T. C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI KUR’AN’DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA YÜKSEK LİSANS TEZİ DANIŞMAN PROF. DR. MEHMET BAYYİĞİT HAZIRLAYAN MUSTAFA SARMIŞ KONYA-2006 İÇİNDEKİLER Önsöz.........................................................................................................................................i Giriş..........................................................................................................................................1 BİRİNCİ KISIM 1. TOPLUMSAL ÇATIŞMAYA KAVRAMSAL YAKLAŞIM BİRİNCİ BÖLÜM 1.1. SOSYOLOJİK AÇIDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMA KAVRAMI VE ALANLARI 1.1.1. Çatışma Kavramı.........................................................................................................5 1.1.2. Çatışma Kuramları....................................................................................................14 1.1.3. İdealler ile Gerçekler Arasındaki Çatışma................................................................19 1.1.3.1. İnsan hayatını yönlendirmesi açısından düşünceler-ideolojiler........................19 1.1.3.2. Maddi hayatın insanları yönlendirmesi............................................................21 1.1.4. Bireysel İstek ve Çıkarlar..........................................................................................24 1.1.5. Değişim ve Diyalektik...............................................................................................26 1.1.6. Sınıf Çatışmaları........................................................................................................32 1.1.6.1. Marx’ın sınıf anlayışı........................................................................................34 1.1.6.2. Marx’ın sınıf anlayışına karşı farklı yönelimler...............................................36 1.1.7. Gelenek ile Yenilik Arasındaki Çatışma...................................................................41 İKİNCİ BÖLÜM 1.2. DİN SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN OLUŞUM SÜRECİ 1.2.1. Dinin İnsan Hayatına Anlam Kazandırması..............................................................44 1.2.2. Bireysel Dini Düşüncenin Toplumsallaşması...........................................................46 1.2.3. Ortaya Çıkan Yeni Dini Hareketin Geleneksel Toplumdan Farklılaşması...............49 1.2.4. Yeni Dini Hareketin Çatışma Sürecine Girmesi.......................................................51 1.2.5. Dini Bir Yapıya Bürünen Toplumun Öteki Toplumlarla Çatışması.........................54 1.2.6. Dini Açıdan Kurumsallaşan Toplumun Kendi İçindeki Çatışma Süreci..................56 i İKİNCİ KISIM 2. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 2.3. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN TEMEL DİNAMİKLERİ 2.3.1. Çatışmanın Düşünsel Temelleri...............................................................................59 2.3.1.1. Allah’ın özellikleri ve insanlardan istekleri....................................................59 2.3.1.2. Ahiret gününe iman etme................................................................................61 2.3.1.3. Hayatın her anında Allah'ın hatırlanması.......................................................64 2.3.1.4. Dünya hayatının geçici olması........................................................................65 2.3.1.5. Yalnızca Allah'tan Korkulması.......................................................................67 2.3.1.6. İman etme.......................................................................................................67 2.3.1.7. Allah'ın emirlerini yerine getirme zorunluluğu..............................................70 2.3.1.8. İmtihan düşüncesi...........................................................................................71 2.3.1.9. Allah'ın mü’minlere yardımı...........................................................................73 2.3.1.10. İnananların toplumda üstünlük sağlayacakları inancı.................................. 75 2.3.1.11. Mü’minlerin davranışlarının değişmesi ve topluma yön vermesi................77 2.3.2. Çatışmanın Sürekliliği..............................................................................................79 2.3.3. Çatışmadan Vazgeçilememesi..................................................................................82 2.3.5. Kâfirlerin Toplumu Olumsuz Etkileyecek Şekilde Yapılanmaları......................... 85 2.3.6. Allah'ın Kâfirlere Bakışının Mü’minler Üzerindeki Etkisi......................................90 2.3.7. Karşıtlık....................................................................................................................93 2.3.8. Mü’minlerin Toplum İçinde Farklılaşmaları ve Toplumdan Ayrılmaları................99 2.3.9. Müminlerin Toplumsal Yapılanmalarını Güçlendirmeleri.....................................107 2.3.9.1. İslam'ın mü’minleri birleştirmesi..................................................................107 2.3.9.2. Peygamberin/Liderin otoritesi ve özellikleri................................................109 2.3.9.3. Toplumun özeleştiri yapması........................................................................111 2.3.9.4. Toplumsal birliğin sağlanabilmesi için önlemler..........................................112 2.3.10. Çatışma Sürecinde İzlenilen Yöntem...................................................................115 ii DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 2.4. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA ALANLARI 2.4.1. Kur'an'da Toplumsal Çatışma İle Gerçekleştirilmek İstenen Değişim...................119 2.4.2. Toplumsal Emirlerin Çatışmaya Neden Olması.....................................................123 2.4.3. Engellenme ve Çatışma .........................................................................................128 2.4.4. Bireysel Özellikler ve Çatışma...............................................................................130 2.4.5. Geleneklere Bağlılık ve Çatışma............................................................................133 2.4.6. Toplumsal Sınıflar ve Sınıf Çatışmaları.................................................................135 2.4.7. Bireysel İstek ve Çıkarlar.......................................................................................138 2.4.8. Ekonomik Çatışma.................................................................................................140 2.4.9. Çoğulculuk ve Çatışma...........................................................................................143 2.4.10. Yöneticilerin Rolü ve Gücün Önemi....................................................................147 2.4.10.1. Yöneticiler İçin Gücün Önemi...................................................................147 2.4.10.2. Yöneticilerin Güçlerinin Halkı Etkilemesi................................................151 2.4.10.3. Mü’minlerin Toplumsal Çatışmalarında Gücün Önemi............................153 2.4.11. İslam'da Savaş .....................................................................................................156 SONUÇ................................................................................................................................160 KAYNAKÇA......................................................................................................................164 iii ÖNSÖZ Sosyoloji alanında önemli konulardan biri olan toplumsal çatışma, bu alanın içerisinde derinliğine araştırılmış, sosyoloji bilimi tarihinde önemli bir yer tutmuş, bu konu hakkında büyük küçük kuramlar ortaya atılmıştır. Sosyologlar çatışma ile ilgili önemli eserler yazarak, toplumu derinden etkilemişlerdir. Dini çatışmalar bu açıdan değerlendirilmiş ve buna göre sonuçlar çıkartılmıştır. Kur’an’ın toplumsal çatışmayı dini bir nitelikte işlemesi bizim bu konuyu araştırmamızın temelini oluşturmaktadır. Çalışmamızda toplumsal çatışma konusunu araştırırken sosyoloji alanının kendi kavramlarının Kur'an'a uygunluğunun tespit edilmesi konumuzu önemli kılmaktadır. Kur’an’daki toplumsal çatışmaların nedenleri, Kur’an’ın toplumsal çatışmalarla ulaşmak istediği hedefleri, diğer dinlere karşı toplumsal çatışma açısından bakışı önemli bir konudur. Biz bu çalışmamız ile çağımızda yaşanan toplumsal çatışmalarda dinin önemini ortaya koymak ve Kur’an’ın toplumsal çatışma konusuna yaklaşımını bulmaya çalışacağız. Tarihten günümüze kadar toplumların birbirleriyle çatışma içerisinde olduklarını görmekteyiz. Kur’an-ı Kerim de kendi içerisinde toplumların çatışmalarını açıklamış ve nedenlerini ortaya koymuştur. Müslümanların zihinlerinde çatışma düşüncelerinin beslendikleri kaynakların, çatışma süreci ve alanlarının öğrenilmesiyle İslam toplumuna yansımalarının neler olduğu öğrenilebilecek, böylece toplumsal çatışmaların gerçek yönlerinin nasıl olduğunu daha iyi kavrayabileceğiz. Çalışmamızın birinci kısmı, genel olarak toplumsal çatışma kavramları, süreçleriyle ilgili kavramsal bir araştırmadır. Birinci kısmın içinde iki bölüm yer almaktadır: Birinci bölümde, sosyoloji alanının araştırdığı ve tartıştığı konuları dikkate alarak toplumsal çatışma kavramı, alanları ve süreçlerinin nelerden oluştuğunu genel hatlarıyla tespit ederek, toplumsal çatışmayı inceledik. İkinci bölümde, din sosyolojisinin verileriyle dinin insanları ve toplumları etkilemelerini dikkate alarak, dinlerdeki toplumsal çatışmanın oluşum sürecinin nasıl gerçekleştiğini araştırdık. Böylece gerek sosyolojinin toplumsal çatışmayla ilgili konuların araştırılması, gerekse genel olarak dinlerin toplumsal çatışmanın oluşum sürecinin iv araştırılması sayesinde, Kur'an'da toplumsal çatışma konusunun hangi temeller üzerine oturacağı da genel olarak belli olmuştur. Çalışmamızın ikinci kısmında, Kur'an'da toplumsal çatışmanın temel dinamiklerini, çatışma alanlarını araştırdık. İkinci kısımda da iki bölüm yer almaktadır: Üçüncü bölümde, çatışmanın temel dinamiklerinin neler olduğu ve çatışmaya doğru giden süreçlerin neler olduğu tespit edilerek mü’minlerin çatışmalarına neden olan başlıklar ayrıntılarıyla incelenmiştir. Böylece Kur'an'ın sunduğu çerçevede mü’minlerin toplumsal çatışmalarının hangi çerçevede ve yönlendirmelerle sürdüğü belirlenmiştir. Dördüncü bölümde, Kur'an'da toplumsal çatışmanın hangi alanlardan gerçekleştiği belirlenerek, mü’minlerin çatışmalarında hangi noktaların önemli olduğu, hangi ölçütlerin değer kazandığı ve toplumsal çatışmaların toplumdaki değişime olan etkileri Kur'an'ın sunduğu çerçevede araştırılmıştır. Sonuç’ta çalışmanın genel bir değerlendirilmesi yapılmıştır. Çalışmam boyunca yardımlarını ve desteğini esirgemediği için öncelikle, Kur’an Sosyolojisi alanının gelişmesi için özel bir çaba sarf eden saygıdeğer danışman hocam Prof. Dr. Mehmet BAYYİĞİT’e teşekkür ediyorum. Ayrıca, Prof. Dr. M. Sait ŞİMŞEK, Doç. Dr. Mehmet AKGÜL ve Doç. Dr. Bünyamin SOLMAZ’a görüşleri ve eleştirileriyle çalışmamızın daha iyi olması için katkı sağladıkları için teşekkür ederim. Mustafa SARMIŞ Konya–2006 v GİRİŞ A- Konu Seçimi, Amacı ve Önemi Tarih boyunca toplumların birbirleriyle çatışma içerisine girdiklerini görmekteyiz. Bu çatışmalar belli nedenler etrafında cereyan etmiş ve bu nedenler oldukça çeşitlilik göstermiştir. Toplumların birbirleriyle çatışmaları tarihte çok büyük etkiler oluşturmuş, çatışan tarafların toplumsal yaşamları bu çatışmalar ile şekillenmiş ve toplumların yapıları bu çatışmalarla büyük ölçüde değişmiştir. Çatışmaların nedenleri olarak ekonomi, din, keşifler, kargaşalar, güç, vb. önemli olmuş; fakat bu görünen nedenlerin arkasında oldukça farklı sebepler de olabilmiştir. Kur'an, insanların toplumsal yaşamlarını büyük ölçüde etkileyen toplumsal çatışmaları kendi bakış açısına göre açıklamıştır. Bu bakımdan genel hatlarıyla ve bilinen özellikleriyle Kur'an'ın temel özelliklerini ve topluma bakışını ele aldığımızda, “Kur'an'ın insanlara sunduğu yaşam tarzının hayatı tümüyle kuşatan bir özellik taşıdığı” ön kabulünü kabul ettiğimiz zaman, Kur'an'ın toplumsal çatışma süreçlerine bakışı da ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Kur'an'ın, insanları yaşamlarının her yönüyle değiştirmek istemesi, kendi isteği doğrultusunda bir yaşamı insanların önüne sererek onların düşünce ve davranış yönünden dönüştürmek istemesi çatışmalarla sonuçlanmaktadır. Bu bakımdan bu ön kabulün sonucunda Kur'an'ın en belirleyici özelliği, insanları değiştirmek istemesinde ortaya çıkmaktadır. Kur'an ayrıca bireylerin hayatlarını değiştirmelerini istediği gibi, bireylerin yaşadığı toplumu da kendi isteği doğrultusunda değiştirmek istemektedir. Kur'an'ın hayatı tamamen kuşatmak istemesi nedeniyle, insanların toplumsal yaşamı tamamen değiştirecek böyle bir düşünceyi kabul etmemeleri toplumsal çatışmaların en önemli nedenini oluşturmaktadır. Kur'an'ın sunduğu yaşam tarzını benimsemeyen, Kur'an'ın hayatlarını tamamen değiştirerek kendi yaşamlarını hiçe saydığını fark eden grup ya da gruplar, böylece kendilerini Kur'an'ın karşısında konumlandırmaktadırlar. Dolayısıyla bu şekilde taraflar da ortaya çıkmış olmaktadır. Bir tarafta Allah'ın sunduğu yeni bir yaşamın karşısında; kendi kurdukları toplumsal yapının bozulmasını istemeyen, Kur'an'ın oluşturmak istediği yaşamı kabullenmeyen karşı taraf yer almaktadır. İnsanların hayatlarını devam ettirdikleri, her şeyiyle onları etkileyen toplumun önemi dikkate alındığında, tarafların topluma egemen olabilmek amacıyla mücadeleye başlayacakları çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu mücadeleler ile çatışmalar da başlamış olmaktadır. 1 Kur’an, İslam’ın yayılış sürecinde Hak-batıl mücadelesi temel çerçevesinde toplumların çatışmalarını sunmuştur. Kur'an'ın bu çerçevede insanlara sunduğu toplumsal çatışmalar olaylar, metotlar, toplumsal yasalar ve yönlendirmelerle insanların önüne serilmektedir. Bu bakımdan Kur'an'ın toplumsal çatışmalara özel bir önem vermesi konumuzu önemli kılmaktadır. Kur'an bu amaçla kendi içerisinde toplumların çatışmalarını açıklamış ve nedenlerini ortaya koymuştur. Kur’an’ın toplumsal çatışmayı dini bir nitelikte işlemesi bizim bu konuyu araştırmamızın temelini oluşturmaktadır. Kur’an’daki toplumsal çatışmaların nedenleri, çatışma alanları, Kur’an’ın toplumsal çatışmalarla ulaşmak istediği hedefleri, taraflara ve diğer dinlere karşı toplumsal çatışma açısından bakışı araştırmamızın konuları arasında olmaktadır. Çalışmamız, çağımızda yaşanan toplumsal çatışmalarda dinin önemini ortaya koyması ve Kur'an'ın toplumsal çatışma konusuna yaklaşımını yansıtması açısından konumuz önem arz etmektedir. Böylece çağımızın problemlerinin çözümünde yardımcı olması bakımından konumuzun araştırılması özel bir öneme sahiptir. Ayrıca günümüzde toplumsal çatışmaların önemli bir yer edinmesi ve çokça tartışılan bir konu olması dolayısıyla bu konuları aydınlığa kavuşturmak önem arz etmektedir. B- Yöntem ve Problemler Kur'an'da toplumsal çatışma konusu işlenilirken ortaya çıkarılan konular tamamen Kur'an'ın kendi içindeki bütünlüğü dikkate alınarak ortaya koyulmaya çalışılmıştır. Bu bakımdan araştırmamız günümüz toplumların yapılarını dikkate almamış, sadece Kur'an'ın sunduğu çerçevede olaylar incelenmiştir. Bu nedenle Kur'an'ın mü’minlere sunduğu toplumsal çatışmalar günümüz toplumlarından uzak olması nedeniyle, günümüz toplumlarındaki mevcut durum ortaya koyulmamakta; bilakis toplumsal çatışmaların Kur'an'da nasıl ele alındığı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Kur'an'ın toplumsal çatışmaları ele alış şekli ve çatışma sürecinin nasıl gerçekleşeceğinin ortaya çıkarılması ile Kur'an sosyolojisi çalışmalarının amacı da böylece ortaya çıkmaktadır. Kur'an sosyolojisi, Kur'an'ın toplum anlayışının çeşitli yönlerini sunmakta, Kur'an'ın topluma bakışını hangi kriterlerle ele aldığını araştırmaktadır.1 1 Kur'an Sosyolojisi alanı ile daha geniş bilgi için bkz: Mehmet Bayyiğit (Editör), Kur'an Sosyolojisi Üzerine Denemeler, Yediveren Yay., Konya, 2003. 2 Kur'an sosyolojisi, Kur'an'da ortaya konulan bazı olay ve olguların günümüz toplumlarına yansımalarını ortaya çıkarmamaktadır. Bu bakımdan Kur'an sosyolojisinin verilerini anlamlı kılmak amacıyla, bu çalışmaların ikinci adımı olarak bu verilerin din sosyolojisi alanına taşınarak, günümüz toplumlarındaki yansımalarının ve etkilerinin nasıl gerçekleştiği öğrenebilecektir. Böylece Kur'an'ın toplumla ilgili sunduğu temel prensipler temel alınarak Kur'an sosyolojisi verilerinin günümüz toplumlarında uygulanabilirliği sağlanacaktır. Bu bakımdan günümüz toplumlarında Kur'an'ın etkilerini sağlıklı bir şekilde öğrenebilmemiz açısından Kur'an sosyolojisinin çok önemli bir görev üstlendiğini görmekteyiz. Kur'an'ın araştırılması sırasında da bazı problemlerin ortaya çıktığını görmekteyiz. Örneğin, incelenecek ayetlerden bir sonuç çıkartılıyor ve daha sonra bunun üzerine yorumlar yapılıyorsa, bu yorumların insanlar tarafından aynı şekilde kabul edilmesinde oldukça farklı sorunların ortaya çıktığını görmekteyiz. Ayetlerden farklı şekillerde sonuçlar çıkartılması nedeniyle, sorunların çözümü de çok farklı olmaktadır. O halde herkesin kendisine göre yorum yaparak farklı sonuçlar ortaya koyması, Kur'an sosyolojisi çalışmalarının objektifliğini kısmen azalttığı söylenebilir. Bu nedenle böyle bir durumu engellemesi için, ilk olarak yorumların sağlam bir temele dayanması gerekli olmaktadır. Daha sonra, Kur'an sosyolojisinin elde ettiği sonuçların gerçek dünyayla ilişkisi kurularak doğrulanması gerekecektir. Bunun için tarihe ve sosyal hayata bakılarak yorumların objektifliği denetlenecektir. Ancak Kur'an sosyolojisi çalışmalarının sadece soyut bilgiler içerdiğini belirtmeliyiz. Bu bilgilerin objektifliğini denetlemek için bir aşama daha kaydedilerek, sonuçların hayata yansıması bulunması gerekecektir. Kur'an sosyolojisi çalışmalarında objektifliğin denetlenememesi bu çalışmaların değerini azaltmamaktadır. Çünkü sosyal bilimlerdeki tüm çalışmalarda olduğu gibi, insan olmanın getirdiği bireysel düşünüşlerin etkisi ve toplumun değerlerinin insanları yönlendirmesi nedeniyle araştırmacıların tamamıyla objektif olamadıkları bilinen bir husustur. Değerlerinden arındırılmış bir insanın kişiliğinin ortadan kalkması, olaylara bakışının kaybolması nedeniyle insanın ancak geçmişten edindiği bilgiler ve deneyimlerle hayata ve olaylara bakacağı göz önüne alındığında, tamamen objektif bir bakış açısının yakalanmasının ‘insan olma’ anlamında oldukça zor olduğunu anlamaktayız. O halde çalışmalardaki objektifliği etkileyen noktaların kaynakların doğru kullanılması, güvenilirliği gibi araştırılacak unsurlarda aranan özellikleriyle ilgili olduğu görülecektir. Bu bakımdan Kur'an sosyolojisi çalışmalarının objektifliğinden şüphe etmemiz, sosyal bilimlerdeki diğer 3 çalışmalardan şüpheye düştüğümüz kadar olduğunu vurgulamalıyız. Bu bakımdan yorumların göreceliliğinden kaynaklanan problemin çözümünü, Kur'an incelenirken faydalanılan kaynakların güvenilirliği belirlemektedir. Ayrıca elde edilen verilerin tarihe ve topluma yansımalarının araştırılması, o çalışmanın objektifliğine artı olarak bir şeyler katması ve günümüz toplumların faydasına sunulması bakımından önem arz etmesine karşılık, böyle bir şeyin yapılmaması durumunda o çalışmanın değerini azaltmadığını; bilakis temel ilkeler sunması açısından bu çalışmaların önemli olduğunu belirtmeliyiz. C- Araştırmanın Kapsam ve Sınırları Toplumların önemli bir problemi olarak karşımıza çıkan toplumsal çatışma, sosyoloji disiplininin önemli konuları arasındadır. Biz bu çalışmamızda sosyolojinin toplumsal çatışmayı nasıl değerlendiğini genel hatlarıyla sunmayı, din sosyolojisi açısından toplumsal çatışmanın oluşum sürecini ortaya koymayı ve Kur’an’a göre toplumsal çatışma olgusunu din sosyolojisi alanının sınırları çerçevesinde araştırmayı amaçlamaktayız. Kur’an’da toplumsal çatışma nedenleri, süreçleri ve alanları ele alınarak, Kur’an’a göre toplumsal çatışma olgusunu din sosyolojisinin sınırları çerçevesinde araştıracağız. Bu nedenle, Kur'an'ın toplumsal çatışmalara bakışını genel olarak toplumsal nitelikteki konulara ağırlık vererek, aynı zamanda toplumsal durumlara etki eden diğer etkenleri de dikkate alarak sunmaya çalışacağız. Kur’an’ın toplumsal çatışma hakkındaki görüşlerini daha iyi aydınlatabilmek amacıyla, Kur’an’ın yaşanma sürecindeki Peygamber döneminden de faydalanılması konularımızın kapsamı içerisindedir. Ancak çalışmamız sadece Kur’an’ın bakış açısını yansıttığı için, bütün dinleri kapsayan bir çalışma olmayacaktır. Araştırma alanımız İslam dini ile sınırlı olup, İslam’ın geçmişten günümüze tüm tarihi süreci ele alınmayacak, sadece Kur’an’ın indiği dönem olan Peygamber döneminden tarihi olarak faydalanılacaktır. 4 BİRİNCİ KISIM 1. TOPLUMSAL ÇATIŞMAYA KAVRAMSAL YAKLAŞIM 5 BİRİNCİ BÖLÜM 1.1. SOSYOLOJİK AÇIDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMA KAVRAMI VE ALANLARI 1.1.1. Çatışma Kavramı Çatışma kavramının anlamı üzerinde kapsayıcı, evrensel bir tanım yapmanın oldukça zor olduğu bilinmektedir.2 Bu anlamda çatışma kavramının tanımında birçok unsurun yer aldığını görmekteyiz. Bu nedenle çatışma kavramını anlayabilmemiz için içerisindeki bu unsurların neler olduğunu öğrenerek konuya başlamamız gerekecektir: 1- Çatışma sürecinde dikkat ve eylemin yöneldiği odak noktası her zaman karşı taraftır. Bir sosyal süreç olarak çatışma asla tek yanlı değildir; çatışma iki tarafın da katıldığı karşılıklı bir insani ilişkidir.3 Rekabetteki gibi, çatışmaya da birçok kişi katılabilir. Rekabette taraflar birden çok olabilir. Buna karşılık rekabetten farklı olarak çatışmada iki taraf vardır.4 Çatışmada iki tarafın olması birbirinden farklı insanın ya da grubun olmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü aynı düşüncelere ve davranışlara sahip olanlar hiçbir zaman birbirleriyle bir çatışma içerisine girmeyeceklerdir. Bu nedenle birbirinden “farklı” olmak çatışmanın en başta gelen özelliğidir. Fakat farklı olmak tek başına çatışmak için yeterli değildir; farklı olmak demek mutlaka çatışmak anlamına gelmemelidir. Çatışma olabilmesi için farklılığa artı olarak başka etkenlerin de olması gerekmektedir. Çatışmada sadece iki tarafın olması bizler için önemli bir unsurdur. Fakat ilk bakışta bu doğru bir görüş değil gibi görünse de, içerik olarak anlatılmak istenen bize doğruyu göstermektedir. Çünkü çatışan taraf ne kadar çok grupla çatışırsa çatışsın, neticede onların hepsi kendisine karşıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta çatışmaya neden olan etkenin iyi belirlenmesinde ortaya çıkacaktır. Eğer aynı etken üzerinden birçok çatışan grup varsa bu durumda çatışan grupların hepsi çatışılan gruba karşıdır ve sonuçta iki tarafı gösterir. Ancak çatışan grupların amaçları birbirinden farklı ise, orada durum değişir ve ne kadar farklı etken varsa aynı sayıda çatışan grubun olduğunu anlarız. 2 Emin Karip, Çatışma Yönetimi, 3.Bas., PegemA Yay., Ankara, 2003, s.3; Orhan Gökçe, N. Ata Atabey, Davranış Bilimleri Ders Notları, 2.Bas., Dizgi Ofset, Konya, 2003, s.256. 3 Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Toplum Yay., Konya, trs, s.113. 4 Zeki Arslantürk, M. Tayfun Amman, Sosyoloji-Kavramlar-Kurumlar-Süreçler-Teoriler, Çamlıca Yay., 4.Bas., İstanbul, 2001, s.344. 6 2- Toplumsal grupların birçok farklılıkları (psikolojik ve kültürel)5 vardır ve bu farklılıklar istekler, değerler, inançlar ve çıkarlar olabilmektedir.6 Çatışma, iki ya da daha fazla sayıdaki kişi ya da gruplar arasındaki bu farklılıklar arasındaki uyuşmazlık7, uzlaşmazlık8, anlaşmazlık9, zıtlaşma ve ters düşmedir.10 Çatışma sürecinde, çatışan tarafların amaç farklılığı ve uzlaşmazlığı çok açıktır.11 Toplumsal grupların oluşumunda bireylerin psikolojik özellikleri çok büyük önem arz etmektedir. İnsanların hayata dair beklentilerini belirleyen temel etken, genel anlamda “insan” ele alındığında, her ne kadar kültürün etkisi varsa da ilk önce insanın karakteristik yapısı etkili olmaktadır. Bu anlamda toplumsal grupların oluşumunda, yapılanmasında ve hareketlerinde bireysel tercihlerin ve beklentilerin o grupların etkilenmesinde ve yönlendirilmesinde bizlere önemli derecede yardımda bulunmaktadır. O halde çatışmanın meydana gelmesinde incelenmesi gereken noktalardan en önemlilerinden birisi de, insanların psikolojik olarak gruba etkilerinin hangi unsurlardan kaynaklandığının araştırılmasıdır. Böylece “insan”ın tanınması ile o grubu oluşturan bireylerin hayata ve olaylara bakışlarının kendilerinden farklı olan grupları nasıl etkilediğini anlayabiliriz. Belli istekler, değerler, inançlar ve amaçlar etrafında birleşen grupların kendileri gibi düşünmeyen gruplara karşı yaklaşımlarında en önemli unsur, kendilerinden “farklı” olmaları gelmektedir. Buradaki farklılık az önce söylediğimiz gibi çatışmanın temel nedeni değildir. Çatışmanın gerçekleşmesindeki temel etken, bu farklılıkların, grupların oluşumundaki temel unsurlara karşı yapılan saldırılar olmasıdır. Bir grup aynı unsurlar etrafında birleşmiştir; başka bir grup da bu gruptan farklı olarak, başka unsurlar etrafında birleşmiştir. Burada bir çatışma çıkmasının nedeni bu gruplar arasındaki uyuşmazlık, uzlaşmazlık, anlaşmazlıktır. Bu kavramlara baktığımız zaman, bu kavramlar çatışmada olduğu gibi en az iki grubu gerekli kılar; fakat çatışmadan farklı olarak kesinlikle birbirleriyle birlikte olmayı ifade eder. Bu kavramların bir konu, bir amaç ya da bir inanç noktasında aynı şekilde hareket etmeyi zorunlu kılması bu grupların birbirlerine düşman olmaları için yeterli bir sebeptir. Şayet diğer grupla aynı şekilde hareket edilirse kendilerinin ya da gruplarının bir anlamı olmayacaktır, çünkü kendilerinin asli unsurlarının ortadan kalkması ile grubun varoluş 5 Karip, a.g.e., s.26. Karip, a.g.e., s.3. 7 Anthony Giddens, Sosyoloji, Ayraç Yay., Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ankara, 2000, s.616; Karip, a.g.e., s.3; Salih Güney, Davranış Bilimleri, 2.Bas., Nobel Yay., Ankara, 2000, s.216. 8 Arslantürk, a.g.e., s.344. 9 Güney, a.g.e., s.216; Gökçe, a.g.e., s.256. 10 Gökçe, a.g.e., s.256. 11 Arslantürk, a.g.e., s.344. 6 7 amacı da kaybolacak ve böylece de bu grup ötekileşerek yok olacaktır. Bundan sonra iki farklı grup değil, tek bir grup olacaktır. Bu nedenle grubun oluşumundaki asli unsurlardan hiçbir şekilde vazgeçilememesi, karşılaşan bu grupları kesinlikle birbirlerine ters düşerek bir çatışmaya götürmektedir. Bu nedenle de gruplar birbirlerine ters düştükleri için zıtlaşmak zorunda kalacaklardır. Grupların asli unsurlarına karşı yapılan bir saldırıdan korunmak ve grubun devamını sağlamak amacıyla gruplar birbirlerini sürekli olarak iki farklı tarafa itecektir. Birbirlerini itmedikleri takdirde, az önce vurguladığımız gibi, iki farklı grup olmayacağı için iki grup birbirlerine karşı zıtlaşmak zorunda kalmaktadırlar.12 Buradan “grup bilinci”nin önemini daha iyi anlamaktayız. Eğer grup kendi içerisinde aynı bir bilince sahip değilse, bu grubun farklı gruplara yaklaşımı tam bir çatışmayı sağlamayacaktır. Grup kendi içerisinde bir kenetlenme sağlayamadığı için dışarıdan gelen saldırılar karşısında kısa zamanda bir çözülmeye uğrayacaktır. Bu nedenle bir çatışmanın gerçekleşebilmesi için grupların oluşumundaki asli unsurlara çok sağlam bir bağlılık gerekmektedir; bu bağlılık sağlam değilse grup “kendi içerisindeki farklılıklar” nedeniyle başka grupların saldırıları olmadan da dağılabileceklerdir. Burada grup, kendi içerisinde bir çatışmaya girmektedir. 3- Çatışma, toplumdaki kişi ya da gruplar arasındaki karşıtlıktır.13 Karşıt olmak, çatışmada olduğu gibi karşıdaki grup ile bir mücadeleye girmek değildir. Karşıtlık karşıdakini kabul etmemek, onu benimsememek, onunla ilgili olan her şeyi kendi varlığına karşı bir tehdit olarak kabul etmek demektir.14 Tabi burada dikkat etmemiz gereken bir nokta vardır ki, ortada kendisinin asli unsurlarına karşı her hangi bir saldırı yok iken, kendisinden farklı olana karşıt olmanın anlamının nasıl anlaşılması gerektiğidir. Karşıt olma, kendisi gibi bir düşünceye sahip olmayan her şeyin yok olmasını amaçlamaktadır. Doğru bir şey varsa o da kendisidir ve kendisi dışındaki hiçbir şeyin doğru olması mümkün değildir. Bu anlamda karşıt olmak, eylem olarak bir çatışma değildir; fakat düşünce anlamında, çatışmadan çok daha önemli bir kavramdır. Bu kavramı, çatışmanın önemli bir unsuru olan farklılığın, çatışmaya neden olacak şekilde değişmesi olarak tanımlayabiliriz. Farklılık kendi başına bir çatışmaya neden olmazken; karşıt olma, kesinlikle bir çatışmaya neden olacaktır. 12 “Horton’a göre, insanlığın entelektüel tarihi, bir düşünce biçiminin karşıtına yol verdiği bir yer değiştirmeden çok, bir evrim ve artan bir farklılaşma tarihidir.” Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev. Tayfun Atay, İmge Yay., Ankara, 2004, s.487. 13 Giddens, a.g.e., s.616; Güney, a.g.e., s.216; Fichter, a.g.e., s.113. 14 Fichter, a.g.e., ss.113-114. 8 4- Çatışma, karşı grupların aynı şeyi elde etmek ve kendi amaçlarını15 gerçekleştirmek için birbirlerini devre dışı bırakmak amacıyla yapılan bilinçli bir mücadele şeklidir.16 Bir grubun oluşabilmesi için belli amaçlar etrafında birleşmesi ve o amaçların gerçekleşmesi için mücadele etmesi gerekmektedir. Çünkü böyle bir durum söz konusu değilse grubu birbirine bağlayacak bağlar eksik kalacaktır. Amaç dediğimiz şey, bir şeyin elde edilmesinin gerçekleşmesi olduğu gibi, grubun kendi içerisindeki bütünlüğünün sağlanması da bir amaçtır. Yani amaç denildiği zaman mutlaka mevcut olmayan şeylerin elde edilmesi anlaşılmamalıdır; mevcut olanların korunması da amacı gerçekleştirecektir. Bir grubun devamını sağlamak, grubun amaçlarının gerçekleşebilmesi için temel bir şarttır. Farklı grupların aynı şeyi elde etmek amacıyla mücadele içerisine girmeleri çatışmanın nedenlerinin tespit edilmesinde önemli bir faktördür. Mücadele edilen amacın ne olduğunun bilinmesi ile çatışmaya neden olan unsurlar da bulunmuş olur. Tabi burada bir grubun sadece kendi amaçlarının bulunması yeterli değildir; aynı zamanda mücadele içerisine girilen grubun da amaçlarının tespit edilmesi gerekecektir. Böylece farklı grupların ortak olan amaçları öğrenildiği zaman ikisi arasındaki ilişki de çözümlenmiş olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta vardır ki, o da çatışmanın gerçekleşmesindeki önemli olan unsurun farklı olan grupların aynı amaçları taşımaları değildir. Farklı grupların aynı amaçları taşımaları birbirleriyle çatışmalarına neden olmaz, aynı amaçlar taşınıyorsa olsa olsa bir birliktelik gerçekleşebilir. O halde aynı amaçların çatışmaya neden olması daha farklı bir etkenden kaynaklanmaktadır. Buradaki sorunun çözülebilmesi için grupların var olma nedenlerinin tüm yönleriyle incelenmesi gerekmektedir. Bunun yapılmasıyla grubun birçok yönden farklı unsurlar etrafında birleştiği görülecek ve yapılanmasında tek bir amaç olsa bile, bu amacın gerçekleşmesinin sağlanmasında grubun kendisi bu amaç etrafında bambaşka bir oluşum içine girmiş olması bizlerin çatışmanın nedenini bulmamızda yardımcı olacaktır. Yani tek bir amaç için birleşmiş olan grup artık yeni bir oluşum içine girdiğini ve diğer gruplardan ayrıldığını kabul etmiştir. Kendilerinin varlığının nedeni bu amaç olmuş; fakat bu amaç her yönden onları değiştirerek farklılaştırmıştır. Aynı şeyi elde etme amacı da çatışmanın bir nedenidir; fakat tek başına yeterli değildir; çünkü bu amaç, çatışmadan daha çok bir rekabeti hatırlatmaktadır. Bu nedenle aynı şeyi 15 Gökçe, a.g.e., ss.257-259; Fichter, a.g.e., s.113. Mahmut Tezcan, Sosyolojiye Giriş “Temel Kavramlar”, Ankara Üniv. Eğitim Bilimleri Fakültesi Yay., Ankara, 1995, s.107; Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, Yunus Emre Yay., c.2, 2.Bas., Konya, 1994, s.340; Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 7.Bas., İ.İ.T.İ.A. Nihad Sayar-Yayın ve Yardım Vakfı Yay., İstanbul, 1978, s.196; Gökçe, a.g.e, s.256. 16 9 elde amacını daha farklı değerlendirmemiz gerekecektir. Farklı grupların birbirlerini devre dışı bırakmak istemelerinin en önemli nedeninin karşıtlık olduğunu belirtmiştik. İşte buradaki sorunu çözmemiz için, bir grubun kendi varlığını diğer grupların varlığından ayırarak, kendisi dışındaki grupların ortadan kaldırılması bilincini hatırlamamız gerekecektir. Yani aynı şeyi elde etmek çatışmanın önemli bir nedeni olduğu gibi, bunun ötesinde kendi varlığını hissettirme ve karşıt olma bilincinin getirmiş olduğu başka bir gruba yenilgiyi kabullenmeme düşüncesi bir grubu harekete geçirecek en önemli etken olacaktır. Çünkü yenilgi kabul edilirse grubun varlığı tehlike altına girecek ve karşıt olunan grup kendisine üstün gelecektir. Bu da grup olma bilincine sahip bir grup için tahammül edilemez bir durumdur ve bu nedenle de istediği şeyi elde ederek hem kendi amacını gerçekleştirecek, hem de karşı olduğu grubu mağlup etme zaferini kazanarak varlığının amacını gerçekleştirecektir. Çatışmanın en önemli özelliklerinden birisi de bilinçli bir şekilde yapılmasından kaynaklanmaktadır. Çatışmalar bilinçsiz bir şekilde de yapılması mümkündür; yani bir grup amaçlarını tespit etmeden, sonuçlarını düşünmeden, karşı olduğu gruba neden karşı olduğunu araştırmadan da bir mücadeleye girişebilir. Fakat yapılan bu çatışmanın, bilinçli bir şekilde yapılan çatışmadan kesinlikle ayrılması gerekmektedir. Çünkü bilinçli bir şekilde yapılan bir çatışmada bir grup kendisine karşı olan gruba karşı tam anlamıyla karşıttır ve çatışma içerisine girdiği zaman bütün varlığıyla onu mağlup etmek ister. Böylece sahip olduğu bilinç ile kendisine karşı olan gruba neden karşı olduğunu bilen, grubu mağlup ettiği zaman ne kadar çok şey kazanacağını bilen bir grubun çatışmaya yaklaşımı, bilinçsiz bir şekilde yapılan çatışmadan çok daha güçlü olacağı kesin bir durumdur. Bu bakımdan gerçekleşen çatışmalar araştırılacağı zaman grupların birbirlerine olan bakışlarının, yani bilinçlilik düzeyinin özellikle incelenmesi gerekecektir. 5- Çatışma, iki veya daha çok kişi veya grubun bir diğerini ortadan kaldırmaya veya etkisizleştirmeye çabaladığı bir etkileşim formudur.17 Çatışma, kişisel, doğrudan ve yıkıcıdır.18 Çatışmada mücadele etmenin dışında, karşı tarafı yenerek19 onu zarara uğratmak ve ortadan kaldırmak vardır.20 17 Fichter, a.g.e, s.113. Tezcan, a.g.e., s.107. 19 Gökçe, a.g.e., s.257. 20 Dönmezer, a.g.e., s.196; Arslantürk, a.g.e., ss.342-343. 18 10 6- Çelişki, baskı, güç, otorite ve çıkar gibi kavramlar çatışmanın anlaşılmasında temel kavramlardır.21 7- Rekabet eden iki grup öncelikle elde etmeyi istedikleri hedef veya nesne üzerinde yoğunlaşırlar, birbirleri üzerinde değil.22 Fakat buna rağmen toplumsal grupların birbirleri ile rekabetleri çatışmalara neden olur.23 8- Çatışma, karşıtlık ve rekabet süreçleri hiçbir zaman “saf” formda bulunmazlar; birbirleri ile ilişkileri bir şekilde vardır.24 Çatışma sürecinin araştırılmasında bazı kavramların birbirleriyle çok yakın ilişkileri olduğu görülecektir. Bir kavramın, diğer kavramların oluşumunda tetikleyici bir etken olarak baskı yaptığı da olacaktır. Hatta bu kavramların bir çatışma süreci içerisinde hepsinin bir arada olduğu da görülebilecektir. Örneğin rekabet eden gruplar, rekabet sürecinin başlamasıyla birlikte farklı bir oluşum içerisine girerek, rekabet ettiği gruba karşı bir çatışmaya girebilecektir. Bundan sonra da kendisini karşı gruba karşı kesin hatlar çizerek, tüm varlığıyla ona karşıt olabilecektir. Böylece rekabet çatışmaya neden olmuş, oradan da karşıtlık bilinci gelişmiştir. 9- Çatışma, büyük ölçüde engellenmedir.25 Bir grubun kendi amaçlarını geçekleştirmek isterken karşılaştığı engeller, grubun ilk başta çatışma amacı yok iken bu engellenme nedeniyle zorunlu bir çatışma içerisine girmesine neden olacaktır. Tabi burada bir zorunluluk olması çatışmanın niteliğini de etkilemektedir. Bu çatışma şekli saldırı amaçlı karşı tarafı ortadan kaldırmayı amaçlayan bir çatışma şekli olmayıp, sadece karşı tarafın engellemelerini savmak amaçlı yapılan bir çatışmadır. Bu şekilde bir çatışmanın sonuçta değişik görüntüler alması da mümkündür. İlk başta sadece savunma amacını güden bu çatışma daha sonraları karşı tarafın ısrarlı mücadelesi nedeniyle, grubun gerçekleştirmek istediği amaç, şekil değiştirerek bu sefer amaç, karşı grubu ortadan kaldırmak isteği haline gelerek bir amaç sapmasının meydana gelmesine de neden olabilir. Böylece engellemeyi gerçekleştiren grubun kesinlikle ortadan kaldırılması gereken bir düşman haline gelmesi de mümkündür. 21 Mehmet Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İstanbul, 2004, s.50. Fichter, a.g.e., s.114. 23 Karip, a.g.e., s.26. 24 Fichter, a.g.e., s.115. 25 Gökçe, a.g.e., ss.257-259. 22 11 Tabi burada söz etmemiz gereken önemli bir nokta daha vardır: Bir grubun gerçekleştirmek istediği amaçların başka grupları tahrik ederek onları kışkırtması varsa, yani amaçlar başka grupların çıkarlarını etkiliyorsa burada grubun bir engellemeyle karşılaşması normal bir görüntü olarak görülebilir. Çünkü burada bilerek yapılan bir “saldırı”dan bahsedebiliriz. Buradaki engellenmeyi, çatışma sürecindeki tarafların birbirlerini etkisiz kılmak için mücadeleye girişmeleri olarak, yani çatışma sürecinin bir unsuru olarak değerlendirmeliyiz. Fakat gerçek bir engellenme, bir çatışma süreci olmayıp, sadece çatışmaya neden olan bir nedendir. Burada şu soru da sorulabilir: Bir grubun amaçlarına saldırmayan bir grup neden bir engellenmeyle karşılaşsın, yani demek ki bir şekilde bir saldırı var ki bir engellenmeyle karşılaşıyor, denilebilir. Burada söylememiz gereken kavram bir çekememezlik ya da kıskançlıktır. Daha da önemlisi bir grubun varlığının, başka grupların varlığından rahatsız olarak kendisi dışındaki grupların kazanımlarını kendisine tehdit olarak görmesidir. Bu durum bir çıkar çatışmasından daha çok varlıksal (ontolojik) açıdan bir çatışmaya neden olmaktadır. 10- Çatışma, muhalefettir.26 Bir grubun yapmış olduğu hareketlerin başka bir grup tarafından muhalefet edilerek etkisiz kılınmaya çalışılması açık bir çatışma olarak görünmemektedir. Burada muhalefet kavramının genel anlamları olan karşılık verme, müzakere, tenkit, karşı görüş belirtme ve reddetme27 anlamlarına baktığımız zaman, muhalefet kavramının karşı gruba yapılan gerçek bir saldırı olmadığını gösterir. Burada yapılanın eylemsel değil de, daha çok düşünce planında ortaya çıkan, karşı grubun temel referanslarını eleştirerek, grubun varlığını ve amaçlarını kabul etmeme anlamında bir reddediş olduğunu anlayabiliriz. Tabi, yapılan bu muhalefet ilk başta bir çatışma gerçekleştirmezken, her an çatışmaya neden olabilecek bir kuvvet olarak kendisini ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle muhalefet sürecinin gelişiminde masum bir noktadan yapılan bir muhalefetle, karşı tarafı tahrik ederek kışkırtan, grubun temel değerleri ve amaçlarını alaya alan muhalefet süreçlerini birbirinden ayırmalıyız. Birincisini olumlu ya da olumsuz bir eleştiri anlamında muhalefet olarak, ikincisini ise karşı grubun varlığından rahatsız olan grubun saldırı amaçlı yaptığı muhalefet olarak değerlendirmeliyiz. 26 Arslantürk, a.g.e., ss.342-343. Nevin Abdulhalık Mustafa, İslam Düşüncesinde Muhalefet, Çev. Vecdi Akyüz, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2001, s.15. 27 12 11- Çatışma, sosyal ilişki içinde bir yarışmadır.28 12- Çatışma, bir sosyalizasyon biçimidir.29 Çatışmanın yıkıcı olduğu kadar toplumsal grupların kendi içlerinde bütünleşmelerinde ve dayanışmalarında büyük katkısı vardır.30 Çatışma, karşıtlar arasındaki gerginliği çözerek toplumlaşmaya katkı sağlamaktadır.31 13- Çatışmaların görünen tarafı olduğu gibi, zihniyet anlamında düşünce çatışmaları, ruhi çatışmalar da vardır. İdeolojik çatışmalar, grupların çıkar amaçlı çatışmalarından farklıdır. Çıkar amaçlı çatışmalarda elde edilmek istenen şey kazanıldığı zaman, çatışma da ortadan kalkacaktır. Bu şekildeki çatışmalarda özellikle karşı gruba duyulan özel bir düşmanlık olmayıp, neden sadece çıkarın elde edilme isteğidir. İdeolojik çatışmalarda ise durum bundan oldukça farklıdır. İdeolojik çatışmalarda gruplar, hayatı ve olayları belli bir bakış açısıyla değerlendirdikleri için, kendileri dışında hayata farklı bir pencereden bakan başka gruplara karşı bakışları birbirlerinin varlıklarından rahatsız olma anlamında iyi olmayacaktır. Bu durumdaki çatışmalar çok daha güçlü bir çatışma şeklidir; çünkü grubun zihniyet anlamında birbirine bağlanmaları, kendi içerisindeki bağların sağlam bir yapıda olması sayesinde grubu güçlü kılmaktadır. Karşıt olma bilinci ile grubun ideolojisinin başka bir ideolojik baskıyı kabullenmemesi, grubun çatışmadaki kuvvetini artırarak çatışmanın da çok daha şiddetli geçmesini sağlamaktadır. Bu bakımdan grupların ideoloji anlamında güçlü bir yapıya sahip olmaları çatışmanın şeklini her yönden etkilediğini bilmemiz, çatışmanın araştırılmasında ideolojik unsurların çok iyi araştırılmasını zorunlu kılmaktadır. 28 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.340. Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981, s.175. 30 Dönmezer, a.g.e., s.196. 31 Georg Simmel, Çatışma Fikri ve Modern Kültürde Çatışma, Çev.Ahmet Aydoğan, İz Yay., İstanbul, 1999, s.29, 30. 29 13 1.1.2. Çatışma Kuramları Genel olarak çatışma kuramlarına baktığımız zaman, çatışma kuramlarının toplumların birbiriyle uyum içerisinde olmasından daha çok, toplumdaki birimlerin ve öğelerin birbirleriyle çatışmalarının itici gücüyle toplumun değişebilmesinin mümkün olabileceğini vurguladıklarını görmekteyiz. Bu anlamda çatışma kuramcılarının genel bir toplum kuramı ortaya atmadıkları söylenilmektedir.32 Çağdaş sosyolojide başlıca teorik mücadelenin özellikle fonksiyonalizm ile “diğerleri” arasında olduğunu görmekteyiz.33 Toplumların incelenmesinde temel faktörlerden biri olan fonksiyonalizme göre, bir sistem olarak düşünülen toplumun en önemli fonksiyonu bütünleşmedir ve bu nedenle de her toplumsal yapı ve birim toplumsal sistem içinde fonksiyonel olduğu için vazgeçilmez niteliktedir. Bu bakımdan toplumda uyum, denge, ahenk, bütünlük gibi kavramlar toplumu bir arada tutmanın en önemli unsurlarıdır. Fonksiyonalizme göre toplumdaki gerginlikler, sapmalar, uyumsuzluklar toplum için zararlıdır ve toplumdaki birliğin ve işleyişin düzgün bir şekilde olabilmesi için bu unsurların ortadan kaldırılarak işleyişin düzeltilmesi gerekmektedir.34 Fonksiyonalist teori temelde, toplumu yaşayan bir organizma olarak gören ve bu organizmayı oluşturan tüm parçaların onun hayatiyetine katkıda bulunan bir işlev üstlendiğini ileri süren bir yaklaşımdır.35 Toplumların devamının sağlanabilmesi için toplum içerisinde bir uyum ve ahenk olmalıdır. Durkheim toplumu, birbirine bağlı parçalar kümesi olarak görür, bu nedenle bir toplumun devam etmesi için işbirliğine dayanması, bunun da üyeler arasında temel değerler açısından genel bir fikir birliği ya da anlaşmayı içermek zorunda olduğunu belirterek, toplumsal organizmanın ancak bu şekilde yaşamını sürdürebileceğini vurgulamaktadır.36 Talcott Parsons’a göre, bu şekilde toplumun içerisinde uyumu bozan unsurların bulunmaması, toplumun düzenli bir şekilde ilerleyerek gelişmesini sağlayacak ve böylece o toplum ne kadar çok uyum sağlarsa, o derece ileri bir toplum olacaktır.37 “En uygun olanın hayatta kalması” ifadesini ortaya çıkaran Spencer için en uygunlar, karşılıklı işbirliğine dayalı toplumsal yaşama uyarlanmış olanlardır.38 Comte’a göre, düzen ve ilerleme toplumun statik 32 Kongar, a.g.e., s.175. Arslantürk, a.g.e., s.420. 34 Marshall, a.g.e., ss.363-365; Kirman, a.g.e., ss.82-83; Kongar, a.g.e., ss.145-148; Poloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev., Hayriye Erbaş, Gündoğan Yay., Ankara, 1993, ss.31-35; Dönmezer, a.g.e., ss.167-174. Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.104. 35 Arslantürk, a.g.e., s.431. 36 Giddens, a.g.e., s.602. 37 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.114. 38 Morris, a.g.e., ss.156-157. 33 14 ve dinamik yönleridir. Düzen daha çok uyumu ve dayanışmayı belirtirken, ilerleme ise doğal yasalara göre toplumun düzenli bir şekilde gelişimini anlatır. Bu nedenle ilerleme önceki düzenle çatışma halinde değildir; bilakis onun bir uzantısıdır, böylece her ilerleme bir düzenin gelişmesini gösterir.39 Bu bakımdan fonksiyonalist bakış açısına göre, toplumda çatışma ve gerginlikler genellikle negatif ve yıkıcı olarak ele alınır, çatışmanın sosyal sistem açısından pozitif fonksiyonu yoktur.40 Bu nedenle fonksiyonalizme göre, mevcut değer yargısı ve norm sistemine ters düşen düşünce ve davranışlar sosyal kontrol süreci içinde ya izole edilir, ya baskı altına alınır, ya da mevcut sosyal düzene uyumu sağlanarak zararsız hale getirilir veya toplumu oluşturan unsurların fonksiyonlarında uygun ayarlama ve düzenlemelere gidilerek, sosyal kurumlar arasında, yeni bir denge sağlanmaya çalışılır.41 Fonksiyonalizme bağlı bu bakış açıları insan toplumlarının içinde varolan düzen ve uyumu vurgular. Bu görüşte olanlar, süreklilik ve fikir birliğini toplumların en belirgin özellikleri olarak nitelendirirler. Öte yandan, diğer sosyologlar özellikle Marx’tan çok fazla etkilenmiş olanlar toplumsal çatışmanın yaygınlığını vurgularlar. Toplumları bölünmeler, gerginlikler ve mücadeleler ile uğraşıyor olarak görürler. Onlara göre, insanların çoğu zaman birbiriyle dostça yaşama eğiliminde olduğunu iddia etmek bir yanılgıdır; açık yüzleşmeler olmadığında bile çıkarlarda derin bölünmelerin olduğunu ve bunların bir noktada aktif çatışmalara dönüşme olasılığının olduğunu söylerler.42 Bu anlamda fonksiyonalizm ve çatışmacı yaklaşımların birbirleriyle aynı görüşleri taşımadıklarını, topluma bakışlarında çok temel bir farklılığın olduğunu anlamaktayız. Çatışma teorisini savunan düşünürlerin kullandıkları temel kavramlar çatışma, çelişki, değişme, baskı, güç, otorite ve çıkardır. Karl Marx, L. Gumplowice, V. Pareto, Ralf Dahrendorf, Lewis A. Coser, Robert Ezra Park, John Rex, George Simmel, C.Wright Mills’e göre, çatışma ve çelişki toplumsal birim ve öğeler arasında sürekli vardır. Çatışma toplumun amaçlarını yerine getirmesine, ilerlemesine katkıda bulunan bir olgudur ve rekabetçi grupların bir sistemidir.43 Genel olarak fonksiyonalizme yöneltilen eleştiriler çerçevesinde çatışma kuramının temel özellikleri şöyle özetlenebilir: 1. Toplum organik bir bütün değil fakat bir süreçtir. Onu sadece organik bir bütün olarak görmek, toplumsal yaşamın o akıcı dinamizmini değerlendirme olanağını kısıtlar ya 39 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.128; c.2, s.48. Kızılçelik, a.g..e., c.2, s.11. 41 Kızılçelik, a.g..e., c.2, s.105. 42 Giddens, a.g.e., s.600. 43 Kirman, a.g.e., s.50. 40 15 da kaldırır. Bu dinamizmin kaynağı, toplumsal yapının kendi içinden doğal olarak yarattığı "çatışma"dır. Çatışma ve çelişki toplumsal birim ve öğeler arasında sürekli olarak vardır. 2. Çatışma kaçınılmaz bir olgudur. 3. Çatışma değişmenin itici olduğu kadar, toplumun bütünlüğü için fonksiyoneldir. 4. Çatışma, fonksiyonalistlerin ortaya koyduğu şekliyle bir hastalık değil, aksine toplumun amaçlarını yerine getirmesine, ilerlemesine katkısı yadsınamaz bir gerçekliktir. Bu nedenle çatışma toplumun doğal niteliğidir. 5. Çatışma, değişmenin itici gücü olarak çeşitli toplumsal sorunların varlığında yansımasını bulur. Bir yönüyle çatışma, toplumsal sorunların baskısı altında yoğunlaşır ve somutlaşır. Yine çatışma sorunların çözümünü kamçılar. Sorunların çözümü ise değişmeyi zorlar ve hatta değişmenin kendisidir.44 Max Weber’e göre, insanların birbirleriyle kurdukları ilişkiler hiçbir zaman aynı düşünen kişiler arasında olmamakta ve bu ilişki bir zıtlığı, bir şekilde barındırmaktadır. Fakat ilişkilerin niteliği bir uzlaşım, uyumlu olma ile devam ettiği sürece bir sorun çıkmamaktadır.45 Ancak uyuşmanın tanımına baktığımız zaman, belli bir sosyal durum içinde, amaçlar ve davranışlar arasındaki denge durumu olması, uyuşma sürecinde işbirliği ve çatışma süreçlerinin bir arada ve dengeli bir şekilde olmalarını zorunlu kıldığı görülmektedir.46 Bu nedenle bir sosyal ilişki içerisinde tam olarak bir uyumun gerçekleşmesinin zor olduğunu, uyumdan çatışmaya geçişin her zaman olanaklı olduğu belirtilmektedir.47 Bu bakımdan Dahrendorf, birbirleri için ön-zorunluluk olan çatışma ve consensus olmaksızın toplumun var olamayacağını kabul etmektedir.48 Bu bakımdan fonksiyonalizm ve çatışma kuramları arasındaki bu temel karşıtlığın arasını bulmaya çalışan görüşler de bulunmaktadır. Bu bakımdan, kesinlikle çatışmanın zararlı olduğunu kabul eden “geleneksel görüş” ile çatışmanın kaçınılmaz olduğunu, çatışmamanın sakıncalı olduğunu benimseyen “etkileşimci görüş” arasında, bunlardan farklı olarak bunların her ikisinin de birbiriyle ilişkileri olduğunu söyleyerek çatışmanın olumlu yönden dönüştürülmesiyle gruplara katkı sağlayacağını belirten “davranışçı görüş” 44 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.82; c.2, ss.17-18; 340; 395-397; 409-410; 414; Simmel, a.g.e., s.29,30; 34; 47-48; Kongar, a.g.e., ss.175-189. 45 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.290. 46 Arslantürk, a.g.e., s.346. 47 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.290. 48 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.412. 16 bulunduğunu görmekteyiz.49 Çatışmanın farklı açılardan değerlendirilmesi, yani çatışmanın grup uzlaşımının mı yoksa grup çözülmesinin mi kaynağı olduğu sorusuna verilebilecek cevap çatışmanın kökenine, konusuna, denetim altında tutuluş biçimine ve en önemlisi, hangi toplumsal yapıda geliştiğine bağlı olduğuyla değişebilmektedir. Bu bakımdan Lewis A. Coser, grup içi çatışmayla grup dışı çatışmayı, merkezi değerler üzerine olan çatışmayla çevresel konular üzerine olan çatışmayı, yapısal değişmeye yol açan çatışmayla emniyet supabı kurumlarına kanalize edilen çatışmayı ve gevşekçe kaynaşmış gruplardaki çatışmayla sıkıca kaynaşmış gruplardaki çatışmayı birbirinden ayırmaktadır. Ayrıca, gerçekçi olan çatışmayla gerçekçi olmayan çatışmayı da ayırır. Tüm bu noktalar, bir toplumsal süreç olan çatışmanın işlevini belirleyen faktörler olarak, çatışmanın araştırılmasında önemli göstergeler sunmaktadır.50 Çatışmanın hangi şartlar altında, sosyal düzenin devam etmesine olumlu katkılar sağlayacağına inceleyen Coser; sosyal grupların oluşması ve sınırlarının belirlenmesinin, grup kimliğinin yeniden benimsenmesi yoluyla üyelerin birbirlerine daha iyi bağlanmasının çatışma olgusu ile mümkün olacağına yönelik görüşler geliştirmiştir. Fonksiyonalist teorinin birçok kavramını terk etmeden, çatışma sürecini incelemiş olması, uzlaşmacı -bütünleşmecive çatışmacı yaklaşımları birbirine rakip şemalar olarak algılamaması, Coser’ın “çatışmacı fonksiyonalist” olarak nitelendirilmesine neden olmuş; birçok fonksiyonalistin, çatışma olgusunun olumlu işlevlerinin farkına varmasını sağlamıştır.51 Fonksiyonel olmayan çatışma, kurum ve kuruluşları amaçlarına ulaşmaktan engelleyen, amaçları gerçekleştirmeye katkıda bulunmayan çatışmalardır. Fonksiyonel olan çatışmalar ise, organizasyonun amaçlarını gerçekleştirmesine katkıda bulunan çatışmalardır.52 Örneğin çatışma, toplumsal yapının oluşumu, birleşimi ve korunması açısından araçsal olabilecek bir süreçtir. Grup içi ve gruplar arası sınırların belirlenmesi ve korunmasını olanaklı kılar. Diğer gruplarla çatışma, grubu çevreleyen toplumsal dünya ile bütünleşmesini önleyerek, grubun kimliğini yeniden benimsenmesine katkıda bulunabilir.53 Çatışmanın fonksiyonel olup olmamasıyla ilgili bu kuramsal tartışmanın tamamen ortadan kalkması oldukça zor görünmektedir. Fonksiyonalizm ile çatışma bakış açıları arasındaki bu farkın tam olarak birbiriyle uyuşmaz olduğunu söylemek yanlış olacaktır. 49 Gökçe, a.g.e., s.280. Poloma, a.g.e., s.113. Gerçekçi-Gerçekçi olmayan çatışmalar hakkında bkz: Poloma, a.g.e., s.101. 51 Arslantürk, a.g.e., s.373. 52 Gökçe, a.g.e., s.270. 53 Poloma, a.g.e., s.99. 50 17 Tüm toplumlar olasılıkla değerler konusunda bir çeşit genel anlaşma içerirler ve hepsi tabii ki çatışma da içerir. Farklı grupların sahip olduğu değerler ve üyelerinin hedefleri çoğu zaman ortak ve zıt ilgilerin bir karışımını yansıtmaktadır. Örneğin, Marx’ın sınıf çatışması tanımlamasında bile, farklı sınıflar birbirleriyle mücadele etseler de bazı ortak ilgileri paylaşırlar. Bu nedenle işçiler ücretlerinin sağlanması için nasıl kapitalistlere bağlı iseler, kapitalistler de girişimlerinde çalışmak için iş gücüne dayanırlar. Bu tür durumlarda açık çatışma sürekli değildir; aksine bazen her iki tarafın ortak olarak sahip olduğu şeyler bunların farklılıklarını gizleme eğilimindedir, diğer durumlarda ise tersi söz konusudur.54 Çatışma teorilerinde çatışma nedenleri olarak iki temel özelliğin olduğunu görmekteyiz. Birincisi, grupların farklı amaç ve çıkarlara sahip olmaları, onların kendilerine karşı bir rekabet ve mücadeleye girmelerine neden olmakta, böylece de çatışma meydana gelmektedir. İkincisi, bireylerin içsel-psikolojik olarak duygusal durumları, istekleri insanlar arasında farklılığa neden olmakta ve bu yüzden evrensel olarak bir çatışmanın meydana gelmesi kaçınılmaz olmaktadır.55 54 55 Giddens, a.g.e., s.603. Karip, a.g.e., s.26; Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.17-18, 407; Güney, a.g.e., s.216; Gökçe, a.g.e., s.256. 18 1.1.3. İdealler ile Gerçekler Arasındaki Çatışma Hayatın gerçekleriyle yüz yüze gelmeden önce kafamızda tasarladığımız yaşam ile yaşanan dünya arasındaki uyuşmazlık, insanın yaşanan çatışmalardan çok daha önemli ve sıkıntılı durumlarla baş başa kalmasına neden olmaktadır. Bu bakımdan insanın yaşamış olduğu bu zihinsel çatışmaların nedenlerinin tespit edilmesi, gerçek yaşamda yaşanan gerçek çatışmalarda nasıl bir etkisinin olduğunu görülmesinde çok büyük katkıları olacaktır. 1.1.3.1. İnsan hayatını yönlendirmesi açısından düşünceler-ideolojiler Marx, Hegel’in sadece düşünce ile belirlenmiş olan, yani içinde düşünceden başka bir şey taşımayan soyut insanını, belirli bir ortamda yaşamayan, gövdesi ve yüzü-gözü olmayan bir yaratık olarak görüyordu.56 Bu nedenle Marx’ın haklı olarak Hegel’e karşı çıkması, bize de gerçekliğin sadece düşüncelerde oluşmaması gerektiği düşüncesini vermektedir. Ancak, insanı sadece düşüncelerden bağımsız bir şekilde düşünmek de mümkün değildir; fakat bunun bir derecesi olması gerekmektedir. İnsan hayatını devam ettirirken, hayatını şekillendiren unsurların en başta geleni hiç şüphesiz insanın kendi düşünceleridir. İlk önce insanların kendi davranışlarında benimsedikleri kavramları anlamadan, toplumsal dünyayı doğru bir şekilde anlayabilmemiz de gerçekleşmeyecektir.57 Çünkü ideoloji, ancak belli bir toplumsal oluşum içinde anlamlıdır ve ideolojiyi açıklamak aslında bu toplumsal oluşumu açıklamak demektir.58 Bu nedenle ilk önce insanın düşünceleri bilinmeli ki, toplum anlaşılabilsin diyebiliriz. İşte burada insanın yaşamış olduğu idealler ve gerçekler arasındaki çatışmanın da neden bu kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. İnsan eğer düşünceleri ve hayat arasında bir bağlantı oluşturamazsa, anlamlı bir uyum gerçekleştiremezse; yani gerçekleşemeyecek bir dünyanın tasarımını zihninde gerçekleştirmişse, bu, onun hayata bakışını farklı bir yönde etkileyecek ve dönüştürecektir. Artık insan, dünyayı kendi düşüncelerine göre şekillendirmek için mücadele içerisine girecek ve hayat bir savaş arenası olarak görülmeye başlanacaktır. Tabi burada Marx’ın, düşüncenin pratiği ancak pratik içinde gösterilebileceği 56 Karl Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004, s.85, 88, 95, 98-99; Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi, 3.Bas., Sosyal Yay., İstanbul, 1997, s.176. 