede yol gösterecektir. Örneğin,
çatışmanın işleyişinde grupların birbirlerini değiştirmek için mücadeleye giriştiklerinde
59
Karl Marx, Feurbach Üzerine Tezler, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları Karl Marx kitabının içinde, Hil
Yay., İstanbul, 2004, ss.104-106; Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe
Yazıları Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004, s.119.
60
Karl Marx ve Friedrich Engels, Din ve İdeoloji, Çev. Mevlüde Ayyıldızoğlu, Der: Yasin Aktay- M. Emin
Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi Yay., 2.Bas., Konya, 1998, s.122.
61
Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, ss.79-80.
62
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.314.
63
Hilav, a.g.e., s.105.
64
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.412.
20
yapmaları gereken en önemli işin ilk olarak birbirlerinin düşünceleriyle çatışarak, onları
değiştirmelerini gerekli kılması;65 yine aynı şekilde, çatışan grup üyelerinin kendileri için
değil de, temsil ettikleri grubun idealleri için yaptıkları bir çatışmanın, kişisel nedenlerden
çıkan çatışmalara kıyasla çok daha şiddetli ve keskinleştirici olması,66 bizlere düşüncenin ya
da ideolojinin ne kadar çok önemli olduğunu sergilemektedir.
İdeolojilerin topluma egemen olan güçlerin kendilerini haklı göstermek için
oluşturdukları düşünce ve inançlardan meydana gelmesi ve bu şekilde de güçlü olanı haklı
kılma aracı olarak görme düşüncesi67 de bizim söylemek istediğimiz şeye vurgu
yapmaktadır. Tabi burada hatırlanması gereken nokta, ideolojilerin belirlenmesinde ve
uygulanmasında güçlü ve egemen olanın sözünün geçmesi, insanların bir aldanma içerisine
girerek haksız farklılıkların bu ideolojiler ile meşrulaştırıldığını göremeyecek kadar
büyülenmelerine neden olmaktadır. İşte bu nokta, insanların hayata bakışlarında,
düşüncelerin onları etkilemesini sergilemesi bakımından hayatı yönlendiren idelerin insan
yaşamındaki önemini çok anlamlı bir şekilde göstermektedir.
Bir nesneyi kötü olarak gören bir toplumda yetişen bir insan ile bundan farklı düşünen
bir toplumda yetişen bir insanın o nesneye bakışları kesinlikle birbirinden farklı olduğu
görülecektir.68 İşte böylece bu insanların, yaşadıkları toplumun değerlerini benimsemeleri,
onların hayata bakışlarında doğrudan bir etki oluşturmakta ve daha sonra da edinilmiş olan
bu değerler ile kendisinden farklı olan tanımlanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmaktadır.
Yani, o insanın turnusol kâğıdı kendi toplumundan öğrenmiş olduğu düşünceleri olmaktadır.
Burada insanın zihnini şekillendiren unsurun toplum olduğunu görmekteyiz; fakat insanın
düşüncesini şekillendiren unsur her ne olursa olsun, insan çeşitli şekillerle zihnini
oluşturmakta ve hayata da çizmiş olduğu bu şekillerle bakmaktadır.
1.1.3.2. Maddi hayatın insanları yönlendirmesi
İnsanın düşüncelerini şekillendiren şeyin içinde yaşadığımız hayatın bizzat kendisinin
mi, yoksa insanın hayattan bağımsız bir şekilde oluşturduğu düşüncelerinin mi olduğu
karmaşası, aslında temel olarak insanın hayata bakış açısıyla ilgili olan bir sorun olduğunu
göstermektedir. Karl Marx’a göre, maddi yaşamdaki üretim biçimi yaşamın toplumsal,
65
Çelik, a.g.e., s.119.
Poloma, a.g.e., ss.107-108.
67
Giddens, a.g.e., s.618.
68
Arslantürk, a.g.e., s.442.
66
21
siyasal ve manevi süreçlerini belirler.69 İnsanların varlıklarını belirleyen şey bilinçleri
değildir; tersine bilinçleri belirleyen şey onların toplumsal varlığıdır, yani bilinç toplumun
bir ürünüdür.70 Buna göre, maddi koşullar değişikliğe uğradığı ya da ortadan kalktığı zaman,
onlara karşılık gelen ideolojik etken de değişir ya da ortadan kalkar.71
Bu bakımdan Marx, Hegel’in özne haline getirdiği İdea’sını ve gerçek dünyanın
‘İdea’nın sadece dışsal, görüngüsel biçimi olduğunu kesinlikle kabul etmeyerek, maddi
dünyanın temel olduğunu söylemektedir.72 Marx’ın bu şekilde idea’yı özellikle dışlamasının
nedeninin en önemli noktası, insanların hayatlarında idea tarafından kandırıldıklarının bir
göstergesini sunmasından başka bir şey değildir. Bu bakımdan Marx’a göre, her devrin
hâkim düşünceleri o devrin hâkim sınıflarının düşünceleridir.73 İnsanlar, kendi çıkarlarını
sağlamak isteyen kişi ya da gruplar aracılığıyla kendilerine dayattırılan düşünceleri kabul
etmekte ve sonuçta da bu düşüncelerin insanlar tarafından kabul edilmesiyle birlikte, güçlü
olanlar, idea’nın yardımıyla istediklerini bu insanlara yaptırarak çıkarlarını elde
etmektedirler.74 Bu nedenle bireyler bu idea’nın dayatmasından kurtulup, düşüncelerin
temel kaynağı olan gerçek yaşama dönmeli75 ve böylece de düşüncelerini kendileri
oluşturarak,
egemen
gücün
kendileri
olması
için
değişim
gerçekleştirmeleri
gerekmektedir.76
Hegel düşünceler arasındaki çatışmayı incelemiştir. Marx ise çatışmayı, uyuşmazlığı
bizzat yaşanan dünya içinde bulmuş ve düşüncelerin aslında çatışma ve uyuşmazlıklardan
kaynaklandığını, doğduğunu ileri sürmüştür.77 Onun maddi dünyayı alt-yapı olarak görmesi,
yani hayattaki maddi olmayan unsurların temel referans olarak görülmesini reddetmesi, en
başta etkilerini din üzerinde göstermiştir; çünkü dinin temel dayanağı madde olmadığına
göre78 bu durumun değiştirilmesi gerekmekteydi. Bunun için yapılması gereken iş, dine
hayat veren koşulların dönüştürülerek, hayata maddenin egemen olması sağlanmalıydı.79 Bu
69
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.112-113, 120-122, 131.
Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.122; Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.117-119, 123; Komünist Partisi
Manifestosu, Çev. Cenap Karakaya, Sosyal Yay., 2.Bas, İstanbul, 2003, s.94; 1844 İktisadi ve Felsefi El
Yazmaları, s.43. Marx, Hegel’in, zihnin insan için hakiki özü olduğunu kabul ettiğini, bu nedenle duyu, din,
devlet vb.yi ‘tinsel kendilikler’ olarak algıladığını söyleyerek eleştirir. Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El
Yazmaları, ss.80-81.
71
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.94.
72
Çelik, a.g.e., s.69; Arslantürk, a.g.e., s.371.
73
Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.123; Komünist Partisi Manifestosu, s.94.
74
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.141-142.
75
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.112.
76
Çelik, a.g.e., s.102.
77
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.287.
78
Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.125.
79
Morris, a.g.e., s.59.
70
22
bakımdan Marx’ın çatışmaya bakışı temel olarak madde üzerinden başlamaktaydı. Yine
aynı şekilde, Gumplowicz’e göre, çatışmanın temeli maddi gereksinimler ve çıkarlardır.
Bu nedenle maddi olanaklara sahip olan güçlü grup, güçsüz olanı egemenliği altına alarak
onu istediği gibi yönetebilmektedir.80 R. Collins, bu nedenlerden dolayı çatışma teorilerinin
soyut olarak oluşturulmasını doğru bulmayarak, çatışmanın gerçek yaşam üzerinde
odaklaşması gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece çatışma teorisyenlerinin idealler, inançlar
gibi kültürel unsurlara bakışları güç, kaynaklar ve çıkarlar üzerinden gerçekleşeceğini
söylemektedir.81 İslamiyetin doğuşundan sonra gelişen gaza anlayışının önemli bir yönünün
daha çok iktisadi kaynakların kıt olmasından kaynaklandığı görüşünün82 Collins’in
düşüncelerini destekler mahiyette olduğunu görmekteyiz.
Sonuç olarak insanların hayata bakışlarının ve hayatlarını devam ettirmelerinin temel
belirleyicisinin ne olması gerektiği hakkında düşünürler tarafından kesin bir sonuca
varıldığını görememekteyiz. Bu farklılık uzun dönemler boyunca tartışılmış ve hâlâ da bu
tartışmalar devam etmektedir. Tabi bu tartışmayı kimin kazandığı ya da kimlerin kazanacağı
bizim konumuzu ilgilendirmemekte; çatışma kavramı çerçevesinde bizi ilgilendiren boyut,
iki farklı hayat algılayışının olmasının yansımalarını incelememiz olacaktır.
Bir taraftan, insanın hayatını devam ettirmesinde onu etkileyen temel etkenin düşünce
olması; bizim bu düşüncelerin içeriğini tespit etmemizi zorunlu kılmaktadır, bunu
yaptığımız zaman çatışmanın zihinlerde nasıl yer aldığı, hangi düşüncelerin çatışmayı
tetiklediği gibi önemli konuları öğrenebileceğizdir. Böyle bir araştırma yapmaz isek, sadece
görünen nedenlerle uğraşmış oluruz ki bu da bizim yanlış sonuçlar elde etmemize neden
olacaktır. Diğer taraftan da, maddi unsurların hayatın devamında temel etken olması; bizim
çatışmanın nedenleri olan gerçek dünyanın kaynaklarının insanları nasıl etkilediği,
insanların çıkarlarının onları nasıl yönlendirdiği gibi maddi temeldeki sorunları bulmamızda
bize yardımcı olacaktır. Sadece düşüncenin çatışmaya olan etkilerinin tespit edilerek
konunun sonuçlandırılması hayattan kopuk bir anlayışı sergileyeceği için, çatışmanın
hayattaki yansımalarının nasıl gerçekleştiği de aynı derece de önemli bir konudur. Bu
nedenle araştırmamızdaki bu konuları incelerken birbirinden bağımsız olarak değil, çift
yönlü ve birbiriyle etkileşimli bir şekilde gerçekleştirmek için çalışacağızdır.
80
Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.383-384.
Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.490-491.
82
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., 12.Bas, İstanbul, 2003, s.91.
81
23
1.1.4. Bireysel İstek ve Çıkarlar
İnsanlar, kendi yaşamlarını sürdürürken toplumun isteklerini gözeterek yaşayabileceği
gibi; insanlar toplumun isteklerinden vazgeçerek, kendi istek ve arzularının gerçekleşeceği
bir yaşantıyı da isteyebilmektedirler. Bu bakımdan insanların topluma tamamen her şeyiyle
bağlı olduklarını söyleyebilmemiz oldukça zordur. İnsan doğru ya da yanlış, bazen her şeye
rağmen kendi isteklerinin gerçekleşmesini isteyerek toplumdaki genel duruma aykırı
davranışlar sergileyebilmektedir. Bunun da nedeni istek, kıskançlık, özlem ve nefret gibi
özelliklerin insanda bulunmasından kaynaklanmaktadır.
F. Tönnies, insanın bu özelliklerine dikkat çekerek, aslında, toplumun yaşarken sanki
birbirlerine ilgi gösteren, birbirlerinin iyiliği için çalışan bireylerden oluşuyormuş gibi
gözükse de, gerçekte herkesin başkalarıyla rekabet içinde olup kendini düşündüğünü; kendi
önemini ve avantajını öne çıkarmaya çalıştığını belirtmektedir.83 Lenski, insan
etkinliklerinde fedakârlığın (alturism) da varlığını kabul etmekle birlikte, yine de hemen
hemen bütün eylemlerin bencil çıkarlardan kaynaklandığını kabul etmektedir.84 Bu nedenle,
G. Ratzenhofer’ın toplumsal yaşamı açıklamak için geliştirdiği teorik modelinin temelinde
bireysel çıkarların yer aldığını görmekteyiz; ona göre bu çıkarların temelinde bireyin maddi
gereksinimleri yatar.85 G. Simmel de yine aynı şekilde, toplumsal olguların nedenini, değer
yargıları, özlem ve çıkarlara yönelen insanlar arasıdaki karşılıklı ilgi veya ilişkiye
bağlamıştır.86
İnsanın istek, çıkar gibi özelliklerinin toplumun oluşmasındaki önemini
kavradığımızda, “İnsansal tarih, istenen İsteklerin tarihidir.”87 sözünün ne anlatmak
istediğini daha iyi anlayabileceğizdir.
İnsanların en başta gelen istekleri şüphesiz yaşamayı becerebilmektir. Bu nedenle
insanlar yaşamak için rekabet ederler ve mücadele etmek zorunda kalırlar. Park, böylece
toplumda doğal bir düzenin oluşacağını söyleyerek, toplumun çatışma süreciyle gelişeceğini
vurgular.88 L. A. Coser’a göre nefret, kıskançlık, gereksinme; istek ve özlemler gibi
psikolojik öğeler uyumsuzluk yaratıcı nitelikte olup, her biri bir çatışma kaynağıdır.89 Bu
bağlamda İbni Haldun’un insanların tutku ve isteklerinin çatışma yaratacağını vurguladığı,
83
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.342.
Hilav, a.g.e., s.133.
85
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.388.
86
Simmel, a.g.e., ss.65-69.
87
Hilav, a.g.e., s.133.
88
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.343.
89
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.477.
84
24
böylece de kendinden sonra gelen çatışma kuramcılarına yol gösterdiği belirtilmektedir.90
G.Simmel’e göre de, çatışma bir çeşit toplumsal ilişkidir ve bu çatışma ilişkisinin temelinde
gereksinme, nefret, kıskançlık, istek ve özlemler gibi uyumsuzluk yaratacak psikolojik veya
bireysel öğeler yatar.91
Romantikler, insanların bireysel istek ve çıkarlarıyla dünyayı algılamalarının farklı bir
gerçeklik oluşturmalarında etkili olduğunu belirtmektedirler. İnsanların, hayata, oluşturmuş
oldukları bu gerçekliklerle bakmaları, hayatta farklı algılamaların neden olduğu o kadar çok
çeşitlilik olduğunun bir göstergesi olacaktır. Onlara göre, tek tek bireyler veya topluluk
halinde insanlar değişen koşullara yanıt olarak kendi özgün gerçekliklerini yaratırlar.92
Freud’un psikanaliz kuramındaki nevrozun, “dürtüsel taleplerle bunlara karşı olan resmi
(toplumsal) talepler arasındaki çatışmanın ürünü”93 tanımı, bize insanların istek ve
çıkarlarının toplum ya da devlet tarafından bastırıldığında muhakkak bir çatışmanın
meydana geleceğini göstermektedir. Bu bakımdan, insanların bireysel istek ve çıkarlarının
olması insani bir gereksinim olmasından çıkarak, bir değişim meydana getirmekte, bu
değişim de bireylerin toplumla olan bir çatışmasına dönüşmektedir.
Tabi burada hatırlanması gereken bir husus vardır ki, o da bireyin topluma karşı olarak
konumlandırılmış olmasıdır. Bu görüşü benimseyen Freud’a göre birey, kültüre bir karşıtlık
içinde, soyutlanmış, kendine yeter bir unsurdur. Bu bakımdan Freud, bireylerin yıkıcı,
saldırgan, antisosyal ve antikültürel olduklarını öne sürmüştür. Bu nedenle her uygarlığın,
temelde insanın bu özgün doğası nedeniyle, zorlama ve içgüdülerin reddi üzerine inşa
edildiğini, bu nedenle de uygarlık ve insanın dürtüleri arasında temel bir antitez ilişkisinin
olduğunu belirtmektedir.94 V. W. Turner da birey ve toplum arasında temel bir çatışma
olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle ona göre, bir insan varlığının toplumsal normlara
uymasını sağlamak için onun doğal dürtülerine şiddet uygulanmalı, bastırılmalı ya da
yeniden yönlendirilmelidir.95 Levi-Strauss bu noktaya dikkat çekerek, insan aklının evrensel
yapısının ben (ego) ve diğerleri (autres) arasındaki diyalektik çatışmadan doğduğunu
vurgulayarak, ancak bu şekilde sosyal yapının anlaşılabileceğini belirtmektedir.96 Yani
90
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.85.
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.401; c.1, s.85.
92
Çelik, a.g.e., s.66.
93
Morris, a.g.e., s.249.
94
Morris, a.g.e., s.259, 261.
95
Morris, a.g..e., s.386.
96
Arslantürk, a.g.e., s.439; Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.251-252. “Levi-Strauss ikili karşıtlıklara temel bir vurgu
yapar ve mitosların işlevini özde, doğal ve kültürel dünyada mevcut yapısal karşıtlıklara aracılık etme ya da
onları çözme, bunun yanı sıra mitsel ve deneyimsel bilgi arasındaki çelişkileri giderme olarak görür.” Morris,
a.g.e., s.456.
91
25
sonuç olarak, insanların bireysel istek ve çıkarlarının tek başına bir sorun olarak
görülmemesi gereklidir; böylece yalnızca bireyi ilgilendirdiği düşünülen pek çok olayın
gerçekte daha geniş sorunları yansıttığının görülmesi mümkün olabilecektir.97
1.1.5. Değişim ve Diyalektik
Herakleitos’a göre, her şey akar, aynı ırmağa iki kere girmemiz mümkün değildir;
çünkü her girişimizde üzerimizden başka sular geçmektedir. Biz ırmağın içine girdiğimiz
andan itibaren ne içerisinde bulunduğumuz su, aynı sudur; ne de biz, artık eski bizizdir;
kesinlikle daha önceki halimizden farklı bir duruma doğru bir değişim göstermişizdir. Bu
nedenle evrende değişikliğe uğramayan hiçbir şey yoktur, her şey sürekli olarak hareket
etmekte, başkalaşım içerisinde bir değişiklikle karşı karşıya kalmaktadır.98 Buddhacılar şu
örneği verir: “Mumun alevi, her an değişmektedir, ama eski alevden doğan yeni alev, ona
benzemektedir; bundan ötürü biz, bunun hep aynı alev olduğu sonucuna varırız.” Her şeyin
akış ve değişme halinde oluşunu ileri süren Buddhacılık, her zaman var olacak olanı, durukolanı reddetmektedir; bundan dolayı Upanişad’ların ruhun ölümsüzlüğü ve değişmezliği
görüşünü eleştirerek, Tanrının ve ruhun kabul edilmeyişini bu ilkeye bağlamaktadırlar.99
Hayattaki her şeyin bir değişim içerisinde olduğunu kabul etmek, hayata tamamen
farklı bir pencereden bakmayı zorunlu kılmaktadır. Öyleki hayatta hiçbir genel doğrunun
kabul edilmesi mümkün olmadığı gibi, din gibi dogmatik yapıların bu değişiklikle hiçbir
ilişkisi olmamakta; bu nedenle de hayatta değişikliğe uğramayan şeylerin kabul edilmesi, bu
anlayış çerçevesinde anlamsız ve saçma olmaktadır. Değişim düşüncesinin bu özelliklerini
kabul eden Hegel, bir çağa özgü düşüncelerin kendinde mutlak bir doğruluk iddiası
taşıyamayacağını, çünkü düşüncelerin değişen tarihsel koşullara bağlı olarak değiştiklerini
ifade etmektedir.100 Bu bakımdan topluma hâkim olan güçlerin, varlığını çelişkiyi yok
sayarak ve dünyanın değişmez olduğunu ileri sürerek temellendirdiği ve pekiştirdiği iddia
edilmektedir.101 Fakat unutmamak gerekir ki, diyalektik düşüncenin arkasında, şu anki
durumla gelecek olan durum arasındaki sürekli bir gerilim olduğu düşüncesi yatmaktadır.
97
Giddens, a.g.e., s.5.
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 10.Bas., İstanbul, 1999, s.24.
99
Hilav, a.g.e., s.24.
100
Çelik, a.g.e., s.67.
101
Hilav, a.g.e., s.51.
98
26
Çünkü olayların şimdiki zamanda ortaya çıkan durumu, her zaman bir olumsuzlama süreci
içinde başka bir şeye doğru yönelmiştir.102
Bikai’e göre, mevcut dünyada değişmeler meydana gelmekte, hatta bu değişimler daha
iyiye doğru gelişmeler olabilmektedirler. Oysa bu dünya, mümkün dünyaların en
mükemmeli olmuş olsaydı; ulaşılmış olan bu en mükemmelden daha ötesi olmaz;
dolayısıyla onda bir değişiklik de olmazdı.103 Bu nedenle Dahrendorf, öncelikle
vurgulanması gerekli olan noktanın toplumun dinamik bir bütün olduğunun kabul edilmesi
gerektiğini belirtmektedir. Bu bakımdan değişme, toplumun özünü oluşturan ve hatta
kaçınılmaz olan doğal bir olgudur.104 Herakleitos’a göre, oluş, doğa dünyasında
gördüğümüz en somut fenomenlere dayanmaktadır. Bu fenomenler, küçülme ve büyüme,
şekil değiştirme ve değişikliğe uğrama gibi olaylardır.105 Burada değişim düşüncesinin salt
doğruları106 ve yerleşik yapıları kabul etmediğini, sürekli olarak bir değişim ile gelişmenin
gerçekleşmesini zorunlu kıldığını görmekteyiz. Tabi burada değişmenin nasıl gerçekleşeceği
sorusu önem arz etmektedir.
Yapısal fonksiyonalistlere göre, değişmenin kaynağı yapının kendisidir ve sosyal
sistemin parçaları incelenmelidir.107 Oysa diyalektik açıdan konuya yaklaşan Marksistlere
göre, yapının kaynağı değişmedir, tüm sistemdeki ve sistemin sosyal yapısındaki
değişmelerle daha fazla ilgilenilmesi gerekir. Bu bakımdan, yapısal-fonksiyonalistler için
değişme soyut bir süreç olarak görülürken; Marksistler için ise değişmenin gerçek
toplumlardaki bir diyalektik süreç olduğu iddia edilmektedir.108 Yani toplumun temel
hareket ettirici etkeni ne olacak ve toplumun değişim yönü nasıl bir seyir izleyecektir?
Çatışma, mevcut durumun devam etmesine engel olmaktadır; bu nedenle çatışmanın olup
olmaması toplumsal değişme açısından önemli bir konudur. Değişmenin hangi yönde
cereyan ettiği, yani çatışarak daha iyi bir toplum mu meydana gelmekte ya da mevcut
durumdan daha kötü bir hal mi arz ettiği sorusu çeşitli kuramların ortaya çıkmasını
sağlamıştır.
102
Çelik, a.g.e., s.68.
Cafer Sadık Yaran, Kötülük ve Teodise, Vadi Yay., Ankara, 1997, ss.160-161.
104
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.413.
105
Gökberk, a.g.e., s.24.
106
Gökberk, a.g.e., s.25.
107
Kongar, a.g.e., s.145.
108
Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.493-494.
103
27
Sosyal statik, toplumun mevcut sosyal yapısını ve düzenliliğini içerir. Sosyal dinamik
ise sosyal düzeni kargaşalık içine sokan değişme ve çatışma güçleri ile ilgilidir.109 Karl
Marx’ın ilk ve en önemli düşüncesine göre toplum, gerginlik ve mücadele ile değişmeyi
yaratan zıt güçlerin hareket eden bir dengesidir, gelişmenin itici gücü, bu zıt güçler
arasındaki mücadeledir. Bundan dolayı ilerlemenin temel gücü, barışın gelişimi değil,
mücadelelerin artmasıdır.110 Bu anlamda diyalektik kavramının zıtlıkları içerisinde
barındırması; böylece de ilerlemenin diyalektik süreciyle sağlanacağı düşüncesi, çatışma
kavramıyla sıkı bir ilişki içerisindedir. Bu bakımdan Dahrendorf’a göre toplumları ancak
birincil (devamlılık, ahenk, denge ve bütünlük) ve ikincil yönlerini (değişme, çatışma ve
zorlama) birlikte değerlendirerek anlayabiliriz. Bu nedenle, toplum dediğimiz dinamik
bütünü ancak bu karşıt niteliklerin diyalektik ilişkisi içinde anlamlandırabiliriz.111
Diyalektik modeller, evrimci modellerin özel bir şeklidir. Evrim, tekdüze ve doğrusal
bir gelişme ifade ederken, diyalektik bu gelişmenin yadsınmasının yadsınması (tez-antitezsentez) ilkesine göre aşamalı bir şekilde işlemektedir. Fakat her ikisinde de ilerlemenin
sağlanacağı düşüncesi vardır.112 Diyalektik, bu şekilde evrim sırasında ortaya çıkan her
aşamanın kendisini ortadan kaldıracak ve zıddını yaratacak öğeleri de beraberinde getirdiği
fikrine dayanır. Değişme sırasında bütün varlık ve öğeler zıtlar da dahil olmak üzere
birbirlerini etkiler, her şey kendi zıddını beraberinde getirir ve kendi zıddını yaratır.113
Fichte’ye göre, her hangi bir şey, kendini tanımlamak istediği zaman, kendi karşıtına
muhtaçtır; yani kendi çelişkenini ortaya koymak zorundadır. Yoksa Aristoteles mantığında
olduğu gibi kendisiyle çelişen şeyi ortadan kaldırmak zorunda değildir.114 Oluş ve değişme,
karşıtların çatışmasının sonucudur, her şey karşıtların birliğinin (ayrılmazlığının)
sonucudur.115 Yani bir şeyin varlığında sadece tek bir özellik yoktur, aynı zamanda o
özelliğin zıddı, yine aynı şeyin varlığında bulunmaktadır. Hegel’e göre, şeyler kendilerini
daha iyi ortaya koyabilmek (tanımlayabilmek) için karşıtlarına dönüşürler, yani karşıtları
haline geçmek için değişirler.116 Böhme, Tanrı'nın eylemini ancak olumsuzlayış ilkesi
sayesinde ortaya çıkaracağını; bunun, Tanrı için olduğu gibi bütün eşya için de geçerli
109
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.130.
Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Korkmaz Alemdar, 4.Bas., Bilgi Yay., Ankara,
2000, s.122.
111
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.413.
112
Kongar, a.g.e., s.117.
113
Kongar, a.g.e., s.115; Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.83; c.2, ss.511-512.
114
Hilav, a.g.e., s.81.
115
Hilav, a.g.e., s.34.
116
Hilav, a.g.e., s.154. Hegel’in bilincin farklılaşması ve çelişmesi sürecini incelerken bu metodu kullandığını görmekteyiz. A.e., s.97.
110
28
olduğunu söyler. Yani hiçbir şey kendi karşıtı olmaksızın ortaya çıkamaz; her şey, aynı
zamanda olumlayış ve olumsuzlayıştır. O, karşıtı olmaksızın, Tanrı’nın bile kendini ortaya
çıkaramayacağını vurgulamaktadır.117 Şeylerin anlam kazanmalarında zıtların önemli
işlevler üstlendiği gibi, sosyal olay ve olguların anlam kazanmaları ve anlaşılmalarında da
zıtlık olgusunun önemli bir işlevi yerine getirdiğini118 bilmemiz, zıtlık konusunda dikkat
etmemizi gerektiren noktayı hatırlatmaktadır ki, o da, bir şeyi daha iyi kavramamız için
karşıtına muhtaç olduğumuz düşüncesidir. Böylece bir şeyin karşıtını bilirsek o şeyin daha
iyi anlaşılabileceği düşüncesi, bizim çatışma kavramında çatışmanın zorunlu olarak ortaya
çıkacağını göstermektedir. Yani çatışma denildiğinde, toplumların çatışma sebepleri her ne
olursa olsun önemli değildir; çünkü toplumun kendini kavrama amacı veya sadece kendi
varlığını hissetmesi, toplumun kendi zıddını ortaya çıkarmasını zorlamakta; böylece ‘öteki’
toplum anlayışını ortaya çıkararak, bu iki toplum arasında bir diyalektik sürecin başlamasına
neden olmaktadır, yani çatışma sürecinin.
Herakletios’un diyalektiğinde dünya, karşıt şeylerin karşılıklı etkileşimi, onların birliği
ve çatışmalarıyla belirlenir. Doğru olanın kavranması, karşıtların değişimi, karşıtların
çatışmalarının kavranması ile olanaklıdır.119 Hegel, bu nedenle evrendeki oluş ve hareketin
ilk koşulunun olumsuzlama olduğunu, karşıtlıklar arasındaki savaşın, ölümü değil; hayatı
doğurduğunu ve sonuçta da eskilerden daha üstün varlık formlarının ortaya çıkmasını
sağladığını belirtmektedir.120 Bu bakımdan ona göre, her varoluş mantıksal olarak kendi
karşıtına dönüşerek kendini aşmak zorundadır. Varlık belirli bir varoluş olmadan önce
hiçlikle özdeştir; ama mantıksal olarak varlık hiçlikle özdeş kalamayacağından belirli bir
nitelik altında farklılaşacak, kendine yabancılaşacaktır. Böylece hareket ve değişim,
başlangıçta örtük olarak bulunan bütün niteliklerin somutlaşmasına dek sürecektir.121
Mantıkta çelişme ilkesi, “Bir şey aynı zamanda hem var, hem yok olamaz” şeklindedir. Bu
ilke Hegel’de değişime uğramakta ve çelişme ilkesi “zıtlıkların bir arada bulunması
gerekir” şekline dönüşmektedir. Bu bağlamda Hegel’in diyalektik yöntemi, şeyler arasında
çelişkiler bulunduğunu kabul ederken, bunu yalnızca maddenin bir yanı olarak görmektedir;
bundan daha önemlisi, yani bütün şeyler kendi içlerinde çelişkilidir ve iç çelişki bütün
hareketin ve canlılığın köküdür. Bunun anlamı Hegel’e göre, bir şey ancak bir çelişki
117
Hilav, a.g.e., ss.67-68.
Ejder Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yay., İstanbul, 2003, s.45.
119
Gökberk, a.g.e., 24.
120
Hilav, a.g.e., s.155.
121
Çelik, a.g.e., s.68.
118
29
içerdiğinde hareket eder, demektir.122 Mutahhari’ye göre, evrenin yaratılışının temel ilkesi,
karşıtlık ilkesidir. Evren, bir karşıtlıklar bütünüdür, bu nedenle evrenin tüm düzeni içinde
kötülükleri ortadan kaldırmamız mümkün değildir; yani kötülükler olmaksızın, evrenin
varlığı söz konusu olamaz. Bu yüzden evrendeki şerleri kaldırmak ve şersiz bir evren
kurmak imkânsızdır. J. L. Mackie, farklılıklar ve karşıtlıklar söz konusu olmasa, çokluktan,
farklı ve çeşitli şeylerin uyumundan meydana gelmiş bir bütünden söz edilemeyeceğini,
çeşitli varlıklar olmayınca, topluluktan ve düzenden söz etmenin anlamsız olacağını
belirtmektedir.123
Eski
İran
düşüncesinde
gerçek
anlamda
diyalektik
anlayışa
ulaşılamadığı
görülmektedir; çünkü bu düşüncede, karşıtlıklar arasında bir çatışmanın ve savaşın sürüp
gittiği ve evrendeki varlıkların iki kategoriye ayrıldığından bahsedilmekteydi. Bu
kategorilerden birinde, ışık (aydınlık) ilkesi tarafından yönetilen iyilik kuvvetleri; ötekinde,
karanlık ilkesi tarafından yönetilen kötülük kuvvetleri yer alıyordu. Bu iki çeşit varlık
arasında sonu gelmez bir savaş vardı. Karşıtlık ve çatışma kavramlarına rağmen, burada
temel düşüncenin değişmezlik olduğu görülmekte ve çatışmanın diyalektik özelliği de
böylece ortadan kaybolmaktadır. Çünkü bu iki karşıt ilke arasındaki çatışma, sonunda her
ikisini de içine alan ve her ikisinden de farklı olan yeni ve daha üst düzeyden bir ilke ortaya
çıkarmıyor; bu iki ilkeden biri, ötekini yalnızca yenilgiye uğratıyordu.124 Hegel, böyle bir
mücadele içinde, rakibin ortadan kaldırılmasının bir işe yaramayacağını; bilakis rakibin
“diyalektik” olarak ortadan kaldırılıp aşılması gerektiğini vurgulamaktadır.125 Çünkü bu
durumda, rakiplerden biri ölü olunca, hayatta kalanı "tanıyıp-kabul edemezdi" ve bundan
ötürü hayatta kalan insanlığını ortaya koyup gerçekleştiremezdi. Öyleyse, insansal varlığın
kendinin-bilinci olarak ortaya çıkabilmesi için, insansal varlıkta bir çokluk olması yetmez.
Bu çokluğun, bu “toplumun”, kökçe farklı iki davranışı da içermesi, kapsaması gerekir.126
Engels, bir tohumun, bir insan ayağı ile ezilerek ortadan kaldırıldığını düşünelim, der. Bu
durumda, tohum ortadan kaldırılmış ve değişikliğe uğratılmıştır, ama burada diyalektik bir
dönüşüm (değişme) söz konusu değildir ona göre. Diyalektiği açıklamak için bir arpa
tohumunu örnek olarak açıklamaktadır: Arpa bitkisinin, kendi ürünü olan başağı ortaya
122
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.510.
Yaran, a.g.e., ss.146-147. Mackie, Mutahhari’nin ve kendisinin ateistik bir şekilde vurguladığı
düşüncelerin Tanrı’yı sınırlandırmak anlamına geleceğini ve kötülük olmadan iyiliğin olamamasının
ontolojik bakımdan zorunlu olmadığını; çünkü bunun dilimize ve düşüncelerimize ait olduğunu
belirtmektedir. A.e., s.149.
124
Hilav, a.g.e., s.16.
125
Hilav, a.g.e., s.138.
126
Hilav, a.g.e., ss.134-135.
123
30
çıkararak kendini olumsuzladığını, böylece de başağın, bitkinin olumsuzlanması olduğunu
söyler. Ama bitki de tohum bakımından bir olumsuzlama olduğuna göre demek ki, başak,
basit bir olumsuzlama değildir. Olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır; yani başak (meyve)
hem tohumu, hem de bitkiyi içinde taşımaktadır.127
Hegel’in diyalektik tarih anlayışı, daha sonra Marx’ın düşüncesinin gelişiminde önemli
bir etkiye sahip olmuştur.128 Marx’a göre, Hegel’de diyalektik baş aşağı durur. Mistik kabuk
içindeki rasyonel özü bulmak için onun tersine çevrilmesi, ayakları üstünde durdurulması
gerekmektedir.129 Yani Marx, daha çok Hegel’in diyalektiğini ruhani yanından ayıklayarak
insan öznesini faal, üretken, doğayla girdiği etkileşimle kendini var eden bir varlık olarak
görmüştür.130 Hegel, diyalektiği idealist felsefenin aracı olarak kullanırken; Marx ise onu
materyalist bir felsefenin aracı olarak kullanmıştır.131 Böyle düşünen Marx, toplumsal
değişmenin nedenlerinin felsefi alanda, insanların kafasında ya da mutlak gerçeği
kavramalarında olmadığını söyleyerek; diyalektik sürecini hayata uygular132 ve toplumsal
değişmenin nedenini üretim biçimindeki değişmelerin, ekonominin ve toplumsal sınıfların
oluşturduğunu iddia etmektedir.133
Diyalektik düşüncesinin çatışma kavramıyla çok yakın bağlarının olması bizim de
araştırmamıza ışık tutacak konular çıkarmamızı sağlamaktadır:
1. Toplumların durağan olmayarak sürekli bir değişimle karşı karşıya kalması, mevcut
durumun hiçbir zaman ulaşılabilecek son nokta olmadığını göstermektedir, bu nedenle de
mevcut durumdan farklı olarak hangi durumlar, eski olanla bir çatışmaya girerek nasıl onun
yerine geçecektir?
2. Eski durum nasıl bir durumla karşı karşıya kalacak ki değişim gerçekleşecektir?
3. Değişim toplumun kendi yapısının içerisinde mi oluşacak, ya da dışarıdan gelen
etkilerle mi meydana gelecek?
4. Bir toplumla karşı karşıya gelindiğinde o toplumun yok edilmesi ya da boyunduruk
altına alınmasından hangisi toplumu nasıl etkileyecektir?
127
Hilav, a.g.e., ss.189-190.
Çelik, a.g.e., s.68.
129
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.118; Çelik, a.g.e., s.64.
130
Morris, a.g.e., s.54. Marx, Hegel’in diyalektiğini ‘katıksız düşüncenin diyalektiği’ olarak nitelendirerek,
gerçek maddi yaşamla ilgisinin olmadığını söylemektedir. Eleştiriler için bkz: Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi
El Yazmaları, ss.79-101.
131
Kongar, a.g.e., s.116.
132
Marx, filozofların dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumladıklarını; oysa sorunun dünyayı değiştirmek
olduğunu söyler. Marx, Feurbach Üzerine Tezler, s.106.
133
Kongar, a.g.e., ss.124-125.
128
31
5. Her şeyin bir zıddının olması demek, toplumdaki düzenle birlikte, bir uyumsuzluğu
gösterdiğine göre, bu toplumlardaki bu zıtlıklar onları nasıl yönlendirecektir?
1.1.6. Sınıf Çatışmaları
Sınıf kavramının hangi unsurları içinde barındırdığına baktığımız zaman bu kavramı
daha iyi tanımlayabileceğiz; çünkü sınıf kavramının birçok yönden tanımı, birçok sosyolog
tarafından farklı bir şekilde yapılmış olması bu kavramın tanımlanmasında zorluk
çıkarmakta ve bundan dolayı da genel bir tanıma ulaşılamamasına neden olmaktadır.134
Toplumun birbirinden farklı, biri öbürünü daha çok etkileyebilen toplumsal-ekonomikkültürel kesimlere ayrıldığı; ayrıca her kesimin kendi içinde ortak özelliklere sahip olduğu
görülmektedir.135 Bu bakımdan toplumu oluşturan kesimlerin birbirinden farklılık arz etmesi
sınıf kavramının tanımlanmasında farklı türden etkenlerin önemini göstermektedir. Bunların
içerisinde prestij ve sosyal mevkiler önemli bir unsur olurken, ekonomik temel üzerinden de
sınıf tanımlanabilmektedir.136 Her şeyden önce şunu söylemek gerekirse sınıfı bir kategori
olarak algılamak, olup bitenleri açıklama olanağından yoksun olmak demektir. Eğer sınıf bir
katman olarak görülürse, tüm toplumlarda sınıflar vardır, dolayısıyla sınıflı toplumlar olarak
tüm toplumlar birbirine benzerler.137 Bu şekilde bir tanımlama sınıfı, sıradan bir kümeye, bir
ya da birkaç özellik etrafında birleşmiş, ama davranış şekillerinde ortak bir kimliği ya da
kolektif bir kimliği olmayan bir bireyler toplaşmasına indirgemektedir.138
Davranışlar gerçekte bir değer yargısı içerir, genellikle bireylerin ait oldukları
toplumsal grup veya sınıfın öznel ve nesnel nitelikleri içinde yönlenir. Çatışma toplumsal
yapı içinde yer alan, farklı değerlere ve çıkarlara sahip yöneten ve yönetilen sınıfların
bütünlük içinde karşıtlaşmasında, yönetici sınıfların kurumsal zorlanmasından kaynaklanır.
Bundan dolayı çatışma da değer yargısı içeren bir tür ilişki olup davranışlarda somutlaşır.139
Bu nedenle sınıf olarak kabul edilen bir topluluğun ilk olarak kendi katmanlarındaki diğer
bireylerle bir birlik oluşturarak aynı katmanın üyesi olduklarını bilmeleri gerekir ve bununla
beraber, kendilerini başka katmanlardan ayırt ederek farklı olduklarını kabul etmeleriyle
134
Dönmezer, a.g.e., s.302.
Özer Özankaya, Toplumbilim, 8.Bas., Cem Yay., İstanbul, 1994, s.191.
136
Dönmezer, a.g.e., s.304.
137
Philippe Beneton, Toplumsal Sınıflar, Çev. Hüsnü Dilli, İletişim Yay., İstanbul, 1991, s.62.
138
Beneton, a.g.e., s.57.
139
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.415.
135
32
ancak bir toplumsal sınıf sayılabilirler.140 İşte burada sınıflar arasındaki sosyal mesafeyi
belirleyen şeyin “sınıf bilinci” olduğu görülmektedir. Bu nedenle sınıf bilinci, başka
sınıflara göre farklılık, kendi sınıfına göre ise bir benzerlik bilincidir.141 Yani burada iki
farklı özelliğin sınıf kavramının anlaşılmasında önemli olduğunu görmekteyiz ki bunlar,
sınıfların ilk önce kendi içlerinde bir bilinçli birlik oluşturmaları ve daha sonra da bu
birlikteliğin onları farklılaştırarak diğer sınıflardan ayrılmasının gerekliliğidir.
Sınıfların kendi içerisindeki birliktekileri, aynı soydan gelmeseler de kalabalık bir insan
grubunun, sahip oldukları benzer gelir, eğitim, meslek durumları ile siyasi görüş, dini
bağlılık, ahlaki tavırlar, tüketim kalıpları gibi karşılaştırılabilir saygınlık ölçüleriyle
tabakalaşarak ayrıldığı kategorilerden her biri olarak tanımlandığını görmekteyiz.142 Fakat
her kişi doğumdan itibaren belirli bir toplumsal sınıfın içerisine girer. Kişi dünyaya geldiği
andan itibaren bu sınıfın kendisini hayat biçimleriyle, tarzlarıyla etkilediğini ve onu
şekillendirdiğini görecektir. Bu bakımdan toplumsal sınıflar, toplum içerisinde talih ve
akıbet bakımından aynı durumda olan kişilerin oluşturduğu bir bütünden meydana
gelirler.143 Burada kişilerin kendi sınıflarını seçme özgürlüğünün oldukça zayıf bir ihtimal
olduğunu görüyoruz. Yani kişiler doğduklarında neredeyse hayatları planlanmış bir
dünyayla karşılaşmaktadırlar.
Sınıf sözcüğünün 14. ve 16. yy’larda Fransa ve İngiltere’de, yurttaşları sahip oldukları
servete göre ayıran çeşitli kategorileri göstermek için kullanıldığı görülmektedir. 19. yy’da
ise Avrupa ülkelerinde sınıf kavramı değişikliğe uğrayarak, toplumsal ayrım ve ilişkileri
farklı düşünmenin bir anlatım şekli oldu. 19.yy’da İngiltere’de, meslek birlikleri, sıralar,
kademeler, meslekler gibi sözcüklerden oluşan geleneksel anlatım etkisini göstermiş ve
böylece eski toplumsal düzene ve kendi görüntüsüne sıkı sıkıya bağlı olan bir tanıma
ulaşmıştı.144 Daha sonraları Marksist düşünce tarafından, sınıf sözcüğü her yönüyle
derinlemesine etkilenerek bu çerçevede sınıf sözcüğünün yaşanan bir gerçekliğe dayandığı
iddia edilmişti. Toplumsal ve siyasal yaşamı yöneten ve ekonomik bir dayanağı olan bu
gerçekliğin sınıfları etkilemesiyle, sınıf önce ayırır ve karşı karşıya getirir; daha sonra
seçilmiş sınıf yani proletarya toplumsal birliği kurar. Marx, bu bağlamda sınıf düşüncesini
140
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.81, 93; Özankaya, a.g.e., s.189.
Dönmezer, a.g.e., s.313.
142
Kirman, a.g.e., s.199.
143
Dönmezer, a.g.e., s.302.
144
Beneton, a.g.e., ss.11-12.
141
33
çıkar karşıtlığına dayalı toplumsal uyuşmazlık ve devrimci kurtarıcılık düşüncelerine
bağladı.145
1.1.6.1. Marx’ın sınıf anlayışı
Marx’a göre, bireyin önemi asıl olarak bir sınıfın üyesi olmasından ileri gelir; çünkü
düşünceleri, ahlak inançları, estetik seçimleri ve bunun gibi birçok şey asıl olarak sınıfın
doğurduğu düşüncenin bir yansımasıdır.146 Bu bakımdan bir sınıfın üyeleri birey olarak
kendilerini aşarak ondan daha üst bir seviyede bir işlev üstlenmektedirler. Artık sınıfın
üyeleri tek başlarına hareket etmeyerek sadece kendi bireysel çıkarlarını düşünmeyecek;
bilakis sınıfının çıkarlarını kendilerinden önemli görerek, onları gerçekleştirmek için
mücadele edecektir. Bu bakımdan Marx’a göre, devrimi gerçekleştirecek sınıf, yöneten
sınıfa karşı mücadelesinde başarılı olabilmek için kendi çıkarını bütün halkın çıkarı olarak
evrenselleştirebilmiş olmalıdır.147 Marx’a göre gerçek sınıf, üyelerinin kendi birliklerinin ve
diğer sınıflardan ayrımlarının bilincine varmalarını gerektirir. Sınıf, kendi bilincine ancak
uzlaşmaz sınıfla olan karşıtlığının bilincine vararak gerçekten varır. Sınıf bilinci sınıflar
mücadelesi bilincinden geçer.148
Marx için sınıf, üretim araçları -insanların yaşamlarını kazanmak için uğraştıkları
araçlar- ile ortak bir ilişki içerisinde bulunan insanların oluşturduğu bir gruptur.149 Sınıfların
oluşmasında temel etken olarak ekonomiyi gören150 Marx’a göre toplumsal sınıf, üretim
sürecinde aynı rolü oynayan ortak ekonomik çıkarları olan, sınıf ideolojisi yardımıyla sınıf
dayanışması gerçekleştiren kişilerin toplamı sınıfı oluşturur.151 Ona göre, her sınıf savaşımı
bir siyasal savaşımdır.152 Egemen sınıf, sömürücü sınıf egemenliğini ve sömürüsünü siyasal
145
Beneton, a.g.e., s.28. Sınıfların 19.yy’a kıyasla büyük ölçüde günümüzde silikleştiği, günümüzde bir sınıf
anlayışından daha çok toplumsal kategorilerden bahsedilmesinin daha doğru olduğu söylenilmektedir.
Toplumsal kategoriler arasındaki nesnel farklılıkların ve eşitsizliklerin geniş ölçüde azaldığı; buna karşılık,
kategorilerin kendi içerisindeki farklılıkların çoğaldığı ve bu nedenle de toplumun daha karmaşık bir yapıya
sahip olduğu belirtilmektedir. Bu bakımdan toplumun homojenleşmesi günlük yaşamın pek çok alanında
kendini göstermektedir. A.e., ss.105-109.
146
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.94; Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.297. Ancak Marx, insanların
koşullarının ürünü kabul etmekle birlikte, koşulları üretenin insanlar olduğunu hatırlatarak, toplumu
eğitenlerin de eğitilmesinin gerekli olduğunu söyler. Marx, Feurbach Üzerine Tezler, s.104.
147
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.126-127, 143, 174; Komünist Partisi Manifestosu, s.81-82.
Marx’ın bahsetmiş olduğu sınıf bilincine eleştiriler olduğunu görmekteyiz. “İnsanlar kendilerini önceden
belirlenmiş kademelere yerleştirirler. Örneğin bir kişinin kendisini orta sınıfa ait olarak görmesi, Marx’ın
bahsettiği sınıf bilinci ile arasından küçük bir ilişki yoktur.” Beneton, a.g.e., s.50.
148
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.93; Beneton, a.g.e., s.23.
149
Giddens, a.g.e., s.261.
150
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.168.
151
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.173.
152
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.74.
34
güç aracılığıyla sürdürür.153 Bu nedenle Marx, siyaset ve devleti ekonomiden önemli
görmeyerek onları ikinci planda bırakır.154 Marksist analizde, kendi başına sınıfı oluşturan
şey, bir dizi çevresel değişken, kendine özgü bir yaşam tarzı ile yine kendine özgü kültürel
faaliyetlerdir. Sınıf bilincinden söz etmek, sadece, bu nesnel özelliklerin üretim sürecinden
kaynaklanan ortak bir çıkarlar bilinci doğurduğu ve siyasal temsil aracılığıyla pratik eyleme
girmenin önünü açtığı zaman mümkündür.155 Bu nedenle Anthony Giddens’in sınıfı,
benimseyebildikleri yaşam biçimi türlerini önemli ölçüde etkileyen ortak ekonomik
kaynakları paylaşan büyük ölçekli insan gruplaşmaları olarak tanımladığını görmekteyiz.156
Karl Marx ve F. Engels, Komünist Partisi Manifestosu’nda, “Şimdiye kadar olagelmiş
bütün toplumların tarihi, sınıf kavgaları tarihidir. Sınıflar sürekli bir karşıtlık içinde
bulunmuşlardır. Bu çatışma aralıksız bazen kapalı, bazen gizli bir savaş biçiminde sürüp
gitmekte ve her defasında ya toplumun devrimci bir biçimde yeniden kurulması ile veya
çatışan sınıfların birlikte yıkılmaları ile sona ermektedir.” demektedirler.157 Marx,
toplumsal değişmeyi toplumun kendi içinden, üretim biçimi ve güçlerine bağlı olarak
meydana gelen bir kaynağa, yani çatışmaya bağlar. Ona göre, toplumun yapısını büyük
ölçüde ekonomik ilişkiler yani alt-yapı belirlemektedir. Her bir yeni üretim biçimi yeni bir
sınıf ve yeni bir ideoloji yaratır.158 Bu yeni sınıf ve ideoloji eski toplumsal yapıyı yeni
üretim biçimine uygun olarak değiştirir. İnsanlık kaçınılmaz bir şekilde üretim ilişkilerine
bağlı olarak sınıf çatışmalarının belirlediği belli devrelerden geçmek zorundadır.159 Marx,
sınıfı belirleyen toplumsal ilişkilerin, doğası gereği birbirine karşıt çıkarlar doğurduğunu
ileri sürmüştür. Bu nedenle burjuvazinin çıkarları proletaryanın çıkarlarından farklıydı ve
uzlaşmaz nitelikteydi. Proletaryayı sömürmek burjuva sınıfının, burjuvaziyi devirmek de
proletaryanın çıkarınaydı.160 Bu nedenle Marx’a göre sınıflar arasındaki ilişkiler sömürüye
dayanan bir ilişkidir.161 Sınıflara bölünmüş olan her toplum, sonunda idealist bir felsefeye
varıyordu. Çünkü sonu gelmeyecek bir egemenlik kurmak isteyen herhangi bir toplumsal
153
Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.141-142. Bu nedenle devrimci sınıf iktidarda bulunan sınıfa
karşı mücadele etmek zorundadır. Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.167.
154
Aron, a.g.e., s.123.
155
Marshall, a.g.e., s.653.
156
Giddens, a.g.e., s.259.
157
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, ss.57-58. Sezgin Kızılçelik, Marx’ın tarihteki kavgaların
hepsinin sınıf kavgası olduğu iddiasını doğru bulmadığını belirtmekte ve bu tanımın aşırı basitleştirme
sayılması gerektiğini söylemektedir. Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.312.
158
Marx’a göre, yeni üretim tekniği nasıl burjuva sınıfını yarattı ise, aynı teknik proleter sınıfını da yaratmıştır.
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.69; Alman İdeolojisi Bölüm I, s.158.
159
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.94; Kongar, a.g.e., ss.122-123.
160
Marshall, a.g.e., s.654.
161
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.95.
35
güç, her şeyin değiştiğini ileri süren maddeci bir felsefeye dayanamazdı. Böyle bir sınıf,
gerçeklik bakımından haklı çıkarılamayacak esrarlı bir ilke üzerine, yani bir ide üzerine
temellenmek zorundaydı.162 Toplumun bir parçasının diğeri tarafından sömürüldüğü
gerçeği, hangi eğilim, hangi form içerisinde olursa olsun bütün geçmiş dönemler için ortak
bir gerçektir. Dolayısıyla, geçmiş çağların sosyal bilinci, birçok çeşitlilik ve değişiklik
gösterse de, sınıf çatışmaları tamamen yok olmadıkça tamamen ortadan kaybolmayan bazı
genel fikirler ve ortak formlar içinde hareket eder.163 Böylece proletarya sömürüldüğünün
bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine varır ya da varacaktır ve devrimci eylemi de
kapitalizme son verecektir. Proletarya, kötülüğün toplumsal köklerini söküp atarak,
insanlığın tarihine yeni bir biçim verir. Bu yeni biçim sosyalizmdir: sınıfsız bir toplum
politikayı yıkar, ekonomiyi yıkar ve böylece insan yeteneklerinin serbestçe gelişmesini
sağlar.164
1.1.6.2. Marx’ın sınıf anlayışına karşı farklı yönelimler
Tocqueville’ye göre demokratik dinamiği besleyen insanların duyguları ve bilinçleridir;
bu bakımdan ‘bilinç’in yönettiğini söyler. Marx ise onun tam karşısında durmaktadır.165 Ona
göre, toplumsal eşitsizlikler, ortak bir zihniyet ya da aynı çıkarların birleştirdiği farklı
toplumsal gruplar arasında bölünmeler oluşturmaz; buna karşılık bireyler arasında gizli bir
savaşı, hırs yüklü bir rekabeti besler. Burada Marksist anlamda bir sınıf bilinci yoktur;
burada bireysel tutkuların önemi söz konusudur. Tocqueville’ye göre, zenginler olmasına
rağmen zenginler sınıfı yoktur; çünkü bu zenginlerin ne ortak amacı ve geleneği, ne de ortak
beklenti ve umut anlayışları vardır.166 Demokratik toplumlar karşı devrimcidir; çünkü yaşam
koşulları giderek iyileştikçe bir devrimde kaybedecek şeyi olanların sayısı artar. Demokratik
toplumlarda pek çok insan, pek çok sınıf bir şeylere sahiptir; bu, onların devrime karşı
çıkmalarını sağlar.167 Durkheim de çatışmanın olumlu sonuçlar vermeyeceğini söyler ve
162
Hilav, a.g.e., s.77.
Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.123.
164
Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.96-99; Alman İdeolojisi Bölüm I, s.167, 176; Beneton,
a.g.e., ss.25-26. Marksist anlayışın sınıf çözümlemesinin birçok yönden eleştirildiğini görmekteyiz: Sınıfların
ekonomik bir temel üzerinde birleşmelerinin gerçeği yansıtmadığı, ekonomi yanında daha birçok etkenin
sınıfların oluşumunda etki yaptığı görülmüştür. Sınıf bilincinin fazlaca idealleştirilmiş bir anlayışı sergilediği,
yani yaşanan gerçeklerle pek uyumlu gözükmediği belirtilmektedir. Mücadele halindeki sınıfların “aynı anda
ortadan kalkması” görüşü sadece bir belagat olara görülmektedir, tarihte bunu doğrulayacak tek bir örnek
bulmak bile boşuna olacaktır. Beneton, a.g.e., s.67.
165
Beneton, a.g.e., s.33. Tocqueville’ye göre ideoloji toplumsal örgütlenmeye temel sağlamaktadır. Aron,
a.g.e., s.208.
166
Beneton, a.g.e., s.34.
167
Aron, a.g.e., s.212.
163
36
özellikle işçi ve işveren arasındaki sınıf çatışmasını tarihsel gelişmenin gücü olarak
düşünmez. Buradan çatışmanın ileriye götüreceğine dair bir düşünce değil de, bilakis daha
kötü bir topluma götüreceğini belirtmektedir. Bunun yerine o, “organik dayanışmaya”
dayalı bir teori ileri sürer. Yani organik dayanışmadaki farklılaşma bir çatışma nedeni
değildir; insanlar farklılaşarak birbirlerini tamamlar bir hale gelirler ve farklılaşma ile bir
bütünleşme meydana gelir.168 Bu bakımdan Durkheim’da sınıf düşüncesi yer almaz; ancak
modernliğin toplumsal uyuşmayı sürüklediği tehlike karşısında duyarlı olması onun, aile,
kabile, site ve korporasyon kavramlarına önem vermesini sağlamıştır.169
Max Weber, sınıf mücadelelerini ve bunların tarihteki yerini inkâr etmez; ama onları
temel dinamik olarak görmez.170 Bu bakımdan Weber, Marx’ın iki kutuplu ve çatışan
sınıflarından uzaklaşmaktadır. Toplumlar sayısız eylemleri göz önünde bulundurularak
incelenirse; iki değil, birçok sınıftan müteşekkil olarak görülürler. Ayrıca bu sınıflar,
organizasyon
biçimlerinin
yenilenmektedirler.
171
ve
çıkarların
değişmesi
nedeniyle,
sürekli
olarak
Koşulların eşitlenmesi (Tocqueville), kapitalist gelişme (Marx) Max
Weber’in görüş açısına göre sadece daha derin bir hareketin, yani rasyonelleşme hareketinin
özgün tezahürleridir. Weber’e göre sınıf, Marx’taki gibi toplumsal yaşamın odak noktası
değildir; sınıf sadece düzenin bir bölümüdür, yani ekonomik düzen için geçerlidir, ancak
ortak bir aidiyet duygusunu içermeyi gerektirmez. Ekonomik çıkar, çeşitli çıkarlardan
sadece birisidir. Sınıf, ortak bir aidiyet duygusunun tanımladığı bir topluluk olmadığına
göre, benzer bir sınıfsal konumun ortak bir eyleme yol açması hiç de kesin değildir. Hâlbuki
Weber’e göre statü ölçütü sınıf ölçütünden farklı olarak yaşanmış bir gerçeklikle doğrudan
bağlantılıdır; yani statülü grup paylaşılan duygulara dayanır, davranış kurallarını
yönlendirir. Bu nedenle Weberci sosyolojide sınıf, ancak ikincil bir statüdedir.172 Sınıf
ayrılıkları yalnızca üretim araçlarını denetiminden ya da denetimlerinin olmamasından
değil, mülkiyetle doğrudan doğruya ilişkisi olmayan ekonomik etkenlerden de
kaynaklanabilmektedir.173 Böylece Weber, Durkheim’in tersine, toplumu organik bir
bütünlük olarak değil, çatışan çıkar gruplarının ya da tabakaların yer aldığı bir arena olarak
kavramıştır. Bununla birlikte, onun vurgusu, Marx ve Engels’in tersine, tek başına
ekonomik sınıf üzerine olmayıp statü grupları (Stand) üzerindedir. O statü grubunu, sınıfa
168
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.178, 193.
Beneton, a.g.e., s.32.
170
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.241.
171
Arslantürk, a.g.e., s.374.
172
Beneton, a.g.e., ss.39-41.
173
Giddens, a.g.e., s.262.
169
37
karşıt olarak ortak bir kültürü ya da bir “yaşam stili”ni, bir mesleği ya da geçim biçimini ve
kendine özgü bir prestij konumunu paylaşan bireyler grubu olarak tanımlar. Yaptığı
karşılaştırmalı din incelemelerinde Weber için özel öneme sahip statü grupları, dünya
dinlerinin
“asli
taşıyıcıları”
ya
da
propagandacıları
olarak
tanımladıklarıdır.
Konfüçyüsçülük’te dünyayı organize eden bürokrat; Hinduizm’de dünyayı organize eden
büyücü; İslam’da dünyayı fethetmek isteyen savaşçı; Yahudilikte oradan oraya dolaşan
tüccar ve Hıristiyanlıkta gezginci zanaatkâr’dır. Weber bu grupların etkisinin özel olduğunu
düşünmemiş ve tarihin akışı içinde hâkim tabakaların değişebileceğini, ancak yine de bu
özel statü gruplarının, “ideolojik taşıyıcılar” olarak yukarıda sıralanan kendileriyle bağlantılı
dinlerin pratik etiğini en güçlü şekilde etkileyeceklerini belirtmiştir.174
Pareto’ya göre, kapital ortadan kalkınca o zaman sınıf mücadelesinin sadece bir biçimi
yok olacak ve yeni bir mücadele onun yerini alacaktır; işçilerle sosyalist düzen,
entelektüeller ile entelektüel olmayanlar, siyasetçilerle yöneticiler, yenilikçilerle tutucular
arası çatışma gibi. Pareto, elit kavramı ve elitlerin dolaşımı ile sosyal değişmenin dinamiğini
siyasal gücün ele geçirilmesine bağlamaktadır.175 Pareto, Marx gibi toplumsal bölünme
kavramını savunur; ama o yeni bir sınıflar mücadelesi anlayışı geliştirir, temel eşitsizlik
siyasaldır ve bu anlayışa göre mutlu son yoktur. Toplumların birbirlerinden farklılaşması,
ayrılması da yönetici seçkinler grubunun ayırt edici özelliklerinin sonucudur; bu nedenle
sınıf sözcüğü anahtar kavram değildir, ona göre en önemli sözcük ‘seçkinler grubu’dur.
