KUTLU DOĞUM HAFTASI “HZ. PEYGAMBER VE İNSAN ONURU

advertisement
KUTLU DOĞUM HAFTASI
“HZ. PEYGAMBER
VE İNSAN ONURU”
SEMPOZYUMU
(19-21 NİSAN 2013)
KONYA
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI / 1044
İLMİ ESERLER: 165
Tashih:
Sedat MEMİŞ
Hacı Duran NAMLI
Grafik & Tasarım:
Abdullah PAÇACI
Baskı:
Kalkan Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
(0312) 341 92 34
1. Baskı Ankara 2014
ISBN
2014-06-Y-0003-1044
978-975-19-6234-8
Sertifika No: 12930
Eser İnceleme Komisyonu Kararı
15.07.2014/34
© Diyanet İşleri Başkanlığı
İletişim:
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Basılı Yayınlar Daire Başkanlığı
Tel: (0 312) 295 72 93 - 94
Faks: (0 312) 284 72 88
e-posta: [email protected]
2- TASAVVUFI HALK EDEBIYATI ÜZERINDEN İNSAN
ONURU KAVRAMINI OKUMAK
Şerife Nihal ZEYBEK1
Onur sözlükte, “insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, haysiyet, izzet-i nefis”
gibi anlamlara gelmektedir. (TDK Sözlük) İslami anlayışa göre her insan onur sahibi
olarak yaratılmıştır ve yaşamını bu doğrultuda sürdürmesi beklenmektedir. Kendi onurunu ve diğer insanların onurunu korumak İslami bir gerekliliktir. Bu çalışmada insan
onuru kavramı tasavvufi halk edebiyatı üzerinden ele alınmaya çalışılacaktır.
Halkımızın İslam dinini öğrenmesi ve yaşaması hususunda tasavvuf önemli bir
yere sahip olmuştur. Halka ahlaki öğretileri ve tasavvufi erkânı öğretme çabasındaki
zatlar, aynı zamanda tasavvufi halk edebiyatının meydana gelmesine vesile olmuşlardır.
Anlaşılır, sade bir dille, kısa ama özlü sözlerle halkın aklına ve gönlüne yerleşmeyi başarmışlardır. En yüksek ve müşkül tasavvufi ve felsefi telakkîleri halkça anlaşılabilecek
kadar basit ve millî bir şekilde dile getirmişlerdir. ( Köprülü, s. 335)
İnsan, onur sahibi olabilmek için öncelikle kendine ve çevresindekilere değer
vermelidir. Değer vermesi için de, evvela kendi mahiyetini, Allah’ın kendisine verdiği
lütufları bilmesi lazım gelir. Bu çalışmada genel olarak İslam’ın özel olarak ise tasavvufun insana verdiği değer, tasavvufi halk edebiyatı ürünleri üzerinden ortaya konulmaya çalışılacaktır. Tasavvufî anlayışta insanın kıymeti ve insan onuru önemli bir yer
tutmaktadır. Tasavvufun amacı insan-ı kamile ulaşmaktır. İnsan-ı kamil, sözü, işi, huyu
ve bilgisi iyi; Allah’ın yeryüzündeki halifesi konumunda olan, olgun insandır. (Uludağ,
s.188) Allah insanı mükemmel bir yaratılışla yaratmıştır. Fakat çoğu zaman insanlar
kendilerindeki cevherden bîhaber davranmakta, insani değerlere aykırı düşünce ve
amellerle kendi değerlerini düşürmekte, onurlarını zedelemektedirler. Tasavvuf yolu,
insana gerçek değerini öğretmekte, onurunu koruyarak yaşaması için ona rehberlik
yapmaktadır.
1
Kur’an Kursu Öğreticisi, Altındağ-Ankara.
430
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
Bu çalışmamızda insan onuru kavramı tasavvufi halk edebiyatının önde gelen
temsilcilerinden Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre, Ümmî Sinan, Aziz Mahmud Hüdayî, Sunullah Gaybî, Hacı Bektaş-ı Veli, Âşık Ruhsati’nin eserlerinin yanı
sıra İslami edebiyat alanında öne çıkan diğer manzum ve anonim eserler üzerinden
değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Yunus Emre, tasavvufi halk edebiyatı denilince ilk akla gelen isimdir. Yunus
Emre’nin 13. yüzyılın son yarısı ile 14. yüzyılın başlarında yaşamış bir derviş olduğunu
göz önünde bulundurursak, Yunus’un kendinden sonra yaşamış pek çok mutasavvıf
şaire örnek teşkil ettiğini ifade edebiliriz. (Köprülü, s. 261) İslamı özümsemiş bir derviş
olan Yunus Emre, İslam’ın insana bakışını en güzel anlatan mutasavvıf halk şairlerinin
başında gelmektedir. Yunus’un gözünde bütün mahlukat Allah’ın eseri olması bakımından değerlidir. Yeryüzü, gökyüzü, bitkiler, hayvanlar ve insanlar Allah’ın yarattığı
mahlukattan olup, Allah’ın esmasının tecelligâhı olmaları hasebiyle kıymetlidir. Mademki Yüce Allah değer verip yaratmıştır, biz insanların da bütün yaratılmış varlıklara
kıymet vermesi gereklidir. Yunus Emre bu hususu “Yaratılanı sevdik Yaratan’dan
ötürü.” diyerek çok güzel özetlemiştir.
