Yazarlar gündemi yorumladı

advertisement
On5yirmi5.com
Yazarlar gündemi yorumladı...
Sabah’tan Engin Ardıç, Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu, Sevilay Yükselir; Star’dan
Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan, Beril Dedeoğlu, Elif Çakır, Hakan Albayrak, Ahmet
Taşgetiren; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Markar Esayan, Mustafa Kutlu bugün neler
yazdı?
Yayın Tarihi : 19 Mart 2014 Çarşamba (oluşturma : 10/21/2017)
Sabah’tan Engin Ardıç, Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu, Sevilay Yükselir; Star’dan Fehmi Koru,
Yalçın Akdoğan, Beril Dedeoğlu, Elif Çakır, Hakan Albayrak, Ahmet Taşgetiren; Yeni Şafak’tan
Abdülkadir Selvi, Hilal Kaplan, Ali Bayramoğlu, Markar Esayan, Mustafa Kutlu, Fatma Barbarosoğlu,
bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması
gereken yazılar…
Ali Bayramoğlu: Yalnızlaşma
İlginçtir, başbakana yönelik kimi konuşma kayıtlarının tarihi 2011'e kadar uzanıyor. Diğer ifadeyle
2011 yılından bu yana belli bir dosyaya bağlı olmaksızın hedefte ve kayıt altında bir başbakan var.
Nedeni malum çatışma...
Yine malum bu çatışma iki büyük atağa sahne oldu.
İlk baskın Şubat 2012'de geldi. İkincisi 17 Aralık 2013'te başladı ve hala devam ediyor.
İkisi arasında 22 ay var.
Biliyoruz ki, MİT krizi sonrası, bu 22 ay boyunca hükümet kendisine göre önlemler aldı. Bunlar
arasında görevden almalar, emniyetteki kaydırmalar, muhtemelen istihbarat tahkimi bulunuyordu.
Tüm bunlar 22 ay sonra ağır başka bir vurgunun gelmesini engelleyemedi. Bu süre içinde
hükümetin, özellikle başbakanın dinlendiği, takip edildiği, açıklarının araştırıldığı ve tüm bunların
sonuç almaya yönelik bir sistematik içinde yapıldığı tüm çıplaklığıyla ortada.
Hükümet açısından bu, nasıl olabildi?
İki ay kadar önce başbakana, benzer bir bu soru sorulduğunda 'seçimlerden önce bir girişim
bekliyorduk ama bunu tahmin etmiyordum' tarzı bir yanıt vermişti.
Bu durum ve bu yanıt ülkedeki siyasi durumun başka bir tarafına işaret ediyor. Bu taraf daha çok
başbakanla ve onun ruh haliyle ilgilidir.
MİT Müsteşarı'na yönelik sorgu celbinin başbakanda yarattığı etkiyi daha sonra Türkiye çeşitli
biçimleriyle öğrendi. Bu hadisenin geçirdiği ameliyat sonrası, nekahat döneminde olmasına
başbakan farklı bir anlam vermişti, daha doğrusu çok hassas ve kişisel karşılamıştı.
Krtik anların, hükümete yönelik eleştirilerin artmasıyla, ülke ve parti içi karar süreçlerinin iyice
merkezileşmesiyle ve tek kişiye bağlı hale gelmesiyle, siyasi hadiseleri, rekabeti, tartışmaları son
yıllarda artan oranda kişisel olarak algılayan, bu çerçevede karşılayan başbakan için bu 'ilk vurgun'
muhtemelen keskin oldu.
Dikkatli izleyiciler, o tarihlerde başbakanın açıklamalarını 'ihanet', 'zafiyet', 'güvensizlik' gibi
duyguların kuşattığını görmüşlerdir.
Bu duyguların başbakanı tedbir almaya itmediği söylenebilir mi?
Elbet hayır...
Siyasetçi konumu, geçmişi, aidiyeti, onu zaman zaman bu meseleyi, bir tür cemaat-MİT itişmesi gibi
görmeye itmiş olabilir, hatta çatışmanın merkezini aklında Hakan Fidan'a da kaydırmış olabilir. Ancak
bunlar olsa olsa siyasi akılcılığın icap ettirdiği iniş çıkışlardır.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Mustafa Kutlu: Fikir ve şiir
Şamanların, kâhinlerin şair olduğunu söylerler. Bu nedir? Bu sözü etkili kullanmanın avantajıdır. Öyle
konuş ki karşındakiler büyülensin. Bu anlayış kırpıla kırpıla günümüze kadar gelmiş, hayatın her
yanına sızmıştır. Şiir gibi gol, şiir gibi kız, şiir gibi dans vb.
Şarkta söze çok değer verildiğinden uzatılması, israf edilmesi, gevezeliğe dönüşmesi istenmez. Arzu
edilen mısra-i bercestedir. Öyle bir laf et ki asırlarca dilden dile dolaşsın 'kelam-ı kibar' olsun.
Şiirin elbette ki günlük dilden ve nesirden ayrı bir dili vardır. Hatta bu dil şairden şaire değişir, dilini
bulan şair kişiliğini bulur. Şiir geçmişte sosyal fayda yanında aynı zamanda bir 'hüner' sayılıyordu.
Nesir vazıh, şiir muğlaktır. Büyüsü, bilmecesi oradan geliyor. Adamın sözlerine karşı bir beyit
söylersiniz, mâna pek açık olmasa da kıç üstü oturur. Malum 'Mâna Şairin Karnındadır' veya 'Aldanma
ki şair sözü elbette yalandır'. Bu yalan sanatın aslında 'uydurma' bir şey olduğuna işaret eder. Ancak
insanoğlu yalana da muhtaçtır. Adamı menfaat için översiniz, adam 'Söyle söyle, yalan olsa da
hoşuma gidiyor' der. Bu nedir? Bu nefsin hayır ve şerri birlikte taşımasıdır. Şiirin ideolojiyi veya bir
fikri taşıması –eğer o gerçek bir şiir ise– değerini düşürmez. Taşıyamazsa çuvallar, kötü şiir olur.
Toplumu yönetenler, siyasiler, ulema, meşayih sözlerinin etkili ve inandırıcı olması için, ve bilhassa
'akılda kalması' için şairaneliğe başvurur. Fikriyatı şiirle hafızaya kazırlar. Dini metinler dahi bu
sebeple ezberlenir. Ezberci eğitime karşı çıkanlar aldanıyor. Eğitimin esası ezberdir. Çarpım
tablosunu ezberlemek şart olduğu gibi, formüller de ezber ister.
Eski nesir şiirin gücünden yararlanmak için bir âhenge ihtiyaç duymuş, secili ifadelere
başvurmuştur. Menakıbnameler, Nasihatnâmeler, Fetihnameler, Gazavatnameler, Şehnameler hatta
lügatler dahi şiirle yazılmıştır. Burada şiirin en kaba tarifi işler: Vezinli ve kafiyeli söz. Bu vezin
musiki ile birleşmiş, güfteler makam ve bestelere güç katmış, klasik ifade vücut bulmuştur. (Aruz'un
ritmi gibi serbest şiirin de bir ritmi olmalı) Bir nevi hikâye sayılacak mesnevîleri, kasideleri,
mersiyeleri saymıyorum.
Meselenin en temelinde 'hikmet' vardır. Onun muhtevası biçime bürününce 'âhenk' doğar. Şarkın
edebiyatı 'hikmet ve âhenge' dayanır. Bunun da temelinde 'ilahî kelam' vardır.
İletişim açısından asırlarca kalabalığa hitap eden bu ifade, bizde Batılı fikirlerin halka izahı için uzun
süre kullanıldı.
Biz 'vatan', 'hürriyet' kavramlarını Namık Kemal'in şiirlerinden aldık. Şiir eskiden olduğu gibi fikri
yüklenmişti. Tevfik Fikret aynı yolu takip etti. 'Vatanım rûy-i zemin, milletim nev-i beşer' derken
şairliğini konuşturuyordu.
Fikriyata pek meyletmeyen Cenap Şahabettin, bizde belki de modern mânada fikrin ağırlığından
sıyrılıp 'Haşimin görüşü ile musikiye yaklaşan) ilk şairdir.
'Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma' mısraı neredeyse II. Yeni'yi hatırlatır. Ama bu istisnalar
dışında Ziya Gökalp Turancılık ve Türkçülüğü, Mehmet Emin Yurdakul Türkçülüğü, Mehmet Âkif
İslamcılığı, Nazım Hikmet sosyalizmi şiire yükleyerek halka taşımak istemişlerdir. Ve bu çaba sonuç
vermiştir. Çoğu insan sosyalizmi Nazım'ın şiirleri ile benimsedi. Hutbelerde hâlâ Âkif'in şiirleri
okunur.
İletişim-eğitim alanında Cumhuriyet dönemi de devrimleri halka maletmek için şiire başvurmuş, pek
çok şair rejimi öven, lideri öven eserler kaleme almıştır.
Karşı cephede yer alan Necip Fazıl ve Sezai Karakoç aynı yolun yolcusudur. Sosyalizme bağlanan
şairler bu ideolojinin propagandasını yapmıştır. Son büyük şair İsmet Özel ise hem sosyalist iken,
hem İslam'ı benimsediğinde aynı tutumu sürdürdü.
II. Yeni şairlerine ayrı bir bahis açmam lazım ama yerim dar. Bu arkadaşlar II. Dünya Savaşı (Medenî
denilen ülkeler nasıl böyle bir vahşeti oluşturdu?) sonunda hayatın anlamını kaybederek (resim
dahil) absürde, saçmaya sarıldıklarında, esasen batılı sanatçıların bunalımını taklit ediyor (Biz savaşa
girmedik ama), onların vicdan azabı ile dili dahi bozuyorlardı. Sezai Karakoç inancı ile bu vartayı
atlattı. Ötekilerden Turgut Uyar işin farkına vardı ve 1963'de 'Şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda'
sözünü söyledi. Bu bizim değil batının çıkmazıdır.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Fatma Barbarosoğlu: Kod adı Müslüman işi 'helal' pazarlama
Akşamın geceye kavuşan ayazında bir baba...
Dağları aşarak gelmiş. Sınırları geçerek.
Ayakkabılarının altındaki delik, geçtiği yolların şiddetini imliyor. Kucağında bir bebek. Yanı başında
dört beş yaşlarında bir oğlan çocuğu.
Anneleri belki de ötelerin ötesine geçti çoktan. Bu genç baba yurdundan kilometrelerce uzakta bir
müminin kalbini yurt bilebilmek için öylece bekliyor gecenin içinde.
Merhamet ehli birinin nazarına denk gelebilmek için bekliyor.
