iç kapak-158

advertisement
MALÝYE DERGÝSÝ
Ocak - Haziran 2010
Sayý 158
Sahibi
Maliye Bakanlýðý
Strateji Geliþtirme Baþkanlýðý Adýna
Doç.Dr. Ahmet KESÝK
Sorumlu Yazý Ýþleri Müdürü
Doç.Dr. Ahmet KESÝK
Yayýn Kurulu
Baþkan Füsun SAVAÞER
SGB Daire Baþkaný
Üye
Ýsmail ERASLAN
SGB Daire Baþkaný
Üye
Ali Mercan AYDIN
SGB Daire Baþkaný
Üye
Nural KARACA
SGB Daire Baþkaný
Dergimiz HAKEMLÝ DERGÝ olup, yýlda iki
kez yayýnlanmaktadýr.
Dergimizde yayýmlanan makaleler
en az üç hakem tarafýndan
okunmaktadýr.
Yönetim Merkezi ve Yazýþma Adresi
Maliye Bakanlýðý
Strateji Geliþtirme Baþkanlýðý
Dikmen Caddesi M Blok Kat:3
06450 Bakanlýklar /ANKARA
Tel: 415 12 55 - 415 12 53
e-mail: [email protected]
Baský Tarihi: Temmuz 2010
Tasarým - Baský
ÝVME : 230 67 01
Ümit ofset: 384 26 27
Kazým Karabekir Cd. 40/1-9
Ýskitler/ANKARA
Yayýn Türü
Yaygýn Süreli Yayýn
Dergimizde çýkan yazýlarýn baþka yayýn
organlarýnca aynen yayýnlanmasý
Baþkanlýðýmýzdan alýnacak yazýlý izinle,
alýntýlar yapýlmasý ise kaynak
gösterilmesi koþulu ile mümkündür.
MALÝYE DERGÝSÝ
ÝÇÝNDEKÝLER
Sunuþ ........................................................................................ iii
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine Ýliþkin Sorunlar ve Çözüm
Önerileri ......................................................................................1
Dr. Canatay HACIKÖYLÜ, Prof.Dr. Fethi HEPER
Türk Ceza Hukukunda Teþebbüse Elveriþlilik Sorunu ve Vergi
Suçlarýnýn Teþebbüse Elveriþlilik Açýsýndan Deðerlendirilmesi .....15
Prof.Dr. Hasan Hüseyin BAYRAKLI, Ahmet BOZDAÐ
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar ..................................35
Prof.Dr. Belgin AKÇAY
Kentsel Planlama Sürecinde Oluþan Kamusal Rantýn
Vergilendirilmesi ........................................................................58
Prof.Dr. Mustafa ÖKMEN, Yrd.Doç.Dr. Hatice YURTSEVER
Kamu Ekonomisi Alanýnda Geçmiþten Günümüze Yaþanan
Geliþmeler ve Geleceðe Ýliþkin Beklentiler ..................................75
Doç.Dr. M. Cahit GÜRAN, Serpil OÐUZ
Türkiye'de Mali Sürdürülebilirliðin Analizi: 1975-2007 ..............103
Doç.Dr. Hüseyin ÞEN, Doç.Dr. Ýsa SAÐBAÞ,
Yrd.Doç.Dr. Abdullah KESKÝN
Yüksek Öðretimde Yönetsel Yapý ve Mali Konular: Türkiye'de
Yüksek Öðretimde Yönetsel Etkinliði Artýrmaya Yönelik Bir
Model Önerisi ..........................................................................124
Doç. Dr. H. Hakan YILMAZ, Doç. Dr. Ahmet KESÝK
AB'nin Yeni Üyeleri ile Türkiye'de Kamu Harcamalarý ve
Ekonomik Büyüme Ýliþkisi: 1996-2008 Dönemi .......................164
Doç.Dr. Ekrem GÜL, Hakan YAVUZ
Uygulamada Düz Oranlý Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri ....179
Doç.Dr. Ýstiklâl Yaþar VURAL
Parlamentonun Bütçe Hakkýný Etkin Kullanýmýnýn Yeni Bütçe
Sistemi Çerçevesinde Deðerlendirilmesi...................................201
Doç.Dr. H. Hakan YILMAZ, Mustafa BÝÇER
ISSN 1300-3623
Kurallý Maliye Politikasý: Türkiye'de Kurallý Maliye Politikasý
Örnekleri .................................................................................226
Yrd.Doç.Dr. Birol KARAKURT, Yrd.Doç.Dr. Tekin AKDEMÝR
Türkiye'de Mali Nitelikteki Teþviklerin Doðrudan Yabancý
Sermaye Üzerindeki Etkisi: Toda-Yamamato Nedensellik
Analizi Çerçevesinde Deðerlendirme .......................................262
Yrd.Doç.Dr. Gülsüm GÜRLER HAZMAN
Türkiye'de Eksik Ýstihdamýn Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro
Veri Uygulamasý .......................................................................278
Yrd.Doç.Dr. H. Mehmet TAÞÇI, Yrd.Doç.Dr. Burak DARICI
Katýlým Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamýnda Mali Kontrol
Sistemimizin Avrupa Birliði Müktesebatýna Uyumu ...................301
Yrd.Doç.Dr. Semih BÝLGE
Türkiye'de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarýnýn Yoksulluðu
Azaltmadaki Etkilerinin Ekonometrik Analizi .............................326
Yrd.Doç.Dr. Ýdris SARISOY, Yrd.Doç.Dr. Selçuk KOÇ
Türkiye'de Kazanç Vergisinden Gelir ve Kurumlar Vergisine
Geçiþ Süreci: 1946-1960 Dönemi............................................349
Yrd.Doç.Dr. Mahmut ÝNAN
Borçlanmanýn Enflasyona Etkisi Üzerine Teorik Yaklaþýmlarýn Temel
Özellikleri.................................................................................365
Yrd.Doç.Dr. Ýbrahim Halil SUGÖZÜ, Mehmet YÝYÝT
Kamu Yönetimi ve Denetimi Baðlamýnda Sayýþtayýn
Anayasal ve Yargýsal Konumu...................................................374
Dr. Recai AKYEL, Dr. Hasan BAÞ
Türkiye'de Mali Sürdürülebilirlik Göstergeleri Ýstikrarlý mý? ........388
Dr. Reþat CEYLAN
Maliye Bakanlýðý tarafýndan 1973 yýlýndan beri çýkarýlmakta olan 150. Sayýsýndan
baþlayarak, yýlda iki kez hakemli dergi statüsünde yayýmlanan “Maliye Dergisi”
içeriðindeki makaleler ayrýca Econlit ile ULAKBÝM’de de yayýmlanmaktadýr.
TÜBÝTAK
ULAKBÝM
Sosyal Harcamalar ve Ýktisadi Büyüme Ýliþkisi: Türkiye
Ekonomisinde 1960-2005 Dönemine Yönelik Bir
Dinamik Analiz.........................................................................398
Ýbrahim ARISOY, Dr. Ýlter ÜNLÜKAPLAN,
Ydr.Doç.Dr. Zuhal ERGEN
Türkiye'de Neoliberal Ekonomi Politikalarý ve
Sosyo-Ekonomik Yansýmalarý...................................................422
Dr. Aynur UÇKAÇ
Türkiye'de Bütçe Açýðý, Para Arzý ve Enflasyon Ýliþkisi .............431
Dr. Asuman OKTAYER
Gücünü Anayasadan Alan ve Anayasal Bir Hakký Sýnýrlandýran
Uygulama: Yurt Dýþý Çýkýþ Yasaðý ..............................................448
Cem Barlas ARSLAN
Geliþmiþ Ülkelerde Maliye Politikasý Kurallarýnýn Ýhlaline
Ýliþkin Baþlýca Yaptýrýmlar..........................................................464
Ahmet AYSU
Enerji ve Ekonomik Büyüme Ýliþkisinin Çok Deðiþkenli VAR
Yaklaþýmý ile Tahmini................................................................482
Deniz AYTAÇ
Ýlköðretim II. Kademe Öðrencilerinde Vergi Bilincinin Tespiti:
Ampirik Bir Araþtýrma ..............................................................496
Mustafa TAYTAK
Avrupa Birliði Bütçesi'nin Finansmaný: Öz Kaynaklar Sistemi ...513
Müge H. GÜVENÇ
Türkiye'de Özel Yatýrýmlar ve Kamu Yatýrýmlarý Arasýndaki
Ýliþkinin Ampirik Analizi: Sýnýr Testi Yaklaþýmý ............................531
Ömer Faruk ALTUNÇ, Bilge ÞENTÜRK
Bütçeyi Özerkleþtirmek: Mali Kurallar ve Kurullar......................547
Ceyhun GÜRKAN, Dr. Yiðit KARAHANOÐULLARI
Türkiye'de Teftiþ ve Ýç Denetim: Kavramlar, Beklentiler ve
Hayatla Yüzleþme ....................................................................570
Yaþar OKUR
Reel Döviz Kurlarýnýn Duraðanlýðý: E7 Ülkeleri Ýçin Ampirik
Bir Ýnceleme ............................................................................587
Þeref BOZOKLU, Veli YILANCI
Petrol Fiyatýnýn Hisse Senedi Piyasasý Üzerindeki Etkisi ............607
Erhan ÝÞCAN
Kamu Ýdaresinde Mahkûmiyeti Olanlarýn Devlet Memuru
Olmalarý ve Memuriyet Statüsünü Kaybetmeleri.......................618
Uður SÖKMEN
Yazarlar Hakkýnda ....................................................................641
Yazý Kurallarý ............................................................................649
Yayýmlanma Süreci ..................................................................651
2010 Yýlýnda Bakanlýðýmýz Kütüphanesi Ýçin Alýnan Yayýnlar .....653
SUNUÞ
Sevgili Okurlarýmýz;
1973 yýlýndan beri çýkarýlmakta olan ve 150'nci sayýsýndan baþlayarak yýlda iki kez
ulusal hakemli dergi olarak yayýn hayatýna devam eden Maliye Dergisinin 158'inci
sayýsý ile tekrar birlikteyiz.
Siz deðerli Okurlarýmýza yararlý olacaðýný düþündüðümüz muhtelif konularda
yetkin isimler tarafýndan hazýrlanan bilimsel çalýþmalara bu sayýmýzda da yer
verilmiþtir.
Bilindiði üzere, Maliye Dergisi içeriðinde yer alan makaleler, alanýnda çok baþarýlý
uluslararasý dizin sitesi olan EconLit ile farklý konu ve disiplinlerde zengin bir
veritabaný koleksiyonuna sahip olan TÜBÝTAK-ULAKBÝM'de de yayýmlanmaktadýr.
Bakanlýðýmýz Kütüphanesi; ProQuest ABI Complete veritabaný üyeliðiyle; iþletme,
ekonomi, muhasebe, uluslararasý ekonomi, çevre, hukuk, vergilendirme, enformasyon
bilimleri, petrol, pazarlama ve diðer bir çok endüstri alanýndaki yayýn ihtiyacýna cevap
vermek üzere 2010 yýlýnda da hizmet vermeye devam etmektedir.
Bakanlýðýmýz Kütüphanesi bu veri tabaný üyeliðiyle Anadolu Üniversitesi
Kütüphaneleri Konsorsiyumu (ANKOS) çatýsý altýnda yer almaktadýr.
Thomson Scientific þirketinin sosyal bilim alanlarýna yönelik atýf indeksine (Social
Sciences Citation Index®, SSCI) 30/04/2009 tarihi itibarýyla yapýlan baþvurumuz bu
sayýmýzýn yayýmýndan sonra sonuçlanacaktýr. Akademisyenlere, araþtýrmacýlara,
yöneticilere ve öðrencilere araþtýrmalarý sýrasýnda gereksinim duyacaklarý
bibliyografya ve atýf bilgilerine hýzlý, güvenilir ve kaliteli bir eriþimi saðlayacak bu
geliþmeyi siz deðerli Okurlarýmýzla paylaþmanýn heyecanýný taþýmaktayýz.
Bakanlýðýmýz Kütüphanesinde yürütülen hizmetlerin belirli ilkelere baðlanmasý,
görevlerin yerinde ve zamanýnda yerine getirildiðinin kontrol edilebilmesi, hizmetin ve
iþ akýþýnýn hýzlandýrýlmasý amacýyla hazýrlanan “Maliye Bakanlýðý Strateji Geliþtirme
Baþkanlýðý Kütüphane ve Yayýn Hizmetleri Usul ve Esaslarý” 22/12/2009 tarihinde
yürürlüðe girmiþ ve www.sgb.gov.tr adresinde duyurulmuþtur.
Ayrýca;
- M. Coþkun CANGÖZ'ün “Redistribution of Power and Status Through Public
Finance: The Case of Turkey (1980-2003)”,
- Mehmet ÞÝMÞEK ve Mehmet AKSOY'un “En Son Deðiþikliklerle (Kamu Ýhale
Kurulu Kararlarý Iþýðýnda) Kamu Alýmlarý Ýhale Süreci (Mal ve Hizmet Alýmlarý ile
Yapým Ýþleri)”,
- Dr. Biltekin ÖZDEMÝR'in “Osmanlý Devleti Dýþ Borçlarý”,
- Salâhaddin KARDEÞ'in “Maliye Bakanlýðý Görev ve Yetkiler”,
- Dr. Fatih DEYNELÝ'nin “Türkiye’de Adalet Ekonomisinin Karþýlaþtýrmalý
Analizi”,
- Hasan AYKIN'ýn “Aklama ve Terörün Finansmaný ile Mücadelenin Küresel
Boyutu” ve
- Dr. Serkan ERKAM'ýn “Maliye Politikalarýnýn Etkinliði: Teori ve Bir Uygulama”
adlý kitaplarý Baþkanlýðýmýzca okuyucularýmýzýn hizmetine sunulmuþtur.
Bir sonraki sayýmýzda buluþmak üzere saðlýklý ve mutlu günler dileriz.
Saygýlarýmýzla,
Doç. Dr. Ahmet KESÝK
Strateji Geliþtirme Baþkaný
C.HACIKÖYLÜ, F. HEPER
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine
İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri1
Canatay HACIKÖYLÜ*
Fethi HEPER**
Özet
Taşınmazların değerlemesi ve değerlerin vergiye yansıtılması gelişmiş
toplumların üzerinde önemle durdukları konulardan biridir. Özellikle hızlı
şehirleşme ile birlikte taşınmaz değerlerinde sürekli artışlar yaşanmaktadır. Fakat
yaşanan bu değer artışları aynı oranda emlak vergisi gelirlerinde artışa neden
olamamaktadır. Emlak vergisinde gelişmekte olan ülkelerde daha yoğun olmakla
birlikte gelişmiş ülkelerde de sorun oluşturan konu, vergiye konu taşınmaz
değerlerinin doğru ve gerçekçi tespiti sorunudur.
Emlak vergisinde değer tespit aşamasında yaşanan bu sorunların tespiti ve bu
sorunların çözümüne ilişkin öneriler çalışmanın amacını oluşturmaktadır. Özellikle
taşınmaz değerlemesi alanında kurumsal yapıyı henüz oluşturmaya çalışan
Türkiye’de hem idare hem de mükellef açısından yaşanan bu sorunların belirlenmesi
ve bu sorunların çözümüne ilişkin önerilerin ortaya konması oldukça önemlidir.
Anahtar Kelimeler: Emlak Vergisi, Matrah Tespiti, Değerleme Sorunu
Problems Related to Tax Assesment in Real Estate Tax and Suggestions
Abstract
Valuation and taxation of real assets are considered important issues in
developed countries. Particularly, with the rapid urbanization, there are constant
increases in the values of the real estate. However, these increases are not reflected
in the real estate taxes. The problem here is to set the true and realistic value of the
1
Bu çalışma Prof.Dr. Fethi HEPER’in danışmanlığında yürütülen Canatay HACIKÖYLÜ’nün “Emlak
Vergisinde Değerleme Sorunu ve Değer Tespitine İlişkin Öneriler” başlıklı doktora tez çalışmasından
(2009) yararlanılarak hazırlanmıştır.
*
Öğr.Gör.Dr., Anadolu Üniversitesi, Eskişehir Meslek Yüksekokulu, [email protected]
**
Prof.Dr., Anadolu Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected] Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010 1
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
properties subjected to taxation. Even though, this problem is still experienced in
developed countries, it is more frequent in developing countries.
The problems faced in the process of the real estate valuation and the suggestion
as solutions for these problems are the aims of this study. It is important to identify
the problems and to propose some solutions for taxpayers and governors in Turkey
which has not structured the system of real estate valuation.
Key Words: Real Estate Tax, Tax Assesment, Valuation Problem
JEL Classification Codes: H2-Taxation, Subsidies, and Revenue, H20-General,
H71-State and Local Taxation, Subsidies, and Revenue
Giriş
Türkiye’de mevcut yasal düzenlemeler çerçevesinde vergiye konu taşınmaza
ilişkin değerlerin tespitinde yaşanan sorunlar hem taşınmaza ilişkin vergi ve
harçların verimliliğini azaltmakta hem de vergilemede adaleti bozucu etkiler
yapmaktadır. Mevcut yasal düzenlemeler ile tespit edilen vergiye konu taşınmaz
değerlerinin piyasa koşullarındaki değerlerden büyük farklılıklar göstermesi
kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmektedir. Bu konudaki tartışmaların çoğalması
ve konuya ilişkin bilgi ihtiyacının artması vergisel amaçlı taşınmaz değerleme
sürecinin önemini artırmaktadır.
Bu çalışmada amacımız, emlak vergisinde matrah tespiti aşamasında yaşanan
sorunları bir sınıflandırma çerçevesinde ele almak ve yine bu sorunlara ilişkin
çözüm önerileri ortaya koymaktır.
1. Emlak Vergisinde Değer Tespitinin Önemi
Emlak vergisi, servet üzerinden alınan vergiler içinde en eski ve hemen hemen
her ülkede uygulanan, kişilerin vergi ödeme gücünün bir göstergesi olan bina ve
arazi gibi taşınmaz servet unsurlarını vergilendiren bir niteliğe sahiptir.
Uygulanacak verginin konusunu servet ya da servet transferinin oluşturması
durumunda vergi matrahının parasal bir değer olarak tespit edilmesi zorunludur. Bu
açıdan bakıldığında servet vergilerinin dolayısıyla emlak vergisinin matrahını teşkil
eden ekonomik varlıkların değerlemesinde ortaya çıkan sorun, değerlemede vergi
hukukunun bir gereği olan objektifliğin korunması problemidir (Batırel, 1974:61).
Taşınmaz değerlemesi, vergi hukukunda “emlak değerlemesi” olarak
adlandırılmaktadır. Taşınmazların değerlemesi ve bu değerlerin vergiye yansıtılması
özellikle gelişmiş toplumların üzerinde önemle durduğu bir konudur. Bunun en
önemli nedeni ise emlak vergisinin yapısı itibarıyla sıkı sıkıya emlak değerlemesine
bağlı bir mükellefiyet olmasından kaynaklanmaktadır. Hatta bazı kaynaklarda emlak
vergisi doğrudan doğruya bir “değerleme vergisi” şeklinde de ifade edilmektedir
(Vergi Reform Komisyon Raporları, 1972:5-6).
Türkiye’de uygulanmakta olan emlak vergisinin yapısı itibarıyla sıkı sıkıya
taşınmaz değerlemesine bağlı olduğu düşünüldüğünde sorunların, özellikle de
mevcut düzenlemelere göre tespit edilen taşınmaz birim değerlerinin serbest piyasa
koşullarındaki değerlerden farklılık göstermesinin en önemli nedenlerinden birinin,
vergiye konu taşınmazların değerleme sürecinde yaşandığı görülmektedir. Emlak
vergisinde taşınmaz değerleme sürecinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması
2
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
C.HACIKÖYLÜ, F. HEPER
vergilemede adaleti sağlayacağı gibi bu vergiyi tahsil yetkisine sahip belediyelerin
gelirlerinde de artış sağlayarak, mali durumlarını güçlendirecek ve hizmet kalitesini
artırabilecektir.
2. Türkiye’de 1319 sayılı Emlak Vergisi Kanunu’na Göre Taşınmaz Değer
Tespiti
Türkiye’de emlak vergisine esas olacak taşınmaz değerinin belirlenmesine
yönelik mevcut düzenlemeler incelendiğinde, bina vergi değerinin belirlenmesinde
çoğu etkenin (konum, yerel piyasa özellikleri vb.) göz ardı edildiğini, bunun yerine
yapı maliyet bedeli, arsa payı değeri, aşınma payı oranı ve asansör/kalorifer
donatılarını içeren maliyet yönteminin kullanıldığını görmekteyiz. Arsa ve arazi
değerlerinin belirlenmesinde ise kıymet takdir komisyonlarının bölge için en düşük
birim fiyatları belirlemeleri öngörülmektedir.
En düşük arsa birim değerleri, cadde ve sokak ölçeğine, arsa sayılacak
parsellenmemiş arazilerin birim değerleri değer bakımından farklı bölgeler ölçeğine,
en düşük arazi birim değerleri ise il ya da ilçe ölçeğinde arazilerin cinsine göre
(kıraç, taban ve sulak) belirlenmektedir.
Bu hükümler çerçevesinde bakıldığında ülkemizde vergi değerinin
belirlenmesinde iki temel bileşenin kullanıldığı görülmektedir. Bunlardan ilki arsa
ve araziler için en düşük birim değerler, diğeri ise bina metrekare normal inşaat
maliyet bedelleridir.
3. Emlak Vergisinde Matrah Tespitinde Yaşanan Sorunlar ve Sorunlara
İlişkin Çözüm Önerileri
Türkiye’de emlak vergisine ilişkin olarak yaşanan sorunların daha çok vergiye
konu taşınmazın değerleme sürecine ilişkin olduğu görülmektedir.
Türkiye’de henüz sağlıklı bir yapıya kavuşturulamamış taşınmaz değerlemesi,
emlak vergisindeki adaletsiz dağılım ve benzeri konular ile gündeme gelmekte,
eleştiri ve tartışma konusu olmaktadır. Mevcut yasal düzenlemelerle tespit edilen
taşınmaz birim değerlerinin serbest piyasa koşullarındaki değerlerden büyük
farklılıklar göstermesi kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmektedir. Bu konudaki
tartışmaların çoğalması ve konuya ilişkin bilgi ihtiyacının artması taşınmazlara
ilişkin değerleme işlemlerinin daha sağlıklı bir sisteme kavuşturulması gerçeğini
kaçınılmaz hale getirmektedir (Yaman, 2008:1).
Türkiye’de mevcut yasal düzenlemeler çerçevesinde taşınmaza ilişkin değerin
gerçekçi bir şekilde belirlenmesinde yaşanan sorunlar, hem taşınmaza ilişkin
vergilerin verimliliğini ve etkinliğini azaltmakta hem de vergilemede adaleti bozucu
etki yapmaktadır. Yaşanan sorunların temelinde, vergiye konu taşınmazın değerinin
başka bir ifade ile vergi matrahının tespiti bulunmaktadır.
Emlak vergisine ilişkin sorunlar yapılan çalışmalarda farklı sınıflamalara tabi
tutulmuştur. Bu sınıflandırmaların birinde Çağdaş (2007), emlak vergisinde yaşanan
sorunları politik ve teknik açıdan ele almıştır. Çağdaş’a göre sorunlar politik ve
teknik boyutun yalnızca birinden kaynaklanabileceği gibi ikisinin birikimi sonucu da
oluşabilmektedir. Başka bir ifade ile emlak vergisi politik açıdan yeterli ya da
kuramla (teoriyle) tutarlı bile olsa teknik boyutlu aksaklıklar sistemin verimsizliğine
ya da eşitsizliğine neden olabilmektedir. Aksine teknik açıdan mükemmel bir
altyapı, kuramla uyumsuz bir vergi sisteminde verimliliği ve eşitliği sağlamayabilir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010 3
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Politik açıdan verimsizliğin nedenleri arasında verginin piyasa değerleri yerine
kanunla tanımlanmış vergi değerleri üzerinden alınması, vergi oranlarının
düşüklüğü, vergi istisna ve muafiyetlerinin kapsamının genişliği vb. nedenler
sayılmıştır. Bununla birlikte Çağdaş, verimsizliğin ve eşitsizliğin nedenlerini vergi
konusu ve yükümlüsünü tanımlayacak etkin bir kamu sicillerinin eksikliği, matrahı
belirlemek amacıyla kullanılan verilerin ve yöntemlerin yetersizliği, verginin
toplanmasını güvence altına alacak bir izleme sisteminden yoksunluk olarak
belirtmiştir (Çağdaş, 2007:4).
Bu çalışmada ise emlak vergisinde yaşanan sorunlar daha genel bir çerçeve
içerisinde mevzuattan, idareden ve mükelleften kaynaklanan sorunlar olmak üzere
üç başlık altında sınıflandırılmıştır. Sorunlara ilişkin bu sınıflandırma yapıldıktan
sonra belirtilen bu sorunlara ilişkin çözüm önerileri de yine sorunlarla bağlantılı
olarak mevzuata ilişkin öneriler, idareye ilişkin öneriler ve mükelleflerin vergiye
gönüllü katılımını artırmaya ilişkin öneriler olarak üç başlık altında verilmiştir.
Tablo 1: Emlak Vergisinde Matrah Tespitinde Yaşanan Sorunlar ve
Öneriler
SORUNLAR
ÖNERİLER
Mevzuattan Kaynaklanan
Taşınmaz Değerinin Tespitine İlişkin
Verginin Tahsil ve Denetimine İlişkin
Takdir Komisyonlarının Oluşumuna
İlişkin
Mevzuata İlişkin
Mevcut Bazı Yasal Düzenlemelere İlişkin
Kadastro Sistemine İlişkin
Takdir Komisyonlarının Oluşumuna İlişkin
İdareden Kaynaklanan
Belediyelerden Kaynaklanan
Tapu Sicil ve Tapu Kadastro
Müdürlüklerinden Kaynaklanan
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile Maliye
Bakanlığından Kaynaklanan
İdareye İlişkin
Belediyelere İlişkin
Tapu Sicil ve
Tapu Kadastro Müdürlüklerine İlişkin
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile
Maliye Bakanlığına İlişkin
Mükelleften Kaynaklanan
Mükelleflerin Vergiye Gönüllü
Katılımını Artırmaya İlişkin
Emlak Vergisine İlişkin
Tapu ve Kadastro Harçlarına İlişkin
Kaynak: Emlak Vergisinde Matrah Tespitinde Yaşanan Sorunlar ve Önerilere İlişkin Tablo
tarafımızdan hazırlanmıştır.
4. Mevzuattan Kaynaklanan Sorunlar
Ülkemizde halen uygulanmakta olan emlak vergisinin alt yapısını oluşturan ve
1972 mali yılı başından itibaren yürürlüğe giren 1319 sayılı Emlak Vergisi
Kanunu’nda 1972 tarihinden itibaren günümüze kadar değişiklik yapan çok sayıda
düzenleme yapılmıştır. Yaklaşık 40 yıla yakın bir süredir uygulanmakta olan Emlak
Vergisi Kanunu’nda yapılan düzenlemeler çoğunlukla emlak vergisine matrah
olacak taşınmaz değerinin belirlenmesine ilişkindir.
4
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
C.HACIKÖYLÜ, F. HEPER
Mevzuattan kaynaklanan sorunların en önemlisini, taşınmaz değerinin gerçekçi
ve doğru bir şekilde tespitine ilişkin sorunlar oluşturmaktadır. Diğer bir sorun,
verginin tahsil ve denetimine, sonuncusu ise takdir komisyonlarının oluşumuna
ilişkindir.
4.1. Taşınmaz Değerinin Tespitine İlişkin Sorunlar
Uygulanmakta olan emlak vergisinde taşınmaz değerinin tespitine ilişkin
sorunlardan ilki, taşınmazın gerçek değerinin belirlenmesine ilişkin düzenlemeler
içermemesidir.
Türkiye’de bir taşınmaza ait vergiye esas değer, alım-satım değeri veya rayiç
değer, kamulaştırma değeri, adli yargıda bilirkişilerce belirlenen mahkeme değeri,
sigorta değeri vb. çok sayıda değer ile karşılaşılmaktadır. Ülkemizde taşınmaz
değerleme kavramı henüz tam olarak bir sisteme dayandırılmadığından değişik
yaklaşımlar sonucu ortaya büyük farklılıklar gösteren değerler çıkmakta ve bunların
ekonomik ve sosyal değişimler üzerinde de olumsuz etkileri olmaktadır. Yine
taşınmaz piyasası sağlıklı bir şekilde gelişmediğinden başta Emlak Vergisi Kanunu
olmak üzere nesnel ölçütler ile ilgili düzenlemeler bulunmamaktadır. Bundan dolayı
da emlak vergisine matrah olacak değerler nesnel ölçütlerden çok, öznel ölçütlere
bağlı tahminlere dayanmaktadır (Yomralıoğlu ve Nişancı, 2006:3).
Vergiye konu bir taşınmazın tüm unsurlarıyla ele alınıp gerçekçi anlamda
değerlemesinin yapılması, mevcut uygulamada geçerli olan; kanunla tanımlanmış
vergi değeri üzerinden değil taşınmazın piyasa değeri üzerinden yapılmasıdır. Bu
açıdan incelendiğinde, taşınmazın piyasa değeri üzerinden matrahın belirlenmesi
için mevcut emlak vergisinde bunu sağlayacak unsurların yer almadığı ve ülkemiz
kadastrosunda vergilemeye yönelik oluşturulmadığı görülmektedir.
Kadastronun mali boyutu kapsamında; vergiye konu tüm taşınmazların
tanımlanması ve haritalanması, taşınmazların boyut, tip, yapı, tür vb. gibi kullanım
niteliklerine göre sınıflandırılması, satış fiyatları, kiralar ve yapı maliyet bedelleri
vb. piyasa verilerinin toplanması ve analizi, her parsel ve üzerindeki yapının
değerinin saptanması, vergi yükümlülerinin tanımlanması ve değerleme sicillerinin
hazırlanması gibi unsurlar, başta yasal düzenlemelerde olmak üzere hep gözardı
edilmiştir (Çağdaş vd., 2003:54).
Uygulanan emlak vergisinde taşınmaz değerinin tespitine ilişkin sorunlardan bir
diğeri de taşınmazlardaki değer artışlarının vergilendirilememesidir. Gerek
taşınmazlardaki değer artışının gerekse bunlar üzerinden elde edilen kira vb.
gelirlerin vergilendirilmesi ve bu suretle bunlardan elde edilen rantların kamuya
aktarılması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır (Türk Vergi Sistemi, SorunlarÇözüm Önerileri, 2002:422). Ancak mevcut düzenlemeler çerçevesinde ne emlak
vergisi ne gelir vergisi (değer artış kazançları açısından) ne de ilgili diğer
düzenlemelerde, taşınmaz değer artışlarının kamuya aktarılmasında etkin bir
düzenleme ve kontrol mekanizması bulunmamaktadır.
Dolayısıyla emlak vergisi ve ilgili diğer düzenlemelerin taşınmazın gerçek
değerini ve değer artışlarını vergilendirmeye yönelik düzenlemeler içermediği
söylenebilir. Bununla birlikte taşınmazın gerçek değerinin tespitine yönelik bir
otokontrol mekanizmasının olmaması ve taşınmazların güncel değerlerini kayıt
altına alacak bir veri tabanının bulunmaması gibi faktörler emlak vergisinde
taşınmaz değerinin tespitine ilişkin sorunlardır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010 5
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
4.2. Verginin Tahsil ve Denetim Sorunu
Teoride yerel yönetim vergileri yerel sınırlar içerisinde bu yönetimlerin tarh ve
tahsil ettiği kendi bütçeleri içinde yer alan ve kanunlarla belirlenen sınırlar içinde
yerel yönetimlerin üzerinde değişiklik yapma yetkisine sahip olduğu gelir kaynakları
olarak tanımlanmaktadır (Güner, 2006:63) Yerel yönetim vergilerinden emlak
vergisi günümüzde en yaygın uygulama alanı bulan yerel bir vergidir. Çünkü her
şeyden önce verginin konusunu oluşturan unsurlar yerel sınırlar içinde
bulunmaktadır. Bu nedenle öngörülebilir ve istikrarlı bir gelir kaynağı olup verginin
mükellefi konusunda bir belirsizlik olması da söz konusu değildir.
Tüm bu özelliklere rağmen özellikle gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi
ülkemizde de emlak vergisinin önemi gittikçe azalmaktadır. Devlet Planlama
Teşkilatı (DPT) Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Vergi Özel İhtisas Komisyon
Raporunda (2007) “emlak vergisinin genel değerleme yapılan yıllar dışında tahsilat
etkinliği olmayan bir vergiye dönüştüğü, bu durumunda belediyelerin genel bütçe
vergi gelirlerine duydukları gereksinimi artırdığı” belirtilmiştir (DPT, 2007:36).
Emlak vergisinde tahsile ilişkin yaşanan sorunların doğru tespit edilmesinde
ilgili kurum ve kuruluşlar bazında bazı istatistiki bilgilerin bilinmesi önemli bir
husustur.
Fakat özellikle verginin belediyelerce tahsil edilen bir vergiye
dönüştürülmesinden sonra emlak vergisinin gelişimi ve emlak vergisinden elde
edilen gelirlerin büyüklüğü konusunda istatistiksel veri noksanlığı gibi sorunlar da
ortaya çıkmıştır.
Ülkemizde belediyeler vatandaşın bizzat kendisinin gelerek bildirimde
bulunmasını ve vergisini ödemesini beklemektedir. Oysa belediyelerin vatandaşın
bildirimini beklemeksizin mükellefleri tespit etmesi gerekmektedir. Günümüzde
sadece alım satıma konu taşınmazların tapu kayıtları için emlak vergisi “borcu
yoktur” yazısı istenmekte bunun dışında emlak vergisi denetimiyle ilgili başka bir
işlem yapılmamaktadır.
Emlak Vergisi Kanunu’nun 37. maddesinde, alınacak vergiler hakkında 213
sayılı Vergi Usul Kanunu ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulu
Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiş ancak Vergi Usul
Kanunu’nun “vergi inceleme yetkisi” belediyelere ait emlak vergi dairelerine
bırakılmamıştır (Gerçel, 1994:55). Doğal olarak bu sorun, emlak vergisine yönelik
birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Emlak vergisine ilişkin olarak
belediyelere vergi inceleme yetkisinin verilmesi zaman zaman tartışma konusu
olmaktadır. Fakat bu tartışmalarda unutulmaması gereken husus, vergi inceleme
yetkisinin her şeyden önce uzmanlık isteyen bir konu olduğu ve ancak iyi yetişmiş
ve uzmanlaşmış profesyonel kişilerce yerine getirilmesi gerektiği hususudur.
4.3. Takdir Komisyonlarının Oluşumuna İlişkin Sorunlar
Türkiye’de emlak vergisinde vergi değerinin belirlenmesinde esas alınacak arsa
ve arazi birim değerleri 2002 yılında yürürlüğe giren 4751 sayılı Kanuna göre
yapılmaktadır. 4751 sayılı Kanun hükümleri uyarınca takdir komisyonlarının
arsalara ve arazilere ait asgari ölçüde birim değer tespitine ilişkin dört yılda bir
yapacakları takdirler, tarh ve tahakkuk işleminin yapılacağı sürecin başlangıcından
en az altı ay önce karara bağlanarak, arsalara ait olanların takdirin bulunduğu il ve
ilçe merkezindeki ticaret odalarına, ziraat odalarına ve belediyelere imza karşılığı
verilmektedir. Ayrıca büyükşehir belediyesi bulunan illerde, takdir komisyon
kararları merkez komisyonuna imza karşılığı inceleme, denetleme ve gerektiğinde
6
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
C.HACIKÖYLÜ, F. HEPER
değişikliğe tabi tutma amacıyla verilmektedir. Ancak, yasal düzenlemeler
doğrultusunda belirlenen arsa ve arazilere ait asgari ölçüde birim değerlere ilişkin
takdir komisyonu kararları uygulama boyutunda özellikle arsalar için oluşan
değerlerin bazı bölgelerde çok yüksek ya da düşük takdir edilmiş olması nedeniyle
kamuoyunda devamlı eleştiri ve tartışma konusu olmaktadır.
Birim değerlerden bina metrekare normal inşaat maliyetleri uygulamada çok
fazla eleştiri ve tartışma konusu oluşturmamakta, esas tartışma ve eleştiri konusu
kentlerdeki arsa ve bina arsa paylarının değerinden kaynaklanmaktadır (Öner,
2006:230). Bir diğer sorun ise, takdir komisyonlarında görevli olan üyelerin
nitelikleri, mesleki yeterlilikleri ile arsa ve arazi birim değerlerinin nasıl
hesaplanacağına ilişkin olarak ne Emlak Vergisi Kanunu ne de Vergi Usul
Kanunu’nda bir hükmün bulunmamasıdır. Bu belirsizlikler ve sorunlar olumsuz
sonuçları ve vergide eşitsizlikleri de beraberinde getirmektedir (Demir, 2006:6).
Tüm bu sorunların oluşumundaki temel sebepler ise toplu halde şu şekilde ifade
edilebilir:
Takdir Komisyonlarında Uzman Kişilerin ve Meslek Mensuplarının Yer
Almaması:
Emlak vergisinde verimsizliğe ve eşitsizliğe doğrudan etki eden taşınmaz
değerlerinin belirlendiği komisyonların oluşumu önem arz etmektedir. Öyle ki
günümüzde arsalara ait takdir komisyonu belediye başkanı veya görevlendireceği bir
memur başkanlığında ilgili belediyeden yetkili bir memur, tapu sicil müdürü veya
görevlendireceği bir memur ile ticaret odasından seçilmiş bir üye ile ilgili mahalle
muhtarından oluşmaktadır.
Görüldüğü üzere ülkemizde emlak vergisine yönelik olarak en fazla tartışma
konusu olan arsalara ilişkin takdir komisyonlarında Maliye Bakanlığının bir
görevlisi olmadığı gibi ne bir taşınmaz değerleme uzmanı veya değerleme şirketi ne
de emlak komisyoncuları odasından bir yetkili bulunmamaktadır.
Takdir Komisyonu Kararlarına İtirazın Sınırlı Olması:
Takdir komisyonlarının arsa ve araziye ait birim değer tespitlerine karşı arsalar
için takdirin bulunduğu il ve ilçe merkezlerindeki ticaret odaları, ziraat odaları ve
ilgili mahalle ve köy muhtarlıkları ile belediyeler 15 gün içerisinde vergi
mahkemesinde, vergi mahkemesi kararlarına karşı ise yine 15 gün içerisinde
Danıştayda dava açılabilmektedir. Tespit edilen arsa ve arazi birim değerlerine karşı
gerçek ve tüzel kişilerin dava açma hakkı bulunmamaktadır.
Konu bu açıdan değerlendirildiğinde, komisyon kararlarına itiraz hakkının yine
komisyonlarda yer alan kurum ve kuruluşlara verildiği görülmektedir. Bu durum
uygulamada önemli sorunlar yaratmaktadır. Bu sorunlardan en önemlisi ise vergi
mükelleflerine ödemekle yükümlü olduğu ve matrahı idare tarafından belirlenen bir
vergiye itiraz hakkının verilmemesinin anayasal bir sorun teşkil etmesi ve
mükelleflerin vergiye gönüllü katılımını olumsuz etkilemesidir.
Birim Değerler Belirlenirken Vergi Haritalarından Yararlanılmaması ve Mali
Kadastro Anlayışının Olmaması:
Farklı yasal düzenlemelerle yine farklı kuruluşlardan alınan verilerle
düzenlenmesi öngörülen vergi haritaları uygulamaya konulmamış ve kadastronun
mali boyutu ihmal edilmiştir.
Taşınmazların Güncel Değerlerinin Kayıt Altında Tutulacağı Bir Veri Tabanının
Olmaması:
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010 7
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Takdir komisyonları tarafından arsa ve arazilere ilişkin birim değerler
belirlenirken taşınmazın güncel piyasa değerinin dikkate alınmadığı görülmektedir.
Aslında temel görevi arsa ve arazinin gerçek değerini vergisel amaçla belirlemek
olan takdir komisyonları bu amaca ulaşabilmek için bilişim teknolojisi araçlarını,
coğrafi/kent bilgi sistemlerini ve gerçek satış verilerini kullanabilir. Ancak
ülkemizde alım-satıma konu olan taşınmazların gerçek satış değerleri uygulanmakta
olan yasal düzenlemelerinde de etkisiyle tapu kayıtlarında yer almamakta,
bankacılık sistemi de bu amaçla kullanılmamaktadır. İlgili kurum ve kuruluşların
katılımı ve gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasıyla ortaya çıkabilecek
taşınmazların güncel değerlerine ilişkin bir veri tabanı takdir komisyonlarının birim
değerleri daha sağlıklı belirlemesine yol açabilecektir.
4.4. Mevzuata İlişkin Öneriler
Sorunlar kısmında da değinildiği üzere mevzuattan kaynaklanan sorunlar emlak
vergisinde yaşanan sorunların ana unsurlarını oluşturmaktadır. Çünkü yaşanan
sorunların temelinde emlak vergisine konu taşınmazın değerinin gerçekçi ve doğru
tespiti mevcut yasal düzenlemeler çerçevesinde gerçekleştirilememektedir.
Bu çalışmada mevzuata ilişkin öneriler emlak vergisinde vergi değerinin
tespitinde mevcut bazı yasal düzenlemelere, kadastro sistemine ve takdir
komisyonlarının oluşumuna ilişkin olarak üç başlık altında sınıflandırılmıştır.
Emlak vergisine konu taşınmazların değer tespitinde mevzuattan kaynaklanan
sorunların çözümüne ilişkin ilk öneri mevcut bazı yasal düzenlemelerden vergisel
amaçlı taşınmaz değerleme sürecinde yararlanılmasıdır.
Gerçekten de 2000’li yılların başından itibaren uygulamaya konulan
Gayrimenkul Değerleme Şirketleri ve Değerleme Uzmanlığına yönelik yasal
düzenlemeler ile kamuoyunda “Mortgage” olarak bilinen Konut Finansman
Sistemine İlişkin Yasal Düzenlemelerden taşınmaz değer tespit sürecinde
yararlanılması oldukça önemlidir. Çünkü ülkemizde ilk defa bu düzenlemeler ile
taşınmaz değerlemesi ve değer yapmaya ilişkin yetkili kişiler hem nitelik hem de
nicelik bakımdan düzenlenmiş ve değerleme mesleği kurumsal bir nitelik
kazanmıştır. Böylelikle taşınmaz değerleme süreçleri uluslararası standartlar
çerçevesinde uzman kişilerce yapılmaya başlanmış ve özellikle konut finansman
sistemine ilişkin uygulamalarda yetkili kişi ve kuruluşlardan yararlanma olanağı
hatta zorunluluğu getirilmiştir. Uygulamaya konulan bu düzenlemeler ile ülkemizde
kurumsal bir kimlik kazanan ve sayıları her geçen gün artan değerleme
uzmanlarından vergisel amaçlı taşınmaz değerleme sürecinde yararlanılması hem
vergiye konu taşınmazın değerleme sürecinin uluslararası standartlar çerçevesinde
yapılmasını hem de taşınmazların gerçek değerinin tespitini sağlayabilecektir.
Mevzuattan kaynaklanan sorunların çözümünde kadastro sistemine ilişkin
birtakım düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Bu düzenlemelerinin temelinde ise
mülkiyet kadastrosu anlayışının terk edilerek mali kadastro anlayışının
benimsenmesi yatmaktadır. Bu anlayışın benimsenmesi ile birlikte vergisel amaçlı
taşınmaz değerlemesi önem kazanacak, taşınmaz satış veri tabanının oluşturulması
ve coğrafi bilgi sistemlerinin bu açıdan kullanılmasına imkân sağlanabilecektir.
Gerçekten de özellikle gelişmiş ülkelerde vergisel amaçlı yapılan taşınmaz
değerlemesinde bilgi teknolojilerinin ve satış veri tabanının kullanılması mali
kadastro anlayışının benimsenmesi ile mümkün olmaktadır.
8
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
C.HACIKÖYLÜ, F. HEPER
Emlak vergisine konu taşınmazların değerini tespit etmekle görevli takdir
komisyonlarının oluşumunda yaşanan sorunlar özellikle arsalarda vergi değerini
etkilemektedir. Türkiye’de dört yılda bir toplanan takdir komisyonları tarafından
tespit edilen arsa metrekare birim değerlerinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır.
Oluşturulan takdir komisyonlarının yapısı incelendiğinde değerlemeyi meslek
edinmiş hiçbir uzmanın bu komisyonlarda yer almadığı görülmektedir. Bundan
dolayı takdir komisyonlarının yapısı yeniden belirlenmeli ve mevcut düzenlemeler
çerçevesinde taşınmaz değerlemesi alanında yetki ve sorumluluğa sahip kişi ve
kuruluşların bu sürece dahil edilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda ülkemizde vergi
yönetiminde temel otorite olan Maliye Bakanlığından uzman kişilerin takdir
komisyonlarında görev alması emlak vergisinin yönetimi açısından önemli bir unsur
olabilecektir.
5. İdareden Kaynaklanan Sorunlar
Emlak vergisine esas olan değerin tespit aşamasında uygulayıcılardan yani
idareden kaynaklanan sorunların büyük bir kısmı bu vergiyi toplamakla görevli
belediyeler ile Tapu Sicil ve Tapu Kadastro Müdürlüklerinden kaynaklanmaktadır.
Bununla birlikte idareden kaynaklanan sorunlar başlığı altında bu iki kuruma ek
olarak emlak vergisinin konusunu oluşturan binalara ilişkin metrekare normal inşaat
maliyet bedellerinin tespit aşamasında görevli Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile
Maliye Bakanlığına ilişkin sorunlara da yer verilmiştir.
5.1. Belediyelerden Kaynaklanan Sorunlar
Hızlı kentleşme ile birlikte özellikle kent merkezlerinde emlak vergisine esas
olan değerlerde büyük artışlar yaşanmaktadır. Bunun sonucunda, taşınmaz değeri
üzerinden alınan emlak vergisi ile taşınmazın getirdiği gelir üzerinden alınan
vergilerde artışlar olması beklenmektedir. Fakat ülkemizde hızlı kentleşme
sonucunda taşınmazlarda oluşan değer artışının büyük bölümünün belediyelere
aktarılmadığı görülmektedir. Bunun en önemli sebeplerinden biri taşınmazlardan
alınan vergilere yönelik olarak tarh, tahakkuk ve tahsil sürecinde yaşanan
sorunlardır. Özellikle emlak vergisinde vergileme sürecinde yaşanan bu sorunlar
çoğunlukla belediyelerden kaynaklanmaktadır.
Emlak vergisinde vergi değerinin tespitine ilişkin belediyelerden kaynaklanan
sorunlar şu şekilde özetlenebilir:
• Takdir komisyonlarında belirlenen değerlerin belediyelerin de etkisiyle araştırma
ve planlamadan uzak yeterli veriye ve uzman personele dayanmadan
belirlenmesi,
• Vergi tahsilatında etkinlik için gerekli olan kurumsal örgütlenme, personel
politikası ve strateji belirleme gibi unsurların belediyeler tarafından
oluşturulamaması,
• Belediyelerin vergi tekniği konusunda gerekli formasyona sahip olmaması ve
bunun sonucunda emlak vergisine gereken önemin verilmemesi,
• Belediyelerin emlak vergisine yönelik faaliyetleri hakkında kamuoyuna yeterli
ve düzenli bilgi sunmaması, tahakkuk ve tahsilat tutarlarını içeren mali
istatistikleri yayınlamaması,
• Belediyelerde harita mühendisi, değerleme uzmanı vb. kadroların ya hiç
olmaması ya da çok yetersiz olması, ayrıca seçimle iş başına gelen başkan ve
yönetim değiştikçe çalışan personelin de değişmesi,
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010 9
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
• Belediyelerin vergi uygulamalarında bilişim teknolojisi olanaklarından ve
otomasyon sistemlerinden yeterince yararlanamaması, özellikle tapu sicil
müdürlükleri ile belediyeler arasında bilgi akışını hızlandıracak teknolojik alt
yapının henüz oluşturulamaması, vergi haritalarının kullanılmaması ve coğrafi
bilgi sistemlerinden yararlanılmamasıdır.
5.2. Tapu Sicil ve Tapu Kadastro Müdürlüklerinden Kaynaklanan
Sorunlar
Ülkemizde tapu ve kadastro hizmetleri Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Tapu
Kadastro Genel Müdürlüğüne bağlı Tapu Sicil ve Tapu Kadastro Müdürlükleri
tarafından yerine getirilmektedir.
Taşınmaz mallarla ilgili tescil işlemlerinin yapılması, tapu sicilinin düzenli bir
şekilde tutulması, taşınmazlarda meydana gelen değişikliklerin izlenmesi, tapu sicil
ve belgelerinin arşivlenmesi ve korunması tapu sicil müdürlüklerinin görevleri
arasındadır. Tapu kadastro müdürlükleri ise kadastral haritalara dayalı olarak
taşınmaz malların sınırlarının belirlenmesi, hukuki durumlarının tespit edilmesi ve
kadastro sonrası taşınmazlarda meydana gelen değişiklikleri takip etmek görevlerini
yerine getirmektedir (TKGM Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, 1984).
Türkiye’de tapu ve kadastro sisteminin emlak vergisi ile ilişkisi başka bir ifade
ile mali boyutu incelendiğinde, emlak vergisindeki verim düşüklüğüne neden olan
ve tapu kadastro sisteminden kaynaklanan sorunlar, veri içeriğinden kaynaklanan
sorunlar, veri niteliğinden kaynaklanan sorunlar ve eşgüdüm eksikliğinden
kaynaklanan sorunlar şeklinde sınıflandırılabilir (Çağdaş vd., 2003:53).
Veri İçeriğinden Kaynaklanan Sorunlar:
Ülkemiz tapu sicilinin güncel durumu incelendiğinde, taşınmazların konumsal
bilgilerini, yüzölçümünü, cins ve türünü, mülkiyet bilgilerini, edinme nedenini,
edinme tarihini ve satış fiyatını, üzerindeki hakları ve şerhleri kapsamakta olduğu
görülmektedir. Buna karşı doğru ve güncel satış fiyatları, değer endeksleri, değer
haritaları, taşınmaz geliri vb. değerlemeye ilişkin pek çok veriyi üretemeyen tapu ve
kadastro sisteminin mali boyutu değerleme birimlerine veri sunumunu
gerçekleştirememektedir.
Veri Niteliğinden Kaynaklanan Sorunlar:
Bu sorunlar kadastro verilerinin güncel ve doğru olmamasından
kaynaklanmaktadır. Bu durum özellikle satış fiyatlarının güvenilir olmamasından ve
taşınmaz türlerindeki belirsizliklerden oluşmaktadır. Etkin bir vergileme için gerekli
olan taşınmaz piyasasını izleme ve edinilen bilgileri yorumlayarak, kamuoyuna
sunma görevi ülkemiz tapu ve kadastro sistemi tarafından tam olarak yerine
getirilememektedir.
Eşgüdüm Eksikliğinden Kaynaklanan Sorunlar:
Emlak vergisi toplamakla görevli belediyeler ve vergiye esas değeri tespit
etmekle görevli takdir komisyonları ile tapu kadastro birimleri arasında bilgi
akışının eksik olması ve bu konuda düzenleyici bir kurumun olmaması eşgüdüm
sorununu ortaya çıkarmaktadır.
5.3. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile Maliye Bakanlığından Kaynaklanan
Sorunlar
Bina vergi değerinin hesabında kullanılan temel veri, Vergi Usul Kanunu’nun
mükerrer 49. maddesi uyarınca Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile Maliye Bakanlığı
tarafından her yıl için belirlenen “bina metrekare normal inşaat maliyet bedelleri”dir.
10
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
C.HACIKÖYLÜ, F. HEPER
Maliyet bedellerine ilişkin cetveller binaların kullanım türleri, taşıyıcı sistemleri,
inşaat türleri ve inşaat sınıflarına dayalı olarak belirlenmektedir.
İlgili bakanlıklarca belirlenen bina metrekare normal inşaat maliyet bedellerinin
hesaplanma yöntemine ilişkin olarak kesin bir bilgi yoktur (Çağdaş, 2007:91).
Bununla birlikte belirlenen değerlerin piyasa şartlarını tam olarak yansıtmadığı,
piyasada oluşan maliyetlerin genelde altında kaldığı bilinmektedir.
5.4. İdareye İlişkin Öneriler
Emlak vergisini tahsile yetkili olan ve arsalara ilişkin takdir komisyonlarında
sayıca üstünlüğe sahip olan belediyelere ilişkin öneriler, belediyelerde vergi
inceleme yetkisine sahip Maliye Bakanlığı personeli ile değerleme uzmanlarının
istihdamı ve mevcut personelin emlak vergisine ilişkin hizmet içi eğitimine
yöneliktir.
Gerçekten de belediyelerde vergi inceleme yetkisine sahip personel istihdamı ile
belediyelerin en önemli gelir kaynağı olan emlak vergisinde verginin yönetimi daha
etkin olabilecek, vergide yaşanan tahsil ve denetim sorununun çözümüne de katkı
sağlayabilecektir.
Ayrıca belediyelerde konusunda yetki ve sorumluluğa sahip değerleme uzmanı
istihdamı ve mevcut personelin hizmet içi eğitiminin sağlanması gerekmektedir.
Özellikle arsalara ilişkin takdir komisyonlarında görevli belediye personelinin
komisyonlardaki sayısal üstünlüğü düşünüldüğünde değerleme sürecinde gerekli
niteliklere sahip bir değerleme uzmanının bulunması taşınmaz değerlerinin gerçekçi
ve doğru tespitine yol açabilecek bunun sonucunda da vergi gelirlerinde artış
sağlanabilecektir.
Emlak vergisine ilişkin diğer bir kurum ise sorunlar kısmında da belirtildiği
üzere Tapu Sicil ve Tapu Kadastro Müdürlükleridir. Bu kurumlara başta emlak
vergisi olmak üzere alım-satım harç ve vergileri, kamulaştırma ve konut finansman
sistemi gibi taşınmaz değerini ilgilendiren birçok uygulamada ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu süreçte Tapu Sicil ve Tapu Kadastro Müdürlüklerine duyulan
ihtiyacın tam olarak yerine getirilebilmesi için tapu kadastro bilgilerinin bilgisayar
ortamına aktarılması, nitelikli ve uzman personel istihdamı, fiziki ortam, altyapı ve
donanımın iyileştirilmesi ve özellikle bu kurumlar ile belediyeler ve vergi daireleri
arasında otomasyonun sağlanması bu kurumların süreçte daha aktif bir rol almasını
sağlayabilecektir.
Ayrıca emlak vergisine konu binalara ilişkin bina metrekare normal inşaat
maliyet bedellerini belirlemekle görevli olan Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile
Maliye Bakanlığının bu bedeli piyasa şartlarını da dikkate alarak belirlemesi emlak
vergisine konu binaların gerçek değerinin tespitinde önemli rol oynayabilecektir.
6. Mükelleften Kaynaklanan Sorunlar ve Mükelleflerin Vergiye Gönüllü
Katılımını Artırmaya İlişkin Öneriler
Emlak vergisinde vergi değerinin tespitine ilişkin olarak mükelleften
kaynaklanan sorunlar, vergi değerinin tespit aşamasında mevzuattan ve idareden
kaynaklanan sorunlara göre daha az etkilidir. Çünkü sahip olduğu taşınmaz
nedeniyle taşınmazın değeri üzerinden vergi ödemekle yükümlü mükellef idarece
belirlenen bir matrah üzerinden vergi ödemektedir. Bu açıdan bakıldığında emlak
vergisinde mükelleften kaynaklanan sorunlar daha çok verginin tahsil aşamasında
yaşanmaktadır. Tahsil aşamasında yaşanan sorunların çözümü ise mükelleflerin
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010 11
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
vergiye gönüllü katılımını artırabilecek birtakım düzenlemeler ile mümkün
olabilecektir. Bu amaca yönelik öneriler ise; emlak vergisine ve tapu kadastro
harçlarına yönelik olarak ikiye ayrılabilir.
Mükelleflerin emlak vergisine gönüllü katılımını artırmaya ilişkin olarak vergi
oranlarının düşürülmesi, tespit edilen değerlere karşı mükellefe itiraz hakkının
tanınması gönüllü katılımı artırabilecektir. Ayrıca tapu ve kadastro harçlarına ilişkin
olarak, bu harçların kaldırılması veya oranlarının düşürülmesi mükelleflerin alımsatıma konu taşınmazlarının gerçek değerleri beyan etmesi açısından önem
taşımaktadır.
Sonuç
Türkiye’deki mevcut yasal düzenlemeler çerçevesinde taşınmaza ilişkin değerin
gerçekçi bir şekilde belirlenmesinde yaşanan sorunlar, hem taşınmaza ilişkin
vergilerin verimliliğini ve etkinliğini azaltmakta, hem de vergilemede adaleti bozucu
etki yapmaktadır. Yaşanan sorunların temelinde vergiye konu taşınmazın değerinin
başka bir ifade ile vergi matrahının tespiti bulunmaktadır.
Taşınmazların değerlemesi ve bu değerin vergiye yansıtılması gelişmiş
toplumların önem verdikleri konulardan biridir. Türkiye’de henüz tam olarak
sağlıklı yapıya kavuşturulamamış taşınmaz değerlemesi, konut finansman sistemi,
kentsel rantlar ve paylaşımı, emlak vergi sistemindeki adaletsiz dağılım ve benzeri
konular ile gündeme gelmekte, eleştiri ve tartışma konusu olmaktadır.
Emlak vergisinde vergiye esas olacak değer ister idare tarafından belirlensin,
isterse beyana dayalı olsun verginin uygulamasında yaşanan adaletsizlikleri
gidermenin en önemli yolu vergiye konu taşınmazın değerinin gerçekçi ve doğru
tespitidir. Vergi kayıplarının önlenmesi, vergi ödevinin yerine getirilmesinde ödeme
gücü ilkesinin gerçekleştirilmesi ve yerel yönetimlerin merkezi yönetim gelirlerine
bağlılığının azalmasını sağlamak için emlak vergisinde idarece belirlenen vergi
değeri yerine taşınmazın gerçek alım-satım bedelinin uygulanmasına geçilmesi
gerekmektedir.
Vergisel amaçlı taşınmaz değerleme sürecinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması
ve taşınmaz değerlerinin gerçekçi bir şekilde belirlenebilmesi için gerekli yasal
düzenleme ve uygulamaya yönelik birtakım önlemlerin alınması da gerekmektedir.
Bu önlemlerin alınması sırasında ise mevcut uygulamada yaşanan sorunların
belirlenmesi önemlidir.
Vergisel amaçlı taşınmaz değerlemesinde yaşanan sorunların büyük bir kısmı
mevcut yasal düzenlemelerden ve emlak vergisinin yönetiminden sorumlu
idarelerden kaynaklanmaktadır. Emlak vergisinde mükelleflerinden kaynaklanan
sorunların (özellikle ülkemizde olduğu gibi vergi matrahının idare tarafından
belirlendiği ülkelerde) mevzuattan ve idareden kaynaklanan sorunlara göre daha az
etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Emlak vergisinde matrahın tespitine ilişkin mevzuattan kaynaklanan sorunların
başında taşınmazın gerçek değerinin tespitine ilişkin yasal düzenlemelerin olmaması
gelmektedir. Bununla birlikte verginin tahsil ve denetiminde yaşanan sorunlar ile
özellikle emlak vergisine konu taşınmazların değerini tespit etmekle görevli takdir
komisyonlarının oluşumuna ilişkin sorunlar da yaşanmaktadır.
Günümüzde Türkiye’de halen uygulanmakta olan 1319 sayılı Emlak Vergisi
Kanunu’nda yürürlüğe girdiği 1972 yılından itibaren günümüze kadar birçok
12
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
C.HACIKÖYLÜ, F. HEPER
değişiklik yapılmıştır. Yapılan bu değişikliklerin temel amacı, yukarıda belirtilen
sorunların temelini oluşturan taşınmaz unsurlarının değerinin başka bir ifade ile
verginin matrahının tespitine yönelik olmuştur. Çünkü matrahın doğru tespiti hem
vergi gelirlerini artırabilmekte hem de vergide yaşanan eşitsizliği azaltabilmektedir.
Yapılan tüm bu değişikliklere rağmen günümüzde Türkiye’de uygulanmakta
olan vergisel amaçlı taşınmaz değerlemesi incelendiğinde, taşınmazlara ilişkin
vergisel kayıtları içeren bir tapu ve kadastro sisteminin oluşturulamadığını, vergiye
konu taşınmazların alım-satım yani piyasa değerini belirlemeye yönelik
düzenlemelerin olmadığını, değerleme sürecinin tamamen idarece mesleki ve teknik
açıdan eksiklikler içerdiğini ve idare ile vergi mükellefi ilişkisinin zayıf olduğunu
söyleyebiliriz.
Özellikle taşınmaz değerlemesi alanında kurumsal yapıyı henüz oluşturmaya
çalışan Türkiye’de hem idare hem de mükellef açısından emlak vergisinde değer
tespit aşamasında yaşanan sorunların belirlenmesi ve bu sorunların çözümüne ilişkin
önerilerin ortaya konması emlak vergisinin gelişimine katkı sağlayabilecektir. Bu
çalışmada da sorunun çözümüne katkı sağlayabilecek öneriler yaşanan sorunlarla
bağlantılı olarak ortaya konmaya çalışmıştır.
Kaynakça
Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun (6183 S.K.), Resmi Gazete,
8469, 28/07/1953.
Batırel, Ö. F. (1974), Teoride ve Türk Vergi Sisteminde Değerleme, İstanbul
Matbaası, İstanbul.
Çağdaş, V., Gür, M. ve Demirel, Z. (2003), “Emlak Vergisi ve Kadastro”, HKM
Jeodezi, Jeoirformasyon ve Arazi Yönetimi Dergisi, Sayı:2003/89.
Çağdaş, V. (2007), “Türkiye İçin Bir Emlak Vergi Sistemi Tasarım Modeli Önerisi”
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul. http://tez2.yok.gov.tr/tez.htm (Erişim:20/05/2010).
Demir, H. (2006), “Kadastronun Mali Boyutu” Ankara: TMMOB Harita ve
Kadastro Mühendisleri Odası Kadastro Kongresi 22-24 Mayıs 2006,
www.tyd.yildiz.edu.tr/web/Dosyalar/Kadastronun_Mali_Boyutu.doc
(Erişim:27/05/2009).
Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı. (2007), Vergi Özel İhtisas Komisyon
Raporu, DPT Yayınları No: 2734, Ankara.
Emlak Vergisi Kanunu (1319 S.K.), Resmi Gazete, 13576, 11/08/1970.
Gerçel, H. (1994), “Emlak Vergisi Mevzuat ve Uygulamasının Analizi”
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
Güner, A. (2006), Yönetimlerarası Gelir Bölüşümü Temel İlke ve Uygulamalar,
Mali Yerelleşme; Teori ve Uygulama Üzerine Yazılar, Marmara Üniversitesi
Yerel Yönetimler Araştırma ve Eğitim Merkezi, İstanbul.
Konut Finansman Sistemine İlişkin Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun (5582 S.K.), Resmi Gazete, 26454; 21/02/2007.
Öner, E. (2006), Emlak Vergisinde Matrah Tespit Usullerindeki Gelişmeler, Kamu
Maliyesindeki Yeni Yaklaşımlar, Seçkin Yayınevi, Ankara.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010 13
Emlak Vergisinde Matrah Tespitine İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Sermaye Piyasası Mevzuatı Çerçevesinde Değerleme Hizmeti Verecek Şirketlere ve
Bu Şirketlerin Kurulca Listeye Alınmalarına İlişkin Esaslar Hakkında Tebliğ
(Seri: VIII, No: 35), Resmi Gazete, 24491:12/08/2001.
Sermaye Piyasasında Faaliyette Bulunanlar İçin Lisanslama ve sicil Tutmaya İlişkin
Esaslar Hakkında Tebliğ (Seri: VIII, No: 34), Resmi Gazete, 24490; 11/08/2001.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun (3045
S.K.), Resmi Gazete, 18540, 26/09/1984.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanunda ve
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Hakkında Kanun (4924 S.K.), Resmi
Gazete. 25178; 24/07/2003.
Türk Vergi Sistemi, Sorunlar-Çözüm Önerileri, (2002), Gayrimenkul, Kentsel
Rantlar ve Yeni Bir Vergileme Modeli, Onbeşinci Bölüm, TOBB Yayınları,
Ankara.
Vergi Reform Komisyonu Raporları. (1972), Emlak Değerleme Kanun Tasarı ve
Gerekçesi. Cilt: IV, Damga Matbaası, İstanbul.
Vergi Usul Kanunu, Emlak Vergisi Kanunu ve Harçlar Kanununda Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Kanun (4751 S.K.), Resmi Gazete, 24721, 09/04/2002.
Vergi Usul Kanunu (213 S.K.), Resmi Gazete, 11343, 28/02/1963.
Yaman, B. Gayrimenkul Değerlemesi ve Önemi,
http://www.stratejikboyut.com/haber/gayrimenkul-degerlemesi-ve-onemi-28088.htm
(Erişim: 10/11/2008).
Yomralıoğlu, T. ve Nişancı, R. (2006), “Türkiye’de Harita Mühendisliğinin
Taşınmaz Değerlemesindeki Yeri ve Rolü”, Rapor 1.0, Trabzon.
http://www2.itu.edu.tr/~tahsin/yayinlar/HKMO_tasinmazdeg_raporu.pdf
(Erişim: 10/11/2009).
14
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse
Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının
Teşebbüse Elverişlilik Açısından
Değerlendirilmesi
Hasan Hüseyin BAYRAKLI∗
Ahmet BOZDAĞ**
Özet
Suça teşebbüs, suç yoluna giren failin elinde olmayan nedenlerle icra
hareketlerini tamamlayamaması veya istediği neticeyi gerçekleştirememesidir. Suça
teşebbüs, ne bağımsız bir suç türü ne de suçun hafifletici sebebidir. Teşebbüs,
cezalandırma alanını genişleten yardımcı ceza normu niteliğinde bir kavramdır. Bir
suçun teşebbüse elverişli olabilmesi için ya icra hareketleri bölünebilir olmalı ya da
icra hareketleri ve netice birbirinden ayrılabilir yapıda olmalıdır. Bu çalışmada,
uygulamada özellik arz eden bazı suç tiplerinin teşebbüse elverişli olup olmadıkları
inceleme konusu yapılmıştır. İncelediğimiz suç tiplerinin birçoğuna, teşebbsün
mümkün olup olmadığı tartışmalıdır. Bu nedenle kanun koyucunun tartışmalı olan
suç tiplerine teşebbüs hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağı konusunda
düzenleme yapması ya da Yargıtayın bu konuda içtihat oluşturması faydalı
olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Suça Teşebbüs, Teşebbüse Elverişlilik, Vergi Suçuna
Teşebbüs
Attempt Sufficiency Problem in Turkish Criminal Law And
Consideration of Attempt Sufficiency of Tax Crimes
Abstract
Crime attempt accurs in two ways. Firstly, if an offender can not complete crime
due to reasons that are not determined by offender. Secondly, if the consequence
that is aimed by offender can not be reached. Crime attempt is not an independent
∗
Prof.Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
Arş.Gör., Afyon Kocatepe Üniversitesi, İİBF, Mali Hukuk Anabilim Dalı, [email protected]
**
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
15
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
crime type. Crime attempt is not a attenuating cause, either. Punishment is extended
due to attempt. As a result, this punishment can have a assistant rule. To be
accepted as a crime attempt, crime behaviours should be divided or behaviour and
the consequence should be aparted. This study analyzes whether certain crime types
are subject to crime attempts. The crimes that we examined in this study are still
being discussed from the point of crime attempt. For this reason, legislator should
make certain (and therefore there is a need for legislation) whether contreversial
crimes are subject to attempting rules or not. Moreover, the Supreme Court of
Appeals should have case law on the contreversial crimes.
Key Words: Crime Attempt, Attempt Sufficiency and Attempt of Tax Crime
JEL Classification Code: K4
Giriş
Suç ve cezaların kanuniliği ilkesi gereği, bir kişinin işlediği fiil nedeniyle
cezalandırılbilmesi için, söz konusu fiilin kanunlarda açıkça suç olarak düzenlenmiş
olması gerekir. İşlenen fiilin kanunda düzenlenen suç kalıbına tam olarak uymasına
tipiklik unsuru denir. Ceza kanunlarında, işlenmeye başlanan fiil failin iradesi
dışında tamamlanamayabilir. Böyle bir durumda işlenen fiilin failinin, suça
teşebbüsten dolayı cezalandırılması gerekir.
Teşebbüs, TCK’nın 35. maddesinde düzenlenmiştir. Bu, kural olarak genel ve
özel kanunlarda düzenlenmiş tüm suçlar için geçerli olan genel bir normdur. Ancak,
tüm suç tiplerinin aynı yapıda olmaması ve bazı suç tiplerinin teşebbüsü düzenleyen
kanun hükmünün tarifine uygunluk göstermemesi, bazı suçlara teşebbüsün mümkün
olup olmadığı sorunsalının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Biz de bu çalışmada,
teşebbüse elverişlilikleri doktrinde tartışmalı olan bazı suç tiplerini ve vergi suçlarını
teşebbüse elverişlilik açısından irdeleyeceğiz. Ancak, konunun anlaşılması amacıyla
asıl konuya girmeden önce teşebbüs kavramı ve teşebbüsün hukuki mahiyeti
üzerinde kısaca durulacaktır.
1. Teşebbüs Kavramı, Teşebbüsün Hukuki Niteliği ve Şartları
1.1. Teşebbüs Kavramı ve Hukuki Niteliği
Uzun bir tarihsel süreç sonucunda çağdaş ceza kanunlarında genel hükümler
içinde yer almış bir kurum olan teşebbüs (Keziban, 2009:1), sözlükte kalkışmak,
girişimde bulunmak, girişmek anlamlarında kullanılmaktadır (Yılmaz, 2002:1232).
Ceza hukukunda teşebbüs, bir suçu işleme kastıyla elverişli hareketlerle doğrudan
doğruya icraya başladıktan sonra, elinde olmayan nedenlerle icra hareketlerini
tamamlayamayan veya hareketleri tamamlamasına rağmen hedeflediği sonucu
gerçekleştiremeyen kişileri cezalandırmak için düzenlenmiş olan bir ceza hukuku
kurumudur.
Suç, kural olarak belli aşamalardan geçerek tamamlanmaktadır. Bu aşamaların
bütünü doktrinde suç yolu olarak adlandırılmaktadır (Özgenç, 2009:388; Aydın,
2006:86; Toroslu, 2009:248; Gürgen, 2009:1). Suç yolu, düşünce safhası, hazırlık
hareketleri safhası, icra hareketleri safhası ve sonuç safhalarından oluşmaktadır
(Artuk, Gökcen ve Yenidünya, 2006:740). Bir kişinin cezalandırılabilmesi için kural
olarak, bir suçu kanunda belirtilmiş tüm unsurları ve suç yolundaki tüm aşamalarıyla
16
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
işlemiş olması gerekmektedir. Ancak bazen, fail işlemeyi tasarladığı suçu işlemek
için icra hareketlerine başladıktan sonra, kendi iradesi dışındaki nedenlerden dolayı
ya icra hareketlerini tamamlayamamakta ya da icra hareketlerini tamamlamasına
rağmen istediği neticeyi gerçekleştirememektedir.1 Yani fail, işlemeye başladığı
suçu elinde olmayan nedenlerle tamamlayamamaktadır (Yenisey, 2007:42). Böyle
bir durumda fail, işlemeyi tasarladığı suçu tamamlayamadığından suç da tam olarak
oluşmamaktadır.
Suç
oluşmadığından
fail
de
normal
şartlarda
cezalandırılamayacaktır. Ancak, suç yoluna girmiş ve suç işleme arzu ve isteğine
sahip kişinin elinde olmayan nedenlerle suçu tamamlayamaması nedeniyle
cezalandırılmaması, toplumun huzur ve güvenliği için önemli bir tehlike
oluşturacaktır. İşte teşebbüs kurumu, böyle tehlikeliliği aşikârlaşmış; ancak elinde
olmayan nedenlerle suçu tamamlayamamış kişileri cezalandırmayı amaçlayan bir
kurumdur.
Suç tamamlanmadığı hallerde de faili cezalandırmaya imkân sağlayan teşebbüs
hükümleri, cezalandırmanın kapsamını genişleten hükümlerdir (Centel, Zafer ve
Çakmut, 2006:445). Teşebbüse ilişkin hükümler, somut bir olayda tek başına
uygulanamamakta; ancak tamamlanamayan suçun kanuni tarifi ile birlikte, bu
hükmün yanında tamamlayıcı olarak uygulanabilmektedir. Bu nedenle suça
teşebbüs, ne bağımsız bir suç ne de suçun hafifletici nedenidir. Bilakis cezalandırma
alanını genişleten yardımcı ceza normu karakteri niteliğinde bir kavramdır
(Soyaslan, 1994:52; Artuk, Gökcen ve Yenidünya, 2006:745; Özgenç, 2009:389;
Centel, Zafer ve Çakmut, 2006:445).
1.2. Teşebbüsün Şartları
Suça teşebbüsten bahsetmek için, kasten işlenen bir suçun varlığı, suçun elverişli
hareketlerle doğrudan doğruya işlenmeye başlanmış olması ve failin elinde olmayan
nedenlerle icra hareketlerini tamamlayamaması2 veya icra hareketlerini
tamamlamasına rağmen, elinde olmayan nedenlerle neticeyi gerçekleştirememiş
olması nedeniyle suçu tamamlayamamış olması gerekir. Teşebbüs için bu üç şartın
da bir arada bulunması gerekir. Bu şartlardan birinin dahi eksik olması teşebbüsün
gerçekleşmesini engelleyecektir.
Bu nedenle, kural olarak bir suçun teşebbüse elverişli olabilmesi için kusurluluk
yönünden kasten işlenen bir suç olmalı, hareket yönünden ise, ya icra hareketleri
bölünebilmeli ya da icra hareketleri ve netice birbirinden ayrılabilir olmalıdır.
1
“Kasten öldürmeye teşebbüsten sanığın mağdur ile arasının iyi olmadığı, mağdurun önce sanığı tehdit
ettiği, kafenin dışında ise ele geçirilemeyen sert bir cisimle baş bölgesine vurup, basit bir tıbbi müdahale
ile giderilebilecek şekilde yaraladığı, bunun üzerine çıkan kavga sırasında da sanığın ele geçirilemeyen
bıçakla mağduru hayati bölgelerinden yaraladığı, karındaki yaralanmanın karın boşluğunda lezyona sebep
olduğu, hayati tehlike geçiren mağdurun acilen yapılan ameliyat sonucu ölümden kurtulduğu anlaşıldığı
halde, öldürmeye kalkışma yerine yaralama suçundan hüküm kurulması yasaya aykırıdır…”, 1.YCD.
E.2007/7660, K.2008/7262, T.13/11/2008, (www.kazanci.com, Erişim, 12/12/2009).
2
“Somut olayda sanık Fevzi, diğer sanık Şirin’in azmettirmesi ile Devlet ormanından bulduğu yatık ve
devrik envali traktöre tamamen yükledikten sonra, ancak henüz traktörü çalıştırmadan ve envali götürmek
amacıyla hareket ettirmeden, diğer bir anlatımla icra hareketlerinin iz ve eserlerini silebilecek bir
durumda iken olaya orman muhafaza memurlarınca el konulduğundan icra hareketlerinin tümünü
tamamlayamamış, böylece suç eksik teşebbüs aşamasında kalmıştır…” YCGK. T. 01/05/2001, 63/82,
Bakıcı Sedat, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 2007, s.680.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
17
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
2. Teşebbüse Elverişliliği Sorunlu Olan Suç Tipleri
Ceza hukukunun genel hükümleri arasında düzenlenmiş olan teşebbüs
hükümleri, kural olarak tüm suçlar açısından uygulanabilmektedir. Ancak, gerek
teşebbüs hükümlerinin düzenlendiği TCK’nın 35. maddesi hükmünün kapsamından
ve gerekse bazı suçların yapısından kaynaklanan nedenlerle, bazı suçlara teşebbüs
hükümlerinin uygulanması mümkün değildir. Şimdi teşebbüse elverişliliği sorunlu
olan suç türleri üzerinde duralım.
2.1. Manevi Unsuru Nedeniyle Teşebbüse Elverişliliği Sorunlu Olan Suç
Türleri
2.1.1. Olası Kastla İşlenen Suçlar
5237 sayılı TCK ile ceza sistemimize giren ve TCK’nın kast başlıklı 21. maddesi
içerisinde kastın bir türü olarak düzenlenmiş olan olası kast, kişinin kanuni
tanımdaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, vurdumduymaz
davranarak ve riski göze alarak fiili işlemeye devam etmesidir (İpekçioğlu,
2009:167). Kanun koyucu, suçun olası kastla işlenmesi halinde, kasten işlenen suç
için öngörülmüş olan cezanın indirilerek3 hükmedileceğini kabul etmiştir.
Suçların olası kastla işlenmesi durumunda teşebbüs hükümlerinin uygulanıp
uygulanamayacağı, doktrinde ve yargı kararlarında tartışmalı bir konudur.
Doktrindeki hakim görüşe göre, teşebbüs hükümlerinin düzenlendiği TCK’nın 35.
maddesindeki “... işlemeyi kastettiği ….” ibaresinden dolayı, teşebbüs hükümleri
ancak kasten işlenen suçlara uygulanabilecektir. Çünkü kastta, bilme ve isteme
unsurları açık ve netken, olası kastta bilme açık ve net, neticeyi isteme tam ve net
değildir.4 Olası kast, ancak netice ile belirlenir. Netice meydana gelmeden olası
kastın varlığından bahsedilemez. Dolayısıyla, netice meydana gelmişse suç
tamamlanmış olacaktır, netice meydana gelmemişse olası kasttan da
bahsedilemeyeceğine göre teşebbüs hükümleri de uygulanamayacaktır. Bu görüş
taraftarları (Sözüer, 1994:162; Özgenç, 2009:391; İpekçioğlu, 2009:178; Aydın,
2006:97) olası kastla işlenen suçlara teşebbüs hükümlerinin uygulanamayacağını
savunmaktadır. Bizim de katıldığımız doktrindeki azınlıkta kalan görüşe göre ise,
olası kastla işlenen suçlara da teşebbüs hükümlerinin uygulanması mümkündür.
Çünkü Kanun, teşebbüs hükümlerinin uygulanırlığı açısından failin kasten hareket
etmesini yeterli görmüş olup, ayrıca bu kastın doğrudan ya da olası kast olacağı
yönünde bir ayrıma gitmemiştir. Ayrıca, doğrudan kast ve olası kast aynı Kanun
maddesinde ve “kast” başlığı altında düzenlendiğinden, kast tabiri hem doğrudan,
hem de olası kastı kapsamaktadır. Teşebbüsü düzenleyen TCK’nın 35. maddesinin
madde gerekçesinde de maddede geçen kast tabirinin sadece doğrudan kastı ifade
ettiği ya da olası kastla işlenen suçlara teşebbüsün mümkün olmadığı yönünde
3
“Kişinin, suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiili işlemesi
halinde olası kast vardır. Bu halde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet
hapis cezasına, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmibeş yıla kadar hapis
cezasına hükmolunur; diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilir” (TCK md. 21/2).
4
Yargıtay’a göre; “Failin doğrudan kastla hareket etmiş olabilmesi için tipe uygun hareketi ve neticeyi
zihninde canlandırmış, öngörmüş olması gerekir. Fakat düşünme ve öngörme, bilmek ve istemek
olmadığından, kastın bulunduğunun tespit edilebilmesi için ikinci bir inceleme yapmak ve isteme
unsurunun da buna eklenip eklenmediğini araştırmak gerekir. Olası kast ancak neticeyle belirlenir”
(YCGK. 3/6/1985- 83/330), Centel, Zafer ve Çakmut; s.400’dan.
18
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
herhangi bir hüküm de bulunmamaktadır (Önder, 1992:387).5 Ayrıca olası kastta,
her ne kadar failin neticeyi istediği açık değilse de, failin neticenin gerçekleşme
ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğunu öngörmesine rağmen, ısrarla hareketlerine
devam etmesi, neticenin gerçekleşme ihtimalini başta kabul ettiğini göstermektedir.
Örneğin, şehir içinde arabayla geçerli bir mazereti olmadan kırmızı ışıkta geçen bir
sürücü, karşıdan karşıya geçen yayalara çarpmak üzereyken, yayanın özel gayreti
veya diğer yayaların yardımıyla son anda kurtulması durumunda, sürücünün olası
kastla yaralamaya teşebbüsten sorumlu tutulması gerekecektir. Aynı olayda
sürücünün yayaya çarpması sonucu yayanın ölümcül şekilde yaralanması
durumunda sürücünün olası kastla öldürmeye teşebbüsten cezalandırılması
gerekecektir. Aksi düşüncede ise, sürücü bir kişiyi ölümcül şekilde yaralamasına
rağmen olası kastla yaralama suçundan az bir cezayla kurtulacaktır. Yine kalabalık
bir ortamda hasmını öldürmek için kalabalığın bulunduğu yere doğru gelişi güzel ve
müteaddit defalar ateş eden failin hasmını öldürmesinin yanında, orada bulunan
suçsuz kişileri de ölümcül şekilde yaralaması durumunda failin olası kastla
öldürmeye teşebbüsten cezalandırılması gerekecektir. Ancak, olası kastla işlenen
suçların teşebbüs aşamasında kalması durumunda olayda olası kastın bulunduğunun
açık ve net bir şekilde tespit edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Yargıtay verdiği bir kararda “Tabancayı düğün yerinde bulunan topluluğa doğru
yatay ve hatta yukarıdan aşağı eğik durumda tevcih ederek müteaddit el ateş eden ve
hayati nahiyeden isabet sağlayan sanıkta öldürme bilinci ve muayyen olmayan
(olası) öldürme kastının varlığı kabul edilmelidir. Sanığın normal bir insan
boyundan daha aşağı bir seviyede topluluğa yönelterek yaptığı müteaddit atışlardan
çıkan mermilerin kişi veya kişilere isabet edeceğini bilmesi gerekir. Bu itibarla
olayda muayyen olmayan (olası) kastla adam öldürmeye tam teşebbüste bulunmak
suçu oluşmuştur” diyerek, olası kastla işlenen suçlara teşebbüsün mümkün olduğunu
vurgulamıştır.6 Sonuç olarak, olası kastla işlenen suçlara teşebbüs hükümleri
uygulanabilecektir.
2.1.2. Taksirle İşlenen Suçlar
Sözlükte, kusur, kısma, bir şeyi eksik yapma, bir şeyi yapabilirken yapmama,
kusur etme, hata anlamlarına gelen taksir (Yılmaz, 2002:1175), hukuksal bir kavram
olarak, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık, dolayısıyla, bir davranışın, suçun
kanuni tanımında belirtilen neticenin öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir (Hakeri,
2008:142). Hem bilinçli taksirde hem de bilinçsiz taksirde fail, hareketleri bilerek
ve isteyerek yapmakta; ancak, öngördüğü veya öngörmediği neticeyi açık ve net bir
şekilde istememektedir.
TCK’daki teşebbüs düzenlemesine baktığımızda, teşebbüs hükümlerinin
uygulanabilmesi için, açıkça fiilin kasten işlenmesi gerektiğinin maddedeki “Kişi
5
Önder Ayhan, Ceza Hukuku Dersleri, 1992, s.387; Ayrıca, Alman doktrininde de olası kastla işlenen
suçlara teşebbüsün mümkün olduğu kabul edilmektedir. Özgenç, s. 391.
6
1. CD, E. 1983/1812, K. 1983/1812, T. 24/05/1983, (YKD Eylül 1983, s.1381); “…Olay günü sanığın,
patlayıcı maddeyi ‘istersem ben bu dükkanı uçururum’ diyerek mağdurun bakkal dükkanının tezgahına
koyduğu mağdurun da bu patlayıcı maddeden kurtulmak için patlayıcı maddeyi tezgahın üstünden alıp;
atmak isterken maddenin patladığı ve hayatını tehlikeye koyacak şekilde mağdurun yaralanmış olduğu,
olayın akışını doğrulayan tarafların beyanından ve mahkemenin kabulünden açıkça anlaşılmış olmasına
göre, … sanığın eyleminin yaralama değil, öldürmeğe tam derecede teşebbüs niteliğinde olduğu
gözetilmeden sanık hakkında TCK’nın 448, 62. maddeleri yerine 456/3, 457/1. maddeleri ile ceza tayini
bozmayı gerektirmiştir” 1. CD; E. 1977/1438, K. 1977/2020, T. 09/06/1977 (YKD Kasım 1977, s.1620).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
19
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
işlemeyi kastettiği…” tümcesiyle vurgulandığını görmekteyiz. Bu nedenle taksirle
işlenen suçların teşebbüse elverişli olmadığını düşünüyoruz (İçel ve Evik, 2007:251;
Koca ve Üzülmez, 2008:341; Artuk, Gökcen ve Yenidünya, 2006:774; Hakeri,
2008:238).
Ancak bazı yazarlara göre, her ne kadar teşebbüsü düzenleyen kanun hükmünün
lafzı taksirle işlenen suçların teşebbüse elverişli olmadığı şeklindeyse de, yasal
düzenleme yapılması durumunda taksirle işlenen suçlara da teşebbüs mümkün
olabilecektir (Zincir, 2008:130). Aynı doğrultuda taksirli suçlara teşebbüsün teorik
olarak mümkün olduğunu İtalyan hukukçulardan Cavallo, Vannini ve Campili de
savunmaktadır (Soyaslan, 1994:206).
2.2. Kabahatlerin Teşebbüse Elverişliliği
Hukuka aykırı fiilleri 765 sayılı TCK suç–cürüm şeklinde bir ayrıma tabi
tutarken; 5237 sayılı TCK ise suç ve kabahat olarak ayrıma tabi tutmuştur. Suçlar ve
suçlar için öngörülen yaptırımlar TCK’da ve özel ceza kanunlarında düzenlenirken,
kabahatler ve kabahatler için öngörülen yaptırımlar, 5326 sayılı Kabahatler
Kanunu’nda ve özel ceza kanunlarında düzenlenmiştir.
TCK’nın suça teşebbüsü düzenleyen hükmüne baktığımızda, hükmün suça
teşebbüs başlığı altında düzenlendiğini ve ayrıca hükümde “Kişi işlemeyi kast ettiği
bir suçu…” denerek sadece suçların teşebbüse elverişli olduğu açıkça belirtilmiştir.
Ayrıca, Kabahatler Kanunu’nun teşebbüs başlıklı 13. maddesi hükmü de açıkça
kural olarak kabahatlere teşebbüsün mümkün olmadığını, ancak özel kanunlarda
kabahatlere teşebbüsün cezalandırılacağı yönünde hüküm bulunması halinde, söz
konusu kabahatlere TCK’nın suça teşebbüse ilişkin hükmünün uygulanacağını
düzenlemiştir (KK md. 13). Bugün itibarıyla özel ceza kanunlarında, kabahatlere
teşebbüs hükümlerinin uygulanabileceğine dair herhangi bir norm bulunmamaktadır.
Bu gerekçelerle, kural olarak kabahatlere teşebbüs mümkün değildir, denilebilir
(Bakıcı, 2007:662; Koca ve Üzülmez, 2008:342).
2.3. Sırf Hareket (Neticesi Harekete Bitişik-Tehlike) Suçlarının Teşebbüse
Elverişliliği
Kural olarak bir suçun işlenmiş olabilmesi için icrai veya ihmali hareketlerin
yapılması yetmez, aynı zamanda hareket sonucunda belirli bir neticenin de
gerçekleşmesi gerekir. Ancak TCK’da ve bazı özel kanunlarda düzenlenen bazı
suçların tamamlanması için kanun koyucu, hareketlerin yapılmasını yeterli
görmüştür. Diğer bir deyişle, bu tür suçların işlenmesi için herhangi bir neticenin
gerçekleşmesi gerekmemektedir. İşte tamamlanması için neticenin aranmadığı
suçlara sırf hareket suçları denmektedir (Koca ve Üzülmez, 2008:144; İpekçioğlu,
2009:185). Doktrinde bu tür suçları, neticesi harekete bitişik suç veya tehlike suçu
olarak adlandıran yazarlar da bulunmaktadır. Bu tür suçlarda ya netice hiç yoktur ya
da netice var olmakla birlikte netice harekete bitişiktir. Diğer bir deyişle, hareket
tamamlandığı anda netice kendiliğinden meydana gelmektedir. Hareket
tamamlandıktan sonra neticenin meydana gelmemesi mümkün değildir. Örneğin,
tehdit, iftira, hakaret, şantaj, kişilerin huzur ve sükununu bozma, kişisel verilerin
kaydedilmesi, sövme, cinsel saldırı suçlarında olduğu gibi.
Sırf hareket suçlarında, netice olmadığından ya da netice harekete bitişik
olduğundan bu tür suçlarda hareketin tamamlanması; ancak neticenin elinde
olmayan nedenlerle tamamlanamaması mümkün değildir. Bu tür suçlarda hareket
tamamlanmışsa suç da tamamlanmıştır. Hareket tamamlanmamışsa suç da
20
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
tamamlanmamıştır. Bu yönüyle bu tür suçlara teşebbüs mümkün değildir (Özbek,
Bacaksız ve Doğan, 2006:243; Centel, Zafer ve Çakmut, 2006:465). Örneğin, yüz
yüze hakaret suçlarında, hakaret içeren sözler söylendiği anda suç tamamlanmış
olacaktır. Yine, suçu ve suçluyu övme suçunun sözlü olarak işlenmesi halinde, övgü
kabul edilen sözlerin söylenmesiyle birlikte suç da tamamlanmış olacaktır.
Hareketleri parçalara ayrılabilen veya hareketleri bir oluşum süreci içinde
gerçekleşen sırf hareket suçlarında, hareketlerin kişinin iradesi dışındaki
nedenlerden dolayı tamamlanamaması halinde teşebbüs mümkün olabilecektir
(Toroslu, 2009:271; Centel, Zafer ve Çakmut, 2006:465). Diğer bir deyişle, tek bir
hareketten oluşan sırf hareket suçlarına hiçbir şekilde teşebbüs mümkün değilken;
birden fazla hareketten oluşan veya hareketleri belirli bir oluşum sürecinde
gerçekleştirilen sırf hareket suçlarına teşebbüs mümkündür (İpekçioğlu, 2009:186).
Örneğin, hakaret, tehdit, şantaj suçlarının mektupla işlenmesi halinde mektubun
muhataba ulaşmadan önce polis tarafından ele geçirilmesi; matbaada basılması izne
tabi bir belgenin izinsiz basılmasında, belgenin basılması birden fazla hareketten ve
belirli bir süreçten oluştuğu için (tasarımın yapılması, kalıpların hazırlanması,
dizgiye girmesi, baskıya girmesi…) bu süreç ve hareketler tamamlanmadan kişinin
yakalanması halinde suç teşebbüs aşamasında kalmış olacaktır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 765 sayılı TCK’nın yürürlükte olduğu dönemde
verdiği bir kararda, sırf hareket suçlarının yapısı itibarıyla, tam teşebbüse elverişli
olmadığını, ancak bu tür suçlara eksik teşebbüsün mümkün olduğunu vurgulamıştır
(YCGK, T. 21/02/1983, 6/455-64, Malkoç, 2002:643’den).
2.4. Kesintisiz (Mütemadi) Suçların Teşebbüse Elverişliliği
Suça teşebbüs açısından özellik arz eden suç tiplerinden biri de kesintisiz
suçlardır. Ancak, kesintisiz suçun ne olduğu konusunda doktrinde fikir birliği
bulunmamaktadır. Bir görüşe göre kesintisiz suç, bir suçun kanuni tanımında
gösterilen hareketlerin icrasının bir süre devam ettiği suç tipidir (Koca ve Üzülmez,
2008:140; Özgenç, 2009:406). Diğer bir görüşe göre ise kesintisiz suç, hareketten
doğan neticenin bir süre devam ettiği bir suç tipidir (İpekçioğlu, 2009:192; Hakeri,
2008:105; Özbek, Bacaksız ve Doğan, 2006:252). Kanaatimizce kesintisiz suçlarda
failin, suçun kanuni tanımındaki hareketlerle neticeyi gerçekleştirdikten sonra, bir
süre daha hareketlerine devam ederek, neticenin de bir süre daha devam etmesini
sağladığı suç tipidir. Dolayısıyla kesintisiz suçta, suç tamamlandıktan sonra hem
hareket hem de netice bir süre devam etmektedir. Örneğin, kişiyi hürriyetinden
yoksun kılma suçunda, fail mağduru rızası dışında bir yere kapattıktan sonra bir gün
boyunca kapıyı kilitli tutarak, mağdurun çıkmasını engellediğinde, fail mağduru
içeri kapattığı anda suç tamamlanmaktadır. Ancak fail, bir gün boyunca mağdurun
bulunduğu yerin kapısını kilitli tutarak ihmali davranışla hareketlerine devam
etmekte (İpekçioğlu, 2009:192) aynı şekilde bu süre boyunca netice de devam etmiş
olmaktadır. Aynı şekilde, konut sahibinin rızası dışında konuta giren ve bir süre
orada kalan kişi, konut dokunulmazlığı suçunu işlemiş olacaktır. Bu suçta fail,
konuta girdiği anda suçu işlemiş olmakta ve rıza dışı girdiği konuttan çıkmayarak
ihmali davranışla hareketlerine devam etmekte ve aynı şekilde konut
dokunulmazlığını da ihlal etmeye devam etmektedir. Görüldüğü gibi kesintisiz
suçlarda genel kural, suç tamamlandıktan sonra fail, hareketlere icrai veya ihmali
olarak devam etmekte ve dolayısıyla netice de bir süre daha devam etmektedir.
Kesintisiz suçlarda suç, hareketin yapılması ve neticenin ortaya çıkmasıyla
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
21
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
tamamlanmakta (Soyaslan, 1994:19) fakat hareketlerin ve neticenin son bulmasıyla
sona ermektedir. Yani kesintisiz suçlarda, suçun tamamlanması ve sona ermesi aynı
anda değil; farklı zaman süreçlerinde meydana gelmektedir (Özgenç, 2009:405).
Kanaatimizce kesintisiz suçlarda fail, suçu tamamladıktan sonra ve temadi
devam ederken yakalandığı takdirde, suç tamamlandığından teşebbüsten sorumlu
tutulamayacaktır.7 Ancak kesintisiz suçlarda, hareketlerin bölünebildiği durumlarda,
failin elinde olmayan nedenlerle hareketleri tamamlayamaması halinde teşebbüs
hükümlerinin (eksik teşebbüs) uygulanması mümkün olacaktır. Örneğin, kişiyi
hürriyetinden yoksun kılma suçunda, failin mağduru kaçırmaya çalışırken
çevredekilerin yetişmesi üzerine mağduru bırakıp kaçması halinde suç, teşebbüs
halinde kalmış olacaktır.
2.5. İhmal Suretiyle İşlenen Suçların Teşebbüse Elverişliliği
Ceza kanunlarında düzenlenen suçların bir kısmı yasaklamış olan normun
(yapmama yükümlülüğü), icrai hareketle ihlal edilmesiyle işlenirken, bazı suçlar ise,
emredici normun (yapma) ihmali davranışla gerçekleştirilmemesiyle işlenmektedir
(Koca ve Üzülmez, 2008:317). Diğer bir deyişle, bazı suçlar kanun koyucu
tarafından yapılmaması emredilen davranışın yapılmasıyla (icrai) işlenirken, bazı
suçlar yapılması emredilen davranışın yapılmamasıyla (ihmali) işlenmektedir.
İhmali suç, bir ceza hukuku normuyla yapılması emredilen bir hareketin
yapılmaması suretiyle işlenen bir suç türüdür (Artuk, Gökcen ve Yenidünya,
2006:425; Centel, Zafer ve Çakmut, 2006:247). Örneğin, akıl hastası üzerindeki
bakım ve gözetim yükümlülüğünü ihlal suçu, işaret ve engel koymama suçu, inşaat
veya yıkımla ilgili emniyet kurallarına uymama suçu, bir suça ait delillerin
saklandığı yeri bildirmeme suçu gibi. Bu tür suçlarda fail, kanunun kendisinden
yapmasını emrettiği hareketi yapmamış olabileceği gibi, yapılması emredilen
hareket yerine başka bir hareket de yapmış olabilir (Artuk, Gökcen ve Yenidünya,
2006:427). İhmali suçlar, gerçek (saf) ihmali suçlar ve gerçek olmayan (garantörselgörünüşte) ihmali suçlar olarak iki gruba ayrılmaktadır (Hakeri, 2008: 96; Koca ve
Üzülmez, 2008:320).
Gerçek ihmali suç, ihmali hareketin bizzat suç tipinde doğrudan tarif edildiği ve
herkes tarafından işlenebilen bir suç tipidir (Hakeri, 2008:96). Bu suç tipinde fail,
sadece kanunun emrettiği hareketi yapmama yükümlülüğü altındadır. Başkalarının
hareketlerini engelleme yükümlülüğü bulunmamaktadır. Örneğin, TCK’nın 116.
maddesinde düzenlenen konut dokunulmazlığını ihlal suçunda olduğu gibi. Bu suç
tipinde fail, rızayla girdiği konut veya işyerlerinden rıza dışı ihmali davranışla
çıkmaması halinde gerçek ihmali davranışla konut dokunulmazlığını ihlal suçu
oluşacaktır. Aynı şekilde TCK’nın 98. maddesinde düzenlenen yardım veya bildirim
yükümlülüğünün yerine getirilmemesi suçu da gerçek ihmali suçlardandır.
Örneklerden de anlaşıldığı gibi, gerçek ihmali suçların faili herkes olabilecektir.
7
“Olay gecesi mağdureyi otomobille şehir içi ve dışında yaklaşık iki saat süreyle gezdiren, inmek istediği
halde indirmeyip onunla tartışan, durdukları bir yerdeki eve mağdureyi zorla sokmak isterken tekme tokat
döven, sonra tekrar otomobile bindirip seyir halinde iken mağdurenin yavaşlayan otomobilden atlaması
üzerine onu bırakıp olay yerinden uzaklaşan sanıklar Tuncay ve Şeref’in mağdureyi bir süre içinde kendi
egemenlik alanlarında bulundurdukları dolayısıyla zorla kaçırıp alı koyma eyleminin tamamlandığı halde,
eksik teşebbüsten hüküm kurulması yasaya aykırıdır”, 5. YCD. T: 07/11/2001, 3358/6643, Bakıcı, s. 682;
Özbek/Bacaksız/Doğan, s.252; Özgenç, s.405.
22
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
Gerçek ihmali suçlar, olumsuz hareketin yapılmasıyla gerçekleşeceğinden bu tür
suçlar sırf hareket suçlarıdır. Bu nedenle bu tür suçların tamamlanması için herhangi
bir neticenin ortaya çıkması gerekmez, emredilen hareketin ihmal edilmesiyle suç
tamamlanacaktır (Artuk, Gökcen ve Yenidünya, 2006:427; Koca ve Üzülmez,
2008:321). Doktrinde gerçek ihmali suçlara teşebbüsün mümkün olup olmadığı
tartışmalıdır. Alman doktrinine göre, gerçek ihmali suçlara kural olarak teşebbüsün
mümkün olmadığı ancak kanunun açıkça öngördüğü hallerde bu tür suçlara
teşebbüsün cezalandırılabileceği savunulmuştur (Koca ve Üzülmez, 2008:352).
İtalyan doktrininde ise, bir kısım yazarlar gerçek ihmali suçların teşebbüse elverişli
olduğunu savunurken; bazı yazarlar, gerçek ihmali suçların teşebbüse elverişli
olmadığını savunmaktadır (Ayrıntılı bilgi için bkz: İpekçioğlu, 2009:190-191).
Ancak Türk doktrininde gerçek ihmali suçların, neticesinin harekete bitişik olması
ve hareketlerin bölünememesi nedeniyle teşebbüse elverişli olmadığı konusunda
fikir birliği bulunmaktadır (İpekçioğlu, 2009:191; Özgenç, 2009:405).
Gerçek olmayan ihmali suç, belli bir neticenin gerçekleşmesini önlemek
hususunda özel bir yükümlülük altında bulunan kişinin, bu yükümlülüğünü ihmali
hareketlerle yerine getirmemek suretiyle işlediği suç tipidir. Bu suç tipinde kişi, belli
bir neticenin meydana gelmemesi için kendisi belirli hareketlerden men edildiği gibi
aynı zamanda başka kişilerin de neticeyi meydana getirmesini engellemekle
yükümlüdür. Örneğin, kasten öldürme ve kasten yaralama suçlarının ihmali
davranışla işlenmesi, anne-babanın çocuklarına bakma ve onları gözetme
yükümlülüğünü yerine getirmemesi, kamu görevlisinin görevini yapmaması,
doktorun hastasını tedavi etmemesi, cankurtaranın boğulmakta olan kişiye yardım
etmemesi gibi. Gerçek olmayan ihmali suçlarda, failin belirli bir neticenin ortaya
çıkmasına engel olma yükümlülüğü, kanundan, sözleşmeden, örf ve adetten veya
daha önce gerçekleştirilen bir hareketten kaynaklanabilir (Artuk, Gökcen ve
Yenidünya, 2006:428). Gerçek olmayan ihmali suçun faili, yükümlülük altında
bulunan kişi olabileceğinden bu suç, özgü suç tiplerindendir (Hakeri, 2008:98).
Gerçek olmayan ihmali suçlarda failin ihmali sonucunda netice meydana geldiği
takdirde suç, tamamlanmış olacağından teşebbüsten bahsedilemeyecektir. Ancak
gerçek olmayan ihmali suçun, ihmali hareketlere işlenmesiyle başlandıktan sonra,
failin elinde olmayan nedenlerle neticenin gerçekleştirilememesi halinde suçun
teşebbüs halinde kalması mümkün olacaktır (İpekçioğlu, 2009:192; Soyaslan,
1994:200). Örneğin, bir annenin bebeğini ölmesi için emzirmeyerek terk etmesi
durumunda, bebek tam ölmek üzereyken başka bir kişinin yardımı sayesinde
kurtulması; hastabakıcının hastanın ölmesi için doktorun gösterdiği ilaçları hastaya
vermeyerek, vermesi gereken ilaçların yerine başka ilaçlar vermesi durumunda,
hastanın fenalaşması üzerine doktorların ameliyatla hastayı kurtarması durumunda
fail ihmal suretiyle kasten öldürmeye teşebbüsten sorumlu olacaktır.
Ancak, Türk doktrininde bazı yazarlara göre, ihmali suçların tümüne kural olarak
teşebbüs mümkün değildir. Çünkü TCK’daki teşebbüse ilişkin hükümler, sadece
icrai davranışlarla işlenen suçlar bakımından uygulanabilir hükümlerdir (Özgenç,
2009:405).
2.6. Neticesi Sebebiyle Ağırlaşan Suçların Teşebbüse Elverişliliği
Neticesi sebebiyle ağırlaşan suç, bir fiilin belli bir suç tipinin oluşumu için
yeterli olan neticenin dışında daha ağır veya başka bir neticenin ortaya çıkmasına
sebep olması halinde, belirli şartlarla cezanın ağırlaştırılmasını gerektiren bir suç
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
23
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
tipidir (Duranoğlu, 2008:67; Koca ve Üzülmez, 2008:216; İçel ve Evik, 2007:252).
Bu suç tipinde fail, işlemeyi kastettiği suçu gerçekleştirmek için hareket etmekte
fakat, yapılan hareketler sonucu kastedilenden ya daha ağır bir netice ya da farklı bir
suç ortaya çıkmaktadır. Örneğin, yaralamak için tokat atılan kişinin tokat sonucu
yere düşerek kafasını kaldırım taşına çarparak ölmesi ya da tokat sonucu kulağının
sağır olması; yaralamak için ayağına ateş edilen kişinin sakat kalması; tecavüze
uğrayan çocuk yaştaki mağdurenin akıl hastası olması ya da ölmesi gibi. Neticesi
sebebiyle ağırlaşan suçların cezasının ağırlaştırılmasının temel nedeni, failin suç
teşkil eden fiilleri işlerken bu fiiller sonucunda daha ağır neticelerin veya başka
suçların da gerçekleşeceğini öngörmesi gerekirken öngörmemesi veya öngörmesine
rağmen bu rizikoyu göze alarak fiili işlemeye devam etmesidir (Koca ve Üzülmez,
2008:216). Neticesi sebebiyle ağırlaşmış suçlar bakımından failin sorumlu
tutulabilmesi için temel suç bakımından kasten, ağırlaşan netice bakımından ise en
azından taksirle hareket etmiş olması gerekmektedir (Artuk, Gökcen ve Yenidünya,
2006:613; Centel, Zafer ve Çakmut, 2006:408).
Neticesi sebebiyle ağırlaşmış suçta fail, temel suçu işlemiş ancak ağırlaşan bir
netice yoksa, sadece işlemiş olduğu temel suçtan ceza alacaktır. Temel suçun
teşebbüs aşamasında kalması ise özel bir durum arz etmediğinden, genel teşebbüs
kurallarına tabidir. Ancak fail, temel suçu işlemek isterken daha ağır bir neticenin
veya farklı bir suçun ortaya çıkması halinde ağır neticeden sorumlu olacaktır. Sonuç
olarak, neticesi sebebiyle ağırlaşan suçlara teşebbüs mümkün olamayacaktır.8 Çünkü
teşebbüs, ancak kasten işlenebilen suçlara uygulanabilecektir. Oysaki neticesi
sebebiyle ağırlaşan suçta failin kasten hareket etmesi halinde artık neticesi sebebiyle
ağırlaşan suçtan bahsedilemeyecektir; kasten işlenen bir suçtan bahsedilecektir
(İpekçioğlu, 2009:180-183; İçel ve Evik, 2007:252; Aydın, 2006:108; Aksi görüş
için bkz: Koca ve Üzülmez, 2008:221). Örneğin, tokat atılan gebe kadının düşerek
çocuğunu kaybetmesi durumunda fail, ağır netice olan çocuk düşürtme suçundan
sorumlu olacaktır. Tokat sonucu çocuğun düşmemesi halinde ise fail, sadece kasten
yaralamadan sorumlu olacaktır. Bu nedenlerle, neticesi sebebiyle ağırlaşan suçlar
teşebbüse elverişli değildir.9
2.7. Kalkışma Suçlarının Teşebbüse Elverişliliği
Kalkışma suçu (tamamlanması öne alınan suçlar-teşebbüs suçları), kanun
koyucunun suç işlemek için yapılan hazırlık hareketlerini veya suça teşebbüsü
bağımsız suç olarak kabul ettiği bir suç tipidir. Kanun koyucu, korunan bazı
menfaatlere üstün değer tanıdığından, bazı suçları işlemek için yapılan hazırlık
hareketlerini ve bu suçlara teşebbüs edilmesini bağımsız birer suç olarak düzenlemiş
olup, hazırlık hareketleri ve suça teşebbüsü tamamlanmış suç gibi cezalandırmıştır
(İpekçioğlu, 2009:195; Koca ve Üzülmez, 2008:351). Örneğin, TCK’da
8
“Sonucun gerçekleşmiş olması nedeniyle neticesi sebebiyle ağırlaşmış suçlara teşebbüs olanaklı
bulunmadığı…”, 5.YCD., T. 11/11/2008, E 2008/13177, K. 2008/9607, (www.kazanci.com, Erişim,
12/12/2009).
9
“Cinsel istismar suçlarının neticesi sonucu gerçekleşen ve sanığın en az taksir derecesinde bir kusurunun
bulunması gereken 5237 sayılı TCK’nın 103. maddesinin 6. fıkrasındaki ağırlaşmış halinin ….
Kalkışmaya (teşebbüse) elverişli bulunmadığı gözetilmeden” bozmayı gerektirmiştir, 5. YCD’nin
18/06/2007 tarih ve 2007/4997 – 2007/4922 sayılı kararı, Artuç Mustafa/Akkaya Çetin/Gedikli Cemal,
Türk Ceza Kanunu (2006-2007-2008 içtihatları ile), 2. B., Adalet Yayınevi, Ankara, 2008, s.186’dan;
Duranoğlu, s.155.
24
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
düzenlenmiş olan fuhuş suçu (227), anayasayı ihlal suçu (309),10 yasama organına
karşı suç (311),11 hükümete karşı suç (312),12 cumhurbaşkanına suikast ve fiili
saldırı suçu (310),13 adil yargılanmayı etkilemeye teşebbüs suçu (288) gibi suçlar
kalkışma suçlarıdır.
Kalkışma suçları, hazırlık hareketlerinden veya teşebbüs hareketlerinden
oluştuğundan yapısı gereği teşebbüse elverişli değildir (Artuk, Gökcen ve
Yenidünya, 2006:775; İpekçioğlu, 2009:195; Özgenç, 2009:405; Koca ve Üzülmez,
2008:352). Ayrıca, teşebbüsü düzenleyen TCK’nın 35. maddesinin gerekçesinde de
açıkça kalkışma suçlarına teşebbüsün mümkün olmadığı belirtilmiştir.
2.8. İşlenemez Suça Teşebbüs
İşlenemez suç, failin işlemek isteyip de kullandığı araçların neticeyi meydana
getirmeye elverişsiz olması veya suçun maddi konusunun bulunmaması nedeniyle
işleyemediği suç türüdür (Alacakaplan, 1-2; İçel ve Evik, 2007:253). Tanımdan da
anlaşıldığı gibi, işlenemez suçta iki durum söz konusudur. Birincisi fail, suç işleme
kastıyla hareket etmekte, gerekli hazırlıkları yapmakta, suçun konusuna yönelik icra
hareketlerine başlamakta, fakat kullandığı araçlar neticeyi meydana getirmeye
yetmemektedir. İkinci durum ise, fail suç işleme kastıyla hareket etmekte, hazırlık
hareketlerini tamamlamakta, elverişli araçlarla icra hareketlerine başlamakta, fakat
suçun maddi konusu olmadığından suçu işleyememektedir. Her iki durumda da fail
suçu işleyebileceğini yani suçu tamamlayabileceğini düşünmektedir (Hakeri,
2008:246). Ceza kanunumuzda işlenemez suçla ilgili herhangi bir düzenleme
bulunmamaktadır. Bu nedenle işlenemez suç durumunda nasıl bir cezalandırma
yoluna gidileceği belirsizdir. İşlenemez suçun cezalandırılıp cezalandırılmaması ve
teşebbüse elverişli olup olmadığı konusunda üç teori bulunmaktadır.
Objektif teoriye göre, önemli olan neticenin meydana gelmesinin mümkün olup
olmamasıdır. Eğer objektif olarak neticenin meydana gelmesi mutlak anlamda
imkânsızsa fail cezalandırılamayacaktır. Asıl suçtan cezalandırılamayan fail,
teşebbüsten de cezalandırılamayacaktır (Özbek, Bacaksız ve Doğan, 2006:256;
Hakeri, 2008:246). Örneğin, failin öldürmeye gittiği kişinin fail gelmeden ölmesi
veya hamile sanılan bayanın gerçekte hamile olmaması gibi. Ancak neticenin
meydana getirilmesi nispi anlamda imkânsızsa fail cezalandırılabilecek ve
dolayısıyla teşebbüs de mümkün olacaktır (Özbek, Bacaksız ve Doğan, 2006:256).
Örneğin, failin odaya ateş etmesi ancak öldürmek istediği kişinin o sırada içerde
olmaması, hırsızlık için girilen evde bulunan kasanın açılmasına rağmen içinde para
olmaması gibi.
Sübjektif teoriye göre, failin cezalandırılması için failde suç işleme niyet ve
kastın olması yeterlidir. Ayrıca neticenin mümkün olup olmamasının bir önemi
10
“Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya
veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar” (TCK md. 309/1).
11
“Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya Türkiye Büyük
Millet Meclisinin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs edenler
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılırlar” (TCK md. 311/1).
12
“Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini
yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezası verilir” (TCK md. 312/1).
13
“Cumhurbaşkanına suikastte bulunan kişi, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır. Bu
fiile teşebbüs edilmesi halinde de suç tamamlanmış gibi cezaya hükmolunur” (TCK md. 310 /1).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
25
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
yoktur. Önemli olan failin toplum için tehlikeli biri olduğunu niyetiyle ortaya
koymuş olmasıdır. Bu nedenle, işlenemez suçun faili cezalandırılmalıdır. Bu suça
teşebbüs de mümkündür (İçel ve Evik, 2007:254; Hakeri, 2008:246).
Yeni objektif teoriye (tehlike teorisi) göre, yapılan icra hareketleri, işlenmek
istenen suçun konusu üzerinde önemli bir tehlike yaratıyorsa fail, işlenemez suça
teşebbüsten cezalandırılmalıdır (Bakıcı, 2007:672-673). Ancak, yapılan hareketlerin
suçun konusu üzerinde tehlikeli olup olmadığı veya ne kadar tehlikeli olduğu her
olayın kendi şartları içinde hakim tarafından değerlendirilmelidir. Öldürülmek
istenen çocuğun zaten ölü doğması, öldürülmek istenen kişiye verilen zehir
miktarının yeterli olmaması, hırsızlık amacıyla girilen evde para bulunmaması
durumunda, tehlike hali bulunduğundan failin teşebbüsten cezalandırılması
gerekecektir (İçel ve Evik, 2007:253; Özbek, Bacaksız ve Doğan, 2006:257).
Kanaatimizce işlenemez suçta, failin kullandığı araçların mutlak
elverişsizliğinden dolayı suçun işlenememesi durumunda fail, teşebbüsten sorumlu
tutulamayacaktır. Çünkü, teşebbüsü düzenleyen 35. maddede açıkça elverişli
hareketlerle suçun icrasına başlanılmış olması aranmaktadır. Ancak mutlak anlamda
elverişsiz olması halinde fail, teşebbüsten sorumlu tutulamayacaktır. Örneğin, zehir
sanılarak unun kişiye içirilmesi gibi. Ancak, seçilen aracın nispi anlamda elverişsiz
olması halinde fail teşebbüsten sorumlu tutulacaktır.14 Çünkü böyle bir durumda fail,
suçun konusu üzerinde tehlikeli olmakta ve belirli bir düzeyde de olsa suçu işlemiş
olmaktadır (Bakıcı, 2007:672-673; Özbek, Bacaksız ve Doğan, 2006:258). Örneğin
failin, zehirleyerek öldürmek istediği kişiye verdiği zehir miktarının kişiyi
öldürmeye yetmeyecek miktarda olması gibi.
İşlenemez suçta failin, suçun maddi konusunun olmamasından dolayı suçu
işleyememesi durumunda ise, suçun konusu mutlak anlamda yoksa diğer bir ifadeyle
suç hiçbir şekilde işlenemeyecek bir suçsa fail icra hareketlerinden dolayı
teşebbüsten sorumlu tutulmayacaktır (Alacakaplan, 131-132; Soyaslan, 1994:160).
Örneğin, öldürmek için ateş ettiği kişinin zaten önceden ölmüş olması, hırsızlık için
girdiği evin boş bir ev olması durumunda fail teşebbüsten cezalandırılamayacaktır.
