Yılmaz Dündar 179 28 Cemaziyelevvel 1429 / 01 Haziran 2008 Tefekkür Şeması 2 Uzunca bir süre paylaşımlarımızda önemli bir şeyi tefekkür etmeye çalıştık; Tanrı Konusu. Özetler gibi başlayacağız, ama daha farklı bir şekilde, konuları bir adım daha ileri götürerek ele alacağız, İnşaAllah. Bugüne kadar daha çok “A” Takdim Formu”nu, “A”nın yaşama biçimini, “A”nın yaşantısını oluşturan veri tabanını konuştuk, konuşmaya da devam edeceğiz. Zaman zaman da “B” Takdim Formu”ndan bahsedeceğiz. Takdimi ikiye böldük; birinci takdim “A”, ikinci takdim “B” veya “A” derken “Asi” yapıyı, “B” derken “B” sırrıyla yaratılan yapıyı kastettik. Bismillahi’r Rahmani’r Rahim’in “B”sinin takdim edildiği hayat tarzını anlatmak için sembol olarak “B” demiştik. Şimdi “B” takdimindeki kişinin kendisini “B” olarak ifade ettiği noktayı hatırlayın. İşin başlangıcı olduğundan oraya “Sıfır Noktası” demiştik. Sıfır noktası! Adı sıfır noktası, ama bu noktada durmak, sabit kalmak gayet zordur. Çünkü orada kararlı olmak, o noktada sabit durmak bazı gerekleri içerir. Ve ancak ondan sonra o yolda ilerleme olur. Yukarıda şemamızda İhlâs Hayat Döngüsü’nün bir gösterimi var. İhlâs Hayat Döngüsü’nde özellikle “lem yelid ve lem yuled” noktasına gelindiğinde takdimin başladığını, bu noktadan itibaren insanın kendisini kesret âlemine anlatmaya başladığını, takdim ettiğini, bu takdimi yaparken de bu iki yoldan birisini, özellikle de “A” Takdimini yeğlediğini, daha doğrusu kendisini “A” Takdiminin içinde bulduğunu söylemiştik. Çünkü dünya yaşantısı zaten “A” Takdiminin kendisidir, “A” Takdimi hali dünya yaşantısı halidir. Bu yüzden kişi kendisini zaten “A” Takdiminin içinde buluyor! Fark ettikten sonra hayatını “B” Takdimiyle şekillendirmeye başladığında bu noktaya geliyor. İnşaAllah bu noktayı tanımlamaya, daha detaylı ele almaya çalışacağız. “B0 noktasının özellikleri nedir ve bu noktadan ileriye nasıl yol alınır?” onu görmeye çalışacağız. Bunun bize ne yararı olur? Nefs mertebelerini inceliyor, okuyor, görüyorsunuz ve “acaba ben neredeyim, hangi nefs 180 İhlâs Hayat Döngüsü mertebesindeyim? Levvame başlamış mı? Levvamede ilerliyorken mülhimede mi, mutmainede miyim?” gibi sorularla kendinizi, hangi nefs mertebesinde olduğunuzu merak ediyorsunuz, ama size onu somut gösterecek bir şey de bulamıyorsunuz! Bu merak gerekli mi? Bu merak bu işi böyle önemseyen için gereklidir! Neden? Birisi “işiniz bu mu, mertebelerle mi uğraşıyorsunuz?” derse; hayır, öyle bir işimiz yok! Ama insanın kendisine bir hedef koyması ve o hedef üzerinde de “acaba ne yapıyorum?” diye merak edip test yapması da doğaldır. Bu doğallık içerisinde bu merak, bu işin yolcusu Talib’in merakıdır, o bu merakı duyar. Bunu çok önemserse, örtücülükten kurtulma çalışmalarıyla “B” takdim noktasına doğru gelir. Mesele “B” Takdim noktasına gelmek ve orada geri dönüşsüz durabilmektir. O noktaya gelip de kendisini “B” ile takdim ettiğinde neler olacağını, orada ne gibi haller olduğunu da somut söylemeye çalışacağım, böylece kişi bu seyr-i sülukta nerede olduğunu, kendisi çok rahatlıkla tesbit edebilsin, gidermesi gereken noksanlarını kendisi görebilsin ve ilerleyebilsin! Günümüzde bu, bu kadar mümkündür. Çünkü hadisleri incelediğinizde, hakikati yakalamakta günümüzdeki imkânlar geçmişe göre çok farklıdır! “Neden böyle?” onu konunun içinde görürüz. Günümüze gelinceye kadar, böyle merak edenlere; sen hakiki bir mürşidle karşılaşmalısın ki, senin hangi seviyede olduğunu sana söylesin denirdi. Bugün, hakiki bir mürşidi kişi karşısında bulamıyor, bulsa sorup merakını tam gideremiyor gibi olabilir. Oysa: Eğer siz hakiki mürşid olan Kur’an’ı mürşid edindiğiniz ve o mürşidin “nasıl hayat bulacağını” Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’de gördüğünüz zaman bu meraklarınızı çok somut olarak ortaya koyup, kendinizi bizzat analiz yapmanız ve bu analize göre de kendinize bir rota çizebilmeniz çok mümkündür! İşte bu yüzdendir ki anlatım tarzımızda, bu meraklarınızı gidereceğiniz ve hedeflerinize ulaşmada kendinizin izleyebileceği yöntemleri bulabileceğiniz bir hal, bir üslup fark edeceksiniz. Bu yöntemin maddelerini birkaç cümleyle sıralayalım: Bir kere kişinin “A” Takdim Formu”nu ve “A” Takdim Formu” kapsamındaki rablık ilan edişi fark etmesi ve iyi görmesi gerekir, bu kabulde buluşmamız lazım: Bir kişi kendisini “A” Takdimiyle tanıttığında rablığını, tanrılığını ilan etmiştir. Tanrılığını ilan etmekle Allah’ın varlığını örtmüştür, örtüyordur, örtendir; küfür halindedir. Önce bu noktada hemfikir olmamız gerekiyor ki, “örten olmaktan nasıl kurtulurum?” telaşına girsin, buna kafayı taksın, bunu önemsesin. Bir talibin az sonra söyleyeceğime çok önem vermesi lazım. Siz neden böyle bir çaba içindesiniz? Bu yazıları okuyanın, söyleşileri dinleyenin, bu mantalitede olanın gayesi Allah’ı tanımak, İslam’ı öğrenmek, İslam’ı anlamaya gayret etmektir. İslam’ı öğrenmeye ve anlamaya gayret edenin de şuna dikkat etmesi gerekiyor: Dinlediği İslam tanrıya yönelik mi anlatılıyor? Çünkü bu konular ilan edilen tanrıya yönelik de anlatılabilir! Sizinle daha önce tanrıyı çok konuştuğumuz için konuya buradan girebiliriz. İslam tanrınıza yönelik anlatılabilir; yani kendisini tanrı ilan etmiş, Rablığını ilan etmiş kişiye anlatılabilir. Karşılaşacağınız bir anlatım yolu budur ve insanlar genellikle bu anlatım yolunu severler! Eğer İslam, kişinin ilan ettiği tanrıya yönelik anlatılıyorsa insanlar o tarz İslam anlatılışını yeğlerler, severler. Neden? Çünkü ilan ettikleri tanrıyı güçlendirecek bir yöntem yakalamış oldular. Bir kişi inanca, dine, felsefeye meyilliyse, “iyi insan olmak” gibi bir ideali varsa veya mükemmelliği seviyorsa, onun arayışı “ben nasıl iyi insan olabilirim?” diye bir arayış içerisindedir. Burada bir noktaya da değinelim. Aslında mükemmellik insanın yapısında vardır, Aristo bunu ortaya koymuştur. Aristo çevresinde inançsız bilinirdi, hatta bu yüzden bazen ona hücum edilir. Oysa şimdi söyleyeceklerimden anlıyoruz ki, Aristo belki de Hanif bir yapıdaydı, Yılmaz Dündar Hanif anlayışı yüzünden çevresindekilerin inandıklarına inanmıyordu. Bir Yaradan’a inanıyordu. Ona Erke ismini verdi ve bunu da kendine göre bir teoriyle ortaya koydu; Mükemmellik Teorisi: İnsan mükemmel değil ama onu arıyor, istiyor; mükemmellik istiyor. Gördüğü bir şey değil ama onu arıyor ve istiyor. Aristo o mükemmelliği tanımlıyor: “Mükemmellik onun hamuruna, fıtratına mükemmel olan Yaratan’ın koyduğu bir olgudur” diyor. Böyle bir yaklaşımla da kendince bir mükemmel varlığa inanıyor. Buradan da anlaşılıyor ki, insanlarda bir mükemmellik arayışı vardır; fıtraten! İşte bu sebepten kişi “bu mükemmelliğin ne olduğunu, mükemmelliğe nasıl ulaşacağını” çeşitli felsefeler içerisinde arıyordur. Bu felsefeler içerisinde ararken karşısına farklı bir İslam anlatımı çıkar, çıkabilir. Bu anlatım ona cazip gelirse yaklaşır. Söylemek istediğim şu ki; bir şeye inanmaya meyli olanın İslam’ı dinlemeye, anlamaya ve uygulamaya çalışması Allah’ı tanımak için değil, ilan ettiği tanrıyı güçlendirmek içindir, onu tatmin etmek içindir, o tanrıyı hedeflerine ulaştırmak içindir! Burayı çok iyi fark edelim, atlamayalım! Ve bu tür İslam anlatımlarının cemaati büyüttüğünü, genişlettiğini de bilelim. Neden? Çünkü insanların tanrı ilanı ve o tanrıyı güçlendirmekle ilgili genetik yapılarının istatistiksel alanı, oranı bunu gerektirir. Bu yüzden onlara bu tür İslam anlatılışı uygun gelir. Bunu herhangi bir yeri eleştirmek için değil, bir gerçeği ortaya koymak için söylüyorum. İnananları eleştirmek ne görevim, ne de haddim, Allah muhafaza etsin! Konuyla ilgili bir gerçeği tesbit etmek için söylüyorum. Özellikle camilerde İslam’ın anlatılışını dinlediğinizde göreceksiniz ki hedef; iyi insan üretmek; nasıl ahlaklı ve iyi, nasıl dürüst insan olunur, o anlatılır. Bu da insanların hoşuna gider. Kişiler çocuklarını veya bir başkasını “iyi insan olsun” diye camiye götürür; vaaz dinlesin ister. Fark etmese de, oraya giderken hedefi tanrısını güçlendirmektir! İslam’ı öğrenmeye, anlamaya gayret edenin dikkat edeceği ikinci husus da şudur: İslam’ı bendeki tanrı mı dinliyor? Çeşitli bakış açılarıyla tanrıyı 181 söylemeye çalışmamın nedeni, hayatınızda o tanrıyı birbirinizi gördüğünüz gibi görebilmenizi sağlamak, hedefim bu! Çünkü bu yolda olanın üç şeyi net, somut görmesi gerekiyor, tahminen değil net görmek gerekiyor! Bir: Bu yolda olanın birbirimizi gördüğümüz gibi tanrıyı görmesi gerekiyor! Görmesi gerekiyor; aksi halde Kelime-i Şehadet getiremez, şahid olamaz, şahidlik edemez. Zanla şahid olunmaz! Bu yüzden üstüne çok düşmeye çalışıyorum. Tanrıyı, “A” Takdimini net görmek, iyi analiz etmek, bu tanrıyı iyi tanımak gerekiyor. İki: “B” Hali’ni net görmek gerekiyor. Tanrıyı çok net gördükten sonraki hedef “B” Takdim Hali’ni somutlaştırmaktır. “B” takdimini net görmek son durak değildir, lütfen dikkat edin, bu sıfır noktasıdır, sıfır noktasına gelmektir! Üç: Hakikati net görmek gerekiyor! Artık burada hedef “B” Takdimi’nin de olmadığını, o halin de olmadığını fark edip hakikati net görmektir! Hakikati net görebilmek için bu sıra şart: 1) Tanrıdan kurtulmak; kendinizi “A” ile takdim etmeyip “B” ile takdim etmek. 