Iletisim arastirmalarinin gelecegi: Turkiye

advertisement
Türkiye’de Kitle İletişimi: Dün-Bugün-Yarın (2009)
K. Alemdar (Der.) Ankara: Gazeteciler Cemiyeti yayını.
TÜRKİYE’DE İLETİŞİM ARAŞTIRMALARININ GELECEĞİ
İrfan Erdoğan
Bu irdelemede, Türkiye’deki iletişim araştırmalarının geleceği, geçmişten şimdiye kadar olan gelişmelerden
hareket ederek, bu gelişmeler içine Türkiye’yi yerleştirerek, inşa edildi. Bu inşada, hem değişime ve öğrenmeye
açık akademisyenlerin, akademisyen olacak gençlerin ve öğrencilerin iletişimle ilgili olarak ele alınan bu
önemli konuda bildiklerini yeniden gözden geçirmeleri amaçlandı hem de var olan bilginin irdelenmesinden
geçerek alandaki bilgiye katkı sağlamaya çalışıldı.
Bilim ve İletişim Üzerine Düşünmenin Egemen Doğası
Bilimsel araştırma faaliyetleri, “süper zekalı, üstün ve yetenekli bireylerin, insanlık için insanlığın
gereksinimlerini karşılamaya yardımı amaçlayan icat ve anlatı çabalarını” anlatmaz. Bilim ve iletişim üzerine
düşünme, çoğunlukla egemen siyasal, teolojik ve ekonomik güç sahiplerinin ve onlar için çalışanların
güç/iktidar ve kontrol gereksinimlerini karşılamak için vardır, çünkü egemen üretim tarzı ve ilişkilerinin içinde
“farklı şekilde var olmak” riskli bir mücadelenin parçasıdır. Dolayısıyla, iletişim araştırmalarının dünü ve
bugününe bakıldığında, yapıya işlevsel olan ve “kontrollü alternatif” karakterini taşıyan araştırmalar dahil, tüm
araştırmaların güç merkezlerinin çeşitli ölçüde denetiminde ve güçlerin çıkarları için düzenlendiği görülür. Bu
egemenliğe karşı iletişim alanındaki araştırmalarda da mücadele, gerçekler hakkında imajlar yaratmayla,
düşleri düşletenlerle ve gerçekleri düşleyenler arasında olmaktadır. Bu mücadele, yaşayan insana ulaşmak için,
insanın düşündüğünden, düşlediğinden veya insanın düşünüldüğünden, hayal edildiğinden ve hikaye
edildiğinden başlayarak yola çıkan ve egemen üretim tarzı ve ilişkilerini destekleyen ve haklı çıkaranlar ile,
gerçek ve etkin insandan başlayarak yola çıkanlar ve insanların gerçek hayatlarını üretme biçimleri ve
ilişkileriyle anlamaya çalışarak genel insan çıkarları için daha iyi ve sağlıklı koşulların sağlanmasına çaba
gösterenler arasındaki mücadeledir.
Bilgi üretimi eski imparatorluklarda ve feodal yapılarda, siyasal ve ekonomik gücün bütünleşik parçası olan
teolojik gücün kontrolü altındaydı. Feodalizme karşı burjuvaların önderliğindeki mücadele sırasında ve
sonrasında, bilginin üretimi görece serbest bir dönem yaşamaya başladı. Kapitalizmin egemenliğinde kitlelerin
demokratik haklar istemesi ve kitle üretimiyle gelen dünya pazarına yayılma zorunluluğunun çıkmasıyla,
dolayısıyla kitlelerin biliş ve davranış kontrolü gereksinimlerinin artmasıyla birlikte, bu serbestlik hızla
kaybedilmeye başlandı. Neo-liberalizmin egemen olduğu günümüze gelindiğinde, kapitalist pazar bilgi üretimi
(ve dağıtımı) üzerinde egemenliğini büyük ölçüde gerçekleştirdi (Childe, 1974; İnnis, 1950 ve 1951; Tezcek,
2007; Malott, 2009; Reppy, 1998; Drahos ve Braithwaite, 2003; McNeely ve Wolverton, 2008, Cunningham,
1998; Curry, 1997). Bu gelişme, iletişim alanındaki bilgi üretiminde de farklı olmadı. Bilimsel araştırma
girişiminin amacı, belirsizlik ortadan kaldırma ve böylece anlama, açıklama ve kontrol mekanizmaları kurma
arayışıdır. İletişim alanındaki egemen gelişmeler, siyasal ve ekonomik pazarın içte ve uluslararasında kontrol
gereksinimlerini karşılamak için geliştirilmiştir veya o amaçlara hizmet etmektedir. Buna eleştirel olarak
nitelenen araştırmaların büyük çoğunluğu da dahildir.
Araştırma, belirli amaçları gerçekleştirmeye dayanan karar verme işinde, güvenilir ve geçerli bilgiye
dayanarak belirsizliği azaltmak için yapılan sistemli veri toplama ve değerlendirmedir. İletişim alanına ilişkin
bilgi iki önemli kaynaktan beslenmektedir. Birincisi, iletişim olarak adlandırılan bilim dalının gelişmesinden
önce varolan ve insanı, yaşamını ve toplumsal olguları sorgulamanın yarattığı birikimdir. Bu çerçevede önce
felsefenin katkıları vardır. Bunu, sanayi devriminin yarattığı toplumun ve insanın sorunları üzerinde duran
sosyoloji, sosyal-psikoloji ve siyaset biliminin katkıları izlemiştir. Aynı zamanda, tarih, dilbilim, antropoloji ve
arkeoloji bu katkı yapanlar arasına eklenmiştir. İletişim alanına bu katkıların bazıları çok önemli ve ciddiyken,
diğer bazıları dolaylı olmuştur, çünkü bunlar, başka bilim dallarının önemli saydığı şeyleri anlamaya çalışırken,
yaptıkları katkılardır. Asıl katkı doğrudan iletişim üzerinde düşünenlerin çıkması ve çoğalmasıyla olmuştur ki
bu başlangıçların da gerisinde felsefeden başlayarak sosyolojiye kadar gelen bir sosyal ve insan bilimleri
yumağı vardır. Ne yazık ki, bu katkısal gelişmeler Türkiye’de hem çok sonradan başlamış hem de nicel ve nitel
bakımlardan ciddi şekilde yetersiz olmuştur. 1
İletişim üzerinde düşünme Batı’da, özellikle ABD’de, siyasal, askeri ve ekonomik gereksinimleri gidermek
için gelişmiştir. Dolayısıyla, bu gelişme, zengin bir çeşitliliğe sahiptir.
Bu çeşitlilik içinde iletişim araştırmaları kişinin kendi kendine iletişimi, kişiler arası iletişim, grup iletişimi,
aile iletişimi, örgüt iletişimi, şirket iletişimi, pazarlama iletişimi, kitle iletişimi, uluslararası iletişim, kültürel
iletişim, kültürler arası iletişim, siyasal iletişim gibi birçok ilgi alnına sahiptir. Bu ilgi alanlarındaki iletişimin
doğasıyla ilgili egemen yönelim daima, Lasswel’in formülündeki her öğeyi ele alan “etki” üzerine kurulmuştur.
Bu bağlamda dün ile bugün farkı, amaç farkı değildir, sadece mikrodan makro seviyeye kadar uzanan çeşitlilik
ve bu çeşitlilikte amaçları gerçekleştirmede çokluk (strateji ve taktiklerin gelişmesi) farkıdır. Bu fark, aynı
zamanda, yönetimsel iletişimde, Mustafa Kemal Atatürk’ün kadın haklarından başlayarak hilafeti kaldırmasına
kadar çeşitlenen devrimlerinde olduğu gibi yukarıdan empoze edilen elitist yaklaşımları bırakma, onun yerine
demokratikleşme ve halkın dilini anlama ve konuşma gibi kurnazca/ahmakça ifadelerle, siyaset biliminden
sosyolojiye kadar her alanda yapıldığı gibi, iletişim alanında da, pazarda tarih boyu ekilen ve sürdürülen
bilişleri, inançları, duyguları “sömürme” ve böylece ekonomik ve siyasal pazar payını artırma amaçlı bilme ile
gelen “işletmeci/pazarlamacı/reklamcı” anlayışının egemenliğiyle gelen farktır. Bu, aşağılık ve kurnazcadır.
Ahmakça olması ise, bunu savunanların kendilerine şu (ve benzeri) soruyu sormasıyla ortaya çıkar: Şimdi
dahil, tarihin hangi döneminde siyasal ve ekonomik kamu politikaları “kitlelerin/halkın isteklerine, diline,
anlayışına, rızasına uygun” bir şekilde hazırlanmış ve yürütülmüştür? Ekonomik ve siyasal güçlerin “kitleleri
bilmesi” kitlelerin gereksinimine göre politikalarını düzenlemek istemesinden değil, kitleleri “cahilce bilgiçlik
taslayan en iyi seçmen” ve “kendini akıllı sanan en ahmak tüketici yapma” gereksiniminden kaynaklanır.
1870lerde ve sonrasında, ABD’de ve dünyada her yıl on binlerce olan grevlerde ve protestolarda
çalışanlar/işsizler sadece demokratik haklar ve insanca yaşam koşulları istiyordu ve hala da istiyorlar. Bu istek
1
Bu makalede, Türkiye’de iletişim alanında yapılan araştırmalardaki sorunlarla ilgili olarak somut kaynak belirtmekten
kaçındım, çünkü belirttiğimde, çarpık bir egemenliğin çarpık düşünsel ve ilişkisel yapısını besleyen iletişimler ortaya
çıkıyor.
2
neyle karşılandı ve karşılanıyor? “Eyvah, özür dileriz! Sizin dilinizi anlayamadık! Elitist davrandık, affedin!”
diyen iletişimlerle mi? Yoksa, “başkaldırıya gidecek gediği” daraltmak için “balık vermeyle” ve dünyanın her
yerinde yaygınlaştırılan tarikatçılıkla, “böl, birbirine düşür ve yönet” politikalarıyla beslenen “çağdaş” baskı ve
“çağdaş” kansız-katliamlarla mı? Bunun kitle iletişiminde ve akademik yapıtlardaki iletişimlerde
(araştırmalarda) yansıtılmaları farklı mı oluyor? İletişimi etki ve iknaya, iletişimsizlik, vücut dili ve iletişim
çökmesine indirgeyenler gibi, özellikle iletişimde söylem analizi ve göstergebilim analizi yapanların önemli bir
kısmının kurnazlığı ve bunun peşinde koşanların ahmaklığıyla sürdürülen düşünsel ve ilişkisel yapılar (ve bu
yapılara uygun araştırmalar), elitizmden kopuş ve demokratikleşme mi?
Bireyin kendisiyle iletişimi doğumundan başlayarak egemenlik ve mücadele yapıları içinde biçimlenir ve
bu biçimlenmeyle bu yapılara sosyalleşir. Bu sosyalleşmede birey kendini ve dışındakileri öğrenir ve gün boyu
kendini içinde bulduğu koşullarda bu koşullardaki örgütlü çıkar ilişkilerinin belirlediği egemenlik ve mücadele
durumlarında öğrenilmiş davranışlarda bulunur. Kişi hem kendi hem de diğerlerinin davranışını sürekli gözler;
kendinin ve ötekinin sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik kimlikleri hakkında çıkarsamalarda bulunur. Kişinin
kendi kendisiyle iletişimi bağlamında iletişim üzerine düşünmeyle gelen incelemeler, psikoloji ve sosyalpsikoloji temeline dayanan ve öncelikle kişinin kendini nasıl algıladığı (self perception) ve BEN’in (kişiliğin)
nasıl oluştuğu ve geliştiği üzerinde dururlar. Bunu yaparken, iletişimde, bireyin “anlam vermesi” gibi iletişim
sürecinin kişinin algısına, düşüncesine, karar vermesine, tutumlarına ve inançlarına ait yanları üzerinde
dururlar. Türkiye’de bu bağlamda, geçerli iletişim araştırması yapan olduğunu sanmıyorum, çünkü bu tür
araştırmayı yapmak hem ciddi psikoloji ve sosyal psikoloji bilgisi hem de yöntem bilgisi gerektirir.
Kişiler arası iletişimle insanlar çeşitli ilişkiler kurar, yürütür, geliştirir ve bitirir; sorun çözer, görevler
yerine getirir, kendi gereksinimlerini ve toplumda diğer insanların gereksinimleri karşılar. Böylece, insanlar
kendi ve diğerlerinin fiziksel, psikolojik ve sosyal varlıklarının ve kurduğu yapıların yeniden-üretimini
gerçekleştirirler. Her ilişki koşulunda “iletişimde bulunan insan” vardır ve insanın iletişiminde kişiler arasılık
en egemen olandır. Kişilerarası iletişim araştırmaları ilişki kurma, kendini açma, bağlanma ve muhafaza etme,
ilişki geliştirme, yakınlaşma ve belirsizlik azaltma, güven, hayal kırıklığı, kötüye gidiş, çatışma, kaçınma ve
çözüm üzerine eğilen geniş bir yelpazeye sahiptir. Bu alan da, Türkiye’de kısır kalmıştır. Alakasız birileri, hatta
iletişimi “iki kişinin birbirine mesaj göndermesi” sanan birileri, iletişim fakültelerinde bir kişilerarası iletişim
dersi verir; o kadar. Bu kişilerin kişilerarası iletişim araştırması yaptığını (faciayı) düşünün.
İnsanlar gününü bir veya birden fazla çeşitli yoğunlukta örgütlenmiş gruplar içinde geçirir: Bir ödev veya
görev için birlikte çalışanlar; restoranda masalarda oturanlar; okulun önünde konuşan gençler; yemek
sofrasındaki aile bireyleri; pikniğe giden araba dolusu kişiler; bir iş yerinde görev yapan insanlar; maç yapan
gençler; sınıftaki öğrenciler; bir salondaki insanlar; aynı odada çalışan memurlar farklı örgütlü zaman ve
mekandaki çeşitli amaçlarla oluşmuş gruplardır. Bu alandaki araştırmalardaki egemen yönelim grup
performansı, “Grupthink”, beyin fırtınası, grup içi ve gruplararası çatışma ve çatışma çözümü gibi endüstriyel
ve siyasal yapılar için işlevsel olan öğeler üzerinde toplanır. Liderlik, roller, grup bağlılığına eğilirler. Grup
rolleri, rol türleri ve rollerle ilgili sorunlar araştırırlar. Grupla ilgili çatışma ve çatışma çözümü konularını ele
alırlar. Grubun oluşması ve gelişmesini, liderliği, karar süreçlerini, etkili iletişimi etkileyen içsel ve dışsal
faktörler üzerinde dururlar. Grupta teknolojiyle aracılanmış iletişim ve bunun etkilerine bakarlar. Türkiye’de bu
bağlamda da iletişim araştırmaları ilkelce, acemice ve gerekli bilgiden yoksun bir şekilde yapılmaktadır.
3
Örgütler, en geniş anlamıyla, insanların belli örgütlü zaman ve örgütlü yerde birlikte olduğu, belli üretim
tarzı ve ilişkileriyle üretim yapmak için oluşturulmuş amaçlı yapılardır. Aile dahil bütün örgütsel yapılar ve bu
yapılar içi ve yapılar arası ilişkiler Batı’daki iletişim araştırmacılarının ilgi alanı olmuştur. Fakat ağırlık ticari
ve siyasal örgütler üzerindedir. Örgütsel inceleme alan olarak Weber, Mayo, Simon ve March gibi öncülerin
yaklaşımlarının da etkileriyle, 1950’lerde hızla gelişmeye başlamıştır. İletişim Yıllıkları’na bakıldığında, örgüt
iletişimiyle ilgili bölümdeki makalelerde yönetici ve çalışan iletişimi (dikey iletişim), iletişim şebekeleri,
çatışma, motivasyon, etki, iletişime engeller, örgütte bölümler arası iletişim ve sorunları ve çözümleri, örgütün
dış çevresiyle iletişim ve dış çevrede engel olan ve teşvik eden yapılar, iletişim atmosferi, iletişim çökmesi,
vücut dili ve empati konularının işlendiği görülür. Yeni araştırmalar aynı zamanda işyerinde koordinasyonu
sağlamada iletişimin yapısı (dilin öne çıkartılması) ve karar vermeyi incelemek için “bilgisayar destekli
ortaklaşa çalışma” (computer supported cooperative work, CSCW), analist-kullanıcı iletişimi, iş akışı yönetimi,
insan mühendisliği kavramındaki anlamda “yeniden tasarım” (reengineering) ve bilgisayarla aracılanmış
iletişim sistemleri üzerine eğilmektedir.
Bir aile hem ekonomik, hem kültürel ve hem de sosyal karaktere sahip olan en az iki kişiden oluşturulmuş,
resmi kurallar ve yazılı olmayan gelenekler, örf ve adetlerle kurumsallaşmış bir örgütlü yapıdır. Aile
iletişiminin iletişim araştırmacıları tarafından Türkiye’de incelenmesi ender görülen bir girişimdir.
Yönetimsel karakteri ve siyasal ve endüstriyel yapılar için önemi nedeniyle, kitle iletişimi dünyada
araştırmaya en çok konu olan alanlardan biridir.
Uluslararası iletişim de kitle iletişimi içine sıkıştırılmıştır. Diplomatik iletişim, turizmle olan farklı
dünyaların arasındaki iletişim ve uluslararasında şirketler arası iletişim gibi konularda, özellikle Türkiye’de
anlamlı araştırma bulmak zordur.2 Bu tür araştırmalar, en iyi şekliyle, kültürlerarası iletişim içine sıkıştırılmıştır
ve en kötü şekliyle de “ekonomik veya siyasal aktörlerin vücut diline” indirgenerek iletişim alanı entelektüel
seviyede en düşük seviyeye çekilmiştir.