Ancak, işlenmek istenen suçun konusunun nispi anlamda olmaması diğer bir deyişle
suçun işlenmek istendiği anda maddi konunun orada bulunmaması durumunda fail
teşebbüsten cezalandırılabilecektir. Bunun nedeni, olağan şartlarda suçun maddi
konusunun suç mahallinde var olmasının olağan kabul edilmesi gereğidir. Fail,
maddi konunun tesadüf eseri olay yerinde olmaması nedeniyle suçu
işleyememektedir (Soyaslan, 1994:160). Hırsızlık için girilen işyerinin kasasında
14
“Sanığın maktulü öldürdükten sonra bankanın içinde bulunan ve kendisine engel olmak amacıyla
bankadan dışarı çıkmak isteyen görevli mağdura doğru hedef gözeterek dört el ateş ettiği, ancak kurşun
geçirmez cam nedeniyle sonucun gerçekleşmediği anlaşıldığından, kasten öldürmeye teşebbüs suçundan
cezalandırılması gerekir …”, 1.YCD. E. 2007/6932, K. 2008/7041, T. 4/11/2008, (www.kazanci.com,
Erişim, 12/12/2009); “Sanığın mağdur kocasını öldürmek maksadıyla mahiyeti zehir olan ‘sudkostik’
maddesini içeceği suyun içine koyduğu ve fakat zehir miktarının azlığı ve zehirli su da az miktarda
yutulmuş olmasından dolayı kastedilen netice olan öldürmenin meydana gelmediği, toplanan delillerden
anlaşılmaktadır… Ölümün sanığın iradesi dışında meydana gelmemek suretiyle zehirleyerek öldürme
cürmünün eksik teşebbüs derecesinde kalmasından ibarettir. Kullanılan zehir, öldürmeye elverişli olup,
ancak miktarının azlığı nedeniyle ölüm meydana gelmemiş ve böylece vasıtada nispi imkânsızlık dolayısıyla cürmün TCK’nın 61. maddesinde yazılı eksik teşebbüs derecesinde kaldığının kabulü gerekli görülmüştür”, 1. YCD. 26/05/1963, 320/1134, Artuk Mehmet Emin/Gökcen Ahmet/Yenidünya A. Caner, TCK
Şerhi (Genel Hükümler madde 1-36), 1. C., Turhan Kitabevi, Ankara 2009, s.870, 983 nolu dipnottan.
26
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
para olmaması nedeniyle failin suçu işleyememesi örneğinde, olağan olan bir
işyerinin kasasında para bulunmasıdır. Failin, öldürmek istediği kişiyi öldürmek
amacıyla kişinin evinin ışıkları yanan oturma odasının penceresinden içeri doğru
ateş etmesine rağmen, o sırada kişinin mutfağa su içmeye gitmiş olması nedeniyle
suçu işleyememesi durumunda fail teşebbüsten cezalandırılacaktır. Çünkü suçun
maddi konusunun salonda olmaması tamamen bir tesadüftür. Sonuç olarak,
işlenemez suçta konunun veya araçların nispi anlamda imkânsızlığı nedeniyle suçun
işlenememiş olması halinde fail, teşebbüsten cezalandırılabilecektir (Artuk, Gökcen
ve Yenidünya, 2009: 870; Alacakaplan, 132).
Alman ceza hukukunda da fiilin hiç olmazsa dışardan tehlikelilik görünümü arz
etmesi şartıyla işlenemez suça teşebbüsün mümkün olduğu kabul edilmektedir
(Bohlander, 2009:145-146; Yenisey, 1997:42-43).
2.9. Teşebbüs Açısından Diğer Özellikli Durumlar
Zincirleme suçta, ilk suçu tamamladıktan sonra, ikinci suç teşebbüs aşamasında
kalırsa fail, tamamlanan ilk suça göre cezalandırılacaktır. Örneğin, bankada çalışan
veznedarın, çalmak istediği 10.000 TL’yi fark edilmesin diye her gün 1.000 TL
alarak gerçekleştirmek isterken ilk iki gün 2.000 TL aldıktan sonra üçüncü gün
yakalanması gibi.
Failin, işlemeye kast ettiği suçtan elde etmeyi istediği neticeden daha azını elde
etmesi durumunda fail yine de kast ettiği suça teşebbüsten cezalandırılacaktır.
Örneğin, hırsızın girdiği evde ev sakinlerinin uyanması üzerine masanın üstündeki
üç cep telefonundan sadece ikisini alıp giderken yakalanması gibi.
İştirak halinde işlenen suçlar bakımından, iştirakçilerin işlemek için üzerinde
anlaştıkları suç bakımından teşebbüsten sorumlulukları bulunmaktadır. Örneğin, iki
kişi birini öldürmek için anlaşır ve bu doğrultuda icra hareketlerine başlarlar. Ancak,
kişiyi ölümcül şekilde yaralamalarına rağmen kişi ölmemiştir. Bu durumda her iki
şerik de öldürmeye teşebbüste sorumludur. Ancak, hırsızlık yapmak için anlaşan üç
kişiden ikisi içeri girerken biri gözcü olarak kapıda beklemekteyse ve içeri giren iki
kişi uyanan ev sahibini ölümcül şekilde yaralarsa ve kişi tıbbi müdahale sonucu
ölmezse ne olacaktır? Bu durumda gözcülük yapan hırsızlıktan sorumlu olacak,
diğer iki kişi ise öldürmeye teşebbüsten sorumlu olacaktır.
3. Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişliliği
Vergi suçu; vergi yükümlüsü ve vergi sorumlusu ile vergilendirme sürecinde
görev alan kamu görevlileri tarafından işlenen ve devleti vergi kaybına uğratan
ve/veya kamu düzenini bozan, VUK’da suç olarak düzenlenen ve karşılığında hapis
ve/veya adli para cezası öngörülen fiillerdir (Bayraklı, 2008:9; Edizdoğan, Taş ve
Çelikkaya Ali, 2007:7). VUK’da düzenlenmiş olan vergi suçları, “vergi kaçakçılığı”,
“vergi mahremiyetini ihlal” ve “mükellefin özel işlerini yapma” suçlarından
oluşmaktadır (VUK md. 359, 362, 363). Kanun koyucu, vergi suçlarından vergi
kaçakçılığı suçunun cezasını VUK’da düzenlemiş, vergi mahremiyetini ihlal ve
mükellefin özel işlerini yapma suçlarının cezaları için TCK’nın 239 ve 257’nci
maddelerine yollamada bulunmuştur. Vergi kaçakçılığı ve mükellefin özel işlerini
yapma suçlarının cezası hapis cezası iken, vergi gizliliğini ihlal suçunun
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
27
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
cezası15 hem hapis cezası hem de adli para cezasıdır. Vergi suçlarının cezaları hapis
ve adli para cezası olduğundan, bu suçlardan dolayı yargılama yapmaya ve ceza
kesmeye ceza mahkemeleri yetkili ve görevlidir (Bayraklı, 2008:12; Edizdoğan, Taş
ve Çelikkaya, 2007:150-151).16
3.1. Vergi Ceza Hukuku ile Türk Ceza Kanunu İlişkisi
Türk ceza hukukunda, suç ve yaptırımlara ilişkin genel esaslar TCK’da
düzenlenmiştir. TCK’nın yanında, bazı fiilleri suç olarak düzenleyen ve bunlar için
yaptırımlar düzenleyen bazı özel ceza kanunları ve ceza hükmü içeren kanunlar
(VUK, TMK, KMK, KTK gibi) da bulunmaktadır. Özel ceza kanunlarında
düzenlenmiş olan suçlara ilişkin hükümler, kural olarak öncelikle uygulanır. Ancak
ceza hukuku alanında birliğin ve düzenin sağlanması için genellikle özel ceza
kanunları, suçlara ilişkin genel hükümler içermez. İşte özel ceza kanunlarında
düzenlenen suçlara uygulanacak genel hüküm bulunmaması halinde atıf yapılmış
olsun veya olmasın bu konuda TCK’nın ilgili hükümleri uygulanacaktır.
VUK, vergi ilişkisinden doğan ve vergi suçu oluşturan fiillerle bunlar için
öngörülen cezaların düzenlendiği bir kanundur. Bu haliyle VUK, ceza hükümleri
açısından TCK’ya göre özel, diğer vergi kanunlarına (Veraset ve İntikal Vergisi
Kanunu, Emlak Vergisi Kanunu gibi) göre ise, genel ceza kanunu konumundadır.
Türk ceza hukukunda, suç ve cezaları düzenleyen genel kanun, TCK’dır. Bu
nedenle, TCK’nın genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki
suçlar hakkında da öncelikle uygulanacaktır (TCK md. 5). Kural olarak, TCK’nın
genel hükümleri ile diğer kanunlardaki suç ve cezalara ilişkin genel hükümler
arasında çelişki bulunduğu takdirde, TCK hükümleri öncelikle uygulanacaktır.
VUK da ceza hükmü içeren bir kanun olduğundan, bu kanunda düzenlenmiş olan
suç ve cezalar (vergi kaçakçılığı suçu, vergi mahremiyetini ihlal suçu ve mükellefin
özel işlerini yapma suçu) açısından TCK, genel kanun niteliğindedir. VUK’da suça
teşebbüse ilişkin herhangi bir hüküm bulunmadığından, TCK’daki teşebbüse ilişkin
hükümler vergi suçları için de uygulanacaktır. Bu nedenle, vergi suçlarının
teşebbüse elverişliliği, TCK’daki teşebbüs hükümlerine göre belirlenecektir.
3.2. Vergi Kaçakçılığı Suçunun Teşebbüse Elverişliliği
VUK’un 359. maddesinde17 düzenlenmiş olan kaçakçılık suçu, seçimlik hareketli
ve sırf hareket (neticesi harekete bitişik–tehlike) suçudur (Baykara, 2001:5).
15
“Sıfat veya görevi, meslek veya sanatı gereği vâkıf olduğu ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı
niteliğindeki bilgi veya belgeleri yetkisiz kişilere veren veya ifşa eden kişi, şikayet üzerine, bir yıldan üç
yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır. Bu bilgi veya belgelerin, hukuka
aykırı yolla elde eden kişiler tarafından yetkisiz kişilere verilmesi veya ifşa edilmesi hâlinde de bu fıkraya
göre cezaya hükmolunur” (TCK md. 239).
16
“Yaptıkları inceleme sırasında 359’uncu maddede yazılı suçların işlendiğini tespit eden maliye
müfettişleri, hesap uzmanları ile bunların yardımcıları ve gelirler kontrolörleri ile stajyer gelirler
kontrolörleri tarafından doğrudan doğruya ve vergi incelemesine yetkili olan diğer memurlar tarafından
ilgili vergi dairesinin bağlı bulunduğu vergi dairesi başkanlığının veya defterdarlığın mütalaasıyla,
keyfiyetin Cumhuriyet başsavcılığına bildirilmesi mecburidir. 359’uncu maddede yazılı suçların
işlendiğine sair suretlerle ıttıla hasıl eden Cumhuriyet başsavcılığı hemen ilgili vergi dairesini haberdar
ederek inceleme yapılmasını talep eder. Kamu davasının açılması, inceleme neticesinin Cumhuriyet
başsavcılığına bildirilmesine talik olunur” (VUK md. 367).
17
“(Değişik madde: 22/07/1998 - 4369/14 md.; Değişik madde: 23/01/2008-5728 S.K./276.mad) a) Vergi
kanunlarına göre tutulan veya düzenlenen ve saklanma ve ibraz mecburiyeti bulunan; 1) Defter ve
kayıtlarda hesap ve muhasebe hileleri yapanlar, gerçek olmayan veya kayda konu işlemlerle ilgisi
bulunmayan kişiler adına hesap açanlar veya defterlere kaydı gereken hesap ve işlemleri vergi matrahının
azalması sonucunu doğuracak şekilde tamamen veya kısmen başka defter, belge veya diğer kayıt
28
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
Kaçakçılık suçu, sırf hareket suçu olduğundan teşebbüse elverişli olabilmesi için
hareketlerin parçalara bölünebilmesi gerekir. Çünkü sırf hareket suçlarında netice
aranmadığından, bu tür suçlara eski tabirle tam teşebbüs mümkün olamamakta,
hareketlerin bölünebilmesi halinde bu tür suçlara sadece eksik teşebbüs mümkün
olabilmektedir.
Bu nedenle, kaçakçılık suçunun maddi unsurunu oluşturan seçimlik hareketlerin
bölünüp bölünemediğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Şimdi detaya inmeden
kaçakçılık suçunun maddi unsurunu oluşturan hareketleri teşebbüse elverişlilik
açısından inceleyelim:
• Vergi kanunlarına göre tutulan veya düzenlenen ve saklanma ve ibraz
mecburiyeti bulunan defter ve kayıtlarda hesap ve muhasebe hileleri yapmak; gerçek
olmayan veya kayda konu işlemlerle ilgisi bulunmayan kişiler adına hesap açmak;
defterlere kaydı gereken hesap ve işlemleri vergi matrahının azalması sonucunu
doğuracak şekilde tamamen veya kısmen başka defter, belge veya diğer kayıt
ortamlarına kaydetmek; defter, kayıt ve belgeleri tahrif etmek; defter, kayıt ve
belgeleri gizlemek; muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge düzenlemek; muhteviyatı
itibarıyla yanıltıcı belgeleri kullanmak; vergi kanunları uyarınca tutulan veya
düzenlenen ve saklama ve ibraz mecburiyeti bulunan defter, kayıt ve belgeleri yok
etmek; vergi kanunları uyarınca tutulan veya düzenlenen ve saklama ve ibraz
mecburiyeti bulunan defter sahifelerini yok ederek yerine başka yapraklar koymak;
vergi kanunları uyarınca tutulan veya düzenlenen ve saklama ve ibraz mecburiyeti
bulunan defter sahifelerini yok ederek yerine hiç yaprak koymamak; vergi kanunları
uyarınca tutulan veya düzenlenen ve saklama ve ibraz mecburiyeti bulunan
belgelerin asıl veya suretlerini tamamen veya kısmen sahte olarak düzenlemek veya
vergi kanunları uyarınca tutulan veya düzenlenen ve saklama ve ibraz mecburiyeti
bulunan belgelerin asıl veya suretlerini tamamen veya kısmen sahte olarak
düzenlenmiş belgeleri kullanmak, şeklinde düzenlenmiştir. Dış aleme yansıyan bu
hareketler incelendiğinde, bu hareket tiplerinin parçalara ayrılmasının mümkün
olmadığı görülecektir. Bu nedenle, bu tür hareketlerle vergi kaçakçılığı suçuna
teşebbüs mümkün değildir (Bayraklı, 2008:71).
• Sadece Maliye Bakanlığı ile anlaşması bulunan kişilerin basabileceği
belgeleri, Bakanlık ile anlaşması olmadığı halde basmak: Vergi hukukunda
kaçakçılığın önlenmesi ve belge düzeninin sağlanması için vergi mükellefleri
ortamlarına kaydedenler, 2) Defter, kayıt ve belgeleri tahrif edenler veya gizleyenler veya muhteviyatı
itibarıyla yanıltıcı belge düzenleyenler veya bu belgeleri kullananlar, hakkında bir yıldan üç yıla kadar
hapis cezasına hükmolunur. Varlığı noter tasdik kayıtları veya sair suretlerle sabit olduğu halde, inceleme
sırasında vergi incelemesine yetkili kimselere defter ve belgelerin ibraz edilmemesi, bu fıkra hükmünün
uygulanmasında gizleme olarak kabul edilir. Gerçek bir muamele veya duruma dayanmakla birlikte bu
muamele veya durumu mahiyet veya miktar itibarıyla gerçeğe aykırı şekilde yansıtan belge ise,
muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belgedir. b) Vergi kanunları uyarınca tutulan veya düzenlenen ve saklama
ve ibraz mecburiyeti bulunan defter, kayıt ve belgeleri yok edenler veya defter sahifelerini yok ederek
yerine başka yapraklar koyanlar veya hiç yaprak koymayanlar veya belgelerin asıl veya suretlerini
tamamen veya kısmen sahte olarak düzenleyenler veya bu belgeleri kullananlar, üç yıldan beş yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır. Gerçek bir muamele veya durum olmadığı halde bunlar varmış gibi
düzenlenen belge, sahte belgedir. c) Bu Kanun hükümlerine göre ancak Maliye Bakanlığı ile anlaşması
bulunan kişilerin basabileceği belgeleri, Bakanlık ile anlaşması olmadığı halde basanlar veya bilerek
kullananlar iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. 371’inci maddedeki pişmanlık
şartlarına uygun olarak durumu ilgili makamlara bildirenler hakkında bu madde hükmü uygulanmaz.
Kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında bu maddede yazılı cezaların uygulanması 344’üncü maddede
yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez.”
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
29
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
tarafından kullanılacak matbu belgelerin basılması Maliye Bakanlığının iznine tabi
tutulmuştur. Maliye Bakanlığı adına defterdarlıklar, bulundukları yerdeki
matbaalarla anlaşma yapmaya yetkilidir. Mükelleflerin kullanacakları belgeleri
basmak isteyen matbaaların ilgili defterdarlıkla anlaşma yapmaları gerekmektedir
(Bayraklı, 2008:45-46). İşte Maliye Bakanlığı ile anlaşması olmayan gerçek veya
tüzel kişilerin ilgili belgeleri basmaları kaçakçılık suçunu oluşturacaktır. Belge
basılması hareketi, kural olarak parçalara bölünebilmektedir. Çünkü bir belgenin
basılması için, grafik tasarımının yapılması, filme alınması, filmin levhalara
pozlandırılması, levhaların baskıya alınması gibi birden çok aşamadan geçmesi
gerekmektedir (Baykara, 2001:6). Diğer bir deyişle, belge basımı, belirli bir sıraya
göre birbirini takip eden birden çok aşamadan oluşmaktadır. Bu nedenle, kaçakçılık
suçunun “Maliye Bakanlığı ile anlaşması olmadan belge basılması” hareketiyle
işlenmesi halinde kaçakçılık suçuna teşebbüs mümkün olabilecektir. Örneğin,
Bakanlıkla anlaşması olamayan kişilerin, mükelleflerin kullandıkları belgeleri
basmaya çalışırken baskı tamamlanmadan önce, baskının herhangi bir aşamasında
yakalanmaları durumunda, vergi kaçakçılığı suçuna teşebbüsten cezalandırılmaları
gerekecektir.
• Bakanlık ile anlaşması olmayan kişilerin bastığı belgeleri bilerek kullanmak:
Bakanlığın izni olmadan basılan belgelerin bilerek kullanılması hareketiyle
kaçakçılık suçunun işlenebilmesi için, failin söz konusu belgeleri bilerek alıp, vergi
mükellefiyeti kapsamındaki işlerinde kullanmaya başlamış olması gerekir. Örneğin,
izinsiz basılan fatura koçanından en az bir sayfanın doldurulmaya başlanmış olması
gibi. Ancak bu şekilde kaçakçılık suçu tamamlanmış olacaktır. Kanun koyucu bu
hareketin suç oluşturabilmesini, hareketin “bilerek” yapılmasına bağladığından, bu
suç tipinde failin özel kastını aramıştır. Suçun oluşabilmesi için özel kast
arandığından mükellefin, söz konusu belgeleri mükellefiyetin kendisine yüklediği
yükümlülükleri yerine getirmek amacıyla kullanması gerekmektedir.
Ancak mükellefin, Bakanlıktan izinsiz basılan belgeleri kullanmak amacıyla
alması, işyerinde veya üzerinde bulundurması, fakat henüz kullanmaya başlamadan
önce yakalanması durumunda, mükellef kaçakçılık suçuna teşebbüsten sorumlu
olacaktır. Örneğin, kolluk kuvvetlerinin bir ihbar üzerine yaptığı teknik ve fiziki
takipte Ankara’da bulunan ve Maliye Bakanlığıyla sözleşmesi bulunmayan K’nın
(matbaa, kopyalama merkezi vb.) mükelleflerin kullandıkları belgeleri bastıklarını
ve Afyonkarahisar’da bulunan ve basılan belgelerin hukuka aykırı basıldığını bilen
X, Y ve Z mükelleflerinin, telefonla K’dan belirli miktarda belgenin kargoyla
kendilerine gönderilmesini istediğini tespit etmiştir. Belgeler basılmış ve X,Y ve Z
mükelleflerine kargoyla gönderilmiştir. Bunun üzerine kolluk kuvvetleri, kargoları
ayrı ayrı teslim alan X, Y ve Z mükelleflerine ve Ankara’daki K’ya eş zamanlı
baskın yapmıştır. Bu olayda, belgeleri Bakanlıkla sözleşmesi olmadığı halde basan
K, kaçakçılık suçunun tamamlanmış halinden; X, Y ve Z de henüz belgeleri
kullanmaya başlamadan yakalandıkları için kaçakçılık suçuna teşebbüsten sorumlu
tutulacaktır. Bu nedenlerle kanaatimizce, Bakanlık ile anlaşması olmayan kişilerin
bastığı belgeleri bilerek kullanmak suretiyle kaçakçılık suçunun işlenmesi halinde,
suçun maddi hareketleri parçalara bölündüğünde kaçakçılık suçuna teşebbüs
mümkün olacaktı.
30
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
3.3. Vergi Mahremiyetini İhlal Suçunun Teşebbüse Elverişliliği
Vergi mükelleflerinin ve yakınlarının zarar görmesini önlemek, devlet ve vergi
mükellefi arasındaki vergi ilişkisinin sağlıklı bir şekilde devam etmesini sağlamak
amacıyla (Bayraklı, 2008:51), devlet adına görev yapan kişilerin18 görevleri gereği
öğrendikleri, vergi yükümlüsü ve vergi sorumlusunun işleri, hesap durumları,
işlemleri, işletme durumu, servet ve ilişkilerine ilişkin sır niteliğindeki bilgileri ifşa
etmelerini veya kendi veya üçüncü kişiler yararına kullanmalarını suç olarak
düzenlemiştir (VUK md. 5, 362). Bu şekilde mükellefler ve vergi sorumluları
korunmak istenmiştir.
Vergi mahremiyetini ihlal suçunun oluşabilmesi için ya devlet adına görev yapan
kişilerin görevleri gereği öğrendikleri mükellefe ve sorumluya ait, sır niteliğindeki
bilgileri ifşa etmeleri ya da bu bilgileri kendileri veya üçüncü kişilerin yararına
kullanmaları gerekir. Şimdi bu suçun maddi unsurunu oluşturan hareketleri teşebbüs
açısından inceleyelim:
• Görevleri dolayısıyla, mükellefin ve mükellefle ilgili kimselerin şahıslarına,
muamele ve hesap durumlarına, işlerine, işletmelerine, servetlerine veya
mesleklerine müteallik olmak üzere öğrendikleri sırları veya gizli kalması gereken
diğer hususları ifşa etmek: İfşa etmek sözlükte (Yılmaz, 2002:520), gizli bir şeyi
ortaya dökmek, açığa vurmak, yaymak, ilan etmek, afişe etmek, reklam etmek
anlamlarında kullanılmaktadır. Hukuki anlamda ise ifşa etmek, öğrendiği bir bilgiyi
başkalarının öğrenebileceği şekilde açığa vurmak, aleni hale getirmek anlamlarına
gelmektedir. Gizli bir bilgi, sözlü olarak (yüz yüze ya da telefonla), basın yayın
yoluyla yazılı veya görsel olarak, uzaktaki kişilere posta yoluyla (kargo, kurye vb.)
veya elektronik ortamda gönderilerek ifşa edilebilir.
Dikkatle incelendiğinde ifşanın sözlü olarak yapılması durumunda, hareketlerin
parçalara bölünememesi nedeniyle vergi gizliliğini ihlal suçuna teşebbüs mümkün
değildir. Ancak, ifşanın, postayla veya elektronik ortamda yapılması durumunda
vergi mahremiyetini ihlal suçuna teşebbüs mümkün olabilecektir. Çünkü posta
yoluyla veya elektronik ortamda sır niteliğindeki bilgilerin ifşa edilmesi hareketi
parçalara bölünebilmektedir. Örneğin, Ankara Vergi Dairesinde çalışan bir vergi
memurunun Ankara Vergi Dairesine bağlı bir mükellefin sır niteliğindeki
belgelerinin fotokopisini Afyonkarahisar’da bulunan arkadaşına posta yoluyla
göndermesi durumunda, henüz bu evraklara Afyonkarahisar’daki kişiye ulaşmadan
savcılıkça postada el konulması durumunda, vergi mahremiyetini ihlal suçu teşebbüs
aşamasında kalmış olacaktır (Bayraklı, 2008:72). Aynı şekilde, vergi idaresinde
görevli kişinin sır niteliğindeki bilgileri e-posta yoluyla arkadaşına göndermesi
durumunda, henüz gönderilen kişinin e-postasını açmadan gönderilen e-postaya
kolluk kuvvetlerince el koyulması durumunda da vergi mahremiyetini ihlal suçu
teşebbüs aşamasında kalmış olacaktır. Örneklerde de görüldüğü gibi, sır
kapsamındaki bilgilerin elverişli hareketlerle ifşa amacıyla başka kişilere verilmesi
veya gönderilmesi halinde, bu bilgilere henüz alıcı tarafından öğrenilmeden el
koyulması durumunda vergi mahremiyetini ihlal suçu teşebbüs aşamasında kalmış
olmaktadır.
18
Vergi işlemleri ve vergi incelemeleri ile görevli kişiler, vergi yargı merciinde görevli kişiler, vergi
kanunlarına göre kurulan komisyonlarda görevli kişiler, vergi işlerinde kullanılan bilirkişiler
(VUK md. 5).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
31
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
• Görevleri dolayısıyla, mükellefin ve mükellefle ilgili kimselerin şahıslarına,
muamele ve hesap durumlarına, işlerine, işletmelerine, servetlerine veya
mesleklerine müteallik olmak üzere öğrendiği sırları veya gizli kalması gereken
diğer hususları, kendisi veya üçüncü şahıslar yararına kullanmak: Görevleri
dolayısıyla öğrenilen ve sır niteliğinde olan bilgi ve belgelerin görevli kişilerin kendi
yararına veya üçüncü kişilerin yararına kullanmasıyla vergi mahremiyetini ihlal suçu
tamamlanmış olur. Ancak görevli kişilerin, görevleri gereği öğrendikleri sırları kendi
yararına ve/veya üçüncü kişi yararına kullanmak amacıyla hareket etmesine rağmen,
henüz kullanmadan yakalanması durumunda suça teşebbüsten dolayı sorumlu
tutulacaktır. Fakat failin, teşebbüsten sorumlu tutulabilmesi için sır niteliğindeki
bilgileri kendisi için veya üçüncü kişiler yararına kullanmaya çalıştığının şüpheye
yer bırakmayacak şekilde tespit edilmesi gerekir. Örneğin, görevi gereği öğrendiği
sır niteliğindeki belgeleri kullanmak için alıp bir zarf içinde evine götüren vergi
dairesi memurunun veya vergi mahkemesi kaleminde görevli kişinin henüz bu
bilgileri kullanmadan yakalanması durumunda vergi mahremiyetini ihlal suçuna
teşebbüsten sorumlu tutulacaktır. Bu örnek de göstermektedir ki, görevli kişilerin,
görevleri gereği öğrendikleri sırları kendi yararına ve/veya üçüncü kişi yararına
kullanmak amacıyla hareket etmesine rağmen, henüz kullanmadan yakalanması
durumunda suça teşebbüsten dolayı sorumlu tutulabilecektir.
Sonuç olarak, suçun maddi unsurunu oluşturan hareketler parçalara
bölünebildiğinden vergi mahremiyetini ihlal suçuna kural olarak teşebbüs
mümkündür.
3.4. Mükellefin Özel İşlerini Yapma Suçunun Teşebbüse Elverişliliği
Vergi suçlarından biri de vergi muameleleri ve incelemeleri ile vergi
mahkemeleri, bölge idare mahkemeleri ve Danıştayda görevli kişilerin,
mükelleflerin vergi kanunlarının uygulanması ile ilgili hesap, yazı ve sair özel
işlerini yapmalarından kaynaklanan “mükellefin özel işlerini yapma suçu”dur. Bu
suçun maddi unsurunu oluşturan hareket, “mükelleflerin vergi kanunlarının
uygulanması ile ilgili hesap, yazı ve sair özel işlerini yapmak” fiilidir. Mükellefin
vergi kanunlarının uygulanması ile ilgili işleri genel olarak, defterlerin tutulması,
beyannamelerin hazırlanması, dilekçelerin (dava dilekçesi, idari kurumlara yazılan
dilekçelerin) yazılması gibi işlerden oluşmaktadır.
Diğer vergi suçlarında olduğu gibi mükellefin özel işlerini yapma suçu da sırf
hareket suçu olduğundan teşebbüse elverişli olabilmesi için hareketlerin parçalara
bölünebilmesi gerekmektedir. Kanaatimizce, görevlilerin mükelleflerin yasak
kapsamındaki dilekçelerini yazarken henüz dilekçeyi bitirmeden yakalanması
halinde mükellefin özel işlerini yapma suçuna teşebbüsten sorumlu olacaklardır.
Çünkü bu suçun tamamlanması için söz konusu dilekçenin tamamen yazılmış ve
bitirilmiş olması gerekir. Dilekçenin yazımına başlanmış, ancak henüz bitirilmeden
fail yakalanmış ise, bu durumda suç teşebbüs aşamasında kalmıştır. Bu nedenle
mükellefin özel işlerini yapma suçunun maddi unsurunu oluşturan hareketin,
parçalara bölünebilmesi halinde bu suça teşebbüs mümkün olabilecektir. Ancak bu
suça, teşebbüs hükümlerinin uygulanıp uygulanamayacağının tespiti yapılırken, her
somut olay ve olaydaki hareketler ayrı ayrı incelemeye tabi tutulmalıdır.
32
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. BAYRAKLI, A. BOZDAĞ
Sonuç ve Değerlendirme
Suç yoluna giren failin, elinde olmayan nedenlerle icra hareketlerini
tamamlayamaması veya istediği neticeyi gerçekleştirememesi olarak tanımlanan
suça teşebbüs, ne bağımsız bir suç türü, ne de suçun hafifletici sebebidir; bilakis
cezalandırma alanını genişleten yardımcı ceza normu karakteri niteliğinde bir
kavramdır. Teşebbüs hükümlerinin uygulanabilmesi için ya icra hareketlerinin
tamamlanamaması ya da neticenin gerçekleştirilememesi gerektiğinden, kural olarak
bir suçun teşebbüse elverişli olabilmesi için ya icra hareketleri bölünebilir olmalı ya
da icra hareketleri ve netice birbirinden ayrılabilir yapıda olmalıdır. Teşebbüsün bu
özelliği, bazı suç tiplerinin teşebbüse elverişli olmamasına sebep olmaktadır. Ancak
teşebbüs hükmü, her ne kadar genel hükümler içinde düzenlenmişse de, teşebbüs
hükmünün düzenlendiği kanun normunun arz ettiği tipiklik nedeniyle bazı suç tipleri
bu kanun normundaki tipe uymadığından teşebbüse elverişli bulunmamaktadır.
Suça teşebbüsü düzenleyen TCK’nın 35. maddesi açıkça, kasten işlenen fiillere
teşebbüsün mümkün olacağını düzenlediğinden, hem bilinçli taksirle hem de
bilinçsiz taksirle işlenen suçlara teşebbüs mümkün değildir. Her ne kadar
doktrindeki hakim görüş ve bazı Yargıtay kararları olası kastla işlenen suçlara
teşebbüsün mümkün olmadığı yönündeyse de; biz de Yargıtayın olumlu bazı
kararlarına katılarak, tüm kast türlerinin kast madde başlığı altında düzenlenmiş
olması, olası kastın da kastın bir türü olması ve kanunda aksine bir hüküm olmaması
nedeniyle olası kastla işlenen suçlara da teşebbüsün mümkün olduğunu
düşünüyoruz. Ayrıca, gerek teşebbüsü düzenleyen Kanun hükmünde geçen
“işlemeyi kast ettiği bir suçu…” ibaresinden, gerek 35. maddenin madde başlığının
“suça teşebbüs” olması ve gerekse de açıkça Kabahatler Kanunu’nda kabahatlere
kural olarak teşebbüsün mümkün olmayacağının düzenlenmiş olması nedeniyle,
kural olarak kabahatlere teşebbüs mümkün değildir.
Suçun yapısı gereği teşebbüse elverişliliği tartışmalı olan suç tiplerinden,
mütemadi suçlara, sırf hareket suçlarına, işlenemez suçlara, gerçek olmayan
(garantörsel) ihmali suçlara ve teşebbüs suçlarına belirli şartlarla teşebbüsün
mümkün olduğunu; ancak neticesi sebebiyle ağırlaşan suçlara, gerçek (saf) ihmali
suçlara ve kalkışma (tamamlanması öne alınan-teşebbüs) suçlarına teşebbüsün
mümkün olmadığını düşünüyoruz.
Sırf hareket suçu olan vergi suçları, seçimlik hareketli suç türü olduklarından,
teşebbüse elverişlilikleri her harekete göre değişmektedir. Bu nedenle vergi
suçlarının teşebbüse elverişli olup olmadığı tespit edilirken, suçları oluşturan maddi
unsurun hareketleri tek tek teşebbüse elverişlilik açısından incelenmelidir.
Yaptığımız çalışmada, vergi kaçakçılığı, vergi mahremiyetini ihlal ve mükellefin
özel işlerini yapma suçlarının belirli hareketler işlenmesi halinde teşebbüse elverişli
olduğu; belirli hareketler yönünden ise, teşebbüse elverişli olmadığı tespit edilmiştir.
Tartıştığımız suç tiplerinin birçoğuna, teşebbüsün mümkün olup olmadığı
tartışmalıdır. Hukukçular farklı gerekçelerle farklı sonuçlara varabilmektedir. Bu
nedenle kanun koyucunun tartışmalı olan suç tiplerine teşebbüs hükümlerinin
uygulanıp uygulanmayacağı konusunda düzenleme yapması ya da Yargıtayın bu
konuda içtihat oluşturması, tartışmaları sona erdireceği gibi uygulamada da yargı
mensuplarının işini oldukça kolaylaştıracaktır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
33
Türk Ceza Hukukunda Teşebbüse Elverişlilik Sorunu ve Vergi Suçlarının Teşebbüse Elverişlilik
Açısından Değerlendirilmesi
Kaynakça
Alacakaplan, U., İşlenemez Suç, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları,
No: 223.
Artuç, M., Akaya, Ç. ve Gedikli, C. (2008), Türk Ceza Kanunu (2006-2007-2008
içtihatları ile), 2.B., Adalet Yayınevi, Ankara.
Artuk, M. E., Gökcen, A. ve Yenidünya A. C. (2006), Ceza Hukuku Genel
Hükümler, 2.B., Turhan Kitabevi, Ankara.
Artuk, M. E., Gökcen, A. ve Yenidünya A. C. (2009), TCK Şerhi (Genel Hükümler
madde 1-36), 1. C., Turhan Kitabevi, Ankara.
Aydın, D. (2006), “Suça Teşebbüs”, AÜHFD, C. 55, S. 1.
Bakıcı, S. (2007), Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi.
Baykara, B. (2001), “Vergi Suçuna Teşebbüs 4369 Sayılı Kanundan Sonra da
Mümkün müdür?”, Yaklaşım Dergisi, S. 106.
Bayraklı, H. H. (2008), Vergi Suç ve Kabahatleri, Celepler Matbaası.
Bohlander, M. (2009), Principles of German Criminal Law, Hart Publishing.
Centel N., Zafer, H. ve Çakmut Ö. (2006), Türk Ceza Hukukuna Giriş, 4. B., Beta
Yayınları, İstanbul.
Çolak, K. (2009), “Suça Teşebbüs”, (http://www.hukuki.net/hukuk/index.php?
article=1714, Erişim: 12/11/2009).
Duranoğlu, Y. (2008), Askeri Ceza Kanununda Ölümle Sonuçlanan Neticesi
Sebebiyle Ağırlaşmış Suçlar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Edizdoğan, N., Taş, M. ve Çelikkaya, A. (2007), Vergi Ceza ve Yargılama Hukuku,
Ekin Kitapevi, B. 1, Bursa.
Gürgen, A. C. (2009), “Suça Teşebbüs”, Adalet Dergisi, (www.ceza-bb.adalet.
gov.tr/makale/169.doc, Erişim; 12/11/2009).
Hakeri, H. (2008), Ceza Hukuku Genel Bilgiler, 3. B., Seçkin Yayınları, Ankara.
İpekçioğlu, P. A. (2009), Türk Ceza Hukukunda Suça Teşebbüs, Seçkin Yayınları,
Ankara.
Koca, M. ve Üzülmez, İ. (2008), Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 1. B., Seçkin
Yayınları, Ankara.
Malkoç, İ. (2002), Açıklamalı Türk Ceza Kanunu (Son değişiklikler ve içtihatlarla),
I. C., Ankara.
Önder, A. (1992), Ceza Hukuku Dersleri, 1992.
Özbek, V., Bacaksız, P. ve Dağan, K. (2006), Ceza Hukuku Bilgisi, Seçkin
Yayınları, Ankara.
Özgenç, İ. (2009), Ceza Hukuku Genel Hükümler, 4. B., Seçkin Yayınları, Ankara.
Soyaslan, D. (1994), Teşebbüs Suçu, Kazancı Yayınları, Ankara.
Sözüer, A. (1994), Suça Teşebbüs, Kazancı Yayınları, İstanbul.
Toroslu, N. (2009), Ceza Hukuku Genel Hükümler, 13. B., Savaş Yayınları.
Yenisey, F. (1997), “Tehlikeli Tutuklular ve Tehlikeli Hükümlüler Sorunu”,
Türkiye’nin İnfaz Rejimi (Sorunlar–Çözümler) 18 Ocak 1997 tarihinde yapılan
Sempozyum, Adalet Bakanlığı Eğitim Daire Başkanlığı Yayınları.
Yenisey, F. (2007), Alman Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınları, İstanbul.
Yılmaz, E. (2002), Hukuk Sözlüğü, Genişletilmiş 7. B., Yetkin Yayınları, Ankara.
Zincir, U. O. (2008), Yeni TCK’da Taksirle Ölüme Sebebiyet Verme,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul.
34
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
Mali Piyasalarda Kamu Destekli
Kurumlar
Belgin AKÇAY*
Özet
Kamu destekli kurumlar, kredi piyasalarının etkinliğini artırmak amacıyla
kurulmuşlardır. Bu kurumlar, ABD’de bir kamu kurumu değil, kamunun araçlarıdır.
ABD’de Kongre, kamu destekli kurumları, sermaye piyasalarının etkinliğini
artırmak ve fon fazlasına sahip bölgelerden fon talebinin yüksek olduğu bölgelere
kolaylıkla hareket etmesini engelleyen yasal engellerin ve diğer piyasa engellerinin
kaldırılması amacıyla yaratmıştır. Bunların kuruluşunun ekonomik gerekçesi,
borçlanma yoluyla finansmanının gerekli olduğu bir alana, bu tür bir kurum yapısı
olmaksızın hizmet götürülemeyeceği ya da etkin olarak hizmet edilemeyeceğine olan
inançtır. Bugün kamu destekli kurumlar, konut ve tarım sektöründe ödünç almak
isteyenlere yardım eden finansal aracılar olarak faaliyet göstermektedirler. Özel
mülkiyette
olmalarına
rağmen,
finansal
olarak
kamu
desteğinden
yararlanmaktadırlar.
Bugün ABD finans piyasalarında yedi tane kamu destekli kurum vardır.
Bunlardan üçü (Fannie Mae, Freddie Mac ve FHLBanks) ipotekli piyasalarda
faaliyet göstermekte olup, kendine verilen misyonu gerçekleştirmede çok başarılı
olmuşlardır. Bu çalışmada, bu üç kurumdan Fannie Mae ve Freddie Mac’in ipotekli
piyasalarda önemi incelenmekte ve bu kurumların avantaj ve dezavantajları
tartışılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kamu Destekli Kurumlar, Fannie Mae, Freddie Mac,
İpotekli Piyasalar
Government Sponsored Enterprises in the Financial Markets
Abstract
Government-sponsored enterprises (GSEs) have been established in order to
improve the workings of financial markets. The GSEs are instrumentalities, not
agencies, of the United States. Congress created GSEs to improve the efficiency of
*
Prof.Dr., Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Ekonomi ve Maliye Bölümü, [email protected]
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
35
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
capital markets and to overcome statutory and other market imperfections which
otherwise prevent funds from moving easily from suppliers of funds to areas of high
loan demand.The economic rationale for GSEs is the belief that without such
government-sponsored institutions, a critical area of necessary debt financing would
be underserved or served inefficiently. Today, GSEs primarily act as financial
intermediaries to assist borrowers in housing and agriculture. Although they are
privately owned, they benefit financially from government sponsorship.
At present, there are seven GSEs in the U.S. financial markets. Three of the
GSEs -Fannie Mae, Freddie Mac and FHLBanks- have been operating in rhe
residendial mortgage markets. In terms of meeting their original congressional
objective, Fannie Mae and Freddie Mac have been remarkably successful. In this
paper, it is examined the importance of Fannie Mae and Freddie Mac in the U.S.
mortgage markets and the avantages and dezavantages of them are discussed.
Key Words: Government Sponsored Enterprises, Fannie Mae, Freddie Mac,
Mortgage Markets
JEL Classification Codes: H81, G18, G21
Giriş
ABD Kongresi, sermaye piyasalarının etkinliğini artırmak ve fonların yüksek fon
talebinin bulunduğu bölgelere kolaylıkla hareket etmesini engelleyen yasal
engellerin ve diğer piyasa engellerinin kaldırılması amacıyla Kamu Destekli
Kurumları (Government Sponsored Enterprises-GSE) yaratmıştır. GSE’lerin
kuruluşunun ekonomik gerekçesi, borçlanma yoluyla finansmanının gerekli olduğu
bir alana, bu tür bir kurum yapısı olmaksızın, hizmet götürülemeyeceği ya da etkin
olarak hizmet edilemeyeceğine olan inançtır. Bu gerekçe devletin kendisinin
belirlemiş olduğu alanlara hizmet sunmak üzere, özel finans kurumlarının
yaratılması sonucunu hazırlamıştır.
ABD federal hükümeti tarım, eğitim ve konut sektörlerine daha kolay fon
sağlanmasına ortam yaratmak amacıyla, GSE statüsüne sahip finans kurumlarını
yaratmıştır. Bugün ABD finansal piyasalarında farklı mülkiyet yapılarına sahip,
tarım ve konut sektörüne fon yaratan, GSE statüsüne sahip yedi tane finans kurumu
vardır.1 Bu kurumlardan üçü, ipotekli konut piyasalarında faaliyet göstermektedir.
Bu GSE’ler, Fannie Mae (Federal Ulusal İpotek Birliği-Federal National Mortage
Association), Freddie Mac (Federal Konut Kredisi Şirketi-Federal Home Loan
Cooperation) ve Federal Konut Kredisi Bankaları (Federal Home Loan BanksFHLBanks) sistemidir.
Bu çalışmada FHLBank’lerin, ikincil ipotek piyasalarında faaliyet göstermemesi
ve konut ipotekli piyasalarında faaliyet hacminin Fannie Mae ve Freddie Mae ile
mukayese edildiğinde küçük olması nedeniyle, ikincil ipotek piyasalarında faaliyet
gösteren sadece Fannie Mae ve Freddie Mac dikkate alınarak GSE modeli
1
Üç GSE (Fannie Mae, Freddie Mac ve Farmer Mac) özel yatırımcıların mülkiyetinde iken, ikisi (Federal
Konut Kredisi Banka Sistemi ve Zirai Kredi Sistemi), bu kurumlarla işbirliği içinde olan ve ödünç alan
kredi borçlularının mülkiyetindedir. Finansman Şirketi (Financing Corporation) ve Fonlama Şirketi
(Resolution Funding Coorperation) ise şirket olarak faaliyet göstermeyen, konsolide borçlanma
kurumlarıdır.
36
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
incelenecektir. Bu bağlamda, GSE’lerin ipotekli konut piyasalarında önemi, sahip
oldukları ayrıcalıklar ve taşıdıkları riskler analiz edilecektir. Burada GSE notasyonu
sadece bu iki kurumu ifade etmek için kullanılacaktır.
1. Kamu Destekli Kurum Kavramı
ABD Kongresinin, finans piyasalarının daha iyi işlemesini sağlamak amacıyla,
bazı imtiyazlar verilerek kurulmasına izin verdiği tüzel kişiliğe sahip finans
kurumları, Kamu Destekli Kurumlar (Government Sponsored Enterprises-GSEs)
olarak adlandırılmaktadır (Stanton, 1991:15).
ABD Kongresi, bütçe işlemlerine ilişkin 1990 yılında çıkarılan Kapsamlı
Uzlaşma Kanunu’nda (Omnibus Reconciliation Act), GSE’nin tarifini yapmıştır. Bu
Kanuna göre GSE (Kosar, 2007:1-2):
A.i. Federal Kanunla özel bir amaçla yetki verilen,
ii. Hisseleri özel kurumlar veya bireyler tarafından tutulan yani özel mülkiyette
olan,
iii. Üyelerinin çoğunluğunu hissedarlarının seçtiği bir yönetim kurulu tarafından
yönetilen,
iv. Aşağıda sıralanan faaliyetleri yapmak üzere yetkilendirilen bir finans
kurumudur.
-Sınırlı amaçlarla kredi vermek veya kredi garantileri sağlamak (örneğin
muayyen bir sektöre veya muayyen bir kesime kredi vermek gibi),
-Borçlanmak suretiyle fon yaratmak (federal hükümetin tam garantisi altında
olmayan) veya herhangi bir limit sınırlaması olmaksızın başkalarının borçlarına
garanti vermek.
B.i. Kendilerine tanınan yetkilerin dışında, devletin yetkilerini bağımsız olarak
kullanamayan (vergi koyma veya eyaletler arası ticareti düzenleme gibi),
ii. Mali olarak devlet adına herhangi bir taahhütte bulunamayan (ancak devlet
tarafından verilen bir kredi garantisi taahhütünü tebellüğ eden olabilir),
iii. Çalışanlarının devlet memuru statüsünde olmadığı ve maaşları ve masrafları
çalıştırılan kurum tarafından ödendiği bir tüzel kişiliktir.
Kamu idaresi ve kamu maliyesi alanında çalışan bazı araştırmacılar, bu tanımın
eksik olduğunu ve bu tanıma “GSE’lerin, borçlanabilme kabiliyetlerini artıran zımni
bir devlet garantisinden yararlandıklarının” da eklenmesi gerektiğini ileri
sürmektedirler (Moe ve Stanton, 1989:321).
Görüldüğü gibi GSE’leri diğer kurumlardan farklı kılan başlıca özellikler; özel
mülkiyet yapısı, avantajlı rekabet ortamı, yasa ile sınırlandırılmış bir alanda faaliyet
gösterme, finans piyasalarında, bu kurumların faaliyetlerinin ve yükümlülüklerinin
devletin garantisine sahip olduğu algılamasına yol açan ayrıcalıklara sahip
olmalarıdır (Stanton, 1991:76-83). GSE’lerin kuruluşunun ekonomik gerekçesi,
borçlanma yoluyla finansmanının gerekli olduğu bir alana, bu tür bir kurum yapısı
olmaksızın, hizmet götürülemeyeceği ya da etkin olarak hizmet edilemeyeceğine
olan inançtır. Bu gerekçe devletin kendisinin belirlemiş olduğu alanlara hizmet
sunmak üzere, özel finans kurumlarının yaratılması sonucunu yaratmıştır. “...Devlet,
merkantalist finans kurumları geleneğinin bir parçası olan GSE’lere, diğer özel
finans kurumlarına verilmeyen bazı yardımlar ve ayrıcalıklar sağlarken...” (Stanton,
2001:1-11), bu kurumların faaliyet alanlarını sınırlamakta ve belirlemiş olduğu
kamu politikası amaçlarını yerine getirme sorumluluğunu vermektedir. Ayrıca, özel
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
37
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
bir tüzel kişilik statüsü sağlanarak GSE, Federal İdare Kanunu ve Devlet Memurları
Kanunu’ndan muaf tutulmakta, böylece bu tür kurumların operasyon esnekliği
artırılmaktadır (Kosar, 2007:3). Finansal piyasalarda GSE modeli, büyük ölçüde
ABD’ye özgü bir modeldir.
GSE’ler, özel sektör kurumları ile kamu kurumları arasında bir yerde bulunan,
tam bir kamu kurumu olmayan, ancak yarı-kamu kurumu (quasi-governmental
organization) niteliğindeki kurumlar olarak, kamu yönetiminin araçlarıdır. Bu
şekildeki bir ayrım, federal hükümetin kontrolünü önemli ölçüde farklılaştırdığı için
hem yasal olarak hem de idari açıdan önemlidir. Bu tanınan ayrıcalıklar karşılığında,
GSE’lerin, kendilerine verilen kamu misyonu doğrultusunda faaliyette bulunmaları
gerekmektedir ve belirlenmiş faaliyet alanını ya da verilen misyonlarını
değiştirmeleri mümkün değildir. Sonuçta, her bir GSE federal hükümet tarafından
denetlenmekte ama hiçbiri doğrudan federal hükümet tarafından yönetilmemektedir
(Stanton, 2001:22).
2. İpotekli Konut Piyasalarında Kamu Destekli Kurumlar
Bugün ABD ipotekli konut piyasalarında faaliyet gösteren ve bu nedenle konut
GSE’leri olarak da adlandırılan Fannie Mae, Freddie Mac ve FHLBanks2 olmak
üzere üç tane GSE vardır. Fannie Mae ve Freddie Mac, FHLBanks’den farklı olarak
hem ikincil ipotek piyasalarında faaliyet göstermektedir hem de faaliyet hacimleri
çok daha fazladır.
1938 yılında kurulan Fannie Mae ile önce Federal Konut Kurumu (Federal
Housing Administration-FHA) tarafından sigortalanan konut kredileri, daha sonra
Asker Emeklileri İdaresinin (Veteran’s Administration-VA) garanti verdiği konut
kredileri için ikincil bir piyasanın geliştirilmesi amaçlanmıştır. Başlangıçta Fannie
Mae, sadece konut kredilerini satın alan bir portföy yatırımcısı olarak faaliyette
bulunan bir kamu kurumu idi. Fannie Mae’ye, 1968 yılında çıkarılan Konut ve Kent
Geliştirme Kanunu (The Housing and Urban Development Act) ile GSE statüsü
verilmiş ve ipoteğe dayalı menkul kıymet (mortgage-backed security-MBS) ihraç
etmesine ve garanti vermesine izin verilmiştir. Böylece, Fannie Mae’nin finansal
faaliyetlerinin federal bütçe dışında tutulması sağlanmıştır. Bu aşamada, Fannie
Mae’nin devlet sigortasına ya da garantisine sahip olan konut kredisi portföyü, aynı
tarihte bir kamu kurumu statüsünde kurulan Ginnie Mae’ye aktarılırken, Fannie Mae
de, hisseleri halka arz edilerek özelleştirilmiştir.
ABD’de 1960’lı yılların sonundan başlayarak 1970’li yıllar boyunca yüksek
enflasyon ve daralan kredi piyasaları ortamında Fannie Mae, aktif bir konut kredisi
yatırımcısı olmuş ve portföyünü ödünç veren (portföy lender) kurum olarak faaliyet
göstermeye başlamıştır. 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik resesyonda, çok büyük
mali sıkıntıya giren ve uzmanlaşmış konut finansman kurumları olan tasarruf ve
kredi birliklerine (savings and loan associations-S&L) yardım amacıyla, Fannie
Mae’nin FHA sigortalı ve VA garantili konut kredilerinin yanında, geleneksel konut
kredilerini3 de satın almasına izin verilmiştir.
2
Fannie Mae (Federal Ulusal İpotek Birliği-Federal National Mortage Association), Freddie Mac
(Federal Konut Kredisi Şirketi-Federal Home Loan Cooperation) ve FHLBanks (Federal Konut Kredisi
Bankaları-Federal Home Loan Banks).
3
Geleneksel konut kredileri, FHA veya VA tarafından sigortalanmayan veya garanti verilmeyen konut
kredilerdir.
38
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
Aynı dönemde Kongre, ikincil ipotek piyaslarında GSE statüsünde ikinci bir
kurumun (Freddie Mac) kurulmasını sağlamıştır. Freddie Mac ile büyük ölçüde
geleneksel konut kredisi açan tasarruf kurumları (thrift institutions)4 için likiditeyi
iyileştirmek ve sermaye piyasalarından fon akışını garanti altına almak ve tasarruf
kurumları açılan konut kredileri için ikincil piyasasının gelişimini sağlamak
hedeflenmiştir. “...Başlangıçta, Freddie Mac, FHLBanks sistemi içinde bir kurum
olarak yönetilmiş, 1989 yılında çıkarılan Mali Kurumların Reformu, İyileştirilmesi
ve Uygulama Kanunu (Financial Institutions Reform, Recovery and Enforcement
Act-FIRREA) ile yeniden yapılandırılarak ve faaliyetleri Konut ve Kentsel
Geliştirme (Housing ve Urban Development-HUD) Bakanlığı tarafından denetlenen,
halka açık bir şirket yapısı sağlanmıştır” (Lowell, 2007:49). Freddie Mac, Fannie
Mae gibi geleneksel konut kredilerini satın almakta ve Fannie Mae gibi bu satın
aldığı ipotekleri bir havuzda toplamakta ve bu havuza dayalı olarak MBS’ler ihraç
etmektedir. Temmerüt riskine karşı, Freddie Mac yine Fannie Mae gibi bu
yatırımcılara garanti vermektedir.
Belli kamu amaçlarını yerine getirmeleri amacıyla, ipotekli konut piyasalarında
faaliyet göstermek üzere kurulan Fannie Mae ve Freddie Mac’e yasa ile verilen
görevler aşağıda sıralanmaktadır (Stanton, 2001:40-50):
1-İkincil ipotekli konut piyasasında istikrarı sağlamak,
2-Sermaye piyasasının gelişimine katkı sağlayacak şekilde hareket etmek,
3-Konut finansmanına ayrılan fonların hacmini ve konut yatırımlarının
likiditesini artırmak suretiyle, ikincil ipotek piyasasının istikrarlı şekilde işleyişini
sağlamak,
4-Konut piyasasına fon akışını ve ipotekli piyasalara yapılan yatırımların
likiditesini artırmak suretiyle, kentsel ve kırsal kesim dahil, tüm ülke çapında konut
kredisinin kolay erişilebilir ve ödenebilir olmasına katkıda bulunmak.
Faaliyet alanları sadece ipotekli konut piyasasını desteklemekle sınırlı olan
Fannie Mae ve Freddie Mac, kâr amaçlı özel şirketlerdir. Bugün ikincil ipotekli
piyasalarda aynı amaçla kurulan ve benzer şekilde faaliyette bulunan bu iki kurumun
dışında, GSE statüsüne sahip olan başka finans kurumu yoktur. Bu nedenle bu
GSE’ler, rakip firmalardır ve söz konusu piyasalarda düopol olarak
davranmaktadırlar.5
3. Kamu Destekli Kurumların Ayrıcalıkları
Fannie Mae ve Freddie Mac’in sahip oldukları GSE statüsü, onların ikincil
ipotek piyasalarındaki faaliyetlerini diğer özel finans kurumlarına göre daha
avantajlı konumda sürdürmeleri sonucunu yaratmaktadır. Çünkü GSE’ler
kendilerine yasa ile sağlanan ayrıcalıklarla, faaliyetlerini sürdürürken piyasalarda
rekabet avantajına sahip olmakta, daha düşük fonlama maliyetleri ile kârlılıklarını
artırmaktadırlar. GSE’lere verilen yasal ayrıcalıklar aşağıda sıralanmıştır (CBO,
1996; CBO, 2001a; OFHEO, 2003:40-43; Seiler, 2003:8-11; Van Order, 2007:177;
Jaffee ve Quigley, 2007:103-149):
4
Tasarruf kurumları (thrift institutions), tasarruf ve kredi birliklerini (savings and loan associationsS&Ls), kredi birliklerini (credit unions) ve tasarruf bankalarını (savings banks) kapsamaktadır.
5
Fannie Mae ve Freddie Mac’in tarihçesine ilişkin daha fazla bilgi için Bkz.. Stanton, 1991:20-28;
Wallison, 2000a: 3-28; Stanton, 2001:20-22; Wallison ve Elly, 2000:20-23; Ling and Archer, 2008:300303.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
39
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
- Fannie Mae ve Freddie Mac, eyalet ve mahalli idarelerin vergilerinden muaftır,
- Her iki GSE’nin ihraç ettiği menkul kıymetler, Sermaye Piyasası Kanunu’na
(Securities and Exchange Commission Act-SEC) göre kamu menkul kıymetleri
kapsamında yer almaktadır.
-Her iki GSE’nin ihraç ettikleri menkul kıymetler, SEC’te kayıt altına alınma
zorunluluğundan muaftırlar (dolayısıyla SEC komisyonu ödememektedirler),6
-Hazine Bakanlığı, gerekli gördüğünde her bir GSE tarafından ihraç edilen
yükümlülüklerinin belli bir kısmını (2,25 milyar dolar) satın alabilir,7
-Fannie Mae ve Freddie Mac tarafından ihraç edilen menkul kıymetler, çoğu
eyalet kurumları ve yerel idareler tarafından teminat olarak kullanılabilmektedir,
-Diğer finans kurumları, satın aldıkları GSE menkul kıymetlerini Amerikan
Merkez Bankasından (Federal Reserve Board–FED) ve FHLBanks’den kredi alırken
teminat olarak kullanılabilmektedir,
-Fannie Mae ve Freddie Mac tarafından ihraç edilen menkul kıymetler, FED’in
açık piyasa işlemlerine konu olabilen menkul kıymetlerdir,
-Federal düzeyde lisans almış olan mevduat kurumları, sınırsız miktarda bu iki
GSE’nin ihraç ettiği menkul kıymetlere yatırım yapabilmektedirler.
Federal hükümet tarafından sağlanan bu yasal avantajlar, Fannie Mae ve Freddie
Mac’e her yıl milyarlarca dolar tasarruf sağlamaktadır. Hazine Bakanlığı, yasal
avantajların, 1995 yılında 4,6 milyar dolar ile 6,9 milyar dolar arasında değiştiğini
tahmin etmiştir. CBO8 tarafından yapılan tahminlere göre, SEC’in kayıt ücretinden
muaf olmak, her iki GSE’ye 1999 yılında toplam 218 milyon dolar, 2000 yılında
141 milyon dolar, 2003 yılında 229 milyon dolar tasarruf sağlamıştır. İki GSE’nin
bazı vergilerden muaf olmaları nedeniyle elde ettikleri tasarrufun ise, 2000 yılı için
yaklaşık 0,8 milyar dolar, 2002 yılı için de 1,6 milyar dolar olduğu tahmin
edilmektedir (CBO, 2001a:16; CBO, 2004:2-5).9
GSE’lerin sahip oldukları diğer bir önemli avantaj, FED tarafından yönetilen
elektronik transfer sistemleri olan FED Elektronik Fon Transferi (Fedwire Funds
Transfer) ve FED Elektronik Menkul Kıymet Transferi (Fedwire Securities
Transfer) sistemlerine erişimlerine izin verilmiş olmasıdır. Fannie Mae ve Freddie
Mac’in, diğer finans kurumlarına fon transfer etmelerine ve kaydi menkul
kıymetleri10 kullanmalarına izin veren Fedwire sisteminin kullanımı ile işlem
6
Haziran 2002 yılında, her iki GSE gönüllü olarak, 1934 yılında çıkartılan Menkul Kıymetlerin AlımSatımına İlişkin Kanun (SEC) kapsamında, her iki kurumun periyodik olarak mali durumlarına ilişkin
raporları SEC’e vermelerini gerektiren, SEC’in hisse senedi listesine kayıt yaptırmak için 2003 yılında
anlaşmışlardır. Bk. Van Order, 2007:153; Poole, 2007:3.
7
Haziran 2008’de çıkarılan Konut Sektörünü ve Ekonomiyi Canlandırma Kanunu (Housing and
Economic Recovery Act-HERA) ile Hazinenin 31/12/2009 tarihine kadar, GSEs’ler tarafından ihraç
edilen menkul kıymetleri piyasa koşullarının gerektirdiği miktarda alım yapmasına imkân sağlanmıştır.
8
CBO (The United States Congressional Budget Office), Kongre için bütçeye ilişkin konularda çalışan
bir birimdir.
9
2003 yılında Freddie Mac, CBO tarafından çalışmanın yapıldığı dönemde, mali durumuna ilişkin
tabloları veremediğinden, 2003 yılı için yapılan vergilere ilişkin tasarrufun tahmininde, Freddie Mac’in
verileri dahil olmadığından, toplam tasarruf miktarı olması gerekenin altındadır (100 milyon dolar). Bu
nedenle 2002 yılı karşılaştırmada kullanılmıştır.
10
Kaydi menkul kıymetler (book-entry securities), bir Fedwire menkul kıymetlerini hesabında tutmaya ve
transfer etmeye izin verilen ve ABD hükümeti, bir kamu kurumu veya belli kamu politikasını
gerçekleştirilmesinde araç olan kurumlarla, FED tarafından belirlenen belli ulusal veya uluslararası
kurumlar tarafından elektronik olarak ihraç edilen ve sürümü kolay olan menkul kıymetlerdir. Bkz..
OFHEO, 2003:40.
40
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
maliyetleri düşmektedir. “...Fannie Mae ve Freddie Mac, büyük işlem hacimleri
nedeniyle, Fedwire sistemini kullanan büyük kurumlar arasında yer almaktadırlar.
Bu iki kurum tarafından günlük olarak yapılan Fedwire işlem sayısı göreli olarak
küçük iken, her bir kurumun günlük işlem hacmi, önemli miktardadır. Ancak
sağlanan avantajın değerinin hesaplanması zor olduğundan sayısal olarak
bilinmemektedir”(OFHEO,2003:40).11
Federal bankacılık düzenleme kurumları tarafından kabul edilen riske dayalı
sermaye düzenlemeleri de, GSE menkul kıymetlerine ilave avantajlar sağlamaktadır.
Söz konusu düzenlemeler ile GSE’ler tarafından garanti verilen MBS’ler ve ihraç
edilen borçlanma senetleri için diğer mukayese edilebilir finansal varlıklardan daha
düşük kredi risk ağırlığı belirlenmiştir. GSE statüsüne sahip olmayan özel finans
kurumlarınca ihraç edilen MBS’lere %50 risk ağırlığı ve şirket tahvillerine %100
risk ağırlığı belirlenirken, GSE’lerce ihraç edilen borçlanma senetleri ve ipoteğe
dayalı menkul kıymetler için %20 risk ağırlığı belirlenmiştir. GSE menkul
kıymetlerinin sahip olduğu bu daha düşük olan risk ağırlığı, bir yandan
yatırımcıların bu menkul kıymetlere talebini artırmakta, öte yandan menkul
kıymetlerin daha düşük faizle ihraç edilebilmesine olanak sağlamaktadır.
Yukarıda sıralanan yasal ayrıcalıklar, finansal piyasalarda iki GSE’nin
yükümlülüklerinin arkasında zımni devlet garantisi olduğu algılamasını yaratmıştır.
Kuruluş kanunlarında GSE’lere verilen yükümlülüklerin arkasında bir devlet
garantisinin olmadığı belirtilmiş olmasına rağmen, piyasalardaki bu algılama, her iki
GSE’nin ipotekli piyasalarda diğer özel finans kurumlarına göre çok avantajlı
konumda faaliyet göstermelerine ve önemli tasarruflar elde etmelerine neden
olmaktadır. Hatta, “GSE’lerin fon temin ettikleri bireysel ve kurumsal yatırımcıların
pek çoğu, bu kurumları bir kamu kurumu olarak dikkate almaktadırlar” (OFHEO,
2003:42). Piyasalarda bu tür bir algılamanın olmasının diğer bir nedeni, Fannie Mae
ve Freddie Mac’in federal hükümetle yakın bağlantılarından, “...sadece federal
kurumların katıldığı kredi piyasalarından12 ödünç alabilmelerinin de mümkün
olmasından ve sahip oldukları sermaye yeterlilik rasyosuna göre çok fazla olan borç
yükümlülüklere sahip olmalarından ve Kongrenin güçlü desteğinden
kaynaklanmaktadır” (CBO, 1991:7-9).
Fannie Mae ve Freddie Mac için zımni devlet garantisi, zaman içinde artan bir
şekilde bir sübvansiyon aracına dönüşmüştür (Stanton, 1991:26). Çünkü finansal
11
9.000’den daha fazla sayıda kurumun bağlı olduğu Fedwire sistemi, muhabir bankalar arasında hesap
hareketlerine izin vermekte ve bu bankaların müşterileri adına fon transferi yapabilmelerine imkân
vermektedir. 2001 yılında, Fedwire aracılığı ile 112,4 milyon adet olarak gerçekleşen fon transferinin
toplam değeri yaklaşık 424 trilyon dolar olup, transfer başına düşen ortalama değer 3,77 milyon dolardır.
Banka müşterileri adına transferler, mevduat yatırmak ve diğer büyük ölçekli ve zamana duyarlı
ödemeleri yapmak için kullanılan fonları kapsamaktadır. Tüm fon transferleri, işleme tabi tutulduğu
zaman, anında işlem gerçekleşir ve geri alınamaz. Bu tür ödemeleri yapmak için FED’in kredisinin
uzantısı genel olarak, federal mali güvenlik ağının bir parçası olduğu kabul edilmektedir.
Fedwire sistemler, menkul kıymetlerin banka müşterilerine, ödeme karşılığında mülkiyet transferine izin
vermektedir. 8.600 mevduat kurumundan daha fazlası, federal kurumlar ve GSEs’ler tarafından garanti
verilen MBSs’ler de dahil diğer menkul kıymetler ve Hazine tarafından ihraç edilen menkul kıymetler,
FED’de açılan bir menkul kıymetler hesabında tutulmakta ve transfer edilmektedir. Fedwire kaydi
menkul kıymet transferlerinin toplamı 2001 yılında 212 trilyon dolardır. Bkz. OFHEO, 2003:41ç.
12
Federal kurum kredi piyasası, Postal Service ve Tennessee Valley Authority, Freddi Mac ve Fannie
Mae gibi GSEs’lerin borçlanma senetlerinin ve GSEs’ler ve federal bir kurum olan Ginnie Mae tarafından
garanti verilen veya ihraç edilen MBSs’lerin ihraç edildiği ve işlem gördüğü piyasalardır. Bkz. American
Banker Glossary.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
41
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
piyasalardaki zımni devlet garantisi algılaması, öncelikle bu kurumların ihraç
ettikleri menkul kıymetlere yatırımcı talebini artırırken, GSE’lerin daha düşük
maliyetle fon sağlanmalarını mümkün kılmakta ve gerçekte A kredi derecesine sahip
bu şirketlere yatırımcıların, AAA dereceli şirketlermiş gibi davranmalarına neden
olmaktadır.13 Bu ise, bir yandan GSE’ler tarafından ihraç edilen borçlanma senetleri
ve garanti verilen MBS’leri yatırımcıların daha düşük getiriye razı olmalarına neden
olmakta, diğer yandan yatırımcıların Fannie Mae ve Freddie Mac’in kredi riski
değerlendirmesini yaparlarken, diğer özel kurumlara göre çok daha gevşek kısıtlar
getirmeleri sonucunu da yaratmaktadır (Kosar, 2007:6). Çünkü, kuruluşlarından
itibaren 2007 yılına kadar, genelde %2-2,5 aralığında olan sermaye yeterlilik
rasyoları, iki GSE’nin de borç yükümlülüklerine göre oldukça düşüktür. Fannie Mac
ve Freddie Mac için, aynı piyasada faaliyet gösteren diğer özel finans kurumlarının
yerine getirmeleri gereken yüksek sermaye yeterliliği rasyosu koşulu söz konusu
olmadığından, sermayeleri açısından kıyaslandığında diğer finans kurumlarına göre
çok daha büyük oranda, vadesinden önce itfa edilebilir tahvil ihraç edebilmekte ve
türev işlemlerde teminat gösterme zorunluluğundan kaçınabilmektedirler. Yine
zımni devlet garantisi algılaması sonucunda, genelde daha yüksek riske sahip
şirketin daha yüksek maliyetle borçlandığı durum, GSE’ler için söz konusu
olmamakta, yani bu kurumların borçlanma maliyetlerini artırmamaktadır. Başkanlık
Muhasebe Dairesi (Government Accountability Office-GAO), 1970’li yılların
sonunda ve 1980’li yılların başında, mali sıkıntıya giren Fannie Mae’nin fon
maliyetlerini incelemiş ve GSE’lere fon sağlayanların, bir GSE’nin mali koşullarının
bozulması durumundaki tavırlarının, aynı durumla karşılaşan başka bir özel firmaya
karşı olandan oldukça farklı olduğu, sonucuna varmıştır. GAO’ya göre,
“...yatırımcılar, söz konusu GSE’nin mali koşullarının bozulduğunu öğrendiklerinde,
daha yüksek bir getiri talep etmişler, ancak bu GSE’ye AAA dereceli şirket gibi
davranmaya devam etmişlerdir. GSE’ler ciddi finansal sıkıntıya girdikleri zaman
bile yatırımcıların, onların borçlanma amaçlı ihraç ettikleri menkul kıymetleri satın
almaya devam etmişlerdir.” Ayrıca GAO’nun çalışmasında, “GSE yetkililerinin,
analistlerin, bireysel ve kurumsal yatırımcıların, bir GSE’nin ciddi şekilde mali
sıkıntıya girmesi durumunda, federal yardım alabilecekleri beklentisi içinde
olduklarını ifade ettikleri...” belirtilmektedir (OFHEO, 2003:85-89).14
İkincil ipotek piyasasını desteklemek üzere kurulmuş GSE statüsüne sahip
sadece iki kurumun olması,15 bu kurumların düopol gibi davranmalarına ve sahip
oldukları rekabet avantajı ile daha düşük faiz oranlarından konut kredilerini satın
13
Önemli dereceleme şirketlerinden olan Standard & Poor tarafından 1989 yılında yapılan çalışmada, her
iki GSE’nin en az BBB derecesine sahip olduğu ifade edilirken (Bkz.. Stanton, 1991:164-166), CBO
tarafından yapılan çalışmada ise, bu kurumların A derecesine sahip olduğu sonucuna ulaşılmıştır
Bkz..CBO, 2001a:14.
14
Federal hükümetin, Temmuz 2007 tarihinde başlayan yüksek riskli konut kredisi krizinde, mali
sıkıntıya düşen Fannie Mae ve Freddie Mac’e yaptıkları destek bunun göstergesidir. Bkz.. CBO (The
Congress of the United States Congressional Budget Office), (2008b), CBO’s Estimate of Cost of the
Administration’s Proposal to Authorize Federal Financial Assistance for the Government-Sponsored
Enterprises for Housing, July 28, http://www.cbo.gov/ftpdocs/95xx/doc9574/07-22-GSEs.pdf
(30/06/2009).
15
Konut piyasasında faaliyet gösteren üçüncü GSE statüsüne sahip olan FHLBanks, ipotekli konut
kredisi açan mevduat kurumları ve diğer finans kurumlarına kredi vermek için görevlendirilmiştir. Ancak,
bu GSE, ikincil ipotek piyasasından konut ipotekleri satın alamaz. Daha fazla bilgi için Bkz.. Stanton,
1991:20-21.
42
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
almalarına neden olmakta, düşük fonlama ve operasyon maliyetleri ile daha yüksek
kâr marjı elde etmektedirler.
Fannie Mae ve Freddie Mac’in zımni devlet garantisinden kaynaklanan
piyasadan fon sağlama maliyetlerinin tahminine ilişkin oldukça çok sayıda çalışma
yapılmıştır. Bu çalışmaların bir kısmı, Fannie Mae ve Freddie Mac ile aynı
kredibilite derecesine sahip şirketlerin ve finans kurumlarının menkul kıymet
ihraçları ile iki GSE’nin ihraçlarını mukayese ederken, bir kısmı da sahip oldukları
zımni devlet garantisi nedeniyle AAA dereceli bir şirketmiş gibi piyasadan fon
sağlayan GSE’ler ile AAA dereceli şirketlerin ve finans kurumlarının fonlama
maliyetleri arasındaki farkı tahmin etmeye çalışmışlardır. Bu çalışmalarda, zımni
garanti nedeniyle iki GSE’nin AAA dereceli şirketlerden ve finans kurumlarından
yaklaşık 30 ila 50 b.p. arasında avantajlı olarak piyasadan fon sağladıkları tahmin
edilmiştir (Tablo 1).
Tablo 1: GSE’lerin Fonlama Avantajlarına İlişkin Yapılan Tahminler
Veri Kaynağı
Hazine Bakanlığı
(1996)
Ambrose ve Warga
(1996)
Freddie Mac
Toevs (2000)
Pearce ve Miller
(2001)
Bloomberg
Fixed Income
Research Program
Lehman Brothers
relative value
Lehman Brothers
tahvil indeksleri
Bloomberg
Nothaft, Pearce ve
Stevanovic (2002)
GSEs, Ginnie Mae ile
A dereceli finans kurumları
Fannie Mae ile
AA dereceli finans kurumları
AA dereceli şirketler
A dereceli finans kurumları
A dereceli şirketler
Freddie Mac ile
AA ve A dereceli finans kurumları
AAA dereceli finans kurumları
Fannie Mae ile
AA dereceli tahvil indeksleri
Spread
(b.p.)
53-55
37-46
38-39
56-72
55-65
39
23
37
GSEs, Ginnie Mae ile
AA dereceli finans kurumları
37
GSEs'ler ile
A dereceli finans kurumları
30
Fixed Investment
Securities Database
GSEs'ler ile
AA dereceli bankalar
25-29
Fixed Investment
Securities Database
GSEs'ler ile
AA dereceli senetler
A dereceli senetler
A dereceli orta vadeli tahviller
AA dereceli orta vadeli tahviller
30
45
27
34
GSEs'ler ile
AAA ve AA dereceli finans kurumları
68 kurum
44 kurum
15 kurum
41
38
38
CBO (2001)
Ambrose ve Warga
(2002)
Karşılaştırma
Passomore, Sherlund
ve Burgess (2005)
Bloomberg ve
Lehman Brothers
Kaynak: Quigley, 2006b:299.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
43
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
GSE’lerin yasal olarak sahip oldukları ayrıcalıklarla doğrudan elde ettikleri
tasarruflar, bu kurumlara verilen sübvansiyonlar olarak kabul edilmektedir. Bu
sübvansiyonların ne kadar olduğunun tahminine ilişkin CBO tarafından yapılan
çalışmalarda yıllar itibarıyla, Fannie Mae ve Freddie Mac’e verilen sübvansiyonların
arttığı ve sübvansiyon tutarının 1995 yılında 5,5 milyar dolar iken, 2003 yılında
sekiz kattan daha fazla artarak 41,7 milyar dolara ulaştığı sonucuna varılmıştır
(Grafik 1).
45
40
35
30
25
20
15
10
5
0
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
Yıllar
Kaynak: CBO, 2001a: Tablo 1 ve CBO, 2004 ve Tablo 3’den hazırlanmıştır.
Grafik 1: Kamu Destekli Kurumlara Verilen Sübvansiyonlar (Milyon
Dolar)
1995-2003 döneminde, iki GSE’nin aldığı sübvansiyonlar içinde menkul kıymet
ihraçları nedeniyle elde ettikleri tasarrufların payı, her zaman %90’ın üzerinde
olmuştur. 1997-2001 döneminde borçlanma senetleri ihracı nedeniyle elde edilen
sübvansiyon fazla olurken, bu yıla müteakkip MBS kaynaklı elde edilen tasarrufların
payı artmıştır (Grafik 2).
44
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
30
25
20
15
10
5
0
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
Yıllar
Borçlanma
MBS
Diğer
Kaynak: CBO, 2001a: Tablo 1 ve CBO, 2004:Tablo 3’den hazırlanmıştır.
Grafik 2: Kamu Destekli Kurumlara Verilen Sübvansiyonların Dağılımı
(Milyon Dolar)
(*) Diğer, vergi ve SEC’e kayıt olma muafiyetinden elde edilen sübvansiyonları
kapsamaktadır.
Görüldüğü gibi, yasal olarak sağlanan ayrıcalıklar, GSE’lerin ihraç ettikleri
menkul kıymetlerin yatırımcılar için cazibesini artırmakta ve bu menkul kıymetlerin
daha likit yatırım araçları olmasını sağlamaktadır. GSE’ler, ayrıca bu yasal
ayrıcalıkların piyasalarda yaptıkları dolaylı etkiler (zımni devlet garantisi)
sonucunda da diğer özel finans kurumlarına göre daha imtiyazlı şekilde faaliyet
göstermektedirler.
4. Kamu Destekli Kurumların İpotekli Piyasalarda Önemi
Bugün Fannie Mae ve Freddi Mac’in, sahip oldukları GSE statüsü ile ikincil
ipotek piyasasının gelişimine katkıda bulunma, tüm ülke çapında düşük ve orta gelir
gruplarının daha kolay ödenebilir koşullarda konut kredisine ulaşmalarını sağlama
ve ipotekli piyasalara fon akımının istikrarına katkıda bulunma yükümlülükleri
vardır. GSE’ler bu yükümlülüklerini yerine getirirken, belli standartlara sahip konut
kredilerini satın almakta, bu alımlarını fonlayabilmek için menkul kıymetler ihraç
etmektedirler.
1980’li ve 1990’lı yıllarda, ABD ipotekli piyasalarında konutun finansmanında
tasarruf kurumlarının (thrift institutions) rolü azalırken, Fannie Mae ve Freddie
Mac’in rolü artmıştır. Söz konusu dönemde GSEs’lerin büyümesi, “...ipoteğin
yeniden finansmanın artmasından ve menkul kıymetleştirme ve borçlanma yoluyla
finanse ettikleri ipotek alımlarının hacmini önemli düzeyde artırmalarına izin veren
GSE statüsüne sahip olmanın getirdiği ayrıcalıklardan ve finansal piyasalardaki bu
kurumların yükümlülüklerinin arkasında ABD Hazinesinin olduğu inancından
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
45
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
(zımni devlet garantisi) kaynaklanmıştır” (OFHEO, 2003:54). Sonuçta, Fannie Mae
ve Freddie Mac, kurulduklarından beri hızla büyüyen şirketler olmuşlardır. 19902008 döneminde, GSE’lerin aktifleri, 2005 yılına kadar devamlı olarak büyüme
trendinde olmuştur. Bu yıla müteakkip aktifleri biraz küçülmüş olsa da yüksek
düzeyini sürdürmektedir (Grafik 3). 1992-2004 döneminde Fannie Mae’nin aktifleri,
yılda ortalama %18, Freddie Mac’in ise %32 büyümüş ve her iki GSE’nin toplam
aktif büyüklüğü, 2008 yılı sonu itibarıyla 1,7 trilyon dolara ulaşmıştır.16
2000
1800
1600
1400
1200
1000
800
600
400
200
2006
2007
2005
2003
2004
2001
2002
1999
2000
1997
1998
1995
1996
1993
1994
1991
1992
1990
0
Yıllar
Kaynak: -FHFA, 2007 (2007 yılına kadar)-Fannie Mae, 2009b; Freddie Mac, 2009b
(2007-2008 yılları).
Grafik 3: Kamu Destekli Kurumların Toplam Aktifleri (Milyon Dolar)
“Fannie Mae ve Freddie Mac, uzun yıllardan beri, ABD ipotekli piyasalarında
merkezi rol oynamaktadırlar...”(Greenspan, 2005:2). 2008 yılı sonu itibarıyla,
ABD’nin toplam ipotekli borcu içinde GSE’lerin payı yaklaşık %50’dir (Grafik 4)
ve konut kredilerine dayalı ihraç edilen MBS’lerin 2/3’ünü GSE’ler yaratmaktadır.
Ayrıca, ABD piyasalarındaki ipotek bağlantılı menkul kıymetlerin 1/5’ini
portföylerinde tutmaktadırlar. Açılan toplam konut kredileri içinde Fannie Mae ve
Freddie Mac’in alımlarının payı ise, 2008 yılı sonu itibarıyla %73,3’tür.
16
2008 yılı sonu itibarıyla aynı yıl, Fannie Mae’nin aktif büyüklüğü (912,4 milyar dolar), Freddie
Mac’inkinin (813,1 milyar dolar) biraz üzerindedir. Bkz.. Fannie Mae (2009), Freddie Mac (2009).
46
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
12000
10000
8000
6000
4000
2000
0
1990
1992
1994
1996
1998
2000
Yıllar
2002
2004
2006
2008
GSEs
T oplam İpotekli Borç
Kaynak: http://www.fhfa.gov/webfiles/1151/mortgagemarket1990to2004.pdf
(30/03/2009)
Grafik 4: ABD İpotekli Piyasalarında İpotekli Borç ve GSE (Milyar Dolar)
(*) GSE ipotekli borcu, tutulan portföy ve net MBS ihracını kapsamaktadır.
(**) Konut (1 ila 4) kredisi borcunu kapsamaktadır.
Kuruldukları günden bugüne kadar hızla büyüyen GSE’ler, bugün ABD ipotekli
piyasalarının en büyük katılımcılarıdır. Aynı zamanda hem ABD’nin hem de
dünyanın en büyük finans kurumları arasında yer almaktadırlar. Yıllar itibarıyla
toplam GSE ipotekli borcu, toplam ABD ipotekli borcu ile karşılaştırıldığında,
GSE’lerin ipotekli borcunun yıllık büyüme trendi, muhasebe sorunu yaşadıkları
birkaç yıl hariç, toplam ABD ipotekli borcunun büyüme oranının üzerinde seyir
izlemiştir (Grafik 5).17
17
Freddie Mac’in muhasebe kayıtları ile ilgili sorunları Haziran 2003’de, Fannie Mae’nin ise Eylül 2004
tarihinde ilk kez basına yansımıştır. Daha fazla bilgi için Bkz.. Poole, 2007:2.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
47
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
25,0
20,0
15,0
10,0
5,0
0,0
1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008
-5,0
GSEs
Toplam İpotekli Borç
Yıllar
Kaynak: Kaynak:http://www.fhfa.gov/webfiles/1151/mortgagemarket1990to2004.pdf
(30/03/2009)
Grafik 5: Toplam İpotekli Borç ve GSE Borcunda Büyüme (Yıllık %)
(*) GSE ipotekli borcu, tutulan portföy ve net MBS ihracını kapsamaktadır.
(**) Konut (1 ila 4) ipotekli borcunu kapsamaktadır.
Sonuçta, bugün GSE’lerin toplam yükümlülükleri, özel sektör, mahalli
idarelerin yükümlülüklerinin üzerinde olmasının yanında ABD Hazinesinin toplam
yükümlülüklerini de aşmıştır.18 2008 sonu itibarıyla, toplam 6,9 trilyon dolara ulaşan
GSE yükümlülükleri, mahalli idarelerin yükümlülüklerinden ve açılan toplam
tüketici kredisi hacminden iki kat fazladır (Tablo 2). Bu veriler, GSE’lerin sadece
ABD ipotekli piyasalarında değil, tüm ABD finans sisteminde önemli yere sahip
olduklarını göstermektedir.
Tablo 2: Kamu Destekli Kurumların ve Diğer Kurumların Yükümlülükleri
Hazine Menkul Kıymetleri
Kamu Destekli Kurumlar (*)
Milyar Dolar
6.338,2
6.938,2
Finansman Bonosu
1.599,5
Mahalli İdareler
2.690,0
Ticari Krediler
2.729,9
Tüketici Kredisi
2.596,2
Kaynak: -FED, 2009, Tablo 4.
-FHFA, 2007; Fannie Mae, 2009; Freddie Mac, 2009.
(*) İhraç edilen borçlanma senetleri ve MBSs’leri kapsamaktadır.
18
Daha önceki yıllarda Fannie Mae ve Freddie Mac’in toplam yükümlülükleri, Amerikan Hazinesinin çok
daha üzerinde iken, Hazinenin yükümlülükleri 2007 Temuz ayında başlayan yüksek riskli konut kredisi
krizi sonucunda son 10 yılda görülmemiş şekilde artarak, önceki yıllardaki yükümlülüklerinin iki katını
geçmiştir.
48
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
“...FHA, ABD birincil ipotek piyasalarını şekillendirdiği gibi, Fannie Mae ve
Freddie Mac de ABD ikincil ipotek piyasalarını şekillendirerek...” (Quigley,
2006:15), ABD ipotekli sisteminin bugünkü gelişmiş, modern yapısına kavuşmasına
katkı yapmışlardır.
5. Kamu Desteki Kurumların Yarattıkları Riskler
Bugün dünyanın en gelişmiş ipotekli piyasalarından biri olan ABD ipotekli
piyasalarında artan uzmanlaşma, konut kredisinin açılmasından menkul kıymet
ihracına kadar olan süreçte, çok sayıda ve çeşitli kurumların faaliyet göstermesi, bu
piyasalara fon kaynaklarının çeşitlenmesi, bu piyasalardaki yatırımcı sayısının hem
artması hem de çeşitlenmesi sonucunu yaratmıştır. Büyüklükleri ve faaliyetleri
nedeniyle ABD ipotekli piyasalarında merkezi role sahip olan GSE’ler, hem
ülkedeki19 hem de dünyadaki en büyük finans kurumları arasında yer almaktadır ve
dolayısıyla bu kurumların faaliyetleri, tüm ABD finansal sektörünü dolayısıyla tüm
ekonomiyi etkileyebilecek düzeye ulaşmıştır.
1990’lı yılların sonundan itibaren, GSE’lerin ipotekli piyasalarda artan payları,
bu kurumların taşıdıkları riskten yeterli düzeyde korunamamaları durumunda, tüm
ekonomi açısından sistemik risk yaratacakları endişesi, çok sık gündeme getirilmeye
başlamasının yanında,20 ABD ipotekli piyasalarında çok önemli role sahip iken
1980’li yılların sonunda çöken S&L endüstrisi ile GSE’lerin faaliyetleri arasındaki
benzerlikler de son yıllarda tartışılmaya başlanmıştır. İleri sürülen GSE’ler ile
S&L’ler arasındaki benzerliklerden biri, S&L’ler gibi, GSE’lerin de temel
yatırımlarının uzun vadeli konut kredileri olması; konutun satılması veya yeniden
finanse edilmesi durumunda, bu kredilerin aniden kısa vadeli aktiflere dönüşebilir
olmasıdır.
Diğer bir benzerlik, her iki tür kurumun da yüksek risk almaktan
kaçınmamalarıdır. Çünkü GSE’ler, 1980’li yılların S&L’leri gibi daha yüksek
kârlılığa ulaşmak ve hisse senetlerinin artan piyasa değerini sürdürmek için yüksek
risk taşıyan faaliyetlerini giderek artırmaktadırlar. Örneğin faaliyetleri içinde daha
fazla kâr getiren portföy tutma eğilimlerinin yıllar itibarıyla artması da bunun bir
göstergesidir. Nitekim, 1990 yılında 165,6 milyar dolar olan her iki GSE tarafından
tutulan toplam portföy büyüklüğü, 2008 yılı sonu itibarıyla 1,5 trilyon doları
aşmıştır (Grafik 6). GSE’lerin yöneticileri, kârlarını artırmak ve potansiyel kâr
büyümesi ile yatırımcılarını etkilemek için çalışmaktadırlar. “Örneğin Merill Lynch
tarafından 1999 yılında organize edilen yatırımcı konferansında, Fannie Mae
Başkanı, Fannie Mae’nin yıllık kazancının 1999 yılında ve takip eden 4 yılda yıllık
olarak %15 büyüyeceğini tahmin ettiklerini söylemiştir. Bu orandaki kâr büyümesi
alışılmış değildir. Fannie Mae, 20 yıl boyunca iki haneli kazanç büyümesine sahip
19
2008 yılından önce ABD finans kurumları arasında idi. Bkz..Frame ve White, 2004:89.
Peek ve Wilcox tarafından ikincil ipotek piyasası büyümesi ve GSE faaliyetlerinin artışının, ipotekli
kredi akımlarındaki konjonktürü ve yeni konut inşaat ruhsatları ile konut yatırımındaki konjonktürü
etkileyip etkilemediğine ilişkin 1968-2001 dönemini kapsayan amprik çalışmalar, GSEs’lerin MBS
faaliyetlerinin konutta istikrarsızlığı azalttığı sonucuna ulaşmıştır. Aynı çalışmada ulaşılan diğer bir
sonuç, GSE tarafından tutulan portföyü yönetim faaliyetlerinin, konjonktürel şokları hafifletmede MBS
ihraç faaliyetlerinden çok daha az önemli olduğudur. Nitekim Lehmert et al. (2005) yaptıkları amprik
çalışmada, GSEs’lerce tutulan portföy büyüklüğüne bir limit getirilmesi gerektiği sonucuna varmışlardır.
Bu konudaki tartışmalar için Bkz.. Wallison ve Ely, 2000; Stanton, 2001; OFHEO, 2003; Greenspan,
2005; Jaffee, 206; Quigley, 2006; Poole, 2007.
20
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
49
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
olan S&P 500’ün ilk sekiz şirketinden biri olduğu için övünmektedir. Günümüzün
düşük enflasyon ortamında bir şirketin kârlılığındaki bu büyümenin devam
etmesinin sıra dışı olduğu pek çok piyasa uzmanı tarafından ifade edilmektedir”
(Wallison ve Ely, 2000:29). Fannie Mae ve Freddie Mac’e, yüksek kâr peşinde
koşan dev bir S&L olarak bakıldığında, bu kurumların 1980’li yılların S&L’leri gibi,
vergi mükellefleri ve ekonomi için risk yarattıkları açıktır.
1000
900
800
700
600
500
400
300
200
100
19
90
19
91
19
92
19
93
19
94
19
95
19
96
19
97
19
98
19
99
20
00
20
01
20
02
20
03
20
04
20
05
20
06
20
07
20
08
0
FANNIE MAE
FREDDİE MAC
Kaynak: - FHFA, 2007: 14-26 (2007 yılına kadar).
-Fannie Mae, 2009b; Freddie Mac, 2009b (2007 ve 2008 yılları için).
Grafik 6: Kamu Destekli Kurumlar Tarafından Tutulan İpotek Portföyü
(Milyar Dolar)
Portföy tutmanın, MBS ihraç etme faaliyetinden daha kârlı olması, her iki
GSE’nin önemli miktarda ve giderek artan düzeyde portföy tutmaları sonucu
yaratmıştır. Önceden bu kurumların gelirleri içinde en büyük payı, MBS ihraç
faaliyetinde aldıkları garanti komisyonları oluştururken, bugün yatırım amaçlı
oluşturdukları portföy tutma faaliyetinden elde ettikleri gelir daha fazladır. Her iki
GSE, yıllar itibarıyla garanti komisyonu olarak yıllık 20-25 b.p. arasında değişen bir
komisyon almışlar, portföy tutarak ise, 100 b.p. ila 200 b.p. arasında bir kâr marjı
elde etmişlerdir. Portföy tutarak elde ettikleri gelir, hem tutulan portföyün hem de
elde edilen getiri ve maliyet farkının büyüklüğüne göre değişmiş olsa da her iki
GSE’nin portföy tutarak elde ettikleri gelir, garanti komisyonundan elde ettikleri
gelirin genelde beş altı kat üzerinde gerçekleşmiştir (Fannie Mae, 2009; Freddie
Mac, 2009). Bunun doğal sonucu, her iki GSE’nin de toplam gelirleri içinde en
büyük paya, portföylerinden elde edilen gelirlerin sahip olmasıdır. Bu kâr, Fannie
Mae ve Freddie Mac’in, MBS ihraç faaliyetine göre portföy hacimlerini
büyütmelerine önemli teşvik yaratmıştır (Jaffee, 2006a:23).
Ayrıca her iki GSE tarafından tutulan ipotek portföylerinin önemli kısmını,
MBS’ler oluşturmaktadır (Grafik 7). Son 10 yıllık dönemde Fannie Mae tarafından
yatırım amaçlı tutulan MBS’lerin payı %50’lerin üzerinde iken, Freddie Mac’te %80
ilâ %90 aralığındadır. Her iki GSE, kendi ihraç ettikleri MBS’leri daha fazla tutmayı
50
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
tercih etmekte olup, MBS portföylerinin %50’sini kendi ihraç ettikleri MBS’ler
oluşturmaktadır (Tablo 3). 21
1000
900
800
700
600
500
400
300
200
100
0
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
MBS
Kredi
Grafik 7: Kamu Destekli Kurumlarca Tutulan İpotek Portföyü (Milyar
Dolar)
Tablo 3: Kamu Destekli Kurumlarca Tutulan İpotek Portföyü
FREDDIE
FANNIE MAE
MAC
Fannie
Toplam
Konut
Mae
Diğer
Toplam
Kredisi
MBS
MBS
MBS
ipotek
Freddie
Toplam
Konut
Mac
Diğer
Toplam
ipotek
portföyü Kredisi
MBS
MBS
MBS
portföyü
Milyar
Dolar
1998
155,8
197,4
26,1
223,5
415,4
57,1
168,1
29,8
197,9
255,7
1999
149,2
281,7
61,4
343,1
523,1
56,7
211,2
56,6
267,8
322,9
2000
152,6
351,1
93,1
444,2
607,7
59,2
246,2
80,2
326,4
385,5
2001
167,4
431,8
109,27 541,07
706,3
62,8
308,4
126,4
34,8
03,8
2002
323,2
380,4
96,2
476,6
820,6
63,9
341,3
162,1
503,4
589,9
2003
397,6
405,9
105,3
511,2
919,6
60,3
393,1
192,4
585,5
660,5
2004
400,2
344,4
172,5
516,9
925,2
61,4
356,7
235,2
591,9
664,6
2005
366,7
234,5
136,7
371,2
736,8
61,5
361,3
287,5
648,8
709,5
2006
279,1
298,8
146,5
445,3
728,9
65,8
354,2
283,9
638,1
700,6
2007
386,9
255,9
125,2
381,1
727,9
80
346,6
318,2
664,8
720,8
2008
429,5
228,9
133,8
362,7
765,1
107,6
271,8
377,5
649,3
804,8
21
Yaşanan son finansal krizin sonucunda, az da olsa bir gerileme olmasına rağmen, kendi MBS’lerinin
payı hala en yüksektir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
51
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
% Dağılım
1998
37,5
47,5
6,3
53,8
100,0
22,3
65,7
11,7
77,4
100,0
1999
28,5
53,9
11,7
65,6
100,0
17,6
65,4
17,5
82,9
100,0
2000
25,1
57,8
15,3
73,1
100,0
15,4
63,9
20,8
84,7
100,0
2001
23,7
61,1
15,5
76,6
100,0
12,5
61,2
25,1
86,3
100,0
2002
39,4
46,4
11,7
58,1
100,0
10,8
57,9
27,5
85,3
100,0
2003
43,2
44,1
11,5
55,6
100,0
9,1
59,5
29,1
88,6
100,0
2004
43,3
37,2
18,6
55,9
100,0
9,2
53,7
35,4
89,1
100,0
2005
49,8
31,8
18,6
50,4
100,0
8,7
50,9
40,5
91,4
100,0
2006
38,3
41,0
20,1
61,1
100,0
9,4
50,6
40,5
91,1
100,0
2007
38,3
41,0
20,1
61,1
100,0
11,1
48,1
44,1
92,2
100,0
2008
56,1
29,9
17,5
47,4
100,0
13,4
33,8
46,9
80,7
100,0
Kaynak:-FHFA, 2007: 14-26 (2007 yılına kadar).
-Fannie Mae, 2009b; Freddie Mac, 2009b (2007 ve 2008 yılları için).
(*) Diğer kapsamında, Ginnie Mae ve diğer özel finans kurumları tarafından ihraç edilen
MBS’leri yer almaktadır.
Bugüne kadar hem GSE’lerin büyüklükleri hem de ipotekli piyasalardaki
yüksek payları nedeniyle, bu kurumlarca tutulan portföy büyüklüğüne bir tavan
getirilmediği takdirde, tüm ekonomi açısından sistemik risk yaratacağı, hem
akademik hem de üst düzey kamu yetkilileri tarafından pek çok kez ifade edilmiş
olmasına rağmen (Greenspan, 2005; Jaffee, 2006b; Quigley, 2006a; Poole, 2007),
yetkililerce gereken önlemler alınmamıştır. Bu durumda her iki GSE’nin, faiz
riskinden korunamamaları durumunda hem tüm finans sitemi hem de ekonomi
üzerinde risk yaratacağı açıktır. GSE’ler tarafından tutulan portföyün faiz riski,
ABD ipotekli piyasalarında en yaygın kredi türü olan, sabit faizli, uzun vadeli ve
istenildiği zaman genelde herhangi bir erken ödeme cezasına maruz kalmadan
kapatılabilen geleneksel konut kredilerinden kaynaklanmaktadır. Fannie Mae ve
Freddie Mac tarafından satın alınan ipoteklerin en az yaklaşık %70-80’ini22 bu tür
konut kredileri oluşturmaktadır. Ancak bu krediler hem artan faiz ortamında hem de
düşen faiz ortamında risk yaratmaktadırlar. Çünkü, “...artan faiz ortamında uzun
vadeli ve sabit faizli kredilerin önemli değer kaybına uğramaları mümkün iken,
düşen faiz ortamında da kredi borçluları, herhangi bir cezaya maruz kalmadan
özgürce borçlarını vadesinden önce kapatabilirler. Bu ise, her ne zaman faiz
oranlarında hangi yönde değişiklik (yükselme ya da düşme) olursa, sabit faizli
ipotek portföylerinin önemli değer kaybına uğraması olasılığının mevcut olması
anlamındadır” (Jaffee, 2006a:23).
GSE’lerin taşıdıkları diğer bir risk, yüksek borç yükümlülüklerine rağmen
düşük sermaye yeterlilik rasyosu ile faaliyet göstermelerine izin verilmiş olmasıdır.
Genelde %2-2,5 arasında değişen sermaye yeterlilik rasyosu23 ile faaliyet gösteren
22
Her iki GSE’nin ipotek alımlarında yıllar itibarıyla en yüksek paya her zaman sabit faizli krediler sahip
olmuştur. 1995 yılında satın aldıkları ipoteklerin ortalama %20’sini ARM krediler oluştururken, yıllar
itibarıyla değişmiştir. 2002 yılına kadar ARM kredinin payı azalmış, bu yıldan sonra tekrar yükselerek,
%30’ları aşmış; ancak 2005 yılından sonra devamlı düşerek, toplam içinde payı 2007 yılında %20 ve
2008 yılında %10’un altına gerilemiştir. Bkz..FHFA, 2008.
23
Son krizde negatife düşmüştür. Bkz.. Fannie Mae, 2009b; Freddie Mac, 2009b.
52
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
kurumlar faizlerdeki ufak bir değişme nedeniyle bir kayıpla karşılaştıklarında, bu
kurumların portföy büyüklükleri dikkate alınırsa mevcut sermayelerinin yeterli
koruma sağlamayacağı açıktır. “...ABD finansal piyasalarında yaşanan en az dokuz
olayda, 10 yıl vadeli Hazine kağıtlarının, 12 ay içinde 2 b.p. ve daha fazla oranda
değişmiş olduğu ve hatta bu değişimin çok kısa vadeli Hazine kağıtlarında daha
fazla olduğu...” (Jaffee, 2006a:23) dikkate alınırsa, artan faiz riski ve bulaşma
etkisiyle bu faiz değişmeleri, GSE’leri doğrudan etkileyecektir. GSE’lerin finansal
sıkıntıya düşmeleri, bu kurumlarla doğrudan ve dolaylı bağlantılı çok sayıda
kurumun olması nedeniyle tüm finansal sistem, dolayısıyla ekonomi üzerinde
sistemik risk yaratma olasılığını kuvvetlendirmektedir. Bu tehlike, FED’in üst düzey
yetkilisi tarafından dile getirilmiş ve GSEs’lerce tutulan portföyün büyüklüğünün
tehlikeli olduğu ifade edilmiştir (Greenspan, 2005:2-5). Nitekim 2007 Temmuz
ayının sonlarında başlayan yüksek riskli konut kredisi (subprime mortgage) krizinde,
her iki GSE de düşük sermaye yeterliliği rasyoları nedeniyle mali sıkıntıya
düşmüşlerdir.
GSE’lerin taşıdıkları riskin diğer bir kaynağı, ABD borçlanma piyasalarında
diğer menkul kıymet ihraçlarıyla karşılaştırıldığında, GSE’ler tarafından ihraç edilen
borç senetleri ve MBS’lerin hacminin büyüklüğüdür. 2005 yılı sonunda toplam
Hazine borcunun 4,7 trilyon dolar olduğu ortamda, GSE’nin yükümlülükleri 4
trilyon dolar iken, 2008 yılında son kriz nedeniyle Hazine borcunun çok artmış
olmasına rağmen (6,3 trilyon dolar) GSE yükümlülükleri daha fazladır (6,9 trilyon
dolar) (Tablo 2). Öte yandan son on yıldır GSE borcu, toplam tüketici ve ticari
kredilerinin, mahalli idarelerce ihraç edilen tahvillerin her zaman birkaç katı
üzerinde olmuştur.
Ayrıca, GSE’nin borçlanma senetlerinin önemli bir kısmının, bir yıl veya daha
kısa vade ile ihraç ediliyor olması da riski artıran bir unsurdur. GSEs’lerin sistemik
risk yaratma olasılıkları, her zaman cesaretle risk alarak uyguladıkları kısa vadeli
borçlanma stratejileri ile daha kötüye gidebilir. 2000 yılı sonu itibarıyla, GSE
borcunun %46’sı bir yıldan daha kısa vadeli iken, 2008 yılında her iki GSE’nin
toplam borcunun %50’sini aşan kısmı kısa vadelidir.24 “...GSE borçlanma
piyasasında kısa vadeli faiz oranları düşük olduğu için, her iki GSE’de özellikle,
kısa vadeli fonlama stratejisi uygulamaktadır.”25 Sonuçta, Fannie Mae ve Freddie
Mac’in, her yıl toplam borçlarının yaklaşık yarısını finanse etmek için yeniden
borçlanmaları gereklidir. Kredi piyasalarının küçülmesi, bu kurumların
borçlanmalarını zorlaştıracaktır (Nitekim son yaşanan kriz bu durumu teyit
etmiştir).26
24
2008 yılı itibarıyla iki GSE’nin toplam borcu 1,7 trilyon dolar olup, kısa vadeli borç tutarı yaklaşık 800
milyar dolardır (Fannie Mae’nin toplam borcu 870,4 milyar dolar, kısa vadeli borcu 330,9 milyar
dolardır. Freddie Mac’in ise, toplam borcu 843 milyar dolar, kısa vadeli borcu 435 milyar dolardır). Bu
rakama, başlangıç olarak uzun vadeli olan ancak vade sonunu takip eden yıl olan borç dahil değildir Bkz..
Fannie Mae, 2009b:82; Freddie Mac, 2009b:183.
25
Özellikle GSE borçlanmasının faiz eğrisi, genel olarak LIBOR’a dayalı swapların getiri eğrisinden daha
fazla eğimlidir. Bu durumda, kısa vadeli GSE borcunu sentetik uzun vadeli borca dönüştürmek için
GSEs’ler LIBOR’a dayalı swap piyasasını kullanmaktadırlar. Jaffe (2003), bu şekilde fonlama ile
GSE’nin doğrudan uzun vadeli debt ihraç etmesine göre, fonlama maliyetlerinde bir yılda yaklaşık 23 b.p.
tasarruf ettiklerini göstermiştir. Ancak GSE faiz oranları Libor oranlarına göre beklenmedik şekilde
artarsa, bu firmalar önemli düzeyde riskle karşılaşacaklardır. Bkz. Jaffee, 2003:15-29.
26
Son finansal kriz ve GSE’ler üzerinde etkileri konusunda daha fazla bilgi için Bkz. Jickling, 2008;
CBO, 2008a; Fannie Mae, 2009; Freddie Mac, 2009.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
53
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
GSE’lerin faaliyetlerinin riskini artıran diğer bir faktör, devlet (Konut ve Kent
Geliştirme Bakanlığı-HUD) tarafından 1992 yılından itibaren, çok düşük, düşük ve
orta-alt gelir grubuna ve yeterince hizmet götürülmeyen bölgelerde yaşayan kesime,
daha kolay ödenebilir koşullarda ipotekli kredi açılmasını desteklemek amacıyla
GSE’ler için “ödenebilir konut hedefleri (affordable housing goals)” başlığı altında
hedefler belirlenmeye başlaması olmuştur. Amaç bu kesimler arasında ev sahipliğini
artırmaktır (Manchester, 2008:1). 1992 yılına kadar sadece kredibilitesi yüksek
konut alıcılarına açılan konut kredilerini satın alan Fannie Mae ve Freddie Mac, bu
tarihten itibaren ödeme güçleri düşük, yüksek kredi riskine sahip kesime açılan
konut kredilerini de satın almaya ve menkul kıymetleştirmeye başlamışlardır. Bu
durumun, kredi geri ödemelerinde gecikmeler başladığında, son yaşanan krizde teyit
edildiği gibi GSE’leri etkilemesinin yanında, bu kredilere dayalı ihraç edilen menkul
kıymetlerin getirilerini, dolayısıyla bu menkul kıymetlere yatırım yapanları da
etkileyeceği açıktır.
GSE faaliyetlerinin riskini azaltmak için yapılan öneriler, son 20 yıldır değişik
platformlarda gündeme getirilmesine rağmen uygulamaya geçirilememiştir. 2008
yılına gelinceye kadar, GSEs’lerin kısmen çok güçlü finans kurumları olmaları
kısmen de statüleri gereği federal hükümetle güçlü bağlantılarının da etkisiyle,
GSE’lerin faaliyetlerine ilişkin riski azaltmaya yönelik herhangi bir yasal düzenleme
Kongreden de geçmemiştir.
Sonuç
ABD ipotek piyasalarının bugünkü modern yapısına kavuşmasında önemli katkı
yapan Fannie Mae ve Freddie Mac’in bu düzeyde etkin olmaları, sahip oldukları
GSE statüsünden kaynaklanmıştır. Bu kurumlara verilen GSE statüsü ile sadece
ikincil ipotek piyasalarında faaliyet göstermelerine izin verilen Fannie Mae ve
Freddie Mac, bugün faaliyette bulundukları iki alanda (menkul kıymet ihracı ve
ipotekli konut kredisi alımları), ipotekli konut piyasalarına hakim finans
kurumlarıdır. Çünkü ABD’de, ipotek teminatlı konut kredisi alacaklarına dayalı
olarak ihraç edilen ipoteğe dayalı menkul kıymetlerin yarısından fazlası, bu iki GSE
tarafından ihraç edilmektedir. Yine 2008 yılı sonu itibarıyla, açılan ipotekli konut
kredileri piyasasında yaptıkları ipotek alımlarının, toplam içinde payları %73,3’tür.
GSE statüsünün sağladığı ayrıcalıklarla ve bunların piyasalara dolaylı etkileriyle
Fannie Mae ve Freddie Mac, piyasalardan daha düşük maliyetle fon sağlayarak
konut kredisi maliyetinin düşmesine, orta gelirli konut alıcılarının daha uzun vade ve
daha yüksek LTV oranı ile ödenebilir koşullarda konut kredisi almalarına, ipotekli
piyasalarda çok opsiyonlu seçenek yelpazesinin oluşmasına, ipotekli piyasalarda
yeni teknolojilerin uygulanmasına öncülük ederek, işlem maliyetlerinin düşmesine
ve aracılık faaliyetlerinde etkinliğin artmasına önemli katkılar yapmışlardır. Ancak
Fannie Mae ve Freddie Mac, giderek artan büyüklükleri ile zaman içinde, federal
hükümetle olan ilişkilerini de kullanarak, hem mali piyasalar hem de ekonomi
üzerinde giderek risk yaratan kurumlara dönüşmüşlerdir. GSE’ler, hem kendileri için
risk yaratan konularda gerekli önlemleri almamışlar hem de finansal piyasalardaki
arkalarında zımni devlet garantisinin olduğu algılamasını kullanarak daha çok kâr
elde etmek amacıyla, faaliyetleri içinde riskli faaliyetlerin payını giderek
artırmışlardır.
54
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
Sonuçta tıpkı, 1980’li yıllarda ABD ipotekli piyasalarında çok önemli sarsıntı
yaratan S&L’ler gibi, 2008 yılında çok büyük mali sıkıntıya girmişlerdir. 2007 yılı
Temmuz ayı sonunda başlayan finansal krizde, düşük sermaye rasyosu ile
yükümlülüklerini yerine getirememiş ve her iki GSE’nin hisse senetleri bir yıl gibi
kısa sürede 70 dolar düzeyinden 1 doların altına gerileyerek önemli değer kaybına
uğramış ve sonuçta faaliyetlerini kontrol etmek üzere federal düzeyde bir kuruma
(Federal Housing Finance Agency) tüm yetkileri devredilmiş ve ABD Hazinesi de
bu kurumların yükümlülüklerini üstlenmek durumunda kalmıştır.
Aslında ipotekli piyasaların gelişmesine önemli katkılar yapan bu kurumlarla
ilgili sermaye yeterlilik rasyosunu yükselten ve tuttukları portföy hacmine sınır
getiren gerekli düzenlemeler zamanında yapılsaydı ve 1992 yılından itibaren, düşük
gelirli kesimde ev sahipliği oranını yükseltmek amacıyla federal hükümet tarafından
Fannie Mae ve Freddie Mac’in yüksek riskli konut kredilerini satın almaları
yönünde zorlamalar olmasa idi, yani bu kurumların yükümlülüklerinin riskini artıran
devletin popülist politikaları olmasaydı, ABD ipotekli piyasalarının gelişmesine
önemli katkı yapmış olan bu GSE’ler, hem son yaşanan finansal krizden bu derece
olumsuz etkilenmeyecek hem de ABD Hazinesine bu kadar yük getirmeyecekti.
Kaynakça
Ambrose, B.W. ve Warga, A. (2002), “Measuring Potential GSE Funding
Advantages”, Journal of Real Estate Finance and Economics, 25(3), 129-150.
Ambrose, B.W. ve King, T. D. (2002), “GSE Debt and Decline in the Treasury Debt
Market”, Journal of Money, Credit and Banking, 34(3), August, 812-839.
Bartlett, W. (1989), Mortgage-Backed Securities, NYIF Corp. New York.
Brueggeman, W. B. ve Fisher, J. D. (2008), Real Estate Finance and Investments,
Thirteenth Edition, MacGraw-Hill Irvin, New York.
CBO (1991), Controlling the Risks of Government-Sponsored Enterprises, April,
http://www.cbo.gov/ftpdocs/90xx/doc9085/04-1991-GSEs_rev2..pdf
(25/02/2009).
CBO (2001a), Federal Subsidies, May, http://www.cbo.gov/ftpdocs/28xx/doc2841/
GSEs.pdf (25/02/2009).
CBO (2001b), Estimating the Value of Subsidies for Federal Loans and Loan
Guarantees,
August,
http://www.cbo.gov/ftpdocs/57xx/doc5751/08-19CreditSubsidies.pdf (25/02/2009).
CBO (2004), Updated Estimates of the Subsidies in the Housing GSEs, April, 8
http://www.cbo.gov/ftpdocs/63xx/doc6303/04-21-GSEs.pdf (29/05/2009).
CBO (2006), Meausuring the Capital Positions of Fannie Mae and Freddie Mac,
June,
http://www.cbo.gov/ftpdocs/73xx/doc7323/06-23-FannieFreddie.pdf
(29/05/2009).
CBO (2008a), Policy Options for the Housing and Financial Markets, April,
http://www.cbo.gov/ft (30/06/2009).
CBO (2008b), CBO’s Estimate of Cost of the Administration’s Proposal to
Authorize Federal Financial Assistance for the Government-Sponsored
Enterprises for Housing, July 28, http://www.cbo.gov/ftpdocs/95xx/doc9574/
07-22-GSEs.pdf (30/06/2009).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
55
Mali Piyasalarda Kamu Destekli Kurumlar
Ely, B. (2000), “Fannie Mae and Freddie Mac: What’s at Risk?”, Wallison, P.
J.(Edit.), Public Purposes and Private Interests, Volume.II, American Enterprise
Institute, Washington, DC, 51-70.
Fabozzi, Frank J. (Der.) (2007), The Handbook of Mortgage-Backed Securities,
Sixth Edition, MacGraw-Hill Companies.
Fannie
Mae,
(2009),
The
Annual
2008
Report,
26/02/2009,
http://www.fanniemae.com/pdf/earnings/2009/form10_022609.pdf;issesionid=sj
hhuxrozfhkljzfeczfecısfgı (23/05/2009).
FED (2009), Federal Reserve Bulletin, March.
FHFA (2007), Mortgage Markets and the Enterprises in 2006, June,
http://www.fhfa.gov/webfiles/1161/MortgageMarkets.2006.pdf (29/04/2009).
Freddie Mac (2009), The 2008 Annual Report, 03/11/2009, www.freddiemac.com/
investors/er/pdf_03/11/09 (23/05/2009).
Frame, W. S. ve White, L. J. (2004), “Regulating Housing GSEs: Thoughts on
Institurional Structure and Authorities”, Federal Reserve Bank of Atlanta
Economic Review, Second Quarter, 87-102.
Frame, W. S. ve White, L. J. (2004), “Competition for Fannie Mae and Freddie
Mac?”, Regulation, Fall, 56-60.
Gabrial, Stuart A. ve Rosenthal Stuarth S. (2009), “Government-Sponsored
Enterprises, The Community Reinvestment Act, and Homeownership in
Targeted Underserved Neighborhoods”, Edward L. Glaeser ve John M. Quigley,
(Edits.), Housing Markets and the Economy, Lincoln Institute of Land Policy,
Cambridge, USA, 202-232.
Glaeser, E.ve Jaffe, D. M. (2006), “What to Do About Fannie and Freddie?”,
Economists’ Voice, September, 1-5, http://www.hks.harvard.edu/taubmancenter/
pdfs/WhattodoAbout.pdf (30/04/2009).
Holtz-Eakin, D. (2005), Aligning the Costs and Benefits of the Housing
Government-Sponsored Enterprises, CBO Testimony, Congressional Budget
Office, April 21, 2005.
HUD (1996), Studies on Privatizing Fannie Mae and Freddie Mac, May,
Washington DC.
Jaffee, D. M. (2006a), “Reinining in Fannie Mae and Freddie Mac”, Regulation,
Fall, 22-27.
Jaffee, D. M. (2006b), “Controlling the Interest Rate Risk of Fannie Mae and
Freddie Mac”, Networks Financial Institute, Indıana State University, Policy
Brief, April.
Jickling, M. (2008), Fannie Mae ve Freddie Mac in Conservatorship, CRS Report
for Congress, September 15,
http://fpc.state.gov/document/organization/
110097.pdf (09/06/2009).
Kosar, K. R. (2007), Government-Sponsored Enterprise (GSEs): An Institutional
Overview, CRS Report for Congress, 23 April.
Kooppell, J.G.S. (2003), The Politics of Quasi-Government, Cambridge University
Press, New York.
Lehnert, A. v.d. (2008), “GSEs, Mortgage Rates and Secondary Market Activities”,
Journal of Real Estate Finance Economics, 36, 343-363.
56
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. AKÇAY
Lowell, L. ve Corsi, M. (2007), “Mortgage Pass-Through Securities”, Fabozzi, F. J.
(Edit.), The Handbook of Mortgage-Backed Securities, Sixth Edition, MacGrawHill Companies, 45-79.
Ling, D.C. ve Archer, W.R. (2008), Real Estate Principles, Second Edition,
McGraw-Hill Irwin, New York.
Mancester, P. B. (2008), Goal Performance and Characteristics of Mortgages
Purchased by Fannie Mae and Freddie Mac, Housing Finance Working Paper
Series No.HF-017, The US Department of Housing and Urban Development,
Revised
April
2007,
http://www.huduser.org/publications/hsgfin/
workpaper17.htm (26/05/2009).
OFHEO (2003), Systemic Risk: Fannie Mae, Freddie Mac and the Role of OFHEO,
February, htpp://www.fha.gov/webfiles/1145/sysrisk.pdf (29/04/2009).
Pollock, A. J. (2005), “American Housing GSEs; Past Triumpshs, Present Tensions,
Possible Futures”, Housing Finance International, 19 (3), March, 41-46.
Poole, W. (2004), “Government Sponsored Enterprises”, The 40th Annual
Conference on Bank Structure & Competition, May 6, 2004, Organized by
Federal Reserve Bank of Chicago, Illinois,1-6, http://www.stlouisfed.org/
news/speecches/2004/05_06_04.html (30/05/2009).
Poole, W. (2005), “GSE Risks”, Federal Reserve Bank of Louis Economic Review,
87(1), March/April, 85-91.
