Burhan 63:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Bismillahirrahmanirrahim
Selam ile.
“Kimsiniz” diye size sorulsa acaba neyi önceleyerek bu soruya cevap verirsiniz? “Müslümanım, Türküm, Kürdüm vs.”
Kimliğimizde, kişiliğimizde hâkim renk hangisi? Kendimizi “kim” olarak, kimlerden olarak kabul ediyoruz.
En yakın arkadaşınızla karşınlaştığınızda en çok hangi konular
üzerinde konuşursunuz? Diliniz kimliğinizi ele veren en belirgin alamettir. İnsan dilinin altında saklıdır derler. Mesela; damarımı kesseler
sarı lacivert akar diyen bir insan kendisini kim olarak tanıtır sizce?
“Biz” kelimesini hangi aidiyetiniz için en çok kullanırsınız?
“Biz” dediğinizde kendinizi kimlerden olarak kabul ediyorsunuz?
“Siz” kimlerdensiniz? “Ben Müslümanlardanım diyenden daha
doğru sözlü kim olabilir” buyruğunca öncelediklerimizde Müslüman kimliğimiz acaba birinci sırada mıdır?
Yıl 6
Sayı 63
Aralık 2010
Kimiz biz? Hıristiyanların dini bayramı olan Noel’i bayram olarak kutlayan Müslüman nasıl bir kimliğe sahiptir? Kabul ve retlerinde
önceliği İslam olmayan bir Müslüman nasıl bir kimliğe sahiptir? Allah’ın boyasını insanların boyasına tercih etmeyen edemeyen, yaşantısını İslam’ın değerlerine göre ayarlamayan, inandığı dinin,
kimliğinde ve kişiliğinde etkisi görülmeyen bir Müslüman nasıl ve
neye göre müslümandır?
Şairin dediği gibi:
Bir elde kadeh bir elde Kuran
Bir helaldir işimiz bir haram
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman
Yapıp ettiklerimizle, konuştuklarımızla, kılık kıyafetimizle, yaşantımızla kime benziyoruz? “Aynı onun gibi, onlar gibiyim” dediğimizde kimler gibiyiz? Usvetün hasene olarak bize gösterilen
efendimize ne kadar benziyoruz? Neyimiz ona benziyor? Ona benzemek gibi bir düşüncemiz var mı? Evlerimiz, çoluk çocuğumuz ve
evlerimizde ki hayat “örnek neslin” hayatına benziyor mu? Evlerimiz ve çocuklarımız kimin evine ve kimin çocuklarına benziyor?
Gün geçtikçe her şeyimizle değişiyoruz. Bu gidişat böyle sürerse yakın bir zamanda kendi kendimizi hiç tanıyamayacağız ve şu
soruyu korkarım ki kendimize soracağız: Ben kimim?
Dergimizin bu ayki dosya konusu “kâfirlere benzememek,
inanç, yaşantı vs. de onlara muhalefet etmek”. Her biri diğerinden daha güzel dosya yazılarıyla dergimiz “Noel” çılgınlığına
Müslümanların yaklaşımını sorguluyor. Noel ve Müslüman yaklaşımı, ısrarla okunması gereken ve üzerinde düşünülmesi gereken
bir durum... Hekimoğlu İsmail ile yapılan söyleşinin ikinci kısmı
ve diğer yazılarıyla derginiz Burhan dolu dolu…
Yeni bir yıla yaklaşırken siz değerli abonelerimizden aboneliğinizi yenilemenizi ve yeni abonelerle derginize sahip çıkmanızı istiyoruz. Daha güzel Burhanlarda buluşabilmek dileğiyle
Allah’a emanet olunuz.
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 63
Aralık 2010
4 Müslümanın Şahsiyyeti
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
48 Adi Taklitçiliğe “HAYIR”
Diyen İskilipli Atıf Hoca
Hasan BAŞAR
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
7 Şiir
Yollar Ve Gökler
YAYIN DANIŞMANLARI
Ayşe BAĞCIVAN
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
52 Unutulmuş Şifa
“Hacamat”
8 Müslüman Gözüyle Noel
Ve Yılbaşı
54 Muhabbet Bahçesi
Dr. Ramazan ŞAHAN
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Redaksiyon
Mürsel LÜLECİ
16 Yılbaşı, Toplumsal Bir
İsyandır
Mehmet TALU
DAĞITIM ORGANİZASYONU
56 Bir Kamil Mürşide
Varmadan Olmaz
Aydın BAŞAR
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Tek Sayı: 6 TL
24 Çağdaşlık Nedir?
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
Fuat TÜRKER
Fiyatı
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
Ersan BİLGİN
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
28 Tevessül
Posta Çeki No: 5091167
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No 291928
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN TR690001001673441655885002
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
58 “Eğer Aanlıyorsanız,
Sizin İçin Hayırlı Olan
Budur.”
36 Hekimoğlu İsmail:
“İslam Cemaatlerde Daha
Kolay Yaşanır.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
62 Yılbaşında
Çocuklarımız Kimin Kuşu
Olacak?
M. Emin KARABACAK
Kuran Kursu Cad.No: 87
66 Muhabbetin Alametleri
Sultanbeyli / İST.
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Mehmet Akif Mah.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
www.burhandergisi.com
40 Hıristiyan Dünyasına
Açık Mektup
Nihat MORGÜL
68 Burhan Çocuk
Musa KARACA
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı
yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
42 Hangi Osmanlı
70 Enes Bin Nadr
Ahmet HALİLOĞLU
Hatice FURAN
4
Yılbaşı Toplumsal Bir
İstyandırı
Mehmet TALU
28
Hıristiyan Dünyasına Açık
Mektup
Nihat MORGÜL
48
Bir Kamil Mürşide Varmadan
Olmaz
Aydın BAŞAR
62
Müslümanın Şahsiyyeti
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
16
Tevessül
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
40
Adi Taklitçiliğe “HAYIR”
Diyen İskilipli Atıf Hoca
Hasan BAŞAR
56
Yılbaşında Çocuklarımız
Kimin Kuşu Olacak
M.Emin KARABACAK
Müslümanın
Şahsiyyeti
üslüman, herkes gibi sıradan bir
insan değildir. O, Yüce Allah’ın
kulu ve son peygamberin ümmetidir. Yüce Allah’la ve Hz. Peygamber’le olan ilgisi ve alâkası, yani onlara
olan sağlam ve sarsılmaz îmânı, ona bir
kimlik ve kişilik kazandırmıştır. İşte müslümanın üzerinde belli olan bu kimlik ve
kişiliğe, Arapça ifâdesiyle şahsiyyet denilir. Şahsiyyet, sağlam müslümanı zayıf
müslümanlardan, diğer insanlardan ve
diğer din mensuplarından ayıran bir
özelliktir, bir renktir, bir kimliktir.
M
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Ciddî bir kuşatılmışlık içerisindeyiz. Bize, içi boşaltılmış ve kâfirleri
rahatsız etmeyen bir İslâm aşılanıyor.
Hayatımızın her anında dinsiz kâfirlere veya kitap ehli olan gayr-i müslimlere benzemeye teşvîk ediliyoruz.
Kimileri bunu kasden yapıyor, kimileri de karşı cephedekilere hoş görünmek için yapıyor. Dînimize göre
ikisi de merduttur...
4
Yüce Allah, kıyâmete kadar her
asırda İslâm’ı temsil edecek olan seçkin
ve sağlam müslümanların bürünecekleri
kimlik ve şahsiyyet konusu hakkında
Kur’ân-ı kerîm’in değişik yerlerinde şöyle
buyurur:
“Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği
ve kendisini seven, müminlere karşı
alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı izzetli ve şiddetli bir toplum getirecektir.
(Bunlar) Allah yolunda cihâd ederler ve
hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği
lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.
Aralık 2010
Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır ve
O’nun Rasûlüdür ve bir de müminlerdir. O müminler ki, Allah’ın emrine boyun eğerek namazı
kılar, zekâtı verirler.
Kim Allah’ı, O’nun Rasûlünü, ve îmân
edenleri dost edinirse (bilsin ki), üstün gelecek
olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.
Ey îmân edenler! Sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden dîninizi alay konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mümin iseniz.” (el-Mâide sûresi, 5/54-57)
“O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru
ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hûd sûresi,
11/112)
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır.” deyip
sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: “Korkmayın,
üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!” derler.” (Fussilet sûresi, 41/30)
“Rabbimiz Allah’tır.” deyip sonra da
dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve
onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık
orada ebedî kalacaklardır.” (el-Ahkâf sûresi, 46/13-14)
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin
üzerine melekler iner. Onlara: “Korkmayın, üzülmeyin,
size vâdolunan cennetle sevinin!” derler.” (Fussilet sûresi, 41/30)
“Onlar: “Andolsun, eğer Medîne’ye
dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan
mutlaka çıkaracaktır.” diyorlardı. Halbuki
asıl üstünlük, ancak Allah’ın, O’nu Rasûlünün ve müminlerindir. Fakat ne var ki,
münafıklar bunu bilmezler.” (el- Münâfıkûn sûresi,
63/8)
Bu âyetler ve bu âyetlere paralel olan hadisler çoğaltılabilir. Çünkü Yüce Allah’ın ve sevgili peygamberimizin murâdı, yeryüzünde bu
özelliklere sahip olan insanların çoğalması ve
yeryüzüne bu güzel insanların hâkim olmasıdır.
Ama gel gör ki, böyle olmuyor. Îmân şerefi ile
müşerref olan ve İslâm nîmet ile perverde olan
müslümanlar, Hz. Peygamber efendimizin arkasında durmak yerine kendilerine başka saflar
seçiyor ve başka imamlar buluyorlar. Hz. Peygamber efendimize ve sahâbe-i kirâm efendilerimize benzemek yerine kendilerine başka
örnekler buluyorlar. Hedefe, Yüce Allah’ın rızâsını koymak yerine dünya menfaatlerini ön
plana alıyorlar. Halbuki bizim en birinci ilkelerimizden birisi “İlâhî! Ente maksûdî ve rıdâke matlûbî”dir.
Saygıdeğer okuyucularım! İçinde yaşadığımız çağ hasta olduğu gibi bu çağın insanları da
hastadır. Hasta olan bu insanların kimlik ve kişilikleri de ellerinden alınmıştır. Kimliğini ve kişiliğini kaybeden bu çağın insanlarının en
büyük zaafı, birbirlerini taklit etmek ve birbirlerine benzemeye çalışmaktır.
Aralık 2010
5
Sıradan insanlar bu hastalığa yakalanabilirler. Çünkü onların bu hastalığa yakalanmamak için mikroplara karşı koyacak güçleri ve
kendilerini koruyacak donanımları yoktur. Ama
îmânı sağlam ve ameli sâlih olan müminler ve
müslümanlar böyle değildir. Onların, bu hastalıklardan kendilerini koruma güçleri ve donanımları vardır. Üstelik haslıklara, hastalara ve
mikroplara karşı direnme görevleri de vardır. Bu
direnmeyi göstermeyen ve müslümanları bu
hastalıklar konusunda uyarmayan kişi, cemeat,
lider ve kuruluşların yanlış yaptıkları kanaatindeyim. Bu yanlışı yapanlar bilsinler ki, yanlışlar
topluma yerleştikten sonra sökülüp atılması çok
zor oluyor.
Müslümanların, izlediği ve kendilerinden
çok şey beklediği bizim televizyon kanalları
kime benzemeye çalışıyor ve kimleri taklid ediyorlar. Kadın-erkek birlikte yapılan paneller,
açık oturumlar ve programlarla kimlere benzemeye çalışılıyor. Bu arkadaşlar, İslâm’daki haremlik ve selamlığı nereye koydular acaba?
Müzikli, sazlı, sözlü eğlence programlarına bu
kanalların idârecileri evlerinde âileleri ile birlikte bakabiliyorlar mı? Bizim dediğimiz gazetelerde gördüğümüz reklamlar ve resimler bizi
yere baktırıyor. Acaba bu gazetelerin idârecileri
de bunları görünce yere bakıyorlar mı? Müslümanları beş yıldızlı otellerde tatil yapmaya ve
aşırı derecede harcamaya dâvet edenler, kimin
değirmenine su taşıdıklarının farkında mılar? Bu
otellere gidenler de nerelere gittiklerini biliyorlar
mı? Bu özentinin ve zoraki benzemenin yarın
kendilerine neye mal olacağının ve kendilerinden neler alıp götüreceğinin farkında mılar? Evlerinde ve fakültelerinde bireysel bir hayat
yaşayan ve topluma karışmayan, bilgisayarlarının başında ömür geçiren, İslâm’ın derdine ağlamayan, müslümanların elinden tutmayan,
onlara yol göstermeyen, yaptıkları çalışmaları
kendilerinden ve asistanlarından başka kimse
okumayan akademisyenler kime hizmet ediyor
acaba? Evi, ocağı ve çoluk-çocuğu ile geçimsiz
olan müslüman bu dünyada kiminle yaşayacak
acaba? Dünyasını cennet haline getiremeyenler,
öbür dünyada cennete nasıl girecekler? Bunu
bir türlü anlayamıyorum.
Saygıdeğer okuyucularım! Ciddî bir kuşatılmışlık içerisindeyiz. Bize, içi boşaltılmış ve kâfirleri rahatsız etmeyen bir İslâm aşılanıyor.
Hayatımızın her anında dinsiz kâfirlere veya
kitap ehli olan gayr-i müslimlere benzemeye teşvîk ediliyoruz. Kimileri bunu kasden yapıyor, kimileri de karşı cephedekilere hoş görünmek için
yapıyor. Dînimize göre ikisi de merduttur.
Unutmayın! Ya inandığınız gibi yaşar ya da
yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.
6
Aralık 2010
Yollar Ve Gökler
Üstüste, altaltalar,
Bende gökler ve yollar.
Gökler, kat kat mavilik.
Yollar kol kol servilik.
Yollar nereye gider?
Ve ne düşünür gökler?
Göklerin bir sırrı var,
Onu arıyor yollar.
Gökler su da titriyor,
Yollar suda bitiyor.
Göklerin yüzü yerde,
yollarınki yerde.
Bu yollarda izimiz,
Bu göklerde gizlimiz.
Yollar, beni vardırın!
Gökler, tutup kaldırın!
Necip Fazıl KISAKÜREK
Aralık 2010
7
MÜSLÜMAN
GÖZÜYLE
NOEL VE
YILBAŞI
oel Bayramı: Hazret-i Îsâ'nın doğum
yıl dönümü olarak kabul edilir. Her
sene aralık ayının sonunda yapılır.
Hıristiyanların özel bir günü ve Bayramıdır.
Hazret-i Îsâ’nın doğum günü olduğu iddia
edilerek 25 Aralıkta kutlanan Hıristiyan yortusu (bayramı). Bu yortuyu, bir kısım Hıristiyanlar 6 Ocakta kutlamaktadır.
N
Dr. Ramazan ŞAHAN*
“Ey iman edenler! İçki,
kumar, dikili taşlar (putlar), fal
okları (şans oyunları) birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak
durun ki kurtuluşa eresiniz.
Şeytan içki ve kumar yoluyla
ancak aranıza düşmanlık ve kin
sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan
ve namazdan alıkoymak ister.
Artık (bunlardan) vazgeçtiniz
değil mi?” (Mâide 5/90-91)
8
Aslında Hazret-i Îsâ’nın doğum günü
kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Roma
İmparatoru Büyük Konstantin, Mîlâdî 313.
senesinde Hıristiyanlığı kabul ettiği zaman
eski inançlarından birçok şey de Hıristiyanlığa soktu. Güneş tanrısının doğum günü
kabul edilen 25 Aralığı yılbaşı kabul etti. Hz.
Îsâ'nın (al.) kurtarıcı tanrı olduğuna inanan
Hıristiyanlar da, Hz. Îsâ’nın 25 Aralıkta doğduğunu kabul ettiler. Sonunda bu geceyi
Mîlad ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar. Her ne amaçla ve ne şekilde kutlanırsa
kutlansın yılbaşında yapılan adetlerin bir çoğunun Hazret-i Îsâ’nın doğumundan çok
önce güneşe tapan insanların gelenek ve görenekleri olduğu kaynaklarda zikredilmiştir.
Hıristiyanlarca tanınan ve “Noel Baba” olarak isim yapan Saint Nicolas’ın (Aziz Nikolaos) Kaş’ın Gelemiş köyünde doğduğu veya
orada yaşadığı ise kesin değildir. Bu HıristiAralık 2010
yan din adamının, bu ilçede heykelinin dikilmesi Hıristiyan emperyalizmine malzeme olmuştur.
Bu Kutlama İmanımızı Zedeler
1
Noel Baba olarak bilinen Aya Nikola (Aziz Nikolaos)nın bâzen yalnız, bâzen yardımcısıyla ata binerek, bâzen de sekiz ren geyiğinin çektiği arabasıyla
evlerin damlarında dolaştığı efsânesi Amerikalılar ta-
İslam Dini'nde başkalarına özenmek, onların
hal ve hareketlerini, tavır ve davranışlarını benimsemek, onları üstün görmek ve dost edinmek anlamına
geleceği için bu gece yapılacak kutlamalar hoş karşılanmamıştır.
rafından gündeme getirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır.
Efsânevî inanış doğrultusunda Noel Baba yortusunu kutlayan Hıristiyanlar bu kutlamalar sırasında,
ışık ve çeşitli maddelerle yaprak dökmeyen ağaçları
süslerler. Bu da umûmiyetle çam ağacıydı. Bu âdet,
yaprak dökmeyen ağaçların ölümsüzlük simgesi sayılmalarından kaynaklanmaktadır. Kışın yeşil kalabilen başka ağaçlar da var ise de özellikle çamın
Allah (c.c.) bir ayette şöyle buyurmuştur: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost
edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun
Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur...” (Âl-i İmran
3/28)
Bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar?
Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir. O
seçilmesi manidardır. Zira çam haça benzer. Nitekim
İslam Dini'nde de her türlü yeşil, tabiat manzarası ve
bitkiler sevilirken özellikle Türklerin servi ağacına
önem vermeleri, bunu bütün mezarlıklarında yaygınlaştırmaları dikkat çekicidir. Çünkü servi ağacı uzun
ve düz haliyle Allah kelimesinin ilk harfi olan Elife
benzer.
(Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla
alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan
başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye)
kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz
de onlar gibi olursunuz…” (Nisa 4/139-140.)
YILBAŞI DOLAYISIYLA
YAPILAN
KUTLAMALARIN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Bu ayetlere göre bir Müslüman İslam’a aykırı
pek çok adet ve eğlencenin sergilendiği bu tür geceleri kutlayamaz, inancı buna müsaade etmez.
Yılbaşında yapılan kutlamalar inanç, ibadet,
ahlak, kültür, sosyal ve iktisadî hayatımızla ilgili çeşitli
zararlara sebeb olur. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
Aralık 2010
Bu Kutlamalar
İbadetlerimizi Yaralar
Yapılan ibadetlerin kabul ve makbul olması için
hayatın her yönünde Allah'ın istediği gibi davranmak
9
gerekir. Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost
tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna
yol göstermez. Kalblerinde hastalık bulunanların: "Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz" diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün... Onların
bütün yaptıkları boşa gitmiştir de kaybedenlerden olmuşlardır… Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır,
Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler…
Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap
verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer müminler iseniz.” (Mâide 5/51-57.) Bir
Müslüman İslam’a rağmen gayr-i Müslimlere
meyledemez, onların inanç, örf ve adetlerini
taklit edemez. Aksi halde yaptığı ibadetlerin de
bir anlamı kalmaz.
Noel Kutlamaları
İktisadi Gücümüzü Zedeler
Gayr-i Müslimleri taklid etmeye başladığımız
zaman bu tek bir sınırda kalmaz. Zamanla onları bütün yönleriyle taklîd etmeye başlarız.
Fakat onların kendilerine göre diktiği her elbise bize uymaz. Onlarla lüks ve israf yarışına
giriştiğimiz zaman ekonomimiz de bozulur.
Hele ülke genelinde yapılan bir gecelik fuzuli
masrafları hesab ederseniz bu konu daha iyi
anlaşılır.
İslam Dini lüks ve savurganlığı (israfı) şiddetle reddeder.2 Yılbaşında yapılan harcamaların hiçbir gerekçesi yoktur, tamamı fuzulîdir.
Dolayısıyla israftır. Müslümanın bu tür harcamaları tasvip etmesi düşünülemez. Allah (c.c.) bir
ayette; “…Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden
öyle davrananların cezası dünya hayatında
ancak rezillik ve rüsvaylık; kıyamet gününde ise
en şiddetli azaba itilmektir...” (Bakara 2/85) buyurmuştur.
O halde Müslüman Kur'ân-ı Kerîm’in sadece iman esaslarına inanmakla görevini tamamlamış olmaz, onun ibadet,
muamelat ve iktisat alanlarında da ölçülü davranır, her türlü
aşırılık ve israftan kaçınır. Aksi halde her iki cihanda da iki yakası bir araya gelmez. Nitekim bir başka ayette; “Erkek olsun
kadın olsun, kim mümin olarak güzel işler yaparsa, elbette
10
Aralık 2010
ona güzel bir hayat yaşatacak ve onları işledikleri en güzel işleri esas alarak ödüllendirecek, kötülüklerini bağışlayacağız.”
(Nahl 16/97)
buyrulmuştur. Kur'ân’ın emir ve ayasklarına aldırış etmeyenlerin her iki cihanda sıkıntı çekecekleri de şöyle bildirilmiştir: “Ama kim
Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona
sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet
günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz.” (Taha 20/124).
Bu Kutlamalar Sosyal
Hayatımızı Yaralar
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Alem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;
Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız:
Müslümanın kendine has bir kimliği ve kültürü vardır. O kendine has kimliğiyle ayakta
durur. İslamın dışındaki kültürlerle ne kadar kaynaşmaya uyuşmaya çalışsa da tamamen onlar
gibi olmadıkça onlar ferd olsun cemiyet olsunMüslümanı benimsemezler. Bir ayette bu konu
şöyle vurgulanmıştır: “Dinlerine uymadıkça
yahudiler de hıristiyanlar da asla senden
razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol,
ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden
sonra onların arzularına uyacak olursan,
andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne
de bir yardımcı vardır.” (Bakara 2/120). Dolayısıyla
gayr-i Müslim kültürlere özenmek, sürekli onlar
gibi olmaya çalışmak her an bizi kendi kimlik ve
kültürümüzden uzaklaştıracak ve İslam toplumunu dejenere edecektir.
İslami Bakış Açısıyla Yılbaşı
Kutlamaları
Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman ecdadınız?
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!
Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavsanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!...
Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakın: Hala mı hala ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme,
Yılbaşında yapılan önemli faaliyetlerden
bazıları şunlardır: İçki içmek, kumar oynamak,
kadınların açılıp saçılması ve çeşitli eğlenceler, TV.
Kanallarında sergilenen fuhuş vs., çam kesmek,
hindi boğazlamak vs. O halde bu yapılanların
İslam kültürüyle alakası var mıdır? İslam dini bu
tür eğlenceleri nasıl değerlendirir?
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam;
Yerde kalmış, na'şa benzer kavm için durmak haram!...
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur.
İslam Körü Körüne Taklît ve Yanlış
Tercihi Reddeder
Kur'ân-ı Kerîm çeşitli vesilelerle İslam dışı
inanç ve davranışlara karşı dik durmamızı emretmiş, batılın hiçbir türüne meyletmememizi bildirAralık 2010
11
miştir.3 Hiç kimse bir diğerinin günahını, vebalini
üstlenemeyeceği için körü körüne, bilinçsizce ve
yanlış yolda olanları taklide asla izin vermemiştir.
Allah (c.c.) bir ayette şöyle buyurmuştur: “Kafirler,
iman edenlere: ‘Bizim yolumuza uyun, sizin
günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Halbuki onların hiçbir günahını yüklenecek değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle yalan
söylemektedirler.”4
“Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar size
gelen gerçeği reddettikleri halde, siz on-
Münafıkların yaptığı gibi herhangi bir korku
ve menfaat sebebiyle gayr-i Müslimlere yakınlık
hissi duymanın ise neticede hiç bir getirmeyeceği
açık bir dille ifade edilmiştir.5 Ancak İslam dışı şer
güçler her vesileyle bizi aldatıp peşlerine takmayı
planlamış olabilir. Müslüman sürekli tayakkuzda
bulunacak ve neyin peşinden gittiğini çok iyi
hesab edecektir.
lara sevgi sunuyorsunuz. Resulullahı ve
sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız
için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz Benim
yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze
aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin giz-
Peygamberimiz (s.a.v.) yabancıları taklit konusunda bizleri şöyle uyarmıştır: “Sizden öncekilerin yolunu(kanun ve tutumlarını) adım
adım, karış karış, zira' zira' öylesine takip
edip onların peşine ve modasına kendinizi
öyle kaptıracaksınız ki onlar bir kertenkele
deliğine girseler siz de arkalarından gireceksiniz.”6
lediğiniz ve açıkladığınız her şeyi
bilmekteyim.
Doğrusu içinizden kim bunu yaparsa
(onları dost edinirse), artık doğru yoldan
sapmış olur. Eğer size karşı ellerine bir fırsat geçerse, size düşman kesilirler. Ellerini
İnsan dünya hayatının çeşitli alanlarında imtihan vermektedir. Kimin peşinden gidecek? Kimi
taklit edecek, kimi kime tercih edecek, kimin yol
ve yöntemini, modasını benimseyecek? Bütün bu
konularda imtihan edilmektedir. Sadece iman etmekle imtihan bitmez. Nitekim Allah Kur’an-ı Kerim’de bu tür imtihanlara işaret edilmiştir.7
de, dillerini de size fenalık etmek için uzatırlar ve sizin de kâfir olmanızı cân-u gönülden isterler.”
(Mümtehine 60/1-2.)
İslam’a Göre İçki ve Kumar Gibi Kötü
Alışkanlıklar
Kur'ân-ı Kerîm dört merhalede alkollü içkileri ve kumarı yasaklamıştır.8 Çeşitli hadislerde de
içki lanetlenip yasaklanırken “Çoğu sarhoş edenin azının da haram.” olduğu bildirilmiştir. Özellikle son gelen ayette içki ve kumar hakkında şöyle
buyrulmuştur: “Ey iman edenler! İçki, kumar,
dikili taşlar (putlar), fal okları (şans oyunları) birer şeytan işi pisliktir; bunlardan
uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan
12
Aralık 2010
içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan)
vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 5/90-91). Bu ayetlerin
mana ve hikmetini iyi kavrayan bir Müslüman gerek
yılbaşında gerekse diğer zamanlarda İslam’a aykırı
hiçbir faaliyete katılamaz, menfaat düşüncesiyle günaha meyledemez.
İslam Dini'ne Göre Zina ve Fuhuş
Kur’an sadece zina yapmayın demez,
zinaya yaklaşmayın der (İsra 17/32; En’am 6/151.).