İletişim üzerine düşünme “kültür” üzerine düşünmeyi de gerektirir. İdealist felsefenin yaygın yaklaşımları,
rızayla katılmaya dayanan demokratik pratik görüşüne dayanır ve siyasal ve ekonomik güç pratiğini halkın
ilerlemesi için karışma eylemi olarak sunar. Dolayısıyla, hareket noktası bireydir ve siyasal ve ekonomik güç
ise bireylerden oluşan halkın gelişmesine hizmet için vardır. İnsanın yaşamını örgütlü yapılardan geçerek
üretme tarzını ve ilişkilerini bireysel özgür iradeye indirger. Bu görüşe dayanan (iletişim) kültür anlayışı,
bireysel kararlar, tutumlar, algılar, tercihler ve davranışlarla gelen “sorunlar” üzerinde durur. Bu sorunlar da,
çoğunlukla eğitime, yanlış algılamaya, empati yokluğuna, asosyal/sorumsuz davranışa, etiğe/ahlaka, şiddete,
bireysel özgürlüklere tehlike olan tekelleşmeye ve devletin özel hayata müdahalesine, aynı cemaat/toplum
içinde veya cemaatler/toplumlar arasındaki ilişkilerde bağnazlığa, ırkçılığa, hoşgörüsüzlüğe, birey üzerindeki
mahalle baskısına, yüksek ve alçak kültür ve üst-kültür/kimlik ile kültürler/ kimlikler arası anlayışsızlığa,
iletişim çökmesine, iletişimsizliğe, kültürel uçuruma ve benzeri bireysel faktörlere ve bireyin özgürlüğünü
sınırlayan müdahalelere bağlanır. Kültürün açıklaması ve hatta kültür eleştirisi çoğu kez bireyin (tercihleri)
eleştirisine döner. Kültür “zevk, damak tadı, tercih” olarak belirlenir. Bu belirleme, iletişim (ve pazarlama)
araştırmacıları için zorunludur, çünkü amaçlanan “insan varlığının siyasal ve ekonomik ticarileştirilmesidir” ve
2
Uluslararası iletişimde alternatif açıklamayı ayrıntılı olarak sunan iki özgün yapıt için bkz: Erdoğan, 1995 ve Erdoğan,
2000.
4
bu ticarileştirmeyle, siyasal güçler “oy alır” ve ekonomik güçler de “tüketici” kazanır. Araştırmacılar da, güç
yapılarına ve kendilerine hizmet için, seçmenlerin ve tüketicilerin “tercihlerini” incelerler ve bundan siyasal,
kültürel ve ekonomik sonuçlar çıkartırlar.
Özellikle soğuk savaşla birlikte promosyonu yapılan bir iletişim tarzı da kültürler arası iletişim olmuştur.
Diğer iletişimlerde olduğu gibi kültürler arası ilişkilerde de konular ve sorunlar çoğunlukla yüzeyde
görünenlerle ilişkilendirilir: Sorun ilişkinin mekaniğine indirgenir ve bireyselleştirilir. Bireyselleştirmeyle
birlikte kültürel öğeler ilişkisel değerlerle açıklanır. Bu değerler ideal olarak, doğru olarak, olması gereken
olarak nitelenen değerlerle karşılaştırılarak değerlendirilir ve ona göre bilinç yönetimi yapılır. Barış, anlayış,
insan hakları ve farklılıklarla birlikte yaşama gibi kavramlarla sahte imajlar ve sahte doğrular yaratılarak
insanlar yönlendirilir. Kültürler arası iletişim konusunu farklı kültürlerin (farklı yaşam biçimlerinin, sınıfların,
çıkar gruplarının) birbirini anlayarak barış ve dayanışma kurması geliştirmesi olarak sunulması Türkiye’de de
oldukça yaygındır. Günümüzde kültürler arası iletişim özellikle uluslararası firmaların diğer ülkelerde
kurdukları iş yerlerinde kontrolü ve verimliliği artırmak için önemle üzerinde durduğu bir konudur.
Dolayısıyla, bu alanda araştırmalar giderek artmaktadır.
İletişim üzerine düşünme, aynı zamanda, yöntem üzerine düşünmeyi de beraberinde getirmiştir. Yöntem
üzerinde düşünme, pozitivist-ampirik yaklaşımda, nesnellik, geçerlilik ve güvenirlik iddiasını geçerli kılmak
için, veri toplama, ölçme ve değerlendirme süreçleri üzerinde odaklanmıştır. Alanda (örneğin Lasswell,
Lazarsfeld, Adorno), laboratuar araştırmalarında (örneğin Hovland, Festinger) ve niceliksel içerik analizinde
(örneğin Berelson) kullanılmak için birçok tutum, algı, tercih, yönelim, inanç ölçekleri geliştirilmiştir. Bu tür
veri toplama ve ölçme önceden belirlenmiş somut süreçlere göre yapılır. Türkiye’de iletişim alanında yapılan,
göstergebilim analizi yaptıklarını iddia eden araştırmalar dahil, hiçbir araştırmada yöntemin doğru
kullanıldığını görmedim.
Türkiye’de iletişim alanı başından beri ve hala kitle iletişimi alanı içine hapsedilmiş durumdadır. Diğer
iletişim türleri ile ilgili araştırmalar yok denecek kadar azdır. 3 Hem pozitivist hem de pozitivist olmayan
yöntemleri gereği gibi kullanarak yapılan araştırma tasarımlarına rastlamak da oldukça güçtür.
Dünden Bugüne: Batı’da Kitle İletişim Araştırmalarının Gelişmesi
Batı’da kitle iletişim araştırmaları birbiriyle görünüşte bağıntısı olmayan iki farklı alanda gelişmiştir.
Birinci alan teknolojiyle aracılanmış kitle iletişimi olgusunun gerçekleşmesini sağlayan materyal temelle ilgili
araştırmalardır. Bu araştırmalar teknoloji ve araç geliştirme ve teknolojiyle ilgili sorunları çözmek amacıyla
başlatılmıştır. Dolayısıyla, çoğunun ilk kullanımı savaşla ilgili kurumlar ve güçlerin elinde olmuştur. İletişim
teknolojisinin geliştirilmesiyle ilgili araştırmalar iletişim okullarının doğal olarak ilgi alanı dışında kalmıştır.
Ayrıca, iletişim okullarının ilgi alanı içinde olması gereken telekomünikasyon (özellikle telefon, telgraf) da,
tümüyle iletişim okullarının dışında, öncelikle elektrik ve elektronik mühendisliğinin ilgi alanı içinde kalmıştır.
3
Bu irdelemede, Türkiye’deki iletişim araştırmalarının nicel ve nitel durumuyla ilgili değerlendirmelerin sistemli veri
toplamayı ve değerlendirmeyi gerektiren varsayımlar olarak ele alınması gerekir. Bu bağlamda da araştırmalara ciddi
gereksinim vardır.
5
Kitle iletişim teknolojilerinin araştırılması ve geliştirilmesi ileri sanayi ülkelerinin tekelinde olmuştur. Bu tür
araştırmalarla kitle iletişim araçlarını üreten teknolojik araçlar geliştirilmiş ve geliştirenlerin mülkiyeti altında
korunmuştur.
İkinci alandaki araştırmalar, iletişimi, üretiminden tüketimine kadar üreten teknolojik araçların
örgütlenmesi, kullanımı ve bu kullanımın amacının gerçekleşmesiyle ilgili olan araştırmalardır. Bu tür
araştırmalarda egemen yönelim ekonomik pazar araştırması ve siyasal propaganda ile başlamıştır. İkinci Dünya
savaşıyla, özellikle savaş sonrası başlayan soğuk savaşın başlamasıyla psikolojik savaş araştırmaları buna
eklenmiştir. Bu araştırmalar iletişimde yapıldığında isim değiştirerek “izleyici, dinleyici, seyirci” ve “etki”
araştırması olarak adlandırılır.
Birinci alandaki araştırmaları fen bilimleriyle ilgili okullar/bölümler ve özel şirketlerin araştırma ve
geliştirme departmanları yaparken, ikinci alanla ilgili araştırmaları sosyal bilimlerin hepsi yapmaktadır.
Bunların başında gelenlerden biri de iletişim okullarıdır.
İnsan toplumla ve toplumdan geçerek var olur. İnsanın örgütlü tarihi egemenlik ve mücadeleler tarihidir. Bu
kaçınılmaz olarak akademik alana, dolayısıyla kitle iletişimi araştırmalarına da yansımıştır. Kitle iletişim
alanındaki incelemelerin bir bölümü, egemen yaklaşımlardan farklı yönde gelişme göstermiştir. Bu araştırmalar
hem egemen olanların kuramsal yapısını, amacını, yöntemini, bulgularını irdelemiş hem de eleştirel bir açıdan
kitle iletişimi teknolojilerini, araçlarını, ürünlerini, amaç ve sonuçlarını incelemişlerdir. Türkiye bu tür alternatif
yaklaşımları üretmede de geç ve yok denecek kadar yetersiz kaldığı gibi, özellikle son zamanlardaki moda
yönelimlerde “Batı’dan kötüyü aktarma” işine “küresel Pazar için işlevsel olan eleştirel alternatifleri” aktarma
ve taklit işiyle devam etmektedir.
Gelişme: İdealist Felsefeye Dayanan Gelenek
İletişim kuram ve araştırmaları sosyolojiden, siyaset biliminden, psikolojiden, dil biliminden, İngilizce
bölümlerinden, konuşma (speech) programlarından, tiyatro ve drama bölümlerinden, film, gazetecilik, radyo ve
televizyon okullarından geçerek gelişmiştir. Plato, Aristo ve Cicero gibi filozoflara dayanan tartışma ve retorik
yan, Marks’ın Alman İdeolojisi ve Grundrisse’de ele aldığı düşünsel ve materyal yan, Pavlov ve Freud ile
zenginleşen psikolojik yan, dil bilimcilerle işlenen dilsel yan, Chicago okuluyla oluşturulan ve özellikle Cooley
ile işlenen sosyolojik yan ile birlikte, iletişimin tutucu anlatılarından liberal ve eleştirel anlatılarına kadar
çeşitlenen gelişmesi sağlandı. 4 Akademik alanda ilk dersler ABD’de İngilizce Bölümleri ve Konuşma İletişimi
bölümlerinde verildi. Dil ve güzel konuşma sanatı incelendi, eski Yunan ve Roma’dan başlayarak retorik ve
mantık konusu ele alındı ve ikna-iletişimi işlendi. Münazara ve belagat sanatı konusunda dersler verilmeye
başlandı. Özellikle Aristo’nun mantıksal, duygusal ve etik yaklaşım hakkındaki kategorileri ikna edici ilişkiyi
(discourse) incelemede standart yöntem olarak kullanıldı. Dil bilimcilerin etkisiyle, iletişim aracı ve anlamla
ilgili sembol olarak dil önem kazandı. Konuşma bölümleri kekeleme ve ses zorluğu gibi konuşma
4
Chicago Okulu, ana akımın ve liberal akımın gelişmesi, Cooley ve Veblen’in iletişimle ilgili görüşleri için bkz: İletişim
Kuram ve Araştırma Dergisi, sayı 24. Marksist iletişimle ilgili Marks’ın, hiçbir yerde bulamayacağınız iletişim görüşleri
için, aynı derginin bir sonraki sayısına bakabilirsiniz.
6
bozuklukları/sorunları üzerinde uzmanlaştılar. Dikkat edilirse ilk yapıtlar RETORİK, dolayısıyla siyasal ikna
alanında olmuştur. Ekonomik, siyasal ve onların ortağı olan teolojik güçler tarafından kitlelerin yönetiminde
eski imparatorluklardan beri kullanılan retorik ile ilgili çalışmalar, feodaliteden ve aydınlanma çağından
geçerek 21. yüzyıla, en modern hipokrasi çağına, kadar gelişerek geldi. Belagat ve siyasal söylev, Birinci
Dünya Savaşı sonrası yükselen nazizm ve faşizmin başarısından, kitlelerin kontrolü gereksiniminden ve sistemi
ve ürünlerini satış çabasından kaynaklanan propaganda, kamuoyu, reklamcılık ve halkla ilişkiler önem kazandı
ve gelişti. Türkiye’de iletişim fakültelerinde retorik konusunda araştırma geleneği yoktur. Retorik Dil tarih
Coğrafya, edebiyat fakültelerinde okutulur. İletişim alanında, retorik alanından yetişmemiş bazıları “konuşma
ve ikna” ile ilgili bilimsel karakterden yoksun “bir şeyler” yazmaktadır ve bu yazılanlar da “süpermarket
bilgisi” seviyesindeki “etkili iletişim ve ikna için öneri” adımları biçimindedir.
Retorik üzerindeki çalışmaların egemenliği 1950lerin sonuna kadar sürdü. Retorik gücünü yitirirken, kişiler
arası iletişim, sözsüz iletişim ve ardından, dilin iletişimde kullanımı ve bununla ilgili olarak, son zamanlarda
gözde olan, empati, dikkat vücudunuz konuşuyor, MNL, kişisel gelişim gibi konuları beşinci sınıf
seviyesindeki açıklamalarla, iletişim alanı pazarlamacı ve promosyoncu kurnaz-şarlatanlığın at oynattığı bir yer
oldu. Günümüzde kitapçıların “best seller” köşelerindeki kitaplar ve ne yazık ki iletişim fakültelerindeki bazı
dersler ve bu derslerin içeriklerine, kitapçılardaki iletişimle ilgili kitaplara ve iletişim dergilerinin bazılarındaki
yazılara bakılırsa, bu durumun yansımaları açıkça görülür.
İletişim araştırmalarının siyasal alanda propaganda ve kamuyu biçimlendirme işi yönünde başlaması ve
gelişmesi, özellikle kapitalist sistemin kitlelerin demokrasi taleplerini boğmak gereksinimiyle gelişti. Faşizm,
nazizm ve komünizm gibi kitleleri harekete geçiren akımlarla beslendi. İlk yapıtlar 1920lerde kamuoyu (Walter
Lippman) ve propagandayla (Harold Lasswell) ilgili olanlardır. Bu girişimlerde temel amaç, siyasal yönetim
için kitlelerin kontrolünü gerçekleştirme yollarını bulmak ve önermekti. H. Lasswell Alman halkına Nazi
propagandasının bu denli güçlü etkisinin nedenlerini inceledi. Bu incelemesinde ve sonrasında iletişim
surecinin incelenmesi için iletişimi kim kime hangi kanaldan ne tür etkiyle ne söyler formülünü getirdi. Konuya
ilgi, sosyal bilimlerin öncelikle sosyoloji, psikoloji, siyasal bilimler ve gazetecilik başta olmak üzere hemen
hepsinden geldi. Yeni iletişim teknolojileri (film, radyo ve gazeteler) insanları etki aracı olarak ele alınıp
incelenmeye başlandı. Buna ABD’nin dünya egemenliği serüveniyle giriştiği yoğun soğuk savaş propagandası
eklendi. Aynı zamanda, siyasal kampanyalar iletişimi de hızla önem kazandı. Tüm bunlar, iletişimle ilgili
araştırmaların nicel olarak artmasını ve konusal olarak çeşitlenmesini beraberinde getirdi. Bu araştırma pazarı
giderek palazlandı ve dünyaya yayıldı. Bu yayılma, Türkiye’de, akademik alanda demokrasi, seçimler ve
siyasal süreçlerle ilgili araştırmaların ve bu araştırmalar içinde siyasal iletişim araştırmalarının da, özellikle
1950lerde hissedilmesine ve günümüze gelindiğinde, “imaj yapılandırma şarlatanlığına” ve “siyasetçinin vücut
diline” kadar çeşitlenen “para kazanma” girişimlerine dönüştü. Seçim ve kampanyalar gibi siyasal süreçlerde
iletişim ile ilgili araştırmalar iletişim ve sosyal bilimler dergilerinde artarak görünmeye başladı. Ne yazık ki,
siyasal iletişim alanında araştırmalar nicel bakımdan artsa da, nitel bakımlardan güdük kaldı. Bunun önde gelen
nedenlerinden biri de ne pozitivist ampirik ne de onun dışındaki araştırma yöntemlerinin yeterince bilinmemesi
ve doğru bir şeklide kullanılmamasıdır. 5
5
Bu tür araştırmalarla ilgili fazla bilgi için bkz. Erdoğan (2001).
7
İletişim araştırmalarının ekonomik sektörde gelişmesi de diğerleri gibi Amerika ve Avrupa’da yirminci
yüzyılın başlarında oluşmaya başladı. Bu gelenek kısa zamanda endüstrilerin çıkarlarına uygun pazarlama ve
biliş yönetimi bilgileri sağlayan, pazar için dağılım istatistikleri sunan bir yapıya dönüştü. Araştırma sayılarında
ve yöntemlerinin gelişmesinde önemli gelişmeler 1930’larda Paul Lazarsfeld’in New York’da Columbia
University’de kurduğu “Bureau of Applied Social Research” ile oldu. Bu Büro ile “Survey research” denen
pozitivist-ampirik yönteme dayalı deneyimsi (quasi-experimental), “cross-sectional”, “one shot” veya zaman
içinde tekrarlanan anketle veya mülakatla toplanan verilere dayalı inceleme egemenlik kazanmaya başladı. 6
Sosyolojik incelemeler bu egemenlik altında sürdü. Bu yapı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD’de yarışan
iki grubun yoğun araştırmalar yapmasıyla devam etti: Birinci grubu Lazarsfeld geleneğini sürdüren ve
zenginleştiren sosyologlar ve siyaset bilimciler oluşturdu. İkinci grubu ise, davranışçı ve algısalcı (cognitive)
yaklaşımlara dayanan psikolojik (Carl Hovland) ve sosyal psikolojik (Kurt Lewin) seviyede ampirik deneysel
araştırmalar yapanlar oluşturdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu iki yönelim dünyaya transfer edilmeye
başlandı. Fakat araştırmalar kitle iletişiminin egemenliğine girdiği için, yaygın yönelim alan araştırması (survey
research) biçiminde oldu. Bu geleneğin Türkiye gibi ülkelere yayılmasındaki başarısı 1980lerdeki neo-liberal
saldırıyla birlikte geldi.