Tüm yaratılmışların ayrı ayrı değerli olmasının yanı sıra, mahlukat arasında insanın özel bir yeri vardır. Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “… Biz, hakikaten
insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık… Yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan
cidden üstün kıldık.” (İsra, 17/70) İnsanın diğer yaratılmışlardan üstün olduğunu
Rabbimiz bizzat belirtmiştir. Zira âlemdeki diğer tüm varlıklar insanoğluna hizmet
etsin diye yaratılmıştır. 17. yüzyıl mutasavvıf şairlerinden olan Ümmî Sinan, şiirleriyle çevresini aydınlatmıştır. Halvetiyye tarikatının şeyhi olan Ümmî Sinan, Niyazi-i
Mısri’nin de şeyhi olması hasebiyle meşhurdur. (Bilgin, s. XIII) Ümmî Sinan, insanın
mevcûdât içerisindeki yerini şöyle dile getirmiştir:
On sekiz bin ’âlemin sen Hâlikısın bî-gümân.
Suretim insan yaratdun cümleden nusret budur.
(Ümmî Sinan, 42/7)
Bütün âlemin yaratıcısı olan Yüce Allah, bizleri insan olarak yaratmış ve bizi
kendine muhatap olarak kabul etmiştir. Bu muhataplık insanoğluna, Allah’a yar olma
yolunu açmaktadır. Allah’a yar olma makamının, mevcudat içinde insana verilmesi ise
Rabbimizin insanlara olan rahmetinin en güzel örneklerindendir.
Padişahım sen bizi var eyledün hikmet budur.
Kudretinle kendüne yâr eyledün rahmet budur. (Ümmî Sinan, 42/1)
17. yüzyılın önde gelen isimlerinden Aziz Mahmud Hüdayî (1541-1628) müridlerine şiir yoluyla ulaşan mutasavvıflardandır. Dönemin padişahlarıyla yakından
431
Altıncı Oturum
iletişim kuran Hüdayî, sade ve hikemi içerikli tekke şiirleri kaleme almıştır. (Artun
s. 287-288) Mahmud Hüdayî, insan olarak yaratılmayı, Allah’ın fazlı ve lütfunun bir
neticesi olarak görmüştür. İnsan olmanın aynı iman sahibi olmak gibi önemli bir değer
olduğunu belirterek buna şükredilmesi gerektiğini şu şekilde ifade etmiştir:
Fazlıyla insan eyledi
El-hamdüli’llahi’l Kerim
Envâ’-ı ihsan eyledi
Eş-şükrü li’llahi’Rahîm. ( Hüdayî, 209/1)
Kulların lutfunla insan olduğu
Hep senin fazlınla ihsanınladır.
Ehl-i İslam ehl-i iman olduğu
Hep senin fazlınla ihsanınladır.
(Hüdayî, 215/1)
İnsan bedeni, Allah’ın muhteşem yaratış sanatının başında gelmektedir. Bütün
insanlarda var olan el, ayak, dil, dudak gibi uzuvlar gaflet nazarıyla bakıldığında sıradan
gibi gözükmektedir. Halbuki bu uzuvlara tefekkür nazarıyla bakılırsa, alınacak çok ibretler vardır. Mahmud Hüdayî, bir dörtlüğünde insan bedenine şöyle dikkat çekmektedir:
Nedir bu ellerle ayak
Nedir bu dillerle dudak
Aç gözün ibret ile bak
Âlem temâşâ-gâh imiş. ( Hüdayî, s. 498)
Dilin konuşması, kulağın işitmesi, ellerin işlevi Allah’ın en büyük mucizelerindendir. Mucizeyi dışarıda aramaya gerek yoktur. Her insan kendi bedeninde Allah’ın
eşsiz yaratma sanatını müşâhade edebilmektedir. Yüce Allah her insanı tek tek değerli
kılmış, her bir bireyi farklı bedeni ve ruhi özelliklerde yaratmıştır.
Akıl gel beri gel beri
Gir gönüle nazar eyle.
Görür göz işitir gulak
Söyler dile nazar eyle.
Baştır gövdeyi götüren
432
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
Hayat menzile yitiren
Türlü maharet bitiren
İki ele nazar eyle.
(Rep. No: 2110)
Her kulun Allah’ın katında özel bir yeri vardır. Yüce Allah her kuluyla tek tek
alakadardır. Bütün insanlar maddi manevi makamları nasıl olursa olsun ’Allah’ın kulu’
olma ortak paydasında buluşmaktadırlar. Ne büyüğün küçüğü, ne de erkeğin, bedeni
güç olarak kendinden daha zayıf yaratılışta olan, kadını ezmeye hakkı vardır. Çünkü
bütün insanlar yaşları, cinsiyetleri, ırkları ne olursa olsun Allah’ın kuludur. Aziz Mahmud Hüdayî bunu şöyle dile getirmiştir:
Hep Hakk’ın kullarıdır küçük büyük erkek dişi
Hikmet-i Mevlâ’da olmakdır kul olanın işi ( Hüdayî, 137/3)
Her bir insan, Allah tarafından yaratılmış olması hasebiyle kıymetlidir, saygıdeğerdir. Hiç kimsenin kendi fizikî güzelliğiyle gururlanma ve bir başkasını küçük görme
hakkı yoktur. Zira kimini kiminden güzel yaratan Yüce Allahtir. Kur’an’da başkasını
küçük görmenin ve alaya almanın yanlışlığı şöyle ifade edilmiştir: “… Bir topluluk
diğer topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyilerdir…”
(Hucurat, 49/11) Bunun idrakinde olan halkımız, kendisini beğenmeyen sevdiğine
türkülerle şöyle seslenmiştir:
Suya gider su doldurur dereden
Yiğidin kısmetin verir Yaradan
Seni beni bir Allahtir yaradan
Gel kız büyüklenme güzelim deyu. ( Rep. No: 240)
Beni kara diye yerme
Mevlâm yaratmış hor görme
Ela göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi. ( Rep. No: 107)
Gardaş beşikte seni
Nenen donatmadı mı
Seni yaradan Mevlâ
Beni yaratmadı mı. ( Rep. No: 3830)
433
Altıncı Oturum
Yüce Allah insanı topraktan yarattığını Kur’an-ı Kerim’de bildirmiştir. (Âl-i
İmrân, 3/ 59; Hûd, 11/61; Tâ-Hâ, 20/55; Hac, 22/5; Fâtır, 35/11; Necm, 53/32)
Aynı hammaddeden yaratılmış olan insanın bir başka insanı hor görmesi, dışlaması
uygun değildir. Bu konuda halkın duygularına tercüman olmuş halk sanatçılarından
Âşık Veysel şöyle demiştir:
Beni hor görme gardaşım
Sen altınsın ben tunç muyum.