Fakat kuru kuruya bir yasak koymaz,
bu işin önlenmesi için tedbirini de alır.
Evlilikleri kolaylaştırma ve evleneceklere
yardımcı olmayı önerir (Nûr 24/32-33.).
Yabancı kadınlara kötü duygularla
bakılmasını yasaklar, kadınların da kem
gözlere karşı örtüyle korunmasını emreder
(Nûr 24/30-31; Ahzab 33/59).
Kadınların karşı tarafı tahrîk ve teşvîk
edecek
davranışlardan,
söz
ve
hareketlerden sakınması gerekir (Ahzab 33/32).
Toplumda namusun bir değerinin
olması, kimsenin namusa dil uzatamaması
gerekir (Nur 24/3, 19-23).
Bütün bu tedbirlere rağmen hâlâ
aksine düşünen ve yanlış yapan varsa, onun
da cezasını çekmesi gerekir. (Nûr 24/1-10).
“Nush ile ıslah olmayanı etmeli tekdîr
Tekdîrden anlamayanın hakkı kötekdir.” Ziya
Paşa.
Aralık 2010
Noel ve yılbaşında sahnelenen en önemli
günahlardan biri de özellikle kadınların açık kıyafetlerle eğlence tertip etmelerdir. İslam dini kadınerkek her ikisinin de kendine has bir tarzda
örtünmesini emretmiş (Nur 24/30-31), insanı fuhuş ve
zinaya sevk edecek tüm davranışları da yasaklamıştır.
Bir ayette “Sakın zinaya yaklaşmayın!
Çünkü o, çirkinliği meydanda olan bir hayasızlıktır, çok kötü bir yoldur.” (İsra 17/32) buyruluruken, başka ayetlerde de “Fuhşun açığına da
gizlisine de yaklaşmayın…” (En'am 6/120, 151; A'raf
7/33)
. tarzında kesin hükümler bildirilmiştir.
Artık bu hükümler karşısında bir Müslüman
TV. karşısına geçerek eğlence adı altında sahnelenenleri asla izleyemez. O halde bir Müslüman yılbaşı gibi günah ve isyanın zirve yaptığı bu tür
günlerde şu ilahi emirleri çok iyi kavramalıdır.
“Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir
söze geçinceye kadar onlardan uzak dur.
Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan
sonra artık o zalimler topluluğu ile
oturma.” (En'am 6/68.) ayeti bu tür gafillerle beraber
olmamızı yasaklar.
Bununla birlikte her gün en az kırk kez okuduğumuz Fatiha Suresi'nin son bölümünü iyi anlamalı; kendimiz, çoluk çocuğumuz ve Ümmet-i
Muhammed için sürekli şöyle dua etmeliyiz:
“(Allahım!) Bizi dosdoğru yola ilet! Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin9 yoluna ilet! Gazaba uğramışların
(Yahûdi vb.) ve sapmışların (Hıristiyan
vs.) yoluna değil!” (Fatiha Suresi 1/6-7).
13
Ayrıca yeryüzünün çeşitli alanlarında oluk
oluk Müslüman kanı akarken, bu cinayeti de genelde Yahudi ve Hıristiyanlar işlerken Müslümanların bu kan ve gözyaşlarına aldırmadan
örnekleriyle beraber çok net bir şekilde açıklamıştır.
Tamamını burada verme imkânımız olmadığı için
başlangıç kısmını verip gerisini idrakinize havale
etmek istiyoruz:
düşmanlarıyla birlikte “Vur patlasın çal oynasın!” diyerek eğlenceye dalmaları din ve iman duygularıyla bağdaşmaz.
Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm’de çeşitli ayetlerde
dost ve düşmanlarına karşı takınacağı tavrı bildirmiştir. Ancak Mümtehine suresinde bunun sınırlarını
“Kim Müslümanların derdini kendine mal
etmezse onlardan değildir.” (Hadis-i Şerif)
M. Âkif Ersoy bu hadisle ilgili şunları kaydetmiştir:
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Alem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
“(Allahım!) Bizi dosdoğru
yola ilet! Kendilerine lütuf
ve ikramda bulunduğun
kimselerin yoluna ilet! Gazaba uğramışların (Yahûdi
vb.) ve sapmışların (Hıristiyan vs.) yoluna değil!” (Fatiha
Suresi 1/6-7).
14
Aralık 2010
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;
Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız:
Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman ecdadınız?
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!
Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavsanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!...
Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakın: Hala mı hala ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam;
Yerde kalmış, na'şa benzer kavm için durmak haram!...
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur.
Mehmed Akif ERSOY, 1913.
“Ey iman edenler! Benim de sizin de
düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar size
gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara
sevgi sunuyorsunuz. Resulullahı ve sizi, sırf
Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz Benim yolumda cihad
etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze aldıysanız, nasıl olur
da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız
her şeyi bilmekteyim.
Doğrusu içinizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse), artık doğru yoldan sapmış
olur. Eğer size karşı ellerine bir fırsat geçerse, size düşman kesilirler. Ellerini de, dillerini de size fenalık etmek için uzatırlar ve
sizin de kâfir olmanızı cân-u gönülden isterler.” (Mümtehine 60/1-2.)
bildirildiğine göre de gördüğümüz kötülükleri elimizle ve dilimizle engellemeliyiz. Engelleyemesek de
hiç olmazsa kalbimizden buğz etmeliyiz. Son şık
imanın en zayıf noktasıdır. Kalbinden kin ve nefret
duyup bir şey yapmamak ve yapamamak imanın
en zayıf noktası iken acaba kötülüklere alkış ve
tempo tutmak imanın hangi noktasıdır?
Selam hakka tabi olanların hakkıdır… Allah’a
emanet olunuz….
....................................
1)Heyet, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas Yayıncılık, İstanbul 1994, II. Cilt. (İlgili
madde.) 2)İsrafla alakalı 20’den fazla ayet vardır. Ömer Özsoy-İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 458. 3)Nisa 4/51. 4)Ankebut 29/12. 5)Tevbe 9/69. 6)Suat Yıldı-
Kur'ân-ı Kerîm Müslümanlara iyilikleri emredip,
kötülükleri yasaklama görevini vermiştir. Hadislerde
Aralık 2010
rım, Peygamberimizin Kur'an'ı Tefsîri, İstanbul 1998, s. 219-220. 7)Ankebut 29/2-3.
8)Nahl 16/67; Bakara 2/219; Nisa 4/43; Maide 5/90-91. 9)Nisa 4/69; Meryem 19/58
15
YILBAŞI,
TOPLUMSAL
BİR İSYANDIR
uhterem okuyucularımıza Mekke-i
Mükerreme'den, Kâbe'den, tavaftan kısacası kutsal iklimden Selamlar, saygılar ve dualar…. Rabbim size de
nasip eylesin. Amin. Bu yazıyı içinde bulunduğumuz bu kutsal iklimden gönderiyorum...
M
Mehmet TALU
Bir millet, kendi özlerindeki güzel hal ve ahlâkı,
meziyeti değiştirip bozmadıkça ALLAH Teâlâ
şüphesiz ki, onun halini
değiştirip bozmaz.”
16
31 Aralık Cuma gününü, 1 Ocak Cumartesi gününe bağlayan gece yılbaşı gecesidir. Bu yılbaşının biz Müslümanlar için,
resmî ve milletlerarası bir takvim başlangıcı
olmak ilgi ve alâkasından başka hiçbir kıymet
ve değeri asla yoktur. Biz Müslümanlar için
Muharrem ayının birinci gecesi: Yılbaşı gecesidir. İslâm'da yeni yıl, Muharrem ayının birinci günü ile başlar. Fakat, maalesef
Müslümanların büyük bir kısmının haberi bile
olmaz.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin
Müslümanlara; diğer dinî topluluklara göre
farklı bir kimlik bilinci ve kültür değerleri manzumesi kazandırmak için gayret ettiği, bu
uğurda saç-sakal, kılık-kıyafet, yeme-içme
âdabı da dahil pek çok konuda tavsiyede bulunduğu düşünülürse, yılbaşı kutlamalarının,
sıradan bir kutlama olarak kabul edilmesi ve
tabiî karşılanması mümkün olamaz. Aksine,
yılbaşı kutlaması, noel ağacı süslemesi, noel
babanın hediye bırakması gibi âdetler topluAralık 2010
mumuzda kültürel tahribata ve kimlik bunalımına yol
açmakta, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden koparıp, batının hayat tarzına alıştırmakta, sonra
da onların değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya
ve giderek onları benimsemeye götürebilmektedir.
sebeple hiçbir Müslüman milli kültüründe olmayan,
dinî akidesine ters düşen özentilere hayatında yer vermez. Çünkü, o bilir ki, Rabbi kendisinden olmayanlara özenmeyi ve onlar gibi sefih hayat yaşamayı
yasaklamıştır.
Günümüzde toplumların kültürel değerlerini,
hatta itikadî ve ahlâkî eğilimlerini; sahip oldukları
hayat tarzı, ekonomik yapı, yerleşim ve ulaşım imkânı, iklim ve çevre, eğitim, folklor, örf ve âdet gibi
ilk bakışta konuyla ilgisiz gözüken birçok husus derinden etkilemekte ve sonuçta mekanizma kendi değerlerini üretmektedir. Avrupa'daki Müslüman-Türk
işçilerimizin çocukları ve torunlarının bugün Batı'nın
kültür ve gelenekleri altında nasıl değiştiği ve giderek
o toplumla bütünleşmeye başladığı iyi izlenirse toplumumuza yabancı kültürlerden taşınan veya yabancı
toplumlara özenti şeklinde başlayan örf ve âdetlere
karşı duyarlı olunmasının önemi daha iyi anlaşılır.
Bunun için alınabilecek bir önlem de: Kendi kültürel
mirasımızdan ve dini anlayış ve heyecanımızdan kaynaklanan değerleri, gelenek ve âdetleri iyileştirerek
yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmak olabilir.
Dinimiz; kâfirlere, munafıklara, batıl din ve
ideoloji mensuplarına muhalefet etmeyi emretmiş ve
onlara benzemeyi kesin bir şekilde haram kılmıştır.
Çünkü dış görünüş itibarıyla onlara benzemek, neticede ahlâkî değerlerde, kötü ve çirkin işlerde ve hatta
inançta onlara benzemeye sebep olur. Gerçekten giyimde, sözde, davranışta ve işlerdeki benzeşmeler
kalplere tesir ederek onlara karşı sevgi ve saygı meydana getirir. Kısacası gayrimüslimlere benzemenin
haram olduğunda icma vardır.1
Hiç şüphe yokki, milletler, millî örf ve adetleriyle tanınırlar ve onlarla yaşarlar. Millî örf ve adetleriyle tarih sinesindeki şerefli mevkilerini korurlar.
Çünkü, millî örf ve adetler, bir milletin millî kültürünün ve dinî inancının aynasıdır. Millî örf ve adetler,
bir milletin şahsiyeti ve tanıtıcı vasfıdır. Sağlam millî
örf ve adetlere sahip milletler, dinî bağları kuvvetli ve
millî kültürü yüksek olan milletlerdir. Milletlerin örf ve
adetlerine, millî kültürleri ve dinî inançları güç verir
ve şekil kazandırır. Hatta dinden de kuvvetli olur. Bu
Öte yandan Kur'an-ı Kerim âyet-i kerimelerinin
ve risâleti boyunca Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sıkça üzerinde durduğu konulardan birisi de,
Müslümanların fert ve toplum olarak belli bir kimlik
kazanmaları, kendi şahsiyetlerini korumaları ve kendilerine güven duymaları olmuştur.
İslâm dininin inanç, ahlâk, ibadet ve muamelât alanında getirdiği hükümler, öngördüğü kural ve
tavsiyeler Müslümanlarca öteden beri bir bütün olarak kabul edilmekte, günlük ve sosyal hayatla ilgili
şekil ve muhteva bile çoğu defa bu bütünün bir parçası olarak mütalaa edilmektedir.
Çünkü bu, Müslümanların bütünleşmesi, belli
bir siyasal organizasyona gidip devlet kurması ve millet olması kadar, kendi inanç ve ibadetlerini, değer ve
özelliklerini korumaları açısından da önemlidir. Bu itibarla Kur'an-ı Kerim, Müslümanlara ısrarla birlik ve
bütünlük içinde olmalarını, müşrik ve gayri müslimleri
dost edinmemelerini, onlarla gayriislâmi bir kültürün
etkisi altında kalmayı kaçınılmaz kılacak şekilde sıkı
bir ilişkiye girmemelerini emretmektedir. Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost ve idareci edinmeyin. Zira onlar
birbirlerinin dostudurlar, birbirinin tarafını tutarlar. Sizden kim onları dost ve idareci edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz ALLAH,
zalimler topluluğuna yol göstermez, onları hidayete erdirmez.”2
Aralık 2010
17
“Yahudiler de hıristiyanlar da; sen onların dinlerine uymadıkça asla senden razı olmayacaklardır. De ki: ALLAH Teâlâ’nın yolu, doğru
yolun tâ kendisidir. Yemin olsunki, sana ilim
geldikten sonra, eğer sen onların arzularına
uyacak olursan, senin için ALLAH Teâlâ’dan ne
bir dost ve ne de bir yardımcı vardır.”3
Ayet-i kerimelerde ifade edildiği gibi: Başka
dinden olanlar, özellikle yahudiler ve hıristiyanlar
Müslümanların dostu olmazlar; onlar ancak birbirinin
dostu olur, birbirini desteklerler. Zaman zaman Müslümanlara yaklaşmaları, kendi menfaatleri bunu gerektirdiği içindir. Müslümanların bunu unutmamaları
ve kendi aralarındaki dostluğu güçlendirmeleri zaruridir. Müslümanların arasına sızan iki yüzlüler, felâket
tellâllığı yaparak onları, Mü'minleri bırakıp kâfirlere
yöneltmek isterler; iman ehlinin bunlardan da sakınması gerekmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin. Bunu yaparak ALLAH
Teâlâ’ya, kendi aleyhinizde apaçık bir delil mi
vermek istiyorsunuz?"4
"Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet, güç ve şeref mi
arıyorlar. Bilsinler ki gerçekten bütün izzet ve
şeref yanlızca ALLAH Teâlâ’ya aittir."5
Ayet-i Kerimelerde açıkça ifade ediliyor ki:
Gerek milletler arası münasebetlerde ve gerekse fertler ve topluluklar arası münasebetlerde Mü'minler,
daima Mü'minlerin yanında yer alacak; güç, kuvvet
ve şerefi bu beraberlikte arayacaklardır. Kendilerini
korumak veya güçlenmek için kâfirlere baş vuran milletler küçüldükleri gibi fertler de manevi değerlerinden kayıp verirler. Kâfirleri ve müşrikleri dost
edinmeme konusu, Kur'an-ı Kerimde sık sık zikredilen
ve üzerinde durulan bir konudur. Yahudi ve hıristi-
18
yan-ların Mü'minlere dost olamayacağı, Müslümanların da onları dost edinmemeleri gerektiği ısrarla belirtilmiştir. Mü'minler, küfür ehlini veli, dost ve idareci
edinemez. Ancak zaruret sebebi ile işbirliği ve dayanışma, ülkeler arası ilişkilerin gerektirdiği ticarî, ekonomik sağlık ve sosyal alanlarda karşılıklı çıkar ilişkisi
çerçevesinde antlaşmalar yapılması mümkün ve caizdir. Fakat bu dostluktan farklı bir ilişkidir. Bir Müslümanın yahûdi veya hristiyan gayr-ı müslim bir
komşusu olabilir. Komşuluk münasebetleri elbette
olacaktır. Amma Müslüman Müslüman kalmalı, gayrı müslim de gayr-ı müslim kalmalıdır. Müslüman,
Cenab-ı Hakk’ın:
“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” Buyurduğu gibi, demelidir. Herkes kendi yoluna gitmelidir.
6
"Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size
ateş dokunur, cehennemde yanarsınız. Sizin
ALLAH Teâlâ’dan başka dostlarınız yoktur.
Sonra O'ndan da yardım göremezsiniz!"7
Bu ayet-i kerimelerin yanı sıra Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz de Müslümanları, itikadî ve ahlâkî
alanda olduğu gibi kılık ve kıyafet, şekil ve merasim
yönünden de müşriklere, gayri müslimlere benzememeye davet ve teşvik etmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz, Müslüman olmayanlara benzememeye o
derece dikkat ederlerdi ki, aslında yaptığı halde sonradan onlarda gördüğü hareketlerde bile değişiklik
yaparlardı. Bunlar, çevredeki kültür ve medeniyetlerle, din ve kavimlerle iç içe yaşayan o dönem Müslümanlarına ayrı bir kimlik ve özellik kazandırıp,
onların kendi içerisinde bütünleş¬melerini sağlamaya yönelik önlemlerdir. Meselâ: Henüz hicret etmeden evvel Muharrem ayının onuncu, Aşûre günü
oruç tutmayı adet edinmişlerdi. Hicretten sonra Medineli Yahudilerin de bu günü takdis ettiklerini gö-
Aralık 2010
rünce onlara benzememek için Muharrem ayının
dokuz ve on veya on ve onbirinci günlerinde oruç
tutmaya başlamışlardır.8 Yine müşriklere benzememek için ashabına; sakallarını uzun, bıyıklarını kısa
kesmelerini emretmişlerdir.9 Useym b. Küleyb
(R.A.)nun, dedesinden rivayetine göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz, Müslüman oldum diyene:
“Kâfirlik alâmeti olan saçını kes ve sünnet ol” buyurmuştur.10
Bu hadis-i şerif Müslüman olan her gayr-ı müslimin gusul abdesti alması gerektiği gibi, saçlarını da
traş etmesi gerekir anlamına gelmez. Ancak kâfirler,
her beldede kendilerine mahsus saç şekli tespit etmişler, moda ortaya koymuşlardır. Mısır'da, Hindistan'da saçın hiç kesilmeyen kısımları vardır. Zaman
zaman traş olsalar bile, o hususi kısma dokunmazlar.
Bu, bir nevi onların dinlerinin, inançlarının bir
gereğidir, milliyet sembolüdür. Şu halde böylesi bir
kısım saç, İslâm'la küfür arasında bir alamet-i farika
olmaktadır. İşte Resûlullah (S.A.V.), kâfirliğin alameti
olan bu saçın kesilmesini emretmiştir.11 Abdullah b.
Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz:
“Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o
da onlardandır,”12 buyurmuşlardır.
Bu hadis-i şerif benzemenin müspet ve menfi
kısımlarını içine almaktadır. Çünkü teşebbüh, benzemeye çalışmak: Başkalarının yaptığı bir işi onlara
uyarak yapmak demektir ki hayır ve şerde, günahta,
küfür ve imanda olabilir. O halde bu hadis-i şerif: Kâfirlere, fasıklara, günahkârlara benzemeyi yasakladığı
gibi, başta Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olmak
Aralık 2010
üzere, sahabe-i kirama, meşayiha, takva ve salah sahibi kimselere benzemeyi de teşvik etmektedir.
Özellikle yahudi ve hıristiyanlar kısacası İslâm’a
inanmayan bütün toplumlar, Müslümanların benzememekle emrolundukları toplumlardır. Amr b. Şuayb
(R.A.)nun, dedesinden rivayetine göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz:
“Bizden başkasına benzemeye çalışanlar
bizden değildir. Yahudilere ve hıristiyanlara
benzemeyiniz…” buyurmuşlardır.13
Özellikle bu iki hadis-i şerif çok önemli psikososyal gerçeklere işaret eder. Şekli benzeşmenin sonuçta itikadı benzeşmeye götüreceğini anlatır.
Magluplar, galipleri taklid etme psikolojisini yaşarlar.
İnsan ancak sevdığini, takdir ettiğini ve büyük gördüğünü taklit eder. Şekli taklit, itikadi taklide götürür.
Benzemenin vaki olduğu en önemli yerlerden birisi
de, hiç şüphe yok ki giyim-kuşamdır. Hz. Ali
(R.A.)dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Rahiplerin elbiseleri gibi, gayrimüslimlere mahsus elbiseler giymekten sakının. Kim
onların şekillerine bürünür ve onlara benzemek isterse benden değildir”14 buyurmuşlardır.
Yine Abdullah b. Amr (R.A.) diyor ki: Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz, üzerimde rengi sapsarı bir elbise
gördü ve:
"Onu at! Çünkü o, renk ve şekil itibariyle
kâfirlerin elbisesidir."15 Buyurdu.
Dikkat edilirse, İslâm'dan çıkıp başka bir millete
dahil olmak için, İslâm'ı ve Kur'an-ı Kerim'i inkâr
19
etmek gerekmiyor. O millete benzemeye çalışmak
dahi yeterli olmaktadır.
Dinimiz İslâmiyet; güneş doğarken, zevalde,
tam tepede iken ve batarken, ateşe karşı namaz kılmayı yasaklamıştır. Bunun sebebi de, güneşe tapan
ve ateşe tapınan milletlere benzemememizi temin etmektir.16 Bakınız: Dinimiz ibadet hususlarında bile
gayrımüslimlere benzemeye müsaade etmemektedir.
Öte yandan, İslâm'ın şekil ve suretten ziyade mâna
ve muhtevaya önem verdiği, şekli de bu mânayı koruduğu sürece gözettiği aşikârdır. Ayrıca Müslümanların her devirde kimlik ve izzet sahibi olması, gayri
müslimlere karşı onurlu ve kendine güvenli olması,
kendi kültür, örf ve geleneklerini yaşatmaları, Müslüman toplumların birlik ve bütünlüğü, dış etkilere karşı
direnci açısından fevkalâde önemlidir. Sakal ve bıyıktan, giyim ve kuşamdan, eğlence ve sanattan, şehirleşme ve ev düzenine kadar Müslümanların ayrı
bir üslûp ve geleneğinin olması, onlara bu sosyal şahsiyeti kazandırabilecek olumlu unsurlardır.
Şüphesiz her dinin ve milletin kendisine mahsus bir medeniyeti ve diğerlerinden farklı kılan, ayırıcı
vasıfları vadır. Milletler arası varlığını ancak bu hususi vasıflarıyla muhafaza eder. Dinî ve millî kültür
değerlerinden kaynaklanan örf ve adetler, milletlerin
geleceğinin teminatıdır. Kendi örf ve adetlerinden
kopmuş, başka milletlerin dinî ve millî kültür değerlerine kendini kaptırmış milletler, er veya geç de olsa
kendi dini ve millî kişiliklerini yitirmeye mahkum
olurlar. Tarih bu gerçeği belgeleyen olaylarla doludur.
Bir milleti yok etmenin en kestirme yolu: O milleti
meydana getiren insanları, kendi millî benliklerinden,
dinî inançlarından, cemiyetleri ayakta tutan ahlâk ve
fazilet duygularından uzaklaştırmaktır. Bir milleti en
büyük çöküntüye uğratan şey manevi düşüştür.
Kendi öz manevi değerlerini yitirerek başkalarını taklit etmek ve şahsiyetsizlik, ferdler ve toplumlar
için en büyük manevi sefalet ve alçalıştır. Milletler için
maddî refah ve kalkınmaya ulaşmak her zaman
mümkün olabilir. Manevî sefalete mahkum olmuş
mîlletleri bu bataklığın çukurundan çıkarmaya imkan
yoktur. Milletini ve dinini seven insanlar hiç bir
zaman kendi milletinin böyle bir manevi sefalete düşüşüne asla tahammül edemez.
Bir Müslüman hiç bir zaman kendi dininden
başka bir dinin ayinini taklid edemez. Hiç bir zaman
kendi millî örf ve adetleri dışında, başka milletlerin
örf ve adetlerine itibar edemez. İslâm dininin, İslâm
ümmetinin de hiçbir dini ve hiçbir milleti taklide ihtiyacı olmayan üstün bir medeniyeti vardır. Çünkü
bütün insanları hidayete erdirmek ve hayata tatbik
edilmek üzere ALLAH Teâlâ tarafından gönderilen
şerefli dinimiz İslâm, ilahi bir nizamdır. Bu ilahi
nizam, insanın hem dünya ve hem de ahiret hayatını kuşatır. O, beşeri bütün görüşlerin ve sistemlerin
üstünde, ulvi bir içtimai görüşe sahiptir. Müslümanım
diyen herkes, hatta bütün insanlık bunu böyle bilmek
mecburiyetindedir.
Bu açık hakikattan dolayı Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz, ümmetinin kendi varlığını muhafaza etmesini emredip, taklitçilik derekesine düşmeleri
menetmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen bu hastalık
yüz göstermiştir. Zaten Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, kendi ümmetinin şirkten, kâfirlikten başka, eski
ümmetleri örf-adet, fitne-fesat ve isyan gibi bütün kötü
yollarda takip edeceklerini bir mucize olarak haber
vermiştir. Ebu Sâid (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Sizler, kendinizden önce geçen milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına tıpa
tıp muhakkak uyacaksınız. O dereceye kadar
ki, şayet onlar daracık keler deliğine girmiş olsalar, siz de muhakkak onlara uyarak oraya gireceksiniz, onlara tabî olacaksınız.” Ebu Sâid
(R.A.) diyor ki: Biz:
20
Aralık 2010
Bir elde kadeh! Bir elde Kur’an!
Ne helâldır işimiz, ne de haram!
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!
-Ya Resûlellah! Bu ümmetler yahudilerle hristiyanlar mı? diye sorduk. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Onlardan başka kim olacak!”17 buyurdu.
Maalesef Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bu açık
mucizesi haber verdiği gibi ortaya çıkmıştır. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bu mucizesi günümüzde de
devam etmektedir. Çünkü bugün bir çok Müslüman
küfür hususunda, kâfirlerin yolunda karış karış, arşın
arşın ilerlemekte; onlar keler deliğine girse, bunlar da
girmek için yarış etmektedirler. Binaenaleyh Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bu ikazı üzerinde durup
düşünmek gerekir. Görüldüğü gibi tenkit edilen
husus: Körü körüne taklitçiliktir, şahsiyetsiz olmaktır.
Bir nevi, aşağılık hissine kapılmaktır. Müslümanların
bu günkü halini şair ne güzel dile getirmiş:
Bir elde kadeh! Bir elde Kur’an!
Ne helâldır işimiz, ne de haram!
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!
Müslümana:
“Sen hıristiyan mısın?” diye sorsan darılır.
Amma yılbaşında hindi, kaz; yemesine bayılır...
Çam deviren hindici, nasıl mü'min sayılır...
Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz:
“Batı, Batı” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz!
Aralık 2010
Yaklaşınca her sene, öz yurdumda yılbaşı:
Yapılır milletime Firenkçe türlü aşı!..
Buna, ağlar ağacı; hem toprağı, hem taşı:
Müslümanız (!) onlarla,Noel de yapıyoruz.
“Batı, Batı!” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz!..
ALLAH Müslümanlara intibahlar versin! Amin.
