Türkiye`de Eşitlik ve Anayasa Konferansı

advertisement
Türkiye’de Eşitlik ve Anayasa Konferansı
25 Haziran 2010
Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın açış konuşması
Merhaba günaydın, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu’nun Frederich Ebert
Vakfı İstanbul temsilciliğinin desteği ile düzenlemiş olduğu “Türkiye’de Eşitlik ve Anayasa”
konulu konferansa hoş geldiniz. Özellikle, hepinize, ama özellikle toplantıya konuşmacı
olarak katılan yabancı misafirlerimize ve İstanbul dışından gelerek toplantıya katılan
misafirlerimize teşekkür ederim. Burada olduğunuz için gerçekten çok memnunum. Bu
konferansın gerisinde Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
öğretim üyesi Ayşen Candaş’ın Sosyal Politika Forumu araştırmacılarından Volkan Yılmaz,
Burcu Yakut Çakar ve Sevda Günseli’nin desteği ile hazırlamış olduğu Türkiye’de eşitsizlikler
konulu bir çalışma var. Bu çalışma Açık Toplum Vakfı’nın desteği ile yürütüldü. Hem
Frederich Ebert Vakfı hem de Açık Toplum Vakfı Sosyal Politika Forumu’nun kurulduğu
günden beri yanında olan bize destek veren kurumlar. 2004 yılında kurulduğumuz yıl ilk
düzenlemiş olduğumuz uluslararası konferans da bu kurumların desteğiyle düzenlenmişti ve
konumuz, ilk uluslararası konferansımızın konusu temel gelir veya Türkiye’de kullanıldığı
biçimiyle vatandaşlık geliriydi. Ve konunun bu şekilde seçilmiş olması kesinlikle tesadüf
değildi. Vatandaşlık geliri kavramıyla Sosyal Politika Forumu’nun yoksulluk, sosyal dışlanma
gibi konulara yaklaşımı arasında çok büyük bir uyum var. Ve bu uyum bizim duruşumuzu,
Sosyal Politika Forumu’nun duruşunu çok güzel yansıtan bir uyum.
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu (SPF), kurulduğundan beri, insanın içinde
yaşadığı topluma o toplumun herkesle eşit bir ferdi olarak katılabilmesinin önündeki
engelleri inceledi, bu engellerin eşit vatandaşlık ilkesi doğrultusunda, hak temelli bir
yaklaşımla ortadan kaldırılmaları için alınabilecek önlemlerin niteliği üzerine düşünce
üretmeye çalıştı. Bunu yaparken, çalışma koşulları, istihdamla yoksulluk arasındaki ilişki, işçi
örgütlenmesinin önündeki engeller, çocuk yoksulluğu, sağlık hizmetlerine ulaşım, bakım
hizmetlerinin yetersizliği, kadınların çalışma hayatına katılımı gibi tek tek pek çok sorun
alanına girdik ve kendi çalışmalarımızın dışında bu alanlarda yapılmış çalışmaları
olabildiğince yakından izlemeye çalıştık. SPF’nin kurulduğu 2004 yılından beri, önümüze
durmadan bu konularda yazılmış raporlar geldi. Bu raporlar, Türkiye’deki eşitsizliklerin farklı
boyutları hakkında çok önemli bilgiler içeriyorlardı. Ama bu çalışmaların hep birlikte
çizdikleri resim tek tek yapılan çalışmaların toplamından daha fazla bir şeydi. Bunu
farkettiğimiz zaman, resmin bütününe bakmak ve çözümleri bu bütün üzerinden üretmek
gerektiğini düşünmeye başladık. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
1
Bölümü öğretim üyesi Ayşen Candaş’ın SPF bünyesinde çalışan araştırmacılarından Volkan
Yılmaz, Burcu Yakut Çakar ve Sevda Günseli’den oluşan bir ekiple birlikte gerçekleştirdiği
Türkiye’de Eşitsizlikler konulu çalışma bu tür bir “resmin bütününe bakmak” çabası
oluşturuyor.
Bu çalışma Türkiye’deki eşitsizliğin farklı alanlarına bakıyor. Giriş ve sonuç
bölümlerinin dışında beş bölümden oluşan bu çalışma, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve gelir
yoksulluğu sorunlarından başlayarak, eşitsizliğin çalışma hayatında, sosyal güvenlik sistemi
içinde, eğitime alanında ve siyasi temsil süreçlerinde ortaya çıkan tezahürlerini somut
verilerle ve karşılaştırmalı bir perspektifle ortaya koyuyor. Bunu, bütün bu konularda,
ağırlıklı olarak son beş yıl içinde yazılmış ulusal ve uluslarlarası raporlarla çeşitli makalelerin
incelenmesine dayanan devasa bir sentez çalışması kapsamında gerçekleştiriyor. Dolayısıyla
çalışma, eşitlik ve eşitsizlik konularıyla farklı bağlamlarda ilgilenen herkes için fevkalade
yararlı olabilecek bir başvuru dokümanı niteliğinde.
Elinizdeki çalışma sadece bir eşitsizlikler dökümü değil. Genel bir resim çiziyor çalışma
ve bu resme baktığımız zaman Türkiye toplumu hakkında Türkiye’nin birlikte yaşama biçimi
hakkında bir fikir ediniyoruz. Biz bu toplumda nasıl birlikte yaşıyoruz. Bu birlikte yaşama
biçiminin maalesef çok da iç açıcı olmadığı ortaya çıkıyor. Eşitsizliğin boyutları bizim birlikte
yaşama biçimimizin sakatlıklarına da işaret ediyor. Rapor buna işaret ederken aynı zamanda
bir çözüm yolu da gösteriyor. Ve bu çözüm yolu eşit vatandaşlık ilkesi temelinde biçimlenen
bir anayasal demokrasi anlayışına uygun bir çözüm yolu bulmak durumunda. Dolayısıyla
rapor şöyle bir farkındalık yaratıyor. Bizim birlikte yaşama biçimimiz ile eşit vatandaşlık
ilkesi çerçevesinde biçimlenen bir anayasal demokrasi arasında nasıl bir uyum vardır, nasıl
bir uyumsuzluk vardır. Bizi bunun üzerine düşünmeye zorluyor. Bunu düşünürken de
çözümlerin ancak toplu bir siyasi irade ortaya koyarak sosyal içermeye yönelik sosyal
hakların anayasal haklar olarak ortaya çıktı bir ortamda çözümleri gerçekleştirebileceğimize
işaret ediyor. Ben bunun Türkiye’de siyasetin yeniden yapılanması tartışmaları içinde çok
önemli bir mesaj olduğunu düşünüyorum. Yurtdışından gelerek konuşmacı olarak aramıza
katılan misafirlerimizin de bu mesajın netleşmesi ve güçlenmesi yönünde katkılarda
bulunacaklarına eminim, burada olduklarından çok memnunum, çok sevinçliyim. Kendilerini
dinlemek için sabırsızlanıyorum onun için şimdi sözü Frederich Ebert Vakfı İstanbul
temsilcisi Michael Meier’e bırakmak istiyorum. Kendi hoş geldiniz konuşmasını yapmak
üzere. Buyrun.
Yalnız ondan önce iki telgrafımız var. İstanbul milletvekillerimizden biri Bayram Meral,
biri Gürdal Akşit onu da belirtmek istiyorum. Kendilerine teşekkür ederek bizi hatırladıkları
için. Buyrun.
Michael Meier’in konuşması
Thank you very much. My name is Michael Meier. I am representing the Friedrich
Ebert Foundation, here in Turkey. I am a newcomer at Turkey and I am very honored to be
here with you today. Thank you for this occasion. I would like to use occasion to tell you
who do not maybe know a lot about Ebert Foundation, a little about the foundation. This
Ebert Foundation has founded in 1925 as legacy of first German president Mr. Frederich
Ebert who died at that year, so 85 years old, almost as old as the Republic of Turkey. We
have more than hundred officers around the world, with the largest social democratic think
tank in the world. In Turkey we have established an office in 1987 and we have two offices
in İstanbul and Ankara... currently working on the stream major program lines. One is on
2
democracy and human rights second is on economy and social affairs and the third is on
foreign politics. We do work as partners, universities, think tanks, we work with NGO's like
women's groups, human rights organizations. We support trade unions and we work also
with parliament, with ministry for instance. Our instruments are conferences like this one,
seminars, workshops... We do support studies and research papers, also ... papers. We
organize exchange and visiting programs between Turkey and Germany and between
Turkey and Europe or other countries. On the conference, as you can see here, there are
some few words here concerning the motto, the theme, guidelines, the spirit of the Ebert
Foundation. It is democracy, social justice and the national cooperation. And what we are
doing here today, is exactly is the spirit of what we would like to support worldwide, social
justice. I think this topic is very crucial for every society not only in Turkey. For instance, in
Germany we have the largest imbalances in the education system in EU. It was a study
which found out that even though we have tried for many years to bring these imbalances
down but, we have to realize that we are not successful in Germany. So we are trying our
best. We are 16 officers in Germany, the Ebert foundation in all of the regions but we were
not successful enough. Well inequalities, injustice is a wide spread phenomenon. We find
poverty, exploitation, oppression, insecurity, marginalization everywhere not only in
Turkey. These inequalities form our point of view are very often source of social unrest and
inbalances which then come back to the political sphere the economic sphere. That's why
we have to tackle them. They are the source of many problems so we have to talk about it.
And this is a very good occasion to talk about this. We have in Turkey like everywhere,
always the same target groups who are faced with these problems. The handicapped,
people with other religions, sexual orientation other races or they are the most vulnerable
groups. The Ebert Foundation stands for this social justice, solidarity and basic social
standards if we can support a conference like this one we are very happy on that. Currently
we are discussing constitutional package in Turkey, everybody knows about that, we will
have a referandum on the 12th of September. I think there are very positive elements in
this constitutional package very positive ones like ... ombudsman or like paragraphs on
positive discrimination or children's rights. I don't want to talk about the other points but
from my point of view unfortunately there is also sort of missed opportunity, a broader
public debate which started two years back very well but then ended and well we have the
package with some very positive elements as I said. One could have included more ideas
from civil society, from academia like this ones, but maybe next time. At the end of my
short speech I would like to thank the organizers first. Thank you very much for all of you,
for doing this wonderful work. Thank you for the researches for writing this report. Thank
you for the organizations. I wish you success today I wish you a fruitful discussion and I
hope that we can continue this discussion in the future, thanks.
Gökçe Tüylüoğlu'nun konuşması
Merhabalar, Gökçe Tüylüoğlu ismim. Açık Toplum Vakfı'nın genel sekreterliğini
yürütüyorum. Açık Toplum Vakfı olarak sadece bu araştırmaya değil ama 2004 yılında Sosyal
Politika Forumu'nun kuruluşuna da destek vermiş olmaktan büyük memnuniyet duyuyoruz.
Açık Toplum klasik anlamıyla herkesin ne kadar farklı olursa olsun görüşlerini ifade
edebilmesi anlamına geliyor bizim için ama bizim Açık Toplum'dan anladığımız sadece bu
kadarla yeterli değil. Sadece bu klasik tanımla yeterli değil aynı zamanda insanların kamu
3
hayatına anlamlı bir şekilde katılmasının gereği olan asgari sosyal hakların gerçekleşmesini
de demokratik bir ortamın oluşmasına engel olabilecek derin toplumsal eşitsizlikler
konusunda bilgili ve duyarlı olmayı da anlıyoruz. Bu nedenle de yine kuruluşuna mütevazi
bir katkı yaptığımız başka bir sivil toplum kuruluşu olan Eğitim Reformu Girişimi'nin
Eğitim'de Temel Eşitsizlikler konulu çalışmasını destekledik. Yine Sosyal Politika Forumu
tarafından gerçekleştirilen bir başka proje olan mahalle kreşleri destekledik. Ve yine aynı
perspektifle bütün bu çalışmaları önemsiyoruz. Yine bu dünya görüşü ile desteklediğimiz
diğer çalışmalardan biri olan Maden-Sen'in özel sektör madenciliğindeki hak ihlalleri ile ilgili
yapmış olduğu çalışmayı destekledik. Bu hak ihlallerinin belgelenmesi ile ilgili çalışmayı
destekledik. Ve önümüzdeki aylarda yayımlayacağımız bir başka araştırmamız da sosyal
mobilite ile ilgili. Yine Boğaziçi Üniversitesi'nden çok değerli iki akademisyenin
gerçekleştirdiği bu çalışma eşitsizlikler kadar önemli olan ama bir o kadar da az bildiğimiz
sosyal mobilite konusunu gözümüzün önünde canlandırmaya başlamak için ve sosyal
mobilitenin göstergelerini sistematik olarak izlemeye başlamamıza katkı yapacağını
düşünerek bunu da önemsiyoruz. Biz Açık Toplum Vakfı olarak önümüzdeki dönemde yine
bu duyarlıklarla bu değerlerle bu perspektifle çalışmaya devam edeceğiz, ve destek vermeye
devam edeceğiz. Bugün dinleyeceğimiz araştırma ve görüşlerin de bize önemli bir yol
göstereceğine eminim herkesi içtenlikle tebrik ederim. Sağolun.
Yrd. Doç. Dr. Ayşen Candaş’ın konuşması
Merhaba önce bu kadar karanlık bir günde yağmurlu bir günde geldiğiniz için özellikle
Ankara'dan gelenlere teşekkür etmek istiyorum. Yurtdışından gelen konuşmacılarımıza da
teşekkür etmek istiyorum. Ben de teşekkürlerle devam edeyim. Bu araştırmanın yapılması
Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum sayesinde oldu. Frederich Ebert de konferansın
yapılmasını sağladı. Bütün bu kuruluşlara ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Bu bir ekip
çalışması. Dolayısıyla ben ekibin geniş özetini sunuyorum onun da altını çizmek istiyorum ve
umarım sizi sıkmadan oldukça uzun bir konuşma yapacağım şimdi.
Türkiye’de Eşitsizlikler: Kalıcı Eşitsizliklere Genel Bir Bakış adlı rapor, son bir yıldır
yürüttüğümüz bir çalışmanın ürünü. Bu çalışmada, gelir dağılımı, istihdam, eğitim, sağlık ve
sosyal güvenlik alanlarında Türkiye’de bugün varolan, ve uluslararası ve ulusal kurum ve
araştırmacılar tarafından tespit edilmiş kalıcı eşitsizlikleri, bu eşitsizliklerin içiçe
geçmişliklerini vurgulayacak şekilde biraraya getirdik. Aynı zamanda bu eşitsizliklerin
boyutlarının ve hangi gruplar için çeşitli eşitsizlik türlerinin üstüste bindiğinin bir nevi
fotoğrafını çektik. Bu alanlara ek olarak, siyasi temsile dair Türkiye’de varolan eşitsizlikleri
demokrasi kuramı çerçevesinde tartışmaya açtık.
Öncelikle, eşitliğe nasıl yaklaştığımızı söyleyerek başlamakta fayda var. Bu rapor
çerçevesinde tanımlandığı şekliyle eşitlik, eşit vatandaşlık fikrinin dayandığı ve demokratik
devletlerin yurttaşlarına sağlaması gereken tarzda bir eşitliğe gönderme yapıyor. Dolayısıyla
‘bir ideal olarak eşitlik nedir’ gibi geniş kuramsal bir sorudan çok, demokratik bir haklar
rejiminde eşit haklara sahip olduğu varsayılan fertlerin, bu hakların icrasına eşit erişimlerinin
sağlanmasının asgari düzeyde neleri gerektirdiği üzerinde duruyoruz. Raporun işaret ettiği
tablo, gelir dağılımı, istihdam, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik ile siyasi temsil alanlarında,
vatandaşların hakların icrasına eşit erişimi açısından çok boyutlu mağduriyetlerin yaşanmakta
olduğunu sergiliyor. Dolayısıyla bu mağduriyetleri gidermeyi hedefleyen eşit vatandaşlığın
4
tesisine yönelik çözümlerin de çok boyutlu, dönüştürücü ve bütünsel olmasının gerektiği
ortaya çıkıyor.
Bu çalışma içerisinde toplumsal eşitsizliklere yoğunlaşırken, özellikle kalıcı eşitsizlikler
üzerinde durduk. Kalıcı eşitsizlikler kavramı, eşitliğin prensip edinilmediği siyasi ortamlarda
süreklileşen ve adeta kendilerine doğallık atfedilmeye başlanan eşitsizliklere gönderme
yapıyor. Toplumsal eşitliği hedefleyen siyasi müdahalelerin mevcut olmadığı durumlarda, bir
alandaki eşitsizlik sıklıkla başka alanlara da sirayet ediyor. Örneğin, zorunlu göçe maruz kalan
bir aileye doğan bir çocuk, büyük olasılıkla ortaöğretimi bitiremeden kayıtsız ve sosyal
güvenceden yoksun bir işte çalışmaya başlayacak. Uzun çalışma saatleri içerisinde
örgütlenmeye fırsat bulamayacak, olur da örgütlenirse bu nedenle işten atılması ihtimal
dahilinde olacak. Eşitsizliğin kalıcılaşmasının sonucunda, zamanla bu çocuğun umutları ve
hayattan beklentileri de büyük olasılıkla, varolan adaletsizliklerin kabulüne göre şekillenip
törpülenecek. Halbuki tüm kalıcı eşitsizlikler, dönüştürücü sosyal politikalar, demokratik
kurumlar ve özgürleştirici yasalar yoluyla azaltılabilir, hatta tümüyle ortadan kaldırılabilirler.
Demokratik bir siyasi rejimde eşitlikten ne anlaşılması gerektiğini anlamak için belki ilk
yapılması gereken, eşitlikten neyin anlaşılmaması gerektiğini belirlemek. Günümüzün
karmaşık toplumlarından biri olan Türkiye toplumunda, hem sosyal ve kültürel çeşitlilik
mevcut, hem de derin ve kalıcı eşitsizliklerle içiçe geçmiş ayrımcılık tezahürleri. Dolayısıyla
böylesi bir toplumda toplumsal eşitliğe dair iki nokta vurgulanabilir: Birincisi, karmaşık bir
toplumda amaçlanması gereken eşitlik bir tektipleşme ideali olamaz. Çeşitlilik arzeden bir
toplumda, ancak çeşitliliğin sürekliliğine imkan veren tarzda bir eşitliği savunabiliriz. Böyle bir
toplumda savunulacak eşitlik anlayışı, yaşam stillerini, anadilleri, etnik aidiyetleri, inanç
tarzlarını, inanmamayı ya da farklı varoluş ve mutlu olma biçimlerini tektipleştirmeyi
hedefleyemez.
İkinci olarak vurgulanması gereken de şudur: İçinde yaşadığımız dönemde demokratik
ve sosyal bir devletin birincil amacı geçmişten miras alınan eşitsizlikleri, hukuk tarafından eşit
oldukları vazedilen vatandaşlar açısından etkisiz hale getirecek önlemleri almak ve eşit hak ve
özgürlükleri gerçekleştirecek şekilde toplumun kurum ve pratiklerini dönüştürmektir. Fırsat
eşitliğinin kağıt üstünde tanındığı, ancak dezavantajlı konuma doğan fertlerin ve grupların
fırsat eşitliğini hayata geçirmesini sağlayacak sosyal politikaların uygulanmadığı ortamlarda,
içine doğulan ve fertlerin seçmemiş ve oluşmasına da katkıda bulunmamış olduğu
eşitsizlikler, hem daha da derinleşir, hem de nesilden nesile aktarılır. Nesilden nesile
aktarılan, demokratik ve sosyal devletin görevini yapmadığı ortamda ailelerin ve fertlerin
kaderiymiş gibi algılanan ve sosyal hareketliliği imkansız kılan eşitsizlikler, kalıcı eşitsizliklerdir
ve bunların dönüştürülmesi eşit vatandaşlık açısından kesin olarak gereklidir. Dolayısıyla
eşitlik, hem demokratik bir toplumu organize edecek olan temel prensip, hem de kurum ve
pratikleri dönüştürecek bir süreç olarak algılanmalıdır.
Böylesi bir eşitlik tahayyülü, ortak adalet duygusunun prensiplerinin belirlendiği
anayasal düzlemin yanı sıra, bu prensiplerin hayata geçirilmesi amacıyla uygulanacak
politikalar düzeyinde de kurumsallaşmalıdır. Jürgen Habermas’ın belirttiği gibi, anayasalar
demokratik toplumlarda bitmeyen ve bitmeyecek süreçlerdir. Eşitsizlikleri dönüştürmeyi
hedefleyen bir demokraside, kamu vicdanına ve kamusal akla dair görüşler, zaman içindeki
gelişimlerini vatandaşların aktif katılımları sayesinde sürdürürler. Siyasi rejim, eşit özgürlüğü
herkes için mümkün kılacak olan kamusal imkanlara eşit erişimi sağlamalıdır ki; vatandaşlar
kendi belirleyecekleri amaçlar doğrultusunda, özgürce ve birlikte yaşayabilsinler ve adalet
5
duygularıyla beraber, ortak yaşam alanlarını da birlikte, adil ve demokratik bir yöne doğru
dönüştürmeye devam edebilsinler.
Varolan adaletsizlik ve eşitsizlik tezahürleri arasında, başlıca iki tür dönüştürülmesi
gereken kalıcı eşitsizlik alanı görülmekte ve bunlar hem kendi kategorileri içinde hem de
birbirleriyle içiçe geçmiş şekilde karşımıza çıkmakta.
Bunlardan ilki, dezavantajlı sosyoekonomik konuma doğan fertlerin, doğdukları
şartlardaki imkansızlıkların sonuçlarını, bütün tezahürleriyle beraber tek başlarına
omuzlayarak sosyalleşmelerine sebep olan kalıcı eşitsizlikler. Bu tarz eşitsizlik temelde
hanenin gelir seviyesi gibi nesnel sosyoekonomik koşullardan kaynaklanıyor. Örneğin, belli
bir gelir seviyesindeki bir hanenin içine doğmak, alınacak eğitimin seviyesini ve kalitesini,
alınacak sağlık hizmetlerinin kalite ve seviyesini, kişinin gelecekte istihdam içerisindeki
konumunu, hatta erişilmesi mümkün olan siyasi katılımın derecesi ve niteliğini doğrudan
etkileyebiliyor.
Mutlak surette dönüştürülmesi gereken ikinci tür kalıcı eşitsizlik, fertlerin ve bu
fertlerin ait oldukları grupların sosyoekonomik konumlarından ziyade, öncelikle toplumsal
statülerine ve toplumsal hiyerarşideki konumlarına ilişkin olarak ortaya çıkıyor. Eşitsizliğin
kalıcı şekilde yerleşmiş olduğu toplumlar, sadece gelir seviyesinin ve maddi olanakların
gelecekten beklenebilir hayat kalitesine dair umutları bile etkilediği ve biçimlendirdiği
toplumlar değiller, aynı zamanda Weberyan manada statü toplumları. Bu toplumlarda gelir
seviyesi ne olursa olsun etnik kökene ve/veya anadile bağıl, din ya da mezhebe dayalı, ya da
toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelime dayalı kimlik, çoğunluğun eğilimlerinden ya da egemen
ideolojiden ayrıştığı ölçüde aşağı görülme ve denk addedilmeme sebebi olabiliyor. Yazılı
kurallara bağlı olmadığı durumlarda bile pratiklere sinmiş olabilen bu toplumsal hiyerarşi ve
statü anlayışı, fertleri statü skalasında ait oldukları düşünülen konuma göre sınıflandırıp, fert
ve grupların birbirleriyle kurdukları ilişkileri yapılandırabiliyor. Her türlü ayrımcılığın yaygın
olduğu ve bu ayrımcılık türlerine karşı kamunun yasal güvence sağlamadığı toplumlarda,
toplumun çoğunluğundan ayrışan bir farklılığa sahip olarak doğmak ya da böyle bir farklılığı
sonradan edinmek, kişinin eğitime erişip erişemeyeceğini, işten atılıp atılmayacağını, hatta
siyaseten kendini temsil edip edemeyeceğini belirleyebiliyor.
İlk kalıcı eşitsizlik türüne sosyoekonomik eşitsizlik, ikinci kalıcı eşitsizlik türüne ise
ayrımcılık diyoruz.
Toplumsal hayat şüphesiz ki sosyoekonomik eşitsizliklerle ayrımcılık arasındaki bu
analitik ayrımın temsil ettiğinden çok daha karmaşık bir yapı sergiliyor. Bazen yazılı olmayan
kurallarla işleyen toplumsal hiyerarşideki statüsü eşit kabul edilmediği için, gelir düzeyi
nispeten yüksek birilerinin ayrımcılığa uğradığını görebiliyoruz, bazense gelir düzeyi düşük
olan iki kişiden birinin toplumsal statü hiyerarşisindeki yeri sebebiyle daha da dezavantajlı
durumda olabileceğine, diğerininse sırf çoğunluğun aidiyet duygularını paylaştığı için en
azından toplumla daha kaynaşmış hissedebildiğine tanık oluyoruz. Üstelik sosyal olgulardaki
içiçe geçme ve karmaşıklık düzeyi o kadar yüksek ki, çoğu zaman başta kimliği yüzünden
ayrımcılığa uğramış olanın, zamanla bir de yoksullaşması ya da yoksul olanın zamanla yoksul
olduğu için de dışlanması ve ayrımcılığa maruz kalması gibi kalıcı eşitsizlik türleri açısından
‘melez’ durumlar oluşuyor. Günümüzün karmaşık toplumlarında eşitsizliğin nedenlerinin ve
tezahürlerinin bu içiçe geçme durumunun ya da çok boyutluluğunun istisnadan çok kural
durumunda olduğunu anlamamız büyük önem taşıyor.
6
İster başta sosyal ve ekonomik koşullardan kaynaklanmış, ister başta denk görülmeme,
eşit değerde davranılmama ve dışlanma durumundan kaynaklanmış olsun, oluşan tüm
‘melez’ durumlarda, eğer toplumsal eşitliği şiar edinen bir hukuk sistemi ve vazedilen eşitliği
pratiğe geçiren sosyal politikalar uygulanmıyorsa, eşitsizlik nesilden nesile aktarılarak
kalıcılaşıyor. Eşitsizlikler kalıcılaşırken, fertler kamusal imkanlardan eşit derecede
faydalanamıyor, kağıt üzerinde tanımlı bir fırsat eşitliği hayata geçirilemiyor, kişilerin kamu
alanlarına, kamu imkanlarına ve siyasi temsile eşit erişim olanakları da had safhada
kısıtlanmış oluyor. Gerek çeşitli sebeplerle çoğunluktan ayrışan konumlarıyla ayrımcılığa,
gerekse sosyoekonomik eşitsizliklerden dolayı nesiller boyu yoksulluğa ve sömürüye
mahkum bırakılan gruplar, zamanla aynı anda hem ayrımcılık hem de yoksulluğa maruz
kalıyor ve toplumun kamusal merkezinden ve siyasi gündeminden koparak, seslerini de
duyuramaz şekilde marjinalize oluyor ve sorunları başta meclis olmak üzere hiç bir siyasal
kamu alanına taşınamadığı müddetçe de görünmez hale geliyorlar.