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben saç mıyım.
( Rep. No: 3064)
Herkes aynı topraktan yaratıldığına göre kimsenin kimseyi küçük görme hakkı
yoktur. Allah’ın kıymet verdiği insana, kullar da kıymet vermeli, insan onurunu incitecek davranışlardan sakınmalıdır. Sun’ullah-ı Gaybî, 17. yüzyıl mutasavvıf şairlerindendir. Asıl adı Sun’ullah b. Ahmed olan mutasavvıf, eserlerinde Gaybî mahlasını
kullanmıştır. (Kemikli, s. 3) Gaybî kimsenin gönlünü kırmamak gerektiğinin üzerinde
durarak, gönül yıkan kimsenin perişan olacağını belirtmiştir.
Erenlere hor bakma
Sakın ber-bad olursun.
Gönüllerini yıkma
Sakın ber-bad olursun.
( Gaybî, 87/1)
Başkalarını küçük görmenin kötülüğünü dile getiren Gaybî bu dörtlüğün devamında ise insanın kendine değer vermesini öğütlemektedir. ’Kendini hiçe sattırma’
yani kendi değerini bil, başka insanların sana değerinin altında muamele etmesine
izin verme, onurunu koru demektedir. İnsan gönlünü sırçaya (cam, şişe) benzetmekte,
kimsenin senin hasas kalbini kırmasına müsaade etme demektedir:
Kendün hiçe satdurma
Şırçayı ufatdurma
Kahr okını atdurma
Sakın ber-bad olursun. ( Gaybî, 87/5)
Başkalarına saygılı olmanın temelinde insanın kendisine saygı duyması vardır.
Kendine saygı duymaktan maksat, benmerkezci bencilce bir anlayış değildir. Kendine saygı duymak, kendini hatasıyla sevabıyla tanımaya çabalamak, eksik yönlerini ve
nefsânî özelliklerini takviyeye çalışarak, olgun bir insan olma yolunda ilerlemektir. Nasıl
434
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
ki ’Asaf ’ gibi bir vezirin kıymetini ancak ’Hz. Süleyman’ gibi bir hükümdar anlayabilir.
Aynı şekilde insanın değerini de ancak tam manasıyla ’insan’ olabilen kimseler anlar.
Asaf’ın miktarını bilmez Süleyman olmayan
Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan (Rep. No: 460)
İslam dini, insanın fıtratıyla tam olarak uyumludur. İnsanı yaratan Allah, onun
hangi kurallar çerçevesinde yaşamını sürdüreceğini de İslam ile bildirmiştir. İlahî sınırlar bize insanca bir yaşam için zemin hazırlamaktadır. İslam üzere yaşayan birey,
aynı zamanda insan onuruna uygun bir yaşam da sürecektir. İman bireyi onur kırıcı
davranışlardan men etmektedir. Bu sebepten İslami gelenekte iman, büyük bir nimet
olarak kabul edilmiştir. Bu hususu Bediüzzaman “İman insanı insan eder, belki insanı
sultan eder.” diyerek veciz bir şekilde ifade etmiştir. Yine iman nimeti hakkında bir
Erzincan türküsünde şöyle denmektedir:
Ey erenler akıl fikir eyleyin
Dağlara da duman ne güzel uymuş.
Yaradan Allah’a şükür eyleyin
Mümine de iman ne güzel uymuş. (Rep. No: 02189)
İnsana yakışır şekilde ’insan’ olmak için, sadece bedeni manada insan olmak yeterli görülmemektedir. İnsanlık haysiyetine yakışmayan davranışlar, kişiyi insanlıktan
çıkarabilir. Kişinin insanlık onurunu koruması adına burada devreye ’iman’ kavramı
girer. İmanın insanı insan eden bir hüviyette olduğunu Mevlana şöyle ifade etmiştir:
Eğer Âdem evladı, suretle insan olsaydı,
Hz. Ahmed Efendimizle Ebe Cehil bir olurdu. (Mevlana, 1012)
Âşık Ruhsati (1835-1911) asıl adı Mustafa olan, Sivas’ın Deliktaş köyünde yaşamış, Nakşıbendi tarikatına mensup bir köy âşığıdır. (Kaya, s. 5-30) Çevresinde ’Hak
âşığı’ olarak bilinen Âşık Ruhsati, insanın topraktan yaratılması ve Allah katındaki
değeri hakkında şu dörtlükleri dile getirmiştir:
Seni bir ruhtan yarattı
Lâilahe illallah de.
Sen hâk idin insan etti
Lâilahe illallah de.
Vechine vechin benzetti
435
Altıncı Oturum
Kur’an’da böyle medhetti
Ehl-i iman bin şükretti
Lâilahe illallah de. ( Ruhsati, s.123)
Erzincan yöresine ait bir türkümüzde insanın yaratılışı:
Hak beni yaratdı adem
Nur verdi kendi nurundan.