Pareto, biçimlerin değişiklik göstermesine rağmen içeriğin hep aynı kaldığını belirtir.
Örneğin, biçim olarak Çin’de aydınların tartışmaları ve çekişmeleri, Roma’da siyasal
mücadeleler, Ortaçağda dini tartışmalar, günümüzdeki toplumsal mücadelelerin arkasındaki
öz, seçkinlerin rekabeti ve dolaşımıdır. Pareto, oyunun her zaman aslanlar ve tilkiler
arasında
olduğunu;
bu
nedenle
koyun
kitlesinin
oyuna
müdahale
edemediğini
belirtmektedir.176 Pareto’nun seçkinler sınıfı, geniş anlamda kendi ilgi alanında en yüksek
yeteneğe sahip kişilerin meydana getirdiği sınıftır.177 Dar anlamda seçkin, başarılı olanlar
arasında siyasal ya da toplumsal olarak yönetici işlevlerini yerine getiren az sayıda kişiyi bir
araya toplar.178 Pareto’ya göre, toplumların tarihi oluşan, mücadele eden, iktidara gelen,
ondan yararlanan, gerileyen ve yerini başkalarına bırakan ayrıcalıklı azınlıkların tarihidir.179
174
Morris, a.g.e., s.131.
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.323.
176
Beneton, a.g.e., s.37, 42-47.
177
Kongar, a.g.e., s.178; Aron, a.g.e., s.364.
178
Aron, a.g.e., s.365.
179
Aron, a.g.e., s.369.
175
38
Pareto’ya göre elit grupları durağan değildirler, tersine sürekli bir dolaşım içindedirler.180
Böylece elit olmayan geniş halk kitlesi içinde yer alan bazı kimseler zekâ ve yetenekleriyle
temayüz edip elitlerin arasına katılırlar. Elitler bu kimseleri içlerine alma esnekliğini
gösterirlerse, değişme tedricen ve sancısız, aksi takdirde hızlı ve çatışmalı olacaktır.181
Ayrıca Pareto’ya göre sınıf değiştiren kimseler, yeni sınıfa katıldıkları zaman gelmiş
oldukları eski sınıfın belli eğilimlerini, duygularını ve tutumlarını da beraberinde taşırlar.182
Dahrendorf, Marx’tan itibaren endüstri toplumunda ortaya çıkan değişmeleri incelemiş,
çatışma sürecini iktisadi düzlemden siyaset düzlemine taşıyan bir teori geliştirmiştir. Ona
göre kaçınılmaz bir süreç olan çatışmanın tarafları burjuvazi ile proletarya değil
“hükmedenler” ile “hükmedilenler”dir.183 Sınıfların birer çatışma grubu olarak ele alınması
gerekmektedir.184 Dahrendorf, Pareto’ya benzer bir şekilde, Marx’daki burjuvazi ve
proletarya olarak belirlenen sınıfları yöneten ve yönetilen kişilerin sınıfları olarak belirler.
Otorite sahibi olanlarla olmayanların çatışan çıkarlara sahip olduklarını; yöneticilerin, yani
otorite sahiplerinin çıkarları, aynı zamanda toplumun sahip olduğu değerler niteliği
taşıdığını vurgular. Her örgütlenme içinde yönetici grubun çıkarları, yönetimin meşruluğunu
belirleyen ideolojinin değerlerini meydana getirir. Yöneticilerin çıkarları statükoyu devam
ettirmeyi amaçlarken, yönetilenlerin çıkarları, toplumsal değişmeye ve yönetenlerin
kuvvetlerinin ellerinden alınmasına yönelir.185 Dahrendorf, toplumsal hareketliliğin sınıf
çatışmasını (ortadan kaldırmamakla beraber) bir ölçüde zayıflattığını belirtmektedir.
Dahrendorf, toplumdaki çatışmaların çözülmesini ya da bastırılmasını olanaklı görmez;
bunun yerine çatışmalar yönünden olanaklı görülen şeyin tedbir düzenleme olduğunu
belirtir.186 Seçkinler arasında her an onlardan olmayı hak etmeyen bireyler ve kitlede de
seçkinlere katılabilecek yeteneklere sahip bireyler vardır.187
J. Turner’a göre, sınıf çatışmalarının diğer bir önemli unsuru da, Marx’ın bahsetmiş
olduğu gibi sınıf anlayışından daha çok, çatışma kaynaklardan yoksun olan ve kaynaklara
sahip olanlar arasında patlak verir.188 Alış-veriş kuramcıları, kıt kaynaklar için yapılan
çekişmenin, bu kaynakların farklı paylaşımına yol açtığını ileri sürerler ki bu farklı paylaşım
180
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.318; Pareto’nun elitlerin dolaşımı düşünceleri için bkz. A.e., c.1, ss.316-321.
Arslantürk, a.g.e., ss.401-402.
182
Kongar, a.g.e., s.178.
183
Arslantürk, a.g.e., s.410.
184
Kongar, a.g.e., s.181.
185
Kongar, a.g.e., s.180; Poloma, a.g.e., s.119.
186
Kongar, a.g.e., ss.180-181.
187
Aron, s.370.
188
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.487.
181
39
“topluluğun değişik üyelerinden beklenen, değerlendirilen katkılara göre” yapılır. Kıt
kaynaklara erişme açısından farklılaşmaları, bu seçkin konumun sağladıkları üzerine
temellenen liderlik paylaşımı takip eder. Böylece liderler, işin paylaşılması yoluyla
farklılaşma sürecini daha ileri götüren görev paylaşımı yapabilirler, Dolayısıyla, ortaya
çıkan liderler, otorite veya güce dayanarak hareket edebilirler.189 Tabi burada bir sınıf
bilincinin o kadar önemli olmadığını görmekteyiz; söz konusu olan kaynakları ellerinde
bulunduranların, kaynaklarının elden gitmemesi için güce başvurarak kendinden güçsüz
olanları etkileri altına alması ve onları çeşitli şekillerde yönetmek istemeleridir. Bu nedenle
öncelikle politik düzen üzerinde duran C. W. Mills, gücün önemine dikkat çekerek
otoritenin sağlanabilmesi için herkesin toplumda eşit olarak yer almaması gerektiğini
belirtir. Ona göre herkesin eşit olduğu yerlerde politikalar yoktur; çünkü politika yönetenleri
ve yönetilenleri kapsar. Tüm kurumsal ilişkiler gücün dağılımını içerir, bu açıdan gücün
dağılımı politikaların temelidir. Aynı zamanda güç, itaati de içerir. Politikaların temel
problemi itaat ve gücün değişen dağılımının incelenmesidir.190
Yönetenlerin gücü elde tutabilmesi için gereken önemli bir unsur Lenski’ye göre,
güçlünün hâkimiyeti haklının hâkimiyetine dönüştürülerek hüküm meşrulaştırılmalıdır.191
Bir siyasi sistemin veya devletin var olabilmesi, yönetimde varlık gösterebilmesi,
geçerliliğini sağlayabilmesi ve iktidarını sürdürebilmesi, meşrulaştırım kaynaklarının
olmasına, insanlar nezdinde meşruiyet sağlamasına bağlıdır. Diğer siyasi kurumlar gibi
insanın insana egemenliği ilişkisi olan devletin var olabilmesi için yönetilenlerin, egemen
güçlerin sahip olduklarını iddia ettikleri otoriteye itaat etmeleri gerekir. Bu itaat, otorite
altındakilerin otoriteyi meşru görmeleriyle sağlanır.192 İşte burada yöneten-yönetilen
ayrımının güçle olan ilişkisiyle ve güçlülerin kendilerini meşrulaştırmalarıyla iki farklı
grubun oluştuğunu, böylece de bir çatışma ortamının ortaya çıktığını anlamaktayız.
189
Poloma, a.g.e., s.89.
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.449.
191
Poloma, a.g.e., s.134.
192
Okumuş, a.g.e., s.50.
190
40
1.1.7. Gelenek ile Yenilik Arasındaki Çatışma
Durkheim’e göre insanlar düşüncelerini kendileri oluşturmamakta, toplum bireyleri
zorlayarak onlar üzerinde bir güç oluşturmaktadır; bu nedenle de insanın kendini tam
anlamıyla,
‘kendi
başına’
oluşturmasının
mümkün
olmadığını
belirtmektedir.193
Düşüncelerin, insanın çevresine verdiği tepkinin sonucunda oluştuğunu ve insanın doğası
gereği etkiye açık olduğunu savunan Tracy’ye göre belli toplumsal koşullar, belli tarzda
düşüncelere ve dünya görüşüne sahip olan belli türde bir birey yaratacaktır.194 Topluma
katılmak, onun “bilgi”sini paylaşmak, daha doğrusu, onun yasalarıyla hemhal olmak
demektir.195 Bu bakımdan insanın tercih yapma özelliğinin insanda bulunduğu; fakat bunu
yaparken ancak yaşadığı toplumun ona sunduğu kadarıyla bunu yapabileceği; yani her
şekilde, insan, ne kadar özgür olursa olsun toplum onu belli bir yöne doğru gitmesini
zorlamakta ve şekillendirmektedir.196 “İnsanlar tarihlerini yaparlar, ama bu tarihi
geçmişten devralınan belirli koşullar içinde yaparlar.”197 sözü bu düşünceleri daha iyi
açıklamaktadır. Marx, insanın özünü tek tek her bireye içkin bir soyutlamaya indirgeyen
yaklaşımları reddeder. Ona göre, insanın özünü oluşturan, toplumsal ilişkiler bütünüdür. Bu
nedenle tek başına bir bireyin pek bir anlamı olmamaktadır;198 bunun için bireyi anlamadan
önce toplumsal durumun çözümlenmesi gerekecektir.199
Kültür içerisinde olmak demek, özel bir nesnellikler dünyasını başkalarıyla paylaşmak
demektir.200 Geldiğimiz toplumsal kökenler, hangi tür kararların uygun kararlar olduğunu
düşünmemiz ile büyük ölçüde bağlantılıdır.201 W. Graham Sumner’a göre, geleneklerin
egemen olduğu toplumlarda güçlü bir zorlama araçları vardır. Toplum bu zorlamaların
193
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.390.
Çelik, a.g.e., s.38.
195
Peter L. Berger, Kutsal Şemsiye-Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları, Çev. Ali Coşkun, 2.Bas.,
Rağbet Yay., İstanbul, 2000, s.58.
196
Poloma, a.g.e., s.92.
197
Hilav, a.g.e., s.195.
198
Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, s.45.
199
Marx, maddi koşullar olgunlaşmadıkça devrimlerin gerçekleşmeyeceğini belirterek toplumsal durumun
önemine dikkat çekmektedir. Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.132, 137; Çelik, a.g.e., s.114.
200
Berger, a.g.e., s.47.
201
Giddens, a.g.e., s.6. “213 kişilik bir grup üzerinde gerçekleştirilen bir araştırmasının sonuç
değerlendirmesinde, anlam tecrübesinin kişiye özel bir süreçten ibaret olduğu vurgulanmıştır. Buna göre bir
insanın anlamlı bulduğunu, bir başkası tamamen anlamsız bulabilmektedir. Anlam tecrübesi, içinde
bulunulan koşullara bağlı olarak değişiklik arz eder. Çocukları olmayanlar için çocuk, ailesi olmayanlar için
bir aile, en güçlü anlam kaynağıdır. Yukarıda dile getirilen bulgulara ilave olarak yaşanan gerçeklikten
hareket ettiğimiz zaman, her insanda tabiatı gereği onu güdüleyen güçlü ve birinci derecede öneme sahip
birtakım anlam kaynaklarının, bireysel yönelişi belirlediği sonucuna ulaşabiliriz.” Abdülkerim Bahadır,
İnsanın Anlam Arayışı ve Din-Logoterapik Bir Araştırma, İnsan Yay., İstanbul, 2002, s.32.
194
41
oluşturduğu fikirlere göre yönelir.202 Bu nedenle objektif olarak yapılması düşünülen
araştırmalarda, gözlemci bütün evvelki yargılarını ‘askıya alma’ya çalışsa bile, her bir
şahsın, kısmen gözlemcinin bilincinde gizli olan kültürel, sosyal ve psikolojik anlayışları
beraberinde getirdiklerinden dolayı bu askıya alma çabasının imkânsız olduğu
vurgulanmaktadır. Bu anlayışlar, doğumundan beri onu etkilemiştir ve yaşadığı tarih
dilimini yansıtırlar. Bu bakımdan bilim adamının belli bir ölçüde, kendi çağının
düşüncelerine teslim olduğu kanaati ileri sürülerek, bu nedenle araştırmacıların
araştırmalarına
başladığı
zaman,
zaten
onlardan
etkilenmiş
durumda
oldukları
belirtilmektedir.203 Önyargılı bir insanın devraldığı görüşler ile toplumdan edinilen bilgilerin
şekil olarak bir farkının olmaması nedeniyle -çünkü doğrudan kanıt yerine söylentiye
dayanmaktadır- toplumun kendini yenilemesinin, bilginin ortaya çıkmasıyla bile kolay
kolay değişmeyeceğini görmekteyiz.204
Toplum içerisinde yaşamaktan kaynaklanan bir yaşamın şekillenmesi sürecinde insan
ister istemez yaşadığı toplumun değerlerini kabullenerek kendisine sunulduğu çerçevede
hayata bakabilmektedir. Böylece insanın toplumla olan bağı kültür edinme bağlamında
güçlenmekte ve olayları değerlendirmesinde toplumun değerleri ölçüt konumunda
bulunmaktadır. İnsanın toplumundan kazanmış olduğu bu hayat görüşü onu tüm yönleriyle
etkilemektedir;
çünkü
onu
oluşturan,
düşüncelerini
şekillendiren,
olayları
değerlendirmesindeki temel etken, yaşadığı toplumu olmaktadır. İşte bu noktada kişinin
edindiği bu davranışların değişikliğe uğraması, yeni düşüncelerin kazanılmasında sürekli
olarak geçmişten edinilen bilgiler ışığında bir değerlendirmenin olduğunu görmekteyiz. Bu
nedenle insanların hayata bakışları saf bir şekilde olmamasından kaynaklanan bir sorunla
karşı karşıya kalınmaktadır. Toplum kendini kontrol ederek, çeşitli kurallar koyarak
toplumun devamını sağlar; fakat bu toplumun uyumunu bozan kişiler veya olaylar ortaya
çıktığı zaman toplum bunu kabul etmeyerek mutlaka önlemini alacak ve çeşitli
cezalandırmalara giderek bozulan durumu yok etmek için uğraşacaktır. Çünkü her düzen,
kaosun etkin ve yabancı güçlerine karşı duran muazzam bir yapı engeli gibidir.205 Bu
bakımdan toplum istediği şekilde olayları, durumları yönlendirir, müeyyide kor, kontrol
eder ve kendisinin istemediği olay ve durumları gerek grup ölçütünde, gerekse bireysel
202
Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.376.
James L. Cox, Kutsalı İfade Etmek-Din Fenomenolojisine Giriş, Çev. Fuat Aydın, İz Yay., İstanbul, 2004,
s.52.
204
Giddens, a.g.e., s.227.
205
Berger, a.g.e., s.62.
203
42
davranış düzeyinde cezalandırmalara gider.206 Bu nedenle toplumun yerleşik düzenine karşı
getirilen tüm düşüncelerin mutlaka bir tepkiyle karşı karşıya geleceği önlenemez bir
durumdur ve toplumun yapısını ve kurumlarını inkâr etmek, varlığın kendisini, yani eşyanın
evrensel düzeninin varlığını ve sonunda bu düzen içerisinde yer alan insanın kendi öz
varlığını inkâr etmek demektir.207 Bu bakımdan Comte’un evrim düşüncesinde, yenilik
içgüdüsü ile muhafazakârlık arasındaki düşmanlığın kaçınılmaz olduğunu görmekteyiz.208
Yeni bir toplum modeli, yeni bir insan tipi, yeni ilişkiler ağı demektir. Her yenilik yeni
sorunlar, yeni uyum güçlükleri doğurur ve her doğum sancılıdır.209 Yerleşmiş bir toplumun
değerlerine karşı çıkmak çok tehlikeli bir durumdur; çünkü insanlar o toplumun
değerlerinden oluşmuştur. Eğer birileri o insanların değerlerini ellerinden alırsa, o insanların
hayatları da yok olacaktır; çünkü çatışma temel bir değer üzerine geliştiğinde, toplumsal
grubun varlığını tehdit edebilir.210 “Dini bakımdan yasallaştırılan bir toplum düzenine karşı
gelmek, karanlığın ilkel güçleriyle sözleşme yapmak demektir.”211 sözü, din kadar, yerleşik
düzene karşı çıkmak bağlamında da nasıl bir durumla karşılaşılacağını bize çok güzel
göstermektedir. Tabi burada doğruyu kabul etmek de önemlidir; çünkü insan eskiyi bırakıp
da yeniyi kabul ettiğinde yeni bir yaşamla karşı karşıya olduğunu bilecek ve yeni bir gelişim
sağlayacaktır. Fakat yeni ortaya çıkan hareketlerin birçok şeyi göze almış olması
gerekmektedir.
Yerleşmiş inançları, davranışları her şeyiyle kabul etmeyerek yeni bir oluşumun
içerisine girmek, o toplum tarafından büyük bir tepkiyle karşılacağı aşikârdır. Bu nedenle
yeni hareketlerin bu mücadeleyi göze alarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bu durumda
yeni hareketlerin potansiyel olarak içerisinde çatışma düşüncesini barındırdığını
göstermektedir. O halde mevcut duruma karşı geliştirilen her düşünce birçok düşman
edinmiştir ve bunu yaparken de bilinçlidir. Bu bakımdan yeni toplumsal hareketler bir
yandan birbirleri ile rekabet ederken, diğer yandan geleneksel düzenle ve toplumun bizzat
kendisi ile de mücadele etmek zorundadırlar.212
206
Berger, a.g.e., s.48.
Berger, a.g.e., s.63. “İşlevselciler toplumu mükemmel ve tamamlanmış bir sistem olarak görmeyi
yeğlerken; çatışma kuramcıları, toplumu, çeşitli mücadelelerin ortaya çıktığı bir savaş meydanı olarak görme
eğilimindedir.” Poloma, a.g.e., s.132.
208
Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.134.
209
Arslantürk, a.g.e., s.418.
210
Poloma, a.g.e., s.104.
211
Berger, a.g.e., s.83.
212
Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri, Gelenek Yay., İstanbul, 2004, s.62. Toplumsal hareketlerin
sınıflandırılmasında Anthony Giddens, en iyi ve geniş bir sınıflamanın David Aberle tarafından geliştirilmiş
olduğunu belirtmektedir: “David Aberle, dört tür hareket ortaya koymuştur. 1-Dönüştürücü hareketler,
207
43
İKİNCİ BÖLÜM
1.2. DİN SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN OLUŞUM
SÜRECİ
1.2.1. Dinin İnsan Hayatına Anlam Kazandırması
Zihniyetin oluşumu, insanın iç dünyasıyla, iradesi ve düşüncesiyle doğrudan ilişkilidir.
Yani insanın, toplumun ve tarihin yönünü belirleyen insanın iç dünyası olmaktadır. İnsanın
iç dünyası onun amaçlarını belirlemekte, bu amaçları belirleyen de insanın kabul ettiği üstün
değer yargıları olmaktadır. Amaçlar, insanın dünya görüşüne biçim ve anlam kazandırmaya
yarayan özel ruhsal yeteneklerin seçimini, şiddetini ve eylemlerini de etkilemektedir. Bir
insanın yaşama biçiminin, hareketlerinin, davranışlarının ve dünya görüşünün o insanın
amacı ile ne derece ilgili olduğu açıktır.213 Tracy, insanın davranışıyla sahip olduğu fikirler
arasında tek yönlü bir nedensellik ilişkisi öngörür. Buna göre, insanın davranışına yön veren
şey savunduğu fikirlerdir.214 İnsanların hayatına amaç ve anlam kazandıran en önemli
unsurlardan biri de dindir; insanlar dine dayanarak, eşyaya, tabiata, sosyal olaylara karşı bir
tavır ve tutum içine girerler.215 Her din belli bir ruh ya da zihniyeti de beraberinde
getirmektedir. Her dinin, o din mensuplarınca paylaşılan karakteristik bir tutumu, bir dünya
görüşünü ve bir hayat anlayışını da beraberinde getirdiğini ifade etmek mümkündür.216 Bu
bakımdan insanın dünyaya bakışında ve amaçlarını belirlemesinde dinin de, bir dünyayı
anlama ve kendini o dünyada belli bir yere yerleştirme modeli olarak fonksiyon üstlendiğini
görmekteyiz.217 Böylece din, sadece insanların birliğini sağlayan inanç ve uygulamalar
meydana getirmekle kalmaz, aynı zamanda insanların, dünyayı yorumlayabileceği “anlama
kategorileri” ortaya çıkarır.218 Dinler insana kendisi ve evren hakkında bir görüş getirir.
toplumdaki geniş kapsamlı, yıkıcı ve çokluk şiddete dayanan değişmeleri hedefler. 2-Reformcu hareketler,
var olan toplumsal düzeni sadece kimi yönlerden değiştirmeyi amaç edinir. Bunlar belirli türden eşitsizlik
veya adaletsizliklerle ilgilidir. Dönüştürücü ve reformcu hareketlerin her ikisi de, ilk olarak, toplumda
değişiklik sağlamaya yöneliktir. Aberle'nin diğer iki tipi özellikle bireylerin görünüşlerini veya çevrelerinin
değişmesini ele alır. 3-Kurtarıcı hareketler, değersizleşmiş gibi görülen yaşamdan insanları kurtarma yolları
arar. Pek çok dini hareket bu kategoridedir, bu hareketler şimdiye kadar kişisel kurtarma üzerine
yoğunlaşmışlardır. 4-Değiştirici hareketler bireylerde kısmi bir değişikliği sağlamayı amaçlar. Bunlar,
insanların çevrelerinde tümüyle bir değişim ortaya koymayı amaçlamaz - ama bunlar belirli özellikleri
değiştirmeyle ilgili hareketlerdir.” Giddens, a.g.e., s.541.
213
Mehmet Yolcu, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, Denge Yay., 2.Bas., İstanbul, 2005, s.59.
214
Çelik, a.g.e., s38.
215
Okumuş, a.g.e., s.70.
216
Ünver Günay, Din Sosyolojisi, 3.Bas., İnsan Yay., İstanbul, 2000, s.231.
217
Mardin, a.g.e., s.30.
218
Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji-Din Sosyolojisine Giriş, Çev. Bekir Zakir Çoban, Birey Yay., İstanbul,
2004, s.13.
44
İnsan onlarda kendinin var oluşu ve evrendeki yeri hakkında bir bilgi şeması bulur. Böylece
bir din insanın temel problemlerini belli bir açıdan açıklayan bir sistemdir. Hiçbir fikir,
ideoloji dinin yerini tutamaz ve onun gösterdiği etkiyi yapamaz. Din soyut düşüncelerden
ibaret değildir; o bütün hareketlerimizde, eşya ile ilişkilerimizde kendini göstermektedir.219
Din, toplum bireylerinin hayatını, onları içeren, ama aynı zamanda aşan mutlak
anlamlar ve değerlere göre düzenler.220 Din, bireysel ve toplumsal yanı bulunan, fikir ve
eylem açısından sistemleşmiş olan, inananlara bir yaşama tarzı sunan, onları belli bir dünya
görüşü etrafında toplayan bir kurumdur. O, bir değer koyma, değer biçme ve yaşama
tarzıdır.221 Din, insana, neye ne derece ulaşabileceğini açıkladığı gibi, hayatın asıl amacı ve
hedefi ya da kaderin anlamı gibi pek çok kapalı konularda dindarı aydınlatır.222 Geertz, bir
semboller sistemi olarak kabul ettiği dinin, insana bir dünya görüşü ve hayat anlayışı
sağladığını ve bu şekliyle insan davranışlarını yönlendirmek suretiyle fonksiyon gördüğünü
düşünmektedir.223
Din tarih boyunca insan deneyiminin merkezinde yer almış, yaşadığımız çevreyi
algılama biçimini ve bu çevreye verdiğimiz tepkiyi etkilemiştir.224 Her çeşidi ile kişinin
toplum karşısındaki tutumu ve dinin toplumsal ilişkiler ve kurumlar üzerine olan etkisi,
büyük bir kısmıyla dini grubun akideleri, ibadetleri ve sosyal yapısını etkilemiş olan
zihniyete bağlıdır. Belli bir toplumun içerisinde, insanlar arasındaki ilişkiler, bu ruh
tarafından belirlenmiş bulunmaktadırlar. Evlenme, aile, akrabalık ve devlet gibi kurumlar
merkezi dini tecrübenin ışığında anlaşılır ve bir toplumun ideali ona göre şekillenir.225
Berger’e göre, bazı kültürlerde din, gerçekten de tüm evreni insanca anlamlı olarak kavrama
girişiminde bulunarak “tümüyle kuşatıcı kutsal düzen” kavramlaştırmasına dayanır. Örneğin
Mary Douglas, yazısız insanların kültürel düşüncelerinin bileşik olduğunu, onların tüm
deneyimlerinin tüm bağlamlarının birbiriyle kesiştiğini ve birbirine nüfuz etiğini
vurgulayarak onların neredeyse tüm deneyimlerinin dinsel olduğunu belirtir.226 Arkaik
toplumun dünyalarının din dışı eylem diye bir şeyi tanımadıkları, belli bir anlamı olan her
219
Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, Marmara Üniv. İlahiyat Vakfı Yay., 2.Bas., İstanbul, 1993, s.77.
Okumuş, a.g.e., s.73.
221
Aydın, a.g.e, s.5.
222
Bahadır, a.g.e, s.35.
223
Günay, a.g.e, s.215.
224
Giddens, a.g.e, s.462; Yümni Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İz Yay., İstanbul, 2004, s.267.
Logoterapinin insana, değişken anlam imkânları sağlaması bakımından önemli bir işlev görmesine karşılık
din, kalıcı anlam imkânları noktasında insanı çok daha derinden etkilediğini görmekteyiz. Bahadır, a.g.e,
s.39.
225
Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, Marmara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul,
1985, s.81.
226
Morris, a.g.e., ss.344-345.
220
45
eylemin, örneğin avlanma, tarımcılık, oyun, çatışma, cinsellik gibi konuların söz konusu
topluluklarda şu veya bu şekilde kutsal olana bağlandığını görmekteyiz.227 Aynı şekilde
İslam’ın da sadece bir ibadetler bütününden ibaret olmayıp, aynı zamanda bir hayat tarzı,
bütünsel bir hayat görüşü ve hukuki bir temel sunması, dinin insanın hayatını tüm yönleriyle
etkilemesini göstermesi açısından önemli bir örnektir.228 Bu nedenle din, hayata anlam katan
sistemlerin başında gelir. Her dinin en temel amacı; insanları “kurtuluşa” ulaştırmaktır. Din;
henüz ulaşılmamış, ancak ulaşılmak istenen en yüce amaçlara işaret ederek insanı bu
amaçlar üzerinde düşünmeye ve onları gerçekleştirme yolunda aktif olmaya yönlendirir.
Dünya hayatını düzenlemeye yönelik hedefler göstermesi yanında, ölüm sonrası hayatı da
garantileyecek hedefler sunması, dini amaçları diğer amaçlara göre daha üstün ve değerli
kılar. Din bir taraftan insan ilişkilerini düzenlemeye yönelik amaçlar belirlerken, diğer
taraftan da insanın inancı ve dolayısıyla da Tanrısı ile ilişkilerini düzenlemeye yönelik
amaçlar sunar.229 Bu nedenle dinler tabiatları gereği toplumun bütün yönlerini, bütün kurum
ve kuruluşlarını etkisi altına alabilecek özellikler taşır.230
1.2.2. Bireysel Dini Düşüncenin Toplumsallaşması
Dini tecrübenin kendisini gösterdiği üç geleneksel form vardır: Düşünce, eylem ve
topluluk.231 Weber'e göre insan tabiatından gelen güdüler, bir şeyi değiştirmek için yeterli
değildir. Bunların inanç ve zihniyet haline gelmesi, sonra da pratikte alışkanlıklar kazanması
gereklidir. İnanç, psikolojik bir merkez olarak, hem direnme gücü, hem dinamik bir güçtür.
Öncelikle bir zihniyet değişikliğine iterek faaliyete başlar. Zihni yapılarımızda meydana
gelen, kutsal ile dünyevi olan arasında sınır yer değiştirmesi olarak başlayan zihniyet
değişimi, hayata aktarılır.232 Her din bir takım inançlara dayanmaktadır. Öyle ki, bir takım
temel inançlara dayanmadan bir din düşünmek imkânsızdır, bu inançlar o dinin ayrılmaz
birer parçasını oluştururlar.233 Bu nedenle ilk olarak zihni düzeyde inandığı değerler ile
dünyayı anlamaya başlayan insanın düşünce açısından kendisini tamamlamasıyla, inandığı
şekilde davranışlarına etkide bulunduğunu, hayatını etkilediğini görürüz. Hiç bir dini sadece
227
Okumuş, a.g.e., s.130.
Okumuş, a.g.e., s.145.
229
Bahadır, a.g.e., s.98.
230
Okumuş, a.g.e., s.142.
231
Joachim Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, Odaktaki Sosyoloji-Din Sosyolojisine Giriş
kitabının içinde, Çev. Bekir Zakir Çoban, Birey Yay., İstanbul, 2004, s.147.
232
Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s. 90.
233
Günay, a.g.e., s.217.
228
46
bir takım tasavvurlar, fikirler ve inançlar toplamından ibaret saymak mümkün değildir.
Aksine her din bir duygu ve davranış meselesi olarak da ortaya çıkmaktadır. Dinin biri
inanç, ötekisi de davranış yönünü oluşturan bu iki temel unsur, gerçekte birbirinden
ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır.234 Kutsal doğrudan algılanamayacağı ve tezahürlerinden
ayrı bir şekilde yorumlanamayacağı için, onun ve dini tecrübenin diğer unsurları arasında
üstesinden gelinemeyecek bir engel ortaya çıkar. İnanan, kutsal vasıtasıyla hayatta bir yön
bulur ve kutsalın tezahürlerini iman sayesinde algılar; onun anlamlarını inançlar vasıtasıyla
anlar ve dini pratikte ona yakın olarak yaşar. Bu nedenle pratiğe dönüşmeyen kutsalın bir
anlamı yoktur; eğer inançlar kendini ortaya çıkarmıyorsa, kutsal, bilinmeyen ve bilinemeyen
olarak kalmaya devam eder.235
Sosyal grup üyeleri arasında her şeyden önce, onları birbirine bağlayan aynı çıkarlar
veya değerler ya da idealler söz konusudur ve grubun tüm faaliyeti temelde bu amacın
gerçekleştirilmesine yöneliktir.236 Din, toplumu derinden ve geniş çaplı biçimde etkileyen,
insan davranışlarını yönlendiren ve varlığını sürdürmesinin imkânlarını hazırlayan bir
özelliğe sahiptir. Bağlılarına belli bir zihniyet yapısı, dünya görüşü, bir değerler ve
semboller sistemi kazandıran din, inananları bir cemaat haline getirerek, doğal olarak bir
sosyal organizasyonu gerçekleştirir ve bireyleri ortak bir ideal ve düşünce etrafında
birleştirmektedir. Bu anlamda dinin şekillendirdiği hayat, kolektif hayatın en yoğun anlatımı
ve en üstün biçimidir denebilir.237 Böylece din, bağlılarına belli bir zihniyet yapısı, dünya
görüşü, bir değerler ve semboller sistemi kazandırdıktan sonra, onları bir şekilde
örgütlemekte ve bir sosyal organizasyonu gerçekleştirmektedir.238 Bilinen bütün insan
toplulukları içerisinde bir dine rastlandığı gibi, sosyal bir olay olmak sebebiyle sorunların,
olayların ve çatışmaların bulunmadığı bir din de var olmamıştır. Çünkü dinin objektifleşip
sosyalleşmesi yani bir topluma mal olması, bir cemaati ortaya çıkarması demek, dini
234
Günay, a.g.e., s.222, 224. Din sosyolojisi araştırmalarında kullanılacak yöntemlere bakıldığı zaman, bir
dine mensup kişilerin davranışlarına etki eden inançların neler olduğunun tespit edilmesi noktasının çoğu
sosyolog tarafından önemle vurgulandığını görmekteyiz. A.e., ss.213-231. Bu bakımdan sadece düşünce
anlamında kabul edilen, ancak insanın davranışlarına etki yapmayan bir dinin pek bir anlamının olmadığını
genel anlamda söyleyebiliriz.
235
Cox, a.g.e., s.219, 212.
236
Fichter, a.g.e., s.147.
237
Yolcu, a.g.e., s.48. Durkheim’in yaptığı gibi dini salt sosyal boyutları ve işlevleriyle ele almak,
indirgemecilikle, dini daraltmakla eşdeğerdir. Din salt sosyolojik bir yan ürün değildir. Dinin kendine özgü
bir mantığı, aşkın boyutları, beşeri olayları etkilemede büyük bir gücü bulunmaktadır. Okumuş, a.g.e., s.68.
238
Celaleddin Çelik, Kur’an’da Toplumsal Değişim, İnsan Yay., İstanbul, 1996, s.44.
47
olayların da belli ölçülerde ve karşılıklı olarak öteki sosyal, kültürel ve coğrafi değişkenlere
bağlı bulunması demektir ki, bu durum bizi din ve toplum ilişkilerine götürmektedir.239
Din, insan ruhunun en karanlık noktalarına girerek, bir hayat anlayışı, hayat neşesi ve
dayanma gücü verir. Böylece sosyal kurumları meydana getiren birimleri kaynaştırır.240 Din
bir insan ve toplum gerçeğidir. Her nerede insan varsa orada din vardır. Dinden uzak bir
zaman ve mekân yoktur. Sosyolojiye göre, ender de olsa bilinçli dinsiz bireyler bulunabilir;
fakat dinsiz toplumlar görülmemiştir.241 İnsanlar arasında dinin sağladığından daha güçlü bir
bağ yoktur. Bu dini bağ, kan bağını, komşuluğu ve işbirliğini kutsallaştırabilir ancak
kaldırabilir de.242 Din toplumun birlik ve beraberliğine, ortak değerlerin oluşmasına,
toplumsal düzenin meşrulaştırılmasına ve hissi anlatımlar için imkân sağlanmasına hizmet
etmiş, bireyler ve gruplara kimlik kazandırmıştır.243 Sosyal bir fenomen olarak din,
toplumda bütünleştirici bir görevde bulunarak toplumun devamına pozitif katkılar sağlar.
Din, hem birey ile toplum ilişkisini, hem bireyle kurum ilişkisini ve hem de kurumsal
ilişkileri bir bütünlük içinde düzenleme işlevi görür. Din, bütünleştirme işleviyle toplumsal
dayanışmanın güçlü bir yapı taşı niteliğine sahiptir.244
Her dini davranış, daima hem bireysel bir eylem, hem de toplumsal bir eylemdir.245
Din, her ne kadar bugün bizlere kul ile Tanrı arasında kişisel bir ilişki olarak gösterilmek ve
bununla sınırlandırılmak isteniyorsa da, gerçek anlamını ancak kendisine bağlı “cemaat”ta
bulabilmektedir. Din, dini cemaata muhtaçtır ve dini bir dünyada yaşamak da dini bir birliğe
bağlanmayı gerektirir.246 Tek bir bireyin inancı olarak kalan bir din, o kimse ile beraber
karanlıklara gömülmeye mahkûmdur. Bu bakımdan, objektif yönünün, yani bir topluma mal
olma ya da cemaat oluşturma özelliğinin, dinin en önemli temel özelliklerinden biri olduğu
anlaşılmaktadır. Dinin, her şeyden önce kişisel bir özelliğe sahip olduğunu yani bireyin
zihnine yerleşip kök saldığını kabul etmek ve sonrasında onun zorunlu olarak bireyler arası
bir görünüme büründüğünü, böylece onda cemaat oluşturucu özelliğinin temel bir unsur
olduğunu ifade etmek, belki ilk anda bir çelişki imiş gibi görünebilir. Bununla birlikte, bu
çelişki, bu iki olgu arasında bir köprü vazifesini gören dinin, ortaya çıkması, yayılması,
239
Günay, a.g.e., s.211-212.
Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s.73.
241
Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s.266; Günay, a.g.e., s.55, 202.
242
Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, s.152.
243
Thompson, a.g.e., s.20.
244
Sezen, Sosyoloji Açısından Din, ss.73-80. Okumuş, a.g.e., s.72.
245
Wach, Din Sosyolojisi, s.55.
246
M. Emin Köktaş, Türkiye’de Dini Hayat-İzmir Örneği-, İşaret Yay., İstanbul, 1993, s.12.
240
48
objektifleşmesi ve sosyalleşmesi gerçeği ile ortadan kalkmaktadır.247 Bu bakımdan dini
tecrübenin temel ve doğrudan öznesi birey değil, bizzat dini topluluktur. Bu nedenle dini bir
birliktelik şeklinin olmadığı hiçbir din yoktur.248 Tamamen bireyselliğe yönelik dinlerin
varlığından söz edilemez. Hemen her dinin, toplumu doğrudan hedef aldığı görülmektedir.
Her din toplum yapısında bir takım değişiklere gitmek, sosyal kurumlar ve bunlar arasındaki
ilişkileri düzenlemek eğilimindedir. Örneğin Kur’an’da din, diğer anlamlarının yanı sıra
sosyal hayatta uyulması gereken kurallar bütününü ifade etmek için de kullanılır.249
1.2.3.
Ortaya
Çıkan
Yeni
Dini
Hareketin
Geleneksel
Toplumdan
Farklılaşması
Değerler, kültür ve topluma mana ve önem veren ölçütlerdir. Bireyin yargısının
üstündedir, ciddiye alınırlar, uğrunda kavgaya ve ölüme gidecek kadar fedakârlığı
gerektirebilirler. Değer, aranan şeyin kendisi değildir; fakat aranan şeyleri önemli kılar. Din
bir değerdir ve değerlidir. Kişi davranışı ile değer arasındaki açıklık, alt grupların
farklılıkları, kurumlar arasındaki uyumsuzluklar değer çatışmalarını doğururlar. Böylece
sosyal değerler, sosyal problemlerin nedeni olabilirler. Özellikle din ile sosyal kurumlar
arası değer çatışması, bireylerde ortaya çıkmak üzere açıkça görülür.250 Değer yargılarını ve
tutumları belirleyen en önemli etkenlerden biri de dinden başkası değildir. Dini faaliyet;
hem fikir, hem heyecan, hem de eylemdir. Düşünceye sağlıklı bir yön kazandıran; insanı iç
benliğine, gönül dünyasına indirerek harekete geçirebilecek başlıca dinamizm kaynağını din
oluşturur.251
Dini değerler ya insanın en üst değerleridir ya da onun için hiçbir şey ifade etmezler.
Dinler ekonomik anlayışların, cinselliğin, sanatın ve bilimin veya siyasetin öngördükleri
değerlere ciddi rakip olması bakımından farklılık gösterirler.252 Bu bakımdan her yeni din,
yeni bir dünya görüşü yaratır. Bu şekilde anlamlandırılan dünyada, eski görüşler bayatlar ve
günü geçmiş kurumlar varlık sebeplerini kaybederler. Burada tabii gruplardan gelen
görüşler ortadan kalkar, eskiler silinir ve yeni bir eşya düzeni kendini gösterir. Şüphesiz bu
değişmeler devrimci de olabilirler. Bütün mesele, geleneksel unsurların bu yeni görüşle
247
Günay, a.g.e., s.211.
Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, s.148-149.
249
24/Nur, 2; 9/Tevbe, 36. Vejdi Bilgin, Sosyal Çözülme ve Din, Etüt Yay., Samsun, 1997, ss.28-29.
250
Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, ss.212-213.
251
Yolcu, a.g.e., s.29.
252
Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, s.166.
248
49
yapılan yorumlarının genişliğine bağlıdır.253 Bir din ortaya çıktığı zaman, her şeyden önce
insanları müminler ve mümin olmayanlar şeklinde ikiye ayırmaktadır. Mümin olanların ve
olmayanların din katındaki yerleri farklı derecelerdedir. Hiç bir din, kendisine bağlanmış
birisiyle, bağlanmamış birisine aynı gözle bakmaz.254 C. Geertz: “Bir dini anlamak isteyen
bir insan o dinin sembollerine yüklenmiş olan manaları deşifre edip anlamalıdır.”255
derken, o dinin anlaşılması için, ancak o dine aidiyet gerektirdiğinden bahsetmekte ve
bundan dolayı da farklılaşmaların ve ötekileştirmelerin ortaya çıktığını belirtmektedir.
Doğrudan doğruya bireyi ilgilendiren sübjektif din toplumsal farklılaşmadan etkilenmediği
içindir ki, aynı zaman ve aynı medeniyet içinde yaşayan iki kişi sosyal statü, meslek ve
zenginlik bakımından farklı da olsalar, benzer dini tecrübelere sahip olabilmektedirler.256 Bu
bakımdan kişisel inançların toplumsal bir yansıması olmadığı zaman herhangi bir
farklılaşmanın ya da karşıtlığın olamayacağını belirtebiliriz. Buradaki temel farklılaşma
nedeninin topluma yansıyan davranışların, başkaları tarafından kabul edilmemesi, karşı
çıkılması ve benzeri tutumlarla ortaya çıkan tepkilerin meydana gelmesidir. Yani temel
etken, inananların inançlarının zihinde oluşmasıyla onu içinde saklı bırakmayarak, inançları
çerçevesinde uygun davranışlar sergilemesi oluşturmaktadır.
Din, mevcut sosyal yapıyı, kendisinin inşa ettiği sosyal yapıyla değiştirme yoluna
gider.257 Tarihin seyri içinde insanın hayatını etkili ve kalıcı biçimde değiştiren bütün büyük
inkılâpların, dönüşümlerin kökünü dinde aramak gerekir. Adetleri, töreleri ve tüm sosyal ve
kültürel sistemleri değiştiren dindir. Eskimiş değerleri ortadan kaldırarak, yeni zamanların
idealini belirleyip ilan eden din olduğu gibi, bir hayat tarzını köklü temellere oturtan ve
sosyal ahlakı kendi süzgecinden geçiren de dindir.258 Dinler, bu dünya hayatında
bulunmakla hayatı kendi istedikleri doğrultuda değiştirip dönüştürmek gibi bir iddiaya
sahiptirler.259 Bu bakımdan her yeni din, eski anlayışlar ve eski kurumların anlamlarını ve
var oluş sebeplerini kaybettikleri yeni bir dünya ortaya koyma amacındadır.260
Bütün dini gelenekler bireylere ve topluluklara kendileriyle hayatlarını yerleşik
toplumsal ve kültürel kurulu düzenden farklı bir temel üzerine kurabilecekleri araçlar temin
ederler. Yani, tüm dini gelenekler dünyadan uzaklaşma veya toplumsal kurulu düzenden
253
Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, Ankara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara, 1963, s.79.
Bilgin, a.g.e., s.39.
255
Şentürk, a.g.e., s.73.
256
Günay, a.g.e., s.297.
257
Okumuş, a.g.e., s.83.
258
Yolcu, a.g.e., s.29.
259
Okumuş, a.g.e., s.153.
260
Wach, Din Sosyolojisi, ss.66-67.
254
50
bağımsız olma biçimleri dayatırlar. Böyle yapmakla onlar dini ideallerle toplumsal hayatın
günlük düzeninin tam olarak birbirleriyle uyumlu olmadığını, aksine çatışma ve gerilimle
nitelendirilebileceklerini vurgulamış olurlar.261 Tarih boyunca her yeni din, bir toplumda ve
genellikle hızlı bir toplumsal değişim ve kriz ortamında, karizmatik bir dini liderin
önderliğinde, yeni bir dini hareket şeklinde ortaya çıktı ve gelişti. Bu çerçevede, bu
karizmatik dini önderler kendi etraflarına belli bir sayıdaki bir topluluğu çekmeyi başararak
yeni bir cemaat oluşturdukları gibi, onların çağrıları, şu veya bu şekilde, yerleşik dini ve
dünyevi düzen, inançlar ve değerler sistemine karşı az çok bir tenkidi de içerdiğinden, onlar
içinden çıktıkları dini ve toplumsal düzenle çatışma içerisinde oldular.262 Sırf dini grupları
diğer gruplardan ayıran en önemli özellik, orada eski inançlar, gelenekler ve göreneklerin
tamamen veya kısmen kaybolmuş olabileceği, önemlerini kaybetmiş veya başka anlamlara
bürünmüş bir hal almasında toplanmaktadır. Yeni bir dini inanç etrafında birleşenler, ortak
dini tören ve tapınmalarla birbirlerine kenetlenir ve dış dünyaya karşı yeni bir tutum
oluştururlar. Bu durum, yeni dinin taraftarlarını geleneksel toplum içinde farklılaştırır ve
hatta yalnızlığa iter.263
1.2.4. Yeni Dini Hareketin Çatışma Sürecine Girmesi
Din, toplumun birey, grup, sınıf ve tabakalarını, farklılıklarıyla birlikte bütünleştirir,
ayrılık ve bölünmelerden uzak tutar. Dinin önemli işlevlerinden biri, içerisinde çeşitli
nedenlerle ortaya çıkan sosyal farklılık ve farklılaşmalardan dolayı bölünüp parçalanmak
tehlikesiyle karşı karşıya bulunan toplumu birleştirmek, bütünleştirmek ve insanlarda
oluşturduğu zihniyet yapısıyla toplumda çıkması muhtemel karışıklık ve düzensizlikleri,
hatta çatışma veya savaşları önlemektir. Din, toplum içindeki dağınıklığa, düzensizliğe,
bunalıma ve ümitsizliğe karşı bütünleşmeyi, umudu, motivasyonu koyar.264 Din, toplum için
görece olumlu işlevlerde bulunmanın yanı sıra olumsuz bir takım işlevlere de sahip
bulunabilmektedir. Bunlardan biri, bazen bütünleştirmenin zıddına parçalama noktasına da
varan çatışmadır. Dinin tarihsel ve çağdaş olarak toplum içinde çatışma işlevine sahip
olduğu bilinmektedir. Din, kendi inananları içinde bir birlik ve bütünlük sağlarken, daha
261
Walter H. Capps, “Toplum ve Din”, Din, Toplum ve Kültür-Din Sosyolojisi ve Antropolojisine Giriş
kitabının içinde, Çev. Ali Coşkun, İz Yay., İstanbul, 2005, s.24.
262
Günay, a.g.e., s.445.
263
Günay, a.g.e., s.252.
264
Okumuş, a.g.e., s.72.
51
genel anlamda bir çatışma işlevi görebilir.265 Dinin ortaya çıkardığı yeni bir tecrübeye sahip
olunmasıyla din, bütün üyeleri samimi olarak tam bir şekilde birleştiren ve bütünleştiren
şeydir; fakat din, o inancı paylaşanları, kendilerinin paylaşmadığı dünyanın kalan kısmından
ayırır; bu nedenle inanmak, toplumsal farklılaşmaların ötesinde büyük çatışmaların nedeni
de olabilir.266 Bu bakımdan din, öteden beri şiddetli toplumsal savaşımlarla keskin
çatışmaların kökenini oluşturmuştur.267
Toplumsal davranışlar ve onların tezahür biçimleri olan sosyal hareketler, toplumda
uyum, çatışma ve değişme ile ilişkilidirler ve daha doğrusu bir anlamda, sosyal hareket
sosyal değişmenin bir tezahür biçimi olduğuna göre, dini hareketlerin de toplumsal
değişmenin önemli bir tezahürü olduğu belirtilmelidir.268 Sosyal değişmenin en önemli
dinamiklerinden biri çatışmadır. Egemen olanlarla egemenlik altında bulunanlar arasında,
bazı gruplar ve farklı değer sistemleri arasındaki çatışmalar tarihe eşlik etmişlerdir. Bu
nedenle din, daima bütünleştirici bir rol oynamamış, sık sık şiddetli çatışmalara da neden
olmuştur. R. K. Merton, örneğin inanç için yapılan savaşlar gibi, dinin yıkıcı güçlerine işaret
etmişti. Bazı dini sistemler egemenliği kabul ederler; diğer bir kısmı, hâkimiyet altında
bulunanlara, mevcut egemenlik ilişkilerini yıkmanın yüce dini bir görev olduğuna dair
dayanak çerçevesi oluştururlar.269 Eğer bir dini grup kendi ahlaki ölçülerini tüm topluma
uygulamak isterse, farklı ahlaki ölçüler çatışmalara neden olabilirler.270 Dinin değiştirici rol
oynayan taraflarından bir kısmı, çatışma motifinden gelir. Çatışma çok defa değişimin
kaynağıdır ve bu değişim toplum için iyi olabilir. Din çatışmaya ve toplumda değişime
katkıda bulunabilir. Çatışma geçicidir ve yeni bir mana ve birleşme içindir; fakat
değişmenin dinamiğini taşır. Din, gelenekleşme, kültürleşme zorunluluğu ve bireysel ve
sosyal istikrar, sosyal yapı ihtiyacı dolayısıyla muhafazakâr; fakat inancın dinamik
psikolojisi sebebiyle de inkılâpçıdır. Sosyal değişmenin dinamiklerinin en önemlisi
psikolojik faktör olduğuna göre, dinin değişme ile olan bağını anlamak kolaydır.271
Geleneksel toplumdan kopan bir dini grubu öncekilerden ayıran başlıca özellikler,
orada yeni bir dünya görüşü, yeni bir toplum düzeni ve öncekilere kıyasla farklı bir takım
265
Okumuş, a.g.e., s.74.
Wach, Din Sosyolojisi, s.155; Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s.100.
267
Giddens, a.g.e., s.462.
268
Günay, a.g.e., s.440.
269
Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi”, Çev. M. Emin Köktaş, Der: Yasin Aktay-M. Emin Köktaş, Din
Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi yay., 2. Bas., Konya, 1998, s.96.
270
Kehrer, a.g.e., s.98.
271
Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s. 90.
266
52
değerlendirmelerin yer etmesidir.272 Bütün peygamberler, yeni bir düzen kurmak istemişler
ve kurmuşlar, sosyal hayata yeni bir işlerlik kazandırmışlardır. Fakat dinler yepyeni bir
toplum, yepyeni bir değerler sistemi yaratmaz; ancak yeni bir dünya görüşü, yeni bir
sıralanış, yeni bir mana kazandırır. Bunu tarihi olanın ve mevcudun üzerine kurar.273 Bu
nedenle din, ilk örgütlenme dönemlerinde mevcut toplumsal yapısını, kendi yapısal ve
fonksiyonel özellikleri ile değişikliğe uğratarak, yeni bir toplumsal yapının oluşmasını
sağlamaktadır.274 Böylece dinsel hareketler doğar doğmaz, adeta çevrelerine adaptasyon için
bir tarz geliştirme mücadelelerine girişirler.275 Din, çevre şartlarının zorlamasıyla ortaya
çıkmış bir inanç değildir. Aksine gerçek din, çevre şartlarını ve kültürün diğer unsurlarını
değiştiren ve onları belli bir mana etrafında bütünleşmeye yönlendiren temel bir unsurdur.276
Bu bakımdan dinsel bir sistem ile yer aldığı çevre arasındaki ilişki dinamiktir. Bir dinsel
sistem, kaynak bulmak için zorunlu olarak çevresine bağımlılık gösterir; ama bu kaynaktan
kullanırken de o çevreyi belirgin şekilde değiştirebilir.277
Tüm toplumsal tabakalara uzanan ve üyelerine kesin olarak farklılaşmış dini değerler
sağlayan dini örgütlerin durumu, toplumun tabakalaşma ilişkilerini yansıtan dini
çoğulculuğa göre önemli derecede çatışma yüklüdür.278 Dolayısıyla birbirine rakip iki dini
yönelişin ortaya çıkışı, birbirlerinin meşruiyet iddialarını çürütmekte ve bütüncül bir
meşrulaştırmaya
götürebilecek
tam
bir
toplumsal
uzlaşma
ortaya
çıkmasını
engellemektedir.279 Peygamberlerin tebliğleri, toplumsal bir hareketin doğurduğu bütün
durumlarda toplumdaki mevcut sosyal yapıda bir değişimi, o ortamı yeniden kurmaya
yönelik doğal bir muhalefeti de içermektedir. Peygamberlerin meydan okumalarının kabul
görüp başarılı olması halinde taraftarlarının sosyal hayatı üzerinde köklü değişiklikler
gerçekleştirdikleri bir olgu olarak gün yüzüne çıkmaktadır. Bu da peygamberlerin tebliğ ve
uygulamasını üstlendikleri dinin amacının toplumsal değişmeyi sağlamak olduğunu ortaya
koymaktadır.280
272
Günay, a.g.e., s.252.
Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s.27.
274
Çelik, a.g.e., s.49.
275
Robert J. Wuthnow, “Din Sosyolojisi”, Din ve Modernlik- Toplumbilim Yazıları I- kitabının içinde, Çev.
Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002, s.75.
276
Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s.57.
277
Wuthnow, a.g.m., s.66-67.
278
Kehrer, a.g.e., s.77-78.
279
Şentürk, a.g.e., s.66.
280
Yolcu, a.g.e., s.48.
273
53
1.2.5. Dini Bir Yapıya Bürünen Toplumun Öteki Toplumlarla Çatışması
Her yeni din, içinden çıktığı siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel sınırların ötesine
taştığı andan itibaren, yeni şartlara uyum sağlamak zorunda kalmaktadır. Bu gelişmeye
paralel olarak, yeni ve farklı dini eğilim ve şekiller ortaya çıkmakta ve bunlar geleneksel
eğilim, yaşayış ve formlarla çatışmaya girişmektedirler ki bu durumların türlü örneklerini,
hemen bütün büyük dini topluluklar, tarihlerinin çeşitli dönemlerinde bize sıklıkla
sunmaktadırlar.281 Sırf dini gruplardan bir kısmının ortaya çıktıkları toplumdaki geleneksel
dini yıkarak onun yerini almak ve daha sonra da sınırlarını gittikçe genişletmek suretiyle
yayılmalarına karşılık, bazılarının kapalı bir cemiyet halinde iken başka yerlere göç ederek
kendilerine uygun yeni ortamlar bulmaları, bazılarının da milli bir hüviyet taşırlarken yeni
yorumlarla evrensel bir statüye kavuşmaları sonucu yayılmış olmalarında toplanmaktadır.
İslamiyetin durumu birincisine, Hıristiyanlığınki ikincisine ve Yahudiliğinki de üçüncüsüne
örnek olarak gösterilebilir.282 Milli dinlerin evrensel dinlerle ve evrensel dinlerin
birbirleriyle ve hatta aynı bir evrensel dinin alt grupları ve mezheplerinin kendi aralarındaki
rekabeti ve çatışmaları da kayda değerdir. Her şeyden önce evrensel dinlerin yayılmacı ve
misyoner karakteri onları her gittikleri yerde mahalli kültler ve milli ve evrensel dinlerle
rekabete sokmuş, bu durum yerine göre tarih içerisinde kanlı din ihtilafları, çatışmaları ve
hatta savaşlarına yol açmıştır.283
Godelier’e göre, şiddet içermeyen bir hâkimiyet olarak başlayan şey, ideolojik baskı ve
ekonomik sömürüye doğru genişleyebilir.284 Çatışma ve fikir birliği arasındaki karşılıklı
ilişkileri çözümlemede yardımcı olacak yararlı bir kavram ideolojidir, yani daha güçlü
grupların konumunu daha az güçlü olanlar pahasına güven altında tutmaya yardım eden
değerler ve inançlar. Güç, ideoloji ve çatışma her zaman yakından bağlantılıdır. Birçok
çatışma getirebileceği ödüllerden ötürü güçle ilgilidir. Gücün çoğuna sahip olanlar temel
olarak egemenliklerini korumak için ideolojinin etkisine dayanabilirler, ancak genellikle
gerekirse gücü kullanabilirler. Örneğin, feodal zamanlarda aristokratik yönetim, azınlıkta
olan insanların 'hükmetmek için doğdukları' fikri ile destekleniyordu, ancak aristokratik
yöneticiler çoğunlukla onların gücüne karşı çıkan insanlara karşı şiddet uyguladılar.285
281
Günay, a.g.e., s.341.
Günay, a.g.e., s.253.
283
Günay, a.g.e., s.433.
284
Morris, a.g.e., s.519.
285
Giddens, a.g.e., s.603.
282
54
Egemenliğin meşruiyeti meselesinde, dini unsurların rolü açıkça kendini gösterir.286
Geleneksel düzen deyince akla dinin hâkim olduğu toplumsal yapı gelir. Bu toplumsal
yapıda, örnek olarak batıya baktığımız zaman hâkim olan unsurun Hıristiyanlık olduğunu
görmekteyiz. Orada toplum dini bakımdan homojendir. Meşruiyetin temeli dine dayanır,
savaşlar ve toplum içi çatışmalar daha çok dini temellidir. Hatta dini temelli olmayan sosyal
çatışmalara bile dini bir renk verilmeye çalışılır.287 Hıristiyanlıktaki haklı savaş görüşünde,
öldürmek, olanaklar el verdiğince kaçınılması gereken bir kötülüktür: Hıristiyan bu öldürme
eylemini “ehveni şer” bir çözüm olarak görebilir; ancak bazı koşullar yerine geldiğinde
öldürme eylemine başvurabilir. Tanrı kendi davası için savaş çağrısı yaptığından, “kutsal
savaş”ta kısıtlamalar ve sınırlamalar ortadan kalkar. Öldürmek, artık ehveni şer bir eylem
değil, dinsel bir davranıştır.288 Haçlı Seferleri’nin resmi nedeni, Müslümanların eline geçmiş
Kutsal Yerleri kurtarmak, korumak ve Müslümanların hem Doğu’da (Bizans İmparatorluğu)
hem Güney’de (İtalya ve İspanya) sürdürdükleri fetih girişimlerinin Hıristiyan Avrupa
üzerinde yarattığı tehdidi ortadan kaldırmaktı. Bu seferler sırasında ölenlerin ödülü,
günahlarının bütünüyle bağışlanması ya da tam endüljanstı.289 Hâlbuki haçlı seferlerinin dini
temelinin ötesinde çok daha farklı amaçları olduğu açık olarak görülmektedir.290 Haçlı
seferleri sadece dış görünüşü açısından bir kutsal savaştı; haçlı seferleri, Tanrı’nın
isteklerinin yerine getirilmesinden çok, insanların en aşağılık tutkularının sonucuydu.291
Dini toplumların kendi dışındaki kötülükleri kabul etmeme, onun varlığını ortadan
kaldırma, birbirlerini düşman olarak görmelerinde en güzel örneklerden biri İran tarih
felsefesinde ve ahlakında canlı bir şekilde ifade edilmiş bulunmaktadır. Bu anlayışa göre
kâinat dev bir savaş meydanı olarak gözükmektedir. Hazır bulunan ordular eşit şartlar
altında karşılaşmaktadırlar; kötülüğün kuvvetleri dik kafalı, kurnaz ve güçlüdürler. Onlar,
pek çok defalar düşman kalesini ele geçirmek tehdidinde bulunurlarsa da, iyiliğin nihai
zaferi garanti edilmiş bir şeydir. Bu bakımdan dinlerin bu dünyada zaferi kazanmak
istemeleri ve öldükten sonra da yaşanacak hayatta mutlu olma düşünceleri onlara heyecan
vermekte, böylece inananlar hayatlarını bu yolda feda ederek düşmanla savaşmaktadırlar.292
286
Kehrer, a.g.e., s.85.
Şentürk, a.g.e., s.32.
288
Jacques G. Ruelland, Kutsal Savaşlar Tarihi, Çev. Teoman Tunçdoğan, İletişim Yay., İstanbul, 2004, s.40.
289
Ruelland, a.g.e., s.65.
290
Ruelland, a.g.e., ss.65-74.
291
Ruelland, a.g.e., s.89.
292
Wach, Din Sosyolojisi, s.79.