57 Giddens, a.g.e., s.12. 58 Nur Betül Çelik, İdeolojinin Soykütüğü Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2005, s.102. 19 düşüncesinin59 söylediğimiz insan tipiyle uyuşmadığını belirtmeliyiz. Çünkü Marx’a göre, hayattan kopuk bir şekilde oluşmuş bir zihin, ayakları yere basmayan bir zihindir ve bu nedenle de bilincin hayatı belirleyemeyeceği düşüncesi, hayatı belirleyenin yalnızca gerçek dünyanın gerçek görünümleri olmasını zorunlu kılmaktadır.60 Toplumu oluşturan bireylerin hayattan kopuk bir şekilde düşünceler oluşturmaları insanın kendine yabancılaşmasından başka bir şey değildir61 ve bu da hayattan kopuşu göstermektedir. O halde, insanın toplumdan bağımsız olamaması, yani düşüncelerini oluştururken toplumun onu şekillendirmesi, insanın, toplumun genel düşünceleriyle uyum içerisinde olmasını gerektirmekte; fakat insanın bu şeklin dışına çıkarak kendisine yabancılaşmasıyla hayata ve topluma bakışı değişmekte, böylece de hayat bambaşka bir görünüme bürünerek çatışmanın temelleri atılmış olmaktadır. Pareto’ya göre kalıntılar, insanın hayatını yönlendiren zihnin temel değişmez özelliğidir. İnsan bu şekilde zihinde yer alan bu kalıntılar aracılığıyla hayatını devam ettirirken bazı düşünceler, ideolojiler onun yaşamını etkilemektedir. Örneğin, “öldürme, çünkü bu, Tanrı tarafından yasak edilmiştir.” düşüncesi, insanın zihninde yer aldığı zaman, insan artık öldürme eylemini bu şekilde düşünecek ve öldürme eylemini gerçekleştirmekten uzak durmaya çalışacaktır.62 Hegel’in, İde’nin doğayı yöneten bir kuvvet olması ve doğayı bu yönde etkilemesi görüşünü63 de ele aldığımız zaman, insanın hayatını şekillendiren en temel noktalardan birinin zihin olduğunu anlamamız, hayata bakış açısını bütün yönleriyle değiştiren bir durumla karşı karşıya kaldığımızı göstermektedir. Toplumun ve kültürün insanın düşüncelerinden bağımsız olamaması, maddi ve maddi olmayan her unsurun arkasında onu oluşturan inanç ve değerlerin varlığını göstermektedir.64 Bu da bizim toplumu anlamamızda sadece yerleşik yapının araştırılmasının yeterli olmadığını, bu nedenle de toplumu anlamak için ilk olarak insanın düşüncelerini oluşturan temel etkenlerin tespit edilmesini zorunlu kılmaktadır. Böylece bu yapılan araştırma, çatışma kavramının anlaşılmasında bizlere önemli derecede yol gösterecektir. Örneğin, çatışmanın işleyişinde grupların birbirlerini değiştirmek için mücadeleye giriştiklerinde 59 Karl Marx, Feurbach Üzerine Tezler, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004, ss.104-106; Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004, s.119. 60 Karl Marx ve Friedrich Engels, Din ve İdeoloji, Çev. Mevlüde Ayyıldızoğlu, Der: Yasin Aktay- M. Emin Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi Yay., 2.Bas., Konya, 1998, s.122. 61 Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, ss.79-80. 62 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.314. 63 Hilav, a.g.e., s.105. 64 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.412. 20 yapmaları gereken en önemli işin ilk olarak birbirlerinin düşünceleriyle çatışarak, onları değiştirmelerini gerekli kılması;65 yine aynı şekilde, çatışan grup üyelerinin kendileri için değil de, temsil ettikleri grubun idealleri için yaptıkları bir çatışmanın, kişisel nedenlerden çıkan çatışmalara kıyasla çok daha şiddetli ve keskinleştirici olması,66 bizlere düşüncenin ya da ideolojinin ne kadar çok önemli olduğunu sergilemektedir. İdeolojilerin topluma egemen olan güçlerin kendilerini haklı göstermek için oluşturdukları düşünce ve inançlardan meydana gelmesi ve bu şekilde de güçlü olanı haklı kılma aracı olarak görme düşüncesi67 de bizim söylemek istediğimiz şeye vurgu yapmaktadır. Tabi burada hatırlanması gereken nokta, ideolojilerin belirlenmesinde ve uygulanmasında güçlü ve egemen olanın sözünün geçmesi, insanların bir aldanma içerisine girerek haksız farklılıkların bu ideolojiler ile meşrulaştırıldığını göremeyecek kadar büyülenmelerine neden olmaktadır. İşte bu nokta, insanların hayata bakışlarında, düşüncelerin onları etkilemesini sergilemesi bakımından hayatı yönlendiren idelerin insan yaşamındaki önemini çok anlamlı bir şekilde göstermektedir. Bir nesneyi kötü olarak gören bir toplumda yetişen bir insan ile bundan farklı düşünen bir toplumda yetişen bir insanın o nesneye bakışları kesinlikle birbirinden farklı olduğu görülecektir.68 İşte böylece bu insanların, yaşadıkları toplumun değerlerini benimsemeleri, onların hayata bakışlarında doğrudan bir etki oluşturmakta ve daha sonra da edinilmiş olan bu değerler ile kendisinden farklı olan tanımlanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Yani, o insanın turnusol kâğıdı kendi toplumundan öğrenmiş olduğu düşünceleri olmaktadır. Burada insanın zihnini şekillendiren unsurun toplum olduğunu görmekteyiz; fakat insanın düşüncesini şekillendiren unsur her ne olursa olsun, insan çeşitli şekillerle zihnini oluşturmakta ve hayata da çizmiş olduğu bu şekillerle bakmaktadır. 1.1.3.2. Maddi hayatın insanları yönlendirmesi İnsanın düşüncelerini şekillendiren şeyin içinde yaşadığımız hayatın bizzat kendisinin mi, yoksa insanın hayattan bağımsız bir şekilde oluşturduğu düşüncelerinin mi olduğu karmaşası, aslında temel olarak insanın hayata bakış açısıyla ilgili olan bir sorun olduğunu göstermektedir. Karl Marx’a göre, maddi yaşamdaki üretim biçimi yaşamın toplumsal, 65 Çelik, a.g.e., s.119. Poloma, a.g.e., ss.107-108. 67 Giddens, a.g.e., s.618. 68 Arslantürk, a.g.e., s.442. 66 21 siyasal ve manevi süreçlerini belirler.69 İnsanların varlıklarını belirleyen şey bilinçleri değildir; tersine bilinçleri belirleyen şey onların toplumsal varlığıdır, yani bilinç toplumun bir ürünüdür.70 Buna göre, maddi koşullar değişikliğe uğradığı ya da ortadan kalktığı zaman, onlara karşılık gelen ideolojik etken de değişir ya da ortadan kalkar.71 Bu bakımdan Marx, Hegel’in özne haline getirdiği İdea’sını ve gerçek dünyanın ‘İdea’nın sadece dışsal, görüngüsel biçimi olduğunu kesinlikle kabul etmeyerek, maddi dünyanın temel olduğunu söylemektedir.72 Marx’ın bu şekilde idea’yı özellikle dışlamasının nedeninin en önemli noktası, insanların hayatlarında idea tarafından kandırıldıklarının bir göstergesini sunmasından başka bir şey değildir. Bu bakımdan Marx’a göre, her devrin hâkim düşünceleri o devrin hâkim sınıflarının düşünceleridir.73 İnsanlar, kendi çıkarlarını sağlamak isteyen kişi ya da gruplar aracılığıyla kendilerine dayattırılan düşünceleri kabul etmekte ve sonuçta da bu düşüncelerin insanlar tarafından kabul edilmesiyle birlikte, güçlü olanlar, idea’nın yardımıyla istediklerini bu insanlara yaptırarak çıkarlarını elde etmektedirler.74 Bu nedenle bireyler bu idea’nın dayatmasından kurtulup, düşüncelerin temel kaynağı olan gerçek yaşama dönmeli75 ve böylece de düşüncelerini kendileri oluşturarak, egemen gücün kendileri olması için değişim gerçekleştirmeleri gerekmektedir.76 Hegel düşünceler arasındaki çatışmayı incelemiştir. Marx ise çatışmayı, uyuşmazlığı bizzat yaşanan dünya içinde bulmuş ve düşüncelerin aslında çatışma ve uyuşmazlıklardan kaynaklandığını, doğduğunu ileri sürmüştür.77 Onun maddi dünyayı alt-yapı olarak görmesi, yani hayattaki maddi olmayan unsurların temel referans olarak görülmesini reddetmesi, en başta etkilerini din üzerinde göstermiştir; çünkü dinin temel dayanağı madde olmadığına göre78 bu durumun değiştirilmesi gerekmekteydi. Bunun için yapılması gereken iş, dine hayat veren koşulların dönüştürülerek, hayata maddenin egemen olması sağlanmalıydı.79 Bu 69 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.112-113, 120-122, 131. Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.122; Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.117-119, 123; Komünist Partisi Manifestosu, Çev. Cenap Karakaya, Sosyal Yay., 2.Bas, İstanbul, 2003, s.94; 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, s.43. Marx, Hegel’in, zihnin insan için hakiki özü olduğunu kabul ettiğini, bu nedenle duyu, din, devlet vb.yi ‘tinsel kendilikler’ olarak algıladığını söyleyerek eleştirir. Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, ss.80-81. 71 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.94. 72 Çelik, a.g.e., s.69; Arslantürk, a.g.e., s.371. 73 Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.123; Komünist Partisi Manifestosu, s.94. 74 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.141-142. 75 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.112. 76 Çelik, a.g.e., s.102. 77 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.287. 78 Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.125. 79 Morris, a.g.e., s.59. 70 22 bakımdan Marx’ın çatışmaya bakışı temel olarak madde üzerinden başlamaktaydı. Yine aynı şekilde, Gumplowicz’e göre, çatışmanın temeli maddi gereksinimler ve çıkarlardır. Bu nedenle maddi olanaklara sahip olan güçlü grup, güçsüz olanı egemenliği altına alarak onu istediği gibi yönetebilmektedir.80 R. Collins, bu nedenlerden dolayı çatışma teorilerinin soyut olarak oluşturulmasını doğru bulmayarak, çatışmanın gerçek yaşam üzerinde odaklaşması gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece çatışma teorisyenlerinin idealler, inançlar gibi kültürel unsurlara bakışları güç, kaynaklar ve çıkarlar üzerinden gerçekleşeceğini söylemektedir.81 İslamiyetin doğuşundan sonra gelişen gaza anlayışının önemli bir yönünün daha çok iktisadi kaynakların kıt olmasından kaynaklandığı görüşünün82 Collins’in düşüncelerini destekler mahiyette olduğunu görmekteyiz. Sonuç olarak insanların hayata bakışlarının ve hayatlarını devam ettirmelerinin temel belirleyicisinin ne olması gerektiği hakkında düşünürler tarafından kesin bir sonuca varıldığını görememekteyiz. Bu farklılık uzun dönemler boyunca tartışılmış ve hâlâ da bu tartışmalar devam etmektedir. Tabi bu tartışmayı kimin kazandığı ya da kimlerin kazanacağı bizim konumuzu ilgilendirmemekte; çatışma kavramı çerçevesinde bizi ilgilendiren boyut, iki farklı hayat algılayışının olmasının yansımalarını incelememiz olacaktır. Bir taraftan, insanın hayatını devam ettirmesinde onu etkileyen temel etkenin düşünce olması; bizim bu düşüncelerin içeriğini tespit etmemizi zorunlu kılmaktadır, bunu yaptığımız zaman çatışmanın zihinlerde nasıl yer aldığı, hangi düşüncelerin çatışmayı tetiklediği gibi önemli konuları öğrenebileceğizdir. Böyle bir araştırma yapmaz isek, sadece görünen nedenlerle uğraşmış oluruz ki bu da bizim yanlış sonuçlar elde etmemize neden olacaktır. Diğer taraftan da, maddi unsurların hayatın devamında temel etken olması; bizim çatışmanın nedenleri olan gerçek dünyanın kaynaklarının insanları nasıl etkilediği, insanların çıkarlarının onları nasıl yönlendirdiği gibi maddi temeldeki sorunları bulmamızda bize yardımcı olacaktır. Sadece düşüncenin çatışmaya olan etkilerinin tespit edilerek konunun sonuçlandırılması hayattan kopuk bir anlayışı sergileyeceği için, çatışmanın hayattaki yansımalarının nasıl gerçekleştiği de aynı derece de önemli bir konudur. Bu nedenle araştırmamızdaki bu konuları incelerken birbirinden bağımsız olarak değil, çift yönlü ve birbiriyle etkileşimli bir şekilde gerçekleştirmek için çalışacağızdır. 80 Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.383-384. Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.490-491. 82 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., 12.Bas, İstanbul, 2003, s.91. 81 23 1.1.4. Bireysel İstek ve Çıkarlar İnsanlar, kendi yaşamlarını sürdürürken toplumun isteklerini gözeterek yaşayabileceği gibi; insanlar toplumun isteklerinden vazgeçerek, kendi istek ve arzularının gerçekleşeceği bir yaşantıyı da isteyebilmektedirler. Bu bakımdan insanların topluma tamamen her şeyiyle bağlı olduklarını söyleyebilmemiz oldukça zordur. İnsan doğru ya da yanlış, bazen her şeye rağmen kendi isteklerinin gerçekleşmesini isteyerek toplumdaki genel duruma aykırı davranışlar sergileyebilmektedir. Bunun da nedeni istek, kıskançlık, özlem ve nefret gibi özelliklerin insanda bulunmasından kaynaklanmaktadır. F. Tönnies, insanın bu özelliklerine dikkat çekerek, aslında, toplumun yaşarken sanki birbirlerine ilgi gösteren, birbirlerinin iyiliği için çalışan bireylerden oluşuyormuş gibi gözükse de, gerçekte herkesin başkalarıyla rekabet içinde olup kendini düşündüğünü; kendi önemini ve avantajını öne çıkarmaya çalıştığını belirtmektedir.83 Lenski, insan etkinliklerinde fedakârlığın (alturism) da varlığını kabul etmekle birlikte, yine de hemen hemen bütün eylemlerin bencil çıkarlardan kaynaklandığını kabul etmektedir.84 Bu nedenle, G. Ratzenhofer’ın toplumsal yaşamı açıklamak için geliştirdiği teorik modelinin temelinde bireysel çıkarların yer aldığını görmekteyiz; ona göre bu çıkarların temelinde bireyin maddi gereksinimleri yatar.85 G. Simmel de yine aynı şekilde, toplumsal olguların nedenini, değer yargıları, özlem ve çıkarlara yönelen insanlar arasıdaki karşılıklı ilgi veya ilişkiye bağlamıştır.86 İnsanın istek, çıkar gibi özelliklerinin toplumun oluşmasındaki önemini kavradığımızda, “İnsansal tarih, istenen İsteklerin tarihidir.”87 sözünün ne anlatmak istediğini daha iyi anlayabileceğizdir. İnsanların en başta gelen istekleri şüphesiz yaşamayı becerebilmektir. Bu nedenle insanlar yaşamak için rekabet ederler ve mücadele etmek zorunda kalırlar. Park, böylece toplumda doğal bir düzenin oluşacağını söyleyerek, toplumun çatışma süreciyle gelişeceğini vurgular.88 L. A. Coser’a göre nefret, kıskançlık, gereksinme; istek ve özlemler gibi psikolojik öğeler uyumsuzluk yaratıcı nitelikte olup, her biri bir çatışma kaynağıdır.89 Bu bağlamda İbni Haldun’un insanların tutku ve isteklerinin çatışma yaratacağını vurguladığı, 83 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.342. Hilav, a.g.e., s.133. 85 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.388. 86 Simmel, a.g.e., ss.65-69. 87 Hilav, a.g.e., s.133. 88 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.343. 89 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.477. 84 24 böylece de kendinden sonra gelen çatışma kuramcılarına yol gösterdiği belirtilmektedir.90 G.Simmel’e göre de, çatışma bir çeşit toplumsal ilişkidir ve bu çatışma ilişkisinin temelinde gereksinme, nefret, kıskançlık, istek ve özlemler gibi uyumsuzluk yaratacak psikolojik veya bireysel öğeler yatar.91 Romantikler, insanların bireysel istek ve çıkarlarıyla dünyayı algılamalarının farklı bir gerçeklik oluşturmalarında etkili olduğunu belirtmektedirler. İnsanların, hayata, oluşturmuş oldukları bu gerçekliklerle bakmaları, hayatta farklı algılamaların neden olduğu o kadar çok çeşitlilik olduğunun bir göstergesi olacaktır. Onlara göre, tek tek bireyler veya topluluk halinde insanlar değişen koşullara yanıt olarak kendi özgün gerçekliklerini yaratırlar.92 Freud’un psikanaliz kuramındaki nevrozun, “dürtüsel taleplerle bunlara karşı olan resmi (toplumsal) talepler arasındaki çatışmanın ürünü”93 tanımı, bize insanların istek ve çıkarlarının toplum ya da devlet tarafından bastırıldığında muhakkak bir çatışmanın meydana geleceğini göstermektedir. Bu bakımdan, insanların bireysel istek ve çıkarlarının olması insani bir gereksinim olmasından çıkarak, bir değişim meydana getirmekte, bu değişim de bireylerin toplumla olan bir çatışmasına dönüşmektedir. Tabi burada hatırlanması gereken bir husus vardır ki, o da bireyin topluma karşı olarak konumlandırılmış olmasıdır. Bu görüşü benimseyen Freud’a göre birey, kültüre bir karşıtlık içinde, soyutlanmış, kendine yeter bir unsurdur. Bu bakımdan Freud, bireylerin yıkıcı, saldırgan, antisosyal ve antikültürel olduklarını öne sürmüştür. Bu nedenle her uygarlığın, temelde insanın bu özgün doğası nedeniyle, zorlama ve içgüdülerin reddi üzerine inşa edildiğini, bu nedenle de uygarlık ve insanın dürtüleri arasında temel bir antitez ilişkisinin olduğunu belirtmektedir.94 V. W. Turner da birey ve toplum arasında temel bir çatışma olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle ona göre, bir insan varlığının toplumsal normlara uymasını sağlamak için onun doğal dürtülerine şiddet uygulanmalı, bastırılmalı ya da yeniden yönlendirilmelidir.95 Levi-Strauss bu noktaya dikkat çekerek, insan aklının evrensel yapısının ben (ego) ve diğerleri (autres) arasındaki diyalektik çatışmadan doğduğunu vurgulayarak, ancak bu şekilde sosyal yapının anlaşılabileceğini belirtmektedir.96 Yani 90 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.85. Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.401; c.1, s.85. 92 Çelik, a.g.e., s.66. 93 Morris, a.g.e., s.249. 94 Morris, a.g.e., s.259, 261. 95 Morris, a.g..e., s.386. 96 Arslantürk, a.g.e., s.439; Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.251-252. “Levi-Strauss ikili karşıtlıklara temel bir vurgu yapar ve mitosların işlevini özde, doğal ve kültürel dünyada mevcut yapısal karşıtlıklara aracılık etme ya da onları çözme, bunun yanı sıra mitsel ve deneyimsel bilgi arasındaki çelişkileri giderme olarak görür.” Morris, a.g.e., s.456. 91 25 sonuç olarak, insanların bireysel istek ve çıkarlarının tek başına bir sorun olarak görülmemesi gereklidir; böylece yalnızca bireyi ilgilendirdiği düşünülen pek çok olayın gerçekte daha geniş sorunları yansıttığının görülmesi mümkün olabilecektir.97 1.1.5. Değişim ve Diyalektik Herakleitos’a göre, her şey akar, aynı ırmağa iki kere girmemiz mümkün değildir; çünkü her girişimizde üzerimizden başka sular geçmektedir. Biz ırmağın içine girdiğimiz andan itibaren ne içerisinde bulunduğumuz su, aynı sudur; ne de biz, artık eski bizizdir; kesinlikle daha önceki halimizden farklı bir duruma doğru bir değişim göstermişizdir. Bu nedenle evrende değişikliğe uğramayan hiçbir şey yoktur, her şey sürekli olarak hareket etmekte, başkalaşım içerisinde bir değişiklikle karşı karşıya kalmaktadır.98 Buddhacılar şu örneği verir: “Mumun alevi, her an değişmektedir, ama eski alevden doğan yeni alev, ona benzemektedir; bundan ötürü biz, bunun hep aynı alev olduğu sonucuna varırız.” Her şeyin akış ve değişme halinde oluşunu ileri süren Buddhacılık, her zaman var olacak olanı, durukolanı reddetmektedir; bundan dolayı Upanişad’ların ruhun ölümsüzlüğü ve değişmezliği görüşünü eleştirerek, Tanrının ve ruhun kabul edilmeyişini bu ilkeye bağlamaktadırlar.99 Hayattaki her şeyin bir değişim içerisinde olduğunu kabul etmek, hayata tamamen farklı bir pencereden bakmayı zorunlu kılmaktadır. Öyleki hayatta hiçbir genel doğrunun kabul edilmesi mümkün olmadığı gibi, din gibi dogmatik yapıların bu değişiklikle hiçbir ilişkisi olmamakta; bu nedenle de hayatta değişikliğe uğramayan şeylerin kabul edilmesi, bu anlayış çerçevesinde anlamsız ve saçma olmaktadır. Değişim düşüncesinin bu özelliklerini kabul eden Hegel, bir çağa özgü düşüncelerin kendinde mutlak bir doğruluk iddiası taşıyamayacağını, çünkü düşüncelerin değişen tarihsel koşullara bağlı olarak değiştiklerini ifade etmektedir.100 Bu bakımdan topluma hâkim olan güçlerin, varlığını çelişkiyi yok sayarak ve dünyanın değişmez olduğunu ileri sürerek temellendirdiği ve pekiştirdiği iddia edilmektedir.101 Fakat unutmamak gerekir ki, diyalektik düşüncenin arkasında, şu anki durumla gelecek olan durum arasındaki sürekli bir gerilim olduğu düşüncesi yatmaktadır. 97 Giddens, a.g.e., s.5. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 10.Bas., İstanbul, 1999, s.24. 99 Hilav, a.g.e., s.24. 100 Çelik, a.g.e., s.67. 101 Hilav, a.g.e., s.51. 98 26 Çünkü olayların şimdiki zamanda ortaya çıkan durumu, her zaman bir olumsuzlama süreci içinde başka bir şeye doğru yönelmiştir.102 Bikai’e göre, mevcut dünyada değişmeler meydana gelmekte, hatta bu değişimler daha iyiye doğru gelişmeler olabilmektedirler. Oysa bu dünya, mümkün dünyaların en mükemmeli olmuş olsaydı; ulaşılmış olan bu en mükemmelden daha ötesi olmaz; dolayısıyla onda bir değişiklik de olmazdı.103 Bu nedenle Dahrendorf, öncelikle vurgulanması gerekli olan noktanın toplumun dinamik bir bütün olduğunun kabul edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu bakımdan değişme, toplumun özünü oluşturan ve hatta kaçınılmaz olan doğal bir olgudur.104 Herakleitos’a göre, oluş, doğa dünyasında gördüğümüz en somut fenomenlere dayanmaktadır. Bu fenomenler, küçülme ve büyüme, şekil değiştirme ve değişikliğe uğrama gibi olaylardır.105 Burada değişim düşüncesinin salt doğruları106 ve yerleşik yapıları kabul etmediğini, sürekli olarak bir değişim ile gelişmenin gerçekleşmesini zorunlu kıldığını görmekteyiz. Tabi burada değişmenin nasıl gerçekleşeceği sorusu önem arz etmektedir. Yapısal fonksiyonalistlere göre, değişmenin kaynağı yapının kendisidir ve sosyal sistemin parçaları incelenmelidir.107 Oysa diyalektik açıdan konuya yaklaşan Marksistlere göre, yapının kaynağı değişmedir, tüm sistemdeki ve sistemin sosyal yapısındaki değişmelerle daha fazla ilgilenilmesi gerekir. Bu bakımdan, yapısal-fonksiyonalistler için değişme soyut bir süreç olarak görülürken; Marksistler için ise değişmenin gerçek toplumlardaki bir diyalektik süreç olduğu iddia edilmektedir.108 Yani toplumun temel hareket ettirici etkeni ne olacak ve toplumun değişim yönü nasıl bir seyir izleyecektir? Çatışma, mevcut durumun devam etmesine engel olmaktadır; bu nedenle çatışmanın olup olmaması toplumsal değişme açısından önemli bir konudur. Değişmenin hangi yönde cereyan ettiği, yani çatışarak daha iyi bir toplum mu meydana gelmekte ya da mevcut durumdan daha kötü bir hal mi arz ettiği sorusu çeşitli kuramların ortaya çıkmasını sağlamıştır. 102 Çelik, a.g.e., s.68. Cafer Sadık Yaran, Kötülük ve Teodise, Vadi Yay., Ankara, 1997, ss.160-161. 104 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.413. 105 Gökberk, a.g.e., s.24. 106 Gökberk, a.g.e., s.25. 107 Kongar, a.g.e., s.145. 108 Kızılçelik, a.g.e., c.2, ss.493-494. 103 27 Sosyal statik, toplumun mevcut sosyal yapısını ve düzenliliğini içerir. Sosyal dinamik ise sosyal düzeni kargaşalık içine sokan değişme ve çatışma güçleri ile ilgilidir.109 Karl Marx’ın ilk ve en önemli düşüncesine göre toplum, gerginlik ve mücadele ile değişmeyi yaratan zıt güçlerin hareket eden bir dengesidir, gelişmenin itici gücü, bu zıt güçler arasındaki mücadeledir. Bundan dolayı ilerlemenin temel gücü, barışın gelişimi değil, mücadelelerin artmasıdır.110 Bu anlamda diyalektik kavramının zıtlıkları içerisinde barındırması; böylece de ilerlemenin diyalektik süreciyle sağlanacağı düşüncesi, çatışma kavramıyla sıkı bir ilişki içerisindedir. Bu bakımdan Dahrendorf’a göre toplumları ancak birincil (devamlılık, ahenk, denge ve bütünlük) ve ikincil yönlerini (değişme, çatışma ve zorlama) birlikte değerlendirerek anlayabiliriz. Bu nedenle, toplum dediğimiz dinamik bütünü ancak bu karşıt niteliklerin diyalektik ilişkisi içinde anlamlandırabiliriz.111 Diyalektik modeller, evrimci modellerin özel bir şeklidir. Evrim, tekdüze ve doğrusal bir gelişme ifade ederken, diyalektik bu gelişmenin yadsınmasının yadsınması (tez-antitezsentez) ilkesine göre aşamalı bir şekilde işlemektedir. Fakat her ikisinde de ilerlemenin sağlanacağı düşüncesi vardır.112 Diyalektik, bu şekilde evrim sırasında ortaya çıkan her aşamanın kendisini ortadan kaldıracak ve zıddını yaratacak öğeleri de beraberinde getirdiği fikrine dayanır. Değişme sırasında bütün varlık ve öğeler zıtlar da dahil olmak üzere birbirlerini etkiler, her şey kendi zıddını beraberinde getirir ve kendi zıddını yaratır.113 Fichte’ye göre, her hangi bir şey, kendini tanımlamak istediği zaman, kendi karşıtına muhtaçtır; yani kendi çelişkenini ortaya koymak zorundadır. Yoksa Aristoteles mantığında olduğu gibi kendisiyle çelişen şeyi ortadan kaldırmak zorunda değildir.114 Oluş ve değişme, karşıtların çatışmasının sonucudur, her şey karşıtların birliğinin (ayrılmazlığının) sonucudur.115 Yani bir şeyin varlığında sadece tek bir özellik yoktur, aynı zamanda o özelliğin zıddı, yine aynı şeyin varlığında bulunmaktadır. Hegel’e göre, şeyler kendilerini daha iyi ortaya koyabilmek (tanımlayabilmek) için karşıtlarına dönüşürler, yani karşıtları haline geçmek için değişirler.116 Böhme, Tanrı'nın eylemini ancak olumsuzlayış ilkesi sayesinde ortaya çıkaracağını; bunun, Tanrı için olduğu gibi bütün eşya için de geçerli 109 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.130. Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Korkmaz Alemdar, 4.Bas., Bilgi Yay., Ankara, 2000, s.122. 111 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.413. 112 Kongar, a.g.e., s.117. 113 Kongar, a.g.e., s.115; Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.83; c.2, ss.511-512. 114 Hilav, a.g.e., s.81. 115 Hilav, a.g.e., s.34. 116 Hilav, a.g.e., s.154. Hegel’in bilincin farklılaşması ve çelişmesi sürecini incelerken bu metodu kullandığını görmekteyiz. A.e., s.97. 110 28 olduğunu söyler. Yani hiçbir şey kendi karşıtı olmaksızın ortaya çıkamaz; her şey, aynı zamanda olumlayış ve olumsuzlayıştır. O, karşıtı olmaksızın, Tanrı’nın bile kendini ortaya çıkaramayacağını vurgulamaktadır.117 Şeylerin anlam kazanmalarında zıtların önemli işlevler üstlendiği gibi, sosyal olay ve olguların anlam kazanmaları ve anlaşılmalarında da zıtlık olgusunun önemli bir işlevi yerine getirdiğini118 bilmemiz, zıtlık konusunda dikkat etmemizi gerektiren noktayı hatırlatmaktadır ki, o da, bir şeyi daha iyi kavramamız için karşıtına muhtaç olduğumuz düşüncesidir. Böylece bir şeyin karşıtını bilirsek o şeyin daha iyi anlaşılabileceği düşüncesi, bizim çatışma kavramında çatışmanın zorunlu olarak ortaya çıkacağını göstermektedir. Yani çatışma denildiğinde, toplumların çatışma sebepleri her ne olursa olsun önemli değildir; çünkü toplumun kendini kavrama amacı veya sadece kendi varlığını hissetmesi, toplumun kendi zıddını ortaya çıkarmasını zorlamakta; böylece ‘öteki’ toplum anlayışını ortaya çıkararak, bu iki toplum arasında bir diyalektik sürecin başlamasına neden olmaktadır, yani çatışma sürecinin. Herakletios’un diyalektiğinde dünya, karşıt şeylerin karşılıklı etkileşimi, onların birliği ve çatışmalarıyla belirlenir. Doğru olanın kavranması, karşıtların değişimi, karşıtların çatışmalarının kavranması ile olanaklıdır.119 Hegel, bu nedenle evrendeki oluş ve hareketin ilk koşulunun olumsuzlama olduğunu, karşıtlıklar arasındaki savaşın, ölümü değil; hayatı doğurduğunu ve sonuçta da eskilerden daha üstün varlık formlarının ortaya çıkmasını sağladığını belirtmektedir.120 Bu bakımdan ona göre, her varoluş mantıksal olarak kendi karşıtına dönüşerek kendini aşmak zorundadır. Varlık belirli bir varoluş olmadan önce hiçlikle özdeştir; ama mantıksal olarak varlık hiçlikle özdeş kalamayacağından belirli bir nitelik altında farklılaşacak, kendine yabancılaşacaktır. Böylece hareket ve değişim, başlangıçta örtük olarak bulunan bütün niteliklerin somutlaşmasına dek sürecektir.121 Mantıkta çelişme ilkesi, “Bir şey aynı zamanda hem var, hem yok olamaz” şeklindedir. Bu ilke Hegel’de değişime uğramakta ve çelişme ilkesi “zıtlıkların bir arada bulunması gerekir” şekline dönüşmektedir. Bu bağlamda Hegel’in diyalektik yöntemi, şeyler arasında çelişkiler bulunduğunu kabul ederken, bunu yalnızca maddenin bir yanı olarak görmektedir; bundan daha önemlisi, yani bütün şeyler kendi içlerinde çelişkilidir ve iç çelişki bütün hareketin ve canlılığın köküdür. Bunun anlamı Hegel’e göre, bir şey ancak bir çelişki 117 Hilav, a.g.e., ss.67-68. Ejder Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yay., İstanbul, 2003, s.45. 119 Gökberk, a.g.e., 24. 120 Hilav, a.g.e., s.155. 121 Çelik, a.g.e., s.68. 118 29 içerdiğinde hareket eder, demektir.122 Mutahhari’ye göre, evrenin yaratılışının temel ilkesi, karşıtlık ilkesidir. Evren, bir karşıtlıklar bütünüdür, bu nedenle evrenin tüm düzeni içinde kötülükleri ortadan kaldırmamız mümkün değildir; yani kötülükler olmaksızın, evrenin varlığı söz konusu olamaz. Bu yüzden evrendeki şerleri kaldırmak ve şersiz bir evren kurmak imkânsızdır. J. L. Mackie, farklılıklar ve karşıtlıklar söz konusu olmasa, çokluktan, farklı ve çeşitli şeylerin uyumundan meydana gelmiş bir bütünden söz edilemeyeceğini, çeşitli varlıklar olmayınca, topluluktan ve düzenden söz etmenin anlamsız olacağını belirtmektedir.123 Eski İran düşüncesinde gerçek anlamda diyalektik anlayışa ulaşılamadığı görülmektedir; çünkü bu düşüncede, karşıtlıklar arasında bir çatışmanın ve savaşın sürüp gittiği ve evrendeki varlıkların iki kategoriye ayrıldığından bahsedilmekteydi. Bu kategorilerden birinde, ışık (aydınlık) ilkesi tarafından yönetilen iyilik kuvvetleri; ötekinde, karanlık ilkesi tarafından yönetilen kötülük kuvvetleri yer alıyordu. Bu iki çeşit varlık arasında sonu gelmez bir savaş vardı. Karşıtlık ve çatışma kavramlarına rağmen, burada temel düşüncenin değişmezlik olduğu görülmekte ve çatışmanın diyalektik özelliği de böylece ortadan kaybolmaktadır. Çünkü bu iki karşıt ilke arasındaki çatışma, sonunda her ikisini de içine alan ve her ikisinden de farklı olan yeni ve daha üst düzeyden bir ilke ortaya çıkarmıyor; bu iki ilkeden biri, ötekini yalnızca yenilgiye uğratıyordu.124 Hegel, böyle bir mücadele içinde, rakibin ortadan kaldırılmasının bir işe yaramayacağını; bilakis rakibin “diyalektik” olarak ortadan kaldırılıp aşılması gerektiğini vurgulamaktadır.125 Çünkü bu durumda, rakiplerden biri ölü olunca, hayatta kalanı "tanıyıp-kabul edemezdi" ve bundan ötürü hayatta kalan insanlığını ortaya koyup gerçekleştiremezdi. Öyleyse, insansal varlığın kendinin-bilinci olarak ortaya çıkabilmesi için, insansal varlıkta bir çokluk olması yetmez. Bu çokluğun, bu “toplumun”, kökçe farklı iki davranışı da içermesi, kapsaması gerekir.126 Engels, bir tohumun, bir insan ayağı ile ezilerek ortadan kaldırıldığını düşünelim, der. Bu durumda, tohum ortadan kaldırılmış ve değişikliğe uğratılmıştır, ama burada diyalektik bir dönüşüm (değişme) söz konusu değildir ona göre. Diyalektiği açıklamak için bir arpa tohumunu örnek olarak açıklamaktadır: Arpa bitkisinin, kendi ürünü olan başağı ortaya 122 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.510. Yaran, a.g.e., ss.146-147. Mackie, Mutahhari’nin ve kendisinin ateistik bir şekilde vurguladığı düşüncelerin Tanrı’yı sınırlandırmak anlamına geleceğini ve kötülük olmadan iyiliğin olamamasının ontolojik bakımdan zorunlu olmadığını; çünkü bunun dilimize ve düşüncelerimize ait olduğunu belirtmektedir. A.e., s.149. 124 Hilav, a.g.e., s.16. 125 Hilav, a.g.e., s.138. 126 Hilav, a.g.e., ss.134-135. 123 30 çıkararak kendini olumsuzladığını, böylece de başağın, bitkinin olumsuzlanması olduğunu söyler. Ama bitki de tohum bakımından bir olumsuzlama olduğuna göre demek ki, başak, basit bir olumsuzlama değildir. Olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır; yani başak (meyve) hem tohumu, hem de bitkiyi içinde taşımaktadır.127 Hegel’in diyalektik tarih anlayışı, daha sonra Marx’ın düşüncesinin gelişiminde önemli bir etkiye sahip olmuştur.128 Marx’a göre, Hegel’de diyalektik baş aşağı durur. Mistik kabuk içindeki rasyonel özü bulmak için onun tersine çevrilmesi, ayakları üstünde durdurulması gerekmektedir.129 Yani Marx, daha çok Hegel’in diyalektiğini ruhani yanından ayıklayarak insan öznesini faal, üretken, doğayla girdiği etkileşimle kendini var eden bir varlık olarak görmüştür.130 Hegel, diyalektiği idealist felsefenin aracı olarak kullanırken; Marx ise onu materyalist bir felsefenin aracı olarak kullanmıştır.131 Böyle düşünen Marx, toplumsal değişmenin nedenlerinin felsefi alanda, insanların kafasında ya da mutlak gerçeği kavramalarında olmadığını söyleyerek; diyalektik sürecini hayata uygular132 ve toplumsal değişmenin nedenini üretim biçimindeki değişmelerin, ekonominin ve toplumsal sınıfların oluşturduğunu iddia etmektedir.133 Diyalektik düşüncesinin çatışma kavramıyla çok yakın bağlarının olması bizim de araştırmamıza ışık tutacak konular çıkarmamızı sağlamaktadır: 1. Toplumların durağan olmayarak sürekli bir değişimle karşı karşıya kalması, mevcut durumun hiçbir zaman ulaşılabilecek son nokta olmadığını göstermektedir, bu nedenle de mevcut durumdan farklı olarak hangi durumlar, eski olanla bir çatışmaya girerek nasıl onun yerine geçecektir? 2. Eski durum nasıl bir durumla karşı karşıya kalacak ki değişim gerçekleşecektir? 3. Değişim toplumun kendi yapısının içerisinde mi oluşacak, ya da dışarıdan gelen etkilerle mi meydana gelecek? 4. Bir toplumla karşı karşıya gelindiğinde o toplumun yok edilmesi ya da boyunduruk altına alınmasından hangisi toplumu nasıl etkileyecektir? 127 Hilav, a.g.e., ss.189-190. Çelik, a.g.e., s.68. 129 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.118; Çelik, a.g.e., s.64. 130 Morris, a.g.e., s.54. Marx, Hegel’in diyalektiğini ‘katıksız düşüncenin diyalektiği’ olarak nitelendirerek, gerçek maddi yaşamla ilgisinin olmadığını söylemektedir. Eleştiriler için bkz: Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, ss.79-101. 131 Kongar, a.g.e., s.116. 132 Marx, filozofların dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumladıklarını; oysa sorunun dünyayı değiştirmek olduğunu söyler. Marx, Feurbach Üzerine Tezler, s.106. 133 Kongar, a.g.e., ss.124-125. 128 31 5. Her şeyin bir zıddının olması demek, toplumdaki düzenle birlikte, bir uyumsuzluğu gösterdiğine göre, bu toplumlardaki bu zıtlıklar onları nasıl yönlendirecektir? 1.1.6. Sınıf Çatışmaları Sınıf kavramının hangi unsurları içinde barındırdığına baktığımız zaman bu kavramı daha iyi tanımlayabileceğiz; çünkü sınıf kavramının birçok yönden tanımı, birçok sosyolog tarafından farklı bir şekilde yapılmış olması bu kavramın tanımlanmasında zorluk çıkarmakta ve bundan dolayı da genel bir tanıma ulaşılamamasına neden olmaktadır.134 Toplumun birbirinden farklı, biri öbürünü daha çok etkileyebilen toplumsal-ekonomikkültürel kesimlere ayrıldığı; ayrıca her kesimin kendi içinde ortak özelliklere sahip olduğu görülmektedir.135 Bu bakımdan toplumu oluşturan kesimlerin birbirinden farklılık arz etmesi sınıf kavramının tanımlanmasında farklı türden etkenlerin önemini göstermektedir. Bunların içerisinde prestij ve sosyal mevkiler önemli bir unsur olurken, ekonomik temel üzerinden de sınıf tanımlanabilmektedir.136 Her şeyden önce şunu söylemek gerekirse sınıfı bir kategori olarak algılamak, olup bitenleri açıklama olanağından yoksun olmak demektir. Eğer sınıf bir katman olarak görülürse, tüm toplumlarda sınıflar vardır, dolayısıyla sınıflı toplumlar olarak tüm toplumlar birbirine benzerler.137 Bu şekilde bir tanımlama sınıfı, sıradan bir kümeye, bir ya da birkaç özellik etrafında birleşmiş, ama davranış şekillerinde ortak bir kimliği ya da kolektif bir kimliği olmayan bir bireyler toplaşmasına indirgemektedir.138 Davranışlar gerçekte bir değer yargısı içerir, genellikle bireylerin ait oldukları toplumsal grup veya sınıfın öznel ve nesnel nitelikleri içinde yönlenir. Çatışma toplumsal yapı içinde yer alan, farklı değerlere ve çıkarlara sahip yöneten ve yönetilen sınıfların bütünlük içinde karşıtlaşmasında, yönetici sınıfların kurumsal zorlanmasından kaynaklanır. Bundan dolayı çatışma da değer yargısı içeren bir tür ilişki olup davranışlarda somutlaşır.139 Bu nedenle sınıf olarak kabul edilen bir topluluğun ilk olarak kendi katmanlarındaki diğer bireylerle bir birlik oluşturarak aynı katmanın üyesi olduklarını bilmeleri gerekir ve bununla beraber, kendilerini başka katmanlardan ayırt ederek farklı olduklarını kabul etmeleriyle 134 Dönmezer, a.g.e., s.302. Özer Özankaya, Toplumbilim, 8.Bas., Cem Yay., İstanbul, 1994, s.191. 136 Dönmezer, a.g.e., s.304. 137 Philippe Beneton, Toplumsal Sınıflar, Çev. Hüsnü Dilli, İletişim Yay., İstanbul, 1991, s.62. 138 Beneton, a.g.e., s.57. 139 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.415. 135 32 ancak bir toplumsal sınıf sayılabilirler.140 İşte burada sınıflar arasındaki sosyal mesafeyi belirleyen şeyin “sınıf bilinci” olduğu görülmektedir. Bu nedenle sınıf bilinci, başka sınıflara göre farklılık, kendi sınıfına göre ise bir benzerlik bilincidir.141 Yani burada iki farklı özelliğin sınıf kavramının anlaşılmasında önemli olduğunu görmekteyiz ki bunlar, sınıfların ilk önce kendi içlerinde bir bilinçli birlik oluşturmaları ve daha sonra da bu birlikteliğin onları farklılaştırarak diğer sınıflardan ayrılmasının gerekliliğidir. Sınıfların kendi içerisindeki birliktekileri, aynı soydan gelmeseler de kalabalık bir insan grubunun, sahip oldukları benzer gelir, eğitim, meslek durumları ile siyasi görüş, dini bağlılık, ahlaki tavırlar, tüketim kalıpları gibi karşılaştırılabilir saygınlık ölçüleriyle tabakalaşarak ayrıldığı kategorilerden her biri olarak tanımlandığını görmekteyiz.142 Fakat her kişi doğumdan itibaren belirli bir toplumsal sınıfın içerisine girer. Kişi dünyaya geldiği andan itibaren bu sınıfın kendisini hayat biçimleriyle, tarzlarıyla etkilediğini ve onu şekillendirdiğini görecektir. Bu bakımdan toplumsal sınıflar, toplum içerisinde talih ve akıbet bakımından aynı durumda olan kişilerin oluşturduğu bir bütünden meydana gelirler.143 Burada kişilerin kendi sınıflarını seçme özgürlüğünün oldukça zayıf bir ihtimal olduğunu görüyoruz. Yani kişiler doğduklarında neredeyse hayatları planlanmış bir dünyayla karşılaşmaktadırlar. Sınıf sözcüğünün 14. ve 16. yy’larda Fransa ve İngiltere’de, yurttaşları sahip oldukları servete göre ayıran çeşitli kategorileri göstermek için kullanıldığı görülmektedir. 19. yy’da ise Avrupa ülkelerinde sınıf kavramı değişikliğe uğrayarak, toplumsal ayrım ve ilişkileri farklı düşünmenin bir anlatım şekli oldu. 19.yy’da İngiltere’de, meslek birlikleri, sıralar, kademeler, meslekler gibi sözcüklerden oluşan geleneksel anlatım etkisini göstermiş ve böylece eski toplumsal düzene ve kendi görüntüsüne sıkı sıkıya bağlı olan bir tanıma ulaşmıştı.144 Daha sonraları Marksist düşünce tarafından, sınıf sözcüğü her yönüyle derinlemesine etkilenerek bu çerçevede sınıf sözcüğünün yaşanan bir gerçekliğe dayandığı iddia edilmişti. Toplumsal ve siyasal yaşamı yöneten ve ekonomik bir dayanağı olan bu gerçekliğin sınıfları etkilemesiyle, sınıf önce ayırır ve karşı karşıya getirir; daha sonra seçilmiş sınıf yani proletarya toplumsal birliği kurar. Marx, bu bağlamda sınıf düşüncesini 140 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.81, 93; Özankaya, a.g.e., s.189. Dönmezer, a.g.e., s.313. 142 Kirman, a.g.e., s.199. 143 Dönmezer, a.g.e., s.302. 144 Beneton, a.g.e., ss.11-12. 141 33 çıkar karşıtlığına dayalı toplumsal uyuşmazlık ve devrimci kurtarıcılık düşüncelerine bağladı.145 1.1.6.1. Marx’ın sınıf anlayışı Marx’a göre, bireyin önemi asıl olarak bir sınıfın üyesi olmasından ileri gelir; çünkü düşünceleri, ahlak inançları, estetik seçimleri ve bunun gibi birçok şey asıl olarak sınıfın doğurduğu düşüncenin bir yansımasıdır.146 Bu bakımdan bir sınıfın üyeleri birey olarak kendilerini aşarak ondan daha üst bir seviyede bir işlev üstlenmektedirler. Artık sınıfın üyeleri tek başlarına hareket etmeyerek sadece kendi bireysel çıkarlarını düşünmeyecek; bilakis sınıfının çıkarlarını kendilerinden önemli görerek, onları gerçekleştirmek için mücadele edecektir. Bu bakımdan Marx’a göre, devrimi gerçekleştirecek sınıf, yöneten sınıfa karşı mücadelesinde başarılı olabilmek için kendi çıkarını bütün halkın çıkarı olarak evrenselleştirebilmiş olmalıdır.147 Marx’a göre gerçek sınıf, üyelerinin kendi birliklerinin ve diğer sınıflardan ayrımlarının bilincine varmalarını gerektirir. Sınıf, kendi bilincine ancak uzlaşmaz sınıfla olan karşıtlığının bilincine vararak gerçekten varır. Sınıf bilinci sınıflar mücadelesi bilincinden geçer.148 Marx için sınıf, üretim araçları -insanların yaşamlarını kazanmak için uğraştıkları araçlar- ile ortak bir ilişki içerisinde bulunan insanların oluşturduğu bir gruptur.149 Sınıfların oluşmasında temel etken olarak ekonomiyi gören150 Marx’a göre toplumsal sınıf, üretim sürecinde aynı rolü oynayan ortak ekonomik çıkarları olan, sınıf ideolojisi yardımıyla sınıf dayanışması gerçekleştiren kişilerin toplamı sınıfı oluşturur.151 Ona göre, her sınıf savaşımı bir siyasal savaşımdır.152 Egemen sınıf, sömürücü sınıf egemenliğini ve sömürüsünü siyasal 145 Beneton, a.g.e., s.28. Sınıfların 19.yy’a kıyasla büyük ölçüde günümüzde silikleştiği, günümüzde bir sınıf anlayışından daha çok toplumsal kategorilerden bahsedilmesinin daha doğru olduğu söylenilmektedir. Toplumsal kategoriler arasındaki nesnel farklılıkların ve eşitsizliklerin geniş ölçüde azaldığı; buna karşılık, kategorilerin kendi içerisindeki farklılıkların çoğaldığı ve bu nedenle de toplumun daha karmaşık bir yapıya sahip olduğu belirtilmektedir. Bu bakımdan toplumun homojenleşmesi günlük yaşamın pek çok alanında kendini göstermektedir. A.e., ss.105-109. 146 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.94; Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.297. Ancak Marx, insanların koşullarının ürünü kabul etmekle birlikte, koşulları üretenin insanlar olduğunu hatırlatarak, toplumu eğitenlerin de eğitilmesinin gerekli olduğunu söyler. Marx, Feurbach Üzerine Tezler, s.104. 147 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.126-127, 143, 174; Komünist Partisi Manifestosu, s.81-82. Marx’ın bahsetmiş olduğu sınıf bilincine eleştiriler olduğunu görmekteyiz. “İnsanlar kendilerini önceden belirlenmiş kademelere yerleştirirler. Örneğin bir kişinin kendisini orta sınıfa ait olarak görmesi, Marx’ın bahsettiği sınıf bilinci ile arasından küçük bir ilişki yoktur.” Beneton, a.g.e., s.50. 148 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.93; Beneton, a.g.e., s.23. 149 Giddens, a.g.e., s.261. 150 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.168. 151 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.173. 152 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.74. 34 güç aracılığıyla sürdürür.153 Bu nedenle Marx, siyaset ve devleti ekonomiden önemli görmeyerek onları ikinci planda bırakır.154 Marksist analizde, kendi başına sınıfı oluşturan şey, bir dizi çevresel değişken, kendine özgü bir yaşam tarzı ile yine kendine özgü kültürel faaliyetlerdir. Sınıf bilincinden söz etmek, sadece, bu nesnel özelliklerin üretim sürecinden kaynaklanan ortak bir çıkarlar bilinci doğurduğu ve siyasal temsil aracılığıyla pratik eyleme girmenin önünü açtığı zaman mümkündür.155 Bu nedenle Anthony Giddens’in sınıfı, benimseyebildikleri yaşam biçimi türlerini önemli ölçüde etkileyen ortak ekonomik kaynakları paylaşan büyük ölçekli insan gruplaşmaları olarak tanımladığını görmekteyiz.156 Karl Marx ve F. Engels, Komünist Partisi Manifestosu’nda, “Şimdiye kadar olagelmiş bütün toplumların tarihi, sınıf kavgaları tarihidir. Sınıflar sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuşlardır. Bu çatışma aralıksız bazen kapalı, bazen gizli bir savaş biçiminde sürüp gitmekte ve her defasında ya toplumun devrimci bir biçimde yeniden kurulması ile veya çatışan sınıfların birlikte yıkılmaları ile sona ermektedir.” demektedirler.157 Marx, toplumsal değişmeyi toplumun kendi içinden, üretim biçimi ve güçlerine bağlı olarak meydana gelen bir kaynağa, yani çatışmaya bağlar. Ona göre, toplumun yapısını büyük ölçüde ekonomik ilişkiler yani alt-yapı belirlemektedir. Her bir yeni üretim biçimi yeni bir sınıf ve yeni bir ideoloji yaratır.158 Bu yeni sınıf ve ideoloji eski toplumsal yapıyı yeni üretim biçimine uygun olarak değiştirir. İnsanlık kaçınılmaz bir şekilde üretim ilişkilerine bağlı olarak sınıf çatışmalarının belirlediği belli devrelerden geçmek zorundadır.159 Marx, sınıfı belirleyen toplumsal ilişkilerin, doğası gereği birbirine karşıt çıkarlar doğurduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle burjuvazinin çıkarları proletaryanın çıkarlarından farklıydı ve uzlaşmaz nitelikteydi. Proletaryayı sömürmek burjuva sınıfının, burjuvaziyi devirmek de proletaryanın çıkarınaydı.160 Bu nedenle Marx’a göre sınıflar arasındaki ilişkiler sömürüye dayanan bir ilişkidir.161 Sınıflara bölünmüş olan her toplum, sonunda idealist bir felsefeye varıyordu. Çünkü sonu gelmeyecek bir egemenlik kurmak isteyen herhangi bir toplumsal 153 Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, ss.141-142. Bu nedenle devrimci sınıf iktidarda bulunan sınıfa karşı mücadele etmek zorundadır. Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.167. 154 Aron, a.g.e., s.123. 155 Marshall, a.g.e., s.653. 156 Giddens, a.g.e., s.259. 157 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, ss.57-58. Sezgin Kızılçelik, Marx’ın tarihteki kavgaların hepsinin sınıf kavgası olduğu iddiasını doğru bulmadığını belirtmekte ve bu tanımın aşırı basitleştirme sayılması gerektiğini söylemektedir. Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.312. 158 Marx’a göre, yeni üretim tekniği nasıl burjuva sınıfını yarattı ise, aynı teknik proleter sınıfını da yaratmıştır. Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.69; Alman İdeolojisi Bölüm I, s.158. 159 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.94; Kongar, a.g.e., ss.122-123. 160 Marshall, a.g.e., s.654. 161 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.95. 35 güç, her şeyin değiştiğini ileri süren maddeci bir felsefeye dayanamazdı. Böyle bir sınıf, gerçeklik bakımından haklı çıkarılamayacak esrarlı bir ilke üzerine, yani bir ide üzerine temellenmek zorundaydı.162 Toplumun bir parçasının diğeri tarafından sömürüldüğü gerçeği, hangi eğilim, hangi form içerisinde olursa olsun bütün geçmiş dönemler için ortak bir gerçektir. Dolayısıyla, geçmiş çağların sosyal bilinci, birçok çeşitlilik ve değişiklik gösterse de, sınıf çatışmaları tamamen yok olmadıkça tamamen ortadan kaybolmayan bazı genel fikirler ve ortak formlar içinde hareket eder.163 Böylece proletarya sömürüldüğünün bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine varır ya da varacaktır ve devrimci eylemi de kapitalizme son verecektir. Proletarya, kötülüğün toplumsal köklerini söküp atarak, insanlığın tarihine yeni bir biçim verir. Bu yeni biçim sosyalizmdir: sınıfsız bir toplum politikayı yıkar, ekonomiyi yıkar ve böylece insan yeteneklerinin serbestçe gelişmesini sağlar.164 1.1.6.2. Marx’ın sınıf anlayışına karşı farklı yönelimler Tocqueville’ye göre demokratik dinamiği besleyen insanların duyguları ve bilinçleridir; bu bakımdan ‘bilinç’in yönettiğini söyler. Marx ise onun tam karşısında durmaktadır.165 Ona göre, toplumsal eşitsizlikler, ortak bir zihniyet ya da aynı çıkarların birleştirdiği farklı toplumsal gruplar arasında bölünmeler oluşturmaz; buna karşılık bireyler arasında gizli bir savaşı, hırs yüklü bir rekabeti besler. Burada Marksist anlamda bir sınıf bilinci yoktur; burada bireysel tutkuların önemi söz konusudur. Tocqueville’ye göre, zenginler olmasına rağmen zenginler sınıfı yoktur; çünkü bu zenginlerin ne ortak amacı ve geleneği, ne de ortak beklenti ve umut anlayışları vardır.166 Demokratik toplumlar karşı devrimcidir; çünkü yaşam koşulları giderek iyileştikçe bir devrimde kaybedecek şeyi olanların sayısı artar. Demokratik toplumlarda pek çok insan, pek çok sınıf bir şeylere sahiptir; bu, onların devrime karşı çıkmalarını sağlar.167 Durkheim de çatışmanın olumlu sonuçlar vermeyeceğini söyler ve 162 Hilav, a.g.e., s.77. Marx-Engels, Din ve İdeoloji, s.123. 164 Marx-Engels, Komünist Partisi Manifestosu, s.96-99; Alman İdeolojisi Bölüm I, s.167, 176; Beneton, a.g.e., ss.25-26. Marksist anlayışın sınıf çözümlemesinin birçok yönden eleştirildiğini görmekteyiz: Sınıfların ekonomik bir temel üzerinde birleşmelerinin gerçeği yansıtmadığı, ekonomi yanında daha birçok etkenin sınıfların oluşumunda etki yaptığı görülmüştür. Sınıf bilincinin fazlaca idealleştirilmiş bir anlayışı sergilediği, yani yaşanan gerçeklerle pek uyumlu gözükmediği belirtilmektedir. Mücadele halindeki sınıfların “aynı anda ortadan kalkması” görüşü sadece bir belagat olara görülmektedir, tarihte bunu doğrulayacak tek bir örnek bulmak bile boşuna olacaktır. Beneton, a.g.e., s.67. 165 Beneton, a.g.e., s.33. Tocqueville’ye göre ideoloji toplumsal örgütlenmeye temel sağlamaktadır. Aron, a.g.e., s.208. 166 Beneton, a.g.e., s.34. 167 Aron, a.g.e., s.212. 163 36 özellikle işçi ve işveren arasındaki sınıf çatışmasını tarihsel gelişmenin gücü olarak düşünmez. Buradan çatışmanın ileriye götüreceğine dair bir düşünce değil de, bilakis daha kötü bir topluma götüreceğini belirtmektedir. Bunun yerine o, “organik dayanışmaya” dayalı bir teori ileri sürer. Yani organik dayanışmadaki farklılaşma bir çatışma nedeni değildir; insanlar farklılaşarak birbirlerini tamamlar bir hale gelirler ve farklılaşma ile bir bütünleşme meydana gelir.168 Bu bakımdan Durkheim’da sınıf düşüncesi yer almaz; ancak modernliğin toplumsal uyuşmayı sürüklediği tehlike karşısında duyarlı olması onun, aile, kabile, site ve korporasyon kavramlarına önem vermesini sağlamıştır.169 Max Weber, sınıf mücadelelerini ve bunların tarihteki yerini inkâr etmez; ama onları temel dinamik olarak görmez.170 Bu bakımdan Weber, Marx’ın iki kutuplu ve çatışan sınıflarından uzaklaşmaktadır. Toplumlar sayısız eylemleri göz önünde bulundurularak incelenirse; iki değil, birçok sınıftan müteşekkil olarak görülürler. Ayrıca bu sınıflar, organizasyon biçimlerinin yenilenmektedirler. 171 ve çıkarların değişmesi nedeniyle, sürekli olarak Koşulların eşitlenmesi (Tocqueville), kapitalist gelişme (Marx) Max Weber’in görüş açısına göre sadece daha derin bir hareketin, yani rasyonelleşme hareketinin özgün tezahürleridir. Weber’e göre sınıf, Marx’taki gibi toplumsal yaşamın odak noktası değildir; sınıf sadece düzenin bir bölümüdür, yani ekonomik düzen için geçerlidir, ancak ortak bir aidiyet duygusunu içermeyi gerektirmez. Ekonomik çıkar, çeşitli çıkarlardan sadece birisidir. Sınıf, ortak bir aidiyet duygusunun tanımladığı bir topluluk olmadığına göre, benzer bir sınıfsal konumun ortak bir eyleme yol açması hiç de kesin değildir. Hâlbuki Weber’e göre statü ölçütü sınıf ölçütünden farklı olarak yaşanmış bir gerçeklikle doğrudan bağlantılıdır; yani statülü grup paylaşılan duygulara dayanır, davranış kurallarını yönlendirir. Bu nedenle Weberci sosyolojide sınıf, ancak ikincil bir statüdedir.172 Sınıf ayrılıkları yalnızca üretim araçlarını denetiminden ya da denetimlerinin olmamasından değil, mülkiyetle doğrudan doğruya ilişkisi olmayan ekonomik etkenlerden de kaynaklanabilmektedir.173 Böylece Weber, Durkheim’in tersine, toplumu organik bir bütünlük olarak değil, çatışan çıkar gruplarının ya da tabakaların yer aldığı bir arena olarak kavramıştır. Bununla birlikte, onun vurgusu, Marx ve Engels’in tersine, tek başına ekonomik sınıf üzerine olmayıp statü grupları (Stand) üzerindedir. O statü grubunu, sınıfa 168 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.178, 193. Beneton, a.g.e., s.32. 170 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.241. 171 Arslantürk, a.g.e., s.374. 172 Beneton, a.g.e., ss.39-41. 173 Giddens, a.g.e., s.262. 169 37 karşıt olarak ortak bir kültürü ya da bir “yaşam stili”ni, bir mesleği ya da geçim biçimini ve kendine özgü bir prestij konumunu paylaşan bireyler grubu olarak tanımlar. Yaptığı karşılaştırmalı din incelemelerinde Weber için özel öneme sahip statü grupları, dünya dinlerinin “asli taşıyıcıları” ya da propagandacıları olarak tanımladıklarıdır. Konfüçyüsçülük’te dünyayı organize eden bürokrat; Hinduizm’de dünyayı organize eden büyücü; İslam’da dünyayı fethetmek isteyen savaşçı; Yahudilikte oradan oraya dolaşan tüccar ve Hıristiyanlıkta gezginci zanaatkâr’dır. Weber bu grupların etkisinin özel olduğunu düşünmemiş ve tarihin akışı içinde hâkim tabakaların değişebileceğini, ancak yine de bu özel statü gruplarının, “ideolojik taşıyıcılar” olarak yukarıda sıralanan kendileriyle bağlantılı dinlerin pratik etiğini en güçlü şekilde etkileyeceklerini belirtmiştir.174 Pareto’ya göre, kapital ortadan kalkınca o zaman sınıf mücadelesinin sadece bir biçimi yok olacak ve yeni bir mücadele onun yerini alacaktır; işçilerle sosyalist düzen, entelektüeller ile entelektüel olmayanlar, siyasetçilerle yöneticiler, yenilikçilerle tutucular arası çatışma gibi. Pareto, elit kavramı ve elitlerin dolaşımı ile sosyal değişmenin dinamiğini siyasal gücün ele geçirilmesine bağlamaktadır.175 Pareto, Marx gibi toplumsal bölünme kavramını savunur; ama o yeni bir sınıflar mücadelesi anlayışı geliştirir, temel eşitsizlik siyasaldır ve bu anlayışa göre mutlu son yoktur. Toplumların birbirlerinden farklılaşması, ayrılması da yönetici seçkinler grubunun ayırt edici özelliklerinin sonucudur; bu nedenle sınıf sözcüğü anahtar kavram değildir, ona göre en önemli sözcük ‘seçkinler grubu’dur. Pareto, biçimlerin değişiklik göstermesine rağmen içeriğin hep aynı kaldığını belirtir. Örneğin, biçim olarak Çin’de aydınların tartışmaları ve çekişmeleri, Roma’da siyasal mücadeleler, Ortaçağda dini tartışmalar, günümüzdeki toplumsal mücadelelerin arkasındaki öz, seçkinlerin rekabeti ve dolaşımıdır. Pareto, oyunun her zaman aslanlar ve tilkiler arasında olduğunu; bu nedenle koyun kitlesinin oyuna müdahale edemediğini belirtmektedir.176 Pareto’nun seçkinler sınıfı, geniş anlamda kendi ilgi alanında en yüksek yeteneğe sahip kişilerin meydana getirdiği sınıftır.177 Dar anlamda seçkin, başarılı olanlar arasında siyasal ya da toplumsal olarak yönetici işlevlerini yerine getiren az sayıda kişiyi bir araya toplar.178 Pareto’ya göre, toplumların tarihi oluşan, mücadele eden, iktidara gelen, ondan yararlanan, gerileyen ve yerini başkalarına bırakan ayrıcalıklı azınlıkların tarihidir.179 174 Morris, a.g.e., s.131. Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.323. 176 Beneton, a.g.e., s.37, 42-47. 177 Kongar, a.g.e., s.178; Aron, a.g.e., s.364. 178 Aron, a.g.e., s.365. 179 Aron, a.g.e., s.369. 175 38 Pareto’ya göre elit grupları durağan değildirler, tersine sürekli bir dolaşım içindedirler.180 Böylece elit olmayan geniş halk kitlesi içinde yer alan bazı kimseler zekâ ve yetenekleriyle temayüz edip elitlerin arasına katılırlar. Elitler bu kimseleri içlerine alma esnekliğini gösterirlerse, değişme tedricen ve sancısız, aksi takdirde hızlı ve çatışmalı olacaktır.181 Ayrıca Pareto’ya göre sınıf değiştiren kimseler, yeni sınıfa katıldıkları zaman gelmiş oldukları eski sınıfın belli eğilimlerini, duygularını ve tutumlarını da beraberinde taşırlar.182 Dahrendorf, Marx’tan itibaren endüstri toplumunda ortaya çıkan değişmeleri incelemiş, çatışma sürecini iktisadi düzlemden siyaset düzlemine taşıyan bir teori geliştirmiştir. Ona göre kaçınılmaz bir süreç olan çatışmanın tarafları burjuvazi ile proletarya değil “hükmedenler” ile “hükmedilenler”dir.183 Sınıfların birer çatışma grubu olarak ele alınması gerekmektedir.184 Dahrendorf, Pareto’ya benzer bir şekilde, Marx’daki burjuvazi ve proletarya olarak belirlenen sınıfları yöneten ve yönetilen kişilerin sınıfları olarak belirler. Otorite sahibi olanlarla olmayanların çatışan çıkarlara sahip olduklarını; yöneticilerin, yani otorite sahiplerinin çıkarları, aynı zamanda toplumun sahip olduğu değerler niteliği taşıdığını vurgular. Her örgütlenme içinde yönetici grubun çıkarları, yönetimin meşruluğunu belirleyen ideolojinin değerlerini meydana getirir. Yöneticilerin çıkarları statükoyu devam ettirmeyi amaçlarken, yönetilenlerin çıkarları, toplumsal değişmeye ve yönetenlerin kuvvetlerinin ellerinden alınmasına yönelir.185 Dahrendorf, toplumsal hareketliliğin sınıf çatışmasını (ortadan kaldırmamakla beraber) bir ölçüde zayıflattığını belirtmektedir. Dahrendorf, toplumdaki çatışmaların çözülmesini ya da bastırılmasını olanaklı görmez; bunun yerine çatışmalar yönünden olanaklı görülen şeyin tedbir düzenleme olduğunu belirtir.186 Seçkinler arasında her an onlardan olmayı hak etmeyen bireyler ve kitlede de seçkinlere katılabilecek yeteneklere sahip bireyler vardır.187 J. Turner’a göre, sınıf çatışmalarının diğer bir önemli unsuru da, Marx’ın bahsetmiş olduğu gibi sınıf anlayışından daha çok, çatışma kaynaklardan yoksun olan ve kaynaklara sahip olanlar arasında patlak verir.188 Alış-veriş kuramcıları, kıt kaynaklar için yapılan çekişmenin, bu kaynakların farklı paylaşımına yol açtığını ileri sürerler ki bu farklı paylaşım 180 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.318; Pareto’nun elitlerin dolaşımı düşünceleri için bkz. A.e., c.1, ss.316-321. Arslantürk, a.g.e., ss.401-402. 