Amerikan kitle iletişim sistemi ve diğer kültür endüstrilerini destekleyenler “doğrudan etki” modeliyle
çalışmalara devam edemezdi. Bu nedenle, dolaylı etki, minimum etki, sadece etkilenmek isteyene etki ya da
televizyon önünde çözümlemeler yaparak kendince yeniden-anlamlandırmalar üreten özgür bireyi ele alan
kuramsal yaklaşımlar ve bu yaklaşımlara uygun araştırmalar ve açıklamaların çıkması kaçınılmazdı. Etkiyle
ilgili “iki ve çok kademeli etki akışı” modelleri 1940’larda geliştirildi, saha incelemeleriyle denendi ve
desteklendi. Egemen yaklaşımlarda araştırmalar 1950’nin başlarında hızla arttı. İletişim araştırması
denildiğinde tek akla gelen etki araştırması oldu. 1960’a gelindiğinde, Türkiye gibi ülkelerde siyasal nutuklar
hala milyonları meydanlara dökerken ve söylevle ilgili bir araştırma yapılmazken, Amerika’da yüz binleri
geçen araştırmalarla elde edilen sonuçlarda mesajın nasıl hazırlanacağı, konuşmada sunumun nasıl olacağı
konusu önemini yitirmeye başladı; çünkü kimse nutukları dinlemiyordu artık. Tıkanan bu alanda yeniliklerin
olması gerekiyordu. Sosyolog Merton, iletişimle ilgilenen Klapper, Halloran ve benzerleri egemen gelenekte
sosyolojik alana yönelme gerekliliği üzerinde durdular (sanki özellikle 1940lardan beri iletişim sosyolojisi,
sosyal psikolojiyle karıştırılmış bir biçimde, kullanılmıyormuş gibi) 1960 iletişim alanında eskinin muhasebesi
ve yeninin arayışı ve ardından sunumuyla başladı. Bu arayış iletişim sosyolojisi adıyla gelen, fakat aslında
Amerikan sosyal-psikolojisi ağırlıklı, micro-sosyolojik kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını getirdi. Makro
iletişim sosyolojisi iletişimde sosyal süreçlere eğilmeye devam ederken, kullanımlar ve doyumlar sosyal
süreçlerdeki medya etkisi konusunda aktif izleyici tezini ön plana çıkarttı. 1960’lar ve 1970’lerde “kullanışlar
ve doyumlar” yaklaşımıyla medya etkisini tümüyle ortadan kaldıran araştırmalar yaygınlaştı. Bu yönelimi, yine
etkiyi reddeden ve sadece neler hakkında düşüneceğini telkin eden “gündem hazırlama” kuramına dayanan
incelemeler takip etti. Kitle iletişimindeki sosyolojik yaklaşım, kişiler arası iletişimde sözsüz iletişim, ilişki
kurma ve sürdürme, kendini-açma, çatışma çözümü ve diğer kişilerarası iletişim kuram ve incelemeleriyle
desteklendi. İlişki, ilişkinin içeriğinden daha önemli olmaya başladı. 1990’lara gelindiğinde, artık endüstri ve
6
Bu tür araştırma tasarımlarının açıklaması için bkz. Erdoğan (2007)
8
ne endüstrinin akademisyenleri ne gündem hazırlama ne de minimum etki sunan incelemelere tahammül
edecek bir durumda değildi. Çözüm, küresel pazarın meşrulaştırıcısı post-modern, post-pozitivist ve postyapısalcı yaklaşımlarla geldi. Gündem hazırlama 1990’ların post-yapısalcı ve post-modern anlatıların etkisi ve
yeni-biliş yönetimi stratejileriyle birlikte “gündem eritme” içine eritildi. İçerik tümüyle bir kenara itilerek, kitle
iletişiminde, post-modern “alımlama” yaklaşımlarıyla izleyici bireyin “bağımsızlığı” ve “inşa-yıkan ve kendine
göre yeniden-inşa yapan egemenliği” ilan edildi. Post-modern durumu yaşadığı söylenen insan, artık, kendini
her şeyi kendince-bilen ve kendi kaypaklığı ve bilmiş-cahilce çoğulculuğunda, işine gelen her türlü etkiyi
“kendisi kendi için” çıkarttığı için, artık medya endüstrileri ve savunucuları rahat edebilirlerdi.
Retorik, ikna ve etki ile birlikte, kaçınılmaz olarak, iletişim araştırmaları insanlar arası sembolsel etkileşim
üzerinde duracaktı. Bu da insanı, siyaseti, kültürü ve toplumu iletişim bağlamında anlamada araştırmaların bir
kısmının etki, ikna ve propaganda üzerinde durmasını getirirken, makro-açıklamalar üzerinde duran bir
kısmının da iletişimin toplumdaki işlevleri, örgütlenmesi ve gelişmesi ve iletişimin tarihsel toplumlardaki
incelenmesi üzerine duracaktı. 20. yüzyılın başlarında Amerika’da Chicago Okulu’nun ve Iowa Okulu’nun
kuramsal yaklaşımlarındaki ve araştırma yönelimlerindeki farklılaşmada ve bu farklılaşmanın günümüze kadar
gelen gelişmesinde bunu görürüz. Bu gelişmenin bir ayağı bilimsel (scientific) olarak nitelenen tutucu (veya
anaakım) kuram ve araştırma geleneği olarak kuruldu ve gelişti. Bu gelenek, Compte, Schramm, Pool, Pye, De
Fleur ve Lasswell gibi önemli aydınlara dayanır ve onlardan beslenir. Diğer ayağı pozitivistlerce “hümanist
gelenek” olarak nitelenen araştırma ve açıklama yönünde gelişti. Hümanist geleneğin bir bölümü ilerici/liberal
(progressive) olarak nitelenir. Bu gelenek Durkheim, Dewey, Parks, Cooley ve Mead'den başlayarak, Carey,
Gerbner, Gross, Becker, Greenberg ve Tunstall kadar pek çok kişi tarafından sürdürülen zengin bir geçmişe
sahiptir. Bu geleneğe, Marks, Simmel, Dewey, Cooley ve Parks gibi aydınların etkisinde geliştirilen ve
diyalektik ve sınıf mücadelesi yerine "çatışmayı” yerleştiren, "çatışma işlevselciliği” (conflict functionalism)
anlayışıyla gelen açıklamaları da ekleyebiliriz (örneğin, (Blau, Smelser, Coser ve Dahrendorf).
İkinci ayak (humanistic) içindeki bir diğer gelişim de, Filozof I.A. Richards’ın "iletişim anlam yaratmadır”
diye nitelediği anlayıştan beslenerek olmuştur. Bu gelenek, özellikle felsefe, dil bilimleri ve kültürel alanlarda
oldukça yaygın bir şekilde egemenlik kazanmış ve özellikle günümüzde çeşitli yaklaşımları içeren kültürel
incelemelere doğru gelişmiştir.
Liberal/ilerici yaklaşımlar, 1960ların sonunda Gerbner’in ekme teorisine dayanan araştırmalarla zenginleşti
ve hala devam etmektedir. Fakat liberal gelenek, özellikle 1990’dan beri, Fiske ve Grossberg gibi liberal
çoğulcu kültürel incelemecilerin egemenliği altına girdi. Bu geleneğin üzerinde durduğu medyada etik, şiddet
ve tekelleşme konuları devam ederken, günümüzde, evde ve medyada kadına karşı şiddet, kadının medyada
dengesiz temsili, diğer alt-kimlikler ve bu kimliklerin temsili, medya ve özellikle internete erişim ve böylece
katılımcı demokrasinin gerçekleşmesi, enformasyon toplumu ve bilgi toplumu, dijital uçurum ve bu uçurumun
kapatılması araştırma ve tartışmaları moda yapıldı. Çoğulculuk ideolojisi ile gelen post-pozitivist anlayış,
sosyal güç farklılığını, yapıyı ve sosyal sistemi bir yana bıraktı. Medya kuruluşlarıyla izleyiciler/okuyucular
arasında temel bir simetri ve simetrik ilişki olduğu (yani izleyicilerin ilişkiye gönüllü katıldığı), izleyicilerin
medyayı kendi arzu ve tutum ve isteklerine göre maniple ettikleri belirtildi.
Liberal/ilerici Chicago Okulu geleneği ve bu geleneğin uzantılarından biri olan Gerbner’in ekme tezi
(cultivation theory) Türkiye’de kuramsal açıklamalar ötesinde yaygın bir kullanım alanı bulamadı. Bu
9
gelenekle yapılan birkaç araştırma da, Gerbner’in “orta sınıf ideolojisini eken” ve “eklenen etki yapan” medya
görüşünü (asıl anlamlı olanı) dışarıda bırakmıştır. Dolayısıyla, ABD’de olduğu gibi, Türkiye’de de iletişimde
Chicago Okulu türü iletişim sosyolojisi araştırmaları, etki araştırmalarıyla karşılaştırıldığında, marjinal
kalmıştır.
Basit empirisizmi humanist gelenek ile birleştirenler içinde, özellikle 1950lerin sonlarından itibaren,
İngiltere’de E. T. Hall ile başlatılan “kültürlerarası iletişim,” belki de günümüzde “kültürlerin birbirini
anlamasını, barış içinde ve karşılıklı anlayış ve empati kurarak yaşamasını işleyen “süpermarket kültürünün”
iletişimdeki ilk başlangıçları oldu. Bu başlangıcın bir yönü de, Çirkin Amerikalı” 7 gibi kültürel yönetim
konusunu ele alan incelemelerle, “yöneticilere faydalı öneriler sunan” ve özellikle “örgüt/firma/şirket
kültürünü” ele alan bir biçimde gelişti.
Endüstrileri sosyal sorumluluktan kurtaran kuramsal yapıların ve bunlara bağlı olarak yapılan incelemelerin
ve yazılan kitapların önemli bir kısmı “izleyici/okuyucu” üzerinde dururken, diğer bir kısmı da “teknolojiyi”
(aslında teknolojik aracı) “yapan özne” olarak öne sürdüler. Siyasal ve ekonomik alanda kapitalist sistemi,
materyal ve kültürel ürünlerini ve ideolojisini satmak için “modernleşme, kalkınma, gelişme” teorileri
kurgulandı ve bu teoriler çerçevesinde “az gelişmiş, gelişmemiş, gelişmekte olan” ülkeler ölçüldü. Gelişme
potansiyelleri saptandı ve gelişmeleri için, örneğin “yeniliklerin yayılması yaklaşımı” gibi kuramsal
gerekçelerin yardımıyla, teknolojik araç transferi ve kullanılması önerildi. Kalkınmamaya neden olarak artan
nüfus ve geleneksel değerler verildi. Bunları ölçmek ve değişimi sağlamak için incelemeler yapıldı ve
programlar uygulandı (hala da uygulanmakta). Modernleşme ve kalkınma teorileriyle gelen araştırmalar,
modernleşmeyi
“modern
teknolojik
ürünlere”
sahiplikle
ve
modern
insanı
da
“bu
ürünleri
tüketmeyle/kullanmayla” tanımladılar. Teknolojinin insanı ve toplumu değiştirdiği anlayışı, 1970’lerde MC
Luhan ile “araç mesajdır” düşüncesiyle zenginleştirildi. Yapan özne ve yüklenen içerik bir kenara itilmeye
başlandı ve aracın belirleyiciliği üzerine eğilme arttı. 1990’lara gelindiğinde içerik tümüyle bir kenara itilerek
kitle iletişiminde izleyici bireyin bağımsızlığı post-modern “alımlama” yaklaşımlarıyla ilan edildi. Öz ile
ilgilenmenin yerini “imaj yapılandırma” aldı. Bunun örgüt iletişimindeki yansımaları, bu yeni dönemin
zorladığı “özgürlük ve birbirini anlama” atmosferi altında “katılımcı yönetim” ve “Toplam Kalite Yönetimi”
yaklaşımları ve araştırmaları biçiminde oldu.
Gelişme: Tarihsel/Diyalektik Materyalizme Dayanan Gelenek
Bu gelenek (kısaca Marksist gelenek) “tarihsel materyalizm çerçevesi içinde araştırma yapan ve açıklama
getiren” yaklaşımları içeren bir şekilde ele alındı. Bu çerçeveye, içinde ciddi farklılıklar olsa da, Frankfurt
Okulu (critical school) da dahil edildi.
Marksist geleneği, insanı ve toplumu anlamada hareket noktalarına göre iki temel gruba ayırabiliriz:
Birincisi insanı ve toplumu anlamada üretim biçimi ve ilişkilerinden hareket eden ve Marksist tarihsel ve
diyalektik materyalizmde hayatın maddi üretimi üzerinde duran yandır (özlüce siyasal ekonomi). Bu gelenekte
7
Bu kitap Amerikan siyasetcilerine ve iş adamlarına dünyayı nasıl yönetmesi gerektiğini, yaptıkları yanlışları sunarak
anlatan, en popüler kitaplardan biridir. (William J. Lederer and Eugene Burdick, Ugly American, 1958)
10
açıklama işine, özne ve öznenin aklından veya düşüncesinden değil, insanın yaratıcısı olduğu ve insanın
kendini içinde bulduğu materyal gerçeklerden başlanır. Hareket noktası, insanın kendini ve toplumunu nasıl
ürettiğidir. Yani, “ekonomik indirgemecilik” klişesi bu bağlamda geçersizdir.
İkincisi toplumu ve insanı anlamada hareket noktası olarak üretileni, özellikle düşünce, ideoloji ve kültürü
ele alan yandır. Bu yan içinde, aynı anda maddi ve düşünsel hayatını üreten insanın, düşünsel (ideolojik)
üretimi ve bu üretimin doğası üzerinde durulur.
1. Maddi Üretimin İncelenmesi
Marksist diyalektik ve tarihsel materyalizm geleneğine bağlı kalan eleştirel incelemeler, kitle iletişim
sorunsalını üretim biçimini ve üretim ilişkilerini merkeze taşıyarak işe başlarlar. Bu bağlamda kitle iletişiminin
örgütlenmesini, sistemini, çalışmasını ve sonuçlarını incelerler. Kitle iletişiminin üretimi, üretim ilişkileri ve
koşulları üzerinde dururlar. Bu sırada, iletişim örgütlerinin gelişmesi ve tarihsel yapısı, kitle iletişiminin örgüt
yapısı, sahiplik, tekelleşme, pazar kontrolü, kitle iletişimi örgütlerinde iş koşulları, çalışma politikaları ve
pratikleri, iletişim profesyonelleşme, toplu sözleşme, teknoloji ve ürün transferi ve politikaları ve ekonomik
emperyalizm gibi konulara eğilirler.
Liberal siyasal ekonomi araştırmalarından farklı yaklaşımla gelen Marksist siyasal ekonomi araştırmaları,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra H. Innis, D. Smythe, Herbert Schiller, D. Schiller, V. Mosco ve A. Mattelart
gibi akademisyenlerin çalışmalarıyla geliştirildi. Bu açıklamalar sadece bir ülke içinde sınırlı kalmaz, uluslar
arası iletişim ilişkileri üzerinde de yoğun bir şekilde durur. Uluslararası iletişimin siyasal ekonomisi üzerinde
duranlar, uluslararası teknolojik yapı, ürün üretimi, ürün/mal akışı ve sonuçları, enformasyon ve bilgi akışı ve
doğası, ekonomik, kültürel ve ideolojik egemenlik gibi konulara eğilirler.
Türkiye’de, Marksist siyasal ekonomi çerçevesinde kitle iletişimini veya Türkiye’deki herhangi bir iletişimi
gereğince araştırıp açıklayan bir ürün yoktur. Benim kuramsal açıklamalarım ve medyada Marksist araştırma
gereğiyle ilgili yazılarım, Türkiye’deki medya yapısını ele alıp inceleyen kapsamlı bir karakter taşımamaktadır.
Benim makalelerim, sadece, tarihsel materyalist siyasal ekonomi türü araştırma yapmayı düşünenler için
kesinlikle bilinmesi gereken bilgileri veren karakter taşımaktadır.
2. Düşünsel Üretimin İncelenmesi
Maddi hayatını üreten insan, bunu ancak, düşünsel hayatını da üreterek yapabilir. Aksi takdirde, insan
teknoloji (toplum) ve kültürü (kendini yeniden-üretme biçimlerini) yaratarak tarih yapamaz: Gören ve taklit
eden maymunun maymunca yaşam tarzından öte gidemez. Bu kuramsal çerçevede incelemeleri özellikle
Marx’ın Alman İdeolojisi’yle başlayan ve Lucas ve Gramsci’nin yapıtlarıyla devam eden ürünlerde görürüz.
Bu tür araştırmaların aslında öncelikle düşünsel üretimin nasıl yapıldığı üzerinde durması gerekir. Bu da
kaçınılmaz olarak “düşünsel üretimin örgütlenmesi” ve bu örgütlü yapılarda “düşünseli üretim ilişkileri”
üzerinde durmayı gerektirir. Bunun üzerinde fazla durulmaz. 8 Onun yerine, daha çok “düşünsel ürünün”
8
Duranlara örnek olarak Smythe, Schiller, Parenti, Schudson, Chomski, Garnham ve Wasco verilebilir ki bunlar aynı
zamanda materyalin üretimiyle de ilgilenenlerdir.
11
ideolojik içeriği üzerinde durulur, ki elbette durulması gerekir. Bu bağlamda, en önde gelen konular arasında
ideolojinin açıklanması, maddi üretim ile düşünsel (ideolojik) üretim ilişkisi, profesyonel ideolojiler ve bunların
transferi, kültür emperyalizmi, ürünlerin ideolojik içerikleri ve bilinç yönetimi, profesyonel ideolojiler ve
medya pratikleri vardır. Marksist kültür incelemesi yapan (örneğin H. Schiller, D. Smythe, S. Ewen) ve hatta
ampirik data ile sınıf analizini destekleyen (örneğin Fransa’da kültürel farklılık ve sınıf analizi yapan Pierre
Bourdieu) araştırmacılar oldukça yaygındır.