İşte bu tür bir marjinalleşme deneyimiyle beraber, toplumsal eşitsizliğin zamanla oluşan
tezahürleri, adeta ‘doğal’mışlar ‘öyle olmalıymış’lar gibi addediliyor ve aslında kalıcı
eşitsizliklere maruz kalmış olmanın tezahürleri olan koşullar, sanki bile isteye seçilip
üretilmişler gibi algılanmaya başlıyorlar. Zaman zaman kalıcı sosyoekonomik eşitsizliklerin ve
ayrımcılıkların beraber yaşanmasından türemiş, kast sistemine benzer, sosyal hareketliliğin
yokolduğu grup deneyimlerinin tezahürleri ‘kültür’ olarak algılanıyor ve bunlara çeşitliliğin
korunması şeklinde bakılabiliyor. Örneğin, nesiller boyu hem ayrımcılığa hem de yoksulluğa
maruz bırakılmış Roman kökenli yurttaşların, çiçek satmalarına engel olunmaması ya da
müzikleri ile toplumsal olarak tanınmaları ve takdir görmeleri, eşit yurttaşlar olarak
yaşayabildiklerini göstermez. Romanlara tüm kamu imkan ve hizmetlerine eşit erişimlerinin
ayrımcılığa maruz kalmaksızın sağlanması yerine, devletin, Romanların ‘özsel’ kültürel öğeleri
olarak tanıdığı ‘müzisyen olma’ ya da ‘çiçek satma’ haklarını koruması, toplumsal eşitliği
hedefleyen bir yaklaşım olarak kabul edilemez. Eşit vatandaşlıktan kamu imkanlarına eşit
erişim olanağından ve bu sorunların siyasallaşmasına imkan verecek siyasi temsilden
dışlanmanın uzun vadeli sonucu, toplumsal hiyerarşiye dayalı, kast sistemine benzer, özünde
ayrımcı bir toplumsal işbölümünün, doğalmış ve serbest iradeyle oluşmuş gibi görülegelmesi
olabiliyor. Eşitlik ideali ve eşitliğin tesis edilmesine yönelik politikalar bu yaklaşımın çok
ötesinde bir siyasi vizyonu ve iradeyi gerektiriyor. Bu bağlamda, farklılığın tanınıp eşitliğin
amaçlanmadığı siyasi rejimler, ancak apartheid rejimleri, kast sistemi, ya da birlikte yaşamak
yerine yanyana, kaynaşmadan ve ayrı kurallarla yaşamayı kurumsallaştıran ve nüfusu
oluşturan grupları birbirinden izole eden ‘millet’ sistemlerini üretebiliyorlar. Bu ortamlarda
farklılıklarla beraber eşit derecede özgür yaşama imkanı yok oluyor, bunun yerine yanyana
ve hiyerarşik şekilde konumlanan, beraber sosyalleşip karışmadan ve eşit özgürlüklere değil
farklı kurallara bağlı yaşam tarzlarını yasallaştıran ve güçsüzün güçlüye bağımlılığını yasa
haline getiren ve miras alınan hiyerarşiyi doğallaştıran ortamlar oluşuyor.
İkinci olarak, farklılıkların ve çeşitliliğin gerçekliğini ve dolayısıyla siyasette çoğulculuğun
gerekliliğini reddedip, eşitliği ‘aynılık’ şeklinde benimseyen siyasi rejimlerden söz etmek
gerekir. Bu rejimler de, tektipleştirmeyi kurumsallaştırıyorlar, karmaşık bir toplumu oluşturan
fertlere, çoğunluğun kimliğini bütün detaylarıyla giydirmeye çabalıyorlar.
Günümüzün karmaşık toplumlarında farklılıkların verili olduğunun reddi, fertler
açısından iki olumsuz sonuç doğurabiliyor. Bu sonuçlardan ilki, topluma, ekonomiye, siyasete
eşit koşullarda katılabilmek ve kamunun imkanlarından faydalanabilmek için ferdin kimliğini
7
bastırması, kişinin kendiliğini reddetmesi bir koşul haline gelebiliyor. Bu durumda fert, kamu
imkanlarından faydalanabilmek ve/veya siyasi temsile eşit erişim imkanı elde etmek için ya
statü hiyerarşisinde aşağı görülen kimliğini saklamak zorunda kalıyor, ki bu tektipleşme ile
sonuçlanıyor; ya da bunu yapmaktansa, kamu imkanlarına başvurmaktan vazgeçiyor, kamu
vicdanının varolmadığına, ortak bir adalet mefhumunun bulunmadığına, kamu vicdanına
seslenemeyeceğine kanaat getirip, topluma özgürce, kendiliğini bastırmadan entegre olma
ve eşit vatandaş olarak tanınma talebinden vazgeçiyor.
Farklılıkların varlığının reddinin bir diğer sonucu ise, toplumu oluşturan fertlerin içinde
bulundukları dezavantajlı konumlara kör ve eşitliği yalnızca prensip düzeyinde tanıyan
politikaların fertler açısından eşit yapabilirlikleri beraberinde getirmemesi. Yasal düzlemde
herkese evrensel bir biçimde tanınan haklar rejimi, politikalar düzeyinde toplumsal
eşitsizlikleri görmezden geldiği durumda eşitliğe yönelik dönüştürücü gücünü kaybedebiliyor.
Örneğin, kadınların da erkeklerin de çalışma hakkının yasal olarak tanındığı bir ülkede,
kadının toplumda üstlendiği ve özgürce çalışıp çalışmama kararını vermesinin önünde engel
oluşturan kadının üzerindeki bakım yükünü azaltmayı hedefleyen kamu politikaları yoksa,
orada hakların eşit yapabilirliklere yol açmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca, farklılıkların reddi şu
biçimde de gerçekleşebiliyor. Görme engelli bir öğrencinin her öğrenci gibi okulun tüm
hizmetlerinden faydalanma hakkı olmasına rağmen, Braille alfabesi ile basılmış eğitim
materyalleri kısıtlıysa, o öğrencinin farklılığının görmezden gelinmesinden kaynaklanan bir
eşitsizlik ortaya çıkıyor. Benzer şekilde, üniversiteye gitmeye herkes kadar hakkı olan
başörtülü genç kadınlar ya başörtülerini çıkarmak ya da üniversite eğitimi alamamak arasında
seçim yapmaya zorlanıyorlar.
Bu yaklaşım çerçevesinde, raporda öne çıkan kalıcı toplumsal eşitsizlik alanlarına
değinmek isteriz. Tüm bu alanlara rapor içerisinde etraflıca değiniliyor ve bu raporun
dayandığı bir çok araştırma bu sorun alanlarını tek tek çok daha derin bir biçimde inceliyor.
Fakat burada bizim hedefimiz, tüm bu toplumsal eşitsizlik alanlarını birarada, içiçe
geçmişliklerini sergileyerek değerlendirmek ve gelir dağılımı, istihdam, sağlık ve sosyal
güvenlik, eğitim ve siyasi temsile dair kalıcı eşitsizlikler üzerine birlikte düşünmek. Kendi
değerlendirmelerimize göre en çarpıcı eşitsizlik alanları şöyle:
 Gelir dağılımı adaletsizliği
o2000’li yılların ortasında Türkiye OECD ülkeleri arasında Meksika’dan
sonra gelir dağılımı en adaletsiz ülke.i
o2006 yılında Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik nüfusun geliri, en yoksul
yüzde 20’lik nüfusun gelirinin 8 katından fazla ve bu oran tüm AB üye
ülkelerinden yüksek.ii
oToplam gelirden nüfusuna oranla en düşük payı alan bölgeler
Güneydoğu ve Ortadoğu Anadolu bölgeleri.iii
8
 Gelir yoksulluğu
o2008 yılında Türkiye’de fertlerin yaklaşık yüzde 0,54’ü açlık sınırının (4
kişilik hanenin aylık açlık sınırı 275 YTL), yüzde 17,11’i ise gıda ve gıda dışı
harcamaları içeren yoksulluk sınırının (4 kişilik hanenin aylık yoksulluk sınırı
767 YTL) altında yaşıyor. iv
oTürkiye’nin çocuk yoksulluğunda çok kötü bir sicili bulunuyor.v 2004 yılı
verilerine göre, Türkiye OECD ülkeleri arasında çocuk yoksulluğu oranı en
yüksek olan ülke.vi
o2008 yılında gıda ve gıda dışı yoksulluk oranı kırda kentlerden daha
yüksek.vii
 Çalışan yoksulluğu
o2008 yılında ülke genelinde yoksulluk oranı yüzde 17,11 iken, tarımda
çalışanların yaklaşık yüzde 40’ı yoksul.viii
o2008 yılında yevmiyeli çalışanlar arasında yoksulluk oranı yaklaşık
yüzde 29, kendi hesabına çalışanlar arasında yüzde 24 ve ücretsiz aile işçileri
arasında ise yüzde 32.ix
 Vergilendirmede adaletsizlik
o2005 yılında tüketim üzerinden alınan vergiler toplam vergi gelirinin
yüzde 70’ine ulaştı. Bu nedenle, gelirine oranla en büyük yükü en düşük gelir
grubu taşıyor.x
 İşgücüne katılımın önündeki engeller
o2007 yılında Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 30’un
altında, aynı oran OECD ülkeleri ortalamasında yüzde 62, Avrupa Birliği-19’un
ortalaması ise yüzde 64.xi
o2002 yılında engelliler arasında işgücüne katılım oranı yüzde 21,71
iken, engelli kadınlar arasında işgücüne katılım oranı yaklaşık yüzde 7.xii
 İşsizlik
o1980 yılından 2004 yılına dek çalışma çağındaki nüfus 23 milyon kişi
artmasına rağmen, sadece 6 milyon yeni iş yaratılabilmiş.xiii
oİşsizliğin yüksek olduğu illerin bölgelere dağılımına bakıldığında da,
özellikle Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu illeri başı çekiyor.xiv
9
oKadınların uzun süreli işsizlerin içerisindeki payı, erkeklere kıyasla çok
daha yüksek. İş bulma umudunu kaybeden ve bu nedenle iş aramayan
kadınların, işsiz kadınlara oranı yüzde 32 iken; erkeklerde aynı oran yüzde
18.xv
oTürkiye’de, genç işsizliği uzun yıllardır toplam nüfusun işsizlik oranının
neredeyse iki katı düzeyinde seyrediyor.xvi
 Kayıtdışı istihdam
o2009 Ağustos’ta kayıtdışı istihdam, toplam istihdamın yüzde 45,7’sini,
tarım dışı istihdamın ise yüzde 30,8’ini oluşturuyor.xvii
oKayıtdışı istihdam edilenlerin maaşları kayıtlı çalışanlardan düşük ve
çalışma saatleri kayıtlı çalışanlardan yüksek.xviii
oKentlerde kayıtdışı istihdama eklemlenen nüfus aslında yakın dönemde
kırdan kente göç etmiş, çalışma çağındaki eğitim seviyesi düşük nüfus.xix
 Uzun çalışma saatleri
oTürkiye’de yaklaşık olarak her iki emekçiden biri yasal üst sınırın
üzerinde sürelerde çalışmak durumunda kalıyor.xx
 Çocuk işçiliği
o2006 yılında Türkiye’de zorunlu eğitim çağında olan 6-14 yaş
grubundaki çocukların 318 bini çalışıyor.xxi
o6-17 yaş grubundaki çocukların yaklaşık yüzde 6’sı iktisadi getirisi olan
bir işte çalışıyor ve bu çocukların yaklaşık yüzde 70’i okula devam etmiyor.xxii
oDiyarbakır, Batman, Adana, Adıyaman, Şanlıurfa ve Gaziantep’te
mevsimlik tarım işçisi toplam 23,683 çocuk bulunuyor. Bu çocuklar, zorunlu
sekiz yıllık temel eğitimleri sırasında ortalama olarak yılda 70 gün okullarından
ayrı kalıyorlar.xxiii
 Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki çalışan oranının düşüklüğü
o2006 yılı için Türkiye’de toplu iş sözleşmesi kapsamındaki çalışanların
oranı yüzde 13,3.xxiv AB üye ülkelerinin çoğunluğunda ise, çalışanların yüzde
70’inden fazlasının toplu iş sözleşmesi kapsamında olduğu görülüyor.xxv
 İş kazaları ve işe bağlı sağlık problemleri
10
oTürkiye’de her 32,996 işçiye bir iş müfettişi düşüyor, ILO’ya göre
gelişmekte olan ülkelerde her 20,000 işçiye bir iş müfettişi düşmesi gerekiyor.
xxvi
o2007 yılında yaklaşık 80 bin iş kazasından 1043’ü ölümle sonuçlandı.xxvii
oTürkiye, 2000’li yıllar boyunca iş kazasında yaşamını yitiren maden
işçisi oranının yüz binde 70’in altına hiç düşmediği tek ülke.xxviii
 Çalışma yaşamında ayrımcılık
oTürkiye’de kadınların aldıkları ücretin benzer işlerde çalışan erkeklerin
aldıkları ücrete oranı 0,62. Toplumsal cinsiyet temelli ücret eşitsizliğinde
Türkiye dünya sıralamasında 125 ülke arasında 84. sırada.xxix
oTürkiye’de kamu kurumlarında çalışan anadili ve mezhebi toplumun
çoğunluğundan farklı olanlara karşı açık ayrımcılık vakaları mevcut.xxx
oTürkiye’de çalışma yaşamında lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve
transseksüel (LGBTT) bireylere karşı işe kabul etmeme ve işten çıkarmaya
varan ayrımcı uygulamalar yaygın.xxxi
 Sosyal güvenceden yoksunluk
o2006 yılı için Yeşil Kart dahil hiçbir sağlık güvencesi olmayan nüfusun
oranı yüzde 19,8. Bu sosyal güvenceden yoksun kesimin en yoksul yüzde
30’luk gelir grubu içinde yer aldığı görülüyor.xxxii
o2005 yılı için 65 yaş üzeri nüfusun yüzde 37’sinin 2022 sayılı kanunun
öngördüğü yaşlılık maaşı dahil emeklilik maaşı yok.xxxiii
oSosyal güvenlik kapsamında olmayan kadınların oranının Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çok yüksek olması (sırasıyla yüzde 84 ve
yüzde 87), sosyal güvenlik alanında da bölgesel ve cinsiyet temelli
eşitsizliklerin örtüştüğünü gösteriyor.xxxiv
o15-24 yaş grubundaki gençlerin yüzde 54’ü sosyal güvencesiz
çalıştırılıyor.xxxv
 Eğitime erişimin önündeki engeller
o1999-2005 yılları arasında, yani 6 yıl içerisinde, yaklaşık 440 bin çocuk
ilköğretim diplomasına sahip olamadan hayata atıldı.xxxvi
11
oTürkiye’de okul öncesi okullulaşma oranı tüm OECD ülkelerinin
gerisinde.xxxvii
oTürkiye’de 15-19 yaş aralığındaki genç kızların yarısı ne eğitimde ne
istihdamda.xxxviii
o2002 yılında genel nüfus içerisinde okur yazar olmayan kişilerin payı
yüzde 12,9 iken, engelli yurttaşlar arasında bu oran yüzde 36,3.xxxix
 Eğitimde eşitsizlikler
oAnadili Kürtçe olan yurttaşların yüzde 46’sı ilköğretim mezunu
değilken, ilköğretim mezunu olmayan anadili Türkçe olan yurttaşların oranı
yüzde 9 seviyesinde. Benzer bir biçimde, yüksekokul ya da üniversite mezunu
olma oranı araştırmaya katılan anadili Türkçe olan yurttaşlar arasında yüzde
10 düzeyinde iken, aynı oran anadili Kürtçe olanlarda yüzde 2, Türkçe ve
Kürtçe dışında bir anadili olanlarda ise yüzde 7.xl
oOkul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretimde İstanbul, Güneydoğu ve Doğu
Anadolu bölgeleri öğrenci/öğretmen oranı en yüksek İBBS bölgeleri olarak
göze çarpıyorlar.xli
oDershaneleşme ve özel okulların sayısındaki artış, vasıf kazandıran
eğitimi gelir düzeyinin bir fonksiyonu haline getiriyor.xlii
oTürkiye’de düşük gelirli ailelerin çocukları düşük, yüksek gelirli ailelerin
çocukları ise yüksek eğitim alıyorlar.xliii
oMevcut eğitim sistemi ailenin sosyo ekonomik durumunun öğrenci
başarısı üzerinde yarattığı dezavantajları ortadan kaldıramıyor.xliv
Raporda öne çıkanlar arasında, siyasi temsil alanındaki eşitsizlikler farklı bir nitelik
taşıyorlar. Bu farklılığın nedeni şu: Örgütlenme özgürlüğünün engellendiği, kısıtlandığı ya da
örgütlenenlerin suçlu muamelesi gördüğü ortamlar, ifade özgürlüğünün miras alınmış kalıcı
eşitsizlik ve ayrımcılıklara endeksli şekilde seçici biçimde tanındığı ortamlar, daha fazla
demokrasi yerine daha çok adaletsizlik ve eşitsizlik üretme döngüsüne giriyorlar. Bu
bağlamda örneğin, çalışma yaşamına dair bunca eşitsizlik bulunurken, Türkiye’de
demokratikleşme çabasının sendikal haklar alanına yansımaması ciddi bir sorun. Sendikalar
güçsüz kılındıkça, sosyal haklar da, sosyal güvenlik meseleleri de iş güvenliğine dair sorunlar
da bir türlü gelmeleri gereken yer olan siyasi gündemin merkezine yerleşemiyorlar. Oysa
kimliği ne olursa olsun sosyoekonomik açıdan toplumun en alt kademesinde yaşam
12
mücadelesi veren, görülmemiş derecede uzun saatler boyunca geçinmelerini sağlaması
imkansız ücretler karşılığında çalışan ve buna rağmen yoksullaşmaya devam eden sosyal
grupların insanca yaşam talepleri, ancak sendikal hakların ve sendikal örgütlenme
özgürlüğünün ve toplu sözleşme hakkının tanınması sayesinde seslendirilebilir ve taleplerinin
kamusal niteliği siyasallaşabilir. Bu bağlamda öne çıkan sorun alanları şöyle:
 Siyasi temsilin önündeki engeller
oSeçimlerde uygulanan yüzde 10 barajı AB üye ülkelerinin tümündeki
seçim barajlarından yüksek.xlv
oParti kapatmalar sürüyor (son örnek, Demokratik Toplum Partisi).
oSendikal haklar uluslararası standartlarda tanınmıyor ve bu nedenle
Avrupa Birliği müzakere sürecinde “Sosyal Politika ve İstihdam” faslı
açılamıyor.xlvi
oBedensel engellilerin oy kullanması için gerekli koşullar sağlanmıyor.xlvii
oTürkiye meclisteki kadın milletvekili oranına göre 188 ülke içerisinde
109. sırada.xlviii
Bu tablo, Türkiye’nin gelir dağılımı, istihdam, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik ve siyasi
temsil gibi temel vatandaşlık alanlarında ciddi boyutlarda kalıcı eşitsizliklerle karşı karşıya
olduğunu gösteriyor. Türkiye tüm bu alanlarda gerek OECD ülkeleri, gerekse adayı olduğu
Avrupa Birliği’nin üyelerinin tümünden daha kötü durumda. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin
kaynaklarına oranla eşitsizliklerle mücadelede ve yurttaşlarına insani refah sağlamada
bugüne dek pek de olumlu bir performans sergilememesi. Biliyorsunuz 2009 yılında milli
gelir temelinde yapılan dünya sıralamasında Türkiye’nin dünyanın en büyük 17. ülkesi olduğu
ortaya çıktı. Her ne kadar bu bir ulusal övünç kaynağı olarak kabul ediliyor olsa da, insani
gelişme endeksinde Türkiye’nin sicili pek de iç açıcı değil. Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı’nın 2009 yılı İnsani Gelişim Raporu’na göre Türkiye kişi başına gayri safi yurt içi
hasıla sıralamasında 63. sırada iken, insani gelişim endeksi sıralamasında 182 ülke arasında
79. sırada yer alıyor. Türkiye’nin insani gelişim endeksindeki sıralaması, kişi başına gayri safi
yurt içi hasıla sıralamasından 16 basamak daha düşük. İnsani gelişim endeksindeki sıralaması,
kişi başına gayri safi yurt içi hasıla sıralamasından 15 ya da daha fazla basamak altında olan
ülkelerden bazıları şöyle: Singapur (16 basamak), Kuveyt (23 basamak), Birleşik Arap
Emirlikleri (31 basamak), Umman (15 basamak), Suudi Arabistan (19 basamak) ve Rusya (16
basamak).xlix Türkiye’de etkin, katılımcı ve özgürlükçü bir demokrasi ile uzun vadeli, yeniden
dağıtımcı ve dönüştürücü sosyal politikaların yokluğu, Türkiye yurttaşlarına ülkenin iktisadi
kaynaklarının çok daha gerisinde bir düzeyde refah sağlayabiliyor. Türkiye’nin iktisadi
kaynakları ile vatandaşlarına sağladığı refah arasındaki bu uçurum ancak kalıcı eşitsizliklere
karşı kapsamlı bir mücadelenin başlatılması ile kapatılabilir.
13
Raporda incelenen alanlarda ortaya çıkan kalıcı toplumsal eşitsizliklerle mücadele
edilirken nelere dikkat edilmesi gerektiğini şöyle özetleyebiliriz:
1.
Demokratik eşitlik ideali ve eşitliğin tesisine yönelik olarak gerek anayasal
düzenlemelerle gerekse yasa düzeyinde oluşturulacak politikalar, hem sosyoekonomik
eşitsizliklerin tezahürlerini, hem de cinsiyet, din ve inanç, engellilik, yaş, etnik köken ve cinsel
yönelim temelindeki her türlü ayrımcılığı yok etmeyi hedeflemeli. Çünkü kalıcı eşitsizlik
türleri gerek farklılıkları cezalandıran ayrımcılıklardan gerekse sosyoekonomik koşul ve
imkanların adaletsiz dağıtımından türer, ilk başlangıç noktası hangisi olursa olsun kalıcı
ayrımcılıklarla kalıcı sosyoekonomik eşitsizlikler zamanla onları deneyimleyen gruplar
üzerinde yoğunlaşıp birleşir ve içiçe geçer. Eşit vatandaşlık vaadi, ancak ve ancak iki
kaynaktan beslenebilen ama pratikte ve zaman içinde içiçe geçen bu kalıcı eşitsizliklerin
hepsiyle aynı anda mücadele edilirse gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda, demokratik eşitlik
hem bir prensip hem de bir süreç olarak algılanmalı ve gerek yasalar gerekse politikalar kalıcı
eşitsizliklerin çok boyutluluğunu gözönünde bulundurmalıdır.
2.
Bu rapor içerisinde incelenen alanlar ve bu alanlardaki araştırmaların
sonuçları, yalnızca ayrımcılığı vurgulayan perspektiflerin ya da sadece sosyoekonomik
eşitsizliklerin altını çizen yaklaşımların toplumsal eşitsizlikleri anlamada yetersiz olduğunu
gösteriyor. İstatistikleri ve/veya ayrımcılığı gösteren anektodları yorumlarken bile, kalıcı
eşitsizlik türlerinin varlığının, bunların geçişkenliğinin ve bütünselliğinin farkında olmak
gerekiyor. Bu farkındalık toplumsal eşitsizliğin nedenlerini anlamada ve bu eşitsizliklerle
mücadelede her türlü indirgemeciliğin ve özcülüğün önüne geçecektir. Toplumsal
eşitsizliklerle bütünsel olarak mücadele etmeyen politikalar, adaletsizlikleri yeniden üretme
olasılığını bünyesinde barındırır.
3.
Sosyal politikalar ve vergi politikaları yeniden dağıtımcı bir anlayışla
düzenlenmelidir. Sosyoekonomik eşitsizlikler kadar miras alınan ayrımcılıkların uzun vadeli
tezahürleri ile toplumsal statü ve hiyerarşiye dayalı adaletsiz iş bölümü ancak yeniden
dağıtımcı mekanizmalarla etkin bir biçimde dönüştürülebilirler.
4.
Sosyoekonomik eşitsizliklerin tezahür ettiği eğitim, sağlık ve gelir dağılımı gibi
alanlar birbiri ile sıkı ilişki içerisindedir. Bir alandaki sosyoekonomik eşitsizlik diğer alanlara da
sirayet eder ve eşitsizliği pekiştirir. Örneğin, kaliteli eğitime erişimin gelire endeksli olduğu
ortamlarda, gelir yoksulluğu eğitim alanında da toplumsal eşitsizliği besler. Gelir yoksulu
haneye doğan bir çocuğun düşük eğitimli olması ise, ferdin ilerki yaşamındaki istihdam
olanaklarını da belirleyerek toplumdaki dezavantajlı konumunu yeniden üretir.
5.
Sosyoekonomik eşitsizliklerle mücadelede birbirini tamamlayan iki yaklaşım
öne çıkmakta: Bu yöntemlerden ilki, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin herkese, ücretsiz
ve kamu tarafından sağlanmasıdır. İkincisi ise, tüm bu hizmetlerin toplumsal eşitsizlikleri
yeniden üretmeyecek yani sosyal hareketliliğe izin verecek bir biçimde sunulmasıdır. Başka
bir deyişle toplumsal eşitliği tesis etmek isteyen politikalar, herkese parasız eğitim
sağlamakla yetinemez. Eşitliği prensip edinen bir yaklaşım, örneğin eğitim hizmetinin
kalitesinin öğrencilerin ailelerinin gelirleri ölçüsünde değişmesine ve bu sebeple çocukların
başarısının sistematik olarak farklılaşmasına izin vermemelidir.
6.