Poole, W. (2007), The GSEs: Where Do We Stand?, Federal Reserve Bank of St.
Louis,
January
17,
http://www.stlouisfed.org/news/speeches/2007/
01_17_07.html (23/03/2009).
Seiler, R. S. (2001), “Estimating the Value and Allocation of Federal Subsidies”,
Peter J. Wallison (Edit.), Serving Two Masters, The AEI Press, Washington,
DC, 8-40.
Stanton, T. H. (1996), “Restructuring Fannie Mae and Freddie Mac; Framework and
Policy Options”, Studies on Privatizing Fannie Mae and Freddie Mac, US
Department of Housing and Urban Development, May, 48-168.
Stanton, T. H., (1988), Government Sponsored Enterprises: Their Benefits and
Costs as Instruments of Federal Policy, The Trustees of the Banking Research
Fund of the Association of Reserve City Bankers, April, Washington, DC.
Stanton, T. H. (2001), A State of Risk: Will Government Sponsored Enterprises Be
the Next Financial Crises?, Harper Business.
Stanton, T. H. (2002), Government Sponsored Enterprises: Merchantilist
Companies in the Modern World, The AEI Press, Washington, 2002.
Stanton, T. H. ve Ginsberg, B. (Edits.) (2004), Making Government Manageable,
The Johns Hopkins University Press, Baltimore, Maryland.
Wallison, Peter J.(Der.) (2001), Serving Two Masters, The AEI Press, Washington
DC.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
57
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan
Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
Mustafa ÖKMEN*
Hatice YURTSEVER**
Özet
Kamusal bir zenginlik olan toprağın, elde ettiği gelir bakımından, üretim
faktörleri arasında ayrı bir önemi bulunmaktadır. Oluşan değer artışı (rant)
gelirinden bütçeye pay verilip verilmeyeceği, toplumun refah düzeyi açısından
önemlidir.
Kentsel planlama ile yaşanılan alanların iyileştirilmesine çalışılmaktadır. Bu
nedenle ortaya çıkan toprak rantının da belirli kişilere sağlanması yerine,
vergilendirilerek toplumda yeniden dağıtılması gerekir.
Ülkemizde değeri artan gayrimenkullerin satışından elde edilen gelirlerin
vergilendirilmesine ilişkin mevcut yasal düzenlemelerde bazı değişiklikler yapılması
planlanmaktadır. Çalışmamızda, rant ve kentsel rant kavramları ile kentsel
planlama sonucunda oluşan gelirlerin vergilendirilme gereği ortaya konulmaya
çalışılacak, bazı ülkelerdeki toprak rantının vergilendirilmesi örnekleri verilerek,
rantların vergilendirilmesi konusu karşılaştırılmalı olarak irdelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Rant, Kentsel Rant, Değer Artışı, Kentsel Dönüşüm, Vergi
Taxation of Public Rent Formed in the Process of Urban Planning
Abstract
Land as public wealth holds importance among the factors of production in
terms of supplying revenue. It is quite siginificant whether the revenue of increase in
value (rent) will get its share of the budget or not in terms of the wealth for public.
Living spaces are tried to be improved through urban planing. Therefore, it is
more sensible to distribute the land rent among the community by taxation instead of
leaving it in the hand of a particular group of people.
*
Prof.Dr. Celal Bayar Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı, [email protected]
Yrd.Doç.Dr. Celal Bayar Üniversitesi, Salihli Meslek Yüksek Okulu, [email protected]
**
58
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
In our country, several changes are intented to be made in existing legal
arrangements regarding the taxation of the revenue derived from the sale of
properties with increasing values.
In our study, we will try to display the conceptions of rent and urban rent in
addition to the need for taxation of the revenues resulting from urban planning.
Moreover, we will exemplify cases of the taxation on lend rent in some countries and
comperatively explicate the subject of taxation on rents.
Key Words: Rent, Urban Rent, Increase in Value, Urban Transformation, Tax
Jel Classification Codes: G18-Government Policy and Regulation; H23Externalities, Redistributive Effects, Environmental Taxes and Subsidies; H71-State
and Local Taxation, Subsidies and Revenue; R52-Land Use and Other Regulations
Giriş
Kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun artmasıyla birlikte gündeme gelen
kentleşme, tarımsal arazilerin arsaya dönüşmesine, arazi sahiplerinin rant geliri elde
etmesine, mülkiyet-rant kavramlarının ortaya çıkmasına ve bu kavramların
birbirleriyle ilişkilerinin artmasına neden olmuştur.
Kentsel rantın oluşumunda gerek merkezi yönetim gerekse yerel yönetimin
yaptığı birtakım planlamalar etkili olmaktadır. Merkezi ve yerel yönetim sadece
rantın oluşumunda değil, rantın paylaştırılması bakımından da etkili rol
oynayabilmektedir. Yeni imar planlamaları, çeşitli kentsel dönüşüm projeleri,
iyileştirme, koruma amaçlı uygulamalar kentsel rantı doğurmaktadır.
Kamusal planlamayla meydana gelen kentsel rant gelirlerinin paylaşılması ve
paylaşım sırasında ortaya çıkabilecek olan adaletsizliklerin giderilmesi konusunda
ciddi sorunlar bulunmaktadır. Bunların başında, rant gelirlerinin tam olarak
vergilendirme kapsamına alınamayışı, tapu kayıtlarında gayrimenkul değerlerinin
tam ve doğru olarak izlenmemesi nedeniyle değer artışının belirlenmesi konusunda
sıkıntılar bulunması gelmektedir. Bu çerçevede, çalışmada, değer artışının
belirlenmesi yönünde öneriler getirilerek, kentsel planlama sonucunda ortaya çıkan
rantın vergilendirilerek, devlet ile paylaşılması gereği ortaya konulmaya
çalışılacaktır.
1. Rant Kavramı ve Kentsel Rant
Planlı kentleşmenin sağlanması kadar yaşamın devamında özenle korunması
gereken doğal kaynaklardan birisi de topraktır. Genel olarak değerlendirildiğinde,
değerli tarım topraklarının yalnızca doğal kaybı değil, her türlü imar ve kentleşme
hareketleri içinde, kısmen de olsa tarımsal faaliyetlerin dışına itilmesini önlemek,
kamu yönetimlerinin görevleri arasında gösterilmektedir. Bu bakımdan belediyeler
başta olmak üzere yerel yönetimler imar planlarında bu hususları dikkate almak
durumundadırlar (Karaman, 1995:35).
Rant; üretim faktörlerinden biri olan doğanın, ekonomik gelirden aldığı pay, kira
ya da getirim anlamında kullanılmaktadır (tdk.gov.tr, 2009). Dar anlamda rant
terimini ifade eden bu tanımın yanında, geniş anlamda bir tanım yapmak da
mümkündür. Geniş anlamda rant kavramını, “gayrimenkul değerinde meydana gelen
ve emeğe dayanmayan artış” olarak tanımlayabiliriz. Bir başka deyişle rantı, arzı
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
59
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
sabit olan toprak ve diğer doğal kaynakların kullanımı için ödenen fiyat olarak
tanımlamak mümkündür (Ekonomi Sözlüğü, 1989). Günümüzde rant kavramı,
spekülatif amaçlarla para kazanmak ile eş anlamlı bir kavram olarak da
kullanılmaktadır.
Boratav’ın yaptığı tanımlamada rant kavramı toprak rantı kavramı ile birlikte ele
alınmıştır. Buna göre, verimsiz toprağın dışındaki tüm toprak parçaları sürekli olarak
rant elde eder ve talep arttıkça fiyatlar yükselerek rant da kitle olarak büyür
(Boratav, 1980:117). Güler’e göre ise toprak rantı, toprak üzerindeki özel mülkiyeti
nedeniyle toprak sahibince alınan bir bedeldir. Bir başka deyişle bu, insan emeğinin
ürünlerini kullanmak için değil de, doğrudan doğal varlıkların kullanılabilmesi için
ödenen bir bedeldir. Ortada doğal varlık olarak toprak ve toprağın üzerinde önceden
kurulmuş bir tekel olarak toprağa sahiplik durumu vardır. Sorun, toprak için yapılan
ödemenin kaynağını bulmaktır (Güler, 1992:234). Klasik ekonomistlerden olan
Marx da rant olgusunu ayrıntılı bir biçimde incelemiştir. Marx’a göre özel mülkiyet
temeline dayalı olarak rant üç ayrı kaynaktan oluşmaktadır. Bunlar; toprağı işleme
tekelinden kaynaklanan rant, toprağın kıt kaynak olması nedeniyle mülkiyet
tekelinden kaynaklanan rant ve belli konumdaki kent topraklarının miktarının
arttırılamamasından kaynaklanan ranttır (Ertürk ve Sam, 2009:152).
Rant kavramının kent ile birlikte gündeme gelmesi durumunda ise “kentsel rant”
olgusu gündeme gelmektedir. Bir diğer deyişle, tarım topraklarına uygulanan bazı
rant ilkelerinin kent topraklarına uygulanması ile ulaşılmaktadır. Kentlerde bazı
toprak parçaları, merkezi bölgede bulunmak, yüksek gelirli kesimin yerleşim yeri
olmak gibi belirli konumlarda bulunmaktadır. Bu kent toprakları, konumları gereği
diğerlerinden çok daha fazla değere sahip olabilmektedir. Kentlerdeki büyüme ile
birlikte bu topraklara sahip olanlar bir tekel gücü elde etmekte, tekelci kent rantı
ortaya çıkmaktadır (Ertürk ve Sam, 2009:154). Tarım topraklarının arsa haline
dönüşmesi sürecinde spekülatörler önce toprağı bugünkü kullanım değeri üzerinden
satın almakta ve imar sonucu oluşan değer üzerinden satmaktadırlar. Çoğu kere de
kentler imar planının saptadığı gelişme yönlerinde değil, spekülasyona konu olan
toprakların bulunduğu yönde gelişmektedir (Çelik, 2007).
Göç alan kentlerdeki nüfus artışı ve gelişmiş kentlerdeki yapılaşma eğilimleri
yeni yerleşim alanlarının planlanması sürecine bütün dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de önemli etkilerde bulunmaktadır. Hazine ve özel mülkiyete ait
arazilerin yerel yönetimlerce en kısa sürede çevresel koşullar paralelinde
planlanması, sağlıklı bir kent gelişiminin vazgeçilmez öğesidir. Arazilerin imara
açılması sürecinde kentsel bir rantın oluşması ise kaçınılmaz bir durumdur. “Rant
oluşacak” veya bir arazi “salt üst gelir grubu” için imara açılıyor gerekçesiyle, yeni
yerleşim alanları açılmasın, diyemeyiz. Önemli olan, imarla elde edilen rantın,
serbest piyasa koşullarında bugünkünden daha fazla kamu yararına dönük hale
getirilebilmesidir (Sevindik, 2009:53).
Kentlerin sağlıklı bir biçimde gelişebilmeleri amacıyla kamu tarafından altyapı,
ulaşım, çevre düzenlemesi, yeniden yapılaşma gibi hizmetler sunularak, kentsel
dönüşüm planlamaları yapılmaktadır. Kentsel dönüşüm bir bölgenin ekonomik,
fiziki ve çevresel koşullarının sürekli iyileştirilmesine yönelik kapsamlı, bütünleşmiş
bir eylem planıdır (Turgut ve Ceylan, 2009:27).
Kentlerde yaşanan nüfus patlaması kentsel büyümeye neden olmaktadır.
Planlama sürecinde kural olarak, çok zorunlu olmadıkça tarımsal topraklar, kentsel
60
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
yerleşmeye açılmamaktadır. Bununla beraber, zaman zaman verimli tarım
topraklarının da kentsel arsaya dönüştüğü gözlenmektedir. Şüphesiz bu tür
dönüşümlerde izlenen arsa ve toprak piyasası politikalarının ve kentsel gelişmenin
planla disiplin altına alınamamasının önemli rolü vardır. Kentsel rantın bu
dönüşümde önemli bir payı bulunmaktadır (Çelik, 2007).
Kentsel rantı, kentte emek harcamadan, sermaye kullanmadan taşınmazda
meydana gelen değer artışı olarak tanımlayan görüşler olduğu gibi (Kaya, 2008:5)
kentle ilgili, kentte yaşamaktan kaynaklanan veya şehir ekonomisinin oluşturduğu
rant olarak tanımlayan görüşler de vardır (Umay, 2006:31).
Kentsel rantları ortaya çıkaran nedenlerin temelinde, gerek hızlı nüfus artışı
gerekse sanayileşme nedeniyle gayrimenkullerin değerlerinde oluşan artışlar
yatmaktadır. Değer artışı, bir iktisadi varlığın bir gider karşılığı olmadan, zaman
içinde meydana gelen beklenilmezlik ve hak edilmemezlik nitelikleri ağır basan
artışlardır (Umay, 2006:31).
Tekeli’ye göre kent toprağı sadece bir yer olma işlevini aşarak, bir spekülasyon
aracı olma işlevini kazanır. Bu yeni işlev, konut yapım sürecini çarpıtan en önemli
etkenlerden biridir. Arsanın spekülasyon aracı haline gelmesi ona canlı bir pazar
oluştururken, aynı dönemde ekonominin hızlı bir enflasyon içinde bulunması, bu
pazarı hem sınıfsal olarak hem de mekansal olarak yaygınlaştırır (Tekeli, 1982:246).
Kentlerin sunduğu konut kalite ve kapasitesinin, kente yeni gelen insanların
beklentilerine cevap verememesi, etkin kamu kontrolünün olmadığı alanlarda
gelişigüzel kentsel periferik gelişmeye yol açmaktadır. Bu tür yerleşmeler çoğu
zaman ya kentin yeşil alan gereksinimine cevap veren yerlerin işgali şeklinde
olmakta ya da yerleşmeye elverişsiz, deprem, sel, toprak kayması gibi risklere açık
alanlar üzerinde olmaktadır. Açıkça görülebileceği gibi, bu durum, hem tek tek
bireylere, hem de kentin tümüne ağır maliyetler getirmektedir. Yalnızca yerel
hizmetler açısından bakıldığında bile hizmeti ulaştırmanın zorluğu nedeniyle
maliyetlerin ne kadar büyüyeceği açıktır.
Toprak kullanımındaki bu durum, konut sorununun da başlıca nedenlerindendir.
Buna, gerek doğumlarla gerekse göçten kaynaklanan hızlı nüfus artışı da eklenince
birtakım sağlıksız kentleşme sorunları ortaya çıkmaktadır. Bunlar genel olarak arsa
spekülasyonu, konut ve buna bağlı olarak gecekondu sorunlarıdır. Ankara, İstanbul
ve İzmir gibi büyük kentlerimizde nüfusun yarıdan çoğunun gecekonduda yaşıyor
olması bunun açık bir göstergesidir. Bütün bu sorunlar, kendisi de bir sorun olan
yoksulluk kısır döngüsü çerçevesinde önemli sonuçları beraberinde getirmektedir
(Ökmen, 2003: 46).
Kentsel dönüşüm planlamaları ile hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan
ülkelerde, kentin tamamen veya kısmen yenilenmesi, sağlıklılaştırılması,
canlandırılması uygulamaları yaygın bir biçimde görülmektedir. Özellikle, kentsel
dönüşüm uygulamalarıyla, kentlerin ekonomik ve fiziksel çöküntüye uğramış
bölgelerinde iyileşme sağlanarak, yaşam kalitesinin artırılması ve kent ekonomisinin
güçlendirilmesi amaçlanmaktadır (Köktürk, 2009). Kentsel dönüşüm çalışmalarının
dinamiğini taşınmaz mallar üzerinden yaratılacak rant ve bu rantın bölüşüm kaygısı
oluşturmaktadır (Nasiboğlu vd., 2008).
Türkiye’de zaman zaman çeşitli kanunlarla getirilen imar affı düzenlemeleri de
kentsel rantın oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Şöyle ki, özellikle spekülatif
amaçlarla hareket eden kişiler, taşınmaza yatırım yapmaktadırlar. Daha sonra
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
61
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
merkezi ya da yerel yönetimin aldığı kararlar ve planlama ile değeri artan
taşınmazlarını elden çıkararak önemli miktarda rant geliri elde etmektedirler.
Merkezi yönetim kendi yönetim sorumluluğunda olan yerlerde planlama yaparak,
yerel yönetim kendi yönetim sorumluluğunda olan alanlarda aldığı planlama
kararları ile rantın oluşumunda etkili olmaktadır.
Kent planlaması, daha önce tarla olarak görülen ve değeri o tarlada üretilen
ürünün katma değeri ile orantılı olarak belirlenen bir alanın üzerinde konut, ticaret
veya sanayi amaçlı binaların yapılabileceği bir arsa haline dönüştürülmesi işlemidir.
Bu arsanın değeri, artık üzerinde yetişen ürünün değil, bu arsa üzerine yapılan
binanın sağladığı katma değer ile orantılı olarak belirlenmekte; yerine ve kullanım
biçimine bağlı olarak tarla iken ki değerinin onlarca kat üzerinde bir düzeyde
oluşmaktadır (Bayram, 2009).
Toprak rantı olarak da adlandırılabilecek söz konusu işlem ile kamusal kaynaklar
yeniden planlanmakta, arazi sahibi olan kişilere aktarılmış olmaktadır.
Arazinin kentsel kullanıma özgülenmesiyle, tarım toprağı için bir alternatif
kullanış doğmaktadır. Bu kullanış için ödenecek değer ile tarımda kullanış için
ödenecek değer arasındaki fark kentsel kullanıştan yana büyükse, iki kullanışın
sağlayacağı marjinal getiriler de birbirinden farklı ve kentsel kullanımın lehindedir.
İşte bu ikisi arasındaki farkın sonucu olarak oluşacak rant farkına “yerleşim yeri
rantı” veya “kentsel rant” denilmektedir (Arslan, 1997:16).
Ancak kentsel değer artışı, sadece tarım arazilerinin imara açılarak konut, ticaret
ve sanayi amacıyla kullanımı ile değil, aynı zamanda kentsel dönüşüm planlamaları
çerçevesinde tasfiye edilen taşınmazların, belediyece yapılan parklar, bahçeler,
cadde düzenlemeleri sonucunda değerinin artmasıyla da ortaya çıkmaktadır.
Kentler, nüfus artışı ve göç nedeniyle büyürken, tarım topraklarını kent toprağına
dönüştürmekte, tarımsal topraklar, imar hakları ve alt yapı koşulları yerine
getirilerek, kent toprağı olarak yeniden üretilmektedir. Bu üretim, bir yandan kente
yeni katılan toprağın değerinin artışına yol açarken, diğer yandan mevcut kent
topraklarının da konumundaki değişme nedeniyle değer artışına yol açmaktadır.
Böylece de kentlerde bir yandan kamunun eylem ve işlemleri sonucu rant oluşurken,
diğer yandan kentsel toprakların konumlarındaki oransal değişme nedeniyle tekelci
rantlar oluşmaktadır.
Tarımsal toprak parçasının kent toprağına dönüşümü ve değer artış süreci Şekil
1’de görülmektedir. Buna göre, başlangıçta tarımsal nitelikli toprağın değeri 0R1
iken, yakın çevredeki imar hareketlerinin başlamasıyla 0R2’ye yükselmekte,
tarımsal toprağın belediye sınırları içine alınması ve imara açılması ile değeri daha
da artarak 0R3’e yükselmektedir. Ardından alt yapının hazırlanması ile toprak kent
toprağı haline dönüşerek değeri 0R4’e, bölgedeki inşaat artışı ile beraber değeri
0R5’e yükselecektir. Kentteki büyümenin hızla devam etmesi ile toprağın konumu
değişecek, kat artışı, iş bölgesi gibi toprağın yeni tip kullanımlarıyla değeri daha da
artarak 0R6’ya ulaşacaktır (Ertürk ve Sam, 2009:160-161).
62
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
Kaynak: Ertürk ve Sam, 2009:160
Şekil 1: Kent Toprağında Değer Artış Süreci
Kentsel toprakların en önemli yanı sınırlılığı nedeniyle tekelci bir niteliği
olmasındandır. Bu tür topraklar, işyerine ulaşılabilirlik, kentsel alt yapı hizmetlerinin
bulunması ve verimlilik ve pazar olanakları açısından, kentsel toprağa olan talebi
büyük ölçüde etkilemekte ve bu nedenlerle de sınırlı hatta sabit kalmaktadır.
Kısaca, kente farklı uzaklıktaki toprakların farklı değerlerde olması, talebin bir
noktada toplanmış olmasına ve miktarına bağlıdır. Bu değer artışlarında, sahibinin
hiçbir katkısı olmamasına karşın, toplumdaki her çalışanın emeği ve çalışanlar için
harcanması gereken kamu yatırımları bulunmaktadır (Acaroğlu, 68-70).
2. Rant Gelirlerinin Vergilendirilmesine Yönelik Çeşitli Görüşler
Klasik iktisadın temsilcilerinden olan ve iyimser iktisadi görüşlerle kötümser
iktisadi görüşleri birleştiren John Stuart Mill’e göre, gelir dağılımında dengesizliğe
yol açan nedenlerden biri de toprak mülkiyetidir. Mill, topraktan elde edilen rantı
“hak edilmemiş kazanç” olarak görür ve bunun sonucunda yoksulluğun oluşacağını,
yoksulluğun önlenmesi için rantın yüksek arazi vergisi ile millileştirilmesini ileri
sürmüştür (Spıegel,1971:384).
Diferansiyel rant ve mukayeseli üstünlükler konusunda temel görüşlere sahip
olan Ricardo’nun diferansiyel rant görüşüne göre, toprak kirasını belirleyen,
verimsiz topraklarla verimliler arasındaki farktır. Bu fark, toprak sahiplerine gider.
Oysa bu toprak sahipleri verimsiz toprakların üretime açılmasındaki yüksek maliyete
katılmadıklarından, haksız bir kazançtır ve vergilendirilmelidir (Tabakoğlu, 2010:
www.enfal.de/sosyalbilimler/k/038.htm). Çünkü Ricardo’nun toprak rantı kuramına
göre, rant, verimli toprak sahipleri için hak edilmemiş veya kazanılmamış gelir
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
63
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
niteliği taşımaktadır. Verimli toprak sahipleri bu geliri hiçbir çaba harcamadan elde
etmektedirler (Ertürk ve Sam: 2009:151).
Rantın vergilendirilmesi kaynak dağılımını çeşitli yönlerden etkilemektedir. Rant
vergileri sermaye birikimini desteklemektedir. Rant vergileri, arazi fiyatlarının aşırı
derecede yükselmesini engellemek suretiyle, sermaye birikimine yönelik
tasarrufların büyük bir kısmını yeniden düzenlemektedir. Örneğin, rant üzerinden
alınacak vergilerin, ücret vergilerindeki çarpıklığı azaltmak için kullanılması
durumunda, işgücü arzı artmaktadır. Yani, ranttan elde edilecek rant vergi gelirleri
sayesinde ücretler üzerinden daha düşük vergi alınması durumu sözkonusu
olabilecektir (Koethenbuerger, 2007).
Kent planlamasının amacı, başta barınma olmak üzere kentte yaşayanların
ihtiyaçlarının yeterli düzeyde, zamanında ve sağlıklı olarak karşılanmasını
sağlayacak fiziki düzenlemelerin yapılmasıdır. Kentleri yaşanabilir yerler haline
getirecek bu fiziki düzenlemelerin uygulanabilmesi ciddi oranlarda maddi kaynağa
gereksinim duyurur. Esas olan bu maddi kaynağın, planlama ile yaratılan değerlerin
(rantın) vergilendirilmesi sonucunda elde edilmesidir (Bayram, 2009).
Vergiye dahil olmayan veya vergisi düşük olan rant gelirlerinin vergi kapsamının
genişletilmesi, kayıtlı ekonomiye geçiş için de önemli bir öneri olma özelliğini
taşımaktadır (Ilgın, 2002:153).
İmar planlarına, ekonomik gelişmeye ve genel teşvik politikalarına bağlı olarak
ortaya çıkan kentsel rantlar mutlaka etkin bir biçimde vergilendirilmelidir. Kentsel
rantların sunduğu vergi potansiyelinin etkin bir şekilde vergilendirilmesi ve bunun
adil bir biçimde yerel/merkezi yönetimler arasında paylaşımı sağlanmalıdır.
Özellikle belediye hizmetleri sayesinde değeri artan (şehir rantı) gayrimenkuller
üzerinden “Gayrimenkul Değer Artış Vergisi” uygulaması getirilmelidir. Bu
verginin matrahını, nisbetini belediyeler belirlemeli ve tahsil etmelidir. Kentsel
rantlar, potansiyel hasılaya göre değil, gayrimenkullerin satışı sırasında vergiye tabi
tutulmalıdır (Gökbunar, 1997:318).
Kentsel dönüşümlerle bir rant yaratılıyorsa, bunun kamuya dönüşü açıkça
tanımlanmalıdır (Köktürk, 2009). Özellikle, kentsel dönüşüm sürecinde tasfiye
edilen taşınmazların yıkımına bağlı olarak ortaya çıkan toprak değer artışlarının
kamuya döndürülmesi için vergi alınması yönünde öneriler mevcuttur (Reuter,
2004). İyi bir arsa politikası, bir tüketiciden diğerine gelir ve hizmet transferi
yaratarak kâr paylaşımında amaç değil, düzenli yerleşimlerin sağlanmasında araç
olmalıdır (Karaman, 1995:43).
Kentsel rantların oluşumu ve bu nedenle ortaya çıkan rant gelirlerinin
vergilendirilmesi, 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da, “Mahalli idarelerin imar ve
alt yapı faaliyetlerinin finansmanında kullanılmak üzere merkezi ve yerel
yönetimlerin çeşitli faaliyetleri sonucu oluşan kentsel rantların vergilendirilmesi
sağlanacaktır.” ifadesi ile plan metnine alınmıştır (DPT, 2000:254).
Kentsel rantın oluşmasında kamu otoritesinin gücü büyük önem taşımaktadır.
Çünkü, özellikle planlama yolu ile oluşan rantların kamu adına karar veren
otoritenin arazi kullanım kararına bağlı olarak oluşmasına karşın, onlardan yalnızca
mülk sahibi yararlanmaktadır. Oysa, kamu kurumlarının kişisel fayda değil,
toplumsal fayda üretmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, oluşan rant gelirlerinden bir
kısmının, devletçe, vergi geliri olarak tahsil edilmesi rasyonel bir yaklaşımdır.
64
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
Kentsel dönüşüm süreci sonrasında, ortaya çıkan değer artışlarının
vergilendirilmesi sonucunda, elde edilecek gelirler yine kentin ekonomik, sosyal
ihtiyaçlarının finanse edilmesini sağlarken, bir yandan da bazı kişilerin elde ettikleri
yüksek rant gelirleri nedeniyle ortaya çıkabilecek gelir dağılımı adaletsizliklerini de
ortadan kaldırmaya yardımcı olacağı düşünülmektedir. Böylece kentlerin gelişimi
için çok önemli olan çeşitli altyapı ve sosyal hizmetlerin finansmanı daha kolay bir
biçimde sağlanmış olacaktır. Bir diğer deyişle, verilecek hizmetler, diğer gelirler
üzerinden alınan vergilerle finanse edilerek, sosyal adaletsizliğe meydan verilmemiş
olunacaktır. Halihazırda ülkemiz bütçesi sürekli açık veren, borçlanma yoluyla
denkleştirilen bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, kentsel planlama için ihtiyaç
duyulacak kaynak, artan kentsel rantların vergilendirilmesi ile sağlanabilecektir.
3. Çeşitli Ülkelerde Rant Gelirlerinin Vergilendirilme Uygulamaları
Toprak üzerinden elde edilen rant için işçilere, emeğe gerek olmadığı gibi
tasarrufa, sermaye birikimine de gerek yoktur. Hatta, toprak sahipleri olmadan da
toprak ve doğal kaynaklar var olmaya devam edecektir. Kanalizasyon, toprak ıslahı
gibi nedenlerle emek ve sermaye gereksinimi olsa bile, topraklar insan emeği ve
becerisi olmadan dünyanın var oluşundan beri mevcuttur. Toprak üzerinden elde
edilen rantın bir kişinin üzerinde kalarak ayrı bir rant zengini sınıf oluşturması
yerine, adil bir vergilendirme yapılarak toprak sahibi olmayan insanların da rant
gelirinden pay almasını sağlayacağı düşünülmektedir (Wetzel, 2004).
Dünyada toprak rantının vergilendirilmesi “Land Value Taxation” (LVT)
-Toprak Değer Artış Vergisi- olarak isimlendirilen bir vergilendirme ile
yapılmaktadır. Bu vergi, toprağın değeri üzerinden alınan advalorem bir vergi
türüdür. Toprak Değer Artış Vergisi, dünyada birçok ülkede uygulanan emlak
vergilerinden farklıdır. Çünkü bu Vergi, yapılaşma ve toprağın çeşitli nedenlerle
yeniden değerlenmesi sonucunda alınan bir vergidir. Toprak Değer Artış Vergisi’nin
başarılı bir biçimde uygulanması bazı koşullara bağlıdır. Bunlar, Verginin tam ve
doğru olarak hesaplanması, elde edilen rantın gelire dönüşmesi halinde
vergilendirilmesinin sağlanması, rant elde eden kişinin doğru olarak tespit edilmesi
olarak sayılabilir (Land Value Tax, 2009).
Teoride, toprak sahibinin kimliği kayıtlı olduğu için vergilendirilmesi oldukça
kolaydır. Çünkü, toprak gizlenemeyen, vergi cennetlerine veya gizli elektronik
kayıtlara aktarılamayan bir varlık olduğu için bu ranttan elde edilen vergi de
kaçırılamayacak bir vergidir.
Toprak Değer Artış Vergisi uygulamasından Danimarka, Çin (Hong Kong ve
Tayvan) gibi bazı ülkeler ekonomik olarak faydalanmakta iken, Avustralya’nın bazı
bölümleri, Güney Afrika, Yeni Zelanda, ABD ve Kanada gibi ülkeler yerel düzeyde
uygulama yapmaktadırlar. Örneğin Pensilvanya’da 20 yıldan beri binaların değer
artışına küçük miktarda yerel vergi uygulaması yapılmaktadır (Wetzel, 2004).
Toprak Değer Artış Vergisi, Emlak Vergisi uygulamasına bir alternatif olarak
düşünülebilmektedir. Bu vergi uygulaması ile toprak rantı üzerinden alınacak vergi
oranı yükselirken, emlak üzerinden alınacak verginin oranı düşürülebilecek hatta
tamamen kaldırılabilecektir. Rant Vergisi, genellikle vergi toplanmasının maliyeti
düşük, verimli, arazi spekülasyonlarını azaltıcı, kalkınmayı hızlandırıcı etkilere
sahip bir vergidir. Bununla birlikte, değeri artan toprağın değerlemesi konusunda
politik kararların etkili olabileceğinin de göz önünde tutulması gereklidir. Arazi
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
65
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
değerindeki artışın vergilendirilmesi düşüncesi, bir alternatif ve reformist bir yapı
içermektedir. Politik ve ekonomik açıdan başarılı olmak için, arazilerin gelişmiş bir
değerleme sistemi ile değerlendirilmesi, sık sık yeniden değerlendirme yapılması,
değerlemede işlem hızının arttırılması, arazi kullanım planlaması yapılması ve
halkın bu konuda eğitilmesi gerektiği ifade edilmektedir (Dye ve England, 2009).
Rantın vergilendirilmesi yoluyla arazi spekülasyonu sonucunda elde edilen
kârlar düşmektedir. Toprak Değer Artış Vergisi uygulanması sonucunda elde
edilecek gelirler ile devlet yeni ulaşım ve altyapı olanakları sağlayabilir; böylece
yerel yönetimlerce uygulanan Belediye İş Vergisi, Damga Vergisi, Emlak Vergisi
gibi çeşitli vergilerin kaldırılabileceği; hatta, KDV oranlarının indirebileceği,
kazanılan vergi gelirlerinin artacağı, arazi fiyatlarının kontrol altında tutulmasına
yardımcı olacağı belirtilmektedir (Wetzel, 2004).
Aşağıda yer alan ülkeler, toprak değer artış kazançlarının vergilendirilmesine
yönelik yeterli yasal düzenlemeye sahip ve vergilendirme konusunda da oldukça
başarılı olmuş ülkelere örnek oluşturma bakımından incelenmiştir.
3.1. İngiltere’de Toprak Rantının Vergilendirilmesi
İngiltere’de toprağın değerlenmesiyle ortaya çıkan rantın vergilendirilerek,
devletin temel kamu gelirleri arasında yer alması hedeflenmiştir. Hatta, öyle ki
ücretler, kârlar, mal ve hizmetler üzerinden alınan vergilerin yerini alması gerektiği
bile tartışma konusu olmaktadır. “Toprak Rantının Vergilendirilmesi” adı verilen bu
politika ile ülkelerin kronik ekonomik problemlerin çözümünü de sağlayabileceği
belirtilmektedir.
Hemen hemen dünyadaki her ülke, işsizlik ve sefalet, zengin ve fakir arasında
giderek büyüyen gelir dağılımı adaletsizliği, konut yetersizliği, altyapı yetersizlikleri
ve çevre kirliliğinden etkilenmektedir. Bu ekonomik sıkıntılar, bilimde ve
teknolojide çok önemli gelişmeler olmasına rağmen devam etmektedir. Toprak,
üretilemeyen ve taşınamayan önemli bir üretim faktörüdür. Toplam toprak miktarı
sabittir. Bu nedenle, toprak rantı doğal olarak elde edilebildiği gibi, yapılan
yatırımlarla yapay bir biçimde de ortaya çıkabilmektedir. İşte, toprağın
alışılagelmişin dışında değerlenmesi durumunda da bu rant, temel kamu
gelirlerinden biri olmalıdır. Aslında, bu tam bir vergilendirme olarak da
adlandırılmayabilir. Daha çok toprağı kullanan kişilerin bu kullanım nedeniyle elde
ettikleri faydanın bir kısmını devlete ödemeleri olarak da adlandırılabilir (Land
Value Taxation, 2009).
Toprak Değer Artış Vergisi, bir mülkün kira geliri, tarladaki ürün değeri veya
üretilmiş ürünlerden alınan bir vergi değildir. Toprağın, bir yapının sadece geleceğe
dönük birtakım gelişmeler, iyileştirmeler sonucu değer kazanması nedeni ile alınan
bir vergidir (Land, 2000).
3.2. Avustralya’da Toprak Rantının Vergilendirilmesi
Avustralya’da Toprak Değer Artış Vergisi, uygulanan bir vergidir. Kurulca aksi
belirlenmediği sürece, çiftlik alanları ve kişilerin mesken olarak kullandıkları
gayrimenkuller, genellikle vergiden muaftır (Andelson, 2001:300). Ancak birçok
bölgede belirli bir miktarda değer artış vergisi uygulanmaktadır. Örneğin, New
South Wales Belediyesi, topraktaki değer artışı üzerinden alınan vergilerin tümünü
almakta, merkezi idare sadece çıkarılan madenler üzerinden vergi tahsil etmektedir.
Yani değer artış vergileri belediyeler için bir gelir olmaktadır. Sidney şehrinde
meydana gelen değer artışı üzerinden alınan vergilerin tümü belediyeye aittir.
66
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
Burada yapılaşma desteklenmekte, gecekondulaşma önlenmekte ve arsa fiyat
artışları stabilize edilmeye çalışılmaktadır (henrygeorge.org, 2009).
3.3. Çin ve Singapur’da Toprak Rantının Vergilendirilmesi
Çin ve Hong Kong, yüksek oranlı Toprak Değer Artış Vergisi’ni başarılı bir
şekilde uygulayan belki de en başarılı ülkelerdendir. Vergi gelirlerinin %35’inden
fazlasını toprak rantı üzerinden aldıkları vergilerden elde etmektedirler. Bu nedenle
de diğer vergi oranları oldukça düşüktür ve bütçesi genellikle fazla vermektedir
(Andelson, 2001:300).
Bu iki Asya şehir-devletleri küçük bir alana sahip olmakla birlikte, kalabalık bir
nüfus ve kentleşme yapısına sahiptir. Arazi kıtlığı nedeniyle toprakların önemli bir
kısmı kamuya aittir ve yatırımcılara uzun vadeli kiralama yolu ile dağıtılmaktadır.
Bu nedenle, kiralama sonucunda elde edilen toprak rantı gelirleri, kamu gelirlerinin
büyük bir bölümünü oluşturmaktadır (henrygeorge.org, 2009).
3.4. Danimarka’da Toprak Rantının Vergilendirilmesi
Danimarka gelir ve harcamalar üzerinden çeşitli vergiler almakta ise de, toprak
rantı üzerinden de vergi tahsilatı yapmaktadır. Toprak rantı üzerinden vergilendirme
çeşitli şekillerde olabilmektedir (henrygeorge.org, 2009).
-Arazi satış değerinin %4’ü vergilendirilmektedir.
-Yerel veya merkezi yönetim tarafından gerçekleştirilen bayındırlık hizmetleri
sonucu artan değer vergilendirilmektedir.
-Arazi değerlerinde meydana gelen artış üzerine merkezi hükümet tarafından
ulusal vergi uygulaması yapılmaktadır.
4. Türkiye’de Rant Gelirlerinin Vergilendirilmesi Süreci
Türkiye’de tarım topraklarının amacı dışında, kentsel kullanımlar için
spekülasyonlara alet edilerek arsa haline getirilmesi, arsa ve arazi fiyatlarındaki
aşırı, yapay artışların ve spekülasyonun önlenmesi, arsalardan sağlanan kazançların
bu kazançların doğmasına yol açan kamu yönetimlerine geri verilmesi, kentsel
gelişmenin denetlenmesi, arsa politikasının temel araçları arasında yer almaktadır
(Sevindik, 2009:54).
Türkiye’de, kentsel dönüşüm ve kentsel planlama süreci sonrasında ortaya çıkan
rant gelirlerinin tam olarak vergilendirildiğini ifade etmek güçtür. Kentsel rantın
oluşumunda merkezi idare kadar yerel yönetimlerce yapılan planlamanın da önemi
bulunmaktadır. Bu çerçevede, 1981 yılında kaldırılmasına kadar belediyelerce alınan
şerefiyeler, harcamalara katılma payı ile Gelir Vergisi Kanunu’nun 80. maddesinde
yer alan gayrimenkul değer artış kazancı üzerinden alınan vergileri bu kapsamda
değerlendirmekte yarar bulunmaktadır.
4.1. Yerel Yönetimlerce Tahsil Edilen Harcamalara Katılma Payı ve
Şerefiyeler
Bir kamu tüzel kişisi olarak tüm kamusal yetkileri elinde tutan devlet, bu
yetkileri bizzat kullanabileceği gibi, bunları yetki devrinin genel kurallarına uymak
suretiyle başkalarına da devredebilir. Bazı ülkelerde ve Türkiye’de bazı vergi, resim
ve harçların tarh ve tahsili yerel yönetimlere devredilmiştir (Nadaroğlu, 1996: 192).
Devletin kendisinin toplama yetkisine sahip olduğu gelirleri, mahalli müşterek
ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yerel yönetimlere (belediyelere)
bırakması
suretiyle mahalli gelirler oluşmaktadır. Belediye gelirleri aynı zamanda belediye
harcamalarının finansman kaynakları olmaktadır (Yılmaz, 2008:76).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
67
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
Belediyeler, tekellerinde bulunan planlama yetkisiyle kentsel topraklar üzerinde
çok yönlü ve doğrudan etkilerde bulunurlar. Burada toprak rantının maksimize
edilmesi, kamusal yetkiler kullanılarak toprak rantı bölüşümünün yönlendirilmesi
söz konusudur. Bu rantların mümkün olanlarının kamu adına, kamu yönetimlerine
aktarılması gerekmektedir. Plan değişiklikleri veya plan çalışmaları ile oluşan
rantların vergilendirilmesi yönünde mevzuatımızda düzenleme bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, bu türlü rant getirici imar çalışmalarında, belediye ve diğer kamu
arazilerine ağırlık verilmesi durumunda, belediyeler ve diğer kamu kuruluşları
açısından yeni gelir kaynakları oluşacaktır (Şentürk, 2003:32).
Ülkemizde, 1981 yılında 2464 sayılı Kanunla uygulamasına son verilen
şerefiyeler, kamu tüzel kişilerinin gerçekleştirdikleri bayındırlık ve altyapı
hizmetleri ve imar uygulamalarından dolayı, kişilerin malvarlıklarında meydana
gelen değer artışlarıdır (Ulusoy ve Aydemir, 2006:99). Bir diğer tanımlama ile
şerefiye, kamunun karar ve etkinlikleri sonucunda, belli bir yerdeki taşınmaz
malların artan değerleri üzerinden yerel yönetimlerin aldığı bir tür taşınmaz
vergisidir (Keleş, 1980).
Şerefiye uygulamasında temel amaç, özellikle belediyelerin yapmış oldukları
bayındırlık, altyapı hizmetleri ve imar faaliyetleri sonucunda bazı kişilerin mal
varlığında meydana gelen değer artışlarının vergilendirilmesidir. Örneğin, yeni
yolların yapılması, mevcut yolların daha iyi hale getirilmesi, yeni meydanların
açılması gibi yapıldıkları yerdeki ev, dükkan, arsa ve tarlaların değerinde bir artış
meydana getirir. Belediye faaliyeti sonucu gayrimenkullerdeki değer artışında
sahiplerinin herhangi bir katkısı yoktur. Böyle bir durumda mal varlığında değer
artışı meydana gelenlerin, bu artışa neden olan faaliyetlerin harcamalarına
katılmaları öngörülmekte ve bu amaçla getirilen yükümlülüğe şerefiye denilmektedir
(Arısoy, 2005).
Şerefiyeden bahsedebilmek için herhangi bir imar faaliyeti sonucunda değer
artışlarının ortaya çıkması gerekmektedir. Ancak enflasyon, kentleşme, nüfus artışı,
spekülasyon ya da iktisadi büyüme gibi nedenlerle taşınmaz mallarda meydana
gelen değer artışı şerefiyenin değil, merkezi yönetime ait diğer vergilerin konusunu
teşkil eder (Ulusoy ve Aydemir, 2006:100). Ancak, şerefiye uygulaması 1981 yılı
itibarıyla yürürlükten kaldırılmıştır.
Ayrıca
belediyenin yapmış olduğu yol, kanalizasyon ve su tesisleri
harcamalarının bu hizmetlerden faydalananlardan alınmasına izin veren harcamalara
katılma payı uygulaması da belediyeler için gelir kaynağıdır.
Kamu tüzel kişilerin, özellikle belediyelerin altyapı ve bayındırlık
hizmetlerinden dolayı bazı kişilerin mal varlıklarının değeri artar. Yeni yolların
açılması, mevcut yolların daha iyi hale getirilmesi, park ve bahçelerin kurulması gibi
faaliyetler, yapıldığı yerlerdeki gayrimenkullerin değerini artırır. Bu değer artışının
sebebi belediye hizmetleridir. Belediye gelirleri arasında bulunan “Harcamalara
Katılma Payı”, yapılan hizmeti finanse etmek amacı ile alınmaktadır. Belediye
Gelirleri Kanunu’nun 3. Kısmında Harcamalara Katılma Payları başlığı altında; yol,
kanalizasyon ve su tesisleri harcamalarına katılma payları sayılmıştır. Kanununun
86. maddesinde yol harcamaları belirtilmiştir. Buna göre “Belediyelerce ya da
belediyelere bağlı müesseselerce alttaki şekillerde inşa, tamir ve genişletmeye tabi
tutulan yolların iki tarafında bulunan veya başka bir yola çıkışı olmaması dolayısıyla
bu yoldan yararlanan gayrimenkullerin sahiplerinden “Yol Harcamalarına Katılma
68
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
Payı” alınır. 2464 sayılı Kanunda belirtildiği üzere, harcamalara katılma payı bina ve
arsalarda vergi değerinin %2’sini geçemez.
4.2. Gelir Vergisi Kanunu (GVK)’nun 80. Maddesi Çerçevesinde Yer Alan
Değer Artış Kazançlarının Vergilendirilmesi
Ülkemizde 1970 yılında yürürlüğe giren 1318 sayılı Finansman Kanunu ile
gayrimenkul kıymet artışlarının vergilendirilmesine yönelik düzenlemeler mevcut
bulunmakta iken, 1982 yılında, 2588 sayılı Kanun ile bu vergi yürürlükten
kaldırılmış bulunmaktadır.
Gayrimenkul Kıymet Artışı Vergisi’nin kanunlaşma gerekçesinde aşağıdaki
ifadelere yer verilmiştir. “Kalkınmakta olan ülkemizdeki tasarrufların olumlu
sahalara kaydırılması ile ilgili iktisadi ortam, bir taraftan teşvik tedbirleri ve istikrar
politikası yoluyla hazırlanırken öte yandan spekülatif karakterdeki gayrimenkul
yatırımlarının cazibesini azaltmak amacıyla bina, arazi ve arsaların devir ve
temlikinden doğan değer farklarını müterakki bir tarifeyle vergilendiren bir kıymet
artışı vergisi bu tasarıya alınmıştır.” Görüldüğü üzere, Gayrimenkul Kıymet Artışı
Vergisi’nin konuluşundaki gaye, spekülatif karakterdeki gayrimenkul yatırımlarının
cazibesini azaltmaktır (Umay, 2006).
Söz konusu Finansman Kanunu’nda yapılan değişikliğin ardından gayrimenkul
Kıymet Artışı Vergisi yürürlükten kaldırılırken, 193 sayılı GVK’nın 80. maddesinde
yer alan hükmünde, GVK’nın 70. maddesinin 1, 2, 4 ve 7 numaralı bentlerinde1
yazılı gayrimenkullerin iktisap tarihinden itibaren başlayarak beş yıl içinde elden
çıkarılmasından doğan kazançların değer artış kazancı olarak vergilendirileceği
belirtilmektedir.
Bununla birlikte, gayrimenkul alım-satım işlerinin arızi nitelikte değil de sürekli
olarak yapılması durumunda elde edilen gelirin vergilendirilmesi, diğer kazançlar ve
irat olarak değil, ticari kazanç hükümlerine göre yapılmaktadır (Bilici, 2009:187).
GVK’nın 80. maddesinde yer alan hüküm, gayrimenkul satış karının tespitine
yönelik olan bir düzenlemedir. Buna göre, gayrimenkulü satın alan bir kişi beş yıl
içinde gayrimenkulünü elden çıkaracak olursa, aradaki fark değer artış kazancı
olarak
beyan
edilerek
vergilendirilecektir.
Değer
artış
kazancının
vergilendirilmesinde her yıl belli bir miktar muafiyet kapsamına alınmaktadır. 2009
yılı gelirleri için bu miktar 7.600 TL’dir. Bu miktarın üzerinde kalan değer artışı için
GVK’da yer alan artan oranlı tarife üzerinden (%10-%35) vergi ödenmesi söz
konusu olacaktır.
Değer artışı, şahıs ve işletmelerin, ticari işlemlerine ait bilançolarına girmeyen
maddi ve gayri maddi iktisadi kıymetlerin satış, bir ivaz karşılığında devir ve temlik
edilmesi, trampa, takas, kamulaştırma, devletleştirme ve ticaret şirketlerine sermaye
olarak konulması gibi nedenlerle elden çıkarılması halinde, bunların yeni
değerleriyle iktisap değerleri arasındaki müspet farktır.
1
GVK’nın 70. maddesinin 1, 2, 4 ve 7 numaralı bentlerinde bahsi geçen gayrimenkuller şunlardır:
1- Arazi, bina (Döşeli olarak kiraya verilenlerde döşeme için alınan kira bedelleri dahildir.), maden suları,
menba suları, madenler, taş ocakları, kum ve çakıl istihsal yerleri, tuğla ve kiremit harmanları, tuzlalar ve
bunların mütemmim cüzileri ve teferruatı,
2- Voli mahalleri ve dalyanlar,
3- Gayrimenkul olarak tescil edilen haklar,
4- Gemi ve gemi payları (motorlu olup olmadıklarına ve tonilatolarına bakılmaz) ile bilumum motorlu
tahmil ve tahliye vasıtaları.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
69
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
Yeni kanun tasarısı ile getirilecek düzenlemede mevcut beş yıllık süre on yıla
çıkarılarak daha farklı bir vergilendirme yapılması planlanmaktadır.
Değer artış kazancının oluşumunda belli bir süre sınırı konulmasının nedeni, bu
süre içerisindeki satışların kazanç sağlama amacı ile yapılmış olduğunun kanun
koyucu tarafından kabul edilmiş olmasıdır (Turut, 2009:225).
Söz konusu kanun tasarısına göre; yol, metro, köprü, park, okul, hastane gibi
kamu hizmetleri sonucunda sahibine rant sağlayan gayrimenkullerden devletin pay
alması planlanmaktadır. Taslakta yer alan düzenlemeye göre, edindiği gayrimenkulü
bir yıl içinde satanlar, elde edilen rant gelirinin %10’unu düşecek, geri kalan % 90’ı
için beyanda bulunup, gelir vergisi ödeyecek. Gayrimenkulünü ikinci yılda satanlar,
değer artış kazancının %20’sini düşüp, %80’inin vergisini verecek. Kentsel rantlarda
vergiden düşülecek tutar, üçüncü yılda %30, dördüncü yılda %40, beşinci yılda
%50, altıncı yılda %60, yedinci yılda %70, sekizinci yılda %80, dokuzuncu yılda
%90 olarak planlanmakta, bir yıl içinde elden çıkarılan gayrimenkulden elde edilen
değer artış kazancının %90’nın, dokuzuncu yılda ise kazancın yüzde 10’unun
vergilendirilmesi amaçlanmaktadır (Dünya Gazetesi, 2009).
Bu uygulama ile gayrimenkulü hemen alıp satanlar daha fazla vergiye tabi
olacaklardır. Ancak burada uygulama açısından birtakım sorunlar ortaya
çıkabilecektir. Çünkü, tapuda yapılan alım-satım işleri gayrimenkulün vergi
değerine göre yapılmakta, bu değer de genellikle gerçek alım-satım değerinin altında
kalmaktadır. Dolayısıyla vergilendirme yapılırken gerçekten elde edilen kazancın
vergilendirilebilmesi için gayrimenkul alım-satım değerlerinin tam ve doğru olarak
tespit edilmesi büyük önem taşımaktadır.
Bunun dışında bir diğer sorun da, kentsel dönüşüm ve planlama çerçevesinde
yapılan yol, metro, hastane, alışveriş merkezi gibi yapılanmalar sonucunda değeri
artan gayrimenkullerin nasıl vergilendirileceğidir. Bu gayrimenkullerin
vergilendirilmesi yapılırken, çok önceden satın alınmış ve uzun süredir sahiplerince
kullanılan, mülkiyeti devam eden yapıların rant elde etmek amacıyla yeni satın
alınmış gayrimenkullerle aynı kefeye konulmaması gerektiğidir. Ancak, uzun
zamandır orada yaşayan gayrimenkul sahiplerinden ortaya çıkan refah artışı
nedeniyle harcamalara katılma payı olarak belli bir miktar gelirin tahsil edilmesi de
yerinde bir uygulama olacaktır.
Değer artışı meydana gelen gayrimenkullerin gerçek alım-satım değerinin tespiti
için, bir takdir komisyonun kurulması, alınan kararların objektif kriterlere uygun
olup olmadığı bakımından denetiminin yapılması ve gerektiğinde yargısal mercilere
başvurma hakkının olması yönünde hüküm konulmasında yarar bulunmaktadır.
Gayrimenkullerin gerçek piyasa değerinin tespit edilmesi ve alım-satımının
piyasa değeri üzerinden yapılabilmesi için bir diğer öneri de taşınmaz sigortası
yaptırılmasının zorunlu hale getirilmesidir. Böylece gayrimenkuller piyasa değeri
üzerinden sigorta yapılmış ve birçok riske karşı malikler korunmuş olacaktır. Bunun
yanı sıra da alım-satım sırasında sigorta poliçesinde yer alan değer, gayrimenkulün
alım-satım değeri olarak kullanılmış olunacaktır.
Sonuç
Kentli nüfusu hızla artan, kentleri alabildiğine büyüyen, kent sorunlarının
çözümü giderek güçleşen bir ülkede yaşıyoruz. Sağlıksız ve çarpık kentleşme, kıt
ekonomik kaynaklar üzerindeki baskısını sürekli olarak duyumsatmaktan geri
70
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
kalmıyor. Hatta kimi zaman ekonomik gelişmenin hızını yavaşlatmak pahasına…
Kaçak yapılaşmanın ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal ve estetik sonuçları,
yurttaşların hem kendi aralarındaki, hem de devletin her basamaktaki kurumlarıyla
ilişkilerini etkiliyor. Mülkiyet hakkının birey ve toplum açısından taşıdığı önemi tam
anlamıyla kavramış olmayan yurttaşların hukuk dışı tutum, eylem ve davranışları
nedeniyle, hukukun üstünlüğü ilkesi bile zaman zaman sarsıntılarla karşılaşabiliyor
(Mengi ve Keleş, 2003:7).
Her türlü kentsel işlev toprak üzerinde gerçekleştirilmektedir. Değişik hizmet ve
ekonomik etkinliklerin zorunlu toprak gereksinmesi, kentsel toprak talebini arttırır.
En kıt kaynakların başında gelen toprak kullanımı diğer kentsel sorunların da
belirleyicisidir.
Toprağın tarımsal kullanımından kentsel kullanımına geçilmesi arsa olarak
altyapısının hazırlanması, yol, yeşil alan ve benzeri kamusal hizmetlerin sunulması,
arsa değerini artıran yönetsel işlemlerdir. Değer artırıcı bu doğal etmenlerin yanı sıra
çoğaltılamayan ve taşınamayan bir mal olarak toprak sahibine tekel niteliğinde bir
konum ve gelir sağlar. Yerel yönetim ve çevre ilişkileri açısından kentlerin değişen
ekonomik fonksiyonları ve bunlara bağlı olarak değişen kent içi ekonomik
faaliyetler ve kentin her türlü kapasitesini zorlayan, aşan insan akınları özel öneme
sahiptir. Bu durum, değişen süreçlerle kentsel topraklar üzerindeki baskıları giderek
arttırırken, bir yandan, mevcut kent yapısı üstünde yoğunlaşma yaratıp, diğer yandan
kentin periferiye doğru yayılmasını getirmektedir.
Kentsel toprakların çevresel kaygılar içererek ve uzun döneme yönelik olarak
planlanması, yerel yöneticilerin hizmet vermesini kolaylaştırıp, verilecek hizmetlerin
maliyetlerini düşürdüğü gibi, daha da önemlisi bu hizmetleri olası kılar. Toprağın bir
kazanç aracı olması ve spekülasyona maruz kalması, kentlerdeki yeşil alanların
giderek küçülmesine yol açarken, her geçen gün daha da artan yeşil alan
gereksinimi, kent yöneticilerini, örneğin deniz doldurarak yeşil alan elde etmek gibi
yetersiz, pahalı ve başka ekosistemlerin dengesini bozan girişimlere
götürebilmektedir. Aynı şekilde, kentsel tarihi dokuyla uyumsuz; içinde ve
çevresinde yaşayan insanları psikolojik açıdan olumsuz etkileyen, iş verimliliğini
düşüren yapılaşmaların ortadan kaldırılmaları, alınması neredeyse olanaksız radikal
kararlara bağlıdır (Ökmen, 2003:45-46).
Türkiye’de son zamanlarda, gerek kentsel dönüşüm gerekse metro, yol, hastane,
alışveriş merkezi gibi yapılanmalar nedeniyle mevcut arsa, arazi ve binalar
üzerinden önemli miktarlarda rant gelirleri ortaya çıkmaktadır. Özellikle
spekülasyonlar sonucunda kent toprağı üzerinden yaratılan rant gelirlerinin, mevcut
vergi düzenlemeleri ile tam olarak kavranamadığı ve vergi dışı kaldığı
görülmektedir. Ancak inceleme konusu yapılan ülkelerde de görüldüğü üzere,
ülkelerin bütçe gelirleri içerisinde önemli bir paya sahip olan değer artış kazançları,
özellikle yerel yönetimlere gelir kaynağı oluşturma bakımından dikkat çeken bir
uygulamadır.
Kentin geliştirilmesi yapılan planlama ve kentsel dönüşüm planları çerçevesinde
sağlanmaktadır. Ancak bu faaliyetlerin finansmanı mevcut bütçe gelirlerinden
karşılanmaya çalışılmaktadır. Ayrıca söz konusu yapılaşmalar nedeniyle nüfus
yoğunluğunun artışı, orada yaşayanlara sunulması gereken hizmetleri daha da
artırmaktadır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
71
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
Görüldüğü üzere, kentsel planlama ve dönüşüm çerçevesinde, kamusal otorite
tarafından sağlanan rantın, belli kesimler üzerinde kalması ile gelir dağılımında
adaletsizliğe devlet eliyle neden olunmaktadır. Burada yapılması gereken, elde
edilen rantın, gelire dönüşmesi halinde vergilendirilmesi, vergi gelirlerinin artan
kamusal ihtiyaçların karşılanmasında kullanılmasıdır.
Kentte meydana gelen değer artışları sonucunda ortaya çıkan kentsel rantlardan
alınacak vergi gelirlerinin merkezi yönetim yerine belediyelere aktarılması,
belediyelerin
finansman
sorunlarının
çözümünde
bir
öneri
olarak
değerlendirilmelidir.
Gayrimenkullerin değer artışlarının vergilendirilmesine ilişkin olarak getirilecek
yeni düzenleme rantın vergilendirilmesinde olumlu bir başlangıç olarak görülmekle
birlikte, değer artışının nasıl tespit edileceği konusu da oldukça önem taşımaktadır.
Mevcut durumda değer artışları vergi değeri üzerinden hesaplanmakta, gerçek
gelirler tam olarak kavranamamaktadır. Yapılması gereken, objektif kriterlerle alt
yapısı oluşturulmuş değerleme komisyonu kurulması, komisyonca alınan kararlarda
denetim ve yargı yolunun açık olmasının sağlanmasıdır. Gayrimenkullerin gerçek
alım-satım değerinin tespit edilebilmesi için ödemelerin izlenmesine çalışılmalı,
bankalar, sigorta şirketleri ve tapu müdürlükleri ile işbirliği içinde olunmalıdır.
Kaynakça
Andelson, R. V. (2001), Land-Value Taxation Around the World, Studies in
Economic Reform and Social Justice, Wiley Blackwell, ISBN 978-0631226130.
Arısoy, N. S. (2005), “Yerel Yönetimlerde Reformun Gerekliliği”, Sonbaskı Sanal
Dergi, Yıl: 2, Sayı: 2, www.sonbaski.com.
Arslan, R (1997), Arazi Kullanış Ekonomisi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimarlık
Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, İstanbul.
Bayram, A. M (2009), “Kentleşme ve Konut Sorunumuz Üzerine Bir İnceleme”,
www.yayed.org.tr/resimler/ekler/c221309746013ac_ek.doc?...(20/10/2009).
Bilici, N. (2009), Vergi Hukuku, 21. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara.
Boratav, K.(1980), Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm, Ankara Üniversitesi, Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yayınları No.454, Ankara.
Çelik, K. (2007), “Tarım Topraklarının Kentsel Arsa Olarak İmara Açılmasının
Getirmiş Olduğu Sorunlar”, TMMOB, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası,
11. Türkiye Harita Bilimsel ve Teknik Kurultayı, Ankara.
Dünya Gazetesi, http://www.dunya.com/haber.asp?id=59819,(05/09/2009).
Dye, R. F. ve Richard, W. E. (2009), Land Value Taxation, Theory, Evidence, and
Practice, May, USA.
Ekonomi Sözlüğü (1989), Verso Yayınları, Ankara.
Ertürk, H. ve Sam, N. (2009), Kent Ekonomisi, Ekin Yayınları, Bursa.
Gökbunar, A. R. (1997), “Türk Vergi Sisteminde Reform Gereği”, Prof.Dr. Nezihe
Sönmez’e Armağan, DEÜ, İİBF Maliye Bölümü Yayını, İzmir.
Güler, B. A. (1992), Yerel Yönetimler, TODAİE Yayını, Ankara.
Ilgın, Y. (2002), “Kayıtdışı Ekonomiyi Tahmin Yöntemleri ve Türkiye’de Durum”,
Planlama Dergisi, Özel Sayı, DPT’nin Kuruluşunun 42. Yılı,
http://ekutup.dpt.gov.tr/planlama/42nciyil/ilginy/kayitdis.pdf (10/10/2009).
İrem A., “Arsada Özel Mülkiyetin Kamu ve Toplum Yararına Düzenlenmemesinin
Yarattığı Sorunlar”, www.hkmo.org.tr. (15/05/2010).
72
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M. ÖKMEN, H.YURTSEVER
Karaman, Z. T. (1995), Kent Yönetimi ve Politikası, Anadolu Matbaacılık, İzmir.
Kaya, E. (2008) “Kentsel Rantların Vergilendirilmesi”, http://www.yerelsiyaset.com
(26/10/2009).
Keleş, R. (1980), Kentbilim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınevi, Ankara.
Koethenbuerger, M. ve Poutvaara, P. (2007) “Rent Taxation in a Small Open
Economy:The Effect on Transitional Generations”, Discussion Paper No. 2559,
January.
Köktürk, E. ve Köktürk, E., “Türkiye’de Kentsel Dönüşüm ve Almanya Deneyimi”,
İstanbul,
www.hkmo.org.tr/resimler/ekler/8N6E_ffaca95e3e5242b_ek.doc
(01/11/2009).
Land, Manifesto for a Sustainable Society, (2000), http://policy.greenparty.org.
uk.pdf. (10/10/2009)
Land Value Tax, wikipedia, http://en.wikipedia.org/iki/Land_value_tax#
Economic_effects, (01/10/2009).
Land Value Taxation, (2009) http://www.landvaluetax.org/introduction-to-landvalue-tax-campaign.html (20/10/2009).
Land Value Taxation Around the World, http://www.henrygeorge.org/rem4.htm.
(25/10/2009).
Mengi, A. ve Keleş, R. (2003), İmar Hukukuna Giriş, İmge Kitabevi, Ankara.
Nadaroğlu, H.(1996), Kamu Maliyesi Teorisi, Beta Yayınları, İstanbul.
Nasiboğlu, S., Bektaş, H. ve Önal, İ. (2008), “Kentsel Dönüşüm ve Demiryolu
Uygulamaları”, 2. Uluslararası Demiryolu Sempozyumu, www.ulasim2023.org.
(01/11/2009).
Ökmen, M. (2003), Kent, Çevre ve Globalleşme, Alfa Yayını, İstanbul.
Reuter, F. (2004), Bodenordnung bei Stadtumbau und Stadtrückbau, www.gi.geo.tudresden.de/bo/Hauptseite/veroeffentlichung/stadtumbau.pdf, (01/09/2009).
Sevindik, S. (2009), “İmar Planlarıyla Oluşan Kentsel Rantın Kamuya
Kazandırılması için Ülkemizde Kullanılan Araçlar”, Mahalli İdareler Dergisi,
Sayı:175, Mart, 53-64.
Sırma R., Turgut E. ve Çaçtaş, C. (2009), “Gecekondu Alanlarında Kentsel
Dönüşüm Uygulamasına Bir Örnek: Küçükçekmece/Ayazma Tepüstü Kentsel
Dönüşüm Projesi”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Cilt:18, Sayı:3.
Spiegel, W. H. (1971), The Growth of Economic Thought, Duke University Pres,
Durhan, North Carolina.
Şentürk, H. (2003), Belediyeler İçin Etkin Kaynak Yönetimi Rehberi, Belediye
Yönetim Dizisi, İstanbul, www.platodanismanlik.com/v2/images/k6.doc,
(01/10/2009).
Tabakoğlu, A., “Klasik Kapitalist İktisat”, www.enfal.de/sosyalbilimler/k/038.htm,
(15/03/2010).
Tekeli, İ. (1982), Türkiye’de Kentleşme Yazıları, Turhan Kitapevi, Ankara.
Tekeli, İ. (2001), Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Yayını, Ankara.
Turut, Ş. (2009), Vergisel ve Hukuki Boyutlarıyla Arsa Karşılığı İnşaat İşleri,
Yaklaşım Yayıncılık, Ankara.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü, http://tdkterim.gov.tr&kelime=rant&ayn=tam
(26/10/2009).
Ulusoy A. ve Aydemir T. (2006), Mahalli İdareler, Seçkin Yayınları, Ankara.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
73
Kentsel Planlama Sürecinde Oluşan Kamusal Rantın Vergilendirilmesi
Umay, M. A. (2006) “Kentsel Rantlar Nedeniyle Oluşan Gelirlerden Kamunun Pay
Alması Gerekmez mi?”, Mali Kılavuz Dergisi, Sayı:31.
Wetzel, D. (2004), “The Case For Taxing Land”, http://www.newstatesman.com,
(26/11/2009).
Yılmaz, N. (2008) “Bir Otokontrol Sistemi Olarak Belediyelerde Harcamalara
Katılma Payı”, Sayıştay Dergisi, Sayı:71.
74
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten
Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve
Geleceğe İlişkin Beklentiler
M. Cahit GÜRAN*
Serpil OĞUZ**
Özet
Geçtiğimiz 50 yılda kamu ekonomisi alanında önemli bir gelişim ve değişim
yaşanmıştır. Bu alanda yaşanan en önemli değişim; 1930’lu yıllardan itibaren
Keynesyen iktisadın etkisiyle maliye politikasının makro ekonomik analizi olarak
benimsenen kamu ekonomisinin, 1980’lerden itibaren mikro ekonominin uygulamalı
bir dalı haline gelmesidir. Böylece daha önce kamu gelirleri ve vergi analizi gibi
kısıtlı konularla sınırlı olan kamu ekonomisinin kapsamı, öncelikli konuları ve
kullandığı araçlarda önemli bir dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönüşümle birlikte devlete
bakış açısı, devletin ekonomideki rolü ve etkenliğinde de önemli bir değişim
gözlenmiştir. Son 20-30 yıllık dönemde ise, liberalizasyon ve küreselleşme eğilimleri
devletin ekonomideki rolünü ve kamu ekonomisi alanını yeniden şekillendirmiş ve
şekillendirmeye devam etmektedir. Bu çalışmanın amacı; kamu ekonomisi alanında
19. yüzyıldan başlayarak özellikle son 50 yıllık dönemde yaşanan gelişmeleri ele
almak, günümüz kamu ekonomisi literatüründe öne çıkan konuları incelemek ve
önümüzdeki dönemde önem kazanacak konularla ilgili öngörüde bulunmaktır.
Anahtar Kelimeler: Kamu Ekonomisi Alanı, Gelişmeler
Developments in the Field of Public Economics from Past to Present and
Expectations Regarding Future
Abstract
In the last 50 years, there has been significant change and development in the
field of public economics. The major change in public economics is the
transformation of the field from a macroeconomic based and Keynesian oriented
*
Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected] Daire Başkanı, Dış Ticaret Müsteşarlığı, [email protected] **
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
75
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
one into an applied area of microeconomics. Thus, its domain and tools have
expanded considerable and gone beyond the mere study of public revenues and tax
analysis. Along with this transformation, the perception of the state, its role and
effectiveness in the economy have changed substantially as well. Within the last
three decades, liberalization and globalization trends redefined the role of state and
the field of public economics, and have gone on to redefine. The goal of this study is
to evaluate development of the field beginning from the 19th century especially in the
last 50 years, to analyze forefront issues in the public economics literature, and to
predict subjects that may become major research areas in the future.
Key Words: Field of Public Economics, Developments
JEL Classification Code: H00
Giriş
Kamu sektörünün ekonomik olarak değişen rolüyle birlikte, temel inceleme alanı
kamu sektörü olan kamu ekonomisi çalışma alanında da önemli değişmeler ortaya
çıkmaktadır. 20. yüzyılda devletin büyüklüğü alanında aşamalı olarak bir genişleme
yaşanmıştır. Bu tespiti destekleyecek en iyi gösterge; gelişmekte olan ülkelerde 1913
yılında %12,7 olan kamu harcamalarının GSMH’ye oranının 1995 yılında %44,8
düzeyine yükselmiş olmasıdır (Tanzi ve Schuknecht, 2000:6-7). Devletin ekonomik
alandaki faaliyetindeki bu genişlemede; Marksist ve sosyalist düşüncenin gelirin
yeniden dağıtımına yönelik artan baskısı, Keynesyen iktisadın etkileri, kamu malları
ve dışsallık konularındaki iktisat literatüründeki gelişmeler ve az gelişmiş ülkelerin
kalkınma sorunlarının aşılmasında devlete atfettikleri güvenin önemli katkıları
olmuştur. Son 30 yılda liberalleşme ve deregülasyon eğilimleri ile birlikte tersine bir
gelişme trendinin, devletin ekonomik faaliyetinin yapısını ve büyüklüğünü
küçültecek şekilde değiştirdiği söylenebilir. Bu değişmeye bağlı olarak, kamu
ekonomisinin hem kapsamı hem de kullandığı araçlarda gelişmeler olmuştur.
Özellikle devletin yeniden yapılandırılması çerçevesinde özelleştirme, ticaret
engellerinin azaltılması, faiz oranlarının kontrolü ve kredi tahsislerine yönelik
müdahalelerin sınırlandırılması ve fiyat kontrollerinden vazgeçilmesi politikaları ön
plana çıkmıştır (Tanzi, 1997:9-17). Diğer yandan artan uluslararası işbirliği ve
pazarın büyümesinin, kamu ekonomisini geleneksel anlamda ilgilendiği vergiler ve
kamu harcamaları konularının dışına kaydırmakta olduğu da görülmektedir.
Günümüzde devletin rolü, iç ve dış politika taleplerine cevap verecek şekilde
değişmektedir. Devlet bir yandan ulusal sınırlar içinde piyasa başarısızlıklarını
düzeltmeye yönelik faaliyetlerine devam ederken, diğer taraftan da uluslararası iş ve
finans çevrelerinin değişen talep ve beklentilerini dikkate alarak politikalar üretmek
zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla bu durum, devletler açısından eski ulus devlet
anlayışından farklı olarak ulusal ve uluslararası talepleri harmanlayan yeni bir
anlayışı temsil etmektedir.1
1
Örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliğine entegrasyon süreci bunun iyi bir örneğini oluşturmaktadır.
Maastricht Kriterleri bütçe açığı ve borç büyüklükleri üzerine sınırlamalar getirerek kamu maliyesinin
amaçlarını ve araçlarını önemli ölçüde değiştirmektedir. Benzer şekilde, Türkiye’nin IMF ile imzaladığı
istikrar programlarının; kamu gelir ve harcama politikaları, bütçe dengesi, faiz dışı fazla ve bunların
detaylarına ilişkin önemli kısıtlamalara sahip olduğu görülmektedir. 76
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
Bu konuda iki gelişme yukarıda yapılan tespiti doğrulamaktadır. İlk olarak
küreselleşme süreci, hükümetlerin vergi toplama kapasitelerinin düşmesine yol
açarak ve vergi politikalarını kısıtlayarak, ulusal vergi politikalarını olumsuz
etkilemektedir (Tanzi ve Schuknecht, 2000:241-242; Andersen ve Sørensen,
2008:2). Bölgesel ticaret anlaşmaları ticaretin liberalleşmesini sağlarken aynı
zamanda ülkelerin başta gümrük vergisi olmak üzere vergi gelirlerinin düşmesine
neden olmaktadır. Lodin (2002)’e göre; artan uluslararası finansal hareketlilik, yeni
iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, sınır ötesi yatırım fırsatlarının artması, knowhow gibi hareketli üretim faktörlerinin artan önemi ve bazı işgücü ve çalışanların
hareketliliğindeki artış, küreselleşmenin ulusal vergi politikaları üzerinde olumsuz
etkiler yaratmasına yol açmıştır. Das-Gupta (2008:32-33), bu faktörlere ülkelerin
yeni yatırımları çekmek için vergi cenneti haline gelmelerini de eklemekte ve buna
bağlı olarak gelecek yıllarda vergi gelirlerinin hükümetlerin toplam gelirleri içindeki
önemi azalırken, vergi dışı gelirlerin öneminin artacağını ifade etmektedir. İkinci
olarak, gelişmekte olan ülkelerin geçtiğimiz yıllarda kamunun finansmanı açısından
kullandıkları iki önemli kaynak; özelleştirmeler, dış borçlar ve yardımlar olmuştur.
Özellikle dış borçlar ve yardımlarla birlikte gelen koşullar, devletlerin bu gelirleri
nasıl kullanacağını ve yürütülecek politikaları şekillendirmektedir (Kaul,
2006:73-96).
20. yüzyılın başlarından itibaren yaşanan gelişmeler, devletin yapısını ve kamu
ekonomisi çalışma alanının kapsamını nasıl dönüştürdüyse, son 20-30 yıllık
dönemde ulusal ve uluslararası ortamdaki değişmelerin de benzer sonuçlarının
olması kaçınılmazdır. Bu çerçevede, devletlerin dışsal talepleri dikkate alma
konusunda birbirleriyle rekabet ettikleri “rakip devletler” (Stopford vd. 1991:65-96)
yerel ve dışsal politika beklentilerini dengeli olarak karşılayan “aracı devlet” (Kaul,
2006:93) modelleri gibi devlet modellerinin devlet yapısındaki değişmeyi açıklamak
üzere geliştirildiğini görüyoruz. Bu gelişmelerin eş zamanlı olarak kamu
ekonomisinin kapsamı, öne çıkan konular ve kullanılan yöntemler üzerinde de bazı
değişmelere yol açması beklenmelidir.
Bu çalışmanın amacı; kamu ekonomisi alanında 19. yüzyıldan başlayarak,
günümüze kadar yaşanan gelişmeleri ele almak ve günümüz kamu ekonomisi
literatüründe öne çıkan konuların üzerinde durarak, önümüzdeki dönemde daha çok
hangi konuların önem kazanacağı konusunda öngörüde bulunmaktır. Başka bir ifade
ile; kamu ekonomisi çalışma alanının geçmişini, bugününü ve geleceğini inceleme
altına almaktır.
Çalışma ile özellikle kamu ekonomisi alanında mesleğinin ilk basamaklarını
tırmanan yüksek lisans ve doktora öğrencileri ile her kademedeki akademisyenlere
ve uygulamacılara önemli katkıların sağlanacağı düşünülmektedir. İlk olarak,
özellikle bu alanda tez, kitap ya da makale gibi çalışmalar yapacak olanlara konu
seçimi konusunda yol göstermek amaçlanmaktadır. İlgili alanda gerek lisans gerekse
de lisansüstü eğitim alanında ders materyali olarak kullanılan materyallerin
içeriğinin optimize edilmesine yardımcı olmak ve bu alandaki uygulamacıları
özellikle uygulamada karşılaşılan yeni durumlar ve sorunlar ile ilgili olarak
geliştirilen kavram, bağlam ve çözümlerin ne olduğu konusunda bilgilendirmektir.
Çalışma dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, konu hakkında giriş
mahiyetindeki bilgileri içermektedir. İkinci bölümde, kamu ekonomisi alanında 20.
yüzyılın başlarından bu yana yaşanan önemli gelişmeler ele alınmakta, günümüzde
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
77
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
öne çıkan konular ve bu konularla ilgili temel bakış açısı ortaya konulmaktadır.
Üçüncü bölümde ise, önümüzdeki yıllarda daha çok çalışılacak ve/veya önem
kazanacak konulara değinilecektir. Son kısım ise, sonuç ve değerlendirmeleri
içermektedir.
1. Geçtiğimiz Yıllarda Kamu Ekonomisi Alanında Önem Kazanan Konular
Bu bölümde 19. yüzyıldan başlayarak kamu ekonomisi alanında yaşanan önemli
gelişmelere değinildikten sonra, geçtiğimiz 30 yılda bu alanda yaşanan
gelişmelerden bahsedilecektir. Özellikle ilgili alanın kapsamı, devlet kavramına
atfedilen değer ve bu alanda kullanılan yöntem açısından gelişmeler ele alınarak,
kamu ekonomisinin gelişimi incelenecektir. Ancak bu açıklamalara geçmeden önce
aşağıdaki açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi ilgili alanın isimlendirilmesine
ilişkin farklılığa bir açıklık getirilmesinin yararlı olacağı düşünülmektedir. İlgili
literatür incelendiğinde bu alanın “Kamu Maliyesi” (Public Finance) ya da “Kamu
Ekonomisi-Kamu Sektörü Ekonomisi” şeklinde farklı isimlerle isimlendirildiği
görülmektedir. İlgili alana yönelik ders kitapları incelendiğinde de bu farklılığa
uygun adlarda kitaplara rastlanmaktadır. (Rosen ve Gayer, 2008; Myles, 1995 ve
2000). Bu konuda Hewett (1987), ilgili alanda incelenen 13 ders kitabından sadece
ikisinin “Kamu Ekonomisi” ismini taşıdığı ve bu ismin yanıltıcı şekilde kitabın
içeriğinde makro iktisat konularının da içerildiği düşüncesini yarattığı tesbitini
yapmakta ve bu nedenle “Kamu Sektörü Mikro İktisadı” isminin daha uygun
olabileceğini ifade etmektedir. Bu alanın ismiyle ilgili bu kadar çeşitliliğin
bulunmasının nedenlerinden birisi; ilgili alanın kapsamına ilişkin tarihsel olarak
yaşanan gelişmedir. 20. yüzyıla kadar ilgili alanda temel inceleme konusu; özel
olarak vergiler ve genel olarak da kamu sektörünün finansmanı olarak düşüldüğü
için alan adı olarak “Kamu Maliyesi” uygun bulunmuştur. Ancak daha sonraki
dönemlerde kamu harcama teorisi ve harcamaların analizi konularındaki çalışmalar,
çalışmalarda kullanılan yöntem ve bu konuların ilgili alanda kazandığı önemli
konum, bazı iktisatçılar tarafından bu alanın “Kamu Ekonomisi” şeklinde daha
temsil edici bir adla isimlendirilmesine yol açmıştır. Dolayısıyla bizim çalışmamız
boyunca da farklı isimlerin kullanılmasının, bu çerçevede düşünülmesi
gerekmektedir.
19. yüzyılda ekonomistler kamu maliyesindeki tek ilgi alanının vergiler olması
gerektiğini düşünmekteydiler. Hükümet harcamalarının büyüklüğü ve
kompozisyonu, tamamen politik konular olduğundan, bunların ekonomik analiz
açısından uygun konular olmadığına inanılmaktaydı (Blaug, 1978:354; Musgrave ve
Peacock, 1984:xi). Üstelik bu yaklaşım genel olarak 1950’li yıllara kadar da hakim
bir düşünceyi temsil etmiştir. Örneğin daha önceki dönemlerde yazılmış diğer kamu
maliyesi kitaplarındaki gibi, bu alanın en temel eseri olan Musgrave’in “Kamu
Maliye Teorisi” (The Theory of Public Finance) adlı çalışmasında, kısmi denge
açısından vergilerin fiyat, miktar ve etkinlik kaybı üzerindeki etkileri
incelenmektedir. Bu kitap her ne kadar kamu maliyesi literatüründe önemli bir
kilometre taşı olsa da, iki açıdan önemli eksikliklere sahip olduğu söylenebilir. İlk
olarak, 1962 yılında Harberger’in uyguladığı genel denge yaklaşımından yoksun
olmasıdır. İkinci olarak, kitabın genel olarak kamu harcamalarının ilkelerini
incelemesine rağmen, özel olarak harcama alanlarının analizini içermemesidir
(Feldstein, 2002:320). Aslında kamu maliyesine yönelik bu yaklaşım, 20. yüzyılın
78
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
başlarında değişmeye başlamıştır. Pigou’nun 1912 yılında yayımlanan “Wealth and
Welfare” adlı eseri ile Dalton’un 1922 yılında “Kamu Maliyesinin İlkeleri”
(Principles of Public Finance) adlı kitabında, harcama teorisinin kamu maliyesinin
bir parçası olması için gerekli entelektüel dayanak sağlanmıştır. Samuelson’un
“Kamu Harcamaları Teorisine” ilişkin 1954 tarihli eseri ve Coase’in “sosyal
maliyet” konusundaki 1960 tarihli makalesi, II. Dünya Savaşı sonrasında “kamu
malları ve dışsallıklar” konusunda iki önemli katkıyı oluşturmuştur. Politik
kararların ekonomik analizini yapmak için kullanılan “Kamu Tercihi Teorisi” de
savaş sonrası dönemde daha güçlü bir yapıya kavuşmuştur. 1950’li yıllarda ve
1960’lı yılların başında yaşanan teorik gelişmeler, 1960’lı yılların sonunda kamu
maliyesi kitaplarına girmeye başlamıştır. 1967’de Herber’in “Modern Kamu
Maliyesi” (Modern Public Finance) adlı kitabında kamu mallarına ayrı bir vurgu
yapılmış ve 1973’te Due ve Friedlaender’ın “Devlet Maliyesi” (Government
Finance) adlı kitabında kamu malları ve dışsallıklar konusunda tamamen bağımsız
ayrı bir bölüme yer verilmiştir. 1986 yılında yayımlanan Stiglitz’in “Kamu Sektörü
Ekonomisi” (Economics of the Public Sector) adlı eseri, kamu harcamaları teorisi ve
analizine, kitabın yarısını bu konuya ayıran ilk lisans kitabı olarak yer vermiştir.
Kamu malları ve dışsallıklar konusuna lisans kitaplarında artan şekilde yer
verilmesi; piyasa başarısızlığı teorisinin benimsendiğinin ve kamu maliyesinin
mikro ekonominin uygulamalı bir alanı olarak görüldüğünün genel bir kabulüdür
(Hewett, 1987:426).
Kamu ekonomisi alanında yukarıda aktarılan bu ana eksen kaymasının yanında
önemli bir gelişme de, temel inceleme konusu olan devlete bakışla ilgilidir. Özellikle
1929 krizi sonrasında piyasaların yaşadığı çöküş, piyasalara ve piyasa aktörlerine
yönelik olarak çok önemli bir güven kaybı yaratmış ve Keynesyen makro iktisadın
da etkisiyle ekonomik hayatta yaşanan boşluğu dolduracak en önemli aktör olarak
devlet görülmüştür. Özellikle bu bakış açısının bir sonucu olarak, Francis Bator
(1958:351-379)’ın “Piyasa Başarısızlıkları Teorisi” ve bu başarısızlıkların
tedavisinde devletin mutlak rolü, ilgili alanın en temel kabullerinden biri haline
gelmiştir. Ancak bu yaygın ve bir o kadar da sorgusuz kabul edilen yaklaşıma karşı
hem teorik hem de uygulamada kanıtlar, zaman içerisinde dengeleyici bir bakış
açısıyla kamu sektörünün de mükemmel işlemediği ve bünyesinde kendine özgü
sorunlar barındırdığı düşüncesinin gelişmesine yol açmıştır. 1970’li yıllar boyunca
hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde devlete olan inancın zayıflamaya
başladığı görülmektedir. Kamuya olan inancın azalmasının ekonomik modellere
yansıması ise, kamunun faaliyet alanının vergi ve fiyatların davranışlar üzerindeki
bozucu etkilerinin hesaba katılarak sınırlandırılması ve gelişmekte olan ülkelerde
devlet kontrolü ve planlamaya güven kaybı şeklinde olmuştur (Stern, 2002:336). Bu
gelişmelerde Menger, Böhm-Bawerk, Mises ve Hayek gibi Avusturya İktisat Okulu;
Mundell ve Laffer gibi Arz Yanlı İktisat Okulu; Fridman, Schwartz gibi Chicago
Okulu; Buchanan, Tullock ve Niskanen gibi Kamu Tercihi Okulu’nun çalışmaları
etkili olmuştur.
Devlete karşı oluşan güven kaybı 1980’li yıllarda bir anlamda devlet düşmanlığı
şekline dönüşmeye başlamış ve devlet sorunları tespit ederek, gerekli politikaları
oluşturmakla sorumlu bir kurum olarak görülmek yerine, devletin kendisi sorun
olarak görülmeye başlanmıştır. Bu dönemde, “politik iktisat” alanına artan ilgiyle
birlikte, kamusal kararlar açıkça kamusal yararı gerçekleştirmeye yönelik kararlar
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
79
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
olarak değil, her biri kendi çıkarını gözeten birçok özel amacın bir bileşkesi olarak
değerlendirilmeye başlanmıştır (Stern, 2002:336-337). Tullock ve Buchanan
(1962)’ın yaptığı çalışmalarda, objektif bir kamu yararı kavramının olamayacağı ve
devletin ekonomik faaliyetlerinin serveti yeniden dağıtma etkisinin oldukça büyük
ve çoğu zaman bu etkinin rant kollama davranışları tarafından yönlendirildiği
düşüncesi işlenmiştir. Politik iktisadın açıklamaları; uygulamadaki politika oluşum
süreci, idari ve bürokratik yapı ve kamu sektörü faaliyetlerinin sonuçları üzerinde
etkisi olan kısıtlar hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bugün, 1980’lerin sonunda
ve 1990’ların başında birçok ülkede politikada baskın olan “özelleştir, devleti
ekonominin dışına çıkar, piyasanın kaynak dağılımı yapmasını ve mümkün olan her
yerde kararları vermesini sağla” şeklindeki basit ve dogmatik yaklaşımlar geride
bırakılmıştır. 1980’lerin sonunda komünist rejimlerin çökmesi ile birlikte planlı
ekonomiden piyasa ekonomilerine geçişten çıkarılması gereken en önemli ders, iyi
işleyen piyasaların etkin bir devlete ve onu destekleyen kurumlara ihtiyacı
olduğudur. Bugün, hem kamu başarısızlığı sorunları ile ilgili anlayışımız hem de
başta bilgi problemi olmak üzere piyasanın başarısızlıklarına ilişkin anlayışımız
geçmiştekine göre çok daha derinleşmiştir (Stern, 2002:337). Artık genel olarak
kabul edilen düşünce piyasa ve piyasa dışı iktisadi organizasyonlar arasında yapılan
seçimin; mükemmel olmayan iki alternatif arasında yapılan bir seçim olmasıdır
(Wolf, 1993:182-189). Dolayısıyla, devletin piyasaya dönük müdahalelerinin
ekonomik yapı üzerindeki etkilerinin ne olduğu, mevcut bir piyasa başarısızlığı
üzerindeki etkilerinin ne olduğu önemli bir soru haline gelmiştir. Özellikle Coase’un
çalışmaları (örneğin (1960)); devletin yaptığı faaliyetlerin de üretim maliyetlerine
ilaveten işlem maliyetleri olduğunu göstermiştir. Bu nedenle kamu ekonomisi
alanında piyasa başarısızlıklarına müdahale ederek, kaynak tahsisi sonuçlarını
iyileştirecek ve sıfır işlem maliyetiyle çalışan bir devlet algısı yerine, herhangi bir
düzenleme yapmasının ya da politika uygulamasının işlem maliyetleri olan ve kimi
zaman kaynak tahsislerini daha da bozabilen bir devlet algılaması gelişmiştir. Bu
şekilde bakıldığında, dogmatik tercihler yerine, piyasa ve devletin göreceli
maliyetleri üzerine kurulu bir fayda-maliyet analizinin iktisatçılarca kabul edildiği
söylenebilir.
Kamu ekonomisinde geçtiğimiz yıllarda kapsamı ve devlete yüklenen değer
açısından önemli değişmeler ve gelişmeler yaşanırken, bu alanda yaşanan en önemli
değişimlerden birisi de; kamu ekonomisinin makro ekonomik bir yaklaşımdan daha
çok mikro ekonomik bir yaklaşımla ele alınmaya başlanmış olmasıdır. Kamu
ekonomisi 1920’li yıllarda Keynes’in de etkisiyle maliye politikasının makro
ekonomik analizi olarak benimsenirken, 1980’li yıllardan itibaren mikro ekonominin
uygulamalı dalı haline gelmiştir. 1926 yılında Keynes’in “Genel Teori” adlı eserinin
yayımlanmasını takiben kamu maliyesi kitaplarına yansıyan makro ekonomik
yaklaşım, 1960-1980’li yıllarda bu konuların ayrı bir disiplin olarak makro iktisat
disiplinine terk edilmesiyle sonuçlanmış ve kamu harcamaları analizi ile kamu
tercihi teorisi konuları kamu maliyesi ders kitaplarında daha çok yer bulmaya
başlamıştır (Stiglitz, 2002:341; Hewett, 1987:426). 1970 ve 1980’lerin sonunda
hanehalkı ve firma seviyesinde veri tabanlarının gelişmesi, vergiler ile ekonomik
birimlerin davranışlarını etkileyen diğer faktörler konusunda yeni açılımlara imkân
sağlamıştır. Bu da ampirik kamu ekonomisi alanında hızlı gelişmelere ve ekonometri
alanında çalışan birçok kişinin ilgisinin kamu ekonomisi alanına yoğunlaşmasına yol
80
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
açmıştır. Kamu ekonomisinde uygulamalı araştırmanın gittikçe artan kullanımı, bu
alanda “yaşlanma iktisadı” (economics of aging), “okul finansmanı ekonomisi” gibi
özel alt alanların oluşmasına yol açmıştır. Bu alanlarda devam eden çalışmalar,
kamu ekonomisinin ilgilendiği sorunlar olmakla birlikte, sağlık ekonomisi,
demografi, çalışma ekonomisi gibi diğer alt alanlarda kullanılan araç, kavrayış ve
yöntemleri de kullanmaktadır (Poterba, 2002:20). Bu bakış açısını destekleyen iki
tespit; Atkinson (1993:6) ve Gordon ve Poterba (2002:309) tarafından yapılmıştır.
Atkinson’a göre; alanın en önemli dergilerinden biri olan Journal of Public
Economics adlı derginin 1972-1974 yılları arasında çıkarılan ilk üç ve 1992-1993
yılları arasında çıkarılan 48-50. ciltlerinde yayınlanan uygulamalı çalışmaların oranı
yaklaşık %25’dir. Aynı şekilde 2000-2002 yıllarını inceleyen Gordon ve Poterba,
uygulamalı çalışmaların oranının yaklaşık %40 düzeyinde gerçekleştiğini tespit
etmektedir. Dolayısıyla, yukarıda bahsedilen bakış açısına uygun bir gelişmenin çok
güçlü ve hızlı bir şekilde gerçekleşmese de ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Kamu ekonomisi alanında önemli bir gelişme de kısmi denge modelleri yerine
genel denge modellerinin kullanımının yaygınlaşması ve bu alandaki gelişmelerdir.
İktisat teorisi ve ekonometri alanında yaşanan gelişmeler, kamu ekonomisi alanında
da yeni araştırma konuları için fırsatlar yaratmıştır. Özellikle iktisat teorisi
alanındaki gelişmeler kamu ekonomisinin gelişiminde kritik bir rol oynamaktadır.
Kamu ekonomisi çalışma alanı esas olarak bir “genel denge” alanıdır. Sadece
hükümet politikalarının iktisadi davranışlar üzerindeki birincil etkileri ile değil, aynı
zamanda genel denge değişiklikleri yoluyla fiyatlar ve davranışlar üzerinde yarattığı
ikincil ya da dolaylı etkiler ile de ilgilenmektedir (Poterba, 2002:29). Kamu
ekonomisi alanında Marshalgil Kısmi Denge (Marshalian Partial Equilibrium)
Modellerinin ötesine geçilmesine yol açan; Musgrave’in kitabının genel dengeye
dönük yapısı, Samuelson (1958)’un Çakışan Nesiller Modeli (Overlapping
Generations Model-OLG)’ni geliştirmesi ve hemen hemen aynı dönemlerde Arrow–
Debreu tarafından geliştirilen Modern Rekabetçi Genel Denge Modeli ve son
dönemlerde geliştirilen Hesaplanabilir Genel Denge Modeli (Computable General
Equilibrium Model-CGE) vergileme ve sosyal güvenlik konularındaki analizin temel
yöntem ve yaklaşımını oluşturmuştur. Ancak, son dönemlerde geliştirilen büyük
ölçekli simülasyon yöntemi kullanılarak, davranışsal iktisat alanında kaydedilen
gelişmeler önem kazanmıştır. Özellikle vergileme ve sosyal güvenlik alanında
uygulanan politikaların bireylerin iktisadi davranışlarını ne yönde etkilediğinin
analizinde hem günümüz hem de gelecek için ümit vadetmektedir (Diamond,
2002:311-312). Simülasyon modelleri dışında, deneysel iktisat uygulamalarındaki
gelişmelerin de önemli bir açılımı temsil ettiği düşünülmektedir.
Geçtiğimiz 30-40 yıllık zaman dilimi içinde kamu ekonomisi alanında önemli
olan, önem kazanan ve önemini yitiren konuların ne olduğu da cevap verilmesi
gereken bir diğer önemli sorudur. İlgili alanda geçmiş yıllarda pareto etkin ve/veya
optimal vergileme, rekabetçi olmayan piyasa yapılarında vergi yansıması, vergi
reform teorisi, etkinliği ve eşitliği artıran vergi reformları, asimetrik bilgi ve piyasa
başarısızlıkları, yerel yönetimlerin finansmanı, bir kamu malı olarak gelirin yeniden
dağıtımı, politik ekonomi-kamu tercihi teorisi, vergi yönetimi ve vergi kaçakçılığı,
kurumlar vergisi ve yatırımlar üzerine etkisi, açık ekonomiler ve sermayenin
hareketi, geçiş ekonomileri, kamu hizmetleri sunumunun kapsamı ve biçimi, asilvekil problemi, sosyal güvenlik ve emeklilik fonları, çevresel politikalar, vergi
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
81
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
mükelleflerinin tutumları, kamu harcama kuralları ve sosyal iskonto oranlarının
belirlenmesi ve eğitim ekonomisi konularının önemli çalışma konularını oluşturduğu
görülmektedir (Stiglitz, 2002:341-360; Atkinson, 1993:7; Gordon ve Poterba,
2002:310; Poterba, 2002:20-25). Bundan sonraki başlıklarda, saydığımız bu
konularda gerçekleşen gelişmelerin neler olduğu sorusuna daha yakından
bakılacaktır.2
1.1. Gelir Vergisinin Hanehalkı Davranışları Üzerindeki Etkisi
1970’lerin ortasından itibaren gelir vergisinin vergi mükelleflerinin
davranışlarını nasıl etkilediği konusundaki anlayışımızda önemli bir gelişmenin
yaşanmasına neden olan üç faktör bulunmaktadır. Birincisi, vergilemeden
etkilenebilecek istihdam arzı, tasarruf kararları, sosyal yardımlaşma konularında
bilgi sağlayan kamu bilgi setlerinin artan mevcudiyetidir. İkincisi, hanehalkı
davranışının analizi konusunda yatay kesit ve panel veri analizlerine yönelik
ekonometrik yöntemlerdeki hızlı gelişmelerdir. Yeni ekonometrik yöntemlerin
uygulanmasına yönelik ilk uygulamalar, vergilerin ve sosyal güvenlik
programlarının hanehalkının istihdam arzı ve diğer davranışlarını nasıl etkilediğine
yöneliktir. Bu durum, 1970 ve 1980’lerdeki panel veri yöntemleri ile 1990’lardaki
parametrik olmayan yöntemlerin analizi için de büyük ölçüde geçerlidir. Üçüncü
faktör, 1970-1980’lerde marjinal vergi oranlarında önemli değişiklikler yaratan bazı
vergi reformlarının yaşanmış olmasıdır (Poterba, 2002:21). Bu reform
hareketlerinde, özellikle 1980 sonrası liberalizasyon sürecinin ve küreselleşmenin
etkilerinin olduğu söylenebilir. Çeşitli ülkelerde vergi yapıları ve marjinal vergi
oranlarında yaşanan bu değişiklikler, kamu maliyesi alanında ekonometrik ve diğer
tekniklerle gözleme dayalı çalışmaların sayısında önemli bir artışa yol açmıştır.
Gözleme dayalı çalışmalar dışında simülasyon modelleri ve oyun teorisi modelleri
çerçevesinde gelişen deneysel çalışmalar da bu alanda farklı bir kulvarda bilgi
düzeyinin artmasına katkı sağlamıştır.
Yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlar ve literatüre katkıları genel olarak şu
şekilde sunulabilir (Poterba, 2002:21-22): İlk olarak; mükellefler, gelirin ya da
finansal varlıkların kısa vadeli olarak yeniden tahsisi yoluyla vergi sorumluluklarını
azaltacak şekilde davranmaktadır. Bu durum vergi mükelleflerinin marjinal vergi
oranlarına duyarlılığı ile ilgilidir ve özellikle yüksek gelirli hanehalklarının bu
konudaki duyarlılığı oldukça yüksektir. İkinci olarak, çalışma saati ve işgücüne
katılım kararlarının marjinal vergi oranlarına duyarlılığının yüksek olduğu
bulunmuştur. Ancak emek arzını belirleyen-etkileyen tek değişkenin vergiler
olduğunu düşünmek de yanlıştır. Bunun dışında çalışma süresi, yapılan işin niteliği,
yaş ve cinsiyet gibi faktörlerin de sonuçlar üzerinde etkili olduğu tespit edilmektedir
(Stiglitz, 2000:542). Örneğin evli erkeklerin emek arzının ücret değişikliklerine
duyarsız olduğu bulunmuşken (Triest 1990:491-516), evli kadınların emek arz
esnekliklerinin daha duyarlı olduğu sonucuna ulaşılmıştır (Mroz, 1987:765-799).
Çalışma süresi gibi istihdam arzını doğrudan etkileyen faktörlerin dışında işin
zorluğu veya iş seyahatlerinin mevcudiyeti gibi diğer faktörlerin de emek arzı
üzerinde etkilerinin olduğu bilinmektedir. Ancak, bu etkilerin ne ölçüde olduğu belli
değildir. Üçüncü olarak, vergi teşviklerinin analizi konusunda vergi sisteminin bir
2
Konuların tasnifinde Poterba (2002) çalışmasındaki sistematik benimsenmiş olup, diğer çalışmalarda
ortaya konulan yaklaşımlardan da gerekli oldukça yararlanılacaktır. 82
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
kısmına yönelik değil, tümüne ilişkin kapsamlı bir görüş oluşturulması
gerekmektedir. Örneğin, servet vergisi ve gelir vergisi kişilerin yaşam boyunca
yapacakları yardımların niteliğinin (ivazsız intikal veya miras şeklinde) belirlenmesi
açısından etkili olmaktadır.
Ayrıca, hanehalklarının davranışının sadece mevcut vergi oranlarından değil,
geçmişteki ve gelecekte beklenen vergi oranlarından da etkilenebildiği konusunda
zayıf da olsa gelişen bir düşünce bulunmaktadır. Bu son tespit, Ricardo tarafından
ortaya atılan ve daha sonra Barro (1974:1095-1117) tarafından geliştirilen Ricardocu
denklik modeli ile de uyumludur. Bu modele göre; kişiler sadece bugünkü vergilere
göre değil gelecekteki muhtemel vergileri de dikkate alarak, tüketim kararlarını
verirler. Yaşam döngüsü ve sürekli gelir teorilerine dayanan bu modele göre,
vergilerin bugünkü değeri değişmeyeceğine göre; mevcut vergilerdeki bir değişiklik,
mevcut tüketimi etkilemeyecektir. Barro analizlerini daha da ileriye götürerek,
vergilerdeki bir düşüşün, tasarruflarda aynı düzeyde bir artışa yol açacağı ve bütçe
açıkları ile vergilerin tüketim üzerindeki etkilerinin birbirinin aynı olduğu sonucuna
ulaşmıştır.3
1.2. Sosyal Güvenlik Programlarının Özendirici Etkileri
1970’lerin ortalarından itibaren hanehalkı veri setleri, kamu maliyesi
araştırmacılarının işsizlik sigortası, işçi tazminatı, sağlık sigortası (Medicaid) gibi
sosyal güvenlik programlarının etkilerini çalışmalarına imkân sağlamıştır. Bu
çalışmalar, bu programların emek arzı, tasarruf, emeklilik kararı, iş arama, sağlık
güvencesinin kullanılması gibi değişik davranışlar üzerindeki etkileri konusunda
bulgular sağlamıştır (Poterba, 2002:22). Feldstein (1974:905-926) sosyal güvenlik
şemsiyesinin ABD’deki özel tasarrufları %60’a kadar düşürebileceğini
öngörmektedir. Benzer şekilde her 100 dolarlık sosyal güvenlik refahının özel
tasarruflarda 2,8 dolarlık bir azalışa yol açtığı tespit edilmiştir (Feldstein, 1996:151164). Bununla birlikte sosyal güvenliğin tasarruflar üzerinde pozitif etkilere sahip
olduğu durumların var olduğunu tespit eden çalışmalar da vardır (David ve
Menchik, 1985:421-434; Leimer ve Lesnoy, 1982:606-629).
Sosyal güvenlik şemsiyesinin, işgücüne katılım kararları üzerinde de etkili
olduğu bilinmektedir. Boskin ve Hurd (1978) hızla büyüyen sosyal güvenlik
programının, işgücüne katılımı azaltan faktörlerden birini oluşturduğu sonucuna
ulaşmaktadır. Bazı araştırmalarda ülkeler arası farklılıkları ortaya koyan kaynaklar
kullanılmakta, bazılarında ise programların eyaletler arası farklılıkları ortaya
konulmaktadır. Örneğin, son yıllarda yapılan araştırmalar işgücü piyasasının dışına
çıkmış yaşlılara yönelik cömert programlar sağlayan ülkelerde, işgücü piyasasından
çekilme oranının daha yüksek olduğunu göstermektedir. ABD’de yapılan
araştırmalar, eyaletler arasında farklı şekilde uygulanan Medicaid programından
yararlanan kişilerin, emek arz kararları ve sosyal güvenlikten yararlanma
davranışlarının etkilendiğini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, sosyal güvenlik
programları ve hanehalkı davranışlarının analizinde yeni geliştirilen ekonometrik
3
Küresel krizle birlikte hükümetlerin istihdamı artırıcı politikalara girişmesi ve bu politikaları para arzını
ve kamu borçlarını artırarak karşılamaya çalışması, Rikardocu denklik teoreminin gerçek hayatta test
edilmesi için yeni bir fırsat yaratmaktadır. Örneğin, ABD’de 2008 Mayıs ayında dağıtılan vergi iadeleri,
bireylerin bu kaynakları o dönemdeki marjinal tüketim eğilimi çerçevesinde harcamaya çevireceği
beklentisiyle yapılmıştır. Ancak, bireyler, gelecek durgunluğu düşünerek, tüketim yerine tasarruflarını
artırmışlardır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
83
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
teknikler de; neden bazı eyaletlerde politikalar değişirken bazılarında aynı kaldığı ve
dışsal şoklara karşı hanehalkı davranışlarının tepkileri konusunda bilgi
sağlamaktadır. Bir grup araştırmanın, sosyal güvenlik programlarının hanehalkı
davranışlarını etkilediğini ortaya koyması sonucunda, politika yapıcıların program
oluşturma davranışı da etkilenmektedir. Dolayısıyla davranışsal değişikliklerin
programın maliyetini ve etkinlik sonuçlarını etkileyebileceği konusunun önemi daha
çok anlaşılmaktadır (Poterba, 2002:22). Yapılan çalışmalar belirlenen emeklilik
yaşının, bireylerin emeklilik kararını etkilediğini ve bireylerin o yaş sınırından sonra
çalışmama eğiliminde olduklarını göstermektedir (Diamond and Gruber, 1999:452453; Gruber ve Wise, 2005:32-36).
1.3. Sermaye Geliri Üzerindeki Vergilerin Etkinliği ve Yansıması
Sermaye geliri ve özellikle kurumlar vergisinin ekonomik analizi geçtiğimiz
yaklaşık 30 yıllık dönemde kamu maliyesi alanındaki en aktif araştırma alanlarını
oluşturmuştur. Bu alan, araştırma sonuçları ile kamu politikası konusunda en
belirgin ilişkinin yaşandığı alanlardan biridir. Bu alandaki ilk önemli gelişme;
kurumlar vergisi yapısının dikkatli incelenmesi ile birlikte, sermayenin maliyeti ve
farklı sermaye malları için etkin vergi oranlarının hesaplanması için genel denge
modellerinin kullanılması olmuştur. Sermaye gelirlerinin vergilendirilmesi
konusunda ikinci önemli gelişme, vergi yansıması konusunda “varlık fiyatı”
yaklaşımının başlatılmasıdır. 1980 öncesinde kurumlar vergisi yansıması
konusundaki tartışmaların büyük kısmı, çok sektörlü modeller kapsamında
yapılmaktaydı. Bu modellerde, sermayenin farklı kullanımlar arasında serbestçe yer
değiştirebileceği, ancak toplam sermaye arzının sabit olduğu varsayılmaktadır.
Varlık fiyatı yaklaşımı, tersine olarak sermayenin kısa vadede bir kullanımdan
diğerine yeniden tahsis edilemeyeceği anlayışını getirmiştir. Emlak piyasasına
yöneltilmiş bir sermaye varlığının bu piyasadaki vergi yükünün artması sonucunda
sanayi tesisi ve ekipmanına kolayca transfer edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle,
bir varlığın vergisinin artması ve diğerinin vergisinin düşmesi, bu varlıkların cari
fiyatlarında değişikliğe yol açacak, başka bir ifade ile kapitalize edilecektir. Bu fiyat
değişiklikleri ise, vergi sonrası getirisi en yüksek sektörlerde yatırım yapılması için
yol gösterici olacaktır. Varlık fiyatı yaklaşımının bir başka katkısı, yeni sermaye ile
eski sermaye arasındaki vergi yükü farklılıklarını da açıklamaya yardımcı olmasıdır.
Geçtiğimiz yıllarda yaşanan üçüncü gelişme; şirketler üzerindeki ortalama vergi
oranları kadar, yeni yatırımlar üzerindeki marjinal vergi oranlarının da yatırım
eğilimlerini etkilediğinin tespit edilmesidir. Bu tespit; firmaların karşı karşıya
olduğu iç ve dış sermaye piyasaları arasındaki farklılıkların daha iyi anlaşılmasına
yol açmıştır. Bu alanda ifade edilebilecek son gelişme; teorik araştırmaların,
sermaye gelirinin optimal bir şekilde vergilendirilmesi konusunda yeni görüşler
yaratmış olmasıdır. Örneğin araştırmacılar, optimal durağan durum sermaye vergi
oranının sıfır olduğunu keşfetmişlerdir. (Poterba, 2002:23).
1.4. Bütçe Açıkları ve Dönemler Arası Maliye Politikaları
Musgrave’in 1959 yılı çalışması, “The Theory of Public Finance”, kamu
ekonomisini üç bölüme ayırmıştır. Bunlardan birincisi, ekonomik kaynakların
tahsisi, ikincisi ekonomik kaynakların dağıtımı, üçüncüsü ise ekonomik
dalgalanmaların istikrarı konularıyla ilgilidir. Ancak, geçtiğimiz yıllarda istikrar
konuları üzerindeki araştırmalar makroekonomi ve parasal ekonomi alanlarına
kaymış, kamu ekonomistleri verginin ve harcama programlarının mikroekonomik
84
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
etkileri konuları üzerinde yoğunlaşmışlardır. Buna önemli bir istisna, bütçe
açıklarını ölçmeye ve maliye politikasının nesiller arasındaki sonuçlarını
değerlendirmeye yönelik yöntemlerdeki gelişmelerdir. 1970’ler enflasyonun bütçe
büyüklükleri ve açıkları hakkında farklı bir bakış açısının geliştirilmesine yol
açmıştır. Enflasyonist dönemlerde kamu borçlarının reel olarak azalması, standart
bütçe istatistiklerinin yanıltıcı olmasına yol açmaktadır (Poterba, 2002:24). Olivera
(1967) ve Tanzi (1978) enflasyonist ortamlarda vergi gelirlerinin reel değerinin
düşeceğini buna bağlı olarak da bütçe açıklarının büyüyeceğini ifade etmişlerdir.4
Bu konuda yapılan bir diğer çalışmada (Patinkin 1993) ise, varolan bütçe açıklarının
monetizasyon yoluyla kapatılmasına çalışılmasının, kamu harcamalarının reel
değerinin azalmasına yol açtığı sonucuna ulaşılmıştır.5 Türkiyenin yakın dönem
ekonomi tarihi incelendiğinde hem Olivera-Tanzi Etkisi hem de Tanzi-Patinkin
Etkisinin test edilmesi ihtiyacını doğuran çok uzun süreli enflasyonist bir ortamın
olduğu görülecektir. Bu konuda Türkiye üzerine son dönemde yapılmış önemli
çalışmlar vardır (Şen, 2003; Çavuşoğlu, 2005; Abdioğlu ve Terzi, 2009). Bu
konudaki bir diğer bakış açısı değişikliği; ABD’de 1980’lerde yaşanan tasarruf ve
borç krizi, politika yapıcılara ve kamu ekonomistlerine mali dengelerin
değerlendirilmesi sırasında gelecekte muhtemel yükümlülük artışlarının da dikkate
alınmasının önemini öğretmiştir. Sosyal güvenlik programları, bir devletin bugünkü
bütçe istatistiklerini etkilemese de devletin gelecekteki bütçe büyüklükleri üzerinde
etki yapmaktadır. Buna benzer etkilerin devletin sahip olduğu varlıkların değerinin
artması ya da azalması şeklinde de ortaya çıkması mümkündür (Poterba 2002:24).6
Bütçe kurallarının analizi konusundaki ikinci ilerleme; standart bütçe
istatistiklerinin resmin tamamını görmemizi engelleyen kısıtları olduğunun
anlaşılmış olmasıdır. Devletin yıllık bütçesi, toplumun bir kısmını vergilendirerek
diğer bir kısmına fayda sağlayan, uzun ve dönemler arası bir mali programdır.
Örneğin finansman açısından etkileri yıllar boyunca devam edecek bir sosyal
güvenlik programı; gelecek nesiller üzerine önemli vergisel yüklerin yüklenmesi
demektir. Bu nedenle mali sistemin net etkilerinin yaşam boyu esasına göre
ölçülmesi önemlidir. Ancak geleneksel bütçe ölçümleri bu tür bir yaklaşıma uygun
değildir ve bu faktörleri dikkate alan tamamlayıcı bütçe hesaplamalarına ihtiyaç
olmaktadır (Poterba, 2002: 24).
1.5. Mali Sonuçların Pozitif Politik Ekonomi Modelleri
Geçtiğimiz yıllarda yaşanan en aktif ilerleme alanlarından biri; politika ve
ekonomi arasındaki etkileşimdir. Temsili demokrasilerde seçmen davranışı
modelleri ve politik sistemlerdeki dengenin doğası, vergi ve harcama politikalarının
türleri konusunda yeni ve daha açıklayıcı bir bakış açısının elde edilmesi amacıyla
kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca mali ve politik kurumların politika sonuçları
üzerindeki etkilerinin olduğu farkedilmiştir. 1970 ve 1980’lerde araştırmacılar mali
anayasa ve onun mali politika sonuçları üzerinde önemli tespitlerde bulunmuşlardır.
Örneğin seçimlerin yapılma periyodu ile yürütülen makroekonomik politikalar
arasında ilişki olduğu keşfedilmiş ve siyasi iktidarların seçim dönemlerinde daha
4
Literatürde daha çok Olivera-Tanzi Etkisi olarak bilinmektedir. Literatürde Tanzi-Patinkin etkisi olarak bilinmektedir. Bu tür bir analiz gerekliliği Türkiye’de 1999-2001 krizleri sırasında anlaşılmıştır. O güne kadar kamu
bankalarının bilançolarında biriktirilen görev zararlarının milli gelire oranı; yaklaşık %6,5 olarak
gerçekleşmiştir. 5
6
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
85
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
çok harcama yapma eğiliminde oldukları sonucuna varılmıştır. Literatürde “politik iş
döngüsü” olarak bilinen bu konu, daha yakın dönemlerde, çeşitli politik kurumların
ve anayasal kısıtlamaların bütçe açığı veya fazlasını nasıl etkilediği sorusuyla daha
farklı bir perspektif kazanmıştır. Ancak oldukça yetersiz şekilde tasarlanan ortanca
seçmen modeli geleneğinden gelen araştırmacıların çalışmaları, bu modelde
kurumların herhangi bir rolünün olmadığı varsayıldığından, bütçe açığını azaltmak
amacıyla geliştirilen yeni mali kuralların potansiyel etkisi hakkındaki sorulara cevap
verememiştir. Ayrıca bu tür bir yaklaşımla bazı yasama sistemlerindeki açık
finansmana yönelik pozitif eğilimi de açıklayabilmek mümkün olmamıştır. Ancak
son dönemlerde, oylama ve seçimle ilgili tercihlerin analizi ile bu tür sorulara cevap
verilmesi konusunda önemli bir gelişme kaydedilmiştir. Özellikle çalışmaların
önemli kısmı; hükümet başkanının veto yetkisinin ve parlementer muhalefetin bütçe
açıklarına etkisi gibi konulardan oluşmaktadır (Potertba, 2002:24-25). Aslında bu
alandaki gelişim Kurumsal İktisat Okulu olarak bilinen ve özellikle D.North’un
çalışmaları sonucunda önemli bir ivme kazanmış ve sistematik hale gelmiştir. North
(1990)’un temel yaklaşımı, toplumların sahip olduğu yazılı ya da yazılı olmayan
kurallar bütününden oluşan kurumsal yapının, o toplumun iktisadi faaliyetleri
üzerinde etkili olduğu ve ekonomik performansını belirlediği şeklindedir. Anayasal
iktisat teorisi çerçevesinde geliştirilen öneriler, bu alandaki somut politika
önerilerinin ele alındığı bir alanı oluşturmaktadır (Rowley, 1997:1-10).
1.6. Vergi Teorisi ve Optimal Vergileme
Vergileme alanında son dönemlerde yapılan çalışmaların bizi ulaştırdığı önemli
sonuçlar söz konusudur (Stiglitz, 2002:341-342). Bunlardan birisi; götürü vergiler
dışında bütün vergilerin iktisadi etkinlik üzerinde olumsuz etkilere sahip olduğu ve
vergi sisteminin yarattığı sosyal refah kaybı ile sapma sayısı arasında da bir ilişkinin
bulunmadığıdır. Başka bir ifade ile, ne kadar az sayıda vergi alınırsa, etkinlik
kaybının da o kadar düşük olacağı düşüncesi yanlıştır. Vergileme alanında gelişen
ikinci en önemli bakış açısı, etkin bir vergileme alternatifinin seçiminde
ekonomistlerin uzun zamandır kullandığı etkin kaynak tahsis mekanizmasının
kullanılabileceği düşüncesidir. Bu çerçevede Pareto etkin vergi yapıları
tanımlanabilir ve belirli bir sosyal refah fonksiyonu için alternatif vergi yapılarından
hangisinin Pareto optimal olduğu tespit edilebilir (Stiglitz, 1982:213-240; 1988:278288; Brito, 1990:61-77). Üçüncü kabul gören anlayış; özellikle bilgi sınırlılığı olmak
üzere çeşitli kısıtların optimal vergilendirmede oynadığı anahtar roldür. Hükümet
bireylerin durumu hakkında tam bilgiye sahip olsaydı, her bir kişinin farklı
vergilendirildiği Pareto etkin bir götürü vergi uygulaması mümkün olacaktır. Ancak,
gerçek hayatta bu mümkün değildir ve kaçınılmaz olarak devlet gözlemlenebilir olan
gelir ve mallar üzerindeki harcamaları vergilendirmek zorunda kalmaktadır.