182 Kongar, a.g.e., s.178. 183 Arslantürk, a.g.e., s.410. 184 Kongar, a.g.e., s.181. 185 Kongar, a.g.e., s.180; Poloma, a.g.e., s.119. 186 Kongar, a.g.e., ss.180-181. 187 Aron, s.370. 188 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.487. 181 39 “topluluğun değişik üyelerinden beklenen, değerlendirilen katkılara göre” yapılır. Kıt kaynaklara erişme açısından farklılaşmaları, bu seçkin konumun sağladıkları üzerine temellenen liderlik paylaşımı takip eder. Böylece liderler, işin paylaşılması yoluyla farklılaşma sürecini daha ileri götüren görev paylaşımı yapabilirler, Dolayısıyla, ortaya çıkan liderler, otorite veya güce dayanarak hareket edebilirler.189 Tabi burada bir sınıf bilincinin o kadar önemli olmadığını görmekteyiz; söz konusu olan kaynakları ellerinde bulunduranların, kaynaklarının elden gitmemesi için güce başvurarak kendinden güçsüz olanları etkileri altına alması ve onları çeşitli şekillerde yönetmek istemeleridir. Bu nedenle öncelikle politik düzen üzerinde duran C. W. Mills, gücün önemine dikkat çekerek otoritenin sağlanabilmesi için herkesin toplumda eşit olarak yer almaması gerektiğini belirtir. Ona göre herkesin eşit olduğu yerlerde politikalar yoktur; çünkü politika yönetenleri ve yönetilenleri kapsar. Tüm kurumsal ilişkiler gücün dağılımını içerir, bu açıdan gücün dağılımı politikaların temelidir. Aynı zamanda güç, itaati de içerir. Politikaların temel problemi itaat ve gücün değişen dağılımının incelenmesidir.190 Yönetenlerin gücü elde tutabilmesi için gereken önemli bir unsur Lenski’ye göre, güçlünün hâkimiyeti haklının hâkimiyetine dönüştürülerek hüküm meşrulaştırılmalıdır.191 Bir siyasi sistemin veya devletin var olabilmesi, yönetimde varlık gösterebilmesi, geçerliliğini sağlayabilmesi ve iktidarını sürdürebilmesi, meşrulaştırım kaynaklarının olmasına, insanlar nezdinde meşruiyet sağlamasına bağlıdır. Diğer siyasi kurumlar gibi insanın insana egemenliği ilişkisi olan devletin var olabilmesi için yönetilenlerin, egemen güçlerin sahip olduklarını iddia ettikleri otoriteye itaat etmeleri gerekir. Bu itaat, otorite altındakilerin otoriteyi meşru görmeleriyle sağlanır.192 İşte burada yöneten-yönetilen ayrımının güçle olan ilişkisiyle ve güçlülerin kendilerini meşrulaştırmalarıyla iki farklı grubun oluştuğunu, böylece de bir çatışma ortamının ortaya çıktığını anlamaktayız. 189 Poloma, a.g.e., s.89. Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.449. 191 Poloma, a.g.e., s.134. 192 Okumuş, a.g.e., s.50. 190 40 1.1.7. Gelenek ile Yenilik Arasındaki Çatışma Durkheim’e göre insanlar düşüncelerini kendileri oluşturmamakta, toplum bireyleri zorlayarak onlar üzerinde bir güç oluşturmaktadır; bu nedenle de insanın kendini tam anlamıyla, ‘kendi başına’ oluşturmasının mümkün olmadığını belirtmektedir.193 Düşüncelerin, insanın çevresine verdiği tepkinin sonucunda oluştuğunu ve insanın doğası gereği etkiye açık olduğunu savunan Tracy’ye göre belli toplumsal koşullar, belli tarzda düşüncelere ve dünya görüşüne sahip olan belli türde bir birey yaratacaktır.194 Topluma katılmak, onun “bilgi”sini paylaşmak, daha doğrusu, onun yasalarıyla hemhal olmak demektir.195 Bu bakımdan insanın tercih yapma özelliğinin insanda bulunduğu; fakat bunu yaparken ancak yaşadığı toplumun ona sunduğu kadarıyla bunu yapabileceği; yani her şekilde, insan, ne kadar özgür olursa olsun toplum onu belli bir yöne doğru gitmesini zorlamakta ve şekillendirmektedir.196 “İnsanlar tarihlerini yaparlar, ama bu tarihi geçmişten devralınan belirli koşullar içinde yaparlar.”197 sözü bu düşünceleri daha iyi açıklamaktadır. Marx, insanın özünü tek tek her bireye içkin bir soyutlamaya indirgeyen yaklaşımları reddeder. Ona göre, insanın özünü oluşturan, toplumsal ilişkiler bütünüdür. Bu nedenle tek başına bir bireyin pek bir anlamı olmamaktadır;198 bunun için bireyi anlamadan önce toplumsal durumun çözümlenmesi gerekecektir.199 Kültür içerisinde olmak demek, özel bir nesnellikler dünyasını başkalarıyla paylaşmak demektir.200 Geldiğimiz toplumsal kökenler, hangi tür kararların uygun kararlar olduğunu düşünmemiz ile büyük ölçüde bağlantılıdır.201 W. Graham Sumner’a göre, geleneklerin egemen olduğu toplumlarda güçlü bir zorlama araçları vardır. Toplum bu zorlamaların 193 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.390. Çelik, a.g.e., s.38. 195 Peter L. Berger, Kutsal Şemsiye-Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları, Çev. Ali Coşkun, 2.Bas., Rağbet Yay., İstanbul, 2000, s.58. 196 Poloma, a.g.e., s.92. 197 Hilav, a.g.e., s.195. 198 Marx, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, s.45. 199 Marx, maddi koşullar olgunlaşmadıkça devrimlerin gerçekleşmeyeceğini belirterek toplumsal durumun önemine dikkat çekmektedir. Marx-Engels, Alman İdeolojisi Bölüm I, s.132, 137; Çelik, a.g.e., s.114. 200 Berger, a.g.e., s.47. 201 Giddens, a.g.e., s.6. “213 kişilik bir grup üzerinde gerçekleştirilen bir araştırmasının sonuç değerlendirmesinde, anlam tecrübesinin kişiye özel bir süreçten ibaret olduğu vurgulanmıştır. Buna göre bir insanın anlamlı bulduğunu, bir başkası tamamen anlamsız bulabilmektedir. Anlam tecrübesi, içinde bulunulan koşullara bağlı olarak değişiklik arz eder. Çocukları olmayanlar için çocuk, ailesi olmayanlar için bir aile, en güçlü anlam kaynağıdır. Yukarıda dile getirilen bulgulara ilave olarak yaşanan gerçeklikten hareket ettiğimiz zaman, her insanda tabiatı gereği onu güdüleyen güçlü ve birinci derecede öneme sahip birtakım anlam kaynaklarının, bireysel yönelişi belirlediği sonucuna ulaşabiliriz.” Abdülkerim Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din-Logoterapik Bir Araştırma, İnsan Yay., İstanbul, 2002, s.32. 194 41 oluşturduğu fikirlere göre yönelir.202 Bu nedenle objektif olarak yapılması düşünülen araştırmalarda, gözlemci bütün evvelki yargılarını ‘askıya alma’ya çalışsa bile, her bir şahsın, kısmen gözlemcinin bilincinde gizli olan kültürel, sosyal ve psikolojik anlayışları beraberinde getirdiklerinden dolayı bu askıya alma çabasının imkânsız olduğu vurgulanmaktadır. Bu anlayışlar, doğumundan beri onu etkilemiştir ve yaşadığı tarih dilimini yansıtırlar. Bu bakımdan bilim adamının belli bir ölçüde, kendi çağının düşüncelerine teslim olduğu kanaati ileri sürülerek, bu nedenle araştırmacıların araştırmalarına başladığı zaman, zaten onlardan etkilenmiş durumda oldukları belirtilmektedir.203 Önyargılı bir insanın devraldığı görüşler ile toplumdan edinilen bilgilerin şekil olarak bir farkının olmaması nedeniyle -çünkü doğrudan kanıt yerine söylentiye dayanmaktadır- toplumun kendini yenilemesinin, bilginin ortaya çıkmasıyla bile kolay kolay değişmeyeceğini görmekteyiz.204 Toplum içerisinde yaşamaktan kaynaklanan bir yaşamın şekillenmesi sürecinde insan ister istemez yaşadığı toplumun değerlerini kabullenerek kendisine sunulduğu çerçevede hayata bakabilmektedir. Böylece insanın toplumla olan bağı kültür edinme bağlamında güçlenmekte ve olayları değerlendirmesinde toplumun değerleri ölçüt konumunda bulunmaktadır. İnsanın toplumundan kazanmış olduğu bu hayat görüşü onu tüm yönleriyle etkilemektedir; çünkü onu oluşturan, düşüncelerini şekillendiren, olayları değerlendirmesindeki temel etken, yaşadığı toplumu olmaktadır. İşte bu noktada kişinin edindiği bu davranışların değişikliğe uğraması, yeni düşüncelerin kazanılmasında sürekli olarak geçmişten edinilen bilgiler ışığında bir değerlendirmenin olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle insanların hayata bakışları saf bir şekilde olmamasından kaynaklanan bir sorunla karşı karşıya kalınmaktadır. Toplum kendini kontrol ederek, çeşitli kurallar koyarak toplumun devamını sağlar; fakat bu toplumun uyumunu bozan kişiler veya olaylar ortaya çıktığı zaman toplum bunu kabul etmeyerek mutlaka önlemini alacak ve çeşitli cezalandırmalara giderek bozulan durumu yok etmek için uğraşacaktır. Çünkü her düzen, kaosun etkin ve yabancı güçlerine karşı duran muazzam bir yapı engeli gibidir.205 Bu bakımdan toplum istediği şekilde olayları, durumları yönlendirir, müeyyide kor, kontrol eder ve kendisinin istemediği olay ve durumları gerek grup ölçütünde, gerekse bireysel 202 Kızılçelik, a.g.e., c.2, s.376. James L. Cox, Kutsalı İfade Etmek-Din Fenomenolojisine Giriş, Çev. Fuat Aydın, İz Yay., İstanbul, 2004, s.52. 204 Giddens, a.g.e., s.227. 205 Berger, a.g.e., s.62. 203 42 davranış düzeyinde cezalandırmalara gider.206 Bu nedenle toplumun yerleşik düzenine karşı getirilen tüm düşüncelerin mutlaka bir tepkiyle karşı karşıya geleceği önlenemez bir durumdur ve toplumun yapısını ve kurumlarını inkâr etmek, varlığın kendisini, yani eşyanın evrensel düzeninin varlığını ve sonunda bu düzen içerisinde yer alan insanın kendi öz varlığını inkâr etmek demektir.207 Bu bakımdan Comte’un evrim düşüncesinde, yenilik içgüdüsü ile muhafazakârlık arasındaki düşmanlığın kaçınılmaz olduğunu görmekteyiz.208 Yeni bir toplum modeli, yeni bir insan tipi, yeni ilişkiler ağı demektir. Her yenilik yeni sorunlar, yeni uyum güçlükleri doğurur ve her doğum sancılıdır.209 Yerleşmiş bir toplumun değerlerine karşı çıkmak çok tehlikeli bir durumdur; çünkü insanlar o toplumun değerlerinden oluşmuştur. Eğer birileri o insanların değerlerini ellerinden alırsa, o insanların hayatları da yok olacaktır; çünkü çatışma temel bir değer üzerine geliştiğinde, toplumsal grubun varlığını tehdit edebilir.210 “Dini bakımdan yasallaştırılan bir toplum düzenine karşı gelmek, karanlığın ilkel güçleriyle sözleşme yapmak demektir.”211 sözü, din kadar, yerleşik düzene karşı çıkmak bağlamında da nasıl bir durumla karşılaşılacağını bize çok güzel göstermektedir. Tabi burada doğruyu kabul etmek de önemlidir; çünkü insan eskiyi bırakıp da yeniyi kabul ettiğinde yeni bir yaşamla karşı karşıya olduğunu bilecek ve yeni bir gelişim sağlayacaktır. Fakat yeni ortaya çıkan hareketlerin birçok şeyi göze almış olması gerekmektedir. Yerleşmiş inançları, davranışları her şeyiyle kabul etmeyerek yeni bir oluşumun içerisine girmek, o toplum tarafından büyük bir tepkiyle karşılacağı aşikârdır. Bu nedenle yeni hareketlerin bu mücadeleyi göze alarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bu durumda yeni hareketlerin potansiyel olarak içerisinde çatışma düşüncesini barındırdığını göstermektedir. O halde mevcut duruma karşı geliştirilen her düşünce birçok düşman edinmiştir ve bunu yaparken de bilinçlidir. Bu bakımdan yeni toplumsal hareketler bir yandan birbirleri ile rekabet ederken, diğer yandan geleneksel düzenle ve toplumun bizzat kendisi ile de mücadele etmek zorundadırlar.212 206 Berger, a.g.e., s.48. Berger, a.g.e., s.63. “İşlevselciler toplumu mükemmel ve tamamlanmış bir sistem olarak görmeyi yeğlerken; çatışma kuramcıları, toplumu, çeşitli mücadelelerin ortaya çıktığı bir savaş meydanı olarak görme eğilimindedir.” Poloma, a.g.e., s.132. 208 Kızılçelik, a.g.e., c.1, s.134. 209 Arslantürk, a.g.e., s.418. 210 Poloma, a.g.e., s.104. 211 Berger, a.g.e., s.83. 212 Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri, Gelenek Yay., İstanbul, 2004, s.62. Toplumsal hareketlerin sınıflandırılmasında Anthony Giddens, en iyi ve geniş bir sınıflamanın David Aberle tarafından geliştirilmiş olduğunu belirtmektedir: “David Aberle, dört tür hareket ortaya koymuştur. 1-Dönüştürücü hareketler, 207 43 İKİNCİ BÖLÜM 1.2. DİN SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN OLUŞUM SÜRECİ 1.2.1. Dinin İnsan Hayatına Anlam Kazandırması Zihniyetin oluşumu, insanın iç dünyasıyla, iradesi ve düşüncesiyle doğrudan ilişkilidir. Yani insanın, toplumun ve tarihin yönünü belirleyen insanın iç dünyası olmaktadır. İnsanın iç dünyası onun amaçlarını belirlemekte, bu amaçları belirleyen de insanın kabul ettiği üstün değer yargıları olmaktadır. Amaçlar, insanın dünya görüşüne biçim ve anlam kazandırmaya yarayan özel ruhsal yeteneklerin seçimini, şiddetini ve eylemlerini de etkilemektedir. Bir insanın yaşama biçiminin, hareketlerinin, davranışlarının ve dünya görüşünün o insanın amacı ile ne derece ilgili olduğu açıktır.213 Tracy, insanın davranışıyla sahip olduğu fikirler arasında tek yönlü bir nedensellik ilişkisi öngörür. Buna göre, insanın davranışına yön veren şey savunduğu fikirlerdir.214 İnsanların hayatına amaç ve anlam kazandıran en önemli unsurlardan biri de dindir; insanlar dine dayanarak, eşyaya, tabiata, sosyal olaylara karşı bir tavır ve tutum içine girerler.215 Her din belli bir ruh ya da zihniyeti de beraberinde getirmektedir. Her dinin, o din mensuplarınca paylaşılan karakteristik bir tutumu, bir dünya görüşünü ve bir hayat anlayışını da beraberinde getirdiğini ifade etmek mümkündür.216 Bu bakımdan insanın dünyaya bakışında ve amaçlarını belirlemesinde dinin de, bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belli bir yere yerleştirme modeli olarak fonksiyon üstlendiğini görmekteyiz.217 Böylece din, sadece insanların birliğini sağlayan inanç ve uygulamalar meydana getirmekle kalmaz, aynı zamanda insanların, dünyayı yorumlayabileceği “anlama kategorileri” ortaya çıkarır.218 Dinler insana kendisi ve evren hakkında bir görüş getirir. toplumdaki geniş kapsamlı, yıkıcı ve çokluk şiddete dayanan değişmeleri hedefler. 2-Reformcu hareketler, var olan toplumsal düzeni sadece kimi yönlerden değiştirmeyi amaç edinir. Bunlar belirli türden eşitsizlik veya adaletsizliklerle ilgilidir. Dönüştürücü ve reformcu hareketlerin her ikisi de, ilk olarak, toplumda değişiklik sağlamaya yöneliktir. Aberle'nin diğer iki tipi özellikle bireylerin görünüşlerini veya çevrelerinin değişmesini ele alır. 3-Kurtarıcı hareketler, değersizleşmiş gibi görülen yaşamdan insanları kurtarma yolları arar. Pek çok dini hareket bu kategoridedir, bu hareketler şimdiye kadar kişisel kurtarma üzerine yoğunlaşmışlardır. 4-Değiştirici hareketler bireylerde kısmi bir değişikliği sağlamayı amaçlar. Bunlar, insanların çevrelerinde tümüyle bir değişim ortaya koymayı amaçlamaz - ama bunlar belirli özellikleri değiştirmeyle ilgili hareketlerdir.” Giddens, a.g.e., s.541. 213 Mehmet Yolcu, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, Denge Yay., 2.Bas., İstanbul, 2005, s.59. 214 Çelik, a.g.e., s38. 215 Okumuş, a.g.e., s.70. 216 Ünver Günay, Din Sosyolojisi, 3.Bas., İnsan Yay., İstanbul, 2000, s.231. 217 Mardin, a.g.e., s.30. 218 Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji-Din Sosyolojisine Giriş, Çev. Bekir Zakir Çoban, Birey Yay., İstanbul, 2004, s.13. 44 İnsan onlarda kendinin var oluşu ve evrendeki yeri hakkında bir bilgi şeması bulur. Böylece bir din insanın temel problemlerini belli bir açıdan açıklayan bir sistemdir. Hiçbir fikir, ideoloji dinin yerini tutamaz ve onun gösterdiği etkiyi yapamaz. Din soyut düşüncelerden ibaret değildir; o bütün hareketlerimizde, eşya ile ilişkilerimizde kendini göstermektedir.219 Din, toplum bireylerinin hayatını, onları içeren, ama aynı zamanda aşan mutlak anlamlar ve değerlere göre düzenler.220 Din, bireysel ve toplumsal yanı bulunan, fikir ve eylem açısından sistemleşmiş olan, inananlara bir yaşama tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü etrafında toplayan bir kurumdur. O, bir değer koyma, değer biçme ve yaşama tarzıdır.221 Din, insana, neye ne derece ulaşabileceğini açıkladığı gibi, hayatın asıl amacı ve hedefi ya da kaderin anlamı gibi pek çok kapalı konularda dindarı aydınlatır.222 Geertz, bir semboller sistemi olarak kabul ettiği dinin, insana bir dünya görüşü ve hayat anlayışı sağladığını ve bu şekliyle insan davranışlarını yönlendirmek suretiyle fonksiyon gördüğünü düşünmektedir.223 Din tarih boyunca insan deneyiminin merkezinde yer almış, yaşadığımız çevreyi algılama biçimini ve bu çevreye verdiğimiz tepkiyi etkilemiştir.224 Her çeşidi ile kişinin toplum karşısındaki tutumu ve dinin toplumsal ilişkiler ve kurumlar üzerine olan etkisi, büyük bir kısmıyla dini grubun akideleri, ibadetleri ve sosyal yapısını etkilemiş olan zihniyete bağlıdır. Belli bir toplumun içerisinde, insanlar arasındaki ilişkiler, bu ruh tarafından belirlenmiş bulunmaktadırlar. Evlenme, aile, akrabalık ve devlet gibi kurumlar merkezi dini tecrübenin ışığında anlaşılır ve bir toplumun ideali ona göre şekillenir.225 Berger’e göre, bazı kültürlerde din, gerçekten de tüm evreni insanca anlamlı olarak kavrama girişiminde bulunarak “tümüyle kuşatıcı kutsal düzen” kavramlaştırmasına dayanır. Örneğin Mary Douglas, yazısız insanların kültürel düşüncelerinin bileşik olduğunu, onların tüm deneyimlerinin tüm bağlamlarının birbiriyle kesiştiğini ve birbirine nüfuz etiğini vurgulayarak onların neredeyse tüm deneyimlerinin dinsel olduğunu belirtir.226 Arkaik toplumun dünyalarının din dışı eylem diye bir şeyi tanımadıkları, belli bir anlamı olan her 219 Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, Marmara Üniv. İlahiyat Vakfı Yay., 2.Bas., İstanbul, 1993, s.77. Okumuş, a.g.e., s.73. 221 Aydın, a.g.e, s.5. 222 Bahadır, a.g.e, s.35. 223 Günay, a.g.e, s.215. 224 Giddens, a.g.e, s.462; Yümni Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İz Yay., İstanbul, 2004, s.267. Logoterapinin insana, değişken anlam imkânları sağlaması bakımından önemli bir işlev görmesine karşılık din, kalıcı anlam imkânları noktasında insanı çok daha derinden etkilediğini görmekteyiz. Bahadır, a.g.e, s.39. 225 Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, Marmara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1985, s.81. 226 Morris, a.g.e., ss.344-345. 220 45 eylemin, örneğin avlanma, tarımcılık, oyun, çatışma, cinsellik gibi konuların söz konusu topluluklarda şu veya bu şekilde kutsal olana bağlandığını görmekteyiz.227 Aynı şekilde İslam’ın da sadece bir ibadetler bütününden ibaret olmayıp, aynı zamanda bir hayat tarzı, bütünsel bir hayat görüşü ve hukuki bir temel sunması, dinin insanın hayatını tüm yönleriyle etkilemesini göstermesi açısından önemli bir örnektir.228 Bu nedenle din, hayata anlam katan sistemlerin başında gelir. Her dinin en temel amacı; insanları “kurtuluşa” ulaştırmaktır. Din; henüz ulaşılmamış, ancak ulaşılmak istenen en yüce amaçlara işaret ederek insanı bu amaçlar üzerinde düşünmeye ve onları gerçekleştirme yolunda aktif olmaya yönlendirir. Dünya hayatını düzenlemeye yönelik hedefler göstermesi yanında, ölüm sonrası hayatı da garantileyecek hedefler sunması, dini amaçları diğer amaçlara göre daha üstün ve değerli kılar. Din bir taraftan insan ilişkilerini düzenlemeye yönelik amaçlar belirlerken, diğer taraftan da insanın inancı ve dolayısıyla da Tanrısı ile ilişkilerini düzenlemeye yönelik amaçlar sunar.229 Bu nedenle dinler tabiatları gereği toplumun bütün yönlerini, bütün kurum ve kuruluşlarını etkisi altına alabilecek özellikler taşır.230 1.2.2. Bireysel Dini Düşüncenin Toplumsallaşması Dini tecrübenin kendisini gösterdiği üç geleneksel form vardır: Düşünce, eylem ve topluluk.231 Weber'e göre insan tabiatından gelen güdüler, bir şeyi değiştirmek için yeterli değildir. Bunların inanç ve zihniyet haline gelmesi, sonra da pratikte alışkanlıklar kazanması gereklidir. İnanç, psikolojik bir merkez olarak, hem direnme gücü, hem dinamik bir güçtür. Öncelikle bir zihniyet değişikliğine iterek faaliyete başlar. Zihni yapılarımızda meydana gelen, kutsal ile dünyevi olan arasında sınır yer değiştirmesi olarak başlayan zihniyet değişimi, hayata aktarılır.232 Her din bir takım inançlara dayanmaktadır. Öyle ki, bir takım temel inançlara dayanmadan bir din düşünmek imkânsızdır, bu inançlar o dinin ayrılmaz birer parçasını oluştururlar.233 Bu nedenle ilk olarak zihni düzeyde inandığı değerler ile dünyayı anlamaya başlayan insanın düşünce açısından kendisini tamamlamasıyla, inandığı şekilde davranışlarına etkide bulunduğunu, hayatını etkilediğini görürüz. Hiç bir dini sadece 227 Okumuş, a.g.e., s.130. Okumuş, a.g.e., s.145. 229 Bahadır, a.g.e., s.98. 230 Okumuş, a.g.e., s.142. 231 Joachim Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, Odaktaki Sosyoloji-Din Sosyolojisine Giriş kitabının içinde, Çev. Bekir Zakir Çoban, Birey Yay., İstanbul, 2004, s.147. 232 Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s. 90. 233 Günay, a.g.e., s.217. 228 46 bir takım tasavvurlar, fikirler ve inançlar toplamından ibaret saymak mümkün değildir. Aksine her din bir duygu ve davranış meselesi olarak da ortaya çıkmaktadır. Dinin biri inanç, ötekisi de davranış yönünü oluşturan bu iki temel unsur, gerçekte birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır.234 Kutsal doğrudan algılanamayacağı ve tezahürlerinden ayrı bir şekilde yorumlanamayacağı için, onun ve dini tecrübenin diğer unsurları arasında üstesinden gelinemeyecek bir engel ortaya çıkar. İnanan, kutsal vasıtasıyla hayatta bir yön bulur ve kutsalın tezahürlerini iman sayesinde algılar; onun anlamlarını inançlar vasıtasıyla anlar ve dini pratikte ona yakın olarak yaşar. Bu nedenle pratiğe dönüşmeyen kutsalın bir anlamı yoktur; eğer inançlar kendini ortaya çıkarmıyorsa, kutsal, bilinmeyen ve bilinemeyen olarak kalmaya devam eder.235 Sosyal grup üyeleri arasında her şeyden önce, onları birbirine bağlayan aynı çıkarlar veya değerler ya da idealler söz konusudur ve grubun tüm faaliyeti temelde bu amacın gerçekleştirilmesine yöneliktir.236 Din, toplumu derinden ve geniş çaplı biçimde etkileyen, insan davranışlarını yönlendiren ve varlığını sürdürmesinin imkânlarını hazırlayan bir özelliğe sahiptir. Bağlılarına belli bir zihniyet yapısı, dünya görüşü, bir değerler ve semboller sistemi kazandıran din, inananları bir cemaat haline getirerek, doğal olarak bir sosyal organizasyonu gerçekleştirir ve bireyleri ortak bir ideal ve düşünce etrafında birleştirmektedir. Bu anlamda dinin şekillendirdiği hayat, kolektif hayatın en yoğun anlatımı ve en üstün biçimidir denebilir.237 Böylece din, bağlılarına belli bir zihniyet yapısı, dünya görüşü, bir değerler ve semboller sistemi kazandırdıktan sonra, onları bir şekilde örgütlemekte ve bir sosyal organizasyonu gerçekleştirmektedir.238 Bilinen bütün insan toplulukları içerisinde bir dine rastlandığı gibi, sosyal bir olay olmak sebebiyle sorunların, olayların ve çatışmaların bulunmadığı bir din de var olmamıştır. Çünkü dinin objektifleşip sosyalleşmesi yani bir topluma mal olması, bir cemaati ortaya çıkarması demek, dini 234 Günay, a.g.e., s.222, 224. Din sosyolojisi araştırmalarında kullanılacak yöntemlere bakıldığı zaman, bir dine mensup kişilerin davranışlarına etki eden inançların neler olduğunun tespit edilmesi noktasının çoğu sosyolog tarafından önemle vurgulandığını görmekteyiz. A.e., ss.213-231. Bu bakımdan sadece düşünce anlamında kabul edilen, ancak insanın davranışlarına etki yapmayan bir dinin pek bir anlamının olmadığını genel anlamda söyleyebiliriz. 235 Cox, a.g.e., s.219, 212. 236 Fichter, a.g.e., s.147. 237 Yolcu, a.g.e., s.48. Durkheim’in yaptığı gibi dini salt sosyal boyutları ve işlevleriyle ele almak, indirgemecilikle, dini daraltmakla eşdeğerdir. Din salt sosyolojik bir yan ürün değildir. Dinin kendine özgü bir mantığı, aşkın boyutları, beşeri olayları etkilemede büyük bir gücü bulunmaktadır. Okumuş, a.g.e., s.68. 238 Celaleddin Çelik, Kur’an’da Toplumsal Değişim, İnsan Yay., İstanbul, 1996, s.44. 47 olayların da belli ölçülerde ve karşılıklı olarak öteki sosyal, kültürel ve coğrafi değişkenlere bağlı bulunması demektir ki, bu durum bizi din ve toplum ilişkilerine götürmektedir.239 Din, insan ruhunun en karanlık noktalarına girerek, bir hayat anlayışı, hayat neşesi ve dayanma gücü verir. Böylece sosyal kurumları meydana getiren birimleri kaynaştırır.240 Din bir insan ve toplum gerçeğidir. Her nerede insan varsa orada din vardır. Dinden uzak bir zaman ve mekân yoktur. Sosyolojiye göre, ender de olsa bilinçli dinsiz bireyler bulunabilir; fakat dinsiz toplumlar görülmemiştir.241 İnsanlar arasında dinin sağladığından daha güçlü bir bağ yoktur. Bu dini bağ, kan bağını, komşuluğu ve işbirliğini kutsallaştırabilir ancak kaldırabilir de.242 Din toplumun birlik ve beraberliğine, ortak değerlerin oluşmasına, toplumsal düzenin meşrulaştırılmasına ve hissi anlatımlar için imkân sağlanmasına hizmet etmiş, bireyler ve gruplara kimlik kazandırmıştır.243 Sosyal bir fenomen olarak din, toplumda bütünleştirici bir görevde bulunarak toplumun devamına pozitif katkılar sağlar. Din, hem birey ile toplum ilişkisini, hem bireyle kurum ilişkisini ve hem de kurumsal ilişkileri bir bütünlük içinde düzenleme işlevi görür. Din, bütünleştirme işleviyle toplumsal dayanışmanın güçlü bir yapı taşı niteliğine sahiptir.244 Her dini davranış, daima hem bireysel bir eylem, hem de toplumsal bir eylemdir.245 Din, her ne kadar bugün bizlere kul ile Tanrı arasında kişisel bir ilişki olarak gösterilmek ve bununla sınırlandırılmak isteniyorsa da, gerçek anlamını ancak kendisine bağlı “cemaat”ta bulabilmektedir. Din, dini cemaata muhtaçtır ve dini bir dünyada yaşamak da dini bir birliğe bağlanmayı gerektirir.246 Tek bir bireyin inancı olarak kalan bir din, o kimse ile beraber karanlıklara gömülmeye mahkûmdur. Bu bakımdan, objektif yönünün, yani bir topluma mal olma ya da cemaat oluşturma özelliğinin, dinin en önemli temel özelliklerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Dinin, her şeyden önce kişisel bir özelliğe sahip olduğunu yani bireyin zihnine yerleşip kök saldığını kabul etmek ve sonrasında onun zorunlu olarak bireyler arası bir görünüme büründüğünü, böylece onda cemaat oluşturucu özelliğinin temel bir unsur olduğunu ifade etmek, belki ilk anda bir çelişki imiş gibi görünebilir. Bununla birlikte, bu çelişki, bu iki olgu arasında bir köprü vazifesini gören dinin, ortaya çıkması, yayılması, 239 Günay, a.g.e., s.211-212. Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s.73. 241 Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s.266; Günay, a.g.e., s.55, 202. 242 Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, s.152. 243 Thompson, a.g.e., s.20. 244 Sezen, Sosyoloji Açısından Din, ss.73-80. Okumuş, a.g.e., s.72. 245 Wach, Din Sosyolojisi, s.55. 246 M. Emin Köktaş, Türkiye’de Dini Hayat-İzmir Örneği-, İşaret Yay., İstanbul, 1993, s.12. 240 48 objektifleşmesi ve sosyalleşmesi gerçeği ile ortadan kalkmaktadır.247 Bu bakımdan dini tecrübenin temel ve doğrudan öznesi birey değil, bizzat dini topluluktur. Bu nedenle dini bir birliktelik şeklinin olmadığı hiçbir din yoktur.248 Tamamen bireyselliğe yönelik dinlerin varlığından söz edilemez. Hemen her dinin, toplumu doğrudan hedef aldığı görülmektedir. Her din toplum yapısında bir takım değişiklere gitmek, sosyal kurumlar ve bunlar arasındaki ilişkileri düzenlemek eğilimindedir. Örneğin Kur’an’da din, diğer anlamlarının yanı sıra sosyal hayatta uyulması gereken kurallar bütününü ifade etmek için de kullanılır.249 1.2.3. Ortaya Çıkan Yeni Dini Hareketin Geleneksel Toplumdan Farklılaşması Değerler, kültür ve topluma mana ve önem veren ölçütlerdir. Bireyin yargısının üstündedir, ciddiye alınırlar, uğrunda kavgaya ve ölüme gidecek kadar fedakârlığı gerektirebilirler. Değer, aranan şeyin kendisi değildir; fakat aranan şeyleri önemli kılar. Din bir değerdir ve değerlidir. Kişi davranışı ile değer arasındaki açıklık, alt grupların farklılıkları, kurumlar arasındaki uyumsuzluklar değer çatışmalarını doğururlar. Böylece sosyal değerler, sosyal problemlerin nedeni olabilirler. Özellikle din ile sosyal kurumlar arası değer çatışması, bireylerde ortaya çıkmak üzere açıkça görülür.250 Değer yargılarını ve tutumları belirleyen en önemli etkenlerden biri de dinden başkası değildir. Dini faaliyet; hem fikir, hem heyecan, hem de eylemdir. Düşünceye sağlıklı bir yön kazandıran; insanı iç benliğine, gönül dünyasına indirerek harekete geçirebilecek başlıca dinamizm kaynağını din oluşturur.251 Dini değerler ya insanın en üst değerleridir ya da onun için hiçbir şey ifade etmezler. Dinler ekonomik anlayışların, cinselliğin, sanatın ve bilimin veya siyasetin öngördükleri değerlere ciddi rakip olması bakımından farklılık gösterirler.252 Bu bakımdan her yeni din, yeni bir dünya görüşü yaratır. Bu şekilde anlamlandırılan dünyada, eski görüşler bayatlar ve günü geçmiş kurumlar varlık sebeplerini kaybederler. Burada tabii gruplardan gelen görüşler ortadan kalkar, eskiler silinir ve yeni bir eşya düzeni kendini gösterir. Şüphesiz bu değişmeler devrimci de olabilirler. Bütün mesele, geleneksel unsurların bu yeni görüşle 247 Günay, a.g.e., s.211. Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, s.148-149. 249 24/Nur, 2; 9/Tevbe, 36. Vejdi Bilgin, Sosyal Çözülme ve Din, Etüt Yay., Samsun, 1997, ss.28-29. 250 Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, ss.212-213. 251 Yolcu, a.g.e., s.29. 252 Wach, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, s.166. 248 49 yapılan yorumlarının genişliğine bağlıdır.253 Bir din ortaya çıktığı zaman, her şeyden önce insanları müminler ve mümin olmayanlar şeklinde ikiye ayırmaktadır. Mümin olanların ve olmayanların din katındaki yerleri farklı derecelerdedir. Hiç bir din, kendisine bağlanmış birisiyle, bağlanmamış birisine aynı gözle bakmaz.254 C. Geertz: “Bir dini anlamak isteyen bir insan o dinin sembollerine yüklenmiş olan manaları deşifre edip anlamalıdır.”255 derken, o dinin anlaşılması için, ancak o dine aidiyet gerektirdiğinden bahsetmekte ve bundan dolayı da farklılaşmaların ve ötekileştirmelerin ortaya çıktığını belirtmektedir. Doğrudan doğruya bireyi ilgilendiren sübjektif din toplumsal farklılaşmadan etkilenmediği içindir ki, aynı zaman ve aynı medeniyet içinde yaşayan iki kişi sosyal statü, meslek ve zenginlik bakımından farklı da olsalar, benzer dini tecrübelere sahip olabilmektedirler.256 Bu bakımdan kişisel inançların toplumsal bir yansıması olmadığı zaman herhangi bir farklılaşmanın ya da karşıtlığın olamayacağını belirtebiliriz. Buradaki temel farklılaşma nedeninin topluma yansıyan davranışların, başkaları tarafından kabul edilmemesi, karşı çıkılması ve benzeri tutumlarla ortaya çıkan tepkilerin meydana gelmesidir. Yani temel etken, inananların inançlarının zihinde oluşmasıyla onu içinde saklı bırakmayarak, inançları çerçevesinde uygun davranışlar sergilemesi oluşturmaktadır. Din, mevcut sosyal yapıyı, kendisinin inşa ettiği sosyal yapıyla değiştirme yoluna gider.257 Tarihin seyri içinde insanın hayatını etkili ve kalıcı biçimde değiştiren bütün büyük inkılâpların, dönüşümlerin kökünü dinde aramak gerekir. Adetleri, töreleri ve tüm sosyal ve kültürel sistemleri değiştiren dindir. Eskimiş değerleri ortadan kaldırarak, yeni zamanların idealini belirleyip ilan eden din olduğu gibi, bir hayat tarzını köklü temellere oturtan ve sosyal ahlakı kendi süzgecinden geçiren de dindir.258 Dinler, bu dünya hayatında bulunmakla hayatı kendi istedikleri doğrultuda değiştirip dönüştürmek gibi bir iddiaya sahiptirler.259 Bu bakımdan her yeni din, eski anlayışlar ve eski kurumların anlamlarını ve var oluş sebeplerini kaybettikleri yeni bir dünya ortaya koyma amacındadır.260 Bütün dini gelenekler bireylere ve topluluklara kendileriyle hayatlarını yerleşik toplumsal ve kültürel kurulu düzenden farklı bir temel üzerine kurabilecekleri araçlar temin ederler. Yani, tüm dini gelenekler dünyadan uzaklaşma veya toplumsal kurulu düzenden 253 Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, Ankara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara, 1963, s.79. Bilgin, a.g.e., s.39. 255 Şentürk, a.g.e., s.73. 256 Günay, a.g.e., s.297. 257 Okumuş, a.g.e., s.83. 258 Yolcu, a.g.e., s.29. 259 Okumuş, a.g.e., s.153. 260 Wach, Din Sosyolojisi, ss.66-67. 254 50 bağımsız olma biçimleri dayatırlar. Böyle yapmakla onlar dini ideallerle toplumsal hayatın günlük düzeninin tam olarak birbirleriyle uyumlu olmadığını, aksine çatışma ve gerilimle nitelendirilebileceklerini vurgulamış olurlar.261 Tarih boyunca her yeni din, bir toplumda ve genellikle hızlı bir toplumsal değişim ve kriz ortamında, karizmatik bir dini liderin önderliğinde, yeni bir dini hareket şeklinde ortaya çıktı ve gelişti. Bu çerçevede, bu karizmatik dini önderler kendi etraflarına belli bir sayıdaki bir topluluğu çekmeyi başararak yeni bir cemaat oluşturdukları gibi, onların çağrıları, şu veya bu şekilde, yerleşik dini ve dünyevi düzen, inançlar ve değerler sistemine karşı az çok bir tenkidi de içerdiğinden, onlar içinden çıktıkları dini ve toplumsal düzenle çatışma içerisinde oldular.262 Sırf dini grupları diğer gruplardan ayıran en önemli özellik, orada eski inançlar, gelenekler ve göreneklerin tamamen veya kısmen kaybolmuş olabileceği, önemlerini kaybetmiş veya başka anlamlara bürünmüş bir hal almasında toplanmaktadır. Yeni bir dini inanç etrafında birleşenler, ortak dini tören ve tapınmalarla birbirlerine kenetlenir ve dış dünyaya karşı yeni bir tutum oluştururlar. Bu durum, yeni dinin taraftarlarını geleneksel toplum içinde farklılaştırır ve hatta yalnızlığa iter.263 1.2.4. Yeni Dini Hareketin Çatışma Sürecine Girmesi Din, toplumun birey, grup, sınıf ve tabakalarını, farklılıklarıyla birlikte bütünleştirir, ayrılık ve bölünmelerden uzak tutar. Dinin önemli işlevlerinden biri, içerisinde çeşitli nedenlerle ortaya çıkan sosyal farklılık ve farklılaşmalardan dolayı bölünüp parçalanmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunan toplumu birleştirmek, bütünleştirmek ve insanlarda oluşturduğu zihniyet yapısıyla toplumda çıkması muhtemel karışıklık ve düzensizlikleri, hatta çatışma veya savaşları önlemektir. Din, toplum içindeki dağınıklığa, düzensizliğe, bunalıma ve ümitsizliğe karşı bütünleşmeyi, umudu, motivasyonu koyar.264 Din, toplum için görece olumlu işlevlerde bulunmanın yanı sıra olumsuz bir takım işlevlere de sahip bulunabilmektedir. Bunlardan biri, bazen bütünleştirmenin zıddına parçalama noktasına da varan çatışmadır. Dinin tarihsel ve çağdaş olarak toplum içinde çatışma işlevine sahip olduğu bilinmektedir. Din, kendi inananları içinde bir birlik ve bütünlük sağlarken, daha 261 Walter H. Capps, “Toplum ve Din”, Din, Toplum ve Kültür-Din Sosyolojisi ve Antropolojisine Giriş kitabının içinde, Çev. Ali Coşkun, İz Yay., İstanbul, 2005, s.24. 262 Günay, a.g.e., s.445. 263 Günay, a.g.e., s.252. 264 Okumuş, a.g.e., s.72. 51 genel anlamda bir çatışma işlevi görebilir.265 Dinin ortaya çıkardığı yeni bir tecrübeye sahip olunmasıyla din, bütün üyeleri samimi olarak tam bir şekilde birleştiren ve bütünleştiren şeydir; fakat din, o inancı paylaşanları, kendilerinin paylaşmadığı dünyanın kalan kısmından ayırır; bu nedenle inanmak, toplumsal farklılaşmaların ötesinde büyük çatışmaların nedeni de olabilir.266 Bu bakımdan din, öteden beri şiddetli toplumsal savaşımlarla keskin çatışmaların kökenini oluşturmuştur.267 Toplumsal davranışlar ve onların tezahür biçimleri olan sosyal hareketler, toplumda uyum, çatışma ve değişme ile ilişkilidirler ve daha doğrusu bir anlamda, sosyal hareket sosyal değişmenin bir tezahür biçimi olduğuna göre, dini hareketlerin de toplumsal değişmenin önemli bir tezahürü olduğu belirtilmelidir.268 Sosyal değişmenin en önemli dinamiklerinden biri çatışmadır. Egemen olanlarla egemenlik altında bulunanlar arasında, bazı gruplar ve farklı değer sistemleri arasındaki çatışmalar tarihe eşlik etmişlerdir. Bu nedenle din, daima bütünleştirici bir rol oynamamış, sık sık şiddetli çatışmalara da neden olmuştur. R. K. Merton, örneğin inanç için yapılan savaşlar gibi, dinin yıkıcı güçlerine işaret etmişti. Bazı dini sistemler egemenliği kabul ederler; diğer bir kısmı, hâkimiyet altında bulunanlara, mevcut egemenlik ilişkilerini yıkmanın yüce dini bir görev olduğuna dair dayanak çerçevesi oluştururlar.269 Eğer bir dini grup kendi ahlaki ölçülerini tüm topluma uygulamak isterse, farklı ahlaki ölçüler çatışmalara neden olabilirler.270 Dinin değiştirici rol oynayan taraflarından bir kısmı, çatışma motifinden gelir. Çatışma çok defa değişimin kaynağıdır ve bu değişim toplum için iyi olabilir. Din çatışmaya ve toplumda değişime katkıda bulunabilir. Çatışma geçicidir ve yeni bir mana ve birleşme içindir; fakat değişmenin dinamiğini taşır. Din, gelenekleşme, kültürleşme zorunluluğu ve bireysel ve sosyal istikrar, sosyal yapı ihtiyacı dolayısıyla muhafazakâr; fakat inancın dinamik psikolojisi sebebiyle de inkılâpçıdır. Sosyal değişmenin dinamiklerinin en önemlisi psikolojik faktör olduğuna göre, dinin değişme ile olan bağını anlamak kolaydır.271 Geleneksel toplumdan kopan bir dini grubu öncekilerden ayıran başlıca özellikler, orada yeni bir dünya görüşü, yeni bir toplum düzeni ve öncekilere kıyasla farklı bir takım 265 Okumuş, a.g.e., s.74. Wach, Din Sosyolojisi, s.155; Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s.100. 267 Giddens, a.g.e., s.462. 268 Günay, a.g.e., s.440. 269 Günter Kehrer, “Din Sosyolojisi”, Çev. M. Emin Köktaş, Der: Yasin Aktay-M. Emin Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi yay., 2. Bas., Konya, 1998, s.96. 270 Kehrer, a.g.e., s.98. 271 Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s. 90. 266 52 değerlendirmelerin yer etmesidir.272 Bütün peygamberler, yeni bir düzen kurmak istemişler ve kurmuşlar, sosyal hayata yeni bir işlerlik kazandırmışlardır. Fakat dinler yepyeni bir toplum, yepyeni bir değerler sistemi yaratmaz; ancak yeni bir dünya görüşü, yeni bir sıralanış, yeni bir mana kazandırır. Bunu tarihi olanın ve mevcudun üzerine kurar.273 Bu nedenle din, ilk örgütlenme dönemlerinde mevcut toplumsal yapısını, kendi yapısal ve fonksiyonel özellikleri ile değişikliğe uğratarak, yeni bir toplumsal yapının oluşmasını sağlamaktadır.274 Böylece dinsel hareketler doğar doğmaz, adeta çevrelerine adaptasyon için bir tarz geliştirme mücadelelerine girişirler.275 Din, çevre şartlarının zorlamasıyla ortaya çıkmış bir inanç değildir. Aksine gerçek din, çevre şartlarını ve kültürün diğer unsurlarını değiştiren ve onları belli bir mana etrafında bütünleşmeye yönlendiren temel bir unsurdur.276 Bu bakımdan dinsel bir sistem ile yer aldığı çevre arasındaki ilişki dinamiktir. Bir dinsel sistem, kaynak bulmak için zorunlu olarak çevresine bağımlılık gösterir; ama bu kaynaktan kullanırken de o çevreyi belirgin şekilde değiştirebilir.277 Tüm toplumsal tabakalara uzanan ve üyelerine kesin olarak farklılaşmış dini değerler sağlayan dini örgütlerin durumu, toplumun tabakalaşma ilişkilerini yansıtan dini çoğulculuğa göre önemli derecede çatışma yüklüdür.278 Dolayısıyla birbirine rakip iki dini yönelişin ortaya çıkışı, birbirlerinin meşruiyet iddialarını çürütmekte ve bütüncül bir meşrulaştırmaya götürebilecek tam bir toplumsal uzlaşma ortaya çıkmasını engellemektedir.279 Peygamberlerin tebliğleri, toplumsal bir hareketin doğurduğu bütün durumlarda toplumdaki mevcut sosyal yapıda bir değişimi, o ortamı yeniden kurmaya yönelik doğal bir muhalefeti de içermektedir. Peygamberlerin meydan okumalarının kabul görüp başarılı olması halinde taraftarlarının sosyal hayatı üzerinde köklü değişiklikler gerçekleştirdikleri bir olgu olarak gün yüzüne çıkmaktadır. Bu da peygamberlerin tebliğ ve uygulamasını üstlendikleri dinin amacının toplumsal değişmeyi sağlamak olduğunu ortaya koymaktadır.280 272 Günay, a.g.e., s.252. Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, s.27. 274 Çelik, a.g.e., s.49. 275 Robert J. Wuthnow, “Din Sosyolojisi”, Din ve Modernlik- Toplumbilim Yazıları I- kitabının içinde, Çev. Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002, s.75. 276 Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s.57. 277 Wuthnow, a.g.m., s.66-67. 278 Kehrer, a.g.e., s.77-78. 279 Şentürk, a.g.e., s.66. 280 Yolcu, a.g.e., s.48. 273 53 1.2.5. Dini Bir Yapıya Bürünen Toplumun Öteki Toplumlarla Çatışması Her yeni din, içinden çıktığı siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel sınırların ötesine taştığı andan itibaren, yeni şartlara uyum sağlamak zorunda kalmaktadır. Bu gelişmeye paralel olarak, yeni ve farklı dini eğilim ve şekiller ortaya çıkmakta ve bunlar geleneksel eğilim, yaşayış ve formlarla çatışmaya girişmektedirler ki bu durumların türlü örneklerini, hemen bütün büyük dini topluluklar, tarihlerinin çeşitli dönemlerinde bize sıklıkla sunmaktadırlar.281 Sırf dini gruplardan bir kısmının ortaya çıktıkları toplumdaki geleneksel dini yıkarak onun yerini almak ve daha sonra da sınırlarını gittikçe genişletmek suretiyle yayılmalarına karşılık, bazılarının kapalı bir cemiyet halinde iken başka yerlere göç ederek kendilerine uygun yeni ortamlar bulmaları, bazılarının da milli bir hüviyet taşırlarken yeni yorumlarla evrensel bir statüye kavuşmaları sonucu yayılmış olmalarında toplanmaktadır. İslamiyetin durumu birincisine, Hıristiyanlığınki ikincisine ve Yahudiliğinki de üçüncüsüne örnek olarak gösterilebilir.282 Milli dinlerin evrensel dinlerle ve evrensel dinlerin birbirleriyle ve hatta aynı bir evrensel dinin alt grupları ve mezheplerinin kendi aralarındaki rekabeti ve çatışmaları da kayda değerdir. Her şeyden önce evrensel dinlerin yayılmacı ve misyoner karakteri onları her gittikleri yerde mahalli kültler ve milli ve evrensel dinlerle rekabete sokmuş, bu durum yerine göre tarih içerisinde kanlı din ihtilafları, çatışmaları ve hatta savaşlarına yol açmıştır.283 Godelier’e göre, şiddet içermeyen bir hâkimiyet olarak başlayan şey, ideolojik baskı ve ekonomik sömürüye doğru genişleyebilir.284 Çatışma ve fikir birliği arasındaki karşılıklı ilişkileri çözümlemede yardımcı olacak yararlı bir kavram ideolojidir, yani daha güçlü grupların konumunu daha az güçlü olanlar pahasına güven altında tutmaya yardım eden değerler ve inançlar. Güç, ideoloji ve çatışma her zaman yakından bağlantılıdır. Birçok çatışma getirebileceği ödüllerden ötürü güçle ilgilidir. Gücün çoğuna sahip olanlar temel olarak egemenliklerini korumak için ideolojinin etkisine dayanabilirler, ancak genellikle gerekirse gücü kullanabilirler. Örneğin, feodal zamanlarda aristokratik yönetim, azınlıkta olan insanların 'hükmetmek için doğdukları' fikri ile destekleniyordu, ancak aristokratik yöneticiler çoğunlukla onların gücüne karşı çıkan insanlara karşı şiddet uyguladılar.285 281 Günay, a.g.e., s.341. Günay, a.g.e., s.253. 283 Günay, a.g.e., s.433. 284 Morris, a.g.e., s.519. 285 Giddens, a.g.e., s.603. 282 54 Egemenliğin meşruiyeti meselesinde, dini unsurların rolü açıkça kendini gösterir.286 Geleneksel düzen deyince akla dinin hâkim olduğu toplumsal yapı gelir. Bu toplumsal yapıda, örnek olarak batıya baktığımız zaman hâkim olan unsurun Hıristiyanlık olduğunu görmekteyiz. Orada toplum dini bakımdan homojendir. Meşruiyetin temeli dine dayanır, savaşlar ve toplum içi çatışmalar daha çok dini temellidir. Hatta dini temelli olmayan sosyal çatışmalara bile dini bir renk verilmeye çalışılır.287 Hıristiyanlıktaki haklı savaş görüşünde, öldürmek, olanaklar el verdiğince kaçınılması gereken bir kötülüktür: Hıristiyan bu öldürme eylemini “ehveni şer” bir çözüm olarak görebilir; ancak bazı koşullar yerine geldiğinde öldürme eylemine başvurabilir. Tanrı kendi davası için savaş çağrısı yaptığından, “kutsal savaş”ta kısıtlamalar ve sınırlamalar ortadan kalkar. Öldürmek, artık ehveni şer bir eylem değil, dinsel bir davranıştır.288 Haçlı Seferleri’nin resmi nedeni, Müslümanların eline geçmiş Kutsal Yerleri kurtarmak, korumak ve Müslümanların hem Doğu’da (Bizans İmparatorluğu) hem Güney’de (İtalya ve İspanya) sürdürdükleri fetih girişimlerinin Hıristiyan Avrupa üzerinde yarattığı tehdidi ortadan kaldırmaktı. Bu seferler sırasında ölenlerin ödülü, günahlarının bütünüyle bağışlanması ya da tam endüljanstı.289 Hâlbuki haçlı seferlerinin dini temelinin ötesinde çok daha farklı amaçları olduğu açık olarak görülmektedir.290 Haçlı seferleri sadece dış görünüşü açısından bir kutsal savaştı; haçlı seferleri, Tanrı’nın isteklerinin yerine getirilmesinden çok, insanların en aşağılık tutkularının sonucuydu.291 Dini toplumların kendi dışındaki kötülükleri kabul etmeme, onun varlığını ortadan kaldırma, birbirlerini düşman olarak görmelerinde en güzel örneklerden biri İran tarih felsefesinde ve ahlakında canlı bir şekilde ifade edilmiş bulunmaktadır. Bu anlayışa göre kâinat dev bir savaş meydanı olarak gözükmektedir. Hazır bulunan ordular eşit şartlar altında karşılaşmaktadırlar; kötülüğün kuvvetleri dik kafalı, kurnaz ve güçlüdürler. Onlar, pek çok defalar düşman kalesini ele geçirmek tehdidinde bulunurlarsa da, iyiliğin nihai zaferi garanti edilmiş bir şeydir. Bu bakımdan dinlerin bu dünyada zaferi kazanmak istemeleri ve öldükten sonra da yaşanacak hayatta mutlu olma düşünceleri onlara heyecan vermekte, böylece inananlar hayatlarını bu yolda feda ederek düşmanla savaşmaktadırlar.292 286 Kehrer, a.g.e., s.85. Şentürk, a.g.e., s.32. 288 Jacques G. Ruelland, Kutsal Savaşlar Tarihi, Çev. Teoman Tunçdoğan, İletişim Yay., İstanbul, 2004, s.40. 289 Ruelland, a.g.e., s.65. 290 Ruelland, a.g.e., ss.65-74. 291 Ruelland, a.g.e., s.89. 292 Wach, Din Sosyolojisi, s.79. 287 55 1.2.6. Dini Açıdan Kurumsallaşan Toplumun Kendi İçindeki Çatışma Süreci Dini örgütler, dini olanın toplumsal olarak kurumsallaşmasının özel şekilleridir. Dini örgütlerin ilk hedefleri, sahip oldukları değerleri korumak, (duruma göre) yaymak, davranış beklentilerine uyulmasını sağlamak ve bunu kontrol etmektir.293 Toplumda geleneğin ve şu hale göre statükonun korunmasını üstlenmiş görünen, ancak bizzat geleneksel bir toplumda ortaya çıkışı ve yerleşmesi bir toplumsal değişme olarak karşımıza çıkar. Üstelik durum ve şartlara göre, her zaman için yaratıcı değerleri vasıtasıyla sosyal değişmenin hâkim faktörü rolünü üstlenme eğilimi ve gücünü en azından potansiyel olarak kendinde bulunduran dinin294 sosyal yapıyı değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici işlevi, genellikle bir toplumda dinin ilk örgütlenme ve yayılma dönemlerinde görülür. Bundan sonra dinin oluşan bu yapının korunması ve sürdürülmesi noktasında işlev gördüğü ortaya çıkar. Bu bakımdan toplumun ilk yerleşme dönemlerinde radikal bir ideoloji olarak işlev gören din, bu aşamada tutucu bir ideoloji olarak belirmektedir.295 Geleneğe, sembollere, kutsal metinlere bağlılık, kurumsallaşmış dini, mevcut toplumsal düzeni muhafazaya götürmektedir. Bu durum, dinin genelde, yeni değer, olgu ve süreçlerin yaratıcısı olmaktan ziyade eskilerinin koruyucusu biçiminde algılanmasına sebep olmaktadır.296 Hemen her dini sistemin, değişmeye karşı oldukça dayanıklı temel bir takım inançlara, menseklere bunları içeren bir takım kutsal metinlere dayanmakta olduğunu görmekteyiz.297 Toplumdaki değişikliğe karşılık olarak doğan bir din akımının kendisi bir toplumda bir değişiklik meydana getirebilir; ama dinin özünde bir muhafazakârlık vardır.298 Tarih içerisinde aile yapılarından veya eğitim anlayışlarından kaynaklanan sosyal çatışma, kargaşalık ve çözülme halleri görülmemiştir; ama din kurumunun özelliğinden ve uygulanışından kaynaklanan çatışmalar ve savaşlar görülmüştür.299 Din ve değişme arasındaki ilişkiler ve özelikle de toplumsal değişmenin yerleşik dini yapılar, kurumlar, inançlar, uygulamalar ve kültür üzerindeki etkileri yalnızca birtakım uyum ve uyumsuzluklar ve bunların beraberinde sürüklediği birtakım çelişkiler şeklinde olmamakta, değişim aynı zamanda dini cemaat ve grupların veya bünye ve oluşumların kendi 293 Kehrer, a.g.e., ss.52-53. Günay, a.g.e., s.336. 295 Bilgin, a.g.e., s.33. 296 Okumuş, a.g.e., s.88. 297 Günay, a.g.e., ss.334-335. 298 Sezen, Sosyoloji Açısından Din, s.89. 299 Bilgin, a.g.e., s.34. 294 56 aralarındaki birtakım çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Özellikle çeşitli etkenler ve değişim süreçleri çerçevesinde dini bakımdan mütecanisliğini yitirmeye başlayan bir toplumda, gerek aynı bir dinin çeşitli cemaat, grup, akım, yorum ve mezhepleri gerekse de farklı dini bünye ve cemaatlerin arasındaki çatışmaların örneklerini din tarihi çok çeşitli örnekleri aracılığı ile bize sunduğu gibi, günümüz toplumlarında da bunun örnekleri eksik değildir.300 Bir toplumun dini homojenliği bozulur bozulmaz, dini organizasyonlar arasında bir çatışma ortaya çıkar. Her dini grup kendi dini kültür biçimini geliştirdiği için, tüm toplumla ilgili bir bilincin oluşması engellenir. Bundan dolayı İngiltere’nin yönettiği Hindistan’da Hind milleti oluşmamış, bilakis Hindistan en azından iki büyük gruba ayrılmıştır: Müslümanlar ve Hindular.301 Sadece inanç bakımından ele alındığında din, bir yandan toplumda bütün inananları birleştiren ve kaynaştıran temel bir bütünleştirme fonksiyonu görürken, öte yandan da, itikatla ilgili konularda ortaya çıkan tartışmalar ve görüş ayrılıklarından kaynaklanan itizaller, mezhepleşmeler ve gruplaşmalar dolayısıyla o toplumda ayırıcı ve bölücü fonksiyonlar da görebilmektedir.302 Tapınma eylemleri, ne kadar geniş ve belki de birbirine karşıt anlamlara ve farklılıklara bürünseler bile, hiçbir vakit dini inançlar konusundaki farklılıkların ortaya çıkardıkları ayrılıklar ölçüsünde bölünmelere ve gruplaşmalara yol açmazlar.303 Dinin bir yorumu, çeşitli inanç, düşünce, grup, mezhep ve akımları ile toplumu bütünleştirir, barış, hoşgörü vb. içinde yaşatırken, başka bir yorumu, aynı toplum içinde çatışmacı olabilir. Bu çatışma, belli bir zamansal çatışma, ihtilal, devrim, kavga veya savaş durumundan sonra toplumun bütünleşmesini bozmayacağı veya daha güçlü bir bütünleşmeye girmesini sağlayabileceği gibi, tersine toplumsal bütünleşme ve dayanışmayı bozup işi toplumu parçalama, tefrikaya düşürme gibi boyutlara da vardırabilir.304 300 Günay, a.g.e., s.342. Kehrer, a.g.e., ss.97-98. 302 Günay, a.g.e., s.222. 303 Günay, a.g.e., s.228. 304 Okumuş, a.g.e., s.74. 301 57 İKİNCİ KISIM 2. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA 58 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 2.3. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMANIN TEMEL DİNAMİKLERİ 2.3.1. Çatışmanın Düşünsel Temelleri Çatışmaların görünen nedenlerinin arka planında çatışmaya neden olan düşünceler yer almaktadır. İnsanın ve toplumun davranışlarını yönlendiren düşüncelerin305 neler olduğunun bilinmesi gereklidir. Kur'an, insanın düşüncelerini oluşturmasında maddi olanakların etkisini kabul etmektedir. Ancak Kur'an, düşüncenin maddenin egemenliğiyle oluşmasını reddederek, insanlara Allah'a uymaktan alıkoyan her türlü düşünceyi bırakmalarını ve böylece sadece Kur'an'ın temel olarak belirlediği düşünce şekillerini kabul etmelerini istemektedir. Bu anlamda Kur'an'da inananları çatışma sürecine götürecek unsurların öğrenilmesi çok büyük önem arz etmektedir. Bu düşünceler tespit edilmezse, sadece görünen nedenlerle uğraşılmış olacağı için sağlıklı sonuçlar çıkarmamız mümkün olamayacaktır. Kur'an bu anlamda insanların düşüncelerini şekillendirmektedir. Ancak Kur'an'daki bu düşüncenin şekillendirilmesi çatışmanın geçekleşmesi için yapılmamaktadır. Mü’minlerin düşüncelerinin yeni bir şekil almasının nedeni, Allah'ın dinini öğrenme ve ona göre bir yaşam oluşturma amaçlıdır. Fakat mü’minlerin buna göre oluşturdukları düşünceleri çatışmanın temellerini oluşturmaktadır. O halde Kur'an'da mü’minlerin üzerine etkisi olan ve çatışmalarına neden olan bu düşüncelerin neler olduklarının bulunması gerekmektedir. 2.3.1.1. Allah’ın özellikleri ve insanlardan istekleri Allah'ın özelliklerinin, gücünün mü’minler üzerindeki etkisine bakıldığı zaman, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnız Allah'ındır.306 Doğu da Allah'ındır batı 305 İnsanın düşüncelerini yönlendiren bilinçaltındaki düşüncelerin insanlarda değerler haline gelmesi ile insanların hayatlarını etkilediği hakkında bkz: Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İnsan Yay., 4.Bas., İstanbul, 1998, s.77; Abdülkadir Hamid, Mekke Döneminde Siyasi Düşünce Metodolojisi, Çev. Vahdettin İnce, Ekin Yay., İstanbul, 2001, ss.48-49; Muhammed Bakır es-Sadr, Kur'an Okulu, Çev. Mehmet Yolcu, Fecr Yay., 3.Bas., Ankara, 1996, s.91, 135-142. Bu düşüncelerin toplumsal anlamını dikkate alarak “sosyal şuuraltı”nın “siyasi şuuraltı”na dönüşmesini açıklayan Cabiri, “sosyal muhayyile” kavramını benimseyerek, bu sosyal muhayyile sayesinde insanların ve toplumun kendileri için ürettikleri bu muhayyilelerin kendilerini her yönden yönlendirdiğini belirtmektedir. Ancak bu muhayyilenin bilgi edinilmesiyle ilgisinin olmadığını, bunun inanç ve itikat durumunun hâkim olduğu bir alan olduğunu, bu nedenle sosyal muhayyile kavramının siyasi ideolojiye şuuraltı yapısını veren tasavvurlar, semboller, göstergeler, ölçüler ve değerler bütünü olduğunu söylemektedir. Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam Siyasal Aklı, Çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi Yay., 2.Bas., İstanbul, 2001, ss.14-22. 306 2/Bakara, 107; 4/Nisa, 131-132. 59 da. İnsanlar nereye dönerlerse dönsünler orada Allah vardır.307 Gerçek bir dost ve yardımcı olarak mü’minlere Allah yetmektedir.308 Allah, insanları yok edip başkalarını getirmeye kadirdir,309 her şeyi bilmektedir, onun ilmi dışında bir yaprak bile kımıldamaz,310 hiçbir meyve kabuğunu yarıp çıkamaz, hiçbir dişi gebe deve kalmaz ve doğurmaz,311 bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece ‘ol’ demesi yeterlidir,312 insanların sinelerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da, kalplerde olanı da bilmektedir,313 insana şah damarından daha yakındır.314 İnsan nerede olursa olsun Allah onunla beraberdir, insanların yaptıklarını görür.315 Evreni, hayatı ve insanları yaratan Allah'ın bu özellikleri insanın kendisinin ne kadar sınırlı ve aciz olduğunu göstermektedir. İnsan bu nedenle Allah'ın bu sınırsız gücüne karşılık, sadece O’na kul olmaktan başka bir şey yapamayacaktır. Allah'ın evrendeki ve insanlar üzerindeki bu gücü insanların hayata bakışlarını tamamen değiştirerek, yaşamlarını sadece Allah'ın istemiş olduğu şekilde sürdürmelerini sağlayacaktır. Allah inancının soyut bir ilke değil, toplumsal bir içeriğe de sahip olması; hatta toplumsal adalet yönü ağır basan bir akide olması, bu nedenle bunların birbirlerinden ayrılmasının yanlış olması nedeniyle,316 Allah inancı insanların hayatlarını değiştirmelerini sağlamaktadır. Bu bakımdan Kur'an'ın kullandığı üslubun “Allah merkezli” olması,317 hayatın seyretmesi gereken yönünü de belirlemektedir. Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamayacağını;318 çünkü mü’minlere küfür, fısk ve isyanın çirkin gösterildiği,319 bu nedenle de insanların dini yalnız Allah'a has kılarak O’na yalvarmaları gerektiği bildirilmektedir.320 Çünkü Allah, insanları ve cinleri ancak kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır.321 Bu bakımdan Allah'ın yanında en değerli olanlar 307 2/Bakara, 115; 27/Rahman, 17; 37/Saffat, 5; 70/Mearic, 40; 73/Müzzemmil, 9. 2/Bakara, 107. 4/Nisa, 45. 309 4/Nisa, 133. 310 6/En’am, 59. 311 41/Fussilet, 47. 312 16/Nahl, 40; 36/Yasin, 82; 40/Mü’min, 68. 313 28/Kasas, 69; 29/Ankebut, 10; 57/Hadid, 6; 67/Mülk, 13-14. 314 50/Kaf, 16. 315 57/Hadid, 4; 58/Mücadele, 7. 316 Mustafa Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi -İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yay., 2.Bas., İstanbul, 2001, ss.68-82; Fazlurrahman, “Allah'ın Elçisi ve Mesajı”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997, s.46; Şaban Ali Düzgün, Din, Birey ve Toplum, Akçağ Yay., Ankara, 1997, ss.64-67. 