287
55
1.2.6. Dini Açıdan Kurumsallaşan Toplumun Kendi İçindeki Çatışma
Süreci
Dini örgütler, dini olanın toplumsal olarak kurumsallaşmasının özel şekilleridir. Dini
örgütlerin ilk hedefleri, sahip oldukları değerleri korumak, (duruma göre) yaymak, davranış
beklentilerine uyulmasını sağlamak ve bunu kontrol etmektir.293 Toplumda geleneğin ve şu
hale göre statükonun korunmasını üstlenmiş görünen, ancak bizzat geleneksel bir toplumda
ortaya çıkışı ve yerleşmesi bir toplumsal değişme olarak karşımıza çıkar. Üstelik durum ve
şartlara göre, her zaman için yaratıcı değerleri vasıtasıyla sosyal değişmenin hâkim faktörü
rolünü üstlenme eğilimi ve gücünü en azından potansiyel olarak kendinde bulunduran
dinin294 sosyal yapıyı değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici işlevi, genellikle bir toplumda
dinin ilk örgütlenme ve yayılma dönemlerinde görülür. Bundan sonra dinin oluşan bu
yapının korunması ve sürdürülmesi noktasında işlev gördüğü ortaya çıkar. Bu bakımdan
toplumun ilk yerleşme dönemlerinde radikal bir ideoloji olarak işlev gören din, bu aşamada
tutucu bir ideoloji olarak belirmektedir.295 Geleneğe, sembollere, kutsal metinlere bağlılık,
kurumsallaşmış dini, mevcut toplumsal düzeni muhafazaya götürmektedir. Bu durum, dinin
genelde, yeni değer, olgu ve süreçlerin yaratıcısı olmaktan ziyade eskilerinin koruyucusu
biçiminde algılanmasına sebep olmaktadır.296 Hemen her dini sistemin, değişmeye karşı
oldukça dayanıklı temel bir takım inançlara, menseklere bunları içeren bir takım kutsal
metinlere dayanmakta olduğunu görmekteyiz.297 Toplumdaki değişikliğe karşılık olarak
doğan bir din akımının kendisi bir toplumda bir değişiklik meydana getirebilir; ama dinin
özünde bir muhafazakârlık vardır.298
Tarih içerisinde aile yapılarından veya eğitim anlayışlarından kaynaklanan sosyal
çatışma, kargaşalık ve çözülme halleri görülmemiştir; ama din kurumunun özelliğinden ve
uygulanışından kaynaklanan çatışmalar ve savaşlar görülmüştür.299 Din ve değişme
arasındaki ilişkiler ve özelikle de toplumsal değişmenin yerleşik dini yapılar, kurumlar,
inançlar, uygulamalar ve kültür üzerindeki etkileri yalnızca birtakım uyum ve
uyumsuzluklar ve bunların beraberinde sürüklediği birtakım çelişkiler şeklinde olmamakta,
değişim aynı zamanda dini cemaat ve grupların veya bünye ve oluşumların kendi
293
Kehrer, a.g.e., ss.52-53.
Günay, a.g.e., s.336.
295
Bilgin, a.g.e., s.33.
296
Okumuş, a.g.e., s.88.
297
Günay, a.g.e., ss.334-335.
298
Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s.89.
299
Bilgin, a.g.e., s.34.
294
56
aralarındaki birtakım çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Özellikle çeşitli etkenler ve
değişim süreçleri çerçevesinde dini bakımdan mütecanisliğini yitirmeye başlayan bir
toplumda, gerek aynı bir dinin çeşitli cemaat, grup, akım, yorum ve mezhepleri gerekse de
farklı dini bünye ve cemaatlerin arasındaki çatışmaların örneklerini din tarihi çok çeşitli
örnekleri aracılığı ile bize sunduğu gibi, günümüz toplumlarında da bunun örnekleri eksik
değildir.300 Bir toplumun dini homojenliği bozulur bozulmaz, dini organizasyonlar arasında
bir çatışma ortaya çıkar. Her dini grup kendi dini kültür biçimini geliştirdiği için, tüm
toplumla ilgili bir bilincin oluşması engellenir. Bundan dolayı İngiltere’nin yönettiği
Hindistan’da Hind milleti oluşmamış, bilakis Hindistan en azından iki büyük gruba
ayrılmıştır: Müslümanlar ve Hindular.301
Sadece inanç bakımından ele alındığında din, bir yandan toplumda bütün inananları
birleştiren ve kaynaştıran temel bir bütünleştirme fonksiyonu görürken, öte yandan da,
itikatla ilgili konularda ortaya çıkan tartışmalar ve görüş ayrılıklarından kaynaklanan
itizaller, mezhepleşmeler ve gruplaşmalar dolayısıyla o toplumda ayırıcı ve bölücü
fonksiyonlar da görebilmektedir.302 Tapınma eylemleri, ne kadar geniş ve belki de birbirine
karşıt anlamlara ve farklılıklara bürünseler bile, hiçbir vakit dini inançlar konusundaki
farklılıkların ortaya çıkardıkları ayrılıklar ölçüsünde bölünmelere ve gruplaşmalara yol
açmazlar.303 Dinin bir yorumu, çeşitli inanç, düşünce, grup, mezhep ve akımları ile toplumu
bütünleştirir, barış, hoşgörü vb. içinde yaşatırken, başka bir yorumu, aynı toplum içinde
çatışmacı olabilir. Bu çatışma, belli bir zamansal çatışma, ihtilal, devrim, kavga veya savaş
durumundan sonra toplumun bütünleşmesini bozmayacağı veya daha güçlü bir
bütünleşmeye girmesini sağlayabileceği gibi, tersine toplumsal bütünleşme ve dayanışmayı
bozup işi toplumu parçalama, tefrikaya düşürme gibi boyutlara da vardırabilir.304
300
Günay, a.g.e., s.342.
Kehrer, a.g.e., ss.97-98.
302
Günay, a.g.e., s.222.
303
Günay, a.g.e., s.228.
304
Okumuş, a.g.e., s.74.
301
57
İKİNCİ KISIM
2. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA
58
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2.3. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN TEMEL DİNAMİKLERİ
2.3.1. Çatışmanın Düşünsel Temelleri
Çatışmaların görünen nedenlerinin arka planında çatışmaya neden olan düşünceler yer
almaktadır. İnsanın ve toplumun davranışlarını yönlendiren düşüncelerin305 neler olduğunun
bilinmesi gereklidir. Kur'an, insanın düşüncelerini oluşturmasında maddi olanakların
etkisini kabul etmektedir. Ancak Kur'an, düşüncenin maddenin egemenliğiyle oluşmasını
reddederek, insanlara Allah'a uymaktan alıkoyan her türlü düşünceyi bırakmalarını ve
böylece sadece Kur'an'ın temel olarak belirlediği düşünce şekillerini kabul etmelerini
istemektedir. Bu anlamda Kur'an'da inananları çatışma sürecine götürecek unsurların
öğrenilmesi çok büyük önem arz etmektedir. Bu düşünceler tespit edilmezse, sadece
görünen nedenlerle uğraşılmış olacağı için sağlıklı sonuçlar çıkarmamız mümkün
olamayacaktır. Kur'an bu anlamda insanların düşüncelerini şekillendirmektedir. Ancak
Kur'an'daki bu düşüncenin şekillendirilmesi çatışmanın geçekleşmesi için yapılmamaktadır.
Mü’minlerin düşüncelerinin yeni bir şekil almasının nedeni, Allah'ın dinini öğrenme ve ona
göre bir yaşam oluşturma amaçlıdır. Fakat mü’minlerin buna göre oluşturdukları
düşünceleri çatışmanın temellerini oluşturmaktadır. O halde Kur'an'da mü’minlerin üzerine
etkisi olan ve çatışmalarına neden olan bu düşüncelerin neler olduklarının bulunması
gerekmektedir.
2.3.1.1. Allah’ın özellikleri ve insanlardan istekleri
Allah'ın özelliklerinin, gücünün mü’minler üzerindeki etkisine bakıldığı zaman,
göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnız Allah'ındır.306 Doğu da Allah'ındır batı
305
İnsanın düşüncelerini yönlendiren bilinçaltındaki düşüncelerin insanlarda değerler haline gelmesi ile
insanların hayatlarını etkilediği hakkında bkz: Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İnsan
Yay., 4.Bas., İstanbul, 1998, s.77; Abdülkadir Hamid, Mekke Döneminde Siyasi Düşünce Metodolojisi, Çev.
Vahdettin İnce, Ekin Yay., İstanbul, 2001, ss.48-49; Muhammed Bakır es-Sadr, Kur'an Okulu, Çev. Mehmet
Yolcu, Fecr Yay., 3.Bas., Ankara, 1996, s.91, 135-142. Bu düşüncelerin toplumsal anlamını dikkate alarak
“sosyal şuuraltı”nın “siyasi şuuraltı”na dönüşmesini açıklayan Cabiri, “sosyal muhayyile” kavramını
benimseyerek, bu sosyal muhayyile sayesinde insanların ve toplumun kendileri için ürettikleri bu
muhayyilelerin kendilerini her yönden yönlendirdiğini belirtmektedir. Ancak bu muhayyilenin bilgi
edinilmesiyle ilgisinin olmadığını, bunun inanç ve itikat durumunun hâkim olduğu bir alan olduğunu, bu
nedenle sosyal muhayyile kavramının siyasi ideolojiye şuuraltı yapısını veren tasavvurlar, semboller,
göstergeler, ölçüler ve değerler bütünü olduğunu söylemektedir. Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam
Siyasal Aklı, Çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi Yay., 2.Bas., İstanbul, 2001, ss.14-22.
306
2/Bakara, 107; 4/Nisa, 131-132.
59
da. İnsanlar nereye dönerlerse dönsünler orada Allah vardır.307 Gerçek bir dost ve yardımcı
olarak mü’minlere Allah yetmektedir.308 Allah, insanları yok edip başkalarını getirmeye
kadirdir,309 her şeyi bilmektedir, onun ilmi dışında bir yaprak bile kımıldamaz,310 hiçbir
meyve kabuğunu yarıp çıkamaz, hiçbir dişi gebe deve kalmaz ve doğurmaz,311 bir şeyin
olmasını istediği zaman ona sadece ‘ol’ demesi yeterlidir,312 insanların sinelerinde
gizlediklerini de, açığa vurduklarını da, kalplerde olanı da bilmektedir,313 insana şah
damarından daha yakındır.314 İnsan nerede olursa olsun Allah onunla beraberdir, insanların
yaptıklarını görür.315 Evreni, hayatı ve insanları yaratan Allah'ın bu özellikleri insanın
kendisinin ne kadar sınırlı ve aciz olduğunu göstermektedir. İnsan bu nedenle Allah'ın bu
sınırsız gücüne karşılık, sadece O’na kul olmaktan başka bir şey yapamayacaktır. Allah'ın
evrendeki ve insanlar üzerindeki bu gücü insanların hayata bakışlarını tamamen
değiştirerek,
yaşamlarını
sadece
Allah'ın
istemiş
olduğu
şekilde
sürdürmelerini
sağlayacaktır. Allah inancının soyut bir ilke değil, toplumsal bir içeriğe de sahip olması;
hatta toplumsal adalet yönü ağır basan bir akide olması, bu nedenle bunların birbirlerinden
ayrılmasının yanlış olması nedeniyle,316 Allah inancı insanların hayatlarını değiştirmelerini
sağlamaktadır. Bu bakımdan Kur'an'ın kullandığı üslubun “Allah merkezli” olması,317
hayatın seyretmesi gereken yönünü de belirlemektedir.
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamayacağını;318 çünkü mü’minlere küfür,
fısk ve isyanın çirkin gösterildiği,319 bu nedenle de insanların dini yalnız Allah'a has kılarak
O’na yalvarmaları gerektiği bildirilmektedir.320 Çünkü Allah, insanları ve cinleri ancak
kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır.321 Bu bakımdan Allah'ın yanında en değerli olanlar
307
2/Bakara, 115; 27/Rahman, 17; 37/Saffat, 5; 70/Mearic, 40; 73/Müzzemmil, 9.
2/Bakara, 107. 4/Nisa, 45.
309
4/Nisa, 133.
310
6/En’am, 59.
311
41/Fussilet, 47.
312
16/Nahl, 40; 36/Yasin, 82; 40/Mü’min, 68.
313
28/Kasas, 69; 29/Ankebut, 10; 57/Hadid, 6; 67/Mülk, 13-14.
314
50/Kaf, 16.
315
57/Hadid, 4; 58/Mücadele, 7.
316
Mustafa Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi -İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yay., 2.Bas.,
İstanbul, 2001, ss.68-82; Fazlurrahman, “Allah'ın Elçisi ve Mesajı”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı
Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997, s.46; Şaban Ali Düzgün, Din, Birey ve
Toplum, Akçağ Yay., Ankara, 1997, ss.64-67.
317
Ömer Özsoy, Sünnetullah -Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, 2.Bas, Fecr Yay., Ankara, 1999, ss.144145.
318
4/Nisa, 48.
319
49/Hucurat, 7.
320
7/A’raf, 29.
321
51/Zariyat, 56.
308
60
Allah'tan en çok korkanlardır.322 Allah, tüm insanları kendisi yaratmıştır ve bu yüzden de
insanların nasıl yaşayacaklarını da kendisi belirlemektedir. Burada insanların dünya
yaşamlarındaki seyreden yönün Allah'a kulluk yapma olması, insanların hayatlarının
oluşumunda tek belirleyici etkenin Allah'ın istediği doğrultuda seyretmesi gerekliliğini
zorunlu kılmaktadır. Bunun sonucunda insanların zihinleri şekillenmektedir. Yani insanlar
kulluk yapmayı kabullendikten sonra yapacakları her işi bu kulluk bilincine göre
düzenleyeceklerdir.323 Allah yeryüzünü insanların yaşayacağı şekilde her yönden
düzenlemiş ve bu şekilde bir düzenleme yaptıktan sonra da Allah'ın insanlardan tek isteği
insanların kendisine şirk koşulmaması olmuştur.324 İnsanın yeryüzünü imar ve ıslah görevini
kabul etmesi325 nedeniyle Allah'ın istediği şekilde yaşaması gerekecektir. Tabi insanın
Allah'ın insanları yoktan var etmesi, sonra öldürmesi ve sonra tekrar diriltmesi nedeniyle
kâfirlerin nasıl olur da Allah'ı inkâr ettikleri sorulmaktadır.326 Böylece mü’minlere de bir
hatırlatma gelmektedir: “Sizi ben yarattım ve hayatınızı sona erdirip sonra tekrar dirilterek
hesaba çekileceksiniz. Bu nedenle davranışlarınızı ona göre değerlendirin ve sizi yaratan
Rabbinize nankörlük etmeyin.”
2.3.1.2. Ahiret gününe iman etme
İnsanların yaptıkları her şey, söyledikleri her söz melekler tarafından yazılmaktadır.327
Kim zerre kadar bir iyilik ya da kötülük yapmışsa onun karşılığını görecektir.328 Ahiret
gününe iman etme insanların hayatını her yönden değiştiren bir davranıştır. Çünkü ahiret
gününe iman eden bir insan, davranışlarını hep Allah'ın istediği bir şekilde düzenlemesi
gerekecektir. Dünya hayatının karşısında duran ahiret günü, insanları etkileyerek hayatlarına
bir yön çizmektedir. Artık dünyada yaptıkları her bir davranışın hesabını ahirette vermek
zorunda kalacaklardır.329 Bu nedenle insanlar ahiret gününü kabul etmeleriyle hayatları
bambaşka bir şekle bürünecektir.330
322
49/Hucurat, 13.
2/Bakara, 21.
324
2/Bakara, 22, 29; 4/Nisa, 116.
325
33/Ahzab, 72; 59/Haşr, 21.
326
2/Bakara, 28.
327
50/Kaf, 17-18.
328
99/Zilzal, 7-8.
329
2/Fatiha, 4.
330
2/Bakara, 4.
323
61
Dünya hayatını ahiret karşılığında satanların, Allah yolunda savaşması emri
verilmekte,331 iman edip hicret eden, mallarıyla ve canlarıyla cihad eden bu mü’minlerin
Allah katında daha üstün oldukları vurgulanmaktadır.332 Mü’minleri acı bir azaptan
kurtaracak ticaret Allah'a ve Resulü’ne inanmak, mallar ve canlarla Allah yolunda cihad
etmek ile gerçekleşecektir.333 Yani Allah yolunda savaşmak için en önemli şartın bu dünya
hayatına değer verilmemesi oluşturmaktadır. Değilse bu dünya hayatındaki nimetleri
düşünenlerin kendilerini Allah yolunda feda etmeleri mümkün olmayacaktır. Bu nedenle
dünya hayatından Allah rızası için vazgeçebilmek için ise oldukça önemli bir gayretin sarf
edilmesi gerekecektir. Dünya hayatını ahiret için satmak, bunun yapılabilmesi için ise,
ahirete öyle bir iman ile bağlı olmak gerekir ki, bu dünyadaki geçici mutluluklar hiçbir
anlam ifade etmesin. Ayrıca mü’minlerden çaba gösterenlerin ayrıca önemli olduklarını
görmekteyiz. Mallarını, canlarını Allah yolundan esirgeyen ve savaştan geri kalan münafık
karakterli ya da dünyayı ahirete tercih eden Müslüman olduğunu söyleyen kimselerin Allah
katında değerleri yoktur.334 Onların bu dünyaya tutkunlukları Allah'ın yolunda cihad
etmekten daha sevimli olduğu için onların yanlış yolda olduklarını görmekteyiz.335 Bu
bakımdan mü’minler sadece inanmış olmakla kalmayan, her şeyleriyle Allah yolunda çaba
harcayan kimseler olmalıdırlar. Değilse mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla savaşmamak
için, gerçekten bir mazeretleri yoksa,336 asla geri kalmayı istemezler.337
Allah, Yahudilere, eğer sadece cennet onlara ait olduklarını iddia ediyorlarsa ölümü
istemelerini istemekte; ancak onların işledikleri günahlar nedeniyle ölümü istemeyeceklerini
belirtmektedir.338 Onların ölümü istemeyecekleri gibi yaşamak için ellerinden gelen her şeyi
yapmak isterler. Hatta putperestler dünya hayatlarına olan bağlılıklarından dolayı ya da
ölümdeki azaptan korktukları için bin yıl yaşamayı isterler.339 Kâfirlerin yaptıkları
hatalarının farkında olması ölümden kaçmalarına neden olmaktadır. Hâlbuki mü’minlerin
ölümden korkmaları söz konusu değildir. Bu nedenle her hangi bir çatışma durumunda
kâfirler ölümden korkarak mücadele ettikleri için, mü’minlerin mücadelesi gibi hiçbir
zaman savaşamayacaklardır. Çünkü mü’minler öldükten sonra cennete gireceklerini
bildiklerinden dolayı, ya zafer elde ederiz ya da şehit olarak cennetteki nimetlere kavuşuruz
331
4/Nisa, 74; 9/Tevbe, 111.
9/Tevbe, 20, 41, 88.
333
61/Saf, 10-11.
334
9/Tevbe, 38-39, 42, 81-82.
335
9/Tevbe, 24.
336
9/Tevbe, 91-92.
337
9/Tevbe, 44-45, 86-87, 90, 93; 48/Fetih, 11.
338
2/Bakara, 94-95; 62/Cum’a, 6-7.
339
2/Bakara, 96.
332
62
düşüncesiyle mücadele edecekleri için, onların çatışmaları çok daha etkili olacağı açıktır.
Allah yolunda öldürülenlere ölü denmemesinin340 ve birçok müjdeyle karşı karşıya
olmalarının,341 amellerinin boşa çıkartılmamasının342 mü’minler üzerindeki etkisini, yani
şehit olmalarında edecekleri mücadelenin şiddetinin ne kadar yüksek olacağını görebiliriz.
Ayrıca mü’minler arasında da cihad edenlerin her hangi bir özrü olmaksızın oturanlara
oranlara derece bakımından üstün kılınması ile Allah yolunda cihadın teşvik edildiğini
görmekteyiz.343
Tabi burada ahiret gününü kabul etmeyenlerin, kabul edenler karşısındaki tutumları da
araştırılması gerekmektedir. Ahiret gününü kabul etmeyen inkârcıların inananlara bakışının
normalde bir etkisinin olmaması gerekmektedir. Çünkü inananların ahireti kabul etmeleri
kendilerini ilgilendiren bir durumdur; bundan dolayı kendileri bu durum karşısında bir tavır
almaları gerekmeyecektir. Fakat inananların ahireti kabul etme davranışları birçok yönden
kendilerini etkilediği gibi, hayatı da bu inanca göre düzenlemeleri istenmektedir. Kur'an'ın
sözünü ettiği kulluğun sadece yapılması gereken ibadetlerden ibaret olmamakta, bireysel
ibadetlerin bu anlamda pek bir anlam ifade etmediği; Kur'an'ın insanlardan isteği bir bütün
olarak hayat tarzının oluşturulması olmaktadır.344 Bu nedenle ahiret inancının inkâr edenler
üzerindeki hayatı yönlendirme isteği, onların bu inanca karşı olumsuz bir tavır
sergilemelerine neden olmaktadır. O halde ahiret inancının inkârcılar üzerindeki olumsuz
etkisinin hayata olan etkileri, yani toplumsal karşılığının bulunması olduğunu söyleyebiliriz.
Burada bireysel olarak inanılan ve sadece bireye bir etki sağlayan ahiret inancının inkârcılar
üzerinde bir olumsuz etki yaratması söz konusu olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle
günümüz dünyasında ortaya çıkan bireysel dini duygu ve davranışların, Kur'an'ın
mü’minlerden istemiş olduğu bir ahiret inancı özelliğini taşımadığını anlamaktayız. Çünkü
Kur'an, ahiret inancının tek başına bir anlamı olmadığını, buna ek olarak, belli bir hayat
planı ortaya çıkarılmasını öngörmektedir.345
Allah, insanların bu dünyada yaptıkları davranışları değerlendirirken kullanacağı temel
kriterin kendisinin emirlerinin yerine getirilip getirilmediği olduğunu buyurmaktadır. Bu
nedenle Allah, yarattığı kulları dünyada kendi istediği şekilde kulluk yaparlarsa onları
ölümlerinden
sonra
cennete
koyacağını
ve
birçok
nimetle
ödüllendireceğini
340
2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmran, 169.
3/Âl-i İmran, 170-172; 22/Hac, 58-59.
342
47/Muhammed, 4.
343
4/Nisa, 95.
344
Özsoy, a.g.e., s.114.
345
2/Bakara, 4.
341
63
söylemektedir.346 Böylece inananlar bu müjde ile hayatlarını Allah'ın istediği şekilde
düzenleyerek, bu ödülü almak istemektedirler. Bunun için de bu dünyada dini yaşama
anlamında karşılaşacakları sıkıntıların gelecekte kendilerine ödül olarak dönmesi onların bu
sıkıntılara katlanmalarını sağlamaktadır. Tabi sadece sıkıntılar değil; hayatın her anında
karşılaşılan durumlara karşı cennete girme ümidi ile hayat sürdürülmektedir. Mü’minlerin
cennete girme ümitlerinin karşısında ise, eğer kulluklarını yapmazlarsa, kâfirler gibi
cehennem azabının kendileri için bir gün olsa dahi hafifletilmesi için yalvarmaları347 söz
konusu olacaktır.
2.3.1.3. Hayatın her anında Allah'ın hatırlanması
Kuran’da insanların sürekli olarak Allah’ı hatırlamalarının gerekliliği belirtilmekte, bu
da insanın hayatını her yönden etkilemekte ve insanın dünyadaki var oluş amacı böylece
belirlenmektedir. Mü’minlerin yaşamları süreçlerinde bıkıp usanmadan, gece gündüz, her an
Allah'ı anmaları, namazlarından kurbanlarına, hayatlarından ölümlerine kadar her şeyin
Allah için olması gerektiği ve kâinatın yaratılışını düşünerek Rablerinin büyüklüğünü
kavramaları istenmektedir.348 Mü’minlerin kendilerini doğru yola iletmeleri için her gün
namazlarında
dua
etmeleri,349
Allah'ın
hayatlarında
sürekli
olması
gerektiğini
göstermektedir. Ayrıca Allah, kâfirlerin ahireti unutmaları ve ayetleri bile bile inkâr etmeleri
nedeniyle onları hesap ve ceza gününde unutacağını belirtmektedir.350 İnsanların musibet
anında sürekli olarak Allah'a dua ettikleri; fakat sıkıntıları giderildikten sonra ise eski
hallerine dönerek Allah'ı unuttukları vurgulanmaktadır.351 Bu bakımdan insanların sadece
belli zamanlarda Allah'ı hatırlamaları ve ona dua etmeleri istenmemekte, Allah'ı sadece
sıkıntıları olduğu zaman değil, hayatın her anında hatırlamaları istenmektedir. Dolayısıyla
mü’minlere de buradan uyarı gelmektedir: “Eğer siz de beni ve ahireti unutursanız, Ben de
sizi unuturum.” O nedenle mü’minlerin hiçbir zaman Allah'ı akıllarından ve kalplerinden
çıkartmamaları gerekmektedir.
Böylece mü’minlerin her an Allah'ı düşünmeleriyle hayatlarının hiçbir anında din dışı
bir alan diye bir şey söz konusu olmayarak, sürekli olarak Allah'ın hatırlanmasının
346
2/Bakara, 25, 82, vb.
40/Mü’min, 49.
348
3/Âl-i İmran, 191; 4/Nisa, 103; 6/En’am, 162; 7/A’raf, 205; 21/Enbiya, 20; 30/Rum, 33; 33/Ahzab, 42;
40/Mü’min, 55; 48/Fetih, 9; 76/İnsan, 25.
349
1/Fatiha, 6.
350
7/A’raf, 51; 20/Taha, 126; 45/Casiye, 34; 59/Haşr, 19; 9/Tevbe, 67.
351
10/Yunus, 12, 22-23; 16/Nahl, 53-54; 17/İsra, 67; 29/Ankebut, 65; 39/Zümer, 8.
347
64
sağlandığı İslami bir yaşam durmaktadır.352 Bundan dolayı hayatlarını Allah'ın rızasını
kazanmak için uğraşan mü’minlerin yaşamlarında Allah'ı tanımayan ve onun emirlerine
karşı gelenlere karşı, karşı konulamaz bir karşıtlığın oluşması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü
mü’minler, Rablerinin büyüklüğünü her şeyleriyle kavrayarak bir yaşam sürdürmek
isterlerken, onların karşılarında ancak başı sıkıştıklarında Allah'ı hatırlayan ve Allah'ı
hayatlarına müdahale ettirmeye yanaşmayan bir grup durmaktadır.
Mekkeli müşrikler Allah'ın çok yüce bir Varlık olması nedeniyle, insanlarla
ilgilenmediğine inanmaktaydılar. Bu nedenle onlar, Allah'ın çok yüce olması nedeniyle çok
aşağı olan insanlarla irtibat kurmadığını, onların hayatlarına karışmasının mümkün
olmadığını söylemekteydiler. Ancak Hz. Muhammed (sav) kendisinin Allah'tan vahiy
aldığını ve insanların hayatlarının Allah'ın istediği gibi olmasını istediğini Mekkeliler’e
bildirdiği zaman, onlar sorumsuz olmanın kolaylığını bırakarak, hayatın her anında sorumlu
olunacak yaşamı kabul etmek istemediler.353 Bu nedenle bu iki grubun yaşam stillerinin
hiçbir şekilde uyuşmadığını görmekteyiz: Bir tarafta hayatlarının her anında Allah'ın
hatırlanarak bir yaşam sürdürülmesi, diğer tarafta ise hayatın içine Allah'ın sokulmadığı bir
yaşam durmaktadır.
2.3.1.4. Dünya hayatının geçici olması
Dünya hayatının oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığı, daha hayırlı olanın ahiret
yurdu olduğu bildirilmektedir.354 Allah, dünyadaki zevklerin insanlara çekici kılındığını,
ancak insanların bu geçici menfaatlere aldanmamalarını söylemektedir. İnsanlar için en
güzel yerin Allah'ın katı olduğu,355 zalimlerin Allah'ın azabını gördükleri zaman
yeryüzündeki bütün servetleri o azaptan kurtulmak için feda edecekleri bildirilmektedir.356
Ahirette insanların dünya hayatının gerçekten çok kısa olduğunu, bir günden,357 hatta bir
saatten fazla sürmediğini söylemeleri,358 insanlar için yakınlarının ve çocuklarının kıyamet
günü fayda vermeyeceğinin359 bilinmesi, mü’minlerin kesinlikle bu dünya hayatına önem
352
İnsanın Allah'ı unutmasıyla kendine yabancılaştığı hakkında bkz: Erdoğan Pazarbaşı, Kur’an ve Medeniyet
-Doğuşu- Gelişimi- Çöküşü, Pınar Yay., İstanbul, 1996, s.229.
353
Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, İstanbul, 1992, s.100.
354
6/En’am, 32, 18/Kehf, 46; 29/Ankebut, 64; 40/Mü’min, 39; 44/Duhan, 38-39; 47/Muhammed, 36;
57/Hadid, 20.
355
3/Âl-i İmran, 14; 28/Kasas, 60.
356
10/Yunus, 54.
357
20/Taha, 103-104; 23/Mü’minun, 113.
358
46/Ahkaf, 35.
359
60/Mümtehine, 3.
65
vermemelerini öğütlemektedir; çünkü dünya hayatının kâfirler için cazip kılındığı
belirtilmektedir.360 Bu bakımdan insanların imtihanı kazanmaları için, dünya hayatındaki
her türlü geçici şeyleri Allah rızası için kullanmayı bilerek ve O’nun yolundan
çıkartmamasına özen göstererek hareket etmesi gerekecektir.
Kur'an, insanları dünya nimetlerinden tamamen uzaklaştırarak ruhbani bir yaşamın
sürdürülmesini istememektedir. Kur'an'ın insanlar için ruhban hayatını önermesi insanın
kendisiyle karşı karşıya gelmesine neden olacağından Kur'an, böyle bir yaşam tarzını kabul
etmemektedir. Kur'an'a göre insanların dünya nimetlerinden faydalanmaları İslami bir
şekilde belli bir ölçüye göre olması gereklidir.361 İslam bu anlamda Hıristiyan anlayışında
olduğu gibi kişinin ruhu ve bedeni arasında bir çatışma olduğunu kabul etmez; çünkü
Hıristiyanlık’ta maddi istek ve ihtiyaçları ‘asli günah’ın sonucu olarak ortaya çıkmış şeyler
olarak gördükleri için bu istekleri engellemeye çalışırlar ve kendilerini bu yüzden
manastırlara kapatırlar. İslam'da ise böyle bir düşünce yer almamaktadır. İslam, bu isteklere
insanın kendisini İslam'ın emirlerini getirmesi bakımından olgunlaştırma süreci ve bir
imtihanın aracı olarak görmektedir.362
Böylece mü’minlerin hayatta elde etmek istedikleri çıkarları, menfaatleri, nefsanî
arzuları, malları eğer onların Allah'ı anılmasında ve cennete girilmesinde engel oluşturuyor
ve imtihanın kaybedilmesine neden oluyorsa bu dünyalık menfaatler için uğraşlarına son
vermeleri gerekecektir. Tabi bu dünyalık menfaatler için uğraşan ve bu yüzden imtihanı
kaybeden insanlara karşı da mü’minlerin bakışları da iyi olmayacaktır; çünkü onlar sadece
geçici zevkleri düşünerek bu dünyada mutlu olmayı tercih ettikleri için onların bu
durumlarının düzeltilmesi gerekecektir. Ayrıca mü’minler bu şekilde bilinçlendirilerek,
onların hayata olan bağlılıkları azaltılmakta ve böylece de kâfirlerle olan çatışmalarında
büyük bir güç sağlanmaktadır. Çünkü mü’minlerin zihinlerinde artık dünya zevklerinin bir
anlamı olmadığı için, bu durum onların mücadelelerinde çok önemli bir şekilde olumlu
yönde etki edecektir. Mü’minlerin bu dünyada kaybedecekleri şeyleri olmadığı için ve
sadece dünyadaki nimetleri isteyenlerin ahiretten nasibi olmadığı363 ve gerçek mükâfatın ve
360
2/Bakara, 212.
Özsoy, a.g.e., s.114.
362
Düzgün, Din, Birey ve Toplum, ss.39-44.
363
2/Bakara, 200.
361
66
bu dünyadaki zevklerden daha iyisinin ahirette olduğunu bildikleri için,364 kâfirlerin ise bu
dünyada kaybedecekleri birçok şeyleri olması nedeniyle çatışma çok şiddetli geçecektir.365
2.3.1.5. Yalnızca Allah'tan Korkulması
Allah, kesinlikle İslam düşmanlarından korkulmamasını söyleyerek, sadece kendisinden
korkulmasını,366 mü’minlerin yalnızca Allah'a dayanıp güvenmelerini istemektedir.367
Böylece inananların karşısında korkacakları bir düşman olmamasının sağlanmasıyla,
gerçekten ruhi bakımdan büyük bir gücün elde edildiğini görmekteyiz. Allah'ın dışında
hiçbir şeyden korkulmaması, inananların yapacakları mücadelelerde büyük bir motivasyon
sağlamakta, böylece de inananlar önlerinde hiçbir engel tanımamaktadırlar. Kâfirlerin
büyüklük taslayarak kendilerinden daha kuvvetli olanın olmadığını söylemelerinden sonra
Allah, kendisinin onlardan daha kuvvetli olduğunu hatırlatmaktadır.368 Böylece toplumlar ne
kadar kuvvetli olursa olsun, mü’minlere onlardan daha kuvvetli olan Allah'ın olduğunun
söylenilmesi ile hiçbir kimseden korkmamaları gerektiği belirtilmektedir.
Allah, mü’minlerin kâfirlerle karşılaştıkları zaman onlara arkalarını dönmemelerini,
korkmamalarını emretmektedir.369 Dolayısıyla mü’minlerin Yahudilerin yaptıkları gibi
Allah'ın emrini yerine getirmede ve düşmanla savaşmalarında gerisin geriye dönmeleri ya
da “Sen ve Rabbin gidin, savaşın” gibi korkaklık ifadelerinden kesinlikle uzak durmaları
sağlanmaktadır.
2.3.1.6. İman etme
Hz. Nuh’un oğlunun,370 Hz. Lut’un karısının371 ve Hz. İbrahim’in babasının inkârları
yüzünden onların ailelerinden olmadığı buyrulmaktadır.372 Ayrıca mü’min bir toplumun
babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları bile olsa Allah'a ve Resulü’ne düşman
364
3/Âl-i İmran, 15.
Mü’minlerin dünyayı oyun ve eğlence yeri görmesine karşılık kâfirlerin dünyaya düşkün olmalarının
düşüncelere etkisi hakkında bkz: Toshihiko İzutsu, , Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çev. Selahattin
Ayaz, Pınar Yay., 2.Baskı, İstanbul, 1991, s.78, 81.
366
2/Bakara, 150; 3/Âl-i İmran, 175; 9/Tevbe, 13.
367
3/Âl-i İmran, 160; 64/Teğabün, 13.
368
41/Fussilet, 15.
369
8/Enfal, 15-16.
370
11/Hud, 45-46.
371
11/Hud, 81; 15/Hicr, 60; 27/Neml, 57; 29/Ankebut, 32-33.
372
9/Tevbe, 114.
365
67
olanlarla dostluk etmesinin ve onlar için af dilemesinin yasak olduğu bildirilmektedir.373 Bu
nedenlerle İslam için aile bağlarının önemi inanç temelli gerçekleşmektedir. İnsanları bir
araya getiren, birbirleri için değerli kılanın Allah'ın dinine olan bağlılıkla ölçüldüğü ve
hakkında üzünülecek ya da sevinilecek kişilerin sadece iman dairesine girmiş kişiler
etrafında gerçekleşeceği özellikle vurgulanmaktadır.
Kur'an, Müslüman toplumdan Allah'ın istediği şekilde bir din birliği oluşturmalarını
istemekte; bunun dışında oluşan tüm birliktelikleri tefrika olarak değerlendirmektedir.374
İnsanların batıl olan şeylerle ve dünyalık çıkarlarla oluşturdukları toplumsal yapılarda
rekabet ve anlaşmazlıkların çoğalacağı; ancak dini bir temele sahip olarak birleşen
toplumlarda
kıskançlık
ve
rekabetin
olmaması
nedeniyle
bu
kötü
durumla
karşılaşmayacaklardır. Böylece dini bir toplumsal yapıya sahip olan bu toplumların
hedeflerinin ve yönelişlerinin tek olmasıyla önlerinde hiçbir güç duramayacaktır.375 İslam
toplumunu bir arada tutan temel değerin iman olmasından dolayı, kişilerin imanı yoksa
mü’minler için değerinin olmaması sonucunda, iman edenlerin kâfirlere karşı tutumlarında ki iman etmeyen en yakını bile olsa- çok büyük bir olumsuzluk taşıyacağı görülecektir.
Nitekim bunun örneklerini Hz. Peygamber döneminde Müslümanların bizzat yaşadıklarını
bilmekteyiz.
Allah, mü’minlerden öyle bir teslimiyet istemektedir ki, kendisinin ve Peygamber’in
vermiş olduğu bir hükmü sıkıntı duymadan kabul edebilmelidirler.376 Hz. İbrahim’in oğluna
kendisini öldüreceğini söylediği zaman, oğlunun “emrolunduğun şeyi yap” demesi,377 o
insanların tüm kalpleriyle Rablerine bağlı olduklarını göstermektedir. Bu bakımdan Kur'an'ı
genel olarak değerlendirdiğimiz zaman Allah, insanların bu şekilde kendisine teslim
olmalarını istemektedir. Hastalıkta, sıkıntıda, savaşta, emirlerinin yerine getirilmesinde ve
bunun gibi her durumda kesinlikle Allah'a kulluktan vazgeçmeyen ve dini yaşamaktan asla
bıkmayan bir insan tipi istenmektedir ki, Allah'ın kendisi için ölüm emrine bile itiraz
etmeden kabullenebilsin, ya da oğlunu öldürmekten çekinmesin.
373
58/Mücadele, 22; 9/Tevbe, 23, 113.
M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, 2. Bas., Beyan Yay., İstanbul, 2001, s.189, 195; Özsoy, a.g.e.,
s.140.
375
İbn-i Haldun, Mukaddime, Çev. Halil Kendir, Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul, 2004, c.1, ss.221-223.
İslam'ın birbirleriyle savaşan kabileleri barıştırdığı, bunu sağlayanın dinin kabilecilik anlayışını ortadan
kaldırması olduğu belirtilerek, bu anlamda “ümmet” kavramının Kur'an'da hem sosyolojik hem de siyasi
anlamda kullanıldığı vurgulanmaktadır. Manzuriddin Ahmed, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Çev. Kazım
Güleçyüz, İslam'da Siyaset Düşüncesi kitabının içinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995, ss.83-85.
376
4/Nisa, 65; 33/Ahzab, 36.
377
37/Saffat, 102.
374
68
Çeşitli bahanelerle Uhud savaşına katılmayan münafıkların savaşa katılanlarla ilgili
olarak, savaşa katılmasalardı öldürülmezlerdi, demelerinin onların kuruntuları olduğu,
hâlbuki savaşa katıların evlerinde bile olsa ölüme yakalanabilecekleri söylenilerek,
mü’minlerin, münafıkların bu söylemlerine kulak vermemeleri; çünkü Allah yolunda
öldürülmenin her şeyden daha hayırlı olduğu belirtilmektedir.378 “Rabbimiz Allah'tır” diyen
Allah'ın dostlarının korkmayacakları ve üzülmeyecekleri379 sözüyle, mü’minlerin Allah
yolunda şehit olmaları için önlerinde hiçbir korku kalmamaktadır. Dünyadaki her şeyden
daha hayırlı olan bir işle, Allah yolunda şehitliğin kıyas bile edilemez oluşu nedeniyle
mü’minler, canlarını Allah yolunda seve seve verebilmektedirler.380 Firavun karşısında her
türlü eziyeti göze alarak imanları için ölümü göze alan sihirbazlar,381 hendeklerde ateşte
yanma pahasına imanlarından vazgeçmeyenler,382 Hz. İbrahim’in iman davası için ateşte
yanmayı göze alması,383 Hz. Yusuf’un fuhuş yapmaktan ise zindana girmeyi tercih etmesi384
imanın mü’minler üzerinde ne derece etki yaptığını gösteren önemli örneklerdir.
Mü’minlerin
gevşeklik
göstermemeleri,
üzüntüye
kapılmamaları;
çünkü
eğer
inanmışlarsa üstün gelecek olanların mü’minler olduğu söylenmektedir.385 Bu ayetteki
“eğer inanmışsanız” sözü ile mü’minlerin zayıf bir iman ile değil, gerçekten bütün
kalpleriyle olan imanlarından bahsedildiğini anlayabiliriz. Çünkü bir toplumun üyesi olarak
sadece Müslüman olmanın, o toplumu üstün kılacağı anlamına gelmemelidir. Buradaki
üstün kılınma şartının mü’minlerin imanlarındaki kuvveti gösterdiği açıktır. Bu bakımdan
İslam toplumlarının düşmanlarına karşı başarı kazanabilmeleri için, gerçek anlamda Allah'ı
ve onun emirlerini bilen, bu çerçevede Allah'ın rızasını kazanmak için yaşayan mü’minlerin
bir fonksiyon göreceğini bilmemiz gerekecektir. Bunun aksini düşünecek olursak Allah
rızasını kazanmayı düşünmeyen, belli bir İslami zihniyete sahip olmayan bir Müslüman
toplumun başarıyı ya da zaferi elde etmesi mümkün görünmemektedir.
İnsanların bilgi meselelerine fazla aldırmadığı; ancak inancına dokunulmasını asla
kabul etmeyeceği ve bu nedenle inancı için hayatını feda etmesinin gerçekleşmesi mümkün
iken, kişilerin bir bilgi sorununun doğruluğunu kanıtlamak için veya bildikleri kesin somut
doğrular için şehit olmayacakları söylenilmektedir. Bu bakımdan insanların yalnızca kesin
378
3/Âl-i İmran, 154, 156-157, 168; 47/Muhammed, 4-6.
46/Ahkaf, 13; 10/Yunus, 62.
380
Şehitlik düşüncesiyle mü’minlerin her şeyi yapabilecekleri hakkında bkz: İzutsu, a.g.e, s.148.
381
7/A’raf, 120-126; 20/Taha, 70-73; 26/Şuara, 46-51.
382
85/Buruc, 4-7.
383
21/Enbiya, 57-69; 37/Saffat, 91-97.
384
12/Yusuf, 33.
385
3/Âl-i İmran, 139.
379
69
bilgileri olmayan şeyler için şehit olmayı istedikleri belirtilmektedir. İdeolojilerin de inanç
gibi açıklamaya dayandığı için aynı şekilde değerlendirilmesinin doğru olduğu da
vurgulanmaktadır.386 Bu nedenle insanların bilgi sahibi olmaları ile iman etmeleri arasındaki
farkın çatışmayı ortaya çıkarması bakımından ayrılması gerekecektir. Gerçekten her
şeylerini ortaya koyarak yürekten kabullenme ile gerçekleşen iman etmenin etkisinin
mü’minler üzerindeki etkisi oldukça büyük olacaktır; ancak yüzeysel bir şekilde kabul
edilmiş ve dini bilgilerin mü’min olmak için yeterli olduğunun kabul edilmesinin çatışmayı
ortaya çıkarmayacağını belirtmeliyiz. Bu nedenle İslam toplumlarının belli bir başarı
kazanabilmeleri için, o toplumlarda yaşayan Müslümanların mutlaka Allah'ın istediği
şekilde bir İslami zihniyete sahip olmaları istenmektedir. Bu durum gerçekleştiği zaman da
İslam’ın emirlerinin uygulanışının doğal bir sonucu olarak, hem toplumsal bir birlik ve
bütünleşme sağlanılacak, hem de bu bütünleşmeyle birlikte İslam toplumunun düşmanlarına
karşı çok kolay bir şekilde başarı elde edilebilecektir. Bu Allah'ın insanlara yazmış olduğu
bir toplumsal bir yasadır. Çünkü iman edenler Allah'ın dinine yardım ederlerse Allah da
mü’minlere yardım edecek ve onların ayaklarını kaydırmayacaktır.387
2.3.1.7. Allah'ın emirlerini yerine getirme zorunluluğu
İnsanların doğruyu bulmalarında kendi hallerine bırakılmamış, doğrular yalnızca
Allah'ın vahyi tarafından belirlenmiştir. Kişilerin ve toplumların kendilerine göre doğruyu
belirlemelerine izin verilmemiştir.388 Çünkü insanların koyduğu hükümler sadece dünyevi
fayda ve çıkar amaçlıdır.389 İnsanların kendilerinin oluşturmadığı ilahi değer yargılarının
insanların mücadelelerinde çok büyük etki sağlamaktadır. Çünkü bu değer yargıları insanın
çabalaması sonucunda oluşmuş değer yargıları olmayıp, insanı yaratan Allah'ın insanlara
sunduğu değer yargılarıdır.390 Bu nedenle Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kâfir,
zalim ve fasık olmaları,391 Yahudilerin Tevrat’ın hükümlerini uygulamayarak kitap yüklü
merkepler durumuna düşmeleri,392 mü’minlerin de Kur'an'ın hükümleriyle karşı karşıya
kaldıktan sonra bu hükümleri uygulamalarını zorlamaktadır. Hükmün Allah'a ait olması
386
Cabiri, a.g.e., ss.62-63.
47/Muhammed, 7.
388
Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi, 2 Kaynak Yay., Ankara, 2000, s.230.
389
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.270.
390
Es-Sadr, a.g.e., ss.181-182.
391
5/Maide, 44-45,47.
392
62/Cum’a, 5.
387
70
nedeniyle, insanlar Allah'ın hükümlerinin uygulayıcısıdır.393 Mekkeli müşriklerin hükümde
ortak istemeleri, hükümde en azından biraz pay almak için uğraşmalarının nedeni hükmün
Allah'a ait olması ile istediklerini yapamayacaklarını anlamalarıdır. Çünkü artık onların
dünyaya
hükmetme
yetkileri
Allah'ın
yeryüzüne
hâkimiyeti
nedeniyle
ortadan
kalkmaktadır.394
Kur'an'ın hükümleri uygulanmaz ise ortada İslam toplumundan bahsedilmesi mümkün
değildir. Böylece mü’minlerin zihinlerinde Allah'ın emirlerini yerine getirme zorunluluğu
oluşmaktadır; eğer emirleri yerine getirmezlerse kendileri için Kur'an'ın hiçbir anlam ifade
etmediği, Yahudilerin örneğindeki gibi anlaşılacaktır. Bu amaçla mü’minlerin İslam
toplumunun devamını sağlamak amacıyla Kur'an'ın hükümlerini uygulattırmak için bir
çatışma içerisine gireceklerini söylemeliyiz. Çünkü mü’minler kesinlikle Yahudilerin
durumuna düşmemelidirler. Mü’minlerin Kur'an'ın hükümlerini toplumda uygulamak
istemeleri geleneksel yapıyı bozacak ve bu nedenle de toplumsal çatışma başlayacaktır.
2.3.1.8. İmtihan düşüncesi
Allah, insanlardan hangilerinin amelinin daha güzel olacağını görmek için hayatı
yaratmış ve insanları imtihana sokmuştur.395 İnsanların malları ve çocuklarının imtihan
sebebi olması,396 insanların hayattaki her bir durum ve olaya karşı tavırlarının değişmesine
neden
olacak
ve
hayata
bakış
Allah'ın
kendilerini
imtihana
tutması
olarak
değerlendirilecektir. Mü’minlerin imtihanı kazanmaları için geçmiştekilerin başına gelen
yoksulluk ve sıkıntının onların da başına gelmeden sadece “iman ettik” demeleriyle cennete
giremeyecekleri belirtilmektedir.397 Bu nedenle insanlar hayatlarını devam ettirirken hiçbir
sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarının sona ereceğini düşünmeleri anlamsız olmaktadır. Bu
sıkıntılar
mü’minlerin
toplum
içerisindeki
ve
toplumlararası
çatışmalarında
da
gerçekleşeceği için, mü’minlerin bu sıkıntılara bakışı imtihan çerçevesinde olacak ve onlar
buna sabrederek daha iyi mücadele edeceklerdir. Allah, her kişiyi gücünün yettiği ölçüde
mükellef tuttuğunu belirtmektedir.398 Bu bakımdan Kur'an'da insanların yapamayacağı bir
393
12/Yusuf, 40.
Bkz: Vatandaş, a.g.e., ss.26-28. Allah'ın hakimiyeti ve Kur'an'ın hükümlerinin uygulanması hakkında geniş
bilgi için bkz: Şimşek, a.g.e., ss.72-76.
395
11/Hud, 7; 18/Kehf, 7; 67/Mülk, 2.
396
8/Enfal, 28; 64/Teğabün, 15.
397
2/Bakara, 214; 29/Ankebut, 2-3.
398
2/Bakara, 286; 7/A’raf, 42; 23/Mü’minun, 62.
394
71
emrin olmaması insanların sıkıntılara sabretmelerini kolaylaştırmakta ve insanların
emirlerin ağır olduğu gibi mazeret üretmelerinin önüne geçmektedir.
İnsanların yeryüzündeki imtihanlarında birçok sıkıntıyla karşılaşmaları ki bunlar korku,
açlık, canlardan ve ürünlerden eksiltme olabilmektedir.399 Bu imtihanın sonucu olarak
inananların çatışmaya bakışları da imtihanı kazanma süreci olarak değerlendirilmekte ve
böylece inananlar imtihanı kazanmak için sonuna kadar mücadele etmektedirler. Dünya
hayatının bir sınav yeri olması inananların üzerinde çok büyük bir etkisinin olduğu açıktır.
Bu nedenle inananlar hayatlarını devam ettirirken imtihan çerçevesinde olaylara bakacaklar
ve imtihanı kazanmak için de önce kendilerini düzeltecekler, daha sonra çevrelerini Allah'ın
emri olması dolayısıyla İslami bir şekilde dönüştürmeye çalışacaklardır. Bunu yaparken de
sıkıntılarla karşılaşacaklarını bilmeleri onların üzerinde olumsuz bir etki yaratamayacak;
bilakis bu sıkıntıların olacağını bildikleri için daha kolay sabretmesini bileceklerdir. Çünkü
inananlar bir bela ve musibetle karşılaştıklarında Allah'ın kulları olduklarını ve tekrar O’na
döneceklerini bilmektedirler.400
Firavun yeni doğan erkek çocuklarını kesiyor ve kız çocuklarını hayatta bırakıyordu.
Allah,
Firavunun
nitelendirmektedir.
vesilesidir.
401
bu
yaptıklarını
mü’minler
için
büyük
bir
imtihan
olarak
Yani insanların uğradıkları musibetler insanlar için bir imtihan
Yöneticilerin
insanlara
uyguladıkları
zulümler
de
bu
şekilde
değerlendirilmektedir. Bunun sonucunda ise inananlar bu zulümlere karşılık olarak bir
çatışmaya girecekler ve üstünlük sağlayarak imtihanı kazanacakladır. Değilse, kendilerine
zulüm yapan yöneticilere karşı bir çatışma içerisine girmezlerse, o zaman imtihanı
kaybedeceklerdir. Buradan yöneticiler ya da insanlara hükmeden kişilerin yaptıkları
haksızlık ve zulümlere karşı bir çatışma içerisine girmek imanın gereklerinden olduğunu
anlamaktayız. İşte burada inananların zihinsel açıdan çatışmaya güdüleyecek önemli bir
etken sağlanmaktadır.
Allah, Müslüman toplum içerisinde cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar
onları imtihan edeceğini belirtmektedir.402 Toplum içerisinde her ne kadar Müslüman
olduklarını söyleyenler varsa da, münafıklar gibi, onların imanlarında ne kadar kararlı
olduklarının tespit edilmesi gerekmektedir. Böylece İslam toplumu içerisinde imanlarında
gerçekten bağlı olanlar belirlenerek İslam toplumunun içindeki kararsızlıklar, zayıf noktalar
399
2/Bakara, 155, 3/Âl-i İmran, 186.
2/Bakara, 156.
401
2/Bakara, 49.
402
47/Muhammed, 31; 9/Tevbe, 16.
400
72
bertaraf edilecektir. Bunun sonucunda da mücadelelere sabreden ve Allah yolunda hiçbir
şeyden korkmayan, Allah'ın istediği şekilde imanı sağlam bir toplumsal yapı ortaya
çıkacaktır. Ayrıca toplumsal birliği bozan unsurlar dünya hayatındaki imtihanı
kaybedeceklerdir.
Mü’minlerin Allah yolunda çektikleri sıkıntıların hiçbir şekilde boşa çıkartılmayacağı,
bu
nedenle
onların
yapmış
oldukları
kötülüklerin
örtüleceği
ve
cennetlerle
ödüllendirilecekleri müjdesi verilmektedir.403 Böylece mü’minlerin çatışma sürecinde
yapacakları en küçük bir yardım onlara mükâfat olarak dönmesinin bilinmesi ile mü’minler
her şeylerini ortaya koyarak mücadele edeceklerdir. Ayrıca yine aynı ayette bahsedilen
eziyetlerin ne olduğuna baktığımız zaman bunların hiç de basit şeyler olmadıklarını
görmekteyiz: Eziyete uğrama, yurtlarından çıkarılma, hicret etme, çarpışma ve öldürülme.
İşte mü’minlerin bu şekildeki bir mücadeleleri sonucunda elde edecekleri ödül de büyük
olacaktır. Fakat bu ödülü elde edebilmek için bu zorlu süreçten geçilmesi gerekmektedir.
Çünkü bu sıkıntı ve zorluklar toplumun iradesini sağlaması, direniş ve kararlılığını
göstermesi ve kendisini geliştirmesi için bir sınavdır. Böylece onlar bu sıkıntıları alt ederek
toplumsal yapılarını güçlendirecekler ve sonuçta zaferleri kazanacaklardır.404 Değilse
Allah'ın bu mükâfatına nail olunamadığı gibi, bu mükâfatın tersine dönerek cehennem azabı
olarak onların karşısına çıkması kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle bu zorlu süreçten
geçmeyen o dönemin insanlarının cenneti elde edemeyecekleri aşikâr olacaktır. Bu
bakımdan bu sürecin mutlaka yaşanmasının gerekli olduğunu görmekteyiz.
2.3.1.9. Allah'ın mü’minlere yardımı
Allah, Bedir’de mü’minler güçsüz olduğu halde, mü’minlere müjde olsun ve onların
kalpleri ferahlasın diye yardım ettiği gibi,405 savaşan mü’minleri kâfirlerin gözünde iki kat
fazla göstererek de mü’minlere yardım etmiştir.406 Allah mü’minlerin kazanmaları için,
mü’minlerin yeryüzünde üstün gelmesi için yardımını esirgememektedir. Allah'ın ayrıca
Peygamber’in uykusunda düşmanı az göstermesiyle, savaşa girmesini kolaylaştırması407
Allah'ın Peygamber’e sürekli olarak yardım ettiğini göstermesinden dolayı mü’minler hiçbir
zaman kendilerini yalnız hissetmemektedirler.
403
3/Âl-i İmran, 195.
es-Sadr, a.g.e., s.66.
405
3/Âl-i İmran, 123-126; 8/Enfal, 9-12.
406
3/Âl-i İmran, 13.
407
8/Enfal, 43-44.
404
73
Allah,
mü’min
toplumun
içerisinden
münafıkları
ve
kâfirleri
ayıracağını
bildirmektedir.408 Yani Allah İslam toplumunun sağlıklı bir yapıya bürünmesi için, topluma
müdahale ederek mü’minlere yardım etmektedir. Bu nedenle mü’minlerin, Allah'ın
yardımını yanlarında hissetmeleri ile çok daha güçlü bir şekilde çatışma içerisine
gireceklerdir. Ayrıca her şeye kadir olan bir Yaratıcının onlara yardımıyla mü’minlerin
ruhen hiçbir sorunları kalmamaktadır. Ancak Allah'ın mü’minlere yardımının olması
mü’minlerin düşüncelerinde kullarına farklı davranan bir Allah telakkisi oluşturabilecek, bu
nedenle de mü’minleri yersiz bir gevşekliğe itmesi mümkün olabilecektir.409 O halde
Allah'ın yardımının mü’minler üzerinde güç yaratmasının önemi mü’minlerin yanlarında
sürekli olarak Allah'ın olduğunu bilmeleridir. Gerisi mü’minlerin çabalarına kalmıştır. Yani
sürekli olarak Allah'ın mü’minlere yardımı gerçekleşecek; fakat Allah'ın yardımı
mü’minlerin
mücadelelerinde
hiçbir
zaman
zayıflık
göstermemeleri
şartıyla
gerçekleşecektir.
Allah, Ehli Kitabın yaptıklarını görür durur iken, niçin Allah'ı inkâr ettiklerini
sormaktadır. Hâlbuki Allah’ın onların yaptıklarından haberdar olduğu söylenilmektedir.410
Yani Allah'ın onların yaptıklarından habersiz olması mümkün değildir, onları her zaman
gözetlemektedir. Burada Allah'ın mü’minlere karşı yardımının olduğunu anlamaktayız.
Çünkü Allah'ın onların yaptıklarından haberdar oluşunu mü’minlere bildirmesiyle, Ehli
Kitabın mü’minlerin aleyhine yapmış oldukları ya da yapacakları işlerin de Allah'ın
bilgisinde olması ile mü’minler kendilerini güvende hissetmelerini sağlamaktadır.
Yahudilerin Peygamber’i alaya alma çabalarının olduğunu görüyoruz.411 Burada
yapılmak istenen Peygamber’in etkili şekildeki tebliğinin önüne alaylarla önüne geçmek ve
Peygamber’in aciz olduğunu göstermektir. Ancak Allah, bu duruma müdahale ederek
onların bu kötü davranışlarını yapmalarına engel olduğu görüyoruz. Allah, Peygamberi’nin
hiçbir şekilde küçük düşürülmesine fırsat vermeyerek, Peygamber’in kişiliğinde tüm
mü’min topluluğuna yardım etmiştir. Böylece Allah'ın olaylara bakışının mü’minlerin
tarafında onlara yardım seyrettiğinin görülmesi, mü’minlerin sürekli olarak Allah'ın
yardımını yanlarında hissetmelerini sağlamakta ve mücadele güçleri de böylece
çoğalmaktadır. Çünkü her şeye gücü yeten bir Varlığın mü’minlerin mücadelelerinde bizzat
408
3/Âl-i İmran, 179.
Özsoy, a.g.e., ss.163-164.
410
3/Âl-i İmran, 98-99.
411
2/Bakara, 104.
409
74
yardımcı
olması,
inananların
hiçbir
zaman
yalnız
olmadıklarını
ve
kâfirlerle
mücadelelerinde de O’nun yardımının eksilmeyeceğini anlamalarını sağlamaktadır.
Allah, inkâr eden kavimleri inkârları yüzünden çeşitli şekillerde üzerlerine azab
göndererek hepsinin helak edildiğini belirtmektedir.412 Toplumun helak olmasının nedeni
toplumun kendi elleriyle yaptıklarındandır. Değilse hiçbir toplumun durup dururken helak
edilmesi düşünülemez. Böylece Allah, kâfirlerin inkârlarında devam ederlerse yok
edileceklerini bildirerek, kâfirleri korkutmaktadır. Her ne kadar Peygamber’in kavmine bu
tür azab inmediyse de,413 kâfirler Allah'ın yaptıklarını öğrenerek kendilerine de bu tür bir
azabın gelmesinden içten içe korkmaktadırlar. Bundan dolayı Allah'ın kâfirleri korkutması
nedeniyle, mü’minlerin kâfirlere göre cesaret bakımından üstün olduklarını söyleyebiliriz.
Mü’minlerin Allah'ın yardımının yanlarına almalarıyla kâfirlere karşı çatışmalarında üstün
olacakları kesin olacaktır.
2.3.1.10. İnananların toplumda üstünlük sağlayacakları inancı
İnananların zalim yöneticilerine karşılık yaptıkları çatışma sonrasında Allah'ın
inananları kurtardığı ve zalimleri yok ettiği belirtilmektedir.414 Allah, Hz. İsa’ya uyanları
kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağını415 ve ayrıca inkâr edenleri hem dünyada hem de
ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağını belirtmektedir.416
Yani bir Peygambere ya da
inananlara karşı gelmek cezasız kalmayarak dünyada da cezaları verilmektedir. Buradan da
imtihanı kazanmak için yapılan çatışmalar sonucunda inananların başarıyı sağlayacakları
toplumsal yasası inananlara sunulmaktadır. Faziletli, olgun ve aynı zamanda diğer
toplumların ahlaken çözülmelerine etkili bir biçimde engel olmaya çalışan milletleri Allah
mutlaka korumaktadır. Kur'an'ın ahlaki dünya görüşünün temelinde pasif değil, etkin
iyiliğin sonunda mutlaka başarıya ulaştıracağı inancı hâkimdir.417
Allah, iman edip salih amel işleyenleri geçmişte olduğu gibi, Hz. Peygamber ve
ashabını da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlara korku döneminden sonra güven
412
8/Enfal, 52, 54; 23/Mü’minun, 44; 71/Nuh, 21-27.