Boşuna bekliyor! Merhamet ehli olmasını beklediklerimiz Maldivlerde 'Holivuuuut' yıldızlarını
özendirecek 'mahrem' bir tatil peşinde.
Mahrem!
Mahrem bildiğiniz ne varsa itina ile paketlenir 'helal etiketi' ile tüketime sunulur, lakin maalesef
yanında cennet garantisi takdim edilemiyor şimdilik...
Ama bekleyin, asrın dehası bu hizmeti de ayaklarınızın altına sermekte geç kalmayacaktır. Kiminize
'yedi hilal' kiminize 'bir hilal' ile cennetin kapılarını açmayı vaat edecektir.
İşini, -aslında post modern deha için iş değil performans mı demeliydik- evet performansını 'hilal'
üzerinden tescillettirmiş, dindarlara lüks aşısı yapıp enaniyet sonsuzluğu kazandırmış olan 'başarı
öznesi'ni
28 Şubat günlerinden hatırlayacaksınız...
Parayı veriyor düdüğü çalıyor daima.
Gırtlağına güvenen zurnacı başı olarak, daima güçlünün yanında saf tutuyor.
İstanbul'da AK Partili, Siirt'te BDP'li!
Çıkaramadınız mı kimliğini!
'O bir dünya vatandaşı.'
'O bir tasarım avcısı.'
O yapacağını yapıyor da... Biz niye bu kadar susuyoruz!
Hz.Eyub'ün adını vıttırı vızık oteline isim olarak koymaya kalkıyor da biz niye susuyoruz!
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Markar Esayan: Vesayetin altın vuruşu
Kemalist-totaliter eski rejim kendi ağırlığı ile yerine çökerken, kendini oluşturan tüm müesseseleri
de beraberinde dibe çekiyor. Eski rejimin 12 yıllık reform sürecinde restorasyona gitmek üzere
bütün kof hünerlerini sergilediği bir 'altın vuruş' şeklinde tecelli ediyor bu nihai kapışma.
'Altın vuruş' ise bir müptelanın kendisini zerk ettiği o son ölümcül doza deniyor.
Bu halleriyle, siyasetin, partilerin, medyanın, iş dünyasının, akademinin ve tabii ki seçkin 'aydın'
sınıfının son serencamına tanık oluyoruz. AK Parti'nin ikinci 10 yılın vizesini alması durumunda
değişimin kurumsallaşacak olması, eski rejim aparatlarının son bir hamle yapmasına yol açtı.
Erdoğan'a ya şimdi engel olunacaktı, ya da çok geç olacaktı.
Çözüm Süreci yolu yarılamış ve ülke bu temel sorunda ilk defa bu kadar uzağa gidebilmiş durumda.
Söz konusu başarı, hem topluma, hem de siyasete –AK Parti ve BDP'ye- önemli ölçüde moral
üstünlük ve özgüven sağlıyor. Bu olurken, yıllardır söylediğimiz şey de ete kemiğe bürünüyor. Yeni
Türkiye'nin öncüleri dindarlar ve Kürtler olacaklar. Böylelikle, 90 yıl önce yapılmış büyük bir hatanın
düzeltilmesine tanık oluyoruz. Ülke kurulurken dışlanmış iki büyük gövde, inisiyatifi alarak ikinci
kuruluşu gerçekleştirmeye çalışıyor.
Erdoğan iyi bir siyasetçi olduğu için, bu keskin yol ayrımını onca tozun dumanın arasında gördü ve
adını halkın içselleştirebileceği şekilde 'İstiklal Savaşı' koydu. Böyle yapmakla, toplumsal hafızada
yer etmiş birçok anlamlı simgeyi güncelleştirmiş oldu. Öyle ki, yolsuzluk iddiaları ve Berkin Elvan'ın
ölümüne gösterilen duyarsızlık bile geri planda kalabiliyor.
Ne ilginçtir ki, KCK son açıklamasında da İstiklal Savaşı dönemi şartlarına geri dönüldüğüne vurgu
yapıyor.
Gerçekten de tarihi seçimler yaşayacağız. Bu seçimlerden sonra siyaset, medya, işdünyası, akademi,
STK'lar ve tabii ki aydın müesseseleri aynı şekilde kalamayacak. CHP, vesayetin yedeğinde yenik
çıktığı her mücadeleden sonra demokrasiye biraz daha teslim oluyor. TBMM'de başörtüsüne
yüreğine taş basarak karşı çıkamayan, Çözüm Süreci'ni desteklediğini söylemek zorunda kalan bir
CHP'ye, arka arkaya alınan bu mağlubiyetlerle ulaşıldı. 30 Mart'ta amaç hasıl olmazsa, CHP'de ciddi
sarsıntılar kaçınılmaz.
CHP gibi, Türkiye'nin –hepsi tırnak içinde- beyaz medyası, aydınları, akademisi, STK'ları ve iş
çevreleri de çoğunluk 'sivil' değiller. Bunlar kendi alanlarında vesayet üreten hücreler gibi işlev
görüyorlar. Konu otoriterlik, ataerkillik ise, çoğu köşe yazarı, akademisyen, STK'ları kendi dar
dünyalarının arpalığına çeviren aktivistler, Erdoğan'ı ceplerinden birkaç kez çıkarırlar.
Halk ise otoriter-seçkin vesayet aparatları yerine, ataerkil ama reformcu bir lideri tercih ediyor.
Artık türevi ne olursa olsun, toplum mühendisliği ile halkı halka rağmen kurtarma dönemi sona
eriyor. Kibirlerinden sıyrılıp Erdoğan'a biraz saygı gösterselerdi, 'Bana baba demeyin, biz sizin
babanız, efendiniz olmaya değil, hizmetkârınız olmaya geldik' sözüne burun kıvırmayıp, bunun
içinde bir devlet modeli barındırdığını anlar, önlemlerini alırlardı.
Peki neden anlamadılar?
İki ana nedeni var bunun. İlki, ontolojik hale gelen seçkinciliğin, halkla hiçbir ilişki kuramayacak denli
damar sertliği yaratmış olması. İlişki çok önceleri kopmuş ve bu kopuşun hatıraları bile kalmamış.
Üstelik, bu kopuşun getirisi, memleketin efendiliği olmuş. Dolayısıyla, halktan uzak olmak, bir
ayrıcalık olarak algılanarak refleks haline gelmiş.
İkincisi, ilkine bağlı olarak, bir değişimle yüzleşebilmenin ana şartının oluşmamış olması. Yani nihai
yenilgi... Gülen hareketinin katılımıyla yaşanan doping bir yana, hala manipüle edilen yüzde 25'lik
bir halk kesimi, ama bundan daha önemlisi, bir tür post postmodern darbe yapmanın gücüne hala
sahipler, gördük. Medyaları, ekonomik güçleri ve buna münasip dış dünyanın belli bir bölümünden
aldıkları destek var.
O zaman, eğer imtiyazlarını kaybetmemek ihtimali varsa ve bu ihtimali gerçekleştirecek güce de
sahip olunduğu varsayılıyorsa, neden mücadeleden vaz geçilsin, neden değişme ihtiyacı hissedilsin
ki!
O güç sürekli olarak alışılan şekilde kullanılacaktır.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Beril Dedeoğlu: Küresel sistemi değiştiren referandumlar
Referandumlar, bazı durumlarda en tehlikeli siyasi araç haline gelebilir. Eğer ülkeyi yönetecek kadro
ya da kadrolar için referanduma başvurulmuyorsa, ülkenin statüsüne ilişkin referandum yapılıyor
demektir. Ülkelerin statüleri hakkında yapılan referandumlar ise, ya bir yerden ayrılmak ya da bir
yerle birleşmek için yapılır. İki durumu da istemeyenlerin fikirleri ise, bu tür bir seçimde sandık
sonuçlarına yansımaz. Dolayısıyla sorulan soruya göre, yanıt ya evet olur ya da hayır. Oysa
toplumsal süreçler, siyaset, ekonomi ve insan ilişkileri siyah-beyaz ikilisi içinde gelişmez. Tam
tersine toplumsal ilişkiler gri alanlarda şekillendiği ölçüde az çatışmacı olur.
Birleşik Krallık neden referanduma başvurup durmaz da Fransa her fırsatta referandum yapar diye
bir düşünmek gerek. İsviçre kantonlarındaki kadar az insanın yaşadığı yerlerde çöp tenekelerinin
kapaklarının ne renk olacağına dair bir karar için bile referanduma gidilebilir. Bazen de Fransa’da
olduğu gibi, Avrupa Birliği’ni kuran antlaşmayı referanduma sunup kıl payı kabul edildikten sonra
yıllarca neyin kabul edilmiş olduğu tartışılır durur.
Birleşme referandumları
Referandumların ne denli tehlikeli bir araç olabileceğine ilişkin en yakın örnek Kırım’da yapılan
referandum. Halka iki soru yöneltildi; biri bağımsızlık ilanı diğeri Rusya’ya bağlanma kararı. Kırım’ın
Ukrayna’ya bağlı kalması yolunda herhangi bir soru sorulmadı; gerçi sorulsaydı da muhtemelen
sonuç değişmeyecekti. Ancak bu yöntem, Rus korkusunu hiçbir biçimde üzerinden atamamış Kırım
Tatarlarını daha da tahrik eden bir yöntem oldu.
Madem halkın çoğunluğu Rusya’nın parçası olarak yaşamak istiyor, başkalarına ne denebilir. Ancak
Rusya yönünde tercih yapacak bir nüfus bölgeye yerleştirilmişse, Kırımlıların tercihini etkileyecek
‘yardımlar’ yapılmışsa ve konu da tamamen stratejik nedenlerle gündeme geldiyse, ortada gerçek
bir toplumsal tercihten bahsetmek için az neden kalır. Ayrıca, sonuçları küresel gelişmeleri de
etkiler.
Rusya’nın Kırım’ı almasıyla Batı-Rusya ilişkileri daha da sertleşecek gibi. Uygulamada ne tür adımlar
atılacağını öngörmek kolay değil. Ancak en somut sonuçlardan birisi Karadeniz’deki kıta sahanlığı
konusunda Türkiye’nin bundan böyle Ukrayna ile değil Rusya ile muhatap olacak olması.
Referandumla birleşme ihtimali, uzunca bir dönem KKTC için de tartışılmıştı. Kimbilir, belki bu furya
ile yeniden gündeme getirenler olur.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Mehmet Barlas: Kentin geleceğini saplantılara kurban etmeyelim
İdeolojik saplantıları, kinleri, nefretleri bir kenara bırakın. Bu davranışlar ve tutumlar yarına dönük
endişeleri olmayan tuzu kuruların lüksleri... Ama tuzu kuruların bu tür lüksleri gençlerin geleceğini
karartabiliyor.
