EDİTÖR Bismillahirrahmanirrahim Selam ile. “Kimsiniz” diye size sorulsa acaba neyi önceleyerek bu soruya cevap verirsiniz? “Müslümanım, Türküm, Kürdüm vs.” Kimliğimizde, kişiliğimizde hâkim renk hangisi? Kendimizi “kim” olarak, kimlerden olarak kabul ediyoruz. En yakın arkadaşınızla karşınlaştığınızda en çok hangi konular üzerinde konuşursunuz? Diliniz kimliğinizi ele veren en belirgin alamettir. İnsan dilinin altında saklıdır derler. Mesela; damarımı kesseler sarı lacivert akar diyen bir insan kendisini kim olarak tanıtır sizce? “Biz” kelimesini hangi aidiyetiniz için en çok kullanırsınız? “Biz” dediğinizde kendinizi kimlerden olarak kabul ediyorsunuz? “Siz” kimlerdensiniz? “Ben Müslümanlardanım diyenden daha doğru sözlü kim olabilir” buyruğunca öncelediklerimizde Müslüman kimliğimiz acaba birinci sırada mıdır? Yıl 6 Sayı 63 Aralık 2010 Kimiz biz? Hıristiyanların dini bayramı olan Noel’i bayram olarak kutlayan Müslüman nasıl bir kimliğe sahiptir? Kabul ve retlerinde önceliği İslam olmayan bir Müslüman nasıl bir kimliğe sahiptir? Allah’ın boyasını insanların boyasına tercih etmeyen edemeyen, yaşantısını İslam’ın değerlerine göre ayarlamayan, inandığı dinin, kimliğinde ve kişiliğinde etkisi görülmeyen bir Müslüman nasıl ve neye göre müslümandır? Şairin dediği gibi: Bir elde kadeh bir elde Kuran Bir helaldir işimiz bir haram Şu yarım yamalak dünyada Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman Yapıp ettiklerimizle, konuştuklarımızla, kılık kıyafetimizle, yaşantımızla kime benziyoruz? “Aynı onun gibi, onlar gibiyim” dediğimizde kimler gibiyiz? Usvetün hasene olarak bize gösterilen efendimize ne kadar benziyoruz? Neyimiz ona benziyor? Ona benzemek gibi bir düşüncemiz var mı? Evlerimiz, çoluk çocuğumuz ve evlerimizde ki hayat “örnek neslin” hayatına benziyor mu? Evlerimiz ve çocuklarımız kimin evine ve kimin çocuklarına benziyor? Gün geçtikçe her şeyimizle değişiyoruz. Bu gidişat böyle sürerse yakın bir zamanda kendi kendimizi hiç tanıyamayacağız ve şu soruyu korkarım ki kendimize soracağız: Ben kimim? Dergimizin bu ayki dosya konusu “kâfirlere benzememek, inanç, yaşantı vs. de onlara muhalefet etmek”. Her biri diğerinden daha güzel dosya yazılarıyla dergimiz “Noel” çılgınlığına Müslümanların yaklaşımını sorguluyor. Noel ve Müslüman yaklaşımı, ısrarla okunması gereken ve üzerinde düşünülmesi gereken bir durum... Hekimoğlu İsmail ile yapılan söyleşinin ikinci kısmı ve diğer yazılarıyla derginiz Burhan dolu dolu… Yeni bir yıla yaklaşırken siz değerli abonelerimizden aboneliğinizi yenilemenizi ve yeni abonelerle derginize sahip çıkmanızı istiyoruz. Daha güzel Burhanlarda buluşabilmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz. içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 63 Aralık 2010 4 Müslümanın Şahsiyyeti Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 48 Adi Taklitçiliğe “HAYIR” Diyen İskilipli Atıf Hoca Hasan BAŞAR SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR 7 Şiir Yollar Ve Gökler YAYIN DANIŞMANLARI Ayşe BAĞCIVAN Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL 52 Unutulmuş Şifa “Hacamat” 8 Müslüman Gözüyle Noel Ve Yılbaşı 54 Muhabbet Bahçesi Dr. Ramazan ŞAHAN Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Redaksiyon Mürsel LÜLECİ 16 Yılbaşı, Toplumsal Bir İsyandır Mehmet TALU DAĞITIM ORGANİZASYONU 56 Bir Kamil Mürşide Varmadan Olmaz Aydın BAŞAR Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Tek Sayı: 6 TL 24 Çağdaşlık Nedir? 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Fuat TÜRKER Fiyatı 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı Ersan BİLGİN 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları 28 Tevessül Posta Çeki No: 5091167 Prof. Dr. Orhan ÇEKER Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No 291928 IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ 58 “Eğer Aanlıyorsanız, Sizin İçin Hayırlı Olan Budur.” 36 Hekimoğlu İsmail: “İslam Cemaatlerde Daha Kolay Yaşanır.” Röportaj: Aydın BAŞAR 62 Yılbaşında Çocuklarımız Kimin Kuşu Olacak? M. Emin KARABACAK Kuran Kursu Cad.No: 87 66 Muhabbetin Alametleri Sultanbeyli / İST. Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Mehmet Akif Mah. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ [email protected] www.burhandergisi.com 40 Hıristiyan Dünyasına Açık Mektup Nihat MORGÜL 68 Burhan Çocuk Musa KARACA BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 42 Hangi Osmanlı 70 Enes Bin Nadr Ahmet HALİLOĞLU Hatice FURAN 4 Yılbaşı Toplumsal Bir İstyandırı Mehmet TALU 28 Hıristiyan Dünyasına Açık Mektup Nihat MORGÜL 48 Bir Kamil Mürşide Varmadan Olmaz Aydın BAŞAR 62 Müslümanın Şahsiyyeti Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 16 Tevessül Prof. Dr. Orhan ÇEKER 40 Adi Taklitçiliğe “HAYIR” Diyen İskilipli Atıf Hoca Hasan BAŞAR 56 Yılbaşında Çocuklarımız Kimin Kuşu Olacak M.Emin KARABACAK Müslümanın Şahsiyyeti üslüman, herkes gibi sıradan bir insan değildir. O, Yüce Allah’ın kulu ve son peygamberin ümmetidir. Yüce Allah’la ve Hz. Peygamber’le olan ilgisi ve alâkası, yani onlara olan sağlam ve sarsılmaz îmânı, ona bir kimlik ve kişilik kazandırmıştır. İşte müslümanın üzerinde belli olan bu kimlik ve kişiliğe, Arapça ifâdesiyle şahsiyyet denilir. Şahsiyyet, sağlam müslümanı zayıf müslümanlardan, diğer insanlardan ve diğer din mensuplarından ayıran bir özelliktir, bir renktir, bir kimliktir. M Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Ciddî bir kuşatılmışlık içerisindeyiz. Bize, içi boşaltılmış ve kâfirleri rahatsız etmeyen bir İslâm aşılanıyor. Hayatımızın her anında dinsiz kâfirlere veya kitap ehli olan gayr-i müslimlere benzemeye teşvîk ediliyoruz. Kimileri bunu kasden yapıyor, kimileri de karşı cephedekilere hoş görünmek için yapıyor. Dînimize göre ikisi de merduttur... 4 Yüce Allah, kıyâmete kadar her asırda İslâm’ı temsil edecek olan seçkin ve sağlam müslümanların bürünecekleri kimlik ve şahsiyyet konusu hakkında Kur’ân-ı kerîm’in değişik yerlerinde şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı izzetli ve şiddetli bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir. Aralık 2010 Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır ve O’nun Rasûlüdür ve bir de müminlerdir. O müminler ki, Allah’ın emrine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler. Kim Allah’ı, O’nun Rasûlünü, ve îmân edenleri dost edinirse (bilsin ki), üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır. Ey îmân edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dîninizi alay konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mümin iseniz.” (el-Mâide sûresi, 5/54-57) “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hûd sûresi, 11/112) “Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır.” deyip sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: “Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!” derler.” (Fussilet sûresi, 41/30) “Rabbimiz Allah’tır.” deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.” (el-Ahkâf sûresi, 46/13-14) “Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: “Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!” derler.” (Fussilet sûresi, 41/30) “Onlar: “Andolsun, eğer Medîne’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, O’nu Rasûlünün ve müminlerindir. Fakat ne var ki, münafıklar bunu bilmezler.” (el- Münâfıkûn sûresi, 63/8) Bu âyetler ve bu âyetlere paralel olan hadisler çoğaltılabilir. Çünkü Yüce Allah’ın ve sevgili peygamberimizin murâdı, yeryüzünde bu özelliklere sahip olan insanların çoğalması ve yeryüzüne bu güzel insanların hâkim olmasıdır. Ama gel gör ki, böyle olmuyor. Îmân şerefi ile müşerref olan ve İslâm nîmet ile perverde olan müslümanlar, Hz. Peygamber efendimizin arkasında durmak yerine kendilerine başka saflar seçiyor ve başka imamlar buluyorlar. Hz. Peygamber efendimize ve sahâbe-i kirâm efendilerimize benzemek yerine kendilerine başka örnekler buluyorlar. Hedefe, Yüce Allah’ın rızâsını koymak yerine dünya menfaatlerini ön plana alıyorlar. Halbuki bizim en birinci ilkelerimizden birisi “İlâhî! Ente maksûdî ve rıdâke matlûbî”dir. Saygıdeğer okuyucularım! İçinde yaşadığımız çağ hasta olduğu gibi bu çağın insanları da hastadır. Hasta olan bu insanların kimlik ve kişilikleri de ellerinden alınmıştır. Kimliğini ve kişiliğini kaybeden bu çağın insanlarının en büyük zaafı, birbirlerini taklit etmek ve birbirlerine benzemeye çalışmaktır. Aralık 2010 5 Sıradan insanlar bu hastalığa yakalanabilirler. Çünkü onların bu hastalığa yakalanmamak için mikroplara karşı koyacak güçleri ve kendilerini koruyacak donanımları yoktur. Ama îmânı sağlam ve ameli sâlih olan müminler ve müslümanlar böyle değildir. Onların, bu hastalıklardan kendilerini koruma güçleri ve donanımları vardır. Üstelik haslıklara, hastalara ve mikroplara karşı direnme görevleri de vardır. Bu direnmeyi göstermeyen ve müslümanları bu hastalıklar konusunda uyarmayan kişi, cemeat, lider ve kuruluşların yanlış yaptıkları kanaatindeyim. Bu yanlışı yapanlar bilsinler ki, yanlışlar topluma yerleştikten sonra sökülüp atılması çok zor oluyor. Müslümanların, izlediği ve kendilerinden çok şey beklediği bizim televizyon kanalları kime benzemeye çalışıyor ve kimleri taklid ediyorlar. Kadın-erkek birlikte yapılan paneller, açık oturumlar ve programlarla kimlere benzemeye çalışılıyor. Bu arkadaşlar, İslâm’daki haremlik ve selamlığı nereye koydular acaba? Müzikli, sazlı, sözlü eğlence programlarına bu kanalların idârecileri evlerinde âileleri ile birlikte bakabiliyorlar mı? Bizim dediğimiz gazetelerde gördüğümüz reklamlar ve resimler bizi yere baktırıyor. Acaba bu gazetelerin idârecileri de bunları görünce yere bakıyorlar mı? Müslümanları beş yıldızlı otellerde tatil yapmaya ve aşırı derecede harcamaya dâvet edenler, kimin değirmenine su taşıdıklarının farkında mılar? Bu otellere gidenler de nerelere gittiklerini biliyorlar mı? Bu özentinin ve zoraki benzemenin yarın kendilerine neye mal olacağının ve kendilerinden neler alıp götüreceğinin farkında mılar? Evlerinde ve fakültelerinde bireysel bir hayat yaşayan ve topluma karışmayan, bilgisayarlarının başında ömür geçiren, İslâm’ın derdine ağlamayan, müslümanların elinden tutmayan, onlara yol göstermeyen, yaptıkları çalışmaları kendilerinden ve asistanlarından başka kimse okumayan akademisyenler kime hizmet ediyor acaba? Evi, ocağı ve çoluk-çocuğu ile geçimsiz olan müslüman bu dünyada kiminle yaşayacak acaba? Dünyasını cennet haline getiremeyenler, öbür dünyada cennete nasıl girecekler? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Saygıdeğer okuyucularım! Ciddî bir kuşatılmışlık içerisindeyiz. Bize, içi boşaltılmış ve kâfirleri rahatsız etmeyen bir İslâm aşılanıyor. Hayatımızın her anında dinsiz kâfirlere veya kitap ehli olan gayr-i müslimlere benzemeye teşvîk ediliyoruz. Kimileri bunu kasden yapıyor, kimileri de karşı cephedekilere hoş görünmek için yapıyor. Dînimize göre ikisi de merduttur. Unutmayın! Ya inandığınız gibi yaşar ya da yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. 6 Aralık 2010 Yollar Ve Gökler Üstüste, altaltalar, Bende gökler ve yollar. Gökler, kat kat mavilik. Yollar kol kol servilik. Yollar nereye gider? Ve ne düşünür gökler? Göklerin bir sırrı var, Onu arıyor yollar. Gökler su da titriyor, Yollar suda bitiyor. Göklerin yüzü yerde, yollarınki yerde. Bu yollarda izimiz, Bu göklerde gizlimiz. Yollar, beni vardırın! Gökler, tutup kaldırın! Necip Fazıl KISAKÜREK Aralık 2010 7 MÜSLÜMAN GÖZÜYLE NOEL VE YILBAŞI oel Bayramı: Hazret-i Îsâ'nın doğum yıl dönümü olarak kabul edilir. Her sene aralık ayının sonunda yapılır. Hıristiyanların özel bir günü ve Bayramıdır. Hazret-i Îsâ’nın doğum günü olduğu iddia edilerek 25 Aralıkta kutlanan Hıristiyan yortusu (bayramı). Bu yortuyu, bir kısım Hıristiyanlar 6 Ocakta kutlamaktadır. N Dr. Ramazan ŞAHAN* “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları (şans oyunları) birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 5/90-91) 8 Aslında Hazret-i Îsâ’nın doğum günü kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Roma İmparatoru Büyük Konstantin, Mîlâdî 313. senesinde Hıristiyanlığı kabul ettiği zaman eski inançlarından birçok şey de Hıristiyanlığa soktu. Güneş tanrısının doğum günü kabul edilen 25 Aralığı yılbaşı kabul etti. Hz. Îsâ'nın (al.) kurtarıcı tanrı olduğuna inanan Hıristiyanlar da, Hz. Îsâ’nın 25 Aralıkta doğduğunu kabul ettiler. Sonunda bu geceyi Mîlad ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar. Her ne amaçla ve ne şekilde kutlanırsa kutlansın yılbaşında yapılan adetlerin bir çoğunun Hazret-i Îsâ’nın doğumundan çok önce güneşe tapan insanların gelenek ve görenekleri olduğu kaynaklarda zikredilmiştir. Hıristiyanlarca tanınan ve “Noel Baba” olarak isim yapan Saint Nicolas’ın (Aziz Nikolaos) Kaş’ın Gelemiş köyünde doğduğu veya orada yaşadığı ise kesin değildir. Bu HıristiAralık 2010 yan din adamının, bu ilçede heykelinin dikilmesi Hıristiyan emperyalizmine malzeme olmuştur. Bu Kutlama İmanımızı Zedeler 1 Noel Baba olarak bilinen Aya Nikola (Aziz Nikolaos)nın bâzen yalnız, bâzen yardımcısıyla ata binerek, bâzen de sekiz ren geyiğinin çektiği arabasıyla evlerin damlarında dolaştığı efsânesi Amerikalılar ta- İslam Dini'nde başkalarına özenmek, onların hal ve hareketlerini, tavır ve davranışlarını benimsemek, onları üstün görmek ve dost edinmek anlamına geleceği için bu gece yapılacak kutlamalar hoş karşılanmamıştır. rafından gündeme getirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Efsânevî inanış doğrultusunda Noel Baba yortusunu kutlayan Hıristiyanlar bu kutlamalar sırasında, ışık ve çeşitli maddelerle yaprak dökmeyen ağaçları süslerler. Bu da umûmiyetle çam ağacıydı. Bu âdet, yaprak dökmeyen ağaçların ölümsüzlük simgesi sayılmalarından kaynaklanmaktadır. Kışın yeşil kalabilen başka ağaçlar da var ise de özellikle çamın Allah (c.c.) bir ayette şöyle buyurmuştur: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur...” (Âl-i İmran 3/28) Bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir. O seçilmesi manidardır. Zira çam haça benzer. Nitekim İslam Dini'nde de her türlü yeşil, tabiat manzarası ve bitkiler sevilirken özellikle Türklerin servi ağacına önem vermeleri, bunu bütün mezarlıklarında yaygınlaştırmaları dikkat çekicidir. Çünkü servi ağacı uzun ve düz haliyle Allah kelimesinin ilk harfi olan Elife benzer. (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz…” (Nisa 4/139-140.) YILBAŞI DOLAYISIYLA YAPILAN KUTLAMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Bu ayetlere göre bir Müslüman İslam’a aykırı pek çok adet ve eğlencenin sergilendiği bu tür geceleri kutlayamaz, inancı buna müsaade etmez. Yılbaşında yapılan kutlamalar inanç, ibadet, ahlak, kültür, sosyal ve iktisadî hayatımızla ilgili çeşitli zararlara sebeb olur. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Aralık 2010 Bu Kutlamalar İbadetlerimizi Yaralar Yapılan ibadetlerin kabul ve makbul olması için hayatın her yönünde Allah'ın istediği gibi davranmak 9 gerekir. Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. Kalblerinde hastalık bulunanların: "Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz" diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün... Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de kaybedenlerden olmuşlardır… Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler… Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer müminler iseniz.” (Mâide 5/51-57.) Bir Müslüman İslam’a rağmen gayr-i Müslimlere meyledemez, onların inanç, örf ve adetlerini taklit edemez. Aksi halde yaptığı ibadetlerin de bir anlamı kalmaz. Noel Kutlamaları İktisadi Gücümüzü Zedeler Gayr-i Müslimleri taklid etmeye başladığımız zaman bu tek bir sınırda kalmaz. Zamanla onları bütün yönleriyle taklîd etmeye başlarız. Fakat onların kendilerine göre diktiği her elbise bize uymaz. Onlarla lüks ve israf yarışına giriştiğimiz zaman ekonomimiz de bozulur. Hele ülke genelinde yapılan bir gecelik fuzuli masrafları hesab ederseniz bu konu daha iyi anlaşılır. İslam Dini lüks ve savurganlığı (israfı) şiddetle reddeder.2 Yılbaşında yapılan harcamaların hiçbir gerekçesi yoktur, tamamı fuzulîdir. Dolayısıyla israftır. Müslümanın bu tür harcamaları tasvip etmesi düşünülemez. Allah (c.c.) bir ayette; “…Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rezillik ve rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir...” (Bakara 2/85) buyurmuştur. O halde Müslüman Kur'ân-ı Kerîm’in sadece iman esaslarına inanmakla görevini tamamlamış olmaz, onun ibadet, muamelat ve iktisat alanlarında da ölçülü davranır, her türlü aşırılık ve israftan kaçınır. Aksi halde her iki cihanda da iki yakası bir araya gelmez. Nitekim bir başka ayette; “Erkek olsun kadın olsun, kim mümin olarak güzel işler yaparsa, elbette 10 Aralık 2010 ona güzel bir hayat yaşatacak ve onları işledikleri en güzel işleri esas alarak ödüllendirecek, kötülüklerini bağışlayacağız.” (Nahl 16/97) buyrulmuştur. Kur'ân’ın emir ve ayasklarına aldırış etmeyenlerin her iki cihanda sıkıntı çekecekleri de şöyle bildirilmiştir: “Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz.” (Taha 20/124). Bu Kutlamalar Sosyal Hayatımızı Yaralar “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile... Alem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile! Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir; Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız: Müslümanın kendine has bir kimliği ve kültürü vardır. O kendine has kimliğiyle ayakta durur. İslamın dışındaki kültürlerle ne kadar kaynaşmaya uyuşmaya çalışsa da tamamen onlar gibi olmadıkça onlar ferd olsun cemiyet olsunMüslümanı benimsemezler. Bir ayette bu konu şöyle vurgulanmıştır: “Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara 2/120). Dolayısıyla gayr-i Müslim kültürlere özenmek, sürekli onlar gibi olmaya çalışmak her an bizi kendi kimlik ve kültürümüzden uzaklaştıracak ve İslam toplumunu dejenere edecektir. İslami Bakış Açısıyla Yılbaşı Kutlamaları Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman ecdadınız? Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan... Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan! Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi. Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi. Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek, Sanki tavsanmış gelen, yahut kılıksız köstebek! Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı... Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!... Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok: Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok. Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız; Bir bakın: Hala mı hala ihtiras ardındayız! Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın: Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın! Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme! Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme, Yılbaşında yapılan önemli faaliyetlerden bazıları şunlardır: İçki içmek, kumar oynamak, kadınların açılıp saçılması ve çeşitli eğlenceler, TV. Kanallarında sergilenen fuhuş vs., çam kesmek, hindi boğazlamak vs. O halde bu yapılanların İslam kültürüyle alakası var mıdır? İslam dini bu tür eğlenceleri nasıl değerlendirir? Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam; Yerde kalmış, na'şa benzer kavm için durmak haram!... Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur? Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur. İslam Körü Körüne Taklît ve Yanlış Tercihi Reddeder Kur'ân-ı Kerîm çeşitli vesilelerle İslam dışı inanç ve davranışlara karşı dik durmamızı emretmiş, batılın hiçbir türüne meyletmememizi bildirAralık 2010 11 miştir.3 Hiç kimse bir diğerinin günahını, vebalini üstlenemeyeceği için körü körüne, bilinçsizce ve yanlış yolda olanları taklide asla izin vermemiştir. Allah (c.c.) bir ayette şöyle buyurmuştur: “Kafirler, iman edenlere: ‘Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Halbuki onların hiçbir günahını yüklenecek değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler.”4 “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz on- Münafıkların yaptığı gibi herhangi bir korku ve menfaat sebebiyle gayr-i Müslimlere yakınlık hissi duymanın ise neticede hiç bir getirmeyeceği açık bir dille ifade edilmiştir.5 Ancak İslam dışı şer güçler her vesileyle bizi aldatıp peşlerine takmayı planlamış olabilir. Müslüman sürekli tayakkuzda bulunacak ve neyin peşinden gittiğini çok iyi hesab edecektir. lara sevgi sunuyorsunuz. Resulullahı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin giz- Peygamberimiz (s.a.v.) yabancıları taklit konusunda bizleri şöyle uyarmıştır: “Sizden öncekilerin yolunu(kanun ve tutumlarını) adım adım, karış karış, zira' zira' öylesine takip edip onların peşine ve modasına kendinizi öyle kaptıracaksınız ki onlar bir kertenkele deliğine girseler siz de arkalarından gireceksiniz.”6 lediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilmekteyim. Doğrusu içinizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse), artık doğru yoldan sapmış olur. Eğer size karşı ellerine bir fırsat geçerse, size düşman kesilirler. Ellerini İnsan dünya hayatının çeşitli alanlarında imtihan vermektedir. Kimin peşinden gidecek? Kimi taklit edecek, kimi kime tercih edecek, kimin yol ve yöntemini, modasını benimseyecek? Bütün bu konularda imtihan edilmektedir. Sadece iman etmekle imtihan bitmez. Nitekim Allah Kur’an-ı Kerim’de bu tür imtihanlara işaret edilmiştir.7 de, dillerini de size fenalık etmek için uzatırlar ve sizin de kâfir olmanızı cân-u gönülden isterler.” (Mümtehine 60/1-2.) İslam’a Göre İçki ve Kumar Gibi Kötü Alışkanlıklar Kur'ân-ı Kerîm dört merhalede alkollü içkileri ve kumarı yasaklamıştır.8 Çeşitli hadislerde de içki lanetlenip yasaklanırken “Çoğu sarhoş edenin azının da haram.” olduğu bildirilmiştir. Özellikle son gelen ayette içki ve kumar hakkında şöyle buyrulmuştur: “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları (şans oyunları) birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan 12 Aralık 2010 içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 5/90-91). Bu ayetlerin mana ve hikmetini iyi kavrayan bir Müslüman gerek yılbaşında gerekse diğer zamanlarda İslam’a aykırı hiçbir faaliyete katılamaz, menfaat düşüncesiyle günaha meyledemez. İslam Dini'ne Göre Zina ve Fuhuş Kur’an sadece zina yapmayın demez, zinaya yaklaşmayın der (İsra 17/32; En’am 6/151.). Fakat kuru kuruya bir yasak koymaz, bu işin önlenmesi için tedbirini de alır. Evlilikleri kolaylaştırma ve evleneceklere yardımcı olmayı önerir (Nûr 24/32-33.). Yabancı kadınlara kötü duygularla bakılmasını yasaklar, kadınların da kem gözlere karşı örtüyle korunmasını emreder (Nûr 24/30-31; Ahzab 33/59). Kadınların karşı tarafı tahrîk ve teşvîk edecek davranışlardan, söz ve hareketlerden sakınması gerekir (Ahzab 33/32). Toplumda namusun bir değerinin olması, kimsenin namusa dil uzatamaması gerekir (Nur 24/3, 19-23). Bütün bu tedbirlere rağmen hâlâ aksine düşünen ve yanlış yapan varsa, onun da cezasını çekmesi gerekir. (Nûr 24/1-10). “Nush ile ıslah olmayanı etmeli tekdîr Tekdîrden anlamayanın hakkı kötekdir.” Ziya Paşa. Aralık 2010 Noel ve yılbaşında sahnelenen en önemli günahlardan biri de özellikle kadınların açık kıyafetlerle eğlence tertip etmelerdir. İslam dini kadınerkek her ikisinin de kendine has bir tarzda örtünmesini emretmiş (Nur 24/30-31), insanı fuhuş ve zinaya sevk edecek tüm davranışları da yasaklamıştır. Bir ayette “Sakın zinaya yaklaşmayın! Çünkü o, çirkinliği meydanda olan bir hayasızlıktır, çok kötü bir yoldur.” (İsra 17/32) buyruluruken, başka ayetlerde de “Fuhşun açığına da gizlisine de yaklaşmayın…” (En'am 6/120, 151; A'raf 7/33) . tarzında kesin hükümler bildirilmiştir. Artık bu hükümler karşısında bir Müslüman TV. karşısına geçerek eğlence adı altında sahnelenenleri asla izleyemez. O halde bir Müslüman yılbaşı gibi günah ve isyanın zirve yaptığı bu tür günlerde şu ilahi emirleri çok iyi kavramalıdır. “Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.” (En'am 6/68.) ayeti bu tür gafillerle beraber olmamızı yasaklar. Bununla birlikte her gün en az kırk kez okuduğumuz Fatiha Suresi'nin son bölümünü iyi anlamalı; kendimiz, çoluk çocuğumuz ve Ümmet-i Muhammed için sürekli şöyle dua etmeliyiz: “(Allahım!) Bizi dosdoğru yola ilet! Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin9 yoluna ilet! Gazaba uğramışların (Yahûdi vb.) ve sapmışların (Hıristiyan vs.) yoluna değil!” (Fatiha Suresi 1/6-7). 13 Ayrıca yeryüzünün çeşitli alanlarında oluk oluk Müslüman kanı akarken, bu cinayeti de genelde Yahudi ve Hıristiyanlar işlerken Müslümanların bu kan ve gözyaşlarına aldırmadan örnekleriyle beraber çok net bir şekilde açıklamıştır. Tamamını burada verme imkânımız olmadığı için başlangıç kısmını verip gerisini idrakinize havale etmek istiyoruz: düşmanlarıyla birlikte “Vur patlasın çal oynasın!” diyerek eğlenceye dalmaları din ve iman duygularıyla bağdaşmaz. Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm’de çeşitli ayetlerde dost ve düşmanlarına karşı takınacağı tavrı bildirmiştir. Ancak Mümtehine suresinde bunun sınırlarını “Kim Müslümanların derdini kendine mal etmezse onlardan değildir.” (Hadis-i Şerif) M. Âkif Ersoy bu hadisle ilgili şunları kaydetmiştir: “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile... Alem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile! “(Allahım!) Bizi dosdoğru yola ilet! Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna ilet! Gazaba uğramışların (Yahûdi vb.) ve sapmışların (Hıristiyan vs.) yoluna değil!” (Fatiha Suresi 1/6-7). 14 Aralık 2010 Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir; Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız: Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman ecdadınız? Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan... Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan! Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi. Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi. Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek, Sanki tavsanmış gelen, yahut kılıksız köstebek! Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı... Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!... Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üsluba sok: Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok. Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız; Bir bakın: Hala mı hala ihtiras ardındayız! Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın: Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın! Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme! Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme, Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam; Yerde kalmış, na'şa benzer kavm için durmak haram!... Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur? Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur. Mehmed Akif ERSOY, 1913. “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz. Resulullahı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? Halbuki Ben sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilmekteyim. Doğrusu içinizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse), artık doğru yoldan sapmış olur. Eğer size karşı ellerine bir fırsat geçerse, size düşman kesilirler. Ellerini de, dillerini de size fenalık etmek için uzatırlar ve sizin de kâfir olmanızı cân-u gönülden isterler.” (Mümtehine 60/1-2.) bildirildiğine göre de gördüğümüz kötülükleri elimizle ve dilimizle engellemeliyiz. Engelleyemesek de hiç olmazsa kalbimizden buğz etmeliyiz. Son şık imanın en zayıf noktasıdır. Kalbinden kin ve nefret duyup bir şey yapmamak ve yapamamak imanın en zayıf noktası iken acaba kötülüklere alkış ve tempo tutmak imanın hangi noktasıdır? Selam hakka tabi olanların hakkıdır… Allah’a emanet olunuz…. .................................... 1)Heyet, Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas Yayıncılık, İstanbul 1994, II. Cilt. (İlgili madde.) 2)İsrafla alakalı 20’den fazla ayet vardır. Ömer Özsoy-İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 458. 3)Nisa 4/51. 4)Ankebut 29/12. 5)Tevbe 9/69. 6)Suat Yıldı- Kur'ân-ı Kerîm Müslümanlara iyilikleri emredip, kötülükleri yasaklama görevini vermiştir. Hadislerde Aralık 2010 rım, Peygamberimizin Kur'an'ı Tefsîri, İstanbul 1998, s. 219-220. 7)Ankebut 29/2-3. 8)Nahl 16/67; Bakara 2/219; Nisa 4/43; Maide 5/90-91. 9)Nisa 4/69; Meryem 19/58 15 YILBAŞI, TOPLUMSAL BİR İSYANDIR uhterem okuyucularımıza Mekke-i Mükerreme'den, Kâbe'den, tavaftan kısacası kutsal iklimden Selamlar, saygılar ve dualar…. Rabbim size de nasip eylesin. Amin. Bu yazıyı içinde bulunduğumuz bu kutsal iklimden gönderiyorum... M Mehmet TALU Bir millet, kendi özlerindeki güzel hal ve ahlâkı, meziyeti değiştirip bozmadıkça ALLAH Teâlâ şüphesiz ki, onun halini değiştirip bozmaz.” 16 31 Aralık Cuma gününü, 1 Ocak Cumartesi gününe bağlayan gece yılbaşı gecesidir. Bu yılbaşının biz Müslümanlar için, resmî ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmak ilgi ve alâkasından başka hiçbir kıymet ve değeri asla yoktur. Biz Müslümanlar için Muharrem ayının birinci gecesi: Yılbaşı gecesidir. İslâm'da yeni yıl, Muharrem ayının birinci günü ile başlar. Fakat, maalesef Müslümanların büyük bir kısmının haberi bile olmaz. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Müslümanlara; diğer dinî topluluklara göre farklı bir kimlik bilinci ve kültür değerleri manzumesi kazandırmak için gayret ettiği, bu uğurda saç-sakal, kılık-kıyafet, yeme-içme âdabı da dahil pek çok konuda tavsiyede bulunduğu düşünülürse, yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir kutlama olarak kabul edilmesi ve tabiî karşılanması mümkün olamaz. Aksine, yılbaşı kutlaması, noel ağacı süslemesi, noel babanın hediye bırakması gibi âdetler topluAralık 2010 mumuzda kültürel tahribata ve kimlik bunalımına yol açmakta, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden koparıp, batının hayat tarzına alıştırmakta, sonra da onların değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürebilmektedir. sebeple hiçbir Müslüman milli kültüründe olmayan, dinî akidesine ters düşen özentilere hayatında yer vermez. Çünkü, o bilir ki, Rabbi kendisinden olmayanlara özenmeyi ve onlar gibi sefih hayat yaşamayı yasaklamıştır. Günümüzde toplumların kültürel değerlerini, hatta itikadî ve ahlâkî eğilimlerini; sahip oldukları hayat tarzı, ekonomik yapı, yerleşim ve ulaşım imkânı, iklim ve çevre, eğitim, folklor, örf ve âdet gibi ilk bakışta konuyla ilgisiz gözüken birçok husus derinden etkilemekte ve sonuçta mekanizma kendi değerlerini üretmektedir. Avrupa'daki Müslüman-Türk işçilerimizin çocukları ve torunlarının bugün Batı'nın kültür ve gelenekleri altında nasıl değiştiği ve giderek o toplumla bütünleşmeye başladığı iyi izlenirse toplumumuza yabancı kültürlerden taşınan veya yabancı toplumlara özenti şeklinde başlayan örf ve âdetlere karşı duyarlı olunmasının önemi daha iyi anlaşılır. Bunun için alınabilecek bir önlem de: Kendi kültürel mirasımızdan ve dini anlayış ve heyecanımızdan kaynaklanan değerleri, gelenek ve âdetleri iyileştirerek yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmak olabilir. Dinimiz; kâfirlere, munafıklara, batıl din ve ideoloji mensuplarına muhalefet etmeyi emretmiş ve onlara benzemeyi kesin bir şekilde haram kılmıştır. Çünkü dış görünüş itibarıyla onlara benzemek, neticede ahlâkî değerlerde, kötü ve çirkin işlerde ve hatta inançta onlara benzemeye sebep olur. Gerçekten giyimde, sözde, davranışta ve işlerdeki benzeşmeler kalplere tesir ederek onlara karşı sevgi ve saygı meydana getirir. Kısacası gayrimüslimlere benzemenin haram olduğunda icma vardır.1 Hiç şüphe yokki, milletler, millî örf ve adetleriyle tanınırlar ve onlarla yaşarlar. Millî örf ve adetleriyle tarih sinesindeki şerefli mevkilerini korurlar. Çünkü, millî örf ve adetler, bir milletin millî kültürünün ve dinî inancının aynasıdır. Millî örf ve adetler, bir milletin şahsiyeti ve tanıtıcı vasfıdır. Sağlam millî örf ve adetlere sahip milletler, dinî bağları kuvvetli ve millî kültürü yüksek olan milletlerdir. Milletlerin örf ve adetlerine, millî kültürleri ve dinî inançları güç verir ve şekil kazandırır. Hatta dinden de kuvvetli olur. Bu Öte yandan Kur'an-ı Kerim âyet-i kerimelerinin ve risâleti boyunca Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sıkça üzerinde durduğu konulardan birisi de, Müslümanların fert ve toplum olarak belli bir kimlik kazanmaları, kendi şahsiyetlerini korumaları ve kendilerine güven duymaları olmuştur. İslâm dininin inanç, ahlâk, ibadet ve muamelât alanında getirdiği hükümler, öngördüğü kural ve tavsiyeler Müslümanlarca öteden beri bir bütün olarak kabul edilmekte, günlük ve sosyal hayatla ilgili şekil ve muhteva bile çoğu defa bu bütünün bir parçası olarak mütalaa edilmektedir. Çünkü bu, Müslümanların bütünleşmesi, belli bir siyasal organizasyona gidip devlet kurması ve millet olması kadar, kendi inanç ve ibadetlerini, değer ve özelliklerini korumaları açısından da önemlidir. Bu itibarla Kur'an-ı Kerim, Müslümanlara ısrarla birlik ve bütünlük içinde olmalarını, müşrik ve gayri müslimleri dost edinmemelerini, onlarla gayriislâmi bir kültürün etkisi altında kalmayı kaçınılmaz kılacak şekilde sıkı bir ilişkiye girmemelerini emretmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost ve idareci edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar, birbirinin tarafını tutarlar. Sizden kim onları dost ve idareci edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz ALLAH, zalimler topluluğuna yol göstermez, onları hidayete erdirmez.”2 Aralık 2010 17 “Yahudiler de hıristiyanlar da; sen onların dinlerine uymadıkça asla senden razı olmayacaklardır. De ki: ALLAH Teâlâ’nın yolu, doğru yolun tâ kendisidir. Yemin olsunki, sana ilim geldikten sonra, eğer sen onların arzularına uyacak olursan, senin için ALLAH Teâlâ’dan ne bir dost ve ne de bir yardımcı vardır.”3 Ayet-i kerimelerde ifade edildiği gibi: Başka dinden olanlar, özellikle yahudiler ve hıristiyanlar Müslümanların dostu olmazlar; onlar ancak birbirinin dostu olur, birbirini desteklerler. Zaman zaman Müslümanlara yaklaşmaları, kendi menfaatleri bunu gerektirdiği içindir. Müslümanların bunu unutmamaları ve kendi aralarındaki dostluğu güçlendirmeleri zaruridir. Müslümanların arasına sızan iki yüzlüler, felâket tellâllığı yaparak onları, Mü'minleri bırakıp kâfirlere yöneltmek isterler; iman ehlinin bunlardan da sakınması gerekmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin. Bunu yaparak ALLAH Teâlâ’ya, kendi aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?"4 "Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet, güç ve şeref mi arıyorlar. Bilsinler ki gerçekten bütün izzet ve şeref yanlızca ALLAH Teâlâ’ya aittir."5 Ayet-i Kerimelerde açıkça ifade ediliyor ki: Gerek milletler arası münasebetlerde ve gerekse fertler ve topluluklar arası münasebetlerde Mü'minler, daima Mü'minlerin yanında yer alacak; güç, kuvvet ve şerefi bu beraberlikte arayacaklardır. Kendilerini korumak veya güçlenmek için kâfirlere baş vuran milletler küçüldükleri gibi fertler de manevi değerlerinden kayıp verirler. Kâfirleri ve müşrikleri dost edinmeme konusu, Kur'an-ı Kerimde sık sık zikredilen ve üzerinde durulan bir konudur. Yahudi ve hıristi- 18 yan-ların Mü'minlere dost olamayacağı, Müslümanların da onları dost edinmemeleri gerektiği ısrarla belirtilmiştir. Mü'minler, küfür ehlini veli, dost ve idareci edinemez. Ancak zaruret sebebi ile işbirliği ve dayanışma, ülkeler arası ilişkilerin gerektirdiği ticarî, ekonomik sağlık ve sosyal alanlarda karşılıklı çıkar ilişkisi çerçevesinde antlaşmalar yapılması mümkün ve caizdir. Fakat bu dostluktan farklı bir ilişkidir. Bir Müslümanın yahûdi veya hristiyan gayr-ı müslim bir komşusu olabilir. Komşuluk münasebetleri elbette olacaktır. Amma Müslüman Müslüman kalmalı, gayrı müslim de gayr-ı müslim kalmalıdır. Müslüman, Cenab-ı Hakk’ın: “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” Buyurduğu gibi, demelidir. Herkes kendi yoluna gitmelidir. 6 "Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur, cehennemde yanarsınız. Sizin ALLAH Teâlâ’dan başka dostlarınız yoktur. Sonra O'ndan da yardım göremezsiniz!"7 Bu ayet-i kerimelerin yanı sıra Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de Müslümanları, itikadî ve ahlâkî alanda olduğu gibi kılık ve kıyafet, şekil ve merasim yönünden de müşriklere, gayri müslimlere benzememeye davet ve teşvik etmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Müslüman olmayanlara benzememeye o derece dikkat ederlerdi ki, aslında yaptığı halde sonradan onlarda gördüğü hareketlerde bile değişiklik yaparlardı. Bunlar, çevredeki kültür ve medeniyetlerle, din ve kavimlerle iç içe yaşayan o dönem Müslümanlarına ayrı bir kimlik ve özellik kazandırıp, onların kendi içerisinde bütünleş¬melerini sağlamaya yönelik önlemlerdir. Meselâ: Henüz hicret etmeden evvel Muharrem ayının onuncu, Aşûre günü oruç tutmayı adet edinmişlerdi. Hicretten sonra Medineli Yahudilerin de bu günü takdis ettiklerini gö- Aralık 2010 rünce onlara benzememek için Muharrem ayının dokuz ve on veya on ve onbirinci günlerinde oruç tutmaya başlamışlardır.8 Yine müşriklere benzememek için ashabına; sakallarını uzun, bıyıklarını kısa kesmelerini emretmişlerdir.9 Useym b. Küleyb (R.A.)nun, dedesinden rivayetine göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, Müslüman oldum diyene: “Kâfirlik alâmeti olan saçını kes ve sünnet ol” buyurmuştur.10 Bu hadis-i şerif Müslüman olan her gayr-ı müslimin gusul abdesti alması gerektiği gibi, saçlarını da traş etmesi gerekir anlamına gelmez. Ancak kâfirler, her beldede kendilerine mahsus saç şekli tespit etmişler, moda ortaya koymuşlardır. Mısır'da, Hindistan'da saçın hiç kesilmeyen kısımları vardır. Zaman zaman traş olsalar bile, o hususi kısma dokunmazlar. Bu, bir nevi onların dinlerinin, inançlarının bir gereğidir, milliyet sembolüdür. Şu halde böylesi bir kısım saç, İslâm'la küfür arasında bir alamet-i farika olmaktadır. İşte Resûlullah (S.A.V.), kâfirliğin alameti olan bu saçın kesilmesini emretmiştir.11 Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da onlardandır,”12 buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerif benzemenin müspet ve menfi kısımlarını içine almaktadır. Çünkü teşebbüh, benzemeye çalışmak: Başkalarının yaptığı bir işi onlara uyarak yapmak demektir ki hayır ve şerde, günahta, küfür ve imanda olabilir. O halde bu hadis-i şerif: Kâfirlere, fasıklara, günahkârlara benzemeyi yasakladığı gibi, başta Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize olmak Aralık 2010 üzere, sahabe-i kirama, meşayiha, takva ve salah sahibi kimselere benzemeyi de teşvik etmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyanlar kısacası İslâm’a inanmayan bütün toplumlar, Müslümanların benzememekle emrolundukları toplumlardır. Amr b. Şuayb (R.A.)nun, dedesinden rivayetine göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Bizden başkasına benzemeye çalışanlar bizden değildir. Yahudilere ve hıristiyanlara benzemeyiniz…” buyurmuşlardır.13 Özellikle bu iki hadis-i şerif çok önemli psikososyal gerçeklere işaret eder. Şekli benzeşmenin sonuçta itikadı benzeşmeye götüreceğini anlatır. Magluplar, galipleri taklid etme psikolojisini yaşarlar. İnsan ancak sevdığini, takdir ettiğini ve büyük gördüğünü taklit eder. Şekli taklit, itikadi taklide götürür. Benzemenin vaki olduğu en önemli yerlerden birisi de, hiç şüphe yok ki giyim-kuşamdır. Hz. Ali (R.A.)dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Rahiplerin elbiseleri gibi, gayrimüslimlere mahsus elbiseler giymekten sakının. Kim onların şekillerine bürünür ve onlara benzemek isterse benden değildir”14 buyurmuşlardır. Yine Abdullah b. Amr (R.A.) diyor ki: Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, üzerimde rengi sapsarı bir elbise gördü ve: "Onu at! Çünkü o, renk ve şekil itibariyle kâfirlerin elbisesidir."15 Buyurdu. Dikkat edilirse, İslâm'dan çıkıp başka bir millete dahil olmak için, İslâm'ı ve Kur'an-ı Kerim'i inkâr 19 etmek gerekmiyor. O millete benzemeye çalışmak dahi yeterli olmaktadır. Dinimiz İslâmiyet; güneş doğarken, zevalde, tam tepede iken ve batarken, ateşe karşı namaz kılmayı yasaklamıştır. Bunun sebebi de, güneşe tapan ve ateşe tapınan milletlere benzemememizi temin etmektir.16 Bakınız: Dinimiz ibadet hususlarında bile gayrımüslimlere benzemeye müsaade etmemektedir. Öte yandan, İslâm'ın şekil ve suretten ziyade mâna ve muhtevaya önem verdiği, şekli de bu mânayı koruduğu sürece gözettiği aşikârdır. Ayrıca Müslümanların her devirde kimlik ve izzet sahibi olması, gayri müslimlere karşı onurlu ve kendine güvenli olması, kendi kültür, örf ve geleneklerini yaşatmaları, Müslüman toplumların birlik ve bütünlüğü, dış etkilere karşı direnci açısından fevkalâde önemlidir. Sakal ve bıyıktan, giyim ve kuşamdan, eğlence ve sanattan, şehirleşme ve ev düzenine kadar Müslümanların ayrı bir üslûp ve geleneğinin olması, onlara bu sosyal şahsiyeti kazandırabilecek olumlu unsurlardır. Şüphesiz her dinin ve milletin kendisine mahsus bir medeniyeti ve diğerlerinden farklı kılan, ayırıcı vasıfları vadır. Milletler arası varlığını ancak bu hususi vasıflarıyla muhafaza eder. Dinî ve millî kültür değerlerinden kaynaklanan örf ve adetler, milletlerin geleceğinin teminatıdır. Kendi örf ve adetlerinden kopmuş, başka milletlerin dinî ve millî kültür değerlerine kendini kaptırmış milletler, er veya geç de olsa kendi dini ve millî kişiliklerini yitirmeye mahkum olurlar. Tarih bu gerçeği belgeleyen olaylarla doludur. Bir milleti yok etmenin en kestirme yolu: O milleti meydana getiren insanları, kendi millî benliklerinden, dinî inançlarından, cemiyetleri ayakta tutan ahlâk ve fazilet duygularından uzaklaştırmaktır. Bir milleti en büyük çöküntüye uğratan şey manevi düşüştür. Kendi öz manevi değerlerini yitirerek başkalarını taklit etmek ve şahsiyetsizlik, ferdler ve toplumlar için en büyük manevi sefalet ve alçalıştır. Milletler için maddî refah ve kalkınmaya ulaşmak her zaman mümkün olabilir. Manevî sefalete mahkum olmuş mîlletleri bu bataklığın çukurundan çıkarmaya imkan yoktur. Milletini ve dinini seven insanlar hiç bir zaman kendi milletinin böyle bir manevi sefalete düşüşüne asla tahammül edemez. Bir Müslüman hiç bir zaman kendi dininden başka bir dinin ayinini taklid edemez. Hiç bir zaman kendi millî örf ve adetleri dışında, başka milletlerin örf ve adetlerine itibar edemez. İslâm dininin, İslâm ümmetinin de hiçbir dini ve hiçbir milleti taklide ihtiyacı olmayan üstün bir medeniyeti vardır. Çünkü bütün insanları hidayete erdirmek ve hayata tatbik edilmek üzere ALLAH Teâlâ tarafından gönderilen şerefli dinimiz İslâm, ilahi bir nizamdır. Bu ilahi nizam, insanın hem dünya ve hem de ahiret hayatını kuşatır. O, beşeri bütün görüşlerin ve sistemlerin üstünde, ulvi bir içtimai görüşe sahiptir. Müslümanım diyen herkes, hatta bütün insanlık bunu böyle bilmek mecburiyetindedir. Bu açık hakikattan dolayı Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, ümmetinin kendi varlığını muhafaza etmesini emredip, taklitçilik derekesine düşmeleri menetmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen bu hastalık yüz göstermiştir. Zaten Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, kendi ümmetinin şirkten, kâfirlikten başka, eski ümmetleri örf-adet, fitne-fesat ve isyan gibi bütün kötü yollarda takip edeceklerini bir mucize olarak haber vermiştir. Ebu Sâid (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Sizler, kendinizden önce geçen milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına tıpa tıp muhakkak uyacaksınız. O dereceye kadar ki, şayet onlar daracık keler deliğine girmiş olsalar, siz de muhakkak onlara uyarak oraya gireceksiniz, onlara tabî olacaksınız.” Ebu Sâid (R.A.) diyor ki: Biz: 20 Aralık 2010 Bir elde kadeh! Bir elde Kur’an! Ne helâldır işimiz, ne de haram! Şu yarım yamalak dünyada, Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman! -Ya Resûlellah! Bu ümmetler yahudilerle hristiyanlar mı? diye sorduk. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Onlardan başka kim olacak!”17 buyurdu. Maalesef Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bu açık mucizesi haber verdiği gibi ortaya çıkmıştır. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bu mucizesi günümüzde de devam etmektedir. Çünkü bugün bir çok Müslüman küfür hususunda, kâfirlerin yolunda karış karış, arşın arşın ilerlemekte; onlar keler deliğine girse, bunlar da girmek için yarış etmektedirler. Binaenaleyh Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bu ikazı üzerinde durup düşünmek gerekir. Görüldüğü gibi tenkit edilen husus: Körü körüne taklitçiliktir, şahsiyetsiz olmaktır. Bir nevi, aşağılık hissine kapılmaktır. Müslümanların bu günkü halini şair ne güzel dile getirmiş: Bir elde kadeh! Bir elde Kur’an! Ne helâldır işimiz, ne de haram! Şu yarım yamalak dünyada, Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman! Müslümana: “Sen hıristiyan mısın?” diye sorsan darılır. Amma yılbaşında hindi, kaz; yemesine bayılır... Çam deviren hindici, nasıl mü'min sayılır... Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz: “Batı, Batı” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz! Aralık 2010 Yaklaşınca her sene, öz yurdumda yılbaşı: Yapılır milletime Firenkçe türlü aşı!.. Buna, ağlar ağacı; hem toprağı, hem taşı: Müslümanız (!) onlarla,Noel de yapıyoruz. “Batı, Batı!” diyerek, eyvah! Hep batıyoruz!.. ALLAH Müslümanlara intibahlar versin! Amin. Gayr-ı müslimlerin bayramlarında sevinmek, onların kutsal saydığı günleri kutlamak, onların adetlerine uymak, onlara benzemek kesinlikle caiz değildir, büyük günahlardandır. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvereye hicret ettiği zaman, Medinelilerin eylenip oynadıkları iki günleri vardı. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Bu günler ne oluyor, neyin nesidir? Diye sorduğunda, Medineliler: - Biz cahiliyet devrinde bu günlerde eylenip oynardık, Yâ Resûlellah! Dediler. Bunun üzerine Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Muhakkak ALLAH size o iki gün yerine, onlardan daha hayırlı iki bayramı lutuf olarak vermiştir. Biri Fıtır, Ramazan bayramı, diğeri Kurban bayramıdır."18 buyurdular. O günden beri 21 Fukaha: Mecusilerin bayram kabul ettikleri Nevruz ve Mihrican günlerinde, bu isim adı altında hediye vermenin caiz olmadığı, verilen bu hediye bile, bugünlere tazim kasdı bulunduğu takdirde küfre, kâfirliğe düşüleceği, fetvasını vermişlerdir. Hanefilerden Allame Ebu Hafs şöyle der: Müslüman bir kimse, ALLAH Teâlâ’ya elli yıl ibadet etse, sonra bir müşrike Nevruz günü bayramını tebrik, tazim maksadıyla bir yumurta verse, muhakkak kâfir olur ve ameli de mahvolur. kutlanagelen bu iki bayram, Müslüman milletlerin aynı zamanda milli bayramları yerine de geçmiştir. İslâm dini, her bir medeni müessesesinde istiklaliyeti, orijinaliteyi esas alması yönüyle bu cahiliye adetini de kaldırıp, bütün Mü'minlere ilahî menşeli iki bayram getirmiştir. Bayramların daha hayırlı olanlarla değiştirilmesi ayrı bir ehemmiyet taşır. Böylece o günlerin kutlanış ve o günlerdeki eğlence tarzı kökten değiştirilmiş oluyor. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, eski kutlamadan ayrı olarak İslâmî bir kutlama meşrû kılmıştır. Böylece Mü'minlerin eğlencesi de bayramı da İslâm'ca olmuştur. Mü'minlerin bayramı ibadetle başlar. Zira hakiki sevinç ibadetledir. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki: Müslümanların İslâm dışı diğer bayramları kutlaması, bunlara iştirak etmesi ve ALLAH Teâlâ’nın bildirdiği gerçekleri yalanlayan veya onlara uymayan düşüncelerin ürünü olan fiillerin kutlama günlerini; Müslümanların da bayram olarak kabul etmesi, küfre destek olmaktan başka bir manâ ifade etmez. İslâm dışı tek ve çok ilahlı dinlerin törenlerine iştirak etmek, dinî merasimlerinden bir şeye muvafakat etmek, örf ve adetlerini güzel görmek kişinin iman dairesinden çıkıp, mürted olmasına sebep olur. Binaenaleyh, noel gününde, hristiyanların diğer bayram günlerinde onlara uymak gayesi ile, onların yaptıklarını yapmak, o günlerde bayram niyetiyle çocuklara elbise almak ve pişirdikleri yemekleri yemek caiz değildir. Bu hareketler küfrü gerektirir. Ondan sakınmak gerekir...19 Müslümanın, bir başka dinin şiarı yani alamet-i farikası olan bir fiili kendi iradesi ile yapması küfürdür. 22 Aynı gün, herhangi bir tazim kasdı bulunmaksızın, insanların normal adeti üzere bir Müslümana hediye verse, kâfir olmaz. Fakat, şüpheyi yok etmek için bunu, o günden önce veya sonra vermesi gerekir. O müşriklerin herhangi bir bayram günlerinde, önceleri satın almadığı bir şeyi satın alsa, eğer bununla tazim kasd etmiş ise kâfir olur. Yok, tazim maksadı bulunmadan, sadece yemek, içmek ve zevklenmek için satın alırsa kâfir olmaz.”20 Evet, arzedilen bütün bu ayet-i kerime, hadis-i şerif ve fetvalar; gayr-ı müslimlerin noel ve yılbaşı bayramını kutlamak için onlardan kat kat fazla aşırılıklarla hazırlanan, adeta yarışa giren günümüz Müslümanlarının kulaklarını çınlatmalıdır, kulaklarına küpe olmalıdır. ALLAH Teâlâ, hidayet versin. Amin. Bize düşen doğru yolu göstermektir. Kimseyi tuttuğu yoldan zorla döndüremeyiz. Bu, devletin görevidir. Ama biz doğruyu hatırlatıyoruz. Buna dinen de mecburuz. Çünkü sorumluyuz. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şu benzetmesine iyi kulak verelim: Bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte bir kısmı altta bulunan insanları düşünün. Altta bulunanlar, su ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde, üsttekiler buna mani olmazlarsa gemi batar ve hepsi birden boğulur; eğer mani olurlarsa hepsi de kurtulur.21 Hepimiz dünya gemisindeyiz. Bu gemiyi batıracak davranışlara sessiz ve ilgisiz kalmamak gerekir. Sessiz ve ilgisiz kalmak bir tarafa, herkesten toplumsal örgüyü güçlendirecek, sosyal düzen ve çevreyi iyileştirecek olumlu katkıda bulunması beklenir. İşte bu duygu ve düşünce ile diyoruz ki: Hıristiyan gibi yılbaşını kutlamak, yılbaşı eğlenceleri tertiplemek, milli ve dini şahsiyetimize aykırıdır, imanımızı yaralamaktır. Noel ve yılbaşını kutlamak ibadetlerimizi, ahlâkî ve millî değerlerimizi yaralar. Cemiyet haAralık 2010 yatımızı bozar. Dinsizlik ve manevi yoksulluğu arttırır. Bu hıristiyan geleneğinin yurdumuza yılbaşı kutlaması adıyla gün geçtikçe yayılması; rağbet duyması ve özel teşvik görmeye başlaması milletimiz, vatanımız için hiç iç açıcı değildir. Çünkü milletler, dinî inançları ve milli örf ve adetleriyle tanınırlar ve onlarla yaşarlar. Dün hıristiyanlığın şu geleneğini, bugün de bu geleneğini alırsak, aldığımız her gelenek milli bir geleneğimizi yıkar, onun yerine oturur. Bu ise çok şeyler kaybettirir. Elimizdeki nimetlerin elimizden gitmesine sebep olur. Bu yılbaşı ile değişen sadece takvim ölçülerimiz değildir. Kendi özbenliğimiz de değişti. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Bu böyledir. Çünkü ALLAH Teâlâ, bir millete ihsan ettiği nimeti, onlar kendi özbenliklerindeki güzel ahlâkı, yaşayış ve davalarını değiştirip bozmadıkça, değiştirici değildir. Ve şüphesiz ALLAH Teâlâ, herşeyi hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir.”22 “Bir millet, kendi özlerindeki güzel hal ve ahlâkı, meziyeti değiştirip bozmadıkça ALLAH Teâlâ şüphesiz ki, onun halini değiştirip bozmaz.”23 Evet ALLAH Teâlâ bir millete verdiği nimeti onlar kendi özbenlik-erini değiştirmedikçe değiştirmez. Nimete ihanet edip nankörlükte bulunan bir milletin saltanatını aşağılanmaya ve hakirliğe; emir ve kumandasını, esaret ve köleliğe; huzur ve sükûnunu, dert ve ızdıraplara; rahat ve neşesini, elem ve üzüntülere; bol nimeti, açlık ve sefalete; hürriyet ve bağımsızlığı, istila ve boyunduruk altına girmeye; tatlı hayatı ölüm ve işkenceye dönüştürür. Şimdi bizler Müslüman olarak yaşadığımız şu cennet vatanda dini emirlerimizi bir tarafa bırakarak, çiğneyerek, çamlar kesilerek, içkiler içilerek, kumarlar oynanarak, noel baba pastaları hazırlanarak kendi seciyemizi bir tarafa atarsak, ALLAH Teâlâ bize verdiği nimetleri elbette değiştirecek, yerini azab alacaktır. man” ismine yaraşır vakar ve bilincin şuurunda olabilmelidirler. Çünkü biz: Rabb olarak ALLAH Teâlâ’dan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak da Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimizden razıyız. Binaenaleyh sakın ha! O gece hıristiyanvari bir eğlence ve kutlama içine girmeyelim. Unutmayalım ki, Abdullah b. Mesud (R.A.)den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:“Kişi sevdiği ile beraberdir.”24 buyurmuşlardır. ALLAH korusun! Eğer o gece, o hâl üzere ölüm üzerimize gelecek olursa, bilin ki ölümün akabinde azap melekleri tarafından hıristiyan birinin karşılaşacağı muameleyle karşılaşacağız. Bundan asla şüphe etmeyelim ve o anı düşünerek dehşete kapılıp kendi özümüze dönelim. Hep sevdiğimizi söylediğimiz müminler gibi yaşayalım. Tırnağını bile müşriklere muhalefet ederek kesen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize ihanet etmeyelim. Kâfirler gibi yaşayıp, nüfus cüzdanlarının din hanesinde İslâm yazmakla cenneti umanlardan olmayalım. ........................................ 1)İskilipli Mehmet Atıf, Frenk Mukallitliği ve Şapka, 4 2)Mâide Sûresi:51 3)Bakara Sûresi: 120 4)Nisa Sûresi:144 5)Nisa Sûresi:139 6)Kafirun Sûresi:6 7)Hud Sûresi:113 8)Geniş bilgi için bak. M. Talu, Üç Aylar, Mübarek Gün Ve Geceler, 460 9)Geniş bilgi için Bak. Sh: 656 10)Ebu Davud, Taharet: 131, Taberani, el-Mucemu’l-Kebir, 19/14, No:20 11)Azi- Yılbaşında insan hıristiyan gibi yılbaşı gecesi tertipleyeceğine, geride bıraktığı koca bir yılı nasıl geçirdiğinin muhasebesini yapmalıdır. Ömrünü nasıl geçirdi? Bunları düşünmeli, ilerideki yıllarını düzene sokmaya çalışmalıdır. Müslümanlar önce ALLAH Teâlâ’ya verdikleri sözü hatırlamalı, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet doğrultusunda kendisine bahşedilen “MüslüAralık 2010 mabadî, Avnü'l-Ma'bûd Şerh-i Sünen-i Ebî Davud, 2/21 12)Ebu Davud Libas:5 13)Tirmizi, İsti'zan:7 14)Taberani, el-Mucemü’l-evsat, 4/541, No: 3921 15)Ahmed b. Hanbel, 2/164, No:6500 16)Alemgir, el-Fetava'l-Hindiyye, 1/52 17)Buhari, Enbiya:48; İtisam;14; Müslim; İlim:6 18)Ebu Davud; Salat:239, Nesai; İdeyn:1, Hakim Müstedrek; 1/294, A.b.Hanbel; 3/103, 178, 235, 250 19)İbn-i Nüceym, el-Bahru'r-Raik, 5/133, el-Fetâva elHindiye, 2/29620)İbn-i Abidin, 5/659-660 21)Bak. Buhari, Şirket:6, No:2361, 2540, Tirmizi, Fiten:1222)Enfal Sûresi:5323)Ra’d Sûresi:1124)Buhari, Edep: 96; Müslim, Birr:165 23 ÇAĞDAŞLIK NEDİR? ünümüz dünyasında tüm toplumların barış ve huzurunu engelleyen önemli bir sorun vardır: ahlaki dejenerasyon. Bu dejenerasyon dürüst, iyi, adaletli, doğru, bağışlayıcı,namuslu, hoşgörülü, merhametli olmak gibi ahlak erdemlerini yok ederek, insanları Batıda büyük ölçüde hakim olan ahlak dışı bir hayat felsefesi edinmeye yönlendirir. G Fuat TÜRKER [email protected] İnsanların çok fazla düşünmeleri istenmiyor. Bu yüzden tüm dünya gün geçtikçe eğlenceyle, medyayla, tv programlarıyla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hale geldi. Bunların tümü insanların zihnini meşgul tutmak için. Çok az insan gazete ve kitap okuyor; tek gerçeğiniz ekranda gördükleriniz... 24 Dejenerasyonun topluma "kazandırdıkları" ise psikolojik çöküntü, saldırganlık, günahta sınır tanımama, çirkin utanmazlıkların yaygınlaşması, fuhuş, sapık ilişkiler, uyuşturucu kullanımı, kumar, özetle her türlü ahlak dışı davranışlardır. Tüm dünyada yaşanan ahlakî dejenerasyon, son derece karanlık bağları içeren büyük bir ‘sosyal sınıf’ tarafından idare edilir. Etkili propaganda araçları kullanan bu sınıfın propagandaları, özellikle manevi değerlerin zayıf olduğu toplumlarda etkili olur. Ahlaksızlık propagandasının en önemli sloganları; çağdaşlık, modernlik, özgürlük ve cesarettir. Kuşkusuz söz edilen modernlik ve çağdaşlık, çağın gelişmelerini izlemek ve yeAralık 2010 niliklere açık olmak anlamında değildir. Batıda yaşanan ahlaksızlık ve sapıklığı topluma olağan gibi göstermektir. İnsanların kınadıkları ve karşı oldukları davranışların bugün artık olağan karşılanıyor olması, söz ettiğimiz propagandanın din ahlakından uzak kişilerin üzerinde ne denli etkili olduğunu gösterir. Allah’ın emrettiği ahlakın yaşanmadığı bu şeytanî sistemde, söz ettiğimiz karanlık grubun her üyesi, bu kirli düzenin içinde kendisine bir yol edinir. Sistemdeki sürekliliği sağlayan da, rüşvet ve haksız kazanç, fuhuş ve uyuşturucu ticareti gibi illegal yollardır. Ancak ilginçtir; toplumun büyük çoğunluğu bu çirkinliklere, haksızlıklara ve ahlak dışı davranışlara ses çıkarmaz ve fikir mücadelesine cesaret edemez. Toplumumuzda gençlerin büyük çoğunluğu amaçsızca ve adeta bir boşluk içerisinde yaşar. Pek çoğunun başlarındaki yöneticilerden, ülkenin savunmasından, eğitim, hukuk ve sosyal sistemlerinden haberleri dahi yoktur. Kendi ülkelerindeki gelişmelerden haberi olmayan söz konusu gençler, doğal olarak dünyada yaşanan olayların da pek çoğunu bilmez, bilimsel gelişmeleri takip etmezler. Kendi aralarındaki konuşmalar; kız ve erkek arkadaşları, okulda ya da mahalledeki olaylar, izledikleri filmler, ‘takıldıkları’ kafeler, giysileri ve markaları gibi konulardır. ‘En büyük idealleri’ de ya ünlü bir film oyuncusu ya da popüler bir müzik grubunun bir üyesi gibi olabilmektir. İşte başta gençler olmak üzere insanların çoğu bu yoğun telkinlerle, yaşanan ahlaksızlığın çağdaşlığın bir gereği olduğu yanılgısına düşer. Dünyanın pek çok ülkesinde ahlaksızlıklar, evlilik dışı ilişkiler, fuhuş yoluyla geçinmek, eşcinsellik, kumarbazlık, yolsuzluklar son derece yaygındır. Yazılı ve Görsel "Çağdaş" Medya Bu dejenere yapı, tüm dünyada bilinçli bir şekilde ayakta tutulmaya çalışılır. Yazılı ve görsel medya, toplumda yaşanan ahlaksızlıkları modernlik ve çağdaşlık başlığı altında insanlara iletir. Ahlak dışı yaşayan ünlüler özellikle gündemde tutulur. Toplumumuzda gençlerin büyük çoğunluğu amaçsızca ve adeta bir boşluk içerisinde yaşar. Pek çoğunun başlarındaki yöneticilerden, ülkenin savunmasından, eğitim, hukuk ve sosyal sistemlerinden haberleri dahi yoktur. Televizyon programlarında ve magazin dergilerinde, her tür ahlaksızlık sergilenir, yolsuzluk yapanAralık 2010 25 lar, eşcinseller, ahlak değerlerden uzak kişiler özenilecek kimselermiş gibi tanıtılır ve karanlık yaşamları çekici gösterilmeye çalışılır. Bu kimselerin ahlaksızlıkları cesaret ve modernlik olarak adlandırılır; verilme istenen mesajlar insanların bilinçaltına ustaca yerleştirilir. Yasa dışı yaşam şeklini öven, gerilimi hatta silahlı çatışmaları makul gibi gösteren dizi ve filmler de aynı şekilde olumsuz etki oluşturur. Reklam, sinema, edebiyat, mizah gibi kültürel araçlarda hep aynı mesajlar işlenir, toplumlar din ahlakının değerlerini göz ardı etmeye ve inançsızlığa özendirilir. Ruh sağlığı için zararlı şov programlarında şiddet ve kavga görüntülerinin dozajı gittikçe artmıştır. Psikologlar bu tür program ve yarışmaların, hem katılımcı hem de izleyicilerin ruh dengesini bozduğunu, onları suç işleme, intihar etme gibi fiillere eğilimli hale getirdiğini ifade ediyorlar. Radikal müzik gruplarının gündemde tutulması, satanizm gibi sapkın inanışlara sahip kişilerin söyleşi programlarına çıkarılması, marjinal ve sapkın kişilerin sempatik gibi gösterilmeleri de dejenerasyonun çarpıcı örneklerindendir. Bugün hızla yaygınlaşan ahlaki dejenerasyonun en önemli nedeni dinsizliğin oluşturduğu kendini başıboş ve sorumsuz zannetme görüşüdür. Materyalizmin ve dinsizliğin en büyük silahı olan evrim teorisinin bilimsel bir gerçekmiş gibi zorla benimsetilmeye çalışıldığı, bencil, maddiyatçı karakterlerin ön planda olduğu senaryolar yaygınlaşarak, milyonlarca insanın izlediği filmlere dönüştürülür. Bu filmlerin bir amaca yönelik olarak kullanıldığı çok açıktır. Geçtiğimiz günlerde çekilmiş bir belgeselde insanlar, medyanın yönlendirici gücüne karşı şu sözlerle uyarılıyorlardı: "İnsanların çok fazla düşünmeleri istenmiyor. Bu yüzden tüm dünya gün geçtikçe eğlenceyle, medyayla, tv programlarıyla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hale geldi. Bunların tümü insanların zihnini meşgul tutmak için. Çok az insan gazete ve kitap okuyor; tek gerçeğiniz ekranda gördükleriniz. Şu an dışarıda, ekranlarda gördükleri dışında hiçbir şey bilmeyen koskoca bir nesil yaşıyor. Bu ekran, bu inançsız dünyadaki en muhteşem lanet 26 Aralık 2010 olası güç. Ve bu inançsız dünyadaki en büyük şirket, en muhteşem propaganda gücünü kontrol ettiğinde, bu ekranda gerçek diye neler sunulacağını kim bilebilir?.. Sizler sabahtan akşama kadar her yaştan, her renkten, her dinden insan, başına oturuyorsunuz. Burada dönen illüzyonlara inanmaya başladınız. Ve televizyondakilerin gerçek, kendi hayatlarınızın ise hayali olduğuna inanmaya başladınız. Televizyon ne derse onu yapmaya başladınız. Onun gösterdiği gibi giyiniyor, onun gösterdiklerini yiyorsunuz. Çocuklarınızı onun dediği gibi yetiştiriyorsunuz; hatta onun istediği gibi düşünüyorsunuz. Allah aşkına, sizler gerçeksiniz! Hayali olan ekrandakiler..." Çözüm: Çağdaşlık adına batının dejenere yönlerini taklit ederek oluşan çürüme, bir meyvedeki çürüğün, sepetteki diğer meyvelere de bulaşması gibi zamanla herkese zarar verebilir. Gerçek ve kalıcı çözüme, Allah'ın insanlar için seçip beğendiği Kur'an ahlakındadır. Bu sorunları kabullenmek, olumsuzlukları Kasım 2010 yalnızca izlemek veya tüm sorunların bitmiş olduğu bir ortamı ütopya gibi görmek büyük bir hata olacaktır. Çünkü tüm insanları yoktan var eden Yüce Allah, onların en rahat edecekleri, refah, huzur, güven duygusu ve mutluluk içinde yaşayacakları sistemi de yaratmıştır. Her insan dünyada yaşanan ahlaki dejenerasyondan, çatışmaların, savaşların, acıların sürmesinden, insanların zulüm görmelerinden kendisini sorumlu hissetmelidir. İnanan insanlar, en önemli görevlerinden olan iyiliği emredip kötülükten sakındırma ibadetini samimiyetle yerine getirmeli, çarpık görüş, sapkın felsefeler ve körü körüne Batı taklitçiliğiyle fikir mücadelesi içinde olmalıdırlar. Din dışı toplumdaki "çağdaş" kişileri değil, Allah’ın kutlu elçilerini ve onlarla birlikte Rabb’leri yolunda malını ve canını feda etmiş olan samimi müminleri kendilerine örnek almalıdırlar. Bu samimi çaba, Allah’ın dilemesiyle- Kur’an ahlakının yaygınlaşmasına ve insanlığın aydınlık günler yaşamasına vesile olacaktır. 27 TEVESSÜL evessül konusuna başlayacaktık zaten. “Hakkı için”, “Yüzüsuyu hürmetine” diye dua etmek de konumuza dahil olacaktır. Çünkü iki konu birbirleriyle aynıdır. T Prof. Dr. Orhan ÇEKER “Ya Rabbi ben senden istiyorum. Rahmet Peygamberi Muhammed ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed ! Ya Rabbi onu bana şefâatçı kıl, aracı kıl” 28 Tevessül kelime olarak, vesile edinmek, aracı edinmek anlamına gelir. Kelime manasının daha iyi anlaşılması için, basitten bir örnek vereyim: Diyelim ki bizim her hangi bir makamdaki insana işimiz düştü ve işimiz ancak oradan görülecektir. Biz kendimiz doğrudan gitsek, belki de bizi kabul etmeyeceklerdir. Ya da randevu alamayacağızdır. Görüşsek bile hakkıyla dinlenmeyeceğizdir. Ne yapıyoruz bu durumda, o makamdaki kişinin saygı duyduğu, sevdiği bir başkasına ulaşıyoruz ve diyoruz ki ‘bizimle beraber filan makamdaki insana gidelim, benim bir derdim var onu bi anlatalım’, diyoruz. O da bizimle geliyor, o makamdaki kişi bizim yanımıza aldığımız insanın hatırına bizi kabul ediyor, bizi iyi dinliyor, işimizi görüveriyor. Teşbihte hata olmasın. Cenâb-ı Hakk’a dua ederken Allahu Teâlâ katında değeri olan; hürmeti, manevi seviyesi, kıymeti olan birini duamızda hatırlatarak, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda o kişinin adını anarak “Ya Rabbi, bizim duamızı kabul et” şeklindeki duaya tevessül denilir. Aralık 2010 Mesela “Ya Rabbi, Habibin Muhammed hürmetine benim bu duamı kabul et” dediğimiz zaman, Peygamberimizi Allah’a yalvarırken vesile edinmiş oluruz. Vesile bu, yani dua ederken, Allah katına çıkarken yanımıza Allah’a nazı geçen ve Cenâb-ı Hakk’ın onu kıramayacağı birini anıp onun ismini duamızda zikrederek Allah’a dua etmek anlamındadır. Böylece Allah’ın duamızı kabul etmesini daha çok ümid etmiş olacağız. Buna tevessül denir. İşte bu câiz midir, değil midir ? Bu konuda müslümanlar arasında epeyce birbirlerini suçlayanlar var. Bu suçlamalar da sıradan suçlamalar değil, inanca yönelik suçlamalardır. Dolayısıyla kimileri tevessülde bulunanlara veya bunu caiz görenlere “müşrik” diyor ve onun dinden çıktığını iddia ediyor. Kimileri de bu câizdir, böyle dua edilmesi gerekir şeklinde olayı normal görüyor. Acaba bunun doğrusu nedir ? Bu tevessül konusunu Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın da ifadeleriyle, mübarek hadîsi şerîfleriyle konuya açıklık getirecek şekilde anlatarak îzâh etmeye çalışalım : Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm’de bir Âyet-i Kerîme vardır : “Allah’a (varmaya) vesileler edininiz (vesileler arayınız)” (Maide suresi : 35). Allah’a doğru giderken, Allah yolunda vesileler edininiz. İşte bu vesile, Allah’a yaklaştıran, Allah’a giden yolda insana destek veren, moral veren, Allah’ın yardımının gelmesine sebep olan her şeydir. Bu abdest olabilir, dil ile Allah zikri olabilir, kelime-i tevhid olabilir, Âyete’l Kürsi olabilir, namaz olabilir, oruç olabilir, bir sadaka olabilir, hac olabilir, umre olabilir, sevap kazandıran yani Allah’ın değer verdiği her şey olabilir. Dolayısıyla, ‘illa şudur, diğerleri değil’ demek yanlış olur. Yani bu vesile namazdır, oruçtur, başka bir şey değildir, denilemez. Allah’a yaklaştıran ne varsa hepsidir. Ayetin yönlendirmesiyle diyebiliyoruz ki vesile Allah’a götüren, Allah’a varmamıza ya da Allah’ın bizi daha güzel kabul etmesine sebep olabilecek ne varsa hepsini ifade eder. Demek oluyor ki Allah katında değer ifade eden her hangi bir şeyi duamızda zikrederek Allah’a öyle dua etmemize biz tevessül diyoruz. Hadîs-i şerîflerde, ayet-i kerîme’lerde görebildiğimiz kadarıyla tevessül şunlarda oluyor : 1.