Dolayısıyla Pareto optimal vergilemeye mal vergileri aracılığıyla ulaşılması
düşünülebilir. Ancak uygulamada kullanılan mal vergileme usulleri, Ramsey
(1927:47-61) tarafından tanımlanan optimal mal vergilemesinin niteliklerini
sağlamaktan çok uzaktır. Bunun temel nedeni; her şeyden önce tüketim ile boş
zaman arasında bir ayırım yapılabiliyorsa, mal vergilendirilmemesine ihtiyaç
olmamasıdır. İkinci olarak da; Ramsey’in optimal mal vergilemesi analizinde gelirin
vergilendirilemediği yönündeki gizli ve gerçekçi olmayan varsayımdır (Stiglitz,
2002:342). Optimal vergilemede bir başka önemli konu, optimal gelir vergisi ve mal
vergisi oranları ile tüketici tercihleri arasındaki ilişkidir. Önceki yıllarda gelir vergisi
86
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
ve mal vergisi politikaları analiz edilirken, bu iki vergi arasındaki ilişki dikkate
alınmamıştır. Ancak yakın geçmişteki araştırmalar, bu iki verginin birbiriyle ilişkili
olduğunu ve gerçek dünyada optimal vergi uygulamasının bu vergilerin sistematik
şekilde birlikte uygulanması ile mümkün olacağını ortaya koymuştur (Corlett ve
Hague 1953:21-30). Aslında hükümetler optimal doğrusal olmayan gelir vergisi
uygulama imkânına sahip olsalar hiçbir zaman mal vergisi uygulama ihtiyacı
duymayacaklardır. Ancak gelir vergisinin optimal olmadığı ve özellikle saptırıcı
olduğu bir dünyada, selektif mal vergilerinin etkinliği artırıcı etkiye sahip olması
mümkündür (Poterba 2002:25).
Kamu ekonomisinin geçtiğimiz yıllarda önemli bir gelişme kaydettiği diğer alan,
optimal vergilendirme ve optimal politika tasarımı teorisi konularıdır. 1970’lerin
başındaki teorik çalışmalar, gelir vergisinden kaynaklanan ekonomik çarpıklıkların
analizinde önemli bir öngörü sağlamıştır. Bu araştırmaların sağladığı önemli
kavrayışlardan birisi, optimal vergi ve transfer politikalarının tasarımında “kendi
seçim kısıtlarının” bulunmasının önemidir. Bu programlar oluşturulurken,
programın hedeflediği kitle arasında yer almayan bazı kişilerin programdan
yararlanabilmeye çalışabileceklerinin dikkate alınması gerekmektedir. Örneğin,
işsizlik yardımlarının çok cömert olması, bazı kişileri bu yardımdan yararlanmak
için işgücünü bırakmaya teşvik edebilecektir ya da marjinal vergi oranları çok
yüksekse, yüksek ücretlerden daha çok çalışarak, daha yüksek gelir elde etme
potansiyeline sahip bazı kişiler, marjinal vergi oranlarının yüksekliği nedeniyle daha
çok çalışıp vergi ödemek yerine, ikame etkileriyle daha az çalışmayı tercih
edebilecektir. Dolayısıyla bugün kamu politikalarının hedef kitle dışındaki kişiler
için cazip olmayacak şekilde tasarlanması konusu üzerinde yoğunlaşılmaktadır.
Örneğin, günümüzde bir transfer politikası aracı olarak nakit transferler yerine, ayni
transferlerin programdan beklenen sonuçların elde edilmesi açısından daha iyi
olduğu bilinmektedir (Poterba, 2002:25). Ancak bununla birlikte bu tür bir politika
seçiminin kaynak dağılımında etkinlik sonuçlarına ulaşılmak açısından sorunlu
olduğu bilinmektedir. Üstelik bu tür bir seçimin politik kaygılarla ilişkili olması da
yüksek ihtimal içermektedir (Rosen ve Gayer, 2008:274).
Kamu sektöründeki bürokrat davranışı (Niskanen 1971) özel sektörde olduğu
kadar kamu sektöründe de “asil-vekil sorunu” yaşanmasına yol açmaktadır (Stiglitz
2000:202). Günümüzde, gelişmekte olan birçok ülkede yolsuzluğun olduğu ve
bunun gelişme üzerindeki olumsuz etkileri kabul edilmektedir. Ancak, vergi
sistemlerindeki işlem ve uyum maliyetleri ile kıyaslandığında, yolsuzlukları
engelleyen bir vergi sistemi analizi konusunda daha yavaş ilerleme
kaydedilmektedir. IMF’nin yetersiz vergi toplanması konusuna çözüm olarak
önerdiği vergi denetmenlerinin gücünün artırılması yönündeki tavsiyesi, yetersiz ve
yolsuz yargı sistemlerine sahip ülkelerde yolsuzluğun daha da artmasına yol
açmaktadır. Hükümetin vergi görevlileri artan güçlerini daha fazla vergi toplamak
için değil, kendi menfaatleri için mükelleflerden rüşvet alma yönünde
kullanmaktadır. Bu konudaki dolaylı etki, vergi sisteminin işletilmesi için gerekli
olan bilginin niteliği ile ilgilidir. Geleneksel Pareto etkin vergi analizi açısından
vergi sisteminin işletilebilmesi için gözlemlemeye uygun bilgilerin varlığı
önemlidir. Ancak bu, konunun sadece bir boyutudur. Diğer taraftan gözlemlemenin
maliyeti ve doğruluğu önem kazanmaktadır. Bunlar vergi sistemlerini vergi
yönetiminin işlem maliyetini azaltmak için gözlemlenebilir alanlara doğru
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
87
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
kaydırırken, gözlemlenebilirliğin yetersiz olduğu durumlarda da yolsuzluk fırsatları
yaratmaktadır (Stiglitz, 2002:344).
Vergi teorisi alanındaki önemli gelişmelerden birisi de; teorik olarak aralarında
değişimin olduğu bilinen eşitlik ve etkinlik sonuçlarının bir arada elde edilmesinin
uygulamada mümkün olduğunun anlaşılmış olmasıdır. Örneğin, ellerinde büyük
araziler bulunan toprak ağalarından, yetenekli ve çalışkan çiftçilere toprak
dağıtımını mümkün kılan bir toprak reformu, hem etkinliğe hem de eşitliğe bir arada
ulaşmamızı sağlayacaktır (Stiglitz, 2002:344-345). Ekonomilerin hiçbir zaman
Pareto etkin koşullarda bulunmadığı düşünüldüğünde, devletin müdahaleleri yoluyla
hem eşitlik hem de etkinliğe bir arada ulaşabileceği çözümleri üretmesi her zaman
mümkün gözükmektedir.
Vergi ve harcama teorisi konusunda bir diğer önemli konu, analiz birimine
ilişkindir. Alınan birimin aile ya da birey olmasına bağlı olarak aynı konuda ulaşılan
sonuçların birbirinden oldukça farklı olması söz konusu olmaktadır. Benzer bir
farklılık, piyasaların rekabetçi olması ya da olmamasına yönelik varsayıma
dayanmaktadır. Bu konuda kullanılan varsayıma göre; vergilerin etkinlik, yansıma
ve eşitlik sonuçları açısından farklı sonuçlara ulaşılmaktadır (Stiglitz, 2002:345).
1.7. Vergi Uygulamalarından Elde Edilen Çıkarımlar
Uygulama ile teorik önermelerin karşılaştırılmasından, ilgili alanda ne tür
gelişmeler olduğunu anlayabiliriz. Bu tespitlerden çıkarılabilecek ilk husus;
uygulama ve teorideki eğilimler arasındaki farklılaşmadır. Yeni kamu maliyesi,
doğrusal olmayan ve oldukça farklılaştırılmış bir vergi sistemi yönünde baskı
oluştururken; vergi reformları, vergi sisteminin basitleştirilmesi, etkinlik ve eşitlik
sonuçlarının iyileştirilmesi ve farklılıkların azaltılması yönünde gelişmektedir
(Edwards, 2005:2-3; Stiglitz, 2000:694 ve 2002:346). Örneğin, Avrupa’da tek oranlı
KDV’ye doğru gidilmektedir. Bu da vergilerdeki artan oranlılığı ve ürüne göre
değişen vergilemenin kapsamını daraltmaktadır. Bunun nedeni, sanayileşmiş
ülkelerin dahi, artan oranlı kapsamlı bir gelir veya tüketim vergilendirmesini
uygulamadaki güçlüklerdir. İkinci bir husus; iyi vergi politikalarına destek
sağlamanın zorluğuyla ilgilidir. Kamuoyunun ve çeşitli tarafların farklı çıkarları söz
konusuyken, çoğu zaman mantıklı ve ekonomik açıdan doğru bir vergi politikasının
benimsetilmesi mümkün olmayabilmektedir. Geçmiş vergi reformları ekonomistler
tarafından beğenilen vergi tabanının genişletilmesi ya da çevre vergisi gibi
düşüncelerin, hayata geçirilmesinin kolay olmadığıdır. Bu tür olumlu düşüncelerin
hayata geçirilmesinde en büyük sıkıntı, politik baskılardır (Stiglitz, 2002:346-350).
1.8. Teori ve Uygulama Açısından Harcama Politikası
Geçmiş 50 yıllık dönemde normatif teorik tartışmaların üzerinde yoğunlaştığı
piyasa başarısızlıkları yaklaşımı, üç önemli sorunla karşı karşıya kalmıştır. Birincisi,
piyasa başarısızlıklarının çok yaygın olduğunun anlaşılmasıdır. Piyasaların eksik
olması ve bilgi eksikliğinin bulunduğu her yerde (bu durum tüm ekonomiye
genişletilebilir) piyasalar Pareto etkin sonuçlar üretmemektedir. İkincisi, piyasa
başarısızlıklarına paralel olarak hükümet başarısızlıklarının yarattığı kısıtlamaların
da var olduğunun anlaşılmasıdır. Piyasalar kadar kamu sektörü başarısızlıklarının
tanınması önemli olmakla birlikte, kamu başarısızlıklarının yapısı henüz yeterince
incelenmemiştir. Piyasa başarısızlığı yaklaşımına ilişkin üçüncü kısıtlama; Pareto
iyileştirici reformların uygulamaya konulmasında yaşanan sorunlarla ilgilidir.
Üzerinde herkesin hemfikir olduğu ve refah artırıcı bazı reformlar
88
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
uygulanamamaktadır. Bunun bir nedeni, çıkar gruplarının politik sürecin dinamik
olduğunun farkına vararak, uzun vadeli çıkarlarını korumaya dönük çabalarıdır
(Stiglitz 2002:350-352).
Harcamalar alanında da vergileme alanındakine benzer şekilde entegre bir
yapının kurulması, teorik olarak mantıklı olsa da, uygulamada yürütülen politik
hedefler arasındaki farklılaşmalar, entegre bir sistemin kurulmasının zorluklarını
ortaya koymuştur. Kamu harcamaları ile ilgili öne çıkan önemli çalışma
konularından bir diğeri de; kamusal üretimin uygun kapsamının ne olduğu ve buna
bağlı olarak, hangi alanların özelleştirileceği konusu olmuştur. Son olarak, ilgili
alanda öne çıkan bir diğer önemli konu, şeffaflık kavramıdır. Bugün daha iyi şekilde
anlaşılmaktadır ki; şeffaflık, kamuoyunun yönetenlerin ve yürütülen politikaların
doğru şekilde değerlendirilmesi için ön koşuldur. Politik bilgi ekonomisi literatürü
bilgi ekonomisi (information economics) literatürüne paralel olarak gelişmiş ve bazı
normal olmayan iktisadi ve sosyal durumların açıklanmasına yardım etmiştir.
Örneğin bazı ülkelerde vergi sistemlerinin daha çok dolaylı vergiler üzerine
dayanıyor olması ya da doğrudan sübvansiyonlar yerine vergi harcamalarının tercih
edilmesi gibi. Dolayısıyla, yürütülen kamu politikalarından gerçekten kimin
yararlandığı, maliyetleri kimin yüklendiğinin belirsiz olduğu ya da devletin gerçek
büyüklüğünün bilinemediği bir sonuç ortaya çıkmaktadır (Stiglitz, 2002:354-355).
Şeffaflık olgusu dışında kamu sektörü reformu bağlamında başka konuların da önem
kazandığını ve ele alındığını görmekteyiz. Bu çerçevede iyi yönetişim, yerelleşme,
katılım, e-devlet gibi kavramlar ön plana çıkmaktadır (Güran, 2005).
2. Geleceğe Dönük Araştırma Alanları ve Önemli Konular
Geçtiğimiz yıllarda kamu ekonomisi alanında yaşanan gelişmeler ve artan
araştırmalar, ilginç ve çok geniş bir çalışma alanı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu
bölümde, gelecekte en verimli sonuçların alınabileceği çalışma alanlarının neler
olabileceği konusuna değinilecektir. Bu alanlardan bazıları, geçmişte üzerinde
çalışılan ve üzerinde daha fazla çalışılmasının faydalı olabileceği alanlar iken,
bazıları ise yeni ortaya çıkan ve ekonomik analizinden önemli faydalar elde
edilebileceği düşünülen alanlardır.
Geçmişte edinilen tecrübeler ve değişen perspektiften bakıldığında, gelecekte
önem verilmesi gereken ve dinamik bir kamu ekonomisi alanının gelişmesini
sağlayacak üç husus vurgulanmaktadır (Stern, 2002:337-339): Birincisi, girişimcileri
ve piyasaların iyi işlemesini destekleyen idari ve kurumsal yapının kurulması ve
geliştirilmesi, bir başka ifadeyle, büyüme ve kalkınmayı sağlayacak iş ve yatırım
ortamının oluşturulmasıdır. Bu anlayış, devletin varlık sebebini bireylerin hayatını
kolaylaştırmak olarak görmektedir. Topluma temel hizmetlerin arzı kaynakların
dağılımının ötesinde, etkin olarak kullanılmasını gerektirmektedir. Bunun için iyi
işleyen kurumların oluşturulması ve düzenlemelerin yapılması önemlidir. Bu
amaçlara ulaşabilmek için kamu, özel sektör ve sivil toplum örgütleri hizmetlerinin
verilmesinde işbirliği yapmalıdır. Mevcut çerçeveye uygun düzenlemelerin
yapılmasında ve bu işbirliğinin sağlanmasında, kamu ekonomisi önemli bir işleve
sahiptir. Ayrıca, düşük gelir grubundakilerin de bu kurumlar ve piyasalarda yer
alarak, büyüme ve kalkınmanın içinde bulunması sağlanmalıdır. Pastayı büyütmeye
çalışırken, diğer taraftan pastanın eşit paylaşılması için çabalamak, klasik kamu
ekonomisi problemidir. Ayrıca, özellikle küçük ve orta ölçekli firmalar olmak üzere,
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
89
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
firma düzeyinde mikro ekonomik verilerin analizi, iş ortamı ve özel sektör karar
mekanizmalarının araştırılması kamu ekonomisinde gittikçe artan bir önem
kazanmaktadır. Bir anlamda kamu ekonomisi, etkinlik ve dağıtımda adalet arasında
bir denge yakalamaya çalışmaktadır. Kurumlar ve politikaların yanı sıra önemli bir
unsur ise, davranışlardır. Gelecekte daha çok önem kazanacak araştırma
konularından ikincisi; davranışların araştırılmasıdır. Kamu ekonomisinin
davranışların nasıl geliştiği konusuna arz, talep eğrileri ve fayda fonksiyonlarının
ötesine geçerek, daha derinlemesine bakması gerekmektedir. Farklı kurumsal
yapıların oluşturduğu özendirici etkiler altında bireylerin gerçek durumla ilgili
algılamaları değişeceği için davranışları da değişecektir. Örneğin, devletin vergi
kurallarındaki bir değişme, çoğunlukla bireylerin davranışlarında bir değişme
olmayacağı varsayımı altında yapılmaktadır. Ancak, vergi kuralları değişince,
bireyler de kendi davranışlarını değiştirmektedir. Dolayısıyla, davranışların teorik ve
uygulamalı ekonomik çalışmalara konu edilmesinin geleceğe dönük olarak önemli
katkılar sağlama potansiyeline sahip olduğu düşünülmektedir. Kamu ekonomisi
alanında geleceğe dönük olarak önem kazanacağı düşünülen üçüncü konu ise; kamu
ekonomisinin amaçları ile ilgilidir. Kamu ekonomisinin amacı kalkınma
ekonomisinin geniş amaçları ile örtüşecek şekilde genişletilmelidir. Çünkü kalkınma
sorunu öncelikle devletin politika üretmesini gerektiren bir alandır. 2000-2001
Fakirlikle Mücadele Dünya Kalkınma Raporu fakirliği; sadece gelirden mahrum
olmak değil, fırsat, güç, güvenlik, sağlık ve eğitimden mahrum olmak olarak
tanımlamaktadır. Bu tanıma, 60 ülkede 60.000’den fazla fakir insanla yapılan
anketler sonucunda ulaşılmıştır. Dolayısıyla, bu tanımdan elde edilen sonucun
formel bir analize ve kamu politikası perspektifine dönüştürülmesi gerekmektedir.
Üstelik bu bakış açısı Sen (1999)’in ortaya koyduğu, bireyin kendi kaderini
değiştirebilecek kabiliyetlere sahip olması şeklinde tanımlanan özgürlük kavramıyla
da ilişkilidir. Bu bağlamda, kalkınma ve özgürlük kavramları arasında bir uyumun
olduğunu ve aslında bir ülkenin kalkınma sorunun o ülkedeki bireylerin
özgürleştirilmesi sorunu olduğunu söylemek mümkündür.
Bu tespitin ötesinde, toplumların ve dünyanın değişim ve gelişim çizgisi ile karşı
karşıya kalınan sorunlar gözlemlendiğinde, günümüz ve gelecek açısından önem
kazanan konuları şu şekilde tanımlamak mümkün gözükmektedir. Bugün
toplumların karşı karşıya olduğu ve tüm süreçleri etkileyen en temel olgu
küreselleşme olgusudur. Küreselleşme olgusunun bizatihi kendisi inceleme konusu
edilebileceği gibi, ondan kaynağını alan türev konular da incelemeye değer nitelik
taşımaktadır. Küreselleşme olgusunun ortaya çıkardığı en temel konular; açık
ekonomi vurgusunun artması ve global kamu malları, global dışsallıklar ve çevre
konularının daha da önem kazanmasıdır. Dolayısıyla, bu dışsallıklarla ve çevre
problemleri ile nasıl mücadele edileceği, açık ekonomilerde yürütülecek vergi ve
teşvik politikalarının ne tür özelliklere sahip olması gerektiği soruları gündemde
olacaktır. İkinci bir konu, özellikle gelişmiş ülkelerin bugün karşılaştığı, gelişmekte
olan ülkelerin ise gelecekte karşılaşacağı önemli bir problem olan nüfusun
yaşlanması olgusu ve sosyal güvenlik darboğazı konusudur. Önümüzdeki dönemde
gündemde olması beklenebilecek bir diğer konu, bireylerin davranışlarının
uygulanan politikalardan nasıl etkilendiği konusudur. Bu bağlamda, davranışsal
iktisat ve bunun bir uygulama alanını oluşturan deneysel uygulamaların öneminin
daha da artması beklenmelidir. Kamu ekonomisi alanında sosyal güvenlik
90
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
programları, sosyal yardım programları, vergi politikalarının davranışsal açıdan
incelenmesinin ve reform arayışlarının daha çok dikkat çekmesi beklenmelidir. Son
olarak, kamu sektörünün büyüklüğü ve kapsamı ile kamu kaynaklarının etkin
kullanımı konusundaki arayışların devam edeceği ve özellikle devletin temel faaliyet
alanları ile eğitim ve sağlık alanında kaynakların etkin kullanımı konularının
üzerinde de daha çok durulacağı düşünülmektedir.
2.1. Çevre Ekonomisi ve Optimal İkinci En İyi Politika
Geçtiğimiz yıllarda çevre politikalarına karşı artan ilgi, ilginç kamu ekonomisi
konuları yaratmıştır. Bunlardan birçoğu çevre ekonomisine yönelik profesyonel
ilginin arttığı 1970 döneminde ele alınmış, ancak son yıllarda uygulamalı ekonomik
teori ve ampirik yöntemler kullanılarak yapılan araştırmalarda yeni ilerlemeler
kaydedilmiştir. Temel konular, öncelikle çevresel maliyetlerin ölçülmesinin gerekli
olduğu optimal Pigoucu vergilerin tespiti ve bu vergilerin devletin gelir yapısının
diğer unsurlarıyla bağlantılarının kurulmasıyla ilgilidir. Uygulamada daha çok
Karbon vergileri olarak bilinen bu vergiler, 1990’ların sonunda kamu ekonomistleri
arasında “çifte kazanç hipotezi” (double dividend hypothesis) olarak bilinen aktif bir
tartışmaya yol açmıştır. Çifte kazanç hipotezine göre; devlet, ihtiyaç duyduğu
finansmanı kirliliğin vergilendirilmesine yönelik alanlardan toplayarak, bir yandan
negatif dışsallığın düzeltilmesi diğer yandan da etkinsizlik yaratacak başka vergiler
uygulamaktan kurtulmak şeklinde iki tür kazanım elde edecektir (Poterba, 2002:26;
Rosen ve Gayer, 2008:341). Negatif dışsallığa yol açan çevre kirliliği konusunda
hükümetlerin alabileceği tedbirler; ceza ve vergiler, sübvansiyonlar, alınıp-satılabilir
izinler ve düzenlemeler şeklinde dört gruba ayrılabilir. Dışsallıklara müdahale
araçlarının etkinlik ve dağılım sonuçları açısından büyük ölçüde farklı sonuçları söz
konusu olmaktadır. Bu nedenle kullanılacak aracın seçimi ulaşılacak sonuçlar
üzerinde belirleyici olmaktadır (Stiglitz, 2000:223-231). Bu konuda başka bir tasnif;
vergi ve sübvansiyon şeklinde dışsallığı yaratan faaliyetler (karbondioksit
emisyonuna yol açan üretim miktarı) üzerine uygulanabilecek müdahaleler ve atık
harçları (emission fees), satılabilir ruhsatlar (marketable permits) ve düzenlemeler
şeklinde, dışsallık (karbondioksit) üzerine uygulanan müdahale araçları şeklinde
yapılabilmektedir (Rosen ve Gayer, 2008:56-95). Farklı etkinlik ve eşitlik
sonuçlarına sahip bu araçların hangisinin optimal olduğu sorusu önemli bir soru
olmaya devam etmektedir.
Çevre kirliliği sorununun taşımış olduğu uluslararası nitelik, çevre
ekonomistlerini ülkelerarası rekabet ve işbirliğine yönelik modeller geliştirmeye
teşvik etmektedir. Ülkelere has çevresel koşulların ve rekabetin çevre kirliliği
konusunda da yeni açılım imkânları sunduğu açıktır. Farklı büyüklükteki ülkelerin
vergi ve çevre politikalarını nasıl belirlediği ve belirlemesi gerektiği konusu
üzerinde yapılan ve yapılacak çalışmalar, uluslararası etkileşim konusunda bize daha
fazla bilgi sağlayacaktır (Poterba, 2002:26). Özellikle yukarıda açıklanan çifte
kazanç hipotezi ve konunun uluslararası boyutu düşünüldüğünde, devletin ilgili
alana yönelik müdahale araçları içerisinde, özellikle atık harçları ve satılabilir ruhsat
uygulamalarının önem kazanacağını ve bu konuda uygulamaya yön verecek
arayışların hızlanacağını öngörebiliriz.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
91
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
2.2. Yaşlanma İktisadı ve Optimal Sosyal Güvenlik Programının
Oluşturulması
Gelişmiş ülkelerde hatta gelişmekte olan bazı ekonomilerde yaşanan demografik
değişimin, kamu sektörü açısından önemli sonuçları bulunmaktadır. Sağlık
harcamalarında, yaşlılara yönelik yardım programlarında ve sosyal güvenlik
harcamalarında önümüzdeki yıllarda önemli artışların olması beklenmektedir. Bu
gelişmenin yaratacağı maliyetlerin büyüklüğünün mevcut programların yapısında
bazı değişikliklere yol açması beklenmelidir. Birçok gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkede devam eden sosyal güvenlik sistemine ilişkin tartışmaların nedeni de büyük
ölçüde bununla ilgilidir. Dolayısıyla, bu alanda çalışan kamu ekonomistlerinin
yaşlanan nüfusun taşımış olduğu özelliklere uygun politika alternatiflerini üretmesi
gerekmektedir. Ayrıca nüfusun yaşlanması olgusunun ekonomik büyüme, kamu
gelirlerindeki artış hızı ve farklı finansal varlıklar üzerindeki etkilerinin de
araştırılması gereklidir. Bu alanla ilgili merak konusu olan bir diğer husus; sosyal
güvenlik sistemine dönük olarak yapılan düzenlemelerin ve politika değişikliklerinin
hanehalkı davranışları üzerindeki etkisinin ne olduğudur (Poterba, 2002:26). Ancak
gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya olduğu sorunun niteliği bununla sınırlı
değildir. Hatta belki de nispi olarak daha önemli sorunlara sahip oldukları
söylenebilir. Bu anlamda nüfusun tamamının sosyal güvenliğe sahip olmaması ve
kayıt dışı istihdam gibi sorunların daha önemli sorunlar oluşturmaya devam ettiği
görülmektedir.
Sosyal güvenlik programlarına ilişkin ampirik araştırmalar, optimal güvenlik
programı oluşturulmasına yönelik teorik çalışmaların çok daha ötesine gitmiştir.
Geçtiğimiz yıllarda sosyal sigorta sistemine getirilen çok çeşitli programlar
kapsamında sağlanan sigorta çeşitleri ve bunların önemi konusunda daha fazla
çalışma yapılabilmesi mümkündür. Devlet tarafından kişilere sağlanan sigorta, bu
konudaki piyasa başarısızlıkları da dikkate alındığında hanehalklarına önemli bir
güvence sunmaktadır. Ancak günümüzde özel sigortaların önemli bir fonksiyona
sahip olabileceği de yaygın olarak kabul edilmektedir. Kamu sigorta sisteminin
kapsamadığı alanlarda özel sigorta imkânlarının varlığı ilave risklerin azaltılması
imkânını vermektedir (Poterba, 2002:26). Dolayısıyla, önümüzdeki dönemlerde
sosyal güvenlik alanında devletin mutlak konumunu tartışmaya açan ve özel sektör
katkısının nasıl mümkün hale geleceğini sorgulayan çalışmaların artacağı
düşünülmektedir (Rosen ve Gayer, 2008:251-254).
Sosyal sigorta programlarının oluşturulmasında önemli bir diğer husus,
finansmandır. Hükümetlerin gelir elde etmede sıkıntıları olması durumunda, bazı
sigorta konularının kişiler veya özel sektör tarafından karşılanmasının ya da
harcamaya katılımın istenmesi, kamu kaynaklarının sigorta sistemi aracılığıyla
kullanılmasında arzulanan hedeflere ulaşılmasını kolaylaştıracaktır (Poterba,
2002:26). Bu konu kamu sağlık sigortası programlarında ahlaki risk olgusunun
yaratacağı etkinsizliği azaltmak açısından önem kazanmaktadır. Bu çerçevede
(sigortaya iştirak (coinsurance), ödemeye katılım (copayment) ve muafiyet
(deductible) gibi) alternatif katılım politikalarının önem kazanacağı ve
yaygınlaşacağı düşünülmektedir (Rosen ve Gayer, 2008:191-192). Örneğin, ABD’de
devletin sağladığı sağlık sigortası tüm alanları kapsamadığı gibi diş, göz tedavisi
gibi belli konularda özel sigorta şirketleri tarafından da kişilere belli miktara kadar
sigorta imkânı sağlanmakta veya tamamen bu konularda kişiler tarafından tedavi
92
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
masraflarının üstlenilmesi gerekmektedir. Benzer şekilde son yıllarda Türkiye’de de
sağlık harcamalarına bireylerin katılımını amaçlayan düzenlemelerin yapıldığı
görülmektedir. Bu tür zorunlu sigorta kapsamları ile sigorta programlarına ilişkin
diğer yöntemlerin ne olabileceği ve seçimi konusunda ileride yapılacak yeni
çalışmaların yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
2.3. Özelleştirme ve Kamu Sektörünün Kapsamı
Kamu sektörüyle ilgili olarak bütün dünyada en çok tartışılan konulardan biri
özelleştirmedir. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da daha önce devlete ait
olan teşebbüsler özelleştirilmiş, ABD’de yerel yönetimler mal varlıklarını satmış ve
hapishane yönetiminden park cezalarına kadar birçok faaliyeti dışarıdan almaya
başlamıştır. Bu değişikliklerin sonucunun ne olduğunun tespiti, devletin
ekonomideki rolünün çerçevesinin ne olması gerektiğine ilişkin olarak bize ışık
tutacaktır. Aslında özelleştirme ve/veya kamu sektörünün uygun kapsamının ne
olduğu sorusunun cevabı; devletin piyasa başarısızlıklarını azaltmak için piyasaya
müdahalesinin mevcut faydaları ile hükümetin piyasadaki varlığının sonucunda
ortaya çıkan kamusal başarısızlıklar arasındaki seçimle ilgilidir. Bugün, birçok
alanla ilgili olarak, hangi tür organizasyonun daha tercih edilir olduğu konusu
berraklaşmasına rağmen, havaalanı güvenlik hizmetleri ile ilk ve orta öğretim gibi
bazı alanlarda faaliyetin kim tarafından üretilmesi gerektiği tartışılmaktadır (Poterba,
2002:26-27). Dolayısıyla, bu konudaki tartışmada henüz bir sonuca ulaşılmış
değildir. Ancak özellikle özelleştirmeler sonrasında ortaya çıkan neticenin
incelenmesi ve buna bağlı olarak daha sağlıklı ve genel kabul gören bir bakış
açısının sağlanmasının mümkün olacağı düşünülmektedir. Türkiye’de de geçtiğimiz
yıllarda özelleştirme konusunda önemli gelişmeler yaşanmıştır. 1985-2004
döneminde özelleştirme kapsamındaki kuruluşlardan elde edilen toplam gelirler 14,3
milyar dolarken, 2005 yılından itibaren özelleştirme gelirlerinde önemli bir artış
gözlenmiştir (ÖİB 2009). 2005 ve 2006 yıllarında özelleştirmeden elde edilen
toplam gelir 16,2 milyar dolar ile daha önceki 20 yıllık dönemde elde edilen toplam
miktarın üzerine çıkmıştır. Telekomünikasyon, petrol, elektrik ve bankacılık gibi
birçok alanda devlete ait teşekküllerin özelleştirme kapsamına alınarak,
özelleştirildiği veya özelleştirilmesi yönünde önemli adımların atıldığı gözlenmiştir.
Bu nedenle Türkiye açısından da özelleştirme uygulamalarının sonuçlarının
değerlendirilmesine uygun bir ortamın varlığını sürdürdüğünü tespit etmek
gerekmektedir.
Kamunun rolünün en fazla tartışıldığı ve araştırmaya değer alanlardan biri de
sağlık ekonomisidir. Sağlık harcamaları ve bu harcamalar içinde devletin payı
önemli ölçüde arttığından, gelecek yıllarda bu gelişmenin önemli bütçesel sonuçları
ortaya çıkacaktır. Sağlık ekonomisi konusundaki çalışmalarda, sağlık
harcamalarındaki hızlı artışın nedenlerinin analizine de ihtiyaç duyulmaktadır. Bu
artışın ne kadarının teknik gelişmeler ve ne kadarının kamu politikalarından
kaynaklandığı ve hangi politikaların sonuçlar üzerinde daha belirleyici olduğu
konusunda yapılacak çalışmalar, kamunun sağlık sektöründe nasıl bir rol üstlenmesi
gerektiği konusunda da ışık tutacaktır (Poterba, 2002:27). Özellikle sağlık
hizmetlerinin doğasında var olan belirsizlik, asimetrik bilgi, üçüncü taraf ödemesi,
türetilmiş talep ve benzeri özelliklerin (Rosen ve Gayer 2008:196-197), sağlık
hizmetleri sunumunda piyasa çözümleri yanında kamusal çözümlerin de
başarısızlığa uğramasına yol açan sorunlar yaratması söz konusu olmaktadır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
93
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
Türkiye’de de sağlık harcamalarına ilişkin ortaya çıkan memnuniyetsizliği gidermek
üzere, özellikle 2004 yılında uygulamaya alınan Sağlıkta Dönüşüm Reform
Programı sonrasında sağlık harcamalarının GSMH’ye oranı %7,6 ile OECD
ortalaması olan %8,3’e çok yaklaştığı bilinmektedir (OECD, 2008:14). Dolayısıyla,
yapılan sağlık harcamalarının etkililiği ve etkinliği konusu Türkiye için de önemli
bir inceleme konusu oluşturmaktadır.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle üçüncü dünya ülkelerinde
birçok özel ekonomi alanında devletin rol aldığı görülmektedir. Örneğin finansal
piyasalar, kredi ve sigorta piyasaları bunlardan bazılarıdır. Birçok çalışmada bu
piyasalarda önemli piyasa başarısızlıklarının olduğu belirtilmektedir. Bazı ülkelerde
bu başarısızlıkların giderilmesi için devlet kredi kooperatifleri veya risk paylaşım
havuzları (risk-sharing pool) teşvik etmektedir. Bu gibi devlet müdahalelerinin
değerlendirilmesi önemli bir araştırma alanını oluşturmaktadır (Poterba, 2002:27).
Özellikle son dönemde yaşanılan küresel kriz, finansal düzenlemeler ve genel olarak
finansal piyasalarda devletin rolünün ne olması gerektiği sorusunun önemini daha
net şekilde ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla, önümüzdeki yıllarda bu tür yapısal ve
ekonomik zayıflıkların ortaya çıkmaması için finansal alanda devletin rolünün ne
olması gerektiği konusunun daha çok inceleneceği söylenebilir.
2.4. Açık Ekonomilerde Vergi ve Harcama Politikaları
Geçtiğimiz yıllarda en çok göze çarpan eğilimlerden birisi; dünya
ekonomilerinin daha açık hale gelmesi, artan mal ve sermaye hareketleridir.
Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren uluslararası, bölgesel ve çok taraflı anlaşmalar
sayesinde uluslararası ticarette başta gümrük vergileri olmak üzere mal ve hizmet
ticaretine yönelik engeller azalmış ve dünya ekonomilerinin serbestleşmesi yönünde
önemli adımlar atılmıştır. Taşımacılık ve iletişim teknolojileri arasında yaşanan
gelişmeler uluslararası ticaret yapmanın maliyetlerini azaltmış ve firmalar ile üretim
faktörlerinin hareketliliği artmıştır. Bu gelişmeler kamu ekonomisinde yeni
araştırma konularının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu konulardan bir tanesi;
vergi politikalarının çok uluslu aktörlerin davranışları üzerindeki etkilerinin
incelenmesine yöneliktir. Örneğin, yerleşim yerleri arasındaki vergi politikaları
farklılıkları, vergilerin çok uluslu firmaların finansman kararları ile mükelleflerin
ulusal ve uluslararası yer değiştirmeleri üzerindeki etkileri, gelecekte daha fazla
araştırılmaya değer konular arasındadır. İstihdamın ülkeler arasındaki göçünü
dikkate alan optimal gelir vergisi politikasının ne olması gerektiği de konunun bir
diğer boyutudur. Vergi cennetleri ile ilgili olarak geçtiğimiz yıllarda OECD
ülkelerinde yapılan tartışmalar dikkate alındığında, hareketliliği yüksek olan
sermayenin vergilendirilip vergilendirilemeyeceği sorusunun cevabı henüz
belirsizdir (Poterba, 2002:27). Türkiye’de de uluslararası vergi rekabeti nedeniyle
son yıllarda gelir ve kurumlar vergisi kanunlarında bazı düzenlemelere gidilmiştir.
Bu düzenlemelerin, yatırımcıların ve tasarruf sahiplerinin iktisadi kararları ve
davranışları üzerinde yaratacağı etkilerin ne olacağı zaman içerisinde daha iyi
anlaşılacaktır.
Bu konuyla bağlantılı bir diğer konu, vergileme konusundaki farklı ülkelerin
izlediği stratejiler ile ilgilidir. Bir ülke, vergi politikalarını vergi cenneti olmaya
dönük olarak oluşturduğunda, aslında o ülkenin elde ettiği gelirlerin bir kısmı, diğer
ülkelerin elde edebilecekleri gelirlerden oluşmaktadır. Vergi geliri konusunda
yaşanan rekabet sonucunda diğer ülkelerin karşılaştığı gelir kaybının ölçülmesi, bu
94
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
durumu tersine çevirebilecek politikaların tespiti gibi konularda gelecekte daha fazla
çalışma yapılacağı düşünülmektedir (Poterba, 2002:27).
2.5. Vergileme ve Hanehalkları ile Firmaların Davranışları
Geçtiğimiz yıllarda hanehalklarının vergi teşviklerine karşı nasıl davrandığı ve
vergi sisteminin firmaların kararlarını nasıl bozduğu konusunda önemli miktarda
bilgi edinilmiştir. Bu konuda geçtiğimiz yıllarda edinilen bilgilere rağmen, bu alanın
gelecekte üzerinde çalışılmaya değer, kamu ekonomisinin ana konularından birisini
oluşturmaya devam etmesi beklenmektedir. Özellikle vergilerin emek arzı
üzerindeki etkisi, vergi politikalarının tasarruf davranışlarına etkisi, vergilerin
barınma, bağış ve miras kararları üzerindeki etkisi ve yerel vergilerin
hanehalklarının davranışları üzerindeki etkileri gibi konular hakkında önemli
çalışma potansiyeli olduğu söylenebilir. Ayrıca, daha yeni ve cevabı merak edilen
sorular arasında; vergi sisteminin kişilerin sigorta alma davranışları üzerindeki
etkisi, vergileme ve enerji tasarrufu sağlayan ekipmanlara yatırım yapma tercihleri
arasındaki ilişkinin incelenmesi bulunmaktadır (Poterba, 2002:28).
Hızlandırılmış amortisman gibi marjinal yatırım teşvikleri ile yasal kurumlar
vergisi oranlarında indirim gibi ortalama teşviklerden hangisinin seçileceği gibi
konular başta olmak üzere kurumlar vergisi konusundaki tartışma devam etmektedir.
Verginin kurumların finansal politikaları üzerindeki etkisi geçtiğimiz yıllarda kamu
maliyesi ekonomistleri tarafından fazla ilgi görmemiştir. Ancak, bu konuda yeniden
araştırmaların yapılabileceği düşünülmektedir. Firmaların borçlanma ve özkaynakla
finansman arasındaki seçimlerinde vergi sisteminin etkileri, farklı vergilerin
şirketlerin finansal yapılarında yarattığı bozucu etkilerin etkinlik maliyetleri,
gelecekte daha fazla çalışma yapılabilecek alanlar olarak gözükmektedir (Poterba,
2002:28).
2.6. Yaşam Döngüsü Bakış Açısından Vergi ve Harcama Politikaları
Vergi ve harcama politikalarını anlık modeller altında inceleyen geleneksel vergi
ve harcama politikaları konusunda, günümüzde daha eleştirel bir bakış açısı vardır.
Bu bakış açısının gelişmesinde bireylerin gelir akımlarının zamanlamasındaki
farklılık etkili olmuştur. Örneğin, yaşam boyu elde ettikleri toplam gelir aynı olan
iki bireyden biri, bu gelirlerin büyük bir kısmını çalışma hayatının ilk kısmında elde
ederken, diğeri bu geliri yıllara yayılmış bir şekilde elde ettiğinde, iki bireyin aynı
geliri elde ettiğini ve bu nedenle vergi sisteminin benzer şekilde muamele etmesi
gerektiğini düşünmek yanlış olacaktır. Çünkü geliri erken elde edenin elde ettiği
gelirin zaman değeri hesaba katıldığında aslında diğer bireye göre daha yüksek gelir
düzeyine sahip olduğu görülecektir. Dolayısıyla, vergi ve harcama politikalarının
bireyler üzerindeki dağılım etkileri düşünüldüğünde, daha sağlıklı bir bakış açısının,
bireylerin yaşam boyu gelir ve refahını dikkate alan bir bakış açısı olması gerektiği
savunulmaktadır. Uygulanan politikaların etkisi uzun dönemde farklı yaş ve gelir
grupları açısından farklı olabilmektedir. Bu nedenle anlık analizler yerine, uzun
vadeli ve derinlemesine bir bakış açısıyla analiz yapılmasına dönük olarak artan bir
ilgi bulunmaktadır. Özellikle soysal güvenlik sistemleri kapsamında yapılan
analizlerin bir dönem alınan primlerin bir sonraki dönemde transferlere dönüşmesi
nedeniyle statik olarak değil, dinamik olarak yapılması gerekmektedir. Bu konuda
yapılacak çalışmalarda, hanehalklarının yaşları ve gelir durumları dikkate alınarak,
oranların hesaplanması ve sosyal güvenlik programlarının farklı yaşlardaki ve
gelirlerdeki mükellefler üzerindeki refah etkilerinin ölçülmesi gerekmektedir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
95
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
ABD’de uygulanan Medicare programına yaşam döngüsü açısından bakıldığında,
harcama programların yüküne ilişkin dağılımın analizine yeni bir bakış açısı
getirmektedir. Herhangi bir yaş grubundan düşük gelirli kişiler Medicare’den yüksek
gelirli kişilere göre daha fazla yararlanmaktadır. Ancak, yüksek gelir grubundaki
kişiler düşük gelir grubundaki kişilere kıyasla daha uzun süre yaşadığı
düşünüldüğünde, yüksek gelirlilerin Medicare imkânlarından daha uzun süre
yararlandıkları için toplamda daha fazla yararlanabildikleri görülmektedir (Poterba,
2002:29). Bu nedenle, bir programın ve kamu müdahalesinin analizinde dinamik
olarak ya da yaşam boyu yaklaşımıyla konuya yaklaşıldığında ulaşılacak sonuçlar,
yıllık ya da dönemlik, statik analiz yaklaşımıyla ulaşılacak sonuçlara göre farklı
sonuçlara ulaşılabilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla, kamu programlarının refah
sonuçlarının değerlendirilmesinde yaşam boyu analiz yaklaşımının daha sağlıklı bir
sonuç verdiği düşünülmektedir.
2.7. Ulusal Güvenlik Ekonomisi
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte askeri harcamalara ayrılan ulusal
kaynaklar azalmış ve böylece bütçe açıkları azalarak, 1990’ların sonunda bütçe
fazlaları verilmeye başlanmıştır. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan olaylar, savunma ve
güvenlik konularında harcamaların artacağı beklentisi yaratmaktadır. Bu durum
kamu ekonomisi alanında çalışan araştırmacılar için yeni çalışma fırsatları
yaratmaktadır. Terörist saldırı ihtimalini azaltmaya yönelik maliyetlerin hükümet ve
özel sektör arasında nasıl dağıtılacağı, global tedbirlerin maliyetlerinin ülkeler
arasında nasıl bölüşüleceği, bu konuda politika yapıcılara ekonomistlerin
önerebileceği fayda-maliyet analizi gibi konular, gelecekte üzerinde çalışılabilecek
alanlar arasındadır (Poterba, 2002:29). Günümüzde ABD’de yaşanan 11 Eylül olayı
sonrasında bütün dünyada terörist olay beklentisinin artmasıyla, başta ABD olmak
üzere ülkeler daha fazla güvenlik harcaması yapmaya başlamışlardır. Özellikle
dünyadaki hakim güçlerin dünyada ekonomik ve politik anlamda istedikleri türde bir
dengeyi kurma arayışları bu alandaki kamunun rolünü hem gelişmiş hem de
gelişmekte olan ülkelerde gündemde tutacak gözükmektedir.
2.8. Davranışsal Ekonomi ve Büyük Ölçekli Simülasyonlar
Davranışsal iktisat ve onun kamu ekonomisi konularına uygulanması meselesine
daha önce sosyal güvenlik ve vergileme konularında değinilmiş olsa da ayrı bir
başlık açılarak incelenmeye değer niteliktedir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi; 1970’lerin ortalarından itibaren hanehalkı veri
setlerindeki gelişmeler, kamu maliyesi araştırmacılarının işsizlik sigortası, işçi
tazminatı, sağlık sigortası (Medicaid) gibi sosyal güvenlik programlarının etkilerini
çalışmalarına imkân sağlamıştır (Poterba 2002:22). Birçok kişinin emeklilik için çok
az tasarruf yapma eğilimleri nedeniyle kamunun sosyal güvenlik alanındaki zorlayıcı
konumu gerekli olarak görülmektedir. Ancak devlet müdahale etmediğinde
bireylerin yeterli tasarruf yapmayacaklarının kanıtlanması oldukça zordur. Hatta
kişilerin rasyonel kararlar aldıkları varsayımı altında kendileri için optimum olanı
seçtiklerini de düşünebiliriz. Fakat iktisat kuramının en temel varsayımlarından
birisi olan, bireylerin rasyonel olduğu önermesi, gerçek dünyadan bulunabilecek çok
sayıda örnekle çürütülebilir. Aslında devletin sosyal güvenlik alanındaki varlığı
sadece bireylerin tasarruf düzeyinin düşüklüğü ile ilgili de değildir. Diğer taraftan
emeklilik çağındaki nüfusun gelir dağılımı içerisindeki konumunun bozuk olması da
bir etkendir. Sosyal güvenlik sisteminin tasarruf ve emeklilik kararları gibi birbiri ile
96
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
ilgili davranışlar üzerinde ne tür etkilere sahip olduğunun tespiti standart rasyonel
modellerin kullanılması ile davranışsal tasarruf modellerinin kullanılması
durumlarında farklılaşmaktadır. Bu farklılaşma özellikle çok az ya da hiç tasarruf
yapmayan bireyler ile belirli bir düzeyde tasarruf yapan bireylerin durumu ele
alındığında bariz şekilde ortaya çıkmaktadır ve bu farklı konumdaki bireyler için
farklı modellerin kullanılması daha uygun olabilmektedir. Hangi modelin uzun
dönemde daha yararlı olacağına karar vermek oldukça zordur. Güçlük birkaç
nedenden kaynaklanmaktadır. Birincisi, halkın tasarruf davranışlarındaki
farklılıklardır. Bu nedenle sadece parametrelerin değiştiği bütün dünyada
uygulanabilecek tek bir modele ulaşmak zordur. Daha önemli bir güçlük ise;
davranışsal çerçevenin kendi içinde saklı bulunmaktadır. Rasyonel modele göre,
bütün kararların altında aynı tercihlerin bulunduğu varsayımı kabul edilmektedir. Bu
çerçevede düşünüldüğünde, bir iktisadi karar ile ilgili elde edilen ampirik kanıtlar,
diğer kararlarla ilgili olarak da önemli kanıtlar olarak görülmektedir. Ancak rasyonel
modellemedeki parametrelerin bir modelden diğerine taşınması yaklaşımı,
davranışsal modeller açısından uygun değildir. Gelecekteki sosyal güvenlik
menfaatleri konusunda değişen mevzuatın istihdam arzı ve bugünkü tasarruflar
üzerinde toplumda yaratacağı etki; yaşa, tecrübeye, geleceğe karşı gösterilen
davranışsal farklılıkların altında yatan iskonto oranı gibi değişkenlere bağlı olarak
farklılıklar gösterecektir (Diamond, 2002:313).
Sosyal güvenlik uygulamaları sonucunda bireylerin tasarruf kararları şekillendiği
gibi, vergi uygulamalarının da bireylerin dönemler arası gelir ve tüketim kararları
üzerinde etkisi olduğu açıktır. Bu nedenle sosyal güvenlik dışında vergilemenin
bireylerin çalışma, tasarruf ve tüketim kararları üzerindeki etkisinin incelenmesi
konusu da ilgili alanda istikbal vadeden bir diğer önemli konuyu oluşturmaktadır
(Saez 2001).
Dolayısıyla, sosyal güvenlik ve vergi politikalarının iyi şekilde analiz
edilebilmesi için, davranışlar konusunun dikkate alınması gerekmektedir. Bu
nedenle, davranışsal iktisat alanındaki çalışmaların kamu ekonomisi alanına da çok
önemli katkıları olacağı açıktır. Ancak, davranışsal ekonomide ve bunun kamu
ekonomisi alanına uygulanmasında kaydedilen ilerlemenin, büyük ölçekli
simülasyonlar (large-scale simulations) sayesinde mi, yoksa eski teorik modeller
sayesinde mi elde edileceği sorusunun cevabı önemli bir noktadır. Aslında kişisel
durumların farklılaştığı ve ekonomik ilişkilerin karmaşıklaştığı politika
analizlerinde, büyük ölçekli simülasyon uygulamaları tek alternatif olarak
gözükmektedir. Bununla birlikte bu modellerin kullanımında bazı kısıtlamalar ve
yetersizlikler bulunmaktadır. Herşeyden önce simülasyon modelleri sayısal sonuçlar
vermektedir. Fakat sonuçların kalitesi ya da geçerliliği büyük ölçüde modeldeki
varsayımların kalitesine bağlı olmaktadır. Niteliksel cevaplar veren teorik analizler
için de benzer bir durum söz konusudur. İkisi arasındaki temel fark; teorik
modellemede modelin gücünün değerlendirilmesine yönelik ekonomik ilişkiler
üzerinde yoğunlaşılırken, simülasyon modellerinde modelin gücünün, model ve
parametrelere bağlı olarak değişen duyarlılık analizlerine dayanıyor olmasıdır.
Ancak eğer modelin kullandığı temel varsayımlar sorgulanabilir nitelikte ise,
hassasiyet analizlerinin çok az veya hiç yardımcı olmayacağı söylenebilir. Örneğin,
çok dönemli birikimli tercihler söz konusu olduğunda her dönemde aynı fayda
fonksiyonunun geçerli olduğu varsayımı yapılmaktadır. Ancak bu varsayımın yanlış
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
97
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
olduğu ve fayda fonksiyonun yaşlandıkça önemli ölçüde değiştiği söylenebilir.
Ayrıca, daha da önemlisi simülasyonda kişilerin dönemler arasında optimizasyona
gittikleri yönündeki varsayımdır. Ekonomide sosyal güvenliğe ihtiyaç duyulmasının
ana nedeni olarak, birçok kişinin yeterli tasarrufta bulunmaması gösterilirken,
kişilerin dönemler arası tasarruflarında optimizasyona gittikleri varsayımına dayanan
bir simülasyon baştan alakasız olmaktadır. Davranışsal modellere simülasyon
modellerini eklemek mümkün olmakla birlikte, önemli olan hangi tür modelin
kullanılacağının belirlenmesidir. Gelecekte, seçilen politikaların dönemler arası
sonuçları nasıl etkilediğini anlamamızı sağlayan ve farklı varsayımlar altında sonuç
veren büyük standart simülasyon modellerinin kullanılması mümkün olabilecektir.
Ancak henüz bu modellerin geliştirilmesi ve kullanılması için çok erken olduğu da
kabul edilmelidir. Son olarak şu husus da unutulmamalıdır: Bir politikanın tüm
etkileri yerine tek bir etkisini inceleyen basit modeller de karmaşık simülasyon
modelleri kadar önemli ve yararlı olabilir. Bu neden, büyük ve karmaşık simülasyon
modelleri ile basit simülasyon modelleri kullanılan çalışmaların paralel olarak
yürütülmesinde büyük yarar bulunmaktadır (Diamond, 2002:315).
Sonuç ve Değerlendirme
Kamu maliyesi-ekonomisi alanı, sürekli olarak gelişim ve değişim içerisindedir.
Bu değişimde etkili olan birçok unsurun var olduğundan söz edilebilir. Bunlardan
ilki, ilgili alanın kapsamı ile ilgili akademisyenlerin bakış açısındaki değişimle
ilgilidir. Bundan yaklaşık 50 yıl önce kamu maliyesi denildiğinde, daha çok ilgi
konusu vergi ve bütçe konuları ile sınırlı olarak algılanırken, zamanla kamu sektörü
harcamalarının etkilerinin incelenmesi ve karar alma sürecinin analizi de kapsama
dahil edilmiştir. İkinci husus, diğer alanlardaki gelişmelerin kamu ekonomisi
alanının gelişimine ve kamu ekonomistlerinin analiz kabiliyetine yaptığı katkıyla
ilgilidir. Özellikle istatistik, ekonometri, davranışsal iktisat, deneysel iktisat gibi
çalışma alanlarındaki gelişmelerin kamu ekonomisi alanına uygulanması alanın
gelişimine büyük katkı sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir. Üçüncü bir unsur,
teknolojik ve toplumsal değişim ile ilgilidir. Geçmiş 30 yılda yaşanan teknolojik
değişimin hızı ve bunun insan hayatını değiştirme kabiliyeti, bugüne kadar dünyanın
hiç yaşamadığı türden bir deneyimdir. Dolayısıyla, bu değişimin piyasalar ve bireydevlet ilişkisi üzerinde çok önemli sonuçları söz konusudur. Yaşanan teknolojik
değişimin geçmişte piyasa başarısızlığı bulunan bazı sektörlerdeki yapıyı
değiştirdiğini ve buna bağlı olarak, bu piyasalardaki devletin rolü hakkındaki bakış
açısını da değiştirdiğini söylemek mümkündür. Bunun en çarpıcı örneği
telekomünikasyon sektöründe yaşanan değişimdir. Günümüz dünyasında toplumsal
değişim kadar teknolojik değişimin de çok güçlü ve önemli etkisi vardır. Özellikle
küreselleşme olgusu bu değişimde en önemli yeri işgal etmektedir. Ancak bunun
ötesinde toplumun değerleri, gelenek ve kültürel alandaki değişim, kurumsal yapıyı
hızla değiştirmekte ve buna bağlı olarak da devletin rolünün tekrar tasarlanmasına
ihtiyaç doğmaktadır.
Bütün bu değişim unsurlarının kamu ekonomisi alanında bizi getirdiği noktadan
ve bugünün dünyasının temel gelişim parametrelerinden hareketle, önümüzdeki
yıllarda kamu ekonomisi alanındaki çalışmaların odaklanacağı konuları şu şekilde
özetlemek mümkündür:
98
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
Kamu ekonomisi alanında önümüzdeki yıllarda önemini koruyacak konulardan
birisi, vergileme konusu olacaktır. Özellikle vergi politikalarının oluşturulması,
etkin ve adil vergilemenin gerçekleştirilmesi açısından vergileme politikalarının
özelliklerinin ne olması gerektiği ya da yapılacak vergi reformlarının ne tür
özelliklere sahip olması gerektiği en temel tartışma konularını oluşturacaktır. Bu
çerçevede vergilemenin hanehalkları ve firmaların davranışlarını nasıl değiştirdiği,
vergilerin emek arzı ve tasarruf-yatırım kararları üzerindeki etkileri, sermayenin
vergilendirilmesi, vergi rekabeti, optimal vergileme ve vergi reformu konuları
sürekli gündemde kalacak konular olarak görünmektedir.
Kamu ekonomisi alanında önümüzdeki yıllarda önemli olacak bir çalışma
konusu kamu sektörünün uygun, ideal büyüklüğü ve kapsamıyla ilgilidir. Geçtiğimiz
yıllarda devletin ekonomideki rolü konusundaki anlayışımızda önemli bir gelişme ve
değişiklik yaşanmıştır. Bugün devletin ekonomideki rolü konusunda, sosyalizm ile
liberalizm arasında üçüncü bir yolun ortaya çıktığı konusunda bir fikir birliği
bulunmaktadır. Bugün refah kaybını en aza indirecek vergi sistemlerinin nasıl
oluşturulacağını bildiğimiz gibi, kamu sektöründe etkinliği artırmak için piyasa
mekanizmalarını nasıl daha iyi kullanabileceğimizi de biliyoruz. Ayrıca, bugün
piyasa başarısızlıklarının kalıcı olduğunun ve kamu ve özel sektörün finans gibi
bilgi sorunlarının yaşandığı alanlarda birbirini tamamladığının daha fazla
farkındayız. Bu farkındalık bizi makro ekonomik perspektiften uzaklaşarak, daha
fazla mikro ekonomik temellere dayanan ve ekonomideki teorik ve ampirik
gelişmelere bağlı olarak sürekli gelişen dinamik bir kamu ekonomisi alanının
varlığına götürmektedir. Bu çerçevede, özellikle son yıllarda yapılan
özelleştirmelerin sonuçlarının ne olduğunun analizi, global bir ekonomide finansal
sektörlerde devletin özellikle düzenleyici rolünün ne olması gerektiği, sağlık ve
eğitim hizmetleri, ulusal ve global dışsallıklar konusunda devletin rolünün ne olması
gerektiği önemli çalışma konuları olacaktır.
Ekonomik teori ve ekonometri alanında geçtiğimiz yıllarda yaşanan gelişmeler,
kamu ekonomisi alanında da yeni araştırma konuları için fırsatlar yaratmıştır.
Geçtiğimiz yıllarda araştırılan ve gelecekte de daha fazla ampirik araştırmanın
yapılması beklenilen konulardan biri, vergi ve harcama politikalarının hanehalkı ve
firma davranışları üzerindeki etkileridir. Ekonomi teorisi kamu ekonomisi alanındaki
gelişmelerde kritik bir rol oynamaktadır. Kamu ekonomisi esas olarak bir “genel
denge analizi” alanıdır. Sadece hükümet politikalarının ekonomik davranışlar
üzerindeki birincil etkileri ile değil, aynı zamanda genel denge değişiklikleri yoluyla
fiyatlar ve davranışlar üzerinde yarattığı etkiler ile de ilgilenmektedir. Dolayısıyla,
önümüzdeki yıllarda kamu ekonomisi alanında genel denge analizinin öneminin
daha da artması ve bu alanda yapılan çalışmaların gelişmesi beklenmelidir.
Son söz olarak bütün bu açıklamalardan hareketle; ülkemizdeki maliye
bölümlerindeki ders programlarının, yazılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin ve
bu konularda yapılan araştırmaların bu perspektife uygun olarak oluşturulmasının,
yapılan çalışmaların ilgili literatüre paralel şekilde gelişmesi açısından önemli
olduğu ifade edilmelidir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
99
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
Kaynakça
Abdioğlu, T. ve Terzi, H. (2009), “Enflasyon ve Bütçe Açıkları İlişkisi: Tanzi ve
Patinkin Etkisi”, Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 23(2),
195-211.
Andersen, T. M. ve Sørensen, A. (2008), “Globalisation Squeezes the Public SectorIs It So Obvious?”, Economics Working Paper 2008-8, Denmark: University of
Aarhus.
Atkinson, T. (1993), “The Journal of Public Economics at 21 Years and 50
Volumes: A Personal View”, Journal of Public Economics, Master Index (1993),
1-7.
Baro, R. (1974), “Are Government Bonds Net Wealth?”, Journal of Political
Economy, 82(6), 1095-1117.
Bator, F. (1958), “The Anatomy of Market Failure”, Quarterly Journal of
Economics, 72(3), 351-379.
Blaug, M. (1978), Economic Theory in Retrospect, Cambridge: Cambridge
University Press.
Brito D. L., Hamilton, J. H., Slutsky, S. M. ve Stiglitz J. E. (1990), “Pareto Efficient
Tax Structures”, Oxford Economic Papers, 42(1), 61–77.
Boskin, M. J. ve Hurd, M. D. (1978), “The Effect of Social Security on Early
Retirement”, NBER Working Paper, No: W0204, Cambridge: NBER.
Buchanan, J. M. ve Tullock, G (1962), The Calculus of Consent: Logical
Foundations of Constitutional Democracy, The University of Michigan Press.
Coase, R. H. (1960), “The Problem of Social Cost”, Journal of Law and Economics,
3(1):1-44.
Corlett, W. J. ve Hague, D.C. (1953), Complementarity and the Excess Burden of
Taxation, Review of Economic Studies, XXI: 21-30.
Çavuşoğlu, A. T. (2005), “Vergi Gelirleri ve Kamu Harcamaları Açısından
Enflasyon: Tanzi ve Ters-Tanzi Etkileri", Gazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 7(3),
35-52.
Dalton, H. (1922), Principles of Public Finance, London: Routledge.
Das-Gupta, A. (2008), “Neglected Topics in Public Economics Courses”, Bagchi
Memorial
Volume,
2008,
1-61.
(http://papers.ssrn.com/sol3/
papers.cfm?abstract_id=1288009), (11/01/2010).
David, M. ve Menchik. P. L. (1985), “The Effect of Social Security on Lifetime
Wealth Accumulation and Bequests”, Economica, 52(28), 421-434.
Diamond, P. ve Gruber, J. (1999), “Social Security and Retirement in the United
States”, Gruber, J. ve Wise, D. A. (der.), Social Security and Retirement around
the World içinde, Chicago: University of Chicago Press, 437-473.
Diamond, P. (2002), “Public Finance Theory-Then and Now”, Journal of Public
Economics, 86(3), 311-317.
Due, J. F. ve Friedlander, A. F. (1973), Government Finance: Economics of the
Public Sector, Homewood: Richard D. Irwin.
Edwards, C. (2005), Options For Tax Reform, CATO Institute Policy Analysis,
No:536, Washington DC: Cato Institute.
Feldstein, M. (1974), “Social Security, Induced Retirement, and Aggregate Capital
Accumulation”, Journal of Political Economy, 82(5), 905-926.
Feldstein, M. (1996), “Social Security and Saving: New Time Series Evidence”,
National Tax Journal, 49(2), 151-164.
100
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
M.C. GÜRAN, S. OĞUZ
Feldstein, M. (2002), “The Transformation of Public Economics Research: 1970–
2000”, Journal of Public Economics, 86(3): 319-326.
Güran, M. C. (2005), Kamu Hizmetlerinde Performans Ölçümü, Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Yayınları.
Gordon, R. ve Poterba, J. (2002), “April 2002 Symposium, The Third Decade of the
Journal of Public Economics”, Journal of Public Economics, 86 (3): 307-310.
Gruber, J. ve Wise, D. A. (2005), “Social Security Programs and Retirement Around
the World: Fiscal Implications”, NBER Working Paper, No: 11290, Cambridge:
NBER.
Hall, D. (2008), “Book Review of the New Public Finance-Responding to Global
Challenges”, Development in Practice, 18 (1), 138-140.
Harberger, A. (1962), "The Incidence of the Corporate Income Tax", Journal of
Political Economy, 70(3): 215-240.
Hewett, S. R. (1987), “Public Finance, Public Economics, and Public Choice: A
Survey of Undergraduate Textbooks”, Journal of Economic Education, 18(4),
425-435.
Herber, B. P. (1967), Modern Public Finance, Homewood: Richard D. Irwin.
Kaul, I. (2006), “Exploring the Policy Space Between Markets and States Global
Public-Private Partnerships”, I. Kaul ve P. Conceição (der.), The New Public
Finance içinde, New York: Oxford University Press, 91-140.
Leimer, D. R. ve Lesnoy, S. D. (1982), “Social Security and Private Saving: New
Time Series Evidence”, Journal of Political Economy, 90(3), 606-629.
Lodin S. O. (2002), “What Ought to Be Taxed and What Can Be Taxed: A New
International Dilemma”, M. Ravinda Rao (der.), Development, Poverty, and
Fiscal Policy: Decentralization of Institutions içinde, New Delhi: Oxford
University Press, 85-101.
Mroz, T. A. (1987), “The Sensitivity of an Empirical Model of Married Women's
Hours to Work Economic and Statistical Assumptions”, Econometrica, 55(4):
765-799.
Musgrave, R. A. (1959), The Theory of Public Finance, New York: McGraw Hill.
Musgrave, R. A. ve Peacock, A. T. (1958), Classics in the Theory of Public Finance,
New York: Macmillan.
Myles, G. D. (1995), Public Economics, Cambridge: Cambridge University Press.
Niskanen, W. A. (1971), Bureaucracy and Representative Government, Chicago:
Aldine, Atherton
North, D. C. (1990), Institutions, Institutional Change and Economic Performance,
Cambridge: Cambridge University Press.
OECD (2006), How does Turkey Compare. OECD Health Data,
(http://www.oecd.org/ dataoecd /29/ 54/ 36959956.pdf), (11/01/2010).
Olivera, J. H. G. (1967), “Money, Prices and Fiscal Lags: A Note on the Dynamics
of Inflation”, Quarterly Review (Banca Nazionale del Lavoro), 20, 258-267.
ÖİB (2009), Yıllara Göre Özelleştirme Gelirleri, (http://www.oib.gov.tr/program/
uygulamalar.htm), (29/12/2009).
Patinkin, D. (1993), “Israel’s Stabilization Program of 1985, or Some Simple Truths
of Monetary Theory”, Journal of Economic Perspectives, 7(2), 103-128.
Poterba, M. J. (2002), “Recent Developments in and Future Prospects for Public
Economics”, American Economist, 46 (2), 20-30.
Pigou, A. C. (1912), Wealth and Welfare, London: Macmillan.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
101
Kamu Ekonomisi Alanında Geçmişten Günümüze Yaşanan Gelişmeler ve Geleceğe İlişkin
Beklentiler
Ramsey, F. P. (1927), "A Contribution to the Theory of Taxation", Economic
Journal, 37(145), 47-61.
Rosen, H. ve Gayer, T. (2008), Public Finance, New York: McGraw Hill.
Rowley, C. (1997), “Introduction: The Relevance of Public Choice for
Constitutional Political Economy”, Public Choice, 90(1-4), 1-10.
Samuelson, P. A. (1954), "The Pure Theory of Public Expenditure", Review of
Economics and Statistics, 36: 387-389.
Samuelson, P. A. (1958), "An Exact Consumption-Loan Model of Interest with or
without Social Contrivance of Money”, The Journal of Political Economy,
LXVI(6): 467-482.
Saez, E. (2001), “The Desirability of Commodity Taxation under Nonlinear Income
Taxation and Heterogeneous Tastes”, NBER Working Paper, No: 8029,
Cambridge: NBER.
Sen, A. (1999), Development as Freedom, New York: Anchor Books.
Stern, N. (2002), “Towards a Dynamic Public Economics”, Journal of Public
Economics, 86(3), 335-339.
Stiglitz, J. E. (1982), “Self-selection and Pareto Efficient Taxation”, Journal of
Public Economics, 17(2), 213-240.
Stiglitz, J. E. (1986), Economics of the Public Sector, New York: W.W. Norton&
Company Inc.
Stiglitz, J. E. (1988), “Computerized Tax Collecting”, Herbert Stein (der.), Tax
Policy in the Twenty-First Century içinde, New York: John Wiley and Sons,
278-288.
Stiglitz, J. E. (2000), Economics of the Public Sector, New York: W.W. Norton&
Company Inc.
Stiglitz, J. E. (2002), “New Perspectives on Public Finance: Recent Achievements
and Future Challenges”, Journal of Public Economics, 86(3), 341-360.
Stopford J. M., Strange, S. ve Henley, J. S. (1991), Rival States, Rival Firms:
Competition for World Market Shares, Cambridge: Cambridge University Press.
Şen, H. (2003), “Olivera-Tanzi Etkisi: Türkiye Üzerine Ampirik Bir Çalışma”,
Maliye Dergisi, 143, 30-57.
Tanzi, V. (1978), “Inflation, Real Tax Revenue, and the Case for Inflationary
Finance: Theory with an Application to Argentina”, IMF Staff Papers, 25(3),
417-451.
Tanzi, V. ve Schuknecht, L. (2000), Public Spending in the 20th Century - A Global
Perspective, Cambridge: Cambridge University Press.
Triest, R. K. (1990), The Effects of Income Taxation on Labor Supply in the United
State”, Journal of Human Resources, 25(3), 491-516.
Wagner, R. E. ve Tollison, R. D. (1980), Balanced Budgets, Fiscal Responsibility,
and the Constitution, San Francisco: Cato Institute.
Wolf, C. (1993), Markets or Governments, Choosing between Imperfect
Alternatives, Cambridge: MIT Press.
102
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin
Analizi: 1975-2007
Hüseyin ŞEN*
İsa SAĞBAŞ**
Abdullah KESKİN***
Özet
Bu çalışmanın amacı birim kök testi, eş-bütünleşme testi, çoklu doğrusal regresyon
gibi farklı ekonometrik yöntemler kullanarak Türkiye’de 1975-2007 döneminde mali
sürdürülebilirliğin olup olmadığını analiz etmektir. Yapılan analizlerden elde edilen
sonuçlar, incelenen dönemde Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin olmadığı sonucunu
ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Mali Sürdürülebilirlik, Maliye Politikası, Türkiye’de Mali
Sürdürülebilirlik.
An Analysis of Fiscal Sustainability in Turkey: 1975-2007
Abstract
The aim of this study is to test fiscal sustainability in Turkey in 1975-2007 period
by using different econometric methods such as unit root test, cointegration test, and
multiple linear regression model. Findings reveal that there is no fiscal
sustainability in Turkey in 1975-2007 period.
Key Words: Fiscal Sustainability, Fiscal Policy, Fiscal Sustainability in Turkey
JEL Classification Code: E62
Giriş
Günümüz ülke ekonomileri için makroekonomik dengelerin sağlanması kadar,
en azından bu dengelerin sürdürülebilir olması da önemli bir konu haline gelmiştir.
Son yıllarda sürdürülebilirlilikle ilgili olarak gündeme gelen konulardan biri de mali
*
Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
***
Yrd.Doç.Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü, [email protected]
**
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
103
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
sürdürülebilirliktir. Özellikle uzun dönemli mali sürdürülebilirlik, son yıllarda
özelde maliye politikasına genelde de makroekonomik politikaya ilişkin analizlerin
odağına oturmuştur. Şu durumda bir ülkede iktisat politikalarının belirlenmesi ve
başarılı bir şekilde uygulanması açısından mali sürdürülebilirliğin önemi
yadsınamaz bir gerçektir.
Türkiye gibi uzun yıllar boyunca hem kronik bütçe açığı ve dolayısıyla borç
sorunu yaşamış olan, hem de IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşlarla
yakın ilişki içinde olan bir ülkenin mali sürdürülebilirlik kavramına yabancı kalması
elbette düşünülemez. Nitekim IMF (1998)’nin mali sürdürülebilirlik için talep ettiği
orta vadeyi kapsayacak bütçelerin hazırlanmasına Türkiye’de de başlanmış ve bu
doğrultuda 2003 yılında kabul edilen ve 1 Ocak 2006’dan itibaren de fiilen
uygulamaya konulan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu ile orta
vadeli harcama sistemine geçilmiştir. Bu doğrultuda yıllık bütçe yerine, çok yıllı bütçe
yöntemi benimsenmiş ve kamu bütçesi her yıl, gelecek üç yılı kapsayacak şekilde
hazırlanmaya başlanmıştır.
Bu çalışma, 1975-2007 dönemini esas alarak, Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin
olup olmadığını farklı ekonometrik yöntemler kullanarak analiz etmeyi
amaçlamaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde mali sürdürülebilirlik kavramı ele
alınırken, ikinci bölümünde mali sürdürülebilirliğin test edilmesine yönelik
çalışmaların teorik arka planına, üçüncü bölümünde ise çalışmanın omurgasını
oluşturan Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin analizine yer verilmektedir. Genel
değerlendirme ve sonuç, çalışmanın son bölümünde yer almaktadır.
1. Mali Sürdürülebilirlik Kavramı
Mali sürdürülebilirlik konusunda üzerinde uzlaşma sağlanan ortak bir tanım yoktur.
Izquierdo ve Panizza (2003)’ya göre mali sürdürülebilirlik, bir ülkenin bütçe kısıtını
karşılayabilmesi durumudur. Ancak bu tanıma ihtiyatlı yaklaşmak gerektiği de
açıktır. Çünkü bütçe kısıtı nihayetinde bir muhasebe eşitliğidir. Bu eşitliğin borçların
ödenmemesi veya borçların enflasyonla şişirilmesi gibi farklı yöntemlerle her zaman
sağlanabilmesi mümkündür (Mendoza, 2003’ten aktaran Izquierdo ve Panizza, 2003). Şu
halde bütçe kısıtının sağlanması, mali sürdürülebilirlik için gerekli ancak yeterli bir
koşul değildir. Aynı şekilde bir ülkenin borçlarını ödeyebilme gücünün olması da mali
sürdürülebilirlik için gerekli, ancak tek başına yeterli bir koşul değildir. Burnside
(2005)’a göre ise mali sürdürülebilirlik, bir hükümetin borçlarını ödeyebilme gücü
yanında aynı politikalar setini koruyabilme gücüdür.
Teorik ve ampirik literatürde mali sürdürülebilirlik (fiscal sustainability) yerine,
zaman zaman bütçe açıklarının sürdürülebilirliği (sustainability of budget deficit),
borçların sürdürülebilirliği (sustainability of debt) gibi kavramların da kullanıldığı
görülmektedir. Bütçe açıklarının sürdürülebilirliğini borçların yanı sıra reel büyüme
oranı, enflasyon, para arzı gibi makroekonomik değişkenler de etkiler. Borçların
sürdürülebilirliği bütçe açıklarının sürdürülebilirliği için gerekli bir koşul iken, bütçe
açıklarının sürdürülebilirliği de mali sürdürülebilirlik için gerekli bir koşuldur. Bu üç
sürdürülebilirlik kavramı arasındaki ilişki Doğu Avrupa ülkelerinde hediyelik eşya
olarak satılan matruşkalara benzetilebilir. En dıştaki mali sürdürülebilirlik, onun
içindeki bütçe açıklarının sürdürülebilirliği, onun da içindeki ise borçların sürdürülebilirliğidir. Özetle mali sürdürülebilirlik, bütçe açıklarının ve borçların
sürdürülebilirliğini de içeren geniş kapsamlı bir kavramdır.
104
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
Tüm bu açıklamalar ışığında mali sürdürülebilirlik; bir ülkenin borçlarını
ödeyememe ya da borçlarını aşırı şekilde monetizasyonla finanse etme aczine düşmeden, mevcut bütçe kısıtı içinde gelecekteki borçlarını ödeyebilmek için önemli bir
düzenlemeye ihtiyaç duymaksızın borç oranını kontrol altında tutabilmesi (Izquierdo
ve Panizza, 2003:1) şeklinde tanımlanabilir.
Mali sürdürülebilirlik mevcut durumun analizinden daha ziyade, dönemler arası
bütçe kısıtıyla tutarlı olan alternatif politikaların makroekonomik sonuçlarıyla ilgilenir
ve mevcut bütçe kısıtının farklı finansman kaynaklarıyla sağlansa bile uygulanan
politikaların makro-ekonomik sonuçlarının ve zamanlamasının farklı olabileceğine
dikkat çeker (Burnside, 2005).
Burada bir başka hususa da dikkat çekmekte fayda vardır. Mali sürdürülebilirlik
literatüründe sık sık mali sürdürülebilirlik ile mali yeterlilik (fiscal solvency)1
kavramları arasındaki farka vurgu yapılmaktadır.2 Bir ülkede uygulanan maliye
politikası zaman içerisinde devleti mali acze düşürüyorsa “mali sürdürülebilirlik yok”
demektir. Mali sürdürülebilirlik konusunda bir hüküm yürütmeden önce, bir ülke için
mali yeterlilik şartlarının sağlanıp sağlanmadığını test etmek gerekir. Mali yeterliliğin
değerlendirilmesi, gelecekte elde edilecek olası vergi gelirlerinin ve kamu
harcamalarının büyüme ve reel faiz oranlarının projeksiyonunu gerektirir. Bu
göstergeler kullanılarak dönemler arası bütçe kısıtının karşılanıp karşılanmadığı incelenir. Bugünkü politikalar ile ülkenin dönemler arası bütçe kısıtı karşılanmasa bile,
gelecekteki kamu borçları tamamen ödenebilecekse “mali yeterlilik sağlanmıştır”
demektir. Buna karşın mali sürdürülebilirlik, değişmeyen bir mali politika ile birlikte
mali yeterliliğin sağlanmasıdır ((Croce ve Juan-Ramon, 2003:3), (Burnside, 2005:11)).
Bu çalışmada mali sürdürülebilirlik kavramı, daha kapsayıcı bir kavram olduğu için
aralarındaki fark göz ardı edilerek bütçe açıklarının sürdürülebilirliği ve borçların
sürdürülebilirliği kavramlarının yerine de kullanılmıştır.
2. Mali Sürdürülebilirlik Analizi: Teorik Arka Plan
Mali sürdürülebilirliğin analizine yönelik yapılan çalışmaları, çalışmalarda izlenen
yöntem açısından iki grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi, öncülüğünü
Buiter (1985)’in yaptığı, ekonomik göstergelerle mali sürdürülebilirliği analiz eden
çalışmalar; ikincisi ise, öncülüğünü Hamilton ve Flavin (1986)’in yaptığı, ekonometrik
yöntemlerle mali sürdürülebilirliği analiz eden çalışmalardır. Mali sürdürülebilirliği
ekonomik göstergelerle analiz eden çalışmalar, literatürde bütçe açığına muhasebe
yaklaşımı (accounting approach to the budget deficit) olarak bilinirken; bütçe açığının
sürdürülebilirliğinin ekonometrik yöntemlerle analiz edilmesine yönelik çalışmalar
dönemler arası bütçe açığı kısıtı yaklaşımı (intertemporal budget deficit constraint
approach) ya da bütçenin bugünkü değer kısıtı yaklaşımı (present value constraint
approach-PVC) olarak da bilinir. Her iki yaklaşım da mali sürdürülebilirlik analizine
hükümetin bütçe kısıtından (budget constraint) başlamaktadır.
1
fiscal insolvency, Türkçe literatüre mali acze düşme şeklinde girmiştir. Bu çalışmada fiscal solvency
için uygun karşılık olarak mali yeterlilik kavramının kullanılması tercih edilmiştir.
2
Bkz. Dinh (1999), Yamauchi (2004).
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
105
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
2.1. Mali Sürdürülebilirliği Ekonomik Göstergelerle Analiz Eden
Çalışmalar
Mali sürdürülebilirliği ekonomik göstergeler kullanılarak analiz eden çalışmalarda
geçmiş bütçe politikalarıyla mali yeterlilik şartının sağlanıp sağlanmadığı test
edilmekte ve geleceğe yönelik dersler çıkartılmaya çalışılmaktadır. Bu yöntemin
avantajı, ekonomik göstergelerin hesaplanmasının kolay olması ve güncelleştirmeye
olanak sağlamasıdır. Burada hemen belirtelim ki, bu yöntemin bazı dezavantajları da
bulunmaktadır. Mali sürdürülebilirliği ekonomik göstergelerle analiz eden çalışmalarda değişik göstergeler kullanılarak sonuca gidilmektedir. Ancak mali
sürdürülebilirliğin ekonomik göstergelerle analizinde göstergelerin kendi arasındaki
dinamik ilişkiler dikkate alınmamakta ya da bu ilişkiler sabit kabul edilmektedir.
Örneğin yapılacak bir devalüasyonun kamu harcamaları ve bütçe üzerinde nasıl bir
etkisinin olacağı tahmin edilirken, devalüasyonun ihracat, ekonomik büyüme ve
bütçe gelirleri gibi değişkenler üzerindeki etkisi dikkate alınmamaktadır (Dinh,
1999:27).
Ekonomik göstergeler kullanılarak yapılan mali sürdürülebilirlik çalışmalarının
en zayıf yönü, belli bir dönem için yapılan analiz sonucunda elde edilen mali
yeterlilik bulgularının ileriye dönük olarak aynı sonucu garanti etmemesidir (Croce
ve Juan-Ramon, 2003:3). Çünkü göstergeler geleceğe değil, geçmişe aittir.
Easterly vd. (1994), kamu kesiminin borç ödeme gücüne (muhasebe yaklaşımına)3 dayanan sürdürülebilir faiz dışı açık eşitliğini aşağıdaki şekilde formüle
etmektedir:
PD
D
E .D *
∆M
∆D
∆ E .D *
+ i.
+ i*.
=
+
+
Def . y
Def . y
Def . y
Def . y
Def . y
Def . y
(1)
Bu eşitliğin sol tarafı, konsolide bütçe kısıtını; sağ tarafı ise konsolide bütçe
açığının finansman kaynaklarını göstermektedir. Bu eşitlikte PD, toplam kamu
kesimi faiz dışı açığını; Def, GSMH deflatörünü; y, reel GSMH’yi; i, yurt içi
nominal faiz oranını; D, kamunun iç borç stokunu; E, nominal döviz kurunu; i*, yurt
dışı nominal faiz oranını; D*, yabancı para cinsinden kamunun dış borç stokunu; M,
parasal taban stokunu; ∆M, parasal taban stokundaki değişmeyi; ∆D, iç borç
stokundaki değişmeyi; ∆ED, ulusal para cinsinden dış borç stokundaki değişmeyi
göstermektedir.
Burada ifade edilen bütün değişkenler cari ulusal para birimi cinsindendir.
Yukarıdaki eşitliğin üzerinde yapılacak basit bir değişiklik, faiz dışı açığın
GSMH’ye oranının aşağıdaki şekilde türetilmesine imkân sağlar:
(
)
d = ∆ m + (π + n ) m + ∆ b + (n - r ) b + ∆ b * + n - r * - ε b *
(2)
Bu eşitlikteki d, m, b ve b* değişkenleri sırasıyla cari fiyatlarla PD, M, D ile
ED*’nin GSMH’ye oranlarını; ∆m, ∆b, ∆b* değişkenleri M, D ve ED*’deki
değişmelerin GSMH’ye oranlarını; π, enflasyon oranını; n reel GSMH’deki
3
Muhasebe yaklaşımı (accounting approach), bütçe denkliği için kamu kesiminin hâlihazırdaki ve gelecekteki
varlık ve yükümlülüklerinin bugünkü toplam değerlerinin birbirine eşit ya da varlıklarının yükümlülüklerinden
fazla olması gerektiğini ifade eder. Bu yaklaşımın öncüleri arasında Buiter (1983), Buiter (1985) ve Anand ve
van Wijnbergen (1989) yer almaktadır.
106
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
büyümeyi; r, reel faiz oranını; r*, yurt dışı reel faiz oranını ve ε, reel döviz
kurundaki değer kaybını göstermektedir.
(2) nolu eşitlik, GSMH’nin bir oranı olarak faiz dışı açığın finansmanının altı
farklı finansman kaynağı ile sınırlandığını ifade etmektedir: Bunlar, parasal taban
artışından elde edilen aktif senyoraj ve büyümenin sağladığı para talebi artışından
sağlanan pasif senyoraj; yurt içi ve yurt dışı borçların reel faizini aşan ekonomik
büyüme; parasal ve parasal olmayan borç taleplerindeki artıştır. Faiz dışı açık, ancak
para ve borç stokunun GSMH’ye oranları sabit kaldığı sürece sürdürülebilirdir. Bu
da, enflasyon ve faiz oranının sabit kalması anlamına gelmektedir. Gelişmekte olan
ülkeler için dış borçlanma birçok değişkene bağlı olarak yarı dışsal sayıldığından, bu
ülkeler bütçe açığının finansmanını yoğun olarak parasal taban stokundaki artış
ve/veya iç borçlanmayla finanse etmek durumundadırlar.
Ekonomik göstergelerle mali sürdürülebilirlik yöntemine göre, belirlenmiş bir
büyüme oranı hedefi ve sabit reel faiz oranı tutturularak birincil açık artmadan sabit
bir borç oranı ile devam ediyorsa, mali sürdürülebilirlik sağlanmış demektir. Bu
yöntemde dış borçlanma ve senyorajın olmadığı varsayılmaktadır. Ancak ekonomik
göstergelerle mali sürdürülebilirlik yöntemi bazı dezavantajlara sahiptir. Bunlar şu
şekilde sıralanabilir (Cuddington, 1996:7):
Bu yöntemde, birincil açıktaki değişmenin reel faiz oranı ve büyüme oranı
üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığı varsayılır. Oysaki bu varsayım gerçekçi
olmaktan uzaktır. Çünkü denge reel faiz oranı kamu harcamalarına ve kamu borç
miktarına bağlıdır.
Bu yöntemde finanse edilebilir bütçe açığı seviyesi belirlenmeye çalışılırken, “bütçe açığı seviyesi mali yükümlülüklerin artış oranına paralel artmalı ki borç
oranı sabit kalabilsin” varsayımı yapılır. Bu varsayım, borç verenlerin hangi borç
stratejilerinin sürdürülebilir, hangilerinin ise sürdürülemez olduğu konusunda karar
vermelerinde belirsizliğe yol açar.
Ekonomik göstergeler kullanılarak yapılan mali sürdürülebilirlik çalışmalarında,
maliye politikasının kamu sektörünün net değeri/GSYİH oranını (Buiter (1985)’in
kullandığı gösterge) veya borç oranını (Blanchard (1990)’ın kullandığı gösterge)
stabilize edip etmediği test edilmektedir. Bu çalışmalarda, kamu sektörünün net
değerinin hesaplanmasındaki güçlüklerden dolayı, uygulamada genellikle borç oranı
kullanılmaktadır.
Ekonomik göstergelerle mali sürdürülebilirliği analiz eden çalışmaların temel
amacı, sürdürülebilir bir maliye politikası ile sürdürülemez bir maliye politikası
arasındaki farkı belirlemektir (Chalk ve Hemming, 2000:7). Bu çalışmaların öncüsü
olarak Buiter (1985)’in çalışması kabul edilir. Buiter’e göre maliye politikası, kamu
sektörünün net değeri/GSYİH oranını sabit tutabiliyorsa “mali sürdürülebilirlik var”
demektir. Buiter, bu hedefin gerçekleşmesi için gerekli olan birincil bütçe açığını
aşağıdaki şekilde tanımlamaktadır:
d = (rt - nt) . wt
(3)
Burada d , sabit birincil açığı; rt, t dönemindeki reel faiz oranını; nt, t dönemindeki
büyüme oranını; wt, t dönemindeki kamu sektörünün net değeri/GSYİH oranını
göstermektedir.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
107
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
Buiter’in geliştirdiği bu sürdürülebilirlik göstergesi, sabit birincil açık ile cari
birincil açık arasındaki fark olup ( d -dt); bu da, aşağıdaki gibi ifade edilebilir:
d -dt = ((rt - nt) . wt - dt )
(4)
Burada dt, t dönemindeki birincil açık/GSYİH oranını göstermektedir. Buiter’in
geliştirdiği sürdürülebilirlik göstergesi olan bu fark ( d -dt) negatif ise birincil açık
kamu sektörünün net değeri/GSYİH oranını stabilize edemeyecek kadar fazla
demektir. Bu da mali sürdürülebilirliğin olmadığının bir göstergesidir. Ancak Buiter
(1985)’in geliştirdiği mali sürdürülebilirlik yaklaşımında kamu kesiminin net değerinin
nasıl hesaplanacağı net değildir. Bu durum, Buiter’in yaklaşımına yöneltilen en önemli
eleştiridir (Chalk ve Hemming, 2000:7).
Buiter (1985)’in çalışması gibi, Blanchard (1990)’ın çalışması da mali sürdürülebilirliği ekonomik göstergelerle test eden çalışmalar arasında oldukça önemli bir
yere sahiptir. Blanchard (1990), cari borç oranını sürdürebilecek politikalar üzerine
yoğunlaşmış ve birincil açık göstergesi ve vergi açığı göstergesi olmak üzere iki farklı
mali sürdürülebilirlik göstergesi geliştirmiştir. Birincil açık göstergesi, milli gelirin bir
oranı olarak kamu borç stokunu stabilize etmek için gerekli olan sabit birincil açığın ne
olması gerektiğini ifade etmektedir. Buna göre sabit birincil açık ile cari birincil açık
arasındaki farkın negatif olması, mali sürdürülebilirliğin olmadığına işaret eder. Vergi
açığı göstergesinde ise milli gelirin bir oranı olarak gerçekleşen vergi gelirleri ile ideal
vergi gelirleri arasındaki farka bakılmakta ve bu fark negatif ise mali sürdürülebilirliğin
olmadığına karar verilmektedir.4
Dinh (1999:13-14) ise mali sürdürülebilirlik konusuna farklı bir açılım getirmekte
ve mali sürdürülebilirliği test ederken sayısal göstergelerin sayısal olmayan
göstergelerle desteklenmesi gerektiğini savunmaktadır. Dinh (1999)’in mali sürdürülebilirlik ile ilgili kullanılmasını önerdiği başlıca sayısal olmayan göstergeler şunlardır:
Ülkenin bütçe açığını kapatma konusundaki geçmişteki başarı durumu,
Sosyal güvenlik sistemi, merkez bankası, KİT’ler, kamu bankaları ve kamunun
ortak olduğu kuruluşların hesapları,
Bütçe açığının nedeni kamu geliri yönünden mi, yoksa kamu harcamaları
yönünden mi, yoksa her iki yönden mi sorusunun cevabı,5
Kamu gelirlerinin yapısı, dolaylı ve dolaysız vergiler, diğer gelirler, gizli ve
açık sübvansiyonlar.
2.2. Mali Sürdürülebilirliği Ekonometrik Yöntemlerle Analiz Eden
Çalışmalar
Mali sürdürülebilirliği ekonomik göstergelerle analiz eden çalışmaların yanında,
çok sayıda ekonometrik çalışma da mevcuttur. Bunların her biri farklı ekonometrik
yöntemlerden de faydalanarak mali sürdürülebilirliği test etmeyi amaçlamaktadır.
Üstelik, her ekonometrik çalışmada farklı varsayımlara dayalı farklı bir ekonometrik
yöntem kullanılmaktadır. Şüphesiz bu çalışmaların her biri ayrı bir önem taşımakla
4
Blanchard’ın bu iki mali sürdürülebilirlik göstergesinin teknik ayrıntıları için Bkz. Şen, Sağbaş ve Keskin
(2007).
5
Kamu harcamaları mı vergi gelirlerinin artmasına neden olmaktadır? Yoksa vergi gelirlerindeki artış mı kamu
harcamalarının artmasına neden olmaktadır? veya her ikisi birden mi? Tüm bu soruların yanıtı kamu harcamaları
ile vergi gelirleri arasındaki nedensellik ilişkisi başlığı altında teorik ve ampirik literatürde araştırma konusu
olmaktadır. Bu konuda yapılmış geniş bir literatür taraması için Bkz. Sağbaş ve Şen (2003). Bu konuda Türkiye
üzerine yapılmış ampirik çalışmalar için ise Bkz. Pınar (1998), Darrat (1998), Akçoraoğlu (1999), Günaydın
(2004a).
108
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
beraber, bunların herbirini ayrıntılı bir şekilde açıklamak bu çalışmanın amacının
dışındadır. Bu nedenle bu çalışmada yalnızca önemli gördüğümüz belli başlı
çalışmalara yer verilmektedir.6
Sürdürülebilirliği ekonometrik yöntemlerle ilk kez analiz eden ve literatürde
bütçenin bugünkü değer yaklaşımı (present value constraint-PVC) olarak da bilinen
Hamilton ve Flavin (1986)’in öncü çalışması, borcun sürdürülebilirliği üzerinde
yoğunlaşmakta ve ABD’nin savaş sonrası verilerini kullanarak kamu borçlanmasının
sınırlarını test eden ampirik bir çerçeve sunmaktadır. Bu çalışmaya göre, hükümetler
dönemler arası bütçe kısıtı ile karşı karşıyadırlar. Bu durum hükümetin kendisine
borç verenlere, hâlihazırdaki açıklarını dengelemek üzere gelecekte bütçede fazla
vereceği zımni taahhüdünü ifade eder. Hamilton ve Flavin (1986)’in yaklaşımındaki
dönemler arası bütçe kısıtı uyumu, hükümetin gelecekte beklenilen bütçe fazlasının
iskonto edilen değerini, borcunun cari piyasa değerine eşitleyerek dönemler arası
bütçeyi dengelediğini ifade eder. Tabi ki hükümetin bunu yaparken Ponzi oyunu7
finansmanına başvurmayacağı varsayılır.
PVC’yi test eden ekonometrik çalışmalar, ekonomik bir model vasıtasıyla açık bir
biçimde reel faiz oranı, ekonomik büyüme, enflasyon gibi bağımlı değişkenlerle
bağlantı kurmaksızın, birincil açık (veya birincil fazla), borç stoku, bazen de bütçe
harcamaları ve bütçe gelirleri gibi değişkenlerin zaman serisi özelliklerine odaklanır.
Bu ve benzeri makroekonomik serilere birim kök testi ve/veya eş-bütünleşme testi
uygulanarak sürdürülebilirlik analizi yapılır. Ancak söz konusu sürdürülebilirlik
testlerinin uygulanabilmesi, maliye politikası uygulamasında bir değişikliğin
olmamasını ve uzun bir gözlem döneminin varlığını gerektirir.
PVC yaklaşımına göre mali sürdürülebilirliğin testi, hükümetin bütçe kısıtı
eşitliğinden hareketle ve bu eşitliğe, ileriye doğru N dönem için öteleme (iterasyon)
uygulanarak yapılır.8 Bu yaklaşımda Barro (1989)’nun modeli9 kullanılarak şu
regresyon denklemine ulaşılır:
Rt = λ + δ.GVt + εt
(5)
Bu regresyon denkleminde, εt’nin durağan ve δ=1 olduğu hipotezi test edilir. Bu
hipotezin doğrulanması, konsolide bütçe harcamaları ile konsolide bütçe gelirlerinin
birbiriyle uyumlu ve dolayısıyla maliye politikanın sürdürülebilir olduğu anlamına
6
Mali sürdürülebilirliği ekonometrik yöntemlerle analiz eden ve sayısı giderek artan çalışmalardan bazıları: Trehan
ve Walsh (1988), Trehan ve Walsh (1991), Kremers (1988), Kremers (1989), Wilcox (1989), Hakkio ve Rush
(1991), Taner ve Liu (1994), Quintos (1995), Haug (1991), Haug (1995), Ahmed ve Rogers (1995), Payne (1997),
Artis ve Marcelino (1998), Bohn (1998), Féve ve Hénin (2000), Uctum ve Wickens (2000), Bravo ve Silvestre
(2002).
7
Charles Ponzi (1882-1949), ABD’ye göç etmiş bir İtalyan göçmendir. ABD’de 1910’lu yıllarda yaşayan çok
sayıda göçmen aile kendi ülkelerinde yaşayan ailelerine mektup gönderirken içine posta kuponu koymaları
durumunda aileleri ücret ödemeden geri ABD’ye mektup gönderebiliyorlardı. Ponzi bu posta kuponlarının
ticaretini yapmış ve 45 gün içinde %50 kâr vaadiyle yaklaşık 10.000 yatırımcıdan 9.5 milyon $ toplamıştır.
Aslında Ponzi, posta kuponu alıp satmıyor yeni yatırımcılardan aldığı paralarla eski yatırımcılara yüksek kâr
payı ödüyordu. Sonuçta sonradan iktisat literatüründe “Ponzi şeması” veya “Ponzi oyunu” olarak adlandırılacak
bu sistem çökmüştür. Ponzi oyunu, eğer zarar başlangıçta fark edilmezse sonuçta iflasın kaçınılmaz olmasına
verilen isimdir.
Ponzi Oyunu ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz. www.wordiq.com/definition/Charles_Ponzi (10/07/2009);
www.mark_knutson.com (10/07/2009);
www.treasury-anagament.com/Research/Byissues/04/126/
Tabasso.pdf (10/07/2009).
8
Çalışmayı uzatmamak adına burada matematiksel çıkarımlara yer verilmemiştir. Matematiksel
çıkarımlar konusunda Bkz. Barro (1989) ve Cuddington (1996).
9
Barro (1989)’dan aktaran Ghatak (2003).
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
109
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
gelir. Bunun yanında iki seri arasında eş-bütünleşmenin bulunması, uzun dönemde
konsolide bütçe harcamaları ile konsolide bütçe gelirlerinin uyumlu olduğunu ortaya
koyar.
PVC yaklaşımında hükümetin mali açıdan yeterli olup olmadığı değil, mali
sürdürülebilirliğinin olup olmadığı test edilir. Bir ülkede bütçe açığının hükümete
borç verenler tarafından tepki ile karşılanmadan sınırsız bir şekilde devam edebilmesi
için Ponzi oyununa başvurulmaması gerekir (Cuddington, 1996:1). PVC yaklaşımına
göre, reel borç stoku reel faiz oranından daha yavaş bir şekilde büyüyorsa, gelecekteki
kamu borç stokunun bugünkü değerinin sıfıra yakınsayacağı kabul edilir.10 Çünkü
Ponzi oyununun olmaması (No Ponzi Game) için bu gereklidir (Cuddington, 1996:8).
Başka bir ifadeyle, milli gelirin bir oranı olarak borç stoku zaman içinde
sabitlenebilmiş ise bütçe açıklarının sürdürülebilir olduğu söylenebilir. Kısaca PVC
yaklaşımının gerçekleşmesi, Ponzi oyununun olmaması şartına bağlıdır. PVC
yaklaşımına göre mali sürdürülebilirliğin olabilmesi için gelecekte beklenen bütçe
fazlalıklarının iskonto edilmiş değerinin cari borç stokunun değerine eşit olması gerekir.
Bu koşula bağlı olarak PVC yaklaşımının ekonometrik yöntemlerle test edilmesinde
aşağıdaki değişkenlerin zaman serilerinin durağan olup olmadığı test edilir:
Bütçe açığı ve borç stoku,
Borç stokunun iskonto edilmiş değeri,
Reel açık (reel faiz ödemeleri dâhil).
PVC yaklaşımında bütün bunlara ilaveten bütçe gelir ve giderleri arasında, bütçe
gelir ve giderleri ile reel faiz ödemeleri arasında eş-bütünleşme olup olmadığı da
araştırılmaktadır (Akçay vd., 2001). Ancak burada önemle belirtelim ki, test edilen
değişkenlerin çalışmadan çalışmaya farklılık gösterdiği de bir gerçektir.
Hangi büyüklükteki bir birincil açığın sürdürülebilir olduğuna karar verebilmek
için senyoraj, iç borçlanma ve dış borçlanma hakkında bazı varsayımlarda bulunmak
gerekir. Mali sürdürülebilirlik çalışmalarında PVC yaklaşımı ilk önce gelişmiş
ülkeler için uygulanmış, bu ülkeler için senyorajın önemsiz olduğu ve kamu
borçlanmasının ülkenin ulusal parası cinsinden yapıldığı varsayılmıştır.
3. Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi
Son yıllarda mali sürdürülebilirlik üzerine çok sayıda teorik ve ampirik çalışma
yapılmış olmasına karşın, Türkiye üzerine bu konuda yapılan çalışma sayısının
oldukça sınırlı olduğu gözlenmektedir. Oysaki bir ülkede iktisat politikalarının
belirlenmesi ve başarılı bir şekilde uygulanması açısından özelde bütçe açıklarının
genelde ise mali sürdürülebilirliğin izlenmesinin önemi yadsınamaz bir gerçektir.
Öte yandan AB’ye üye olmayı kendisine amaç edinen Türkiye gibi bir ülke için mali
sürdürülebilirlik konusu daha büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü Maastricht
Kriterlerine göre kamu açığının GSYİH’ye oranı %3’ü, kamu borç stokunun GSYİH’ye
oranı ise %60’ı geçemez. Bu kriterler, zaman zaman bazı üyeler için esnetilse de hem
üye ülkeler hem de Türkiye gibi AB’ye aday ülkeler için bağlayıcı niteliktedir. Bu
nedenle Türkiye’de hükümetler, söz konusu mali kriterleri tutturmayı kendilerine temel
hedef koymuşlardır. Dolayısıyla bütçe açıklarının ve/veya kamu borç stokunun
10
Convergence kavramı, bazı Türkçe kaynaklarda yakınlaşma bazılarında ise yakınsama anlamında
kullanılmaktadır. Bu çalışmada convergence kavramının Türkçe karşılığı olarak yakınsama kavramı tercih
edilmiştir.
110
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
sürdürülebilir olup olmadığı, Türkiye için de önemi giderek artan bir konu haline
gelmiştir. Bunu gerçekleştirilebilmesi için de senyoraja başvurulmadan, reel üretimi
artırarak, bütçe gelirlerini artırarak ve/veya bütçe harcamalarını kısarak, bütçe açıkları ve
birikmiş kamu borç stokunu sürdürülebilir düzeyde tutabilecek çözümün üretilmesine
ihtiyaç vardır.
Daha önce de üzerinde durulduğu gibi mali sürdürülebilirliğin analizinde ekonomik
göstergeler yöntemi ve ekonometrik yöntem olmak üzere iki temel yöntem mevcuttur.
Bu çalışmada, Türkiye üzerine yapılan çalışma sayısının oldukça sınırlı olması ve aynı
zamanda elde edilen sonuçların mali sürdürülebilirliğin analizinde daha kesin bulgular
ortaya koyması nedeniyle ekonometrik yöntemin kullanılması tercih edilmiştir.
Kuşkusuz ekonometrik yöntemler kullanılarak yapılan çalışmalar, uzun bir dönemi
analiz etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle çalışmamız 1975-2007 gibi uzun bir
dönemi kapsamaktadır. Tabii ki bu tür uzun dönemli analiz yaparken ekonomilerde
yapısal dönüşümün yaşandığı dönemleri gözden kaçırmamak ve bu dönemleri ayrı
olarak ele almak gerektiği de ortadadır. 2001 yılındaki yapısal dönüşüm nedeniyle bu
dönemi ayrı analiz eden bir çalışma Budina ve Wijnbergen (2008)’e aittir. Söz konusu
çalışmalarında Budina ve Wijnbergen (2008), 2001 sonrasını ayrı bir dönem olarak ele
almış, stokastik simülasyon yöntemleri ve stres testleri kullanarak, Türkiye’de mali
sürdürülebilirlikle ilgili geleceğe dönük öngörülerde bulunmuşlardır. Budina ve
Wijnbergen’in (2008) bulgularına göre, 2001 Krizi sonrası dönemde yapılan mali
reformlar, kamu borç oranında hızlı bir düşüşe neden olacaktır. Bu olumlu beklenti ve
faiz dışı fazla ile faiz yükü göstergeleri arzulanan yönde bir trend izlemesine karşın,
Türkiye’nin özellikle kamu borç stokunun kısa vadeli olması nedeniyle mali durum hala
endişe kaynağı olmaya devam etmektedir.
Ancak çalışmamız zaman serisi analizi olduğu ve uzun dönem analizini zorunlu
kıldığı noktasından hareketle, Türkiye ekonomisinde yapısal dönüşümün yaşandığı
2001-2007 gibi kısa bir dönemin ayrıca analizine gerek görülmemiştir.
Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin test edilmesinde aşağıda teorik olarak da
açıklanan farklı ekonometrik yöntem ve seriler kullanılmıştır. İlk olarak birim kök
testini içeren durağanlık testi yöntemi, ikinci olarak eş-bütünleşme testi yöntemi,
üçüncü olarak Bohn yaklaşımıyla mali sürdürülebilirlik testi yöntemi ve dördüncü
olarak da dönemler arası bütçe kısıtı yöntemi kullanılmıştır. Burada hemen
belirtelim ki, literatürde mali sürdürülebilirlik analizlerinde en çok kullanılan iki
yöntem, birim kök testi yöntemi ile eş-bütünleşme testi yöntemidir.11
3.1. Birim Kök Testi Yöntemi
Bu yöntem, bütçe açıklarının sürdürülebilirliğinin test edilmesinde kullanılan
standart bir yaklaşım olup, çok sayıda çalışmada kullanılmıştır. Bunlar arasında
Hamilton ve Flavin (1986), Trehan ve Walsh (1988), Trehan ve Walsh (1991) ve
Ahmed ve Rogers (1995)’ın çalışmaları yer almaktadır. Bu yöntemde mali
sürdürülebilirlik, bütçe açığı serisine birim kök (durağanlık) testi uygulanmak suretiyle
analiz edilir. Test sonucunda serinin durağan olması halinde bütçe açıklarının uzun
dönemde sürdürülebilir olduğu sonucuna varılır.
Birim kök testi yöntemi, bütçe açığı serisi yanında geçmiş yıllara ait bütçe açıklarının
kümülatifi sayılabilecek iç borç stoku, toplam borç stoku ve kamu harcamalarının önemli
11
Ekonometrik yöntemlerle mali sürdürülebilirliği test eden çalışmalarda kullanılan yöntemlerin tasnifi
için Bkz. Şen vd., (2007:148-149).
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
111
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
bir kısmını oluşturan toplam faiz ödemeleri gibi serilere uygulanarak da mali
sürdürülebilirliğin olup olmadığı test edilebilir.
Aşağıda, Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin olup olmadığını test etmek için
seçilen serilere Dickey-Fuller (DF), Augmented Dickey-Fuller (ADF) ve PhillipPerron (PP) birim kök testleri uygulanmıştır. Burada hemen belirtelim ki, bu
testlerin elbette ki birbirinin yerini tuttuğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü
birçok makroekonomik zaman serisinin, trend durağandan daha ziyade fark durağan
bir yapıda olduğu tespit edilmiştir (Nelson ve Plosser, 1982). Her ne kadar Schwarz
(1978), ADF testinin diğer birim kök testlerinin en iyisi olduğunu iddia etmiş olsa
da, Campbell ve Perron (1991), ADF testlerinin değişkenlerin gecikme uzunluğuna
duyarlı olduğunu kanıtlayarak, testlerin uygun gecikme uzunluğu seçilerek yapılması
gerektiğini önermiştir. DF birim kök testi, yalnızca seri AR(1) ise geçerlidir. Seride
yüksek dereceden gecikmelerde korelasyon varsa, hata teriminin akgürültü (white noise)
varsayımı ihlal edilmiş olacaktır. ADF ve PP (Phillips ve Perron, 1988) testleri seride
yüksek dereceden otokorelasyonu kontrol eden bir metot kullanmaktadır. PP birim
kök testi, seride yapısal bir değişimin (structural break) etkisini dikkate alan bir
yöntem olarak geliştirilmiştir. Dolayısıyla, serilere sırasıyla ADF ve PP birim kök
(durağanlık) testi uygulanmıştır.
Tablo 1: Bütçe Açıkları Serisine Uygulanan ADF ve PP Birim Kök Test
Sonuçları
Test
Değişken
BA
ADF
s, t
∆BA
s
BA
PP
s, t
∆BA
s
Test
MacKinnon Kritik
İstatistiği
Değerleri
-2,12
-5,36
-2,57
-6,01
Açıklama
%1
-4,28
Durağan Değil
%5
-3,56
Durağan Değil
%1
-3,67
Durağan
%5
-2,96
Durağan
%1
-4,27
Durağan Değil
%5
-3,56
Durağan Değil
%1
-3,66
Durağan
%5
-2,96
Durağan
s: Sabit terim içeriyor, t: Trend içeriyor, a:Seri durağan değil
ADF testi, ∆yt = α+βyt-1+∑δ∆yt-1+ρt+εt regresyon denklemine dayanır. α ve t sırasıyla sabit terim ve trend serisi,
εt tesadüfi hata terimidir. ADF testi, β katsayısının t-rasyo değerine dayanır. H0 hipotezi serinin durağan
olmadığını, H1 hipotezi ise serinin durağan olduğunu ifade eder. Farkların gecikmeli değerleri (lag) yukarıdaki
regresyon denkleminde yer almaz ise yani denklem ∆yt=α+βyt-1+ρt+εt olur ise bu test DF testi adını alır.
Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin test edilebilmesi için bütçe açığı (BA) verileri
DPT ve Maliye Bakanlığı Muhasebat Genel Müdürlüğü verilerinden alınmış, GSMH
deflatörü kullanılarak reel seri haline dönüştürülmüştür. Daha sonra da bu serinin
logaritması alınmış ve ADF (Dickey ve Fuller, 1979) ve PP (Phillips ve Perron, 1988)
birim kök testleri uygulanarak bütçe açığı serisinin durağan olup olmadığı test edilmiştir.
Yine toplam borç stoku (TBS) ve faiz ödemeleri (FÖ) serileri Hazine Müsteşarlığı ve
112
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
DPT verilerinden alınmış ve bu seriler de GSMH deflatörü kullanılarak reel seri haline
dönüştürülmüştür. Logaritması alındıktan sonra da serilere ADF ve PP birim kök testleri
uygulanmıştır. Bütçe açıkları, toplam borç stoku ve kamu borç faiz ödemeleri serilerine
ADF ve PP birim kök testleri uygulanmış ve test sonuçları Tablo 1’de özetlenmiştir.
Birim kök testi yöntemine (Engle ve Granger, 1987) göre, Tablo 1’deki test
sonuçları Türkiye’de bütçe açıklarının 1975-2007 döneminde durağan olmadığını
yani Türkiye’de uygulanan maliye politikasının sürdürülebilir olmadığı sonucunu
ortaya koymaktadır. Burada önemle belirtelim ki, Türkiye’de 1975-2007 döneminde
mali sürdürülebilirlik test edilirken, dönem boyunca iktisat politikalarında herhangi
bir yapısal değişikliğin olmadığı varsayılmıştır. Bununla beraber Özmen ve Koğar
(1998), 1969-1997 dönemine ilişkin yıllık verileri kullanarak, 1983 yılında dışa açık
liberal politika uygulamalarının başlamasıyla ortaya çıkan yapısal değişimi de (structural
break) dikkate almış; ancak, Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin testinde farklı bir
sonuca ulaşmamıştır. Türkiye ekonomisinde 1983 yılında ortaya çıkan yapısal
değişim bütçe açıklarını artırıcı yönde etkileyen bir politika olduğu için yapısal
değişimin sonucu değiştirmesi beklenemezdi. 1983 sonrası uygulanan maliye
politikası, kamu açıklarını ciddi boyutta azaltacak bir politika uygulaması olsaydı,
yapısal değişimin model test edilirken dikkate alınması daha fazla önem
taşıyabilirdi. Oysaki serilerde durağanlık testi yapılırken yapısal değişimi dikkate
alan PP testine de yer verilmiştir. Bu test sonuçları da mali sürdürülebilirliğin
olmadığını ortaya koymaktadır.
Bütçe açıklarına ilişkin reel serideki artışa paralel olarak reel GSYİH’de de artış
var ise bütçe açığının sürdürülebilir olacağı düşüncesiyle BA/GSYİH serisi elde
edilmiş ve serinin durağan olup olmadığı ADF ve PP testleri ile test edilmiştir.
Burada da serinin durağan olmadığı ve dolayısıyla mali sürdürülebilirliğin olmadığı
sonucuna ulaşılmıştır.
ADF
PP
TBS
s,t
-2,44
-2,08
%1
-4,34
a
%5
-3,59
a
%1
-4,32
a
%5
-3,58
a
ADF
PP
FÖ
s,t
-0,66
-0,03
MacKinnon
Kritik
Değerleri
Açıklama
Test
İstatistiği
Test
Değişken
Açıklama
MacKinnon
Kritik
Değerleri
Test
İstatistiği
Test
Değişken
Tablo 2: TBS ve FÖ Serilerine Uygulanan ADF ve PP Birim Kök Test
Sonuçları
%1
-4,28
%5
-3,56
a
a
%1
-4,27
a
%5
-3,56
a
s: Sabit terim içeriyor, t: Trend içeriyor, a:Seri durağan değil
Tablo 2’deki toplam borç stoku (TBS) ve faiz ödemesi (FO) serilerine uygulanan
durağanlık testlerinin sonuçları, bu serilerin durağan olmadığını göstermektedir. Bunun
anlamı, incelediğimiz 1975-2007 döneminde Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin
olmadığıdır. Bu durum aynı zamanda yukarıda bütçe açığı serisinde elde ettiğimiz
bulguyu doğrulamaktadır.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
113
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
3.2. Eş-Bütünleşme Yöntemi
Eş-bütünleşme yöntemiyle (Engle ve Granger, 1987:252-256), bütçe gelirleri ile faiz
ödemeleri de dahil bütçe harcamalarının uzun dönemde eş-bütünleşik yani birbiriyle
uyumlu olup olmadığı test edilebilir. Bu test için aşağıda yinelenen (5) nolu denklem
kullanılabilir ((Trehan ve Walsh, 1991), (Haug, 1991), (Bergman, 2001), (Ghatak,
2003)).
Rt = λ + δ.GVt + εt
Burada R, bütçe gelirlerini; GV ise bütçe harcamalarını (faiz ödemelerini de
dahil) göstermektedir. Bu modele göre, değişkenlerin regresyona koşulması
sonucunda elde edilen hata terimleri (εt) serisinin durağan ve δ değerinin 1’e eşit
olup olmadığı test edilir. Hata terimleri serisi durağan ve δ değerinin 1’e eşit olduğu
test sonucunda doğrulanırsa, konsolide bütçe gelirleri ile konsolide bütçe
harcamalarının (faizler de dahil) uzun dönemde eş-bütünleşik olduğu (teknik bir
anlatımla Ponzi oyunun olmadığı)12 yani birbiriyle uyumlu hareket ettiği ve
dolayısıyla bütçe açığının uzun dönemde sürdürülebilir olduğu sonucuna varılır.
Burada önemle vurgulayalım ki bu modeldeki konsolide bütçe gelirleri ile konsolide
bütçe harcamaları, Ghatak (2003)’ın çalışmasında kullandığı şekliyledir. Yani,
logaritmaları alınmış, kişi başına reel konsolide bütçe geliri ve konsolide bütçe
harcaması şeklindedir.
Konsolide bütçe gelirleri ve harcamalarına ilişkin seriler, DPT kaynaklarından alınan
yıllık veriler kullanılarak hesaplanmıştır. Serilere düzeyde eş-bütünleşme testi
yapılabilmesinin ön koşulu serilerin aynı dereceden fark durağan olmasıdır. Bunu
tespit etmek için faiz ödemelerini de içeren kişi başına reel bütçe harcamaları (GV)
ile kişi başına reel bütçe gelirlerine (R) ilişkin serilere ADF ve PP birim kök testleri
uygulanmış ve test sonuçları Tablo 3’te özetlenmiştir.
12
Ponzi oyunun olmaması durumu konusunda daha fazla bilgi için Bkz. Cuddington (1997), Ghatak (2003).
114
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
Tablo 3: Kişi Başına Reel Bütçe Gelir (R) ve Harcama (G) Serileri için ADF
ve PP Birim Kök Testleri
Test
Değişken
R (s,t)
∆R (s)
ADF
GV (s,t)
∆GV (s)
R (s,t)
PP
∆R (s)
GV (s,t)
∆GV (s)
Test İstatistiği MacKinnon Kritik Değerleri
%1
-4,28
-1,05
%5
-3,56
%1
-3,66
-3,65
%5
-1,96
%1
-4,28
-1,85
%5
-3,56
%1
-3,67
-3,39
%5
-2,96
%1
-4,27
-0,61
%5
-3,56
%1
-3,66
-4,97
%5
-2,96
%1
-4,27
-1,70
%5
-3,56
%1
-3,66
-4,90
%5
-2,96
Açıklama
Durağan Değil
Durağan Değil
Durağan eğil
Durağan
Durağan Değil
Durağan Değil
Durağan
Durağan
Durağan Değil
Durağan Değil
Durağan
Durağan
Durağan Değil
Durağan Değil
Durağan
Durağan
Tablo 3’te görüldüğü gibi, ADF ve PP birim kök test sonuçları, R ve GV
serilerinin düzeyde durağan olmadığını ancak birinci farkları alındığında durağan hale
geldiğini ve her iki serinin I(1) olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sonuçlara göre eşbütünleşme testi yapılabilir. Aşağıda sırasıyla Engle-Granger (EG), Autoregressif
Distributed Lag (ADL), Phillips ve Hansen FM-OLS ve Johansen Maksimum
Likelihood metodlarına göre eş-bütünleşmenin varlığı sırasıyla test edilecektir.
3.2.1. Engle-Granger (EG) Yöntemi
Regresyona koşulacak (5) nolu denklem yeniden yazılırsa,
Rt = λ + δ.GVt + εt
Modeldeki GV ve R serileri sırasıyla logaritması alınmış kişi başına reel
konsolide bütçe harcaması (LOGKBRBH) ile kişi başına reel konsolide bütçe
gelirlerini (LOGKBRBG) göstermektedir. Daha önce de belirtildiği gibi bu modelin
regresyon sonucundan elde edilen hata terimlerine birim kök testi uygulanarak
durağan olup olmadığı tespit edilir. Hata terimlerinin durağan ve esneklik katsayısı
δ’nın 1’e eşit olması durumunda bütçe açıklarının sürdürülebilir olduğu sonucuna
ulaşılır. Bu katsayının 1’e eşit olması, kişi başına düşen reel konsolide bütçe
harcamalarındaki yüzde değişmenin, kişi başına düşen reel konsolide bütçe gelirinde
aynı yüzde değişmeyle telafi edildiği anlamına gelmektedir. Mali sürdürülebilirlik δ
katsayısına bağlıdır. δ katsayısının 1’e yakın olması kuvvetli bir mali
sürdürülebilirliğin işareti sayılır. Eğer δ katsayısı 0 ile 1 arasında ise (0<δ<1) zayıf
mali sürdürülebilirlikten bahsedilir. Şu durumda δ katsayısı 1’den ne kadar küçükse,
mali sürdürülebilirlik de o kadar zayıf demektir. δ katsayısının 1’den büyük olması
(δ>1) durumu ise mali sürdürülebilirlik sorununun olmadığına işaret eder. Çünkü
gelir harcamadan daha büyüktür.