Fankfurt Okulu. Eleştirel gelenek kitle iletişiminde çoğunlukla Frankfurt okuluyla başlatılır. Fakat
Frankfurt Okulu, Marksist kuramın, Veblen’in görüşünün, kitle kültürü tartışmalarının ve kitle üretim
teknolojilerinin biçimlendirdiği bir tarihsel geçmişe sahiptir. 1900’lerde Almanya’da Frankfurt’ta yaşayan
liberal-sol sermayenin kendileri için faydalı bir araştırma yönelimi arayışı, Frankfurt Okulu’nun oluşmasını
getirdi. Frankfurt geleneğinin ürünleri iletişimde “kültür endüstrisi” ve biliş ve davranış yönetiminde egemenlik
eleştirisiyle kuramsal açıklamalar ve araştırmalarla gelişti. Bu açıklamalar Habermas ile “iletişimsel faaliyeti”
örgütlü yapılardan koparılarak bireysel özgürlüğün kamusal alanda ifadesine (speech/konuşma eylemine)
indirgendi ve eleştirel tonda “liberal çoğulcu” anlayışa dönüştürülerek, Frankfurt Okulu bitirildi. Frankfurt
Okulu’nun kitle kültürü anlayışı 1980’lerde reddedilmeye başlandı. Giderek, anlamın, medya tüketimi
koşulunda\konumunda yaratıldığı tanınmaya başlandı (Örneğin Hobson, Schudson). Türkiye’de Frankfurt
Okulu geleneğine tercümeleriyle ve yapıtlarıyla, iletişim alanında öncülük eden Ünsal Oskay olmuştur.
Kültürel İncelemeler: Adorno’dan Marcuse’ye kadar, Frankfurt Okulu aydınları, iletişim alanını içeren
yapıtlarıyla Marksist yönelimli “eleştirel okul” geleneğini oluşturdular. Bu gelişmeye 1950 sonlarında Hoggart
ve Williams’ın Arnold-Elliot-Leavis üçlüsünün düşüncelerine dayanan egemen kültür anlayışına alternatif
arayışlarında giderek Marx’ı keşfetmesiyle gelişen ve kültürel incelemeler adı verilen gelenek eklendi. Bu
geleneğin gelişimi 1970’lerde yapısalcı ve göstergebilimci Fransızlar ve bunları İngiltere’ye taşıyan Stuart
Hall’ın da katkılarıyla dönüşüme uğratılarak, kültürel incelemelerde post-yapısalcılığın egemenliği getirildi. Bu
durum kültürel incelemeciler ile siyasal ekonomistler arasında ciddi tartışmaların çıkmasını beraberinde
getirdi. 9 Siyasal olan ve siyasal olanı savunan (ideolojik/kültür analizini örgütlü güç yapısına bağlayan) hızla
“kapı dışarı” edildi. Foucaultcular İngiltere ve Avrupa’da Amerikan liberal çoğulcu biçime benzeyen, fakat
“metin” veya “semiotik anlam” üzerinde çoğulculuğa eğilen bir yaklaşım getirdiler. Avusturalya’da J. Fiske ve
Amerika’da L. Grossberg bu çoğulculuğa kendilerince belli yeniden tanımlamalarla katıldılar. Althusser
1990’larda kaba Marksist fonksiyonalizmin savunucusu olarak nitelenmeye başlandı. Post-Althussercilerin
çoğu ekonomik belirleyiciliği hatta zayıf ve indirgemeci olmayan biçimde bile olduğunu reddettiler.
Baudrillard’ı izleyenler “tahtından indirilen ekonominin yerini öznelliğin” aldığını belirterek buna katıldılar.
Türkiye’de ise, doğru nedensellik bağları kurup sonuçlar çıkarma olanaklarından ve yeteneğinden yoksun
bırakılan halk arasında nicel olarak çoğalıp yayılan tarikatçılık ve falcılık gibi, akademik alanda da kültürel
incelemelerle gelen tarikatlardan birinin mistik ruhaniliğine sarılarak fal okuyanlar türedi ve çoğaldı. Bu yeni
gelenekte, özellikle retorik, edebiyat, dil bilimi, göstergebilim ve sosyoloji alanlarından gelen veya bu alanları
kullanan iletişim akademisyenlerinin sosyal eleştirisinin hareket noktası iletişimin ve iletişim medyasının
kültürel işlevleri/rolleridir. Bu incelemelerin anlatılarında, çoğunlukla, sınıf, örgütlü yapılardaki insan ilişkileri,
9
Ayrıntılı bilgi ve kaynak için bkz: Hardt, 1997 ve İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, sayı 25, s. 267-280.
12
kültürün örgütlü yapılardan ve güç ve çıkar ilişkilerinden geçerek üretilmesi, gerçek yaşam koşullarıyla
ilişkilendirme ya tümüyle ortadan kaldırılmıştır, ya ikinci pasif plana itilmiştir ya kültürle/ideolojiyle belirlenen
olarak ele alınmıştır ya da bireysel pratiğe (günlük yaşam içerisinde bireyin inşa-yıkma ve kendine göre inşa
yoluyla anlam vererek yaşamını ve mücadelesini düzenlemeye) indirgenmiştir. Kültürel incelemelerin çoğunda
kapitalist medya ve toplum cinsiyet, yaş, ırk, seksüel tercih, yaşam biçimi gibi kategoriler içinde ele alınır.
Eleştirel sunumlarda bile, sosyal sınıf kategorisine ya açıkça veya gizlice düşmanlık vardır ya da bu kategorinin
kabalığı ve yetersizliği sunularak (virgülü kaldırdım) diğer kategorilerin daha önemli olduğu haklı çıkarılmaya
çalışılır. Böylece, kültürel incelemelerin çoğunda kültür ve toplum eleştirisi, medyanın sınıfların
biçimlendirilmesinde ve sınıfsal bilinç yönetiminde nasıl çalıştığı konusu bir kenara itilir. Hele, Türkiye’deki
taklitlerinde, insan/birey ortadan kaldırılmıştır ve insan-öznenin yerine, temsil-eden-metin (veya semboller) ile
ilgili
olarak,
“çözümleyenin”
falcı
gibi
uydurma
yeteneğine
göre,
“şahane
uyduruları”
içeren
“çözümlemeler/anlamlandırmalar” sunulmaktadır. Daha kötüsü, bilimin temel amacı olan “açıklamayla
belirsizliği ortadan kaldırma” yerine, daha çok, kavramların bilinçli veya bilinçsizce kullanım biçimiyle,
belirsizlik artırılmaktadır. Bu işte, “araştırmacı-çözümleyici” kendi anlatısındaki dilsel becerisine bakarak
“Arapça bilmeyen gerçek-inananın Arapça bir duayı söylerken hissettiği ruhaniliği ve derin duyguları”
hisseder. Araştırmacının yazdıklarını okuyan, eğer müridiyse, o da aynı hazzı alır: Anlamasına gerek yoktur;
alınan duygu ve hazdır önemli olan. Araştırmacı ve müridi veya benzer mistik duyguları duyan okuyucu
böylece kendi koşullarını yeniden-üreten pratiğe rızayla katılırlar. Katılımcı demokrasi böylece gerçekleşir.
Daha kötüsü, bu tür açıklamalar, neo-liberallerin ve liberal-çoğulcu düşüncenin promosyonunu yapan
kültürelcilerin,
farklı
anlatılarla
sundukları
enformasyon
ve
enformasyon
zenginliğinden
geçerek
“okuyucuyu/izleyiciyi/ halkı/güçsüzü güçlendirme (empowerment or empowerment of powerless) iddiasında
olduğu gibi, geçersizdir. Bu tür açıklamalar bilinç ve davranış yönetiminin parçalarıdır. Medyada
biçimlendirilmiş “enformasyonla” işlenen kültür, siyasal ve ekonomik çıkarları gerçekleştirmeye, dolayısıyla
güçlünün gücünü güçsüzleştirilenlerin biliş ve davranışından geçerek perçinlemeye ve yaygınlaştırmaya
yönelik kültürdür.
Dünden Bugüne: Türkiye’de Kötü Taklidin Gelişmesi
Batıdaki gelişmelerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de her bakımdan önemli gecikmeler ve sorunlar vardır.
İletişim teknolojilerinin üretimiyle ilgili “mühendislik alanındaki” araştırmalar, bu gecikmeyle ve bilgi
üretiminin güçlü uluslararası yapılar tarafından kontrolüyle gelen “geri-bırakılmışlık ve geri-kalmışlık”
karakterine sahiptir.
Cumhuriyet Türkiye'sinde tarih, sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, felsefe, dilbilim, antropoloji, sosyal
psikoloji, sanat ve arkeoloji çalışmalarının iletişim alanındaki bilgi birikimine katkısı, Batı'dakilerle
karşılaştırıldığında, yok denecek kadar azdır. Bu katkı azlığı iletişim alanının gelişmesini doğrudan
engellemese bile, zayıf kalmasına neden olmuştur. Bu durumun yanında, eğitim ve araştırma kurumlarının
kurulmasının gecikmesi de iletişim incelemelerinin çıkışını çok sonralara ertelemiştir. Gerçi, Türkiye'de
13
iletişim alanına ilişkin ilk çalışma bir gazeteci tarafından (Ahmet Emin Yalman) A.B.D.'nin Colombia
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde yapılmıştır: The Development of Modern Turkey as Mesured by Its
Press, (1914). Fakat yarım asır kadar Türkiye'de iletişim araştırması yapılmamıştır. 1950’lerden başlayarak
iletişimle ilgili araştırmalar Amerikalılar tarafından yapılmıştır. Bunlardan ilki D. Lerner'in “The Passing of
Traditional Society” (1958) isimli yapıtıdır. Bunu takiben Princeton ve Yale Üniversitelerinin 1960'ın
başlarında seri halinde çıkardıkları incelemelerde Türkiye'deki iletişim ve kalkınma da ele alınmış ve Japonya
ile karşılaştırılmıştır (Örneğin, Pye, Frey, Tarde ve Ward &Rustow).
Yine de, bazı önemli çalışmalar (Adnan Adıvar, Niyazi Berkes) Osmanlı toplumunda sadece matbaanın
gecikme nedenlerini açıklamakla kalmamış, iletişimi yakından ilgilendiren toplumsal süreçlerin açıklanma
yöntemleri konusunda da yol gösterici olmuştur. Siyaset bilimi, kamuoyu ve siyasal düşünce araştırmaları ile
(Nermin Abadan-Unat, Şerif Mardin), sosyoloji bazı monografileri ile (Mübeccel Kıray, Emre Kongar) iletişim
alanındaki bilgi birikimine katkıda bulunmuştur.
Toplumsal sorgulama ve sorulara yanıt arama alışkanlığının ve geleneğinin sosyal bilimlerde gereği gibi
gelişmediği ortamda, kendi alanına yeterince ilgi göstermeyen sosyal bilim dallarının iletişim alanına özel bir
ilgi duyması beklenemez. Örneğin, Türkiye’de tarihçiler basın tarihi yazmamışlar ve sosyologlar iletişime yer
vermeyi Tahir Çağatay dışında uzun süre düşünmemişlerdir. Siyaset bilimciler iletişim fakültelerini “başka
yerde iş bulamadıklarında” çalıştıkları veya ders verdikleri bir “azgelişmiş sömürge” olarak kullanmış ve
azgelişmesini geliştirmişlerdir. Bazı istisnalar dışında, iletişim fakültelerinde çalışan sosyal bilimlerin diğer
alanlarından gelen akademisyenlerin önemli bir kısmının, iletişim alanında çalışanların önemli bir kısmı gibi,
okuma alışkanlıkları ya ortadan kalkmış; ya temel ve “süpermarket kitapları” karakteri taşıyan bir iki ürün
dışında “iletişimle ilgili anlamlı bir şeyler” okumama yönünde gelişmiş ya da projeler yaparak para kazanmak
için “ticari okuma” biçimine dönüşmüştür. Dolayısıyla, kendi alanlarıyla iletişim arasında ciddi araştırmalara
dayanan bir bağ kurarak iletişime katkı çabaları, sadece birkaç kişi dışında, başından beri “çarpık” bir yapı
içinde kalmıştır.
Bu durum, eğitimin karakteriyle de desteklenmiştir. Türkiye’de iletişim eğitimi ve araştırmaları ABD’nin
“özel” taklidi biçiminde çok sonradan gelişmiştir. Eğitim bağlamında özel taklit olması, ABD’deki iletişim
eğitimindeki zengin çeşitliliği alma yerine sadece kitle iletişimini almasında yatar. Türkiye’de kurulan ilk
iletişim fakültesinden en son kurulanlara kadar olanların hiçbiri iletişim fakültesi değildir; kitle iletişim
fakültesidir. İletişim fakültelerinin eskiden beri gelen ve yeni eklenen bölümleri endüstriyel örgütlenme
biçimini yansıtır: radyo, televizyon, gazetecilik, halkla ilişkiler, bilişim ve tasarım. Bu nedenle, zengin bir
geçmişe sahip olan kendi-kendine iletişim (ki bazıları böyle bir iletişimin olduğunun farkında bile değil),
kişilerarası iletişim, aile iletişimi, grup iletişimi, örgüt iletişimi, kamusal iletişim, uluslararası kitle iletişimi
içine sıkıştırılmamış uluslararası iletişim, savaş iletişimi, seçim süreçleri içine çökertilmemiş siyasal iletişim
gibi alanlar Türkiye’deki eğitimde ve iletişim araştırmalarında ciddi şekilde bodur kalmış, gelişmemiş, bir
kenara itilmiştir. Bu bodur kalmayı, “herkesin her dersi verebileceği ve araştırmayı yapabileceği” iddiasıyla
gelen “yanlış profesyonelleşme” (daha doğrusu “olmayan profesyonelleşme”) de desteklemektedir. Örneğin,
nicel yöntemle ilgili hiçbir bilgisi olmayan ve bildiklerinin de çoğu yanlış olan, nicel ölçmeyi eline bir anket
alarak soru sorma sanan, bu anketlerin hemen hepsi yanlış olan, “kuram inşasına nasıl başlandığını bilmediği
14
halde, kuram inşası dersi vereceğini iddia eden “cehaletin bilgiçlik tasladığı ve egemen olduğu çıkarlar ortamı”
sürdürülmektedir. Böyle bir ortamda, akademik karakterde bir eğitim ve araştırma bulmak çok zordur.
İletişim eğitimin örgütlenmesiyle ve eğitimin kitle iletişimi türü içine sıkıştırılmasıyla gelen taklit-transfer
yönelimi, kuram ve araştırma yöntemleriyle ilgili transferlerle desteklenmiştir. Amerikan sosyal-psikolojisi,
psikolojisi, sosyolojisi, siyaset bilimi, dil/gösterge bilimi önde olmak üzere, Batı’nın ana akım kuramlarının en
egemen olanları Türkiye’de öne çıkarılmıştır. Daha 1960’lardan itibaren, ABD soğuk savaş propagandasının en
gözde kitaplarından biri olan “Basının Dört Teorisi” kitabı (Siebert ve diğerleri, 1956) ve bu teoriyi yeni
koşullara göre yeniden biçimlendirerek sunan Denis MCQuail’in “Kitle İletişim Modelleri” kitabı gözde
kaynak olarak kullanılmıştır. Bu kitaplara, yine Amerika’nın ana akım ve hatta “gerici” olarak nitelenenlerinin
kitapları tercüme edilerek eklenmiştir (örneğin Pool, DeFleur, Ball-Rokeach, Severin). Günümüze gelindiğinde
de, “post-modern durum” promosyonu yapan ötesi/sonrası (post) yaklaşımları sunan yapıtların (Fiske ve
Grossberg gibilerin ve post-yapısalcıların, post-modernistlerin yapıtlarının) tercüme edilip dolaşımda egemen
yapıldığını görürüz. Okunanların bu tür karakterleri nedeniyle, yazılanlar da kaçınılmaz olarak, bu karakteri
yansıtacaktır. Bu yansımaları tezlerden makalelere ve kitaplara kadar hepsinde görürüz. 10 Bu egemen
yönelimin yanında, alternatif yaklaşımlar ve bu yaklaşımlara göre yapılan araştırmalar ise çok yavaş gelişmiş
ve marjinal durumda kalmıştır. Son yıllarda “eleştirel” olarak çevrilen ve yazılan yapıtların artışına bakıp
yanılmamak gerekir, çünkü bu yapıtların eleştirelliği, küresel pazar için işlevsel olan düşünselin, kendine
işlevsel olmayanları (pozitivizmi, modernizmi ve marksizmi) geçersizleştirmesi çerçevesi içinde kalır.
Türkiye’de iletişim fakültelerinin son yıllarda niceliksel artışına rağmen, iletişim araştırmaları genellikle
yöntembilimsel bağlamda akademik karakterden yoksun bir şekilde oluşmuştur ve bu oluşum sürekli yeniden
üretilmektedir. İletişim alanı kitle iletişimine hapsedildiği için, iletişim araştırmaları ilgilendikleri alanlar
bağlamında da yoksulluk içindedir.
