13 Nisan 2012 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Neml suresinin 88. ayetinde dağların yürütüldüğü anlatılırken başka ayetlerde sabit olduğu ve sadece kıyamet günü yürütüleceği bildirilmiştir. Bu konuya açıklık getirir misiniz? ........................................................................................................................................ 3 Yecüc ve mecüc için "din tanımayacak" bir kavim deniyor böyle bir kavim nasıl oluyor da çıkacakları yeri son kez kazarken "Allah dilerse-Allahın izniyle" anlamını veren "inşallah" diyorlar ve yeryüzüne dağılıyorlar? .......................................................................................... 5 Ahzap suresi 59. Ayetin hür kadınların cariyelerden ayırt edilip, sokakta sarkıntılığa uğramamaları için indirildiği bildiriliyor. Peki cariyeye sarkıntılık edilmesi doğru mu? ...... 7 Cennette neden kıskanma duygusu yok? Dünya’da eşini kıskanmayan “Domuz musun?” diye sert çıkılır? Neden orada sevme-sevilme-ait olma-aşık olma gibi hisler yok? ................ 8 Madem ki kötülük birisine zarar vermektir, kimseye zarar vermediği sürece zina ederim, bu da insani bir ihtiyaç sonuçta bu ahlaksızlık olmamalı, diyen birisine nasıl cevap vermek gerekir? ...................................................................................................................................... 10 Bedeviler ganimet almadan savaşmayınca, Peygamber savaşlarda asker kaybetmeyi göze almayıp ayeti yürürlükten kaldırıp farklı ayet yazdırdı? Kuran 23 yıl boyunca gelişen olaylara göre yazılmış ve daha sonra değiştirilmiş bir kitap? ............................................... 12 “Kur’an’ı namazda okuyan 1000, yüzüne okuyan 100 , ezberden okuyan 10 hasene alır” anlamında bir hadis rivayeti var mıdır? .................................................................................. 14 Mübarek günlerde ölenlerin kabir azabı çekmeyeceği söylenmektedir. Diğer günlerde ölen kimselere göre bir ayrıcalık olmaz mı?............................................................................ 15 İnsanlara muhtaç olma korkusunu nasıl yenebilirim? Hem insanların eline bakma korkumun üstesinden gelmek hem de kendi kendime yetebilmek için neler söyleyebilirsiniz bana? ............................................................................................................. 16 Kur´an ve rivayetlerde ifade özgürlüğüne işaret eden belgeler var mıdır? Muhammed´in kendisini eleştiren kişileri öldür(t)mesi ifade özgürlüğüne aykırı değil midir? ................... 18 Peygamberimiz Hz. Muhammed'in diplomatik faaliyetleri ve günümüze bakan taraflarını değerlendirebilir misiniz? Elçilere nasıl muamele edilmelidir?............................................. 20 “Sizi süvariler kovalasa bile sabah namazının sünnetini kaçırmayınız.” hadisindeki sebep nedir? ......................................................................................................................................... 29 "Gıybet edene "sus" diyen kişiye yüz şehîd sevâbı vardır" anlamında bir hadis var mıdır? Gıybet yapanlara karşı "sus" dememiz gerekir mi? ................................................................ 31 Med- Cezir, Ay ve Güneşin konumlarındaki değişimin etkisiyle oluşmaktadır. Ancak bir meleğin olduğu ve bu melek ayağını denize sokmasıyla Med, geri çıkarmasıyla cezir oluştuğu söylenmektedir. Meleklerin görevleri ile bilimi nasıl birbirine bağlayabiliriz? ... 33 Evimizde muhabbet kuşu besliyoruz ve genelde evde serbest uçuyor, etrafa pislediği de oluyor. Bu durumda kılınan namaz geçerli olur mu? ............................................................. 34 Bazı insanların sorgusuz sualsiz cennete, bazılarının da sorgusuz sualsiz cehenneme gideceği söyleniyor. O günde peygamberler bile hesap vereceine göre, bu nasıl olacak?. 35 2 Neml suresinin 88. ayetinde dağların yürütüldüğü anlatılırken başka ayetlerde sabit olduğu ve sadece kıyamet günü yürütüleceği bildirilmiştir. Bu konuya açıklık getirir misiniz? Neml Suresi, 87 - 88. Ayetlerin Mealleri: - Sûrun üflendiği gün, Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde bulunanlar dehşete kapılır, hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler. - Dağları görür, onların durduğunu sanırsın; oysa bulutlar gibi hareket ederler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır. Bazı müfessirler Neml Suresinin 88. âyetini dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne işaret olarak değerlendirmişledir. (bk. Celal Kırca, Kur'ân-ı Kerim'de Fen Bilimleri, s. 76) Yine bazı tefsircilere göre bu vakıa, kıyametin ilahî kudretle kopacağının delilidir. Dünya gibi büyük bir kütleyi uzay boşluğunda yaratılış amacına uygun, düzenli bir şekilde ve bulutlar gibi yürüten sonsuz kudret, zamanı geldiğinde bu dünyayı başka bir âleme dönüştürebilecek bilgi ve kudrete sahiptir ve bunu yapacaktır. Nitekim müfessirler sûrun üflenmasinden sonra Allah Teâlâ'nın dağları yok ederek yeryüzünü başka bir âleme dönüştüreceğini ifade etmişlerdir. (bk.İbnÂşûr, XX,47; bu konuda bilgi için bk. İbrahim 14/48; ayrıca krş. Kehf 18/47; Tâhâ 20/105-107; Karia 101/5) "Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır" cümlesi, sadece dünyanın ve dağların değil evrendeki her şeyin Allah'ın ilmi, kudreti ve sanatıyla mükemmel bir şekilde yaratıldığını ve yaratılış amacına uygun, düzenli bir şekilde idare edildiğini, hiçbir şeyin tesadüfe bırakılmadığını ifade etmektedir. "Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır" mealindeki son cümle ise bu değişimin meydana geldiği kıyamet gününde Allah Teâlâ'nın insanları dünyada yaptıklarından hesaba çekeceğine işaret etmektedir. Nitekim bundan sonra gelen âyetler de bu yorumu destekler mahiyettedir. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: IV/205-206.) Elmalılı ilgili ayetin tefsirinde şu tespitlerde bulunmuştur: Bir de sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu âyet iyi anlaşılmış değildir. Müfessirler bunu "Dağlar sallanıp yürütüldüğünde..." (Tekvîr, 81/3), "Dağlar atılmış yün gibi olduğu..." (Kâria, 101/5) âyetleri üzere kıyamet günü dağların yün gibi atılıp yürütülmesi manzarasının bir tasviri kabul etmişlerdir. Buna göre bu âyet "hepsi O'na dehşete kapılarak gelir." (Neml, 28/87) cümlesine matuf olarak bu görüş, bu sanış, bu bulut gibi geçiş, hep ilerde o feza günü olacaktır. 3 İlave bilgi için tıklayınız: "Sen dağları görürsün de, yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler." (Neml: 88) Ayetini açıklar mısınız? Dağların sarsıntıları önlemediğini, sadece yeri sabitlediğini söyleyip, Nahl 15, Enbiya 31 ve Lokman 10. ayetlerinin bilimle çeliştiğini iddia edenlere ne dersiniz? 4 Yecüc ve mecüc için "din tanımayacak" bir kavim deniyor böyle bir kavim nasıl oluyor da çıkacakları yeri son kez kazarken "Allah dilerse-Allahın izniyle" anlamını veren "inşallah" diyorlar ve yeryüzüne dağılıyorlar? İlgili hadis rivayeti şöyledir: Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (asm), Kehf sûresi 94. ayette bahsedilen sed hakkında şöyle buyurdu: Ye’cüc ve Me’cuc her gün o seddi delmeye çalışırlar delmeye yaklaştıkları vakit başlarındaki amir onlara şöyle seslenir: “Dönün yarın delersiniz” Allah da ertesi güne o seddin oyulan kısmını öncekinden daha sağlam duruma getirir. Sonunda müddetleri dolup Allah onları insanlar üzerine salmayı isteyince; başlarındaki yetkili dönün onu “İnşallah” yarın delersiniz diyerek, inşallah kelimesini söyler, onlar ertesi gün geldiklerinde seddi dünkü bıraktıkları şekilde bulurlar ve seddi delerek insanlar arasına çıkarlar. Bütün suları içerler. İnsanlar onlardan kaçar, oklarını göğe fırlatırlar oklar kana bulanmış vaziyette geri döner. Bunun üzerine şımarık bir durumda şöyle derler: Yeryüzünde olanları kırıp geçirdik gökte olanları da mağlup ettik. Sonra Allah onların boyun köklerinde bir kurt meydana getirir de bu yüzden hepsi kırılıp yok olur giderler. Rasûlullah (asm) şöyle devam etti: Muhammed’in canını kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, O kırılıp yok olan Ye’cüc ve Me’cüc’un leşlerini yeryüzündeki tüm hayvanlar yiyecek ve çok güzel beslenerek etlenip yağlanacaklardır. (İbn Mâce, Fiten 27) Önce şunu belirtelim ki, hadis sahihtir. Bu hadisi Tirmizi, Hakim, İbn Hibban da rivayet etmiştir(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 13/108). Alimler bu hadisin sahih olduğunu belirtmişlerdir: (bk. Şuayb el-Arnavutî, el-İhsan fi takribi sahihi İbn Hibban, 15/243). Hakim de hadisi -Buharî ve Müslimin şartına uygun olduğunu söyleyerek- tashih etmiş ve Zehebî de ona muvafakat etmiştir(bk. Hâkim, 4/534). Şimdi sorudaki asıl problem olarak gösterilen “İnşaallah” ifadesinin kullanılmasını bir kaç ihtimalle açıklamaya çalışalım: a. Evvela bu hadis müteşabihtir. Manası açık değildir. Söz konusu ifadelerin ne anlama geldiğini kesin olarak bilmemiz mümkün değildir. Örneğin, “seddin delinmesi” ne anlama geliyor? İnceleşen seddin eretesi gün tekrar kalınlaşması neyi ifade ediyor? Bunları anlamak kolay değildir. Bu gibi müteşabih hadis ve ayetlerin manası eskiden beri alimlerin dikkatini çekmiş ve bazıları tevil cihetine giderken, bir kısmı da işin mahiyetini Allah’a havale ederek susmayı tercih etmişlerdir. b. Yecüc ve Mecüc’ün çok zalim, müfsit bir topluluk olması, onların Allah’a inanmadıklarını göstermez. Çünkü Kur’an’da “Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc’ün sedleri açılıp her tepeden dünyaya akın etmeye başladıkları, doğru vâdin vaktinin yaklaştığı sırada, işte o zaman, kâfirlerin gözleri birden donakalır. “Eyvah, bizlere! Biz bundan tam bir gaflet içinde idik, daha doğrusu kendimize zulmettik!” diyecekler.”(Enbiya, 21/96-97) mealindeki ayetlerde Yecüc-Mecüc’ün ateist olduklarını gösteren bir ifade yer almamaktadır. Müslüman olmamalarından dolayı kâfir olmaları, onların ateist olmalarını gerektirmez. 5 c. Buradaki “İnşallah” ifadesi, kâinatta câri olan ilahî kanunlara uygun hareket etmelerinden ibaret olan eylemlerinin bir sözlü açıklaması olabilir. Yani, onlar bir gün medenî/uygar dünyanın kullandıkları teknik ve teknolojiyi kullanarak dünyaya meydan okuyacaklarından kinaye olarak bu ifade kullanılmış olabilir. d. Yecüc ve Mecüc konusunda Bedüzzaman hazretlerinin bazı açıklamaları şöyledir: “... Hattâ rûy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çini, Kur'an lisanıyla Ye'cüc ve Me'cücün ve tabir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zîr ü zeber eden ve Himalaya Dağları'nın arkasından çıkan ve şarktan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mani olduğu gibi...