SAYFA CUMHURİYET 3 MART 2008 PAZARTESİ İNCELEME 6 TBMM’de halifelik ile Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı, Tevhid-i Tedrisat Yasası’yla eğitim ve öğretim birliği sağlandı 3 Mart: Devrimin 3 önemli yasası ALEV COŞKUN 3 Mart 1924 laik Cumhuriyetin ve aydınlanma devrimlerinin temellerinin atıldığı en büyük tarihtir. Gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor ki, 3 Mart aslında, laik Türkiye’nin en büyük yıldönümüdür. Devrim Bayramı günü olarak kutlanması gerekir. NEDEN? Cumhuriyet, hepimizin bildiği gibi 29 Ekim 1923’te ilan edildi. Ama Cumhuriyet ilan edildiği tarihte bu Cumhuriyetin nitelikleri ve karakteri henüz açık ve net olarak ortaya çıkmamıştı. Bu Cumhuriyetin nasıl bir nitelikte olacağını tam bilinemiyordu. Bu Cumhuriyet bir İslam Cumhuriyeti de olabilirdi. Adı Cumhuriyet olup da niteliği gerici olan bir model de olabilirdi. Aynı bugünkü Bangladeş İslam Cumhuriyeti ya da İran İslam Cumhuriyeti gibi... İşte 3 Mart’ta kabul edilen 3 önemli devrim yasası, yeni ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin karakter, nitelik ve yapısını ortaya koymuştur. Eğer 3 Mart 1924’te gerçek devrim niteliğindeki yasalar kabul edilmeseydi, 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyet sadece biçimden öteye gidemezdi. Adeta adı var, içeriği yok, boş bir merasim Cumhuriyeti olurdu... 3 Mart 1924’te kabul edilen yasalar Atatürk Cumhuriyeti’ne, aydınlanma devrimlerine anlam ve içerik kazandırmıştır. 3 Mart 1924’te TBMM’de üç temel yasa kabul edildi, yasalaştı. Bunlar: 1. Halifeliği kaldıran yasa, 2. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nı kaldıran yasa, 3. Eğitim ve öğretimi birleştiren “Tevhid-i Tedrisat” Yasası. Bu yasalar nitelikleri ve içerikleri yönünden her birisi büyük birer devrimdir. Bu üç yasanın kabul edilmesiyle Osmanlı Devleti’nin teokratik yapısı ortadan kaldırılmış, din devleti yıkılmış ve Cumhuriyetin laiklik ilkelerine dayalı temel yapısı kurulmuştur. Bu nedenle Atatürkçüler, çağdaşlaşmacılar, aydınlanma devrimlerine inananlar bu devrimin en önemli günü, devrim yasalarının 84. yıldönümü kutlu olsun... Bu girişten sonra, bu üç yasanın öncelikle altyapısını kısaca özetleyelim: Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılması ve Anadolu ihtilalini temsil eden TBMM ordularının 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e girmesinden sonra bir dizi önemli atılım yaşandı. Bu oluşu- mun dört önemli kademesi vardır. 1. Lozan: Anadolu’da kurulan TBMM’nin bütün dünya tarafından kabul edilmesi, Lozan Barış Antlaşması ile gerçekleşti. Lozan, bu nedenle Anadolu’da kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası kabulünü gösteren temel belgedir, bir bakıma Lozan Antlaşması Cumhuriyet’in tapu senedidir. 2. Saltanatın kaldırılışı: Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı başarıyla sonuçlanınca itibar kaybeden İstanbul’daki işbirlikçiler ve Saray, kendisine yeni yollar aramaya başladı. İtilaf devletleri hem Ankara, hem de İstanbul Hükümeti’ni Lozan Barış Konferansı’na aynı anda davet ettiler. Amaçları Ankara-İstanbul çelişkisinden yararlanmaktı. Sadrazam Tevfik Paşa, doğrudan TBMM’ye gönderdiği iletide (29 Ekim 1922) şunları söylüyordu: “İstanbul’a bir temsilci gönderin, birlikte görüşelim, birlikte hareket edelim.” İstanbul Hükümeti’nin bu istemi Ankara’ya ulaşınca, Ankara’da TBMM’deki devrimci milletvekilleri büyük tepki gösterdiler. Gerçi Ra- uf Orbay, Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi Anadolu’ya ilk geçenler isteksiz davransalar