Yerel seçimleri bir rejim referandumu haline dönüştürmeye çalışanların, "Tayyip Erdoğan olmasın da
ne olursa olsun" diyenlerin, PKK'yı yeniden terör sahnesine davet edenlerin yarına dönük
beklentilerini kestirebiliyoruz. Bu yarının tablosunda istikrara, gelişmeye pek yer yok...
Onlar için yerel seçimlerde kimin en iyi hizmeti sunacağı, hangi adayın projelerinin gerçekçi olduğu,
daha yaşanabilir kente nasıl ulaşılabileceği önemli değil ki...
İzmir ve gelecek endişesi
İzmir'de gençlerle konuştum. İstanbul'a göç etmek gibi genel bir eğilimin varlığını gözledim. "Bu
kent bu yapısıyla gelecek vaat etmiyor" söyleminin seslendirildiğini duydum mesela... İzmir'deki
işyeri sahipleri de, bir ayakları ile İstanbul'a uzanmak imkânı arıyorlardı. Arkasını Ege gibi inanılmaz
zenginlikteki tarih ve doğa zenginliklerine sahip bir hinterlanda dayamış olan İzmir, kendisini
yenileyememenin sıkıntılarını yaşamaktaydı. Eğer son dönemde çevre yolları yapılmış olmasa, bu
kentte trafik de hiç açılmayacak şekilde tıkanmak üzereydi.
30 Mart'ı bir rejim referandumu olarak gören ve "Tayyip Erdoğan kazanmasın da ne olursa olsun"
diyenlere, gerçekten bilinçli kentlilerin meydanı boş bırakmamaları gerekiyor.
Her seçmenin "Hangi Başkan adayı bize hangi hizmetleri sunabilir" sorusuna cevap arayarak oylarını
kullanmalarının zamanıdır artık. Topbaş ve Büyükerşen Parti değil vizyon ve icraat gücü seçilecek kişiyi belirlemelidir. İstanbul'da Kadir Topbaş'ın AK Partili
veya Eskişehir'de Yılmaz Büyükerşen'in CHP'li olması neyi değiştirir ki? Bu iki isim de kentlerine
yaptıkları hizmetler ve yaşamı kolaylaştırmak için attıkları adımlarla, partilerinin oy oranının
üzerinde desteğe sahip değiller mi?
Yapılan hizmetlerin ve dolayısıyla başarının en gerçek ölçümünü, bilinçli kentli seçmenlerin
oylarından anlayabilmeliyiz. Yazının devamını okumak için tıklayınız! Engin Ardıç: Yutma vatandaş!
Şöyle bir daha toparlayalım: Çanakkale muharebeleri, kurtuluş savaşımızın "bir parçası" değildir.
Üstelik ikisinin arasında dört yıl vardır. Çanakkale ile İstiklal Harbi arasında hiçbir ilişki yoktur,
ikisinde de Türk askerinin çarpışmış olmasından başka... Herşeyi birbirine katacaksak bu destana
Viyana kuşatmasını da dahil edelim, orada da Türk askeri var!
Çanakkale, "içinde Atatürk geçtiği" için resmi tarihçiler tarafından kendi bağlamından, yani Birinci
Dünya Savaşı'ndan koparılmış ve kurtuluş savaşımıza alınıp getirilmiş, "monte" edilmiştir. Öyle
algılanması sağlanmıştır. Buna karşılık, içinde Atatürk geçmediği için, dünya savaşında uğradığımız
yenilgiler de (iki ayrı Süveyş Kanalı saldırısı), zaferler de (Mezopotamya cephesi, Kafkasya cephesi),
yeni kuşaklara öğretilmemiştir...
Çanakkale'de çarpışan, yalnızca Türk askeri değildir. Ordumuzda Türk de vardı, Kürt de, Arap da,
Ermeni de, Yahudi de... Nasıl olmasın ki? Bu bir "imparatorluk" ordusuydu. Hepsi Osmanlı'ydı. Yani
bunlar savaşa bize yardımcı olmak için "katılmış" değillerdi, zorunlu askerlik hizmetlerini
yapıyorlardı.
Üstelik Alman da vardı!
Çanakkale'de bizimle birlikte çarpışan, bizimle birlikte ölen çeşitli rütbelerden 20 bin kadar Alman
askerini kimse bilmemekte, hatırlamamaktadır! Silinmiştir, unutturulmuştur. Profesör Ayhan Aktar'ın
dediği gibi, eğer kahraman Seyit Onbaşı'yı anıyorsanız, kahraman Teğmen Hans Wörmann'ı da
anacaksınız. Genelkurmay başkanımız bile bir Alman subayıydı, General Bronsart Von Schellendorf!
Necdet Özel paşanın koltuğunda bir Amerikan generali tasavvur edebilir misiniz?
Yaaa... "Envercilik" yapan değerli milliyetçilerimiz bunu da bir düşünsünler. Benim gençliğimde
"donumuza kadar herşeyi Amerika veriyor" diye bir laf vardı, işte o zamanlar da donumuza kadar
herşeyi Almanya veriyordu...
Savaşın sonunda yenildiğimiz için mütareke istemedik, Bulgaristan pes ettiği ve Almanya ile tren
yolu bağlantımız kesildiği için, yani lojistik destek ortadan kalktığı için biz de teslim olduk! Başka bir
safsata, "durup dururken düşmanlar Çanakkale'ye saldırdılar" safsatasıdır. Hayır! Savaşa biz kendi
isteğimizle (daha doğrusu Enver'in isteğiyle) girdik, ilk saldırıyı da Sivastopol'a biz yaptık! Daha
doğrusu, Osmanlı üniforması giydirilmiş Alman bahriyesi yaptı. 1914 yılının ekim ayında,
Çanakkale'den beş ay önce!
Eh, düşmanın buna "cevap vermesinden" daha doğal ne olabilirdi, bu cevabın yeri Çanakkale'den
daha uygun neresi olabilirdi?
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Haşmet Babaoğlu: Bu akademisyenler falan hiç mi işe yaramıyor?
2013'ün son aylarından başlayıp bugüne doğru olup bitenleri zihninizden şöyle bir geçirin...
Dershane gerginliği, Kılıçdaroğlu'nun pek manidar ABD gezisi... Sosyal medyada Gezi olayları
öncesine benzeyen garip bir hareketliliğin başlaması...
Derken, yolsuzluk operasyonlarının arkasına saklanan yargı darbesi girişimi...
Bu iddiaların toplumda yarattığı gerginlikle 2014'e giriş...
Gülen medyasıyla Doğan medyası ittifakının "hükümet düşüyor mu?" endişesini pompalayarak
ekonomiyi olumsuz etkileme çabası...
Kaset şantajıyla CHP'nin başına getirilen Kılıçdaroğlu'nun beklendiği gibi hiç vakit kaybetmeden
"cemaat politikacı"sına dönüşüvermesi...
Hatırlayın! Bütün bu "şok" gelişmeler yüzünden marttaki seçim atmosferinin çok farklı olacağını ve
dengelerin mutlak olarak değişeceğini düşünenlerin sayısı hiç az değildi.
Bu durum karşısında bazıları ürktü, bazıları ellerini ovuşturdu, bazılarımız da haklı olarak üzüldü.
Oysa bakın...
Her şey hızla 2011 genel seçimleri öncesine benzemeye başladı.
Erdoğan'ı destekleyen kesimde aynı kararlılık; Beyaz Türkler'de aynı aymazlık, ret ve inkâr tutumu;
kendine "sol" diyen ama solun sosyolojik zeminiyle ilgisini koparan kesimlerde aynı hayalcilik hâkim.
***
Dün Ak Parti'nin 2011'deki gösterişli İzmir mitingi sonrası Ege basınında yazılanları çıkartıp baktım.
CHP'liler yine "toplama kalabalık"tan söz etmişler.
Aynı bugünkü gibi, bariyerlerle alanın daraltılıp kalabalığın fazla gösterildiğini iddia etmişler. CHP
daha kalabalık bir miting yapınca rahatlamış, pek sevinmişler.
Sonra ne olmuş? Seçim sonunda Ak Parti oylarını gerçekten artırdığı, İzmir'i kale sanan CHP'nin
ensesine yapıştığı görülmüş.
İstanbul da farklı değil. Hatta Büyükşehir seçimi açısından bakarsak, 2011'in çok gerisine düşme
eğilimi gösteriyor CHP.
Bir şu sıralarda sönmeye başlayan Sarıgül balonuna bakın, bir de kasım ve aralık başlarındaki
havasını hatırlayın! Acaba aday olmaya ikna edilirken olayların bambaşka biçimde gelişeceğine mi
inandırılmıştı? Yazının devamını okumak için tıklayınız! Sevilay Yükselir: Kendi adamlarını bile dinlemişler!
Star Gazetesi dün manşetinden yine güzel bir iş çıkardı. Habere göre paralel çete terör faaliyeti
kapsamında, aralarında valilerin, belediye başkanlarının, parti merkezleri ile polis ve yargıçların da
bulunduğu 148 bin kişiyi dinlemiş. Şaşırmadık tabii. Hiç yadsımadık. Çünkü biliyoruz ki bu adamların
işi gücü bu. Dinle, röntgenle, kaydet ve daha sonra gerek duyarsan elindekilerle şantaj yap! Adamlar
o kadar profesyonel bir yol izlemiş ki bir dönem emniyet istihbaratının başındaki emniyetçiler bile
farkına varamamış dinlendiğinin. Emin Aslan mesela ya da Sabri Uzun.
Bilmiyorum inceleme fırsatı bulabildiniz mi son dinleme listesini ama çok ilginç bir durum var. Aslına
bakarsanız ben de bu durumun farkına yine bu paralel çetenin mağdur ettiği isimlerden olan bir
haber kaynağım uyardığında varabildim. Bazı isimleri ikamet ettiği şehirde dinlememiş bu
namussuzlar. Mesela 'organize suç örgütü' kapsamında dinledikleri Iğdır'daki Emniyet Müdürü Ertan
Çağlar'ı İstanbul'dan dinlemişler. Tıpkı Şırnak Emniyet Müdürlüğü'nde görevli Emniyet Amiri Ali
Saraç'ta olduğu gibi. Emniyetçi kaynağım diyor ki; "Böyle bir yol izlemelerinin tek nedeni sızmaya
tedbir almak. Örneğin emniyetçiler Emin Aslan ve Sabri Uzun Ankara'da ikamet ediyor ama adamlar
bu kişilerin Ankara Emniyeti'ndeki güçlü bağlantıları dolayısıyla, dinlendiklerini haber alma
olasılığına karşı İstanbul'dan dinliyorlar. Şırnak'ta görev yapan cabbar bir emniyetçinin Şırnak'ta
dinlenmesi halinde bunu mesai arkadaşlarının haber verme ihtimaline karşı onu bile İstanbul'dan
dinliyorlar."