(Lem'alar/16. Lema) “Alâmet-i kıyametten olan Ye'cüc ve Me'cüce ve Sedde dair.. deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî'nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır. Bazı mülhidler derler: "Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?" Elcevab: Çekirge gibi bir âfât, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatları, mahdud bazı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe emr-i İlahî ile o mahdud ferdlerden gayet kesretli aynı fesad yine başlar. Güya onların hakikat-ı milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayı herc ü merc eden o taifeler, izn-i İlahî ile mevsimi geldiği vakit aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder(Sözler/24. söz/8. dal) Bediüzzaman hazretlerinin, “Güya onların hakikat-ı milliyetleri inceliyor, kopmuyor...” ifadesi seddi delme teşebbüslerinin boşa çıkmasına bir nevi açıklamasıdır. “Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.” ifadesi de son hamle olarak seddi delip çıkmalarına işarettir. 6 Ahzap suresi 59. Ayetin hür kadınların cariyelerden ayırt edilip, sokakta sarkıntılığa uğramamaları için indirildiği bildiriliyor. Peki cariyeye sarkıntılık edilmesi doğru mu? İlgili ayetin meali şöyledir: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mümin kadınlara söyle: Ev dışına çıktıkları zaman dış elbiselerini üzerlerine salıversinler. Böyle yapmaları onların (iffetli kimlikleriyle) tanınmaları ve kendilerine sarkıntılık edilerek incitilmemeleri yönünden en uygun bir davranıştır. Allah gafurdur, rahîmdir/çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Ahzab, 33/59) Mealde de görüldüğü üzere, ayette hür kadınların cariyelerden ayırd edilmelerine dair açık bir ifade yoktur. Ayetin bu genel tanınma ifadesinden yola çıkarak farklı yorumlar yapılmıştır: a. Bazı alimlere göre, cahiliye devrinde -genel olarak- hem hür, hem cariye olan kadınlar açık-saçık kıyafetlerle dolaşırlardı. Kötü erkekler de bazı zamanlarda özellikle cariyeleri avlamaya çıkar ve onları takip ederlerdi. Ancak, bir kocası olmayan cariyelerle beraber yanlış da olsa evli olan kadınları da taciz edebiliyorlardı. İslam gelince bu ayetle, cariye olmayan kadınların başlarını ve bedenlerini örterek bu tehlikelerden korunmalarını emretmiştir. Bu görüş en meşhur ve en yaygın olanıdır. Bu tedbirden cariyelerin fuhuş yapmalarının caiz olduğunu çıkarmak elbette doğru değildir. Bilakis burada “ehven-i şer” denilen iki zarardan en büyüğü olandan korunmaya yönelik bir tedbir vardır. b. İkinci bir yoruma göre, ayetteki ifadeden hür-cariye munasebetini değil, iffetli olan kadınların örtünmek suretiyle töhmet altında kalmaktan kurtulmalarını sağlamaya yönelik bir tedbir söz konusudur. Buna göre, örtünmek cariyelik veya hür kadınlık alameti değil, iffetin simgesidir. Nitekim bundan böyle örtünmeye riayet eden kadınlar daima tacizlerden korunmuşlardır. (krş.Razî, ilgili ayetin tefsiri) Ünlü müfessir İbn Hayyan’a göre, ayette yer alan “mümin kadınlar” ifadesi, hem hür, hem cariye olan kadınları içine almaktadır. Hatta cariyeler daha da fazla tehlikeye maruz kalabilirler.” (Ebu Hayyan, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). Bu görüş, açıklamamızın “b” şıkkını desteklemketedir. Şunu da vurgulamalıyız ki, her örtülü kadın iffetli, veya her açık-saçık kadın iffetsiz demek değildir. Ancak şu da bir gerçektir, açık-saçıklık kötü insanların iştihasını kabartmaya, ona karşı kötü zan beslemeye, bir şeyler ummaya daha müsait bir konumdur. İşte İslam, “sedd-i zerayi” denilen prensip çerçevesinde, bütün fitne kapılarını kapatmak için, kötü insanların kötü emeller beslemelerine imkan sağlayacak her türlü töhmete açık kapıları kapatmıştır. Örtünmek de bu tedbirlerden biridir. 7 Cennette neden kıskanma duygusu yok? Dünya’da eşini kıskanmayan “Domuz musun?” diye sert çıkılır? Neden orada sevme-sevilme-ait olma-aşık olma gibi hisler yok? Bu gibi yorumlar tamamen bilgi eksiliğinden kaynaklanan yanlış düşünce ürünleridir. Bu konunun doğrusunu bir kaç madde halinde takdim edeceğiz: - Cennette kötülüğe yol açan, sinir bozucu, huzur kaçırıcı, lüzumsuz hassasiyet çerçevesinde cereyan eden bir kıskançlık olmayabilir. Çünkü, orada böyle bir kıskançlığa sebebiyet verecek bir ortam yoktur. Dünyadaki kıskançlığın altında yatan en önemli sebep, sevgilisinin başkasına meyil etme ihtimali yatmaktadır. Halbuki cennette böyle bir ihtimale yol açacak bir ortam yoktur. Çünkü, herkesin duyguları meşru dairedeki sevginin atmosferinde cereyan eder. “O cennetlerde gözleri eşlerinden başkasını görmeyen, tatlı bakışlı öyle güzeller vardır ki, daha önce cin ve insanlardan hiç kimse kendilerine dokunmamıştır.” (Rahman, 55/56) mealindeki ayette, cennette büyük bir sevginin varlığıyla birlikte, orada kıskançlık duygusunu tetikleyen bir ortamın olmadığına işaret etmektedir. - Aşağıda mealleri verilen ayetlerde tasvir edilen -kıskançlık dahil her türlü olumsuz havadan uzak, sevgi dolu- sahnede yer alanların başında elbette aynı aile fertleri, eşler olacaktır: “Mücevheratla işlenmiş tahtlara yaslanarak karşılıklı otururlar. Etraflarında, cennet şarabından dolu testiler, sürahiler, kadehlerle, ebedîliğe ermiş çocuklar dolaşıp hizmet ederler. Bu içkiden ötürü baş ağrısı çekmezler, sarhoş da olmazlar. Bir de... tercih edecekleri meyveler... Canlarının istediği kuş etleri... Ve gün görmemiş saklı inciler gibi güzel eşler.. Bütün bunlar dünyada yaptıkları güzel işlere mükâfat olarak verilecek. Onlar cennette ne boş bir söz, ne de günaha sokan bir laf işitmezler. İşittikleri söz, hep: “Selâm! selâm!” sesleridir.” (Vakıa, 56/15-26) - Aşağıda mealleri verilen ayetlerde de eşlerin karşılıklı sevgilerine işaret edilmiştir. Çünkü tasvir edilen sahneler ancak sevgiyle lezzet balını akıtır. “O güzel akıbet Adn cennetleri olup, onlar babalarından, eşlerinden ve nesillerinden iyi olanlarla birlikte o cennetlere girerler. Öyle ki melekler de her kapıdan yanlarına varıp: “Sabretmenize karşılık size selamlar, selâmetler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!” diyecekler.” (Rad, 13/23) “Amma bugün cennetlikler, zevk ve eğlence içindedirler...Hem kendileri, hem eşleri gölgeliklerde, tahtlarına kurulurlar. Orada turfanda yemişler onlara, hâsılı istedikleri her şey onlara...”(Yasin, 36/55-57) - Aşağıda mealleri verilen ayetlerde de eşler arasındaki sevgiye ve sevgi dolu sahnelere işaret edilmiştir. Çünkü, mutluluk ancak sevgiyle gerçekleşir 8 ”Ne mutlu onlara ki onlar, âyetlerimize inanmış ve Allah’a itaat etmişlerdir. Haydi siz de, eşleriniz de neş’e dolu olarak buyurun cennete! Altın tepsi ve kâselerle kendilerine ikram eden hizmetçiler, etraflarında fır döner. Hülasa orada canınız ne isterse, gözleriniz hangi manzaralardan hoşlanırsa hepsi var! Hem siz burada devamlı kalacaksınız. İşte dünyada yaptığınız makbul işlerden dolayı vârisi yapıldığınız cennet!” (Zuhruf, 43/69-72) - Hadis-i şerfite de eşler arasında muhabbet ve sevginin gün geçtikçe artacağına dair bilgileri görmek mümkündür: Örneğin, Müslim’de şu hadis-i şerif söz konusdur: “Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her Cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgarı eser, elbiselerini ve yüzünü okşar. Bunun tesiriyle hüsün (güzellik) ve cemalleri (yüz güzelliği) artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları: "Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!" derler. Erkekler de: "Sizler de Allah'a kasem (yemin) olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz." derler”. (Müslim, cennet, 13) Burada güzelliğin artması demek karşılıklı sevginin, aşkın artması demektir. Çünkü, sevmek ve aşk maddi-manevî güzellikten kaynaklanır. Güzelliğin artması nispetinde sevgi de artar. Bu gibi ifadeleri sadece nefsanî duygulara ve ilişkilere indirgemek, hayvanî tarafın ağrır bastığı düşüncelerin ürünüdür. Hadisteki hafta-cuma gibi ifadeler, anlaşılması kolay olsun diye dünyada insanların bildiği bir zaman dilimiyle ifade etmeye yöneliktir. (Nevevî, ilgili hadis şerhi) İlave bilgi için tıklayınız: Cennet hayatı nasıl olacaktır? Cennetteki hurileri kıskanmak ve dünyadan giden kadınların durumu hakkında bilgi verir misiniz? 9 Madem ki kötülük birisine zarar vermektir, kimseye zarar vermediği sürece zina ederim, bu da insani bir ihtiyaç sonuçta bu ahlaksızlık olmamalı, diyen birisine nasıl cevap vermek gerekir? Önce, Allah’a ve ahirete iman gerekir. Allah’ın yasakladığı şeylerin hikmetsiz olduğunu söyleyen kimseyi kainat çapında parlayan binlerce hikmet yalanlayacaktır. Allah’ın koyduğu kanunlar, bütün insanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamaya yöneliktir. Sadece birinin keyfine göre değildir. Şunu unutmamak gerekir ki, empati yapmak ve “Kendin için istemediğin şeyi başkası için de istememek” insanın yaratılışındaki vicdanının en gür sesidir. Bu konuda fazla söze hacet bırakmayacak kadar önemli bir ders veren aşağıdaki hadis-i şerifte yer alan bilgilerle sizi baş başa bırakmak istiyoruz. - Hz. Ebu Umame anlatıyor: “Genç bir delikanlı Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) huzuruna geldi ve “Ey Allah’ın resulü! Zina etmeme izin ver!” dedi. Sahabiler onu böyle bir ifadeden dolayı “Sus! Sus!” diye susturmaya çalıştılar. Ama Hz. Peygamber Efendimiz ise, “Hele şöyle gel!” diyerek onu yanına çağırdı. Genç, Efendimizin yanına gelip oturdu. Peygamber Efendimiz onunla konuşmaya başladı, aralarında şöyle bir diyalog geçti: - Eefendimiz: “Söyle bakalım. Bir başkasının senin annenle zina etmesine razı olur musun?” - Genç: “Canım feda olsun, hayır, olmam.” - Efendimiz: “Zaten hiç kimse annesiyle zina edilmesine razı olmaz. Peki kızınla zina edilmesini ister misin?” - Genç: “Uğrunda öleyim ya Resulallah! Hayır, istemem.” - Efendimiz: “Diğer insanlar da kızıyla zina edilmesini istemez. Bir başkasının kız kardeşinle zina etmesini ister misin? - Genç: “Yoluna feda olayım, hayır, istemem.” - Efendimiz: “Diğer insanlardan da hiç kimse, kız kardeşiyle zina edilmesini istemez. Peki halanla zina edilmesi seni memnun eder mi?” - Genç: “Canım size feda olsun, hayır, kesinlikle.” 