da, Meclis’in içindeki hava onları da durdurdu. Sonunda saltanat ve halifelik birbirinden ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Zaten “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın milli ve demokratik niteliği saltanat anlayışı ve kurumu ile çelişki halindeydi.” (Tanör, KurtuluşKuruluş, Cumhuriyet Kitapları, s. 187) Kurtuluş mücadelesi sürerken TBMM’nin karakteri ihtilalciydi. Aslında Ankara hükümeti, hem emperyalist dış güçlere, hem İstanbul’daki Saray ve hükümetine, hem de içerdeki isyancılara karşı üç cephede savaş vermişti. TBMM ihtilalci tutumunu sürdürdü ve 1 Kasım 1922 günü verdiği bir kararla “Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatının sona erdiğini” belirtti. Saltanat kaldırıldı. İstanbul’daki padişahlık tarihe karışmıştı. Hatta, bu tasarının ortak komisyonda görüşülmesi sırasında, Meclis’teki tutucular Saltanat’la Halifeliğin birbirinden ayrılmaması gerektiğini din bilgileri çerçevesinde savunmaya başlamışlardı. İşte tam bu sırada işlerin çıkmaza girmek üzere olduğunu anlayan Atatürk, Meclis Komisyonu’nda bir sıranın üzerine çıkarak şöyle konuştu: “Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ile, tartışma ile verilmez. Egemenlik ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı... Türk ulusu egemenlik ile saltanatını, ayaklanarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Bahis konusu olan ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, meselesi değildir. Mesele zaten olup-bitmiş bir gerçeğin ifadesinden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi doğal görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek usulüne uygun biçimde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” Bu konuşma üzerine, Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, “Affedersiniz, Efendim, biz meseleyi başka bir görüş açısından inceliyorduk. Açıklamalarınızdan aydınlandık. Mesele, ortak komisyonca çözümlenmiştir” dedi. Sonunda saltanat Meclis’in bir kararı ile kaldırıldı. Vahdettin bir İngiliz askeri torpidosuna binip kaçtı, Meclis tarafından Abdülmecit halife olarak seçildi. Bu konuda Prof. Tanör şunları yazıyor. “... Birinci TBMM bir ihtilal meclisiydi, ulusun egemenliğini mutlak kılma azmi ve kararlığı da mutlaktı... Dünyanın pek çok ülkesinde monarşilerin kanla ve ateşle yıkıldığı hesaba katılırsa, Türkiye’de izlenen yöntemin temelde barışçıl üslupta olduğu kabul edilebilir.” (Tanör, Kurtuluş-Kuruluş s. 190) ANLAMI Saltanat ile hilafet ayrılmış oluyordu. Bu aslında din ve dünya işleri birbirinden ayrılıyordu anlamı da taşır. Çünkü dünya işlerinde artık ve sadece TBMM yönetimi söz sahibi oluyordu. Bu ilk ve önemli bir adımdı. Ama hilafet kurumu devlet sistemi içinde tutulduğu için tam laiklik gerçekleşmemişti. Saltanatın kaldırılması, kendisini Osmanlı tahtına bağlayanları güçsüzlük ve umutsuzluğa itti. Gelenekçiliğin, tutuculuğun siyasal ve kurumsal makamı olan hilafet tarihe gömülmeden köklü dönüşümlerin önü açılamazdı. Saltanatın kaldırılmasıyla Atatürk önderliğindeki aydınlanmacılar, devrimciler, siyasal iktidar mücadelesinin ilk aşamasını kazanmış oluyorlardı. İSTANBUL’UN TUTUCU BASINI Cumhuriyet’in ilan edilmesi altanatın kaldırılış tarihi 1 Kasım 1922 olduğuna göre, 29 Ekim 1923’te gerçekleştirilen Cumhuriyetin ilanı için bir yıl geçmiştir. Bu bir yıl içinde önemli gelişmeler oldu. Çok kısa kısa bunları belirtelim: ● İstanbul’un tutucu basını Atatürk’e karşı açık bir cephe aldı. ● TBMM’ye verilen bir yasa tasarısı ile “Türkiye’nin o günkü sınırları içinde doğmak ya da bir seçim bölgesinde sürekli oturmak” kuralları getirilerek Atatürk’ün milletvekili seçilmesi önlenmek istendi. ● 1 Nisan 1923’te yeni seçimlere gidildi. ● 24 Nisan 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı, Atatürk’ün gücü pekişti. ● 11 Ağustos 1923, yeni Meclis çalışmalarına başladı. Ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. 19 Mayıs 1919’dan itibaren, Amasya Bildirgesi, Erzurum ve Sıvas Kongreleri, TBMM’nin kuruluşu, saltanatın kaldırılışı, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunun kabul edilişi, aslında geniş anlamıyla Cumhuriyet yönetim sisteminden başka bir şey değildi. Bu nedenle, 29 Ekim 1923’de yapılan anayasa değişikliği, aslında var olan ama adı konmamış bir durumu açıklığa kovuşturuyordu. Yeni bir anayasa yapılmamış, anayasanın 1. maddesine eklenen “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti, Cumhuriyettir” cümlesiyle yetinilmiştir. Bu cümleyi ekleyen kanunun başlığı “Tavzihan tadil”dir (açıklık getiren değişiklik). Aslında, o güne kadar olan biteni ilan ediyordu. Nitekim TBMM Anayasa Komisyonu sözcüsü Yunus Nadi, Meclis kürsüsünden “Yapılan iş mevcut siyasal modelin ilanından başka bir şey değildir” diyordu. Evet Cumhuriyet ilan edilmişti, ama halife yerindeydi ve bir ölçüde yarımda olsa din devleti olma durumu sürmekteydi. S 29 EKİM 1923 - 3 MART 1924 umhuriyetin ilanından, Devrim Yasaları’nın ilanı olan 3 Mart 1924’e kadar dolu dolu dört ay, yani tam 125 gün geçti. İşte bu dört ay içinde her şey yeniden düşünüldü. 3 Mart 1924 bir dönüm noktasıdır. Türk toplumunun din devleti düzeninden Laik Cumhuriyet düzenine geçişinin tarihidir. Bu yazı dizisinin başında da belirtildiği gibi 3 Mart 1924’te TBMM’de birbiri ardından 5 saat içinde aşağıdaki konular: 1) Hilafetin kaldırılışı, 2) Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılışı, 3) Eğitimin Birleştirilmesi yasalaştı. C 1. Hilafetin kaldırılışı Halifelik 1517 yılında, Yavuz Sultan Selim’le birlikte Osmanlı ailesinin eline geçmişti. Tarihsel ve bilimsel açıdan bakıldığında halifeliğin, dinsel ve siyasal nitelikleri olan bir makam olduğu ortaya çıkar. Hz. Muhammed sağlığında hem bir peygamber hem de yeni kurduğu devleti yöneten bir devlet başkanıydı. Peygamberin ölümüyle ileri gelen Arap büyükleri toplanarak başlarına Peygamber’in akrabası ve yakını Hz. Ebubekir’i seçtiler, yeni Peygamber Hz. Muhammed’in “halefi” (ardından geleni) oldu. Böylece İslam devletinin Peygamber’den sonra gelen başkanına “halife” denildi. İlk dört halife bir devlet başkanı gibi davrandılar. Bu dönemden sonra kurulan Emevi ve Abbasi Arap devletlerinde de halife, hükümdar gibiydi. Buna karşın otoritelerinin en güçlü olduğu dönemlerde bile halifeler tüm İslam dünyasında egemenlik kurmamışlardır. Halifelik aslında siyasal bir kurum olduğu için, özellikle “Şiiler” ve “Aleviler” halifeyi kabul etmemişlerdir. Zaten Şiilik de halifelik kurumuna gösterilen bir tepkinin ürünüdür. Çünkü onlara göre Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin halife olması gerekiyordu. Yavuz Sultan 1517’de Mısır’ı alınca orada bulunan “kutsal emanetleri” İstanbul’a getirdi. Osmanlı Saltanatı emanetleri koruma altına aldı, ama halifelik unvanını asla kullanmadılar. Osmanlı Devleti güçsüzleşince padişahlar “Halife” sanını kullanmaya İngilizler Türkiye’de halifeliğin sürdülürülmesinden yanaydı. Halife satın alınarak toplum içinde ikilik yaratılabilirdi. başladılar. Örneğin Abdülhamit I. Dünya Savaşı sonrasında halife sıfatıyla “kutsal cihat” ilan