Tabii dün yayımlanan listedeki tek tuhaf durum bu değil. Yine kaynağım uyarınca farkına vardım ki
bunlar kendi adamlarını da dinlemiş, pür dikkat. Mesela bir dönem Ankara Emniyeti'nde Özel Kalem
İdari Büro Amiri olan Mehmet Akif Eker. Bu ismi ben yakından biliyorum zira kısa süre önce eski
Ankara Emniyet Müdürü Orhan Özdemir ve Özel Kalem Müdürü Ömer Zeren'e kurulan kumpas için
düzenlenen belgede onun da adı geçiyordu. Hatırlarsanız SABAH'ın manşetinden verilen haberde,
Özdemir'in Ankara Emniyet Müdürü olduğu dönemde İstihbarat'tan sorumlu İl Emniyet Müdür
Yardımcısı olan Muharrem Durmaz, Savcı Cemil Tuğtekin'e gönderdiği belgede kurulan kumpası
aktarmıştı.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Fehmi Koru: Demokrasi ‘kısır döngüsü’nün sebebini açıklıyorum
Demokrasi dışı yönetimlere sahip ülkelerde hâlâ oluyor, ama onlar istisna; artık halkın yarıdan
fazlasının oyunu alarak iktidara erişen pek az siyasi parti var. Avrupa ülkelerinde tek başına iktidarı
mümkün kılacak matematiksel kolaylıklar sağlayan seçim sistemleri yaygınlaştığı halde, çok partili
siyasi ortamlarda koalisyonlar artık daha yaygın...
Ak Parti’nin son genel seçimde aldığı yüzde 50 civarında oyu başka demokratik ülkelerdeki hiçbir
parti lideri rüyasında bile göremiyor.
Her dört seçmenden üçünü sandık başına gitmeye, onların yarısını da kendisine oy vermeye ikna
etmek gerçekten çok zor bugünün dünyasında... Siyasiler ve siyasi sistem hakkında insanların
zihinlerini çelip pek çoğunu kuşkulara sevkedecek o kadar çeşitli haber ve yorum ortalığı kaplıyor ki,
seçmen ne yapacağını bilemez hale geliyor.
Sandık cazibesini kaybediyor, oylar bölünüyor...
Çok partili sistemlere sahip hangi ülkeye baksanız, durum böyle...
İki partili ABD’de durum farklı mı sanki? Seçmenlerin yarısı sandık başına gitme zahmetine
katlanmıyor, oyların yarısından biraz fazlasını alabilen Beyaz Saray’a yerleşiyor...
Kimsenin aklına, Obama’ya dönüp “350 milyonluk bir ülkede, 241 milyon seçmenden yalnızca 130
milyonun oyunu aldın, halkın üçte ikisi sana oy vermedi, ülkeyi yönetmeye hakkın yok, gününü
göreceksin” tehdidini savurmak gelmiyor.
Gelse, herhalde deli gömleği giydirirler...
Bizde böylelerinin çıktığını biliyoruz; hakettiği muameleyi görmedikleri için de, akıllara seza
görüşlerini köşelerinden açıklamayı sürdürüyorlar. Hem de daha olmuş bitmemiş bir seçimin
öncesinde...
‘Pop sosyolog’un son yazısının bir bölümünü okuyalım: “Bütün hesabını yüzde 40 küsur oy almaya
göre yapmış. /
Sanıyor ki, o oyu alınca, her şey eskisi gibi olacak, her şey eski tas eski hamam kalacak.
/ Kalmayacak...
/ -Çünkü orada yüzde 40 küsur varsa, burada da yüzde 50 küsur olacak...
/ -O yüzde 50 küsur oy, artık onun çok sevdiği deyişle ‘başını uzatmış kurbanlık koyun’ olmayacak.”
Akıllara seza yazı şu cümlelerle sonuçlanıyor: “-Çünkü o yüzde 50 küsur oy artık korku duvarını aştı
ve tarihimizin gördüğü bu en büyük istibdat rejimine ‘Dur’ deme şuurunu ve cesaretini kazandı.
/ O yüzden artık eskisi kadar rahat uyuyamayacaksın kardeşim...
/ Kendini hazırla...”
Ne demek istiyor Allah aşkına?
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Ahmet Taşgetiren: CHP’ye ne zaman söz verdiniz?
Ekrem Dumanlı sayın Gülen’den “Seçimlerde kime oy verilmeli?”sorusunun cevabını ne zaman alacak
ve yayınlayacak bilmiyorum. Belki de bugün yayınlanır.
Ben cevap olarak “herhangi bir parti ismi vermeyeceği”ni sananlardandım. Bugüne kadarki
cevaplarına baktığımda bu kanaate varıyordum.
Ancak el altından, mesela İstanbul’da Sarıgül’e (CHP’ye) verilmesi gibi bir telkinin olduğunu da
güvenilir kaynaklardan duyuyordum.
Dün Zaman’ın Yorum sayfasında Doç. Dr. Ahmet Kuru imzasıyla bir yazı yayınlandı. Başlık şöyle:
“AKP’ye oy vermek ya da vermemek.”
Yazının ana kurgusu Ak Parti’ye neden oy vermemek, buna karşılık neden CHP veya MHP’ye oy
vermek üzerine.
Yazıyı okuduğunuzda aslında kararın çok önceden verildiğini, ancak önce Tayyip Erdoğan’a yönelik
bir kötüleme kampanyası başlatma ihtiyacı duyulduğunu, şimdi, Başbakan’ın Camia nezdinde
yeterince yıpratıldığını ve seçimler iyice yaklaştığı için kampanyanın Camia’nın zihnindeki “CHP
tortuları”nı giderme safhasına gelmesi gerektiği düşüncesiyle “Oylar CHP’ye” temasının devreye
sokulduğunu anlıyorsunuz.
Tabii sormak gerekiyor:
Oyların CHP’ye verilmesi kararı ne zaman alındı?
Ve tabii ikinci soru:
Hangi pazarlık karşılığında?
Ahmet Kuru’nun yazısında Camia’nın zihnini yönlendirmek için, “CHP bu seçimlerde İstanbul, Ankara,
Bursa, Hatay gibi şehirlerde merkez sağın da oy verebileceği adaylar gösterdi”ğini öne sürerek
“Oyları arttığı takdirde CHP’nin merkeze yönelişi sürecektir. Bu yöneliş neticesinde CHP’nin eski
dışlayıcı laiklik yerine dindarlar ile barışık pasif laikliği benimsemesi söz konusudur” ümidi
oluşturuluyor.
Şu cümleler, CHP’nin seçim strateji merkezinde yazılıp Zaman’daki bir yazarın eline
tutuşturulmadıysa, Camia’nın nasıl bir zihni transformasyon geçirdiğinin tipik göstergesi
sayılmalıdır:
“CHP ile dindar seçmenin barışması daha geniş anlamda Türkiye’de dindar ve seküler kutuplaşmanın
azalmasını sağlar ve toplumun bütünleşmesine katkıda bulunur. İleride yeni bir anayasa yaparak
daha demokratik ve meritokraik (başarı eksenli) bir Türkiye’nin kurulması adına bu önemli bir adım
olur. CHP’nin geçmişte yaptığı hatalara bakarak ona oy verilmez denmesi çok ikna edici değildir, zira
seçmen geçmişe değil geleceğe yönelik tercih yapar. Dindarlık kriteri açısından bakılsa bile söz
gelimi Melih Gökçek’in Mansur Yavaş’tan daha dindar olduğunu kim, nasıl ispat edebilir? Ayrıca
İslamcılara geçmişte değişmeleri için tanınan şans bu seçimde de CHP’ye de tanınabilir.”
Bu paragrafın son cümlesine özellikle dikkat edilmesi gerekiyor: “İslamcılara geçmişte değişmeleri
için tanınan şans bu seçimde de CHP’ye de tanınabilir.”
Bir süredir Camia’nın dilinde “İslamcılar” düşman bir kitle olarak sunuluyor. Önce “Siyasi islamcılar”
idi düşman kategoride sayılanlar, sonra “siyasi” nitelemesi de kalktı ve doğrudan “İslamcılar” boy
hedefi haline geldi.
Bunları Zaman yazarı Ali Bulaç’ın nasıl karşıladığını sormak gerekir mi bilmiyorum, ama ben kendisini
“İslamcılık” dışında tanımlamakta ısrar eden birisinin küresel odakların yaftalama operasyonuna
maruz kalmış, sömürge mantığı ile enfekte olmuş tipik bir sömürge aydını olduğunu düşünürüm.
Bir insanın kendisini “İslamcı” diye tanımlayıp tanımlamaması ayrı bir şey, ama birilerini “İslamcı”
diye yaftalayıp, üstüne de çizgi çekmek, işte bu, emperyalist dünyanın şablonlarına mahkum olmak
demektir.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Yalçın Akdoğan: İtirafname
Devlet içinde çöreklenen örgüt ve karıştığı kirli işler mevzu olunca paralel oluşumların nasıl bir
pişkinlikle teberri politikası izlediğini biliyoruz. Hiçbir şeyden haberleri yokmuş, hiçbir şeyi
bilmiyorlarmış gibi davranmaları amiyane tabirle ‘salağa yatma’ olarak algılanıyordu. Kendi
yaptıklarını başkalarına atfedecek kadar pişkin olanların efsunlanmış ve farklı bir alemde
yaşıyormuş gibi konuşmaları milletin aklıyla alay eden bir görüntü oluşturuyordu. Neyse ki, hiçbir
şeyden haberi yokmuş rolleri çok uzun sürmedi. Paralel medyanın yapılanlara tümüyle sahip
çıkması, ardından cemaat uzantılarının CHP’nin propaganda merkezi gibi faaliyet göstererek aynı
savunma içine girmesi dolaylı bir kabul anlamını taşıyordu. “Bizimle ilişkisi yok” dedikleri her şeyi ve
herkesi sahiplenmeleri, koskoca bir cemaati bu uğurda seferber etmeleri sözlü yalanlamayı
anlamsızlaştırdı, fiili bir teyit anlamına geldi.
En son yayınlanan röportaj da bu açıdan açık bir itirafname gibi oldu. Doğrusu bu röportajın
derinlemesine tahlil edilecek bir tarafı yok. Cemaatin duruşu ve meselenin neresinde olduğu gayet
net şekilde anlaşılıyor. Önce cemaatteki bireyleri başlattıkları kavganın parçası haline getirenler,
şimdi de yayınlanan röportajla siyasi pozisyon üretiyorlar.