10 - Efendimiz: “Halasıyla zina edilmesi hiç kimsenin hoşuna gitmez. Peki birinin teyzenle zina etmesine razı olur musun?” - Genç: “Uğrunda öleyim, hayır buna da razı olmam.” - Efendimiz: “Hiç bir insan teyzesiyle zina edilmesine razı olmaz.” Allah Resulü, gencin akıl ve vicdanını tatmin edip ikna ettikten sonra, elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder: “Allah’ım! Onun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.” Genç, bu duadan sonra iffet abidesi haline gelmiştir(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/256-257) 11 Bedeviler ganimet almadan savaşmayınca, Peygamber savaşlarda asker kaybetmeyi göze almayıp ayeti yürürlükten kaldırıp farklı ayet yazdırdı? Kuran 23 yıl boyunca gelişen olaylara göre yazılmış ve daha sonra değiştirilmiş bir kitap? - Dinsiz bir kimsenin bu şekilde düşünmesi, onun için zorunlu bir sonuçtur. Çünkü, Kur’an, Allah’ın sözü olarak kabul edilmezse, o takdirde Hz. Muhammed’in yazması ihtimalinden başka ihtimal yoktur. Hz. Peygamberin binlerce nübüvvet delilini görmezlikten gelen veya öğrenme zahmetine katlanmayan bir cahil için böyle düşünmek son dere de doğaldır. - Garip olan şudur ki, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu gösteren dağ gibi büyük, güneş gibi parlak delilleri görmeyenlerin, bir yıldız böceği gibi sönük, bir mikrop kadar küçük bir vesveseyi koca bir delil gibi algılamaktır. - “Fakat özellikle bedevilerin ganimet almadan savaşmaya yanaşmaması ve bu konuda peygmberi sıkıştırmaları üzerine Peygamberin asker ihtiyacı olduğundan...” ifadesi, tamamen uydurmadır, hiç bir gerçekliği yoktur. Çünkü, Enfal suresi Bedir savaşından hemen sonra inmiştir. Zaten konu Bedir savaşı ganimetleriyle ilgilidir. Ganimet ise, savaştan önce değil, savaştan sonra söz konusudur. Yani, savaş bittikten sonra bu sure inmiş ve ilk defa İslam’da ganimetler söz konusu olmuştur. Bu sebeple, sorudaki palavralar, küfrün ve ön yargının insanı ne kadar yalancı duruma düşürdüğünü ve akıl sahibi insanların yanında ne kadar rezil ettiğini bir kez daha görmüş bulunuyoruz. - Kur’an, insanlar için indirilmiştir. İnsanların problemlerini çözmesine yönelik olarak inmesinden daha tabii ne olabilir ki..! - Mekke devrinde son derece zayıf olan müslümanlara sabır tavsiye edilmesi, Medine döneminde güç kazandıktan sonra, kendilerine zulmedip savaşanlarla savaşmalarına izin verilmesinden daha makul bir şey olabilir mi? Bu gibi çok makul ve hikmetli uygulamalara: “Kur’an 23 yıl boyunca gelişen olaylara göre yazılmış ve duruma göre kimi ayetleri daha sonra değiştirilmiş bir kitap..” demek için mecnun olmak bile yetmez. - Bizim sitemizde Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna dair bir çok bilgi yer almaktadır. Bu sebeple burada onları tekrar etmeye gerek görmüyoruz. - Yalnız -soruda geçtiği gibi düşünenlere- şunu insanî bir görev, vicdanî bir sorumluk olarak deriz ki, eğer siz ve sizin gibi insanların gerçekten bu konuda öğrenme düşünceniz varsa, size her şeyden önce Risale-i Nur eserlerini tavsiye ederiz. Sonra, altından kalkamadığınız şüphelerinizi samimi olarak çözmek istiyorsanız, bize tek tek sormanızı istirham ederiz. - Eğer maksat üzüm yemek değil de sadece bağcıyı dövmek ise, buna karşı da şu hatırlatmayı görev kabul ediyoruz: “Cennet adam istediği gibi, cehennem de adam ister.. Cennet ucuz olmadığı gibi, cehennem de lüzumsuz değildir.” “Heva ve hevsine değil, vicdanına kulak veren başarır. Kendini ateşten kurtaran kaptandır.. “ 12 “İmana girmek denemeye değer.. Çünkü hakiki imanı elde eden adam dünyaya meydan okuyabilir.. Çünkü iman hen nurdur hem kuvvettir.. Bu kuvveti kazanmak sizin de hakkınızdır. Siz de cennete girmeye layık olabilirisiniz..” “Dinsizlik için toplamaya gayret ettiğiniz ufak-tefek vesveseler yerine, iman için güneş gibi parlak delilleri görebilirisiniz. Tövbe kapısı açıktır.. Sizin imana gelip cenneti kazanmanızdan elde edeceğimiz dünyevî hiç bir menfaatimiz yoktur. Tek menfaatimiz, bizim gibi insan olan, aynı yaratıcının sanatı olma yönüyle ontolojik kardeşimiz olan sizlerin doğru yolu bulmanızdan aldığımız vicdanî zevktir..” Gerisi size aittir. Allah hepimize gerçeği göstersin âmin! 13 “Kur’an’ı namazda okuyan 1000, yüzüne okuyan 100 , ezberden okuyan 10 hasene alır” anlamında bir hadis rivayeti var mıdır? Hadis kaynaklarında bu bilgiye rastlayamadık. Muhammed Tahir el-Kurdî tarafından Arapça olarak yazılmış olan “el-Mev’izatu’l-hasene/Güzel Nasihatler” isimli kitapta geçtiğini bulabildik. Bu kitap bir hadis kaynağı değildir. Kuvvetli bir ihtimalle sahih yanında zayıf hadis rivayetlerini de ihtiva etmektedir. Bu sebeble bu haliyle söz konusu bilgiye fazla itimat etmek doğru olmayabilir. Ayrıca İmam Gazzali’nin “Eyyühe’l-veled/Ey Oğul” isimli nasihat kitabında da şu hadis rivayeti vardır: "Namazın içinde Kur'an okuyana Allah her harfine bin sevap verir. Namazdan sonra Kur'an okuyana ise yüz sevap verir. Kim namaz kıldığı yerden başka yerde Kur'an okursa Allah ona her harfine on sevap verir. Kur'an-ı dinleyene her narfine Allah bin sevap verir. Kur'an’ı hatmeden kimsenin duasını Allah kabul buyurur." Bildiğiniz gibi, Kur’ân-ı Kerim’in nüshalarının bakımlı olmasından, kütüphane raflarındaki durumundan tutun da elimize alıp onu okumak, tefekkür etmek, hükümlerinden bizlere öğretilen bütün hususları hayatımıza tatbik etmeye kadar birçok konuda dikkat etmemiz, titizlik göstermemiz gereken hususlar vardır. "Kur’an, şefaati kabul olunan bir şefaatçi, şikayeti tutulan bir davacıdır. Kim onu önüne (rehber olarak) korsa, Kur’an onu cennete çeker (götürür). Kim onu arkaya bırakırsa Kur’an onu cehenneme sevkeder." (Feyzü’l Kadir, 4/535) anlamındaki hadisten alacağımız çok dersler olmalıdır. Kur’an-ı Kerim kâinat kitabının bir tercümesi, Yüce Allah tarafından insanlık için çizilmiş bir hayat programı, bütün ilim ve hakikatlerin aslı ve kaynağı olmakla beraber, aynı zamanda bir dua, bir zikir ve fikir kitabıdır. Mü'minler hem onun mânâ ve muhtevasıyla amel ederler, hem de ruhlarını serinletmek, kalblerini nurlandırmak, Rablerine yalvarmak ve o yüce âlemlerde mesafe almak için maddî ve mânevî bir temizlik yaparak huşû ve huzur için okumaya başlarlar. Kur'ân bir ibadet kitabıdır. Lâfzıyla ibadet edilen tek kitaptır. Kur'ân okumak farzdır ve Allah'ın emridir. Namazın bir rüknü de kıraattir. Yani namaz kılabilecek miktarda Kur'ân ezberleyip okumak farzdır. Kur'ân-ı Kerîmin dışında hiçbir kitabın lâfzını, kelimelerini ezberlemek farz değildir. Bunun için Müslümanlar, -esas olan manasını da anlayarak okumak ise de- mamasını hiç anlamasalar da Kur'ân-ı Kerîmi bir ibadet şevkiyle Cenâb-ı Hakkın mübarek bir kelâmı olması hasebiyle severek ve sevinerek okurlar. 14 Mübarek günlerde ölenlerin kabir azabı çekmeyeceği söylenmektedir. Diğer günlerde ölen kimselere göre bir ayrıcalık olmaz mı? Bir insanın amelinin iyi olması için her şeyden önce sağlam bir imana sahip olması gerekir. Bir mü’min mübarek gün ve gecelerin birinde vefat ederse, Cenab-ı Hakkın ona ayrı bir muamele edeceğine dair bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Bir Müslüman Cuma günü veya gecesi ölürse Cenab ı Hak onu kabir fitnesinden (sualinden ve azabından) kurtarır.”(Tirmizî, Cenâiz: 73; Müsned, 2: 176) Başta Cuma günü ve gecesi olmak üzere, Kadir Gecesi gibi diğer gün ve gecelerde vefat edenlere Cenab-ı Hak o vakitlerin hürmetine ayrı bir muameleye tabi tutacaktır. Mübarek gün ve gecelerde yapılan amel ve ibadetlerin sevabı, diğer günlere göre daha fazla olacağı gibi, o vakitlerde ölen mü’minler de ayrıca Cenab-ı Hakkın af ve mağfiretine nail olurlar. Meselâ hadislerde Kadir Gecesinde Cenab-ı Hakkın, Ben-î kelb kabilesinin koyunlarının sayısınca mü’mini affedeceği bildirmektedir ki, şayet o mü’min böyle bir gecede, ölmeden önce Cenab-ı Hakkın affına mazhar olmuşsa haliyle bu nimetten faydalanacak ve kurtulacaktır. Allahu Tealanın bir kuluna ihsanda bulunmuşsa bunu diğerlerine haksızlık olarak değerlendirmemek gerekir. Kim bilir o kişi hangi güzel ameli işlemiştir ki Rabbimiz de o günde ona ölümü nasib eylemiştir. Bunlar bize gaybi olan meselelerdir. Ayrıca diğer günlerde ölüp kabir azabı çekmeyecek insanlar da vardır. Tabi bir söz söylenirken mecrasında anlamak gerekir. Mubarek günlerde kafir, zalim, isyankar insanlar da ölmektedir. Bu gibi insanların bu hadiste bahsedilen müjdeye nail olmayacağı da anlaşılmalıdır. 15 İnsanlara muhtaç olma korkusunu nasıl yenebilirim? Hem insanların eline bakma korkumun üstesinden gelmek hem de kendi kendime yetebilmek için neler söyleyebilirsiniz bana? İslam’ın rehberliğinde bir hayat çizgisini sürdürmek, İslam ahlakıyla ahlaklanmak bu konuda rotamızı belirleyen birer pusula hükmünde olacaktır. Bu hususta bir kaç ipucunu vermeye çalışacağız, gerisini sizin zekanıza havale edeceğiz: - "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın”(Hucurat, 49/12). Bu ayette bizim prensip olarak insanlar hakkında iyi düşünmemiz emredilmektedir. Böyle yaptığımız zaman güvensizlik ortamını hazırlayan lüzumsuz vesveselerden kurtulmuş olacağız. İnsanların gizli taraflarını araştırmak, ayıplarını, kusurlarını yakalamaya çalışmak da bu ayette yasaklanmıştır. Çünkü, herkesin kusuru olabilir. Kusursuz kimseleri ararsak hiç bir dost bulamayız. Tabii ki bizi de kimse dost edinmez. Çünkü bizim de kusurlarımız var. Şayet herkesi göründüğü gibi kabul edersek bir çok dost edinir ve bir çok rahatsız edici takıntılardan kurtulmuş olacağız. Halbuki, güvensiz dediğimiz insanların çoğu güvenlidir. Bütün insanları güvensiz kabul etmek hayatı zehirler ve çekişmez hale getirir. Bugünkü güven bunalımının varlığı, elbette bir hakikattır. Bununla beraber, herkes birbirinden kuşkulanırsa, hayalî bir güvensizlik ortamı da oluşur. Bunun için Kur’an’ın ifade ettiği gibi, kötü zan beslememeyi bir prensip kabul etmek, bir güvensizlik olduğu takdirde ise onu da arızi bir yanlış olarak değerlendirmek gerekir. - Bu yanlış kuruntunun zararını gösteren hadisin şu ifadesi önemlidir: “Bir kimse insanlar helak oldu derse, onları o helak etmiştir/veya o onlardan daha önce helak olur”(Keşfu’l-hafa, 1/119). - Şayet güvensizliği açıkça ortaya çıkmış bir kimse karşımıza çıkarsa, burada İslam’ın emri ondan uzak durmaktır. Nitekim bir hadis-i şerifte şu ifadelere yer verilmiştir: “Mümin (akıllı olur), aynı delikten iki defa ısırılmaz”(Aclunî, 2/217). - Peygamberler de imtihan geçirmişlerdir. Büyüklerin imtihanı da büyük olur. Nitekim, Peygamberimiz “insanlardan en çok sıkıntı çekenlerin peygamberler olduğunu” (Hâkim, Müstedrek, 3/343) beyan buyurmuştur. Peygamberlerin bu pek büyük sıkıntılar karşısında kullandıkları reçeteler; iman, tevekkül, sabır ve kulluk reçetesidir. İmanın gücüne paralel olarak artan yakinin gücü nispetinde ıstıraplar hafifler. 