28 Aralık 2012 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler NOEL ......................................................................................................................................... 3 Büyü çözmek için büyücüye gitmek caiz midir? ...................................................................... 7 Simya ilmi ile ilgilenmek, formülleriyle uğraşmak günah mıdır? .......................................... 9 Yılbaşı size neyi ifade etmektedir, İslam'daki yeri nedir; kültürümüzdeki yeri nedir? Yılbaşı münasebetiyle, çam ağaçları, hindi, Noel Baba oyuncakları, parti şapkaları, satmaları caiz midir? ....................................................................................................................................... 10 “İmanınızı 'Lâ ilâhe illâllah' ile yenileyiniz” diye bir hadis var mıdır? Varsa iman tazelemeyi nasıl anlamak gerekir?.......................................................................................... 16 Gece ve gündüzün şükrünü içinde barındıran dua, ne zaman okunmalıdır? ...................... 18 Ayetlerde geçen “Allah yolundan alıkoymak” ibaresi, tefsirlerde nasıl açıklanmıştır? ...... 19 Borcundan dolayı bir caminin elektriğinin kesilip ezanın susmasından kim sorumludur? 20 Çocuk emziren bir kadın niyet edip başladığı ramazan orucunu (sahura kalkamadım diye) bozarsa keffaret gerekir mi yoksa sadece kaza mı gerekir?................................................... 21 “İffetli olmak isteyeni, Allahü teâlâ iffetli kılar” sözü bir hadis midir? İffetli olmayı istemek nasıl olur? ................................................................................................................................ 22 Rahman suresinde neden önce Kur'an'ı öğretti sonra insanı yarattı deniliyor? Ayrıca Kur'an kime öğretilmiştir? ...................................................................................................... 25 "Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmek" anlamındaki hadis sahih midir? .................................................................................................................................................. 27 “Cuma namazına yetişemeyen cumayı kılamayan öğle namazını kılsın" sözü hangi hadise dayanıyor? ............................................................................................................................... 29 2 NOEL Hristiyanların Hz. İsa'nın doğum günü dolayısıyla kutladıkları bayram; bu bayramın kutlandığı zaman süresi; Miladi yılı Ocak ayının birinci gününün gecesi; Milad; Hz. İsa'nın doğumu kabul edilen gün. Bu günü esas alan takvime ise Milâdi takvim denir. Hristiyan inancına göre evrenin nuru olan Hz. İsa'nın doğum gününü 25 Aralıkta kutlamanın, papaların kış gündönümü törenlerine bağlı bulunanları bundan vazgeçirmek amacına yönelik olduğu söylenir. 25 Aralık Hristiyan kiliselerinin hepsi tarafından Hz. İsa'nın doğum günü törenleri olarak kutlanır. Katolik (Latin) kilisesi 25 Aralık, Ortodoks kiliseleri ise IV. Yüzyıldan itibaren bu tarihi benimsemişlerdir. Katolik kilisesi bu günü, birincisi gece yarısı; ikincisi güneş doğarken; üçüncüsü ise sabah olmak üzere üç missa (ayin) tertipleyerek kutlar. Noel, genel kanâate göre Batı'da 354 M. yıllarında kutlanılıyordu. Buna karşılık Hz. İsa'nın doğumunu 6 Ocak'ta kutlayan Doğu Hristiyanları ise, İoonnes Khrysostomos ve Gregorios adlı azizlerin etkisiyle noel kutlama tarihlerini batıya ayak uydurarak 25 Aralık günü olarak değiştirmişlerdir. Yine Hristiyanlar arasında görülen başka bir anlayışa göre, Bizans İmparatoru Büyük Konstantin putperestlikten Hristiyanlığa geçtikten sonra (313 M), İstanbul şehrini genişletip, yeniden imar ettirmiş ve ona Konstantiniyye ismini vermişti. İstanbul'un başkent oluşu ve imparatorun Hristiyanlığın ruhani lideri durumuna geçmesi, konsilleri Hristiyanlık adına ümide sevketmiş ve bunlar imparatora başvurarak halk arasında yaygın yüzlerce İncil'in tek kitaba indirilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine İmparator Konstantin, Hz. İsa'nın ölümünden sonra O'nun havarileri arasına girerek gerçek İncil'i tahrif eden Yahudi Pavlus'un gayretiyle Hz. İsa'nın getirmiş olduğu dini değiştirmiş, yeni yorum ve değişikliklerle halk arasında yayılan İncil'lerin birleştirilmesi yoluna gitmiştir. Bu amaçla 325 yılında İznik'te toplanan 319 papaz, İncil'lerin birleştirilmesi yoluna gitti. İznik'te ortaya çıkarılan yeni İncil, Eflatun'un ortaya attığı teslis (tritine) inancı, ilk yazılan tahrife uğramış dört büyük İncil'de de yer alır. İznik toplantısında, içinde Allah (c.c)'ın bir olduğu ve Hz. İsa'nın sadece bir peygamber olduğu yazılı bulunan Barnabas İncil'i ile birlikte diğer bütün İncil'lerin yakılmasına, Barnabas İncil'i okuyanların öldürülmesine ve bu İncil'i savunan, teslis inancına karşı çıkan papaz Aryüs'un aforoz edilmesine karar verilmiştir. Aryus Hristiyan inancında İncilin aslı bozulmamış şekline inanan bir papazdı. Daha sonra ortaya çıkarılan dört büyük İncil'in Hz. 3 İsa'ya Allah tarafından gönderilen İncil'le uzaktan yakından alâkası olmadığını, Allah'ın üç değil, bir olduğunu, eşi ve oğlunun bulunmadığını söylüyordu. Bu görüşleriyle bir ekolün öncüsü oldu. M. 270'te doğan Aryüs 325 yılında İznik konsilindeki görüşlerinden dolayı aforoz edilmiş ve aynı nedenden dolayı 336'da öldürülmüştür. Böylece vahiy kaynağından uzak yeni bir Hristiyanlık dini ortaya çıkmıştır. Bunu gerçekleştiren İmparator Konstantinos, Aralığın son haftasını Noel haftası ve bu ayın son günün gecesini (31 Aralık) Noel gecesi ilân etti. Noel Ağacı Hristiyanların Noel için kesip süsledikleri çama ilk olarak 1605 yılında Almanya'da ilgi gösterilmeye başlandı. Daha sonra XlX. yüzyıl ortalarında Helene de Mecklembung tarafından Fransa'ya taşındı. Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor'dur. Pağanlık çağında avlanan hayvanlar Amanor onuruna çam ağaçlarına asılırmış. Noel gününde çam ağaçlarına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, Hristiyanlığa bu pagan geleneğinden geçmiştir. Günümüzde ağaç bayramları da ilkel insanların ağaçlara tapınmalarından ileri gelen bir gelenektir. İnsanlar ağacı, uzun ömürlü olması yönündeki hayranlıkları ile kutsamışlardır. Noel Baba Geleneği Muğla-Antalya çevresi (Lycly) eyaletinin başpiskoposu olan Saint Nicola'nın çalışmalarını övmek amacına dayanır. Hristiyan inancına göre genellikle karla örtülü ortamda, güleç, tombul ve yardımsever bir tipi canlandıran Noel Baba inancı, günümüz Hristiyan kültürü ve bu kültürden etkilenen doğu kültürlerine de girmiştir. Saint Nicola, insanları himaye eden bir aziz olarak bilinmektedir. Yılbaşı akşamları çocukları sevindiren bir ihtiyardır. Sözkonusu Nicola efsanesi aynı zamanda Anadoluyu Bizans toprağı sayan Batının, çocuklarına aşıladığı bir ideal olarak bilinmektedir. İslam ve Noel Hristiyan inancına göre Noel, bir bayramın adıdır. Nasıl ki İslâm öncesi İran inancında Nevruz ve Mihrican bayram olarak kutlanmakta idiyse, günümüzde kutlanan Hıdrellezde bu hükümdedir. Bütün bu saydığımız özel günler Türkçe lugatlarda "bayram" kelimesiyle ifadesini bulmaktadır (bk. Nevruz ve Hıdrellez mad.) 4 İslâmi ıstılahta bayram; dönüp gelen, Allah'ın pek çok ihsan ve keremiyle ve bu ihsana bağlı hayırların doğurduğu sevinç ve mutlulukların yaşandığı günler olarak tanımlanır (İbn Abidin, Reddül Muhtar, III, 342). Müslümanların sosyal ve siyasî ilişkilerini düzenleyen, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hicretini tarih ve takvim başlangıcı olarak esas alan, İslâmî takvimdir. Hicri takvim Hz. Ömer zamanında Kameri (ay) yılı esas aşınarak düzenlenmiştir. Hicretin gerçekleştiği yıl, hicri takvimin birinci yılı olmuş ve senenin ilk ayı olan Muharrem ayının ilk günü de yeni yılın başı sayılmıştır (bk. Hicrî