İletişimin tanımından başlayarak düşünsel yapıları (concepts) ele alan kuramsal araştırmalarla sunulan
açıklamalar da iletişim araştırmaları arasında yer alır. Bunların çoğunu hem pozitivist hem de pozitivist
olmayan niteliksel araştırmalarla gelen tartışmalar oluşturur. Bu araştırmalar dahil her tür araştırmada iletişimle
ilgili çeşitli kavramların kullanımına bakıldığında, büyük çoğunlukla, iletişim, erişim, etkileşim, teknoloji,
medya okuryazarlığı, evren, nüfus, örneklem gibi en temel kavramlar dahil birçok kavramın ya tümüyle yanlış
ya ciddi şekilde yanlış ya da ciddi şekilde sadece belli örgütlü insan ilişkileri dışında geçerli olmayan şekilde
kullanıldığı görülür. Bir araştırmada “kavramsallaştırma” (=somutlaştıran düşünsel inşa) (conceptualisation)
sorunluysa, araştırma da sorunludur. Ne yazık ki, özellikle son zamanlarda, araştırmalarda, en temel
kavramlarda bile ciddi hatalar yapılmaktadır. Kuramsal kitapların hemen hepsi ya tercüme ya da kuramların
kopyalanarak aktarılması karakterini taşımaktadır. İletişim kuramlarını irdeleyerek sunan yapıtlara ender
rastlanır (örneğin, Erdoğan ve Alemdar, 2005). Onun yerine, 2000’lerin Türkiye’sinde hala, iletişim ve kuram
konusu Batı’yı tanıma ve Batı’yı kitap çevirileriyle transfer biçiminde olmaktadır. Birkaç çeviri dışında,
çevirilerin büyük çoğunluğu Batı’daki tutucuların, liberallerin veya post-modernistlerin yapıtlarıdır (Örneğin, J.
Fiske ve McQuail). İletişim hala “mesaj gönderme ve alma” ve iletişim sorunları da “etki ve etkili iletişim”
sorunları olarak ele alınmaktadır. Benim “İletişim, Egemenlik ve Mücadeleye Giriş” (1997) ve İletişimi
10
İletişim alanında yapılan tezlerle ilgili bir değerlendirme için bkz: Tokgöz (2006), Dursun (2004).
15
Anlamak (2007) yapıtlarım gibi, iletişimi, kitle iletişimine sınırlamaksızın, temel iletişim biçimleriyle, şimdiye
kadar yapılmayan bir biçimde, üretim biçimi ve ilişkilerine dayanan egemenlik ve mücadele ekseninden hareket
ederek irdeleyen ve bu sırada egemen anlatıları sunan ve eleştiren yapıta rastlamak çok güçtür.
Tarihsel incelemelerle gelen anlatılarda birkaç egemen yönelim görürüz: iletişim tarihini icatlar tarihi
kronolojisi biçiminde sunma bunların başında gelir. İletişimde gelişme icatlardaki gelişme olarak sunulur ve
icatlardaki gelişmelerin (iletişim devrimlerinin) de insanın duyusal dünyasını etkilemekten geçerek insanın
düşünce ve yaşam tarzını değiştirdiği (McLuhancılar), televizyonun yayılmasıyla “enformasyon toplumunun”
geldiği (Daniel Bell) ve internetin yayılmasıyla “bilgi toplumuna ulaşıldığı” anlatıları kitapları ve araştırmaları
doldurur. İletişim tarihindeki bu egemenlik yoluyla, “teknolojik transfer” adı altında, bitmiş-ürün/araç
transferinin promosyonu yapılır. Bu transfer İkinci Dünya Savaşı sonrası modernleşme, kalkına, gelişme gibi
isimler altında radyo, televizyon, sinema ve basındaki/gazetecilikteki araçları satmak için meşrulaştırılıyordu.
Şimdi ise “enformasyon toplumu” ve “bilgi toplumu” adı altında bilgisayar ve internet bağlantılarının
promosyonu ve satışı yapılmaktadır. Ayrıca, Türkiye’de tarihçiler basın tarihi yazmadıkları gibi, sosyologlar
iletişimin özel alanlar arasında yer alabileceğini Tahir Çağatay dışında uzun süre düşünmemişlerdir. K.
Alemdar, S. İskit, S. N. Gerçek, M. N. Özön, O. Koloğlu, U. Kocabaşoğlu, H. Topuz, N. Yazıcı, M. Tunçay, C.
Koçak ve diğerlerinin yapıtlarına rağmen, Türkiye’de iletişim tarihi yeterince ayrıntılı olarak yazılmamıştır.
Bazı istisnalar dışında bu tutumun bugün de sürdüğünü söylemek mümkündür. Daha kötüsü, “tarih
araştırmaları” diye öne sürülecek araştırmalar, daha çok, popülerlerin yazdığı “popüler yapıtlar” türüne
dönüşecektir.
Toplumsal-yapısal incelemelerden medyanın örgütlü pratiği ve profesyonel pratiğe kadar çeşitlenen
sosyolojik araştırmalarda yavaş bir gelişme göstermiştir. Aynı yönelimi, kitle iletişiminin düşünsel/ideolojik ve
kültürel üretim bağlamında incelenmesinde de görürüz. Elbette, bu bağlamda, son zamanlarda, N. Güngör, K.
Alemdar, İ. Erdoğan, Ç. Dursun, H. Geray, R. Kaya, A. Girgin, A. İnal, F. Alver ve diğer birçoklarının
ideolojik ve kültürel pratiklerle ilgili katkıları artmaktadır.
Türkiye’de Kuram ve iletişim yapıtları hızla iki yönde ilerlemektedir: Birincisi, kitle iletişiminde pozitivistdeneyci yaklaşım çerçevesinde, genellikle pozitivizmin kurallarını çiğneyerek, sürdürülen gelenektir. İkincisi
ise, post-yapısalcı veya post-modernist taklitçi kültürelciliğin “kötü taklidiyle” gelen yansımalarıdır. Eleştirdiği
için eleştirel sanılan kültürel incelemeler, özellikle “söylem analizi” adı altında söylem analizi olmayan
“mistikleştiren” veya “şahane edebi uydurular” sunan öznel değerlendirmeler, Türkiye’de son zamanlarda
oldukça moda haline geldi.
İletişim alanında Türkiye’de eleştirel veya tarihsel materyalist yaklaşım ile ürün veren akademisyenler çok
küçük bir azınlığı oluşturur. Ankara Üniversitesi iletişim Fakültesi, eski SBF imajıyla gelen yanlış
değerlendirme nedeniyle olmalı, eleştirel geleneğin başladığı ve geliştiği yer olarak bilinir. İlginç olan, bu
fakültede eğitim yapan eskileri arasında Marksist yapıtı olan hiç kimse yoktur. Sadece, Frankfurt Okulu
geleneğini bize sunan ve eleştirel okul geleneğinde bazı yapıtlar sunan Ünsan Oskay vardır. Beni de eskiler
arasına katarsak, benim hem pozitivist-ampirik hem de Marksist çerçeveye dayanan ürünler verdiğim görülür.
Benzer şekilde, Korkmaz Alemdar’ın iletişim tarihi ile ilgili incelemeleri pozitivizm dışı gelenek içine girer.
Yeni kuşağa bakıldığında, sadece birkaç genç doçent, yardımcı doçent ve araştırma görevlisi dışında,
Türkiye’de İletişim Fakültesi öğretim üyelerinin çoğunluğu (Chicago Okulu geleneğinde olanlar ve burjuva
16
feministler dahil) burjuva liberal çoğulcu anlayış çerçevesini kopyalayanlar/yansıtanlar içine düşerler. Egemen
yönelim hızla “para kazandıran” projelere ve bu projelerde de ampirik araştırmalar yapma biçimine doğru
gitmektedir.
Türkiye’deki iletişim fakültelerinde kültürel incelemeler, geç de olsa, taklit edilmeye başlandı. Çoğunlukla
gülünç, ilkel ve yöntembilimsel karakterden yoksun bir şekilde, “söylem” analizi denen analizler yapılmaktadır.
Dergilerde ve kitaplarda, giderek “yorumsamacılığı (hermeneutics) bilmeyenler, dolayısıyla “yorumsamacılığı
keyfi bireysel çıkarsama” sananlar, çoğunlukla, “kahve falcısı gibi uydurularla dolu” yazılar yazmaktadır: postmodern-tarikatçı “şahane hurafe üretme“ şekilleri. Özellikle dil bilimi ve göstergebilim alanında gerekli teorik
ve yöntem bilgisi olmayanların yapamayacağı bir işi yapmaya kalkışma, kaçınılmaz olarak bu tür “geçerli
olmayan yapıtların” ortaya çıkmasını getirir. 11 Kültürel inceleme yapabilmek ciddi kuramsal bilgiye dayanan
etnografik alan araştırmasını, görüşme yöntemini, metin ve söylem (discourse) analizini, geleneksel tarihsel
araştırma yöntemi gibi yöntemleri yeterince bilmek gerektirir. Dolayısıyla, bazıları bilmedikleri dil bilimi ve
göstergebilim alanı içinde “bir şeyler yapmaktadır ki bu yaptıkları çoğunlukla yanlış ve akademik değerden
yoksundur.
Türkiye’de, iletişim alanında en çok üzerinde durulan konulardan biri ideoloji olmuştur ve olmaya devam
etmektedir. İdeolojik incelemelerin (kültür ve diğer iletişim araştırmalarının) önemli bir kısmı, iletişimin
tanımından başlayarak, kavramların ve süreçlerin getirdikleri ve götürdükleriyle ilgili sonuçlar hakkında ciddi,
tutarlı ve sistemli soruşturma girişimini içermemektedir. İçermemesinin nedeni yine kuram ve yöntem
konusunda yetersiz/yarım ve/veya yanlış bilgi donanımıdır. Daha kötüsü, Türkiye’de “Marksist ideolojik
analiz (eleştirel söylem analizi veya Freudçu-Marksist analiz) diye sunulanların büyük çoğunluğu Marksist
ideolojik analiz karakterini taşımazlar, çünkü bu tür analizleri yapanların eğitimi, kuramsal ve metodolojik
bilgileri, bu tür analizi yapacak seviyede değildir. Örneğin, bir iletişim fakültesi mezunu, özel olarak ciddi
sayıda ilgili dersleri almadıysa, asla Freudian analiz, söylem analizi, kültürel inceleme, ideolojik analiz veya
siyasal ekonomi analizi yapamaz.
Türkiye’deki iletişim alanına, kuramsal ürünler dışında, Marksist siyasal ekonomi analizi henüz
girmemiştir. Benim Türkiye’de okuduklarımın hiçbiri “Marksist siyasal ekonomi” analizi karakterini
taşımamaktadır. Belirttiğim gibi, (1) “erişim” kavramının bile ne olduğunu bilmeyenler, erişimi “bitmiş ürüne
sahiplik ve böylece bitmiş ürünü kullanabilme” sananlar (bilgisayarı ve interneti kullanma sananlar), eleştirel
siyasal ekonomi analizi yaptıklarını düşünebilirler, ama önce araştırma ve araştırma yönelimini belirleyen
gerekli kavramları ve kavramsallaştırmayı doğru bilmeleri gerekir, ki bilmemektedirler; (2) Adam Smithçi veya
neo-liberal siyasal ekonomi ile Marksist siyasal ekonomi arasındaki farkı bilmek gerekir ki, örneğin, ele alınan
“mülkiyet” ve “tekelleşme” konusu doğru bir şekilde incelenebilsin; (3) eleştirmek veya eleştirel/Marksist
kavramları kullanmak, bir incelemeyi asla eleştirel/Marksist inceleme yapmaz.
11
Bu eleştirime karşı post-yapısalcı/modernist yanıt şöyle olacaktır: Senin değerlendirmen de, eleştirdiğin insanların
değerlendirmeleri gibi, olası açıklamalardan/anlamlandırmalardan biridir; zaten karşılaştırılacak bir evrensel
gerçek/doğru olmadığı için, senin eleştirin de sadece olası eleştirilerden biridir ve bir evrensel gerçek veya geçerlilik
karakteri taşımaz.
17
Bugünden Geleceğe
1990’lardan beri, post-pozitivist ve post-modern yaklaşımların çoğulculuk iddialarına uygun olarak,
okullarda burjuva sosyal bilimlerde sunulan eşitsizlikler üzerinde duran yorumsamacı kültürel incelemeler,
kadın ve feminist incelemeler yaygınlaştı. Mesaj ve yorumlarını sunan kültürel ve kültürler arası etnografik
incelemeler arttı. İletişim davranışlarını inceleyen ve “cognitive” psikolojiye dayanan yaklaşımlar yenilenerek
devam etmektedir. Yeni kılıflarla sunulan psikolojik ve sosyal-psikolojik yaklaşımlar algılar, tutumlar ve
davranışlar üzerindeki araştırmalar, endüstriyel çıkarlara çok yatkın olduğu için yaygınlaşmaya devam
edecektir. İletişim alanına işletme okullarının el atmasıyla, durum daha da vahimleşerek, iletişim incelemeleri
karar verme, reklam, halkla ilişkiler süreçlerinden geçerek pazarlamanın, pazarda pay kazanmanın, örgüt içi ve
örgütler arasında etkili olmanın, turizmde turist çekmenin yollarını araştıran ve bu bağlamlarda sorunlara
çözüm arayan bir fonksiyonellik kazandı. Teorilerin sayısı zaman bulup yakından inceleyemeyecek kadar arttı.
Birkaç varsayımdan oluşan “teoriler” ve birkaç akış kutusundan oluşan modeller ortaya çıktı. Bu durum,
küresel pazarın çoğulculuk ideolojisini desteklediği için, benzer yönde devam edecektir.
Günümüzde iletişim kuram ve araştırmaları, sadece iletişim alanı içinden değil, aynı zamanda alan dışından
birçok disiplinlerde çalışan insanlarca üretilme başlanmıştır. 2000’lerin Türkiye’sinde iletişim ve kuram
konusuna ilgi, iletişimde post-modern, post-yapısalcı, post-sömürgeci (post-colonialist) ve popüler/moda kitap
çevirileriyle “Batıyı transfer ve kopyalama” biçiminde devam etmektedir. Eleştirel gelenekle ilgili çeviriler ve
özgün yapıtlar marjinal yerlerini tutmaktadır.
Ne yazık ki, alandaki üretimin bir bölümü akademik karakterden ve ciddiyetten yoksun bir şekilde
yapılmaktadır. Öyle ki iletişimin % 80’inin vücut dili olduğunu sözle anlatan şarlatanlığa ve “affedersiniz ama,
o zaman bunu neden sözle söylüyorsunuz?” diye sormayan bilişsel uyuşukluğa kadar uzanan bir bilinç
atmosferi yaratılmıştır. Bu atmosferdeki bilişsel yoksunlukla gelen “şahane ürünler ve ilgiler” o denli
yaygınlaşmakta ki, bu ürünler iletişim fakültelerinde derslerde sunulmaktadır.
Türkiye’de iletişimle ilgili araştırmalar nicel ve nitel bağlamlarda giderek artmaktadır. Bu artış yeni iletişim
fakültelerine gereksinim olması ve bu gereksinimden dolayı bu fakültelerin kurulması ve sayısının kırkı
geçmesi, akademik alanda bilgi üretimine yönelen ciddi bir dönüşüm olması ve akademisyenlerin ilgilerinin
akademik araştırma üzerine yoğunlaşması gibi nedenlerle olmamaktadır. Ayrıca görece nicel çokluğun ve
farklılaşmanın olması akademik değere sahip, sosyal anlamlılık taşıyan ve bilgi üreten iletişim araştırmalarının
yapıldığı anlamına da gelmez. Nicel artışın ve ilgi farklılaşmasının nedenleri Türkiye’de var olan egemen
kültürel yapı (süregelen iş yapış biçimi ve anlayışı) üzerine çökertilen ve küresel pazara entegre olma
zorlamaları ve çabalarıyla oluşan koşullarda yatmaktadır.
Küresel pazarın 12 planlı olarak getirdiği ve kaçınılmaz olarak oluşturduğu koşullar altında devlet kurumları
ve özel sektör, kendileri için işlevsel olan ve amaçlarına ulaşmayı kolaylaştıran yönetimsel bilgi elde etme
amacıyla kullanılan araştırmalar yapma/yaptırma zorunda kaldılar: Kamu sektöründe “bugün git yarın gel
politikası ve rüşvet” kültürünün kabalığının yerini, daha ince ve karmaşık süreçlerden geçerek “ilgi, kibarlık,
rızayla katma ve katılma” almaya başladı. Özel sektörde müşteri (bireyler, kurumlar ve diğer şirketler) ilişkileri
12
Küresel pazar kavramını ekonomik, siyasal ve kültürel yapı ve ilişkiler kapsamında kullanıyorum.
18
“kısa dönemli vurgun” biçiminden “karşılıklı fayda” ideolojisiyle desteklenen uzun dönemli sürdürülebilirliliğe
dönüşmeye başladı. Bu dönüşümler kamu sektöründe büyük çoğunlukla Avrupa Birliği, IMF ve Dünya bankası
gibi dış güçlerle olan ilişkilerin getirdiği değişim taleplerinden gelmektedir. Ayrıca, bu zorlamalar yanında,
iletişim araştırmaları devlet kurumlarının araştırma yoluyla ulusal bütçeden ayrılan ve/veya uluslararası
kuruluşlardan alınan fonları paylaşma mekanizması olarak işe yaramaktadır: yani, bu araştırmalar kaynakların
aktarılmasından öteye en küçük bir yönetimsel karar vermeye yardımcı bir karaktere sahip değildir. Yönetimsel
karar vermeye en küçük bir faydası olmayan ve ampirik alan araştırma tasarımını (survey research) yanlış
kullanan araştırmalara örnek olarak TRT, RTÜK ve benzeri kurumların yaptırdığı araştırmalar verilebilir
(Erdoğan, 2008).
Özel şirketlere gelince, zorunluluk gene hem dış güçlerin koyduğu ölçütler hem de yeni pazar koşullarından
kaynaklanmaktadır. Özel medya şirketlerinin izleyici “rating” sistemi medya sektörüyle reklamcılar arasındaki
ilişkiyi düzenlemek için geliştirilmiştir ve bu bağlamda izleyici incelemeleri sürekli olarak yapılmaktadır.