Her ne kadar Allah onları kendisi helak etmediyse de, Mekkeliler inkârlarındaki ısrarları nedeniyle
toplumsal anlamda çöküşe uğrayarak, mü’minlerin toplumsal yasaları gerçekleştirerek mücadelelerinde
başarılar kazanmalarıyla Mekke'yi kendileri ele geçirmişler ve böylece onların toplumsal yapılarını İslami bir
şekilde dönüştürerek bir bakıma onları helak etmişlerdir. es-Sadr, a.g.e., s.63; Özsoy, a.g.e., s.165; Hamid,
a.g.e., ss.87-88.
414
2/Bakara, 50.
415
3/Âl-i İmran, 55.
416
3/Âl-i İmran, 56.
417
39/Zümer, 61; 10/Yunus, 103; 21/Enbiya, 88; 26/Şuara, 118. Yolcu, a.g.e, s.243; Kayacan, a.e., s.180.
413
75
vereceğini,418 batılın yıkılmaya mahkûm olduğunu,419 kâfirler hoşlanmasalar da Allah'ın
nurunu tamamlayacağını belirtmektedir.420 Allah, eğer kâfirlerin inkâr etmeye devam
ederlerse, Allah'ın Peygamberlerini ve ayetlerini inkâr etmeyecek yeni bir toplum
getireceğini söylemektedir.421 Mü’minler gereken çabayı gösterdikleri zaman Allah'ın da
yardımıyla her zaman düşmanlarına karşı zafer elde edeceklerdir. Bu müjde ile mü’minler
Allah'ın yardımının yanlarında olduğunu bilmeleriyle Allah'ın dinine sarılmada ve onu
yaymada, düşmanla mücadelede çok daha fazla gayret göstereceklerdir. Mü’minlerin batılın
eninde sonunda ortadan kalkacağını bilmeleri, mücadelelerinde büyük destek sağlamaktadır.
Çünkü mü’minler artık bilmektedirler ki, eğer Allah yolunda mücadeleden vazgeçmezlerse,
mutlaka Allah'ın dini toplumlarına hâkim olacaktır.
İnançsız bir toplumunun ikbalinin geçici olduğu, bu nedenle Kur'an'ın inkârcı
toplumların ayakta kalmalarını “erteleme” olarak isimlendirdiği görülmektedir.422 Ancak
batılın ortadan kaldırılmasının toplumların sürekli olarak ileri gideceği görüşüyle bir
ilgisinin olmadığı, söz konusu olanın toplumsal bir yasa olarak insanlar mücadele ederlerse
batılın yok edileceği, değilse gerekli mücadele gösterilmezse batılın yaşamaya devam
edebileceği belirtilmektedir. Bu bakımdan Kur'an'ın bu söyleminin tek yönlü bir ilerlemeden
ziyade, insanların kötülüğe karşılık iyiliği seçme şanslarının daha fazla ve bir kez seçildiği
takdirde benimsenmesinin daha elverişli olduğu söylenilmektedir.423
Allah, Resulü’ne yakında kâfirlerin mağlup olacaklarını ve cehenneme sürüleceklerini
bildirmektedir.424 Buradaki yenilginin Müslümanların dünya hayatında kâfirleri yenecekleri
şeklinde yorumlanacağı gibi, ahirette kazançlarının hiçbir faydası olmayarak cehennem ateşi
mağlubiyetini yaşayacakları anlamına da gelebilir. Birinci anlamı kabul edersek, Allah
mü’minlere mücadeleleri sonucunda mutlaka zaferi elde ede edeceklerini bildirerek,
mü’minlerin önünde hiçbir engel tanımadıkları sonucu çıkartacaklardır. Böylece
mü’minlerin ellerinde olan zafer garantisi ile önlerindeki her türlü engeli aşacakları da belli
olacaktır.
418
24/Nur, 55.
17/İsra, 81.
420
9/Tevbe, 32.
421
6/En’am, 89.
422
14/İbrahim, 41; 16/Nahl, 61.
423
Özsoy, a.g.e., ss.155-157.
424
3/Âl-i İmran, 12, 8/Enfal, 8.
419
76
2.3.1.11. Mü’minlerin davranışlarının değişmesi ve topluma yön vermesi
Mü’minler Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu hayatı davranış olarak yaşamlarında
göstermektedirler. İnanç tek başına bir anlam ifade etmemekte, inanılanların yaşamda
karşılıklarının olması gerekmektedir.425 Bundan dolayı Allah mü’minlerin hayatta nasıl
davranmaları gerektiğini açıklamaktadır.
Mü’minler için Allah yetmektedir, en güzel vekil O’dur.426 Mü’minlerin dostları ancak
Allah, Resulü ve iman edenlerdir.427 Kur'an'a inanırlar, önceki kitaplara iman ederler ve
ahiret gününe kesinkes inanırlar.428 Görmedikleri halde Allah'tan korkarlar.429 Kendilerine
Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.430 Bollukta da
darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler, kendilerine
zulmettiklerinde tevbe ederler, işledikleri kötülüklerde ısrar etmezler,431 Allah'ın rızasını
kazanmak için kendilerini feda ederler.432 Allah yolunda cihad ederek, hiçbir kınayıcının
kınamasından korkmazlar.433 Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, Allah'ın ayetleri
okunduğunda imanları artar ve yalnızca Rablerine dayanıp güvenirler.434 Kendi canları
çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.435 Boş ve yararsız söz ve
işlerden yüz çevirirler.436 Yeryüzünde tevazu ile yürürler.437 Kötülüğü iyilikle savarlar.438
Kendini bilmez kimseler mü’minlere laf attığında, mü’minler “Selam” derler, geçerler.439
Mü’minler, kâfirlere karşı çetin; kendi aralarında merhametlidirler.440
İman edip Allah yolunda hicret ederek cihad edenler ancak Allah'ın rahmetini
umabilirler.441 Bu nedenle kişilerin iman etmeleri yeterli olmamakta, bu imanın gerektirdiği
şekilde, kâfirlerin eziyetlerinden yılmayarak ve onlara teslim olmayarak gerekli
mücadelenin yapılması gerekmektedir.
425
Amelsiz bir imanın hayattaki iyilikleri ortaya çıkaramayacağı hakkında bkz: Mehmet Yolcu, Kur’an’ın
Zihniyeti Değiştirmesi, Denge Yay., 2.Bas., İstanbul, 2005, s.217.
426
3/Âl-i İmran, 173.
427
5/Maide, 56.
428
2/Bakara, 4.
429
50/Kaf, 33; 67/Mülk, 12.
430
25/Furkan, 73.
431
3/Âl-i İmran, 134-135.
432
2/Bakara, 207.
433
5/Maide, 54.
434
8/Enfal, 2; 22/Hac, 35.
435
76/İnsan, 8.
436
23/Mü’minun, 3; 28/Kasas, 55.
437
24/Nur, 63.
438
13/Ra’d, 22; 28/Kasas, 54.
439
24/Nur, 63, 72.
440
48/Fetih, 29.
441
2/Bakara, 218.
77
Mü’minlerin,
sevdikleri
şeylerden
harcamadıkça
iyiye
ulaşamayacakları
bildirilmektedir.442 Bu nedenle mü’minlerin hayatlarında salih amel bakımından çok önemli
olan bazı işleri yapmaları gerekmektedir. Onlar inançlarının onları dönüştürmesiyle öyle bir
hale gelmelidirler ki, hayatta sevdikleri şeyleri kolayca Allah yolunda feda edebilmelidirler.
Bu nedenle mü’minlerin bu şekilde bir olgunluğa erişmeleriyle, hayatlarındaki en önemli
değerin Allah'ın rızasını kazanma olması, hayatlarında çekecekleri sıkıntıları hafifleteceği
gibi, kâfirlere karşı mücadelelerinde en yüksek güçlerini kullanacaklardır. Bu bakımdan
insanların çatışmalarındaki en büyük destekçisinin gerek bireysel, gerek de toplumsal
bağlamda ruhen belli bir seviyeye ulaşmaları olacaktır.
İman ederek salih ameller işlemek insanın doğru yolda olduğunu göstermektedir. Ancak
kişilerin sadece iyi işler yapan bir mü’min olmaları yetmemektedir. Çünkü böyle bir
durumda mü’minler sadece kendilerini düzeltmiş olacaklardır. Bu nedenle toplumda iyi bir
insan olmanın yanında toplumdaki kötülükleri düzeltmek için de mü’minlerin mücadele
etmeleri gerekecektir. Örneğin, inkâr edenler Hz. Salih’e kendisinin Peygamber olduğunu
söylemeden önce ümit beslenen biri olduğunu söylemektedirler.443 Hz. Salih kendisine
risalet görevi verilmeden önce, tüm Peygamberler gibi, tüm iyi insani özelliklere sahip
dürüst, güvenilir, yardımsever bir insandı. Fakat bu şekilde bir kişiliğe sahip olmakla
beraber risaletten önce toplumun değerlerine karışmıyor, onları eleştirmiyordu; sadece kendi
halinde yaşayan, mevcut toplumsal yapıyla kavgalı olmayan birisiydi. Ama ne zaman ki
kendisine Peygamberlik görevi verildi, işte o zaman tüm toplum tarafından iyi bir insan
olarak bilinen Hz. Salih, artık sevilmeyen biri haline gelmişti. Çünkü Hz. Salih toplumun
mevcut değerlerini eleştirmekte, ataların yanlış inançlarını kabul etmemektedir.444 O halde,
toplumun İslamiliğinden bahsedebilmemiz için kendi hallerinde yaşayan, toplumun
yanlışlarına müdahale etmeyen insanların toplumda bir çatışma ortamı çıkarmaları
düşünülemeyeceğinden dolayı, bireysel anlamda yaşanılan bir dinin İslami yönünün her
zaman eksik kalacağını söylemeliyiz. Bu nedenle kişilerin yaptıkları amelleri kâfirlerin
hayatlarını bir şekilde etkilemesi gerekmektedir. Örneğin, kâfirlerin Hz. Şuayb’ın inkâr
edenlere atalarının taptıklarını terk etmeleri gerektiğini, malları konusunda istediklerini
yapmamaları gerektiğini söylemesinin nedeninin Hz. Şuayb’ın kıldığı namaz olduğunu
söylemeleri,445 inananların hayatlarında kâfirlerle çatışma gücü veren en önemli etkenlerden
442
3/Âl-i İmran, 92.
11/Hud, 62.
444
Candan, a.g.e., s.264. Hz. Muhammed (sav)’e verilen aynı tepkiler için bkz: Murat Kayacan, Kur’an’da
Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İstanbul, 2004, s.85.
445
11/Hud, 87.
443
78
birinin yapılan ibadetler olduğunu göstermektedir. İnananların kalplerindeki imanlarının
hayata yansıyabilmesi için yapılan ibadetlerin sadece kişiyi etkilemekle kalmaması
gerektiği; ayrıca ibadetlerin insanlara kazandırdığı güç ile doğrular anlatılarak, yanlışlarla
mücadele edilmesi gerektiği sonucunu da çıkartmaktayız.
2.3.2. Çatışmanın Sürekliliği
Mekkeliler Hz. Peygamber’i yalanladığı gibi Nuh’un kavmi, Ad, Semud, İbrahim’in
kavmi, Lut’un kavmi, Medyen halkı ve Musa’nın kavmi de Peygamberlerini
yalanlamışlardı.446 Bu bakımdan tüm Peygamberlerin İslami tevhid inancını getirdikleri,
dolayısıyla da tüm Peygamberlerin Allah'ın vahyi gereğince İslami bir toplum oluşturmak
için inkâr edenlerle çatışma içerisinde oldukları görülmektedir. Tarih boyunca inkâr
edenlerin inananlarla sürekli olarak çatışma içerisinde olmaları, tarihsel bir yasa olarak
gelecekte de mü’minlerin aynı sorunla karşı karşıya kalacaklarını göstermektedir. Bu
nedenle Allah insanların bir kısmını, diğerleriyle savmasının olmasaydı yeryüzünün altüst
olacağını belirtmektedir.447 Yani İslami savaş ya da çatışmalar kötü bir şey değildir; bilakis
yeryüzünün dengelerini sağlayan ve toplumlara katkı sağlayan bir olgudur. Bu bakımdan
İslami çatışmaların olmadığı ya da olmayacağı bir zamanı düşünmek mümkün değil gibi
görünmektedir. Kur'an sadece belirli bir dönem için indirilmiş bir kitap olmaması nedeniyle
tüm çağları kapsayan ve bu nedenle de çatışmaların evrensel açıdan değerlendirilmesi
gerektiği görülmektedir. Ayrıca yeryüzünde kötü işler yaparak yeryüzünü fesada
uğratanların yerine, tarihsel bir yasa çerçevesinde yeryüzünü kalkındıracak, orayı imar
edecek, egemen olmayı hak edecek bir toplum gelecektir.448 Çünkü Peygamberlerin karşı
güçlerle çatışması, sadece bir dönem ve bir topluma ait değildir, bu Allah'ın değişmez
kanunudur. Bütün Peygamberlere karşı çıkılmıştır.449 Hiçbir dönemin Peygambersiz
kalmadığı düşünüldüğünde tarihte mücadelesiz hiçbir dönemin de bulunmadığı sonucu
ortaya çıkmaktadır: "Her topluma bir elçi gelmiştir.”450
İnsanların hoşuna gitmemesine rağmen savaşın farz kılındığı belirtilmektedir.
İnsanların kendileri için kötü gördükleri bir şeyin iyi olabileceği, iyi gördükleri bir şeyin de
446
22/Hac, 42-44; 38/Sad, 12-14.
2/Bakara, 251; 22/Hac, 40.
448
Bkz: İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.195-196; es-Sadr, a.g.e., ss.67-72; Hamid, a.g.e., ss.40-41, 85.
449
Abdulcelil Candan, a.g.e., s.215.
450
35/Fatır, 24.
447
79
kötü olabileceği nedeniyle savaş insanlar için farz kılınmıştır.451 Bu nedenle savaş yapmak
insanın hoşuna gitmese de Allah'ın emri olması dolayısıyla mutlaka bir hayır olduğu
görülecektir. Bu bakımdan çatışmaların toplumun huzurunu bozan, yerleşik düzeni
kargaşaya sürükleyen bir olgu olarak nitelendirilmesi de yanlış olmaktadır. Çünkü gerek
toplum içindeki, gerekse toplumlararası yapılan çatışmaların Allah'ın rızası kazanmak
amacıyla yapılması nedeniyle şartlar olgunlaştığı zaman Kur'an'a göre mutlaka bu
çatışmanın gerçekleşmesi gerekmektedir. Çatışmalar olmaz ise insanlığın halinin ne
olacağını şu ayetler açıklamaktadır. "Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısım ile def
edip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler,
havralar ve mescitler yıkılır giderdi.”452 "Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının
kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu.”453 Bu nedenle
insanlar toplumlardaki düzeni bozmaya devam ettikleri müddetçe, karşılarında hakkı ve
adaleti savunacak mü’minlerin bulunması, çatışmaların hiçbir zaman bitmeyeceğini
göstermektedir.454
Böylece çatışma toplumu geriye götüren bir olgu olarak değil; bilakis Allah'ın emirleri
doğrultusunda ve Allah'ın insanlardan istemiş olduğu şekliyle oluşan bir toplumun
ilerlemesi gerçekleşmiş olacaktır. Bu nedenle İslami çatışmaların455 Allah'ın istediği bir
toplumun geçekleşmesindeki rolünü dikkate alarak mutlaka gerekli olduğunu söylememiz
gerekecektir. Çünkü toplum içerisindeki kötü bir tutuma sahip olan inanmayanların zihinsel
yapılarının belli olması ya da uyarılardan anlamamaları nedeniyle İslam'a düşmanlığı devam
eden bu kişilere karşı mutlaka bir çatışma yapılması gerekecek ve böylece de İslami bir
toplumun oluşması için gerekli olan çatışma da gerçekleşecektir. Bu bakımdan çatışma her
zaman var olacaktır ve kıyamete kadar devam edecektir. Mü’minlerin imtihanlarını
kazanabilmeleri için, kâfirlerin mü’minleri bu dünyada yaşatmayı istememelerinden dolayı
(çünkü mü’minler onların menfaatlerini ortadan kaldırarak adaletli bir toplum kurmak
istemektedirler) sürekli olarak bir çatışma gerçekleşecektir.
451
2/Bakara, 216.
22/Hacc, 40.
453
2/Bakara, 251.
454
Candan, a.g.e., s.232.
455
İslami çatışmalar yerine “cihad” kavramını kullanmamamızın nedeni, İslam tarihi içersinde cihad
kavramının başka ülkeleri ve milletleri İslamlaştırma anlamını hatırlatması nedeniyledir. “İslami çatışma”
denildiğinde insanları Müslümanlaştırma ya da dini yayma işleminden bahsedilmemektedir. İslami çatışmalar,
inanmayanların Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri Müslüman toplumun huzurunu bozan, Müslümanların
İslami bir şekilde yaşamalarına engel olma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
452
80
Mü’minlerin çatışmalarda yenilgi almalarını da bir gelişme olarak değerlendirmeliyiz;
çünkü her ne kadar bu bir yenilgi ise de, mü’minler Allah'ın isteklerini gerçekleştirdikleri
için imtihanı kazanmış olmaktadırlar; ama hayata devam eden mü’minler için toplumsal bir
yenilgi söz konusu olsa da, onların İslami bir toplum kurma düşünceleri bir süreliğine
ortadan kalktığı için, İslami toplumun gelişmesinin ertelendiği ya da uzun bir süre ortadan
kalktığı söylenebilir. Bu bakımdan kâfirlerin kazanmış oldukları çatışmalarda İslami
toplumun kurulmasının engellenmesi nedeniyle, bu çatışmanın toplumsal açıdan bir ilerleme
sağlamadığını söylemeliyiz. Fakat şunu unutmayalım ki, bu çatışma yenilgiyle de
sonuçlansa Allah'ın emri nedeniyle gerçekleşmek zorundaydı ve bu nedenle o insanların
imtihanı kazanmaları sağlandı. Hem ayette de görüldüğü üzere bu yenilgi belki de onların
hayırlarına olmuş olabilir. Bu bakımdan Kur'an'ın bahsetmiş olduğu bu çatışmanın
gelişmeyi sağlayacağı düşüncesi ile Marx’ın bahsettiği çatışmanın diyalektiği arasında bir
paralellik kurulabilir. Kur'an, çatışmanın her dönem var olacağını belirtir; ancak bu çatışma
Marx’ın ileri sürdüğü gibi sınıf çatışmaları şeklinde olmayıp, İslami toplumun oluşması için
kâfirlerin Müslümanları engellemeleri nedeniyle ortaya çıkan sürekli bir çatışma şeklidir.
Mü’minlere yeryüzünde iktidar verildiği zaman namaz kılarlar, zekât verirler, iyiliği
emreder ve kötülükten nehyederler.456 Bu bakımdan çatışmanın sürekli olmasının tek
amacının Allah'ın dininin yaşanılması isteği olduğunu görmekteyiz. Mü’minlerin
çatışmalarının nedeni sadece budur. Onlar dünyalık menfaatler, geçici çıkarlar için kimseyle
çatışmaya girmezler. Onların zafer elde etmek için çatışmalarının yegâne sebebi Allah'ın
rızasını kazanmak ve O’nun dinini yaşamak ve yaşatmaktır.457 Mü’minlerin çatışmalarının
değerden
-imandan-
oluşturulacağından
yoksun
dolayı,
bu
bir
şekilde
yapılanmaların
sürdürülmesi
ve
kazanç
çatışmaların
bir
esasına
yararının
göre
ve
sürekliliklerinin olamayacaktır. Bu nedenle Kur'an'a göre çatışmaların seyri ideal olanın
gerçekleştirilmesine yönelik atılımlar olmaktadır.458 Bundan başka bir amaç olduğu zaman
ilahi olan davanın içerisine insanın bitmek tükenmez ihtiraslarının girmesi söz konusu olur
ki, bu durumu Allah mü’minlere kesinlikle yasaklamıştır ve bu nedenle böyle bir çatışmanın
sürekliliğinden bahsedebilmemizin imkânı da ortadan kalkar.
456
22/Hac, 41.
Candan, a.g.e., s.264.
458
Hamid, a.g.e., ss.197-198; Fazlurrahman, “İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde”, Çev.
Kazım Güleçyüz, İslam'da Siyaset Düşüncesi kitabının İçinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995, s.22.
457
81
2.3.3. Çatışmadan Vazgeçilememesi
Peygamber’in öldürülmesiyle birlikte Müslümanların gerisin geriye dönmelerinin
Allah'a hiçbir şekilde zarar vermeyeceği belirtilmektedir.459 Yani Allah'ın dinini yüceltmek
için mücadele eden Müslümanların bu işi kendileri için yaptıkları vurgulanmaktadır. Değilse
Allah'ın böyle bir şeye muhtaç olduğu asla düşünülemez. Bu bakımdan yenilgiyi alan Allah
değil; imtihanı kaybeden Müslümanlar olacaktır. Kur'an'ın ve Peygamberlerin giriştiği
mücadelenin iki kısma ayrıldığı; birincisi, bu mücadelenin tarih üstü bir konuma sahip
olmasıyla Rabbani bir nitelik taşıması; ikincisi de, bu mücadelenin insan faaliyeti olması
açısından tarihi bir eylem olmasıdır. Bu nedenle insanların mücadelelerinde tarihin yasaları
geçerli olması nedeniyle toplumsal yasalara uyulduğu takdirde başarıya ulaşılacaktır. Bu
nedenle mü’minlerin çatışmalarında başarısız olmasının nedeninin tarihi yasalar ve insan
olmakla açıklanabilir; ancak Rabbani, semavi risaletin ebedi olması sebebiyle yenilgi
almayacaktır. O halde mü’minler, ilahi davanın sorumluluğunu üstlenseler bile yenilgi
almalarının ilahi davaya zarar veremeyeceği görülecektir.460 Bu nedenle öncelikle
söylenilmesi gereken nokta, Müslümanların bu dünyayı değiştirirken bu işlemi yapmalarının
nedeninin kendi toplumsal düzenlerini sağlamaları olacaktır. Yani Müslümanların İslami bir
toplum kurmalarının sonucunu kendilerinin bizzat yaşayacakları olacaktır. Bu nedenle zarar
veya fayda gören Allah olmayacaktır, bilakis Müslümanlar ne kadar Allah'ın istediği şekilde
yaşarlarsa o kadar huzura kavuşacaklar ve bunu da sadece kendileri için yapacaklardır.
Kâfirler, Peygamber’den yumuşak davranmasını isterler; ancak Allah, Peygamber’in
tebliğinden vazgeçmemesini; karakterleriyle, davranışlarıyla, iyiliklere engel olmalarıyla,
kısaca her şeyleriyle kötü olan kâfirlere karşı asla boyun eğmemesini, onların eziyetlerine
aldırmamasını istemektedir;461 çünkü Allah, Peygamber’e din konusunda şeriat verdiğini, bu
nedenle bilmeyenlerin isteklerine uymaması gerektiğini emretmektedir.462 Peygamber
kâfirlerin tüm tehditlerine, eziyetlerine, baskılarına rağmen Allah'ın dinini tebliğden
vazgeçmemekte, kâfirlerle bu hususta bir anlaşmaya varmamaktadır.463 Bu bakımdan
inananların Kur'an'ın buyruklarını yerine getirmede ve onları insanlara anlatmada vazgeçme
olanaklarının olmaması nedeniyle, inananların bu durumu kabullenmeleriyle birlikte ideal
459
3/Âl-i İmran, 144.
es-Sadr, a.g.e., ss.46-54.
461
68/Kalem, 8-14; 4/Nisa, 63; 5/Maide, 13; 33/Ahzab, 1, 48.
462
45/Casiye, 18.
463
Bkz: Faruk Aktaş, Kur'an'da Cehalet Kavramı, Ekin Yay., İstanbul, 2001, ss.185-187; Ramazan Altıntaş,
Bütün Yönleriyle Cahiliyye, Ribat Yay., Konya, trs., ss.124-127.
460
82
olanın gerçekleşmesine kadar toplumsal çatışmalardan hiçbir şekilde vazgeçemeyeceklerini
gösterecektir.
Mü’minler savaş durumunda üstünlüğü sağladıktan sonra düşmanla barış yapmasının
yasak olması,464 mü’minlerin kesinlikle düşmanın kendilerine tehdit oluşturmasına izin
verilmemesi nedeniyledir. Mü’minler, savaş sırasında üstün bir durumda iken barış
istemeleri düşmanın hayatlarını devam ettirmelerine neden olacak, sonucunda ise İslam'ın
topluma hâkimiyetinin önüne tekrar engel çıkacaktır. Bu bakımdan İslam'ın fırsatını
bulduğu ilk anda bir an önce hâkimiyetini sağlaması için önünde hiçbir engel görmek
istemediğini anlamaktayız. Toplumsal çatışma ortamlarında da mü’minler üstün konumda
olduklarında derhal İslam'ın istediği şekilde yönetimi ele geçirmeleri gerekmektedir.
Allah, kâfirlerin mü’minleri Mescid-i Haram’dan çıkartmalarından dolayı onlara
Allah'ın azabının hak olduğunu, oranın ancak takva sahiplerine ait olduğunu
belirtmektedir.465 Bu nedenle Allah'ın dinini yaymak için ve orayı İslamlaştırmak için
yaptıkları mücadelelerde başarılı olamayarak yurtlarından çıkartılan mü’minlerin, tekrar
geriye dönerek mücadelelerine devam edecekleri anlaşılmaktadır. Hz. Musa’nın da
Firavundan İsrailoğulları’nı alarak Mısır’ı terk etmeyi teklif etmesi, Hz. Musa’nın tümüyle
Mısır’dan vazgeçeceği anlamına gelmemektedir. Çünkü eğer böyle bir şey olsaydı
Firavunun buna izin vereceği; ancak Hz. Musa İsrailoğulları’yla birlikte Mısır’dan çıktıktan
sonra Firavunu devirmek için bir yapılanma içerisine girecekleri açık olacaktır.466 Yine aynı
şekilde Mekkeliler’in Müslümanların Medine’ye hicretinden sonra onlarla çatışmaya devam
etmeleri aynı nedenledir. Çünkü oranın gerçek sahipleri ancak mü’minler olabilir. Her ne
kadar orada inanmayan insanlar bulunsa da, inanmayanların mü’minlere zorluk çıkartmama
şartıyla kalabilecekleri şartı konularak yaşamalarına izin verilmektedir. Bu bakımdan
mü’minlerin yaşadıkları topraklara dönerek oraya yerleşmeleri zorunlu olmaktadır.
Allah, “yenilgi ve zaferleri” iman edenleri ortaya çıkarmak, onları günahlarından
temizlemek, mü’minlerin arasından şahitler/şehitler çıkarmak ve ayrıca kâfirleri de helak
etmek istemesinden dolayı, insanlar arasında döndürüp durduğunu belirtmektedir.467 Yani
zaferlerin Müslümanların hayatında bir fonksiyonu olduğu gibi, yenilgilerin de mutlaka bir
fonksiyon üstlendiğini görmekteyiz. Bu fonksiyon da, İslam toplumu içerisinde bulunan
Müslümanların imanlarında ne kadar karalı olduklarının tespiti ile zayıfların ortaya
464
47/Muhammed, 35.
8/Enfal, 34.
466
Hamid, a.g.e., s.96.
467
3/Âl-i İmran, 140-141.
465
83
çıkarılması ve böylece de İslam toplumunun birliğini ve bütünleşmesini bozan unsurların
belirlenmesidir. Çünkü Allah, Müslümanların arasından cihad edenleri ve sabredenleri
ortaya çıkarmadan, onların cennete giremeyeceklerini belirtmektedir.468 Bu nedenle
Müslüman toplum içerisindeki zayıf kişilerin tespit edilmesi ile toplumun sağlam yapıya
kavuşturulması gerçekleştirilecektir.469 Bundan sonra ise, yenilgi alan İslam toplumu
kendini toparlayarak Allah'ın istemiş olduğu İslami zihniyetten uzaklaştığını anlayacak ve
böylece İslam toplum yapısını güçlendirmek için çalışmalarda bulunacaktır. Ayrıca yenilgi
ve zaferlerin insanlar arasında dolaşıp durmasından da, her zaman İslam toplumlarının
zaferi elde edecekleri anlamına gelmediğini anlamaktayız. Çünkü ne zaman ki Müslüman
toplum Allah'ın istemiş olduğu toplumsal yapıdan uzaklaşırsa, yenilgi almalarının her
zaman mümkün olabileceği, bu nedenle de hiçbir zaman İslam toplumlarının en üstün bir
konumda olamayacaklarını, iniş çıkışların her zaman yaşanabileceği sonucunu çıkarmamızı
sağlamaktadır. Çünkü Allah yolunda başlarına gelenlerden gevşeklik ve zayıflık
göstermeyen Allah erlerinin, boyun eğmeyerek mücadele etmeleriyle hem dünya
nimetlerine sahip oldukları, hem de ahiret sevabını kazandıkları belirtilmektedir.470 Ayrıca
onların kâfirler topluluğuna karşı kararlı duruşları ve zaferi elde etmedeki ısrarları471
imanlarının güçlülüğünden kaynaklanmakta olup, onların bu sağlam yapılanmasıyla da
başarının elde edilmesi de kolay olmaktadır. Bu bakımdan bu şekildeki bir yapılanmanın
olmadığı bir toplumun, bu dünyadaki başarıyı kazanması mümkün olamayacaktır.
İnsanların haddi aştıkları için, mü’minlerin onları uyarmaktan vazgeçmeyecekleri
belirtilmektedir.472 Toplum ne kadar kötü olursa olsun, Allah'a kul olmamakta ne kadar ısrar
ederlerse etsinler, toplumda ne kadar haksızlık yaparlarsa yapsınlar mü’minlerin bu haddi
aşan insanları uyarmaları Kur'an'a göre devam etmek zorundadır. Bu bakımdan mü’minlerin
toplumun kokuşmuşluğuna bakarak o toplumu terk etmeleri mümkün olamayacaktır.
(Ancak o toplumda mü’minlerin kâfirlerin baskıları nedeniyle yaşayamayacak bir duruma
geldiklerinde, Hz. Muhammed ve ashabının hicret etmesi gibi, o toplumu terek etmesi
dışında). Mü’minlerin toplumu düzeltme görevi olması ve uyarmaktan vazgeçmemeleri
nedeniyle toplumsal bir çatışmanın çıkması her zaman olası olmaktadır.
468
3/Âl-i İmran, 142.
3/Âl-i İmran, 166-167.
470
3/Âl-i İmran, 146,148.
471
3/Âl-i İmran, 147.
472
43/Zuhruf, 5.
469
84
2.3.5. Kâfirlerin Toplumu Olumsuz Etkileyecek Şekilde Yapılanmaları
Kâfirlerin özelliklerinin bilinmesi mü’minlerin kesinlikle onlar gibi olmamasını
gösterdiği gibi, ayrıca mü’minlerin kâfirlerin bu yapılanmalarını değiştirmek için çatışma
içerisine girmelerine neden olmaktadır. Kâfirlerin yapılanmalarının sadece kendilerini
ilgilendirmesi diye bir şeyin olması söz konusu olmamaktadır; çünkü onların bu kötü
yapılanmaları
hem
kendilerinin
Allah'tan
uzaklaşmalarına
ve
böylece
imtihanı
kaybetmelerine neden olmakta, hem de sadece kendilerine değil; tüm topluma
adaletsizlikleri, zulümleri ve tüm davranışlarıyla zarar vermektedir. Tabi en çok zarar
görenler de inandıklarını yaşamaya çalışan mü’minler olmaktadır. Bu nedenle kâfirler
yalnızca küfürlerinden, şirklerinden dolayı sadece ahirette ceza görmemekteler, yaptıkları
kötülükler nedeniyle dünyada da mü’minler tarafından cezalandırılmaktadırlar.473
İlk olarak kâfirlerin özelliklerine baktığımız onların hem kişilik olarak, hem toplumsal
yapılanma açısından toplumun huzurlu bir şekilde devam etmesinde önemli derecede
olumsuz özelliklere sahip olduklarını görmekteyiz: Kâfirler, koyu bir cehalet içersinde
kalmış gafillerdir,474 karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir,475 kalplerine cahiliye
taassubunu yerleştirmişlerdir,476 ‘kendini bilmezler’dir,477 yeryüzünde fitne ve fesat
çıkarmaktadırlar,478 ahitlerini hiç çekinmeden bozan kimselerdir,479
mallarını, insanları
Allah yolundan alıkoymak için harcamaktadırlar,480 çalım satmak, insanlara gösteriş
yapmak ve Allah yolundan alıkoymak için insanları yurtlarından çıkarmaktadırlar,481
cimridirler,482 yoksulu doyurmayı teşvik etmezler,483 nefislerinin tüm isteklerini yerine
getirdiklerini için hevalarını ilah edinenlerdir,484 onlar sapıtmışlardır.485 Cahiliye olarak
adlandırılan dönemde insanlar taassup, barbarlık, zulüm, zorbalık, saldırganlık, kabalık,
güçlülerin zayıfları ezdiği ve güçlünün haklı olduğu, putçuluğun, fuhşun, faizin, kumarın,
kan davasının yaygınlaştığı bir dönemdir.486 Onların bu özeliklere sahip olmaları nedeniyle
473
Cabiri, a.g.e., s.82.
51/Zariyat, 11.
475
6/En’am, 39.
476
48/Fetih, 26.
477
2/Bakara, 130.
478
2/Bakara, 27.
479
8/Enfal, 56.
480
8/Enfal, 36.
481
8/Enfal, 47; 60/Mümtehine, 1.
482
3/Âl-i İmran, 180.
483
69/Hakka, 34; 89/Fecr, 18; 107/Maun, 3.
484
45/Casiye, 23.
485
4/Nisa, 135.
486
Daha geniş bilgi için bkz: Aktaş, a.g.e., ss.194-197; Altıntaş, a.g.e., ss.193-220; Aydın, İslam'ın Tarih
Sosyolojisi, ss.58-64; Vatandaş, a.g.e., ss.102-105; Özsoy, a.g.e., ss.92-98.
474
85
kâfirler, mü’minlerin Allah'tan umdukları şeyleri ümit edememektedirler.487 Onların tüm bu
özellikleri mü’minlerin kâfirlerden uzak durmalarına neden olmaktadır. Bu nedenle İslam'ın
getirmiş olduğu prensiplerin neye karşılık olarak geldiğinin öğrenmesiyle değişimin yönü de
belirlenmiş olacaktır.
“Küfür” kelimesinin anlamına bakıldığı zaman örtmek, gizlemek, birinin yaptığı iyiliğe
veya verdiği nimete nankörlük etmek olduğu görülmektedir.488 Bu işi yapan kişi olarak kâfir
de kendisinin gerçeği bilmesine karşılık bunu saklamaya çalışması, kâfirlerin iyi niyetli
olmadıklarını
göstermektedir.
Kâfirlerle
mücadele
edilmesinin
nedeni
sadece
inanmamalarından dolayı değildir. Bu kelimelerdeki anlamın inanmamakla eş değer
olmadığını görmemiz ile çatışmanın nedeni, kâfirlerin içten içe besledikleri düşmanlıkları
olmaktadır. Çünkü küfür, imana konu olan şeyler hakkında bilgi sahibi olmamak değil;
onları içine sindirerek kabul etmemektir.489 Bu nedenle onların içlerinde iman duygusu
olmasına rağmen gerçeği gizlemek için çabalamaları, onların bilinçli bir şekilde Allah'a ve
mü’minlere karşı olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla kâfirlerin bu özellikleri nedeniyle
çatışmanın şiddetinin oldukça yüksek bir seviyede süreceğini söylemeliyiz.
Kâfirler ahireti kabul etmemekte, yaşamın sadece bu dünya hayatından ibaret olduğunu
ve bu nedenle de tekrar diriltilmeyeceklerini söylemektedirler.490 Onların bu söylemleri
kâfirler ile mü’minleri birbirinden ayıran en önemli özelliklerden birisini oluşturmaktadır.
Mü’minlerin ahirette hesap vermeleri onların hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmak için
yaşamalarını sağlarken; kâfirlerin ahirete inanmamaları, onların dünya hayatında yaptıkları
şeylere hiçbir şeyi engel tanımadıkları anlamına gelmektedir. Böylece kâfirlerin
yaşamlarında isteklerinin gerçekleşmesine engel olacak her türlü oluşum, hareket ve
yapılanmaya karşı oldukça sert tepkiler verecekleri çok rahat bir şekilde görülecektir.
Dolayısıyla bu farklı yapılanmalar nedeniyle hayat anlayışlarının farklı ve zıt olmasından
kaynaklanan derin bir uçurumun oluştuğunu görebiliriz.
Allah, kâfirlere Kur'an'dan şüphe duyuyorlarsa Kur'an'ın bir benzerini getirmelerini
istemektedir. Fakat bunu yapamayacaklarını ve bundan dolayı da kâfirler için hazırlanmış
cehennem ateşine atılacaklarını söylemektedir.491 Burada kâfirlerin yapmış oldukları
inkârlarının tamamen asılsız olduğu, söyledikleri yalanların iftiradan başka bir şey
487
4/Nisa, 104.
İzutsu, a.g.e., ss.165-167; Aktaş, a.g.e., ss.242; Altıntaş, a.g.e., ss.78-79.
489
Şimşek, a.g.e., s.36.
490
6/En’am, 29. 13/Ra’d, 5; 16/Nahl,38; 17/İsra, 49, 98; 23/Mü’minun, 37; 50/Kaf, 3; 56/Vakıa, 47-48.
491
2/Bakara, 23-24.
488
86
olmadığını ve bundan dolayı da kâfirlerin kendi içlerinde büyük bir çelişki yaşadıklarını
anlamaktayız. Çünkü onlar kendi söylediklerine bile inanmamakta olup, amaçları sadece
Peygamber’i suçsuz yere yalanlamaktan ibarettir. Bunun sonucunda da kâfirlerin
psikolojisinin gerçeği kabullenme anlamında bir doğru davranışın aksine, gerçeği örtbas
etme olması, kâfirler grubunun hiç de iyi bir özellik taşımadığını, bilakis oldukça çirkin bir
yapılanma içerisinde olduklarını göstermektedir. Onların bu yapılanması tamamen gerçeği
inkâr etme ve yalanlamadan ibaret olması, onların Peygamber ve inananlar üzerindeki
olumsuz tavırlarının şiddetini de belirlemektedir. Kâfirlerin yalanı ve inkârı kendilerine
temel bir öğreti kabul etmeleri, onların bu haksız mücadelesinde de sınır tanımadıklarının
göstergesi olmaktadır.
Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenlerin cezasının dünya hayatında
rüsvaylık, kıyamet gününde de en şiddetli azap olduğu belirtilmektedir.492 Bu ayetten
kişilerin iman etse bile, Kitab’ın bir kısmını inkâr etmeleriyle onların mü’min olmadığı
değerlendirilmesi sonucu çıkmaktadır ki, böylece mü’minlerin bu tür insanlara karşı tavırları
da iyi olmayacaktır. Çünkü onlar Allah'ın insanlara hâkimiyetinin eksik olduğunu dolaylı da
olsa ifade etmektedirler. Bu bakımdan bu tür insanlar, ahirete önem vermeyerek dünya
hayatını satın alan kimselerdir.493 Bu nedenle dünyalık menfaatler için imani değerlerden
ödün vererek kendi istekleri doğrultusunda davranışlarda bulunanların, temel yaşam
dayanaklarının dünya hayatında çıkarlarının artması ve dünyayı daha güzel yaşama istekleri
onların her şeyi yapabileceği sonucunu çıkartmaktadır. Böylece bu tür insanlarla mücadele
eden inananların karşısında, kendi çıkarları için her şeyi yapabilecek kimselerin bulunması
çatışmanın şiddetini artırmaktadır.
Yahudilerin “İşittik ve isyan ettik”494 demelerinin arkasında insan davranışlarındaki
ahlaki boyutun ortadan kalktığını görmekteyiz. İnsanların kendilerini yaratan Rablerine
karşı, O’nun sözünü hiçe sayarak kendi bildiklerini yapması, onların davranışlarındaki kötü
niyeti ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca bu tür insanların toplumsal kurallara karşı da bu tutumu
takınacakları büyük ölçüde olasıdır. Bu nedenle hiçbir sözden anlamayan bu insanlara karşı
yapılan her türlü mücadelenin hiç de kolay olmayacağı açık bir gerçektir. Çünkü karşıda
duran insanların hiçbir kriterleri olmayıp, tamamen kendi istekleri doğrultusunda hayatı
düzenlemek istemektedirler, bundan dolayı da sözün anlamı olmamaktadır. Böylece
492
2/Bakara, 85.
2/Bakara, 86.
494
2/Bakara, 93.
493
87
düzeltme yolunda yapılan çalışmalar anlamsız olacağı gibi, bu düzeltme çalışmalarını
yapanlara karşılık onların çok kötü karşılık vereceği kaçınılmazdır.
Ehli Kitaptan bazı kimselerin emanetleri bile iade etmedikleri görülmektedir. Hatta bu
haksız davranışlarını da “ümmilere karşı yaptıklarımızdan bize vebal yoktur”495 şeklindeki
açıklamalarıyla destekleyerek, kendileri dışındaki insanlara olan tavırlarını meşru
göstermeye çalışmaktadırlar. Onların bu şekilde kendileri dışındakilerinin hak bağlamında,
hiçbir haklarının olmadığı, bu nedenle de istediklerini yapabileceklerini söylemeleri, onların
ötekiye olan bakışlarında hiç de sağlam bir düşünceye sahip olmadıkları anlaşılmaktadır.
Bundan dolayı bu bakış açısının çatışma yönünden oldukça büyük bir potansiyel taşıdığını
belirtmemiz gerekecektir.
Yahudilerin ve Hıristiyanların dinine uymadıkça, onların Peygamber’den razı
olmayacakları belirtilmektedir.496 Bu nedenle bu din mensuplarının kendileri dışındaki
bilgilere ve uyarılara tamamen kapalı olduklarını anlamaktayız. Onlar hiçbir uyarıyı kabul
etmedikleri gibi, kendilerini uyaranlara karşı da hoşgörü beslememektedirler. Onların bu
uyarıcılardan
hoşnut
olabilmelerinin
tek
koşulunun
kendi
dinlerine uyulmasıyla
gerçekleşmesi, onların diğer din mensuplarına karşı çok büyük bir karşıtlık içerinde
olduklarını anlamamızı sağlamaktadır.
Hud Peygamber’in tüm uyarılarını dinleyen kavim Hz. Hud’a: “Sen öğüt versen de
vermesen de birdir” şeklinde cevap vermektedirler.497 Onların bu sözleri karşı tarafı hiçbir
şekilde ciddiye almadığının bir göstergesidir. Onlar hiçbir şekilde kendilerini düzeltmeye
çalışmamakta ya da doğruları görmek için çaba harcamamakta ısrar etmektedirler.
Kâfirlerin uyarılara kulak tıkamaları, uyarılsalar da uyarılmasalar da onlar için bir şeyin
değişmeyeceğinin bildirilmesi, kâfirlerin mü’minler üzerindeki tutumlarının hiç de iyi
olmadığının bir göstergesidir. Tabi burada doğrudan mü’minlere karşı duruş söz konusu
değildir; burada kâfirler dinin emirlerini hiçbir şekilde kabul etmeyerek İslam dinine karşı
oldukları gibi, İslam dinine inanan mü’minlere de dolaylı olarak karşı oldukları
anlaşılmaktadır. Burada oldukça yüksek bir seviyede karşıtlık düşüncesinin olduğunu
görmekteyiz. Yani mü’minlere karşı kâfirler hiçbir şekilde uyum sağlamadıkları gibi,
mü’minlere olan tavırları da tamamen olumsuzdur. Çünkü kâfirler grubu kendi içlerine
kapanarak dışarıdan hiçbir şekilde müdahaleyi kabullenmemektedirler. Onlar kendi
495
3/Âl-i İmran, 75.
2/Bakara, 120.
497
26/Şuara, 124-136.
496
88
oluşturmuş oldukları düzeni bozacak her türlü etkiye karşı cephe almışlardır ve bu yüzden
de her türlü uyarıya kapalı bir konumda bulunmaktadırlar. İşte bu nedenle kâfirlerin bu
durumu mü’minler ve kâfirler arasındaki karşıtlığı bizlere çok güzel bir şekilde
resmetmektedir. Bir yanda yanlış davranışları düzeltmek isteyen bir uyarıcı; diğer tarafta ise
hiçbir şekilde uyarılardan anlamayan ve kesinlikle düzelmeye niyetleri olmayan bir
inkârcılar grubu.498 Bu nedenle Allah bu yaptıklarından dolayı bu inkârcılar grubu için
büyük bir azap olduğunu belirtmektedir.499
Kâfirlerin iman etmek için Peygamber’den birçok mucize istediğini görmekteyiz.500
Ancak kâfirlerin her türlü mucizeyi görseler bile yine de onların iman etmeyecekleri,501
Kur’an kâğıt üzerine yazılmış bir kitap olarak indirilseydi bile, Kur'an'ı inkâr edecekleri ve
onu büyü olarak nitelendirecekleri; 502 çünkü inanmayan bir topluma delillerin ve uyarıların
bir fayda sağlamayacağı belirtilmektedir.503 Yani kâfirlerin iman etmemelerindeki temel
etken mucize göremeyişleri, ya da doğrulardan haberi olmayan cahil insanlar oldukları ya da
başka bir şey olması değildir. Onların iman etmemeleri sadece gerçeği görmek
istemeyişlerinden, bireysel çıkarlarının gitmesinden, mü’minlerin kendi hayatlarını
bozacakları endişesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle kâfirlerin iman etmemeleri onların
gerçekten iman etmek isteyip de mucize görememelerinden kaynaklanmamakta olup,
onların inanmamakta ısrar etmeleri ve düşmanlıklarındandır.504 Dolayısıyla onların bu
şekildeki davranışları, kâfirlerin mü’minlere kötü gözle bakmalarına neden olmakta,
karşıtlık düşüncesinin oluşumuna neden olmaktadır.
Yahudilerin Kur'an'a inanmama nedeni olarak kendilerine indirilen Tevrat’a
inandıklarını söylemelerinin gerçekle bir ilgisinin olmadığı; çünkü onların Tevrat’a bile
uymayarak Peygamberleri öldürdüklerini belirten ayet,505 aslında insanların inanmamak için
öne sürdükleri bahanelerin saçma olduklarını göstermektedir. Böylece onların bu
davranışları bir kamplaşmayı ortaya çıkartmaktadır. Çünkü onlar kendilerine göre doğruyu
yaptıklarını söylerlerken, hem kendilerini kandırdıklarının farkında olarak büyük bir çelişki
içerine girmiş olmaktalar, hem de bu davranışlarından dolayı Peygamber’e ve inananlara
karşı kötü bir tutuma sahip olmaktadırlar.
498
2/Bakara, 6; 11/Hud, 12; 27/Neml, 80-81; 30/Rum, 52-53; 31/Lokman, 7; 36/Yasin, 10; 44/Duhan, 8.
2/Bakara, 7.
500
6/En’am, 8, 36.
501
6/En’am, 25, 109; 7/A’raf, 146; 10/Yunus, 13.
502
6/En’am, 7.
503
10/Yunus, 101.
504
Kayacan, a.g.e., s.220.
505
2/Bakara, 91.
499
89
Münafıkların kendi yaptıkları kötü işleri gizlemek için bahaneler ürettiklerini
görmekteyiz. Yani onlar fesat çıkardıkları halde kendilerini savunmak amacıyla yalan
söyleyerek kendilerinin, bırakın fesat çıkarmayı, ıslah edici kimseler olduklarını
söylemektedirler.506 İşte burada inanmadıkları halde inandıklarını söyleyen münafıkların507
mü’minler üzerinde gizli düşman pozisyonu taşımaları nedeniyle ve de yaptıkları
kötülükleri iyi bir şeymiş olarak sunmaları nedeniyle oldukça tehlikeli oldukları
görülmektedir. Çünkü onlar söyledikleri yalanlar nedeniyle mü’minlerin zihinlerini
bulandırdıkları gibi, bunun neticesinde de mü’minlerin sağlam bağlarını zayıflatmaktadırlar.
Ayrıca mü’minleri sefih (akılsız ve ahmak) kişiler olarak nitelendiren münafıkların bu
sözleri de, mü’minlere olan düşmanlıklarını göstermesi bakımından önemli olduğunu
görmekteyiz.508
2.3.6. Allah'ın Kâfirlere Bakışının Mü’minler Üzerindeki Etkisi
Allah, mü’minlerin kendi istediği doğrultuda yaşamalarıyla onları överken, kâfirlerin
olumsuz davranışlarını ve karakterlerini yermektedir. Allah'ın kâfirlere olan bu bakışı
mü’minlerin ister istemez etkilenmelerine neden olmaktadır. Kâfirlerin toplumu etkileyecek
şekildeki yapılanmalarının mü’minler üzerindeki etkisi çatışmanın önemli unsurlarından
biridir. Buradaki çatışmanın nedeni tamamen kâfirlerin kendi içlerindeki yapılanmaları ve
onların mü’minlere olan davranışları nedeniyledir. Ancak kâfirlerin bu yapılanmaları Allah
tarafından oldukça sert bir şekilde eleştirilmekte ve kötülenmektedir. Bu nedenle Allah,
onların yapılanmalarını kötülemekte ve gerçeği görmeleri için onları uyarmaktadır. Allah'ın
kâfirlere olan bu bakışı mü’minler tarafından içselleştirilerek onlara karşı tutumlarının
kötüleşmesine neden olmaktadır.
Bu bakımdan buradaki çatışmanın nedeni kâfirlerin
yapılanmalarından farklı olarak, bizzat Allah'ın mü’minler üzerindeki yönlendirmesiyle
oluşmaktadır. Bu bakımdan bu iki nedenin birbirinden oldukça farklı olduğunu
belirtmeliyiz.
Kâfirlerin iman etmedikleri için canlıların en kötüsü oldukları,509 Şeytanın insan için
büyük bir düşman olmasına rağmen510 şeytanların kâfirlerin dostları oldukları ya da
kâfirlerin kendilerine şeytanları dost edindikleri,511 dinlerini bir eğlence ve oyun edinmeleri
506
2/Bakara, 11.
2/Bakara, 8.
508
2/Bakara, 13.
509
8/Enfal, 55.
510
20/Taha, 117; 36/Yasin, 60.
511
7/A’raf, 27, 30.
507
90
ve dünya hayatının onları aldatması,512 çoğunun ancak ortak koşarak Allah'a iman
etmeleri,513 ancak bir pislik olmaları,514 Allah'a ve Peygamberi’ne düşman olmaları
nedeniyle en aşağıların arasında olmaları,515 bu dünya hayatındaki yaşama mühletlerinin,
onların daha da günahlarını artırmaları için olması,516 hayvanlar gibi, hatta daha da şaşkın
oldukları517 için Allah kâfirlere hiçbir tolerans tanımamaktadır. Allah'ın kâfirlere olan bu
tavrı nedeniyle onların kalplerine korku saldığını,518 Bedir Savaşı’nda meleklere kâfirlerin
boyunlarını ve bütün parmaklarını vurmalarını emretmektedir.519
Allah, kâfirlerin ve Allah yolundan alıkoyanların amellerini boşa çıkardığını
buyurmaktadır.520 Yani kâfirler bu dünya hayatında ne kadar iyilik, güzellik, yardımseverlik
namına ne yaparlarsa yapsınlar, onların bu yaptıkları ahirette kendilerini cehennemden
kurtarmalarına yetmeyecektir. Onların bu yaptıkları her ne kadar İslam'ın istemiş olduğu
emirlerle aynı olsa da Allah insanların her şeyden önce kendisini, Peygamberi’ni tanımasını,
Kur'an'ın istediği şekilde bir yaşam sürmesini istemektedir. Bu nedenle kâfirlerin
iyiliklerinin Allah katında bir değeri olmaması, kâfirlerin Allah'ı ve Kitabı’nı inkâr ettikleri
müddetçe kendilerinin mü’minler tarafından hiçbir zaman sevilmeyeceğini gösterecektir.
Çünkü onlar dünyada ne kadar çok iyi insan olsalar da Allah katında değerleri yoktur; çünkü
onlar batıl yolu seçmişlerdir. Hâlbuki mü’minler Rablerinden gelen Hakka uydukları için
geçmişteki günahlarını Allah örtmüş ve onların hallerini düzeltmiştir.521
Allah, kâfirlerin dünya hayatındaki inkârlarının cezasız kalmayacağını belirterek onları
uyarmaktadır. Bu nedenle kâfirlere hiçbir şekilde tolerans gösterilmeyeceği belirtilerek
onların eğer dünyada yaptıklarına devam ederlerse, sonsuza dek cehennemde kalacakları
bildirilmektedir.522 Burada Allah'ın kâfirlere karşı gösterdiği bu kesin tavrın mü’minlerin
kâfirlere karşı davranışlarındaki etkisinin büyük olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kendilerini
yaratan Allah, kâfirleri hiçbir şekilde affetmeyerek, onları çok büyük bir azapla
cezalandıracağına göre, inananların da bu nedenle kâfirlere karşı davranışlarının bu sertlikte
512
7/A’raf, 51.
12/Yusuf, 106.
514
9/Tevbe, 28.
515
58/Mücadele, 20.
516
3/Âl-i İmran, 178.
517
7/A’raf, 179.
518
3/Âl-i İmran, 151.
519
8/Enfal, 12.
520
47/Muhammed, 1, 8-9; 9/Tevbe, 17.
521
47/Muhammed, 2-3.
522
2/Bakara, 39.
513
91
olması gerekliliği düşüncesi, inananların davranışlarını bu şekilde etkilenmesini
sağlamaktadır.
İsrailoğulları’ndan inkâr edenler ya da Peygamber’e itaat etmeyenleri Allah, onların
kalplerinin taş gibi hatta daha da katı olduğunu belirtmektedir. Taşların birçok fonksiyonu
olmasına
rağmen,
bu
inkâr
edenlerin
hiçbir
iyiliklerinin
olmadığını
özellikle
vurgulamaktadır.523 Bu nedenle inananların bu tür insanlara olan tavırlarının nasıl olacağı da
açığa çıkmaktadır. Çünkü bu tür insanların cansız bir taş kadar değeri olmadığına göre,
onlar yaptıkları işlerin kötülüğü neticesinde bu yaklaşımı hak etmektedirler. Bu nedenle
Allah bu tür insanların iman etmeyeceklerini özellikle vurgulamaktadır. Hatta onlar, iman
etmedikleri gibi, Allah'ın kelamını bile bile bozmaktadırlar.524
Küfür ve isyanları nedeniyle Allah'ın İsrailoğulları’nı lanetlediğini görmekteyiz.525 Bu
nedenle insanların dünya hayatında yaptıkları azgınlık ve küfürlerinin hiçbir zaman
affedilmediği ve bundan dolayı da mü’minlerin lanetlenen bu insanlara karşı tavırlarının hiç
de iyi olmayacağı bir gerçektir.
Allah, her kimin kendisine, Peygamberi’ne, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa
kendisinin de o kâfirlere düşman olduğunu belirtir.526 Allah'ın düşman olduklarına
mü’minlerin düşman olmaması düşünülemez. Çünkü insanları Allah yarattığına göre,
insanların da Yaratıcıları’nın söylediği sözleri kabullenmeleri gerekir. Bu nedenle kâfirlerin
düşmanlıklarına karşı mü’minlerin de kesinlikle düşmanlık duyguları taşımaları gerekir ve
şartlar olgunlaştığında da bizzat savaşmaları zorunlu olur.
Allah'ın ayetlerini inkâr ederek kâfir olarak ölenler, Allah'ın, meleklerin ve tüm
insanların lanetlerini üzerlerine almaktadırlar. Ayrıca onlar sonsuza dek bu laneti taşırlar ve
onların azapları hiçbir şekilde affedilmeyerek, yüzlerine bile bakılmaz.527 İman etmeyip
kâfir olarak ölenlere karşı bu şekilde kötülenmelerinin gerek kâfirler üzerinde, gerekse
inananlar üzerindeki etkisi çok büyük olmaktadır. Kâfirlerin bu sözleri duymalarından sonra
inananlara karşı olan kötü bakışları daha da artacaktır; çünkü bunun nedeni kâfirlere hiçbir
şekilde değer verilmediği gibi, onlar tamamen inananlardan dışlanmaktadırlar, hatta
mü’minler sürekli olarak onlara lanet etmektedirler. Böyle bir durumda kâfirlerin inananlara
bakışları kötüleştiği gibi, bu bakış eskisinden daha da şiddetlidir. İnananların da kâfirlere
523
2/Bakara, 74.
2/Bakara, 75.
525
2/Bakara, 88; 4/Nisa, 52.
526
2/Bakara, 98.
527
2/Bakara, 161-162; 3/Âl-i İmran, 87-88; 7/A’raf, 44.
524
92
karşı olan bakışları değişerek, hiçbir şekilde onlara iyi bir gözle bakması mümkün
olmayacaktır.
İman edenler Allah yolunda savaşırken, inanmayanlar ise tağut yolunda savaşırlar. Bu
nedenle Allah, inanmayanları şeytanın dostları olarak nitelendirmektedir.528 Şeytanın dostu
olmak demek, mü’minlerin düşman olan kimselere karşı gerçekten hiçbir zaman iyi bir
gözle bakılamayacağını göstermektedir. Çünkü onlar her ne kadar insan olsalar da,
insanlığın yapması gerekenleri bırakarak, kendilerine şeytanı dost edinmişler ve böylece de
mü’minlerin düşmanlıklarını kazanmışlardır.
2.3.7. Karşıtlık
Kur'an'da karşıtlık düşüncesini gösteren en önemli olay, insan ile şeytan arasında geçen
diyalogda görülmektedir. Allah'ın emrini dinlemeyen şeytan yüz çevirerek büyüklük
taslamış ve böylece kâfirlerden olmuştur.529 Bunun üzerine şeytan insanları Allah'ın
yolundan çıkaracağına ant içmiş, insanın ayağını cenneteyken kaydırmış ve bu nedenle de
insanın cennetten çıkmasına neden olmuştur. Sonra da insanın ve şeytanın birbirine düşman
olarak yeryüzüne inmesi gerçekleşmiştir.530 Allah'ın şeytanı lanetlemesiyle, şeytan insanı
yolundan kaydıracağına dair ant içmesi, şeytanı insanın düşmanı haline getirmiştir. Bu
nedenle Allah, insanın şeytanı kesinlikle dost edinmemesini; çünkü insan için şeytanın
büyük bir düşman olduğunu vurgulamaktadır.531 Bundan dolayı insan ile şeytan arasındaki
çatışma Allah'ın emri olması dolayısıyla zaten çatışma yüklüdür ve bu çatışma da insanın
dünya hayatı süresince devam edecektir.
Şeytan insana kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmedikleri şeyleri söylemelerini
emretmektedir; bu nedenle şeytan insanın açık bir düşmanıdır.532 Burada insan ile şeytan
arasındaki zıtlığı görmekteyiz, tıpkı mü’min ile kâfir arasındaki zıtlık gibi. Bu gruplar hiçbir
şekilde birbirlerine benzemedikleri gibi, tamamen birbirlerinin davranışlarının tersini
yapmaktadırlar. Şeytanın insanın davranışlarına müdahale etmesi, insanı kötülüğe itmesi
insanın şeytanı düşman olarak kabul etmesi için yeterlidir. Bu nedenle kâfirlerin de
inananların hayatlarına müdahale ederek, onları kötülük yapmaya zorlamaları da
mü’minlerin kâfirlere düşman olması için gerekli nedeni verecektir. Yani kâfirlerin
528
4/Nisa, 76.
2/Bakara, 35, 7/A’raf, 12-18; 15/Hicr, 31-33; 38/Sad, 74; 44/Duhan, 34-35.45/Casiye, 24.
530
2/Bakara, 36; 7/A’raf, 12-18, 22, 24; 15/Hicr, 39; 17/İsra, 62; 20/Taha, 123.
531
4/Nisa, 118-119; 20/Taha, 117; 36/Yasin, 60.
532
2/Bakara, 168-169; 35/Fatır, 6.
529
93
inananların dinlerini yaşamalarına engel olmaları ve mü’minlerden Allah hakkında yanlış
sözler söylemelerini istemeleri, onların inananların önlerine bir engel çıkarttıkları için bir
çatışma çıkmasına neden olmaktadır.
