BİREYSEL ETKİLERİ AÇISINDAN YAZILI ve GÖRSEL MEDYADA ÇOK SIK KARŞILAŞILAN İNSAN ONURU İHLÂLLERİ ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ Yrd. Doç. Dr. Hüseyin DOĞAN1 ____________________________________ I. Giriş Aslında bildirinin ana temasını “insan onuru ihlâlleri” hususunun oluşturduğunun farkında olmakla birlikte, ihlâl veya problemlerin kendisi üzerinde gerçekleşmiş olduğu “insan onuru” kavramının yapısına ve bununla doğrudan ilintili olmak üzere bireysel/insanî özgürlüğe kısaca değinmekte yarar olduğu kanaatindeyiz. Böylesi bir çaba sayesinde, medyada çok sık karşılaşılan insanla ilgili ihlâl veya ithamların, gerçekte neyi örselediğinin de bir anlamda çözümlemesi gerçekleştirilmiş olunacaktır. Bilindiği üzere insanı insan yapan en önemli unsur, kuşkusuz insanın sahip olduğu karakter ve kişiliğidir. Zira insanın, bireysel ve toplumsal yaşamında kendisine yön ve istikamet verecek olan karakter ve kişiliğin sağlam ve düzgün oluşması, hem insanî hem de içtimaî ilişkileri açısından büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü birey, aile ortamında ya da küçüklüğünde nasıl bir eğitim ve kültür almışsa bu, gelecekte de onun hayata bakışını ve hayatı anlamlandırmasını belirleyen en önemli dinamiklerden birisidir. I.1. İnsan Onuru ve Bireysel Özerklik İnsana değer veren ve bir sembol olarak onu diğer canlılardan üstün kılan temel unsurların başında “insan onuru” kavramı gelmektedir (Kur’ân’da geçen bazı anlatım biçimleri (âyet) de, insanla ilgili bu temel yaklaşımı destekler mahiyettedir: “Ey İnsanoğlu! Seni yaratıp sonra da şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan; istediği biçimde senin organlarını bitiştiren 1 Muş Alparslan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ([email protected]). 1 (terkîb) ve çok da cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr Sûresi, 82/6-8); “(Ey İnsan!) Yüce Rabbinin adını tesbih et. O, yaratıp şekil vermiştir. O, her şeyi belli bir ölçüye göre yapıp doğru yolu göstermiştir.” (A‘lâ Sûresi, 87/1-3); “Muhakkak ki biz, insanı en güzel bir biçimde (sûret) yaratmışızdır.” (Tîn Sûresi, 95/4). Çünkü insan şahsiyetini özgün ve değerli kılan şey, şahsiyet sahibi öznenin aklî, insanî ve ahlâki yetilere sahip olmasıdır ki, bütün bunlar insanın benliğine ve ruhuna işlerlik katarak onu özerk ve bağımsız kılan özellikleridir (Yörük, 1949, 29-30; Doğan, 2005, 53-54). Buna göre “insan onuru”, esasında sırf insan olmaktan kaynaklanan bir değer ve liyakattir. Her halükârda özgür ve bağımsız bir şahsiyete sahip olmak temelde “onur” kavramının olmazsa olmaz dayanağıdır. Çünkü özgür ve bağımsız olmayan insan, başka öznelerin kendisi üzerinde tasarruf ettiği eşya ve metadan başka bir nitelik taşımamaktadır (Bulut, 2008, 2). Dolayısıyla, insanı eşya konumundan çıkarıp aklî ve ahlâkî özerkliğe kavuşturan ve böylece de kişiyi dış dünyada bağımsız kılan ana etken, insanın haysiyet ve gururudur. Hatta bunun da ötesinde “insan onuru”, insanın yalnız başına olma ve yalnız başına bırakılma hakkının yanında, her insanın dokunulmaz bir kişiliğe sahip olma hakkını da kendi içinde barındırmaktadır. Buna göre toplumsal ve kamusal organların hatta özel teşkilatların, insanın onur, hak ve özgürlüğünü ortadan kaldıracak davranış ve tutumlardan özellikle uzak kalması gerekir (Güriz, 1996, 150-151 ). Zira özgürlük, insanda özerk olma duygusu ile bağımsız bir alan sağlayan ve devletin müdahalelerine dahi temelde kapalı olduğu düşünülen negatif bir statüyü ifade etmektedir (Güriz, 1996, 152). Otoritenin (devlet) burada yapması gereken tek şey, insanın hak ve özgürlük alanından mümkün olabildiğince geri çekilmesi; güncel deyimle, onu rahat bırakmasıdır. Çünkü insanın özelinin olduğunun kabul edilmesi, mevcut otorite ya da siyasî erkin de bu noktadan sonra yurttaşlarının üzerinde herhangi bir tasarruf hakkına sahip olamayacağı anlamına gelmektedir. Bu cümleden olarak, bir topluluk içinde yaşayan insanlar, kendi bedenlerinin, şahsiyetlerinin, yaşamlarının kişisel değer ve kaynaklarının yegâne sahibidirler ve Kur’ânî bakışla dünyevî hayatlarını istedikleri biçimde şekillendirme özgürlüğüne sahiptirler (Bakara Sûresi, 2/286; Kehf Sûresi, 18/29; Teğâbûn Sûresi, 64/2; Ğâşiye Sûresi, 88/22-2). Bu itibarla insan, kendisi dışındakilerden sadır olabilecek her türlü baskı, zor, şiddet, tehdit, saldırı ve zararlara karşı korunmalı ve ona 2 kendi tercihine binaen inşa etmiş olduğu özgürlük dairesinde serbestçe hareket etme imkânı tanınmalıdır (el-Kâsânî, 1406/1986, V, 164). Sanılanın aksine bireysel özerklik, sadece tek bir özgürlük alanından müteşekkil değildir. Ahlâkî özerklik, şahsiyetin ya da kişiliğin oluşumunda çekirdek rolü üstlense de, insan özgürlüğü aynı zamanda insan benliğinin dâhilî alanlarındaki hissî, zihnî, ilmî, ahlâkî ve dinî bakış ve yapılanmaları da referans almaktadır (Yasa, 2007, 36-43; Yüksel, 2009, 280; el-Kâsânî, V, 164). İnsan sosyal bir varlık olduğu için tek başına kendi hayatını idame ve ikame ettiremediğinden, menfaat ve tercihlerini paylaşan diğer insanlarla beraber olma, ortak hareket etme hatta amaç birliği için müşterek dayanışma hak ve fonksiyonuna sahiptir (el-Kâsânî, V, 165-166). Öyle ki, çağdaş demokrasilerde insanın iradesi dışında herhangi bir şeye zorlanmasının veya bir davranışta bulunmaya engel olunmasının gerekçesi (Güler, 2011, 127137), başkalarının özgürlük ve temel haklarını muhafaza etmektir (Yörük, 1949, 35-36). Çünkü ancak böylece hak ve özgürlükler arasında bir denge ve hassasiyet zemini temin edilmektedir. Fakat insanların davranışı, sadece kişisel çıkarlarla ilintili olup başkalarına doğrudan zarar verecek özellikler taşımıyorsa, bu durumda insanın toplumdan ve siyasî otoritelerden bağımsız yaşama özgürlüğü, mutlak bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır (Dâvûd, 1996, 50-63; Özler, 1995, 229-235; Yeprem, 1984, 162-172; Turhan, 1996, 39-82). Zira insan toplumun sadece basit bir parçası değildir, tam aksine tercih