16 Rahman ve Rahim olan Allah’a iman etmek, bütün sıkıntıların üstesinden gelen bir kuvvet verir. Hz. Peygamber dünyevi sıkıntıları olduğunda “biz bu dünya sıkıntılarını düşünmek için değil, kulluk etmek için yaratıldık” der ve hemen abdest alıp namaz kılardı. İşte iman ve kulluk reçetesi... Ahiretin varlığına iman eden kimsenin ebedî mükafatları düşünmekten alacağı haz, fani dünya sıkıntılarının acısını hiçe indirecek kuvvettedir. İşte imandan kaynaklanan sabır anahtarı.. Bu anahtar bütün tahammül kapılarını açar ve sahibini sıkıntıların koridorlarından geçirip huzur odasına yerleştirir. Hz. Yusuf’u Mısır’a sultan yapan bu sabır değil mi? Hz. Yunus’u deniz altından, balığın ağzından kurtaran onun Allah’a olan hakka’l-yakin derecesindeki imanı idı. Hz. Eyyub’u o korkunç hastalığın pençesinden kurtaran onun Allah’ın sonsuz rahmetine olan itimadı idi. Hz. Musa’yı Firavundan kurtaran ve ona denizi bir çöl haline getiren, Allah’a olan imanı, tevekkül ve teslimiyeti idi. Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder”(Nursi, 23. Söz/1.mebhas(3. nokta). - İmtihanın bir yönü de hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileridir. Bunlarla insan, sabır, tevekkül, teslim, rıza imtihanına tabi tutulur. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazladır. Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor ve ders veriyorlar. - Bununla beraber, bu gibi vesveseler bir psikolojik sorunun sonucu da olabilir. Bunun için uzman bir doktora gitmekte fayda olabilir.. 17 Kur´an ve rivayetlerde ifade özgürlüğüne işaret eden belgeler var mıdır? Muhammed´in kendisini eleştiren kişileri öldür(t)mesi ifade özgürlüğüne aykırı değil midir? - İslam’da ifade özgürlüğü hiç bir sistemde olmadığı kadar fazladır. Saadet asrı dahil tarih boyunca gayri müslimlerin kendi inançlarını rahatlıkla yaşamaları bunun açık belgesidir. “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir”(Bakara, 2/256), “De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”(Kehf, 18/29), “Resulüm! Sen insanları irşada devam et! Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir. Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.”(Ğaşiye, 88/21-22) mealindeki ayetler ve benzerleri İslam’da özgürce bir hayata imkân tanınmış olduğunu göstermektedir. İfade özgürlüğünün bu günkü demokrasilerden çok daha fazla olduğunu gösteren yüzlerce misal vardır. Örnek olarak bir kaç tanesini aşağıda görmekteyiz: Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Biz her sabah Resulullah(a.s.m) ile birlikte mescitte oturuyorduk. Prensip olarak kendisi evine gitmek için ayağa kalktığında biz de ayağa kalkar ve o evine gidinceye kadar ayakta beklerdik. Bir gün kalkıp mescidin ortasına geldiğinde BEDEVÎ bir adam yanına gidip “Ya Muhammed! Bana iki deve yükü zahire ver; sen bunu ne kendi malından ne de babanın malından veriyor değilsin” dedi. Bu arada arkadan kendisine yetişir yetişmez ridasından/abasından tutmuş çekiyordu, öyle ki boynu kıpkırmızı kesilmişti. Bunun üzerine Resulullah(a.s.m): “Hayır! Allah’tan bağışlanmamı dilerim(vereceğim malın bana veya babama ait olduğunu söylemekten Allah’a sığınırım), fakat benim yakamı bırakmadan sana bir şey vermem” dedi; bunu üç defa tekrarladı. Sonra bir adam çağırdı ve ona: “Bu adama biri arpa, biri de hurma olmak üzere iki deve yükünü ver” buyurdu(Kenzu’lUmmal, h. No: 18709). Hz. Aişe anlatıyor: “Resulullah(a.s.m) hiç bir zaman kendi nefsi(şahsına yönelik yapılan haksızlıklar) için kimseden intikam almadı. O sadece Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyenlere karşı tavır koyar ve ceza verirdi.”(Buharî, Menakıb,23). Mekke fethinden sonra, bütün düşmanlarını affetmesi Hz. Peygamberin harikulade vakarlı olan konumunu, hoşgörülü ve affedici ahlakını göstermektedir. - İnfaz edilen bazı kimselerin suçu, Hz. Peygamberi eleştirmek değil, İslam dininin bütün kutsallarına küfretmek, insanları imana gelmekten alıkoymak, İslam devletini ortadan kaldırmak için değişik komplolar kurmaya teşebbüs etmek ve benzeri suçlardır. Yoksa Hz. Peygamberin, kendisini eleştiren onlarca kişiyi affettiği bilinmektedir. 18 Abdullah b. Mesud anlatıyor: Huneyn gazvesinde Hz. Peygamber ganimeti taksim ederken, adamın birisi “Vallahi bu taksimat/paylaşımda Allah rızası gözetilmemiştir” dedi. Ben de bunu resulullah’a söyledim. “Allah ve resulü adalet etmezse, kim adalet edebilir! Allah Musa’ya rahmet etsin; o bundan daha fazla insanların eziyetlerine maruz kalmış ve sabretmişti” diye buyurdu”(Buharî, humus,19). İlave bilgi için tıklayınız: Müslüman devletlerde diğer din mensuplarına ne gibi özgürlükler verilir? Mesela kilisede çan çalmak serbest midir? Osmanlı Devletinde gayrimüslimlere din ve vicdan hürriyeti var mıydı? İslam’da kişisel özgürlüklerde neden sınırlar var? Neden insana istediği gibi yaşama hakkı verilmiyor? İslam’da neden gayri müslimlerden fazla vergi alınıyor, eşit değiller mi? İslamda düşünce özgürlüğü ve Hz. Zeyneb'in Hz. Zeyd'le evliliği konusunu açıklar mısınız? Doğal hukuk ile insan hak ve özgürlükleri gibi kavramların İslamiyet’teki yeri ve önemi nedir? 19 Peygamberimiz Hz. Muhammed'in diplomatik faaliyetleri ve günümüze bakan taraflarını değerlendirebilir misiniz? Elçilere nasıl muamele edilmelidir? Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için hayatın her yönünü içine alan üstün bir ahlâkla donatılmıştır. Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. İlâhî destek ve denetim altında bulunduğu ve gerektiğinde rabbinin yardımını gördüğü halde sıradan bir insan gibi hayatın bütün zorluklarını yaşamıştır. Onun bütün hayatı kucaklayan bu tabii yaşama biçimi, ahlâkının her devirde birbirinden farklı insanlar tarafından örnek alınabilmesine imkan sağlamıştır. Cevap 1: Hz. Muhammed (asm) risaletinin başlangıcından sonuna kadar 23 sene boyunca mülkün gerçek sahibini tanıtmaya ve onun prensibini yeryüzüne hakim kılmaya çalışmıştır. İnsanları saadet ve selamete çağırırken nice sıkıntılarla karşılaşmış nice binlerce cefa içinde safa nimetini derlemiştir. Kararan kalpleri Kur'an nuruyla aydınlatmış ilahi feyzin bereketiyle mana aleminin hikmetli pencerelerini aramıştır. Ebedi kurtuluşa erebilmeleri için bütün insanlara ve cinlere saadete çağıran ellerini uzatmıştır. İşte "bütün alemlere rahmet olarak gönderilen" (bk. Enbiya, 21/107) Hz. Muhammed (asm), bütün cihanın ilahi lütfa mazhar olması için çalışmış, merhametini Arap ve aceme, ins ve cin herkese ulaştırmaya gayret etmiştir. Davetine icabet edenler kurtuluşa ermiştir, davetinden yüz çevirenlerde bedbaht ve perişan olmuşlardır. Hidayeti istemeyene hidayet verilmez. Doğru yola yönelmeyene yol gösterilmez. Hakkı aramayan onu bulamaz. Haktan yüz çeviren iki cihanda da perişan olur. Resulullah risalet vazifesinin gereği olarak, herkesi Haktan haberdar etmiş fakat kabul edip etmemekte kendilerini vicdanları ile baş başa bırakmıştır. Resulullah’ın uyguladığı metotlarla sulh ve davet görevi kıyamete kadar devam edecektir. İyiliğe çağırılacak ve kötülükten sakındırılacaktır. Resulullah’ın her halinin bütün Müslümanlara örnek olduğu Rab lisanı ile haber verilmiş ve şöylece buyrulmuştur: "Andolsun ki Resulullah’ta sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir (imtisal) numunesi vardır." (Ahzâb, 33/21) Öyle olunca İslamın temelini teşkil eden sulh ve davette de onu kendimize örnek edinmemiz gerektiği gayet tabidir. Cevap 2: Hz. Peygamber'in ferdî ve sosyal hayatta olduğu gibi diğer toplumlara yönelik dış siyasetindeki hareket tarzı da onun peygamberlik misyonundan ayrı düşünülemez. Resulullah Medine'ye geldiğinde buradaki Arap kabileler bir süre sonra İslâmiyet'i benimsemişler, geriye yalnız Yahudiler kalmıştı. Onlara karşı hiçbir önyargı taşımadığını her haliyle gösteren Hz. Peygamber, Medine Vesikası'nda Müslümanlarla Yahudilerin sivil bir 20 eşitlik statüsüne sahip olduklarını ilan etmiş, ancak kendilerine yabancı bir peygamberin hâkimi olduğu karma bir toplum (ümmet) içinde eriyecekleri düşüncesiyle Yahudilerin üstün ırk olma ayrıcalıklarını terketmek istemedikleri bir süre sonra anlaşılmıştı. Hz. Peygamber onları bir defada İslâm'a kazandırmak gibi bir niyet taşımadığı ve sadece kendileriyle ortak bir anlaşma zemini, barışçı bir işbirliği imkânı araştırdığı halde Yahudiler Kureyş'le açık bir ittifak görüntüsü vermeden, fakat Kureyş'le yapılan savaşın konjonktürüne göre şiddeti gidip gelen bir muhalefet grubu oluşturdular. Bu olumsuz tavrın giderek dozunu artırmasıyla meydana gelen güvensizlik ortamında Hz. Peygamber'in de onlara karşı tavrı değişti ve dinî olmaktan çok kendilerinin sebep olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan olaylar sonucu Yahudi kabileler bölgeden uzaklaştırıldı. Dinî bir mahzur görmedikçe kendi zamanındaki diplomatik teâmüllere de uyan Hz. Peygamber, Bizans hükümdarına mektup göndermek istediği sırada, onların mühürsüz mektupları okumadıkları hatırlatılınca mektubunu mühürleyerek yolladı. Yine Araplarda âdet olduğu üzere ilki Medine'ye girişi sırasında olmak üzere bütün askerî harekâtlarda bayrak veya sancak bağlatmıştı. Resulullah hükümdarlara yazdığı mektuplarda gerek kendilerine hitap gerek merâmını ifade şekli bakımından büyük bir diplomatik dikkat ve bilgelik sergilediği gibi elçilerinin fevkalade diplomatik maharete sahip oldukları, gönderildikleri hükümdarların huzurunda yaptıkları, düşünce ve üslûp bakımından hayranlık verici konuşmalardan da anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber'in barış ilişkileri kurmak ve barışı korumak için diğer toplum ve din mensuplarının liderleriyle, önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı. "Bir kavmin kerîmi (lider, soylu, saygın) size geldiğinde ona ikramda bulunun" (İbn Mâce, Edeb, 19) mealindeki hadisi yorumlayan âlimler, bu konuda din vb. bir kriterin söz konusu olmadığını, Resulullah'ın kâfir liderlere de tevâzu ile davrandığını, kendilerine ikramda bulunup mevkilerini yüce tuttuğunu belirtirler. Bilge bir zat olan Ebrehe b. Şurahbil el-Himyerî elçi olarak geldiğinde, oturması için Resulullah ona kendi ridâsını sermişti (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/16). Adî b. Hâtim geldiğinde de üzerine oturması için bizzat bir yastık koymuş, bundan çok etkilenen Adî de onun yeryüzünde üstünlük ve bozgunculuk peşinde olmadığına şehâdet ettiğini belirterek müslüman olmuştu. Birçok kabile lideri Resulullah'ın bu mütevazi ve lütufkâr tavrı sebebiyle İslâmiyet'i kabul etmiş ve kabilesi de kendisini izlemiştir. Cevap 3: Hem İbrâhimî geleneğin ve Arap putperestliğinin dinî merkezi hem Kureyş’in Arap kabileleri arasındaki otoritesi ve prestiji sebebiyle büyük önem taşıyan Mekke’nin fethi, Hz. Peygamber’in Arabistan içindeki misyonunun