2) “B” Takdimiyle sıfır noktasında sabit durmak. “Bu ne demektir, o hayata nasıl bakılır ve o nasıl yaşanır?” biraz bahsetmeye çalışacağız. 3) Sonra da ilerisi... Ama biz şimdilik Sıfır Noktası’nı anlatacağız; Sıfır Noktası’ndaki hal nedir, o nasıl bir haldir? Demek ki, kendimize bunu diyeceğiz: “Bende İslam’ı dinleyen tanrı mı, onu benim ilan ettiğim rab mı dinliyor? İslam’ı seven, İslam’dan yararlanmaya çalışan o mu?” Bu neden önemli? Eğer sizdeki tanrı İslam’ı dinlerse, siz Allah’a teslim oluyorum sanarak Allah’ı teslim alırsınız, Allah’ı teslim almaya çalışırsınız! Mesela tanrınız; 4444 tane salâvat okuyayım da Allah şunu yapsın der, bir holdinge sipariş verir gibi talebini geçer. Bu bir tanrı işte: Güçlenmek, var olan yeteneklerine yetenek katmak ve Allah’ı da kullanmak istiyor! Veya sıkıştığı yerde hobilerine, zevklerine, ideallerine göre Allah’tan yararlanmak istiyor. Bu Allah’a teslim olmak değil, Allah’ı teslim almaktır. Bu yüzden “ben acaba İslam’ı tanrıma mı dinlettiriyorum?” sorusu önemlidir. Bu özellikle şu noktada da 182 size iyi gelir. Örneğin veli bir zat tanıdınız, kendinizi test etmenizi sağlar; onu ilan ettiğim rab mı seviyor, acaba o tanrı mı seviyor? Eğer seven oysa yararlanma nasıl olur? Efendimiz(SAV)e de öyle yaklaşanlar oluyor. Ona örnek olsun diye bir hadis vardır: Bakıyorlar ki Rasulullah her şeyi biliyor, her şeyi bilen bir Rasul var, yararlanmak lazım, bu fırsatı kaçırmamak lazım! Gelip diyorlar ki; ya Rasulallah, biz ekinimizi, hurmamızı, ağacımızı, ürünümüzü bir yıl şöyle, bir yıl böyle yaparız, şöyle de ürün alırız. Bize ne tavsiye edersin, ne yapalım? “Gidin şöyle yapın” diyor. Gidip yapıyorlar, o yıl hepsi zarar ediyor. Koşup geliyorlar; Ya Rasulallah, böyle dedin, biz de yaptık, mahvolduk! “Bana dünya işi sormayın” diyor. Bana dünya işi sormayın; bana tanrınızla ilgili taleple gelmeyin demektir. Bana tanrınızla ilgili taleple gelmeyin, ben ondan anlamam, çünkü o örtücü, o örten! “Bana “B” halinizle ilgili şeyler sorun, ona yönelik taleplerle gelin” manasında bir hadis! Hem sen tanrına dinlettirmeyeceksin, hem de sana İslam’ı anlatan tanrı olmayacak, ikisine de çok dikkat etmemiz gerekiyor, eğer bu işin talibiyseniz! Evliyaullah anılarına, yıllar öncesine baktığınız zaman bu sebeple dünyayı dolaşan dervişler görürsünüz. Birisini duyar, ta İran’a gider. Bir soru sorar, dinler, “yok” der! Oradan kalkar Hind’e gider, bir soru sorar, “yok” der! Birisini arıyor, neyi arıyor: Bana bunu anlatan “tanrı” olmasın! Bunu anlatan tanrılığını ilan etmiş birisi olmasın! Bu çok önemli, çok önemsemek lazım! Dinlediğiniz tanrı mıdır, onun işaretleri vardır. Bu işaretlerden birisi; anlatanın kendine ait şeriat geliştirmesidir! Kişi tasavvufla meşgulse, tasavvuf anlatıyorsa ve o tasavvufu bir tanrı olarak anlatıyorsa kendisine ait bir şeriat geliştirir. Rasulullah’ın Şeriatını; uygulamasını çok önemsemez. Hatta onları yavaş yavaş gevşetmeye, onlar sanki yokmuş gibi bakmaya, onları “yapmasanız da olur” gibi anlatmaya başlar. Bunlardan örneğin en önemlisi salâttır, önemli işaretlerden birisidir, kişi tasavvufla meşguldür ama salâtı çok İhlâs Hayat Döngüsü önemsemez! İleride göreceğiz, tasavvufla meşgul olanlara şeytan, İblis yani ikilem gelir ve ilerledikçe ona telkinlerde bulunur. İnsan-ı Kâmil’i incelemişseniz Abdülkerim Ciyli Hazretleri bununla ilgili bazı örnekler verir. Bir tanesi, Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani Hazretleri’yle ilgili bir örnektir. O mertebede olan bu zata bir çöl tenhasında şeytan sesleniyor “Ey Abdülkadir Geylani, artık sana haramlar helal kılındı, rahat ol” diyor. O, bu teklifin şeytandan geldiğini bilerek onu kovma cümleleri kullanıyor. Kendisine sorulduğunda; “Allah, kesinlikle günahı teklif etmez” diyor. Yani, “avama günah ama sen ilerlediğin için sana günah değil” diye bir olay olamaz diyor! Eğer bir şey normal insan için haramsa ilerlemiş kişi için de haramdır! Farkında olmamız gereken üçüncü nokta, İslam’ın ne için anlatıldığıdır. İslam ne için anlatılır? İslam “B” Yapı’nın tanınıp hayata hâkim kılınması için anlatılır. İslam’da yalnızca “B” yapı anlatılır, yani “B” yapı hayata nasıl hâkim kılınır?” anlatılır. Bu gerçeği bilenin bir şey dikkatini çeker: Başlangıçta insanlara çok cazip gelen bu anlatım tarzı belki geniş bir cemaat bile oluşturur. Ama sonra “iş uygulamaya geldiğinde” cemaat gittikçe azalır. Bu “B” anlatımının gereğidir, doğal sonucudur. Çünkü “B” yapıyı sürdürülebilir şeklide umursamak, önemsemek ve onun talibi olmakla ilgili genin, insan popülasyonu içerisinde sayısı çok düşüktür. Siz bir mal üretiyorsunuz, ama o malı alacakların sayısı belli ve çok az! Dolayısıyla, siz o malla ilgili tanıtım yaptığınızda toplanan kalabalık zaman içerisinde azalır. Cemaatin azalması konunun cazibesini yitirmesinden değil, talibin sayısının azlığı yüzdendir! İslam’ı anlamaya, öğrenmeye ve yaşamaya gayret eden için, bir diğer önemli şey, İslam’ı anlatanın halidir. İslam’ı “B” halinde olan birinin anlatması önemlidir! Ama anlatanı nereden bileceğiz? Bilemeyiz! Kimse de çıkıp “ben “B”yim, gelin size İslam’ı anlatayım” demez. Öyle bir şey olmayacağı için de, bunun Yılmaz Dündar şıklardan biri olduğunu belirtip, dua ediyoruz; inşaAllah bize İslam’ı “B” halindekiler anlatır, “B”lerden dinleriz. Birisi gelip “ben “B”yim, size İslam’ı anlatayım” demez, onu dediği an tanrı olur, onu diyen onun tanrısıdır! Çünkü “önemliyim, önemli” veya “biliyorum, biliyor” konumu oluştu! Bu yoldaysanız buna da çok dikkat etmek lazım: “Ben önemliyim” veya “önemli olacağım” duygusu tamamen tanrıya aittir! Veya bir kişiye “önemli” derseniz de öyle! O kişi kendisine “önemli” demese bile, siz ona “önemli” diyorsanız; onu önemli bulan büyük ihtimalle sizin tanrınızdır! “Ben bilirim” veya “o bilir, o her şeyi bilir” diye olaya yaklaşmak tanrısaldır. Birisi her şeyi bilemez! Niye? Çünkü hiçbir şeyi bilemez! “Biliyorum” diyen kimdir? Tanrıdır! “Biliyorum” diyendeki “biliyorum” diyen tanrıdır. Birisine, “çok şey biliyor, her şeyi biliyor” diyorsanız, bu sefer sizde onu diyen tanrıdır! -Gerçekten biliyorsa ve önemliyse? Sorunuz şöyle olmalı; bilen “B” halindeki bir kişiyse nasıl olur? Anlıyorum ve konuyu oraya getireceğim. “B”yi yaşayan kişi de “biliyorum” der. Ama “B” bunu nasıl der, “B” birisini nasıl önemli bulur? Az önce tanrısal bakışı anlattım, kıyaslamak için diğerini de söyleyelim, ama bir misal şeklinde: Kişiler, “önemli birisi” veya “o biliyor” diyerek, “B” halinde İhlâs Hayat Döngüsü’nü yaşayan bir kişiye yaklaşırlar. Sonra onların tanrıları o kişiyi çok sever. Hâlbuki ona ilk yaklaşma sebepleri Allah’ı tanımak ve anlamaktı! Bu sefer yaklaştıkları kişiyi çok sever, Allah’ı unuturlar! Kişiyle meşgul olmaya başlarlar. Bu yüzden, “o önemli, o biliyor” diyen kişi tanrıysa, sonuç Allah’ı unutmak ve kişiyle meşgul olmak olur! Hazreti Musa aleyhisselam’ı Firavun davet etti; “gel, gücünü göster, anlattığın nedir göster, bizim sihirbazlarımızla yarış” dedi. O da, sihirbazlar da geldiler. Hazreti Musa korkuyor, sihirbazlar korkmuyor. Hazreti Musa’daki korkunun sebebi farklı, sihirbazlardaki kendilerine güvenin sebebi de farklı. Sihirbazlar kendilerinden eminler, ama Hazreti Musa 183 kendisinden emin değil! Çünkü “kendisinden emin olma” gibi bir duygusu yok! O duygu farklı bir şey, anlatmaya çalışacağım ama “özgüvenimizi mi kaybedelim?” manası çıkmasın! Biz “kendisinden emin olan tanrıyı” hayatta iyi görmek, yakalamak için, onu anlatmaya gayret ediyoruz. Amaç, birbirimizi gördüğümüz gibi onu görmek! Onu bir kere, birbirimizi gördüğümüz gibi gördüğünüzde, cennete gidersiniz. Bir kere! Çünkü bir kere “La ilahe İllallah” demiş olursunuz! Şahitliktir! Başlangıçtır, önemlidir, cennet halidir! “Bir kere La ilahe İllallah diyen