etme, karar verme, iyi ile kötü, yanlış ile doğru arasında son sözü söyleme yeteneğine sahip olarak (Kazanç, 2007, 204-212; Güler, 2010, 99110) sorumluluk taşıyabilen bir özne pozisyonundadır (el-Kâdî ‘Abdülcebbâr, 1958, V, 27-28; a.mlf., 1971; el-Mâtürîdî, 1983, 12; enNesefî, 2010, 21-26). İnsan özerkliği ve özgürlüğünün içtimaî ve siyasî olarak gerçekleşmesi ve muhafazası için, insanların aykırı kararlarına ve hayat tarzlarına tahammül edebilecek içtimaî ve siyasî yapılanmaların teşekkülü gerekir (Watt, 2002, 42-44). Öyleyse iyi niyet, hoşgörü, müsamaha ve insancıllık, hem ahlâkî hem de içtimaî, siyasî ve dinî bir ilke olarak kabullenilmeyi gerekli kılmaktadır (Yüksel, 2009, 164-170). Çünkü farklı ve alışılmış doktrinlere (gelenek) karşıt, insanî kararlar ve yaşam tarzlarına tahammül etmek ya da onların vereceği muhtemel yaptırımlara katlanmak, sonuçta kişinin insanî onur ve özgürlüğüne hizmet edecektir (Yüksel, 2009, 171). Esasında iyi niyet, hoşgörü ve müsamaha, sanıldığı gibi hareketsiz 3 veya tarafsız kalma değildir; bilakis o, vicdanî ve ahlâki bir zihniyete, özel koşullar ve olaylar demetine istinat eden omurgalı bir duruş ve tavrı simgelemektedir. Yoksa ki herhangi bir duyarsızlık, vurdumduymazlık, kayıtsızlık ve nemelazımcılık tavrı değildir (Hacak, 2000, 17-18; Sargın, 2010, 93). Önemli olan diğer bir husus da “insan onuru” kavramının, gerçekte sadece toplumsal bir kavram olmadığıdır. Aynı zamanda o, hukukî bir kavramdır ve hukukun hemen hemen her bütün alanlarında kendisinden yararlanılabilecek bir içeriği muhtevidir (Yörük, 1949, 25, 89, 172). Çünkü hukuk, bütün toplumsal düzen kurallarını kapsamaktadır. Zira insanların olmadığı herhangi bir yerde toplumun olması veya toplumun kendisinden bahsetmek mümkün değildir (Sargın, 2010, 112). Dolayısıyla insanın olduğu yerde de, insan onurunun olduğu mutlak kabul gerektirir. İnsanı insana, insanı topluma, insanı devlete karşı koruyacak olan yegâne kontrol hukuk olduğuna göre, hukuk için insan onuru kavramı mutlak kabul görmesi gereken bir özelliktedir. Yukarıda da kısmen değindiğimiz üzere “insan onuru”, insanın bizzat kendisine karşı korunmasını da gerektirir. Örneğin kişinin maddî veya manevî bütünlüğüne veya şahsiyetine karşı insanlık dışı uygulamalara rıza göstermesi, gerçekte insan onuru kavramı sebebiyle mümkün olmamaktadır. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki modern anlayış, “insan onuru” kavramını kamu düzeninin bir unsuru olarak ön görmüş ve kolluk makamlarının insan onurunu korumak amacıyla kolluk ve güvenlik işlemleri yapabileceğini kabul etmiştir. İnsan onuru, kişilere hem kendileri ve hem de başkaları tarafından saygı duyulması şeklinde anlaşılmalıdır. İnsan başka hiçbir şart aranmaksızın sırf insan olduğu için değerli ise, o zaman bu değere başkaları gibi kendisi de saygı göstermek ve onu korumak zorundadır. “İnsan onuru” kavramı insanın kendi kişiliğine karşı göstermesi gereken bir saygı olduğuna göre, bireyin kendi kendisine karşı korunması insan onurundan kaynaklanan bir husustur. Bu husus, T.C. Anayasası’nın 17. maddesinde, “kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” (http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf.) denilerek açıkça ifade edilmiştir. İnsanın özerkliği ve bağımsızlığı, kendi vicdanının, ahlâkîliğinin ve daha da özelde aklî oluşunun varlık nedenidir. Özetle, insanın özerkliği meselesi, felsefî olarak bireyin varlığının anlam kazanması için bir ön koşul ise de o, hayatını tek başına çevreden soyutlanmış olarak idame ve ikame 4 ettiremez. Bu nedenle insanlar, özgürlük alanlarını korumak ve kendilerini özgürleştirmek için, diğer insanlarla dayanışma ve işbirliği yollarını ararlar hatta kültürel, dinî, siyasî ve içtimaî yapılanmalar içerisinde bulunurlar ya da onları meydana getirirler. II. Medyadaki İnsan Onuru İhlâllerinin Temel Nedenleri Haberin niteliği ve değeri, aslında haberciliğin dayandığı temel ilkelerin ne olduğunu ya da ne olmadığını gösteren en büyük unsurdur. Çünkü medyada neyin haber konusu olup-olamayacağına, belirlenen ve tanımlanan haber niteliği ve değeri açısından bakılmakta ve karar verilmektedir. Bu açıdan her ne kadar bir olay ya da olgunun haber olabilmesi ve insanların gündemlerine girebilmesi için, genel geçer ve evrensel bir kriterden bahsedilmesi mümkün olmasa bile, haber değeri söz konusu olunca insanların genelinin itibar ettiği ve öncelediği kimi ilkelerden bahsetmek mümkündür. Kısaca bu ilkeleri şöyle sıralamak mümkündür: II.1. Güncellik ya da İvedilik Haberi haber kılan en önemli argüman, şüphesiz haberin ortaya çıktığı zamanı ile taşıdığı değeridir. Çünkü hayatımızın her kademesinde olduğu gibi, haberin değerini de, yine “zaman” faktörü tayin etmektedir. Öyle ki, güncel olma veya ivedilik niteliğini muhafaza ilkesi, haberin zamanlı olmasını ifade ederken, aslında “olay ve haber ne zaman oldu” sorusuna da bir nevi cevap aramaktadır. Bu itibarla, haberlerde yer alan zaman algısı ve kullanımı yani, dün, bugün, sabahleyin, öğlen vakti, gece yarısı, bir saat önce gibi zaman dilimlerinin kullanımı, haber değeri ve içeriği açısından büyük önem taşımaktadır. Güncellik ve ivedilik unsuru, medyada yer alacak haberin ana temasını doğrudan etkilemektedir. Çünkü insanlar, zamanı geçmiş ve olup bitmiş haber ve olaylara, orijinal ve yeni oluşanlar kadar itibar etmemektedir. Bu durum, haber ve yayın ilkelerinin değişmezi ya da vazgeçilmezi durumundadır (Kars, 2010, 103-104; Saraç, 2011, 10). II.2. Geçerlilik ya da Yakınlık 5 Medyadaki haberlerde geçerlilik veya yakınlılık algısı, haberin kamuoyu tarafından ilgi görüp görmemesi, sempatik olup olmaması durumuyla ilişkili bir konudur. Nasıl ki, güncellik ve ivedilik ilkesi, güncel haberler ile onları veren yayın organları arasında bir bağ ve ünsiyet oluşturabiliyorsa, geçerlilik ve yakınlık ilkesi de haber ve olay ile kamuoyu arasında doğrudan bir ilişki tesis etmektedir. Bu ilişkinin güçlülük ve müdavimliğini sağlayan ana etken