EG yöntemine göre koşulan modelin regresyon sonuçları Tablo 4’te özetlenmiştir.
Regresyon sonucuna göre δ katsayısı 0,906 olarak bulunmuştur. Ancak DW istatistiğinin
0,71 olması ciddi bir otokorelasyon problemine işaret etmektedir. Hata terimine
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
115
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
uygulanan ADF birim kök testinin sonucu ise Tablo 5’te özetlenmiştir. ADF birim kök
testi sonucuna göre hata terimi durağan değildir. Bu durum iki seri arasında eşbütünleşmenin olmadığına işaret etmektedir.
3.2.2. Otoregressif Disributed Lag (ADL) Yöntemi
EG yöntemi kullanılarak elde edilen regresyon sonucunda DW istatistiği 0,71 gibi
düşük bir değer çıkmıştı. Hata terimleri arasında otokorelasyonun varlığını işaret eden bu
sorunu gidermek için ADL yöntemi kullanılarak, bağımlı değişkenin bir gecikmeli
değeri bağımsız değişken olarak modele dahil edilmiştir. ADL yöntemi uygulanılarak
elde edilen regresyon sonuçları Tablo 4’te özetlenmiştir. Tabloda sunulan özet
sonuçlardan görüldüğü gibi otokorelasyon sorunu ortadan kalkmıştır. R2 değeri oldukça
yüksek ve δ katsayısı 0,475’tir. δ katsayısı istatistiksel olarak anlamlı olup; önceki
modelde elde edilen sonuca göre çok daha zayıf bir mali sürdürülebilirliğe işaret
etmektedir. Regresyon sonucu elde edilen hata terimleri serisi (εt) için uygulanan ADF
birim kök testi sonuçları, serinin durağan olmadığını göstermektedir (Tablo 5). Buradan
hareketle, kişi başına düşen reel bütçe gelirlerinin ve bütçe harcamalarının uzun
dönemde birbirleriyle uyumlu hareket etmediği yani eş-bütünleşik olmadığı sonucuna
varılmaktadır.
3.2.3. Phillips-Hansen FM-OLS Yöntemi
Gözlem sayısının sınırlı olduğu durumlarda FM-OLS yönteminin ortaya koyduğu
regresyon sonuçlarının, geleneksel OLS ve ADL yöntemlerinin ortaya koyduğu
sonuçlara göre daha anlamlı olduğu kanıtlanmıştır (Ghatak, 2003). Bu realite dikkate
alınarak FM-OLS yöntemine de başvurulmuştur. Bu yönteme göre elde edilen regresyon
sonuçları da Tablo 4’te özetlenmiştir. Bu yönteme göre regresyon sonucunda δ katsayısı
0,78 bulunmuştur. Yine eş-bütünleşme testine ilişkin Phillips-Hansen FM-OLS tahmini,
hata terimlerine uygulanan ADF testi sonucuna göre %5 anlamlılık düzeyinde, seriler
durağan olmadığı için, eş-bütünleşmenin olmadığını ortaya koymaktadır. Tablo 4 ve
Tablo 5’te verilen sonuçlar, δ katsayı 1’den küçük olduğu için güçlü mali
sürdürülebilirliği teyit etmemektedir. Bir başka ifadeyle, mali sürdürülebilirlik zayıftır.
Tablo 5’te yukarıdaki EG, ADL ve Phillips-Hansen FM-OLS yöntemlerine göre koşulan
regresyon denklemlerinden elde edilen hata terimlerine uygulanan ADF birim kök ve eşbütünleşme test sonuçları toplu olarak sunulmuştur.
Tablo 4: EG, ADL ve FM-OLS Regresyon Sonuçları
Açıklayıcı
Değişkenler
c
GV
R: EG (Model 1)
R: FM-OLS (Model 3)
0,992
(2,12)**
0,906
(24,75)***
R(-1)
R2
0,95
DW
0,71
F
612
Not: Parantez içindeki
göstermektedir.
116
R: ADL (Model 2)
0,076
1,53
(0,195)
(7,25)***
0,475
0,78
(5,14)***
(29,5)***
0,512
(4,98)***
0,97
2,08
545
değerler t-istatistiği değerleridir. *** %1, ** %5 anlamlılık düzeyini
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
Tablo 5: Hata Terimi (εt) için ADF Birim Kök ve Eş-bütünleşme Test
Sonuçları
Yöntem
Test
Değişken
EG
Test
İstatistiği
-1,19
ADF
ADL
εt
-2,96
(hata terimi)
Phillips-Hansen
FM-OLS
-2,63
MacKinnon
Kritik Değerleri
%1
-4,28
%5
-3,56
%1
-4,29
%5
-3,56
%5
Açıklama
Durağan Değil
Durağan Değil
Durağan Değil
Durağan Değil
-3,56 Durağan Değil
3.2.4. Johansen Maksimum Olabilirlik Eş-bütünleşme Testi
İki değişkenli regresyon modelinde bağımlı ve bağımsız değişkenlerin yer
değiştirmesi durumunda eş-bütünleşme test sonuçlarının değişip değişmediğini tespit
edebilmek için Johansen (1988)’in maksimum olabilirlik eş-bütünleşme testi
kullanılmış olup; buna ilişkin sonuçlar Tablo 6’da sunulmuştur.
Tablo 6: Johansen Maksimum Olabilirlik Eşbütünleşme Test Sonuçları
Özdeğer
(Eigenvalue)
Likelihood %5
Kritik %1 Kritik
Ratio (LR) Değer
Değer
Test Edilmiş
Eş-bütünleşme Sayısı
0,3182
14,2655
19,96
24,60
Hiç Yok
0,0743
2,3917
9,24
12,97
En Çok 1 Tane
Not: LR %1 ve %5 yanılma düzeyinde herhangi bir eş-bütünleşmeyi reddeder. AIC ve SIC değerleri en düşük
olduğu için modelde sabit terim konulmuş, ancak trend konulmamıştır.
Tablo 6’da görüldüğü gibi λmax =14,2655 değeri %1 ve %5 kritik değerlerden daha
küçük olduğu için eş-bütünleşmenin olmadığını ifade eden sıfır hipotezi
reddedilmemektedir. Bir başka ifadeyle kişi başına düşen reel bütçe gelirleri ve bütçe
harcamaları arasında eş-bütünleşme yoktur.
3.3. Bohn Yöntemi
Bu yöntem, Baro (1979)’nun vergi düzleştirme (tax smoothing) hipotezinden13
esinlenilerek Bohn (1995) tarafından geliştirilmiştir. Söz konusu yöntemde
kullanılan model aşağıdaki gibi formüle edilmektedir:
⎛S⎞
⎛D⎞
⎜ ⎟ = β 0 + β1⎜ ⎟ + β 2GVARt + β3YVARt + ε t
⎝ Y ⎠t
⎝ Y ⎠t
(6)
Bu yöntem, hükümetin mali sürdürülebilirlikle uyumlu bir maliye politikası izleyip
izlemediğini test eder. Başka bir ifadeyle, faiz ödemelerini de içeren konsolide bütçe
harcamalarının konsolide bütçe gelirlerinden çok fazla uzaklaşamayacağı için kamu borç
stoku gelişimi ile faiz dışı bütçe fazlası arasında olması gereken ilişkiyi test eder.
(6) nolu modelde yer alan S/Y faiz dışı bütçe fazlasının GSYİH’ye oranını, D/Y ise
iç ve dış borç stoku toplamının GSYİH’ye oranını göstermektedir. Modelde dış borç
13
Barro (1979)’nun bu hipotezi, hükümetin gelir ve giderlerinin farklı nedenlerle dalgalanması ile ortaya
çıkabilecek bütçe açıklarının (fazlalarının) olumsuz etkilerinin aza indirilmesi için marjinal vergi oranlarının
düzgün bir seviyede tutulmasının gerekliliğini öngörmektedir.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
117
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
stoku ulusal para cinsinden hesaplanıp toplam borç stokuna dahil edilmektedir. GVAR
ve YVAR geçici konsolide bütçe harcamaları ile konjonktürel dalgalanmaların faiz dışı
bütçe fazlası üzerinde ne gibi bir etki meydana getirdiğini belirleyebilmek için modele
dahil edilmiştir.14 GVAR ve YVAR ise aşağıdaki gibi hesaplanır ((Barro, 1986),
(Ghatak, 2003)).
⎛ g − g* ⎞
t ⎟
GVA R= ⎜ t
(7)
⎜ yt ⎟
⎝
⎠
⎛
y ⎞ ⎛ g* ⎞
YVAR= ⎜1 − t ⎟ ⎜ t ⎟
(8)
*⎟⎜ y ⎟
⎜
y
t
t ⎠⎝
⎝
⎠
Yukarıdaki formüllerde g ve g* sırasıyla cari ve uzun dönem potansiyel bütçe
harcamalarını; y ve y* ise sırasıyla cari ve uzun dönem potansiyel GSYİH’yi
göstermektedir.15
(6) nolu modelin test edilebilmesi için eş-bütünleşme testi yapılır. Bu modelde, β1’in
işaretinin pozitif, β2 ve β3’ün işaretinin negatif olması beklenir. İşaretlerin beklenen
doğrultuda ve istatistiksel olarak anlamlı çıkması, hükümetin uyguladığı maliye
politikasının bütçe açığının sürdürülebilirliği ile uyumlu olduğunu gösterir. Daha açık bir
ifadeyle β1>0 hükümetin uygulamış olduğu maliye politikasının bütçe açığının
sürdürülebilirliğiyle uyumlu olduğunu, β2<0 harcamalardaki geçici artışların faiz dışı
bütçe fazlası üzerinde azaltıcı etki yaptığını ya da bütçe açığına neden olduğunu, β3<0
konjonktürel dalgalanmaların genişleme evresinde faiz dışı bütçe fazlasını azaltıcı etki
yaparken, daralma evresinde faiz dışı bütçe fazlasını artırıcı etki yaptığını
göstermektedir.
Faiz dışı bütçe fazlası kullanılarak elde edilen (6) nolu modelin regresyon sonuçları
aşağıda Tablo 7’de özetlenmiştir. t ve F istatistik değerleri, regresyon sonuçlarının
beklentilerle uyumlu ve %5 yanılma düzeyinde anlamlı olduğunu göstermektedir. Faiz
dışı bütçe fazlasının borç stoku artışı ile pozitif ilişki içinde olması, uyumlu bir maliye
politikası izlendiğini göstermektedir.
3.4. Dönemler Arası Bütçe Kısıtı Yöntemi
Bu yöntem, hükümetin dönemler arası bütçe kısıtı (intertemporal budget
constraint) ile uyumlu, yani Kamu Borç Stoku/GSYİH oranını trend değerine
döndürerek (mean-reversion) bütçe açığının sürdürülebilirliğini sağlayacak bir
maliye politikası uygulayıp uygulamadığını test etmektedir. Bu yöntemin modeli
aşağıdaki gibi formüle edilebilir:
⎛ ∆D ⎞
⎛D⎞
⎜
⎟ = α 0 + α1⎜ ⎟ + α 2GVARt −1 + α 3YVARt −1 + ε t
⎝ Y ⎠t
⎝ Y ⎠t −1
(9)
Burada (∆D/Y)t kamunun cari yıldaki borçlanmasını, (D/Y)t-1 ise bir önceki
yıldaki KBS/ GSMH oranını göstermektedir. Bu modelde α1’in negatif (α1<0 ), α2
ve α3’ün pozitif (α2>0, α3>0) işaret alması beklenir. α1’in negatif ve istatistiksel
olarak anlamlı olması, KBS/GSYİH oranı artarken hükümetin bu artışı frenlemek ve
14
GVAR ve YVAR Barro (1979)’nun teorik maliye politikası modeline dayanmaktadır.
g* ve y*serileri, g ve y serilerine Hodrick-Prescott filter uygulanarak ve Rawn ve Uhlig (2000)’in yıllık veri
için önerdiği λ = 6,5 seçilerek elde edilir.
15
118
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
mali sürdürülebilirliği ile uyumlu politika izlemek için daha az borçlanmaya gittiği
anlamına gelmektedir. α2’nin pozitif ve istatistiksel olarak anlamlı olması, bütçe
harcamalarındaki artışın hükümeti daha fazla borçlanmaya ittiği, α3’ün pozitif ve
istatistiksel olarak anlamlı olması ekonomik konjonktürün genişleme evresinde
borçlanmayı azaltacağı, daralma evresinde ise borçlanmayı artıracağı anlamına
gelmektedir.
(9) nolu modelin regresyon sonuçları da Tablo 7’de sunulmuştur. Tablo 7’de
görüldüğü gibi modelin regresyon sonuçları istatistiksel olarak %5 yanılma
düzeyinde anlamlı iken, D/Y(-1) değişkeninin işareti beklenenin aksine negatif
çıkmış, istatistiksel olarak anlamsız bulunmuştur. Diğer iki değişkenin işareti
beklenilen yönde çıkmıştır. D/Y(-1)’nin katsayısının negatif yerine pozitif çıkması,
borç stokunun artmasına karşın kamunun borçlanmayı azaltması beklenirken yeni
borçlanmalarla borç stokunu daha da arttırdığını göstermektedir. GVAR
değişkeninin katsayısı ise konsolide bütçe harcamalarındaki artışın borçlanmayı
artırdığını; YVAR değişkeninin katsayısı ise ekonomideki büyümenin borçlanmayı
azalttığını göstermektedir.
Tablo 7: (6) ve (9) Modellerin Regresyon Sonuçları
S/Y
c
-0,04
(-5,71)***
∆D/Y
c
85,35
D/Y(-1)
(8,38)***
-6,08
GVAR(-1)
GVAR
(-2,98)***
-4,15
YVAR(-1)
YVAR
(-2,95)***
R2
0,77
R2
DW
1,955
DW
F
32,32
F
Not: Parantez içindeki değerler t-istatistiği değerleridir.
*** %1, ** %5, * %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
D/Y
0,0002
(3,70)***
0,068
(0,83)
3,09
(1,90)*
4,17
(3,59)***
0,42
1,88
6,66
Burada bir hususa dikkat çekmekte fayda vardır. 1975-2007 dönemi boyunca
Türkiye’nin yaşamış olduğu çeşitli yapısal kırılmalar söz konusudur. Kriz dönemleri
bu yapısal kırılmaların başında gelmektedir. O nedenle yukarıdaki modeller, kriz
dönemlerini içeren kukla değişkenlerle yeniden regresyona koşulmuştur. Ancak bu
analizlerde de Türkiye’de mali sürdürülebilirlikle ilgili önceki bulgulardan farklı bir
bulgu elde edilememiştir.16
4. Genel Değerlendirme ve Sonuç
Mali sürdürülebilirlik kavramı, bütçe açıklarının sürdürülebilirliği ve borçların
sürdürülebilirliği kavramlarını da içeren daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Bu nedenle
literatürde mali sürdürülebilirlik çalışmaları çok geniş bir alana yayılmış, mali
16
Kukla değişkenler kullanılarak elde edilen sonuçlar yer kaplamaması için rapor edilmemiştir.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
119
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
sürdürülebilirliğin test edilebilmesi amacıyla farklı modeller ve yöntemler geliştirilmiştir.
Yapılan bu çalışmaların, mali sürdürülebilirliği ekonomik göstergelerle analiz eden
çalışmalar ve mali sürdürülebilirliği ekonometrik yöntemlerle analiz eden çalışmalar
olmak üzere iki ana grupta toplandığı görülmektedir. Bununla beraber yabancı literatürde
son yıllarda mali sürdürülebilirlik üzerine çok sayıda teorik ve ampirik çalışma yapılmış
olmasına karşın, Türkçe literatürde bu konuda yapılan çalışma sayısı oldukça sınırlı
kalmıştır. Oysaki bir ülkede iktisat politikalarının belirlenmesi ve başarılı bir şekilde
uygulanması açısından mali sürdürülebilirliğin önemi yadsınamaz bir gerçektir.
Bu çalışmada yabancı literatürün aksine, Türkçe literatürde oldukça sınırlı sayıda
çalışma olması ve elde edilen sonuçların mali sürdürülebilirliğin analizinde daha kesin
sonuçlar sağlaması nedeniyle ekonomik göstergeler yöntemi yerine ekonometrik yöntem
tercih edilmiştir. Bu doğrultuda Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin test edilmesi
amacıyla farklı ekonometrik yöntemler ve seriler kullanılmıştır. İlk olarak birim kök
testini içeren durağanlık testi yöntemi, ikinci olarak eş-bütünleşme testi yöntemi, üçüncü
olarak Bohn yöntemi ve nihayet dönemler arası bütçe kısıtı yöntemi mali
sürdürülebilirliği test etmek için kullanılmıştır.
Birim kök testi yöntemi bütçe açıkları, borç stoku ve faiz ödemeleri serilerine
uygulanmış ve ADF ve PP birim kök testi sonuçlarına göre serilerin durağan olmadığı
tespit edilmiştir. Durağan olmayan bu seriler Türkiye ekonomisinde incelediğimiz 19752007 dönemde mali sürdürülebilirliğin olmadığı sonucunu ortaya koymuştur. ADF ve PP
birim kök test sonuçları, konsolide bütçe geliri ile iç ve dış borç faiz ödemelerini de içeren
konsolide bütçe harcamaları serilerinin düzeyde durağan olmadığını ancak birinci farkları
alındığında durağan hale geldiğini ve her iki serinin I (1) olduğunu ortaya koymuştur. Bu
sonuçlara göre serilere eş-bütünleşme yöntemi uygulanmış ve sırasıyla Engle-Granger
(EG), Autoregressif Distributed Lag (ADL), Phillips ve Hansen FM-OLS ve Johansen
Maksimum Likelihood yöntemlerine göre eş-bütünleşmenin olup olmadığı test edilmiştir.
Ancak iki seri arasında herhangi bir eş-bütünleşmenin varlığı doğrulanamamıştır. Bohn
yöntemi, hükümetin mali sürdürülebilirlikle uyumlu bir maliye politikası izleyip
izlemediğini test etmek için sınanmıştır. Başka bir ifadeyle, iç ve dış faiz ödemelerini de
içeren konsolide bütçe harcamalarının konsolide bütçe gelirlerinden çok fazla
uzaklaşamayacağı için kamu borç stoku gelişimi ile faiz dışı bütçe fazlası arasında olması
gereken ilişki test edilmiş ve regresyon sonucu hükümetin mali sürdürülebilirlikle uyumlu
bir maliye politikası izlendiği tespit edilmiştir. Ancak diğer sonuçlarla birlikte
değerlendirildiğinde bu politikanın mali sürdürülebilirlik için yetersiz kaldığı
görülmektedir. Dönemler arası bütçe kısıtı yöntemiyle mali sürdürülebilirlik testi ise
hükümetin dönemler arası bütçe kısıtı ile uyumlu, yani kamu borç stoku/GSYİH oranını
trend değerine döndürerek bütçe açığının sürdürülebilirliğini sağlayacak bir maliye
politikası uygulayıp uygulamadığını test etmek için uygulanmıştır. Ancak burada mali
sürdürülebilirliği destekleyici bir sonuca ulaşılamamıştır.
Ekonometrik yöntemler kullanılarak mali sürdürülebilirliği analiz eden bu çalışma,
1975-2007 döneminde Türkiye’de mali sürdürülebilirliğin olmadığını ortaya
koymaktadır. Bir başka ifadeyle Türkiye’de mali sürdürülebilirlik üzerine yapılan diğer
sınırlı çalışmalarda ((Özmen ve Koğar, 1998), (Akçay vd., 2001), (Özdemir, 2004),
(Budina ve Van Wijnbergen, 2008)) olduğu gibi bu çalışma da, Türkiye’de incelenen
dönemde mali sürdürülebilirliğin olmadığını ortaya koymaktadır.
120
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
Kaynakça
Ahmed, S. ve Regers, J. H. (1995), “Government Budget Deficits and Trade Deficits:
Are Present Value Constraints Satisfied in Long-Term Data?”, Journal of
Monetary Economics, 36 (2), 351- 74.
Anand, R. ve van Wijnbergen, S. (1989), “Inflation and Financing of Government
Expenditure: An Introductory Analysis with An Application to Turkey”, World
Bank Economic Review, 3(1), 17-38.
Akçoraoğlu, A. (1999), “Kamu Harcamaları, Kamu Gelirleri ve Keynesçi
Politikalar: Bir Nedensellik Analizi”, GÜ, İİBF Dergisi, 2, 51-65.
Akçay, O. C., Alper, C. E. ve Özmucur, S. (2001), “Budget Deficit, Inflation and
Debt Sustainability: Evidence from Turkey (1970-2000)”, Boğaziçi University
Department of Economics Working Papers, No: 12, İstanbul.
Artis, M. J. ve Marcellino, M. (1998), “Fiscal Solvency and Fiscal Forecasting in
Europe”, CEPR Discussion Paper, No: 1836.
Barro, R. J. (1979), “On the Determination of Public Debt”, Journal of Political
Economy, Vol: 87, 940-947.
Barro, R. J. (1989), “The Ricardian Approach to Budget Deficit”, Journal of
Economic Perspectives, 3 (2), 37-54.
Bergman, M. (2001), “Testing Government Solvency and the No Ponzi Game
Condition”, Applied Economics Letters, 8, 27-29.
Blanchard, O. (1990), “Suggestions for a New Set of Fiscal Indicators”, OECD
Department of Statistics Working Paper, No: 79.
Buiter, W. H. (1983), “Measurement of the Public Sector Deficit and Its
Implications for Policy Evaluation and Design”, IMF Staff Papers, 30 (2), 30749.
Bohn, H. (1998), “The Behavior of US Public Debt and Deficit”, The Quarterly
Journal of Economics, 113 (3), 949-963.
Bravo, A. ve Silvestre, A. (2002), “Intertemporal Sustainability of Fiscal Policies: Some
Tests for European Countries”, European Journal of Political Economy, 18 (3),
517-528.
Budina, N. ve van Wijnbergen, S. (2008), “Quantitative Approaches to Fiscal
Sustainability Analysis: A Case Study of Turkey Since the Crisis of 2001”, The
World Bank Economic Review, 1-22.
Buiter, W. H. (1985), “A Guide to Public Sector Debt and Deficits”, Economic Policy: A
European Forum, 1, 13-79.
Burnside, C. (2005), “Theoretical Prerequisites for Fiscal Sustainability Analysis”,
Fiscal Sustainability in Theory and Practice: A Handbook içinde, A World Bank
Publication: Washington DC.
Campbell, J. Y. ve Peron, P. (1991), “Pitfalls and Opportunities: What
Macroeconomists Should Know About Unit Roots”, O. J. Blanchard ve S. Fischer
(Eds.) NBER Macroeconomics Annual 1991, Cambridge, 144-201.
Chalk, N. ve Hemming, R. (2000), “Assessing Fiscal Sustainability in Theory and
Practice”, IMF Working Paper, 81, Washington.
Cuddington, J. T. (1996), “Analysing the Sustainability of Fiscal Deficits in
Developing Countries”, Mimeo, Georgetown University and the World Bank.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
121
Türkiye’de Mali Sürdürülebilirliğin Analizi: 1975-2007
Darrat, A. F. (1998), “Tax and Spend, or Spend and Tax? An Inquiry into the
Turkish Budgetary Process”, Southern Economic Journal, 64 (4), 940-56.
Dickey, D. A. ve Fuller, W. A. (1979), “Distribution of the Estimators for
Autoregressive Time Series with a Unit Root”, Journal of the American
Statistical Association, 74, 427-31.
Dickey, D. A., Jansen, D. W. ve Thornton, D. L. (1994), “A Primer on Cointegration
with an Application to Money and Income”, Cointegration for the Applied
Economics, The Macmillan Pres. Ltd., London.
Dinh, H. T. (1999), “Fiscal Solvency and Sustainability in Economic Management”,
The World Bank Working Paper, No: 2213, World Bank: Washington DC.
Engle, R. F. ve Granger, C. W. J. (1987), “Cointegration and Error Correction:
Representation, Estimation and Testing”, Econometrica, 55.
Easterly, W., Rodriguez, C. A. ve Schmidt-Hebbel, K. (1994), Public Sector Deficits and
Macroeconomic Performance, Published for the World Bank, Oxford University
Press: Oxford, New York.
Féve, P. ve Hénin, P. (2000), “Assessing Effective Sustainability of Fiscal Policy within
the G-7”, Oxford Bulletin of Economic Research, 62 (2), 175-195.
Ghatak, S. (2003), “Is Fiscal Policy Sustainable in Emerging Market Economies?”,
Economics Discussion Paper, Kingston University, March.
Günaydın, İ. (2004a), “Bütçe Açıkları Enflasyonist midir? Türkiye Üzerine Bir
İnceleme”, DEÜ SBE Dergisi, 6 (1), 158-81.
Hakkio, G. S. ve Rush, M. (1991), “Is The Budget Deficit ‘Too Large?”, Economic
Inquiry, 29 (3), 429-45.
Hamilton, J. D. ve Flavin, M. A. (1986), “On the Limitations of Government
Borrowing: A Framework for Empirical Testing”, American Economic Review,
76 (4), 809-19.
Haug, A. A. (1991), “Cointegration and Government Budget Constraints: Evidence
for the US.”, Journal of Business and Economic Statistics, 9 (1), 97-101.
Haug, A. A. (1995), “Has Federal Budget Deficit Policy Changed in Recent
Years?”, Economic Inquiry, 33 (3), 104-18.
Izquierdo, A. ve Panizza, U. (2003), “Fiscal Sustainability: Issues for Emerging Market
Countries”, Egyptian Economic Research Center Working Paper, No: 91.
Johansen, S. (1988), “Statistical Analysis of Cointegration Vectors”, Journal of
Economic Dynamics and Control, 12, 231-54.
Kremers, J. (1988), “The Long-Run Limits of US Federal Debt”, Economics Letters,
28(3), 259-62.
Kremers, J. (1989), “U. Federal Indebtedness and The Conduct of Fiscal Policy”,
Journal of Monetary Economics, 23 (2), 219-238.
Mendoza, E. (2003), “An Analytical Review of Public Debt Sustainability Analysis
and its Implication for Emerging Markets”, Mimeo, University of Maryland.
Nelson, C. R. ve Plosser, C. I. (1982), “Trend and Random Walks in
Macroeconomic Time Series: Some Evidence and Implication”, Journal of
Monetary Economics, 10, 139-62.
Özmen, E. ve Koğar, Ç.İ. (1998), “Sustainability of Budget Deficits in Turkey with
a Structural Shift”, METU Studies in Development, 25 (1), 107-27.
Özdemir, K. A. (2004), “Public Debt in Turkey”, TCMB, Research Department
Working Paper, No: 11, June.
122
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H. ŞEN, İ. SAĞBAŞ, A. KESKİN
Payne, J. (1997), “International Evidence on the Sustainability of Budget Deficits”,
Applied Economics Letters, 12 (4), 775-79.
Phillips, P. C. B. ve Peron, P. (1988), “Testing for a Unit Root in Time Series
Regression”, Biometrika, 75, 335-46.
Pınar, A. (1998), “A Model of Government Expenditures in Turkey”, Yapı Kredi
Economic Review, 9 (2), 55-71.
Quintos, C. E. (1995), “Sustainability of The Deficit Process with Structural Shifts”,
Journal of Business and Economic Statistics, 13 (4), 409-17.
Rawn, M. O. ve Uhlig, H. (2000), “On Adjusting the HP-Filter for the Frequency of
Observations”, Review of Economics and Statistics, 84, 371-80.
Sağbaş, İ. ve Şen, H. (2003), “Vergi Gelirleri ile Kamu Harcamaları Arasındaki
Nedensellik İlişkisi: Literatüre Bir Bakış”, Vergi Dünyası, Yıl:22, Sayı: 258,
Şubat, 137-44.
Schwarz, G. (1978), “Estimating the Dimensions of a Model”, The Annals of
Statistics, 6, 461-64.
Şen, H., Sağbaş, İ. ve Keskin, A. (2007), Bütçe Açıkları ve Açık Finansman Politikası:
Teori ve Türkiye Uygulaması, Orion Kitabevi: Ankara.
Tanner, E. ve Liu, P. (1994), “Is The Budget Deficit ‘Too Large?’: Some Further
Evidence”, Economic Inquiry, 32, 511-18.
Trehan, B. ve Walsh, C. E. (1988), “Common Trends, Intertemporal Budget Balance and
Revenue Smoothing”, Journal of Economic Dynamics and Control, 12, 425-44.
Trehan, B. ve Walsh, C. E. (1991), “Testing Intertemporal Budget Constraints:
Theory and Applications to U.S. Federal Budget and Current Account Deficits”,
Journal of Money, Credit and Banking, 23 (2), 206-23.
Uctum, M. Ve Wickens, M. (2000), “Debt and Deficit Ceilings, and Sustainabiliy of
Fiscal Policies: An Intertemporal Analysis”, Oxford Bulletin of Economic
Research, 62 (2), 197-222.
Wilcox, D. W. (1989), “The Sustainability of Government Deficits: Implications of
the Present-Value Borrowing Constraint”, Journal of Money, Credit, and
Banking, 21 (3), 291-306.
Yamauchi, A. (2004), “Fiscal Sustainability: The Case of Eritrea”, IMF Working
Paper, WP/04/7, World Bank: Washington DC.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
123
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve
Mali Konular: Türkiye’de Yüksek
Öğretimde Yönetsel Etkinliği
Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
H. Hakan YILMAZ*
Ahmet KESİK**
Özet
Türkiye’de kamu üniversitelerinin son yıllarda kapasitelerinin hızlı bir şekilde
büyümesi, bu üniversitelerde yönetsel etkinliğe yönelik atılması gereken adımları
daha elzem hale getirmiştir. Bu bakımdan üniversitelerin idari ve mali
kapasitelerinin geliştirilmesine yönelik yeni bir anlayış ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Bunun için bu çalışmada OECD’de ve Türkiye’de üniversitelerin kullandıkları
kaynaklar karşılıklı olarak analiz edilmiş, diğer ülkelerdeki seçilmiş bazı
üniversitelerin mali yapıları yakından ele alınmıştır. Son olarak Türkiye’de kamu
üniversitelerinin yönetsel yapı ve işleyiş bakımından yaşadıkları sorunlar ortaya
konulmuş, buna çözüm olarak bir model geliştirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Üniversiteler, Yönetsel ve Mali Etkinlik, 5018 sayılı Kanun,
Strateji Ağacı, Etkinlik ve Verimlilik.
Managerial Structure and Financial Issues in Higher Education: A Proposed
Model for Increasing Managerial Effectiveness in Higher Education in Turkey
Abstract
The rapid increase in the capacity of public universities in Turkey in the last
years made it necessary to take steps towards managerial effectiveness in these
universities. As a result, there emerged a need for a new approach to development of
administrative and financial capacities of the universities. In this respect, this paper
*
Doç.Dr., Ankara Üniversitesi Kurumsal Gelişim Koordinatörü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye
Bölümü, [email protected]
**
Doç.Dr., Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanı, [email protected]
124
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
comparatively analyzes the resources used by the universities in the OECD and
Turkey and examines in detail the financial structures of some of the universities
selected from the other countries. Finally, this paper reveals the problems
encountered by the Turkish public universities in terms of managerial structure and
functioning and develops a model as a solution.
Key Words: Universities, Managerial and Fiscal Effectiveness, Law No. 5018,
Cascading, Effectiveness and Efficiency.
JEL Classification Codes: I22, I23, D2
Giriş
Türkiye’de üniversitelerin kullandığı kaynak, hem kamu sektörü hem de özel
sektör harcamaları içinde artmaktadır. Son 10 yıllık dönemde hem üniversite hem de
öğrenci sayısının belirgin bir şekilde artması, gelecek dönemde yüksek öğretim
hizmetini kalitesini düşürmeden hizmet sunumunun yapılabilmesi için kaynakların
etkin ve etkili kullanımı, hem kamu hem de hanehalkı açısından önemli bir konu
haline gelmiştir. Yüksek öğretim hizmeti sunan üniversite sayısının 2000 yılında 70
iken bugün 150’ye yaklaşması, öğrenci sayısının 1,1 milyondan 1,8 milyona
ulaşması buradaki gelişmenin ve ihtiyacın temel göstergeleri olmaktadır.
Bu çalışma kapsamında kamu üniversitelerinde yönetsel etkinliği artırmaya
yönelik olarak bir model önerisi ortaya konmaktadır. Bu şekilde üniversitelerin
sınırlı olan kaynaklarını daha etkin ve etkili kullanmaları ile kaynak yaratma
imkanlarının artırılması hedeflenmektedir. Böylece, eğitim, bilimsel araştırma ve
topluma hizmet sunumu şeklinde sıralanan temel alanlarda, uluslararası rekabete
açık, ülkenin ihtiyaç ve önceliklerine destek verecek bir yönetim sisteminin bu
kurumlarda oluşturulması önemli hale gelmiştir.
Bu çerçevede çalışma dört ana bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde eğitim
sektörüne kamu müdahalesi sorunu ve yüksek öğretime ilişkin temel yaklaşımlar ele
alınmıştır. İkinci bölümde karşılaştırmalı bir çerçevede üniversitelerin kullandıkları
kaynak gerek ekonominin bütünü içinde gerekse eğitim sektörü içinde incelenmiş ve
seçilmiş dört ülkeden yedi üniversitenin mali yapılarına daha yakından bakılmıştır.
Üçüncü bölümde Türkiye’de üniversitelerin sayısal gelişimi ve mali
yapılarındaki değişim ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmiştir. Burada temel yaklaşım
üniversitelerin son 10 yıllık dönemde yaşadıkları gelişimin çeşitli parametreler
eşliğinde ortaya konmasıdır. Dördüncü bölümde ise çalışma kapsamında ortaya
konan bilgilerin ve değerlendirmelerin ışığında Türkiye’de üniversitelerde yönetsel
etkinliği artırmaya yönelik bir model önerisi geliştirilmiştir.
1. Eğitim Sektöründe Kamu Müdahalesi Sorunu ve Yüksek Öğretime
İlişkin Kavramsal Çerçeve
1960’lı yıllardan itibaren ekonomik kalkınma, bir ülkenin bilgi edinme ve
edindiği bilgiyi uygulama yeteneği ile ilişkilendirilmektedir. Günümüzde piyasada
üretilen mal ve hizmetler içinde bilginin payı giderek artmaktadır. Bilgi ve ileri
teknoloji ağırlıklı üretim yapan ekonomilerin yüksek rekabet gücüne sahip oldukları
kabul edilmektedir. Bu anlayıştan yola çıkarak bilgiye dayalı ekonomiye geçiş, 21.
yüzyılda bütün ülkelerin başta gelen önceliği haline gelmiştir.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 125
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Bilgiye dayalı ekonomiye geçiş için dört temel strateji öngörülmektedir (Salmi,
2009:4). Bunlar, güçlü bir beşeri sermaye altyapısı, etkin bir ulusal inovasyon
sistemi, dinamik bir bilgi altyapısı ve uygun bir ekonomik ve kurumsal yapı olarak
sıralanmaktadır.
Böylece, eğitim, Ar-Ge ve bilgi iletişim teknolojilerinin, kaliteli beşeri sermaye
stoku, ürün ve süreçlerde yenilikler ile yeni teknolojilerin sürece dahil edilmesine,
bunların daha yüksek bir rekabet gücü, maliyet etkin üretim, yeni piyasalara erişim
ve kalitenin artmasına, bunların da cari işlemler dengesinde iyileşmeye ve kişi
başına düşen GSYH’nin artmasına yol açması beklenmektedir.
Nitekim Finlandiya’nın sanayi ve ekonomik gelişmesinin aşamalarına
baktığımızda, 1800’lerin ortalarından 1900’lerin başına kadar kaynak temelli bir
ekonomi (ucuz ve bol ahşap ham maddesi, ithal edilen teknoloji ve geleneksel
ürünler), II. Dünya Savaşı’ndan 1980’lere kadar yatırım temelli bir ekonomi (yatırım
yapma yeteneği ve istekliliği, ithal edilen ancak geliştirilmiş teknoloji ve
çeşitlendirilmiş ürünler), 1980’lerden bu yana ise bilgi temelli bir ekonomi (yurt
içinde bilgi üretimi, inovasyon, ülkeye ait Ar-Ge teknolojileri ve tamamen yeni
piyasalara açılan ürün yelpazesi) görüyoruz (WBI, 2007:49).
Bu nedenle bilginin elde edilmesi ve kullanılması, endüstri sonrası toplumların
refaha ulaşmasında başta gelen unsurlardan bir tanesidir. Bu durumda, bilgi
teknolojilerini kullanabilen ve bunları üretime aktarabilen nitelikli beşeri sermayenin
sağlanmasında yüksek öğretimin yadsınamaz bir katkısı olduğunu belirtmek gerekir.
Sosyal faydasının sosyal maliyetinden yüksek olması ve beşeri sermayeyi
geliştirerek ekonomide verimliliği artırması, kamu harcamaları içinde eğitim
harcamalarını diğer sektör harcamalarından ayırmaktadır. Eğitim harcamalarının
önemli bir kısmının fırsat eşitliğini sağlamaya yönelik sosyal adalet niteliğindeki
harcamalar içinde görülmesi ve pozitif dışsallığının yüksek olması nedenleriyle
kamu, bu sektöre müdahale etmektedir (Yılmaz, 2007:43).
Devletin yüksek öğretime müdahalesinin temelinde yatan genel kabul görmüş
gerekçeleri şu şekilde sıralamak mümkündür (Cohn, 1990:28-32):
a. Toplumun tüm kesimlerine yüksek öğretim hizmeti sunulması,
b. Yüksek öğretimin dışsal faydası, bunun bölünemeyişi ve fiyatlara
yansıtılamayışı,
c. Demokratik yapının güçlendirilme ihtiyacı,
d. Yeterli gelir düzeyine sahip olmayanların da yüksek öğretim alma haklarının
korunması,
e. Yüksek öğretim ve ekonomik büyüme arasındaki doğrusal ilişki olduğu
varsayımı.
Yüksek öğretimin bir ekonomi üzerinde dolaylı ve dolaysız etkisinden
bahsetmek mümkündür. Dolaysız etkisi, nitelikli eğitilmiş işgücünün, üretim
faktörleri içinde yer almasından kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, verimlilik ve
yatırım kapasitesini artırmak suretiyle ekonomik gelişmenin başta gelen stratejik
faktörleri üzerinde de dolaylı bir etkisi söz konusu olabilmektedir (Korkmaz,
1975:133-134). Bu durumda yüksek öğretimin ekonomik gelişme üzerindeki
etkisini, verimlilik artışı, teknoloji, kaynak tahsisinde etkinlik ve sosyal gelişme
başlıkları altında incelemek mümkündür.
Böylece, sermaye stoku ve fiziki sermaye kapasitesi yanında bilgi birikimi ve bu
bilgiyi etkin bir şekilde kullanma kapasitesi, ekonomik büyümenin açıklanmasında
126
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
önemli bir değişken olarak yer almıştır. Bu durumda, beşeri sermayeye yapılan
yatırım sonucunda yaratılacak teknolojik gelişme ve yeni teknolojilerin beşeri
sermaye birikimi aracılığıyla kullanımı, fiziki sermaye stokuna yapılan çok az ilave
ile bile, daha yüksek seviyede bir üretimi gerçekleştirebilecektir. Ancak fiziki
sermayeye yeterli yatırım yapmadan beşeri sermaye yatırımı yapmanın daha düşük
ekonomik büyümeye ve işsizliğe neden olabileceğini de dikkate almak gerekir. Bu
nedenle fiziki ve beşeri sermaye yatırımlarının birbirinin alternatifi değil
tamamlayıcısı olduğunun altını çizmek gerekir.
Bu durumda, eğitim harcamalarının büyüme ile ilişkisi esas olarak beşeri
sermayenin gelişmesi ile kurulmaktadır. Beşeri sermaye, bireye mal olmuş, beceri
diye tanımlanabilecek yetenekler ile diğer nitelikli değerler olarak tanımlanmaktadır
(Culyer, 1980). Bu cümleden olarak beşeri sermaye teorisi iki yaklaşım çerçevesinde
açıklanmaya çalışılmaktadır.
Bunlardan ilki, artık değer yaklaşımıdır. Bu yaklaşım toplam üretim düzeyindeki
artışın üretim faktörlerindeki artışın üstünde gerçekleşmesi sonucu, aradaki
açıklanamayan farkın önemli bir kısmı, işgücünün eğitimindeki artıştan
kaynaklanmaktadır (Denison, 1962; Akalın, 2003). İşgücünün üretim sürecinde,
kalitesindeki artış sermayeyle karşılaştırıldığında -Cobb-Douglas üretim
fonksiyonundan hareketle- ampirik gözleme dayanan bir çok gelişmiş ülke örneğini
içeren çalışmalarda milli gelir artışını yani büyümeyi daha fazla etkilediği
görülmektedir (Denison, 1962). Artık değeri eğitim dışında belirleyen diğer
faktörlerin değişmediği varsayımında, eğitim artışı sonucu beşeri sermayedeki artış
toplam üretim düzeyini üretim faktörlerindeki artışın üzerinde yukarıya çekmektedir.
İkinci olarak maliyet yarar analizi çerçevesinde eğitim sektörüne yönelik olarak
kişilerin ve kamunun aktardığı kaynağın büyüklüğü ve bileşiminin ekonomide
kaynak kullanımını etkilemesi suretiyle ne düzeyde bir etkinliğe ve/veya etkinlik
kaybına yol açacağıdır. Bu ise orta vadede büyümeyi etkilemesi açısından önem
taşımaktadır. Kamu ve özel kesimin toplamı olarak eğitime yapılan yatırım,
ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre GSYH’ye oran olarak %5-10 arasında
değişmektedir. Dışsallıklar ve sosyal etkisi ile birlikte düşünüldüğünde eğitime veya
genel anlamda beşeri sermayeye yönelik harcamalar ekonomide önemli bir
büyüklüğe ulaşmaktadır. Ülkelerde harcamaların doğru önceliklendirilmesi ve
ülkenin faktör stokunun kalitesinin yükseltilmesi suretiyle üretim kapasitesinin
genişletilmesi açısından eğitim sektörü özel bir öneme sahip olmaktadır.
Eğitim harcamaları ile büyüme arasındaki ilişki her zaman sanıldığı gibi açık
olmayabilmektedir. Bu da daha çok eğitim harcamalarının mali istatistiklerde detaylı
olarak yer almamasının ya da daha önemlisi, eğitime yapılan harcama ile işgücüne
katılım arasındaki uzun dönemli ve gecikmeli bir ilişkinin bulunmasının bu konuda
etkili olmasıdır (Emil et al, 2003:9).
Eğitim harcamaları ile ekonomideki verimlilik arasındaki ilişki bugüne kadar
yapılan bir çok ampirik çalışmayla ortaya konmuştur. Ancak burada sorulması
gereken temel sorular: (i) politika oluşturulması sürecinde ekonomideki kaynakların
eğitime aktarılması durumunda diğer alanlara aktarılmamasına göre ortaya çıkan
alternatif maliyetlerin ne düzeyde hesaplandığı, (ii) Eğitim harcamalarının eğitim
düzeylerine göre dağılımında verimlilik ilişkisine ne düzeyde bakıldığı, (iii) Eğitim
harcamalarının finansmanında kamu özel sektör paylaşımının nasıl olduğudur.
Aslında tüm bu sorular ve verilen cevaplar eğitimin makro ekonomik getirisinin
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 127
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
hesaplanması açısından önem taşımakta ve özellikle kamu politikalarının
oluşturulma sürecine yön vermektedir (Yılmaz, 2007:47).
Buna ilave olarak, devletin eğitim hizmetlerinin arzında ve finansmanında rol
oynaması genelde istense de bunun derecesi ve rolü konusunda çok kesin bir görüş
birliği yoktur. Ancak, öteden beri birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede devlet,
yüksek öğretim hizmetinin sunulmasında önemli rol oynamaktadır. Eskisi kadar
olmasa da yüksek öğretim harcamaları devlet bütçeleri içinde önemli olan yerini
halen korumaktadır.
Yüksek öğretimin üç temel fonksiyonu vardır. Bunlar:
a. Öğretim: En temel faaliyettir. Toplumsal fayda söz konusudur.
b. Bilimsel araştırma: Yüksek öğretimin misyonu, bilgiyi genişletmek ve
yaymaktır.
c. Kamu hizmeti: Yüksek öğretim kurumları ile toplum arasında bir hizmet
ilişkisi vardır. Bunlar; kültürel, sosyal ve sportif etkinlikler ile sağlık gibi topluma
sunulan hizmetlerdir.
Yüksek öğretim kurumları, bu fonksiyonların birisi ya da hepsi kapsamında
faaliyette bulunabilir. Ancak günümüzde bu fonksiyonların iç içe geçtiklerini, bunlar
arasında kesin bir ayrım yapmanın zor olduğunu da ifade etmekte fayda vardır.
Örneğin bilimsel araştırma kapsamında yürütülen bir faaliyet aynı zamanda kamu
hizmeti fonksiyonuna da hizmet edebilir. Öte yandan bilimsel araştırma faaliyeti
bazı durumlarda kendi içinde öğretim faaliyetini de barındırabilir. Burada önemli
olan, yüksek öğretim hizmeti kapsamında bu fonksiyonların etkin ve sonuç odaklı
bir şekilde nasıl yerine getirildiği, ekonomide ve üretim süreçlerinde nasıl bir katma
değer yaratıldığı ile ilgili bir sorundur.
2. Üniversitelerin Kullandıkları Kaynakların Analizi
2.1. Karşılaştırmalı Bir Çerçevede Eğitim Harcamaları ve Üniversiteler
Toplam eğitim harcamalarının GSYH’ye oranı bugün birçok ülkede %5-6
arasında değişen oranlardadır. Bu oran OECD ülke ortalamasında %6’ya yaklaşırken
bazı OECD ülkelerinde %8’lere kadar çıkmakta, yine bazı ülkelerde ise %4’lere
kadar düşmektedir. OECD ülkeleri genelinde baktığımızda, eğitim harcamalarında
ortalamanın üstüne çıkan ülkelerde, (Finlandiya, İsveç, Belçika gibi ülkeler bu
eğilimin dışında kalmakla birlikte) bu büyüklüğü belirleyen faktörlerin başında
kamu dışı aktörlerin yaptığı harcamaların geldiği görülmektedir.
OECD ortalamasında 2006 yılı için toplam eğitim harcamaları içinde kamu dışı
kesimin eğitim harcamaları %13,8 oranında, AB 19 üye ülke ortalamasında ise %9,1
oranında çıkmaktadır. Özel kesimin payı ülkeler arasında önemli oranda
farklılaşmaktadır. Finlandiya, İsveç gibi ülkelerde kamu dışı kesimin payı %1-3’lere
kadar düşerken ABD, Kore, Japonya gibi ülkelerde bu pay %30’ların üzerine
çıkmaktadır.
128
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
9,0
8,0
7,0
6,0
5,0
4,0
3,0
2,0
1,0
İsrail
ABD
Danimarka
Kore
Kanada
Yeni
İsveç
Belçika
Slovenya
Fransa
İngiltere
Finlandiya
OECD
Avusturalya
Meksika
Polonya
Şili
Macaristan
Hollanda
Portekiz
Avusturya
EU19
Japonya
İtalya
Estonya
Çek
Almanya
İrlanda
İspanya
Slovak
0,0
Kamu
Özel
Kaynak: OECD Education at a Glance, 2009
Grafik 1: Ülkelerin Toplam Eğitim Harcamalarının GSYH’ye Oranları
(2006, %)
Türkiye, eğitim harcamalarının GSYH’ye oranı açısından OECD ortalamasının
altında kalmakla birlikte bu düzeye çok da uzak bir noktada değildir. 2002 yılında
OECD eğitim harcamaları toplamının GSYH’ye oranı %5,9 iken bu oran Türkiye’de
%5,4 düzeyine çıkmıştır (TÜİK 2002 Hanehalkı Eğitim Bütçe Anketi Sonuçları ve
Yılmaz, 2007: 189). 2006 yılı verilerine baktığımızda OECD eğitim harcamaları
ortalaması %5,8 düzeyinde çıkmakta, Türkiye verileri ise bu çalışma kapsamında
yapılan tahminlerin ışığında %4,5-5 arasında değişen oranda çıkmaktadır.
Türkiye eğitim harcamaları açısından toplamda OECD düzeyine yaklaşmakla
birlikte harcamaların kamu ve özel harcamalar ayrımına bakıldığında belirgin bir
farklılaşma görülmektedir. Türkiye’yi OECD ortalamasına yakınlaştıran özel sektör
eğitim harcamalarının (özellikle hanelerin cepten yaptığı harcamaların) büyüklüğü
olmaktadır. Kamu harcamalarının GSYH’ye oranı açısından baktığımızda OECD
ortalaması ile Türkiye ortalaması arasındaki fark hâlâ yüksekliğini korumaktadır.
Nitekim 2006 yılında OECD’nin kamu eğitim harcamalarının GSYH’ye oranı %3,4
iken bu oran OECD’nin Türkiye verilerinde %1,9 düzeyinde çıkmaktadır (OECD
verilerinin hesaplama yönteminden kaynaklanan nedenlerle, yüksek öğretim
dışındaki kısmın Türkiye için veri standardizasyonundan kaynaklanan nedenlerle
eksik hesaplandığını tahmin etmekteyiz). Tüm eğitim seviyeleri toplamında ise
Türkiye’nin, OECD ortalamasının %55’ine karşılık gelen bir düzeyde kamu kaynağı
ayırdığı görülmektedir.
Toplam böyle çıkmakla birlikte eğitim düzeyleri açısından kullanılan kamu
kaynağının OECD ortalamasından farklılaşması eğitim düzeylerine göre daha
belirgin hale gelmektedir. Örneğin yüksek öğretimde Türkiye, OECD ortalamasına
%80 düzeyinde yaklaşırken bu oran ilköğretim ve ortaöğretim toplamında %55’ler
düzeyinde kalmaktadır.
Bugün gelişmiş ülkelerde toplam eğitim harcamalarının yaklaşık dörtte biri
yüksek öğretime gitmektedir. Geri kalan %75’i ise yüksek öğretim dışındaki eğitim
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 129
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
düzeyleri tarafından kullanılmaktadır. OECD ülkelerinde ortalama olarak yüksek
öğretime ayrılan kaynağın GSYH’ye oranı %1,5 oranında olmakla birlikte ülkeler
arasındaki sapma toplam eğitim harcamalarına göre oldukça yüksek oranda
çıkmaktadır. ABD, Kore, Kanada gibi ülkeler, ortalama oranın yaklaşık bir katı
üzerinde sayılacak düzeyde harcama büyüklüğüne sahiptir. Üniversitelere yönelik
eğitim harcamalarında, özel harcamaların payı beklendiği şekilde yüksek çıkmakla
birlikte, bu oranın ülkeler arasında farklılaşmış olması, uygulanan politikaların
farklılık göstermesi açısından önemlidir.
Slovak Cumhuriyeti
İrlanda
İspanya
Almanya
Çek Cumhuriyeti
İtalya
Estonya
Japonya
Portekiz
Avusturya
EU19 ortalaması
Hollanda
Şili
Macaristan
Meksika
Polonya
İngiltere
Finlandiya
Belçika
Slovenya
Fransa
Özel
OECD ortalaması
Avusturalya
Kamu
Yeni Zelanda
İsveç
Kore
Kanada
İsrail
ABD
Danimarka
3,5
3,0
2,5
2,0
1,5
1,0
0,5
0,0
Kaynak: OECD, Education at a Glance, 2009
Grafik 2: Ülkelerin Üniversite Eğitimine Yönelik Harcamaların GSYH’ye
Oranları (2006, %)
Yüksek öğretime ayrılan kamu kaynakları açısından OECD ülkeleri
farklılaşmakla birlikte harcamaların GSYH’ye oranı ortalama %1 düzeyindedir. AB
ortalaması OECD ortalaması üzerine çıkarken Türkiye kamu kaynağı açısından
OECD üyesi ülkeler içinde son sıralarda yer almaktadır. Bununla birlikte Türkiye,
yukarıda belirttiğimiz şekilde diğer eğitim düzeylerine göre göreli olarak yüksek
öğretime çok daha fazla kaynak ayıran ülkeler grubu arasında yer almaktadır.
130
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
1,8
1,6
1,4
1,2
1,0
0,8
0,6
0,4
0,2
Danimarka
Finlandiya
Kanada
İsveç
İsviçre
Avusturya
Belçika
Fransa
Hollanda
EU19 ortalaması
Çek Cumhuriyeti
İrlanda
ABD
OECD ortalaması
İsrail
Slovenya
Almanya
Macaristan
Yeni Zelanda
Polonya
Portekiz
İspanya
İngiltere
OECD toplam
Estonya
Avusturalya
Meksika
Türkiye
Rusya Federasyonu
İtalya
Kore
Japonya
Şili
0,0
Kaynak: OECD Education at a Glance, 2009
Grafik 3: OECD Ülkelerinde Yüksek Öğretime Ayrılan Kamu
Kaynaklarının GSYH’ye Oranları
Türkiye’de eğitim harcamalarının GSYH’ye oranı dönem boyunca dalgalı bir
yapı içinde olmuştur. 2000 yılında eğitim harcamalarının GSYH’ye oranı %3,2
oranındayken, bu oran 2005 ve 2006 yıllarında %3’e kadar düşmüştür. 2008
yılından itibaren tekrar yükselmeye başlayan oran, özellikle personel harcamalarına
yönelik uygulamaların etkisiyle %3,8’lere çıkmıştır. Burada 2009 ve 2010
yıllarında, ekonomideki daralmanın da dönemsel etkisi dikkate alınmalıdır.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 131
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
4,50
4,00
3,90
3,84
3,46
3,50
3,40
3,21
3,13
3,32
3,31
3,17
3,09
3,02
2,99
2005
2006
3,00
3,11
2,50
2,00
1,50
1,00
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2007
2008
2009
(G)
2010
(B)
Kaynak: Yılmaz, Emil 2008, 2010; Yılmaz 2007
Grafik 4: Türkiye’de Eğitim Harcamalarının GSYH’ye Oranlarının
Gelişimi
Türkiye’de yüksek öğretim için ayrılan eğitim amaçlı kamu kaynağının
GSYH’ye oranı son 10 yılda %0,8-1 arasında değişmektedir. Eğitim harcamaları
içinde üniversiteler tarafından kullanılan eğitim harcamalarının oranı ise %20-22
arasında çıkmaktadır (döner sermayeler ve ayni harcamalar dahil eğitim
harcamaları). Bu tutara Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel
Müdürlüğünün yapmış olduğu eğitim harcamaları da eklendiğinde bu oran %27’lere
kadar çıkmaktadır. OECD ülkelerinde bu oranın %22’ler civarında olduğu dikkate
alındığında Türkiye toplam eğitim harcamaları içinde yüksek öğretime ayrılan
kaynağın oranı açısından OECD ortalamasının yaklaşık beş puan üzerinde yer
almaktadır.
100%
90%
80%
70%
60%
50%
40%
30%
20%
10%
0%
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
Diğer Kur.
11,8
11,9
11,9
10,7
12,9
13,7
12,5
11,9
12,6
12,8
Ünversiteler
21,6
20,8
24,1
22,8
22,3
20,8
20,2
19,9
19,1
20,1
MEB
66,5
67,3
64,0
66,5
64,7
65,5
67,3
68,2
68,2
67,1
Kaynak: Yılmaz, Emil 2008, 2010; Yılmaz 2007
Grafik 5: Türkiye’de Kamu Eğitim Harcamalarının Kurumlara Göre
Dağılımı
132
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
2.2. Seçilmiş Ülke Üniversitelerinde Mali Yapı
Bu bölümde İngiltere, ABD, Danimarka ve Fransa olmak üzere dört ülkenin iyi
üniversiteleri arasından seçilmiş toplam yedi üniversitenin mali yapısına ana
büyüklükler çerçevesinde bakılacaktır. Bu şekilde üniversitelerin kaynak ve harcama
yapıları, ana kalemler itibarıyla değerlendirilmek suretiyle özellikle ülkeler arasında
üniversitelerin mali yapılarını belirleyen yapısal farklılıklar ele alınmış olacaktır.
Ayrıca bahsedilen bu bilgilerin ülkemiz yüksek öğretim sisteminin şekillendirilmesi
bakımından bir gelecek perspektifi verebileceği düşünülmektedir.
Çalışmanın sınırları kapsamında seçilen üniversitelerin mali kaynakları ile
harcamalarının yapısı ve farklılıkları bu bölümde değerlendirilmiştir. Bu şekilde
ülkelere göre üniversitelerin kaynaklarının öğrenci harçları, kamu katkısı ve
araştırma projeleri bakımından dağılımı ortaya konmuştur. Ülkelere bakıldığında,
kaynak yapısındaki farklılaşma açık bir şekilde görülmektedir. ABD
üniversitelerinde öğrenci harçları ve üniversitenin kendi kaynakları ile araştırma
projeleri ve sözleşmeler öne çıkarken, Avrupa üniversitelerinde öne çıkan kamu
katkısı ile araştırma projeleri ve sözleşmeler olmaktadır. Örneğin İngiltere’de
üniversitelerde kamu katkısı %18-35 arasında değişen oranlarda çıkarken bu oran
Fransa’da %70’lere ulaşmaktadır. ABD’de ise kamu katkısı (federal fonlar, eyalet
fonları ve yerel fonlar olmak üzere) toplam kamu üniversite kaynaklarının ortalama
%15-20’si arasında değişmektedir. Kaynak yapısındaki dağılım yine üniversitelerin
araştırma potansiyellerine, bölümlerin sağlık, fen, tıp gibi dağılımına bağlı olarak da
farklaşmaktadır. Bu anlamda tıp ve fen bilimlerinde belli bir düzeyin üzerinde olan
üniversitelerde araştırma kaynakları daha yüksek çıkmaktadır. Araştırma projeleri ile
sözleşmeler yine Türkiye’den farklı olarak bugün gelişmiş ülke üniversitelerinde
önemli bir kaynak haline gelmiştir. Kamu ve özel destekli olan araştırma projeleri ile
sözleşmeleri ABD ve İngiltere’de üniversitelerin toplam kaynakları içinde önemli
bir büyüklüğe ulaşmıştır. İngiltere’de %17-40 arasında değişen araştırma fonlarının
toplam üniversite gelirleri içindeki payı, ABD’de daha düşük çıkmaktadır. Bunun
temel nedeni bu ülkede öğrenci harçlarının toplam gelirler içindeki payının göreli
olarak daha yüksek çıkmasıdır. Tabi bu ülkelerdeki üniversitelerin mali büyüklükleri
dikkate alındığında %20’lerde olan oranın ekonomik boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Harcamalara baktığımızda ise belirgin olan kalemin personel giderleri olduğu
görülmektedir. Ortalama %50’ler civarında olan personel harcamaları bazı
üniversitelerde %60’ların üzerine çıkmaktadır. Üniversiteler büyüdükçe araştırma
projeleri ile sözleşmelerin payı artmakta bu ise personel giderleri yanında diğer
hizmet giderlerinin artmasını beraberinde getirmektedir.
Bu çerçevede şimdi seçilmiş ülke üniversitelerinin gelir ve giderlerinin
bileşimini inceleyelim.
2.2.1. Oxford Üniversitesi
Bir İngiliz üniversitesi olan Oxford üniversitesi, 1096 yılından beri eğitimöğretimi sürdürmektedir. İngiltere’deki en iyi devlet üniversitelerinden biri olup,
dünya sıralamasında da ilk 10 üniversite arasında yer almaktadır. 2008 yılında,
lisans 11.734, lisansüstü 8.101 ve diğer 495 olmak üzere toplam 20.330 öğrencisi
vardır. 2008 yılında 1.600 akademik, 6.827 idari, 3.500 araştırmacı; 2009 yılında ise
1.700 akademik, 7.221 idari, 3.600 araştırma personeli bulunmaktadır. Üniversite
Sanat ve Beşeri Bilimler, İşletme ve Sosyal Bilimler, Tıp ve Sağlık, Bilim ve
Teknoloji konularında fakülte ve bölümleri ile eğitim hizmeti vermektedir.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 133
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
2008 yılında bilimsel araştırma ve proje sayısı 1.776; 2009 yılında ise 1.920
olarak gerçekleşmiştir.
2009 yılına ait Üniversitenin Gelir-Gider yapısı incelendiğinde;
Gelir Yapısı: 2009 yılında toplam gelirleri 862 milyon sterlindir. Araştırma proje
ve sözleşme gelirleri %40’lık payla ilk sırada yer almaktadır. Bağışlar ve yardımlar
%23’lük bir payı temsil etmektedir. Bu tutar aynı zamanda HEFCE (Higher
Education Funding Council for England) tarafından yapılan finansal destek
anlamına gelmektedir. HEFCE’nin toplam 195,3 milyon sterlin (%23’lük kısım)
olan desteğinin içinde yer alan 110,1 milyon sterlinlik kısmı, bilimsel araştırmalara
yönelik olarak yapılan bağıştır. Öğrenim ücretleri (%14), varlık ve sermaye gelirleri
(%4) ile diğer gelirler (%19) payla kaynakları tamamlamaktadır.
Grafik 6: Oxford Üniversitesi Kaynaklarının Yüzde Dağılımı
Harcama Yapısı: 2009 yılında toplam giderleri 866,8 milyon sterlindir. Personel
giderleri 437,6 milyon sterlin (%51) olarak önemli bir paya sahiptir. Operasyonel
giderler (mal ve hizmet giderleri) 367,8 milyon sterlin (%42) ile ikinci ağırlıklı
unsur olmaktadır.
134
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Grafik 7: Oxford Üniversitesi Harcamalarının Yüzde Dağılımı
Araştırma gelirlerinin yıllar itibarıyla gelişimine baktığımız zaman son 4 yılda
ortalama artışın %17 olduğunu görüyoruz.
Tablo 1: Oxford Üniversitesi Yıllar İtibarıyla Dış Kaynaklı Araştırma
Gelirleri
Akademik Yıl
Milyon £
2004/05
184
2005/06
213
2006/07
248
2007/08
285
2008/09
341
%Artış
6
16
16
15
19
Araştırma gelirlerinin paylaşımına baktığımızda en yüksek payı Tıp ve Fen
Bilimlerinin aldığını görüyoruz.
Tablo 2: Oxford Üniversitesi 2008/2009 Yılı Dış Kaynaklı Araştırma
Gelirlerinin Akademik Paylaşımı
Akademik Paylaşım
Tıp
Milyon £
217
Matematik, Fizik ve Yaşam Bilimleri
80
Sosyal Bilimler
31
Beşeri Bilimler
9
Akademik Servisler ve diğer
3
Toplam
341
Kaynak: http://www.admin.ox.ac.uk/rso/statistics/ar_2008-09.shtml (Erişim, Mayıs/2010)
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 135
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
2.2.2. Cambridge Üniversitesi
İngiltere’nin ikinci ve Avrupa’nın dördüncü en eski devlet üniversitesidir.
Üniversite 1209 yılında kurulmuştur. Cambridge’de yerleşik üniversite, akademik
bakımdan dünya sıralamasında ilk beşin içindedir. 12.018 lisans, 6.378 lisansüstü
olmak üzere toplam 18.396 öğrencisi bulunmaktadır. Toplam 8.614 personeli vardır.
Beşeri Bilimler ve Sanat, Biyoloji, Tıp, Sosyal Bilimler, Fizik, Teknoloji
konularında eğitim-öğretim vermektedir.
2009 yılına ait Üniversitenin Gelir-Gider yapısı incelendiğinde;
Gelir Yapısı: 2009 yılında toplam geliri yaklaşık 1.140 milyon sterlindir.
Araştırma proje ve sözleşme gelirleri toplam gelirler içinde 260 milyon sterlinle
(%23) göze çarpmaktadır. Varlık ve sermaye gelirleri 237 milyon sterlin (%21),
kamu katkısı 205 milyon sterlindir (%18). İncelenen diğer üniversitelerden farklı
olarak Cambridge Üniversitesi’nde basım ve yayım gelirleri %18’lik bir payla
yaklaşık 207 milyon sterlindir. Öğrenim ücretleri %8’lik payla toplam gelirler içinde
göreli olarak küçük bir paya sahiptir.
Grafik 8: Cambridge Üniversitesi Kaynaklarının Yüzde Dağılımı
Harcama Yapısı: 2009 yılında üniversitenin toplam giderleri 1.156 milyon sterlin
ile gelirlerin çok az üzerine çıkmıştır. Personel giderleri 512 milyon sterlin (%44)
olarak gerçekleşirken, operasyonel giderler ağırlıklı olan diğer giderler 582 milyon
sterlin tutarında (%50) gerçekleşmiştir.
136
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Kaynak: www.admin.cam.ac.uk/univ/annualreport/ (Erişim: Mayıs/2010)
Grafik 9: Cambridge Üniversitesi Harcamalarının Yüzde Dağılımı
2.2.3. Arizona Üniversitesi
Arizona Eyalet Üniversitesi, 1885 yılında Amerika’nın en büyük 5 eyaletinden
birisi olan Arizona’da kurulmuştur. Üniversite, 4 adet yerleşkeden oluşmaktadır.
Downtown Phoneix yerleşkesinde şehir yaşamı ve kamuya yönelik eğitim
programları bulunmaktadır. Polytechnic yerleşkesi, teknik eğitim programlarına
odaklanmıştır. Tempe yerleşkesi, eğitim, sanat ve hukuk ağırlıklı programlara
sahiptir. Son olarak West yerleşkesi, genel olarak, sanat, iş yönetimi ve eğitim
alanlarında programlar içermektedir. Üniversite, 2007 yılında dünyada bir ilk olan
“Sürdürülebilirlik Fakültesi”ni kurmuştur. Bu fakülte, lisans ve lisansüstü
programlara sahip olan çevresel, ekonomik ve sosyal meselelere çözüm üretmeyi
hedefleyen farklı disiplinlerden oluşan bir fakültedir.
2008 yılında, 53.298 lisans, 13.784 yüksek lisans olmak üzere toplam 67.082
öğrencisi; 2010 yılında, 50.485 lisans, 13.004 yüksek lisans olmak üzere toplam
63.489 öğrencisi vardır. 2008 yılında, 3.095 akademik, 102 idari olmak üzere toplam
3.197 personeli bulunmaktadır.
2009 yılına ait Üniversitenin Gelir-Gider yapısı incelendiğinde;
Gelir Yapısı: 2009 yılında üniversitenin toplam geliri 1,52 milyar dolardır.
Toplam gelirde öğrenim harçları 499 milyon dolar tutar ile %33’lük bir kısmı
oluşturmaktadır. Kamu katkısı da üniversitenin gelir kaynaklarında 487 milyon dolar
(%32) gibi bir oranla öğrenim harçları kadar önemli paya sahiptir. Diğer bir önemli
gelir kaynağı ise 271 milyon dolar (%18) ile devlet ve devlet dışı kurumlar için
yapılan araştırma faaliyetlerini kapsamaktadır.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 137
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Kaynak: http://budget.asu.edu/state-investment-0
Grafik 10: Arizona Üniversitesi Kaynaklarının Yüzde Dağılımı
Harcama Yapısı: 2009 yılında üniversitenin toplam giderleri 1,46 milyar dolarla
gelirlerinden düşüktür. Üniversitenin en büyük harcama kalemi 627 milyon dolar
(%43) ile personel giderleridir. Araştırma ve proje giderleri 224 milyon dolar (%15)
ile ikinci en büyük harcama kalemidir. Öğrenciye yönelik hizmetler 140 milyon
dolar (%10) ile üçüncü büyük harcama kalemini oluşturmaktadır. Diğer gider
kalemleri (amortisman, yapım ve bakım dahil edilerek) harcamaların %15’i olarak
227 milyon dolardır.
Kaynak: http://budget.asu.edu/state-investment-0
Grafik 11: Arizona Üniversitesi Harcamalarının Yüzde Dağılımı
138
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
2009 yılında Arizona eyalet üniversitesi 2008 yılına göre daha düşük kamu
katkısı elde etmiştir. 2008 yılında 483 milyon dolar olan kamu fon tahsisi 2009’da
417 milyon dolara gerilemiştir.
2.2.4. Rochester Üniversitesi
Rochester Üniversitesi 1850 yılında New York eyaletinin Rochester şehrinde
kurulmuştur. Özel bir üniversite olan Rochester Üniversitesi, ülkenin ilk optik
teknolojisi üzerine eğitim ve araştırma yapan programını bünyesinde
barındırmaktadır. 1929 yılında Mühendislik ve Uygulamalı Bilimler Fakültesinin
içinde kurulan Optik Enstitüsü, Optik Fiziği, Uygulamalı Optik ve Optik
Mühendisliği alanlarında eğitim vermektedir. 1970’de kurulan Lazer Enerji
Laboratuarı bilimsel araştırma alanında önemli faaliyetlere sahip bir birimdir.
Yaklaşık 2 milyar dolar bütçesi olan Rochester Üniversitesi Tıp Merkezi
kapsamında 9 birim bulunmaktadır. Bunlar: 1. Tıp ve Diş Hekimliği Fakültesi, 2.
Strong Memorial Hastanesi, 3. Highland Hastanesi, 4. Golisano Çocuk Hastanesi, 5.
James P. Wilmot Kanser Merkezi, 6. Hemşirelik Okulu, 7. Eastman Diş Hekimliği
Merkezi, 8. Visiting Hemşirelik Hizmeti ve 9. Highlands at Pittsford’dır.
Üniversitede lisans 5.374, lisansüstü 4.484, sağlıkla ilgili 1.365 olmak üzere
toplam 11.223 öğrenci bulunmaktadır. Akademik 14.378, idari 1.875 olmak üzere
toplam 16.253 personeli vardır.
2009 yılına ait Üniversitenin Gelir-Gider yapısı incelendiğinde;
Gelir Yapısı: 2009 yılında üniversitenin toplam geliri 2,48 milyar dolardır. Tıp
alanında eğitim ve araştırmaları yoğun olan üniversitenin, sağlık hizmeti gelirleri 1,6
milyar dolar ile en büyük gelir kaynağını oluşturmaktadır. Bu kaynağın toplam
gelirleri içindeki payı %65’tir. Araştırma proje ve sözleşmeleri 385 milyon dolar ile
%16’lık bir payı oluşturmaktadır. Üniversite, bunların dışında, öğrenim ücretleri
(%7), varlık ve sermaye gelirleri (%5), işletme gelirleri (%3) ve diğer gelirlerden
(%4) oluşan bir gelir büyüklüğüne sahiptir.
Kaynak: http://www.urmc.rochester.edu/news/publications/annual-report/2009/ research/
nih-funding.cfm (Erişim: Mayıs/2010)
Grafik 12: Rochester Üniversitesi Kaynaklarının Yüzde Dağılımı
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 139
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Harcama Yapısı: 2009 yılında üniversitenin toplam giderleri 2,45 milyar dolar
olmuştur. Personel giderleri %62’lik bir pay ile 1,5 milyar dolar olarak
gerçekleşmiştir. Kurumsal destek giderleri 316 milyon dolar ile %13’lük bir paya
sahiptir.
Kaynak: http://www.urmc.rochester.edu/news/publications/annual-report/2009/research/
nih-funding.cfm (Erişim: Mayıs/2010)
Grafik 13: Rochester Üniversitesi Giderlerinin Yüzde Dağılımı
Rochester Üniversitesine Tıp ve Diş Hekimliği alanında Ulusal Sağlık
Kuruluşları tarafından fon tahsis edilmektedir. Ulusal Sağlık Kuruluşları, Amerika
Birleşik Devletleri’nin Sağlık ve Beşeri Hizmetler Departmanına bağlı tıp alanındaki
araştırmaları destekleyen ve yürüten federal bir oluşumdur.
Tablo 3: Yıllar İtibarıyla Ulusal Sağlık Kuruluşları Tarafından Rochester
Tıp ve Diş Hekimliği Fakültelerine Sağlanan Fonlar
Yıllar
Miktar (Milyon Dolar)
1999
76.2
2000
90.8
2001
108.2
2002
122.4
2003
134.9
2004
140.6
2005
143.3
2006
143.2
2007
161.8
2008
152.2
2009
201.3
Kaynak: http://www.nih.gov/about/NIHoverview.html
140
Değişim %
5,4
19,2
19,2
13,1
10,2
4,2
1,9
-0,1
13,0
-5,9
32,3
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
2.2.5. California Üniversitesi
California Üniversitesi 1869 yılında kurulan bir devlet üniversitesidir. Bugün
California Üniversitesi’nde 433 binden fazla öğrenci ve 44 binden fazla personel
bulunmaktadır.
California Üniversitesi tarımda, sağlıkta, teknolojide ve çevresel olarak birçok
alanda önemli araştırmaları vardır. California Üniversitesi’nin üç araştırma
laboratuarı ve beş sağlık merkezi mevcuttur. Her yıl üç milyondan fazla kişi tedavi
edilmektedir. Üniversite 23 kampüsten oluşmaktadır.
Üniversitenin Sanat ve Beşeri Bilimler, İşletme ve Sosyal Bilimler, Tıp ve
Sağlık, Bilim ve Teknoloji, Dil ve Kültürel Çalışmalar ile Mühendislik konularında
fakülte ve bölümleri bulunmaktadır.
2009 yılına ait Üniversitenin Gelir-Gider yapısı incelendiğinde;
Gelir Yapısı: Üniversitenin 2009 yılında toplam 19,3 milyar dolar toplam geliri
vardır. Üniversitenin gelir tablosunda İşletme gelirleri 8,1 milyar dolar ve %42’lik
oranla ilk sırada yer almaktadır. Araştırma proje ve sözleşmeleri 4,7 milyar dolar ile
%24 oranında, Eyalet Yönetimi’nin sağladığı kamu katkısı 2,9 milyar dolar ile %15,
öğrenim ücretleri %11, bağışlar ve yardımlar %4 ile diğer gelirler yine %4 olarak
gelir tablosunu tamamlamaktadır.
Grafik 14: California Üniversitesi Kaynaklarının Yüzde Dağılımı
Harcama Yapısı: Üniversitenin 2009 yılında toplam giderleri 20,8 milyar
dolardır. Üniversitenin İşletme giderleri 6,9 milyar dolar ve %33’lük bir oranla diğer
üniversitelerden farklı bir şekilde gelir tablosunda en yüksek değeri ifade etmektedir.
Bunu 4.26 milyar dolar ve %21 oranıyla incelenen üniversitelerde de görüldüğü gibi
personel giderlerinin harcamalar üzerindeki etkinliği izlemektedir. Operasyonel
giderleri 3,6 milyar dolar ile %17, araştırma ve proje harcamaları 3,7 milyar dolar ile
%18, diğer giderler (amortisman ve öğrenciye yönelik harcamalar dahil edilerek)
%11 oranındaki payla gider tablosunda yerini almıştır.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 141
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Kaynak: http://www.calstate.edu/business_community/ (Erişim: Mayıs-2010)
Grafik 15: California Üniversitesi Harcamalarının Yüzde Dağılımı
2.2.6. Copenhagen Üniversitesi
Copenhagen Üniversitesi Danimarka’da en eski ve en kapsamlı araştırma
üniversitesidir. 1479 yılında kurulmuş bir devlet üniversitesidir. 7.000’in üzerinde
çalışan personeli vardır. 21.489 lisans, 16.521 lisansüstü olmak üzere toplam 38.010
öğrencisi bulunmaktadır. Birçok ders Danimarka dilinde olmakla birlikte, İngilizce
ve birkaç ders de Almanca verilmektedir. 2.800 yabancı öğrencisinin yaklaşık yarısı
İskandinav ülkelerindendir. 8 fakülte ve 200’den fazla program içermektedir.
Üniversite, Kuzey yerleşkesi, Şehir Yerleşkesi, Güney Yerleşkesi ve
Frederiksberg Yerleşkesi olmak üzere dört adet yerleşkeden oluşmaktadır. Kuruluş
yılında Roman Katolik Teolojisinin merkezi olan Kopenhag Üniversitesi,
Hıristiyanlık dini alanında bölümlere ve araştırma merkezlerine sahiptir.
2008 yılında, 4.100 adet devlet destekli Bilimsel Araştırma ve Proje Sayısı
mevcuttur. Bu projelerin fon kaynakları aşağıdaki tabloda gösterilmektedir.
Tablo 4: Projelerin Fon Kaynakları
Fon Kaynağı
Proje Sayısı
Danimarka Kamu Fonları
1857
Danimarka Özel Fonları
1659
Avrupa Birliği
287
Yabancı Fonlar
297
142
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
2008 yılına ait Üniversitenin Gelir-Gider yapısı incelendiğinde;
Gelir Yapısı: 2008 yılında toplam gelir 6,48 milyar Danimarka kronudur.
Copenhagen Üniversitesi’nin birincil gelir kaynakları %34’lük oranlarla, kamu
katkısı 2,2 milyar Danimarka kronu ve araştırma proje ve sözleşmeleri 2,2 milyar
Danimarka kronudur. Bunların dışında öğrenim harçları (%25) ve diğer (%7) gelir
kaynakları bulunmaktadır.
Grafik 16: Copenhagen Üniversitesi Kaynaklarının Yüzde Dağılımı
Harcama Yapısı: 2008 yılında üniversitenin toplam giderleri 6,5 milyar
Danimarka kronudur. Üniversitenin harcama yapısının dağılımına baktığımızda, 2,5
milyar Danimarka kronu ve %39’luk oranla araştırma giderlerinin ilk sırada yer
aldığını görmekteyiz. %25’lik oran ve 1,6 milyar Danimarka kronu ile bakım ve
yapım giderleri ikinci sıradadır. Öğrenciye yönelik harcamalar da 1,4 milyar
Danimarka kronu ve %22’lik oranla toplam giderler içinde azımsanmayacak bir
orandadır. Bunların dışında diğer üniversitelerden farklı olarak dikkat çeken yayım
ve bilgi belge hizmetleri %4 paya sahiptir. Kurumsal destek %7 ve kamu giderleri
%3 oranla, düşük ağırlığı olan gider kalemleri de bulunmaktadır.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 143
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Kaynak: http://introduction.ku.dk (Erişim: Mayıs-2010)
Grafik 17: Copenhagen Üniversitesi Harcamalarının Yüzde Dağılımı
2.2.7. Strasbourg Üniversitesi
Strasbourg Üniversitesi Strasbourg, Alsace, Fransa’da bir devlet üniversitesidir.
Fransa’nın en büyük üniversitelerden bir tanesidir. Avrupa Araştırma Üniversiteleri
arasında Avrupa’nın en iyileri arasında yer almaktadır. Üniversitenin 43.000
öğrencisi, 4.000 araştırmacısı vardır.
Üniversitenin Sanat ve Beşeri Bilimler, İşletme ve Sosyal Bilimler, Mühendislik,
Bilim ve Teknoloji konularında fakülte ve bölümleri bulunmaktadır.
2009 yılına ait Üniversitenin Gelir-Gider yapısı incelendiğinde;
Gelir Yapısı: 2009 yılında toplam gelir 406,1 milyon Avrodur. Kamu katkısı 316
milyon Avro tutar ve %78’lik bir oranla ilk sırada yer almakta, bu da devlet
sübvansiyonu olarak gözükmektedir. Varlık ve sermaye geliri 47,6 milyon Avro ve
%12’lik oranla, diğer gelirler de 42,5 milyon Avro ve %10 ile geliri
tamamlamaktadır.
144
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Grafik 18: Strasbourg Üniversitesi Kaynaklarının Yüzde Dağılımı
Harcama Yapısı: 2009 yılında toplam gider 430,8 milyon Avrodur. Personel
giderleri harcama yapısında en yüksek değer olarak 292,2 milyon Avro tutar ve %68
ile ilk sırada yer almakta, işletme giderleri 97,7 milyon Avro tutar ile %23 ve son
olarak yatırım giderleri 40,9 milyon Avro tutar ve %9 oranı ile harcamaları
tamamlamaktadır.
Kaynak: http://www.unistra.fr/uploads/media/recettes_uds.pdf Erişim: Mayıs/2010
Grafik 19: Strasbourg Üniversitesi Harcamalarının Yüzde Dağılımı
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 145
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
3. Türkiye’de Üniversitelerin Mali Yapısı ve Gelişimi
3.1. Türkiye’de Üniversitelerin Sayısal Gelişimi
Türkiye’de 2000’li yıllarda gerek kamu gerekse vakıf üniversitelerinin
sayılarında çarpıcı bir artış olmuştur. 2000 yılında Türkiye’de toplam 70 üniversite
varken 2010 yılı Mayıs ayı itibarıyla bu sayı 146’ya çıkmıştır. 2010 yılında yasal
kurulma süreci devam eden 7 devlet ve 1 vakıf üniversitesi ile birlikte toplam
üniversite sayısının 150’yi aşması beklenmektedir. Buna göre 2000-2010 döneminde
üniversite sayısı %100’ün üzerinde artmıştır.
Kamu üniversiteleri açısından 2006, 2007 ve 2010 yılları üniversite sayılarındaki
artışın en hızlı olduğu dönemlerdir. Vakıf üniversiteleri ise daha düzenli bir artış
gösterirken artış sayısındaki hızlanma 2007 yılından sonra daha belirgin hale
gelmiştir.
Tablo 5: Üniversite Sayılarının Gelişimi
Devlet Üniversitesi
Vakıf Üniversitesi
Toplam
2000
52
18
70
2001
53
20
73
2002
53
22
75
2003
53
24
77
2004
53
26
79
2005
53
27
80
2006
68
28
96
2007
85
29
116
2008
94
33
127
2009
94
39
133
95
51
146
2010
Kaynak: YÖK
2000-2009 arasında kamu üniversitelerinde öğretim üyesi ve öğrenci sayılarında
önemli ölçüde artış gerçekleşmiştir. 2000 yılında yaklaşık 1,1 milyon olan öğrenci
sayısı %62 oranında artarak 1,75 milyon öğrenciye ulaşmıştır. Öğretim üyeleri de
aynı artış eğilimiyle 24 binden 39 bine çıkmıştır.
146
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Tablo 6: Kamu Üniversitelerinde Öğretim Üyesi ve Öğrenci Sayısındaki
Gelişim
Öğrenci
Öğretim
Toplam
Sayıları
Üyesi Başına
Öğretim ve
Öğrenci
Araştırma
Sayısı
Kadrosu
2000-2001
23.975
66.720
1.078.879
45
2001-2002
25.953
69.987
1.142.114
44
2002-2003
27.617
74.104
1.232.255
45
2003-2004
29.075
77.042
1.294.172
45
2004-2005
30.668
79.533
1.377.837
45
2006-2006
32.095
82.220
1.377.837
43
2006-2007
34.116
86.487
1.573.803
46
2007-2008
37.820
96.075
1.619.501
43
2008-2009
38.911
97.891
1.746.534
45
Kaynak: OSYM İstatistikleri (Erişim Mayıs 2010)
Not: Öğrenci sayıları açık öğretim hariç toplamı vermektedir.
Yıllar
Öğretim
Üyesi
Sayısı
Toplam Öğretim
Kadrosu Başına
Öğrenci Sayısı
16
16
17
17
17
17
18
17
18
Bu çerçevede öğretim üyesi ve toplam öğretim kadrosu başına düşen öğrenci
sayısında önemli bir değişme olmamıştır. Öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı
45 öğrenci ile aynı kalırken, toplam öğretim kadrosunda ise başlangıç yılına göre
artış 16’dan 18’e çıkmak suretiyle az da olsa bir artış gerçekleşmiştir.
2.000.000 1.800.000 1.600.000 1.400.000 1.200.000 1.000.000 800.000 600.000 400.000 200.000 0 Öğretim Üyesi (sağ eksen)
2008‐2009
2007‐2008
2006‐2007
2005‐2006
2004‐2005
2003‐2004
2002‐2003
2001‐2002
2000‐2001
45.000 40.000 35.000 30.000 25.000 20.000 15.000 10.000 5.000 0 Öğrenci Sayıları
Grafik 20: Öğretim Üyesi ve Öğrenci Sayıları ( 2000-2009)
3.2. Türkiye’de Kamu Üniversitelerinin Kullandığı Kaynakların Gelişimi
Üniversitelerin merkezi yönetim bütçesi kapsamında 2009 yılında özel bütçeli
idare olarak yapmış olduğu harcamaların toplamı yaklaşık 9 milyar TL düzeyinde
gerçekleşmiştir. Buna 4,4 milyar TL tutarındaki döner sermaye gelirleri
eklendiğinde toplam harcama düzeyi 13,4 milyar TL’ye ulaşmaktadır. GSYH’ye
oran olarak ise toplam harcamaların karşılığı 2009 yılında %1,4 oranında
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 147
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
çıkmaktadır. 2010 yılında ise bütçe ödeneği %4,1 oranında artarak 9,4 milyar TL
olarak öngörülmüştür.
Üniversitelerin harcamalarının yaklaşık %55’i vergi mükelleflerinin katkısını
gösteren hazine yardımlarından %11’i ise öz gelirlerinden oluşmaktadır. Bu
çerçevede doğrudan bütçe kaynağı toplam kaynakların yaklaşık %65-70’i arasında
değişmektedir. Üniversitelerin üçüncü büyük kaynağı döner sermayeli işletmelerin
gelirleridir. Döner sermayeli işletmelerin gelirlerinin payı son dönemde özellikle
sağlık hizmeti sunumundan kaynaklı olarak %30’ların üzerine çıkmıştır. Bu oran
özellikle büyük hastaneleri olan Ankara, Hacettepe, İstanbul gibi üniversitelerde
%40’lara yaklaşmaktadır. Tıp Fakültesi olmayan üniversitelerde ise bu oran
düşmektedir. Başta AB olmak üzere dış proje kredileri, bazı iç proje kaynakları ve
döner sermaye işletme gelirlerinden aktarılan araştırma fonlarının büyüklüğü ise
üniversitelerin toplam kaynakları içinde %3’ler düzeyinde çıkmaktadır (burada
döner sermaye işletmelerinin harcamaları içinde görülen araştırma fon kesintileri,
döner sermaye tutarından düşülerek araştırma gelirleri içinde gösterilmiştir).
Türkiye’de araştırma projelerinde ve sözleşmelerinde tam maliyetlendirme (full
costing) uygulaması olmadığı için aslında araştırma harcamalarının eksik
hesaplandığını söylemeliyiz. Avrupa Birliğinin öngördüğü tam maliyetlendirme
uygulamasına bütçe ile uyum içinde geçildiğinde araştırmaya giden kaynakların
daha doğru hesaplamasını yapmak mümkün olacaktır (bu konuda ayrıntılı bilgi için
bakınız, “Financially Sustainable Universities: Towards Full Costing in European
Universities, 2008).
Araştırma Fonları
3%
Hazine Yardımı
55%
Döner Sermaye
31%
Öz Gelirler
11%
Grafik 21: Toplam Üniversite Harcamalarının Finansman Kaynaklarına
Göre Dağılımı (2009)
148
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Bütçe kapsamında kullanılan kaynakların yaklaşık %80’i eğitime ayrılırken bu
oran döner sermayeli işletmelerde %85 gibi bir rakamla sağlık hizmetlerine
gitmektedir. Bütçede ikinci sırayı %10 ile sağlık hizmetleri almaktadır.
Üniversitelerin (bütçe kaynaklı) harcamalarına sabit fiyatlarla baktığımızda 2000
yılında yaklaşık 10 milyar TL düzeyinde olan harcama tutarının 2005 yılında 7,3
milyar TL’ye düştüğü, 2007 yılından itibaren tekrar hızlanarak 2009 yılında 9 milyar
TL düzeyine tekrar çıktığı görülmektedir. GSYH’ye oran olarak ise 2000’lerin
başında %0,8’ler düzeyinde olan oran dönem içinde %0,7’lere kadar düşmüş 2008
yılındaki artışla birlikte %0,9’un biraz üzerine çıkmıştır.
1,20
12.000
10.000
9.787
9.546
1,00
8.986
9.110
8.449
7.670
8.000
7.269
7.792
8.885
8.111
0,80
7.313
6.000
0,60
4.000
0,40
2.000
0,20
0,00
0
2000
2001
2002
2003
2004
Toplam (Nominal, milyon TL)
2005
2006
2007
Toplam (S,2009)
2008
2009
2010 (B)
GSYH'ya Or.
Grafik 22: Üniversitelerin Bütçe Kaynaklı Harcamalarının 2000-2010
Dönemi Gelişimi
Üniversite ve öğrenci sayılarında bu dönem yaşanan artış, yüksek öğretim
harcamalarına hizmet sunulan öğrenci bazında bakılması gereğini de gündeme
getirmektedir. Aşağıdaki grafikte de görüleceği üzere, sabit fiyatlarla 2000 yılında
kamu üniversitelerinde öğrenci başına 8.848 TL harcanırken, bu tutar 2005 yılında
4.811 TL’ye kadar düşmüştür (Açık Öğretim hariç öğrenci sayısı dikkate alınmıştır).
2009 yılında 5.145 TL düzeyine çıkan bu tutarın 2010 yılında 5.087 TL olması
öngörülmüştür.
Bu gelişme üniversitelerde öğrenci başına harcamaların reel olarak belirgin bir
şekilde düştüğünü göstermesi açısından önemlidir. Öğrenci sayılarında 2000-2009
dönemindeki artışın (Açık Öğretim hariç) yaklaşık %50’sinin ön lisans öğrencisi
olması, burada tercihin üniversitelerde ağırlıklı olarak ön lisans eğitimine,
dolayısıyla öğrenci başına maliyetlerin etkisinin daha az hissedileceği alanlara
kaydırıldığını göstermektedir. Dolayısıyla yüksek öğretimde sistem, mali yönden
kendisini bu şekilde sürdürmeye çalışmaktadır. Bu gösterge aynı zamanda
Türkiye’de yüksek öğretim sisteminin daha çok ön lisans ve lisans eğitimine
odaklandığını göstermektedir.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 149
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
11.000
10.000
10.000
9.000
8.848
8.424
7.977
8.000
7.942
9.000
7.000
6.000
8.000
5.567
5.145
4.811
7.000
4.647
4.812
4.644
5.087
5.000
4.000
3.000
6.000
2.000
5.000
1.000
4.000
2000
2001
2002
2003
2004
2005
Toplam Harcama (Sabit, 2009)
2006
2007
2008
2009
2010 (B)
Öğrenci Başına (S, 2009)
Grafik 23: Öğrenci Başına Harcamaların Gelişimi (Sabit Fiyatlarla, 2009)
Kamu üniversitelerinin mali yönetim açısından karşılaştıkları temel
problemlerden bir diğeri kendilerine öz gelir ve hazine yardımı olarak tahsis edilen
kaynakları, yıl içinde harcamaya dönüştürememeleridir. Her ne kadar harcamaya
dönüşemeyen kaynakların bir kısmını bir sonraki yılda kullanabilseler de tahsis
edilen kaynakları harcamaya dönüştürememe sorunsalını ortadan kaldırmamaktadır.
Bu çerçevede üniversiteler, bugün gelmiş oldukları mali büyüklük açısından her yıl
kendilerine tahsis edilen kaynakların son dört yılın ortalamasında %22’sini
kullanamamaktadırlar. Bu düzeydeki bir kaynağın kullanılabilmesi için
üniversitelerin yönetim süreçlerinin yeniden ele alınmasında büyük fayda vardır.
150
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
(Personel ödenekleri hariç)
5.000
1.500
2.962
2.669
2.397
2.154
2.000
2.974
2.500
2.561
3.635
3.000
3.408
3.500
3.105
4.003
4.000
3.994
4.682
4.500
1.000
500
0
2006
2007
KBÖ
Yıl Sonu Ödeneği
2008
2009
Yıl Sonu Harcama
Kaynak: Maliye Bakanlığı
Grafik 24: Kamu Üniversiteleri 2006- 2009 Yılları Arası Başlangıç Ödeneği,
Yılsonu Ödeneği ve Harcama (Milyon TL)
Üniversiteler, devlet tüzel kişiliği dışında ayrı tüzel kişiliği olan, gelir yaratan,
önemli büyüklüklere ulaşan kaynaklara sahip kurumlardır. Ancak buna rağmen
mevcut kaynaklarını kullanamıyorlarsa sorunu sistemde aramak gerekmektedir.
Üniversite öğrenci sayılarının artışı ve günümüz rekabetçi dünyasının yüksek
öğretim bakımından gereklilikleri dikkate alındığında üniversitelerin daha fazla
kaynağa ihtiyaç duydukları aşikârdır. Güçlü bir eğitimin belirleyici koşulu, elbette
güçlü bir finansmandır. Fakat ayrılan kaynakları iyi, etkin ve esnek politikalarla
yönetmek gerekmektedir.
Ayrıca kalıplaşmış eski üniversite sistemini değiştirmeden üniversitelere daha
fazla kaynak aktarılması, daha kaliteli yüksek öğretim hizmeti ve daha çok araştırma
yapılmasına değil, yalnızca daha fazla israfa yol açacağı (Alesina ve Giavazzi,
2006:69), bazı ülkelerde eğitim yatırımlarında yaşanan büyük artışın, ekonomik
büyümeyi etkilememesi karşısında bu kadar eğitimin nereye gittiği sorusunu sormak
gerektiği (Easterly, 2001:73) konusunu da göz ardı etmemek gerekir.
Benhabib ve Spiegel, 1965-1985 yılları için 124 ülkeyi kapsayan çalışmada,
işgücünün ortalama eğitim süresindeki artışın büyüme oranı üzerindeki etkisini
araştırmışlar ve kişi başına gelirdeki artış ile ortalama okul süresindeki artış arasında
ilişkiye rastlamamışlardır. Ancak beşeri sermayenin, ekonomik büyümeyi toplam
faktör verimliliğindeki büyüme yoluyla dolaylı olarak etkilediği, bunun da içeride
üretilen teknolojiyi artırmak ve dışarıdan gelen teknolojinin daha çabuk adapte
edilmesi şeklinde tezahür ettiği sonucuna varmışlardır (Benhabib ve Spiegel,
1994:143-173). Buna göre, beşeri sermayedeki artıştan ziyade beşeri sermaye
stokunun seviyesi, gelecek dönemlerde kişi başına gelirdeki büyümenin
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 151
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
belirlenmesinde ve fiziksel sermayenin cazip hâle gelmesinde önemli rol
oynamaktadır.
1960 yılında dünyada 29 ülkede üniversite öğrencisi yokken 1990’lara
gelindiğinde üniversite öğrencisi bulunmayan ülke sayısı üçe (Comoros, Gambiya
ve Guinca-Bissau) inmiştir. 1960’lı yıllardan 1990’lara kadar üniversiteye kayıt olan
öğrenci sayısı 7 kattan fazla artmıştır. Aynı gelişme, diğer eğitim seviyelerinde de
görülmüştür. Ancak öğrenci sayısındaki bu patlamanın birçok ülkede büyümeye
yansımadığı görülmektedir. Bu nedenle bazı iktisatçılar, okullaşma oranı ile
ekonomik büyüme arasında doğrusal bir ilişkinin olmadığını iddia etmektedirler
(Easterly, 2001:73).
Pritchett, 1960–1987 yılları arasındaki verilere dayanarak yaptığı araştırmada,
Singapur, Kore, Çin ve Endonezya, Angola, Mozambik, Gana, Zambiya,
Madagaskar, Sudan ve Senegal gibi ülkelerde, beşeri sermaye stokundaki hızlı
büyümenin ekonomik büyümeye yansımadığı sonucuna varmıştır. Örneğin,
Zambiya beşeri sermaye stoku bakımından Kore’ye çok yakın olmasına rağmen
ekonomik büyüme oranı Kore'ye göre çok daha düşüktür. Aynı şekilde, ABD’de
orta öğretimdeki okullaşma oranı %97 ve Ukrayna’da %92 olmasına rağmen
ABD’de kişi başına gelir, Ukrayna’ya göre 9 kat daha fazladır (Pritchett, 1996:1444).
Aşağıdaki grafikte Saygılı ve Cihan (2010) çalışmasında Türkiye ile birlikte
işgücü verimliliğinde başarı gösteren bazı ülkelerin verimlilik seviyeleri
gösterilmektedir. Burada dikkati çeken nokta, 1975 yılında Türkiye’nin işgücü
verimliliği bakımından Güney Kore, Şili ve Malezya gibi ülkelerin üzerinde
olmasına ve 2002 yılından itibaren az da olsa bir iyileşme kaydetmesine rağmen 32
yıllık dönemde bu ülkelerin gerisine düşmesidir. Çin ve İrlanda ise bu dönemde
işgücü verimliliğinde dikkat çekici bir gelişim göstermiştir.
Bu tespitlerden yola çıkarak yüksek öğretimin ekonomik kalkınma ve ülke
rekabetinin artırılması bakımından katkısı, sadece yüksek öğretim sisteminin
büyütülmesi ve daha çok kamu kaynağı tahsis edilmesine bağlı olmadığı sonucuna
varabiliriz. Bu nedenle çalışma kapsamında yüksek öğretimde yönetsel etkinliği
artırmak için bir model önermeye çalışmamız da bu varsayımın bir sonucudur.
152
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Kaynak: Saygılı ve Cihan (2010), İşveren, s.68.
Grafik 25: Bazı Ülkelerde Göreceli Verimlilik Düzeyi (ABD=100)
4. Türkiye’de Üniversitelerde Yönetsel Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir
Model Önerisi
Tüm bu tespitler, Türkiye’de yüksek öğretim sisteminde mali yönetim alanında
önemli bir yapılanma ihtiyacını ortaya koymaktadır. Üniversitelerde kaynakların
amaca uygun, etkin ve zamanında kullanımı bugün geçmişten çok daha önemli hale
gelmiştir. Çünkü bir yandan öğrenci ve öğretim elemanı sayısındaki artışın
gerektirdiği ilave finansman ve kaynak kullanım etkinliği ihtiyacı, diğer yandan
üniversitelerin uluslararası gelişmelere uygun olarak eğitim ve bilimsel
araştırmalarda rekabetçi bir yapıya sahip olmaları gereği üniversitelerde yönetsel
yapının iyileştirilmesini önemli bir gündem maddesi haline getirmektedir.
Yine bu paralelde üniversitelerin öz kaynaklarını artırma konusunda yeni bir
yaklaşıma ve mevzuata ihtiyaçları olduğunu da ayrıca vurgulamakta fayda vardır.
Üniversitelerin öz kaynaklarını artırma konusunda mevcut mevzuattan ve
uygulamadan kaynaklanan engelleri ortadan kaldırmak ve etkin işleyen bir yüksek
öğretim sistemi kurmak suretiyle üniversitelerin kaynak yaratma konusunda önlerini
açmak gerekmektedir. Bu bağlamda gerek 5018 ve 2547 sayılı Kanunlar ile mevcut
yüksek öğretim mevzuatının çizdiği genel çerçeve gerekse mevcut döner sermaye
mevzuatı ile böyle bir dönüşümü sağlamak zor olacağından bunun için öncelikle
yüksek öğretim kurumlarını rekabetçi bir yapıya kavuşturabilecek ve döner sermaye
dahil bütün uygulamaları kapsama alacak çerçeve yasal bir düzenleme ile
üniversitelere operasyonel faaliyetlerin gerektirdiği esnekliğin sağlanması önem
taşımaktadır.
Türkiye’de 2000 sonrası dönemde kamu sektörüne ve mali yönetim sistemine
yönelik olarak yapılan reformlar üniversitelerin de ekonomik ve kurumsal altyapısını
güçlendirmeye ve yönetsel etkinliğini artırmaya yönelik bir yapıyı öngörmüştür.
Burada önemli olan üniversitelerin mali yönetim sistemine ilişkin getirilen bu yeni
düzenlemeleri ve mekanizmaları algılayıp hayata geçirecek ve içselleştirecek bir
yönetim yapısını uyum içinde oluşturmalarıdır. Bu anlamda önemli olan
üniversitelerin yeni bir zihniyetle meseleye odaklanması gerekmektedir.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 153
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Mali yönetim sisteminde yaşanan bu olumlu gelişmelere rağmen üniversitelerin
yönetsel ve mali sorunlarının devam etme nedenlerini aşağıdaki şekilde sıralamak
mümkündür:
a. Yüksek öğretime ilişkin temel politikaların öncelikler çerçevesinde karar alıcı
ve uygulayıcılara yön verecek şekilde daha açık bir çerçevede sunulma ihtiyacı söz
konusudur.
b. Yeni kamu mali yönetim sistematiğinde öngörülen Orta Vadeli Program ve
Mali Planın üniversitelere yönelik politika önceliklerini daha açık bir çerçevede
ortaya koyması, bölgesel planlar, sektörel planlar gibi unsurlarla uyumun
sağlanmasına yönelik çerçevenin daha işlevsel bir şekilde belirlenmesi ihtiyacı söz
konusudur.
c. Yükseköğretim Kurulunun, üniversitelere ilişkin temel politikaların
çerçevesini çizen, uygulamaların mali yönetimle uyumunu akademik ve idari
bakımdan etkin izleyen ve yönlendiren kurumsal yapısı daha fazla öne
çıkarılmalıdır.
d. Üniversitelerde yönetim sistemi ile mali yönetim sistemi arasında olması
gereken uyum istenen düzeyde kurulamamıştır.
e. Üniversitelerde kurumsal düzeyde hazırlanan stratejik plan ve performans
programı ile bütçeler arasında bağ hala kurulamamıştır.
f. Bütçe ile iş programları arasında uyum kurulamamakta, hatta iş programları
hazırlanmamaktadır. Ayrıntılı Finansman Programları iş programları ile
desteklenmediği için üniversiteler sadece nakit yönetimi amacını taşıyan bir süreç
takip etmek durumunda kalmaktadırlar.
g. Üniversitelerin vizyon, stratejik amaç ve hedefleri ile faaliyetlerine yönelik
bir sahiplenme sorunu vardır.
h. Üniversitelerin yönetim sisteminde yatay ve dikey iletişim anlamında
sorunlar yaşanmaktadır.
i. Hizmeti gerçekleştirmekten sorumlu olan birimler, 5018 sayılı Kanunun
kendileri için öngördüğü kaynağı yeterli düzeyde kullanamamaktadır. Örneğin
eğitim hizmetini yerine getiren fakülte ya da yüksekokul, hizmetin sürdürülmesi ve
geliştirilmesi için gerekli olan kaynakları kendi birim bütçesi içinde görememekte,
dolayısıyla yönetememektedir. Söz konusu hizmet birimleri, rektörlük bünyesinde
yer alan idari birimlerden gerekli kaynağı temin edebilmek için sonuç odaklı olmak
yerine girdi odaklı bir pazarlık sürecine maruz kalmaktadır. Kaynak kullanımında
etkin birimler, üniversitenin merkezindeki (rektörlük) birimler olmakta ve bunlar
için gereken işbirliği ve danışma süreçlerini kullanmamaktadırlar.
j. Stratejik plan ve performans programı çerçevesinde hangi amaçlar ve
hedeflere öncelik verileceği, hangi faaliyetlerin uygulanacağı ve buna uygun
kaynakların ne düzeyde olacağı belli olmamakta, bütçe uygulamaya geçtikten sonra
hizmet programını yürüten sorumlular, kaynağa erişim konusunda çeşitli bürokratik
sorunlarla karşılaşmaktadır.
k. Üniversitelerin sunmuş oldukları hizmetin çeşitliliği ve bu hizmetin
fiyatlandırılması sonucu yaratılan kaynağın farklılaşması, bütünsel bir mali yönetim
sisteminin olmaması nedeniyle üniversitelerde kaynak kullanımında ve
yaratılmasında sorunların yaşanmasına neden olmaktadır.
l. Üniversitelerin tabi olduğu mevzuatın oldukça fazla ve karmaşık olması
yanında bu kurumların tabi olduğu çok çeşitli mevzuatın araştırma ve eğitim
154
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
alanlarındaki farklılıkları dikkate alacak bir yapıda olmaması, gelişme potansiyeli
yüksek üniversiteler için engel teşkil etmektedir.
M. Mali yönetim sisteminin çerçevesini çizen mevzuatın diğer merkezi yönetim
kapsamındaki idareler ile üniversiteler için aynı olması, hizmet çeşitliliği ve
farklılığı nedeniyle üniversiteler açısından uygulamada sorunlar yaşanmasına neden
olmaktadır.
Üniversiteler bugün gelmiş oldukları mali büyüklük açısından GSYH’nin %1,4’ü
büyüklüğünde bir kaynağı kullanmaktadır. Bu düzeydeki bir kamu kaynağının
kullanımının, üniversiteler tarafından etkin işleyen bir mali yönetim ve finansman
modeli çerçevesinde ele alınmaması, önemli bir yönetim sorunu olarak görülmelidir.
Tüm bu değerlendirmeler, bundan sonrası için üniversitelerde yeni bir yönetsel
yapı ve anlayış ile modern bir stratejik yönetim ihtiyacını ortaya koymaktadır. Bu
makale kapsamında, esas olarak üniversitelerin kontrol edebileceği değişkenler
üzerinden bir çerçeve geliştirilmeye çalışılmıştır.
Üniversitelerde kaynakların etkin ve etkili kullanımını yönetsel başarı anlamında
politika oluşturma, planlama ve bütçeleme şeklinde üç temel süreç üzerinde
modellendirebiliriz. Aşağıda modelin temel aşamaları üç başlık altında
verilmektedir.
− Politika-Plan İlişkisi: Politika oluşturma sorumluluğu siyasi otoritede
olmakla birlikte üniversite düzeyinde politikalarla planlar arasındaki ilişki
kurumsal düzeyde stratejik planlar, yoluyla kurulmaktadır. Stratejik planlar
kurumun amaç ve hedeflerinin orta ve uzun vadede ortaya konduğu temel
plan metinleri olması özelliğiyle kurum açısından bir üst çerçeve beyanı
haline gelmektedir. Türkiye deneyiminde üniversitelerde stratejik planların
kurumsallaşması ve kendisini takip eden program ve bütçe metinlerine
rehberlik etmesi henüz geçiş aşamasındadır. Bu yüzden üniversitelerin
vizyon ve misyonlarına uygun ve faaliyetlerine yön verecek bir üst plan
metni anlamında stratejik planlarını mevcut kaynak ve kapasitelerine uygun
bir şekilde dinamik bir yapıda hazırlamaları oldukça önemlidir. Bu planlar
başkasının planı değil üniversitenin planı olarak görülmeli ve samimi bir
şekilde sahiplenilmelidir.
− Stratejik Plan-Faaliyet/Proje İlişkisi: Planların faaliyetlerle ilişkilendirilerek
somuta dönüştürüldüğü aşamadır. Orta vadeli bir harcama sistemine
dayanan uygulama ile bütçe, faaliyetlerin belirlenmesi suretiyle çıktılar
üzerine oturtulmaktadır. Bu şekilde eskiden olduğu gibi girdiler yerine
yeni sistemde çıktılara odaklanmak suretiyle kaynakların üniversitelerin
amaç ve hedeflerine uygun bir şekilde tahsis ve kullanımı sağlanmış
olacaktır. Dolayısı ile sonuçlara giden yolda performans programı bütçeyi
daha doğru bir zemine kaydıracaktır.
− Faaliyet/Proje Maliyet (Bütçe) İlişkisi: Bu aşamada ise faaliyetler ile bütçe
ilişkisinin kurulmasında, faaliyet ve projelerin seçiminde maliyet fayda ve
maliyet etkinlik gibi analizlerin kullanılmasını sağlayacak bütçe ortamının
oluşturulması hedeflenmektedir. Bütçeye geçilirken bu aşamadaki temel
aktiveleri iki alt başlıkta ele alabiliriz;
Birinci olarak kurumsal stratejik plana hizmet etmek üzere
önceden belirlenmiş olan faaliyet ve projelerin bir maliyet etkinlik
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 155
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
ve maliyet fayda analizlerini yapılmak suretiyle en uygun
alternatifin seçilmesidir.
İkinci olarak ise faaliyet/projelerin toplam maliyeti hedeflenen
bütçe tavanını aşması halinde faaliyet/projelerin yeniden gözden
geçirilmesi, dolayısıyla bir önceliklendirme yapılması ve sonuç
olarak programın nihai hale getirilmesidir.
Kaynak: Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı
Şekil 1: Plan, Program ve Bütçe İlişkisi Modeli
Sonuç olarak model üst politika beyanından kurumsal stratejik plana, kurumsal
stratejik plandan faaliyet/projelere, faaliyet projelerden bütçeye doğru giden ve
birbiriyle ilişkili ve uyumlu olan bir sürece dayanmaktadır. Dolayısıyla bütçe
sürecinde önemli olan gidiler değil bu girdilerin politikalar, hedefler ve faaliyetlere
ne derece hizmet ettiği ve günün sonunda ilgili yüksek öğretim kurumunun ne
düzeyde bir hizmet ürettiği şeklinde tanımlanmalıdır. Bu ise bize hem hizmet
performansının hem de mali performansın ne şekilde sağlandığını ölçülebilir bir
düzlemde göstermesi açısından önemli görülmelidir.
Üniversitelerde stratejik yönetim anlayışı, eğitim sisteminin etkinliği ve bilimsel
gelişmelerin gerekleri doğrultusunda yüksek öğretim sektörünü rekabetçi bir yapıya
kavuşturmak hedefi ekseninde şekillenmelidir. Böyle bir yaklaşım, yönetim
süreçlerinde ve kaynak kullanımında etkinliğin artırılması ve sağlanması ile
performansa dayalı bir yönetim anlayışına yönelik değişim ihtiyacını da ortaya
koymaktadır.
Günümüz stratejik yönetim anlayışı, üniversitelerin uzun dönemli politikalar
çerçevesinde önceliklerini belirlemelerini, kaynaklarını kurumsal amaç ve hedefler
doğrultusunda tahsis etmelerini ve temel politika ve yönetim kapasitesi anlamında
etkinliklerini artırmak yönünde hedefler koymalarını öngörmektedir. Bu anlamda
5018 sayılı Kanun çerçevesinde ortaya konulan stratejik planlar, kurumsal politika
önceliklerini kapsayacak ve ulaşılabilir şekilde belirlenmeli, kaynak çerçevesiyle ve
156
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
kurumsal kapasiteyle uyumlu bir şekilde ortaya konmalı ve izleyen süreçlere
rehberlik edecek şekilde hazırlanmalıdır.
Uzun vadeli: Stratejiler, yeni
politikalar (iklim değişikliği, yaşlanan
nüfus vs.)
Orta vadeli: Belirlenmiş
politikaları uygulama (yıllık, üç
yıllık)
Kısa vadeli: Günlük olaylarla
uğraşma ve kriz çözme
Kaynak: Mulgan 2009 s.20.
Şekil 2: Stratejik Bakış Açısı
Stratejik yönetim yaklaşımı, üniversitelerde önceliğin ve kaynakların orta ve
uzun vadeli politikalara odaklanmasını öngörmekte, dolayısıyla gündelik sorunların
çözümünden çok geleceğe yönelik sonuç odaklı girişimlerin geliştirilmesine imkan
sağlamaktadır.
Bu çerçevede üniversitelerde stratejik yönetim, hükümetler düzeyinde belirlenen
üst politika belgelerinden başlayarak üniversitelerdeki iş süreçlerine kadar inen bir
yapıda yönetsel ve mali sorumlulukların belirlendiği bir sistem öngörmektedir. Üst
politika belgelerinde yer alan politika hedeflerinin gerçekleştirilmesine yönelik
kurumsal sorumluluk çerçevesi, kurumsal düzeyde hazırlanan stratejik planlarla
belirlenmektedir. Üniversiteler ise bu planlara paralel olarak hazırladıkları
performans programları ve iş planlarıyla birimlerin hizmet ve sorumluluk
çerçevesini ortaya koymalıdır. Birim düzeyinde yürütülen faaliyetlerin en üst
düzeydeki hedef ve önceliklerle örtüşmesi, stratejik yönetimin yukarıdan aşağıya
inen hiyerarşik yapısı açısından önemlidir.
Üniversitelerde amaç ve hedeflerin kurum içinde yer alan hizmet birimleriyle
ilişkilendirilmesi oldukça önem taşımaktadır. Bu anlamda, mevcut uygulamada
hizmet birimlerinin kurumsal amaç ve hedefler ile idari kapasite ve ekonomik
kaynak ilişkisini kuramadıkları görülmektedir. Bu çerçevede stratejik planla
bütçenin ilişkisini performans programları kurmaktadır. Performans programlarında
öngörülen faaliyetlerin amaçlara ve hedeflere hizmet edecek şekilde belirlenmemesi
yanında programın birim bazında hazırlanmaması, üniversitelerde kaynakların
stratejik önceliklere göre dağıtımını da olumsuz etkilemektedir. Bu anlamda
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 157
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
üniversitelerin, performans programlarını kurum içinde geleneksel iş yapma
biçiminden farklı olarak ele almaları ve faaliyetler bazında bütçelerini performans
hedeflerine uygun bir şekilde hazırlamaları gerekmektedir.
Ayrıca birim düzeyinde yürütülen faaliyetlerin yine birimde yer alan personel ile
olan ilişkisinin kurulması, bu sürecin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır. Birimler
hazırlayacakları iş planları ile personelin görev tanımlarını, rolleri, sorumlulukları ve
bireysel performans göstergelerini belirlemelidir. Böylece politika belgelerinde yer
alan hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için, birimlerde çalışan personelin sorumluluk
çerçevesi de belirlenmiş olacaktır.
Kaynak: Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı
Şekil 3: Strateji Ağacı
Üniversitelerde kaynakların tahsisi kadar belli bir plan ve program dahilinde
kullanılması de önemli bir konu haline gelmiştir. Özellikle son dönemde
üniversitelerin kendilerine tahsis edilen kaynakları kullanma konusunda gösterdiği
düşük performans bu ihtiyacı çok daha önemli hale getirmiştir.
158
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Kaynak: Ankara Üniversitesi Kurumsal Düzeyde Operasyonel Plan Modeli
Şekil 4: Üniversitelerde Operasyonel Plan Modeli
Bütçe uygulaması Ayrıntılı Finansman Programı (AFP) yanında mutlaka bir
operasyonel plana dayanmalıdır. Bu plan için önerilen performans programı ve AFP
ile uyumlu olmak üzere üçer aylık dönemleri kapsayacak şekilde bir operasyonel
planın (iş planının) hazırlanması gerekir. Her ay aylık gerçekleşmelere göre planın
revize edilmesi mümkündür. Operasyonel planın hazırlanması üst yönetimin
sorumluluğunda olmalıdır.
Operasyonel plan iki temel ayak üzerine oturtulabilir:
− Birinci aşama mali yönetim stratejisinin ortaya konmasıdır. Bu
anlamda, faaliyetlere ilişkin öncelikler ve tercihler ile gelir politikaları
ve izleme modülü bu aşamanın ilk bloğunu oluşturmaktadır. İkinci
blok ise nakit yönetimi ve finansman politikasının belirlenmesidir.
− İkinci aşamada ise performans programı ile uyumlu bir şekilde
birimler, bütçe ile yürüttükleri faaliyetleri uygulama planları ile
ortaya koymalıdır. Birim Uygulama Planlarını desteklemeye yönelik
olarak Birim Faaliyet Raporları Stratejik Plan, Performans Programı
ve eğer varsa Rektörlük Beyanı çerçevesinde hazırlanmalıdır.
Burada bütçe uygulama sürecinde kurumsal mali performans ile hizmet
performansının ölçülmesi ve dönem içi politikaların belirleyiciliğinde kaynakların
önceliklendirilen hizmetlere yönelik olarak kullanılması hedeflenmektedir.
Yeni mali yönetim anlayışı, orta vadeli harcama çerçevesine dayanmaktadır.
Türkiye’de, üniversiteler uygulamasında orta vadeli harcama sisteminin çerçevesi,
çok yıllı bütçeleme kapsamında yürütülmelidir.