( Rep. No: 1190)
Şeklinde dile getirilmiştir. Burada Allah’ın ruhu ’nur’ olarak tanımlanmakta ve
insanda da bu nurdan bulunduğu ifade edilmektedir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de
insana kendi ruhundan üflediğini buyurmaktadır. (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) Bu bilgi,
Allah’ın insana verdiği değeri göstermesi bakımından oldukça önemdir. Ruhun kaynağı
Hakktir, bundan dolayı ruh ölümsüzdür.
Yüce Allah, ilk insan olarak Hz. Âdem’i yarattığında, meleklerin ona secde etmesini emretmiş, melekler de bu emri yerine getirmiştir. (Bakara, 2/34; A’râf, 7/11; İsrâ,
17/61; Kehf, 18/50; Tâ-Hâ, 20/116; Hicr, 15/30; Sâd, 38/73) Bu hâdise insanın diğer
mahlukat arasındaki konumunun tayin edilmesi ve değerinin gözler önüne serilmesi
bakımından manidardır. Gaybî, insanoğlunun bütün mahlukatın kıblesi olduğunu söylemiş ve buna delil olarak da meleklerin insana secde etmesini sunmuştur. Madem ki
melek gibi nurani varlıklarlar dahi insana secde etmiştir, öyleyse diğer varlıkların da
secde etmesinde bir beis görülmez. Gaybî, ‘Ey insan, sen on sekiz bin âlemin kıblesisin, zengini fakiri, padişahı dilencisi bütün mahluk seni karşılar, sana hürmet eder.’
demektedir:
Kıblesisin on sekiz bin ’âlemün ey zât-ı pâk
Sana istikbâl iderler cümle-i şâh u gedâ
Secde-gâh-ı ’âlem olduğına bu hüccet yiter
Secde eylermiydi sana kudsiyân-ı pür-ziyâ. ( Gaybî, K/ 46,47)
İnsan madde-mana veya beden-ruh olarak adlandırılan iki ayrılmaz öğeden müteşekkildir. Yukarıda belirttiğimiz gibi insan bedeni, kıymetlidir. Fakat esas insanı insan
yapan, onu diğer yaratılmışlardan ayıran unsur onun ruhânî yönüdür. Yüce Allah, insanı
ahsen-i takvim üzere, en güzel şekilde yarattığını ifade etmiştir. (Tîn, 95/4) Ahsen-i
takvîm ibaresi insan bedenini de kapsamakla beraber, insanın dış güzelliğine takılıp
kalınmamalı, esas güzelliğin kaynağı olan insanın manâ yönü görülmelidir.
Ahsen-i takvîm dinildi şânına insan-isen
Geç bu suret nakşını gel ma’ni’i insanda gör. ( Ümmî Sinan, 35/2)
436
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
Allah, insanı maddi ve manevi olarak diğer varlıklardan farklı ve kıymetli bir hüviyette yaratmıştır. Bundan dolayı âlemin canı, insandır. Eğer insan kendi kadrini idrak
etmez ve insanca bir yaşam sürmezse, insan olmasının bir değeri kalmaz o zaman âdeta
bir hayvan sayılır. İnsanın kendi değerini kavrayıp, ona mukabil hareket etmesi gerekir.
Cân-ı ’âlemsin libâs-ı âdemîde sen bugün
Kadrini fehm eylemezsen sayılursın çârpâ. ( Gaybî, K/48)
İnsanın ’âlemin canı’ sayılmasının diğer sebebi de âlemdeki her şeyin insanda bir
karşılığının olmasıdır. İnsanda bütün mahlukatın numunesi bulunmaktadır. İnsanın
bazı özellikleri melekleri, bazı özellikleri ise hayvanları hatırlatmaktadır. İnsan kendine
saygı duymalı, kendi cevherinin farkına varmalıdır çünkü o âlemin özüdür. İnsan varlıkların gözbebeğidir. Diğer bütün varlıklar, kendisine hizmet etsin diye yaratılmıştır.
Şeyh Gâlib bunu meşhur beytinde “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.”
diyerek ifade etmiştir. Aynı hususta Gaybî şunları söylemiştir:
Her ne varsa ’âlemde
Örneği var âdemde
Bul seni sen bu demde
Âdeme gel âdeme. ( Gaybî, 98/3)
Âdemdür sırr-ı Kur’an
Âdemdür ’arş-ı Rahmân Âdemdür zât-ı Sübhân
Âdeme gel âdeme.
( Gaybî, 98/5)
İnsanı değerli kılan unsurlardan biri de ilk insan olan Hz. Âdem’e Yüce Allah tarafından ilim verilmiş olmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de “ Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti…” şeklinde yer alan bu hâdise ile insanların bilgi yönünden meleklerden üstünlüğü
ifade edilmiştir. (Bakara, 2/31-32) İnsanın diğer varlıklar arasındaki değeri Allah’ın ona
bahşettiği düşünme ve konuşma yeteneğiyle en üst düzeye çıkmaktadır. Mevlana bu
olayı şöyle dile getirmiştir : “Topraktan yaratılmış olan Âdem, ilmi Allah’tan öğrendiği için, o ilmi yedi kat semaya kadar parlak bir surette yükseltti.”(Mevlana, 1005)
İnsanoğlu aslında bedenen acizdir, küçüktür. Fakat Yüce Yaratıcı’nın kendisine
verdiği ilim nimeti ile kendinden büyük ve güçlü olan diğer canlıları yönetebilmektedir:
437
Altıncı Oturum
İlm ü marifetinden dolayı insana
Denizde, dağda ve kırdaki hayvanların hepsi musahhar olmuştur.