ise, haberi yapan ve yayınlayan kuruluşun haber seçiminde dikkat ettikleri kıstaslardır (Kars, 2010, 104; Saraç, 2011, 11). Bundan hareketle medyada herhangi bir olayın ilgi ve rağbet görmesi, insanlar nezdindeki kabulü ve onlara vermiş olduğu mesajla bağlantılıdır. Doğası gereği insanlar, yakın çevrelerinde olup bitenle daha çok ilgilenmekte ve dikkat kesilmektedirler. Ancak özellikle de “yakınlık” kavramı, günümüzde bilim ve teknolojinin kitle iletişim araçlarına kazandırdığı hızlılık dikkate alındığında ötelenemeyecek bir farklı boyuta ulaşmıştır. Bu nokta-i nazardan, aslında belli bir yere kadar hem geçerliliğin hem de yakınlılığın yerel ve öznellik tarafından bahsetmek olasıdır (Kahraman, 1996, XII, 1114). II.3. Önemlilik ya da İlgi Çekicilik Önemlilik veya ilgi çekicilik, medyaya bakışımızda yukarıdaki temel ilkelerin mütemmimi pozisyonundadır. Kabul edileceği üzere medyadaki bir haber ve olayda önemlilik vurgusu ve ilgi çekme, daima bir tercih ve “seyir” nedenidir. Çünkü önem ve ilginçlik, insanda dikkati ve eğilimi sürekli kılmakta, rağbeti cezp etmekte hatta, verilmek istenen mesajın beyin ve dimağlara yerleşmesine neden olmaktadır. Bazen insanların ilgisini çeken ve önemli olan konular zamana, mekâna, ülkeye, coğrafyaya, millet ve cinsiyete göre de farklılık gösterebilmektedir (Kars, 2010, 105; Saraç, 2011, 12-13). Dolayısıyla hakkında haber yapılan olayın kendisi, önemli ve ilgi çekici olabileceği gibi, gerçekte haber yapılan olay alelade olmasına rağmen haberde kullanılan ifadeler ve görüntüler hatta haberin ve olayın aktarımı, oldukça önemli ve dikkat çekici olabilmektedir. Bu nedenle medya, izleyicisinin ilgi ve rağbetini temin açısından doğru bir bakış açısı yakalamak durumundadır. Bu noktada dengeyi iyi kurmak ve sınırı da iyi belirlemek gerekir. Çünkü 6 medya, insanın ilgisini çekmede olayı aydınlığa kavuşturarak sadra şifa olabileceği gibi, dikkatsiz ve dengesizce hareket ettiğinde beklenmedik ve telafi edilemez sonuçlara kapı aralayabilmektedir (Saraç, 2011, 13). II.4. Çözümlenebilirlik ya da Neticelenebilirlik Medya söz konusu olduğunda haberin güncelliği, ivediliği, geçerliliği, yakınlık ve ilgi çekiciliği kadar, bazen de onun nasıl sonuçlandığı veya nelere sebep olduğu hususu da büyük önem arz etmektedir. Çünkü medyaya yansıyan bir olay ve haberin varlığı, durumu, gerçekliği ve önemliliği kadar, ondan çıkan sonuç ve etkileri de hem medya hem de insanlar nazarında merak konusu olmaktadır. Yukarıda sayılan diğer nitelikler, medyada haberin niteliğini belirleyen önem ve değeri ifade etmekle beraber, aslında haberin değer ve kıymeti sonucunda gizlidir. Bir diğer söylemle, olayları haber formatına oturtan temel bakış açısı, gerçekte onun sonucudur (Uğurlu-Öztürk, 2006, 37-38; Saraç, 2011, 15). Çünkü sonuçsuz olay, haber değildir. Bu anlamda sonuç algısı, haberi anlamlandırmakta ve doğrudan doğruya tamamlamaktadır. III. Medyadaki İnsan Onuru İhlâlleri ve Bunların Yansıma Biçimleri: Bildirimizin bu bölümünde insan onuru ile ilgili olarak ele alınacak başlıklar, gerçekte medya (televizyon ve gazete) haberciliğinde bir bütün olarak öne çıkan insan onuru ihlâlleri ile ilgili konulardır. İnsan onuru ve haklarına ilişkin bu ihlâller yazılı basında yer almakla birlikte genelde, medyanın görüntülü bölümünü oluşturan canlı yayınlarda karşımıza çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz bu türden ihlâllerin örneklerine, yazılı basında gündelik olarak rastlamak mümkün ise de, gerçekte manevra alanlarını daha çok görselliğe hitap eden görsel medya oluşturmaktadır. III.1. Aile İçi Mahremiyetin Ortaya Konması Kişilerin aile içi ve özel hayatlarına doğrudan müdahil olunarak onların mahremiyetlerinin ihlâli, yazılı basında olduğu kadar görsel basında da çok sık karşılaşılan bir durumdur. Çünkü canlı yayın geleneğinde, aile içi 7 haberler ya da kişilerin özel hayatlarıyla alakalı hususlar, daha fazla dikkat çekmekte ve reyting unsuru olabilmektedir. Bu itibarla, bu tür özel ilişkileri takip eden ve bu doğrultuda haber yapma uğraşına girişen haberciler ile habere konu edilen kişilerin özel hayatları, çoğu kere karşı karşıya gelmekte ve bu durum çoğunlukla kişilerin “özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı” haklarının ihlâl edilmesi ile sonuçlanmaktadır. Bilindiği üzere kişilere mahsus, “özel hayatın gizliliği esası”, hem Anayasamız (http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf. (14/02/2013). MADDE 20- Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf) hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi ile garanti altına alınmıştır. Bununla, insanların özel hayatları, sadece kamu otoritelerinin müdahalelerine karşı değil; aynı zamanda bunların dışında çeşitli kaynaklardan gelebilecek her türlü müdahaleye karşı da koruma altına alınmıştır (Doğan, 2005, 61). Burada özellikle basın yayın yoluyla ve kitle iletişim araçları ile yapılan müdahalelere karşı kişilerin özel hayatlarının korunması ve dış etkenlere karşı muhafazası ayrı bir önem taşımaktadır. Türk Ceza Kanunu’nun 134. maddesinde yer alan hükme göre, kişinin özel (mahrem) hayatına müdahale edilmesi veya başkaları tarafından görülmesi mümkün olmayan özel yaşamı ile ilgili herhangi bir unsurun saptanması ve kaydedilmesi, doğrudan ve kasten bir suç unsurudur. Aynı madde hükmünde, kişinin özel hayatlarına ait görüntü ve seslerin ifşa edilmesi de, yine ayrı bir suç unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu görüntü ve seslerin, “basın yayın yoluyla ifşa edilmesi” ise daha ağır bir insan onuru ihlâli olarak değerlendirilmekte ve öngörülen ceza yarı oranında arttırılmaktadır (http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html. (17/03/2013). MADDE 134 - (1) Kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlâl eden kimse, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Gizliliğin görüntü veya seslerin kayda alınması suretiyle ihlâl edilmesi hâlinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz. (2) Kişilerin özel hayatına ilişkin görüntü veya sesleri ifşa eden kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Fiilin basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, ceza yarı oranında artırılır. (http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html). 