317 Ömer Özsoy, Sünnetullah -Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, 2.Bas, Fecr Yay., Ankara, 1999, ss.144145. 318 4/Nisa, 48. 319 49/Hucurat, 7. 320 7/A’raf, 29. 321 51/Zariyat, 56. 308 60 Allah'tan en çok korkanlardır.322 Allah, tüm insanları kendisi yaratmıştır ve bu yüzden de insanların nasıl yaşayacaklarını da kendisi belirlemektedir. Burada insanların dünya yaşamlarındaki seyreden yönün Allah'a kulluk yapma olması, insanların hayatlarının oluşumunda tek belirleyici etkenin Allah'ın istediği doğrultuda seyretmesi gerekliliğini zorunlu kılmaktadır. Bunun sonucunda insanların zihinleri şekillenmektedir. Yani insanlar kulluk yapmayı kabullendikten sonra yapacakları her işi bu kulluk bilincine göre düzenleyeceklerdir.323 Allah yeryüzünü insanların yaşayacağı şekilde her yönden düzenlemiş ve bu şekilde bir düzenleme yaptıktan sonra da Allah'ın insanlardan tek isteği insanların kendisine şirk koşulmaması olmuştur.324 İnsanın yeryüzünü imar ve ıslah görevini kabul etmesi325 nedeniyle Allah'ın istediği şekilde yaşaması gerekecektir. Tabi insanın Allah'ın insanları yoktan var etmesi, sonra öldürmesi ve sonra tekrar diriltmesi nedeniyle kâfirlerin nasıl olur da Allah'ı inkâr ettikleri sorulmaktadır.326 Böylece mü’minlere de bir hatırlatma gelmektedir: “Sizi ben yarattım ve hayatınızı sona erdirip sonra tekrar dirilterek hesaba çekileceksiniz. Bu nedenle davranışlarınızı ona göre değerlendirin ve sizi yaratan Rabbinize nankörlük etmeyin.” 2.3.1.2. Ahiret gününe iman etme İnsanların yaptıkları her şey, söyledikleri her söz melekler tarafından yazılmaktadır.327 Kim zerre kadar bir iyilik ya da kötülük yapmışsa onun karşılığını görecektir.328 Ahiret gününe iman etme insanların hayatını her yönden değiştiren bir davranıştır. Çünkü ahiret gününe iman eden bir insan, davranışlarını hep Allah'ın istediği bir şekilde düzenlemesi gerekecektir. Dünya hayatının karşısında duran ahiret günü, insanları etkileyerek hayatlarına bir yön çizmektedir. Artık dünyada yaptıkları her bir davranışın hesabını ahirette vermek zorunda kalacaklardır.329 Bu nedenle insanlar ahiret gününü kabul etmeleriyle hayatları bambaşka bir şekle bürünecektir.330 322 49/Hucurat, 13. 2/Bakara, 21. 324 2/Bakara, 22, 29; 4/Nisa, 116. 325 33/Ahzab, 72; 59/Haşr, 21. 326 2/Bakara, 28. 327 50/Kaf, 17-18. 328 99/Zilzal, 7-8. 329 2/Fatiha, 4. 330 2/Bakara, 4. 323 61 Dünya hayatını ahiret karşılığında satanların, Allah yolunda savaşması emri verilmekte,331 iman edip hicret eden, mallarıyla ve canlarıyla cihad eden bu mü’minlerin Allah katında daha üstün oldukları vurgulanmaktadır.332 Mü’minleri acı bir azaptan kurtaracak ticaret Allah'a ve Resulü’ne inanmak, mallar ve canlarla Allah yolunda cihad etmek ile gerçekleşecektir.333 Yani Allah yolunda savaşmak için en önemli şartın bu dünya hayatına değer verilmemesi oluşturmaktadır. Değilse bu dünya hayatındaki nimetleri düşünenlerin kendilerini Allah yolunda feda etmeleri mümkün olmayacaktır. Bu nedenle dünya hayatından Allah rızası için vazgeçebilmek için ise oldukça önemli bir gayretin sarf edilmesi gerekecektir. Dünya hayatını ahiret için satmak, bunun yapılabilmesi için ise, ahirete öyle bir iman ile bağlı olmak gerekir ki, bu dünyadaki geçici mutluluklar hiçbir anlam ifade etmesin. Ayrıca mü’minlerden çaba gösterenlerin ayrıca önemli olduklarını görmekteyiz. Mallarını, canlarını Allah yolundan esirgeyen ve savaştan geri kalan münafık karakterli ya da dünyayı ahirete tercih eden Müslüman olduğunu söyleyen kimselerin Allah katında değerleri yoktur.334 Onların bu dünyaya tutkunlukları Allah'ın yolunda cihad etmekten daha sevimli olduğu için onların yanlış yolda olduklarını görmekteyiz.335 Bu bakımdan mü’minler sadece inanmış olmakla kalmayan, her şeyleriyle Allah yolunda çaba harcayan kimseler olmalıdırlar. Değilse mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla savaşmamak için, gerçekten bir mazeretleri yoksa,336 asla geri kalmayı istemezler.337 Allah, Yahudilere, eğer sadece cennet onlara ait olduklarını iddia ediyorlarsa ölümü istemelerini istemekte; ancak onların işledikleri günahlar nedeniyle ölümü istemeyeceklerini belirtmektedir.338 Onların ölümü istemeyecekleri gibi yaşamak için ellerinden gelen her şeyi yapmak isterler. Hatta putperestler dünya hayatlarına olan bağlılıklarından dolayı ya da ölümdeki azaptan korktukları için bin yıl yaşamayı isterler.339 Kâfirlerin yaptıkları hatalarının farkında olması ölümden kaçmalarına neden olmaktadır. Hâlbuki mü’minlerin ölümden korkmaları söz konusu değildir. Bu nedenle her hangi bir çatışma durumunda kâfirler ölümden korkarak mücadele ettikleri için, mü’minlerin mücadelesi gibi hiçbir zaman savaşamayacaklardır. Çünkü mü’minler öldükten sonra cennete gireceklerini bildiklerinden dolayı, ya zafer elde ederiz ya da şehit olarak cennetteki nimetlere kavuşuruz 331 4/Nisa, 74; 9/Tevbe, 111. 9/Tevbe, 20, 41, 88. 333 61/Saf, 10-11. 334 9/Tevbe, 38-39, 42, 81-82. 335 9/Tevbe, 24. 336 9/Tevbe, 91-92. 337 9/Tevbe, 44-45, 86-87, 90, 93; 48/Fetih, 11. 338 2/Bakara, 94-95; 62/Cum’a, 6-7. 339 2/Bakara, 96. 332 62 düşüncesiyle mücadele edecekleri için, onların çatışmaları çok daha etkili olacağı açıktır. Allah yolunda öldürülenlere ölü denmemesinin340 ve birçok müjdeyle karşı karşıya olmalarının,341 amellerinin boşa çıkartılmamasının342 mü’minler üzerindeki etkisini, yani şehit olmalarında edecekleri mücadelenin şiddetinin ne kadar yüksek olacağını görebiliriz. Ayrıca mü’minler arasında da cihad edenlerin her hangi bir özrü olmaksızın oturanlara oranlara derece bakımından üstün kılınması ile Allah yolunda cihadın teşvik edildiğini görmekteyiz.343 Tabi burada ahiret gününü kabul etmeyenlerin, kabul edenler karşısındaki tutumları da araştırılması gerekmektedir. Ahiret gününü kabul etmeyen inkârcıların inananlara bakışının normalde bir etkisinin olmaması gerekmektedir. Çünkü inananların ahireti kabul etmeleri kendilerini ilgilendiren bir durumdur; bundan dolayı kendileri bu durum karşısında bir tavır almaları gerekmeyecektir. Fakat inananların ahireti kabul etme davranışları birçok yönden kendilerini etkilediği gibi, hayatı da bu inanca göre düzenlemeleri istenmektedir. Kur'an'ın sözünü ettiği kulluğun sadece yapılması gereken ibadetlerden ibaret olmamakta, bireysel ibadetlerin bu anlamda pek bir anlam ifade etmediği; Kur'an'ın insanlardan isteği bir bütün olarak hayat tarzının oluşturulması olmaktadır.344 Bu nedenle ahiret inancının inkâr edenler üzerindeki hayatı yönlendirme isteği, onların bu inanca karşı olumsuz bir tavır sergilemelerine neden olmaktadır. O halde ahiret inancının inkârcılar üzerindeki olumsuz etkisinin hayata olan etkileri, yani toplumsal karşılığının bulunması olduğunu söyleyebiliriz. Burada bireysel olarak inanılan ve sadece bireye bir etki sağlayan ahiret inancının inkârcılar üzerinde bir olumsuz etki yaratması söz konusu olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle günümüz dünyasında ortaya çıkan bireysel dini duygu ve davranışların, Kur'an'ın mü’minlerden istemiş olduğu bir ahiret inancı özelliğini taşımadığını anlamaktayız. Çünkü Kur'an, ahiret inancının tek başına bir anlamı olmadığını, buna ek olarak, belli bir hayat planı ortaya çıkarılmasını öngörmektedir.345 Allah, insanların bu dünyada yaptıkları davranışları değerlendirirken kullanacağı temel kriterin kendisinin emirlerinin yerine getirilip getirilmediği olduğunu buyurmaktadır. Bu nedenle Allah, yarattığı kulları dünyada kendi istediği şekilde kulluk yaparlarsa onları ölümlerinden sonra cennete koyacağını ve birçok nimetle ödüllendireceğini 340 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmran, 169. 3/Âl-i İmran, 170-172; 22/Hac, 58-59. 342 47/Muhammed, 4. 343 4/Nisa, 95. 344 Özsoy, a.g.e., s.114. 345 2/Bakara, 4. 341 63 söylemektedir.346 Böylece inananlar bu müjde ile hayatlarını Allah'ın istediği şekilde düzenleyerek, bu ödülü almak istemektedirler. Bunun için de bu dünyada dini yaşama anlamında karşılaşacakları sıkıntıların gelecekte kendilerine ödül olarak dönmesi onların bu sıkıntılara katlanmalarını sağlamaktadır. Tabi sadece sıkıntılar değil; hayatın her anında karşılaşılan durumlara karşı cennete girme ümidi ile hayat sürdürülmektedir. Mü’minlerin cennete girme ümitlerinin karşısında ise, eğer kulluklarını yapmazlarsa, kâfirler gibi cehennem azabının kendileri için bir gün olsa dahi hafifletilmesi için yalvarmaları347 söz konusu olacaktır. 2.3.1.3. Hayatın her anında Allah'ın hatırlanması Kuran’da insanların sürekli olarak Allah’ı hatırlamalarının gerekliliği belirtilmekte, bu da insanın hayatını her yönden etkilemekte ve insanın dünyadaki var oluş amacı böylece belirlenmektedir. Mü’minlerin yaşamları süreçlerinde bıkıp usanmadan, gece gündüz, her an Allah'ı anmaları, namazlarından kurbanlarına, hayatlarından ölümlerine kadar her şeyin Allah için olması gerektiği ve kâinatın yaratılışını düşünerek Rablerinin büyüklüğünü kavramaları istenmektedir.348 Mü’minlerin kendilerini doğru yola iletmeleri için her gün namazlarında dua etmeleri,349 Allah'ın hayatlarında sürekli olması gerektiğini göstermektedir. Ayrıca Allah, kâfirlerin ahireti unutmaları ve ayetleri bile bile inkâr etmeleri nedeniyle onları hesap ve ceza gününde unutacağını belirtmektedir.350 İnsanların musibet anında sürekli olarak Allah'a dua ettikleri; fakat sıkıntıları giderildikten sonra ise eski hallerine dönerek Allah'ı unuttukları vurgulanmaktadır.351 Bu bakımdan insanların sadece belli zamanlarda Allah'ı hatırlamaları ve ona dua etmeleri istenmemekte, Allah'ı sadece sıkıntıları olduğu zaman değil, hayatın her anında hatırlamaları istenmektedir. Dolayısıyla mü’minlere de buradan uyarı gelmektedir: “Eğer siz de beni ve ahireti unutursanız, Ben de sizi unuturum.” O nedenle mü’minlerin hiçbir zaman Allah'ı akıllarından ve kalplerinden çıkartmamaları gerekmektedir. Böylece mü’minlerin her an Allah'ı düşünmeleriyle hayatlarının hiçbir anında din dışı bir alan diye bir şey söz konusu olmayarak, sürekli olarak Allah'ın hatırlanmasının 346 2/Bakara, 25, 82, vb. 40/Mü’min, 49. 348 3/Âl-i İmran, 191; 4/Nisa, 103; 6/En’am, 162; 7/A’raf, 205; 21/Enbiya, 20; 30/Rum, 33; 33/Ahzab, 42; 40/Mü’min, 55; 48/Fetih, 9; 76/İnsan, 25. 349 1/Fatiha, 6. 350 7/A’raf, 51; 20/Taha, 126; 45/Casiye, 34; 59/Haşr, 19; 9/Tevbe, 67. 351 10/Yunus, 12, 22-23; 16/Nahl, 53-54; 17/İsra, 67; 29/Ankebut, 65; 39/Zümer, 8. 347 64 sağlandığı İslami bir yaşam durmaktadır.352 Bundan dolayı hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmak için uğraşan mü’minlerin yaşamlarında Allah'ı tanımayan ve onun emirlerine karşı gelenlere karşı, karşı konulamaz bir karşıtlığın oluşması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü mü’minler, Rablerinin büyüklüğünü her şeyleriyle kavrayarak bir yaşam sürdürmek isterlerken, onların karşılarında ancak başı sıkıştıklarında Allah'ı hatırlayan ve Allah'ı hayatlarına müdahale ettirmeye yanaşmayan bir grup durmaktadır. Mekkeli müşrikler Allah'ın çok yüce bir Varlık olması nedeniyle, insanlarla ilgilenmediğine inanmaktaydılar. Bu nedenle onlar, Allah'ın çok yüce olması nedeniyle çok aşağı olan insanlarla irtibat kurmadığını, onların hayatlarına karışmasının mümkün olmadığını söylemekteydiler. Ancak Hz. Muhammed (sav) kendisinin Allah'tan vahiy aldığını ve insanların hayatlarının Allah'ın istediği gibi olmasını istediğini Mekkeliler’e bildirdiği zaman, onlar sorumsuz olmanın kolaylığını bırakarak, hayatın her anında sorumlu olunacak yaşamı kabul etmek istemediler.353 Bu nedenle bu iki grubun yaşam stillerinin hiçbir şekilde uyuşmadığını görmekteyiz: Bir tarafta hayatlarının her anında Allah'ın hatırlanarak bir yaşam sürdürülmesi, diğer tarafta ise hayatın içine Allah'ın sokulmadığı bir yaşam durmaktadır. 2.3.1.4. Dünya hayatının geçici olması Dünya hayatının oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığı, daha hayırlı olanın ahiret yurdu olduğu bildirilmektedir.354 Allah, dünyadaki zevklerin insanlara çekici kılındığını, ancak insanların bu geçici menfaatlere aldanmamalarını söylemektedir. İnsanlar için en güzel yerin Allah'ın katı olduğu,355 zalimlerin Allah'ın azabını gördükleri zaman yeryüzündeki bütün servetleri o azaptan kurtulmak için feda edecekleri bildirilmektedir.356 Ahirette insanların dünya hayatının gerçekten çok kısa olduğunu, bir günden,357 hatta bir saatten fazla sürmediğini söylemeleri,358 insanlar için yakınlarının ve çocuklarının kıyamet günü fayda vermeyeceğinin359 bilinmesi, mü’minlerin kesinlikle bu dünya hayatına önem 352 İnsanın Allah'ı unutmasıyla kendine yabancılaştığı hakkında bkz: Erdoğan Pazarbaşı, Kur’an ve Medeniyet -Doğuşu- Gelişimi- Çöküşü, Pınar Yay., İstanbul, 1996, s.229. 353 Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, İstanbul, 1992, s.100. 354 6/En’am, 32, 18/Kehf, 46; 29/Ankebut, 64; 40/Mü’min, 39; 44/Duhan, 38-39; 47/Muhammed, 36; 57/Hadid, 20. 355 3/Âl-i İmran, 14; 28/Kasas, 60. 356 10/Yunus, 54. 357 20/Taha, 103-104; 23/Mü’minun, 113. 358 46/Ahkaf, 35. 359 60/Mümtehine, 3. 65 vermemelerini öğütlemektedir; çünkü dünya hayatının kâfirler için cazip kılındığı belirtilmektedir.360 Bu bakımdan insanların imtihanı kazanmaları için, dünya hayatındaki her türlü geçici şeyleri Allah rızası için kullanmayı bilerek ve O’nun yolundan çıkartmamasına özen göstererek hareket etmesi gerekecektir. Kur'an, insanları dünya nimetlerinden tamamen uzaklaştırarak ruhbani bir yaşamın sürdürülmesini istememektedir. Kur'an'ın insanlar için ruhban hayatını önermesi insanın kendisiyle karşı karşıya gelmesine neden olacağından Kur'an, böyle bir yaşam tarzını kabul etmemektedir. Kur'an'a göre insanların dünya nimetlerinden faydalanmaları İslami bir şekilde belli bir ölçüye göre olması gereklidir.361 İslam bu anlamda Hıristiyan anlayışında olduğu gibi kişinin ruhu ve bedeni arasında bir çatışma olduğunu kabul etmez; çünkü Hıristiyanlık’ta maddi istek ve ihtiyaçları ‘asli günah’ın sonucu olarak ortaya çıkmış şeyler olarak gördükleri için bu istekleri engellemeye çalışırlar ve kendilerini bu yüzden manastırlara kapatırlar. İslam'da ise böyle bir düşünce yer almamaktadır. İslam, bu isteklere insanın kendisini İslam'ın emirlerini getirmesi bakımından olgunlaştırma süreci ve bir imtihanın aracı olarak görmektedir.362 Böylece mü’minlerin hayatta elde etmek istedikleri çıkarları, menfaatleri, nefsanî arzuları, malları eğer onların Allah'ı anılmasında ve cennete girilmesinde engel oluşturuyor ve imtihanın kaybedilmesine neden oluyorsa bu dünyalık menfaatler için uğraşlarına son vermeleri gerekecektir. Tabi bu dünyalık menfaatler için uğraşan ve bu yüzden imtihanı kaybeden insanlara karşı da mü’minlerin bakışları da iyi olmayacaktır; çünkü onlar sadece geçici zevkleri düşünerek bu dünyada mutlu olmayı tercih ettikleri için onların bu durumlarının düzeltilmesi gerekecektir. Ayrıca mü’minler bu şekilde bilinçlendirilerek, onların hayata olan bağlılıkları azaltılmakta ve böylece de kâfirlerle olan çatışmalarında büyük bir güç sağlanmaktadır. Çünkü mü’minlerin zihinlerinde artık dünya zevklerinin bir anlamı olmadığı için, bu durum onların mücadelelerinde çok önemli bir şekilde olumlu yönde etki edecektir. Mü’minlerin bu dünyada kaybedecekleri şeyleri olmadığı için ve sadece dünyadaki nimetleri isteyenlerin ahiretten nasibi olmadığı363 ve gerçek mükâfatın ve 360 2/Bakara, 212. Özsoy, a.g.e., s.114. 362 Düzgün, Din, Birey ve Toplum, ss.39-44. 363 2/Bakara, 200. 361 66 bu dünyadaki zevklerden daha iyisinin ahirette olduğunu bildikleri için,364 kâfirlerin ise bu dünyada kaybedecekleri birçok şeyleri olması nedeniyle çatışma çok şiddetli geçecektir.365 2.3.1.5. Yalnızca Allah'tan Korkulması Allah, kesinlikle İslam düşmanlarından korkulmamasını söyleyerek, sadece kendisinden korkulmasını,366 mü’minlerin yalnızca Allah'a dayanıp güvenmelerini istemektedir.367 Böylece inananların karşısında korkacakları bir düşman olmamasının sağlanmasıyla, gerçekten ruhi bakımdan büyük bir gücün elde edildiğini görmekteyiz. Allah'ın dışında hiçbir şeyden korkulmaması, inananların yapacakları mücadelelerde büyük bir motivasyon sağlamakta, böylece de inananlar önlerinde hiçbir engel tanımamaktadırlar. Kâfirlerin büyüklük taslayarak kendilerinden daha kuvvetli olanın olmadığını söylemelerinden sonra Allah, kendisinin onlardan daha kuvvetli olduğunu hatırlatmaktadır.368 Böylece toplumlar ne kadar kuvvetli olursa olsun, mü’minlere onlardan daha kuvvetli olan Allah'ın olduğunun söylenilmesi ile hiçbir kimseden korkmamaları gerektiği belirtilmektedir. Allah, mü’minlerin kâfirlerle karşılaştıkları zaman onlara arkalarını dönmemelerini, korkmamalarını emretmektedir.369 Dolayısıyla mü’minlerin Yahudilerin yaptıkları gibi Allah'ın emrini yerine getirmede ve düşmanla savaşmalarında gerisin geriye dönmeleri ya da “Sen ve Rabbin gidin, savaşın” gibi korkaklık ifadelerinden kesinlikle uzak durmaları sağlanmaktadır. 2.3.1.6. İman etme Hz. Nuh’un oğlunun,370 Hz. Lut’un karısının371 ve Hz. İbrahim’in babasının inkârları yüzünden onların ailelerinden olmadığı buyrulmaktadır.372 Ayrıca mü’min bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları bile olsa Allah'a ve Resulü’ne düşman 364 3/Âl-i İmran, 15. Mü’minlerin dünyayı oyun ve eğlence yeri görmesine karşılık kâfirlerin dünyaya düşkün olmalarının düşüncelere etkisi hakkında bkz: Toshihiko İzutsu, , Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., 2.Baskı, İstanbul, 1991, s.78, 81. 366 2/Bakara, 150; 3/Âl-i İmran, 175; 9/Tevbe, 13. 367 3/Âl-i İmran, 160; 64/Teğabün, 13. 368 41/Fussilet, 15. 369 8/Enfal, 15-16. 370 11/Hud, 45-46. 371 11/Hud, 81; 15/Hicr, 60; 27/Neml, 57; 29/Ankebut, 32-33. 372 9/Tevbe, 114. 365 67 olanlarla dostluk etmesinin ve onlar için af dilemesinin yasak olduğu bildirilmektedir.373 Bu nedenlerle İslam için aile bağlarının önemi inanç temelli gerçekleşmektedir. İnsanları bir araya getiren, birbirleri için değerli kılanın Allah'ın dinine olan bağlılıkla ölçüldüğü ve hakkında üzünülecek ya da sevinilecek kişilerin sadece iman dairesine girmiş kişiler etrafında gerçekleşeceği özellikle vurgulanmaktadır. Kur'an, Müslüman toplumdan Allah'ın istediği şekilde bir din birliği oluşturmalarını istemekte; bunun dışında oluşan tüm birliktelikleri tefrika olarak değerlendirmektedir.374 İnsanların batıl olan şeylerle ve dünyalık çıkarlarla oluşturdukları toplumsal yapılarda rekabet ve anlaşmazlıkların çoğalacağı; ancak dini bir temele sahip olarak birleşen toplumlarda kıskançlık ve rekabetin olmaması nedeniyle bu kötü durumla karşılaşmayacaklardır. Böylece dini bir toplumsal yapıya sahip olan bu toplumların hedeflerinin ve yönelişlerinin tek olmasıyla önlerinde hiçbir güç duramayacaktır.375 İslam toplumunu bir arada tutan temel değerin iman olmasından dolayı, kişilerin imanı yoksa mü’minler için değerinin olmaması sonucunda, iman edenlerin kâfirlere karşı tutumlarında ki iman etmeyen en yakını bile olsa- çok büyük bir olumsuzluk taşıyacağı görülecektir. Nitekim bunun örneklerini Hz. Peygamber döneminde Müslümanların bizzat yaşadıklarını bilmekteyiz. Allah, mü’minlerden öyle bir teslimiyet istemektedir ki, kendisinin ve Peygamber’in vermiş olduğu bir hükmü sıkıntı duymadan kabul edebilmelidirler.376 Hz. İbrahim’in oğluna kendisini öldüreceğini söylediği zaman, oğlunun “emrolunduğun şeyi yap” demesi,377 o insanların tüm kalpleriyle Rablerine bağlı olduklarını göstermektedir. Bu bakımdan Kur'an'ı genel olarak değerlendirdiğimiz zaman Allah, insanların bu şekilde kendisine teslim olmalarını istemektedir. Hastalıkta, sıkıntıda, savaşta, emirlerinin yerine getirilmesinde ve bunun gibi her durumda kesinlikle Allah'a kulluktan vazgeçmeyen ve dini yaşamaktan asla bıkmayan bir insan tipi istenmektedir ki, Allah'ın kendisi için ölüm emrine bile itiraz etmeden kabullenebilsin, ya da oğlunu öldürmekten çekinmesin. 373 58/Mücadele, 22; 9/Tevbe, 23, 113. M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, 2. Bas., Beyan Yay., İstanbul, 2001, s.189, 195; Özsoy, a.g.e., s.140. 375 İbn-i Haldun, Mukaddime, Çev. Halil Kendir, Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul, 2004, c.1, ss.221-223. İslam'ın birbirleriyle savaşan kabileleri barıştırdığı, bunu sağlayanın dinin kabilecilik anlayışını ortadan kaldırması olduğu belirtilerek, bu anlamda “ümmet” kavramının Kur'an'da hem sosyolojik hem de siyasi anlamda kullanıldığı vurgulanmaktadır. Manzuriddin Ahmed, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Çev. Kazım Güleçyüz, İslam'da Siyaset Düşüncesi kitabının içinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995, ss.83-85. 376 4/Nisa, 65; 33/Ahzab, 36. 377 37/Saffat, 102. 374 68 Çeşitli bahanelerle Uhud savaşına katılmayan münafıkların savaşa katılanlarla ilgili olarak, savaşa katılmasalardı öldürülmezlerdi, demelerinin onların kuruntuları olduğu, hâlbuki savaşa katıların evlerinde bile olsa ölüme yakalanabilecekleri söylenilerek, mü’minlerin, münafıkların bu söylemlerine kulak vermemeleri; çünkü Allah yolunda öldürülmenin her şeyden daha hayırlı olduğu belirtilmektedir.378 “Rabbimiz Allah'tır” diyen Allah'ın dostlarının korkmayacakları ve üzülmeyecekleri379 sözüyle, mü’minlerin Allah yolunda şehit olmaları için önlerinde hiçbir korku kalmamaktadır. Dünyadaki her şeyden daha hayırlı olan bir işle, Allah yolunda şehitliğin kıyas bile edilemez oluşu nedeniyle mü’minler, canlarını Allah yolunda seve seve verebilmektedirler.380 Firavun karşısında her türlü eziyeti göze alarak imanları için ölümü göze alan sihirbazlar,381 hendeklerde ateşte yanma pahasına imanlarından vazgeçmeyenler,382 Hz. İbrahim’in iman davası için ateşte yanmayı göze alması,383 Hz. Yusuf’un fuhuş yapmaktan ise zindana girmeyi tercih etmesi384 imanın mü’minler üzerinde ne derece etki yaptığını gösteren önemli örneklerdir. Mü’minlerin gevşeklik göstermemeleri, üzüntüye kapılmamaları; çünkü eğer inanmışlarsa üstün gelecek olanların mü’minler olduğu söylenmektedir.385 Bu ayetteki “eğer inanmışsanız” sözü ile mü’minlerin zayıf bir iman ile değil, gerçekten bütün kalpleriyle olan imanlarından bahsedildiğini anlayabiliriz. Çünkü bir toplumun üyesi olarak sadece Müslüman olmanın, o toplumu üstün kılacağı anlamına gelmemelidir. Buradaki üstün kılınma şartının mü’minlerin imanlarındaki kuvveti gösterdiği açıktır. Bu bakımdan İslam toplumlarının düşmanlarına karşı başarı kazanabilmeleri için, gerçek anlamda Allah'ı ve onun emirlerini bilen, bu çerçevede Allah'ın rızasını kazanmak için yaşayan mü’minlerin bir fonksiyon göreceğini bilmemiz gerekecektir. Bunun aksini düşünecek olursak Allah rızasını kazanmayı düşünmeyen, belli bir İslami zihniyete sahip olmayan bir Müslüman toplumun başarıyı ya da zaferi elde etmesi mümkün görünmemektedir. İnsanların bilgi meselelerine fazla aldırmadığı; ancak inancına dokunulmasını asla kabul etmeyeceği ve bu nedenle inancı için hayatını feda etmesinin gerçekleşmesi mümkün iken, kişilerin bir bilgi sorununun doğruluğunu kanıtlamak için veya bildikleri kesin somut doğrular için şehit olmayacakları söylenilmektedir. Bu bakımdan insanların yalnızca kesin 378 3/Âl-i İmran, 154, 156-157, 168; 47/Muhammed, 4-6. 46/Ahkaf, 13; 10/Yunus, 62. 380 Şehitlik düşüncesiyle mü’minlerin her şeyi yapabilecekleri hakkında bkz: İzutsu, a.g.e, s.148. 381 7/A’raf, 120-126; 20/Taha, 70-73; 26/Şuara, 46-51. 382 85/Buruc, 4-7. 383 21/Enbiya, 57-69; 37/Saffat, 91-97. 384 12/Yusuf, 33. 385 3/Âl-i İmran, 139. 379 69 bilgileri olmayan şeyler için şehit olmayı istedikleri belirtilmektedir. İdeolojilerin de inanç gibi açıklamaya dayandığı için aynı şekilde değerlendirilmesinin doğru olduğu da vurgulanmaktadır.386 Bu nedenle insanların bilgi sahibi olmaları ile iman etmeleri arasındaki farkın çatışmayı ortaya çıkarması bakımından ayrılması gerekecektir. Gerçekten her şeylerini ortaya koyarak yürekten kabullenme ile gerçekleşen iman etmenin etkisinin mü’minler üzerindeki etkisi oldukça büyük olacaktır; ancak yüzeysel bir şekilde kabul edilmiş ve dini bilgilerin mü’min olmak için yeterli olduğunun kabul edilmesinin çatışmayı ortaya çıkarmayacağını belirtmeliyiz. Bu nedenle İslam toplumlarının belli bir başarı kazanabilmeleri için, o toplumlarda yaşayan Müslümanların mutlaka Allah'ın istediği şekilde bir İslami zihniyete sahip olmaları istenmektedir. Bu durum gerçekleştiği zaman da İslam’ın emirlerinin uygulanışının doğal bir sonucu olarak, hem toplumsal bir birlik ve bütünleşme sağlanılacak, hem de bu bütünleşmeyle birlikte İslam toplumunun düşmanlarına karşı çok kolay bir şekilde başarı elde edilebilecektir. Bu Allah'ın insanlara yazmış olduğu bir toplumsal bir yasadır. Çünkü iman edenler Allah'ın dinine yardım ederlerse Allah da mü’minlere yardım edecek ve onların ayaklarını kaydırmayacaktır.387 2.3.1.7. Allah'ın emirlerini yerine getirme zorunluluğu İnsanların doğruyu bulmalarında kendi hallerine bırakılmamış, doğrular yalnızca Allah'ın vahyi tarafından belirlenmiştir. Kişilerin ve toplumların kendilerine göre doğruyu belirlemelerine izin verilmemiştir.388 Çünkü insanların koyduğu hükümler sadece dünyevi fayda ve çıkar amaçlıdır.389 İnsanların kendilerinin oluşturmadığı ilahi değer yargılarının insanların mücadelelerinde çok büyük etki sağlamaktadır. Çünkü bu değer yargıları insanın çabalaması sonucunda oluşmuş değer yargıları olmayıp, insanı yaratan Allah'ın insanlara sunduğu değer yargılarıdır.390 Bu nedenle Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kâfir, zalim ve fasık olmaları,391 Yahudilerin Tevrat’ın hükümlerini uygulamayarak kitap yüklü merkepler durumuna düşmeleri,392 mü’minlerin de Kur'an'ın hükümleriyle karşı karşıya kaldıktan sonra bu hükümleri uygulamalarını zorlamaktadır. Hükmün Allah'a ait olması 386 Cabiri, a.g.e., ss.62-63. 47/Muhammed, 7. 388 Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi, 2 Kaynak Yay., Ankara, 2000, s.230. 389 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.270. 390 Es-Sadr, a.g.e., ss.181-182. 391 5/Maide, 44-45,47. 392 62/Cum’a, 5. 387 70 nedeniyle, insanlar Allah'ın hükümlerinin uygulayıcısıdır.393 Mekkeli müşriklerin hükümde ortak istemeleri, hükümde en azından biraz pay almak için uğraşmalarının nedeni hükmün Allah'a ait olması ile istediklerini yapamayacaklarını anlamalarıdır. Çünkü artık onların dünyaya hükmetme yetkileri Allah'ın yeryüzüne hâkimiyeti nedeniyle ortadan kalkmaktadır.394 Kur'an'ın hükümleri uygulanmaz ise ortada İslam toplumundan bahsedilmesi mümkün değildir. Böylece mü’minlerin zihinlerinde Allah'ın emirlerini yerine getirme zorunluluğu oluşmaktadır; eğer emirleri yerine getirmezlerse kendileri için Kur'an'ın hiçbir anlam ifade etmediği, Yahudilerin örneğindeki gibi anlaşılacaktır. Bu amaçla mü’minlerin İslam toplumunun devamını sağlamak amacıyla Kur'an'ın hükümlerini uygulattırmak için bir çatışma içerisine gireceklerini söylemeliyiz. Çünkü mü’minler kesinlikle Yahudilerin durumuna düşmemelidirler. Mü’minlerin Kur'an'ın hükümlerini toplumda uygulamak istemeleri geleneksel yapıyı bozacak ve bu nedenle de toplumsal çatışma başlayacaktır. 2.3.1.8. İmtihan düşüncesi Allah, insanlardan hangilerinin amelinin daha güzel olacağını görmek için hayatı yaratmış ve insanları imtihana sokmuştur.395 İnsanların malları ve çocuklarının imtihan sebebi olması,396 insanların hayattaki her bir durum ve olaya karşı tavırlarının değişmesine neden olacak ve hayata bakış Allah'ın kendilerini imtihana tutması olarak değerlendirilecektir. Mü’minlerin imtihanı kazanmaları için geçmiştekilerin başına gelen yoksulluk ve sıkıntının onların da başına gelmeden sadece “iman ettik” demeleriyle cennete giremeyecekleri belirtilmektedir.397 Bu nedenle insanlar hayatlarını devam ettirirken hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarının sona ereceğini düşünmeleri anlamsız olmaktadır. Bu sıkıntılar mü’minlerin toplum içerisindeki ve toplumlararası çatışmalarında da gerçekleşeceği için, mü’minlerin bu sıkıntılara bakışı imtihan çerçevesinde olacak ve onlar buna sabrederek daha iyi mücadele edeceklerdir. Allah, her kişiyi gücünün yettiği ölçüde mükellef tuttuğunu belirtmektedir.398 Bu bakımdan Kur'an'da insanların yapamayacağı bir 393 12/Yusuf, 40. Bkz: Vatandaş, a.g.e., ss.26-28. Allah'ın hakimiyeti ve Kur'an'ın hükümlerinin uygulanması hakkında geniş bilgi için bkz: Şimşek, a.g.e., ss.72-76. 395 11/Hud, 7; 18/Kehf, 7; 67/Mülk, 2. 396 8/Enfal, 28; 64/Teğabün, 15. 397 2/Bakara, 214; 29/Ankebut, 2-3. 398 2/Bakara, 286; 7/A’raf, 42; 23/Mü’minun, 62. 394 71 emrin olmaması insanların sıkıntılara sabretmelerini kolaylaştırmakta ve insanların emirlerin ağır olduğu gibi mazeret üretmelerinin önüne geçmektedir. İnsanların yeryüzündeki imtihanlarında birçok sıkıntıyla karşılaşmaları ki bunlar korku, açlık, canlardan ve ürünlerden eksiltme olabilmektedir.399 Bu imtihanın sonucu olarak inananların çatışmaya bakışları da imtihanı kazanma süreci olarak değerlendirilmekte ve böylece inananlar imtihanı kazanmak için sonuna kadar mücadele etmektedirler. Dünya hayatının bir sınav yeri olması inananların üzerinde çok büyük bir etkisinin olduğu açıktır. Bu nedenle inananlar hayatlarını devam ettirirken imtihan çerçevesinde olaylara bakacaklar ve imtihanı kazanmak için de önce kendilerini düzeltecekler, daha sonra çevrelerini Allah'ın emri olması dolayısıyla İslami bir şekilde dönüştürmeye çalışacaklardır. Bunu yaparken de sıkıntılarla karşılaşacaklarını bilmeleri onların üzerinde olumsuz bir etki yaratamayacak; bilakis bu sıkıntıların olacağını bildikleri için daha kolay sabretmesini bileceklerdir. Çünkü inananlar bir bela ve musibetle karşılaştıklarında Allah'ın kulları olduklarını ve tekrar O’na döneceklerini bilmektedirler.400 Firavun yeni doğan erkek çocuklarını kesiyor ve kız çocuklarını hayatta bırakıyordu. Allah, Firavunun nitelendirmektedir. vesilesidir. 401 bu yaptıklarını mü’minler için büyük bir imtihan olarak Yani insanların uğradıkları musibetler insanlar için bir imtihan Yöneticilerin insanlara uyguladıkları zulümler de bu şekilde değerlendirilmektedir. Bunun sonucunda ise inananlar bu zulümlere karşılık olarak bir çatışmaya girecekler ve üstünlük sağlayarak imtihanı kazanacakladır. Değilse, kendilerine zulüm yapan yöneticilere karşı bir çatışma içerisine girmezlerse, o zaman imtihanı kaybedeceklerdir. Buradan yöneticiler ya da insanlara hükmeden kişilerin yaptıkları haksızlık ve zulümlere karşı bir çatışma içerisine girmek imanın gereklerinden olduğunu anlamaktayız. İşte burada inananların zihinsel açıdan çatışmaya güdüleyecek önemli bir etken sağlanmaktadır. Allah, Müslüman toplum içerisinde cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar onları imtihan edeceğini belirtmektedir.402 Toplum içerisinde her ne kadar Müslüman olduklarını söyleyenler varsa da, münafıklar gibi, onların imanlarında ne kadar kararlı olduklarının tespit edilmesi gerekmektedir. Böylece İslam toplumu içerisinde imanlarında gerçekten bağlı olanlar belirlenerek İslam toplumunun içindeki kararsızlıklar, zayıf noktalar 399 2/Bakara, 155, 3/Âl-i İmran, 186. 2/Bakara, 156. 401 2/Bakara, 49. 402 47/Muhammed, 31; 9/Tevbe, 16. 400 72 bertaraf edilecektir. Bunun sonucunda da mücadelelere sabreden ve Allah yolunda hiçbir şeyden korkmayan, Allah'ın istediği şekilde imanı sağlam bir toplumsal yapı ortaya çıkacaktır. Ayrıca toplumsal birliği bozan unsurlar dünya hayatındaki imtihanı kaybedeceklerdir. Mü’minlerin Allah yolunda çektikleri sıkıntıların hiçbir şekilde boşa çıkartılmayacağı, bu nedenle onların yapmış oldukları kötülüklerin örtüleceği ve cennetlerle ödüllendirilecekleri müjdesi verilmektedir.403 Böylece mü’minlerin çatışma sürecinde yapacakları en küçük bir yardım onlara mükâfat olarak dönmesinin bilinmesi ile mü’minler her şeylerini ortaya koyarak mücadele edeceklerdir. Ayrıca yine aynı ayette bahsedilen eziyetlerin ne olduğuna baktığımız zaman bunların hiç de basit şeyler olmadıklarını görmekteyiz: Eziyete uğrama, yurtlarından çıkarılma, hicret etme, çarpışma ve öldürülme. İşte mü’minlerin bu şekildeki bir mücadeleleri sonucunda elde edecekleri ödül de büyük olacaktır. Fakat bu ödülü elde edebilmek için bu zorlu süreçten geçilmesi gerekmektedir. Çünkü bu sıkıntı ve zorluklar toplumun iradesini sağlaması, direniş ve kararlılığını göstermesi ve kendisini geliştirmesi için bir sınavdır. Böylece onlar bu sıkıntıları alt ederek toplumsal yapılarını güçlendirecekler ve sonuçta zaferleri kazanacaklardır.404 Değilse Allah'ın bu mükâfatına nail olunamadığı gibi, bu mükâfatın tersine dönerek cehennem azabı olarak onların karşısına çıkması kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle bu zorlu süreçten geçmeyen o dönemin insanlarının cenneti elde edemeyecekleri aşikâr olacaktır. Bu bakımdan bu sürecin mutlaka yaşanmasının gerekli olduğunu görmekteyiz. 2.3.1.9. Allah'ın mü’minlere yardımı Allah, Bedir’de mü’minler güçsüz olduğu halde, mü’minlere müjde olsun ve onların kalpleri ferahlasın diye yardım ettiği gibi,405 savaşan mü’minleri kâfirlerin gözünde iki kat fazla göstererek de mü’minlere yardım etmiştir.406 Allah mü’minlerin kazanmaları için, mü’minlerin yeryüzünde üstün gelmesi için yardımını esirgememektedir. Allah'ın ayrıca Peygamber’in uykusunda düşmanı az göstermesiyle, savaşa girmesini kolaylaştırması407 Allah'ın Peygamber’e sürekli olarak yardım ettiğini göstermesinden dolayı mü’minler hiçbir zaman kendilerini yalnız hissetmemektedirler. 403 3/Âl-i İmran, 195. es-Sadr, a.g.e., s.66. 405 3/Âl-i İmran, 123-126; 8/Enfal, 9-12. 406 3/Âl-i İmran, 13. 407 8/Enfal, 43-44. 404 73 Allah, mü’min toplumun içerisinden münafıkları ve kâfirleri ayıracağını bildirmektedir.408 Yani Allah İslam toplumunun sağlıklı bir yapıya bürünmesi için, topluma müdahale ederek mü’minlere yardım etmektedir. Bu nedenle mü’minlerin, Allah'ın yardımını yanlarında hissetmeleri ile çok daha güçlü bir şekilde çatışma içerisine gireceklerdir. Ayrıca her şeye kadir olan bir Yaratıcının onlara yardımıyla mü’minlerin ruhen hiçbir sorunları kalmamaktadır. Ancak Allah'ın mü’minlere yardımının olması mü’minlerin düşüncelerinde kullarına farklı davranan bir Allah telakkisi oluşturabilecek, bu nedenle de mü’minleri yersiz bir gevşekliğe itmesi mümkün olabilecektir.409 O halde Allah'ın yardımının mü’minler üzerinde güç yaratmasının önemi mü’minlerin yanlarında sürekli olarak Allah'ın olduğunu bilmeleridir. Gerisi mü’minlerin çabalarına kalmıştır. Yani sürekli olarak Allah'ın mü’minlere yardımı gerçekleşecek; fakat Allah'ın yardımı mü’minlerin mücadelelerinde hiçbir zaman zayıflık göstermemeleri şartıyla gerçekleşecektir. Allah, Ehli Kitabın yaptıklarını görür durur iken, niçin Allah'ı inkâr ettiklerini sormaktadır. Hâlbuki Allah’ın onların yaptıklarından haberdar olduğu söylenilmektedir.410 Yani Allah'ın onların yaptıklarından habersiz olması mümkün değildir, onları her zaman gözetlemektedir. Burada Allah'ın mü’minlere karşı yardımının olduğunu anlamaktayız. Çünkü Allah'ın onların yaptıklarından haberdar oluşunu mü’minlere bildirmesiyle, Ehli Kitabın mü’minlerin aleyhine yapmış oldukları ya da yapacakları işlerin de Allah'ın bilgisinde olması ile mü’minler kendilerini güvende hissetmelerini sağlamaktadır. Yahudilerin Peygamber’i alaya alma çabalarının olduğunu görüyoruz.411 Burada yapılmak istenen Peygamber’in etkili şekildeki tebliğinin önüne alaylarla önüne geçmek ve Peygamber’in aciz olduğunu göstermektir. Ancak Allah, bu duruma müdahale ederek onların bu kötü davranışlarını yapmalarına engel olduğu görüyoruz. Allah, Peygamberi’nin hiçbir şekilde küçük düşürülmesine fırsat vermeyerek, Peygamber’in kişiliğinde tüm mü’min topluluğuna yardım etmiştir. Böylece Allah'ın olaylara bakışının mü’minlerin tarafında onlara yardım seyrettiğinin görülmesi, mü’minlerin sürekli olarak Allah'ın yardımını yanlarında hissetmelerini sağlamakta ve mücadele güçleri de böylece çoğalmaktadır. Çünkü her şeye gücü yeten bir Varlığın mü’minlerin mücadelelerinde bizzat 408 3/Âl-i İmran, 179. Özsoy, a.g.e., ss.163-164. 410 3/Âl-i İmran, 98-99. 411 2/Bakara, 104. 409 74 yardımcı olması, inananların hiçbir zaman yalnız olmadıklarını ve kâfirlerle mücadelelerinde de O’nun yardımının eksilmeyeceğini anlamalarını sağlamaktadır. Allah, inkâr eden kavimleri inkârları yüzünden çeşitli şekillerde üzerlerine azab göndererek hepsinin helak edildiğini belirtmektedir.412 Toplumun helak olmasının nedeni toplumun kendi elleriyle yaptıklarındandır. Değilse hiçbir toplumun durup dururken helak edilmesi düşünülemez. Böylece Allah, kâfirlerin inkârlarında devam ederlerse yok edileceklerini bildirerek, kâfirleri korkutmaktadır. Her ne kadar Peygamber’in kavmine bu tür azab inmediyse de,413 kâfirler Allah'ın yaptıklarını öğrenerek kendilerine de bu tür bir azabın gelmesinden içten içe korkmaktadırlar. Bundan dolayı Allah'ın kâfirleri korkutması nedeniyle, mü’minlerin kâfirlere göre cesaret bakımından üstün olduklarını söyleyebiliriz. Mü’minlerin Allah'ın yardımının yanlarına almalarıyla kâfirlere karşı çatışmalarında üstün olacakları kesin olacaktır. 2.3.1.10. İnananların toplumda üstünlük sağlayacakları inancı İnananların zalim yöneticilerine karşılık yaptıkları çatışma sonrasında Allah'ın inananları kurtardığı ve zalimleri yok ettiği belirtilmektedir.414 Allah, Hz. İsa’ya uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağını415 ve ayrıca inkâr edenleri hem dünyada hem de ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağını belirtmektedir.416 Yani bir Peygambere ya da inananlara karşı gelmek cezasız kalmayarak dünyada da cezaları verilmektedir. Buradan da imtihanı kazanmak için yapılan çatışmalar sonucunda inananların başarıyı sağlayacakları toplumsal yasası inananlara sunulmaktadır. Faziletli, olgun ve aynı zamanda diğer toplumların ahlaken çözülmelerine etkili bir biçimde engel olmaya çalışan milletleri Allah mutlaka korumaktadır. Kur'an'ın ahlaki dünya görüşünün temelinde pasif değil, etkin iyiliğin sonunda mutlaka başarıya ulaştıracağı inancı hâkimdir.417 Allah, iman edip salih amel işleyenleri geçmişte olduğu gibi, Hz. Peygamber ve ashabını da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlara korku döneminden sonra güven 412 8/Enfal, 52, 54; 23/Mü’minun, 44; 71/Nuh, 21-27. Her ne kadar Allah onları kendisi helak etmediyse de, Mekkeliler inkârlarındaki ısrarları nedeniyle toplumsal anlamda çöküşe uğrayarak, mü’minlerin toplumsal yasaları gerçekleştirerek mücadelelerinde başarılar kazanmalarıyla Mekke'yi kendileri ele geçirmişler ve böylece onların toplumsal yapılarını İslami bir şekilde dönüştürerek bir bakıma onları helak etmişlerdir. es-Sadr, a.g.e., s.63; Özsoy, a.g.e., s.165; Hamid, a.g.e., ss.87-88. 414 2/Bakara, 50. 415 3/Âl-i İmran, 55. 416 3/Âl-i İmran, 56. 417 39/Zümer, 61; 10/Yunus, 103; 21/Enbiya, 88; 26/Şuara, 118. Yolcu, a.g.e, s.243; Kayacan, a.e., s.180. 413 75 vereceğini,418 batılın yıkılmaya mahkûm olduğunu,419 kâfirler hoşlanmasalar da Allah'ın nurunu tamamlayacağını belirtmektedir.420 Allah, eğer kâfirlerin inkâr etmeye devam ederlerse, Allah'ın Peygamberlerini ve ayetlerini inkâr etmeyecek yeni bir toplum getireceğini söylemektedir.421 Mü’minler gereken çabayı gösterdikleri zaman Allah'ın da yardımıyla her zaman düşmanlarına karşı zafer elde edeceklerdir. Bu müjde ile mü’minler Allah'ın yardımının yanlarında olduğunu bilmeleriyle Allah'ın dinine sarılmada ve onu yaymada, düşmanla mücadelede çok daha fazla gayret göstereceklerdir. Mü’minlerin batılın eninde sonunda ortadan kalkacağını bilmeleri, mücadelelerinde büyük destek sağlamaktadır. Çünkü mü’minler artık bilmektedirler ki, eğer Allah yolunda mücadeleden vazgeçmezlerse, mutlaka Allah'ın dini toplumlarına hâkim olacaktır. İnançsız bir toplumunun ikbalinin geçici olduğu, bu nedenle Kur'an'ın inkârcı toplumların ayakta kalmalarını “erteleme” olarak isimlendirdiği görülmektedir.422 Ancak batılın ortadan kaldırılmasının toplumların sürekli olarak ileri gideceği görüşüyle bir ilgisinin olmadığı, söz konusu olanın toplumsal bir yasa olarak insanlar mücadele ederlerse batılın yok edileceği, değilse gerekli mücadele gösterilmezse batılın yaşamaya devam edebileceği belirtilmektedir. Bu bakımdan Kur'an'ın bu söyleminin tek yönlü bir ilerlemeden ziyade, insanların kötülüğe karşılık iyiliği seçme şanslarının daha fazla ve bir kez seçildiği takdirde benimsenmesinin daha elverişli olduğu söylenilmektedir.423 Allah, Resulü’ne yakında kâfirlerin mağlup olacaklarını ve cehenneme sürüleceklerini bildirmektedir.424 Buradaki yenilginin Müslümanların dünya hayatında kâfirleri yenecekleri şeklinde yorumlanacağı gibi, ahirette kazançlarının hiçbir faydası olmayarak cehennem ateşi mağlubiyetini yaşayacakları anlamına da gelebilir. Birinci anlamı kabul edersek, Allah mü’minlere mücadeleleri sonucunda mutlaka zaferi elde ede edeceklerini bildirerek, mü’minlerin önünde hiçbir engel tanımadıkları sonucu çıkartacaklardır. Böylece mü’minlerin ellerinde olan zafer garantisi ile önlerindeki her türlü engeli aşacakları da belli olacaktır. 418 24/Nur, 55. 17/İsra, 81. 420 9/Tevbe, 32. 421 6/En’am, 89. 422 14/İbrahim, 41; 16/Nahl, 61. 423 Özsoy, a.g.e., ss.155-157. 424 3/Âl-i İmran, 12, 8/Enfal, 8. 419 76 2.3.1.11. Mü’minlerin davranışlarının değişmesi ve topluma yön vermesi Mü’minler Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu hayatı davranış olarak yaşamlarında göstermektedirler. İnanç tek başına bir anlam ifade etmemekte, inanılanların yaşamda karşılıklarının olması gerekmektedir.425 Bundan dolayı Allah mü’minlerin hayatta nasıl davranmaları gerektiğini açıklamaktadır. Mü’minler için Allah yetmektedir, en güzel vekil O’dur.426 Mü’minlerin dostları ancak Allah, Resulü ve iman edenlerdir.427 Kur'an'a inanırlar, önceki kitaplara iman ederler ve ahiret gününe kesinkes inanırlar.428 Görmedikleri halde Allah'tan korkarlar.429 Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.430 Bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler, kendilerine zulmettiklerinde tevbe ederler, işledikleri kötülüklerde ısrar etmezler,431 Allah'ın rızasını kazanmak için kendilerini feda ederler.432 Allah yolunda cihad ederek, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.433 Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, Allah'ın ayetleri okunduğunda imanları artar ve yalnızca Rablerine dayanıp güvenirler.434 Kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.435 Boş ve yararsız söz ve işlerden yüz çevirirler.436 Yeryüzünde tevazu ile yürürler.437 Kötülüğü iyilikle savarlar.438 Kendini bilmez kimseler mü’minlere laf attığında, mü’minler “Selam” derler, geçerler.439 Mü’minler, kâfirlere karşı çetin; kendi aralarında merhametlidirler.440 İman edip Allah yolunda hicret ederek cihad edenler ancak Allah'ın rahmetini umabilirler.441 Bu nedenle kişilerin iman etmeleri yeterli olmamakta, bu imanın gerektirdiği şekilde, kâfirlerin eziyetlerinden yılmayarak ve onlara teslim olmayarak gerekli mücadelenin yapılması gerekmektedir. 425 Amelsiz bir imanın hayattaki iyilikleri ortaya çıkaramayacağı hakkında bkz: Mehmet Yolcu, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, Denge Yay., 2.Bas., İstanbul, 2005, s.217. 426 3/Âl-i İmran, 173. 427 5/Maide, 56. 428 2/Bakara, 4. 429 50/Kaf, 33; 67/Mülk, 12. 430 25/Furkan, 73. 431 3/Âl-i İmran, 134-135. 432 2/Bakara, 207. 433 5/Maide, 54. 434 8/Enfal, 2; 22/Hac, 35. 435 76/İnsan, 8. 436 23/Mü’minun, 3; 28/Kasas, 55. 437 24/Nur, 63. 438 13/Ra’d, 22; 28/Kasas, 54. 439 24/Nur, 63, 72. 440 48/Fetih, 29. 441 2/Bakara, 218. 77 Mü’minlerin, sevdikleri şeylerden harcamadıkça iyiye ulaşamayacakları bildirilmektedir.442 Bu nedenle mü’minlerin hayatlarında salih amel bakımından çok önemli olan bazı işleri yapmaları gerekmektedir. Onlar inançlarının onları dönüştürmesiyle öyle bir hale gelmelidirler ki, hayatta sevdikleri şeyleri kolayca Allah yolunda feda edebilmelidirler. Bu nedenle mü’minlerin bu şekilde bir olgunluğa erişmeleriyle, hayatlarındaki en önemli değerin Allah'ın rızasını kazanma olması, hayatlarında çekecekleri sıkıntıları hafifleteceği gibi, kâfirlere karşı mücadelelerinde en yüksek güçlerini kullanacaklardır. Bu bakımdan insanların çatışmalarındaki en büyük destekçisinin gerek bireysel, gerek de toplumsal bağlamda ruhen belli bir seviyeye ulaşmaları olacaktır. İman ederek salih ameller işlemek insanın doğru yolda olduğunu göstermektedir. Ancak kişilerin sadece iyi işler yapan bir mü’min olmaları yetmemektedir. Çünkü böyle bir durumda mü’minler sadece kendilerini düzeltmiş olacaklardır. Bu nedenle toplumda iyi bir insan olmanın yanında toplumdaki kötülükleri düzeltmek için de mü’minlerin mücadele etmeleri gerekecektir. Örneğin, inkâr edenler Hz. Salih’e kendisinin Peygamber olduğunu söylemeden önce ümit beslenen biri olduğunu söylemektedirler.443 Hz. Salih kendisine risalet görevi verilmeden önce, tüm Peygamberler gibi, tüm iyi insani özelliklere sahip dürüst, güvenilir, yardımsever bir insandı. Fakat bu şekilde bir kişiliğe sahip olmakla beraber risaletten önce toplumun değerlerine karışmıyor, onları eleştirmiyordu; sadece kendi halinde yaşayan, mevcut toplumsal yapıyla kavgalı olmayan birisiydi. Ama ne zaman ki kendisine Peygamberlik görevi verildi, işte o zaman tüm toplum tarafından iyi bir insan olarak bilinen Hz. Salih, artık sevilmeyen biri haline gelmişti. Çünkü Hz. Salih toplumun mevcut değerlerini eleştirmekte, ataların yanlış inançlarını kabul etmemektedir.444 O halde, toplumun İslamiliğinden bahsedebilmemiz için kendi hallerinde yaşayan, toplumun yanlışlarına müdahale etmeyen insanların toplumda bir çatışma ortamı çıkarmaları düşünülemeyeceğinden dolayı, bireysel anlamda yaşanılan bir dinin İslami yönünün her zaman eksik kalacağını söylemeliyiz. Bu nedenle kişilerin yaptıkları amelleri kâfirlerin hayatlarını bir şekilde etkilemesi gerekmektedir. Örneğin, kâfirlerin Hz. Şuayb’ın inkâr edenlere atalarının taptıklarını terk etmeleri gerektiğini, malları konusunda istediklerini yapmamaları gerektiğini söylemesinin nedeninin Hz. Şuayb’ın kıldığı namaz olduğunu söylemeleri,445 inananların hayatlarında kâfirlerle çatışma gücü veren en önemli etkenlerden 442 3/Âl-i İmran, 92. 11/Hud, 62. 444 Candan, a.g.e., s.264. Hz. Muhammed (sav)’e verilen aynı tepkiler için bkz: Murat Kayacan, Kur’an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İstanbul, 2004, s.85. 445 11/Hud, 87. 443 78 birinin yapılan ibadetler olduğunu göstermektedir. İnananların kalplerindeki imanlarının hayata yansıyabilmesi için yapılan ibadetlerin sadece kişiyi etkilemekle kalmaması gerektiği; ayrıca ibadetlerin insanlara kazandırdığı güç ile doğrular anlatılarak, yanlışlarla mücadele edilmesi gerektiği sonucunu da çıkartmaktayız. 2.3.2. Çatışmanın Sürekliliği Mekkeliler Hz. Peygamber’i yalanladığı gibi Nuh’un kavmi, Ad, Semud, İbrahim’in kavmi, Lut’un kavmi, Medyen halkı ve Musa’nın kavmi de Peygamberlerini yalanlamışlardı.446 Bu bakımdan tüm Peygamberlerin İslami tevhid inancını getirdikleri, dolayısıyla da tüm Peygamberlerin Allah'ın vahyi gereğince İslami bir toplum oluşturmak için inkâr edenlerle çatışma içerisinde oldukları görülmektedir. Tarih boyunca inkâr edenlerin inananlarla sürekli olarak çatışma içerisinde olmaları, tarihsel bir yasa olarak gelecekte de mü’minlerin aynı sorunla karşı karşıya kalacaklarını göstermektedir. Bu nedenle Allah insanların bir kısmını, diğerleriyle savmasının olmasaydı yeryüzünün altüst olacağını belirtmektedir.447 Yani İslami savaş ya da çatışmalar kötü bir şey değildir; bilakis yeryüzünün dengelerini sağlayan ve toplumlara katkı sağlayan bir olgudur. Bu bakımdan İslami çatışmaların olmadığı ya da olmayacağı bir zamanı düşünmek mümkün değil gibi görünmektedir. Kur'an sadece belirli bir dönem için indirilmiş bir kitap olmaması nedeniyle tüm çağları kapsayan ve bu nedenle de çatışmaların evrensel açıdan değerlendirilmesi gerektiği görülmektedir. Ayrıca yeryüzünde kötü işler yaparak yeryüzünü fesada uğratanların yerine, tarihsel bir yasa çerçevesinde yeryüzünü kalkındıracak, orayı imar edecek, egemen olmayı hak edecek bir toplum gelecektir.448 Çünkü Peygamberlerin karşı güçlerle çatışması, sadece bir dönem ve bir topluma ait değildir, bu Allah'ın değişmez kanunudur. Bütün Peygamberlere karşı çıkılmıştır.449 Hiçbir dönemin Peygambersiz kalmadığı düşünüldüğünde tarihte mücadelesiz hiçbir dönemin de bulunmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır: "Her topluma bir elçi gelmiştir.”450 İnsanların hoşuna gitmemesine rağmen savaşın farz kılındığı belirtilmektedir. İnsanların kendileri için kötü gördükleri bir şeyin iyi olabileceği, iyi gördükleri bir şeyin de 446 22/Hac, 42-44; 38/Sad, 12-14. 2/Bakara, 251; 22/Hac, 40. 448 Bkz: İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.195-196; es-Sadr, a.g.e., ss.67-72; Hamid, a.g.e., ss.40-41, 85. 449 Abdulcelil Candan, a.g.e., s.215. 450 35/Fatır, 24. 447 79 kötü olabileceği nedeniyle savaş insanlar için farz kılınmıştır.451 Bu nedenle savaş yapmak insanın hoşuna gitmese de Allah'ın emri olması dolayısıyla mutlaka bir hayır olduğu görülecektir. Bu bakımdan çatışmaların toplumun huzurunu bozan, yerleşik düzeni kargaşaya sürükleyen bir olgu olarak nitelendirilmesi de yanlış olmaktadır. Çünkü gerek toplum içindeki, gerekse toplumlararası yapılan çatışmaların Allah'ın rızası kazanmak amacıyla yapılması nedeniyle şartlar olgunlaştığı zaman Kur'an'a göre mutlaka bu çatışmanın gerçekleşmesi gerekmektedir. Çatışmalar olmaz ise insanlığın halinin ne olacağını şu ayetler açıklamaktadır. "Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısım ile def edip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi.”452 "Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu.”453 Bu nedenle insanlar toplumlardaki düzeni bozmaya devam ettikleri müddetçe, karşılarında hakkı ve adaleti savunacak mü’minlerin bulunması, çatışmaların hiçbir zaman bitmeyeceğini göstermektedir.454 Böylece çatışma toplumu geriye götüren bir olgu olarak değil; bilakis Allah'ın emirleri doğrultusunda ve Allah'ın insanlardan istemiş olduğu şekliyle oluşan bir toplumun ilerlemesi gerçekleşmiş olacaktır. Bu nedenle İslami çatışmaların455 Allah'ın istediği bir toplumun geçekleşmesindeki rolünü dikkate alarak mutlaka gerekli olduğunu söylememiz gerekecektir. Çünkü toplum içerisindeki kötü bir tutuma sahip olan inanmayanların zihinsel yapılarının belli olması ya da uyarılardan anlamamaları nedeniyle İslam'a düşmanlığı devam eden bu kişilere karşı mutlaka bir çatışma yapılması gerekecek ve böylece de İslami bir toplumun oluşması için gerekli olan çatışma da gerçekleşecektir. Bu bakımdan çatışma her zaman var olacaktır ve kıyamete kadar devam edecektir. Mü’minlerin imtihanlarını kazanabilmeleri için, kâfirlerin mü’minleri bu dünyada yaşatmayı istememelerinden dolayı (çünkü mü’minler onların menfaatlerini ortadan kaldırarak adaletli bir toplum kurmak istemektedirler) sürekli olarak bir çatışma gerçekleşecektir. 451 2/Bakara, 216. 22/Hacc, 40. 453 2/Bakara, 251. 454 Candan, a.g.e., s.232. 455 İslami çatışmalar yerine “cihad” kavramını kullanmamamızın nedeni, İslam tarihi içersinde cihad kavramının başka ülkeleri ve milletleri İslamlaştırma anlamını hatırlatması nedeniyledir. “İslami çatışma” denildiğinde insanları Müslümanlaştırma ya da dini yayma işleminden bahsedilmemektedir. İslami çatışmalar, inanmayanların Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri Müslüman toplumun huzurunu bozan, Müslümanların İslami bir şekilde yaşamalarına engel olma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. 452 80 Mü’minlerin çatışmalarda yenilgi almalarını da bir gelişme olarak değerlendirmeliyiz; çünkü her ne kadar bu bir yenilgi ise de, mü’minler Allah'ın isteklerini gerçekleştirdikleri için imtihanı kazanmış olmaktadırlar; ama hayata devam eden mü’minler için toplumsal bir yenilgi söz konusu olsa da, onların İslami bir toplum kurma düşünceleri bir süreliğine ortadan kalktığı için, İslami toplumun gelişmesinin ertelendiği ya da uzun bir süre ortadan kalktığı söylenebilir. Bu bakımdan kâfirlerin kazanmış oldukları çatışmalarda İslami toplumun kurulmasının engellenmesi nedeniyle, bu çatışmanın toplumsal açıdan bir ilerleme sağlamadığını söylemeliyiz. Fakat şunu unutmayalım ki, bu çatışma yenilgiyle de sonuçlansa Allah'ın emri nedeniyle gerçekleşmek zorundaydı ve bu nedenle o insanların imtihanı kazanmaları sağlandı. Hem ayette de görüldüğü üzere bu yenilgi belki de onların hayırlarına olmuş olabilir. Bu bakımdan Kur'an'ın bahsetmiş olduğu bu çatışmanın gelişmeyi sağlayacağı düşüncesi ile Marx’ın bahsettiği çatışmanın diyalektiği arasında bir paralellik kurulabilir. Kur'an, çatışmanın her dönem var olacağını belirtir; ancak bu çatışma Marx’ın ileri sürdüğü gibi sınıf çatışmaları şeklinde olmayıp, İslami toplumun oluşması için kâfirlerin Müslümanları engellemeleri nedeniyle ortaya çıkan sürekli bir çatışma şeklidir. Mü’minlere yeryüzünde iktidar verildiği zaman namaz kılarlar, zekât verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.456 Bu bakımdan çatışmanın sürekli olmasının tek amacının Allah'ın dininin yaşanılması isteği olduğunu görmekteyiz. Mü’minlerin çatışmalarının nedeni sadece budur. Onlar dünyalık menfaatler, geçici çıkarlar için kimseyle çatışmaya girmezler. Onların zafer elde etmek için çatışmalarının yegâne sebebi Allah'ın rızasını kazanmak ve O’nun dinini yaşamak ve yaşatmaktır.457 Mü’minlerin çatışmalarının değerden -imandan- oluşturulacağından yoksun dolayı, bu bir şekilde yapılanmaların sürdürülmesi ve kazanç çatışmaların bir esasına yararının göre ve sürekliliklerinin olamayacaktır. Bu nedenle Kur'an'a göre çatışmaların seyri ideal olanın gerçekleştirilmesine yönelik atılımlar olmaktadır.458 Bundan başka bir amaç olduğu zaman ilahi olan davanın içerisine insanın bitmek tükenmez ihtiraslarının girmesi söz konusu olur ki, bu durumu Allah mü’minlere kesinlikle yasaklamıştır ve bu nedenle böyle bir çatışmanın sürekliliğinden bahsedebilmemizin imkânı da ortadan kalkar. 456 22/Hac, 41. Candan, a.g.e., s.264. 458 Hamid, a.g.e., ss.197-198; Fazlurrahman, “İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde”, Çev. Kazım Güleçyüz, İslam'da Siyaset Düşüncesi kitabının İçinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995, s.22. 457 81 2.3.3. Çatışmadan Vazgeçilememesi Peygamber’in öldürülmesiyle birlikte Müslümanların gerisin geriye dönmelerinin Allah'a hiçbir şekilde zarar vermeyeceği belirtilmektedir.459 Yani Allah'ın dinini yüceltmek için mücadele eden Müslümanların bu işi kendileri için yaptıkları vurgulanmaktadır. Değilse Allah'ın böyle bir şeye muhtaç olduğu asla düşünülemez. Bu bakımdan yenilgiyi alan Allah değil; imtihanı kaybeden Müslümanlar olacaktır. Kur'an'ın ve Peygamberlerin giriştiği mücadelenin iki kısma ayrıldığı; birincisi, bu mücadelenin tarih üstü bir konuma sahip olmasıyla Rabbani bir nitelik taşıması; ikincisi de, bu mücadelenin insan faaliyeti olması açısından tarihi bir eylem olmasıdır. Bu nedenle insanların mücadelelerinde tarihin yasaları geçerli olması nedeniyle toplumsal yasalara uyulduğu takdirde başarıya ulaşılacaktır. Bu nedenle mü’minlerin çatışmalarında başarısız olmasının nedeninin tarihi yasalar ve insan olmakla açıklanabilir; ancak Rabbani, semavi risaletin ebedi olması sebebiyle yenilgi almayacaktır. O halde mü’minler, ilahi davanın sorumluluğunu üstlenseler bile yenilgi almalarının ilahi davaya zarar veremeyeceği görülecektir.460 Bu nedenle öncelikle söylenilmesi gereken nokta, Müslümanların bu dünyayı değiştirirken bu işlemi yapmalarının nedeninin kendi toplumsal düzenlerini sağlamaları olacaktır. Yani Müslümanların İslami bir toplum kurmalarının sonucunu kendilerinin bizzat yaşayacakları olacaktır. Bu nedenle zarar veya fayda gören Allah olmayacaktır, bilakis Müslümanlar ne kadar Allah'ın istediği şekilde yaşarlarsa o kadar huzura kavuşacaklar ve bunu da sadece kendileri için yapacaklardır. Kâfirler, Peygamber’den yumuşak davranmasını isterler; ancak Allah, Peygamber’in tebliğinden vazgeçmemesini; karakterleriyle, davranışlarıyla, iyiliklere engel olmalarıyla, kısaca her şeyleriyle kötü olan kâfirlere karşı asla boyun eğmemesini, onların eziyetlerine aldırmamasını istemektedir;461 çünkü Allah, Peygamber’e din konusunda şeriat verdiğini, bu nedenle bilmeyenlerin isteklerine uymaması gerektiğini emretmektedir.462 Peygamber kâfirlerin tüm tehditlerine, eziyetlerine, baskılarına rağmen Allah'ın dinini tebliğden vazgeçmemekte, kâfirlerle bu hususta bir anlaşmaya varmamaktadır.463 Bu bakımdan inananların Kur'an'ın buyruklarını yerine getirmede ve onları insanlara anlatmada vazgeçme olanaklarının olmaması nedeniyle, inananların bu durumu kabullenmeleriyle birlikte ideal 459 3/Âl-i İmran, 144. es-Sadr, a.g.e., ss.46-54. 