Gayr-ı müslimlerin bayramlarında sevinmek, onların
kutsal saydığı günleri kutlamak, onların adetlerine
uymak, onlara benzemek kesinlikle caiz değildir,
büyük günahlardandır.
Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Mekke-i Mükerreme'den
Medine-i Münevvereye hicret ettiği zaman, Medinelilerin eylenip oynadıkları iki günleri vardı. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Bu günler ne oluyor, neyin nesidir? Diye sorduğunda, Medineliler:
- Biz cahiliyet devrinde bu günlerde eylenip oynardık, Yâ Resûlellah! Dediler. Bunun üzerine
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Muhakkak ALLAH size o iki gün yerine,
onlardan daha hayırlı iki bayramı lutuf olarak
vermiştir. Biri Fıtır, Ramazan bayramı, diğeri
Kurban bayramıdır."18 buyurdular. O günden beri
21
Fukaha: Mecusilerin bayram kabul ettikleri
Nevruz ve Mihrican günlerinde, bu isim adı altında
hediye vermenin caiz olmadığı, verilen bu hediye
bile, bugünlere tazim kasdı bulunduğu takdirde küfre,
kâfirliğe düşüleceği, fetvasını vermişlerdir. Hanefilerden Allame Ebu Hafs şöyle der: Müslüman bir kimse,
ALLAH Teâlâ’ya elli yıl ibadet etse, sonra bir müşrike
Nevruz günü bayramını tebrik, tazim maksadıyla bir
yumurta verse, muhakkak kâfir olur ve ameli de mahvolur.
kutlanagelen bu iki bayram, Müslüman milletlerin
aynı zamanda milli bayramları yerine de geçmiştir.
İslâm dini, her bir medeni müessesesinde istiklaliyeti,
orijinaliteyi esas alması yönüyle bu cahiliye adetini de
kaldırıp, bütün Mü'minlere ilahî menşeli iki bayram
getirmiştir. Bayramların daha hayırlı olanlarla değiştirilmesi ayrı bir ehemmiyet taşır. Böylece o günlerin
kutlanış ve o günlerdeki eğlence tarzı kökten değiştirilmiş oluyor. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, eski kutlamadan ayrı olarak İslâmî bir kutlama meşrû kılmıştır.
Böylece Mü'minlerin eğlencesi de bayramı da İslâm'ca
olmuştur. Mü'minlerin bayramı ibadetle başlar. Zira
hakiki sevinç ibadetledir.
Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki: Müslümanların
İslâm dışı diğer bayramları kutlaması, bunlara iştirak
etmesi ve ALLAH Teâlâ’nın bildirdiği gerçekleri yalanlayan veya onlara uymayan düşüncelerin ürünü
olan fiillerin kutlama günlerini; Müslümanların da
bayram olarak kabul etmesi, küfre destek olmaktan
başka bir manâ ifade etmez.
İslâm dışı tek ve çok ilahlı dinlerin törenlerine iştirak etmek, dinî merasimlerinden bir şeye muvafakat
etmek, örf ve adetlerini güzel görmek kişinin iman
dairesinden çıkıp, mürted olmasına sebep olur. Binaenaleyh, noel gününde, hristiyanların diğer bayram
günlerinde onlara uymak gayesi ile, onların yaptıklarını yapmak, o günlerde bayram niyetiyle çocuklara
elbise almak ve pişirdikleri yemekleri yemek caiz değildir. Bu hareketler küfrü gerektirir. Ondan sakınmak
gerekir...19
Müslümanın, bir başka dinin şiarı yani alamet-i
farikası olan bir fiili kendi iradesi ile yapması küfürdür.
22
Aynı gün, herhangi bir tazim kasdı bulunmaksızın, insanların normal adeti üzere bir Müslümana
hediye verse, kâfir olmaz. Fakat, şüpheyi yok etmek
için bunu, o günden önce veya sonra vermesi gerekir. O müşriklerin herhangi bir bayram günlerinde,
önceleri satın almadığı bir şeyi satın alsa, eğer bununla tazim kasd etmiş ise kâfir olur. Yok, tazim maksadı bulunmadan, sadece yemek, içmek ve
zevklenmek için satın alırsa kâfir olmaz.”20
Evet, arzedilen bütün bu ayet-i kerime, hadis-i
şerif ve fetvalar; gayr-ı müslimlerin noel ve yılbaşı
bayramını kutlamak için onlardan kat kat fazla aşırılıklarla hazırlanan, adeta yarışa giren günümüz Müslümanlarının kulaklarını çınlatmalıdır, kulaklarına
küpe olmalıdır. ALLAH Teâlâ, hidayet versin. Amin.
Bize düşen doğru yolu göstermektir. Kimseyi
tuttuğu yoldan zorla döndüremeyiz. Bu, devletin görevidir. Ama biz doğruyu hatırlatıyoruz. Buna dinen
de mecburuz. Çünkü sorumluyuz. Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin şu benzetmesine iyi kulak verelim: Bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte bir kısmı
altta bulunan insanları düşünün. Altta bulunanlar, su
ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde, üsttekiler buna mani olmazlarsa gemi batar ve
hepsi birden boğulur; eğer mani olurlarsa hepsi de
kurtulur.21 Hepimiz dünya gemisindeyiz. Bu gemiyi
batıracak davranışlara sessiz ve ilgisiz kalmamak gerekir. Sessiz ve ilgisiz kalmak bir tarafa, herkesten toplumsal örgüyü güçlendirecek, sosyal düzen ve çevreyi
iyileştirecek olumlu katkıda bulunması beklenir.
İşte bu duygu ve düşünce ile diyoruz ki: Hıristiyan gibi yılbaşını kutlamak, yılbaşı eğlenceleri tertiplemek, milli ve dini şahsiyetimize aykırıdır, imanımızı
yaralamaktır. Noel ve yılbaşını kutlamak ibadetlerimizi, ahlâkî ve millî değerlerimizi yaralar. Cemiyet haAralık 2010
yatımızı bozar. Dinsizlik ve manevi yoksulluğu arttırır. Bu hıristiyan geleneğinin yurdumuza yılbaşı kutlaması adıyla gün geçtikçe yayılması; rağbet duyması
ve özel teşvik görmeye başlaması milletimiz, vatanımız için hiç iç açıcı değildir. Çünkü milletler, dinî
inançları ve milli örf ve adetleriyle tanınırlar ve onlarla yaşarlar. Dün hıristiyanlığın şu geleneğini, bugün
de bu geleneğini alırsak, aldığımız her gelenek milli
bir geleneğimizi yıkar, onun yerine oturur. Bu ise çok
şeyler kaybettirir. Elimizdeki nimetlerin elimizden gitmesine sebep olur. Bu yılbaşı ile değişen sadece takvim ölçülerimiz değildir. Kendi özbenliğimiz de
değişti. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Bu böyledir. Çünkü ALLAH Teâlâ, bir
millete ihsan ettiği nimeti, onlar kendi özbenliklerindeki güzel ahlâkı, yaşayış ve davalarını
değiştirip bozmadıkça, değiştirici değildir. Ve
şüphesiz ALLAH Teâlâ, herşeyi hakkıyla işitici,
kemaliyle bilicidir.”22
“Bir millet, kendi özlerindeki güzel hal ve
ahlâkı, meziyeti değiştirip bozmadıkça ALLAH
Teâlâ şüphesiz ki, onun halini değiştirip bozmaz.”23
Evet ALLAH Teâlâ bir millete verdiği nimeti
onlar kendi özbenlik-erini değiştirmedikçe değiştirmez. Nimete ihanet edip nankörlükte bulunan bir milletin saltanatını aşağılanmaya ve hakirliğe; emir ve
kumandasını, esaret ve köleliğe; huzur ve sükûnunu,
dert ve ızdıraplara; rahat ve neşesini, elem ve üzüntülere; bol nimeti, açlık ve sefalete; hürriyet ve bağımsızlığı, istila ve boyunduruk altına girmeye; tatlı
hayatı ölüm ve işkenceye dönüştürür. Şimdi bizler
Müslüman olarak yaşadığımız şu cennet vatanda dini
emirlerimizi bir tarafa bırakarak, çiğneyerek, çamlar
kesilerek, içkiler içilerek, kumarlar oynanarak, noel
baba pastaları hazırlanarak kendi seciyemizi bir tarafa atarsak, ALLAH Teâlâ bize verdiği nimetleri elbette değiştirecek, yerini azab alacaktır.
man” ismine yaraşır vakar ve bilincin şuurunda olabilmelidirler. Çünkü biz: Rabb olarak ALLAH Teâlâ’dan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak da
Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimizden razıyız. Binaenaleyh sakın ha! O gece hıristiyanvari bir eğlence ve kutlama içine girmeyelim. Unutmayalım ki,
Abdullah b. Mesud (R.A.)den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:“Kişi sevdiği ile beraberdir.”24 buyurmuşlardır.
ALLAH korusun! Eğer o gece, o hâl üzere
ölüm üzerimize gelecek olursa, bilin ki ölümün akabinde azap melekleri tarafından hıristiyan birinin
karşılaşacağı muameleyle karşılaşacağız. Bundan
asla şüphe etmeyelim ve o anı düşünerek dehşete
kapılıp kendi özümüze dönelim. Hep sevdiğimizi
söylediğimiz müminler gibi yaşayalım. Tırnağını bile
müşriklere muhalefet ederek kesen Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimize ihanet etmeyelim. Kâfirler gibi
yaşayıp, nüfus cüzdanlarının din hanesinde İslâm
yazmakla cenneti umanlardan olmayalım.
........................................
1)İskilipli Mehmet Atıf, Frenk Mukallitliği ve Şapka, 4 2)Mâide Sûresi:51 3)Bakara Sûresi:
120 4)Nisa Sûresi:144 5)Nisa Sûresi:139 6)Kafirun Sûresi:6 7)Hud Sûresi:113 8)Geniş
bilgi için bak. M. Talu, Üç Aylar, Mübarek Gün Ve Geceler, 460 9)Geniş bilgi için Bak. Sh:
656 10)Ebu Davud, Taharet: 131, Taberani, el-Mucemu’l-Kebir, 19/14, No:20 11)Azi-
Yılbaşında insan hıristiyan gibi yılbaşı gecesi
tertipleyeceğine, geride bıraktığı koca bir yılı nasıl geçirdiğinin muhasebesini yapmalıdır. Ömrünü nasıl geçirdi? Bunları düşünmeli, ilerideki yıllarını düzene
sokmaya çalışmalıdır. Müslümanlar önce ALLAH
Teâlâ’ya verdikleri sözü hatırlamalı, Kur'an-ı Kerim ve
Sünnet doğrultusunda kendisine bahşedilen “MüslüAralık 2010
mabadî, Avnü'l-Ma'bûd Şerh-i Sünen-i Ebî Davud, 2/21 12)Ebu Davud Libas:5 13)Tirmizi, İsti'zan:7 14)Taberani, el-Mucemü’l-evsat, 4/541, No: 3921 15)Ahmed b. Hanbel,
2/164, No:6500 16)Alemgir, el-Fetava'l-Hindiyye, 1/52 17)Buhari, Enbiya:48; İtisam;14;
Müslim; İlim:6 18)Ebu Davud; Salat:239, Nesai; İdeyn:1, Hakim Müstedrek; 1/294,
A.b.Hanbel; 3/103, 178, 235, 250 19)İbn-i Nüceym, el-Bahru'r-Raik, 5/133, el-Fetâva elHindiye, 2/29620)İbn-i Abidin, 5/659-660 21)Bak. Buhari, Şirket:6, No:2361, 2540, Tirmizi, Fiten:1222)Enfal Sûresi:5323)Ra’d Sûresi:1124)Buhari, Edep: 96; Müslim, Birr:165
23
ÇAĞDAŞLIK
NEDİR?
ünümüz dünyasında tüm toplumların barış ve huzurunu engelleyen
önemli bir sorun vardır: ahlaki dejenerasyon. Bu dejenerasyon dürüst, iyi, adaletli, doğru, bağışlayıcı,namuslu, hoşgörülü,
merhametli olmak gibi ahlak erdemlerini yok
ederek, insanları Batıda büyük ölçüde hakim
olan ahlak dışı bir hayat felsefesi edinmeye
yönlendirir.
G
Fuat TÜRKER
[email protected]
İnsanların çok fazla düşünmeleri istenmiyor. Bu yüzden tüm dünya gün geçtikçe
eğlenceyle, medyayla, tv programlarıyla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her
çeşidiyle dolu hale geldi. Bunların tümü insanların zihnini
meşgul tutmak için. Çok az
insan gazete ve kitap okuyor;
tek gerçeğiniz ekranda gördükleriniz...
24
Dejenerasyonun topluma "kazandırdıkları" ise psikolojik çöküntü, saldırganlık,
günahta sınır tanımama, çirkin utanmazlıkların yaygınlaşması, fuhuş, sapık ilişkiler, uyuşturucu kullanımı, kumar, özetle her türlü
ahlak dışı davranışlardır.
Tüm dünyada yaşanan ahlakî dejenerasyon, son derece karanlık bağları içeren
büyük bir ‘sosyal sınıf’ tarafından idare edilir. Etkili propaganda araçları kullanan bu sınıfın propagandaları, özellikle manevi
değerlerin zayıf olduğu toplumlarda etkili
olur.
Ahlaksızlık propagandasının en önemli
sloganları; çağdaşlık, modernlik, özgürlük ve
cesarettir. Kuşkusuz söz edilen modernlik ve
çağdaşlık, çağın gelişmelerini izlemek ve yeAralık 2010
niliklere açık olmak anlamında değildir. Batıda yaşanan ahlaksızlık ve sapıklığı topluma olağan gibi göstermektir. İnsanların kınadıkları ve karşı oldukları
davranışların bugün artık olağan karşılanıyor olması,
söz ettiğimiz propagandanın din ahlakından uzak kişilerin üzerinde ne denli etkili olduğunu gösterir.
Allah’ın emrettiği ahlakın yaşanmadığı bu şeytanî sistemde, söz ettiğimiz karanlık grubun her üyesi,
bu kirli düzenin içinde kendisine bir yol edinir. Sistemdeki sürekliliği sağlayan da, rüşvet ve haksız kazanç, fuhuş ve uyuşturucu ticareti gibi illegal yollardır.
Ancak ilginçtir; toplumun büyük çoğunluğu bu çirkinliklere, haksızlıklara ve ahlak dışı davranışlara ses
çıkarmaz ve fikir mücadelesine cesaret edemez.
Toplumumuzda gençlerin büyük çoğunluğu
amaçsızca ve adeta bir boşluk içerisinde yaşar. Pek
çoğunun başlarındaki yöneticilerden, ülkenin savunmasından, eğitim, hukuk ve sosyal sistemlerinden haberleri dahi yoktur.
Kendi ülkelerindeki gelişmelerden haberi olmayan söz konusu gençler, doğal olarak dünyada yaşanan olayların da pek çoğunu bilmez, bilimsel
gelişmeleri takip etmezler. Kendi aralarındaki konuşmalar; kız ve erkek arkadaşları, okulda ya da mahalledeki olaylar, izledikleri filmler, ‘takıldıkları’ kafeler,
giysileri ve markaları gibi konulardır. ‘En büyük idealleri’ de ya ünlü bir film oyuncusu ya da popüler
bir müzik grubunun bir üyesi gibi olabilmektir.
İşte başta gençler olmak üzere insanların çoğu
bu yoğun telkinlerle, yaşanan ahlaksızlığın çağdaşlığın bir gereği olduğu yanılgısına düşer. Dünyanın pek
çok ülkesinde ahlaksızlıklar, evlilik dışı ilişkiler, fuhuş
yoluyla geçinmek, eşcinsellik, kumarbazlık, yolsuzluklar son derece yaygındır.
Yazılı ve Görsel "Çağdaş" Medya
Bu dejenere yapı, tüm dünyada bilinçli bir şekilde ayakta tutulmaya çalışılır. Yazılı ve görsel
medya, toplumda yaşanan ahlaksızlıkları modernlik
ve çağdaşlık başlığı altında insanlara iletir. Ahlak dışı
yaşayan ünlüler özellikle gündemde tutulur.
Toplumumuzda gençlerin büyük çoğunluğu
amaçsızca ve adeta
bir boşluk içerisinde
yaşar. Pek çoğunun
başlarındaki yöneticilerden, ülkenin savunmasından, eğitim,
hukuk ve sosyal sistemlerinden haberleri
dahi yoktur.
Televizyon programlarında ve magazin dergilerinde, her tür ahlaksızlık sergilenir, yolsuzluk yapanAralık 2010
25
lar, eşcinseller, ahlak değerlerden uzak kişiler özenilecek kimselermiş gibi tanıtılır ve karanlık yaşamları çekici gösterilmeye çalışılır. Bu kimselerin ahlaksızlıkları
cesaret ve modernlik olarak adlandırılır; verilme istenen mesajlar insanların bilinçaltına ustaca yerleştirilir.
Yasa dışı yaşam şeklini öven, gerilimi hatta silahlı çatışmaları makul gibi gösteren dizi ve filmler de
aynı şekilde olumsuz etki oluşturur. Reklam, sinema,
edebiyat, mizah gibi kültürel araçlarda hep aynı mesajlar işlenir, toplumlar din ahlakının değerlerini göz
ardı etmeye ve inançsızlığa özendirilir.
Ruh sağlığı için zararlı şov programlarında şiddet ve kavga görüntülerinin dozajı gittikçe artmıştır.
Psikologlar bu tür program ve yarışmaların, hem katılımcı hem de izleyicilerin ruh dengesini bozduğunu,
onları suç işleme, intihar etme gibi fiillere eğilimli hale
getirdiğini ifade ediyorlar.
Radikal müzik gruplarının gündemde tutulması,
satanizm gibi sapkın inanışlara sahip kişilerin söyleşi
programlarına çıkarılması, marjinal ve sapkın kişilerin sempatik gibi gösterilmeleri de dejenerasyonun
çarpıcı örneklerindendir.
Bugün hızla yaygınlaşan ahlaki dejenerasyonun
en önemli nedeni dinsizliğin oluşturduğu kendini başıboş ve sorumsuz zannetme görüşüdür. Materyalizmin ve dinsizliğin en büyük silahı olan evrim
teorisinin bilimsel bir gerçekmiş gibi zorla benimsetilmeye çalışıldığı, bencil, maddiyatçı karakterlerin ön
planda olduğu senaryolar yaygınlaşarak, milyonlarca
insanın izlediği filmlere dönüştürülür. Bu filmlerin bir
amaca yönelik olarak kullanıldığı çok açıktır.
Geçtiğimiz günlerde çekilmiş bir belgeselde insanlar, medyanın yönlendirici gücüne karşı şu sözlerle
uyarılıyorlardı:
"İnsanların çok fazla düşünmeleri istenmiyor.
Bu yüzden tüm dünya gün geçtikçe eğlenceyle, medyayla, tv programlarıyla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hale geldi. Bunların tümü
insanların zihnini meşgul tutmak için. Çok az insan
gazete ve kitap okuyor; tek gerçeğiniz ekranda gördükleriniz. Şu an dışarıda, ekranlarda gördükleri dışında hiçbir şey bilmeyen koskoca bir nesil yaşıyor.
Bu ekran, bu inançsız dünyadaki en muhteşem lanet
26
Aralık 2010
olası güç. Ve bu inançsız dünyadaki en büyük şirket,
en muhteşem propaganda gücünü kontrol ettiğinde,
bu ekranda gerçek diye neler sunulacağını kim bilebilir?.. Sizler sabahtan akşama kadar her yaştan, her
renkten, her dinden insan, başına oturuyorsunuz. Burada dönen illüzyonlara inanmaya başladınız. Ve televizyondakilerin gerçek, kendi hayatlarınızın ise
hayali olduğuna inanmaya başladınız. Televizyon ne
derse onu yapmaya başladınız. Onun gösterdiği gibi
giyiniyor, onun gösterdiklerini yiyorsunuz. Çocuklarınızı onun dediği gibi yetiştiriyorsunuz; hatta onun
istediği gibi düşünüyorsunuz. Allah aşkına, sizler gerçeksiniz! Hayali olan ekrandakiler..."
Çözüm:
Çağdaşlık adına batının dejenere yönlerini taklit ederek oluşan çürüme, bir meyvedeki çürüğün, sepetteki diğer meyvelere de bulaşması gibi zamanla
herkese zarar verebilir. Gerçek ve kalıcı çözüme, Allah'ın insanlar için seçip beğendiği Kur'an ahlakındadır. Bu sorunları kabullenmek, olumsuzlukları
Kasım 2010
yalnızca izlemek veya tüm sorunların bitmiş olduğu
bir ortamı ütopya gibi görmek büyük bir hata olacaktır. Çünkü tüm insanları yoktan var eden Yüce
Allah, onların en rahat edecekleri, refah, huzur, güven
duygusu ve mutluluk içinde yaşayacakları sistemi de
yaratmıştır.
Her insan dünyada yaşanan ahlaki dejenerasyondan, çatışmaların, savaşların, acıların sürmesinden, insanların zulüm görmelerinden
kendisini sorumlu hissetmelidir. İnanan insanlar, en
önemli görevlerinden olan iyiliği emredip kötülükten sakındırma ibadetini samimiyetle yerine getirmeli, çarpık görüş, sapkın felsefeler ve körü körüne
Batı taklitçiliğiyle fikir mücadelesi içinde olmalıdırlar. Din dışı toplumdaki "çağdaş" kişileri değil, Allah’ın kutlu elçilerini ve onlarla birlikte Rabb’leri
yolunda malını ve canını feda etmiş olan samimi
müminleri kendilerine örnek almalıdırlar. Bu samimi çaba, Allah’ın dilemesiyle- Kur’an ahlakının
yaygınlaşmasına ve insanlığın aydınlık günler yaşamasına vesile olacaktır.
27
TEVESSÜL
evessül konusuna başlayacaktık zaten.
“Hakkı için”, “Yüzüsuyu hürmetine” diye dua etmek de konumuza
dahil olacaktır. Çünkü iki konu birbirleriyle
aynıdır.
T
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
“Ya Rabbi ben senden istiyorum.
Rahmet Peygamberi Muhammed
ile
sana
yöneliyorum.
Ya
Muhammed ! Ya Rabbi onu bana
şefâatçı kıl, aracı kıl”
28
Tevessül kelime olarak, vesile edinmek,
aracı edinmek anlamına gelir. Kelime manasının daha iyi anlaşılması için, basitten bir
örnek vereyim: Diyelim ki bizim her hangi bir
makamdaki insana işimiz düştü ve işimiz
ancak oradan görülecektir. Biz kendimiz doğrudan gitsek, belki de bizi kabul etmeyeceklerdir. Ya da randevu alamayacağızdır.
Görüşsek bile hakkıyla dinlenmeyeceğizdir.
Ne yapıyoruz bu durumda, o makamdaki kişinin saygı duyduğu, sevdiği bir başkasına
ulaşıyoruz ve diyoruz ki ‘bizimle beraber filan
makamdaki insana gidelim, benim bir derdim
var onu bi anlatalım’, diyoruz. O da bizimle
geliyor, o makamdaki kişi bizim yanımıza aldığımız insanın hatırına bizi kabul ediyor, bizi
iyi dinliyor, işimizi görüveriyor. Teşbihte hata
olmasın. Cenâb-ı Hakk’a dua ederken Allahu
Teâlâ katında değeri olan; hürmeti, manevi
seviyesi, kıymeti olan birini duamızda hatırlatarak, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda o kişinin
adını anarak “Ya Rabbi, bizim duamızı
kabul et” şeklindeki duaya tevessül denilir.
Aralık 2010
Mesela “Ya Rabbi, Habibin Muhammed hürmetine benim bu duamı kabul et” dediğimiz zaman,
Peygamberimizi Allah’a yalvarırken vesile edinmiş
oluruz. Vesile bu, yani dua ederken, Allah katına çıkarken yanımıza Allah’a nazı geçen ve Cenâb-ı
Hakk’ın onu kıramayacağı birini anıp onun ismini
duamızda zikrederek Allah’a dua etmek anlamındadır. Böylece Allah’ın duamızı kabul etmesini daha çok
ümid etmiş olacağız. Buna tevessül denir.
İşte bu câiz midir, değil midir ? Bu konuda müslümanlar arasında epeyce birbirlerini suçlayanlar var.
Bu suçlamalar da sıradan suçlamalar değil, inanca
yönelik suçlamalardır. Dolayısıyla kimileri tevessülde
bulunanlara veya bunu caiz görenlere “müşrik” diyor
ve onun dinden çıktığını iddia ediyor. Kimileri de bu
câizdir, böyle dua edilmesi gerekir şeklinde olayı normal görüyor. Acaba bunun doğrusu nedir ?
Bu tevessül konusunu Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın da ifadeleriyle, mübarek hadîsi şerîfleriyle konuya açıklık getirecek şekilde anlatarak
îzâh etmeye çalışalım :
Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm’de bir Âyet-i
Kerîme vardır :
“Allah’a (varmaya) vesileler edininiz
(vesileler arayınız)” (Maide suresi : 35). Allah’a doğru
giderken, Allah yolunda vesileler edininiz.
İşte bu vesile, Allah’a yaklaştıran, Allah’a giden
yolda insana destek veren, moral veren, Allah’ın
yardımının gelmesine sebep olan her şeydir. Bu abdest olabilir, dil ile Allah zikri olabilir, kelime-i tevhid
olabilir, Âyete’l Kürsi olabilir, namaz olabilir, oruç olabilir, bir sadaka olabilir, hac olabilir, umre olabilir,
sevap kazandıran yani Allah’ın değer verdiği her şey
olabilir. Dolayısıyla, ‘illa şudur, diğerleri değil’
demek yanlış olur. Yani bu vesile namazdır, oruçtur,
başka bir şey değildir, denilemez. Allah’a yaklaştıran
ne varsa hepsidir. Ayetin yönlendirmesiyle diyebiliyoruz ki vesile Allah’a götüren, Allah’a varmamıza ya
da Allah’ın bizi daha güzel kabul etmesine sebep olabilecek ne varsa hepsini ifade eder. Demek oluyor ki
Allah katında değer ifade eden her hangi bir şeyi duamızda zikrederek Allah’a öyle dua etmemize biz
tevessül diyoruz. Hadîs-i şerîflerde, ayet-i
kerîme’lerde görebildiğimiz kadarıyla tevessül şunlarda oluyor :
1.Şahısla, bir insanla veya melekle olabilir.
2.Salih bir amelle olabilir.
3.Mukaddes bir mekanla olabilir.
4.Mübarek bir zamanla olabilir.