Yeni bütçeleme anlayışında önemli olan tahsis edilen kaynağın miktarı değil,
yürütülen faaliyetler sonucunda elde edilen çıktı ve sonuçlara ulaşılmasıdır. Hesap
verme sorumluluğu da bunun üzerine kurulmuştur. Bu bağlamda üniversitelerin
kullanmış oldukları kaynaklarla elde ettikleri çıktı ve sonuçlarla, yani yarattıkları
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 159
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
kamusal değerle, ilişkilendirmeleri girdi odaklı yaklaşımdan uzaklaşmalarına
yardımcı olacaktır. Geldiğimiz noktada üniversitelerin performanslarının
değerlendirilmesinde sahip oldukları binalar, kapalı alanlar, bilgisayar sayısından
ziyade mezun ettikleri öğrenci sayısı, tamamlanan doktora programları, mezunların
istihdam edilme oranı ve başarıları gibi göstergeler çok daha önemli hale gelmiştir.
Stratejik yönetim yaklaşımının yönetim süreçlerinin bir parçası olması, mevzuat
düzenlemeleri ile bu değişimin sağlanmasının mümkün olmaması, bu sürecin
zihinsel bir değişim gerektirmesi gibi başlıklar, üniversiteler açısından en önemli
zorlukları oluşturmaktadır. Bu nedenle yeni yapının, yasal mevzuatın gerektirdiği bir
zorunluluk olarak görülmemesi, aksine yönetsel etkinliği sağlayacak araçlar olarak
algılanması önem taşımaktadır.
Üniversitelerde stratejik yönetimin hayata geçirilmesi ile beraber üst yönetimde
yaşanan anlayış değişikliğinin, kurumun tamamına yayılması ve dolayısıyla var olan
iş süreçlerinin yeniden tanımlanması gerekmektedir. Bu sebeple dönüşümün
tamamlanması, üst yönetimin önderliğinde harcama yetkililerinin süreci
sahiplenmesi ile mümkün olabilecektir.
Ayrıca kamuda var olan tek taraflı, kapalı, mevzuat odaklı ve kurallara dayalı
yönetim anlayışının değişmesi gerekmektedir. Söz konusu yapının değişmesinin
zaman alacak olması gerçeği göz ardı edilmemelidir. Stratejik yönetimin kurumlara
getirdiği katılımcı ve paylaşımcı yapının yerinden yönetime dayanan bir üniversite
yönetimi yaklaşımı ile desteklenmesi, sürecin başarı şansını artıracaktır. Bu
bağlamda etkin işleyen bir iç kontrol sistemi ile iç ve dış denetimin varlığı çok
önemlidir. Öte yandan 5018 sayılı Kanunun sadece mali sorumlulukları değil
yönetsel sorumlulukları da içine aldığı, söz konusu Kanun kapsamında yer alan mali
yönetim ve kontrolün, mali bir sistemden ziyade bir yönetim sistemi olduğu da
unutulmamalıdır.
Strateji geliştirme birimlerinin, 5018 sayılı Kanunun gerektirdiği danışmanlık
hizmetini üniversitelerde yeterince yerine getirdiğini söylemek mümkün değildir. Bu
birimler geçmişten gelen alışkanlıklarının devamında, sürekli bütçe sürecinde
kaynak tahsisine müdahale eden ve yönetsel sorumlulukla ilişkilendirilmiş mali
sorumlulukları olmadığı halde karar veren bir konuma kendilerini getirme çabası
içindedirler. Halbuki 5018 sayılı Kanunla birlikte sorumluluk hem yönetsel hem de
mali anlamda kendilerine kaynak tahsis edilen birimlerin başındaki yöneticilere
aittir. Harcama yetkilerinin bu yetki ve sorumluluklarının farkında olması, sistemin
etkin işlemesi açısından oldukça önemli görülmelidir. Bu çerçevede, strateji
geliştirme birimlerinin kurum içinde üst yönetime danışmanlık hizmeti veren ve
kaynak yaratılması ve kullanımında etkinliğin ve verimliliğin artırılması konusunda
politika alternatifleri ve analizleri geliştirebilen bir konuma gelmeleri üniversitelerin
yönetsel başarısı açısından son derece önem taşımaktadır. Uygulamada üniversite
yöneticileri, strateji geliştirme birimlerini bir muhasebe birimi gibi görmektedir.
Önerdiğimiz modelin başarısı bakımından bu anlayışın hem üniversite yönetimleri
hem de strateji geliştirme daireleri tarafından terk edilmesinde fayda vardır.
160
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
Stratejik Plan Performans
Programı İzleme& Değerlendirme
Faaliyet Raporları İç Kontrol Yönetim Bilgi Sistemi
Kaynak: Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı
Şekil 5: Stratejik Yönetim Modeli
Üniversitelerin kendilerine tahsis edilen kaynaklar ile hizmet birimleri tarafından
yaratılan öz gelirlerin ilgili hizmet birimlerine kullandırılması konusunda önceden
belirlenmiş, saydam ve belirli kriterlere uygun olarak hazırlanmış bir kaynak tahsis
modeline ihtiyaçları vardır. Bu kaynak tahsis modeli, hizmete ihtiyacı ve kaynak
yaratan birimlerin önceliklerini dikkate alacak bir çerçeve içinde formüle edilmesi
gerekmektedir.
Ayrıca, üniversitelerin tabi olduğu mevzuat basitleştirilmeli, üniversitelerin farklı
hizmet öncelikleri ve çeşitliliği göstermeleri nedeniyle, bunların tabi olduğu
mevzuat diğer kamu idarelerinin tabi olduğu mevzuattan ayrıştırılmalı ve
üniversiteler için uzun vadeli öncelikler dikkate alınarak kısa ve çerçeve niteliğinde
bir mevzuat alt yapısı oluşturulmalıdır.
Kaynakların etkili, ekonomik ve verimli kullanılması kapsamında üniversite
yönetimlerinin yönetsel yapılarını güçlendiren uygulamaların birisi de etkin işleyen
bir iç kontrol sisteminin kurulmasıdır. Faaliyet alanlarının çeşitliliği ve yönetsel
esneklikler, makul bir güvencenin oluşturulması anlamında iç kontrol sistemini
üniversitelerde yönetsel başarı için bugün çok daha önemli hale getirmiştir. Bu
anlamda iç kontrol eylem planlarının bir şekil şartını yerine getirmek için değil
aksine kurum tarafından içselleştirilmiş bir şekilde uygulanması gerekmektedir.
Sonuç
Türkiye’nin uluslararası rekabet gücünün artması, eğitim kalitesinin ve bilimsel
araştırmaların başarı düzeyine bağlıdır. Bu bağlamda, orta ve uzun vadede
sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin sağlanması özellikle yüksek öğretim
sisteminin etkin çalışmasıyla da ilişkilidir. Türkiye’de son dönemde 5018 sayılı
Kanun başta olmak üzere yönetsel etkinliği artırmaya yönelik düzenlemeler,
üniversitelerin de kaliteli hizmet üretme ve kaynaklarını doğru, yerinde ve tam
kullanmalarına imkan sağlayan bir mali yönetim alt yapısını oluşturmuş
bulunmaktadır. Önemli olan reformlarla değişen yönetim sistematiğinin,
üniversiteler tarafından içselleştirilmesidir. Bu içselleştirme, hem genel olarak
yönetsel başarıyı hem de üniversiteler için sorunlu bir alan olarak görülen mali
yönetim başarısını sağlamaya yönelik önemli bir sonuç ortaya çıkaracaktır.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 161
Yüksek Öğretimde Yönetsel Yapı ve Mali Konular: Türkiye’de Yüksek Öğretimde Yönetsel
Etkinliği Artırmaya Yönelik Bir Model Önerisi
Yönetim sisteminin odağında kamu kaynağı kullanılması varsa, hesap verme
sorumluluğunun etkin işlemesi olmazsa olmazların başında gelmektedir. Hesap
verme sorumluluğunun etkin işleyebilmesi için de süreç içindeki aktörlerin rol ve
sorumluluklarının açık olması, kaynağın bu rol ve sorumluluklarla orantılı bir
şekilde dağıtımı ve kullanımı ile saydamlık gerekmektedir. Her ne kadar 5018 sayılı
Kanunla getirilen stratejik plan, performans programı, çok yıllı bütçeleme
uygulaması ve faaliyet raporları önemli bir altyapı oluştursa da üniversiteler
açısından iki temel sorunun çözümünde yetersiz kaldığı görülmektedir. Bunlardan
birincisi, getirilen bu yeni mekanizmaların ve araçların henüz kurumlar ve çalışanlar
tarafından yeterince iyi anlaşılamamasıdır. İkinci olarak ise, üniversitelerin üretmiş
olduğu hizmetin niteliği ile akademik yapılarının diğer kamu hizmeti üreten
birimlerden farklılığından dolayı, bu yeni mekanizmaları farklı şekilde çalıştıracak
uygulamaların hem üniversiteler hem de üniversitelere kaynak dağılımında yön
veren merkezi kurumlar tarafından geliştirilmemesidir.
Üniversitelerin elde ettikleri kaynaklarla kamusal bir değeri ve hizmeti nasıl bir
süreç ve yönetim politikalarıyla üreteceklerini iyi anlamaları ve kurum seviyesinde
içselleştirmeleri gerekmektedir. Bu anlamda, üniversiteler amaç ve hedefleriyle
faaliyetlerini, faaliyetleriyle yüklendikleri hizmetleri yerine getirecek bir süreci
çalıştırma başarısını göstermelidirler. Aksi halde eğitim, bilimsel araştırma ve
topluma hizmet gibi alanlarda gereken kamusal sorumluluğu istenen düzeyde yerine
getirememiş olacaklardır.
Sonuç olarak üniversiteler, yönetsel sorumluluğu ve mali sorumluluğun etkin
işlemesine yönelik süreçleri ve mekanizmaları en etkin şekilde hayata geçirecek
kapasiteye sahip kurumlardır. Bu çerçevede, doğru yönlendirmenin sonuçları,
üniversitelerde çok daha hızlı bir şekilde kendini gösterecektir.
Kaynakça
Akalın, G. (2000), Kamu Ekonomisi, Akçağ Kitapevi, Ankara.
Alesina, A. ve Giavazzi, F. (2006), The future of Europe, The MIT Pres, London.
Benhabib, J. ve Spiegel, M.M. (1994), “The Role of Human Capital In Economic
Development: Evidence From Aggregate Cross-Country Data”, Journal of
Monetary Economics, s.34.
Cohn, E. (1990), The Economics of Education, Pergamon.,Oxford.
Culyer, A. J. (1980), Political Economiy of Social Poicy, Oxford.
Denison, E. F. (1962), The Source of Economic Growth in the U.S., Committee for
Economic Development, Washington.
Easterly W. (2001), The Elusive Quest for Growth: Economists’ Adventures and
Misadventures in the Tropics, The MIT Press, Cambridge.
Emil, F. ve Yılmaz, H. H. (2003), Kamu Borçlanması İstikrar Programları ve
Uygulanan Maliye Politikasının Kalitesi, METU ERC Working Paper 03/07.
Europian University Association, (2008), Financially Sustainable Universities:
Towards Full Costing in European Universitie, Brussels, Belgium
http://nsse.iub.edu/html/about.cfm (Erişim: Mayıs/2010).
http://www.admin.cam.ac.uk/univ/annualreport/ (Erişim: Mayıs/2010).
http://www.admin.ox.ac.uk/rso/statistics/ar_2008-09.shtml (Erişim, Mayıs/2010).
http://budget.asu.edu/state-investment-0.
http://introduction.ku.dk (Erişim: Mayıs-2010).
162
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010
H.H.YILMAZ, A. KESİK
http://www.calstate.edu/business_community/ (Erişim: Mayıs-2010).
http://www.nih.gov/about/NIHoverview.html.
http://www.unistra.fr/uploads/media/recettes_uds.pdf Erişim: Mayıs/2010.
http://www.urmc.rochester.edu/news/publications/annual-report/2009/research/nihfunding.cfm (Erişim: Mayıs/2010).
Korkmaz, E. (1975), Yüksek Öğrenimde Etkinlik, Basılmamış Doktora Tezi,
İstanbul.
Maliye Bakanlığı, Muhasebat Genel Müdürlüğü Kamu Hesapları Bülteni Sayfası
(Erişim Mayıs 2010).
Mulgan, G. (2009), The Art of Public Strategy, Oxford Universtiy Press, New York.
OECD Education at a Glance (2009).
OSYM İstatistikleri (Erişim Mayıs 2010).
Pritchett, L. (1996), Where Has All the Education Gone?, The World Bank Policy
Research Working Paper 1581.
Salmi, J. (2009), The Challenge of Establishing World-Class Universities, The
World Bank, Washington, DC.
Saygılı, Ş. ve Cihan, C. (2010), “Dünyada ve Türkiye’de Verimlilik: Karşılaştırmalı
bir Analiz ve Türkiye’nin Perspektifi” İşveren Dergisi, Ankara, Yıl: 2010, Sayı
68, s.67-70.
Stiglitz, J. (1988), Economics of the Public Sector, W.W. Norton&Company,
Second Edition, New York.
WBI (2007), Building Knowledge Economies, Washington, D.C.
TÜİK 2002 Hanehalkı Eğitim Bütçe Anketi Sonuçları.
Yılmaz, H. ve Emil, F. (2008), Social Expenditures At Different Levels Of
Government: Turkey, A Background Study Prepared for World Bank Social
Policy Work.
Yılmaz, H.H. (2007) İstikrar Programlarında Mali Uyumda Kalite Sorunu: 2000
Sonrası Dönem Türkiye Deneyimi, TEPAV, Ankara.
Maliye Dergisi Sayı 158 Ocak-Haziran 2010 163
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de
Kamu Harcamaları ve Ekonomik
Büyüme İlişkisi: 1996-2008 Dönemi
Ekrem GÜL*
Hakan YAVUZ**
Özet
Kamu harcamaları ve ekonomik büyüme ilişkisi, ekonomi sahasında üzerinde en
fazla çalışmanın yapıldığı konulardan biri olarak uzun yıllardan beri
incelenmektedir. Ülkelerin ekonomik yapısında yaşanan gelişmelere paralel olarak
söz konusu ilişki üzerinde yapılan çalışmalar da özellikle 1960’lı yılların ortasından
sonra hız kazanmıştır. Türkiye’de ise aynı çalışma konusu 1990’lı yılların ikinci
yarısından sonra incelenmeye başlamıştır. Bu çalışmada AB’ye son üye olan
ülkelerle1 Türkiye’de kamu harcamaları ile ekonomik büyüme ilişkisi ele alınmış ve
panel veri tekniğiyle bu ilişki ortaya konulmuştur. Bu bağlamda, öncelikle IPS ve
LLC Birim Kök Testleri sonrasında Pedroni Eşbütünleşme Testi yapılmıştır.
Kurulan ekonometrik model sonucunda AB’ye son üye olan ülkelerde ve Türkiye’de
1996-2008 döneminde gerek ekonomik büyüme ve kamu harcamaları ve gerekse
kamu harcamalarının alt kalemleri olan (cari, yatırım, transfer) harcamalarla
ekonomik büyüme arasında bir ilişkinin olduğu tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Ekonomik Büyüme, Kamu Harcaması, Panel Veri, Birim
Kök Testi, Eşbütünleşme Testi
The Relationship Between Public Expenditure and Economic Growth in
Turkey and the New Members of the EU: The Period of 1996-2008
Abstract
The relationship between public expenditure and economic growth has been
researched in the economic field as one of the issues which has been studied most
*
Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü , [email protected]
Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
1
Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Macaristan, Malta, Polonya,
Romanya, Slovenya, Slovakya ve Türkiye.
**
164
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
E. GÜL, H. YAVUZ
for a long time. The studies about this relationship has accelerated especially since
the middle of 1960 corresponding with the developments in the economic structures
of the countries. Aside from the developed countries, in Turkey this issue got started
to analyse after the second period of 1990th. In this study, the relationship between
public expenditure and economic growth in the new member states of the EU and
Turkey is handled and it is presented with panel data. In this sense, this relation is
firstly tested with the unit root tests of IPS and LLC, and then with Pedroni
Cointegration test. According to the econometric model which is produced in this
study, both a correlation from economic growth to public expenditure and a
correlation from the types of public expenditure (current, investment, transfer) to
economic growth are determined in the new members of the EU and Turkey in 19962008.
Key Words: Economic Growth, Public Expenditure, Panel Data, Unit Root Test,
Cointegration Test
JEL Classification Codes: E60, H50, O40.
Giriş
Büyük buhran olarak nitelendirilen 1929 yılındaki ekonomik krizin, klasik
iktisadın temel ilkeleri ile açıklanamaması ve ekonomik sorunların çoğuna çözüm
üretememiş olması, klasik düşünceden Keynesyen düşünceye geçişin ana nedeni
olarak kabul edilmektedir. Keynesyen düşüncede ya da diğer adıyla talep yönlü
iktisadi düşüncede, klasik iktisadın görüşleri birçok yönden eleştirilerek, devletin
ekonomide etkin bir şekilde rol oynaması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Talep yönlü iktisat “müdahaleci sosyal devlet” anlayışı özellikle 1950’li ve
1960’lı yıllarda önem kazanarak, birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede
uygulama alanı bulmuştur. Bu yıllarda “genişleyici” maliye politikalarının
uygulanmasının bir sonucu olarak kamu sektörü de giderek büyümüştür (Aktan,
2008:5). Kamu sektörünün giderek büyümesi, özellikle 1960 sonrası dönemde,
kamu harcamalarını geçmiş dönemlere göre daha önemli bir konu haline getirmiştir.
1960 sonrası dönemde kamu harcamalarının giderek artması ise özel sektör
yatırımlarının dışlanması (Artan kamu harcamaları çoğunlukla vergiler ve
borçlanmayla finanse edilir. Bu da özel sektörün kullanılabilir gelirini azaltır.)
anlamına geldiğinden bu yıllardan sonra harcamaların etkinliği ve verimliliği sorunu
ile karşı karşıya kalınmıştır. Çünkü kamu harcamalarının yapısı ve niteliği itibarıyla
özel kesim harcamalarına göre verimi ve etkinliği daha düşüktür (Gürdal, 2004:77,
Işık ve Alagöz 2005:64, Gacener, 2005:103). Dolayısıyla da kamu harcamalarının
artması harcamaların etkinliğini ve verimliliğini azalttığından ekonomik büyüme ve
kalkınma bu durumdan olumsuz etkilenmektedir (Uzay, 2002:151, Ulutürk,
2001:132). Diğer taraftan dışlama etkisinin tersine, bazı durumlarda kamu
harcamalarındaki artış, ekonomik büyümeyi hızlandırıp, daha fazla ekonomik
büyüme için daha fazla kamu harcaması yapma gereksinimini ortaya çıkarabilir
(Tanzi ve Zee, 1997:188).
1960’lı yıllardan sonra kamu sektörünün büyümesini, 1980 sonrası hız kazanan
özelleştirme ve serbestleştirme çalışmaları fazla etkilememiş, gerek kıyı Avrupa
ülkelerinde, gerek ABD’de, gerek Japonya’da, gerek İskandinav ülkelerinde ve
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
165
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
gerekse Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin çoğunda kamu sektörünün milli
ekonomideki payı artış göstermiştir. Buna paralel olarak; insanların hayat
standardının yükselmesi, bilimsel ve teknik gelişmeler, nüfusta meydana gelen
değişmeler, vb. faktörler de kamu harcamalarının birçok ülkede yıllar itibarıyla
artmasına neden olmuştur. Kamu harcamalarına olan talep ne kadar artarsa artsın
netice itibarıyla kamu harcamaları kamu gelirlerine paralel olarak arttırılmalıdır.
Aksi halde ortaya çıkan kamu açığı beraberinde büyük makro ekonomik sorunlar
getirebilir. Dolayısıyla, 1960 sonrası dünya konjonktüründe kamu harcamalarına
paralel olarak kamu gelirlerinin arttığı da gözlenmektedir.
Ekonomik büyüme ve kamu harcamaları ilişkisi ve bu ilişkide kamu
harcamalarının kalemleri olan cari, yatırım ve transfer harcamalarının ekonomik
büyüme ile olan ilişkisi, bu çalışmanın temel konusunu oluşturmaktadır. Çalışmada
öncelikle kamu harcamaları ve ekonomik büyümeyle ilgili teorik görüşlere ve bu
alanda daha önce yapılmış çalışmalara yer verilmiş, Türkiye’de ve Avrupa Birliğine
son üye olan ülkelerde kamu harcamalarının ekonomik büyümeyle olan ilişkisi
1996–2008 döneminde ele alınmıştır. Türkiye ve Avrupa Birliği ile ilgili söz konusu
durumu karşılaştırmak için panel verilerine dayalı LLC ve IPS Birim Kök Testi ile
Pedroni Eşbütünleşme Testinden yararlanılmıştır. Söz konusu modellere göre
ekonomik büyüme ve kamu harcaması (cari, yatırım, transfer) arasında karşılıklı bir
ilişki tespit edilmiştir.
1. Teorik Altyapı
Tarihsel süreç içerisinde devletin toplumsal hayattaki görev ve sorumlulukları,
insanların beklentilerinde ortaya çıkan farklılıklara paralel olarak artış göstermiştir.
Devletin görev ve sorumluluklarında ortaya çıkan bu artış, beraberinde kamu
harcamalarının da artmasına neden olmuştur.
Klasik iktisadi düşüncede, devlete fazla görev yüklenmediği için kamu
harcamalarının özel kesimin karşılayamadığı harcamalar kadar yapılması gerektiği
üzerinde durulmaktadır. Bu yüzden harcamalarda kısıtlamaya gidilmelidir. Bu
düşüncede kamu harcamalarının basit bir tüketim gibi görünmeleri ve harcamaların
milli geliri azaltıcı ve hatta yok edici bir nitelikte olduğu kabul edilmektedir
(Ulusoy, 2007:45-46). Ancak bu düşüncenin 1929 yılında ortaya çıkan ekonomik
sorunlara çözüm üretememesine kamu harcamalarına daha geniş bir perspektiften
bakılmasına neden olmuştur. 1929 sonrası ekonomik ve sosyal değişikliklere paralel
olarak kamu harcamalarının artması, bazı bilim adamları tarafından ele alınmış ve
incelenmiştir. Çalışmamızı ilgilendiren kamu harcamaları ile ekonomik büyüme
arasındaki ilişki ilk olarak 19.yy’ın ikinci yarısında Alman maliyeci Adolph Wagner
tarafından ele alınmıştır. Wagner, kamu harcamalarının seyrine ilişkin yaptığı
çalışmalar neticesinde, kamu harcamalarındaki artış hızının milli gelirdeki artış
hızından daha yüksek olduğunu tespit etmiştir. Wagner’e göre, kamu harcamaları
her yıl milli gelirdeki artış oranından daha fazla artar. Dolayısıyla Wagner’in bu
görüşü maliye literatüründe “Kamu Harcamalarının Artış Kanunu” olarak
nitelendirilmektedir.
Wagner, ekonomik büyümeden sonra kamu harcamalarının arttığını
savunmaktadır. Buna göre kamu harcamalarının artış göstermesinin temel nedeni,
devletin ekonomik ve sosyal yapı içersindeki rolünün zamanla artmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Özellikle iletişim ve toplu taşımacılık hizmetlerinin yaydığı
166
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
E. GÜL, H. YAVUZ
dışsallık sonucu, özel ve kamu sektörü birlikte gelişerek, reel milli gelirin artmasını
hızlandırmaktadır. Milli gelir artışı ise toplumsal ihtiyaçları arttırdığından kamu
harcamaları artış göstermektedir (Gürsoy, 1978:84-86, Nemli, 1990:115, Nadaroğlu,
1992:145, Demir, 2001:22, Şener, 2008:31).
Wagner kamu harcamalarının artışına ilişkin tespitlerini uzun dönemli bir analiz
sonucunda elde etmiştir. Buna karşılık, kamu harcamalarının kısa dönemde
göstermiş olduğu dalgalanmalar da inceleme konusu olmuştur. Kamu harcamalarının
seyrine ilişkin olarak, 19.yy’ın sonları ile 20.yy’ın ilk yarısını kapsayan bir
araştırmada İngiliz bilim adamlarından Alan Peacock ile Jack Wiseman, kamu
harcamalarındaki artışın sıçramalı bir seyir izlediğini savunmuştur. Maliye
literatüründe “sıçrama tezi” olarak nitelendirilen bu görüşe göre, kamu
harcamalarının artmasındaki temel neden olarak savaş ve benzeri olağanüstü olaylar
gösterilmektedir. Buna göre olağanüstü dönemlerde vergiler ve kamu harcamaları
zorunlu olarak arttırılır. Ancak, olağanüstü dönemdeki şartlar geçmesine rağmen
devlet, bu şartlar nedeniyle yüksek düzeyde vergi ödemeye alışmış olan halktan,
aynı düzeyde vergi almaya devam eder. Böylece, kamu harcamaları, savaş ve
benzeri olağanüstü şartların oluşmasıyla aniden yükselir. Daha sonra, olağanüstü
şartlar geçmesine rağmen, kamu harcamaları eski seviyesine düşmez. İşte bu gibi
nedenlerle kısa dönemde de kamu harcamaları aniden yükselme trendine girebilir
(Pehlivan, 2008:65-66).
Wagner’in aksine John Maynard Keynes, kamu harcamalarının ekonomik
büyümenin bir sonucu olmadığını, aksine, kamu harcamalarının artması sonucu
ekonomik büyümenin gerçekleştiğini savunmaktadır. Wagner Kanunu’nda kamu
harcamaları içsel bir değişken olarak görülmekte ve nedenselliğin yönü, ekonomik
büyümeden kamu harcamalarına doğru iken; Keynes Kanunu’nda dışsal bir değişken
olarak görülen kamu harcamalarındaki artışın milli gelirde bir artışa neden olacağı
ve dolayısıyla, kamu harcamalarından büyümeye doğru bir nedenselliğin
olacağından bahsedilmektedir (Arısoy, 2005:64).
Monetaristler ise kamu harcamaları ile ekonomik büyüme ilişkisine farklı bir
açıdan yaklaşmıştır. Monetarist görüşe göre, parasal uyum olmaksızın pür mali
genişleme, kısa dönemde milli geliri etkileyebilir. Buna karşın, uzun dönemde,
kamu harcamalarının özel harcamaların bazı unsurlarının yerini alacağını veya
dışlayacağını ve böylece reel gelirin değişmeden kalacağını belirtmektedir.
Monetaristler, devletin, harcamalar yönüyle genel ekonomideki istikrarsızlıkları
gidermede, uzun dönemde büyümeyi sağlamada aktif olarak kullanılmasının
sakıncalarına işaret etmektedir. Monetaristler, uzun dönemde dışlama etkisinin tam
olduğunu belirtmektedirler. Bu durumda kamu harcamalarını araç olarak kullanan
bir istikrar programının, uzun dönemde ekonomik büyüme üzerinde etkisiz olduğu
söylenebilir (Bakırtaş, 2003:46-47).
Monetarist görüşe ek olarak, diğer klasik iktisadi düşünce akımlarında da 1970
sonrası yaşanan ekonomik sorunların çözümüne ilişkin olarak, kamu harcamalarının
azaltılması gerektiği öne sürülmüştür. Çünkü devletin ekonomiye müdahale etmesi,
kaynakların etkin kullanılmasını engellediğinden, ekonomik büyüme üzerinde
negatif bir etkiye sahip olacaktır. Dolayısıyla da kamu harcamalarının azaltılması
gerekmektedir.
Kamu harcamaları ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki ülkelerin yapısal,
sosyal, ekonomik vb. faktörlerine bağlı olarak farklılık gösterdiğinden, çoğu alanda
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
167
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
ikiye bölünen iktisatçılar bu alanda da ikiye bölünmüş ve iki değişken arasındaki
ilişkiyi farklı şekillerde açıklamaya çalışmışlardır.
2. Literatür İncelemesi
Kamu harcamaları ve ekonomik büyüme ilişkisini Wagner ve Keynes hipotezleri
çerçevesinde inceleyen sayısız çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalar ortak bir
sonuca ulaşamamış; bazı çalışmalarda kamu harcamalarının ekonomik büyümeyi
hızlandırdığı, bazılarında ise ekonomik büyümenin kamu harcamalarını arttırdığı
sonucuna ulaşılmıştır. Bu durumun aksine bu iki değişken arasında anlamlı bir
sonuca ulaşamayan çalışmalar da bulunmaktadır.
Jones (1990), iki değişken arasındaki ilişkiyi ABD’de 1964-1984 yılları arasında
kukla değişkenlerle kurulan kamu harcamaları dengesizlik modeli ile ele almış,
transfer harcamaları ve sağlık harcamalarının ekonomik büyümeyi azalttığı diğer
harcamaların, özellikle de yerel yönetimler tarafından yapılan harcamaların
büyümeyi teşvik ettiği sonucuna ulaşmıştır. Shantayanan (1996) Doğu ve Güney
Asya, Sub-Saharan Afrika ve Latin Amerika’yı kapsayan 43 gelişmekte olan ülkeyi
(Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Togo, Türkiye, Nijerya, Venezüella,
Kenya, vb.) 20 yılı aşkın bir süreçte panel veri modeliyle ele almış ve genel olarak
bu ülkelerde cari harcamalardaki artışın ekonomik büyümeyi pozitif yönde etkilediği
sonucuna ulaşmıştır. Kweka ve Morrisey (1999) ise Tanzanya’da 1965-1996
yıllarını kapsayan incelemesini Kointegrasyon (Eşbütünleşme) ve Granger
Nedensellik Testleriyle ele alarak, verimli harcamalardaki artışın düşük büyüme
hızıyla, tüketim harcamalarındaki artışın ise negatif büyümeyle sonuçlandığını tespit
etmiştir. Aynı ekonometrik yöntemi kullanan Kolluri vd. (2000), G7 ülkelerinde
1960-1993 periyodunda Wagner Kanunu’nu destekleyen sonuçlara ulaşmışlardır.
2000 yılında yapılan diğer çalışmada ise Arghyrou, 1970-1990 döneminde, yine
Kointegrasyon ve Granger Nedensellik Testleriyle Yunanistan’da kamu ve kişisel
tüketim harcamalarının büyümeyi arttırmadığını tespit ederken, kamu yatırım
harcamalarının uzun dönemde büyümeyi pozitif yönde etkilediği sonucuna
ulaşmıştır. Al Faris (2002) ise, içlerinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri,
Kuveyt, Umman, Bahreyn ve Katar’ın bulunduğu ülkeleri ele almış ve iki değişken
arasındaki ilişkide Kointegrasyon ve Granger Nedensellik Testlerinin sonuçlarına
göre Wagner hipotezini doğrulayan sonuçlara ulaşmıştır. Sadece Bahreyn’de diğer
ülkelerdeki gibi kuvvetli bir ilişkinin olmadığı tespit edilmiştir. Örneğin; Bahreyn’de
cari harcamalarla büyüme arasında anlamlı bir sonuca ulaşılamamıştır.
2003 yılına gelindiğinde Ramayandi, 1969–1999 arasında, iki değişken
arasındaki ilişkiyi Endonezya’da kointegrasyon yöntemi ile ele almış ve hükümet
boyutunun genişlemesinin büyümeyi uzun ve kısa dönemde negatif etkilediği
sonucuna ulaşmıştır. Aynı yılda Sjöberg ise, sıradan en küçük kareler yöntemiyle
İsveç’te 1960-2001 yıllarını kapsayan çalışmasında, özel yatırım harcamasının
büyümeyi pozitif yönde etkilediği, bu yüzden de özel yatırım harcamalarına önem
verilmesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Ayrıca yapılan analizde, özel yatırım
harcamalarının yanında özel tüketim, kamu tüketim ve yatırım harcamalarının
büyümeyi pozitif yönde, faiz harcamalarının ve kamu transfer harcamalarının ise
olumsuz yönde etkilediği sonucuna ulaşılmıştır. Abu Bader ve Abu-Qarn (2003)’ın
Mısır, İsrail ve Suriye’deki durumu tespit etmek için kullandıkları Kointegrasyon ve
Granger Nedensellik Testleri sonucunda, uzun dönemde hükümet harcamalarının
168
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
E. GÜL, H. YAVUZ
büyümeyi iki yönlü de (pozitif/negatif) etkilediği, ayrıca üç ülkede de savunma
harcamalarının ekonomik büyümeyi engellediği sonucuna ulaşılmıştır. Yukarda
özetlenen çalışmaların aksine; Schaltegger ve Torgler (2004), İsviçre’yi 26 farklı
bölgede panel veri tekniğiyle 1981-2001 döneminde ele alarak, hükümetin boyutu ve
yapmış olduğu harcamalarla büyüme arasında negatif yönlü ve kuvvetli bir ilişki
tespit etmişlerdir. Loizides ve Vamvoukas (2005) ise iki değişken arasındaki ilişkiyi
Yunanistan, İngiltere ve İrlanda’da Kointegrasyon ve Granger Nedensellik Testlerini
kullanarak, ayrı ayrı ele almış, Yunanistan’da 1948-1995 döneminde Wagner
hipotezini doğrulayan sonuçlara ulaşırken, İrlanda’da da (1960-1995) kamu
sektörünün genişlemesinin büyümeyi engellediği, İngiltere’de ise Yunanistan’a
benzer bir durum tespit edildiği sonucuna ulaşılmıştır. 2007 ve 2008 yılında yapılan
iki çalışmada da ABD ele alınmış ve farklı sonuçlara ulaşılmıştır. İlk olarak
Guerrero ve Parker 1972-2004 dönemini ele almış ve bu dönemde yapılan
Kointegrasyon ve Granger Testleri sonucunda Wagner Kanunu’nu destekleyici
sonuçlara ulaşılırken, Liu vd. (2008) daha kısa bir dönemde (1947-2002) Wagner
Kanunu’nu destekleyen sonuçların aksine Keynesyen teoriyi destekleyen sonuçlara
ulaşmıştır.
Kamu harcamaları ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin Türkiye’de ne
şekilde cereyan ettiğini tespit eden çalışmalar da bulunmaktadır. Yapılan
çalışmalarda Eşbütünleşme ve/veya Granger Nedensellik Testini kullananların
ulaşmış olduğu sonuçlara göre; Yamak ve Küçükkale (1997), kamu harcamaları ve
ekonomik büyüme arasında pozitif yönlü bir ilişki olduğu ve bu iki değişkenin yıllar
itibarıyla (1950-1994) birlikte hareket ettiği sonucuna ulaşmışlardır. Terzi (1998),
uzun dönemde (1938-1995) GSMH’de yüzde bir değişiklik olduğu zaman kamu
harcamalarında da hemen hemen aynı oranda bir değişiklik olduğunu tespit etmiştir.
Demirbaş (1999) iki değişken arasında (1950-1990) herhangi bir ilişki tespit
edemezken, Günaydın (2000), 1950-1998 döneminde ekonomik büyümeden kamu
harcamalarına doğru, Wagner Kanunu’nu destekleyen bir sonuca ulaşmıştır. 2003
yılına gelindiğinde, Kar ve Taban (1971-2000) eğitim ve sosyal güvenlik
harcamalarının ekonomik büyümeyi pozitif, sağlık harcamalarının negatif etkilediği,
altyapı harcamalarının ise istatiksel olarak anlamsız olduğu sonucuna ulaşmışlardır.
2003 yılında yapılan başka bir çalışmada ise Bakırtaş (1983-2000), iki değişken
arasında karşılıklı ve aynı yönde bir etkileşim olduğunu tespit etmiştir. 2005 yılında
yapılan üç çalışmadan ilkinde Gacener (1987-2003), iki değişken arasında uzun
dönemli bir ilişki olduğunu tespit ederek ekonomik büyüme gerçekleştikçe kamu
harcamalarının daha hızlı arttığı sonucuna ulaşırken; Arısoy, daha uzun bir periyotta
konuyu ele almış (1950-2003) ve toplam kamu harcamaları hariç, uzun dönemde
ekonomik büyümeden, ekonomik tasnife göre ayrıştırılmış cari, yatırım, transfer ve
transfer dışı harcamalar gibi kamu harcamalarının unsurlarına doğru tek yönlü bir
nedensellik ilişkisi saptamıştır. Son olarak Işık ve Alagöz (1985-2003), ekonomik
büyümenin kamu harcama değişkenini pozitif yönde etkilediğini ve ekonomik
büyümeden kamu harcamalarına doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi olduğunu
tespit etmişlerdir.
2006 yılına gelindiğinde Kaya (1968-2004), Wagner Kanunu’nun aksine, kamu
harcamalarından iktisadi büyümeye doğru tek yönlü bir nedensellik ilişkisi tespit
ederken, Mere (1963-2004) üç yıl gecikme ile ekonomik büyümeden altyapı
harcamalarına doğru tek yönlü nedensellik ilişkisi tespit etmiş; ancak, eğitim, sağlık
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
169
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
ve altyapı harcamalarının ekonomik büyümeyi açıklamada yetersiz kaldığı sonucuna
ulaşmıştır. 2007 yılında Hızarcı (1950-2005) iki değişken arasındaki ilişkiyi çeşitli
modeller (Peacock-Wiseman modeli, Goffman-Mahar modeli, Musgrave modeli,
Gupta-Michas modeli) çerçevesinde ele almış ve anılan dönemde sadece GSMH’den
kişi başına kamu harcamalarına doğru tek yönlü bir ilişkinin (Gupta-Michas modeli)
olduğunu tespit etmiştir. 2009 yılında Uysal ve Mucuk (1980-2006) yaptıkları
çalışmada uzun dönemde kamu harcamaları ve ekonomik büyüme arasında karşılıklı
bir ilişkinin olduğunu, kısa dönemde ise sadece kamu harcamalarından ekonomik
büyümeye doğru negatif yönlü bir bağıntının bulunduğunu tespit etmişlerdir. Gül ve
Yavuz ise (1963–2008) Birim Kök, Eşbütünleşme ve Granger Nedensellik Testini
kullanarak, ekonomik büyüme ile kamu harcamaları, cari harcamalar, yatırım
harcamaları ve transfer harcamaları arasında bir eşbütünleşme ilişkisinin olduğunu
tespit etmişlerdir. Granger Nedensellik Testinin sonuçlarına göre; ekonomik
büyümeden kamu harcamaları, cari harcamalar, yatırım harcamaları ve transfer
harcamalarına doğru bir nedensellik ilişkisi bulunamazken, bir bütün olarak kamu
harcamaları ile cari, yatırım ve transfer harcamalarından ekonomik büyümeye doğru
tek yönlü bir nedensellik ilişkisi olduğu saptanmıştır. Bu durum, Türkiye’de
incelenen dönemde, Keynesyen hipotezin geçerli olduğu sonucuna ulaşıldığını
göstermektedir.
Eşbütünleşme ve/veya Granger Nedensellik Testi dışında farklı modeller
çerçevesinde de iki değişken arasındaki ilişkinin boyutunu ele alan çalışmalarda ise;
Ulutürk (2001), iki sektörlü üretim fonksiyonu modeli ve en küçük kareler (EKK)
yöntemini kullanarak (1963-1994), kamu harcamalarının ekonomik büyüme
üzerinde pozitif yönde etkisinin olduğunu tespit etmiş ve kamu kesiminin büyük
olmasının ekonomik büyümeyi hızlandırdığı sonucuna ulaşmıştır. Uzay (2002), söz
konusu ilişkiyi iki sektörlü üretim fonksiyonunu esas alarak (1970-1999) test etmiş
ve kamu büyüklüğünün kuvvetli olmamakla birlikte büyümeyi olumsuz yönde
etkilediğini, ancak kamu harcamalarındaki artışın büyümeyi olumlu yönde
etkilediğini tespit etmiştir. Son olarak Altay ve Altın ise (2008), iki sektörlü üretim
fonksiyonu modelini esas alarak kullandıkları EKK yöntemi sonucunda (19802005), kamu harcamalarındaki artışın ekonomik büyümeyi olumsuz etkilediği ve
incelenen dönemde özel sektörün faktör verimliliğinin kamu sektöründen daha fazla
olduğu sonucuna ulaşmışlardır.
3. Veri Seti, Ekonometrik Yöntem ve Bulgular
3.1. Veri Seti
Türkiye’de ve Avrupa Birliğine son üye olan ülkelerde kamu harcamaları ile
ekonomik büyüme ilişkisini ölçmek üzere ekonometrik analizlerde kullanılan 19962008 dönemine ilişkin yıllık veriler Avrupa Birliği Komisyonunun resmi sitesi, DPT
ve BÜMKO’dan temin edilmiştir. Panel veri tekniği ile derlenen verilere Levin,
Lin&Chu (LLC) ve Im. Pesaran&Shin (IPS) Panel Birim Kök Testi ile Pedroni
Eşbütünleşme Testi uygulanmıştır.
3.2. Ekonometrik Yöntem
Yatay kesit ve zaman serisi verilerinin birleştirilmesinden oluşan panel veri
setlerinin analizinde, zaman serisi verilerindeki gibi değişkenlerin birim kök içerip
içermediği ve aynı dereceden birim köke sahip değişkenler arasında eşbütünleşme
olup olmadığı incelenebilmektedir (Altunkaynak, 2007:15). Klasik zaman
170
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
E. GÜL, H. YAVUZ
serilerinden farklı olarak panel veri setlerine Panel Birim Kök ve Panel
Eşbütünleşme Testleri uygulanmaktadır.
Bu çalışmada serilerin durağanlığı Levin&Lin&Chu (LLC) ve Im. Pesaran&Shin
(IPS) tarafından geliştirilen Panel Birim Kök Testleri ile tespit edilmiştir. Bu
testlerden LLC Testi, sıfır hipotezi “Paneldeki her birim bütünleşik artıkları içerir”
önermesini, alternatif hipotezi olan “Tüm birimler durağan artıklar içerir”
önermesine karşı test etmektedir. Daha açık bir ifade ile LLC Testinde, paneldeki
her kesite ait verilerin birim kök içerip içermediğinin analizi yapılmaktadır. Ancak
LLC Testinin alternatif hipotezinde, “otoregresif katsayının homojen olması”
biçiminde bir sınırlaması bulunmaktadır (Çelik vd., 2008:5).
n
∆Υ i, t= α i+ δΥ i,t-1+ ∑ ϕ k ∆Υ i, t-k+ λ t+ψ t+ ε it
k =1
(i=1,…,N t=1,……,T) (1)
LLC Testinde, denklem 1’de birim kök sınaması yapılırken, Genişletilmiş
Dickey-Fuller Test İstatistiği yardımıyla
δ
’nin anlamlılığına bakılmaktadır. Burada
H 0 : δ = 0 ve H 1 : δ < 0 hipotezleri test edilmektedir. LLC Testinde δ
katsayısı tüm yatay kesitler için ortak olarak alınmaktadır.
IPS Testinde, LLC Testinin alternatif hipotezinde yer alan “otoregresif
katsayının homojen olduğu” şeklindeki sınırlaması bu testin zayıf yönü olduğunu
belirtmiştir. IPS Testinde, LLC Testinin söz konusu sınırlayıcı özelliği genişletilerek
alternatif hipotez “otoregresif katsayının heterojen olması” şeklinde oluşturulmuştur.
IPS Testinin sıfır hipotezinde, her bir yatay kesite ilişkin birim kök süreci dikkate
alınmaktadır. Dolayısıyla IPS Testinde durağanlık sınamasında sadece
δ
’nın değil,
δ i’lerin
katsayıları
incelenmektedir.
Böylelikle
LLC
Testinin
δ 1 = δ 2 = ..... = δ n = δ şeklindeki kısıtlaması IPC Testinde aşılmakta ve
hipotezler H 0 : δ = 0 ve H 1 : δ < 0 şeklinde oluşturulmaktadır.
n
∆Υ i, t= α i+ δ i Υ i,t-1+ ∑ ϕ k ∆Υ i, t-k+ λ t+ψ t+ ε it
k =1
(i=1,…,N
t=1,…,T) (2)
Çalışmamızda IPS ve LLC Panel Birim Kök Testleri kullanılarak birim kök
sınaması yapıldıktan sonra Pedroni Eşbütünleşme Testi yoluyla değişkenler
arasındaki uzun dönemli ilişki araştırılmıştır. Pedroni (1995,1999 ve 2004) Panel
Eşbütünleşme Testi, panel veri setleri arasında ortak bütünleşmenin olmadığı sıfır
hipotezi üzerine temellenen testleri önermektedir. Pedroni (1995), eşbütünleşme
analizi için iki değişkenli modelden yararlanırken, Pedroni (1999 ve 2004) testinde,
çok değişkenli regresyon modelleri kullanılmıştır. Bu test, eşbütünleşme
vektöründeki heterojenliğe izin vermektedir. Diğer taraftan, yalnızca dinamik ve
sabit etkilerin panelin kesitleri arasında farklı olmasına izin vermekle kalmayıp, aynı
zamanda alternatif hipotez altında eşbütünleşik vektörün kesitler arasında farklı
olmasına da izin vermektedir. Pedroni’nin önerdiği tüm testler aşağıdaki gibi bir
denklemden elde edilen artıklar üzerinde kurulmuştur.
Υ i t= α i+ψ it+ β 1i Χ 1i, t+…+ β ki Χ ki, t+ ε it
ε it= ρ i ε i, t-1+ν it
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
(i=1,…,N
t=1,…,T)
(3)
(4)
171
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
Burada β1i, β2i,…, βMi, eğim katsayıları paneldeki yatay kesitler arasında
değişebilmektedir. αi parametresi paneldeki kesitlere özgü sabit ya da bireysel
kesitler arasında farklı olabilen sabit etki parametresidir. Çoğu zaman ihmal
edilebilse de, paneldeki kesitlere özgü ψ it deterministik zaman trendi terimi
denkleme dahil edilebilmektedir.
Pedroni, 1995 ve 1999 yılında geliştirdiği Panel Eşbütünleşme Testlerine ek
olarak 2004 yılında heterojen dinamikler ve grup dinamikleri üzerine temellenen bir
test süreci önermiş ve oto korelasyon sorununun giderilmesi için üç tane parametrik
olmayan test geliştirmiştir: (i) varyans oranı istatistiği, (ii) Philips ve Perron tipi
istatistiği, (iii) Philips ve Perron tipi t istatistiği. Pedroni dördüncü olarak, modeldeki
gecikmelerin direkt olarak alınmasını sağlayan ADF tipi parametrik bir test
geliştirmiştir. Grup içi yaklaşım olarak adlandırılan bu dört teste benzer özellikte üç
grup eşbütünleşme test istatistiği geliştirmiştir (Haris ve Sollis, 2003:202). Bu
testlerin her biri, farklı kısa dönem dinamikleri, farklı zaman etkileri ve
deterministik trendlerin yerini tutan istatistiklerdir. Testler, hata parametrelerinin
ilişkisiz olduğunu ve standart normal dağıldığını varsaymaktadır.
Pedroni, yedi farklı istatistiğin küçük örneklem özelliklerini incelemiş ve
asimptotik dağılımlarını türetmiştir. Bu yedi istatistiğin dördü grup içi, üçü ise
gruplar arası yaklaşımla elde edilmektedir. Özellikle grup içi istatistikler N birim
boyunca, payın ve paydanın her ikisinin de ayrı ayrı toplanmasıyla oluşturulur.
Gruplar arası istatistikler ise payın N grup boyunca toplanan paydaya bölünmesiyle
elde edilir.
Eşbütünleşme testinde;
Panel Eşbütünleşme Testi için; H 0 : ρ i = 1 ve H 0 : ρ i =
ρ <1
Panel Grup Eşbütünleşme Testi için; H 0 : ρ i = 1 ve H 0 : ρ i < 1
hipotezleri test edilmektedir. Grup içi yaklaşıma dayalı testlerde ρ i = ρ
(5)
(6)
gibi
ortak bir değer aldığı varsayılırken, gruplar arası testlerde alternatif hipotezi ρ i
değerinin her bir yatay kesit için değişik değer aldığı varsayılmaktadır. Dolayısıyla
gruplar arasına dayalı testler, panelin bireyleri arasında potansiyel heterojenliğin
modellenmesine de izin verir.
Yukarıda tanımları verilen istatistiklerden hangisinin test istatistiği olarak
dikkate alınması gerektiği yine Pedroni tarafından ortaya konulmuştur. Yapılan
Monte Carlo çalışmalarının sonucuna göre yatay kesit birim sayısının 100’den
büyük olduğu durumlarda tüm istatistikler, dolayısıyla istatistiklerden alınan
ortalamalar, yeterli derecede güçlü sonuçlar vermektedir. Ancak, örnek
küçüldüğünde, grup parametrik ADF t-istatistiği en güçlü sonuçları vermektedir
(Pelipas ve Chubrik, 2008:13). Ancak örnek küçüldüğünde parametrik olmayan “t”
istatistiği en olumlu sonuçlara sahip istatistik olmakta, ardından sırasıyla da grup içi
“v” istatistiği ve grup içi “p” istatistiği gelmektedir (Sunal ve Aykaç, 2005).
3.3. Ekonometrik Bulgular
Kamu harcamaları ve ekonomik büyüme ilişkisinin AB’ye son üye olan
ülkelerde ve Türkiye’de ne düzeyde olduğunu tespit etmek amacıyla gerçekleştirilen
Birim Kök Testinin sonuçları Tablo 1’de gösterilmektedir.
172
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
E. GÜL, H. YAVUZ
Tablo 1: Panel Birim Kök Testi Sonuçları
GSYH
1.Farkı
IPS
t-istatistiği
-3,86170
-4,94790
p-değeri*
0,0001
0,0000
LLC
t-istatistiği
-10,1439
-12,9108
Sabitli
SabitliTrendli
Kamu
1.Farkı Sabitli
-6,77608
0,0000
-8,88730
Harcamaları
Sabitli-4,07903
0,0000
-9,59396
Trendli
Cari
1.Farkı Sabitli
-4,04320
0,0000
-5,85023
Harcamalar
Sabitli-1,15108
0,1249
-5,81201
Trendli
Yatırım
1.Farkı Sabitli
-5,74680
0,0000
-12,8014
Harcamaları
Sabitli-1,52378
0,0638
-4,86767
Trendli
Transfer
1.Farkı Sabitli
-6,57058
0,0000
-9,38794
Harcamaları
Sabitli-3,74516
0,0001
-10,6315
Trendli
* p olasılık değerleri asimptotik normal dağılım varsayımı altında hesaplanmıştır.
p-değeri*
0,0000
0,0000
0,0000
0,0000
0,0000
0,0000
0,0000
0,0000
0,0000
0,0000
Tablo 1’den de görüldüğü gibi AB’ye son üye olan 12 ülke ve Türkiye’de GSYH
ile kamu harcamaları ve kamu harcamalarının alt kalemleri olan cari, yatırım ve
transfer harcamalarına ilişkin 1996–2008 dönemi verilerine IPS ve LLC Panel Birim
Kök Testi uygulanmıştır. Çalışmada Eviews 6 paket programı kullanılmış, gecikme
uzunlukları Akaike kriterine göre otomatik olarak seçilmiştir. Veri setinde bazı
ülkelerin söz konusu dönemin ilk yıllarına ait verilerinin olmaması nedeniyle
“Unbalanced Örnekleme” seçilmiştir. Tablo 1’de sunulmakta olan sonuçlara göre
cari harcama ve yatırım harcamaları değişkenlerinin sabitli-trendli modelleri hariç
tüm değişkenler, gerek IPS gerekse LLC Testi sonuçlarına göre, birinci farklarında
durağan çıkmışlardır. Kullanılan değişkenler 1(I) seviyesinde durağan oldukları için
ikinci aşama olan Eşbütünleşme Testine geçilmiştir. Tablo 2’de ise uygulanan
Eşbütünleşme Testinin sonuçlarını göstermektedir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
173
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
Tablo 2: Panel Eşbütünleşme Testi Sonuçları
Panel v –istatistiği
(varyans oranı
istatistiği)
Panel ρ –istatistiği
(Phillips ve Perron tipi
istatistiği)
Panel t-istatistiği
(parametrik olmayan)
Phillips ve Perron tipi t
istatistiği)
Panel t-istatistiği
(Parametrik) Dickey
Fuller tipi t istatistiği)
Test
İstatistiği
p-değeri
Test
İstatistiği
p-değeri
Test
İstatistiği
p-değeri
Test
İstatistiği
p-değeri
GSYHKamu
Harcamaları
0,11033
0,4561
-4,03166
0,0000
-8,84616
0,0000
-8,76742
0,0000
GSYHCari
Harcamalar
4,28892
0,0000
-3,39587
0,0003
-23,4463
0,0000
-15,9537
0,0000
GSYHYatırım
Harcamaları
2,88896
0,0019
-1,96406
0,0248
-6,04883
0,0000
-5,99438
0,0000
GSYHTransfer
Harcamaları
-0,57766
0,7183
-2,09568
0,0181
-7,15774
0,0000
-7,16328
0,0000
GRUP İÇİ
YAKLAŞIM
GRUPLARARASI
YAKLAŞIM
Grup ρ –istatistiği
(Phillips ve Perron tipi
istatistiği)
Test
İstatistiği
p-değeri
Grup t-istatistiği
(parametrik olmayan)
Phillips ve Perron tipi t
istatistiği)
Grup t-istatistiği
(parametrik) Dickey
Fuller tipi t istatistiği)
Test
İstatistiği
p-değeri
Test
İstatistiği
p-değeri
0,0009
GSYH-Kamu Harcamaları
0,652301
0,7429
-3,090952
0,0010
-3,10831
GSYH-Cari Harcamalar
1,569720
0,9418
-4,946585
0,0000
-3,94551
0,0000
GSYH-Yatırım Harcamaları
1,357012
0,9126
-3,830571
0,0001
-2,64321
0,0041
GSYH-Transfer Harcamaları
1,717710
0,9571
-3,839405
0,0001
-3,37874
0,0004
Ekonometrik yöntem kısmında da bahsedildiği gibi Pedroni, eşbütünleşme
ilişkisini dördü grup içi yaklaşım, üçü gruplar arası yaklaşım olmak üzere yedi farklı
yaklaşımda test etmektedir. Çalışmamızda öncelikle GSYH ile kamu harcamaları
arasındaki eşbütünleşme; ardında da GSYH ile sırasıyla cari, yatırım ve transfer
harcamaları aralarında ikili eş bütünleşme ilişkisi test edilmiştir. Pedroni
Eşbütünleşme Testi kullanılarak söz konusu değişkenler arasındaki eşbütünleşme
ilişkisi araştırılırken gecikme uzunlukları Akaike kriterine göre otomatik olarak
seçilmiş ve elde edilen sonuçlar Tablo 2’de gösterilmiştir. Kullanılan veri setinde
ülkelere ait zaman kesiti serilerinin toplam 13 dönemi kapsaması nedeniyle grup tistatistiği (parametrik) diğer testlere göre daha doğru sonuç vermektedir. Buna göre
GSYH ile kamu harcamaları ve GSYH ile kamu harcamalarının alt kalemleri olan
cari, yatırım, transfer harcamalarının ayrı ayrı eşbütünleşik olduğu görülmektedir.
Bu durum, değişkenler arasında uzun dönemli ilişki olduğunu göstermektedir.
Araştırılan her bir ikili eşbütünleşme ilişkisine ait elde edilen yedi ayrı
istatistiğin çoğunda değişkenler arasında eşbütünleşme ilişkisinin olduğu tespit
edilmiştir. Yani söz konusu dönemde ve adı geçen ülkelerde gerek ekonomik
büyüme ve kamu harcamaları gerekse kamu harcamalarının alt kalemleri olan (cari,
yatırım, transfer) harcamalarla ekonomik büyüme arasında bir eşbütünleşme ilişkisi
bulunmaktadır.
174
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
E. GÜL, H. YAVUZ
Sonuç
Kamu harcamaları ve ekonomik büyüme ilişkisi teorik anlamda Wagner ve
Keynes tarafından geliştirilmiş ve bu iki değişken arasındaki ilişki çeşitli açılardan
açıklanmıştır. Wagner, belli bir dönemde gerçekleştirilen ekonomik büyümenin
beraberinde kamu harcamalarını arttıracağını savunurken, Keynes belli bir dönemde
kamu harcamalarının artmasının beraberinde ekonomik büyümeyi getireceğini
savunmaktadır. Söz konusu ilişki Wagner ve Keynes tarafından farklı açılardan
açıklanmış olsa da iki görüş de kamu harcamaları ve ekonomik büyüme arasında
karşılıklı bir ilişkinin olduğunu savunmaktadır.
Diğer taraftan Wagner, kamu harcamalarının artmasının temel nedeni olarak
devletin ekonomik ve sosyal yapı içerisindeki rolünün zamanla artmış olmasını
göstermektedir. Wagner’e göre kamu harcamalarının artış süreci içerisinde iletişim
ve toplu taşımacılık hizmetlerinin gelişmesine paralel olarak, özel ve kamu sektörü
de eşanlı gelişerek, reel milli gelirin artma süreci hızlanmaktadır. Milli gelir artışı ise
toplumsal ihtiyaçları arttırdığından kamu harcamalarının artış trendine girmesi ile
sonuçlanmaktadır. Keynes ise kamu harcamalarının dışsal bir değişken olduğunu ve
kamu harcamalarındaki artışın milli gelirde bir artışa neden olacağını dolayısıyla da
kamu harcamalarından büyümeye doğru bir nedenselliğin olduğunu savunmaktadır.
Kamu harcamaları ekonomik büyüme ilişkisinde Türkiye’deki durumun ne
şekilde cereyan ettiğine dair çok sayıda çalışma yapılmıştır. Yapılan çalışmalarda
kullanılan ekonometrik modellerin ve incelenen dönemlerin farklılığına bağlı olarak
ortak bir sonuca ulaşılamamıştır. Bazı çalışmalarda Wagner hipotezini destekleyen
sonuçlara ulaşılırken, bazılarında ise Keynes hipotezini destekleyen sonuçlar elde
edilmiştir. Diğer taraftan kamu harcamaları ile ekonomik büyüme arasında bir ilişki
olmadığı sonucuna ulaşan çalışmalar da mevcuttur.
Aynı şekilde AB’ye son üye olan ülkelerde kamu harcamaları ile ekonomik
büyüme ilişkisinin ne şekilde cereyan ettiğini ele alan çalışmalar da bulunmaktadır.
Bu çalışmalarda da kullanılan ekonometrik modellerin ve ele alınan zaman diliminin
farklılığına bağlı olarak iki değişken arasında ülkelere göre farklı sonuçlar elde
edilmiştir.
Bu çalışmada ise AB’ye son üye olan ülkeler ve Türkiye’de, 1996-2008
döneminde ekonomik büyüme ve kamu harcamaları ilişkisi ortaya konulmuştur. Söz
konusu ilişkiyi incelemek üzere IPS-LLC Panel Birim Kök Testleri ve Pedroni Panel
Eşbütünleşme Testi kullanılmıştır. Elde edilen bulgular, seçili dönemde (1996-2008)
adı geçen ülkelerde ekonomik büyüme ile kamu harcamalarının eşbütünleşik
olduğunu göstermektedir. Bu ilişki, kamu harcamalarının alt kalemleri olan cari,
yatırım ve transfer harcamaları için de geçerlidir. Bu durum, iki değişkenin uzun
dönemli bir ilişki içinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla da adı geçen
ülkelerde kamu harcama miktarı ve bileşiminde yapılan bir değişikliğin ekonomik
büyümeyi, ekonomik büyüme gerçekleşmelerinde meydana gelecek bir değişikliğin
de kamu harcamaları ve bileşimini etkileyebileceği söylenebilir.
Kaynakça
Abu-Bader, S. ve Abu-Qarn, S. A. (2003), “Government Expenditures, Military
Spending and Economic Growth: Causality Evidence from Egypt, Israel and
Syria” Journal of Policy Modeling, Vol.25, Issues 6-7, September, 567-583.
Aksoy, Ş. (1991), Kamu Maliyesi, Filiz Kitabevi, İstanbul.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
175
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
Aktan, C. C. (2008), Yeni İktisat Okulları, Ankara.
Al-Faris, A. F. (2002), “Public Expenditure And Economic Growth in The Gulf
Cooperation Council Countries”, Applied Economics, 34,.1187-1193.
Altay, O. ve Onur, A.(2008), “Türkiye’de Kamu Harcamalarının Ekonomik Büyüme
ve Yatırımlar Üzerine Etkilerinin Analizi”, Ege Akademik Bakış, 8/1, 267-285.
Altunkaynak, B.(2007), “Sektörel Panel Veri Analizi Yaklaşımıyla Türkiye’nin AB
Ülkelerine İmalata Sanayi Bakımından İhracatının Belirlenmesi”, Gazi
Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara.
Arghyrou, G. M. (2000), “Public Expenditure and National Income: Time Series
Evidence From Greece”, Ekonomia, Cyprus Economic Society and University of
Cyprus, Vol. 4(2), 173-191.
Arısoy, İ. (2005), “Wagner ve Keynes Hipotezleri Çerçevesinde Türkiye’de Kamu
Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi”, ÇÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Cilt:14, Sayı:22, 63-80.
Bakırtaş, İ. (2003), “Kamu Harcamalarının Temel Makroekonomik Göstergelerle
İlişkisi ve Nedenselliği (1983-2000 Türkiye Örneği)”, Dumlupınar Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 9, 41-66.
Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü,http://www.bumko.gov.tr, 20/12/2009
Çelik, S., Deniz, P. ve Eken, S. (2008), “Eşbütünleşme Analiziyle Altı Gelişmekte
Olan Ülke İçin İkiz Açıklar Hipotezi”, 2. Ulusal İktisat Kongresi-İzmir.
Demir, O. (2001), “Türkiye’de Kamu Açıkları ve Artış Sebepleri”, DEÜ, İİBF
Dergisi, Cilt:16, Sayı:2, s. 11-30.
Demirbaş, S. (1999), “Cointegration Analysis Causality Testing and Wagner’s Law:
The Case of Turkey”, Discussion Papers in Economics, 99/3.
Devlet Planlama Teşkilatı, http://www.dpt.gov.tr, 20/12/2009.
European Commission Economic and Financial Affairs, http://ec.europa.eu/
economy_finance, 25/12/2009.
Gacener, A. (2005), “Türkiye Açısından Wagner Kanunu’nun Geçerliliğinin
Analizi”, DEÜ, İİBF Dergisi, Cilt:20, Sayı:1, 103-122.
Guerrero, F. and Parker, E. (2007), “The Effect of Federal Government Size on
Long-Term Economic Growth in the United States, 1792-2004”, UNR
Economics Working Paper Series, Working Paper No. 07-002, August.
Gürdal, T. vd. (2004), Kamu Maliyesi Ders Notları, Sakarya Kitabevi, Sakarya.
Gürsoy, B. (1978), Kamusal Maliye, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayınları, No:426.
Gül, E. ve Yavuz, H. (2009), “Türkiye’de Kamu Harcamaları ile Ekonomik Büyüme
Arasındaki İlişkinin Ekonometrik Bir Analizi: 1963–2008 Dönemi”,
Uluslararası Davraz Kongresi, 24–27 Eylül, 4–15, Isparta.
Günaydın, İ. (2000), “Türkiye İçin Wagner ve Keynes Hipotezlerinin Testi”, İktisat,
İşletme ve Finans, Sayı:175, 70-86.
Haris, R. ve Sollis, R. (2003), Applied Time Series Modelling And Forecasting, J.
Wiley, April.
Hızarcı, B. (2007), “Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisinin Wagner
Kanunu ile Analizi: Türkiye Örneği”, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Zonguldak.
Işık, N. ve Alagöz, M. (2005), “Kamu Harcamaları ve Büyüme Arasındaki İlişki”,
Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı:24, Ocak-Haziran, 63-75.
176
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
E. GÜL, H. YAVUZ
Jones, D. B. (1990), “Public Policies and Economic Growth in the American
States”, The Journal of Politics, Cambridge University Press on Behalf of the
Southern Political Science Association, Vol. 52, No.1, February, 219-233.
Kar, M. ve Taban, S. (2003), “Kamu Harcama Çeşitlerinin Ekonomik Büyüme
Üzerine Etkileri”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt:53,
No:3, 145-169.
Kaya, E. (2006), “Kamu Harcamalarının Büyüme Üzerine Etkileri”, Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Balıkesir.
Kolluri, R., Michael, B. Panik J. ve Wahab, M. S. (2000), “Government Expenditure
and Economic Growth: Evidence from G7 Countries”, Applied Economics, 32,
1059-1068.
Kweka, P. J. and Morrissey, O. (2000), “Government Spending and Economic
Growth”, Credit Research Paper, Centre for Research in Economic
Development and International Trade, University of Nottingham, No.00/6, May.
Liu, L. C., Chiehwen E. H. ve Younis, M. Z. (2008), “The Association Between
Government Expenditure and Economic Growth: Granger Causality Test of Us
Data,1947-2002”, Journal of Public Budgeting, Accounting & Financial
Management, 20 (4), Winter, 439-452.
Loizides, J. ve Vamvoukas, G. (2005), “Government Expenditure and Economic
Growth: Evidence From Trivariate Causality Testing” Journal of Applied
Economics, Vol.VIII, No.1, May, 125-152.
Mere, M. (2006), “Kamu Harcamalarının Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkisi:
Türkiye Ekonomisi Üzerinde Bir Uygulama”, Afyon Kocatepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar.
Nadaroğlu, H.(1992), Kamu Maliyesi Teorisi, Beta Yayınları, İstanbul.
Nemli, A.(1990), Kamu Maliyesine Giriş, Filiz Kitabevi, İstanbul.
Pehlivan, O.(2008), Kamu Maliyesi, Derya Kitabevi, Trabzon.
Pelipas, I.ve Chubrik, A. (2008), “Market Reforms and Growth in Post-Socialist
Economies: Evidence from Panel Cointegration and Equilibrium Correction
Model”, William Davidson Institute, No. 936.
Ramayandi, A.(2003), “Economic Growth and Government Size in Indonesia: Some
Lessons for the Local Authorities”, Working Paper in Economics and
Development Studies, No.200302, July.
Schaltegger, A. C. Ve Torgler, B. (2004), “Growth Effects of Public Expenditure on
the State and Local Level: Evidence from a Sample of Rich Governments”,
Center for Research in Economics, Management and the Arts, Working Paper
No.2004-16.
Shantayanan, D., Swaroop, V.ve Zou, H. (1996), “The Composition of Public
Expenditure and Economic Growth”, Journal of Monetary Economics 37,
February, pp.313-344.
Sjöberg, P.(2003), “Government Expenditures Effect on Economic Growth: the
Case of Sweden 1960-2001”, Bachelor’s Thesis, Lulea University of
Technnology, 130 SHU, ISSN:1404-5508.
Sunal, S. ve Elçin, A. (2005), “Türk İmalat Sanayiinde İstihdam, İhracat ve Kapasite
Kullanim Oranı İliskisi: Panel Koentegrasyon” 7. Ekonometri ve İstatistik
Sempozyumu, İstanbul.
Şener, O.(2008), Teori ve Uygulamada Kamu Ekonomisi, Beta Yayınları, İstanbul.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
177
AB’nin Yeni Üyeleri ile Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: 1996-2008
Dönemi
Tanzi, V. ve Zee, H. H. (1997), “Fiscal Policy and Long-Run Growth”, IMF Staff
Papers, 44(2), Washington.
Terzi, H. (1998), “Kamu Harcamaları ve Ekonomik Kalkınma İlişkisi Üzerine
Ekonometrik Bir İnceleme”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Yıl:13, Sayı:142,
67-78.
Ulusoy, A.(2007), Maliye Politikası, Mikro Yayıncılık, Trabzon.
Ulutürk, S. (2001), “Kamu Harcamalarının Ekonomik Büyüme Üzerine Etkisi”,
Akdeniz İİBF Dergisi, (1), 131-139.
Uysal, D. ve Mucuk, M. (2009), “Türkiye Ekonomisinde Kamu Harcamaları ve
Ekonomik Büyüme İlişkisi”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, Cilt:46,
Sayı:527.
Uzay, N. (2002), “Kamu Büyüklüğü ve Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkileri:
Türkiye Örneği”, Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı:19, Temmuz-Aralık,
151-172.
Yamak, N. ve Küçükkkale, Y. (1997), “Türkiye’de Kamu Harcamaları ve Ekonomik
Büyüme İlişkisi”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Yıl:12, Sayı:131, 5-14.
178
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
Uygulamada Düz Oranlı Gelir
Vergilerinin Ekonomik Etkileri
İstiklâl Yaşar VURAL*
Özet
Son yirmi yıldır dünyadaki birçok ülke düz oranlı gelir vergisi olarak
adlandırılan reformları yürürlüğe koymaktadır. Bu reformlar ülkeden ülkeye büyük
farklılıklar göstermektedir ve hiçbiri aslına uygun olarak tüm gelir kaynakları
üzerinden alınan düz oranlı vergi değildir. Düz oranlı vergiler yatırımları, istihdamı
ve milli geliri canlandıran bir araç olarak destek görmektedir. Bu çalışma, düz
oranlı vergilerin ekonomik etkilerini incelemektedir. Düz oranlı vergi reformlarının
mikro ve makroekonomik etkileri çerçevesinde iki ana sonuç ortaya çıkmaktadır:
Öncelikle, düz oranlı vergiler belirli koşullar altında piyasanın etkinliğini
artırmaktadır; ancak bu artış, eşitsizlik pahasına gerçekleşmektedir. Adalet
açısından düz oranlı vergi reformlarının etkisi verginin dizaynına bağlıdır. İkinci
olarak, düz oranlı vergi büyük ölçüde konjonktüre paralel bir etkiye sahiptir. Düz
oranlı vergi reformları marjinal vergi yükünü azaltarak, yatırım ve tasarruflar için
canlandırıcı bir etki göstermektedir; ancak, bu tedbirin devreye girmesiyle bütçe
gelirleri otomatik olarak artmamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Düz Oranlı Gelir Vergisi, Düz Oranlı Vergi Reformları,
Gelir Vergisi, Gelir Dağılımında Eşitsizlik, Adalet, İktisadi Büyüme
The Economic Effects of Flat Taxes in Practice: A Review of the Literature
Abstract
Over the last two decades, many countries in the world have implemented socalled flat income tax reforms. These reforms vary significantly from country to
country, and none of them represent a literal flat tax on all sources of income. Flat
taxes are advocated on the belief that they will provide a strong stimulus to
investment, employment and output. This paper explores economic effects of flat tax
*
Doç. Dr., Dumlupınar Üniversitesi, İİBF Maliye Bölümü, [email protected]
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
179
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
reforms. With respect to micro and macroeconomic effects of flat tax reforms the
two key conclusions are as follows: First, flat taxes can in some circumtances
enhance market performance but this is done at the cost of more inequality. In terms
of equity, the effects of flat tax reforms depend on the design of flat tax. Second, the
regime based on flat tax is strongly pro-cyclic. Flat tax reforms lovers marginal tax
burdens, creating incentives for investment and saving but the budgetary revenues
do not automatically get increased as a result of this measure.
Key Words: Flat Rate Income Taxes, Flat Tax Reforms, Income Tax, Inequality,
Equity, Economic Growth
JEL Classification Codes: H20, H24, H30
Giriş
Sanayileşmiş ülkelerin en önemli kamu finansman kaynaklarından biri olan ve
etkili bir ekstra-fiskal araç olarak kullanılan gelir vergisi uygulanmaya başlandığı ilk
günden günümüze dek bir dizi yapısal dönüşüm geçirmektedir. Modern devletlerin
finansman ihtiyacını karşılayacak ölçüde geniş bir tabana sahip olan bu vergi, Fransa
ile yürütülen savaşı finanse etmek için 1799’da İngiltere’de yürürlüğe girmesi ile
birlikte, ulus devletleri kamu kesiminin global vergilerle finanse edildiği birer vergi
devletine (tax state) dönüştürmüştür (Nehring ve Schui, 2007:8). Vergi devleti, bir
süre sonra kamu giderlerinin dolaysız vergi gelirlerine ilaveten borçlanma ile finanse
edilmeye başlanmasıyla birlikte mali devlete (fiscal state) dönüşür (Bonney, 1999;
Omrod, Bonney ve Bonney, 1999). Mali amacın yanısıra gelir vergisinin
uygulamaya konulmasının ana nedenleri, savaş ve benzeri olağanüstü giderlerin
karşılanması (James, 2002:60-63); bölge ve sınıflar arasındaki çatışmaların piyasa
ekonomisini işler hale getirerek önlenmesi; dış ticarette serbestleştirme faaliyetleri
sonucu oluşan dış ticaret vergi gelirlerindeki kayıpların telafi edilmesi; iç piyasada
daha rekabetçi bir yapının oluşturulması ve merkezi yönetimin güçlendirilmek
istenmesidir (Vural, 2009:180-181).
Başlangıçta olağanüstü hal vergisi niteliğinde bir randıman vergisi olan gelir
vergisindeki ilk önemli yapısal dönüşüm büyük bir iktisadi çöküntünün yaşandığı
1930’lu yılların başında meydana gelir. Özel sektörün ekonomik istikrarı sağlamada
yetersiz olduğunun anlaşılması ile birlikte mali olmayan amaçların
gerçekleştirilmesi ve gittikçe artan kamusal mal ve hizmet talebine yanıt
verilebilmesi amacıyla devletin piyasaya etkin ve yoğun bir biçimde müdahale
etmesi istenir. Bu dönemde artan kamu giderlerinin finanse edilebilmesi için verimli,
adil ve esnek bir gelir kaynağına olan ihtiyaç artar. Bu yeni gelir kaynağı; geliri, “bir
kişinin bir yıl boyunca tüketim gücündeki net artışın parasal değeri” (Rosen,
2005:361) olarak tanımlayarak, adaleti teşvik eden ve otomatik istikrar sağlayıcı
niteliğe sahip artan oranlı bir tarife yapısını içeren kapsamlı gelir vergisi modelidir.
İsteğe bağlı maliye politikalarının etkili bir aracı haline gelen bu model, 1970’li
yıllara dek büyük bir değişime uğramadan etkili bir biçimde uygulanmıştır.
Müdahaleci maliye politikalarının yaygınlaşması, kamusal mal ve hizmetlere
olan talebin artması, savaş sonrasında altyapı yatırımlarının yoğunlaşması ve “soğuk
savaş” nedeniyle ortaya çıkan “devletler arası rekabet” sonucu Sovyet etkisini
kırmak isteyen Batılı ülkelerin sosyal hizmetler ve benzeri refah devleti
180
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
uygulamalarına ağırlık vermesi, kapsamlı gelir vergisine olan gereksinimi
artırmıştır. Artan finansman ihtiyacını karşılamak için gelir vergisinin marjinal
oranları %90’lara varan ölçüde yükseltilmiştir. Ancak seçmenlerin baskısı ile
tasarruflar, emek arzı, yatırımlar ve risk sermayesi üzerinde oluşacak ciddi olumsuz
etkileri ortadan kaldırmayı amaçlayan hükümetler, bir süre sonra çok sayıda vergi
indirimi ile muafiyetini gelir vergisi sistemine entegre etmek veya vergisel boşluklar
oluşturmak seçeneği ile karşı karşıya kaldılar. Ortaya çıkan bu durum, 1980’li
yılların başında, vergi oranlarını azami düzeye çıkarırken vergi tabanında ciddi
daralmalar meydana getirir ve kapsamlı gelir vergisi modelinin sürdürülebilirliğini
büyük ölçüde ortadan kaldırır.
Üretim faktörleri ve iktisadi faaliyetlerin ulusal sınırların kısıtlayıcı etkisini
gittikçe daha fazla aşındıracak sınır aşan bir hareketliliğe sahip olmalarına neden
olan küreselleşme, yeniden güçlendiği 1980’li yılların başından itibaren gelir
vergisinde büyük çaplı reformların yapılmasına yol açan bir faktördür.
Küreselleşme, sınır aşan hareketliliği yüksek olan vergiyi doğuran olaylarda, ulus
devletlerin vergilendirme kapasitesini azaltır. Örneğin, yüksek vergi yüküne maruz
kalan firmalar faaliyetlerini vergisel avantajı yüksek olan yerlere kaydırabilir;
hareketliliği çok yüksek olan sermaye, düşük vergi yükünün olduğu ülkelere
kayabilir; tüketiciler alışverişlerini vergilemenin daha düşük olduğu alanlara
(sınırdaki mağazalar, komşu ülkeler, sanal ortam vb.) aktarabilir ve üstün nitelikli
bireyler, sosyal güvenlik sisteminin iyi olduğu veya düşük vergi yüküne sahip
ülkelere göç edebilirler (Schulze ve Ursprung, 1999:297). Bu ve benzeri yollarla
vergi tabanının daha hareketli bir hale gelmesi, ulusal rekabet gücünü artırmak
isteyen ülkelerin yükümlülerin vergi yüklerini azaltmak yoluyla hareketliliği yüksek
olan üretim faktörleri lehine ülkelerini çekici hale getirme çabalarını (vergi rekabeti)
artırmaktadır.
Vergi rekabetini artıran bir faktör olarak küreselleşme, dışa açık ekonomiler
üzerinde iki farklı etki oluşturabilir (Aktan ve Vural, 2004:49; Ganghof, 2001:5).
Vergi rekabeti, en azından başlangıçta, vergi gelirlerinde bir miktar düşüşe yol
açabilir. Oysa artan küresel rekabet, sermaye kaçışı ve eşitsizlik nedeniyle
güçsüzleşen seçmenleri memnun etmek isteyen hükümetler kamu giderlerini kısmak
yerine artırmak zorunda kalabilirler (telafi etkisi). Öte yandan, vergi rekabeti
nedeniyle yeterli düzeyde gelir elde edemeyen ülkeler vergileme gereksinimlerini
azaltacak bir yapı oluşturmak amacıyla etkinliklerini ve verimliliklerini artırmaya
çalışabilirler (verimlilik etkisi). Örneğin, daha az, ancak kaliteli mal ve hizmet
üretmeyi, kamu kesimini küçültmeyi veya kamu kesiminde daha az kaynakla daha
çok ve kaliteli çıktı elde etmeyi sağlayacak yöntemleri devreye sokabilirler. Schulze
ve Ursprung (1999)’a göre her iki görüşü de destekleyen ampirik sonuçlar
mevcuttur. Başka bir ifadeyle, hükümetler küreselleşme sonucu oluşabilecek vergi
gelirlerindeki azalma nedeniyle daha az ve kalitesiz mal ve hizmet üreterek seçim
kayıplarına maruz kalmaksızın vergi rekabeti nedeniyle yapmak zorunda kaldıkları
vergi indirimlerinin uzun vadeli ekonomik faydalarından azami ölçüde yararlanacak
politikaları devreye koymaya çabalamaktadırlar. Bu amaçla hükümetler, gelir
vergisinde küreselleşmenin olumsuz etkilerini ortadan kaldıracak üç farklı gelir
koruyucu uyum stratejisi izlemektedirler: Vergi tabanını genişletmek amacıyla yasal
vergi oranlarının indirilmesi, farklı gelir türlerine farklı muamelede bulunarak daha
hareketli vergi tabanlarından daha az vergi alınması ve yasal ya da idari tedbirlerle
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
181
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
uluslararası düzeydeki vergi kaçakçılığı ile mücadele edilmesi (Ganghof, 1999:10).
Bu uyum stratejileri hükümetlere, vergi tabanları ile yüksek gelir-kamu gideri
düzeyini korurken, yabancı sermayeyi ülkelerine çekme yeteneklerini artırma
olanağı sağlamaktadır.
Küreselleşmenin kamu maliyesi üzerindeki etkilerini hafifletmek isteyen
sanayileşmiş ülkeler, bu uyum stratejileri doğrultusunda, vergi sistemlerini iki farklı
yönde reforma tabi tutmaktadırlar (Vural, 2009:3). İskandinav ülkeleri ile bazı
Avrupa Birliği ülkeleri hareketlilik özelliği daha yüksek olan sermaye üzerinden düz
oranlı ve daha düşük bir vergi alırken, emek gelirlerini daha yüksek ve artan oranlı
bir tarifeye tabi kıldıkları ikili gelir vergisini (dual income tax) yürürlüğe
koymaktadırlar (Aktan ve Vural, 2004:71). Bir yandan vergi indirimlerini azaltarak
idari yükü hafifletirken diğer yandan istisna ve muafiyetten yararlanma eşiğini
yükseltip halkın daha büyük bir kesimini vergi yükümlüsü haline getirerek vergi
tabanlarını genişletmeyi başarmayı amaçlayan eski Doğu Bloku ülkeleri tüm gelir
kaynakları için düz oranlı gelir vergisi (flat tax) modelini hayata geçirmektedirler.
Bu çalışma, küreselleşmenin etkisiyle gelir vergisinde meydana gelen kapsamlı gelir
vergisinden ikili gelir vergisi ve düz oranlı gelir vergisine geçişi içeren yapısal
dönüşüm süreci çerçevesinde düz oranlı gelir vergisinin temel ilkelerini ve
uygulama sonuçlarını ele almaktadır.
2. Düz Oranlı Gelir Vergisinin Tanımı ve Niteliği
Gittikçe artan küresel rekabette hareketli üretim faktörlerinin yurtdışına
kaçmasını önlemek ve kapsamlı gelir vergisinin karmaşıklığının yol açtığı sorunlara
çözüm bulmak amacıyla gündeme gelen düz oranlı gelir vergisi gelir ya da tüketim
çerçevesinde düzenlenen ve geniş bir vergi tabanı üzerinden alınan tek oranlı vergi
modeli olarak tanımlanabilir (Thorndike, 2007:203). Teorik olarak herhangi bir
vergi tabanı üzerinden alınan tek oranlı vergilerin tümü düz oranlı vergi olarak
nitelenebilir. Örneğin, aralarında satış vergileri ve baş vergilerinin de bulunduğu
birçok tek oranlı vergi yüzyıllardır uygulanmaktadır; kurumlar vergisi dünyanın her
yanında büyük ölçüde tek oranlı bir yapıya sahiptir ve ABD’de olduğu gibi, birçok
ülkede, gelir vergisinin bazı unsurları (emek gelirleri) tek oranlı vergilemeye tabidir.
Bununla birlikte günümüzde, düz oranlı gelir vergisi denildiğinde, teorik düzeyde
Hall-Rabushka tarafından 1985’te önerilen vergi (Hall ve Rabushka, 2007);
uygulamada ise, 1994 sonrasında Doğu Avrupa, Rusya ve bazı sanayileşmekte olan
ülkelerde uygulanmaya başlanan gelir vergisi sistemleri anlaşılmaktadır (Vural,
2009:188).
2.1. Hall-Rabushka Modeli Düz Oranlı Vergi
Hall-Rabushka tarafından önerilen vergi, Marx’ın Komünist Manifesto’da dile
getirdiği argümanlar doğrultusunda 1848’den beri dünyadaki birçok ülke tarafından
benimsenen kapsamlı gelir vergisinin meydana getirdiği sorunlara çözüm önerir.
Düz oranlı gelir vergisi fikri, II. Dünya Savaşı sonrasında Hayek (1956)’in artan
oranlı vergilemenin sosyal eşitsizliklerin azaltılmasında temel mali araç olduğu
varsayımını reddetmesi; Friedman (1962)’ın ABD için %23,5 oranına sahip bir
federal vergi önermesi (Friedman, 1962) ve bu önerisini iktisadi kaynakların büyük
ölçüde özel ekonomik birimlerin kullanımına hasredildiği gerekçesiyle 1982’de
gerçek kişilerden alınacak %20’lik bir gelir vergisi önerisi (Friedman ve Friedman,
1980) ile yinelemesi sonrasında güç kazandı (Socol, Socol ve Marius, 2009:782).
182
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
Hall-Rabushka tarafından önerilen düz oranlı verginin temel hedefi ABD’de
uygulanan kişisel gelir vergisi ile kurumlar vergisinin yerini alacak artan oranlı bir
tüketim vergisini yürürlüğe koymaktı (Ventura, 1999:1429). Öneri, birbiriyle
uyumlu ancak iki farklı vergiyi içeren entegre bir modelden oluşmaktadır (Hall ve
Rabushka, 1996). Modelin birinci kısmını oluşturan “ücret vergisi”, belirli bir gelir
düzeyi üzerinde bulunan tüm emek gelirlerini (ücret, maaş, emeklilik gelirleri) tek
oranlı bir vergiye tabi tutar. Sınırın altında geliri olanlardan aile başına tanınan
muafiyet nedeniyle hiç vergi alınmazken, sınırın üstünde tek bir vergi oranının söz
konusu olması gelir arttıkça, alınan ortalama vergi oranının artacağı anlamına gelir.
Başka bir ifadeyle, artan oranlılığın sağlandığı kısım olan ücret vergisinde, artan
oranlılık marjinal vergi oranı değişmezken ortalama vergi oranının değişmesi
yoluyla sağlanmaktadır. Önerinin ikinci kısmını emek geliri ve yatırımların dışında
kalan tüm kazanç ve iratları vergilendirmeyi amaçlayan “işletme vergisi” meydana
getirir. İşletme vergisi, kurum olsun veya olmasın işletmelerin elde ettiği tüm
gelirlerden ücret ödemeleri, emeklilik sistemine yapılan katkılar, diğer iktisadi
birimlerden satın alınan girdilere yapılan ödemeler ile yatırım için yapılan giderler
düşüldükten sonra elde edilen tutara ücret gelirlerine uygulanana eş, tek bir vergi
oranın uygulandığı bir vergidir.
Hall-Rabushka modeline göre, düz oranlı verginin temel özellikleri birkaç ana
başlık altında toplanabilir (Vural, 2009:6). Düz oranlı verginin birinci özelliği, tüm
gelir kaynaklarını yalnızca bir defa vergilendirmesidir (Grecu, 2004:10). Kapsamlı
gelir vergisi modeli, ücret dışı emek gelirlerini vergi dışı tutarak, kâr payı ve
sermaye kazançlarını çifte vergilendirerek ve faiz gelirleri üzerinden asgari düzeyde
vergi alarak bu ilkeyi ihlal ederken, düz oranlı vergi önerisi istisna ve muafiyetleri
en aza indirerek vergi sistemini basitleştirir ve çifte vergilendirmeyi önleyerek vergi
sisteminin karmaşıklığını ortadan kaldırır. Düz oranlı verginin ikinci özelliği, tüm
gelir kaynaklarını aynı vergi oranına tabi tutmasıdır; başka bir deyişle, düşük gelirli
kişiler ve aileler için tanınan muafiyet düzeyinin üzerinde gelir elde edenler, gelirin
niteliğine bakılmaksızın, aynı vergi yüküne tabi olurlar. Model, ücret, maaş ve
emeklilik gelirleri gibi gelirleri emek geliri olarak; kâr payı, sermaye kazançları, faiz
gelirleri ve ücret dışı gelirleri kurum kazancı olarak kabul edip vergilendirirken,
gelir ve kurumlar vergisini bütünleştirerek aynı vergi oranına tabi tutar. Nihayet, bu
model, emek gelirleri için muafiyetin söz konusu olduğu çıkarma yöntemine1
dayanan katma değer vergisi benzeri tüketim tabanlı bir vergiyi öngörür. Başka bir
ifadeyle, yeni yatırımlara yapılan yatırım tutarı kadar istisna tanınırken
tasarruflardan elde edilen getiriler (faiz geliri, kâr payı, vb.) vergi dışı tutulur
(Auerbach ve Hassett, 2005).
Hall-Rabushka modelinin düz oranlı verginin uygulanma şansı bulması halinde,
yatırımlar ve tasarruflar üzerindeki çifte vergilendirmenin ortadan kalkacağı, vergi
1
Çıkarma yöntemine göre “matrahı oluşturan katma değer, bir teşebbüsün belli bir dönemde
gerçekleştirdiği satış tutarından, teşebbüsün aynı dönem içerisinde vergili olarak satın aldığı malların
tutarının indirilmesi yoluyla bulunur” (dolaysız) veya “vergi dönemi içindeki toplam satış değerine vergi
oranı uygulanarak elde edilecek vergi borcundan, teşebbüsün başka firmalardan aldığı girdiler üzerinden
daha önce ödenmiş olan vergilerin indirilmesi suretiyle” (dolaylı) tarh edilir. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Turhan, S. (1993), Vergi Teorisi ve Politikası, İstanbul:Filiz.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
183
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
kayıplarını azaltarak kamu gelirlerini azaltacağı, sistem basitleştiği için uyum
maliyetlerini en aza indireceği, vergi sistemin karmaşıklığını artırmaktan sorumlu
olan özel çıkar gruplarının faaliyetlerini sınırlandıracağı, muafiyet uygulamasıyla
yoksulların durumunu iyileştireceği, faiz gelirleri üzerinden vergi alınmadığı için
faiz oranlarını düşüreceği ve böylece dolaylı itme etkisini azaltacağı, vergiden
kaçınma fırsat maliyetlerini azaltarak vergi kaçakçılığını önleyeceği, yabancı
yatırımları canlandıracağı ve adalet, basitlik ve etkinlik gibi ilkeleri güçlendireceği
varsayılmaktadır (Grecu, 2004:19-20). Ancak, teorik düzeyde bile, bu modelin çok
sayıda olumsuz özelliği bünyesinde barındırdığı ileri sürülebilir. Düz oranlı vergiye
yöneltilen ilk eleştiri, bu verginin marjinal vergi oranlarını büyük ölçüde düşürerek
ve sermaye gelirleri üzerindeki yükü azaltarak yüksek gelirlilerin lehine geliri
yeniden dağıttığı görüşüdür (Grecu, 2004:18). Gerçekten de düz oranlı vergi, düşük
gelirli hanehalkını muafiyet ile korurken yüksek gelirliler üzerindeki vergi yükünü
aşağı çektiği için vergi yükünü orta gelirlilerin üzerine yükler (Voinea ve Miháescu,
2009:19). Düz oranlı verginin beşeri sermaye üzerindeki olası etkileri ile ilgili
çelişkili görüşler bulunmaktadır. Eisner (1996) ve Stein (1996) düz oranlı vergide
beşeri sermayeye (artan oranlı tarife) fiziki sermaye (asgari tek oranlı tarife) ile aynı
muamelenin yapılmaması halinde, beşeri sermaye yatırımlarının olumsuz yönde
etkilenme tehlikesinin bulunduğunu ileri sürerken; Heckman, Lochner ve Teber
(1998)’e göre nitelikli eğitim alma potansiyeli yüksek olan yüksek gelirliler
üzerindeki vergi yükü azalacağı için üstün niteliğe sahip beşeri sermaye birikimi
artış gösterecektir.
Hall-Rabushka modelinin ötesinde teorik düzeyde düz oranlı bir vergi ile
kaynağı ne olursa olsun her türde ve miktarda gelirin aynı vergi oranına tabi olması
kastedilir. Buna göre, düz oranlı vergide, istisna, muafiyet ve benzeri indirimler söz
konusu olamaz; tüm gelirler için tek bir marjinal vergi oranı uygulanır ve kurum
kazançları ile kişisel gelirler aynı vergi oranına tabi tutulur (Adam ve Browne,
2006).
2.2. Uygulamada Düz Oranlı Vergiler
Son yıllarda yaygınlaşan düz oranlı vergi reformları incelendiğinde, bu
reformların Hall-Rabushka modelinin ana ilkelerine tam olarak uymadığı
görülmektedir. Düz oranlı vergileri geniş bir vergi tabanına uygulanan sabit oranlı
vergiler olarak geniş anlamda tanımladığımızda bile çok sayıda ülkede
uygulanmakta olan bu verginin, teori ve uygulama örnekleri dikkate alındığında,
dört farklı modeli bulunmaktadır (OECD, 2006:85-86). Birinci modelde, herhangi
bir vergi muafiyeti veya indirim uygulaması olmaksızın tüm gelirler üzerine tek
vergi oranı uygulanır. Bu model, vergi tabanını olabildiğince genişletmeyi, vergi
sistemini basitleştirmeyi ve gelir üzerinden alınan vergilerin meydana getirdiği
sapmaları asgari düzeye indirmeyi amaçlar. Bu model, “bireyler devletten elde
ettikleri faydalar oranında vergiye tabi tutulmalıdır” görüşü doğrultusunda “oransal”
vergilemeyi savunan Hobbes ile “bireyler devletin koruması altında elde ettikleri
gelirleri oranında devletin finansmanına katkıda bulunmalıdır” fikriyle “oransal”
vergilemeyi destekleyen Smith’in görüşlerini yansıtır (Thorndike, 2007:203). İkinci
model, temel vergi muafiyetinin üzerindeki tüm gelirlerin tek orana tabi tutulmasına
dayalıdır. Bu model, temel ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan muafiyetler
nedeniyle artan oranlı hale gelen tek oranlı gelir vergisini savunan Mill ile muafiyet
de içeren düz oranlı vergilemeyi destekleyen Friedman’ın görüşlerine paralel bir
184
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
modeldir (Friedman, 1962:174). Üçüncü model Hall-Rabushka modelidir. Son
model ise, uygun miktarda belirlenen bir vergi kredisi ile birlikte kişisel gelirler
üzerinden tek oranlı bir vergilemeyi kapsar. Bu türden bir uygulama düşük gelirliler
için “negatif gelir vergisi” niteliğinde bir uygulamadır.2
Bu dört farklı modelden herhangi birine benzeyen bir düz oranlı vergi modelini
yürürlüğe koyan tüm ülkeler düz oranlı gelir vergisi kulübüne dahil olan ülkeler
olarak nitelendirilebilir. Bu çerçevede, dünyada yürürlüğe giren ilk düz oranlı vergi
uygulaması Manş Kanalı’nda yer alan ve İngiltere’ye bağlı bir ada olan Jersey’de
1940’ta yürürlüğe giren uygulamadır. 1960’da bir diğer Manş Kanalı adası olan
Guernsey’in de benimsediği bu ilk uygulamada sermaye kazançları vergi dışı tutulup
kâr payları ve faiz gelirlerinin çifte vergilendirilmesi önlenirken geniş çaplı bir
muafiyetle birlikte kişisel ve kurumsal gelirler %20’lik vergi oranına tabi
tutulmaktadır (Grecu, 2004:13).3 Guernsey’de veraset ve sermaye transferi
üzerinden vergi alınmazken, katma değer vergisi ile stopaj da uygulanmamaktadır.
Düz oranlı vergileme ile ilgili ikinci uygulama, 1947’de çifte gelir vergisi
sistemini benimseyen ve vergi yükümlülerine artan oranlı veya düz oranlı gelir
vergisi modelleri arasında tercihte bulunma hakkı tanıyan Hong Kong’da yürürlüğe
giren uygulamadır. Buna göre yükümlüler, yasal gider ve indirimlerden yararlanmak
koşuluyla %2 ila %20 arasında oranlara sahip artan oranlı tarifeyi veya brüt gelirleri
üzerinden indirim ve muafiyet olmaksızın %16’lık düz oranlı tarifeyi seçebilirler.
Kanal Adaları’nda olduğu gibi katma değer vergisinin bulunmadığı Hong Kong’da,
kâr payları, sermaye kazançları, servet veya intikaller üzerinden de vergi
alınmamaktadır. Bu ülkede, düz oranlı vergileme nedeniyle oluşacak olası bir gelir
kaybını telafi edecek düzeyde bir sosyal güvenlik vergisi de söz konusu değildir ve
sosyal güvenlik vergisi %5 gibi çok düşük bir düzeydedir. Bu ülkeleri 1980’li
yıllarda Jamaika ve Bolivya izlese de düz oranlı vergi uygulamaları 1994 yılında
Estonya’nın yürürlüğe koyduğu gelir vergisi reformu ile birlikte yaygınlaşır. Bu
ülkedeki reform sonrasında düz oranlı vergilemeyi benimseyen ülke sayısı, altısı AB
üyesi olmak üzere, 27’ye yükselmiştir (Tablo 1).
Günümüzde düz oranlı gelir vergisini benimseyen ülkelerin uygulamaları bazı
ortak özelliklere sahiptir (Thorndike, 2007:207-208). Reformu ilk gerçekleştiren
ülkeler olan Baltık ülkelerinde vergi oranları reform öncesindeki marjinal vergi
oranlarına yakın düzeylerde tutulurken (yüksek vergi oranları), 2001’de Rusya ile
başlayan ikinci reform dalgasında vergi oranları oldukça düşük bir düzeydedir.
Nitekim, kişisel gelir üzerinden alınan vergi oranları Baltık Ülkeleri olan Estonya,
Litvanya ve Latviya’da %20’ler üzerinde iken geriye kalan tüm ülkelerde HallRabushka modelinde önerilen %19 düzeyinin oldukça altında seyretmektedir. Buna
karşılık kurum gelirleri üzerinden alınan düz oranlı vergi hadleri büyük ülkeler
(Rusya, Ukranya ve Kazakistan) ile gelir kaybı tehdidi nedeniyle çekingen davranan
2
Negatif gelir vergisi, yükümlülerin belirli bir gelir seviyesinin (açlık veya yoksulluk sınırı) üzerindeki
gelirlerini vergiye (artan oranlı) tabi tutarken bu seviyenin altında gelire sahip olan kişilere bu düzeydeki
geliri garanti edecek şekilde nakdi yardım yapılmasını sağlayan bir mali araçtır.
3
2008’den beri kurum kazançları üç ayrı vergi oranına tabidir: Küçük işletmeler standart orana (%0) tabi
iken bankacılık faaliyetleri ile uğraşan şirketler %10; altyapı işiyle uğraşan işletmeler ile regülasyon
birimine bağlı olarak faaliyet gösteren şirketler ve arazi ve bina sahipliği nedeniyle elde edilen kazançlar
%20 vergi oranına tabidir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
185
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
eski Doğu Bloku ülkelerinde (Moğolistan, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri) ilk reform
dalgasındaki ülkelere kıyasla daha yüksektir.
Ülkelerin tümünde gelir üzerinden tek oranlı bir vergi alınmaktadır; ancak, farklı
gelir kaynakları üzerinde uygulanan vergi oranları her zaman aynı değildir. Başka
bir ifadeyle, kurumlar vergisi ile gelir vergisi oranları genel olarak birbirinden
farklıdır. Düz oranlı gelir vergisi reformu yapan ülkeler içinde yalnızca Jersey,
Estonya, Irak, Slovakya, Romanya, Kırgızistan, Paraguay, Makedonya, Karadağ,
Arnavutluk, Bulgaristan ve Mauritus’da kişisel gelir vergisi ile kurumlar vergisi
oranı aynıdır (Tablo 1). Kişisel gelir vergisi, kurumlar vergisi ve katma değer
vergisinin eşit olduğu ülkeler ise Slovakya, Paraguay ve Mauritus’dur. Daha
önceleri devrede olan kapsamlı gelir vergisinde yaygın olan istisna, muafiyet ve
indirimler asgari düzeye indirilerek, gelir vergisi sistemi basit ve geniş tabanlı bir
hale getirilmiştir. Vergi sisteminin basit bir hale gelmesinde düz oranlı yapıya
geçişin yanı sıra nüfusun büyük bir kısmını kapsayacak büyüklükte bir “kişisel
muafiyet” uygulamasının devreye sokulup yürürlükteki vergi indirimlerinin sınırlı
bir düzeyde tutulmasının rolü büyüktür. Ancak kişisel muafiyet uygulamaları düz
oranlı gelir vergisi uygulamalarını “oransal” olmaktan çıkarıp, azalan oranlı
(degressive) bir yapıya dönüştürmektedir.
Tablo 1: Dünyada Düz Oranlı Gelir Vergisi Uygulamaları (1940-2009)*
Ülkeler
(Yürürlük Tarihi)
Jersey (1940)
Hong Kong (1947)
Guernsey (1960)
Jamaika (1980)
Bolivya (1986)
Estonya (1994)
Litvanya (1994)
Latviya (1995)
Rusya (2001)
Sırbistan (2003)
Ukranya (2004)
Irak (2004)
Slovakya (2004)
Gürcistan (2005)
Romanya (2005)
Kırgızistan (2006)
Paraguay (2006)
Kazakistan (2007)
Makedonya (2007)
Moğolistan (2007)
Karadağ (2007)
Arnavutluk (2007)
186
Kişisel Gelir Vergisi
Önceki Oran
Mevcut
(%)
Oran (%)
20
16
20■
33,3
25■
48
13■
16-24-33
21■
10-18-24-28-33
15□
10-25
23■
12-20-30
13■
20
15
10-15-20-30-40
15■
10-70
15
10-20-28-35-38
19■
12-15-17-20
12○
18-23-28-34-40
16■
10-20
10
10
10■
15-24
10
10-30
10■
10-23
15■
1-20
10■
KV
Oranı
(%)
KDV
Oranı
(%)
SGV Oranı
(%)
20
16,5
0-20
33,3
25
21
20
15
24
10
25
15
19
15
16
10
10
17,5
10
25
9
10
3
0
0
16,5
13
18
19
21
18
18
19
19
18
19
20
10
12
18
10
17
20
5
2,5
13,7
33
31+3►
24,1
26-2►
17,9
5
12
35,2
0
27,5
19
16,5
13-5►
0,7
11
16,1
21,7
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
Bulgaristan (2008)
10-24
10○
10
20
19,9-20,4
Çek C. (2008)
12-19-25-32
15■
19
19
30,7
Nepal (2008)
10-15
10
20
13
10
Beyaz Rusya (2009)
9-15-20-25-30
12
24
18
35,1
Mauritus (2009)
10-20-25-30
15
15
15
6
Kaynak: Nicodème, (2007, 140); European Commission, (2009a ve b); KPMG, (20082009); Edwards ve Mitchell (2008); OECD (2010) ve ilgili ülkelerin maliye bakanlığı
siteleri.
*Mevcut oranlar 2008 ve sonrasına ait oranları içermektedir. Koyu renkli ülkeler AB
üyesidir. İzlanda kapsamlı gelir vergisi modeline geri dönmüştür. Bahamalar, Bahreyn,
Bermuda, Burundi, Kayman Adaları, Kuveyt, Monako, Nijerya, Umman, Katar, Suudi
Arabistan, Somali, Birleşik Arap Emirlikleri, Uruguay ve Vanuatu kişisel gelirler üzerinden
vergi almamaktadır.■:Kişisel vergi muafiyetleri reform sonrasında artmış; □: kişisel vergi
muafiyetleri son zamanlarda azalmış ve ○: kişisel vergi muafiyeti yok. Katma değer vergisi
(KDV) oranları standart oranları simgelemektedir.►: Litvanya’da %3, Rusya’da %26 ila 2
arasında değişen ve Kazakistanda %13 ila 5 arasında değişen sosyal vergi uygulanmaktadır.
Kişisel muafiyet uygulamalarında da ülkeler arasında büyük farklılıklar
bulunmaktadır. Süper brüt vergi matrahının (brüt ücret+işçinin sağlık giderlerine
katkısı+brüt ücretin %35’i düzeyinde sosyal güvenlik katkısı) uygulandığı Çek
Cumhuriyeti’nde hanehalkında tek bir kazanç sahibinin olduğu çocuksuz kişisel
gelir vergisi yükümlülerinde ortalama ücretin %45’i; iki çocuklu yükümlülerde ise
%130’u kadar kişisel muafiyet uygulanmaktadır (OECD, 2010). Kişisel muafiyetler
Latviya’da kişi başı milli gelirin %19’u, Slovakya’da ortalama ücret düzeyinin
%60’ı, Jamaika’da kişi başı milli gelirin %75’i düzeyinde bulunurken, daha önce
kişi başı milli gelirin %5’i seviyesinde olan kişisel muafiyetler Gürcistan’da
kaldırılmıştır (Keen vd., 2008).
Düz oranlı vergi uygulayan ülkelerde tasarruf ve yatırımlara yapılan
muamelelerde de önemli ölçüde farklılıklar bulunmaktadır. Vergi sisteminin
yansızlığının korunması ve üretimin teşviki için yatırım ve tasarruflara tüketime
kıyasla farklı muamelede bulunulmaması gerekir. Sermaye kazançları üzerindeki
vergi yükünün yüksek olması ve kâr paylarının çifte vergilendirilmesi, yansızlığı
ortadan kaldırır. Bu anlamda düz oranlı vergi uygulayan ülkeler tasarruf ve
yatırımlara yansız muamelede ilerleme sağlamışlardır. Örneğin, Çek Cumhuriyeti ve
Hong Kong sermaye kazançları üzerinden vergi almazken, Slovak Cumhuriyeti
kişisel gelir vergisi, kurumlar vergisi ve katma değer vergisi oranını %19 ile eşitler
ve Estonya dağıtılmamış kâr payları üzerinden vergi almaz (Edwards ve Mitchell,
2008:65). Arnavutluk kâr payları, faiz gelirleri, kira gelirleri, kârlar, kişisel ve
kurumsal gelirler üzerinden tek oranla (%10) vergi alırken Latviya’da kâr payları ve
faiz gelirleri vergi dışı tutulmaktadır, Rusya’da kurumlar vergisi oranı ile kâr
paylarına uygulanan vergi oranı aynıdır (%30) ve Slovakya’da kâr payları, veraset
ve hediyeler üzerinden artık vergi alınmamaktadır (Keen vd., 2008). Gelir ve
kurumlar vergisi gelirlerindeki azalmayı telafi etmek için düz oranlı vergi reformu
yapan ülkeler ağırlıklı olarak dolaylı vergileri kullanmaktadırlar. Ülkelerin çoğu,
uygulaması farklı olmakla birlikte katma değer vergisine sahiptir. Bazı ülkeler ise
refah programlarını finanse edecek “sosyal vergi” uygulamalarından
vazgeçmemektedirler. Bu türden sosyal vergi uygulamaları ise tek oranlı vergi
sisteminin basitliğini ortadan kaldıran bir araç olarak etki göstermektedir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
187
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
3. Düz Oranlı Gelir Vergisi Uygulamalarının Ekonomik Etkileri
Düz oranlı gelir vergisi uygulamaları devletler arası rekabetin en önemli
unsurlarından biri olan ve vergi yükünün azalması, vergi tabanının genişletilmesi ve
vergi sisteminin basitleştirilmesine yol açan vergi rekabetinin bir sonucudur. Vergi
rekabetinin ekonomik etkileri ile ilgili görüşler oldukça geriye götürülebilir. Bu
konuda öncü olan İbn Haldun (1989)’a göre “vergi konuları üzerine düşük vergiler
yüklendiğinde, bu (yükümlülerin) çalışma ve birşeyler yapma arzusunu artırır; düşük
vergiler vergi yükümlülerini tatmin edeceği için iktisadi faaliyetler artar; iktisadi
faaliyetlerin artması ile birlikte yükümlülere tarh edilen vergi matrahı genişler ve
sonuçta kişisel matrahların toplamı ile vergi geliri artmış olur”. Başka bir ifadeyle,
Haldun’un öncüsü olduğu yaklaşıma (arz-yanlı iktisat) göre yüksek marjinal vergi
oranlarının aşağıya çekilmesi, vergilemenin gelir etkisini artırıp ikame etkisini
azaltır; tasarruf ve sermaye birikimini artırırken, sermaye kaçışını ortadan kaldırır;
vergi kayıp ve kaçakçılığını önler, istihdamı artırır ve sonuçta toplam arz (üretim)
üzerinde son derece olumlu bir etki meydana getirir. Marjinal vergi oranlarının
aşağıya çekilmesi, vergi sisteminin karmaşıklığını ve dolayısıyla vergi idaresinin
yükünü azaltarak, bu amaçla tahsis edilen kaynakların daha üretken alanlarda
kullanılmasını sağlar; vergi sisteminin basitleştirilmesi hükümetin iş ve çalışma
hayatı ile ilgili planları hakkında iş dünyasına olumlu mesajlar vererek yerli ve
yabancı firmaların ilave yatırım yapmalarına yol açar ve daha hareketli olan sermaye
üzerindeki vergi yükünün azalmasını sağlayarak yabancı sermaye ile nitelikli
işgücünün cezbedilmesine neden olur (Heath, 2006:45). Ortaya çıkan bu üç farklı
etki ise üretim, verimlilik ve büyümeye olumlu bir katkı sağlar. Öte yandan, marjinal
vergi oranlarındaki gerileme, vergi kaçakçılığı ile sermaye kaçışını önleyerek ve
çalışma, tasarruf etme ve yatırım yapma isteğini artırarak, iktisadi faaliyetlerin
canlanmasına ve sonuçta vergi matrahının genişlemesine yol açacağı için meydana
gelen bu olumlu gelişmeler vergi gelirlerinde bir azalma pahasına
gerçekleşmeyecektir (Haldun-Laffer eğrisi varsayımı).
3.1. Mikroekonomik Etkiler
Birey ve firmalar vergileme nedeniyle dört farklı maliyetle karşı karşıya kalır
(Clemens vd., 2007:7). Bu maliyetlerin ilki, yükümlülerin gelirlerinin bir kısmını
vergileme nedeniyle doğrudan devlete aktarmaları sonucu ortaya çıkar. Yükümlüler,
aynı zamanda, vergi mevzuatına uyum sağlamak amacıyla bir dizi yüke (defter ve
kayıt tutma ve muhasebeci istihdam etme ile ilgili maliyetler, zaman maliyeti) de
katlanmak zorundadırlar (uyum maliyetleri). Devlet ise vergi toplarken ve vergi
mevzuatını uygularken bazı maliyetleri (idari maliyetler) üstlenir ve bu maliyetler
son aşamada vergi ile finanse edeceğinden dolaylı yoldan yükümlüler için bir yük
haline gelir. Devlet, vergileme ile iktisadi karar alma birimlerinin kararlarını
etkileyerek iktisadi faaliyetlerin yapısını değiştirdiğinde ise verimlilik maliyetleri
ortaya çıkar (Rosen, 2005:364). Başka bir deyişle, vergileme, göreli fiyatları
değiştirmek yoluyla, iktisadi karar alma birimlerinin kararlarını etkiler. Örneğin,
vergileme nedeniyle bazı mal-hizmetlerin fiyatının artması halinde birey-firmalar
fiyatı daha düşük olan ikame mallara yönelebilirler. Vergi yükünün artması vergi
sonrası gelirlerin azalmasına yol açarak, işgücünün çalışma ve eğitim yoluyla elde
ettiği getiriyi (faydayı) azaltırken, sermayedarların yaptıkları yatırımlardan elde
ettikleri kazancı olumsuz yönde etkiler. Benzer bir biçimde, ücretlilerin vergi
yükünün artması işgücü maliyetini olumsuz etkilemek suretiyle üreticilerin emek
188
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
yoğun üretimden sermaye yoğun üretime kaymalarına neden olabilir; sermaye
üzerindeki vergi yükünün artması ise, yatırımcıların tasarruf birikimini olumsuz
etkileyebilir ve yatırım yapma isteklerini zayıflatabilir. Bu durum, verimliliği yüksek
yatırımların miktar ve kalitesini azaltır; reel ücretleri gerileterek gelir dağılımı
eşitsizliğini artırır ve sonuçta uzun vadede refahın sürdürülebilmesi için zorunlu olan
ulusal rekabet gücünü olumsuz yönde etkiler.
Vergilemenin olumsuz iktisadi etkilerini en aza indirebilmesi için ideal bir vergi
sisteminin bazı temel özelliklere sahip olması gereklidir. Smith (1776)’e göre ideal
bir vergi sisteminde yükümlülerin ödedikleri vergi, gelirleri ile oranlı olmalıdır
(eşitlik ilkesi); vergi yükümlülüğü keyfi değil, açık ve belirli olmalıdır (kesinlik
ilkesi); vergiler, yükümlüler açısından en uygun zamanda ve en az rahatsızlık
verecek şekilde toplanmalıdır (uygunluk ilkesi) ve vergi tahsil masrafları düşük
olmalı ve iktisadi faaliyetleri caydırıcı nitelikte olmamalıdır (iktisadilik ilkesi).
Musgrave (1959) ise, vergilemenin mikroekonomik etkilerinin azami ölçüde olumlu
bir hale getirilebilmesi için, vergilerin adil olması ve idari maliyetlerinin ve iktisadi
faaliyetleri engelleyici niteliğinin en aza indirilmesi gereği üzerinde durur. Artan
oranlılığın belirleyici bir unsur olduğu kapsamlı gelir vergisi, vergilemenin gelir
etkisini artırarak ve kaynak tahsisini değiştirerek, bu türden bir verginin salınmadığı
bir duruma kıyasla iktisadi verimliliği artırabilir. Ancak, artan oranlı yapı gelir
dağılımı eşitsizliğini azaltıcı nitelikte olduğundan, vergilemede adalet ile iktisadi
verimlilik ilkeleri arasında bir çatışmanın ortaya çıkmasına yol açar. Optimal (ideal)
vergileme teorisi, vergilemenin adaleti sağlayıcı ve saptırıcı etkileri çerçevesinde en
iyi gelir vergisi yapısını ortaya çıkarmayı amaçlar. İdeal vergileme ile ilgili yazın
ideal vergi tarifesinin düz oranlı gelir vergisi tarifesine çok daha yakın bir tarife
olduğu konusunda uzlaşır (Heady, 1993). Artan oranlı tarifelerin uygulanması ile
elde edilecek yararlara kıyasla bu tarifelerin yol açtığı uyum ve idari maliyetler son
derece yüksektir. Üstelik, uygulanan modele bağlı olmak koşuluyla, düz oranlı gelir
vergisi, vergi gelirlerinin artırılması ve vergi kaçakçılığının önlenmesinde
alternatiflerine kıyasla daha üstündür (Nicodème, 2007:141).
Vergilemede adalet dikkate alındığında düz oranlı vergilerin adil olup olmadığı
büyük ölçüde verginin dizaynına bağlıdır (Nicodème, 2007:141). İdeal vergi
yazınına göre gelir dağılımı eşitsizliğini azaltmada düz oranlı vergiler, düz oranlı
olmayanlara göre daha başarısızdır. Kapsamlı gelir vergisinden düz oranlı gelir
vergisine geçerken vergilemede adaleti sağlamak için önceki duruma kıyasla vergi
muafiyetlerinin artırılması ve Litvanya’da olduğu gibi kapsamlı gelir vergisinin en
yüksek vergi oranının düz oranlı verginin tek oranı olarak benimsenmesi gereklidir.
Jacobs vd. (2007)’ne göre Hollanda’da, artan marjinal vergi oranlarına sahip mevcut
gelir vergisinin yerini düz oranlı gelir vergisinin alması halinde vergi yükü, yüksek
emek arzı esnekliğine sahip orta gelirli işgücüne doğru kayacağından, işgücü
piyasasında sapmalar meydana gelecek ve emek arzı ile istihdamda gerilemeler
oluşacaktır. Bu sorunun ortaya çıkmaması (verimliliğin artması) için gelir dağılımı
eşitsizliğinin artması (adaletin azalması) gereklidir.
Düz oranlı gelir vergisini öneren arz-yanlı iktisat görüşünün bu vergilerin
çalışma isteğini artırdığı, gelir etkisini güçlendirdiği, uyum maliyetlerini asgari
düzeye indirdiği ve vergi sistemini basitleştirdiği yönündeki varsayımlarının
uygulamada ne ölçüde doğrulandığı konusunda tereddütler bulunmaktadır. Yapılan
araştırmalar, marjinal vergi oranlarının büyük ölçüde indirildiği Rusya gibi ülkelerde
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
189
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
düz oranlı vergi reformunun çalışma isteği üzerinde bir miktar olumlu etki
oluşturduğunu ancak marjinal vergi oranlarının fazla etkilenmediğini veya bu
oranlarla birlikte ortalama vergi oranlarının da gerilediği ülkelerde fazlaca bir
değişikliğin meydana gelmediğini ortaya koymaktadır (Keen vd., 2006:36 ve
Ivanova vd. 2005). Düz oranlı vergi reformu nedeniyle ücretleri büyük ölçüde
artacak olan kişilerin gelirlerindeki ilave artışı daha üstün nitelikte bir eğitim almak
için kullanacakları ve böylece çalışma şevk ve isteklerinin artacağı yönündeki temel
varsayım, reform yapan ülkeler açısından teyit edilmediği gibi daha önce düşük
vergi aldığı için reform sonrasında çalışma saatlerinde artış olacağı varsayılan
kesimlerin reformlardan en alt düzeyde etkilendiği görülmektedir (CESifo, 2007).