Medya dışındaki özel şirketler ise, marka imajından tutundurmaya kadar çeşitli nedenlerle pazarla ilgili
belirsizlikleri ortadan kaldırmak (bilgi toplamak) için pazar araştırmalarında iletişime yer vermektedir. Dikkat
edilirse, bu tür zorlamalar doğal olarak akademisyenleri bu gereksinimler çerçevesinde araştırma yapmaya
çekmektedir. Aynı zamanda, bu tür gelişmeler, iletişim araştırmaları yapan firmaların çıkmasına ve artmasına
neden olacaktır. Sadece İstanbul’daki reklam ve halkla ilişkilerle ilgili firmaların bolluğu, bunun önde gelen
göstergelerinden biridir. Elbette bu zorlamalar, aynı zamanda, kurumların ve büyük firmaların kendi içlerinde
araştırma yapan bölümlerine iletişimi eklemelerini getirecektir.
Gelecek: Küresele Bütünleşme ve Yönetimsel Araştırmaların Tırmanışı
Şimdiye kadar akademik incelemelerde gazetecilik, radyo, televizyon ve filmle ilgili incelemeler önemli yer
kaplamaktaydı. Bunların bazıları da özellikle kültür ve ideolojiyi işleyen eleştirel karakter taşımaktaydı.
Reklam ve halkla ilişkilerle ilgili incelemelerin zaten hemen hepsi yönetimsel bir karakter taşımaktadır,
akademik değerden yoksundur ve bu yönelim devam edecektir. Gazete, radyo ve televizyonla ilgili inceleme
alanları “işlevsellik, fayda” içine çökertilerek daralacak ve özellikle eleştirel akademik araştırmalar önemli bir
şekilde duraklayacaktır. Medyada egemen yönelim izleyiciler hakkında bilgi toplama olarak devam ederken,
tüketicilerin, müşterilerin ve kamunun yönelimlerini izlemeye yönelik örgüt iletişimi içine düşen araştırmalar
artacaktır.
Belirsizlikleri ortadan kaldırarak işlevsel karar verme, dolayısıyla araştırma gereksinimlerinin artmasıyla
ortaya çıkan “çekme,” endüstriye ve siyasal pazara işlevsel olan araştırma yönelimini hızlandıracaktır.
Üniversitenin başarısını öğretim üyesinin yaptığı akademik incelemeler ve yayınladığı kitaplar ve de topluma
yaptığı hizmetlerle değil de, “özel şirketlerden ve çeşitli çıkar kurumlarından aldıkları araştırma fonlarıyla
değerlendiren bir yapı iletişim fakültelerinde egemen olacaktır.
Akademik kadroda yükselme amacıyla yapılan araştırmaların doğası da, yukarıdaki egemen gidişe bağlı
olarak, tümüyle yönetimsel inceleme karakterini alacaktır. Zaten kitle iletişim alanında Türkiye’de yapılan ilk
araştırmalar ve bunları takip eden benzeri araştırmalar bile ampirik betimleyici karaktere sahiptir. Daha kötüsü
ilk araştırmalar Amerikan güdümlü “modernleşme” politikalarının ve “yeniliklerin yayılması” adı altında gelen
19
teknolojik araç pazarının satış politikalarının ve bu pazarın bilincini destekleyicisi durumundadırlar.
Günümüzde ise aynı şey “enformasyon toplumu, bilgi toplumu, demokratikleşme” gibi isimler altında
yapılmaktadır. Artık bu tür araştırmalar endüstriyel yönetimsel karar vermeye doğrudan yardımcı bir
karakterdedir ve bu devam edecektir.
Akademik kadro gereksinimiyle ilgili araştırmaların eleştirel olması kadroda yükselmek isteyen
akademisyen için ciddi zorluklar çıkaracaktır. Bu zorluklar özellikle iki alanda ortaya çıkacaktır: Birincisi,
endüstriyel yapının doğasına uygun bir biçimde şekillenmiş bir akademik atmosferde (Amerikalaşan Avrupa’ya
uyma ile gelen eğitimdeki değişiklikleri düşünün) oluşturulan değerlendirme ve “birbirini destekleyen çıkar
yapısı içinde eleştirel akademisyenlerin önüne sürekli engeller konacaktır ve yükselmeleri engellenecektir. Bu
nedenle, eleştirel yönelimli akademisyen sayısı yok denecek kadar azalacaktır. İkincisi, endüstriyel yapıya
bütünleşik bir akademik yapıda eleştirel akademisyenlere hayat şansı tanınmaması, bu tür eğilimi engelleyen
endüstriyel mekanizmaların ve çıkar ortaklıklarının işlemesiyle desteklenecektir. Böylece, örneğin “halk,
tüketici veya köylü cahil, bilmiyor da ondan” diye başlayan ve “halkın, tüketicinin, köylünün vb eğitilmesi
gerekir” ile biten düşünce tarzıyla hareket edenler (yani parayı nereden ve nasıl kazanacağını bilenler)
yükselirken ve fonlarla desteklenirken, “üretilen sorun nasıl ve neden üretiliyor?” sorusuyla soruna yaklaşanlar
engellenecek ve desteklenmeyecektir.
İletişim fakülteleri, bir dişçilik veya tıp fakültesi gibi “pratikle halka hizmet vererek para kazanacak” ve bu
sırada bu pratiğin incelemesini yapacak bir karaktere sahip değildir. Halkla ilişkiler bölümünün pratiği,
profesyonel halkla ilişkilerin “gerçek hakkındaki imajları biçimlendirme” doğası nedeniyle, “halka hizmet
ederek para kazanmak” ve bu sırada bu pratiği inceleyerek daha iyi hizmet olasılıkları elde etmek olamaz.
Çünkü bu, pratiğin egemen doğasına aykırıdır. Onun yerine ya devlet kurumlarına, ya siyasal partilere ya da
özel şirketlere (yani özel çıkarlara) hizmet edebilir ve incelemeleri de bu pratiğin doğasını yansıtmak
zorundadır. Halkla ilişkiler incelemeleri bu şekilde olmuştur ve bu şekilde olmaya devam edecektir. Daha
kötüsü imaj yapılandırma, esnek üretim, pazarlama, kültürler arası iletişim, vücut dili ve empati vb eğitim ve
öğretimle biçimlendirilen ders programıyla bu durum daha çok destek bulacaktır. Dolayısıyla, kitle iletişim
fakültesi (özellikle, grafik, programcılık, film, reklamcılık ve halkla ilişkiler bölümleri) öğretim üyelerinden
akademik bir formasyon ve akademik faaliyet beklenemez olacak. Kurumlara, şirketlere, siyasal partilere ve
diğer özel çıkarlara bol bol hizmet beklenecek, ki bu giderek böyle olmaktadır.
Gazetecilik alanı zengin bir inceleme olanakları sağlamasına rağmen, kısırlaşmıştır ve daha da kısır bir
alana dönüşecektir. Radyo zaten akademik ve yönetimsel incelemede ilgi bulmayan bir alan durumundadır ve
bunun değişeceği de beklenemez.
Televizyon başından beri en yoğun ilgi toplayan inceleme alanı olmuştur. Buradaki gelişme daha çok
siyasal seçim süreçlerinde parti kampanyaları ve seçmenlerin tercihleriyle ilgili periyodik yönetimsel
incelemelerin yaygınlaşması, vücut dili, empati, imaj yapılandırma ve etkili iletişim prensiplerini
öğreten/açıklayan iletişim şarlatanlarının kurumlar ve şirketler için eğitim ve seminerler vermesinin artması
biçiminde olacaktır. Medya ve özel şirketler arası reklamla ilgili ticari ilişkide rating belirleyici bir yer alır:
Rating sistemi uluslararası bir şirketin kendi kontrolü veya onun ortaklığında devam edecektir. Dolayısıyla
televizyon da yönetimsel inceleme bağlamında rating, klasik siyasal kampanyalar ve seçim süreçleriyle ilgili
konular dışında kısır bir alan olacaktır. Elbette “etki, demokratikleşme, ifade özgürlüğü, etik, televizyonda
20
şiddet, kadınların ve homoseksüel ve lezbiyenlerin televizyonda temsilleri” gibi konular, bilinç yönetiminin ilgi
kapsamı içinde olduğu için, inceleme alanı olarak palazlanmaya devam edecektir. İnternet ve yeni iletişim
teknolojileriyle ilgili incelemeler gene kullanıcılarla ilgili yönetimsel bilgi toplama, demokratikleşme, bilgi
toplumuna erişme ve özgürlük propagandası yapma çerçevesi içinde olacaktır.
Türkiye’deki iletişim fakültelerinde bilinmeyen stratejik iletişim ve kriz yönetimi iletişim araştırmalarında
yakında ele alınmaya başlanacaktır. Bu incelemeler de, diğerlerinde olduğu gibi, incelemeciler ve hizmet
verdikleri yapılar için materyal ve ideolojik faydayı gerçekleştirme ardında koşacaktır.
İletişim araştırmalarının önemli bir kısmı eleştirel makro sosyolojik veya anlamlı siyasal karakterden büyük
ölçüde yoksundur ve bu yoksunluk daha da artacaktır. Yöntem bilgisinden yoksun, mikro seviyede, kişilerin
psikolojisiyle, yeni-Freudçu uyduruk yorumlarla, kültürü, değerleri, bireysel tutum ve davranışları ele alan,
bireyi veya cinsel ayrımcılıkla erkeği suçlayan ve çözüm olarak hep “eğitim gerektiğini” belirten temelsiz ve
geçersiz çıkarımlarla uğraşan bir sürü makaleler yazılmaya devam edilecektir. Bunlar yönetimsel karar vermeye
bile en küçük faydası olmayan, dolayısıyla bu amaçla kullanılmayan değersiz ürünlerdir. Öte yandan, bu
ürünler akademik ilgiyi ve gündemi bu çerçeve içinde tutarak biliş ve bilinç yönetimi işlevini gördükleri için
aslında büyük değere sahiptirler. Dolayısıyla, bu bağlamda, özellikle fonksiyonel cehaletin akademide,
fonksiyonel cahiller tarafından sürdürülmesinde çok işlevsel ve faydalıdırlar.
Akademik özerklik sadece devlet güçlerinin baskıcı kontrolüne karşı verilen bir mücadele biçiminde
şekillenmiştir ki bu da artık özelleştirmeyle, özele aktarılan kamu zenginlikleriyle ve kamu üniversitelerini mali
bakımdan yoksul bırakarak gelişmesini durdurmayla sorun olmaktan çıkmıştır. Ama özerklik tartışması da
incelemelerde devam edecektir, çünkü bu konu da, etik konusu gibi, “serbest pazar” sistemine işlevsel olan
kontrollü gündemlerden biridir. Aslında, günümüzde akademik özerklik (ve ahlak/etik) endüstriyel çıkarlarla
akademi arasında kurulan çıkar ve egemenlik ilişkisi bağlamında ele alınmalı ve incelenmelidir. Bu tür
inceleme yapanlar, bir zamanlar aforoz ediliyor, yakılıyor, öldürülüyordu; şimdi ise, “endüstriyle organik-çıkar
bağı kurmuş akademisyenler” ve endüstriyel gücün dilini ve isteklerini iyi anlamış olan “organik aydın
yönetenler” tarafından “cebinden vuruluyor” ve farklı şekillerde aforoz ediliyor.
İletişim araştırmaları Türkiye’nin gündeminde olması gereken önemli sorunlarla çok ender ilgilenmiştir. Bu
ilgi azlığı devam edecektir, çünkü akademik atmosfer, güç ilişkileri ve yukarıda belirtilen nedenler ilginin belli
yönlere kaymasını sağlamaktadır.
Dikkat edilirse, iletişim araştırmalarında gelecek çok verimli ve umut verici görünmektedir: Ama kimin
için? Bu verimlilik elbette iletişim araştırmasını yapanlar ve yaptıranlar içindir. Peki, araştırmalarda toplumsal
anlamlılık ve fayda ilkesine ne oldu? Endüstriye anlamlı ve faydalı olan her şey, topluma da faydalıdır. Bu
fayda hem belli yönde üretme hem de “aylaklar arası dayanışma, örgütlenme ve işbirliğiyle egemen bir ortam
oluşturan üretken dedikodu ve farklı olan üzerinde uygulanan baskıyla” sağlanır. Acaba endüstriye faydalı olan
topluma faydalı mı? Bu soruya doğru cevap için doğru olmak gerekir. Doğru eğer materyal çıkar ve/veya
psikolojik doyum ile örtüşmüyorsa veya doğruyu söylemek pek de hayırlı sonuç getirmiyorsa, doğruyu
tanımlayan faktör bu çıkar ve güç ilişkileri yapısı olduğu için, doğru susar, susmazsa susturulur. Dolayısıyla,
güç ilişkilerine aykırı düşecek biçimde doğru olmak çok riskli ve zordur. İletişim araştırmaları “sivri dilden ve
kötü üsluptan uzak” durarak “kolay yönde” gitmektedir ve gitmeye devam edecektir. Bu araştırmaları yapanlar
özel şirketlerin ve bu şirketlerin temsilcisi cemiyetlerin düzenlediği sanat, bilim, TRT vb ödülleri de alacaktır.
21
Dikkat edilirse, bilimsel nesnellik taslayan “karşılıklı birbirini destekleyen akademik öznellik (scientific intersubjectivity) toplumsal egemenlikteki evrensel nesnellik olarak sunulan çıkar yapılarındaki karşılıklı-öznelliğin
bütünleşik bir parçası olarak, onunla birlikte gelişmektedir.
Demokratik haklar talep eden kitleleri kontrol gereksiniminden filizlenen, Birinci Dünya Savaşı’nda
kullanılan, İkinci Dünya Savaşı’nda yaygınlaşmaya başlayan, soğuk savaşla birlikte yoğunlaşan, yenikoloniciliğin yerleştirilmesi amacıyla gereği çok daha artan, kapitalist pazarın hızlanan globalleşmesiyle ön
planda yer alan iletişim araştırmaları, gelecekte her zamankinden çok daha fazla bir şekilde pazarın maddi ve
düşünsel/ideolojik satışını yapmak zorundadır, çünkü artan karşıtlıklar içinde kendisinin ve kendisinin
varlığının nedeni olan yapıları yeniden-üretmek zorundadır. Dolayısıyla, araştırmaların egemen karakterinde,
var olan koşullar altında, gelecekte anlamlı farklılık olacağı beklenemez.
Çünkü iletişim alanındaki
incelemeler ekonomik, siyasal, kültürel ve bilinç pazarının tümüyle bütünleşik bir parçası olacaktır. İstisnalar
ise marjinal bir yerde sıkışıp kalacaktır bütünleşiklik, incelemelerin ilgilendiği alanlara, ele aldığı konulara, bu
konuların işlenişlerine ve çıkardığı sonuçlara yansıyacaktır. Akademik dünya, akademisyenler, devlet
kurumları ve özel sektör arasında kurulan karşılıklı çıkar bağıyla bir zamanlar sözde bile olsa egemen olarak
sunulan ve çoğunlukla benimsenen “insan ve insanlık için bilme” karakterini kısa zamanda. Bu yitirecektir. Bu
oldukça doğal bir sonuçtur, çünkü belli bir üretim tarzı içinde bilginin üretimi o tarza aykırı veya o tarzı
olumlamayan bir biçimde oluşamaz: Oluşması için bilginin üretimini yapan güçlerin var olan üretim
ilişkileriyle zıt düşmesi gerekir ki bu da üniversite gibi kurumsallaşmış bir yapıdan beklenemez. Elbette bu
bağlamda önde gelen ilk soru “Türkiye üniversitelerinde bilgi üretiliyor mu?” sorusudur. İletişimle bağıntılı
olarak Türkiye üniversitelerinde bilginin üretildiğini iddia etmek çok güçtür. Üretilenler varsa Batıda
üretilenden farklı bir karaktere sahip değildir. Daha doğrusu, bilgi diye üretilende Batı’nın çeşitli biçimlerde
aktarılması egemendir. Bu kopyalama o denli seviyesizce ve akademik etikten yoksun bir şekilde yapılmaktadır
ki Amerika’da kullanılan bir “anket” aynen alınıp tercüme edilerek Türkiye’de kullanılmakta; Amerika’da bir
adamın yazdığı makaleden “esinlenerek” kitap yazılmakta; kuşdili İngilizcesi olanların nasıl yazdığı belli
olmayan kitabının kaynakçasında bir sürü İngilizce kaynaktan yararlandığını belirtmektedir. Hemen her şey
Batı’da üretilenlerden hareket ederek biçimlendirilmektedir. Bu biçimlendirmeye hem akademik hem de
yönetimsel incelemeler dahildir. Özellikle yönetimsel incelemeler (kültürle, tutumlarla, değerlerle,
düşüncelerle, yönelimlerle vb ilgili incelemeler) hem ölçme yöntemlerini hem de ölçeklerini batıdan tercüme
ederek oluşturmakta ve bazıları “Türkleştirilmektedir”. Küresel pazarla bütünleşmeye çalışan (bütünleşmek
zorunda olan) bir egemen yapıda bu durum oldukça olağandır.
Gelecek: Yönetimselin Yöntemleri
Türkiye’de oluşmayan geleneklerde biri de iletişimde kuramsal ve yöntemsel tartışmalardır. Bunun yerine,
karşı veya farklı görüşte olan kişilerin yapıtlarını okumama biçimi egemen olmuştur. Bu durumun kırılması
olasılığı gittikçe azalmaktadır, çünkü özellikle iletişim alanında egemenlik “süpermarket” kitaplarıyla sunulan
mekaniksel materyalist basitliğe ve bu basitliğin desteklediği “yapısal ve ilişkisel işlevselliğe” doğru
gitmektedir.
22
Türkiye’de iletişim alanında en önemli eksikliklerden biri de, ciddi ve gelişmeye yönelik akademik
tartışmanın tümüyle eksik olmasıdır. Daha kötüsü, verimli tartışma ortamı yaratma yerine, eleştiriyi
işselleştiren ve saldırı olarak niteleyen, kendi yetersizliklerinin ortaya çıkmasından korktuğu için karalama
kampanyasına giren, bu tür kampanyayı kurulu yaygın dedikodu ağı içinde sürdüren bir yapı egemendir.