Şimdi bunları sırasıyla işleyip delil / örnekler
verelim:
Şahısla Tevessül
Şahısla tevessüle -ki en önemlisi de budur
zaten- hadîs-i şerîflerden örnekler vererek açıklamış
olalım :
Bu hususta en canlı örnek şudur: Sahabeden
Osman b. Huneyf naklediyor. (İbn Mace, Sünen,
İkametu’s-Sala : 189). Bu rivayet hakkında muhaddislerin koyduğu kayıt “Bu hadîs sahihtir” şeklindedir :
Osman b. Huneyf diyor ki, (mealen) Biz
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile birlikte oturuyorken, bir adam çıkageldi. O adam âmâ idi, gözleri görmüyordu ve
Aralık 2010
29
“Ya Resûlellah, benim için dua et,
olayım, gözlerim görsün,”dedi.
iyi
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm, cevaben :
“İstersen şimdi sana dua edeyim, ama istersen
duayı ahirete bırakayım. O senin için daha
hayırlı olur” dedi. Adam dedi ki;
“Ya Resûlellah, ben duayı şimdi istiyorum”. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm o adama ; Eve gitmesi, taze güzel bir abdest
alması, arkasından iki rek’at namaz kılması, namazdan sonra şu duayı etmesi talimatını verdi :
“Ya Rabbi, ben senden istiyorum ve Rahmet Peygamberin Muhammed ile sana yöneliyorum ( dikkat edin duada Peygamberimiz
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm kendi isminin anılmasını ona emrediyor). Ya Muhammed, ben bu
ihtiyacımın giderilmesi için seninle Rabbime
yöneliyorum. Ya Rabbi! O’nu (Peygamberimiz
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ı) benim ihtiyacım
konusunda bana aracı kıl, şefâatçi kıl.”
Dua bu. Bu noktada özellikle bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Bakınız, Resûlullah Sallallahu Aleyhi
ve Sellem’in talim ettiği duada gıyaben Resûllullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e nida (‘YA
MUHAMMED’) var, Peygamberimizi vesile edinmesi
var, O’nun şefaatçi kılınmasını dileme var. Sadece bu
hadis-i şerif, tevessülle ilgili bütün meselelerin
çözümünde yeterlidir ve herhangi bir eksiklik bırakmamaktadır. Bundan sonra ne oluyor bakınız :
O âmâ adam eve gidiyor, taze abdest alıyor, iki
rekat namaz kılıyor, namazdan sonra bu duayı
yapıyor ve gözleri açılıveriyor. Gözleri açıldıktan sonra
tekrar Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a
30
geliyor, cemaat daha dağılmamış, hala orada duruyor. Osman b. Huneyf diyor ki; ‘O adam geldi,
gözleri görüyordu. Sanki daha önce hiç kusuru
yok gibiydi’. Evet, bir insan nasıl ki normal bir şekilde görüyor ve gözünde hiç bir kusur yoksa o anlamda görüyordu. Bakınız bu olayda şahısla tevessül
var ve bizzat Peygamberimize gıyaben nida edilerek,
‘seni aracı / vesile kılıyorum’ ifadesi var. Yani tevessül
ile ilgili ne kadar problem varsa bu rivayet hepsinin
cevabını ihtiva ediyor. Aslında sadece bu rivayet yetip
artıyor bile.
Kimisi de diyor ki ‘tevessül şirktir, ancak rivayetten dolayı Peygamberimize tevessülde bulunmak câizdir’. Şimdi bu iddiayı yukarıdaki
rivayete vurup olaya toplu baktığımız zaman mantıklı
bir insan bu iddiayı söyleyemez diye düşünüyorum.
Şöyle; diyelim ki bir insan her hangi birisini aracı
kabul etti. Mesela Ali Veli’yi aracı kabul etti. Öyle dua
etti. Onların iddiasına göre Ali, Veli’ye tapındı hâşâ.
Peki onlara göre sadece Peygamberimizi aracı kabul
etmek câiz ise, Peygamberimize haşa tapmak câiz mi
olacak ? Öyle ya tevessül o insanı ilahlaştırmak ise ve
iddialarına göre Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem ile tevessül caiz ise o mantığa göre Allah’tan
başka peygambere ibadet etmek caizdir sonucu çıkmıyor mu !!! HAŞA. Yani Peygamberimizi Allah’a
hâşâ şirk koşmak câiz olacak ama başka bir insanı şirk
koşmak câiz olmayacak, öyle mi !!! Bu mantığın itibar
edilecek bir tarafı var mı?
İlginç bir rivayet de şu (Müslim, Salatu’l-Müsafirin : 200)
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm geceleyin
teheccüd kılmak için kalktığında namaza şu dua ile
başlıyor:
“Ya Rabbi, Ey Cebrail’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabbi…”
Aralık 2010
Bakınız, Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm
burada fazilet olarak kendisinden daha aşağıda olmasına rağmen meleklerin adını zikrederek Allah’a
duada / tevessülde bulunuyor. Halbuki bu melekler (
Cebrail, Mikail ve İsrafil ), Peygamberimiz’den
faziletçe daha aşağıdadırlar. Bu demektir ki, dua eden
kişi Allah katında kendisinden faziletçe daha aşağıda
olanla bile tevessülde bulunabilir. Ayrıca şu sonuç da
çıkmaktadır : Allah katında değeri olan herkesle
tevessülde bulunulabilir. İsterse vesile edinilen kişi,
dua edenden faziletçe aşağıda olsun veya yukarıda
olsun, farketmez. Zaten Hz. Ömer Peygamberimiz
Aleyhi's Salâtu ve's Selâm’dan umre yapmak için
müsaade istediğinde Peygamber Aleyhi's Salâtu ve's
Selâm ona aynen şunu söylemiştir :
“Kardeşini duadan unutma”.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’den dua istiyor. Bu da ayrıca şahısla tevessülün başka bir
örneğidir. Şimdi o iftitah duasında Resûlullah
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm şöyle devam ediyor.
Ya Rabbi, Ey Cebrailin, Mikailin ve İsrafilin
Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı Rabbim. Ğayb
alemini de, şehadet alemini de (inceden inceye) bilen
Rabbim Sen, kullarından hangi konuda ihtilaf ettilerse, aralarında hükmedensin. Öyle ise, Ya Rabbi onların ihtilaf ettikleri, konuda, izninle beni, hakka
yönelt. Şüphesiz sen kimi diliyorsan, dosdoğru yola
iletensin”.
Bu duanın başında dikkat ederseniz, Resûlullah
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm Cebrail, Mikail ve İsrafil ile
tevessülde bulunuyor. Bu, şahısla tevessül örnekleri
idi. Şahısla tevessül sadece bununla bitmiyor. Bazen
Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın teri ile
bile sahabe teberrükte bulunuyordu.
Kasım 2010
Hırkası ile, abdest suyu ile, su içtiği bardakla
tevessülde bulunuyorlardı. Bakınız, yine Sahih-i Müslim’de Fezâil bahsi. (Sahabenin faziletleri bahsi) 84
numaralı hadîs. Babın başlığı şu :
“Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın terinin, koku olarak kullanılması ve
onunla teberrükte bulunulması, onunla
bereketin ümit edilmesi” babı. Bu rivayet, Enes
b. Malik r.a.’dan geliyor. Peygamber Efendimiz, kendisine akraba olan Ümmü Süleym’in evine rahatlıkla
gider gelirdi. Onunla da zaman zaman otururdu.
Diyor ki Enes b. Malik. Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm Ümmü Süleym’in evine gider.
Onun yatağının üzerinde uyurdu. kadın evde yokken,
o izin almaksızın, yakın akraba olduğu için evine
gider, orada dinlenirdi zaman zaman. Günün birinde
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm yine geldi ve
yatağın üzerine uzanarak uyudu. Ümmü Süleym
evde değil tabii, komşulara falan bir yere gitmiş.
Hemen kendisine birisi gelmiş ve ona :
“İşte Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm senin evinde yatağın üzerinde uyudu,
uyuyor”, demiş. Ümmü Süleym eve hemen gelmiş.
Bakmış ki, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm
iyice terlemiş, hatta teri boncuk boncuk akmış.
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bir derinin,
pöstekinin üzerinde yatıyormuş. Derinin kıvrımı
arasına da teri birikmiş. Ondan sonra diyor ki rivayette Ümmü Süleym hemen sandığını açtı.
İçerisinde bazı eşyalar vardı. Oradan bir şişe aldı.
hemen bez gibi bir şey aldı. Ondan sonra teri onunla
alıyor ve şişenin içerisine sıkıyordu. Hani bizde
süngerle alıp da bir yere sıkarız ya öyle yaptı. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm irkilerek uyandı. Acaba
ne oluyor diye.
31
“Ey Ümmü Süleym ne yapıyorsun?”
Ümmü Süleym cevaben dedi ki:
“Ya Resûlellah (senin bu) terinle biz
çocuklarımıza bereket umuyoruz, ( yani bu
terini kullanacağız, üstümüzde taşıyacağız,
onu sürüneceğiz. Bununla biz çocuklarımızın
bereketleneceğini ümit ediyoruz )” dedi. Bunun
üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ne dese
iyi,
“Doğru yapıyorsun” dedi (Müslim, Fedail: 84).
Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın
başka neleriyle tevessülde bulunuluyordu ? Onu
söylüyorum, bakın, Kendisi ile tevessül var. Teriyle,
tırnağıyla tevessül var. Sakal-ı Şerîf’le tevessül var.
Abdest suyuyla tevessül var. Hırkasıyla, su içtiği tas
ile…tevessül var. Bunları kaynaklarımız zikrediyor.
Bunlar gönül işi. Bunları materyalist bir mantıkla
değerlendirip caiz değildir, demek yanlıştır. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın Sakal-ı Şerîfi
zaman zaman söz konusu yapılır. Halkımızın bu
konudaki uygulama ve anlayışlarına çatanlar olur.
Halbuki Peygamberimiz Aleyhi's Salâtu ve's-Selâm
tıraş olduğu zaman, saç ve sakalından kesilenleri sahabeye bizzat kendisi dağıtıyordu. Eliyle tutup bizzat
veriyordu. Tabii ki ondan bu yana bu mübarek Sakalı Şerif, müslümanlar tarafından hürmetle ipekli bohçalar içerisinde saklanır. Özel olarak korunarak
zamanımıza kadar gelmiştir. İşte bu Sakal-ı Şerîf’le ilgili olarak sahabeden iki tane örnek vereceğim :
Birisi yine Enes b. Malik r.a.’dan geliyor. Enes
b. Malik Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın
mübarek saçından, sakalından bir tutamı saklamıştı.
Ömür boyu onu yanında taşıdı. Enes b. Malik çok
uzun bir ömür yaşadı.. Peygamberimizden sonra 95
32
sene, 100… sene filan yaşadı aşağı yukarı. Tüm
ömrü 105 sene, hatta 115 sene olduğu söyleniyor. Bu
kadar uzun yıllar Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın mübarek sakalını üzerinde taşımıştır. Vefat
ederken de “Bu Sakal-ı Şerîf’i kefenimin içine koyun”
diye vasiyet etmiştir. İşte bu, Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın sakalı ile tevessüldür.
Aynı şekilde İslam komutanlarından Halid b.
Velid örneği. Türbesi malum, Suriye’nin Humus
şehrindedir. Halid b.Velid Peygamber Aleyhi's-Salâtu
ve's-Selâm’ın mübarek sakalından bir miktarını
başının üzerinde sarığının altında taşıyordu. Mutlaka
onu yanında bulunduruyordu. Hele savaşlara
giderken ki, ömrü zaten savaşla geçmiştir, onu mutlaka yanında bulunduruyordu. Ve “Ben savaşları
bu Sakal-ı Şerîf hürmetine kazanıyorum” diyordu.
Halid b.Velid her seferinde, her girdiği savaşta
da genelde komutanlık yapmış, ömründe hiç savaş
kaybettiği görülmemiştir. Böyle çok yönlü yetişmiş bir
asker / komutandı. Birinde çarpışmalar esnasında
sarığı başından düşmüş, vuruşmayı bırakmış ve bir
an önce sarığını içinde Sakal-ı Şerîf’le birlikte başına
koymuş. Etraftan :
“Yahu sen ne yapıyorsun ? Bu tehlikeli
durumda niye vuruşmayı bırakıyorsun”,
demişler!
O, sarığın içinde Sakal-ı Şerîf olduğunu,
savaşları bunun hürmetine kazandığını ifade etmiştir.
Bizde şöyle bir hastalık var : Önem
verdiğimiz, birinci sırada önemli gördüğümüzü
Aralık 2010
sadece var kabul ederiz başkasını ya inkar ederiz
yada görmezden geliriz. Diğerlerine karşı çıkarız.
Bizim toplumun hastalığı. Biz Sakal-ı Şerîfi yanında
taşı derken diğerlerini ihmal et, demiyoruz ki. Bunu
da yapacaksın ötekini de.
Elinden geldiği kadar hepsini yapacaksın. İşi illa
ki tek’e doğru götürürseniz fitneye sebebiyet verebilirsiniz. Hz. Muaviye’den bir örnek vereceğim. Hz.
Muaviye malum, Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın vahiy katiplerinden bir tanesidir. Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâmın da kayın biraderidir.
Kız kardeşi Ümmü Habibe, Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın hanımıdır, bizim de anamızdır.
Hz. Muaviye, kız kardeşi Ümmü Habibe vasıtası ile Peygamberimizin tırnaklarını istemiştir.
Peygamberimiz tırnağını keserken
Ümmü Habibe’den
“Onları atma bana getir”, diye tenbih etmiştir.
Hz. Muaviye o tırnakları muhafaza etmiş ve
onu ezerek toz haline getirmiş, öldüğünde göz kapaklarının açılmasını ve toz haline getirilmiş tırnakların gözünün içine konmasını vasiyet etmiştir. Bu
da Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın bir
parçası ile tevessüldür. Ayrıca daha neler var bakınız:
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın abdest
suyu ile teberrük var idi. Ashâb-ı Kiram Resûlullah
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın abdest suyunu alırlar,
üstlerine serperler ve onunla bereket umarlardı.
Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın hırkası
Peygamberimiz vefat ettikten sonra bile sahabe
Aralık 2010
tarafından zaman zaman giyilir ve onunla teberrükte
bulunulurdu. Hatta hasta olan sahabilere giydirilir, o
hırka ile Cenâb-ı Hakk’tan öylece şifa umulurdu.
Bazen de Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâmın su
içtiği kap istenir, ‘Peygamber Efendimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın su içtiği kapla bi su içelim’ derlerdi. Hatta bu kapla Peygamberimiz su içerken ağzını
kabın neresine değdiriyordu, diye sorarlardı. Ağızlarını tam oraya değdirerek su içmeye çalışırlardı.
Tecrîd-i Sarîh adlı muteber hadis kitabından ve şerhinden cilt ve sayfalar vereceğim : 6.cilt, 159 ve 160.
sayfalar. Burada Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın saçı ile teberrük rivayetleri var. Hadîs numarası 537’ye bir bakın. Orada neler var.
“Salih kimseler ile tevessül’’var. 3 / 288’de.
Hatta imam Şâfiî’nin Bağdat’ta İmam Azam’ın türbesine giderek “Bu kabirde yatanın hürmetine” diye
dua ettiği rivayetleri vardır. İmam Şâfiî bizzat kendisi,
İmam A’zam’la tevessülde bulunuyor. Tecrîd-i Sarîh
Cenazeler bahsine bakılırsa, orada bu dediğimi görürler. İmam Şafii kendisine ait şiir kitabı Divan’ında
İmam A’zam için ‘misk’ benzetmesi yapıyor.. Yine
Tecrid, 4 / 139, 2 / 321, 322’de (abdest bahsi)
Peygamberimiz
Aleyhi's-Salâtu
ve's-Selâm
Efendimizin, abdest suyu ile teberrük ve tevessül var..
Ayrıca yine aynı konuyla ilgili olarak 9 / 271. sayfaya
bakın. 8 / 304 – 305. Hz. Ebubekir’in rüyada gördüğü
bir vasiyeti yerine getirmesi olayı var. Tevessül örneği.
Bu konuda 8 / 304, 305’e bakın. Bütün bunlar ve
daha önce anlattıklarımın hepsi, Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın hem zatı ile hem kullandığı
eşyalar ile, hem O’nun vücudundan bir parça ile
tevessülde bulunduklarını görüyoruz. Bir de;
“Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hayatta
iken bunlar yapılıyordu. Vefat ettikten sonra bu
33
şirk olur”, diyenler oluyor. Bunun da bir mantığı
yok. Yani Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hayatta iken hâşâ o mantığa göre, şirk olan birşey câiz
olur da Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm vefat ettikten sonra mı şirk olmayacak / caiz olmayacak!
Zaman ne fark ettirecek de ? İkisi de aynı olay değil
mi. O mantığa göre birisi şirkse diğeri niye olmuyor.
Bunun makul bir mantığı var mı ! Ama zararı yok. Vefattan sonraki tevessüle de örnek verelim. Biliyorsunuz şahısla tevessül örneklerinin ilkinde dedik ki
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın, âmâ bir insana öğrettiği dua ile o âmâ kişi dua etmiş ve gözleri
açılmıştır. Peygamberimiz bizzat kendisinin vesile
edinilmesini tavsiye edip o şekilde dua ettirdi. İşte bu
rivayeti bize nakleden Osman b. Huneyf, Peygamber
Aleyhi's-Salâtü ve's-Selâm’ın vefatından sonra hatta
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer dönemleri de geçtikten
sonra, Hz. Osman döneminde Hz. Osman’a bir işi
düşüyor. Fakat bir türlü halife Hz. Osman’la
görüşemiyor. Engeller çıkıyor, görüşemiyor. Hemen
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın o âmâ sahabiye yaptığı tavsiyeyi hatırlıyor, taze abdest alıyor,
iki rekat namaz kılıyor ve Peygamber’in öğrettiği şekliyle o duayı yapıyor. Bakın, Peygamber Efendimiz
vefat etmiş.Yani vefatından sonra
“Ya Rabbi ben senden istiyorum. Rahmet
Peygamberi Muhammed ile sana yöneliyorum.
Ya Muhammed ! Ya Rabbi onu bana şefâatçı kıl,
aracı kıl” sözleriyle dua ediyor Osman b. Huneyf..
Duadan sonra Hz. Osman’a gidiyor görüşmeye.
34
Önceden bir türlü işi halledilemezken, bu duadan
sonra işler kendi yolunda tıkır tıkır işleyip neticeyi alıp
geliyor. Evet, işte bu olay Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm vefat ettikten sonra, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile gıyabında tevessül
örneğidir. Zaten bu olay ilk olduğu zaman, yani âmâ
sahabi dua ettiğinde Peygamberimiz hayatta iken
bile, o âmâ sahabi Peygamberimiz huzurunda dua
etmedi. Eve gitti. Ve Peygamberimizin gıyabında
böyle dua etti. Dolayısı ile Peygamberimiz hayatta
iken de, gıyabında iken de, vefatından sonra da bu
tevessülün hiç bir sakıncası yoktur Cenâb-ı Hakk’a
nazı geçen, Cenâb-ı Hakk’ın red etmeyeceği biri ile
O’na gidiyoruz hepsi o kadar. Olayın hepsi bu. Hâşâ
o aracıya ibadet etmek, tapınmak anlamında birşey
yoktur. Peygamberimiz bizzat kendisi tevessülü
tavsiye etmiş. Başkasına ibadet etmek anlamı olsaydı
tavsiye eder miydi hiç. Peygamberimiz şirki tavsiye
eder mi ! Sahabe şirki işler mi ! Olur mu öyle şey.
Sıra geldi amelle, mekanla ve zamanla tevessül
örneklerine.
Amelle Tevessül
Önce amelle tevessülü izah edelim. İnsan Allah
rızası için salih ve sevabı çok bir amel işlemiş olacak.
Sonradan Allah’a dua ederken, “Ya Rabbi o işi
senin rızan için yapmıştım. O amelim hürmetine bu duamı kabul et,” diyerek o salih ameli Allah’a yalvarırken dile getirerek dua etmek
anlamındadır. Biz buna amelle tevessül diyoruz. Peki
bunun örneği var mı?
Aralık 2010
Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm
sahih hadîs kitaplarımızda yer aldığı şekliyle, bizzat
bunun olacağını, olabileceğini anlatmıştır. Sahih
hadîs kitaplarımızda İhlas ile ilgili bahislerde yer alır
bu rivayet (Nevevi, Riyazu’s-Salihin, İhlas bahsi).
Yani Cenâb-ı Hakk’a samimiyetle yalvarmak bahislerinde yer alır. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın naklettiği o olay mealen ve özetle şöyle :
Sizden önceki kavimler, milletler içerisinde üç kişi kıra
çıkmışlardı. Köylerinden uzaklaştıktan sonra birden
yağmur bunları bastırıverdi. Onlar da yağmurdan korunmak için bir mağaraya girdiler. Bunlar mağaraya
girdikten sonra yukarılarından koskocaman bir kaya
paldır küldür yuvarlanarak mağaranın ağzına kapak
gibi geldi ve mağaranın ağzını kapadı. Bunlar içerde
kaldılar. Öyle kakalanıp da yuvarlanacak gibi bir taş
da değil. Çok büyük bir taş. Üçü de bunu yuvarlayamıyorlar, mağaranın ağzını açamıyorlar. Köylerinden uzaklaştıkları için ses de duyuramıyorlar.
Başka çareleri yok. İçlerinden birisi demiş ki:
“Hayatımızda Allah için yaptığımız bir
ameli dile getirerek Allah’a yalvaralım”, Her
birisi sadece Allah rızası için yaptığı bir ameli dillendirerek
“Ya Rabbi bizi bu beladan kurtar” diye dua
etmiş. Her biri dua ettikçe taşın bir kısmı açılmıştır.
Üçüncüsü dua edince taş yuvarlanıp gitmiş ve onlar
da çıkıp gelmişlerdir. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm bunu bize böylece anlatıyor. İşte bu, amel ile
tevessüldür.
Ayrıca az önce anlattığımız gibi Resûlullah
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm âmâ bir sahabiye abdest
alıp iki rekat namaz kılmasını, sonra da dua etmesini
söylemişti ki bu da amel ile tevessülün başka bir
örneğidir (İbn Mace, İkametu’s -Sala : 189).
Mekânla Tevessül
Şimdi mekan ile tevessüle gelelim. Bazı yerler
mukaddestir. Mukaddes olduğu Kur'ân-ı Kerîm’de
Hadis-i Şerîf’lerde belirtilmiştir. Bu mukaddes yerlere
giderek oralarda dua etmek ve duanın kabulünü ümit
etmek, mekan ile tevessülün örnekleridir. Mesela
Kur'ân-ı Kerîm’de Mekke-i Mükerreme’nin mübarek
olduğu beyan edilir. Medine-yi Münevvere, PeygamAralık 2010
Ya Rabbi ben senden istiyorum.
Rahmet Peygamberi Muhammed
ile sana yöneliyorum. Ya
Muhammed ! Ya Rabbi onu bana
şefâatçı kıl, aracı kıl”
berimizin yaşadığı yerler mübarektir. Çünkü orada
amellerin, kaç bin misli ile sevabı veriliyor. Kudüs ve
çevresi, Mescid-i Aksa mübarektir. Kur'ân-ı Kerîm’de
belirtiliyor. Hazreti Musa’nın çıktığı Tur-i Sina ve
çevresi mübarek yerlerdendir. Arafat’ta , duaların
kabul edileceği Cebelu’r-Rahme diye bilinen yer.
Veya Mescid-i Haram’ın içi, Ka’be’den Mültezem,
Hicr, Makam-ı İbrahim… denilen yerler ayetlerle ve
hadis-i şerîflerle özel olarak zikredilerek, mukaddes /
mübarek oldukları beyan edilmiştir. İşte bir insan buralara giderek namaz kılsa, dua etse, o dua taa binlerce kilometre uzaklıktaki, kendi evinde yaptığı
duadan çok farklıdır. Çok farklı oluşunun sebebi
mekan ile tevessüldür. Dolayısı ile mübarek ve
mukaddes olan mekanlarda ibadet ederek, Allah’a
yalvararak dua edilirse mekan ile tevessülde bulunulmuş olur. Bunu Peygamberimiz Aleyhi's-salâtu
ve's-Selâm yapmış mıdır ? Yapmıştır ve tavsiye de etmiştir. Mesela Hac esnasında Arafat’ta Cebelu’rRahme (Rahmet Dağı) denilen yerde dua edilmesi
mekan ile tevessül örneğidir. Kitaplarımızda
söylendiği gibi “Mültezem” denilen yerde yani
Kâ’be’nin kapısı ile Hacerü’l-Esved arasında
Kâ’benin örtüsüne yapışarak, adeta Allah’tan ısrarla
istercesine dua etmek Mültezem ile tevessül örneğidir.
Veya “Zemzemi ne niyetle içerseniz onun
içindir” (İbn Mace, Menasik : 78), şeklinde hadis-i şerîf vardır.
Bu da Zemzem ile tevessüldür ki bir bakıma mekanla
tevessül örneğidir.
Zamanla Tevessül
Bir de zamanla tevessül vardır. Bazı zamanlar
vardır ki diğer zamanlara göre daha kıymetlidir.
Mesela seher vakti. (www.habername.com)
35
Hekimoğlu İsmail:
“İslam
Cemaatlerde
Daha Kolay
Yaşanır.”
uhterem büyüğümüz Hekimoğlu İsmail Bey ile yaptığımız söyleşinin
ikinci bölümünü Burhan Dergisi
okurlarının istifadesine sunuyoruz.
M
Röportaj: Aydın BAŞAR
Müslüman için dünya işi
ayrı, ahiret işi ayrı olamaz.
Çünkü namaz kılan her Müslüman'ın yaptığı helal işlerin
bütünü
ibadet
hükmüne
geçer. Böylece dünya ve ahiret
bir bütün olarak ele alınır, her
ikisi de mamur edilir...
Muhterem Hekimoğlu “Derdimi
seviyorum” isminde güzel bir eseriniz
var. Nedir sizin derdiniz? Neden derdinizi seviyorsunuz?
İman ile İslam sarayına girdim. Başka
diyarları görmek istemedim. İslamiyet’le meşgul oldum sadece; bu da bana yetti. İslam’ın
dertlerini kendime dert edindim. İslam’ın
dertleri nelerdir? Bunları sayalım: Birincisi;
Akılla vahyi bütünleştirmek… İkincisi; camiyle okulu bütünleştirmek… Üçüncüsü; tabiatçılık ve modernizm gibi akımlarla
mücadele etmek. Sonra; insanlara ahireti ve
Mahkeme-i Kübra’yı hatırlatmak… Bir de
dünyayı nasıl cennet edebiliriz bunu düşünmek… Benim derdim işte bunlar.
Derdinizi başka insanlara anlatabildiğinize inanıyor musunuz?