takvim mad.). Müslümanlar için Muharrem ayının birinci gecesi "Yılbaşı"gecesidir. İslâmda yeni yıl, Muharremin birinci günü başlar. Müslümanlar ayları, ibadet günlerini, bayramları, Ramazan ve Kurbanı, Haccı, yılbaşını, zekatı... vb. hep İslâmî takvime göre tanzim etmek durumundadırlar. Zira Allah, ayların sayısını on iki olarak bildirmiştir (et-Tevbe, 9/36). Müfessirlere göre bu aylardan kasıt, Kamerî aylardır. Müslümanlar ibadetlerini ihtimal ile düzenlenen Milâdi aylara değil; müşahhas 'ilâhi bir gerçek' olan Kameri aylara göre düzenler. Çünkü bu hesap gerçekten doğru olan hesaptır (et-Tevbe, 9/36). Buradan hareketle müslümanların İslam dışı diğer bayramları kutlaması, bunlara iştirak etmesi ve Allah'ın bildirdiği gerçekleri yalanlayan veya onlara uymayan düşüncelerin ürünü olan fiillerin kutlama günlerini müslümanların da bayram olarak kabul etmesi, küfre destek olmaktan başka bir manâ ifade etmez. İslâm dışı tek ve çok ilahlı dinlerin törenlerine iştirak etmenin, dinî merasimlerinden bir şeye uygunluk göstermenin imanı bozan boyuttan arzedeceği haber verilir (el-Fetâva el-Hindiye, IV. s. 342; XIV, s. 407). Binaenaleyh, Noel gününde, Hristiyanların diğer bayram günlerinde onlara uymak gayesi ile, onların yaptıklarını yapmak, o günlerde bayram niyetiyle çocuklara elbise almak ve pişirdikleri yemekleri yemek caiz değildir. Bu hareketler küfrü gerektirir. Ondan sakınmak gerekir... Bundan da anlaşılıyor ki, Nevruz ile Mihrican gibi müslüman olmayan kimselerin kutsal günlerini ta'zim etmek de caiz değildir (İbn Abidin, Reddül Muhtar, XVII s. 310; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1984, II, s. 21). İslâmi kaynakların ortak görüşü, Allah'ın bildirmiş olduğu İslâm kanunları dışında tesis edilmiş bütün gün ve bayramları onlara benzemek niyetiyle kutlamanın küfür olduğu yolundadır. Bir müslümanın Noel veya milâdî yeni yıl ya da, yılbaşı veya buna benzer bazı özel insan ve kurumların koyduğu günleri kutlaması doğru değildir. İnanç yönünden sakıncalı olan bu günlerin diğer günlerinden hiç bir farkı bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra, gerek özel 5 olarak, gerekse yılbaşı amacıyla piyango bileti almak ve satmak haramdır. Piyango, kumarın bir türü olduğundan bunlardan kazanılan para da haramdır. Özellikle yılbaşı gecelerinde oynanan tombala ve fırdöndü benzeri oyunlar, neyine olursa olsun, tüm iskambil ve taş oyunları ile kumar makinaları ile oynanan oyunlar İslâm'a göre haramdır (Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, II, s. 494; Halil Gönenç, a.g.e., II, 116, 208). Günümüzde Noel Gerçekte noel (yılbaşı) kutlamalarının Hz. İsa'nın doğumuyla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Noel Baba efsanesi sonradan Saint Nicola adlı papazın uydurmasından ibarettir. Hristiyanların geleneksel bayramı olan Noel, şu anda halkı müslüman ülkeler arasında da rağbet duyulmaya ve özel teşvik görmeye başlamıştır. Biz "Rabb olarak Allah'dan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak da Muhammed (s.a.s)'den razıyız" (Buhârî, İlim, 29, İ'tisam, 3; Müslim, İman, 56, Fedail, 134-136; Tirmizi, İlim, 10). Naci YENGİN 6 Büyü çözmek için büyücüye gitmek caiz midir? Büyü nasıl anlaşılır? Cevabı okumak için tıklayınız... Büyü çözmek için rastgele bir büyücüye gitmek caiz değildir. Bu konuda okunması greken sure ve dualar vardır. Konu hakkında malumatı olan bir din aliminden bu konuda bilgi alınabilir. Meşhur ata sözümüzdür. Denize düşen yılana sarılır, denmiştir. Biz de bazen öyle oluyoruz galiba. Çaresini bulamadığımız, teşhisini koyamadığımız sıkıntılarımızda çareyi büyüde, sihirde görüyor; hemen hükmünü veriyoruz. – Büyü yaptılar, geçimimizi bozup huzurumuzu yok ettiler. Ya da kısmetimizi kapatıp olan işimizi olmaz hale getirdiler. – Öyle ise çare nedir? – Çare; büyücülere, sihircilere, falcılara gitmektir… Maşaallah büyü bozucular, sihir çözücüler de düzinelerle. Yeter ki sen paradan haber ver… Bana öyle geliyor ki, parayı kesin, ortalıkta ne büyücü kalır ne de sihirci… Aslında ben büyünün, yani sihrin varlığını kabul ediyorum. Ancak bunun tarihte kalan bir ilim dalı olduğunu, nasıl yapılıp nasıl çözüldüğüne dair bir ilmin günümüze kadar gelmediğini düşünüyorum. Bu yüzden de şurada burada büyü yapan yahut da bozan kimselere inanmıyorum. Şundan inanmıyorum: Büyü yapma yahut da çözme ilmi varsa, kitaplarda olacaktır. Kitaplarda olunca onu sadece meçhul kimseler bilmeyecek, kitap okuyan herkes bu bilgiye sahip olacaktır. Görülen odur ki, kitap okuyanlarda böyle doğru bir büyü yapma ve çözme bilgisi yoktur. Tam aksine, kitap okumayanlarda bu sırlı ilim çoğaltılıyor, müşteriler sıraya giriyor. 7 Kanaatim odur ki, aile içinde insanlar, beyin yahut da hanımın tutumundan şikayetçi olurken olayı büyüye, sihre yormakta yanılıyorlar. Büyü de sihir de tarafların kendilerindedir. Şayet rahatsızlık unsuru olarak gördükleri hallerini kendi iradeleriyle düzeltmeye yönelseler ortalıkta ne büyüye ihtiyaç kalır, ne sihirbaza. Ama nefsi böyle bir özeleştiriye talip olmuyor. Kendi kusur ve hatalarını düşünmeye de fırsat vermiyor. En kolay yolu gösteriyor. – Büyü yapmışlar, sihirde bulunmuşlar. Bundan sonra yatakta muska aramalar, kapıda çaput bulmalar alıp yürüyecek; evhamlar, vesveseler, masum konu komşulardan şüphelenmeler meydan alacaktır. Çık çıkabilirsen işin içinden. Hayır hayır boşuna suçlamayın konu komşunuzu, yakınlarınızı ve dostlarınızı. Büyü falan yok, kendi ihmal ve kusurlarınız var. Yapılan büyüden dolayı hanımı evi terk ettiğini söyleyen bir bey: – Ne olur büyüyü boz, sihiri çöz, bunu ancak sen yaparsın, diye ısrarda bulundu. Ben de: – Büyü yapılan hanım evi terk ederken bir bahane ileri sürer, bu bahane ile evi terk eder, seninki ne bahane ileri sürdü, onu söyle, dedim. Söylemek istemedi. Israr edince baklayı çıkardı: – Güya ben akşamları işimden çıkınca hemen eve gelmiyor da meyhaneye uğruyor, iki tek atıyormuşum. Zaten ben de bu itirafı bekliyordum. Hemen çareyi gösterdim. – Tamam, dedim, işte büyü de, büyü yapan da açıklandı. Büyüyü sen yapıyorsun meyhaneye gitmekle. Büyün de oradaki içkin. Çözmek istiyorsan akşamları işinden doğruca evine gel, meyhaneye uğrama. Göreceksin ki büyü derhal bozulmuş, sihir de hemen çözülmüş. (Ahmed ŞAHİN) 8 Simya ilmi ile ilgilenmek, formülleriyle uğraşmak günah mıdır? Simya (alşimi), hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya, XII. yüzyıldan itibaren Orta Çağ Avrupasında yayılmış olan bir düşünce ve bilgi akımına verilen bir adıdır. Aslında bu tür, bir bilgi olarak ve o zaman bilimlerle inançlar arasındaki yöntem ve disiplin ayrımı olmadığından, daha çok zanaatsal özellikler de taşıyarak, MS II. ve III. yüzyıllarda İskenderiye ekolünde, MÖ IV ve V. yüzyılın düşünce akımlarının, örneğin Pithagoras'ın ve Pithagorculuğun etkisiyle doğmuştur. Takdir edersiniz ki, simya özel bir ilgi alanıdır. Onun için detaylarına giremiyoruz. Ama prensip olarak şunu söyleyebiliriz: Herhangi bir uğraş içerisinde İslam’a Kur’an’a ters bir şey yoksa o iş caizdir; aksi ise haramdır. Bildiğimiz kadarıyla, simya şimdiki kimyaya uzaktan yakınlığı olan eski bir bilimdir. Ancak zamanımızdaki durum, astroloji ve fizyonomi gibi kesinliği olmayan bilgilerden ibarettir. Bu açıdandır ki, bazı alimlerimiz, simyaya şa’beze (el çabukluğu), sihir vb. fenomenler gibi olumsuz bakıyorlar. Bu noktada söyleyeceklerimiz şey şu iki hadisi hatırlatmaktır: “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” (Müslim, İlim, 8.) “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen (lüzumsuz, faydasız) şeylerle meşgul olmaması, onun imanının güzelliğini / mükemmelliğini gösterir.” (Tirmizi, Zühd;11) Konuyu bu iki hadis ışığında değerlendirmenizi tavsiye ederiz. 