28 Cemaziyelevvel 1429 / 01 Haziran 2008

advertisement
Yılmaz Dündar
179
28 Cemaziyelevvel 1429 / 01 Haziran 2008
Tefekkür Şeması 2
Uzunca bir süre paylaşımlarımızda önemli
bir şeyi tefekkür etmeye çalıştık; Tanrı Konusu.
Özetler gibi başlayacağız, ama daha farklı bir
şekilde, konuları bir adım daha ileri götürerek
ele alacağız, İnşaAllah.
Bugüne kadar daha çok “A” Takdim
Formu”nu, “A”nın yaşama biçimini, “A”nın
yaşantısını oluşturan veri tabanını konuştuk,
konuşmaya da devam edeceğiz. Zaman zaman
da “B” Takdim Formu”ndan bahsedeceğiz.
Takdimi ikiye böldük; birinci takdim “A”, ikinci
takdim “B” veya “A” derken “Asi” yapıyı, “B”
derken “B” sırrıyla yaratılan yapıyı kastettik.
Bismillahi’r Rahmani’r Rahim’in “B”sinin takdim
edildiği hayat tarzını anlatmak için sembol
olarak “B” demiştik. Şimdi “B” takdimindeki
kişinin kendisini “B” olarak ifade ettiği noktayı
hatırlayın. İşin başlangıcı olduğundan oraya
“Sıfır Noktası” demiştik. Sıfır noktası! Adı sıfır
noktası, ama bu noktada durmak, sabit kalmak
gayet zordur. Çünkü orada kararlı olmak, o
noktada sabit durmak bazı gerekleri içerir. Ve
ancak ondan sonra o yolda ilerleme olur.
Yukarıda şemamızda İhlâs Hayat Döngüsü’nün
bir gösterimi var. İhlâs Hayat Döngüsü’nde
özellikle “lem yelid ve lem yuled” noktasına
gelindiğinde takdimin başladığını, bu noktadan
itibaren insanın kendisini kesret âlemine
anlatmaya başladığını, takdim ettiğini, bu
takdimi yaparken de bu iki yoldan birisini,
özellikle de “A” Takdimini yeğlediğini, daha
doğrusu kendisini “A” Takdiminin içinde
bulduğunu söylemiştik. Çünkü dünya yaşantısı
zaten “A” Takdiminin kendisidir, “A” Takdimi hali
dünya yaşantısı halidir. Bu yüzden kişi
kendisini zaten “A” Takdiminin içinde buluyor!
Fark ettikten sonra hayatını “B” Takdimiyle
şekillendirmeye başladığında bu noktaya
geliyor. İnşaAllah bu noktayı tanımlamaya,
daha detaylı ele almaya çalışacağız. “B0
noktasının özellikleri nedir ve bu noktadan
ileriye nasıl yol alınır?” onu görmeye
çalışacağız.
Bunun bize ne yararı olur? Nefs
mertebelerini inceliyor, okuyor, görüyorsunuz ve
“acaba ben neredeyim, hangi nefs
180
İhlâs Hayat Döngüsü
mertebesindeyim? Levvame başlamış mı?
Levvamede ilerliyorken mülhimede mi,
mutmainede miyim?” gibi sorularla kendinizi,
hangi nefs mertebesinde olduğunuzu merak
ediyorsunuz, ama size onu somut gösterecek
bir şey de bulamıyorsunuz! Bu merak gerekli
mi? Bu merak bu işi böyle önemseyen için
gereklidir! Neden? Birisi “işiniz bu mu,
mertebelerle mi uğraşıyorsunuz?” derse; hayır,
öyle bir işimiz yok! Ama insanın kendisine bir
hedef koyması ve o hedef üzerinde de “acaba
ne yapıyorum?” diye merak edip test yapması
da doğaldır. Bu doğallık içerisinde bu merak, bu
işin yolcusu Talib’in merakıdır, o bu merakı
duyar.
Bunu çok önemserse, örtücülükten kurtulma
çalışmalarıyla “B” takdim noktasına doğru gelir.
Mesele “B” Takdim noktasına gelmek ve orada
geri dönüşsüz durabilmektir. O noktaya gelip de
kendisini “B” ile takdim ettiğinde neler olacağını,
orada ne gibi haller olduğunu da somut
söylemeye çalışacağım, böylece kişi bu seyr-i
sülukta nerede olduğunu, kendisi çok rahatlıkla
tesbit edebilsin, gidermesi gereken noksanlarını
kendisi görebilsin ve ilerleyebilsin! Günümüzde
bu, bu kadar mümkündür. Çünkü hadisleri
incelediğinizde, hakikati yakalamakta
günümüzdeki imkânlar geçmişe göre çok
farklıdır! “Neden böyle?” onu konunun içinde
görürüz.
Günümüze gelinceye kadar, böyle merak
edenlere; sen hakiki bir mürşidle
karşılaşmalısın ki, senin hangi seviyede
olduğunu sana söylesin denirdi. Bugün, hakiki
bir mürşidi kişi karşısında bulamıyor, bulsa
sorup merakını tam gideremiyor gibi olabilir.
Oysa: Eğer siz hakiki mürşid olan Kur’an’ı
mürşid edindiğiniz ve o mürşidin “nasıl
hayat bulacağını” Rasulullah sallallahu
aleyhi vesellem’de gördüğünüz zaman bu
meraklarınızı çok somut olarak ortaya
koyup, kendinizi bizzat analiz yapmanız ve
bu analize göre de kendinize bir rota
çizebilmeniz çok mümkündür! İşte bu
yüzdendir ki anlatım tarzımızda, bu
meraklarınızı gidereceğiniz ve hedeflerinize
ulaşmada kendinizin izleyebileceği yöntemleri
bulabileceğiniz bir hal, bir üslup fark
edeceksiniz. Bu yöntemin maddelerini birkaç
cümleyle sıralayalım: Bir kere kişinin “A”
Takdim Formu”nu ve “A” Takdim Formu”
kapsamındaki rablık ilan edişi fark etmesi ve iyi
görmesi gerekir, bu kabulde buluşmamız lazım:
Bir kişi kendisini “A” Takdimiyle tanıttığında
rablığını, tanrılığını ilan etmiştir. Tanrılığını
ilan etmekle Allah’ın varlığını örtmüştür,
örtüyordur, örtendir; küfür halindedir. Önce
bu noktada hemfikir olmamız gerekiyor ki,
“örten olmaktan nasıl kurtulurum?” telaşına
girsin, buna kafayı taksın, bunu önemsesin.
Bir talibin az sonra söyleyeceğime çok önem
vermesi lazım. Siz neden böyle bir çaba
içindesiniz? Bu yazıları okuyanın, söyleşileri
dinleyenin, bu mantalitede olanın gayesi Allah’ı
tanımak, İslam’ı öğrenmek, İslam’ı anlamaya
gayret etmektir. İslam’ı öğrenmeye ve
anlamaya gayret edenin de şuna dikkat etmesi
gerekiyor: Dinlediği İslam tanrıya yönelik mi
anlatılıyor? Çünkü bu konular ilan edilen
tanrıya yönelik de anlatılabilir! Sizinle daha
önce tanrıyı çok konuştuğumuz için konuya
buradan girebiliriz. İslam tanrınıza yönelik
anlatılabilir; yani kendisini tanrı ilan etmiş,
Rablığını ilan etmiş kişiye anlatılabilir.
Karşılaşacağınız bir anlatım yolu budur ve
insanlar genellikle bu anlatım yolunu severler!
Eğer İslam, kişinin ilan ettiği tanrıya yönelik
anlatılıyorsa insanlar o tarz İslam anlatılışını
yeğlerler, severler. Neden? Çünkü ilan ettikleri
tanrıyı güçlendirecek bir yöntem yakalamış
oldular. Bir kişi inanca, dine, felsefeye
meyilliyse, “iyi insan olmak” gibi bir ideali varsa
veya mükemmelliği seviyorsa, onun arayışı
“ben nasıl iyi insan olabilirim?” diye bir arayış
içerisindedir. Burada bir noktaya da değinelim.
Aslında mükemmellik insanın yapısında vardır,
Aristo bunu ortaya koymuştur. Aristo çevresinde
inançsız bilinirdi, hatta bu yüzden bazen ona
hücum edilir. Oysa şimdi söyleyeceklerimden
anlıyoruz ki, Aristo belki de Hanif bir yapıdaydı,
Yılmaz Dündar
Hanif anlayışı yüzünden çevresindekilerin
inandıklarına inanmıyordu. Bir Yaradan’a
inanıyordu. Ona Erke ismini verdi ve bunu da
kendine göre bir teoriyle ortaya koydu;
Mükemmellik Teorisi: İnsan mükemmel değil
ama onu arıyor, istiyor; mükemmellik istiyor.
Gördüğü bir şey değil ama onu arıyor ve istiyor.
Aristo o mükemmelliği tanımlıyor: “Mükemmellik
onun hamuruna, fıtratına mükemmel olan
Yaratan’ın koyduğu bir olgudur” diyor. Böyle bir
yaklaşımla da kendince bir mükemmel varlığa
inanıyor. Buradan da anlaşılıyor ki, insanlarda
bir mükemmellik arayışı vardır; fıtraten! İşte bu
sebepten kişi “bu mükemmelliğin ne olduğunu,
mükemmelliğe nasıl ulaşacağını” çeşitli
felsefeler içerisinde arıyordur. Bu felsefeler
içerisinde ararken karşısına farklı bir İslam
anlatımı çıkar, çıkabilir. Bu anlatım ona cazip
gelirse yaklaşır. Söylemek istediğim şu ki; bir
şeye inanmaya meyli olanın İslam’ı dinlemeye,
anlamaya ve uygulamaya çalışması Allah’ı
tanımak için değil, ilan ettiği tanrıyı
güçlendirmek içindir, onu tatmin etmek içindir, o
tanrıyı hedeflerine ulaştırmak içindir! Burayı çok
iyi fark edelim, atlamayalım! Ve bu tür İslam
anlatımlarının cemaati büyüttüğünü,
genişlettiğini de bilelim. Neden? Çünkü
insanların tanrı ilanı ve o tanrıyı güçlendirmekle
ilgili genetik yapılarının istatistiksel alanı, oranı
bunu gerektirir. Bu yüzden onlara bu tür İslam
anlatılışı uygun gelir. Bunu herhangi bir yeri
eleştirmek için değil, bir gerçeği ortaya koymak
için söylüyorum. İnananları eleştirmek ne
görevim, ne de haddim, Allah muhafaza etsin!
Konuyla ilgili bir gerçeği tesbit etmek için
söylüyorum. Özellikle camilerde İslam’ın
anlatılışını dinlediğinizde göreceksiniz ki hedef;
iyi insan üretmek; nasıl ahlaklı ve iyi, nasıl
dürüst insan olunur, o anlatılır. Bu da insanların
hoşuna gider. Kişiler çocuklarını veya bir
başkasını “iyi insan olsun” diye camiye götürür;
vaaz dinlesin ister. Fark etmese de, oraya
giderken hedefi tanrısını güçlendirmektir! İslam’ı
öğrenmeye, anlamaya gayret edenin dikkat
edeceği ikinci husus da şudur: İslam’ı bendeki
tanrı mı dinliyor? Çeşitli bakış açılarıyla tanrıyı
181
söylemeye çalışmamın nedeni, hayatınızda o
tanrıyı birbirinizi gördüğünüz gibi görebilmenizi
sağlamak, hedefim bu! Çünkü bu yolda olanın
üç şeyi net, somut görmesi gerekiyor, tahminen
değil net görmek gerekiyor! Bir: Bu yolda
olanın birbirimizi gördüğümüz gibi tanrıyı
görmesi gerekiyor! Görmesi gerekiyor; aksi
halde Kelime-i Şehadet getiremez, şahid
olamaz, şahidlik edemez. Zanla şahid olunmaz!