461 68/Kalem, 8-14; 4/Nisa, 63; 5/Maide, 13; 33/Ahzab, 1, 48. 462 45/Casiye, 18. 463 Bkz: Faruk Aktaş, Kur'an'da Cehalet Kavramı, Ekin Yay., İstanbul, 2001, ss.185-187; Ramazan Altıntaş, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, Ribat Yay., Konya, trs., ss.124-127. 460 82 olanın gerçekleşmesine kadar toplumsal çatışmalardan hiçbir şekilde vazgeçemeyeceklerini gösterecektir. Mü’minler savaş durumunda üstünlüğü sağladıktan sonra düşmanla barış yapmasının yasak olması,464 mü’minlerin kesinlikle düşmanın kendilerine tehdit oluşturmasına izin verilmemesi nedeniyledir. Mü’minler, savaş sırasında üstün bir durumda iken barış istemeleri düşmanın hayatlarını devam ettirmelerine neden olacak, sonucunda ise İslam'ın topluma hâkimiyetinin önüne tekrar engel çıkacaktır. Bu bakımdan İslam'ın fırsatını bulduğu ilk anda bir an önce hâkimiyetini sağlaması için önünde hiçbir engel görmek istemediğini anlamaktayız. Toplumsal çatışma ortamlarında da mü’minler üstün konumda olduklarında derhal İslam'ın istediği şekilde yönetimi ele geçirmeleri gerekmektedir. Allah, kâfirlerin mü’minleri Mescid-i Haram’dan çıkartmalarından dolayı onlara Allah'ın azabının hak olduğunu, oranın ancak takva sahiplerine ait olduğunu belirtmektedir.465 Bu nedenle Allah'ın dinini yaymak için ve orayı İslamlaştırmak için yaptıkları mücadelelerde başarılı olamayarak yurtlarından çıkartılan mü’minlerin, tekrar geriye dönerek mücadelelerine devam edecekleri anlaşılmaktadır. Hz. Musa’nın da Firavundan İsrailoğulları’nı alarak Mısır’ı terk etmeyi teklif etmesi, Hz. Musa’nın tümüyle Mısır’dan vazgeçeceği anlamına gelmemektedir. Çünkü eğer böyle bir şey olsaydı Firavunun buna izin vereceği; ancak Hz. Musa İsrailoğulları’yla birlikte Mısır’dan çıktıktan sonra Firavunu devirmek için bir yapılanma içerisine girecekleri açık olacaktır.466 Yine aynı şekilde Mekkeliler’in Müslümanların Medine’ye hicretinden sonra onlarla çatışmaya devam etmeleri aynı nedenledir. Çünkü oranın gerçek sahipleri ancak mü’minler olabilir. Her ne kadar orada inanmayan insanlar bulunsa da, inanmayanların mü’minlere zorluk çıkartmama şartıyla kalabilecekleri şartı konularak yaşamalarına izin verilmektedir. Bu bakımdan mü’minlerin yaşadıkları topraklara dönerek oraya yerleşmeleri zorunlu olmaktadır. Allah, “yenilgi ve zaferleri” iman edenleri ortaya çıkarmak, onları günahlarından temizlemek, mü’minlerin arasından şahitler/şehitler çıkarmak ve ayrıca kâfirleri de helak etmek istemesinden dolayı, insanlar arasında döndürüp durduğunu belirtmektedir.467 Yani zaferlerin Müslümanların hayatında bir fonksiyonu olduğu gibi, yenilgilerin de mutlaka bir fonksiyon üstlendiğini görmekteyiz. Bu fonksiyon da, İslam toplumu içerisinde bulunan Müslümanların imanlarında ne kadar karalı olduklarının tespiti ile zayıfların ortaya 464 47/Muhammed, 35. 8/Enfal, 34. 466 Hamid, a.g.e., s.96. 467 3/Âl-i İmran, 140-141. 465 83 çıkarılması ve böylece de İslam toplumunun birliğini ve bütünleşmesini bozan unsurların belirlenmesidir. Çünkü Allah, Müslümanların arasından cihad edenleri ve sabredenleri ortaya çıkarmadan, onların cennete giremeyeceklerini belirtmektedir.468 Bu nedenle Müslüman toplum içerisindeki zayıf kişilerin tespit edilmesi ile toplumun sağlam yapıya kavuşturulması gerçekleştirilecektir.469 Bundan sonra ise, yenilgi alan İslam toplumu kendini toparlayarak Allah'ın istemiş olduğu İslami zihniyetten uzaklaştığını anlayacak ve böylece İslam toplum yapısını güçlendirmek için çalışmalarda bulunacaktır. Ayrıca yenilgi ve zaferlerin insanlar arasında dolaşıp durmasından da, her zaman İslam toplumlarının zaferi elde edecekleri anlamına gelmediğini anlamaktayız. Çünkü ne zaman ki Müslüman toplum Allah'ın istemiş olduğu toplumsal yapıdan uzaklaşırsa, yenilgi almalarının her zaman mümkün olabileceği, bu nedenle de hiçbir zaman İslam toplumlarının en üstün bir konumda olamayacaklarını, iniş çıkışların her zaman yaşanabileceği sonucunu çıkarmamızı sağlamaktadır. Çünkü Allah yolunda başlarına gelenlerden gevşeklik ve zayıflık göstermeyen Allah erlerinin, boyun eğmeyerek mücadele etmeleriyle hem dünya nimetlerine sahip oldukları, hem de ahiret sevabını kazandıkları belirtilmektedir.470 Ayrıca onların kâfirler topluluğuna karşı kararlı duruşları ve zaferi elde etmedeki ısrarları471 imanlarının güçlülüğünden kaynaklanmakta olup, onların bu sağlam yapılanmasıyla da başarının elde edilmesi de kolay olmaktadır. Bu bakımdan bu şekildeki bir yapılanmanın olmadığı bir toplumun, bu dünyadaki başarıyı kazanması mümkün olamayacaktır. İnsanların haddi aştıkları için, mü’minlerin onları uyarmaktan vazgeçmeyecekleri belirtilmektedir.472 Toplum ne kadar kötü olursa olsun, Allah'a kul olmamakta ne kadar ısrar ederlerse etsinler, toplumda ne kadar haksızlık yaparlarsa yapsınlar mü’minlerin bu haddi aşan insanları uyarmaları Kur'an'a göre devam etmek zorundadır. Bu bakımdan mü’minlerin toplumun kokuşmuşluğuna bakarak o toplumu terk etmeleri mümkün olamayacaktır. (Ancak o toplumda mü’minlerin kâfirlerin baskıları nedeniyle yaşayamayacak bir duruma geldiklerinde, Hz. Muhammed ve ashabının hicret etmesi gibi, o toplumu terek etmesi dışında). Mü’minlerin toplumu düzeltme görevi olması ve uyarmaktan vazgeçmemeleri nedeniyle toplumsal bir çatışmanın çıkması her zaman olası olmaktadır. 468 3/Âl-i İmran, 142. 3/Âl-i İmran, 166-167. 470 3/Âl-i İmran, 146,148. 471 3/Âl-i İmran, 147. 472 43/Zuhruf, 5. 469 84 2.3.5. Kâfirlerin Toplumu Olumsuz Etkileyecek Şekilde Yapılanmaları Kâfirlerin özelliklerinin bilinmesi mü’minlerin kesinlikle onlar gibi olmamasını gösterdiği gibi, ayrıca mü’minlerin kâfirlerin bu yapılanmalarını değiştirmek için çatışma içerisine girmelerine neden olmaktadır. Kâfirlerin yapılanmalarının sadece kendilerini ilgilendirmesi diye bir şeyin olması söz konusu olmamaktadır; çünkü onların bu kötü yapılanmaları hem kendilerinin Allah'tan uzaklaşmalarına ve böylece imtihanı kaybetmelerine neden olmakta, hem de sadece kendilerine değil; tüm topluma adaletsizlikleri, zulümleri ve tüm davranışlarıyla zarar vermektedir. Tabi en çok zarar görenler de inandıklarını yaşamaya çalışan mü’minler olmaktadır. Bu nedenle kâfirler yalnızca küfürlerinden, şirklerinden dolayı sadece ahirette ceza görmemekteler, yaptıkları kötülükler nedeniyle dünyada da mü’minler tarafından cezalandırılmaktadırlar.473 İlk olarak kâfirlerin özelliklerine baktığımız onların hem kişilik olarak, hem toplumsal yapılanma açısından toplumun huzurlu bir şekilde devam etmesinde önemli derecede olumsuz özelliklere sahip olduklarını görmekteyiz: Kâfirler, koyu bir cehalet içersinde kalmış gafillerdir,474 karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir,475 kalplerine cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdir,476 ‘kendini bilmezler’dir,477 yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmaktadırlar,478 ahitlerini hiç çekinmeden bozan kimselerdir,479 mallarını, insanları Allah yolundan alıkoymak için harcamaktadırlar,480 çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve Allah yolundan alıkoymak için insanları yurtlarından çıkarmaktadırlar,481 cimridirler,482 yoksulu doyurmayı teşvik etmezler,483 nefislerinin tüm isteklerini yerine getirdiklerini için hevalarını ilah edinenlerdir,484 onlar sapıtmışlardır.485 Cahiliye olarak adlandırılan dönemde insanlar taassup, barbarlık, zulüm, zorbalık, saldırganlık, kabalık, güçlülerin zayıfları ezdiği ve güçlünün haklı olduğu, putçuluğun, fuhşun, faizin, kumarın, kan davasının yaygınlaştığı bir dönemdir.486 Onların bu özeliklere sahip olmaları nedeniyle 473 Cabiri, a.g.e., s.82. 51/Zariyat, 11. 475 6/En’am, 39. 476 48/Fetih, 26. 477 2/Bakara, 130. 478 2/Bakara, 27. 479 8/Enfal, 56. 480 8/Enfal, 36. 481 8/Enfal, 47; 60/Mümtehine, 1. 482 3/Âl-i İmran, 180. 483 69/Hakka, 34; 89/Fecr, 18; 107/Maun, 3. 484 45/Casiye, 23. 485 4/Nisa, 135. 486 Daha geniş bilgi için bkz: Aktaş, a.g.e., ss.194-197; Altıntaş, a.g.e., ss.193-220; Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, ss.58-64; Vatandaş, a.g.e., ss.102-105; Özsoy, a.g.e., ss.92-98. 474 85 kâfirler, mü’minlerin Allah'tan umdukları şeyleri ümit edememektedirler.487 Onların tüm bu özellikleri mü’minlerin kâfirlerden uzak durmalarına neden olmaktadır. Bu nedenle İslam'ın getirmiş olduğu prensiplerin neye karşılık olarak geldiğinin öğrenmesiyle değişimin yönü de belirlenmiş olacaktır. “Küfür” kelimesinin anlamına bakıldığı zaman örtmek, gizlemek, birinin yaptığı iyiliğe veya verdiği nimete nankörlük etmek olduğu görülmektedir.488 Bu işi yapan kişi olarak kâfir de kendisinin gerçeği bilmesine karşılık bunu saklamaya çalışması, kâfirlerin iyi niyetli olmadıklarını göstermektedir. Kâfirlerle mücadele edilmesinin nedeni sadece inanmamalarından dolayı değildir. Bu kelimelerdeki anlamın inanmamakla eş değer olmadığını görmemiz ile çatışmanın nedeni, kâfirlerin içten içe besledikleri düşmanlıkları olmaktadır. Çünkü küfür, imana konu olan şeyler hakkında bilgi sahibi olmamak değil; onları içine sindirerek kabul etmemektir.489 Bu nedenle onların içlerinde iman duygusu olmasına rağmen gerçeği gizlemek için çabalamaları, onların bilinçli bir şekilde Allah'a ve mü’minlere karşı olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla kâfirlerin bu özellikleri nedeniyle çatışmanın şiddetinin oldukça yüksek bir seviyede süreceğini söylemeliyiz. Kâfirler ahireti kabul etmemekte, yaşamın sadece bu dünya hayatından ibaret olduğunu ve bu nedenle de tekrar diriltilmeyeceklerini söylemektedirler.490 Onların bu söylemleri kâfirler ile mü’minleri birbirinden ayıran en önemli özelliklerden birisini oluşturmaktadır. Mü’minlerin ahirette hesap vermeleri onların hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmak için yaşamalarını sağlarken; kâfirlerin ahirete inanmamaları, onların dünya hayatında yaptıkları şeylere hiçbir şeyi engel tanımadıkları anlamına gelmektedir. Böylece kâfirlerin yaşamlarında isteklerinin gerçekleşmesine engel olacak her türlü oluşum, hareket ve yapılanmaya karşı oldukça sert tepkiler verecekleri çok rahat bir şekilde görülecektir. Dolayısıyla bu farklı yapılanmalar nedeniyle hayat anlayışlarının farklı ve zıt olmasından kaynaklanan derin bir uçurumun oluştuğunu görebiliriz. Allah, kâfirlere Kur'an'dan şüphe duyuyorlarsa Kur'an'ın bir benzerini getirmelerini istemektedir. Fakat bunu yapamayacaklarını ve bundan dolayı da kâfirler için hazırlanmış cehennem ateşine atılacaklarını söylemektedir.491 Burada kâfirlerin yapmış oldukları inkârlarının tamamen asılsız olduğu, söyledikleri yalanların iftiradan başka bir şey 487 4/Nisa, 104. İzutsu, a.g.e., ss.165-167; Aktaş, a.g.e., ss.242; Altıntaş, a.g.e., ss.78-79. 489 Şimşek, a.g.e., s.36. 490 6/En’am, 29. 13/Ra’d, 5; 16/Nahl,38; 17/İsra, 49, 98; 23/Mü’minun, 37; 50/Kaf, 3; 56/Vakıa, 47-48. 491 2/Bakara, 23-24. 488 86 olmadığını ve bundan dolayı da kâfirlerin kendi içlerinde büyük bir çelişki yaşadıklarını anlamaktayız. Çünkü onlar kendi söylediklerine bile inanmamakta olup, amaçları sadece Peygamber’i suçsuz yere yalanlamaktan ibarettir. Bunun sonucunda da kâfirlerin psikolojisinin gerçeği kabullenme anlamında bir doğru davranışın aksine, gerçeği örtbas etme olması, kâfirler grubunun hiç de iyi bir özellik taşımadığını, bilakis oldukça çirkin bir yapılanma içerisinde olduklarını göstermektedir. Onların bu yapılanması tamamen gerçeği inkâr etme ve yalanlamadan ibaret olması, onların Peygamber ve inananlar üzerindeki olumsuz tavırlarının şiddetini de belirlemektedir. Kâfirlerin yalanı ve inkârı kendilerine temel bir öğreti kabul etmeleri, onların bu haksız mücadelesinde de sınır tanımadıklarının göstergesi olmaktadır. Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenlerin cezasının dünya hayatında rüsvaylık, kıyamet gününde de en şiddetli azap olduğu belirtilmektedir.492 Bu ayetten kişilerin iman etse bile, Kitab’ın bir kısmını inkâr etmeleriyle onların mü’min olmadığı değerlendirilmesi sonucu çıkmaktadır ki, böylece mü’minlerin bu tür insanlara karşı tavırları da iyi olmayacaktır. Çünkü onlar Allah'ın insanlara hâkimiyetinin eksik olduğunu dolaylı da olsa ifade etmektedirler. Bu bakımdan bu tür insanlar, ahirete önem vermeyerek dünya hayatını satın alan kimselerdir.493 Bu nedenle dünyalık menfaatler için imani değerlerden ödün vererek kendi istekleri doğrultusunda davranışlarda bulunanların, temel yaşam dayanaklarının dünya hayatında çıkarlarının artması ve dünyayı daha güzel yaşama istekleri onların her şeyi yapabileceği sonucunu çıkartmaktadır. Böylece bu tür insanlarla mücadele eden inananların karşısında, kendi çıkarları için her şeyi yapabilecek kimselerin bulunması çatışmanın şiddetini artırmaktadır. Yahudilerin “İşittik ve isyan ettik”494 demelerinin arkasında insan davranışlarındaki ahlaki boyutun ortadan kalktığını görmekteyiz. İnsanların kendilerini yaratan Rablerine karşı, O’nun sözünü hiçe sayarak kendi bildiklerini yapması, onların davranışlarındaki kötü niyeti ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca bu tür insanların toplumsal kurallara karşı da bu tutumu takınacakları büyük ölçüde olasıdır. Bu nedenle hiçbir sözden anlamayan bu insanlara karşı yapılan her türlü mücadelenin hiç de kolay olmayacağı açık bir gerçektir. Çünkü karşıda duran insanların hiçbir kriterleri olmayıp, tamamen kendi istekleri doğrultusunda hayatı düzenlemek istemektedirler, bundan dolayı da sözün anlamı olmamaktadır. Böylece 492 2/Bakara, 85. 2/Bakara, 86. 494 2/Bakara, 93. 493 87 düzeltme yolunda yapılan çalışmalar anlamsız olacağı gibi, bu düzeltme çalışmalarını yapanlara karşılık onların çok kötü karşılık vereceği kaçınılmazdır. Ehli Kitaptan bazı kimselerin emanetleri bile iade etmedikleri görülmektedir. Hatta bu haksız davranışlarını da “ümmilere karşı yaptıklarımızdan bize vebal yoktur”495 şeklindeki açıklamalarıyla destekleyerek, kendileri dışındaki insanlara olan tavırlarını meşru göstermeye çalışmaktadırlar. Onların bu şekilde kendileri dışındakilerinin hak bağlamında, hiçbir haklarının olmadığı, bu nedenle de istediklerini yapabileceklerini söylemeleri, onların ötekiye olan bakışlarında hiç de sağlam bir düşünceye sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Bundan dolayı bu bakış açısının çatışma yönünden oldukça büyük bir potansiyel taşıdığını belirtmemiz gerekecektir. Yahudilerin ve Hıristiyanların dinine uymadıkça, onların Peygamber’den razı olmayacakları belirtilmektedir.496 Bu nedenle bu din mensuplarının kendileri dışındaki bilgilere ve uyarılara tamamen kapalı olduklarını anlamaktayız. Onlar hiçbir uyarıyı kabul etmedikleri gibi, kendilerini uyaranlara karşı da hoşgörü beslememektedirler. Onların bu uyarıcılardan hoşnut olabilmelerinin tek koşulunun kendi dinlerine uyulmasıyla gerçekleşmesi, onların diğer din mensuplarına karşı çok büyük bir karşıtlık içerinde olduklarını anlamamızı sağlamaktadır. Hud Peygamber’in tüm uyarılarını dinleyen kavim Hz. Hud’a: “Sen öğüt versen de vermesen de birdir” şeklinde cevap vermektedirler.497 Onların bu sözleri karşı tarafı hiçbir şekilde ciddiye almadığının bir göstergesidir. Onlar hiçbir şekilde kendilerini düzeltmeye çalışmamakta ya da doğruları görmek için çaba harcamamakta ısrar etmektedirler. Kâfirlerin uyarılara kulak tıkamaları, uyarılsalar da uyarılmasalar da onlar için bir şeyin değişmeyeceğinin bildirilmesi, kâfirlerin mü’minler üzerindeki tutumlarının hiç de iyi olmadığının bir göstergesidir. Tabi burada doğrudan mü’minlere karşı duruş söz konusu değildir; burada kâfirler dinin emirlerini hiçbir şekilde kabul etmeyerek İslam dinine karşı oldukları gibi, İslam dinine inanan mü’minlere de dolaylı olarak karşı oldukları anlaşılmaktadır. Burada oldukça yüksek bir seviyede karşıtlık düşüncesinin olduğunu görmekteyiz. Yani mü’minlere karşı kâfirler hiçbir şekilde uyum sağlamadıkları gibi, mü’minlere olan tavırları da tamamen olumsuzdur. Çünkü kâfirler grubu kendi içlerine kapanarak dışarıdan hiçbir şekilde müdahaleyi kabullenmemektedirler. Onlar kendi 495 3/Âl-i İmran, 75. 2/Bakara, 120. 497 26/Şuara, 124-136. 496 88 oluşturmuş oldukları düzeni bozacak her türlü etkiye karşı cephe almışlardır ve bu yüzden de her türlü uyarıya kapalı bir konumda bulunmaktadırlar. İşte bu nedenle kâfirlerin bu durumu mü’minler ve kâfirler arasındaki karşıtlığı bizlere çok güzel bir şekilde resmetmektedir. Bir yanda yanlış davranışları düzeltmek isteyen bir uyarıcı; diğer tarafta ise hiçbir şekilde uyarılardan anlamayan ve kesinlikle düzelmeye niyetleri olmayan bir inkârcılar grubu.498 Bu nedenle Allah bu yaptıklarından dolayı bu inkârcılar grubu için büyük bir azap olduğunu belirtmektedir.499 Kâfirlerin iman etmek için Peygamber’den birçok mucize istediğini görmekteyiz.500 Ancak kâfirlerin her türlü mucizeyi görseler bile yine de onların iman etmeyecekleri,501 Kur’an kâğıt üzerine yazılmış bir kitap olarak indirilseydi bile, Kur'an'ı inkâr edecekleri ve onu büyü olarak nitelendirecekleri; 502 çünkü inanmayan bir topluma delillerin ve uyarıların bir fayda sağlamayacağı belirtilmektedir.503 Yani kâfirlerin iman etmemelerindeki temel etken mucize göremeyişleri, ya da doğrulardan haberi olmayan cahil insanlar oldukları ya da başka bir şey olması değildir. Onların iman etmemeleri sadece gerçeği görmek istemeyişlerinden, bireysel çıkarlarının gitmesinden, mü’minlerin kendi hayatlarını bozacakları endişesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle kâfirlerin iman etmemeleri onların gerçekten iman etmek isteyip de mucize görememelerinden kaynaklanmamakta olup, onların inanmamakta ısrar etmeleri ve düşmanlıklarındandır.504 Dolayısıyla onların bu şekildeki davranışları, kâfirlerin mü’minlere kötü gözle bakmalarına neden olmakta, karşıtlık düşüncesinin oluşumuna neden olmaktadır. Yahudilerin Kur'an'a inanmama nedeni olarak kendilerine indirilen Tevrat’a inandıklarını söylemelerinin gerçekle bir ilgisinin olmadığı; çünkü onların Tevrat’a bile uymayarak Peygamberleri öldürdüklerini belirten ayet,505 aslında insanların inanmamak için öne sürdükleri bahanelerin saçma olduklarını göstermektedir. Böylece onların bu davranışları bir kamplaşmayı ortaya çıkartmaktadır. Çünkü onlar kendilerine göre doğruyu yaptıklarını söylerlerken, hem kendilerini kandırdıklarının farkında olarak büyük bir çelişki içerine girmiş olmaktalar, hem de bu davranışlarından dolayı Peygamber’e ve inananlara karşı kötü bir tutuma sahip olmaktadırlar. 498 2/Bakara, 6; 11/Hud, 12; 27/Neml, 80-81; 30/Rum, 52-53; 31/Lokman, 7; 36/Yasin, 10; 44/Duhan, 8. 2/Bakara, 7. 500 6/En’am, 8, 36. 501 6/En’am, 25, 109; 7/A’raf, 146; 10/Yunus, 13. 502 6/En’am, 7. 503 10/Yunus, 101. 504 Kayacan, a.g.e., s.220. 505 2/Bakara, 91. 499 89 Münafıkların kendi yaptıkları kötü işleri gizlemek için bahaneler ürettiklerini görmekteyiz. Yani onlar fesat çıkardıkları halde kendilerini savunmak amacıyla yalan söyleyerek kendilerinin, bırakın fesat çıkarmayı, ıslah edici kimseler olduklarını söylemektedirler.506 İşte burada inanmadıkları halde inandıklarını söyleyen münafıkların507 mü’minler üzerinde gizli düşman pozisyonu taşımaları nedeniyle ve de yaptıkları kötülükleri iyi bir şeymiş olarak sunmaları nedeniyle oldukça tehlikeli oldukları görülmektedir. Çünkü onlar söyledikleri yalanlar nedeniyle mü’minlerin zihinlerini bulandırdıkları gibi, bunun neticesinde de mü’minlerin sağlam bağlarını zayıflatmaktadırlar. Ayrıca mü’minleri sefih (akılsız ve ahmak) kişiler olarak nitelendiren münafıkların bu sözleri de, mü’minlere olan düşmanlıklarını göstermesi bakımından önemli olduğunu görmekteyiz.508 2.3.6. Allah'ın Kâfirlere Bakışının Mü’minler Üzerindeki Etkisi Allah, mü’minlerin kendi istediği doğrultuda yaşamalarıyla onları överken, kâfirlerin olumsuz davranışlarını ve karakterlerini yermektedir. Allah'ın kâfirlere olan bu bakışı mü’minlerin ister istemez etkilenmelerine neden olmaktadır. Kâfirlerin toplumu etkileyecek şekildeki yapılanmalarının mü’minler üzerindeki etkisi çatışmanın önemli unsurlarından biridir. Buradaki çatışmanın nedeni tamamen kâfirlerin kendi içlerindeki yapılanmaları ve onların mü’minlere olan davranışları nedeniyledir. Ancak kâfirlerin bu yapılanmaları Allah tarafından oldukça sert bir şekilde eleştirilmekte ve kötülenmektedir. Bu nedenle Allah, onların yapılanmalarını kötülemekte ve gerçeği görmeleri için onları uyarmaktadır. Allah'ın kâfirlere olan bu bakışı mü’minler tarafından içselleştirilerek onlara karşı tutumlarının kötüleşmesine neden olmaktadır. Bu bakımdan buradaki çatışmanın nedeni kâfirlerin yapılanmalarından farklı olarak, bizzat Allah'ın mü’minler üzerindeki yönlendirmesiyle oluşmaktadır. Bu bakımdan bu iki nedenin birbirinden oldukça farklı olduğunu belirtmeliyiz. Kâfirlerin iman etmedikleri için canlıların en kötüsü oldukları,509 Şeytanın insan için büyük bir düşman olmasına rağmen510 şeytanların kâfirlerin dostları oldukları ya da kâfirlerin kendilerine şeytanları dost edindikleri,511 dinlerini bir eğlence ve oyun edinmeleri 506 2/Bakara, 11. 2/Bakara, 8. 508 2/Bakara, 13. 509 8/Enfal, 55. 510 20/Taha, 117; 36/Yasin, 60. 511 7/A’raf, 27, 30. 507 90 ve dünya hayatının onları aldatması,512 çoğunun ancak ortak koşarak Allah'a iman etmeleri,513 ancak bir pislik olmaları,514 Allah'a ve Peygamberi’ne düşman olmaları nedeniyle en aşağıların arasında olmaları,515 bu dünya hayatındaki yaşama mühletlerinin, onların daha da günahlarını artırmaları için olması,516 hayvanlar gibi, hatta daha da şaşkın oldukları517 için Allah kâfirlere hiçbir tolerans tanımamaktadır. Allah'ın kâfirlere olan bu tavrı nedeniyle onların kalplerine korku saldığını,518 Bedir Savaşı’nda meleklere kâfirlerin boyunlarını ve bütün parmaklarını vurmalarını emretmektedir.519 Allah, kâfirlerin ve Allah yolundan alıkoyanların amellerini boşa çıkardığını buyurmaktadır.520 Yani kâfirler bu dünya hayatında ne kadar iyilik, güzellik, yardımseverlik namına ne yaparlarsa yapsınlar, onların bu yaptıkları ahirette kendilerini cehennemden kurtarmalarına yetmeyecektir. Onların bu yaptıkları her ne kadar İslam'ın istemiş olduğu emirlerle aynı olsa da Allah insanların her şeyden önce kendisini, Peygamberi’ni tanımasını, Kur'an'ın istediği şekilde bir yaşam sürmesini istemektedir. Bu nedenle kâfirlerin iyiliklerinin Allah katında bir değeri olmaması, kâfirlerin Allah'ı ve Kitabı’nı inkâr ettikleri müddetçe kendilerinin mü’minler tarafından hiçbir zaman sevilmeyeceğini gösterecektir. Çünkü onlar dünyada ne kadar çok iyi insan olsalar da Allah katında değerleri yoktur; çünkü onlar batıl yolu seçmişlerdir. Hâlbuki mü’minler Rablerinden gelen Hakka uydukları için geçmişteki günahlarını Allah örtmüş ve onların hallerini düzeltmiştir.521 Allah, kâfirlerin dünya hayatındaki inkârlarının cezasız kalmayacağını belirterek onları uyarmaktadır. Bu nedenle kâfirlere hiçbir şekilde tolerans gösterilmeyeceği belirtilerek onların eğer dünyada yaptıklarına devam ederlerse, sonsuza dek cehennemde kalacakları bildirilmektedir.522 Burada Allah'ın kâfirlere karşı gösterdiği bu kesin tavrın mü’minlerin kâfirlere karşı davranışlarındaki etkisinin büyük olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kendilerini yaratan Allah, kâfirleri hiçbir şekilde affetmeyerek, onları çok büyük bir azapla cezalandıracağına göre, inananların da bu nedenle kâfirlere karşı davranışlarının bu sertlikte 512 7/A’raf, 51. 12/Yusuf, 106. 514 9/Tevbe, 28. 515 58/Mücadele, 20. 516 3/Âl-i İmran, 178. 517 7/A’raf, 179. 518 3/Âl-i İmran, 151. 519 8/Enfal, 12. 520 47/Muhammed, 1, 8-9; 9/Tevbe, 17. 521 47/Muhammed, 2-3. 522 2/Bakara, 39. 513 91 olması gerekliliği düşüncesi, inananların davranışlarını bu şekilde etkilenmesini sağlamaktadır. İsrailoğulları’ndan inkâr edenler ya da Peygamber’e itaat etmeyenleri Allah, onların kalplerinin taş gibi hatta daha da katı olduğunu belirtmektedir. Taşların birçok fonksiyonu olmasına rağmen, bu inkâr edenlerin hiçbir iyiliklerinin olmadığını özellikle vurgulamaktadır.523 Bu nedenle inananların bu tür insanlara olan tavırlarının nasıl olacağı da açığa çıkmaktadır. Çünkü bu tür insanların cansız bir taş kadar değeri olmadığına göre, onlar yaptıkları işlerin kötülüğü neticesinde bu yaklaşımı hak etmektedirler. Bu nedenle Allah bu tür insanların iman etmeyeceklerini özellikle vurgulamaktadır. Hatta onlar, iman etmedikleri gibi, Allah'ın kelamını bile bile bozmaktadırlar.524 Küfür ve isyanları nedeniyle Allah'ın İsrailoğulları’nı lanetlediğini görmekteyiz.525 Bu nedenle insanların dünya hayatında yaptıkları azgınlık ve küfürlerinin hiçbir zaman affedilmediği ve bundan dolayı da mü’minlerin lanetlenen bu insanlara karşı tavırlarının hiç de iyi olmayacağı bir gerçektir. Allah, her kimin kendisine, Peygamberi’ne, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa kendisinin de o kâfirlere düşman olduğunu belirtir.526 Allah'ın düşman olduklarına mü’minlerin düşman olmaması düşünülemez. Çünkü insanları Allah yarattığına göre, insanların da Yaratıcıları’nın söylediği sözleri kabullenmeleri gerekir. Bu nedenle kâfirlerin düşmanlıklarına karşı mü’minlerin de kesinlikle düşmanlık duyguları taşımaları gerekir ve şartlar olgunlaştığında da bizzat savaşmaları zorunlu olur. Allah'ın ayetlerini inkâr ederek kâfir olarak ölenler, Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lanetlerini üzerlerine almaktadırlar. Ayrıca onlar sonsuza dek bu laneti taşırlar ve onların azapları hiçbir şekilde affedilmeyerek, yüzlerine bile bakılmaz.527 İman etmeyip kâfir olarak ölenlere karşı bu şekilde kötülenmelerinin gerek kâfirler üzerinde, gerekse inananlar üzerindeki etkisi çok büyük olmaktadır. Kâfirlerin bu sözleri duymalarından sonra inananlara karşı olan kötü bakışları daha da artacaktır; çünkü bunun nedeni kâfirlere hiçbir şekilde değer verilmediği gibi, onlar tamamen inananlardan dışlanmaktadırlar, hatta mü’minler sürekli olarak onlara lanet etmektedirler. Böyle bir durumda kâfirlerin inananlara bakışları kötüleştiği gibi, bu bakış eskisinden daha da şiddetlidir. İnananların da kâfirlere 523 2/Bakara, 74. 2/Bakara, 75. 525 2/Bakara, 88; 4/Nisa, 52. 526 2/Bakara, 98. 527 2/Bakara, 161-162; 3/Âl-i İmran, 87-88; 7/A’raf, 44. 524 92 karşı olan bakışları değişerek, hiçbir şekilde onlara iyi bir gözle bakması mümkün olmayacaktır. İman edenler Allah yolunda savaşırken, inanmayanlar ise tağut yolunda savaşırlar. Bu nedenle Allah, inanmayanları şeytanın dostları olarak nitelendirmektedir.528 Şeytanın dostu olmak demek, mü’minlerin düşman olan kimselere karşı gerçekten hiçbir zaman iyi bir gözle bakılamayacağını göstermektedir. Çünkü onlar her ne kadar insan olsalar da, insanlığın yapması gerekenleri bırakarak, kendilerine şeytanı dost edinmişler ve böylece de mü’minlerin düşmanlıklarını kazanmışlardır. 2.3.7. Karşıtlık Kur'an'da karşıtlık düşüncesini gösteren en önemli olay, insan ile şeytan arasında geçen diyalogda görülmektedir. Allah'ın emrini dinlemeyen şeytan yüz çevirerek büyüklük taslamış ve böylece kâfirlerden olmuştur.529 Bunun üzerine şeytan insanları Allah'ın yolundan çıkaracağına ant içmiş, insanın ayağını cenneteyken kaydırmış ve bu nedenle de insanın cennetten çıkmasına neden olmuştur. Sonra da insanın ve şeytanın birbirine düşman olarak yeryüzüne inmesi gerçekleşmiştir.530 Allah'ın şeytanı lanetlemesiyle, şeytan insanı yolundan kaydıracağına dair ant içmesi, şeytanı insanın düşmanı haline getirmiştir. Bu nedenle Allah, insanın şeytanı kesinlikle dost edinmemesini; çünkü insan için şeytanın büyük bir düşman olduğunu vurgulamaktadır.531 Bundan dolayı insan ile şeytan arasındaki çatışma Allah'ın emri olması dolayısıyla zaten çatışma yüklüdür ve bu çatışma da insanın dünya hayatı süresince devam edecektir. Şeytan insana kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmedikleri şeyleri söylemelerini emretmektedir; bu nedenle şeytan insanın açık bir düşmanıdır.532 Burada insan ile şeytan arasındaki zıtlığı görmekteyiz, tıpkı mü’min ile kâfir arasındaki zıtlık gibi. Bu gruplar hiçbir şekilde birbirlerine benzemedikleri gibi, tamamen birbirlerinin davranışlarının tersini yapmaktadırlar. Şeytanın insanın davranışlarına müdahale etmesi, insanı kötülüğe itmesi insanın şeytanı düşman olarak kabul etmesi için yeterlidir. Bu nedenle kâfirlerin de inananların hayatlarına müdahale ederek, onları kötülük yapmaya zorlamaları da mü’minlerin kâfirlere düşman olması için gerekli nedeni verecektir. Yani kâfirlerin 528 4/Nisa, 76. 2/Bakara, 35, 7/A’raf, 12-18; 15/Hicr, 31-33; 38/Sad, 74; 44/Duhan, 34-35.45/Casiye, 24. 530 2/Bakara, 36; 7/A’raf, 12-18, 22, 24; 15/Hicr, 39; 17/İsra, 62; 20/Taha, 123. 531 4/Nisa, 118-119; 20/Taha, 117; 36/Yasin, 60. 532 2/Bakara, 168-169; 35/Fatır, 6. 529 93 inananların dinlerini yaşamalarına engel olmaları ve mü’minlerden Allah hakkında yanlış sözler söylemelerini istemeleri, onların inananların önlerine bir engel çıkarttıkları için bir çatışma çıkmasına neden olmaktadır. Kâfirler ile mü’minler arasındaki karşıtlığa baktığımız zaman, önceki bölümlerde görüleceği üzere, inananlar ile kâfirlerin düşünce, davranış ve hayat tarzı bakımından tamamen farklı uçlarda olduğu fark edilecektir.533 Bu farklı yaşamlar bu iki grubun birbirlerini sürekli olarak tehdit olarak görmelerine neden olmaktadır. Tüm tarih boyunca değişik görünümler altında olmasına rağmen İlahi vahyi savunanların tek bir ümmet, inkar edenlerin de tek ümmet olması nedeniyle karşıtlık düşüncesinin oluştuğunu görmekteyiz.534 Kur'an'ın cehalet kavramını en fazla cehl-teslimiyet, cahil-müslim, cahiliyet-İslamiyet zıtlığı üzerinde işlediği görülmektedir. Bunun nedeni İslam'ın zıddının cahiliyet olmasıdır.535 Bu bakımdan bu iki düşünüş ve yaşam tarzının birbirinden oldukça farklı ve yüksek bir karşıtlık düşüncesine sahip olduğunu belirtmeliyiz. Buna örnek olarak Kâfirun Suresi gösterilebilir: “Kâfirun Suresi, İslam'ın, tebliğ ettiği tevhidi inanış ile esasen uyuşmazlık arz eden her şeyden bağımsızlığının resmen ilanıydı”.536 Ayrıca Kur'an'ın ‘Lâ ilâhe illallah’ formülünü kullanmasının başka tanrıları olumsuzlama üzerine kurulu bir tevhid ifadesi olduğu,537 bu bakımdan Kur'an'ın başka tanrıları yok sayarak insanları kulluğa çağırması başlı başına çatışmayı ortaya çıkaran bir durum olduğunu söylemeliyiz. Fakat buradaki karşıtlık düşüncesi çatışmanın eyleme dönüşmüş hali değildir; çatışma burada kendini saklamakta ve kendisini potansiyel çatışma olarak bekletmektedir. Kur'an'da cennetlikler ile cehennemliklerin özellikleri karşılaştırıldığında tamamen birbirinin zıt özelliklerine sahip olduğu görülecektir. Ayrıca mü’minlerin cennette elde edecekleri nimetlere karşılık, cehennem azabının yüksek derecedeki şiddeti mü’minler ile kâfirler arasında hem özellik olarak, hem de dünyada yapılanlara karşılık alma olarak bu iki grubun kesinlikle birbirine benzeyen yönleri olmadığı gibi, tamamıyla karşıt bir durumda olduklarını göstermektedir.538 533 Kâfir ile mü’min arasındaki zıtlaşmaya örnek olarak bkz. 64/Teğabun, 2; 47/Muhammed, 1-3, 69/Hakka, 48-51; 68/Kalem, 35; 53/Necm, 30; 59/Haşr, 20. 534 Kayacan, a.g.e., ss.34-35; Candan, a.g.e., ss.201-207. 535 Aktaş, a.g.e., s.293. 536 İzutsu, a.g.e., s.151. 537 Ancak önceki Peygamberlerin tek Tanrı fikrini tebliğ ederken başka kalıpları da kullandıkları, bunun nedeninin de Kur'an'ın indiği tarihsel bağlamla ilintili olduğu belirtilmektedir.Özsoy, a.g.e., ss.21-22. 538 İzutsu, a.g.e., ss.155-164, 245-248. 94 Mü’minler kendilerini lütuf verilenlerin yoluna iletmelerini istemekte; gazaba uğrayanların yolundan gitmek istememektedirler.539 Bu durum yanlış bir hayatın kesinlikle kabul edilmemesi gerektiğinin mü’minler tarafından istenmesinin bir şeklidir. Böylece mü’minler gazaba uğrayanların yapmış oldukları yanlışlıkların hiçbir şekilde yapılmamasını kabul ederlerken, aynı zamanda bu yanlışı yapanlara karşı da belli bir şekilde tavır almış olurlar. Yani mü’minlerin Allah’ın emrettiği bir yaşamı sürmelerinin karşısında, gazaba uğrayanların yapmış oldukları davranışlar bulunmaktadır. İşte bu iki grubun yapmış oldukları davranışların neler olduğunun tespiti birbirine karşı olan grupların özelliklerini de ortaya koyacaktır. Kur'an muttakiler için bir yol göstericidir.540 Bunun neticesinde hayatlarını Kur'an'ın istediği bir şekilde değiştirmek istemeyenlerin Kur'an'a karşı duruşları olumsuz olacaktır. Çünkü onlar hayatlarında yol gösterecek bir rehber istememektedirler ve bundan dolayı da kendilerine yol gösteren bir rehberi kabullenmedikleri gibi, bu rehbere karşı da olumsuz bir tavır içerisine gireceklerdir. Çünkü kâfirler ve mü’minlerin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimselerin durumu gibidir.541 Mü’minler Allah'ın istediği bir şekilde özelliklere sahip olurlarsa hidayet üzere oldukları, bu nedenle kurtuluşa erenlerin ancak mü’minler olduğu vurgulanmaktadır.542 Bu söz insanları tamamen iki gruba ayırarak, safları belirginleştirmektedir. Yani insanların yaşamları bir kurtuluşu sağlama yolunda ilerleyen bir süreç olarak ele alınarak, kurtuluşun Allah'ın istediği gibi bir hayatı sürme olduğu belirtiliyor. Bunun karşısında ise kurtulamayanlar durmaktadır. Burada bir karşıtlığın olduğu apaçık görünmektedir. Kurtuluşu başaranların karşısında, kaybedilmişliğin acısı içerisinde kendilerini kaybedenlerin kulak zarlarını yırtarcasına attıkları feryatları işitilmektedir. Tağutu reddedip, Allah'a inanılması emredilmektedir.543 Yani Allah'ın kendisi dışındaki tapınılan her şeyin544 mü’minler tarafından kabul edilmeyerek, hayatlarından da çıkartılması istenmektedir. Çünkü inananların dostu Allah'tır ve Allah, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır; kâfirlerin dostu ise tağuttur ve onları aydınlıklardan karanlıklara çıkarır, böylece cehenneme gitmelerine neden olur.545 Böyle bir durumda da ‘öteki’nin mü’minler için hiçbir 539 1/Fatiha, 7. 2/Bakara, 2. 541 11/Hud, 24. 542 2/Bakara, 5. 543 2/Bakara, 256, 4/Nisa, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17. 544 Tağutun geniş anlamı için bkz: Altıntaş, a.g.e., ss.41-48. 545 2/Bakara, 257. 540 95 değerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca haddi aşarak insanların yönlendiren bu zalim karakterli yöneticiler olan bu tağutların546 reddedilmesinin, mü’minlerin hiçbir zaman toplumu yönlendiren bu kişilere sevgi beslemesini yasakladığı gibi, onları reddetmesi istenmektedir. Kur'an'da bu zalim yöneticiler anlamında oldukça örnek verilmesi ve tarihi verilerin bizlere sunduklarıyla tağutların her dönemde var olduklarını görmekteyiz. Bu nedenle mü’minler her zaman karşılarına çıkacak bu tür insanları reddetmeleri gerekecektir. Buradan mü’minlerin kendilerini ortaya koyabilmeleri için tağutlara muhtaç olduğu; yani onlar olmasaydı mü’minlerin tağutu inkâr edemeyecekleri sonucunu çıkararak, mü’minler ile tağutlar arasında ontolojik anlamda bir karşıtlığın ve çatışmanın olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır. Tıpkı şeytan ile insanın düşman olması gibi, kâfirler de olmasaydı mü’minlerin çatışacak kimseleri olmayacaktı;547 bu nedenle bu iki grubun birbirlerine muhtaç oldukları gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Hz. Nuh, Allah'tan yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakmamasını; çünkü eğer bırakırsa kâfirlerin mü’minleri saptıracaklarını ve ahlaksız ve nankör bir nesil yetiştireceklerini söylemektedir.548 Bu nedenle karşıtlığın ortaya çıkmasında toplumda kâfirlerin nasıl bir yaşam sürdürdükleri önem arz etmektedir. Kendi hallerinde inananların hayatlarına müdahale etmeden, onların yaşamlarını etkilemeden bir yaşam sürdürüyorlarsa onların hayatlarına karışılmaması, onların Allah'ı inkâr etmelerinden dolayı bir çatışma içerisine girilmemesi gerekir. Ancak kâfirler mü’minlerin yaşamalarına müdahale ediyorlarsa orada bir çatışma çıkacağı açık olacaktır. Ayrıca kâfirlerin doğrudan Müslümanların yaşamalarına engel olmaksızın, sadece kendi kötü yaşamlarının mü’minler üzerinde bir etki oluşturarak mü’minlerin İslam yolunu terk etmelerine neden olmaları da bir çatışma nedeni olacağını anlamaktayız. Çünkü kâfirlerin bu yaşamları mü’minlerin inançlarını etkiliyor ise mü’minlerin bu duruma müdahale ederek, kâfirlerin bu yaşam stillerini değiştirmeleri gerekecektir. Bu bakımdan burada yapılmak istenen şey, kâfirlerin İslam toplumu içerisinde istedikleri her hareketi yapamayacakları, sadece İslam toplumunun izin verdiği bir yaşamı (ki bu hak ihlali değildir; çünkü onlar mü’minlerin sahip olduğu haklarla aynı haklara sahip olacaklar, mü’minlerin uydukları kurallara kendileri de uyacaklardır; yani her iki grubun toplumsal yaşamları da aynı olacaktır) sürmeleri gerektiği sonucudur. Ayrıca kâfirlerin İslam'ın istemediği şekilde bir nesil yetiştirmelerine de izin 546 Vatandaş, a.g.e., ss.105-109. Küfrün antitezi olarak İslam’ı değerlendirebileceğimiz ayetler için bkz. 47/Muhammed, 12,13; 30/Rum, 1516; 4/Nisa, 76; 3/Âl-i İmran 100-101; 16/Nahl, 106,108; 3/Âl-i İmran, 177; 32/Secde, 18; 49/Hucurat, 7. 548 71/Nuh, 27-28. 547 96 verilmemektedir. Tabi burada insanların çocuklarını elden alarak onları İslami bir şekilde yetiştirmek söz konusu olmasa gerektir. Söz konusu olan kâfirlerin ahlaksız ve nankör bir nesil yetiştirmelerinden dolayı, bu yetişen neslin bir süre sonra İslam toplumunun huzurunu bozmaları ve bir çatışma içerisine girmeleridir. Bu nedenle kâfirlerin bu şekilde bir nesil yetiştirmelerinin önüne geçebilmek amacıyla Hz. Nuh bu şekilde dua etmektedir. Sonuç olarak kâfirlerin toplumsal yaşam içerisinde mü’minlerin yaşamalarını engelleyecek her türlü durumdan uzak durmaları, tamamen İslam toplumuna bağlı bir yaşam sürmeleri gerekmektedir. Ancak kâfirlerin İslam toplumunun hâkimiyetinde549 böyle bir yaşamı kabul etmeleri, Kur'an'ın bizlere bildirmiş olduğu kâfirlerin genel karakteristik özelliklerini, yani yapılarında genelde saldırganlık ve dayatmacılık olduğunu550 dikkate aldığımızda oldukça zor görünmektedir. Ayrıca Kur'an, adeta tarihin tüm uyarılarına rağmen fitne, bozgunculuk ve zulümde ısrar edenlerle dolu olduğunu göstermektedir.551 Bu bakımdan tarihin aktardığı bilgilere göre her zaman inkârlarında ısrar edenlerin çıkması nedeniyle, inananların inançlarını yaşama çabalarının sürekli olarak engellenmesi nedeniyle çatışmaların da bitmesi pek mümkün görünmediği inananlara vurgulanmaktadır. Hz. İbrahim, kavmine onların taptıklarından uzak olduğunu, putların kendisinin düşmanı, dostunun ise Allah olduğunu; bu nedenle onlar bir tek Allah'a inanıncaya kadar aralarında sürekli bir düşmanlık ve öfke oluştuğunu söylemektedir.552 Mü’minler ile kâfirler arasındaki düşmanlığın nedeni Allah'ın birlenmesi olduğunu, eğer kâfirler Allah'a şirk koşmaya devam ederlerse mü’minlerin onlara karşı hiçbir sevgi besleyemeyecekleri, bilakis onlara karşı sürekli bir düşmanlık ve öfkenin oluşmasının gerekmesi, mü’minler ve kâfirler arasındaki karşıtlığın ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Tabi düşmanlık ve öfkenin nedeni kâfirlerin mü’minlere karşı yapmış oldukları düşmanlıkları olmaktadır.553 Çünkü mü’minlerle din uğrunda savaşmayan ve mü’minleri yurtlarından çıkarmayan kâfirlere adil davranılmasının yasak olmadığı,554 antlaşmalarını bozmayan ve mü’minlere dürüst davranan kâfirlere, mü’minlerin de dürüst davranmaları emri verilmektedir.555 Eğer kaşı taraf antlaşmayı bozarsa mü’minlerin de antlaşmayı bozabileceği,556 şayet barış isterlerse onların 549 Hâkimiyetin kapsamı hakkındaki bilgiler ve tartışmalar için bkz: Nevin Abdulhalık Mustafa, Düşüncesinde Muhalefet, Çev. Vecdi Akyüz, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2001, ss.104-112. 550 Şimşek, a.g.e., s.38. 551 Özsoy, a.g.e., ss.102-103. 552 60/Mümtehine, 4; 26/Şuara, 77. 553 60/Mümtehine, 9. 554 60/Mümtehine, 8. 555 9/Tevbe, 4, 7. 556 8/Enfal, 58. İslam 97 teklifinin kabul edilmesi557 çatışmaların karşı tarafın mü’minlere olan tavrına göre belirleneceği anlaşılmaktadır. Bu bakımdan kâfirlere düşman olunmasının nedenini tamamen kâfirlerin mü’minlere olan karşı tavırları belirlemektedir. Eğer kâfirler mü’minlerin yeryüzünü Allah'ın istediği şekilde değiştirmelerine karşı gelmezler, mü’minlerin topluma hâkim olmalarını ve onların idaresi altında yaşamayı kabul ederlerse mü’minlerin onlara düşmanlık ve kin beslemesi söz konusu olmayacaktır.558 Tabi bu durum toplum içerisinde mü’minler ve kâfirler arasında dostluk ve sevginin oluşmasını zorunlu kılmamaktadır. Çünkü mü’minler, kâfirlerin taptıklarından uzaktırlar ve onların şirkleri mü’minlerin onlara kötü gözle bakmalarına neden olmaktadır. Mü’minlerin kâfirlere bu şekilde adaletli davranmalarının nedeni sadece mü’minlerin adaletli olmasından ve bir arada yaşamadan kaynaklanan bir zorunluluktur. Ayrıca kâfirlere karşı hiç bitmek tükenmeyen bir düşmanlık yapılması da doğru değildir. Çünkü kâfirlerin Müslüman olma ihtimali söz konusu olduğundan, kâfirler düşmanlıklarını bırakarak iman etmeleri ile mü’minlerle dost olabilirler.559 Mü’minler ile kâfirlerin arasındaki karşıtlığın belli bir derecesi, seviyesi olmalıdır. Sonu gelmez bir karşıtlık düşüncesi Allah'ın istemediği bir davranıştır. O halde karşıtlığın bizler için önemi çatışmaya dönüşme ihtimalinde yatmaktadır. Kâfirlerin inanışları, davranışları, mü’minlerin onlara karşı düşüncelerini şekillendirmekte ve bu düşünce de çatışmaya neden olmaktadır. Değilse mü’minlerin kâfirlere karşıtlığı kendilerine her zaman düşman olacak bir grup, karşı taraf aramasından kaynaklanmamaktadır. Her inancın muhalefet ile dinamizm kazanması, karşıtlık düşüncesinin olumlu bir özellik taşıdığını göstermektedir. Kur'an da bu anlamda mü’min toplumunun insani özelliklerden uzak olmayacağı ve adeta ihtilaf etmesinin ve çekişmesinin mümkün olmadığı bir biçimde düşünmediği; bilakis çekişme, tartışma ve fikri mücadelede kendini gösteren doğal bir olgunun varlığını kabul etmektedir.560 Dolayısıyla kâfirlerin muhalefetlerinin topluma dinamizm kazandırdığı gibi, mü’minlerin kendi aralarındaki muhalefetlerinin de, dinin emirlerini kabul etmemek anlamında olmaması şartıyla, gelişmeyi yansıtabileceği unutulmaması gereken bir durumdur. Böylece birbirine karşıt olan gruplar kendi inançlarını savunmak, karşı tarafa galip gelmek için sürekli mücadele edecektir. Gruplar karşılarında bir oluşum görmedikleri zaman pasifleşmelerine, toplumun durağanlaşmasına neden 557 8/Enfal, 61. Mü’minlerin iktidara sahip olduklarında başkalarının inançlarına saygılı olması hakkında bkz: Şimşek, a.g.e., ss.36-37 559 60/Mümtehine, 7. 560 Mustafa, a.g.e., ss.119-120. 558 98 olmaktadır.561 Hayırda yarışmanın ancak birbirinden farklı grupların olmasıyla gerçekleşeceği, bu nedenle farklı taraflar olmasının olumlu bir özellik olduğu görülecektir.562 O halde karşıtlık düşüncesinin olumsuz bir yönü olmasına karşılık toplumların kendilerini yenilemelerini, geliştirmelerini sağladığı için toplumlara katkı sağladığı görülecektir. Bu bakımdan diyalektik düşüncenin ilerlemeyi sağladığı düşüncesinin bu bakımdan haklı bir yönü vardır. 2.3.8. Mü’minlerin Toplum İçinde Farklılaşmaları ve Toplumdan Ayrılmaları Mü’minlerin toplumda yeni gelen dini kabullenmeleri ile kâfirler ile aralarında sürtüşmeler de başlamış olmaktadır. Mü’minler, toplumu Allah'ın istediği şekilde değiştirmeye çalışırlarken karşılarında onlara engel çıkaran kâfirler durmaktadır. Aynı toplum içerisindeki bu iki karşıt grubun birbirlerine olan bu tavırları nedeniyle toplum içinde kargaşalar çıkmaktadır. Bu nedenle Allah, mü’minlere kâfirlerle nasıl bir arada yaşayacaklarını göstermektedir. Ancak Allah, bir arada yaşamaktan daha ziyade mü’minlerin aynı toplumda kâfirlerden uzaklaşmalarını, onlardan farklılaşarak ayrılmalarını istemektedir. Mü’minlerin kâfirlerden ayrılmalarının arkasında yatan düşüncenin arkasında, Allah'ın istediği şekilde bir toplumsal yapının oluşturulabilmesi yatmaktadır. Bu nedenle mü’minlerin kâfirlerle aralarını kesin bir şekilde ayırmalarının kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in muhatap alma bakımından ümmeti arasında bir ayrım gözetmediği; çünkü kâfirlerin de Peygamber’in ümmetinden olduğu; fakat kâfirlerin davet ümmetini, mü’minlerin ise kabul ümmetini oluşturduğu ifade edilmektedir.563 Fakat burada toplumdan ayrımlaşmanın zorunlu olmadığı gibi bir sonuç çıkarılmaktaysa da, toplum içerisinde karşıt grupların yönetimi ele geçirmek için çatışmaları zorunlu olmaktadır. O halde çatışmanın olduğu yerde ayrımlaşmanın olması, her ne kadar asıl amacın toplumdan çıkmamak olduğu ve toplumdaki tüm insanların aynı ümmet oldukları varsayılarak, birlikte yaşamak olduğu ifade edilse bile kâfirlerin tavırları nedeniyle ve Allah'ın emirleri çerçevesinde bir ayrımlaşmayı, istenilmeyen bir olgu olmasına rağmen, kaçınılmaz kıldığını görmekteyiz. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, toplum her şekilde bir bütün olmasına rağmen, karşılıklı çatışmanın olması ve toplumdan vazgeçilme ihtimalinin 561 Şimşek, a.g.e., s.274, 283. Talip Özdeş, “Çatışma veya Uzlaşma -21.Yüzyıla Girerken Çoğulculuğa Kur'an Açısından Bir Bakış”, Cumhuriyet Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Fakültesi e-dergisi, s.9. 563 Hamid, a.g.e., ss.113-114. 562 99 bulunmaması nedeniyle toplumdaki insanlar arasında bir ayrımlaşmaya gidildiğini belirtmeliyiz. Mü’minlerin kâfirlerden ayrılmalarının önemi, çatışmanın en önemli adımını oluşturması olmaktadır. Mü’minlerin ğayba iman etme, namaz kılma ve Allah'ın insanlara vermiş olduğu mallardan Allah yolunda harcama özellikleri,564 bir grubun yapmış olduğu davranışların aksine yapılan davranışlar olarak gösterilmektedir. Yani bazı insanlar bu davranışları yapmaz iken, mü’minlerin ayırt edici özellikleri olarak bu özelliklere sahip olması gerekmektedir ki, kendileri dışındakilerden farkları olması istenmektedir. Kâfirlerin mü’minlerden isteklerine bakıldığı zaman, onların farklılıklara tahammül edemedikleri görülmektedir. Çünkü kâfirler yaptıkları kötülüklerin farkında olarak kendilerinin kötülüğünü ortaya çıkaracak farklı bir yapılanmanın varlığını kabullenmemeleri nedeniyle, mü’minlere kendileri gibi inkâr etmelerini ve böylece aralarında hiçbir fark kalmayarak eşit olmalarını istemektedirler.565 Bir toplumun içerisinde, o toplumdan farklı olarak ortaya çıkan her türlü yapılanmanın tepkiyle karşılaşacağı kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle yerleşmiş bir toplumsal yapının içerisinde, özellikle de o toplumsal yapıyı değiştirmek için ortaya çıkan yeni hareketlerin büyük bir tepkiyle karşılaşacağı görülecektir. Fakat o toplumsal yapıyı değiştirmek istemeyen, sadece kendine ait bazı özelliklerde farklılık taşıyan bir yeni oluşumun ise o toplumda bir çatışma çıkaracağını söylememiz pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu oluşumun yerleşik düzene karşı her hangi bir problemi yoktur; onun ayırıcı özelliği sadece farklı oluşudur. Fakat yine de yerleşik toplumların içerisindeki her türlü farklılaşmanın şüpheyle karşılanacağı unutulmamalıdır; çünkü farklı olmak başlı başına dikkat çeken bir durumdur. Bu nedenle ayetteki eşit olma isteğinin oldukça anlamlı olduğunu görmekteyiz. Eşit olunsun ki her şey yolunda gitsin, ne kendilerine kâfir densin ne de inandıklarını söyleyenler böylece kendileriyle uğraşsın. Yani çatışmayı başlatan en başta gelen özelliğin farklılık olduğunu görüyoruz.566 Fakat farklı olmak tek başına yeterli olmayarak, farklılığın yeni bir yapılanmanın oluşmasını istemesi ile işte o farklılığın bir tehdit olarak algılanmasını sağlamaktadır. 564 2/Bakara, 3. 4/Nisa, 89. 566 İslam'ın orta toplum olması nedeniyle farklılıkların kabul edildiği, toplumsal farklılıkların kaçınılmaz olması nedeniyle öylece kabul edilmesi gerektiği söylenilmektedir. İnanç ve medeniyet farklılıklarının çatışmayı körükleyen bir unsur olarak değil, iyilikte yarışmak için değerlendirilmesi belirtilerek, bu farklılıkların toplumların canlanmasını sağlayacağı vurgulanmaktadır. Şimşek, a.g.e., ss.279-284. Ancak İbn-i Haldun, toplumsal hayatta insanların amaçlarının çok farklı olması nedeniyle anlaşmazlıklar ve çatışmalar çıkacağını söylemektedir. İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.272. 565 100 Mü’min bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları bile olsa Allah'a ve Resulü’ne düşman olanlarla dostluk etmesinin yasak olduğu bildirilmektedir.567 İnsanların bu dünyadaki en değer verdikleri kişilere karşı onların bağını belirleyen unsur dindir. Bu bakımdan mü’minlerin dostlarını iyi belirlemeleri gerekmektedir. Eğer en yakın akrabaları Allah'a ve Resulü’ne düşman iseler onlarla kesinlikle dostluk kurulmaması gerekmektedir. Bu nedenle mü’minlerin kâfirlerle aralarında kesin bir ayrım ortaya çıkmaktadır. Kâfirlerin Allah'a ve Resulü’ne düşman olmaları demek, zaten ortada bir çatışmanın olduğunu göstermektedir. Ayrıca onların bu düşmanlıkları mü’minleri de kapsamaktadır. Çünkü Allah'a ve Resulü’ne karşı yapılan bir düşmanlık sadece onlara yapılmış sayılmaz; aynı zamanda tüm mü’minlere karşı yapılmış sayılır. Bu nedenle hiçbir şekilde mü’minler kâfirlerle dostluk kuramamalarından dolayı toplum içerisinde bu grupların birbirlerinden ayrılmaları zorunlu olmaktadır; bu ayrılmanın sonucunda da bir kutuplaşma ortaya çıkacağı açıktır. Kâfir kadınlarla evlenilmesinin yasaklanması,568 mü’minler ile kâfirler arasındaki ayrımlaşmanın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Mü’minlerin, kendileri dışındakilerin kalplerindeki büyük düşmanlıkları, kin ve düşmanlıklarının sözlerinden belli olması, fenalık yapmaları ve mü’minlerin hep sıkıntıya düşmelerini istemelerinden dolayı, onları sırdaş edinmemeleri gerektiği belirtilmektedir.569 Mü’minlerin onlara karşı tüm iyi niyetlerine rağmen, onlar iki yüzlülük yaparak, mü’minlere olan kinlerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar ve mü’minlerin iyiliklerine üzüldükleri gibi, mü’minlerin başına gelen bir musibete de sevinirler.570 Böylece münafıkların, kâfirlerin ve Ehli Kitaptan bir grubun mü’minler aleyhine bu şekilde bir düşünce içerisinde olmaları ve karşıtlık duyguları beslemeleri, mü’minlerin de onlardan uzak durmalarına neden olmaktadır. Böylece, mü’minlerin onları aralarına almaları mümkün olmayarak, mü’minlerin kendi içerisinde bir yapılanmaya girmeleriyle, inananların karşısında her şeyleriyle engel olarak duran bir karşı yapılanmanın olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle bu grupların karşılıklı olarak yapılanmaları ve özellikle inkâr eden grubun saldırgan tavrı nedeniyle çatışma çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle Allah, mü’minlerin, kâfirlerin bu kötü tutumlarına sabretmeleri ve korunmalarıyla kâfirlerin kendilerine zarar veremeyeceklerini bildirerek,571 mü’minlerin hiçbir şey yapmadan pasif 567 58/Mücadele, 22; 60/Mümtehine, 1, 13; 9/Tevbe, 114. 60/Mümtehine, 10. 569 3/Âl-i İmran, 118. 570 3/Âl-i İmran, 119-120. 571 3/Âl-i İmran, 120. 568 101 bir şekilde kalmalarının doğru olmadığını, mutlaka kendilerini koruyacak önlemlerin alınmasını istemektedir. Allah, Hz. Peygamber’den emrolunduğu şeyi söylemesini, buna karşılık müşriklerin söylediklerine aldırmamasını, onlara yüz vermemesini ve onlardan güzellikle ayrılmasını emretmesi,572 kâfirlere vahyin ulaşmasından sonra onların inkârlarında ısrar etmeleri nedeniyle, Hz. Peygamber’in onlarla birlikte olamayacağını ve kesinlikle onlardan ayrılması gerektiğini göstermektedir. Mü’minlerin mü’minleri bırakıp kendi inançlarıyla alay eden ve oyun konusu yapan Ehli Kitabı ve kâfirleri dost edinmemeleri, onlara meyletmemeleri gerektiği, çünkü zalimlerin birbirlerinin dostları olmasına karşılık, Allah'ın dostlarının ise takva sahipleri olduğu söylenilmektedir.573 Mü’minler bu kimseleri kendilerine dost edinirse, mü’minlerin Allah'ın katında hiçbir değerlerinin olmadığı belirtilerek, izzet ve şerefi kâfirlerle dostluk kurarak kazanmak isteyenlerin yanlış yolda oldukları vurgulanmaktadır. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmak amacıyla bir işbirliği kurulabileceği de istisna olarak belirtilmektedir.574 Yani kâfirlerle olan ilişki biçimi hiçbir zaman mü’minlerle olan ilişki biçiminden daha iyi olmamalıdır. Çünkü onlar Allah'ın yeryüzündeki hâkimiyetini kabullenmeyerek, kendi istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmek istemektedirler. Bu nedenle mü’minlerin kâfirlere olan bu tavırları nedeniyle, hem mü’minlerin birbirleriyle olan dayanışmalarını ve bütünleşmeleri sağlanmak istenmekte, hem de kâfirlere karşı bir sınır çizilerek onların bu dünyadaki yaşamlarında mü’minlerle hiçbir zaman dost olamayacakları vurgulanmaktadır. Yani mü’minler kendi içlerinde birlik oluşturarak, kâfirleri yanlarına almayacaklardır. Kâfirlerin bu şekilde mü’min toplumdan ayrılması, iki farklı grubun oluşmasını sağlamaktadır. Aynı toplum içerisinde yaşanılsa bile, ilişkiler hep sınırlı bir şekilde sürdürülecek ve böylece de kâfirler hep ‘öteki’ olarak kalacaktır. Allah'ın Hz. Musa’ya ve kardeşine Mısır’da evler hazırlamasını ve oralarda namaz kılmalarını emretmesi,575 kâfirlerin yaşamlarından ve onların toplumlarından tamamen uzak olunduğunun bir göstergesi olarak gösterilmektedir.576 Kâfirlerin ve Ehli Kitabın birbirlerinin dostları olduğu için,577 iman edenlerin onlara uyarlarsa, imanlarından sonra onları inkâra yöneltecekleri belirtilmektedir.578 Yani kâfirlerin 572 15/Hicr, 94; 53/Necm, 29; 73/Müzzemmil, 10. 11/Hud, 113; 45/Casiye, 19. 574 3/Âl-i İmran, 28; 4/Nisa, 139,144; 5/Maide, 57, 81; 60/Mümtehine, 9. 575 10/Yunus, 87. 576 Hamid, a.g.e., 98-99. 577 5/Maide, 51. 573 102 propagandalarından etkilenerek kâfirlerin söylediklerine kanmamak gerekmektedir. Bu nedenle kâfirlerin sözlerinin mü’minleri etkilemesine fırsat bile verilmediğini görmekteyiz. Bu bakımdan mü’minlerin Ehli Kitap ve kâfirlerle olan ilişkileri mutlaka sınırlanması gereklidir. Dolayısıyla mü’minlerin kâfirlere ve Ehli Kitaba olan güvensizliği de ortaya çıkmaktadır. Mü’minlerin boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirmeleri ve o sözleri söyleyenlere ‘Selam’ diyerek onları terk etmeleri gerektiği; çünkü mü’minlerin kendini bilmezlerle birlikte olamayacakları söylenilmektedir.579 Yine aynı şekilde, Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiği ya da alay edildiğinin işitilmesi durumunda, kesinlikle o ortamda bulunulmaması gerektiği; şayet o ortamdan ayrılınmaz ise mü’minlerin de kâfirlere benzeyeceği belirtilmektedir.580 Fakat mü’minlerin kâfirlerin değerlerini inkâr etmesi ise Allah'ın Kur'an'daki bir tavrı olduğu gibi, mü’minlerden de kâfirlerin değerlerinin kabul edilmemesi ve onları eleştirmesi istenmektedir. Bu nedenle bu iki durum arasındaki zıtlık mü’minlerin lehine yönelik olarak işletildiğini görmekteyiz. Yani kâfirlerin inkârları ya da alaylarının kesinlikle kabul edilemez bir durum olduğu kabul edilirken, mü’minlerin kâfirlerin değerlerine yönelik olarak söyleyecekleri ise meşru kabul edilmektedir. Buradaki problem, kâfirlerin değerlerinin yanlış üzerine bina edilmesinden kaynaklanmaktadır; hâlbuki mü’minlerin söyledikleri ise hakikattir. Ayrıca alay edilme konusu da bu problemi çözmektedir. Çünkü mü’minlerin kâfirlerin değerleriyle alay etmesi söz konusu değildir; onlar sadece o değerleri inkâr ederek gerçeği göstermeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle alay etme olgusunun kabul edilebilir bir davranış olmadığını anlamamız ile mü’minlerin kâfirlerle olan ilişkilerinin kâfirlerinki gibi seviyesiz bir şekilde olmaması gerektiği sonucunu çıkartmamızı sağlamaktadır. Tabi burada mü’minlerin kâfirlerden ayrılmaları emrinin sadece inkâr ve alay durumundan kaynaklanmasının iyi değerlendirilmesi gereklidir. Çünkü Allah, kâfirlerle hiçbir şekilde birlikte olmayın, dememektedir; sadece şartını bildirerek birlikte olunabileceğini söylemektedir. Ayette ifade edilen “onlar bu inkâr ve alay sözlerini bırakıncaya kadar” sözü bu durumu netleştirmektedir. Dolayısıyla kâfirlerle birlikte oturmak mümkündür; fakat kesinlikle Allah'ın sözleriyle alay etmemek şartıyla bunu yapabilirler. Mü’minlerin kâfirlerle tartışmaya girmemelerinin ve onlardan ayrılmalarının nedeni kâfirlerin mü’minler gibi yumuşak ve olgun olmamaları, bilakis gururlarının ve bencilliklerinin yönlendirmesiyle tartışmada hiçbir sınır tanımamalarıdır. 