9 Yılbaşı size neyi ifade etmektedir, İslam'daki yeri nedir; kültürümüzdeki yeri nedir? Yılbaşı münasebetiyle, çam ağaçları, hindi, Noel Baba oyuncakları, parti şapkaları, satmaları caiz midir? Konuya birkaç yönden cevap vermek daha uygun olacaktır: Cevap 1: Bu konuyu iyi kavrayabilmek için önce şu ayet ve hadisleri göz önüne getirmek gerekir 1. "Iyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah`tan korkup sakının..." (Mâide, 5/2. ) 2. "Zulüm yapanlara en ufak bir meyil göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah`tan başka velileriniz de yoktur, sonra yardım da göremezsiniz. (Hûd, 11/113.) 3. "O (Allah) size Kitapta : "Allah`ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze geçip dalıncaya dek onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacaktır". (Nisâ, 4/140) Konuyu başkalarına benzeme noktasından ele alan hadis-i şerifler vardır. Bunlardan biri şudur: "Kim herhangi bir gruba benzeşirse o da onlardandır." (Ebu Davûd, Libas 4) Özellikle bu hadis-i şerif çok önemli psiko-sosyal gerçeklere işaret eder. Şeklî benzeşmenin sonuçta itikadî benzeşmeye götüreceğini anlatır. İbn Haldun da konuyla ilgili olarak önemli tarihi gerçeklere parmak başar. Mağlupların galipleri taklit etme psikolojisi yaşadıklarını anlatır. (Ibn Haldun, Mukaddime (trc.) I/374-75.) Cevap 2: İslâm Dini yepyeni bir nizamla ortaya çıkmış, önceki dinlerin hükümlerini bütünüyle yürürlükten kaldırmıştır. Bu dinin gecesi de gündüzü kadar aydınlıktır. Müslüman anasından metbu' olarak doğar, tabi' olarak değil. Yani o ilmiyle, irfanıyla, yüksek ahlâkiyle ve dindarlığı ile herkese örnek olur, herkes ona uymaya özenir. O ise kimselere özenmez. Çünkü dini ona yeterince malzeme sunmuş, ihtiyacını karşılamıştır. Tabii bu tabiiyet ve matbuiyet ilim ve teknikte, sanatta değildir. Çünkü ilim ve teknik müslümanın yitik malıdır, onu nerede, kimin yanında bulursa almaya daha haklıdır. O halde tabiiyet ve matbuiyet ahlâk, din, adalet ve hakseverliktedir. O halde diğer dinlerin kutsal saydığı günleri kutlamak, onların âdetlerine uymak, büyük günahlardandır. Buna birkaç misal verelim : 10 a) Batı ülkelerinde olduğu gibi, yabancı kadın ve erkeklerin bir arada toplanıp dans etmeleri, çeşitli oyunlar tertiplemeleri İslâm'a göre büyük günahlardandır. Bir müslümanın onlara özenerek bu gibi şeyleri helâl kabul etmemek şartıyla yaparsa büyük günah işlemiş olur. b) Güzellik yarışmaları, bilindiği gibi daha çok gayr-i müslim ülkelerde yapılır. Bundan amaç, şehvetperestlere kadın vücuduyla ziyafetler çekmektedir. Aynı zamanda genç kızları bu gibi ahlâksızlıklara özendirmek suretiyle onları baştan çıkarmaya yöneliktir. Tabii Kur'ân'a ve Sünnete göre, bir müslüman kadının bu tür müsabakalara katılması, soyunup etini teşhir etmesi büyük bir günah ve ağır bir suçtur. Çünkü ahlâkı ifsad etmekte, kadının annelik vakarını düşürmekte, onu bayağı bir eşya gibi müzayedeye çıkarmaktır. c) Noel Yortusunu Hıristiyan alemiyle birlikte kutlamak da büyük günahlardan biridir. Müslümanların kaçınması gerekir. Kendi millî ve dinî günlerimizde tebrikleşmemizde ise sayısız yararlar vardır. Her şeyden önce dinî ve millî âdetlerimizi yaşatmış, çocuklarımıza güzel örnekler vermiş oluruz. (Bkz. Celal Yıldırım, İslam Fıkhı) Cevap 3: 1- Noel Baba, Yılbaşı, Christmas bayramı gibi başka dinlerin alameti, sembolü olan günlere, o günü tazîm ve kutlama maksadıyla katılmak, aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak, o günlerde bayram niyetiyle çocuklara elbise almak ve pişirdikleri yemekleri pişirmek caiz değildir. 2- Böyle zamanlarda, böyle zamanlara has hindi vb. şeyleri sırf gıdalaşmak için almak, ucuz postane hizmetinden yararlanmak için tebrikleşmek haram değilse de, onlara benzeme, onların uygulamalarını yaygınlaştırma ve meşru gösterme anlamı taşıdığından tehlikeli ve mahzurludur. Müslümanların, hangi maksatla olursa olsun, o günlere mahsus bir şey yapmamaları gerekir. 3- Hindi gibi sırf o günlere mahsus şeyleri, o günlerde satmak, fasıklara "günahta yardım" anlamı taşıdığından, haram ya da tahrimen mekruhtur. Ancak alacağı para haram değildir. Haram ve günah olan o işi yapmasıdır. Bu hindilerin besmele ile kesilmiş olması halinde böyledir. Besmele ile kesilmemişse "meyte" olacaklarından satılmaları hiç bir surette caiz olmaz. 4- Yılbaşı kutlamaları için matbaa sahiplerinin davetiye, afiş, kart vb. şeyleri basmaları da aynıdır. Yani bunlar sırf yılbaşına özel olarak kullanılacaklarsa yapılıp satılmaları aynı derecede mahzurludur: Eşantiyon eşya için de aynı şey söylenir. Ancak satıcılar bizzat yılbaşını kutlamış gibi günah almazlar. Çünkü, satılan şeylerin kötü amaçla kullanılması haramdır. Halbuki süs eşyaları satmak esasen haram olan bir iş değildir. Bu açıdan satıcıların sattığı süs eşyaları bizzat haram değildir. Bunu bir dükkanı içki imalatçısına vermeye benzetebiliriz. İmamı Azama göre içki satışı yapacak birisine binayı kiraya vermek haram değildir. Bu noktadan yapılan satışın kendisi haram değildir. Bunu yanlış yerde kullanacak olanların yaptıkları haramdır. Bununla beraber, bir şeyin haram olmaması hiçbir sorumluluğunun olmadığı anlamına gelmez. Böyle bir konuda yardımcı olmak, en azından mekruhtur. Mekruh ise harama yakın derecede kişiyi sorumlu eden demektir. Bu nedenle bir mecburiyet yoksa bu işin yapılmasını tavsiye etmeyiz. 11 Müslümanlar bu yılbaşını takvim başlangıcı yaparlarsa, yılbaşı gecesinde yapılan âyin veya eğlencelere iştirak ederlerse ne olur? Yılbaşı dolayısıyla yapılan dinî âyine katılan (Hristiyanlarla beraber bu toplu ibâdeti yapan) müslümanlar en azından haram (büyük günah) işlemiş olurlar. Dinî âyîne katılmadan yılbaşı dolayısıyla toplantı ve eğlence yapan müslümanlar, bu eğlencelerde ayrıca hiçbir haram işlemeseler dahi, kökeni dinî (İslâm'dan başka ve ona göre bugün mûteber olmayan bir dîne dayalı) olan bir faâliyete katıldıkları ve başka dinden olanlara -dinle ilgili bir konuda- benzer hale geldikleri için günah işlemiş olurlar. Yukarıda kaynağını verdiğimiz, "Bir din ve kültür topluluğuna kendini benzetenler onlardan sayılır" meâlindeki hadîs bu davranışı yasaklamaktadır. Yılbaşı, takvim, tarih, tatil, eğlence, şenlik ve bunlarla ilgili âdetler bir milletin kültürüdür. Kültür din ve ideolojinin bedenlenmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırsa -zor olmakla beraber bunu yapabilirsekültür ile beraber dîni de değiştirme yoluna girmiş olur. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından çıkar) onun yerine yeni kültürün dîni veya dinsizliği gelir. Kültür ile din arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre; kültürün değişmesi dîni yakından ilgilendirir. İslâm'ın beş temel amacından biri dîni (müslümanların hayatında İslâm'ı) korumaktır. İslâm'ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi, bir kültür taklidi haramdır, bazan bununla da kalmaz dinden çıkma sonucunu doğurur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye göçünce, burada öteden beri iki bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrendi. Bayramlar, dînin etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları olduğu için bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. Daha pek çok hadîste, başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri/fonksiyonu bulunan âdet ve uygulamaları müslümanlara yasakladı. Yılbaşında Müslüman olmanın gereği nedir? Hepimiz Müslümanız elhamdülillâh. Ama hepimiz Müslümanlığımızın icabını yaşamıyoruz maalesef... Biz, Müslümanlığın icabını yaşama hâline “dindarlık” diyoruz. Kim inandığı gibi yaşıyorsa, ona dindar insan sıfatını takıyor, dindar adam, diye yâd ediyoruz. Bu sıfat onun hakkıdır zaten. Siz dindarlığı, zamanın kötülük ve fitnesine karşı giyilen koruyucu bir zırh olarak da kabûl edebilirsiniz. Aslında dindarlık, sahibini sadece âhirette Cennet’e koyan bir yaşama tarzı olmakla kalmayıp, dünyada da huzura, saadete sevkeden bir yaşama tarzıdır. Nitekim İsa Peygamber’in doğumu ile Hazret-i Muhammed’in hicretine başlangıç olan yılbaşlarında dindar olanla olmayanın yaşayışını ibretle seyrediyorsunuz. 