Bu yüzden üstüne çok düşmeye çalışıyorum.
Tanrıyı, “A” Takdimini net görmek, iyi analiz
etmek, bu tanrıyı iyi tanımak gerekiyor. İki: “B”
Hali’ni net görmek gerekiyor. Tanrıyı çok net
gördükten sonraki hedef “B” Takdim Hali’ni
somutlaştırmaktır. “B” takdimini net görmek son
durak değildir, lütfen dikkat edin, bu sıfır
noktasıdır, sıfır noktasına gelmektir! Üç:
Hakikati net görmek gerekiyor! Artık burada
hedef “B” Takdimi’nin de olmadığını, o halin de
olmadığını fark edip hakikati net görmektir!
Hakikati net görebilmek için bu sıra şart: 1)
Tanrıdan kurtulmak; kendinizi “A” ile takdim
etmeyip “B” ile takdim etmek. 2) “B” Takdimiyle
sıfır noktasında sabit durmak. “Bu ne demektir,
o hayata nasıl bakılır ve o nasıl yaşanır?” biraz
bahsetmeye çalışacağız. 3) Sonra da ilerisi...
Ama biz şimdilik Sıfır Noktası’nı anlatacağız;
Sıfır Noktası’ndaki hal nedir, o nasıl bir haldir?
Demek ki, kendimize bunu diyeceğiz: “Bende
İslam’ı dinleyen tanrı mı, onu benim ilan ettiğim
rab mı dinliyor? İslam’ı seven, İslam’dan
yararlanmaya çalışan o mu?” Bu neden önemli?
Eğer sizdeki tanrı İslam’ı dinlerse, siz Allah’a
teslim oluyorum sanarak Allah’ı teslim alırsınız,
Allah’ı teslim almaya çalışırsınız! Mesela
tanrınız; 4444 tane salâvat okuyayım da Allah
şunu yapsın der, bir holdinge sipariş verir gibi
talebini geçer. Bu bir tanrı işte: Güçlenmek, var
olan yeteneklerine yetenek katmak ve Allah’ı da
kullanmak istiyor! Veya sıkıştığı yerde
hobilerine, zevklerine, ideallerine göre Allah’tan
yararlanmak istiyor. Bu Allah’a teslim olmak
değil, Allah’ı teslim almaktır. Bu yüzden “ben
acaba İslam’ı tanrıma mı dinlettiriyorum?”
sorusu önemlidir. Bu özellikle şu noktada da
182
size iyi gelir. Örneğin veli bir zat tanıdınız,
kendinizi test etmenizi sağlar; onu ilan ettiğim
rab mı seviyor, acaba o tanrı mı seviyor? Eğer
seven oysa yararlanma nasıl olur?
Efendimiz(SAV)e de öyle yaklaşanlar oluyor.
Ona örnek olsun diye bir hadis vardır:
Bakıyorlar ki Rasulullah her şeyi biliyor, her şeyi
bilen bir Rasul var, yararlanmak lazım, bu fırsatı
kaçırmamak lazım! Gelip diyorlar ki; ya
Rasulallah, biz ekinimizi, hurmamızı, ağacımızı,
ürünümüzü bir yıl şöyle, bir yıl böyle yaparız,
şöyle de ürün alırız. Bize ne tavsiye edersin, ne
yapalım? “Gidin şöyle yapın” diyor. Gidip
yapıyorlar, o yıl hepsi zarar ediyor. Koşup
geliyorlar; Ya Rasulallah, böyle dedin, biz de
yaptık, mahvolduk! “Bana dünya işi
sormayın” diyor. Bana dünya işi sormayın;
bana tanrınızla ilgili taleple gelmeyin
demektir. Bana tanrınızla ilgili taleple gelmeyin,
ben ondan anlamam, çünkü o örtücü, o örten!
“Bana “B” halinizle ilgili şeyler sorun, ona
yönelik taleplerle gelin” manasında bir hadis!
Hem sen tanrına dinlettirmeyeceksin, hem
de sana İslam’ı anlatan tanrı olmayacak, ikisine
de çok dikkat etmemiz gerekiyor, eğer bu işin
talibiyseniz! Evliyaullah anılarına, yıllar
öncesine baktığınız zaman bu sebeple dünyayı
dolaşan dervişler görürsünüz. Birisini duyar, ta
İran’a gider. Bir soru sorar, dinler, “yok” der!
Oradan kalkar Hind’e gider, bir soru sorar, “yok”
der! Birisini arıyor, neyi arıyor: Bana bunu
anlatan “tanrı” olmasın! Bunu anlatan tanrılığını
ilan etmiş birisi olmasın! Bu çok önemli, çok
önemsemek lazım! Dinlediğiniz tanrı mıdır,
onun işaretleri vardır. Bu işaretlerden birisi;
anlatanın kendine ait şeriat geliştirmesidir! Kişi
tasavvufla meşgulse, tasavvuf anlatıyorsa ve o
tasavvufu bir tanrı olarak anlatıyorsa kendisine
ait bir şeriat geliştirir. Rasulullah’ın Şeriatını;
uygulamasını çok önemsemez. Hatta onları
yavaş yavaş gevşetmeye, onlar sanki yokmuş
gibi bakmaya, onları “yapmasanız da olur” gibi
anlatmaya başlar. Bunlardan örneğin en
önemlisi salâttır, önemli işaretlerden birisidir,
kişi tasavvufla meşguldür ama salâtı çok
İhlâs Hayat Döngüsü
önemsemez! İleride göreceğiz, tasavvufla
meşgul olanlara şeytan, İblis yani ikilem gelir ve
ilerledikçe ona telkinlerde bulunur. İnsan-ı
Kâmil’i incelemişseniz Abdülkerim Ciyli
Hazretleri bununla ilgili bazı örnekler verir. Bir
tanesi, Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani
Hazretleri’yle ilgili bir örnektir. O mertebede
olan bu zata bir çöl tenhasında şeytan
sesleniyor “Ey Abdülkadir Geylani, artık sana
haramlar helal kılındı, rahat ol” diyor. O, bu
teklifin şeytandan geldiğini bilerek onu kovma
cümleleri kullanıyor. Kendisine sorulduğunda;
“Allah, kesinlikle günahı teklif etmez” diyor.
Yani, “avama günah ama sen ilerlediğin için
sana günah değil” diye bir olay olamaz diyor!
Eğer bir şey normal insan için haramsa ilerlemiş
kişi için de haramdır!
Farkında olmamız gereken üçüncü nokta,
İslam’ın ne için anlatıldığıdır. İslam ne için
anlatılır? İslam “B” Yapı’nın tanınıp hayata
hâkim kılınması için anlatılır. İslam’da
yalnızca “B” yapı anlatılır, yani “B” yapı hayata
nasıl hâkim kılınır?” anlatılır. Bu gerçeği bilenin
bir şey dikkatini çeker: Başlangıçta insanlara
çok cazip gelen bu anlatım tarzı belki geniş bir
cemaat bile oluşturur. Ama sonra “iş
uygulamaya geldiğinde” cemaat gittikçe azalır.
Bu “B” anlatımının gereğidir, doğal sonucudur.
Çünkü “B” yapıyı sürdürülebilir şeklide
umursamak, önemsemek ve onun talibi olmakla
ilgili genin, insan popülasyonu içerisinde sayısı
çok düşüktür. Siz bir mal üretiyorsunuz, ama o
malı alacakların sayısı belli ve çok az!
Dolayısıyla, siz o malla ilgili tanıtım yaptığınızda
toplanan kalabalık zaman içerisinde azalır.
Cemaatin azalması konunun cazibesini
yitirmesinden değil, talibin sayısının azlığı
yüzdendir!
İslam’ı anlamaya, öğrenmeye ve yaşamaya
gayret eden için, bir diğer önemli şey, İslam’ı
anlatanın halidir. İslam’ı “B” halinde olan
birinin anlatması önemlidir! Ama anlatanı
nereden bileceğiz? Bilemeyiz! Kimse de çıkıp
“ben “B”yim, gelin size İslam’ı anlatayım”
demez. Öyle bir şey olmayacağı için de, bunun
Yılmaz Dündar
şıklardan biri olduğunu belirtip, dua ediyoruz;
inşaAllah bize İslam’ı “B” halindekiler anlatır,
“B”lerden dinleriz. Birisi gelip “ben “B”yim, size
İslam’ı anlatayım” demez, onu dediği an tanrı
olur, onu diyen onun tanrısıdır! Çünkü
“önemliyim, önemli” veya “biliyorum, biliyor”
konumu oluştu! Bu yoldaysanız buna da çok
dikkat etmek lazım: “Ben önemliyim” veya
“önemli olacağım” duygusu tamamen tanrıya
aittir! Veya bir kişiye “önemli” derseniz de öyle!
O kişi kendisine “önemli” demese bile, siz ona
“önemli” diyorsanız; onu önemli bulan büyük
ihtimalle sizin tanrınızdır! “Ben bilirim” veya “o
bilir, o her şeyi bilir” diye olaya yaklaşmak
tanrısaldır. Birisi her şeyi bilemez! Niye? Çünkü
hiçbir şeyi bilemez! “Biliyorum” diyen kimdir?
Tanrıdır! “Biliyorum” diyendeki “biliyorum” diyen
tanrıdır. Birisine, “çok şey biliyor, her şeyi
biliyor” diyorsanız, bu sefer sizde onu diyen
tanrıdır!
-Gerçekten biliyorsa ve önemliyse?
Sorunuz şöyle olmalı; bilen “B” halindeki bir
kişiyse nasıl olur? Anlıyorum ve konuyu oraya
getireceğim. “B”yi yaşayan kişi de “biliyorum”
der. Ama “B” bunu nasıl der, “B” birisini nasıl
önemli bulur? Az önce tanrısal bakışı anlattım,
kıyaslamak için diğerini de söyleyelim, ama bir
misal şeklinde: Kişiler, “önemli birisi” veya “o
biliyor” diyerek, “B” halinde İhlâs Hayat
Döngüsü’nü yaşayan bir kişiye yaklaşırlar.
Sonra onların tanrıları o kişiyi çok sever.
Hâlbuki ona ilk yaklaşma sebepleri Allah’ı
tanımak ve anlamaktı! Bu sefer yaklaştıkları
kişiyi çok sever, Allah’ı unuturlar! Kişiyle meşgul
olmaya başlarlar. Bu yüzden, “o önemli, o
biliyor” diyen kişi tanrıysa, sonuç Allah’ı
unutmak ve kişiyle meşgul olmak olur!
Hazreti Musa aleyhisselam’ı Firavun davet
etti; “gel, gücünü göster, anlattığın nedir göster,
bizim sihirbazlarımızla yarış” dedi. O da,
sihirbazlar da geldiler. Hazreti Musa korkuyor,
sihirbazlar korkmuyor. Hazreti Musa’daki
korkunun sebebi farklı, sihirbazlardaki
kendilerine güvenin sebebi de farklı. Sihirbazlar
kendilerinden eminler, ama Hazreti Musa
183
kendisinden emin değil! Çünkü “kendisinden
emin olma” gibi bir duygusu yok! O duygu farklı
bir şey, anlatmaya çalışacağım ama
“özgüvenimizi mi kaybedelim?” manası
çıkmasın! Biz “kendisinden emin olan tanrıyı”
hayatta iyi görmek, yakalamak için, onu
anlatmaya gayret ediyoruz. Amaç, birbirimizi
gördüğümüz gibi onu görmek! Onu bir kere,
birbirimizi gördüğümüz gibi gördüğünüzde,
cennete gidersiniz. Bir kere! Çünkü bir kere “La
ilahe İllallah” demiş olursunuz! Şahitliktir!