Politika alanlarının karşılıklı ilişki halinde olması zaman zaman geliştirilecek
politikalar açısından fırsat da oluşturabilmektedir. Örneğin, zorunlu ilköğretim süresince tüm
çocuklara kamu tarafından ücretsiz ve kaliteli sıcak yemek verilmesi hem okula aidiyeti
arttıracak hem de çocuk yoksulluğu ile mücadeleye katkı yapacak bir politika olarak
14
yürürlüğe konulabilir. Benzer bir biçimde, tüm çocuklara sağlanacak ücretsiz ve kaliteli
okulöncesi eğitim, eşitsizliğin nesiller arası aktarımını azaltacaktır.
7.
Türkiye’de kalkınma politikalarının insana yaraşır istihdam olanakları yaratacak
şekilde kurgulanması gerekmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ikamet eden
yurttaşlar ile genç kadınların yaratılacak insana yaraşır istihdam olanaklarından öncelikle
faydalanmaları gerekmektedir.
8.
Her türlü ayrımcılıkla mücadele edilmesinin en önemli yollarından biri hukuki
garantilerin sağlanması ve özerk ve etkin ayrımcılık karşıtı yasal mekanizmaların kurulmasıdır.
Buna ek olarak, sosyoekonomik eşitsizliklerle ayrımcılığın içiçe geçmişliği gözönünde
bulundurularak, her politika alanında farklılığın ve toplum içerisindeki çeşitliliğin dikkate
alınması gerekmektedir. Örneğin, toplumsal cinsiyet yaklaşımı ve engellilik tüm politika
alanlarında anaakımlaştırılmalıdır. Kamu hizmetlerinin sunumunda tüm yurttaşların haklarını
eşit bir biçimde icra edebilmesi için gereken koşullar sağlanmalıdır.
9.
Katılımcı ve adem-i merkeziyetçi bir siyaset ortamı, örgütlenme ve ifade
özgürlüklerinin sağlanması yoluyla toplumsal grupların sorun ve mağduriyetlerini hem nüfusa
oranları itibariyle ve hem de mağduriyetlerinin şiddeti nispetinde seslendirmelerini sağlar. Bu
bağlamda, demokratikleşmeye yönelik siyasi reformlar toplumu eşitlik yönünde dönüştürücü
işlev gören, eşitliği tesis etmeye yönelik sosyal politikaları tamamlayan bir sürecin parçası
olarak düşünülmelidir. Özellikle sendikal özgürlüklerin uluslararası standartlar düzeyinde
garanti altına alınması, seçim barajının aşağı çekilmesi, parti kapatmaların önüne geçilmesi
ve gerek siyasi partilerde gerek seçimlerde kadın kotası uygulamasına geçilmesi ivedilikle ele
alınması gereken önlemler olarak ortaya çıkmaktadır.
10.
Çoğunluktan azınlık kimliğiyle, refah düzeyi yüksek olanlardan sosyal ve
ekonomik imkansızlıkları sebebiyle ayrışan ve dezavantajlı konumda bulunan gruplar da
kendi içlerinde homojen değillerdir. Azınlıkların içinde de azınlıklar, mağdur grupların içinde
de mağduriyet dereceleri iyice yüksek olan gruplar vardır. Eşitsizliklerle etkin mücadele, kişi
temelinde tanımlanmış özgürlükleri, medeni, siyasi, kültürel ve sosyal hakları sosyal
politikalar yoluyla da destekleyerek garantilemekten geçer. Evrensel beyannamelerde kabul
edilmiş haklar kişi temelinde tanımlandıkları için azınlık içinde azınlık, mağdurlar arasında
mağdur olanların da sorunlarına eğilebilirler. Aynı zamanda bu haklar kollektif şekilde icra
edildiklerinde de o grubun ortak çıkar ve adalet arayışlarını seslendirme görevini yerine
getirebilirler.
11.
Özellikle istihdam alanında toplumsal eşitliği hedefleyen, çalışanı koruyan
etkin kamu politikalarına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. İş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması
için iş müfettişi sayısının arttırılması ve kamunun iş denetimi alanında aktifleşmesi, çocuk
işçiliğinin bütünlüklü politikalarla tamamen yok edilmesi, kadınların işgücüne katılımlarının
teşvik edilmesi için kamunun bakım hizmetlerinde aktif rol almasının sağlanması, engellilerin
istihdama eşit katılımları için gerekli destek teknolojilerinin kamu tarafından sağlanması,
istihdamda her türlü ayrımcılığın önlenmesi, toplu sözleşmenin yaygınlaştırılmasına yönelik
düzenlemeler yapılması, çalışma saatlerinin insani düzeylere çekilmesi bu alanda öne çıkan
başlıklar.
12.
Raporda bir çok kez değinildiği gibi gelir yoksulluğu kağıt üstünde tanınan eşit
hak ve özgürlükleri icra edilemez hale getiriyor ve eğitim ve sağlığa erişim gibi alanlara da
eşitsizlikleri pekiştirecek bir biçimde sirayet ediyor. Bu nedenle temel kamu hizmetlerine eşit
erişimin sağlanması amacıyla bu alanlarda gelirin etkisini azaltacak düzenlemeler
yapılmalıdır. Ayrıca herkesin insanca yaşamak için belirli bir gelire sahip olması gerektiğinden
15
hareketle, vatandaşların gelir hakkı yasal olarak tanınmalı ve asgari gelir desteği politikaları
ile bu hak hayata geçirilmelidir.
13.
Türkiye’de tüm hak ve özgürlüklerin evrensel ölçütlerde anayasal düzeyde
tanınması, bu bağlamda yasalardaki eşitlik anlayışının ayrımcılığın her türü ile mücadele
edecek şekilde düzenlemesi gerekiyor. Örneğin, cinsel yönelim ve yaşa bağlı ayrımcılıkla
mücadelenin anayasadaki eşitlik maddesine eklenmeleri önem taşıyor. Bu bağlamda, her
türlü ayrımcılıkla mücadele edecek kurumlar kurulmalı ve bu kurumlar özerk olarak
yapılandırılmalıdır.
Bitirirken şunu ifade etmekte fayda var: eşit vatandaşlık vazeden ve vaadeden bir
anayasal demokraside eşit vatandaşlığın gereklerini anayasa ve sosyal politika düzleminde
tanımlayarak hayata geçirmek, ortak bir siyasi irade haline gelmek zorundadır. Eşit
vatandaşlık konusu bizzat siyasetin yapılanmasına dairdir ve dar bir siyasi alana ya da tek tek
partilere yüklenemeyecek kadar da temel, anayasal düzlemdeki bir meseledir. Bu konudaki
farkındalığın arttırılması bu raporun yapmayı umduğu en önemli katkıdır.
Soru: Lokman Ayva, AK Parti İstanbul milletvekili. Efendim ben öncellikle bu rapor için
çok teşekkür ediyorum. Genel bir değerlendirme, bir bakış ortaya koyması. Detaylarını tabii
okumadığımız için bilmiyorum. Ama bu haliyle de genel olarak ciddi fikir veren bir doküman
olduğunu düşünüyorum. Burada hem bir kaç sorum hem de bir kaç değerlendirmem olacak.
Eşitlik kavramının yeniden ele alınması gerektiğini hissettim. Egalite, liberte döneminde
ortaya çıkmış olan eşitlik aslında bir merkeze bağlı bir tanım gerektiriyor. Örneğin o zaman
neydi, soylular vardı, soyluların burjuvaya eşit olması, yani bir sosyal statüye eşitlik. Sonra
yıllar sonra bu değişti bedensel eşitliğe kadar bir çok yönden ele alınmaya başlandı.
Sosyoekonomik, kültürel, siyasal eşitlik... böyle aslında bu o zaman bu bizim bildiğimiz eşitlik
eşitlik değil, yani "eşit" kelimesiyle... Raporda bunun bir paradoksunun olduğunu
düşünüyorum. Aslında adalet kast ediliyor, ama eşitlik kelimesiyle ifade ediliyor gibi bir
sonuca vardım. Çünkü temelde şunun aslında öngörülmesi gerekmez mi modern şeylerde,
farklılığın tanınması, recognize edilmesi, esas olması gerekmez mi. Çünkü insanların aynı
olmadığını herkes bilir ama hiç kimse yapmaz. Yani parmak izinden tutun da göz şekline
kadar herkes farklıdır. Tabi bedensel olarak da farklı, görüş, ekonomik olarak da. Dolayısıyla
bunu eşitlik kavramıyla açıklamaya çalışmak ve buna benzer çözümler üretmek bence bir
paradoks. Adaletle eşitlik arasında veya bunun evlendirilerek meydana gelen çocuktan bir
kavram üretilmesi daha iyi olabilir diye bir önerim var. İkincisi sosyal algılamalara dayalı da
bir bölüm olabilir mi diye düşünüyorum. Çünkü daha çok mevcut durumun tarifi, hukuk ve
mevzuat açısından da ele alınarak, sosyoekonomik açıdan da ele alınarak değerlendirilmiş,
dolayısıyla bir de algılama meselesi var. Bizim Türkiye'deki ciddi bir belirleme algılama ile
ilgili. Mesela şimdi sosyoekonomik eşitsizliği de bu algılama meydana getirebiliyor. Benim
Ankara'da rasladığım bir kaç şey var. Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışanları şöyle bir
gerekçe üretiyorlar, biz biraz fazla almamız lazım çünkü Türkiye'nin yasamasıyız, Türkiye'de
herşeyi biz belirliyoruz, milletvekilleri açısından söylemiyorum. Dışişlerindekiler diyor ki bu
kadar eğitim yaptık, bu kadar Türkiye'yi temsil ediyoruz, bizim maaşlar biraz daha fazla
olması lazım; savunma diyor ki Türkiye'yi biz savunuyoruz; eğitimciler diyor ki siz hiçbiriniz
bir işe yaramazsınız. Yani vardır ya bu ilkokul kitaplarında masallarda işte güneş şöyle demiş,
rüzgar böyle demiş falan, bu tür algılamalara dayalı bir farklılık talebi var. Bunun
sosyoekonomik olarak da sosyal statü olarak da yansımasının olduğunu düşünüyorum
insanlarda buna dayalı farklı gelirler talep ediyorlar. Aslında o gelire ihtiyaçları olduğu için
16
değil. Sosyal tesislerdir, misafirhaneler, gidin Uludağ'da barınak diye geçen yerler vardır,
barınağın 4 yıldızlı otel anlamına geldiğini bilmiyorum hangi sözlük yazar. Ama bu realitede
böyle bir şey, Devlet Su İşleri bilmem ne barınağı yazar. Halbuki dört yıldızlı oteldir, oraya da
kamu personelinin dışında, sokaktaki fakir fukara, geliri olmayan insanlar giremezler çünkü
bir farklı uygulama talebi vardır, biz farklı olmak istiyoruz. Aslında farklı olma talebi insanın
kendi özünden potansiyelinden gelebilmiş olsa. Ama o gelemiyor, dolayısıyla bu eşitsizlikleri
ciddi anlamda doğuran bir şey ve ben bunun eksikliğini hissettim. Başka bir sistemde aslında
bu kadar eşitsizliğin doğru tanımlanabilmesi ve doğru karşılanabilmesi karşılığının
olabilmesi, çözüm bulunulabilmesi için sanki bir çok hukukluluk sistemini de
gerektiriyormuş hissi verdi bana. Bakıyorum dün Avrupa Konseyi'ndeydim. 47 ülke, 47 ayrı
sistem var biz hepimiz belli değerler üzerindeki bu farklı hukukları görüyoruz. Farklı ülkeler
farklı ülkeleri uygulayarak mutlu oluyorlar. Bunlar belki de aynı ülke içerisinde olursa daha
realist bir çözüm olabilir gibi bir imada hissediyorum. Çözüm olarak yok da, 2 artı 2 denmiş
ama dört denmemiş gibi bir şey hissediyorum. Bu sizin kasıtlı olarak yaptığınız bir şey
olmayabilir. Çünkü istesek de istemesek de kanunlar şümuldur. Herkese yansıtılır. Kars'taki
de İzmir'deki de hangi dilden, hangi bedenden, cinsiyetten olursa olsun, eşit uygulanmak
zorunda, daha doğrusu eşit zannettiğimiz şekilde uygulanmak zorunda. Hiç de eşit meşit
değil yani. Son olarak da şunu söyleyeceğim anaokullarında 79. sıradayız insani gelişim
endeksinde. Ve bunun en önemli değişkenlerinden birisi eğitim. Anaokullarında diyorsunuz
eşit bir hizmet verilsin, herkes gidebilsin ücretsiz olarak, böylelikle bu eşitsizlik kalıcı
olmaktan çıkabilir, kırılabilir belki bu gidiş, vicious circle bir şekilde acaba kırılabilir mi?
Burada paradoks şurada, siz başka bir yerde diyorsunuz ki biz insani gelişimde 79. sıradayız,
yani kötü bir eğitimimiz var OECD'de en son sıradayız, kötü eğitimle iyi bir sonuca gideceğiz.
Dolayısıyla bence eğitmek bu 3-6 yaş arasındaki çocukları eğitmek bu anlamda zarar
verebilir gibi geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz, topluca sormuş olayım.
Başka soru alalım, bir de kendinizi tanıtırsanız, kayıt alınıyor çünkü. Ben Lokman beyi
tanıtmış oldum böylece şimdi.
Soru: Efendim ben Bilal .... Türkiye Sakatlar Konfederasyonu'ndan katılıyorum. Biraz
önceki konferanstan çok yararlandık. Yalnız burada ben Lokman beyin dediklerinin
bazılarına da katılıyorum, bazılarına da açıklık getirmek istedim. Şimdi ülkemiz karmaşık bir
ülke , ağalık rejiminin, beylik rejiminin ve diğer rejimlerin hala devam ettiğinin belgeleri var.
Bunlar diğer şeylere de sirayet etmiş, şehlik, kabile reisleri, töre, cemaat reislerinin çok etkili
olduğunu görüyoruz. Yani sosyal açıdan baktığımız zaman toplumun güç merkezlerinin
bireyler üzerine değil ... üzerine oturtulduğunu görüyoruz. Ve bundan dolayı da Türkiye'nin
yani ülkemizin gerçekten bu meseleleri çözebilmesi için çağdaş bir insan tipinin
oluşturulmasına ihtiyacı var. Beyin, ağanın, tarikat şeyhlerinin ve benzerlerinin yok edildiği
olmadığı, insanın bireyselleşmiş olarak varolduğu bir Avrupa toplumunun olması gerekiyor.
Bir de devletimizin kişilere bakış algısı var, hala devletimiz kişileri aşağı tebaa gören bir
mantıkla hareket ediyor. Parlementomuz ne kadar çalışıyorsa da millet vekillerimizin
üzerine ben milletin vekiliyim sen kim oluyorsun gibi herzaman Demokles’in kılıcı gibi
üzerimize salladıkları bir şey var. Bu bürokratlarımızda da var. Yüksek bürokratlarımıza
gittiğimiz zaman biraz şey yaptığımız zaman sen çizmeyi aşıyorsun çık dışarı, dolayısıyla bu
katı bürokrasiyle, bu katı yönetimlerle ben demokratik açılımların olacağına inanmıyorum,
17
ne zamanki yeni bir insan tipi oluştururuz, bu yeni insan tipi ile yeni gelişimler ortaya
koyarız, ve bir sosyal kontrat imzalanacak şekilde bütün vatandaşlarımız işin içine katılırsa
ondan sonra demokratik açılımlardan yeni anayasalardan bahsedebiliriz. Eğer bir sosyal
kontrat geliştiremezsek yine cemaatlerin, liderlerin pozisyonlarıyla onların yönlendirmesiyle
yaparsak bence yine sonuca gidemeyiz. Yine devletimizin vatandaşlarına yapmadığı
hizmetlerden dolayı da bir yere ulaşamadığımızı görüyoruz. Mesela kadınlarımızın çalışma
hayatına girmesini engelleyen kreşlerin oluşturulmaması, bunun yanında eşit işe eşit ücret
verilmemesi, iş hayatındaki kanunların düzeltilmemesi. Engellilerin toplumda hak ettikleri
yere getirilmemesi. Çocuklarımızın zalimane işlerde çalıştırılması. Onlara istenilen eğitimin
ve davranışların kazandırılmaması. Ve göçer işçilerimizin korunmaması. Sanki başka bir
ülkeden gelmiş gibi biz onlara muamele ediyoruz, halbuki aynı vali bir müddet sonra
Diyarbakır'daydı İstanbul'a geldi ama Diyarbakır'lı İstanbul'a geldiği zaman vali sanki hiç
onun valisi değilmiş gibi, bir yerde varoşlarda elektriksiz susuz göçmen işçiler olarak
çalıştırılmakta, çocukları okullara gidememekte. Dolayısıyla ben tekrar toparlayarak
söylüyorum. Bu konferans benim için çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. İdeal bile eşit
vatandaşlık kontratı gibi önümüze çıkmıştır, bu eşit vatandaşlık statüsünü yaratabilirsek
oturtabilirsek bence işlerimiz kolaylaşacaktır ve umduğumuz bir çok şeyi de yerine
getirecektir. Bu kreş konusu ve anaokul konusunu da ben gündeme getirmek istiyorum.
Eğer kreşlere çocuklarımız... Yani şöyle diyor yüz elli kadın çalıştıran işyeri kreş açmak
zorundadır. Eğer Çalışma Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Bakanlığı bunu müfettişleri ile takip
ederse o 150- 149 olmaz. Dolayısıyla burada kreş açılır. Bir de anaokullarının erken eğitime
başlaması çok önemlidir. Yapılan araştırmalarda, dört yaşından önce anaokuluna giden
çocuklarn, diğer çocuklara göre iki üç sene öne geçtikleri tespit edilmiştir. Ben teşekkür
ederim herkese.
Soru: Gerçekten çok teşekkür ediyorum hem Sosyal Politika Forumu'na hem de Ayşen
Candaş ve arkadaşlarına. Çok önemli bir işi gerekleştirmişler, üstelik de bu eşitlik meslesini
ve eşitsizliklerin çözüm noktasında anayasaya işaret etmek gerçekten çok gerekli ve önemli
bir nokta. Mustafa Sütlaş, Sağlık Hakları Derneği'nden. Ben sadece eşitsizlikle ilgili bir bakış
katkısı yapmak istiyorum. Sağlıkçı olduğum için bizim alanımızda çok daha görünür herkese
hizmeti eşit kılmak eşitliği sağlamıyor aslında. Ekonomik ve olanakları, ihtiyaçları itibariyle
daha çok olanın o hizmete diğerleriyle eşit olarak ulaşmasını öngörecek bir eşitliği. Yani
burada iyi de eşitlik kötüde eşitlik ya da ortalamada eşitliğin ötesinde bir eşitlik fikriyle
yaklaşmak lazım, yaşamın her alanında üstelik. En basiti mesafede eşitsizlik bile birçok şeyi
eşitsiz kılabiliyor ama bir statik eşitlik duygusundan ya da eşitsizliğin öyle değerlendirilmesi
noktasından, sağlık alanından bir katkı anlamında alabilirsiniz. Çalışmada bunun az olması
bir sorunu da bir miktar gösteriyor. Sağlıkçılar en azından yaptıklarını, yaşadıklarını
dökümente etmek, sayılara vurmak konusundaki bir eksikliği herhalde burada
gözlemleyebiliyoruz. Bunun da katkısı var belki bu noktada ama. Böyle bir eşitlik
duygusuyla, eşitlik fikriyle bakmak lazım diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Başka soru yoksa Ayşen hocanın cevaplarına geçebiliriz isterseniz.
18
Ayşen Candaş:
Ben sorular için çok teşekkür ederim. Aslında üçü birbirine ilginç bir şekilde bağlandı.
Burada eşitlikten ne anladığımızı anlatmak için, önce ne anlamadığımızı anlatmam gerekir.
Üstünde bir yıldır düşündüğümüz bir konu olduğu için, oldukça kolay çıktı benden ama
üçünüzün sorularına sırayla cevap veren üç noktaya işaret ediyordum ben orada. Bunlardan
bir tanesi karmaşık bir toplumda tek bir hukuk sistemi altında eşit vatandaşlar eşit
özgürlüklere sahip insanlar olarak yaşamak çevresinde bir ideal tanımladık biz. Yani öyle bir
hedef çerçevesinde eşitliği anlattık. Çok hukukluluk meselesinin anayasal demokrasi ile
çatışması bir yana maalesef geçmişten miras alınan ve geleneklere oturan dolayısıyla belki
yazılı kurallara bağlı olmayan bir takım eşitsizlikleri ve kalıcı eşitsizlikleri yeniden üretmekte,
hatta bunları doğallaştırmakta çok önemli bir işlevi olabilir. Ve bu bizim gerçekten endişe ile
karşılamamız gereken bir şey. Çünkü statü toplumlarında farklı davranılmaktan hoşnut olan
grupların kimler olduklarına baktığımız zaman bunların kendilerine daha üstün davranılan
gruplar olduğunu görmemiz kaçınılmazdır. Ben şimdi hepimizin kafası Türkiye ile çok fazla
meşgul olduğu için özellikle Türkiye'den örnek vermeyeceğim. Öğrencilerimle konuşurken
yaptığım gibi, Amerika'dan örnek vereceğim. Amerika'da sivil hak hareketinin henüz
gerçekleşmediği dönemde, Amerika'nın güneyinde bildiğiniz gibi, siyahların farklı oldukları,
farklı bir statülerinin bulunduğu, farklı bir yaşam alanlarının bulunduğu, gittikleri yerlerin
farklı olduğu, kullandıkları ulaşımın farklı olduğu bütün bu farklılık, bütün alanlarıyla
mekanlarıyla pekala tanınmaktaydı. Bu farklı bir hukuk aslında, iki farklı hukukluluk bu. Ama
eşitlik perspektifinden baktığımız zaman bu siyahlar açısından ayrımcı bir yaklaşım. Hem
ayrımcı hem kast sistemi gibi sosyal mobiliteyi ortadan kaldıran bir şey yapıyorsunuz. Belki o
dönemde beyazlara sorsaydık onlar farklılığın tanınmasının ne kadar önemli olduğunu,
tabiki daha iyi insanların daha kaliteli insanların otobüslerde önde seyhat etmesinin belli
restoranlara gidip oturmasının olması gereken olduğunu, dedelerimizden de böyle gördük
diye size anlatacaklardı ama bu bunların bugünkü bizim haklar, hakkaniyet, adalet
konusunda daha gelişmiş olduğu bu günlerde artık daha iyi kavradığımız konular diye
düşünüyorum. Yani çok hukuklu bir şeyin mağdur durumda olanların pozisyonunu kötü hale
getirdiği onu sabitlediği. İkinci bahsedilen meseleye geçmek istiyorum. Aynılık değil tabi,
aynı şekilde bugünkü aklımızla vardığımız bu eşitlik farklılıklarla ilişkisi nedir bu kavramlar
üzerine düşündüğümüz zaman aynı zamanda karmaşık bir toplumda çeşitliliğin verili
olduğunu bunun bir gerçek olduğunu artık kabul ederek yaşamak zorundayız. Şimdi bu
çeşitlilik, bu farklılıkların bir kısmı, insanların hayatlarını nasıl idame ettirmek istedikleri ile
ilgili. Onların başkalarına zarar vermeden eşit özgürlüklerini icra ederek pekala kimseye
zarar vermeden yaşayabilecekleri farklılıkları barındırabilir, bir de insanları geçmişten miras
alınmış kendi ailelerinden belki miras aldıkları birtakım eşitsizliklerin yükünü tek başına
taşımaları da bir eşitsizlik tezahürü gibi görünüyor. Bu ikisini birbirinden ayırmak çok
önemli. Bizim raporun altını çizmek istediği şeylerden bir tanesi her türlü farklılığın neyin
tezahürü olduğu konusunda hem sosyoekonomik eşitsizliklerin hem de toplumsal iş
bölümünün ve zamanla ayrımcılık ve toplumsal statü farklılıkları çerevesinde gelişmiş
olduğu bakış açısıyla her an düşünüyor olmamız gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir çerçeve
içerisinde yine çağdaş bir insan tipi yaratmalıyız dediniz yani kimseye hiçbir şeyi
dayatamayız aslında. İnsanlar başkalarına zarar vermedikleri müddetçe kendilerini ne mutlu
ediyorsa, nasıl bir hayat sürmek istiyorlarsa o kamunun imkanlarına eşit erişim sağlanarak
bu hayatı sürdürebilmelidirler. Yani bugünün demokrasilerinde bugünün anayasal
demokrasilerinde temel haklar bu açıdan çok önemli. İnsanların hayatlarını nasıl
sürdürdükleri, merkezden aynılaştırarak böyle bir insan tipi istiyoruz diye, artık bugün bu
19
şekilde bakmak mümkün değil. Bu ne bir eşitlik sağlıyor ne bir hakkaniyet ya da adalet
sağlıyor. Üçüncü nokta da sizin sormuş olduğunuz soru, ona da değinmeye çalıştım şu
şekilde, eşit yapabilirliklere yol açmayabilir, eşitlik prensibini eğer siz, yapacağınız iş her
neyse, o işe başvuran hizmet almaya gelen insanlar neyse, vereceğiniz hizmet neyse o
koşullar içerisindeki verileri doğru dürüst değerlendirmeden, eşitlik diye bir prensip var ben
onu uyguluyorum diye yola çıkarsanız kuşkusuz ki koşullar eşitsizlikleri ancak pekiştirecek
şekilde sonuçlanacaktır. Zaten miras alınan birtakım eşitsizlikler var, bir eşit prensip eşit
vatandaşlık vaadi, var olan miras alınanların farkında olacak, ayırdında olacak nerelerde
nasıl tezahür ettiğinin nerelerle nasıl pekiştiğinin farkında olacak ve bunları eşitliğe.
İnsanların hem özgürlüğüne hem farklılığına hem eşit prensibin uygulanmasına imkan
verecek tarzda bir hizmet sunacak. Dolayısıyla sizinki de eşit yapabilirliklere eşit prensibin
yol açmayacağına dair söylediğim cümleyi açma fırsatı tanıdı bana, çok teşekkür ederim.
Çok teşekkürler dinlediğiniz için, oldukça uzundu korkarım.
Eşitlik ve Haklar İlk Oturum
Dr. Burcu Yakut Çakar’ın açış konuşması
Konferansın eşitlik ve haklar üzerine ilk paneli için tekrar toplanmış bulunmaktayız.