cennete gider” hadisi bu manadadır. Bu hadisi bir tanrı dinlemişse diğer tanrılara der ki; “olur mu öyle bir şey! Her türlü günahı işle, sonra da çık bir kere “La ilahe İllallah” de, hepsini sil, olamaz!” Ama iş onun dediği gibi değil! Bir kere “La ilahe İllallah” demek; tanrıyı bir kere net görmektir, bir kere onu iyi tanıyıp görmektir! Siz o zaman ona celalle dönüp “leküm diynüküm veliye diyn; sen yoluna, ben yoluma” demiş olursunuz! Hep diyoruz; Kafirun’u kişi kendisine okur, kendisindeki tanrıya okur! İşte böyle La ilahe dediği an kendisine bir kere açılacak İllallah kapısı ona yeter. Bu yüzden, bunu tereddütsüz diyebilmek için o tanrıyı çok iyi tanımak lazımdır. Evet, Hz. Musa çağrıldı ve gitti, ama ne olacak bilmiyor. Çünkü“Rabbi ne dileyecek?” bilmiyor! Niye? Çünkü şöyle inanıyor: Ben Rabbimin dileğinin suretiyim, bu yüzden ne dileyeceğini bilmem! Eğer bildirilirse bilirim! Aslında bu bilme işi öyle farklıdır ki, genellikle “Allah için” de yanlış kullanılır: “Allah her şeyi bilir” cümlesi biraz tanrısal ifadedir. “Allah Alîm’dir” için verilen “Allah her şeyi bilir” anlamı tanrının tarif ettiği bir Esma’ül Hüsna manasıdır, “A”ya ait bir tanımdır, onun Esma’ül Hüsna tanımlamasıdır. Yani Allah var, karşısında da bilmesi gereken bir şeyler var. Allah, dersini iyi çalışmış gibi hepsini biliyor! Böyle bir bilme değil! Allah’ın bilmesi; “bilme olayı” var ya, işte Allah “bilme”nin kendisidir, bilme mevhumunun kendisidir! İnsan bu “bilme” 184 mevhumundan edindiğiyle bilir. O “bilme” mevhumundan gelen yetenekle biz bir şeyi öğrenir, biliriz. Ama Allah bir şeyi bilmek için talim etmez! Çalışacağı bir ders, öğrenmesi için beklemesi gereken bir bilgi yoktur! Veya “bir şeyi iyi öğrenmiş de biliyor” değildir. “Bilme”nin kendisi O’dur! Mesela “Semi” için; Allah her şeyi işitir, demek bir tanrı tarifidir! “İşitme mevhumu” var ya, “Semi” odur işte, işitme olayının kendisidir, işitmenin kendisidir! Allah Basir’dir görür, Semi’dir işitir. Esma’ül Hüsna’ları tanrı gibi düşünmemek lazım. Bunları neden bu tanımlarla söylüyorum. Çünkü “B” noktasından itibaren Esma’ül Hüsna’ların tanımı gerçek yerine oturacaktır. Öyle olmalıdır ki Esma’ül Hüsna dünyasına girilebilesin! B0 Noktası Esma’ül Hüsna dünyasına giriştir. Başka neler için bir başlangıçtır, bakacağız. Hz. Musa huzurda ve sihirbazlar birer küçük yılan oluşturuyorlar, onlar günümüz sihirbazlarından daha güçlüler. Günümüzde de dünyada bu tür şeyler var. Hatta tasavvufu öyle biri olmak için öğrenenler bile var! Bu yolda yaygın yapılan yanlışlardandır; kişi İslamiyet’i burçlarla ve fallarla ilişkilendirir! Ve “ben onları nasıl kullanır da gücüme güç katarım?” diye bakar, yararlanması öyle olur. Evet, Hazreti Musa ne olacağını bilmiyor, ama sihirbazlar kendilerinden eminler, bir sihir yarışı yapacaklarını biliyorlar. Birer yılan oluşturuyorlar, etrafta yılanlar dolaşıyor, Hazreti Musa şaşkın! “Ben şimdi hallederim sizin yılanlarınızı” diyemiyor, ama sihirbazlar diyor! Çünkü onlardaki bu sihiri yapan, bu güce sahip çıkan rabları, tanrıları! Onların aksine, “B” yolunda ilerleyenin ulaşacağı sıfatlardan birisi Fakr’dır! Hiçbir şeyi kalmayandır o, hiçbir şeyi olmayandır! Fakir; bir güce talip olan değil, bir şeyler kazanmaya çalışan değil, hiçbir şeyi olmayandır! İlan ettiği tanrısı olmayandır, tanrı olmayandır! Ve Hazreti Musa’ya vahy geliyor, Rabbinden bekliyordu zaten. Niye? Çünkü olacak şeyler Rabbinin dileğinin sureti ya, O’nun dileğinin ne olduğunu bekliyor. “Asanı at!” Atıyor ve daha büyük bir yılan oluşuyor, İhlâs Hayat Döngüsü diğer yılanları yutuyor. Musa da o zaman seyrediyor işi! Bu iki yapı, birbirinden çok farklıdır! Bu olay, tanrılarla “B” yapının savaşını anlatıyor! Hayat hep budur! Hayat, tanrılarla “B” yapının savaşıdır ve tanrılar kaybetmeye mahkûmdur! Neticede, dünya kâinat akışı içerisinde de tanrıların mekânının ismi cehennemdir: Kaybedenlerin mekânı cehennem! Hazreti İbrahim ateşe atılacak, ama rahatlığının tek sebebi; “Rabbim ne dilemişse o, O dilemişse yanarım!” diye düşünmesi. Atarlarsa atsınlar, ben gittiğim zaman orayı Gül Bahçesi’ne çeviririm demiyor! Ne olacak bilmiyor? Vahy geliyor; Hasbiyallahu, de. “Hasbiyallahu” diyerek teslim oluyor ve ateşe Emir geliyor: “Serin kal, yumuşak ol” ve Hazreti İbrahim’i yakmayan bir ateş! Hazreti İbrahim de olanları o zaman fark ediyor! Ama “A” ile izleyenler; “ne büyük adam, ne güçlü insan, ateşi bile söndürdü” diyebilirler. Bu yaklaşım tanrı yaklaşımıdır! Eğer rasullerin, nebilerin hayatlarını veya velilerin menkıbelerini okurken, hem de bir müslüman olarak, böyle bakılırsa hiç doğru olmaz! “Hazreti İbrahim ne önemli, ne mübarekmiş ateşi söndürmüş. Şu veli şurdan şuraya uçmuş” gibi yaklaşımlar tanrı bakışlarıdır! Tanrının okuduğu ve hayran olduğu şeylerdir! Ve öyle tehlikelidir ki, Allah’ı unutturur! “A” ve “B” bakışlarını analiz için, bir de Hazreti Yunus Emre’nin bir sözüne bakalım: Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm. Bu sözü tanrı sisteminde birisi okumuşsa, Yunus Emre’yi size sunarken, onun burada hakikati vurguladığını söyler. Onların ne dediğini bir kenara bırakalım, şimdi bu sözü tefekkür edelim: Bu cümleyi bir düşünün, bu söz doğru mu; ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm? Bunu kim söyleyebilir? Ancak bir tanrı! Eğer bunu böyle söyleyen Yunus ise [ben onu söyleyenin Yunus Emre olduğuna inanmıyorum!] o Yunus Emre ismindeki tanrıdır! Kendisini “ete kemiğe bürünerek görünen bir Hakikat” sanan tanrıdır o! Peki, Yunus söylerse Yılmaz Dündar nasıl söyler: Ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü der! Eğer tanrı söylerse; ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm der. Yani diyor ki; Yunus diye göründüğüme bakmayın, aslında Yunus değilim, önemli kişiyim, önemli birisiyim! Ete kemiğe bürünüp öyle göründüm, ben önemli bir şeyim. Bunu söyleyen tanrıdır. Bunu eğer “B” halindeki birisi [Yunus] söylerse der ki; ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü! Peki, “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” ifadesi söylenmez mi? Söylenir! Ama onu söyleyen kimdir? Onu söyleyen Yunus değildir! Tanrı gözüyle bakanlar “Yunus Emre’nin şiiri” diye anlatabilir, ama onu Yunus Emre’de söyleyen Yunus Emre olmaz! Onun söyleyen dili Yunus Emre olmaz, ancak O! O “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” diyebilir. Yunus Emre onu diyemez. Yunus; “ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü” der. Bunun söylendiği nokta ise İhlâs Hayat Döngüsü’nün Sıfır Noktası’dır. Sonra ilerleme olursa “ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü” diyen olmaz, o kalmaz! O zaman, ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm diyen gözükür! Tanrılıktan kurtulabilirsek, zaten asıl amaç “ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü” diyeni yok etmektir. O zaman onu Sahibi söyler; ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, o Yunus Emre’nin sözü olmaz! Cümlelere, sözlere bakarak tanrı ve “B” hali ayrımını yakalamak mümkündür, bu örnekleri onun için veriyorum. Yunus’un bir diğer güzel sözü: Bir “BEN” vardır “ben”de, “BEN”den içeru. Bunu Yunus Emre söyleyebilir, ama bunu da Sıfır Noktası’nda söyler. Yani; “ben kendimi “A” diye takdim ediyordum, halbuki “ben”de iki farklı “BEN” varmış. “BEN” diyen “A” Takdimi’ne bakma, ona aldırma, asıl “BEN” diyen bir de “B” Takdimi var, onu fark etmeye çalış” diyor. Konuşmalarda, cümlelerde rastlayacağınız ve rastlayınca da tanrıyı hemen tanıyacağınız bir şey daha var! Ben özellikle gençlere anlatırken bir öneride bulunurum, derim ki; size bir fikri, bir felsefeyi, bir doktrini anlatan veya dünyanın önemli en kutsal bakış açısını 185 anlatan, anlatırken size; “böyle düşünmeyenler bizden değildir” diyorsa, çok doğru şeyler anlatılıyor olsa bile siz yanlış yerdesiniz veya anlatan yanlış birisidir! Neden? Çünkü “bölücülük” var! Neden yanlış olduğuna hükmettik? Hadislerden! Hadislerde bölücülüğün yasaklanmış olmasından! Bölücü bakış açısıyla anlatım İslam’a uygun değildir! İslam’ı anlatıyor olsa bile, bölücü bir bakışla anlatıyorsa, anlattığı şey İslam’a uygun değildir! Bu çok önemlidir. Şimdi bunu duyan birisi hadisleri incelerken, “bizden değildir” tabirine rastlayınca “Efendimiz ne kast ediyor acaba?” diye manasını merak eder. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bazı hadislerinde; şöyle yapan bizden değildir, şöyle olanlar bizden değildir der. Burada geçen “bizden değildir” ifadesini “A” ve “B” yapısını bildiğinizde anlamak kolaylaşır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in “bizden değildir” demesini, tanrıların “bizden değildir” demesi sanmamak lazım! “Kur’an-ı Kerim’in “siz” diye hitap ettiği tanrı değildir” demiştik! Peki, Kur’an tanrı’ya hitap etmez mi? Eder ve tanrıya “tanrı” der! Tanrıya “tanrılarınız” diye hitap eder. Ayet ve hadislere bu gözle de bakın; tanrıyı daha iyi tanıyacak ve onun nasıl reddedildiğini göreceksiniz! Kur’an-ı Kerim’deki “tanrılarınız” ifadesini geniş manasıyla tanrılar nelerse bir tanrı cümlesi yapıp, onun içerisine ilan ettiğiniz tanrılığı da mutlaka koyun. O zaman tanrı hitabı, ilan ettiğiniz tanrıya da ulaşır! Eğer olaya öyle bakmazsanız kendinizi ayetin dışına çeker, kendinizi ayetin dışında bulursunuz. Tanrınızı ayetin dışında tutup, sanki o hitap sizdeki tanrıya değilmiş gibi yorumlarsınız, ayette bahsedilenin bizimle ilgisi yok der, öteler geçersiniz. Hatta içinizden şöyle de geçebilir: Bunlar o zamana ait bir kavramlar, şimdi hiçbiri yok, bu yüzden yazılmasa da olur! Öyle demeyeyim günah olur, okuyup geçeyim. Şu ayet de nasıl masala benziyor, günümüzde daha iyi masal yazılıyor. Ama neyse bunu da demeyeyim, günah, okuyup geçeyim... Nihayet işin içinden çıkamaz ve “mealler böyle olur” der kapatırsınız. Ama bir yerde ayet ona şöyle der: “Sizin hepiniz, âlimleriniz bir araya gelseniz, 186 okyanuslarınız mürekkep olsa, bir ayet oluşturamazsınız!” Neden? Yazan da okuyan da tanrı olduğu için! Tanrı okuyor, meali de tanrı meallendiriyorsa, o zaman bu hitap gelir! Demiştik ya, size İslam’ı anlatan tanrı mı? Bir meale veya Türkçeleştirilmiş bir tasavvuf kitabına bakınca da aynı soruyu sorun lütfen! Zamanında bir veliyullah bir şeyler yazmıştır, günümüzde biri onu Türkçeleştirir. Türkçeleştirenin tanrısı onu Türkçeleştiriyorsa, o tasavvuf kitabındaki fiiller, bakış açıları hep değişir. Onu Türkçeleştiren tanrıysa değiştirir! Hatta öyle bir tanrı Marifetname’yi sadeleştirirken “günümüzde böyle olmaz” diye içinden bazı yerleri çıkarmış. Eğer ayetlere de böyle bir tanrı bakıyorsa “tanrı, put” ifadesi geçince; “eskiden putlar varmış, insanlar putlara inanırmış, ayet onlara kızıyor. Günümüzde öyle bir şey yok” der. Böyle bakarsanız siz de yanılırsınız. Ama oradaki tanrıya “ilan ettiğiniz tanrıyı” da koyarsanız, o zaman ayette yerinizi bulursunuz! Ve böyle düşünmeniz, böyle yapmanız sizde Haşyet’in oluşmasını sağlar ki, bu yolda haşyet çok önemlidir. Eğer Kur’an’ı bir Talib olarak okuyorsanız, “tanrı” yazan yerlerde, oraya “kendi tanrınızı” da koyarsınız. Ve o zaman oluşacak haşyet sizde çok önemli açılımlara sebep olur! Kur’an “B” halinde olana nasıl hitap ediyor? Onu muhatap alarak “siz” diyor! “Siz” dediği “B” halinizdir, örtmeyen halinizdir! Onun için Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in de “biz” derken “bizden değil” derken kastettiği Kur’an’daki manadır, tanrıların kendileri arasındaki mana değil! Efendimiz’in “Bizden değil” demesi, “B” haline değil tanrıya ait” demektir! “Bizden değil” denilen bir davranışsa, o davranış tanrılara aittir, tanrıların davranışıdır, o davranış “La ilahe” kapsamındadır demektir! Efendimiz’in ifadesi bir bölücülük olmayıp tamamen Tevhid kapsamındadır, yani “bizden değildir” dediği şeye “La ilahe” diyor demektir. “Efendimiz de bölüyor, ayrım yapıyor” gibi düşünmek İslam’ın ruhuna ters bir mana İhlâs Hayat Döngüsü yüklenmektir! Mümkün mü hiç! Kur’an nasıl hitap ediyorsa, Efendimiz de öyledir. Ve şu hadisi de “B”ye bir sesleniştir: “Ayakkabınızın bağını bile Allah’tan isteyiniz, yemeğinizin tuzunu bile Allah’a sorun.” Bu sözü kişinin tanrısı önemser de prensip edinirse “ben kimseden istemem, yalnız Allah’tan isterim, kimseye sormam yalnız Allah’a sorarım” der. Oysa bu söz “B” yapı içindir, onu o önemser. Bu hadis “B” halinde yaşamak isteyene yol gösterir. Burada Efendimiz buyuruyor: “Kimse olan”dan kurtulman için, “kimse”lerden kurtulman için ayakkabı bağını bile Allah’la ilişkilendir, yemeğin tuzunu bile Allah’la ilişkilendir! Ama şu çok önemlidir: Madem Efendimiz “A” hali için “bizden değildir” diyor, bizim o hali çok önemseyip tanımak, yakalamak ve etkisiz hale getirmemiz gerekiyor. Şimdi bu amaçla, tanrının özelliklerinden yola çıkıp onu yakalayalım ve ona “La İlahe” diyelim. Tanrı tanrıların arasında boy göstermeyi sever, tanrı tanrıların arasında süzülmeyi sever. İşin gereği bu! Eğer kişi bunu duyup da “ne yapayım, Allah böyle emretmiş” derse, doğru, öyle emretmiştir. Ama sonunu da cehennem emretmiştir! Yapacak hiçbir şey yok! Yani burada haline bakıp da “ne yapayım” diyorsan, aynı şeyi “ne yapayım, buraya geldik” diye sonucunda da söylersin. Bu neden önemlidir? Tanıyacağınız tanrının beşeri münasebetlerdeki niyetini iyi irdelemek için! Tanrı tanrılar arasında boy göstermekten hoşlanıyorsa yani şimdi hiç dışarı çıkmayacak mıyız, hiç kimseye gözükmeyecek miyiz? Hayır, öyle değil. Tasavvufta yalnızlık önerilir. Bu yalnızlığı tanrı okuduğu zaman zanneder ki, dağa çıkmam veya bir yere hapsolmam lazım! Oysa insanların arasında yalnızlık önerilir! Yalnızlık; tanrıdan kurtulmanın ismidir, tanrıdan kurtulma çalışmalarının bir yöntemidir! Amaçlanan şey, tanrılardan kaçan, bir yere sığınan, saklanan tanrı üretmek değildir! O yalnız tanrıdır! Tasavvuftaki önerilere dikkat etmek gerekir. Yılmaz Dündar – “Zor ve münzevi bir hayat gerekiyor” gibi tarifler görüyoruz bazen? Evet, bazı tasavvuf yöntemlerinde öyle şeyleri okuyoruz. Onların yaptıkları ve içinde zorluklar olan o tür şeyler, onları tanrılarından kurtarmak içindir, onun içinse doğrudur! Tanrılarından kurtulmak için o gayreti gösterir, o sıkıntıya katlanırlar. Eğer o yöntemi öneren bir tanrı değilse, o yöntemle tanrıdan kurtulmaya gayret edilmiş olur. Yoksa onu yapan yalnız bir tanrı olur; aç kalmış, yalnızlaşmış, zavallı bir tanrı. Öyleyse bir şey fark etmez ki! - Tanımak için “kalabalık mı, tenha mı olmalı?” diye kendimize soruyoruz, ama bazen de, ne yaparsan yap tanrıdan kurtulmak zor gibi düşünüyoruz? Evet, çok zor! Kurtuluş için gereken bazı uygulamalar tabi ki yapılabilir. Ama mutlaka kalabalık şehre veya sakin bir yere gitmek gerekiyor diye bir şey yok, fiziksel alan her zaman çok önemli değil! Kişilerin yapısına göre değişen şeyler olabilir. Ama bir genelleme yapılırsa önemli olan fiziksel alan değildir! Örneğin evde zor oluyor diye yanılıp gerçek dergâhtan kaçıyor insanlar! Size zor gelen o yer esas dergâhtır, esas dergâh evdir! Bazı kişiler kolay yapmak için nur-u pak olmuş hocanın yanına gidip oturuyor. Onun yanında herkes sessiz duruyor zaten, sen de sessizce durursun, tamam. Önemli olan; dışarıda da öyle duruyor musun, hayatın içerisinde de öyle misin? O önemli! Allah’ın varlığını anlamada bir de farklı bir yaklaşım tarzını paylaşayım. Allah’ın varlığını anlamaya çalışıyor değiliz elhamdülillah. Öyle değiliz, ama bu anlatacağım o noktalarda olan ve gayret eden kişi için yararlı olabilir. Diyelim ki biz Hazreti İbrahim’i veya Efendimiz’in zamanını konuşuyoruz. Hazreti İbrahim’i, Efendimiz’i ve sahabeleri anlatırken dinleyen bir kişi Allah’ın varlığını hissedebilir, Allah’la ilgili bir duyguya, bir manaya bürünebilir. Ama onun Ebu Leheb’de de Allah’ın varlığını görebilmesi lazım, Nemrut’ta da Allah’ın varlığını görebilmesi 187 lazım! İşte onu başardığı zaman Tevhid’i anlaması kolaylaşır, Tevhid anlayışı kolaylaşır. Oraları okurken dinlerken, “Allah bir takımın kaptanı, karşıda da inanmayanlar var ve kavga ediyorlar” gibi mücadele eden iki takım düşünürse yanılır. Halbuki karşı takım dediği yerde de Allah’ın emrini görebilirse, onun Tevhid anlayışı kolaylaşır. Bu yüzden, bazen de kalabalık şehirler ve sosyal hayatın içinde olmak Tevhid anlayışını pekiştirmek isteyen için iyi bir antrenmandır. Şimdi söyleyeceğim sebepten dolayı zordur, ama başarınca da getirisi çok büyüktür. O zorluğun, o riskin karşısında da başarı çok büyüktür! Tanrıyı yakalamaya devam edelim mi? Tanrı tanrılar arasında boy göstermeyi severken onun cazibe platformu cinselliktir. Tanrılar âleminin bir cazibesi vardır; cinsellik! Bu cazibe neye benzer bakın: Evin eşyalarının üzerine spreyle şeker solüsyonu sıkıp camları da açalım, hava da sıcak, ne olur? Sinekler üşüşür! Kimi koltukla meşguldür, kimi sehpayla meşguldür, kimi aynayla... Baktığımız zaman, aynayla meşgul sinek, sehpayla meşgul sinek, duvarla meşgul sinekler görürsünüz. Gerçekte onlarla mı meşguller, cazibeyle mi? Aslında şekerle meşguller! Bir cazibe var; görünüşte hep “başka şeylerle” meşguller, ama onları meşgul eden tek bir cazibe var. İşte bunun gibi, tanrıları da tanrılık âleminde tutan cazibeyi hiç düşündünüz mü? O cinselliktir! İnsanın tanrılar âleminden kopmasını zorlaştıran, kopacakmış gibiyken mıknatıs gibi kendine çeken şey cinselliktir; tanrılar âleminin tanrılık veri tabanının platformunun cinsellik olmasıdır! Tanrının tanrılar arasında boy göstermeyi sevmesine neden olan şey bu cazibe platformudur, cinselliktir. Ve o tanrıdır işte! Bahsettiğimiz haşerenin evde boy gösterişi gibi hayatı onun üzerine kurulur. Baktığımız zaman her şeyle meşgul, faaliyette, aktif görüyoruz hepsini. Biri çerçeveyle, biri aynayla, biri sehpayla meşgul, ama hepsi aynı şeyle meşguller; o cazibeyle, şekerle meşguller! Tanrılar âleminin platformu cinselliktir! 