Başlangıçtır, önemlidir, cennet halidir! “Bir kere
La ilahe İllallah diyen cennete gider” hadisi
bu manadadır. Bu hadisi bir tanrı dinlemişse
diğer tanrılara der ki; “olur mu öyle bir şey! Her
türlü günahı işle, sonra da çık bir kere “La ilahe
İllallah” de, hepsini sil, olamaz!” Ama iş onun
dediği gibi değil! Bir kere “La ilahe İllallah”
demek; tanrıyı bir kere net görmektir, bir
kere onu iyi tanıyıp görmektir! Siz o zaman
ona celalle dönüp “leküm diynüküm veliye diyn;
sen yoluna, ben yoluma” demiş olursunuz! Hep
diyoruz; Kafirun’u kişi kendisine okur,
kendisindeki tanrıya okur! İşte böyle La ilahe
dediği an kendisine bir kere açılacak İllallah
kapısı ona yeter. Bu yüzden, bunu tereddütsüz
diyebilmek için o tanrıyı çok iyi tanımak
lazımdır.
Evet, Hz. Musa çağrıldı ve gitti, ama ne
olacak bilmiyor. Çünkü“Rabbi ne dileyecek?”
bilmiyor! Niye? Çünkü şöyle inanıyor: Ben
Rabbimin dileğinin suretiyim, bu yüzden ne
dileyeceğini bilmem! Eğer bildirilirse bilirim!
Aslında bu bilme işi öyle farklıdır ki, genellikle
“Allah için” de yanlış kullanılır: “Allah her şeyi
bilir” cümlesi biraz tanrısal ifadedir. “Allah
Alîm’dir” için verilen “Allah her şeyi bilir” anlamı
tanrının tarif ettiği bir Esma’ül Hüsna manasıdır,
“A”ya ait bir tanımdır, onun Esma’ül Hüsna
tanımlamasıdır. Yani Allah var, karşısında da
bilmesi gereken bir şeyler var. Allah, dersini iyi
çalışmış gibi hepsini biliyor! Böyle bir bilme
değil! Allah’ın bilmesi; “bilme olayı” var ya,
işte Allah “bilme”nin kendisidir, bilme
mevhumunun kendisidir! İnsan bu “bilme”
184
mevhumundan edindiğiyle bilir. O “bilme”
mevhumundan gelen yetenekle biz bir şeyi
öğrenir, biliriz. Ama Allah bir şeyi bilmek için
talim etmez! Çalışacağı bir ders, öğrenmesi için
beklemesi gereken bir bilgi yoktur! Veya “bir
şeyi iyi öğrenmiş de biliyor” değildir. “Bilme”nin
kendisi O’dur! Mesela “Semi” için; Allah her şeyi
işitir, demek bir tanrı tarifidir! “İşitme mevhumu”
var ya, “Semi” odur işte, işitme olayının
kendisidir, işitmenin kendisidir! Allah Basir’dir
görür, Semi’dir işitir. Esma’ül Hüsna’ları tanrı
gibi düşünmemek lazım. Bunları neden bu
tanımlarla söylüyorum. Çünkü “B” noktasından
itibaren Esma’ül Hüsna’ların tanımı gerçek
yerine oturacaktır. Öyle olmalıdır ki Esma’ül
Hüsna dünyasına girilebilesin! B0 Noktası
Esma’ül Hüsna dünyasına giriştir. Başka neler
için bir başlangıçtır, bakacağız.
Hz. Musa huzurda ve sihirbazlar birer küçük
yılan oluşturuyorlar, onlar günümüz
sihirbazlarından daha güçlüler. Günümüzde de
dünyada bu tür şeyler var. Hatta tasavvufu öyle
biri olmak için öğrenenler bile var! Bu yolda
yaygın yapılan yanlışlardandır; kişi İslamiyet’i
burçlarla ve fallarla ilişkilendirir! Ve “ben onları
nasıl kullanır da gücüme güç katarım?” diye
bakar, yararlanması öyle olur. Evet, Hazreti
Musa ne olacağını bilmiyor, ama sihirbazlar
kendilerinden eminler, bir sihir yarışı
yapacaklarını biliyorlar. Birer yılan
oluşturuyorlar, etrafta yılanlar dolaşıyor, Hazreti
Musa şaşkın! “Ben şimdi hallederim sizin
yılanlarınızı” diyemiyor, ama sihirbazlar diyor!
Çünkü onlardaki bu sihiri yapan, bu güce sahip
çıkan rabları, tanrıları! Onların aksine, “B”
yolunda ilerleyenin ulaşacağı sıfatlardan birisi
Fakr’dır! Hiçbir şeyi kalmayandır o, hiçbir şeyi
olmayandır! Fakir; bir güce talip olan değil,
bir şeyler kazanmaya çalışan değil, hiçbir
şeyi olmayandır! İlan ettiği tanrısı olmayandır,
tanrı olmayandır! Ve Hazreti Musa’ya vahy
geliyor, Rabbinden bekliyordu zaten. Niye?
Çünkü olacak şeyler Rabbinin dileğinin sureti
ya, O’nun dileğinin ne olduğunu bekliyor. “Asanı
at!” Atıyor ve daha büyük bir yılan oluşuyor,
İhlâs Hayat Döngüsü
diğer yılanları yutuyor. Musa da o zaman
seyrediyor işi! Bu iki yapı, birbirinden çok
farklıdır! Bu olay, tanrılarla “B” yapının savaşını
anlatıyor! Hayat hep budur! Hayat, tanrılarla “B”
yapının savaşıdır ve tanrılar kaybetmeye
mahkûmdur! Neticede, dünya kâinat akışı
içerisinde de tanrıların mekânının ismi
cehennemdir: Kaybedenlerin mekânı
cehennem!
Hazreti İbrahim ateşe atılacak, ama
rahatlığının tek sebebi; “Rabbim ne dilemişse o,
O dilemişse yanarım!” diye düşünmesi.
Atarlarsa atsınlar, ben gittiğim zaman orayı Gül
Bahçesi’ne çeviririm demiyor! Ne olacak
bilmiyor? Vahy geliyor; Hasbiyallahu, de.
“Hasbiyallahu” diyerek teslim oluyor ve ateşe
Emir geliyor: “Serin kal, yumuşak ol” ve Hazreti
İbrahim’i yakmayan bir ateş! Hazreti İbrahim de
olanları o zaman fark ediyor! Ama “A” ile
izleyenler; “ne büyük adam, ne güçlü insan,
ateşi bile söndürdü” diyebilirler. Bu yaklaşım
tanrı yaklaşımıdır! Eğer rasullerin, nebilerin
hayatlarını veya velilerin menkıbelerini okurken,
hem de bir müslüman olarak, böyle bakılırsa hiç
doğru olmaz! “Hazreti İbrahim ne önemli, ne
mübarekmiş ateşi söndürmüş. Şu veli şurdan
şuraya uçmuş” gibi yaklaşımlar tanrı
bakışlarıdır! Tanrının okuduğu ve hayran
olduğu şeylerdir! Ve öyle tehlikelidir ki, Allah’ı
unutturur!
“A” ve “B” bakışlarını analiz için, bir de
Hazreti Yunus Emre’nin bir sözüne bakalım:
Ete kemiğe büründüm, Yunus diye
göründüm. Bu sözü tanrı sisteminde birisi
okumuşsa, Yunus Emre’yi size sunarken, onun
burada hakikati vurguladığını söyler. Onların ne
dediğini bir kenara bırakalım, şimdi bu sözü
tefekkür edelim: Bu cümleyi bir düşünün, bu söz
doğru mu; ete kemiğe büründüm, Yunus diye
göründüm? Bunu kim söyleyebilir? Ancak bir
tanrı! Eğer bunu böyle söyleyen Yunus ise [ben
onu söyleyenin Yunus Emre olduğuna
inanmıyorum!] o Yunus Emre ismindeki tanrıdır!
Kendisini “ete kemiğe bürünerek görünen bir
Hakikat” sanan tanrıdır o! Peki, Yunus söylerse
Yılmaz Dündar
nasıl söyler: Ete kemiğe büründü, Yunus diye
göründü der! Eğer tanrı söylerse; ete kemiğe
büründüm, Yunus diye göründüm der. Yani
diyor ki; Yunus diye göründüğüme bakmayın,
aslında Yunus değilim, önemli kişiyim, önemli
birisiyim! Ete kemiğe bürünüp öyle göründüm,
ben önemli bir şeyim. Bunu söyleyen tanrıdır.
Bunu eğer “B” halindeki birisi [Yunus] söylerse
der ki; ete kemiğe büründü, Yunus diye
göründü! Peki, “ete kemiğe büründüm, Yunus
diye göründüm” ifadesi söylenmez mi? Söylenir!
Ama onu söyleyen kimdir? Onu söyleyen Yunus
değildir! Tanrı gözüyle bakanlar “Yunus
Emre’nin şiiri” diye anlatabilir, ama onu Yunus
Emre’de söyleyen Yunus Emre olmaz! Onun
söyleyen dili Yunus Emre olmaz, ancak O! O
“ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm”
diyebilir. Yunus Emre onu diyemez. Yunus; “ete
kemiğe büründü, Yunus diye göründü” der.
Bunun söylendiği nokta ise İhlâs Hayat
Döngüsü’nün Sıfır Noktası’dır. Sonra ilerleme
olursa “ete kemiğe büründü, Yunus diye
göründü” diyen olmaz, o kalmaz! O zaman, ete
kemiğe büründüm Yunus diye göründüm diyen
gözükür! Tanrılıktan kurtulabilirsek, zaten asıl
amaç “ete kemiğe büründü, Yunus diye
göründü” diyeni yok etmektir. O zaman onu
Sahibi söyler; ete kemiğe büründüm, Yunus
diye göründüm, o Yunus Emre’nin sözü olmaz!
Cümlelere, sözlere bakarak tanrı ve “B” hali
ayrımını yakalamak mümkündür, bu örnekleri
onun için veriyorum. Yunus’un bir diğer güzel
sözü: Bir “BEN” vardır “ben”de, “BEN”den içeru.
Bunu Yunus Emre söyleyebilir, ama bunu da
Sıfır Noktası’nda söyler. Yani; “ben kendimi “A”
diye takdim ediyordum, halbuki “ben”de iki farklı
“BEN” varmış. “BEN” diyen “A” Takdimi’ne
bakma, ona aldırma, asıl “BEN” diyen bir de “B”
Takdimi var, onu fark etmeye çalış” diyor.
Konuşmalarda, cümlelerde rastlayacağınız
ve rastlayınca da tanrıyı hemen tanıyacağınız
bir şey daha var! Ben özellikle gençlere
anlatırken bir öneride bulunurum, derim ki; size
bir fikri, bir felsefeyi, bir doktrini anlatan veya
dünyanın önemli en kutsal bakış açısını
185
anlatan, anlatırken size; “böyle düşünmeyenler
bizden değildir” diyorsa, çok doğru şeyler
anlatılıyor olsa bile siz yanlış yerdesiniz veya
anlatan yanlış birisidir! Neden? Çünkü
“bölücülük” var! Neden yanlış olduğuna
hükmettik? Hadislerden! Hadislerde
bölücülüğün yasaklanmış olmasından! Bölücü
bakış açısıyla anlatım İslam’a uygun değildir!