8 Kişinin özel hayatı, özel ve kamusal olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Kişinin alış-veriş yapması, çarşıda dolaşması, bir törene iştirak etmesi, lokantada yemek yemesi, ailesi ve çocuğu ile parka gitmesi, kamuya açık alanda ve hiçbir şekilde gizleme gereği duymadan yaşadığı özelidir. Kişinin özel alanı ise, diğer kişilerin bilmesini istemediği gizli, sırlı, özel ve esrarengiz alanıdır. Eskilerin deyişiyle mahremiyet olarak da ifade edilen bu alan özel, gizli, herkese söylenmeyen ve herkesçe paylaşılması mümkün olmayan alandır. Örneğin eşler arası ilişkiler, özel dostluklar, ikili ilişkiler, duygusal ve cinsel yaşantı, kişinin anı ve hatıraları bu meyandadır. Dolayısıyla kişiler kendileri istemedikleri sürece, onlara ait özel hayatlarının asla haber konusu yapılmaması gerekir (Saraç, 2011, 81-82). Kişilerin kamuya açık alanlardaki yaşantılarına gelince, sınırlı olarak haber konusu yapılabilir. Ancak, kişinin kamuya açık alanlarda sürekli olarak takip edilmesi, görüntülerinin alınması, özel hayatının çok açık bir ihlâlidir. Bu sınır, özellikle ünlü kişiler söz konusu olduğunda günümüz medyasında çok sık görülür biçimde aşılmakta ve canlı yayınlara taşınmaktadır. Çünkü kişilere ait özel hayatın sınırlarını koruma konusunda tartışma yaratan en önemli husus, bazı insanların popüler ve medyatik nitelikte olmalarıdır. Görsel medyadaki bakış açısıyla meşhur ve popüler kişilerin, haber değerini artıracağı düşüncesinden hareket edilerek, bu kişilerle ilgili olarak her şeyin haber konusu yapılabileceği anlayışı, insan onuru ve hakları bakımından sıkıntılı durumlar oluşturabilmektedir. Bu nedenle, özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine azamî saygılı olunmalı, kamu çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında kişilerin özel hayatı ile özel belge ve görüntüleri asla yayın konusu yapılmamalıdır (http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html. (17/03/2013). Ancak, toplumu ve kamuyu büyük oranda etkileyen yolsuzluk ve zimmet, güvenliği tehdit eden bir saik, yanlış enformasyon ve yanıltma söz konusu olduğunda, ahlâken ve vicdanen kişilerin özel durumları deşifre edilebilir ve kamuoyuyla doğrudan paylaşılabilir. III.2. Kişinin İtham Edilmesi veya Saygınlığının (Masumiyet) Zedelenmesi Medya yoluyla yapılan insan onuru ihlâllerinden birisi de, savcılık soruşturması ya da mahkeme kararından önce kişinin suçlu ve kusurlu olarak 9 ilan edilmesidir. Bilindiği üzere hem İslâm hukukunda hem de modern hukukta, yargılama sürecinde ceza kesinleşinceye kadar kişinin masum olduğu esası kabul edilmiştir (el-Merğinânî, 1416/1995, II, 397-398; Güriz, 1996, 54). Masumiyet veya korunmuşluk olarak adlandırılan bu durum, adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru, hatta demokratik toplumlarda hukukun üstünlüğü ilkesinin vazgeçilmez prensibidir. Kişi, ancak hakkında verilmiş bir yargı kararı varsa suçlu ve kusurlu ilan edilebilir; aksi halde böylesi bir toplumda hukuk kurallarının hâkim olmasından ve de hukuk devletinden söz etmek mümkün olamaz. Kamuoyunu ilgilendiren kişisel olay ve davalara medyanın ilgi göstermesi, kişilerin haber alma özgürlüğünü sağlamak bakımından son derece önemlidir. Bu durum, basın özgürlüğü veya kişilerin bilgi edinme hakkı olarak meşru gösterilmeye çalışılsa da, çeşitli insanî olaylara veya yargıya intikal etmiş davalara ilişkin haberlerde, haberin veriliş biçimi objektif ve realist olmalı; sonuçlanmamış davalarda kişiler topluma doğrudan kusurlu ve suçlu olarak yansıtılmamalı, kişilerin onur ve saygınlıkları kesinlikle örselenmemelidir. 23 Kasım 2011 tarih ve 764 sayılı Samsun-Kavak Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen hazırlık sorgusunda ifade edildiğine göre, müşteki iki taraftan birisi olan F. D., karşı tarafı namaz kılmamak, oruç tutmamak ve münafıklıkla itham ederek asgarî dini kurallara ve temizliğe (gusül) riayet etmemekle suçlamıştır. Hatta karşı tarafın kendisine uyguladığı baskı ve şiddet dolayısıyla kap ve lavaboların içine idrarını yaptığını dahi söylemekten çekinmemiştir. Bunun karşısında müşteki diğer taraf ise, mezkûr iddiaların soyut, mesnetsiz ve akıl dışı olduğunu beyan ederek reddetmiştir. Bunun üzerine ilgili savcılık, mezkûr iddiaların kendisine isnat edildiği taraf lehine takipsizlik kararını vermiş ve şikâyet talebini reddetmiştir (Samsun-Kavak İlçesi Cumhuriyet Başsavcılığı 23/11/2011 tarih ve 764 Nolu Sorgulama/Hazırlık Evrakı Metni (Takibe, Kovuşturmaya ve İddianame Muhtevasına Yer Olmadığına Dair Karar). Kişisel itham ya da masumiyet karinesinin uygulamada geçerli olabilmesi için, soruşturma ve dava evresinin medyadan olabildiğince gizliliği olmazsa olmaz bir ilkedir. Ancak, günümüz bilimsel ve teknolojik şartlarında gizliliği korumak çok da kolay bir olgu değildir. Özellikle kamuya mal olmuş davalarla ilgili olarak verilen haberlerde, toplumun bilgi edinme hakkı çerçevesinde soruşturma evresine ilişkin pek çok bilgi ve 10 belge, ekranlara dolayısıyla da basına taşınmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, azamî nispetinde habere ilişkin yorum ve değerlendirmelerden kaçınarak dikkatli bir dil ve üslup ile haberi gerçekleştirmeye çalışmaktır. Yargıya intikal etmiş olaylarla ilgili olarak hazırlık soruşturması sırasında soruşturmayı zaafa uğratıcı, sübjektif ve yönlendirici biçimde haber ve yorumdan uzak kalınması insanî ve ahlâkî bir erdemdir. Bu nedenle, yargılama sürecinde haberlerin her türlü ön yargıdan uzak ve kesinlikle doğruluğundan emin olunarak yapılması gerekmektedir. Şunu eklemek gerekir ki, demokratik sistemlerde düşünce ve düşündüğünü de ifade etme özgürlüğü, temel insan hakkıdır, saygındır