Bilindiği gibi bu meselenin çıkış noktası, devlet içinde bunlarla ilişkili kişilerin bağlı oldukları kamu
otoritesi yerine ‘imam’ tabir edilen kişilerin yönlendirmesiyle hareket etmeleri ve paralel ajandalar
peşinde koşmalarıydı. Manevi bağlılığın giderek örgütsel bağlılığa dönüşmesi ve kontrol dışı bir
hiyerarşik yapı oluşması farklı amaç ve gayelerle devlet gücünün kullanılması şeklinde açık bir
hukuksuzluğa dönüşmüştü.
Röportajda geçen şu ifadeler çok manidardır: “Eğer bu soruşturmaları yürütenler arasında hizmetleri
takdir eden birileri var idiyse, ben de bu insanlara ‘Yolsuzluk iddialarını görmezden gelin’ mi
demeliydim? Bilemiyorum, sanki bazılarının beklentisi bu gibi geliyor bana. Beklentileri bu muydu?
Ahiretimi mahvedecek böyle bir şeyi nasıl söylerim? Başka türlü nasıl davranabilirim?” Bu ifadeler aslında yaşanan sorunu çok iyi özetliyor; kendilerine bağlı olan insanlara tam da bu işleri
yapmalarını söylediklerini teyid ediyor. Mesele, muhtevanın ne olup olmadığı değildir, burada
zikredilen yönlendirmedir. Herhangi bir kişinin devlet içindeki görevlilerin faaliyetlerini belirlemesi,
yönlendirmesi, bunu yapmamayı kişisel bir sorumluluk olarak görmesi başlı başına bir
sorundur.Devlet görevlilerinin ise uygulamada bakmaları gereken husus anayasa ve yasalardır,
birilerinin tavsiyeleri veya vaazları değildir. Bir kamu görevlisinin suça seyirci kalmasından daha büyük suç, harici yönlendirme ve tavsiyelerle
hareket etmesidir. Açıkça ‘ben başka türlüsünü nasıl söyleyebilirim’ derken vahim olan ne
söylendiği, bunun manevi sorumluluğu değildir, devlet birimlerine onların eylemlerini yönlendirecek
bir şeyler söylüyor olmaktır.
***
Bir cemaat lideri devlet içindeki bağlılarını uyarmaktan ve nasihat vermekten önce kendi
cemaatindeki fertleri uyarmalı ve onların karalama kampanyalarına, insanları itibarsızlaştırmaya
yönelik yalan ve iftiralarına dur demelidir.
Paralel yapının kanunsuz şekilde herkesi dinleyip, dosyalayıp, uydurma örgütlerle ilişkilendirmesi,
bunu yasadışı şekilde medyaya servis edip itibarsızlaştırma kampanyasına çevirmesi büyük bir
sorundur. Ama daha vahim olan bazı dershane ve yurtlarda, öğrenci evlerinde yürütülen karalama
kampanyasıdır. Her türlü yalanın ve iftiranın mübah görüldüğü böyle bir durum karşısındakinden
çok, kendisine zarar veren bir haldir. Buna sessiz kalanların millete maneviyat dersi vermesi hiç
inandırıcı değildir.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Elif Çakır: Fethullah Gülen’in istihbarat marifetli kerameti!
Bence... Bence... Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tez vakitte hatta ‘çerçebuk’ olarak Çırağan
Sarayı’nda ‘fakirlerinin’ de şanına yaraşacak şekilde bir ödül töreni organizasyonu yaparak, Ekrem
Dumanlı kardeşlerinin muhteşem gazetecilik çabasını takdir etmeliler...
Öyle ya...
Sen git taa Pensilvanya’lara ve kimseciklere konuşmayan inzivadaki adamı ikna et ve konuştur...
Pardon Hocaefendi’yi!
Az bir şey mi?
Ne diyor Ekrem Dumanlı?
Eyy ahali! Fethullah Gülen’e mülakat talebi bizzat bizlerden gitti... Hocaefendi’nin kendisinden
böylesi bir teklif gelmedi!
Eğer bu bir başarı değilse başka hiçbir şey başarı değildir. Nokta.
Dolayısıyla bir kez daha tekrarlıyorum...
Eyy Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ve Başkanı Mustafa Yeşil!
Ekrem Dumanlı’nın bu başarısını mutlak surette ödüllendirmelisiniz. Hatta ‘Hocaefendinize’ de
mülakat verme lütfunda bulunduğu için bir teşekkür şilti veriniz!
Nazlı Ilıcaklı, Cengiz Çandarlı, Ahmet Hakanlı, Ertuğrul Özköklü, Ergun Babahanlı, Koray Çalışkanlı bir
gecenizin epeyce hoşgörü-uzlaşma-kaynaşma-anlaşma-ittifak içerisinde geçeceğinden eminim.
Ben evimde oturur, çekirdeğimi, mısır patlağımı da alır, ödül töreninizi canlı olarak Halk TV’den
yahut Ulusal Kanal’dan izlerim...
Halk televizyonu ve Ulusal Kanal’a da bu hassas süreçte gösterdikleri rikkatli ittifak için de bir ödül
verseniz mi acaba?
Neyse o sizin bileceğiniz bir husus.
Pardon ‘fakirin’ bileceği bir husus!
***
Ben mülakattan dolayı Ekrem Dumanlı’ya müteşekkir olduğumu söylemek isterim.
Oldukça istifade ettim bu mülakattan...
Gülen, kamuoyunda çok tartışılan konularla ilgili olarak konuşmuş; iki tane ceketi varmış.
Kendisine yöneltilen ‘iftira ve hakaretlerle’ ilgili olarak herkesin merak ettiği soruları içtenlikle
yanıtlamış; ceketinin cebinde cevşen taşıyormuş.
Uzun süren sessizliğine son vermiş; iki metrekarelik odada yaşayan bir fakirmiş!
Mazlummuş, masummuş, üzgünmüş... vs... vs...
28 Şubat’ta daha büyük antidemokratik hadiselerin zuhur etmemesi için çırpınmışmış...
Ekrem Dumanlı sorarmış gibi yapmış Hocaefendisi de söylermiş gibi yapmış!
Mazluma yatmış, masumu oynamış, dini söylemlerin arkasına sığınmış her zaman ki gibi...
Ancak...
Artık kimse yemiyor o söylemleri... Mevzu artık Pensilvanya ise ‘beyan esas değildir’ diye haykırıyor
meydanlar...
Eyy Pensilvanya sana söylüyorum...
Ne anlatırsan anlat, nasıl ağlarsan ağla, ne söylersen söyle mızrap çuvala sığmıyor...
Karşımızda bir Fethullah Gülen var ki:
- 1966’lı yıllarda MİT’le tanışma iddiaları gündemde olan; cemaati ve Kemalist ulus-devlet
paradigması arasında var olan akrabalık bağı deşilen,
- Bir taraftan örgütünü dini söylemlerin üzerinde yükseltirken diğer yanda İslami mahalle ile
kurduğu eğreti ilişki biçimi tartışılmaya başlayan,
- Taa 1990’lı yıllarda bile Genelkurmay’ın has dairesi içinde yapılan en gizli görüşmelerin
Cumhurbaşkanından önce kendi masasına gelen,
- 28 Şubat döneminde bırak mağdur olmayı; bilakis 28 Şubatçıların yanında saf tutan, post-modern
darbenin mağduru rahmetli Erbakan Hoca’ya beddua eden, Erbakan Hoca’nın aleyhine propaganda
yapan, genç kızlara başlarınızı açın fetvası veren,
- Hazreti Peygamber Efendimizi kirli işlerine alet etmekten korkmayan, toplumun dini duygularına
hasar veren,
- Dinlemelere doymayan; şakirtleri dahil olmak üzere herkesi dinleten, bakınız Latif Erdoğan’ın
anlatımları,
- Velhasıl 7’sinde neyse 70’inde o denen cinsinden, bizzat arkadaşlarının anlatımıyla gençliğinde
gidip medrese hocasını attığı iftiralarla ispiyonlayan, yaşlılığında ülkesini satan bir adam profili
çıkıyor karşımıza.
Darbecilerin yanında saf tuta tuta darbenin en kirlisini yapma girişiminde bulunan ‘din alimi’
görünümlü bir darbeci profili duruyor karşımızda...
Yazının devamını okumak için tıklayınız!
Hakan Albayrak: Ne zaman sustu ki!
1991’de İzmir’de verdiği bir vaazda İsrail’e ilk selamını çaktı. Amerikalılar Bağdat’ı bombalayarak
Iraklı çocukları paramparça ederken o kalktı Saddam Hüseyn’in Telaviv’e fırlattığı füzelerin
vurmadığı İsrailli çocuklar için nasıl da üzülüp ağladığını anlattı. Ölen Iraklı çocuklar için dökecek bir
tek damla gözyaşı yoktu, ama ölmeyen İsrailli çocuklar için hüngür hüngür ağlayabiliyordu...
1995’te verdiği bir mülakatta İslamcı Refah Partisi’ni zinhar desteklemediğini mümkün olan en
çarpıcı şekilde ifade etmek için ‘Cebrail aleyhisselam gelip parti kursa desteklemem’ dedi. ‘Beyaz
Türkler’in gözüne girmek uğruna mukaddesatın sınırlarını zorlamakta ve hatta aşmakta beis
görmedi...
28 Şubat sürecinde din düşmanı darbecilere destek ve darbe mağduru dindarlara köstek
mahiyetinde konuşmalar yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı; ‘o adam’ diye andığı Başbakan
Necmeddin Erbakan’a ‘Beceremedin. Bırak git!’ diye seslendi, cuntacıların kontrolündeki Milli
Güvenlik Kurulu’na ‘İçtihad Makamı’ diye iltifat etti, üniversitelere başörtüleriyle girebilmek için
soylu bir mücadele veren kız öğrencilerini ‘Başörtüsü furuattır’ açıklamasıyla bu mücadeleden
vazgeçirmeye çalıştı...
Merve Kavakçı meclise başörtüsüyle girdiğinde kürsüye çıkıp “Bu hanıma haddini bildirin” diyen
tesettür düşmanı Ecevit’in ardından ‘Allah bana ahirette şefaat yetkisi verse evvela Ecevit için
kullanırım’ diye konuştu...