başarıyla tamamlandığını göstermektedir. Fetihle ve İslâmiyet’i kabul etmeleriyle birlikte Kureyş liderlerinin diğer inananların seviyesine inmiş olması, asırlardan beri Kabe’nin cazibesine tâbi olmaya alışmış kabileler arasında yeni lidere itaat hususunda tabii bir hareketin doğmasına yol açarken Resûl-i Ekrem’in iyi ilişkileri ve barışı esas alması bu süreci hızlandırdı ve İslâmiyet kısa sürede Arap 21 yarımadasının kalan kısmına da hâkim oldu. Arap kabileleri 9 (630) yılında ittifak amacıyla Resûlullah’a elçi heyetleri gönderdiler. Bu heyetlerin ashaba ait bazı evlerde ağırlandıkları, bu amaçla yapılan bir evde veya Mescid-i Nebevî’nin yanında kurulan çadırda konakladıkları, Resûlullah’ın onları sık sık ziyaret ederek kendileriyle sohbet ettiği kaydedilir. Hz. Peygamber bu heyetlere Allah inancını ve İslâm’ın esaslarını anlatıyordu. Bu kabileler içinde rakip gruplar bulunduğundan onları çatıştırmadan karşılayıp göndermek de büyük maharet istiyordu. Muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in ensâb bilgisinden faydalanılmış olmakla birlikte bu hususta Resûlullah’ın bilge kişiliğinin de rolü büyüktür. Hz. Peygamber’in diplomatik faaliyetleri Medine’deki görüşmelerle sınırlı kalmamış, diğer ülkelerle yazılı haberleşmeyi sağlayan düzenli bir servis kurulmuştu. Bu yazışma metinlerinin çoğu kaybolmakla birlikte bazıları kaynaklarda yer almaktadır. uhammed Hamîdullah bunları el-Vesâ’iku’s-siyâsiyye adıyla bir kitapta toplamıştır. Resûlullah imparatorlar dahil birçok yöneticiye İslâm’a davet mektupları göndermiştir. Bunların arasında o dönemin iki büyük gücü Bizans ve Sâsânî devletleri de vardı. Bu iki devletle çatışmak büyük tehlike arzetmekle birlikte Hz. Peygamber büyük bir özgüvenle ilâhî daveti insanlara ulaştırma misyonunu icra ediyordu. Nitekim çok geçmeden bu ülke topraklarının büyük kısmı İslâm hâkimiyetini tanımıştır Resûlullah’ın hükümdarlara yazdırdığı mektuplar, gerek hitap tarzı gerekse meramını ifade bakımından büyük bir diplomatik incelik taşıdığı gibi elçilerinin de diplomatik maharete sahip oldukları, hükümdarların huzurunda yaptıkları konuşmalardan anlaşılmaktadır. İbn Hudeyde, Hz. Peygamber’in elçi ve kâtiplerine dair el-Misbâhu’1-mudî adlı eserinde kırk sekiz elçiyle ilgili bilgi verir. Resûl-i Ekrem’in gelen elçileri karşılarken en güzel elbiselerini giydiğine, getirilen hediyeleri kabul ettiğine ve misafirleri uğurlarken kendilerine azık hazırlatıp hediye verdiğine dair kaynaklarda zengin malzeme vardır. Hz. Peygamber’in darda olana yardım etme ve zayıf olanı koruma ilkesini samimiyetle uygulaması onun dış ilişkiler konusundaki başarısının anahtarlarındandır. Meselâ Hudeybiye Antlaşması öncesinde kıtlık çeken Mekke’deki Kureyş fakirlerine dağıtılmak üzere ilkinde Ebû Süfyân’a hurma göndermiş, ellerinde kalan depolarında tuttukları derileri almış, ikincisinde de 500 dinar göndermiştir. O da kendi düşmanlıklarına karşı yapılan bu cömertliği övgüyle dile getirmişti. Mekke’nin fethi sırasında, şehrin en nüfuzlu lideri iken bir anda otoritesini kaybeden Ebû Süfyân’ın evine sığınanların güven içinde olacağını duyurması hem onu memnun etmiş hem de halk arasında olumlu bir etki bırakmıştı. Yine bu esnada, ensarın sancağını taşıyan Sa’d b. Ubâde’nin, Allah’ın Mekke’nin başını önüne eğdiği bu günde şehri yağmalayabileceklerini ima eden bir söz söylediğini duyunca Resûlullah’ın, bugünün bağışlama günü olduğunu ve Allah’ın Mekke’yi asıl bugün yücelteceğini belirterek onu görevden alıp yerine oğlu Kays’ı tayin etmesi ve Kureyşliler’i affederek büyük bir âlicenaplık göstermesi şehirdeki olumsuz havayı bir anda değiştirmiş ve halkın İslâmiyet’i kabul etmesine vesile olmuştu. Resûl-i Ekrem’in barışın tesisi ve devamı için diğer toplumların ve din mensuplarının önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı. Resûlullah’ın buna ilişkin tavsiyesini ve uygulamalarını yorumlayan âlimler bu konuda din ayırımı yapmadığını belirtirler. Nitekim onun mütevazi, nazik ve âlicenap tavırları sebebiyle birçok kabile lideri İslâmiyet’i kabul etmiş, kabileleri de onları takip etmiştir. 22 Hz. Peygamber, başkalarıyla ilişkilerinde iyiliği ve barışı esas almakla birlikte müslümanların Mekke’de yaşadıkları acı tecrübe askerî bakımdan güçlü olmalarını gerektiriyordu. Kur’ân-ı Kerîm haksız saldırıya uğramaları sebebiyle müslümanlara savaşma izni veriyor ve onlardan düşmana karşı hazırlıklı olmalarını istiyordu. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in Medine dönemindeki hayatı saldırganları cezalandırmak, düşman güçlerinin birleşmesini önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi çeşitli amaçlarla yapılan bir dizi askerî harekât ve savaşla geçmiştir. (Geniş bilgi için bk. Kapar, Mehmet Ali, Hz. Peygamber'in Diplomatik Münasebetlerine Genel Bakış; Polat, Selahattin, Hz. Peygamber’in Anlaşmalarında Diplomatik Taktikler; Sönmez, Abidin, Hz. Peygamberíin Musalahaları ve İslam’a Davet Mektupları; TDV. İslam Ansiklopedisi, Muhammed (asm) md.) Cevap 4: Dr. Ali Aslan Topçuoğlu’nun “Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Elçilere Muamelesi” isimli şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz: Emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar. Nihayet topyekün bu bağlılık bizi Hâlık-mahluk münasebetine götürür. Devletlerin birbirleriyle sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. münasebetlerde bulunması, uluslararası ilişkilerin bir gereğidir. Bu ilişkiler, devleti temsil eden elçiler vasıtasıyla yapılır. Bu elçilerin görevi; kendi ülkesini temsil etmek, vatandaşlarının hak ve çıkarlarını korumak, müzakerelerde bulunmak, bilgi toplamak ve gönderen devlet ile kabul eden devlet arasında ekonomik, kültürel ve bilimsel ilişkileri geliştirmektir. Nitekim eski çağlardan beri örf ve âdet temelinde belirlenmiş olan diplomatik münasebetleri düzenleyen kurallar, uluslararası hukukun en köklü esasları arasında kabul edilmektedir. Bu kapsamda elçilerin görevlerini hiçbir baskı altında kalmadan ve kolayca yerine getirebilmeleri için kendilerine özel bir statü tanınmıştır. Devletler, ilişkilerini 15. yüzyıla kadar ihtiyaç gördükleri zaman gönderdikleri elçiler aracılığıyla yürütmüşlerdir. Diplomatik ilişkilerin sağlanması için bir devleti başka bir devlette sürekli görevle temsil edecek olan diplomatik temsilcilerin bulunmasının gerekliliğinden hareketle 15. yüzyıldan itibaren, başta Venedik olmak üzere, İtalyan kent-devletleri arasında sürekli elçi bulundurma usulü getirilmiştir. İslâm hukuk tarihine ve İslâm tarihine bakıldığında elçilik müessesesiyle alâkalı hem hukukî hem de uygulama olarak geniş bir literatürle karşılaşırız. A. İslâm’da Elçilik Müessesesi İslâm hukuku literatüründe: İslâm ülkesinde, ülke vatandaşı olmayan bir gayrimüslime bulunma güvencesi veren işlemin adı “emân”dır. İslâm’da emân1 uygulamasının dayanağı olarak,“Eğer müşriklerden biri senden emân dilerse emân ver. Ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır.” (Tevbe, 9/6) mealindeki âyet zikredilmektedir. İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde: “Yabancı bir ülkeden gelen elçinin, görevini yerine getirebilmesi için dokunulmazlık vasfının olması gerekir.”2 değerlendirmesini yaparak elçilerin dokunulmazlığına işaret etmektedir. 23 Devletlerin diplomatik ilişkiler çerçevesinde karşılıklı olarak elçiler göndermelerinin gayesi, uluslararası anlaşmazlıkların barış yoluyla çözüme kavuşturulması ve ilişkilerin karşılıklı anlayış çerçevesinde ele alınmasıdır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde İslâm ülkesine gelen elçiler olduğu gibi yabancı ülkelere gönderilen elçiler de olmuştur. Bu uygulama, aynı zamanda uluslararası nezaketin ve anlayışın bir gereği olarak algılanmıştır. Bu açıdan İslâm’da, insana verilen değer onun elçi olması durumunda daha da belirgin hâle getirilmiş, elçilere çok önem ve değer verilmiş, görevlerini gereği gibi yerine getirmeleri için de elçiler lehine bazı düzenlemeler yapılmıştır.3 Elçilerin özel statüsü, aslında onların taşıdıkları temsilcilik niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Emân akdi olmadan da bu temsilciler, elçi olmaları itibarıyla, kendilerine tanınan bu dokunulmazlıktan yararlanırlar.4 Devletler hukuku tarihçisi Ernest Nys, ortaçağda elçilerin güvenliklerinin sağlanmasının hukukî bir esasa dayanmadığını, sadece verilen bir söze bağlı olduğunu, bu sözü veren kişinin ölmesi hâlinde ise elçilerin dokunulmazlıklarının da sona erdiğini söylemektedir. Bu tespit, İslâm bölgeleri dışındaki genel durumu göstermesi bakımından önem arz etmektedir. Bu makalede Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) görevlerini icra edebilmeleri için elçiler lehine bazı düzenlemeler yaptığı ve “elçiye zeval olmaz” anlayışını uluslararası ilişkilerde egemen kıldığı hususu üzerinde durulacaktır. B. Elçilerin Şahsî Dokunulmazlığı İslâm hukukunda beraat-i zimmet; yani suçsuzluk ve borçsuzluk genel prensiptir.5 Devlete ve vatandaşa yönelik herhangi bir suçu bulunmayan insanlar ve insanlığın aleyhine çalışan bir yapılanmanın içinde olmayan kişiler, tabiiyetleri ne olursa olsun, sebepsiz yere tutuklanamazlar.6 Bir diğer ilke de İslâm’ın yaşama hakkına verdiği önemdir, yani insan canına kıymanın haram olduğu ilkesidir.7 Bu sebeple elçiler, bulundukları yabancı ülkede ne şekilde olursa olsun tutuklanamaz ve alıkonamaz. Elçiyi kabul eden devlet, bu kişilerin şahsiyetlerine, hürriyetlerine ve vakarlarına karşı yönelen herhangi bir saldırıyı önlemek için bütün önlemleri almakla yükümlüdür. Bu dokunulmazlık, sadece elçilerin şahsını değil, beraberinde bulunan aile üyeleri ile diğer görevlileri de ihtiva etmektedir.8 Elçilik görevi devam ettiği sürece özel mallar da bu dokunulmazlığa dâhildir.9 Kişi dokunulmazlığı, diplomatın şahsından dolayı değil, gönderen devletin ona yüklediği temsil görevinden kaynaklanmaktadır. Çünkü elçi, mensubu bulunduğu devleti temsil eder. Bu temsilciye yöneltilen herhangi bir davranış, mensubu bulunduğu devletin kişiliğine yöneltilmiş kabul edilir. 