Kâfirler ile mü’minler arasındaki karşıtlığa baktığımız zaman, önceki bölümlerde
görüleceği üzere, inananlar ile kâfirlerin düşünce, davranış ve hayat tarzı bakımından
tamamen farklı uçlarda olduğu fark edilecektir.533 Bu farklı yaşamlar bu iki grubun
birbirlerini sürekli olarak tehdit olarak görmelerine neden olmaktadır. Tüm tarih boyunca
değişik görünümler altında olmasına rağmen İlahi vahyi savunanların tek bir ümmet, inkar
edenlerin de tek ümmet olması nedeniyle karşıtlık düşüncesinin oluştuğunu görmekteyiz.534
Kur'an'ın cehalet kavramını en fazla cehl-teslimiyet, cahil-müslim, cahiliyet-İslamiyet zıtlığı
üzerinde işlediği görülmektedir. Bunun nedeni İslam'ın zıddının cahiliyet olmasıdır.535 Bu
bakımdan bu iki düşünüş ve yaşam tarzının birbirinden oldukça farklı ve yüksek bir karşıtlık
düşüncesine sahip olduğunu belirtmeliyiz. Buna örnek olarak Kâfirun Suresi gösterilebilir:
“Kâfirun Suresi, İslam'ın, tebliğ ettiği tevhidi inanış ile esasen uyuşmazlık arz eden her
şeyden bağımsızlığının resmen ilanıydı”.536 Ayrıca Kur'an'ın ‘Lâ ilâhe illallah’ formülünü
kullanmasının başka tanrıları olumsuzlama üzerine kurulu bir tevhid ifadesi olduğu,537 bu
bakımdan Kur'an'ın başka tanrıları yok sayarak insanları kulluğa çağırması başlı başına
çatışmayı ortaya çıkaran bir durum olduğunu söylemeliyiz. Fakat buradaki karşıtlık
düşüncesi çatışmanın eyleme dönüşmüş hali değildir; çatışma burada kendini saklamakta ve
kendisini potansiyel çatışma olarak bekletmektedir.
Kur'an'da cennetlikler ile cehennemliklerin özellikleri karşılaştırıldığında tamamen
birbirinin zıt özelliklerine sahip olduğu görülecektir. Ayrıca mü’minlerin cennette elde
edecekleri nimetlere karşılık, cehennem azabının yüksek derecedeki şiddeti mü’minler ile
kâfirler arasında hem özellik olarak, hem de dünyada yapılanlara karşılık alma olarak bu iki
grubun kesinlikle birbirine benzeyen yönleri olmadığı gibi, tamamıyla karşıt bir durumda
olduklarını göstermektedir.538
533
Kâfir ile mü’min arasındaki zıtlaşmaya örnek olarak bkz. 64/Teğabun, 2; 47/Muhammed, 1-3, 69/Hakka,
48-51; 68/Kalem, 35; 53/Necm, 30; 59/Haşr, 20.
534
Kayacan, a.g.e., ss.34-35; Candan, a.g.e., ss.201-207.
535
Aktaş, a.g.e., s.293.
536
İzutsu, a.g.e., s.151.
537
Ancak önceki Peygamberlerin tek Tanrı fikrini tebliğ ederken başka kalıpları da kullandıkları, bunun
nedeninin de Kur'an'ın indiği tarihsel bağlamla ilintili olduğu belirtilmektedir.Özsoy, a.g.e., ss.21-22.
538
İzutsu, a.g.e., ss.155-164, 245-248.
94
Mü’minler kendilerini lütuf verilenlerin yoluna iletmelerini istemekte; gazaba
uğrayanların yolundan gitmek istememektedirler.539 Bu durum yanlış bir hayatın kesinlikle
kabul edilmemesi gerektiğinin mü’minler tarafından istenmesinin bir şeklidir. Böylece
mü’minler gazaba uğrayanların yapmış oldukları yanlışlıkların hiçbir şekilde yapılmamasını
kabul ederlerken, aynı zamanda bu yanlışı yapanlara karşı da belli bir şekilde tavır almış
olurlar. Yani mü’minlerin Allah’ın emrettiği bir yaşamı sürmelerinin karşısında, gazaba
uğrayanların yapmış oldukları davranışlar bulunmaktadır. İşte bu iki grubun yapmış
oldukları davranışların neler olduğunun tespiti birbirine karşı olan grupların özelliklerini de
ortaya koyacaktır.
Kur'an muttakiler için bir yol göstericidir.540 Bunun neticesinde hayatlarını Kur'an'ın
istediği bir şekilde değiştirmek istemeyenlerin Kur'an'a karşı duruşları olumsuz olacaktır.
Çünkü onlar hayatlarında yol gösterecek bir rehber istememektedirler ve bundan dolayı da
kendilerine yol gösteren bir rehberi kabullenmedikleri gibi, bu rehbere karşı da olumsuz bir
tavır içerisine gireceklerdir. Çünkü kâfirler ve mü’minlerin durumu, kör ve sağır ile gören
ve işiten kimselerin durumu gibidir.541
Mü’minler Allah'ın istediği bir şekilde özelliklere sahip olurlarsa hidayet üzere
oldukları, bu nedenle kurtuluşa erenlerin ancak mü’minler olduğu vurgulanmaktadır.542 Bu
söz insanları tamamen iki gruba ayırarak, safları belirginleştirmektedir. Yani insanların
yaşamları bir kurtuluşu sağlama yolunda ilerleyen bir süreç olarak ele alınarak, kurtuluşun
Allah'ın istediği gibi bir hayatı sürme olduğu belirtiliyor. Bunun karşısında ise
kurtulamayanlar durmaktadır. Burada bir karşıtlığın olduğu apaçık görünmektedir.
Kurtuluşu
başaranların
karşısında,
kaybedilmişliğin
acısı
içerisinde
kendilerini
kaybedenlerin kulak zarlarını yırtarcasına attıkları feryatları işitilmektedir.
Tağutu reddedip, Allah'a inanılması emredilmektedir.543 Yani Allah'ın kendisi dışındaki
tapınılan her şeyin544 mü’minler tarafından kabul edilmeyerek, hayatlarından da çıkartılması
istenmektedir. Çünkü inananların dostu Allah'tır ve Allah, onları karanlıklardan aydınlığa
çıkarır; kâfirlerin dostu ise tağuttur ve onları aydınlıklardan karanlıklara çıkarır, böylece
cehenneme gitmelerine neden olur.545 Böyle bir durumda da ‘öteki’nin mü’minler için hiçbir
539
1/Fatiha, 7.
2/Bakara, 2.
541
11/Hud, 24.
542
2/Bakara, 5.
543
2/Bakara, 256, 4/Nisa, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
544
Tağutun geniş anlamı için bkz: Altıntaş, a.g.e., ss.41-48.
545
2/Bakara, 257.
540
95
değerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca haddi aşarak insanların yönlendiren bu zalim
karakterli yöneticiler olan bu tağutların546 reddedilmesinin, mü’minlerin hiçbir zaman
toplumu yönlendiren bu kişilere sevgi beslemesini yasakladığı gibi, onları reddetmesi
istenmektedir. Kur'an'da bu zalim yöneticiler anlamında oldukça örnek verilmesi ve tarihi
verilerin bizlere sunduklarıyla tağutların her dönemde var olduklarını görmekteyiz. Bu
nedenle mü’minler her zaman karşılarına çıkacak bu tür insanları reddetmeleri gerekecektir.
Buradan mü’minlerin kendilerini ortaya koyabilmeleri için tağutlara muhtaç olduğu; yani
onlar olmasaydı mü’minlerin tağutu inkâr edemeyecekleri sonucunu çıkararak, mü’minler
ile tağutlar arasında ontolojik anlamda bir karşıtlığın ve çatışmanın olduğu izlenimi ortaya
çıkmaktadır. Tıpkı şeytan ile insanın düşman olması gibi, kâfirler de olmasaydı mü’minlerin
çatışacak kimseleri olmayacaktı;547 bu nedenle bu iki grubun birbirlerine muhtaç oldukları
gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır.
Hz. Nuh, Allah'tan yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakmamasını; çünkü eğer
bırakırsa kâfirlerin mü’minleri saptıracaklarını ve ahlaksız ve nankör bir nesil
yetiştireceklerini söylemektedir.548 Bu nedenle karşıtlığın ortaya çıkmasında toplumda
kâfirlerin nasıl bir yaşam sürdürdükleri önem arz etmektedir. Kendi hallerinde inananların
hayatlarına müdahale etmeden, onların yaşamlarını etkilemeden bir yaşam sürdürüyorlarsa
onların hayatlarına karışılmaması, onların Allah'ı inkâr etmelerinden dolayı bir çatışma
içerisine girilmemesi gerekir. Ancak kâfirler mü’minlerin yaşamalarına müdahale
ediyorlarsa orada bir çatışma çıkacağı açık olacaktır. Ayrıca kâfirlerin doğrudan
Müslümanların yaşamalarına engel olmaksızın, sadece kendi kötü yaşamlarının mü’minler
üzerinde bir etki oluşturarak mü’minlerin İslam yolunu terk etmelerine neden olmaları da
bir çatışma nedeni olacağını anlamaktayız. Çünkü kâfirlerin bu yaşamları mü’minlerin
inançlarını etkiliyor ise mü’minlerin bu duruma müdahale ederek, kâfirlerin bu yaşam
stillerini değiştirmeleri gerekecektir. Bu bakımdan burada yapılmak istenen şey, kâfirlerin
İslam toplumu içerisinde istedikleri her hareketi yapamayacakları, sadece İslam toplumunun
izin verdiği bir yaşamı (ki bu hak ihlali değildir; çünkü onlar mü’minlerin sahip olduğu
haklarla aynı haklara sahip olacaklar, mü’minlerin uydukları kurallara kendileri de
uyacaklardır; yani her iki grubun toplumsal yaşamları da aynı olacaktır) sürmeleri gerektiği
sonucudur. Ayrıca kâfirlerin İslam'ın istemediği şekilde bir nesil yetiştirmelerine de izin
546
Vatandaş, a.g.e., ss.105-109.
Küfrün antitezi olarak İslam’ı değerlendirebileceğimiz ayetler için bkz. 47/Muhammed, 12,13; 30/Rum, 1516; 4/Nisa, 76; 3/Âl-i İmran 100-101; 16/Nahl, 106,108; 3/Âl-i İmran, 177; 32/Secde, 18; 49/Hucurat, 7.
548
71/Nuh, 27-28.
547
96
verilmemektedir. Tabi burada insanların çocuklarını elden alarak onları İslami bir şekilde
yetiştirmek söz konusu olmasa gerektir. Söz konusu olan kâfirlerin ahlaksız ve nankör bir
nesil yetiştirmelerinden dolayı, bu yetişen neslin bir süre sonra İslam toplumunun huzurunu
bozmaları ve bir çatışma içerisine girmeleridir. Bu nedenle kâfirlerin bu şekilde bir nesil
yetiştirmelerinin önüne geçebilmek amacıyla Hz. Nuh bu şekilde dua etmektedir. Sonuç
olarak kâfirlerin toplumsal yaşam içerisinde mü’minlerin yaşamalarını engelleyecek her
türlü durumdan uzak durmaları, tamamen İslam toplumuna bağlı bir yaşam sürmeleri
gerekmektedir. Ancak kâfirlerin İslam toplumunun hâkimiyetinde549 böyle bir yaşamı kabul
etmeleri, Kur'an'ın bizlere bildirmiş olduğu kâfirlerin genel karakteristik özelliklerini, yani
yapılarında genelde saldırganlık ve dayatmacılık olduğunu550 dikkate aldığımızda oldukça
zor görünmektedir. Ayrıca Kur'an, adeta tarihin tüm uyarılarına rağmen fitne, bozgunculuk
ve zulümde ısrar edenlerle dolu olduğunu göstermektedir.551 Bu bakımdan tarihin aktardığı
bilgilere göre her zaman inkârlarında ısrar edenlerin çıkması nedeniyle, inananların
inançlarını yaşama çabalarının sürekli olarak engellenmesi nedeniyle çatışmaların da
bitmesi pek mümkün görünmediği inananlara vurgulanmaktadır.
Hz. İbrahim, kavmine onların taptıklarından uzak olduğunu, putların kendisinin
düşmanı, dostunun ise Allah olduğunu; bu nedenle onlar bir tek Allah'a inanıncaya kadar
aralarında sürekli bir düşmanlık ve öfke oluştuğunu söylemektedir.552 Mü’minler ile kâfirler
arasındaki düşmanlığın nedeni Allah'ın birlenmesi olduğunu, eğer kâfirler Allah'a şirk
koşmaya devam ederlerse mü’minlerin onlara karşı hiçbir sevgi besleyemeyecekleri, bilakis
onlara karşı sürekli bir düşmanlık ve öfkenin oluşmasının gerekmesi, mü’minler ve kâfirler
arasındaki karşıtlığın ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Tabi düşmanlık ve öfkenin
nedeni kâfirlerin mü’minlere karşı yapmış oldukları düşmanlıkları olmaktadır.553 Çünkü
mü’minlerle din uğrunda savaşmayan ve mü’minleri yurtlarından çıkarmayan kâfirlere adil
davranılmasının yasak olmadığı,554 antlaşmalarını bozmayan ve mü’minlere dürüst davranan
kâfirlere, mü’minlerin de dürüst davranmaları emri verilmektedir.555 Eğer kaşı taraf
antlaşmayı bozarsa mü’minlerin de antlaşmayı bozabileceği,556 şayet barış isterlerse onların
549
Hâkimiyetin kapsamı hakkındaki bilgiler ve tartışmalar için bkz: Nevin Abdulhalık Mustafa,
Düşüncesinde Muhalefet, Çev. Vecdi Akyüz, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2001, ss.104-112.
550
Şimşek, a.g.e., s.38.
551
Özsoy, a.g.e., ss.102-103.
552
60/Mümtehine, 4; 26/Şuara, 77.
553
60/Mümtehine, 9.
554
60/Mümtehine, 8.
555
9/Tevbe, 4, 7.
556
8/Enfal, 58.
İslam
97
teklifinin kabul edilmesi557 çatışmaların karşı tarafın mü’minlere olan tavrına göre
belirleneceği anlaşılmaktadır. Bu bakımdan kâfirlere düşman olunmasının nedenini
tamamen kâfirlerin mü’minlere olan karşı tavırları belirlemektedir. Eğer kâfirler
mü’minlerin yeryüzünü Allah'ın istediği şekilde değiştirmelerine karşı gelmezler,
mü’minlerin topluma hâkim olmalarını ve onların idaresi altında yaşamayı kabul ederlerse
mü’minlerin onlara düşmanlık ve kin beslemesi söz konusu olmayacaktır.558 Tabi bu durum
toplum içerisinde mü’minler ve kâfirler arasında dostluk ve sevginin oluşmasını zorunlu
kılmamaktadır. Çünkü mü’minler, kâfirlerin taptıklarından uzaktırlar ve onların şirkleri
mü’minlerin onlara kötü gözle bakmalarına neden olmaktadır. Mü’minlerin kâfirlere bu
şekilde adaletli davranmalarının nedeni sadece mü’minlerin adaletli olmasından ve bir arada
yaşamadan kaynaklanan bir zorunluluktur.
Ayrıca kâfirlere karşı hiç bitmek tükenmeyen bir düşmanlık yapılması da doğru
değildir. Çünkü kâfirlerin Müslüman olma ihtimali söz konusu olduğundan, kâfirler
düşmanlıklarını bırakarak iman etmeleri ile mü’minlerle dost olabilirler.559 Mü’minler ile
kâfirlerin arasındaki karşıtlığın belli bir derecesi, seviyesi olmalıdır. Sonu gelmez bir
karşıtlık düşüncesi Allah'ın istemediği bir davranıştır. O halde karşıtlığın bizler için önemi
çatışmaya dönüşme ihtimalinde yatmaktadır. Kâfirlerin inanışları, davranışları, mü’minlerin
onlara karşı düşüncelerini şekillendirmekte ve bu düşünce de çatışmaya neden olmaktadır.
Değilse mü’minlerin kâfirlere karşıtlığı kendilerine her zaman düşman olacak bir grup, karşı
taraf aramasından kaynaklanmamaktadır.
Her inancın muhalefet ile dinamizm kazanması, karşıtlık düşüncesinin olumlu bir
özellik taşıdığını göstermektedir. Kur'an da bu anlamda mü’min toplumunun insani
özelliklerden uzak olmayacağı ve adeta ihtilaf etmesinin ve çekişmesinin mümkün olmadığı
bir biçimde düşünmediği; bilakis çekişme, tartışma ve fikri mücadelede kendini gösteren
doğal bir olgunun varlığını kabul etmektedir.560 Dolayısıyla kâfirlerin muhalefetlerinin
topluma dinamizm kazandırdığı gibi, mü’minlerin kendi aralarındaki muhalefetlerinin de,
dinin emirlerini kabul etmemek anlamında olmaması şartıyla, gelişmeyi yansıtabileceği
unutulmaması gereken bir durumdur. Böylece birbirine karşıt olan gruplar kendi inançlarını
savunmak, karşı tarafa galip gelmek için sürekli mücadele edecektir. Gruplar karşılarında
bir oluşum görmedikleri zaman pasifleşmelerine, toplumun durağanlaşmasına neden
557
8/Enfal, 61.
Mü’minlerin iktidara sahip olduklarında başkalarının inançlarına saygılı olması hakkında bkz: Şimşek,
a.g.e., ss.36-37
559
60/Mümtehine, 7.
560
Mustafa, a.g.e., ss.119-120.
558
98
olmaktadır.561
Hayırda
yarışmanın
ancak
birbirinden
farklı
grupların
olmasıyla
gerçekleşeceği, bu nedenle farklı taraflar olmasının olumlu bir özellik olduğu
görülecektir.562 O halde karşıtlık düşüncesinin olumsuz bir yönü olmasına karşılık
toplumların kendilerini yenilemelerini, geliştirmelerini sağladığı için toplumlara katkı
sağladığı
görülecektir.
Bu
bakımdan
diyalektik
düşüncenin
ilerlemeyi
sağladığı
düşüncesinin bu bakımdan haklı bir yönü vardır.
2.3.8. Mü’minlerin Toplum İçinde Farklılaşmaları ve Toplumdan Ayrılmaları
Mü’minlerin toplumda yeni gelen dini kabullenmeleri ile kâfirler ile aralarında
sürtüşmeler de başlamış olmaktadır. Mü’minler, toplumu Allah'ın istediği şekilde
değiştirmeye çalışırlarken karşılarında onlara engel çıkaran kâfirler durmaktadır. Aynı
toplum içerisindeki bu iki karşıt grubun birbirlerine olan bu tavırları nedeniyle toplum
içinde kargaşalar çıkmaktadır. Bu nedenle Allah, mü’minlere kâfirlerle nasıl bir arada
yaşayacaklarını göstermektedir. Ancak Allah, bir arada yaşamaktan daha ziyade
mü’minlerin aynı toplumda kâfirlerden uzaklaşmalarını, onlardan farklılaşarak ayrılmalarını
istemektedir.
Mü’minlerin kâfirlerden ayrılmalarının arkasında yatan düşüncenin arkasında, Allah'ın
istediği şekilde bir toplumsal yapının oluşturulabilmesi yatmaktadır. Bu nedenle
mü’minlerin kâfirlerle aralarını kesin bir şekilde ayırmalarının kaçınılmaz bir sonuç olarak
ortaya çıktığı görülmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in muhatap alma bakımından ümmeti
arasında bir ayrım gözetmediği; çünkü kâfirlerin de Peygamber’in ümmetinden olduğu;
fakat kâfirlerin davet ümmetini, mü’minlerin ise kabul ümmetini oluşturduğu ifade
edilmektedir.563 Fakat burada toplumdan ayrımlaşmanın zorunlu olmadığı gibi bir sonuç
çıkarılmaktaysa da, toplum içerisinde karşıt grupların yönetimi ele geçirmek için çatışmaları
zorunlu olmaktadır. O halde çatışmanın olduğu yerde ayrımlaşmanın olması, her ne kadar
asıl amacın toplumdan çıkmamak olduğu ve toplumdaki tüm insanların aynı ümmet
oldukları varsayılarak, birlikte yaşamak olduğu ifade edilse bile kâfirlerin tavırları nedeniyle
ve Allah'ın emirleri çerçevesinde bir ayrımlaşmayı, istenilmeyen bir olgu olmasına rağmen,
kaçınılmaz kıldığını görmekteyiz. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, toplum her şekilde bir
bütün olmasına rağmen, karşılıklı çatışmanın olması ve toplumdan vazgeçilme ihtimalinin
561
Şimşek, a.g.e., s.274, 283.
Talip Özdeş, “Çatışma veya Uzlaşma -21.Yüzyıla Girerken Çoğulculuğa Kur'an Açısından Bir Bakış”,
Cumhuriyet Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Fakültesi e-dergisi, s.9.
563
Hamid, a.g.e., ss.113-114.
562
99
bulunmaması nedeniyle toplumdaki insanlar arasında bir ayrımlaşmaya gidildiğini
belirtmeliyiz. Mü’minlerin kâfirlerden ayrılmalarının önemi, çatışmanın en önemli adımını
oluşturması olmaktadır.
Mü’minlerin ğayba iman etme, namaz kılma ve Allah'ın insanlara vermiş olduğu
mallardan Allah yolunda harcama özellikleri,564 bir grubun yapmış olduğu davranışların
aksine yapılan davranışlar olarak gösterilmektedir. Yani bazı insanlar bu davranışları
yapmaz iken, mü’minlerin ayırt edici özellikleri olarak bu özelliklere sahip olması
gerekmektedir ki, kendileri dışındakilerden farkları olması istenmektedir.
Kâfirlerin mü’minlerden isteklerine bakıldığı zaman, onların farklılıklara tahammül
edemedikleri görülmektedir. Çünkü kâfirler yaptıkları kötülüklerin farkında olarak
kendilerinin kötülüğünü ortaya çıkaracak farklı bir yapılanmanın varlığını kabullenmemeleri
nedeniyle, mü’minlere kendileri gibi inkâr etmelerini ve böylece aralarında hiçbir fark
kalmayarak eşit olmalarını istemektedirler.565 Bir toplumun içerisinde, o toplumdan farklı
olarak ortaya çıkan her türlü yapılanmanın tepkiyle karşılaşacağı kaçınılmaz olmaktadır. Bu
nedenle yerleşmiş bir toplumsal yapının içerisinde, özellikle de o toplumsal yapıyı
değiştirmek için ortaya çıkan yeni hareketlerin büyük bir tepkiyle karşılaşacağı görülecektir.
Fakat o toplumsal yapıyı değiştirmek istemeyen, sadece kendine ait bazı özelliklerde
farklılık taşıyan bir yeni oluşumun ise o toplumda bir çatışma çıkaracağını söylememiz pek
mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu oluşumun yerleşik düzene karşı her hangi bir
problemi yoktur; onun ayırıcı özelliği sadece farklı oluşudur. Fakat yine de yerleşik
toplumların içerisindeki her türlü farklılaşmanın şüpheyle karşılanacağı unutulmamalıdır;
çünkü farklı olmak başlı başına dikkat çeken bir durumdur. Bu nedenle ayetteki eşit olma
isteğinin oldukça anlamlı olduğunu görmekteyiz. Eşit olunsun ki her şey yolunda gitsin, ne
kendilerine kâfir densin ne de inandıklarını söyleyenler böylece kendileriyle uğraşsın. Yani
çatışmayı başlatan en başta gelen özelliğin farklılık olduğunu görüyoruz.566 Fakat farklı
olmak tek başına yeterli olmayarak, farklılığın yeni bir yapılanmanın oluşmasını istemesi ile
işte o farklılığın bir tehdit olarak algılanmasını sağlamaktadır.
564
2/Bakara, 3.
4/Nisa, 89.
566
İslam'ın orta toplum olması nedeniyle farklılıkların kabul edildiği, toplumsal farklılıkların kaçınılmaz
olması nedeniyle öylece kabul edilmesi gerektiği söylenilmektedir. İnanç ve medeniyet farklılıklarının
çatışmayı körükleyen bir unsur olarak değil, iyilikte yarışmak için değerlendirilmesi belirtilerek, bu
farklılıkların toplumların canlanmasını sağlayacağı vurgulanmaktadır. Şimşek, a.g.e., ss.279-284. Ancak İbn-i
Haldun, toplumsal hayatta insanların amaçlarının çok farklı olması nedeniyle anlaşmazlıklar ve çatışmalar
çıkacağını söylemektedir. İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.272.
565
100
Mü’min bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları bile olsa Allah'a ve
Resulü’ne düşman olanlarla dostluk etmesinin yasak olduğu bildirilmektedir.567 İnsanların
bu dünyadaki en değer verdikleri kişilere karşı onların bağını belirleyen unsur dindir. Bu
bakımdan mü’minlerin dostlarını iyi belirlemeleri gerekmektedir. Eğer en yakın akrabaları
Allah'a ve Resulü’ne düşman iseler onlarla kesinlikle dostluk kurulmaması gerekmektedir.
Bu nedenle mü’minlerin kâfirlerle aralarında kesin bir ayrım ortaya çıkmaktadır. Kâfirlerin
Allah'a ve Resulü’ne düşman olmaları demek, zaten ortada bir çatışmanın olduğunu
göstermektedir. Ayrıca onların bu düşmanlıkları mü’minleri de kapsamaktadır. Çünkü
Allah'a ve Resulü’ne karşı yapılan bir düşmanlık sadece onlara yapılmış sayılmaz; aynı
zamanda tüm mü’minlere karşı yapılmış sayılır. Bu nedenle hiçbir şekilde mü’minler
kâfirlerle dostluk kuramamalarından dolayı toplum içerisinde bu grupların birbirlerinden
ayrılmaları zorunlu olmaktadır; bu ayrılmanın sonucunda da bir kutuplaşma ortaya çıkacağı
açıktır. Kâfir kadınlarla evlenilmesinin yasaklanması,568 mü’minler ile kâfirler arasındaki
ayrımlaşmanın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Mü’minlerin, kendileri dışındakilerin kalplerindeki büyük düşmanlıkları, kin ve
düşmanlıklarının sözlerinden belli olması, fenalık yapmaları ve mü’minlerin hep sıkıntıya
düşmelerini istemelerinden dolayı, onları sırdaş edinmemeleri gerektiği belirtilmektedir.569
Mü’minlerin onlara karşı tüm iyi niyetlerine rağmen, onlar iki yüzlülük yaparak,
mü’minlere olan kinlerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar ve mü’minlerin iyiliklerine
üzüldükleri gibi, mü’minlerin başına gelen bir musibete de sevinirler.570 Böylece
münafıkların, kâfirlerin ve Ehli Kitaptan bir grubun mü’minler aleyhine bu şekilde bir
düşünce içerisinde olmaları ve karşıtlık duyguları beslemeleri, mü’minlerin de onlardan
uzak durmalarına neden olmaktadır. Böylece, mü’minlerin onları aralarına almaları
mümkün olmayarak, mü’minlerin kendi içerisinde bir yapılanmaya girmeleriyle, inananların
karşısında her şeyleriyle engel olarak duran bir karşı yapılanmanın olduğunu görmekteyiz.
Bu nedenle bu grupların karşılıklı olarak yapılanmaları ve özellikle inkâr eden grubun
saldırgan tavrı nedeniyle çatışma çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle Allah,
mü’minlerin, kâfirlerin bu kötü tutumlarına sabretmeleri ve korunmalarıyla kâfirlerin
kendilerine zarar veremeyeceklerini bildirerek,571 mü’minlerin hiçbir şey yapmadan pasif
567
58/Mücadele, 22; 60/Mümtehine, 1, 13; 9/Tevbe, 114.
60/Mümtehine, 10.
569
3/Âl-i İmran, 118.
570
3/Âl-i İmran, 119-120.
571
3/Âl-i İmran, 120.
568
101
bir şekilde kalmalarının doğru olmadığını, mutlaka kendilerini koruyacak önlemlerin
alınmasını istemektedir.
Allah, Hz. Peygamber’den emrolunduğu şeyi söylemesini, buna karşılık müşriklerin
söylediklerine aldırmamasını, onlara yüz vermemesini ve onlardan güzellikle ayrılmasını
emretmesi,572 kâfirlere vahyin ulaşmasından sonra onların inkârlarında ısrar etmeleri
nedeniyle, Hz. Peygamber’in onlarla birlikte olamayacağını ve kesinlikle onlardan ayrılması
gerektiğini göstermektedir.
Mü’minlerin mü’minleri bırakıp kendi inançlarıyla alay eden ve oyun konusu yapan
Ehli Kitabı ve kâfirleri dost edinmemeleri, onlara meyletmemeleri gerektiği, çünkü
zalimlerin birbirlerinin dostları olmasına karşılık, Allah'ın dostlarının ise takva sahipleri
olduğu söylenilmektedir.573 Mü’minler bu kimseleri kendilerine dost edinirse, mü’minlerin
Allah'ın katında hiçbir değerlerinin olmadığı belirtilerek, izzet ve şerefi kâfirlerle dostluk
kurarak kazanmak isteyenlerin yanlış yolda oldukları vurgulanmaktadır. Ancak kâfirlerden
gelebilecek bir tehlikeden sakınmak amacıyla bir işbirliği kurulabileceği de istisna olarak
belirtilmektedir.574 Yani kâfirlerle olan ilişki biçimi hiçbir zaman mü’minlerle olan ilişki
biçiminden daha iyi olmamalıdır. Çünkü onlar Allah'ın yeryüzündeki hâkimiyetini
kabullenmeyerek, kendi istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmek istemektedirler. Bu
nedenle mü’minlerin kâfirlere olan bu tavırları nedeniyle, hem mü’minlerin birbirleriyle
olan dayanışmalarını ve bütünleşmeleri sağlanmak istenmekte, hem de kâfirlere karşı bir
sınır çizilerek onların bu dünyadaki yaşamlarında mü’minlerle hiçbir zaman dost
olamayacakları vurgulanmaktadır. Yani mü’minler kendi içlerinde birlik oluşturarak,
kâfirleri yanlarına almayacaklardır. Kâfirlerin bu şekilde mü’min toplumdan ayrılması, iki
farklı grubun oluşmasını sağlamaktadır. Aynı toplum içerisinde yaşanılsa bile, ilişkiler hep
sınırlı bir şekilde sürdürülecek ve böylece de kâfirler hep ‘öteki’ olarak kalacaktır. Allah'ın
Hz. Musa’ya ve kardeşine Mısır’da evler hazırlamasını ve oralarda namaz kılmalarını
emretmesi,575 kâfirlerin yaşamlarından ve onların toplumlarından tamamen uzak
olunduğunun bir göstergesi olarak gösterilmektedir.576
Kâfirlerin ve Ehli Kitabın birbirlerinin dostları olduğu için,577 iman edenlerin onlara
uyarlarsa, imanlarından sonra onları inkâra yöneltecekleri belirtilmektedir.578 Yani kâfirlerin
572
15/Hicr, 94; 53/Necm, 29; 73/Müzzemmil, 10.
11/Hud, 113; 45/Casiye, 19.
574
3/Âl-i İmran, 28; 4/Nisa, 139,144; 5/Maide, 57, 81; 60/Mümtehine, 9.
575
10/Yunus, 87.
576
Hamid, a.g.e., 98-99.
577
5/Maide, 51.
573
102
propagandalarından etkilenerek kâfirlerin söylediklerine kanmamak gerekmektedir. Bu
nedenle kâfirlerin sözlerinin mü’minleri etkilemesine fırsat bile verilmediğini görmekteyiz.
Bu bakımdan mü’minlerin Ehli Kitap ve kâfirlerle olan ilişkileri mutlaka sınırlanması
gereklidir. Dolayısıyla mü’minlerin kâfirlere ve Ehli Kitaba olan güvensizliği de ortaya
çıkmaktadır.
Mü’minlerin boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirmeleri ve o sözleri söyleyenlere
‘Selam’ diyerek onları terk etmeleri gerektiği; çünkü mü’minlerin kendini bilmezlerle
birlikte olamayacakları söylenilmektedir.579 Yine aynı şekilde, Allah'ın ayetlerinin inkâr
edildiği ya da alay edildiğinin işitilmesi durumunda, kesinlikle o ortamda bulunulmaması
gerektiği; şayet o ortamdan ayrılınmaz ise mü’minlerin de kâfirlere benzeyeceği
belirtilmektedir.580 Fakat mü’minlerin kâfirlerin değerlerini inkâr etmesi ise Allah'ın
Kur'an'daki bir tavrı olduğu gibi, mü’minlerden de kâfirlerin değerlerinin kabul edilmemesi
ve onları eleştirmesi istenmektedir. Bu nedenle bu iki durum arasındaki zıtlık mü’minlerin
lehine yönelik olarak işletildiğini görmekteyiz. Yani kâfirlerin inkârları ya da alaylarının
kesinlikle kabul edilemez bir durum olduğu kabul edilirken, mü’minlerin kâfirlerin
değerlerine yönelik olarak söyleyecekleri ise meşru kabul edilmektedir. Buradaki problem,
kâfirlerin değerlerinin yanlış üzerine bina edilmesinden kaynaklanmaktadır; hâlbuki
mü’minlerin söyledikleri ise hakikattir. Ayrıca alay edilme konusu da bu problemi
çözmektedir. Çünkü mü’minlerin kâfirlerin değerleriyle alay etmesi söz konusu değildir;
onlar sadece o değerleri inkâr ederek gerçeği göstermeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle alay
etme olgusunun kabul edilebilir bir davranış olmadığını anlamamız ile mü’minlerin
kâfirlerle olan ilişkilerinin kâfirlerinki gibi seviyesiz bir şekilde olmaması gerektiği
sonucunu çıkartmamızı sağlamaktadır. Tabi burada mü’minlerin kâfirlerden ayrılmaları
emrinin sadece inkâr ve alay durumundan kaynaklanmasının iyi değerlendirilmesi
gereklidir. Çünkü Allah, kâfirlerle hiçbir şekilde birlikte olmayın, dememektedir; sadece
şartını bildirerek birlikte olunabileceğini söylemektedir. Ayette ifade edilen “onlar bu inkâr
ve alay sözlerini bırakıncaya kadar” sözü bu durumu netleştirmektedir. Dolayısıyla
kâfirlerle birlikte oturmak mümkündür; fakat kesinlikle Allah'ın sözleriyle alay etmemek
şartıyla bunu yapabilirler. Mü’minlerin kâfirlerle tartışmaya girmemelerinin ve onlardan
ayrılmalarının nedeni kâfirlerin mü’minler gibi yumuşak ve olgun olmamaları, bilakis
gururlarının ve bencilliklerinin yönlendirmesiyle tartışmada hiçbir sınır tanımamalarıdır.
578
3/Âl-i İmran, 100; 149.
28/Kasas, 55.
580
4/Nisa, 140; 6/En’am, 68.
579
103
Çünkü cahil olan kâfirlerin özelliklerine baktığımız zaman onların ilme karşı, dogmacı,
kolaycı, statükocu, kemiyetçi, hoşgörüsüz, yaftacı, telaşlı, maddeci, kibirli, saldırgan,
hırslarının kölesi olduklarını görmekteyiz.581 İşte burada önemli bir çıkarım sağladığımızı
fark ediyoruz.
Mü’minler eğer kâfirlerle birlikte otururken ya da yaşarken kâfirlerin Allah'ın dinine
yönelik hiçbir kötü söz söylememeleri gerekmektedir; fakat bunu söyleyebilme güçlerinin
olup olmaması da mü’minlerin o toplumdaki güçleriyle ilgili olduğu açıktır. Eğer
mü’minlerin o toplum içerisinde belli bir üstünlüğü var ise kâfirlerin bu tür söz etmeleri
mümkün olmayacaktır; mü’minlerin toplum içerisinde üstünlük sağlayamadığı durumlarda
ise kâfirlerin diledikleri her şeyi yapabilecekleri açıktır. Bu nedenle Allah, toplum içerisinde
mü’minlerin mutlaka üstünlük kurmalarını istemektedir. Bunu yapamayacak durumda
iseler, kâfirlerin yanlarından ayrılmaları gerekecektir; yani o toplumu terk etmeleri, hicret
etmeleri gerekecektir. Tabi bu durum ayetin toplumsal olarak yorumlanmasıdır. Bireysel
durumlarda ise mü’minlerin ayetin istediğini yapması yeterli olacaktır. Ayrıca kâfirlerin
davranış tarzları ve hayat biçimleriyle Allah'ın inkâr edildiğini göstermeleri durumu da,
sözle yapılmak istenenle aynı şeye tekabül etmektedir. Bu bakımdan kâfirlerin yaşamlarında
Allah'ın ayetlerini inkâr durumu var ise -ki kâfirlerin genel özellikleri dikkate alındığında bu
inkâr eyleminin sürekli olarak mevcut olduğu görülecektir- ya mü’minlerin bu yaşayış
tarzını düzeltmeleri gerekecektir, ya da o toplumdan ayrılmaları gerekecektir; çünkü böyle
yapmazlarsa onlar da kâfirlere benzeyebilirler.
Hz. Peygamber’in Müslümanın kendi grubu içinde bulunmasını isteyerek, onun
başkalarından etkilenmesini engellemeye çalışmıştır. Ayrıca mü’minlerin farklı dindeki
insanların davranışlarına mü’minlerin kendilerine özgü davranışlar oluşturması şartıyla
muhalefet etmelerini istemiştir. Birkaç örnek verecek olursak, Hz. Peygamber muhalefet
amacıyla giyinmeyi, tıraş şeklini, saç boyamayı, avlu temizliğini, kabir işlemlerini, aşure
günü oruç tutulmasını, sarık takılmasını, namazdayken ayağa bir şey giyilmesini,
selamlaşmayı vb. hep mü’minlerin kendilerini inkâr edenlerden ayırmaları için, onlara
benzememek için değiştirmiştir.582 Ayrıca, Müslümanlar Mekke'de iken kıblenin Kudüs
olmasının nedeninin Müslümanlarla müşrikler arasındaki ayrımı belirlemek olduğu; bunun
nedeninin o zamanlar için Müslümanların Kâbe’den uzaklaştırıldıkları için Kâbe’nin
Müslümanlardan çok müşriklere ait olması gösterilmektedir. Bu nedenle müşriklerle
581
Aktaş, a.g.e., ss.114-118.
Geniş bilgi ve örnekler için bkz: Hayati Yılmaz, Toplumsal Dönüşümde Sünnet, Rağbet Yay., İstanbul,
2004, ss.128-131.
582
104
Müslümanların arasının ayrılması zorunluluğundan kaynaklanan bir değişimin olduğu
görülmektedir.583 Bu farklılaşmaların nedeni bir toplumun müstakil bir toplum haline
gelmesi için yeryüzünde ayrı bir kimlik oluşturmaları gerektiğindendir. Benzemek, o
toplumda onların istediği düzene uyum sağlamak anlamı taşımaktadır. Bu bakımdan
kâfirlere benzemek kabul edilemez bir durum ise, toplumsal anlamda kâfirlerin üstün
olduğu bir toplumda yaşayanların ister istemez onların inkâr ve alaylarından dolayı dinden
çıkmaları mümkün olabilecektir.
Mü’minlerin Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiği ya da alaya alındığı bir ortamda veya
toplumda kalamamaları ve yaşayamamaları onları kâfirlerden kesinlikle ayırmaktadır.
Kâfirlerle birlikte yaşanabilmesini mümkün kılabilecek etkenin sadece mü’minlerin
üstünlük sahibi olduğu durumlarda gerçekleşeceği açıktır. Tabi kâfirlerin üstün olduğu
durumlarda
ise,
mü’minlerin
değerlerine
söz
söylemeyerek,
onların
inançlarına
karışmayarak -mü’minlerin inançlarının sadece inanmakla kalan bir şey olmadığını; bilakis
hayatı tamamen kuşatan ve kendi isteği doğrultusunda bir yaşam oluşturma düşüncesini
taşıdığını hatırlamamız gerekecektir- hoşgörü göstermeleri durumunda ise mü’minlerin
kâfirlerle beraber yaşayabilmeleri mümkün olabilecektir. Fakat bunun gerçekleşebilmesi
imkânsız denebilecek kadar oldukça zayıf bir ihtimal olduğu açıktır. Çünkü kâfirlerin üstün
bir durumda iken birlikte yaşanabileceğini söyleyen kimselerin, İslam'ın genel özelliklerini
dikkate almadan, İslam'ı sadece inanç boyutu olarak sınırlandırarak, İslam'ın hayatı
dönüştürücü özelliğinin unutulduğu bir düşünce biçimine sahip olduklarını özellikle
belirtmeliyiz.
Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlerin dünyada güzel bir şekilde
yerleştirileceğinin söylenmesinin584 karşısında, yeryüzünde, gerçekten aciz olanların
dışında, çaresiz kaldıklarını söyleyerek kendilerine yazık eden kimselerin neden hicret
etmedikleri sorulmaktadır.585 Toplum içerisinde dinini yaşayamayanların mücadele etmeyi
bırakarak, toplumun düzenine ayak uydurarak dini kimliklerinden sıyrılmaları nedeniyle
onların bu yaptıklarının Allah'ın istemediği ve cezayı gerektiren bir davranış olduğunu
görmekteyiz. Bu nedenle inananların kendilerini hiçbir şekilde yerleşik düzene uyum
sağlamamaları gerekmektedir. Kendilerinin güçsüz ve yapacak bir şeyleri olmadığını
söylemeleri ise geçerli bir mazeret olarak görülmemekte olup, yapmaları gereken şeyin
dinlerini yaşayabilecekleri bir yere göç etmeleri olması gerekmektedir. Dolayısıyla
583
Fazlurrahman, İslam, Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Ankara Okulu Yay., 6.Bas., Ankara, 2000, s.64.
16/Nahl, 41.
585
4/Nisa, 97-98.
584
105
inananların her şekilde Allah'ın istediği bir yapılanmaya sahip olmaları gerekmektedir.
Değilse onlar o toplum içerisinde kalarak kimliklerini kaybedecekler ve o topluma uyum
sağlamak zorunda kalacaklardır. Bu nedenle mevcut toplumun içerisinde belli bir güce sahip
olunmadan yaşamanın bir anlamı olmadığını görmekteyiz. Bu şekilde yaşamak, ancak bir
geçiş aşması olarak kabul edilebilir ve aşamanın sonunda ise mutlaka inananların istediği
doğrultuda bir yaşamın oluşturulması gerekecektir. Dolayısıyla inananların yaşadıkları
toplumda dinlerini yaşayabilmeleri için mutlaka kendi kimliklerini koruyabilecek bir
yapılanmaya sahip olmaları gerekmektedir. Bu güçten yoksun kalmaları durumunda ise
kendi kimliklerine sahip olabilecek bir yerlere göç etmeleri zorunlu olacaktır. İnananların
toplum içerisinde mevcut topluma uyum sağlamalarının hiçbir şekilde kabul edilmemesi,
inananların mutlaka mevcut toplumdan farklı ve güç sahibi olmalarını gerektirecektir.
Müslümanlar ve Yahudilerce kutsal kabul edilen Kudüs’ten, kıblenin Mekke’ye
çevrilmesi, Yahudilerce iyi karşılanmamış,586 onların kıblenin değiştirilmesi sonucunda
Müslümanlarla olan ilişkileri daha da bozulmuştur. Çünkü önceleri her iki din mensupları
aynı yere yönelirlerken, mü’minlerin kendilerini Yahudilerden ayrılması gerektiği emri
verilerek safların belirginleştirilmesi sağlanmıştır. Allah, bu değişikliği yapma nedeni olarak
Peygamber’e uyanlarla uymayanların birbirlerinden ayırt edilmesi için yapıldığını
belirterek, Yahudilerin kendi dini değerleriyle Müslümanların değerleri arasında bir seçim
yapması gerekliliğini sunmaktadır. Böylece Müslümanlar ile Yahudilerin arasındaki ayrım
inanç noktasında gerçekleşerek, kesinlikle bir gruplaşma ortaya çıkmaktadır. Burada
söylememiz gereken nokta, mü’minlerin kendilerini diğer dini inançlardan ayırarak,
kendilerine özel bir yapıya sahip olunma isteğinin gerçekleştirilmesinin, diğer inanç
mensuplarınca hoş kabul edilmeyerek bir kutuplaşmanın ortaya çıkmasına neden
olduğudur.587 Ehli Kitaba her türlü mucize getirilse de onların Peygamber’in kıblesine
dönmeyecekleri gibi, Müslümanların kıbleleri dışındaki başka bir kıbleye dönmeyi de kabul
etmeyecekleri; Peygamber’in de onların kıblesine dönmesinin mümkün olmaması ve
586
2/Bakara, 142, 143.
Yahudiler’in tepkilerinden daha önemli olarak kıblenin değiştirilmesinin Mekkelilerce nasıl yorumlanacağı
önem kazanmaktadır. Mekkeliler kıblenin Kâbe olmasıyla Mekke’nin Müslümanlar tarafından ele geçirilecek
bir yer olarak değerlendirmesini yapmaları, onların Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’den korkularının
artmasına neden olacaktır. Ancak, kıblenin değiştirilmesinin Müslümanların hacları nedeniyle Mekke’nin
ticaretini devam ettirme imkânını sunması bakımından, Mekkelilerin bu durumu kendileri lehlerine
değerlendirmeleri ile Mekke’nin Müslümanlaşmasına yardım edebileceği düşüncesi olabilecektir. Cabiri,
a.g.e., ss.140-141. Kıblenin değiştirilmesinin Mekke’nin hedef gösterilmesi şeklinde yorumlanması
mü’minlerin yurtlarına dönmelerini zorunlu kılmakta ve Mekkeliler’le çatışmaya girmelerine neden
olmaktadır. Ayrıca insanların maddi yönden desteklenmesinin insanları Müslümanlaştırmaya yardım
edeceğinin bilinmesi de toplumsal çatışmalarda ekonominin önemini göstermektedir.
587
106
Peygamber’in kesinlikle onların arzularına uymaması gerektiği emri588 bu ayrımlaşma ve
karşıtlığın gerçekten çok önemli bir boyutta olduğunu göstermektedir.
2.3.9. Müminlerin Toplumsal Yapılanmalarını Güçlendirmeleri
2.3.9.1. İslam'ın mü’minleri birleştirmesi
Allah, Peygamber’in yeryüzündeki her şeyi verse bile yine de onların (Evs ve Hazrec
gibi birbirine düşman olan kabilelerin) gönüllerini birleştiremeyeceğini buyurmaktadır.589
Dolayısıyla İslam'ın toplumsal birliğin ve bütünleşmenin sağlanmasındaki insanlara olan
etkisini rahatlıkla görmekteyiz. Toplumsal birliğin sağlanmasında birbirlerine düşman olan
grupların barıştırılması zorunludur. O topluma hâkim olabilmek için bu gereklidir. Değilse
toplumun içerisinde bazı grupların birbirleriyle uğraşmaları o toplumun düzenini bozacak ve
toplumun dağılmasıyla sonuçlanacaktır. Bu nedenle bu birliğin sağlanmasındaki en önemli
ve tek etkenin Allah'ın yardımının ve İslam'ın insanları birleştirmedeki fonksiyonunun
olduğunu anlıyoruz. Bu durumun tersini düşündüğümüz zaman, insanların toplum içerisinde
birliklerini sağlamalarına engel olacak her türlü olay, engellenmesi gereken bir durumdur.
Bunun sonucunda da toplum içerisinde bir çatışma olacaktır. Çünkü toplumun düzenini
bozanların karşısında, toplumsal düzenin sağlanmasına çok önem veren bir İslami yapı
durmaktadır.
Mü’minlerin Allah'ın ipine sımsıkı yapışmaları gerektiği; çünkü bir zamanlar onların
birbirlerine düşman iken İslam’ın gelişiyle kardeş oldukları belirtilerek, parçalanmamaları
istenmektedir.590 Bu bakımdan insanları birleştiren bir din olması nedeniyle İslam’ın
toplumsal bütünleşmeye ne kadar önem verdiğini görüyoruz. Önce birbirine düşman
olanların barışmalarını sağlamakta ve daha sonra da hiçbir zaman bu bağlılığın ortadan
kalkmamasını istemektedir. Çünkü birbirlerinden ayrılarak tekrar düşman oldukları zaman,
bu sefer İslam'ın rolü de kaybolacaktır. Bu nedenle birliği sağlayan temel etkenin Allah'ın
istediği doğrultuda O’nun rızasını kazanmak amacıyla yapılan bir yapılanma olduğunu
görmekteyiz.
Allah'ın kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sevmesi,591
‘grup bilinci’ bağlamında mü’minlerin birbirlerine sağlam bir şekilde bağlanmalarını
588
2/Bakara, 145.
8/Enfal, 63.
590
3/Âl-i İmran, 103.
591
61/Saf, 4.
589
107
zorunlu kılmaktadır. İbn-i Haldun, toplumların korunma, savunma, hakkına sahip çıkma
gibi bütün işleri yapabilmek için asabiyete, yani birbirine kenetlenmiş güçlü bir yapıya sahip
olmaları gerektiğini; değilse bu oluşumu sağlayamazlarsa bütün güçlerini kaybederek
kendilerini koruyamayacaklarını ve düşmanlara yenileceklerini belirtmektedir.592 Böylece
toplumsal bir kenetlenme sağlanarak, “biz” duygusu geliştirilerek bireyciliğin önüne
geçilmekte ve çatışma ortamında başarılar çok kolay bir şekilde kazanılabilmektedir.
Mü’minlerin bir haksızlığa uğradıklarında yardımlaşmaları,593 toplumda ortaya çıkan bir
huzursuzluk, bir kargaşa içerisinde mü’minlerin kesinlikle kendi hallerine bırakılmasının
doğru olmadığını, bilakis haksızlıklar karşısında tek vücut olunarak hep birlikte onun üstüne
gidilmesinin zorunlu olduğunu göstermektedir. Toplumsal birlik, bütünleşme bu şekilde
sağlanarak toplumun huzurunu ve düzenini bozanlara karşı tüm toplumun karşılarında
olduğu gösterilmektedir. Neticede toplumsal çatışma ortamlarında toplumun hepsinin
birlikte hareket etmesi ile güçlerin birleşmesi sağlanacaktır. Bu şekilde bir birlik
sağlandıktan sonra insanlar bu birliği artık kendileri için bir zorunluluk kabul edecekler ve
bu bağı kaybetmemek için ellerinden geleni yapacaklardır.594 Bu bakımdan insanların
benimseyecekleri şekilde toplumsal birliğin sağlanması zorunlu olmaktadır; aksi takdirde
sürekli olarak toplumsal birliği sağlamak için yapılan çalışmalar sonucunda gücün
kaybolmasıyla toplum gereken gelişmeyi sağlayamayacaktır.
Allah'ın Hz. Musa’ya ve kardeşine Mısır’da evler hazırlamasını ve oralarda namaz
kılmalarını emretmektedir.595 Toplumsal bir çatışma içerisinde inananların imani yönden
güçlenmesinin çok önemli olduğunu anlamaktayız. İman eden yeni kişilerin mücadelede
başarılı olabilmeleri için kendilerinin sarsılmaz bir imana ihtiyaçları olacaktır. Bu amaçla
imanlarının güçleneceği yerler oluşturularak, hem burada iman edenler birlikte olarak kendi
içlerinde bir birlik oluşturacaklar, dayanışmaları artacak hem de burada imanlarının
güçlenmesi için Rablerine namazlarını kılacaklardır. Bunun sonucunda birliği sapasağlam
olmuş ve imanları güçlenmiş bir şekilde düşmanlarının karşısına çıkarak, az sayıda bile
olsalar büyük başarılar kazanabileceklerdir. Bu bakımdan toplumsal çatışmalardaki en
önemli unsurlardan birinin yerleşik düzene karşı duran grubun kendi içinde bir birlik ve
dayanışma oluşturmalarının ve Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayan bir imana sahip
olunmasının zorunlu olduğunu görmekteyiz.
592
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.189, 193, 202.
42/Şura, 39.
594
Krş: İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s. 216.
595
10/Yunus, 87.
593
108
2.3.9.2. Peygamberin/Liderin otoritesi ve özellikleri
Allah'a ve Resulü’ne itaat edilmesi; çünkü Peygamber’e itaat edenlerin Allah'a itaat
etmiş olacağı596
ve mü’minlerin birbirleriyle çekişmemeleri emredilmektedir. Eğer bu
şekilde davranmazlarsa korkuya kapılacakları ve kuvvetlerinin gideceği belirtilmektedir.597
Mü’minlerin Allah'ın Resulü’nün önüne geçmemesi (söylediği söz, yapılan iş ve çıkarılan
hükümlerde, Hz. Peygamber’e aykırı davranmama anlamında) emredilmektedir.598 Bunun
nedeni Allah'ın Peygamberi’nin o toplumda otoritesini sağlamak olduğu gibi, Peygamber’in
getirdiklerinin kendisinin uydurmadığı, bilakis onun söylediklerinin Allah'tan geldiğinin
belirtilmesi de olmaktadır. Toplumsal düzenin sağlanabilmesi için en temel faktörün Allah'a
ve Resul’e itaat olmasını görmekteyiz.
Resul’e, yani Müslümanların liderine karşı yapılacak en küçük bir itaatsizlik,
Peygamber’in otoritesini sarsacak; bunun sonucunda da toplumsal düzenin bozulmasına
neden olacaktır. Allah, her Peygamber’in ancak kendisine itaat edilmesi için gönderildiğini,
her kişinin Peygamber’in kendileri hakkında verdiği hükümleri kayıtsız şartsız kabul etmesi
gerekliliğini buyurmaktadır.599 Çünkü kendisine itaat edilmeyen bir Peygamber’in bir
anlamı da olmayacaktır. Bu nedenle Peygamberlerin kendilerine itaati gerçekleştirmeleri
için, yaşadıkları toplum içerisinde bir otoriteye sahip olmaları gerekecektir.
Otoritenin sağlanabilmesi için, o toplum içerisinde kendisini kabul etmeyen kişilerin bir
şekilde uyumu sağlanmalıdır. Bu nedenle ya bu kişilerin inanmasalar da Peygamber’in
otoritesini kabul ederek İslam toplumunun kurallarına uymaları gerekecek, ya da
uymadıkları takdirde o toplumdan çıkarılmaları gerekecektir. Böylece her halükarda
mü’minlerin belli bir şekilde mücadelesi olacaktır. Bu mücadele sırasında da kâfirlerin
genel yapıları bakımından uyumun sağlanması zor olacağı için çatışma çıkması da
kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle toplumun düzeninin sağlanabilmesi için gerek lidere itaat
konusunda, gerekse toplumun iç çekişmelerinden meydana gelen toplumsal kargaşaya izin
verilmemektedir. Toplumsal düzeni bozacak unsurların var olması durumunda, o toplumun
arasındaki dayanışmanın getirdiği birliğin, gücün, kuvvetin kaybolacağı görülmektedir. Bu
bakımdan toplumların kendi içlerindeki çekişmelerinin kesinlikle kabul edilmediğini
anlamaktayız. Bu durumdaki bir toplumun ileriye gitmesi söz konusu olmayıp tersi bir
596
4/Nisa, 80; 48/Fetih, 10.
8/Enfal, 46.
598
49/Hucurat, 1.
599
4/Nisa, 64-65; 47/Muhammed, 33; 64/Teğabün, 12.
597
109
durum vardır, yani o toplum kendi içerisindeki çekişmeler yüzünden gücünü kaybederek
gerilemektedir.
Peygamber’in öldürülmesiyle birlikte Müslümanların gerisin geriye dönmelerinin
Allah'a hiçbir şekilde zarar vermeyeceği belirtilmektedir.600 Peygamber’in Müslümanlar
üzerindeki otoritesi tartışılmazdır; fakat O’nun Müslümanların arasından ayrılmasıyla
Müslüman toplum parçalanacaksa, orada Allah’ın istemiş olduğu toplumsal yapının
oluşmadığı, bu nedenle de sadece Peygamber’e bağlılıktan kaynaklanan bir İslami
yapılanmadan bahsedileceğinden dolayı Allah mü’minleri uyarmaktadır. Buradan, İslam
toplumlarının oluşumunda sadece karizmatik önder diyebileceğimiz kişilere bağlanılarak
meydana gelen bir İslam toplumunun, sağlam temeller üzerinde oturmadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Çünkü bu önder hayata veda ettiği zaman, o toplumun bağları da ortadan
kalkarak zayıflayacak ve dağılmaya yüz tutacaktır.
Peygamber’in kendisine uyan mü’minlere kanadını germesi emredilmektedir.601
Böylece inanların birbirlerine kenetlenmeleri sağlanmış olacak, birbirleri arasındaki
dayanışma artacaktır. Ayrıca Peygamber’in onlara iyi davranmasıyla, Peygamber onlar
tarafından sevilecek ve böylece Peygamber’in otoritesi güçlenecektir.
Peygamber’in ashabına yumuşak davranmasıyla, onları etrafında toparlayabildiği
söylenilerek; şayet kaba, katı yürekli olunsaydı onların dağılıp gideceği söylenilmektedir.602
Bir toplumun bir arada yaşayabilmesi için katılığın, kaba kuvvetin hiçbir işe yaramadığını
böylece anlamaktayız. Bu bakımdan insanları bir araya getiren ve bir arada tutan bağların en
önemlisinin yumuşaklık olması, bunun tersi olan durumlar toplum içi düzensizliğe yol
açacak ve bu nedenle de çatışmaya giden bir yol açılacaktır.603 Böylece istenilen bir
toplumun oluşması sağlanamadığı gibi, kaba ve sert olunmasından kaynaklanan bir karşı
olma durumu yaşanarak, bir çatışma olması da kaçınılmaz olacaktır.
Peygamber’in iş hakkında mü’minlere danışmasının emredildiğini604 ve mü’minlerin
işlerinin aralarında danışma ile olduğunu görmekteyiz.605 Toplum işlerinde bir karar
alınacağı zaman toplumun tüm üyelerinin o kararda söz sahibi olmaları toplum içindeki
bireylerin kendilerini o topluma ait hissetmelerini sağlamakta, böylece alınan kararların
uygulanmasında toplumun tüm bireylerin isteyerek katılmalarına destek oluşturmaktadır.
600
3/Âl-i İmran, 144.
26/Şuara, 215.
602
3/Âl-i İmran, 159.
603
Krş: İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.267-268.
604
3/Âl-i İmran, 159.
605
42/Şura, 38.
601
110
Toplumsal çatışmalarda da toplumdaki tüm bireylerin bu şekilde kararlarda ortak olmaları
çatışmanın kendileri lehlerinde sonuçlanmasında büyük katkı sağlayacaktır. İbn-i Haldun,
tek başına karar verilmeyerek, danışarak iş yapmanın zaferi getireceğini söylemektedir.606
Çatışmada kararlara ortak olunduğu için gereken gayret tüm bireyler tarafından
gösterilecektir; aksini düşünecek olursak sadece yöneticilerin aldıkları kararlar neticesinde
ortaya çıkan bir çatışmada toplumun tüm bireylerinin bu kararı benimsememeleri nedeniyle
çatışmanın olumlu sonuçlanması mümkün olamayabilecektir. Bu nedenle alınan kararlarda
toplum üyelerinin rızası da olmasıyla, eğer gerek toplum içinde, gerekse toplumlar arası
alınan kararlardan doğan bir çatışma olması durumunda, bu duruma karşılık olarak
toplumun hepsinin birlikte bir mücadeleye girişmesi de gerçekleşmiş olacaktır. Bu nedenle
işlerin toplum içindeki bireylerin kararlarıyla uygulanmasının sağlanmasıyla, çatışma
durumlarında hiç kimse bu durumdan sıyrılmaya çalışmayacak; bilakis kendi kararlarının
arkasında durmak anlamında daha da güçlü bir mücadeleye girişecektir. Böylece hem
toplumsal bütünleşmenin en iyi bir şekilde sağlanması, hem de bu bütünleşmenin sonucu
olarak düşmanlara karşı daha güçlü bir mücadele gerçekleşecektir.
2.3.9.3. Toplumun özeleştiri yapması
İnsanın başına gelen iyiliklerin Allah'tan, kötülüklerin ise insanların kendi nefislerinden
kaynaklandığı belirtilmektedir.607 Böylece mü’minlerin toplum içerisinde üstünlük
kuramamalarının,
kendilerinden
çatışmalarda
kaynaklandığının
zafer
elde
edememelerinin
vurgulanmasıyla,
toplumsal
nedeni
bir
de
yasanın
insanların
işaretleri
verilmektedir. İnsanların bu toplumsal yasayı öğrenmeleriyle gerek bireyler olarak, gerekse
toplumsal anlamda bir özeleştiri yapmak kaçınılmaz olmaktadır.
Mü’minlerin başlarına gelen musibetler, kendi kusurlarından kaynaklanmaktadır (Uhud
örneği).608 Bu nedenle insanların çatışmalardaki başarısızlıkları Allah'ın bir musibeti olarak
değil; bilakis kendi elleriyle yaptıkları hatalarının bir sonucu olarak görmeleri gerekecektir.