etmişti. Ama ne kadar ilginçtir ki, Osmanlı vatandaşı olan Araplar, halifenin bu kutsal cihadına itibar etmedikleri gibi, Osmanlı’ya karşı savaşan İngilizlerin yanında yer alarak Halifeliğin hiçbir anlam ifade etmediğini somut olanak gösterdiler. Ancak Cumhuriyet ilan edilmesine karşın halifelik kurumunun yaşaması, toplumda tedirginlik yaratıyordu. Adeta devlet iki başlı bir durumdaydı. O dönemin süper gücü İngilizler, Türkiye’de halifeliğin sürdürülmesinden yana bir politika izliyorlardı. İleride halife satın alınır ya da elde edilir, böylece toplum içinde ikilik yaratılabilirdi. İngilizler Hint Müslümanlarından kimilerini yönlendirerek, “halifeliğin güçlendirilmesi” dileğini taşıyan bildirimlerde bulunmaya başladılar. İşte bu sırada Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis’i açış konuşmasında şöyle diyordu: “İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin biçimde kurtarmak, milletin dünyevi (dünya ile ilgili) ve uhrevi (ahiret ile ilgili) mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir.” (TBMM Tutanak, Devre II, Cilt VII, S. 3-6) Zaten Mustafa Kemal, 1924 yılı başlarında Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği bir telgafta, “Halifeliğin din ve siyaset açısından hiçbir anlam ve hikmetinin bulunmadığını; Hilafet makamının en nihayet tarihi bir hatıra olmaktan öte fazla bir önemi olmadığını” ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin safsatalarla (boş, temelsiz) varlığını, bağımsızlığını CUMHURİYET 06 CMYK tehlikeye atamayacağını” belirtiyordu. Artık bu temelsiz binanın sökülüp atılmasının zamanı gelmişti ve 3 Mart 1924 tarihli Meclis oturumunda, 431 sayılı “Hilafetin İlgası” (Halifeliğin Kaldırılması) yasası kabul edildi. Hilafet makamının kaldırılışının Anayasa Hukuku açısından önemi çok büyüktür: Birincisi: Ulusal devlet düzeninin temelleri atılıyordu. Böyle bir hukuk düzeninde hilafet gibi “ümmet” düşüncesine dayanan ve tüm Müslümanları yönetmek (İslam enternasyoneli) gibi bir kurum olamazdı. Büyük İslam birliği gibi gerçekleşmesi olanaksız olan bir düşünce terk ediliyor, ulus devlet yönünde çok önemli bir devrim gerçekleştiriliyordu. İkinci nokta: Devlet, dinsel ve dine dayalı siyasal öğelerden ve “halifelik” gibi kutsal bir kurumdan arındırılıyordu. (B. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY, 2002, S. 287) Bir başka yasa ile Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın kaldırılması da önemliydi. Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin (Bakanlığı) kaldırılması ile laiklik ilkesinin son derece önemli bir temeli oluşturulmuş oluyordu. Bu bakanlık, Osmanlı Devleti’nde Kuran ayetlerine dayanan ve adına kısaca şeriat denilen din kurallarının uygulanmasına ilişkin son derece önemli bir makamdı. Toplum yaşamına yön veren kurallar şeriata dayalı din kuralları olduğu için dini hükümleri içeren yargılar, yani “fetva”lar bu bakanlıkça hazırlanıyordu. Şeriatın devlet ve toplum yaşamında son sözü söylemesi nedeniyle de Şeriye Bakanlığı adeta bütün bakanlıkların üzerinde bir onay ve otoriteye sahipti. Bu yasa ile aslında laiklik tanımlanmış ve işlerlik kazandırılmıştır. Yasa açık ve yalın olarak şöyle diyordu: “Topluma ait işlerle ilgili yasama ve yürütme yetkisi TBMM ile hükümetindir. Dine ait işlemlerden sorumlu kurum ise Diyanet İşleri Bakanlığı’dır.” Böylece devlete, topluma ait işlerle din işleri birbirinden ayrılıyordu. Ayrıca, günlük yaşama ait tüm işlemlerin şeriatın süzgecinden geçirilmesine de son veriliyordu. YARIN: E⁄‹T‹MDE B‹RL‹K VE BUGÜNE BAKIfi