188 Bunu hayatınızda iyi incelediğinizde tanrıyı fonksiyonsuz kılmakta çok önemli bir gücü elde etmiş olursunuz. Bunu işin Talibi için söylüyorum, çünkü bununla ancak o ilgilenir! Kendinizi iyi, tarafsız, Hakem ismiyle inceler ve kararlarınızı böyle verirseniz, oluşturduğunuz fiillerin bu cazibeye mi yönelik, yoksa “B” halinin cazibesine mi yönelik olduğunu görürsünüz! -Cinsellik tamam, ama “para, unvan, mal gibi” cazibeleri de görüyoruz? Onların hepsi cinsellik platformundadır. O saydıkların ve saymadığın diğerleri hepsi bu platformun üstündedir, onun üstünde yerini almışlardır! Cinsellik platformunun üstünde para vardır, ün vardır, görünme vardır, ama onları dürtüleyen zemin cinselliktir. Cinsellik derken seksi kast etmiyorum! Bir kişi “ben hiç seksle meşgul değilim, karşıyım bile” diyebilir, seks başka bir şeydir! Ama hayatını, fiillerin temelini incelediğinizde bir cinsellik bulursunuz, hep cinsellikle ilgili bir boy gösterme bulursunuz: İşte o tanrının cazibesidir, tanrılar âleminin cazibesidir! Kişi kendisini ondan kurtarabilmelidir. Kurtaramadığı zaman, kişinin fiilleri tanrılar âleminden kurtulamaz. Daha önce söylemiştim hatırlayacaksınız; saç tarama fiili bir iştir. Onu tanrı yapıyorsa cehennemlik bir ameldir, “B” hali yapıyorsa cennetlik bir iştir. Saç tarama işi “B”yle ilgili bir fiilse başkadır, tanrıyla ilgili bir fiilse başka, değil mi? Kişi rahatlıkla bunu kendisi bilebilir, izleyebilir, yönetebilir. Bunu önemseyip yönettiği zaman, toplum içerisindeki fiillerinin büyük çoğunluğunun temelinde kendisinin bile fark etmediği bir cinsel dürtünün olduğunu görecektir. Çünkü cinsellik tamamen tanrıya ait önemli bir cazibedir. “A” “B” kılığına girer, tanrı “B” kılığında görünebilir, bu onun bir özelliğidir. Ama “B” onun kılığına, “A” kılığına girmez, “B”de kandırma yoktur! O yüzden denmiş; ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün! Bu söz çok beğenilir ama bu söz “B”ye hitap eder, ona ait bir şeydir, “B” öyle olabilir! “A” hiçbir İhlâs Hayat Döngüsü zaman öyle olamaz, tanrı hiçbir zaman olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olamaz! Dikkat ederseniz bu sözü tasavvufun büyükleri söylerler; olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol! Bu söz “B”ye aittir! Eğer bir kişi bu cümleye uymaya gayret ederek “A”dan kurtulmaya çalışsa, sırf bu bile bir kurtuluş yöntemidir. Önerilenlere; yani farzlara ve haramlara titizliği yanında yöntem olarak yalnızca bunu bile prensip edinse, “B”yi anlayabilmek fark edebilmek, “böyle bir şeyler de varmış” diyebilmek için iyi bir yoldur bu! Örneğin, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e bir zat geliyor diyor ki, “bana çok şey söyleme, bir şey söyle! O bir şeyi yapmakla hepsini yapmış olayım; ondan taviz vermeyeyim, hep onunla uğraşayım, ama bir tane olsun. Efendimiz birşey söylüyor: Hep doğru söyle! Çünkü biliyor ki, hep doğru söylemeyi prensip edinirse kişi “B”yi fark edebilir. Çünkü “B” kandırıp da “A” gibi gözükmez, ama “A” rol yapıp “B” kılığına girer, “B” gibi gözükür. Böylece kişi kendisini İslamiyet’te ilerliyorum, İslamiyet’le meşgulüm bile sanar. Bunun temeline baktığınızda şu kuralı görürsünüz: Kişi inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığına inanmaya başlar! Rahat etmesi için yaşadığını doğrular, yaşadığını tasdik eder. Böylece, kendindeki tanrıya “B” elbisesi giydirmeye çalışıyordur. Hani çocuklara bazen “asker, polis elbisesi” giydirirler ya, işte onun gibi kişi de “B” elbisesini” tanrısına giydirir ki öyle gözüksün! Ve “ben de bu yoldayım” der, tatmin olur, rahat eder. En önemli sebep; inandığı gibi yaşayamaması nedeniyle yaşadığına inanmaya başlamasıdır. Bu anlattıklarım kimin için önemlidir? Talip olan için! Neden, bakın: Bir kişinin hedefi en azından nefs-i mutmaine değilse, böyle bir hedefi, böyle bir hevesi yoksa bu konulardan ne zevk alabilir ki, ne anlamı olur ki? Hedefine ulaşır ulaşmaz bilmiyoruz, ama onun için olması gereken şey, onun bir hedefinin olmasıdır. Acaba nefs-i mutmaine halini yaşayabilir miyim, mutmain nefs olabilir miyim? Kendisi için bir korku, bir Yılmaz Dündar mahzunluk olmayan hali yakalayabilir miyim? Bu önemli bir hedeftir! İşte hedef bu olunca söylediklerim Talip olan için çok önemli ipuçları haline gelir. Tanrılar âleminin çarkı vehmin zulmeti+şeytan işbirliğiyle döner! Tanrılığın, tanrılar âleminin çarkı neyle, nasıl dönüyor, ileride genişleteceğiz. Tanrılık döngüsü, onun mekanizması vehmin zulmeti+şeytan sistemidir! “Bu döngü nasıl kırılır, bu döngüyü bir yerinden kırmak nasıl olur?” bunu da talip olan çok önemser. Bunu anlamak için vehmin zulmeti+şeytan işbirliğini inceleyeceğiz. Peki, “B” döngüsü nasıl çalışır? “B” halinin döngüsü akıl+imanla çalışır, “B” noktasının işleyişi akıl+iman mekanizmasıyladır! Orada akıl çok önemlidir! “B” noktasına gelebilmek ve “B” yolunda ilerleyebilmek ancak akıl+iman’la mümkündür. Yalnızca akıl yetmez, mümkün değildir! Kişi sadece imanla takliden de yapabilir, ama işin hakikatini yaşayabilmek için akıl+iman önemlidir. Aklın sağladığı nedir? Akıl, beynin mutmain olmasını sağlar. Nefs-i mutmaineye gidiyoruz ya, akıl beynin mutmain olmasını sağlar. Peki, iman? Aslında iman da bir akıl ürünüdür. Siz o konuda henüz bir bulguya ulaşamadığınız için, iman öngörüyle kabul edeceğiniz bir bilimsel bulgudur, iman bir nevi bilimsel bir öngörüdür. Hatır için kabul edilecek bir şey değildir, “hatırın için sana inanıyorum” diyeceğiniz bir şey değildir, bilimsel bir bulgudur! Ama sizin şu anki bilimsel pozisyonunuz onu ortaya koymaya yetmiyordur. Ahiret aslında bilimsel bir bulgudur, ama sizin şu anki bilimsel pozisyonunuz onu ortaya koymaya yetmiyor! Bu yüzden siz o bilimsel öngörüyle ona iman ediyorsunuz. O bilimi, o bilgileri çook önceden kabul ediyorsunuz. Peki, bunu kabul eden nedir? Bakın lütfen dikkat edin, bunu kabul eden “kalb”dir! Dolayısıyla, akıl+iman işbirliği, beyin+kalb işbirliği demektir. Akıl bu yolda beynin tatmin olmasını sağlayacak, iman tökezlediği yerde onun yolunu açacaktır, işbirliği böyledir. Çünkü tatmin olması için beynin hızlı gitmesi lazım. Dolayısıyla akıl 189 gerekiyor. Kalbin tatmin olması için de iman gerekiyor; iman da kalbi mutmain yapıyor. Böylece, bu yolda siz akıl+imanı, yani beyin+kalbi birlikte götürürsünüz. Bunlardan birisini bırakmak yanlış olur! Enfal 22: “İnne şerrad devabbi indallahis summül bükmülleziyne la ya’kılun.” “Muhakkak ki Allah indinde canlıların en şerlisi akletmeyen; akıl nurundan perdeli sağırlar ve dilsizlerdir.” Buradaki sağırlar ve dilsizler, bizim sağır dilsiz dediklerimiz değildir. Sağır; duyduğu halde anlamayan, söylendiği halde işitmeyen, dilsiz ise; konuştuğu zaman tanrı kelamı yapan tanrısını dile getirendir! Bu manayı görünce, kendimize soruyoruz; kişi nasıl öyle olur? Akıl nurundan perdeliyse, aklını kullanmıyorsa; o muhakkak ki Allah indinde canlıların en şerlisidir! Akıl nurundan mahrum kalanlar, akletmeyenler Allah indinde canlıların en şerlisi olarak tarif ediliyor ayette. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’de karşımıza çok sık çıkan “akletmeyecek misiniz, aklınızı kullanmayacak mısınız?” önerileri, imanın yaşanabilmesi için akla nasıl sıkı sarılınması gerektiğinin bir işaretidir ve bu iş beyinle ilişkilidir. Kalble ilgili ne denir? Allah’a iman etmeyecek misiniz? Gördünüz, artık iman etmeyecek misiniz? Bu mekanizmaya organ bazlı bakacak olursanız, olay beyin+kalb işbirliğidir. Bâtınından bakacak olursanız, iş akıl+iman işbirliğidir ve bu mekanizma bu yol için çok önemlidir! “B” Takdim Formu”na talip olan, kendini “B” ile takdim ettiğinde “sıfır noktası” dediğimiz henüz işin başlangıcı olan o noktada şöyle diyordu; ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim. Bu mana, bu cümle başlangıçtı, son durak değildi, “B” halinin başlayabilmesi için deklare edilmesi gereken önemli bir takdim şekliydi. Ama bu önemli takdimle beraber kişi Esma’ül Hüsna dünyasına girer. Kişi kendini “B” ile takdim ettiğinde o cümleyi başlangıç noktasında söyler. O başlangıç noktasını çok iyi anlamak, çok iyi analiz etmek gerekiyor. Çünkü İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerleme, o noktada karar kılmış bir yaşantıdan sonra başlar! 