578 3/Âl-i İmran, 100; 149. 28/Kasas, 55. 580 4/Nisa, 140; 6/En’am, 68. 579 103 Çünkü cahil olan kâfirlerin özelliklerine baktığımız zaman onların ilme karşı, dogmacı, kolaycı, statükocu, kemiyetçi, hoşgörüsüz, yaftacı, telaşlı, maddeci, kibirli, saldırgan, hırslarının kölesi olduklarını görmekteyiz.581 İşte burada önemli bir çıkarım sağladığımızı fark ediyoruz. Mü’minler eğer kâfirlerle birlikte otururken ya da yaşarken kâfirlerin Allah'ın dinine yönelik hiçbir kötü söz söylememeleri gerekmektedir; fakat bunu söyleyebilme güçlerinin olup olmaması da mü’minlerin o toplumdaki güçleriyle ilgili olduğu açıktır. Eğer mü’minlerin o toplum içerisinde belli bir üstünlüğü var ise kâfirlerin bu tür söz etmeleri mümkün olmayacaktır; mü’minlerin toplum içerisinde üstünlük sağlayamadığı durumlarda ise kâfirlerin diledikleri her şeyi yapabilecekleri açıktır. Bu nedenle Allah, toplum içerisinde mü’minlerin mutlaka üstünlük kurmalarını istemektedir. Bunu yapamayacak durumda iseler, kâfirlerin yanlarından ayrılmaları gerekecektir; yani o toplumu terk etmeleri, hicret etmeleri gerekecektir. Tabi bu durum ayetin toplumsal olarak yorumlanmasıdır. Bireysel durumlarda ise mü’minlerin ayetin istediğini yapması yeterli olacaktır. Ayrıca kâfirlerin davranış tarzları ve hayat biçimleriyle Allah'ın inkâr edildiğini göstermeleri durumu da, sözle yapılmak istenenle aynı şeye tekabül etmektedir. Bu bakımdan kâfirlerin yaşamlarında Allah'ın ayetlerini inkâr durumu var ise -ki kâfirlerin genel özellikleri dikkate alındığında bu inkâr eyleminin sürekli olarak mevcut olduğu görülecektir- ya mü’minlerin bu yaşayış tarzını düzeltmeleri gerekecektir, ya da o toplumdan ayrılmaları gerekecektir; çünkü böyle yapmazlarsa onlar da kâfirlere benzeyebilirler. Hz. Peygamber’in Müslümanın kendi grubu içinde bulunmasını isteyerek, onun başkalarından etkilenmesini engellemeye çalışmıştır. Ayrıca mü’minlerin farklı dindeki insanların davranışlarına mü’minlerin kendilerine özgü davranışlar oluşturması şartıyla muhalefet etmelerini istemiştir. Birkaç örnek verecek olursak, Hz. Peygamber muhalefet amacıyla giyinmeyi, tıraş şeklini, saç boyamayı, avlu temizliğini, kabir işlemlerini, aşure günü oruç tutulmasını, sarık takılmasını, namazdayken ayağa bir şey giyilmesini, selamlaşmayı vb. hep mü’minlerin kendilerini inkâr edenlerden ayırmaları için, onlara benzememek için değiştirmiştir.582 Ayrıca, Müslümanlar Mekke'de iken kıblenin Kudüs olmasının nedeninin Müslümanlarla müşrikler arasındaki ayrımı belirlemek olduğu; bunun nedeninin o zamanlar için Müslümanların Kâbe’den uzaklaştırıldıkları için Kâbe’nin Müslümanlardan çok müşriklere ait olması gösterilmektedir. Bu nedenle müşriklerle 581 Aktaş, a.g.e., ss.114-118. Geniş bilgi ve örnekler için bkz: Hayati Yılmaz, Toplumsal Dönüşümde Sünnet, Rağbet Yay., İstanbul, 2004, ss.128-131. 582 104 Müslümanların arasının ayrılması zorunluluğundan kaynaklanan bir değişimin olduğu görülmektedir.583 Bu farklılaşmaların nedeni bir toplumun müstakil bir toplum haline gelmesi için yeryüzünde ayrı bir kimlik oluşturmaları gerektiğindendir. Benzemek, o toplumda onların istediği düzene uyum sağlamak anlamı taşımaktadır. Bu bakımdan kâfirlere benzemek kabul edilemez bir durum ise, toplumsal anlamda kâfirlerin üstün olduğu bir toplumda yaşayanların ister istemez onların inkâr ve alaylarından dolayı dinden çıkmaları mümkün olabilecektir. Mü’minlerin Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiği ya da alaya alındığı bir ortamda veya toplumda kalamamaları ve yaşayamamaları onları kâfirlerden kesinlikle ayırmaktadır. Kâfirlerle birlikte yaşanabilmesini mümkün kılabilecek etkenin sadece mü’minlerin üstünlük sahibi olduğu durumlarda gerçekleşeceği açıktır. Tabi kâfirlerin üstün olduğu durumlarda ise, mü’minlerin değerlerine söz söylemeyerek, onların inançlarına karışmayarak -mü’minlerin inançlarının sadece inanmakla kalan bir şey olmadığını; bilakis hayatı tamamen kuşatan ve kendi isteği doğrultusunda bir yaşam oluşturma düşüncesini taşıdığını hatırlamamız gerekecektir- hoşgörü göstermeleri durumunda ise mü’minlerin kâfirlerle beraber yaşayabilmeleri mümkün olabilecektir. Fakat bunun gerçekleşebilmesi imkânsız denebilecek kadar oldukça zayıf bir ihtimal olduğu açıktır. Çünkü kâfirlerin üstün bir durumda iken birlikte yaşanabileceğini söyleyen kimselerin, İslam'ın genel özelliklerini dikkate almadan, İslam'ı sadece inanç boyutu olarak sınırlandırarak, İslam'ın hayatı dönüştürücü özelliğinin unutulduğu bir düşünce biçimine sahip olduklarını özellikle belirtmeliyiz. Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlerin dünyada güzel bir şekilde yerleştirileceğinin söylenmesinin584 karşısında, yeryüzünde, gerçekten aciz olanların dışında, çaresiz kaldıklarını söyleyerek kendilerine yazık eden kimselerin neden hicret etmedikleri sorulmaktadır.585 Toplum içerisinde dinini yaşayamayanların mücadele etmeyi bırakarak, toplumun düzenine ayak uydurarak dini kimliklerinden sıyrılmaları nedeniyle onların bu yaptıklarının Allah'ın istemediği ve cezayı gerektiren bir davranış olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle inananların kendilerini hiçbir şekilde yerleşik düzene uyum sağlamamaları gerekmektedir. Kendilerinin güçsüz ve yapacak bir şeyleri olmadığını söylemeleri ise geçerli bir mazeret olarak görülmemekte olup, yapmaları gereken şeyin dinlerini yaşayabilecekleri bir yere göç etmeleri olması gerekmektedir. Dolayısıyla 583 Fazlurrahman, İslam, Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Ankara Okulu Yay., 6.Bas., Ankara, 2000, s.64. 16/Nahl, 41. 585 4/Nisa, 97-98. 584 105 inananların her şekilde Allah'ın istediği bir yapılanmaya sahip olmaları gerekmektedir. Değilse onlar o toplum içerisinde kalarak kimliklerini kaybedecekler ve o topluma uyum sağlamak zorunda kalacaklardır. Bu nedenle mevcut toplumun içerisinde belli bir güce sahip olunmadan yaşamanın bir anlamı olmadığını görmekteyiz. Bu şekilde yaşamak, ancak bir geçiş aşması olarak kabul edilebilir ve aşamanın sonunda ise mutlaka inananların istediği doğrultuda bir yaşamın oluşturulması gerekecektir. Dolayısıyla inananların yaşadıkları toplumda dinlerini yaşayabilmeleri için mutlaka kendi kimliklerini koruyabilecek bir yapılanmaya sahip olmaları gerekmektedir. Bu güçten yoksun kalmaları durumunda ise kendi kimliklerine sahip olabilecek bir yerlere göç etmeleri zorunlu olacaktır. İnananların toplum içerisinde mevcut topluma uyum sağlamalarının hiçbir şekilde kabul edilmemesi, inananların mutlaka mevcut toplumdan farklı ve güç sahibi olmalarını gerektirecektir. Müslümanlar ve Yahudilerce kutsal kabul edilen Kudüs’ten, kıblenin Mekke’ye çevrilmesi, Yahudilerce iyi karşılanmamış,586 onların kıblenin değiştirilmesi sonucunda Müslümanlarla olan ilişkileri daha da bozulmuştur. Çünkü önceleri her iki din mensupları aynı yere yönelirlerken, mü’minlerin kendilerini Yahudilerden ayrılması gerektiği emri verilerek safların belirginleştirilmesi sağlanmıştır. Allah, bu değişikliği yapma nedeni olarak Peygamber’e uyanlarla uymayanların birbirlerinden ayırt edilmesi için yapıldığını belirterek, Yahudilerin kendi dini değerleriyle Müslümanların değerleri arasında bir seçim yapması gerekliliğini sunmaktadır. Böylece Müslümanlar ile Yahudilerin arasındaki ayrım inanç noktasında gerçekleşerek, kesinlikle bir gruplaşma ortaya çıkmaktadır. Burada söylememiz gereken nokta, mü’minlerin kendilerini diğer dini inançlardan ayırarak, kendilerine özel bir yapıya sahip olunma isteğinin gerçekleştirilmesinin, diğer inanç mensuplarınca hoş kabul edilmeyerek bir kutuplaşmanın ortaya çıkmasına neden olduğudur.587 Ehli Kitaba her türlü mucize getirilse de onların Peygamber’in kıblesine dönmeyecekleri gibi, Müslümanların kıbleleri dışındaki başka bir kıbleye dönmeyi de kabul etmeyecekleri; Peygamber’in de onların kıblesine dönmesinin mümkün olmaması ve 586 2/Bakara, 142, 143. Yahudiler’in tepkilerinden daha önemli olarak kıblenin değiştirilmesinin Mekkelilerce nasıl yorumlanacağı önem kazanmaktadır. Mekkeliler kıblenin Kâbe olmasıyla Mekke’nin Müslümanlar tarafından ele geçirilecek bir yer olarak değerlendirmesini yapmaları, onların Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’den korkularının artmasına neden olacaktır. Ancak, kıblenin değiştirilmesinin Müslümanların hacları nedeniyle Mekke’nin ticaretini devam ettirme imkânını sunması bakımından, Mekkelilerin bu durumu kendileri lehlerine değerlendirmeleri ile Mekke’nin Müslümanlaşmasına yardım edebileceği düşüncesi olabilecektir. Cabiri, a.g.e., ss.140-141. Kıblenin değiştirilmesinin Mekke’nin hedef gösterilmesi şeklinde yorumlanması mü’minlerin yurtlarına dönmelerini zorunlu kılmakta ve Mekkeliler’le çatışmaya girmelerine neden olmaktadır. Ayrıca insanların maddi yönden desteklenmesinin insanları Müslümanlaştırmaya yardım edeceğinin bilinmesi de toplumsal çatışmalarda ekonominin önemini göstermektedir. 587 106 Peygamber’in kesinlikle onların arzularına uymaması gerektiği emri588 bu ayrımlaşma ve karşıtlığın gerçekten çok önemli bir boyutta olduğunu göstermektedir. 2.3.9. Müminlerin Toplumsal Yapılanmalarını Güçlendirmeleri 2.3.9.1. İslam'ın mü’minleri birleştirmesi Allah, Peygamber’in yeryüzündeki her şeyi verse bile yine de onların (Evs ve Hazrec gibi birbirine düşman olan kabilelerin) gönüllerini birleştiremeyeceğini buyurmaktadır.589 Dolayısıyla İslam'ın toplumsal birliğin ve bütünleşmenin sağlanmasındaki insanlara olan etkisini rahatlıkla görmekteyiz. Toplumsal birliğin sağlanmasında birbirlerine düşman olan grupların barıştırılması zorunludur. O topluma hâkim olabilmek için bu gereklidir. Değilse toplumun içerisinde bazı grupların birbirleriyle uğraşmaları o toplumun düzenini bozacak ve toplumun dağılmasıyla sonuçlanacaktır. Bu nedenle bu birliğin sağlanmasındaki en önemli ve tek etkenin Allah'ın yardımının ve İslam'ın insanları birleştirmedeki fonksiyonunun olduğunu anlıyoruz. Bu durumun tersini düşündüğümüz zaman, insanların toplum içerisinde birliklerini sağlamalarına engel olacak her türlü olay, engellenmesi gereken bir durumdur. Bunun sonucunda da toplum içerisinde bir çatışma olacaktır. Çünkü toplumun düzenini bozanların karşısında, toplumsal düzenin sağlanmasına çok önem veren bir İslami yapı durmaktadır. Mü’minlerin Allah'ın ipine sımsıkı yapışmaları gerektiği; çünkü bir zamanlar onların birbirlerine düşman iken İslam’ın gelişiyle kardeş oldukları belirtilerek, parçalanmamaları istenmektedir.590 Bu bakımdan insanları birleştiren bir din olması nedeniyle İslam’ın toplumsal bütünleşmeye ne kadar önem verdiğini görüyoruz. Önce birbirine düşman olanların barışmalarını sağlamakta ve daha sonra da hiçbir zaman bu bağlılığın ortadan kalkmamasını istemektedir. Çünkü birbirlerinden ayrılarak tekrar düşman oldukları zaman, bu sefer İslam'ın rolü de kaybolacaktır. Bu nedenle birliği sağlayan temel etkenin Allah'ın istediği doğrultuda O’nun rızasını kazanmak amacıyla yapılan bir yapılanma olduğunu görmekteyiz. Allah'ın kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sevmesi,591 ‘grup bilinci’ bağlamında mü’minlerin birbirlerine sağlam bir şekilde bağlanmalarını 588 2/Bakara, 145. 8/Enfal, 63. 590 3/Âl-i İmran, 103. 591 61/Saf, 4. 589 107 zorunlu kılmaktadır. İbn-i Haldun, toplumların korunma, savunma, hakkına sahip çıkma gibi bütün işleri yapabilmek için asabiyete, yani birbirine kenetlenmiş güçlü bir yapıya sahip olmaları gerektiğini; değilse bu oluşumu sağlayamazlarsa bütün güçlerini kaybederek kendilerini koruyamayacaklarını ve düşmanlara yenileceklerini belirtmektedir.592 Böylece toplumsal bir kenetlenme sağlanarak, “biz” duygusu geliştirilerek bireyciliğin önüne geçilmekte ve çatışma ortamında başarılar çok kolay bir şekilde kazanılabilmektedir. Mü’minlerin bir haksızlığa uğradıklarında yardımlaşmaları,593 toplumda ortaya çıkan bir huzursuzluk, bir kargaşa içerisinde mü’minlerin kesinlikle kendi hallerine bırakılmasının doğru olmadığını, bilakis haksızlıklar karşısında tek vücut olunarak hep birlikte onun üstüne gidilmesinin zorunlu olduğunu göstermektedir. Toplumsal birlik, bütünleşme bu şekilde sağlanarak toplumun huzurunu ve düzenini bozanlara karşı tüm toplumun karşılarında olduğu gösterilmektedir. Neticede toplumsal çatışma ortamlarında toplumun hepsinin birlikte hareket etmesi ile güçlerin birleşmesi sağlanacaktır. Bu şekilde bir birlik sağlandıktan sonra insanlar bu birliği artık kendileri için bir zorunluluk kabul edecekler ve bu bağı kaybetmemek için ellerinden geleni yapacaklardır.594 Bu bakımdan insanların benimseyecekleri şekilde toplumsal birliğin sağlanması zorunlu olmaktadır; aksi takdirde sürekli olarak toplumsal birliği sağlamak için yapılan çalışmalar sonucunda gücün kaybolmasıyla toplum gereken gelişmeyi sağlayamayacaktır. Allah'ın Hz. Musa’ya ve kardeşine Mısır’da evler hazırlamasını ve oralarda namaz kılmalarını emretmektedir.595 Toplumsal bir çatışma içerisinde inananların imani yönden güçlenmesinin çok önemli olduğunu anlamaktayız. İman eden yeni kişilerin mücadelede başarılı olabilmeleri için kendilerinin sarsılmaz bir imana ihtiyaçları olacaktır. Bu amaçla imanlarının güçleneceği yerler oluşturularak, hem burada iman edenler birlikte olarak kendi içlerinde bir birlik oluşturacaklar, dayanışmaları artacak hem de burada imanlarının güçlenmesi için Rablerine namazlarını kılacaklardır. Bunun sonucunda birliği sapasağlam olmuş ve imanları güçlenmiş bir şekilde düşmanlarının karşısına çıkarak, az sayıda bile olsalar büyük başarılar kazanabileceklerdir. Bu bakımdan toplumsal çatışmalardaki en önemli unsurlardan birinin yerleşik düzene karşı duran grubun kendi içinde bir birlik ve dayanışma oluşturmalarının ve Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayan bir imana sahip olunmasının zorunlu olduğunu görmekteyiz. 592 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.189, 193, 202. 42/Şura, 39. 594 Krş: İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s. 216. 595 10/Yunus, 87. 593 108 2.3.9.2. Peygamberin/Liderin otoritesi ve özellikleri Allah'a ve Resulü’ne itaat edilmesi; çünkü Peygamber’e itaat edenlerin Allah'a itaat etmiş olacağı596 ve mü’minlerin birbirleriyle çekişmemeleri emredilmektedir. Eğer bu şekilde davranmazlarsa korkuya kapılacakları ve kuvvetlerinin gideceği belirtilmektedir.597 Mü’minlerin Allah'ın Resulü’nün önüne geçmemesi (söylediği söz, yapılan iş ve çıkarılan hükümlerde, Hz. Peygamber’e aykırı davranmama anlamında) emredilmektedir.598 Bunun nedeni Allah'ın Peygamberi’nin o toplumda otoritesini sağlamak olduğu gibi, Peygamber’in getirdiklerinin kendisinin uydurmadığı, bilakis onun söylediklerinin Allah'tan geldiğinin belirtilmesi de olmaktadır. Toplumsal düzenin sağlanabilmesi için en temel faktörün Allah'a ve Resul’e itaat olmasını görmekteyiz. Resul’e, yani Müslümanların liderine karşı yapılacak en küçük bir itaatsizlik, Peygamber’in otoritesini sarsacak; bunun sonucunda da toplumsal düzenin bozulmasına neden olacaktır. Allah, her Peygamber’in ancak kendisine itaat edilmesi için gönderildiğini, her kişinin Peygamber’in kendileri hakkında verdiği hükümleri kayıtsız şartsız kabul etmesi gerekliliğini buyurmaktadır.599 Çünkü kendisine itaat edilmeyen bir Peygamber’in bir anlamı da olmayacaktır. Bu nedenle Peygamberlerin kendilerine itaati gerçekleştirmeleri için, yaşadıkları toplum içerisinde bir otoriteye sahip olmaları gerekecektir. Otoritenin sağlanabilmesi için, o toplum içerisinde kendisini kabul etmeyen kişilerin bir şekilde uyumu sağlanmalıdır. Bu nedenle ya bu kişilerin inanmasalar da Peygamber’in otoritesini kabul ederek İslam toplumunun kurallarına uymaları gerekecek, ya da uymadıkları takdirde o toplumdan çıkarılmaları gerekecektir. Böylece her halükarda mü’minlerin belli bir şekilde mücadelesi olacaktır. Bu mücadele sırasında da kâfirlerin genel yapıları bakımından uyumun sağlanması zor olacağı için çatışma çıkması da kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle toplumun düzeninin sağlanabilmesi için gerek lidere itaat konusunda, gerekse toplumun iç çekişmelerinden meydana gelen toplumsal kargaşaya izin verilmemektedir. Toplumsal düzeni bozacak unsurların var olması durumunda, o toplumun arasındaki dayanışmanın getirdiği birliğin, gücün, kuvvetin kaybolacağı görülmektedir. Bu bakımdan toplumların kendi içlerindeki çekişmelerinin kesinlikle kabul edilmediğini anlamaktayız. Bu durumdaki bir toplumun ileriye gitmesi söz konusu olmayıp tersi bir 596 4/Nisa, 80; 48/Fetih, 10. 8/Enfal, 46. 598 49/Hucurat, 1. 599 4/Nisa, 64-65; 47/Muhammed, 33; 64/Teğabün, 12. 597 109 durum vardır, yani o toplum kendi içerisindeki çekişmeler yüzünden gücünü kaybederek gerilemektedir. Peygamber’in öldürülmesiyle birlikte Müslümanların gerisin geriye dönmelerinin Allah'a hiçbir şekilde zarar vermeyeceği belirtilmektedir.600 Peygamber’in Müslümanlar üzerindeki otoritesi tartışılmazdır; fakat O’nun Müslümanların arasından ayrılmasıyla Müslüman toplum parçalanacaksa, orada Allah’ın istemiş olduğu toplumsal yapının oluşmadığı, bu nedenle de sadece Peygamber’e bağlılıktan kaynaklanan bir İslami yapılanmadan bahsedileceğinden dolayı Allah mü’minleri uyarmaktadır. Buradan, İslam toplumlarının oluşumunda sadece karizmatik önder diyebileceğimiz kişilere bağlanılarak meydana gelen bir İslam toplumunun, sağlam temeller üzerinde oturmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü bu önder hayata veda ettiği zaman, o toplumun bağları da ortadan kalkarak zayıflayacak ve dağılmaya yüz tutacaktır. Peygamber’in kendisine uyan mü’minlere kanadını germesi emredilmektedir.601 Böylece inanların birbirlerine kenetlenmeleri sağlanmış olacak, birbirleri arasındaki dayanışma artacaktır. Ayrıca Peygamber’in onlara iyi davranmasıyla, Peygamber onlar tarafından sevilecek ve böylece Peygamber’in otoritesi güçlenecektir. Peygamber’in ashabına yumuşak davranmasıyla, onları etrafında toparlayabildiği söylenilerek; şayet kaba, katı yürekli olunsaydı onların dağılıp gideceği söylenilmektedir.602 Bir toplumun bir arada yaşayabilmesi için katılığın, kaba kuvvetin hiçbir işe yaramadığını böylece anlamaktayız. Bu bakımdan insanları bir araya getiren ve bir arada tutan bağların en önemlisinin yumuşaklık olması, bunun tersi olan durumlar toplum içi düzensizliğe yol açacak ve bu nedenle de çatışmaya giden bir yol açılacaktır.603 Böylece istenilen bir toplumun oluşması sağlanamadığı gibi, kaba ve sert olunmasından kaynaklanan bir karşı olma durumu yaşanarak, bir çatışma olması da kaçınılmaz olacaktır. Peygamber’in iş hakkında mü’minlere danışmasının emredildiğini604 ve mü’minlerin işlerinin aralarında danışma ile olduğunu görmekteyiz.605 Toplum işlerinde bir karar alınacağı zaman toplumun tüm üyelerinin o kararda söz sahibi olmaları toplum içindeki bireylerin kendilerini o topluma ait hissetmelerini sağlamakta, böylece alınan kararların uygulanmasında toplumun tüm bireylerin isteyerek katılmalarına destek oluşturmaktadır. 600 3/Âl-i İmran, 144. 26/Şuara, 215. 602 3/Âl-i İmran, 159. 603 Krş: İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.267-268. 604 3/Âl-i İmran, 159. 605 42/Şura, 38. 601 110 Toplumsal çatışmalarda da toplumdaki tüm bireylerin bu şekilde kararlarda ortak olmaları çatışmanın kendileri lehlerinde sonuçlanmasında büyük katkı sağlayacaktır. İbn-i Haldun, tek başına karar verilmeyerek, danışarak iş yapmanın zaferi getireceğini söylemektedir.606 Çatışmada kararlara ortak olunduğu için gereken gayret tüm bireyler tarafından gösterilecektir; aksini düşünecek olursak sadece yöneticilerin aldıkları kararlar neticesinde ortaya çıkan bir çatışmada toplumun tüm bireylerinin bu kararı benimsememeleri nedeniyle çatışmanın olumlu sonuçlanması mümkün olamayabilecektir. Bu nedenle alınan kararlarda toplum üyelerinin rızası da olmasıyla, eğer gerek toplum içinde, gerekse toplumlar arası alınan kararlardan doğan bir çatışma olması durumunda, bu duruma karşılık olarak toplumun hepsinin birlikte bir mücadeleye girişmesi de gerçekleşmiş olacaktır. Bu nedenle işlerin toplum içindeki bireylerin kararlarıyla uygulanmasının sağlanmasıyla, çatışma durumlarında hiç kimse bu durumdan sıyrılmaya çalışmayacak; bilakis kendi kararlarının arkasında durmak anlamında daha da güçlü bir mücadeleye girişecektir. Böylece hem toplumsal bütünleşmenin en iyi bir şekilde sağlanması, hem de bu bütünleşmenin sonucu olarak düşmanlara karşı daha güçlü bir mücadele gerçekleşecektir. 2.3.9.3. Toplumun özeleştiri yapması İnsanın başına gelen iyiliklerin Allah'tan, kötülüklerin ise insanların kendi nefislerinden kaynaklandığı belirtilmektedir.607 Böylece mü’minlerin toplum içerisinde üstünlük kuramamalarının, kendilerinden çatışmalarda kaynaklandığının zafer elde edememelerinin vurgulanmasıyla, toplumsal nedeni bir de yasanın insanların işaretleri verilmektedir. İnsanların bu toplumsal yasayı öğrenmeleriyle gerek bireyler olarak, gerekse toplumsal anlamda bir özeleştiri yapmak kaçınılmaz olmaktadır. Mü’minlerin başlarına gelen musibetler, kendi kusurlarından kaynaklanmaktadır (Uhud örneği).608 Bu nedenle insanların çatışmalardaki başarısızlıkları Allah'ın bir musibeti olarak değil; bilakis kendi elleriyle yaptıkları hatalarının bir sonucu olarak görmeleri gerekecektir. Böylece insanların çatışmaları değerlendirerek, hatalarını tespit etmeleri ile yapacakları çalışmaların kaynağını kendi içlerinde aramalarıyla, hatayı başkalarına yıkma işlemi de gerçekleşmemektedir. Toplum kendi içerisinde bir özeleştiriye giderek, kendi kaynaklarını sorgulayacak ve başarısızlığa sebep olan unsurlar bulunarak, çözüm üretilmesi için çalışmalara başlanacaktır. 606 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.249. 4/Nisa, 79. 608 3/Âl-i İmran, 165. 607 111 Bu bakımdan çatışmaların sonuçlarının olumsuz olması, bizzat insanların hatalarından kaynaklandığı hiçbir zaman unutulmaması gerekir. Değilse, hataların başkalarına yıkılarak kendilerinin en iyiyi yaptıkları; fakat güçlerinin ancak buna yettiği gibi çaresizlik psikolojisine kapılma durumu olabilir. Böyle bir durumda ise, kendine güvenini kaybeden ve bir şeyleri becerebilme yeteneği olmayışı düşüncesine sahip bir toplumun başarıyı yakalayamadığı gibi, toplumsal ilerlemesi de sağlanamayacak ve bu durum çöküş sürecini başlatmış olacaktır. Bu bakımdan toplumsal anlamda bir özgüvene sahip olma ve bir şeyleri değiştirebilme, mücadeleleri kazanabilme düşüncesinin olmadığı bir toplumun hiçbir zaman çatışmaları kazanabilmesinin mümkün olamayacağı görülecektir. Ayrıca toplumun kendini eleştirme anlamında yanlış bir yöntemle kendi içerisinde bir toplumsal bir kargaşa içerisine girmesi de mümkün olabilir. Şöyle ki, hataları sadece toplum içindeki bazı unsurlara yıkarak, bütünlükten yoksun, yanlı bir eleştirme süreci bu unsurların topluma olan bağlılıklarını zayıflatarak, toplumun kendi içerisinde bir çatışmaya girmesine neden olacaktır. Ayrıca kaderci bir anlayışla bu başarısızlığın Allah tarafından yazıldığı şeklinde bir düşünceye kapılınarak, hiçbir şeyden yapılmadan beklenilmesi de olabilecektir. Bu durumda da toplumun kendi kendisini çöküş sürecine ittiğini açıkça görmekteyiz. 2.3.9.4. Toplumsal birliğin sağlanabilmesi için önlemler Toplumun huzurunu ve düzenini bozmak, fitne sokmak için uğraşan kişilere karşı Peygamber’in onlarla çatışmaya girmesi, üstelik öldürülmeyle karşı karşıya kalmaları,609 toplumsal düzenin sağlanmasında mutlaka gereken tedbirlerin alınmasını, toplumun düzenini bozanlara karşı, onları bu yaptıklarından engellemek amacıyla çatışmaya girilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan toplumda fesat çıkarmak isteyenlere kesinlikle fırsat verilmemesi, eğer böyle bir teşebbüste bulunurlarsa hemen gereken tedbirlerin alınması gerekmektedir. Hz. Musa, halkını Allah'a ibadet etmekten saptıran ve buzağıya tapmalarına neden olan Samiri’yi İsrailoğulları’nın arasından kovmuş ve onu lanetlemiştir.610 Toplumun içerisinde insanların dinlerini bozan, onları Allah'a ibadet etmekten saptıran insanların toplumdan çıkartılması gerekmektedir. Böylece bu insanların halk arasında nüfuzlarına engel olunarak, onları örnek almalarına engel olunmuş olunacaktır. Talutla birlikte savaşa katılanların, hiçbir günahı olmayan su ile imtihanı sonucunda imanı yüksek olanlarla zayıf olanların birbirlerinden ayrılmaları sağlanmış ve böylece imani 609 610 33/Ahzab, 60-61. 20/Taha, 97. 112 yönden güçlü bir yapıya sahip olan az sayıdaki bu topluluğun, kendilerinden sayıca çok fazla olan düşman topluluğunu yenmeleri gerçekleşmiştir; çünkü imani yönden güçlü olan az sayıdaki topluluklar geçmişte de kendilerinden sayıca fazla olan toplulukları yenmişlerdir.611 Sayı yönünden çok olmanın bu bakımdan pek bir anlamının olmadığını anlamaktayız. Önemli olanın toplumda yaşayan insanların imanlarının ne kadar güçlü olduğudur. Kuru kalabalık anlamında oluşan bir toplum bu nedenle İslam’ın istediği bir toplum şekli değildir. İslami toplumu değerli kılan unsurun, o toplumda yaşayan insanların imanlarının yüksekliğiyle ölçülmesi gerekmektedir. Sıkıntılarla baş edemeyen ve mücadelede gerekli sabrı gösteremeyen bir toplumun ise imtihanı kazanmasının mümkün olmaması nedeniyle, bu toplumun İslamiliğinin Kur'an'a göre tartışılması gerekmektedir. Çünkü böyle bir toplumun Talutla birlikte savaşa katıldıkları zaman o sudan içmemeleri mümkün görünmemektedir. Bu nedenle de savaşta geri kalan böyle bir topluluğun İslami yönü de kalmamaktadır. Hz. Musa, İsrailoğulları’nın Allah'ın emirlerini yerine getirmeyen, hiçbir şeyden anlamayan ve sürekli olarak isyan eden topluluk oldukları için kendisini ve kardeşini bu topluluktan ayırmasını istemektedir.612 Hâlbuki Hz. Musa onları önder bir millet yapmak istiyordu. Fakat onların hiçbir şekilde buna yanaşmamaları nedeniyle Hz. Musa da bu isteğini yerine getirmek amacıyla o toplumdan ayrılmak istemektedir. Çünkü bu insanlarla geleceğe dair bir düşüncenin gerçekleşme şansı olmayacaktır. Allah'ın dininin geleceğe yönelik düşünceleri olmasına rağmen, mü’minler gelecekten ümitlerini kaybederlerse mü’minlerin yapılanmalarının hiçbir işe yaramayacağını söylemeliyiz. Böylece şunu anlamaktayız ki, toplum içerisinde hiçbir işe yaramadığı gibi, toplumun sırtında kambur oluşturan ve halkı kendilerine benzeten ve insanları Allah'ı anmaktan uzaklaştıran bu kişilerin ilk olarak düzeltilmeye çalışılması, şayet düzelmeye yanaşmayarak tutumlarında ısrar ederlerse o toplumdan bir şekilde izole edilmesi ya da o toplumdan çıkartılması gerekmektedir. Değilse o insanların kendilerinin topluma hiçbir faydası olmadığı gibi, onların bu davranışlarından olumsuz bir şekilde etkilenen kişiler de var olabilecektir. Bu nedenle işe yaramayan grubun bir şekilde toplumla olan ilişkilerinin kesilmesi gereği sonuç olarak çıkmaktadır. Fakat bu grubun, bu sefer toplum içersinde farklı bir yapılanmaya girerek kendilerini topluma karşı konumlandırmaları tehdit oluşturabilir. 611 612 2/Bakara, 249, 251. 5/Maide, 24-25. 113 Hz. Musa çölde asasıyla taşa vurduğu zaman taştan on iki kaynak fışkırması, İsrailoğulları’nın on iki bölüğe ayrılmış olması idi.613 Allah, bir kavmin içerisinde değişik yapılanmaların olduğunu bilerek, bu yapılanmaları birleştirme emri vermektense, onların birbirlerine düşman olmamaları ve kavga etmemeleri için farklı bir önlem almaktadır. Buradan Müslüman bir toplum içerisinde değişik yapılanmalar olduğu zaman bunların birbirleriyle kavga etmemeleri için mutlaka önlemlerin alınması sonucunu çıkartmamız mümkündür. Ayrıca bu toplum içerisindeki farklı yapılanmaların (bir kavmin içerisinde farklılıkların olması sonucunda onların birbirleriyle kavga etme ihtimali bulunması bizim söyleyeceğimiz sonucu etkilememektedir.) olması, bunların mutlaka birleştirilmesi gibi sonucu zorunlu kılmadığını da söyleyebiliriz. Allah, mü’minlerin birbirleriyle savaşmamalarını, eğer savaşırlarsa onların aralarının düzeltilmesini, haksız yere savaşmaya devem eden olursa haksız yere savaşanlar düzelinceye kadar mü’minlerin onlarla savaşmasını emretmektedir. Çünkü mü’minler kardeştir.614 Bu bakımdan mü’minlerin arasında hiçbir şekilde bir çatışmanın olması kabul edilmemekte, böylece toplumsal birlik ve dayanışmanın bozulmasına izin verilmediğini görmekteyiz. 613 614 2/Bakara, 60; 7/A’raf, 160. 49/Hucurat, 9-10. 114 2.3.10. Çatışma Sürecinde İzlenilen Yöntem Toplumun devam edebilmesi için toplumsal yasaların olduğu gibi, toplumsal değişimin gerçekleşmesi için de yasalar yer almaktadır. Allah, bu yasalar çerçevesinde insanları ödüllendirmekte ya da cezalandırmaktadır. Kur'an'a göre, mü’minlerin de bu toplumsal yasalar çerçevesinde çatışma içerisine girmeleri gerekmektedir. Bu nedenle mü’minlerin toplumsal yasaları öğrenmelerinin onların kâfirlerle mücadelesinde büyük katkı sağlayacağı; çünkü geçmişte yaşanılan olayların tüm Peygamberlerce benzer şekilde yaşandığı görülmesi nedeniyle çatışmalarda izlenecek yöntemler müminlerin çatışmalarına katkı sağladığı görülmektedir.615 Peygamberler, kavimlerini uyarmalarında öncelikle yalnızca Allah'a kulluk edilmesini, O’ndan başka ilah olmadığını söylemektedirler.616 Daha sonra Allah'ın emirleri ve adaleti çerçevesinde Peygamberler her yönden toplumun düzenini bozan insanları uyarmaktadırlar.617 Peygamberlerin toplumlarını ilk olarak Allah'a kulluğa çağırmaları aslında toplumun tamamen değiştirilmesi gibi bir amacı taşımaktadır. Bu nedenle Allah'a kulluğun arkasından toplumsal anlamda yapılması gerekenler belirtilerek İslam'ın yalnızca imani bir olay olmadığı vurgulanmaktadır. O halde bu izlenilen sıranın bir anlamı olmadığı bir sonuca varamayız. Burada bizler için önemli olan şey, toplumun düzenlenmesinde insanlar tarafından inanılan Allah'ın değerlerinin kabul edilmesi olacaktır. Bu bakımdan ilk olarak toplumun değiştirilmesi istenmemektedir, her ne kadar toplumsal düzen sağlansa bile, bu şekildeki bir oluşum Allah’ın insanlara olan hâkimiyetini ortaya çıkarmayacak ve imansız bir yaşam oluşturulacaktır. Kur'an'ın tedrici olarak hükümleri ortaya koyması nedeniyle, toplumsal durumlarda incelenecek ve uygulanacak hükümlerin Kur'an'ın doğasına uygun olmayarak, koşullara uymayan imkânların tercih edilerek yanlış bir yol izlenmesinin doğru olmayacaktır. Çünkü Kur'an, toplumdan bağımsız olarak oluşmamış, insanların özelliklerini, deneyimlerini, toplumsal özelliklerini dikkate alarak oluşmuştur.618 Kur’an’ın kâfirlere karşı izlediği yöntem gelişen olaylar neticesinde olmuş, mü’minlerin durumlarına göre nasıl davranmaları gerektiği ayetlerde farklı şekillerle belirtilmiştir.619 Bu nedenle toplumsal çatışmalarda izlenecek bir yöntem olarak toplumsal konjonktüre dikkat edildiği görülmektedir. Örneğin 615 Bkz: Said, a.g.e., s.92, 94; Özsoy, a.g.e., s.133. Yolcu, a.g.e, s.220; Kayacan, s.25, 30, 248. 7/A’raf, 59, 65, 73, 85; 11/Hud, 26, 50, 61, 84; 29/Ankebut, 16-17 46/Ahkaf, 21; 71/Nuh, 2-4. 617 7/A’raf, 74, 80, 85; 11/Hud, 84. 618 Özsoy, a.g.e., ss.15-28; Hamid, a.g.e., ss.48-49. 619 Olaylar neticesinde Kur'an'ın izlediği yönteme dair bkz: Yolcu, a.g.e, s.228. 616 115 Hz. Musa’nın temel misyonunun kavmini kurtarmak ve Firavunu ve işbirlikçilerini devirmek olması, böylece de Allah'ın otoritesini sağlayacak olması konjonktürel durumun çatışma sürecinde değişik şekiller alabileceğinin göstergesi olmaktadır.620 Peygamber’in ilk önce yakın akrabasını uyarması emredilmektedir.621 Bu bakımdan İslam davetinin ilk aşamasının siyasal nitelikte olduğunu söylememiz mümkün değil gibi görünmektedir. Çünkü bu emir insanların düzelmelerini, hak yolu bulmalarını amaçlayan bir emirdir. Yani ilk mücadele edilen kişiler Mekke’nin tüm önde gelenlerini kapsamamaktadır. Tebliğin ilk aşaması sadece akrabaları kapsamakta, daha sonra bu halka genişleyerek belli bir zaman geçtikten sonra tüm insanlığa ulaşılmaktadır. Bu bakımdan Peygamber’in ilk baştaki amacı yönetimi devirerek, İslam'ı egemen kılma amacı olmamaktadır. İlk yapılması gereken şey çevresindeki yakın olduğu insanları düzeltmektir; bu bakımdan Peygamber’in ilk baştaki görevinin toplumu ıslah etme, onları hak yola ulaştırma olduğunu görmekteyiz. Ancak ilahi vahyin değiştirmek istediği karşı bir yapılanmanın olması, her ne kadar ilk olarak yönetimin ortadan kaldırılmasını öngörmüyorsa da, İslami düşüncenin tüm toplumu hedef alması ve toplumu kendi isteği şekilde değiştirmek istemesi yönetime karşı bir çatışma içerisine gireceğini göstermektedir.622 Hz. Musa’nın Firavunun sihirbazlarıyla mücadele vakti olarak insanların toplanma vakitlerini istemesi,623 tüm topluma mücadelesini duyurabilmek içindir. Bu nedenle düşmanın yanlış yönlendirmelerine, doğru olanı saptırmalarına, haklı iken yalancı ve sahtekâr durumuna düşülmemesi için tüm halkın doğruları bizzat uyarıcıdan öğrenmeleri özellikle vurgulandığını görmekteyiz. Böylece çatışma sürecinde düşmanın halkı yanlış bilgilendirmesi, bu nedenle de halkın mü’minlere karşı olmaları engellenmektedir. Bu bakımdan çatışma sürecinde mü’minlerin belli bir strateji izlemeleri gerekmektedir. Sadece vahyi duyurmak, sonra da olacakları beklemek doğru bir hareket olmamaktadır. Hz. Muhammed’in hayatına baktığımız zaman belli bir sistem ile mücadelenin sürdürüldüğünü görmekteyiz. Bunun nedeni toplumda rasgele bir mücadelenin başarıyı getirmeyeceğinin bilinmesidir. Sistematik bir şekilde yapılan bir mücadelenin gösterdiği şey ise, Kur'an'ın toplumda yer edinme çabası olduğu açıktır. 620 Hamid, a.g.e., s.93. 26/Şuara, 214. 622 Kur'an'ın Mekke döneminde inen ayetlerinde siyasal ilkeler içerdiğini çok az bir kimse dışında herkesin kabul ettiği söylenilmektedir.. Bu görüşler için bkz: Hamid, a.g.e., ss.17-26. 623 20/Taha, 59. 621 116 Allah, Peygamber’in Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle çağırmasını, kâfirlerle en güzel şekilde mücadele etmesini,624 kötülüğü en güzel bir tutumla savması gerektiğini emretmektedir.625 Allah, Hz. Musa’ya da Firavun’un azdığını söyleyerek kardeşi Harun’la beraber onun yanına gitmelerini ve ona yumuşak söz söyleyerek onu uyarmalarını emretmektedir.626 Her ne kadar kâfirler gerçekten oldukça azmışlar ise de onlara karşı yumuşak davranılmasının emredilmesi, toplum içinde ortaya çıkan çatışmalarda da mü’minlerin buna göre ilk olarak yumuşak hareket etmelerini zorunlu kılmaktadır. Toplumda ortaya çıkan her hangi bir kargaşa, baskı, zulüm vb. durumda, bu durumu yapanlara karşı ilk anda hemen kaba kuvvete girilmemesi gerektiği, bunun aksine ilk olarak bu insanlarla ya da yöneticilerle onların anlayacağı dilde, yumuşak bir şekilde, sert ve kaba olmadan konuşulması gerekmektedir.627 Gücün kullanımı ancak bu aşamadan sonra gerçekleşmesi gerekmektedir. Hz. Nuh ve Hz. Hud düşmanlarına önem vermeyerek, kendilerinin davalarından vazgeçmeyeceklerini ve kendilerine karşı istediklerini yapabileceklerini söyleyerek, onlara meydan okumaktadırlar.628 Toplum içerisinde İslam davetine karşı çıkanlara karşı bu tür meydan okumaların olabileceğini görmekteyiz. Peygamberlerin bu meydan okumasının çatışmanın son aşamalarında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İlk önce halk İslam'a davet edilmiş, daha sonra İslam'ı kabul etmeyenler Peygamber’in söylediklerinden rahatsız olunca, Peygamber’i tehdit etmişler ve daha sonra bu aşamaya gelinmiştir. Bu bakımdan ilk başta bu tür meydan okumaların olabileceğini söylemek yanlış olacaktır. Allah, kendisine tapmayanlara (ve putlarına) sövülmemesini istemektedir; çünkü mü’minler onlara söverlerse, kâfirler de düşmanca Allah'a söverler.629 Toplumun değerlerini eleştirmek ile o değerlere küfretmek arasında büyük bir fark olduğu açıktır. Toplumun yanlış değerlerini eleştirmek ve onları düzeltmeye çalışmak İslam'ın emridir ve Kur'an'da da bu tür eleştirilerin çokça bulunduğunu görmekteyiz. Fakat o toplumun değerlerine küfreden bir ifadeye rastlamamaktayız. Bu nedenle toplum içerisinde çatışmalarda bir tarafın karşısındakinin değerlerine küfretmesi, aynı şekilde ve daha fazla bir tepki göreceği açık olacaktır. Bu küfretmenin oldukça kötü sonuçlar doğuracağı da görülecektir. İnsanların sevdikleri değerlerine karşı birilerinin sövmesi, aslında o sövülen şeyle birlikte, kişilere de 624 16/Nahl, 125. 23/Mü’minun, 96. 626 20/Taha, 43-44. 627 İslami davetin yumuşak bir şekilde yapılması hakkında geniş bilgi için bkz: Şimşek, a.g.e., ss.116-121. 628 10/Yunus, 71; 11/Hud, 55. 629 6/En’am, 108. 625 117 sövüldüğü anlamına gelmektedir. O kişilerin hiçbir değerlerinin olmadığı, aklı başında inanacak bir şey bulamadıkları ve bu yüzden de sövülmeye layık oldukları gibi bir sonuç çıkartılarak, dolaylı da olsa oldukça yüksek bir karşıtlık düşüncesinin oluşmasına neden olunmakta ve şiddetli bir çatışmanın tohumları atılmış olmaktadır. Tabi toplumun değerlerini eleştirmede de bir karşı koyuş mutlaka olacaktır. Fakat bu durumun Kur’an’da yapıldığı gibi güzel bir dille yapılması, mantıklı şekilde açıklamalar getirilmesi ve bunun gibi insanların dinlemelerini sağlayacak çeşitli yollar üretilmesi, o insanların şiddetli tepkilerini haksız çıkartmaktadır. Çünkü yapılan eleştirmeler sadece akıllara hitap ederek, doğrular gösterilmeye çalışılmaktadır. Buna rağmen şiddetli tepkilerin oluşması, eleştiri yapanların kötü davranışları nedeniyle oluşmamaktadır; oluşan bu şiddet ortamı doğruların gösterilmesini istemeyen, çıkarlarının gitmesinden korkan, geleneklerine körü körüne bağlı olan insanların gerçeği kabullenmeyerek, kendilerini eleştirenleri yok etme isteklerinden doğmaktadır. Ancak aynı şeyin küfretme için geçerli olmadığı açıktır. Çünkü böyle bir durumda kesinlikle küfreden tarafa karşı haklı bir düşmanlık duygusunun oluşacağı görülecektir. Bu nedenle her iki durumda da, yani sövme ile eleştirmenin mutlaka çatışmayı ortaya çıkartması, bu iki davranışın aynı şeyleri ifade etmediğini göstermektedir. Geçmişte yapılan toplumsal faaliyetlerin ya da başka türlü işlerin sonuçlarının yalnızca o toplumu (ümmeti) bağlayacağı; sonradan gelen toplumu bağlamayacağı belirtilmektedir. Onların yaptıkları iyi ya da kötü işlerin kendilerine, yeni gelen toplumun yaptıklarının da kendisine ait olduğu vurgulanmaktadır.630 Bu nedenle geçmişte ortaya çıkan toplumsal huzursuzluklar nedeniyle ortaya çıkan toplumsal çatışmaların dinen doğru olmadığı sonucunu çıkartmamız, geçmişten kalan bir kin ile yapılan çatışmaları haksız çıkarttığını göstermektedir. 630 2/Bakara, 134, 141. 118 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 2.4. KUR'AN'DA TOPLUMSAL ÇATIŞMA ALANLARI 2.4.1. Kur'an'da Toplumsal Çatışma İle Gerçekleştirilmek İstenen Değişim Kur'an hayatın her yönüyle İslami şekilde dönüştürülmesini istemektedir. Öyle ki Kur'an her şeyin "kök"ünü değiştirdiğinden şekil bakımından birbirine benzerlik arz eden eylemlerin bile amacı, hedefi ve içeriği mutlak anlamda değişmiştir. Böylece bu durumu kabullenmesi gereken mü’minler hayatlarını Kur'an'ın istediği bir yaşamla değiştirmeleri zorunlu olmaktadır.631 Kur’an’a göre insanların toplumun kötülüklerine müdahale etmesi gereklidir. Evrene, hayata ve topluma ilişkin yasaların tamamını belirleyen ve onları iradesine bağlı olarak işleten Allah, tarihe ilişkin yasaları belirlerken tarihsel süreci tarafsız değil, kendisine bağlı olanların lehinde işleyecek biçimde düzenlemiştir.632 Öte yandan Allah, bu tarih sürecinin ahlaki olanla olmayan, hak olanla batıl olanın birbirinden ayrı olması anlamında seçmeci olmasını dilemiştir.633 Ayrıca Kur'an tarihsel değişimin bir anda oluvermediğini açıklamaktadır. Dikkate değer bir zaman aralığından sonra büyük bir değişim meydana getirecek olan yavaş bir nedenler birikimine dikkat çekmektedir.634 Allah, insanlardan hayatlarını devam ettirirken iman etmenin dışında, mü’minlerin toplumlarında İslam'ı yaşamalarını ve toplumda egemen olmaları için toplumdaki düzeni kendilerinin oluşturmalarını istemektedir. Kur'an'ın vurguladığı ve o yüzden Kitaplar’ın indirilip elçilerin gönderildiği en önemli şey toplumların değişmesidir. Kur'an’da, toplumdan hareketle dinin değerlendirilmesi yer almamakta; bilakis dinden hareketle toplumu değerlendiren bir yaklaşım bulunmaktadır.635 Şerif Mardin’in İslamiyet’in özelliklerini sıralarken: 1. Toplumun genel hatlarını tanımlayıcı, 2. Talimat ve yön verici olduğu, 3. İdeolojik ve kültürel anlamları topluma mal edici, 4. Kişinin korunmasını sağlayıcı olduğunu söylemesi,636 İslam'ın dini açıdan topluma yön vermek istediğini göstermektedir. 631 Yolcu, a.g.e, s.197, 233. 16/Nahl, 128; 2/Bakara, 124. 633 13/Ra'd, 17; 45/Casiye, 21; 24/Nur, 57; 21/Enbiya, 105. 634 Mazharuddin Sıddıki, Kur’an’da Tarih Kavramı, Çev. Süleyman Kalkan, Pınar Yay., İstanbul, 1982, ss. 2529. 635 Ayıca bu durumun hadislerdeki yansımaları için bkz: Yılmaz, a.g.e., s.31, 33-34. 636 Mardin, a.g.e., s.93. Benzer ifadeler için bkz: Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, ss.9-10. İslam'ın ancak bir toplumsal düzen olduğu zaman evrensel rol oynayacak bir siyasi düzen haline gelebileceği belirtilmektedir. Fazlurrahman, Kur'an'ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997, ss.20-21. 632 119 Allah, insanların kendi yoluna uydukları zaman Allah'ın üzerlerine bol bol yağmur indireceğini, mallarını ve oğullarını çoğaltacağını, bahçeler ihsan edeceğini, ırmaklar akıtacağını ve nice bereket kapıları açacağını buyurmaktadır.637 Bu nedenle insanların Allah'ın yolunda ilerlemeleri, onların hayatlarını etkilemekte ve toplum huzur ve refaha kavuşmaktadır. İnsanlar Allah'ın istediği gibi yaşar iseler, Allah onlara yardım etmekte ve onları ilerletmektedir. Bu bakımdan Allah, mü’minlerin güç sahibi olarak toplumda kendisinin emirleri çerçevesinde bir yapı oluşturmalarını istemektedir. Toplumun kendini değiştirmedikçe, Allah'ın onları değiştirmeyeceği hükmü638 ile değişimin ilk olarak toplumun yapısını ve görünüşünü değiştirmediği, değişikliğin ilk olarak insanların içinde başlayarak değer yargılarının onları yönlendirmesinin gerçekleşmesi ile hedeflerini seçecekleri, böylece insanların kendilerini değiştirmeleriyle bu durumun topluma yansıması olacağı görülmektedir.639 Ayrıca Kur'an'ın tarih anlayışında toplumsaldan bireye indirgeyici bir tavır sergilendiğini de görmekteyiz.640 Bunun nedeni toplumun öneminin yok sayılması değil, toplumu oluşturan bireylerin özelliklerinin önemine dikkat çekilmesidir. Bu nedenle değişimin ilk olarak bireylerde görünmesi gereklidir ki toplumun yapısı da buna göre şekillenebilsin. İslam, bireylerin kendilerini farkına varmalarını sağlarken, aynı zamanda bireyi aşan bir üst birliğin yani toplumun üyesi olduğunu fark etmesini sağlamaktadır. Böylece farklılaştırılma ve birleştirilme süreçleri beraber yürütülmektedir.641 Bu nedenle toplum içerisinde belli bir hâkimiyet kuramayan mü’minlerin toplumda Allah'ın istediği bir değişiklik oluşturamayacakları görülecektir. Çünkü toplum içerisinde azınlık durumunda kalan mü’minler, tüm toplumu vahyin isteklerine göre değiştirememeleri nedeniyle Allah'ın toplumsal yasası gereği toplum içerisindeki az sayıdaki bir mü’min topluluk dışında, toplumun büyük çoğunluğu Allah'ın vahyinden uzak durması nedeniyle, o toplumun vahyin istediği şekilde değişmesi de mümkün olmayacaktır.642 Bu nedenle 637 71/Nuh, 11-12; 7/A’raf, 96. 13/Ra’d, 11; 8/Enfal, 53. 639 es-Sadr, a.g.e., ss.137-142. 640 Özsoy, a.g.e., s.112. 641 Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.92. Mü’minlerin inanç noktasında Mekki ayetlerle onların imanlarının güçlendirildiği, Medeni ayetlerle ise yalnızca toplumsal konularla ilgilenildiği gibi yanlış bir anlayışın olduğu belirtilerek, İslam'ın başından beri böyle bir ayrıma gitmediği, sadece aralarında değişen şeyin söz konusu dönemlerdeki ağırlık dereceleri olduğu vurgulanmaktadır. Aydın, a.g.e., s.53. 642 İslam'ın yeryüzüne egemen olmaması nedeniyle Müslümanların dinlerini yaşayamadıkları, toplumun kötülüklerinden etkilendikleri, bu nedenle de mutlaka İslami olmayan toplumların devrilerek İslam'ın hâkim olduğu toplum oluşturulma isteklerinin yanlış yönleri olduğu söylenilmektedir. Çünkü bu söylemin Müslümanların kendilerini değiştirmelerinde bir mazeret olarak kabul edildiği, bu nedenle de tüm suçu İslami olmayan toplumlara atıldığı; hâlbuki Müslümanların her ne kadar İslami olmayan bir toplumda da yaşasalar da kendilerini düzeltmeye çalışmaları gerektiği, daha sonra da topluma hâkim olmak için mücadele etmelerinin doğru olacağı vurgulanmaktadır. Ancak Müslümanların kendilerini düzeltmeden topluma hâkim olmak için 638 120 mü’minlerin Allah'ın bu yasası gereği toplumun kendisini değiştirmek için mücadele içerisine girmeleri zorunlu olmaktadır. Eğer mücadeleye girmezlerse o toplum hiçbir zaman Allah'ın istemiş olduğu şekilde bir toplum olmayı hak edemeyecektir. Çünkü toplumda oluşan bozukluğa karşı hiçbir tepki vermeyerek kendi hallerinde bir yaşamı benimseyen bir toplumun toplumsal çöküşle karşılaşacağı görülecektir.643 Tabi mü’minlerin toplumun tümünü değiştirmek için başlattıkları bu mücadele sürecinde de çatışmaların çıkması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü insanlar kendilerine yöneltilen etkili bir davet karşısında kolay kolay teslim olmadıkları gibi, kendilerine göre karşı tavır stratejisi belirler. Önce mesajın tutarsız, çürük ve insanların kurtuluşunu amaçlamadığı gibi karşı söylem ve girişimlerle onu çürütmeyi denerler. Olmazsa mesajı reddederler. O da yeterli olmadığında mesajı getireni reddetme ve onu aşağılama yoluna giderler. Bunda da başarısız olduklarında davette verilen bilgiyi esas amacından saptırarak bozmak isterler; ayrıca mesajı mantığa büründürerek direnirler.644 Bu bakımdan insanların doğruya karşı geliştirdikleri bu tavırlar nedeniyle toplum içersinde çeşitli çatışma şekilleri olacağı görülecektir. Kur'an'ın tarih ve değişim anlayışına göre toplum ve tarih, belli bir zaman ve mekân dairesinde dondurulmak istenen mitik bir vakıa değil, oluşmakta ve oluşacak olan organik bir süreç, bitmeyen bir değişme dinamizmidir. Kur'an bu nedenle dinamik bir toplum bilincine sahip olunması gerektiğini belirtir.645 Hz. Muhammed (sav)’in kâfirlerin tüm yapılanmalarını değiştirirken sadece Allah'ın dinine uymayan özelliklerini değiştirmek istemiş; ancak İslam'a aykırı olmayan Mekke'deki belli başlı erdemlerin birçoğunu benimseyerek, onlara yeniden İslam'a uygun bir şekilde can vermiştir. Örneğin, cömertlik, cesaret, vefa, doğru sözlülük gibi kişisel özellikler İslam'ın istediği şekilde kanalize edilmiştir.646 İslam bu bakımdan yaşanılan toplumun tüm özelliklerini ortadan kaldırarak tamamıyla yepyeni bir toplum kurmak istememektedir. Mevcut olan toplumdaki tüm unsurları İslami bir şekilde değiştirmek isteyerek, bunu yine mücadele ettikleri, bu nedenle de kendi içlerinde çelişkiye düştükleri ve bu nedenle yanlış yapılanmalar içerisine girdikleri belirtilmektedir. Mehmet Paçacı, “Allah'ın Krallığı” Sendromu ve Günümüz Müslümanları, Kur'an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., 2.Bas., Ankara, 2002, ss.9-29. Benzer eleştiriler için bkz: Ali Bulaç, Modern Dünya İle Çatışma ve Uyumdan Modernite’yi Aşmaya, Bilgi ve Hikmet Dergisi, Güz-1994, Sayı, 8, ss.8-13. 643 Sıddıki, a.g.e., ss.25-29; Candan, a.g.e.,s.298. 644 Yolcu, a.g.e, s.256. 645 Şaban Ali Düzgün, Sosyal Teoloji -İnsanın Yeryüzü Serüveni, Akçağ Yay, Ankara, 1999, s.127. 646 İzutsu, a.g.e., ss.109-141. 121 aynı toplumun insanlarıyla yapmak istemektedir.647 Değilse o toplumdaki kâfir insanları yok etme gibi bir düşünce söz konusu olmamaktadır. O halde İslam'ın yapmak istediği şey, ilk olarak toplumdaki insanları değiştirmektir; böylece toplumsal çatışmaların seyri de belirlenmiş olmaktadır: İslam'ın mü’minleri yönlendirmesiyle, toplumsal çatışmaların çıkmasının temel nedeni toplumdaki insanların değiştirilmesinin bir sonucudur. Kur'an, İslami olmayan toplumun davetin ilk başında terk edilmesini istememekte, bilakis o toplumu değiştirmek için mü’minlerin mücadele etmesini istemektedir. Toplumun değiştirilmesinin ve bu nedenle toplumda kalınmasının gerçek amaç olmasına karşılık, toplumdan hicret etmenin stratejik bir yöntem olmadığı, toplumdan ayrılarak hicret etmenin olmazsa olmaz bir şart olmadığı; bu nedenle Hz. Muhammed (sav)'in dini görevi Mekke'de tatminkâr bir ilerleme gösterseydi, orayı terk etmeyeceği belirtilmektedir.648 O halde toplumu terek etmeyerek orayı değiştirmenin temel amaç olmasının sonucunda, toplumun değiştirilmesinin toplumsal çatışmalara neden olduğunu söylemeliyiz. Bu durumun diyalektik anlayışla örtüştüğü görülmektedir. Ancak bu, Hegel ve Marx’ın belirttiği şekilde bir diyalektik bir anlayış değildir. Buradaki diyalektik karşıt güçlerin birbirleriyle sürekli olarak çatışmasıyla değişimin sonsuza kadar devam ederek gelişimin sağlanması değildir.649 Çünkü tüm insan etkinliklerinin Marx'ın ileri sürdüğü gibi üretim biçimi tarafından belirlenmediği açıktır. Sosyal kurumların gruplar arası çatışmadan doğdukları ve varlıklarını sürdürdükleri de doğru değildir. Ayrıca, insan toplumlarının sınıf ve kast yapısının, Marx'ın ileri sürdüğü iki yönlü yapıdan çok daha karmaşık olduğu da bilinmektedir.650 İslam mevcut toplumdaki değerlerle çatışmaya girmekte; fakat bunu yaparken o toplumun değerlerini İslami yönde değiştirerek gelişmeyi sağlamaktadır. Bu bakımdan İslam'ın diyalektiğe bakışı toplumdaki karşıt değerlerin çatışması olmayıp, toplumdaki kötü 647 Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.59; Kur'an'ın insanları hangi yönlerden etkilediği ve değişimin nasıl gerçekleştiği hakkında bkz: Yolcu, a.g.e, s.197, 217, 233. 648 Hamid, a.g.e., s.100; Fazlurrahman, İslam, s.62. Ancak Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinin bir kaçış olmadığı; bilakis İslami davetin başka araçlarla devam ettirilmesi olduğu da belirtilmektedir. Bu farklı araçların ise, Kureyş’in ticaret kervanlarını engellemek için seriyyeler göndermek ve gazalara çıkmak olduğu; bunun nedeninin ise, Mekke’ye karşı ekonomik kuşatmanın sağlanılması, böylece onların ticari çıkarlarını vurmak olduğu söylenilmektedir. Ancak bu şekilde yapılan bir çatışmanın amacının kesinlikle ganimet olmadığı; bilakis bu şekilde Kureyş’i teslimiyete ve İslam'a girmeye yöneltmek için yapıldığı vurgulanmaktadır. Cabiri, a.g.e., s.128, 138-143; Fazlurrahman, Allah'ın Elçisi ve Mesajı, s.38. 649 İlyas Ba-Yunus, Ferid Ahmed, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Denemesi, Çev. Rıdvan Kaya, Bir Yay., İstanbul, 1986, ss.66-67; Candan, a.g.e., s.215. 650 Ba-Yunus-Ahmed, s.27 122 özelliklerin İslami yöne doğru diyalektiğe uğramasıdır ve bu diyalektik de sonsuza kadar değil, sadece İslam'ın istediği şekilde bir toplum oluşuncaya kadar sürmektedir. 2.4.2. Toplumsal Emirlerin Çatışmaya Neden Olması Allah, insanların toplumsal hayatlarını devam ettirirken kendisinin emirleri çerçevesinde yaşamalarını istemiştir. Bunun için Allah, Kur'an'da toplumsal hayatta uyulması gereken kuralları insanlara bildirmiştir. Bu durumun kâfirlerle olan çatışmadaki işlevi çok önemli olmaktadır. Kâfirler mü’minlerle aynı toplum içerisinde yaşarlarken Allah'ın bireysel, ahlaki, ekonomik ve siyasi açıdan ortaya koyduğu emirlerinin uygulanmasının kendi yaşamlarını ortadan kaldıracağını görmeleriyle, mü’minlerin bu toplumsal yaşamı oluşturma isteklerine karşı çıkmaktadırlar. O halde mü’minlerin uygulamak istedikleri toplumsal kuralların ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir: Allah'a kulluk etmek; ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namaz kılmak ve zekâtı vermek,651 birbirlerinin kanını dökmemek, birbirlerini yurtlarından çıkartmamak,652 yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği mallardan harcamak, antlaşmalara sadık kalmak, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabretmek,653 bir toplum diğerinden güçlü diye aralarında yaptıkları antlaşmayı bozmamak,654 verilen sadakaları başa kakmayarak fakirlerin gönlünü kırmamak,655 akraba haklarına riayet etmek,656 yetimlere bakmak ve haklarını gasp etmemek,657 sevdikleri insanların aleyhine bile olsa adaletli olmak,658 fakirlik korkusuyla çocukları öldürmemek,659 ölçü ve tartıda adaletli olmak,660 çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı yapmamak,661 faiz yememek,662 kısas yapmak,663 zinada yüz, namuslu insanlara zina isnadı 651 2/Bakara, 83, 4/Nisa, 36. 2/Bakara, 84. 653 2/Bakara, 177; 16/Nahl, 91. 654 16/Nahl, 92. 655 2/Bakara, 262-263. 656 4/Nisa, 1. 657 4/Nisa, 2,6, 10. 658 4/Nisa, 135; 25/Furkan, 72. 659 6/En’am, 151. 660 6/En’am, 152. 661 16/Nahl, 90. 662 2/Bakara, 275. 663 2/Bakara, 178-179. 652 123 bulunanlara da seksen sopa vurmak,664 kimseyle alay etmemek, kötü zandan sakınmak665 olarak belirtilmektedir. Bu emirlere bakıldığı zaman insanların kalbi olarak iman etmelerinin yanında, toplumun huzurunu ve toplumsal bütünleşmeyi sağlayacak emirlerin de yerine getirilmesinin çok önem arz ettiğini görmekteyiz. Tabi burada bu emirleri yerine getirmeyenlere toplumsal huzursuzluklara yol açması bakımından iyi bir şekilde bakılmayacağı açıktır. Bu nedenle bu emirleri yapanlar ile bu emirleri dikkate almayarak muhalif davrananlar arasında ister istemez bir çatışmanın olması kaçınılmazdır. Buradaki çatışmayı üç şekilde değerlendirmemiz mümkündür: Birincisi, imani yönden, zihinsel anlamda bir karşıtlığın meydana gelmesi ve bu nedenle çatışma çıkmasıdır. İkincisi ise, toplumsal huzursuzluğa neden olunduğu için bu durumu düzeltmek için yapılan çatışma şeklidir. Ancak bu ayrımın tam olarak birbirinden net olarak ayrılması pek mümkün gözükmemektedir. Öncelikle burada değerlendirilmesi gereken nokta, Allah'ın verdiği emirleri niçin verdiği sorusunun cevabının bulunmasıyla mümkün olabilecektir. Eğer Allah insanların toplumsal yönden huzurunu sağlamak amacıyla bu hükümleri verdiyse, buradaki çatışmanın niteliğinin toplumsal huzuru bozan duruma karşı ortaya çıkan bir çatışma niteliğini taşıyor olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Allah, bu hükümleri insanların huzurunu sağlasın diye değil de, imtihanın gerçekleştirilmesi için koymuş ise, o zaman buradaki çatışmanın inananların inkâr edenlere karşı tavırlarının olumsuz olmasından kaynaklanan bir çatışma şekli olduğunu söyleyebiliriz. Üçüncü olarak, hem imanın şartı olarak hem de toplumsal huzuru sağlama amacıyla ortaya konan hükümlerin değerlendirilmesinde ise çatışmanın, diğer iki çatışma türüne göre şiddetinin ikiye katlandığını görmekteyiz. Çünkü buradaki çatışma hem imani bir çatışmadır, hem de toplumsal huzuru sağlama adına yapılan bir çatışmadır. Allah ve Resulü’ne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya da el ve ayaklarının çaprazlama kesilmeleri ya da oradan sürülmeleridir.666 Burada İslam toplum düzenini bozmak isteyen ve bu şekilde bir oluşum içerisinde bulunan kimselere karşı oldukça sert bir şekilde meydan okunmaktadır. Yani bu hükümleri uygulayabilmek için o toplumun kesinlikle bir devlet anlamında bir güce sahip olması gerekmektedir. Değilse bu hükümleri uygulayabilecek bir gücün olmaması bu emri anlamsız kılmaktadır. Bu nedenle bu emirleri uygulayabilecek bir gücün olmaması 664 24/Nur, 2, 4. 