12 Dindar olanlar, yılbaşı gecelerinde düşünüyorken, şuur altında bile olsa diyorlar ki: — Yılbaşı gecesinin mânası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölüm denen kesin âkıbete biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlık demlerinin gelmesi.. demektir. Nitekim her yılbaşında siyah saçlara biraz daha aklar düşüyor, akların sayısı da biraz daha çoğalıyor. Öyle ise, böyle gecelerde daha çok sefalete, daha çok sefahete düşmek yerine; daha çok âhirete, daha fazla ebedî âleme meyili olmak lâzımdır. Zira bu hızlı gidiş, - ister ikrar et, ister inkâr - kabire, öteki dünyaya doğrudur. İşte dindarlık böyle düşündürüp, böyle tedbirli hareket ettirdiği içindir ki, dindar insanın, geçen senelerinden pişmanlığı azdır. Ama kendisini dinî ölçülerle kayıtlı görmeyen başıboş insanlarda ise her yılbaşında böyle bir muhakeme ve düşünceden eser yok. Tam bir şuur ve idrak mahrumiyeti içindeler.. Ölüme bir sene daha yaklaşmanın delilini teşkil eden gecede, hem ahlâkından, hem mâneviyatından, hem de parasından zararlar görmekte, fireler vermekte, pişman olacağı fiilleri çoğaltarak işlemekteler. Birkaç saatlik bu eğlence ve sefahetin arkasından ömür boyu üzüntü ve pişmanlıklar gelmekte... Onu böyle ömürboyu pişmanlıklara sevkeden şey, İslâm’ın icabını yaşamayışında, yâni, dindar olamayışındadır. Şâyet dinin emirlerine sadık kalacak bir iman kuvveti, dindarlık emâresi kazanabilse, her yılbaşı, tam aksini düşünmesine, kendisine çekidüzen verip iman ve ahlâk bakımından yükselmesine sebep olacak, geçmişinden pişmanlık duyan bir sefahet ve sefalete düşmeyecek... Demek ki, yılbaşı gecelerinde kimilerini o hâle düşürüp, kimilerini de bu duruma çıkaran şey, dindar olup olmamaktan başka birşey değildir. Anlaşılan, şahsı düşündürüp, mes’ud ve bahtiyar kılan şeyin dindarlık olduğu kesindir. Ferdi muhakemesizleştirip sefalete itenin de dinde lâubalilik olduğu bir vakıadır. Demek imtihan dünyasıdır bu. Her ikisine de yol açık. İsteyen oraya, dileyen de buraya yönelir. Kimi yılbaşında şuurunu iptal eder. Kimi de ihyâ... Biz şükrederiz dindarlığımıza, hamd ederiz bizi böyle düşündürüp, amel ettiren Rabbimize. Bizim yılbaşı anlayışımız ne olmalıdır? Ölmeden önce hesaba çekilmek için ne yapmak gerekir? Bazıları yılbaşını, 'vur patlasın çal oynasın' düşüncesizliğine dönüştürüyorlar, sanki ömürlerinden bir sene gitmemiş, aksine bir sene kazanmışlar gibi sevinç çığlıkları atarak işi sarhoşlaşmaya kadar götürüyorlar. Herhalde kaybettikleri bir yılı düşünmemek için başvuruyorlar böylesine şuur ve muhakeme iptaline... 13 Harcanan vakti nakitten de kıymetli gören İslam büyükleri ise böylesine bir şuur iptaline asla rıza göstermiyorlar, aksine kaybettiğimiz yılın sonunda tam bir nefis muhasebesine girmemizi, harcadığımız seneyi nasıl bir yaşantı içinde tükettiğimizin muhasebesini yapmayı ısrarla tavsiye ediyorlar. İsterseniz bir de onları dinleyelim de nasıl bir muhasebe ve muhakeme içinde olmamız gerekiyor, harcadığımız yılın sonunda görelim. Hicri 334 senesinde Bağdat'ta vefat etmiş olan büyük mutasavvıf Şibli Hazretleri, Bağdat halkına yaptığı her konuşmasına şu sözlerle başlıyordu: - Ömürlerinden bir seneyi daha tüketerek varacakları sona biraz daha yaklaşan ahiret yolcuları! Yaklaştığınız yerde hesaba çekilmeden önce burada kendinizi hesaba çekin! Her vaazına bu cümleyle başlayan Şibli Hazretleri'ne bir hürmetkârı, bir gün şöyle bir soru sordu: - Hep 'Ahirette hesaba çekilmeden önce kendinizi dünyada hesaba çekin!' buyuruyorsunuz. Dünyada kendimizi hesaba çekerek yaşarsak sanki ahirette hesaba çekilmeyecek miyiz? - Evet, dedi, burada hayatını hesaba çekerek yaşayan, orada hesaba çekilmeyebilir. Efendimiz (sas) Hazretleri; "Ahirette hesaba çekilmeden önce dünyada kendinizi hesaba çekin!" buyuruyor, öyle ise burada hayatını hesaba çekerek yaşayan orada hesaba çekilmeyebilir. En azından hesabını kolay verir. Bunun üzerine soru sahibi, kendini burada hesaba çekerek yaşamaya başlar. İbadetlerini eksiksiz yerine getirme gayretine girer. Günahlardan kaçınıp sevaplarını, hayır hasenatlarını çoğaltma titizliğine yönelir. Yani ahirette hesabını veremeyeceği işleri dünyada yapmama kararı alır. Böylece hayatını tam bir şuur içinde hesaba çekerek yaşamaya başlayan genç, bir gece rüyasında hocası Şibli Hazretleri'ni beyaz bir ata binmiş, bulutlara, yukarı uçup gidiyor halde görür. Arkasından seslenir: - Hocam bekle ben de geleyim seninle!.. Şibli Hazretleri'nin cevabı kesin: "Ben bu hapishaneden bir kurtuldum, bir daha bekler miyim burada?" Bu rüyanın manasını öğrenmek için sabah ilk iş olarak üstadını ziyarete giden talebesi, hocasının kapısında cenaze hazırlığını görünce, onun dünya hapishanesinden gece kurtulup ahiret saraylarına doğru uçtuğunu anlamakta gecikmez. Ama çok üzülür bu ani gidişine de o günün akşamında Rabb'ine dua ve niyazda bulunarak üstadını rüyada görme niyetiyle yatağına uzanır, az sonra kendisini hocasının huzurunda bulur. İlk sorusu, vaazlarında tekrar ettiği cümle olur: - Sen dünyada kendini hesaba çekerek yaşardın, orada hesaptan kurtuldun mu, durum nasıl? İmam tebessüm ederek cevap verir. Meleklerin beni hesaba çekmek üzere karşıma geçtikleri sırada Rabb'imden hitap geldi: - O kuluma hesap sormayınız. Çünkü o hesabını yaparak yaşadı, buraya temiz bir amel defteriyle geldi!.. Siz onun amel defterine bakın yeter, hesabını göreceksiniz orada... Şibli Hazretleri, talebesine; "Siz de" der, "kendinizi orada hesaba çekerek yaşayın.. Hesabını veremeyeceğiniz işlerle gelmeyin buraya. Size de; 'O kulum hesabını yaparak yaşadı, temiz bir amel defteriyle geldi buraya, defterine bakın yeter', denebilir!.." 14 - Ne dersiniz? Biz de harcadığımız sene sonunda, harcayacağımız senenin de başında kendimizi bir hesaba çeksek mi? En azından hesabını veremeyeceğimiz yanlışlarımız olduysa, tövbe, istiğfarla onları terk etme kararı alsak mı? Yapamadığımız ibadetlerimizi, hizmetlerimizi yapma azmine girsek mi? Yılbaşında bari bu muhasebeyi yapsak mı? Yoksa boş mu ver? Ömrümüzden bir sene daha gittiği halde, sanki bir sene daha kazanmış gibi 'vur patlasın çal oynasın' düşüncesizliğine düşenlere biz de katılarak malum tekerlemeyi biz de mi tekrar etsek? - Ayağını sıcak tut başını serin, hayatını yaşa düşünme derin!.. Fakat unutmamak gerek ki, hayatını düşünmeden yaşayanların sonunda duydukları pişmanlık çok derin oluyor; ama bu derin pişmanlığın hiçbir faydası olmuyor. Öyle ise gelin biz hayatımızı düşünerek, hesabını yaparak yaşama kararı alalım yeni yılımızda. Hesabını verebileceğimiz nice yeni yıllar dileğimle... (Ahmed Şahin) 15 “İmanınızı 'Lâ ilâhe illâllah' ile yenileyiniz” diye bir hadis var mıdır? Varsa iman tazelemeyi nasıl anlamak gerekir? Evet, Peygamber Efendimiz (asm) de, “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ sözü ile tecdit ediniz ve yenileyiniz.” buyuruyor. (Müsned , 2/359; et-Terğib ve’t- Terhib, 2/415) İman, Allah’a kalpten intisap ve bağlılıktan ibarettir; bizi Yaradan’ımıza bağlayan en güçlü bağdır. Küfür, inkâr veya şirk ise bu sağlam bağın kopması veya koparılmasıdır. İman, kalbin amelidir. Kalpte meydana gelir ve kalbi nuruyla aydınlatır. Küfür ise, kalpte inancın ve tasdikin olmaması hâlidir. Cenâb-ı Hakk’ın, zamanın ve mekânın çarkları içinde yuvarlanıp giden müminleri “imana” çağırması ne kadar mânidârdır: İmanın yenilenmesi bir emirdir. Nisa suresi 136. ayette şöyle buyurulur: “Ey İman edenler! Allaha iman edin.” Hem de iman edenlere emir. Yani imanınızı taklitten, tahkiki imana çıkarın, imanınızı yenileyin, imanın hadsiz mertebesinde terakki edin,.. manaları vardır. Hucurat suresi 14. ayette: “Bedevîler 