İnsandan kaplan ve aslan, fare gibi korkar.
Ondan denizdeki timsahın safrası kabarır, yani endişe eder. ( Mevlana, 10241025)
İnsan, Yüce Allah’ın kendisine vermiş olduğu ’cevher’ vesilesiyle varlıklar arasında yüksek bir makamda bulunmaktadır. Mevlana insandaki cevherden söz ederken
’deniz’ ve ’gökyüzü’ ile insanı kıyaslamıştır. Bu kıyaslamada ’deniz’ ve ’gökyüzü’ gibi
büyüklüğü karşısında insanoğlunun çaresiz kaldığı varlıkların seçilmesi manidardır:
“ Gönül katresine bir cevher düştü ki Allah, o cevheri denizlere de, feleklere de
vermemiştir.” ( Mevlana, 1010)
İstiklal marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, ’İnsan’ adlı şiirine Hz. Ali’nin ’insanda
en büyük âlemin gizli olduğunu’ ifade ettiği meşhur sözüyle başlamaktadır. Ersoy, insanın taşıdığı değeri bilmeyip, kendini sadece hakir bir beden olarak görmesine karşı
çıkmaktadır. İnsanın meleklerden daha yüksek mevkide olduğunu, insanda âlemlerin
gizli olduğunu ifade etmektedir:
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
“Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mâhiyyetin hatta meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.
(Ersoy, s.103)
Allah, insana olan sevgisinden dolayı, ona rahmetiyle muamele etmekte, bir kimsenin ibadetlerle elde edemeyeceği makamları, Yüce Allah merhametiyle insanlara
lütfetmektedir. Sadece yapılan amellerle Allah’a yaklaşıldığını zannetmek yanlış bir
düşüncedir. İnsanın kendini küçük görmesi, dolaylı olarak Allah’ın ilmini küçük görmesi anlamına gelir. Çünkü insanı diğer mevcudatın arasında en üstün yaratışla yaratan
Yüce Allahtir. O’nun bu harika sanatını küçük görmek uygun olmaz.
Hakk’a vasıl eyleyen sandun seni ola ’amel
Kendözünne hor bakup ’ilmi-i Hakk’a verdün halel. (Gaybî,71/4)
Tasavvufî geleneğimizin önemli isimlerinden olan Niyazi-i Mısrî’ye göre insan,
bedeni olarak küçük, manâ olarak büyüktür. İnsan büyük bir şehre benzer. Bu şehrin
ortasında ulu sultanın (Allah’ın hükmü) oturduğu büyük bir taht vardır. O şehrin
mülkü ruhtur, hazinesi kalptir, ölçeği ise akıldır. (Aşkar, s. 304)
438
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
İnsanın mana yönü denilince akla ilk gelen, duygu dünyasının merkezi durumunda olan gönüldür. Gönül, kalp ve dil olarak da adlandırılmaktadır. Tasavvufî bir terim
olarak kalp, insanın mahiyeti, madde ile mananın birleştiği yer, ruh, akıl, ilahî latîfe gibi
çok yönlü anlamları ifade eder. (Cebecioğlu, s. 422) İslam tasavvufunda gönül çok
önemli bir yere sahiptir. Çünkü kalp, Allah ile irtibat kurulan yerdir. Mevlana bunu
şöyle dile getirmiştir:
Kendini gönüllere gösteren O’dur.
Dervişin hırkasını diken de O’dur. (Mevlana, 681)
Kur’an-ı Kerim’de kalb, idrakin, kavrayışın merkezi ve gerçekleştiği yer olarak
anılmıştır. (A’râf 7/179) Kalp, Allah’ın ilmine mazhar olduğu için kıymetlidir. Allah
aşkı ancak gönülde hissedilir.
Mazhar-ı ’ilm-i Hudâ bil kalbini ey bahtlu
Hak buyurdı kim remzi ayet-i Kur’an’da gör. (Ümmî Sinan, 35/5)
Âlemlerin padişahı olan Allah’ın hazinesi, ehl-i aşkın gönlüdür. Kalbinde Allah
aşkı olmayan kimse, İslam’ın gerçek manasını anlayamaz.
’Işk erinün gönli tolu pâdişâhun haznesidür
’Işksuz âdem ne anlasun şehri’atun ma’nîsidür. (Yunus, 59/1)
Gönül aynı zamanda edebî geleneğimizde ayna (âyine, mir’ât) olarak isimlendirilmiştir. Ayna, insan-ı kamilin kalbidir. Allah’ın zat, sıfat ve fiilerine mazhar ve tecelligâh
olması sebebiyle insana ve insan kalbine ayna denilmiştir. (Uludağ, s. 56) Allah, insanı
çok kıymet vererek yaratmış, diğer varlıklardan çok insanda tecellî etmiştir. İnsanın bu
yaratılış hakkında tefekkür etmesi gerekir. Ancak o zaman kendi değerini kavrayıp,
insan olmanın onuruna layık bir yaşam sürebilecektir.
Mazhar-ı zât olduğun anlar mısın
Ârif isen aç gözün merdâne bak.
Hakk’a mir’ât olduğun anlar mısın
Ârif isen aç gözün merdâne bak. ( Hüdayî, 180/1)
Ârif ol âyine-i insana bak
Anda aks-i Hz. Rahmân’a bak. 439
(Hüdayî, 86/1)
Altıncı Oturum
Müminin kalbi nazargah-ı İlahî’dir, Yüce Allah’ın kalplere baktığı hadis-i şerifte
bildirilmiştir. (İbn Mâce, Zühd, 9) Kalp padişahın beytidir. Öyleyse insan kalbini,
Allah’ın evine yaraşır şekilde temiz tutmalıdır. Kalbini temiz tutan insan böylelikle
insan onuruna yakışır bir hayat sürmüş olur. Müslümanın kalbinde yalnız Allah’a yer
vermesi, kötülüğü ve şeytanı barındırmaması gerekir.