1. Elçinin Gönderilecek Devlet Tarafından Onaylanması Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye Anlaşması’ndan önce, Mekke diplomasisinde elçilik tecrübesine sahip olan Hz. Ömer’i Mekke’ye elçi olarak göndermek istemiş, onun bazı gerekçeler öne sürerek affını istemesi üzerine de Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke reisi Ebû Süfyan ile arasındaki akrabalık ilişkisini göz önünde bulundurarak Hz. Osman’ı (radıyallâhu anh) bu işle görevlendirmiştir.10 Nitekim günümüzde bir kimsenin diplomatik temsilci olarak atanabilmesi için, gönderilecek olan devletin buna rıza göstermesi gerekir ki, buna diplomasi dilinde agrément verilmesi denir.11 24 2. Elçilerin İnanç Özgürlüğü Elçilerin dinî inançlarının gereklerini yerine getirebilme özgürlüğü de kişi dokunulmazlığı içinde değerlendirilir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde diplomatlar, ibadetlerini özgürce ve güvenle yapmışlardır. Meselâ Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Necran Hrıstiyanlarını Medine’ye davet etmişti. Onlar da Ebû Hârise b. Alkame başkanlığında altmış kişilik bir heyetle Medine’ye gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkmışlardı. İbadet vakitleri girince Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’de ibadet etmelerine müsaade etmişti. Onlar da doğuya dönerek ibadetlerini yapmışlardı.12 Bu vak’a, elçilerin inanç dokunulmazlığını vurgulama hususunda önem arz etmektedir. 3. Hz. Peygamber’in Elçilere Muamelesi Hz. Peygamber ve dört halife döneminde İslâm ülkesinde güvenlik içinde olan diplomatlar, şahsî dokunulmazlıklardan faydalanmışlardır.13 Onların canlarına, mallarına, namus ve şereflerine dokunulmamış, işkenceye maruz bırakılmamış ve rahatsız edilmemişlerdir.14 Hattâ bir elçi veya elçilik mensubu bulunduğu ülkeye göre suçlu olsa bile yine de diplomatik vasfı itibarıyla dokunulmazlıklardan yararlanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber döneminde irtidat eden Müseylimetü’l-Kezzab’ın Medine’ye gönderdiği temsilcilere Allah Resulü’nün şu hitabı konumuzu aydınlatmaktadır: “Eğer elçilerin öldürülmesi caiz olsaydı, sizi öldürürdüm.”15 Bu olay, Hz. Peygamber’in kendisine gelen yabancı devlet elçilerinin diplomatik dokunulmazlığı konusuna ne kadar saygı gösterdiğinin açık bir ispatıdır. Müşrik Araplar arasında da elçiye eman verme vardı.16 Nitekim Müseylime’nin, Hz. Ebû Bekir’in elçisi olan Hubeyb b. Abdullah’ı öldürmesi neticesinde onun bu davranışı bizzat kendi adamları tarafından da hoş karşılanmamıştır.17 Zîrâ savaş ve barış durumunda taraflar arasında müzakerelerin yürütülmesi ve görüşmelerden bir sonuç alınabilmesi maksadıyla elçinin şahsî dokunulmazlığına sahip olması gerekir.18 Hz Peygamber’in elçilerin özel statüsüne gösterdiği itina ve hassasiyeti ortaya koyması bakımından şu olay dikkate değerdir: Hicrî 2. yılda Bedir Savaşı’ndan sonra Mekkeliler Ebu Rafi’yi elçileri olarak Medine’ye gönderdiler. Ebu Rafî de Hz Peygamber’i görür görmez kalbinde İslâm’a girme arzusu belirmiş, tekrar Mekke’ye dönmekten vazgeçmiş ve Allah Resülü’ne şöyle demiştir: “Ey Allah’ın Resulü, ben asla o Mekkelilerin yanına dönmem!” Hz Peygamber: “Ben anlaşmaları bozamam ve elçileri de alıkoyamam. O hâlde şimdi geri dön ve şayet aynı fikirde kalacak olursan aramıza tekrar dönebilirsin.” diyerek onu geri göndermiştir. Ebu Rafî de daha sonra tekrar gelerek Resulullah’ın huzuruna çıkıp İslâm’ı kabul etmiştir.”19 İbn Hişâm, Ebu Rafî’nin o dönemde Bedir Savaşı’nda esir alınan mahkûmların kurtarılması için Mekkeliler tarafından görüşmelerde bulunmak üzere Medine’ye bir elçi olarak gönderildiğini ifade etmektedir.20 Bu olay, Hz Peygamber’in elçilerin dokunulmazlığına ne kadar bağlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca Ebu Davud Sünen’inde şöyle bir olaydan bahsetmektedir: Benî Hanife mescidinde peygamberlik iddia eden Müseylime’ye ibadet eden bir grup tespit edilmiş ve Müslüman olmaları yönünde kendilerine teklif yapılmıştır. Bir mürted olan İbn Nevvâha dışında grubun bütün üyeleri tevbe ederek yeniden İslâm’a dönmüşlerdir. Bu esnada İbn Nevvâha’nın diplomatik bir sıfatı olup olmadığı araştırılmış, diplomatik bir vasfı olmadığı öğrenilince de gerekli cezaya çarptırılmıştır.21 Yine Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşî b. Harb, Hz. Peygamber’in kendisini cezalandırabileceğini düşünerek onun yanına ilk kez Taif şehrinin elçisi sıfatıyla çıkmıştır.22 Bu örnekler, Hz. Peygamber Efendimiz’in diplomatik temsil usullerine ne denli riayet ettiğini çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. 25 4. Elçilerin Olağanüstü Durumlarda Gözaltına Alınması Bu konuda uluslararası hukuktaki uygulamalar belirleyici olmakla beraber elçilerin can ve mal güvenliğine karşı girişilecek her türlü olay, mütekabiliyet esası çerçevesinde değerlendirilir.23 Nitekim Hudeybiye Seferi sırasında Hz. Peygamber, Osman b. Affân’ı görüşmelerde bulunmak üzere Mekke’ye göndermiştir. Mekkeliler uzun süre Hz. Osman’ı bırakmamış, hattâ Hudeybiye Anlaşması da bu arada imzalanmıştır.24 Hz. Peygamber, o sırada Hudeybiye’de bulunan Mekke delegasyonunda yer alan Süheyl b. Amr ve Amir b. Lüey adlı iki kişiyi25 gözaltına alarak “Bizim elçimiz emniyet ve selâmet içinde geri dönmedikçe sizler hiçbir yere gidemezsiniz!” demiştir. Neticede Hz. Osman ordugâha sağsalim dönünce Mekkeli temsilciler de serbest bırakılmıştır.26 Bu durum elçilerin, olağanüstü hâllerde gözaltına alınabileceğini göstermesi bakımından oldukça önemli bir olaydır. 5. Peygamberimiz'in Elçilerin Öldürülmesi Karşısındaki Tavrı İslâm’da diplomatik temsilcilerin kişi dokunulmazlıkları konusu bir kural olarak benimsendiği için27 elçilerin gittiği ülkede öldürülmesi savaş sebebi sayılır. Nitekim hicretin sekizinci yılında Resulullah, Suriye bölgesinde oturan Gassânîlere Hâris b. Umeyr el-Ezdî isimli bir elçi göndermiş, onların bu elçiyi öldürmeleri üzerine de Zeyd b. Hârise komutasında bin kişilik bir orduyu üzerlerine sevk etmiş ve Mute Savaşı yapılmıştır.28 Günümüz uluslararası hukukunda da bu konu, devletin milletlerarası sorumluluğu çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu nedenle elçilerin görevli bulunduğu devlet, kendisine gereken saygıyı göstermek zorunda olduğu gibi temsilcinin kişiliğine, özgürlüğüne, onur ve haysiyetine karşı yapılabilecek her türlü saldırıyı önlemek için gerekli önlemleri almak durumundadır. Hattâ iki ülke savaş hâlinde bile olsa bulunduğu ülke tarafından diplomatların her türlü güvenliğinin sağlanması bir zorunluluktur.29 6. Elçilerin Casusluk Faaliyetlerinde Bulunması Bazı durumlarda diplomatik dokunulmazlıkların istisnası da söz konusudur. Şöyle ki, diplomatik temsilciler, görevleri esnasında geçerli olan kanunlara ve diğer düzenlemelere uygun davranmak, kabul eden devletin iç işlerine karışmamak, misyon binalarını milletlerarası hukukun genel kurallarında veya antlaşmalarda öngörülen misyon fonksiyonlarıyla bağdaşmayacak bir biçimde kullanmamak ve kişisel kazanç sağlamak maksadıyla herhangi bir meslekî veya ticarî faaliyette bulunmamak zorundadır.30 Aksi takdirde diplomatik temsilci, görevli bulunduğu devlette, bu ülkenin düzenini, barış ve güvenliğini bozacak davranışlarda bulunur ya da bu devlete karşı casusluk eylemlerine girişirse, bu hareketleri durdurmak veya bu faaliyeti önlemek için temsilciyi tutuklamaktan başka çare yoksa temsilci geçici bir süre tutuklanabilir, (istenmeyen kişi) ilan edilerek en kısa süre içinde ülke dışına çıkarılması sağlanır.31 İslâm hukukunda ülkeye emân alarak girmiş yabancıların casusluk yapmaları hâlinde, bu fiilleri dolayısıyla cezalandırılmalarının gerekliliği konusunda ittifak edilmiştir.32 Nitekim Hz. Peygamber, emân alıp İslâm ülkesine girdikten sonra casusluk faaliyetinde bulunmuş olan kişileri takip ettirerek cezalandırmıştır.33 Hanefî ve Şafiîlere göre, İslâm idaresinin aleyhine casusluk yapmamaları şartıyla kendilerine emân verilen diplomatik temsilcilerin bu şarta riayet etmediği anlaşılınca kişi dokunulmazlığı ortadan kalkar. Bu durumda da o kişi, diplomatik niteliğini kaybederek ya esir alınıp savaş esirleri statüsüne göre muamele görür ya da ölümle cezalandırılabilir.34 26 Malikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir casusun, emân akdinde İslâm ülkesi aleyhine çalışmama, şart koşulsun ya da koşulmasın her durumda emân hakkını kaybeder ve kişi dokunulmazlığından yararlanamaz.35 Diğer yandan Hanefî hukukçularından İmam Muhammed, suçluluğu ispat edilmemiş casus zanlısının sınır dışı edileceği kanaatindedir.36 Ayrıca İmam Evzâî de casusluk faaliyetinde bulunan böyle bir kişinin emân akdi sona erdirilip derhal sınır dışı edileceği yönünde kanaat belirtmektedir.37 Bu bilgilerden hareketle günümüz uluslararası hukuktaki düzenlemelerle İmam Muhammed ve Evzâ’î’nin, casusluk faaliyetinde bulunan diplomatların sınır dışı edilmesi ile ilgili görüşleriyle örtüştüğü söylenebilir. C. Peygamberimiz’in Elçileri Kabulü Diplomatik temsilciyi kabul eden devlet, diplomatik faaliyette kullanılan binalara herhangi bir saldırının yapılmaması, bunların hasara uğratılmaması, diplomatik barışın bozulmaması ve temsilcinin itibarının rencide edilmemesi için uygun olan her türlü tedbiri almak için özen göstermek yükümlülüğü altındadır.38 Hz. Peygamber döneminde Medine’ye gelen elçiler resmî binalardan çok, özel evlerde misafir edilmiş, görevlerini tamamladıktan sonra da ülkelerine uğurlanmıştır. Medine’de özellikle yabancı konuklara ayrılmış birkaç büyük konak bulunduğu rivayet edilmiştir. Ebû Davud’un Sünen’indeki bir rivayet bize Muğîre b. Şu’be’nin evi ve özel olarak Mescid’in yanına kurulan bir çadırın elçilerin konaklaması için ayarlandığı bilgisini vermektedir.39 Yine müzakereler için Medine’ye gelen Hrıstiyan Necrân heyeti de Ebu Eyyüb el-Ensârî’nin evinde konaklamıştır.40 Ayrıca Remle binti Hâris’in41 hurmalık geniş evinin, elçilerin konakladığı ve ağırlandığı bir mekân olarak kullanıldığı bilgisi kaynaklarda ifade edilmektedir.42 Ayrıca Muhammed Hamidullah “Darud-Dîfân” (misafir evleri) olarak bilinen bir evden bahsetmektedir.43 Daha sonraki dönemlerde bu evlere devlet konuk evi denilebilecek “Daru’s-Said”ler eklenmiş, Abbasîlerin son döneminde ise elçilere özel mekânlar sağlanmıştır.44 Sonuç İlk çağlardan beri devletlerarası ilişkiler, sürekli olarak bir gelişme içinde olmuştur. Bu bakımdan çok eski tarihlerden itibaren elçilere, görevlerini icra edebilmeleri için bazı ayrıcalıklar tanınmıştır. İslâm bölgeleri dışındaki bölgelerde elçilerin güvenliklerinin hukukî bir esasa dayanmadığını göz önünde bulundurduğumuzda, İslâm’ın ilk dönemlerinde elçilerin dokunulmazlıkları konusu, İslâm’ın genel ilkeleri çerçevesinde ele alınmış ve elçiler lehine bugünkü uluslararası hukuktaki uygulamalara temel teşkil edebilecek düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca İslâm, “elçiye zeval olmaz” anlayışını uluslararası ilişkilerde egemen kılarak elçilerin kişi dokunulmazlığına sahip olması gerektiğini benimsemiş ve uygulamıştır. Elçilerin bulundukları devlette elçilik görevleri dışına çıkarak casusluk vb. faaliyette bulunmaları genel hükmün istisnasını oluşturmaktadır. Hz. Peygamber zamanında, günümüz uluslararası münasebetlerinde olduğu gibi sürekli elçilik kavramı mevcut olmadığı hâlde, yine de o dönemde uluslararası ilişkilerde barışı sağlamak veya savaşı sona erdirmek için, geçici elçiler görevlendirilmiştir. İslâm’ın ilk dönemindeki bu uygulamaların, sonraki dönemlerde elçilik müessesesinin gelişmesine çok ciddi katkısı olmuştur. 