Mazlum Gazze halkıyla dayanışma için yola çıkan Mavi Marmara’nın uluslararası sularda İsrail
saldırısına uğraması ve dokuz kardeşimizin şehit olması üzerine ‘Otoriteden izin alınmalıydı’ diyerek
bütün dünya kamuoyunun kınadığı İsrail’e arka çıktı; İsrail’i Gazze’de ve hatta uluslararası sularda
muteber bir otorite olarak gördüğünü ifade ederek bu kanlı işgal rejimine yalakalığın dibini buldu...
Dershane tartışmaları sırasında, cemaatini, ‘Firavun aleyhinizdeyse, Karun aleyhinizdeyse isabetli
bir yoldasınız’ diyerek Başbakan Erdoğan’a karşı kışkırttı. Erdoğan’a Firavun ve Karun yaftalarını
yapıştırmaya kalkarak üslupsuzluk, ölçüsüzlük, hadsizlik destanı yazdı ve tartışmayı zıvanadan
çıkardı...
17 Aralık Süreci’nde kamera karşısına geçip hükümet erkanına akıl almaz beddualar etti, ‘Uzun
Adam’a demediğini bırakmadı, İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye çıkıp ülkesini şikayet etti...
Hal bu iken, Zaman gazetesinin, Fethullah Gülen’le yapılan bir mülakatı ‘Herkes konuştu, o sustu.
Şimdi o konuşacak!’ anonsuyla duyurması neyin nesiydi Allah aşkına?
Fethullah Gülen ne zaman sustu ki?
Susmayı biliyor mu ki?
İfsat edici konuşmalarla her devre damgasını vurmayı misyon edinen bir adamdan bahsediyoruz
burada!
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Abdülkadir Selvi: Gülen'e Afrika'da bir ülke mi aranıyor?
Urfa: 23 Mart 1960
Hakim: Özdemir Türker
Katip: İbrahim Dedeşah
Tereke hakimliğinin müteveffa Said Nursi'nin odasında tespit ettiği eşyaların listesi
Cızlavet marka bir çift lastik
Bir sepet içinde
Dört adet sefer tası içi
Bir adet çinko tencere küçük
Bir tane küçük çaydanlık
Bir ayaklı bardak,
İki tane ayaksız bardak
Bir adet eski çarşaf
Bir eski Frenk gömleği
Bir tane eski iç gömlek
Sarık üzerine sarılacak bez
Üç tane mendil, bir havlu
Bir de pamuklu hırka, bir eski gömlek
Bir eski çarşaf ve mendil, bir eski bohça
Bir adet havlu
Bir adet kırık gözlük
Bir adet dua kitabı
Eski yazı takvim
İki adet kalem
Urfa'da, bir otel odasında hayata gözlerini yuman Bediüzzaman Said Nursi'den geriye dünya malı
namına bunlar kalmıştı.
Hakim, terekesini belirleyip tespitlerini tamamlayınca, 'Başkaca tespit edilecek eşyası kalmadı' deyip
zaptı mühürlemişti.
Belki dünyanın en fakir insanlardan biriydi Said Nursi, 'Gözümde ne cennet sevdası ne cehennem
korkusu var' diyecek kadar kendini iman ve Kur'an hizmetine adamıştı.
Geriye dünya malı namına belki bir tarafı yamalı bir cüppe bıraktı ama o maneviyat adına milyonları
bulan talebeleri ve çağımızın en güçlü Kur'an tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı'nı bırakmıştı.
Isparta'daki, 'Bediüzzaman Evi'ni gezerken eski bir cüppe görmüştüm. Beni çok etkilemişti o cüppe.
İşte demiştim, Risale-i nurların tüm dünyaya yayılmasının sırrı bu cüppede. Dostoyevski'nin,
'Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık' demesi gibiydi. Tüm hizmetler o cüppedeki dünya malına beş
kuruş kıymet vermeyen sadelikten ve hiçbir kimsenin karşısında eğilmeyen imanlı başının altından
çıkmıştı.
Anadolu erenleri vardır bizim gönül dünyamızı aydınlatan. Sırtlarında eski bir hırka, ayaklarında eski
bir pabuç olmasına rağmen koştururlar, bir yere İmam Hatip Lisesi yaptırmak, Kur'an kursu açtırmak,
Risale-i Nur dershaneleri inşa etmek için.
Fethullah Hoca'nın röportajlarını okurken beni en çok onun ceketi ilgilendirdi.
Türkiye'den ayrılırken okuduğu Cevşen'in hala cebinde durduğu o ceket.
Dostoyevski gibi bir an durup, 'Bu hizmetler bu ceketten çıktı' demek geldi içimden.
Belki 17 Aralık darbe girişiminden önce yazsaydım bu satırları, kurardım bu tür bir cümle. Çünkü
bizler gönül insanlarıyız. Allah rızası için Afrika'nın ücra bir köşesinde hizmet eden insanlara şükran
borcu hissederiz gönül dünyamızda.
Bugün 140 ülkeye ulaşan hizmetlerin temelinde rızayı ilahiyi kazanma gayreti ve ihlas sırrının
bulunduğuna inanıyorum.
Ama bugün bu hizmetler bu ceketin altından çıktı demek gelmiyor içimden.
Vicdanım bu fitneler bu ceketin altında çıktı demeye de izin vermiyor.
Ama artık bu fişlemelerin, şantaj kasetlerinin, tutuklamaların, operasyonların, böceklerin, CIA ile kol
kola yapılan operasyonların bu ceketin altından çıktığını düşünüyorum.
Tüm mal varlığı bir sepetin içine sığan Bediüzzaman Said Nursi'den sonra Fethullah Gülen'in
ceketine de bakmak istedim.
Bir cebinde banka vardı o ceketin. Diğer cebinde bölgesel ve ulusal televizyon kanalları ile birkaç
gazeteden oluşan medyasını buldum.
İç ceplerinde TUSKON'u, Türkiye'ye yayılmış federasyonları ve Afrika'dan Avrupa'ya uzanan
ihracatçı-ithalatçı firmaları buldum.
Pensilvanya'daki malikaneyi, Ankara'daki Beyaz Saray'ı hatırlatmak istemedim. Hatta üniversiteleri,
okulları, dershaneleri bir kenara bıraktım. Ama ceketin kollarının biri istihbarat örgütlerine, diğeri
yargıya uzanıyordu. Ne cemaatin bankası, ne medyası ne de okulları rahatsız etti beni.
İman ve Kur'an hizmeti için yola çıkanların geldiği noktaya üzüldüm. İman davası uğruna mücadele
vermek yerine istihbarat savaşlarına soyunmalarına üzüldüm. Erdoğan'a karşı darbe
tezgahlamalarından dolayı dehşete düştüm. Rahatsız oldum.
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Hilal Kaplan: Diyarbekir'deki OHAL mahkemesi mi?
Aralık 2011'de yayınlanan 'Yol ayrımımız ideolojik değildir 'ağbi'ler' başlıklı yazıda, Gülen medyasının
KCK davasındaki 'Ya bizdensiniz, ya KCK'cı' tutumunu eleştirmiştim. Ayrıca aynı eleştirileri Mustafa
Karaalioğlu'ndan Yıldız Ramazanoğlu'na dek pek çok 'muhafazakâr' yazarın da yaptığına değinerek,
Gülencilerle aramızdaki farkın ideolojik değil, ilkesel olduğunu hatırlatmıştım. O yazı şöyle bitiyordu:
'Önümüzdeki süreçte, eğer PKK'ya silah bıraktıracak bir çözüm yoluna girilirse KCK tutuklamaları da
tekrar 'gözden geçirilecek'tir muhakkak. Yani günümüzde var olan 'ya bizdensin ya onlardan' soğuk
savaş taktiğini de aşacağız inşallah. İşte o zaman 'terörle mücadele zaafa uğramasın' diyerek
adaletin hassas terazisini zaafa uğratanlar, hedef gösteren ve yargısız infazda bulunan manşetler
atanlar, avukat İrfan Dündar olayında olduğu gibi 'gönüllü dezenformasyon' yapıp Hürriyet
gazetesiyle aynı paralele düşen 'muhafazakâr-demokrat'lar ne diyecek, onu merak ediyorum.'
Ne dediklerini maalesef bugün de görüyoruz. Yargılamalardaki haksızlıklar, varlığı sorgulanamayan
gizli tanıklarla karartılan hayatlar, sanki herkes Silikon Vadisi ayarında yaşıyormuş gibi her yerden
fışkıran 'dijital deliller' bugün daha yüksek sesle sorgulanıyor. Evet, geç oldu, güç de oldu ama
nihayet sorgulanıyor. Bu sorgulamanın en derinlemesine yapılması gereken dava ise şüphesiz KCK
yargılamaları.
Bir dava düşünün ki, ezici çoğunluğunu hiçbir şekilde somut bir şiddet olayıyla ilişkilendiremese de
10.000'e yakın kişiyi terör örgütü kapsamında değerlendiriyor.
Bir dava düşünün ki, siyasî bir partiden seçilmiş belediye başkanlarını, yardımcılarını, hatta onların
da yerine gelen temsilcileri terör örgütü üyesi diye içeri tıkıyor. Siyaset ile dağ arasında, silah ile söz
arasındaki bütün farkları sıfırlıyor.
Bir dava düşünün ki herhangi bir şekilde yolu BDP'den geçmiş, üye olmuş, yönetimdeki birileriyle
arkadaşlık etmiş, beraber fotoğraf çektirmiş, telefonda görüşmüş insanları değil kuvvetli suç
şüphesi, suç şüphesi bile kanıtlanamazken terör örgütü mensubu diye suçluyor.
KCK davalarının büyük kısmı bu türden hukuk dışılıklarla dolu. Ne var ki binlerce kişi mağdur edilmiş
olsa da, bugün ne kadar mahir olduklarını herkesin gördüğü algı operasyoncuları toplumdaki PKK
nefretinin üzerinden sörf yaparak bu davaları genişletmeyi ve bugüne kadar getirmeyi, Kürt
meselesini ve PKK sorununu siyasi yollarla çözme girişimlerini paralize etmeyi başardı.
Dün de bunun farklı bir örneğini daha yaşadık. Diyarbekir'de görülen KCK davası hâkimleri, beş yıllık
tutukluluk süresi dolan sanıkları tehliye etmeyi reddetti. Gerekçesi ise evlere şenlik:
'PKK/KCK terör örgütünün hala faaliyetini devam ettirmesi ve bu faaliyetler kapsamında, suç
işlediği iddia edilen sanıkların delilleri yok etme, gizleme, değiştirme, tanıklar üzerinde baskı kurma,
sanıkların kaçma, saklanma ve terör örgütünün kadrosuna katılma şüphesinin varlığının bulunması,
sanıkların tutuklulukta geçirdikleri sürenin makul ve ölçülü olması...'