İslam’ı anlatıyor olsa bile, bölücü bir bakışla
anlatıyorsa, anlattığı şey İslam’a uygun değildir!
Bu çok önemlidir. Şimdi bunu duyan birisi
hadisleri incelerken, “bizden değildir” tabirine
rastlayınca “Efendimiz ne kast ediyor acaba?”
diye manasını merak eder. Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem bazı hadislerinde; şöyle yapan
bizden değildir, şöyle olanlar bizden değildir
der. Burada geçen “bizden değildir” ifadesini “A”
ve “B” yapısını bildiğinizde anlamak kolaylaşır.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in “bizden
değildir” demesini, tanrıların “bizden değildir”
demesi sanmamak lazım! “Kur’an-ı Kerim’in
“siz” diye hitap ettiği tanrı değildir” demiştik!
Peki, Kur’an tanrı’ya hitap etmez mi? Eder ve
tanrıya “tanrı” der! Tanrıya “tanrılarınız” diye
hitap eder. Ayet ve hadislere bu gözle de bakın;
tanrıyı daha iyi tanıyacak ve onun nasıl
reddedildiğini göreceksiniz! Kur’an-ı Kerim’deki
“tanrılarınız” ifadesini geniş manasıyla tanrılar
nelerse bir tanrı cümlesi yapıp, onun içerisine
ilan ettiğiniz tanrılığı da mutlaka koyun. O
zaman tanrı hitabı, ilan ettiğiniz tanrıya da
ulaşır! Eğer olaya öyle bakmazsanız kendinizi
ayetin dışına çeker, kendinizi ayetin dışında
bulursunuz. Tanrınızı ayetin dışında tutup,
sanki o hitap sizdeki tanrıya değilmiş gibi
yorumlarsınız, ayette bahsedilenin bizimle ilgisi
yok der, öteler geçersiniz. Hatta içinizden şöyle
de geçebilir: Bunlar o zamana ait bir kavramlar,
şimdi hiçbiri yok, bu yüzden yazılmasa da olur!
Öyle demeyeyim günah olur, okuyup geçeyim.
Şu ayet de nasıl masala benziyor, günümüzde
daha iyi masal yazılıyor. Ama neyse bunu da
demeyeyim, günah, okuyup geçeyim... Nihayet
işin içinden çıkamaz ve “mealler böyle olur” der
kapatırsınız. Ama bir yerde ayet ona şöyle der:
“Sizin hepiniz, âlimleriniz bir araya gelseniz,
186
okyanuslarınız mürekkep olsa, bir ayet
oluşturamazsınız!” Neden? Yazan da okuyan
da tanrı olduğu için! Tanrı okuyor, meali de tanrı
meallendiriyorsa, o zaman bu hitap gelir!
Demiştik ya, size İslam’ı anlatan tanrı mı? Bir
meale veya Türkçeleştirilmiş bir tasavvuf
kitabına bakınca da aynı soruyu sorun lütfen!
Zamanında bir veliyullah bir şeyler yazmıştır,
günümüzde biri onu Türkçeleştirir.
Türkçeleştirenin tanrısı onu Türkçeleştiriyorsa,
o tasavvuf kitabındaki fiiller, bakış açıları hep
değişir. Onu Türkçeleştiren tanrıysa değiştirir!
Hatta öyle bir tanrı Marifetname’yi
sadeleştirirken “günümüzde böyle olmaz” diye
içinden bazı yerleri çıkarmış. Eğer ayetlere de
böyle bir tanrı bakıyorsa “tanrı, put” ifadesi
geçince; “eskiden putlar varmış, insanlar putlara
inanırmış, ayet onlara kızıyor. Günümüzde öyle
bir şey yok” der. Böyle bakarsanız siz de
yanılırsınız. Ama oradaki tanrıya “ilan ettiğiniz
tanrıyı” da koyarsanız, o zaman ayette yerinizi
bulursunuz! Ve böyle düşünmeniz, böyle
yapmanız sizde Haşyet’in oluşmasını sağlar ki,
bu yolda haşyet çok önemlidir. Eğer Kur’an’ı
bir Talib olarak okuyorsanız, “tanrı” yazan
yerlerde, oraya “kendi tanrınızı” da
koyarsınız. Ve o zaman oluşacak haşyet
sizde çok önemli açılımlara sebep olur!
Kur’an “B” halinde olana nasıl hitap ediyor?
Onu muhatap alarak “siz” diyor! “Siz” dediği “B”
halinizdir, örtmeyen halinizdir! Onun için
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in de “biz”
derken “bizden değil” derken kastettiği
Kur’an’daki manadır, tanrıların kendileri
arasındaki mana değil! Efendimiz’in “Bizden
değil” demesi, “B” haline değil tanrıya ait”
demektir! “Bizden değil” denilen bir davranışsa,
o davranış tanrılara aittir, tanrıların davranışıdır,
o davranış “La ilahe” kapsamındadır demektir!
Efendimiz’in ifadesi bir bölücülük olmayıp
tamamen Tevhid kapsamındadır, yani “bizden
değildir” dediği şeye “La ilahe” diyor demektir.
“Efendimiz de bölüyor, ayrım yapıyor” gibi
düşünmek İslam’ın ruhuna ters bir mana
İhlâs Hayat Döngüsü
yüklenmektir! Mümkün mü hiç! Kur’an nasıl
hitap ediyorsa, Efendimiz de öyledir.
Ve şu hadisi de “B”ye bir sesleniştir:
“Ayakkabınızın bağını bile Allah’tan isteyiniz,
yemeğinizin tuzunu bile Allah’a sorun.” Bu
sözü kişinin tanrısı önemser de prensip edinirse
“ben kimseden istemem, yalnız Allah’tan
isterim, kimseye sormam yalnız Allah’a sorarım”
der. Oysa bu söz “B” yapı içindir, onu o
önemser. Bu hadis “B” halinde yaşamak
isteyene yol gösterir. Burada Efendimiz
buyuruyor: “Kimse olan”dan kurtulman için,
“kimse”lerden kurtulman için ayakkabı bağını
bile Allah’la ilişkilendir, yemeğin tuzunu bile
Allah’la ilişkilendir! Ama şu çok önemlidir:
Madem Efendimiz “A” hali için “bizden değildir”
diyor, bizim o hali çok önemseyip tanımak,
yakalamak ve etkisiz hale getirmemiz gerekiyor.
Şimdi bu amaçla, tanrının özelliklerinden yola
çıkıp onu yakalayalım ve ona “La İlahe” diyelim.
Tanrı tanrıların arasında boy göstermeyi
sever, tanrı tanrıların arasında süzülmeyi
sever. İşin gereği bu! Eğer kişi bunu duyup da
“ne yapayım, Allah böyle emretmiş” derse,
doğru, öyle emretmiştir. Ama sonunu da
cehennem emretmiştir! Yapacak hiçbir şey yok!
Yani burada haline bakıp da “ne yapayım”
diyorsan, aynı şeyi “ne yapayım, buraya geldik”
diye sonucunda da söylersin. Bu neden
önemlidir? Tanıyacağınız tanrının beşeri
münasebetlerdeki niyetini iyi irdelemek için!
Tanrı tanrılar arasında boy göstermekten
hoşlanıyorsa yani şimdi hiç dışarı çıkmayacak
mıyız, hiç kimseye gözükmeyecek miyiz? Hayır,
öyle değil. Tasavvufta yalnızlık önerilir. Bu
yalnızlığı tanrı okuduğu zaman zanneder ki,
dağa çıkmam veya bir yere hapsolmam lazım!
Oysa insanların arasında yalnızlık önerilir!
Yalnızlık; tanrıdan kurtulmanın ismidir, tanrıdan
kurtulma çalışmalarının bir yöntemidir!
Amaçlanan şey, tanrılardan kaçan, bir yere
sığınan, saklanan tanrı üretmek değildir! O
yalnız tanrıdır! Tasavvuftaki önerilere dikkat
etmek gerekir.
Yılmaz Dündar
– “Zor ve münzevi bir hayat gerekiyor” gibi
tarifler görüyoruz bazen?
Evet, bazı tasavvuf yöntemlerinde öyle
şeyleri okuyoruz. Onların yaptıkları ve içinde
zorluklar olan o tür şeyler, onları tanrılarından
kurtarmak içindir, onun içinse doğrudur!
Tanrılarından kurtulmak için o gayreti gösterir, o
sıkıntıya katlanırlar. Eğer o yöntemi öneren bir
tanrı değilse, o yöntemle tanrıdan kurtulmaya
gayret edilmiş olur. Yoksa onu yapan yalnız bir
tanrı olur; aç kalmış, yalnızlaşmış, zavallı bir
tanrı. Öyleyse bir şey fark etmez ki!
- Tanımak için “kalabalık mı, tenha mı
olmalı?” diye kendimize soruyoruz, ama bazen
de, ne yaparsan yap tanrıdan kurtulmak zor gibi
düşünüyoruz?
Evet, çok zor! Kurtuluş için gereken bazı
uygulamalar tabi ki yapılabilir. Ama mutlaka
kalabalık şehre veya sakin bir yere gitmek
gerekiyor diye bir şey yok, fiziksel alan her
zaman çok önemli değil! Kişilerin yapısına göre
değişen şeyler olabilir. Ama bir genelleme
yapılırsa önemli olan fiziksel alan değildir!
Örneğin evde zor oluyor diye yanılıp gerçek
dergâhtan kaçıyor insanlar! Size zor gelen o yer
esas dergâhtır, esas dergâh evdir! Bazı kişiler
kolay yapmak için nur-u pak olmuş hocanın
yanına gidip oturuyor. Onun yanında herkes
sessiz duruyor zaten, sen de sessizce
durursun, tamam. Önemli olan; dışarıda da öyle
duruyor musun, hayatın içerisinde de öyle
misin? O önemli!
Allah’ın varlığını anlamada bir de farklı bir
yaklaşım tarzını paylaşayım. Allah’ın varlığını
anlamaya çalışıyor değiliz elhamdülillah. Öyle
değiliz, ama bu anlatacağım o noktalarda olan
ve gayret eden kişi için yararlı olabilir. Diyelim ki
biz Hazreti İbrahim’i veya Efendimiz’in zamanını
konuşuyoruz. Hazreti İbrahim’i, Efendimiz’i ve
sahabeleri anlatırken dinleyen bir kişi Allah’ın
varlığını hissedebilir, Allah’la ilgili bir duyguya,
bir manaya bürünebilir. Ama onun Ebu
Leheb’de de Allah’ın varlığını görebilmesi lazım,
Nemrut’ta da Allah’ın varlığını görebilmesi
187
lazım! İşte onu başardığı zaman Tevhid’i
anlaması kolaylaşır, Tevhid anlayışı kolaylaşır.
Oraları okurken dinlerken, “Allah bir takımın
kaptanı, karşıda da inanmayanlar var ve kavga
ediyorlar” gibi mücadele eden iki takım
düşünürse yanılır. Halbuki karşı takım dediği
yerde de Allah’ın emrini görebilirse, onun
Tevhid anlayışı kolaylaşır. Bu yüzden, bazen de
kalabalık şehirler ve sosyal hayatın içinde
olmak Tevhid anlayışını pekiştirmek isteyen için
iyi bir antrenmandır. Şimdi söyleyeceğim
sebepten dolayı zordur, ama başarınca da
getirisi çok büyüktür. O zorluğun, o riskin
karşısında da başarı çok büyüktür! Tanrıyı
yakalamaya devam edelim mi?
Tanrı tanrılar arasında boy göstermeyi
severken onun cazibe platformu cinselliktir.
Tanrılar âleminin bir cazibesi vardır; cinsellik!