Örneğin, İletişim Kuram ve Araştırmaları dergisinin FORUM bölümüne, benim sürekli vurgulamama ve
yazılarımdaki tahrik edici itmelerime rağmen hiçbir yazı gelmedi. Bu eksiklik Türkiye üniversitelerinde “çay,
kahve, sigara ve dedikodu kültürünün egemenliği devam ettikçe sürecektir. Gelişmeyi engelleyici ve
üretmemeye yönelik negatif rekabeti destekleyen bu kültürün değişimi, ancak üretimi destekleyen rekabetin
gelişmesiyle olacaktır. Bu gelişme de çok yavaş olmaktadır, öncelikle çünkü egemen yapı kendine benzerleri
akademik alana seçmekte ve böylece, örneğin, cehaletin bilgiçlik tasladığı gelişmeye kapalı bir yapı yenidenüretilmektedir.
Türkiye’de araştırma yöntemiyle ilgili egemen taklitçilikte “anket araştırması” veya “tarama” olarak
adlandırılan niceliksel-alan araştırması (survey research) en yaygın olanıdır. Bunun en önde gelen nedeni “bir
kağıda birkaç soru yazıp” insanlara sorduktan sonra tek değişkenli dağılıma bakmaya ve sosyo-demografik
değişkenlerle ki-kare testi yapmaya indirgenen “kolaylık” gelmektedir. Bazı kişisel çıkarlara işlevsel olan bu
ilkselliği, şirketlerin ve kurumların “tercihle, tutumla, algıyla” ilgili bilme ve bu bilme için para ayırması da
desteklemektedir. İkinci bir araştırma geleneği de, “içerik analizi” modasının gelmesiyle başlamıştır. Her iki
türde ve diğerlerinde, daha kötüsü, ben, hem iletişim alanında hem de çevre ve turizm alanlarında henüz doğru
tasarlanmış, uygulanmış ve sunulmuş tek bir niceliksel araştırmaya rastlamadım, çünkü bu araştırmaları
yapanlar nicel tasarımı, bulgu sunumu ve sonuç çıkartmayı yeterli ve doğru bilmemektedir. 13 Üniversitelerde
hak etmediği akademisyenliğin, bazı siyasal örgütlere bağlılıktan ve diğer ilişkilerden geçerek elde edildiği,
bireysel çıkarın ve bilmiş-cahilliğin sürekli yeniden üretildiği egemen ilişkisel yapı değişmedikçe, bu durumun
yakın gelecekte değişeceğini hiç sanmıyorum. Değişim ancak, bu tür yapısal ilişkileri ortadan kaldıran
“kapitalist rekabetçiliğin kızışmasıyla,” diğer kurum ve şirketlerde de bu tür rekabeti öne çıkaran “para yemeye
değil, genel kurumsal ve şirketsel çıkarları gerçekleştirmeye dayalı rekabetçiliğin egemen olmasıyla,
“modernleşme” döneminden kalan ve özellikle Amerika’da yeniden biçimlendirilerek dünyaya yayılan neofaşizm ve terörizm gibi örgütlenmelerin üniversite içinde terör estirmesini getirerek cehaletin yeniden
üretilmesinden çıkar sağlayan yapıların gücünü kaybetmesiyle gelecektir. Bu değişim yine kapitalist pazarın
çıkarına olan bir değişim olacaktır, fakat işlevselliği “bilgi toplumu, demokratikleşme ve insan hakları” gibi
iddialara dayanan örgütlü ilişkilerden geçerek sağlanacaktır. Nasıl ki gazetecilikte “alaylılar” yok olacak ve
iletişim fakültesi mezunları (mektepliler değil) onların yerini alacaksa, üniversitelerde ve akademik üretimde
de, kapitalizme, en az maliyete ve yeterli bilmeye dayanan “en işlevsel ve en pragmatik” yapılar yer alacaktır.
Bir yanlış anlamayı önlemek isterim: İletişim fakültelerinin ve iletişim araştırmalarının en önde gelen işlevi
“yönetim yapıları için işlevsel olan cehaleti” üretmektir. Bu işi elbette yapmaya devam edeceklerdi, fakat
“yönetimin artan gereksinimleri nedeniyle, bu işte, bugün iletişim fakültelerinde “memur gibi ve ders veren
13
Bu tür hataların neler olduğunu ve “bilimsel araştırma” adı altında yapılan geçersiz araştırmalara
örnekleri görmek isteyenler ve aynı zamanda bu hataları yapmayarak tasarımlarını düzeltmek isteyenler için iki
kaynak: Erdoğan, 2001, Erdoğan, 2007.
23
öğretmen gibi, araştırma yapmayı bilmediği halde kurduğu çıkar ilişkileriyle araştırma yapanlar gibi” “işini
yürütenler” yok olacaktır; onların yerini, kapitalizme en verimli bir şekilde hizmet veren bilgili akademik
teknokratlar alacaktır. Onları da, günümüzdeki bilmiş-cahiller ve bu cahillerin yetiştirdiği yeni-cahiller elbette
yetiştiremez. Bu bilmiş cahilleri ortadan kaldıran üretim, dağıtım ve tüketim gereksinimleriyle gelen ortamda,
bu cahillere rağmen kendini yetiştirenlerin yaygınlaşmasıyla bu gerçekleşecektir. Elbette, her üniversitedeki
gelişime farklı olacaktır: Sınıfsal yapıyı yansıtan kademeleşme yoğunlaşacaktır. Bu kademeleşmenin
karakterine göre, yukarıda anlattığım gelişme/değişim farklılaşacaktır.
Bu sırada, akademik incelemelerin önemli bir kısmı endüstriyel yapının pazar gereksinimlerini ve bilinç
yönetimiyle ilgili amaçlara hizmet eden “betimleyici araştırma” seviyesinde kalacaklardır. “Ne” sorusuna cevap
arayan betimleyici araştırmalar küresel ve yerel pazarın yönetimsel karar vermesine yardım etmede yeterlidir.
Çünkü ne olduğunun bilinmesi uygulanan politikaların (resmi ve resmi olmayan eğitimden ve iletişim
medyasından geçerek yapılan ve endüstriyel pratiklerle desteklenen beyin yönetiminin) ne ölçüde başarılı
olduğunu gösterir. Bu da politikaların ne tür revizyona uğraması gerektiği hakkında bilgi ve ipuçları verir.
“Neden” ile ilgili incelemelere gereksinim ancak değişim amacı güden politikalara yardım için gereklidir.
Dolayısıyla, değişim arayışları gereksinimi çıkarsa, ki bu tür incelemeler büyük ölçüde terk edilmiştir, o zaman
“nedenler” üzerine eğilen incelemeler yapılır. “Nedenler” ile ilgili görünen araştırmalar (örneğin yoksulluk
araştırmaları), kasıtlı bir biçimde, araştırma adı altında beli yönde bilgilendirme ile “bilinç yönetimi” amaçlı
olarak kullanılmaktadır ve bu kullanım gittikçe de yoğunlaşacaktır. Bu tür araştırmalarda amaç hem insanların
ne düşündüğüyle ilgili bilgi toplamak hem de anket soruları ve sorularda sunulan seçeneklerle hem anketi
uygulayanlara hem de anketin üzerinde uygulandığı insanlara “gerçekleri” öğretmektir. Bu gerçekler de elbette
belli çıkarları ve ilişki tarzlarını destekleyici bir biliş yaratmaya çalışan bir karaktere sahiptir.
Gelecek: Atomlaşan Anlamlandırma ve Kültürel İncelemeler
İletişim alanında kültürel incelemeler geleneği Türkiye’de eski iletişim fakültelerinde, sistemle barışık
olmayan liberal burjuva veya kendini liberal burjuvaziyle özdeştirenler (çoğu muhtemelen kendisinin liberal
burjuva ideolojisini savunduğunun bile farkında olmanlar) için hem çağdaş (son moda) ilgi alanı hem de
“sisteme yararlı sistem karşıtlığını” ifade eden ve kendileri için tehlikeli olmayan bir “eleştirel sığınak” olarak
rağbet görmektedir. Taşra üniversitelerine henüz bu moda ulaşmamıştır. Onlar arasında kendini “eleştirel
olarak” görenler de yakında bundan nasipleneceklerdir. Bu sırada Batı yeni bir “eleştirel moda” (kontrollü
alternatif) geliştirilecek ve Türkiye’ye sonradan, muhtemelen kültürel incelemelerin gelişinden çok daha hızlı
bir şekilde, gelecektir: Modalar yaratılmalı ve takip edilmeli!.
Geleneksel iletişim incelemeleri gibi, metin ve söylem ile uğraşan kültürel incelemeler de siyasal ve
ekonomik sonuçlarla ve bu sonuçların yarattığı insan durumuyla ilgilenmemektedir. Post-modern durum diye
yapılan sunumlarda işsizlik, asgari ücret, minimum ücret, fazla mesai alamama, uzun çalışma saatleri, iş
garantisinin yokluğu ve ortadan kaldırılması, kitleler halinde işten çıkartma, kitleler halinde emekli etme gibi
insanın gerçek yaşam koşulu ve pratikleri yerine “şahane çekici bireysel” uydurular egemen yapılmaktadır.
Kültürel incelemeler geleneği araştırmalarında, bazen pozitivist ampirik yöntemin içerik analizini de
katarlar, medya temsillerini metin olarak ele alır ve “okurlar”. Sadece kendileri ve müritleri “amin” der bu
24
okumaya. Ne müritleri anlar ne dendiğini, ne de kendileri. İletişimde bizde söylem analizi olarak sunulanların
çoğu söylem (discourse) 14 analizinin nasıl yapıldığını bilmeyenler tarafından yapıldığı için, klişe sözlerle ve
anlamsız kavramlarla dolu metinler ötesine gitmemektedir.
Metini veya söylemi anlama ve anlamlandırma, belli örgütlü yer ve zamanda egemenlik ve mücadele
ilişkileri ve fiziksel ve sosyal olarak varlığını sürdürebilme koşullarıyla bağlam kurmayı gerektirir. Bu
bağlamdan yoksun bir “metin” okuma veya söylem analizi, en basit biçimiyle, örneğin, temsilin “temsil
ettiğiyle bağını” (temsil ötesi gerçeği) bile anlayamaz. Evden iş yerine, okula, eğlence yerlerine ve örgütsüz
görünen sokağa kadar günümüzü geçirdiğimiz yaşanan örgütlü egemenlik ve mücadele pratikleriyle
ilişkilendirilmeyen bir “kültürel inceleme” asıl bağlamdan yoksundur.
Bu yoksunluğu “metinlerarasılık
(intertextuality) iddiasıyla kurmaya çalışma, sosyal, kültürel, teknolojik, ekonomik, tarihsel vb bağlamları, canlı
hayat ortamlarından alıp metinler içinde ve metinler arasında kurulan hayali bağlarla öldürmedir. Toplumda
kültürün ifadeleri
(kültürel üretim, dağıtım ve tüketim) tüketim biçimine ve tüketim sırasındaki
anlamlandırmalara indirgendiğinde,
insanın kendini ve toplumunu yaratmadaki asıl biçimler ve ilişkiler
ortadan kaldırılmış veya göz ardı edilmiş olur. Tüketim içinde ve tüketimden geçerek olan anlamlandırmalar,
önceden yapılanmışların kendilerini, bu yapılanmışlık çerçevelerinde ifadeleridir. Metini okuma sorunsalından
önce, metini üreten, dağıtan, tüketen, okuyan ve inceleyen “beyne, düşünceye” değil, o beyni ve düşünceyi
taşıyan insanın günlük kendini fiziksel ve sosyal olarak üretmesindeki biçimlere ve ilişkilere bakmak gerekir.
İşte ancak o zaman gerçek anlamıyla, ana akımların ele aldığı “etkinin” doğasının neden öyle olduğunu ve
kültürel incelemelerde “okumaların” neden öyle yapıldığını daha doğru anlayabiliriz. Özlüce, günlük yaşamı,
insanı, ürettiğini, metnini ve metni anlamlandırmasını insanın örgütlü yaşanan üretim biçimi ve ilişkileri
gerçeğinden soyutlayarak ele alırsak, en iyi şekliyle sembollerin manipülasyonundan geçerek yaratılan
büyüleyici masallar üretiriz. Ne yazık ki, küresel siyasal ve ekonomik pazara işlevselliği nedeniyle, bu tür
üretim giderek artacaktır.
Gelecek: Dönüşen Akademik ve İş Kültürü
Yukarıda farklı bir şekilde belirttiğim gibi, Türkiye’de örgütlü yapılarda egemen olan kültüre “doğru ve
anlamlı olanı üretmeyenler arası dayanışma kültürü” adı verilebilir. Dolayısıyla bu özel dayanışma kültürüyle
haksızlıkların ve bilmiş-cahillerin egemen olduğu maddi ve manevi zenginlikler ve yoksulluklar üretilir. Bu
kültürde tembellik ve tembeller arası işbirliği her gün tekrarlanan günlük üretim biçimidir. Üst kademedeki
küçük azınlık yaratılmış zenginlikleri paylaşan ilişkiler ağında mekik dokur: Üretmeden üretileni paylaşırlar.
Bu tür ilişki ve üretim kültürü, sadece kamu kurumlarında egemen değildir; aynı zamanda özel sektör
üniversitelerinde de “siyasal bağlantılar, dostluk ve ahbaplık” ilişkilerinden geçerek devam etmektedir. Özel ve
kamu okullarında ders verenler, artan bir şekilde, bir akademisyenden çok, “başarıyı iyi müşteri ilişkisinden ve
satıştan geçerek elde eden bir tezgahtar” olma biçiminde dönüşüme uğramaktadır.
Bu egemen kültür özellikle 2000’lerde küreselleşmeyle, özelleştirmeyle ve yerelleşmeyle, Avrupa
Birliği’nden, IMF’den, Dünya Bankası’ndan ve çeşitli kurumlar ve vakıflardan gelen projelerle, desteklerle ve
14
“Discourse” kavramı “söylemi” de içerir, fakat sadece “söylem” değildir, çünkü “discourse”, sadece “söylem” eylemiyle
sınırlı değildir.
25
fonlarla karşılaştı. Aylıklı bürokratın sınırlı olan rüşvet ve haksız kazanç sağlama olasılıkları birden bire
fazlalaştı. Aylak kültür küresel pazar ve pazar politikalarıyla kucaklaştı. Bir firmaya, kuruma veya siyasal
partiye “anket” ile araştırma yapıp para kazanmak akademisyenlerin en çok aradığı şey olmaya başladı.
Akademisyenin işi de ticarileşti ve hatta “marka olan akademisyenler” türedi. Bu dönüşüm çok daha
yaygınlaşacaktır. İletişim fakülteleri, fakülte bültenlerinde kendilerini pazarlarken, verdikleri derslerin
endüstriyel yapıya ne denli uyumlu olduğuyla, yetiştirdikleri öğrencilerin endüstride iş bulmalarıyla ve
akademisyenlerinin endüstriyle yakın ilişkide olmasıyla övüneceklerdir. Fakülte dekanları, okulun açılış
konuşmasında geçmiş yılın muhasebesini yaparken, “kimin hangi şirketten ve kurumdan para kazandıran iş
yaptığı” ile konuşmaya başlayacak ve onlara övgü yağdıracaktır. Özel ve devlet kurumlarından yönetimsel
araştırma fonu alan “akademisyenler” gözde “akademisyenler” olacaktır: Akademinin ticarileşmesi ve
akademisyenlerin tüccarlaşması artacaktır. Bu yeni koşullar altında, üniversiteleri belli karakterde insanların
doldurması artacak ve bu insanların (akademisyen kavramını kullanmaktan kaçınıyorum, çünkü önemli bir
kısmı akademisyen karakterine sahip olmayacak, bir tür iş adamı, teknokrat olacaktır) en çok yaptığı etkinlik
kurumlara ve şirketlere hizmet için yönetimsel araştırma yapmak (ve danışmanlık gibi hizmetler) olacaktır.
Sonuç
İletişimin dünü ve bugünü, materyal ve düşünselin üretimi, dağıtımı, tüketimi, yaratılan materyal ve soyut
değerlerin bölüşümü ve tüm bunların tarihinin anlaşılmasını gerektirir. (Ama bu tür girişim, para kazandırmaz
size!).
Çok pesimist/kötümser bir tablo çizdiğim sanılabilir: Hiç de değil! “Suyu parayla bakkaldan satın
alacaksınız” diyen de kötümserdi. Ama suyu parayla satın alıyoruz şimdi. Ben 1997’de, “İstanbul’dan
başlayarak, kadınların çantaları ellerinden alınacak, yerde sürüklenecek, direnince dövülecek ve kimse
müdahale etmeyecek” dediğimde, “bizim kültürümüzde” olmaz dendi bana. Bu ne ki! Daha başlangıç. Merak
etmeyin (iş alanı arayanlara diyorum özellikle), havanın da süpermarketlerden satın alınacağı zamanlar gelecek.
Yağmur damlasından dehşetle sakınmak ve yiyeceklerden korkuyla kaçmak zamanı da. Radyo spikerinin kendi
programını kapatırken, kendini sömürene ve çoğu işsiz ve evde oturan dinleyicilere, “iyi kazançlar” demesi
zamanının geldiği gibi. “Milli değerlerden, vatandan ve kendine özgü dinden” bahsedenlerin, “start aldı” gibi
kavramları kullanması ve Türkçeleri çok iyi bilindiği halde tercih etmemesi gibi. Değişim oluyor, farkında
olsak da olmasak da. Ama kendiliğinden olmuyor: Bilinçlice üretiliyor ve dolaşıma sokuluyor.