Panelde üç konuşmacımız var. Önce profesör John Veit-Wilson'ın konuşmasını dinleyeceğiz
gelir hakkı üzerine. Biraz size her sunuştan önce konuşmacılarla ilgili kısa biyografilerinden
birazcık bilgi vermek istiyorum. John Veit-Wilson Stockholm Üniversitesi'nden mezun,
Britanya'da uzun yıllardır öğretim görevlisi olarak görev yapıyor. Bugün itibariyle New Castle
Üniversitesi sosyoloji bölümünde öğretim üyesi. Özellikle yoksulluk, eşitsizlik, sosyal
dışlanma ve asgari gelir standartları üzerine çok uzun yıllardır yürüttüğü uluslararası
araştırmalar ve yayınlar var. Kendisi Britanya Sosyal Bilimler Akademisi üyesi. Aynı zamanda
1965 yılından itibaren Britanya'daki ilk yoksulluk araştırmaları ekibinde yer alıyor.
Kendisinin bizim Sosyal Politika Forumu bağlamında yürüttüğümüz başka çalışmalar
açısından da önemli olan başka bir titri, Britanya'daki çocuk yoksulluğu eylem grubunun
kurucularından olması ve uzun süredir o grubun da aktivistlerinden biri olarak çalışıyor
olması. Profesör Veit-Wilson gelir politikaları ve uluslararası kalkınma alanlarında başta
Avrupa Birliği ülkelerinde olmak üzere çok sayıda devlet kurumuna, parlamento gruplarına
ve sivil toplum kuruluşlarına danışmanlık yapıyor. Özellikle Avrupa Yoksullukla Mücadele
Ağı'nın asgari gelir kampanyasının da akademik danışmanlığını yürütüyor. Bu alanlarda
özellikle yoksulluk eşitsizlik sosyal dışlanma ve asgari gelir üzerine çok sayıda kitap ve
makalesi var. Burada onları uzun uzun saymayayım. Birazdan sunuşunda da göreceğiniz gibi
web sitesinde bir sürü yayınına ve makalesine ulaşılabiliyor.
Prof. Dr. John Veit-Wilson’ın konuşması
Luckily I can't understand all the nice things just been said about me. First of all, I
want to congratulate the organisers of this conference for raising such an important issue
20
in public. I’d also like to thank them for inviting me to speak on the subject of the right to
income. This is a very large subject and I can’t possibly do justice to it today. I’ve been
working in this field of income adequacy and rights for many years, but doing so in national
contexts which may be very different from those in Turkey. So please make allowances for
anything I say which does not seem relevant to conditions here.
What I want to do today is simply to outline some issues as a contribution to the
discussion of how to bring about a right to an adequate income in Turkey. I ought to say
that I come from a country in which there is no right to an adequate income, or even to any
income at all for some people, those asylum seekers whose claims have been disallowed.
So I’m not going to say we do things any better.
I want to set out three aspects of the question —
First, where does this idea of rights come from? What is the moral sanction for a right
to income? Is there an internationally-recognised right to an adequate income for
everyone?
You may wonder why I’m suddenly talking about an adequate income instead of
simply the right to any level of minimum income, which is what a great deal of the
international discourse is about. The reason is simple. We must talk about adequate
incomes because talking only about minimum incomes distracts attention away from the
fact that the minimum is too little to support decent social life. While governments claim
that it is better to pay too little than nothing at all, the people in poverty are then
imprisoned in their poverty instead of released from it. What happens in the UK and
elsewhere is that people living in poverty are then blamed for not living decently on
incomes that are too low for decent life. They are criticised by richer people do not want to
consider how much is needed for decent life, and certainly do not want to pay taxes to
support it. That is a political matter.
The only reason for thinking about rights to income is to think about how the cashrelated parts of poverty could be abolished. That’s why I always talk about adequate
incomes. Adequate means the minimum that is good enough — it does not mean more
than that. You do not talk about an adequate holiday.
That leads on to the second topic, what can we understand by the phrase ‘an
adequate income’? And because we don’t only want to talk but want to do something to
help to abolish poverty, the third topic I want to raise in the context of this conference’s
focus on equality and the constitution is, how could an adequate income be guaranteed by
law?
To start with, we all know that some philosophers, sociologists and political scientists
have questioned the idea that there are any universal human values which can affect the
question of human rights. I do not intend to discuss those arguments. Instead, I’ll assume
that that universal human values are possible and give rise to rights.
I say that because the many international declarations, conventions, covenants and
charters which refer to human rights show that the governments of the world’s nations
have agreed and asserted that there are human rights based on universal values.
21
Accepting these statements means we can avoid the sterile arguments around
whether our common humanity means an essential equality of all human beings, the moral
belief at the heart of the subject. All the great religions of the world support it in some
form, but equally so do humanistic and some ideological belief systems. But we always
have to keep in mind that not everybody shares the moral belief. Some people interpret
their religion or political beliefs as denying the equality of all humans. This makes
discussion difficult, but not impossible.
I’m going to start by running through some relevant international declarations.
Whatever the reasons, when the representatives of the world’s nations came together in
1948, this is what they declared as basic human rights, the working statements of universal
values. The key phrases for us are — the right to social security; the economic and social
rights needed for human dignity; and the right to an adequate standard of living — that’s
not just income but all the other resources we also need in order to live decently, in
whatever society we live.
Together with the International Covenant on Civil and Political Rights came the
Covenant on Economic, Social and Cultural Rights. They both came into force in 1976. The
economic and social rights included rights to social security and to an adequate standard of
living.
The International Labour Office explained in 1984 that in modern society today the
idea of social security meant not just poverty relief but the protection of an adequate level
of living for everyone.
The United Nations has a committee of international jurists to monitor the operation
of the Covenant on Economic, Social and Cultural Rights. When it met in Limburg in 1987 it
set out the principles by which it should be interpreted. It stated that these rights are an
integral part of international human rights law — they constitute an international Bill of
Human Rights.
And if there were any doubt about what this meant, the UN committee explained in
the Maastricht Guidelines in 1997 that, I quote, << states are as responsible for violations of
economic, social and cultural rights as they are for violations of civil and political rights.>>
Most people don’t know that.
Those are the international agreements on the subject of the right to an adequate
income for everyone. What I have not mentioned so far is the provisions of the Council of
Europe. Turkey is a member and will in fact be president of the committee of ministers
later this year. Oddly enough, the Council’s European Convention on Human Rights and
Fundamental Freedoms of 1950, which is adjudicated through the Court of Human Rights at
Strasbourg, does not mention any right to income or other aspects of welfare.
However, the Council of Europe’s European Social Charter does set out rights to
adequate pay, to social security and to protection against poverty. But as the Irish Human
Rights Commission points out [I quote]:
<< States are selective as to which rights they protect, and more particularly which
rights they enforce through the creation of legal enforcement mechanisms. An expression
of this ‘a-la-carte’ approach to economic, social and cultural rights can be found in the
22
Revised European Social Charter, where States are allowed to select which treaty
obligations they undertake to be bound by. This approach contrasts with the wide
acceptance of the universality and inalienable nature of civil and political rights.>> unquote.
The trouble with all these international declarations is that they are nothing more
than that. They all declare their good intentions, but they make no provision for ensuring
that the intentions are carried out in practice or that people can get their rights. They are
not like the civil and political rights which can be appealed in the international or national
courts. They have been called ‘declamatory’ or ‘manifesto’ rights because they are rights
which no one can actually claim. They are not embodied in every nation’s law, what we call
‘juridified’, and if they are not juridified, they cannot be claimed in the law courts, they are
not ‘justiciable’.
There is a lot more one could say but we must move on. So to summarise the
situation, international law recognises the human right to an adequate level of living and
social security. Social security includes an adequate level of living for everyone.
These legal rights are meant to be just as valid as civil and political rights. And what is
most important is that governments are responsible for taking steps to guarantee these
rights for everybody.
Now I want to talk about what we mean by ‘adequacy’. If we talk about human rights
at all, why is a money income so important and why must it be adequate?
Whenever we use words like need, sufficient, enough, adequacy, we always have to
ask these four questions — needed or adequate for what? for how long? for whom? — and
who says that this is what is needed, is enough or sufficient, or is adequate?
So first of all, enough for what? Here are three of the possible answers, all drawn
from a great deal of survey data on common responses to what living in society is about
and what we all need.
You’ll note there is nothing here about needs for food, shelter and clothing, because
that’s not how you think about your needs, or how anybody in modern society thinks about
these things for themselves. None of us live, or want to live, at such an inhuman and asocial
level. We think first about the quality of our lives and what gives it that quality.
The first point, about social participation and inclusion, summarises many
international statements about human rights and the target of social policies. They are also
the words used by many poverty researchers as being the opposite of poverty.
International conventions talk about the ability to appear in public without shame, or a
reasonable level of living. Any of us might use words like these to describe the sort of life
we want to lead and for which we need resources.
The talk here is about having resources sufficient to take what society defines as a
recognised part in society, and to feel socially included and respected, not excluded by lack
of resources.
All attempts to specify what is needed come back in the end to the 2 Rs – respect and
resources. The free, self-directing, autonomous adult taking part in any human society has
23
these two needs which must be satisfied. They encompass on the one hand the
psychological and social aspects of needs for human recognition in its specific social context
– respect – and, on the other, all the material and intangible aspects of needs for the
means of agency in that society – resources. So let’s think about what these abstract needs
mean in the real world when we talk about having enough money for the necessities which
make up the adequately good life, the inclusive life, in modern society. But we have to be
careful. Much of the international governmental talk about social inclusion refers only to
inclusion as a worker in the labour market. It is not about people feeling included in their
own society.
Second, there’s market inclusion. Whether we like it or not, most people nowadays
live in a marketised consumerist society where money is the most important resource.
Money can buy most of the other resources needed to achieve the good life if people don’t
get them from family, friends and neighbours. That’s what market inclusion means – being
able to pay for all the things needed for an adequate lifestyle. A large part of the argument
about basic democratic freedom of choice is based on the idea that people do have enough
money to be able to make choices between paying for one thing or another in some kind of
market.
As the English liberal policy reformer William Beveridge wrote in 1942, ‘freedom to
spend is part of essential freedom’. So what if people haven’t got enough money to make
free choices? Are they really free?
The qualities of the Good Life shown here are drawn from a UK Department of Health
list of issues for people in care homes for disabled and old people — would you say you
needed any less? Income is needed to achieve some of them as well.
I know perfectly well that money isn’t the only resource, and indeed it’s meaningless
on its own. Of course people can live a full and rewarding life with little money. But for those
of us who hold this view, it’s important to remember that this is a minority view and is not
shared by the vast majority of people in 28 European countries who were surveyed on the
matter in 2004. They said the three most important things for a good life were enough
money, good health, and family relationships. The fact is that in modern urban industrial
society you need enough money even to sustain family relationships and support good
health. An income isn’t enough if you can’t do that as well as all the other things you need
money for. Money may be less important in rural or peasant societies but it still remains
important.
You can’t talk about the adequacy of income without considering for how long it is
needed. This is a key question for any kind of social security or social assistance schemes.
The point is this – when we look at emergency short term income maintenance, like
social assistance for crises, or short term unemployment between jobs, we often say that
because it is only meant to be short term it need not be enough to cover the occasional
‘lumpy’ expenses we all incur in our lives.
Lumpy expenses are things like replacements of personal clothing or household goods,
periodic social expenditures like holidays.
24
But when the income flow has to last for much longer, it has to cover all these things if
it’s to be adequate. That means long-term incomes such as a minimum wage or family
benefits enough to cover the needs of growing children, or a pension for disability or old
age, have all got to be adequate in terms of all the costs of normal long-term life. And
naturally that includes the social costs as well as the material ones.
Adequacy for whom is a sensitive issue when we talk about income standards. We can
all describe how much income we think we need to keep us in a state of minimally
acceptable decency. But when it comes to estimating other people’s income needs, it’s
amazing how often politicians think not of income needs but of public expenditure. They
fear higher taxes – so then they claim other people could live on much less than they can
themselves. There’s also an implication that this question is about who is paying, not what
people actually need. That’s what stratification means — what the American politician
Sargent Shriver called talking about ‘we the people’ and ‘they the poor’, as if they were
completely different sets of people with different human needs in the same society. This is
what professionals call ‘othering’ people – treating them as ‘the other’. Dynamic social
research shows that any of us may also become ‘the other’ at times in our lives.
Finally, who decides what adequacy is?
Governments decide the levels of income benefits according to political considerations
of public income and expenditure. They do not decide on the basis of how much money
people need to live decently.
The general population can be surveyed to find out what it considers is a minimally
decent and socially inclusive level of living. Several reliable research methods are in use. The
best for turning public views of living standards into income levels is the minimum income
standards approach. This uses the expertise both of ordinary people and of scientific experts
to arrive at what custom shows is the average minimum incomes needed for decent living.
Obviously they vary by household size and composition and between countries.
But what must never be forgotten is that it is the people who actually experience
poverty who are best placed to report on what is not good enough, what is not adequate to
respect their human dignity and allow them to participate in society. Their voices must be
heard in every debate about the adequacy of incomes and services.
Personal disposable incomes are only useful for marketed resources for decent levels
of living. There are many aspects of the physical and social infrastructure and environment
which cannot be bought by individuals, and according to some ideologies ought not to be
marketed. The right to adequate incomes therefore has to be understood in the wider sense
of real incomes, both in cash and in services and other collective provisions. Some examples
are given in the slide. Among the most important in combating poverty are sanitation and
clean water, warm dry housing, education, roads and transport. Obviously there are many
more.
In addition, in countries with large rural populations living in traditional communities,
personal incomes may be less important in determining people’s level of living and social
inclusion than are other aspects of their integration into community and social networks.
25
In such communities, adequate personal incomes help to compensate for some
people’s lack of social relationships for meeting needs. Other people can then be paid for
necessary goods and services.
To summarise my second section, it’s not enough to demand a right to income. We
have to be able to answer the questions I posed about how much income is adequate, what
it is for, for how long and for whom. And we have to be clear about the political dimension
of who decides what is adequate. The answers to these questions are all deeply affected by
national values, political culture and social practice, as well as by the details of how the real
incomes are distributed between cash on the one hand and goods and services in kind on
the other.
I turn now to the third part of my talk, the question of how the right to an adequate
income can be embodied in law.
Some countries claim to guarantee a minimum income for most or all their citizens,
usually through some sort of social assistance schemes. Rather fewer actually claim to use
any kind of standard of adequacy in setting the levels of their benefits. In the early 1990s I
studied the ten countries around the world which claimed to use such governmental
minimum income standards. Most were in Europe; the remainder were English-speaking
countries. Two of the countries, Germany and Sweden, had embodied the right to an
adequate level of living in their statutory systems, and I have looked at their systems in more
detail recently. The situation may be different now, in that some other countries have joined
this group.
What I mean by ‘guaranteed by law’ is that the right to an adequate income is
juridified, that is, it is embodied and expressed in the law. And the right is justiciable, that is,
claimants have access to the resources and legal expertise needed to be able to claim their
rights through the courts if necessary. Lawyers describe this situation in the expression
‘there are no rights without remedies’. In other words, if you can’t claim your rights by
means of legal remedies, then you do not have real rights, whatever the law says. This is the
simple answer to the international declamatory statements about rights which I quoted.
In Germany, there is a constitutional right to an adequate level of living, expressed as
‘ein menschenwürdiges Leben’, and a statutory right in the Social Code to the income levels
needed to achieve it. In Sweden, there is a statutory right in the social assistance laws to an
adequate level of living, expressed as ‘en skälig levnadsnivå’, a reasonable level of living,
neither too sparse nor too luxurious. Social assistance is administered by local authority
social services departments in a flexible personalised manner combining income and
services.
The key question in every case is, what does adequacy mean and how do the
politicians identify it? This is a highly complex and much contested question in both the
countries I studied. As I said, I do not know what happens in the other countries which may
have adopted such juridified and justiciable rights in the mean time, but they need to be
studied as well.
In Germany there is a long history of experts in nutrition and household economics
telling people in poverty how they ought to live. This follows the German tradition of
26
deference to academic authority, something which we British do not share to the same
extent.
We prefer empirical evidence or experience. To cut a very long story short, the German
practice since 1961 has been for the standard of adequacy to be based on statistical survey
data of the levels of living actually experienced by the lowest quintile of households
dependent on wages in work or on pensions, but not claiming social assistance.
The trouble with this comparison with low wage and low income households is the
tautology involved in taking the level of living of the poorest non-claimants as the criterion
or comparator for the adequacy of the incomes of claimants, especially as there’s evidence
that low wages are inadequate for social inclusion. But this misses the point about the
German conception of human dignity. This procedure is an example of the German
sociologist Georg Simmel’s observation that the ‘ordinary’ poverty of the lowest paid
workers or ‘respectable’ pensioners is not perceived by the ruling classes as excluding or
humiliating. It is not seen as a social problem. They believe that people in this kind of
‘included’ poverty already have their human dignity, and what would be humiliating is not
their low level of living but claiming social assistance. So if the poorest non-claimants,
workers and pensioners, are told they have their dignity as having included status in society,
even in poverty, then the government view is that paying social assistance or unemployment
benefits at below this level must offer a dignified standard of living. Claimants do not agree
with this, nor does the Federal Constitutional Court, as I’ll report in a moment.
Since social assistance was reformed in 1961 the appeal courts’ approach to dignity has
changed. There’s always been a repressive or control element in German social assistance,
so at the level of values the move in the social security system from ostensible rights to the
social contract of ‘he who does not work neither shall he eat’ is not surprising.
Indeed, Professor Richard Hauser, who for decades has been a senior establishment
academic involved with government, told me in 2008 that “Germans have forgotten the
concept of human dignity”. I hope that is not true.
A number of appeals against the inadequacy of benefits for children have gone through
the legal system. German courts generally seem to have accepted the government view that
the tautological comparison shows that social assistance benefits offer a dignified level of
living, and they have allowed the politicians to decide what was necessary. But appeals
finally reached the federal constitutional court, which ruled in February this year that
children’s benefit levels were unconstitutional. This was not because they failed to
guarantee a dignified level of living but because the relationship between adult and
children’s benefit levels, the equivalence scales, had not been justified by evidence. It did
not state that the benefits were inadequate, but it ruled that the government must carry out
*I quote+ “a detailed normative evaluation of the needs of children and young people” to
give evidence of adequacy.
So the constitutional issue has become procedural rather than substantive. The
government has imposed unconstitutional benefit rates without the evidence to enable it to
set them within the scope of its competence. The right to an adequate level of living in
Germany seems to depend on doing this the right way, not on doing the right thing.
27
In Sweden the situation is somewhat different. The right to an adequate or reasonable
level of living is not in the constitution but in the social assistance law. The government’s
National Board for Consumer Affairs carries out surveys of average household consumption
patterns and their costs and makes recommendations to the government.
The government then uses the recommendations to set national social assistance
benefit levels. Sweden is a much more egalitarian society than Germany, and in principle this
should lead to a standard closer to that which the average Swede would find acceptable. But
in practice, the influence of neo-liberal economistic thinking on social legislation in recent
years has led to arguments about what items can be omitted from the budget costs of a
reasonable level of living for unemployed people.
I’m sorry that I haven’t been able to do more than mention some problems of
implementing the right to an adequate income in these two countries. But detailed
examination does illustrate how the four questions I quoted constantly come up — for
example, what items constitute the adequate level of living? How long does the government
expect a spell of unemployment to last, because if it is short then many longer term
expenses can be omitted? Are the standards good enough for people who normally live in
poverty? Or in this world of economic cycles where unemployment can strike even the
middle classes, do the benefits have to be good enough to cope with the relative deprivation
of former white-collar workers? And who should decide on adequacy — the experts? the
government? Or should it be the people themselves, especially those who are poorest?
One of the most useful summaries of the issues can be found in the Irish Human Rights
Commission’s long and detailed discussion document of October 2006 called Making
economic, social and cultural rights effective. In its conclusions it states *and I’m going to
quote the passage because it is relevant here] —
<< In examining means of protecting rights, perhaps the most important area for
consideration is the potential role of national constitutions…. As the fundamental law of the
State, combined with the tool of judicial review, constitutions are particularly strong
instruments for protecting rights. We then examine various jurisdictions where economic,
social and cultural rights have been given both direct and indirect protection in national
constitutions and where directive principles of social policy have been used in a dynamic way
to protect these rights under the constitution. We focus in particular on the Constitutions
and jurisprudence of South Africa and India. Based on the experience of these and other
jurisdictions, in the view of the [Irish Commission] there is a strong argument, from both a
legal and political perspective, for updating the language of the Irish Constitution to reflect
contemporary understandings of the proper place of these rights in the constitutional order.
>> unquote.
— And so, one might add, the language of other constitutions as well. The document
can therefore be highly recommended. The values of human rights, of a nation’s ideas of
income adequacy for a dignified level of living and the expression of the right to claim, can
all be embodied in law, and some countries have done so in some form or another.
The problems with juridification arise when it comes to interpreting what the grand
expressions of human rights to dignity or decency mean in daily life. The interpretations are
likely to be contested. How then are they to be implemented politically and juridically,
28
especially when faced with the realities of economic and social discrimination and
inequalities? How are claimants to exercise their justiciable rights in the appeal system? Do
they have access to the resources of knowledge and professional assistance, of money to
pay for the assistance and expenses, of time to pursue their rights?
Their needs are likely to be urgent and the legal process is extremely slow These are
the ‘who says?’ questions when power is stratified.
The Irish document mentions the South African and Indian constitutions. Polly Vizard
commented on the South African situation [I quote] — << The Bill of Rights attached to the
1996 South African Constitution entrenches a cluster of socio-economic rights essential for
an adequate standard of living – including the human rights to housing, access to health
care, sufficient food and water, social security and education. The justiciability and legally
enforceability of these human rights has been put beyond question by jurisprudence of the
South African Constitutional Court, which has upheld claims for the violation of socioeconomic rights in a series of landmark judgements. >> unquote. But Vizard continues that
the judgements made it clear that implementation could take place through the adoption of
policies to achieve the human rights, rather than through immediate fulfilment. However,
this did not relieve the government of the obligation to take positive steps to fulfil the rights
in question.
An English lawyer, Ellen Wiles, wrote about the Indian constitution, that [I quote] — <<
it does not explicitly contain enforceable socio-economic rights; instead, they are
incorporated as ‘directive principles’. This represents a compromise approach to
enforceability that can be taken by states, behind which lies the implication that
‘justiciability’ is a fluid notion, and that legal enforcement is not the only way human rights
standards can be set and attained. The outcome in India has been a unique degree of judicial
activism in creatively interpreting enforceable law in light of the principles, thereby bringing
them to life. >> unquote.
But Wiles goes on to admit that [quote] << the Indian situation highlights the extra
difficulties faced in attempting to judicially adjudicate on socio-economic rights in poor
countries where even ‘minimum core’ standards are hard to achieve.>> unquote.
Finally, here as my last slide is a longer quotation from a paper on the South African
constitution by two jurists which sums up what seem to me as well to be the key issues we
are discussing today, and I want to conclude by giving emphasis to what they say. What I
have been referring to so briefly, and what they discuss in far greater detail, is that this
whole topic of the right to an adequate income is not just a matter of judicial and
administrative arrangements. Instead, it goes right to the heart of what a modern
democratic state should be about. Perhaps that is why so many politicians in today’s world,
preoccupied with economic management, resist the implications of what these lawyers
write. I quote:
<< Social rights are not meant simply to entrench bureaucratic structures of the
modern welfare state so that beneficiaries continue to be treated as passive recipients of
state largesse. Instead, social rights ought to include rights to participate in the design,
implementation, critique, and revision of measures that seek to improve material and social
circumstances. As such, social rights are aimed at the material and political empowerment of
the worst off in society. >> unquote.
29
Thank you for your attention.
Burcu Yakut-Çakar: Profesör Veit Wilson'a teşekkür ediyoruz bu konuşması için.
İsterseniz diğer iki konuşmayı da alıp ondan sonra. Eminim sorucak çok fazla sorunuz ve
yorumunuz vardır. Diğer konuşmaları alıp ondan sonra soru-cevap kısmına geçelim.
Panelimizin ikinci konuşmacısı Jeff Bridgford. Jeff Bridgford siyaset bilimi alanında
doktorasını Newcastle Üniversitesi'nde tamamlamış ve şu anda Avrupa İşçi Sendikaları
Konferderasyonu Enstitüsü’nde direktör olarak görev yapmakta. Jeff aslında Türkiye'ye
yabancı değil. Türkiye'deki işçi sendikalarının durumu ve özellikle Avrupa Birliği sürecinde
Türkiye'de sendikal haklarla ilgili alanlarla yakından ilgileniyor. Fransa Sendikacılığı Siyaseti,
Avrupa'da İşçi İlişkileri, Avrupa Emek Hareketi Liderleri Biyografileri ve Avrupa'da Sendika
Eğitimleri adlı dört kitabın yazarı. Şimdi Jeff Bridgford'u örgütlenme hakkı ve sendikal haklar
üzerine konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum.
Jeff Bridgford’un konuşması
Good morning everyone. I am very pleased to be here. I would't like to give the
impression that this is sort of Newcastle double-act here. It is true that we have been
collegues together but that was indeed many many years ago. We don't normally travel
together as a team. I haven't seen John at least more than 20 years in fact. I would like to
thank Social Policy Forum of the university and Ebert Stiftung and the Open Society
Foundation for setting up this important conference. Particularly at this time obviously an
important bond for you here in Turkey as far as constitutional developments concerned. And
I would like to thank you very much for inviting me.
I come to this subject from a pragmatic trade union perspective on the basis of
experience that I gained within a particular project, civil society dialogue project which was
entitled "Bringing together workers form Turkey and European Union through a shared
culture of work". This has been in fact the biggest project that the European Trade Union
Confederation has ever been involved in. And it is an indication of the importance of the
work that needs to take place between the trade unions in Turkey and trade unions within
the European Union. I am not a specialist in Turkish affairs and you may also agree with that
by the end of my presentation but what I would like to say is that the project is given me a
very very great opportunity to be gain a better understanding on the trade union situation
here in Turkey. And a place this debate is brought a geographical context. And it also enable
me to company the discussions on trade union rights in Turkey, within the context of the
preperations for accession to the European Union and I am of course referring to most
specificaly to chapter 19 which is emloyment and social policy. Indeed this debate is taken
on a much more practical and concrete form because within the project we produce a series
of training modules which are called "Working together trade unions in Turkey and the
European Union". And these are meant for work place representatives primarily. This
publication exists in English and French, Flemish, Dutch that is Slovac, Italian. But also in
Turkish. It is opportunity to be here for collegues in all different countries to get a better
understanding with the situation in trade unions, industrial relations, for all of us. And we
have one particular module which called "Turkish Trade Unions and Industrial Relations". It
will be very useful for our collegues in Eropean Union to get a better understanding of
what's going here in Turkey. And on the basis of this that I was able to gain a greater
30
understanding on the situation here in Turkey itself. And I have got three sets of comments
that I would like to make. I am going to specifically to the situation in Turkey and I will be
very grateful for your own interpreteations so that you can correct what my interpretations
are enable me to understand the situation better. Firstly I want to have a quickly to some of
the elements regarding the right to organize, the right to engaging collective bargaining and
the right to strike in Turkey. Secondly I would like to note very briefly these rights have been
infringed in 2009. Finally, I would like us all to bring ourselves up to date with the latest
developments concerning constitutional change and legal or possible legal amendments and
clearly I need your particular advice on these subjects. During the presentation I would make
one or two comparisons with situations in countries within the European Union, because
obviously this question of trade union rights is of significant importance for you here in
Turkey, but also for collegues in the Eropean Union countries as well.