Böylece insanların çatışmaları değerlendirerek, hatalarını tespit etmeleri ile yapacakları
çalışmaların kaynağını kendi içlerinde aramalarıyla, hatayı başkalarına yıkma işlemi de
gerçekleşmemektedir.
Toplum kendi içerisinde bir özeleştiriye giderek, kendi kaynaklarını sorgulayacak ve
başarısızlığa sebep olan unsurlar bulunarak, çözüm üretilmesi için çalışmalara başlanacaktır.
606
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.249.
4/Nisa, 79.
608
3/Âl-i İmran, 165.
607
111
Bu bakımdan çatışmaların sonuçlarının olumsuz olması, bizzat insanların hatalarından
kaynaklandığı hiçbir zaman unutulmaması gerekir. Değilse, hataların başkalarına yıkılarak
kendilerinin en iyiyi yaptıkları; fakat güçlerinin ancak buna yettiği gibi çaresizlik
psikolojisine kapılma durumu olabilir. Böyle bir durumda ise, kendine güvenini kaybeden
ve bir şeyleri becerebilme yeteneği olmayışı düşüncesine sahip bir toplumun başarıyı
yakalayamadığı gibi, toplumsal ilerlemesi de sağlanamayacak ve bu durum çöküş sürecini
başlatmış olacaktır. Bu bakımdan toplumsal anlamda bir özgüvene sahip olma ve bir şeyleri
değiştirebilme, mücadeleleri kazanabilme düşüncesinin olmadığı bir toplumun hiçbir zaman
çatışmaları kazanabilmesinin mümkün olamayacağı görülecektir. Ayrıca toplumun kendini
eleştirme anlamında yanlış bir yöntemle kendi içerisinde bir toplumsal bir kargaşa içerisine
girmesi de mümkün olabilir. Şöyle ki, hataları sadece toplum içindeki bazı unsurlara
yıkarak, bütünlükten yoksun, yanlı bir eleştirme süreci bu unsurların topluma olan
bağlılıklarını zayıflatarak, toplumun kendi içerisinde bir çatışmaya girmesine neden
olacaktır. Ayrıca kaderci bir anlayışla bu başarısızlığın Allah tarafından yazıldığı şeklinde
bir düşünceye kapılınarak, hiçbir şeyden yapılmadan beklenilmesi de olabilecektir. Bu
durumda da toplumun kendi kendisini çöküş sürecine ittiğini açıkça görmekteyiz.
2.3.9.4. Toplumsal birliğin sağlanabilmesi için önlemler
Toplumun huzurunu ve düzenini bozmak, fitne sokmak için uğraşan kişilere karşı
Peygamber’in onlarla çatışmaya girmesi, üstelik öldürülmeyle karşı karşıya kalmaları,609
toplumsal düzenin sağlanmasında mutlaka gereken tedbirlerin alınmasını, toplumun
düzenini bozanlara karşı, onları bu yaptıklarından engellemek amacıyla çatışmaya
girilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan toplumda fesat çıkarmak isteyenlere
kesinlikle fırsat verilmemesi, eğer böyle bir teşebbüste bulunurlarsa hemen gereken
tedbirlerin alınması gerekmektedir.
Hz. Musa, halkını Allah'a ibadet etmekten saptıran ve buzağıya tapmalarına neden olan
Samiri’yi İsrailoğulları’nın arasından kovmuş ve onu lanetlemiştir.610 Toplumun içerisinde
insanların dinlerini bozan, onları Allah'a ibadet etmekten saptıran insanların toplumdan
çıkartılması gerekmektedir. Böylece bu insanların halk arasında nüfuzlarına engel olunarak,
onları örnek almalarına engel olunmuş olunacaktır.
Talutla birlikte savaşa katılanların, hiçbir günahı olmayan su ile imtihanı sonucunda
imanı yüksek olanlarla zayıf olanların birbirlerinden ayrılmaları sağlanmış ve böylece imani
609
610
33/Ahzab, 60-61.
20/Taha, 97.
112
yönden güçlü bir yapıya sahip olan az sayıdaki bu topluluğun, kendilerinden sayıca çok
fazla olan düşman topluluğunu yenmeleri gerçekleşmiştir; çünkü imani yönden güçlü olan
az sayıdaki topluluklar geçmişte de kendilerinden sayıca fazla olan toplulukları
yenmişlerdir.611 Sayı yönünden çok olmanın bu bakımdan pek bir anlamının olmadığını
anlamaktayız. Önemli olanın toplumda yaşayan insanların imanlarının ne kadar güçlü
olduğudur. Kuru kalabalık anlamında oluşan bir toplum bu nedenle İslam’ın istediği bir
toplum şekli değildir. İslami toplumu değerli kılan unsurun, o toplumda yaşayan insanların
imanlarının yüksekliğiyle ölçülmesi gerekmektedir. Sıkıntılarla baş edemeyen ve
mücadelede gerekli sabrı gösteremeyen bir toplumun ise imtihanı kazanmasının mümkün
olmaması nedeniyle, bu toplumun İslamiliğinin Kur'an'a göre tartışılması gerekmektedir.
Çünkü böyle bir toplumun Talutla birlikte savaşa katıldıkları zaman o sudan içmemeleri
mümkün görünmemektedir. Bu nedenle de savaşta geri kalan böyle bir topluluğun İslami
yönü de kalmamaktadır.
Hz. Musa, İsrailoğulları’nın Allah'ın emirlerini yerine getirmeyen, hiçbir şeyden
anlamayan ve sürekli olarak isyan eden topluluk oldukları için kendisini ve kardeşini bu
topluluktan ayırmasını istemektedir.612 Hâlbuki Hz. Musa onları önder bir millet yapmak
istiyordu. Fakat onların hiçbir şekilde buna yanaşmamaları nedeniyle Hz. Musa da bu
isteğini yerine getirmek amacıyla o toplumdan ayrılmak istemektedir. Çünkü bu insanlarla
geleceğe dair bir düşüncenin gerçekleşme şansı olmayacaktır. Allah'ın dininin geleceğe
yönelik düşünceleri olmasına rağmen, mü’minler gelecekten ümitlerini kaybederlerse
mü’minlerin yapılanmalarının hiçbir işe yaramayacağını söylemeliyiz. Böylece şunu
anlamaktayız ki, toplum içerisinde hiçbir işe yaramadığı gibi, toplumun sırtında kambur
oluşturan ve halkı kendilerine benzeten ve insanları Allah'ı anmaktan uzaklaştıran bu
kişilerin ilk olarak düzeltilmeye çalışılması, şayet düzelmeye yanaşmayarak tutumlarında
ısrar ederlerse o toplumdan bir şekilde izole edilmesi ya da o toplumdan çıkartılması
gerekmektedir. Değilse o insanların kendilerinin topluma hiçbir faydası olmadığı gibi,
onların bu davranışlarından olumsuz bir şekilde etkilenen kişiler de var olabilecektir. Bu
nedenle işe yaramayan grubun bir şekilde toplumla olan ilişkilerinin kesilmesi gereği sonuç
olarak çıkmaktadır. Fakat bu grubun, bu sefer toplum içersinde farklı bir yapılanmaya
girerek kendilerini topluma karşı konumlandırmaları tehdit oluşturabilir.
611
612
2/Bakara, 249, 251.
5/Maide, 24-25.
113
Hz. Musa çölde asasıyla taşa vurduğu zaman taştan on iki kaynak fışkırması,
İsrailoğulları’nın on iki bölüğe ayrılmış olması idi.613 Allah, bir kavmin içerisinde değişik
yapılanmaların olduğunu bilerek, bu yapılanmaları birleştirme emri vermektense, onların
birbirlerine düşman olmamaları ve kavga etmemeleri için farklı bir önlem almaktadır.
Buradan Müslüman bir toplum içerisinde değişik yapılanmalar olduğu zaman bunların
birbirleriyle kavga etmemeleri için mutlaka önlemlerin alınması sonucunu çıkartmamız
mümkündür. Ayrıca bu toplum içerisindeki farklı yapılanmaların (bir kavmin içerisinde
farklılıkların olması sonucunda onların birbirleriyle kavga etme ihtimali bulunması bizim
söyleyeceğimiz sonucu etkilememektedir.) olması, bunların mutlaka birleştirilmesi gibi
sonucu zorunlu kılmadığını da söyleyebiliriz.
Allah, mü’minlerin birbirleriyle savaşmamalarını, eğer savaşırlarsa onların aralarının
düzeltilmesini, haksız yere savaşmaya devem eden olursa haksız yere savaşanlar
düzelinceye kadar mü’minlerin onlarla savaşmasını emretmektedir. Çünkü mü’minler
kardeştir.614 Bu bakımdan mü’minlerin arasında hiçbir şekilde bir çatışmanın olması kabul
edilmemekte, böylece toplumsal birlik ve dayanışmanın bozulmasına izin verilmediğini
görmekteyiz.
613
614
2/Bakara, 60; 7/A’raf, 160.
49/Hucurat, 9-10.
114
2.3.10. Çatışma Sürecinde İzlenilen Yöntem
Toplumun devam edebilmesi için toplumsal yasaların olduğu gibi, toplumsal değişimin
gerçekleşmesi için de yasalar yer almaktadır. Allah, bu yasalar çerçevesinde insanları
ödüllendirmekte ya da cezalandırmaktadır. Kur'an'a göre, mü’minlerin de bu toplumsal
yasalar çerçevesinde çatışma içerisine girmeleri gerekmektedir. Bu nedenle mü’minlerin
toplumsal yasaları öğrenmelerinin onların kâfirlerle mücadelesinde büyük katkı sağlayacağı;
çünkü geçmişte yaşanılan olayların tüm Peygamberlerce benzer şekilde yaşandığı görülmesi
nedeniyle çatışmalarda izlenecek yöntemler müminlerin çatışmalarına katkı sağladığı
görülmektedir.615
Peygamberler, kavimlerini uyarmalarında öncelikle yalnızca Allah'a kulluk edilmesini,
O’ndan başka ilah olmadığını söylemektedirler.616 Daha sonra Allah'ın emirleri ve adaleti
çerçevesinde
Peygamberler
her
yönden
toplumun
düzenini
bozan
insanları
uyarmaktadırlar.617 Peygamberlerin toplumlarını ilk olarak Allah'a kulluğa çağırmaları
aslında toplumun tamamen değiştirilmesi gibi bir amacı taşımaktadır. Bu nedenle Allah'a
kulluğun arkasından toplumsal anlamda yapılması gerekenler belirtilerek İslam'ın yalnızca
imani bir olay olmadığı vurgulanmaktadır. O halde bu izlenilen sıranın bir anlamı olmadığı
bir sonuca varamayız. Burada bizler için önemli olan şey, toplumun düzenlenmesinde
insanlar tarafından inanılan Allah'ın değerlerinin kabul edilmesi olacaktır. Bu bakımdan ilk
olarak toplumun değiştirilmesi istenmemektedir, her ne kadar toplumsal düzen sağlansa
bile, bu şekildeki bir oluşum Allah’ın insanlara olan hâkimiyetini ortaya çıkarmayacak ve
imansız bir yaşam oluşturulacaktır.
Kur'an'ın tedrici olarak hükümleri ortaya koyması nedeniyle, toplumsal durumlarda
incelenecek ve uygulanacak hükümlerin Kur'an'ın doğasına uygun olmayarak, koşullara
uymayan imkânların tercih edilerek yanlış bir yol izlenmesinin doğru olmayacaktır. Çünkü
Kur'an, toplumdan bağımsız olarak oluşmamış, insanların özelliklerini, deneyimlerini,
toplumsal özelliklerini dikkate alarak oluşmuştur.618 Kur’an’ın kâfirlere karşı izlediği
yöntem gelişen olaylar neticesinde olmuş, mü’minlerin durumlarına göre nasıl davranmaları
gerektiği ayetlerde farklı şekillerle belirtilmiştir.619 Bu nedenle toplumsal çatışmalarda
izlenecek bir yöntem olarak toplumsal konjonktüre dikkat edildiği görülmektedir. Örneğin
615
Bkz: Said, a.g.e., s.92, 94; Özsoy, a.g.e., s.133. Yolcu, a.g.e, s.220; Kayacan, s.25, 30, 248.
7/A’raf, 59, 65, 73, 85; 11/Hud, 26, 50, 61, 84; 29/Ankebut, 16-17 46/Ahkaf, 21; 71/Nuh, 2-4.
617
7/A’raf, 74, 80, 85; 11/Hud, 84.
618
Özsoy, a.g.e., ss.15-28; Hamid, a.g.e., ss.48-49.
619
Olaylar neticesinde Kur'an'ın izlediği yönteme dair bkz: Yolcu, a.g.e, s.228.
616
115
Hz. Musa’nın temel misyonunun kavmini kurtarmak ve Firavunu ve işbirlikçilerini
devirmek olması, böylece de Allah'ın otoritesini sağlayacak olması konjonktürel durumun
çatışma sürecinde değişik şekiller alabileceğinin göstergesi olmaktadır.620
Peygamber’in ilk önce yakın akrabasını uyarması emredilmektedir.621 Bu bakımdan
İslam davetinin ilk aşamasının siyasal nitelikte olduğunu söylememiz mümkün değil gibi
görünmektedir. Çünkü bu emir insanların düzelmelerini, hak yolu bulmalarını amaçlayan bir
emirdir. Yani ilk mücadele edilen kişiler Mekke’nin tüm önde gelenlerini kapsamamaktadır.
Tebliğin ilk aşaması sadece akrabaları kapsamakta, daha sonra bu halka genişleyerek belli
bir zaman geçtikten sonra tüm insanlığa ulaşılmaktadır. Bu bakımdan Peygamber’in ilk
baştaki amacı yönetimi devirerek, İslam'ı egemen kılma amacı olmamaktadır. İlk yapılması
gereken şey çevresindeki yakın olduğu insanları düzeltmektir; bu bakımdan Peygamber’in
ilk baştaki görevinin toplumu ıslah etme, onları hak yola ulaştırma olduğunu görmekteyiz.
Ancak ilahi vahyin değiştirmek istediği karşı bir yapılanmanın olması, her ne kadar ilk
olarak yönetimin ortadan kaldırılmasını öngörmüyorsa da, İslami düşüncenin tüm toplumu
hedef alması ve toplumu kendi isteği şekilde değiştirmek istemesi yönetime karşı bir
çatışma içerisine gireceğini göstermektedir.622
Hz. Musa’nın Firavunun sihirbazlarıyla mücadele vakti olarak insanların toplanma
vakitlerini istemesi,623 tüm topluma mücadelesini duyurabilmek içindir. Bu nedenle
düşmanın yanlış yönlendirmelerine, doğru olanı saptırmalarına, haklı iken yalancı ve
sahtekâr durumuna düşülmemesi için tüm halkın doğruları bizzat uyarıcıdan öğrenmeleri
özellikle vurgulandığını görmekteyiz. Böylece çatışma sürecinde düşmanın halkı yanlış
bilgilendirmesi, bu nedenle de halkın mü’minlere karşı olmaları engellenmektedir. Bu
bakımdan çatışma sürecinde mü’minlerin belli bir strateji izlemeleri gerekmektedir. Sadece
vahyi duyurmak, sonra da olacakları beklemek doğru bir hareket olmamaktadır. Hz.
Muhammed’in hayatına baktığımız zaman belli bir sistem ile mücadelenin sürdürüldüğünü
görmekteyiz. Bunun nedeni toplumda rasgele bir mücadelenin başarıyı getirmeyeceğinin
bilinmesidir. Sistematik bir şekilde yapılan bir mücadelenin gösterdiği şey ise, Kur'an'ın
toplumda yer edinme çabası olduğu açıktır.
620
Hamid, a.g.e., s.93.
26/Şuara, 214.
622
Kur'an'ın Mekke döneminde inen ayetlerinde siyasal ilkeler içerdiğini çok az bir kimse dışında herkesin
kabul ettiği söylenilmektedir.. Bu görüşler için bkz: Hamid, a.g.e., ss.17-26.
623
20/Taha, 59.
621
116
Allah, Peygamber’in Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle çağırmasını, kâfirlerle en
güzel şekilde mücadele etmesini,624 kötülüğü en güzel bir tutumla savması gerektiğini
emretmektedir.625 Allah, Hz. Musa’ya da Firavun’un azdığını söyleyerek kardeşi Harun’la
beraber onun yanına gitmelerini ve ona yumuşak söz söyleyerek onu uyarmalarını
emretmektedir.626 Her ne kadar kâfirler gerçekten oldukça azmışlar ise de onlara karşı
yumuşak davranılmasının emredilmesi, toplum içinde ortaya çıkan çatışmalarda da
mü’minlerin buna göre ilk olarak yumuşak hareket etmelerini zorunlu kılmaktadır.
Toplumda ortaya çıkan her hangi bir kargaşa, baskı, zulüm vb. durumda, bu durumu
yapanlara karşı ilk anda hemen kaba kuvvete girilmemesi gerektiği, bunun aksine ilk olarak
bu insanlarla ya da yöneticilerle onların anlayacağı dilde, yumuşak bir şekilde, sert ve kaba
olmadan konuşulması gerekmektedir.627 Gücün kullanımı ancak bu aşamadan sonra
gerçekleşmesi gerekmektedir.
Hz. Nuh ve Hz. Hud düşmanlarına önem vermeyerek, kendilerinin davalarından
vazgeçmeyeceklerini ve kendilerine karşı istediklerini yapabileceklerini söyleyerek, onlara
meydan okumaktadırlar.628 Toplum içerisinde İslam davetine karşı çıkanlara karşı bu tür
meydan okumaların olabileceğini görmekteyiz. Peygamberlerin bu meydan okumasının
çatışmanın son aşamalarında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İlk önce halk İslam'a davet
edilmiş, daha sonra İslam'ı kabul etmeyenler Peygamber’in söylediklerinden rahatsız
olunca, Peygamber’i tehdit etmişler ve daha sonra bu aşamaya gelinmiştir. Bu bakımdan ilk
başta bu tür meydan okumaların olabileceğini söylemek yanlış olacaktır.
Allah, kendisine tapmayanlara (ve putlarına) sövülmemesini istemektedir; çünkü
mü’minler onlara söverlerse, kâfirler de düşmanca Allah'a söverler.629 Toplumun değerlerini
eleştirmek ile o değerlere küfretmek arasında büyük bir fark olduğu açıktır. Toplumun
yanlış değerlerini eleştirmek ve onları düzeltmeye çalışmak İslam'ın emridir ve Kur'an'da da
bu tür eleştirilerin çokça bulunduğunu görmekteyiz. Fakat o toplumun değerlerine küfreden
bir ifadeye rastlamamaktayız. Bu nedenle toplum içerisinde çatışmalarda bir tarafın
karşısındakinin değerlerine küfretmesi, aynı şekilde ve daha fazla bir tepki göreceği açık
olacaktır. Bu küfretmenin oldukça kötü sonuçlar doğuracağı da görülecektir. İnsanların
sevdikleri değerlerine karşı birilerinin sövmesi, aslında o sövülen şeyle birlikte, kişilere de
624
16/Nahl, 125.
23/Mü’minun, 96.
626
20/Taha, 43-44.
627
İslami davetin yumuşak bir şekilde yapılması hakkında geniş bilgi için bkz: Şimşek, a.g.e., ss.116-121.
628
10/Yunus, 71; 11/Hud, 55.
629
6/En’am, 108.
625
117
sövüldüğü anlamına gelmektedir. O kişilerin hiçbir değerlerinin olmadığı, aklı başında
inanacak bir şey bulamadıkları ve bu yüzden de sövülmeye layık oldukları gibi bir sonuç
çıkartılarak, dolaylı da olsa oldukça yüksek bir karşıtlık düşüncesinin oluşmasına neden
olunmakta ve şiddetli bir çatışmanın tohumları atılmış olmaktadır.
Tabi toplumun değerlerini eleştirmede de bir karşı koyuş mutlaka olacaktır. Fakat bu
durumun Kur’an’da yapıldığı gibi güzel bir dille yapılması, mantıklı şekilde açıklamalar
getirilmesi ve bunun gibi insanların dinlemelerini sağlayacak çeşitli yollar üretilmesi, o
insanların şiddetli tepkilerini haksız çıkartmaktadır. Çünkü yapılan eleştirmeler sadece
akıllara hitap ederek, doğrular gösterilmeye çalışılmaktadır. Buna rağmen şiddetli tepkilerin
oluşması, eleştiri yapanların kötü davranışları nedeniyle oluşmamaktadır; oluşan bu şiddet
ortamı doğruların gösterilmesini istemeyen, çıkarlarının gitmesinden korkan, geleneklerine
körü körüne bağlı olan insanların gerçeği kabullenmeyerek, kendilerini eleştirenleri yok
etme isteklerinden doğmaktadır. Ancak aynı şeyin küfretme için geçerli olmadığı açıktır.
Çünkü böyle bir durumda kesinlikle küfreden tarafa karşı haklı bir düşmanlık duygusunun
oluşacağı görülecektir. Bu nedenle her iki durumda da, yani sövme ile eleştirmenin mutlaka
çatışmayı ortaya çıkartması, bu iki davranışın aynı şeyleri ifade etmediğini göstermektedir.
Geçmişte yapılan toplumsal faaliyetlerin ya da başka türlü işlerin sonuçlarının yalnızca
o toplumu (ümmeti) bağlayacağı; sonradan gelen toplumu bağlamayacağı belirtilmektedir.
Onların yaptıkları iyi ya da kötü işlerin kendilerine, yeni gelen toplumun yaptıklarının da
kendisine ait olduğu vurgulanmaktadır.630 Bu nedenle geçmişte ortaya çıkan toplumsal
huzursuzluklar nedeniyle ortaya çıkan toplumsal çatışmaların dinen doğru olmadığı
sonucunu çıkartmamız, geçmişten kalan bir kin ile yapılan çatışmaları haksız çıkarttığını
göstermektedir.
630
2/Bakara, 134, 141.
118
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
2.4. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA ALANLARI
2.4.1. Kur'an'da Toplumsal Çatışma İle Gerçekleştirilmek İstenen Değişim
Kur'an hayatın her yönüyle İslami şekilde dönüştürülmesini istemektedir. Öyle ki
Kur'an her şeyin "kök"ünü değiştirdiğinden şekil bakımından birbirine benzerlik arz eden
eylemlerin bile amacı, hedefi ve içeriği mutlak anlamda değişmiştir. Böylece bu durumu
kabullenmesi gereken mü’minler hayatlarını Kur'an'ın istediği bir yaşamla değiştirmeleri
zorunlu olmaktadır.631 Kur’an’a göre insanların toplumun kötülüklerine müdahale etmesi
gereklidir. Evrene, hayata ve topluma ilişkin yasaların tamamını belirleyen ve onları
iradesine bağlı olarak işleten Allah, tarihe ilişkin yasaları belirlerken tarihsel süreci tarafsız
değil, kendisine bağlı olanların lehinde işleyecek biçimde düzenlemiştir.632 Öte yandan
Allah, bu tarih sürecinin ahlaki olanla olmayan, hak olanla batıl olanın birbirinden ayrı
olması anlamında seçmeci olmasını dilemiştir.633 Ayrıca Kur'an tarihsel değişimin bir anda
oluvermediğini açıklamaktadır. Dikkate değer bir zaman aralığından sonra büyük bir
değişim meydana getirecek olan yavaş bir nedenler birikimine dikkat çekmektedir.634
Allah, insanlardan hayatlarını devam ettirirken iman etmenin dışında, mü’minlerin
toplumlarında İslam'ı yaşamalarını ve toplumda egemen olmaları için toplumdaki düzeni
kendilerinin oluşturmalarını istemektedir. Kur'an'ın vurguladığı ve o yüzden Kitaplar’ın
indirilip elçilerin gönderildiği en önemli şey toplumların değişmesidir. Kur'an’da,
toplumdan hareketle dinin değerlendirilmesi yer almamakta; bilakis dinden hareketle
toplumu değerlendiren bir yaklaşım bulunmaktadır.635 Şerif Mardin’in İslamiyet’in
özelliklerini sıralarken: 1. Toplumun genel hatlarını tanımlayıcı, 2. Talimat ve yön verici
olduğu, 3. İdeolojik ve kültürel anlamları topluma mal edici, 4. Kişinin korunmasını
sağlayıcı olduğunu söylemesi,636 İslam'ın dini açıdan topluma yön vermek istediğini
göstermektedir.
631
Yolcu, a.g.e, s.197, 233.
16/Nahl, 128; 2/Bakara, 124.
633
13/Ra'd, 17; 45/Casiye, 21; 24/Nur, 57; 21/Enbiya, 105.
634
Mazharuddin Sıddıki, Kur’an’da Tarih Kavramı, Çev. Süleyman Kalkan, Pınar Yay., İstanbul, 1982, ss. 2529.
635
Ayıca bu durumun hadislerdeki yansımaları için bkz: Yılmaz, a.g.e., s.31, 33-34.
636
Mardin, a.g.e., s.93. Benzer ifadeler için bkz: Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, ss.9-10. İslam'ın
ancak bir toplumsal düzen olduğu zaman evrensel rol oynayacak bir siyasi düzen haline gelebileceği
belirtilmektedir. Fazlurrahman, Kur'an'ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve
Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997, ss.20-21.
632
119
Allah, insanların kendi yoluna uydukları zaman Allah'ın üzerlerine bol bol yağmur
indireceğini, mallarını ve oğullarını çoğaltacağını, bahçeler ihsan edeceğini, ırmaklar
akıtacağını ve nice bereket kapıları açacağını buyurmaktadır.637 Bu nedenle insanların
Allah'ın yolunda ilerlemeleri, onların hayatlarını etkilemekte ve toplum huzur ve refaha
kavuşmaktadır. İnsanlar Allah'ın istediği gibi yaşar iseler, Allah onlara yardım etmekte ve
onları ilerletmektedir. Bu bakımdan Allah, mü’minlerin güç sahibi olarak toplumda
kendisinin emirleri çerçevesinde bir yapı oluşturmalarını istemektedir.
Toplumun kendini değiştirmedikçe, Allah'ın onları değiştirmeyeceği hükmü638 ile
değişimin ilk olarak toplumun yapısını ve görünüşünü değiştirmediği, değişikliğin ilk olarak
insanların içinde başlayarak değer yargılarının onları yönlendirmesinin gerçekleşmesi ile
hedeflerini seçecekleri, böylece insanların kendilerini değiştirmeleriyle bu durumun topluma
yansıması olacağı görülmektedir.639 Ayrıca Kur'an'ın tarih anlayışında toplumsaldan bireye
indirgeyici bir tavır sergilendiğini de görmekteyiz.640 Bunun nedeni toplumun öneminin yok
sayılması değil, toplumu oluşturan bireylerin özelliklerinin önemine dikkat çekilmesidir. Bu
nedenle değişimin ilk olarak bireylerde görünmesi gereklidir ki toplumun yapısı da buna
göre şekillenebilsin.
İslam, bireylerin kendilerini farkına varmalarını sağlarken, aynı
zamanda bireyi aşan bir üst birliğin yani toplumun üyesi olduğunu fark etmesini
sağlamaktadır. Böylece farklılaştırılma ve birleştirilme süreçleri beraber yürütülmektedir.641
Bu nedenle toplum içerisinde belli bir hâkimiyet kuramayan mü’minlerin toplumda Allah'ın
istediği bir değişiklik oluşturamayacakları görülecektir. Çünkü toplum içerisinde azınlık
durumunda kalan mü’minler, tüm toplumu vahyin isteklerine göre değiştirememeleri
nedeniyle Allah'ın toplumsal yasası gereği toplum içerisindeki az sayıdaki bir mü’min
topluluk dışında, toplumun büyük çoğunluğu Allah'ın vahyinden uzak durması nedeniyle, o
toplumun vahyin istediği şekilde değişmesi de mümkün olmayacaktır.642 Bu nedenle
637
71/Nuh, 11-12; 7/A’raf, 96.
13/Ra’d, 11; 8/Enfal, 53.
639
es-Sadr, a.g.e., ss.137-142.
640
Özsoy, a.g.e., s.112.
641
Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.92. Mü’minlerin inanç noktasında Mekki ayetlerle onların imanlarının
güçlendirildiği, Medeni ayetlerle ise yalnızca toplumsal konularla ilgilenildiği gibi yanlış bir anlayışın olduğu
belirtilerek, İslam'ın başından beri böyle bir ayrıma gitmediği, sadece aralarında değişen şeyin söz konusu
dönemlerdeki ağırlık dereceleri olduğu vurgulanmaktadır. Aydın, a.g.e., s.53.
642
İslam'ın yeryüzüne egemen olmaması nedeniyle Müslümanların dinlerini yaşayamadıkları, toplumun
kötülüklerinden etkilendikleri, bu nedenle de mutlaka İslami olmayan toplumların devrilerek İslam'ın hâkim
olduğu toplum oluşturulma isteklerinin yanlış yönleri olduğu söylenilmektedir. Çünkü bu söylemin
Müslümanların kendilerini değiştirmelerinde bir mazeret olarak kabul edildiği, bu nedenle de tüm suçu İslami
olmayan toplumlara atıldığı; hâlbuki Müslümanların her ne kadar İslami olmayan bir toplumda da yaşasalar da
kendilerini düzeltmeye çalışmaları gerektiği, daha sonra da topluma hâkim olmak için mücadele etmelerinin
doğru olacağı vurgulanmaktadır. Ancak Müslümanların kendilerini düzeltmeden topluma hâkim olmak için
638
120
mü’minlerin Allah'ın bu yasası gereği toplumun kendisini değiştirmek için mücadele
içerisine girmeleri zorunlu olmaktadır. Eğer mücadeleye girmezlerse o toplum hiçbir zaman
Allah'ın istemiş olduğu şekilde bir toplum olmayı hak edemeyecektir. Çünkü toplumda
oluşan bozukluğa karşı hiçbir tepki vermeyerek kendi hallerinde bir yaşamı benimseyen bir
toplumun toplumsal çöküşle karşılaşacağı görülecektir.643 Tabi mü’minlerin toplumun
tümünü değiştirmek için başlattıkları bu mücadele sürecinde de çatışmaların çıkması
kaçınılmaz olacaktır. Çünkü insanlar kendilerine yöneltilen etkili bir davet karşısında kolay
kolay teslim olmadıkları gibi, kendilerine göre karşı tavır stratejisi belirler. Önce mesajın
tutarsız, çürük ve insanların kurtuluşunu amaçlamadığı gibi karşı söylem ve girişimlerle onu
çürütmeyi denerler. Olmazsa mesajı reddederler. O da yeterli olmadığında mesajı getireni
reddetme ve onu aşağılama yoluna giderler. Bunda da başarısız olduklarında davette verilen
bilgiyi esas amacından saptırarak bozmak isterler; ayrıca mesajı mantığa büründürerek
direnirler.644 Bu bakımdan insanların doğruya karşı geliştirdikleri bu tavırlar nedeniyle
toplum içersinde çeşitli çatışma şekilleri olacağı görülecektir.
Kur'an'ın tarih ve değişim anlayışına göre toplum ve tarih, belli bir zaman ve mekân
dairesinde dondurulmak istenen mitik bir vakıa değil, oluşmakta ve oluşacak olan organik
bir süreç, bitmeyen bir değişme dinamizmidir. Kur'an bu nedenle dinamik bir toplum
bilincine sahip olunması gerektiğini belirtir.645
Hz. Muhammed (sav)’in kâfirlerin tüm yapılanmalarını değiştirirken sadece Allah'ın
dinine uymayan özelliklerini değiştirmek istemiş; ancak İslam'a aykırı olmayan Mekke'deki
belli başlı erdemlerin birçoğunu benimseyerek, onlara yeniden İslam'a uygun bir şekilde can
vermiştir. Örneğin, cömertlik, cesaret, vefa, doğru sözlülük gibi kişisel özellikler İslam'ın
istediği şekilde kanalize edilmiştir.646 İslam bu bakımdan yaşanılan toplumun tüm
özelliklerini ortadan kaldırarak tamamıyla yepyeni bir toplum kurmak istememektedir.
Mevcut olan toplumdaki tüm unsurları İslami bir şekilde değiştirmek isteyerek, bunu yine
mücadele ettikleri, bu nedenle de kendi içlerinde çelişkiye düştükleri ve bu nedenle yanlış yapılanmalar
içerisine girdikleri belirtilmektedir. Mehmet Paçacı, “Allah'ın Krallığı” Sendromu ve Günümüz Müslümanları,
Kur'an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., 2.Bas., Ankara, 2002, ss.9-29.
Benzer eleştiriler için bkz: Ali Bulaç, Modern Dünya İle Çatışma ve Uyumdan Modernite’yi Aşmaya, Bilgi ve
Hikmet Dergisi, Güz-1994, Sayı, 8, ss.8-13.
643
Sıddıki, a.g.e., ss.25-29; Candan, a.g.e.,s.298.
644
Yolcu, a.g.e, s.256.
645
Şaban Ali Düzgün, Sosyal Teoloji -İnsanın Yeryüzü Serüveni, Akçağ Yay, Ankara, 1999, s.127.
646
İzutsu, a.g.e., ss.109-141.
121
aynı toplumun insanlarıyla yapmak istemektedir.647 Değilse o toplumdaki kâfir insanları yok
etme gibi bir düşünce söz konusu olmamaktadır.
O halde İslam'ın yapmak istediği şey, ilk olarak toplumdaki insanları değiştirmektir;
böylece toplumsal çatışmaların seyri de belirlenmiş olmaktadır: İslam'ın mü’minleri
yönlendirmesiyle, toplumsal çatışmaların çıkmasının temel nedeni toplumdaki insanların
değiştirilmesinin bir sonucudur. Kur'an, İslami olmayan toplumun davetin ilk başında terk
edilmesini istememekte, bilakis o toplumu değiştirmek için mü’minlerin mücadele etmesini
istemektedir. Toplumun değiştirilmesinin ve bu nedenle toplumda kalınmasının gerçek
amaç olmasına karşılık, toplumdan hicret etmenin stratejik bir yöntem olmadığı, toplumdan
ayrılarak hicret etmenin olmazsa olmaz bir şart olmadığı; bu nedenle Hz. Muhammed
(sav)'in dini görevi Mekke'de tatminkâr bir ilerleme gösterseydi, orayı terk etmeyeceği
belirtilmektedir.648
O halde toplumu terek etmeyerek orayı değiştirmenin temel amaç
olmasının sonucunda, toplumun değiştirilmesinin toplumsal çatışmalara neden olduğunu
söylemeliyiz.
Bu durumun diyalektik anlayışla örtüştüğü görülmektedir. Ancak bu, Hegel ve Marx’ın
belirttiği şekilde bir diyalektik bir anlayış değildir. Buradaki diyalektik karşıt güçlerin
birbirleriyle sürekli olarak çatışmasıyla değişimin sonsuza kadar devam ederek gelişimin
sağlanması değildir.649 Çünkü tüm insan etkinliklerinin Marx'ın ileri sürdüğü gibi üretim
biçimi tarafından belirlenmediği açıktır. Sosyal kurumların gruplar arası çatışmadan
doğdukları ve varlıklarını sürdürdükleri de doğru değildir. Ayrıca, insan toplumlarının sınıf
ve kast yapısının, Marx'ın ileri sürdüğü iki yönlü yapıdan çok daha karmaşık olduğu da
bilinmektedir.650
İslam mevcut toplumdaki değerlerle çatışmaya girmekte; fakat bunu yaparken o
toplumun değerlerini İslami yönde değiştirerek gelişmeyi sağlamaktadır. Bu bakımdan
İslam'ın diyalektiğe bakışı toplumdaki karşıt değerlerin çatışması olmayıp, toplumdaki kötü
647
Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.59; Kur'an'ın insanları hangi yönlerden etkilediği ve değişimin nasıl
gerçekleştiği hakkında bkz: Yolcu, a.g.e, s.197, 217, 233.
648
Hamid, a.g.e., s.100; Fazlurrahman, İslam, s.62. Ancak Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinin bir kaçış
olmadığı; bilakis İslami davetin başka araçlarla devam ettirilmesi olduğu da belirtilmektedir. Bu farklı
araçların ise, Kureyş’in ticaret kervanlarını engellemek için seriyyeler göndermek ve gazalara çıkmak olduğu;
bunun nedeninin ise, Mekke’ye karşı ekonomik kuşatmanın sağlanılması, böylece onların ticari çıkarlarını
vurmak olduğu söylenilmektedir. Ancak bu şekilde yapılan bir çatışmanın amacının kesinlikle ganimet
olmadığı; bilakis bu şekilde Kureyş’i teslimiyete ve İslam'a girmeye yöneltmek için yapıldığı
vurgulanmaktadır. Cabiri, a.g.e., s.128, 138-143; Fazlurrahman, Allah'ın Elçisi ve Mesajı, s.38.
649
İlyas Ba-Yunus, Ferid Ahmed, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Denemesi, Çev. Rıdvan Kaya, Bir Yay.,
İstanbul, 1986, ss.66-67; Candan, a.g.e., s.215.
650
Ba-Yunus-Ahmed, s.27
122
özelliklerin İslami yöne doğru diyalektiğe uğramasıdır ve bu diyalektik de sonsuza kadar
değil, sadece İslam'ın istediği şekilde bir toplum oluşuncaya kadar sürmektedir.
2.4.2. Toplumsal Emirlerin Çatışmaya Neden Olması
Allah,
insanların
toplumsal
hayatlarını
devam
ettirirken
kendisinin
emirleri
çerçevesinde yaşamalarını istemiştir. Bunun için Allah, Kur'an'da toplumsal hayatta
uyulması gereken kuralları insanlara bildirmiştir. Bu durumun kâfirlerle olan çatışmadaki
işlevi çok önemli olmaktadır. Kâfirler mü’minlerle aynı toplum içerisinde yaşarlarken
Allah'ın bireysel, ahlaki, ekonomik ve siyasi açıdan ortaya koyduğu emirlerinin
uygulanmasının kendi yaşamlarını ortadan kaldıracağını görmeleriyle, mü’minlerin bu
toplumsal yaşamı oluşturma isteklerine karşı çıkmaktadırlar. O halde mü’minlerin
uygulamak istedikleri toplumsal kuralların ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir:
Allah'a kulluk etmek; ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik etmek,
insanlara güzel söz söylemek, namaz kılmak ve zekâtı vermek,651 birbirlerinin kanını
dökmemek, birbirlerini yurtlarından çıkartmamak,652 yolda kalmışlara, dilenenlere ve
kölelere sevdiği mallardan harcamak, antlaşmalara sadık kalmak, sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabretmek,653 bir toplum diğerinden güçlü diye aralarında yaptıkları
antlaşmayı bozmamak,654 verilen sadakaları başa kakmayarak fakirlerin gönlünü
kırmamak,655 akraba haklarına riayet etmek,656 yetimlere bakmak ve haklarını gasp
etmemek,657 sevdikleri insanların aleyhine bile olsa adaletli olmak,658 fakirlik korkusuyla
çocukları öldürmemek,659 ölçü ve tartıda adaletli olmak,660 çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı
yapmamak,661 faiz yememek,662 kısas yapmak,663 zinada yüz, namuslu insanlara zina isnadı
651
2/Bakara, 83, 4/Nisa, 36.
2/Bakara, 84.
653
2/Bakara, 177; 16/Nahl, 91.
654
16/Nahl, 92.
655
2/Bakara, 262-263.
656
4/Nisa, 1.
657
4/Nisa, 2,6, 10.
658
4/Nisa, 135; 25/Furkan, 72.
659
6/En’am, 151.
660
6/En’am, 152.
661
16/Nahl, 90.
662
2/Bakara, 275.
663
2/Bakara, 178-179.
652
123
bulunanlara da seksen sopa vurmak,664 kimseyle alay etmemek, kötü zandan sakınmak665
olarak belirtilmektedir.
Bu emirlere bakıldığı zaman insanların kalbi olarak iman etmelerinin yanında, toplumun
huzurunu ve toplumsal bütünleşmeyi sağlayacak emirlerin de yerine getirilmesinin çok
önem arz ettiğini görmekteyiz. Tabi burada bu emirleri yerine getirmeyenlere toplumsal
huzursuzluklara yol açması bakımından iyi bir şekilde bakılmayacağı açıktır. Bu nedenle bu
emirleri yapanlar ile bu emirleri dikkate almayarak muhalif davrananlar arasında ister
istemez
bir
çatışmanın
olması
kaçınılmazdır.
Buradaki
çatışmayı
üç
şekilde
değerlendirmemiz mümkündür: Birincisi, imani yönden, zihinsel anlamda bir karşıtlığın
meydana gelmesi ve bu nedenle çatışma çıkmasıdır. İkincisi ise, toplumsal huzursuzluğa
neden olunduğu için bu durumu düzeltmek için yapılan çatışma şeklidir. Ancak bu ayrımın
tam olarak birbirinden net olarak ayrılması pek mümkün gözükmemektedir.
Öncelikle burada değerlendirilmesi gereken nokta, Allah'ın verdiği emirleri niçin
verdiği sorusunun cevabının bulunmasıyla mümkün olabilecektir. Eğer Allah insanların
toplumsal yönden huzurunu sağlamak amacıyla bu hükümleri verdiyse, buradaki çatışmanın
niteliğinin toplumsal huzuru bozan duruma karşı ortaya çıkan bir çatışma niteliğini taşıyor
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Allah, bu hükümleri insanların huzurunu sağlasın diye değil
de, imtihanın gerçekleştirilmesi için koymuş ise, o zaman buradaki çatışmanın inananların
inkâr edenlere karşı tavırlarının olumsuz olmasından kaynaklanan bir çatışma şekli
olduğunu söyleyebiliriz. Üçüncü olarak, hem imanın şartı olarak hem de toplumsal huzuru
sağlama amacıyla ortaya konan hükümlerin değerlendirilmesinde ise çatışmanın, diğer iki
çatışma türüne göre şiddetinin ikiye katlandığını görmekteyiz. Çünkü buradaki çatışma hem
imani bir çatışmadır, hem de toplumsal huzuru sağlama adına yapılan bir çatışmadır.
Allah ve Resulü’ne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların
cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya da el ve ayaklarının çaprazlama kesilmeleri ya da
oradan sürülmeleridir.666 Burada İslam toplum düzenini bozmak isteyen ve bu şekilde bir
oluşum içerisinde bulunan kimselere karşı oldukça sert bir şekilde meydan okunmaktadır.
Yani bu hükümleri uygulayabilmek için o toplumun kesinlikle bir devlet anlamında bir güce
sahip olması gerekmektedir. Değilse bu hükümleri uygulayabilecek bir gücün olmaması bu
emri anlamsız kılmaktadır. Bu nedenle bu emirleri uygulayabilecek bir gücün olmaması
664
24/Nur, 2, 4.
49/Hucurat, 11-12.
666
5/Maide, 33.
665
124
durumunda, yani İslam'ın hükümlerini uygulamayan bir devlette, o toplumun içerisinde bu
hükümleri uygulamaya çalışacak kimselerin çıkması halinde, toplumsal bir kargaşa çıkacağı
gibi, devletin düzeninin de bozulacağı görülecektir. Böylece Allah'ın emirlerini
uygulatmaya çalışan kimselere karşı olarak, düzenin bozulmasını engellemeye çalışan
devlet durmaktadır. Allah da bu ayette toplumsal düzeni ve huzuru bozanlara hiçbir tolerans
göstermemektedir. Çünkü toplumsal düzenin olmadığı, sürekli olarak bir kargaşa ve
çatışmaların olduğu bir toplumda ilerleme sağlanamadığı gibi, Allah'ın emirlerinin
uygulanması da mümkün olmayacaktır. Fakat bu düzenin sağlanmasına yönelik tedbirlerin
İslam toplumunda olduğu açıktır. Çünkü Müslümanların kurdukları toplumsal yapı ve devlet
Allah ve Resulü’nün istediği şekilde oluşturulmuştur ve dolayısıyla toplumsal düzeni
bozmak Allah ve Resulü’ne karşı savaşmak anlamına gelmektedir. (Tabi burada gerçek
anlamda da savaşanlara karşı da bir cezanın olduğu açıktır.) Bu nedenle İslam toplumlarında
düzeni bozanlara birçok yaptırım uygulanırken; İslami olmayan toplumu hidayete erdirmek
için o topluma mensup insanların kendi devletlerine karşı yapacakları mücadele ise İslam'a
göre zorunlu olmaktadır. Dolayısıyla burada devletin İslamiliği temel belirleyici etken
olmaktadır. Devlet İslami bir yapıya sahip değilse, o devletin düzenini bozacak davranışlar
ve hareketler meşru iken; İslami bir devlet yapılanmasında bu duruma kesinlikle izin
verilmemektedir. Bu nedenle şartların belirleyici olması Müslümanların yaşadıkları
toplumdaki konumlarını tespit etmelerini zorunlu kılmaktadır.
Adabı muaşeretten sayılan, insanların kendilerinin düşünerek rahatlıkla bulabilecekleri
evlere izinsiz girmeme hükmünün bizzat Allah tarafından emredildiğini görmekteyiz.667 Bu
ve bunun gibi birçok hüküm ile Allah, insanlar için küçük büyük demeden hayatlarının her
anını düzenlemek istemektedir. Toplumsal anlamda Peygamber döneminde ortaya çıkan bir
huzursuzluk ve kargaşa ortamına hemen müdahale edilerek insanların yapmaları gereken
doğru
gösterilmektedir.
Bu bakımdan insanların kendilerinin düşünüp rahatlıkla
bulabilecekleri bir duruma bizzat Allah'ın kendisinin hüküm koyması, bu hükmün
tartışmasız bir şekilde uyulmasını sağlamaktır. Ayrıca bu tür hükümlerin konulmasının
nedeni olarak toplumda bu tür yanlış uygulamaların olduğunun bilinmemesi; fakat toplum
içinde bazı insanların bu durumu yaşadıklarından dolayı Allah'ın bu duruma bizzat
müdahalesi olabilmektedir. Her iki durumda da basit bir adabı muaşeret hükmünün Allah
tarafından koyulması, insanların hayatlarına her yönden müdahale edilme hakkını
tanımaktadır ve bu emirlerin yerine getirilmesini dini bir renge büründürmektedir.
667
24/Nur, 58-59.
125
Dünya hayatında faiz yiyenlerin, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin cinnet
nöbetinden kalktığı gibi kalkacakları ve cehenneme gidecekleri belirtilmektedir.668 Yani
toplumda yaşayan bu insanlar yaptıkları bu kötü iş nedeniyle cezalarını çekeceklerdir.
Çünkü onlar, toplum hayatında Allah'ın istemediği bir iş yaparak hem Allah'ın emrine karşı
gelmiş oldular, hem de kendilerine muhtaç olan insanların sırtlarından haksız kazanç
sağladılar. Bu bakımdan insanların bu faiz yiyen kişilere karşı zaten iyi bir bakışları
olmadığı gibi, Allah'ın da onları ağır bir şekilde cezalandıracağını öğrendikleri zaman,
mü’minlerin kâfirlere olan bakışları tamamen değişerek, onların yaptıkları bu kötü işe engel
olmak için ellerinden geleni yapmaya çalışacaklardır. Çünkü faizcilere karşı Allah ve
Resulü savaş açmıştır.669 Bu bakımdan toplumsal anlamda haksızlıklara neden olması
nedeniyle Allah faizi haram kılmış ve böylece de toplumsal bir haksızlık nedeniyle
mü’minler bu kişilere karşı bir çatışma içerisine girmişlerdir.
İyilik yapmaya aracılık edenlerin ondan bir payı olduğu gibi, kötülüğe aracılık edenlerin
de ondan bir payı olduğu belirtilmektedir.670 Böylece insanların iyilik yapması teşvik
edilmekte ve kötülük yapması da engellenmektedir. İnsanların kötülüğe aracı olmalarıyla,
kötülüğü yapanla birlikte bir pay sahibi olması toplumsal anlamda birçok şeyin
etkilenmesini sağlamaktadır. İnsanları kötülüğe iten tüm unsurların ortadan kaldırılması için
çalışmalar yapılacak; kötülüğe aracılık edenlere karşı, iyiliğe aracılık adına mücadele
içerisine girilecektir. Tabi böyle bir durumda da toplumsal bir çatışmanın ortaya çıkmasına
neden olunacaktır. Fakat bu çatışma kötü ve istenmeyen bir çatışma türü olmayıp, insanların
Allah'ın rızasını kazanmak için yapmış oldukları bir çatışma olacaktır.
Mekkeliler’in atalarının uyarılmadığı için gaflet içinde kaldıkları belirtilmektedir.671
Dolayısıyla insanların yanlış yola sapmamaları, cahil kalmamaları için topluma yanlışlarını
anlatan, doğru yolu gösteren uyarıcıların var olması gerekmektedir. Bu uyarıcıların olmadığı
durumlarda toplumların bu şekilde gaflet içinde kalmaları nedeniyle Müslüman toplumların
bu uyarma görevlerini her zaman yapmaları gerekecektir.
Allah, insanların birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmelerini,672 mü’minlerin içinde
hayra
çağıran,
iyiliği
emredip
kötülüğü
nehyeden
bir
topluluğun
bulunmasını
668
2/Bakara, 275; 3/Âl-i İmran, 130.
2/Bakara, 279.
670
4/Nisa, 85.
671
36/Yasin, 6.
672
103/Asr, 3.
669
126
istemektedir.673 Kur'an toplumda oluşan olumsuz durumlara karşı tarafsız kalınmasını bile
kabul etmemektedir. Çünkü toplumdaki kötülükler düzeltilmediği zaman bu durum tüm
toplumu etkileyecektir.674 Hak, adalet ve hürriyetin yerleşmesi; buna karşılık kötülük, zulüm
ve dayatmanın ortadan kaldırılması için zalim yöneticilerle çatışma da iyiliği emredip
kötülükten
sakındırmanın
kapmasına
girmektedir.675
Allah,
insanlar
nasıl
olsa
inanmayacaklar diyerek hiç bir şey yapmamayı doğru bulmamakta; çünkü bu düşüncenin
yanlış olduğunu, hem insanların belki anlayarak doğruyu bulabilecekleri hem de
mü’minlerin tebliği yaptıkları zaman Rablerine sunacakları bir mazeret olacağını
belirtmektedir.676 Yani insanların bilgisiz kalmalarına ya da insanların kötülük yapmalarına
hiçbir şekilde müsaade edilmemektedir. Bu bakımdan Kur'an'ın dünyayı kendi isteği
doğrultusunda bir dönüştürme isteğinin olduğunu açıkça anlıyoruz. Bunun nedeni her ne
kadar ahirette insanların tek başına hesaba çekilerek cezalandırılacağı belirtilse de,677
dünyada
cezalandırmanın
tüm
toplumla
birlikte
gerçekleşeceğidir.678
Allah,
İsrailoğulları’nın kırk yıl çölde kalmalarını istediğinde, Hz. Musa ve inancında samimi
olanlar da onlarla berber çölde kalmak zorunda kalmışlardı. Çünkü onlar da aynı toplumun
üyesi oldukları için toplu bir şekilde cezalandırma olmuştu. Bu nedenle Kur'an'da bireysel
eylem ile toplumsal eylem arasında bir ayrım olmadığını görmekteyiz.679
Bu nedenle
toplumdaki iyi ya da kötü tüm insanların toplumsal anlamda çöküşe uğramaması için
toplumdaki kötülüklerin önlenmesi gereklidir.
İnsanların yaptıkları kötülüklerine İslam
tarafından engel olunma çabası, İslam'ın “müdahaleci bir din” olduğunu göstermektedir.
Yani kötülüklerin olduğu bir dünyada İslam'ın bu durumlarla ilgilenmemesi mümkün
olmayacağı için, gerek toplumsal, gerekse toplumlararası bir çatışma olması kaçınılmaz
olacaktır.
Ehli Kitap içerisinde hakkı gözeterek Kur'an'ı okuyan ve ona iman eden din
mensuplarını da unutmamak gerekir.680 Onların iman etmeleri, her ne kadar belli bir kültür
ve dinin içerisinde yaşanılırsa yaşanılsın, kendi inançlarına uymayan; fakat kendi
inançlarından
doğru
olan
hakikatın
kabul
edilebileceği
sonucunu
çıkarmamızı
673
3/Âl-i İmran, 104, 110; 31/Lokman, 17.
Aktaş, a.g.e., s.269.
675
Şimşek, a.g.e., s.231; İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.224-225. İyiliği emretmenin ve kötülükten alıkoymanın
muhalefetin meşru olduğunu gösterdiği ve bu durumun siyaset ve yönetimle olan bağlantısı hakkında bkz:
Mustafa, a.g.e., ss.137-139.
676
7/A’raf, 164.
677
35/Fatır, 18.
678
8/Enfal, 25.
679
Es-Sadr, a.g.e., ss.61-62, 93-98.
680
2/Bakara, 121.
674
127
sağlamaktadır. Böylece tüm Ehli Kitap mensuplarının ya da başka din mensuplarının ölene
dek aynı dine bağlı kalacakları düşüncesinin doğru olmadığını; toplumun ve geleneklerin
insanları etkilemesi ne kadar çok olursa olsun, yeni düşüncelerin insanlarda değişiklik
oluşturmasını mümkün kılması, dinler arası tebliğ faaliyetlerini zorunlu kılmaktadır. Bir
önceki ayette bahsedilen onların hiçbir şekilde iman etmeyeceklerinin söylenmesi, kapalı bir
yapıya sahip olan ve iyi niyetli olmayan din mensuplarından bahsettiği açıktır; bu nedenle
başka din mensuplarının içerisinde iman edebilecek insanların bulunma ihtimali nedeniyle
dini tebliğ çalışmalarının yapılması gerekecektir. Fakat bu dinler arası tebliğ çalışmaları
yapılırken sürtüşme ve çatışmaların yaşanabileceği unutulmamalıdır. Çünkü başka dine
mensup insanların, kendi dinlerinden çıkmalarına neden olacak bu tür çalışmaları, toplum
içerisindeki diğer din mensuplarınca iyi bir şekilde karşılanmaması mümkün olabileceği
gibi, bu tebliği yapanlara karşı da çatışma içerisine girmeleri de mümkündür. Bunun
sonucunda ise, tebliği yapan din mensuplarının dinlerini anlatmasının zorunlu olması;
karşıda ise buna karşı çıkan başka din mensuplarının bulunması önemli bir çatışmanın
ortaya çıkmasına neden olacaktır. Buradaki çatışma türünün ya da nedeninin dinin
yayılmacı özelliğinden kaynaklandığını söyleyebileceğimiz gibi; dini düşüncenin, kendi
inançlarına göre yanlış bir inanca sahip olan başka din mensuplarını uyarma sonucunu
gerekli kılmasından dolayı ortaya çıkan, dini düşünceden kaynaklanan bir çatışma türü
olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca din mensuplarının birbirlerinin dinlerini yaymalarına engel
olma nedeniyle ortaya çıkan çatışmanın da engellenme nedeniyle ortaya çıkan bir çatışma
türü olduğunu görmekteyiz.
2.4.3. Engellenme ve Çatışma
Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasına engel olanlar ve mescitlerin harap
olması için çalışanlardan daha zalim kimsenin olmadığı belirtilmektedir.681 Böyle
kimselerin bu tür bir uğraş içinde olmaları inananlara olan düşmanlıklarından
kaynaklanmaktadır. Bu şekilde bir düşmanlığın sonucu da aynı derecede sert olacaktır.
Çünkü inananlar ibadetlerini yaparken karşılarına çıkan bu engellemelere karşılık olarak
kendilerini savunmak isteyecekler ve bundan dolayı engellemeden doğan bir çatışma ortaya
çıkacaktır. Böylece inananların dinlerini yaşama istekleri kâfirlerin müdahaleleri nedeniyle
şekil değiştirerek çatışma şekline dönüşecektir. Burada inananların çatışma içerisine girme
681
2/Bakara, 114.
128
nedenleri inançlarının çatışmayı istemesinden değil; bir engellenme nedeniyle ortaya
çıktığını vurgulamamız gerekecektir.
Haram aylarda savaşmak büyük bir günah olduğu gibi, insanları Allah ondan çevirerek
Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak
daha büyük günah olduğu belirtilmektedir.682 Bu bakımdan insanların ibadetlerini
yapmalarına engel olmak ve diğer şekillerdeki engellemelerin çatışmayı meşru kılacağı
görülecektir. Allah'ın, Hz. Peygamber namaz kılarken onun namazına engel olanı
perçeminden yakalayarak zebanilerin eline bırakacağını söylemesi,683 mü’minlerin
engellenmelerinin kesinlikle kabul edilemeyeceğini göstermektedir.
Kâfirlerin Kur'an okunurken onun dinlenmemesini istemeleri, gürültü yaparak onun
sesini bastırmak istediklerini görmekteyiz.684 Kâfirlerin bu şekilde insanların ayetlerden
etkilenmemeleri için bu yaptıkları, Müslümanların tebliğlerini engelleyici bir hareket
olduğunu anlıyoruz. Böylece mü’minlerin toplumlarına ulaşmalarının önünü keserek,
mü’minlerin amaçlarını gerçekleştirmelerine engel olduklarını görmekteyiz.
Allah, mü’minlere, kâfirlerin kendilerini Mescid-i Haram’a girmelerine engel oldukları
için o topluma karşı besledikleri kinin mü’minleri tecavüze sevk etmemesi gerektiğini
belirtilmektedir.685 O halde bir toplumun engellenmesi, engelleyenlere karşı her şeyi
yapabilme fırsatı tanımasını sağlamamaktadır. Fakat bu, kâfirlerin yapmış olduklarına hiçbir
karşılık verilmeyeceği anlamına gelmediği unutulmamalıdır. Burada anlatılmak istenen şey,
bir şeyi yapmak isterken engellenme ile karşılaşınca, değişik bir psikolojiye bürünülerek
hiçbir değer gözetmeden, ölçüt tanımadan sadece önündeki engeli kaldırma amacıyla her
şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip olunamadığıdır. Çünkü bu şekildeki bir çatışma İslam'ın
istediği değerlere ve ölçütlere uymamaktadır.
Allah, mü’minlerin toplum içerisinde birlikte yaşamış oldukları müşriklerden ve Ehli
Kitaptan birçok üzücü sözler işiteceklerini belirtmektedir.686 Eğer mü’minler Allah'ın dinini
yaymak için mücadele ederlerse, o toplum içerisinde yaşayan ve mü’minlerin yapmak
istedikleri şeyi kabul etmeyen kişiler, onlara karşı gelerek mü’minleri yollarından çıkarmak
ve yıldırmak için birçok engel çıkaracaklardır. Bunun böyle olacağı Allah tarafından
mü’minlere bildirilerek kendilerinin bu duruma hazırlanması istenmektedir. Çünkü bu
682
2/Bakara, 217.
96/Alak, 9-18.
684
41/Fussilet, 26.
685
5/Maide, 2, 8.
686
3/Âl-i İmran, 186.
683
129
durum, karşı konulamaz bir toplumsal yasa olarak onların karşısında durmaktadır. Bu
nedenle mü’minlerin sabretmesi ve takva göstermeleriyle işlerin en güzelini yapacakları
bildirilerek, mü’minlerin kâfirlerin bu engellemelerine karşılık olarak gerekli mücadelenin
gösterilmesi gerektiği istenmektedir.
2.4.4. Bireysel Özellikler ve Çatışma
Kur'an insanı iki kutuplu bir varlık olarak sunmaktadır. İnsanda bu iki kutbun hangisinin
öne çıkacağını belirleyen tek etken ise, insanın hür iradesidir.687 İnsanın kendisindeki
olumlu ve olumsuz istekleri arasında kaldığı zaman doğruyu seçebilme hürriyetine sahip
olması, insanın içinde yaşadığı çelişkilerin sonucunu da kendisinin belirlediğini
göstermektedir. Bu bakımdan insanda bulunan iyi ve kötü özellikler insanın tercihi yönünde
bir yol alarak, bireysel istek ve duyguların tercih edilmesiyle insan kendi nefsine uyduğu
zaman Allah'ın emirlerine karşı gelmiş olacak ve bunun nedeni de insanda bulunan kötü
özelliklerin seçilmesi olacaktır. Bu nedenle bir taraftan, insan kendi benliği-nefsi tarafından
kendi yolunu çizmeye ve arzu ettiğini yapmaya yönlendirilirken, diğer taraftan hayatta
kalma şansı ancak bu arzularını kontrol edebildiği ve diğer insanlarla uyumlu olabildiği
ölçüde mevcuttur.688
Her türlü toplumsal denetimden uzak tümüyle özgür olmayı hedefleyen bireyselcilik
anlayışı, insanların toplumda her istediklerini yapabilmeleri özgürlüğü verdiğinden dolayı
İslam tarafından kabul edilemezdir. Çünkü bireycilik toplumun dağılmasına yol açar,
insanlara toplumsal kurum ve kurallara karşı gelme özgürlüğü tanır ve toplumun ideal ve
değerlerini alt üst etme yetkisi verir. Bundan dolayı İslam dini bireylerin bu özgürlüğünü
kısıtlayarak, dinin açıkladığı hedefler doğrultusunda değiştirmeyi amaçlar.689 Bu bakımdan
toplumsal yaşamın getirdiği bir zorunluluk olarak insanların istek ve çıkarlarının toplumla
çatışmaması gerekmektedir. Eğer böyle bir durum gerçekleşirse tercih edilecek olan
bireylerin istekleri olmayacak, toplumun devamı ve düzeninin sağlanabilmesi için toplumun
istekleri öne çıkarılacaktır.