Allah diyenlerin sayısı artsın diye 1954
yılından beri diyar diyar dolaşıyorum. Fakat
dindarların sayısının artması bizim elimizde
36
Aralık 2010
değil, bu bir nasip meselesi... İslam'ı önce kendi vücudumuzda yaşamaktır asıl mesele. İnsan önce kendisini cennete layık duruma getirmelidir. Başkalarıyla
uğraşmak çıkmaz sokaktır… Yüzme bilmeyen bir
insan boğulmakta olan birini kurtarmaya çalışırsa ikisi
de birbirine sarılarak boğulur. Bu sebepten, insan evvela kendini kurtarmalıdır. Su alan gemi başka gemiyi kurtaramaz. Bu kurtarmada maneviyat ve
maddiyat vardır. Bir şahıs, manevi şüphelerden kendini kurtarabilmek için okuyacak, araştıracak, şüpheden şüphesizliğe geçecek. Sonra öyle bir hayat
yaşayacak ki onu tanıyanlar onun hayatına gıpta
edecek.
Önemli şahsiyetler için yakınlarının onları yeteri kadar tanıyamadığı söylenir. Yakın
akrabalarınız bahsettiğiniz derdinizi paylaşıyorlar mı? Sizden etkilendiler mi?
İslamiyet'i öğrenmek yaşamak ve anlatmaktır
bizim vazifemiz... Fakat ana-babamız, çocuğumuz,
eşimiz de olsa başkalarının İslam'ı öğrenip yaşamaları Allah'ın takdir edeceği bir şeydir. Vazifemiz tebliğdir, irşad Allah'a aittir. Peygamberlerden birçoğu
yakınlarını irşad edememiştir. Peygamberimizin yakınları arasından bile cahiller, inkârcılar çıkmıştır. Mesela amcası Ebu Leheb bunlardan biridir. Kur'an-ı
Kerim 29 peygamberden misaller getiriyor; Hz. Lut
aleyhi’s selam’ın karısından bahsediyor, Yusuf aleyhi’s selam’ın kardeşlerinden bahsediyor. Bunlarla
diyor ki: Senin karın Lut aleyhi’s selam’ın karısı gibi
olabilir. Senin oğlun Nuh aleyhi’s selam’ın oğlu gibi
olabilir. Bütün bunlara rağmen senin vazifen İslam'ı
öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. Önemli olan
budur.
Hasta ve yarı felçli olmanıza rağmen hala
derdinizi insanlara anlatmaya devam ediyorsunuz? Bu biraz sıkıntılı olmuyor mu?
Hastalık sevabımı artırıyor, günahlarımı azaltıyor. Bu dert değil sefadır. Yaşa gelince 1932 doğumluyum. Neredeyse 80 yaşındayım. 80 yıllık ömrüm
kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Bu geçen zamanda Allah’ın
rızasını kazanacak bir amel işledimse ne alâ…
Eserlerinizde Yunus Emre gibi hakikatleri
en berrak haliyle ifade ediyorsunuz? Üslubunuzu belirlerken dikkat ettiğiniz hususlar nelerdir?
Öyle yazı yazmalıyım ki hamal “zor” demesin,
Profesör de “basit” demesin. Her yazımdan her makamdaki insan faydalansın… Adetullah böyledir.
Meyve herkese faydalıdır, yazar da herkese faydalı olmaya çalışacak. Ben kalemi elime aldığımda “Acaba
okuyuculara nasıl faydalı olabilirim?” diye düşünürüm.
Neden yazmayı tercih ettiniz?
Her şey zıddıyla bilinir. Ehli dalalet batıl davalarına hizmet etmek için çok büyük gayretler sarf ediyorlar. Baktım romanla kendi davalarına hizmet eden
insanlar var, ben de Minyeli Abdullah'ı yazdım.
Eserlerinizde Bediüzzaman’ın etkilerini
gözlemliyoruz. Neden Bediüzzaman sizin için
bu kadar önemli? Diğer âlimlerden fakı nedir?
Allah vazife taksimi yapmış. Nasıl ki her meyvenin tadı başka kokusu başka faydası başkaysa
Aralık 2010
37
aynen öyle de her âlimin vazifesi ayrı ayrıdır. Bediüzzaman Said Nursi de Allah tarafından gönderilmiş
bir baştabiptir. Derdi teşhis etti: Zaaf-ı iman… Eserlerini iman üzerine yazdı. Cevapsız kalan sorulara
cevap verdi. Bu zamanda İslamiyet’i nasıl anlamalıyız, nasıl yaşamalıyız, onun yollarını gösterdi. Onun
sözleri insanlara tesir etti. Mıknatıs, demiri nasıl çekerse o da bizleri çekip kendine bağladı. Üstad, okulla
camiyi, akılla vahyi bütünleştirdi. İslamiyet’in müspet
ilim olduğunu ispat etti. Avrupalılar gibi yaşamanın
felaketlerini gösterdi. Ametü’nün altı esasını ispatlı
olarak anlattı, bizler de okuduk inandık. Bu zamanda
en önemli mesele tahkiki imandır. Bu zamanda mutlaka bir cemaate mensup olmak lazım... İslamiyet cemaatlerde daha kolay yaşanır ve anlaşılır.
lar toplansın, sözü dinlensin. Halbuki hubbu cahtan,
hubbu riyasetten şiddetle kaçınmak lazım. Yani reis
olmak, baş olmak sevdası... Ben şöyle yüksek yerlere
geleyim, şöyle yüksek makamlar edineyim diyerek
hizmet etmek... Bu kişide ihlâs yoktur. Bana göre
yaptığı bütün ameller havaya gidiyor. Bir adam diyordu ki, “zengin arabasını dağdan aşırır, fakir
düz ovada şaşırır. Öyleyse ben zengin olacağım.” Zengin olmak için ne lazımsa yaptı. Bir zaman
sonra çok hastalandı. Doktorlar onu evine gönderdi.
Bu demektir ki, “git evinde öl.” O adama dedik ki,
“hani para her şeyi hallediyordu?” “Gerçeği
anladım ama iş işten geçti” dedi. Müslüman'ın
her sözü, her hareketi İslam'a uygun olmalı. Bu hal,
külli ibadettir.
“Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkum şişeler hükmündedir; sonsuz ahirete ait işler ise
gayet sağlam elmaslar kıymetindedir” Üstad’ın
bu sözünü nasıl anlamalıyız?
Buradan dünya ve ahiret işlerinin ayrı ayrı
olduğu sonucuna gitmek doğru olur mu?
Dünyaya ait işler, mevki makam sahibi olayım
zengin olayım konforlu yaşayayım gibi düşüncelerdir. Nefis şöhret ister. Adam istiyor ki etrafında insan-
Müslüman için dünya işi ayrı, ahiret işi ayrı olamaz. Çünkü namaz kılan her Müslüman'ın yaptığı
helal işlerin bütünü ibadet hükmüne geçer. Böylece
dünya ve ahiret bir bütün olarak ele alınır, her ikisi
de mamur edilir.
Hayatımızda her nedense terazinin dünya
tarafı hep ağır basıyor?
"Benim, dünya ile olan misalim, bir ağacın altında biraz gölgelendikten sonra onu bırakarak yoluna devam eden bir süvarinin
misali, gibidir." Bu hadisten anlaşılacağı üzere masiva (Allah’tan başka her şey) fanidir. Fani olana
gönül verilmez.
Madem ki dünya fanidir. Madem ki ömür
kısadır. Öyleyse hayatımızın gayesi ne olmalıdır?
Allah rızasını kazanmaktır. Bu noktaya gelmeyen Müslüman, bedavadan yaşar ve ölür. Hayatı ona
cenneti kazandıramamıştır. Allah bizi kendisini tanıyalım ve gerektiği gibi kulluk edelim diye yaratmıştır.
Asıl maksada ulaşabilmek önemli. Dünya, rehavet
yeri, sefa sürme yeri değildir. Eğer bunu, böyle kabul
etmezsek, bedeli ağırdır.
Teşekkür ederim, Allah razı olsun.
Ecmain.
38
Aralık 2010
Kim ki Resulullah’ın Sünnetini İhya Etmek Ve
Emirlerini Yaymak Maksadıyla Hizmette
Bulunursa, İşte O, Kurtuluşa Ermiş, Fevz Ve
Necat Bulmuştur.Onun İçin Yüz Şehit
Sevabı Vardır...
Ahmet er’Rufai Hazretleri
Aralık 2010
39
HIRİSTİYAN
DÜNYASINA
AÇIK MEKTUP
ildiğiniz gibi biz Müslümanlar Hz.
İsa’nın misyonuna gönülden bağlı insanlarız. Allah’tan gelen tüm olumlu
mesajları hiçe sayan katı kalpli bir topluma
O’nun tekrar sevgiyi, merhameti, paylaşmayı
ve îsârı hatırlattığına inanıyoruz.
B
Nihat MORGÜL
Dünyanın yeraltı ve yer
üstü kaynaklarına el koymak
adına dünyayı ateşe veren,
mazlum halkları ve çocukları
katleden Hıristiyan devlet
başkanları yani çağdaş Herod’lar ve dünya gelirinin
dörtte üçünü yiyen, insanlar
açlıktan ölürken köpek mamalarına ve Noel kutlamalarına
milyar
dolarlar
harcayabilen Hıristiyan dünyası, Hazreti İsa ile Herod
arasında hangisine yakın durmaktadır?
40
Bütün manevi değerlerin ortadan kalktığı, mevcut manevi değerlerin de maddeye
ve maddeciliğe tahvil ve kurban edildiği bir
toplumda O, erdemin, doğruluğun, iyiliğin,
yardım severliğin ve bütün güzelliklerin haykıran sesi, hisseden yüreği olmuştur. Tarih boyunca çirkef bir toplumda erdem adına
yükselen her sese karşı gelindiği gibi, O’nun
sesi de zalimler ve mevcut statükodan beslenenler tarafından bastırılmak istenmiştir.
Herod,1 belki bunlardan bir tanesi ve hatta en
başta geleni idi.
Bir Noel öncesinde, Avusturya’da çıkan
The Age gazetesinin yorumunu burada aktarmak istiyorum: “Dünya üçüncü bin yılının başında hala tuzukurular ve
çulsuzlar diye ikiye bölünmüş durumda,
ta bu bin yılların en başında olduğu
gibi. Geçen iki bin yıl içinde, tıpkı
Herod gibi davranmaya amade bir sürü
Hıristiyan hükümdar olageldi. Asıl
soru, Herod’un nerede bulunacağı değildir. Bu, işin kolay kısmıdır. Asıl meAralık 2010
sele, Mesih’in nerede bulunacağıdır. Bizi rahatsız edecek, huzurumuzu kaçıracak ama İncil’in cevabı şudur: Zulme uğrayanların ve
fakirlerin arasında.”
Hazreti İsa’nın bu misyonuna rağmen Müslüman milletlere ve siyaseten zayıf düş(ürül)müş ülkelere “Haçlı Savaşları” adı altında İsa adına savaş
açmış ve sömürmeyi, katletmeyi, yok etmeyi dini bir
görev bilmiş eski yeni Hıristiyan devlet başkanları ile
Hazreti İsa’nın doğum günü 25 Aralık’ı ibadetten ziyade eğlence ve alışveriş ile karşılayan Hıristiyan
halkların İsa anlayışlarında bir terslik olsa gerektir.
Hâlâ Noel etkinliklerine milyar dolarlar harcandığı
düşünülürse, bu kutlamaların daha çok kimin işine
yaradığı anlaşılmış olmaktadır.
Dünyanın yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el
koymak adına dünyayı ateşe veren, mazlum halkları
ve çocukları katleden Hıristiyan devlet başkanları
yani çağdaş Herod’lar ve dünya gelirinin dörtte
üçünü yiyen, insanlar açlıktan ölürken köpek mamalarına ve Noel kutlamalarına milyar dolarlar harcayabilen Hıristiyan dünyası, Hazreti İsa ile Herod
arasında hangisine yakın durmaktadır? Hıristiyan
dünyasının bunu kendisine sorması Hz. İsa bağlıları
için de iyi olacaktır sanırım. Hazreti İsa’nın gerçek
mesajı, yüzyıllardır dünyanın kanını emen, başta kara
kıta Afrika olmak üzere tüm dünyayı açlığa mahkûm
eden sömürgeci zihniyetin öncü kuvveti olmamalıdır.
İsa’dan sonra 325 yılında düzenlenen İznik Konsilin’de İsevîlere kan kusturan Bizans İmparatorluğunun kralı II. Konstantin Hıristiyanlığı kabul etmişti.
Pagan kültürünün hâkim olduğu bu coğrafyada Hıristiyanlık bu tarihten sonra imparatorluğun resmi dini
haline gelmişti. İznik Konsilinde bir çok İncil arasından Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın kaleme aldığı dört İncil seçilmiş, diğer İnciller yasaklanmıştı.
Acaba bu, Hıristiyanlar ve hırıstiyanlık açısından sevinilecek bir durum muydu? Bizans mı Hıristiyan olmuştu yoksa Hıristiyanlık mı Bizanslaşmıştı?
Hazreti İsa’nın öğretileri içerisinde yer almayan teslis
(üçleme, tanrının üç unsurdan oluştuğu; Baba, oğul,
kutsal ruh) İsa’nın tanrı oluşu, asli günah, puta tapıcılık (İsa’nın ve azizlerin heykeline tapma), çam ağacının kutsal kabul edilmesi, kutsal günün pazar
(Sunday; güneş günü) olması, Noel2 gibi bir çok
inanç, güneşe tapan putperest Bizans’ın yeni dini
kendine benzetmesi değil miydi?
Aralık 2010
Maalesef İsa’nın evrensel ilahi mesajı Bizans
müdahalesinden günümüze kan kaybetmeye devam
etmektedir. Bu kan kaybı o hale gelmiştir ki, Hıristiyan dünyasını hem de İsevilik adına Herodlaştırmış
ve hayat anlayışına kurban etmiştir.
Yılbaşı kutlamaları masum birer adet ve gelenekten ibaret görülmemelidir. Bu kutlamalardaki ritüeller İslam ile bağı olmadığı gibi her ne kadar
Hıristiyanlık ile özdeş görülse de aslında gerçek Hıristiyanlıkla da ilgisi bulunmamaktadır. Bunlar olsa
olsa eski pagan inançların kalıntılarından ibarettir.
Masum birer gelenek gibi görülen ve hoş görüyle bakılan bu gibi dinsel öğeler zamanla gerçek dini yaşantıyı unutturup kendisi din yerine geçmektedir.
Nitekim Hazreti Peygamberimiz Muhammet Mustafa
Aleyhisselam’ın “Kim bir topluluğa benzerse o
da onlardan olmuştur” hadis-i şerifi tam da bu gerçeği ifade etmektedir. Hazreti Ali’nin dediği gibi
“İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlarlar”
Sözün burasında Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yapan bir şahsın bana gönderdiği özel mektupta
yılbaşı kutlamaları ve bu konuda bizim konumumuz
ile ilgili şu değerlendirmelerini de bu vesileyle Müslüman Türk halkının dikkatine arz etmek istiyorum:
“Bizler İsa Mesih bağlıları olarak 25 Aralıkta Noel’i kutluyoruz… Ama iş dönüp dolaşıp her işte olduğu gibi taklitçilerine gelince
işin rengi ve amacı yüzde yüz değişiyor. Yılbaşı
bahane eğlenmek şahane, oluyor. En başta bu
çorbada tuzu bile olmayan kimlik bunalımı
çeken Müslüman Türk halkı dâhil, o sizin sözünü ettiğiniz amacından sapmış Hıristiyanlık
dünyası, bu yılbaşını her türlü rezaletin içinde
savurganlığın sınırsızlığıyla yıkılasıya kadar
içip içip kutluyor. Sahte Hıristiyan’la sahte
Müslüman’ın ortak noktası işte budur.”
Fazla söze ne hâcet!
...........................................
1)1Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde ona eza ve cefa eden Romalı hükümdar.
2)Noel; Eski Grekçe ve Latincede “yeni güneş, ilk gün, ayın yeni günü” gibi anlamlara gelir.
Kelime, zamanla Paganlarda yeni yılın başlangıcında yapılan şenliklere ad olarak kullanılmıştır. Romalılar da, büyük bir şahsın gelişini selamlamak, doğum haberi vermek gibi
mutlu bir olayı anlatırken “Noel Noel! diye seslenirlerdi. Hıristiyanlık sonrası dönemde,
pagan/putperestlikten kalma bir çok âdeti Hıristiyanlaştıran Kilise Babalarının yeni yorumları ile Noel, zamanla içerik değiştirerek İsa’nın doğum gününe ad olmuş ve bu anlamda insanlığı ezeli günahtan kurtarmak üzere Tanrı Oğlu İsa’nın yeryüzünde cisimleşerek
onun doğuşunun hatırasına kutlanan bir bayram haline dönüşüvermiştir.
41
HANGİ
OSMANLI
on dönemde farkına vardınız mı bilemiyorum ama bir Osmanlı tutkusu aldı
başını gidiyor. Sokakta şerbet satan
adamın kıyafetinden tutun da televizyonda
dekolte giymiş şarkıcılara; hatta İslam ve Osmanlı ile uzaktan yakından alakası olmayan
Batılı düşünce adamlarına kadar herkes bir
Osmanlı sevdası yaşamaya başladı. Pax Ottomana’dan Neo-Osmanlı’ya varıncaya
kadar muhtelif tabirler piyasada dolaşıyor.
İşin doğrusu bütün bunlar bendenizi ürkütmüyor değil. Kısmen mazimizin hatıralarda
canlanması ve siyasal iktidarın mütedeyyin/milli çizgisinden/duruşundan kaynaklanan Osmanlı rüzgarının özellikle bize yabancı
kimseler tarafından dile getirilmesi üzerinde
durmaya değer bir olgu. Bu noktada herkesin
Osmanlı tasavvurunun farklı/eksik veya aslından uzaklaşmış olduğunu ve bir kısmının
meşruiyet kazanma amacında olduğunun belirtilmesi elzemdir. Ortada dolaşan bu farklı
Osmanlı prototiplerinden hangisinin gerçek
hangisinin sahte olduğunun tespiti ise tarihin
tozlu sayfalarında saklıdır.
S
Ahmet HALİLOĞLU
Söğüt’ü işgal eden Yunan komutanının neden Ertuğrul
Gazi’nin sandukasını tekmelediğini, Birgi’yi işgal eden Yunan
askerlerinin neden İmam-ı Birgivi’nin başucundaki selvi ağacını kesmeye kalktığını
anlamadan Osmanlı’daki sırra
vakıf olamazsınız.
Osmanlı; tebaası olan her milletin dini
ve milli hürriyetine önem göstermiştir. Bunun
muhtelif ortamlarda dile getirilmesinde beis
yoktur. Ancak; bu din ve vicdan hürriyetinin
42
Aralık 2010
sınırı Devlet-i Aliye’nin ve din-i İslam’ın bekası noktasında sona ermiştir. Dinler arası Diyaloga meşruiyet kazandırmak amacıyla Hazreti Fatih’in Bosna
Sırplarına dini hürriyet bahşettiği fermanından bahsetmek doğaldır. Ama II. Mahmud Han’ın Fener Rum
Patriği Gregorius’u Mora isyanını kışkırtmasından dolayı idam ettirdiğini söylememek hakiki Osmanlı’yı
gizlemekten başka bir şey değildir.
Osmanlı her vechesiyle incelenip, o ruh yakalanmadan anlaşılmaz. Olayın işimize gelen bir tarafını alıp, diğer kısımlarını es geçmek; kıymetli
mazimize haksızlık olacağı gibi bu tür bir hata da
bizim bugünümüzü mahv edecek, yarınımızı ipotek
altına alacaktır. Osmanlı ruhundan dem vururken;
köstekli saat kullanmak güzeldir. Ama saat sistemi
olarak alafranga saati kullanmak Osmanlı’ya ve istikbalimize yapılacak en büyük kötülüktür. Osmanlı ruhunu dejenere etmek demektir. Eğer maziden bir
hatıra olarak köstekli saat takıyorsak; o saatin içinde
Osmanlı’nın kullandığı saat sistemi olmalıdır.
Osmanlı ruhundan dem vurduğunuz anda tasavvuf neş’esine kapılmamak mümkün değildir.
Ancak Osmanlı tasavvufu nazenin ruh sahibi olmaktan; insan-ı kamil olmaktan başka formlara dönüştü-
rüldüğü zaman tüm saffetini, tüm derinliğini kaybeder. Çevrenize dikkat edin Osmanlı’dan ve tasavvuftan bahsedenler sürekli Akşemseddin Hazretlerinden
söz ederler. Ama o kadar. Ne Akşemseddin Hazretlerinin tarikatının adını bilirler, ne Akşemseddin Hazretlerinin yazdığı bir kitabı okumuşlardır. Onlar için
Ak Şeyh sadece bir meşruiyet vesilesidir. Hepsi bu...
Halbuki Akşemseddin Hazretleri dediğiniz anda
tıpta, matematikte, astronomide tasavvufta söz sahibi
bir alim akla gelir. Siz bunların hiçbirini zikretmeyip,
Akşemseddin Hazretlerinin bir tek yönünü ön plana
çıkardığınız zaman hakiki Akşemseddin Hazretlerinin
mirasını öldürüp, yerine sahte/hayali bir Akşemseddin’i sevmiş olursunuz. Kaldı ki Osmanlı Tasavvufunu
anlamak için sadece Akşemseddin Hazretlerini bilmek yetmez. Abdullah-ı Bosnevi’nin Fusus şerhine
dalmadan, İsmail Ankaravi Dede’nin Mesnevi Şerhini
yutmadan Osmanlı Tasavvufunda birikim sahibi
olunmaz. Ümmi Sinan Hazretleri ile Ebu Suud Efendi
arasındaki müzakereleri bilmeden, İmam-ı Birgivi’nin
Tarikat-ı Muhammediyesini okumadan, yazılış sebeplerine vakıf olmadan anlatılmaya/anlaşılmaya çalışılan bir Osmanlı Tasavvufu yalan olur. Böyle bir
çaba beyhude, hedef muhal olur. Osmanlı Tasavvufunu biliyorum demek için Budin’de (Macaristan) Gül
Baba Tekkesinde esma zikrine girmelisiniz, Girit Mevlevihanesinde sema etmelisiniz, Midilli (Yunanistan)
Rifai Tekkesinde kıyama kalkmalısınız, Köprülü (Makedonya) Halveti Şabani Dergahında devran etmelisiniz. Kastamonu’da Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesinde
kırk gün erbain, Konya’da Molla Hünkarın asitanesinde binbir gün çile çıkarmalısınız. Zeyrek’te Mehmet Emin Tokadi Hazretlerinin Nakşi- Müceddidi
hatm-i haceganına girmelisiniz. Nakşibendiliğin cehri
zikr yapan kollarına şahit olmadan Osmanlı tasavvufunda söz sahibi olunmaz. Osmanlı Tasavvufu bu
kadar derinken, o koca müktesebatı bir tek şahsa indirmek ne derece doğrudur? Böyle bir anlayış ne derece hakikattir, insaf ve izan sahibi vicdanlara
bırakıyorum.
Size bir kaç isim zikredeyim; Muhammed
Nemir El-Hatib (Filistin), Abdulfettah Ebu Gudde
(Suriye), Mehmed Emin Aga (Yunanistan), Muhyiddin Avvame (Suudi Arabistan), Ahmed Davudoğlu(
Bulgaristan), Mustafa Ceriç (Bosna Hersek), Yusuf elKardavi (Mısır)... İnternet çağındayız; google’a bu
Aralık 2010
43
isimleri yazın ve resimlerini görün. Yukarıda zikrettiğim isimlerin hepsinin cübbe ve sarıkları Osmanlı İlmiye Sınıfının esvabıdır. Ya bizim Diyanet İşleri
Başkanımız ve İmamlarımız? Maalesef son derece
sade ve heybetli siyah cübbeyi attılar ve yerine sim
işlemeli beyaz bir cübbe getirdiler. Osmanlı Coğrafyasında Anadolu dışında siyah Osmanlı cübbesi
devam ederken, Osmanlı’nın merkezinde cübbenin
rengi değişti. Hangi Osmanlı ruhundan bahsediyorsunuz? “Adamlar senelerce bizi siyaha mahkum
etmişler” diyerek ,muktedirlere yalakalık yapacak
kadar alçalabilen bir adam, Osmanlı olsa ne olur olmasa ne olur? Kılık kıyafetten ne olacak demeyin lütfen. Siz bir Şii mollasını bizim sarığımızla cübbemizle
gördünüz mü? Ya da bir Vehhabi Hocasını? Kesinlikle giymezler. Sihler de sarık sarıyor ama bir Sihin
bizim gibi kırmızı fes etrafına beyaz sarık saracağını
düşünüyormusunuz? Cevap hayır. Biz alabildiğine
kendimizden uzaklaşırken, ruhumuza yabancılaşırken,
ecdadla aramızdaki makas açılıyor, farkında değiliz.
Şiiler dedim de, son dönemde bir vahdet lafıdır
gidiyor. Ehl-i Sünnet dışı akımlara en ufak bir eleştiri
yönelttiğimiz anda tüm oklar bize yöneliyor ve ümmetin vahdetini, birliğini bozmakla itham ediliyoruz.
Halbuki muhatabımız insanların nezih itikadını karıştırıp, ahiretlerini karartıyor. O’na tek kelime etmeyenler, Ehl-i Sünnet Müdafiilerini, Ümmeti bölmekle,
birbirine düşürmekle, Ümmetin vahdetini tahrip ve
tahrif etmekle suçlamakta beis görmüyorlar. İttihad-ı
İslam, yani ümmetin vahdeti ve birliği meselesinde
delil olarak getirdikleri şahıs ise Osmanlı’nın Yavuz’u... Ama Yavuz Sultan Selim’i vahdet meselesinde rehber edinenler; Ehl-i Sünnet dışı fırkalara
kollarını alabildiğine açarken; Ehl-i Sünnete karşı
yumruklarını acımasızca indirmekte beis görmüyorlar. Peki “Yavuz Sultan Selim vahdeti ve ittihadı
sağlarken böyle mi davrandı” dediğiniz anda
cevap kocaman bir tıs... Yanında Zenbilli Ali Cemali
Efendi ve İbni Kemal Paşazade gibi Müftüyüs-Sakaleyn (İnsanların ve Cinlerin Müftüsü) iki Şeyhülislam
olan Yavuz Sultan Selim Han; ümmetin birliğini, Ehli Sünneti tenkit, Ehl-i Bidatı kucaklamakla sağlamadı.
Bilakis; ittihad ve vahdette ana ölçüsü Ehl-i Sünnetti.
Çaldıran savaşının muhatabı olan karşı taraf kimdi?
Mercidabık ve Ridaniye’de karşı taraf kimdi? Bu iki
sorunun cevabı samimiyetin göstergesi. “Vahdet,
vahdet” türküsü söyleyenler, İrşad’ül Aklis Selim
isimli eşi menendi olmayan bir tefsirin müfessiri olan
Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’nin fetvalarına neden
bakmazlar? Baksalar; Ebu Suud Efendi Hazretleri
kimi neden tekfir etmiş görecekler ve vahdet adlı tek
dayanak noktaları yerle yeksan olacak. Dedim ya; birilerinin Osmanlı demesi meşruiyet kazanmak içindir.