Şahısla, bir insanla veya melekle olabilir. 2.Salih bir amelle olabilir. 3.Mukaddes bir mekanla olabilir. 4.Mübarek bir zamanla olabilir. Şimdi bunları sırasıyla işleyip delil / örnekler verelim: Şahısla Tevessül Şahısla tevessüle -ki en önemlisi de budur zaten- hadîs-i şerîflerden örnekler vererek açıklamış olalım : Bu hususta en canlı örnek şudur: Sahabeden Osman b. Huneyf naklediyor. (İbn Mace, Sünen, İkametu’s-Sala : 189). Bu rivayet hakkında muhaddislerin koyduğu kayıt “Bu hadîs sahihtir” şeklindedir : Osman b. Huneyf diyor ki, (mealen) Biz Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile birlikte oturuyorken, bir adam çıkageldi. O adam âmâ idi, gözleri görmüyordu ve Aralık 2010 29 “Ya Resûlellah, benim için dua et, olayım, gözlerim görsün,”dedi. iyi Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm, cevaben : “İstersen şimdi sana dua edeyim, ama istersen duayı ahirete bırakayım. O senin için daha hayırlı olur” dedi. Adam dedi ki; “Ya Resûlellah, ben duayı şimdi istiyorum”. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm o adama ; Eve gitmesi, taze güzel bir abdest alması, arkasından iki rek’at namaz kılması, namazdan sonra şu duayı etmesi talimatını verdi : “Ya Rabbi, ben senden istiyorum ve Rahmet Peygamberin Muhammed ile sana yöneliyorum ( dikkat edin duada Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm kendi isminin anılmasını ona emrediyor). Ya Muhammed, ben bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum. Ya Rabbi! O’nu (Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ı) benim ihtiyacım konusunda bana aracı kıl, şefâatçi kıl.” Dua bu. Bu noktada özellikle bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Bakınız, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in talim ettiği duada gıyaben Resûllullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e nida (‘YA MUHAMMED’) var, Peygamberimizi vesile edinmesi var, O’nun şefaatçi kılınmasını dileme var. Sadece bu hadis-i şerif, tevessülle ilgili bütün meselelerin çözümünde yeterlidir ve herhangi bir eksiklik bırakmamaktadır. Bundan sonra ne oluyor bakınız : O âmâ adam eve gidiyor, taze abdest alıyor, iki rekat namaz kılıyor, namazdan sonra bu duayı yapıyor ve gözleri açılıveriyor. Gözleri açıldıktan sonra tekrar Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a 30 geliyor, cemaat daha dağılmamış, hala orada duruyor. Osman b. Huneyf diyor ki; ‘O adam geldi, gözleri görüyordu. Sanki daha önce hiç kusuru yok gibiydi’. Evet, bir insan nasıl ki normal bir şekilde görüyor ve gözünde hiç bir kusur yoksa o anlamda görüyordu. Bakınız bu olayda şahısla tevessül var ve bizzat Peygamberimize gıyaben nida edilerek, ‘seni aracı / vesile kılıyorum’ ifadesi var. Yani tevessül ile ilgili ne kadar problem varsa bu rivayet hepsinin cevabını ihtiva ediyor. Aslında sadece bu rivayet yetip artıyor bile. Kimisi de diyor ki ‘tevessül şirktir, ancak rivayetten dolayı Peygamberimize tevessülde bulunmak câizdir’. Şimdi bu iddiayı yukarıdaki rivayete vurup olaya toplu baktığımız zaman mantıklı bir insan bu iddiayı söyleyemez diye düşünüyorum. Şöyle; diyelim ki bir insan her hangi birisini aracı kabul etti. Mesela Ali Veli’yi aracı kabul etti. Öyle dua etti. Onların iddiasına göre Ali, Veli’ye tapındı hâşâ. Peki onlara göre sadece Peygamberimizi aracı kabul etmek câiz ise, Peygamberimize haşa tapmak câiz mi olacak ? Öyle ya tevessül o insanı ilahlaştırmak ise ve iddialarına göre Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül caiz ise o mantığa göre Allah’tan başka peygambere ibadet etmek caizdir sonucu çıkmıyor mu !!! HAŞA. Yani Peygamberimizi Allah’a hâşâ şirk koşmak câiz olacak ama başka bir insanı şirk koşmak câiz olmayacak, öyle mi !!! Bu mantığın itibar edilecek bir tarafı var mı? İlginç bir rivayet de şu (Müslim, Salatu’l-Müsafirin : 200) Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm geceleyin teheccüd kılmak için kalktığında namaza şu dua ile başlıyor: “Ya Rabbi, Ey Cebrail’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabbi…” Aralık 2010 Bakınız, Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm burada fazilet olarak kendisinden daha aşağıda olmasına rağmen meleklerin adını zikrederek Allah’a duada / tevessülde bulunuyor. Halbuki bu melekler ( Cebrail, Mikail ve İsrafil ), Peygamberimiz’den faziletçe daha aşağıdadırlar. Bu demektir ki, dua eden kişi Allah katında kendisinden faziletçe daha aşağıda olanla bile tevessülde bulunabilir. Ayrıca şu sonuç da çıkmaktadır : Allah katında değeri olan herkesle tevessülde bulunulabilir. İsterse vesile edinilen kişi, dua edenden faziletçe aşağıda olsun veya yukarıda olsun, farketmez. Zaten Hz. Ömer Peygamberimiz Aleyhi's Salâtu ve's Selâm’dan umre yapmak için müsaade istediğinde Peygamber Aleyhi's Salâtu ve's Selâm ona aynen şunu söylemiştir : “Kardeşini duadan unutma”. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’den dua istiyor. Bu da ayrıca şahısla tevessülün başka bir örneğidir. Şimdi o iftitah duasında Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm şöyle devam ediyor. Ya Rabbi, Ey Cebrailin, Mikailin ve İsrafilin Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı Rabbim. Ğayb alemini de, şehadet alemini de (inceden inceye) bilen Rabbim Sen, kullarından hangi konuda ihtilaf ettilerse, aralarında hükmedensin. Öyle ise, Ya Rabbi onların ihtilaf ettikleri, konuda, izninle beni, hakka yönelt. Şüphesiz sen kimi diliyorsan, dosdoğru yola iletensin”. Bu duanın başında dikkat ederseniz, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm Cebrail, Mikail ve İsrafil ile tevessülde bulunuyor. Bu, şahısla tevessül örnekleri idi. Şahısla tevessül sadece bununla bitmiyor. Bazen Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın teri ile bile sahabe teberrükte bulunuyordu. Kasım 2010 Hırkası ile, abdest suyu ile, su içtiği bardakla tevessülde bulunuyorlardı. Bakınız, yine Sahih-i Müslim’de Fezâil bahsi. (Sahabenin faziletleri bahsi) 84 numaralı hadîs. Babın başlığı şu : “Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın terinin, koku olarak kullanılması ve onunla teberrükte bulunulması, onunla bereketin ümit edilmesi” babı. Bu rivayet, Enes b. Malik r.a.’dan geliyor. Peygamber Efendimiz, kendisine akraba olan Ümmü Süleym’in evine rahatlıkla gider gelirdi. Onunla da zaman zaman otururdu. Diyor ki Enes b. Malik. Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm Ümmü Süleym’in evine gider. Onun yatağının üzerinde uyurdu. kadın evde yokken, o izin almaksızın, yakın akraba olduğu için evine gider, orada dinlenirdi zaman zaman. Günün birinde Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm yine geldi ve yatağın üzerine uzanarak uyudu. Ümmü Süleym evde değil tabii, komşulara falan bir yere gitmiş. Hemen kendisine birisi gelmiş ve ona : “İşte Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm senin evinde yatağın üzerinde uyudu, uyuyor”, demiş. Ümmü Süleym eve hemen gelmiş. Bakmış ki, Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm iyice terlemiş, hatta teri boncuk boncuk akmış. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bir derinin, pöstekinin üzerinde yatıyormuş. Derinin kıvrımı arasına da teri birikmiş. Ondan sonra diyor ki rivayette Ümmü Süleym hemen sandığını açtı. İçerisinde bazı eşyalar vardı. Oradan bir şişe aldı. hemen bez gibi bir şey aldı. Ondan sonra teri onunla alıyor ve şişenin içerisine sıkıyordu. Hani bizde süngerle alıp da bir yere sıkarız ya öyle yaptı. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm irkilerek uyandı. Acaba ne oluyor diye. 31 “Ey Ümmü Süleym ne yapıyorsun?” Ümmü Süleym cevaben dedi ki: “Ya Resûlellah (senin bu) terinle biz çocuklarımıza bereket umuyoruz, ( yani bu terini kullanacağız, üstümüzde taşıyacağız, onu sürüneceğiz. Bununla biz çocuklarımızın bereketleneceğini ümit ediyoruz )” dedi. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ne dese iyi, “Doğru yapıyorsun” dedi (Müslim, Fedail: 84). Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın başka neleriyle tevessülde bulunuluyordu ? Onu söylüyorum, bakın, Kendisi ile tevessül var. Teriyle, tırnağıyla tevessül var. Sakal-ı Şerîf’le tevessül var. Abdest suyuyla tevessül var. Hırkasıyla, su içtiği tas ile…tevessül var. Bunları kaynaklarımız zikrediyor. Bunlar gönül işi. Bunları materyalist bir mantıkla değerlendirip caiz değildir, demek yanlıştır. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın Sakal-ı Şerîfi zaman zaman söz konusu yapılır. Halkımızın bu konudaki uygulama ve anlayışlarına çatanlar olur. Halbuki Peygamberimiz Aleyhi's Salâtu ve's-Selâm tıraş olduğu zaman, saç ve sakalından kesilenleri sahabeye bizzat kendisi dağıtıyordu. Eliyle tutup bizzat veriyordu. Tabii ki ondan bu yana bu mübarek Sakalı Şerif, müslümanlar tarafından hürmetle ipekli bohçalar içerisinde saklanır. Özel olarak korunarak zamanımıza kadar gelmiştir. İşte bu Sakal-ı Şerîf’le ilgili olarak sahabeden iki tane örnek vereceğim : Birisi yine Enes b. Malik r.a.’dan geliyor. Enes b. Malik Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın mübarek saçından, sakalından bir tutamı saklamıştı. Ömür boyu onu yanında taşıdı. Enes b. Malik çok uzun bir ömür yaşadı.. Peygamberimizden sonra 95 32 sene, 100… sene filan yaşadı aşağı yukarı. Tüm ömrü 105 sene, hatta 115 sene olduğu söyleniyor. Bu kadar uzun yıllar Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın mübarek sakalını üzerinde taşımıştır. Vefat ederken de “Bu Sakal-ı Şerîf’i kefenimin içine koyun” diye vasiyet etmiştir. İşte bu, Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın sakalı ile tevessüldür. Aynı şekilde İslam komutanlarından Halid b. Velid örneği. Türbesi malum, Suriye’nin Humus şehrindedir. Halid b.Velid Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın mübarek sakalından bir miktarını başının üzerinde sarığının altında taşıyordu. Mutlaka onu yanında bulunduruyordu. Hele savaşlara giderken ki, ömrü zaten savaşla geçmiştir, onu mutlaka yanında bulunduruyordu. Ve “Ben savaşları bu Sakal-ı Şerîf hürmetine kazanıyorum” diyordu. Halid b.Velid her seferinde, her girdiği savaşta da genelde komutanlık yapmış, ömründe hiç savaş kaybettiği görülmemiştir. Böyle çok yönlü yetişmiş bir asker / komutandı. Birinde çarpışmalar esnasında sarığı başından düşmüş, vuruşmayı bırakmış ve bir an önce sarığını içinde Sakal-ı Şerîf’le birlikte başına koymuş. Etraftan : “Yahu sen ne yapıyorsun ? Bu tehlikeli durumda niye vuruşmayı bırakıyorsun”, demişler! O, sarığın içinde Sakal-ı Şerîf olduğunu, savaşları bunun hürmetine kazandığını ifade etmiştir. Bizde şöyle bir hastalık var : Önem verdiğimiz, birinci sırada önemli gördüğümüzü Aralık 2010 sadece var kabul ederiz başkasını ya inkar ederiz yada görmezden geliriz. Diğerlerine karşı çıkarız. Bizim toplumun hastalığı. Biz Sakal-ı Şerîfi yanında taşı derken diğerlerini ihmal et, demiyoruz ki. Bunu da yapacaksın ötekini de. Elinden geldiği kadar hepsini yapacaksın. İşi illa ki tek’e doğru götürürseniz fitneye sebebiyet verebilirsiniz. Hz. Muaviye’den bir örnek vereceğim. Hz. Muaviye malum, Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın vahiy katiplerinden bir tanesidir. Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâmın da kayın biraderidir. Kız kardeşi Ümmü Habibe, Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın hanımıdır, bizim de anamızdır. Hz. Muaviye, kız kardeşi Ümmü Habibe vasıtası ile Peygamberimizin tırnaklarını istemiştir. Peygamberimiz tırnağını keserken Ümmü Habibe’den “Onları atma bana getir”, diye tenbih etmiştir. Hz. Muaviye o tırnakları muhafaza etmiş ve onu ezerek toz haline getirmiş, öldüğünde göz kapaklarının açılmasını ve toz haline getirilmiş tırnakların gözünün içine konmasını vasiyet etmiştir. Bu da Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın bir parçası ile tevessüldür. Ayrıca daha neler var bakınız: Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın abdest suyu ile teberrük var idi. Ashâb-ı Kiram Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın abdest suyunu alırlar, üstlerine serperler ve onunla bereket umarlardı. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın hırkası Peygamberimiz vefat ettikten sonra bile sahabe Aralık 2010 tarafından zaman zaman giyilir ve onunla teberrükte bulunulurdu. Hatta hasta olan sahabilere giydirilir, o hırka ile Cenâb-ı Hakk’tan öylece şifa umulurdu. Bazen de Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâmın su içtiği kap istenir, ‘Peygamber Efendimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın su içtiği kapla bi su içelim’ derlerdi. Hatta bu kapla Peygamberimiz su içerken ağzını kabın neresine değdiriyordu, diye sorarlardı. Ağızlarını tam oraya değdirerek su içmeye çalışırlardı. Tecrîd-i Sarîh adlı muteber hadis kitabından ve şerhinden cilt ve sayfalar vereceğim : 6.cilt, 159 ve 160. sayfalar. Burada Peygamber Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın saçı ile teberrük rivayetleri var. Hadîs numarası 537’ye bir bakın. Orada neler var. “Salih kimseler ile tevessül’’var. 3 / 288’de. Hatta imam Şâfiî’nin Bağdat’ta İmam Azam’ın türbesine giderek “Bu kabirde yatanın hürmetine” diye dua ettiği rivayetleri vardır. İmam Şâfiî bizzat kendisi, İmam A’zam’la tevessülde bulunuyor. Tecrîd-i Sarîh Cenazeler bahsine bakılırsa, orada bu dediğimi görürler. İmam Şafii kendisine ait şiir kitabı Divan’ında İmam A’zam için ‘misk’ benzetmesi yapıyor.. Yine Tecrid, 4 / 139, 2 / 321, 322’de (abdest bahsi) Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm Efendimizin, abdest suyu ile teberrük ve tevessül var.. Ayrıca yine aynı konuyla ilgili olarak 9 / 271. sayfaya bakın. 8 / 304 – 305. Hz. Ebubekir’in rüyada gördüğü bir vasiyeti yerine getirmesi olayı var. Tevessül örneği. Bu konuda 8 / 304, 305’e bakın. Bütün bunlar ve daha önce anlattıklarımın hepsi, Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm’ın hem zatı ile hem kullandığı eşyalar ile, hem O’nun vücudundan bir parça ile tevessülde bulunduklarını görüyoruz. Bir de; “Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hayatta iken bunlar yapılıyordu. Vefat ettikten sonra bu 33 şirk olur”, diyenler oluyor. Bunun da bir mantığı yok. Yani Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hayatta iken hâşâ o mantığa göre, şirk olan birşey câiz olur da Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm vefat ettikten sonra mı şirk olmayacak / caiz olmayacak! Zaman ne fark ettirecek de ? İkisi de aynı olay değil mi. O mantığa göre birisi şirkse diğeri niye olmuyor. Bunun makul bir mantığı var mı ! Ama zararı yok. Vefattan sonraki tevessüle de örnek verelim. Biliyorsunuz şahısla tevessül örneklerinin ilkinde dedik ki Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın, âmâ bir insana öğrettiği dua ile o âmâ kişi dua etmiş ve gözleri açılmıştır. Peygamberimiz bizzat kendisinin vesile edinilmesini tavsiye edip o şekilde dua ettirdi. İşte bu rivayeti bize nakleden Osman b. Huneyf, Peygamber Aleyhi's-Salâtü ve's-Selâm’ın vefatından sonra hatta Hz. Ebubekir, Hz. Ömer dönemleri de geçtikten sonra, Hz. Osman döneminde Hz. Osman’a bir işi düşüyor. Fakat bir türlü halife Hz. Osman’la görüşemiyor. Engeller çıkıyor, görüşemiyor. Hemen Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın o âmâ sahabiye yaptığı tavsiyeyi hatırlıyor, taze abdest alıyor, iki rekat namaz kılıyor ve Peygamber’in öğrettiği şekliyle o duayı yapıyor. Bakın, Peygamber Efendimiz vefat etmiş.Yani vefatından sonra “Ya Rabbi ben senden istiyorum. Rahmet Peygamberi Muhammed ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed ! Ya Rabbi onu bana şefâatçı kıl, aracı kıl” sözleriyle dua ediyor Osman b. Huneyf.. Duadan sonra Hz. Osman’a gidiyor görüşmeye. 34 Önceden bir türlü işi halledilemezken, bu duadan sonra işler kendi yolunda tıkır tıkır işleyip neticeyi alıp geliyor. Evet, işte bu olay Peygamberimiz Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm vefat ettikten sonra, Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile gıyabında tevessül örneğidir. Zaten bu olay ilk olduğu zaman, yani âmâ sahabi dua ettiğinde Peygamberimiz hayatta iken bile, o âmâ sahabi Peygamberimiz huzurunda dua etmedi. Eve gitti. Ve Peygamberimizin gıyabında böyle dua etti. Dolayısı ile Peygamberimiz hayatta iken de, gıyabında iken de, vefatından sonra da bu tevessülün hiç bir sakıncası yoktur Cenâb-ı Hakk’a nazı geçen, Cenâb-ı Hakk’ın red etmeyeceği biri ile O’na gidiyoruz hepsi o kadar. Olayın hepsi bu. Hâşâ o aracıya ibadet etmek, tapınmak anlamında birşey yoktur. Peygamberimiz bizzat kendisi tevessülü tavsiye etmiş. Başkasına ibadet etmek anlamı olsaydı tavsiye eder miydi hiç. Peygamberimiz şirki tavsiye eder mi ! Sahabe şirki işler mi ! Olur mu öyle şey. Sıra geldi amelle, mekanla ve zamanla tevessül örneklerine. Amelle Tevessül Önce amelle tevessülü izah edelim. İnsan Allah rızası için salih ve sevabı çok bir amel işlemiş olacak. Sonradan Allah’a dua ederken, “Ya Rabbi o işi senin rızan için yapmıştım. O amelim hürmetine bu duamı kabul et,” diyerek o salih ameli Allah’a yalvarırken dile getirerek dua etmek anlamındadır. Biz buna amelle tevessül diyoruz. Peki bunun örneği var mı? Aralık 2010 Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm sahih hadîs kitaplarımızda yer aldığı şekliyle, bizzat bunun olacağını, olabileceğini anlatmıştır. Sahih hadîs kitaplarımızda İhlas ile ilgili bahislerde yer alır bu rivayet (Nevevi, Riyazu’s-Salihin, İhlas bahsi). Yani Cenâb-ı Hakk’a samimiyetle yalvarmak bahislerinde yer alır. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm’ın naklettiği o olay mealen ve özetle şöyle : Sizden önceki kavimler, milletler içerisinde üç kişi kıra çıkmışlardı. Köylerinden uzaklaştıktan sonra birden yağmur bunları bastırıverdi. Onlar da yağmurdan korunmak için bir mağaraya girdiler. Bunlar mağaraya girdikten sonra yukarılarından koskocaman bir kaya paldır küldür yuvarlanarak mağaranın ağzına kapak gibi geldi ve mağaranın ağzını kapadı. Bunlar içerde kaldılar. Öyle kakalanıp da yuvarlanacak gibi bir taş da değil. Çok büyük bir taş. Üçü de bunu yuvarlayamıyorlar, mağaranın ağzını açamıyorlar. Köylerinden uzaklaştıkları için ses de duyuramıyorlar. Başka çareleri yok. İçlerinden birisi demiş ki: “Hayatımızda Allah için yaptığımız bir ameli dile getirerek Allah’a yalvaralım”, Her birisi sadece Allah rızası için yaptığı bir ameli dillendirerek “Ya Rabbi bizi bu beladan kurtar” diye dua etmiş. Her biri dua ettikçe taşın bir kısmı açılmıştır. Üçüncüsü dua edince taş yuvarlanıp gitmiş ve onlar da çıkıp gelmişlerdir. Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm bunu bize böylece anlatıyor. İşte bu, amel ile tevessüldür. Ayrıca az önce anlattığımız gibi Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm âmâ bir sahabiye abdest alıp iki rekat namaz kılmasını, sonra da dua etmesini söylemişti ki bu da amel ile tevessülün başka bir örneğidir (İbn Mace, İkametu’s -Sala : 189). Mekânla Tevessül Şimdi mekan ile tevessüle gelelim. Bazı yerler mukaddestir. Mukaddes olduğu Kur'ân-ı Kerîm’de Hadis-i Şerîf’lerde belirtilmiştir. Bu mukaddes yerlere giderek oralarda dua etmek ve duanın kabulünü ümit etmek, mekan ile tevessülün örnekleridir. Mesela Kur'ân-ı Kerîm’de Mekke-i Mükerreme’nin mübarek olduğu beyan edilir. Medine-yi Münevvere, PeygamAralık 2010 Ya Rabbi ben senden istiyorum. Rahmet Peygamberi Muhammed ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed ! Ya Rabbi onu bana şefâatçı kıl, aracı kıl” berimizin yaşadığı yerler mübarektir. Çünkü orada amellerin, kaç bin misli ile sevabı veriliyor. Kudüs ve çevresi, Mescid-i Aksa mübarektir. Kur'ân-ı Kerîm’de belirtiliyor. Hazreti Musa’nın çıktığı Tur-i Sina ve çevresi mübarek yerlerdendir. Arafat’ta , duaların kabul edileceği Cebelu’r-Rahme diye bilinen yer. Veya Mescid-i Haram’ın içi, Ka’be’den Mültezem, Hicr, Makam-ı İbrahim… denilen yerler ayetlerle ve hadis-i şerîflerle özel olarak zikredilerek, mukaddes / mübarek oldukları beyan edilmiştir. İşte bir insan buralara giderek namaz kılsa, dua etse, o dua taa binlerce kilometre uzaklıktaki, kendi evinde yaptığı duadan çok farklıdır. Çok farklı oluşunun sebebi mekan ile tevessüldür. Dolayısı ile mübarek ve mukaddes olan mekanlarda ibadet ederek, Allah’a yalvararak dua edilirse mekan ile tevessülde bulunulmuş olur. Bunu Peygamberimiz Aleyhi's-salâtu ve's-Selâm yapmış mıdır ? Yapmıştır ve tavsiye de etmiştir. Mesela Hac esnasında Arafat’ta Cebelu’rRahme (Rahmet Dağı) denilen yerde dua edilmesi mekan ile tevessül örneğidir. Kitaplarımızda söylendiği gibi “Mültezem” denilen yerde yani Kâ’be’nin kapısı ile Hacerü’l-Esved arasında Kâ’benin örtüsüne yapışarak, adeta Allah’tan ısrarla istercesine dua etmek Mültezem ile tevessül örneğidir. Veya “Zemzemi ne niyetle içerseniz onun içindir” (İbn Mace, Menasik : 78), şeklinde hadis-i şerîf vardır. Bu da Zemzem ile tevessüldür ki bir bakıma mekanla tevessül örneğidir. Zamanla Tevessül Bir de zamanla tevessül vardır. Bazı zamanlar vardır ki diğer zamanlara göre daha kıymetlidir. Mesela seher vakti. (www.habername.com) 35 Hekimoğlu İsmail: “İslam Cemaatlerde Daha Kolay Yaşanır.” uhterem büyüğümüz Hekimoğlu İsmail Bey ile yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünü Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz. M Röportaj: Aydın BAŞAR Müslüman için dünya işi ayrı, ahiret işi ayrı olamaz. Çünkü namaz kılan her Müslüman'ın yaptığı helal işlerin bütünü ibadet hükmüne geçer. Böylece dünya ve ahiret bir bütün olarak ele alınır, her ikisi de mamur edilir... Muhterem Hekimoğlu “Derdimi seviyorum” isminde güzel bir eseriniz var. Nedir sizin derdiniz? Neden derdinizi seviyorsunuz? İman ile İslam sarayına girdim. Başka diyarları görmek istemedim. İslamiyet’le meşgul oldum sadece; bu da bana yetti. İslam’ın dertlerini kendime dert edindim. İslam’ın dertleri nelerdir? Bunları sayalım: Birincisi; Akılla vahyi bütünleştirmek… İkincisi; camiyle okulu bütünleştirmek… Üçüncüsü; tabiatçılık ve modernizm gibi akımlarla mücadele etmek. Sonra; insanlara ahireti ve Mahkeme-i Kübra’yı hatırlatmak… Bir de dünyayı nasıl cennet edebiliriz bunu düşünmek… Benim derdim işte bunlar. Derdinizi başka insanlara anlatabildiğinize inanıyor musunuz? Allah diyenlerin sayısı artsın diye 1954 yılından beri diyar diyar dolaşıyorum. Fakat dindarların sayısının artması bizim elimizde 36 Aralık 2010 değil, bu bir nasip meselesi... İslam'ı önce kendi vücudumuzda yaşamaktır asıl mesele. İnsan önce kendisini cennete layık duruma getirmelidir. Başkalarıyla uğraşmak çıkmaz sokaktır… Yüzme bilmeyen bir insan boğulmakta olan birini kurtarmaya çalışırsa ikisi de birbirine sarılarak boğulur. Bu sebepten, insan evvela kendini kurtarmalıdır. Su alan gemi başka gemiyi kurtaramaz. Bu kurtarmada maneviyat ve maddiyat vardır. Bir şahıs, manevi şüphelerden kendini kurtarabilmek için okuyacak, araştıracak, şüpheden şüphesizliğe geçecek. Sonra öyle bir hayat yaşayacak ki onu tanıyanlar onun hayatına gıpta edecek. Önemli şahsiyetler için yakınlarının onları yeteri kadar tanıyamadığı söylenir. Yakın akrabalarınız bahsettiğiniz derdinizi paylaşıyorlar mı? Sizden etkilendiler mi? İslamiyet'i öğrenmek yaşamak ve anlatmaktır bizim vazifemiz... Fakat ana-babamız, çocuğumuz, eşimiz de olsa başkalarının İslam'ı öğrenip yaşamaları Allah'ın takdir edeceği bir şeydir. Vazifemiz tebliğdir, irşad Allah'a aittir. Peygamberlerden birçoğu yakınlarını irşad edememiştir. Peygamberimizin yakınları arasından bile cahiller, inkârcılar çıkmıştır. Mesela amcası Ebu Leheb bunlardan biridir. Kur'an-ı Kerim 29 peygamberden misaller getiriyor; Hz. Lut aleyhi’s selam’ın karısından bahsediyor, Yusuf aleyhi’s selam’ın kardeşlerinden bahsediyor. Bunlarla diyor ki: Senin karın Lut aleyhi’s selam’ın karısı gibi olabilir. Senin oğlun Nuh aleyhi’s selam’ın oğlu gibi olabilir. Bütün bunlara rağmen senin vazifen İslam'ı öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. Önemli olan budur. Hasta ve yarı felçli olmanıza rağmen hala derdinizi insanlara anlatmaya devam ediyorsunuz? Bu biraz sıkıntılı olmuyor mu? Hastalık sevabımı artırıyor, günahlarımı azaltıyor. Bu dert değil sefadır. Yaşa gelince 1932 doğumluyum. Neredeyse 80 yaşındayım. 80 yıllık ömrüm kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Bu geçen zamanda Allah’ın rızasını kazanacak bir amel işledimse ne alâ… Eserlerinizde Yunus Emre gibi hakikatleri en berrak haliyle ifade ediyorsunuz? Üslubunuzu belirlerken dikkat ettiğiniz hususlar nelerdir? Öyle yazı yazmalıyım ki hamal “zor” demesin, Profesör de “basit” demesin. Her yazımdan her makamdaki insan faydalansın… Adetullah böyledir. Meyve herkese faydalıdır, yazar da herkese faydalı olmaya çalışacak. Ben kalemi elime aldığımda “Acaba okuyuculara nasıl faydalı olabilirim?” diye düşünürüm. Neden yazmayı tercih ettiniz? Her şey zıddıyla bilinir. Ehli dalalet batıl davalarına hizmet etmek için çok büyük gayretler sarf ediyorlar. Baktım romanla kendi davalarına hizmet eden insanlar var, ben de Minyeli Abdullah'ı yazdım. Eserlerinizde Bediüzzaman’ın etkilerini gözlemliyoruz. Neden Bediüzzaman sizin için bu kadar önemli? Diğer âlimlerden fakı nedir? Allah vazife taksimi yapmış. Nasıl ki her meyvenin tadı başka kokusu başka faydası başkaysa Aralık 2010 37 aynen öyle de her âlimin vazifesi ayrı ayrıdır. Bediüzzaman Said Nursi de Allah tarafından gönderilmiş bir baştabiptir. Derdi teşhis etti: Zaaf-ı iman… Eserlerini iman üzerine yazdı. Cevapsız kalan sorulara cevap verdi. Bu zamanda İslamiyet’i nasıl anlamalıyız, nasıl yaşamalıyız, onun yollarını gösterdi. Onun sözleri insanlara tesir etti. Mıknatıs, demiri nasıl çekerse o da bizleri çekip kendine bağladı. Üstad, okulla camiyi, akılla vahyi bütünleştirdi. İslamiyet’in müspet ilim olduğunu ispat etti. Avrupalılar gibi yaşamanın felaketlerini gösterdi. Ametü’nün altı esasını ispatlı olarak anlattı, bizler de okuduk inandık. Bu zamanda en önemli mesele tahkiki imandır. Bu zamanda mutlaka bir cemaate mensup olmak lazım... İslamiyet cemaatlerde daha kolay yaşanır ve anlaşılır. lar toplansın, sözü dinlensin. Halbuki hubbu cahtan, hubbu riyasetten şiddetle kaçınmak lazım. Yani reis olmak, baş olmak sevdası... Ben şöyle yüksek yerlere geleyim, şöyle yüksek makamlar edineyim diyerek hizmet etmek... Bu kişide ihlâs yoktur. Bana göre yaptığı bütün ameller havaya gidiyor. Bir adam diyordu ki, “zengin arabasını dağdan aşırır, fakir düz ovada şaşırır. Öyleyse ben zengin olacağım.” Zengin olmak için ne lazımsa yaptı. Bir zaman sonra çok hastalandı. Doktorlar onu evine gönderdi. Bu demektir ki, “git evinde öl.” O adama dedik ki, “hani para her şeyi hallediyordu?” “Gerçeği anladım ama iş işten geçti” dedi. Müslüman'ın her sözü, her hareketi İslam'a uygun olmalı. Bu hal, külli ibadettir. “Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkum şişeler hükmündedir; sonsuz ahirete ait işler ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir” Üstad’ın bu sözünü nasıl anlamalıyız? Buradan dünya ve ahiret işlerinin ayrı ayrı olduğu sonucuna gitmek doğru olur mu? Dünyaya ait işler, mevki makam sahibi olayım zengin olayım konforlu yaşayayım gibi düşüncelerdir. Nefis şöhret ister. Adam istiyor ki etrafında insan- Müslüman için dünya işi ayrı, ahiret işi ayrı olamaz. Çünkü namaz kılan her Müslüman'ın yaptığı helal işlerin bütünü ibadet hükmüne geçer. Böylece dünya ve ahiret bir bütün olarak ele alınır, her ikisi de mamur edilir. Hayatımızda her nedense terazinin dünya tarafı hep ağır basıyor? "Benim, dünya ile olan misalim, bir ağacın altında biraz gölgelendikten sonra onu bırakarak yoluna devam eden bir süvarinin misali, gibidir." Bu hadisten anlaşılacağı üzere masiva (Allah’tan başka her şey) fanidir. Fani olana gönül verilmez. Madem ki dünya fanidir. Madem ki ömür kısadır. Öyleyse hayatımızın gayesi ne olmalıdır? Allah rızasını kazanmaktır. Bu noktaya gelmeyen Müslüman, bedavadan yaşar ve ölür. Hayatı ona cenneti kazandıramamıştır. Allah bizi kendisini tanıyalım ve gerektiği gibi kulluk edelim diye yaratmıştır. Asıl maksada ulaşabilmek önemli. Dünya, rehavet yeri, sefa sürme yeri değildir. Eğer bunu, böyle kabul etmezsek, bedeli ağırdır. Teşekkür ederim, Allah razı olsun. Ecmain. 38 Aralık 2010 Kim ki Resulullah’ın Sünnetini İhya Etmek Ve Emirlerini Yaymak Maksadıyla Hizmette Bulunursa, İşte O, Kurtuluşa Ermiş, Fevz Ve Necat Bulmuştur.Onun İçin Yüz Şehit Sevabı Vardır... Ahmet er’Rufai Hazretleri Aralık 2010 39 HIRİSTİYAN DÜNYASINA AÇIK MEKTUP ildiğiniz gibi biz Müslümanlar Hz. İsa’nın misyonuna gönülden bağlı insanlarız. Allah’tan gelen tüm olumlu mesajları hiçe sayan katı kalpli bir topluma O’nun tekrar sevgiyi, merhameti, paylaşmayı ve îsârı hatırlattığına inanıyoruz. B Nihat MORGÜL Dünyanın yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el koymak adına dünyayı ateşe veren, mazlum halkları ve çocukları katleden Hıristiyan devlet başkanları yani çağdaş Herod’lar ve dünya gelirinin dörtte üçünü yiyen, insanlar açlıktan ölürken köpek mamalarına ve Noel kutlamalarına milyar dolarlar harcayabilen Hıristiyan dünyası, Hazreti İsa ile Herod arasında hangisine yakın durmaktadır? 40 Bütün manevi değerlerin ortadan kalktığı, mevcut manevi değerlerin de maddeye ve maddeciliğe tahvil ve kurban edildiği bir toplumda O, erdemin, doğruluğun, iyiliğin, yardım severliğin ve bütün güzelliklerin haykıran sesi, hisseden yüreği olmuştur. Tarih boyunca çirkef bir toplumda erdem adına yükselen her sese karşı gelindiği gibi, O’nun sesi de zalimler ve mevcut statükodan beslenenler tarafından bastırılmak istenmiştir. Herod,1 belki bunlardan bir tanesi ve hatta en başta geleni idi. Bir Noel öncesinde, Avusturya’da çıkan The Age gazetesinin yorumunu burada aktarmak istiyorum: “Dünya üçüncü bin yılının başında hala tuzukurular ve çulsuzlar diye ikiye bölünmüş durumda, ta bu bin yılların en başında olduğu gibi. Geçen iki bin yıl içinde, tıpkı Herod gibi davranmaya amade bir sürü Hıristiyan hükümdar olageldi. Asıl soru, Herod’un nerede bulunacağı değildir. Bu, işin kolay kısmıdır. Asıl meAralık 2010 sele, Mesih’in nerede bulunacağıdır. Bizi rahatsız edecek, huzurumuzu kaçıracak ama İncil’in cevabı şudur: Zulme uğrayanların ve fakirlerin arasında.” Hazreti İsa’nın bu misyonuna rağmen Müslüman milletlere ve siyaseten zayıf düş(ürül)müş ülkelere “Haçlı Savaşları” adı altında İsa adına savaş açmış ve sömürmeyi, katletmeyi, yok etmeyi dini bir görev bilmiş eski yeni Hıristiyan devlet başkanları ile Hazreti İsa’nın doğum günü 25 Aralık’ı ibadetten ziyade eğlence ve alışveriş ile karşılayan Hıristiyan halkların İsa anlayışlarında bir terslik olsa gerektir. Hâlâ Noel etkinliklerine milyar dolarlar harcandığı düşünülürse, bu kutlamaların daha çok kimin işine yaradığı anlaşılmış olmaktadır. Dünyanın yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el koymak adına dünyayı ateşe veren, mazlum halkları ve çocukları katleden Hıristiyan devlet başkanları yani çağdaş Herod’lar ve dünya gelirinin dörtte üçünü yiyen, insanlar açlıktan ölürken köpek mamalarına ve Noel kutlamalarına milyar dolarlar harcayabilen Hıristiyan dünyası, Hazreti İsa ile Herod arasında hangisine yakın durmaktadır? Hıristiyan dünyasının bunu kendisine sorması Hz. İsa bağlıları için de iyi olacaktır sanırım. Hazreti İsa’nın gerçek mesajı, yüzyıllardır dünyanın kanını emen, başta kara kıta Afrika olmak üzere tüm dünyayı açlığa mahkûm eden sömürgeci zihniyetin öncü kuvveti olmamalıdır. İsa’dan sonra 325 yılında düzenlenen İznik Konsilin’de İsevîlere kan kusturan Bizans İmparatorluğunun kralı II. Konstantin Hıristiyanlığı kabul etmişti. Pagan kültürünün hâkim olduğu bu coğrafyada Hıristiyanlık bu tarihten sonra imparatorluğun resmi dini haline gelmişti. İznik Konsilinde bir çok İncil arasından Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın kaleme aldığı dört İncil seçilmiş, diğer İnciller yasaklanmıştı. Acaba bu, Hıristiyanlar ve hırıstiyanlık açısından sevinilecek bir durum muydu? Bizans mı Hıristiyan olmuştu yoksa Hıristiyanlık mı Bizanslaşmıştı? Hazreti İsa’nın öğretileri içerisinde yer almayan teslis (üçleme, tanrının üç unsurdan oluştuğu; Baba, oğul, kutsal ruh) İsa’nın tanrı oluşu, asli günah, puta tapıcılık (İsa’nın ve azizlerin heykeline tapma), çam ağacının kutsal kabul edilmesi, kutsal günün pazar (Sunday; güneş günü) olması, Noel2 gibi bir çok inanç, güneşe tapan putperest Bizans’ın yeni dini kendine benzetmesi değil miydi? Aralık 2010 Maalesef İsa’nın evrensel ilahi mesajı Bizans müdahalesinden günümüze kan kaybetmeye devam etmektedir. Bu kan kaybı o hale gelmiştir ki, Hıristiyan dünyasını hem de İsevilik adına Herodlaştırmış ve hayat anlayışına kurban etmiştir. Yılbaşı kutlamaları masum birer adet ve gelenekten ibaret görülmemelidir. Bu kutlamalardaki ritüeller İslam ile bağı olmadığı gibi her ne kadar Hıristiyanlık ile özdeş görülse de aslında gerçek Hıristiyanlıkla da ilgisi bulunmamaktadır. Bunlar olsa olsa eski pagan inançların kalıntılarından ibarettir. Masum birer gelenek gibi görülen ve hoş görüyle bakılan bu gibi dinsel öğeler zamanla gerçek dini yaşantıyı unutturup kendisi din yerine geçmektedir. Nitekim Hazreti Peygamberimiz Muhammet Mustafa Aleyhisselam’ın “Kim bir topluluğa benzerse o da onlardan olmuştur” hadis-i şerifi tam da bu gerçeği ifade etmektedir. Hazreti Ali’nin dediği gibi “İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlarlar” Sözün burasında Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yapan bir şahsın bana gönderdiği özel mektupta yılbaşı kutlamaları ve bu konuda bizim konumumuz ile ilgili şu değerlendirmelerini de bu vesileyle Müslüman Türk halkının dikkatine arz etmek istiyorum: “Bizler İsa Mesih bağlıları olarak 25 Aralıkta Noel’i kutluyoruz… Ama iş dönüp dolaşıp her işte olduğu gibi taklitçilerine gelince işin rengi ve amacı yüzde yüz değişiyor. Yılbaşı bahane eğlenmek şahane, oluyor. En başta bu çorbada tuzu bile olmayan kimlik bunalımı çeken Müslüman Türk halkı dâhil, o sizin sözünü ettiğiniz amacından sapmış Hıristiyanlık dünyası, bu yılbaşını her türlü rezaletin içinde savurganlığın sınırsızlığıyla yıkılasıya kadar içip içip kutluyor. Sahte Hıristiyan’la sahte Müslüman’ın ortak noktası işte budur.” Fazla söze ne hâcet! ........................................... 1)1Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde ona eza ve cefa eden Romalı hükümdar. 2)Noel; Eski Grekçe ve Latincede “yeni güneş, ilk gün, ayın yeni günü” gibi anlamlara gelir. Kelime, zamanla Paganlarda yeni yılın başlangıcında yapılan şenliklere ad olarak kullanılmıştır. Romalılar da, büyük bir şahsın gelişini selamlamak, doğum haberi vermek gibi mutlu bir olayı anlatırken “Noel Noel! diye seslenirlerdi. Hıristiyanlık sonrası dönemde, pagan/putperestlikten kalma bir çok âdeti Hıristiyanlaştıran Kilise Babalarının yeni yorumları ile Noel, zamanla içerik değiştirerek İsa’nın doğum gününe ad olmuş ve bu anlamda insanlığı ezeli günahtan kurtarmak üzere Tanrı Oğlu İsa’nın yeryüzünde cisimleşerek onun doğuşunun hatırasına kutlanan bir bayram haline dönüşüvermiştir. 41 HANGİ OSMANLI on dönemde farkına vardınız mı bilemiyorum ama bir Osmanlı tutkusu aldı başını gidiyor. Sokakta şerbet satan adamın kıyafetinden tutun da televizyonda dekolte giymiş şarkıcılara; hatta İslam ve Osmanlı ile uzaktan yakından alakası olmayan Batılı düşünce adamlarına kadar herkes bir Osmanlı sevdası yaşamaya başladı. Pax Ottomana’dan Neo-Osmanlı’ya varıncaya kadar muhtelif tabirler piyasada dolaşıyor. İşin doğrusu bütün bunlar bendenizi ürkütmüyor değil. Kısmen mazimizin hatıralarda canlanması ve siyasal iktidarın mütedeyyin/milli çizgisinden/duruşundan kaynaklanan Osmanlı rüzgarının özellikle bize yabancı kimseler tarafından dile getirilmesi üzerinde durmaya değer bir olgu. Bu noktada herkesin Osmanlı tasavvurunun farklı/eksik veya aslından uzaklaşmış olduğunu ve bir kısmının meşruiyet kazanma amacında olduğunun belirtilmesi elzemdir. Ortada dolaşan bu farklı Osmanlı prototiplerinden hangisinin gerçek hangisinin sahte olduğunun tespiti ise tarihin tozlu sayfalarında saklıdır. S Ahmet HALİLOĞLU Söğüt’ü işgal eden Yunan komutanının neden Ertuğrul Gazi’nin sandukasını tekmelediğini, Birgi’yi işgal eden Yunan askerlerinin neden İmam-ı Birgivi’nin başucundaki selvi ağacını kesmeye kalktığını anlamadan Osmanlı’daki sırra vakıf olamazsınız. Osmanlı; tebaası olan her milletin dini ve milli hürriyetine önem göstermiştir. Bunun muhtelif ortamlarda dile getirilmesinde beis yoktur. Ancak; bu din ve vicdan hürriyetinin 42 Aralık 2010 sınırı Devlet-i Aliye’nin ve din-i İslam’ın bekası noktasında sona ermiştir. Dinler arası Diyaloga meşruiyet kazandırmak amacıyla Hazreti Fatih’in Bosna Sırplarına dini hürriyet bahşettiği fermanından bahsetmek doğaldır. Ama II. Mahmud Han’ın Fener Rum Patriği Gregorius’u Mora isyanını kışkırtmasından dolayı idam ettirdiğini söylememek hakiki Osmanlı’yı gizlemekten başka bir şey değildir. Osmanlı her vechesiyle incelenip, o ruh yakalanmadan anlaşılmaz. Olayın işimize gelen bir tarafını alıp, diğer kısımlarını es geçmek; kıymetli mazimize haksızlık olacağı gibi bu tür bir hata da bizim bugünümüzü mahv edecek, yarınımızı ipotek altına alacaktır. Osmanlı ruhundan dem vururken; köstekli saat kullanmak güzeldir. Ama saat sistemi olarak alafranga saati kullanmak Osmanlı’ya ve istikbalimize yapılacak en büyük kötülüktür. Osmanlı ruhunu dejenere etmek demektir. Eğer maziden bir hatıra olarak köstekli saat takıyorsak; o saatin içinde Osmanlı’nın kullandığı saat sistemi olmalıdır. Osmanlı ruhundan dem vurduğunuz anda tasavvuf neş’esine kapılmamak mümkün değildir. Ancak Osmanlı tasavvufu nazenin ruh sahibi olmaktan; insan-ı kamil olmaktan başka formlara dönüştü- rüldüğü zaman tüm saffetini, tüm derinliğini kaybeder. Çevrenize dikkat edin Osmanlı’dan ve tasavvuftan bahsedenler sürekli Akşemseddin Hazretlerinden söz ederler. Ama o kadar. Ne Akşemseddin Hazretlerinin tarikatının adını bilirler, ne Akşemseddin Hazretlerinin yazdığı bir kitabı okumuşlardır. Onlar için Ak Şeyh sadece bir meşruiyet vesilesidir. Hepsi bu... Halbuki Akşemseddin Hazretleri dediğiniz anda tıpta, matematikte, astronomide tasavvufta söz sahibi bir alim akla gelir. Siz bunların hiçbirini zikretmeyip, Akşemseddin Hazretlerinin bir tek yönünü ön plana çıkardığınız zaman hakiki Akşemseddin Hazretlerinin mirasını öldürüp, yerine sahte/hayali bir Akşemseddin’i sevmiş olursunuz. Kaldı ki Osmanlı Tasavvufunu anlamak için sadece Akşemseddin Hazretlerini bilmek yetmez. Abdullah-ı Bosnevi’nin Fusus şerhine dalmadan, İsmail Ankaravi Dede’nin Mesnevi Şerhini yutmadan Osmanlı Tasavvufunda birikim sahibi olunmaz. Ümmi Sinan Hazretleri ile Ebu Suud Efendi arasındaki müzakereleri bilmeden, İmam-ı Birgivi’nin Tarikat-ı Muhammediyesini okumadan, yazılış sebeplerine vakıf olmadan anlatılmaya/anlaşılmaya çalışılan bir Osmanlı Tasavvufu yalan olur. Böyle bir çaba beyhude, hedef muhal olur. Osmanlı Tasavvufunu biliyorum demek için Budin’de (Macaristan) Gül Baba Tekkesinde esma zikrine girmelisiniz, Girit Mevlevihanesinde sema etmelisiniz, Midilli (Yunanistan) Rifai Tekkesinde kıyama kalkmalısınız, Köprülü (Makedonya) Halveti Şabani Dergahında devran etmelisiniz. Kastamonu’da Şeyh Şaban-ı Veli’nin türbesinde kırk gün erbain, Konya’da Molla Hünkarın asitanesinde binbir gün çile çıkarmalısınız. Zeyrek’te Mehmet Emin Tokadi Hazretlerinin Nakşi- Müceddidi hatm-i haceganına girmelisiniz. Nakşibendiliğin cehri zikr yapan kollarına şahit olmadan Osmanlı tasavvufunda söz sahibi olunmaz. Osmanlı Tasavvufu bu kadar derinken, o koca müktesebatı bir tek şahsa indirmek ne derece doğrudur? Böyle bir anlayış ne derece hakikattir, insaf ve izan sahibi vicdanlara bırakıyorum. Size bir kaç isim zikredeyim; Muhammed Nemir El-Hatib (Filistin), Abdulfettah Ebu Gudde (Suriye), Mehmed Emin Aga (Yunanistan), Muhyiddin Avvame (Suudi Arabistan), Ahmed Davudoğlu( Bulgaristan), Mustafa Ceriç (Bosna Hersek), Yusuf elKardavi (Mısır)... İnternet çağındayız; google’a bu Aralık 2010 43 isimleri yazın ve resimlerini görün. Yukarıda zikrettiğim isimlerin hepsinin cübbe ve sarıkları Osmanlı İlmiye Sınıfının esvabıdır. Ya bizim Diyanet İşleri Başkanımız ve İmamlarımız? Maalesef son derece sade ve heybetli siyah cübbeyi attılar ve yerine sim işlemeli beyaz bir cübbe getirdiler. Osmanlı Coğrafyasında Anadolu dışında siyah Osmanlı cübbesi devam ederken, Osmanlı’nın merkezinde cübbenin rengi değişti. Hangi Osmanlı ruhundan bahsediyorsunuz? “Adamlar senelerce bizi siyaha mahkum etmişler” diyerek ,muktedirlere yalakalık yapacak kadar alçalabilen bir adam, Osmanlı olsa ne olur olmasa ne olur? Kılık kıyafetten ne olacak demeyin lütfen. Siz bir Şii mollasını bizim sarığımızla cübbemizle gördünüz mü? Ya da bir Vehhabi Hocasını? Kesinlikle giymezler. Sihler de sarık sarıyor ama bir Sihin bizim gibi kırmızı fes etrafına beyaz sarık saracağını düşünüyormusunuz? Cevap hayır. Biz alabildiğine kendimizden uzaklaşırken, ruhumuza yabancılaşırken, ecdadla aramızdaki makas açılıyor, farkında değiliz. Şiiler dedim de, son dönemde bir vahdet lafıdır gidiyor. Ehl-i Sünnet dışı akımlara