Well the right to organize. No problem at all. According to the constitution, but as we
know this right is heavily regulated, strictly regulated. These freedoms are hedged around
with excemptions but oftenly they were applied on the grounds of national security and
public order. Prevention of crime or protecting public morals or public health. And these
restrictions, these infringements have been considered; many times I might say by the ILO.
And only very recently I gain in its session this year the formal comment along the lines of
there is a need to insure that there is less discrapency between legislation and practice on
the one hand ILO convention no 87 on the other concerning the rights of workers in the
public and private sectors to establish an join organizations that they chosing. And right of
worker's organizations to draft their constitutions, rules, to relact their representatives in full
freedom and to organize their activities without interference by the authorities. Even very
recently there is obviously this question of the restrictions on trade unions, right to organize
their own administration, their own internal workings. There were also mention as well this
year the ILO about this need for trade unions to have the police to attend their meetings
and.. from their records for proceedings. I was very suprised by this myself, and I have been
interested to know if we can shed some light on that for me. And obviously there is the
question of categories of workers. Who are allowed to join trade unions or not. There is of
course a problem about who do not have a contract of unemployment and of course in
Turkey that's the majority of working people in Turkey. And so there is a very serious
exemption if you like in term to trade union membership. There is always a question a
millitary personel and obviously a question of civil service and public employees. And clearly
there is a number of exemptions there that certainly the ILO and to certain extent to
European Union finds quite remarkable. When we are talking about millitary personel I don't
want to give impression at all, all millitary personel in all the countries in European Union are
indeed members of trade onions. It is not true. And so what I think we have to bear in mind
when we are talking about these exemptions, that there are of course exemptions in other
countries. Having said that however, there are in many countries organizations that
represent millitary personel. And in the nature of things, it is now a European organization
represents their interests which has in fact 37 national millitary associations and trade
unions, promoting the social and promoting the professional interests of those millitary
personel of all ranks in Europe. So there are exemptions but equally in certain countries in
Eropean Union it is possible to be involved in millitary and also in trade union affairs. Let me
turn briefly to question of right to collective bargaining which they are again in Turkey
inshrined in constitution and recognized by law but strictly regulated. Clearly there is a one
concern about the legal barrier to the recognition of those people involved in collective
31
bargaining. Who can participate in collective bargaining? And there is a very clear
requirement at the moment that it should about the representativity all the minimum
numbers of members required to engage in collective bargaining to be recognized as the
bargaining agent, union must represent 50% +1 of the workers within a factory and 10% of
the workers within the relevant sector nationwide. Which clearly means that within this
particular context there can be many many many, that is the case that workers who are not
represented within any collective bargaining talks. Then there is a question about undue
requirements requiring trade union structure composition and affiliation. I am thinking
particularly on the idea of one union per enterprise. And then there is a question about
certain sectors of people who can or cannot be covered by collective agreements. And the
one that comes to mind and world will be apart of discussion in other fora is a question of
public servants. Can they or can they not belong to trade union organizations. And can they
engage in collective bargaining. Here in Turkey there is the republic empoyee union's act, it
doesn't mention the concept of collective bargaining but it does talk about collective
consultative talks. And the act defines in detail what these can cover. When I will come back
to this a little bit later when talking on constitutional developments. Another point of
caution though when making comparisons with EU countries no one should think in this
room that employees are automatically engage in trade unions and collected bargaining,
they are not. And clearly different countries have their own regulations about how it is
possible to support the process of collected bargaining. In the UK for instance, this is all
linked to the whole question as it is indeed in other countries of representativity and
recognition. There is now an opportunity for employees to voluntarily engage in collected
bargaining with trade unions. But unsurprisingly they don't know who is going to do that.
And we now have a situation where trade unions have to demonstrate themselves in United
Kingdom that they are representative. So that it is a obligatory? For employers to engage
collected bargaining discussions with trade unions. I am talking about engaging in
discussions, I am not talking about coming to an agreement. So even in let's say the UK one
shouldn't underestimate the difficulties that trade unions have in engaging with employees
in collected bargaining discussions, right are their own right. And then there is a question of
right to strike. They are again inshrined in constitution, recognized by law but regulated and
strikes are not allowed if contrary to the principles of good will to the detriment of society
and in a manner demaging national wealth. That can be as I am sure you all agree
interpreted in a variety of different fashions. For clear legal barriers to lawful strike actions
and in fact reading the act 2822 most of it is not really to do with how to engage in a legal
strike, most of it is really how to not engage in a legal strike or how to insure that a strike is
in fact not legal. Then we look on ban and limitations on certain types of strike action. And
they are again when we are talking about political strikes; no one should believe that this is
allowed in all the countries in EU, it is not the case. Solidarity strikes, they are also allowed in
some countries but not in other countries. And of course there are severe penalties including
inprisonment for particiption in unlawful strike, thinking particularly article 70 of the law
where in fact if anyone is involved in urging or obliging others to call a strike land it is illegal
strike then there is a fine of between 30.000 to 80.000 TL and a term of inprisonment of not
less then one month and more than three months. This is at the very least discouraging; I
think we can safely say, when considering the possibility of engaging in strike activity. And
then the calls on limitations on different types of employees who can strike, as you know. I
am not really able to read... lists are very long, articles 29, articles 30. And then there is the
question of public sector. And here we have some interesting assistance from ILO which is
32
repeatedly stressed as incompatible with the principle of freedom acossiation and this been
a landmark case recently Energy Yuppy ... vs. Turkey which was published in 2009, where the
European court of human rights also ruled the prohibiting public sector employees from
taking part in a national one day strike was contrary to article 11 of the European
Convention on Human Rights. So there again, please understand, these are considerations
for Turkey but if we then change the focus to look at the, let's look at the UK again, you may
of heard, if you have been travelling to UK of the number of strikes taking place in British
Airways recently. And this is interesting to see particularly what the cabin crews, people
working inside the plane when you are flying, stewards and stewardesses. But don't believe
that these are attempts by employers to use the codes that are advantage don't take place
in other countries because in the UK in this particular example there was a major effort
made by the employers to ensure that the strike is illegal. They suspended the strike, there
was an appeal and then in the appeal that was decided that the reasons that would put
forward by the employers to block the strike, were not in fact sufficient to stop British
Airways cabin crew workers participating in the strike. But basically what I am trying to say is
that these issues are trade union rights in Turkey are specific to Turkey, of course concerned
particulrly in Turkey and not only but clearly many of the elements are also ones that we are
grappling with within the EU. And just to remind as of the problems only this week the 21 of
June surprise surprise after the election of the latest elections in UK. There has been a
change in government and emloyee's organization CBI has already put forward a new
proposal on restricting rights to strike within the UK, so it is equally as up to date for us in UK
as indeed the subject is for you in Turkey. Now I would like very briefly to look at some very
distressing and violations of trade union rights for 2009 which have been brought to my
attention by my colleagues in international trade union confederation which covers all the
trade union organizations throughout the world. They produce an annual survey of
violations of trade union rights. And I am sorry to say that there are some examples here
that I would like to bring to your attention. There is now what the ITUC is recalling a certain
amount of judicial harassment of trade unionists in Turkey. And they draw attention.. Now
you have to excuse my pronounciation but the arressment of Nejat Seçkiner from the Sivas
branch president of KESK affiliated United Transport Workers' Union and Öznur Doğan from
the Sivas branch president of the teachers union. And then we have got another example of
Seher Tümer, who is a member of the trade union public employees in health services. Then
we have someone from Tüm Bel-Sen someone called Metin Fındık. And then we have
someone is now living in Switzerland who come back to Turkey and I am reffering to Murat
Akıncılar. And then the most important violation 2009 which unfortunately is still is going on
the case refers to the members of the KESK trade union who were imprisoned in May 2009.
The case came to court in November, I was there in İzmir, at the time and they were allowed
out of the prison after this long period but the case still goes on, the case should have been
dealt in March 2010 it was pushed over into June the 22 of June that was yesterday, the day
before Tuesday. And the decision of court is that it has been postponed again. I think this is
totally appropriate that the ITUC is reffering to this situation of judicial harassment. And
then there are other examples that I could mention in terms of violence against peaceful
demonstration and obviously one that comes to mind specifically as the tackle workers'
dispute where in fact the demonstration was violently brooken up by the police at the end of
last year at December. And then there are of course anti-union campaigns. I am thinking of
... Menderes Tekstil in southwestern Turkey which provides for İKEA and Carrefour. The
supply of İKEA and Carrefour and the ways in which the emloyers done all they can to ensure
33
that trade unionists stop being trade unionists. There is another one in Mersin in
International Port, another example. And so there a number of elements that we need to
consider. One is the question of trade union rights and next one is to sum up the ways in
which trade union rights are respected or not. In terms of concluding remarks I would like to
say that there has been no real progress in bringing the country's legislation on workers and
trade union rights into line with international standards. And this is all the most surprising
that one of the benchmarks which has been fixed by the European Union for the opening of
the social employment chapter, incidentally I might say it is one of the easiest chapters that
there is between Turkey and EU. It doesn't require.. there is no blockages to this from
outside Turkey at all. And let me first to ensure that full trade union rights are respected in
line with EU standards on the relevant ILO conventions which I might say Turkey has signed
up to. And according to article 90 of the constitution one would expect these would be
transposed into Turkish law. So we have this particular problem at the moment there is a
series of discussions taking place between Turkey and EU as far as this chapter 19 is
concerned. The worst talk of this being ready for the Czech presidency, then the Swedish
presidency, then the Spanish presidency and now we are in to the Belgium presidency, next
one will be the Hungarian presidency and I am looking forward to seeing end of this
particular story. But you know better than I do what the latest situation is as far as the trade
union law in Turkey. And I would be pleased if you could tell me where this new law is. I am
talking about the one for workers but haven't even mentioned yet the one refers to public
sector workers. But I do know there is a part of debate on constitution amendments that has
been discussed at the moment. Civil servants and other public official would have the right
to collective agreement. Now I need as well to interpret that for me because I am not sure
that means. I also don't know if there is disagreement this can be refer to conciliation board.
Well I look forward to finding more information about. Let's put it like this: who chooses the
number of the conciliation board members. In terms of article 128 which refers to financial
and social rights for public sector workers and that is interesting change for constitutional
purposes. Now there is a new draft legislation proposal for trade unions collected
bargainings and strikes. As I said not easy to find out where it is. I know it came into the
Turkish Grand Assembly last year and then disappeared. But there are some important
changes that are being discussed. If you can get your hands on the information, the
information we have got here is ILO. And I am very grateful to the ILO for this. One is the
lifting of the requirement for the approved by a notery to join a trade union which is a sort
of some surprise within the European Union Confederation not that they want to lift it that it
place should exist in the first place. The right to establish trade unions at level of work place
and occupation, and right to establish federations these are important new steps. The right
of trade union to determine their own statutes obviously an important new step and to
organize their activities ... officials in the simplification of the procedures for establishing
union. So there are some interesting posible steps. And I have noticed as well I had a look
what I got in terms of information and it seems to be some changes as far as articles 29, 30,
31, 32, 33, 34 are concerned in terms of the prohibition of strikes. So that was not
mentioned in the information I got from the ILO. Now apparently consultations are taking
place… Not apparently I now, consultations are taking place now between trade unions,
between … and employers and the ministry on the draft. And let's hope that some sort of
concensus can appear, although there was a concensus among social partners in ... in 2008,
and there is no movement on the basis of that particular set of agreements. So there are
certain improvements, there are certain proposed or talked about haven't seen the light of
34
they yet and I look forward to that, cause that clearly the important point. And we do notice
though as ILO says that the draft amendments proposed to abolish the requirements to 10%
to representativity at the branch level but at the moment it seems that they want to keep
the level of the absolute majority of 50% + 1 at the work place level. So there is a particular
concern and as the ILO said any draft which did not take these obstacles into consideration
could not be accepted and would be contrary to convention number 87. So there are other
questions which I am not going to deal with is today about how long it would take once the
constitution have been approved if this is all constitution amendments have been approved,
if that is going to be the case; how long will it take to pass into law; how long will it take to
set up these new laws. If indeed there is going to be a movement in terms of opening of the
chapter number 19 on social employment policy within the context of discussions between
EU and Turkey. The next question which I am also not gonna deal with is to what extent will
the changes in the law change the behaviour. How long will it take to implement and how
long will it take to change the behaviours of participants in industrial relations system. That's
of course under that question and I will be grateful for your views on my interpretation of
what's going on in Turkey and what information that you have clearly I do not have in my
disposal. So I would like to thank you very much for your attention. Thank you.
Burcu Yakut-Çakar: Jeff Bridgeford'a da teşekkür ediyoruz. Şimdi panelin son
konuşmasını profesor Mesut Gülmez bizim için gerçekleştirecek. Mesut Gülmez Fransa'da
Yönetim Bilimi doktorasını tamamladıktan sonra sosyal siyaset alanında doçentliğini almış
ardından çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri dalında da profesör olmuş. 90-97 yılları
arasında İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi müdürlüğü görevini yürütümüş. Nisan
2008'de kendi isteği ile emekliye ayrılmış durumda, o yüzden emekli öğretim üyesi olarak
programımızda görünüyor. Ancak halen Ankara Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi'nin
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri doktora programlarında
ders veriyor. Amme İdaresi Dergisi’nden, ODTÜ Gelişme Dergisi’ne, Sendikal Notlar’dan
Çalışma ve Toplum dergilerine olmak üzere pek çok dergide ve Cumhuriyet, Milliyet, Birgün,
Radikal gibi gazetelerde çeşitli konulara ilişkin yazı inceleme ve bildirileri var. Mesut hocanın
pek çok kitabı var. Özellikle Türkiye'de Çalışma İlişkileri, Uluslararası Sosyal Politika, Avrupa
Birliği ve Sosyal Politika, İnsan Hakları Sendikal Haklarda Uluslararası Hukuk ve Avrupa Birliği
konuları üzerine. Bugün bize "Ayrımcılık Yasaklı Eşitlik: Anayasa ve Ulusalüstü Hukuk" başlıklı
konuşmasını verecek. Buyrun hocam.
Prof. Dr. Mesut Gülmez’in konuşması
Efendim çok teşekkür ediyorum. Burada bulunmaktan mutlu olduğumu da ayrıca
belirtiyorum. Ben aşağı yukarı beş altı yıl öncesine kadar eşitlik ve ayrımcılık konusunda çok
sınırlı bilgiye sahiptim. Ayrımcılık yasağı ile ilgili olmak üzere bir çalışma yapmam gerekti bir
sendikanın kapsamlı bir projesi çerçevesinde, bu sadece ayrımcılık yasağı ile sınırlı bir
araştırma ve çalışma olacaktı ben de kolayca üstesinden gelebilirim diye düşünüyordum. Çok
fazla bir şey yok, zaten ilerleme raporlarına ve bizim ulusal raporlara bakacak olursanız
orada da bir kaç yönergeden söz edilir bununla ilgili olarak, ama işin içine girince gördüm ki
gerçekten bir derya. Ne eşitlik ilkesini ayrımcılık yasağına değinmeksizin ele alabilrsiniz ne de
ayrımcılık yasağını incelerken eşitlik ilkesini gözardı edebilirsiniz. Öncelikle ilk saptamam bu
35
oldu. Ve bunun için de dedim ki sadece eşitlik ilkesi yoktur, sadece ayrımcılık yasağı da
yoktur, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi vardır dedim. Bu benim öncelikle ve özellikle
uluslararası insan hakları alanında yaptığım çalışmalara dayanan bir saptamaydı. Hem
birleşmiş milletler çerçevesinde kabul edilen insan hakları sözleşmeleri hem uluslararası
çalışma örgütü çerçevesinde hem Avrupa Konseyi çerçevesinde kabul edilen sözleşmeler.
Bunun dışında başka uluslararası örgütler de var, UNESCO gibi mesela kendi alanında
eğitimle ilgili olarak ayrımcılık yasağı sözleşmesi kabul etmiş bir ulusalarası kuruluş. Avrupa
Birliği var kuşkusuz, özellikle Roma Antlaşması’ndan Lizbon'a kadar uzanan süreç içinde
eşitlik ve ayrımcılık yasağı konusunda çok kapsamlı bir türevsel hukuk ortaya koyan bir
düzen. Bizi de çok yakından ilgilendiriyor. Onun için işe kavramsal olarak ayrımcılık odaklı
eşitlik ilkesi diyerek başladım ve işin içinden çıkmam da gerçekten kolay olmadı. Bir başka
önemli nokta, özellikle ben aşağı yukarı 30 yıldan beri sevgili meslektaşımın biraz önce
anlattığı konular beni çok tahrik etti keşke sendikal haklar konusunda ben de konuşsaydım
burada dedim belki öncelikle o konuda konuşsaydım diye içimi çektim. Sadece sözleşmelere
bakmak yetmiyor insan hakları konusunda, pozitif metinlerine bakmak yetmiyor. Birkaç
maddeyi okumak yetmiyor. O sözleşmelerin uygulanmasından sorumlu olan yetkili denetim
organları var. Onların yıllardan beri oluşturdukları içtihatlaşmış kararlar var. Ve bütün bu
kararlara baktığınız zaman ister Birleşmiş Milletler çerçevesinde olsun ister Uluslararası
Çalışma Örgütü çerçevesinde olsun ve hatta Avrupa Konseyi çerçevesinde olsun, hepsini
birlikte değerlendirdiğiniz zaman görüyorsunuz ki hem sendikal haklar alanında hem eşitlik
ve ayrımcılık alanında ortak bir hukuk oluşmuş, yakınlaşmış. Bütün bu denetim organları
birbiriyle çok yakın etkileşim ve iletişim içinde Birleşmiş Milletler denetim organları artık ILO
ile çok yakın etkileşim ve iletişim içinde onlara göndermelerde bulunuyor ve bunun tersi de
geçerli. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesini uygularken
özellikle Türkiye'den giden şikayetlerle ilgili olarak sayın Bridgford biliyordur muhakkak altı
davada Türkiye mahkum oldu ve bu davalarda ILO sözleşmelerine gönderme yaptı. ILO'nun
sadece sözleşmelerine gönderme yapmakla yetinmedi, ILO'nun denetim organlarının
örneğin devlet memurlarından kimlerin anlaşılması gerektiğine ilişkin kararlarını ve yaptığı
tanımları referans olarak kararına ... Eşitlik ve ayrımcılık yasağı konusu da böyle. Şimdi ben
bu konuyu burada belki sevgili meslektaşlarım yalnızca anayasa çerçevesinde ele almamı
düşünüyorlardı, öneriyorlardı ama ulusalüstü hukuk ışığında anayasadaki eşitlik ilkesini
kanun önünde eşitlik diye 10. maddeye yazılmış olan eşitlik ilkesini biraz daha fazla
irdelemek niyetindeyim. Ama önce ulusalüstü hukukla ilgili birkaç saptama yapmak, çok hızlı
geçmek üzere birkaç saptama yapmak istiyorum. Eşitlik nedir, burada sunulan raporda da
dikkatle okuyacağım eşitlik kavramıyla ilgili olarak eşitlik türleri ile ilgili olarak yeterli bir
açıklama yok değişik kavramlara gönderme yapılmamış. Şekli, biçimsel eşitlik, maddi eşitlik,
eylemli eşitlik ve ya olgusal eşitlik ve bunun dışında belki bir de kavramı uzlaştırmak üzere
öne sürülmüş ve kullanılmakta olan ve özellikle AB türevsel hukukunda çok sık kullanılan
fırsat eşitliği kavramları. Bu raporda sonuçları açıklanan raporda belirtilen eşitsizliklerin
tümü uygulamada rastlanan eylemli eşitsizliklerdir, olgusal, maddi eşitsizliklerdir. Bunların
kuşkusuz belki anayasadaki, yasalardaki düzenlemelerin yetersizliklerinden kaynaklanmış
olanları da olabilir ona rağmen eşitsizliklerin sürmesi de bir vakadır, olgudur, bir gerçektir.
Ama acaba eşitlik, ayrımcılık yasaklı eşitlik nasıl tanımlanabilir, nedir? Aynı gerçeğin iki
yüzüdür bu. Birbirini tamamlayan ilkelerdir, ben bölünmezliğine çok önem veriyorum,
eşitliğin ve ayrımcılık yasağının bölünmezliğini sürekli olarak vugulamaya sürekli olarak çaba
gösteriyorum. Nasıl ki insan hakları bölünmezse, birinci kuşak ve ikinci kuşak diye, sırf
didaktik amaçlarla nitelendirdiğimiz insan haklarının bölünmezliği bütünselliği ve karşılıklı
36
bağmlılığı evrensel ilkelerse burada da vurgulandığı gibi ve özellikle 90’lı yıllardan sonra
uluslararası bağlamda başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Viyana Konferansı'ndan beri
daha sık bir biçimde vurgulandığı gibi eşitlik ve ayrımcılık yasağı da siyam ikizleri gibidir.
Pozitif metinlere baktığınız zaman da bunu görürsünüz. Anayasadaki düzenlemeden şu şu şu
ve benzeri sebeplere dayalı ayrımcılık yapılamaz ve yapılmaksızın herkes kanun önünde
eşittir diye bu ikisinin olumlu ve olumsuz yüzü ile birlikte ortaya koyar. Neden, çünkü
bölünmezdir. Bu açıkça söylenmediği zaman herkes kanun önünde eşittir dendiği zaman
veya şu nedenlere dayalı ayrımcılık yapılamaz dendiği zaman bile örtük olarak söylenmeyeni
belirtilmeyeni doğrudan doğruya belirtilmeyeni de içeren bir kavramdır diye düşünüyorum.
Bu özelliği içinde biraz söyleyeceğim görüşler aykırı görüşler olacaktır. Bir anayasa
hukukçusu olmadığım halde anayasanın bir maddesi ie ilgili görüşlerimi burada
açıklayacağım ve Anayasa Mahkemesi’nin biraz daha ileri giderek bu madde ile ilgili
yorumlarını kararlarından yola çıkarak değerlendirmeye çalışacağım. Ve dile getireceğim
görüşlerin genellikle anayasa hukuku öğretisinde ve iş hukuku öğretisinde dile getirilmiş
olanlarla pek bağdaşmadığını aykırı düştüğünü de baştan belirtmekte yarar var diye
düşünüyorum. Ben bu önerdiğim kavramın dört öğeden oluşan kapsamlı bir tanımını
yapmaya çalıştım, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesinin dört öğeden oluşan kapsamlı bir tanımını
yapmaya çalıştım. Bunların üzerinde ayrıntılı olarak durmuyorum çünkü yazdığım yazılarda
yayınlanmış kapsamlı kitabımda bu var, ama özellikle ayrımcılık yasaklı eşitliğin insan hak ve
özgürlüklerinden yararlanmada söz konusu olduğunun altını çizmek gerekir. Bütün insan
haklarından sadece birinci kuşak değil özellikle ikinci kuşak ekonomik sosyal kültürel diye
nitelediğimiz haklardan kısaca sosyal haklardan yararlanmada da çok önemli yaşamsal
nitelikli bir ilkedir, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi. Üstün bir ilkedir, ölçü bir ilkedir, çarpan
etkisi olan bir ilkedir diye düşünüyorum. Bütün sosyal hakların kullanılmasında eylemli
olarak uygulamada yararlanılmasında gözden kaçırılmaması gereken bir ilkedir eşitlik ilkesi.
Sadece eşitlik dediğim zaman ayrımcılık yasaklı eşitlik olduğunu artık belirtmeme gerek yok
diye düşünüyorum. Anayasaya geçmeden önce ulusalüstü hukuk insan hakları hukuku bu
konuda ne dedi ne tür düzenlemeler yaptı. Aklımıza kuşkusuz sözleşmeler geliyor, ikincil
kaynaklar. Ama kanımca ondan önce uluslararası kuruluşların kurucu belgeleri de anayasa
yani anayasasına baktığımız zamanları da ayrımcılık yasaklı eşitliği güvenceye almıştır
kanımca. Birleşmiş Milletler Antlaşması Birleşmiş Miletler organlarına hem amaç hem de
görev olarak herkesin şu nedenlere dayalı ayrımcılık gözetmeksizin insan haklarından ve
temel özgürüklerden yararlanmalarını kolaylaştırma görevini Birleşmiş Milletler’in organları
ve kendisi gerektiğinde tek başına ve gerektiğinde üyesi olan devletlerle iş birliği yaparak
sağlama yükümlülüğü altındadır. Antlaşmanın beş altı maddesinde ayrımcılık yasaklı eşitliğin
anayasal dayanakları vardır. Kurucu ilkelerden biridir, uluslararası kuruluşların. En eski
uluslararası kuruluş bugün Uluslararası Çalışma Örgütü'dür. 1919’dan beri kesintisiz biçimde
varlığını sürdüren bir başka uluslararası örgüt yoktur. 1919’da cinsiyet temeline dayalı
ayrımcılıkla ilgili olarak ve yurttaşlık temeline dayalı ayrımcılıkla ilgili olarak yurttaşlıkla ilgili
olarak anayasasının başlangıç bölümüne bütün üye devletleri bağlayan ilkeler yazmıştır.