İnanılmaz, değil mi? Eline hiç silah almamış insanları beş yıldır haklarında hiçbir hüküm vermeden
hapiste tutuyorsunuz ve hapisten çıkarlarsa, tam da bu gibi yargı karar vericilere rağmen barış inşa
edilmeye çalışılırken silahlanıp dağa çıkacaklarını varsayıyorsunuz. Bu absürd varsayım üzerinden
de hapiste tutmaya devam ediyorsunuz. Nasılmış pek demokrat ağbiler, ablalar; hâlâ bağımsız ve
tarafsız yargı mı, hâlâ yargıya müdahaleye hayır mı, hâlâ 'egemenlik yargının' mı?
Ayrıca Ergenekon'dan hüküm giymişlerin, hükümet talimatıyla serbest bırakıldığı tezviratını
yayanlardan da açıklama isteriz. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü sıfatıyla Bülent Arınç
hakkı savundu ve şöyle dedi:
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Emin Pazarcı: Otel banyolarında dikiz
Mehmet Akif ne kadar da güzel söylemiş: Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. Girmeden
tefrika bir millete, düşman giremez! Bunlar, her dönemde kulaklara küpe olması gereken müthiş sözler. 99. yılını kutladığımız Çanakkale Zaferi'ni işte biz böyle gerçekleştirdik. Türkü ve Kürdü bir olduk.
Alevisi Sünnisi omuz omuza verdik. Dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı kutlu bir destan
yazdık. Dünyanın en güçlü donanmalarını Çanakkale'ye yığdılar. Avustralya'dan bile asker getirdiler. Olmadı,
başaramadılar; Çanakkale'yi geçemediler. Çünkü, yürekler toplu atıyordu. İçimizde, birliğimizi bozmaya çalışan ve bizi arkadan hançerleyen
yoktu. Ermeni vatandaşlarımız bile cephedeydi. Çoğu sahra hastanelerinde görev yaparken, düşman
uçakları tarafından vuruldular. Türk, Kürt, Ermeni, kucak kucağa toprağa verildiler. Emperyalistler, bundan 99 yıl önce başaramadılar. Hevesleri kursaklarında kaldı. Çekilip gittiler... Buna karşılık emperyal düşünceler yok olmadı. Hatta dün gibi taptaze olduğu bile söylenebilir.
Sadece mücadele şekil değiştirdi. Artık donanmalarla gelmiyorlar. Farklı silahlar ürettiler; değişik
metotlar geliştirdiler. Toplu vuran yürekleri, içeriden sindirmek istiyorlar. Türkiye, istikrar dönemlerinde hep ciddi ve büyük adımlar attı... Her seferinde karşımıza bir engel çıkardılar. Sürekli olarak istikrarı baltalamak için metotlar
geliştirdiler. Bu ülkede sağ-sol kavgaları yaşadık. "Sen Alevisin", "Sen Sünnisin" diyerek milleti birbirine kırdırmaya çalıştılar. Laik-Anti laik çekişmeleri hep körüklendi. İçeride yasadışı taşeron örgütlerle uğraştık, dışarıda ASALA gibi dış destekli cinayet şebekeleriyle
boğuştuk. En son da PKK'yı başımıza bela ettiler. Türkiye'de darbeler yaşadık. Milli irade silahla esir alındığında, merkezlerine "Bizim çocuklar başardı"
mesajları gönderdiler. Hep bu ülke ile oynadılar. Ne zaman belimizi doğrulttuysak, kırmak ve engellemek için uğraştılar.
Bizim hem gücümüzü yok etmeye, hem de kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye çalıştılar. Bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız... Şimdi sıkı durun. Geçtiğimiz günlerde bir Bakanımız öyle şeyler anlattı ki, dehşete düşmemek
mümkün değil. Biliyorsunuz, siyasi partiler zaman zaman kamplar düzenlerler. Hem aileleri ile bir araya gelip
kaynaşırlar. Hem de eşleri ve çocukları dinlenirken, kendi iç meselelerini konuşup politikalar
belirlerler. İşte o toplantıların bazılarına yönelik çok ciddi kuşkular var. Söz konusu Bakan "Başbakan, çeşitli
konuşmalarında üstü kapalı geçiyor, ama" dedi: - Odalarımıza, hatta banyolara kadar dinleme cihazları ve kameralar yerleştirildiğine dair duyumlar
alıyoruz. Biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde bir emekli oramiralimiz de "14 yaşındaki kızımın odasına bile
kamera yerleştirmişler" demişti. Olayın ahlaksızlık boyutunu bir tarafa bırakıyorum. Bunları, son günlerdeki "casusluk" iddiaları ile
birleştirip, bir noktaya dikkati çekmek istiyorum: Oralardan elde edilen görüntüler ve ses kayıtları nerelere kadar gitti? Kimin ya da kimlerin elinde?
Nasıl kullanıldı, kullanılıyor veya kullanılacak? Yazının devamını okumak için tıklayınız! Osman Can: Yerel olmayan yerel seçim
17 Aralık'ın yol açtığı kırılmalardan biri yerel seçimin genel seçime dönüştürülmesi, bir bakıma
hükümet bakımından bir güven oylaması biçimini alması gibi gözüküyor. Hükümet kanadı kendine karşı başlatılan, pek çok bileşeni olduğu aşikar hamleleri bir ontoloji
sorunu olarak görürken, hükümete karşı son bir kaç yıl içinde ortaya çıkan ittifaklar, yerel seçimleri
kendi başarıları için iyi bir başlangıç olarak görüyor. Tam da böyle olması için 27 Mayıs Darbesi
öncesinden bu yana rastlanmayan sertlikte mücadele ediyor. Yerel seçimler her ne kadar daha çok yerelin dinamiklerinin belirleyici olduğu seçimler gibi görünse
de, genelde Türkiye'de siyasal mücadele bakımından çok büyük anlamlar taşımıyor. Seçimlere aday gösterilen kişiler seçildikleri belediye bakımından esaslı bir değişime yol açmıyor.
Bunun da nedenini Türkiye'nin yerel yönetimler sisteminde aramak gerek. Türkiye 1921 Anayasası istisnası dışında, katı merkeziyetçi bir sisteme sahip. Devlet, merkezin
taşradaki temsilcileri tarafından yönetilmekte, temel siyasal kararlar, asayiş, ekonomi, eğitim, ziraat,
kamu personel rejimi gibi pek çok konular anayasal olarak tamamen merkezin kontrolüne ve
inisiyatifine tabidir. Yerel yönetimler, anayasadaki ifadeyle "mahalli müşterek mahiyetteki ihtiyaçları karşılamak" üzere
kurulur ve çalışırlar. Yani çöp toplar, yolları tamir eder ve kaldırım taşlarını döşerler vs. İmar
konusunda yetkili olsalar da, buradaki sıkıntılar zamanla yetkilerin merkeze devrine yol açtı. Türkiye'de parti içi demokrasideki zafiyetler, yerel aktörün yerele göre değil, merkeze göre politika
yürütmesini zorunlu kıldı. Dolayısıyla aslında yerel yönetimleri katılımcı demokrasinin imkanı olarak değerlendirmek oldukça
güç. Bu gerçek, yerel seçimlerin daima bir genel seçim havasına sokulmasına yol açıyor. Önemsizliği ise,
yerel seçimlere çok fazla asılmayı ve sonuçlarını da genel siyaset açısından önemsenmesini
gereksiz kılıyor. Yeni Anayasa için kurulan Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda yerel yönetimleri güçlendirme
ihtimali muhalefetin kesin tavrı nedeniyle gerçekleşmemiş, yeniden 1982 Anayasası'nın 127.
Maddesi üzerinde uzlaşılan metin olmuştu. 2010'dan sonra ise bu eğilimde ciddi bir sapma söz konusu. 2010 Türkiye'de iktidar haritasında değişiklik yaşandığı bir döneme tekabül ediyor. Yani demokratik
temsil organları bu tarihten sonra ilk defa merkeze ve ülkenin kaderine hakim olma imkanını elde
etti. Merkezin çekim gücü, ekonomiyi kontrol etme imkanları ve sahip olduğu iktidar imkanları, elbette
yerel yönetimleri daha da anlamsızlaştırıyor, seçimi merkezi hükümet için güven oylamasına
dönüştürüyor. Yazının devamını okumak için tıklayınız!
Kurtuluş Tayiz: Çözüm süreci ve muhataplık meselesi
KCK yönetimi birkaç gün önce yayınladığı "tarihi" bir deklarasyonla AK Parti'nin çözüm sürecinin
muhatabı olmaktan çıktığını duyurdu. Deklarasyonda ayrıca AK Parti'nin toplumsal desteğini
yitirdiği ve meşruiyetini kaybettiği tespiti de yapıldı. Ancak bu iddialı açıklama nedense heyecan
uyandırmadı. Ne solcular, ne liberaller, ne de çözüm sürecine karşı olan çevreler, KCK açıklamasını
coşkuyla karşıladı. Normalde çözüm sürecinin taraflarından birinin, diğerini muhatap olarak
görmediğini deklare etmesi büyük gürültü koparırdı. Fakat KCK'nın bu çıkışı, sosyal medyada bile
gündem olmadı. Bunun nedeni, sanırım açıklamanın kimseye inandırıcı gelmemesi. Abdullah Öcalan,
umut dolu mesajlar verirken KCK'nın süreci bitirecek nitelikte değerlendirmeler yapması
kamuoyunda inandırıcı bulunmuyor. Kuşkusuz bu, KCK'nın çözüm sürecinde kendisine başka bir yol haritası çizemeyeceği anlamına
gelmiyor; örgüt, isterse CHP-Cemaat bloku ve bunların medyadaki uzantılarıyla yoluna devam
edebilir. Ya da kendilerinin deyimiyle "demokratik güçler" ile birlikte hareket edebilirler. Ne var ki tarih, isteklerimizin basit bir oyuncağı değil. Marks'ın ünlü sözleriyle ifade edecek olursak;
insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu keyfi, kendilerinin seçtiği koşullar içerisinde
değil, doğrudan kendilerine verili ve geçmişten miras kalan koşullar içerisinde yaparlar. Kürt siyasi hareketi de siyasi muhatabını seçmekte özgürdür; ama bunun keyfi bir tercih
olamayacağı da açık. Ortada bir muhatap olsaydı herhalde Kürt hareketi, bu kadar yıl AK Parti'nin
iktidara gelmesini beklemezdi. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile ya da çok sayıda siyasi parti ve
liderleriyle Oslo'da veya İmralı'da bunlarla oturup sorunu çözerdi. AK Parti'ye kadar geçen yaklaşık
20 yıl gibi bir süre boyunca da bu kadar insan boşuna hayatını kaybetmezdi. Demek ki tarihi kendi seçtiğimiz koşullarda yapamadığımız gibi, siyasi muhataplarımızı da keyfi bir
şekilde belirleyemiyoruz. KCK'nın stratejik önderi olarak kabul edilen Abdullah Öcalan'ın, bu
hükümetle sorunu çözmek için masaya oturması rastlantısal değil, yıllar içinde edinilen bir
tecrübenin sonucu. Öcalan, Kürt meselesinde çözümü ve barışı ancak AK Parti'nin dayandığı
toplumsal dinamiğin sağlayabileceğini tespit ederek, Kürt hareketine bu doğrultuda bir yol gösterdi.