190 Dolayısıyla, “ne yaparsak o noktada karar kılar ve orada sabit dururuz?” bilmemiz ve onu uygulamamız gerekiyor. O noktayı bilmek, tanrılık iddiasından farkının ne olduğunu görmek ve onu hayat tarzı yapmak şarttır. Bu yüzden “B” takdimini de tanımalıyız. “B” Takdimiyle beraber kişi Esma’ül Hüsna Dünyası’na girer. Zaten Esma’ül Hüsna Dünyası’nda ama şimdi iş değişmeye başlar. “A” Takdiminde de Esma’ül Hüsna’lar geçerli ve onlar var. Farkı şu: “A” Takdim Formu”ndaki hayatı tanrılar tanımlar, hayatı Allah tanımlamaz. Orada Allah yerine ilan edilen rab bir hayat tanımlar, hatta doğru ve yanlışı da o tarif eder. Onun yaptığı tanım/tarif doğru bile olsa onu tanımlayan tanrıdır! Yani yapılan çok doğru bir tesbit olabilir, çok dürüstçe bir davranış olabilir, ama o tesbiti yapan tanrılar dünyasında yaşayan bir tanrıdır. O bir tanım yapacağı zaman tanımı kendisi yapıyor veya kendisi belirliyor. Diyelim ki herkes hayat için canlılık diyor. O; hayır, ben ona Hayy diyeceğim diyor. “Şöyle diyeceğim” diyen var ya, işte o tanrıdır! Tanrı öyle tanımlamak istiyor, tanrı öyle demeyi yeğliyor! Dolayısıyla, “A” Takdim Formu” dediğimiz tanrılar âleminde Esma’ül Hüsna’ları tanrılar tanımlar: “Ben ona “Hayy” diyorum, ona “Kayyum” diyeceğim, ona “Alîm” diyeceğim, “Kadir” diyeceğim...” diyor, nasıl istemişse öyle tanımlıyor. Hâlbuki kişi “B” takdimine girişteki noktada karar kıldığında bir tanımlayan olmaz. Kişi gerçek Esma’ül Hüsna âlemine girer, Esma’ül Hüsna âleminin gerçeğiyle yüz yüze gelir. “Bu nedir, nasıldır?” göreceğiz. Biz B0 noktasının özelliklerini görmeye, anlamaya devam edelim. “B” Takdimiyle birlikte kişi hemen “Şekûr” ismi kapsamına girer. Zaten o artık esas Esma’ül Hüsna âleminde! Tanrılar âlemindeyken Esma’ül Hüsna’ları uzaktan tanımlıyordu, “B” Takdim Formu”yla birlikte, “B” haliyle beraber bir tanımlayan kalmaz. Ama o hala var! O var olduğuna göre, nerede? Şimdi o Esma’ül Hüsna’larda yaşıyor. Oraya girer girmez hemen fark ettiği Esma’ül Hüsna’lardan İhlâs Hayat Döngüsü birisi Şekûr ismidir. Çünkü o noktada sabit kalmakla Şekûr, Hamid ve Şehid ismi kapsamına girer. “B” takdimiyle birlikte Hamid ismi ve Şehid ismi kapsamına girilir. Bu üç ismi fark etmek gerekiyor. Kişinin orada karar kılabilmesi, hayatını orada idame ettirebilmesi için başlangıçta bu üç esmayı fark etmesi lazım! Birazdan detaylandıracağız. ”B”nin başladığı noktadan itibaren İlmel Yakin hal başlar, Fiillerin Tecellisi başlar. Sıfır noktasıyla birlikte İlmel Yakin hal başlar. Ona biz Fiillerin Tecellisi de diyoruz. Fiillerin Tecellisi için ona kapı açılmıştır artık. Fiillerin Tecellisi halinin başlamasıyla açılan önemli kapı Keşf Kapısıdır. Ona o takdimle beraber Keşf Kapısı açılır. “B” takdimiyle beraber onun ilk keşfi şudur ve bu önemli bir keşiftir: Bendeki “Hayy” Allah’ın Hayy’ıdır, bendeki “Semi” Allah’ın Semi’sidir, bendeki “Basir” Allah’ın Basir’idir, bendeki “Alîm” Allah’ın Alîm’idir, bendeki “Kadir” Allah’ın Kadir’idir, bendeki “Mürid” Allah’ın Mürid’idir, bendeki “Mütekellim” Allah’ın Mütekellim’idir. Bunlar nefse ait yedi sıfattır, kişi bunların [nefsin yedi vasfının] kendisine ait olmadığını keşfeder, ilk keşfi budur onun. Bu neden ona ait değildir? Ona ait olursa “A” Takdim Formu”nda olur, tanrı olur! O zaman “B” noktasında olmaz ki! “Benim görmem, benim işitmem, benim ilmim; benim bilmem, benim iradem, benim aklım, benim hükmüm, benim o olaydaki gerçekleştirme gücüm, benim iletişim yeteneklerim; benim kelamım” deyip duruyorsa o “A” Takdim Formu”ndadır. Kendisindeki Rab Gücüne sahip çıkan bu yapı, Vehmin Zulmeti’ne uyarak tanrılığını ilan eden yapıdır. Zaten siz kendinizi “B” olarak takdim ettiğinizde kendinize ait böyle iddialarda bulunamazsınız! Demek ki, B0 noktasıyla birlikte keşf kapısından giriliyor ve bu noktaya ait bir önemli keşf yaşanıyor, ki onu açıkladık. Eğer kişi “B” takdim noktasında sabit kalır ve o yaşantıda ilerlemeyi başarabilirse o zaman keşiflerle ilgili ilerlemeleri olur. Yılmaz Dündar -“B” Takdiminde, başlangıçtaki şahit olma nasıldır? Gerçekten var olmadığını anlamak mı? Kişi orada La ilahe illallah dediğinde ne hissediyor? İhlâs Hayat Döngüsü şemasını hatırlıyor musun? O hayat döngüsünün ilk başlangıç noktası normal yaratılış akışı içerisinde bir nokta idi. O noktadan yaratılan kişi sıfır noktasına/takdim noktasına geldiğinde kendisini takdim ederken rablığını ilan ederek “A” Takdim Formu”yla gerçeğin dışında sandığı bir hayat başlatıyordu. Eğer Hakikatten sapışını fark eder ve zulmete düşmesine yol açan “A” Takdim Formu”nun fonksiyonlarını yok ederse, o tanrıyı fonksiyonsuz hale getirir. Bu gayretle “B” Takdiminde sabit bir hayat oluşturabilirse kararlı olduğu o sıfır noktasında kendisine İlmel Yakin kapısı açılır; Keşif kapısı açılır; Fiillerin Tecellisi kapısı açılır. O halle beraber hemen bu üç ismin kapsamına girer kendiliğinden; Şekûr ismi, Hamid ismi, Şehid ismi. Bu takdimin gereği budur. Şehid; her şeyin, her olayın, her varlığın hakikatini görmek demektir. O isimle birlikte Şehadet başlıyor işte! O artık Kelime-i Şahadet’i; Ettehıyyatü’yü; yani miracı, salâtta miracı gereği gibi yerine getirebilir. Bu yüzden, kişi Kelime-i Şahadet’i okuyabilecek kapsama girer. Ama bütün bunlar için tanrı iddiası ve tanrıya ait veri tabanından kurtulmak şarttır. Tanrıya ait veri tabanını siz şartlanmalar diye duyarsınız. - Kişide Şehid, Hamid ve Şekur isimleri tecelli etti, ilmel yakini yaşadı. Sonra yine “A” formuna kayma olabilir mi? Kayma olabilir! O yüzden, önce bu noktada sabit kalmayı başarmak lazım! İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel bir yol çizdik, o yol sonra tanrılar dünyasında ilerleyip gidiyor. O paralel yol nefs-i mülhimedir ve bir nevi iyi bir yerdir. İşte kişi bu paralel yola gelse bile kişi henüz tanrıdır, yani “A” takdimindedir. Fatır Suresi 32. Ayete göre “cennete gireceği söylenen nefse zulm”ün yeri burasıdır. Evet, kişi geldiği bu sıfır noktasından kayabilir, kayarsa da nefsine zulme geri dönmüş olur. Sonra “B” noktasına 191 tekrar gelir, bu gel-gitler yaşanır… Sıfır noktasında “sabit kalmayı başarmak” önemlidir. Ancak orada sabit kalmayı başarmakla İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerleme başlar. Kişi kendini “B” ile takdim etmekle hemen birden orda sabit kalamaz. Orda sabit olmak için, hem “A”yı hem de “B”yi iyi tanımak ve hayatta karşısına “A” çıktıkça ona “La ilahe” demek önemlidir. Hem sözlü olarak, hem o işi yapmayarak La ilahe demek, böylece kendisini hala “A” çizgisine çeken davranışlarla karşılaştıkça onları yok eden bir mücadele içinde olmak gerekiyor. Çünkü, sıfır noktasında sabit kalabilme gayretiyle İlla Allah demek önemlidir! Bazı davranışlarınızı “B”ye getirmiş olabilirsiniz, ama hepsinin oraya gelmesi gerekir! Diyelim, yüz kadar davranışını oraya taşımıştır, ama iki davranışı onu tekrar “A”ya çekiyordur. Onları daha kolay fark edip, onlarla mücadele ederek “B”de sabit kalmaya gayret etmelidir! “B”deki sıfır noktasında sabit kalmak çok önemli bir başarıdır. Çünkü yol o noktadan itibaren başlar, ilerleme o noktadan itibarendir. Bu noktaya gelen kişi, şimdi orada sabit kalma mücadelesi veriyordur. O mücadeleyi verirken “A”ya düşebilir, nefse zulüm hallerine dönebilir. Ama o yolda sabitlenmişse, kararlı hale gelmişse, ilerleme başlamışsa, artık onda “ne korku ne mahzunluk vardır” hali başlar. O zaman geri dönüş olmaz, mümkün değil! -”Ya Mukallibel kulub, sebbit kalbi ala diynike” duası burada nasıl olur? O hep geçerlidir, ama belki de onun fark edilip söyleneceği en önemli yer, en önemli nokta burasıdır. O durumda bu çok güzel bir dua olur; ya Mukallibel kulub, sebbit kalbi ala diynike; beni “B”ye sabit kıl Allahım. Şekur ismi “vereni bilme” manasına gelir, bir nevi vereni bilmedir. Vereni bilmek iki türlü olur. Tanrılığını ilan etmiş birisi “bana bunu Allah verdi” diyebilir. Ama onun o söylediği bir üst makama havale gibidir. Kendisine