Ondan sonra Philedelphia Bildirgesi 1944’te ILO'yu felsefe ve amaçlar yönünden yenilerken
fırsat eşitliğinden, onurdan açıkça söz etmiştir. Yani İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni
önceleyen bir belge olarak ve sanki bir anlamda çalışma yaşamını ve ilişkilerini aşan bir
genişlikte, bir insan hakları belgesi olarak 1944'te fırsat eşitliği içinde tüm insanların maddi
ve manevi varlıklarını geliştirme hakları ve bunu izleme hakları bulunduğunu belirtmiştir. Bu
anayasal bir belgedir. Bu anayasaları kabul ederek bu uluslararası kuruluşlara üye olan
devletler açısından anayasal bir yükümlülüktür. Onun için ulusalüstü hukuk dendiği zaman
37
sadece sözleşmelerle yetinmemek gerekiyor. Sözleşmelerden önce kurucu belgeler var,
anayasalar var, antlaşmalar var, birincil kaynaklar var kısacası. Sözleşmelere gelince
anayasadan kaynağını alan sözleşmelere gelince Birleşmiş Milletler'deki sözleşmelerin
bazılarından söz edildi. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi artı 7 ayrı insan hakları sözleşmesi,
her birinde ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi değişik yönleriyle önce genel bir ilke olarak herkesi
kapsamak üzere güvenceye aldığı haklardan yararlanmayı sağlamak üzere ayrımcılık yasaklı
eşitlik ikesini tanımışlardır ve ondan sonra bazı haklarla ilgili olarak da özgün düzenlemeler
de yapmışlardır. Yani genel düzenlemelerden sonra bazı haklarla ilgili bazı kesimlerle ilgili,
çalışan kesimlerle ilgili, örneğin kadınlarla, çocuklarla, yaşlılarla ilgili olarak da bu konuda
özgün düzenlemeler de yapmışlardır. Çok sayıda sözleşme vardır. Bunların herbirinin nasıl
düzenleme yaptığını burada açıklamaya kuşkusuz zamanımız yetmeyecektir. Uluslararası
Çalışma Örgütü’nün bu konuda bilinen iki önemli sözleşmesi var: 100 ve 111 sayılı
sözleşmeler, ama bundan ibaret değil. Ben bütün sözleşmeleri gözden geçirdiğim zaman kırk
dolayında sözleşmede kendi kapsamıyla ilgili olarak ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesinin
güvenceye alındığını saptadım. Bunun dışında kuşkusuz çok daha önemli olan başta da
belirttiğim gibi sadece bu sözleşmelerin sözel metinleri de yeterli değil. Denetim organlarının
kararlarına bakmamız gerekir. Uluslararası Çalışma Örgütü bağlamında uzmanlar komisyonu
ve sendika özgürlüğü komitesi Birleşmiş Milletler bağlamında her bir sözleşmenin ayrı ayrı
denetim organı var. Komite adını taşıyan denetim organı var. Bunlardan ikisi özellikle insan
hakları komitesi ile ekonomik sosyal kültürel haklar komitesi son derece önemlidir. Türkiye
bu sözleşmeleri 2003’te onayladı ama raporlarını göndermekte o kadar gecikti ki bu
komiteler hala Türkiye'nin ilk raporlarını denetleyemedi ortaya koyamadı. Bu geçtiğimiz
mayıs ayında henüz içeriğine ulaşamadığım toplantıda ele aldı ama henüz benim bilebildiğim
kadarıyla yayınlanmış değil. Ve yayınlandığı zaman göreceğiz ki ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesi
açısından anayasadan başlayarak bütün yasalarımızda hiç beklemediğimiz ummadığımız
aykırılıklar vardır. Yani sandığımızdan çok daha kapsamlı aykırılıklarla hukuksal alanda karşı
karşıya kalacağımızı bir kehanet olmaksızın söyleyebileceğimi sanıyorum. Şimdi geliyorum
anayasaya. Saate bakıyorum öyle hızlı ilerliyor ki. Siz de acıktınız. Anayasa ile ilgili olarak
belki asıl üzerinde durmamız gereken konu bu. Önceki anayasalara değinmeyeceğim,
yürürlükteki anayasalara bakacağım. Anayasanın onuncu maddesi eşitlikle ilgili olarak. Şimdi
anımsayacaksınız anayasada eşitlik konusu ile ilgili olarak en çok tartışılan konuların başında
acaba anayasa olumlu ayrımcılığı güvence altına aldı mı almadı konusu mevcuttur. Ve değişik
sivil toplum örgütlerinin önerilerine taslaklarına baktığım zamanda ağırlığın bu noktada
olduğunu saptadım. Hem Özbudun komisyonunun hazırladığı anayasa önerisi hem Türkiye
Barolar Birliği'nin hazırladığı anayasa önerisi, hem içinde bulunduğum DİSK tarafından
hazırlanmış olan temel ilkeler anayasa raporu ve onun dışında gündemdeki AKP'nin
hazırlamış olduğu meclisten geçmiş olan referanduma sunulacak olan metinde teklifte yer
alan düzenleme. Diyebilirim ki, sanıyorum yanılmıyorum, bütün ağırlık olumlu ayrımcılığı
anayasada açıkça belirtmek dile getirmek. Acaba bu yok mu yürürlükteki anayasada güvence
altına alınmamış mı? Şimdi 2004'te anayasaya eklenen fıkrayı izninizle okumak istiyorum.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama gemesini sağlamak ile
yükümlüdür. Şimdi bir eşitliğin yaşama geçmesini sağlama yükümlülüğü ne demektir? Nasıl
yaşama geçirilecektir eşitlik? Yani soyut eşitlik anayasanın güvenceye aldığı yasa önündeki
eşitlik yani biçimsel eşitlik anayasa mahkemesinin anlatımıyla hukuksal eşitlik ya da eylemli
olmayan eşitlik nasıl yaşama geçirilecektir. Bundan ne anlamamız gerekir? Demek ki
anayasaya yazmakla eşitlik kendiliğinden uygulamada gerçekleşmiyor. Eşitlik niçin gerekli?
Onuncu maddeye baktığınız zaman eşitlik ile insan haklarından ve özgürlüklerinden
38
yararlanma arasında bağ kurulmamıştır, onuncu maddede. Peki anayasada eşitlik, acaba
eşitlik ilkesi yalnızca onuncu maddedeki bu düzenleme ile mi sınırlıdır? Bu onuncu
maddeddeki düzenlemede acaba yalnızca anayasa mahkemesinin ileri sürdüğü gibi ve 1966
dan beri günümüze kadar sürekli olarak bütün kararlarında yinelediği gibi eylemli değil
hukuksal eşitlik mi güvenceye alınmıştır. Acaba bunların üzerine düşündük mü? Ben anayasa
hukuku öğretisinde bu soruların yanıtının verilemediğini saptadım. Eşitliğin pozitif ve negatif
yönüyle anayasada tanındığını söyleyen meslektaşlar var. Eşitliğin hak özneleri açısından
temel bir hak olduğunu devlet açısından ise bir yükümlülük olduğunu belirten hocalarımız
var. Ama eşitlik ile insan haklarından yararlanma arasındaki bağlantı çok açık bir biçimde
vurgulanmıyor. Ve daha da önemlisi eşitlik yalnızca onuncu maddede güvence altına alınmış
değildir. Eşitlik anayasanın başlangıcında da geçen bir ilkedir. Anayasanın başlangıcı
biliyorsunuz anayasaya göre metne dahildir. Kendisi söylemiştir. Anayasa metni gibidir,
maddeleri gibidir ve ikinci maddede yani değiştirilemez ilkelerin yer aldığı o ilkelerden birinin
sosyal devlet olduğunu biraz hukuk devletinin gölgesinde dile getirildiğini düşündüğüm
1961'den beri sosyal hukuk devleti formülüyle belirtilen sosyal devlet ilkesi vardır,
değiştirilemez ilkeler arasında. Ve ikinci madde anayasanın başlangıç bölümündeki ilkeler de
benim güvenceye aldığım ilkelerdir der. Yani başlangıçtaki ilkeleri de değiştirilemez ilkeler
olarak düşünmüştür anayasa.Şimdi başlangıcı okuduğunuz zaman bu anayasada tanınmış
olan temel hak ve özgürlüklerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanmadan söz
eder. Öyle ise anayasada, 82 Anayasası’nda evet eşitlik ile hak ve özgürlüklerden hiç olmazsa
anayasanın güvenceye aldığı hak ve özgürlüklerden yararlanma arasındaki yaşamsal bağlantı
tanınmıştır, belirtilmiştir, açıkça yazılmıştır. Bu da bir anayasal ilkedir ve üstelik
değiştirilemez ilkelerden bir tanesidir. Peki eşitlikle ilgili olarak bir dosya geldiği zaman
önünüze yargı organı olarak ve Anayasa Mahkemesi olarak sadece onuncu madde ile sınırlı
olarak değerlendirme yapmanız yeterli olur mu? Onuncu madde ile yetinerek diğer
maddelerle ve özellikle başlangıçtaki bu ilke ile bağlantısını kurmaksızın bir sonuca varırsanız
bu anayasaya aykırı bir değerlendirme olmaz mı, evet olur, bana göre olur ve de öyledir.
Anayasa Mahkemesi belirttiğim gibi başlangıçtan beri 1961 Anayasası döneminden beri yasa
önünde eşitlik ilkesini yalnızca biçimsel, şekli, hukuksal eşitlik olarak algılıyor. Bu eylemli
değil hukuksal eşitliği güvence altına alan bir düzenlemedir diye çok sık bir şekilde hemen
her kararında yineliyor. Ama Anayasa Mahkemesi eylemli eşitlik anayasada güvence altına
alınmamıştır derken bu kavramın ne olduğunu, bundan ne anladığını bize söylemiyor.
Hukuksal eşitliği biliyoruz ne olduğunu, bunun tanımı ve öğeleri var. Aynı durumda olanların
aynı hukuksal durumda olanların aynı kurallara bağlanması. Ancak haklı nedenler varsa farklı
kurallar ile düzenlemeler yapılabilmesi. Bu biçimsel eşitlik anlayışıdır. Ama Anayasa
Mahkemesi hiç bir zaman eylemli eşitlik şudur bu anlaşılması gerekir demiyor ve birçok
kararını inceledim okudum. Genellikle de onuncu madde ile sınırlı bir değerlendirme
yapıyor, zaman zaman anayasanın başka maddelerini de anıyor onları da tekrarlıyor.
Örneğin sosyal güvenlikle ilgili bir sorun varsa dosyada sosyal güvenlik hakkı ile ilgili 60.
maddeden söz ediyor. Sonra 5. maddeden söz ediyor ama başlangıçla bağlantısını kurmuyor
ve başka maddelerle bağlantısını kurmuyor. Oysa bu anayasa, bu 82 Anayasası bana göre
maddi eşitliği de, yani uygulamada karşılaşmakta yaşamakta olduğumuz eylemli eşitsizliklere
karşı da bir güvence sağlayan düzenleme niteliğindedir. Anayasa Mahkemesi bunu yorumla
yapabilir ama yapar mı, bundan sonra yapar mı diye sorarsanız, yapacağını sanmıyorum
derim. Çünkü bizde politikacılar da, hukukçular da, yargıçlar da, yöneticiler de pozitivist
hukuk kültürü ile yetiştirilmişlerdir ve buna çok sıkı biçimde bağlıdırlar. Yani anayasada
okuduğuna, yasada okuduğuna bağlı kalarak çözümler üreten bir hukuk kültürü vardır, onu
39
açımlayan felsefi ve düşünsel temellerini ortaya koyan ve özellikle ulusalüstü insan hakları
hukukundaki gelişmeleri izleyen ve onları hukukumuza taşıyan bir yaklaşım yoktur Anayasa
Mahkemesi’nin kararlarında. Onun içindir ki hep olumlu ayrımcılığı açıkça yazalım, kadınlar
açısından açıkça yazalım, özellikle korunması gereken yaşlılar, küçükler, engelliler gibi
kesimler açısından ayrıca yazalım ve onlar için alınacak önlemlerin özel önlemlerin ayrımcılık
sayılmayacağını yazalım ki Anayasa Mahkemesi gözüyle görsün, Danıştay gözüyle görsün,
mahkemeler gözüyle görsün, okusun ve ondan sonra da bu doğrultuda kararlar versin diye
bekliyoruz. Bu anlayışla bu pozitivist hukuk kültürü ile Türkiye çok yol alamaz. Bu anlayışın
değişmesi gerekiyor ve bu değişmenin de hukukçulardan başlaması gerekiyor. Teşekkür
ederim.
Burcu Yakut-Çakar: Çok teşekkür ederim ben de. Tabii süreyi biraz aştık bir 10-15 dakika
soruları alalım salondan. İsterseniz topluca alalım. Kendinizi tanıtıp soruyu kime yönelttiğinizi
de söylerseniz çok memnun oluruz. Yaklaşık en geç 14:00, 14:15 gibi bitirip yemeğe geçelim.
Soru: Ali Erol, Ankara'dan geliyorum. KAOS Gay-Lezbiyen Derneği'nden. Aslında KAOS
GL 90'ların başında kurulduğunda genç işçi ve öğrenciler tarafından kurulan bir örgüt
olmasından dolayı bir kaç tanıklık aktarmayı planlıyordum ama bu kalan süreyi göz önünde
bulundurduğumda buna imkan olmadığının farkındayım. Onun için uzatmadan birkaç cümle
kurabilmeyi umuyorum. Şöyle ilginç bir durum ortaya çıktı, Bridgford'un sendikalarla ilgili
safhanın hala gündeme gelmemesi, başlamamasından dolayı ilgili sendikal özgürlükleri
kapsayacak yasaların da tartışılamadığı ve yürürlüğe giremediğine dair bir not düştü. Hemen
ardından Gülmez de anayasadaki bazı maddelerin aslında farklı okuması yapıldığında pek çok
bu özgürlükleri de kapsıyacak ve ilgili ayrımcılıklara karşı duracak düzenlemelerin zaten
olduğundan bahsetti. Bu durumda ilginç dediğim nokta bana göre şu. Şimdi birinci aşamada
bir dikey hak talebinde bulunacağız ve bundan vaz geçmeyeceğiz. Diğer taraftan Gülmez'in
bahsettiği ilgili haklar olduğu halde neden uygulanamadığı ve de bu özgürlükleri geliştirecek
şekilde yürürlükte aktif olamadığı gibi bir problem de var. Belki burada bütün bu formel
eşitliklerden, formel hak mücadelelerinden ayrıca iki noktayı hatırlamamızda fayda olabilir mi
diye düşünüyorum ben kendi adıma. Bunlardan bir tanesi ve asıl önemsediğim bu dikey hatta
hakları talep eden kesimlerin yatay dönüşümü nasıl mümkün olacak. Özellikle Bridgford
eğitimden vs. bahsetmişti ya ondan dolayı bu aklıma geliyor, şunu demek istiyorum
sendikaların aslında bütün bu sendikal özgürlükler için ilgili yasaların Türkiye'de hayata
geçmesi mücadelesi tamam bu bizim de örneğin kendi alanımızda anayasal eşitlik ve benzeri
alanlarda benzer formel hak taleplerimiz söz konusu ama aynı sendikal alandaki bu
sendikaların bütün üyelerinin ırkçılığa karşı, milliyetçiliğe karşı, seksizme ve homofobiye karşı
da bir dönüşümü, yatay bir dönüşümü nasıl mümkün olacak. Örneğin bunun hatırlanmasında
da fayda olabilir. Bütün bunlar belki bir şekilde altı çizildiğinde ve bunun için de mücadele
edildiğinde o dikey hatta talep edilen ama bir türlü yürürlüğe girmeyen, gündeme bile
alınmayan yasalaşmayan hakları belki fiili olarak hayatta karşılığını bulabileceğine dair
olasılıklar yaratılabilir mi. Belki böyle bir soruyu biz gündemimizde tutabiliriz diye
düşünüyorum. Onun dışında çok fazla örnek var, beni uyarın uyarana kadar bir kaç örnek
paylaşmak istiyorum.
40
Burcu Yakut-Çakar: Öğleden sonra da bir panel var, orada tartışırız yemekte de
tartışırız, herkesin acıkmış olduğu varsayımı üzerinden gidiyorum. O yüzden özellikle öğleden
sonraki panelde çok daha geniş bir tartışmaya zemin açacak bir sunuş olacak dolayısıyla o
zaman da devam edebiliriz isterseniz.
Ali Erol: Umarım fırsat bulurum çünkü bu alan bir eşcinsel örgütü olduğumuz halde
bizim en çok ilgilendiğimiz alanlardan birisi.
Soru: Sevgi Mutlu, Yeşiller Partisi. İki sorum olacak bir tanesini Jef beye sormak
istiyorum. Türkiye'deki sendikaların bir kısmının AB karşıtı olduğunu biliyoruz. Kendisinin
yaptığı çalışmalarda bunu nasıl gözlemledi ve bu önyargının ideolojik yanları hariç pratikte
Avrupa Birliği müzakerelerini bir bütün olarak aldığımızda gerçekten haklı yanları var mı
acaba. Sadece isdihdam başlığı değil bütün başlıkları uygulamaya geçirdiğimizde sendikal
hareketin veya işçilerin etkileneceği konusudaki endişelerine katılıyor mu? İkinci sorum da,
eşitlikten bahsediyoruz ve sendikalardaki kadın temsiliyeti, siyasi partilerden bile ki
kriterlerin AB'de daha az. Bu konuda Türkiye'deki durumu biliyoruz, en azından sendikalarda
yapılan çalışmalarda fotoğraf hep erkek egemen bir fotoğraf görüyoruz. Avrupa'da bu
konuyla ilgili yapılan çalışmalar nelerdir. Buna benzer bir tablonun orada olduğunu biliyorum
bununla ilgili somut yapılan çalışma var mı onu öğrenmek istiyorum. Teşekkürler.
Soru: Evet sayın hocalara çok teşekkür ediyoruz, ismim Şahin Selim, Hak-iş
Konfederasyonu Ankara'dan katılıyorum bu toplantıya. Ben soru yerine iki dakikayı
geçmeyecek şekilde sayın hocalarıma destek vermek istiyorum. İlk hocamız üniversite
temsilcisi sayın profesör, İngiltere'den gelen hocamız evet çok önemli bir konuya değindi.
Asgari ücret, asgari gelir desteği yerine yeterli ücret ve yeterlilik kavramı üzerinde bizimle
bilgisini paylaştı. Hocam bu biraz ortalama gelirle alakalı. Şimdilik 10.000 dolar civarında
geziniyoruz biz de 30.000 dolarları bulduğumuz zaman biz de yeterli gelir desteğini umarım
tartışacağız, bu ülkede şimdilik asgari gelir desteği peşindeyiz ama söylediklerinize tabii ki çok
katılıyoruz. Evet sayın Jeff Bridgford arkadaşımız, birlikte projeler yürüttük Türkiye'nin
fotoğrafını gayet iyi çekmiş, bu geçtiğimiz iki yılda. Bir soru sordu, bu sorunun başka işçi
sendikasından temsilci arkadaş olmadı ğı için üzerime alındım cevaplandırmak için. Gülay
hanım da bana biraz işaret yaptı, istersen cevaplandır diye. Anayasada yer alan sendikal
özgürlüklere ilişkin konu anayasa kabul olursa ne zaman yasa pratiğe geçebilir. Bu konuda
ümitsiz olmaya gerek yok belki çok aykırı bir örnek olacak ama Türklerin sigarayla olan ilişkisi
tüm Avrupa'da çok iyi bilinir. Ve Türkler sigara yasağı koydu ve 6 ayda Türkiye'de sigara
yasağı kapalı alanlarda uygulanmaya başladı, bunun çok daha kolay olacağını düşnüyorum
çünkü demokrasiye aç bir toplum, örgütlenmeye aç bir toplum olduğu için. Evet yine
arkadaşlardan sendikal özgürlüklerle ilgili sorular geldi. % 10 iş kolu %50 +1 iş yeri barajı ve
noter şartı evet kabul edilemez durumlar. Geçtiğimiz sene bir Bursa mutabakatı var, işçinin, iş
verenin ve hükümetin tamamıyla uzlaşmaya çalıştığı mümkün olduğunca esnediği bir yapıda
bir Bursa mutabakatı. Bu mutabakat meclis genel kuruluna iniyor ama tam meclis genel
kurulunda Anadolu sermayesini temsilen bazı örgütlerin biraz sendika alışkanlığının
olmamasından dolayı sendikaları işçi ücretlerini artıracağı ... o küresel rekabette geri
41
kalacakları endişesiyle yaptıkları lobi, bu lobi sayesinde maalesef geri plana itildi. Fakat %10
iş kolu, %50 +1 iş yeri, noter şartı ile ilgili mücadele sendikal alanda devam ediyor. En azından
şu gelişme var, yıllarca 1950'lerden beri devam eden sendikal hayatta bu barajların AB'deki
kriterlere inmemesi için mücadele eden bazı işçi ve işveren örgütleri bile esnedi bu mevcut
tartışmalara katılıyorlar destek veriyorlar. Önümüzde kısa bir yol kaldı fakat bu arada
hükümet tehdit ediyor bizi diyor ki eğer bunlardan bazılarını kabul edersek diyor o zaman da
check-off'u kaldıralım gibi ortalığı karıştırıcı bazı önerileri var. Evet bitirmek istiyorum, AB
karşıtı sendikalar pek tabii ki var aslında şu biraz da sendikal ve demokratik platformlarda iki
ideoloji, AB karşıtlığı AB yandaşlığı şeklinde bu aralar, evet ideoloji bu. Evet dolayısıyla AB
karşıtlığı 19. fasıl bizimle ilgili sosyal politikayı içeren 19. faslı etkiliyor. 19. faslın temel üç
konusu bir işçilerin 2821 ve 22 örgütlenme serbest toplu pazarlık, iki romanların sosyal
içermeye katılması, üçüncüsü kamu çalışanlarına grevli toplu sözleşmeli sendikal hak. Bunun
Roman kısmı çözüldü. Biraz da bardağın dolu tarafını da görmek lazım, en azından çözülmesi
yönünde bazı açılım adı altında kurultaylar toplanıyor, Romanlarla çalışmalar devam ediyor.
Alevilerle yapılan açılımlar gibi. Şimdi kamu çalışanlarında sorun şu efendim, hem 65 yaşına
kadar sınırsız bir iş güvencesi hem de beraberinde grevli toplu sözleşmeli sendikal haklar
biraz çalışma ilişkilerinde sorular yaratıyor. Bu konuyla ilgili tartışmalar sürüyor. Kadın
konusunda gelişmeler fena sayılmaz. En son Başbakanlık genelgesini Jeff beye takdim etmek
isterim. Çok katı bir kadın kotası sendikada, bürokraside, partide bu geldi. Mecliste bile eşitlik
komisyonu kuruluyor, yetmez. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesinde eşitlik
kurulu, yani Avrupa Birliği direktifi çerçevesinde. İyi şeyler de oluyor, biraz geç oluyor. Jeff
hocam öncelikle anayasa acaba referanduma gidecek mi, biz daha konunun bu tarafındayız.
Kabulünden sonraki yasal düzenleme ve toplumun entegrasyonu ayrı, acaba referanduma
gidebilecek mi çünkü hanımefendinin söylediği gibi AB karşıtı gruplar pek bu işi referanduma
götürmeyecek gibi görünüyor. Ben herkese çok teşekkür ediyorum.
Soru: Mustafa Can, Alevi Bektaşi Federasyonu genel merkez yönetiminden. Aslında hem
Mesut hocama hem de Jeff hocama iki sorum var, yorumdan öte. Fakat biraz önce benden
önce konuşan arkadaşın söylemlerine de atıfta bulunarak bu sorularımı sorayım. Çok açık
geçmişte aleviler öldürülüyordu, ama bu çalıştayla birlikte aleviliği katletmeye başladılar.
Dolayısıyla artık buna bir açılım demek ne kadar doğru o çok tartışılır. Kafaların değişmesi
gerekir biraz önce Mesut hocam söyledi önce hukukçulardan başlayarak diye. Evet bence de
kafaların değişmesi gerekir ama önce varolan sorunun asli unsurlarının kafada değişmesi
gerekiyor. Anayasanın 90. maddesi ve ILO'nun 87. maddeleri çok açık ve net. Ama buna
rağmen biz halen kendi aramızda olmayan örgütlülükleri yaratmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla
emek örgütlülüklerinin bugün gelmiş olduğu nokta bugün içler acısı bir durumdur. Yani süreci
kavrayamamış süreci anlayamamış. Enerji iş kolunda bir odada altı tane statüde insan
çalışmaktadır. Sözleşmelisi var, taşeron çalışanı var, 657 kapsamında insan var, 2822'de var.
Var oğlu var, ve sendikalar bunlardan birisi 2822'yi örgütlüyor, geri kalan dört kişiyi kimse
örgütlemiyor çünkü onların adı bile koyulmamış. Dolayısıyla o zaman sendikalacıların bir kere
kafasının değişmesi lazım ve örgütlenme geleneğinin bir kere bozulması lazım. .... Jeff
Hocama sorum şu: Konuşmasının arasında kaçırdıysam çok özür dilerim, şöyle bir sözcük
geçti. Yasal grev diye bir sözcük geçti. Tüm son zamanlardaki yasal düzenlemelerin tamamı
çalışanların aleyhine gelişiyor. Örneğin, biz köprülerde ve gişelerde iş bıraktığımız için aynı
zamanda Enerji-Sen MYK üyesiydim ben o dönem köprülerde gişelerde iş bıraktığımız için bu
devlet bize ceza verdi. Ve bu cezalar, hepsi çalışanlarımızdan kesildi. Daha sonra biz bunu
42
AİHM'e götürdük ve çok zor uğraşlar sonucu, hocamız bahsetti, bu paraları tahsil ettik. Şimdi
dolayısıyla yasak grev tartışması tam bu noktada çıkıyor. Ben grev hakkımı kullanabilmem
için önce bu yasal mevuatın çok ciddi anlamda değişmesi gerekiyor. Size göre yasal olmayan
bir grev olmayan bir grev benim için bana anamın hak sütü kadar yasal bir şeydir, yani
haklarla bence bu yasal düzenlemelerin bu yasaların bence bir tartışması gerekiyor ve
hakların önce geldiği bilinci, daha doğrusu bu hakkın biraz bilince çıkartılması gerekiyor. Bu
konuda çok ciddi bir kafa karışıklığı var. Dolayısıyla bunu da hem katkı olsun hem de
hocalarımdan bunun yanıtını da istiyorum, yasal grev ve özellikle çalışanların parçalanmışlığı,
bölünmüşlüğü konusunda. Çok teşekkür ederim.
Burcu Yakut-Çakar: Başka sorusu olan var mı? Peki çok hızlı birer cümleyle çünkü
konuşmacılara da söz hakkı vermem gerekiyor. Buyrun.