Bu cazibe neye benzer bakın: Evin eşyalarının
üzerine spreyle şeker solüsyonu sıkıp camları
da açalım, hava da sıcak, ne olur? Sinekler
üşüşür! Kimi koltukla meşguldür, kimi sehpayla
meşguldür, kimi aynayla... Baktığımız zaman,
aynayla meşgul sinek, sehpayla meşgul sinek,
duvarla meşgul sinekler görürsünüz. Gerçekte
onlarla mı meşguller, cazibeyle mi? Aslında
şekerle meşguller! Bir cazibe var; görünüşte
hep “başka şeylerle” meşguller, ama onları
meşgul eden tek bir cazibe var. İşte bunun gibi,
tanrıları da tanrılık âleminde tutan cazibeyi hiç
düşündünüz mü? O cinselliktir! İnsanın tanrılar
âleminden kopmasını zorlaştıran, kopacakmış
gibiyken mıknatıs gibi kendine çeken şey
cinselliktir; tanrılar âleminin tanrılık veri
tabanının platformunun cinsellik olmasıdır!
Tanrının tanrılar arasında boy göstermeyi
sevmesine neden olan şey bu cazibe
platformudur, cinselliktir. Ve o tanrıdır işte!
Bahsettiğimiz haşerenin evde boy gösterişi gibi
hayatı onun üzerine kurulur. Baktığımız zaman
her şeyle meşgul, faaliyette, aktif görüyoruz
hepsini. Biri çerçeveyle, biri aynayla, biri
sehpayla meşgul, ama hepsi aynı şeyle
meşguller; o cazibeyle, şekerle meşguller!
Tanrılar âleminin platformu cinselliktir!
188
Bunu hayatınızda iyi incelediğinizde tanrıyı
fonksiyonsuz kılmakta çok önemli bir gücü
elde etmiş olursunuz. Bunu işin Talibi için
söylüyorum, çünkü bununla ancak o
ilgilenir! Kendinizi iyi, tarafsız, Hakem ismiyle
inceler ve kararlarınızı böyle verirseniz,
oluşturduğunuz fiillerin bu cazibeye mi yönelik,
yoksa “B” halinin cazibesine mi yönelik
olduğunu görürsünüz!
-Cinsellik tamam, ama “para, unvan, mal
gibi” cazibeleri de görüyoruz?
Onların hepsi cinsellik platformundadır. O
saydıkların ve saymadığın diğerleri hepsi bu
platformun üstündedir, onun üstünde yerini
almışlardır! Cinsellik platformunun üstünde para
vardır, ün vardır, görünme vardır, ama onları
dürtüleyen zemin cinselliktir. Cinsellik derken
seksi kast etmiyorum! Bir kişi “ben hiç seksle
meşgul değilim, karşıyım bile” diyebilir, seks
başka bir şeydir! Ama hayatını, fiillerin temelini
incelediğinizde bir cinsellik bulursunuz, hep
cinsellikle ilgili bir boy gösterme bulursunuz:
İşte o tanrının cazibesidir, tanrılar âleminin
cazibesidir! Kişi kendisini ondan
kurtarabilmelidir. Kurtaramadığı zaman, kişinin
fiilleri tanrılar âleminden kurtulamaz. Daha önce
söylemiştim hatırlayacaksınız; saç tarama fiili
bir iştir. Onu tanrı yapıyorsa cehennemlik bir
ameldir, “B” hali yapıyorsa cennetlik bir iştir.
Saç tarama işi “B”yle ilgili bir fiilse başkadır,
tanrıyla ilgili bir fiilse başka, değil mi? Kişi
rahatlıkla bunu kendisi bilebilir, izleyebilir,
yönetebilir. Bunu önemseyip yönettiği zaman,
toplum içerisindeki fiillerinin büyük
çoğunluğunun temelinde kendisinin bile fark
etmediği bir cinsel dürtünün olduğunu
görecektir. Çünkü cinsellik tamamen tanrıya ait
önemli bir cazibedir.
“A” “B” kılığına girer, tanrı “B” kılığında
görünebilir, bu onun bir özelliğidir. Ama “B”
onun kılığına, “A” kılığına girmez, “B”de
kandırma yoktur! O yüzden denmiş; ya
göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün! Bu
söz çok beğenilir ama bu söz “B”ye hitap eder,
ona ait bir şeydir, “B” öyle olabilir! “A” hiçbir
İhlâs Hayat Döngüsü
zaman öyle olamaz, tanrı hiçbir zaman olduğu
gibi görünüp göründüğü gibi olamaz! Dikkat
ederseniz bu sözü tasavvufun büyükleri
söylerler; olduğun gibi görün, göründüğün
gibi ol! Bu söz “B”ye aittir! Eğer bir kişi bu
cümleye uymaya gayret ederek “A”dan
kurtulmaya çalışsa, sırf bu bile bir kurtuluş
yöntemidir. Önerilenlere; yani farzlara ve
haramlara titizliği yanında yöntem olarak
yalnızca bunu bile prensip edinse, “B”yi
anlayabilmek fark edebilmek, “böyle bir şeyler
de varmış” diyebilmek için iyi bir yoldur bu!
Örneğin, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e
bir zat geliyor diyor ki, “bana çok şey söyleme,
bir şey söyle! O bir şeyi yapmakla hepsini
yapmış olayım; ondan taviz vermeyeyim, hep
onunla uğraşayım, ama bir tane olsun.
Efendimiz birşey söylüyor: Hep doğru söyle!
Çünkü biliyor ki, hep doğru söylemeyi prensip
edinirse kişi “B”yi fark edebilir. Çünkü “B”
kandırıp da “A” gibi gözükmez, ama “A” rol
yapıp “B” kılığına girer, “B” gibi gözükür.
Böylece kişi kendisini İslamiyet’te ilerliyorum,
İslamiyet’le meşgulüm bile sanar. Bunun
temeline baktığınızda şu kuralı görürsünüz: Kişi
inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığına
inanmaya başlar! Rahat etmesi için yaşadığını
doğrular, yaşadığını tasdik eder. Böylece,
kendindeki tanrıya “B” elbisesi giydirmeye
çalışıyordur. Hani çocuklara bazen “asker, polis
elbisesi” giydirirler ya, işte onun gibi kişi de “B”
elbisesini” tanrısına giydirir ki öyle gözüksün!
Ve “ben de bu yoldayım” der, tatmin olur, rahat
eder. En önemli sebep; inandığı gibi
yaşayamaması nedeniyle yaşadığına inanmaya
başlamasıdır. Bu anlattıklarım kimin için
önemlidir? Talip olan için! Neden, bakın:
Bir kişinin hedefi en azından nefs-i
mutmaine değilse, böyle bir hedefi, böyle bir
hevesi yoksa bu konulardan ne zevk alabilir
ki, ne anlamı olur ki? Hedefine ulaşır ulaşmaz
bilmiyoruz, ama onun için olması gereken şey,
onun bir hedefinin olmasıdır. Acaba nefs-i
mutmaine halini yaşayabilir miyim, mutmain
nefs olabilir miyim? Kendisi için bir korku, bir
Yılmaz Dündar
mahzunluk olmayan hali yakalayabilir miyim?
Bu önemli bir hedeftir! İşte hedef bu olunca
söylediklerim Talip olan için çok önemli ipuçları
haline gelir.
Tanrılar âleminin çarkı vehmin
zulmeti+şeytan işbirliğiyle döner! Tanrılığın,
tanrılar âleminin çarkı neyle, nasıl dönüyor,
ileride genişleteceğiz. Tanrılık döngüsü, onun
mekanizması vehmin zulmeti+şeytan sistemidir!
“Bu döngü nasıl kırılır, bu döngüyü bir yerinden
kırmak nasıl olur?” bunu da talip olan çok
önemser. Bunu anlamak için vehmin
zulmeti+şeytan işbirliğini inceleyeceğiz. Peki,
“B” döngüsü nasıl çalışır? “B” halinin
döngüsü akıl+imanla çalışır, “B” noktasının
işleyişi akıl+iman mekanizmasıyladır! Orada
akıl çok önemlidir! “B” noktasına gelebilmek ve
“B” yolunda ilerleyebilmek ancak akıl+iman’la
mümkündür. Yalnızca akıl yetmez, mümkün
değildir! Kişi sadece imanla takliden de
yapabilir, ama işin hakikatini yaşayabilmek için
akıl+iman önemlidir. Aklın sağladığı nedir? Akıl,
beynin mutmain olmasını sağlar. Nefs-i
mutmaineye gidiyoruz ya, akıl beynin mutmain
olmasını sağlar. Peki, iman? Aslında iman da
bir akıl ürünüdür. Siz o konuda henüz bir
bulguya ulaşamadığınız için, iman öngörüyle
kabul edeceğiniz bir bilimsel bulgudur, iman bir
nevi bilimsel bir öngörüdür. Hatır için kabul
edilecek bir şey değildir, “hatırın için sana
inanıyorum” diyeceğiniz bir şey değildir, bilimsel
bir bulgudur! Ama sizin şu anki bilimsel
pozisyonunuz onu ortaya koymaya yetmiyordur.
Ahiret aslında bilimsel bir bulgudur, ama sizin
şu anki bilimsel pozisyonunuz onu ortaya
koymaya yetmiyor! Bu yüzden siz o bilimsel
öngörüyle ona iman ediyorsunuz. O bilimi, o
bilgileri çook önceden kabul ediyorsunuz. Peki,
bunu kabul eden nedir? Bakın lütfen dikkat
edin, bunu kabul eden “kalb”dir! Dolayısıyla,
akıl+iman işbirliği, beyin+kalb işbirliği
demektir. Akıl bu yolda beynin tatmin olmasını
sağlayacak, iman tökezlediği yerde onun yolunu
açacaktır, işbirliği böyledir. Çünkü tatmin olması
için beynin hızlı gitmesi lazım. Dolayısıyla akıl
189
gerekiyor. Kalbin tatmin olması için de iman
gerekiyor; iman da kalbi mutmain yapıyor.
Böylece, bu yolda siz akıl+imanı, yani
beyin+kalbi birlikte götürürsünüz. Bunlardan
birisini bırakmak yanlış olur!
Enfal 22: “İnne şerrad devabbi indallahis
summül bükmülleziyne la ya’kılun.”
“Muhakkak ki Allah indinde canlıların en şerlisi
akletmeyen; akıl nurundan perdeli sağırlar ve
dilsizlerdir.” Buradaki sağırlar ve dilsizler, bizim
sağır dilsiz dediklerimiz değildir. Sağır;
duyduğu halde anlamayan, söylendiği halde
işitmeyen, dilsiz ise; konuştuğu zaman tanrı
kelamı yapan tanrısını dile getirendir! Bu
manayı görünce, kendimize soruyoruz; kişi
nasıl öyle olur? Akıl nurundan perdeliyse, aklını
kullanmıyorsa; o muhakkak ki Allah indinde
canlıların en şerlisidir! Akıl nurundan mahrum
kalanlar, akletmeyenler Allah indinde canlıların
en şerlisi olarak tarif ediliyor ayette. Dolayısıyla
Kur’an-ı Kerim’de karşımıza çok sık çıkan
“akletmeyecek misiniz, aklınızı kullanmayacak
mısınız?” önerileri, imanın yaşanabilmesi için
akla nasıl sıkı sarılınması gerektiğinin bir
işaretidir ve bu iş beyinle ilişkilidir. Kalble ilgili
ne denir? Allah’a iman etmeyecek misiniz?
Gördünüz, artık iman etmeyecek misiniz? Bu
mekanizmaya organ bazlı bakacak olursanız,
olay beyin+kalb işbirliğidir. Bâtınından bakacak
olursanız, iş akıl+iman işbirliğidir ve bu
mekanizma bu yol için çok önemlidir!