'inandık' dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama 'İslâm olduk' deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.” buyurulur. Demek imanı dem ve damarlara karıştırmak, tekrar ederek, meleke haline getirmek; akıl, kalb, ruh gibi letaife sirayet ettirmek gerekir. İmanımızı her zaman taze tutmamız gerektiğini emreden yukarıdaki hadis-i şerifi tefsir eden Bedîüzzaman Hazretleri, “hem şahsı, hem de çevresi her zaman değişen” insanın, her zaman imanını yenilemeye de ihtiyaç duyduğunu kaydeder. İnsanın her bir ferdinin mânen çok “fertleri” vardır. Yani her bir insan, ömrünün seneleri adedince, hatta günleri adedince, hatta saatleri adedince birer “farklı fert” sayılmaktadır. Çünkü insanın hayatı zamana tâbî olduğu için, o tek fert bir model hükmüne geçmekte ve her gün bir diğer fert şeklini giymektedir. Şahsın değişmesi, bir derece cesede bakıyor. Her dakikada vücudumuzda otuz milyon hücre ölüyor, yerine yenileri geliyor. Altı ayda beyin hücreleri hariç tamamen değişiyoruz. Altı senede bir defa beyin hücreleri de dahil tamamen değişiyoruz. Her sene fotoğraf çektirsek, yan yana koysak, ne kadar değiştiğimizi fark edeceğiz. Ruh değişmediği için kendimizi aynı zannediyoruz. Madem ceset devamlı yenileniyor, o zaman cesetten gidenleri imanla göndermek gibi, yeni gelen zerre ve hücreleri de imanın nurlarıyla nurlandırmak lazım. İnsan zaman altına girdiği için ömrünün saatleri, günleri, seneleri adedince ayrı fertler hükmüne geçtiğinden, her bir ferdi iman nuruyla nurlandırmak gerekiyor. Hem içinde bulunduğumuz mekanlar da devamlı değişiyor. Mekandaki haller, manalar, eşyalar insana tesir ettiği için, manen bizim için karanlık olan o mekanı imanın nuruyla, tevhid nazarıyla ziyalandırmak icab ediyor. Hem misal aleminde her mekan ayrı bir mahiyette, imanla muamele edilince, Misal Aleminde ampul yanmış gibi o alem aydınlanıyor. 16 İçine girdiğimiz her mekan nur istiyor. Demek “La ilahe İllallah” hem kelime hem mana olarak bir lamba gibi oluyor. Üstelik insanın cismi ve ruhu böyle her zaman yenilendiği gibi, içinde yaşadığı âlem de her zaman değişmekte ve yenilenmektedir. Her gün veya her saat bir âlem gitmekte, bir başkası gelmektedir. Yani insan her saat farklı bir âlemi ve farklı tecellîleri yaşamaktadır. İnsanın bunun için bir saati bir saatine uymamaktadır. Az önce etrafına gülücükler dağıtan insan, bir de bakmışsınız sinir krizine girivermiştir. Hiç ummadığınız kişilerin bir gün bir cinayet işlediğini duyarsınız. Önce inanmazsınız, çünkü adam belki tavuk bile kesmemiştir; sizin bildiğiniz budur. Oysa maalesef haber doğru çıkar. Çünkü insanın yaşadığı şahsî âlemi ve sosyal âlemi her vakit değişmekte, insanı yeni girdaplara sokmakta veya hayatına olumlu veya olumsuz yeni cilveler taşımaktadır. Bu cilveler, girdaplar, girinti ve çıkıntılar, öfkeler, dargınlıklar, uçarılıklar, düşüncesizlikler ve fevrî hareketlerse insanı her zaman halden hale çevirmektedirler. Ayrıca insanda nefis, hevâ, vehim ve şeytan az-çok her insanda hükmetmekte; çok vakit insanın imanını rencide etmek için gafletinden istifade etmekte ve bu gafletiyle ona pek çok hile, şüphe ve vesvese vererek iman nurunu kaplamaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır. Her zaman “Lâ ilâhe illallah” kelimesiyle imanını taze tutan, Allah’a bağlılığını yenileyen, Yaradan’ı ile irtibatını tecdit eden kimseler, bütün bu farklı boyutlardaki olumsuz veya olumlu tavırlar ve haller karşısında, daima akıllı hareket etme kabiliyetlerini korurlar. Çünkü tazelenmek sûretiyle ulaşılan her yeni iman; her yeni âlemin, her yeni girdabın, her yeni krizin, her yeni olumsuzluğun ve her yeni tersliğin anahtarı hükmüne geçer, her yeni hayata yeni bir nûr getirir. Bu iman nuru her tersliğin ışığı ve her girdabın aydınlığı hüviyetinde tecellî eder. (bk. Nursi, Mektûbât, Yirmi Altıncı Mektup) Demek, her saat imanını tecdid edenler ve Allah’a olan bağlılığını diliyle ve kalbiyle taze tutanlar, şeytanın bu görünmez girdaplarından ve fark edilmez şerlerinden kendilerini Allah’ın izni ve inayetiyle- korumuş olurlar. Çünkü değişen ceset, alem ve mekan daima tazelenen bir imanı gerekli kılıyor. Akıp giden zaman, ne kadar kötü olursa olsun; imanını tazeleme bilinci içinde yaşayanlar zamanın kötülüğünden ve şerlerinden -inşallah- zarar görmeyecekleri gibi, insanlara da iyi örnek teşkil edeceklerdir. 17 Gece ve gündüzün şükrünü içinde barındıran dua, ne zaman okunmalıdır? Abdullah İbnu Gannâm el-Beyâzî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim sabaha erdiği zaman: "Allahım, benimle veya mahlukatından herhangi biriyle hangi nimet sabaha ermişse bu sendendir. Sen birsin, ortağın yoktur, hamdler sanadır, şükür sanadır" derse, o günkü şükür borcunu ödemiştir. Kim de aynı şeyler akşama erince söylerse o da o geceki şükür borcunu eda eder". (Ebû Dâvud, Edeb 110) Bu dua akşamları okunurken, “mâ asbaha” (sabaha ermişse) yerine, “mâ emsâ” (akşama ermişse) denilir. Bu hadis, akşama ve sabaha eren kişinin üzerinde bir hamd ve şükür borcu olduğunu belirtiyor. Bu borcun ödenmesi için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın okunmasını tavsiye ettiği dua bize gösteriyor ki, şükür ve hamd, mazhar olunan nimetlerin Allah'tan geldiğini bilmekten, bunu diliyle de ifade etmekten ibarettir. (bk. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/48-49) Diğer pek çok duada olduğu gibi bu duayı okumak için de abdestli olmak gerekmez. Bütün hallerde, tüm vakitlerde okumak uygundur. Özellikle namazlardan sonra okumanın sevabı ve fazileti daha çoktur. Konuyla ilgili iki hadis de şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) akşam olunca şu duayı okurdu: "Elhamdulillah geceye erdik. Mülk de, Allah için geceye erdi. Allah'tan başka ilâh yoktur. Tektir, ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamdler O'nadır, O, her şeye kâdirdir. Rabbim! Bu gecede olacak hayrı, bundan sonra olacak hayrı senden taleb ediyorum. Bu gecede olacak şerden ve bundan sonra olacak şerlerden sana sığınıyorum. Rabbim! Tembellikten, yaşlılığın kötülüklerinden sana sığınıyorum. Rabbim! Cehennem azabından, kabir azabından sana sığınıyorum!" İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) devamla, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sabah olunca şu duayı okuduğunu söyledi: "Elhamdulillah sabaha erdik. Mülk de Allah için sabaha erdi". (Müslim, Zikr 75, (2723); Tirmizî, Daavât 13, (3387); Ebû Dâvud, Edeb 110) Ebû Selâm, Hz. Enes (radıyallâhu anh)'ten naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Kim akşama ve sabaha erdiği zaman: "Rabb olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, resûl olarak Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e razı olduk" derse onu razı etmek de Allah üzerine bir hak olmuştur". (Rezîn bu duaya: "Kıyamet günü" ifadesini ilave etmiştir. (Ebû Dâvud, Edeb 110, (5072)] İbnu Mâce, Dua 14) İlave bilgi için tıklayınız: Okunan dualara verilen sevaplarla ilgili rivayetler var. Dualara vadedilen netice ve sevaplara kavuşmanın şartları nelerdir? O duayı her okuyan o sevabı alabilir mi? 18 Ayetlerde geçen “Allah yolundan alıkoymak” ibaresi, tefsirlerde nasıl açıklanmıştır? “Allah yolundan alı koymak” şeklinde tercüme edilen ayetlerin aslında yer alan anahtar kelime “SADDE/YESUDDU” fiilidir. Bu kelime, bir şeyden alıkoymak, engellemek, mani olmak manasına gelir. Mesela: Hac suresinin 25. ayetinde “İnnellezîne keferû ve YESUDDÛNE an sebilillah Ve’l-Mescidi’l-Harami” “Şüphesiz kâfir olup da Allah yolundan ve Mescid-i Haram’dan alıkoyanlar/ veya: insanların Allah yoluna girmelerine ve mescid-i harama gidip tavaf yapmalarına mani olurlar...” mealindedir. Mesela: Enfal suresinin “Allah ne diye onları cezalandırmasın ki onlar kendileri Mescid-i Haramı yönetmeye layık olmadıkları halde, üstelik orayı ziyaret