Soru: Yeterlilik, yeterli gelire sahip olma olayıyla açlık ve yoksulluk standartlarının
mutlaka hocamın dediği gibi anayasal çerçeve içerisinde belirtilmesi lazım. Eğer belirtilmezse
bizdeki alışkanlıklar da bunlar, yoksulluk nedir diyoruz herkes birbirine bakıyor, yeterli gelir
nedir diyoruz kimse bilmiyor. Biraz önce arkadaşım anlattı 10.000 dolardan bahsediyor ama
toplumumuza bakıyoruz maalesef içler acısı. Bir tarafta başka, bir tarafta başka. Teşekkür
ediyorum.
Soru: Fatma Gelir, BM Kalkınma Programı. Ben de sayın John Weit Wilson'ın hani bizim
bu hep söylediğimiz asgari gelir desteğine çok başka bir taraftan bakışı, aslında hep bildiğimiz
ama kavram olarak Türkçe'de çok farklı anlamları var, yeterli, işte belirli gibi kendisinin çok
detaylı verdiği şeyler var. Bununla ilgili şunu sormak istiyorum, bildiğimiz gibi insani
gelişmişlik endeksimiz var, sosyal yardımlarımız var, bunların arasındaki ilişkiyi kurarken bu
bahsedilen adequate income'ı tanımlarken bu ilişkiyi nasıl kurarız, yani spesifik örneklerle
gitmemiz mümkün müdür? Çok güzel bir hem anayasal bağlamda hem ulusüstü şeyde çok
güzel bağlantısını verdi, ama burada hazır sosyal yardımlar ve sosyal güvenlik boyutundan da,
kamu kurumlar ve sosyal şeylerden arkadaşlarımız da var, sayın büyüklerimiz de var, bu
ilişkiyi biraz daha net örneklerle alabilmemiz mümkün olur mu? Onu soracaktım teşekkürler.
Soru: Çok teşekkür ederim. Burak Çelik, Galatasaray Üniveristesi. Soru değil ama sayın
Jeff Bridgford'un bir sorusuna iki cümlelik bir yanıt vermek istiyorum. Anayasa paketinden
söz ederken, kamu çalışanlarına tanınan toplu görüşme ne demek bunu bilmiyorum
aranızdan bana açıklayabilecek olanlar varsa dedi, ve yine aynı şekilde uzlaştırma kurulu
kimlerden oluşuyor bunu bilmiyorum dedi. Hak-İş’in bu konudaki tavrını bilmiyorum ama
Türkiye'deki diğer sendikalar ve başka kişiler, örgütler bunları bilmedikleri için zaten
anayasanın başka maddeleri ile birlikte bunu da eleştiriyorlar. Uzlaştırma kurulu diye bir
kuruldan söz ediliyor pakette, kimlerden oluşacağı belli değil, yasal düzenlemeye bırakılmış
yasa ile düzenlenecek bu, ve yine aynı şekilde bu kurulun kararlarına karşı da herhangi bir
yere itiraz olanağı, yargı yolu açılmış durumda değil. Bunlar da temel eleştiri noktaları,
paylaşmak istedim teşekkür ederim.
43
Burcu Yakut-Çakar: Çok teşekkürler, ben şimdi hızla katılımcılara ikişer dakika
vereceğim sorulara toplu cevap verebilmeleri için sonra da yemek için ara vereceğiz. John,
floor is yours.
John Veit-Wilson: Right, it is the easiest drop for me because I had the fewest
questions. Two in particular; one, the constitution should define some of these terms. My
own feeling is the constitution should set principles, because the actual definition of terms is
not a matter of lawyers, it is a matter for empirical discovery from the population. Lawyers
can not tell you what polity is, population, you can tell us what the minimum standart
suitable for you are and people who live in poverty can tell you what isn't suitable. And that
the right to be able to those things means body them in law is what the constitution should
be about, in my view. On the human development index, most of the indicators are in fact
outcome indicators or indicators of generalities at forward that national level of statistical
calculation. They are not most often concerned with individual experience and as far as I
remember a part from very general comment, none of them concerned with having enough
money as is appropriate to three of those particular life experiences of quality of life, in the
country and in the society in which it is being experienced. That is central what I was talking
about and consequently although these two matters relate to each other the human
deveopment index does not take a way from or diminish the power of what I had to say
about adequacy measures for income.
Jeff Bridgford: The first I would like to make is in response to the colleague who is from
the gay rights and lesbian rights organization. I think what draws attention to the importance
the transfer of the rights from on paper to the rights in reality. And that it itself also depends
to certain extent on the ways in which different groups in society can put forward that
positions and have those position taken seriously within a broader context. What I would to
say is that we have looked that as wholes and important civil society groups, within one of
these trainning modules and we very much put forward the importance of trade unions
working in civil society groups. And at the European level, drew attention to the campaign
that undertaken by the European Trade Union Confederation was a series of groups
including the European region of international lesbian and gay association and the whole
debate is taking place as far as discrimination is concerned in the workplace. And this exists
not in the particular language in English but exist also in Turkish and they can be used within
a Turkish environment. The other point was run about Eurosceptisicm, part of the project
which I did not mentioned in fact concerned a survey it was taken primarily on Turkish trade
unionist and EU trade unionists on the walls of mount of Eurosceptisim and that was to be
find in all three trade union confederations of Turkish trade union confederations that were
involved within the project; that is to say Türk-İş, DİSK and Hak-İş. In fact it was about, I think
we would say fifty fifty about those of in favour of Turkey’s membership of the European
Union by fifty percent, it were a little bit between the different confederations. What I
would say though, if would have done the same survey especially from the British Trade
Unionists I think it would be a major achievement if we would find a percentage up to fifty
percent. I think this whole issue of the relationship between the workers and the Europan
Union, unionized workers in the European Union is very difficult one because it seems that
many of the decisions that are taking place at the European level particularly in terms of the
44
freedom of movement of the workers and the restrictions of the post upon the trade union
organizations of the national level to be able to defend some of the practises and some of
the norms they have in terms of fundamental right of the national level being infringed by
this freedom of movement of workers. And that is real concern that the EU has to take into
consideration, if it wants to countinue to support of workers within the European Union. The
question of women in labor market and women in trade unions, we have also one of these
training modules for trade unions of women and it is interesting to say about national
confederation, presidency for women, vice presidency for women and indeed and in certain.
They are very high proportion of women who hold these posts. But I think it might be useful
to look that training module in the way the trade unions cohort together. Last point that I
want to refer to is the question of legal strikes. I don't define what a legal strike is in Turkey,
what I all know is I read the law, I tried to understand the law and what I see within the law
is that there are serious concerns in terms of be able to take strike activity in the public
sector and indeed it seems extremely difficult to be able to engaged in strike activity also I
want to say, outside of the public sector. It is very courageous of those trade unionists in
Turkey who take part in strike activity. Looking at the law, there are many many many
reasons why in fact it would be difficult for a trade unionist to be engaged in a strike,
because the law is basicaly balanced against the striking worker and it is for that reason I
think we need to continue with this discussion between Turkey, the ILO and the European
Union. Because the ILO and the European Union and the Council of Europe were saying, this
right to strike in the public sector should be a right that is extended workers in the public
sector in Turkey.
Burcu Yakut-Çakar: Mesut Hocam size de iki üç cümle ile söz versem ve toparlasak
hızlıca olur mu?
Mesut Gülmez: Olur ama nasıl olur bilemiyorum.
Burcu Yakut-Çakar: Yemekte devam ederiz.
Mesut Gülmez: Tamam yemekte devam ederiz hay hay. Hangi konuda söyleyeyim onu
da bilemiyorum ama benim söylemediğim iki önemli nokta var eşitlikle ilgili olarak, kurumsal
yapılara da birkaç kelime ile değinmek istiyorum. Geçen yıl TBMM bünyesinde bir komisyon
kuruldu, KEFEK; Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu. Sadece bir cümle söyleyeceğim, neden
öyle olduğunu yazdım. Adı fırsat kendisi eşitlik olan bir komisyondur, son dakikada adı fırsat
eşitliği komisyonu olarak değiştirildi ama içine baktığınız zaman kadın erkek eşitliği
komisyonudur. İkinci kurumsal yapı, bilmiyorum, sivil toplum örgütlerine gönderildiğini ben
de onlardan birinden aldığımı belirterek söylüyorum, kısa adı AMEK, Ayrımcılıkla Mücadele
ve Eşitlik Kurulu Kanun Tasarısı Taslağı. Bu AB'nin bizden sürekli olarak istediği, var olan
kurumları yeterli görmeyerek istediği, oluşturmamız istenen ve bütün AB üyesi devletlerde
kurulan bir eşitlik kuruludur ama bu kurul içinde özerktir diyor idari ve mali yönden özerktir
diyor ama kesinlikle bu yapı ile bağımsız değildir. 15 üyesinden sadece 3'ü sivil toplum
45
kuruluşlarına ayrılmıştır. Onun için sivil toplum örgütlerinin bu eşitlik kurulu kanun tasarısını
hepsinin de ama hepsinin, sendikal örgütler de dahil olmak üzere yakından incelemelerini
irdelemelerini istiyorum. Soruları yanıtlamak yerine, eğer varsa birkaç saniyelik iznimiz, yoksa
da teşekkür ederim beni bağışlasınlar arkadaşlarım.
Burcu Yakut-Çakar: Peki çok teşekkür ederiz. 1,5 saatlik bir yemek aramız var, Kennedy
Lodge'da bir öğle yemeği yiyeceğiz.
Eşitlik ve Haklar İkinci Oturum
Volkan Yılmaz: Eşitlik ve Anayasa Konferasının ikinci ve son paneli. Bu paneldeki
konuşmacımız sizlerin de bildiği gibi Amanda Ariss. Eşitlik ve Çeşitlilik Kurulu Yönetim Kurulu
Başkanı Birtanya’da. Şimdi kendisi ile ilgili kısa bir bilgi vereyim. Amanda Ariss Siyaset Bilimi
mezunu Eylül 2008’den bugüne Britana’daki Eşitlik ve Çeşitlilik Forumu’nun direktörlüğünü
yapıyor. Bu görevi çerçevesinde Ariss Britanya’da yürürlüğe giren eşitlik yasasını hazırlayan
ekip içerisinde yer almış ve özellikle sağlık alanındaki eşitsizliklerle ilgili çeşitli kamu
kurumlarına danışmanlık yapmıştır. Amanda Ariss 2007’nin sonlarına dek Britanya Eşit
Olanaklar Komisyonu’nun Başkanlığı’nı yürütmüştür. Komisyon dahilindeki çalışmalarında
toplumsal cinsiyet temelli ücret eşitsizliği, iş ve yaşam arası denge, emeklilik maaşları ve
kadının toplumsal yaşama katılımı alanlarına odaklanmıştır. Şimdi kendisini dinleyebiliriz.
Amanda Ariss’in konuşması
Thank you very much it is a great pleasure to be here for this conference and this is
also a good pleasure to be here in Istanbul. This is my first visit and I hope this won't be my
last. But I am very sorry that I brought the English climate with me. But the good news is I
am going tomorrow, so it will stop raining at about 17:30. What I am gonna talk about today.
I want to talk about the organization I come from, the equality and diversity forum. And I am
going to say a little bit about the concepts of equality and diversity we worked with in UK.
And then I have bben asked for to talk about our legal policy framework for discrimination
diversity and inequality. And say a little bit about the role of NGOs in that framework. And I
am going to finish by looking at some of the achievements that we have made in the UK. In
the 40 years or so that we had anti-discrimination legislation of one kind or another. And I
also look at some of the problems that we still have, challenges that we still have in our
particular context in UK. And I am going to just talk about UK, I don't know about the
situation here in Turkey, but I hope it would be interesting and helpful to hear about some of
the issues you want to adress. Some of the things will be similar to the debates here and also
those which are quite different. So just little bit to start with the organization I lead which is
called The Equality and Diversity Forum. And it is a network of NGOs that are working right
across different areas of equality, discrimination and also broader human rights.There are
about 30 organizations. They are all national organizations; some of them are very large. The
largest organization in the network employs more than 1000 people, has a substantial
budget. The smallest has 2 part time staff. There is diversity within the membership. Some of
the organizations in the network are concerned just with lesbian and gay issues or age.
46
Others are concerned about a wide range of equality issues and the trade union congress is
also a member of the network. We have been working together since 2002, and the network
came together at a time when organizations in UK working on different aspects of inequality,
didn't tend to talk to each other very much. So people just worked on race or disability or
whatever it was they did but they never talk to other organizations. There was not a sense
that we are a movement of organizations with some common goals. And we started to meet
together largely because our government proposed some changes in policy framework and
legal framework which effected many organizations. And we would like to be able to discuss
together what we thought of them. And we started of we have one meeting we tought we
will have a chat and we go our seperate ways. But we still meeting every month 8 years
later. And one of our purposes really is to sustain that diologue and also to enable
organizations to joint action because organizations we have a much stronger voice, but it is
also a principle of the network that we share solidarity for each other. For example when
European Commision posed a new directive looking at banning discrimination on grounds of
disability and service provision and on that work lobbied the European Commision to have a
much more braodly based directive covering age, sexual orientation and belief as well. And
disability members led that lobbying effort to show solidarity with the other organizations.
That's a very key part of how we work, we meet every month we involved in policy
influencing we carry out research and so on. One of the reasons that we carry on working
together that there are still despite having had anti discrimination legislation for many years
there are still really substantial problems of inequality across all of the discrimination
grounds in UK. So we have very significant gaps for example in the employment rates of
disabled people and non-disabled people and certain ethnic groups do much less well at
school. Black people in UK are more likely to get a university degree than white people, but
they are less likely to have a good job, despite being better qualified certain groups are,
people with mental illnesses for example are disproportionately represented people in
prisons. So we still have very substantial problems of inequality and discrimination in UK and
we also have problems about human rights and this is sometimes a big challange for people
in Britain we like to think that it is our job to go around telling people in other countries how
to respect human rights, we never like to think that we have problems about human rights in
our own country but we do. We have very substantial and significant problems, but these
are politically quite contentious, a little bit more about that later on. We also recognize that
there are some comlex interactions between discrimination on the basis of your gender, of
your age of your race and religion. Discrimination and inequality that arise from poverty and
from differences in socioeconomic status. We have been looking at these more closely in the
last couple of years we had a major report by independent academics that was published in
march this year the national equality panel study which tried to draw a pattern of these very
complex interrelationships between socioeconomic inequality and discrimination based on
other grounds. And what that found was that you couldn't simplify the situation and say the
real problem is x or y. You had to take a complex view for looking at all these different layers
and of inequality that compounded each other. So for example if you are poor in Britain you
are more likely to have disability. Equally if you have a disability even if you weren't poor
when you have born you are likely to become poor. So you get these dynamic relationship
operating in both directions. And we also found if you are looking for example at results in
school, and who does best what's going on there that there is a pattern involves
socioeconomic status and ethnicity and gender. So some groups are doing particularly badly.
So for example boys of African-Caribbean heritage who are coming from poor families are
47
doing particularly badly, but Chinese and Indian girls are doing really well, they are at the top
of the tray. So one cannot simply say it is just about class, or race, or gender. You have to
look much more complex patterns than that. But although we had started to look at
research in these areas are frameworks of law and policy for dealing with these issues
however developed historically very differently. We dealt with discrimination on the basis of
law, we tend to deal with socio economic inequlity and on the basis of policy in so far dealt
with the tool. And then we have another surprising disconnection which is that the
movements that people involved to human rights in the UK have historically developed quite
seperately from the movements and organizations dealing with discrimination on the basis
of gender, or age, or race and so on. And it's only in the last few years organizations had
started to work together, and started to for example articulate the argument against
discrimination and for equality in terms of human rights. Surprisingly it is quite a new way of
thinking and talking for us. But much is changed in the last ten or fifteen years we had up
until May, when we have a general election, we had a government that was committed to
tackling socio economic inequality and also tackling inequality arising form discrimination.
What we have seen over that time is something as a concensus has developed across
political parties about the importance of equality and diversity. It may be just words but the
political language that we have has changed. So in the general election that took place in
May this year each of the main political parties and their manifesto had a section of
manifesto talking about what they were going to do about discrimination and inequalities.
That is the first time that has ever happened. That was quite significant that the pledges that
they made were out of ... They might not have been the ones that campaigners wanted to
see, but the fact that they felt the need to adress these issues was a very significant
developmnent for us. But the reason for these changes are quite complex and I have many
things to talk about this afternoon, I can't really say very much about those. But there are
mixture of factors, some of them are to do with changing population that we have some of
them are to do with businesses recognizes if they don't employ a wide range of people they
won't have enough workers, some of that is result of campaigning and lobbying by social
organizations. But we have a very different picture in relation to class and socioeconomic
inequalities. In UK we found very very hard to talk about class at all, and we like to pretend
that there are distinctions between different sections of socioeconomic groups and when
politicians even start to talk about class there is a huge outcry in the media so we find it very
hard to talk about this say to economic inequality, and there are much more pronounced
differences between the political parties in approaches tackling those kind of inequalities. So
we still struggle to move to a position where we have a concensus across the the society
about what the issues are how they relate to one another and how best to tackle them. And
we have very big differences in attitudes towards human rights although we have a human
rights act. When we went into our general election the leader of our conservative party was
promising to abolish our human rights act. And there is quite widespread public scepticism.
We tend to think in UK that human rights of other people, we don't have any problems so
we don't need to worry about it, which is wrong and very worrying. And there is very limited
support for human rights of groups of people who are seen as unpopular in society. So for
example until very recently we had a policy in UK of detaining people without charge or trial
if they were foreign nationals and they were suspected of terrorism offences. This was
overturned because it was challanged on the basis of our human rights act. I mean have a
different regime it is not quite so bad but it is not much better it is effectively house arrest.
And although we have been able to use the human rights act to challange the government in
48
these practices, there is quite a lot popular support, of its idea, but it is ok to detain foreign
nationals without charge or trial if they are suspected of security related offences. So we do
have a big problem respecting the human rights of people who is seen as unpopular in
society as a whole.
So what is our legal framework look like? I mentioned earlier that we have had antidiscrimination legislation for around 40 years; our equal pay act came in 1970. And also in
1970 we have legislation banning discrimination in the areas of race and gender. Disability
discrimination was banned in 1990's and then subsequently we had bans on discrimination
in relation to sexual orientation, religional belief and age. And those bans cover
employment, education, service provision, housing and the quite wide ranging. We also had
a legislation which specifically tries to deal with hate crime, with attacks of people because
of their race or their religion or their sexual orientation. And we had in 1998 our human
rights act came into force in 2000. So we had all this legislation takes a broadly sum of
reform, human right act is different but discrimination legislation takes a broadly sum of
reform it bans discrimination against individuals and gives individuals a remedy by appealing
to a court or tribunal, but if you are discriminated against and you win your case there is no
obligation on the employer or the organization that against discriminated against you
changed that practice. And that's been a real weakness in our anti discrimination legislation,
that it tends ... you can have a solution for individual but it doesn't or hasn't until now forced
organizations to change discriminatory practices, that's been a very significant barrier to
progress. For example we had situations where under the equal pay legislation we had
thousands of women, having each individually to take, a claim through the tribunal system
because we have no facility to have one claim on behalf of all of them or to have one claim
which then leads into a change in practice. And these cases can be really slow as in the case
of equal pay cases. Some of the women lodge the case had actually died before the case was
concluded, because it went on 13 years. So although we had an anti-discrimination
legislation for many years longer than many European Union countries, it has many
problems in the way that it has operated. And relatively recently the EU played quite a
significant role in driving forth the pace of change. We don't know for certain, what the
previous government would have done, without European directives that it had to comply
with. But it is reasonable to assume that the fact that European directives came into force
certainly to encourage the government not to put these issues to one side. But we are now
about to have quite a significant change in our legislation after a lot of work by campaigners
we have moved to bring all of our many different pieces of anti discrimination legislation
into one act which was passed by our parliament. The day before the general elections was
called, so it was just about, just last possible minute. It was agreed by our parliament I think
at half past midnight the day before they finished. It brings together 9 main pieces of
legislation about one hundred pieces of secondary legislation into one act. In the past we
had seperate pieces of legislation about different discrimination topics and now we have this
one piece and this is much simpler framework of law and we have broadly the same
principles and approaches apply across all the different grounds of discrimination. And part
of the thinking behind this is to trying to make it easier both for individuals for claim their
rights and but also for employers for service providers to comply with law. Our
discrimination law becomes very complex indeed. So sometimes organizations breach the
law without meaning to. It was quite hard to follow. So this newly act is a quite important
step forth for us. But it has also been very contentious cause for two reasons, firstly that by
bringing all of these differences together it has made some people worry, the specific
49
differences between different forms of discrimination maybe obscured. So for example
some organizations for disabled people were worried that some of the very specific aspects
of disability law will be lost so at the moment for example employers must, service providers
must make reasonable adjustments to buildings to give access to disabled people. There is
no similar provision in other parts of discrimination law and they want that special part of
the law to be kept, which that has been. People also worried that by bringing all together
their issue of concern will recieve less priority. So we had a little bit of a situation people
wanted to say my form of discrimination is more important and more serious than yours.
And I don't want to drop down the list of importance for policy makers. And somehow the
act of bringing these different pieces of legislation gathers into one has execerbated the
concerns people have. And by bringing all the issues together the focus of each maybe lost.
The other important change that we seen in this legislation is that moved to go beyond antidiscrimination rights for individuals and what we have got now is a positive proactive
obligation on public bodies to take steps to eliminate discrimination and to advance the
opportunity to equallity, so the public bodies must be more than just avoid discrimination,
they must actively do something to secure the goal of equality. This is relatively new element
... and I think it is a litle too early to tell how effective it is going to be; potentially it is a very
powerful tool. But it doesn't always work all that well. So I will say a little bit more about that
in a minute and talk about the policy framework. But it is really interesting contrast between
the UK and Turkey is that we have a largely unwritten constitution, and we always have. And
consequently we have no constitutional guarantees around equality and discrimination of
the kind you find in many other countries. Our constitution is patchwork of different texts
and practices and there are no equality guarantees in our legislation, as a result. To the
extent that we have any equality guarantees we draw them from two sources, firstly the
human rights act all of our other legislation in UK has to be read in the light of the human
rights act and courts must follow that rule. We have of course many international human
rights conventions which the UK is a signatory, and we can draw on those. But we don't have
any constitutional guarantees of equality that you will find in many other countries based in
Europe and beyond. So just thinking about our policy framework we have a minister within
the cabinet of senior ministers whose job is inequalities, that is good, what is not so good is
that the president who holds this role now has another job at the same time she is also the
home affairs secretary. So she has a very large portfolio. And equalities are the very small
part of her time of work. And she is supported by junior minister. But we don't have an
independent department within the government just concerned with equalities. It is very
small, some of our departments are very large this one is tiny it is about 100 and 50 people.
Most of the departments we are talking of thousands of people. And we don't have any
human rights minister as such, we used to but we don't any more. But we have a number of
other ... bodies who between them have the job of safeguarding equality and human rights
and overseeing the way that the law is enforced. But it is rather a complicated picture. For
such a small country we have a lot of different institutions. We have an equality and human
rights commision whose job is to enforce the law in England, Scotland and Wales. And we
had seperate bodies concerned with equality and human rights in Northern Ireland and we
also have a seperate human rights commision in Scotland. So there are lots of different
organizations between them have the role of making sure the law is enforced. And the
government does have a plan, priorities for equalities. We should also be, in order to comply
with the European standards we should be mainstraiming equality into all of our policies.
But in practice it doesn't really work very well. So for example we had a budget on Tuesday.
50
Now if the system worked as it should treasury should have published analysis of the
equalities impact of that budget. No, maybe they did but I doubt it very much and I doubt
very much that they actually thought about the equalities impact when they were preparing
that budget statement. So why doesn't it really work, when we got all those mechanisms in
place and what goes wrong? I think the biggest problem is probably lack of political
commitment. Although there is a political concensus in favor of diversity for many reasons it
doesn't go very deep. There is also lack of knowledge and skills in government departments
and public bodies. People might be concerned about the impact of the proposal. For
example on disabled people but they simply don't have the data or their research to identify
what that impact is and so they just move on and they ignore. There are very limited
sanctions so if the government department doesn't mainstream equalities into its policy;
usually nothing bad happens to them. Perhaps it is different here but certainly in my
experience in UK something bad happening to you is quite a motivator. So if nothing bad is
going to happen to you if you ignore something, and you got many things to do you ignore it,
and that is a big problem. We also have a problem of representation of women in minorities
in positions of power, less than a quarter of members of our parliament are women and
black people are underrepresented in our parliment, and so that the disabled people so
lesbians and gay men, and so on. And this is reflected I think in the problems, struggle we
have with mainstreaming.
NGOs are trying to make up the diference if you like, we had been very active in
reminding the government's obligations and we found that it is really key to work both with
the media and with members of the parliament. Because many of the organizations working
on equalities issues in the UK are quite small and they don't have very large resources. So it
is very difficult for us to change public attitudes directly but we can work through the media
and through the politicians who are sympathetic. And our parliament is structured in a way
that we have groups of parlimentarians accross all of the parties who interested in a
particular topic who will form a group and work together with campaigners to make sure
that he was addressed in the parliament. One of the challenges that NGOs have in the UK at
the moment is in the last 15 years there has been far more state funding of NGOs. Many
NGOs were paid by the government or by local government to deliver public services and of
course they don't want bite the hand that feeds them so it is much more difficult for NGOs
to challange government independently if much of their funding is coming from the
government. And there is less and less money around from other sources so we are in
something of a difficult position in managing to be really truly properly independent from
the government. And one of the organizations working on equalities, because they are small
would find it very hard to mobilize large numbers of people, in civil action. Some can, the
trade unions for example still very very large membership, some of the big women's
organizations also have a very large membership and they can mobilize large numbers of
people. But it is relatively different which is why we tend to work, more through the media
and direct contact with decision makers and the people that influence them.
So I am going to just finish by looking at some of that we have achieved but also some
of the challanges and problems that we still face. We have got a strong framework of legal
rights that it is definitely a plus, what is happening in the UK, it has taken us by the time the
last ... is implemented it will have taken as 42 years, and to get protection against
discrimination on all grounds in our law, which is that is a long time I think. But we also have,
that I mentioned earlier, we have some degree of concensus about diversity accross diverent
51
social groups, and we have this duty on public bodies to take action and to tackle inequality.