Tepkisel ve duygusal taraftarlık da sağlıklı düşünmeye engel olmaktadır. İnsanın
tutumları, eğilimleri, duyguları ve tepkileri düşüncesini etkilemekte ve onu yanlış
687
Özsoy, a.g.e., s.117.
Ba-Yunus-Ahmed, s.46.
689
İsmet Altıkardeş, Din ve Sosyal Bütünleşme, Rağbet Yay., İstanbul, 2004, s.83, 116; Düzgün, Din, Birey
ve Toplum, ss.48-52.
688
130
yönelişlere saptırmaktadır. Örneğin, Mekkelilerin kibirlenme, sınırsız biçimde kendine
güvenme, hiçbir otorite önünde eğilmeme, şeref duygusu vb. tüm özellikleri onların cehl
kavramının çerçevesinde oluşan huylardı. Onların bu karakterde olmaları İslam'ı kabul
etmemelerine neden olmuş, bu nedenle kendilerini düzeltmeye gelen Peygamber’e düşman
kesilmişlerdir. Yani onların kötü bir karakter sahibi olmaları onların iman etmelerinin önüne
geçmiştir.690 Kur'an, insanın düşüncesindeki sağlıklı yönelişi saptırarak doğru ile yanlışı
birbirinden ayırmasını engelleyen ‘heva’nın etkisine dikkat çekmekte ve insanları ona karşı
hassas oldukları kadar uyanık olmaya da çağırmaktadır.691
Şeytanın Allah'ın emrini yerine getirmemesinin nedeninin kendisinin üstün olduğunu
söyleyerek büyüklenme olması,692 Firavun ve ileri gelenlerinin Musa ve Harun’u
reddetmelerinin nedeninin onların kibre kapılmaları ve ululuk taslamış olmaları,693
insanların iman etmemelerinde büyüklenmenin yani kibrin önemini göstermektedir. Bu
bakımdan bireysel istek ve duygular insanları yönlendirmekte ve bu nedenle de gerçeği
görmelerinde büyük bir engel oluşturmaktadır. İnsan bununla da yetinmeyerek bu
özelliklerinin yönlendirmesiyle kendisine karşı çıkanlarla çatışma içerisine girmeyi göze
almaktadır; çünkü insan kendisini o kadar büyük görmektedir ki, hiçbir özelliği olmayan bu
insanların kendisinin büyüklüğünü göremeyerek, kendisini hiçe sayarak karşı çıkmasını ve
eleştirmesini hazmedememektedir.
Mekke'de ticaretle gelişip zenginleşen toplumda Araplar için çok önemli olan
kabilecilikteki “biz duygusu” yıkılarak onun yerine bireycilik yerleşmiş, bu nedenle sosyal
yapı sarsılmış, ahlaki değerler yıkılmış ve toplum kaosa sürüklenmişti.694 Dolayısıyla
insanlardaki tutkuların toplumsal yapıyı değiştirecek kadar güçlü olması, bireysel istek ve
duyguların toplumsal bağlamı düşünüldüğünde çok önem arz ettiklerini söylemeliyiz.
Âdem’in iki oğlu arasındaki çatışmanın en büyük sebebinin695 ve Hz. Yakub’un
oğullarının Hz. Yusuf’u öldürmek için planlar kurmalarının nedeninin kıskançlık olduğunu
690
İzutsu, a.g.e., ss.96-108; Aktaş, a.g.e., s.82; Altıntaş, a.g.e., ss.76-87.
4/Nisa, 135, Kasas, 50; 30/Rum, 29; 38/Sad, 26; 45/Casiye, 23; 53/Necm, 23.
692
7/A’raf, 12; 17/İsra, 61; 38/Sad, 76.
693
10/Yunus, 75; 23/Mü’minun, 45-47; 29/Ankebut, 39.
694
Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.58.
695
5/Maide, 27. İlk insanlar olması nedeniyle öldürme düşüncesinin nereden geldiği sorusu sorularak, bu
durumun ayetlerden anlaşılacağı üzere insanın fıtratıyla ilgili olduğu; çünkü insanın nefsinin öldürme isteğine
karşı fıtratı tarafından engellendiği; ancak insan bunu yapmaya kendisini zorladığı zaman nefsin bu işi güzel
göstereceği belirtilmektedir. Bu bakımdan Kur'an'da anlatılan bu kıssa, (meşru sebeplere bağlı olarak ve
şartların gerektirdiği durumlarda) insanların birbirlerine saldırmalarının, hatta öldürmelerinin doğuştan gelen
bir özellik olduğunu gösterdiği söylenilmektedir. Abdurrahman Ateş, Kur’an’a göre Dinde Zorlama ve Şiddet
Sorunu, Beyan Yay., İstanbul, 2002, s.29.
691
131
görmekteyiz.696 İnsanın bir özelliği olarak kıskançlığın insanların arasında çatışmalar
çıkmasına neden olduğunu bilmemiz, toplumsal çatışmalarda da kıskançlığın önemli bir rol
üstleneceğini gösterecektir.
Yahudilerin Peygamber’in kendilerinden gelmemesini kıskanarak Kur'an'ı inkâr
etmeleri,697 kıskançlığın çatışmaya dönüşecek kadar önemli bir neden olduğunu
göstermektedir. Ayrıca kıskançlık nedeniyle Ehli Kitabın çoğunun mü’minlerin imanından
döndürmek istediklerini de görmekteyiz.698 Ehli Kitabın öz oğullarını tanıdıkları gibi
Peygamber’i tanımalarına rağmen, onlardan bir grubun bile bile gerçeği gizlemelerinin ve
kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düşmelerinin nedeninin kıskançlık olduğu
görülmektedir.699 Ayrıca bu kıskançlığın sonucunda ortaya çıkan inkâr, kesinlikle çok
büyük bir karşıtlığın tohumlarını atmaktadır. Yani onlar Peygamber’i bildikleri halde bu
dini kabul etmeyerek, bu dine tamamen karşı olmaları, onların içerisinde İslam'a karşı çok
büyük düşmanlık düşüncelerinin olduğunu göstermektedir. Bu nedenle onların bu
inkârlarının çatışmanın ortaya çıkmasında en önemli bir etken olarak karşımızda durduğunu
görmekteyiz.
Kâfirlerin zaman zaman, “keşke biz de Müslüman olsaydık,” demeleri,700 onların içinde
her ne kadar iman etme düşünceleri olsa da sırf inatlarından dolayı iman etmediklerini
göstermektedir. Bu nedenle Kur'an, insanlardaki bu olumsuz duyguların doğru bir şekilde
düzeltilmesini istemekte, eğer bu gerçekleşmezse insanların gerçeği kabullenmelerinde çok
büyük bir engel olarak karşılarına çıkacağını vurgulamaktadır. Bu nedenle kişilerin bireysel
özellikleri onların davranışlarını etkileyerek, gerçeği kabullenmelerine engel oluşturmakta
ve bireyden toplumdan yönelerek topluma olumsuz bir şekilde etki etmektedir. Bu
bakımdan bireysel duygular, müminlerin toplumu değiştirmelerinde çeşitli zorluklarla
karşılaşacaklarını gösterdiği gibi, çatışmaların da istenilmeyen şekilde şiddetlenmesine
neden olmaktadır.
696
12/Yusuf, 8-11.
2/Bakara, 90.
698
2/Bakara, 109.
699
2/Bakara, 146, 213; 3/Âl-i İmran, 18.
700
15/Hicr, 2.
697
132
2.4.5. Geleneklere Bağlılık ve Çatışma
Toplumsal bütünleşmenin ve dayanışmanın en önemli örneğini Arabistan’daki tek
önemli bağ olan kavmiyetçi dayanışmacı ruhu (kan bağı yoluyla oluşan yakınlığa her
şeyden çok önem vermek, kavmin şanı için eylemde bulunmak) oluşturmaktaydı.701 Bu bağ
öyle bir durumdaydı ki toplumsal yaşamın devam ettirilmesinin yanı sıra tüm ahlaki fikirler,
davranışlar ve hatta inançlar bu kavmiyetçilik ile oluşturuluyordu. Mekkeliler’in şu sözleri
onlar arasında kavmiyetçiliğin ne kadar ileri boyutta olduğunu göstermesi bakımından
oldukça dikkat çekicidir: “Kardeşine (yani, kavimdaşına); ister zulme uğrasın, ister
zulmeder olsun yardım et.” Onlar için şerefli olmak, ahlaki faziletler bile kan bağıyla,
atalardan kalan mirasla değerlendirilmekteydi. Putperest Arapların ahlaki meselelerde
dayanabilecekleri ve aslında dayanmaya meyilli de oldukları, tek savunu biçimi şu idi: X
iyidir (veya doğrudur); çünkü biz onu babalarımızdan ve atalarımızdan öğrendik.702 Hz.
Muhammed (sav)’in getirdiği İslam Dini’nde ise insanlar kavimlerinin şerefiyle üstün
kılınmamakta olup, tüm insanlar eşittir. Ahirette insanlar tek başlarına hesaba çekilerek,
kavminin bağından ayrılmakta, sadece Allah'a karşı yaptıklarından hesaba çekilmektedir.
Geçmiş nesillerin hiç önemli olmadıklarının söylenilmesiyle statükonun meşruiyetini
kaybedeceğinin anlaşılması, kâfirlerin geleneklerinin aşağılanması nedeniyle tepki
göstermelerine neden olmakta ve bu nedenle bu durumu kabul edemeyeceklerini
söylemektedirler. Bu nedenle Hz. Peygamber’in kan bağına dayalı toplumu değiştirerek, tek
ilah inancına dayalı din birliğini yerine getirmesi çok önemli ve cüretkâr bir girişimdir. Bu
nedenle Medine’de kabileler üstü bir din birliğine dayalı bir toplum oluşturulmuştur.703
Toplum içerisinde yaşamadan kaynaklanan toplumun yaşayış tarzlarından etkilenme,
düşünceleri toplumun değerlerini dikkate alarak oluşturma İslami bir toplumda istenilen bir
özellik olmasına karşılık; İslami olmayan toplumlarda insanları Allah'ın istemediği bir
yaşama doğru sürüklemektedir. İnsanların geleneklerinden öğrendikleri bu bilgiler onların
701
İbn-i Haldun nesep ve akrabalık bağlarının insanlar için doğal bir durum olduğunu, bu nedenle insanların
kan bağına sahip olduğu kişilere yardım etmesinin normal olduğu gibi hatta bunu zorunlu görmektedir. İbn-i
Haldun, a.g.e., c.1, s.171.
702
İzutsu, a.g.e., s.72.
703
İzutsu, a.g.e., ss.84-96; Yılmaz, a.g.e., ss.35-40; Vatandaş, a.g.e., ss.12-14; Kayacan, a.g.e., s.66. Ortaya
çıktığı dönemde Hz. Muhammed (sav)'in İslam daveti, egemen ve alışılmış olan pek çok şeye muhalif
görüntüsü oluşturduğundan devrimci bir hareket olarak görülmüştür. Mustafa, a.g.e., s.159. Devrim, bir
durumu ötekiyle, eski durumu yenisiyle değiştirmek demektir. A.e., s.231. İslam'ın yedinci yüzyıl
Arabistan’ında yerleşik duruma (statüko) bir başkaldırı, bir isyanı başlattığı belirtilmektedir. Fazlurrahman,
İslam'da Başkaldırı Hukuku, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara
Okulu Yay., Ankara, 1997, s.119.
133
yaşamlarını tüm yönlerden etkilemekte ve İslami olmayan bir düşünce ve yaşam tarzı
oluşturmalarına neden olmakta, bu nedenle bu insanlar yeniliklere karşı oldukça sert tepkiler
vermektedirler. Bu nedenle kâfirler Kur'an indikten sonra, Kur'an'ın getirdiklerini
beğenmeyerek
başka
bir
Kur'an
getirilmesini
ya
da
Kur'an'ın
değiştirilmesini
istemektedirler.704 Toplumun Kur'an'da bulunan yeni hayat tarzını beğenmeyerek bu isteği
söyledikleri açıktır. Bu bakımdan yeni düşüncelerin ortaya çıkışında bu isteklerin ortaya
çıkması doğal olmaktadır. Çünkü toplum kendi yaşantılarının dışında ortaya çıkan bu yeni
hayat tarzını benimsemeyerek, kendi istekleri doğrultusunda, kendi yaşamlarına uyan bir
Kitab’ın olmasını istemektedir.
Doğrulara karşı olumsuz tavır takınmadaki nedenlerden biri olarak kulaktan dolma
bilgilere sahip olma, zan ve tahminde bulunma gösterilmektedir.705 Bu nedenle de
düşünceler donuklaşmakta ve gelişim sağlanamamasına neden olmaktadır. Müşriklerin
Allah'ın indirdiğine uymamalarının nedenlerinden biri, atalarının yollarından ayrılmak
istemeyişleridir. Geçmişten edinilen bilgileri sorgulamadan olduğu gibi kabul etmek,
gerçekleri görmede çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Düşüncenin donuklaşmasına
neden olan bu bağlılık nedeniyle706 Kur'an, onların körü körüne atalarının izlerinde
gitmelerini ve akıllarını kullanmamalarını eleştirmektedir. Çünkü ataları bir şey anlamamış
ya da doğruyu bulamamış olabilirler.707
İnsanların toplumların yaşam tarzlarından, geleneklerinden vb. etkilenmesi gerçekten
çok önemli bir noktadır. Ancak bu durum insanların kendilerini tamamen toplumun eline
bırakması anlamına gelmemektedir. Çünkü toplumun etkisinden sıyrılmasıyla onun
değerlerini yok sayan, doğruları ve gerçekleri gören kişilerin mevcut olduğu Kur'an'ın
bizlere sunduğu Firavunun mü’mine eşi, Ashab-ı Kehf ve Antakyalı mü’min örnekleriyle
anlaşılmaktadır.708 İslam'ın mevcudu olduğu gibi kabul etmeyerek, kötülüğü ve şirki
değiştirmek için çatışma içerisine girmesi nedeniyle inkılâpçı bir yapıya sahip olmasına
karşılık; bunun aksine şirk dininin mevcut durumu, yani çıkarlarını korumasından dolayı
muhafazakâr bir özelliğe sahip olduğu, bu nedenle statükonun temelini oluşturan değer
704
10/Yunus, 15.
2/Bakara, 78.
706
Ejder Okumuş, Kur'an'da Toplumsal Çöküş, İnsan Yay., İstanbul, 1995, s. 128.
707
2/Bakara, 170; 5/Maide, 104; 7/A’raf, 28, 70; 10/Yunus, 78; 11/Hud, 62, 87; 24/İbrahim, 10; 26/Şuara, 7476; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-24.
708
66/Tahrim, 11; 18/Kehf, 10-26; 36/Yasin, 20-27. Bkz: Özsoy, a.g.e., ss.140-141.
705
134
yargıların İslam'ın ön gördüğü şekilde değiştirilmesine ve hiçbir şekilde dokunulmasına izin
verilmemesi nedeniyle böyle bir toplumun değişime karşı olduğu görülmektedir.709
Kur’an, zanna dayalı ve hiçbir delile dayanmayan ifadeleri eleştirerek710 bilginin
önemine dikkat çekmektedir. Bu nedenle insanların geleneklere bu şekildeki bağlılıkları
onların hem yeniliklere kapalı olduğunun bir göstergesidir, hem de bu yüzden gerçeklerin
kabul edilmesinde büyük bir engel olarak durmaktadır. Onların körü körüne bu bağlılıkları,
hiçbir şeyden anlamayan hayvanların durumuna benzetilmektir. Onların bu bağlılıkları
kâfirleri sağır, dilsiz ve kör ederek doğruyu düşünememelerine neden olmaktadır.711
Böylece kendilerine geçeği söyleyen uyarıcılara karşı, gerçeği kabullenme bağlamında bir
etkilenme
gerçekleşemediği
gibi,
kâfirler
kendilerini
uyaranlara
iyi
bir
gözle
bakmamaktadırlar. Çünkü onlara göre geçmişten gelen bilgilerin dışında yeni düşüncelerin
kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle de, bu uyarıcıların toplumsal düzenin mevcut
durumunu bozmaları sebebiyle bunlara karşı mücadele içerisine girilmeli düşüncesi
oluşmaktadır. Onların mevcut toplumsal yapısını bozacak, geçmişten gelen değerleri yok
sayacak bu tür yeni düşüncelerin kâfirler tarafından büyük bir dirençle karşılaşacağı
açıktır.712
2.4.6. Toplumsal Sınıflar ve Sınıf Çatışmaları
Kur'an, toplum içerisindeki insanların statülerine, zenginlik ve fakirliklerine
bakılmaksızın herkese dinin anlatılması, güçlü kimseleri fakirlere tercih etmek gibi bir
yanlışın olmaması gerektiğini söylemektedir.713 Kur'an, bu anlamda toplumun ezilen
kesimini oluşturan yoksul, güçsüz, düşkün, yetim gibi birimlerden oluşan kesimin kanadını
koruma ve kollamaya, önemli ve ciddi mesajlarla bu türden insani ve ahlaki olmayan
uygulamaları önlemeye yönelik bir duyarlılık ve kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır.714
Böylece İslam dini tüm toplumsal tabakalara hitap etmektedir. Kur'an hangi temele
709
Şeriati, a.g.e., s.54, 56, 75; es-Sadr, a.g.e., ss.144-148; Özsoy, a.g.e., s.130.
4/Nisa, 157, 6/En'am, 116; 10/Yunus, 36, 66; 17/İsra, 101, 45/Casiye, 32; 22/Hac, 3, 8; 40/Mü’min, 35, 56.
711
2/Bakara, 171.
712
Yolcu, a.g.e, s.267. Değişim karşısında yerleşik toplumun sahiplerinin tepki göstermelerinin nedenleri
hakkında bkz: Düzgün, Din, Birey ve Toplum, s.92.
713
6/En’am, 52.
714
Bkz. 18/Kehf,32-44; 19/Meryem, 73-74; 23/Mü’minun, 55-61; 68/Kalem, 17-33. Yolcu, a.g.e, s.267.
710
135
dayanırsa dayansın hak gaspına dayalı, eşitliğe dayanmayan ve statüler arasında geçiş
imkânı bulunmayan toplumsal sınıflaşmayı reddetmektedir.715
Toplumsal bütünleşmenin sağlanabilmesi için kişilerin karakter çeşitliliğinin mümkün
olduğunca azaltılması, farklılıkların giderilmesi, sınıflaşmanın önlenmesi gerektiği, böylece
benzer davranışlardan oluşan sosyal bir ahenk kurulacağı, bu nedenle İslam dininin de bu
amacı gerçekleştirmek için topluma yön vermek istediği görülmektedir.716 İslam'da
toplumsal uyum gereklidir. Ancak İslam'ın amacı insanları düşünceleriyle, emirleriyle
mahkûm kılmak istememekte; fakat İslam'ın kılavuzluğu ve disiplini altında kendi
akıllarının ve diğer yeteneklerinin yardımıyla hayatın zenginliğini bulabilecekleri bir şekilde
onlara yol göstermesi olmaktadır. Bu bakımdan İslam'ın yapmak istediği şey insanları kendi
fıtratlarına geri döndürmek ve ona göre bir yaşam oluşturmasını sağlamaktır.717 Bu nedenle
herkesin aynı şekilde düşünerek ve yaşayarak tüm toplumun aynı şekilde hareket etmesini,
kendilerinin üstün konumlarını ve çıkarlarının kaybolacaklarını anlayan üst sınıfın kabul
etmesi mümkün olmayacak ve böylece çatışma başlayacaktır. Bu bakımdan bu kişilerin
Peygamberlere yönelik karşı çıkışlarının bir nedeni de, Peygamberlerin yanında toplumun
her sınıfından insanın toplanabilmesidir. Büyükler, soylular ve servet sahipleri toplumsal
katmanların karışmasına yol açan böylesi bir hareketi her zaman engellemeye
çalışmışlardır.718
Fakirlerin iman etmelerini zengin tabaka hazmedememektedir.719 Bu nedenle toplum
içerisinde belli bir gücü ellerinde bulunduran kimselerin, toplumdaki tüm insanların eşit
haklara sahip olduğu, herkesin aynı şeylere inandığı ve aralarında hiçbir farkın olmadığı bir
dine olumlu bakmaları pek mümkün görünmemektedir. Onlar kendilerine hizmet edecek,
işlerini yapacak ve böylece kendilerinin rahatını sağlayacak bu fakirlerle birlikte aynı dini
paylaşmayı kabul etmemektedirler. Çünkü onlar asil bir soydan gelen insanlar olup,
atalarının yaptıkları işler geçmişten bugüne herkes tarafından bilinmektedir; hâlbuki fakirler
asil bir soydan gelmedikleri gibi, geçmişleri de yoktur. Çünkü onların topluma bir katkısı
olmadığı gibi, sürekli olarak toplumun sırtında bir kambur olarak yerlerini korumaktadırlar.
Bu nedenlerden dolayı bu insanlarla, şehrin sahipleri arasında mutlaka bir ayrımın, bir
ayrıcalığın olması gerektiği onlar tarafından söylenilmektedir. Ancak İslam'a ilk inananların
715
Ayrıca İslam’ın kölelik müessesesini getirdiği şeklindeki iddiaların aslı olmadığı; bilakis İslam'ın toplumda
mevcut olan kölelerin hürriyetlerini kazanmalarını sağlamak için birçok yol gösterdiği vurgulanmaktadır.
Şimşek, a.g.e., s.190, 200-203.
716
Bu durumu destekleyen düşünceler ve hadisler için bkz: Yılmaz, a.g.e., ss.99-110.
717
Altıkardeş, a.g.e., ss.48-51.
718
11/Hud, 27; 26/Şuara, 11; 38/Zuhruf, 32; 6/En'am, 124.
719
6/En’am, 53.
136
toplumun her sınıfından insanları kapsamış, yine aynı şekilde Medine’nin toplumsal
yapısının oluşumunda hiçbir sınıfın çıkarına dayalı bir yapılanmaya izin verilmemiştir.720
Talut’un hükümdar olmasına o toplumun ileri gelenlerinin itiraz etmelerinin nedeni,
Talut’a
servet
ve
zenginlik
yönünden
geniş
imkânların
verilmemesi
olarak
nitelendirilmesidir. Fakat onun hükümdarlığını haklı kılan sebep ise, ona ilim ve beden
yönünden üstünlük verilmesidir.721 Yöneticilerde aranacak şartlarda zenginliğin pek önemli
olmadığı görülmektedir; fakat toplumdaki üstün bir zümre bunu kabullenmekte
zorlanmaktadır. Çünkü onlar, bu durumda halkın aşağı kesimlerinden gelen herkesin bu
şekilde yönetici olarak gelebileceklerini görerek, kendi ellerindeki zenginliğin bir işe
yaramadığını anlamış olacaklardır. Bu nedenle onlar, kendilerinin üstün konumları
nedeniyle kolaylıkla elde edebilecekleri yöneticilik hakkının ellerinden gitmesini
görmeleriyle, herkesin zengin olmadan belli kabiliyetleri ile yönetici olabilecek böyle bir
duruma karşı olduklarını görmekteyiz.
Hz. Nuh’a iman etmeyen kavminin ileri gelenleri (mele’) gerekçe olarak, Hz. Nuh’un
onlar gibi bir insan olduğu, Ona iman edenlerin alt tabakadan basit görüşlü kişiler olduğu ve
kendilerine karşı her hangi bir üstünlüklerinin olmadığı olmaktadır.722 Bu gerekçelere
baktığımız zaman insanların kendi aralarında büyümüş olan bir insanın, Peygamber olarak
kabul edilmesinde problem yaşadıkları ya da bunu problem yaparak inanmamak için bahane
oluşturdukları
anlaşılmaktadır.
Ayrıca
onlar
sıradan
insanların
dine
uymalarını
hazmedememektedirler. Onlar sadece kendilerine ait bir din istemekte, herkesin kabul
edeceği ve her tabakadan insanın hiçbir fark gözetmeksizin bir arada bulunabileceği bir
toplumsal yapıyı kesinlikle kabul etmemektedirler. Kendilerinin oluşturdukları ve bütün
nimetlerinden faydalandıkları bu toplumsal yapıda, hiçbir şeye sahip olmayan alt tabakadan
insanların çıkıp bu nimetlere ortak olmaya çalışmalarını istememektedirler. Onların bu karşı
gelişlerine karşılık olarak Hz. Nuh, kendisinin bir melek olmadığını, hazineleri olmadığını,
ğaybı bilemeyeceğini, alt tabakadaki insanları kovamayacağını söylemektedir.723
Dolayısıyla toplumsal yapının yeni yüzü de böylece ortaya çıkmaktadır. Sıradan
insanların sırf Allah'ın dinini yaşamak için oluşturdukları, zenginliğin ve elitliğin önemli
olmadığı, herkesin ameliyle değerlendirildiği bir toplum oluşacaktır. Kur'an, insanların eşit
olduğunu söylemesiyle tamamen tabakasız bir toplum oluşturmak istememekte, bu anlamda
720
Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.84.
2/Bakara, 247.
722
11/Hud, 27; 14/İbrahim, 10; 23/Mü’minun, 24; 26/Şuara, 111.
723
11/Hud, 31; 26/Şuara, 114.
721
137
toplumsal sınıfların varlığını, işbirliğinin ve işleyiş bütünleşmesinin sağlanması için bir
realite olarak kabul etmektedir. Bu bakımdan İslam'da doğuştan gelen statüler değil;
kazanılan statülerin önemli olmaktadır.724 Bu bakımdan Marx’ın sınıf çatışmalarının
Kur'an'da yer almadığını görmekteyiz. Ancak iki zıt toplum anlayışının karşı karşıya
gelmesinden dolayı toplumsal bir çatışma çıkmaktadır: Bir taraf mevcut yapıyı korumak
isterken, diğer taraf ise bu mevcut yapıyı alt üst eden yeni bir oluşum içerisine girmektedir.
Bu nedenle çatışmalar belli sınıflara ait olmamakta, tüm sınıfları kapsayan genel bir oluşum
sağlanmaktadır.
2.4.7. Bireysel İstek ve Çıkarlar
Peygamberlerin nefislerin hoşlanmadığı şeyleri getirmesi, inkâr edenlerin buna karşılık
büyüklük
tasladıkları
ve
Peygamberlere
karşı
çıktıkları
ve
onları
öldürdükleri
belirtilmektedir.725 Buradaki ‘nefislerin hoşlanmadığı’ ifadesi, insanların bireysel istek ve
çıkarlarına yöneltilen türden şeylerin olduğunu anlıyoruz. Çünkü insanlar dünya hayatında
kendi istekleri doğrultusunda bir yaşamı elde etmek isterlerken, doğru olmayan isteklerine
karşılık nasıl davranmaları gerektiği söylenildiği zaman, bunu hoş karşılamamakta ve direnç
göstermektedirler. Kâfirler, çıkarlarını tehdit ettiğini düşündükleri Peygamberlerin çağrısına
kulak tıkamışlar, vahye tabi olmak isteyenlere engel olmuşlar, Peygamberlerini aciz kılmaya
çalışmışlardır.726
Hz. Peygamber’in ilk davetinde insanları Kur'an'a çağırmasını daha ilk baştan beri
siyasi şekilde yorumlayan Mekkeli müşrikler, Peygamber’e karşı siyaset uygulamalarına
neden olmuştur. Onlar Kur'an'a daveti sadece akide olarak görmeyerek, ekonomik
yapılarının, iktidarlarının, hatta bizzat var oluşlarına engel olacak bir çağrı olarak gördüler.
Onlara göre putları ortadan kaldıran bir çağrı, onların ticaretlerini engellemesi nedeniyle
Kureyş’i kökten değiştirme anlamına gelmekteydi. Çünkü davetin karşısında grubun
Kureyş’in zenginlerinden oluşması, onların servetlerini putlardan kazandıklarını, böylece
zenginleştiklerini göstermekteydi; değilse onların bu bağlılığı putlarına olan sevgilerinden
kaynaklanmamaktaydı. Dolayısıyla onların davete karşı çıkmalarının temel nedenini
çıkarları oluşturmaktadır. Tüm bu nedenlerden Kur'an'ın, Kureyş’in mevcut yapısını yok
724
Ayrıca Hz. Peygamber’in toplumsal sınıflara bakışı ve sınıfların aralarındaki çatışmayı önleyici hadisleri
için bkz: Yılmaz, a.g.e., ss.36-40.
725
2/Bakara, 87.
726
Kayacan, a.g.e., ss.34-35.
138
etme düşüncesini görmekteyiz. Bu nedenle Mekkeliler tamamen çıkar amaçlı çatışmaya
girmektedirler.727
Mekke’de Hz. Peygamber’e uymak isteyen kimselerin kendilerinin yurtlarından
çıkarılma tehlikesi yüzünden iman etmediklerini ve Müslümanlarla birlikte olamadıklarını
söylemektedirler.728 Bu kişilerin Müslüman olduktan sonra, Mekkelilerin inançları
nedeniyle onları yurtlarından çıkarmaları sonucunda dünya menfaatlerini bırakmak zorunda
kalacaklardır. Bu nedenle bu durumdaki kişilerin iman etmemelerinin nedeni tamamen çıkar
amaçlıdır. Onlar mallarının, şöhretlerinin vs. gitmesinden korktukları için iman
etmemektedirler. Onlar Mekke’deki otoritenin baskısından korkmaktadırlar.
Firavunun adamlarının “eğer üstün gelirlerse, her halde sihirbazlara uyarız”729
demeleri, toplumsal çatışma durumlarında kazananın kim olduğu, ya da neyi savunduğunun
önemli olmadığını göstermektedir. İnsanlar kazanan tarafa üstün gelmesinden dolayı boyun
eğmekte, onun davasının doğru olup olmadığına bakmamaktadır. Böyle bir durumla
karşılaşılmasının nedeninin insanların kişiliklerinin zayıf ve bilinçsiz olduğunu gösterdiği
gibi, mağlup edilenlerin kendilerini bir başarıya ve mutluluğa götürme şanslarının olmadığı
için onları kabullenmeme olabilmektedir. İşte bu durum, halkın İslami bir bilinç yapısına
sahip olmadığını göstermektedir. Böyle bir toplum kendilerini dünyaya kaptırmış, hiçbir
idealleri olmayan, sadece çıkarlarını düşünen bir yapıya sahip bir toplumdur. Böyle bir
toplumda gerçekleri anlatmanın ve başarıya ulaşmanın ne kadar zor olduğu açıktır. Ancak
sihirbazların gerçeği görerek iman etmeleri,730 insanların ne kadar çıkarcı olurlarsa olsunlar,
doğruyu görebilme imkânlarının her zaman mümkün olabileceğini göstermektedir. Bu
bakımdan toplum ne kadar bozulmuş olursa olsun, o toplumun içerisinden iman edebilecek
kişilerin çıkabileceği düşünülerek o toplumdan ümit kesilmemelidir.
Ülkenin zengin ve şımarık kişileri, mallarının ve evlatlarının çok olmasının getirdiği
güçleriyle kendilerine gelen Peygamberleri reddetmektedirler.731 Güçlü olmakla o insanlar
her istediklerini yapabileceklerini zannetmektedirler. Onlara göre bu dünyada mutlu
olmanın tek ölçüsü güçlü olmaktır. Bu bakımdan onların düşüncelerini şekillendiren, hayat
727
Cabiri, a.g.e., s.72, 127-138; Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, s.7; İslam, s.58; Özsoy, a.g.e., ss.130131; İlhami Güler, “Kur'an'da ‘Cihad’ın Teoloji-Politiği”, Politik Teoloji Yazıları kitabının İçinde, Kitabiyat
Yay., Ankara, 2002, s.43.; Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, ss.87-89; Vatandaş, a.g.e., ss.9-52; Kayacan,
a.g.e., s.69; Yolcu, a.e, s.269, 274. Peygamberlere karşı çıkma nedenleri için geniş bilgi için bkz: Şimşek,
a.g.e., ss.128-132.
728
28/Kasas, 57.
729
26/Şuara, 40.
730
26/Şuara, 46-51.
731
34/Sebe’, 34-35.
139
tarzlarını belirleyen tek unsur maddeye hâkim olmadır. Onlar için ilahi düşüncelerin,
doğruların bir anlamı yoktur; onlar için tek doğru maddedir. Bu bakımdan mü’minlerin bu
düşünceyle çatışmaları gerekmektedir. Dünyadaki tek mutluluğun maddede olmadığı, ilahi
vahyin her şeyden önemli olduğunun onlara anlatılması gerekecektir ki, onların maddeye
olan kölelikleri ortadan kalksın. Eğer onların düşünceleri, zihniyetleri değiştirilmezse onlar
her zaman mü’minlerin karşısına duracaklardır. İlk önce düşünceler değişecek, daha sonra
da insanların yaşam şekilleri Allah'ın istediği doğrultuda değişime uğrayacaktır. Fakat
kâfirler kendilerini maddenin egemenliğinden kurtarmak istemeyişleri nedeniyle gerçeğin
üzerini örtmeye çalışmakta, ısrarla doğruyu kabul etmemektedirler. Bunun temel nedeni de
maddeye sahip olmalarının onlar üzerindeki karşı konulamaz cazibesi olduğu açıktır.
2.4.8. Ekonomik Çatışma
Yönetimi elde tutmanın gücü ile kişisel ve grupsal kıskançlıklar insan toplumu içinde
temel çatışma kaynaklarının bazılarını oluşturuyorsa da, ekonomik etkinlikler de toplumsal
çatışmalarda önemli bir yer tutmaktadır. Allah'ın, Peygamberleri aracılığıyla insanlara
gönderdiği hükümlerin ekonomik paylaşımında her türlü adaletsizliği reddetmesine karşılık,
insanların yaptığı kanunlar genellikle toplumda daha güçlü olanların arzularını
yansıtmaktadır.732
Kur'an'ın servet ve mal konusundaki yaklaşımında serveti reddetmediğini, hoş
karşıladığını, onu hayat için gerekli bulduğunu açıkça görmekteyiz. Servet, Kur'an'a göre
uzak durulması gereken bir şey değildir; fakat kaçınılması gereken, israf, savurganlık ve
ziyan etmek gibi haram olan davranışlardır. Ayrıca servetin amaç edinilmesi, insanın bir
kısım dünyalıklara feda edilmesi ve paraya kul olması da Kur'an'ın hoş karşılamadığı
hareketlerdir. Kur’an’ın ekonomi anlayışının birincil hedefi sosyal adalet ve dengenin
sağlanmasıdır.733
Allah'ın insanların mallarıyla ilgili vurguladığı nokta dikkate değerdir. Çünkü insanların
kendilerinin çalışıp kazanarak elde ettikleri sandıkları şeylerin aslında Allah tarafından
kendilerine verildiği söylenilmektedir.
734
Burada Allah'ın insanlar üzerindeki egemenliği
vurgulanarak insanların mallarının değerlerinin ancak Allah'ın yardımıyla anlaşılabileceği
söylenilmektedir. Tabi bunun yanında mü’minlerin özelliklerinden biri olan bir şey de
732
Ba-Yunus-Ahmed, a.g.e., s.66.
Ali Soylu, Kur’an’da Servet Dağılımı, Pınar Yay., İstanbul, 2003, ss.170-173.
734
2/Bakara, 3.
733
140
özellikle hatırlatılmaktadır. Mü’minler mallarını Allah yolunda harcamazlarsa gazaba
uğrayanların yoluna saparlar ki, bu mü’minlerin özellikleriyle bağdaşamaz.735 Bu nedenle
bu iki grup arasındaki farklardan birisinin ekonomik açısından göstergesi, bencilce bir
yaşam sürerek istediğini yapabilme değil; o malları Allah'ın istediği doğrultuda
harcayabilmedir. Çünkü iman edip salih amel işlemek Karun’un hazinelerine sahip
olmaktan Allah katında daha üstündür.736
Ölçü ve tartıda hile yapılmamasının emredilmesi,737 haksız kazancın Allah tarafından
yasaklandığını, böylece insanların mal hırsı nedeniyle birbirlerini aldatmasının doğru
olmadığını göstermektedir. Bu bakımdan insanların para kazanmak için her şeyi
yapabilecekleri şeklindeki yanlış düşüncelerin önüne geçilmektedir.
Allah, insanlara verdiklerini denemek için kimini kimilerine derecelerle üstün
kıldığını,738 rızkı dilediğine bol bol verdiğini, dilediğinden de kıstığını bildirmektedir.739 Bu
bakımdan insanların zenginlikleri ya da fakirliklerinin insanların imtihanında önemli bir
unsur olduğunu anlamaktayız. İnsanların zenginleşip, Allah'ın ayetlerini unutarak
nankörleşmesi olabileceği gibi, fakir insanların da Allah'a isyan etmeleri mümkün
olabilecektir. Zenginin malını infak etmesi gerekirken, yeryüzünde kibirlenmesi, toplumda
hep en üstün olmak istemesi ve toplumu idare etmek istemesi zenginlerin imtihanı açısından
onların bu dünya hayatında işlerinin zor olduğunu anlatmaktadır. Dolayısıyla insanların
birbirlerinden farklı zenginliklere sahip olmaları olmaması gereken bir şey değildir; bilakis
Allah insanları bu servetlere göre imtihan etmektedir. Kuran, birey ve toplum arasında bir
denge kurmakta, komünizmde olduğu gibi ne kişinin hakkını toplum içinde yok etmekte ve
ne de kapitalizmde olduğu gibi toplumun çıkarı bireylerin çıkarları içinde kaybolmaktadır.
Kur'an'da bireyin topluma ya da toplumun bireye ezdirildiği bir yapı bulunmamakta; ancak,
zorunlu olarak bir tercih söz konusu olduğunda, toplum yararı ön planda tutulmaktadır.740
Hangi ülkeye bir Peygamber geldiyse Allah, oranın halkı yalvarıp yakarsınlar diye o
ülkeye yoksulluk ve darlık vererek sıktığını buyurmaktadır.741 Yine aynı şekilde, bir ülke
(Mekke) güvenli ve huzurlu iken ve rızıkları her yerden gelirken, onlar Allah'ın nimetlerine
nankörlük ederek, Peygamber’i yalanlamışlardı. Bunun üzerine Allah, onların bu
735
47/Muhammed, 38.
28/Kasas, 79-80.
737
11/Hud, 84-85; 17/İsra, 35; 26/Şuara, 181-183.
738
6/En’am, 165.
739
39/Zümer, 52; 41/Fussilet, 12.
740
Soylu, a.g.e., s.43, 51.
741
7/A’raf, 94.
736
141
nankörlüklerine karşılık olarak açlık ve korku sıkıntısını tattırmıştır.742 Peygamberlere karşı
gelen bu insanlar ekonomik yönden bir geriliğe uğrayarak, nasıl ki insanlar yeryüzünde her
şeylerini kaybedince Allah'ı hatırlamaktadırlar; bu nedenle de Allah onların yeryüzündeki
maddi egemenliklerini kısıtlayarak kendisini hatırlamalarını sağlamaktadır. Bu bakımdan
toplumsal çatışmalarda toplumun ellerindeki maddi olanakların olup olmaması önemli
derecede belirleyici olduğunu görmekteyiz. Lüks ve sefahat içerisindeki bir toplum
kendilerini bu dünyada cennette gördükleri için, bu lüks ve sefahati terk etmeme uğruna
Allah'ın vahyini kabul etmemektedirler.
Maddi olanakların çokluğunun insanlarının düşüncelerini oluşturmasında oldukça
önemli bir yerde durduğunu görmekteyiz. İnsanlar maddi olanakların çokluğu nedeniyle,
Allah'ı unutmaktadır; bu durum Marx’ın söylediği gibi insanların düşüncelerini oluşturan en
temel etkenlerden birinin maddenin olduğunu göstermektedir. Ancak bu belirleyiciliğin tüm
insanları kapsamadığını, çünkü bu durumun daha çok Allah'ı hayatlarına almayan kişiler
için geçerli olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü bu kişiler sadece maddenin hayata hâkim
olmasıyla, ancak maddenin hayatlarındaki azlık ve çokluk durumuna göre düşüncelerini
şekillendirmektedirler. Ayette de görüldüğü üzere o insanların doğru yolu bulması için
Allah'ın ayetlerinin Peygamberce tebliği edilmesi yeterli olmamakta, onların anlayacağı
şekilde maddi olanaklarına yönelinerek doğruyu kavramaları sağlanmaktadır.
Kur'an'da, Marx’ın ekonomik temelli bahsetmiş olduğu proletaryanın burjuvaziyi
devirmesi şeklindeki bir çatışmanın olmadığını görmekteyiz. Ancak ilk dönemlerden
itibaren Kur'an ekonomik ve sosyal bozukluğun kimi dışa vuran çarpıcı çelişkilerine,
insanilik ve ahlakilik ilkelerine aykırı düşen tutum, davranış ve uygulamalara açık ve net
biçimde mahkûm edici mesajlar ve tenkitler yöneltmiş, insanların dikkatlerini bu tezatlara
ve çelişkilere çekmiştir.743 İslam'ın servetin belli ellerde toplanması ve bunlar arasında
dönüp dolaşmasını kabul etmemekte, bu nedenle emrettiği zekât ibadetinin zenginler ile
fakirler arasında ortaya çıkabilecek çatışmaları önleyerek, böylece toplumsal bağı
güçlendirmektedir. Ayrıca mü’minlerin toplumdaki haksızlıklara karşı çıkarak adil topluma
doğru ilerlemek için mücadele etmeleri, tüm insanların eşit olması, üstünlüğün ancak takva
ile belirlenmesi ve bunun gibi toplumsal anlamda İslam'ın belirlemiş olduğu yaşamı elde
etmek için toplumu yöneten elit gruplara karşı başlatılan çatışmanın Marx’ın kuramına
742
16/Nahl, 112-113.
69/Hakka, 33-35; 70/Mearic, 17/21; 89/Fecr, 18-21; 92/Leyl, 5-11; 104/Hümeze, 1-3. Yolcu, a.g.e, s.243;
Düzgün, Din, Birey ve Toplum, s.69; Soylu, a.g.e., s.50.
743
142
benzediğini belirtebiliriz.744 Ancak bu oluşacak yapıda komünizmdeki gibi insanların servet
yönünden eşit olması gibi bir şey söz konusu değildir. İslam'ın yaptığı şey, Allah'ın emirleri
çerçevesinde adaletli bir toplum kurmak ve elitlerin halkı sömürmesine engel olmaktır.
Mü’minlerin toplumdaki zengin elitlerle çatışmalarının nedeninin Allah'ın emri olmasına
karşılık, toplumun her şeyiyle eşit yapılması için yapılan devrimsel hareketlerin her ne kadar
toplumsal çatışma anlamında benzerlikleri olduğu kabul edilse bile, İslam'da inanç
boyutunun temel belirleyici olmasından dolayı birbirlerinden oldukça farklı olduklarını
söylemeliyiz.
2.4.9. Çoğulculuk ve Çatışma
Çoğulculuk, farklı düşünce sistemlerinin, dünya görüşlerinin, inanç ve geleneklerin
birbirleriyle
mücadele
etmeksizin
birbirlerinin
varlıklarını
kabul
ederek
birlikte
yaşamalarıdır. Ancak böyle bir toplumsal birliğin kurulabilmesi için ona uygun fikri,
kültürel ve siyasi ortamın yakalanması gerekmektedir.745 Medeniyetlerin kendilerince doğru
kabul ettikleri inançların, değerlerin ve ideallerin başka medeniyetlerce farklılık göstermesi,
başka değerlere sahip olmaları onların birbirleriyle çatışmalarını zorunlu kılmamaktadır.
Kur'an'ın da bu anlamda içinde bulunan haksızlığa karşı olma, insana değer verme, onların
yaşamalarını engelleyenlere mücadele etme, yurtlarından çıkarılmasını kabul etmeme gibi
birçok hükmünün gösterdiği gibi Kur'an, çatışmanın olmasını istememektedir.746
Bu amaçla farklı inanç mensuplarının bir arada yaşamasından kaynaklanan sorunlar
ortaya çıkmaktadır. Kur'an bu anlamda insanların bir arada yaşayabilmeleri için çoğulcu bir
toplum yapısının oluşumunu istemekte ve farklı inançları birleşmeye çağırmaktadır: Değişik
din mensuplarının ortak bir noktada, yani Rablerinin bir olduğu sözüne toplanmaları, bu
nedenle tartışmaya girilmesinin anlamsız olduğu; ayrıca mü’minlerin yaptıklarının kendine,
onların yaptıklarının da kendine olduğu belirtilmektedir.747
744
Şimşek, a.g.e., ss.169-172, 263-267.
Özdeş, a.g.m, s.1-2; Düzgün, Din, Birey ve Toplum, ss.156-157.
746
Ancak tarihte ortaya çıkan bazı grup ve fırkaların haksız çatışmalarının İslam’la bağdaşmadığı, dolayısıyla
bunun Kur'an'ın sunduğu değerlerle ilgisinin olmadığı belirtilmektedir. İslam'ın barış, esenlik, güven dini
olması toplumlardaki haksız çatışmaları kabul etmediği anlamına gelmektedir. Kur'an'ın çoğulculuğu
tanımakla kalmayıp, onun varlık zeminini oluşturduğu söylenmektedir. İslam tarihi boyunca İslam
toplumlarının içerisinde, bazı arızi durumlar ve kışkırtmalar dışında, farklı mezhep ve fırkaların oluşmasına
müdahalede bulunulmaması, Müslüman toplumlar içersinde birçok dinin beraberce yaşaması çoğulculuğun
örnekleri olarak sunulmaktadır. Geniş bilgi için bkz: Özdeş, a.g.m., ss.1-13.
747
2/Bakara, 139, 3/Âl-i İmran, 64.
745
143
Ehli Kitaptan bazı kimselerin yüklerle mal emanet bırakılsa eksiksiz iade ettikleri,748
Ehli Kitabın yiyeceklerinin mü’minlere helal olduğu gibi, mü’minlerin yiyecekleri de onlara
helal olduğu, ayrıca Ehli Kitaptan evlenmek üzere kız alınabileceği belirtilmektedir.749
Dolayısıyla farklı inanç mensuplarının bir arada yaşayabilmeleri mümkün olabilecektir.
Yani mü’minler dışında da kendisine ve sözlerine güvenilecek kimseler bulunmaktadır. Bu
bakımdan Müslümanlar Ehli Kitapla ve farklı inançlara sahip kişilerle yaşamayı problem
etmemekte, bu gruplarla birlikte yaşamak için mutlaka Müslüman olunmasını zorunlu
kılmadığı gibi, o insanları zorla insanları İslam'a girdirmemektedir.750 O halde insanları
sadece Müslüman değil diye tamamen dışlamak gereksizdir; çünkü toplumsal ilişkiler
bağlamında iyi olan insanlarla ilişki kurulabilecektir. Bu bakımdan farklı inanç
mensuplarının bir arada yaşamalarının en önemli özelliklerinden birisinin doğru, dürüst ve
güvenilir751 olunmasıdır, denilebilir. Ancak müşriklerin kestiklerinin yenmemesi, onlarla
evlenilmesinin yasak oluşu, mü’minlerin Ehli Kitapla birlikte yaşamalarını daha fazla
kolaylaştırdığını söylemeliyiz.
Dinde zorlama yoktur.752 Eğer Allah dileseydi bütün insanların iman edeceği
buyrularak, Peygamber’in insanları zorla iman ettiremeyeceği,753 kendisine yüz çevirenlere
karşı bir şey yapılamayacağı, çünkü Peygamber’in onların başına bekçi olarak
gönderilmediği,754 bu nedenle Peygamber’in Ehli Kitaba ve ümmilere karşı görevinin, onlar
yüz çevirseler bile yalnızca duyurmak olduğu bildirilmektedir.755 İnsanların zorlanarak
kendisinden başka bir dine girmesi kabul edilemeyeceği gibi, dinin kendi içerisinden
kaynaklanan bir zorlamanın da olmaması gerekmektedir.
Toplumsal bağlamda uyulması gereken kurallarda bir zorlama olması ise başka bir
konudur ve böyle bir durum, dini bir zorlama olmamakta olup, toplumun düzenini
sağlamaya yönelik bir zorlama türü olduğunu söylemeliyiz. Bu bakımdan insanların zorla
dine sokulma çabalarının Allah'ın katında hiçbir değerinin olmadığının bilinmesiyle,
insanların farklı türden inançlara sahip olan insanların birbirleriyle ortak bir toplum
748
3/Âl-i İmran, 75.
5/Maide, 5.
750
dair bkz: Şimşek, a.g.e., ss.270-279.
751
İslam, toplumun temellerini kulluk, kardeşlik, karşılıklı güven ve yardımlaşma üzerine oturtmak
istemektedir. Düzgün, Din, Birey ve Toplum, s.166. Ayrıca bir arada yaşamanın en önemli unsurlarından
birinin ‘hoşgörü’ olduğu belirtilmekte; ancak hoşgörünün kendi inancından vazgeçmek, taviz vermek anlamına
gelmediği vurgulanmaktadır. A.e., ss.168-171.
752
2/Bakara, 256.
753
10/Yunus, 99.
754
4/Nisa, 80; 6/En’am, 107; 42/Şura, 48.
755
3/Âl-i İmran, 20; 5/Maide, 92.
749
144
içerisinde yaşamaları da mümkün olabilecektir. Mademki insanlar zorlanarak kendi
dinlerine sokulmaması gerekmektedir; o zaman iki seçenek karşımızda durmaktadır: Ya o
insanları o toplumdan çıkararak inananlar kendi başlarına hayatlarını sürdürecekler; ya da o
insanların o toplumun içerisinden çıkarmayarak birlikte yaşamaya çalışacaklardır. Birinci
durumun gerçekleşmesi Peygamber dönemi uygulamalarını göz önünde bulundurursak
İslami bir özellik taşımadığı görülecektir. Kur'an'da mü’min ile müslim ayrımı yapıldığını
görmekteyiz.756 Müslim, siyasi düzeyde, yeni dini ve devletinin otoritesini tanıma düzeyinde
olan kişidir. Bu nedenle münafıkların da aynı toplum içerisinde müslim olduklarının kabul
edilmesi ile İslam'ın aynı toplum içerisinde bulunan farklı inançtaki insanları aynı
kategoride değerlendirmesi, onları aynı ümmetin içinde topladığını göstermektedir.757 Bu
bakımdan İslam toplumlarında yaşayan farklı inançtaki kişilerin toplumun kurallarına
uyarak yaşamayı kabul etmeleri mü’minlerin kâfirlerle bir arada yaşayabileceklerini
göstermektedir. Ancak ikinci durumun gerçekleşmesinde de bazı problemlerin yaşanacağı
da gerçektir. Allah'ın ve mü’minlerin kâfirlere olan bakışı oldukça sert olduğuna göre, bu
farklı dinlere inanan insanların birlikte yaşamalarında problemler ortaya çıkacaktır. Böyle
bir durumda farklı inançlara, dünya görüşlerine ve toplum anlayışına sahip olan bu
insanların birlikte yaşamaları sürecinde çatışma yaşamaları mümkün olabilecektir.
Kur'an'ın farklı inançtaki insanlarla bir arada yaşamasını doğru kabul etmektedir. Ancak
burada üzerinde durulması gereken nokta, toplumsal çatışmaların en önemli özelliği olan
toplumların İslamileştirilmesinin kabul edilmemesi, zaten toplumlarda bir çatışma ihtimalini
de ortadan kaldırmaktadır.758 Hâlbuki Kur'an'da geçen tüm Peygamberlerin hayatında,
özellikle de Hz. Muhammed (sav)’in hayatında toplumun İslamileştirilme hedefi o kadar
açıktır ki, bunu görmemek Kur'an'ı doğru anlamamak anlamına gelmektedir.759 Söylemek
istediğimiz Kur'an'ın çoğulculuğa hiçbir şekilde karşı çıkmadığı; ancak İslam'da toplumun
İslamileştirilme hedefinin olması, zorunlu olarak toplumlarda güç sahibi olanın
Müslümanların olmasını zorunlu kılmakta; bu nedenle de her ne kadar çoğulcu bir toplum
yapısı kabul edilse bile, toplumdaki egemen gücün İslam olması şartıyla çoğulculuğun kabul
edilmesidir. Değilse Müslümanların dinlerini yaşayamadığı bir toplumda çoğulculuğun
zorunlu olmasının Kur'an'a göre hiçbir anlamı kalmamaktadır. Bu nedenle İslam’ın bu
756
49/Hucurat, 14.
Cabiri, a.g.e., s.119.
758
Ancak Talip Özdeş’in makalesinde söylemiş olduğu “İslam'ın din ile devleti bütünleyen total bir yapı arz
ettiği iddiası”, (Özdeş, a.g.m., s.11-12.) yazarın İslam'ın hayatı tümüyle kuşatan bir din olduğunu kabul
etmediğini göstermektedir. Dolayısıyla makalesinin temel noktası da bunun üzerine kurulmuş ve buna göre
sonuçlar çıkartılmıştır.
759
İslam'ın toplumu tümüyle kuşattığı hakkında bkz: Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, ss.8-9.
757
145
özelliği nedeniyle çoğulcu toplumlarda, toplumsal çatışmaların çıkmasının her zaman imkân
dâhilinde olduğunu söylemeliyiz.
Geçmişte yaşayan Peygamberlerin hangi dine mensup olduklarının Yahudiler ve
Hıristiyanlar arasında bir tartışma konusu olduğunu görmekteyiz.760 Buradan dinlere ait
ortak değerlerin paylaşılmasında bir çekememezlik olduğunu söyleyebileceğimiz gibi, bu
ortak değerlerin başka dinlerce kendilerine ait olarak değerlendirilmesinin kesinlikle kabul
edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü bu dinlerin inanç temelleri bu değerlere göre
oluşturulduysa, başka bir dinin bu değerlere sahip çıkması, kendi inanç temellerine yapılan
bir saldırı olarak değerlendirileceği nedeniyle bir çatışmanın çıkması olası olmaktadır.
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Kitab’ı bilmeyen başka insanların birbirlerinin inançları
hakkında, kendileri dışındaki inançların doğru olmadıklarını söylemektedirler.761 Din
mensuplarının bu şekildeki birbirlerini kabul etmemeleri, onların birbirlerine karşı iyi
düşünceler beslememelerine neden olmaktadır. Çünkü birbirleri hakkında bir şey
söylemeyerek sadece kendi dinlerini yaşasalar, aralarında bir sürtüşme olmayacaktır. Fakat
bu şekilde kendi başlarına yaşamayarak, ötekinin dinine müdahale edildiğini görüyoruz.
Başka dinlere karşı olan dinin yanlışlığını söyleme düşüncesi nereden gelmektedir? Neden
din mensupları bu şekilde davranmaktadırlar? Bunun nedeni din mensuplarının doğru din
olarak sadece kendilerini görmeleri ve bu nedenle de yanlış dine inanan insanları düzelterek
kendi dinine çekme olabileceği gibi, başka din mensuplarının yapılanmasını kendisine
tehlike görmesi ile onların dinlerini zayıflatarak, kendi dinini güçlendirme faaliyeti olarak
da değerlendirebiliriz. Ayrıca başka dinleri yok ederek, dinlerin yayılmacı özelliği varsa
kendisinin yaşama alanını genişletme düşüncesi de olması mümkündür.
760
761
2/Bakara, 140.
2/Bakara, 113, 135.
146
2.4.10. Yöneticilerin Rolü ve Gücün Önemi
2.4.10.1. Yöneticiler İçin Gücün Önemi
Kur'an'da toplumlardaki çatışmaların kimler arasıda geçtiğine baktığımız zaman aşağıda
vereceğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere genellikle şu manzarayı görmekteyiz:
Güçlüler ile zenginlerin aynı safta olmaları ki bu kişiler kâfirlerdir. Bunların karşısında da,
güçlülerin zayıf ve küçük düşürdüğü ezilenler vardır ki bunlar da çoğunlukla mü’mindir.762
Ayrıca azgınlaşan bu güç sahibi yöneticiler ve servet sahiplerinin Peygamberlere ve
mü’minlere karşı gelmeleri onların bilgisizliklerinden kaynaklanma-maktadır. Onlar bu
çatışmayı bilinçli bir şekilde yapmaktadırlar.763
İbn-i Haldun varlıklı sınıfın zayıf düşmesiyle yöneticilerin de zayıf düşeceğini,
zenginlik ve servetin devleti elde bulunduranların hâkimiyetine bağlı olduğunu
söylemektedir. Ayrıca devletin olmazsa olmaz iki şartı olarak asker olarak ifade edilen güç,
kuvvet, asabiyet ve devletin, ayrıca askerin ihtiyacını gideren mal ve para olduğunu
belirtmektedir.764 Böylece devletin gücünün ekonomiyle, ekonominin ise elitlerin elinde
olmasıyla ve askerin vurgulanmasıyla devlet içindeki üç öğenin birbirleriyle olan
bağlantılarını ve önemini anlamaktayız: Elit tabaka, para ve ordu. Yine aynı şekilde
Peygamberlerin de sürekli olarak toplumu haksız kazançlarla sömüren toplumun
zenginleriyle (mütref) çatışma içerisinde olmaları yönetimde söz sahibi olmanın, zenginliğin
ve gücün önemini göstermektedir.765
Peygamberlerin tebliğlerini yaptıktan sonra, kavmin ileri gelenlerinin ve kibirlilerinin,
Peygamberleri ve ona inananları memleketlerinden çıkararak sürgün edeceklerini, tekrar
kavmin eski dinine döndüreceklerini, taşlayacaklarını, öldüreceklerini söylemişler766 ve bu
söylediklerini gerçekleştirmişlerdir.767 Bu bakımdan yöneticilerin ve elitlerin bu güçleri
onlar için önem kazanmaktadır. Onlar bu güçleri sayesinde ülkelerini istedikleri gibi
yöneterek, kendi güçlerini tehdit edenlere diledikleri gibi karşı çıkabilmektedirler.
Mekke'de Müslümanların karşılaştıkları ciddi sıkıntılar ve onlara toptan uygulanan
762
Cabiri, a.g.e., s.93; Vatandaş, a.g.e., ss.48-50. Kur'an'da bahsi geçen kavimlerin özelliklerinin ve güçlerinin
nasıl olduğuna dair tarihi bilgiler için bkz: Özsoy, a.g.e., ss.103-112.
763
Aktaş, a.g.e., s.114.
764
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.239, 246, 391.
765
43/Zuhruf, 23; 34/Sebe’, 34; 7/A’raf, 146; 23/Mü’minun, 33.
766
7/A’raf, 82, 88; 14/İbrahim,13; 26/Şuara, 116, 167; 27/Neml, 48-49, 56; 29/Ankebut, 24; 36/Yasin, 18;
44/Duhan, 44;
767
85/Buruc, 4-7.
147
boykot, birçok yönden gelen eleştiriler,768 antipropaganda kapsamında ele alınması gereken
bir dizi hafife alma, aşağılama, alıkoyma, yakınlaşmayı, yüz yüze görüşüp meselenin aslını
öğrenmeyi engelleyen disiplinler, hareketin öncülüğünü yapan Rasulullah'ın ilahi mesajdan
vazgeçmesi için yapılan bireysel ve grup halindeki girişimler, vazgeçmesi halinde kendisine
vaad edilen büyük imkânlar,769 İslam'ın yayılmasını önlemek için Hac mevsiminde liderler
bazında yapılan kongreler, bölgede tanınmış din adamların devreye girmeleri, hicret etmiş,
Habeşistan'a kadar gitmiş Müslümanları oradan tekrar getirme girişimleri, Müslüman olmuş
kabilelerle her tür ilişkinin kesilmesi tehdidi, ticari ve sosyal faaliyetlerine engel olmaya
yönelik tehditler, nadiren de olsa reislerinin öldürülmesi, Kur'an'ın mesajını engellemek ve
halkın ondan etkilenmesini önlemek için başvurulan önlemler770 ve Rasulullah'ın bizzat
şahsına yönelik suikast girişimleri gibi çaplı ve kuşatıcı önlemler insanların gözlerini
korkutmuş ve onları yıldırmıştır. Toplumu etkisi altına alan bu psikolojik, sosyal ve siyasal
baskı atmosferi davetin insanlara daha etkili bir şekilde ulaşmasına engel olmuştur.771 İşte
İslam'ın yayılması için yapılan tüm engellemeler tamamen güçle ilgiliydi. Mekkelilerin güç
sahibi olmaları onların Müslümanlara karşı her türlü karşı hareketi yapmalarına imkân
sağlıyordu.