Buna uyup uymamaları kendilerine kalmış. Bu noktada AK Parti'nin toplumsal desteğini kaybettiğine ve meşruiyetini yitirdiğine ilişkin KCK'nın
yaptığı "yol ayrımı" imasına geliyoruz. Bu açıklamanın ciddi bir tutarsızlık içerdiğini belirtelim.
Türkiye'de AK Parti'den daha fazla toplumsal desteğe ve siyasi meşruiyete sahip olan başka hangi
güç veya parti var? CHP mi, MHP mi, Cemaat mi, sol mu AK Parti'den daha fazla toplumsal desteğe
ve meşruiyete sahip? BDP'nin toplumsal desteği ne kadar? Peki KCK'nın toplumsal desteği var mı?
AK Parti'nin toplumsal desteğini sorgulayan ve onu muhatap olarak görmediğini ilan eden Kürt
hareketi, bu çıkışıyla, aynı değerlendirme hakkını AK Parti'ye de tanımış olmuyor mu? Başbakan
Erdoğan "Toplumsal desteğe sahip olmadığı ortaya çıkan örgüt artık devletin muhatabı olmaktan
çıkmıştır" derse, ne olacak? Bu arada Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Devletin terör örgütünü muhatap
almasını doğru bulmuyorum" dediğini hatırlatalım. Gerçek şu ki; Abdullah Öcalan, AK Parti'nin toplumsal desteğini kaybettiğini fark etseydi yönünü
değiştirir ve AK Parti ile yolları ayırırdı. Bunu yapmadığına göre yanlış değerlendirme içinde olan
İmralı değil, Kandil. Yazının devamını okumak için tıklayınız! Yıldıray Oğur: Düşününce insanın gerçekten ‘yüreği ağzına geliyor’
“Biz Çanakkale’de, Afyon’da, İzmir’de kan verdik, her karışında alın terimiz, kanımız var. Onun için
Türkiye ortak vatanımızdır. Biz cumhuriyetin kuruluşuna emek verdik, asli unsuruyuz”
Bu cümleler dünkü Çanakkale Savaşı’nın 99. yıldönümü törenlerindeki konuşmalardan birinden
alınmadı. Konuşmanın devamına biraz daha kulak kabartalım:
“Herkes şunu bilmeli halkımız onurlu bir barışı seçti…Kürt özgürlük hareketi bu vatan ortak
vatanımızdır dedi. . Yıkma gibi bir niyetimiz olamaz. Biz demokrasiyi inşa etmek istiyoruz. 29 Mart
seçimlerinde Kürt halkı muhatabını ortaya çıkardı. Bu Sayın Öcalan’dır. Hükümet samimi olarak sorunu çözmek istiyorsa Kürt halkı olarak arkasındayız.”
Bugünlerde televizyonlarda bile her an duyabileceğiniz bu cümleler 2009 Eylül ayında Diyarbakır
İstasyon Meydanı’nda düzenlenen Onurlu Barışa Evet mitinginde Hatip Dicle’nin konuşmasından. Bu bölüm çünkü, konuşmadan üç ay sonra Hatip Dicle o mitingde sarf ettiği bu cümlelerin de
aralarında sayıldığı eylemlerden dolayı tutuklandı. Beş yıla yakındır da içeride.
KCK İddianamesi’nde sıralanan Hatip Dicle’nin katıldığı diğer eylemlere de bir bakalım:
-Öcalan’ın yakalanışını protesto için Diyarbakır’da düzenlenen izinsiz eyleme katılmak
-Diyarbakır Koşuyolu Parkı’nda bir yıl önce meydana gelen, aralarında çocukların da olduğu sivilleri hedef alan patlamayı anma etkinliğine katılmak.
-Öcalan posterlerinin açıldığı Diyarbakır Kültür ve Sanat Festivaline katılmak
-2009 Nevruz kutlamaları sırasında “teröristlerin giydiği” kıyafetleri (yerel kıyafetler bunlar) giyerek
kutlamalara katılmak.
-2009’da Habur’dan giren ve devletin mahkemesinin serbest bıraktığı PKK'lıları karşılama törenine
katılmak.
Bu kadar. Hatip Dicle’yi beş yıla yakındır hapiste tutan katıldığı yasadışı eylemler bunlar. Bu suçları
Dicle ile birlikte işleyen (Festivale katılan, Habur’daki karşılamaya giden, Koşuyolu anmasında bulunan, yerel kıyafetleri giyen) en az bir milyon kişi bulunabilir. Sıralanan “suçlar” bugünlerde Meclis grup salonlarında, yerel seçim kampanyası sırasında yine
yüzbinlerce kişi tarafından her gün işlenmekte.
Ama Diyarbakır’daki mahkemeye göre bu suçlarla beş yıldır tutuklu olan Hatip Dicle ve benzer
suçlarla yargılanan 91 KCK tutuklusu tahliye edilirse “Dağa kaçabilir.”
Tutuklulukta beş yılı doldurmamasına rağmen İstanbul’da önce bir mahkeme tarafından tahliye
talebi reddedilen, diğer mahkemenin ise tahliyesine karar verdiği Türk İntikam Tugayı’nın kurucusu
Semih Tufan Gülaltay için İstanbul mahkemelerinde geçerli olan hukuk, Onurlu Barış Mitingi’nde konuşan Hatip Dicle ve arkadaşları için Diyarbakır’da işlemedi.
Peki Diyarbakır’da neredeyse özerkliğini ilan eden mahkemeler, 14 Nisan 2014 günü ne yapacak?
Çünkü o gün KCK tutuklularından 42’si için beş yıllık tutukluk süresi doluyor. Yasa bu kez
Diyarbakır’daki mahkemelerin bile görmezden gelemeyeceği kadar açık. Boşluk kalmasın diye o
kadar net yazıldı ki Danıştay cinayetinin, Zirve katliamının suçüstü sanıkları bile tahliye oldu.
24 Aralık 2014 günü de Hatip Dicle ve Belediye Başkanları için beş yıllık tutukluluk süresi olacak.
İki yol var: Takvimleri durdurmak.
Ya da…
Hükümeti o gün gelmeden devirmek.
Yazının devamını okumak için tıklayınız!
Melih Altınok: İlk taşı en günahsızlarımıza atıyorlar, düşünün artık
Dün malum Cemaat bir ses kaydını daha piyasaya sürdü. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Star yazarı
Mustafa Karaalioğlu arasında geçtiği iddia edilen bu konuşmaların ardından bazı yazarların
kovulduğu söylendi.
Bu isimlerden biri Hidayet Ş.Tuksal diğeri de Mehmet Altan. Hidayet Hanım Star’daki son yazısında
şu satırları yazmıştı:
“Mustafa Karaalioğlu’yla görüştüğümüzde o da çok şaşırdı ve derdimi anlamaya çalıştı. Derdimi
anlatabildiğimi sanıyorum, eğer kararımdan vazgeçersem gene Star’a dönmeye söz vererek onu
ikna ettim. Salı-Perşembe yazma sancılarımdan biri tutarsa, açık görüş sayfasından sizlere
seslenmeye devam edeceğim.”
Dün serbestiyet.com sitesinde olayı tekrar yazan Hidayet Hanım, sosyal medyadaki tartışmalar
üzerine twitter’dan da şunları yazdı:
“Star'dan tamamen kendi isteğimle ayrılmıştım, başka şeyler yapmak istiyordum, boşuna M.
Karaalioğlu'nu karalamayın!”
Sanırım olayın asıl muhatabının bunca açık beyanatları üzerine yorum yapmaya bile gerek yok.
Mehmet Altan mevzuuna gelince. Mehmet abi Star’dan gönderildiğinde gazetenin bu kararını
eleştiren iki üç kişiden biriydim. Star’ın da eleştiriler yaklaşımlara daha tahammüllü olması gerektiğini ve bu rengini yitirmemesi
gerektiğini yazdım. Tıpkı Gülen’le ilgili twiti yüzünden Today Zaman’dan gönderilen Ergun
Babahan, Hasan Cemal ya da diğerleri için yaptığım gibi.
O günlerde eleştirilerim üzerine gazetenin en yetkili kişilerinden, Altan’ın gazeteyle maddi konular
da dahil olmak üzere ciddi sorunlar yaşadığı öğrendim. ANF’ye verdiği röportajda başyazar sıfatını
taşımasına rağmen kendi çalıştığı gazeteyi en ağır şekilde eleştirmesinin de bardağı taşıran son
damla olduğu bilgisini bana ilettiler.
Şimdi Hidayet Hanım açıkça ayrılışının kendi kararı olduğunu söylüyor. Altan da söz konusu
yasadışı dinlemelerden [Tabii gerçeklerse] sonra neredeyse bir yıl daha gazetede yazıyor. Ne var
ki tüm bunlara rağmen cemaat gazeteleri ve merkez medya bu iki ismin Erdoğan’ın talimatıyla
“derhal” gönderildiği aşırı yorumunda bir elif miktarı tekzibe bile tenezzül etmiyorlar.
Neden mi? Nedeni, son dönemde sıkça şahit olduğumuz üzere bu tartışmalardan tepe tepe
mağduriyet üretmek yerine her zaman olduğu gibi hakkaniyetini koruyan Hidayet Hanım’ın dün
yazdığı şu satırlarda: “Yakın tarihte, daha önemli bir gerekçeyle Taraf gazetesinden ayrıldık; Hasan
Cemal’e yakılan ağıtların hâlâ devam ettiği bir dönemdi, ancak ne hikmetse bizim ayrılışımıza ağıt
yakan kimsecikler olmadı. Demek ki neymiş: Başbakan isteğiyle köşenizden olursanız ağıt
yakılacak, patron isteğiyle işinizden olursanız es geçilecek! Timsah gözyaşları içindeki etik duyarlılık
(!) medyamıza çok yakışıyor doğrusu...”
Yazının devamını okumak için tıklayınız! Bu dökümanı orjinal adreste göster
Yazarlar gündemi yorumladı...
Download