Dünyada döndürülmeyecek en küçük bir taş kalmadığı (kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri dünyanın en ücra
köşelerinde bile egemen olduğu) zaman neler olacak? “Kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri 1980le gelen
“dönüşümde” değişti; şimdi küresel pazarı, post-modern dünyayı yaşıyoruz” sözleriyle gelenler, bu değişimde,
herhalde, IBM’de işçi olarak çalışırken, birden bire, üretimin nerede ve nasıl yapılacağına, ücret politikalarının
nasıl olacağına karar vermeye başladılar; etkili iletişim ve medeniyetlerarası ittifak araştırması yapanlar, birden
bire kendi aylıklarının ne kadar olduğunu belirlemede söz sahibi olmaya başladılar; kapitalizmin yönetiminde
sosyalleşen üretim yanında, bölüşüm de sosyalleşti ve kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri ortadan kalkmış olmalı
ki “elitist modernleşme veya elitist Kemalist kalkınma” ve emperyalizmin yerini, “katılımcı demokrasi ve
26
küreselleşme ve ikinci Cumhuriyet gibi üretilmiş-gerçekler aldı. Nasıl mı? Halkın dilini konuşan ve Anadolu
sermayesiyle gelen “yeni demokrat elitlerle. Ama, onlar hala elit. Elit ama, hipokrasinin en yüksek seviyede
seyrettiği 21. yüzyılın yeni-populist (=en sahtekar) eliti. Bu elit, kendine aynada bakıp Anadolu’da yaşayanlarla
uyumsuzluğunu bile görmez ve elitliği reddeder; “solcular, Kemalistler kaybetti, çünkü halkın/seçmenin dilini
konuşmadılar; halka/seçmene yukarıdan baktılar, küçümsediler, “öğretmek, aydınlatmak, ders vermek için
gittiler” der. Bu yeni-populist elit, küresel ve siyasal pazarın “müşteri odaklı” pazarlamacısıdır. Antientelektüel kapitalizmin ürettiği, “anti-entelektüel entelektüeldir (kapitalizmin kendi çıkarına uygun olmayan
bilgi ve aydınlanma düşmanlığının ürettiği çağdaş-ürün olan medya-entellektüeli). Bu “müşteri odaklı”
pazarlamacının halka/müşteriye duyduğu/pazarladığı “empati,” “dostunu kendine yakın tut, düşmanını daha
yakın” anlayışıyla gelen “binlerce yıldır süregelen ve geliştirilen işlenmiş bilişlerle doldurulmuş
halkı/müşteriyi,” “soyutlarla memnun etme ve somutu kendine ayırma” empatisidir: Kazı incitmeden, katarak
ve rızayla yolmanın 1001 yolunu geliştirme ve kullanmanın parçası. Bu elitler, “halkın/seçmenin isteklerine,
inançlarına, düşüncelerine ve tercihlerine “saygı” “yalanıyla” halkı/seçmeni en verimli şekilde sömüren ve
yönlendiren yeni-elitlerdir. Bu yeni-elitler yeni değil ki. Örneğin, bu elitler Demokrat parti döneminde “halka
giden demokrasi; yeter sus, söz milletindir” sömürüsüyle başladılar ve iki temel yönde geliştiler: (1) MSP’nin
kurulmasıyla başlayan ve şimdi “Anadolu sermayesi” denen teolojik sermayenin oluşması/oluşturulması; bu
sermayenin güçlenmesiyle güçlenen “günümüz çıkarlarına uygun teolojik ideolojinin” siyasal alanda kendini
güçlü bir şekilde ifade etmesi. 15 (2) Daniel Lerner’in “modern” olarak nitelendirdiği gruptakilerin bazılarının
liberal görüşten neo-liberal görüşe ve günümüzde “küresel pazar ideolojisini” destekleyen post-modern çoğulcu
görüşe doğru dönüşmesi, ki bu post-modern çoğulculuğu sunanlar, günümüzün “en ilerici” kapitalist düzen
savunucularıdır, çünkü eleştireldirler. Bunlara ve benzerlerine göre, dünyada bilgi toplumu ve ilişkileri var ve
Türkiye’nin düzeninin bilgi toplumu olmasını engelleyen en baskın faktör “Kurtuluş Savaşı’yla kurulan ve
günümüzde eskimiş Kemalist ideolojik yapıdır.” İlginç: 1950lerden beri, bağımsız ülke kurma düşüncesiyle
gelen ve ulusal burjuva devrimi yapmış veya yapmak isteyen her lider ve politika dünyanın her yerinde yok
edildi. Eğitim politikalarıyla, bu liderler ve liderlik ya aşağılandı, küçümsendi ya da belleklerden silindi. Bu
bağlamda, dünya’da tek kalan Kemalizm, ki günümüzdeki liderlik durumuyla kapitalizme karşı tehlike
olmadığı halde, hem kapitalist-teolojik hem de ateist-küreselcilerin saldırdıkları hedef tahtası olmuştur.
Günümüzde bilgi toplumuna nasıl ulaşılır? Elbette internette gezinerek ve Ergenokonları ortadan
kaldırarak! (Bir kurtuluş destanını, devlet içinde gayri-meşru katliamlar yapan güç yapısıyla ilişkilendirerek
ortadan kaldırılarak; belki de, o kurtuluş destanı “Müslüman destan” olmadığı için; Türklere farklı inançları
hatırlattığı için. O destanı, 1970lerden sonra doğanlar arasında okuyanlar var mı dersiniz?). Acaba, günümüzde,
15
Anadolu sermayesi zaten vardı. Büyük kısmı “küçük sermaye” olarak kaldı. Bu büyük kısım, Batı’da olduğu gibi, nazi,
faşist ve neo-faşist politikaların destekleyicisi olarak biçimlendirildiler. Ardından da, Türkiye gibi ülkelerde, uluslararası
teolojik sermayenin palazlanmasıyla gelen koşulda, bu küçük sermayenin önemli bir kısmı kurtarıcı olarak teolojik
sermayenin siyasal güç arayışını desteklemeye başladı. Şimdi de, bu küçük (ve orta boylu) sermaye, uluslararası teolojik
sermayeyle büyüyen ve kapitalist pazarın en sömürgen ve bütünleşik parçası olan birkaç büyük teolojik sermayeyle
kurnazca birleştirilerek “Anadolu sermayesi” adını aldı. Sabancı ve Koç gibiler “gavur/düşman sermayesi” mi? Ülker
gavura satmıyor ve gavur sermayesinden “arınmış” mı? Ülker’in sattığı ürünler üzerindeki dil “gavurun dili” değil mi?
İlginç olan, artık “gavur” kavramı da kullanılmıyor. Neden dersiniz? Eskiden “düşman öteki” ötekiydi; şimdi ise, “öteki”
öykünülen ve malları ve düşünceleri bol bol tüketilen “öteki” oldu; “düşman öteki” ise “biz denen içinde yaratılan
ötekileştirme” ile oluşturulmuş öteki yapıldı (Irak’ta kimin kimi nasıl öldürdüğünü ve Türkiye’de tarikatçı rekabeti
düşünün). Neden dersiniz? Bu ve benzeri sorulara dürüstçe yanıt verirsek, gerçeğe biraz daha yaklaşmış oluruz.
27
çeşitli seviyede işkenceler ve katliamlar işini yapan gizli örgütleri olmayan tek bir ülke var mı? Gizli örgütlerin
varlığının nedenleri ortadan kaldırılmadıkça, gizli örgütler olacaktır. Gelgenekon kaldırılırsa, bir güç yapısının
kurduğu Gelgenekon gider, onun yerini bir başkası (örneğin, Yegenekon veya Hizbunekon) alır.
“Bilgi toplumuna internetle gelen “katılımcı demokrasi” sayesinde ulaşılır” varsayımı, sanki gerçekmiş
gibi, günümüz yapıtlarında bol bol sunulmaktadır. İletişim araştırmalarını yapanların bazıları da “bu
katılımcılığı,” sanki gerçekmiş gibi, sanal-yaşamaya ve sanal-yaşatmaya başladılar. Bu iddiayla gelenler, karar
süreçlerini etkilemeyen veya karar süreçlerine katılmayan bir “katılımın” (örneğin internetteki katılımların),
anlamsız olduğunu, kendinin sandığı küvette, kendinin sandığı kürekle, kürek çekerek “toplum politikalarına
katıldığını” sanmaya benzediğini biliyorlar mı dersiniz?
Şunu anlamaya çalışalım: “Bilgi olan bilginin” ve “cehalete bilgiçlik taslatan bilginin” üretimi, tarih boyu
yönetici sınıfların/güçlerin kontrolü altında olmuştur. Bilgi ve cehalet bir zamanlar, örneğin kilisede çalışanlar
tarafından üretilmiş ve kilisenin ülkenin her yerine dağılan iletişim ağlarıyla yayılmıştır. Kapitalistlerin şu son
zamanlara kadar çektiği acı, kilisenin yaptığı güçlü kontrol derecesinde, cehaleti biçimlendirme ve tarih boyu
biçimlendirilmiş cehaleti kullanma olanaklarını ve yollarını yeterince kontrol edememe acısıydı. Bu acıdan
şimdi büyük ölçüde kurtuldular: Örneğin, iletişim fakültelerinde okutulan dersler ve içeriklerde, ana akım ve
liberal kuramlara dayanan araştırmalardan eleştirel denen araştırmaların çoğuna kadar olan araştırmalarda,
cehaletin “bilgi” diye yaygınlaştırılmasında, akademisyenlerin bu tür “gündemlere” yönlendirilmesinde, özlüce,
endüstriyel yapıların gelişmesi için gerekli bilgi üretiminden, endüstriyel yapıları destekleyen bilişlerin
üretilmesini sağlayan bilinç yönetimine kadar her faaliyette “entegrasyon” bütünleşme tamamlanmaktadır.
Dolayısıyla, iletişim alanındaki aydınlar ve araştırmalar da endüstriyel/teknolojik yapıya “uyum paketleri” gibi
hızla bütünleşmektedir.
Pekiyi, mücadele? Toplumsal üretim ilişkileri içinde, aydın ve entelektüel denenlerin hemen hepsi,
doğrudan veya dolaylı olarak, o yapının “yönetenler” tarafında yer alırlar, çünkü görece rahatlıklarını o yapının
işlemesine borçludurlar. Dolayısıyla, çabaları daima “prensten bir şeyler almak için, prenslere/imparatorlara
yalakalık yapmak, onların çocuklarını yetiştirmek, öğüt vermek, onların propagandasını ve halkla ilişkilerini
yapmak” olmuştur. Maddi yaşam koşullarını üretmek ve geliştirmek için gerekli olanaklara, var olan üretim
tarzı ve ilişkilerinin karakteri nedeniyle, sahip olamayanların önündeki en “verimli” seçenek budur; ve
burjuvaların feodalizmi yıkarak devrim yapmak için sahip olduğu olanaklara ve bu olanaklara bağlı olarak
gelen sınıf bilincine sahip olamadıkları için, onlar (ve tüm çalışanlar ve işsizler) ancak başkalarının güç elde
etmek için uyguladıkları oyunlara “ekmek, sirk ve ganimetten bir kırıntı” almak için katılırlar. Üretim ilişkileri
içine katma ve katılmalar, aynı zamanda, çeşitli karakter ve yoğunluktaki karşıtlığın da çıkmasını beraberinde
getirir. İşte bu katılma (“katılmayı soruşturarak ve gerektiğinde eleştirerek” katılma), değişimin itici
güçlerinden biridir. Bu tür katılmanın iletişim araştırmalarındaki yansımaları, Türkiye’de ve dünyada, “işlevsel
kontrollü alternatifler” biçiminde şekillendirilmektedir. Kontrollü alternatifler içine çekilemeyenler de,
dışlanma ve marjinalleştirme gibi çeşitli yollarla baskı altında tutulmaktadır. Bu baskıyı (ötekileştirmeyi)
yapanların en başında, eğitim ve araştırma işi yapanlar gelmektedir.
Dikkat edilirse, şimdi ve gelecek, “bardak benim, içindeki su da benim, yarı boşsa/doluysa doldurturum”
diyenlerden başlayarak, “bardağın yarısı boş mu yoksa dolu mu?” diye kendisinin olmayan bardak ve su
hakkında dedikodu yapan (tartışan) herkesin “örgütlü çıkar ve güç ilişkilerinde nerede ve nasıl konumlandığına/
28
konumlandırıldığına” bağlı olarak “paylaşılan şimdi ve gelecektir.” Türkiye’deki iletişim araştırmalarının
şimdisi ve geleceği de, üniversitelerde ve üniversiteler yoluyla “işlevsel cehaletin yeniden üretimi” ile ilgili bir
şimdi ve gelecektir. Bu tür yeniden-üretim çerçevesi dışına düşen araştırmalar ise, gizli olduğu için dolaşıma
sokulmaz. Bu tür araştırmaları kimin ve nasıl yaptığı da bilinmez, bu tür iletişim araştırmaları endüstriyel ve
yönetimsel sorunları çözmek için tasarlanır ve yapılır. Bu araştırmaların en önde gelenleri de ekonomik ve
siyasal pazarlardaki rekabet ve psikolojik savaşla ilgili olanlardır.
Kaynakça
Alemdar, K. (2001) İletişim ve Tarih, Ankara: Ümit Yayınevi.
Başaran, F. (2000) İletişim ve Emperyalizm: Türkiye'de Telekomunikasyonun Ekonomi-Politikaları, Ankara:
Utopya.
Childe, V. G. (1967/1974). What Happened in History. NY: Pelican Books.
Cunningham,
C.
(1998).
Cultural
Studies
and
the
Politics
of
Knowledge
Production.
http://lectures.eserver.org/1003
Curry, J. (1997). The Dialectic of Knowledge-in-Production: Value Creation in Late Capitalism and the Rise of
Knowledge-Centered
Production.
Electronic
Journal
of
Sociology,
http://www.sociology.org/content/vol002.003/curry.html
Drahos, P. ve Braithwaite, J. (2003). Information Feudalism: Who Owns the Knowledge Economy? London:
Eartscan Ltd.
Dursun, Çiler (2004). “Türkiye’de Haber ve Habercilik Çalışmalarının Genel Bir Değerlendirilmesi (19802003)”, Haber Hakikat ve İktidar İlişkisi içinde. Der. Çiler Dursun. Ankara: Elips, s. 89-147.
Erdoğan, İ. (1995) Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak.
Erdoğan, İ. (1997) İletişim, Egemenlik ve Mücadeleye Giriş. Ankara: İmge.
Erdoğan, İ. (2000) Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. (2001). “Sosyal Bilimlerde Pozitivist-Ampirik Akademik Araştırmaların Tasarım ve Yöntem
Sorunları” Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, 12, 17-34.
Erdoğan, İ. (2001a). “Popüler Kültürde Gasp ve Popülerin Gayrimeşruluğu”. Doğu Batı, 15(2): 65-106.
Erdoğan, İ. (2005) İletişimi Anlamak. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. (2007). Poztivist metodology: Bilimsel Araştırma Tasarımı, İstatistiksel Yöntemler, Analiz ve
Yorum. Ankara: Erk.
Erdoğan, I. (2007a). “Temel Bilgiler: Eleştirel yaklaşımlarda iletişim anlayışı”, İletişim Araştırma ve Kuramları
Dergisi, 25, 153-198.
Erdoğan, İ. (2008). Ampirik Araştırmada sorunlar: TRT ve RTÜK Kamuoyu araştırmaları üzerine bir
inceleme. Ankara: G.Ü.İ.F.
29
Erdoğan, İ. ve P. B. Solmaz (2005). Sinema ve Müzik. Ankara: Erk.
Geray, H. (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslar arası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları, Ankara:
Utopya.
Güngör, N. (1993) Arabesk: Sosyokültürel Açıdan Arabesk Müzik. Ankara: Bilgi.
Güngör, N. (1999) (ed.) Popüler Kültür ve İktidar. Ankara: Vadi
Hardt, H. (1997). “Beyond Cultural Studies - Recovering the 'Political' in Critical Communications Studies”.
Journal of Communication Inquiry, 21(2): 70-79.
Innis, H. (1950) Empire and Communications. Oxford: Clarendon Press.
Innis, H. (1951) The Bias of Communication. Toronto: University of Toronto Press.
Malott,
C.
(2009).
The
Evolution
of
Knowledge
Production
in
Capitalist
Society.
http://radicalnotes.com/content/view/89/39/
McNeely, I. Ve Wolverton, L. (2008). Reinventing Knowledge: from Alexandrea to İnternet. New York:
W.W.Norton &Company
Mosco, V. (1996). The Political Economy of Communication: Rethinking & Renewal. Thousand Oaks, CA:
Sage.
Oskay, Ü. (1982) Müzik ve Yabancılaşma. Ankara: Dost.
Reppy, J. (1999) (ed.) Secrecy and knowledge production. Cornell University Peace Studies program,
occasional papers 23. http://www.einaudi.cornell.edu/PeaceProgram/publications/occasional_papers/
occasional-paper23.pdf
Siebert, F. et al. (1956) Four theories of the Press. Urbana, ILL: University of Illinois Press.
Simpson, C. (1994). Science of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare 1945-1960.
New York: Oxford.
Tezcek, Ö. (2007). 1980 sonrasında Türkiye’de bilgi üretiminin kurumsal değişimi: tepav örneği.
http://www.kongrekaraburun.org/gecmis_kongreler/2007/ozetler/C1_2.pdf
Tokgöz, O. (2006). “Türkiye’de İletişim Araştırmalarında İletişim Eğitiminin Rolü ve Önemi”. Küresel
İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar, 2006 s. 1-12.
Uluç, G. (2003). Küreselleşen Medya: İktidar ve Mücadele Alanı. Ankara: Anahtar.
Williams, R. (1977). Marxism and Literature. Oxford: Oxford University Press.
NOT: Daha ayrıntılı kaynakça için bkz: Erdoğan, İ ve Alemdar, K. (2010) Öteki Kuram. Ankara: Erk.
30
Download