Firavun, kendisi dışında ilah edinirse Hz. Musa’yı zindana atacağını, 772 sihirbazlara da
izin vermeden iman ettikleri için onlara eziyet ettireceğini ve öldüreceğini söylemektedir.773
Firavun kendisini o toplumda o kadar üstün görmektedir ki, insanların kendisinin istemediği
hiçbir şeyi yapmamalarını istemektedir. Bu bakımdan güç sahibi yöneticilerin kendilerinin
istemediği bir şeyin yapılması durumunda şiddetli tedbirler alacakları açık gözükmektedir.
Firavun Hz. Musa ve adamlarını ciddiye almadığını, onların sayılarının az ve bölük
pörçük bir cemaat olduklarını, bu nedenle de kendilerini öfkelendirdiklerini, hâlbuki
kendilerinin güçlü ve uyanık bir cemaat olduklarını söylemektedir.774 Güçlü bir yapıya sahip
olan toplumun kendilerinden güçsüz bir topluluğu her zaman yenebileceği düşüncesinin
oluştuğunu görmekteyiz. Çünkü onlar yeni oluşmuş ve her hangi bir güce de sahip olmayan
böyle bir topluluğa karşı oldukça üstün bir konumda bulunmaktadırlar. Neticede bu
768
17/İsra, 45-51; 25/Furkan, 7;68/Kalem.
41/Fussilet, 1-6.
770
41/Fussilet, 26-27.
771
Yolcu, a.g.e, ss.267-268.
772
26/Şuara, 29.
773
26/Şuara, 49.
774
26/Şuara, 54-56.
769
148
bölünmüş gruplar bölük pörçük olarak kendi içlerindeki isyan ve baş kaldırmalar nedeniyle
hiçbir güç elde edememektedirler.775
Firavun Mısır mülkünün, ırmakların sahibi olduğunu ve bundan dolayı Hz. Musa gibi
zayıf bir adamdan daha hayırlı olduğunu söylemektedir.776 Böylece Firavun toplumdaki
insanlara gücünü göstererek kendisinin Hz. Musa’yı istediği zaman sürebileceğini,
öldürebileceğini kast ederek, şayet Hz. Musa’ya halkın uyması durumunda onlara da bu
cezaların uygulanacağını hatırlatmaktadır. Ayrıca Hz. Musa’nın gücünün olmadığını
söyleyerek, Hz. Musa’nın mücadelesinde başarılı olamayacağını vurgulamaktadır; çünkü
ona göre bu kadar güçlü olanın önünde hiçbir şey duramaz; bu nedenle de kendisine karşı
ortaya çıkan her türlü hareket yok olmaya mahkûmdur. Bu bakımdan yöneticilerin ancak
güçlü ve nüfuzlu olmalarıyla yönetime sahip olacakları; gücün kaybedildiği durumlarda
yönetimin de elden gideceği görülecektir.777
Salih Peygamber’e karşı gelen kavmin ileri gelenleri, büyüklük taslayarak güçsüz ve
zayıf olan iman etmiş kimselere onların inandıklarını inkâr ettiklerini söylemektedirler.778
Dolayısıyla güçlü olan ileri gelenlerin uğraşacakları, karşı gelecekleri, alay edecekleri
kimselerin güçsüz insanlar olduklarını görmekteyiz. Bu nedenle toplumsal çatışmanın en
önemli unsurlarından biri yöneticilerin ya da topluma hükmedenlerin güçlerinin toplumun
zayıf grubuna ne kadar üstün olduğu oluşturmaktadır.
Hz. Şuayb’a karşı gelenler, Peygamber’in zayıf olduğunu, kendilerinden üstün
olmadığını, bu nedenle kabilesi olmasa onu taşlayarak öldüreceklerini söylemektedirler.779
Bu bakımdan toplumda dini anlatmanın en önemli unsurun güçle irtibatlı olduğunu
görmekteyiz. İnsanlar kendilerinden güçsüzlerin sözlerini dinlememekte, o insanlarla alay
ederek onları ciddiye almamaktadırlar. Dolayısıyla çatışmalarda başarılı olabilmesi için
Kuran, inananların en azından kendilerine kol kanat gerecek bir yapılanmanın içerisine
girmelerini zorunlu görmektedir. (Tıpkı Hz. Şuayb’a kavminin sahip çıkması nedeniyle onu
öldürememeleri gibi.)
Hz. Nuh’a karşı gelenlerin, Hz. Nuh’un kendilerine üstün ve hâkim olmak istediğini
söylediği gibi,780 Firavun da yine aynı şekilde Hz. Musa’nın kendilerini yurtlarından
775
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.231; es-Sadr, a.g.e., s.217, 222.
43/Zuhruf, 51-52.
777
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.176.
778
7/A’raf, 75-76.
779
11/Hud, 91.
780
23/Mü’minun, 24.
776
149
çıkaracağını781 ve toplumda fesat çıkaracağını iddia etmektedir.782 Toplumdaki egemen
güçlerin kendilerinin güçlerinin ellerinden gideceği endişesini yaşadıklarını görmekteyiz.
Bu bakımdan Hz. Nuh’un ve Hz. Musa’nın bir Peygamber olarak ortaya çıkması ve onların
yaşamlarını değiştirmek istemesi, onların toplumdaki hâkimiyetlerine engel olacak, böylece
de sıradan insanlar olmalarına neden olacak ve böylece yurtlarındaki hâkimiyetlerinin
sonuna varacaklardır. Bu nedenle onlar bu durumu fark ederek Hz. Nuh’un ve Hz. Musa’nın
kendilerini devre dışı bırakarak, kendisini topluma üstün ve hâkim olacağını düşünmeleri,
onların gerçekte dini kabullenmeme nedenlerinin toplumdaki üstünlüklerini kaybetme
endişesi olduğunu göstermektedir.
Hz. Nuh’a karşı çıkanlar, Hz. Nuh’un ve onunla birlikte olanların bir gücü
olmadığından dolayı, kendilerini imana zorlayacak bir güç olmadığını söylemektedirler.
Eğer güç olsaydı, onların iman etmeleri belki gerekleşebilecekti; çünkü onlar için güç
demek, her şeyi yapma ve yaptırabilme demektir. Bu bakımdan onlara göre insanlara bir şey
yaptırabilmek isteniyorsa gücün bulunması gerekir ki, insanlar bunu yapsınlar. Onların bu
düşüncelerinin onların zihinsel alt yapılarındaki zorlanmışlığı, baskıcılığı ne kadar içten
benimsediklerini göstermektedir. Çünkü onlar Nuh’un güçlü olmasıyla kendilerine baskı
yapacağını ve sonunda da kendilerini de iman ettireceklerini düşünmektedirler. Hâlbuki
Peygamber ve onun yanındakiler kesinlikle onların üzerinde iman etmeleri için, onlar
istemediği halde bir baskı yapacak değildir.783
Hz. Yusuf’a ülkede dilediği şekilde hareket edebileceği yüksek makam sahipliği ve
yetki verilmiştir.784 Dolayısıyla bir ülkede dilediğini yapacak olanlar ancak belli bir
üstünlüğe sahip olanlardır. Bu bakımdan Hz. Yusuf, tebliğini daha rahat bir şekilde yapmış,
gücünün verdiği üstünlükle insanlara daha kolay ulaşabilmiştir. İbn-i Haldun yöneticiliğin
dünyevi faydaları, bedeni ve nefsi zevk ve arzuları cezp ettiği için insanların bu makamı
elde etmek istediklerinden dolayı mücadele edeceklerini ve savaşlar çıkaracaklarını
söylemektedir. Ancak kimsenin bu makamı kaybetmek istememesinden dolayı çatışmaların
ortaya çıkacağını vurgulamaktadır.785 Bu söylenilenlerin tarihi bir gerçekliği varsa da, bu
durumun Peygamberlerin mücadelesiyle ilgisinin olmadığını söylemeliyiz. Çünkü
Peygamberler dünyevi çıkarlar için değil, Allah'ın dinini yaymak ve toplumsal yapıyı
değiştirmek için çatışma içerisine girmektedirler.
781
26/Şuara, 35.
40/Mü’min, 26.
783
11/Hud, 28.
784
12/Yusuf, 54-56.
785
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.215.
782
150
2.4.10.2. Yöneticilerin Güçlerinin Halkı Etkilemesi
Hz. Peygamber’in toplum içerisinde elit insanların ilk olarak inanmalarıyla tüm
toplumun onlara bakarak iman edeceğini düşünmesi; fakat bu davetin gerçekleştiği sırada alt
kesimlerden olan bir kimseyle ilgilenmemesi Allah tarafından uyarılmasına neden
olmuştur.786 Toplumdaki elitlerin iman etmelerine öncelik tanınması, toplum içerisindeki
elitlerin halk üzerindeki etkisini çok güzel bir şekilde göstermektedir. Elitlerin iyi ya da kötü
inanışları, davranışları doğrudan halkı etkilemektedir. Ayrıca elitlerin halk üzerindeki
egemenlikleri ve halkı etkilemeleri dereceleri göz önüne alındığında, elitlerin kötü inanış ve
davranışlarının mü’minler tarafından mutlaka düzeltilmesi gerekecektir. Değilse toplum,
İslam'ın istemediği şekilde elitlerden etkilenecektir ki, mü’minlerin bu duruma müsaade
etmesi Kur'an'a göre doğru olmayacaktır.
İbn-i Haldun “Halk, hükümdarın dini üzeredir” sözünü yorumlayarak, yöneticilerin
toplumdaki insanları her yönden etkilediğini, tıpkı çocukların babalarını örnek alması ya da
mağlupların kendilerini yenenleri örnek alması gibi, halkın da yöneticileri kendilerine örnek
alarak onlara benzemeye çalıştıklarını ve böylece yaşadıklarını söylemektedir.787
Toplumdaki değişim ve dönüşümlerin başarısının yeni fikri himaye eden kimselere de bağlı
olduğu belirtilerek, bu kişilerin toplumun etkili ve nüfuzlu kimseler olmasının yeni fikirlerin
daha kolay edileceğini gösterdiği, bu nedenle yenilikçilerin ilk olarak bu insanlara
yönelmesi gerektiği vurgulanmaktadır.788
Firavunun sihirbazların iman etmesini kabullenememesi, bunun üzerine onlara her türlü
şiddeti uygulayacağını söylemesi,789 sahip olduğu sınırsız güçten kaynaklanmaktadır. O, bu
gücü sayesinde halkı üzerinde otorite sahibi olmasından dolayı, halkını kendi istediği bir
yaşam ile hayatta bırakmak istemektedir. Bu nedenle yöneticilerin sınırsız güce sahip
olmaları, halkın da zorunlu olarak ona uymalarına neden olmaktadır. Bu bakımdan
yöneticilerin bu sınırsız gücü halkın doğruyu bulmasına engel olmakta, doğruyu bulsalar
bile, doğruya uymalarına karşılık olarak kendilerine yapılacak şiddeti düşünerek doğru yola
gitmemelerine neden olmaktadır. Hem düşüncelerinin oluşumundaki etkisi, hem de
yapılacak olan baskılar nedeniyle yöneticilerin insanlar üzerindeki gerçekten çok büyük
olduğunu görmekteyiz. Baskıcı yönetimlerin ve zorba yöneticilerin insanlara yaptıkları
kötülükten dolayı o insanların güçlerinin ve cesaretlerinin kaybolacağı, bu nedenle miskin
786
80/Abese, 1-10.
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.200-201.
788
Düzgün, a.g.e., s.95.
789
20/Taha, 71.
787
151
ve tembel olacakları belirtilmektedir. Bunun nedeni olarak baskının dışarıdan gelmesi
nedeniyle zillet içerisinde yaşamanın insanların kendilerini savunmaktan aciz bırakacağı
söylenilerek, insanın kendi kendine dürtülerine baskı yapmasının ise bu etkileri
yapmayacağı vurgulanmaktadır.790 Bu nedenle Kur'an'a göre, çatışma durumunda ilk olarak
yöneticilerin bu baskılarını hafifletecek tedbirlerin alınması gerekmektedir. Ayrıca
toplumun içerisinde bu şekilde bulunan yöneticilere karşı, toplumun mutlaka çatışma
içerisine girmeleri zorunlu olacaktır. Çünkü bu yöneticiler hem onların yaşam tarzlarını,
düşüncelerini etkilemekte, hem onların dinlerini yaşamalarına engel olmaktadır. Bu
bakımdan zalim yöneticilerin olduğu bir toplumda çatışmanın olması da kaçınılmaz
olmaktadır.
Sihirbazların Hz. Musa’yla karşılaşmadan önce Firavundan kendilerinin üstün gelmeleri
karşılığında ücret talep etmektedirler.791 İnsanların maddi yöne olan istekleri ve yönelmeleri
onların gerçeği görmelerine engel olmakta, bu nedenle yöneticiye yaranmak ve belli bir
menfaat kazanmak amacıyla onun tüm isteklerini yerine getirmektedirler. Bu bakımdan
toplumsal çatışma durumunda topluma hâkim olanların maddi yönden üstün olmaları, onları
bir adım önde götürmektedir.
Yeryüzünde ululuk taslayan ve haddi aşan Firavunun kendilerine işkence etmesinden
korktukları için, o kavmin içerisinden sadece bir grup gencin iman ettiğini görmekteyiz.792
İnsanların iman etmemelerinin en önemli nedenlerinden birisinin toplumu yöneten kesimin
halkına karşı kullandığı baskının şiddetinin yüksek olması oluşturmaktadır. Bu bakımdan
kendini yöneticilerin eline bırakan ve onlardan korkan bir toplumun iman etmesi pek
mümkün olmayacağı için, iman edecek olanlar ancak henüz sisteme kendini entegre
etmeyen ve ondan korkmayan az sayıdaki dinamik bir grup olacaktır. Bu kadar az sayıdaki
bir grup ile başarının kazanılması oldukça zayıf bir ihtimal olacaktır. Bu nedenle çatışma
sürecinde yöneticilerin tutumlarının halka etkisinin ne kadar yüksek olduğunu Kur'an
hatırlatarak, yöneticilerin otoritesini bozmaya yönelik çalışmaların yapılması zorunlu
kılmaktadır. Bu bakımdan mü’minler Mekke’de iken, elitlerin gücünü kazanamadıkları için
başarıya ulaşamamışlar ve bu nedenle hicret etmek zorunda kalmışlardır.
Firavunun Hz. Musa’ya onu himayesine alarak büyüttüğünü; fakat onun bu kendisine
nankörlük
ettiğini
söylemektedir.793
Toplum
içerisinde
toplumun
nimetlerinden
790
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.167-168, 192-193.
26/Şuara, 41.
792
10/Yunus, 83.
793
26/Şuara, 18.
791
152
faydalanarak yaşayan kimselerin, kendini yetiştiren ve büyüten toplumuna karşı harekette
bulunmaları toplum tarafından, özellikle oranın yöneticileri tarafından vatan hainliği
yapılmış olarak görülmektedir. Toplumun içerisinde büyümesine rağmen topluma karşı
ortaya çıkan hareketler bu bakımdan oldukça büyük bir tehlike taşımaktadır; üstelik bu yeni
hareketi ortaya çıkaranlara karşı büyük bir psikolojik baskı uygulanmaktadır. Bu nedenle
Kur'an, toplumun mevcut durumunu değiştirmek için ortaya çıkan kimselerin kendilerini
psikolojik olarak iyi hazırlamalarını istemekte, kendilerini toplumun huzurunu ve düzenini
bozan asiler olarak değil, toplumu gerçek anlamda düzeltmeye çalışan ıslahatçılar olarak
görmelerini istemektedir.
2.4.10.3. Mü’minlerin Toplumsal Çatışmalarında Gücün Önemi
Toplumun yanlış inançları devam ediyor ve mü’minler bu duruma karışmıyorlarsa,
orada çatışmanın çıkması mümkün değildir. Bunun nedeni mü’minlerin sisteme
bütünleşmeleri olabileceği gibi, toplumun içerisinde bir güce sahip olmamaları veya
yöneticilerin baskılarından korkmaları da olabilir. (Tabi mü’minlerin kendilerini
güçlendirmesi olan geçiş aşamasını bu durumun dışında tutmalıyız.) Geçiş aşamasının
dışında kalan her türlü sessiz kalmanın İslami bir özellik taşımadığını belirtmeliyiz. Çünkü
toplumsal yapıya bütünleşmek orada zaten İslami düşüncenin ortada kalmadığını
göstermektedir. Toplumun içerisinde bir güce sahip olmamaktan kaynaklanan sessizlik ise,
bu kişilerin kendilerini zayıf hissetmeleri, toplumun baskısından korkmalarından
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu kişilerin kendilerini güçlendirmek için bir mücadeleleri
yoksa bu kişilerin toplum içinde inançlarını kaybedecekleri görülecektir. Gücün
kullanımında
hem
zihinsel,
hem
de
bedensel
(maddi)
gücün
önemli
olduğu
görülmektedir.794 Dolayısıyla gücün iki önemli yönü olduğunu görmekteyiz. İnsanların
elinde maddi yönden ne kadar güç olursa olsun, düşünce bakımından bir güçleri yoksa
maddi güçlerini kullanmalarının oldukça zor olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle güçlü
olmak ile inanç arasında bir bağlantı olduğunu görebiliriz.
Mü’minlerin düşmanlarını korkutmak amacıyla güçlerinin yettiği kadar güç sahibi
olmalarının emredilmesi,795 çatışmalarda gücün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Bu bakımdan toplumsal çatışmalarda da karşı tarafa üstünlük kurulmak isteniyorsa mutlaka
794
795
Düzgün, a.g.e., s.105.
8/Enfal, 60.
153
belirli bir güce sahip olunması gerekmektedir. Aksi takdirde bu çatışmada başarılı
olunabilmesinin oldukça imkânsız olunacağı görülecektir.
Peygamber’in düşmanla çatışması devam ederken, İslam'ın üstünlüğü sağlanıncaya
kadar düşman esirlerini bırakamaması,796 gerek toplumsal, gerek toplumlar arası çatışma
sürecinde kesinlikle her zaman mü’minlerin düşmanlardan güçlü olmasını zorunlu
kılmaktadır. Toplumsal çatışma sürecinde mü’minlerin kendilerini güçlü kılmak için
çabaları, toplumun elitleri/yöneticileri tarafından engelleneceği de açık bir durumdur. Zaten
toplumun büyük bir gücü kendilerinin elinde bulunan elitlerin, güç elde etmek için
mücadele eden mü’minlere karşı oldukça sert tedbirler alacakları görülecektir.
Allah, halkı zalim olan kişilerin yaptıkları kötülükler nedeniyle zavallı erkekler,
kadınlar ve çocukların feryatlarının işitilmesini ve onlara yardım amacıyla savaşılmasının
gerekli olduğunu belirtmektedir.797 Mü’minlerin kendi hayatlarında İslam'ı yaşamalarının ya
da İslami bir toplum kurmalarının yetmediği, eğer böyle yaparlarsa, yani sadece kendi
toplumlarıyla ilgilenirlerse yanlış bir yolda ilerlemiş olacaklardır. İslam, iyiliğin insanlığın
tümüme egemen olmasını ve kötülüklerin de tamamen ortadan kalkmasını istemekte, bu
nedenle de toplumlara zarar verecek davranışlara engel olmaya çalışmaktadır.798 Çünkü
dünyaya egemen olunmadan dünya hayatının toplumsal yönlerine, yani dünyanın imar ve
inşası, insanların toplumsallaşması, huzurlu bir hayatın tümüne hâkim olunamayacaktır.799
Dolayısıyla Allah, mü’minlerin kendi toplumlarının dışında kalan zayıf ve güçsüz insanların
yardımına koşulmasını emrederek, İslam toplumlarının dünyadaki tüm insanlarla
ilgilenmelerinin zorunlu olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bir insanı haksız yere öldürmek
tüm insanlığı öldürmek gibi olurken, bir insanın kurtarılması tüm insanlığı kurtarmak
anlamına gelmektedir.800
İslam toplumlarının bu şekildeki müstaz’af kimselerin yardımına koşmaları, doğal
olarak mü’minlerle bu toplumlardaki zalim olan halkı karşı karşıya getirerek bir çatışma
durumunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İslam’a göre zalimlerin zulmüne engel
olmayanlar zulme ortak olmaktadırlar, bu nedenle Müslümanların toplumlarındaki günah ve
haksızlıklara kayıtsız kalamayacaklardır.801 Tabi bu zalim halka karşı müstaz'afları
koruyabilmek için ise İslam toplumlarının belli bir üstünlüğe ve güce sahip olmaları
796
8/Enfal, 67.
4/Nisa, 75; 11/Hud, 16.
798
Şimşek, a.g.e., s.187.
799
Altıkardeş, a.g.e., s.58.
800
5/Maide, 32.
801
Şimşek, a.g.e., s.256; Aktaş, a.g.e., s.225; es-Sadr, a.g.e., s.223.
797
154
gerekecektir. Bu bakımdan güçsüzlere yardım etmek için İslam toplumlarının kendilerini
geliştirmeleri zorunlu olmaktadır. O halde İslam toplumları kendilerini zalim halklardan
güçlü kılmak için uğraşmazlar ise, o zaman Allah'ın emrini yerine getiremeyeceklerdir.
İslam toplumlarının zalim olan toplumlara müdahalede bulunmaları, onların dünyayı
akışında bırakmak istememelerini doğuracak, her yönden dünyadaki tüm toplumlarla
ilgilenmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu tür bir çatışmanın türünün İslam'ın yayılmacı
özelliğinden kaynaklanmadığını özellikle vurgulamalıyız. Çünkü İslam zorla insanları
Müslüman etmek için uğraşmamaktadır; bilakis çatışma türünün engellenme nedeniyle
ortaya çıkan bir çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insanların dinlerini yaşamalarına
engel olunması nedeniyle ortaya çıkan bir çatışmadır bu durum.
Gücün bu kadar önemli olmasına rağmen güç sahibi olunamadığı durumlarda da
İslam'ın anlatılmasının zorunlu olduğunu görmekteyiz. Çünkü Peygamberler karşılarında
hep kendilerinden güçlü kişilerle mücadele etmişlerdir. Bu bakımdan güçlü olmanın önemi
çatışmada izlenilen bir yöntem olarak önem kazanmaktadır. Örneğin, Hz. İbrahim’in
insanların düşünmelerini sağlamak, yanlış inançlarını düzeltmek için onların putlarını
kırmıştır. Bunun üzerine halkın bu işi yapan kişiyi zalim biri olarak nitelendirdiklerini ve
Hz. İbrahim’in bu yaptığından dolayı onu ateşe atarak öldürmek istediklerini
görmekteyiz.802 Hz. İbrahim’in toplumun inançlarını hiçe sayarak bu tür bir iş yapması,
toplum içerisinde büyük bir tepkiyle karşılaşmasına neden olmuştur. Böylece toplumun
yanlış inançlarını düzeltmek, insanları doğru yola yönlendirmek için mutlaka üstün bir güce
sahip olunmasının gerekli olmadığı sonucunu çıkartmaktayız. Çünkü Hz. İbrahim’in onların
değerlerini umursamadan, kendisine yapacakları şiddeti düşünmeden bu işi yaparken
arkasında onu koruyacak bir gücün olmadığını anlamaktayız. (Hz. İbrahim’in ateşe
atıldığında onu kâfirlerin elinden kurtaracak bir gücün bulunmaması, onun gerçekten toplum
içinde üstün bir güce sahip olmadığını göstermektedir.) Bu nedenle Allah'ın dinini
anlatmanın her şeyden daha önemli olması nedeniyle, insanların öleceklerini bile bile
gerçeği söylemelerinin zorunlu olması, toplum içerisinde hiçbir şey yapmadan, güç sahibi
olduktan sonra çatışmaya girileceği düşüncesinin yanlış olduğunu göstermektedir. Güçsüz
de olunsa güçlüye karşı Hakk’ın söylenilmesi, toplumun içerisinde her zaman bir çatışma
ortamını hazır durumda bekletmektedir. Çünkü yanlışın ortaya çıktığı bir zamanda, her an
bu yanlışı insanlara hatırlatarak, insanların gerçeği görmeleri için onların düşünmelerini
sağlayacak mü’minler mutlaka çıkacağı görülebilecektir. Bu bakımdan Kur'an, toplumlarda
802
21/Enbiya, 57-69; 37/Saffat, 91-97.
155
ortaya çıkan haksızlıklara karşı müminlerin her zaman çatışma içerisine girebileceklerini
vurgulamaktadır.
2.4.11. İslam'da Savaş
Antlaşmalarını bozan, inananları yurtlarından çıkaran ve mü’minlere saldıranlara karşı
mü’minlerin Allah yolunda savaşmaları emredilmektedir.803 İslam'da mü’minlerin
savaşmalarının geçerli olmasının temelinde haksızlığa uğramak vardır. Mü’minlere savaş
izni verilmesinin nedeni zulme uğramış olmalarından dolayıdır. Değilse insanlara sadece
Allah'a inanmıyorlar diye savaş açmak İslam'a göre doğru değildir.804 İnsanların
küfürlerinin savaş sebebi olamaz, Hz. Peygamber’in savaşları bu nedenle asla saldırı
savaşları olmamıştır. Bu bakımdan İslam’daki savaşın, koruma-savunma/koruyucu savunma
türü bir savaş olduğu vurgulanmaktadır. Kur'an, savaşın ancak savunma amacıyla
yapılmasını kabul ettiğinden dolayı savaşa katılmayan kişileri şiddetle kınamıştır; çünkü
onlar kendi toplumlarını korumayarak toplumu düşmana karşı savunmasız bırakmışlardır.805
Hz. Peygamber’in isteğini barışla gerçekleştirmek istediği, bu nedenle mutlak suretle
savaşmak arzusunda olmamış; ancak sadece savaş kaçınılmaz olduğu zaman savaşmıştır.806
Bu bakımdan Kur'an, tevhid ve adalete düşman olmanın dışında Allah yolunda savaşmayı
meşru kılmamakta ve İslam'ın tebliğ edilmesinin önüne çıkacak tüm engellerin ortadan
kaldırılmasının zorunlu kılmaktadır.807
Zulme uğramalarının nedeni ise, sadece “Rabbimiz Allah'tır” demeleridir. Bunun
üzerine kâfirler onları yurtlarından çıkarmışlardır.808 Mü’minlerin toplumsal yapı içerisinde
sadece kendilerini ilgilendirmesi bakımından İslam'ı seçmeleri çatışmanın çıkması için
yeterli değildir. Mü’minlere zulüm yapılmasının nedeni onların imanının toplumu
803
8/Enfal, 39; 9/Tevbe, 5, 12-13, 36, 73, 123; 66/Tahrim, 9. Kur'an'ın Müslümanlara emrettiği savaşı amacı
itibariyle incelendiğinde, bunun başlıca üç şekilde gerçekleştiği söylenilmektedir: 1. Meşru Müdafaa Savaşı, 2.
Yardım Maksadıyla Yapılan Savaş, 3. Mevcut Bir Savaşın Devamı Olarak Yapılan Savaş. Ateş, a.g.e., s.290,
293.
804
İslam dünyasındaki geleneksel savaş anlayışının, yani insanlara küfürlerinden dolayı savaş açmanın zorunlu
olduğu anlayışın nasıl olduğu ve İslam'ın ilk dönemlerinde Ehli Kitaba yumuşak bir üslup kullandığı, ancak
Medine döneminde Ehli Kitabın ve müşriklerin ters davranışları nedeniyle bu üslubun sertleştirilerek onlarla
savaşılmasının emredildiği; bu nedenle bu savaş ayetlerinin o dönemin şartlarıyla ilgili olduğu için tüm
dönemler için geçerli bir hüküm olmadığına dair bkz: Mustafa Öztürk, “Kur’an’a Göre ‘Öteki’nin Konumu”,
Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Tefsirde Anakronizme Ret Yazıları, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2004,
ss.146-164.
805
Şimşek, a.g.e., ss.289-293; Ahmet Yaman, İslam Devletler Hukukunda Savaş, Beyan Yay., İstanbul, 1998,
ss.54-55, 90-92. Ateş, ss.242-266; 306-307.
806
Fazlurrahman, İslam, s.66.
807
Güler, a.g.m., ss.45-49.
808
22/Hac, 39-40.
156
değiştirme gibi bir amacının olmasıdır. Bu nedenle toplumdaki dengeleri bozan böyle bir
iman, topluma hâkim olanlar tarafından kabul görmeyecektir. Üstelik bu imana sahip
olanlara karşı çatışma içerisine girilmesine neden olacaktır. Mü’minler de kâfirlerin
kendilerine karşı çatışmayı başlatmış olmalarından dolayı onlara karşılık vermektedirler.
Kur'an'ın nüzulü sürecinde savaşın meşru kılınma seyrini incelendiğinde, ilk dönemlerde
savaşa izin verilmediğini, ancak belli bir süre sonra bunun istenmeyen ama aynı zamanda
kaçınılmaz bir olgu olduğundan hareketle gerekli düzenlemelerin yapılmış olduğu
vurgulanmaktadır.809
Tabi şunu unutmamak gerekir ki, kâfirlerin yerleşik yapılarını göz önüne aldığımızda,
toplumun dengelerini bozmaya çalışan taraf mü’minler olduğu için, çatışmayı başlatan asıl
tarafın mü’minler olduğunu söylemeliyiz. Fakat mü’minler kendi istekleri doğrultusunda bir
çatışma çıkarmamaktadırlar; bilakis doğrunun, iyinin ve ilahi olanın hâkim olması, zulmün,
haksızlığın ve şirkin ortadan kalkması için çatışmayı başlatmışlardır. İslam'ın şiddet dini
değildir; çünkü İslam'ın hedefinin yeryüzünde adil ve barışçı bir düzen kurmak istemesinden
dolayı ahlak düzenini kurmak için şiddet yolunu takip etmeyecektir; ancak böyle bir düzen
şiddet kullanılmadan kurulamayacaksa, çatışmadan kaçınmayacaktır.810 Bu nedenle
müminlerin çatışmayı başlatmış olmalarının haklı bir sebebi var iken, kâfirlerin çatışmayı
başlatmaları tamamen kendi çıkarlarını devam ettirmek içindir ve onların çatışmaları bu
yüzden haklı bir temele dayanmamaktadır.
Allah, Bedir Savaşı’nda düşmanı öldürenin mü’minler değil kendisinin olduğunu
belirtmektedir.811 Bu durumda mü’minlerin savaşının Allah tarafından haklılaştırıldığı
görülmektedir. Aynı zamanda bu savaşlarında Allah'ın bizzat savaştığı söylenilerek, aslında
savaşan mü’minlerin savaşmadığı; yani savaşan mü’minleri temsil olarak bu eylemi Allah
üstlenmektedir. Bunun sonucunda da mü’minler, kendilerinin yaptıkları her hareketin bizzat
Allah tarafından yönlendirildiğinin bilincinde olarak yaşamlarının her alanında bu durumu
hissetmeleriyle güçleri artmaktadır.
İbn-i Haldun bir topluluğun içinde bir topluluğun (asabiyet) üstünlük sağlamasıyla,
tabiatı gereği başka topluluklara (asabiyetlere) üstünlük sağlamak için çatışmaya gireceğini,
bu durumun devlet olma gücünü sağlanıncaya kadar devam edeceğini söylemektedir.812
Yani İbn-i Haldun’a göre çatışmanın nedeni savunma ya da haksızlığa uğrama amaçlı değil;
809
Ateş, a.g.e.,ss.235-241.
Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, s.22.
811
8/Enfal, 17.
812
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.190.
810
157
tamamıyla güç sahibi olmak, devlet kurmak amaçlıdır. Ancak İbn-i Haldun çatışmaların ve
savaşların asıl sebebinin insanlardan intikam almak için olduğunu söyleyerek bunun
sebeplerini şu şekilde sıralamaktadır: 1. Kıskançlık, çekişme ve rekabet; 2. Düşmanlık; 3.
Allah ve din için kızmak; 4. Hükümdarlık için kızmak ve onu kurmaya çalışmak. İbn-i
Haldun ilk iki savaşın zulüm ve fitne için olduğunu, son ikisinin ise cihad ve adalet için
olduğunu söylemektedir.813 Bu nedenle savaşların sadece devlet kurma amaçlı olmadığı, bu
amaçla bile olsa devletin İslami bir nitelik taşıması nedeniyle dünyevi amaçlı olmadığı
sonucu çıkmaktadır. Ayrıca Allah ve din için kızılmasıyla yapılan savaşların olduğunu
söylemesiyle de savaşların ilahi bir boyutunun olduğunu vurgulamaktadır.
Mü’minlerin, Allah'ın izniyle düşmanlarını öldürdükleri,814 savaşmalarının da Allah'ın
mü’minler vasıtasıyla onları cezalandırmasının göstergesi olduğu belirtilmektedir.815
Değilse mü’minlerin tüm savaşlarında kâfirlerle çatışmalarında, kâfirleri öldürmelerinin
kendi istekleri ve çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Bu
bakımdan mü’minlerin kâfirleri öldürmelerinin Allah'ın izniyle gerçekleşmiş olmasıyla,
mü’minlere Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla insan öldürebilme izni verildiğini
görmekteyiz.
Aynı zamanda mü’minlerin savaşlarının haklılaştırılması boyutu da
gerçekleşmiş olmaktadır; çünkü mü’minlerin savaşları Allah'ın izniyle gerçekleşmektedir.
Böylece mü’minlerin kâfirlerle olan çatışmaları meşru bir sebebe dayanmış olmaktadır.
Üstelik savaş yapma ve kâfirleri öldürme Allah'ın yeryüzündeki temsilcileri olan mü’minler
tarafından yapılması çatışmalarda mü’minlerin önemli bir fonksiyon üstlendiklerini
göstermektedir.
Allah dilemeseydi, kendilerine açık deliller geldikten sonra bazı toplumların
birbirleriyle savaşmayacakları belirtilmektedir.816 Fakat Allah onların savaşmalarını
dilemiştir. Demek ki, Allah'ın insanlar için kötülük istemeyeceğini göz önünde
bulundurursak, savaşmak o insanlar için en geçerli yoldu. Savaşmak bu anlamda bazı
toplumlar için zorunlu olmaktadır. Bu bakımdan insanların şartlar gerektirdiği zaman
savaştan kaçmalarına gerek yoktur.
Mü’minlerin
tedbirlerini
alarak
bölük
bölük
veya
topyekûn
savaşmaları
istenmektedir.817 Yani savaş yapmak kaçınılmaz ise, duruma göre toplumun bir bölümü
813
İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.360.
3/Âl-i İmran, 152.
815
9/Tevbe, 14, 52.
816
2/Bakara, 253.
817
4/Nisa, 71.
814
158
savaşması gerektiği gibi, gerektiğinde de toplumun tümünün tüm olanaklarıyla savaşmaları
gerekmektedir. Bu nedenle düşmanın yapacaklarına karşı önceden tedbirli olmak da önemli
bir husus olduğu açıktır. Çünkü tedbirli olunmazsa İslam toplumunun yenilgisi de
kaçınılmaz olacaktır. Bu bakımdan mü’minlerin her zaman ya da ortamın bozuk olduğu
durumlarda (ne zaman mü’minler büyük bir güç elde ederek İslam toplumunu çok büyük bir
noktaya getirdikleri vakit, o zaman kâfirlerin elleri kolları bağlı kalacak, toplumun düzenini
bozamayacaklardır.) kâfirlere karşı önlemlerini almaları gerekecektir ki, bu durum da
çatışmanın her zaman olabileceği ihtimalinin kabul edilmesi anlamına gelmektedir.
Mü’minlerin düşman karşısında başarılı olabilmeleri için sabredilmesi, sebat
gösterilmesi, düşmana karşı hazırlıklı ve uyanık olmaları ve Allah'tan korkmaları gerektiği
bildirilmektedir.818 Düşmana karşı hazırlıklı ve uyanık olunması emri verilmesi mü’minlerin
eli kolu bağlı bir şekilde hiçbir zaman kalmamalarını gerektirdiği için, sürekli olarak bir
çatışma potansiyelinin mevcut olduğu izlenimini vermektedir. Çünkü düşmanların
mü’minlere kaşı her an bir şey yapabilme ihtimalinin bulunması, mü’minlerin de bu duruma
karşı önlem almalarını gerektirmekte, böylece de sürekli olarak bir çatışma atmosferinin
oluşması gerçekleşmektedir.
818
3/Âl-i İmran, 200; 8/Enfal, 45.
159
SONUÇ
Toplumun insanlar için ne kadar önemli olduğunu göz önüne aldığımızda, toplumların
insan hayatındaki yerinin değeri de ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan toplumlarda ortaya
çıkan çatışmalar, toplumun düzenini ve yapısını değiştirmesi açısından değerlendirildiğinde
toplumsal değişme açısından çok önemli bir konumda olduğunu görmekteyiz. Çatışmalar
toplum içerisinde yaşamadan kaynaklandığı için çatışmaların en önemli yönünü insanlar
arası ilişkiler belirlemektedir.
Toplumsal çatışmalarda insanların birey olarak kendi çıkarlarını düşünmesi çatışmaların
ortaya çıkmasına neden olmakta; fakat bu çatışmalar toplumdaki düzeni çıkar sağlamak için
bozması nedeniyle toplumsal yapı tarafından haksız bir oluşum olarak kabul edilmektedir.
Bu nedenle bireysel isteklerin toplumsal yapıyı bozmasına engel olmak ve toplumsal düzeni
sağlamak için bu kişilerin topluma uymaları için zorlanmaları gerekmesinden dolayı
çatışmalar gerçekleşmektedir.
Toplum hayatında insanların farklı düşüncelere sahip olmaları çatışmalara neden olmaz
iken, bu farklılıkların farklı bir şekilde dönüşüme uğrayarak çatışmalara neden olduğunu
görmekteyiz. Farklılıkların çatışmaya dönüşmesinde en önemli etkenler toplumun yapısını
değiştirmek için çıkmaktadır. Bu bakımdan insanların kurguladıkları yeni toplum yapısı ile
mevcut toplum yapısı arasındaki uyumsuzluk nedeniyle, yeni düşüncelerin mevcut
toplumsal yapı tarafından kabul görmemesi çatışmaların ilk aşamasını oluşturmaktadır.
Toplumsal anlamda çatışmaların ortaya çıkması bu anlamda mevcut toplumsal yapıdaki
tüm değerlerin, geleneklerin, statülerin, haksızlıkların değişmesi anlamına geldiği için,
çatışmayı başlatan tarafın kendisine karşı konumlandırdığı karşı bir taraf oluşmakta ve
böylece çatışmanın geçekleşebilmesi için tüm şartlar olgunlaşmaktadır. Toplumdaki
değişimin sağlanabilmesi için toplumda çatışmalar ortaya çıkarak, mevcut toplum istenilen
şekilde değiştirilme girişimleri başlamış olmaktadır. Toplumdaki çatışmaların toplumları
geliştirerek, sürekli ileri götürmesi düşüncesinin olması da, toplum içerisinde çatışmaların
hiçbir zaman bitmemesine neden olmaktadır.
Dinler, insanların düşüncelerini değiştirmekte ve bu düşüncelerin insanların hayatlarını
kuşatması için onları etkilemektedir. İnsanlar bu dini değerleri kabul etmeleriyle birlikte, bu
değerler davranışlara yansımakta, daha sonra toplumsal anlamda bu davranışlar toplumda
yerini almaktadır. Böylece dinlerin toplumda belirli bir konum elde etme isteği, toplumdaki
160
yerleşik yapıyla uzlaşamamasına neden olmakta ve sonuçta çatışmalar gerçekleşmektedir.
Aynı şekilde inananların mevcut yapıda dinlerinin emirlerini gerçekleştirememeleri ve
mevcut toplumun sahipleri tarafından engellenmeleri de çatışmaların çıkmasına neden
olmaktadır. İnananların yaşantılarının engellenmesinin nedeni, onların inançlarının
toplumdaki yapıyı değiştirme düşüncesinde aranması gereklidir. Aksini düşünecek olursak
toplumun mevcut toplum yapısıyla bir ilgisi olmayan ve onu değiştirmeyi amaçlamayan dini
düşüncelerin, çatışmaları ortaya çıkarmasının mümkün olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle
bireysel anlamda yaşanılmaya çalışılan dinlerin hiçbir zaman tehdit olarak görülmemesi
nedeniyle toplumsal çatışmalar ortaya çıkmayacaktır.
Dini düşüncelerin insanları yönlendirmesiyle ortaya çıkan çatışmaların inananlar
tarafından dini bir şekilde değerlendirilmesi ile çatışmaların niteliği de değişerek, dünyevi
bir amaç olmaktan çıkarak kutsallık kazanmaktadır. Böylece toplumsal çatışmalar dini bir
niteliğe sahip olmasıyla çatışmaların haklılaştırılması da böylece sağlanmış olmaktadır.
Ancak dinlerin çatışmaları haklılaştırması ya da meşrulaştırması nedeniyle bazı çıkar
sahipleri tarafından bu durumun kullanılarak, çatışmalar dini bir özellik arz etmemesine
rağmen, çıkar amaçlı çatışmalar dini bir renge bürünerek dini çatışmaların istenilmeyen bir
şekilde dönüştürüldüğünü görmekteyiz. Bu nedenle dini çatışma olarak ortaya çıkan
çatışmaların arkasında çok farklı nedenlerin olması, bu çatışmaların haklılığını tespit etmek
için çok kapsamlı bir şekilde değerlendirilmelerini zorunlu kılmaktadır.
Dinlerin istediği gibi bir topluma kavuşmalarıyla birlikte, toplumsal yapının dini bir
nitelik taşıması sonucunda, bu toplumda ortaya çıkan değişiklik oluşturma düşünceleri
toplumsal yapı tarafından kabul edilmemektedir. Dinler isteği doğrultusunda bir yapıyı elde
ettikten sonra, bu yapının bozulmaması için elinden gelen her şeyi yapmakta ve yapısını
korumaya çalışmaktadır. Bu nedenle dinlerdeki farklı düşünce ve yapılanma şeklinde ortaya
çıkan gruplaşmalar ve mezheplerin toplumsal çatışmalara neden olması açısından önemli bir
konumda olduklarını görmekteyiz.
Kur'an, insanların düşüncelerini kendi isteği doğrultusunda şekillendirmekte, bu
düşüncelerin hayatlarına yansımasını isteyerek toplumsal anlamda kendi emirlerini
uygulatmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan Kur'an'ın temel amacı insanı ve toplumu Allah
merkezli bir yaşamla tanıştırarak onların değişmelerini sağlamaktır. Kur'an bu amaçla ilk
olarak insanların düşüncelerini etkileyerek değiştirmekte ve daha sonra inananlar bu
düşünceler ile hayata bakarak toplumun yapısını ilahi yönde dönüştürmek için mücadeleye
girmektedirler. Kur'an bu mücadelede inananları birçok yönden teşvik etmekte, onların
161
mücadelelerinde
zayıflık
göstermemeleri
için
onları
desteklemekte,
onları
cesaretlendirmektedir. Böylece inananlar bu bilinçle yola koyularak önlerinde hiçbir engel
tanımamaktadırlar.
Kur'an toplumda inanmayanları yani kâfirleri göz önünde bulundurarak, kâfirlerin
yapılanmalarını mü’minlere göstermekte ve kâfirlerin bu yapılanmalarının mü’minler
tarafından kabul edilmemesini bildirerek, kâfirlerden farklı olduklarını göstermekte ve bu
nedenle kâfirlerden uzaklaşmalarını sağlamaktadır. Bunun sonucunda inananlar ile kâfirler
arasında karşıtlık düşüncesinin oluşmasıyla çatışmanın temelleri oluşmaktadır. Bu sırada
Kur'an, mü’minlerin kendi içlerinde sağlam bir yapı oluşturmalarını sağlayarak,
mücadelelerinin en iyi bir şekilde geçmesi için onlara yol göstermekte ve sistemli bir şekilde
çatışma stratejisi belirleyerek çatışmanın hangi temeller üzerine oturacağını belirlemektedir.
Böylece inananların toplumdaki değişikliği gerçekleştirmeleri için tüm bilgiler, işaretler
gösterilerek toplumun ilahi yöne doğru dönüştürülme mücadelesi de başlamış olmaktadır.
Kur'an'ın toplumda mü’minler aracılığıyla başlattığı değişim birçok sorunlarla
karşılaşmaktadır. Toplumdaki mevcut yapı Kur'an'ın istediği şekilde bir dönüşümü kendi
açılarından tehlikeli görmeleriyle taraflar birbirleriyle çatışmaya girmektedirler. Toplumun
Kur'an'ın getirdiklerini kabul etmemesinde bireysel anlamda olumsuz özellikler onları
etkilediği gibi, mevcut geleneklerin insanları etkili bir şekilde yönlendirmesi, onların
kişiliklerini etkilemekte ve doğruyu kabul etmelerinde zorluk çıkartmaktadır. Bu bakımdan
insanların doğru olarak sadece kendilerini ya da geleneklerini kabul etmeleri toplumsal
çatışmaların devam etmesine ve de şiddetlenmesine neden olmaktadır.
Kur'an toplumda eşitlik prensibini getirerek toplumdaki tüm haksızlıkların önüne
geçmek istemektedir. Bu anlamda toplumdaki konumlarını eşitsizlik ve haksızlık üzerine
oturtmuş bulunan çıkar sahipleri, çıkarlarının kaybolmaması için çatışmaya girmektedirler.
Bu nedenle onlar güçlerini kullanarak İslam'ın topluma hâkim olmasının önünde durmakta
ve mü’minlere birçok yaptırım uygulamaktadırlar. Bu bakımdan çatışmalar değişik
görüntüler altında sunularak inananların toplumda kargaşa çıkarttıkları izlenimi verilmekte,
bu nedenle mü’minlere karşı olan yöneticiler, güçlerinin sayesinde halkı tüm yönlerden
etkileyerek mü’minleri zorlamaktadırlar. Bunun sonucunda Allah'ın dininin tüm insanlara
ulaştırılması, haksızlıkların ve eşitsizliklerin toplumlardan uzaklaştırılması için mücadele
eden mü’minler, Kur'an'ın istediği şekilde bir toplum oluşturuncaya kadar toplumsal
çatışmalardan hiçbir şekilde vazgeçmemektedirler.
162
Toplumlarda farklı inançlara sahip insanların bir arada yaşamasından kaynaklanan
çatışmaların da olduğunu görmekteyiz. Müminlerin toplumlarında Allah'ın istediği şekilde
bir yaşam sürdürebilmeleri için toplumda üstünlüğün kendilerine ait olması zorunlu
olmaktadır. Bunun sonucunda toplumda mü’minlerin istediği şekilde yaşamayı kabul
etmeyen farklı inanç sahiplerinin çatışmaya neden olduklarını görmekteyiz. Bu bakımdan
Kur'an, mü’minlerin sadece inanmadıklarından dolayı kâfirlerle çatışmaya girmelerinin
doğru olmadığını göstermektedir. Kur'an bu anlamda tüm çatışmaların ancak mü’minlerin
engellenmesi nedeniyle ortaya çıktığını göstermektedir.
Mü’minlerin, toplumu Kur'an’a göre düzenlemeye çalışmaları, ayrıca adalet temeli
üzerine toplumu değiştirmek istemeleri, ilk başta mü’minlerin çatışmaları başlattıklarını
gösterse bile, Kur'an'a göre mü’minlerin başlattıkları bu çatışmalar, aslında toplumda
inançsız bir şekilde sürdürülen yaşamın ortaya çıkardığı haksızlıkların haklı bir temel
üzerine oturması için gerçekleştirilen çatışmalardır ve bu nedenle de çatışmayı ilk başlatan
taraf kesinlikle mü’minler değildir. Kur'an, müminlerin doğrunun ve güçsüzün yanında
olarak toplumda haklı bir çatışma başlattıklarını savunmaktadır.
163
KAYNAKÇA
-KUR’AN-I KERİM
-AHMED, Manzuriddin, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Çev. Kazım Güleçyüz, İslam'da
Siyaset Düşüncesi kitabının içinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995.
-AKTAŞ, Faruk, Kur'an'da Cehalet Kavramı, Ekin Yay., İstanbul, 2001.
-AKTAY, Yasin, “Giriş: Sosyolojinin Nesnesi Olarak Din”, Der: Yasin Aktay-M. Emin
Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde, Vadi Yay., 2.Bas., Konya, 1998.
-ALTIKARDEŞ, İsmet, Din ve Sosyal Bütünleşme, Rağbet Yay., İstanbul, 2004.
-ALTINTAŞ, Ramazan, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, Ribat Yay., Konya, tarihsiz.
-ARON, Raymond, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Korkmaz Alemdar, Bilgi Yay.,
4.Bas., Ankara, 2000.
-ARSLANTÜRK, Zeki-Amman, M. Tayfun, Sosyoloji-Kavramlar-Kurumlar-SüreçlerTeoriler, Çamlıca Yay., 4.Bas., İstanbul, 2001.
-ATEŞ, Abdurrahman, Kur’an’a göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Beyan Yay.,
İstanbul, 2002.
-AYDIN, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fakültesi Yay., 8.Bas., İzmir, 1999.
-AYDIN, Mustafa, İslam'ın Tarih Sosyolojisi -İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi,
Pınar Yay., 2.Bas., İstanbul, 2001.
-BAHADIR, Abdülkerim, İnsanın Anlam Arayışı ve Din-Logoterapik Bir Araştırma, İnsan
Yay., İstanbul, 2002.
-BA-YUNUS, İlyas-Ahmed, Ferid, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Denemesi, Çev. Rıdvan
Kaya, Bir Yay., İstanbul, 1986.
-BAYYİĞİT, Mehmet, (Editör), Kur'an Sosyolojisi Üzerine Denemeler, Yediveren Yay.,
Konya, 2003.
-BENETON, Philippe, Toplumsal Sınıflar, Çev. Hüsnü Dilli, İletişim Yay., İstanbul, 1991.
-BERGER, Peter L., Kutsal Şemsiye-Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları, Çev. Ali
Coşkun, Rağbet Yay., 2.Bas., İstanbul, 2000.
-BİLGİN, Vejdi, Sosyal Çözülme ve Din, Etüt Yay., Samsun, 1997.
-BULAÇ, Ali, Modern Dünya İle Çatışma ve Uyumdan Modernite’yi Aşmaya, Bilgi ve
Hikmet Dergisi, Modern Dünyaya Karşı Üç Tutum: Çatışma, Uyum ve Aşma konulu
sayı, Güz-1994, sayı, 8.
164
-EL-CABİRİ, Muhammed Abid, Arap-İslam Siyasal Akıl, Çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi
Yay., 2.Bas., İstanbul, 2001.
-CANATAN, Kadir, İslam Sosyolojisi -Tarihsel ve Çağdaş Birikimin Değerlendirilmesi,
Beyan Yay., İstanbul, 2005.
-CANDAN, Abdulcelil, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi, 2 Kaynak Yay., Ankara, 2000.
-CAPPS, Walter H., “Toplum ve Din”, Din, Toplum ve Kültür”, Din Sosyolojisi ve
Antropolojisine Giriş kitabının içinde, Çev. Ali Coşkun, İz Yay., İstanbul, 2005.
-COX, James L., Kutsalı İfade Etmek- Din Fenomenolojisine Giriş, Çev. Fuat Aydın, İz
Yay., İstanbul, 2004.
-ÇELİK, Nur Betül, İdeolojinin Soykütüğü Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yay., Ankara,
2005.
-ÇELİK, Celaleddin, Kur’an’da Toplumsal Değişim, İnsan Yay., İstanbul, 1996.
-DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, İ.İ.T.İ.A. Nihad Sayar-Yayın ve Yardım Vakfı Yay.,
7.Bas., İstanbul, 1978.
-DÜZGÜN, Şaban Ali, Sosyal Teoloji -İnsanın Yeryüzü Serüveni, Akçağ Yay, Ankara,
1999.
--------, Din, Birey ve Toplum, Akçağ Yay., Ankara, 1997.
-FAZLURRAHMAN, “Allah'ın Elçisi ve Mesajı”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve
Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997.
--------, İslam, Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Ankara Okulu Yay., 6.Bas., Ankara,
2000.
--------,“İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde”, Çev. Kazım Güleçyüz,
İslam'da Siyaset Düşüncesi kitabının İçinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995.
--------,“İslam'da Başkaldırı Hukuku”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler
I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997.
--------,“Kur'an'ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve
Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997.
-FİCHTER, Joseph, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Toplum Yay., Konya, Tarihsiz.
-GİDDENS, Anthony, Sosyoloji, Ayraç Yay., Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin Özel-Cemal
Güzel, Ankara, 2000.
165
-GÜLER, İlhami, “Kur'an'da ‘Cihad’ın Teoloji-Politiği”, Politik Teoloji Yazıları kitabının
İçinde, Kitabiyat Yay., Ankara, 2002.
-GÜNAY, Ünver, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., 3.Bas., İstanbul, 2000.
-GÜNEY, Salih, Davranış Bilimleri, Nobel yay., 2.Bas., Ankara, 2000.
-GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 10.Bas., İstanbul, 1999.
-GÖKÇE, Orhan, N. Ata Atabey, Davranış Bilimleri Ders Notları, Editör: Orhan Gökçe,
Dizgi Ofset, 2.Baskı, Konya, 2003.
-İBN-İ HALDUN, Mukaddime, Çev. Halil Kendir, Yeni Şafak Kültür Armağanı, 2 Cilt,
İstanbul, 2004.
-HAMİD, T. Abdülkadir, Mekke Döneminde Siyasi Düşünce Metodolojisi, Çev. Vahdettin
İnce, Ekin Yay., İstanbul, 2001.
-HİLAV, Selahattin, Diyalektik Düşüncenin Tarihi, Sosyal Yay., 3.Bas., İstanbul, 1997.
-İZUTSU, Toshihiko, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar
Yay., 2.Bas., İstanbul, 1991.
-KARİP, Emin, Çatışma Yönetimi, 3.baskı, PegemA Yay., Ankara, 2003.
-KAYACAN, Murat, Kur’an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İstanbul,
2004.
-KEHRER, Günter, “Din Sosyolojisi”, Çev. M. Emin Köktaş, Der: Yasin Aktay-M. Emin
Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi Yay., 2. Bas., Konya, 1998.
-KİRMAN, Mehmet Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İstanbul, 2004.
-KIZILÇELİK, Sezgin, Sosyoloji Teorileri, 2 Cilt, Yunus Emre Yay., 2.Baskı, Konya,
1994.
-KONGAR, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981.
-KÖKTAŞ, M. Emin, Türkiye’de Dini Hayat-İzmir Örneği, İşaret Yay., İstanbul, 1993.
-KÖSEMİHAL, Nurettin Şazi, Sosyoloji Tarihi, Remzi Kitabevi, 4. Bas., İstanbul, 1989.
-MARSHALL, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, Çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim
ve Sanat Yay., Ankara, 2003.
-MARDİN, Şerif, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., 12.Bas., İstanbul, 2003.
-MARX, Karl, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları
Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004.
166
----------, Feuerbach Üzerine Tezler, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları-Karl Marx
kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004.
-MARX, Karl-Engels, Friedrich, Alman İdeolojisi Bölüm I, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe
Yazıları-Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004.
----------, “Din ve İdeoloji”, Çev. Mevlüde Ayyıldızoğlu, Der: Yasin Aktay-M. Emin
Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi Yay., 2. Bas., Konya, 1998.
---------, Komünist Partisi Manifestosu, Çev. Cenap Karakaya, Sosyal Yay., 2.Bas, İstanbul,
2003.
-MORRİS, Brian, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev. Tayfun Atay, İmge Yay.,
Ankara, 2004.
-MUSTAFA, Nevin Abdulhalık, İslam Düşüncesinde Muhalefet, Çev. Vecdi Akyüz,
Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2001.
-OKUMUŞ, Ejder, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yay., İstanbul, 2003.
-ÖZANKAYA, Özer, Toplumbilim, 8. Baskı, Cem Yay., İstanbul, 1994.
-ÖZDEŞ, Talip, “Çatışma veya Uzlaşma -21.Yüzyıla Girerken Çoğulculuğa Kur'an
Açısından Bir Bakış”, Cumhuriyet Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü İnternet Dergisi.
-ÖZSOY, Ömer, Sünnetullah -Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, 2.Bas, Fecr Yay.,
Ankara, 1999.
-ÖZTÜRK, Mustafa, “Kur’an’a Göre ‘Öteki’nin Konumu’”, Kur’an’ı Kendi Tarihinde
Okumak, Tefsirde Anakronizme Ret Yazıları, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2004.
-PAÇACI, Mehmet, “Allah'ın Krallığı” Sendromu ve Günümüz Müslümanları”, Kur'an ve
Ben Ne Kadar Tarihseliz? kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., 2.Bas., Ankara, 2002,
-PAZARBAŞI, Erdoğan, Kur’an ve Medeniyet -Doğuşu- Gelişimi- Çöküşü, Pınar Yay.,
İstanbul, 1996.
-POLOMA, Margaret M., Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev., Hayriye Erbaş, Gündoğan
Yay., Ankara, 1993.
-RUELLAND, Jacques G., Kutsal Savaşlar Tarihi, Çev. Teoman Tunçdoğan, İletişim Yay.,
İstanbul, 2004.
-ES-SADR, Muhammed Bakır, Kur'an Okulu, Çev. Mehmet Yolcu, Fecr Yay., 3.Bas.,
Ankara, 1996.
167
-SAİD, Cevdet, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İnsan Yay., 4.Bas., İstanbul,
1998.
-SEZEN, Yümni, Sosyoloji Açısından Din, Marmara Üniv. İlahiyat Vakfı Yay., 2.Bas.,
İstanbul, 1993.
--------, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İz Yay., İstanbul, 2004.
-SIDDIKİ, Mazharuddin, Kur’an’da Tarih Kavramı, Çev. Süleyman Kalkan, Pınar Yay.,
İstanbul, 1982.
-SİMMEL, Georg, Çatışma Fikri ve Modern Kültürde Çatışma, Çev.Ahmet Aydoğan, İz
yay., İstanbul, 1999.
-SOYLU, Ali, Kur’an’da Servet Dağılımı, Pınar Yay., İstanbul, 2003.
-ŞENTÜRK, Recep, Yeni Din Sosyolojileri, Gelenek Yay., İstanbul, 2004.
-ŞERİATİ, Ali, Dine Karşı Din, Çev. Ali Aydın, Bilge Adam Yay., Van, 2005.
-ŞİMŞEK, M. Sait, Kur'an'ın Ana Konuları, Beyan Yay., 2. Bas., İstanbul, 2001.
-TAPLAMACIOĞLU, Mehmet, Din Sosyolojisi, Ankara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay.,
Ankara, 1963.
-TEZCAN, Mahmut, Sosyolojiye Giriş “Temel Kavramlar”, Ankara Üniv. Eğitim Bilimleri
Fakültesi Yay., Ankara, 1995.
-THOMPSON, Ian, Odaktaki Sosyoloji-Din Sosyolojisine Giriş, Çev. Bekir Zakir Çoban,
Birey Yay., İstanbul, 2004.
-VATANDAŞ, Celaleddin, Tevhid ve Değişim, İstanbul, 1992.
-WACH, Joachim, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, Odaktaki Sosyoloji-Din
Sosyolojisine Giriş kitabının içinde, Çev. Bekir Zakir Çoban, Birey Yay., İstanbul,
2004.
--------, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, Marmara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay.,
İstanbul, 1985.
-WUTHNOW, Robert J., “Din Sosyolojisi”, Din ve Modernlik- Toplumbilim Yazıları Ikitabının içinde, Çev. Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002.
-YAMAN, Ahmet, İslam Devletler Hukukunda Savaş, Beyan Yay., İstanbul, 1998.
-YARAN, Cafer Sadık, Kötülük ve Teodise, Vadi Yay., Ankara, 1997.
-YILMAZ, Hayati, Toplumsal Dönüşümde Sünnet, Rağbet Yay., İstanbul, 2004.
-YOLCU, Mehmet, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, Denge Yay., 2.Bas., İstanbul, 2005.
168
Download