27 Dipnotlar 1. Bkz. Merginânî, el-Hidâye, Beyrut, 1990, II, 445. 2. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Beyrut, 1969, II, 337. 3. Serâhsî, Mebsût, Mısır, 1324, X, 92. 4. Serâhsî, Mebsût, X, 92. 5. Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir fi Kavâid ve Furû’ Fıkhi’ş-Şâfi’iyye, Mısır, 1959, s. 53. 6. Hamidullah, Muhammed, İslâm’da Devlet İdaresi, çev. Hamdi Aktaş, İstanbul, 1998, s. 184. 7. İbnu’l-Hümâm, Şerhu Fethü’l-Kadir, Beyrut, ty. V, 462-463. 8. Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, Kahire, 1392, s. 204. 9. Serâhsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, by. 1971, II, 471. 10. İbnü’l- Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut, 1965, II, 203-204. 11. Toluner, s. 402. 12. İbn Hişâm, es-Sîretu’r-Nebeviyye, Beyrut, 1976, IV,108. 13. Turnagil, Ahmet Raşit, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul, 1972, s. 92. 14. Karaman, I, 270. 15. Ebû Davud, Cihad,165 (III, 84). 16. Serâhsî, Mebsût, X, 92. 17. Müneccid, Selahaddin, en-Nuzumü’d-Diplûmâsiyye fi’l-İslâm, Beyrut, 1983, s. 82. 18. Serâhsî, Mebsût, X, 92. 19. Ebû Davûd, Cihad, 162 (III, 82). 20. İbn Hişâm, II, 478. 21. Ebû Davûd, Cihad, 165 (III, 84). 22. Buhârî, Meğâzî, 24, Ğazvetü’l-Uhud, 8(V, 129). 23. Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s.193. 24. İbnü’l-Esîr, II,203. 25. İbnü’l-Esîr, II,203. 26. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, trc. Salih Tuğ, İstanbul, 1991, I, 259. 27. Serâhsî, Mebsût, X, 92. 28. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, 1957,II, 128-129. 29. Çelik, Edip F., Milletlerarası Hukuk, İstanbul,1980, I, 522-523. 30. Bozkurt, Enver, Türkiye’nin Uluslararası Hukuk Mevzuatı, “Diplomatik İlişkiler Hakkında 1961 Viyana Konvensiyonu, Ankara, 2007, md. 41-42, s. 620. 31. Çelik, I, 523. 32. Serâhsî, Şerhu’s-Siyeri’l- Kebîr, V, 2042. 33. Ebû Davûd, Cihad, 110 (III, 48); 34. Serâhsî, Şerhu’s-Siyeri’l- Kebîr, V, 2042; Şafiî, el-Ümm, by. 1968, IV,167. 35. Dağmî, Muhammed Râkân, et- Tecessüs ve Ahkâmuhu fi’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Beyrut, 1985, s.173. 36. Serâhsî, Şerhu’s- Siyeri’l- Kebîr,V, 2044. 37. Dağmî, s.173. 38. Bozkurt, DİHVK. md. 22, s. 614. 39. Ebû Davut, Ramazan, 9; Salat, 321(II, 55). 40. İbn Sa’d, I, 358. 41. Hz Peygamber döneminde gelen elçilerin kabulüne dair nakledilen bölümde Ramle binti Hâris’in ismi “en-Neccâriyye” nitelemesiyle de geçmektedir. Bkz. İbn Sa’d, I, 331. 42. İbn Hişâm, IV, 172, 178; İbn Sa’d, I, 299, 300, 315, 316, 324, 338, 344. 43. Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s.183. 44. Yaman, s. 217. Yeni Ümit, Temmuz-Ağustos-Eylül 2011, Sayı :93 Yıl:24 28 “Sizi süvariler kovalasa bile sabah namazının sünnetini kaçırmayınız.” hadisindeki sebep nedir? "Farz namazlardan önce kılınan sünnetler, şeytanın hevesini, desiselerini ve vesveselerini kesmektedir." Şeytan: Bu adam farz olmayan namazı bile bırakmadı; hiç farz namazı bırakır mı! diyerek hevesi kırılır. Bu nedenle sabah sünnetle başlamak şeytanın hevesini kırmak açısından önemlidir. Bir hadiste bu nitelikteki sünnetler şöyle belirlenmiştir: "Her kim bir gün ve gecede, farz namazlar dışında on iki rekat namaz kılarsa, Allah Teâlâ ona cennette bir ev bina edecektir. Bunlar şu namazlardır: Sabah namazından önce iki rekat, öğleden önce dört rekat, öğleden sonra iki rekat, akşamdan sonra iki rekat ve yatsıdan sonra iki rekat." (Tirmizi, Salât, 189; Nesâî, Kıyâmül-Leyl, 66; İbn Mâce, İkâme, 100) Ancak, Peygamber Efendimiz sabah namazının sünnetine diğer sünnetlerden daha çok önem vermiş ve bunun terkedilmemesini istemiştir. Nitekim, soruda da geçtiği üzere “Düşman süvarisi kovalasa bile sabah namazının iki rekât sünnetini terketmeyin" (Ebu Davud, 2/301, no: 1258; Ahmed b. Hanbel, 2/405) buyurarak, zor şartlarda bile mümkün olduğu kadar bu sünnetin kılınmasına işaret etmişlerdir. Bu hadis-i şerif iki şekilde anlaşılmıştır: 1. "İçinde bulunduğunuz süvari birliği düşman üzerine hücum zamanı geldiği için sizi harekete geçirmek istese, birliği kaybedip, çölde yalnız kalma pahasına da olsa sabah namazının sünneti bırakmayınız." 2. "Düşman atlıları sizi öldürmek için peşinizi takip ediyor olsa bile, yine sabah namazının sünnetini terk etmeyiniz." Dehlevî ve Hüseyin b. Muhsin el-Ensârî gibi alimler ikinci mânâ üzerinde durmuşlar ve bu hadisten maksadın düşman saldırısı karşısında kalmak gibi sıkışık durumlarda bile sabah namazının sünnetinin terk edilemeyeceğini ifâde etmek olduğunu söylemişlerdir. Hanefî alimlerinden Aynî de Hidâye şerhinde hadis-i şerife ikinci mânâyı vermiştir. (Aynî, Binâye 2/527) Hafız Münâvî de, el-Câmiü's-Sağîr şerhinde ikinci mânâ üzerinde durarak hadisi şöyle açıklamıştır: "Düşman atlıları sizi kovalasa bile sabah namazının sünnetini terk etmeyiniz. Yaya iseniz de binitli iseniz de, gerek kıbleye, gerekse başka bir yöne doğru, imâ ile de olsa, yine sabah namazının sünnetini kılınız. Hadis-i şerifteki bu ifâde sabah namazının iki rekat sünnetinin önemini göstermekte, gerek korku gerek güven ortamında, gerek yolculukta gerekse yolculuk dışında, kısaca her şart ve durumda onu kılmaya teşvik etmektedir." (Feyzu'l-Kadîr, 6/393) Böyle tehlikeli ve şiddetli anlarda bile bir kimsenin sabah namazının sünnetini terketmekten sakındırılmasına bakarak bazı alimler, sabah namazının sünnetinin vâcib olduğunu söylemişlerdir. Hasan el-Basrî de bu kanaattedir. 29 Ancak alimlerin büyük çoğunluğu senedinde Abdurrahman b. İshak el-Medenî ve Abdu Rabbih b. Seylân gibi tenkid edilen râviler bulunduğu için bu hadisin delil olamayacağını, delil niteliğini taşıdığı bir an için kabul edilse bile hadisin hakiki mânâya alınamayacağını, sadece, sabah namazının sünnetini kılmaya teşvik anlamına geldiğini söylemişlerdir. (bk. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 4/506-507) Sabah namazının sünnetinin önemini bildiren bu ve benzeri hadislerden dolayıdır ki, diğer namazlar kazaya kaldığı zaman sadece farzları kaza edilirken, sabah namazı kazaya kaldığı zaman öğleden önce kılındığı zaman sünnetiyle beraber kaza edilir. Ayrıca kamet getirilince sünnet kılınmaz iken, sabah namazının sünnetini kılıp cemaat selam vermeden yetişeceğine ümidi olan kişi, önce sabah namazının sünnetini kılar sonra imama uyar. Bununla beraber vakit kısıtlı ise ve farzın vakit içerisinde kılınamayacağından korkulursa sünneti terk edip sadece farzını kılmak gerekir. Bu açıdan sabah namazının farzından önce kılınan iki rekatlık sünnet, sünnet namazlar içinde en kuvvetli bir sünnettir. Nitekim başka bir hadiste de "Sabah namazının iki rekatı sünneti dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır" (Müslim, Misâfirîn, 96, 97; Tirmizî, Salât, 190) buyurarak dünyevi hiçbir şeyin bu sünneti terk etme nedeni olmayacağına güzel bir ifade ile dikkat çekmişlerdir. Konuyu Hz. Âişe'in bir rivayetiyle bitirelim: "Hz. Peygamber, sabah namazının iki rekatı gibi başka hiç bir nafile namaza devam etmemiştir" (Buhâri, Teheccüd, 27; Müslim, Misâfirîn, 94) 30 "Gıybet edene "sus" diyen kişiye yüz şehîd sevâbı vardır" anlamında bir hadis var mıdır? Gıybet yapanlara karşı "sus" dememiz gerekir mi? Soruda geçen anlamda bir hadis rivayeti bulamadık. Ancak konuyla ilgili bir hadiste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Kim bir Mümini bir gıybet edene karşı himaye ederse (korursa), Allah da onun için kıyamet günü etini Cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de Müslüman’a kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa Allah onu kıyamet günü Cehennem köprülerinden birinin üstünde söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder.” (Ebû Dâvûd, Edeb 41) Hadîs-i şeriften anlaşılacağı üzere yanımızda bir Mümin’in gıybeti yapıldığı zaman sessiz kalmayıp onu müdafaa etmeliyiz. Müminin himayesinden maksat onun şerefini, ırzını korumaktır. Bu da lehinde konuşmak veya en azından gıybet edilmesine meydan vermemekle olur. Yine gıybet eden Müslüman kardeşimizi gıybet etmekten men etmek de Müslüman’ı himaye etmek manasına girer. Gıybet, bir kimsenin arkasından, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı sözler söylemek, kusurlarından söz etmek anlamına gelen ahlâkla ilgili bir terimdir. Kur'ân-ı Kerîm'de "Ey insanlar!... Birbirinizin gıybetini yapmayınız. İçinizden her hangi biri ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı! İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun" (Hucurât 49/12) buyurularak gıybet etme ölü eti yemeye benzetilmiştir. Gıybet, bir sevgisizlik ve saygısızlık ifadesidir; isteyerek veya istemeyerek müslümanların toplum içindeki saygınlığını ortadan kaldırmaya, onurunu lekelemeye yol açan sosyal bir suç olması yanında, gıybet eden kişinin, ahlâkî seviyesinin düşüklüğünü, insanların kusurunu yüzlerine söyleme cesareti taşımadığını, yani korkaklığını gösteren bir tutumdur. Bu sebeple bütün İslâm ahlâkçıları, gıybeti bir hastalık kabul etmişlerdir. (Gazzali, İhya, 3/127-130) Buna göre, gıybet gibi gıybeti dinlemek de haramdır; gıybet edeni susturmak ve bu suretle bir müslümanın onurunu korumak ahlâkî bir görevdir Gıybete engel olmazsak, bizimle konuşurken gıybet yapanla suç ortağı oluruz. Çünkü gıybetin devam edebilmesi, bizim en azından dinliyor görüntüsü verebilmemize bağlıdır. Başkalarının gıybetine bilinçli kulak misafiri olan da gıybetin suç ortağıdır. - İlk yapmamız gereken, “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar” (Camiu’sSağîr, no: 8489) hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır. 31 Bu hadis, sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de kapsamaktadır. - Yanımızda gıybet yapılırken, kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkını savunması gerekiyorsa savunmalıyız. - Kalbimizde derin bir rahatsızlık oluşmalı, gıybeti dinlemeye tahammül edemez hâle gelmeliyiz. Gıybeti yapılan kişi kişisel dostumuzsa, mutlaka sözel olarak müdahale etmeli, onurunu savunmalı ve gıybeti suçlamalıyız. - Susturmanın bize zararı büyük olacaksa, “rahatsızlığımızı hissettirerek” oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. - Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah’tan af dilemeli, gıybeti yapılan kişiye dua etmeli ve duyduklarımızın etkisinde kalarak suizan etmemeye özen göstermeliyiz. Diğer taraftan; - Yapılan gıybet ve dedikoduları kabul etmemek, - Hakkında konuşulan kişinin söylendiği şekilde olduğu zannına kapılmamak, - Söylenilen sözleri araştırmamak, - Gıybet eden kişiye nasihat etmek, - Gıybet eden kişinin bu özelliğini başkalarına aktarmamak da her müslümanda bulunması gereken ahlaki özelliklerdendir. 