“B” Takdim Formu”na talip olan, kendini “B”
ile takdim ettiğinde “sıfır noktası” dediğimiz
henüz işin başlangıcı olan o noktada şöyle
diyordu; ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin
suretiyim. Bu mana, bu cümle başlangıçtı, son
durak değildi, “B” halinin başlayabilmesi için
deklare edilmesi gereken önemli bir takdim
şekliydi. Ama bu önemli takdimle beraber kişi
Esma’ül Hüsna dünyasına girer. Kişi kendini “B”
ile takdim ettiğinde o cümleyi başlangıç
noktasında söyler. O başlangıç noktasını çok iyi
anlamak, çok iyi analiz etmek gerekiyor. Çünkü
İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerleme, o noktada
karar kılmış bir yaşantıdan sonra başlar!
190
Dolayısıyla, “ne yaparsak o noktada karar kılar
ve orada sabit dururuz?” bilmemiz ve onu
uygulamamız gerekiyor. O noktayı bilmek,
tanrılık iddiasından farkının ne olduğunu
görmek ve onu hayat tarzı yapmak şarttır. Bu
yüzden “B” takdimini de tanımalıyız.
“B” Takdimiyle beraber kişi Esma’ül
Hüsna Dünyası’na girer. Zaten Esma’ül
Hüsna Dünyası’nda ama şimdi iş değişmeye
başlar. “A” Takdiminde de Esma’ül Hüsna’lar
geçerli ve onlar var. Farkı şu: “A” Takdim
Formu”ndaki hayatı tanrılar tanımlar, hayatı
Allah tanımlamaz. Orada Allah yerine ilan
edilen rab bir hayat tanımlar, hatta doğru ve
yanlışı da o tarif eder. Onun yaptığı tanım/tarif
doğru bile olsa onu tanımlayan tanrıdır! Yani
yapılan çok doğru bir tesbit olabilir, çok
dürüstçe bir davranış olabilir, ama o tesbiti
yapan tanrılar dünyasında yaşayan bir tanrıdır.
O bir tanım yapacağı zaman tanımı kendisi
yapıyor veya kendisi belirliyor. Diyelim ki herkes
hayat için canlılık diyor. O; hayır, ben ona Hayy
diyeceğim diyor. “Şöyle diyeceğim” diyen var
ya, işte o tanrıdır! Tanrı öyle tanımlamak istiyor,
tanrı öyle demeyi yeğliyor! Dolayısıyla, “A”
Takdim Formu” dediğimiz tanrılar âleminde
Esma’ül Hüsna’ları tanrılar tanımlar: “Ben ona
“Hayy” diyorum, ona “Kayyum” diyeceğim, ona
“Alîm” diyeceğim, “Kadir” diyeceğim...” diyor,
nasıl istemişse öyle tanımlıyor. Hâlbuki kişi “B”
takdimine girişteki noktada karar kıldığında bir
tanımlayan olmaz. Kişi gerçek Esma’ül Hüsna
âlemine girer, Esma’ül Hüsna âleminin
gerçeğiyle yüz yüze gelir. “Bu nedir, nasıldır?”
göreceğiz. Biz B0 noktasının özelliklerini
görmeye, anlamaya devam edelim.
“B” Takdimiyle birlikte kişi hemen
“Şekûr” ismi kapsamına girer. Zaten o artık
esas Esma’ül Hüsna âleminde! Tanrılar
âlemindeyken Esma’ül Hüsna’ları uzaktan
tanımlıyordu, “B” Takdim Formu”yla birlikte, “B”
haliyle beraber bir tanımlayan kalmaz. Ama o
hala var! O var olduğuna göre, nerede? Şimdi o
Esma’ül Hüsna’larda yaşıyor. Oraya girer
girmez hemen fark ettiği Esma’ül Hüsna’lardan
İhlâs Hayat Döngüsü
birisi Şekûr ismidir. Çünkü o noktada sabit
kalmakla Şekûr, Hamid ve Şehid ismi
kapsamına girer.
“B” takdimiyle birlikte Hamid ismi ve
Şehid ismi kapsamına girilir. Bu üç ismi fark
etmek gerekiyor. Kişinin orada karar kılabilmesi,
hayatını orada idame ettirebilmesi için
başlangıçta bu üç esmayı fark etmesi lazım!
Birazdan detaylandıracağız.
”B”nin başladığı noktadan itibaren İlmel
Yakin hal başlar, Fiillerin Tecellisi başlar.
Sıfır noktasıyla birlikte İlmel Yakin hal başlar.
Ona biz Fiillerin Tecellisi de diyoruz. Fiillerin
Tecellisi için ona kapı açılmıştır artık. Fiillerin
Tecellisi halinin başlamasıyla açılan önemli kapı
Keşf Kapısıdır. Ona o takdimle beraber Keşf
Kapısı açılır. “B” takdimiyle beraber onun ilk
keşfi şudur ve bu önemli bir keşiftir: Bendeki
“Hayy” Allah’ın Hayy’ıdır, bendeki “Semi”
Allah’ın Semi’sidir, bendeki “Basir” Allah’ın
Basir’idir, bendeki “Alîm” Allah’ın Alîm’idir,
bendeki “Kadir” Allah’ın Kadir’idir, bendeki
“Mürid” Allah’ın Mürid’idir, bendeki “Mütekellim”
Allah’ın Mütekellim’idir. Bunlar nefse ait yedi
sıfattır, kişi bunların [nefsin yedi vasfının]
kendisine ait olmadığını keşfeder, ilk keşfi
budur onun. Bu neden ona ait değildir? Ona ait
olursa “A” Takdim Formu”nda olur, tanrı olur! O
zaman “B” noktasında olmaz ki! “Benim
görmem, benim işitmem, benim ilmim; benim
bilmem, benim iradem, benim aklım, benim
hükmüm, benim o olaydaki gerçekleştirme
gücüm, benim iletişim yeteneklerim; benim
kelamım” deyip duruyorsa o “A” Takdim
Formu”ndadır. Kendisindeki Rab Gücüne sahip
çıkan bu yapı, Vehmin Zulmeti’ne uyarak
tanrılığını ilan eden yapıdır. Zaten siz kendinizi
“B” olarak takdim ettiğinizde kendinize ait böyle
iddialarda bulunamazsınız! Demek ki, B0
noktasıyla birlikte keşf kapısından giriliyor ve bu
noktaya ait bir önemli keşf yaşanıyor, ki onu
açıkladık. Eğer kişi “B” takdim noktasında sabit
kalır ve o yaşantıda ilerlemeyi başarabilirse o
zaman keşiflerle ilgili ilerlemeleri olur.
Yılmaz Dündar
-“B” Takdiminde, başlangıçtaki şahit olma
nasıldır? Gerçekten var olmadığını anlamak
mı? Kişi orada La ilahe illallah dediğinde ne
hissediyor?
İhlâs Hayat Döngüsü şemasını hatırlıyor
musun? O hayat döngüsünün ilk başlangıç
noktası normal yaratılış akışı içerisinde bir
nokta idi. O noktadan yaratılan kişi sıfır
noktasına/takdim noktasına geldiğinde kendisini
takdim ederken rablığını ilan ederek “A” Takdim
Formu”yla gerçeğin dışında sandığı bir hayat
başlatıyordu. Eğer Hakikatten sapışını fark eder
ve zulmete düşmesine yol açan “A” Takdim
Formu”nun fonksiyonlarını yok ederse, o tanrıyı
fonksiyonsuz hale getirir. Bu gayretle “B”
Takdiminde sabit bir hayat oluşturabilirse kararlı
olduğu o sıfır noktasında kendisine İlmel Yakin
kapısı açılır; Keşif kapısı açılır; Fiillerin Tecellisi
kapısı açılır. O halle beraber hemen bu üç ismin
kapsamına girer kendiliğinden; Şekûr ismi,
Hamid ismi, Şehid ismi. Bu takdimin gereği
budur. Şehid; her şeyin, her olayın, her
varlığın hakikatini görmek demektir. O isimle
birlikte Şehadet başlıyor işte! O artık Kelime-i
Şahadet’i; Ettehıyyatü’yü; yani miracı, salâtta
miracı gereği gibi yerine getirebilir. Bu yüzden,
kişi Kelime-i Şahadet’i okuyabilecek kapsama
girer. Ama bütün bunlar için tanrı iddiası ve
tanrıya ait veri tabanından kurtulmak şarttır.
Tanrıya ait veri tabanını siz şartlanmalar diye
duyarsınız.
- Kişide Şehid, Hamid ve Şekur isimleri
tecelli etti, ilmel yakini yaşadı. Sonra yine “A”
formuna kayma olabilir mi?
Kayma olabilir! O yüzden, önce bu noktada
sabit kalmayı başarmak lazım! İhlâs Hayat
Döngüsü’ne paralel bir yol çizdik, o yol sonra
tanrılar dünyasında ilerleyip gidiyor. O paralel
yol nefs-i mülhimedir ve bir nevi iyi bir yerdir.
İşte kişi bu paralel yola gelse bile kişi henüz
tanrıdır, yani “A” takdimindedir. Fatır Suresi 32.
Ayete göre “cennete gireceği söylenen nefse
zulm”ün yeri burasıdır. Evet, kişi geldiği bu sıfır
noktasından kayabilir, kayarsa da nefsine
zulme geri dönmüş olur. Sonra “B” noktasına
191
tekrar gelir, bu gel-gitler yaşanır… Sıfır
noktasında “sabit kalmayı başarmak” önemlidir.
Ancak orada sabit kalmayı başarmakla İhlâs
Hayat Döngüsü’nde ilerleme başlar. Kişi kendini
“B” ile takdim etmekle hemen birden orda sabit
kalamaz. Orda sabit olmak için, hem “A”yı hem
de “B”yi iyi tanımak ve hayatta karşısına “A”
çıktıkça ona “La ilahe” demek önemlidir. Hem
sözlü olarak, hem o işi yapmayarak La ilahe
demek, böylece kendisini hala “A” çizgisine
çeken davranışlarla karşılaştıkça onları yok
eden bir mücadele içinde olmak gerekiyor.
Çünkü, sıfır noktasında sabit kalabilme
gayretiyle İlla Allah demek önemlidir! Bazı
davranışlarınızı “B”ye getirmiş olabilirsiniz, ama
hepsinin oraya gelmesi gerekir! Diyelim, yüz
kadar davranışını oraya taşımıştır, ama iki
davranışı onu tekrar “A”ya çekiyordur. Onları
daha kolay fark edip, onlarla mücadele ederek
“B”de sabit kalmaya gayret etmelidir! “B”deki
sıfır noktasında sabit kalmak çok önemli bir
başarıdır. Çünkü yol o noktadan itibaren başlar,
ilerleme o noktadan itibarendir. Bu noktaya
gelen kişi, şimdi orada sabit kalma mücadelesi
veriyordur. O mücadeleyi verirken “A”ya
düşebilir, nefse zulüm hallerine dönebilir. Ama o
yolda sabitlenmişse, kararlı hale gelmişse,
ilerleme başlamışsa, artık onda “ne korku ne
mahzunluk vardır” hali başlar. O zaman geri
dönüş olmaz, mümkün değil!
-”Ya Mukallibel kulub, sebbit kalbi ala
diynike” duası burada nasıl olur?
O hep geçerlidir, ama belki de onun fark
edilip söyleneceği en önemli yer, en önemli
nokta burasıdır. O durumda bu çok güzel bir
dua olur; ya Mukallibel kulub, sebbit kalbi ala
diynike; beni “B”ye sabit kıl Allahım.