ve eleştireldir (Hatemi, 1998, 320; Saraç, 2011, 83). Medya da, bir iletişim aracı olarak bunun en yaygın aracıdır. Ancak görüşler dile getirilirken haberin veriliş biçimi ile habere konu olan hususlarda hiçbir zaman objektif sınırlar aşılmamalı; kişilere yönelik kötüleme, aşağılama, hakaret gibi haksız muamelelerden kaçınılmalı ve kişilerin onur ve saygınlıkları muhafaza edilmelidir. Nitekim Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usulleri Hakkındaki Yönetmeliğin 5. maddesinde, “Yayınlarda kişilerin manevi şahsiyetlerine eleştiri sınırları ötesinde saldırıda bulunulmaması; küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilmemesi… Haberlerin, soruşturulmaksızın veya doğruluğundan emin olunmaksızın yayınlanmaması ve saklı kalması kaydıyla verilen bilgilerin kamu yararı ciddi bir biçimde gerektirmedikçe verilmemesi gerektiği” çok açık olarak ifade edilmektedir (Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmelik: http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/21440.html. (17/03/2013). Kişi, hakkında yapılan haberin gerçek olmadığını veya haberde kendisi hakkında yanlış bilgiler verildiğini ve yapılan haber ile manevî/şahsî onur ve haklarına zarar verildiğini iddia ederek, haber dolayısıyla yayıncı kuruluşa cevap ve düzeltme nedeniyle başvurma hakkına sahiptir (http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf. (14/02/2013). MADDE 32- Düzeltme ve cevap hakkı, ancak kişilerin haysiyet ve şereflerine dokunulması veya kendileriyle ilgili gerçeğe aykırı yayınlar yapılması hallerinde tanınır ve kanunla düzenlenir. Düzeltme ve cevap yayımlanmazsa, yayımlanmasının gerekip gerekmediğine hâkim tarafından ilgilinin müracaat tarihinden itibaren en geç yedi gün içerisinde karar verilir. (http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf)). Kişi, bu hakkını 11 yayına bağlanmak suretiyle ya da cevap ve düzeltme yazısı göndererek de kullanabilir. Burada önemli olan, yayıncı kuruluşun cevap ve düzeltme haklarına saygı göstermesi ve böyle bir talebi yayın devam ediyorsa söz konusu yayın bitmeden; etmiyorsa yayından sonra böyle bir talep gelmişse ilgili haberin yayınlandığı saat ve programda yerine getirilmelidir. Bu, en temel insan hakkıdır ve hem Anayasamızla hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile garanti altına alınmıştır. III.3. Dramatik Bazı Olayların Kasıtlı Bir Tonajda Sunumu Kabul edileceği üzere medyadaki doğal afetler, baskınlar, trafik ve iş kazaları, yangınlar, terör ve savaş olayları gibi dramatik ve trajik olaylar, her zaman haber değerini haiz olduklarından haber konusu olmaktadırlar. Fakat bu haberlerde şiddet, baskı, zorba ve kanlar içindeki insanların ya da cesetlerin teşhiri veya ağlayan, acı ve ızdırap çeken yüzlerin gösterilmesi bu trajedinin reyting uğruna sömürülmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle, medyada bu nevi trajik ve dramatik olaylar haber yapılırken, izleyicilerde korku ve endişe yaratacak ifade ve görüntüler kullanılmamalı; baskı, şiddet, kan, gözyaşı ve acı içeren görüntülerin defalarca gösterilmesinden kaçınılmalı ve görüntüden çok olay üzerinde yoğunlaşılmalıdır. Bu hassasiyet, hem toplum hem de insanlar açısından büyük önem arz etmektedir. Zira bu tür haberlerde kullanılan ifadeler veya yayınlanan görüntüler endişe, korku ve infial uyandırarak toplumsal huzuru etkileyebileceği gibi, haberde yer alan kişiler en zayıf halleriyle gösterileceklerinden onur ve saygınlıkları da zarar görebilecektir. Bu nedenle haberci ya da daha genelde medya, tüm bu olumsuzlukları göz önünde bulundurarak haber konusunda oldukça hassas davranmalıdır. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul Güngören’de meydana gelen patlamalar ile geçen yıl Samsun’da meydana gelen sel felaketleriyle ilgili haberlerin sunuluş şekli ve olay yerinden canlı yayınlanan görüntüler, medyanın bu tür haberleri nasıl vermesi gerektiği üzerinde bir kez daha düşünmeyi icap ettirmiştir. Çünkü bir taraftan, özellikle Amerika’da 2001 yılında gerçekleştirilen saldırılarla ilişkili haberlerin olumsuz ve menfî taraflarına vurgu yapılırken, medyanın bunlara benzer haber aktarımında daha titiz ve sorumlu olması gerçeği önem kazanmıştır. Zira söz konusu haberlerle ilgili olarak medyada dakikalarca servis edilen feryat, gözyaşı, acı, ızdırap, ceset 12 görüntüleri ve kan manzaraları ve bunların canlı yayında sunumu, haber yapma noktasındaki amacı aşarak hem tarafların ve mağdurların ailelerini hem de aynı duygu, üzüntü ve kederi paylaşan diğer aileleri inciteceği gerçeği kasıtlı olarak göz ardı edilmiştir. Haberciler açısından olay yerinden canlı yayın yapabilmek, elbette ki özel bir önem ve değer taşımaktadır. Ancak canlı yayınlarda, neyin gerçekten haber değeri taşıdığının ya da hangi görüntünün ya da içeriğin kamu yararına sahip olduğunun belirlenmesi meselesi de, en az ilki kadar önemlidir. Kanlar içinde yardım bekleyen yaralı bir kişinin görüntüsü ile ayağı ve kolu kopmuş insan bedenine ait uzuvların görüntüsünün izleyiciye servisinde kamu yararı açısından taşıdığı haber değerinin sorgulanması, öncelikle habercinin ve yayın kuruluşunun özgürlük ve sosyal sorumluluk kavramlarını ne denli özümsediği bilinci ile doğrudan ilişkilidir. Aksi bir tavrın, insanların haber alma özgürlüğü veya kamuoyunu bilgilendirme gerekçeleriyle temellendirilmeye çalışılması hiç de anlaşılır değildir (Saraç, 2011, 88-89). III.4. Adalet ve Eşitlik İlkesinden Uzaklaşılması Ayrımcılık, en basit ifadeyle herhangi bir kamu yararı ya da mantıklı bir gerekçe olmaksızın bir kişiye, benzer durum ve koşullardaki diğer kişilerden farklı ve eşit olmayan muamelede bulunmak anlamındadır (el-Hattâbî, 1352/1933, II, 313). Eşit olmayan muamele yani ayrımcılık, adalet ve eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. İnsan olmaları hasebiyle her biri eşit haklara sahip olan bireylerin, haklardan yararlanmada da eşit olmaları gerekmektedir (Dağcı, 1999, 92-93). Aksi durumda, insan olarak haklara sahip olmak herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Haklara sahip olmadaki bu adalet ve eşitlik, haklardan yararlanma durumunda da aynen muhafaza edilmelidir (el-Hattâbî, 1352/1933, II, 313). Ayrımcılık ve adaletsizlik yasağının temel ölçüsü, insan onuru ve bireysel özerkliktir. Bu çerçevede ayrımcılık ve adaletsizlik, insan onuruna aykırı uygulamaların başında gelmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 2. maddesinde, “...