en ufak bir eleştiri yönelttiğimiz anda tüm oklar bize yöneliyor ve ümmetin vahdetini, birliğini bozmakla itham ediliyoruz. Halbuki muhatabımız insanların nezih itikadını karıştırıp, ahiretlerini karartıyor. O’na tek kelime etmeyenler, Ehl-i Sünnet Müdafiilerini, Ümmeti bölmekle, birbirine düşürmekle, Ümmetin vahdetini tahrip ve tahrif etmekle suçlamakta beis görmüyorlar. İttihad-ı İslam, yani ümmetin vahdeti ve birliği meselesinde delil olarak getirdikleri şahıs ise Osmanlı’nın Yavuz’u... Ama Yavuz Sultan Selim’i vahdet meselesinde rehber edinenler; Ehl-i Sünnet dışı fırkalara kollarını alabildiğine açarken; Ehl-i Sünnete karşı yumruklarını acımasızca indirmekte beis görmüyorlar. Peki “Yavuz Sultan Selim vahdeti ve ittihadı sağlarken böyle mi davrandı” dediğiniz anda cevap kocaman bir tıs... Yanında Zenbilli Ali Cemali Efendi ve İbni Kemal Paşazade gibi Müftüyüs-Sakaleyn (İnsanların ve Cinlerin Müftüsü) iki Şeyhülislam olan Yavuz Sultan Selim Han; ümmetin birliğini, Ehli Sünneti tenkit, Ehl-i Bidatı kucaklamakla sağlamadı. Bilakis; ittihad ve vahdette ana ölçüsü Ehl-i Sünnetti. Çaldıran savaşının muhatabı olan karşı taraf kimdi? Mercidabık ve Ridaniye’de karşı taraf kimdi? Bu iki sorunun cevabı samimiyetin göstergesi. “Vahdet, vahdet” türküsü söyleyenler, İrşad’ül Aklis Selim isimli eşi menendi olmayan bir tefsirin müfessiri olan Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’nin fetvalarına neden bakmazlar? Baksalar; Ebu Suud Efendi Hazretleri kimi neden tekfir etmiş görecekler ve vahdet adlı tek dayanak noktaları yerle yeksan olacak. Dedim ya; birilerinin Osmanlı demesi meşruiyet kazanmak içindir. Yoksa Osmanlı’yı sevdiklerinden değil. Osmanlı Çinilerinde gül, Resulullah’ı temsil eder. Remizdir bu, simge... Çini’deki lalenin de, karanfilin de temsil ettiği bir şey vardır, bayraktaki hilalinde... Ama o kadar. Ötesi yok. Fakat biz ne yapıyoruz? Osmanlı Ecdadın Efendimiz (sav)’i çinide, sadece çinide gül ile simgelemesinden hareketle; Miladi(!) takvimle yani Papa XIII. Gregory’nin icat ettiği takvimle kutlamaya çalıştığımız Kutlu Doğum Haftasında gül lokumu dağıtıyoruz, gül suyu ikram ediyoruz, sokaklarda gül veriyoruz. Böylece O’nu (sav) anmış oluyoruz. Arkadaşlar biraz komik kaçmıyor 44 Aralık 2010 mu? Osmanlı O’nu (sav) gül ile simgeledi, evet doğrudur. Ama sadece çinide. Başka yerde değil. O’nun (sav) için dağıtılan gülün çöpü boyladığına bu talihsiz gözler şahit oldu. Eğer biz Osmanlı’yız diyorsak, Allah Resulu’nu hatırlamak için yapacağımız bir tek şey var; Sultan III. Ahmed gibi sarığımızın üzerine naleyn-i saadeti işletmek ve en büyük saadetin O’na (sav) ümmet olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamak. Osmanlı Ecdadımız; edepten çocuklarına Mehmed ismini koymuşlardır. Yoksa ecdad da biliyordu evlatlarına Muhammed ismini koymayı. Ama O’nun ismini ağza almayı edepsizlik sayıyorlardı. İsmi her anıldığında Osmanlı ecdad, elini göğsüne götürüp hürmet göstermeyi, mukaddes mirasının ve kutlu hatırasının önünde baş eğmeyi edep edinmişlerdi. Zamanımızda “Osmanlı Osmanlı” diye bağıranlar Süleyman Çelebi’nin Mevlid kıraatini bidat görüyorlar. Mevlidi Bidat görenlere en güzel cevabı Seyyid Muhammed bin Alevi el- Maliki Hazretleri “Havlel İhtifal” isimli eserinde veriyor. Şimdilerde bir Osmanlı ecdadın kelimelerini kullanma modası var. Ama maalesef cehaletin en kesifine de bu alanda şahit oluyoruz. Lutfetmek ve arz Aralık 2010 etmek gibi iki basit kelimeyi bile kullanmaktan aciziz. Biz muhatabımızdan arz ederiz, muhatabımız bize lütfeder. Ama siz muhatabınızdan arz etmesini, sizin de lütfedeceğinizi söylediğiniz zaman en büyük çamı devirmiş olursunuz. Osmanlı ecdad ev kelimesi yerine fakirhane/devlethane kelimelerini kullanır. Kendi eviniz ne kadar görkemli olursa olsun, fakirhanedir, muhatabınızın ikametgahı ne kadar köhne ve viran olursa olsun devlethanedir. Bu tevazunun gereğidir. Maalesef Osmanlı’ya benzeyeceğim diye muhatabının evini fakirhane, kendi evini devlethane yapanlara rastlıyoruz ki bu hali pür melale karşı nasıl davranacağımızı şaşırıyoruz. Eline Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ını geçtim; Mehmet Akif’in Safahatını almamış adam Osmanlı ecdadın lisanından ne anlasın? Her meselede Osmanlı’dan delil getirenlerimiz var. Mesela yeni ictihad tartışmalarında Ebu Suud Efendinin para ve menkul vakıflarında verdiği yeni fetvaya İmam-ı Birgivinin karşı çıkmasından istidlal ediyorlar. Hadi her ikisinin ilminin genişliğinden, dimağlarının saffetinden, ruhlarının letafetinden, kalplerinin kemalatından bahsetmeyelim. Son Osmanlılardan; Bediüzzaman Said Nursi’den delil ge- 45 tirelim. Açın bakın; Üstad, İctihad Risalesi adını verdiği Yirmi Yedinci Söz’de bu âdât-ı ecanibin (yabancı âdetlerin) istilası zamanında ictihad etmeyi İslamiyet’e cinayet, bidatkarane bir ihanet olarak tavsif ediyor. İşte Osmanlı Alimi Said Nursi işte yeni müctehidlerimiz... Yorumsuz... Bugün İmam-ı Birgivi veya Ebu Suud Efendi birileri tarafından tenkit edilebiliyor. Ümmi Sinan Hazretleri ile Ebu Suud Efendi arasındaki beş asır önceki tartışma bugüne taşınıyor ve tek kelime Arapça bilmeyen talihsizler Ebu Suud Efendiyi tenkit etme cesaretini, cüretini kendilerinde bulabiliyorlar. Şimdi bu bahtsızlara Ebu Suud Efendiyi anlatmaya ne niyetim var ne de zamanım. Ama Osmanlı’nın çöküş devri alimlerinden Küçük Hamdi Efendi’nin Arapça’ya, Farsça’ya ve felsefede tercüme yapacak kadar da Fransızca’ya vakıf olduğunu söylemek kafi gelir. Küçük Hamdi Efendi yani Elmalılı Hamdi Efendi tefsir yazdığı için Zahidül Kevseri Hazretlerinin tenkidine maruz kalmıştır. Zahidül Kevseri Hazretleri öyle bir ilmi yüksekliğe haizdir ki, Elmalılı Hamdi Efendi’yi tefsir telif edecek yeterlilikte görmüyor. Ama bugün Elmalılı Hamdi Efendi kadar ilmi olmayanlar, Zahidül Kevseriyi tenkit edebiliyorlar. Halbuki izinden gittikleri Muhammed Ebu Zehra, Zahidül Kevseri için “İmamül Asr- Asrın İmamı” tabirini kullanıyor. Bu ne yaman çelişki? II. Beyazid-i Veli Han’ın, İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açmasını veya Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Fransa Kralına yardım etmesini hümanizm olarak görebilirsiniz. Ama Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Savaşında kendisine saldıran dört ağır zırhlı Macar süvarisini öldürdüğünden bahsetmezseniz, Koca Hünkar’a en hafif ifadeyle haksızlık etmiş olursunuz. Ya gerçek çehresini lanse edeceksiniz, ya da tahrif etmeyeceksiniz. Ebru sanatını resim olarak telakki ederseniz tüm geçmişimizi inkar etmiş olursunuz. Çünkü aynı ortamda, aynı hava şartlarında, aynı teknede, aynı boyalar ile, aynı fırçayı kullanarak aynı ebrudan bir ikincisini imal etme ihtimaliniz yoktur. Her ebru kendine hastır ve hepsi birbirinden farklıdır. Böylesi bir dehayı, ruhun raksını alelade resim sanatına indirgemek doğru mudur? Hattan tezhibe, minyatürden çiniye kadar Osmanlı Ecdadın her sanatının eşi menendir yoktur. Şimdi kime sorsanız II. Abdulhamid Han Ulu Hakan’dır. Yere göğe koyamazlar. Ama iş Cemaleddin Efgani’ye geldiği zaman akan sular durur. Efgani’yi tenkit ettirmezler. Fakat Sultan Hamid Efendimizin hatıratında Cemaleddin Efgani hakkında tuttuğu notları getirip yüzlerine çarpsanız bile durumları değişmez. Efgani’nin İslam İtikadını hafife alan tavırlarını, Ehl-i Sünnet Akaidini siyasi davalar uğruna kullanmaktan çekinmeyen hayallerini ve planlarını, mason locaları ve İngilizler ile pek sıkı fıkı hallerini deşifre eden Abdulhamid Han’ın söylediklerini çürütebilmek için Efgani taraftarları, Sultanın vehimli olduğundan dem vurmaya başlarlar. Müslümanların Halifesine, Türklerin Hakanına, Osmanlının Padişahına “evhamlı” sıfatını layık görebilen bu adamcağızlar, Sultan Hamid-i Sani’nin ruhundan özür dileyen Filozof Rıza Tevfik’ten ibret alamazlar mı? Almazlar; çünkü Onlar iflah olmaz bir Efgani hayranıdırlar ve Sultan Hamid Efendimizin Afgani hakkında 46 Aralık 2010 şahitliği onlara kafi gelmez. İranlı olduğunu gizleyen Cemaleddin Efgani’den vazgeçmektense Sultan Hamid Efendimizden vazgeçmeyi yeğlerler. Ne diyelim? Allah ıslah etsin. Yazının başından beri Hangi Osmanlı sorusuna cevap arıyoruz. Herkesin iddiasına Osmanlı’dan delil getirmeye kalktığı, davasını ispat etmek için Osmanlı’dan meşruiyet aradığı aşikar hale geldi. Osmanlı’yı arıyoruz da Osmanlıları arıyor muyuz? Asıl soru da bu olmalı. Ucu bucağı olmayan bir coğrafyada iğne aramaya benzer bir iş bu farkındayım, ama Sofyalı Bali ile Fusus Şerhine oturmadan, Selanikli Esad Dede ile Yeni Cami’de Mesnevi’ye dalmadan, Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile hatme-i hacegana girmeden, Halep Mevlevihanesinde ney üflemeden, Sultanahmet Camii’nde Karahisari ile hat meşk etmeden Süleymaniye’de Koca Sinan ile ses akustiği için tömbekisi olmayan nargile fokurdatmadan Ohri Rifai Tekkesinde kıyama kalkmadan Osmanlı bilinmez. Hasılı kelam Osmanlı’yı bulmak için, Osmanlıları bulmak için, Yanya’dan Kırım’a, Nazlı Budin’den Bağdat’a uzanmalısınız. O koca coğrafyayı buram buram koklamalısınız. Söğüt’ü işgal eden Yunan komutanının neden Ertuğrul Gazi’nin sandukasını tekmelediğini, Birgi’yi işgal eden Yunan askerlerinin neden İmam-ı Birgivi’nin başucundaki selvi ağacını kesmeye kalktığını anlamadan Osmanlı’daki sırra vakıf olamazsınız. Yunanlılar 1913’te Selanik’e tek kurşun atmadan girince ilk yaptıkları iş Beyaz Kule’yi vaftiz amacıyla boyamak ve Ayasofya Camii’ni kiliseye çevirmek olmuştu. Evet efendim; bu memlekette Osmanlı’ya sövülme sebebi neyse Beyaz Kule’nin vaftiz edilme sebebi de O’dur. Hazreti Fatih’e kardeş katili, Sultan Hamid Efendimize Kızıl Sultan diyen zihniyetle Selanik’te Beyaz Kule’yi vaftiz eden zihniyet arasında zerre kadar fark yoktur. Yeryüzünde ecdadına, dedesine, atasına bu kadar söven ikinci bir millet gösterin, bendeniz özür dileyeceğim. Osmanlı Sevdasının kalbimizde, ruhumuzda, dimağımızda hakikate dönüşüp ete kemiğe büründüğü gün, emin olunuz Yanya’daki Aslanpaşa Camii’nin minaresi, Ayasofya’nın yetmiş altı yıldır müezzine hasret minarelerine eşlik ediyor olacaktır. Aralık 2010 47 ADİ TAKLİTÇİLİĞE “HAYIR” DİYEN İSKİLİPLİ ATIF HOCA slam dünyasının son yüzyılına damgasını vuran en önemli tartışma hiç şüphesiz batılılaşmadır. Ve bu tartışma halen günümüzde de tüm hızıyla devam etmektedir. Aklıselim olan, toplumsal olaylar üzerine fikir yürütenler, gidişattan memnun olmadıklarını her defasında dile getirmişlerdir. Ve bu gidişatın düzelmesi içinde kendilerine göre fikirler üretmişlerdir. İ Hasan BAŞAR “Esasen batı medeniyeti beşerin saadet ve tekâmülünü tekellüf eden hakiki bir medeniyet değildir. Zira o ancak insanın hayvani ve cismani cihetten saadet tekâmülünü nazarı itibara alıyor.” 48 Bu tartışmalarda genellikle iki karşıt görüş hâkimdir. Tartışmanın birinci konusu Batılılaşma olmalı ama her anlamda olmalıdır. Kayıtsız şartsız batılılaşma, yani tam anlamıyla teslimiyet. Kendimizi Batının şefkatli kollarına bırakmalıyız. Onlar gibi giyinmeli, onlar gibi konuşmalı, onlar gibi yaşamalı, onlar gibi düşünmeliyiz. Yani tam anlamıyla Avrupalı olmalıyız. İşte o zaman kurtuluşa erer ve kötü gidişata dur deriz. Bunları söyleyenler bizden kişiliğimizi, şahsiyetimizi, onurumuzu elimizden almak isteyenlerdir. Diğer bir görüş ise batılılaşma olmalıdır ama kısıtlı olmalıdır. Batının ilim ve fennini almalıyız. İlim ve fende batılılaşma olmalı o kadar. Daha fazlası toplumsal dokumuzu bozar ve bizi biz yapan değerlerimizi yok eder. Aralık 2010 İçinde az biraz vicdanı, insafı olanlar bu onursuzluğu asla kabullenmezler. Bu onursuzlukla ellerinden gelen mücadeleyi verirler. Bu mücadelenin bundan önceki kahramanları olduğu gibi bundan sonra da olacaktır. Bu mücadelenin bundan önceki kahramanlarından bir tanesi de hiç şüphesiz İskilipli Atıf Hoca’dır. Ne yazık ki bu mücadeleyi canıyla ödemek zorunda kalmıştır. İskilipli Atıf Hoca, 1924 yılında yazdığı “ Frenk Mukallitliği” adlı eseri 1926 yılında çıkan şapka kanuna karşı çıkanlara fikri destek oluşturduğu gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve idam edilmiştir. Oysa bu kitap ilk çıktığında İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderilmiş ve bu makamlardan resmi neşir müsaadeleri alınmıştır. Üstelik ‘Hoca Efendi, çok nazik ve mühim bir mevzua el atmışsın, emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik ederiz’ diyerek te tebrik edilmiştir. Bütün gayesi yalnızca İslamiyet’i yüceltmek olan ve bu uğurda mücadele eden Atıf Hoca’nın ünü İslam coğrafyasının dışına çıkmıştır. Japonya Büyük Elçisi Baron Uşida, İstanbul’a ayak basar basmaz, ilk iş olarak resmi ziyaretlerin peşinden, şöhreti Japonya’ya kadar erişen Atıf Hoca’yı ziyaret etmiş ve şöyle söylemiştir: “-Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğu’yu, bu arada da Japonya’yı fethederdi.” “Esasen batı medeniyeti beşerin saadet ve tekâmülünü tekellüf eden hakiki bir medeniyet değildir. Zira o ancak insanın hayvani ve cismani cihetten saadet tekâmülünü nazarı itibara alıyor.” Eserini hangi amaçla yazdığını açıkça ortaya koymasına ve bütün delillerin lehine olmasına rağmen ve üstelik savcının üç yıl hapis cezası istemesine rağmen mahkeme tarafından idam cezasına çarptırılır. Çünkü hüküm zaten verilmiştir. Sahi İskilipli Atıf Hoca kendisini idama götüren bu eserini niye kaleme almıştır. Gelin bunu kendi ağzından mahkeme başkanı meşhur Kel Ali lakaplı Ali ÇETİNKAYA tarafından mahkemede: “Bu hususta en büyük delil “FRENK MUKALLİTLİĞİ” isimli eserinizdir. Bu eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmet etmek için yazdınız?” sorusuna verdiği cevapla dinleyelim. İskilipli Atıf Hoca bu soruya şu cevabı verir: “Senelerce evvel bir mücerret gaye uğrunda yazdım. Şahsiyet sahibi olma gayesi. Yoksa şu ya da bu hükümet teşebbüsüne karşı durmak fikriyle değil. Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür. İşte karşınızda Japonya misali. Garbın bütün terakkilerini elde etikten sonra şahsiyete ve milli ananeye bağlı kalma örneği. Japonlar Asyalı bir topluluk adına Avrupa’nın bütün ilmini, fennini, usulünü, sistemini devşirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daima ibret dersini verecektir. Benim de o eserde güttüğüm gaye ‘Hikmet müminin kaybetmiş malıdır, nerede bulursa alır.’ mealindeki hadis gereğince, Avrupa’yı iyi ve faydalı taraflarından bünyemizde eriterek, hazmederek benimsemek… Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan bütün bunları kendi şahsiyet vahidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve adi mukallit seviyesine düşmemek… İşte bu gayeyi güden mücerret fikirlerden Aralık 2010 49 ibaret olan ve asla müşahhas ve siyasi bir meseleyi hedef tutmayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım halde 1340(1924) yılında bastırabildim.” Bu savunmasından da anlaşılacağı üzere Atıf Hoca bu eserinde Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz olacağını hatta bu konuda Japonya’yı da örnek göstererek açıklamıştır. Bizdeki batılılaşma ise şuursuz ve temelsiz bir şekilde yapılmaktadır. Aslına bakılırsa bu durum ruhlarda da tahribata sebep olmaktadır. Şuursuz Batılılaşma kendi şahsına münhasır bir medeniyet olan İslamiyet’in özüne zarar vermektedir. Atıf Hoca bu eseri kaleme almasının sebebi olarak taklitçiliği göstermektedir. Kimi taklit? Batıyı. Peki, Atıf Hoca’nın gözünde Batı nasıl bir medeniyettir? “Esasen batı medeniyeti beşerin saadet ve tekâmülünü tekellüf eden hakiki bir medeniyet değildir. Zira o ancak insanın hayvani ve cismani cihetten saadet tekâmülünü nazarı itibara alıyor.” (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Sayfa 12) Bu anlamda düşünecek olursak Batı medeniyeti ile bizim medeniyetimiz arasında dağlar kadar fark vardır. Bunun için Atıf Hoca Batı medeniyetine karşı mesafelidir. Atıf Hoca İslam medeniyetini ise şöyle açıklamıştır. “Hâlbuki İslam dini insanlığın ruhani ve cismani gıda ve tekâmülünü tekellüf eden bütün fazilet ve üstünlükleri emredip bunu ihlal eden rezalet ve kabahatleri yasaklamıştır.” (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Sayfa 7) Peki, Atıf Hoca Batıya tamamen karşı mıydı? Kesinlikle hayır. Atıf Hoca İslam nazarında Batı medeniyetinin meşru olan ve olmayan cihetlerini de açıklamıştır. Atıf Hoca Batı medeniyetini maddi ve manevi olmak üzere iki yönden değerlendirir. Bunlardan her biri beşeriyete faydalı ve zararlı olmak üzere ikişer kısmı ihtiva etmektedir. “Şu halde Avrupa’nın sefahat lekesi ve milliyet renginden arî ve bütün insanlığın maddi tekabülüne hadim olan ilim, fen ve sanatlarını araç ve gereçlerin hepsini almak ve bu hususlarda onları taklit meşrudur.” (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Sayfa 14) 50 Aralık 2010 İslam dini insanlığın ruhani ve cismani gıda ve tekâmülünü tekellüf eden bütün fazilet ve üstünlükleri emredip bunu ihlal eden rezalet ve kabahatleri yasaklamıştır.” Atıf Hoca taklitçilikten kasıt nedir sorusunu eserinde şu şekilde açıklamaktadır: “İyi niyetle ve haklı olduğuna inanarak bir kimseye itikatta, sözde, fiilde, görünüş ve gidişinde delilsiz uymak ve tabi olmak ve ona benzemek demektir. Ve dinen taklit caiz değildir.” “Sözün kısası çirkin bidatlerden, yasak ve haramlarda ve şeriata muhalif olan medeniyetin usul ve muaşeretlerinden hiçbir kimseyi taklit asla caiz değildir, nerede kaldı ki küfür adetlerinde gayri Müslimleri taklit caiz olsun. “Zulüm, şekavet, fuhuş, içki, kumar, dans, tiyatro ve sair sefahat ve meyhane, kerhane, kumarhane, dans ve bar mahalleri açılması gibi garp medeniyetinin maddiyat kısmından ahlaki, içtimai ve siyasi bakımdan namus ve din yönünden zararlı olan çirkin ve rezalet işlerin esas ve ayrıntılarını haram kılıp yasaklamıştır. Bine aleyh garp medeniyetinin bu gibi rezilce yönleri gayri meşrudur.” Ona göre bu anlamda düşünüldüğünde batılılaşma ve batıyı kayıtsız şartsız taklit dinen yasaktır. Bu asla caiz olmaz.” (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mu- “Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (Müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)” Yani bu anlamda taklitçilik çözüm değil, sorun oluştur- Aralık 2010 kallitliği ve Şapka, Sayfa 4)Bu düşüncesine destek olarak ta “ Bir kavme benzemeye çalışanlar o kavimdendir.” Hadisi şerifini kanıt olarak göstermektedir. (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Sayfa 4) Yaşadığımız sıkıntıların kaynağı da hiç şüphesiz şuursuz bir şekilde yapmaya çalıştığımız Batı taklitçiliğidir. muştur. Olayları daha karmaşık hale getirmiştir. Bunun için bizler diyoruz ki bizi biz yapan kişiliğimizi, şahsiyetimizi, onurumuzu elimizden alan kayıtsız şartsız ve tam teslimiyet halindeki şuursuz Batı taklitçiliğine hayır. 51 UNUTULMUŞ ŞİFA “HACAMAT” lemler sultanının üzerinde en çok durduğu, ısrarla tavsiye ettiği ve bizzat tatbik ettiği sünnetlerinden bir taneside “hacamat” tır. Birçok hastalığa şifa olan hacamat hakkında Efendimiz (s.a.s) “Hacamat bütün hastalıklara şifadır” demişlerdir. Yine bir diğer hadisi şerifinde ise “Miraç gecesi hangi melek topluluğuna rastladıysam onlar bana *Ey Muhammed! Kan aldırmaya (hacamata) devam et ve ümmetine de bunu emret* diyorlardı…”  Ayşe BAĞCIVAN “Birçok hastalığın yaygınlaştığı günümüzde Efendimizin asırlar öncesinden bildirdiği şu hadisi dikkate almakta fayda vardır; ''Sizin tedavi olmak için baş vuracağınız en iyi çare hacamattır...'' 