etmek isteyen müminleri de geri çeviriyorlar/engelliyorlar/mani oluyorlar” mealindeki ayette yine “YESUDDÛNE” fiili kullanılmıştır. Allah yolundan alıkoymak, insanların iman etmelerine mani olmak demektir. Çünkü Allah yolunun temel esası iman konusudur. Ancak yerine göre, bu ifade dinin bütün emirlerini de ihtiva edebilir. Nitekim Taberi, bunu “Allah’ın dinine mani olmak” şeklinde tefsir etmiştir. (Nahl:26. ayetin tefsiri) Keza Kurtubî “Allah yolundan alıkoymayı”: Allah’a iman edip itaat etmeye mani olmak ve insanları şirk ve isyana yönlendirmek olarak yorumlamıştır. (Kurtubı, HUd:19. ayetin tefsiri) 19 Borcundan dolayı bir caminin elektriğinin kesilip ezanın susmasından kim sorumludur? Fıkıh'ta bir hüküm vardır; bir başkasının mülkü olan mekana (eve, bağa, tarlaya…) sahibinin izni olmadan girip namaz kılmak caiz değildir. Bu yer, orada bulunulduğu sürece gaspedilmiş sayılır. Elektriği bir özel şirket üretiyor veya satın alıyor, sonra bunu isteyene (abone olanlara) satıyor. Abone olmak, satın almak demektir. Satın alan ister özel ister tüzel kişi (dernek, vakıf, şirket, daire, cami, okul…) olsun aldığı elektriğin bedelini ödemeye mecburdur; ödemezse haksızlık etmiş olur. Sahibinin rızası dışında kullandığı elektrik ışığında yapacağı ibadet de zedelenir. Çare, güçleri yetiyorsa cemaatin, yetmiyorsa daha geniş cemaatin (yakından uzağa çevredeki Müslümanların) para toplayarak borcu ödemeleri ve helal elektriğe kavuşmalarıdır. Elektriği bedava vermiyor veya eski alacağını istiyor diye şirketi suçlamak haksızlıktır. Bizim meselemiz sahiplerini hiç tanımadığımız, hiçbir alakamız bulunmayan şirketi savunmak değildir, bizim meselemiz Müslümanların hak hukuk konusunda kılı kırk yarmaları, attıkları her adımın şeriata uygun olması konusunda titizlik göstermeleri yönünde uyarıdır. 'Kesintinin ardından ezan sesinin de sustuğu camide' ifadesi de bize yakışmıyor. İlk ezan mikrofona okunup hoparlörden duyurulmadı, bu aletlerin icad edildiği yakın zamanlara kadar da ezanlar minarelerden insan sesiyle okundu ve duyuruldu. Adı geçen camide de mutlaka insanlar ezanı okuyorlar ve seslerinin yettiği kadar çevreye duyuruyorlardır. 'Bu yüzden uzaklardan ezan duyulamıyor' dense buna bir şey diyemeyiz, ama 'ezan sesi de sustu' ifadesi hilaf-ı hakikattir, bu da müminlere yakışmaz. 20 Çocuk emziren bir kadın niyet edip başladığı ramazan orucunu (sahura kalkamadım diye) bozarsa keffaret gerekir mi yoksa sadece kaza mı gerekir? Hamile olan veya çocuk emziren kadınlardan oruç tutmaya sağlığı elvermeyenler ramazan ayında oruçlarını tutmayabilirler ve daha sonra oruçlarını kaza edebilirler. Ancak hamile olan veya bebeğini emziren bir kadın oruç tutmak için niyetlenmiş ise başladığı orucunu tamamlaması gerekir. Zira sahura kalkmak sünnet olmakla birlikte oruç tutmak için şart değildir. Bu itibarla bahse konu olan kadın eğer oruç tutmaya niyet ettikten sonra gün içerisinde hastalık gibi bir durum olmadan orucunu bozmuş ise keffaret gerekir, oruca zaten niyet etmemiş ise bir şey gerekmez. Sadece o gün tutmadığı orucu daha sonra kaza etmesi gerekir. çünkü keffaret, oruç tutmamanın değil, niyet edilerek başlanmış ramazan orucunu bozmanın bir cezasıdır. Ramazan orucunu tutmamak için geçerli mazeretlerden biri de gebelik veya çocuk emzirmektir. Gebe veya emzikli olan kadınlar, kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları halinde oruç tutmayabilirler Bunlar bir yönüyle hasta hükmünde oldukları gibi, onlara bu ruhsatı tanıyan hadisler de bulunmaktadır (Nesâî, Sıyâm, 51, 62; İbn Mâce, Sıyâm, 12). Kendisi dayanabilecek ve çocuk da etkilenmeyecek ise hamile ve çocuk emziren anne oruç tutabilir. Bu konuda alanında uzman bir hekime danışılması uygun olur. Hamilelik ve çocuk emzirme gibi meşru sebeplerle oruç tutamayan bayanlar, tutamadıkları bu oruçlarını şartların elverişli olduğu başka zamanlarda kaza ederler (Merğinânî, el-Hidâye, I, 127). İlave bilgi için tıklayınız: Oruç ile ilgili sık sorulan sorular ve cevapları nelerdir? 21 “İffetli olmak isteyeni, Allahü teâlâ iffetli kılar” sözü bir hadis midir? İffetli olmayı istemek nasıl olur? Evet bu anlamda bir hadis vardır: Ebû Saîd el-Hudrî’nin (ra) naklettiğine göre, Ensâr'dan bazı kimseler Resûlüllah'dan (asm) (ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal) istemişlerdi. Resûlüllah (asm) isteyen herkese muhakkak verirdi ve öyle de yaptı. Nihayet yanında infak edilecek hiçbir şey kalmayınca, onlara şöyle buyurdu: “Yanımda bulunan ne kadar mal varsa, onları sizden asla esirgemem. Şunu da iyi bilin ki, kim (istemeyip) iffetli kalmayı dilerse, Allah onu iffetli kılar. Kim de sabretmeye çalışırsa, Allah ona sabır ihsan eder. Kim insanlardan müstağni olmak isterse, Allah onu müstağni kılar. Sizlere sabırdan daha hayırlı ve daha büyük bir ihsanda bulunulmamıştır!” (Buhari, Rikâk 20) İffet, insanın bedenî ve maddî hazlara aşırı düşkünlükten korunmasını sağlayan erdem için kullanılan bir ahlâk terimidir. Sözlükte "haramdan uzak durmak, helâl ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak" anlamında masdar olan iffet kelimesi, daha çok felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarında ve bunların etkisinde kalan diğer eserlerde insandaki arzu (şehvet) gücünün ılımlı işleyişinden hâsıl olan erdemi ifade etmek üzere kullanılmış ve başta gelen erdemlerden biri kabul edilmiştir. Bu kaynaklardaki iffet tanımlarını "yeme içme ve cinsî arzu konusunda ölçülü olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına" sokmak suretiyle kazanılan erdem şeklinde özetlemek mümkündür. İffetli kimseye afîf denir. Kur'ân-ı Kerîm'de iffet kelimesi geçmemekle birlikte dört âyette aynı kökten isim ve fiiller yer almıştır. İffetle ilgili âyetlerin ikisi (Bakara 2/273; Nisâ 4/6) mal mülk, yeme içme konularında ölçülü ve kanaatkar olmayı, ikisi de (Nûr 24/33, 60) cinsel istekler hususunda ölçülü ve edepli davranmayı ifade etmektedir. Hadislerde hem iffet kelimesine hem de aynı kökten başka kelimelere yer verilerek konu her iki açıdan ele alınmıştır. Meselâ, "Yâ rabbi! Senden hidayet, takva ve iffet diliyorum" (Müsned, I, 389, 439) şeklinde dua eden Hz. Peygamber (asm), Bakara sûresinin 273. âyetini delil göstererek yardıma en lâyık olan kimselerin iffetlerini korumaya çalışan yoksullar olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Tefsir, 2/48) Diğer bir hadiste, "Allah, yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mümin kulunu sever" denilmiştir. (İbn Mâce, Zühd, 5) Ahlak felsefesinde nefsin nutuk(düşünme), gazap ve şehvet (arzu) olarak sıralanan üç temel psikolojik kapasite ve yeteneğinin itidal ölçüsünde işleyişinden üç fazilet, bunların ve bunlara bağlı diğer faziletlerin uyumlu birliği ve etkinliğinden dördüncü bir fazilet doğduğu kabul edilerek bu dört fazilet çoğunlukla hikmet, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır. İffeti, "nefiste yerleşen ve şehvetin insana üstün gelmesini önleyen nitelik" şeklinde tanımlayan Râgıb el-İsfahânî, âyetlerde ve sorudaki hadiste geçen "isti'fâf" kavramını "iffetli olmayı isteme, bir çeşit mümâresede bulunarak, kendine disiplin uygulayarak ruhunda bu erdemi geliştirmeye çalışma" şeklinde açıklamaktadır. Ayrıca iffetin şehvet gücüyle, bu gücün de hayvanî zevklerle ilgili olduğuna dikkat çekerek iffet erdemine ancak bu tür zevkler karşısında nefsin dizginlenmesiyle ulaşılabileceğini söyler. (Müfredât, “İffet” mad) 22 İslâm ahlâkçıları, insanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet ve erdem sayılabilmesi için bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine dayanması ve güçlü bir iradî çaba ile gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtirler. Psikoiojik veya bedensel bir zafiyetten, acizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden dolayı zevklerini terkeden