Şekur ismi “vereni bilme” manasına gelir,
bir nevi vereni bilmedir. Vereni bilmek iki türlü
olur. Tanrılığını ilan etmiş birisi “bana bunu
Allah verdi” diyebilir. Ama onun o söylediği bir
üst makama havale gibidir. Kendisine onu kendi
ilan ettiği üst makamın verdiğini söyler. Bu
şükür hali değildir, buradaki “bilme” Şekûr için
geçerli hal değildir. Gerçek şükür hali için
192
tanrı olmamak, tanrılığını ilan etmemek
gerekir! Bu çok önemli; buna çok özen
gösteriniz! Kişi kendisini “B” haliyle takdim
ettiğinde o takdim, bizzat verenin Allah
olduğunun keşfidir zaten. Diğerinde, Rablığını
ilan etmiş müstakil bir birim var ve ona Allah bir
şeyler veriyor; bakın bu da Allah’tan bilmektir
ama yanlıştır. Kişinin karşısına ummadığı bir
yerden büyük bir para çıkar “bunu bana Allah
verdi” der, Allah’ın verdiğini söyler “çok şükür”
der ya, bizim anlatmak istediğimiz bu değildir!
Kişi kendisini “B” olarak takdim ettiğinde,
kendini Allah’tan gayrı bir birim olarak
görmediğinde zaten veren Allah’tır
noktasındadır, kendiliğinden şükreden kul
haline gelir. Şükreden kul haline gelmekle
Şekûr kapsamına girmiştir. O şimdi; şükredene
yani vereni bilene Allah daha çok verir
kanununun çalıştığı bir noktaya gelmiş olur!
Eğer “B” halinde sabit durursa, şükreden kul
noktasında/Şekûr isminde kararlı olursa Allah
ona bu yolu daha çok verir, böylece ilerlemesi
kolaylaşır.
“B” takdimiyle beraber Hamid ismi
kapsamına girilir. Hamid ismi kapsamına şöyle
girilir: Kendisini “B” haliyle takdim etmiş kişi o
halde yaşarken fikir ileri sürer, yorum yapar. “B”
Takdiminde olan birisi fikir ileri sürerken, yorum
yaparken bilir ki; hamd Allah’a mahsustur; takdir
Allah’a mahsustur. Yine bilir ki; kendisi takdir
ederse, kendisi yorum yaparsa ve
birimselliğinden kaynaklanan bir fikir ileri
sürerse “tanrı” olacaktır, nefsine zulmedecektir;
nefsinin hakikatini vermemiş olacaktır!
Nefsle ilgili basit bir benzetme yapıp buraya
dönelim. Diyelim ki, bana birisi bir çanta para
verdi ve “bu çantadaki para sana emanet, ben
sana bu parayı nasıl harcayacağını
söyleyeceğim, sen de bu parayı söylediğim
yerlere harcayacaksın” dedi. Bu para benim
değil, parasal bir gücüm de yok, para bende
sadece duruyor değil mi? Bu durumda ben
kendimi; “para dolu çanta tutan adam” olarak
takdim ederim. Parayla ilgili bir güç, parayla ilgili
bir mertebe ilan etmem, parayla ilgili bir iddiam
İhlâs Hayat Döngüsü
yoktur! Onun ne olacağını da bilmem. Denecek
ki, şu kadarını şuraya ver, onu oraya
vereceğim. Pozisyonum bu, böyle bir yapım
var! Manayı anladıktan sonra örneği yok
edelim. Tasavvufta böyle örnekler olmaz ve
hiçbir örnek anlatılmak istenene tam oturmaz!
Manayı yakalayalım ve örneği atalım! Bu
durumda A’si olan ne yapar? Kendini “A” ile
takdim eden bakıyor ki bir çanta para, paraya
sahip çıkıyor ve başlıyor harcamaya. Buradaki
gücü kullanıyor, emaneti suistimal ediyor,
nankörlük yapıyor! Ayetlerden nankör kelimesini
hatırlarsınız, nankörlük yapıyor; böylece
kendisine verilen bu hakkı yiyor. Hak yemek
zulmetmek demekti değil mi? O da buradaki bu
Hakk’a zulmetmiş oluyor. Örnekteki adamın hali
“A” Takdim Formu”ndaki kişi gibidir; kendisine
verilen nefs gücünü alıp kullanıyor. Tabi, işin
aslı; o veri tabanı kendine nasıl takdir edilmişse
öyle davranıyor, onu yaşıyor. Ama biz
manzaraya insan boyutundan baktığımız için
böyle anlatıyoruz! Aksi halde; “tanrı olanın
emrini Allah vermiyor mu?” diyebilirsiniz.
Elbette! Bakın şu ayeti hatırlayın: ”Sizi de,
tanrılarınızı da Allah yaratmıştır.” Sizi de [“B”
halinizi de] tanrılarınızı da [tanrılık ilan
etmişseniz onu da] Allah yaratmıştır, “A” haliniz
de Allah’ın yarattığı bir şeydir! Kurduğumuz bu
cümleler bu yolda mücadele içindir, İnsan-29’a
göre gayret sarf etmek için geçerlidir, bu
cümleler İnsan-29 gereğidir. Neydi o ayet?
“Dileyen Rabbine yol tutsun, dileyen artık
Rabbine dönsün.” Bu ayetin gereğini, dileyenin
Rabbine dönmesi fiilini yerine getirme
gayretinde olana yardımcı olabilmek içindir bu
cümleler! Kişiye verilen ve nefs diye
tanımladığımız rububiyet nuru/yapma gücü/rab
gücü/rablık, bahsettiğim para gücü gibidir! O
güç iyi kötü, doğru eğri demez yapar! Tanrılığını
ilan edene “şunu yap, şöyle yap” diyen, gücü
suistimal edip tanrılığını ilan eden “A” yapısıdır.
“B” yapısındaki kişi fikir ileri süreceğinde, bir
yorum yapacağında “o Allah’ın takdirindedir!”
manasına gelen yorumlar yapar, onun hiçbir
bakışı, hiçbir düşüncesi o manadan ayrılmaz!
Bu yüzden, özellikle “B”de sabit kalabilmek için
Yılmaz Dündar
Şekûr ve Hamid ismini iyi kavrayıp yaşıyor hale
gelmek, onu adet haline getirmek, rutinleştirmek
gerekiyor. Mesela bir kişiye “araban var mı?”
diye sorduğumuzu düşünün. Bakın “var mı?”
diye sorduk, arabayla ilgili herhangi bir fikir
sormadık. “Çok şükür arabam var, Şekur olan
Allah’a şükürler olsun ki arabam var” demesi
“Allah bana araba nasib etti” demektir ve bu
Şekur kapsamında bir davranıştır. Ona bu kez
“arabanın bir sorunu var mı?” diye sorduk,
“Elhamdülillah bir sorunu yok” derse “takdir
kendisine ait olan, kader elinde olan, emir kendi
elinde olan, irade kendi elinde olan Allah bana
sorunsuz bir araba verdi” demiş olur.
“İnceledim, baktım bir sorunu yok” demiyor,
diyemiyor. Kişi başlangıçta öyle cümleler de
kurabilir, antrenman sırasında olur öyle şeyler,
ama hemen düzeltir; “ben şöyle dedim, öyle
dememem lazımdı, şöyle söylemem lazım” diye
düzeltir. O düzeltmeler de önemlidir ve onlar
fiilde zikirdir, Hamîd’in fiilde zikridir.
Bu zikir işi neye benzer biliyor musunuz?
Birisi Antalya’ya gidecek, ama Antalya’ya
gideceğini unutuyor. Ona denir ki, durmadan
“Antalya’ya gideceğim, Antalya’ya gideceğim”
de. Unutuyor çünkü! İşte o dilde zikirdir!
Unutmayan kişinin “Antalya’ya gideceğim” diye
tekrar edip durmasına gerek yok! Unutuyorsa,
unutmaması için ona tembihlemişlerdir “sen
durmadan böyle de” diye. Çünkü Antalya
mevhumunu unutabiliyor. Hatta terminale gider,
Antalya otobüsüne biner, hala “Antalya’ya
gideceğim, Antalya’ya gidiyorum” diyordur, ama
buna rağmen unutup yanlış yerde inebilir!
“Antalya’ya gitme” kişinin hayatı haline
gelmişse, bunu söylemesine gerek yok!
Gerektiğinde söyler, sorulunca der! Nereye
gidiyorsun? Antalya’ya! Sorulduğu zaman
söyler. Bunu sana kim verdi? “Allah verdi” der,
sorulduğu zaman söyler. İşte zikirler de
böyledir. Biz neden dilde zikir yapıyoruz?
Yaşantımız “A” Takdimi üzerine olduğu için!
“B”yi bilmiyoruz, “B”yi unutuyoruz, yaşarken onu
hep unutuyoruz! Onu veri tabanı haline
getirebilmek için, dilde zikrini yapıyoruz. Dilde
193
zikir, yanlış otobüse binmemek için! Neyi
yapmak ve ne olmak istiyorsak onun dilde
zikrini yapıyoruz ki, onu unutmayalım ve
beynimizde onunla ilgili kapasiteler açılsın da
nihayet şaşırmadan, unutmadan Antalya’ya
giden adam haline gelelim. Hedefini bilen,
saatini bilen, biletini alıp koltuğuna oturmuş kişi
haline gelmek ise halde zikirdir. Antalya
otobüsüne oturmuş, sessiz güzel gidiyor. Fiilde
Zikir ise, gideceği yeri ve yapacağı şeyi bilen
kişinin, ulaştığı yerde yaşaması, oranın gereğini
yaşamasıdır. Antalya’da gideceği yere gidiyor,
Antalya’yı yaşıyor; bu da fiilde zikirdir. Ve esas
zikir budur, zikirde hedeflenen fiilde zikirdir. O
artık Antalya’da! Şuraya gidiyorum, buraya
gidiyorum demesine gerek yok. Ama bu
noktaya gelene kadar, oraya giden yolu
şaşırmamak için onu çok tekrar eder, çok
söyler, o dilde zikirdir. Biz “B” hayatına ait bir
fiili yapabilmek için önce onun dilde zikrini
yapıyoruz ve o bizde halde zikre dönüşüyor,
vücudumuzun kimyası haline geliyor,
vücudumuzu o zikre sokacak hale dönüşüyor!
Dilde zikir ile oluşan ve açılan beyin
kapasitelerinin yönlendirmesiyle salgılanan
hormonlar, enzimler vücut kimyasını o hale
çeviriyor, senin kimyanı değiştiriyor! Vücuttaki
kimyanın değişmesi halde zikirdir, zikri yapılan
esma’ül hüsna’ya uygun bir kimya oluşması
halde zikirdir. Bu olmuşsa, artık sizden o
esmaya ait fiiller çıkıyorsa, o da fiilde zikirdir.