52 Hacamat; vücudun belli bölgelerindeki kılcal damarlardan kan alınması işlemidir. Fazla kanın vücuttan dışarı alınarak getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan bir tedavi usulüdür. Yapılan bu kısa işlem ile kılcal damarlardaki tıkanıklıklar açılır, kandaki toksin ve gazlar vücudun dışına atılır, ilgili bölgeye bağlı damarların kan dolaşımı kuvvetlendirilir ve vücuttaki kanın akışkanlık özelliği artarak dolaşımı kolaylaşır. Sünnete bağlı bir hacamat için ise kişinin yapması gereken: abdestli olması ve hacamat sırasında yedişer kere Fatiha, Ayetel kürsi, İhlâs, Felak, Nas ve sübhanallahi tesbihini çekmesi yeterlidir. Hacamat sırasında akan kan ya gömülmeli ya da üç gün bekletildikten sonra atılmalıdır. Efendimiz hacamat olduktan sonra çıkan kanı gömmeyi seçmişlerdir. Asrı saadetten Abdullah b. Zübeyr (r.a) şöyle bir hatırasını anlatıAralık 2010 yor:“Bir gün Rasulullah Efendimiz kan aldırmıştı. Kan alma işi bittikten sonra, hacamat kanını bana vererek: Abdullah! Şu kanı al, kimsenin görmeyeceği bir yere götür, toprağa göm! Buyurdular. Ben de alıp götürdüm bir köşede içtim. Geriye döndüğümde: Kanı ne yaptın diye sordular.Kimsenin görmeyeceği şekilde kaybettim dedim. İçmişe benziyorsun dediklerinde; Sizin kanınıza cehennem ateşinin dokunmayacağını bildiğim için, içtim dedim. Tebessümle başımı okşayarak: ''Vay senin insanlardan çekeceğine ve vay insanların senden çekeceklerine'' buyurdular. Efendimizin hacamat olduğu ve bizlere de özellikle o günlerde hacamat olmamızı önerdiği günler; Pazar, Pazartesi ve Perşembedir. Diğer günlerde yapılmasını tavsiye etmemiş ve “ Kim Çarşamba, Cuma, Cumartesi günleri kan aldırıpta (hacamat) bir hastalığa yakalanırsa kendisinden başkasını kınamasın…” Demişlerdir. Yine hacamat için en uygun zaman dilimi hicri ayların on yedi, on dokuz, yirmi bir ve yirmi üçüncü günleridir. Ayrıca hicri ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri haricinde kalan Pazar, Pazartesi, Salı ve Perşembe günleri de yapılabilir. Resûlullah (s.a.v), baş ağrısından dolayı alnının her iki yanından, zehirlenmeden dolayı her iki omuz başı arasından, topuğundaki bir incinmeden dolayı da ayağının üzerinden kan aldırmıştır. Resûlullah (s.a.v)’in hanımları da hacamat yaptırmıştır. Resûlullah (s.a.v): “Miraç’tan inerken hangi Melek cemaatine rastlasam, ey Muhammed (s.a.v)! Ümmetine hacamat olmalarını emret dediler.” buyurmuştur. Efendimiz Heyber’de zehirli koyun etinden zehirlendiği zaman, Cebrail (a.s) kendisine, hemen kafasının arkasından hacamat yaptırmasını söylemiştir. İbn Ömer (r.a) şöyle buyurdu: Ben, Resûlullah (s.a.v)’den şu buyruğu işittim: “Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır.” Yine bir Hadis-i şeriflerinde: “Hacamat her hastalığa faydalıdır, uyanık olun hacamat olun.” buyurmuştur. Kafadan hacamat olmak; delilik, cüzzam, gece körlüğü, alaca, baş ağrısı, diş, göz, kulak gibi hastalıklara ve daha birçok hastalığa şifadır. Hacamat’ın şifasını bilen büyük âlimler üç ayda bir hacamat olurlardı. Hacamat 70 hastalığa şifadır. Bunlardan bazıları; Kanser, cilt hastalıkları, sedef hastalığı, kısırlık, süreklilik arz eden kronikleşmiş birçok hastalıklar, migren, romatizma, mide, bağırsak rahatsızlıkları, karaciğer yetersizliği, zihinsel ve ruhsal birçok hastalıklarda, böbrek hastalıklarında kan vermenin faydaları belirgindir. Aralık 2010 Hacamatla tedavi olunan hastalıkların bazıları şunlardır. *Baş ağrısı, yarım baş ağrısı ve sinüzit, *Tembellik, uyku fazlalığı, *Yüksek tansiyon ve şeker hastalığı, *Prostat ve cinsel zayıflık, *Sırt ağrısı, bel ağrısı (lumbago), diz ağrısı, yanlarda uyuşukluk, *Hormon bozukluğu, *Yumurtalık hastalıkları, *Buna benzer bir çok kadın hastalığı. Hacamat hangi hallerde yapılmaz *Hacamat çok ihtiyar ve zayıf kişilerde, *Kalp Yetmezliği olanlarda, *Bir yeri kesildiğinde kanı durmayan kişilerde, *Hamilelerde, *Aşırı kansız kişilerde *AİDS HİV *Tansiyonu çok düşük olan kişilerde *Küçük çocuklarda *Çok hassas ve korkan kişilerde kanlı hacamat yapılmaması tavsiye olunur, duruma göre kansız hacamat tatbik olunur. Birçok hastalığın yaygınlaştığı günümüzde Efendimizin asırlar öncesinden bildirdiği şu hadisi dikkate almakta fayda vardır; ''Sizin tedavi olmak için baş vuracağınız en iyi çare hacamattır...'' 53 Muhabbet Bahçesi * EBU HANİFE'NİN ÖLEN KADIN HAKKINDAKİ FETVASI Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu: Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları: –Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler. Bazıları da: –Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı: –Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir! –Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir? Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Dinleyenler şaşırdılar. –Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki? Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir: Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı * BİZ DE VAKTİYLE GÜZEL YİYECEKLER YERDİK Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken; saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe -Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış, dedi. Bunun üzerine hazret-i Behlül; Hârûn Reşîd ona; -Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı, dedi. -Müsâde ederseniz bir danışayım, dedi. Behlül; -Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil, dedi. Halîfe; -Kime danışacaksın, kimsen yok ki? diye cevap verdi. Halîfe heybetle; -Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu, dedi. Behlül de; -Ben danışacağım yeri biliyorum, dedi ve oradan ayrıldı. Behlül de; -Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve; Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. -Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce 54 Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma, dediler... Aralık 2010 Yusuf ELİBOL * AYAKKABIDAKİ ÇAMUR ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde unutturdu." deyince, yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Mecûsî hayretle; Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek -"Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. kirlettiği geldi ve üzülerek; "Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; -"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca; -"Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle; -"Ne özrü?" diye sordu. O da; -"Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu Bâyezîd-i Bistâmî; -"Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî; -"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca; -"Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi. Mecûsî; -"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu... * MAL SEVGİSİ KALBİ KAPLAMAMALI Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi mezhebinin haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin (VIII. yüzyıl) ilmi kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah'a şükrettim. malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte * SULTANIN HEDİYESİ talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin Osmanlı padişahlarından Sultan Ahmed, bir gün Aziz kapısından seslendi: Mahmud Hüdaî’ye bir hediye göndermiş; Hüdaî Hazretleri -Ya imam, gemin battı!... (İmamın ticari mal taşıyan de gönderilen hediyeyi içine haram karışmış olabileceği şüphesi ile kabul etmemiş, geri çevirmişti. gemileri mevcut) İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra Padişah, aynı hediyeyi, devrin ünlü şeyhlerinden - Elhamdülillah dedi. - Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi: Abdülmecit Sivasî’ye gönderdi. O ise, gelen hediyeyi kabul - Ya imam, bir yanlışlık oldu batan gemi senin değilmiş. etti. Bir gün Padişah, Abdülmecit Sivasî’ye: “Size İmam bu yeni habere de: gönderdiğim hediyeyi daha önce Aziz Mahmud Hüdaî’ye - Elhamdülillah, diyerek mukabele etti. Haber getiren kişi göndermiştim, kabul buyurmamıştı,” dedi. hayrete düştü: - Ya imam, gemin battı diye haber getirdik Abdülmecit Sivasî alçak gönüllü davranıp: “Padişahım, "Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını Aziz Mahmud Hüdaî bir ANK Kuşu’dur ki, leşle beslenmeye söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl hamdetme tenezzül etmez...” dedi. böyle? Padişah birkaç gün sonra da Aziz Mahmud Hüdaî’nin sohbetine gitti. Ona da: “Geri çevirdiğiniz hediyeyi, İmam-ı Azam izah etti: Abdülmecit Sivasî’ye gönderdim, o kabul etti,” dedi. - Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi, Bu söz üzerine Aziz Mahmud Hüdaî: “Sultanım! Şeyh kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu Abdülmecit, bir DERYA’dır ki, içine bir damla pislik düşmekle nedenle Allah'a hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı kirlenmiş olmaz...” diye cevap verdi. Aralık 2010 55 Bir Kamil Mürşide Varmadan Olmaz onoton bir hayat içerisinde tek düze bir yaşam tarzını benimseyen insanlarımız ekmek ve geçim derdiyle boğuşurken, bizi manevi huzura kavuşturacak olan öğretilerden de habersiz kaldı. Çoğu zaman ihmalkârlığından veya gaflet halinden dolayı içsel tekâmül yollarını araştırmadı ve kendi kendisini hep ham kalmaya mahkûm etti. Tasavvuf yoluyla nice gönüller ilahi aşkla huzura ererken, niceleri de bu berrak pınardan nasibini alamadı. M Aydın BAŞAR “Bu ulvi yola girmek arzusunda olanın sabırlı olması, acele etmemesi, iyice taharri etmesi lazımdır. Kendisinin ihlâs üzere niyetinde samimi olması da zaruridir.” 56 Zira kendisinden ibadet ve taat yönünden, ilim ve irfan yönünden, aşk ve şevk yönünden üstün olduğunu bildiği halde kâmil bir mürşide bir türlü teslim olamadı. Kendi dağlar kadar büyük kusurlarıyla uğraşmaktansa, başkalarının noksanlarını aramakla ömrünü tüketti de dönüp de bir kere kendi nefsini dizginlemeye çalışmadı. Yunus Emre Hazretlerinin “Evliyaya uğramaz ise yolun/ Göçtü kervan kaldın dağlar başında” dizelerinde anlattığı gibi maneviyat yolunda yalnız ve naçar kaldı. Oysa bütün Allah dostları bu yolda yalnız gidilmeyeceğini defalarca söylemişlerdi. Nitekim Hoca Ahmet Yesevi hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder: “Tarikata şeriatsız girenlerin/ Şeytan gelir imanını alır imiş/ İş bu yola pirsiz dava kılanları/ Şaşkın olup ara yolda kalır imiş.“ (Hakkulov, İbrahim, Ahmet Yesevî Hikmetleri, Ankara, 1998, s.180 Aralık 2010 Tasavvuf büyükleri nefsi tezkiye etmenin ve manevi derecelere ulaşmanın en kısa yolunun kâmil bir mürşide ikrar vermek olduğunu söylerler: “Sadıklarla beraber olunuz” emr- i şerifini de olması gereken bu birlikteliğe yorarlar. Sadıklarla beraber olan kimselerin ise ruhlarının hastalıklı, kalplerinin katı, vicdanlarının acımasız olacağı düşünülemez. Yumuşak kalpli, güzel huylu, güler yüzlü insanların oluşturduğu bir dünya adeta bir cennet gibidir. Bu manada tasavvuf; yaşadığımız şu dünyayı cennete dönüştürmek isteyen seçkin ve adanmış zatların üstlendiği bir gönül yapma hareketidir. Başka bir ifadeyle tasavvuf; kırık dökük olan kalpleri, huzursuz gönülleri, incinmiş yürekleri imar etme projesidir; “Hacı Bayram Veli’ye göre bu gönül imarı için bir ustaya bir şeyhe ihtiyaç vardır. Onun gözetiminde gönül şehri manevi olarak imar edilir. Dünya sebep-sonuç ilişkilerine uygun olarak yaratılmıştır. Sebep olmadan hiçbir şey olmaz. Bu sebepler dünyasında her sanat ve her ilim için bir ustaya yani bir sebebe ihtiyaç vardır. O sebep olmadan ilim ve sanat sahibi olunması hemen hemen mümkün değildir. Tasavvuf yolunda da şeyhe duyulan ihtiyaç, aynı hikmete dayalı olarak kendini gösterir.” (Prof. Cebecioğlu, Edhem, Hacı Bayram Veli, Ankara, 1994, s 104, 105) Yunus Emre Hazretleri sadıklarla beraberlik konusunu şöyle sitemli bir dörtlük ile işler: Zakir ile yoldaş olup Sadıklara yar olmadın Olmaz yere verdin gönül Dost neylesin senin ile Yunus Emre Hazretlerinin de ifade ettiği gibi; Gerçek Dost’a ulaşabilmek için ilk önce gönlün nefsî akımlarla olan bağlantısını kesmek ve bu bilinç halinde iken sadıkların sevgi akımını bize ulaştıran gönül prizlerine kalp fişini takmak gerekir. Fakat bundan önce sevgi elektriğini yaymakta olan mürşid-i kamili bulmak için bir “arama” sürecine ihtiyaç vardır. Eğer bulmaya yönelik kalpte bir istek ve davranışlarda bir çaba söz konusu değilse “buluş” gerçekleşmez. Hem iç âlemde hem de fiziki âlemde gerçekleşen bu arayışa Nakşîler “sefer der vatan” derler. (Bkz Kısakürek, N. Fazıl, Başbuğ Velilerden 33, s.54) Aralık 2010 Yine bu bağlamda Nakşîliğin ilk dönemlerinde bir seyahat etme zorunluluğunun olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Nitekim sufilere göre Mevla aranmadan, emek sarf edilmeden, yattığımız yerden bulunamaz. Mevla’nın yolunda bize rehberlik edecek zatı bulmak da yine aramak sonucunda olacaktır. Yunus Emre Hazretleri; “Böyle yatmak ile dosta gidilmez./ Uyan gel gözlerim, gafletten uyan” diyerek bu işin sıcak yataklarda olmayacağını anlatmak istemiştir. İbrahim bin Ethem hazretleri de bu hakikati en derinden idrak etmiş olmalıdır ki tac-u tarhı terk ederek bir arayış sürecine girmiştir. Halis kalple yapılan bu samimi arayışın sonunda, Hızır ile Musa’yı, Nebi ile Sıddık’ı, Mevlana ile Şems’i birbirlerine yoldaş eden Yüce Allah canı gönülden yoldaşını aramak için sefer eden saliki de mürşidiyle buluşturur. Yani; “Tasavvufi yola girecek mürid, arar, çabalar, sonunda pişeceği ‘büyük kapı’yı bulur ve kapısını çalar içeri girer... Tasavvuf tarihini incelediğimizde nefis terbiyesine inanmış kişilerin hayatlarında bu durumu görürüz. Ancak Hacı Bayram Veli Hazretleri için durum böyle değildir. O şeyhini değil şeyhi onu aramış bulmuştur.” (Prof. Cebecioğlu, Edhem, Hacı Bayram Veli, Ankara, 1994, s. 15) Anlaşılan odur ki Hacı Bayram Veli Hazretleri dış dünyada bir mürşid arayışına girmemiştir. Fakat iç âleminde yanmak üzere olan bir “kor” söz konusu olmalıdır ki Somuncu Baba Hazretleri de o “kor”u üflesin ve ilahi aşk ateşini tutuştursun. Eğer gönlünde bir “kor” mevcut olmasaydı üflemeyle bir yangın çıkacak değildir. Şu durumda onun fiziki âlemde bir arayışı söz konusu olmasa bile iç âleminde bir arzunun söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar tasavvufta prensip olarak dış âlemde aramak tavsiye edilmiş olsa da Hacı Bayram Veli Hazretleri bu durumun bir istisnası olmuştur. Son olarak Merhum Musa Topbaş Hazretlerinin tasavvuf yoluna girmek isteyenlere yaptığı şu öğütleri ile yazımızı bitiriyoruz: “Bu ulvi yola girmek arzusunda olanın sabırlı olması, acele etmemesi, iyice taharri etmesi lazımdır. Kendisinin ihlâs üzere niyetinde samimi olması da zaruridir.” (Altınoluk Sohbetleri, c.1, s.84) 57 “EĞER ANLIYORSANIZ, SİZİN İÇİN HAYIRLI OLAN BUDUR.” Ersan BİLGİN “Ey mü'minler, size ne oldu da "Allah yolunda cihad edin" dendiğinde yere çakıldınız (yerinize mıhlanıp kaldınız.) Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır.” “Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.” (tevbe suresi, 41) Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak, gerek binitli gerek binitsiz olarak, gerek kolay gerek zor gelerek, gerek genç gerek yaşlı olarak, gerek evli gerek bekar olarak, gerek zengin gerek fakir olarak, gerek silahlı gerek silahsız olarak, gerek erkek, gerek kadın olarak Allah yolunda seferber olup, savaşa çıkın. İşiniz, aşınız, durumunuz müsait olsa da çıkın olmasa da çıkın. Allah’ın ve Resulü’nün emrine koşun. Hiç beklemeden emre imtisal edin., emre uyun, Allah’a ve Rasulü’ne teslim olun. Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad edin. Malı olan malıyla, canı olan canıyla, ikisine de sahip olan ikisiyle de savaşa gitsin. Sakın ha sakın, Allah yolunda çıkılacak bir cihad için mâzeretlerin (fakirlik, yaşlılık, gurbet vs.) arkasına saklanmayın. Cihad; fıtrata yapılan müdahalelerle yapılan mücadeledir. Allah yolunda mallarınızla 58 Aralık 2010 ve canlarınızla cihad ediniz. Cihad ediniz yani Allah için koşturunuz. Cihad; Allah rızası için yapılan çalışma ve mücadelenin tamamıdır. Cihad; Yüce Allah’ın en güzel şekilde yarattığı insan ile Yüce Allah’ın en son ve en mükemmel din olarak gönderdiği İslam arasındaki engelleri kaldırmaktır. Cihad; fıtrata (yaratılışa, doğal hale) yapılan müdahalelerle yapılan mücadeledir. Cihad; her şeyden önce kendi nefsimizin ıslahıyla ilgilenmek, İslam’ı tam manasıyla öğrenmek, anlamak ve yaşamak sonra da başkalarına bu İlahi Mesaj’ı iletmek, İslam’ı tatlı dil ve güleryüzle tebliğ etmek, hakkı tümüyle hakim kılmak, iyiliği emretmek, kötülüğü yok etmek, gerekirse de düşmanla dinimiz, değerlerimiz, canımız, namusumuz, malımız, vs. için savaşmaktır. Bu manada cihad etmeyenler ve cihada koşmasını bilmeyenler, zillete talip demektir ki, bu durum bile bile kendini uçuruma atmaktır ve en büyük tehlikedir. Bahanelere ve mazeretlere sığınmayınız. Engellerin ve kaytarıcılıkların tutsağı olmayınız. Çünkü; eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. Haydi hakkınızda hayırlı olana koşun. Haydi imanlarınızı yapabileceğiniz, imanlarınızı hayatınızda görüntüleyebileceğiniz, iman kaynaklı yaşayabileceğiniz bir hayat ortamı oluşturmak üzere mücadele edin. İslâm düşmanlarına karşı, düşmanlarınıza karşı tedbirlerinizi alarak koşturun. Ey Allah ve Resulü’ne iman edenler! Ey dünya hayatı yerine âhireti satın alanlar! Ey Allah’la böyle bir alışverişte bulunanlar! Fânîyi verip de bâkîye talip olanlar! Dünya hayatının basit zevklerini bırakıp da cennete ve Allah’ın rızasına talip olanlar! Allah yolunda, Allah’ın için, ila-ı kelimetullah için cihad edin. Dünya metaı-menfaatı hem azdır, hem de geçicidir, fânidir. Yâni şu anda dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen olsanız, tüm dünya mülkleri, tüm dünya saltanatları sizin de olsa bilesiniz ki çok azdır, âhiretin ve âhiret saltanatının yanında. Madem ki dünya metaı çok azdır, madem ki tüm dünya sizin olsa bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün bitecek olan bir dünya metaı hesabıyla Allah için bir mücadeleden geri kalarak ebedî bir âhiret hayatını, ebedî bir cenneti fedâ etmek akıl kârı mıdır? Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, hayatlarını Allah için yaşayanlar için, AlAralık 2010 lah’ın koruması altına girip Allah’ın istediği gibi yaşayan, Allah adına canları ve mallarını fedâya hazır olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok hayırlıdır. “Yerinize mıhlanıp kaldınız” “ Ey mü'minler, size ne oldu da "Allah yolunda cihad edin" dendiğinde yere çakıldınız (yerinize mıhlanıp kaldınız.) Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır.” (tevbe 38) Samimi mü'minler bu hayrı ve yararı iyi kavradılar ve bu bilincin coşkusu ile cihada koştular. Yolları üzerine dikilen engellere aldırış etmediler. İleri sürebilecekleri birçok gerçek mazeretlerine sığınmaya yanaşmadılar. Bu fedakârlıklarının sonucunda Yüce Allah, onlara hem kalplerin ve hem de ülkelerin kapılarını açtı; onlar eli ile kendi sözünü yüceltirken, bir yandan da kendi sözü aracılığı ile onları yüceltti, onların bileklerinin gücü ile fetihler tarihinde inanılmaz sayılan destanları gerçekleştirdi. Şimdi bu destan kahramanlarının yüreklerindeki cihad coşkusunu kanıtlayan belgelerden birkaç örnek: 59 cığım, yüce Allah seni bu işten mazur gördü' dedim. Bana `Bize Beus (mücahidleri koturan ve coşturan) sure geldi.' karşılığını verdi. (Elimizdeki belgelere göre "Tevbe" suresi çeşitli bir adlarla anılır: Bu adlardan bazıları şunlardır: Münafıkların gizil duygularını açığa çıkardığı gerekçesi ile "Fadıha", kalplerdeki kötü niyetlerden nefret ettirdiği için "Muneffire", yine kalplerdeki saklı duyguları deştiği gerekçesi ile "Mubasıra", yine gönüllerin barındırdığı sırları meydana çıkardığı için "Muahbire", mü'minlerin duygularını alevlendiren özelliği yüzünden "Musıre", mü'min savaşçılara coşku aşıladığı için "Beus". Bunların yanısıra, bu surenin "Mudemmire (kahredici)", "Muhziye (rezil edici)", "Munekkile (cezaya çarptırıcı)", "Muşerride (perişan edici)" gibi adlarına da rastlanmıştır.) Bu sözü ile Tevbe suresindeki `Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız' diye başlayan ayeti kasdediyordu. “Siz tevbe suresi 41. ayeti okumadınız mı ?” Bir gün Ebu Talha, Tevbe suresini okuyordu. Sıra bu ayete (tevbe 41) gelince oğullarına dönerek, "Görüyorum ki, Rabbimiz genç-yaşlı ayırımı yapmaksızın, hepimizi savaşa çağırıyor. Çabuk, silahımı ve teçhizatımı getirin" dedi. Bunun üzerine oğulları kendisine "Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Sen önce Peygamberimiz ile birlikte, arkasından Ebu Bekir'in yanıbaşında ve sonra da Ömer ile beraber ölümlerine kadar savaştın. Şimdi bırak da senin yerine biz savaşalım" dediler. Fakat Ebu Talha, oğullarını dinlemedi, hemen deniz seferine katıldı, gemi denizde yol alırken vefat etti, cenazesini toprağa verecekleri bir adacık bulamadılar, böylece dokuz gün Ebu Talha’yı (ra) gemide tuttular, bu süre içinde cesedinde herhangi bir bozulma emaresi görülmedi, sonunda adaya çıkınca, cesedini toprağa verdiler. Tarihçi İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Ebu Reşid Harranı şöyle diyor: "Bir defasında Peygamberimiz’in süvarisi Mikdad b. Esved (ra) ile karşılaştım. 'Bir kuyumcu sandığı üzerinde oturuyordu. Vücudun bazı kemikleri dışarıya uğramıştı, buna rağmen savaşa katılmak istiyordu. Kendisine `Amca- 60 Yine bu vesile ile Ebu Eyyüp el Ensari’yi hatırlıyoruz. Bu büyük sahabi (ra) bütün savaşlarda İslam'ın sancağını taşımıştır. Peygamberimiz (s.a.v)'i evinde 7 ay misafir etmiştir ve İslam Devleti o evde kurulmuştur. İslam onun evini seçmiştir, o ise İstanbul'u seçmiştir. İstanbulumuz’un aziz misafiridir. 96 yaşındayken 6 evladıyla ve onlarca torunuyla birlikte sırf İstanbukl’un fethi hadisinteki müjdeye mazhar olabilmek için İstanbul'u fethe gelmiştir. Evlatları “artık biz varız, sen Medine’de kal, ihtiyarladın” dedikleri zaman O “siz tevbe suresi 41. Ayeti okumadınız mı ? Ölünceye kadar sorumluyuz” demiş ve cihada koşmuştur. Evlatlarının ısrarına rağmen herkesten fazla O (ra) hücum ediyordu. Daha sonra onu “kendinizi tehlikeye atmayın” ayetiyle caydırmaya çalıştılar fakat Ebu Eyyüp el Ensari o ayetin “dünyalık işleri bahane ederek cihattan kaçarak kendinizi tehlikeye atmayın” manasına geldiğini açıklayarak savaş sırasında da ders vermiştir. İslam dini sadece oruçla namazla olsaydı ve sadece gençler sorumlu olsaydı Ebu Eyyüp el Ensari 96 yaşında İstanbul’a kadar gelmezdi. “Cihad yani hakkın hakim kılınması için çalışmak hepimiz ama hepimiz için dinin zirvesidir.” Vesselam. Aralık 2010 Hacı Şaban Efendi Hazretleri Aralık 2010 61 Yılbaşında Çocuklarımız Kimin Kuşu Olacak? uşun biri, her gün kilisenin çanına konar ve oraya pislermiş. Gel zaman git zaman derken her gün kuşun pisliğini temizlemekten bıkan papaz, bir gün aklına bir fikir gelir uygulamaya karar verir. K M. Emin KARABACAK Sabah kuş gelmeden kuşun her gün konup pislettiği çanın yanına bir tas ve içine de içki koyar. Papaz bu işlemleri yaptıktan sonra kuşu gözetlemeye başlar. Her günkü gibi kuş gelir; çana konar ve pisliğini yapar. Sonra kuş etrafına bakarken tası görür ve tastaki içkiyi su zannederek doyasıya kadar içer. Hikâye bu ya; kuş içkiyi içince sarhoş olur ve yere düşer. “Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.” 