Hak Ta’âlâ müminin kalbi nazargâhım didi
Padişahın beytine sen div neye koydun gönül. ( Ümmî Sinan, 95/13)
Dil beyt-i Hüdâdır onu pak eyle sivadan
Kasrına nuzul eyler ol sultan gecelerde.
( Rep. No:2502)
Mademki kalp, Allah’ın tecelligâhıdır, öyleyse Müslümanın kalbinde sadece Allah
sevgisine yer vermesi gerekir. Orada Allah’tan gayrisine yer vermek uygun olmaz.
Gönüldür çün tecellî-gâh-ı hazret
Sivâ-yı Hak olur mı hiç münâsib ( Gaybî, 5/6)
Hacı Bektaş-ı Veli (1209-1270) Anadolu insanının İslamı öğrenmesinde önemli
rol oynamış bir kahraman ve manevi bir önderdir. ‘Bektaşîlik’ diye kendi adına izâfe
edilen bir tarikatın doğmasına sebep olmuştur. (Yılmaz, vd., s. 13) Büyük mütefekkir
ve mürşidlerimizden olan Hacı Bektaş-ı Veli, gönül kavramıyla ilgili olarak şunları kaleme almıştır: “Ve hem gönül pâdişâh-ı âlem Tanrı’sınun nazargâhıdur. Gönül ile
Çalab arasında hicâb yokdur. Pes imdi müminler gönli Ka’be’ye benzer.” (Bektaş-ı
Veli, s.115)
Yunus Emre’nin gönülle ilgi burada yer veremediğimiz daha pek çok dizeleri
bulunmaktadır. Bu dizelerde Yunus, gönlü şunlara benzetmiştir; Kabe, sırça, kadeh,
gök, arş, garîb, kılavuz, derviş, kuş, su, deniz, saray, taht, sultan, kale, dükkan, şehir ve
kitap. ( I, s. 240-247)
“Ben yere göğe sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.”
ibaresi tasavvufi eserlerinde kutsi hadis olarak ifade edilmekle beraber muteber hadis kaynaklarında yer almamaktadır. Ahmet Yıldırım konuyla ilgili yaptığı çalışmada
bu sözün İsrailiyât kaynaklı ve mevzu olduğunu bildirmiştir. Yıldırım, bazı âlimlerin
eserlerinde bu ibare için şöyle bir açıklamada bulunduklarını söylemektedir: “Bu söz
’Müminin kalbi, imanı ve Allah’ın sevgisini içine almaktadır’ manasında kullanılırsa
doğru; yoksa ’Allah müminlerin kalbine hülûl etmiştir’ manasında kullanılırsa batıldır.”
(Yıldırım, s.252) Bu çalışmada yer verilen örneklerden de anlaşıldığı üzere, bu ibareden
mutasavvıflar ’Allah sevgisinin ve imanının Mümin kulun kabinde olduğunu’ anlamış440
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
lardır. Öyleyse bu sözün hadis olmamakla beraber mana olarak İslami anlayışa uygun
olduğu söylenebilir. Tasavvuf kitaplarında sıkça yer alan bu ibare tasavvufun insana
verdiği kıymeti belirtmesi bakımından önemlidir. Ümmî Sinan bu anlayışı dizelerine
şöyle taşımıştır:
’Arş u kürsî kâ’inâta sığmadum didün ’ayân
Mü’minin kalbinde pinhân olduğun ’izzet budur. ( Ümmî Sinan, 42/6)
“Mümin kulumun kalbine sığdım” ibaresini Tahir’ül Mevlevî, Mesnevî şerhinde
kutsi hadis olarak belirtmiştir. (Tahir’ül Mevlevî, s.1264) Bu hususu Mevlana şöyle
dile getirmiştir:
Hz. Peygamber dedi ki Cenab-ı Hâk şöyle buyurmuştur.
Ben yükseklere de, alçaklara da sığmam
Arza da, semaya da arş-ı a’lâya da sığmam.
Azizim; bunu yakinen, yânî şeksiz şüphesiz olarak böyle bil.
Acaibdir ki müminin kalbine sığarım.
Beni arayacak olursan o gönüllerde ara.
( Mevlana, 2657, 2658)
İlahî sureti kabul edip vücûdî tecelliye mazhar olması itibarıyla insan, Allah’ın evi
(beyt) olarak adlandırılır. Hakkı içinde bulundurması itibarıyla de müminin kalbine,
beyt denilmiştir. (Uludağ, s.74) Yunus Emre, gönlün Allah’ın evi olduğunu şu meşhur
dizeleriyle dile getirmiştir:
Ben gelmedum da’vîyiçün benüm işüm seviyiçün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm. ( Yunus 179/2)
Müslümanların kıblesi olan Kabe, Beytullah ismiyle yani Allah’ın evi olarak nitelendirilir. Muhakkak Yüce Allah mekandan münezzehtir, burada mecazi bir anlatımın
olduğu herkesçe malumdur. Yukarıda belirttiğimiz gibi edebî geleneğimizde insan
kalbi de Allah’ın evi olarak zikredilmektedir. Mutasavvıf şairler, Kabe ile mümin gönlü
arasında ’Allah’ın evi’ olması yönünden benzetme yapmış hatta gönlün, Kabe’den daha
mukaddes olduğunu ifade etmişlerdir. Dünyadaki bütün Müslümanların Allah’a yöneliş merkezi nasıl Kabe ise, iç yönelişin merkezi de kalptir. Birisi maddi, diğeri manevi
anlamda Beytullahtir. Yunus’a göre gönül ile Kabe arasında bir mukayese yapıldığında,
gönül Allah’ın durağı yani bulunduğu yer olması hasebiyle, Kabe’den daha kıymetli
kabul edilmiştir.