Vergi sisteminin karmaşıklığı ya da basitliği büyük ölçüde muafiyet ve değişik
özel muamelelerin sistemdeki varlığına bağlıdır. Teorik olarak düz oranlı vergilerin
basitliği vergi uyumunu artırır. Düz oranlılık vergi sistemindeki boşlukları ortadan
kaldırarak vergiden kaçınmayı ve vergi kaçakçılığını azaltır. Düz oranlı vergilerin
yürürlüğe girmesi ve düz oranın kendisi basitliğin artmasına yol açan bir unsurdur
ve farklı gelir öğeleri üzerinden alınan vergi oranlarının tek orana indirgenmesi bu
gelir unsurları arasındaki arbitrajı ortadan kaldırır ve bu durum vergi sisteminin
basitliğine katkı sağlar. Ancak uygulamada Gürcistan gibi bazı ülkeler muafiyetleri
büyük ölçüde ortadan kaldırırken (sistem basit hale gelirken) Slovakya gibi diğer
ülkelerde muafiyetler artırılmaktadır. Benzer bir biçimde bazı ülkelerde önemli
vergilerin (gelir, kurumlar ve katma değer) oranları tekleştirilirken, diğer ülkelerde
kişisel gelir, kurum kazançları ve kâr payları gibi unsurlara farklı oranlar
uygulandığı için bu gelir unsurları arasında vergi arbitrajı ortaya çıkmakta ve bu
durum karmaşıklığın sürmesine neden olmaktadır. Rusya örneği, bu gibi nedenlerle,
reform öncesine kıyasla vergi sisteminin daha basit bir hale gelmediğini ortaya
koymaktadır (Keen vd., 2006:37 ve Ivanova vd. 2005). Bununla birlikte vergi
uyumunun Rusya örneğinde artış gösterdiği görülmektedir. Ancak vergi idaresinin
son derece zayıf olduğu düz oranlı vergi reformunu gerçekleştiren ülkelerde vergi
uyumundaki artışın ne kadarının vergi reformunun kendisinden ne kadarının denetim
ve kontrolün iyileştirilmesi gibi uygulamadaki değişikliklerden kaynaklandığı ise
belirsizdir (Keen vd., 2006:36).
3.2.Makroekonomik Etkiler
İktisadi büyümeyi etkileyen stratejik faktörler, nitelikli işgücü, üstün ve yeni
teknoloji, sermaye birikimi (bilgi, beşeri ve fiziki) ve fiziki ve kurumsal altyapı
olmak üzere dört ana unsura indirgenebilir. Gelir üzerinden alınan vergiler bu dört
ana unsuru etkilemek suretiyle iktisadi büyümeyi önemli ölçüde belirleme
potansiyeline sahiptir. Emek gelirleri üzerinden alınan vergiler emeğin tam
istihdamdaki miktarını değiştirerek toplam arzı ve potansiyel gayrisafi yurt içi
hasılayı (GSYH) etkiler. Gelir vergisi işgücünün aldığı net ve brüt ücret arasındaki
farkı (vergi takozu) büyüterek çalışma şevk ve isteğini zayıflatabilir. Bu durum ise
istihdam edilen emek miktarını azaltarak potansiyel GSYH’yi geriletir. Sermaye
gelirleri üzerinden alınan vergi sermayenin getirisini azaltarak, tasarruf ve yatırım
miktarını azaltır ve reel GSYH’nin büyüme hızını yavaşlatır. Başka bir deyişle,
sermaye üzerinden alınan vergiler reel GSYH’deki büyüme yavaşlamasından
kaynaklanan birikimli hasıla kaybına (Lucas takozu) yol açar.
Vergilerin iktisadi büyüme üzerindeki etkilerini araştıran çalışmalar, ağırlıklı
olarak, gelir üzerinden alınan vergilerin iktisadi büyümeyi olumsuz etkilediğini
190
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
ortaya koysalar da aksi yönde bulgular da mevcuttur. OECD ülkelerini kapsayan bir
çalışmaya göre, hem kurumlar vergisi hem de kişisel gelir vergisinin iktisadi
büyümeyi azaltıcı bir etkisi bulunmaktadır (Arnold, 2008). Vergi yükündeki
değişikliklerin iktisadi faaliyetler üzerindeki etkisini araştıran Romer ve Romer
(2007)’a göre vergi yükündeki artışlar yatırımlar üzerinde meydana getirdiği
olumsuz etki nedeniyle iktisadi genel durumun (konjonktürün) daralmasına neden
olmaktadır. Stokey (1980), toplam nüfus içinde azınlık durumunda olmalarına
rağmen iyi eğitimli ve özgün bilgi sahibi olmaları nedeniyle vergi esnekliği fazla
olan gelir gruplarının daha yüksek vergi yüküne tabi olmalarının ekonomi üzerinde
ciddi bir saptırıcı etkinin oluşmasına yol açtığını ortaya koyar. Benzer bir şekilde,
Leibfritz vd. (1997)’ne göre, ortalama vergi oranlarında meydana gelen artışlar
OECD alanında, yıllık büyüme oranının azalmasına yol açmaktadır. Öte yandan,
iktisadi büyümeyi etkileyen diğer faktörlerde olduğu gibi beşeri ve fiziki sermaye
üzerinden vergi alınmasının ya da mevcut vergi yükünün artırılmasının iktisadi
büyümeyi azaltıcı bir etkisi bulunmaktadır (Milesi-Ferretti ve Roubini, 1998).
Ancak, işgücü miktar ve kalitesinin artırılması, teknolojik gelişmelerin teşviki,
sermaye birikimi ile altyapı miktar ve kalitesinin artırılmasında kamu önemli bir role
sahiptir ve bu rolünü yerine getirirken vergiler, temel finansman aracıdır.
Dolayısıyla, vergi gelirlerinin artması iktisadi büyümeyi olumlu yönde de
etkileyebilir. Nitekim Kukk (2007)’a göre, kısa vadede maliye politikası iktisadi
büyüme üzerinde kayda değer bir değişikliğe yol açmaz. Örneğin, dolaysız
vergilerdeki artış özel tüketimi azaltır, ancak aynı miktarda net ihracatta artışa yol
açar. Uzun vadede ise her kamu geliri kategorisinin iktisadi büyüme üzerindeki
etkisi olumludur. Kukk’un bulgularının aksine Forbes (2005), Heath (2006) ve
Edwards ve Mitchell (2008)’in çalışmaları, yürürlüğe giren düz oranlı vergilerin
iktisadi büyüme üzerindeki etkilerinin olumlu yönde olduğunu ortaya koymaktadır.
Çok sayıda araştırma, yüksek marjinal vergi oranlarının azaltılmasının iktisadi
büyüme üzerinde olumlu bir etki meydana getireceğini ortaya koymaktadır. ABD
eyaletlerini ve 1963-83 dönemini kapsayan bir panel veri analizi çalışmasına göre;
gelir vergisinde marjinal vergi oranlarındaki artan oranlılığın azalması ile iktisadi
büyüme arasında olumlu bir ilişki söz konusudur (Vedder 1985). Vergi yapısının
iktisadi büyüme oranı ve iktisadi faaliyetler üzerindeki etkisini ele alan ve 1970-79
dönemi için 63 ülkeye ait panel verileri kullanan bir başka çalışma, mevcut gelir
düzeyi değişmediği sürece, marjinal vergi oranlarındaki artışın iktisadi büyümeyi
olumsuz etkileyeceğini ve kaynakları emekten sermayeye doğru aktaracağını ortaya
koymaktadır (Kormendi ve Koester, 1987). Benzer bir sonuca, 1970-98 dönemi için
25 sanayileşmiş ülkeyi kapsayan bir çalışmada, marjinal vergi oranları ve artan
oranlılık ile iktisadi büyüme arasında ters yönlü bir ilişki saptayan Padovano ve
Galli (2002) de ulaşmaktadır. 1970-98 dönemini ve 70 ülkeyi kapsayan ekonometrik
bir çalışma ise kurumlar vergisi oranlarındaki artış ile iktisadi büyüme arasında ters
yönlü bir ilişki saptamaktadır (Lee ve Gordon, 2005). Bu ilişkinin ortaya çıkmasının
nedeni kurumlar vergisi oranlarındaki gerilemenin kişisel vergi gelirlerinde
azalmaya yol açarak, girişimcilik faaliyetlerini sekteye uğratmasıdır. Vergi yükünün
azalması, iktisadi büyümeyi olumlu yönde etkilerken, vergi yükündeki gerileme
nedeniyle kamu gelirlerinde oluşacak bir azalma da kamu kesiminin iktisadi
büyümeye katkısını düşük bir düzeye indirebilir. Bu nedenle bir yandan sermaye
üzerinden alınan vergiler azaltılırken (kâr paylarının çifte vergilendirilmesi
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
191
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
önlenirken) öte yandan gelirlerdeki azalmanın sosyal güvenlik vergileri ile finanse
edildiği bir karma yürürlüğe girerse istihdam ve büyüme daha olumlu bir şekilde
etkilenebilir (Michekis ve Birk, 2006).
Socol vd. (2009)’ne göre orta ve uzun vadede toplam arzı güçlü bir biçimde
canlandırıcı etkiye sahip bazı tedbirlerin düz oranlı vergi reformu ile birlikte
yürürlüğe konulmaması halinde, düz oranlı vergi sistemini uygulamak isteyen yeni
sanayileşen ülkeler, ikiz açıkla (bütçe ve cari işlemler açığı) karşılaşacak ve fiyatlar
genel seviyesinde artış meydana gelecektir (Şekil 1). Düz oranlı verginin yürürlüğe
girmesi, kısa vadede, vergi oranlarındaki gerileme ve sağlanan muafiyetler nedeniyle
kullanılabilir gelirleri artıracağından toplam talepte büyük, toplam arzda ise daha
küçük bir artışa yol açacaktır.
TAUV0 TAUV1 TAUV2
FGS
D2
F2
D3
F3
F0=F1
D1
D0
TT1
TT0
0
pG0
G0
pG1 pG2
G1
GSYH
Kaynak: Socol vd. (2009, 784)
pG= Potansiyel GSYH, G=GSYH, TT=Toplam talep, TA=Toplam arz, FGS= Fiyatlar
genel seviyesi, Keynesyen görüşe göre kısa vadede F0=F1, D0 noktasında pG0=G0 ve
ekonomi hem kısa vadede hem de uzun vadede dengededir.
Şekil 1: Düz Oranlı Vergi Reformunun Etkileri
Şekil 1’de de görüldüğü gibi toplam talep TT0’dan TT1’e kayacak, gayrisafi yurt
içi hasıla G1 düzeyine yükselecek ve yeni ekonomik denge D0 yerine D1’de
oluşacaktır. Vergi oranlarındaki gerileme nedeniyle gelir üzerinden alınan
vergilerdeki azalmanın bir kısmı toplam talepteki artış sayesinde katma değer vergisi
gibi tüketim üzerinden alınan vergi gelirlerindeki artışla telafi edilecektir. Ancak
potansiyel gayrisafi hasıla mevcut gayrisafi hasılaya göre daha az etkilendiği için
ekonomi orta vadede D2 noktasında dengeye oturacak biçimde davranacaktır. Öte
yandan, toplam talepteki artış tüketim üzerinden alınan vergileri artırsa da reformun
gelir üzerinden alınan vergilerde meydana getirdiği azalmayı tam olarak
karşılamayacağı için bütçe açığı artacak ve bu durum fiyatlar genel seviyesini F0’dan
F2’ye yükseltecektir. Toplam talepteki artış, ithalatı canlandırmak suretiyle iktisadi
büyümeyi olumlu etkileyecek ancak ithalattaki artış nedeniyle cari işlemler açığı da
artacaktır. Socol vd. (2009)’ne göre bu durumu ortadan kaldırmak için istihdamı
192
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
artırıp kayıtdışı ekonomiyi daraltmak amacıyla sosyal güvenlik vergilerinin
azaltılması, dolaysız yabancı yatırımları canlandırmak amacıyla kârların vergi dışı
tutulup yabancı sermaye yatırımlarına vergisel kolaylıkların sağlanması, emeğin
verimliliğini artırmak amacıyla teknoloji ithalatına vergisel avantajların tanınması ve
yoksul yükümlülerin olumsuz etkilenmesini önlemek amacıyla kişisel vergi
muafiyetlerinin yürürlüğe konulması gerekir. Bu tedbirler orta ve uzun vadede
toplam arzı olumlu yönde etkiler ve potansiyel gayrisafi yurt içi hasıla pG2’ye, yani
TAUV2 düzeyine kayar ve sonuçta bütçe açığı azalır, enflasyonist baskılar hafifler ve
ithalata yönelen talep de gerilediği için cari işlemler açığı da önemli ölçüde ortadan
kalkar.
Vergi sonrası ücretleri değiştirerek işgücünün çalışma saatlerini ve işgücüne
katılma oranlarını etkileyen vergiler, emek arzının önemli bir belirleyicisidir.
Vergilerin bu yöndeki etkisini tespit etmeyi amaçlayan birçok çalışma, vergilerin
çalışılan saati veya işgücüne katılımı azaltarak emek arzını olumsuz etkilediğini
göstermektedir. Ancak düz oranlı vergilerin yürürlüğe girmesi ile birlikte vergilerin
bu olumsuz etkilerinin tersine döndürülebilmesi mümkündür. Nitekim Heer ve
Trede (2003), Almanya’da düz oranlı bir verginin yürürlüğe konması durumunda,
toplam istihdam bir miktar artarken toplam tasarruf ve toplam tüketimde ciddi bir
artışın olabileceği sonucuna varırken; Decoster vd. (2008) Belçika’da mevcut vergi
geliri düzeyini koruyan bir düz oranlı gelir vergisinin devreye girmesi halinde emek
arzının artacağını, vergi tabanının ise genişleyeceğini ortaya koymaktadır. Öte
yandan, Hollanda için Jacobs vd. (2007), Almanya için Fuest vd. (2007) ve İspanya
için Gonzalez vd. (2005)’nin yaptıkları çalışmalar, düz oranlı vergilerin, gelir
dağılımındaki eşitsizlik pahasına, işgücü piyasasının performansını artırdığını
göstermektedir. Duncan ve Peter (2009)’a göre ise Rusya’daki düz oranlı vergi
reformu erkeklerin çalışma saatlerini önemli ölçüde artırırken, kadınlarınkinde bir
değişikliğe yol açmamıştır. Ancak bu ülkedeki reform hem erkek hem de kadınların
iş bulma şansını büyük ölçüde artırmıştır.
Düz oranlı vergilerin uygulama sonuçları ile ilgili olarak yapılan çalışmalar
karmaşık sonuçlar ortaya koymaktadır. Bunun temel nedeni, bu çalışmaların
sonuçlarının büyük ölçüde seçilen yöntem ve uygulanan modele bağlı olması, düz
oranlı vergilerin uygulanması ile ortaya çıkan etkilerin bir kısmının ilgisiz faktörlere
dayandırılması ve böylece elde edilen sonuçların doğruluğunun zedelenmesidir
(Nicodème, 2007:14). Ampirik bulgular, düz oranlı vergi sistemlerinin iktisadi genel
durumdaki eğilimi destekleyici nitelikte olduğunu göstermektedir (Socol vd.,
2009:782). Ekonomi genişleme döneminde olduğu zaman düz oranlı vergiler bütçe
gelirlerinin, yatırımların ve istihdamın artmasına olumlu katkı sağlarken ekonomi
daralma dönemine girdiğinde makroekonomik göstergelerdeki olumlu eğilim tersine
dönmektedir. Örneğin, Baltık ülkeleri vergi reformu sonrasında yıllık ortalama
%6,5; Romanya ise %7,16 büyüme göstermişlerse de global krizden sonra (20082009 yıllarında) Baltık ülkelerinde yıllık ortalama %9,2; Romanya’da ise %8 negatif
büyüme meydana gelmiştir (Eurostat, 2009:15). Başka bir ifadeyle, ampirik veriler,
beklenildiği gibi, düz oranlı vergilerin otomatik istikrar sağlayıcı bir niteliğe sahip
olmadığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, Eurostat verilerine göre Estonya,
Litvanya, Latviya ve Slovakya global krizin olumsuz etkilerine rağmen, reform
sonrasında yıllık ortalama %4-%4,5 büyüme hızı gerçekleştirmiştir. Socol vd.
(2009)’ne göre, Çek Cumhuriyeti’nde 2007’de %5,3 olan işsizlik oranı 2008’de
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
193
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
%4,4’e gerilerken, kurumlar vergisindeki indirim nedeniyle üretim araç ve
ekipmanlarına yapılan yatırım 2007 yılının iki katına erişerek, 2008’de %10,5 artış
göstermiştir. Benzer olumlu değerlendirmeler işsizlik (2007’de %7 iken 2008’de
%5,6’ya gerilemiş), istihdam (2005-2007 döneminde yıllık %3 ortalama artış
varken, 2008’de %3,3 artmış) ve bütçe dengesi (2007’de %0,1 bütçe fazlasına
kıyasla 2008’de %1,5 bütçe fazlası verilmiş) açısından Bulgaristan için de geçerlidir.
Reform uygulamalarının sonuçları dikkate alındığında, düz oranlı vergilerin
varsayılan olumlu etkilerinin belirsiz olduğu görülmektedir. Keen vd. (2008)’nin de
değindiği gibi gelir ve kurumlar vergisi oranları indirilince vergi gelirlerinin
artabileceğine dair güçlü bir işaret mevcut değildir. Başka bir ifadeyle, reformların
yürürlüğe girmesi bütçe gelirlerinin otomatik olarak artmasına yol açmamaktadır.
European Commission (2009c) verileri göz önüne alındığında düz oranlı vergiye
sahip AB ülkelerinde reform öncesine kıyasla vergi yükünde azalma (Litvanya’da
1995-2010 arasında %0,5 artış var) olmasına rağmen toplam kamu gelirlerinde
beklenildiği ölçüde bir gerilemenin söz konusu olmadığı görülmektedir. Bunun
temel nedeni, reformcu ülkelerin çoğunun, kamu gelirlerinde büyük çaplı bir
gerilemeyi önlemek amacıyla, düz oranlı vergi sistemine geçerken düz oranlı vergi
oran ve muafiyetlerini reform öncesi kamu geliri düzeyine erişecek şekilde belirleme
yoluna gitmiş olmalarıdır (Saavedra, 2007:259). Örneğin, Litvanya 1994’te düz
oranlı vergi modeline geçerken mevcut artan oranlı tarifenin en yüksek oranını
(%33) düz oran olarak benimsemiş ve zamanla bu oranı da indirerek (%15) reform
sonrası gelir kaybını engellemiştir. Rusya ise gelir vergisi yükümlülerinin %90’a
yakın bir kısmını kapsayacak şekilde düz oranı %13 düzeyinde saptamış ve geçiş
döneminde gelir kaybına uğrama riskine girmemiştir (Saavedra, 2007:260). Düz
oranlı vergi reformu yapan AB ülkeleri arasında reform yapılan yılın hemen
öncesindeki yılın verileriyle 2010 yılı verileri kıyaslandığında GSYH’ye kıyasla
dolaysız vergi gelirlerinin arttığı tek ülke Romanya (European Commission,
2009c)’dır. Dolaysız vergilerin GSYH’deki payında meydana gelen azalmayı;
Estonya ve Çek Cumhuriyeti dolaylı vergilerin payını artırarak, Estonya, Latviya,
Litvanya ve Romanya ise sosyal güvenlik vergilerinin payını yükselterek telafi
etmişlerdir (European Commission, 2009c).
Düz oranlı vergi modelinin uygulanması durumunda iktisadi karar alma
birimlerinin üzerindeki vergi baskısını azaltarak vergi kaçakçılığı eğilimini
azaltacağı varsayımı reform uygulamaları dikkate alındığında ihtiyatla karşılanması
gereken bir varsayım gibi görünmektedir. Sklenár ve Burger (2006)’a göre, düz
oranlı vergilerin yürürlüğe konması vergi kaçakçılığını otomatik olarak
azaltmamaktadır. Öte yandan, düz oranlı vergi sistemi kısa vadede vergi
kaçakçılığını azaltsa bile uzun vadede, iş ve çalışma ortamını iyileştirecek tedbirlerin
alınmaması halinde, bu yöndeki etki ortadan kalkar (Peter, 2009). Ancak Rusya ile
ilgili olarak Gorodnichenko vd. (2008) tarafından yapılan bir çalışmaya göre
2001’deki vergi reformunun emeğin verimliliğinde yalnızca %0,4’lük bir iyileşme
sağlarken, vergi kaçakçılığında %12’lik bir artışa yol açacağı tahmin edilmektedir.
Benzer bir durum Romanya için de söz konusudur. Nitekim bu ülkede kayıt dışı
ekonominin GSYH içindeki payı 2004’te %14,5 iken 2008’de %21’e tırmanmış ve
katma değer vergisi kaçağı 2004’te 7,4 milyar ley iken 2008’de 24 milyar ley
düzeyine yükselmiştir (Socol vd., 2009:783).
194
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
Düz oranlı vergi reformları gelir vergisindeki yüksek marjinal vergi oranlarını
aşağıya çekerek yüksek gelirli gruplara avantaj sağlarken, yürürlüğe konulan cömert
muafiyetlerle de düşük gelirli gruplar korunur ve reformun faturasını orta gelirli
gruplar öder. Slovakya reformunu bu açıdan ele alan Nicodème (2007)’ye göre;
sosyal güvenlik katkılarının vergi takozu içindeki payı farklı gelir grupları açısından
değişmezken, gelir vergisinin payında yalnızca orta gelirli gruplar için önemli
düzeyde bir artış görülmektedir. Dolayısıyla, Slovakya örneği düz oranlı vergi
reformlarının gelir dağılımını orta gelirli gruplar aleyhine yeniden dağıttığı
varsayımını doğrular niteliktedir. Benzer sonuçlar, Romanya reformunu ele alan
Voinea ve Miháescu (2009)’nun çalışmasında da teyit edilmektedir. Bu çalışmaya
göre; brüt ücret düzeyi ne kadar yüksek ise düz oranlı vergi reformundan o ölçüde
büyük yararlar elde edilirken, reformun gerçek kazananları nüfusun en çok gelir elde
eden %20’lik kesimidir.
Sonuç
Üretim faktörlerinin sınır aşan hareketliliğinin artması sonucu vergi tabanlarının
hareketli hale gelmesi, küresel rekabetin artması ve küreselleşmenin meydana
getirdiği sorunlara çözüm için gerekli olan kaynağın bulunması gereği ülkelerin
vergi sistemlerinde reformu zorunlu hale getirmektedir. Gelir vergisindeki reform
çabaları, bir yandan ülkelerin finansman ihtiyacını gidermede en önemli kaynak olan
gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payını korurken öte yandan ulusal
rekabet gücünün sürdürülebilirliğini sağlayan verimli, adil, basit ve geniş tabanlı bir
gelir vergisine sahip olmayı amaçlamaktadır. Kapsamlı gelir vergisini uzun süre
uygulayan, kayıtdışılığın asgari düzeyde olduğu ve vergi idaresinin güçlü olduğu
ülkelerde bu amacı gerçekleştirecek gelir vergisi modeli olarak ikili gelir vergisi
tercih edilirken, eski Doğu Bloku ülkelerde düz oranlı gelir vergisi yürürlüğe
konulmaktadır. Son yirmi yılı kapsayan reform süreci tasarrufların vergiye tabi
olmadığı; sermaye kazançları, kârlar, yurtdışında elde edilen kazançlar ve faiz
gelirleri üzerinden vergi alınmadığı; muafiyet ve vergi istisnalarının ortadan kalktığı
ve bireysel ve kurum kazançları üzerinden tek oranlı bir verginin alındığı HallRabushka modelinin uygulamada kendisine yer bulamadığını ortaya koymaktadır.
Düz oranlı vergiler, uygulama dikkate alındığında, gittikçe yaygınlaşan, gelir
vergisi veya hem gelir hem de kurumlar vergisi tek oranlı olan, sermaye gelirleri
üzerinde düşük vergi yükü oluşturmaya çalışan ve düşük vergi oranı nedeniyle
oluşan gelir kaybını daha geniş vergi tabanı ile kapatmaya çabalayan vergi modelleri
olarak ortaya çıkmaktadır. Kişisel vergi muafiyetlerinin yaygın bir biçimde
uygulanması bu vergi modelini, teoride öngörülenin aksine, artan oranlı bir hale
getirmektedir. Düz oranlı vergi uygulamaları ülkeden ülkeye büyük farklılıklar
göstermektedir. Örneğin, reformu ilk gerçekleştiren ülkelerde tek oran mevcut artan
oranlı tarifenin marjinal oranına yakın bir düzeyde belirlenirken, ikinci dalgada yer
alan ülkelerde oldukça düşük bir düzeyde belirlenmiştir. Birkaç ülkede gelir,
kurumlar ve katma değer vergisi oranları aynı iken diğer ülkelerde gelir vergisi
oranları asgari düzeyde belirlenip kurumlar vergisi, tüketim üzerinden alınan
vergiler veya sosyal güvenlik vergilerinin yükü artırılarak, gelir kaybı telafi
edilmeye çalışılmıştır. Benzer bir biçimde, düz oranlı vergi reformu yapan ülkeler
arasında tasarruflar ve yatırımlara yapılan muamele açısından da ciddi farklılıklar
bulunmaktadır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
195
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
Mevcut uygulamalar ve son yirmi yılda edinilen tecrübeler dikkate alındığında
düz oranlı vergilerin ekonomik etkileri birkaç ana başlık altında toplanabilir. Bu
vergilerin adil olup olmadığı büyük ölçüde verginin dizaynına bağlıdır. Reform
sonrasında marjinal vergi oranları azalan ülkelerde çalışma şevk ve isteğinin artttığı
ancak marjinal vergi oranlarının fazla azalmadığı veya ortalama vergi oranlarıyla
birlikte azaldığı ülkelerde gelir etkisinin oluşmadığı görülmektedir. Teorik olarak
artan oranlı vergilemeye kıyasla gelir dağılımı eşitsizliğini ortadan kaldırma
potansiyeli düşük olan düz oranlı vergilerin daha az karmaşık, basit ve yükümlülerin
vergi uyumunu artıran bir özelliğe sahip olması büyük ölçüde vergi muafiyetlerinin
asgari düzeye indirilmesine bağlıdır. Düz oranlı vergi uygulama süreci sonunda
birkaç ülke dışında muafiyet uygulamaları devam ettiği için reform öncesine kıyasla
vergi sisteminin daha basit bir hale gelmediği görülmektedir. Bununla birlikte vergi
uyumunda olumlu bir etki gözlenmektedir. Bu vergi uygulamaları, gelir dağılımında
eşitsizliği artırma pahasına, işgücü piyasasının etkinliğini artırıcı; iktisadi genel
durumdaki eğilimi destekleyici; iktisadi büyümeyi canlandırıcı ve geliri zengin ve
yoksullar lehine, ancak orta gelirliler aleyhine yeniden dağıtıcı bir niteliğe sahiptir.
Mevcut uygulamalar dikkate alındığında düz oranlı gelir vergisi reformu nedeniyle
kamu gelirlerinde büyük çaplı bir gerileme söz konusu değildir. Bunun temel nedeni
gelir üzerinden alınan vergi oranlarındaki azalma nedeniyle oluşan gelir kaybının
kurumlar vergisi, katma değer vergisi veya sosyal güvenlik vergisi yükündeki artışla
telafi edilmesidir. Öte yandan, düz oranlı vergilerin yürürlüğe girmesinin vergi
kaçakçılığını otomatik olarak azaltmadığı, Rusya ve Romanya gibi bazı ülkelerde ise
artırdığı görülmektedir.
Kaynakça
Adam, S. ve James, B. (2006), “Options for a UK ‘Flat Tax’: Some Simple
Simulations”, The Institute for Fiscal Studies, IFS Briefing Note, No:72, August.
Aktan, C. C. ve Vural, İ. Y. (2004), “Vergi Rekabeti”, (Aktan, C.C., Dileyici, D. ve
Vural, İ. Y. Ed. (2004), Kamu Maliyesinde Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara:Seçkin,
içinde), 69-87.
Aktan, C. C. ve Vural, İ. Y. (2004), “Globalleşme ve Maliye Politikasında Değişim”,
(Aktan, C. C., Dileyici, D. ve Vural, İ. Y. (Ed.), Kamu Maliyesinde Çağdaş
Yaklaşımlar, Ankara: Seçkin içinde), 49-68.
Arnold, J. (2008), Do Tax Structures Affect Aggregate Economic Growth? Empirical
Evidence From a Panel of OECD Countries, Economic Department Working Papers
No. 643, Paris: OECD.
Auerbach, A. J. ve Hassett, K. A. (Ed.) (2005), Toward Fundamental Tax Reform,
Washington DC, The AEI Press.
Bonney, R. (1999), The Rise of the Fiscal State in Europe, c.1200-1815, (Oxford:
Oxford University Press).
CESifo (2007), “Flat Tax Experiments”, CESifo-DICE Report, Journal for Institutional
Comparisons, Vol.5, No.1, Spring.
Clemens, J., Veldhuis, N. ve Palacios, M. (2007), “Tax Efficiency: Not All Taxes are
Created Equal”, Studies in Economic Prosperity, Number 4, The Fraser Institute,
January.
Decoster, A., Swerdt, K. ve Orsini, K. (2008), “A Belgian Flat Income Tax: Effects on
Labour Supply and Income Distribution”, Centre for Economic Studies-leuven,
196
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
http://www.econ.kuleuven.be/ces/discussionpapers/default.htm.(İndirme tarihi:19/
04/ 2010).
Duncan, D. ve Peter, K. S. (2009), “Does Labor Supply Respond to a Flat Tax?
Evidence from the Russian Tax Reform”, IZA Discussion Paper No. 4257, June.
www.iza.org (İndirme tarihi: 21/04/2010).
Edwards, C. ve Mitchell, D. J. (2008), Global Tax Revolution: The Rise of Tax
Competition and the Battle to Defend It. Washington, DC, Cato Institute.
Eisner, R. (1996), “The Proposed Sales and Wages Tax-Fair, Flat, or Foolish?”, (Hall, R.
E., Rabushka, A., Armey, D., Eisner, R. ve Stein, H. Fairness and Efficiency in the
Flat Tax, Washington DC, The AEI Press, içinde), 42-95.
European Commission (2009a), Monitoring Revenue Trends and Tax Reforms in
Member States 2008, European Economy, 4/2009.
European Commission (2009b), Taxation Trends in The European Union, EurostatEuropean Commission.
European Commission (2009c), General Government Data-General Government
Revenue, Expenditure, Balances and Gross Debt, ECFIN/REP/51796/2009-EN,
Eurostat-European Commission.
Eurostat (2009), EU Economic Data Pocketbook, 3-2009, European Union ve Eurostat.
http://europa.eu (indirme tarihi:22/04/2010).
Forbes, S. (2005), Flat Tax Revolution:Using a Postcard to Abolish the IRS,
Washington, DC, Regnery Publishing.
Friedman, M. (1962), Capitalism and Freedom, Chicago: University of Chicago Press.
Friedman, M. ve Friedman R. D. (1980). Free to Choose: A Personal Statement, New
York:Harcourt Brace Jovanovich.
Fuest, C, Peichl, A. ve Schaefer, T. (2007), Is a Flat Tax Feasible in a Grown-up
Welfare State? IZA DP No. 3142, http://ftp.iza.org/ dp3142.pdf (İndirme
tarihi:19/04/2010).
Ganghof, S. (1999), Adjusting National Tax Policy to Economic Internationalization:
Strategies and Outcomes, MPIfG Discussion Paper, 99/6, December, www.mpi-fgkoeln.mpg.de (İndirme tarihi: 28/03/2010).
Ganghof, S. (2001), Global Markets, National Tax Systems, and Domestic Politics:
Rebalancing Efficiency and Equity in Open States’ Income Taxation, MPIfG
Discussion Paper 01/9, December, www.mpi-fg-koeln.mpg.de (İndirme tarihi:
28/03/2010).
González-Torrabadella, M. ve Pijoan-Mas, J. (2006), “Flat Tax Reforms: A General
Equilibrium Evaluation for Spain”, Investigaciones Económicas, Vol. XXX (2), 317351.
Gorodnichenko, Y., Martinez-Vazquez, J. ve Peter, K. S. (2008), “Myth and Reality of
Flat Tax Reform: Micro Estimates of Tax Evasion Response and Welfare Effects in
Russia”, NBER Working Paper No:13719, http://www.nber.org/papers/w13719
(İndirme Tarihi: 7/04/2010).
Grecu, A. (2004), Flat Tax-The British Case, Adam Smith Institute, London: Adam
Smith Research Trust.
Hall, R. E. ve Rabushka, A. (1996), “Putting the Flat Tax into Action”, (Hall, R.E.,
Rabushka, A. Armey, D., Eisner, R. ve Stein, H., Fairness and Efficiency in the Flat
Tax, Washington DC: The AEI Press, içinde), 3-41.
Hall, R. E. ve Rabushka, A. (2007), The Flat Tax, Second Edition, Hoover Classics,
Hoover
Institution,
http://www.hoover.org/publications/books/3602666.html,
(İndirme tarihi: 29/03/2009).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
197
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
Heady, C. (1993), “Optimal Taxation as a Guide to Tax Policy: A Survey”, Fiscal
Studies, vol. 14, no.1, 15-41.
Heath, A. (2006), Flat Tax: Towards a British Model. The Taxpayers Alliance,
http://tpa.typepad.com/research/files/flattax.pdf (İndirme tarihi: 10/04/2010).
Heckman, J. J., Lochner, L. ve Taber, C. (1998), “Tax Policy and Human-Capital
Formation”, The American Economic Review, Vol. 88, No. 2, Papers and
Proceedings of the Hundred and Tenth Annual Meeting of the American Economic
Association (May 1998), 293-297.
Heer, B. ve Mark, T. (2003), “Efficiency and Distribution Effects of a Revenue-Neutral
Income Tax Reform”, Journal of Macroeconomics, 25, 87-107.
Ivanova, A, Keen, M. ve Klemm, A. (2005), The Russian Flat Tax Reform, IMF
Working Paper, WP/05/16.
İbn Haldun (1989), Mukaddime, Çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı.
Jacobs, B., R. A. de Mooij ve Folmer, K. (2007), Analyzing a Flat Income Tax in The
Netherlands, CESifo Working Paper No. 1890, http://www.cesifogroup.de/DocCIDL/ cesifo1wp1890.pdf. (İndirme tarihi:19/04/2010).
Jacobs, B., R. A de Mooij ve Kees, F. (2007), “Analyzing a Flat Income Tax in the
Netherlands”,
CESIFO
Working
Paper
no.
1890.
www.ifo.de/DocCIDL/cesifo1wp1890.pdf (İndirme tarihi:18/04/2010).
James, S. (2002), Taxation: Critical Perspectives on the World Economy,
London:Routledge.
Keen, M., Kim, Y. ve Versano, R. (2006), “The ‘Flat Tax(es)’: Principles and
Evidence”, IMF Working Paper, WP/06/218, September.
Keen, M., Kim, Y. ve Versano, R. (2008), “The ‘Flat Tax(es)’: Principles and
Experience”, International Tax and Public Finance, 15,712-751.
Kormendi, R. C. ve Koester, R. B. (1987), “Taxation, Aggregate Activity and Economic
Growth: Cross-Country Evidence on Some Supply-Side Hypotheses”, Working
paper
no.
559,
October
1987,
Ross
School
of
Business.
http://deepblue.lib.umich.edu/handle/2027.42/ 35806. (İndirme tarihi: 19/04/2010).
KPMG (2008), KPMG’s Individual Income Tax Rate Survey 2008,
http://www.kpmg.com/ Global/en/IssuesAndInsights/ArticlesPublications/Docum
ents/ Individual-income-tax-rate-survey-2008.pdf (İndirme tarihi: 05/04/2010).
KPMG (2009), KPMG’s Corporate and Indirect Tax Rate Survey 2009,
http://www.kpmg.com/Global/en/IssuesAndInsights/ArticlesPublications/Documents
/KPMG-Corporate-Indirect-Tax-Rate-Survey-2009.pdf. (İndirme tarihi: 19/04/2010).
Kukk, K. (2007), Fiscal Policy Effects on Economic Growth: Short Run vs Long Run.
Working Paper 167, School of Economics and Business Administration, Tallinn
University of Technology, http://ideas.repec.org/p/ttu/wpaper/167.html. (İndirme
tarihi: 19/04/2010).
Lee, Y. ve Gordon, R. H. (2005), “Tax Structure and Economic Growth”, Journal of
Public Economics, 89, 1027-1043.
Michekis, J. ve Angela, B. (2006), “Employment and Growth effects of Tax Reforms”,
Economic Modelling, 23, 909-925.
Milesi-Ferretti, G. M. ve Roubini, N. (1998), “Growth Effects of Income and
Consumption Taxes”, Journal of Money, Credit, and Banking,.721-744.
Musgrave, R. A. (1959), The Theory of Public Finance, New York: McGraw-Hill.
Nehring, H. ve Florian S. (2007), “Global Debates about Taxation: Transfers of Ideas,
the Challenge of Political Legitimacy and the Paradoxes of State-Building”, (Holger
198
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ.Y. VURAL
Nehring ve Florian Schui-Ed., Global Debates about Taxation, New York: Palgrave
Macmillan, 2007, içinde),1-18.
Nicodème, G. (2007), “Flat Tax: Does One Rate Fit All?”, Intereconomics, May/June,
138-143.
OECD (2006), Fundamental Reform of Personal Income Tax, OECD Tax Policy Studies
No.13, Paris:OECD.
OECD (2010), OECD Economic Surveys-Czech Republic, Volume 2010/7, Paris:OECD,
April.
Ormrod, W. M., Bonney, M. ve Bonney-Ed, R. (1999), Crises, Revolutions and Selfsustained Growth: Essays in European Fiscal History, 1130-1830, Stamford: Shaun
Tyas.
Padovano, F. ve Emma, G. (2002), “Comparing the Growth Effects of Marginal vs.
Average Tax Rates and Progressivity”, European Journal of Political Economy, Vol.
18, 592-544.
Peter, K. S. (2009), “Income Tax Flattening: Does It Help to Reduce the Shadow
Economy”, IZA Discussion Papers, no. 4223, Bonn.
Romer, C. D. ve Romer, D. H. (2007), “The Macroeconomic Effects of Tax Changes:
Estimates Based on a New Measure of Fiscal Shocks”, NBER Working Paper 13264,
http://www.nber.org/papers/ w13264. (İndirme tarihi: 18/04/2010).
Rosen, H. S. (2005), Public Finance, Seventh (International) Edition, Boston: McGrawHill.
Saavedra, P. (2007), “Flat Income Tax Reforms”, (Gray, C., Lane, T. ve Varoudakis, A.
(Ed.), Fiscal Policy and Economic Growth-Lessons for Eastern Europe and Central
Asia, Washington DC: The World Bank içinde), 253-280.
Schulze, G. G. ve Ursprung, H. W. (1999), “Globalization of the Economy and the
Nation State”, The World Economy, Vol. 22, No:3.
Sklenár P. ve Burger, I. (2006), Impact of the Slovak Tax Reform on Firms' Tax EvasionA Comparative Study of the Czech and Slovak Republics, CERGE.
http://www.cerge.cuni.cz/ pdf/gdn/RRCV_33_ paper_01.pdf (İndirme Tarihi:
02/05/2010).
Smith, A. (1776), An Enquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations,
Cannan Edition, London: Methuen, 1904.
Socol, C, Socol, A. ve Marius, M. (2009), “Traps of the Flat Tax in Emerging
Countries”, African Journal of Business Management, Vol. 3 (11), 781-785.
Stein, H. (1996), “The Uneasy Case for the Flat Tax”, (Hall, R.E., Rabushka, A., Armey,
D., Eisner, R. ve Stein, H.) Fairness and Efficiency in the Flat Tax, Washington DC,
The AEI Press, içinde102-109.
Stokey, N. L. (1980), “A Life-Cycle Model of the Linear Income Tax”, The Review of
Economic Studies, Vol. 47, No. 4, July, 777-785.
Thorndike, J. J. (2007), “The Flat Tax: Fiscal Revolution or Policy Diffusion?”,
(H.Nehring ve F. Schui-Ed. (2007), Global Debates about Taxation, Houndmills:
Palgrave Macmillan içinde), 201-218.
Turhan, S. (1993), Vergi Teorisi ve Politikası, İstanbul: Filiz.
Vedder, R. (1985), “Federal Tax Reform: Lessons From The States”, Cato Journal,
Vol.5, No.2, Fall,.571-590.
Ventura, G. (1999), “Flat Tax Reform: A Quantitative Exploration”, Journal of
Economic Dynamics and Control, 23, 1425-1458.
Voinea, L. ve Flaviu, M. (2009), “The Impact of the Flat Tax Reform on Inequality-The
Case of Romania”, Romanian Journal of Economic Forecasting, 4/2009, 19-41.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
199
Uygulamada Düz Oranlı Gelir Vergilerinin Ekonomik Etkileri
Vural, İ. Y. (2009), “İkili Gelir Vergisi: Temel İlkeler ve Uygulamalar”, Prof. Dr. Mualla
Öncel’e Armağan Cilt I, Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları
No:243,179-210.
200
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin
Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi
Çerçevesinde Değerlendirilmesi
H. Hakan YILMAZ*
Mustafa BİÇER**
Özet
Çalışmada, öncelikle temsili demokrasi çerçevesinde bütçe hakkının gelişimi,
asil-vekil ilişkisi ve parlamentonun bütçe sürecindeki rolü değerlendirilmiştir. Daha
sonra, son yıllarda kamu mali yönetimi alanında yaşanan reformlar doğrultusunda,
parlamentonun yeni bütçe sistematiğinde kamu politikalarının belirlenmesi ve
öncelendirilmesi noktasındaki konumu ve etkinliği ele alınmıştır. Ardından,
Türkiye’de 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile oluşturulan yeni
bütçe sistematiğinde parlamentonun konumu ve dünyada kamu mali yönetimi ve
kontrol alanında yaşanan genel eğilimler perspektifinde parlamentonun etkinliği
incelenmiştir. Parlamentonun bütçe hakkını etkin kullanabilmesi reformlarla
değişen mali yönetim sisteminin getirdiği yeni araçları içselleştirmesi ve etkin bir
şekilde kullanımına bağlıdır. Parlamentonun etkinliğinin sağlanamadığı bir
durumda reformun önemli bir ayağı da eksik kalmış olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Temsili Demokrasi, Bütçe Hakkı, Yeni Bütçe Sistematiğinde
Parlamentonun Konumu
The Evaluation of the Effective Use of Parliament’s Power of the Purse
in Light of the New Budget System
Abstract
This study initially evaluates development of parliament’s power of the purse in
the framework of the representative democracy with principal-agent relationship
and the role of parliament in budget process. Then, efficiency of parliament in
public policy formulation and new budget system established with the code 5018
*
Doç.Dr., Ankara Üniversitesi, SBF, Maliye Bölümü, [email protected]
Bütçe Müdür Yrd., TBMM Genel Sekreterliği Bütçe Müdürlüğü Plan ve Bütçe Komisyonu,
[email protected]
**
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
201
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
Public Financial Management and Control Law and new development in the world.
Effective use of the Parliament’s power of the purse is up to be internalize the new
tools in parliamentary process and effective implementation. If this dose not work
for the parliament it would directly affect whole public financial reform process.
Key Words: Representative Democracy, Power of the Purse, Position of the
Parliament in the New Budget System
JEL Classification Codes: H11; H50; H61
Giriş
Parlamentoların gelişmesiyle birlikte halkın mutlak iktidarın mali yetkisini
sınırlandırma çabaları, “bütçe hakkı” (power of the purse) olarak
kavramsallaştırılmıştır. Parlamentoların vergiler konusunda yetkili olması, kamu
hizmetlerini belirleyip kamu harcamalarına yetki vermesi ve bütçeyi onaylayıp
denetlemesi, bütçelerin yürütme üzerinde siyasal kontrolün en önemli aracı olarak
gelişmesi sonucunu da doğurmuştur. Zaman içinde mutlak iktidarların tasfiye
edilmesiyle birlikte temsili demokrasilerde parlamentolar, kamu maliyesi ile ilgili
yetkilerini demokratik yoldan seçilmiş yürütme organı ile paylaşmışlardır. Bütçe
hakkı, dünya tarihinde yaklaşık 800 yıllık demokrasi mücadelesinin aşama aşama
kaydettiği kazanımların ürünüdür. Magna Carta (1215), Haklar Dilekçesi (1627) ve
Haklar Yasası (1689) tarihsel sürecin önemli dönemeçlerini oluşturmaktadır. Bütçe
hakkının (vergi ve bütçe ile ilgili ilke ve kurallar) kurumsallaşmasında, Amerika
Bağımsızlık savaşı sonucu, 1783 yılında, vergi koyma ve harcama yapma yetkisinin
Amerikan halkını temsil eden parlamentoya verilmesi ve 1789 Fransız İhtilalinden
sonra Fransız Anayasası’na bütçe hakkının halkın temsilcilerine ait olduğunun
belirtilmesi önemli anayasal düzenlemeler olarak sayılmaktadır.
19 ve 20. yüzyılda bir dizi bütçe ilkesinin benimsenmesi ve yerleşmesiyle bütçe
hakkı tüm dünyada kurumsallaşmıştır. 20. yüzyılın sonlarına doğru bilgi ve iletişim
teknolojilerinin gelişmesi ve bilgi toplumuna geçiş ile birlikte temsili demokrasilerin
etkinliği sorgulanmaya başlanmış, yurttaşların bilgi alma hakkı, mali saydamlık ve
hesap verme sorumluluğu kavramları ön plana çıkmıştır (Çağan, 2008:183). Bu
çerçevede, yeni bütçe anlayışı, bütçe hakkı doğrultusunda hesap verme
sorumluluğunun güçlendirilmesi, kamu kaynağının kullanımında ekonomiklik,
etkinlik ve etkililiğin sağlanması, mali saydamlık, hizmet programlarından hareketle
performansa dayalı ve hedeflere yönelik mali yönetim anlayışı, güvenilir iç kontrol
sistemi ve etkin bir dış denetim yapısının kurulması esasları doğrultusunda
gelişmiştir.
Dünyada yaşanan gelişmelere paralel olarak, Türkiye’de 2000 sonrası dönemde
kamu mali yönetim ve kontrol sisteminde önemli reform süreçleri
gerçekleştirilmiştir. Bu reform çalışmalarından en önemlisi 2003 yılı sonunda
çıkarılan ve 2006 yılından itibaren uygulanmaya başlanan 5018 sayılı Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrol Kanunu’dur. Bu Kanun, yönetişim ilkeleri olarak kabul edilen
“mali saydamlık” ve “hesap verebilirlik” kavramlarının yanı sıra stratejik plana
dayalı performans esaslı bütçeyi ve performans denetimini de düzenlemiştir. 5018
sayılı Kanun ile Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) bütçe denetimini etkin
kılmak için kullanılan araçları gerek nicelik, gerekse nitelik yönünden
202
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
geliştirmesinin yanında, saydamlık ve hesap verilebilirliği ön plana çıkaran, çıktı ve
sonuç odaklı, çok yıllı bütçe anlayışının oluşturulması amaçlanmıştır.
Gerçekleşen bütçe reformu, dünyadaki gelişmelere paralel olarak TBMM’nin
rolünü güçlendirmiş ve o ölçüde de aslında sorumluluklarını artırmıştır. Bu
çalışmada, bütçe hakkının doğuşu ve bu çerçevede temsili demokraside asil-vekil
ilişkisi değerlendirildikten sonra, yeni bütçe sistematiği ve parlamentonun bu
sistematik içindeki konumu ile dünyadaki genel eğilimler perspektifinde bütçe
sürecinde parlamentonun etkinliğine değinilecektir. Son bölümde de, Türkiye’de
5018 sayılı Kanunla değişen bütçe sistematiği ve bu sistematik içinde bütçe hakkını
kullanma noktasında TBMM’nin yetkileri ve konumu değerlendirilecektir.
1. Bütçe Hakkı Çerçevesinde Parlamentonun Bütçe Sürecindeki Yetkileri ve
Konumu
Günümüzde yasama organları, parlamentolar, demokratik ülkelerde yetkinin
meşru kaynağı olan vatandaşların iradesini temsil etmektedirler. Vatandaşların
iradesinin en önemli yansımasını, parlamentonun bütçe hakkından kaynaklanan
yetkilerini bütçe sürecinde etkili bir şekilde kullanmasında görülebilir. Son yıllarda
kamu mali yönetimi anlayışında meydana gelen gelişmeler sonucu, parlamentoların
bütçe sürecindeki konumu ve belirleyiciliği artmıştır. Bu bölümde, bütçe hakkı
kavramı kısaca özetlendikten sonra, temsili demokrasilerde asil-vekil ilişkisi bütçe
hakkı bağlamında değerlendirilecektir. Daha sonra, parlamentoların bütçe
sürecindeki rolü ve bu rolün temsili demokrasi açısından anlamı üzerinde
durulacaktır.
1.1. Parlamento ve Bütçe Hakkının Kullanımı
Ekonomik ve mali açıdan devlet yapısına bakıldığında ilk olarak bütçe kavramı
ile karşılaşırız. Devlet yapısı içinde bütçeler, yönetme erkine sahip olanların kamu
gelir ve giderleri üzerindeki otoritelerini sağlayan bir anlam ifade etmektedir.
Tarihsel açıdan bakıldığında bütçelerin, yürütme organının yetkilerini
sınırlandırmaya yönelik eylem ve olayların bir soncu olarak ortaya çıktığı
görülmektedir. Çağdaş anlamda bütçeler 18. yüzyıldan itibaren, batı
demokrasilerinin gelişimine paralel olarak bir gelişme seyri izlemiştir.
Tarihsel kökeni 1215 “Magna Carta Libertatum”la başlayan, gelir ve giderlerin
tür ve miktarının belirleme yetkisinin kime ait olduğu konusunda yaşanan
mücadelelerin sonucunda halkın temsilcilerinin bütçe üzerinde elde ettikleri,
yürütmenin vergi toplamasına izin verme ve harcama yapmasına onay verme
yetkilerinin bütünü “bütçe hakkı” olarak kavramsallaştırılmıştır. İngiliz
Parlamentosu tarafından 1688 Büyük Devrimi sonrasında Haklar Bildirisi (Bill of
Rights) kabul edilmesi ile parlamentonun bütçe üzerindeki etkisi önemli ölçüde
kurumsallaşmıştır. Bu Bildiri ile vergilerin konulması parlamentonun iznine tabi
kılınmıştır (Mutluer, Öner ve Kesik, 2005:55). Bütçe hakkının yürütme organının
vatandaşlara ülkenin yönetiminde söz hakkı tanımaksızın vergi koyma yetkisinin
olmadığı şeklindeki en temel ilkesi, Amerikan Devrimine ilham kaynağı olmuş ve
“Temsilsiz vergi olmaz.” (Bacon, 2008:230) şeklinde tarihsel slogan olarak kendini
göstermiştir. Parlamentonun kamu harcamaları üzerindeki denetim yetkisi, vergi
konusundaki yetkilerindeki gelişmenin aksine, daha ağır bir gelişme göstermiştir.
İngiliz Parlamentosu 1688 tarihinden sonra, ancak kamu harcamaları üzerinde
onaylama hakkını elde etmiştir. 1789 Fransız İhtilalinden (Mutluer, Öner ve Kesik,
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
203
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
2005:56) sonra, halk temsilcilerinden oluşan parlamentonun en temel unsurunu
“Bütçe Hakkı” alanındaki yetkileri teşkil etmiştir.
İngiliz bütçe ve mali sistemine ilişkin esaslar, diğer ülkeler tarafından da uzun
süren mücadele ve gelişmelerden sonra kabul edilerek kendi uygulamalarına dahil
edilmiştir. 19 ve 20. yüzyılda bir dizi bütçe ilkesinin benimsenmesi ve yerleşmesiyle
bütçe hakkı tüm parlamenter rejimlerde vazgeçilmez bir unsur haline gelmiştir.
Demokratik ülkelerde gelir ve giderlerin halk temsilcileri tarafından onaylanması,
onaylamanın her yıl bütçe kanunları ile yapılması, bütçe ve hazine birliği gibi kamu
maliyesine ilişkin temel kurullar benimsenerek uygulamaya konulmuştur (Mutluer,
Öner ve Kesik, 2007:62). Esasında, parlamentoların yürütme organlarının mali
alandaki yetkilerinin sınırlandırılması yolunda verdikleri mücadelenin bir sonucu
olarak gelişen modern bütçe sistemleri; yasama organının yürütme üzerindeki siyasi
denetiminin bir aracı olmuştur. Bu uygulama, “Kuvvetler ayırımı doktrini”nin doğal
bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Başlangıçta siyasi denetim aracı olarak
geliştirilen bütçelerin fonksiyonlarında zamanla değişme olmuş ve bütçe kamu
yönetiminde verimlilik ve etkinliğin sağlanmasında (Dicle, 1973:36) bir yönetin
aracı haline dönüşmüştür.
Türkiye’de bütçe hakkı konusundaki gelişmeler; batıda halk hareketleri sonucu
oluşan kurumsal gelişmeden ziyade, bu kurumların, yöneticiler tarafından Osmanlı
Devletini kurtarmak amacıyla adapte edilmesi çerçevesinde yaşanmıştır. Osmanlı
İmparatorluğu, devlete ait bir yıllık gelir ve gider hesaplarının bir arada gösterildiği
metinlere, Tanzimat öncesi dönemlerde rastlamak mümkündür. Ancak, bu metinler
devlet gelirlerinin toplanmasına ve giderlerinin yapılmasına izin veren hukuki bir
metin olarak nitelendirilmez. Osmanlı İmparatorluğu’nda yürütme organının
yetkilerinin sınırlandırılmaya başlaması Tanzimat’tan sonra oluşturulan “Meclis-i
Vala-yı Ahkam ı-Adliye” adlı meclis ile padişahın yasama yetkisi ve bu arada halka
mali yükümlülükler koyma gücü de bürokrasi tarafından sınırlandırılmaya
başlamıştır. Tanzimat döneminde bütçe açıklarının kapatılması amacıyla, bir yıl
önceki giderlere dayanarak gelecek yıla ilişkin harcamaları öngören bütçeler
yapılmıştır. I. Meşrutiyetin ilan edildiği 1876 tarihli Kanunu-i Esasi ile bütçe hakkı
ilk kez halk temsilcilerinin de katıldığı bir meclis olan Meclis-i Umumi’ye
verilmiştir. Bu tarih Türkiye’de bütçe hakkının gelişiminde önemli bir dönem
noktasını teşkil etmektedir (Şener, 2007:5-13). 1876 Anayasası ile Kesinhesap
Kanunu Tasarısının en geç dört yıl sonra Meclise sunulması ve devlet gelirlerinin
toplanması ve sarfına memur olanların işlemlerini incelemek ve denetlemek için bir
Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kurulması öngörülmüştür. Ancak toplanan
parlamentonun ömrü çok kısa olmuş ve 1295 (1877) bütçesini kabul etmiş ve
denetim yapamadan dağılmıştır (Öner, 2008:271; Feyzioğlu, 1981:24-35).
Bütçe hakkının uygulanmasında esas adım II. Meşrutiyet döneminde atılmıştır.
II. Meşrutiyet ile birlikte bazı bütçe prensiplerine dayanan ilk çağdaş bütçe olan
1909 yılı bütçesinden sonra, önce 1910 daha sonra 1912 yılında Muhasebe-i
Umumiye Kanunu kabul edilmiştir (Öner, 2008:271). 1924 Anayasası ile “vergilerin
ancak kanunla salınacağı ve alınacağı” hükmüyle vergilerin kanuniliği ile “Bütçe
Kanunu’nun geçerliği bir yıldır.” ve “Her yılın Kesinhesap Kanunu Tasarısı, o yılın
sonunda başlayarak en geç iki yıl içinde TBMM sunulur.” şeklindeki düzenlemelerle
bütçe harcamaları ve kesinhesap denetimine ilişkin modern esaslar benimsemiştir
(Feyzioğlu, 1981:32). Muhasebe-i Umumiye Kanunu bazı ilavelerle 1927 yılında
204
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
yeniden 1050 sayılı Kanun olarak yürürlüğe konulmuştur. Bu düzenleme sırasında,
merkezi idarenin yanı sıra belediyeler ile il özel idarelerinin hesap ve işlemleri de
1050 sayılı Kanun kapsamına alınarak, TBMM adına Divan-ı Muhasebatça
denetlenmesine (Öner, 2008:271) başlanmıştır. 1050 sayılı Kanun; 1924 ve 1961
Anayasaları süresince çeşitli değişiklik ve ilavelerle uygulanmış ve 1982
Anayasası’ndan sonra 2003 yılına kadar, yaklaşık 80 yıl yürürlükte kalmıştır. 2003
yılında kabul edilen 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile
yürürlükten bir geçiş dönemi sürecinde kaldırılmış ve oldukça uzun bir dönem
sonunda bütçe çerçeve kanun niteliğinde bir düzenlemeye sahip olmuştur.
1961 Anayasası; 1924 Anayasası’ndan daha etkili bir şekilde, Bütçe ve
Kesinhesap Kanunu Tasarılarının TBMM’ye sunulma ve görüşülme süreci
düzenlemiştir. Buna göre, Kesinhesap Kanunu Tasarısının, ilgili olduğu yılın
sonunda başlayarak en geç bir yıl içinde Parlamentoya sunulması, genel uygunluk
bildiriminin ise Sayıştay tarafından Kesinhesap Kanunu Tasarısının sunulmasından
başlayarak en geç altı ay içinde sunulması ile bütçeyle ilgili en önemli yenilik olarak
Bakanlar Kurulunun bütçe tasarısına “milli bütçe tahminleri” raporunun
eklenmesinin hükme bağlanması ifade edilebilir. Milli bütçe tahminleri ile klasik
anlamda bütçe hakkının, modern iktisat ve maliye görüşlerine paralel olarak milli
ekonominin bütününü kapsayacak şekilde mili bütçeye doğru geliştirilmesi
amaçlanmıştır. Diğer yandan, 1961’e kadar sadece TBMM İçtüzüğünde
sınırlandırılmış bulunan milletvekillerinin bütçe ödeneklerinde değişiklik teklif etme
hakkı, 1961 Anayasası’ndaki “gider artırıcı veya belli gelirleri azaltıcı teklifler
yapamayacaklardır.” ifadesi ile anayasal olarak sınırlandırmış (Feyzioğlu, 1981:35)
ve iktisadi devlet teşekküllerinin TBMM’ce denetlenmesi esası getirilerek KİT’lerin
ayrı bir ihtisas komisyonu aracılığı ile TBMM tarafından denetlenmesi sağlanmıştır.
1982 Anayasası, 1961 Anayasası’ndaki düzenlemeler yanında Kesinhesap
Kanunu Tasarılarının yeni yıl Bütçe Kanun Tasarılarıyla birlikte Plan ve Bütçe
Komisyonunun gündemine alınması, Genel Kurulda görüşülmesi ve birlikte karara
bağlanmasını öngörmüştür. Bu değişiklikle kesinhesap sonuçlarının gecikmeksizin
elde edilmesi sağlanmıştır. 1980 öncesinde bazı yıllar Kesinhesap Kanunu Tasarıları
süresinde TBMM’de görüşülememiş ve on beş yıl, yirmi yıl gibi uzun yıllar
geçtikten sonra kanunlaşabilmiştir (Öner, 2008:271).
Anayasaların, TBMM üyelerinin Genel Kurulda Bütçe Kanunu Tasarılarının
görüşülmesi sırasında gider artırıcı ve/veya gelir azaltıcı teklifte bulunmalarını
sınırlayan hükümleri dikkate alındığında, bütçelerin görüşülmesinde esas ağırlığın
Genel Kurula değil, bu konuda daha uzman üyelerden oluşan ve iktidarın çoğunlukta
olduğu Bütçe Komisyonuna verildiği anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım, birinci düzeyde
anlamlı görülmekle birlikte, komisyonda ağırlığın belirgin bir şekilde iktidar
grubunda olması, yasama yürütme arasındaki ilişkinin iktidar muhalefet olarak
algılandığı durumlarda, parlamentonun bütçe denetim etkinliğinin azalmasına yol
açabilmektedir.
Dünyada kamu mali yönetimi alanında yapılan reformların üç saç ayağına
dayandığı görülmektedir. Bunlar; kamu kaynaklarının etkili ve verimli
kullanılmasına yönelik olarak mali disiplini artırıcı önlemler, kamu kaynağı kullanan
kurum ve kuruluşların hesap verebilirliğinin sağlanmasına yönelik yasal
düzenlemeler ve yasama organlarının bütçe sürecinde ve kaynakların kullanılması
aşamasındaki etkinliğinin artırılması olarak sayılabilir (Blondal, 2003). Dünyadaki
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
205
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
gelişmelere paralel olarak 5018 sayılı Kanun da TBMM’nin bütçe hakkını etkin bir
şekilde kullanmasına yönelik düzenlemeler içermektedir. TBMM’nin “bütçe hakkı”
alanındaki yetkileri, 5018 sayılı Kanunun 5’inci maddesinde “Kamu mali yönetimi
Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütçe hakkına uygun şekilde yürütülür.”
yönündeki düzenleme ile güçlü bir şekilde vurgulanmıştır.
Yaklaşık yedi yüzyıl süren tarihsel gelişiminden sonra bugünkü anlamını bulan
bütçe hakkı; devletin nerelere ne kadar harcama yapacağı ve bu harcamalar için
halka ne gibi yükümlülükler yükleyeceği konusunda, halkın ya da onun adına karar
vermeye yetkili organların söz sahibi olmalarını ifade etmektedir. Dolayısıyla bütçe
hakkı, kamu sektörü faaliyetlerinin ve büyüklüğünün parlamento tarafından
onanması (Ocakçıoğlu, 1982:450) şeklinde de tanımlanabilir. Günümüzde bütçe
hakkı, mali alandaki ulusal egemenliğin en açık ve kesin ifadesini bulduğu bir nokta
(Feyzioğlu, 1982:433) olarak kabul edilmektedir.
Bütçe hakkı anayasal hakların gelişimi içinde önemli bir yere sahip olmuş ve
hatta bu hakların elde edilmesi ve gerçekleşmesinde öncülük yapmıştır. Demokratik
parlamenter sistemin dinamik süreçleri içinde bütçe hakkı kavramı, toplumların
siyasal, iktisadi, sosyal gelişme çizgileri boyunca yeniden tanımlanmış ve kapsamı
değişmiştir (Ocakçıoğlu, 1982:459). Parlamenter demokrasilerin ortaya çıkışından
20. yüzyılın sonuna kadar yaşanan dönemde, özellikle Avrupa ve Kuzey
Amerika’daki demokrasilerde, parlamentoların karar alma süreçlerindeki rolü ve
etkinliği zaman içerisinde azalmış, buna karşın hükümetlerin etkinliği artmıştır. Bu
değişimde, siyasi partilerin siyasi süreçteki rol ve etkinliklerinin artması ve katı parti
disiplini, devletin işlevlerinin çoğalmasına ve yoğunlaşmasına paralel olarak bütçe
hakkının gerçekleşmesi bakımından zorunlu addedilen "bütçe birliği" ilkesinin
uygulanamaz hale gelmesiyle bütçe sayısının artması ve bütçelerin karmaşıklaşması,
refah devleti anlayışı doğrultusunda devletlerin ekonomideki payının artması
(Ocakçıoğlu, 1982:451) gibi birçok faktör hükümetleri parlamento karşısında daha
etkin hale getirmiştir.
Bütçe hakkının kullanımı noktasında parlamentonun bütçenin görüşülüp
onanmasında ve bütçe uygulama sonuçlarının toplandığı kesinhesapların kontrol ve
denetimi temsili demokrasi açısından bugün hesap verebilirliğin odak noktası olarak
görülmektedir. Bütçe hakkı demokratik parlamentoların sahip olduğu temel bir hak
olma özelliğini artırarak devam ettirmektedir. Bu durumun en iyi göstergesi bütçe
oylamalarının mevcut hükümetin bir güven oylaması olarak da görülmesidir.
Anayasalarda belirtilmemiş olmasına rağmen, bütçenin parlamentoda reddi halinde
hükümetlerin bir anlamda düşmüş (Feyzioğlu, 1982:448) sayılması, siyasi
sorumluluğun bütçe hakkıyla ilişkisini ortaya koyması açısından önemlidir.
1.2. Temsili Demokrasi: Asil-Vekil İlişkisi
Parlamentonun kamu harcama ve gelirleri üzerindeki denetiminin kaynağı bütçe
hakkıdır. Demokratik ülkelerde bütçe yapmak, yani kamu gelirlerinin toplanması ile
toplanan gelirlerin kullanımına izin vermek, o ülkede yaşayan halkın kendisine aittir.
Temsili demokrasilerde bu hak, halkın genel oyla seçtiği temsilcilerden oluşan
parlamentolar tarafından kullanılır. Bütçe süreci, kamu kaynaklarını kimin, ne
miktarda ve ne amaçla kullanacağını belirler ve bunun gereği yetkilerin, dönemsel
olarak yürütme erkine emanet edilmesini öngörür (Atiyas ve Sayın, 1997:9). Bütçe
süreci, yürütme ile yasama organı ve yürütme organının her düzeydeki kurumları
arasındaki ilişkiyi etkilemektedir (Forrester, 2002:123). Bu ilişki, bütçe süreci
206
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
sonunda nihai olarak karara bağlandığı bütçe kanunları ile kurallara (mukaveleye)
bağlanmaktadır.
Bütçe kanunları, hükümet edenlerin, toplumun talepleri doğrultusunda belirlemiş
olduğu önceliklere göre yürütmeye taahhüt ettiği kamu hizmetlerini ve bunların
finansmanını kapsar. Yani, kamu politikalarının eyleme dönüştürüldüğü nihai
metinler bütçe kanunlarıdır. Esasında bütçe, kamu kaynaklarının dağılımının
doğrudan karar vericiler ile bunların kararlarını etkileyen toplumsal grupların
etkileşimi sonucu oluşan belgelerdir. Bu belge, yönetenle yönetilen arasındaki hesap
verme sorumluluğu sisteminin en önemli unsurudur. Bütçe, kamu politikalarını
karara dönüştürecek siyasal erki elinde bulunduran seçilmişler ile bunlara yönetme
erkini kullanma yetkisi veren vatandaş arasındaki asil-vekil (principal-agent) olarak
tanımlanan ilişkileri somutlaştıran bir mekanizmanıdır.
Asil-vekil olarak tanımlanan ilişki sistematiğinde, yürütme erkinden
kaynaklanan yetkileri kullanarak hizmet sunan birimler vekil, bu hizmetlere karar
veren ve gerekli kaynağı tahsisi edenler ise asil olarak tanımlanmaktadır. Asil, kamu
hizmetlerinin görülmesi için vekil ile bütçe yoluyla bir kontrat imzalamaktadır
(Forrester, 2002:123). Temsili demokrasilerde asıl olan vatandaşlardır. Ekonomik ve
sosyal yaşama kamu müdahalesinin en önemli açıklayıcı olan kolektif açmazların
getirdiği sorunları toplum ve bireyler kendi başlarına çözemezler, bunları çözmek
onların adına hareket edecek olan devlet veya kamu diye tanımlanan kurumsal
yapının işidir.
Temsili demokrasilerde devlet işleyişi, iki ana, asil-vekil ilişkisini içerir.
Bunlardan biricisinde vatandaşlar belirli kurallar altında kamu politikaları üretmek
üzere politikacılara yetki verirler. Politikacılar bu yetkiyi almak amacıyla
birbirleriyle rekabet ederler. Bu ilişkide siyasetçilerden beklenen, toplumdaki farklı
grup ve bireylerin politika taleplerini bir biçimde bütünleştirerek, vatandaşların
beklentisine uyan kamu politikaları üretmesidir. Oluşturulan kamu politikası
bürokrasi, yani idare tarafından hayata geçirilir. Dolayısıyla, ikinci vekâlet işlevinde
politikacılar asil, idare ise vekil durumundadır (Atiyas ve Sayın, 1997:6). Asil-vekil
ilişkisini içinde yer alanlar, bir vekalet devrinde asil iken, diğer vekâlet devrinde ise
vekil konumunda (The World Bank, 1998:20) bulunabilmektedir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
207
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
Vatandaşlar
(Seçmenler)
Asil
Yetki Devri
Hesap Verme
Vekil/Asil
Po
Yetki Devri
Vekil
Siyasi
Sorumluluk
Politikacılar
(Yasama)
Hesap Verme
Yönetsel
Sorumluluk
Bürokrasi
(Yürütme)
Kaynak: Yılmaz ve Biçer, 2010:37
Şekil 1: Temsili Demokrasilerde Asil-Vekil İlişkisi
Asil-vekil ilişkisinde, hesap verebilirliği 1 sağlayacak kurumsal yapı önemlidir.
Çağdaş kamu mali yönetim sisteminin önemli unsurlarından biri olan hesap
verebilirlik, kendilerine kamu gücü kullanma görev ve yetkisi verilenlerin bu yetkiyi
yasal sınırlar içinde kullanıp kullanmadıklarının hesabını vermeleri anlamına
gelmektedir (22. Yasama Dönemi S. Sayısı 302). Karşımıza çıkan ilk hesap verme
yükümlülüğü, seçilmiş yasama organı ile yürütme arasındaki siyasal sorumluluktan
kaynaklanır. Yürütmenin siyasal sorumluluğu parlamentoya karşıdır. Hükümetin
parlamento tarafından denetlenmesi, bir taraftan hesapların Sayıştayca incelenmesi
yoluyla gerçekleştirilirken, diğer taraftan soru, gensoru, genel görüşme, meclis
araştırması, meclis soruşturması araçları kullanılarak yerine getirilir. İkinci hesap
verme yükümlülüğü, yürütme ile bürokrasi arasındaki yönetsel sorumluluktur.
Siyasal ve yönetsel sorumluluğun ne kadar sağlandığı, formel ve enformel siyasi ve
yönetsel kurumların niteliğine bağlıdır. Formel kurumların en önemlisi anayasadır.
Anayasa, siyasal ve yönetsel kurumlar, vatandaşla devlet ve devletin bütün
kurumları arasındaki asil-vekil ilişkisini düzenler (Atiyas ve Sayın, 1997:6). Diğer
formel ilişkiler, kanunlar ve düzenleyici işlemler ile düzenlenir.
Anayasa ve kanunlarda çerçevesi çizilen formel kurallara uygun sorumluluğun
siyaset kurumu ve bürokrasi tarafından her zaman yerine getirileceğini düşünmek
doğru değildir. Çünkü siyaset kurumunu etkileyen siyasi partilerin yapısı, seçim
sistemi, yasama ile yürütme arasındaki ilişki gibi faktörlerle birlikte bürokrasinin iş
yapma biçimi doğrultusunda çıkar güdüleri ile teşvik unsurları, burada
sorumlulukların aksine bir davranış geliştirilmesine yol açabilir (Yılmaz ve Biçer,
2010:38). Siyasi ve yönetsel hesap verme yükümlülüğünün gerektiği gibi yerine
1
5018 sayılı Kanunun 8. maddesinde hesap verme sorumluluğu; “Her türlü kamu kaynağının elde
edilmesi ve kullanılmasında görevli ve yetkili olanlar, kaynakların etkili, ekonomik, verimli ve hukuka
uygun olarak elde edilmesinden, kullanılmasından, muhasebeleştirilmesinden, raporlanmasından ve
kötüye kullanılmaması için gerekli önlemlerin alınmasından sorumludur ve yetkili kılınmış mercilere
hesap vermek zorundadır.” şeklinde açıklanmıştır.
208
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
getirilmesi demokratik kültürün toplumca ne kadar içselleştirdiği ile yakından
ilgilidir. Bu nedenle, rasyonel kaynak tahsis süreci, kurum ve kuralları yasal ve
anayasal çerçevede kurgulanmış bütçe hazırlama, onaylama, uygulama ve uygulama
sonuçlarının denetimi safhalarına bağlı olmakla birlikte, yasama organının bütçe
sürecindeki etkinliğine, dolayısıyla demokrasi anlayışına bağlıdır.
1.3. Parlamentonun Bütçe Sürecindeki Rolü ve Temsili Demokrasi
Açısından Anlamı
Bütçe süreci, (toplumsal) talepler, temel politika önceliklerin belirlenmesi,
yasama, yürütme, denetim ve kontrol gibi farklı aşamalardan oluşmaktadır.
Parlamentonun, bütçe sürecine resmen katılımı normalde bu aşamaların ikisinde
yoğunlaşmaktadır. Bunlar, bütçe tasarısının incelenmesini içeren bütçenin
kanunlaşması ve kamu hesaplarının geriye dönük olarak kontrol edilmesi olan
denetim aşamalarıdır. Bu nedenle, temsili demokrasilerde Bütçe Kanunu, yasama
organının kamu maliyesini kontrolde kullandığı temel araçtır.
Parlamenter demokrasilerde genel olarak kamu politikalarını belirleme yetkisi
yürütme organına ait olmasına rağmen, bu politikaları hayata geçirecek kamu
kaynak tahsis süreci olan bütçelerin kanunlaşmasında belirleyici olan
parlamentolardır. Bütçe kanunlarını hazırlama yetkisi yürütme organındadır. Ancak,
bütçe kanunlarını inceleme, değiştirme ve onaylama yetkisi parlamentodadır.
Bütçenin onaylanması, yürütme organının gerek kamu harcamalarının bütünü, gerek
çeşitli hizmetlere dağılımı konusunda parlamentonun onayını alması anlamını
taşımaktadır. Bu anlamda, parlamentonun bütçeyi onaylaması, ilke olarak siyasal
nitelik arz etmekte ve bütçenin onaylanması parlamentonun hükümete duyduğu
siyasal güvenin teknik bir güvenle tamamlanması anlamına gelmekte (Çağan,
2008:184-185) ve bu onaylama süreci, temsili demokrasiler açısından, yasama
organının bütçe hakkından kaynaklanan yetkilerini kullanabildiği yegane platforma
olma özelliğine sahiptir.
Bütçe sürecinde yasama ve yürütme arasındaki anayasal yetki paylaşımında,
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi başkanlık sisteminin olduğu ülkelerde
parlamentoya; Westminster tipi parlamenter rejimlerde yürütmeye daha güçlü bir rol
verildiği görülmektedir (Posner ve Park, 2007:2). ABD Kongresinin, ödenek
tertiplerinde ekleme çıkarma yapabilme veya belirli harcamalara yönelik kullanım
koşulları getirebilme yetkisi nedeniyle bütçe sürecinde aktif bir rolü vardır. Diğer
yandan, Avrupa’da ödenekler üzerinde fiilen hiçbir değişiklik yapma yetkisi
olmayan parlamentolar yanında, Çek Cumhuriyeti, Danimarka ve Macaristan
Parlamentolarında olduğu gibi çok sık olmamakla birlikte bütçede değişiklikler
yapılabilmekte; ancak, pek çok ülkede hükümetin bütçe tasarısı, yalnızca önemsiz
değişikliklerle veya hiçbir değişiklik yapılmaksızın kabul edilmektedir (Posner ve
Park, 2007:2). Parlamentoların bütçe üzerinde değişiklik yapma etkinliğini ölçmek
üzere Wehner tarafından (2009) 30 ülke için yapılan endeks2 çalışmasına göre; ABD
Kongresi 88,9 ile bütçe üzerinde en yüksek etkinliğe sahip parlamento çıkmıştır.
ABD Kongresini 66,7 ve 65,3 ile Macaristan ve İsveç Parlamentoları izlemiştir. Son
üç sıradaki ülke grubu ise sırasıyla İrlanda (16,7), Fransa (18,1) ve Yunanistan
2
Wehner çalışmasında parlamentoların anayasalardan ve kanunlardan kaynaklanan bütçe üzerindeki
değişiklik yapma yetkisi, bütçe tasarısını geri gönderme, bütçede değişiklik yapma yetkisinin esnekliği,
parlamentoda bütçe görüşmelerine ayrılan zaman, komisyon sistemi, araştırma ve analiz kapasitesi
şeklinde sıralanan kriterler kullanılarak endeksleme yapılmıştır (Wehner, 2009).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
209
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
(19,4) çıkmıştır. Bu çalışmada TBMM 36,1 ile İspanya, Polonya ve Finlandiya gibi
bütçe üzerinde orta düzeyde etkinliğe sahip parlamentolar kategorisinde yer
almaktadır (Wehner, 2009:100).
Son yılarda Westminster tipi parlamenter rejimlere sahip ülkelerde
parlamentoların bütçe sürecindeki etkinliğini güçlendirmeye yönelik düzenlemeler
yapılmaya başlanmıştır. Örneğin Fransa’da, bütçe süreciyle ilgili 1 Ağustos 2001
tarihli Yeni Organik Kanun ile parlamentoya ödeneklerin bir kamu politikasına
ilişkin programlar arasında yeniden tahsisine ilişkin değişiklik yapmasına imkân
sağlayan yeni bir hak verilmiştir. Bu hak, parlamentonun bütçe üzerindeki onaylama
yetkisinin kapsamı ve içeriğini genişletmekte ve yeniden düzenlemektedir
(Mordacq, 2008:138).
Bütçe ödenekleri üzerinde değişiklik yapma kapasitesi dışında, parlamentoların
kamu mali yönetimi alanında etkinliğini ortaya koyan başka parametreler vardır.
Bunlardan birincisi; önemli ekonomik etkileri olan birçok politika kararının bütçe
süreci dışında alınması, bir yıllık bütçe tasarısının, önceki yıllardaki yükümlülükler
ve vergilere ilişkin gelir ve giderler içeren politikaların birikimini ve bir sentezi
olma özelliğini taşımaktadır. Bütçenin bu özelliği parlamentoların vergi kanunları ve
kamu hizmetlerinin sunumuyla ilgili kanun tasarıları üzerindeki belirleyiciliği de
önemli kılmaktadır. İkincisi, parlamentonun etkisi, bütçe görüşme sürecinin
kamuoyunun kamu politikaları konusunda harekete geçirilmesi ve başta muhalefet
olmak üzere parlamento üyelerine, her bir kabine üyesini, icraatları ile ilgili olarak
sorgulanması imkânı sunması açısından önemlidir. Üçüncü ise, yasama organları
bütçe sürecinde; anayasal hiyerarşideki konumlarına bağlı olarak, kamu kurumları
ve bakanlıklardaki yetkilileri, sadece yaptıkları eylemlerden dolayı değil, aynı
zamanda (Kamu görevlilerinin bütçe görüşmeleri esnasında hesap vereceklerini
düşünmelerinden dolayı) yapmayı planladıkları eylemlerinden dolayı da, potansiyel
olarak etkileme kapasitesine sahiptirler.
İzleyen tabloda, Türkiye’de (1991-2010) arasındaki son 20 yıl; koalisyon
dönemleri, IMF destekli istikrar programlarının uygulandığı dönem ve kamu mali
yönetimi alanında yapısal nitelikli reformların yapıldığı dönem ile 5018 sayılı
Kanun başta olmak üzere yeni kamu mali yönetimine ilişkin reformların uygulandığı
dönem olmak üzere üçe ayrılmıştır. Bu şekilde üç farklı dönemde, hükümetin
sunmuş olduğu bütçe tasarısı üzerinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda yapılan
ödenek değişikliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Buna göre, koalisyon
hükümetlerinin olduğu ve bütçe dışı faaliyetlerin yaygın olduğu ilk dönem (19911999); ekonomik programla başlayan ve devam eden ikinci dönem (2000-2005) ve
son olarak 5018 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği (2006-2010) dönemdir.
1991-1999 döneminde bütçe tasarısı üzerinde yapılan ortalama değişim oranı
artış yönlü olmak üzere %5,5’dir. Bu dönem ortalama olarak iki yıldan az süren
hükümetlerin ve izleyen tablodan da görüleceği üzere bütçe dışı faaliyetlerin yoğun
olduğu bir dönem olma özelliği göstermektedir. 1991-95 arasında hükümet tasarısı
üzerindeki revizyon oranı %1’in altındayken, revizyonların artması hatta sıçrama
göstermesi ekonomide belirsizliklerin ve dönemsel kriz niteliğinde dalgalanmaların
yaşandığı 1996-99 arasında olmuştur.
210
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
Tablo 1: (1991-1999), (2000-2005) ve (2006-2010) Dönemlerinde Bütçe
Tasarılarında Plan ve Bütçe Komisyonunda Yapılan Görüşmeler Aşamasında
Yapılan Artış Tutarları ve Oranları
Komisyonda
Hükümet Önerisi (Bin
Ek./Düş.(Bin
TL)
TL)
Komis. Kabul
Değişim
Ed.(Bin TL)
(%)
1991 KB
104.780
1.207
105.987
1,15
1992 KB
207.880
665
208.545
0,32
1993 KB
397.710
3.000
400.710
0,75
1994 KB
819.000
7.396
826.396
0,90
1995 KB
1.331.000
10.978
1.341.978
0,82
1996 KB*
2.780.000
788.507
3.568.507
28,36
1997 KB
6.255.000
106.686
6.361.686
1,71
1998 KB
14.793.000
-3.525
14.789.475
-0,02
1999 KB*
23.650.000
3.616.600
27.266.600
15,29
Bütçe Yılı
(1991-1999) Dönemi Ortalama Artış Oranı
5,48
2000 KB
46.968.000
-140.564
46.827.436
-0,30
2001 KB
48.360.000
159.490
48.519.490
0,33
2002 KB
98.071.000
60.000
98.131.000
0,06
2003 KB
146.910.000
320.170
147.230.170
0,22
2004 KB
150.508.000
150.129
150.658.129
0,10
2005 KB
155.472.000
616.875
156.088.875
0,40
(2000-2005) Dönemi Ortalama Artış Oranı
0,13
2006 MYB
174.339.990
618.110
174.958.101
0,35
2007 MYB
204.902.263
86.283
204.988.546
0,04
2008 MYB
222.312.617
240.600
222.553.217
0,11
2009 MYB
262.110.416
107.450
262.217.866
0,04
2010 MYB
286.927.554
53.750
286.981.304
Kaynak: İlgili yıllara ait Plan ve Bütçe Komisyonu raporlarından alınmıştır.
* Genel Seçimden sonra yapılan bütçeler.
0,02
(2005-2010) döneminde ise bütçe tasarısı üzerinde ortalama artış oranı
uygulanan IMF destekli yapısal uyum programı niteliğindeki ekonomik programın
da etkisiyle %1’in altında kalmıştır. Kamu finansmanında sürdürülebilir bir yapıya
geçişin temel maliye politikası hedefi olduğu ve kamu kesimi dengesinde özellikle
faiz dışı dengede önemli bir mali performansın beklendiği bu dönemde
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
211
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
parlamentonun bütçe tasarısı üzerindeki revizyonu %0,13 ile oldukça düşük olduğu
görülmektedir.
Bu eğilim (2006-2010) döneminde devam etmiş ve bu dönemde Plan ve Bütçe
Komisyonunda yapılan ortalama ödenek artış oranı daha da düşerek %0,11
düzeyinde gerçekleşmiştir. 3
Tablo 2: Borç Stokunun Değişimine Katkıda Bulunan Unsurlar (% GSMH)
(1991-2002 Arasında Yıllık Ortalamalara Göre )
Hazine Borcundaki
Net Değişim
23,5
8,5
13,9
1,2
Değişim Hızı
KSBG (*)
Gizli Açıklar (*)
Kamu ve Özel Bankalara Verilen
Kağıtlar
Ayni Krediler
0,2
Kur Farkları
9,1
Nakit dışı Faiz Öd.
0,4
Emanet-Avans farkları
0,2
Tahkim ve Görev Z. Bonoları
2,0
Garantili Borç Ödemeleri
0,7
Senyoraj
Özelleştirme Gelirleri
Hata Terimi
1,1
Kaynak: Rijckeghem (2004), Emil ve Yılmaz (2004)
Toplam Net Kamu
Borcundaki Değişim
23,9
14,0
12,2
1.2
0,2
10,7
-1,7
-0,2
-0,5
Rijckeghem (2004) çalışmasını kullanarak Emil, Yılmaz (2004) çalışmasında
borç stokundaki artış ile kamu kesimi borçlanma gereği arasındaki ilişkiden
hareketle borç stokuna katkıda bulunan faktörler, yukarıdaki tabloda gösterildiği
şekilde tespit etmiştir. Buna göre borç stokundaki artışın yarısına yakın büyüklükte
bir bütçe açığının bütçe hesapları içinde raporlanmadığı görülmektedir. Bu ise
1990’lı yıllarda kamunun parlamentonun doğrudan bilgisi ve kontrolü dışında
tuttuğu faaliyetlerin ve mali bir alanının olduğunu ortaya koymaktadır.
2. Bütçe Süreci ve Parlamentonun Etkinliği
Geleneksel bütçe hakkı anlayışına göre; parlamentonun izni olmaksızın
hükümetin gelir toplayamaması ve harcama yapamaması, parlamentonun kamu
maliyesi alanındaki mutlak gücünün göstergesidir. Bu gücün politika oluşturma ve
bütçeleme sürecinde parlamentolar tarafından hangi etkinlik düzeyinde kullanıldığı
3
(1991-2005) arası yıllarda, genel ve katma bütçeli idarelerin ödenekleri toplamından, genel bütçeden
katma bütçeli idarelere yapılan hazine yardımlarının düşürülmesiyle tanımlanan Konsalide Bütçe (KB) ve
(2006-2010) arası yıllarda 5018 sayılı Kanuna ekli (1) sayılı genel bütçeli idareler, (2) sayılı üniversiteler
ile özel bütçeli idareler ve (3) sayılı düzenleyici ve denetleyici kurumlardan oluşan cetvellerde yer alan
kamu idareleri bütçelerinin toplamı olan, Hazine yardımı hariç gelirden ayrılan pay dahil Merkezi
Yönetim Bütçesi (MYB) esas alınmıştır.
212
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
önemli bir tartışma alanıdır. Anayasalarla parlamentoya bütçe konusunda verilen
geniş biçimsel yetkiler, parlamenter kontrolün etkinliğini her zaman
göstermemektedir. Uygulamada biçimsel yetkilere rağmen parlamentoların bütçe
sürecindeki ve dolayısıyla kamu politikalarının kararlaştırılması noktasındaki
etkinliği sorgulanmaktadır. Son yıllarda kamu mali yönetimi alanında yaşanan
reformlar doğrultusunda, bütçe hakkının asli sahibi olan yurttaşların, halkın kamu
maliyesini nasıl kontrol edebileceği; öte yandan da parlamenter kontrolün nasıl daha
etkili olabileceği arayışları önem kazanmıştır. Bu çerçevede, halkın temsilcisi olan
parlamentonun yeni bütçe sistematiğinde kamu politikalarının belirlenmesi ve
öncelendirilmesi noktasındaki konumu ve etkinliği ele alınacaktır.
2.1. Kamu Politikası Oluşturmanın Genel Çerçevesi
Kamu politikaları; devletin ekonomideki konumuna göre, kamu hizmetlerinin
yürütülmesi veya kolektif bir sorun haline gelen bir konuyu çözmek, ekonomik
kalkınmayı ve idarenin sürekliliğini sağlamak, kamu yararını gerçekleştirmek ve son
olarak yönetme erkine sahip siyasetçilerin, kendi siyasal amaçları için kamu
hizmetlerinin nitelik ve nicelik açısından güçlendirilmesine yönelik olarak devleti
oluşturan kurumların yürüttükleri amaçlı eylemler bütünü olarak tanımlanabilir.
Kamu politikaları, devletin üstlendiği hizmetlerin fonksiyonel yönüdür. Bir ülkede
vatandaşların daha fazla ilgili olduğu ve onların yaşamına doğrudan etki eden alan
örgütsel yapıdan çok kamu hizmetleridir (Çevik, 2003:135). Kamu politikaları,
hükümetler ve kamu kuruluşları tarafından geliştirilen, aniden olmayan, uygulanan
bir hareketler serisinden oluşan faaliyetlerdir.
Kamu politikası oluşturulması, öncelikli politikaların tespit edilmesini, bunların
oluşturulmasını; işlevsel şeklini oluşturan kanunların parlamentoda kabul edilerek
yürürlüğe girmesini içeren bir süreçtir. Bu süreç, kamu politikalarının uygulandığı
ülkenin ekonomik ve siyasal yapısına, demokratik veya totaliter olup olmadığına,
toplumsal gelişme düzeyine bağlı olarak, yöntemlerde ve usüllerde farklılık
gösterebilir. Farklılıklara rağmen ülkeler arasında kamu politikalarının
oluşturulmasında ortak özellikler vardır. Kamu politikası oluşturulma süreci,
ülkelerin anayasalarında ve kanunlarda belirlenmiştir. Demokratik bir ülkede
politika oluşturma sürecinin karar alma aşamasında yer alanlar, halk tarafından
seçilmiş kişilerdir. Bu anlamıyla, yasama ve yürütme politika oluşturma sürecinde
yer alan temel organlardır. Diğer yandan, atanmış kamu görevlilerinden oluşan ve
yönetimin uygulayıcı uzvunu teşkil eden bürokrasi de politika oluşturma sürecinde
önemli bir rol üstlenir. Ancak, bu temel kurumların yanında toplumun örgütlü
kesimini oluşturan sivil toplum kuruluşları da politika oluşturma sürecine politik
rejimin özelliğine göre katılabilirler. Genelde kamu politikaları, siyasetçi, toplum ve
idare üçgeninde oluşturulmaktadır. Ancak, bu üçgene son yıllarda dış dünya
dediğimiz devletlerarası ilişkiler ile uluslararası kuruluşlar da dahil edilmektedir.
Kamu politikası oluşturulma süreci; politika taleplerinin tanımlanması, bu
taleplerin gündeme getirilmesi ve taleplerin karara bağlanması aşamaları şeklinde
açıklanabilir. Politika talebi sorundan doğrudan etkilenenlerce ya da sorundan
etkilenenlerin adına hareket edenlerce ortaya konabilir. Politika talebi, iyileştirme ya
da yeniden ele alma biçiminde ortaya çıkan ve halkın gereksinmelerini ya da
doyumsuzluklarını üreten bir koşul ya da durum olarak tanımlanabilir (Ergun,
2004:312). Toplumsal ihtiyaçların, politika talepleri olarak tanımlanmasında;
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
213
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
seçmenler, sivil toplum kuruluşları, medya, seçilmiş-atanmış bürokrasi ile siyasi
partiler, hükümet, parlamento ve uluslararası kuruluşlar rol oynamaktadır.
Politika oluşturma sürecinde ortaya konulan taleplerle ilgili olarak alternatif
politikaları kapsayan birtakım politika belgeleri vardır. Bunlar, toplumsal gelişmeyi
sağlamaya yönelik olarak ifade edilen kalkınma planları, siyasi parti programları,
seçim beyannameleri, kamu kurumlarının plan ve projeleri, sivil toplum
kuruluşlarının faaliyet gösterdikleri ya da temsil ettikleri grupların beklentileriyle
ilgili proje ya da programlardır. Politika taleplerinin, önce politika gündemine
gelmesine, sonra kamu politikası kararlarına dönüşmesinde bu belgeler aracılık
ederler.
Politika oluşturanların eyleme geçmek üzere gelen talepler arasından seçerek
üzerinde yoğunlaştıkları konulara “politika gündemi” (sistemik gündem)
denilmektedir. Politika gündemi içindeki sıralamayı ise siyasal öncelikler belirler
(Ergun, 2004:310). Buna göre, çeşitli aktörler tarafından ifade edilen talepler, siyasi
erki elinde bulunduran iktidarın öncelikleri çerçevesinde politika gündemini
oluşturur. Politika gündeminde yer alan talepler, siyasi süreç içinde yasama organı
ve yürütme organının yer aldığı bir karar mekanizması içinde kamu hizmeti ve siyasi
tercihler olarak ortaya konur. Yasama ve yürütme organları yetkilerini doğrudan
anayasadan aldıkları için birincil karar alıcılardır.
Anayasal Sistem
Seçmenler
Sivil Toplum Kuruluşları
Toplumsal Talepler (İhtiyaçlar)
(Taleplerin Tanımlanması)
Uluslararası
Bürokrasi
Kuruluşlar
Politika Gündemi(Sistemik Gündem):
Taleplerin Politika Belgelerine Dönüşmesi
(Önceliklendirme)
Önceliklendirilmiş Politika Taleplerinin Karara
Dönüşmesi (Hizmet ve Düzenleme)
Kaynak: Yılmaz ve Biçer, 2010:41
Şekil 2: Kamu Politikası Oluşturma Süreci
214
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
Güçler ayrılığı ilkesini benimsemiş anayasal düzene sahip devletlerde yasama
organı kanun yapma sürecinin baş aktörüdür. Bu ülkelerde egemenliğin kaynağı
halktır. Halk, sosyal bir varlık olarak hükümet otoritesini oluşturur, bu otoritesinin
eylemlerinin içeriğini belirler, kanun yapma sürecini ve bu süreçte rol alan yasama
organının yetkilerini belirler. Bu, yönetimin meşruluğunu ve dolayısıyla devlet
otoritesi tarafında alınan kararların meşruluğunun kaynağını teşkil eder
(Bogdanovskaia, 2007:12). Yürütmenin mali alanda yürüttüğü politikaların
meşruluğu ise bütçe kanunları ile sağlanmaktadır. Yürütme organı kamu harcamalar
alanındaki yetkisini bir yandan maddi yasalarla, öte yandan da bütçe yasası ile
çizilen çerçeve içinde kullanabilmektedir (Çağan, 2008:186). Bütçe kanunları ile;
kamu politikaları toplumsal ihtiyaçlara ve siyasal beklentilere göre önceliklendirilir
ve bunlara ulusal gelirden ne kadar pay ayrılacağı kararlaştırılır. Bu süreç, esas
itibarıyla ile politik bir olgudur. Bu açıdan bütçe süreci, politik kararların belirli
programlara bağlanması olarak nitelendirilebilir.
2.2. Reformlarla Değişen Yeni Kamu Mali Yönetim Sisteminde
Parlamentoların Konumu
Yeni kamu mali yönetim sisteminde parlamentoların etkinliği vurgusu iki
noktada kendini göstermektedir. Birincisi, bütçenin onanması sürecinde
parlamentoya sunulacak bilgi ve belgelerin niteliğinin geliştirilmesi ve niceliğinin
artırılmasıdır. İkincisi ise, parlamentoların bütçe uygulamalarını izlemesi ve
uygulama sonuçlarının denetimi noktasında fonksiyonlarının güçlendirilmesidir.
Parlamentoların yeni kamu mali yönetim sisteminde bütçelerin onanmasında
etkinliğini artıran ilk uygulama, bütçelerin orta vadeli harcama (OVHS) sistemine
dayanan çok yıllı bütçelemedir. Kamusal karar alma sürecinde kamu kaynaklarının
etkin ve verimli bir şekilde dağıtılmasının önem kazandığı 1990’lı yılların başında
Dünya Bankasının öncülüğünde, “Orta Vadeli Harcama Sistemi” (Medium Term
Expenditure Framework-MTEF) diye adlandırılan ve çok yıllı (üç yıl) bütçe
projeksiyonuna dayanan bir kamu kaynak kullanım sistemi geliştirilmiştir (Yılmaz,
1999:3). Bu harcama sisteminin temel amaçları; makro disiplinin sağlanması,
stratejik önceliklere göre kamu kaynaklarının dağıtılması, bu kaynakların
uygulamada etkin ve verimli bir şekilde kullanılması olarak öngörülmüştür.
OVHS’de politika oluşturma, planlama ve bütçeleme arasında daha etkin bir
ilişki kurulması ve bütçe sürecinin zaman boyutuna sahip olması sağlanarak bir
yıllık bütçelerin getirdiği hem kaynak hem de harcama yönlü belirsizliklerin
önlenmesi amaçlanmaktadır. Böylece, orta vadeli bir yapıya bürünen bütçe ile
parlamentoların stratejik önceliklere göre kamu kaynaklarının dağıtılmasında etkin
rol oynaması öngörülmektedir. Parlamentoların politika oluşturma, planlama ve
bütçeleme sürecindeki konumunu güçlendirmek ve etkin kılmak amacıyla bütçe
kanunları ile sunulan belge ve dokümanların niteliği geliştirilmiş ve niceliği
artırılmıştır.
Mali yönetim sistemi makro programlardan kurumsal plan ve programlara inen
aşamalarda yeniden yapılandırıldığında amaç seti içinde yer alan başlıkları aşağıdaki
şekilde sıralayabiliriz:
− Makro çerçeveyle uyumlu bir bütçe politikası,
− Bütçe yoluyla üstlenilen kamusal politikaların amaç ve hedeflerini hayata
geçirmeye yönelik etkin bir kaynak tahsis süreci,
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
215
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
− Tahsis edilen kaynakların hizmet programları/hedefleri çerçevesinde
kullanımı ve sistematik izlenmesi.
1990’lı yılların ikinci yarısından sonra, bu süreci hayata geçirecek mekanizmalar
sistematik olarak parlamentoların ve kamuoyunun politika oluşturma sürecindeki
donanımını artırmış, altyapısını güçlendirmiştir. Bu noktada beklenen,
parlamentodaki bütçe görüşmelerinde, kaynakların, üzerinde uzlaşıldığı öngörülen
genel eylem stratejisinin parçası olan kamu politikaları arasında yeniden tahsis
edilmesi ve kullanımı konusuna odaklanılmasıdır.
Bu çerçevede kurumsal düzeyde hazırlanan stratejik planlar, bütçe ile plan
metinlerinin ilişkisini kuran performans programları, hesap verilebilirliğin
güçlendirilmesine yönelik faaliyet raporları yönetimsel etkinlik sağlamaya yönelik
bir yapı içinde öngörülmekle birlikte parlamentoların etkinliği açısından önemli
bütçe belgeleri haline gelmiştir.
Kanun çıkarılması ve toplumsal meselelerinin tartışılmasının yanı sıra,
parlamentoların temel fonksiyonlarından birisi de yürütme organının hesap
verebilirliğini sağlamaktır. Parlamentonun bütçenin kontrolü ile ilgili faaliyetleri,
bütçe tasarısının incelenmesi, değiştirilmesi ve onaylanmasından ibaret değildir.
Hükümetin bütçe uygulamasının da izlenmesi ve denetlenmesini gerektirmektedir
(Çağan, 2008:185). Yeni kamu mali yönetim sisteminde parlamentoların bu
fonksiyonları güçlendiren mekanizmalar öngörülmüştür.
Parlamentonun bütçe uygulamalarını izlemesi ve uygulama sonuçlarını
denetlemesi, yürütme organının ve kamu politikalarının uygulanması sürecine farklı
seviyelerde dahil olan bürokratların moralinin ve motivasyonunun sağlanması ve
sürdürülmesi, parlamentonun gelecekte vereceği kararların kalitesinin arttırılması
amacıyla mevcut politika uygulamalarının incelenmesi ve deneyimlerden
yararlanılarak “müzakereci demokrasi” anlayışı doğrultusunda kapsamlı bir “kamu
yararı” kavramına ulaşılması, vatandaşlar ve vergi mükellefleri nezdinde güven ve
meşruiyet tesis edilmesi açısından önem taşımaktadır (Tarschys, 2008:263-264).
Parlamentoların hükümetin mali faaliyetlerine ilişkin gözetimlerini daha da
iyileştirmek için kullanabilecekleri araçlardan biri, bu amaca yönelik uzmanlaşmış
daimi komisyondur. “Westminster tipi” demokrasilerde bu komisyon, kamu
hesapları komisyonu (public account committee-PAC) olarak bilinmektedir. Kamu
hesapları komisyonu, parlamentonun “denetim komisyonu”dur ve kamuda mali
hesap verebilirlikten sorumlu temel kurumdur. Kamu hesapları komisyonuna gerekli
bilgi, yasama denetçisi ya da Sayıştay tarafından sağlanmaktadır (Sagal, 2008:169).
Parlamentonun hükümetin mali faaliyetlerine ilişkin gözetimlerini daha etkili
yapabilmesi amacıyla birçok ülkede kamu hesapları komisyonunun başkanları
muhalefetten seçilmektedir. Örneğin, İngiliz Uluslar Topluluğuna üye ülkelerin
parlamentolarındaki kamu hesapları komisyonu başkanlarının %33’ü iktidar
partisinden, %67’si ise muhalefet partisindendir. Kamu hesapları komisyonları
önceden planlanan düzenli toplantılar ile yıl boyunca aktif bir şekilde faaliyet
göstermekte ve öncelikli olarak kamu hesaplarına ve yüksek denetim kurumunun
raporlarına odaklanılmaktadır (Sagal, 2008:175).
Bütçe yapmak, bütçe hakkının sadece bir parçasını meydana getirir. Bütçe
hakkının kullanımının tamamlanması için sonucun da parlamentolarca denetlenmesi
gerekir. Yani gelirlerin bütçede ifade edildiği gibi toplanıp toplanmadığının ve kamu
harcamalarının olması gereken şekilde harcanıp harcanmadığının parlamentolar
216
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
tarafından denetlenmesi gerekir. Bu, esasında bütçe yapmak kadar ve hatta ondan
daha da önemlidir (Öner, 2008:270). Bu nokta mali yönetim sistemine ilişkin olarak
dünyada yaşanan yeniden yapılanma sürecinin de önemli başlıklarından bir tanesi
haline gelmiştir. Yürütmeye politikalar ve öncelikler çerçevesinde kaynak tahsis ve
kullanımında esneklikler verilmesi önemli ama günün sonunda kullanılan kamu
kaynağı ve gücün hesabının verilmesi de bütçe hakkı açısından temel bir konudur.
Hesap verebilirliğin politikalar, hedefler ve bu hedefleri hayata geçirecek faaliyetler
çerçevesinde kurulması bütçe hakkının etkin işlemesine, bütçe hakkının etkinliği ise
bir döngü şeklinde giden sürecin daha etkin bir şekilde çalışmasına yol açacaktır
3. Türkiye’de 5018 sayılı Kanunla Değişen Bütçe Sisteminde Parlamentonun
Bütçe Hakkını Kullanmasında Gelinen Nokta
5018 sayılı Kanun, benzer dünya uygulamalarında olduğu şekilde bütçe hakkının
kullanılmasında TBMM’nin konumunu güçlendirmekte ve bütçe görüşmelerinin
niteliğini geliştirerek milletvekillerinin kamu politikası seçenekleri arasında tercih
yapabilmelerine imkân veren bir bilgilendirme sistemi getirmektedir. Bu çerçevede,
5018 sayılı Kanunla kamu kaynaklarının kullanılmasında başlıca dört temel ilke
benimsenmiştir: Mali saydamlık, hesap verme sorumluluğu, performans esaslı
bütçeleme ve çok yıllı bütçeleme. Bu temel ilkeler doğrultusunda oluşturulan yeni
bütçe sürecinin, kapsamlı bir bütçe paketine, parlamentoya sunulan ve kamuoyuna
açıklanan etkin raporlama sistemine dayanması da öngörülmüştür. Bu bölümde,
5018 sayılı Kanunla değişen yeni bütçe sisteminde parlamentonun bütçe hakkı
kullanımı ile izleme/gözetim fonksiyonu ve bütçe sürecindeki hesap verme
sorumluluğu değerlendirilmiştir.
3.1. Yeni Kamu Mali Yönetim Sisteminde Parlamentonun Bütçe Hakkı
5018 sayılı Kanun ile değişen mali yönetim sistemi getirdiği düzenlemeler ile
parlamentonun bütçe hakkını daha etkin kullanımının alt yapısını güçlendirmektedir.
5018 sayılı Kanunun genel gerekçesine bakıldığında; (22. Yasama Dönemi S. Sayısı
302), Kanun ile bütçe kapsamının genişletilmesi suretiyle bütçe hakkının en iyi
şekilde kullanılması, bütçe hazırlama ve uygulama sürecinde etkinliğin arttırılması,
mali yönetimde şeffaflığın sağlanması, sağlıklı bir hesap verme mekanizması ile
harcama sürecinde yetki sorumluluk dengesinin yeniden kurulması, etkin bir iç
kontrol sisteminin oluşturulması ve bu suretle çağdaş gelişmelere uygun yeni bir
kamu mali yönetim sisteminin oluşturulmasının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Bu
gerekçede öne çıkan temel vurgu, parlamentonun bütçe hakkını en iyi şekilde
kullanmasına yönelik kamu mali yönetim sisteminin oluşturulmasıdır.
5018 sayılı Kanunda, parlamentonun bütçe hakkından kaynaklanan yetkilerini
anlamlı kılacak birçok düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemelerin başında Kanunun
9’uncu maddesi ile kurumsal düzeyde stratejik planlamaya geçiş, performans
programları ve çok yıllı bütçe uygulaması gelmektedir. Bu şekilde parlamentonun
kurum bütçelerini daha iyi anlamaları ve değerlendirmeleri sağlanmaya çalışılmıştır.
Stratejik plan ve performans programının yine kanunun öngördüğü faaliyet raporları
ile etkin uygulanması Parlamentoların bütçe yolu ile yürütme üzerindeki denetiminin
güçlenmesi yanında bütçe sürecine olan katkısının da artmasına yol açacaktır.
TBMM’ye sunulan bütçenin kapsamının 5018 sayılı Kanun ile genişletilmesi
parlamentonun etkinliğini artıran bir diğer gelişme olmuştur. Böylece
parlamentonun, yürütmenin kamu politikalarını hayata geçirmek için kaynak
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
217
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
kullanan kuruluşların birçoğunu denetlemesi sağlanmıştır. Bütçe kapsamı çeşitli
yasal düzenlemelere dayanılarak kurulan ve bir kısmı daha önce bütçe kapsamında
olmayan (TÜBİTAK, Yükseköğretim Kredi ve Yurtlar Kurumu, Savunma Sanayi
Müsteşarlığı, Türk Standartları Enstitüsü, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı gibi) özel
bütçeli idarelerin ve düzenleyici ve denetleyici kurumların da dahil edilmesiyle
genişletilmiştir. 2010 yılı Mayıs sonu itibarıyla 52’si genel bütçe, 133 tanesi özel
bütçeli idare ve 8 tanesi düzenleyici denetleyici kurum olmak üzere toplam 193 tane
kamu idaresi merkezi yönetim bütçesi kapsamındadır.
Yine 5018 sayılı Kanunda (madde 18) parlamentoda bütçe görüşülürken bütçe
dışında yer alan genel yönetim kapsamında sosyal güvenlik kurumları ile yerel
yönetimlerin bütçe büyüklüklerinin üç yıllık bir çerçevede sunulması
öngörülmektedir. Bu şekilde bütçenin genel yönetim kapsamındaki bütün idarelerin
mali büyüklükleri ile birlikte görülmesi ve değerlendirilmesi hedeflenmiştir.
Kanunun 18’inci maddesinde bu hüküm yer almakla birlikte uygulamada bu
kurumların bütçe büyüklükleri Kanunun öngördüğü dönem ve biçimde
parlamentoya sunulmamaktadır. DPT program metninde sadece bütçe yılına yönelik
olarak bu kurumların mali büyüklüklerini vermekte politikaları ve bütçe ile ilişkileri
konusundaki değerlendirmeler oldukça sınırlı kalmaktadır. Son dört yılın
uygulamasına bakıldığında:
− Sosyal güvenlik kurumlarının sadece program ve gerçekleşme tahminlerinin
olduğu görülmüştür. İzleyen iki yıla ait tahminler ile bütçe tahminlerine ekli
dokümanda rastlanmamıştır.
− Mahalli idarelerde ise sorun kendisini iki noktada göstermektedir; birincisi,
bütçe yılını izleyen iki yılın gelir ve gider tahminleri ekli dokümanlarda yer
almamıştır. İkinci olarak ise bütçe gerekçesinde DPT kaynaklı olarak yer alan
bütçe tahmini 5018 sayılı Kanunun öngördüğü mahalli idare tanımına
uymaması yanında 5393 sayılı Belediye Kanunu hükümlerine göre İçişleri
Bakanlığının mahalli idare gelir ve gider tahminlerini Ağustos ayı sonuna
kadar toplayıp Eylül ayı sonuna kadar Maliye Bakanlığına göndermesi,
Maliye Bakanlığının da, bu şekilde gelen gelir ve gider tahminlerini 5018
sayılı Kanunun 18’inci maddesine göre bütçeye eklemesi konusunda
uygulamada bir gelişme olmamıştır. Bütçe gerekçesinde yer alan tablo resmi
bir belge, doküman olma niteliğinden uzak, istatistiki amaçla hazırlanmış
tablo niteliğindedir. Ayrıca yukarda belirttiğimiz gibi, bu tablodaki mahalli
idare tanımı ile 5018 sayılı Kanunun öngördüğü mahalli idare tanımı aynı
değildir, kapsam farkı bulunmaktadır.
5018 sayılı Kanunun 18’inci maddesinde ayrıca Merkezi Yönetim Bütçe Kanun
Tasarısına, Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmesi sırasında dikkate alınmak
üzere; vergi muafiyeti, istisnası ve indirimleri ile benzeri uygulamalar nedeniyle
vazgeçilen kamu gelirleri cetveli, kamu borç yönetimi raporu, merkezi yönetim
kapsamında olmayıp, merkezi yönetim bütçesinden yardım alan kamu idareleri ile
diğer kurum ve kuruluşların listesinin sunulması bütçe paketi kapsamında
parlamentoya sunulması öngörülmektedir. Bu nitelikli bilgilerin bütçe görüşmeleri
öncesi değerlendirilmesi bütçe denetimi açısından önemlidir.
5018 sayılı Kanunun 14’üncü maddesi ile merkezi yönetim kapsamındaki kamu
idarelerinin; kamu gelirlerinin azalmasına veya kamu giderlerinin artmasına neden
olacak ve kamu idarelerini yükümlülük altına sokacak kanun tasarılarının getireceği
218
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
mali yükü, orta vadeli program ve mali plan çerçevesinde, en az üç yıllık dönem için
hesaplamaları ve ilgili tasarıya eklemeleri hüküm altına alınmıştır. Yine bu madde
kapsamında sosyal güvenliğe yönelik kanun tasarılarında ise en az yirmi yıllık
aktüeryal hesaplara yer vermesi de öngörülmüştür. Bu madde ile gelir ve giderleri
etkileyecek kanun tasarılarının parlamentoda görüşülmesi sürecinde, tasarının
sonuçlarının daha iyi anlaşılması için, mali etki ilgili tasarı kapsamında ortaya
konmaktadır. Bu hüküm, özellikle bütçe uygulaması açısından oldukça önemli
olmakla birlikte, henüz uygulama konduğunu söylemek istisnaları dışında mümkün
değildir. Bu maddenin, 5018 sayılı Kanunun özünü oluşturan parlamentonun bütçe
hakkını güçlendirecek bir şekilde uygulanması parlamentonun etkinliğini
artıracaktır.
5018 sayılı Kanunda TBMM'nin kamu harcamaları üzerinde iki şekilde denetim
yapacağı belirtilmektedir. Birincisi; 5018 sayılı Kanunun 68’inci maddesine göre
Sayıştay tarafından harcama sonrası yapılacak dış denetimdir. Sayıştay, yönetimin
mali faaliyet, karar ve işlemlerini; kanunlara, kurumsal amaç, hedef ve planlara
uygunluk yönünden inceleyerek sonuçlarını Türkiye Büyük Millet Meclisine
raporlayacaktır. Bu Rapor ile TBMM; genel yönetim kapsamındaki kamu
idarelerinin kendilerine bütçe kanunu ile verilen kamu kaynaklarını etkili ve verimli
bir şekilde kullanıp, kullanmadıklarını denetleyecektir. Böylece parlamentonun
denetim alanı mali denetim, uygunluk denetimi ve performans denetimi şeklinde
konu itibarıyla da genişlemektedir.
İkincisi ise, idarelerin faaliyet raporları üzerinde yapılacak denetimdir. 5018
sayılı Kanunun faaliyet raporlarını düzenleyen 41’inci maddede, sosyal güvenlik
kurumlarını da kapsayacak şekilde, kamu idarelerinin üst yöneticileri tarafından
idarenin stratejik plan ve performans programları uyarınca yürütülen faaliyetleri,
belirlenmiş performans göstergelerine göre hedef ve gerçekleşme durumu ile
meydana gelen sapmaların nedenlerinin açıklandığı faaliyet raporlarının
düzenlenerek Maliye Bakanlığına gönderileceği, bu raporlar doğrultusunda Maliye
Bakanlığının genel faaliyet raporunu hazırlayarak Sayıştaya sunacağı, Sayıştayın bu
raporları dış denetim sonuçlarını da dikkate alarak değerlendireceği ve kendi görüşü
ile birlikte hazırlayacağı genel faaliyet raporunu TBMM’ye sunacağı hüküm altına
alınmıştır. TBMM, bu raporlar çerçevesinde kamu idarelerinin yönetim ve hesap
verme sorumluluklarını görüşecektir.
2004 yılından itibaren analitik bütçe kod sistemine geçilmesi yoluyla kamu gelir
ve giderlerinin uluslararası standartlara uygun bir şekilde raporlanması dolayısı ile
oldukça kapsamlı sayılacak karşılaştırılabilir bir bilgiye sahip olunması
parlamentonun bütçe sonuçlarına ilişkin bilgi düzeyinin artmasına yol açmıştır.
Bütçenin bir kod yapısına göre oluşturulması ihtiyacı, devlet faaliyetleri ile bu
faaliyetlerin milli ekonominin geneli veya bölümleri üzerindeki etkisinin analizi için
gerekmektedir. Bu açıdan bütçe kodlaması, devletin faaliyetlerinin sonuçlarını
ölçmek, izlemek, analiz etmek, ülkeler ve dönemler arası karşılaştırmalar yapmak
amacına hizmet etmektedir. Bütçe kodlaması, mali işlemleri (gelir, gider, açık,
finansman) ve kamu politikalarının sonuçlarını kapsar. Bütçe sınıflandırmasının
verileri, uygulamada da ulusal gelir hesaplarının en güvenilir girdisi olarak
kullanılmaktadır. Bu çerçevede analitik bütçe kodlama sisteminin uluslararası
standartlara uygun bir şekilde uygulanması parlamentoların bütçe sürecindeki
etkinliğini artıracaktır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
219
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
Analitik bütçe kod sisteminin uygulanmasında karşılaşılan temel risk, bütçe
sistemi ile bütçe kodlamasının birbirine karıştırılmasıdır. Fonksiyonel kodlama
sonucu elde edilen bilgi politika ve plan süreçlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan
hizmet programlarıyla karıştırılabilmektedir. Fonksiyonel kodlama sistemi sonucu
elde edilen eğitim, sağlık, ekonomik hizmetler gibi başlıklar hizmet programlarına
karşılık gelecek bir bilgiyi sağlayacak nitelikte değildir.
3.2. Bütçe Hakkı Bağlamında TBMM’nin Bütçe Uygulamalarını
İzlenme/Gözetim Fonksiyonu ile Yürütmenin Hesap Verme Sorumluluğu
Parlamentolar hükümete bir mali yılda harcama yapma ve gelir toplama yetkisini
verdikten sonra mali yılın bitiminden itibaren geçecek makul bir süre sonunda
vermiş olduğu yetkinin nasıl kullanıldığını denetlemesi bütçe hakkının bir gereğidir.
TBMM, bu denetim yetkisini bugüne kadar esas itibarıyla Kesinhesap Kanunu ile
yerine getirmiştir. Kesinhesap denetimi, bugüne kadar, 1050 sayılı Muhasebe-i
Umumiye Kanunu çerçevesinde genellikle mevzuata uygunluğun denetimi şeklinde
yapılmış ve kaynakların etkin, ekonomik ve verimli kullanımı hususu ihmal
edilmiştir. Dolayısıyla, yapılan denetimlerin, risk, sistem ve performans denetimi
yerine sadece mevzuata uygunluk denetimine odaklanması, denetim sürecini
etkinlikten uzaklaştırmıştır (Öner, 2008:275). 5018 sayılı Kanun ile 1050 sayılı
Kanun döneminde yapılamayan kaynakların etkin, ekonomik ve verimli kullanımı
hususlarının denetimine yönelik düzenlemeler yapılmış ve bu kapsamda TBMM’ye
sunulacak belge ve raporlar çoğalmıştır. TBMM’ye sunulacak belge ve raporlar iki
ayrı kanaldan gelecektir. Bunlardan birincisi kamu idareleri, diğeri ise dış denetim
görevi yapan Sayıştay vasıtasıyla sunulan belge ve raporlardır.