İlan olunan bütün hak ve hürriyetlerden hiçbir ayrım yapmaksızın, herkesin yararlanacağı...” hususu ilan edilmektedir (http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/203-208.pdf. (12/03/2013). Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve 13 bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir. (http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf). Haklardan yararlanmada kişiler arasında ayrım yapmayı yasaklayan bu uluslararası hüküm, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesinde “Ayrımcılık yasağı” (http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/3BAA147F-29C9-48CE-AF64 TUR.pdf. (17/03/2013). MADDE- 14. Ayrımcılık Yasağı: Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır. (http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/3BAA147F-29C9-48CE-AF64TUR.pdf) başlığı altında tekerrür etmektedir. Her iki madde de ayrımcılık sebepleri olarak ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasî ve diğer herhangi bir görüş, millî veya sosyal köken, servet, doğuş gösterilmekte; ancak özel olarak belirtilenleri de kapsayacak genel bir ifadeyle herhangi bir duruma dayalı olarak ayrımcılık yapılması kesinkes yasaklanmaktadır. Toplumun bütün kesimlerini bilgilendirme potansiyeline sahip medya haberlerinde karşılaşabileceğimiz ayrımcılık ve eşitsizlik uygulamaları genelde görüntüler, sesler, kayıtlar, ifadeler veya yorumlar şeklinde gerçekleşmektedir. Aslında medya haberlerinde doğrudan ayrımcılık ve eşitsizlik yapma olanağı sınırlıdır. Ayrımcılık ve eşitsizlik bakımından asıl tehlikeli olan, medya haberlerinin toplumda var olan ayrımcılığın iyiden iyiye kök salmasına, kanıksanmasına ve en iyi ihtimalle insanların ayrımcılık ve eşitsizlik karşısındaki tepkilerinin törpülenmesine yol açarak duyarsızlaşmalarına ve ilgisizliklerine sebep olmasıdır. Medya ve daha özelinde televizyon haberleri, çoğu kere toplum hayatındaki ayrımcılık ve eşitsizlikleri ürettiği gibi, bu yeniden üretim ile, zaten var olan ayrımcılık, adaletsizlik ve eşitsizliği iyiden iyiye pekiştirmektedir (Saraç, 2011, 90). Medya haberlerinde, toplumun dezavantajlı kesimlerinin haber konusu olarak göz ardı edilmesi, dışlanması, ötelenmesi ya da bu kesimlere ilişkin haberlerde sınırlı yer ayrılması, adaletsizliğin ve eşitsizliğin en açık 14 örneğidir. Medya haberciliğinde bazı hassasiyet ve duyarlılıkları bakımından değişik kişi, grup veya yapılanmaların ayrımcılığa ve eşitsizliğe maruz bırakılması, haberin konusu olan kişi ya da gruplar hakkında negatif bir kanaat oluşturmaktadır. Buradaki sorun, bu tür konuların haber yapılması değil, bu kişi ve grupların sadece olumsuzluklarla ön plana çıkarılması ya da habere konu olmasıdır. Bu tarz bir uygulama, hukukî olmadığı gibi ahlâkî de değildir. Nitekim medyada habere konu olabilecek türden cinsel saldırı, tecavüz, hırsızlık, soygun, casusluk ya da sınavda sahtekârlık gibi olayların, nispet edildikleri ırk, cinsiyet ve inleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bu türden bir yaklaşım ve uygulama, beraberinde dışlama ve nefret söylemini de doğurmaktadır. Dışlama ve nefret söylemi ise, bir kişi ya da grubu ırkı, cinsiyeti, etnisitesi, dini, ahlakî ve siyasî görüşleri itibariyle değerlendirmeye tabi tutmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle de dışlama ve nefret söylemi, medya vasıtasıyla toplumda her an infiale yol açarak şiddeti teşvik edecek bir ortam yaratabilmektedir. III.5. Çocukları Suiistimal Etmek ya da Kötüye Kullanmak Bilindiği üzere Birleşmiş Milletler, Uluslararası İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde çocukların özel ilgi ve yardıma hakları olduğunu çok açık olarak kabul etmiş ve çocuk haklarıyla ilişkili olarak 20 Kasım 1959’da “Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi”ni ilan etmiştir (http://www.cocukhaklari.gov.tr/tr.content/show/25/birlesmis_milletler_cocu k_haklari_bildirisi.html. (17/03/2013). Bu bildirgede, çocukların yetişkinlerden farklı fizikî, fizyolojik, davranış ve psikolojik özelliklere sahip olduğu ve sürekli büyüme ve gelişme gösterdikleri göz önünde bulundurularak, toplumun geleceğini temsil etmeleri bakımından çocukları ilgilendiren her konuda bütün toplumun sorumlu davranması gerektiği ifade edilmektedir. Bildirgede ayrıca, çocukların yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fizikî, aklî, zihnî, ahlâkî ve ruhî olarak sağlıklı-normal koşullar altında özgür ve onurlarının zedelenmeyecek biçimde yetişmesi için özel olarak korunmaları ve bu amaçla çıkarılacak kanunlarda onların en yüksek çıkarlarının gözetilmesi gerektiği de ifade edilmiştir (Bkz.: 2. İlke: Çocuklar özel olarak korunmalı, yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fiziksel, zihinsel, ahlaki, ruhsal ve toplumsal olarak sağlıklı normal koşullar altında özgür ve onurunun zedelenmeyecek şekilde yetişmesi sağlanmalıdır. Bu 15 amaçla çıkarılacak yasalarda çocuğun en yüksek çıkarları gözetilmelidir. (http://www.cocukhaklari.gov.tr/tr/content/show/25/birlesmis_milletler_cocu k_haklari_bildirisi).(22/02/2013). Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 17. maddesinde de, çocuk ve kitle iletişim araçları konusu ele alınmaktadır. Bu bağlamda kitle iletişim araçlarının önemi kabul edilerek, çocuğun özellikle fizikî, içtimaî, ruhî ve ahlâkî açıdan gelişimin önemine vurgu yapılmıştır (http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php. (16/03/2013). Taraf Devletler, kitle iletişim araçlarının önemini kabul ederek çocuğun; özellikle toplumsal, ruhsal ve ahlakî esenliği ile bedensel ve zihinsel sağlığını geliştirmeye yönelik çeşitli ulusal ve uluslararası kaynaklardan bilgi ve belge edinmesini sağlarlar. http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php). Bununla çocuğun gelişme hakkına hizmet etmesi yönünde devletlere sorumluluk yükleyen bu madde kapsamında, devletlerin kitle iletişim araçlarını çocuk bakımından toplumsal ve kültürel yararı olan bilgi ve belgeyi yaymak için teşvik etmeleri gerektiğinin altı çizilmiştir. Böylece de, çocuğun gelişim ve esenliğine zarar verebilecek bilgi ve belgelere karşı korunması için uygun, yönlendirici ve geliştirici ilkeler geliştirilmesini teşvik etmeleri sağlanmış olunacaktır. Yetişkinlerden farklı olarak çocukların düşünce ve ifade özgürlüğünü gerçekleştirebilmeleri, ancak yetişkinlerin çocuk-merkezli bir tutum benimsemesi, çocukları dinlemeleri ve onların onur ve bireysel özerkliklerine saygı göstermeleriyle mümkün olabilecektir (Aydın, 2008, 140-151; Ersanlı, 2005, 173-180). Çocuklarla ilgili her türlü faaliyette olduğu gibi burada da gözden kaçırılmaması gereken nokta, çocuğun yüksek çıkar ve menfaatinin gözetilmesidir (Ersanlı, 2005, 181). Ancak medyaçocuk ilişkisinde, çocuklar genellikle izleyici konumunda düşünülmekte ve fiziksel, ruhsal, düşünsel ve fikirsel mekanizmalarının gelişimi noktasında imkân ve fırsat tanınmamaktadır (Aydın, 2008, 170-181). Dolayısıyla haberin öznesi olarak çocuk dikkate alınmamakta, haberler yetişkinlere yönelik olarak hazırlanmaktadır. Medya açısından hedef kitlesi yetişkinler olan haberlerde, çocuklar ya yok sayılmakta ya da çoğunlukla mağdur bırakılmaktadır (Köylü, 2004, 206-210, 243). Bu çerçevede çocukların medyada temsil edilmemeleri kadar, olumlu haberlerin konusu olamamalarını da çocuklar açısından bir onur ve hak ihlâli olarak değerlendirmek mümkündür. 16 Görsel medyada gösterime sunulan “Kalp Gözü”, “Beşinci Boyut”, “Altıncı His”, “İki Dünya Arasında”, “Huzur Kapısı” veya “Sonsuzluğa Yolculuk” gibi temel dayanak ve formatlarını daha çok din ve kutsaldan alan program ve filmlerde rol alan ulvî ve yüce şahsiyetlerin, çocukların düşünsel, fikirsel ve ruhsal dünyalarını kimi zaman olumsuz istikamette etkilemiş olduğu bir gerçektir. Çünkü bu türden muhtevî program ve filmleri izleyen 3-7 yaş aralığındaki küçük çocukların, büyük bir korku ve endişe hissettikleri, fiziksel ve karakter olarak etkilendikleri, uykularının esrarengiz rüyalarıyla bölündüğü ve kendilerini daima dışarıdan izleniyormuş psikolojisine göre adapte ederek ona göre bir tutum ve davranış sergilemiş oldukları, sonradan kendi aileleri ve ebeveynleri tarafından tarafımıza ifade edilmiştir. Bu türden format ve içeriğe sahip programların bireyler söz konusu olduğunda olumlu, yönlendirici ve katkı sağlayıcı taraflarından söz etmek mümkün ise de, özellikle küçük yaş kuşağını oluşturan izleyici çocuklar için ürkütücü ve korkutucu olabilmektedir. Dolayısıyla medya, bu ve benzeri film ve programların ekranlara servisinde izleyici kesimin her iki tarafını dikkate almalı ve oluşacak muhtemel tepkileri de önceden kestirebilmelidir. Bu nedenle, çocuklarla ilgili program veya haber yapılırken doğruluk ve hassasiyet açısından mükemmellik hedeflenmelidir. Program ve yayınlarda zararlı ve olumsuz görüntülerin, çocukların görüş ve duyuş alanlarına girmesi engellenmelidir. Medyada, bariz bir şekilde kamu yararı veya toplumsal bir çıkar temin edilmediği müddetçe, çocukların görsel olarak ya da başka bir şekilde kimliklerinin ortaya çıkması yasaklanmalıdır. Tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi çocuklara da mümkün olduğu alanlarda baskı ve yönlendirme olmaksızın kendi görüş ve düşüncelerini ifade edebilmeleri için medya erişim hakkı tanınmalıdır (Saraç, 2011, 102-103). Çocukların küçükken maruz kalabilecekleri cinsel istismar ve fiziksel saldırı gibi olaylar, mümkün mertebe medyada gösterimden kaldırılmalıdır. Medyada bu denli olaylara maruz kalan çocuklar ile onların faillerinin görüntüleri, iyi bir denetim ve organizasyon sonucunda basına ve televizyona aktarılmalı, hatta mümkün olabiliyorsa basın açısından değişik isim ve kodlamalarla; televizyon nokta-i nazarından da örtülü biçimde veya flulaştırılarak verilmelidir. Bu tür bir girişim, çocuğun şahsiyet ve kişiliğinin zedelenmemesi açısından olduğu kadar, toplumda olumsuz ve çirkin davranışların önüne geçilmesi bakımından da son derece yararlı olacaktır. 17 Çünkü çocukların gelişimlerine zarar verecek yayınların engellenmesi kadar, çocukların gelişmelerine olumlu katkıda bulunacak yayınların desteklenmesi büyük önem arz etmektedir. Medya, çocuklarla ilgili konuları sadece birer “olay” ya da “haber” olarak görüp basın ve ekranlara taşımamalı, bu olayların meydana gelmesine yol açan veya yol açma olasılığı olan süreçleri de doğrudan ve çarpıtmadan (sansürsüz) aktarmalıdır. IV. Sonuç ve Değerlendirme İnsan, psiko-sosyal bir varlıktır. Onun sosyal bir varlık oluşu, çoğunlukla gündem ve haber konusu yapılmasına neden olmaktadır. Bu itibarla, medya haberlerinde doğrudan olaya ve habere konu olan kişilerin haklarının korunması kadar, bir bütün olarak insanlık onurunun korunması da büyük bir önem arz etmektedir. Bu husus, özellikle aile içi mahremiyet ya da özel hayat, ayrımcılık ve adaletsizlik, kişinin saygınlığının çiğnenmesi gibi bireysel olaylara ya da doğal afet, baskı, şiddet, kaza, terör ve savaş olayları gibi toplumsal olaylara ilişkin konularda doğrudan karşımıza çıkmaktadır. Buna göre, insan haklarının temel hareket noktası olan insan onurunun muhafaza edilmesi anlayışı, yayıncılık hizmetlerinin tümünde olduğu gibi özellikle de medyadaki haberlerde gözetilmesi gereken ahlâkî ve hukukî bir ilke olmalıdır. İnsan onuru veya daha genelde insan haklarının, hem ahlakî hem de hukukî niteliğe sahip olması nedeniyle medyadaki haberlerde korunması, insan şahsiyetinin ve karakterinin zedelenmemesi noktasında fren görevi