Esas amaç da budur; fiilde zikri yaşıyor
olmaktır! Rasulullah’ın sürekli yaşadığı zikir
hali; fiilde zikirdir. Böyle bir süreç yüzünden,
kişi Hamid ve Şekur ismi kapsamına girerken ilk
zamanlar unutabilir, sonra da “aslında veren
Allah’tı” diyebilir. Dilde zikirle bunu düzeltmesi,
“B”de sabit kalmak için önemli bir antrenmandır,
“A”ya düşmemek için önemli bir uğraş ve
önemli bir Zikrullahtır. “Nasılsınız?” diye
sorulduğunda “Elhamdülillah” deriz. Sen birine
“nasılsın?” derken onun bir yorum yapmasını
bekliyorsun, o bir yorum yapacak ve “iyiyim,
hastayım, şöyleyim, böyleyim” diye bir takdirde
bulunacak, var olan şeyle ilgili bir takdirde
bulunacak. Bunu nasıl söyleyecek? Biliyor ki;
194
takdir Allah’a aittir; emir Allah’a aittir. O zaman
“Elhamdülillah” diyerek, “emir kendisine ait olan
Allah, beni iyi yaptı Elhamdülillah” manasına
gelen bir cevap veriyor. Vereni bilmek Şekûr
ismiyle ilgilidir, verilenle ilgili yorum yapmak
ise Hamid ismi kapsamındadır. Takdirin;
hamdın; kaderin; emrin Allah’a ait olduğunu
ortaya koyan söz ve davranışlar Hamid ismi
kapsamındadır. Hamid ve Şekur isimleriyle
yaşamak, bu noktada olan kişinin hayat tarzının
önemli iki göstergesidir!
“B” Takdimiyle beraber mutmainlik
başlar. Mutmain olmak mutlu olmaktır. Ve
mutlu olmak ancak “B” Takdimi’yle
mümkündür! Mutmainliğin yaşanmaya
başlanması “B” Takdimiyle beraber fark edilir.
İşte bu yüzden o nokta “Amentü Billahi”
noktasıdır, o nokta “Amentü Bilkaderi”
noktasıdır. “B” Takdimiyle başlayan mutmainlik,
mutmain olmaya adaylık Amentü Bilkaderi’nin
yaşanmaya başladığı noktadır. Bahsettiğimiz
ilah yapı, tanrılık halinde yaşayan yapı hiçbir
zaman mutlu/mutmain olamaz, mümkün değil!
Mutluluk tanrıya kapalıdır! Mutluluk hali Cennet
Hali’dir ve cennet tanrıya kapalıdır, o hiçbir
zaman mutlu olamaz! Diyeceksiniz ki, “ama
yaşantısında mutlu”. O sizin mutluluk
dedikleriniz “mutluluk” değildir, ya
“memnuniyet”tir veya “rahatlık”tır. O, memnun
olabilir, rahat olabilir ama hiçbir zaman mutlu
olamaz. Mesela, tanrının namazıyla “B”nin
salâtını analiz yapalım: Tanrı namaz kıldığında
memnun olur, rahatlar, hatta kendisini takdir
eder “aferin, bak namaz kılıyorsun” der, “herkes
yatarken sen kalktın, müslüman dediğin böyle
olur” der. O tanrıdır; memnun olur, rahatlar!
Kendini “B” ile takdim eden ise salât
ikamesinden dolayı mutlu olur. İkisi de bir haz
yaşıyor; ama birisinin hazzı çok tehlikeli bir
şirkken, diğerinin hazzı yasaldır. Bu da bir
hazdır ve zamanla terk edeceği bir şirktir. Ama
yasaldır, cennete uygun bir haldir! Kendisini “A”
olarak takdim edenin ibadetlerinde duyduğu
haz, tanrının memnuniyet ve rahatlığından
kaynaklanan adrenalin salgısının hazzıdır, onun
İhlâs Hayat Döngüsü
verdiği hazdır! Kendisini farklı ve iyi insan
görme, kendisini önemli görme, kendisini ayrı
görme gibi duygulardan kaynaklanan bir hazdır!
Peki, “B” takdiminde olanın duyduğu hazzın
kaynağı nedir? “B” Takdiminde olan da,
kendisini “B” ile takdim eden de haz duyar. “B”
Takdimi’nde olan, Allah kendisine salât ikame
etme rolü verdiği için haz duyar, o bu nedenle
mutlu olur, mutmain olur; “elhamdülillah öyle
diledi” der, bunun hazzını yaşar, duyar. İkisi
birbirinden çok farklıdır. Birisi tanrılığı, diğeri
Allah muhabbetini kuvvetlendirir, haşyeti
kuvvetlendirir, “ya dilemezse, ya lutfetmezse!”
korkusunu getirir. Tanrı namaz kılınca; “bunu
adet edindik, bir daha bırakmayız, artık kimse
bana namazı bıraktırtamaz. Bu iyi işmiş, bu
zamana kadar bunu fark etmemişiz ya! Ben
bundan sonra böyleyim” der.
-Rasulullah Efendimiz’in “bana üç şey
sevdirildi; salât, kadın ve güzel koku”
hadisindeki “sevdirildi”yi nasıl anlamalıyız?
Sevdirildi: Geleceğimiz bir nokta da bu
zaten. Tanrı sistemine ait bir cazibeden
bahsettik ve bunu bir şekere benzettik. “B”
tarafının da öyle bir cazibesi var! O cazibeyi
fark ettiği zaman kişi görecek ki; “B” tarafındaki
cazibe diğerini örtüyor. Onlar yan yana
konulduğunda, kişi “B” tarafındaki cazibeyi
tercih edecek! Bu hal cezb/cezbe halidir. Bu
takdimle yaşamak onu oraya cezb eder.
İnşaAllah yeri gelince bu hadise bakacağız,
ama sen hadisteki “dünyaNızdan” ifadesine de
dikkat et! Efendimiz niye “dünyaMızdan”
dememiş de “dünyaNızdan” demiş? Çünkü
sevdirilen şeyler sizin dünyaNızdan!
“B” Takdimi’yle birlikte kişinin
yaşantısında “Sübhanallah, Elhamdülillah,
Allahuekber, MaşaAllah, İnşaAllah” ifadeleri
mana bulur. Hamid isminin başlamasıyla
birlikte bu ifadeler onun hem dilde zikridir, hem
de yaşayarak fark ettiği şeylerdir! Sübhanallah,
Elhamdülillah, Allahuekber, MaşaAllah,
InşaAllah artık onun halleridir, yaşadığı
hallerdir. Bunları hem dilinde rahatlıkla kullanır,
hem de onları hayatında görmeye başlar.
Yılmaz Dündar
Dolayısıyla, o kişi için “Sübhanallahi ve
Bihamdihi” çok büyük bir mana ifade eder! “B”
Takdiminde olan kişinin çok önemli bir zikridir
Sübhanallahi ve Bihamdihi... “B” halinin dilidir
Sübhanallahi ve Bihamdihi... Ve yine “la havle
ve la kuvvete illa Billâh” o hali yaşayışının çok
önemli bir diğer zikridir.
Artık yavaş yavaş fiillerin tecellisinden
bahsetmeye başlarız. Çünkü bu noktadan
itibaren kişi, hayatında fiillerin tecellisini
yaşamaya başlar. Fiillerin tecellisini yaşamaya
başlamak, kendini “B” ile takdim eden kişi için
çok önemli bir antrenmandır. İnşaAllah ileride
bunları konuşuruz.
Bir tövbe ve dua yapıp tamamlayalım,
inşaAllah.
Allahümme eslemtü nefsiy ileyke ve
veccehtü vechî ileyke ve fevvedtü emriy ileyke
ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten
ileyke. La melcee ve la mencee minke illa
ileyke. Amentü Bi kitabikelleziy enzelte ve
nebiyyikelleziy erselte.
Allahümme ente Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi,
Ya Rabbi! Allahümme ente Rabbi la ilahe illa
ente halakteniy ve ene abdüke ve ene ala
ahdike ve va’dike mesteta’tü euzü bike min şerri
ma sana’tu ebûü leke bi nı’metike aleyye ve
ebûü bizenbiy, fağfirliy zünubi, feinnehu la
yağfiruz zünube illa ente, Bi rahmetike ya
Erhamer rahımîn.
Rabbena zalemna enfusena ve inlem
tağfirlena ve terhamna, lenekünenne minel
hâsirîn.
La ilahe illa ente Sübhâneke, inniy küntü
minez zalimin.
Rabbi inniy zalemtü nefsi zulmen kebiyran
ve la yağfiruz zünube illa ente, fağfirliy
mağfiraten min ındike verhamni, inneke entel
Gafuru’r Rahiym ve Tevvabu’r Rahiym.
Sübhanallahi ve Bihamdihi Sübhanallahil
Aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh.
Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh.
195
Estağfirullahelleziy la ilahe illa HUvel Hayyül
Kayyumu ve etûbü ileyh.
Estağfirullah ya Rabbel arşil azim,
Estağfirullah ya Rabbel arşil kerim,
Estağfirullah ya Rabbel âlemin.
Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin
biadedi ılmike…
Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU!
Elif, Lam, Mim… Allahu la ilahe illa HUvel
Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve la
şerike lek ve lekel mülkü ve lekel Hamdü ve
inneke ala külli şey’in Kadir.
Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Bedia’s
Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel İkram.
Eşhedü en la ilahe illallahül Ehadüs
Samedülleziy lem yelid ve lem yuled ve lem
yekün lehu küfüven ehad.
İnnî veccehtü vechiye lillezi fataras semavati
vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikin.
İnne salatiy ve nüsükiy ve mahyaye ve mematiy
Lillahi Rabbi’l âlemin. Ve la şerike lehu ve
bizalike ümirtü ve ene minel müslimin. Eslemtü
vechiye lillahi, eslemtü li Rabbi’l âlemin. Âmin...
Allahım;
Öncelikle Rasulullah, Nebiullah, Habibullah,
Keremullâh Efendimiz Muhammed Mustafa
aleyhissalatü vesselam’ın Güzel, Temiz, Latif
Ruhu Şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve
yavrularının ruhları için,
Allahım, gelmiş olan tüm Nebi ve Rasul
Efendilerimizin ruhları için,
Ve Allahım, Halife Efendilerimiz Hazreti
Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman,
Hazreti Ali radıyallahu anhüm’ün ruhları için,
Ashab-ı Kiram/Sahabe Efendilerimizin ruhları
için,
Ve Allahım, indinde makbul kullarının ruhları
için,
Allahım, yalnızca Senin rızanı umarak,
yalnızca Senin Yolunu bilebilmek,
İhlâs Hayat Döngüsü
196
anlayabilmek, yaşayabilmek amacıyla yan yana
gelen, bir araya gelen bizlerin Senin rahmetine
kavuşmuş sevdiklerimiz ve yakınlarımızın
ruhları için.
Allahım, onlara merhametinle muamele
eyleyiver, onların azablarını yok ediver, onları
bağışlayıver, affediver, mekânlarını cennet
ediver ya Rabbi,
Ve Allahım, rahmetine kavuşan bütün
müslüman mümin din kardeşlerimizin ruhları
için;
Ey Allahım, müslüman mümin din
kardeşlerimizin hastalarına acil şifa, dertlilerine
acil deva, borçlularına acil eda, yolcularına acil
selametlik hayrlısıyla, lutfunla, kolaylıkla nasib
eyleyiver Ya Rabbi,
Ey Allahım, bizlere, ailelerimize,
yavrularımıza, inanan din kardeşlerimize sağlık
sıhhat afiyet lutfeyleyiver,
Allahım bizlere merhamet ediver,
Allahım bizleri bağışlayıver,
Allahım bizleri affediver, bizlere hidayet
nasib eyleyiver Allahım,
Ey Allahım, bizlere hayırlı ve helal rızklar
lutfeyleyiver Allahım,
Allahım, Rasulullah Efendimiz’in ilminin ve
yönteminin yayılması için evlerini açan
müslüman mümin din kardeşlerimizin evlerini
nurunla nurlandır, bereketinle bereketlendir.
Selamın daim orayı kaplasın Ya Rabbi. Onların
gayretlerinden, emeklerinden, işlerinden razı
oluver inşaAllah.
Ve yalnızca RIZAN için El-FATİHA
Allah’a emanet olun.
EsSelâmü aleyküm...
Download