Yoksa Osmanlı’yı sevdiklerinden değil.
Osmanlı Çinilerinde gül, Resulullah’ı temsil
eder. Remizdir bu, simge... Çini’deki lalenin de, karanfilin de temsil ettiği bir şey vardır, bayraktaki hilalinde... Ama o kadar. Ötesi yok. Fakat biz ne
yapıyoruz? Osmanlı Ecdadın Efendimiz (sav)’i çinide,
sadece çinide gül ile simgelemesinden hareketle; Miladi(!) takvimle yani Papa XIII. Gregory’nin icat ettiği
takvimle kutlamaya çalıştığımız Kutlu Doğum Haftasında gül lokumu dağıtıyoruz, gül suyu ikram ediyoruz, sokaklarda gül veriyoruz. Böylece O’nu (sav)
anmış oluyoruz. Arkadaşlar biraz komik kaçmıyor
44
Aralık 2010
mu? Osmanlı O’nu (sav) gül ile simgeledi, evet doğrudur. Ama sadece çinide. Başka yerde değil. O’nun
(sav) için dağıtılan gülün çöpü boyladığına bu talihsiz gözler şahit oldu. Eğer biz Osmanlı’yız diyorsak,
Allah Resulu’nu hatırlamak için yapacağımız bir tek
şey var; Sultan III. Ahmed gibi sarığımızın üzerine naleyn-i saadeti işletmek ve en büyük saadetin O’na
(sav) ümmet olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamak. Osmanlı Ecdadımız; edepten çocuklarına
Mehmed ismini koymuşlardır. Yoksa ecdad da biliyordu evlatlarına Muhammed ismini koymayı. Ama
O’nun ismini ağza almayı edepsizlik sayıyorlardı. İsmi
her anıldığında Osmanlı ecdad, elini göğsüne götürüp hürmet göstermeyi, mukaddes mirasının ve kutlu
hatırasının önünde baş eğmeyi edep edinmişlerdi.
Zamanımızda “Osmanlı Osmanlı” diye bağıranlar
Süleyman Çelebi’nin Mevlid kıraatini bidat görüyorlar. Mevlidi Bidat görenlere en güzel cevabı Seyyid
Muhammed bin Alevi el- Maliki Hazretleri “Havlel
İhtifal” isimli eserinde veriyor.
Şimdilerde bir Osmanlı ecdadın kelimelerini
kullanma modası var. Ama maalesef cehaletin en kesifine de bu alanda şahit oluyoruz. Lutfetmek ve arz
Aralık 2010
etmek gibi iki basit kelimeyi bile kullanmaktan aciziz.
Biz muhatabımızdan arz ederiz, muhatabımız bize lütfeder. Ama siz muhatabınızdan arz etmesini, sizin de
lütfedeceğinizi söylediğiniz zaman en büyük çamı devirmiş olursunuz. Osmanlı ecdad ev kelimesi yerine
fakirhane/devlethane kelimelerini kullanır. Kendi eviniz ne kadar görkemli olursa olsun, fakirhanedir, muhatabınızın ikametgahı ne kadar köhne ve viran
olursa olsun devlethanedir. Bu tevazunun gereğidir.
Maalesef Osmanlı’ya benzeyeceğim diye muhatabının evini fakirhane, kendi evini devlethane yapanlara
rastlıyoruz ki bu hali pür melale karşı nasıl davranacağımızı şaşırıyoruz. Eline Şeyh Galib’in Hüsn-ü
Aşk’ını geçtim; Mehmet Akif’in Safahatını almamış
adam Osmanlı ecdadın lisanından ne anlasın?
Her meselede Osmanlı’dan delil getirenlerimiz
var. Mesela yeni ictihad tartışmalarında Ebu Suud
Efendinin para ve menkul vakıflarında verdiği yeni
fetvaya İmam-ı Birgivinin karşı çıkmasından istidlal
ediyorlar. Hadi her ikisinin ilminin genişliğinden, dimağlarının saffetinden, ruhlarının letafetinden, kalplerinin
kemalatından
bahsetmeyelim.
Son
Osmanlılardan; Bediüzzaman Said Nursi’den delil ge-
45
tirelim. Açın bakın; Üstad, İctihad Risalesi adını verdiği Yirmi Yedinci Söz’de bu âdât-ı ecanibin (yabancı
âdetlerin) istilası zamanında ictihad etmeyi İslamiyet’e
cinayet, bidatkarane bir ihanet olarak tavsif ediyor.
İşte Osmanlı Alimi Said Nursi işte yeni müctehidlerimiz... Yorumsuz...
Bugün İmam-ı Birgivi veya Ebu Suud Efendi
birileri tarafından tenkit edilebiliyor. Ümmi Sinan
Hazretleri ile Ebu Suud Efendi arasındaki beş asır önceki tartışma bugüne taşınıyor ve tek kelime Arapça
bilmeyen talihsizler Ebu Suud Efendiyi tenkit etme
cesaretini, cüretini kendilerinde bulabiliyorlar. Şimdi
bu bahtsızlara Ebu Suud Efendiyi anlatmaya ne niyetim var ne de zamanım. Ama Osmanlı’nın çöküş
devri alimlerinden Küçük Hamdi Efendi’nin Arapça’ya, Farsça’ya ve felsefede tercüme yapacak kadar
da Fransızca’ya vakıf olduğunu söylemek kafi gelir.
Küçük Hamdi Efendi yani Elmalılı Hamdi Efendi tefsir yazdığı için Zahidül Kevseri Hazretlerinin tenkidine
maruz kalmıştır. Zahidül Kevseri Hazretleri öyle bir
ilmi yüksekliğe haizdir ki, Elmalılı Hamdi Efendi’yi tefsir telif edecek yeterlilikte görmüyor. Ama bugün Elmalılı Hamdi Efendi kadar ilmi olmayanlar, Zahidül
Kevseriyi tenkit edebiliyorlar. Halbuki izinden gittikleri Muhammed Ebu Zehra, Zahidül Kevseri için
“İmamül Asr- Asrın İmamı” tabirini kullanıyor. Bu
ne yaman çelişki?
II. Beyazid-i Veli Han’ın, İspanya’dan kovulan
Yahudilere kucak açmasını veya Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Fransa Kralına yardım etmesini hümanizm olarak görebilirsiniz. Ama Kanuni Sultan
Süleyman’ın Mohaç Savaşında kendisine saldıran
dört ağır zırhlı Macar süvarisini öldürdüğünden bahsetmezseniz, Koca Hünkar’a en hafif ifadeyle haksızlık etmiş olursunuz. Ya gerçek çehresini lanse
edeceksiniz, ya da tahrif etmeyeceksiniz.
Ebru sanatını resim olarak telakki ederseniz tüm
geçmişimizi inkar etmiş olursunuz. Çünkü aynı ortamda, aynı hava şartlarında, aynı teknede, aynı boyalar ile, aynı fırçayı kullanarak aynı ebrudan bir
ikincisini imal etme ihtimaliniz yoktur. Her ebru kendine hastır ve hepsi birbirinden farklıdır. Böylesi bir
dehayı, ruhun raksını alelade resim sanatına indirgemek doğru mudur? Hattan tezhibe, minyatürden
çiniye kadar Osmanlı Ecdadın her sanatının eşi menendir yoktur.
Şimdi kime sorsanız II. Abdulhamid Han Ulu
Hakan’dır. Yere göğe koyamazlar. Ama iş Cemaleddin Efgani’ye geldiği zaman akan sular durur. Efgani’yi tenkit ettirmezler. Fakat Sultan Hamid
Efendimizin hatıratında Cemaleddin Efgani hakkında
tuttuğu notları getirip yüzlerine çarpsanız bile durumları değişmez. Efgani’nin İslam İtikadını hafife alan tavırlarını, Ehl-i Sünnet Akaidini siyasi davalar uğruna
kullanmaktan çekinmeyen hayallerini ve planlarını,
mason locaları ve İngilizler ile pek sıkı fıkı hallerini deşifre eden Abdulhamid Han’ın söylediklerini çürütebilmek için Efgani taraftarları, Sultanın vehimli
olduğundan dem vurmaya başlarlar. Müslümanların
Halifesine, Türklerin Hakanına, Osmanlının Padişahına “evhamlı” sıfatını layık görebilen bu adamcağızlar, Sultan Hamid-i Sani’nin ruhundan özür
dileyen Filozof Rıza Tevfik’ten ibret alamazlar mı? Almazlar; çünkü Onlar iflah olmaz bir Efgani hayranıdırlar ve Sultan Hamid Efendimizin Afgani hakkında
46
Aralık 2010
şahitliği onlara kafi gelmez. İranlı olduğunu gizleyen
Cemaleddin Efgani’den vazgeçmektense Sultan
Hamid Efendimizden vazgeçmeyi yeğlerler. Ne diyelim? Allah ıslah etsin.
Yazının başından beri Hangi Osmanlı sorusuna
cevap arıyoruz. Herkesin iddiasına Osmanlı’dan delil
getirmeye kalktığı, davasını ispat etmek için Osmanlı’dan meşruiyet aradığı aşikar hale geldi. Osmanlı’yı
arıyoruz da Osmanlıları arıyor muyuz? Asıl soru da
bu olmalı. Ucu bucağı olmayan bir coğrafyada iğne
aramaya benzer bir iş bu farkındayım, ama Sofyalı
Bali ile Fusus Şerhine oturmadan, Selanikli Esad
Dede ile Yeni Cami’de Mesnevi’ye dalmadan, Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile hatme-i hacegana girmeden, Halep Mevlevihanesinde ney üflemeden,
Sultanahmet Camii’nde Karahisari ile hat meşk etmeden Süleymaniye’de Koca Sinan ile ses akustiği
için tömbekisi olmayan nargile fokurdatmadan Ohri
Rifai Tekkesinde kıyama kalkmadan Osmanlı bilinmez. Hasılı kelam Osmanlı’yı bulmak için, Osmanlıları bulmak için, Yanya’dan Kırım’a, Nazlı Budin’den
Bağdat’a uzanmalısınız. O koca coğrafyayı buram
buram koklamalısınız.
Söğüt’ü işgal eden Yunan komutanının neden
Ertuğrul Gazi’nin sandukasını tekmelediğini, Birgi’yi
işgal eden Yunan askerlerinin neden İmam-ı Birgivi’nin başucundaki selvi ağacını kesmeye kalktığını
anlamadan Osmanlı’daki sırra vakıf olamazsınız. Yunanlılar 1913’te Selanik’e tek kurşun atmadan girince
ilk yaptıkları iş Beyaz Kule’yi vaftiz amacıyla boyamak ve Ayasofya Camii’ni kiliseye çevirmek olmuştu.
Evet efendim; bu memlekette Osmanlı’ya sövülme sebebi neyse Beyaz Kule’nin vaftiz edilme
sebebi de O’dur. Hazreti Fatih’e kardeş katili, Sultan Hamid Efendimize Kızıl Sultan diyen zihniyetle
Selanik’te Beyaz Kule’yi vaftiz eden zihniyet arasında zerre kadar fark yoktur. Yeryüzünde ecdadına, dedesine, atasına bu kadar söven ikinci bir
millet gösterin, bendeniz özür dileyeceğim. Osmanlı Sevdasının kalbimizde, ruhumuzda, dimağımızda hakikate dönüşüp ete kemiğe büründüğü gün,
emin olunuz Yanya’daki Aslanpaşa Camii’nin minaresi, Ayasofya’nın yetmiş altı yıldır müezzine hasret
minarelerine eşlik ediyor olacaktır.
Aralık 2010
47
ADİ
TAKLİTÇİLİĞE
“HAYIR” DİYEN
İSKİLİPLİ ATIF
HOCA
slam dünyasının son yüzyılına damgasını
vuran en önemli tartışma hiç şüphesiz batılılaşmadır. Ve bu tartışma halen günümüzde de tüm hızıyla devam etmektedir.
Aklıselim olan, toplumsal olaylar üzerine fikir
yürütenler, gidişattan memnun olmadıklarını
her defasında dile getirmişlerdir. Ve bu gidişatın düzelmesi içinde kendilerine göre fikirler
üretmişlerdir.
İ
Hasan BAŞAR
“Esasen batı medeniyeti
beşerin saadet ve tekâmülünü tekellüf eden hakiki
bir medeniyet değildir.
Zira o ancak insanın hayvani ve cismani cihetten
saadet tekâmülünü nazarı
itibara alıyor.”
48
Bu tartışmalarda genellikle iki karşıt
görüş hâkimdir. Tartışmanın birinci konusu
Batılılaşma olmalı ama her anlamda olmalıdır. Kayıtsız şartsız batılılaşma, yani tam anlamıyla teslimiyet. Kendimizi Batının şefkatli
kollarına bırakmalıyız. Onlar gibi giyinmeli,
onlar gibi konuşmalı, onlar gibi yaşamalı,
onlar gibi düşünmeliyiz. Yani tam anlamıyla
Avrupalı olmalıyız. İşte o zaman kurtuluşa
erer ve kötü gidişata dur deriz.
Bunları söyleyenler bizden kişiliğimizi, şahsiyetimizi, onurumuzu elimizden
almak isteyenlerdir. Diğer bir görüş ise batılılaşma olmalıdır ama kısıtlı olmalıdır. Batının ilim ve fennini almalıyız. İlim ve fende
batılılaşma olmalı o kadar. Daha fazlası
toplumsal dokumuzu bozar ve bizi biz
yapan değerlerimizi yok eder.
Aralık 2010
İçinde az biraz vicdanı, insafı olanlar bu onursuzluğu asla kabullenmezler. Bu onursuzlukla ellerinden gelen mücadeleyi verirler. Bu mücadelenin
bundan önceki kahramanları olduğu gibi bundan
sonra da olacaktır. Bu mücadelenin bundan önceki
kahramanlarından bir tanesi de hiç şüphesiz İskilipli
Atıf Hoca’dır. Ne yazık ki bu mücadeleyi canıyla ödemek zorunda kalmıştır. İskilipli Atıf Hoca, 1924 yılında yazdığı “ Frenk Mukallitliği” adlı eseri 1926
yılında çıkan şapka kanuna karşı çıkanlara fikri destek oluşturduğu gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi’nde
yargılanmış ve idam edilmiştir. Oysa bu kitap ilk çıktığında İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum
Müdürlüğüne gönderilmiş ve bu makamlardan resmi
neşir müsaadeleri alınmıştır. Üstelik ‘Hoca Efendi,
çok nazik ve mühim bir mevzua el atmışsın,
emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik
ederiz’ diyerek te tebrik edilmiştir.
Bütün gayesi yalnızca İslamiyet’i yüceltmek
olan ve bu uğurda mücadele eden Atıf Hoca’nın ünü
İslam coğrafyasının dışına çıkmıştır. Japonya Büyük
Elçisi Baron Uşida, İstanbul’a ayak basar basmaz, ilk
iş olarak resmi ziyaretlerin peşinden, şöhreti Japonya’ya kadar erişen Atıf Hoca’yı ziyaret etmiş ve şöyle
söylemiştir: “-Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğu’yu, bu arada da
Japonya’yı fethederdi.”
“Esasen batı medeniyeti beşerin
saadet ve tekâmülünü tekellüf
eden hakiki bir medeniyet değildir. Zira o ancak insanın hayvani
ve cismani cihetten saadet tekâmülünü nazarı itibara alıyor.”
Eserini hangi amaçla yazdığını açıkça ortaya
koymasına ve bütün delillerin lehine olmasına rağmen ve üstelik savcının üç yıl hapis cezası istemesine
rağmen mahkeme tarafından idam cezasına çarptırılır. Çünkü hüküm zaten verilmiştir. Sahi İskilipli Atıf
Hoca kendisini idama götüren bu eserini niye kaleme
almıştır. Gelin bunu kendi ağzından mahkeme başkanı meşhur Kel Ali lakaplı Ali ÇETİNKAYA tarafından mahkemede: “Bu hususta en büyük delil
“FRENK MUKALLİTLİĞİ” isimli eserinizdir. Bu
eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmet etmek için
yazdınız?” sorusuna verdiği cevapla dinleyelim.
İskilipli Atıf Hoca bu soruya şu cevabı verir:
“Senelerce evvel bir mücerret gaye uğrunda
yazdım. Şahsiyet sahibi olma gayesi. Yoksa şu ya da
bu hükümet teşebbüsüne karşı durmak fikriyle değil.
Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür. İşte karşınızda Japonya misali. Garbın bütün terakkilerini elde etikten
sonra şahsiyete ve milli ananeye bağlı kalma örneği.
Japonlar Asyalı bir topluluk adına Avrupa’nın bütün
ilmini, fennini, usulünü, sistemini devşirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daima ibret dersini verecektir. Benim de o
eserde güttüğüm gaye ‘Hikmet müminin kaybetmiş malıdır, nerede bulursa alır.’ mealindeki
hadis gereğince, Avrupa’yı iyi ve faydalı taraflarından
bünyemizde eriterek, hazmederek benimsemek…
Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan
bütün bunları kendi şahsiyet vahidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve adi mukallit seviyesine düşmemek… İşte bu gayeyi güden mücerret fikirlerden
Aralık 2010
49
ibaret olan ve asla müşahhas ve siyasi bir meseleyi
hedef tutmayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım
halde 1340(1924) yılında bastırabildim.”
Bu savunmasından da anlaşılacağı üzere Atıf
Hoca bu eserinde Avrupa’nın ilim ve fennini almanın
caiz olacağını hatta bu konuda Japonya’yı da örnek
göstererek açıklamıştır. Bizdeki batılılaşma ise şuursuz
ve temelsiz bir şekilde yapılmaktadır. Aslına bakılırsa
bu durum ruhlarda da tahribata sebep olmaktadır.
Şuursuz Batılılaşma kendi şahsına münhasır bir medeniyet olan İslamiyet’in özüne zarar vermektedir. Atıf
Hoca bu eseri kaleme almasının sebebi olarak taklitçiliği göstermektedir. Kimi taklit? Batıyı. Peki, Atıf Hoca’nın gözünde Batı nasıl bir medeniyettir?
“Esasen batı medeniyeti beşerin saadet
ve tekâmülünü tekellüf eden hakiki bir medeniyet değildir. Zira o ancak insanın hayvani ve
cismani cihetten saadet tekâmülünü nazarı itibara alıyor.” (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve
Şapka, Sayfa 12)
Bu anlamda düşünecek olursak Batı medeniyeti ile bizim medeniyetimiz arasında dağlar kadar
fark vardır. Bunun için Atıf Hoca Batı medeniyetine
karşı mesafelidir. Atıf Hoca İslam medeniyetini ise
şöyle açıklamıştır. “Hâlbuki İslam dini insanlığın
ruhani ve cismani gıda ve tekâmülünü tekellüf
eden bütün fazilet ve üstünlükleri emredip
bunu ihlal eden rezalet ve kabahatleri yasaklamıştır.” (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve
Şapka, Sayfa 7)
Peki, Atıf Hoca Batıya tamamen karşı mıydı?
Kesinlikle hayır. Atıf Hoca İslam nazarında Batı medeniyetinin meşru olan ve olmayan cihetlerini de
açıklamıştır. Atıf Hoca Batı medeniyetini maddi ve
manevi olmak üzere iki yönden değerlendirir. Bunlardan her biri beşeriyete faydalı ve zararlı olmak
üzere ikişer kısmı ihtiva etmektedir.
“Şu halde Avrupa’nın sefahat lekesi ve
milliyet renginden arî ve bütün insanlığın
maddi tekabülüne hadim olan ilim, fen ve sanatlarını araç ve gereçlerin hepsini almak ve
bu hususlarda onları taklit meşrudur.” (İskilipli
Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Sayfa 14)
50
Aralık 2010
İslam dini insanlığın
ruhani ve cismani
gıda ve tekâmülünü
tekellüf eden bütün
fazilet ve üstünlükleri emredip bunu
ihlal eden rezalet ve
kabahatleri
yasaklamıştır.”
Atıf Hoca taklitçilikten kasıt nedir sorusunu eserinde şu şekilde açıklamaktadır: “İyi niyetle ve
haklı olduğuna inanarak bir kimseye itikatta,
sözde, fiilde, görünüş ve gidişinde delilsiz
uymak ve tabi olmak ve ona benzemek demektir. Ve dinen taklit caiz değildir.”
“Sözün kısası çirkin bidatlerden, yasak ve
haramlarda ve şeriata muhalif olan medeniyetin usul ve muaşeretlerinden hiçbir kimseyi
taklit asla caiz değildir, nerede kaldı ki küfür
adetlerinde gayri Müslimleri taklit caiz olsun.
“Zulüm, şekavet, fuhuş, içki, kumar, dans,
tiyatro ve sair sefahat ve meyhane, kerhane,
kumarhane, dans ve bar mahalleri açılması gibi
garp medeniyetinin maddiyat kısmından ahlaki, içtimai ve siyasi bakımdan namus ve din
yönünden zararlı olan çirkin ve rezalet işlerin
esas ve ayrıntılarını haram kılıp yasaklamıştır.
Bine aleyh garp medeniyetinin bu gibi rezilce
yönleri gayri meşrudur.” Ona göre bu anlamda
düşünüldüğünde batılılaşma ve batıyı kayıtsız şartsız
taklit dinen yasaktır.
Bu asla caiz olmaz.” (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mu-
“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i
küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz
giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri
(Müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
Yani bu anlamda taklitçilik çözüm değil, sorun oluştur-
Aralık 2010
kallitliği ve Şapka, Sayfa 4)Bu düşüncesine destek
olarak ta “ Bir kavme benzemeye çalışanlar o
kavimdendir.” Hadisi şerifini kanıt olarak göstermektedir. (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve
Şapka, Sayfa 4)
Yaşadığımız sıkıntıların kaynağı da hiç şüphesiz şuursuz bir şekilde yapmaya çalıştığımız Batı taklitçiliğidir.
muştur. Olayları daha karmaşık hale getirmiştir. Bunun
için bizler diyoruz ki bizi biz yapan kişiliğimizi, şahsiyetimizi, onurumuzu elimizden alan kayıtsız şartsız ve tam
teslimiyet halindeki şuursuz Batı taklitçiliğine hayır.
51
UNUTULMUŞ
ŞİFA
“HACAMAT”
lemler sultanının üzerinde en çok durduğu, ısrarla tavsiye ettiği ve bizzat tatbik ettiği sünnetlerinden bir taneside
“hacamat” tır. Birçok hastalığa şifa olan hacamat hakkında Efendimiz (s.a.s) “Hacamat
bütün hastalıklara şifadır” demişlerdir.
Yine bir diğer hadisi şerifinde ise “Miraç gecesi hangi melek topluluğuna rastladıysam onlar bana *Ey Muhammed! Kan
aldırmaya (hacamata) devam et ve ümmetine de bunu emret* diyorlardı…”
Â
Ayşe BAĞCIVAN
“Birçok hastalığın yaygınlaştığı
günümüzde
Efendimizin asırlar öncesinden bildirdiği şu hadisi
dikkate almakta fayda vardır; ''Sizin tedavi olmak
için baş vuracağınız en iyi
çare hacamattır...''
52
Hacamat; vücudun belli bölgelerindeki kılcal damarlardan kan alınması işlemidir. Fazla kanın vücuttan dışarı alınarak
getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan bir tedavi usulüdür. Yapılan bu kısa işlem
ile kılcal damarlardaki tıkanıklıklar açılır, kandaki toksin ve gazlar vücudun dışına atılır, ilgili bölgeye bağlı damarların kan dolaşımı
kuvvetlendirilir ve vücuttaki kanın akışkanlık özelliği artarak dolaşımı kolaylaşır.
Sünnete bağlı bir hacamat için ise kişinin
yapması gereken: abdestli olması ve hacamat sırasında yedişer kere Fatiha, Ayetel
kürsi, İhlâs, Felak, Nas ve sübhanallahi tesbihini çekmesi yeterlidir. Hacamat sırasında akan kan ya gömülmeli ya da üç gün
bekletildikten sonra atılmalıdır. Efendimiz
hacamat olduktan sonra çıkan kanı gömmeyi seçmişlerdir. Asrı saadetten Abdullah
b. Zübeyr (r.a) şöyle bir hatırasını anlatıAralık 2010
yor:“Bir gün Rasulullah Efendimiz kan aldırmıştı.
Kan alma işi bittikten sonra, hacamat kanını bana
vererek:
Abdullah! Şu kanı al, kimsenin görmeyeceği bir
yere götür, toprağa göm! Buyurdular.
Ben de alıp götürdüm bir köşede içtim.
Geriye döndüğümde: Kanı ne yaptın diye sordular.Kimsenin görmeyeceği şekilde kaybettim
dedim. İçmişe benziyorsun dediklerinde; Sizin kanınıza cehennem ateşinin dokunmayacağını bildiğim
için, içtim dedim. Tebessümle başımı okşayarak: ''Vay
senin insanlardan çekeceğine ve vay insanların senden çekeceklerine'' buyurdular.
Efendimizin hacamat olduğu ve bizlere de özellikle o günlerde hacamat olmamızı önerdiği günler;
Pazar, Pazartesi ve Perşembedir. Diğer günlerde yapılmasını tavsiye etmemiş ve “ Kim Çarşamba,
Cuma, Cumartesi günleri kan aldırıpta (hacamat) bir hastalığa yakalanırsa kendisinden
başkasını kınamasın…” Demişlerdir. Yine hacamat için en uygun zaman dilimi hicri ayların on yedi,
on dokuz, yirmi bir ve yirmi üçüncü günleridir. Ayrıca hicri ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri haricinde kalan Pazar, Pazartesi, Salı ve Perşembe
günleri de yapılabilir. Resûlullah (s.a.v), baş ağrısından dolayı alnının her iki yanından, zehirlenmeden
dolayı her iki omuz başı arasından, topuğundaki bir
incinmeden dolayı da ayağının üzerinden kan aldırmıştır. Resûlullah (s.a.v)’in hanımları da hacamat
yaptırmıştır. Resûlullah (s.a.v): “Miraç’tan inerken
hangi Melek cemaatine rastlasam, ey Muhammed
(s.a.v)! Ümmetine hacamat olmalarını emret dediler.”
buyurmuştur.
Efendimiz Heyber’de zehirli koyun etinden zehirlendiği zaman, Cebrail (a.s) kendisine, hemen kafasının arkasından hacamat yaptırmasını söylemiştir.