32 Med- Cezir, Ay ve Güneşin konumlarındaki değişimin etkisiyle oluşmaktadır. Ancak bir meleğin olduğu ve bu melek ayağını denize sokmasıyla Med, geri çıkarmasıyla cezir oluştuğu söylenmektedir. Meleklerin görevleri ile bilimi nasıl birbirine bağlayabiliriz? Kur'anın bize öğrettiğine göre Kainatta olan en küçük bir hadise Allah'ın izni ve kudreti ile olmaktadır. "...Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez...."(En'am 6/59) ayeti bu hakikati belirtmektedir. Dolayısıyla Med-Cezir olayı da Allahın izni ile olan tekvini hadiselerdendir. Bu hadiseler belli zamanlarda belli sebeplerin etkisi ile olması hikmet gereğidir. Yoksa her şey alelalede olsaydı bilimsel gelişmelerin olması mümkün olmayacaktı. Med-Cezir hadisesi iki şekilde değerlendirilmeye alınabilir. Birisi, jeoloji gibi cağrafya bilimlerinin, fizik kanunları çerçevesindeki değerlendirme, diğeri din felsefesi penceresinden, metafizik yönü bakımından değerlendirme... Melekler Rabbimizin emrinde onun sanatını tesbih eden ve aynı zamanda kainattaki olan hadiselerin cereyan etmesinde vazifeleri olan varlıklardır. Kâinattaki maddi, manevi hemen bütün işlerde görevlidirler. Her varlığın müekkel yani kendisine vekil kılınmış bir melaikesi vardır. Yaptıkları işlerin önemine göre dereceleri de birbirinden farklıdır. Güneş ve benzeri yıldızların birer müekkel melaikesi olduğu gibi, her bir yağmur tanesinin de birer melaike ile taşındığı hadislerde anlatılmaktadır. Med cezirin meydana gelmesinde müekkel olan melekler vardır. Bu görevlerini icra ederken ayağını denize koyması ile Med, çıkarması ile Cezir olduğu düşüncesi dini bir hakikat değil halk arasındaki bir tasavvurdur. 33 Evimizde muhabbet kuşu besliyoruz ve genelde evde serbest uçuyor, etrafa pislediği de oluyor. Bu durumda kılınan namaz geçerli olur mu? Namazın farzlarından biri de "necasetten tahâret", yani kişinin bedeninde, elbisesinde ve namaz kıldığı yerde namaza engel olacak bir pisliğin bulunmamasıdır. İslâm dini temizliğe büyük önem vermiştir. Vücut, elbise ve çevredeki necasetin, her bir zerresinin en iyi bir şekilde temizlenmesi arzu edilmektedir. İdeal olan bu olmakla birlikte, böyle bir temizlik her zaman mümkün olmayabilir. Bu sebeple, dindeki kolaylık ilkesinden hareketle ibadetler için gerekli maddî temizliğin alt sınırını belirlemede ölçüler getirilmeye çalışılmıştır. Bu aynı zamanda, namazın sahih olması için gerekli olan temizliğin alt sınırıdır Namazın sıhhatine engel olup olmaması bakımından necasetler ikiye ayrılır: Necâset-i galîze; ağır necâset anlamına gelmekte olup, insan dışkı ve idrarı, vücudun herhangi bir yerinden akan kan, irin, kusmuk, meni, adet veya lohusalık kanı; eti yenmeyen hayvanların dışkı, idrar ve salyaları, eti yenen hayvanlardan kümes hayvanlarının pislikleri, akan kan; şarap, leş bu grup necasettendir. Hanefilere göre, namaz kılanın vücudunda, elbisesinde veya namaz kıldığı yerde bir dirhemden (2,8 gr.) fazla bulunması halinde namaza engle olur. Mayi olması halinde, avuç ayası kadar bir sahayı kaplarsa namaz geçerli olmaz. Şafilere göre ise, İnsanın bedenine, elbisesine ve ibadetini eda edeceği mekâna bulaşan necaset az olsa bile giderilmesi gerekir. Necâset-i hafîfe; hafif olan necaset anlamına gelmektedir. At ve kümes hayvanları dışındaki eti yenen ehlî hayvanların dışkı ve idrarları ile kuşların pislikleri bu tür necasettendir. Bunların beden veya elbisenin 1/4'inden fazlasına bulaşması halinde namaz geçerli olmaz. Bundan az ise namaz kılmak caiz olmakla birlikte mekruhtur. İnsanın bedeninde, elbisesinde veya namaz kılacağı yerde namaza engel olmayacak kadar az pislik bulunmasıyla namazın sahih olacağı düşüncesiyle, temizliği ihmal etmek yanlıştır. Bu pislikleri tamamen temizlemek mümkün iken bunlarla namaz kılmak mekruhtur. 34 Bazı insanların sorgusuz sualsiz cennete, bazılarının da sorgusuz sualsiz cehenneme gideceği söyleniyor. O günde peygamberler bile hesap vereceine göre, bu nasıl olacak? Kur’an’ı Kerim’de insanların kıyamet günü üç gruba ayrılacağı bildirilmiştir. Bunlar; kitabı sağ eline verilenler, kitabı sol eline verilenler, bir de önde gidenler(sorgusuz-sualsiz) cennete gidenler. İlgili ayetin meali şöyledir: “Sizler de üç sınıfa ayrılırsınız: Ashab-ı yemin (kitabı sağ eline verilenler) ki ne ashab-ı yemin! Ne mutludur onlar! Ashab-ı şimal (kitabı sol eline verilenler) ki ne ashab-ı şimal! Ne bedbahttır onlar! İmanda, fazilette öncüler ki ne öncüler! Onlar herkesi geçerler. İşte onlardır Allah’a en yakın olanlar. Naîm cennetlerindedir onlar”Vakıa, 56/7-12). İnsan ve cinlerin günahlarından niçin sorulmadığını, bundan sonra gelecek 41. ayet açıklamaktadır. Kur'an'da, insan ve cinlerin Kıyamet Günündeki sorgu¬lamalarıyla ilgili olarak farklı ifadeler yer almaktadır. Hicr Suresinin 92 ve 93. ayetlerinde, "Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz." buyurulmuştur. Açıklamasını yapmakta olduğumuz ayette ise "O gün, ne insana ne de cine günahından sorulmaz." şeklinde ifade edilmiştir. Âlimler bunu, Mahşer’in değişik kontrol noktalarının varlığı ve ifade edilen sorgunun farklı anlamlarıyla izah etmişlerdir. Buna göre, insanlar ve cinler, kabirlerinden çıkıp Mahşer Meydanına doğru kalabalık gruplar hâlinde yürürken melekler tarafından “kimin suçlu olduğu, kimin olmadığı” şeklinde bir soruya muhatap olmazlar. Çünkü suçlular, simalarından tanınırlar. Ancak Mahşer Meydanında toplanınca, simalarından tanınan suçlular, niçin suç işlediklerinden sorulurlar ve bundan dolayı sorguya çekilirler(Râzî, Beydavî, Alusî, ilgili ayetin tefsiri) İbn Abbas'ın da ifade ettiği gibi, Hicr Suresinde yer alan ayette, suçlulara "Niçin suç işlediniz?" denilerek sorguya çekilecekleri; buradaki ayette ise suçlulara "Sizin herhangi bir suçunuz var mıdır?" şeklinde bir sorunun sorulmayacağı ifade edilmektedir(Hazin, ilgili ayetin tefsiri) Suçlular, suçlu olup olmadıklarından sorulmazlar. Çünkü onlar, sîmalarından tanınırlar. "Gün gelecek, birtakım yüzler ağaracak, birtakım yüzler ise kararacak. Yüzleri kararanlara: ‘Siz misiniz denecek, imanınızdan sonra inkâra sapanlar? Tadın bakalım inkârınız sebebiyle bu acı azabı’ denilir”(Ali İmran, 3/106) ayetinin işaret ettiği gibi, suçluların yüzleri kapkara kesildiği için, faraza başka hiçbir alâmet olmasa bile, bu, onların tanınmasına yeterli bir belge olur(bk.Razî, ilgili ayetin tefsiri; - geniş bilgili için Niyazi Beki’nin Rahman suresi tefsiri, 39-41. ayetlerin açıklamasına bakılabilir) 35 Kâfirlerin sorguya çekilmeden cehenneme gideceklerine dair meselede alimlerin farklı görüşleri vardır: “O gün, dünyada yapılan işlerin tartılması kesin gerçekleşecek. Artık kimin iyilikleri kötülüklerinden ağır gelirse, işte onlar muratlarına ereceklerdir. Kimin de sevap tartıları hafif gelirse, onlar da ayetlerimizi hiçe sayıp haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini en büyük ziyana uğratacaklardır.”(Araf,7/8-9). Bu ayetlerde söz konusu edilen mizan/tartı kâfirler için de geçerli olup olmadığı hususunda alimlerin farklı görüşleri vardır: Bazılarına göre, ister mümin olsun, ister kâfir olsun, bütün insanların amelleri tartılır. Çünkü, bu ayetlerde iman-küfür sıfatları söz konusu edilmeden tüm insanları kapsayacak şekilde genel bir ifade kullanılmıştır. Hatta, bu ayet Mekke’de indiğine göre, orada; biri, her yönüyle mükemmel salih amel yapan müminler, diğeri ise küfür ve şirkten başka bir tarafı olmayan müşrikler olmak üzere iki sınıf insan vardı. O halde, hem müminlerin hem de kâfirlerin amellerinin tartılacağını söylemek ayetin zahirine daha uygundur. “O gün kimin iyilikleri mizanda ağır basarsa onlar kurtulacaklar. Kimin iyilikleri tartıda hafif kalırsa, işte kendilerini ziyana sokanlar, cehennemde ebedî kalanlar onlar olacaklardır. Orada yüzlerini alevler yalar da, ateş dudaklarını yaktığında, dişleri açıkta kalıverir. Allah Teâlâ onlara şöyle buyurur: “Âyetlerim size okunurdu da siz onları yalan sayardınız değil mi?”(Müminun, 23/102-105) mealindeki ayetlerin ifadesi bu görüşü desteklemektedir. Çünkü burada, kâfirlerin amellerinin de tartıldığı açıkça ifade edilmiştir. Diğer bir kısım alimlere göre ise, mahşer günü tartı sadece müminler için geçerlidir. Bu ve benzeri ayetlerde de söz konusu edilen tartı, yalnız müminler için geçerlidir. Bu alimlere göre, “İşte onlar Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmiş, bu yüzden de yaptıkları iyi işler boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık tartı âleti koymayacağız.”(Kehf, 18/105). Hemen şunu belirtelim ki, mealde “artık tartı âleti koymayacağız” şeklindeki ifadenin arapçası “la nukîmu -yevmel-kıyameti- lehum vezna” şeklindedir. Alimler, bu ifadeyi “onlara kıyamet günü bir değer vermeyeceğiz. Tartılan amellerinin -onları kurtaracak değerde- bir kıymet-i harbiyeleri yoktur” şeklinde anlamışlardır(krş. Reşit Rıza, el-Menar, İbn Aşur, algili ayetlerin tefsiri). Bizim kanaatimiz de birinci grup alimlerin kanaatidir. Çünkü Muminun suresinin ilgili ayetleri çok açıktır. Peygamberlerin sorguya çekilmesi, suçlu olup olmadıkları için değil, Allah’ın vahyini insanlara tam tebliğ edip etmedikleri konusunda olacaktır. Bu da Allah’ın sonsuz adaletinin herkes tarafından görülmesi amacına yöneliktir. 36 İlgili ayetin meali şöyledir: “Kendilerine resul gönderdiğimiz insanlara, resullerinin çağrısına uyup ona göre amel edip etmedikleri hakkında elbette hesap soracağız. Gönderilen o elçilere de, tebliğ edip etmediklerini soracağız.”(Araf, 7/6). Aşağıda mealleri verilen ilk ayette peygamberlere tevcih edilen soru; ikinci ayette de ümmetlere yöneltilen soru şekli yer aslmaktadır: “Gün gelecek, Allah peygamberleri bir araya toplayıp: “Sizin tebliğleriniz ümmetleriniz tarafından nasıl karşılandı, nasıl bir cevap aldınız?” buyuracak. Onlar da: “Senin, her şeyi hakkiyle bilen ilminin yanında bizim bilgimiz yok. Zira gayblara vakıf olan, yalnız Sen’sin” diyecekler”(Maide, 5/109) “Nitekim o gün kâfirlere Allah: “Size gönderilen resullere ne gibi bir cevap vermiştiniz, tutumunuz ne olmuştu?” diye seslenir.”(Kasas,28/65) 37