441
Altıncı Oturum
Gönül mi yig Ka’be mi yig eyit bana ’aklı irem
Gönül yigdür zirâ ki Hak gönülde tutar turagı. ( Yunus, 366/7)
Sun’ullah Gaybî, ’Ben yere göğe sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine
sığdım’ ibaresine telmih yapmakla beraber, Yunus gibi gönlü, Allah’ın durağı olarak
nitelemiştir:
Yire göge sığmayan Hallâk’a bak
Gönle sığmış anı kılmış ol turak. ( Gaybî, 84/7)
Allah’ın ışığı, müminin gönlünde yanmakta, orayı aydınlatmaktadır. Gaybî de,
diğer mutasavvıflar gibi gönlün Allah’ın durağı olduğunu ifade etmiştir:
Gönül oldı çünki Hakk’un turağı
Anda yanar imiş zâtun çerağı. (Gaybî, 37/2)
Ümmî Sinan, aşksız yapılan Kabe tavafının taş ve toprak tavafından ibaret olarak
kaldığını, gerçek âşıkların kalbinin ise Kabe gibi mukaddes olduğunu ifade etmiştir.
Taş u toprak tavâfından vefa bulmadı ’âşıklar
’Âşıkın kalbidür Ka’be hac u ’umre idersen gel ( Ümmî Sinan, 96/6 )
Bir hadis rivayetinde yer aldığı üzere, Peygamberimiz (s.a.s.) Kabe’yi tavaf ederken
Kabe’ye hitaben şöyle demiştir: “Kuşkusuz Allah seni çok şerefli, çok mükerrem/
hürmetli, çok azametli kılmıştır; fakat yemin olsun ki, Allah katında mümin senden
daha hürmetli/ daha saygı değerdir.” (İbn Mace, Fiten, 2) Bu hadis, mutasavvıfların
gönlü, Kabe’den üstün tutmasının sağlam bir kaynağa dayandığını göstermektedir.
Zira Peygamber Efendimiz, Allah katında müminin Kabe’den daha değerli olduğunu
açıkça ifade etmiştir.
Hüdayî de benzer bir şekilde kamil müminin kalbini Kabe’den daha şerefli saymıştır. Bunun gerekçesi olarak ise Kabe binasının insan eliyle yapılmış olduğunu, kalbin
ise Allah tarafından yaratıldığını dile getirmiştir.
Kâ’be’den eşref tutulsa kalb-i insani n’ola
Dest-i kudretle yapılmış sun’-ı Rabbânî durur.
Kalb-i kamil Ka’beden eşrefdir okursan sebak
Kâ’beyi mahluk yapdı kalbi sun’-i pâk-i Hak. ( Hüdayî, s. 509)
Müminin kalbini, dünyanın kalbi olan Kabe’yle kıyaslayan anlayış, bir kimsenin
kalbini kırmayı, Kabe’yi yıkmakla eşdeğer görmüştür. Yunus, gönül kıran kişinin yap-
442
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
tığı ibadetlerin boşa gideceğini ifade ederek yüzyıllar öncesinden günümüze şöyle
seslenmiştir:
Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namâz degül
Yitmişki millet dahı elin yüzin yumaz degül. ( Yunus, 166/1)
Bin kez hacca vardunısa bin kez gazâ kıldunısa
Bir kez gönül sıdunısa gerekse yüz yıl yol dokı.
( Yunus, 366/6)
Osman Hulusi Efendi de Yunus gibi bir kimseyi incitmeyi, Kabe yıkmak ile beraber zikretmiştir. Bir başkasını incitmenin ancak nefsin isteği olduğunu belirtmiştir. Bir
kimsenin mizacının ister sakin ister sinirli olsun, nefsin bu arzusundan uzak durması
gerektiğini ifade etmiştir:
Nefsine yan çıkıp da Ka’be’yi yıksan dahi
İncitme gönül yıkma ger uslu ger deli ol. (Hulusî, XII)
Kul hakkının Allah tarafından affedilmeyeceği belirtilir. Yüce Allah, kendisiyle
ilgili günahları, ibadet eksiklerini affedebileceğine dair umut kapısını aralamakta, lakin
kul ile kul arasına girmediğini bildirmektedir. Hz. Peygamber, insanların birbirlerine
karşı olan haklarını, kendi aralarında hesaplaşacaklarını belirtmiştir. ( Buhârî/1085)
Bu da Allah’ın insana verdiği değerin en büyük delillerindendir. Zira, Allah kul adına
affetme yetkisini kendi üzerine almayı kabul etmeyerek, bu hususta kula tam olarak
özgür bir irade vermiştir. Yunus’un “Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namâz
degül.” diyerek kaleme aldığı dizeleri bu çerçevede değerlendirilmelidir.
SONUÇ
Bu çalışmada tasavvufi halk edebiyatı eserlerinden misaller verilerek ‘insan onuru’
kavramı ele alınmıştır. Onur, insanın kendine karşı duyduğu saygı ve şereftir. İslami anlayışa göre her insan onur sahibi olarak yaratılmıştır. İnsanın onurlu bir yaşam sürmesi
için öncelikle kendine ve çevresindekilere değer vermesi gerekir. Bu değeri vermesi
için de, Allah katındaki kıymetinin farkında olması lazımdır. İnsan, Allah katında çok
değerlidir, eşref-i mahlukattır. İnsanoğlu sırf Allah tarafından yaratılmış olması hasebiyle
kıymetlidir. Diğer mevcûdât içinde ise Allah’a halife olarak yaratılması, meleklerin Hz.