İbn Ömer (r.a) şöyle buyurdu: Ben, Resûlullah
(s.a.v)’den şu buyruğu işittim: “Hacamat olmak aç
karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve
hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır.” Yine bir
Hadis-i şeriflerinde: “Hacamat her hastalığa faydalıdır, uyanık olun hacamat olun.” buyurmuştur. Kafadan hacamat olmak; delilik, cüzzam, gece
körlüğü, alaca, baş ağrısı, diş, göz, kulak gibi hastalıklara ve daha birçok hastalığa şifadır. Hacamat’ın şifasını bilen büyük âlimler üç ayda bir hacamat
olurlardı. Hacamat 70 hastalığa şifadır. Bunlardan
bazıları; Kanser, cilt hastalıkları, sedef hastalığı, kısırlık, süreklilik arz eden kronikleşmiş birçok hastalıklar, migren, romatizma, mide, bağırsak
rahatsızlıkları, karaciğer yetersizliği, zihinsel ve
ruhsal birçok hastalıklarda, böbrek hastalıklarında
kan vermenin faydaları belirgindir.
Aralık 2010
Hacamatla tedavi olunan hastalıkların
bazıları şunlardır.
*Baş ağrısı, yarım baş ağrısı ve sinüzit,
*Tembellik, uyku fazlalığı,
*Yüksek tansiyon ve şeker hastalığı,
*Prostat ve cinsel zayıflık,
*Sırt ağrısı, bel ağrısı (lumbago), diz ağrısı, yanlarda uyuşukluk,
*Hormon bozukluğu,
*Yumurtalık hastalıkları,
*Buna benzer bir çok kadın hastalığı.
Hacamat hangi hallerde yapılmaz
*Hacamat çok ihtiyar ve zayıf kişilerde,
*Kalp Yetmezliği olanlarda,
*Bir yeri kesildiğinde kanı durmayan kişilerde,
*Hamilelerde,
*Aşırı kansız kişilerde
*AİDS HİV
*Tansiyonu çok düşük olan kişilerde
*Küçük çocuklarda
*Çok hassas ve korkan kişilerde kanlı hacamat
yapılmaması tavsiye olunur, duruma göre kansız hacamat tatbik olunur.
Birçok hastalığın yaygınlaştığı günümüzde
Efendimizin asırlar öncesinden bildirdiği şu hadisi
dikkate almakta fayda vardır; ''Sizin tedavi olmak
için baş vuracağınız en iyi çare hacamattır...''
53
Muhabbet Bahçesi
* EBU HANİFE'NİN ÖLEN KADIN HAKKINDAKİ FETVASI
Ebu Hanife’nin meclisine
gelen biri şöyle bir suâl sordu:
Hamile bir kadın doğum
sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun
yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın
böylece defnedilecek mi, yoksa
bekletilecek mi? Kadın şu anda
yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar.
Bazıları:
–Bu kadın defnedilemez.
Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya
gele, dediler.
Bazıları da:
–Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir
an önce toprağa verin, buyurdu,
dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife
Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri
dikkatle dinledikten sonra fikrini
açıkladı:
–Bu hamile kadının karnı
ameliyatla açılır, çocuğu alınır,
sonra defnedilir!
–Bu cenaze, ne defnedilir, ne de
çocuğun doğması için bekletilir?
Daha sonra ne oldu biliyor
musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu
Hanife’nin ilminden, irşadından
istifade etti.
Dinleyenler şaşırdılar.
–Ne yapılır öyleyse? Geride
başka ihtimal mi var sanki?
Evet, Hazret-i İmam’a göre
asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:
Dinleyenler hep birden bu
görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi.
Hamile kadının karnı yarılıp
çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra
defnedildi, çocuk bakıma alındı.
Ebu Hanife’nin gösterdiği
fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu
adını takmıştı
* BİZ DE VAKTİYLE GÜZEL YİYECEKLER YERDİK
Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet
ederken;
saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül
huzûra girince, halîfe
-Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve
hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden
kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış, dedi.
Bunun üzerine hazret-i Behlül;
Hârûn Reşîd ona;
-Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı, dedi.
-Müsâde ederseniz bir danışayım, dedi.
Behlül;
-Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına
karışmam mümkün değil, dedi.
Halîfe;
-Kime danışacaksın, kimsen yok ki? diye cevap
verdi.
Halîfe heybetle;
-Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın,
haberim oldu, dedi.
Behlül de;
-Ben danışacağım yeri biliyorum, dedi ve oradan
ayrıldı.
Behlül de;
-Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım.
Onlar bana cevap verdiler ve;
Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp
danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide
şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir
şeyler dinlermiş gibi yaptı.
-Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis
yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve
itibarımız çoktu.
Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı.
Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce
54
Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu
hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların
arasına karışma, dediler...
Aralık 2010
Yusuf ELİBOL
* AYAKKABIDAKİ ÇAMUR
ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ
doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği
namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde
unutturdu." deyince,
yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur
bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı.
Mecûsî hayretle;
Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek
-"Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız
temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru
çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur
yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını
bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi.
kirlettiği geldi ve üzülerek;
"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ
namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını
kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın
huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri
dönüp o mecûsînin kapısını çaldı.
Kapıyı açan mecûsî;
-"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;
-"Sizden özür dilemeye geldim." dedi.
Mecûsî hayretle;
-"Ne özrü?" diye sordu. O da;
-"Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu
Bâyezîd-i Bistâmî;
-"Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını
almak lâzımdır." dedi.
Mecûsî;
-"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece
saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca;
-"Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan
Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi.
Mecûsî;
-"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek
kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu...
* MAL SEVGİSİ KALBİ KAPLAMAMALI
Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi mezhebinin haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına
kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin (VIII. yüzyıl) ilmi kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya
faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah'a şükrettim.
malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte
* SULTANIN HEDİYESİ
talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile
uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin
Osmanlı padişahlarından Sultan Ahmed, bir gün Aziz
kapısından seslendi:
Mahmud Hüdaî’ye bir hediye göndermiş; Hüdaî Hazretleri
-Ya imam, gemin battı!... (İmamın ticari mal taşıyan de gönderilen hediyeyi içine haram karışmış olabileceği
şüphesi ile kabul etmemiş, geri çevirmişti.
gemileri mevcut)
İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra
Padişah, aynı hediyeyi, devrin ünlü şeyhlerinden
- Elhamdülillah dedi.
- Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi: Abdülmecit Sivasî’ye gönderdi. O ise, gelen hediyeyi kabul
- Ya imam, bir yanlışlık oldu batan gemi senin değilmiş. etti.
Bir gün Padişah, Abdülmecit Sivasî’ye: “Size
İmam bu yeni habere de:
gönderdiğim hediyeyi daha önce Aziz Mahmud Hüdaî’ye
- Elhamdülillah, diyerek mukabele etti. Haber getiren kişi göndermiştim, kabul buyurmamıştı,” dedi.
hayrete düştü:
- Ya imam, gemin battı diye haber getirdik
Abdülmecit Sivasî alçak gönüllü davranıp: “Padişahım,
"Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını Aziz Mahmud Hüdaî bir ANKÂ Kuşu’dur ki, leşle beslenmeye
söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl hamdetme tenezzül etmez...” dedi.
böyle?
Padişah birkaç gün sonra da Aziz Mahmud Hüdaî’nin
sohbetine
gitti. Ona da: “Geri çevirdiğiniz hediyeyi,
İmam-ı Azam izah etti:
Abdülmecit
Sivasî’ye gönderdim, o kabul etti,” dedi.
- Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi,
Bu söz üzerine Aziz Mahmud Hüdaî: “Sultanım! Şeyh
kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından,
elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu Abdülmecit, bir DERYA’dır ki, içine bir damla pislik düşmekle
nedenle Allah'a hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı kirlenmiş olmaz...” diye cevap verdi.
Aralık 2010
55
Bir Kamil
Mürşide
Varmadan
Olmaz
onoton bir hayat içerisinde tek düze
bir yaşam tarzını benimseyen insanlarımız ekmek ve geçim derdiyle boğuşurken, bizi manevi huzura kavuşturacak
olan öğretilerden de habersiz kaldı. Çoğu
zaman ihmalkârlığından veya gaflet halinden
dolayı içsel tekâmül yollarını araştırmadı ve
kendi kendisini hep ham kalmaya mahkûm
etti. Tasavvuf yoluyla nice gönüller ilahi aşkla
huzura ererken, niceleri de bu berrak pınardan nasibini alamadı.
M
Aydın BAŞAR
“Bu ulvi yola girmek
arzusunda olanın sabırlı
olması, acele etmemesi,
iyice taharri etmesi lazımdır. Kendisinin ihlâs üzere
niyetinde samimi olması
da zaruridir.”
56
Zira kendisinden ibadet ve taat yönünden, ilim ve irfan yönünden, aşk ve şevk yönünden üstün olduğunu bildiği halde kâmil
bir mürşide bir türlü teslim olamadı. Kendi
dağlar kadar büyük kusurlarıyla uğraşmaktansa, başkalarının noksanlarını aramakla
ömrünü tüketti de dönüp de bir kere kendi
nefsini dizginlemeye çalışmadı. Yunus Emre
Hazretlerinin “Evliyaya uğramaz ise
yolun/ Göçtü kervan kaldın dağlar başında” dizelerinde anlattığı gibi maneviyat
yolunda yalnız ve naçar kaldı. Oysa bütün
Allah dostları bu yolda yalnız gidilmeyeceğini
defalarca söylemişlerdi. Nitekim Hoca Ahmet
Yesevi hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Tarikata şeriatsız girenlerin/ Şeytan
gelir imanını alır imiş/ İş bu yola pirsiz
dava kılanları/ Şaşkın olup ara yolda
kalır imiş.“ (Hakkulov, İbrahim, Ahmet Yesevî Hikmetleri, Ankara, 1998, s.180
Aralık 2010
Tasavvuf büyükleri nefsi tezkiye etmenin ve
manevi derecelere ulaşmanın en kısa yolunun kâmil
bir mürşide ikrar vermek olduğunu söylerler: “Sadıklarla beraber olunuz” emr- i şerifini de olması
gereken bu birlikteliğe yorarlar.
Sadıklarla beraber olan kimselerin ise ruhlarının hastalıklı, kalplerinin katı, vicdanlarının acımasız
olacağı düşünülemez. Yumuşak kalpli, güzel huylu,
güler yüzlü insanların oluşturduğu bir dünya adeta
bir cennet gibidir. Bu manada tasavvuf; yaşadığımız
şu dünyayı cennete dönüştürmek isteyen seçkin ve
adanmış zatların üstlendiği bir gönül yapma hareketidir. Başka bir ifadeyle tasavvuf; kırık dökük olan
kalpleri, huzursuz gönülleri, incinmiş yürekleri imar
etme projesidir;
“Hacı Bayram Veli’ye göre bu gönül imarı
için bir ustaya bir şeyhe ihtiyaç vardır. Onun
gözetiminde gönül şehri manevi olarak imar
edilir. Dünya sebep-sonuç ilişkilerine uygun
olarak yaratılmıştır. Sebep olmadan hiçbir şey
olmaz. Bu sebepler dünyasında her sanat ve
her ilim için bir ustaya yani bir sebebe ihtiyaç
vardır. O sebep olmadan ilim ve sanat sahibi
olunması hemen hemen mümkün değildir. Tasavvuf yolunda da şeyhe duyulan ihtiyaç, aynı
hikmete dayalı olarak kendini gösterir.” (Prof.
Cebecioğlu, Edhem, Hacı Bayram Veli, Ankara,
1994, s 104, 105)
Yunus Emre Hazretleri sadıklarla beraberlik konusunu şöyle sitemli bir dörtlük ile işler:
Zakir ile yoldaş olup
Sadıklara yar olmadın
Olmaz yere verdin gönül
Dost neylesin senin ile
Yunus Emre Hazretlerinin de ifade ettiği gibi;
Gerçek Dost’a ulaşabilmek için ilk önce gönlün nefsî
akımlarla olan bağlantısını kesmek ve bu bilinç halinde iken sadıkların sevgi akımını bize ulaştıran gönül
prizlerine kalp fişini takmak gerekir. Fakat bundan
önce sevgi elektriğini yaymakta olan mürşid-i kamili
bulmak için bir “arama” sürecine ihtiyaç vardır. Eğer
bulmaya yönelik kalpte bir istek ve davranışlarda bir
çaba söz konusu değilse “buluş” gerçekleşmez. Hem
iç âlemde hem de fiziki âlemde gerçekleşen bu arayışa Nakşîler “sefer der vatan” derler. (Bkz Kısakürek, N. Fazıl, Başbuğ Velilerden 33, s.54)
Aralık 2010
Yine bu bağlamda Nakşîliğin ilk dönemlerinde
bir seyahat etme zorunluluğunun olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Nitekim sufilere göre Mevla aranmadan, emek sarf edilmeden, yattığımız yerden
bulunamaz. Mevla’nın yolunda bize rehberlik edecek
zatı bulmak da yine aramak sonucunda olacaktır.
Yunus Emre Hazretleri; “Böyle yatmak ile dosta
gidilmez./ Uyan gel gözlerim, gafletten uyan”
diyerek bu işin sıcak yataklarda olmayacağını anlatmak istemiştir. İbrahim bin Ethem hazretleri de bu hakikati en derinden idrak etmiş olmalıdır ki tac-u tarhı
terk ederek bir arayış sürecine girmiştir.
Halis kalple yapılan bu samimi arayışın sonunda, Hızır ile Musa’yı, Nebi ile Sıddık’ı, Mevlana
ile Şems’i birbirlerine yoldaş eden Yüce Allah canı
gönülden yoldaşını aramak için sefer eden saliki de
mürşidiyle buluşturur.
Yani; “Tasavvufi yola girecek mürid, arar,
çabalar, sonunda pişeceği ‘büyük kapı’yı bulur
ve kapısını çalar içeri girer... Tasavvuf tarihini
incelediğimizde nefis terbiyesine inanmış kişilerin hayatlarında bu durumu görürüz. Ancak
Hacı Bayram Veli Hazretleri için durum böyle
değildir. O şeyhini değil şeyhi onu aramış bulmuştur.” (Prof. Cebecioğlu, Edhem, Hacı Bayram
Veli, Ankara, 1994, s. 15)
Anlaşılan odur ki Hacı Bayram Veli Hazretleri
dış dünyada bir mürşid arayışına girmemiştir. Fakat iç
âleminde yanmak üzere olan bir “kor” söz konusu
olmalıdır ki Somuncu Baba Hazretleri de o “kor”u
üflesin ve ilahi aşk ateşini tutuştursun. Eğer gönlünde
bir “kor” mevcut olmasaydı üflemeyle bir yangın çıkacak değildir.
Şu durumda onun fiziki âlemde bir arayışı söz
konusu olmasa bile iç âleminde bir arzunun söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar tasavvufta prensip olarak dış âlemde aramak tavsiye
edilmiş olsa da Hacı Bayram Veli Hazretleri bu durumun bir istisnası olmuştur.
Son olarak Merhum Musa Topbaş Hazretlerinin
tasavvuf yoluna girmek isteyenlere yaptığı şu öğütleri
ile yazımızı bitiriyoruz: “Bu ulvi yola girmek arzusunda olanın sabırlı olması, acele etmemesi,
iyice taharri etmesi lazımdır. Kendisinin ihlâs
üzere niyetinde samimi olması da zaruridir.”
(Altınoluk Sohbetleri, c.1, s.84)
57
“EĞER
ANLIYORSANIZ,
SİZİN İÇİN
HAYIRLI OLAN
BUDUR.”
Ersan BİLGİN
“Ey mü'minler, size ne
oldu da "Allah yolunda
cihad edin" dendiğinde
yere çakıldınız (yerinize
mıhlanıp kaldınız.) Yoksa
dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya
hayatının hazzı, ahiretin
hazzı yanında pek azdır.”
“Ey müminler! Sizler gerek hafif,
gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve
canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.”
(tevbe suresi, 41)
Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak, gerek binitli
gerek binitsiz olarak, gerek kolay gerek zor gelerek, gerek genç gerek yaşlı olarak, gerek evli
gerek bekar olarak, gerek zengin gerek fakir
olarak, gerek silahlı gerek silahsız olarak, gerek
erkek, gerek kadın olarak Allah yolunda seferber olup, savaşa çıkın. İşiniz, aşınız, durumunuz müsait olsa da çıkın olmasa da çıkın.
Allah’ın ve Resulü’nün emrine koşun.
Hiç beklemeden emre imtisal edin., emre
uyun, Allah’a ve Rasulü’ne teslim olun. Allah
yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad edin.
Malı olan malıyla, canı olan canıyla, ikisine de
sahip olan ikisiyle de savaşa gitsin. Sakın ha
sakın, Allah yolunda çıkılacak bir cihad için
mâzeretlerin (fakirlik, yaşlılık, gurbet vs.) arkasına saklanmayın.
Cihad; fıtrata yapılan müdahalelerle yapılan mücadeledir. Allah yolunda mallarınızla
58
Aralık 2010
ve canlarınızla cihad ediniz. Cihad ediniz yani Allah
için koşturunuz. Cihad; Allah rızası için yapılan çalışma
ve mücadelenin tamamıdır.
Cihad; Yüce Allah’ın en güzel şekilde yarattığı
insan ile Yüce Allah’ın en son ve en mükemmel din
olarak gönderdiği İslam arasındaki engelleri kaldırmaktır.
Cihad; fıtrata (yaratılışa, doğal hale) yapılan müdahalelerle yapılan mücadeledir.
Cihad; her şeyden önce kendi nefsimizin ıslahıyla ilgilenmek, İslam’ı tam manasıyla öğrenmek, anlamak ve yaşamak sonra da başkalarına bu İlahi
Mesaj’ı iletmek, İslam’ı tatlı dil ve güleryüzle tebliğ
etmek, hakkı tümüyle hakim kılmak, iyiliği emretmek,
kötülüğü yok etmek, gerekirse de düşmanla dinimiz,
değerlerimiz, canımız, namusumuz, malımız, vs. için
savaşmaktır.
Bu manada cihad etmeyenler ve cihada koşmasını bilmeyenler, zillete talip demektir ki, bu durum bile
bile kendini uçuruma atmaktır ve en büyük tehlikedir.
Bahanelere ve mazeretlere sığınmayınız. Engellerin ve
kaytarıcılıkların tutsağı olmayınız. Çünkü; eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. Haydi hakkınızda hayırlı
olana koşun. Haydi imanlarınızı yapabileceğiniz, imanlarınızı hayatınızda görüntüleyebileceğiniz, iman kaynaklı yaşayabileceğiniz bir hayat ortamı oluşturmak
üzere mücadele edin. İslâm düşmanlarına karşı, düşmanlarınıza karşı tedbirlerinizi alarak koşturun.
Ey Allah ve Resulü’ne iman edenler! Ey dünya
hayatı yerine âhireti satın alanlar! Ey Allah’la böyle bir
alışverişte bulunanlar! Fânîyi verip de bâkîye talip
olanlar! Dünya hayatının basit zevklerini bırakıp da
cennete ve Allah’ın rızasına talip olanlar! Allah yolunda, Allah’ın için, ila-ı kelimetullah için cihad edin.
Dünya metaı-menfaatı hem azdır, hem de geçicidir, fânidir.
Yâni şu anda dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen olsanız, tüm dünya mülkleri,
tüm dünya saltanatları sizin de olsa bilesiniz ki çok
azdır, âhiretin ve âhiret saltanatının yanında. Madem ki
dünya metaı çok azdır, madem ki tüm dünya sizin olsa
bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün bitecek olan bir
dünya metaı hesabıyla Allah için bir mücadeleden geri
kalarak ebedî bir âhiret hayatını, ebedî bir cenneti fedâ
etmek akıl kârı mıdır? Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, hayatlarını Allah için yaşayanlar için, AlAralık 2010
lah’ın koruması altına girip Allah’ın istediği gibi yaşayan, Allah adına canları ve mallarını fedâya hazır olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok hayırlıdır.
“Yerinize mıhlanıp kaldınız”
“ Ey mü'minler, size ne oldu da "Allah yolunda cihad edin" dendiğinde yere çakıldınız
(yerinize mıhlanıp kaldınız.) Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır.”
(tevbe 38) Samimi mü'minler bu hayrı ve yararı iyi
kavradılar ve bu bilincin coşkusu ile cihada koştular.
Yolları üzerine dikilen engellere aldırış etmediler. İleri
sürebilecekleri birçok gerçek mazeretlerine sığınmaya
yanaşmadılar.
Bu fedakârlıklarının sonucunda Yüce Allah, onlara hem kalplerin ve hem de ülkelerin kapılarını açtı;
onlar eli ile kendi sözünü yüceltirken, bir yandan da
kendi sözü aracılığı ile onları yüceltti, onların bileklerinin gücü ile fetihler tarihinde inanılmaz sayılan destanları gerçekleştirdi. Şimdi bu destan kahramanlarının
yüreklerindeki cihad coşkusunu kanıtlayan belgelerden birkaç örnek:
59
cığım, yüce Allah seni bu işten mazur gördü' dedim.
Bana `Bize Beus (mücahidleri koturan ve coşturan)
sure geldi.' karşılığını verdi.
(Elimizdeki belgelere göre "Tevbe" suresi çeşitli
bir adlarla anılır: Bu adlardan bazıları şunlardır: Münafıkların gizil duygularını açığa çıkardığı gerekçesi ile
"Fadıha", kalplerdeki kötü niyetlerden nefret ettirdiği
için "Muneffire", yine kalplerdeki saklı duyguları deştiği gerekçesi ile "Mubasıra", yine gönüllerin barındırdığı sırları meydana çıkardığı için "Muahbire",
mü'minlerin duygularını alevlendiren özelliği yüzünden
"Musıre", mü'min savaşçılara coşku aşıladığı için
"Beus".
Bunların yanısıra, bu surenin "Mudemmire
(kahredici)", "Muhziye (rezil edici)", "Munekkile
(cezaya çarptırıcı)", "Muşerride (perişan edici)"
gibi adlarına da rastlanmıştır.) Bu sözü ile Tevbe suresindeki `Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız' diye başlayan ayeti kasdediyordu.
“Siz tevbe suresi 41. ayeti okumadınız mı ?”
Bir gün Ebu Talha, Tevbe suresini okuyordu. Sıra
bu ayete (tevbe 41) gelince oğullarına dönerek, "Görüyorum ki, Rabbimiz genç-yaşlı ayırımı yapmaksızın, hepimizi savaşa çağırıyor. Çabuk,
silahımı ve teçhizatımı getirin" dedi.
Bunun üzerine oğulları kendisine "Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Sen önce Peygamberimiz ile
birlikte, arkasından Ebu Bekir'in yanıbaşında ve
sonra da Ömer ile beraber ölümlerine kadar savaştın. Şimdi bırak da senin yerine biz savaşalım" dediler.
Fakat Ebu Talha, oğullarını dinlemedi, hemen
deniz seferine katıldı, gemi denizde yol alırken vefat
etti, cenazesini toprağa verecekleri bir adacık bulamadılar, böylece dokuz gün Ebu Talha’yı (ra) gemide tuttular, bu süre içinde cesedinde herhangi bir bozulma
emaresi görülmedi, sonunda adaya çıkınca, cesedini
toprağa verdiler.
Tarihçi İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Ebu Reşid
Harranı şöyle diyor: "Bir defasında Peygamberimiz’in süvarisi Mikdad b. Esved (ra) ile karşılaştım. 'Bir kuyumcu sandığı üzerinde oturuyordu.
Vücudun bazı kemikleri dışarıya uğramıştı, buna
rağmen savaşa katılmak istiyordu. Kendisine `Amca-
60
Yine bu vesile ile Ebu Eyyüp el Ensari’yi hatırlıyoruz. Bu büyük sahabi (ra) bütün savaşlarda İslam'ın
sancağını taşımıştır. Peygamberimiz (s.a.v)'i evinde 7
ay misafir etmiştir ve İslam Devleti o evde kurulmuştur.
İslam onun evini seçmiştir, o ise İstanbul'u seçmiştir. İstanbulumuz’un aziz misafiridir. 96 yaşındayken 6 evladıyla ve onlarca torunuyla birlikte sırf İstanbukl’un
fethi hadisinteki müjdeye mazhar olabilmek için İstanbul'u fethe gelmiştir.
Evlatları “artık biz varız, sen Medine’de kal,
ihtiyarladın” dedikleri zaman O “siz tevbe suresi
41. Ayeti okumadınız mı ? Ölünceye kadar sorumluyuz” demiş ve cihada koşmuştur. Evlatlarının
ısrarına rağmen herkesten fazla O (ra) hücum ediyordu. Daha sonra onu “kendinizi tehlikeye atmayın” ayetiyle caydırmaya çalıştılar fakat Ebu Eyyüp el
Ensari o ayetin “dünyalık işleri bahane ederek cihattan kaçarak kendinizi tehlikeye atmayın” manasına geldiğini açıklayarak savaş sırasında da ders
vermiştir. İslam dini sadece oruçla namazla olsaydı ve
sadece gençler sorumlu olsaydı Ebu Eyyüp el Ensari
96 yaşında İstanbul’a kadar gelmezdi.
“Cihad yani hakkın hakim kılınması için
çalışmak hepimiz ama hepimiz için dinin zirvesidir.” Vesselam.
Aralık 2010
Hacı Şaban Efendi Hazretleri
Aralık 2010
61
Yılbaşında
Çocuklarımız
Kimin Kuşu
Olacak?
uşun biri, her gün kilisenin çanına
konar ve oraya pislermiş. Gel zaman
git zaman derken her gün kuşun pisliğini temizlemekten bıkan papaz, bir gün aklına bir fikir gelir uygulamaya karar verir.
K
M. Emin KARABACAK
Sabah kuş gelmeden kuşun her gün
konup pislettiği çanın yanına bir tas ve içine
de içki koyar. Papaz bu işlemleri yaptıktan
sonra kuşu gözetlemeye başlar.
Her günkü gibi kuş gelir; çana konar ve
pisliğini yapar. Sonra kuş etrafına bakarken
tası görür ve tastaki içkiyi su zannederek doyasıya kadar içer. Hikâye bu ya; kuş içkiyi
içince sarhoş olur ve yere düşer.
“Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de
evinizde ve emriniz altında
olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul
olursunuz.”
62
Kuşun düştüğünü gören papaz hemen
kuşun yanına gider ve kuşu eline alır. Yarı
ayık yarı sarhoş halde olan kuşa şöyle bir
bakan papaz, kuşa söyle seslenir:
“Sevgili kuş: Söyle bakalım bana;
sen kimin kuşusun? Hz. İsa (a.s)’nın
kuşuyum desen, neden kilisenin çanına
pislersin? Yok, Hz Muhammet (s.a.v)
kuşuyum desen, neden tasa koyduğum
içkiyi içersin? Allah aşkına söyler misin
sen kimin kuşusun?” der.
Aralık 2010
Şimdi isterseniz papazın kuşa sorduğu soruyu
bizde kendimize soralım? Biz, sözel ve davranışsal
olarak hangi ümmetin aktivitelerini yapmaktayız? Canımız ciğerim olarak gördüğümüz minik kuşlarımızı
nasıl yetiştiriyoruz?