62 Kuşun düştüğünü gören papaz hemen kuşun yanına gider ve kuşu eline alır. Yarı ayık yarı sarhoş halde olan kuşa şöyle bir bakan papaz, kuşa söyle seslenir: “Sevgili kuş: Söyle bakalım bana; sen kimin kuşusun? Hz. İsa (a.s)’nın kuşuyum desen, neden kilisenin çanına pislersin? Yok, Hz Muhammet (s.a.v) kuşuyum desen, neden tasa koyduğum içkiyi içersin? Allah aşkına söyler misin sen kimin kuşusun?” der. Aralık 2010 Şimdi isterseniz papazın kuşa sorduğu soruyu bizde kendimize soralım? Biz, sözel ve davranışsal olarak hangi ümmetin aktivitelerini yapmaktayız? Canımız ciğerim olarak gördüğümüz minik kuşlarımızı nasıl yetiştiriyoruz? Minik kuşlarımıza model olma konusunda dinin hangi emir ve yasakları uygulama konusunda model olmaya çalışıyoruz? Toplum tarafından yanlış öğretilen ve yanlışları doğru imiş gibi algılama konusunda çocuklarımızı ne kadar bilinçlendirebiliyoruz. Bu ve buna benzer soruları çoğaltabiliriz. Önemli olan soruları çoğaltmak yerine kendimizi ve çocuklarımızı dinin emir ve yasakları konusunda bilinçli bir müslüman olarak yetiştirebiliyor muyuz? 2010 yılının son ayına girdiğimiz bu aylarda hıristiyan olan batı toplumunda olduğu gibi müslüman olan bizim toplumumuzda da ister istemez gündemimize yılbaşı oturmaktadır. Müslümanlarla uzaktan yakından alakası olmayan yılbaşı kutlamaları da eskiye nazaran daha belirgin olarak kutlandığı gözlenilmektedir. Çoğu müslüman tarafından bilinçsizce yapılan bu kutlamalar, zamanla sonucun dahi tahmin edilemeyecek sonuçları doğurmaktadır. Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki; “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a kasem ederim ki, içinizde öyle adam bulunur ki, cennet ehlinin ameli ile amel eder ve kendisi ile cennet arasında bir zira’dan (Yaklaşık 50 cm) ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükmi) kitap (yani o yazının hükmü) ona galebe eder, cehennem ehlinin ameli ile amel eder de cehenneme girer. Keza içinizde öyle adam bulunur ki, cehennem ehlinin ameli ile amel eder, kendisi ile cehennem arasında bir zira’dan ziyade mesafe kalmaz. Derken (hükm-i) kitap ona galebe eder, cennet ehlinin ameli ile amel eder ve cennete girer.” (Buhari –Müslim) Teknolojinin gelişmesiyle birlikte Avrupa ile içi içe olan toplumumuzda son yüz yılda değerlerinden daha da uzak kalmaya başlamıştır. Eskiden sadece tek kanallı dönemlerde televizyondan haberimiz olAralık 2010 İslam toplumuyla yakından ve uzaktan ilişkisi olmayan yılbaşı ve yılbaşı kutlamaları, büyükleri olduğu kadar çocukları da ister istemez olumsuz etkilemektedir.Çocuklarına yılbaşını sadece tatil, eğlence veya yeni bir yılın kutlaması olarak anlatan ve o şekilde göstererek kutlamaya çalışan, televizyonda yılbaşı kutlamalarını seyretmekten sakınca görmeyen anne babalar, aslında kendilerine olduğu kadar çocuklarında maneviyatlarına zarar verdiklerinin farkında bile değiller. 63 duğu ve seyretmeyi dahi uygun bulmayan toplumumuz, yılbaşılar artık sanki toplumun vazgeçilmezleri arasına girmeye başlamaktadır. Eskiden bırakın kutlamayı televizyonda seyredeni kınayan toplumumuz, son zamanlarda yılbaşını kutlamayacağını söyleyenleri yadırgamaktadır. Müslüman’ın Ramazan ve Kurban bayramından başka bayramı yoktur, inanç ve düşüncesi içinde iken; bugün Hıristiyanlar tarafından bayram olarak kabul edilen yılbaşılar bizim toplumuzda da kabullenilmeye ve benimsenmeye başlanmaktadır. İslam toplumuyla yakından ve uzaktan ilişkisi olmayan yılbaşı ve yılbaşı kutlamaları, büyükleri olduğu kadar çocukları da ister istemez olumsuz etkilemektedir.Çocuklarına yılbaşını sadece tatil, eğlence veya yeni bir yılın kutlaması olarak anlatan ve o şekilde göstererek kutlamaya çalışan, televizyonda yılbaşı kutlamalarını seyretmekten sakınca görmeyen anne babalar, aslında kendilerine olduğu kadar çocuklarında maneviyatlarına zarar verdiklerinin farkında bile değiller. "Kim bir kavme benzerse, onlardandır" (Ebu Davud) buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v); bir müslümanın hiç kimseye benzemeyeceği ve bir müslümanın taklit eden olmayacağını bu hadisiyle bize çok güzel ifade etmektedir. Yılbaşı kutlamalı büyüklerin olduğu kadar okuldaki çocuklarında gündemini meşgul etmektedir. Eskiden çocuklar, yılbaşını sadece tatil olarak algılayıp konuşurlarken son zamanlarda kutlamalar şeklinde davranışlara dönüştüğünü görmekteyiz. “Biz bu yıl yılbaşını …… kutlayacağız. Biz yılbaşında …. gideceğiz. Biz yılbaşı için şunu aldık. Yılbaşında şunu yapacağız bun yapacağız….” diye başlayan cümleler, çocukların en çok kurdukları cümlelerin başında gelmektedir. Oysa hepimizin çoban olduğu ve yakıtı sadece taş olan cehennem olanı ne kadar çok çabuk unutuyoruz. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim Süresi–6) “Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.” (Müslim) Çocukların bu konuşmalarından da anlaşılacağı üzere yılbaşı kutlamaları aileler tarafından da normal karşılanmakta ve çocuklara o şekilde ifade edilmektedir. Bunun sonucunda da çocuk başkasına benzeme ve onların değerlerini benimseme adına yapılan 64 Aralık 2010 yılbaşı kutlamaları müslümanlarında yapabileceği normal bir faaliyet olarak algılamaktadır. İleri yaşlarda çocuklar bunu biraz daha abartarak bunu dinin diğer değerlerine de genelleyerek farklı yaşam tarzlarına girmesine neden olacaktır. Buda kişini telafisi mümkün olmayan maneviyat tahriplerine sebep olmaktadır. Peki, yılbaşı kutlamalarının çocukları etkilememe adına neler yapılmalı? 1.Başta anne babalar yılbaşı kutlama konusunda çocuklara model olmaktan kaçınılmalı. 2.Yılbaşı kutlama konusunda ailenin plan ve proğramı olmamalı. 3.Çocuklar için yılbaşı tatili pekiştireç olacaksa bunlardan kaçınılmalı. 4.Çocuklar için önemli olan memleket, anneanne, babaanne… gibi ziyaretleri yılbaşıyla özdeşim kurdurmaktan kaçınmalı. 5.Yılbaşı tatilini normal bir tatilmiş gibi algılanıp o şekilde değerlendirilme konusunda çocuklara model olmalı. 6.Yılbaşı kutlamaları konusunda ailenin özendirici konuşma ve davranışlardan kaçınılmalı. Müslümanları bayramları hakkında çocuklar bilgilendirilmeli. 7.Yılbaşının gerçek hikâyesi araştırılıp dinimiz ve kültürümüzle bağlantısı olup olmadığı konusunda çocuklarla bilgi paylaşımı yapılmalı. 8.Çocuklara toplum tarafından öğretilen yılbaşı yanlışlıkları hakkındaki zihnindeki sorular onların anlayacağı şekilde cevaplandırılmalı. 9.Yılbaşı gecesi mümkünse televizyon seyretmemeli ve seyredilecekse de yılbaşı kutlaması yayınlamayan kanallar seyredilmeli. 10.Peygamber Efendimizin “Kim bir kavme benzerse, onlardandır" (Ebu Davud) hadisinin yılbaşıyla bağlantısı konusunda ailecek sohbet edilmeli. Aralık 2010 65 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Muhabbetin Alametleri Heyhat! Nerede sevgi? Katkısız sevgi nerede? Sevginin hakikatleri nerede? Sevgiyi hak edenler nerede? O’nu seven kimse bir an olsun O’ndan ayrı kalmaya dayanamaz. Aşık, gündüzün insanlar arasında tek başına dolaşan bir gariptir. Gözleri tek ve bir olan sevgilisine kavuşma ümidiyle ışık saçar. Peygamber Muhammed (sav) beraber Tanrı’ya yürüyen o kutlu kervana ne mutlu! Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre Resulullah (sa) Efendimiz şöyle buyurdular: “Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. Can kulağıyla dinleyiniz! Size öyle bir şey bildiriyorum ki, onu işlediğiniz takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda selamı (güveni) yayınız, birbirinizden salim olunuz, herhangi bir süretle biriniz diğerinizden zarar görmesin!” Bu hadis-i şerifleri ile peygamber efendimiz (sa) Müslüman kardeşlerine karşı nefsin tavır değiştirmesi durumunda nefsi zapt etmeyi, onun tahriklerini kökünden kazımayı ve gayret nalınıyla başını ezmeyi emretmektedir. Bizleri imanın direği saydığı samimi muhabbetle yükümlü tutmuştur. Allah Teala, en hayırlı muallim efendimiz (sa) aracılığıyla bize, selamı yaymanın muhabbeti doğuran bir davranış olduğunu öğretti. Ehl-i hakikat, ehl-i batılla imtihan edilir. Ancak hakikat ehlinin gayeleri, Cenab’ı Allah’a dayanıp güvenmeleri neticesinde Hak’tan sapmaz. Ey oğul! Allah’ın dünyayı yarattığını ve burayı meşakkat diyarı tehlike ve kötülüklerin mekanı eylediğini bil! Sonra iyilerle kötüleri, muhabbet ehliyle gaflet ehlini birbirine karıştırdı. Onları kâh rahatlık halinden sıkıntıya, kâh sıkıntı halinden rahatlığa evirip çevirdi. Bunun hikmeti, kim sıkıntı zamanında, kim rahatlık zamanında, kim nimeti vereni görerek, kim de nimeti görerek ibadet ediyor, bunları açığa çıkarmaktır. Allah Teala, bir ayette şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki; kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” Bir rivayette; “Altın ateşle, hakiki kul bela ile anlaşılır!” denilmiştir. Allah’ın Salih kullarını imtihan etmesinde ki hikmet, onların gönüllerinde yatan iddialarında samimi mi, yalancı mı olduklarını ortaya çıkarmaktır. Böylece sıdıkların derecesi ve diğerlerinin rezilliği meydana çıkar. İşte bu yüzden bir hakim, görünenin aksine olsa dahi davalı şahsın 66 Aralık 2010 bildiklerini dinlemeden, iddianın doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında hüküm vermez. Allah Teala şöyle buyurur: “Elif.Lam.Mim. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman Ettik” demeleriyle bırakılıverceklerini mi sandılar?” “O halde (Resulum), Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret…” “(Bunlar) hakkı gerçekleştirmek ve batılı ortadan kaldırmak içindi…” Alimler nimet zamanın da ve sıkıntı zamanın da ibadet etmek hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bazıları, nimetler içinde Hakka ibadet eden kimsenin, nusibetler içinde Hakka ibadet edenden üstün olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre, şükür makamı sabır makamından üstündür. İşte bu sebeple nimete şükür boş vakitte, belaya sabır ise meşguliyetler arasında yapılan bir kulluktur. Geniş ve boş vakitte Allah’a ibadet edenle, sıkıntılarla meşgul bir halde Allah’a ibadet eden aynı değildir. Bazı alimler ise tam aksine belanın bol olduğu zamanlarda ibadet edenin daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Delil olarak da Peygamberlerin mertebelerinin bütün insanlardan üstün olmasına rağmen, Allah’ın onların hepsini türlü bela ve musibetlerle imtihan etmesini göstermişlerdir. Peygamber efendimiz (sa)’de, bu hakikati şöyle dile getirmiştir: “En şiddetli musibetlere uğrayan insanlar, Peygaberlerdir.” Kafirlerin çoğu türlü nimetler içinde yaşadıkları halde, Allah’ın nazarında mahlukatın en değersizleridir. Perdelerin arkasından Hakkı arayanla önünde perde olmadan Hakkı arayan bir olmaz. Şakir (şükreden) Hakkı perdelerin arakasından, sâbir(sabreden) ise önünde perde olmadan Hakkı arar. Şakir nimetlerden ötürü nefsinde duyduğu hazla Hakka ibadet eder. Sâbir ise Rabbinin sevgisiyle O’na ibadet eder. Şakir, sahip olduklarıyla övünür, guru duyar. Sâbir ise, sahibiyle övünür. Şakirin nefsi nimetlerle doludur. Sâbirin kalbi, nimetin sahibiyle doludur. Şakir: “Bunca nimete sahip olduktan sonra, başıma gelene aldırmam!” der. Sâbir ise: “Nimetin sahibi benimle beraber olduktan sonra, başıma gelene aldırmam!” der. Allah Teala, bu hususlara Kuran’da şöyle işaret etmiştir: o sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman, “Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” derler. Allah şükreden kuluna, sabreden kuluna vereceği nihayetsiz ecri değil, nimetini arttırmayı vaad etmiştir. Nitekim “… Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir.” ve “… Allah sabredenleri sever.” Buyurmuştur. Allah Teala peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiştir: “Ben, Ümmü’l Kitap’ta şöyle takdir ettim: sevdiğim kulumu belaların hedefi yapar, ona fakirlik elbisesi giydiririm.” Aralık 2010 67 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] KİMİN İZİNİ TAKİP EDİYORSUNUZ? Sevgili arkadaşlar, çevremize şöyle bir baktığımızda insanların fiziki görünüş ve davranış olarak farklılıklar gösterdiğini görmekteyiz. Saç modelleri, farklı kılık-kıyafetler, konuşmalar, eğlenceler.. Peki, neden bu farklılıklar var? Hiç düşündünüz mü? Benim gibi sizin de ilginizi çektiğini düşünerek gözlemlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Herkesin beğendiği ve model aldığı birileri vardır. Kişi model aldığının izinden gider, onun gibi yürümeye, giyinmeye, konuşmaya çalışır. “ Siz kimi model veya örnek alıyorsunuz? diye sorsam ka- fanız karışır mı? Bence biraz karışır. Neden mi? Çünkü; o kadar model sunmaya çalışılıyor ki çokça televizyon izleyenlerin kafasının karışmaması mümkün değil. Öyleyse gerçek örneği nasıl bulmalıyız? Kimin izini takip etmeliyiz? İşte bu sorumuzun cevabını Allah-u Teâlâ vermektedir: "Rasûlullah'ta sizin için güzel örnek vardır." Müslümanların yemesiyle, konuşmasıyla, davranışlarıyla örnek alması gereken, peygamber efendimizdir. Peygamberimizin çocukluğu ve gençliği temiz ve iffetli bir şekilde geçmiştir. Peygamberlikten sonra nasıl bir ahlâka sahipse, kırk yaşından önceki hayâtı da öyle temiz ve nezihti. Halbuki gençlik yıllarını geçirdiği Mekke şehri, o zamanlar o kadar karışıktı ki Mekkeliler arasında yaşayıp da cahiliye çirkinliklerine bulaşmamak âdeta mümkün değildi. Dolandırıcılık, hile, aldatma, hak yeme, verdiği sözde durmama, hıyanet, ahlaksızlık eksik olmuyor, çok basit bir iş gibi görülüyordu. Peygamberimiz bu kötü yollara hiç bulaşmadan gençliğini yaşamıştır. Bugün de cahiliye döneminde olduğu gibi insanlara kötü davranışlar güzelmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Televizyonlarda filmlerin, dizilerin konusu saygısızlık, ahlaksızlık, kötü alışkanlıklara özenti, bazı kanallar haricinde ahlak ve maneviyatla ilgili hiç film yok. İşte biz de bu tehlikelerden kurtulabilmek için peygamber efendimizin hayatını iyi bilip onun gibi yaşamalıyız. En güzel örneğin izinden gidebilmek temennisiyle. Saatler Geri Alınıyor Dursun, saatlerin geri alınacağını duyunca, evdeki saatleri toplayıp Saatçi Temel’e gider: - Ula Temel, saatler geri alınacakmış. Biz de evdeki saatleri senden satın aldığımız için sana getirdik. Bunları geri alacaksun da. Temel kendinden emin bir şekilde: - Öyle yağma yok. Ben de duydum ama, sadece 1 saat geri alınacakmış. 1 tanesini alırım, diğerlerini almam. 68 Aralık 2010 BULMACA 1-Mekke şehrinde Mescid-i Haram'ın ortasında taştan yapılmış dört köşe bina. Haccın sebebi ve bütün müslümanların kıblegâhı, yeryüzünde yapılmış olan ilk mukaddes mabet. 2-Allah’a yaklaşmak ve Allah’ın (c.c) rızasına ermek niyetiyle kesilen hayvan. 3-Hacer-i Esved köşesinden veya hizasından başlayarak Kâbe’nin etrafında yedi defa dönmek 4-Hac’da Arafat dağında bir miktar durmak. 5-Kâbe’yi ve diğer mukaddes mekânları belirli bir zaman içinde ziyaret etmek. 6-Allah’ın (c.c) emriyle oğlunu kurban eden peygamber. 7-Allah’ın (c.c) emriyle babası tarafından kurban edilen peygamber. 8-Hac ve umrede "Safa" tepesinden başlayarak "Merve" ye dört gidiş, Merve’den Safa’ya üç dönüş olmak üzere bu iki tepe arasındaki gidiş-geliş. 9-Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe'nin yapıldığı yer. 10-Hac ya da umre yapmaya niyet eden kişinin, başka zamanlarda işlemesi mübah olan bazı fiil ve davranışları, belirli bir süre kendisine haram kılması, yasaklamasıdır. Bürünülen havlu ve benzeri türden dikişsiz kıyafet. Cevaplar: 1. Kurban 2. Kâbe 3. Tavaf 4. Vakfe 5. Hac 6. İbrahim 7. İsmail 8. Say 9. Arafat 10. İhram GÜLÜCÜK 1- Fotoğraf makinesi sahibine ne demiş? 2- Şehirden şehre koşarım, köyden köye giderim fakat hiç hareket etmem. 3- Denizler gerçekte mavi boya olsaydı ne olurdu? 4- Temel her şimşek çaktığında saçını başını düzeltiyormuş. Niçin? 5- Termometrenin düşmesi neyi gösterir? Cevaplar: 1- Yeter Çektiğim! 2- Yol 3- Mavi boya sudan ucuz olurdu. 4- Fotoğrafının çekildiğini sanıyormuş 5- Çivinin iyi çakılmadığını Aralık 2010 69 ENES BİN NADR ava adamı olmak, bir davaya gönül verip bu yolda her şeyini feda edebilmek, ölmek var dönmek yok deyip, canını malını hiç tereddüt etmeden Allah yolunda vermek, en güzel ticareti yapmak. İşte sahabenin hayatı buydu. İki kelimeden ibaretti, amenna vesaddakna. D Hatice FURAN "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda alinan herhangi bir yara kiyamet gününde ayni sekilde görülecek. Rengi kan renginde ve kokusu misk kokusunda olacaktir." 70 İşte bu mübarek sahabeden Enes bin Nadr Hicretten on yıl önce (612) doğmuş, 10 yaşından itibaren Hz. Muhammed (sav)'e hizmet etmiş ve vefatına kadar onun yanından hiç ayrılmamış bir kahraman mücahiddir. Bu birliktelik sayesinde en çok hadis rivayet eden sahabilerden biri olmuştur. Hz. Muhammed(sav) Mekke'den Medine'ye göç ettikten sonra sahabeler ona hediyeler veriyordu. Bir kadın sahabe de çok fakir olduğu için verecek bir hediye bulamamıştır. Bunun üzerine 10 yaşındaki oğlunu vermeye karar vermiştir. bu teklifini bildirmiş ve o da olumlu yanıt vermiştir. O günden sonra Enes Hz. Muhammed(sav)'ın yanından hiç ayrılmamıştır ve ona en yakın isimlerden biri olmuştur. Enes bin Nadr, Bedir Savaşı'na katılamayan bir sahabi idi. Bunun acısını yüreğinde duyuyordu. İslam'ın bu, ilk ve önemli büyük olan savaşına katılamadığından dolayı kendini kınıyordu. Bedir gibi bir savaşta Allah’ın nebisinin yanında olamamak o büyük sahabenin Enes bin Nadr’ın yüreğinde kor olur, alev alır ateşlenir. Der ki bundan sonra yapılacak ilk savaşta Allah c.c. benim ne yapacağımı görecek. Başkada bir şey demeyecektir. ÖyAralık 2010 lesine bir sözdür ki bu. Yüreğin sızısıdır. Mücadele aşkının,cihad sevdasının tercümanıdır. Küfre olan öfke ile küfrün karşısında müminlerle omuz omuza savaşamayışın acısını en derin şekilde hissettirir. Uhud o zorlu gün. Meydanda yiğitlerden bir yiğit Enes bin Nadr vardır.Yiğitçe.mertçe,kahramanca dalar savaşın ortasına. Ölümü korkusuzca beklemek bu olsa gerek. Ölüm bir son değildir onlar için.Bir başlangıçtır.Hem de sorunsuz,dertsiz,tasasız bir hayatın başlangıcı.Necip Fazıl’ın dediği gibi. Kalkılır bir yerde, kalır oyuncak, Kurgular biter. Ölüm... O geldi mi ne var korkacak? Korkular biter. Ve savaş kıyasıya devam etmektedir, durum İslam ordusunun lehine görünmekte ve düşman ordusu dağılıp kaçışmaktadır.Okçular tepesini deki sahabeler zafer kazanıldı deyip unutunca peygamberin “etlerimizi kuşların yediğini de görseniz terk etmeyeceksiniz yerinizi” emrini, Halid bin Velid (r.a.) in kumanda ettiği Mekkeli süvariler hareket eder Müslümanların üzerine. Bunu görünce kaçan müşriklerde geri döner ve İslam ordusunu iki ateş arasında sıkışır kalır. Resulullah bu kargaşada bir ara korumasız kalır. Mübarek dişleri kırılır. Birden sahabeyi sarsan o kötü haber yayılır ortalığa. (Resulullah şehit oldu diye.) Oysa şehit düşen Resullullah’ın yerine bedenini siper eden Musab bin Umeyr’dir. Müslüman safları dağılınca, -arkadaşlarını kastederek- «Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı sana özür beyan ederim.», müşrikleri kastederek de «Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu bildiririm.» deyip ilerler Enes bin Nadr, Sa'd bin Muâz'la karşılaşır ve: -Ey Sa'd! İstediğim cennettir. Ka'be'nin Rabbi'ne yemin ederim ki Uhud'un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum, der.. Sa'd daha sonra olayı anlatırken; «Ben onun yaptığını yapamadım, ya Resûlallâh!» demiştir. Savaş meydanında,İslam ordusun saflarında bir üzüntü,bir kırıklık,bir acı vardır.Rasulullah ın şehadet haberini gerçek sanır sahabe. Hz. Ömer, ensar ve muhacirden daha birçok yiğit bu haberin ardından ne yapacağını bilmez bir halde olduğu yerde kalakalır. Enes bin Nadr görünce onların bu halini sorar, ne oldu size diye. Resulullah öldü derler. Bunu duyunca O, şu eşsiz sözü söyler; Kahraman sahabe Enes Bin Nadr öyle bir söz söyler ki,tüm sahabenin yüreği titrer.Onların üzerinde Aralık 2010 ki rehavet,bir anda yerini cesarete bırakır.İşte tam bu anda ne demiştir Enes bin Nadr.Ne demelidir ki yaralı yüreklere ferahlık,kırık gönüllere dayanak,hüzünle tireyen yüreklere cesaret olsun.Sizce Enes bin Nadr ne demiştir? İşte kahraman sahabenin serlevha sözü: O’nun öldüğü yerde siz niye yaşıyorsunuz. Öyleyse kalkın ve O’nun gibi siz de ölünceye kadar savaşın der. Savaşın içine korkusuzca dalar gider. Savaş bitmiştir. Savaş meydanında gözleri müşrikler tarafından oyulmuş, kulakları ve burnu kesilmiş bir kişi yatmaktadır. Vücudunda seksenden fazla yara vardır. Kılıç, mızrak ve ok yarasıdır. Bakanların tanıyamacagı bir haldedir. Enes bin Nadr’dır. Ona ve Onun gibi olanlara müjde olan bir ayet vardır: "Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. Onlardan kimi adağını yerine getirdi(şehit oldu), kimi de bunu bekliyor. Onlar hiç bir şekilde ahidlerini bozmadılar"(Ahzab/23) Enes bin Nadr’ın kız kardeşi yaklaşır şehit bedeninin yanına, parmak uçlarına bakar ve tanır bu şehit Enes bin Nadr’dır. Her yara bir şahit olur, Uhud şahit olur, akan her damla kan şahit olur, yer ve gök şahit olur Enes bin Nadr’a. Şahadet ile koşar Âlemlerin Rabbinin huzuruna. Allah(cc) huzuruna en güzel şekilde varanlardan eylesin bizi. Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir. AHZAB:23 Resulullah (s.a.s.) mealen söyle buyurmaktadir: "Allah (c.c.), yolunda cihad için çikan kimseye kefildir. Kim sadece benim yolumda cihad etmek ve bana iman ettigi ve peygamberlerimi tasdik ettigi için evinden ayrilirsa, bu kimse onu cennete koyacagimi veya elde edecegi mükafatiyla evine çevirecegimi garanti etmis olur." "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda alinan herhangi bir yara kiyamet gününde ayni sekilde görülecek. Rengi kan renginde ve kokusu misk kokusunda olacaktir." (Buhari, Müslim) Can verenin uğrunda ,canı hiç tereddüt etmeden vermeyi bilmek.Hem vakdi,hem nakdi,hem bedeni fedakarlık yapabilmek Allah c.c.c yolunda.İslam ın ,cihad ın, şehadetin lafını, edebiyatını değil fedakarlığını omuzlamak.Yani ENSAR olmak,bir ENES, bir HAMZA yürekli olmak .VESSELAM 71