onu kendi ilan ettiği üst makamın verdiğini söyler. Bu şükür hali değildir, buradaki “bilme” Şekûr için geçerli hal değildir. Gerçek şükür hali için 192 tanrı olmamak, tanrılığını ilan etmemek gerekir! Bu çok önemli; buna çok özen gösteriniz! Kişi kendisini “B” haliyle takdim ettiğinde o takdim, bizzat verenin Allah olduğunun keşfidir zaten. Diğerinde, Rablığını ilan etmiş müstakil bir birim var ve ona Allah bir şeyler veriyor; bakın bu da Allah’tan bilmektir ama yanlıştır. Kişinin karşısına ummadığı bir yerden büyük bir para çıkar “bunu bana Allah verdi” der, Allah’ın verdiğini söyler “çok şükür” der ya, bizim anlatmak istediğimiz bu değildir! Kişi kendisini “B” olarak takdim ettiğinde, kendini Allah’tan gayrı bir birim olarak görmediğinde zaten veren Allah’tır noktasındadır, kendiliğinden şükreden kul haline gelir. Şükreden kul haline gelmekle Şekûr kapsamına girmiştir. O şimdi; şükredene yani vereni bilene Allah daha çok verir kanununun çalıştığı bir noktaya gelmiş olur! Eğer “B” halinde sabit durursa, şükreden kul noktasında/Şekûr isminde kararlı olursa Allah ona bu yolu daha çok verir, böylece ilerlemesi kolaylaşır. “B” takdimiyle beraber Hamid ismi kapsamına girilir. Hamid ismi kapsamına şöyle girilir: Kendisini “B” haliyle takdim etmiş kişi o halde yaşarken fikir ileri sürer, yorum yapar. “B” Takdiminde olan birisi fikir ileri sürerken, yorum yaparken bilir ki; hamd Allah’a mahsustur; takdir Allah’a mahsustur. Yine bilir ki; kendisi takdir ederse, kendisi yorum yaparsa ve birimselliğinden kaynaklanan bir fikir ileri sürerse “tanrı” olacaktır, nefsine zulmedecektir; nefsinin hakikatini vermemiş olacaktır! Nefsle ilgili basit bir benzetme yapıp buraya dönelim. Diyelim ki, bana birisi bir çanta para verdi ve “bu çantadaki para sana emanet, ben sana bu parayı nasıl harcayacağını söyleyeceğim, sen de bu parayı söylediğim yerlere harcayacaksın” dedi. Bu para benim değil, parasal bir gücüm de yok, para bende sadece duruyor değil mi? Bu durumda ben kendimi; “para dolu çanta tutan adam” olarak takdim ederim. Parayla ilgili bir güç, parayla ilgili bir mertebe ilan etmem, parayla ilgili bir iddiam İhlâs Hayat Döngüsü yoktur! Onun ne olacağını da bilmem. Denecek ki, şu kadarını şuraya ver, onu oraya vereceğim. Pozisyonum bu, böyle bir yapım var! Manayı anladıktan sonra örneği yok edelim. Tasavvufta böyle örnekler olmaz ve hiçbir örnek anlatılmak istenene tam oturmaz! Manayı yakalayalım ve örneği atalım! Bu durumda A’si olan ne yapar? Kendini “A” ile takdim eden bakıyor ki bir çanta para, paraya sahip çıkıyor ve başlıyor harcamaya. Buradaki gücü kullanıyor, emaneti suistimal ediyor, nankörlük yapıyor! Ayetlerden nankör kelimesini hatırlarsınız, nankörlük yapıyor; böylece kendisine verilen bu hakkı yiyor. Hak yemek zulmetmek demekti değil mi? O da buradaki bu Hakk’a zulmetmiş oluyor. Örnekteki adamın hali “A” Takdim Formu”ndaki kişi gibidir; kendisine verilen nefs gücünü alıp kullanıyor. Tabi, işin aslı; o veri tabanı kendine nasıl takdir edilmişse öyle davranıyor, onu yaşıyor. Ama biz manzaraya insan boyutundan baktığımız için böyle anlatıyoruz! Aksi halde; “tanrı olanın emrini Allah vermiyor mu?” diyebilirsiniz. Elbette! Bakın şu ayeti hatırlayın: ”Sizi de, tanrılarınızı da Allah yaratmıştır.” Sizi de [“B” halinizi de] tanrılarınızı da [tanrılık ilan etmişseniz onu da] Allah yaratmıştır, “A” haliniz de Allah’ın yarattığı bir şeydir! Kurduğumuz bu cümleler bu yolda mücadele içindir, İnsan-29’a göre gayret sarf etmek için geçerlidir, bu cümleler İnsan-29 gereğidir. Neydi o ayet? “Dileyen Rabbine yol tutsun, dileyen artık Rabbine dönsün.” Bu ayetin gereğini, dileyenin Rabbine dönmesi fiilini yerine getirme gayretinde olana yardımcı olabilmek içindir bu cümleler! Kişiye verilen ve nefs diye tanımladığımız rububiyet nuru/yapma gücü/rab gücü/rablık, bahsettiğim para gücü gibidir! O güç iyi kötü, doğru eğri demez yapar! Tanrılığını ilan edene “şunu yap, şöyle yap” diyen, gücü suistimal edip tanrılığını ilan eden “A” yapısıdır. “B” yapısındaki kişi fikir ileri süreceğinde, bir yorum yapacağında “o Allah’ın takdirindedir!” manasına gelen yorumlar yapar, onun hiçbir bakışı, hiçbir düşüncesi o manadan ayrılmaz! Bu yüzden, özellikle “B”de sabit kalabilmek için Yılmaz Dündar Şekûr ve Hamid ismini iyi kavrayıp yaşıyor hale gelmek, onu adet haline getirmek, rutinleştirmek gerekiyor. Mesela bir kişiye “araban var mı?” diye sorduğumuzu düşünün. Bakın “var mı?” diye sorduk, arabayla ilgili herhangi bir fikir sormadık. “Çok şükür arabam var, Şekur olan Allah’a şükürler olsun ki arabam var” demesi “Allah bana araba nasib etti” demektir ve bu Şekur kapsamında bir davranıştır. Ona bu kez “arabanın bir sorunu var mı?” diye sorduk, “Elhamdülillah bir sorunu yok” derse “takdir kendisine ait olan, kader elinde olan, emir kendi elinde olan, irade kendi elinde olan Allah bana sorunsuz bir araba verdi” demiş olur. “İnceledim, baktım bir sorunu yok” demiyor, diyemiyor. Kişi başlangıçta öyle cümleler de kurabilir, antrenman sırasında olur öyle şeyler, ama hemen düzeltir; “ben şöyle dedim, öyle dememem lazımdı, şöyle söylemem lazım” diye düzeltir. O düzeltmeler de önemlidir ve onlar fiilde zikirdir, Hamîd’in fiilde zikridir. Bu zikir işi neye benzer biliyor musunuz? Birisi Antalya’ya gidecek, ama Antalya’ya gideceğini unutuyor. Ona denir ki, durmadan “Antalya’ya gideceğim, Antalya’ya gideceğim” de. Unutuyor çünkü! İşte o dilde zikirdir! Unutmayan kişinin “Antalya’ya gideceğim” diye tekrar edip durmasına gerek yok! Unutuyorsa, unutmaması için ona tembihlemişlerdir “sen durmadan böyle de” diye. Çünkü Antalya mevhumunu unutabiliyor. Hatta terminale gider, Antalya otobüsüne biner, hala “Antalya’ya gideceğim, Antalya’ya gidiyorum” diyordur, ama buna rağmen unutup yanlış yerde inebilir! “Antalya’ya gitme” kişinin hayatı haline gelmişse, bunu söylemesine gerek yok! Gerektiğinde söyler, sorulunca der! Nereye gidiyorsun? Antalya’ya! Sorulduğu zaman söyler. Bunu sana kim verdi? “Allah verdi” der, sorulduğu zaman söyler. İşte zikirler de böyledir. Biz neden dilde zikir yapıyoruz? Yaşantımız “A” Takdimi üzerine olduğu için! “B”yi bilmiyoruz, “B”yi unutuyoruz, yaşarken onu hep unutuyoruz! Onu veri tabanı haline getirebilmek için, dilde zikrini yapıyoruz. Dilde 193 zikir, yanlış otobüse binmemek için! Neyi yapmak ve ne olmak istiyorsak onun dilde zikrini yapıyoruz ki, onu unutmayalım ve beynimizde onunla ilgili kapasiteler açılsın da nihayet şaşırmadan, unutmadan Antalya’ya giden adam haline gelelim. Hedefini bilen, saatini bilen, biletini alıp koltuğuna oturmuş kişi haline gelmek ise halde zikirdir. Antalya otobüsüne oturmuş, sessiz güzel gidiyor. Fiilde Zikir ise, gideceği yeri ve yapacağı şeyi bilen kişinin, ulaştığı yerde yaşaması, oranın gereğini yaşamasıdır. Antalya’da gideceği yere gidiyor, Antalya’yı yaşıyor; bu da fiilde zikirdir. Ve esas zikir budur, zikirde hedeflenen fiilde zikirdir. O artık Antalya’da! Şuraya gidiyorum, buraya gidiyorum demesine gerek yok. Ama bu noktaya gelene kadar, oraya giden yolu şaşırmamak için onu çok tekrar eder, çok söyler, o dilde zikirdir. Biz “B” hayatına ait bir fiili yapabilmek için önce onun dilde zikrini yapıyoruz ve o bizde halde zikre dönüşüyor, vücudumuzun kimyası haline geliyor, vücudumuzu o zikre sokacak hale dönüşüyor! Dilde zikir ile oluşan ve açılan beyin kapasitelerinin yönlendirmesiyle salgılanan hormonlar, enzimler vücut kimyasını o hale çeviriyor, senin kimyanı değiştiriyor! Vücuttaki kimyanın değişmesi halde zikirdir, zikri yapılan esma’ül hüsna’ya uygun bir kimya oluşması halde zikirdir. Bu olmuşsa, artık sizden o esmaya ait fiiller çıkıyorsa, o da fiilde zikirdir. Esas amaç da budur; fiilde zikri yaşıyor olmaktır! Rasulullah’ın sürekli yaşadığı zikir hali; fiilde zikirdir. Böyle bir süreç yüzünden, kişi Hamid ve Şekur ismi kapsamına girerken ilk zamanlar unutabilir, sonra da “aslında veren Allah’tı” diyebilir. Dilde zikirle bunu düzeltmesi, “B”de sabit kalmak için önemli bir antrenmandır, “A”ya düşmemek için önemli bir uğraş ve önemli bir Zikrullahtır. “Nasılsınız?” diye sorulduğunda “Elhamdülillah” deriz. Sen birine “nasılsın?” derken onun bir yorum yapmasını bekliyorsun, o bir yorum yapacak ve “iyiyim, hastayım, şöyleyim, böyleyim” diye bir takdirde bulunacak, var olan şeyle ilgili bir takdirde bulunacak. Bunu nasıl söyleyecek? Biliyor ki; 194 takdir Allah’a aittir; emir Allah’a aittir. O zaman “Elhamdülillah” diyerek, “emir kendisine