We also over time can see some of the inequalities in our society are reducing. So for
example employment rates for some minority groups are growing. Not for all. So the
employment rate for disabled people is still low and is not really improving. So we have
some substantive progress in equality as well as formal progress of rights on paper. And we
have also seen them over time, so really quite significant changes in social attitudes. So, for
example when we went into the last election last month, the conservative party which is
traditionally been not very willing to talk about equality for lesbians and gay men. Three of
the senior spokespeople of the conservative party were out gay men. And that would not be
the case 10-15 years ago, that would be unthinkable. For politician, you want to have a
carrier in conservative party to come out as gay. That is simply changing because social
attitudes towards lesbians and gay man have changed. Not as much as we need them to, we
still have people being attacked in the street because of their sexual orientation, race or
because they are wearing a hijab. But things are changing. But we have got lots of huge
challanges. A lot of discussion this morning, it is about the difference in between equality on
paper and in substance in society. And we have exactly the same issue. It has been illegal to
sack a woman from her job because she is pregnant for 30 years. But each year 30.000
women lose their job because they are pregnant. So the fact it is illegal don't make that
much of difference. And we have gaps between policies and practices. A few years ago there
was an investigation into harrassment of workers in the postal service. And the investigation
found the company that runs the postal service has really good policies great policies, which
all say no body in this organization has harrassed anybody else, we all treat each oter with
dignity and respect. But they don't implement it on the ground. This was a very large
employer. And as a result harrassment that was going on that was so serious that the people
commiting harassment some of them ended up in prison. So there is a huge gap between
policies and practices and there are endless examples of that. So I think what we have found
is the legal framework of anti-discrimination rights. It is necessary but it is not sufficient but
any manner of means are to get substantive equality which requires much stronger
leadership ... and violence against women at home, and the violence in public places aimed
at people because they are different. So we had gay people being beaten to death in streets
and we have also had recently a number of cases, people with learning disabilities effectively
being treated as slaves, by other members of the community, and being tortured. More
broadly people who would never dream of beating somebody up because they are different,
are still quite hostile attitudes amongst many sections of the population and the media to
the migrant workers for example.
And as I mentioned earlier we have a very problematic attitude towards human rights
in our own country. And even in the areas that we think we make progress it always fails like
we are taking two steps forth and one step back. So maybe we have lot of new women
become members of parliament in one particular election. And we have no further progress
for the next three elections. So something is are so slow. It has been estimated that at the
current rate of progress on some of these issues on equality if you put a snail at the begining
of Great Wall of China and you waited until the snail got to the other end, which would be
quite a long time, we might have achieved equality by the end of that time. We might just be
snail. But that shows how the progress is going in some areas for us. And then lastly we got
some all these issues that we are trying to adress, it is going to be more difficult I thin in the
next ten years, largely because we have a very serious economic recession. And we are going
to have very major cuts in public spending. And that is creating an environment in which it is
52
more difficult to persuade people to the imortance of adressing these issues and there is less
money to invest in change. And also there are many concerns that the reductions in public
spending will fall most heavily on those who are least able to bare them. And also having
failed to change attitudes to unpopular groups of people in a time of economic plenty, in a
time of economic shortage we will really struggle to change some those hostile attitudes.
Alongside that we have some issues to adress which are very long standing questions in
Britain so we are having a half head for a number of years, and debate about faith and
secularism and integration. So we have our debate in the UK about headscarves and what
people wear, I think there are a different debate, you have on these issues in Turkey but
they are very live issues for us. And I think we have not decided really as a society how we
want to resolve these questions so we can be a society of which people of religious faith can
express their faith in appropriate ways and be free to do so. And people who do not have a
religious faith equally free to live their lives as they chose. So we have some very significant
issues to adress. I think what that tells is tells me we haven't really decided as a country UK,
whether we think any degree of inequality acceptable or not. If you ask people, there is a
very recent research on equality, independent research on that. If we ask people do you
think it is fair that some people earn far mor thean others, they tend most people they say
yes, but only if that difference results from extra effort or is in some other way, deserved. So
people have a concept of "fair inequality" in their minds. And they apply that particularly in
relation to money, so they think that some people earn more than others. But they don't
think that is fair that some people earn hugely more than others, so the footballers and pop
stars and so on. But if we ask people is it fair that men earn more than women they tend to
say no. So we have a very confused set of ideas underpinning all of our legal policy
framework about what we think is fair and equatible. I am not going to ask you to answer
that question because I think it is a bit much for a Friday afternoon and it has been a very
long conference but I leave you with the thoughts about what is fair.
Soru: Ben çok teşekkür ediyorum çok güzel ve kapsamlı bir sunum oldu. Biraz daha
açabilmek için şey sormak isterim: Bu 2010 yılında bahsettiğiniz yeni yasayla beraber
örnekler verdiniz gerçi ama, belirli dezavantajlı ve kırılgan gruplar tanımlandı mı ve bunlara
yönelik özellikle bu gruplara yönelik önlemler alındı mı? Örneklerinden çok bahsettik,
ayrımcılığa karşı insanlardan da bahsettik ama özellikle spesifik olarak bu gruplar tanımlandı
mı, tanımlanmadı mı ve bunlara yönelik önlemlerin yasayla belirlenip belirlenmediğini merak
ediyorum. Teşekkür ederim.
Soru: Ben de teşekkür ediyorum. Forumunuzun içindeki örgütlenmelerin herhangi
biçimde ve herhangi bir konuda bir, belki tam olarak görünür olmayabilir ama, bir tarz, tavır,
çalışma disiplini, yaklaşım bakımından ayrımcılık sayılabilecek tutumları davranışları olabiliyor
mu? Amerika'da son dönemde gözlemlediğimiz biraz önce bahsettiğiniz düşmanca bazı
gruplara karşı özellikle de göçmenlere karşı düşmanca görüşler son dönemde bazı Arizona'da
görüldüğü gibi yasalarda da yansımasını buldu. Sizin İngiltere'de bahsettiğiniz en azından
politik partiler arasında var olan görüş birliği ya da bahsettiğiniz o ortak dil en azından yakın
zamanda İngiltere'de böyle bir yasal girişimlerin önlenmesi şeklinde yorumlanabilir mi yoksa
bu düşmanlık İngiltere'de de var olan özellikle göçmenlere karşı yada belli müslüman
53
gruplara karşı var olan bu düşmanca yaklaşım sizce herhangi bir yasal girişimde yansımasını
bulabilir mi?
Soru: Teşekkür ediyorum sunumunuz için. Sosyal Güvenlik Kurumu'ndan katılıyorum.
Yadigar Gökalp. Ben de bir şey sormak istiyorum sunumunuzda yanlış anlamadıysam bu bazı
konularda eşitliğin sağlanması adına bazı kurumların biraraya getirildiğinden bahsettiniz
hatta bakanlıkların biraraya getirildiğinden bahsettiniz. Türkiye'de de biz çok önemli bir
süreçten geçtik, sosyal güvenlik reformu gibi. Bir takım kurumlar birleştirilerek tek çatı
altında toplanılarak kurumsal yapılanmada ciddi değişiklikler oldu. Tabi uzun süren dirençler
oldu bunu sağlamak açısından. O konuda bir başarı sağladık sonuçta ama çok zor oldu.
Mesela reformun en önemli ayaklarından bir tanesini primsiz ödemeler kısmının
toplulaştırılmasıydı. Oradaki sıkıntıları biz Türkiye olarak halen aşamadık, bir ilerleme
kaydedemedik. Sizin ülkenizde bu süreç nasıl oldu? Bazı şeylerin çok yavaş ilerlediğini
söylediniz ama bu biraraya gelmede bir takım dirençlerin kırılması, sorunların aşılması nasıl
sağlandı, hangi yollarla sağlandı? Bir onu öğrenmek istiyorum. Bir de bu eşitsizliklerin tolere
edilememesine karşı alınan bir takım önlemlerden atılan önemli adımlardan bahsettiniz.
Burada eğitim politikaları da bunun içerisine dahil mi yani okullarda ilk öğretimden
başlayarak ilerleyen süreçlerde, oralarda da ciddi değişiklikler oldu mu? Bu bir takım
eşitsizlikler alanındaki toleransları daha çabuk sağlayabildi mi? Bunları öğrenmek istiyorum,
teşekkür edirim.
Soru: Şimdi burda daha önce bahsedildiği gibi Mesut hoca bahsetmişti sanıyorum eşitlik
kurumunun kurulması gündemde. Eşitlik kurumu gibi bir kurumun kurulmasında hükümetten
özerklik ne demektir? Siz hükümetten özerklikten yani siz hükümetten özerk olmak için ne
tür önlemler aldınız onu öğrenmek istiyorum.
Amanda Ariss: There are some safeguards of its independence. So for example it was
created by an active parliament and could only be abolished by an active parliament and
that law gives the organization some powers and some duties. So if you want to do
something unpopular with government, provided is acted within its powers and following its
duties, they can say well we have to do this because parliament told us that this is our job.
So it does have some guarantees of independence. But, and this is quite a large but, it is
funded entirely by central goverment, and this budget can be cut by central government
whenever central government likes. The law says that the organization must be given
enough money to fulfill its duties, but this is not a very strong safeguard. Because there are
very many views that can be taken of how much money is enough. I am going back to the
question of this morning, what is an adequate income, and there are many answers to this
question. Similarly what is the adequate amount of money for this body, there are many
answers. And the commisioners who oversee this body enforced to the equality law are
appointed by government minister. And of course they can be equally sacked by government
minister. So it is an independent body, and it is credited as a national human rights
institution, but there has been some criticism including members of our parliament, that it is
not as independent as it should be. Because it is too much under the power of ministers.
54
And many campaigners wanted to have the body have a closer relationship with parliament,
so that the ministers of government had a less significant role. The qustion about how this
body is created a resistance to creating one body for all these issues. Yes there was quite a
lot of resistance to that change. Some of that resistance is still there. Many people would
prefer to have individual institutions dealing with different discrimination issues. People
pretty might accept that the government will change things so we had to make the best of
what was going to happen. Some of that resistance was adressed by the way in which the
powers and the duties of the new body were arranged. So for example, it has to publish a
report every three years looking at equality and human rights across all of the areas within
the limit of the body. It can't just ignore an issue because it has to report on what is
happening in each area. So there were some mechanisms built in to try to deal with the
concerns that organizations had but those concerns still persisting, particular organizations
dealing with race equality are very concerned about whether the new organization is doing a
good job. I think you also asked about social security reform and how our system has been
reformed. I am not really a great expert on welfare reform, we have had many changes in
our social security system and they have tended to make life harder to disabled people. We
had a system where you are. Theory is that people are to go to a medical examination to see
if they could be fit for work and they are meant to be helped and supported to be able to
take up work. But in practice many people who clearly are not able to take up paid work are
being told that they should be work. So there are some significant problems emerging and I
think that they are going to get worse over the next few years because government is
looking to reduce its expense on benefits, related to social security. Because we have such a
big gap in our public budget. There was a question about hostility. And whether we have
provisions on our legislation and our policy to adress this. We do. It is an offence, a
communal offence to insight hatred on grounds of somebody's race, or their religion or relief
to insight hatred to diasabled people or people on the grounds that their sexual orientation.
And in addition if you have commited a crime, attack somebody physically, if your motive for
attacking them is hatred because their religion or race. Then this is aggrevating fact that you
will receive a longer sentence in court. So we do have legislation which bans hatred against
some minority groups. It has been very controversial because some people argue that it can
limit freedom of speech. So some people worry that for example that if a comedian made a
joke about the Pope which is something which happens pretty regularly in the UK. And that
if you make a joke about the Pope, you could be prosecuted for hatred on the grounds of
religion. Now I don't think actually the law that we have would ever have actually had that.
As a case come to court it would be thrown out. What people are worried about is that it will
make people nervous of being able to participate in public debate, about issues of faith
particularly. And people would be scared to say what they really thought, because they
thought they can be prosecuted. In practice there had been very few prosecutions under
that legislation. And some of the prosecutions that have been taken have failed. So for
example two leading figures in our British National Party which is a racist political party were
prosecuted, and they were not convicted. If a racist political party is not convicted of hatred
it is difficult to see who ever would be. So this law doesn't actually work very well. There is
also question about the new equality act and whether it specifies particular group of people
and how they are covered. Yes it does, specified particular groups of people it covers
discrimination on the grounds of race, gender, disability, your age, sexual orientation,
religion or belief, it also protects people against discrimination if they are pregnant, or on
the basis they are married, and also on the basis they are a transexual person. So there are 9
55
groups of people who are covered specifically on the legislation. And most of the legislation
covers all 9 groups. There are some parts that they don't but the bulk of the legislation
covers all 9 groups. There are policy measures in relation to most of those groups, but it is
not always a very consistent strategy. So if there is a particular problem comes to public
discussion about a particular group then they may be a policy initiative and years later these
may disappear from policy. There is also a question about education policy. And whether we
changed our education policy to adress some of these issues, that is a hard question to
answer because we haven't systematically changed our education policy. To adress
equalities issues, what we have is initiatives around particular topics. And we have some,
some moves to make sure that all schools adress equality and diversity in their work. But
usually the education department opposes these because they say these schools have some
many other things to do and this is just bureaucratic burden. But we have had initiatives
around things like homophobic bullying in schools. We have ... work in schools in to tackle
attitude lead to domestic violence against women, these sorts of issues. And we have had
initiatives around bullying children on the basis of their race, religion or how they dress
whatever. So there have been some policy measures taken but it has been very difficult to
persuade the organizations that train teachers to put equality in human rights into the
training of teachers. So some of the more systematic changes that would probably make a
big difference, we have not yet achieved. I think I have answered all the questions. I hope so.
Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın kapanış konuşması
Bir kere daha teşekkür edeceğim geldiğiniz için burada olduğunuz için. Bence çok güzel
bir toplantı oldu. Konuşmalar gerçekten birbirlerini çok güzel tamamlayan konuşmalardı yani
ısmarlasak olmaz denecek türden. Yani çok güzel bir şekilde birbirlerini tamamlayarak bize
çok faydalı bir resim çizdiler. Ben konuşmacıları dinlerken, tartışmacıları dinlerken
düşündüğüm bir iki şeyin altını çizmek istiyorum hemen, uzatmayacağım, bitireceğim. Ama
bir iki şey söylemek istiyorum. Söylemek istediğim şeylerden biri eşitlikle ilgili. Eşitlik kavramı
Türkiye'de her zaman rağbet gören bir kavram değildir. Bazen biz burda eşitlik kavramını tek
tipleştirmeyle, aynılıkla özdeşleştirerek yorumlarız ve bu yüzden kavrama sahip çıkmamız
gerektiği gibi sahip çıkamayız. Buradaki tartışma bu açıdan çok zihin açıcı zannediyorum.
Hem sabah sunulan rapor hem de buradaki tartışmaların tamamı bu konuda çok aydınlatıcı
geldi bana. Burada sözünü ettiğimiz eşitliğin insanların farklılıklarıyla birlikte yaşadıkları
topluma eşit katılım şanslarıyla imkanlarıyla ilgili bir eşitlik kavramı. Bunun bütün
konuşmalarda tekrar tekrar vurgulandığını hissttim ben ve bunu çok faydalı buluyorum. Çok
faydalı bulduğum bir başka şey de sosyoekonomik eşitsizlikler ayrımcılığın, ayrımcılığa
uğrayan grupların maruz kaldığı eşitsizliklerin ne kadar içiçe geçtiğini ve ne kadar dinamik bir
ilişki içinde olduklarını görmemizdi. Bu da bana çok önemli geliyor. Çok karmaşık çok dinamik
bir ilişki ve bütün önlemlerin de bu dikkate alınarak alınmaları gerekir diye düşünüyorum.
Özellikle son konuşmayı dinlerken devamlı kalan şey haklarla ilgiliydi. Yani topluma eşit
katılım hakkından söz ederken ister istemez insanları ayrımcılık tehtidi altında olan grupların
mensupları olarak düşünüyoruz, grupları düşünüyoruz. Bu da gayet normal çünkü ayrımcılığa
uğrayanlar bu gruplar oluyor ve bu grupların mensupları oluyor ama şu da bana çok önemli
56
geliyor. Hakların bireylerin hakları olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Çünkü aksi taktirde
bu grup içi ilişkiler ve her bireyin farklı kimlikleriyle var olduğu noktasını unutup grup içi
hiyerarşilerin bireylerin üzerinde nasıl etki yapacağını gözden kaçırabiliriz onun için ben
hakların bireylerin hakları olduğunu, hakların bireylere verilmiş haklar olduğunun tekrar
tekrar vurgulanması gerektiğine inanıyorum, düşünüyorum. Tabi bütün söylenenlerden şöyle
bir şey de çıkıyor yasalar çok önemli. Haklarımızın yasalarla korunması son derece önemli ve
gerekli. Ama yeterli değil. Yeterli değil. Çok dinamik bir süreç. Bugün bize çok olumlu gelen
bir yasal gelişme yarın gelmeyebiliyor. Yarın yeni ihtiyaçları fark ediyoruz yeni ihtiyaçlar
ortaya çıktığı zaman yeni talepler ortaya çıkıyor. Dolayısıyla devamlı sürecek br mücadele bu
ve insan kendini bazen Çin Seddi boyunca ilerleyen salyangoz gibi hissedebiliyor. Bu herhalde
hepimiz biliyoruz hepimiz kendimizi o salyangozun yerine koyabilecek durumlara
düşmüşüzdür. Ama zannediyorum yolun sonu yok. Yani bu Çin Seddi gibi biten bir şey de
değil. Sonuna kadar devam etmesi gereken bir eşitlik mücadelesi ve bu bir yasal mücadele.
Bunu herhalde götüreceğiz. Çok teşekkür ederim burada olduğunuz için.
57
i
Organizaton for Economic Co-operation and Development. (2008) Growing Unequal? Income Distribution and
Poverty in OECD Countries, s. 25. (İng.)
ii
Avrupa Birliği üye ülkeleri için EUROSTAT online veritabanı, Türkiye için Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “Gelir
ve Yaşam Koşulları Araştırması Sonuçları 2006-2007”. (T.)
iii
Erdem, T. (2007) “Gelir Farklılıkları,” Radikal gazetesi, 5 Nisan 2007. (T.)
iv
Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “2008 Yoksulluk Çalışması Sonuçları,” Haber Bülteni Sayı 205, Aralık, Ankara.
(T.)
v
United Nations Children’s Fund. (2006) Child Poverty in Turkey 2006, Ankara, s. 5. (İng.)
vi
Organization for Economic Co-operation and Development. (2008) Growing Unequal? Income Distribution
and Poverty in OECD Countries, s. 154. (İng.)
vii
Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “2008 Yoksulluk Çalışması Sonuçları,” Haber Bülteni Sayı 205, Aralık, Ankara.
(T.)
viii
ix
A.g.e.
A.g.e.
x
Zenginobuz, E. Ü., Özertan, G., Sağlam, İ., Gökşen F. (2006) Yurttaşların Cebinden Devletin Kasasına:
Türkiye’de Kim Ne Kadar Vergi Ödüyor?, Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Temsilciliği ve Boğaziçi Üniversitesi
Araştırma Fonu, Mayıs 2006, İstanbul, s. 92. (T.)
xi
World Bank. (2009) Female Labor Force Participation in Turkey: Trends, Determinants, and Policy Framework,
Human Development Sector Unit-Europe and Central Asia Region, Report No 48508-TR, s. i. (İng.)
xii
Devlet İstatistik Enstitüsü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı (ÖZİDA). (2004) Türkiye Özürlüler Araştırması 2002,
Ankara, s. 15. (T.)
xiii
World Bank. (2006) Turkey Labor Market Study, Poverty Reduction and Economic Management Unit-Europe
and Central Asia Region, Report No. 33254-TR, s. ii. (İng.) Benzer bir biçimde, bir TÜRK-İŞ raporunda, Türkiye
ekonomisinin toplam yüzde 29.5 büyüdüğü 2000-2006 döneminde yaratabildiği yeni istihdamın yalnızca yüzde
3.5 düzeyinde olduğu not ediliyor. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ). (2007) Çalışanların
Ekonomik ve Sosyal Durumu, Ankara, s. 43. (T.)
xiv
Türkiye İstatistik Kurumu. (2009) “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması Sonuçları 2006-2007”. (T.)
xv
Gürsel, S., Güner, D., Darbaz, B. (2009) “Kadınlar Daha Uzun Süre İşsiz Kalıyor,” Bahçeşehir Üniversitesi
Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Araştırma Notu No. 47, İstanbul. (T.)
xvi
Yentürk, N., Başlevent, C. (2007) “Türkiye’de Genç İşsizliği,” İstanbul Bilgi Üniversitesi Gençlik Çalışmaları
Birimi Araştırma Raporu No. 2, Eylül 2007, s. 8. (T.)
xvii
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK). (2009) “Hanehalkı İşgücü Araştırması 2009 Ağustos Dönemi Sonuçları
Temmuz, Ağustos, Eylül 2009,” Haber Bülteni No. 199, 16 Kasım, Ankara. (T.)
58
xviii
Dayıoğlu, M., Ercan, H. (2009) “Labor Market Policies and Institutions with a Focus on Inclusion, Equal
Opportunities and the Informal Economy,” s. 45-46. (İng.)
xix
A.g.e., s. 3.
xx
DİSK/Sosyal-İş Sendikası. (2010) 1 Mayıs’ın Doğuşundan Bugüne Değişmeyen Talep: İnsanca Çalışma Süresi,
Mayıs 2010. (T.)
xxi
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ).
(2007) Dünyada ve Türkiye’de Çalışan Çocuklar, Yayın no. 281, Ankara, s. 13. (T.)
xxii
Türkiye İstatistik Kurumu. (2007) Çocuk İşgücü Araştırması 2006, Haber Bülteni Sayı 61, 20 Nisan. (T.)
xxiii
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası. (2007) Eğitim Sen Mevsimlik Tarım İşçiliği Nedeni ile Eğitimine Ara
Veren İlköğretim Öğrencileri Araştırması, Ankara (T.)
xxiv
Darbaz, B., Uysal-Kolaşin, G. (2009) “Türkiye Toplu Sözleşmede AB’nin Çok Gerisinde,” Bahçeşehir
Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Araştırma Notu 28, 10 Mart, s. 1. (T.)
xxv
International Labour Organization. (2008) Global Wage Report 2008/2009, Geneva, s. 38. (İng.)
xxvi
Commission of the European Communities. (2009) Turkey 2009 Progress Report, No. SEC(2009)1334,
Brüksel, s. 63. (İng.)
xxvii
Sosyal Haklar Derneği. (2008) 2007 Yılı İş Kazaları Raporu, İstanbul. (T.) İş kazalarına dair ayrıntılı bir başka
döküm için bkz. İnsan Hakları Derneği. (2009) “Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu,” s. 664-675. (T.)
xxviii
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Sosyal-İş Sendikası. (2010) Türkiye’de İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
Raporu: Madencilik Sektörüne İlişkin Temel Veriler, 25 Şubat 2010. (T.)
xxix
World Economic Forum. (2009) The Global Gender Gap Report (eds.) Hausmann, R., Tyson, L. D., Zahidi, S.,
Geneva, s. 179. (İng.)
xxx
İnsan Hakları Derneği. (2009) “Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu,” s. 694. (T.)
xxxi
Commission of the European Communities. (2009) Turkey 2009 Progress Report, No. SEC(2009)1334,
Brüksel, s. 26. (İng.)
xxxii
Gürsel, S., B. Darbaz ve U. Karakoç. (2009) “Yeşil Kart: Türkiye’nin En Maliyetli Sosyal Politikasının Güçlü ve
Zayıf Yanları,” Betam Araştırma Notları, No. 39, İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi, s. 2-4. (T.)
xxxiii
Brook, A.M. ve Whitehouse, E. (2006) “The Turkish Pension System: Further Reforms to Help Solve the
Informality Problem,” OECD Social, Employment and Migration Working Papers, No. 44, s. 20-21. (İng.)
xxxiv
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü (2009) Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2008. Ankara:
Hacettepe Üniversitesi, s. 54. (T.)
xxxv
Dayıoğlu, M., Ercan, H. (2009) “Labor Market Policies and Institutions with a Focus on Inclusion, Equal
Opportunities and the Informal Economy,” s. 36. (İng.)
xxxvi
Gökşen, F., Cemalcılar, Z., Gürlesel., C. F. Türkiye’de İlköğretim Okullarında Okulu Terk ve İzlenmesi ile
Önlenmesine Yönelik Politikalar, AÇEV, KA-DER ve ERG, s. 5. (T.)
59
xxxvii
Education for All International Coordination (2009). Overcoming Inequality Why Governance Matters,
Oxford University Press. (İng.)
xxxviii
Organizaton for Economic Co-operation and Development. (2009) Doing Better for Children, s. 43. (İng.)
xxxix
Devlet İstatistik Enstitüsü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı. (2004) Türkiye Özürlüler Araştırması, Ankara:
Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası. (T.)
xl
Gürsel, S., Uysal-Kolaşin, G., ve Altındağ, O. (2009) “Anadili Türkçe Nüfus ile Kürtçe Nüfus Arasında Eğitim
Uçurumu Var,” BETAM Araştırma Notu #049, 13 Ekim 2009. (T.)
xli
MEB (2009). Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim 2008-2009, MEB Resmi İstatistik Programı, Ankara, s. 3244. (T.)
xlii
Bakış, O., Levent, H., İnsel, A., Polat, S. (2009). Türkiye’de Eğitime Erişimin Belirleyicileri, Eğitim Reformu
Girişimi, İstanbul, s. 22. (T.)
xliii
A.g.e., s. 6.
xliv
Dinçer, M. A., Uysal Kolaşin, G. (2009), “Türkiye’de Öğrenci Başarısında Eşitsizliğin Belirleyicileri,” Eğitim
Reformu Girişimi, İstanbul, s. 14, (T.)
xlv
Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu. (2010). Report on Thresholds and Other Features of Electoral Systems
Which Bar Parties from Access to Parliament.
http://www.venice.coe.int/docs/2010/CDL-AD(2010)007-e.pdf (İng.)
xlvi
Aktar, C. (2009) “Sosyal Haklar Faslı-Tıkanan AB Müzakere Sürecine İyi Bir Örnek,” Bahçeşehir Üniversitesi
Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi Araştıma Notu # 54, 23 Kasım 2009. (T.)
xlvii
Avrupa Toplulukları Komisyonu. (2009). 2009 Yılı Türkiye Düzenli İlerleme Raporu, s. 8. (T.)
xlviii
Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği online istatistikler. (T.)
xlix
United Nations Development Programme. (2009) Human Development Report 2009-Overcoming Barriers:
Human Mobility and Development, Palgrave Macmillan, New York, s. 171-172. (İng.)
60
Download