kişi erdemli sayılmaz. Aynı şekilde ileride daha fazlasını elde etmek için mevcut bir zevkten feragat etmek de erdem değildir. (Gazzâlî, İhya, III, 105) Özellikle Mâverdî, iffet erdemini kişinin onuru ve saygınlığı bakımından da ele alarak iffetli olmayı, nefsi aşağı sıfatlardan arındırmayı ve insanlara muhtaç konuma düşüp onların yardımıyla yaşama zilletinden korunmayı insanın kendi kişiliğine karşı ahlâkî görevleri olarak göstermiştir. (Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, s. 309-321) Ahlâk kitaplarında diğer temel erdemler gibi iffetten doğan tâli derecedeki erdemler de kaydedilmiştir. Meselâ Gazzâlî, bu tâli faziletler şöyle sıralanmıştır: "Haya, mahcubiyet, müsamaha, sabır, cömertlik, işleri güzellikle ölçüp tartma, güler yüzlü ve tatlı dilli olma, kolaylaştırıcı olma, düzenlilik, güzel görünüş, kanaat, ağır başlılık, günahtan çekinme, yardımlaşma ve kibarlık." (Mizânü'l-'amel, s. 87) Başta Kur'ân-ı Kerim ve hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda olgun müslüman sayılmak için sadece iman edip dinin bazı formel kurallarını yerine getirmek yeterli görülmemiş; insanın iffet, haya, edep, zühd, kanaat gibi faziletlerle donanması ve genellikle din bakımından günah sayılan, aklıselim sahibi insanlarca da ayıp ve kötü kabul edilen tutum ve davranışlardan uzak durmasının gerekliliği de vurgulanmıştır. Fahreddin er-Râzî'nin, "Günahın gizlisinden de açığından da uzak durun" (En'âm 6/120) mealindeki âyeti açıklarken yer verdiği görüşler, İslâm âlimlerinin günahın her türlüsünden kaçınmayı dinde ve ahlâkta kemale ulaşmanın şartı olarak gördüklerine işaret eder. Hz. Peygamberin(asm), "Her kim ağzına ve cinsel arzularına hâkim olacağına dair bana söz verirse ben de onun cennete girmesine kefil olurum" hadisi (Buhârî, Hudûd, 19) iffet erdeminin kapsamını ve İslâm ahlâkındaki önemini ortaya koymaktadır. "Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı da hayadır" mealindeki hadis de (İbn Mâce, Zühd, 17) aynı gerçeği bildirir. İslâm ahlâkçıları, diğer erdemler gibi iffetin de öncelikle ruhî bir meleke haline getirilmesi gerektiğini kabul ettikleri için insanın yeme içme ve cinsî arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye etmesinin zorunluluğu üzerinde önemle dururlar. Örneğin Gazzâlî, İhyâ isimli eserinin kırk ana konusundan birini insanın manevî ve ahlâkî hayatını yıkıma götüren tehlikelerin en büyüğü olarak gördüğü "mide şehveti" ile "cinsî şehvete" ayırmıştır. Aynı şekilde iffeti "nefsi, hayvanî zevklerden korumak" diye açıklayan Râgıb el-İsfahânî bu erdemi kanaat, zühd, gönül zenginliği, cömertlik gibi erdemlerin esası olarak görür ve iffetten yoksun olmanın bütün güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtir. (ez-Zerî'a, s. 318) Demek ki iffet; Öncelikle bedenî hazlara ve nefsânî aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhî yapıya sahip olmaktır; buna "kalbin iffeti" denir. 23 Bundan sonra tam iffete ulaşmak için eli, dili, gözü, kulağı ve genel olarak bütün bedeni ahlâka aykırı davranışlardan uzak tutmak gelir. Diğer taraftan, ahlâk kitaplarında iffetin bir tür özgürlük kaynağı olduğu belirtilir. Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması gerekir. Râgıb elİsfahânî, "En alçaltıcı kölelik şehvet köleliğidir" derken, İbn Miskeveyh, iffet erdemini kazanmış insanın tutkularına kul olmaktan kurtulup özgürleşeceğini belirtir. (Tehzîbü 'lahlâk, s. 40; bk. TDV İslam Ansiklopedisi, İffet md.; Prof. Dr. Osman Güner, Bir Mü'min Şiarı: İffet, Yeni Ümit, Ekim-Kasım-Aralık 2010) Tarihte yaşanmış sayısız iffet örneklerinden biri şöyledir: Devir, adalet timsali, müminlerin emiri Ömeru’l-Fâruk’un (radıyallâhu anh) hilâfet dönemidir. Medine’de âbidliği, zahitliği ve takvasıyla biline bir genç vardır. Hayatını ‘kalbi mescitlere bağlı bir kimse’ (Muvatta, Şi’r 14) olarak geçiren bir gençtir. Bu genç birden bire gözlerden kaybolur ve Hz. Ömer bunun farkına varır; cemaate nerede olduğunu sorar; onlar da gencin vefat ettiğini söylerler. Vefatı öncesinde evine gelip giderken bu gence nasılsa kötü niyetli bir kadın musallat olur; peşine takılır ve onu ağına çekmek ister. Genç, bu fettan kadına tam takılmak üzeredir ki, birden diline “Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A’râf, 7/201) âyeti takılır. Genç adam, gayr-i ihtiyarî bu âyeti defalarca tekrar eder. Böyle bir ihsasın vermiş olduğu heyecan ve duygu atmosferi içinde kalbi durur ve oracıkta ruhunu teslim eder. Hz. Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır." (Rahmân, 55/46) Şimdi sen istediğine girebilirsin.” diye seslenir. Hz. Ömer sözlerini henüz bitirmiştir ki, o sırada herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: ‘Yâ Emire’l-Müminîn! Allah bana onun iki katını verdi.’ (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, II/218) Genç adam, takvalı ve iffetli yaşantısından dolayı Rabbinin katında mükâfatını fazlasıyla almıştır. Hiç şüphesiz yaşanan bu hâdise, keyfiyeti meçhul, sıra dışı, harikulâde bir hâdisedir ve Allah’ın rahmet ve lütfunun ne kadar sonsuz olduğuna bir işarettir. 24 Rahman suresinde neden önce Kur'an'ı öğretti sonra insanı yarattı deniliyor? Ayrıca Kur'an kime öğretilmiştir? İlgili ayetlerin meali: “Rahman Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti. (Rahman, 55/1-4) a. Sûrenin başındaki bu bir satırlık kısım muazzam bir gerçeği bildirmektedir: Sonsuz rahmet sahibi Allah, şefkatle yaratıp kemale erdirdiği insana olan rahmetini tamamlamak için Kur'ân'ı göndermiş, onu cehalet ve dalâlet karanlıklarından kurtarmıştır. Hitabı olan Kur'ân'ı anlaması için, yarattığı bu insana düşünüp ifade etme kabiliyeti vermiştir. Bu âyetler şöyle özetlenebilir: Rahman Kur'ân Beyan İnsan. Rahman insanla iletişim kurmaya tenezzül buyurmuştur. Mesajı olan Kur'ân'ı anlayabilmesi için insana beyan kabiliyeti vermiştir. b. Bu âyetlerde, Allah’ın rahmeti Kur’ân ile ifade edilmiştir. Bundan, Kur’ân’ın insanlık için başlı başına bir rahmet olduğunu anlıyoruz. Kur’an’ın öğretilmesinin insanın yaratılışından önce gelmesi ise, Kur’an’a göre, insanın yaratılışının gayesinin, imtihan olduğuna işarettir. Bu nedenle, gaye ve hedef önce gelmiştir. Örneğin şeker fabrikası daha yapılmadan önce “şeker” söylenir ve bütün sistem buna göre dizayn edilir. Çünkü fabrikanın gayesi şeker üretmektir. Bunun gibi insanın Kur'an'ı öğrenmesi ve ona uygun bir hayat yaşaması hedeftir, gayedir, maksattır. Bu nedenle önce gelmesi hikmete uygundur. c. Bu sûrede ulvî ve semavî nimetler önce, süflî ve dünyevî nimetler sonra gelmiştir. Kur’ân’ın öğretilmesi ulvî ve semavî bir nimet olduğu için önce; insanın yaratılması dünyevî bir nimet olduğu için sonra zikredilmiştir. (Razi, ilgili ayetin tefsiri) Nitekim Rahman Sûresinin devam eden âyetlerinde de bu sıra gözetilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, insana Kur’ân’ın öğretilmesi çok büyük bir nimet ve bereket olduğu için, bu, insanın yaratılışından önce zikredilmiştir. d. İnsanın yaratılışı, Kur'an öğretimi ile beyan öğretimini ifade eden ayetler arasında zikredilmesi, insanın, yaratılışı itibarıyla kalp/din, akıl/düşünce gibi iki nimetle donatılmış iki yönlü bir varlık olduğuna işarettir. e. İlk başta Kur'an'ın öğretimine dikkat çeken ayet, insanların dinsiz yaşayamayacağına ve dünyaya geliş gayesinin kulluk olduğuna delâlet etmektedir. "Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/26) ayetinin işaret ettiği gibi, insanın yaratılışının asıl gayesi “kulluk”tur. 25 "İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?" (Ankebut, 29/2) "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyame, 76/36) ayetlerinin işaret ettiği gibi, "arıyı yasubsuz (arıbeysiz), karıncayı emîrsiz" bırakmayan Yüce Allah, en değerli varlık olan insanı sorumsuz ve başıboş bırakır mı? f. “Rahman Kur’ân’ı öğretti” cümlesinde mef’ul (öğretilenin kim olduğu) hazfedilmiştir, yani kapalı bırakılmış, açıktan zikredilmemiştir. Böylece öğretilen şeyin çok büyük olduğu anlatılmak istenmiş, mânâ daha da zengin hale getirilmiştir. Bu mana üç şekilde ifade edilebilir: 1. Allah Kur’ân’ı önce Cebrail’e (as) ve mukarreb meleklere öğretti. Cebrail (as) ise Kur’ân’ı, Hazret-i Muhammed’in (asm) kalbine indirdi. Nitekim Kur’ân, “Onu senin kalbine Rûhü’l-Emîn indirdi.” (Şuara, 26/193, 194) buyurmuştur. Yine Kur’ân, “Şüphesiz o şerefli bir Kur’ân’dır, korunmuş bir kitab (olan Levh-i Mahfuz’dadır). Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir.” (Vakıa, 56/77-79) buyurmuştur. Bilindiği gibi Cebrail’in ve sair meleklerin yaratılışı insandan öncedir. Diğer yandan, Cebrail ve melekler beka âleminde bulunmaktadırlar. Dünya ve dünyada insanın yaratılışı elbette beka âleminden sonradır. Başka bir ifade ile beka âleminde zaman, dünyayı yutacak boyutta geniştir. Yani, bu dünyanın binlerce senesi, beka âleminin birkaç dakikası hükmündedir. Nitekim Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Beka âleminin birkaç dakikası, bu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye, (1997), s. 166) 2. Mef’ûl’ün Hazret-i Muhammed (asm) olması durumunda, muhtemel mana: “Allah Kur’ân’ı Hazret-i Muhammed’e (asm) öğretti” olacaktır. Bilindiği gibi Hazret-i Muhammed’in (asm) nurunun yaratılışı kâinattan da, meleklerden de öncedir. (Keşfü’l-Hafa, 1:266: 827) Kur’ân ise Allah kelâmıdır ve zaman üstü bir konumdadır. 3. Gizli mef’ul insandır. Bu ihtimal ile mânâ şöyle olur: “Allah Kur’ân’ı insana öğretmiştir.” Tek başına rahmet olan Kur’ân, insanın yaratılmasından daha büyük bir nimet olduğundan âyette önce gelmiştir. Burada mef’ulün (kime öğretildiğinin) hazfediliş hikmetini büyük Müfessir Fahrettin Râzî şöyle açıklıyor: “Bu, öğretme nimetinin genel ve şümullü olduğuna işarettir. Nitekim Arapça’da, kime yedirdiğini belirtmeden, sırf o adamın keremine ve cömertliğine işaret olsun diye ‘Falanca yemek yedirir’ denilir.” (Razi İlgili ayetin tefsiri) Özetle, Kur’an’ın başta “Hamd” ile başlaması, Kur’an vahyinin temel amacının insanların Allah’a karşı iman şuuruyla medyun-u şükran olduklarını ders vermeye yönelik olduğu gibi, Rahman suresinde de ilk defa Kur’an’ın talimine yer verilmesi, Kur’an’ın -bu surede zikredilen- bütün nimetlerin başında geldiğini, insanların yaratılmasının ana gayesinin de hayatlarını Kur’an’a göre düzenlemesinin gerektiğini “beraetu’l-istihlal” kuralı çerçevesinde, insanın yaratılışının ille-i gaiyesi Kur’an gibi vahiyler olduğuna işarettir. 26 "Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmek" anlamındaki hadis sahih midir? Sevban'dan (r.a) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: "Yakında milletler yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) biribirlerini davet edecekler." Birisi: "Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Rasûlullah (asm), "Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çörçöp gi¬bi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak sizin gönlünüze de vehn atacak" buyurdu. Yine bir adam: Vehn nedir? ya Rasûlullah diye sorunca: "Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir" buyurdu.[18] Vehn hadisi olarak bilinen bu rivayet sahihtir. (bk. Ebu Davud, Melahim, 5) Hadisi Ahmed b. Hnabel de rivayet etmiştir(el-Müsned, 2/359) Hafız Heysemî, İbn Hanbel’in rivayet ettiği hadisin senedinin sağlam olduğunu belirtmiştir. (bk. Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, h. no. 12244) Vehn kelimesinin sözlük anlamı gevşek olmak, zayıf, güçsüz olmak, gevşeklik göstermektir. Nitekim, Hz. Zekeriya o yaşta nasıl çocuk sahibi olacağını belirtmek için : “Ya Rabbî, iyice yaşlandım, kemiklerim zayıfladı,eridi(vehene’l-azmu minni)” ifadesini kullanmıştır. Ancak hadiste bu sözlük anlamının ötesinde İslam ümmetinin içinde bulunduğu gevşeklik ve zayıflığının sebebini, gerekçesini anlatmıştır: “Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir". Yani, dünya hayatını fazla sevdikleri, ahiret hayatını geri plana attıkları ve bu sebeple de oraya gidecek yol olan ölümden de korktukları için dirençlerini kaybederler, gereken mücadeleye ve mücahedeye girmekten kaçınırlar ve asrın gereği olan maddi imkânları kullanamadıkları için nüfusça çok olmalarına rağmen uluslararası camiada hiç bir kıymet-i harbiyeleri olmaz. Hadisten anladığımıza göre, İslam düşmanları, müslümanları yok edip kuvvetlerini kırmak için kendi aralarında birleşmeye davet edeceklerdir. Bu davet, sofrasına adam davet eden bir sofra sahibi rahatlığı içerisinde olacaktır. Yani nasıl ki onlar için sofraya oturup yemek zor olmayan bir işse, kafirlerin İslama karşı birlik çağrısında bulunup Müslümanların zenginliklerini yemeleri de engellenemez bir kolaylık taşıyacaktı. Bazı devletler, İslam dünyasını önlerine konmuş bir sofraya benzetecekler ve bu cazip sofrayı paylaşmak için birbirlerini davet edeceklerdir. 27 Onları böyle bir işi yapmaya cesaretlendiren şey müslümanların azlığı değil aksine onların takva bakımından güçsüzlüğü ve dünyaya aşırı düşkünlükleri olacaktır. Çünkü ölümden korkan ve dünyaya fazlaca düşkün olanlar, fedakarlıklara katlanamazlar. Canları ve malları ile katılmaları gereken cihâdı ihmal ederler. Böylece eskiden olduğu gibi düşmanlara karşı heybetli değildirler ve artık düşmanlar onlardan korkmazlar, çekinmezler. Hz. Peygamber'in (asm) bu haberi, Osmanlı devletinin, birleşen zalim devletler tarafından yenilip parçalanması ve bu gün müslümanların zenginliklerinin çeşitli yollar ve siyonist çabalarla yağmalanması olayı ile ne kadar da uyuşmaktadır. (bk. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/421-422) İnsan birinci dereceden uhrevi, ahiret alemi için yaratılmış bir varlık olup, O'nu ancak ahirete müteallik meseleler tatmin eder. Hadisde ifade buyurulan "dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmek" ifadesi; Allah'a güven ve itimadı kaybederek, güven vadetmeyen dünyevi şeylere güvenme, iman ve amel açısından, dinin asıl ve kaynaklarıyla irtibatın zayıflaması gibi manalara gelir. İslam ümmeti, tarihte, varlığını bu din sayesinde isbatladı. Ve günümüzde de yeniden bir hareketlenme olacaksa bu dinle, bu dinin öncülük etmesiyle olacaktır. Böyle bir dine sahip olmamıza rağmen, alemi islam olarak hayatın bir çok alanını boş bıraktık, boş kalan yerlerin de zamanla yabancı kültür ve medeniyetlerin islamın ruhuna uygun olmayan kriterlerine göre doldurdular. İşte bu noktadan hareketle islami hareket ve cemaatler boş bırakılan yerleri doldurma açısından ciddi bir öneme sahiptirler. Böyle önemli bir misyona sahip olmalarına rağmen günümüzde islami hareketler, devletler ve milletler istenen kıvamı yakalayamamış, hedef kitleleri itibariyle belirli bir darlığa mahkum kalmışlardır. Bu konuda her müslüman birey, aile, mahalle, devlet kendine bir hisse çıkarmalı ve üzerine düşeni yapmakla görevli olduğu bilincine sahip olarak, her açıdan islamı hayatına hayat kılmalıdır. 28 “Cuma namazına yetişemeyen cumayı kılamayan öğle namazını kılsın" sözü hangi hadise dayanıyor? Cuma namazına kavuşmayan kimsenin öğle namazını kılması gerektiğine dair bir hadis rivayetine rastlayamadık. Yalnız bir rivayete göre, Abdullah İbn Mesud bir defasında cuma namazını kaçırdığı için iki kişiyle birlikte öğle namazını kılmıştır. (bk. V. Zuhaylî, elFıkhu’l-İslamî,2/313) Aslında bu konu açık olduğu için hadislerde ayrıca bir işaret yapılmamış olabilir. Çünkü öğle vaktinde hem öğle namazı hem de cuma namazı farzdır. Nitekim kadınlar, köleler, hastalar ve çocuklara (bir rivayette Misafirler de vardır) cuma namazı farz değildir. (Neylu’l-Evtar, 34/220) Buna göre namaz kılması farz olduğu halde cuma namazını kılamayan veya kılmayan kimsenin o vakitte öğle namazını kılması gerekir. 29