ait olan Allah, beni iyi yaptı Elhamdülillah” manasına gelen bir cevap veriyor. Vereni bilmek Şekûr ismiyle ilgilidir, verilenle ilgili yorum yapmak ise Hamid ismi kapsamındadır. Takdirin; hamdın; kaderin; emrin Allah’a ait olduğunu ortaya koyan söz ve davranışlar Hamid ismi kapsamındadır. Hamid ve Şekur isimleriyle yaşamak, bu noktada olan kişinin hayat tarzının önemli iki göstergesidir! “B” Takdimiyle beraber mutmainlik başlar. Mutmain olmak mutlu olmaktır. Ve mutlu olmak ancak “B” Takdimi’yle mümkündür! Mutmainliğin yaşanmaya başlanması “B” Takdimiyle beraber fark edilir. İşte bu yüzden o nokta “Amentü Billahi” noktasıdır, o nokta “Amentü Bilkaderi” noktasıdır. “B” Takdimiyle başlayan mutmainlik, mutmain olmaya adaylık Amentü Bilkaderi’nin yaşanmaya başladığı noktadır. Bahsettiğimiz ilah yapı, tanrılık halinde yaşayan yapı hiçbir zaman mutlu/mutmain olamaz, mümkün değil! Mutluluk tanrıya kapalıdır! Mutluluk hali Cennet Hali’dir ve cennet tanrıya kapalıdır, o hiçbir zaman mutlu olamaz! Diyeceksiniz ki, “ama yaşantısında mutlu”. O sizin mutluluk dedikleriniz “mutluluk” değildir, ya “memnuniyet”tir veya “rahatlık”tır. O, memnun olabilir, rahat olabilir ama hiçbir zaman mutlu olamaz. Mesela, tanrının namazıyla “B”nin salâtını analiz yapalım: Tanrı namaz kıldığında memnun olur, rahatlar, hatta kendisini takdir eder “aferin, bak namaz kılıyorsun” der, “herkes yatarken sen kalktın, müslüman dediğin böyle olur” der. O tanrıdır; memnun olur, rahatlar! Kendini “B” ile takdim eden ise salât ikamesinden dolayı mutlu olur. İkisi de bir haz yaşıyor; ama birisinin hazzı çok tehlikeli bir şirkken, diğerinin hazzı yasaldır. Bu da bir hazdır ve zamanla terk edeceği bir şirktir. Ama yasaldır, cennete uygun bir haldir! Kendisini “A” olarak takdim edenin ibadetlerinde duyduğu haz, tanrının memnuniyet ve rahatlığından kaynaklanan adrenalin salgısının hazzıdır, onun İhlâs Hayat Döngüsü verdiği hazdır! Kendisini farklı ve iyi insan görme, kendisini önemli görme, kendisini ayrı görme gibi duygulardan kaynaklanan bir hazdır! Peki, “B” takdiminde olanın duyduğu hazzın kaynağı nedir? “B” Takdiminde olan da, kendisini “B” ile takdim eden de haz duyar. “B” Takdimi’nde olan, Allah kendisine salât ikame etme rolü verdiği için haz duyar, o bu nedenle mutlu olur, mutmain olur; “elhamdülillah öyle diledi” der, bunun hazzını yaşar, duyar. İkisi birbirinden çok farklıdır. Birisi tanrılığı, diğeri Allah muhabbetini kuvvetlendirir, haşyeti kuvvetlendirir, “ya dilemezse, ya lutfetmezse!” korkusunu getirir. Tanrı namaz kılınca; “bunu adet edindik, bir daha bırakmayız, artık kimse bana namazı bıraktırtamaz. Bu iyi işmiş, bu zamana kadar bunu fark etmemişiz ya! Ben bundan sonra böyleyim” der. -Rasulullah Efendimiz’in “bana üç şey sevdirildi; salât, kadın ve güzel koku” hadisindeki “sevdirildi”yi nasıl anlamalıyız? Sevdirildi: Geleceğimiz bir nokta da bu zaten. Tanrı sistemine ait bir cazibeden bahsettik ve bunu bir şekere benzettik. “B” tarafının da öyle bir cazibesi var! O cazibeyi fark ettiği zaman kişi görecek ki; “B” tarafındaki cazibe diğerini örtüyor. Onlar yan yana konulduğunda, kişi “B” tarafındaki cazibeyi tercih edecek! Bu hal cezb/cezbe halidir. Bu takdimle yaşamak onu oraya cezb eder. İnşaAllah yeri gelince bu hadise bakacağız, ama sen hadisteki “dünyaNızdan” ifadesine de dikkat et! Efendimiz niye “dünyaMızdan” dememiş de “dünyaNızdan” demiş? Çünkü sevdirilen şeyler sizin dünyaNızdan! “B” Takdimi’yle birlikte kişinin yaşantısında “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber, MaşaAllah, İnşaAllah” ifadeleri mana bulur. Hamid isminin başlamasıyla birlikte bu ifadeler onun hem dilde zikridir, hem de yaşayarak fark ettiği şeylerdir! Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber, MaşaAllah, InşaAllah artık onun halleridir, yaşadığı hallerdir. Bunları hem dilinde rahatlıkla kullanır, hem de onları hayatında görmeye başlar. Yılmaz Dündar Dolayısıyla, o kişi için “Sübhanallahi ve Bihamdihi” çok büyük bir mana ifade eder! “B” Takdiminde olan kişinin çok önemli bir zikridir Sübhanallahi ve Bihamdihi... “B” halinin dilidir Sübhanallahi ve Bihamdihi... Ve yine “la havle ve la kuvvete illa Billâh” o hali yaşayışının çok önemli bir diğer zikridir. Artık yavaş yavaş fiillerin tecellisinden bahsetmeye başlarız. Çünkü bu noktadan itibaren kişi, hayatında fiillerin tecellisini yaşamaya başlar. Fiillerin tecellisini yaşamaya başlamak, kendini “B” ile takdim eden kişi için çok önemli bir antrenmandır. İnşaAllah ileride bunları konuşuruz. Bir tövbe ve dua yapıp tamamlayalım, inşaAllah. Allahümme eslemtü nefsiy ileyke ve veccehtü vechî ileyke ve fevvedtü emriy ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke. La melcee ve la mencee minke illa ileyke. Amentü Bi kitabikelleziy enzelte ve nebiyyikelleziy erselte. Allahümme ente Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi! Allahümme ente Rabbi la ilahe illa ente halakteniy ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü euzü bike min şerri ma sana’tu ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bizenbiy, fağfirliy zünubi, feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, Bi rahmetike ya Erhamer rahımîn. Rabbena zalemna enfusena ve inlem tağfirlena ve terhamna, lenekünenne minel hâsirîn. La ilahe illa ente Sübhâneke, inniy küntü minez zalimin. Rabbi inniy zalemtü nefsi zulmen kebiyran ve la yağfiruz zünube illa ente, fağfirliy mağfiraten min ındike verhamni, inneke entel Gafuru’r Rahiym ve Tevvabu’r Rahiym. Sübhanallahi ve Bihamdihi Sübhanallahil Aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. 195 Estağfirullahelleziy la ilahe illa HUvel Hayyül Kayyumu ve etûbü ileyh. Estağfirullah ya Rabbel arşil azim, Estağfirullah ya Rabbel arşil kerim, Estağfirullah ya Rabbel âlemin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ılmike… Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU! Elif, Lam, Mim… Allahu la ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve la şerike lek ve lekel mülkü ve lekel Hamdü ve inneke ala külli şey’in Kadir. Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Bedia’s Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel İkram. Eşhedü en la ilahe illallahül Ehadüs Samedülleziy lem yelid ve lem yuled ve lem yekün lehu küfüven ehad. İnnî veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikin. İnne salatiy ve nüsükiy ve mahyaye ve mematiy Lillahi Rabbi’l âlemin. Ve la şerike lehu ve bizalike ümirtü ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye lillahi, eslemtü li Rabbi’l âlemin. Âmin... Allahım; Öncelikle Rasulullah, Nebiullah, Habibullah, Keremullâh Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam’ın Güzel, Temiz, Latif Ruhu Şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve yavrularının ruhları için, Allahım, gelmiş olan tüm Nebi ve Rasul Efendilerimizin ruhları için, Ve Allahım, Halife Efendilerimiz Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali radıyallahu anhüm’ün ruhları için, Ashab-ı Kiram/Sahabe Efendilerimizin ruhları için, Ve Allahım, indinde makbul kullarının ruhları için, Allahım, yalnızca Senin rızanı umarak, yalnızca Senin Yolunu bilebilmek, İhlâs Hayat Döngüsü 196 anlayabilmek, yaşayabilmek amacıyla yan yana gelen, bir araya gelen bizlerin Senin rahmetine kavuşmuş sevdiklerimiz ve yakınlarımızın ruhları için. Allahım, onlara merhametinle muamele eyleyiver, onların azablarını yok ediver, onları bağışlayıver, affediver, mekânlarını cennet ediver ya Rabbi, Ve Allahım, rahmetine kavuşan bütün müslüman mümin din kardeşlerimizin ruhları için; Ey Allahım, müslüman mümin din kardeşlerimizin hastalarına acil şifa, dertlilerine acil deva, borçlularına acil eda, yolcularına acil selametlik hayrlısıyla, lutfunla, kolaylıkla nasib eyleyiver Ya Rabbi, Ey Allahım, bizlere, ailelerimize, yavrularımıza, inanan din kardeşlerimize sağlık sıhhat afiyet lutfeyleyiver, Allahım bizlere merhamet ediver, Allahım bizleri bağışlayıver, Allahım bizleri affediver, bizlere hidayet nasib eyleyiver Allahım, Ey Allahım, bizlere hayırlı ve helal rızklar lutfeyleyiver Allahım, Allahım, Rasulullah Efendimiz’in ilminin ve yönteminin yayılması için evlerini açan müslüman mümin din kardeşlerimizin evlerini nurunla nurlandır, bereketinle bereketlendir. Selamın daim orayı kaplasın Ya Rabbi. Onların gayretlerinden, emeklerinden, işlerinden razı oluver inşaAllah. Ve yalnızca RIZAN için El-FATİHA Allah’a emanet olun. EsSelâmü aleyküm...