yapmaktadır. Özellikle de günümüz medyasında, yasal ve hukukî düzenlemelerin yetersiz kaldığı bir gerçektir. Bu açıdan ahlâk kurallarının yaptırıma bağlanmış şekli olan hukukî düzenlemeler kadar, habercilikle ilgili bazı ahlâkî ilkeler, medya haberciliğinde büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü ahlâkî ilkeler, hukukî düzenleme ve yaptırımların bir tür mütemmimidir. Bu itibarla, medya söz konusu olduğunda habercilerin, haberin önem, değer ve geçerliliği ne olursa olsun habere konu olan kişi ve insanların bireysel onur ve haklarına azamî derecede hassasiyet göstermeleri gerekmektedir. Bu bağlamda medyadaki haberlerde insan onuru ve temel insan haklarına saygı konusunda habercilerin yanı sıra, ilgili yayın kuruluşlarına ve meslek örgütlerine de büyük görevler düşmektedir. Hiç kuşkusuz haberi 18 hazırlayan haberciler kadar, yayın kuruluşlarının da bu konuda hassasiyet göstermesi olmazsa olmazdır. Yazılı ve görsel medyadaki haberciliğin saygınlığı açısından meslek örgütlerinin habercileri, insan onur ve hakları konusunda duyarlı davranmaya teşvik etmeleri ve bu doğrultuda çalışmalar yapmaları kaçınılmazdır. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Selamlarımla... 19 Bibliyografya ‘Abdülcebbâr (1958), Ebu’l-Hasan el-Kâdî, Kitâbu’l-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-‘Adl, tah.: Mahmûd Muhammed el-Hudayrî, el-Müessesetü’l-Mısrıyyetü’l-‘Amme li’t-Te’lîf ve’l-Enbâ‘ ve’n-Neşr, nşr.: İbrâhîm Madkûr-Tâhâ Hüseyin, c. V, Kahire. ------------------ (1971), el-Muhtasar fî Usûli’d-Dîn, (Resâilü’l-‘Adl ve’t-Tevhîd İçinde), nşr.: Muhammed ‘Ammâra, Kahire. Aydın (2008), Mehmet Zeki, Ailede Çocuğun Ahlâk Eğitimi, Nobel Yay., Ankara. Bulut (2008), Nihat, “Eski Yunan’dan Aydınlanma Çağına İnsan Onuru Kavramının Gelişimine Genel Bir Bakış”, Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt: XII, sayı: III, Erzincan. Dağcı (1999), Şamil, İslâm Ceza Hukukunda Şahsa Karşı Müessir Fiiller, Diyânet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara. Dâvûd (1996), ‘Abdulbârî Muhammed, el-İrâde ‘inde’l-Mu‘tezîle, Dâru’l-Ma‘rifeti’lCâmi‘iyye, İskenderiye. Doğan (2005), İlyas, “Alman Öğretisinde İnsan Onuru ve Güncel Sorunlar Hakkında Kısa Bir Giriş”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt: XIII, sayı: II, Konya. Ersanlı (2005), Kurtman, Davranışlarımız -Gelişim ve Öğrenme-, Eser Ofset-Matbaacılık, Samsun. Güler (2011), İlhami, ‘Din’e Yeni Yaklaşımlar, Ankara Okulu Yay., Ankara. ------- (2010), İmân-Ahlâk İlişkisi, Ankara Okulu Yay., Ankara. Güriz (1996), Adnan, Hukuk Felsefesi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara. Hacak (2000), Hasan, İslâm Hukukunun Klasik Kaynaklarında Hak Kavramının Analizi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Hatemi (1998), Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İşaret Yay., İstanbul. el-Hattâbî (1352/1933), Ebû Süleymân Muhammed, Me‘âlimu’s-Sünen, Matbaatü’l- ‘İlmiyye, c. II, Haleb. Kahraman (1996), Fevzi, “Habercilik ve Ajanslar”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı: XII, Ankara. Kars (2010), Neşe, Radyo Televizyon Haberciliği, Derin Yayınları, İstanbul. 20 Kazanç (2007), Fethi Kerim Kazanç, Gazzâlî Öncesi Ehl-i Sünnet Kelâmında Ahlâk Düşüncesi, Ankara Okulu Yay., Ankara. el-Kâsânî (1406/1986), ‘Alâuddîn Ebû Bekir b. Mes‘ûd, Bedâ’iu’s-senâ‘î fî şerâi‘î, Dâru Kütübi’l-‘İlmiyye, et-Tab‘atü’s-Sâniye, c. V, Beyrut. tertîbi’ş- Köylü (2004), Mustafa, Yetişkinlik Dönemi Din Eğitimi, Dem Yay., İstanbul. el-Mâtürîdî (1983), Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te’vilâtu Ehli’s-Sünne, nşr.: Muhammed Müstafîd er-Rahmân, Bağdad. el-Merğinânî (1416/1995), Burhânuddîn Ebu’l-Hasen ‘Ali b. Ebî Bekir b. ‘Abdilcelîl, elHidâye fî şerhi bidâyeti’l-mübted‘î, tah.: Talâl Yûsuf, Dâru İhyâti’t-Turâsi’l-‘Arabî, c. II, Beyrut. en-Nesefî (2010), Ebu’l-Mu‘în, Bahru’l-Kelâm (Mâtürîdiyye Akâidi), trc.: Ramazan Biçer, Gelenek Yay., İstanbul. Özler (1995), Mevlüt, İslâm Düşüncesinde Tevhid, Nûn Yay., İstanbul. Saraç (2011), Yasemin, Televizyon Haberlerinde İnsan Onuru ve Temel İnsan Haklarına Saygı, (Uzmanlık Tezi), Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Ankara. Sargın (2010), İzzet, “İslâm Hukuk Düşüncesi Bağlamında İnsan Hakları ve Devletin Bütünlüğü”, İnsan Hakları ve Din Sempozyumu, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Yayınları, 1517 Mayıs 2010, Çanakkale. Turhan (1996), Kasım, Bir Ahlâk Problemi Olarak Kelâm ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, Maramara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul. Uğurlu (2006), Faruk -Şerife Öztürk, Türkiye’de Televizyon Haberciliği, Tablet Kitabevi, Konya. Watt (2002), W. Montgomery, Dinlerde Hakikat -Sosyolojik ve Psikolojik Bir Yaklaşım-, trc.: A. Vahap Taşan-Ali Kuşat, İz Yay., İstanbul. Yasa (2007), Metin, -İbn Arabî’de ‘Tanrı Merkezli Bütün’ü Anlamaya Yönelik OlarakParadoksal Konuşmak, Elis Yay., Ankara. Yeprem (1984), M. Saim, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâtürîdî, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yay., Kuşak Ofset, İstanbul. Yörük (1949), Abdulhak Kemal, Hukukun Umumî Prensipleri, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul. Yüksel (2009), Mehmet, “Mahremiyet Hakkına ve Bireysel Özgürlüklere Felsefi Yaklaşımlar”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ankara. 21 http://www.cocukhaklari.gov.tr/tr.content/show/25/birlesmis_milletler_cocuk_haklari_bildir isi.html. (22/002/2013). http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/3BAA147F-29C9-48CE-AF64-TUR.pdf. (17/03/2013). http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/21440.html. (17/03/2013). http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/203-208.pdf. (12/03/2013). http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf. (14/02/2013). http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html. (17/03/2012). http://www.turkhukuksitesi.com/showthread.php. (16/03/2013). 22