Âdem’in önünde saygıyla eğilmelerinin emredilmesi yönüyle özeldir. Allah’ın insanı
kendisine muhatap olarak seçmesi, kendi ruhundan insana üflemesi insanın değerini
arttıran unsurlardır.
Tasavvufta insana verilen değer önemli bir yer tutmaktadır. Tasavvufun amacı
insan-ı kamile ulaşmaktır. İnsan-ı kamil, sözü, işi, huyu, bilgisi iyi olan; onurlu bir hayat
süren insandır. Tasavvufî anlayışta kalp, duyguların merkezi olması ve içinde Allah
443
Altıncı Oturum
sevgisini barındırması açısından çok önemsenmiştir. Müminin kalbi nazargâh-ı İlahîdir,
beytullahtır, mir’âttır. Tasavvufî halk edebiyatında Müminin gönlü kimi zaman Kabe
ile eş tutulmuş, kimi zaman ise Kabe’den üstün olarak nitelendirilmiştir.
Maddi ve manevi olarak kıymetli olan insan, kendi değerinin ve diğer insanların
değerinin farkında olmalıdır. Bütün insanlar Allah’ın kendilerini ahsen-i takvîm üzere
yarattığının bilincinde olarak, kendi benliklerine saygı duymalı, fıtrata uygun onurlu
bir yaşam sürmelidir. Diğer insanların da kendileri gibi topraktan yaratılmış, Allah
huzurunda eşit kullar olduğunun bilincinde olarak, kimsenin onurunu kıracak davranışlarda bulunmamalı, kul hakkına girmekten sakınmalıdır.
İnsanoğlu bedeni olarak kıymetli olmakla beraber, esas değerini mana yönüyle
elde etmektedir. İnsan bunun bilincinde olarak maddesinden ziyade manasını beslemeye, geliştirmeye çabalamalıdır. Her şeyin maddeden ibaret olarak algılandığı günümüz dünyasında, ne yazık ki özellikle de kadınlar, insan olarak değil ’beden’ olarak
görülmekte ve bu doğrultuda değer görmektedir.
Duvarda asılı levhadaki resim de adam gibidir.
Bak ki suret itibarıyla onun ne eksiği vardır?
O parlak suretin canı eksiktir.
Git de o nadir bulunan insanlık ruhunu ara. ( Mevlana, 1013-1014)
Mevlana’nın yüzyıllar önce zikrettiği ’insanlık ruhu’nu ve ’cevher’i içimizdeki saklı
yerinden çıkarmanın tam vaktidir. Bunu başardığımız takdirde onurlu bir yaşam bizi
beklemektedir.
KAYNAKÇA:
Abdullah Oruç, Muhsinler Kitabı, Konya 2012.
Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları,
Ankara 2009.
A. Azmi Bilgin, Ümmî Sinan Divanı, İstanbul 2000.
Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Ali Öztürk, Makâlât-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli,
Ankara 2007.
Doğan Kaya, Âşık Ruhsatî, Sivas 1999.
Erman Artun, Dinî – Tasavvufî Halk Edebiyatı, İstanbul 2006.
Es-Seyyid Osman Hulûsî Ateş, Haz. Mehmet Akkuş, Mektubât-ı Hulûsî-i
Dârendevî, Ankara 1996.
444
İslam’da Onur Kavramı: Tasavvuf Bağlamında
Ethem Cebecioğlu , Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997.
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatından İlk Mutasavvıflar, Ankara 1981.
Hayrettin Karaman; Ali Özek; v.d., Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Ankara
2007.
İbn Mâce, Sünen ü İbn Mâce, “Fiten”, 2- 3932 ; “Zühd”, 9- 4143.
Komisyon, TDK Türkçe Sözlük, Ankara 2011.
Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Ankara 1999.
Mustafa Aşkar, Niyazi-i Mısri ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara 1998.
Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı I/ İnceleme, Ankara 1990.
Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı II/ Tenkitli Metin, Ankara 1990.
Mustafa Tatcı, Musa Yıldız, Aziz Mahmud Hüdayî/ Divan-ı İlahîyât, İstanbul
2005.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2005.
Tahirü’l Mevlevî, Şerh-i Mesnevî C. 1- 4, İstanbul 1971.
TRT THM Rep. No:460, Asaf ’ın Miktarını Bilmez Süleyman Olmayan, Yöre:
Şanlıurfa.
TRT THM Rep. No: 02189, Ey erenler akıl fikir eyleyin, Yöre : Erzincan.
TRT THM Rep. No: 1190, Hak beni yarattı adem, Yöre : Erzincan.
TRT THM Rep. No: 2110, Akıl gel beri gel beri, Yöre: Sivas.
TRT THM Rep. No: 2502, Ey dide nedir bu uyku gel uyan gecelerde, Yöre :
Şanlıurfa.
TRT THM Rep. No: 3064, Beni Hor Görme Gardaşım, Yöre: Sivas / Şarkışla.
TRT THM Rep. No: 3830 , Suda pişmiş mısırı , Yöre : Rize.
TRT THM Rep. No:107, Bana kara diyen dilber, Yöre: Denizli / Çal.
TRT THM Rep. No:240, Hazeli de deli gönül hazeli, Yöre: Çukurova.
Zeynüddin Ahmed b. Ahmed, Terc. Kamil Miras, Sahih-i Buhârî Muhtasarı
Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, C. 7, Ankara 1970.
445
Download