49/Hucurat, 11-12. 666 5/Maide, 33. 665 124 durumunda, yani İslam'ın hükümlerini uygulamayan bir devlette, o toplumun içerisinde bu hükümleri uygulamaya çalışacak kimselerin çıkması halinde, toplumsal bir kargaşa çıkacağı gibi, devletin düzeninin de bozulacağı görülecektir. Böylece Allah'ın emirlerini uygulatmaya çalışan kimselere karşı olarak, düzenin bozulmasını engellemeye çalışan devlet durmaktadır. Allah da bu ayette toplumsal düzeni ve huzuru bozanlara hiçbir tolerans göstermemektedir. Çünkü toplumsal düzenin olmadığı, sürekli olarak bir kargaşa ve çatışmaların olduğu bir toplumda ilerleme sağlanamadığı gibi, Allah'ın emirlerinin uygulanması da mümkün olmayacaktır. Fakat bu düzenin sağlanmasına yönelik tedbirlerin İslam toplumunda olduğu açıktır. Çünkü Müslümanların kurdukları toplumsal yapı ve devlet Allah ve Resulü’nün istediği şekilde oluşturulmuştur ve dolayısıyla toplumsal düzeni bozmak Allah ve Resulü’ne karşı savaşmak anlamına gelmektedir. (Tabi burada gerçek anlamda da savaşanlara karşı da bir cezanın olduğu açıktır.) Bu nedenle İslam toplumlarında düzeni bozanlara birçok yaptırım uygulanırken; İslami olmayan toplumu hidayete erdirmek için o topluma mensup insanların kendi devletlerine karşı yapacakları mücadele ise İslam'a göre zorunlu olmaktadır. Dolayısıyla burada devletin İslamiliği temel belirleyici etken olmaktadır. Devlet İslami bir yapıya sahip değilse, o devletin düzenini bozacak davranışlar ve hareketler meşru iken; İslami bir devlet yapılanmasında bu duruma kesinlikle izin verilmemektedir. Bu nedenle şartların belirleyici olması Müslümanların yaşadıkları toplumdaki konumlarını tespit etmelerini zorunlu kılmaktadır. Adabı muaşeretten sayılan, insanların kendilerinin düşünerek rahatlıkla bulabilecekleri evlere izinsiz girmeme hükmünün bizzat Allah tarafından emredildiğini görmekteyiz.667 Bu ve bunun gibi birçok hüküm ile Allah, insanlar için küçük büyük demeden hayatlarının her anını düzenlemek istemektedir. Toplumsal anlamda Peygamber döneminde ortaya çıkan bir huzursuzluk ve kargaşa ortamına hemen müdahale edilerek insanların yapmaları gereken doğru gösterilmektedir. Bu bakımdan insanların kendilerinin düşünüp rahatlıkla bulabilecekleri bir duruma bizzat Allah'ın kendisinin hüküm koyması, bu hükmün tartışmasız bir şekilde uyulmasını sağlamaktır. Ayrıca bu tür hükümlerin konulmasının nedeni olarak toplumda bu tür yanlış uygulamaların olduğunun bilinmemesi; fakat toplum içinde bazı insanların bu durumu yaşadıklarından dolayı Allah'ın bu duruma bizzat müdahalesi olabilmektedir. Her iki durumda da basit bir adabı muaşeret hükmünün Allah tarafından koyulması, insanların hayatlarına her yönden müdahale edilme hakkını tanımaktadır ve bu emirlerin yerine getirilmesini dini bir renge büründürmektedir. 667 24/Nur, 58-59. 125 Dünya hayatında faiz yiyenlerin, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacakları ve cehenneme gidecekleri belirtilmektedir.668 Yani toplumda yaşayan bu insanlar yaptıkları bu kötü iş nedeniyle cezalarını çekeceklerdir. Çünkü onlar, toplum hayatında Allah'ın istemediği bir iş yaparak hem Allah'ın emrine karşı gelmiş oldular, hem de kendilerine muhtaç olan insanların sırtlarından haksız kazanç sağladılar. Bu bakımdan insanların bu faiz yiyen kişilere karşı zaten iyi bir bakışları olmadığı gibi, Allah'ın da onları ağır bir şekilde cezalandıracağını öğrendikleri zaman, mü’minlerin kâfirlere olan bakışları tamamen değişerek, onların yaptıkları bu kötü işe engel olmak için ellerinden geleni yapmaya çalışacaklardır. Çünkü faizcilere karşı Allah ve Resulü savaş açmıştır.669 Bu bakımdan toplumsal anlamda haksızlıklara neden olması nedeniyle Allah faizi haram kılmış ve böylece de toplumsal bir haksızlık nedeniyle mü’minler bu kişilere karşı bir çatışma içerisine girmişlerdir. İyilik yapmaya aracılık edenlerin ondan bir payı olduğu gibi, kötülüğe aracılık edenlerin de ondan bir payı olduğu belirtilmektedir.670 Böylece insanların iyilik yapması teşvik edilmekte ve kötülük yapması da engellenmektedir. İnsanların kötülüğe aracı olmalarıyla, kötülüğü yapanla birlikte bir pay sahibi olması toplumsal anlamda birçok şeyin etkilenmesini sağlamaktadır. İnsanları kötülüğe iten tüm unsurların ortadan kaldırılması için çalışmalar yapılacak; kötülüğe aracılık edenlere karşı, iyiliğe aracılık adına mücadele içerisine girilecektir. Tabi böyle bir durumda da toplumsal bir çatışmanın ortaya çıkmasına neden olunacaktır. Fakat bu çatışma kötü ve istenmeyen bir çatışma türü olmayıp, insanların Allah'ın rızasını kazanmak için yapmış oldukları bir çatışma olacaktır. Mekkeliler’in atalarının uyarılmadığı için gaflet içinde kaldıkları belirtilmektedir.671 Dolayısıyla insanların yanlış yola sapmamaları, cahil kalmamaları için topluma yanlışlarını anlatan, doğru yolu gösteren uyarıcıların var olması gerekmektedir. Bu uyarıcıların olmadığı durumlarda toplumların bu şekilde gaflet içinde kalmaları nedeniyle Müslüman toplumların bu uyarma görevlerini her zaman yapmaları gerekecektir. Allah, insanların birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmelerini,672 mü’minlerin içinde hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir topluluğun bulunmasını 668 2/Bakara, 275; 3/Âl-i İmran, 130. 2/Bakara, 279. 670 4/Nisa, 85. 671 36/Yasin, 6. 672 103/Asr, 3. 669 126 istemektedir.673 Kur'an toplumda oluşan olumsuz durumlara karşı tarafsız kalınmasını bile kabul etmemektedir. Çünkü toplumdaki kötülükler düzeltilmediği zaman bu durum tüm toplumu etkileyecektir.674 Hak, adalet ve hürriyetin yerleşmesi; buna karşılık kötülük, zulüm ve dayatmanın ortadan kaldırılması için zalim yöneticilerle çatışma da iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın kapmasına girmektedir.675 Allah, insanlar nasıl olsa inanmayacaklar diyerek hiç bir şey yapmamayı doğru bulmamakta; çünkü bu düşüncenin yanlış olduğunu, hem insanların belki anlayarak doğruyu bulabilecekleri hem de mü’minlerin tebliği yaptıkları zaman Rablerine sunacakları bir mazeret olacağını belirtmektedir.676 Yani insanların bilgisiz kalmalarına ya da insanların kötülük yapmalarına hiçbir şekilde müsaade edilmemektedir. Bu bakımdan Kur'an'ın dünyayı kendi isteği doğrultusunda bir dönüştürme isteğinin olduğunu açıkça anlıyoruz. Bunun nedeni her ne kadar ahirette insanların tek başına hesaba çekilerek cezalandırılacağı belirtilse de,677 dünyada cezalandırmanın tüm toplumla birlikte gerçekleşeceğidir.678 Allah, İsrailoğulları’nın kırk yıl çölde kalmalarını istediğinde, Hz. Musa ve inancında samimi olanlar da onlarla berber çölde kalmak zorunda kalmışlardı. Çünkü onlar da aynı toplumun üyesi oldukları için toplu bir şekilde cezalandırma olmuştu. Bu nedenle Kur'an'da bireysel eylem ile toplumsal eylem arasında bir ayrım olmadığını görmekteyiz.679 Bu nedenle toplumdaki iyi ya da kötü tüm insanların toplumsal anlamda çöküşe uğramaması için toplumdaki kötülüklerin önlenmesi gereklidir. İnsanların yaptıkları kötülüklerine İslam tarafından engel olunma çabası, İslam'ın “müdahaleci bir din” olduğunu göstermektedir. Yani kötülüklerin olduğu bir dünyada İslam'ın bu durumlarla ilgilenmemesi mümkün olmayacağı için, gerek toplumsal, gerekse toplumlararası bir çatışma olması kaçınılmaz olacaktır. Ehli Kitap içerisinde hakkı gözeterek Kur'an'ı okuyan ve ona iman eden din mensuplarını da unutmamak gerekir.680 Onların iman etmeleri, her ne kadar belli bir kültür ve dinin içerisinde yaşanılırsa yaşanılsın, kendi inançlarına uymayan; fakat kendi inançlarından doğru olan hakikatın kabul edilebileceği sonucunu çıkarmamızı 673 3/Âl-i İmran, 104, 110; 31/Lokman, 17. Aktaş, a.g.e., s.269. 675 Şimşek, a.g.e., s.231; İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.224-225. İyiliği emretmenin ve kötülükten alıkoymanın muhalefetin meşru olduğunu gösterdiği ve bu durumun siyaset ve yönetimle olan bağlantısı hakkında bkz: Mustafa, a.g.e., ss.137-139. 676 7/A’raf, 164. 677 35/Fatır, 18. 678 8/Enfal, 25. 679 Es-Sadr, a.g.e., ss.61-62, 93-98. 680 2/Bakara, 121. 674 127 sağlamaktadır. Böylece tüm Ehli Kitap mensuplarının ya da başka din mensuplarının ölene dek aynı dine bağlı kalacakları düşüncesinin doğru olmadığını; toplumun ve geleneklerin insanları etkilemesi ne kadar çok olursa olsun, yeni düşüncelerin insanlarda değişiklik oluşturmasını mümkün kılması, dinler arası tebliğ faaliyetlerini zorunlu kılmaktadır. Bir önceki ayette bahsedilen onların hiçbir şekilde iman etmeyeceklerinin söylenmesi, kapalı bir yapıya sahip olan ve iyi niyetli olmayan din mensuplarından bahsettiği açıktır; bu nedenle başka din mensuplarının içerisinde iman edebilecek insanların bulunma ihtimali nedeniyle dini tebliğ çalışmalarının yapılması gerekecektir. Fakat bu dinler arası tebliğ çalışmaları yapılırken sürtüşme ve çatışmaların yaşanabileceği unutulmamalıdır. Çünkü başka dine mensup insanların, kendi dinlerinden çıkmalarına neden olacak bu tür çalışmaları, toplum içerisindeki diğer din mensuplarınca iyi bir şekilde karşılanmaması mümkün olabileceği gibi, bu tebliği yapanlara karşı da çatışma içerisine girmeleri de mümkündür. Bunun sonucunda ise, tebliği yapan din mensuplarının dinlerini anlatmasının zorunlu olması; karşıda ise buna karşı çıkan başka din mensuplarının bulunması önemli bir çatışmanın ortaya çıkmasına neden olacaktır. Buradaki çatışma türünün ya da nedeninin dinin yayılmacı özelliğinden kaynaklandığını söyleyebileceğimiz gibi; dini düşüncenin, kendi inançlarına göre yanlış bir inanca sahip olan başka din mensuplarını uyarma sonucunu gerekli kılmasından dolayı ortaya çıkan, dini düşünceden kaynaklanan bir çatışma türü olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca din mensuplarının birbirlerinin dinlerini yaymalarına engel olma nedeniyle ortaya çıkan çatışmanın da engellenme nedeniyle ortaya çıkan bir çatışma türü olduğunu görmekteyiz. 2.4.3. Engellenme ve Çatışma Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasına engel olanlar ve mescitlerin harap olması için çalışanlardan daha zalim kimsenin olmadığı belirtilmektedir.681 Böyle kimselerin bu tür bir uğraş içinde olmaları inananlara olan düşmanlıklarından kaynaklanmaktadır. Bu şekilde bir düşmanlığın sonucu da aynı derecede sert olacaktır. Çünkü inananlar ibadetlerini yaparken karşılarına çıkan bu engellemelere karşılık olarak kendilerini savunmak isteyecekler ve bundan dolayı engellemeden doğan bir çatışma ortaya çıkacaktır. Böylece inananların dinlerini yaşama istekleri kâfirlerin müdahaleleri nedeniyle şekil değiştirerek çatışma şekline dönüşecektir. Burada inananların çatışma içerisine girme 681 2/Bakara, 114. 128 nedenleri inançlarının çatışmayı istemesinden değil; bir engellenme nedeniyle ortaya çıktığını vurgulamamız gerekecektir. Haram aylarda savaşmak büyük bir günah olduğu gibi, insanları Allah ondan çevirerek Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük günah olduğu belirtilmektedir.682 Bu bakımdan insanların ibadetlerini yapmalarına engel olmak ve diğer şekillerdeki engellemelerin çatışmayı meşru kılacağı görülecektir. Allah'ın, Hz. Peygamber namaz kılarken onun namazına engel olanı perçeminden yakalayarak zebanilerin eline bırakacağını söylemesi,683 mü’minlerin engellenmelerinin kesinlikle kabul edilemeyeceğini göstermektedir. Kâfirlerin Kur'an okunurken onun dinlenmemesini istemeleri, gürültü yaparak onun sesini bastırmak istediklerini görmekteyiz.684 Kâfirlerin bu şekilde insanların ayetlerden etkilenmemeleri için bu yaptıkları, Müslümanların tebliğlerini engelleyici bir hareket olduğunu anlıyoruz. Böylece mü’minlerin toplumlarına ulaşmalarının önünü keserek, mü’minlerin amaçlarını gerçekleştirmelerine engel olduklarını görmekteyiz. Allah, mü’minlere, kâfirlerin kendilerini Mescid-i Haram’a girmelerine engel oldukları için o topluma karşı besledikleri kinin mü’minleri tecavüze sevk etmemesi gerektiğini belirtilmektedir.685 O halde bir toplumun engellenmesi, engelleyenlere karşı her şeyi yapabilme fırsatı tanımasını sağlamamaktadır. Fakat bu, kâfirlerin yapmış olduklarına hiçbir karşılık verilmeyeceği anlamına gelmediği unutulmamalıdır. Burada anlatılmak istenen şey, bir şeyi yapmak isterken engellenme ile karşılaşınca, değişik bir psikolojiye bürünülerek hiçbir değer gözetmeden, ölçüt tanımadan sadece önündeki engeli kaldırma amacıyla her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip olunamadığıdır. Çünkü bu şekildeki bir çatışma İslam'ın istediği değerlere ve ölçütlere uymamaktadır. Allah, mü’minlerin toplum içerisinde birlikte yaşamış oldukları müşriklerden ve Ehli Kitaptan birçok üzücü sözler işiteceklerini belirtmektedir.686 Eğer mü’minler Allah'ın dinini yaymak için mücadele ederlerse, o toplum içerisinde yaşayan ve mü’minlerin yapmak istedikleri şeyi kabul etmeyen kişiler, onlara karşı gelerek mü’minleri yollarından çıkarmak ve yıldırmak için birçok engel çıkaracaklardır. Bunun böyle olacağı Allah tarafından mü’minlere bildirilerek kendilerinin bu duruma hazırlanması istenmektedir. Çünkü bu 682 2/Bakara, 217. 96/Alak, 9-18. 684 41/Fussilet, 26. 685 5/Maide, 2, 8. 686 3/Âl-i İmran, 186. 683 129 durum, karşı konulamaz bir toplumsal yasa olarak onların karşısında durmaktadır. Bu nedenle mü’minlerin sabretmesi ve takva göstermeleriyle işlerin en güzelini yapacakları bildirilerek, mü’minlerin kâfirlerin bu engellemelerine karşılık olarak gerekli mücadelenin gösterilmesi gerektiği istenmektedir. 2.4.4. Bireysel Özellikler ve Çatışma Kur'an insanı iki kutuplu bir varlık olarak sunmaktadır. İnsanda bu iki kutbun hangisinin öne çıkacağını belirleyen tek etken ise, insanın hür iradesidir.687 İnsanın kendisindeki olumlu ve olumsuz istekleri arasında kaldığı zaman doğruyu seçebilme hürriyetine sahip olması, insanın içinde yaşadığı çelişkilerin sonucunu da kendisinin belirlediğini göstermektedir. Bu bakımdan insanda bulunan iyi ve kötü özellikler insanın tercihi yönünde bir yol alarak, bireysel istek ve duyguların tercih edilmesiyle insan kendi nefsine uyduğu zaman Allah'ın emirlerine karşı gelmiş olacak ve bunun nedeni de insanda bulunan kötü özelliklerin seçilmesi olacaktır. Bu nedenle bir taraftan, insan kendi benliği-nefsi tarafından kendi yolunu çizmeye ve arzu ettiğini yapmaya yönlendirilirken, diğer taraftan hayatta kalma şansı ancak bu arzularını kontrol edebildiği ve diğer insanlarla uyumlu olabildiği ölçüde mevcuttur.688 Her türlü toplumsal denetimden uzak tümüyle özgür olmayı hedefleyen bireyselcilik anlayışı, insanların toplumda her istediklerini yapabilmeleri özgürlüğü verdiğinden dolayı İslam tarafından kabul edilemezdir. Çünkü bireycilik toplumun dağılmasına yol açar, insanlara toplumsal kurum ve kurallara karşı gelme özgürlüğü tanır ve toplumun ideal ve değerlerini alt üst etme yetkisi verir. Bundan dolayı İslam dini bireylerin bu özgürlüğünü kısıtlayarak, dinin açıkladığı hedefler doğrultusunda değiştirmeyi amaçlar.689 Bu bakımdan toplumsal yaşamın getirdiği bir zorunluluk olarak insanların istek ve çıkarlarının toplumla çatışmaması gerekmektedir. Eğer böyle bir durum gerçekleşirse tercih edilecek olan bireylerin istekleri olmayacak, toplumun devamı ve düzeninin sağlanabilmesi için toplumun istekleri öne çıkarılacaktır. Tepkisel ve duygusal taraftarlık da sağlıklı düşünmeye engel olmaktadır. İnsanın tutumları, eğilimleri, duyguları ve tepkileri düşüncesini etkilemekte ve onu yanlış 687 Özsoy, a.g.e., s.117. Ba-Yunus-Ahmed, s.46. 689 İsmet Altıkardeş, Din ve Sosyal Bütünleşme, Rağbet Yay., İstanbul, 2004, s.83, 116; Düzgün, Din, Birey ve Toplum, ss.48-52. 688 130 yönelişlere saptırmaktadır. Örneğin, Mekkelilerin kibirlenme, sınırsız biçimde kendine güvenme, hiçbir otorite önünde eğilmeme, şeref duygusu vb. tüm özellikleri onların cehl kavramının çerçevesinde oluşan huylardı. Onların bu karakterde olmaları İslam'ı kabul etmemelerine neden olmuş, bu nedenle kendilerini düzeltmeye gelen Peygamber’e düşman kesilmişlerdir. Yani onların kötü bir karakter sahibi olmaları onların iman etmelerinin önüne geçmiştir.690 Kur'an, insanın düşüncesindeki sağlıklı yönelişi saptırarak doğru ile yanlışı birbirinden ayırmasını engelleyen ‘heva’nın etkisine dikkat çekmekte ve insanları ona karşı hassas oldukları kadar uyanık olmaya da çağırmaktadır.691 Şeytanın Allah'ın emrini yerine getirmemesinin nedeninin kendisinin üstün olduğunu söyleyerek büyüklenme olması,692 Firavun ve ileri gelenlerinin Musa ve Harun’u reddetmelerinin nedeninin onların kibre kapılmaları ve ululuk taslamış olmaları,693 insanların iman etmemelerinde büyüklenmenin yani kibrin önemini göstermektedir. Bu bakımdan bireysel istek ve duygular insanları yönlendirmekte ve bu nedenle de gerçeği görmelerinde büyük bir engel oluşturmaktadır. İnsan bununla da yetinmeyerek bu özelliklerinin yönlendirmesiyle kendisine karşı çıkanlarla çatışma içerisine girmeyi göze almaktadır; çünkü insan kendisini o kadar büyük görmektedir ki, hiçbir özelliği olmayan bu insanların kendisinin büyüklüğünü göremeyerek, kendisini hiçe sayarak karşı çıkmasını ve eleştirmesini hazmedememektedir. Mekke'de ticaretle gelişip zenginleşen toplumda Araplar için çok önemli olan kabilecilikteki “biz duygusu” yıkılarak onun yerine bireycilik yerleşmiş, bu nedenle sosyal yapı sarsılmış, ahlaki değerler yıkılmış ve toplum kaosa sürüklenmişti.694 Dolayısıyla insanlardaki tutkuların toplumsal yapıyı değiştirecek kadar güçlü olması, bireysel istek ve duyguların toplumsal bağlamı düşünüldüğünde çok önem arz ettiklerini söylemeliyiz. Âdem’in iki oğlu arasındaki çatışmanın en büyük sebebinin695 ve Hz. Yakub’un oğullarının Hz. Yusuf’u öldürmek için planlar kurmalarının nedeninin kıskançlık olduğunu 690 İzutsu, a.g.e., ss.96-108; Aktaş, a.g.e., s.82; Altıntaş, a.g.e., ss.76-87. 4/Nisa, 135, Kasas, 50; 30/Rum, 29; 38/Sad, 26; 45/Casiye, 23; 53/Necm, 23. 692 7/A’raf, 12; 17/İsra, 61; 38/Sad, 76. 693 10/Yunus, 75; 23/Mü’minun, 45-47; 29/Ankebut, 39. 694 Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.58. 695 5/Maide, 27. İlk insanlar olması nedeniyle öldürme düşüncesinin nereden geldiği sorusu sorularak, bu durumun ayetlerden anlaşılacağı üzere insanın fıtratıyla ilgili olduğu; çünkü insanın nefsinin öldürme isteğine karşı fıtratı tarafından engellendiği; ancak insan bunu yapmaya kendisini zorladığı zaman nefsin bu işi güzel göstereceği belirtilmektedir. Bu bakımdan Kur'an'da anlatılan bu kıssa, (meşru sebeplere bağlı olarak ve şartların gerektirdiği durumlarda) insanların birbirlerine saldırmalarının, hatta öldürmelerinin doğuştan gelen bir özellik olduğunu gösterdiği söylenilmektedir. Abdurrahman Ateş, Kur’an’a göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Beyan Yay., İstanbul, 2002, s.29. 691 131 görmekteyiz.696 İnsanın bir özelliği olarak kıskançlığın insanların arasında çatışmalar çıkmasına neden olduğunu bilmemiz, toplumsal çatışmalarda da kıskançlığın önemli bir rol üstleneceğini gösterecektir. Yahudilerin Peygamber’in kendilerinden gelmemesini kıskanarak Kur'an'ı inkâr etmeleri,697 kıskançlığın çatışmaya dönüşecek kadar önemli bir neden olduğunu göstermektedir. Ayrıca kıskançlık nedeniyle Ehli Kitabın çoğunun mü’minlerin imanından döndürmek istediklerini de görmekteyiz.698 Ehli Kitabın öz oğullarını tanıdıkları gibi Peygamber’i tanımalarına rağmen, onlardan bir grubun bile bile gerçeği gizlemelerinin ve kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düşmelerinin nedeninin kıskançlık olduğu görülmektedir.699 Ayrıca bu kıskançlığın sonucunda ortaya çıkan inkâr, kesinlikle çok büyük bir karşıtlığın tohumlarını atmaktadır. Yani onlar Peygamber’i bildikleri halde bu dini kabul etmeyerek, bu dine tamamen karşı olmaları, onların içerisinde İslam'a karşı çok büyük düşmanlık düşüncelerinin olduğunu göstermektedir. Bu nedenle onların bu inkârlarının çatışmanın ortaya çıkmasında en önemli bir etken olarak karşımızda durduğunu görmekteyiz. Kâfirlerin zaman zaman, “keşke biz de Müslüman olsaydık,” demeleri,700 onların içinde her ne kadar iman etme düşünceleri olsa da sırf inatlarından dolayı iman etmediklerini göstermektedir. Bu nedenle Kur'an, insanlardaki bu olumsuz duyguların doğru bir şekilde düzeltilmesini istemekte, eğer bu gerçekleşmezse insanların gerçeği kabullenmelerinde çok büyük bir engel olarak karşılarına çıkacağını vurgulamaktadır. Bu nedenle kişilerin bireysel özellikleri onların davranışlarını etkileyerek, gerçeği kabullenmelerine engel oluşturmakta ve bireyden toplumdan yönelerek topluma olumsuz bir şekilde etki etmektedir. Bu bakımdan bireysel duygular, müminlerin toplumu değiştirmelerinde çeşitli zorluklarla karşılaşacaklarını gösterdiği gibi, çatışmaların da istenilmeyen şekilde şiddetlenmesine neden olmaktadır. 696 12/Yusuf, 8-11. 2/Bakara, 90. 698 2/Bakara, 109. 699 2/Bakara, 146, 213; 3/Âl-i İmran, 18. 700 15/Hicr, 2. 697 132 2.4.5. Geleneklere Bağlılık ve Çatışma Toplumsal bütünleşmenin ve dayanışmanın en önemli örneğini Arabistan’daki tek önemli bağ olan kavmiyetçi dayanışmacı ruhu (kan bağı yoluyla oluşan yakınlığa her şeyden çok önem vermek, kavmin şanı için eylemde bulunmak) oluşturmaktaydı.701 Bu bağ öyle bir durumdaydı ki toplumsal yaşamın devam ettirilmesinin yanı sıra tüm ahlaki fikirler, davranışlar ve hatta inançlar bu kavmiyetçilik ile oluşturuluyordu. Mekkeliler’in şu sözleri onlar arasında kavmiyetçiliğin ne kadar ileri boyutta olduğunu göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir: “Kardeşine (yani, kavimdaşına); ister zulme uğrasın, ister zulmeder olsun yardım et.” Onlar için şerefli olmak, ahlaki faziletler bile kan bağıyla, atalardan kalan mirasla değerlendirilmekteydi. Putperest Arapların ahlaki meselelerde dayanabilecekleri ve aslında dayanmaya meyilli de oldukları, tek savunu biçimi şu idi: X iyidir (veya doğrudur); çünkü biz onu babalarımızdan ve atalarımızdan öğrendik.702 Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği İslam Dini’nde ise insanlar kavimlerinin şerefiyle üstün kılınmamakta olup, tüm insanlar eşittir. Ahirette insanlar tek başlarına hesaba çekilerek, kavminin bağından ayrılmakta, sadece Allah'a karşı yaptıklarından hesaba çekilmektedir. Geçmiş nesillerin hiç önemli olmadıklarının söylenilmesiyle statükonun meşruiyetini kaybedeceğinin anlaşılması, kâfirlerin geleneklerinin aşağılanması nedeniyle tepki göstermelerine neden olmakta ve bu nedenle bu durumu kabul edemeyeceklerini söylemektedirler. Bu nedenle Hz. Peygamber’in kan bağına dayalı toplumu değiştirerek, tek ilah inancına dayalı din birliğini yerine getirmesi çok önemli ve cüretkâr bir girişimdir. Bu nedenle Medine’de kabileler üstü bir din birliğine dayalı bir toplum oluşturulmuştur.703 Toplum içerisinde yaşamadan kaynaklanan toplumun yaşayış tarzlarından etkilenme, düşünceleri toplumun değerlerini dikkate alarak oluşturma İslami bir toplumda istenilen bir özellik olmasına karşılık; İslami olmayan toplumlarda insanları Allah'ın istemediği bir yaşama doğru sürüklemektedir. İnsanların geleneklerinden öğrendikleri bu bilgiler onların 701 İbn-i Haldun nesep ve akrabalık bağlarının insanlar için doğal bir durum olduğunu, bu nedenle insanların kan bağına sahip olduğu kişilere yardım etmesinin normal olduğu gibi hatta bunu zorunlu görmektedir. İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.171. 702 İzutsu, a.g.e., s.72. 703 İzutsu, a.g.e., ss.84-96; Yılmaz, a.g.e., ss.35-40; Vatandaş, a.g.e., ss.12-14; Kayacan, a.g.e., s.66. Ortaya çıktığı dönemde Hz. Muhammed (sav)'in İslam daveti, egemen ve alışılmış olan pek çok şeye muhalif görüntüsü oluşturduğundan devrimci bir hareket olarak görülmüştür. Mustafa, a.g.e., s.159. Devrim, bir durumu ötekiyle, eski durumu yenisiyle değiştirmek demektir. A.e., s.231. İslam'ın yedinci yüzyıl Arabistan’ında yerleşik duruma (statüko) bir başkaldırı, bir isyanı başlattığı belirtilmektedir. Fazlurrahman, İslam'da Başkaldırı Hukuku, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997, s.119. 133 yaşamlarını tüm yönlerden etkilemekte ve İslami olmayan bir düşünce ve yaşam tarzı oluşturmalarına neden olmakta, bu nedenle bu insanlar yeniliklere karşı oldukça sert tepkiler vermektedirler. Bu nedenle kâfirler Kur'an indikten sonra, Kur'an'ın getirdiklerini beğenmeyerek başka bir Kur'an getirilmesini ya da Kur'an'ın değiştirilmesini istemektedirler.704 Toplumun Kur'an'da bulunan yeni hayat tarzını beğenmeyerek bu isteği söyledikleri açıktır. Bu bakımdan yeni düşüncelerin ortaya çıkışında bu isteklerin ortaya çıkması doğal olmaktadır. Çünkü toplum kendi yaşantılarının dışında ortaya çıkan bu yeni hayat tarzını benimsemeyerek, kendi istekleri doğrultusunda, kendi yaşamlarına uyan bir Kitab’ın olmasını istemektedir. Doğrulara karşı olumsuz tavır takınmadaki nedenlerden biri olarak kulaktan dolma bilgilere sahip olma, zan ve tahminde bulunma gösterilmektedir.705 Bu nedenle de düşünceler donuklaşmakta ve gelişim sağlanamamasına neden olmaktadır. Müşriklerin Allah'ın indirdiğine uymamalarının nedenlerinden biri, atalarının yollarından ayrılmak istemeyişleridir. Geçmişten edinilen bilgileri sorgulamadan olduğu gibi kabul etmek, gerçekleri görmede çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Düşüncenin donuklaşmasına neden olan bu bağlılık nedeniyle706 Kur'an, onların körü körüne atalarının izlerinde gitmelerini ve akıllarını kullanmamalarını eleştirmektedir. Çünkü ataları bir şey anlamamış ya da doğruyu bulamamış olabilirler.707 İnsanların toplumların yaşam tarzlarından, geleneklerinden vb. etkilenmesi gerçekten çok önemli bir noktadır. Ancak bu durum insanların kendilerini tamamen toplumun eline bırakması anlamına gelmemektedir. Çünkü toplumun etkisinden sıyrılmasıyla onun değerlerini yok sayan, doğruları ve gerçekleri gören kişilerin mevcut olduğu Kur'an'ın bizlere sunduğu Firavunun mü’mine eşi, Ashab-ı Kehf ve Antakyalı mü’min örnekleriyle anlaşılmaktadır.708 İslam'ın mevcudu olduğu gibi kabul etmeyerek, kötülüğü ve şirki değiştirmek için çatışma içerisine girmesi nedeniyle inkılâpçı bir yapıya sahip olmasına karşılık; bunun aksine şirk dininin mevcut durumu, yani çıkarlarını korumasından dolayı muhafazakâr bir özelliğe sahip olduğu, bu nedenle statükonun temelini oluşturan değer 704 10/Yunus, 15. 2/Bakara, 78. 706 Ejder Okumuş, Kur'an'da Toplumsal Çöküş, İnsan Yay., İstanbul, 1995, s. 128. 707 2/Bakara, 170; 5/Maide, 104; 7/A’raf, 28, 70; 10/Yunus, 78; 11/Hud, 62, 87; 24/İbrahim, 10; 26/Şuara, 7476; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-24. 708 66/Tahrim, 11; 18/Kehf, 10-26; 36/Yasin, 20-27. Bkz: Özsoy, a.g.e., ss.140-141. 705 134 yargıların İslam'ın ön gördüğü şekilde değiştirilmesine ve hiçbir şekilde dokunulmasına izin verilmemesi nedeniyle böyle bir toplumun değişime karşı olduğu görülmektedir.709 Kur’an, zanna dayalı ve hiçbir delile dayanmayan ifadeleri eleştirerek710 bilginin önemine dikkat çekmektedir. Bu nedenle insanların geleneklere bu şekildeki bağlılıkları onların hem yeniliklere kapalı olduğunun bir göstergesidir, hem de bu yüzden gerçeklerin kabul edilmesinde büyük bir engel olarak durmaktadır. Onların körü körüne bu bağlılıkları, hiçbir şeyden anlamayan hayvanların durumuna benzetilmektir. Onların bu bağlılıkları kâfirleri sağır, dilsiz ve kör ederek doğruyu düşünememelerine neden olmaktadır.711 Böylece kendilerine geçeği söyleyen uyarıcılara karşı, gerçeği kabullenme bağlamında bir etkilenme gerçekleşemediği gibi, kâfirler kendilerini uyaranlara iyi bir gözle bakmamaktadırlar. Çünkü onlara göre geçmişten gelen bilgilerin dışında yeni düşüncelerin kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle de, bu uyarıcıların toplumsal düzenin mevcut durumunu bozmaları sebebiyle bunlara karşı mücadele içerisine girilmeli düşüncesi oluşmaktadır. Onların mevcut toplumsal yapısını bozacak, geçmişten gelen değerleri yok sayacak bu tür yeni düşüncelerin kâfirler tarafından büyük bir dirençle karşılaşacağı açıktır.712 2.4.6. Toplumsal Sınıflar ve Sınıf Çatışmaları Kur'an, toplum içerisindeki insanların statülerine, zenginlik ve fakirliklerine bakılmaksızın herkese dinin anlatılması, güçlü kimseleri fakirlere tercih etmek gibi bir yanlışın olmaması gerektiğini söylemektedir.713 Kur'an, bu anlamda toplumun ezilen kesimini oluşturan yoksul, güçsüz, düşkün, yetim gibi birimlerden oluşan kesimin kanadını koruma ve kollamaya, önemli ve ciddi mesajlarla bu türden insani ve ahlaki olmayan uygulamaları önlemeye yönelik bir duyarlılık ve kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır.714 Böylece İslam dini tüm toplumsal tabakalara hitap etmektedir. Kur'an hangi temele 709 Şeriati, a.g.e., s.54, 56, 75; es-Sadr, a.g.e., ss.144-148; Özsoy, a.g.e., s.130. 4/Nisa, 157, 6/En'am, 116; 10/Yunus, 36, 66; 17/İsra, 101, 45/Casiye, 32; 22/Hac, 3, 8; 40/Mü’min, 35, 56. 711 2/Bakara, 171. 712 Yolcu, a.g.e, s.267. Değişim karşısında yerleşik toplumun sahiplerinin tepki göstermelerinin nedenleri hakkında bkz: Düzgün, Din, Birey ve Toplum, s.92. 713 6/En’am, 52. 714 Bkz. 18/Kehf,32-44; 19/Meryem, 73-74; 23/Mü’minun, 55-61; 68/Kalem, 17-33. Yolcu, a.g.e, s.267. 710 135 dayanırsa dayansın hak gaspına dayalı, eşitliğe dayanmayan ve statüler arasında geçiş imkânı bulunmayan toplumsal sınıflaşmayı reddetmektedir.715 Toplumsal bütünleşmenin sağlanabilmesi için kişilerin karakter çeşitliliğinin mümkün olduğunca azaltılması, farklılıkların giderilmesi, sınıflaşmanın önlenmesi gerektiği, böylece benzer davranışlardan oluşan sosyal bir ahenk kurulacağı, bu nedenle İslam dininin de bu amacı gerçekleştirmek için topluma yön vermek istediği görülmektedir.716 İslam'da toplumsal uyum gereklidir. Ancak İslam'ın amacı insanları düşünceleriyle, emirleriyle mahkûm kılmak istememekte; fakat İslam'ın kılavuzluğu ve disiplini altında kendi akıllarının ve diğer yeteneklerinin yardımıyla hayatın zenginliğini bulabilecekleri bir şekilde onlara yol göstermesi olmaktadır. Bu bakımdan İslam'ın yapmak istediği şey insanları kendi fıtratlarına geri döndürmek ve ona göre bir yaşam oluşturmasını sağlamaktır.717 Bu nedenle herkesin aynı şekilde düşünerek ve yaşayarak tüm toplumun aynı şekilde hareket etmesini, kendilerinin üstün konumlarını ve çıkarlarının kaybolacaklarını anlayan üst sınıfın kabul etmesi mümkün olmayacak ve böylece çatışma başlayacaktır. Bu bakımdan bu kişilerin Peygamberlere yönelik karşı çıkışlarının bir nedeni de, Peygamberlerin yanında toplumun her sınıfından insanın toplanabilmesidir. Büyükler, soylular ve servet sahipleri toplumsal katmanların karışmasına yol açan böylesi bir hareketi her zaman engellemeye çalışmışlardır.718 Fakirlerin iman etmelerini zengin tabaka hazmedememektedir.719 Bu nedenle toplum içerisinde belli bir gücü ellerinde bulunduran kimselerin, toplumdaki tüm insanların eşit haklara sahip olduğu, herkesin aynı şeylere inandığı ve aralarında hiçbir farkın olmadığı bir dine olumlu bakmaları pek mümkün görünmemektedir. Onlar kendilerine hizmet edecek, işlerini yapacak ve böylece kendilerinin rahatını sağlayacak bu fakirlerle birlikte aynı dini paylaşmayı kabul etmemektedirler. Çünkü onlar asil bir soydan gelen insanlar olup, atalarının yaptıkları işler geçmişten bugüne herkes tarafından bilinmektedir; hâlbuki fakirler asil bir soydan gelmedikleri gibi, geçmişleri de yoktur. Çünkü onların topluma bir katkısı olmadığı gibi, sürekli olarak toplumun sırtında bir kambur olarak yerlerini korumaktadırlar. Bu nedenlerden dolayı bu insanlarla, şehrin sahipleri arasında mutlaka bir ayrımın, bir ayrıcalığın olması gerektiği onlar tarafından söylenilmektedir. Ancak İslam'a ilk inananların 715 Ayrıca İslam’ın kölelik müessesesini getirdiği şeklindeki iddiaların aslı olmadığı; bilakis İslam'ın toplumda mevcut olan kölelerin hürriyetlerini kazanmalarını sağlamak için birçok yol gösterdiği vurgulanmaktadır. Şimşek, a.g.e., s.190, 200-203. 716 Bu durumu destekleyen düşünceler ve hadisler için bkz: Yılmaz, a.g.e., ss.99-110. 717 Altıkardeş, a.g.e., ss.48-51. 718 11/Hud, 27; 26/Şuara, 11; 38/Zuhruf, 32; 6/En'am, 124. 719 6/En’am, 53. 136 toplumun her sınıfından insanları kapsamış, yine aynı şekilde Medine’nin toplumsal yapısının oluşumunda hiçbir sınıfın çıkarına dayalı bir yapılanmaya izin verilmemiştir.720 Talut’un hükümdar olmasına o toplumun ileri gelenlerinin itiraz etmelerinin nedeni, Talut’a servet ve zenginlik yönünden geniş imkânların verilmemesi olarak nitelendirilmesidir. Fakat onun hükümdarlığını haklı kılan sebep ise, ona ilim ve beden yönünden üstünlük verilmesidir.721 Yöneticilerde aranacak şartlarda zenginliğin pek önemli olmadığı görülmektedir; fakat toplumdaki üstün bir zümre bunu kabullenmekte zorlanmaktadır. Çünkü onlar, bu durumda halkın aşağı kesimlerinden gelen herkesin bu şekilde yönetici olarak gelebileceklerini görerek, kendi ellerindeki zenginliğin bir işe yaramadığını anlamış olacaklardır. Bu nedenle onlar, kendilerinin üstün konumları nedeniyle kolaylıkla elde edebilecekleri yöneticilik hakkının ellerinden gitmesini görmeleriyle, herkesin zengin olmadan belli kabiliyetleri ile yönetici olabilecek böyle bir duruma karşı olduklarını görmekteyiz. Hz. Nuh’a iman etmeyen kavminin ileri gelenleri (mele’) gerekçe olarak, Hz. Nuh’un onlar gibi bir insan olduğu, Ona iman edenlerin alt tabakadan basit görüşlü kişiler olduğu ve kendilerine karşı her hangi bir üstünlüklerinin olmadığı olmaktadır.722 Bu gerekçelere baktığımız zaman insanların kendi aralarında büyümüş olan bir insanın, Peygamber olarak kabul edilmesinde problem yaşadıkları ya da bunu problem yaparak inanmamak için bahane oluşturdukları anlaşılmaktadır. Ayrıca onlar sıradan insanların dine uymalarını hazmedememektedirler. Onlar sadece kendilerine ait bir din istemekte, herkesin kabul edeceği ve her tabakadan insanın hiçbir fark gözetmeksizin bir arada bulunabileceği bir toplumsal yapıyı kesinlikle kabul etmemektedirler. Kendilerinin oluşturdukları ve bütün nimetlerinden faydalandıkları bu toplumsal yapıda, hiçbir şeye sahip olmayan alt tabakadan insanların çıkıp bu nimetlere ortak olmaya çalışmalarını istememektedirler. Onların bu karşı gelişlerine karşılık olarak Hz. Nuh, kendisinin bir melek olmadığını, hazineleri olmadığını, ğaybı bilemeyeceğini, alt tabakadaki insanları kovamayacağını söylemektedir.723 Dolayısıyla toplumsal yapının yeni yüzü de böylece ortaya çıkmaktadır. Sıradan insanların sırf Allah'ın dinini yaşamak için oluşturdukları, zenginliğin ve elitliğin önemli olmadığı, herkesin ameliyle değerlendirildiği bir toplum oluşacaktır. Kur'an, insanların eşit olduğunu söylemesiyle tamamen tabakasız bir toplum oluşturmak istememekte, bu anlamda 720 Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, s.84. 2/Bakara, 247. 722 11/Hud, 27; 14/İbrahim, 10; 23/Mü’minun, 24; 26/Şuara, 111. 723 11/Hud, 31; 26/Şuara, 114. 721 137 toplumsal sınıfların varlığını, işbirliğinin ve işleyiş bütünleşmesinin sağlanması için bir realite olarak kabul etmektedir. Bu bakımdan İslam'da doğuştan gelen statüler değil; kazanılan statülerin önemli olmaktadır.724 Bu bakımdan Marx’ın sınıf çatışmalarının Kur'an'da yer almadığını görmekteyiz. Ancak iki zıt toplum anlayışının karşı karşıya gelmesinden dolayı toplumsal bir çatışma çıkmaktadır: Bir taraf mevcut yapıyı korumak isterken, diğer taraf ise bu mevcut yapıyı alt üst eden yeni bir oluşum içerisine girmektedir. Bu nedenle çatışmalar belli sınıflara ait olmamakta, tüm sınıfları kapsayan genel bir oluşum sağlanmaktadır. 2.4.7. Bireysel İstek ve Çıkarlar Peygamberlerin nefislerin hoşlanmadığı şeyleri getirmesi, inkâr edenlerin buna karşılık büyüklük tasladıkları ve Peygamberlere karşı çıktıkları ve onları öldürdükleri belirtilmektedir.725 Buradaki ‘nefislerin hoşlanmadığı’ ifadesi, insanların bireysel istek ve çıkarlarına yöneltilen türden şeylerin olduğunu anlıyoruz. Çünkü insanlar dünya hayatında kendi istekleri doğrultusunda bir yaşamı elde etmek isterlerken, doğru olmayan isteklerine karşılık nasıl davranmaları gerektiği söylenildiği zaman, bunu hoş karşılamamakta ve direnç göstermektedirler. Kâfirler, çıkarlarını tehdit ettiğini düşündükleri Peygamberlerin çağrısına kulak tıkamışlar, vahye tabi olmak isteyenlere engel olmuşlar, Peygamberlerini aciz kılmaya çalışmışlardır.726 Hz. Peygamber’in ilk davetinde insanları Kur'an'a çağırmasını daha ilk baştan beri siyasi şekilde yorumlayan Mekkeli müşrikler, Peygamber’e karşı siyaset uygulamalarına neden olmuştur. Onlar Kur'an'a daveti sadece akide olarak görmeyerek, ekonomik yapılarının, iktidarlarının, hatta bizzat var oluşlarına engel olacak bir çağrı olarak gördüler. Onlara göre putları ortadan kaldıran bir çağrı, onların ticaretlerini engellemesi nedeniyle Kureyş’i kökten değiştirme anlamına gelmekteydi. Çünkü davetin karşısında grubun Kureyş’in zenginlerinden oluşması, onların servetlerini putlardan kazandıklarını, böylece zenginleştiklerini göstermekteydi; değilse onların bu bağlılığı putlarına olan sevgilerinden kaynaklanmamaktaydı. Dolayısıyla onların davete karşı çıkmalarının temel nedenini çıkarları oluşturmaktadır. Tüm bu nedenlerden Kur'an'ın, Kureyş’in mevcut yapısını yok 724 Ayrıca Hz. Peygamber’in toplumsal sınıflara bakışı ve sınıfların aralarındaki çatışmayı önleyici hadisleri için bkz: Yılmaz, a.g.e., ss.36-40. 725 2/Bakara, 87. 726 Kayacan, a.g.e., ss.34-35. 138 etme düşüncesini görmekteyiz. Bu nedenle Mekkeliler tamamen çıkar amaçlı çatışmaya girmektedirler.727 Mekke’de Hz. Peygamber’e uymak isteyen kimselerin kendilerinin yurtlarından çıkarılma tehlikesi yüzünden iman etmediklerini ve Müslümanlarla birlikte olamadıklarını söylemektedirler.728 Bu kişilerin Müslüman olduktan sonra, Mekkelilerin inançları nedeniyle onları yurtlarından çıkarmaları sonucunda dünya menfaatlerini bırakmak zorunda kalacaklardır. Bu nedenle bu durumdaki kişilerin iman etmemelerinin nedeni tamamen çıkar amaçlıdır. Onlar mallarının, şöhretlerinin vs. gitmesinden korktukları için iman etmemektedirler. Onlar Mekke’deki otoritenin baskısından korkmaktadırlar. Firavunun adamlarının “eğer üstün gelirlerse, her halde sihirbazlara uyarız”729 demeleri, toplumsal çatışma durumlarında kazananın kim olduğu, ya da neyi savunduğunun önemli olmadığını göstermektedir. İnsanlar kazanan tarafa üstün gelmesinden dolayı boyun eğmekte, onun davasının doğru olup olmadığına bakmamaktadır. Böyle bir durumla karşılaşılmasının nedeninin insanların kişiliklerinin zayıf ve bilinçsiz olduğunu gösterdiği gibi, mağlup edilenlerin kendilerini bir başarıya ve mutluluğa götürme şanslarının olmadığı için onları kabullenmeme olabilmektedir. İşte bu durum, halkın İslami bir bilinç yapısına sahip olmadığını göstermektedir. Böyle bir toplum kendilerini dünyaya kaptırmış, hiçbir idealleri olmayan, sadece çıkarlarını düşünen bir yapıya sahip bir toplumdur. Böyle bir toplumda gerçekleri anlatmanın ve başarıya ulaşmanın ne kadar zor olduğu açıktır. Ancak sihirbazların gerçeği görerek iman etmeleri,730 insanların ne kadar çıkarcı olurlarsa olsunlar, doğruyu görebilme imkânlarının her zaman mümkün olabileceğini göstermektedir. Bu bakımdan toplum ne kadar bozulmuş olursa olsun, o toplumun içerisinden iman edebilecek kişilerin çıkabileceği düşünülerek o toplumdan ümit kesilmemelidir. Ülkenin zengin ve şımarık kişileri, mallarının ve evlatlarının çok olmasının getirdiği güçleriyle kendilerine gelen Peygamberleri reddetmektedirler.731 Güçlü olmakla o insanlar her istediklerini yapabileceklerini zannetmektedirler. Onlara göre bu dünyada mutlu olmanın tek ölçüsü güçlü olmaktır. Bu bakımdan onların düşüncelerini şekillendiren, hayat 727 Cabiri, a.g.e., s.72, 127-138; Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, s.7; İslam, s.58; Özsoy, a.g.e., ss.130131; İlhami Güler, “Kur'an'da ‘Cihad’ın Teoloji-Politiği”, Politik Teoloji Yazıları kitabının İçinde, Kitabiyat Yay., Ankara, 2002, s.43.; Aydın, İslam'ın Tarih Sosyolojisi, ss.87-89; Vatandaş, a.g.e., ss.9-52; Kayacan, a.g.e., s.69; Yolcu, a.e, s.269, 274. Peygamberlere karşı çıkma nedenleri için geniş bilgi için bkz: Şimşek, a.g.e., ss.128-132. 728 28/Kasas, 57. 729 26/Şuara, 40. 730 26/Şuara, 46-51. 731 34/Sebe’, 34-35. 139 tarzlarını belirleyen tek unsur maddeye hâkim olmadır. Onlar için ilahi düşüncelerin, doğruların bir anlamı yoktur; onlar için tek doğru maddedir. Bu bakımdan mü’minlerin bu düşünceyle çatışmaları gerekmektedir. Dünyadaki tek mutluluğun maddede olmadığı, ilahi vahyin her şeyden önemli olduğunun onlara anlatılması gerekecektir ki, onların maddeye olan kölelikleri ortadan kalksın. Eğer onların düşünceleri, zihniyetleri değiştirilmezse onlar her zaman mü’minlerin karşısına duracaklardır. İlk önce düşünceler değişecek, daha sonra da insanların yaşam şekilleri Allah'ın istediği doğrultuda değişime uğrayacaktır. Fakat kâfirler kendilerini maddenin egemenliğinden kurtarmak istemeyişleri nedeniyle gerçeğin üzerini örtmeye çalışmakta, ısrarla doğruyu kabul etmemektedirler. Bunun temel nedeni de maddeye sahip olmalarının onlar üzerindeki karşı konulamaz cazibesi olduğu açıktır. 2.4.8. Ekonomik Çatışma Yönetimi elde tutmanın gücü ile kişisel ve grupsal kıskançlıklar insan toplumu içinde temel çatışma kaynaklarının bazılarını oluşturuyorsa da, ekonomik etkinlikler de toplumsal çatışmalarda önemli bir yer tutmaktadır. Allah'ın, Peygamberleri aracılığıyla insanlara gönderdiği hükümlerin ekonomik paylaşımında her türlü adaletsizliği reddetmesine karşılık, insanların yaptığı kanunlar genellikle toplumda daha güçlü olanların arzularını yansıtmaktadır.732 Kur'an'ın servet ve mal konusundaki yaklaşımında serveti reddetmediğini, hoş karşıladığını, onu hayat için gerekli bulduğunu açıkça görmekteyiz. Servet, Kur'an'a göre uzak durulması gereken bir şey değildir; fakat kaçınılması gereken, israf, savurganlık ve ziyan etmek gibi haram olan davranışlardır. Ayrıca servetin amaç edinilmesi, insanın bir kısım dünyalıklara feda edilmesi ve paraya kul olması da Kur'an'ın hoş karşılamadığı hareketlerdir. Kur’an’ın ekonomi anlayışının birincil hedefi sosyal adalet ve dengenin sağlanmasıdır.733 Allah'ın insanların mallarıyla ilgili vurguladığı nokta dikkate değerdir. Çünkü insanların kendilerinin çalışıp kazanarak elde ettikleri sandıkları şeylerin aslında Allah tarafından kendilerine verildiği söylenilmektedir. 734 Burada Allah'ın insanlar üzerindeki egemenliği vurgulanarak insanların mallarının değerlerinin ancak Allah'ın yardımıyla anlaşılabileceği söylenilmektedir. Tabi bunun yanında mü’minlerin özelliklerinden biri olan bir şey de 732 Ba-Yunus-Ahmed, a.g.e., s.66. Ali Soylu, Kur’an’da Servet Dağılımı, Pınar Yay., İstanbul, 2003, ss.170-173. 734 2/Bakara, 3. 733 140 özellikle hatırlatılmaktadır. Mü’minler mallarını Allah yolunda harcamazlarsa gazaba uğrayanların yoluna saparlar ki, bu mü’minlerin özellikleriyle bağdaşamaz.735 Bu nedenle bu iki grup arasındaki farklardan birisinin ekonomik açısından göstergesi, bencilce bir yaşam sürerek istediğini yapabilme değil; o malları Allah'ın istediği doğrultuda harcayabilmedir. Çünkü iman edip salih amel işlemek Karun’un hazinelerine sahip olmaktan Allah katında daha üstündür.736 Ölçü ve tartıda hile yapılmamasının emredilmesi,737 haksız kazancın Allah tarafından yasaklandığını, böylece insanların mal hırsı nedeniyle birbirlerini aldatmasının doğru olmadığını göstermektedir. Bu bakımdan insanların para kazanmak için her şeyi yapabilecekleri şeklindeki yanlış düşüncelerin önüne geçilmektedir. Allah, insanlara verdiklerini denemek için kimini kimilerine derecelerle üstün kıldığını,738 rızkı dilediğine bol bol verdiğini, dilediğinden de kıstığını bildirmektedir.739 Bu bakımdan insanların zenginlikleri ya da fakirliklerinin insanların imtihanında önemli bir unsur olduğunu anlamaktayız. İnsanların zenginleşip, Allah'ın ayetlerini unutarak nankörleşmesi olabileceği gibi, fakir insanların da Allah'a isyan etmeleri mümkün olabilecektir. Zenginin malını infak etmesi gerekirken, yeryüzünde kibirlenmesi, toplumda hep en üstün olmak istemesi ve toplumu idare etmek istemesi zenginlerin imtihanı açısından onların bu dünya hayatında işlerinin zor olduğunu anlatmaktadır. Dolayısıyla insanların birbirlerinden farklı zenginliklere sahip olmaları olmaması gereken bir şey değildir; bilakis Allah insanları bu servetlere göre imtihan etmektedir. Kuran, birey ve toplum arasında bir denge kurmakta, komünizmde olduğu gibi ne kişinin hakkını toplum içinde yok etmekte ve ne de kapitalizmde olduğu gibi toplumun çıkarı bireylerin çıkarları içinde kaybolmaktadır. Kur'an'da bireyin topluma ya da toplumun bireye ezdirildiği bir yapı bulunmamakta; ancak, zorunlu olarak bir tercih söz konusu olduğunda, toplum yararı ön planda tutulmaktadır.740 Hangi ülkeye bir Peygamber geldiyse Allah, oranın halkı yalvarıp yakarsınlar diye o ülkeye yoksulluk ve darlık vererek sıktığını buyurmaktadır.741 Yine aynı şekilde, bir ülke (Mekke) güvenli ve huzurlu iken ve rızıkları her yerden gelirken, onlar Allah'ın nimetlerine nankörlük ederek, Peygamber’i yalanlamışlardı. Bunun üzerine Allah, onların bu 735 47/Muhammed, 38. 28/Kasas, 79-80. 737 11/Hud, 84-85; 17/İsra, 35; 26/Şuara, 181-183. 738 6/En’am, 165. 739 39/Zümer, 52; 41/Fussilet, 12. 740 Soylu, a.g.e., s.43, 51. 741 7/A’raf, 94. 736 141 nankörlüklerine karşılık olarak açlık ve korku sıkıntısını tattırmıştır.742 Peygamberlere karşı gelen bu insanlar ekonomik yönden bir geriliğe uğrayarak, nasıl ki insanlar yeryüzünde her şeylerini kaybedince Allah'ı hatırlamaktadırlar; bu nedenle de Allah onların yeryüzündeki maddi egemenliklerini kısıtlayarak kendisini hatırlamalarını sağlamaktadır. Bu bakımdan toplumsal çatışmalarda toplumun ellerindeki maddi olanakların olup olmaması önemli derecede belirleyici olduğunu görmekteyiz. Lüks ve sefahat içerisindeki bir toplum kendilerini bu dünyada cennette gördükleri için, bu lüks ve sefahati terk etmeme uğruna Allah'ın vahyini kabul etmemektedirler. Maddi olanakların çokluğunun insanlarının düşüncelerini oluşturmasında oldukça önemli bir yerde durduğunu görmekteyiz. İnsanlar maddi olanakların çokluğu nedeniyle, Allah'ı unutmaktadır; bu durum Marx’ın söylediği gibi insanların düşüncelerini oluşturan en temel etkenlerden birinin maddenin olduğunu göstermektedir. Ancak bu belirleyiciliğin tüm insanları kapsamadığını, çünkü bu durumun daha çok Allah'ı hayatlarına almayan kişiler için geçerli olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü bu kişiler sadece maddenin hayata hâkim olmasıyla, ancak maddenin hayatlarındaki azlık ve çokluk durumuna göre düşüncelerini şekillendirmektedirler. Ayette de görüldüğü üzere o insanların doğru yolu bulması için Allah'ın ayetlerinin Peygamberce tebliği edilmesi yeterli olmamakta, onların anlayacağı şekilde maddi olanaklarına yönelinerek doğruyu kavramaları sağlanmaktadır. Kur'an'da, Marx’ın ekonomik temelli bahsetmiş olduğu proletaryanın burjuvaziyi devirmesi şeklindeki bir çatışmanın olmadığını görmekteyiz. Ancak ilk dönemlerden itibaren Kur'an ekonomik ve sosyal bozukluğun kimi dışa vuran çarpıcı çelişkilerine, insanilik ve ahlakilik ilkelerine aykırı düşen tutum, davranış ve uygulamalara açık ve net biçimde mahkûm edici mesajlar ve tenkitler yöneltmiş, insanların dikkatlerini bu tezatlara ve çelişkilere çekmiştir.743 İslam'ın servetin belli ellerde toplanması ve bunlar arasında dönüp dolaşmasını kabul etmemekte, bu nedenle emrettiği zekât ibadetinin zenginler ile fakirler arasında ortaya çıkabilecek çatışmaları önleyerek, böylece toplumsal bağı güçlendirmektedir. Ayrıca mü’minlerin toplumdaki haksızlıklara karşı çıkarak adil topluma doğru ilerlemek için mücadele etmeleri, tüm insanların eşit olması, üstünlüğün ancak takva ile belirlenmesi ve bunun gibi toplumsal anlamda İslam'ın belirlemiş olduğu yaşamı elde etmek için toplumu yöneten elit gruplara karşı başlatılan çatışmanın Marx’ın kuramına 742 16/Nahl, 112-113. 69/Hakka, 33-35; 70/Mearic, 17/21; 89/Fecr, 18-21; 92/Leyl, 5-11; 104/Hümeze, 1-3. Yolcu, a.g.e, s.243; Düzgün, Din, Birey ve Toplum, s.69; Soylu, a.g.e., s.50. 743 142 benzediğini belirtebiliriz.744 Ancak bu oluşacak yapıda komünizmdeki gibi insanların servet yönünden eşit olması gibi bir şey söz konusu değildir. İslam'ın yaptığı şey, Allah'ın emirleri çerçevesinde adaletli bir toplum kurmak ve elitlerin halkı sömürmesine engel olmaktır. Mü’minlerin toplumdaki zengin elitlerle çatışmalarının nedeninin Allah'ın emri olmasına karşılık, toplumun her şeyiyle eşit yapılması için yapılan devrimsel hareketlerin her ne kadar toplumsal çatışma anlamında benzerlikleri olduğu kabul edilse bile, İslam'da inanç boyutunun temel belirleyici olmasından dolayı birbirlerinden oldukça farklı olduklarını söylemeliyiz. 2.4.9. Çoğulculuk ve Çatışma Çoğulculuk, farklı düşünce sistemlerinin, dünya görüşlerinin, inanç ve geleneklerin birbirleriyle mücadele etmeksizin birbirlerinin varlıklarını kabul ederek birlikte yaşamalarıdır. Ancak böyle bir toplumsal birliğin kurulabilmesi için ona uygun fikri, kültürel ve siyasi ortamın yakalanması gerekmektedir.745 Medeniyetlerin kendilerince doğru kabul ettikleri inançların, değerlerin ve ideallerin başka medeniyetlerce farklılık göstermesi, başka değerlere sahip olmaları onların birbirleriyle çatışmalarını zorunlu kılmamaktadır. Kur'an'ın da bu anlamda içinde bulunan haksızlığa karşı olma, insana değer verme, onların yaşamalarını engelleyenlere mücadele etme, yurtlarından çıkarılmasını kabul etmeme gibi birçok hükmünün gösterdiği gibi Kur'an, çatışmanın olmasını istememektedir.746 Bu amaçla farklı inanç mensuplarının bir arada yaşamasından kaynaklanan sorunlar ortaya çıkmaktadır. Kur'an bu anlamda insanların bir arada yaşayabilmeleri için çoğulcu bir toplum yapısının oluşumunu istemekte ve farklı inançları birleşmeye çağırmaktadır: Değişik din mensuplarının ortak bir noktada, yani Rablerinin bir olduğu sözüne toplanmaları, bu nedenle tartışmaya girilmesinin anlamsız olduğu; ayrıca mü’minlerin yaptıklarının kendine, onların yaptıklarının da kendine olduğu belirtilmektedir.747 744 Şimşek, a.g.e., ss.169-172, 263-267. Özdeş, a.g.m, s.1-2; Düzgün, Din, Birey ve Toplum, ss.156-157. 746 Ancak tarihte ortaya çıkan bazı grup ve fırkaların haksız çatışmalarının İslam’la bağdaşmadığı, dolayısıyla bunun Kur'an'ın sunduğu değerlerle ilgisinin olmadığı belirtilmektedir. İslam'ın barış, esenlik, güven dini olması toplumlardaki haksız çatışmaları kabul etmediği anlamına gelmektedir. Kur'an'ın çoğulculuğu tanımakla kalmayıp, onun varlık zeminini oluşturduğu söylenmektedir. İslam tarihi boyunca İslam toplumlarının içerisinde, bazı arızi durumlar ve kışkırtmalar dışında, farklı mezhep ve fırkaların oluşmasına müdahalede bulunulmaması, Müslüman toplumlar içersinde birçok dinin beraberce yaşaması çoğulculuğun örnekleri olarak sunulmaktadır. Geniş bilgi için bkz: Özdeş, a.g.m., ss.1-13. 747 2/Bakara, 139, 3/Âl-i İmran, 64. 745 143 Ehli Kitaptan bazı kimselerin yüklerle mal emanet bırakılsa eksiksiz iade ettikleri,748 Ehli Kitabın yiyeceklerinin mü’minlere helal olduğu gibi, mü’minlerin yiyecekleri de onlara helal olduğu, ayrıca Ehli Kitaptan evlenmek üzere kız alınabileceği belirtilmektedir.749 Dolayısıyla farklı inanç mensuplarının bir arada yaşayabilmeleri mümkün olabilecektir. Yani mü’minler dışında da kendisine ve sözlerine güvenilecek kimseler bulunmaktadır. Bu bakımdan Müslümanlar Ehli Kitapla ve farklı inançlara sahip kişilerle yaşamayı problem etmemekte, bu gruplarla birlikte yaşamak için mutlaka Müslüman olunmasını zorunlu kılmadığı gibi, o insanları zorla insanları İslam'a girdirmemektedir.750 O halde insanları sadece Müslüman değil diye tamamen dışlamak gereksizdir; çünkü toplumsal ilişkiler bağlamında iyi olan insanlarla ilişki kurulabilecektir. Bu bakımdan farklı inanç mensuplarının bir arada yaşamalarının en önemli özelliklerinden birisinin doğru, dürüst ve güvenilir751 olunmasıdır, denilebilir. Ancak müşriklerin kestiklerinin yenmemesi, onlarla evlenilmesinin yasak oluşu, mü’minlerin Ehli Kitapla birlikte yaşamalarını daha fazla kolaylaştırdığını söylemeliyiz. Dinde zorlama yoktur.752 Eğer Allah dileseydi bütün insanların iman edeceği buyrularak, Peygamber’in insanları zorla iman ettiremeyeceği,753 kendisine yüz çevirenlere karşı bir şey yapılamayacağı, çünkü Peygamber’in onların başına bekçi olarak gönderilmediği,754 bu nedenle Peygamber’in Ehli Kitaba ve ümmilere karşı görevinin, onlar yüz çevirseler bile yalnızca duyurmak olduğu bildirilmektedir.755 İnsanların zorlanarak kendisinden başka bir dine girmesi kabul edilemeyeceği gibi, dinin kendi içerisinden kaynaklanan bir zorlamanın da olmaması gerekmektedir. Toplumsal bağlamda uyulması gereken kurallarda bir zorlama olması ise başka bir konudur ve böyle bir durum, dini bir zorlama olmamakta olup, toplumun düzenini sağlamaya yönelik bir zorlama türü olduğunu söylemeliyiz. Bu bakımdan insanların zorla dine sokulma çabalarının Allah'ın katında hiçbir değerinin olmadığının bilinmesiyle, insanların farklı türden inançlara sahip olan insanların birbirleriyle ortak bir toplum 748 3/Âl-i İmran, 75. 5/Maide, 5. 750 dair bkz: Şimşek, a.g.e., ss.270-279. 751 İslam, toplumun temellerini kulluk, kardeşlik, karşılıklı güven ve yardımlaşma üzerine oturtmak istemektedir. Düzgün, Din, Birey ve Toplum, s.166. Ayrıca bir arada yaşamanın en önemli unsurlarından birinin ‘hoşgörü’ olduğu belirtilmekte; ancak hoşgörünün kendi inancından vazgeçmek, taviz vermek anlamına gelmediği vurgulanmaktadır. A.e., ss.168-171. 752 2/Bakara, 256. 753 10/Yunus, 99. 754 4/Nisa, 80; 6/En’am, 107; 42/Şura, 48. 755 3/Âl-i İmran, 20; 5/Maide, 92. 749 144 içerisinde yaşamaları da mümkün olabilecektir. Mademki insanlar zorlanarak kendi dinlerine sokulmaması gerekmektedir; o zaman iki seçenek karşımızda durmaktadır: Ya o insanları o toplumdan çıkararak inananlar kendi başlarına hayatlarını sürdürecekler; ya da o insanların o toplumun içerisinden çıkarmayarak birlikte yaşamaya çalışacaklardır. Birinci durumun gerçekleşmesi Peygamber dönemi uygulamalarını göz önünde bulundurursak İslami bir özellik taşımadığı görülecektir. Kur'an'da mü’min ile müslim ayrımı yapıldığını görmekteyiz.756 Müslim, siyasi düzeyde, yeni dini ve devletinin otoritesini tanıma düzeyinde olan kişidir. Bu nedenle münafıkların da aynı toplum içerisinde müslim olduklarının kabul edilmesi ile İslam'ın aynı toplum içerisinde bulunan farklı inançtaki insanları aynı kategoride değerlendirmesi, onları aynı ümmetin içinde topladığını göstermektedir.757 Bu bakımdan İslam toplumlarında yaşayan farklı inançtaki kişilerin toplumun kurallarına uyarak yaşamayı kabul etmeleri mü’minlerin kâfirlerle bir arada yaşayabileceklerini göstermektedir. Ancak ikinci durumun gerçekleşmesinde de bazı problemlerin yaşanacağı da gerçektir. Allah'ın ve mü’minlerin kâfirlere olan bakışı oldukça sert olduğuna göre, bu farklı dinlere inanan insanların birlikte yaşamalarında problemler ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda farklı inançlara, dünya görüşlerine ve toplum anlayışına sahip olan bu insanların birlikte yaşamaları sürecinde çatışma yaşamaları mümkün olabilecektir. Kur'an'ın farklı inançtaki insanlarla bir arada yaşamasını doğru kabul etmektedir. Ancak burada üzerinde durulması gereken nokta, toplumsal çatışmaların en önemli özelliği olan toplumların İslamileştirilmesinin kabul edilmemesi, zaten toplumlarda bir çatışma ihtimalini de ortadan kaldırmaktadır.758 Hâlbuki Kur'an'da geçen tüm Peygamberlerin hayatında, özellikle de Hz. Muhammed (sav)’in hayatında toplumun İslamileştirilme hedefi o kadar açıktır ki, bunu görmemek Kur'an'ı doğru anlamamak anlamına gelmektedir.759 Söylemek istediğimiz Kur'an'ın çoğulculuğa hiçbir şekilde karşı çıkmadığı; ancak İslam'da toplumun İslamileştirilme hedefinin olması, zorunlu olarak toplumlarda güç sahibi olanın Müslümanların olmasını zorunlu kılmakta; bu nedenle de her ne kadar çoğulcu bir toplum yapısı kabul edilse bile, toplumdaki egemen gücün İslam olması şartıyla çoğulculuğun kabul edilmesidir. Değilse Müslümanların dinlerini yaşayamadığı bir toplumda çoğulculuğun zorunlu olmasının Kur'an'a göre hiçbir anlamı kalmamaktadır. Bu nedenle İslam’ın bu 756 49/Hucurat, 14. Cabiri, a.g.e., s.119. 