Minik kuşlarımıza model olma konusunda dinin
hangi emir ve yasakları uygulama konusunda model
olmaya çalışıyoruz? Toplum tarafından yanlış öğretilen ve yanlışları doğru imiş gibi algılama konusunda
çocuklarımızı ne kadar bilinçlendirebiliyoruz.
Bu ve buna benzer soruları çoğaltabiliriz.
Önemli olan soruları çoğaltmak yerine kendimizi ve
çocuklarımızı dinin emir ve yasakları konusunda bilinçli bir müslüman olarak yetiştirebiliyor muyuz?
2010 yılının son ayına girdiğimiz bu aylarda hıristiyan olan batı toplumunda olduğu gibi müslüman
olan bizim toplumumuzda da ister istemez gündemimize yılbaşı oturmaktadır.
Müslümanlarla uzaktan yakından alakası olmayan yılbaşı kutlamaları da eskiye nazaran daha belirgin olarak kutlandığı gözlenilmektedir. Çoğu
müslüman tarafından bilinçsizce yapılan bu kutlamalar, zamanla sonucun dahi tahmin edilemeyecek sonuçları doğurmaktadır.
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki;
“Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a
kasem ederim ki, içinizde öyle adam bulunur
ki, cennet ehlinin ameli ile amel eder ve kendisi ile cennet arasında bir zira’dan (Yaklaşık
50 cm) ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükmi) kitap (yani o yazının hükmü) ona galebe
eder, cehennem ehlinin ameli ile amel eder de
cehenneme girer. Keza içinizde öyle adam bulunur ki, cehennem ehlinin ameli ile amel eder,
kendisi ile cehennem arasında bir zira’dan ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükm-i) kitap
ona galebe eder, cennet ehlinin ameli ile amel
eder ve cennete girer.” (Buhari –Müslim)
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte Avrupa ile içi
içe olan toplumumuzda son yüz yılda değerlerinden
daha da uzak kalmaya başlamıştır. Eskiden sadece
tek kanallı dönemlerde televizyondan haberimiz olAralık 2010
İslam toplumuyla yakından
ve uzaktan ilişkisi olmayan
yılbaşı ve yılbaşı kutlamaları, büyükleri olduğu kadar
çocukları da ister istemez
olumsuz etkilemektedir.Çocuklarına yılbaşını sadece
tatil, eğlence veya yeni bir
yılın kutlaması olarak anlatan ve o şekilde göstererek
kutlamaya çalışan, televizyonda yılbaşı kutlamalarını
seyretmekten sakınca görmeyen anne babalar, aslında kendilerine olduğu
kadar çocuklarında maneviyatlarına zarar verdiklerinin
farkında bile değiller.
63
duğu ve seyretmeyi dahi uygun bulmayan toplumumuz, yılbaşılar artık sanki toplumun vazgeçilmezleri
arasına girmeye başlamaktadır.
Eskiden bırakın kutlamayı televizyonda seyredeni kınayan toplumumuz, son zamanlarda yılbaşını
kutlamayacağını söyleyenleri yadırgamaktadır.
Müslüman’ın Ramazan ve Kurban bayramından başka bayramı yoktur, inanç ve düşüncesi içinde
iken; bugün Hıristiyanlar tarafından bayram olarak
kabul edilen yılbaşılar bizim toplumuzda da kabullenilmeye ve benimsenmeye başlanmaktadır.
İslam toplumuyla yakından ve uzaktan ilişkisi
olmayan yılbaşı ve yılbaşı kutlamaları, büyükleri olduğu kadar çocukları da ister istemez olumsuz etkilemektedir.Çocuklarına yılbaşını sadece tatil, eğlence
veya yeni bir yılın kutlaması olarak anlatan ve o şekilde göstererek kutlamaya çalışan, televizyonda yılbaşı kutlamalarını seyretmekten sakınca görmeyen
anne babalar, aslında kendilerine olduğu kadar çocuklarında maneviyatlarına zarar verdiklerinin farkında bile değiller.
"Kim bir kavme benzerse, onlardandır"
(Ebu Davud) buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v);
bir müslümanın hiç kimseye benzemeyeceği ve bir
müslümanın taklit eden olmayacağını bu hadisiyle
bize çok güzel ifade etmektedir.
Yılbaşı kutlamalı büyüklerin olduğu kadar okuldaki çocuklarında gündemini meşgul etmektedir. Eskiden çocuklar, yılbaşını sadece tatil olarak algılayıp
konuşurlarken son zamanlarda kutlamalar şeklinde
davranışlara dönüştüğünü görmekteyiz.
“Biz bu yıl yılbaşını …… kutlayacağız. Biz
yılbaşında …. gideceğiz. Biz yılbaşı için şunu
aldık. Yılbaşında şunu yapacağız bun yapacağız….” diye başlayan cümleler, çocukların en çok
kurdukları cümlelerin başında gelmektedir. Oysa hepimizin çoban olduğu ve yakıtı sadece taş olan cehennem olanı ne kadar çok çabuk unutuyoruz.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi,
yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”
(Tahrim Süresi–6)
“Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz.
Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde
ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.” (Müslim)
Çocukların bu konuşmalarından da anlaşılacağı
üzere yılbaşı kutlamaları aileler tarafından da normal
karşılanmakta ve çocuklara o şekilde ifade edilmektedir.
Bunun sonucunda da çocuk başkasına benzeme ve onların değerlerini benimseme adına yapılan
64
Aralık 2010
yılbaşı kutlamaları müslümanlarında yapabileceği
normal bir faaliyet olarak algılamaktadır. İleri yaşlarda
çocuklar bunu biraz daha abartarak bunu dinin diğer
değerlerine de genelleyerek farklı yaşam tarzlarına girmesine neden olacaktır. Buda kişini telafisi mümkün
olmayan maneviyat tahriplerine sebep olmaktadır.
Peki, yılbaşı kutlamalarının çocukları etkilememe adına neler yapılmalı?
1.Başta anne babalar yılbaşı kutlama konusunda çocuklara model olmaktan kaçınılmalı.
2.Yılbaşı kutlama konusunda ailenin plan ve
proğramı olmamalı.
3.Çocuklar için yılbaşı tatili pekiştireç olacaksa
bunlardan kaçınılmalı.
4.Çocuklar için önemli olan memleket, anneanne, babaanne… gibi ziyaretleri yılbaşıyla özdeşim
kurdurmaktan kaçınmalı.
5.Yılbaşı tatilini normal bir tatilmiş gibi algılanıp o şekilde değerlendirilme konusunda çocuklara
model olmalı.
6.Yılbaşı kutlamaları konusunda ailenin özendirici konuşma ve davranışlardan kaçınılmalı. Müslümanları
bayramları
hakkında
çocuklar
bilgilendirilmeli.
7.Yılbaşının gerçek hikâyesi araştırılıp dinimiz
ve kültürümüzle bağlantısı olup olmadığı konusunda
çocuklarla bilgi paylaşımı yapılmalı.
8.Çocuklara toplum tarafından öğretilen yılbaşı
yanlışlıkları hakkındaki zihnindeki sorular onların anlayacağı şekilde cevaplandırılmalı.
9.Yılbaşı gecesi mümkünse televizyon seyretmemeli ve seyredilecekse de yılbaşı kutlaması yayınlamayan kanallar seyredilmeli.
10.Peygamber Efendimizin “Kim bir kavme
benzerse, onlardandır" (Ebu Davud) hadisinin yılbaşıyla bağlantısı konusunda ailecek sohbet edilmeli.
Aralık 2010
65
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Muhabbetin Alametleri
Heyhat! Nerede sevgi? Katkısız sevgi nerede? Sevginin hakikatleri
nerede? Sevgiyi hak edenler nerede? O’nu seven kimse bir an olsun O’ndan
ayrı kalmaya dayanamaz. Aşık, gündüzün insanlar arasında tek başına
dolaşan bir gariptir. Gözleri tek ve bir olan sevgilisine kavuşma ümidiyle
ışık saçar. Peygamber Muhammed (sav) beraber Tanrı’ya yürüyen o kutlu
kervana ne mutlu!
Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre Resulullah (sa) Efendimiz
şöyle buyurdular:
“Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe
de iman etmiş sayılmazsınız. Can kulağıyla dinleyiniz! Size öyle bir şey
bildiriyorum ki, onu işlediğiniz takdirde birbirinizi seversiniz:
Aranızda selamı (güveni) yayınız, birbirinizden salim olunuz, herhangi
bir süretle biriniz diğerinizden zarar görmesin!”
Bu hadis-i şerifleri ile peygamber efendimiz (sa) Müslüman
kardeşlerine karşı nefsin tavır değiştirmesi durumunda nefsi zapt etmeyi,
onun tahriklerini kökünden kazımayı ve gayret nalınıyla başını ezmeyi
emretmektedir. Bizleri imanın direği saydığı samimi muhabbetle yükümlü
tutmuştur.
Allah Teala, en hayırlı muallim efendimiz (sa) aracılığıyla bize, selamı
yaymanın muhabbeti doğuran bir davranış olduğunu öğretti. Ehl-i hakikat,
ehl-i batılla imtihan edilir. Ancak hakikat ehlinin gayeleri, Cenab’ı Allah’a
dayanıp güvenmeleri neticesinde Hak’tan sapmaz.
Ey oğul!
Allah’ın dünyayı yarattığını ve burayı meşakkat diyarı tehlike ve
kötülüklerin mekanı eylediğini bil! Sonra iyilerle kötüleri, muhabbet ehliyle
gaflet ehlini birbirine karıştırdı. Onları kâh rahatlık halinden sıkıntıya, kâh
sıkıntı halinden rahatlığa evirip çevirdi. Bunun hikmeti, kim sıkıntı
zamanında, kim rahatlık zamanında, kim nimeti vereni görerek, kim de
nimeti görerek ibadet ediyor, bunları açığa çıkarmaktır.
Allah Teala, bir ayette şöyle buyurmuştur:
“İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki; kendisine
bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi
değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da ahiretini de kaybetmiştir. İşte
bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.”
Bir rivayette; “Altın ateşle, hakiki kul bela ile anlaşılır!” denilmiştir.
Allah’ın Salih kullarını imtihan etmesinde ki hikmet, onların
gönüllerinde yatan iddialarında samimi mi, yalancı mı olduklarını ortaya
çıkarmaktır. Böylece sıdıkların derecesi ve diğerlerinin rezilliği meydana
çıkar. İşte bu yüzden bir hakim, görünenin aksine olsa dahi davalı şahsın
66
Aralık 2010
bildiklerini dinlemeden, iddianın doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında hüküm
vermez.
Allah Teala şöyle buyurur:
“Elif.Lam.Mim. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman Ettik”
demeleriyle bırakılıverceklerini mi sandılar?”
“O halde (Resulum), Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği
gibi sen de sabret…”
“(Bunlar) hakkı gerçekleştirmek ve batılı ortadan kaldırmak içindi…”
Alimler nimet zamanın da ve sıkıntı zamanın da ibadet etmek
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bazıları, nimetler içinde Hakka ibadet
eden kimsenin, nusibetler içinde Hakka ibadet edenden üstün olduğunu
söylemişlerdir. Onlara göre, şükür makamı sabır makamından üstündür. İşte
bu sebeple nimete şükür boş vakitte, belaya sabır ise meşguliyetler arasında
yapılan bir kulluktur. Geniş ve boş vakitte Allah’a ibadet edenle, sıkıntılarla
meşgul bir halde Allah’a ibadet eden aynı değildir.
Bazı alimler ise tam aksine belanın bol olduğu zamanlarda ibadet
edenin daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Delil olarak da Peygamberlerin
mertebelerinin bütün insanlardan üstün olmasına rağmen, Allah’ın onların
hepsini türlü bela ve musibetlerle imtihan etmesini göstermişlerdir.
Peygamber efendimiz (sa)’de, bu hakikati şöyle dile getirmiştir: “En şiddetli
musibetlere uğrayan insanlar, Peygaberlerdir.”
Kafirlerin çoğu türlü nimetler içinde yaşadıkları halde, Allah’ın
nazarında mahlukatın en değersizleridir.
Perdelerin arkasından Hakkı arayanla önünde perde olmadan Hakkı
arayan bir olmaz. Şakir (şükreden) Hakkı perdelerin arakasından,
sâbir(sabreden) ise önünde perde olmadan Hakkı arar.
Şakir nimetlerden ötürü nefsinde duyduğu hazla Hakka ibadet eder.
Sâbir ise Rabbinin sevgisiyle O’na ibadet eder.
Şakir, sahip olduklarıyla övünür, guru duyar. Sâbir ise, sahibiyle
övünür.
Şakirin nefsi nimetlerle doludur. Sâbirin kalbi, nimetin sahibiyle
doludur.
Şakir: “Bunca nimete sahip olduktan sonra, başıma gelene aldırmam!”
der. Sâbir ise: “Nimetin sahibi benimle beraber olduktan sonra, başıma
gelene aldırmam!” der.
Allah Teala, bu hususlara Kuran’da şöyle işaret etmiştir: o sabredenler,
kendilerine bir bela geldiği zaman, “Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz”
derler.
Allah şükreden kuluna, sabreden kuluna vereceği nihayetsiz ecri değil,
nimetini arttırmayı vaad etmiştir. Nitekim “… Yalnız sabredenlere, mükafatları
hesapsız ödenecektir.” ve “… Allah sabredenleri sever.” Buyurmuştur.
Allah Teala peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiştir:
“Ben, Ümmü’l Kitap’ta şöyle takdir ettim: sevdiğim kulumu belaların
hedefi yapar, ona fakirlik elbisesi giydiririm.”
Aralık 2010
67
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
KİMİN İZİNİ TAKİP EDİYORSUNUZ?
Sevgili arkadaşlar, çevremize şöyle bir baktığımızda insanların fiziki görünüş ve davranış olarak
farklılıklar gösterdiğini görmekteyiz. Saç modelleri, farklı kılık-kıyafetler, konuşmalar, eğlenceler..
Peki, neden bu farklılıklar var? Hiç düşündünüz mü? Benim gibi sizin de ilginizi çektiğini düşünerek
gözlemlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Herkesin beğendiği ve model aldığı birileri vardır. Kişi model aldığının izinden gider, onun gibi
yürümeye, giyinmeye, konuşmaya çalışır. “ Siz kimi model veya örnek alıyorsunuz? diye sorsam ka-
fanız karışır mı? Bence biraz karışır. Neden mi? Çünkü; o kadar model sunmaya çalışılıyor ki çokça
televizyon izleyenlerin kafasının karışmaması mümkün değil.
Öyleyse gerçek örneği nasıl bulmalıyız? Kimin izini takip etmeliyiz? İşte bu sorumuzun cevabını
Allah-u Teâlâ vermektedir: "Rasûlullah'ta sizin için güzel örnek vardır." Müslümanların yemesiyle, konuşmasıyla, davranışlarıyla örnek alması gereken, peygamber efendimizdir.
Peygamberimizin çocukluğu ve gençliği temiz ve iffetli bir şekilde geçmiştir. Peygamberlikten
sonra nasıl bir ahlâka sahipse, kırk yaşından önceki hayâtı da öyle temiz ve nezihti. Halbuki gençlik
yıllarını geçirdiği Mekke şehri, o zamanlar o kadar karışıktı ki Mekkeliler arasında yaşayıp da cahiliye
çirkinliklerine bulaşmamak âdeta mümkün değildi. Dolandırıcılık, hile, aldatma, hak yeme, verdiği
sözde durmama, hıyanet, ahlaksızlık eksik olmuyor, çok basit bir iş gibi görülüyordu. Peygamberimiz bu kötü yollara hiç bulaşmadan gençliğini yaşamıştır.
Bugün de cahiliye döneminde olduğu gibi insanlara kötü davranışlar güzelmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Televizyonlarda filmlerin, dizilerin konusu saygısızlık, ahlaksızlık, kötü alışkanlıklara
özenti, bazı kanallar haricinde ahlak ve maneviyatla ilgili hiç film yok. İşte biz de bu tehlikelerden
kurtulabilmek için peygamber efendimizin hayatını iyi bilip onun gibi yaşamalıyız. En güzel örneğin
izinden gidebilmek temennisiyle.
Saatler Geri Alınıyor
Dursun, saatlerin geri alınacağını duyunca, evdeki saatleri toplayıp Saatçi Temel’e gider:
- Ula Temel, saatler geri alınacakmış. Biz de evdeki saatleri senden satın aldığımız için sana getirdik.
Bunları geri alacaksun da.
Temel kendinden emin bir şekilde:
- Öyle yağma yok. Ben de duydum ama, sadece 1 saat geri alınacakmış. 1 tanesini alırım,
diğerlerini almam.
68
Aralık 2010
BULMACA
1-Mekke şehrinde Mescid-i Haram'ın
ortasında taştan yapılmış dört köşe bina.
Haccın sebebi ve bütün müslümanların
kıblegâhı, yeryüzünde yapılmış olan ilk
mukaddes mabet.
2-Allah’a yaklaşmak ve Allah’ın (c.c)
rızasına ermek niyetiyle kesilen hayvan.
3-Hacer-i Esved köşesinden veya
hizasından başlayarak Kâbe’nin etrafında
yedi defa dönmek
4-Hac’da Arafat dağında bir miktar
durmak.
5-Kâbe’yi ve diğer mukaddes
mekânları belirli bir zaman içinde ziyaret
etmek.
6-Allah’ın (c.c) emriyle oğlunu kurban eden peygamber.
7-Allah’ın (c.c) emriyle babası tarafından kurban edilen peygamber.
8-Hac ve umrede "Safa" tepesinden başlayarak "Merve" ye dört gidiş, Merve’den Safa’ya üç
dönüş olmak üzere bu iki tepe arasındaki gidiş-geliş.
9-Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe'nin yapıldığı yer.
10-Hac ya da umre yapmaya niyet eden kişinin, başka zamanlarda işlemesi mübah olan bazı
fiil ve davranışları, belirli bir süre kendisine haram kılması, yasaklamasıdır. Bürünülen havlu ve
benzeri türden dikişsiz kıyafet.
Cevaplar: 1. Kurban 2. Kâbe 3. Tavaf 4. Vakfe 5. Hac 6. İbrahim 7. İsmail 8. Say 9. Arafat 10. İhram
GÜLÜCÜK
1- Fotoğraf makinesi sahibine ne demiş?
2- Şehirden şehre koşarım, köyden köye giderim fakat hiç hareket etmem.
3- Denizler gerçekte mavi boya olsaydı ne olurdu?
4- Temel her şimşek çaktığında saçını başını düzeltiyormuş. Niçin?
5- Termometrenin düşmesi neyi gösterir?
Cevaplar: 1- Yeter Çektiğim! 2- Yol 3- Mavi boya sudan ucuz olurdu. 4- Fotoğrafının çekildiğini sanıyormuş 5- Çivinin iyi çakılmadığını
Aralık 2010
69
ENES BİN
NADR
ava adamı olmak, bir davaya gönül
verip bu yolda her şeyini feda edebilmek, ölmek var dönmek yok deyip,
canını malını hiç tereddüt etmeden Allah yolunda vermek, en güzel ticareti yapmak. İşte
sahabenin hayatı buydu. İki kelimeden ibaretti, amenna vesaddakna.
D
Hatice FURAN
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, Allah yolunda alinan herhangi bir
yara kiyamet gününde ayni
sekilde görülecek. Rengi
kan renginde ve kokusu
misk kokusunda olacaktir."
70
İşte bu mübarek sahabeden Enes bin
Nadr Hicretten on yıl önce (612) doğmuş, 10
yaşından itibaren Hz. Muhammed (sav)'e hizmet etmiş ve vefatına kadar onun yanından
hiç ayrılmamış bir kahraman mücahiddir. Bu
birliktelik sayesinde en çok hadis rivayet eden
sahabilerden biri olmuştur.
Hz. Muhammed(sav) Mekke'den Medine'ye göç ettikten sonra sahabeler ona hediyeler veriyordu. Bir kadın sahabe de çok fakir
olduğu için verecek bir hediye bulamamıştır.
Bunun üzerine 10 yaşındaki oğlunu vermeye
karar vermiştir. bu teklifini bildirmiş ve o da
olumlu yanıt vermiştir. O günden sonra Enes
Hz. Muhammed(sav)'ın yanından hiç ayrılmamıştır ve ona en yakın isimlerden biri olmuştur.
Enes bin Nadr, Bedir Savaşı'na katılamayan bir sahabi idi. Bunun acısını yüreğinde duyuyordu. İslam'ın bu, ilk ve önemli
büyük olan savaşına katılamadığından dolayı
kendini kınıyordu.
Bedir gibi bir savaşta Allah’ın nebisinin
yanında olamamak o büyük sahabenin Enes
bin Nadr’ın yüreğinde kor olur, alev alır ateşlenir. Der ki bundan sonra yapılacak ilk savaşta Allah c.c. benim ne yapacağımı
görecek. Başkada bir şey demeyecektir. ÖyAralık 2010
lesine bir sözdür ki bu. Yüreğin sızısıdır. Mücadele aşkının,cihad sevdasının tercümanıdır. Küfre olan öfke
ile küfrün karşısında müminlerle omuz omuza savaşamayışın acısını en derin şekilde hissettirir.
Uhud o zorlu gün. Meydanda yiğitlerden bir
yiğit Enes bin Nadr vardır.Yiğitçe.mertçe,kahramanca
dalar savaşın ortasına. Ölümü korkusuzca beklemek
bu olsa gerek. Ölüm bir son değildir onlar için.Bir
başlangıçtır.Hem de sorunsuz,dertsiz,tasasız bir hayatın başlangıcı.Necip Fazıl’ın dediği gibi.
Kalkılır bir yerde, kalır oyuncak,
Kurgular biter.
Ölüm... O geldi mi ne var korkacak?
Korkular biter.
Ve savaş kıyasıya devam etmektedir, durum
İslam ordusunun lehine görünmekte ve düşman ordusu dağılıp kaçışmaktadır.Okçular tepesini deki sahabeler zafer kazanıldı deyip unutunca peygamberin
“etlerimizi kuşların yediğini de görseniz terk
etmeyeceksiniz yerinizi” emrini, Halid bin Velid
(r.a.) in kumanda ettiği Mekkeli süvariler hareket eder
Müslümanların üzerine.
Bunu görünce kaçan müşriklerde geri döner ve
İslam ordusunu iki ateş arasında sıkışır kalır. Resulullah bu kargaşada bir ara korumasız kalır. Mübarek
dişleri kırılır. Birden sahabeyi sarsan o kötü haber yayılır ortalığa. (Resulullah şehit oldu diye.) Oysa şehit
düşen Resullullah’ın yerine bedenini siper eden
Musab bin Umeyr’dir.
Müslüman safları dağılınca, -arkadaşlarını kastederek- «Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı sana özür beyan ederim.», müşrikleri
kastederek de «Bunların yaptıklarından da uzak
olduğumu bildiririm.» deyip ilerler Enes bin Nadr,
Sa'd bin Muâz'la karşılaşır ve:
-Ey Sa'd! İstediğim cennettir. Ka'be'nin Rabbi'ne
yemin ederim ki Uhud'un eteklerinden beri hep o
cennetin kokusunu alıyorum, der.. Sa'd daha sonra
olayı anlatırken; «Ben onun yaptığını yapamadım,
ya Resûlallâh!» demiştir.
Savaş meydanında,İslam ordusun saflarında
bir üzüntü,bir kırıklık,bir acı vardır.Rasulullah ın şehadet haberini gerçek sanır sahabe. Hz. Ömer, ensar
ve muhacirden daha birçok yiğit bu haberin ardından ne yapacağını bilmez bir halde olduğu yerde kalakalır. Enes bin Nadr görünce onların bu halini sorar,
ne oldu size diye. Resulullah öldü derler. Bunu duyunca O, şu eşsiz sözü söyler;
Kahraman sahabe Enes Bin Nadr öyle bir söz
söyler ki,tüm sahabenin yüreği titrer.Onların üzerinde
Aralık 2010
ki rehavet,bir anda yerini cesarete bırakır.İşte tam bu
anda ne demiştir Enes bin Nadr.Ne demelidir ki yaralı yüreklere ferahlık,kırık gönüllere dayanak,hüzünle
tireyen yüreklere cesaret olsun.Sizce Enes bin Nadr
ne demiştir?
İşte kahraman sahabenin serlevha sözü:
O’nun öldüğü yerde siz niye yaşıyorsunuz. Öyleyse kalkın ve O’nun gibi siz de ölünceye kadar savaşın der. Savaşın içine korkusuzca dalar gider.
Savaş bitmiştir. Savaş meydanında gözleri müşrikler tarafından oyulmuş, kulakları ve burnu kesilmiş
bir kişi yatmaktadır. Vücudunda seksenden fazla yara
vardır. Kılıç, mızrak ve ok yarasıdır. Bakanların tanıyamacagı bir haldedir. Enes bin Nadr’dır. Ona ve
Onun gibi olanlara müjde olan bir ayet vardır:
"Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde
duran nice erler var. Onlardan kimi adağını yerine getirdi(şehit oldu), kimi de bunu bekliyor.
Onlar
hiç
bir
şekilde
ahidlerini
bozmadılar"(Ahzab/23)
Enes bin Nadr’ın kız kardeşi yaklaşır şehit bedeninin yanına, parmak uçlarına bakar ve tanır bu
şehit Enes bin Nadr’dır. Her yara bir şahit olur, Uhud
şahit olur, akan her damla kan şahit olur, yer ve gök
şahit olur Enes bin Nadr’a. Şahadet ile koşar Âlemlerin Rabbinin huzuruna. Allah(cc) huzuruna en
güzel şekilde varanlardan eylesin bizi.
Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a
verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir
kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü
asla değiştirmemişlerdir. AHZAB:23
Resulullah (s.a.s.) mealen söyle buyurmaktadir:
"Allah (c.c.), yolunda cihad için çikan kimseye
kefildir. Kim sadece benim yolumda cihad
etmek ve bana iman ettigi ve peygamberlerimi
tasdik ettigi için evinden ayrilirsa, bu kimse
onu cennete koyacagimi veya elde edecegi mükafatiyla evine çevirecegimi garanti etmis
olur."
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda alinan
herhangi bir yara kiyamet gününde ayni sekilde görülecek. Rengi kan renginde ve kokusu
misk kokusunda olacaktir." (Buhari, Müslim)
Can verenin uğrunda ,canı hiç tereddüt etmeden vermeyi bilmek.Hem vakdi,hem nakdi,hem bedeni fedakarlık yapabilmek Allah c.c.c yolunda.İslam
ın ,cihad ın, şehadetin lafını, edebiyatını değil fedakarlığını omuzlamak.Yani ENSAR olmak,bir ENES,
bir HAMZA yürekli olmak .VESSELAM
71
Download