758 Ancak Talip Özdeş’in makalesinde söylemiş olduğu “İslam'ın din ile devleti bütünleyen total bir yapı arz ettiği iddiası”, (Özdeş, a.g.m., s.11-12.) yazarın İslam'ın hayatı tümüyle kuşatan bir din olduğunu kabul etmediğini göstermektedir. Dolayısıyla makalesinin temel noktası da bunun üzerine kurulmuş ve buna göre sonuçlar çıkartılmıştır. 759 İslam'ın toplumu tümüyle kuşattığı hakkında bkz: Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, ss.8-9. 757 145 özelliği nedeniyle çoğulcu toplumlarda, toplumsal çatışmaların çıkmasının her zaman imkân dâhilinde olduğunu söylemeliyiz. Geçmişte yaşayan Peygamberlerin hangi dine mensup olduklarının Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında bir tartışma konusu olduğunu görmekteyiz.760 Buradan dinlere ait ortak değerlerin paylaşılmasında bir çekememezlik olduğunu söyleyebileceğimiz gibi, bu ortak değerlerin başka dinlerce kendilerine ait olarak değerlendirilmesinin kesinlikle kabul edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü bu dinlerin inanç temelleri bu değerlere göre oluşturulduysa, başka bir dinin bu değerlere sahip çıkması, kendi inanç temellerine yapılan bir saldırı olarak değerlendirileceği nedeniyle bir çatışmanın çıkması olası olmaktadır. Yahudiler, Hıristiyanlar ve Kitab’ı bilmeyen başka insanların birbirlerinin inançları hakkında, kendileri dışındaki inançların doğru olmadıklarını söylemektedirler.761 Din mensuplarının bu şekildeki birbirlerini kabul etmemeleri, onların birbirlerine karşı iyi düşünceler beslememelerine neden olmaktadır. Çünkü birbirleri hakkında bir şey söylemeyerek sadece kendi dinlerini yaşasalar, aralarında bir sürtüşme olmayacaktır. Fakat bu şekilde kendi başlarına yaşamayarak, ötekinin dinine müdahale edildiğini görüyoruz. Başka dinlere karşı olan dinin yanlışlığını söyleme düşüncesi nereden gelmektedir? Neden din mensupları bu şekilde davranmaktadırlar? Bunun nedeni din mensuplarının doğru din olarak sadece kendilerini görmeleri ve bu nedenle de yanlış dine inanan insanları düzelterek kendi dinine çekme olabileceği gibi, başka din mensuplarının yapılanmasını kendisine tehlike görmesi ile onların dinlerini zayıflatarak, kendi dinini güçlendirme faaliyeti olarak da değerlendirebiliriz. Ayrıca başka dinleri yok ederek, dinlerin yayılmacı özelliği varsa kendisinin yaşama alanını genişletme düşüncesi de olması mümkündür. 760 761 2/Bakara, 140. 2/Bakara, 113, 135. 146 2.4.10. Yöneticilerin Rolü ve Gücün Önemi 2.4.10.1. Yöneticiler İçin Gücün Önemi Kur'an'da toplumlardaki çatışmaların kimler arasıda geçtiğine baktığımız zaman aşağıda vereceğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere genellikle şu manzarayı görmekteyiz: Güçlüler ile zenginlerin aynı safta olmaları ki bu kişiler kâfirlerdir. Bunların karşısında da, güçlülerin zayıf ve küçük düşürdüğü ezilenler vardır ki bunlar da çoğunlukla mü’mindir.762 Ayrıca azgınlaşan bu güç sahibi yöneticiler ve servet sahiplerinin Peygamberlere ve mü’minlere karşı gelmeleri onların bilgisizliklerinden kaynaklanma-maktadır. Onlar bu çatışmayı bilinçli bir şekilde yapmaktadırlar.763 İbn-i Haldun varlıklı sınıfın zayıf düşmesiyle yöneticilerin de zayıf düşeceğini, zenginlik ve servetin devleti elde bulunduranların hâkimiyetine bağlı olduğunu söylemektedir. Ayrıca devletin olmazsa olmaz iki şartı olarak asker olarak ifade edilen güç, kuvvet, asabiyet ve devletin, ayrıca askerin ihtiyacını gideren mal ve para olduğunu belirtmektedir.764 Böylece devletin gücünün ekonomiyle, ekonominin ise elitlerin elinde olmasıyla ve askerin vurgulanmasıyla devlet içindeki üç öğenin birbirleriyle olan bağlantılarını ve önemini anlamaktayız: Elit tabaka, para ve ordu. Yine aynı şekilde Peygamberlerin de sürekli olarak toplumu haksız kazançlarla sömüren toplumun zenginleriyle (mütref) çatışma içerisinde olmaları yönetimde söz sahibi olmanın, zenginliğin ve gücün önemini göstermektedir.765 Peygamberlerin tebliğlerini yaptıktan sonra, kavmin ileri gelenlerinin ve kibirlilerinin, Peygamberleri ve ona inananları memleketlerinden çıkararak sürgün edeceklerini, tekrar kavmin eski dinine döndüreceklerini, taşlayacaklarını, öldüreceklerini söylemişler766 ve bu söylediklerini gerçekleştirmişlerdir.767 Bu bakımdan yöneticilerin ve elitlerin bu güçleri onlar için önem kazanmaktadır. Onlar bu güçleri sayesinde ülkelerini istedikleri gibi yöneterek, kendi güçlerini tehdit edenlere diledikleri gibi karşı çıkabilmektedirler. Mekke'de Müslümanların karşılaştıkları ciddi sıkıntılar ve onlara toptan uygulanan 762 Cabiri, a.g.e., s.93; Vatandaş, a.g.e., ss.48-50. Kur'an'da bahsi geçen kavimlerin özelliklerinin ve güçlerinin nasıl olduğuna dair tarihi bilgiler için bkz: Özsoy, a.g.e., ss.103-112. 763 Aktaş, a.g.e., s.114. 764 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.239, 246, 391. 765 43/Zuhruf, 23; 34/Sebe’, 34; 7/A’raf, 146; 23/Mü’minun, 33. 766 7/A’raf, 82, 88; 14/İbrahim,13; 26/Şuara, 116, 167; 27/Neml, 48-49, 56; 29/Ankebut, 24; 36/Yasin, 18; 44/Duhan, 44; 767 85/Buruc, 4-7. 147 boykot, birçok yönden gelen eleştiriler,768 antipropaganda kapsamında ele alınması gereken bir dizi hafife alma, aşağılama, alıkoyma, yakınlaşmayı, yüz yüze görüşüp meselenin aslını öğrenmeyi engelleyen disiplinler, hareketin öncülüğünü yapan Rasulullah'ın ilahi mesajdan vazgeçmesi için yapılan bireysel ve grup halindeki girişimler, vazgeçmesi halinde kendisine vaad edilen büyük imkânlar,769 İslam'ın yayılmasını önlemek için Hac mevsiminde liderler bazında yapılan kongreler, bölgede tanınmış din adamların devreye girmeleri, hicret etmiş, Habeşistan'a kadar gitmiş Müslümanları oradan tekrar getirme girişimleri, Müslüman olmuş kabilelerle her tür ilişkinin kesilmesi tehdidi, ticari ve sosyal faaliyetlerine engel olmaya yönelik tehditler, nadiren de olsa reislerinin öldürülmesi, Kur'an'ın mesajını engellemek ve halkın ondan etkilenmesini önlemek için başvurulan önlemler770 ve Rasulullah'ın bizzat şahsına yönelik suikast girişimleri gibi çaplı ve kuşatıcı önlemler insanların gözlerini korkutmuş ve onları yıldırmıştır. Toplumu etkisi altına alan bu psikolojik, sosyal ve siyasal baskı atmosferi davetin insanlara daha etkili bir şekilde ulaşmasına engel olmuştur.771 İşte İslam'ın yayılması için yapılan tüm engellemeler tamamen güçle ilgiliydi. Mekkelilerin güç sahibi olmaları onların Müslümanlara karşı her türlü karşı hareketi yapmalarına imkân sağlıyordu. Firavun, kendisi dışında ilah edinirse Hz. Musa’yı zindana atacağını, 772 sihirbazlara da izin vermeden iman ettikleri için onlara eziyet ettireceğini ve öldüreceğini söylemektedir.773 Firavun kendisini o toplumda o kadar üstün görmektedir ki, insanların kendisinin istemediği hiçbir şeyi yapmamalarını istemektedir. Bu bakımdan güç sahibi yöneticilerin kendilerinin istemediği bir şeyin yapılması durumunda şiddetli tedbirler alacakları açık gözükmektedir. Firavun Hz. Musa ve adamlarını ciddiye almadığını, onların sayılarının az ve bölük pörçük bir cemaat olduklarını, bu nedenle de kendilerini öfkelendirdiklerini, hâlbuki kendilerinin güçlü ve uyanık bir cemaat olduklarını söylemektedir.774 Güçlü bir yapıya sahip olan toplumun kendilerinden güçsüz bir topluluğu her zaman yenebileceği düşüncesinin oluştuğunu görmekteyiz. Çünkü onlar yeni oluşmuş ve her hangi bir güce de sahip olmayan böyle bir topluluğa karşı oldukça üstün bir konumda bulunmaktadırlar. Neticede bu 768 17/İsra, 45-51; 25/Furkan, 7;68/Kalem. 41/Fussilet, 1-6. 770 41/Fussilet, 26-27. 771 Yolcu, a.g.e, ss.267-268. 772 26/Şuara, 29. 773 26/Şuara, 49. 774 26/Şuara, 54-56. 769 148 bölünmüş gruplar bölük pörçük olarak kendi içlerindeki isyan ve baş kaldırmalar nedeniyle hiçbir güç elde edememektedirler.775 Firavun Mısır mülkünün, ırmakların sahibi olduğunu ve bundan dolayı Hz. Musa gibi zayıf bir adamdan daha hayırlı olduğunu söylemektedir.776 Böylece Firavun toplumdaki insanlara gücünü göstererek kendisinin Hz. Musa’yı istediği zaman sürebileceğini, öldürebileceğini kast ederek, şayet Hz. Musa’ya halkın uyması durumunda onlara da bu cezaların uygulanacağını hatırlatmaktadır. Ayrıca Hz. Musa’nın gücünün olmadığını söyleyerek, Hz. Musa’nın mücadelesinde başarılı olamayacağını vurgulamaktadır; çünkü ona göre bu kadar güçlü olanın önünde hiçbir şey duramaz; bu nedenle de kendisine karşı ortaya çıkan her türlü hareket yok olmaya mahkûmdur. Bu bakımdan yöneticilerin ancak güçlü ve nüfuzlu olmalarıyla yönetime sahip olacakları; gücün kaybedildiği durumlarda yönetimin de elden gideceği görülecektir.777 Salih Peygamber’e karşı gelen kavmin ileri gelenleri, büyüklük taslayarak güçsüz ve zayıf olan iman etmiş kimselere onların inandıklarını inkâr ettiklerini söylemektedirler.778 Dolayısıyla güçlü olan ileri gelenlerin uğraşacakları, karşı gelecekleri, alay edecekleri kimselerin güçsüz insanlar olduklarını görmekteyiz. Bu nedenle toplumsal çatışmanın en önemli unsurlarından biri yöneticilerin ya da topluma hükmedenlerin güçlerinin toplumun zayıf grubuna ne kadar üstün olduğu oluşturmaktadır. Hz. Şuayb’a karşı gelenler, Peygamber’in zayıf olduğunu, kendilerinden üstün olmadığını, bu nedenle kabilesi olmasa onu taşlayarak öldüreceklerini söylemektedirler.779 Bu bakımdan toplumda dini anlatmanın en önemli unsurun güçle irtibatlı olduğunu görmekteyiz. İnsanlar kendilerinden güçsüzlerin sözlerini dinlememekte, o insanlarla alay ederek onları ciddiye almamaktadırlar. Dolayısıyla çatışmalarda başarılı olabilmesi için Kuran, inananların en azından kendilerine kol kanat gerecek bir yapılanmanın içerisine girmelerini zorunlu görmektedir. (Tıpkı Hz. Şuayb’a kavminin sahip çıkması nedeniyle onu öldürememeleri gibi.) Hz. Nuh’a karşı gelenlerin, Hz. Nuh’un kendilerine üstün ve hâkim olmak istediğini söylediği gibi,780 Firavun da yine aynı şekilde Hz. Musa’nın kendilerini yurtlarından 775 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.231; es-Sadr, a.g.e., s.217, 222. 43/Zuhruf, 51-52. 777 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.176. 778 7/A’raf, 75-76. 779 11/Hud, 91. 780 23/Mü’minun, 24. 776 149 çıkaracağını781 ve toplumda fesat çıkaracağını iddia etmektedir.782 Toplumdaki egemen güçlerin kendilerinin güçlerinin ellerinden gideceği endişesini yaşadıklarını görmekteyiz. Bu bakımdan Hz. Nuh’un ve Hz. Musa’nın bir Peygamber olarak ortaya çıkması ve onların yaşamlarını değiştirmek istemesi, onların toplumdaki hâkimiyetlerine engel olacak, böylece de sıradan insanlar olmalarına neden olacak ve böylece yurtlarındaki hâkimiyetlerinin sonuna varacaklardır. Bu nedenle onlar bu durumu fark ederek Hz. Nuh’un ve Hz. Musa’nın kendilerini devre dışı bırakarak, kendisini topluma üstün ve hâkim olacağını düşünmeleri, onların gerçekte dini kabullenmeme nedenlerinin toplumdaki üstünlüklerini kaybetme endişesi olduğunu göstermektedir. Hz. Nuh’a karşı çıkanlar, Hz. Nuh’un ve onunla birlikte olanların bir gücü olmadığından dolayı, kendilerini imana zorlayacak bir güç olmadığını söylemektedirler. Eğer güç olsaydı, onların iman etmeleri belki gerekleşebilecekti; çünkü onlar için güç demek, her şeyi yapma ve yaptırabilme demektir. Bu bakımdan onlara göre insanlara bir şey yaptırabilmek isteniyorsa gücün bulunması gerekir ki, insanlar bunu yapsınlar. Onların bu düşüncelerinin onların zihinsel alt yapılarındaki zorlanmışlığı, baskıcılığı ne kadar içten benimsediklerini göstermektedir. Çünkü onlar Nuh’un güçlü olmasıyla kendilerine baskı yapacağını ve sonunda da kendilerini de iman ettireceklerini düşünmektedirler. Hâlbuki Peygamber ve onun yanındakiler kesinlikle onların üzerinde iman etmeleri için, onlar istemediği halde bir baskı yapacak değildir.783 Hz. Yusuf’a ülkede dilediği şekilde hareket edebileceği yüksek makam sahipliği ve yetki verilmiştir.784 Dolayısıyla bir ülkede dilediğini yapacak olanlar ancak belli bir üstünlüğe sahip olanlardır. Bu bakımdan Hz. Yusuf, tebliğini daha rahat bir şekilde yapmış, gücünün verdiği üstünlükle insanlara daha kolay ulaşabilmiştir. İbn-i Haldun yöneticiliğin dünyevi faydaları, bedeni ve nefsi zevk ve arzuları cezp ettiği için insanların bu makamı elde etmek istediklerinden dolayı mücadele edeceklerini ve savaşlar çıkaracaklarını söylemektedir. Ancak kimsenin bu makamı kaybetmek istememesinden dolayı çatışmaların ortaya çıkacağını vurgulamaktadır.785 Bu söylenilenlerin tarihi bir gerçekliği varsa da, bu durumun Peygamberlerin mücadelesiyle ilgisinin olmadığını söylemeliyiz. Çünkü Peygamberler dünyevi çıkarlar için değil, Allah'ın dinini yaymak ve toplumsal yapıyı değiştirmek için çatışma içerisine girmektedirler. 781 26/Şuara, 35. 40/Mü’min, 26. 783 11/Hud, 28. 784 12/Yusuf, 54-56. 785 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.215. 782 150 2.4.10.2. Yöneticilerin Güçlerinin Halkı Etkilemesi Hz. Peygamber’in toplum içerisinde elit insanların ilk olarak inanmalarıyla tüm toplumun onlara bakarak iman edeceğini düşünmesi; fakat bu davetin gerçekleştiği sırada alt kesimlerden olan bir kimseyle ilgilenmemesi Allah tarafından uyarılmasına neden olmuştur.786 Toplumdaki elitlerin iman etmelerine öncelik tanınması, toplum içerisindeki elitlerin halk üzerindeki etkisini çok güzel bir şekilde göstermektedir. Elitlerin iyi ya da kötü inanışları, davranışları doğrudan halkı etkilemektedir. Ayrıca elitlerin halk üzerindeki egemenlikleri ve halkı etkilemeleri dereceleri göz önüne alındığında, elitlerin kötü inanış ve davranışlarının mü’minler tarafından mutlaka düzeltilmesi gerekecektir. Değilse toplum, İslam'ın istemediği şekilde elitlerden etkilenecektir ki, mü’minlerin bu duruma müsaade etmesi Kur'an'a göre doğru olmayacaktır. İbn-i Haldun “Halk, hükümdarın dini üzeredir” sözünü yorumlayarak, yöneticilerin toplumdaki insanları her yönden etkilediğini, tıpkı çocukların babalarını örnek alması ya da mağlupların kendilerini yenenleri örnek alması gibi, halkın da yöneticileri kendilerine örnek alarak onlara benzemeye çalıştıklarını ve böylece yaşadıklarını söylemektedir.787 Toplumdaki değişim ve dönüşümlerin başarısının yeni fikri himaye eden kimselere de bağlı olduğu belirtilerek, bu kişilerin toplumun etkili ve nüfuzlu kimseler olmasının yeni fikirlerin daha kolay edileceğini gösterdiği, bu nedenle yenilikçilerin ilk olarak bu insanlara yönelmesi gerektiği vurgulanmaktadır.788 Firavunun sihirbazların iman etmesini kabullenememesi, bunun üzerine onlara her türlü şiddeti uygulayacağını söylemesi,789 sahip olduğu sınırsız güçten kaynaklanmaktadır. O, bu gücü sayesinde halkı üzerinde otorite sahibi olmasından dolayı, halkını kendi istediği bir yaşam ile hayatta bırakmak istemektedir. Bu nedenle yöneticilerin sınırsız güce sahip olmaları, halkın da zorunlu olarak ona uymalarına neden olmaktadır. Bu bakımdan yöneticilerin bu sınırsız gücü halkın doğruyu bulmasına engel olmakta, doğruyu bulsalar bile, doğruya uymalarına karşılık olarak kendilerine yapılacak şiddeti düşünerek doğru yola gitmemelerine neden olmaktadır. Hem düşüncelerinin oluşumundaki etkisi, hem de yapılacak olan baskılar nedeniyle yöneticilerin insanlar üzerindeki gerçekten çok büyük olduğunu görmekteyiz. Baskıcı yönetimlerin ve zorba yöneticilerin insanlara yaptıkları kötülükten dolayı o insanların güçlerinin ve cesaretlerinin kaybolacağı, bu nedenle miskin 786 80/Abese, 1-10. İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.200-201. 788 Düzgün, a.g.e., s.95. 789 20/Taha, 71. 787 151 ve tembel olacakları belirtilmektedir. Bunun nedeni olarak baskının dışarıdan gelmesi nedeniyle zillet içerisinde yaşamanın insanların kendilerini savunmaktan aciz bırakacağı söylenilerek, insanın kendi kendine dürtülerine baskı yapmasının ise bu etkileri yapmayacağı vurgulanmaktadır.790 Bu nedenle Kur'an'a göre, çatışma durumunda ilk olarak yöneticilerin bu baskılarını hafifletecek tedbirlerin alınması gerekmektedir. Ayrıca toplumun içerisinde bu şekilde bulunan yöneticilere karşı, toplumun mutlaka çatışma içerisine girmeleri zorunlu olacaktır. Çünkü bu yöneticiler hem onların yaşam tarzlarını, düşüncelerini etkilemekte, hem onların dinlerini yaşamalarına engel olmaktadır. Bu bakımdan zalim yöneticilerin olduğu bir toplumda çatışmanın olması da kaçınılmaz olmaktadır. Sihirbazların Hz. Musa’yla karşılaşmadan önce Firavundan kendilerinin üstün gelmeleri karşılığında ücret talep etmektedirler.791 İnsanların maddi yöne olan istekleri ve yönelmeleri onların gerçeği görmelerine engel olmakta, bu nedenle yöneticiye yaranmak ve belli bir menfaat kazanmak amacıyla onun tüm isteklerini yerine getirmektedirler. Bu bakımdan toplumsal çatışma durumunda topluma hâkim olanların maddi yönden üstün olmaları, onları bir adım önde götürmektedir. Yeryüzünde ululuk taslayan ve haddi aşan Firavunun kendilerine işkence etmesinden korktukları için, o kavmin içerisinden sadece bir grup gencin iman ettiğini görmekteyiz.792 İnsanların iman etmemelerinin en önemli nedenlerinden birisinin toplumu yöneten kesimin halkına karşı kullandığı baskının şiddetinin yüksek olması oluşturmaktadır. Bu bakımdan kendini yöneticilerin eline bırakan ve onlardan korkan bir toplumun iman etmesi pek mümkün olmayacağı için, iman edecek olanlar ancak henüz sisteme kendini entegre etmeyen ve ondan korkmayan az sayıdaki dinamik bir grup olacaktır. Bu kadar az sayıdaki bir grup ile başarının kazanılması oldukça zayıf bir ihtimal olacaktır. Bu nedenle çatışma sürecinde yöneticilerin tutumlarının halka etkisinin ne kadar yüksek olduğunu Kur'an hatırlatarak, yöneticilerin otoritesini bozmaya yönelik çalışmaların yapılması zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan mü’minler Mekke’de iken, elitlerin gücünü kazanamadıkları için başarıya ulaşamamışlar ve bu nedenle hicret etmek zorunda kalmışlardır. Firavunun Hz. Musa’ya onu himayesine alarak büyüttüğünü; fakat onun bu kendisine nankörlük ettiğini söylemektedir.793 Toplum içerisinde toplumun nimetlerinden 790 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, ss.167-168, 192-193. 26/Şuara, 41. 792 10/Yunus, 83. 793 26/Şuara, 18. 791 152 faydalanarak yaşayan kimselerin, kendini yetiştiren ve büyüten toplumuna karşı harekette bulunmaları toplum tarafından, özellikle oranın yöneticileri tarafından vatan hainliği yapılmış olarak görülmektedir. Toplumun içerisinde büyümesine rağmen topluma karşı ortaya çıkan hareketler bu bakımdan oldukça büyük bir tehlike taşımaktadır; üstelik bu yeni hareketi ortaya çıkaranlara karşı büyük bir psikolojik baskı uygulanmaktadır. Bu nedenle Kur'an, toplumun mevcut durumunu değiştirmek için ortaya çıkan kimselerin kendilerini psikolojik olarak iyi hazırlamalarını istemekte, kendilerini toplumun huzurunu ve düzenini bozan asiler olarak değil, toplumu gerçek anlamda düzeltmeye çalışan ıslahatçılar olarak görmelerini istemektedir. 2.4.10.3. Mü’minlerin Toplumsal Çatışmalarında Gücün Önemi Toplumun yanlış inançları devam ediyor ve mü’minler bu duruma karışmıyorlarsa, orada çatışmanın çıkması mümkün değildir. Bunun nedeni mü’minlerin sisteme bütünleşmeleri olabileceği gibi, toplumun içerisinde bir güce sahip olmamaları veya yöneticilerin baskılarından korkmaları da olabilir. (Tabi mü’minlerin kendilerini güçlendirmesi olan geçiş aşamasını bu durumun dışında tutmalıyız.) Geçiş aşamasının dışında kalan her türlü sessiz kalmanın İslami bir özellik taşımadığını belirtmeliyiz. Çünkü toplumsal yapıya bütünleşmek orada zaten İslami düşüncenin ortada kalmadığını göstermektedir. Toplumun içerisinde bir güce sahip olmamaktan kaynaklanan sessizlik ise, bu kişilerin kendilerini zayıf hissetmeleri, toplumun baskısından korkmalarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu kişilerin kendilerini güçlendirmek için bir mücadeleleri yoksa bu kişilerin toplum içinde inançlarını kaybedecekleri görülecektir. Gücün kullanımında hem zihinsel, hem de bedensel (maddi) gücün önemli olduğu görülmektedir.794 Dolayısıyla gücün iki önemli yönü olduğunu görmekteyiz. İnsanların elinde maddi yönden ne kadar güç olursa olsun, düşünce bakımından bir güçleri yoksa maddi güçlerini kullanmalarının oldukça zor olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle güçlü olmak ile inanç arasında bir bağlantı olduğunu görebiliriz. Mü’minlerin düşmanlarını korkutmak amacıyla güçlerinin yettiği kadar güç sahibi olmalarının emredilmesi,795 çatışmalarda gücün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan toplumsal çatışmalarda da karşı tarafa üstünlük kurulmak isteniyorsa mutlaka 794 795 Düzgün, a.g.e., s.105. 8/Enfal, 60. 153 belirli bir güce sahip olunması gerekmektedir. Aksi takdirde bu çatışmada başarılı olunabilmesinin oldukça imkânsız olunacağı görülecektir. Peygamber’in düşmanla çatışması devam ederken, İslam'ın üstünlüğü sağlanıncaya kadar düşman esirlerini bırakamaması,796 gerek toplumsal, gerek toplumlar arası çatışma sürecinde kesinlikle her zaman mü’minlerin düşmanlardan güçlü olmasını zorunlu kılmaktadır. Toplumsal çatışma sürecinde mü’minlerin kendilerini güçlü kılmak için çabaları, toplumun elitleri/yöneticileri tarafından engelleneceği de açık bir durumdur. Zaten toplumun büyük bir gücü kendilerinin elinde bulunan elitlerin, güç elde etmek için mücadele eden mü’minlere karşı oldukça sert tedbirler alacakları görülecektir. Allah, halkı zalim olan kişilerin yaptıkları kötülükler nedeniyle zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların feryatlarının işitilmesini ve onlara yardım amacıyla savaşılmasının gerekli olduğunu belirtmektedir.797 Mü’minlerin kendi hayatlarında İslam'ı yaşamalarının ya da İslami bir toplum kurmalarının yetmediği, eğer böyle yaparlarsa, yani sadece kendi toplumlarıyla ilgilenirlerse yanlış bir yolda ilerlemiş olacaklardır. İslam, iyiliğin insanlığın tümüme egemen olmasını ve kötülüklerin de tamamen ortadan kalkmasını istemekte, bu nedenle de toplumlara zarar verecek davranışlara engel olmaya çalışmaktadır.798 Çünkü dünyaya egemen olunmadan dünya hayatının toplumsal yönlerine, yani dünyanın imar ve inşası, insanların toplumsallaşması, huzurlu bir hayatın tümüne hâkim olunamayacaktır.799 Dolayısıyla Allah, mü’minlerin kendi toplumlarının dışında kalan zayıf ve güçsüz insanların yardımına koşulmasını emrederek, İslam toplumlarının dünyadaki tüm insanlarla ilgilenmelerinin zorunlu olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bir insanı haksız yere öldürmek tüm insanlığı öldürmek gibi olurken, bir insanın kurtarılması tüm insanlığı kurtarmak anlamına gelmektedir.800 İslam toplumlarının bu şekildeki müstaz’af kimselerin yardımına koşmaları, doğal olarak mü’minlerle bu toplumlardaki zalim olan halkı karşı karşıya getirerek bir çatışma durumunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İslam’a göre zalimlerin zulmüne engel olmayanlar zulme ortak olmaktadırlar, bu nedenle Müslümanların toplumlarındaki günah ve haksızlıklara kayıtsız kalamayacaklardır.801 Tabi bu zalim halka karşı müstaz'afları koruyabilmek için ise İslam toplumlarının belli bir üstünlüğe ve güce sahip olmaları 796 8/Enfal, 67. 4/Nisa, 75; 11/Hud, 16. 798 Şimşek, a.g.e., s.187. 799 Altıkardeş, a.g.e., s.58. 800 5/Maide, 32. 801 Şimşek, a.g.e., s.256; Aktaş, a.g.e., s.225; es-Sadr, a.g.e., s.223. 797 154 gerekecektir. Bu bakımdan güçsüzlere yardım etmek için İslam toplumlarının kendilerini geliştirmeleri zorunlu olmaktadır. O halde İslam toplumları kendilerini zalim halklardan güçlü kılmak için uğraşmazlar ise, o zaman Allah'ın emrini yerine getiremeyeceklerdir. İslam toplumlarının zalim olan toplumlara müdahalede bulunmaları, onların dünyayı akışında bırakmak istememelerini doğuracak, her yönden dünyadaki tüm toplumlarla ilgilenmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu tür bir çatışmanın türünün İslam'ın yayılmacı özelliğinden kaynaklanmadığını özellikle vurgulamalıyız. Çünkü İslam zorla insanları Müslüman etmek için uğraşmamaktadır; bilakis çatışma türünün engellenme nedeniyle ortaya çıkan bir çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insanların dinlerini yaşamalarına engel olunması nedeniyle ortaya çıkan bir çatışmadır bu durum. Gücün bu kadar önemli olmasına rağmen güç sahibi olunamadığı durumlarda da İslam'ın anlatılmasının zorunlu olduğunu görmekteyiz. Çünkü Peygamberler karşılarında hep kendilerinden güçlü kişilerle mücadele etmişlerdir. Bu bakımdan güçlü olmanın önemi çatışmada izlenilen bir yöntem olarak önem kazanmaktadır. Örneğin, Hz. İbrahim’in insanların düşünmelerini sağlamak, yanlış inançlarını düzeltmek için onların putlarını kırmıştır. Bunun üzerine halkın bu işi yapan kişiyi zalim biri olarak nitelendirdiklerini ve Hz. İbrahim’in bu yaptığından dolayı onu ateşe atarak öldürmek istediklerini görmekteyiz.802 Hz. İbrahim’in toplumun inançlarını hiçe sayarak bu tür bir iş yapması, toplum içerisinde büyük bir tepkiyle karşılaşmasına neden olmuştur. Böylece toplumun yanlış inançlarını düzeltmek, insanları doğru yola yönlendirmek için mutlaka üstün bir güce sahip olunmasının gerekli olmadığı sonucunu çıkartmaktayız. Çünkü Hz. İbrahim’in onların değerlerini umursamadan, kendisine yapacakları şiddeti düşünmeden bu işi yaparken arkasında onu koruyacak bir gücün olmadığını anlamaktayız. (Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında onu kâfirlerin elinden kurtaracak bir gücün bulunmaması, onun gerçekten toplum içinde üstün bir güce sahip olmadığını göstermektedir.) Bu nedenle Allah'ın dinini anlatmanın her şeyden daha önemli olması nedeniyle, insanların öleceklerini bile bile gerçeği söylemelerinin zorunlu olması, toplum içerisinde hiçbir şey yapmadan, güç sahibi olduktan sonra çatışmaya girileceği düşüncesinin yanlış olduğunu göstermektedir. Güçsüz de olunsa güçlüye karşı Hakk’ın söylenilmesi, toplumun içerisinde her zaman bir çatışma ortamını hazır durumda bekletmektedir. Çünkü yanlışın ortaya çıktığı bir zamanda, her an bu yanlışı insanlara hatırlatarak, insanların gerçeği görmeleri için onların düşünmelerini sağlayacak mü’minler mutlaka çıkacağı görülebilecektir. Bu bakımdan Kur'an, toplumlarda 802 21/Enbiya, 57-69; 37/Saffat, 91-97. 155 ortaya çıkan haksızlıklara karşı müminlerin her zaman çatışma içerisine girebileceklerini vurgulamaktadır. 2.4.11. İslam'da Savaş Antlaşmalarını bozan, inananları yurtlarından çıkaran ve mü’minlere saldıranlara karşı mü’minlerin Allah yolunda savaşmaları emredilmektedir.803 İslam'da mü’minlerin savaşmalarının geçerli olmasının temelinde haksızlığa uğramak vardır. Mü’minlere savaş izni verilmesinin nedeni zulme uğramış olmalarından dolayıdır. Değilse insanlara sadece Allah'a inanmıyorlar diye savaş açmak İslam'a göre doğru değildir.804 İnsanların küfürlerinin savaş sebebi olamaz, Hz. Peygamber’in savaşları bu nedenle asla saldırı savaşları olmamıştır. Bu bakımdan İslam’daki savaşın, koruma-savunma/koruyucu savunma türü bir savaş olduğu vurgulanmaktadır. Kur'an, savaşın ancak savunma amacıyla yapılmasını kabul ettiğinden dolayı savaşa katılmayan kişileri şiddetle kınamıştır; çünkü onlar kendi toplumlarını korumayarak toplumu düşmana karşı savunmasız bırakmışlardır.805 Hz. Peygamber’in isteğini barışla gerçekleştirmek istediği, bu nedenle mutlak suretle savaşmak arzusunda olmamış; ancak sadece savaş kaçınılmaz olduğu zaman savaşmıştır.806 Bu bakımdan Kur'an, tevhid ve adalete düşman olmanın dışında Allah yolunda savaşmayı meşru kılmamakta ve İslam'ın tebliğ edilmesinin önüne çıkacak tüm engellerin ortadan kaldırılmasının zorunlu kılmaktadır.807 Zulme uğramalarının nedeni ise, sadece “Rabbimiz Allah'tır” demeleridir. Bunun üzerine kâfirler onları yurtlarından çıkarmışlardır.808 Mü’minlerin toplumsal yapı içerisinde sadece kendilerini ilgilendirmesi bakımından İslam'ı seçmeleri çatışmanın çıkması için yeterli değildir. Mü’minlere zulüm yapılmasının nedeni onların imanının toplumu 803 8/Enfal, 39; 9/Tevbe, 5, 12-13, 36, 73, 123; 66/Tahrim, 9. Kur'an'ın Müslümanlara emrettiği savaşı amacı itibariyle incelendiğinde, bunun başlıca üç şekilde gerçekleştiği söylenilmektedir: 1. Meşru Müdafaa Savaşı, 2. Yardım Maksadıyla Yapılan Savaş, 3. Mevcut Bir Savaşın Devamı Olarak Yapılan Savaş. Ateş, a.g.e., s.290, 293. 804 İslam dünyasındaki geleneksel savaş anlayışının, yani insanlara küfürlerinden dolayı savaş açmanın zorunlu olduğu anlayışın nasıl olduğu ve İslam'ın ilk dönemlerinde Ehli Kitaba yumuşak bir üslup kullandığı, ancak Medine döneminde Ehli Kitabın ve müşriklerin ters davranışları nedeniyle bu üslubun sertleştirilerek onlarla savaşılmasının emredildiği; bu nedenle bu savaş ayetlerinin o dönemin şartlarıyla ilgili olduğu için tüm dönemler için geçerli bir hüküm olmadığına dair bkz: Mustafa Öztürk, “Kur’an’a Göre ‘Öteki’nin Konumu”, Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Tefsirde Anakronizme Ret Yazıları, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2004, ss.146-164. 805 Şimşek, a.g.e., ss.289-293; Ahmet Yaman, İslam Devletler Hukukunda Savaş, Beyan Yay., İstanbul, 1998, ss.54-55, 90-92. Ateş, ss.242-266; 306-307. 806 Fazlurrahman, İslam, s.66. 807 Güler, a.g.m., ss.45-49. 808 22/Hac, 39-40. 156 değiştirme gibi bir amacının olmasıdır. Bu nedenle toplumdaki dengeleri bozan böyle bir iman, topluma hâkim olanlar tarafından kabul görmeyecektir. Üstelik bu imana sahip olanlara karşı çatışma içerisine girilmesine neden olacaktır. Mü’minler de kâfirlerin kendilerine karşı çatışmayı başlatmış olmalarından dolayı onlara karşılık vermektedirler. Kur'an'ın nüzulü sürecinde savaşın meşru kılınma seyrini incelendiğinde, ilk dönemlerde savaşa izin verilmediğini, ancak belli bir süre sonra bunun istenmeyen ama aynı zamanda kaçınılmaz bir olgu olduğundan hareketle gerekli düzenlemelerin yapılmış olduğu vurgulanmaktadır.809 Tabi şunu unutmamak gerekir ki, kâfirlerin yerleşik yapılarını göz önüne aldığımızda, toplumun dengelerini bozmaya çalışan taraf mü’minler olduğu için, çatışmayı başlatan asıl tarafın mü’minler olduğunu söylemeliyiz. Fakat mü’minler kendi istekleri doğrultusunda bir çatışma çıkarmamaktadırlar; bilakis doğrunun, iyinin ve ilahi olanın hâkim olması, zulmün, haksızlığın ve şirkin ortadan kalkması için çatışmayı başlatmışlardır. İslam'ın şiddet dini değildir; çünkü İslam'ın hedefinin yeryüzünde adil ve barışçı bir düzen kurmak istemesinden dolayı ahlak düzenini kurmak için şiddet yolunu takip etmeyecektir; ancak böyle bir düzen şiddet kullanılmadan kurulamayacaksa, çatışmadan kaçınmayacaktır.810 Bu nedenle müminlerin çatışmayı başlatmış olmalarının haklı bir sebebi var iken, kâfirlerin çatışmayı başlatmaları tamamen kendi çıkarlarını devam ettirmek içindir ve onların çatışmaları bu yüzden haklı bir temele dayanmamaktadır. Allah, Bedir Savaşı’nda düşmanı öldürenin mü’minler değil kendisinin olduğunu belirtmektedir.811 Bu durumda mü’minlerin savaşının Allah tarafından haklılaştırıldığı görülmektedir. Aynı zamanda bu savaşlarında Allah'ın bizzat savaştığı söylenilerek, aslında savaşan mü’minlerin savaşmadığı; yani savaşan mü’minleri temsil olarak bu eylemi Allah üstlenmektedir. Bunun sonucunda da mü’minler, kendilerinin yaptıkları her hareketin bizzat Allah tarafından yönlendirildiğinin bilincinde olarak yaşamlarının her alanında bu durumu hissetmeleriyle güçleri artmaktadır. İbn-i Haldun bir topluluğun içinde bir topluluğun (asabiyet) üstünlük sağlamasıyla, tabiatı gereği başka topluluklara (asabiyetlere) üstünlük sağlamak için çatışmaya gireceğini, bu durumun devlet olma gücünü sağlanıncaya kadar devam edeceğini söylemektedir.812 Yani İbn-i Haldun’a göre çatışmanın nedeni savunma ya da haksızlığa uğrama amaçlı değil; 809 Ateş, a.g.e.,ss.235-241. Fazlurrahman, İslam ve Siyasi Aksiyon, s.22. 811 8/Enfal, 17. 812 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.190. 810 157 tamamıyla güç sahibi olmak, devlet kurmak amaçlıdır. Ancak İbn-i Haldun çatışmaların ve savaşların asıl sebebinin insanlardan intikam almak için olduğunu söyleyerek bunun sebeplerini şu şekilde sıralamaktadır: 1. Kıskançlık, çekişme ve rekabet; 2. Düşmanlık; 3. Allah ve din için kızmak; 4. Hükümdarlık için kızmak ve onu kurmaya çalışmak. İbn-i Haldun ilk iki savaşın zulüm ve fitne için olduğunu, son ikisinin ise cihad ve adalet için olduğunu söylemektedir.813 Bu nedenle savaşların sadece devlet kurma amaçlı olmadığı, bu amaçla bile olsa devletin İslami bir nitelik taşıması nedeniyle dünyevi amaçlı olmadığı sonucu çıkmaktadır. Ayrıca Allah ve din için kızılmasıyla yapılan savaşların olduğunu söylemesiyle de savaşların ilahi bir boyutunun olduğunu vurgulamaktadır. Mü’minlerin, Allah'ın izniyle düşmanlarını öldürdükleri,814 savaşmalarının da Allah'ın mü’minler vasıtasıyla onları cezalandırmasının göstergesi olduğu belirtilmektedir.815 Değilse mü’minlerin tüm savaşlarında kâfirlerle çatışmalarında, kâfirleri öldürmelerinin kendi istekleri ve çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Bu bakımdan mü’minlerin kâfirleri öldürmelerinin Allah'ın izniyle gerçekleşmiş olmasıyla, mü’minlere Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla insan öldürebilme izni verildiğini görmekteyiz. Aynı zamanda mü’minlerin savaşlarının haklılaştırılması boyutu da gerçekleşmiş olmaktadır; çünkü mü’minlerin savaşları Allah'ın izniyle gerçekleşmektedir. Böylece mü’minlerin kâfirlerle olan çatışmaları meşru bir sebebe dayanmış olmaktadır. Üstelik savaş yapma ve kâfirleri öldürme Allah'ın yeryüzündeki temsilcileri olan mü’minler tarafından yapılması çatışmalarda mü’minlerin önemli bir fonksiyon üstlendiklerini göstermektedir. Allah dilemeseydi, kendilerine açık deliller geldikten sonra bazı toplumların birbirleriyle savaşmayacakları belirtilmektedir.816 Fakat Allah onların savaşmalarını dilemiştir. Demek ki, Allah'ın insanlar için kötülük istemeyeceğini göz önünde bulundurursak, savaşmak o insanlar için en geçerli yoldu. Savaşmak bu anlamda bazı toplumlar için zorunlu olmaktadır. Bu bakımdan insanların şartlar gerektirdiği zaman savaştan kaçmalarına gerek yoktur. Mü’minlerin tedbirlerini alarak bölük bölük veya topyekûn savaşmaları istenmektedir.817 Yani savaş yapmak kaçınılmaz ise, duruma göre toplumun bir bölümü 813 İbn-i Haldun, a.g.e., c.1, s.360. 3/Âl-i İmran, 152. 815 9/Tevbe, 14, 52. 816 2/Bakara, 253. 817 4/Nisa, 71. 814 158 savaşması gerektiği gibi, gerektiğinde de toplumun tümünün tüm olanaklarıyla savaşmaları gerekmektedir. Bu nedenle düşmanın yapacaklarına karşı önceden tedbirli olmak da önemli bir husus olduğu açıktır. Çünkü tedbirli olunmazsa İslam toplumunun yenilgisi de kaçınılmaz olacaktır. Bu bakımdan mü’minlerin her zaman ya da ortamın bozuk olduğu durumlarda (ne zaman mü’minler büyük bir güç elde ederek İslam toplumunu çok büyük bir noktaya getirdikleri vakit, o zaman kâfirlerin elleri kolları bağlı kalacak, toplumun düzenini bozamayacaklardır.) kâfirlere karşı önlemlerini almaları gerekecektir ki, bu durum da çatışmanın her zaman olabileceği ihtimalinin kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Mü’minlerin düşman karşısında başarılı olabilmeleri için sabredilmesi, sebat gösterilmesi, düşmana karşı hazırlıklı ve uyanık olmaları ve Allah'tan korkmaları gerektiği bildirilmektedir.818 Düşmana karşı hazırlıklı ve uyanık olunması emri verilmesi mü’minlerin eli kolu bağlı bir şekilde hiçbir zaman kalmamalarını gerektirdiği için, sürekli olarak bir çatışma potansiyelinin mevcut olduğu izlenimini vermektedir. Çünkü düşmanların mü’minlere kaşı her an bir şey yapabilme ihtimalinin bulunması, mü’minlerin de bu duruma karşı önlem almalarını gerektirmekte, böylece de sürekli olarak bir çatışma atmosferinin oluşması gerçekleşmektedir. 818 3/Âl-i İmran, 200; 8/Enfal, 45. 159 SONUÇ Toplumun insanlar için ne kadar önemli olduğunu göz önüne aldığımızda, toplumların insan hayatındaki yerinin değeri de ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan toplumlarda ortaya çıkan çatışmalar, toplumun düzenini ve yapısını değiştirmesi açısından değerlendirildiğinde toplumsal değişme açısından çok önemli bir konumda olduğunu görmekteyiz. Çatışmalar toplum içerisinde yaşamadan kaynaklandığı için çatışmaların en önemli yönünü insanlar arası ilişkiler belirlemektedir. Toplumsal çatışmalarda insanların birey olarak kendi çıkarlarını düşünmesi çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmakta; fakat bu çatışmalar toplumdaki düzeni çıkar sağlamak için bozması nedeniyle toplumsal yapı tarafından haksız bir oluşum olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle bireysel isteklerin toplumsal yapıyı bozmasına engel olmak ve toplumsal düzeni sağlamak için bu kişilerin topluma uymaları için zorlanmaları gerekmesinden dolayı çatışmalar gerçekleşmektedir. Toplum hayatında insanların farklı düşüncelere sahip olmaları çatışmalara neden olmaz iken, bu farklılıkların farklı bir şekilde dönüşüme uğrayarak çatışmalara neden olduğunu görmekteyiz. Farklılıkların çatışmaya dönüşmesinde en önemli etkenler toplumun yapısını değiştirmek için çıkmaktadır. Bu bakımdan insanların kurguladıkları yeni toplum yapısı ile mevcut toplum yapısı arasındaki uyumsuzluk nedeniyle, yeni düşüncelerin mevcut toplumsal yapı tarafından kabul görmemesi çatışmaların ilk aşamasını oluşturmaktadır. Toplumsal anlamda çatışmaların ortaya çıkması bu anlamda mevcut toplumsal yapıdaki tüm değerlerin, geleneklerin, statülerin, haksızlıkların değişmesi anlamına geldiği için, çatışmayı başlatan tarafın kendisine karşı konumlandırdığı karşı bir taraf oluşmakta ve böylece çatışmanın geçekleşebilmesi için tüm şartlar olgunlaşmaktadır. Toplumdaki değişimin sağlanabilmesi için toplumda çatışmalar ortaya çıkarak, mevcut toplum istenilen şekilde değiştirilme girişimleri başlamış olmaktadır. Toplumdaki çatışmaların toplumları geliştirerek, sürekli ileri götürmesi düşüncesinin olması da, toplum içerisinde çatışmaların hiçbir zaman bitmemesine neden olmaktadır. Dinler, insanların düşüncelerini değiştirmekte ve bu düşüncelerin insanların hayatlarını kuşatması için onları etkilemektedir. İnsanlar bu dini değerleri kabul etmeleriyle birlikte, bu değerler davranışlara yansımakta, daha sonra toplumsal anlamda bu davranışlar toplumda yerini almaktadır. Böylece dinlerin toplumda belirli bir konum elde etme isteği, toplumdaki 160 yerleşik yapıyla uzlaşamamasına neden olmakta ve sonuçta çatışmalar gerçekleşmektedir. Aynı şekilde inananların mevcut yapıda dinlerinin emirlerini gerçekleştirememeleri ve mevcut toplumun sahipleri tarafından engellenmeleri de çatışmaların çıkmasına neden olmaktadır. İnananların yaşantılarının engellenmesinin nedeni, onların inançlarının toplumdaki yapıyı değiştirme düşüncesinde aranması gereklidir. Aksini düşünecek olursak toplumun mevcut toplum yapısıyla bir ilgisi olmayan ve onu değiştirmeyi amaçlamayan dini düşüncelerin, çatışmaları ortaya çıkarmasının mümkün olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle bireysel anlamda yaşanılmaya çalışılan dinlerin hiçbir zaman tehdit olarak görülmemesi nedeniyle toplumsal çatışmalar ortaya çıkmayacaktır. Dini düşüncelerin insanları yönlendirmesiyle ortaya çıkan çatışmaların inananlar tarafından dini bir şekilde değerlendirilmesi ile çatışmaların niteliği de değişerek, dünyevi bir amaç olmaktan çıkarak kutsallık kazanmaktadır. Böylece toplumsal çatışmalar dini bir niteliğe sahip olmasıyla çatışmaların haklılaştırılması da böylece sağlanmış olmaktadır. Ancak dinlerin çatışmaları haklılaştırması ya da meşrulaştırması nedeniyle bazı çıkar sahipleri tarafından bu durumun kullanılarak, çatışmalar dini bir özellik arz etmemesine rağmen, çıkar amaçlı çatışmalar dini bir renge bürünerek dini çatışmaların istenilmeyen bir şekilde dönüştürüldüğünü görmekteyiz. Bu nedenle dini çatışma olarak ortaya çıkan çatışmaların arkasında çok farklı nedenlerin olması, bu çatışmaların haklılığını tespit etmek için çok kapsamlı bir şekilde değerlendirilmelerini zorunlu kılmaktadır. Dinlerin istediği gibi bir topluma kavuşmalarıyla birlikte, toplumsal yapının dini bir nitelik taşıması sonucunda, bu toplumda ortaya çıkan değişiklik oluşturma düşünceleri toplumsal yapı tarafından kabul edilmemektedir. Dinler isteği doğrultusunda bir yapıyı elde ettikten sonra, bu yapının bozulmaması için elinden gelen her şeyi yapmakta ve yapısını korumaya çalışmaktadır. Bu nedenle dinlerdeki farklı düşünce ve yapılanma şeklinde ortaya çıkan gruplaşmalar ve mezheplerin toplumsal çatışmalara neden olması açısından önemli bir konumda olduklarını görmekteyiz. Kur'an, insanların düşüncelerini kendi isteği doğrultusunda şekillendirmekte, bu düşüncelerin hayatlarına yansımasını isteyerek toplumsal anlamda kendi emirlerini uygulatmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan Kur'an'ın temel amacı insanı ve toplumu Allah merkezli bir yaşamla tanıştırarak onların değişmelerini sağlamaktır. Kur'an bu amaçla ilk olarak insanların düşüncelerini etkileyerek değiştirmekte ve daha sonra inananlar bu düşünceler ile hayata bakarak toplumun yapısını ilahi yönde dönüştürmek için mücadeleye girmektedirler. Kur'an bu mücadelede inananları birçok yönden teşvik etmekte, onların 161 mücadelelerinde zayıflık göstermemeleri için onları desteklemekte, onları cesaretlendirmektedir. Böylece inananlar bu bilinçle yola koyularak önlerinde hiçbir engel tanımamaktadırlar. Kur'an toplumda inanmayanları yani kâfirleri göz önünde bulundurarak, kâfirlerin yapılanmalarını mü’minlere göstermekte ve kâfirlerin bu yapılanmalarının mü’minler tarafından kabul edilmemesini bildirerek, kâfirlerden farklı olduklarını göstermekte ve bu nedenle kâfirlerden uzaklaşmalarını sağlamaktadır. Bunun sonucunda inananlar ile kâfirler arasında karşıtlık düşüncesinin oluşmasıyla çatışmanın temelleri oluşmaktadır. Bu sırada Kur'an, mü’minlerin kendi içlerinde sağlam bir yapı oluşturmalarını sağlayarak, mücadelelerinin en iyi bir şekilde geçmesi için onlara yol göstermekte ve sistemli bir şekilde çatışma stratejisi belirleyerek çatışmanın hangi temeller üzerine oturacağını belirlemektedir. Böylece inananların toplumdaki değişikliği gerçekleştirmeleri için tüm bilgiler, işaretler gösterilerek toplumun ilahi yöne doğru dönüştürülme mücadelesi de başlamış olmaktadır. Kur'an'ın toplumda mü’minler aracılığıyla başlattığı değişim birçok sorunlarla karşılaşmaktadır. Toplumdaki mevcut yapı Kur'an'ın istediği şekilde bir dönüşümü kendi açılarından tehlikeli görmeleriyle taraflar birbirleriyle çatışmaya girmektedirler. Toplumun Kur'an'ın getirdiklerini kabul etmemesinde bireysel anlamda olumsuz özellikler onları etkilediği gibi, mevcut geleneklerin insanları etkili bir şekilde yönlendirmesi, onların kişiliklerini etkilemekte ve doğruyu kabul etmelerinde zorluk çıkartmaktadır. Bu bakımdan insanların doğru olarak sadece kendilerini ya da geleneklerini kabul etmeleri toplumsal çatışmaların devam etmesine ve de şiddetlenmesine neden olmaktadır. Kur'an toplumda eşitlik prensibini getirerek toplumdaki tüm haksızlıkların önüne geçmek istemektedir. Bu anlamda toplumdaki konumlarını eşitsizlik ve haksızlık üzerine oturtmuş bulunan çıkar sahipleri, çıkarlarının kaybolmaması için çatışmaya girmektedirler. Bu nedenle onlar güçlerini kullanarak İslam'ın topluma hâkim olmasının önünde durmakta ve mü’minlere birçok yaptırım uygulamaktadırlar. Bu bakımdan çatışmalar değişik görüntüler altında sunularak inananların toplumda kargaşa çıkarttıkları izlenimi verilmekte, bu nedenle mü’minlere karşı olan yöneticiler, güçlerinin sayesinde halkı tüm yönlerden etkileyerek mü’minleri zorlamaktadırlar. Bunun sonucunda Allah'ın dininin tüm insanlara ulaştırılması, haksızlıkların ve eşitsizliklerin toplumlardan uzaklaştırılması için mücadele eden mü’minler, Kur'an'ın istediği şekilde bir toplum oluşturuncaya kadar toplumsal çatışmalardan hiçbir şekilde vazgeçmemektedirler. 162 Toplumlarda farklı inançlara sahip insanların bir arada yaşamasından kaynaklanan çatışmaların da olduğunu görmekteyiz. Müminlerin toplumlarında Allah'ın istediği şekilde bir yaşam sürdürebilmeleri için toplumda üstünlüğün kendilerine ait olması zorunlu olmaktadır. Bunun sonucunda toplumda mü’minlerin istediği şekilde yaşamayı kabul etmeyen farklı inanç sahiplerinin çatışmaya neden olduklarını görmekteyiz. Bu bakımdan Kur'an, mü’minlerin sadece inanmadıklarından dolayı kâfirlerle çatışmaya girmelerinin doğru olmadığını göstermektedir. Kur'an bu anlamda tüm çatışmaların ancak mü’minlerin engellenmesi nedeniyle ortaya çıktığını göstermektedir. Mü’minlerin, toplumu Kur'an’a göre düzenlemeye çalışmaları, ayrıca adalet temeli üzerine toplumu değiştirmek istemeleri, ilk başta mü’minlerin çatışmaları başlattıklarını gösterse bile, Kur'an'a göre mü’minlerin başlattıkları bu çatışmalar, aslında toplumda inançsız bir şekilde sürdürülen yaşamın ortaya çıkardığı haksızlıkların haklı bir temel üzerine oturması için gerçekleştirilen çatışmalardır ve bu nedenle de çatışmayı ilk başlatan taraf kesinlikle mü’minler değildir. Kur'an, müminlerin doğrunun ve güçsüzün yanında olarak toplumda haklı bir çatışma başlattıklarını savunmaktadır. 163 KAYNAKÇA -KUR’AN-I KERİM -AHMED, Manzuriddin, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Çev. Kazım Güleçyüz, İslam'da Siyaset Düşüncesi kitabının içinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995. -AKTAŞ, Faruk, Kur'an'da Cehalet Kavramı, Ekin Yay., İstanbul, 2001. -AKTAY, Yasin, “Giriş: Sosyolojinin Nesnesi Olarak Din”, Der: Yasin Aktay-M. Emin Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde, Vadi Yay., 2.Bas., Konya, 1998. -ALTIKARDEŞ, İsmet, Din ve Sosyal Bütünleşme, Rağbet Yay., İstanbul, 2004. -ALTINTAŞ, Ramazan, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, Ribat Yay., Konya, tarihsiz. -ARON, Raymond, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Korkmaz Alemdar, Bilgi Yay., 4.Bas., Ankara, 2000. -ARSLANTÜRK, Zeki-Amman, M. Tayfun, Sosyoloji-Kavramlar-Kurumlar-SüreçlerTeoriler, Çamlıca Yay., 4.Bas., İstanbul, 2001. -ATEŞ, Abdurrahman, Kur’an’a göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Beyan Yay., İstanbul, 2002. -AYDIN, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir İlahiyat Fakültesi Yay., 8.Bas., İzmir, 1999. -AYDIN, Mustafa, İslam'ın Tarih Sosyolojisi -İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yay., 2.Bas., İstanbul, 2001. -BAHADIR, Abdülkerim, İnsanın Anlam Arayışı ve Din-Logoterapik Bir Araştırma, İnsan Yay., İstanbul, 2002. -BA-YUNUS, İlyas-Ahmed, Ferid, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Denemesi, Çev. Rıdvan Kaya, Bir Yay., İstanbul, 1986. -BAYYİĞİT, Mehmet, (Editör), Kur'an Sosyolojisi Üzerine Denemeler, Yediveren Yay., Konya, 2003. -BENETON, Philippe, Toplumsal Sınıflar, Çev. Hüsnü Dilli, İletişim Yay., İstanbul, 1991. -BERGER, Peter L., Kutsal Şemsiye-Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları, Çev. Ali Coşkun, Rağbet Yay., 2.Bas., İstanbul, 2000. -BİLGİN, Vejdi, Sosyal Çözülme ve Din, Etüt Yay., Samsun, 1997. -BULAÇ, Ali, Modern Dünya İle Çatışma ve Uyumdan Modernite’yi Aşmaya, Bilgi ve Hikmet Dergisi, Modern Dünyaya Karşı Üç Tutum: Çatışma, Uyum ve Aşma konulu sayı, Güz-1994, sayı, 8. 164 -EL-CABİRİ, Muhammed Abid, Arap-İslam Siyasal Akıl, Çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi Yay., 2.Bas., İstanbul, 2001. -CANATAN, Kadir, İslam Sosyolojisi -Tarihsel ve Çağdaş Birikimin Değerlendirilmesi, Beyan Yay., İstanbul, 2005. -CANDAN, Abdulcelil, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi, 2 Kaynak Yay., Ankara, 2000. -CAPPS, Walter H., “Toplum ve Din”, Din, Toplum ve Kültür”, Din Sosyolojisi ve Antropolojisine Giriş kitabının içinde, Çev. Ali Coşkun, İz Yay., İstanbul, 2005. -COX, James L., Kutsalı İfade Etmek- Din Fenomenolojisine Giriş, Çev. Fuat Aydın, İz Yay., İstanbul, 2004. -ÇELİK, Nur Betül, İdeolojinin Soykütüğü Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2005. -ÇELİK, Celaleddin, Kur’an’da Toplumsal Değişim, İnsan Yay., İstanbul, 1996. -DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, İ.İ.T.İ.A. Nihad Sayar-Yayın ve Yardım Vakfı Yay., 7.Bas., İstanbul, 1978. -DÜZGÜN, Şaban Ali, Sosyal Teoloji -İnsanın Yeryüzü Serüveni, Akçağ Yay, Ankara, 1999. --------, Din, Birey ve Toplum, Akçağ Yay., Ankara, 1997. -FAZLURRAHMAN, “Allah'ın Elçisi ve Mesajı”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997. --------, İslam, Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Ankara Okulu Yay., 6.Bas., Ankara, 2000. --------,“İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde”, Çev. Kazım Güleçyüz, İslam'da Siyaset Düşüncesi kitabının İçinde, İnsan Yay., İstanbul, 1995. --------,“İslam'da Başkaldırı Hukuku”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997. --------,“Kur'an'ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları”, Çev., Adil Çiftçi, Allah'ın Elçisi ve Mesajı Makaleler I kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997. -FİCHTER, Joseph, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Toplum Yay., Konya, Tarihsiz. -GİDDENS, Anthony, Sosyoloji, Ayraç Yay., Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ankara, 2000. 165 -GÜLER, İlhami, “Kur'an'da ‘Cihad’ın Teoloji-Politiği”, Politik Teoloji Yazıları kitabının İçinde, Kitabiyat Yay., Ankara, 2002. -GÜNAY, Ünver, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., 3.Bas., İstanbul, 2000. -GÜNEY, Salih, Davranış Bilimleri, Nobel yay., 2.Bas., Ankara, 2000. -GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 10.Bas., İstanbul, 1999. -GÖKÇE, Orhan, N. Ata Atabey, Davranış Bilimleri Ders Notları, Editör: Orhan Gökçe, Dizgi Ofset, 2.Baskı, Konya, 2003. -İBN-İ HALDUN, Mukaddime, Çev. Halil Kendir, Yeni Şafak Kültür Armağanı, 2 Cilt, İstanbul, 2004. -HAMİD, T. Abdülkadir, Mekke Döneminde Siyasi Düşünce Metodolojisi, Çev. Vahdettin İnce, Ekin Yay., İstanbul, 2001. -HİLAV, Selahattin, Diyalektik Düşüncenin Tarihi, Sosyal Yay., 3.Bas., İstanbul, 1997. -İZUTSU, Toshihiko, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., 2.Bas., İstanbul, 1991. -KARİP, Emin, Çatışma Yönetimi, 3.baskı, PegemA Yay., Ankara, 2003. -KAYACAN, Murat, Kur’an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İstanbul, 2004. -KEHRER, Günter, “Din Sosyolojisi”, Çev. M. Emin Köktaş, Der: Yasin Aktay-M. Emin Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi Yay., 2. Bas., Konya, 1998. -KİRMAN, Mehmet Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İstanbul, 2004. -KIZILÇELİK, Sezgin, Sosyoloji Teorileri, 2 Cilt, Yunus Emre Yay., 2.Baskı, Konya, 1994. -KONGAR, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981. -KÖKTAŞ, M. Emin, Türkiye’de Dini Hayat-İzmir Örneği, İşaret Yay., İstanbul, 1993. -KÖSEMİHAL, Nurettin Şazi, Sosyoloji Tarihi, Remzi Kitabevi, 4. Bas., İstanbul, 1989. -MARSHALL, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, Çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2003. -MARDİN, Şerif, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., 12.Bas., İstanbul, 2003. -MARX, Karl, 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004. 166 ----------, Feuerbach Üzerine Tezler, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları-Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004. -MARX, Karl-Engels, Friedrich, Alman İdeolojisi Bölüm I, Çev. Ahmet Fethi, Felsefe Yazıları-Karl Marx kitabının içinde, Hil Yay., İstanbul, 2004. ----------, “Din ve İdeoloji”, Çev. Mevlüde Ayyıldızoğlu, Der: Yasin Aktay-M. Emin Köktaş, Din Sosyolojisi kitabının içinde,Vadi Yay., 2. Bas., Konya, 1998. ---------, Komünist Partisi Manifestosu, Çev. Cenap Karakaya, Sosyal Yay., 2.Bas, İstanbul, 2003. -MORRİS, Brian, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev. Tayfun Atay, İmge Yay., Ankara, 2004. -MUSTAFA, Nevin Abdulhalık, İslam Düşüncesinde Muhalefet, Çev. Vecdi Akyüz, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2001. -OKUMUŞ, Ejder, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yay., İstanbul, 2003. -ÖZANKAYA, Özer, Toplumbilim, 8. Baskı, Cem Yay., İstanbul, 1994. -ÖZDEŞ, Talip, “Çatışma veya Uzlaşma -21.Yüzyıla Girerken Çoğulculuğa Kur'an Açısından Bir Bakış”, Cumhuriyet Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü İnternet Dergisi. -ÖZSOY, Ömer, Sünnetullah -Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, 2.Bas, Fecr Yay., Ankara, 1999. -ÖZTÜRK, Mustafa, “Kur’an’a Göre ‘Öteki’nin Konumu’”, Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Tefsirde Anakronizme Ret Yazıları, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2004. -PAÇACI, Mehmet, “Allah'ın Krallığı” Sendromu ve Günümüz Müslümanları”, Kur'an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz? kitabının içinde, Ankara Okulu Yay., 2.Bas., Ankara, 2002, -PAZARBAŞI, Erdoğan, Kur’an ve Medeniyet -Doğuşu- Gelişimi- Çöküşü, Pınar Yay., İstanbul, 1996. -POLOMA, Margaret M., Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev., Hayriye Erbaş, Gündoğan Yay., Ankara, 1993. -RUELLAND, Jacques G., Kutsal Savaşlar Tarihi, Çev. Teoman Tunçdoğan, İletişim Yay., İstanbul, 2004. -ES-SADR, Muhammed Bakır, Kur'an Okulu, Çev. Mehmet Yolcu, Fecr Yay., 3.Bas., Ankara, 1996. 167 -SAİD, Cevdet, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İnsan Yay., 4.Bas., İstanbul, 1998. -SEZEN, Yümni, Sosyoloji Açısından Din, Marmara Üniv. İlahiyat Vakfı Yay., 2.Bas., İstanbul, 1993. --------, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İz Yay., İstanbul, 2004. -SIDDIKİ, Mazharuddin, Kur’an’da Tarih Kavramı, Çev. Süleyman Kalkan, Pınar Yay., İstanbul, 1982. -SİMMEL, Georg, Çatışma Fikri ve Modern Kültürde Çatışma, Çev.Ahmet Aydoğan, İz yay., İstanbul, 1999. -SOYLU, Ali, Kur’an’da Servet Dağılımı, Pınar Yay., İstanbul, 2003. -ŞENTÜRK, Recep, Yeni Din Sosyolojileri, Gelenek Yay., İstanbul, 2004. -ŞERİATİ, Ali, Dine Karşı Din, Çev. Ali Aydın, Bilge Adam Yay., Van, 2005. -ŞİMŞEK, M. Sait, Kur'an'ın Ana Konuları, Beyan Yay., 2. Bas., İstanbul, 2001. -TAPLAMACIOĞLU, Mehmet, Din Sosyolojisi, Ankara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara, 1963. -TEZCAN, Mahmut, Sosyolojiye Giriş “Temel Kavramlar”, Ankara Üniv. Eğitim Bilimleri Fakültesi Yay., Ankara, 1995. -THOMPSON, Ian, Odaktaki Sosyoloji-Din Sosyolojisine Giriş, Çev. Bekir Zakir Çoban, Birey Yay., İstanbul, 2004. -VATANDAŞ, Celaleddin, Tevhid ve Değişim, İstanbul, 1992. -WACH, Joachim, “Dini Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü”, Odaktaki Sosyoloji-Din Sosyolojisine Giriş kitabının içinde, Çev. Bekir Zakir Çoban, Birey Yay., İstanbul, 2004. --------, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, Marmara Üniv., İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1985. -WUTHNOW, Robert J., “Din Sosyolojisi”, Din ve Modernlik- Toplumbilim Yazıları Ikitabının içinde, Çev. Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002. -YAMAN, Ahmet, İslam Devletler Hukukunda Savaş, Beyan Yay., İstanbul, 1998. -YARAN, Cafer Sadık, Kötülük ve Teodise, Vadi Yay., Ankara, 1997. -YILMAZ, Hayati, Toplumsal Dönüşümde Sünnet, Rağbet Yay., İstanbul, 2004. -YOLCU, Mehmet, Kur’an’ın Zihniyeti Değiştirmesi, Denge Yay., 2.Bas., İstanbul, 2005. 168