5018 sayılı Kanunun 54’üncü maddesi ile bir yıla ait mali istatistiklerin izleyen
yılın Mart ayı içinde; hazırlanma, yayımlanma, doğruluk, güvenilirlik ve önceden
belirlenmiş standartlara uygunluk bakımından Sayıştay tarafından değerlendirilmesi
ve bu amaçla düzenlenen değerlendirme raporunun Türkiye Büyük Millet Meclisine
ve Maliye Bakanlığına gönderilmesi öngörülmüştür. Bu mali istatistikler; bütçenin
ekonomi ve maliye politikaları ile ilgisinin kurulması, bütçenin daha doğru bir
şekilde hazırlanması, parlamentonun bütçe hakkını gereği gibi kullanması, mali
saydamlığın sağlaması, kamuoyunun bilgilendirmesi konularında olumlu katkılar
sağlayacaktır.
Parlamentoların kurumsal ve kurum dışı analitik kaynakları, yasama organının
denetim fonksiyonunu arttırmada çok önemli araçlardır. Parlamento içinde
milletvekillerine denetim fonksiyonunu yerine getirebilmelerinde yardımcı olan üç
tür personel vardır. Bunlar; (i) milletvekillerinin danışmanları veya çeşitli parti
grupları tarafından istihdam edilen danışmanlar, (ii) komisyon ofisi ve (iii)
uzmanlaşmış araştırma servisleri veya tüm parlamento üyelerine hizmet veren bütçe
ofisleridir.
Yasama organlarının analitik kaynaklarını güçlendirmek, parlamentonun
yürütme organının performansını izleme ve kontrol etme kapasitesini arttırmaya
yönelik olarak uygulanan stratejiler açısından standart bir yoldur. Birçok
parlamento, denetim ve değerlendirme raporlarını ele alacak yeterli kurumsal
kapasiteye sahip değildir. Mevcut parlamento dışı bilgi tabanından yararlanılması
için daha iyi mekanizmaların oluşturulması, komisyonlarda istihdam edilen personel
sayısının arttırılmasına kıyasla daha faydalı bir alternatif olarak görülmektedir. Bazı
ülkelerde, Hollanda’daki Ekonomik Politika Analiz Bürosu (CPB) gibi,
220
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
parlamentolara güvenilir bilgi sağlayan, oldukça etkili dış kaynaklar da vardır
(Tarschys, 2008:267).
Şekil 3’de yeni kamu mali yönetim anlayışında hesap verme sorumluluğu ile
parlamento ve sivil toplum kuruluşlarının izleme/gözetim fonksiyonu özetlenmiştir.
Bu sistemde yürütme ve yasama organları dışında sivil toplum tarafından işletilen
denetim ve izleme fonksiyonları da öne çıkmaktadır. Diğer bir nokta, parlamentonun
bütçe izleme/gözetim fonksiyonunu güçlendiren üç temel hesap verebilirlik alanı
aşağıdaki şekilde sıralanmaktadır (Santiso, 2004:17):
- Bütçe yoluyla yapılan ödenek tahsislerinin politika önceliklerini yansıtması.
Başka bir ifadeyle ön (ex ante) hesap verebilirlik unsurlarının bütçe sürecine
kazandırılması.
- Bütçenin uygulanması aşamasında yürütme ile birlikte (concurrent) eş
zamanlı olarak iç kontrol, iç denetim, muhasebe sistemi, yönetsel kontrol
gibi uygulamalarla hesap verebilirliğin güçlendirilmesi.
- Yürütmeyi oluşturan kamu kurumlarının bütçe sonuçları ve
performanslarının konusunda (ex post) günün sonunda etkin hesap
verebilirliklerini sağlayacak mali raporlama unsurlarının varlığı.
SIVİL TOPLUM
Toplumsal Sorumluluk
PARLAMENTO
Gelir Takibi
Karar Alma
Dış Denetim
Yasama
Sorumluluğu
Bağımsız
Değerlendirme
Mali Raporlama
Planlama ve
Projeksiyon
Kontrol
İç Denetim
Bütçe Gelir
ve Giderleri
BÜTÇE
SÜRECİ
Onay
Parlamento
İncelemesi
Değişiklik
Yapma Yetkisi
İç Kontrol
Uygulama
Yönetsel Kontrol
Veto yetkisi
Geri İade
Muhasebe Sistemi
Şeffaflık
İzleyenlerin İzlenmesi
Parlamento Gözetimi
Toplumsal Denetim
Bağımsız Bütçe
Analizi
Dış inceleme
Kamu Harcamalarının İzlenmesi
Kaynak: Santiso, 2004:17
Şekil 3: Bütçe Sürecinde Hesap Verme Sorumluluğu ve İzleme/Gözetim
Fonksiyonu
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
221
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
Sonuç ve Değerlendirme
Mali saydamlık ve hesap verme sorumluluğu kavramları hem yurttaşların
kamunun politikaları, öncelikleri ve mali işlemleri hakkında daha bilgilenmesi
yoluyla kamuoyu denetiminin etkili olması açısından hem de parlamentoların
hükümetin mali uygulamalarını daha etkili bir şekilde izlemesi ve denetlemesine
imkân sağlaması açısından önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda parlamentonun mali
gözetim fonksiyonu, demokratik yönetim sistemini benimseyen ülkelerde bütçe
hakkı mali hesap verilebilirlik açısından temel bir konu haline gelmiştir.
Parlamentolar artık idarelerden eylemlerine ilişkin hesap vermelerini isterken,
kamu eyleminin amaca ve hedefe uygunluğunu da değerlendirmekte ve eylemin
etkinliğini yakından denetleyebilmektedir. Bu anlamda 5018 sayılı Kanunla getirilen
yeni bütçe sistematiğinde stratejik plan, performans programı ve faaliyet raporları ile
kurumsal ve sektörel düzeyde bütçe denetimlerini yapmak parlamento açısından
daha etkin bir hale gelmiştir. Bu aşamadan sonrası için önemli olan parlamentonun
bu süreci etkin bir şekilde çalıştıracak yapıyı parlamento içinde geliştirmesidir.
TBMM’nin mali gözetim fonksiyonu Plan ve Bütçe Komisyonu ile yerine
getirilmektedir. Bu Komisyon bütçenin oluşturulması ve daha sonra bütçenin
uygulanmasında yönetimsel hesap verilebilirliğin sağlanmasında önemli bir rol
oynamaktadır. TBMM’de gerçek anlamda kamu politikalarında stratejik
yönlendirme yetkisini kullanabilmesi açısında sunulan bilgileri analiz ederek
milletvekillerine sunacak bir kapasitenin oluşturulması gerekmektedir.
Parlamentonun bütçe uygulamasını izlemesi ve kontrol etmesine yönelik olarak
süreç içindeki rolünün değişen yeni mali yönetim yapısını iyi tanımlanması
gerekmektedir. Bu rolün başta gelir ve giderleri etkileyecek tasarılarda mali etkinin
ortaya konması gibi 5018’deki düzenlemelerle güçlendirilmesi parlamentonun
bütçeye olan sahiplenmesinin de artmasına da yol açacaktır. Parlamentonun yeni
sürece uyumunu sağlayacak olan düzenlemen ile Plan ve Bütçe Komisyonu başta
olmak üzere uzmanlık komisyonları, bütçelerin basit bir şekilde incelenmesinin
ötesine geçerek tüm kamu maliyesini kapsayacak şekilde izleme ve değerlendirme
imkânına sahip olacaktır.
Geçmiş mali yıla ilişkin hesapların incelenmesi ile cari mali yıla ilişkin bütçe
gerçekleşmelerinin parlamento tarafından izlenmesi, kamu hizmetlerinde iyileşme
sağlanabilecek hareket alanını açıkça ortaya koyacak ve bir sonraki yıl bütçesinin
programlaması için ilgili bilgiyi sağlayacaktır. Yapılan bu çalışmalar,
parlamentonun kamu politikasının değerlendirilmesinde üstlendiği rolün niteliğini
de geliştirecektir.
Sonuç olarak parlamentonun bütçe hakkını etkin kullanabilmesi reformlarla
değişen mali yönetim sisteminin getirdiği yeni araçları içselleştirmesi ve etkin bir
şekilde kullanımına bağlı görülmektedir. Parlamentonun etkinliğinin sağlanamadığı
bir durumda reformun önemli bir ayağı da eksik kalmış olacaktır.
Kaynakça
Aktan, H. B. (2008), “Bütçe Reform Süreci ve Parlamentonun Bu Süreçteki Rolü:
Türkiye ve Seçilmiş AB Üyesi Ülke Deneyimleri”, içinde, Bütçe Sürecinde
Parlamentonun Değişen Rolü, Uluslararası Sempozyum 7-8-Ekim 2008
Afyonkarahisar, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu.
222
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
Allen, S. (2002), “Does Budgeting have a Future?” OECD Journal on Budgeting,
Vol. 2, No. 2.
Allen, R. ve Tommasi, D. (2001), Managing Public Expenditure: A Reference Book
for Transition Countries, SIGMA.
Anal, A. A. (2003), “Magna Carta ve Yönetim Anlayışımız”, Mali Kılavuz Dergisi,
Yıl:7.
Anderson, E. J. (2003), Public Policymaking: An Introduction, Fifth Edition,
Houghton Mifflin Company, Boston.
Arslan, M. (2004), “Orta Vadeli Harcama Sistemi (Çok Yıllı Bütçeleme) ve
Türkiye’de Uygulanabilirliği”, Sayıştay Dergisi, 54.
Atiyas, İ. ve Sayın, Ş. (1997), Siyasi Sorumluluk, Yönetsel Sorumluluk ve Bütçe
Sistemi: Bir Yeniden Yapılanma Önerisine Doğru, İstanbul: TESEV Yayınları.
Aydın, M. A. (2007), Türkiye'de Parlamenter Denetim Yolu Olarak Bütçe,
Yayımlanmamış TBMM Genel Sekreterliği Uzmanlık Tezi.
Bacon, R. (2008), “Parlamentonun Denetim ve İzleme Fonksiyonları: İngiltere
Deneyimi” içinde, Bütçe Sürecinde Parlamentonun Değişen Rolü, Uluslararası
Sempozyum 7-8-Ekim 2008 Afyonkarahisar, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu.
Blondal, R. J. (2003), “Budget Reform in OECD Member Countries:Common
Trends”, OECD Journal on Budgeting, Vol. 2, No. 4.
Bogdanovskaia, I. (1999). Legislative Bodies in the Law-Making Process,
Democratic Institutions Research Fellowships No. 1997-99, Erişim 08/07/2009,
http://www.nato.int/acad/fellow/97-99/bogdanovskaia.pdf.
Bulutoğlu, K. (1988), Kamu Ekonomisine Giriş (Devletin Ekonomik Bir Kuramı),
Filiz Kitabevi, İstanbul.
Christensen, T. ve P. Legreid, (2002), “Symposium on Accountability, Publicity and
Transparency. New Public Management: The puzzles of Democracy and the
Influences of Citizens”, The Journal of Political Philosophy, Vol. 10, No.3,
2002, 267-295.
Çağan, N. (2008), “Modern Bütçe Sürecinde Parlamento’nun Rolü”, içinde, Bütçe
Sürecinde Parlamentonun Değişen Rolü, Uluslararası Sempozyum 7-8-Ekim
2008 Afyonkarahisar, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu.
Çevik, H. H. (2001), Türkiye’de Kamu Yönetiminin Sorunları, Ankara.
Çevik, H. H. (2003), “Modern Devlette Kamu Politikası Oluşturma: Kavramlar,
Aktörler, Karar Verme, Kamu Politikası Süreci ve Türkiye Analizi”, Asım Balcı
(der.) Kamu Yönetiminde Çağdaş Yaklaşımlar (içinde): Seçkin Yayınları,
Ankara.
Dicle, A. (1973), Kamu Yönetiminde Planlama-Programlama-Bütçeleme Sistemi,
Ankara.
DPT (2000), Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Mali Saydamlık
Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara: DPT.
Emil, F. ve Yılmaz, H. (2003), “Kamu Borçlanması, İstikrar Programları ve
Uygulanan Maliye Politikalarının Kalitesi: Genel Sorunlar ve Türkiye Üzerine
Gözlemler”, 18. Türkiye Maliye Sempozyumu, Türkiye’de Kamu Borçlanması
(Ekonomik ve Sosyal Etkileri, Beklentiler), 12-16 Mayıs 2003, Girne-Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Marmara Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü ve
Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No:16.
Emil, F. ve Hakan. H. Y. (2004), Kamu Borcu Nasıl Oluştu Bu Noktaya Nasıl
Gelindi? TESEV Yayını.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
223
Parlamentonun Bütçe Hakkını Etkin Kullanımının Yeni Bütçe Sistemi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
Ergun, T. (2004), Kamu Yönetimi; Kuram, Siyasa, Uygulama, TODAİE Yayın No:
322, Birinci Baskı, Ankara.
Falay, N. (1979), Program-Programlama-Bütçeleme Sistemi ve Türk Program Bütçe
Modeli, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayın No: 429, İstanbul.
Feyzioğlu, B. N. (1981), “Nazari, Tatbiki, Mukayeseli Bütçe, Filiz Kitabevi, 6.
Baskı, İstanbul.
Feyzioğlu, B. N. “Modern Anayasalarda Bütçe Hakkı”, Çağdaş Anayasalarda
Ekonomik ve Sosyal Haklar ve Ödevler (Uluslararası Seminer), İstanbul İktisadi
ve Ticari İlimler Akademisi Ekonomi Fakültesi, 5-6-7 Şubat 1982, İstanbul
Atatürk Kültür Merkezi.
Forostiere, C. ve Pelizzo, R. (2005), Does the Parliament Make A Difference? The
Role of the Italian Parliament in Financial Policy, Role of Parliements in the
Budget Process, Washington, DC: World Bank Institute.
Forrester, J. (2002), “The Principal-Agent Model and Budget Theory”, in Aman
Khan ve W. Bartley Hildreth, (der.), Budget Theory in the Public Sector, First
Published, Quorum Book.
Gerston, N. L. (2002), Public Policymaking in a Democratic Society A Guide to
Civic Engagement, New York.
Khan, A. ve Hildreth, W. B. (der.) (2002), Budget Theory in the Public Sector, First
Published, Quorum Book.
Konukman, A. (2000), “Kesin Hesap Kanun Tasarıları Üzerine Bir Değerlendirme”,
Atiyas, İ. ve Sayın, Ş (der.) Kamu Maliyesinde Saydamlık Raporu, TESEV
Yayınları.
Leruth, L. ve Paul, E. (2007), “A Principal-Agent Theory Approach to Public
Expenditure Management Systems in Developing Countries”, OECD Journal on
Budgeting. Vol.7, No. 3.
Lienert, I. (2005), Who Controls the Budget: The Legislature or the Executive? June
2005 IMF Working Paper No. 05/115.
Maliye Bakanlığı (2004), Analitik Bütçe Sınıflandırması, Eğitim El Kitabı 3. Baskı
Mayıs, Ankara.
Mordacq, F. (2008), “Bütçe Reformu ve Parlamento: Fransa Deneyimi.”, içinde,
Bütçe Sürecinde Parlamentonun Değişen Rolü, Uluslararası Sempozyum 7-8
Ekim 2008, Afyonkarahisar, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu.
Mutluer, M. K., Öner, E. ve Kesik, A. (2005), Bütçe Hukuku, 1. Baskı, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayını, İstanbul.
Mutluer, M. K., Öner, E. ve Kesik, A. (2007), Teoride ve Uygulamada Kamu
Maliyesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul.
Ocakçıoğlu, B. (1982), “Bütçe Hakkının Kapsamına ve Gerçekleşmesine İlişkin
Sorunlar”, Çağdaş Anayasalarda Ekonomik ve Sosyal Haklar ve Ödevler,
Uluslararası Sempozyum, 5-7 Şubat 1982, İstanbul, Marmara Üniversitesi
Yayını.
Öner, E. (2005), Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Döneminde Mali İdare,
Maliye Bakanlığı, APK, Yayın No: 2005/369, Ankara.
Öner, E. (2008), “Bütçe Uygulama Aşamasında Parlamentonun İzleme/Gözetim
Fonksiyonu: Komisyonların Rolü ve Bütçe Analiz Kapasitesi”, içinde, Bütçe
Sürecinde Parlamentonun Değişen Rolü, Uluslararası Sempozyum 7-8 Ekim
2008, Afyonkarahisar, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu.
224
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.H. YILMAZ, M. BİÇER
Persson T., Roland, G. ve Tabellini, G. (1997), “Separation of Powers and Political
Accountability”, The Quarterly Journal of Economics, Vol. 112, No. 4 (Nov.
1997), 1163-1202,
Posner, P. ve Park, C. K (2007), “Role of the Legislature in the Budget Process:
Recent Trends and Innovations”: OECD Journal on Budgeting. Vol.7, No. 3.
Rijckeghem, C. (2004), Evaluation of Public Debt Stock; How Did We Get There?
TESEV Yayını.
Sahgal, V. (2008), “Parlamentonun Rolü: Bütçenin Hazırlanması-Uygulanması- ve
Dış Denetim-Kontrol”, içinde, Bütçe Sürecinde Parlamentonun Değişen Rolü,
Uluslararası Sempozyum 7-8 Ekim 2008, Afyonkarahisar, TBMM Plan ve Bütçe
Komisyonu.
Santıso, C. (2004), Budget Institutions and Fiscal Responsibility: Parliaments and
the Political Economy of the Budget Process in LatinAmerica, the World Bank.
Schick, A. (1998), A Contemporary Approach to Public Expenditure Management,
World Bank Institute.
Schick, A. (2002), “Can National Legislatures Regain an Effective Voice in Budget
Policy?” OECD Journal on Budgeting, Vol. 1, No 3.
Sterck, M. ve Bouckaert, G. (2006), “The Impact of Performance Budgeting on the
Role of Parliament: a Four-Country Study”, Paper to be Presented at the 2nd
Transatlantic Dialogue, Workshop 1: The Performance of Performance
Budgeting, Leuven, June 1-3, 2006.
Stiglitz, E. J. 1994, Kamu Kesimi Ekonomisi, Çeviren: Batırel, Ö. F. Marmara
Üniversitesi Yayın No: 549, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Yayın No: 396,
İstanbul.
Şener, A. (2007), “Osmanlı Bütçeleri ve Türkiye’de Bütçe Hakkının Ortaya
Çıkışında Cumhuriyet Öncesi Gelişmeler” içinde, Şener, A. Sona Doğru
Osmanlı-Osmanlı Ekonomisi ve Maliyesi Üzerine Yazılar, Birleşik Kitabevi, 1.
Baskı, Ankara, 2007.
Tarschys, D. (2008), “Parlamento ve Bütçe: Parlamentonun Gözetim Kapasitesinin
Arttırılması”, içinde, Bütçe Sürecinde Parlamentonun Değişen Rolü,
Uluslararası Sempozyum 7-8 Ekim 2008, Afyonkarahisar, TBMM Plan ve Bütçe
Komisyonu.
The World Bank (1998), Public Expenditure Management Handbook, Washington.
The World Bank (2001), Turkey Public Expenditure and Institutional Review.
Wehner, J. (2009), Legislatures and the Budget Process: The Myth of Fiscal
Control, Final Version, Manuscript, 4 December 2009.
Wildavsky, A. (1992), The New Politics of the Budgetary Process, Second Edition,
Harper Collins Publishers University of California, Berkeley.
Yılmaz, H. H. ve Biçer, M. (2010), “Türkiye’de Mali Reformlar Sonrası Değişen
Politika Oluşturma, Planlama, Bütçeleme Süreci ve Orta Vadeli Harcama
Sisteminin Uygulanabilirliği”, İktisat İşletme ve Finans 25 (287) 2010:33-68.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
225
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de
Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Birol KARAKURT∗
Tekin AKDEMİR**
“Bütçe denkleştirilmeli, Hazine tekrar doldurulmalı, kamu
borcu azaltılmalı, devlet yöneticilerinin haddini bilmezliği ıslah
ve kontrol edilmeli ve Roma iflas edebilir diye yabancı
topraklara mali destek kısıtlanmalıdır. İnsanlar kamu desteği
ile yaşamak yerine tekrardan çalışmayı öğrenmelidir.”
M.T.CICERO (63 B.C)
Özet
Son 25 yıllık dönemde gelişmiş ve gelişmekte olan pek çok ülke bütçe açığını
elimine etmek ya da sınırlamak, kamu borcunu düşürmek ve böylelikle maliye
politikasının kalitesini arttırmak amacıyla mali kuralları kabul etmişlerdir. Mali
kurallar, mali disiplini ve makroekonomik istikrarı sağlamanın temel araçlarından
biridir. Türkiye’de anayasal ve yasal olarak garanti altına alınmış mali kurallar
olmamakla birlikte, mali kural niteliği almış uygulamalar ve düzenlemeler söz
konusudur. Özellikle 2003 yılı sonrasında yapılan yasal düzenlemelerle sayısal
olmayan nitelikteki kurallarda önemli iyileşmeler sağlanmıştır. Ancak, sayısal
nitelikli kurallar daha çok IMF programları çerçevesinde yürütülmüş ve IMF
programının sona ermesiyle birlikte bu kurallar esnetilmeye başlanmıştır.
Bu çalışmada, anayasal ve yasal olarak garanti altına alınmayan düzenlemelerin
kolaylıkla esnetilebildiğinden hareketle, Türkiye’de büyüme ve mali dengede kalıcı
iyileşme sağlamak ve ekonominin kırılganlığını azaltmak için kurallı maliye
politikası uygulamasının yasal zemine oturtulması gerektiği vurgulanmıştır.
Çalışmada ayrıca, mali kuralların, mali düzenlemelerde süreklilik sağlayarak,
politikaların görünürlüğünü arttıracağından kamu maliyesinin sürdürülebilirliğine
de katkı sağlayacağı ifade edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Mali Kurallar, Mali Disiplin, Faiz Dışı Fazla, Kurallı
Maliye Politikası
∗
Yrd.Doç.Dr. Karadeniz Teknik Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
Yrd.Doç.Dr. Erciyes Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
**
226
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Rule-Based Fiscal Policy: The Case Of Rule-Based Fiscal Policy In Turkey
Abstract
Many developed and developing countries applied fiscal rules to eliminate or
limit the budget deficit, to reduce public debt and so to improve the effectiveness of
financial policy during the last 25 years. fiscal rules are one of the main goals to
sustain financial discipline and macroeconomic stability. In Turkey, even though
there are no constitutionally or legally determined financial rules, there are some
certain practices accepted as financial rules. In particular after 2003, legal
regulations have significantly emphasized the importance of numerical fiscal rules.
However, quantitative rules have been implemented in the framework of IMF
programs and they have been released at the end of the IMF programs.
This study emphasis the importance of constitutional and legal regulations to
prevent releasing numerical rules and to improve economic growth, fiscal balance
and to eliminate economic fragility permanently by the rule-based fiscal policy. This
study also emphasizes the role of fiscal rules to keep continuity of fiscal regulations
and transparency of fiscal policy regarding the sustainability of the public finance.
Key Words: Fiscal Rules, Fiscal Disipline, Primary Surplus, Rule-Based Fiscal
Policy
JEL Classification Codes: E, E62
Giriş
Türkiye ekonomisi 10 Mayıs 2008 tarihinde 10 yıllık kesintisiz IMF gözetimi
sürecinden IMF’siz istikrar arayışı sürecine geçmiştir. Mali disiplini sağlamak ve
kamu maliyesini güçlü ve sağlıklı bir finansman yapısına kavuşturmak için sıkı
“daraltıcı” ekonomi politikalarına ağırlık verilen bu süreçte; IMF tanımlı faiz dışı
fazlayı çıpa alan, böylelikle borçları sürdürülebilir kılmaya yönelik programlar
uygulanmıştır. Stand-by anlaşmasının son bulduğu 10 Mayıs 2008 tarihinde IMF ile
yeni bir programın sürdürülmeyeceğinin açıklığa kavuşmasıyla birlikte, yeni çıpanın
ne olması gerektiği tartışıla gelmiştir. Ekonomiyi istikrara kavuşturmak için;
hükümetlerin kanun çıkararak mali disiplini koruyucu önlemleri artırması,
harcamalar konusunda sınırlamaya razı olmaları anlamına gelen “kurallı maliye
politikasının yeni çıpa olması” fikri ise 2007 yılının ikinci yarısından itibaren yoğun
bir şekilde tartışılmaktadır.
IMF boşluğunu, kısıtlar koyan kanun maddeleri ile geçirmek, böylelikle mali
disiplini ödünsüz şekilde sürdürmek Türkiye gibi kırılgan ekonomiler açısından
oldukça önemlidir. 2005’ten beri IMF çıpasında yavaşlama olduğu, AB çıpasının ise
sürecin siyasal olması ve zigzaglar çizmesi nedeniyle popülaritesini kaybettiği göz
önünde bulundurulduğunda, kendi ulusal çıpamızı geliştirmeye ihtiyacımız olduğu
açıktır (Serdengeçti, 2008). Bugün, mali sürdürülebilirlik ve makro ekonomik
istikrar için hedefler belirlemek ya da ekonomiyi kurala bağlamanın, mali disiplinin
sürmesi açısından önemli olduğunu belirtmek gerekir. Bu süreci, yasal ve anayasal
garantilerle korumak, yazılı olmayan düzenlemeler haline getirip uygulamak ve
uygulamaların takipçisi olmak ise mali kuralları takip etmek olarak
değerlendirilebilir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
227
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Türkiye 2000 yılından bu yana kamu maliyesi programında gelir ve harcama
kompozisyonunu iyileştirmeyi hedefleyen birtakım düzenlemeler yapmıştır.
Düzenlemeler, esas olarak IMF ve AB çıpası çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Bu
çalışmanın hipotezi, Türkiye’nin yasal ve anayasal metinlerde kurallı maliye
politikasına yer vermemiş olmasına karşın, stand-by anlaşması ve AB çıpası
çerçevesinde fiili olarak kurallı maliye politikası izlemiş olduğudur. Çalışmanın
hipotezini desteklemek amacıyla, bütçe ve kamu maliyesi metinleri, niyet mektupları
ve kamu borç yönetimi raporlarındaki detaylara ve bazı yasal düzenlemelere atıflar
yapılmıştır. İlgili metinler çalışmanın hipotezini destekler niteliktedir. Türkiye’nin
kamu maliyesini yasal olarak olmasa da, belli ölçüde de olsa fiili olarak kurallı
maliye politikası çerçevesinde yönettiği ifade edilebilir.
Bu genel düşüncelerden hareketle, “Kurallı Maliye Politikası: Türkiye'de Kurallı
Maliye Politikası Örnekleri” adını taşıyan çalışmada öncelikle, mali kurallar
tanımlanmış ve çeşitli ülkelerdeki mali kural uygulama örnekleri incelenmiştir. Daha
sonra ise, Türkiye’nin neden kurallı maliye politikası uygulaması gerektiği hususu
ele alınarak, Türkiye’de kurallı maliye politikası uygulama örnekleri
değerlendirilmiştir. Çalışmada son olarak Türkiye için nasıl bir mali kural
uygulanması gerektiği hususundaki değerlendirmelere yer verilmiş ve çalışma
değerlendirme ve sonuç kısmıyla tamamlanmıştır.
1. Mali Kurallar
Kurala dayalı ekonomi politikaları son 20-25 yıllık süreçte gelişmiş ya da
gelişmekte olan birçok ülkede oldukça yaygın olarak uygulanmaktadır. Geleneksel
optimal para alanı literatürü, yıllar önce parasal bir birlikte, maliye politikasının
ulusal parasal bağımsızlığın kaybedilmesi durumunda konjonktürel istikrarın
sağlanmasında daha da önem kazandığına işaret etmiştir (Buti vd., 2001:279).
Parasal alanda 19. yüzyıldan beri artan sayıda ülke enflasyon hedeflemesini
benimsemiştir. Son dönemde enflasyon hedeflemesi yerine parasal büyüklük ya da
döviz kuru hedeflemesi gelişmiş ekonomilerde tercih edilen kurallardır.
Mali alanda da benzer eğilim söz konusudur. Mali kural olarak, bütçe açığını
elemine etmek ya da sınırlamak ve kamu borcunu düşürmek, gelişmiş ve gelişmekte
olan birçok ülkede oldukça popülarite kazanmıştır (Kopits, 2001:2). Ülkeler,
-özellikle 1980’li yıllarda- orta vadeli mali konsolidasyon programları ile
makroekonomik istikrarı ve mali sürdürülebilirliği sağlamaya çalışırlarken, son
yıllarda bunu artan şekilde mali kurallarla yapmaya çalışmaktadırlar. Mali kurallar,
literatürde, maliye politikasını etkileyebilen aşırı politika esnekliğine karşı cevap
olarak savunulmuşlardır (IMF, 2007:17).
Mali kurallar en geniş anlamda, mali kurumlar ya da bütçenin hazırlanması,
onaylanması ve uygulanmasına yönelik bir dizi kural ve düzenlemeyi ifade
etmektedir. Söz konusu kuralları dar anlamda, bütçe açıkları, borçlanma, harcamalar
ve vergiler gibi mali göstergelere belirli sınırlamaları içeren maliye politikası
uygulamalarına yönelik yasal sınırlamalar şeklinde tanımlamak mümkündür
(Kennedy vd., 2001:237-238). Mali kurallar, makroekonomik anlamda borçlanma,
bütçe açıkları, kamu harcamaları ve gelirleri gibi mali performans göstergelerine
getirilen kalıcı sınırlamalar şeklinde de tanımlanabilir (Kopits ve Symansky,
1998:2).
228
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Mali kuralların en önemli özelliği, yasal bir araç (uluslararası anlaşmalar,
anayasalar, kanunlar ya da politika rehberleri ile uygulamaya konulmuş) ya da yerel
bir terminoloji olmasından ziyade, bunların sürekli nitelikte olmasıdır (Buti and
Noord, 2004:9).
Maliye politikası uygulamalarına kuralların katkısı, yalnızca sayısal hedeflere
işaret edip onların yakalanması değildir. Mali kuralların asıl katkısı maliye
politikasında şeffaflığı sağlayan raporlara ilişkin getirdiği yeniliklerdir (Boran,
2008:1). Kurallar, disiplinli, şeffaf ve hesap verebilir kamu maliyesini tesis etmenin
yanı sıra fiyat istikrarına da katkı sağlayabilir (Serdengeçti, 2008). Ancak belirtilen
faydaların sağlanması mali kuralların iyi dizayn edilmesine bağlıdır. Aşağıdaki
şekilde optimal bir mali kuralın taşıması gereken özellikler belirtilmiştir. Şekil 1’den
de görüleceği üzere, iyi bir mali kuralın kurumsal yapısının, yasal altyapısının ve
uygulama metodunun açıkça tanımlanması gerekmektedir. Uygulama aşamasında
beklenmedik şoklara ve durumlara karşı kuralların esneklik taşıyabilmesi için
istisnalara yer verilmeli, kuralların uygulaması ve denetimi tarafsız organlarca
yapılmalıdır. Optimal bir kural ayrıca şeffaf, basit, tutarlı ve esnek olmalıdır. Ayrıca,
iyi bir mali kural; basit, saydam, uyumlu ve esnek olacak şekilde dizayn edilmeli,
etkili bir şekilde uygulamaya elverişli olmalı (uygulama sonrası uyum ve etkin
denetim), kararlar, değişiklikler ve yaptırımlar açısından hukuka uygun olmalıdır
(Kopits ve Symansky, 1998:18; Buti ve Noord, 2004:9).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
229
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Kurumsal
Kapsamı
Yasal
Altyapı
Açıkça
Tanımlanma
Uygulama
Metodu
Yasal
Özellikler
Dönem Sonu Hesap Verme ve Bir Sonraki Yıla
Devredememe
İstisnalar (Belirli Koşullar Altında
Yükümlülük ve Yaptırımlardan Kurtulma)
Uygulama
Optimal
Mali Kural
Tarafsız
Yetki
Değişiklik
Prosedürü
Şeffaflık
Basitlik
Operasyonel
Özellikler
Dış
Tutarlılık
Tutarlılık
İç
Tutarlılık
Esneklik
Kaynak: Biraschi, 2008:11.
Şekil 1: Optimal Mali Kuralın Özellikleri
1.1. Mali Kurallara Başvurma Nedenleri ve Mali Kurallara Karşı Görüşler
Son 30 yılda gelişmiş ya da gelişmekte olan pek çok ülkede yüksek kamu
açıklarının ortaya çıkması, bu açıkların giderek artması ve süreklilik arz etmesi
politika yapıcılarının aşırı açık finansmana başvurmaya düşkün olduğu yönünde
yaygın bir endişeye yol açmıştır. Bu endişeler, özellikle, resesyon/durgunluk gibi
geçici konjonktürel darboğazların ya da geçici harcama şoklarının (savaşlar, doğal
230
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
afetler gibi) yokluğunda yoğunlaştığından bunları optimal mali borçlanma teorisiyle
bağdaştırmak güçtür. Bu bulgular siyasileri aşırı kamu borçlanmasına yönelten
güdüleri analiz etmeye yönelik teorik ve ampirik çalışmaların artmasına yol açmıştır.
Politik çarpıklıkların mali sonuçları hakkında giderek artan farkındalık, kamu kesimi
açıklarını sınırlamak için, iradi maliye politikalarının kurallarla sınırlandırılmasına
yönelik kurala dayalı önerileri ortaya çıkarmıştır. Yaşanan gelişmeler neticesinde
ABD’de denk bütçe kuralları hayata geçirilirken, AB üyesi ülkelerde Maastricht
Kriterleri ve Büyüme ve İstikrar Paktı çerçevesinde mali politikaların
uygulanmasına ilişkin birtakım sınırlamalar getirmiştir (Corsetti ve Roubini,
1996:408).
Çoğu mali kuralın uygulanmasının altında yatan temel neden, bugünkü ve
gelecekteki hükümetlerin disiplinli maliye politikası önlemlerini uygulamaya istekli
olmamaları ya da bu önlemleri uygulama yeteneklerinin olmamasıdır (Mihaljek ve
Tissot, 2003:22). Nitekim, kamu tercihi literatürüne göre, politika uygulayıcıları
fırsatçıdır ve tekrar seçilebilmek için bütçe açıklarını kullanırlar. Seçmenler
hükümetlerin zamanlararası bütçe sınırlamalarını anlamada başarısızdırlar. Mevcut
harcamaların faydalarına aşırı değer biçerlerken, gelecekte karşılaşacakları vergi
yükünü de olduğundan az tahmin ederler. Bu nedenle de politika yapıcıları mali
sorumsuzluklarından dolayı cezalandırılmazlar. Mali kurallar bu tür sorumsuzluğu
sınırlayabileceği için yararlı olabilmektedir (Dában vd., 2003:2). Diğer bir deyişle
mali kurallar hükümetin uyguladığı mali politikaların kredibilitesini artırarak mali
konsolidasyona yardımcı olmaktadır (Fiess, 2005:177-178).
Mali kurallara başvurmanın bir diğer nedeni, mali disiplini güçlendirme
amacıdır. Mali kuralların kullanılması genellikle mali performansın güçlendirilmesi
ile ilişkilendirilmektedir. Mali kuralların varlığı ve mali performansın iyileşmesi
durumunda hükümetlerin genellikle mali dürüstlüğe doğru bir tutum değişikliği
içine girdikleri ifade edilmektedir. Mali kuralların ihtiyatlı maliye politikasına
yaptıkları katkı, kuralların uygulanmasına yönelik önerileri desteklemektedir
(OECD, 2008: 65; IMF, 2009:3).
Mali kurallar, konfederasyonlar, federasyonlar ve parasal birliğe dahil ülkelerde
negatif dışsallıkların önlenmesi, bağımsız bir para politikası uygulanması ve para
politikasının başarısı için de hayati önem taşımaktadır.1 Parasal birliğe üye diğer
ülkelerde üyelerden birinin uygulamaya koyduğu genişletici mali politikaların
birliğe üye ülkeler üzerinde yol açacağı negatif dışsallıkları giderme gereği, maliye
politikalarının koordine edilmesini ve birliğe üye ülkelerin bu tür politikaları
uygulamadaki inisiyatifinin sınırlandırılmasını gerektirmektedir. Mali kurallar,
istikrar ve büyümeye katkı yapmanın yanı sıra, parasal birliğe dahil ülkelerin birinde
yaşanabilecek finansal istikrarsızlığın diğer ülkelerde olumsuz etkilere yol açmasını
da önleyebilirler. Kurallı mali politikalar ayrıca, Merkez Bankası para politikalarının
başarısı ve para politikasının bağımsızlığı için de gereklidir (Marshall, 2003:103).
Bu durumu iki gerekçeyle açıklamak mümkündür. Birincisi, yapısal fazla kuralıdır.2
1
Mali kuralların üniter devletlerde de yerel yönetimlerin uyguladığı politikaların doğuracağı negatif
dışsallıkları önlediği ve Merkez Bankasının para politikasının başarı şansını artırdığı söylenebilir.
2
Yapısal fazla kuralının anlamı, bütçe daima fazla verecek ya da asla mali açık vermeyecek değildir.
Basitçe yapısal fazla kuralının anlamı, bütçenin uygun seviyede yapısal fazla vermesi yalnızca arzu edilir
seviyede (geçici) mali açığa izin vermesidir. Bu durum, bağımsız para politikası ile birlikte istikrarlı para
rejimini korumak için temel şarttır/esastır (Marshall, 2003:100).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
231
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Bu kural, uzun dönemde mali sürdürülebilirliği sağlar. Böylelikle para politikasının
bağımsızlığını destekler. Mali kuralların Merkez Bankası politikaları açısından
ikinci önemli sonucu, kuralların kısa dönemde (üretimde) istikrarı sağlama aracı
olarak maliye politikasının etkinliğini arttırması ve istikrar politikalarının daha etkin
koordinasyonu için bir çatı oluşturmasıdır. Yani, kurallı maliye politikası, kamu
finansman dengesinin korunmasına yardım eder (Marshall, 2003:103).
Mali kuralları, makroekonomik istikrarı sağlamanın temel araçlarından biri
olarak nitelendirmek de mümkündür. Özellikle bütçe açığı, borçlanma ve harcamaya
yönelik sınırlamalar, devletin açık finansmanı için borçlanmasını, Merkez Bankası
ya da diğer kaynaklara başvurmasını önleyici niteliktedir. Merkez Bankasından
borçlanmaya getirilen sınırlama, para basmanın enflasyonist etkilerini sınırlarken
aynı zamanda borç stokunun artış hızını yavaşlatmakta ve borç geri ödemeleri
sonucu piyasaya girecek ilave satın alma gücü dolayısıyla ortaya çıkabilecek
olumsuzlukları da azaltmaktadır (Moreno, 2003:1-6-7).
Mali kuralların bir diğer faydası, uzun dönemli mali sürdürülebilirliği başarmayı
ve devam ettirebilmeyi teşvik etmesidir. Mali sürdürülemezlik makroekonomik
istikrarsızlığa neden olmakta, hükümetlerin maliye politikasını bir politika aracı
olarak kullanma yeteneğini zayıflatmaktadır. Zayıf mali sürdürülebilirlik
hükümetleri zorunlu olarak yüksek risk primiyle borçlanmaya yöneltmektedir. Kısa
dönemde istikrar için risk oluşturan bu durum, borç sorununu daha da
kötüleştirmekte ve kamu finansmanının uzun vadeli sürdürülebilirliğini tehdit
etmektedir (Binay, 2003:257). Mali kurallar gelecekteki harcama, bütçe açığı ve
borç stokundaki potansiyel artışı sınırlayıcı etki gösterdiğinden hükümetlerin
borçlanma ihtiyacı azalabilir, reel faiz oranları daha aşağıya çekilebilir ve özel kesim
yatırımlarının dışlanmasını da önleyebilir.
Kurallı politikalar ayrıca, mali yük ve faydaların nesiller arası dengeli dağılımına
hizmet etmektedir (Günay, 2007:90). Kurallı maliye politikaları ile vergi yükünü
kamu harcamalarının marjinal faydasına eşitleyerek ekonomik etkinliğin sağlanması
ve kamu harcamalarının tahsisinde etkinliğin sağlanması gibi hedeflerin
gerçekleştirilmeye çalışıldığını da söylemek mümkündür (Sutherland vd.,
2005:143).
Mali kurallara başvurma nedenlerini açıklayan yukarıdaki görüşlere karşın, bu
tür kurallara ihtiyaç olmadığı yönünde görüşlere de rastlamak mümkündür. Bu
görüşlerin temel argümanı, mali kuralların optimal olmayan çözümlere yol
açacağıdır. Oysa, ihtiyari ya da geçici kararlar daha iyi sonuçların elde edilmesini
mümkün kılar. Bu düşüncenin altında yatan temel fikir, finansal piyasaların yanlış
mali davranışları sınırlayacağıdır. Yüksek açıklar faiz oranlarının artmasına yol
açarak, kamu kesimi üzerinde bir baskı oluşturur. Ancak, bu sürecin işleyebilmesi
için piyasaların zamanında tepki göstermesi ve kamu kesiminin onların sinyallerine
bir an evvel cevap verebilmesi gerekmektedir. Bu da piyasaların yeterli bilgiye sahip
olmasını gerektirmektedir. Bu sistem bazı federal ülkelerde işler gibi görülmektedir.
Fakat sık sık kurallarla tamamlanmaktadır. Üstelik, piyasa temelli disiplinin AB
bağlamında etkililiği pek çok AB ülkesinin geçmiş kötü mali sicili dolayısıyla
sorgulanabilir (Franco vd., 2002:3).
Mali kurallara yönelik bir diğer eleştiri, kuralların esneksizliği nedeniyle
beklenmedik dış şoklara cevap vermede hükümetlerin yetersiz kalması ve mali
kuralların varlığı halinde yaratıcı muhasebe hilelerine başvurmanın artacağı
232
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
yönündedir. Örneğin yatırım harcamalarının finansmanı için borçlanmaya onay
veren bir mali kuralda hükümetlerce cari harcamaların yatırım harcaması
kategorisine konulmaya çalışılması söz konusu olabilir. Ayrıca Easterly 1999 yılında
yaptığı çalışmasında pek çok ülkenin Dünya Bankası ve IMF ile imzaladığı mali
uyum programlarının bir yanılsama olduğunu ifade etmektedir. Çünkü bu
programlar öncelikle, yatırım, işletim ve bakım harcamalarının azaltılması üzerine
temellenmektedir. Bu durum kamu varlıklarının değerinin düşürülmesine yol
açmaktadır. Bu nedenle borçlanma ya da bütçe dengesine yönelik sayısal kurallar
mali sürdürülebilirliğin ve makroekonomik istikrarın sağlanmasında tek başına
yeterli olamayabilir (Milesi-Ferretti ve Moriyama, 2006:3283).
1.2. Mali Kuralların Türleri
Mali kuralların bir kısmı sayısal nitelikli hedeflerden oluşurken, bir kısmı da
ekonomik yapıyı düzenleyen/iyileştiren (bir dizi yapısal düzenlemeyi içeren) sayısal
olmayan kurallar bütünüdür (Pınar, 2006:146; Bali ve Çelen, 2007:28). OECD
ülkelerinde de mali kuralların iki geniş formu uygulanmaktadır (Sutherland vd.,
2005:145). Birincisi, maliye politikası amaçlarının gerçekleştirilmesine katkı veren
orta vadeli nesnel hedefler olarak ifade edilebilecek olunan sayısal kurallardır.
Bunlar genel olarak çok yıllı harcama limitleri, altın kural, denk bütçe kuralı, bütçe
açığı kuralları, borç tavanları ve vergi yükü artışları üzerine getirilen sınırlamalardır.
Denk bütçe kuralları: Bir ya da daha fazla yılı içeren yapısal devrevi ya da
toplam bütçe dengesine yönelik olabilmektedir. Bu kurallardan birincil dengeyi
hedefleyen kurallar, faiz ödemelerindeki bir artış bütçe dengesini ve kamu borç
stokunu etkilemesine karşın bir düzenleme gerektirmediğinden borç
sürdürülebilirliği ile daha az bağlantılıdır. Benzer şekilde net sermaye
harcamalarının genel dengesini hedefleyen altın kural da, borçla daha az ilişkilidir
(IMF, 2009:3).
Borç kuralları: Kamu borcunun GSYH’ye oranı ile ilgili açık bir sınır veya hedef
belirlemektedir. Bu tür bir kural tanımı gereği borç hedeflerinin yakınsaması
(tutturulması) açısından en etkili olan kural türüdür. Bununla birlikte, borçlanma
kuralı belirlenen sınırın altında ise maliye politikasına yeterli rehberlik
sağlayamamaktadır (IMF, 2009:3).
Harcama Kuralları: Harcama kuralları genellikle toplam harcamalar, faiz dışı ya
da cari harcamalar üzerine mutlak, GSYH’ye oran ya da harcamaların artışı oranını
konu alan kalıcı sınırlamalardır. Bu kurallar, gelirler ile ilgili sınırlamaları
içermediğinden doğrudan borç sürdürülebilirliğini hedef almamaktadır. Bununla
birlikte, harcama kurallarına borç ya da bütçe kuralları eşlik ediyorsa, mali
sürdürülebilirlik ve mali konsolidasyonun sağlanmasında operasyonel bir araç olarak
kullanılabilir (IMF, 2009:3).
Gelir kuralları: Gelirlere bir taban ya da tavan belirleyerek, gelirlerin
toplanmasını ya da aşırı vergi yükünü engellemeyi hedefleyen kurallar bütünüdür.
Bu tür kurallar kamu harcamalarını dolaylı olarak sınırladığı için, kamu borçlarının
doğrudan kontrolünü sağlayamamaktadır (IMF, 2009:3).
Kuralların ikinci formu ise, nesnel mali kuralların uygulanması ile ilgili olan
sayısal olmayan kurallardır. Bunlar ise, muhasebe şeffaflığı, hesap verebilirlik,
raporlama ve izleme, olası müeyyideler ve nesnel mali kuralların oluşumunu
sağlayan belli koşulların oluşturulmasıdır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
233
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
2. Dünyada Mali Kurallar: Uygulama Örnekleri
Mali disiplinin erdemliliği, en az iki asır önce dile getirilmiş, fakat ara sıra mali
disiplinden vazgeçme politik olarak ve önceden ilan edilmiş analitik saygınlık
açısından maruz görülmüştür. Özellikle büyük buhran zamanında, gelişmiş ülkeler
iradi talep yönetimine dayanan ve sürekli bütçe açığı verilmesi eğilimi gösteren
maliye politikaları izlemişlerdir. Benzer eğilimi, kimi az gelişmiş ülkeler de
sergilemiştir. Fakat, 1980’lerde bu eğilimin kamu borcunu arttırdığı ve özel sermaye
girişlerini olumsuz etkilediği düşüncesi, mali disiplinin tekrar önem kazanmasına
neden olmuştur (Kopits, 2001:4; Bali ve Çelen, 2007:30; Şevik, 2008:51).
Anayasa veya kanun metinlerine kalıcı hükümler koyarak mali disiplini sağlama
girişimleri ise çeşitli devlet düzeylerinde 150 yıldır uygulanmaktadır. Bu süreç üç
farklı döneme ayrılabilir (Kopits, 2001:4-5; Bali ve Çelen, 2007:30-31; Şevik,
2008:51): İlk dönemde, bazı federal sistemlerde federe devletler ulusal hükümeti
iflastan kurtarma müdahalesine ihtiyaç duymadan sermaye harcamalarının
finansmanını piyasadan karşılayabilme amacıyla altın kuralı3 benimsemişlerdir. Bu
kural çerçevesinde, 19’uncu yüzyılın ortalarından itibaren Amerika’daki pek çok
eyalet ve 1920’lerden sonra İsviçre’deki bazı kantonlar bütçe dengesi kuralını
benimsemişlerdir.
İkinci Dünya Savaşından sonrasını kapsayan ikinci dönemde, bazı sanayi
ülkeleri (Almanya, İtalya, Japonya ve Hollanda) parasal reformları takiben istikrar
programlarını destekleyen denk bütçe kurallarını yürürlüğe koymuşlardır. Bunların
çoğu “altın kural” tipindedir. Yerel kaynaklardan (özellikle Merkez Bankaları) bütçe
açığının finanse edilmesine limit getiren veya yasaklayan diğer kurallar 1960’larda
bazı gelişmekte olan ülkelerde kabul edilmiştir.
Üçüncü dönem, Yeni Zelanda’nın 1994’te kabul ettiği “Mali Sorumluluk
Kanunu” ile başlamıştır. Bu yeni dönemde, artan sayıda sanayi ve yükselen piyasa
ekonomisi mali kuralları kabul etmeye başlamıştır. Bu kurallar devletin çeşitli
düzeylerinde benimsenen denk bütçe kuralları, borçlanma ve harcama limitleri
biçiminde olabilmektedir. Bu dönemdeki mevcut kuralların ortak özelliği; “hesap
verebilirlik, güncel ve düzenli raporlama zorunluluğu ve orta vadeli makro bütçe
çerçevesi” gibi daha fazla şeffaflık standartları içermeleridir. Tüm bu unsurlar,
genellikle hesap verme zorunluluğunun da yer aldığı, kapsamlı kanunlarda ve
uluslararası anlaşmalarda yer almaktadır.
Mali kurallar hem planlama hem de uygulama açısından oldukça fazla çeşitliliğe
sahiptir. Son 20 yıldan fazla bir süredir pek çok ülke mali kuralları kabul etmiştir.
Avrupa Komisyonunun 2006 yılında yaptığı bir çalışmada, farklı hükümetler
düzeyinde 1990-2005 döneminde 60 sayısal mali kuralın uygulandığı, üstelik mali
kuralların hem sayısal olarak hem de hükümetlerin kabul ettiği bir kavram olarak
düzenli bir şekilde arttığı tespitine yer verilmiştir (IMF, 2007:17). Planlama ve
uygulamada; Anglo-Sakson ülkeler (Avustralya, Kanada Eyaletleri, Yeni Zelanda ve
İngiltere) şeffaflık üzerinde daha fazla dururken, Kara Avrupası (Avrupa Parasal
Birliği İstikrar ve Büyüme Paktı ve İsviçre) ve yükselen piyasa ekonomileri
(Arjantin, Brezilya, Kolombiya, Peru ve Hindistan) sayısal referans değerlerine
(hedefler, limitler) daha fazla odaklanmaktadır (Binay, 2003:246).
3
Altın kural, hükümetlerin cari harcamalarını finanse etmek için değil, yatırım harcamalarını finanse
edebilmek için borçlanabilmelerini ifade etmektedir.
234
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Mali performansa ilişkin garanti ve performans göstergeleri çok sayıda ülkede
uygulanmaktadır. Bütçe kuralı, AB ve Yeni Zelanda’da genel hükümeti, Arjantin ve
Peru’da ulusal hükümeti, Brezilya ve Almanya’da hem ulusal hem de yerel
hükümetleri kapsamaktadır. İlave olarak Brezilya, Kanada, İsviçre ve ABD’de cari
denge üzerine limitler konmuşken, Arjantin, AB ve Peru’da tüm denge üzerine
limitler konmuştur (Binay, 2003:246). Brezilya, Şili, Yeni Zelanda, İsviçre,
İngiltere, İsrail ve ABD gibi ülkelerdeki bireysel uygulamaların yanında, AB
ülkelerinin tamamını kapsayan kapsamlı kurallar da uygulanmaktadır (Kalkan,
2007:4).
Bugün hemen hemen tüm AB ülkeleri mali kuralların bazı formlarını
uygulamaktadır. Örneğin, İngiltere uzun süreden beri mali kurallar uygulayan bir
ülkedir. Bu ülkede, uygulanan sistemde iki önemli kural vardır (Kalkan, 2007: 4;
Karanfil, 2008). Mali kuralların uzun dönemde de anlamlı olmasının sağlaması
açısından çok önemli olan bu kurallar, "altın kural" ve "sürdürülebilir yatırım"
kurallarıdır. Altın kural, kamunun bir ekonomik devrede sadece yatırım harcamaları
için borçlanabilmesidir. Sürdürülebilir yatırım kuralı ise, bir ekonomik devre
boyunca kamu net borç stokunun en azından sabit tutulmasını ve normal koşullarda
%40’ın altına düşürülmesini içermektedir. AB üyesi bir diğer ülke Almanya,
1969’dan beri mali kuralları uygulamaktadır. Alman Anayasasına eklenen bir
maddeyle federal hükümet bütçesinin denk olması zorunlu hale getirilmiştir. Fakat,
yatırım harcamalarının finansmanı için borçlanmak mümkündür (Bali ve Çelen,
2007:47).
AB üyesi ülkelerde uygulanan mali kuralları; harcama kuralı, gelir kuralı, denk
bütçe kuralı ve borçlanma kuralı başlığı altında aşağıda yer alan tablolar yardımıyla
göstermek mümkündür.
AB üyesi ülkelerde harcama kurallarına ilişkin bilgilere yer verilen Tablo 1’den
de görüleceği üzere, harcama kuralı uygulayan ülkelerden Finlandiya ve Hollanda
reel harcamalara bir tavan belirlemişken, Fransa, Belçika ve Danimarka reel
harcamaların artış oranına sınırlama getirmiştir. Almanya, İtalya ve Danimarka
nominal harcama büyüme oranına sınırlama getirmiş, Çek Cumhuriyeti ve İrlanda,
nominal harcama tavanı belirlemiştir. Ayrıca, harcamalarla ilgili olarak Fransa’da
sağlık harcamalarının büyüme oranına üst sınır konulmuş, Lüksemburg’da orta
vadede nominal GSYH doğrultusunda nominal harcama artışı öngörülmüştür.
Harcama kuralları genellikle merkezi yönetimi kapsamaktadır. Ancak merkezi
yönetim dışındaki kurum ya da kuruluşlara yönelik harcama sınırlamaları da söz
konusudur. Örneğin Çek Cumhuriyeti, İrlanda, İtalya ve Fransa’da sosyal güvenlik
kurumlarına yönelik, İtalya ve Almanya’da bölgesel yönetime yönelik harcama
kuralları vardır. Danimarka’da ise harcama kuralının kapsamı genel yönetim olarak
belirlenmiştir. Harcama kuralları genellikle çok yıllı olarak uygulanmaktadır. Bunun
yanı sıra, Fransa, İtalya, İrlanda ve Slovakya’da yıllık bazda kurallar da söz
konusudur. Kuralların yasal dayanağını politik anlaşmalar, koalisyon anlaşmaları ve
yasal düzenlemeler oluşturmaktadır. Denetimi ise Maliye Bakanlığı, Sayıştay,
Parlamento ve Yüksek Denetim Ofisi yapmaktadır. Lüksemburg’da kuralların
denetimi için oluşturulmuş bir yapı söz konusu değildir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
235
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Tablo 1: AB Üyesi Ülkelerde Harcama Kuralı Uygulamaları
Kuralın Tanımlanması
Reel Harcama Tavanı
(Finlandiya, Hollanda)
Reel Harcama Büyüme
Oranı (Fransa, Belçika,
Danimarka)
Sağlık Harcamalarının
Büyüme Oranına Tavan
Konulması (Fransa)
Nominal Harcama
Büyüme Oranı
(Almanya, İtalya)
Nominal Harcama
Tavanı (Çek. Cum,
İrlanda, İtalya)
Ulusal Emeklilik Rezerv
Fonuna Otomatik
Harcama Tahsisi
(İrlanda)
Orta Vadede Nominal
GSYİH Doğrultusunda
Nominal Harcama Artışı
(Lüksemburg)
Kapsadığı
Yönetim Düzeyi
Merkezi Yönetim
(Finlandiya,
Hollanda)
Süresi
Yasal Dayanağı
Politik Anlaşma
(Finlandiya)
Denetimden Sorumlu
Organ
Maliye Bakanlığı
(Finlandiya, Hollanda)
Merkezi
Yönetim+Sos
Güv. (Belçika)
Çok Yıllı
5 Yıl
(Finlandiya)
Çok Yıllı
4 Yıl
(Hollanda)
Çok Yıllı
4 Yıl
(Belçika)
Genel Yönetim
(Danimarka)
Merkezi Yönetim
(Fransa)
Çok Yıllı
(Danimarka)
Yıllık
(Fransa)
Sosyal Güvenlik
(Fransa )
Yıllık
(Fransa)
Yasal Düzenleme
(Fransa)
Maliye Bakanlığı,
(Danimarka)
Bağımsız (Sayıştay ve
Yüksek Maliye
Konseyi), Parlamento
(Fransa)
Bağımsız (Uyarı
Komitesi ve Sayıştay),
(Fransa)
Merkezi Yönetim
ve Bölgesel
Yönetim
(Almanya)
Çok Yıllı
5 Yıl
(Almanya)
Merkezi Yönetim
ve Bölgesel
Yönetimler
Arasında Politik
Anlaşma
(Almanya)
Merkezi Yönetim
Eyaletler ve Yerel
Yönetim
Temsilcilerinden Oluşan
Finansal Planlama
Konseyi (Almanya)
Merkezi Yönetim
ve Bölge İdareleri
(İtalya)
Çok Yıllı
3 Yıl (İtalya)
Yasal Düzenleme
(İtalya)
Maliye Bakanlığı
(İtalya)
Merkezi Yönetim
(Çek Cum,
İrlanda,
Slovakya)
Çok Yıllı
3 Yıl (Çek
Cum, İsveç)
Politik Anlaşma
(Çek Cum,
Slovakya)
Maliye Bakanlığı
(Çek Cum),
Kamusal Yapı (İrlanda)
Merkezi Yönetim
ve Bölge İdareleri
(İtalya)
Çok Yıllı
5 Yıl
(İrlanda)
Yasal Düzenleme
(İrlanda, İsveç)
Maliye Bakanlığı ve
Sağlık Bakanlığının İlaç
Departmanı (İtalya)
Merkezi Yönetim
ve Sosyal
Güvenlik (İsveç)
Yıllık (İtalya,
Slovakya)
Yasal Düzenleme
ve Merkezi
Yönetimle
Bölgesel İdareler
Arasında Sözleşme
(İtalya)
Merkezi Yönetim
(İrlanda)
Yıllık
(İrlanda)
Yasal Düzenleme
(İrlanda)
Bağımsız (Yüksek
Denetim Ofisi),
Hükümet ve Parlamento
(Slovakya), Bağımsız
(Sayıştay), Maliye
Bakanlığı ve Parlamento
(İsveç)
Maliye Bakanlığı
(İrlanda)
Merkezi Yönetim
(Lüksemburg)
Çok Yıllı
(Lüksemburg)
Koalisyon
Anlaşması
(Lüksemburg)
Koalisyon
Anlaşması
(Hollanda)
Merkezi Yönetim
Koalisyon
Anlaşması +Sos
Güv Yasal
Düzenleme.
(Belçika)
Politik Anlaşma
(Danimarka,
Fransa)
Bağımsız (Sayıştay ve
Yüksek Maliye
Konseyi), Parlamento
(Belçika)
Yok (Lüksemburg)
Kaynak: EC, 2006:184-188.
AB üyesi ülkelerde uygulanan bir diğer mali kural gelir kuralıdır. Gelir kuralına
ilişkin uygulamalara yer verilen Tablo 2’den de görüleceği üzere, AB ülkelerinde
gelir kuralları; nominal vergi gelirlerindeki artışın nominal GSYH’ye oranına
yönelik sınırlama, doğrudan ya da dolaylı vergi oranlarına sınırlama, gelir artığının
236
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
tahsisine ilişkin sınırlama, hükümetlerin beklenenin üzerinde bir vergi geliri elde
etme olasılığı durumunda bu artığı ya da fazlalığı önceden nereye tahsis
edeceklerinin belirlenmesi, devletin özel bütçesinin tüm gelirleri kapsaması gibi
düzenlemeleri içermektedir. Gelir kuralları Danimarka’da genel yönetimi, Belçika,
Fransa ve Hollanda’da merkezi yönetimi, Finlandiya’da ise sosyal güvenlik
kurumlarını kapsamaktadır. Kurallar; Fransa ve Letonya’da yıllık, Hollanda,
Finlandiya ve Belçika’da ise çok yıllı olarak uygulanmaktadır. Harcama kurallarında
olduğu gibi gelir kurallarında da denetim, ilgili ülkelerin Maliye Bakanlığı, Sayıştay
ve parlamentolarınca yapılmaktadır.
Tablo 2: AB Üyesi Ülkelerde Gelir Kuralı Uygulamaları
Kuralın Tanımlanması
Kapsadığı
Yönetim Düzeyi
Süresi
Yasal
Dayanağı
Denetimden
Sorumlu Organ
Nominal Vergi
Gelirlerindeki Artışın
Nominal GSYH’ye Oranı
(Belçika)
Merkezi Yönetim
(Belçika)
Çok Yıllı
4 Yıl (Belçika)
Koalisyon
Anlaşması
(Belçika)
Yok (Belçika)
Doğrudan ya da Dolaylı
Vergi Oranlarına Sınırlama
(Danimarka)
Genel Yönetim
(Danimarka)
N.A. (Danimarka)
Politik Anlaşma
(Danimarka)
Maliye Bakanlığı
(Danimarka)
Gelir Artığının Tahsisi
(Finlandiya)
Sosyal Güvenlik
(Finlandiya)
Çok Yıllı
Konjonktür
Devresi
(Finlandiya)
Yasal
Düzenleme
(Finlandiya)
Sosyal İşler ve
Sağlık Bakanlığı
(Finlandiya)
Hükümet Beklenenin
Üzerinde Bir Vergi Geliri
Elde Etme Olasılığı
Durumunda Bunu Önceden
Nereye Tahsis Edeceğini
Belirlemeli (Fransa)
Merkezi Yönetim
(Fransa)
Yıllık (Fransa)
Yasal
Düzenleme
(Fransa)
Bağımsız (Sayıştay)
ve Ulusal
Parlamento (Fransa)
Devletin Özel Bütçesi Tüm
Gelirleri Kapsamalıdır
(Letonya)
Merkezi Yönetim
ve Sosyal
Güvenlik
Kurumları
(Letonya)
Yıllık (Letonya)
Yasal
Düzenleme
(Letonya)
Maliye Bakanlığı ve
Hazine (Letonya)
Merkezi Yönetim
(Hollanda)
Çok Yıllı (4 Yıl)
(Hollanda)
Koalisyon
Anlaşması
(Hollanda)
Maliye Bakanlığı
(Hollanda)
Beklenen Gelirin Fazlasının
Tahsisi (Hollanda)
Kaynak: EC, 2006:184-188.
Harcama ve gelir kuralının yanısıra denk bütçe kuralı da yaygın olarak uygulama
şansı bulan bir kuraldır. Denk bütçe kuralı, Avusturya, Finlandiya, İngiltere ve
İspanya’da GSYH’nin belli bir yüzdesi, Belçika, Estonya, Finlandiya, Almanya,
İrlanda, İtalya, Litvanya ve Portekiz’de ise nominal bütçe dengesine sınırlama
getirilmesi şeklinde uygulanmaktadır. İtalya’da ise sermaye harcamaları hariç
nominal bütçe dengesine sınırlama getirilmiştir. Ayrıca, Danimarka GSYH’nin
yüzdesi olarak yapısal bütçe dengesine, İsveç yapısal bütçe dengesi hedefine,
Belçika ise reel harcama büyüme oranına sınırlama getirmiştir. Denk bütçe kuralı
Almanya, İrlanda, Litvanya, Portekiz ve Fransa’da yıllık, Avusturya, Finlandiya,
İngiltere, İtalya, Estonya ve İsveç’te çok yıllı dönemi kapsamaktadır. Belçika ve
Lüksemburg’da ise hem yıllık hem de çok yıllı denk bütçe uygulamalarına
rastlanmaktadır. Denk bütçe kurallarının yasal dayanağını, anayasal ve yasal
düzenlemeler, politik anlaşmalar, koalisyon anlaşmaları ve parlamento tarafından
onaylanan hükümet taahhütleri oluşturmaktadır. Denk bütçe kurullarının denetimi
ise; harcama ve gelir kurallarının denetiminden sorumlu organlar yanında merkezi
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
237
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
yönetim, yerel yönetimler ve bölge idarelerinin temsilcilerinden oluşan Komite,
Performans Değerlendirme Kurulu, Belediye Konseyi, Sosyal Güvenlik Kurumu ve
Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğü gibi birimlerce yapılmaktadır (Tablo 3).
Tablo 3: AB Üyesi Ülkelerde Denk Bütçe Kuralı Uygulamaları
Kuralın
Tanımlanması
GSYH’nin Yüzdesi
Olarak Bütçe
Dengesi
(Avusturya,
Finlandiya,
İngiltere, İspanya)
Nominal Bütçe
Dengesi (Belçika,
Estonya,
Finlandiya,
Almanya, İrlanda,
İtalya, Litvanya,
Portekiz)
238
Kapsadığı
Yönetim
Düzeyi
Süresi
Yasal Dayanağı
Denetimden
Sorumlu Organ
Merkezi, Yerel
ve Bölgesel
Yönetim
(Avusturya)
Çok Yıllı
(4 Yıl)
(Avusturya)
Anayasaya
Dayalı Hukuki
Tasarruf
(Avusturya)
Merkezi Yönetim,
Yerel Yönetimler ve
Bölge İdarelerinden
Oluşan Komite
(Avusturya)
Merkezi
Yönetim
(Finlandiya)
Çok Yıllı
(5 Yıl)
(Finlandiya)
Politik Anlaşma
(Finlandiya)
Maliye Bakanlığı
(Finlandiya)
Genel Yönetim
(İngiltere)
Çok Yılı
(İngiltere)
Yasal
Düzenleme
(İngiltere)
Genel Yönetim
(İspanya)
Çok Yıllı (3
Yıl) (İspanya)
Sosyal
Güvenlik
(Belçika)
Çok Yıllı
(4 Yıl)
(Belçika)
Yerel Yönetim
(Belçika)
Yıllık
(Belçika)
Yasal
Düzenleme
(Belçika)
Bağımsız (Yüksek
Maliye Konseyi) ve
Bölge İdareleri
(Belçika)
Genel Yönetim
(Estonya)
Çok Yıllı
(Estonya)
Koalisyon
Anlaşması
(Estonya)
Maliye Bakanlığı
(Estonya)
Yerel Yönetim
(Finlandiya)
Çok Yıllı
(4 yıl)
(Finlandiya)
Yasal
Düzenleme
(Finlandiya)
Bağımsız (Denetim
Komiteleri) ve İçişleri
Bakanlığı
(Finlandiya)
Merkezi
Yönetim
(Almanya)
Yıllık
(Almanya)
Anayasa ya da
Yasal
Düzenleme
(Almanya)
Maliye Bakanlığı ve
Ulusal Parlamento
(Almanya)
Bölgesel
Yönetim
(Almanya)
Yıllık
(Almanya)
Anayasa
(Almanya)
Eyalet Maliye
Bakanları (Almanya)
Yerel Yönetim
(Almanya)
Yıllık
(Almanya)
Yasal
Düzenleme
(Almanya)
Yerel
Yönetimler
(İrlanda)
Yıllık (İrlanda)
Politik Anlaşma
(İrlanda)
Bölge İdareleri
(İtalya)
Çok Yıllı
(3 Yıl
(İtalya))
Yasal
Düzenleme
(İtalya)
Eyaletlerin Yerel
Yönetim Denetim
Birimleri (Almanya)
Maliye Bakanlığı ve
Kamusal Yapı
(İrlanda)
Performans
Değerlendirme
Kurulu (Merkezi
Yönetim ve Bölge
İdareleri
Temsilcilerinden
Oluşmaktadır)
(İtalya)
Yasal
Düzenleme
(İspanya)
Koalisyon
Anlaşması
(Belçika)
Bağımsız (Ulusal
Denetim Ofisi),
Maliye Bakanlığı,
Hazine ve Parlamento
(İngiltere)
Maliye Bakanlığı ve
Kamusal Yapı
(İspanya)
Bütçe ve Sosyal İşler
Bakanlığı (Belçika)
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Yerel
Yönetimler
(Litvanya)
Merkezi
Yönetim
(Portekiz)
Yıllık
(Litvanya)
Yıllık
(Portekiz)
Yasal
Düzenleme
(Litvanya)
Yasal
Düzenleme
(Portekiz)
Belediye Konseyi
(Litvanya)
Maliye Bakanlığı
(Portekiz)
Maliye Bakanlığı ve
Yerel Yönetimler
Genel Müdürlüğü
(Portekiz)
Yerel
Yönetimler
(Portekiz)
Yıllık
(Portekiz)
Yerel
Yönetimler
(Fransa)
Yıllık (Fransa)
Yerel
Yönetimler
(İtalya)
Çok Yıllı
(İtalya)
Genel Yönetim
(Danimarka)
Çok Yıllı
(2010 Yılına
Kadar)
Politik Anlaşma
(Danimarka)
Maliye Bakanlığı
(Danimarka)
Yapısal Bütçe
Dengesi Hedefi
(İsveç)
Genel Yönetim
(İsveç)
Çok Yıllı
(İsveç)
Parlamento
Tarafından
Onaylanan
Hükümet
Taahhüdü (İsveç)
Bağımsız (Sayıştay),
Maliye Bakanlığı ve
Ulusal Parlamento
(İsveç)
Sağlık İçin Rezerv
Fonlar, Uzun
Dönem Sağlık ve
Özel Emeklik
Planları
(Lüksemburg)
Sosyal
Güvenlik
(Lüksemburg)
Yıllık ve Çok
Yıllı
(Lüksemburg)
Yasal
Düzenleme
(Lüksemburg)
Sosyal Güvenlik
Bakanlığı
(Lüksemburg)
Reel Harcama
Büyüme Oranı
(Belçika)
Bölgesel
Yönetim
(Belçika)
Çok Yıllı (5
Yıl) (Belçika)
Bölgesel ve
Yerel Yönetimler
Arasında Politik
Anlaşma
(Belçika)
Bağımsız (Yüksek
Maliye Konseyi)
(Belçika)
Altın Kural
(Fransa)
Nominal Bütçe
Dengesi (Sermaye
Harcamaları Hariç)
(İtalya)
GSYİH’nin
Yüzdesi Olarak
Yapısal Bütçe
Dengesi
(Danimarka)
Yasal
Düzenleme
(Portekiz)
Yasal
Düzenleme
(Fransa)
Anayasa ve
Yasal
Düzenleme
(İtalya)
Bağımsız (Bölgesel
Sayıştay) (Fransa)
Bağımsız (Sayıştay)
ve Maliye Bakanlığı
(İtalya)
Kaynak: EC, 2006:184-188.
AB üyesi ülkelerde uygulanan bir diğer mali kural, borçlanma kuralıdır.
Borçlanma kuralı; Çek Cumhuriyeti’nde borç servisi, Slovenya, Polonya ve
İngiltere’de borçların GSYH’ye oranına yönelik üst sınır, Lüksemburg’da borç
stokunun GSYH’ye oranının makul olması, Macaristan’da borç geri ödeme
kapasitesi ile orantılı tavan, Slovakya’da toplam borç ve yıllık borç servisinin bir
önceki yıl gerçekleşen gelirlere oranına ilişkin sınırlamadan oluşmaktadır. Ayrıca,
Letonya ve Almanya’da nominal borçlanma tavanına sınırlama, İspanya’da nominal
borçlanma tavanına, borç düzeyine ve yerel yönetimlerin borçlarının cari gelirlerine
oranına ilişkin sınırlama, Litvanya’da merkezi yönetimin yapabileceği maksimum
net borçlanmaya, Slovenya’da ise yerel yönetimlerin toplam borç stokuna ilişkin
sınırlama söz konusudur. Kurallar; Polonya, Slovenya ve İngiltere’de genel yönetim,
Litvanya ve Finlandiya’da merkezi yönetim, Slovenya, Estonya, Almanya, Letonya
ve Macaristan’da yerel yönetimler, Çek Cumhuriyeti, İspanya ve Slovakya’da bölge
idareleri ve yerel yönetimler düzeyinde uygulanmaktadır. Borçlanma kuralları; Çek
Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan, Slovakya, Letonya, İspanya, Litvanya ve
Estonya’da yıllık, İngiltere, Lüksemburg ve Finlandiya’da çok yıllı, Slovenya’da ise
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
239
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
hem yıllık hem de çok yıllı olarak uygulanmaktadır. Borçlanma kurallarının yasal
dayanağını, anayasal ve yasal düzenlemeler, koalisyon anlaşmaları, politik
anlaşmalar ve merkezi yönetim ile bölge idareleri arasındaki anlaşmalar
oluşturmaktadır. Lüksemburg ve Macaristan’da borçlanma kuralının denetiminden
sorumlu resmi bir organ söz konusu değilken, Macaristan’da özel bankaların
denetimi söz konusudur. Bunun dışındaki ülkelerde ise borçlanma kurallarının
denetimi Parlamento, Maliye Bakanlıkları, Bağımsız Yüksek Denetim Ofisleri,
Hazine, Sayıştay ve Eyaletlerin Yerel Yönetim Denetim Birimleri tarafından
yapılmaktadır (Tablo 4).
Tablo 4: AB Üyesi Ülkelerde Borçlanma Kuralı Uygulamaları
Kuralın Tanımlanması
Borç Servisi Limiti (Çek
Cumhuriyeti)
Kapsadığı
Süresi
Yönetim Düzeyi
Bölgesel ve
Yıllık (Çek
Yerel
Yönetimler (Çek Cum.)
Cum.)
Genel Yönetim
(Polonya)
Genel Yönetim
Borçların GSYH’ye Oranına
(Slovenya)
Yönelik Tavan (Slovenya,
Polonya, İngiltere)
Borç Stokunun GSYH’ye
Oranı Makul Olmalı (Yeni
Borçlanma Sadece
Demiryolu Altyapısı
Harcamalarının Finansmanı
için Yapılmalı
(Lüksemburg)
240
Çok Yıllı
(4 Yıl)
(Slovenya)
Denetimden
Sorumlu Organ
Politik
Maliye Bakanlığı
Anlaşma (Çek
(Çek Cum.)
Cum.)
Yasal
Düzenleme ve
Anayasa
(Polonya)
Koalisyon
Anlaşması
(Slovenya)
Bağımsız (Yüksek
Denetim Ofisi) ve
Parlamento
(Polonya)
Kamusal Yapı
(Slovenya)
Bağımsız (Yüksek
Denetim Ofisi),
Maliye Bakanlığı,
Hazine ve
Parlamento
(İngiltere)
Genel Yönetim
(İngiltere)
Çok Yıllı
(İngiltere)
Yasal
Düzenleme
(İngiltere)
Merkezi
Yönetim
(Lüksemburg)
Çok Yıllı
(Lüksemburg)
Koalisyon
Anlaşması
Yok (Lüksemburg)
(Lüksemburg)
Yıllık
(Macaristan)
Yasal
Düzenleme
(Macaristan)
Resmi Bir Kurum
Yok (Özel
Bankaların
Denetimi)
(Macaristan)
Bölge İdareleri
ve Yerel
Yönetimler
(Slovakya)
Yıllık
(Slovakya)
Yasal
Düzenleme
(Slovakya)
Bağımsız (Yüksek
Denetim Ofisi) ve
Maliye Bakanlığı
(Slovakya)
Merkezi
Yönetim
(Finlandiya)
Çok Yıllı
(5 Yıl)
(Finlandiya)
Politik
Anlaşma
(Finlandiya)
Maliye Bakanlığı
(Finlandiya)
Borç Geri Ödeme Kapasitesi
Yerel Yönetim
ile Orantılı Tavan
(Macaristan)
(Macaristan)
Toplam Borç ve Yıllık Borç
Servisinin Bir Önceki Yıl
Gerçekleşen Gelirlere
Oranına İlişkin Sınırlama
(Slovakya)
Borçların GSYH’ye
Oranının Azaltılması
(Finlandiya)
Yıllık
(Polonya)
Yasal
Dayanağı
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Nominal Borçlanma Tavanı
(Letonya, Almanya,
İspanya)
Yerel
Yönetimler
(Letonya)
Politik
Yıllık (Letonya) Anlaşma
(Letonya)
Bağımsız (Letonya)
Yerel
Yönetimler
(Almanya)
Yıllık
(1 ya da 2 Yıl)
(Almanya)
Eyaletlerin Yerel
Yönetim Denetim
Birimleri
(Almanya)
Bölge İdareleri
(İspanya)
Yasal
Düzenleme
(Almanya)
Merkezi
Yönetim İle
Bölge
Yıllık (İspanya) İdareleri
Arasında
Anlaşma
(İspanya)
Yasal
Yıllık (İspanya) Düzenleme
(İspanya)
Maliye Bakanlığı
(İspanya)
Borç Düzeyine İlişkin
Sınırlama (İspanya)
Bölge İdareleri
(İspanya)
Merkezi Yönetimin
Yapabileceği Maksimum
Net Borçlanma (Litvanya)
Merkezi
Yönetim
(Litvanya)
Yıllık
(Litvanya)
Bütçe Gelirlerinin Yüzdesi
Olarak Borç Limitleri
(Estonya)
Yerel Yönetim
(Estonya)
Yasal
Yıllık (Estonya) Düzenleme
(Estonya)
Yerle Yönetimlerin Toplam
Borç Stokuna İlişkin
Sınırlama (Slovenya)
Yerel
Yönetimler
(Slovenya)
Yıllık
(Slovenya)
Yasal
Düzenleme
(Slovenya)
Bağımsız (Sayıştay)
ve Maliye
Bakanlığı
(Slovenya)
Yerel Yönetim Borçlarının
Cari Gelirlerine Oranına
Yönelik Tavan (İspanya)
Yerel
Yönetimler
(İspanya)
Yıllık (İspanya)
Yasal
Düzenleme
(İspanya)
Maliye Bakanlığı
ve Bölgesel İdareler
(İspanya)
Yasal
Düzenleme
(Litvanya)
Maliye Bakanlığı
(İspanya)
Bağımsız
(Litvanya)
Maliye Bakanlığı
(Estonya)
Kaynak: EC, 2006:184-188.
AB üyesi ülkeler dışında ise (IMF’nin araştırmalarına göre) gelişen pek çok
piyasa ekonomisi ülkesi bütçe açığını sınırlama ve kamu borç büyümesini kontrol
etmek için mali kurallar ya da kanunlarca desteklenen hedefler kabul etmişlerdir.
Özellikle 1997 Asya krizi, hemen ardından Rusya krizi ve bunların diğer orta gelirli
ülkeler grubu üzerindeki olumsuz etkileri ile birlikte başta Latin Amerika ülkeleri
olmak üzere pek çok orta gelirli ülke (IMF ve DB’nin telkiniyle) ardı ardına “mali
sorumluluk” kanunlarını kabul etmişlerdir (Boran, 2008:1). 1998 yılında Güney
Afrika, 1999 yılında Arjantin ve Peru, 2000 yılında Brezilya ve Şili, 2002 yılında
Ekvator ve 2003 yılında Kolombiya, Hindistan ve Panama küçük farklılıklarla da
olsa “mali sorumluluk” kanunlarını kabul etmişlerdir. Şili, 2000 yılında mali
dengesizliklere cevap olarak mali kuralları kabul etmiş ve merkezi hükümet
GSYH’nin %1’i oranında yapısal fazla vermeyi hedeflemiştir. Aynı yıl Brezilya
“mali sorumluluk” kanununu kabul etmiştir ve kanun ile yıllık faiz dışı fazla hedefi
koymuştur. Kanun, aynı zamanda harcama ve kamu borcu üzerine sınırlamalar
getirmiş ve seçim yıllarında harcamaların arttırılması ya da vergilerin düşürülmesini
yasaklamıştır (Moreno, 2003:4). İsrail, mali disiplininde yaşanan bozulmanın
ardından 1991 yılında kanunlaşan “borç azaltma” kanunu ile mali kuralları
benimsemiştir. Bütçe açığına sınırlama getiren düzenlemeler, sınır değerlerinin ve
açık tanımlarının sürekli değiştirilmesinden dolayı beklenen başarıyı
sağlayamamıştır. Fakat 2003 yılında harcamalara kısıt getiren yeni düzenleme ile
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
241
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
maliye politikasında daha başarılı sonuçlar alındığı gözlenmiştir (Kalkan, 2007:4).
Malezya’da ise yasal kurallar olmasa da (kanunla garanti altına alınan) kamu
gelirlerinin harcamalardan fazla olmasını ve borç servisi ödemelerini harcamaların
%20’si ile sınırlayan yazılı olmayan kurallar vardır (Moreno, 2003:4).
Yerel yönetimlere büyük özerklik tanıyan federal sistemlerde mali kurallar bazen
yalnızca merkezi hükümeti bağlamakta (Arjantin ve Hindistan), diğer federal
sistemlerde ise (merkezi devletin iflastan kurtarma müdahalelerinde bulunduğu ve
yanlış mali davranışların diğer devletler üzerinde olumsuz dışsal etkilerinin olduğu)
her hükümet seviyesinde uygulanmaktadır (Brezilya ve AB) (Binay, 2003:246). Pek
çok kural, öngörülemeyen dışsal şoklar için istisna hükümlerine izin vermektedir.
İstisna hükümleri çeşitli biçimlerde olabilmektedir (Kopits, 2001:5). Belirtilmiş bir
marj olmaksızın orta vadeli denge veya fazla hedefi belirlenmesi (Yeni Zelanda),
marj etrafında denge veya fazla hedefi belirleme zorunluluğu, büyümedeki devrevi
sapmaların düzeltilmesi (Avrupa Parasal Birliği ve İsveç) veya alternatif olarak
ihtiyat fonunun işletilmesi (Arjantin ve Peru). Ayrıca, uluslararası kriz, ulusal felaket
ve şoklar için, ihtiyari bir tutumla istisna hükmü belirlenebilmektedir (Brezilya,
Hindistan ve Amerika). Bazı ülkelerde bağımsız bir tahkim otoritesi açık bir şekilde
tanımlanmıştır (Brezilya ve Avrupa Parasal Birliği). Diğerlerinde ise izleme ajansı
belirlenmiştir (Arjantin). Bazı örneklerde, kurallara uyulmadığı takdirde hükümetler
mali veya yargısal yaptırımlara tabidirler (Brezilya, Kanada Eyaletleri, Avrupa
Parasal Birliği ve Afrika Mali Birliği Frank Bölgesi). AB üye devletlerinin
tamamının taraf olduğu İstikrar ve Büyüme Paktı, bugüne kadar yapılmış en
kapsamlı mali kurallar bütünüdür. Maastricht Kriterlerinin de bir bölümünü
oluşturan bu kurallar, parasal birlik ülkeleri için yaptırım içerdiği için mali kuralların
yaptırıma bağlanan ilk örneğidir. Kurallara uymama durumunda otoriteler çoğu
ülkede itibar kaybına uğramaktadırlar (Kalkan, 2007:4).
3. Mali Kuralların Etkileri
Mali kurallar, genellikle iyi mali sonuçlarla ilişkilendirilmiş olsalar da etkin olup
olmadıkları sorgulanabilmektedir (IMF, 2007:18; Moreno, 2003:5). Mali kuralların
iyi sonuçlar doğurduğuna işaret eden Bayoumi ve Eichengreen (1995), mali
kuralların etkin olduğunu ifade etmişlerdir. Daban vd. (2003), harcama kuralını
kabul ettikten sonra Finlandiya, Hollanda ve İsveç’in kamu maliyesindeki
iyileşmeye vurgu yapmışlardır (IMF, 2007:18). Mihaljek ve Tissot (2003:22), “iyi
dizayn edilmiş ve doğru şekilde uygulanan mali kuralların maliye politikası için
politize olmamış bir yapıyı sağlayabileceğini, bu durumun ise gelişen piyasalar için
kuralları oldukça çekici kıldığını ve idareler arası ilişkilerin daha etkin işlemesine
katkı verdiğini” belirtmişlerdir. Kuralların bu çekici yanları yanında birçok problemi
yükselttiğine de işaret edilmektedir. Bunlardan en önemlisi; kuralların, hükümetlerin
gerektiğinde konjonktür karşıtı maliye politikası kullanma yeteneğini sınırlıyor ve
baskılıyor olmasıdır. Bu güçlüğü bazı Euro Bölgesi ülkeleri, bugün istikrar ve
büyüme paktının bir unsuru olan %3 oranındaki bütçe açığının karşılanması
noktasında yaşamaktadırlar.4 İlave olarak, amprik araştırmalar endüstrileşmiş
4
Mihaljek ve Tissot’a göre; fonksiyonellik için kanunlar bazı esneklikleri dikkate alarak yazılmalıdır.
Fakat aynı zamanda kurallar uygulanmayacak kadar da esnek olmamalıdırlar. Kredibiliteyi sağlamak için
kurallar süreklilik göstermelidir. Şeffaflık için kurallar mali performans göstergesi olarak tanımlanmalı,
izlenmesi kolay olmalı fakat kolayca manupule edilmemelidirler (Mihaljek ve Tissot, 2003:22).
242
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
ülkelerde mali kuralların tatmin edici olmadığını söylüyor. Çoğu kural ulusal
seviyede henüz tüm testleri geçememiştir. Bazı Euro Bölgesi ülkelerinin, katı
kurallar (Maastricht Anlaşması içine koyulmuş) olmaksızın mali konsolidasyonu
sağlamaları söz konusu değildir. Gelişen piyasa ekonomileri için kurala dayalı
maliye politikaları, üretimdeki dalgalanmayı azaltmış ve büyümeyi pozitif yönde
etkilemiştir (Mihaljek ve Tissot, 2003:24). Son dönemde kuralları kabul eden
Brezilya ve Şili’de bütçe açığının kontrol edildiği görülmüştür. Fakat ülkelerin
kuralları uygulamada zorlandıklarına dair çokça örnek de vardır. Tecrübeler,
kuralların merkezi yönetim düzeyinde uygulamasının yerel yönetimlere kıyasla daha
kolay olduğunu göstermektedir. Problemin bir kısmı ahlakidir, merkezi hükümetler
yerel yönetimlerin açıklarını sınırlamada ve onları bu konuda teşvik etmede
gönülsüzdürler (Moreno, 2003:5). Bugün gelişmiş ülkeler yanında birçok gelişen
piyasa ekonomisi de, bütçe açığını sınırlama ve kamu borç büyümesini kontrol
etmede mali kurallar ya da hedefler kabul etmiştir. Mali kuralların etkileri kuralın
türü ve kapsamına göre değişiklik gösterebilmektedir. Tablo 5’te mali kuralların;
kamu kesimi büyüklüğü, kaynak tahsisi, borçların sürdürülebilirliği ve konjonktür
üzerindeki etkileri gösterilmiştir.
Tablo 5: Mali Kurallar ve Etkileri
Kural Türü
Denk Bütçe
Kuralı
Kamu
Kesimi
Büyüklüğü
Toplam
etkinlik
kayıplarına
yol açabilir.
Borçlanma
Kuralı
Denk bütçe
koşulu gibi
etki yapabilir.
Vergi Kuralı
Devletin
ekonomik
büyüklüğünü
sınırlayabilir.
Kapsamı ne
kadar artarsa
o kadar
başarılı olur.
Harcama
Kuralı
Etkileri
Kamu Açıkları ve
Borçlanmanın
Sürdürülebilirliği
Tüm kamu
Daha sıkı kurallar
harcamalarını kapsarsa açıkların artmasını
tarafsızdır. Eğer bir
önlemede ve
kısım harcamaları
borçlanmanın
kapsıyorsa etkinlik
sürdürülebilirliğini
kayıplarına yol
n sağlanmasında
açabilir.
daha fazla etkilidir.
Eğer kapsamı
Açıkları azaltabilir
sınırlıysa, kamu
ve borç miktarının
harcamalarında
artmasını
sapmalara ve
engelleyebilir.
etkinsizliğe yol
açabilir.
Harcamalar kontrol
edilmezse açığa
yol açabilir.
Kaynak Tahsisi
Etkinliği
Tarafsızdır ya da
kapsamı sınırlı
olduğunda veya hangi
harcamaların
sınırlandırılacağı
konusunda herhangi
bir önceliği
olmadığında
etkinsizliğe yol açar.
-
Döngüsellik
İktisadi
konjonktürle aynı
yönde maliye
politikası
uygulanmasına
sebep olabilir.
İktisadi
konjonktürle aynı
yönde maliye
politikası
uygulanmasına
sebep olabilir.
Eğer gelir tabanlı
olursa konjonktürle
aynı yönde etki
yapar.
Harcamaları
yatıştırmaya
yardım edebilir.
Fakat gelirle
bağlantılı olursa
konjonktürle aynı
yönde etki yapar.
Kaynak: Sutherland vd., 2006:43.
Tablo 5’ten görüleceği üzere, kamu kesimi büyüklüğü ile ilgili olarak denk bütçe
kuralı toplam etkinlik kayıplarına yol açabilecekken, vergi sınırlamaları devletin
ekonomik büyüklüğünü sınırlayıcı etki yapabilmektedir. Harcama kurallarının ise
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
243
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
kapsamı ne kadar artarsa o kadar başarılı olabilmektedir. Kaynak tahsisi etkinliği
açısından denk bütçe kurallarının bir kısım harcamaları kapsaması durumunda
etkinlik kayıplarına yol açtığı, tüm harcamaları kapsıyorsa da tarafsız olduğu
söylenebilir. Borçlanma sınırlamaları kapsamı dar olduğunda kamu harcamalarında
sapmalara ve etkinsizliğe yol açarken, harcama sınırlamaları tarafsızdır ya da
kapsamı sınırlı olduğunda veya hangi harcamaların sınırlandırılacağı konusunda
herhangi bir önceliği olmadığında etkinsizliğe yol açabilmektedir. Borçlanma
kuralları kamu açıklarının azalmasını sağlayarak borç miktarının artmasını
sınırlarken, vergi sınırlamaları, harcamalar kontrol edilemediğinde açığa yol
açabilmektedir. Denk bütçe kuralları ise ne kadar sıkı olursa açıkların artmasını o
derece önleyebilmekte ve sürdürülebilirliğin sağlanmasına daha fazla katkı
yapabilmektedir.
4. Kurallı Maliye Politikası
Maliye politikası özü itibarıyla devletin toplumun bir kesiminden kaynak
toplayıp, başka bir kesimine aktarmasına dayanmaktadır. Toplumun hangi
kesiminden ne kadar alınıp, toplumun hangi kesimine ne kadar aktarılacağı kararının
da halk tarafından seçilen politikacılar tarafından verilmesi son derece doğaldır.
Fakat politikacılar çoğunlukla kısa dönemde sonuç alınabilecek politikalara
yoğunlaştıklarından, özü itibarıyla etkileri kısa dönemde beklenen politikalar
(maliye politikaları) popülist eğilimlere konu olmaktadır. Yani, politikacılar
kendilerine siyasi rant sağlayabilecek olan kısa dönemli uygulamalara yönelirler.
Fakat, belirli bir dönem için seçilen politikacıların kısa dönemli hedefleri ile
toplumun orta ve uzun dönemli hedeflerinin ne derece örtüştüğü tartışmalıdır
(Kalkan, 2007:3).
Maliye politikası için en iyi strateji hangisidir? Kurallı maliye politikası için
temel gerekçe, iradi maliye politikası aracılığıyla meydana getirilen kamu
maliyesindeki yaygın bozulmalara karşı koymaktır (Kopits ve Symansky, 1998:6).
Kurala dayalı makro ekonomi politikalarının temel hedefi, iradi müdahalelere
ihtiyaç duyulmaksızın belli bir mali disiplin ve güvenirliğin sağlanması ve böylelikle
hükümetlere baskı olmadan temel uygulamaların tahmin edilebilir olmasıdır (Pınar,
2006:146). Teoride, iradi maliye politikalarıyla da mali kurallardaki gibi sonuçlara
ulaşılması mümkündür (sağladığı geniş esneklikten dolayı). Pratikte ise, seçim
baskısından dolayı politikacılar kısa dönemde getirisi olan politikaları kabul
edebilirler. Bunun sonucu ise daha az disiplinli ve uzun vadede sürdürülemeyecek
maliye politikalarıdır (Mihaljek ve Tissot, 2003:22).
Mali disiplinde gevşeme ise birçok ülkede ciddi kamu finansmanı problemlerinin
ortaya çıkmasına ve ekonomi politikalarının etkinliğinin azalmasına neden
olmaktadır. Kamu finansmanına ilişkin sorunlar maliye politikalarının saydamlığı ve
mali disiplinin ödünsüz devam ettirilmesi gerekliliğine işaret etmektedir. Bu
sağlandığı takdirde, politika oluşumunda kısa dönemli siyasal etkiler bertaraf
edilebilecektir. Mali disiplini esas alan bir maliye politikası uygulaması ile diğer
iktisat politikası hedefleri açısından da etkili olunabilir. Mali disiplini bu çerçevede
belirlemenin bir yolu mali kurallardır (Pınar, 2006:146). Dolayısıyla, mali disiplin
ve saydamlık konusundaki kaygıların kurallı maliye politikasını gündeme getirdiği
ifade edilebilir. Ancak bunun için öncelikle, alınan harcama kararları ile kamunun
orta ve uzun dönemde mali disiplininin bozulmaması gerekmektedir. Bir başka
244
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
deyişle; kamu, bütçenin finansmanı için aldığı borçları geri ödeyebilir durumda
olmalıdır. İkinci konu ise, kamunun kaynak dağılımındaki kararlarının saydam olma
zorunluluğudur. Böylece, kararları alan politikacılar topluma hesap verebilir
konumda olabileceklerdir (Kalkan, 2007:3-4).
Kurallı maliye politikasını, modern kamu maliyesinin gereği olarak ifade eden
görüşler de mevcuttur. Modern maliye politikası, kaynak tahsisi etkinliği,
operasyonel etkinlik ve mali disiplinden oluşan üç prensip üzerine inşa edilmiştir
(Kalkan, 2007:3). Kaynak dağılımında etkinliğin sağlanabilmesi için de bütçenin
hazırlanmasında çalışan yetkin bir iktisadi analiz kapasitesinin oluşturulması gerekir.
Operasyonel etkinlikte ise, harcama programının etkin bir şekilde uygulanması
gerekmektedir. Operasyonel etkinlik aynı zamanda, kamu kurumlarının mal ve
hizmetleri sürekli verimlilik artışları elde (ölçüde uygun) edebilecek, piyasa fiyatları
ile rekabetçi bir maliyetle üretmelerini de ifade etmektedir (Schick, 1998:2). Bu da
icracı kurumların ve yerel ağlarının operasyonel etkinliği sağlayabilecek kapasitede
olmasını gerektirmektedir. Kaynak tahsisinde etkinlik ve operasyonel etkinlik ile
beraber değerlendirilmesi gereken diğer husus ise mali disiplindir. Mali disiplin,
kamu harcama programlarının uzun dönemde ekonomik istikrarı bozmasının
önlenmesini amaçlamaktadır. Bu sebeple de harcama programları belirlenirken mali
disiplini gözetecek kurallar saptanmalıdır. Kurallı maliye politikası ya da mali kural
denilen kavram da bu mantıkla ortaya çıkmıştır (Kalkan, 2007:3).
Maliye politikasının başarıya ulaşmasında şeffaflık ve hesap önemli unsurlardır.
Şeffaflık, yatırımcıların güvenini arttırabilir, dolayısıyla piyasa likiditesini sağlar.
İlave olarak, şeffaflık kaynak tahsisinin daha etkin şekilde gerçekleştirilmesine ve
kamu borcunun daha gerçekçi fiyatlandırılmasına izin verir. Sürdürülebilir mali
pozisyon için politikacılara teşvikler sunar (Moreno, 2003:4). Maliye politikasının
başarısında ve kurallı maliye politikasının işletilmesinde kurallar kadar önemli olan
gerçekleşmelerin denetimini yapan ve şeffaflığı sağlayan kurumsal altyapıdır.
Özellikle, bütçe dışı harcama kalemleri ve borç stokuna yansıtılmayan
yükümlülüklerle ilgili kaygılar yatırımcıları huzursuz etmektedir, bunun için de
yatırımcılara objektif bilgi akışını sağlayacak ve kamuoyuna yanlış sinyal
verilmesini de engelleyecek olan bir kurul (maliye politikası kurulu) devreye
sokulabilir (Kalkan, 2007:5; Sak, 2007:1-2).
Kurallı maliye politikasının temel amacı, maliye politikasına yön vermek
suretiyle kredibilite ve mali disiplini sağlamaktır (Binay, 2003:246). Hükümetlerin
mali performansı yüksekse, maliye politikasının basiretli şekilde uygulanması için
kurallara gerek yoktur. Fakat, kurallar ulusal ve yerel düzeyde iyi dizayn edilirlerse
(mali performansı kötü ülkelerde) doğru politika demetinin kullanımına, istikrara
(maliye politikası için geleneksel gerekçede makro ekonomik istikrardır) ve
büyümeye katkı yapabilir. Kurallar; basit, esnek ve büyüme merkezli kriterlerin
kullanımına imkân verebildiği gibi maliye politikasının kalitesini de arttırabilirler.
5. Türkiye’de Maliye Politikası Uygulamaları ve Mali Kurallar
1990’lı yıllarda Türkiye’nin ekonomik performansı, mali yetersizlikler (şeffaflık
ve hesap verebilirliğe ilişkin eksiklikler gibi), kırılgan bir finansal sistem ve kısa
dönemli istikrar teşebbüslerinden dolayı zayıf olmuştur. Aynı zamanda
güçlü/istikrarlı hükümetlerin yokluğu yapısal tedbirlerin alınmasını güçleştirmiş ve
bu durumda hükümetler uzağı görmeyen politikalara yönelmişlerdir. Türkiye bu
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
245
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
yıllarda ekonomiyi “para programları” (1990 ve 1992), iki “stand-by” anlaşması
(1994 ve 1999) ve IMF “yakın izleme programı” (1998) ile istikrara kavuşturmaya
teşebbüs etmiştir (Binay, 2003:246). Maliye politikasının sürdürülemez doğası ve
dış açık, 1994 krizini tetiklemiştir. Krizi takiben hükümet istikrar programı ilan
etmiş ve yeni bir stand-by anlaşması IMF tarafından onanmıştır. Stand-by anlaşması
çerçevesinde faiz dışı fazla uygulamasına başlanmıştır.
Bu süreçte Türkiye enflasyonu düşürme ve mali dengeyi tesis etmeye
çalışmasına rağmen başarılı olamamış ve 1998’de mali uyum, yapısal reform ve
sıkılaştırılmış gelir politikasına dayanan “enflasyonla mücadele programı”nı
açıklamıştır. 1998’de özellikle faiz dışı fazla konusunda önemli ilerleme
sağlanmakla (GSMH’nin %4’üne ulaşmıştır) birlikte, 1998’in ortalarından itibaren
Rusya’da yayılan kriz, politik belirsizlikler ve iki büyük deprem, programın
uygulanmasına engel teşkil etmiştir. Üstelik bazı mali gevşemeler (yaklaşan
seçimler-Kasım 1999) ve zayıf ekonomik büyüme, faiz dışı fazlanın 1999 yılının ilk
yarısında düşmesine neden olmuştur. Aralık 1999’da IMF desteği ile amacı
enflasyonu 2002’nin sonunda tek haneli rakamlara düşürmek olan üç yıllık döviz
kuru temelli bir “istikrar programı” devreye sokulmuştur. Sürdürülemez mali
dengesizliklerin olduğu ülkeler için istikrar programının ve enflasyonu düşürme
programının başarısı, etkin mali yönetimin sağlanmasıdır (Binay, 2003:246). Kasım
2000 ve Şubat 2001 krizleri, istikrar programının güçlü mali uyum önlemleri ile
yeniden dizayn edilmesine neden olmuştur. Krizler, Türkiye’nin mali dengesini
sürekli olarak (yüksek kalitede harcamalarla) güçlendirmesi gerektiğini, şeffaf
bütçeleme sürecini, iyi yönetişim ve iyi idare edilen harcama ve gelir idarelerine
olan ihtiyacı göstermiştir. Bu amaçla Mayıs 2001’de “güçlü ekonomiye geçiş
programı” ilan edilmiş ve bir dizi yasal düzenleme hayata geçirilmiştir. Bu süreçler
makroekonomik istikrara ve mali sürdürülebilirliğe katkı vermiştir.
Türkiye’de mali sürdürülemezlik makroekonomik istikrarsızlığa neden olmakta,
hükümetlerin maliye politikasını bir politika aracı olarak kullanma yeteneğini
zayıflatmaktadır. Zayıf mali sürdürülebilirlik hükümetleri zorunlu olarak yüksek risk
primiyle finansmana yöneltmiştir. Bu durum kısa dönemde istikrar için risk
oluşturmakta, borç sorununu daha da kötüleştirmekte ve kamu finansmanının uzun
vadeli sürdürülebilirliğini tehdit etmektedir. İlave olarak, Türkiye’de özellikle
1990’larda artan bütçe dışı fon uygulamaları ile bütçe denetiminde olan alan
sınırlandırılmış ve kamu bankalarının yarı mali işlemleri (tarım destekleri)
harcamaları daha da arttırmıştır. Harcamaların bütçe dışına çıkarılması ve bankaların
yarı mali işlemleri, bütçenin şeffaflığını zedelemiş, israf ve yolsuzlukları arttırmış,
mali disiplinin daha da bozulmasına ve iç borç dinamiklerinin çığ gibi büyümesine
neden olmuştur (Binay, 2003:258).
Türkiye’de özellikle 1990’ların ikinci yarısından bu yana uygulanan maliye
politikalarının temel hedefi; bütçede faiz dışı fazla vermek, özelleştirme gelirlerini
arttırmak ve dış borçla finansmanı sağlamak suretiyle iç borç stokunu kontrol altına
almaktır (Pınar, 2006:154; Binay, 2003:246). 1994 krizi sonrasında sürdürülemez
hale gelen iç borçlanma yapısı, hükümetleri faiz dışı fazla vermeye zorlamıştır. 2000
yılından sonra uygulanan programlarda da faiz dışı fazla, maliye politikasının
önemli bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Faiz dışı fazla hedefi (IMF tanımlı)
borçların sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik önemli, aynı zamanda yüksek faiz
246
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
harcamalarını düşürme, faiz dışı harcamalarda da disiplini sağlamaya zorlayan bir
adımdır (IMF, 2007c; OECD, 2008).
Türkiye için hedef, kamu borcunu azaltmak ve sürdürülebilirliğini sağlamak
olduğundan, maliye politikasının kalitesini artıran uygulamalara ihtiyaç vardır.
Maliye politikasının kalitesini arttıran uygulamalar hem kaynak tahsisini geliştirir
hem de kurumsal disipline katkı verir ve aynı zamanda politikaların kredibilitesini
arttırır (Binay, 2003:258). IMF İcra kurulunun IV. Madde Konsültasyonuna ilişkin
değerlendirmesi (12 Haziran 2007) ve IMF’nin IV. Madde Konsültasyonu Sonuç
Bildirgesine göre (9 Mart 2007): “Sıkı maliye politikası, faiz dışı fazla hedefine
ulaşmada ve son dönemdeki başarıda anahtar role sahiptir. Fakat daha ileri
gidebilmek ve mali disiplinin korunduğuna dair sinyal verebilmek için mali
disiplinin kurallarla desteklenmesi gerekir. Harcamalardaki büyüme ve tüm açık
üzerine yasal sınırlamalar, yalnızca borçları düşürmeyecek, enflasyonla mücadeleyi
destekleyecek ve aynı zamanda büyüme merkezli vergi reformunun gerçekleşmesine
izin verecektir” (IMF, 2007a; IMF, 2007b). Kurallı maliye politikasının amacı ve
anlamı budur (Sak, 2007:2).
Faiz dışı fazla çıpası, hem kamu borçlarını sürdürülebilir kılmanın hem de mali
disiplini ödünsüz uygulamanın temel taşıdır. IMF çıpası 2001 yılından beri değişen
hükümet politikalarının ortak bir paydada toplanmasında karinedir ve 2001 yılından
beri devam eden görece istikrar ortamında IMF çıpasının pozitif katkısı vardır (Sak,
2007:2). Faiz dışı fazla modeli hâlâ bir model olarak alternatif olma özelliğini
sürdürse de (uygulamayı denetleyen zorlayıcı bir unsur olmadığı için), IMF ile var
olan stand-by anlaşması son bulduğundan (10 Mayıs 2008) başka bir çıpaya ihtiyaç
vardır. Çıpa, Türkiye’nin iktisat politikalarının tutarlılığını ve devamlılığını görünür
kılacaktır. Bu yeni dönemde de mali disiplinin sürdürülebilirliği, yalnızca maliye
politikasının performans kriterlerine bağlı değildir. Aynı zamanda harcama
programlarının uzun vadeli bakış açısı ve Türkiye’nin önceliklerini ve risklerini
gözeterek hazırlanmasına da bağlıdır (TEPAV, 2007:15).5 Ekonomik istikrarı kalıcı
kılmak için faiz dışı fazla, kamu harcamaları ve kamu borç stokunun milli gelire
oranına sınır gibi sayısal hedeflerin denetlenmesine imkân verecek bir düzenlemeye
ihtiyaç vardır. Bu düzenleme ekonomide normalleşme sürecinin kalıcı olmasını
sağlayabilecek olan kurallı maliye politikasıdır.
5.1. Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Uygulamaları/Örnekleri
Türkiye’de kurallı maliye politikası uygulamalarının büyük ölçüde IMF ile
yapılan stand by anlaşmaları ve istikrar programı uygulamaları ile şekillendiği ifade
edilebilir. Bir ülkenin kendini IMF’nin belirlediği kriterler ile sınırlaması ve bunu
yılları aşan uygulamalar şeklinde içselleştirmesi durumunda kurallı ekonomi
politikası yönünde bir adım attığı ifade edilebilir. Türkiye 1994 yılından bu yana
yaklaşık üç yıl hariç ekonomisini hep IMF desteği ve kontrolü altında idare etmiştir.
1994 krizi ile başlayan bu süreç, stand-by anlaşmasının süresinin dolduğu 10 Mayıs
2008 tarihinde sonlanmamıştır. Türkiye ekonomisi “program sonrası izleme” ile bir
5
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz (2008), “kısa vadede büyüme hızını geçici veya yapay olarak
arttıracak politikalar yerine, uzun vadeli bir bakış açısı ile bir reform gündemi oluşturulması, bu gündem
kapsamında yapılacak düzenlemelerin şeffaf bir şekilde listelenmesi ve kamuoyuna açıklanmasının bir
çıpa işlevi göreceğini ve Türkiye ekonomisine yönelik bekleyişleri olumlu yönde etkileyeceğini” ifade
etmiştir. Bu değerlendirmeye Serdengeçti (2008), yapısal reformların performans değerlendirmeleri ve
hesap verebilirlik ilkesiyle birlikte ele alınması gerektiğini ilave etmiştir. Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
247
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
yıl daha IMF gözetiminde yoluna devam etmiştir. Program sonrası izlemede bir
performans kriteri söz konusu değildir. Fakat IMF, Türkiye’yi izlemeye ve
ekonomik-mali-parasal konularda raporlar yazmaya devam etmiştir. Yani 10 yıldan
fazla bir süredir Türkiye kendini IMF çıpası ile kurala bağlamıştır.
Türkiye’de belirtilen süreçteki tüm resmi belgelerde (bütçe metinleri, kamu borç
yönetimi raporları, stand-by anlaşmaları ve bu çerçevede IMF’ye verilen niyet
mektupları), yüksek oranda faiz dışı fazla sağlamaya yönelik sıkı maliye politikası
enflasyonla mücadele için gerekli görülmüş, uygulamaların çerçevesini “enflasyonla
mücadele programı” oluşturmuştur. Yüksek enflasyonun ana nedeninin bütçe açığı
olduğu belirlemesinden hareketle; uygulanacak iktisat politikalarında kamu maliyesi
alanında yapılacak düzenlemelerin, dolayısıyla maliye politikasının yaşamsal öneme
sahip olduğu ortaya konulmuştur (BSB, 2006:37).
1994 kriziyle birlikte yapılan stand-by anlaşmasına bağlı olarak hükümetlerin
faiz dışı fazla sağlamaya dönük maliye politikalarını uygulamaya koydukları
bilinmektedir. “Faiz dışı fazla verilmesi kamu maliyesinin en önemli belki de tek
politika aracı haline gelmiştir. Faiz dışı fazla, piyasa şartları içinde borçların
sürdürülebilirliğini garanti altına almayı amaçlayan bir maliye politikası aracıdır.
Türkiye için faiz dışı fazlanın maliye politikasının tek hedefi olduğu bile
söylenebilir” (Şen vd., 2007:250). 1998 yılında yürürlüğe konulan yeni program,
faiz dışı fazla odaklı politikaları kurallara bağlamış ve bu konudaki kararlılık
vurgulanmıştır (BSB, 2006:36). IMF heyetinin Ekim 1998’de yaptığı denetimin
sonuç bildirgesinde bu husus açıkça vurgulanmaktadır: “Maliye politikasının
güçlendirilmesi programın temel taşıdır. Yakın İzleme Anlaşması gelir artırmaya ve
harcama sınırlandırmaya yönelik güçlü bir çaba ile 1997’de sıfır olan faiz dışı bütçe
fazlasını, 1998’de GSMH’nin %4’üne çıkarmayı öngörmektedir.” (28/10/1998). Bu
strateji ve kararlılık, 2001 krizi sonrasında kendini daha net göstermiş ve 2002’den
beri maliye politikası, Türkiye’nin makroekonomik programlarının en temel unsuru
olagelmiştir. Faiz dışı fazla hedefi (tüm kamu kesimi için GSMH’nin en az %6,5
fazla verilmesi), IMF’nin desteklediği programlarda kural haline gelmiştir (BSB,
2006:36). İlave olarak, faiz dışı fazla hedefi; kamu kesimin borçlanma ihtiyacının
azaltılması ve bütçenin toparlanması, enflasyonun aşağı çekilmesi, 2001 krizi
sonrasında ortaya çıkan “borçların çevrilebilirliği” konusundaki kuşkuların ortadan
kaldırılması için güçlü bir çıpa olarak belirlenmiştir.
Faiz dışı fazla çıpası, kamu maliyesi politikasının sıkıştırılması anlamına
gelmektedir. Hükümetin kendini stand-by düzenlemesi ile taahhüt altına aldığına
kanıttır. IMF’ye verilen “1. ve 2. Gözden Geçirmelere” ilişkin Niyet Mektubunda
(24 Kasım 2005); mali disiplinin programın temel taşı olmaya devam edeceği ifade
edildikten sonra, “mali disiplinin, borç stokunun azaltılmasına yönelik orta vadeli
hedeflerin desteklenmesi, Hazinenin borç çevirme oranlarının düşürülmesi ve cari
işlemler açığı üzerindeki baskının hafifletilmesi için büyük önem taşıdığı”
belirtilmiştir. Yine, 1. ve 2. Gözden Geçirmelere ilişkin Niyet Mektubunda,
“...sosyal güvenlik kuruluşlarının açıklarına ilişkin GSMH’nin %4,5’i seviyesindeki
gösterge niteliğindeki üst sınırın, 2005 yılında büyük olasılıkla aşılmasının
beklendiği, fakat 2006 yılında bu hedefin tutturulacağı” ifade edilmiştir (HM, 2005).
Sosyal güvenlik kuruluşlarının açıklarına üst sınır çizilmesi sayısal nitelikteki mali
kural örneği olarak değerlendirilebilir.
248
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Sıkı maliye politikasının programda öngörülen başlıca kamu maliyesi hedefleri
için (performans kriterleri) hayati önemde olduğu, stand-by anlaşmasının 3. ve 4.
Gözden Geçirmelerine yönelik Niyet Mektubundaki (7 Temmuz 2006) “mali
disiplin, gerek kamu borç yükünün daha da azaltılması gerekse cari işlemler hesabı
açığının kontrol altında tutulması amacıyla programın temel taşı olmaya devam
etmektedir. Kamu maliyesi şeffaflığını arttırmaya yönelik olarak, Kamu Mali
Yönetim ve Kontrol Kanunu’nda belirtildiği gibi 2006 bütçesinin kapsamı
genişletilerek uluslararası standartlarla uyumlu olarak ‘konsolide bütçe’den,
‘merkezi yönetim bütçesi’ne geçilmiştir (Bu düzenlemeler kurallı maliye
politikasının altyapısını kurmaya dönük adımlardır)” (HM, 2006) ifadelerinde
açıktır. Anlaşmanın 6. Gözden Geçirmesine yönelik Niyet Mektubunda (1 Mayıs
2007) ve kamuoyuna yapılan duyuruda (20 Mart 2007) ise, kamu maliyesi
hedeflerine ulaşmak için IMF ile mutabakata varıldığı ve faiz dışı fazla hedefinin,
temel politika aracı niteliğini koruduğu belirtilmiştir. 7. Gözden Geçirmeye ilişkin
Niyet Mektubunda ise (28 Nisan 2008), borcun GSYH’ye oranında enflasyonda ve
reel faizlerde yaşanan düşüşün ardındaki temel unsurun yüksek faiz dışı fazla hedefi
olduğu vurgulanmıştır (HM, 2008). IMF de Türkiye’ye ilişkin değerlendirmesinde,
“Faiz dışı fazla kuralı, son beş yıldan fazla bir süredir kamunun aşina olunan
faydalarının yaygınlaştırılmasında ve geçmişe kıyasla daha büyük ekonomik
başarıların kaydedilmesinde özel örnektir” demiştir (IMF, 2007:19).
“Faiz dışı fazla hedefi, IMF anlaşması sayesinde, yılları aşan bir maliye
politikası kuralı haline gelmiştir” (Sak, 2007:2). “Stand-by” anlaşmaları ile faiz dışı
fazla ve sıkı maliye politikası konularında politika sürekliliğinin sağlandığı ve
böylelikle kamu mali dengesinin daha sağlam/istikrarlı kurulduğu ifade edilebilir.
Kriz sonrası başarıyla uygulanan mali ve parasal disiplin, ekonomik göstergelerdeki
olumlu gelişmenin temel kaynağıdır (TEPAV, 2003:11-12-13; OECD, 2008:11-1359-61). Mali disiplin ve sıkı para politikası sayesinde yüksek ve kronik enflasyonla
başarıyla mücadele edilmiştir. Güçlü ekonomiye geçiş programıyla belirlenen faiz
dışı fazla hedefi (IMF tanımlı) bütçe açığını disiplin altına almış, kamunun
borçlanma gereksinimini düşürerek faizlerin aşağı çekilmesine katkı vermiştir.
Sürdürülebilir bir büyüme ortamının oluşmasına katkıda bulunan, enflasyonla
mücadeleyi destekleyen ve kamu borç stokunu makul seviyelere çekmeye yardım
eden faiz dışı fazla verme politikasına Sekizinci Plan dönemi boyunca devam
edilmiştir (DPT, 2006:25). Kısaca faiz dışı fazla hedeflemesi (IMF tanımlı)
Türkiye’de uygulana gelen bir mali kuraldır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
249
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Tablo 6: Bütçe Dengesine İlişkin Çeşitli Göstergeler
2000
Merkezi yönetim bütçe
gelirleri
Merkezi yönetim bütçe
giderleri
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
22,9
24,3
22,7
22,2
22,0
23,5
22,9
22,6
22,0
22,4
30,8
36,2
34,1
31,1
27,2
24,6
23,5
24,2
23,8
23,3
Faiz giderleri
12,3
17,1
14,8
12,9
10,1
7,0
6,1
5,8
5,3
5,2
Faiz hariç giderler
30,8
36,2
34,1
31,1
27,2
24,6
23,5
24,2
23,8
23,3
Bütçe dengesi
-7,9
-11,9
-11,5
-8,8
-5,2
-1,1
-0,6
-1,6
-1,8
-0,9
4,4
5,2
3,3
4,0
4,9
6,0
5,4
4,2
3,5
4,2
4,82
5,52
5,03
4,6
3,1
Faiz dışı bütçe fazlası
Kamu sektörü
faiz dışı fazlası (Program
tanımlı)
1993- 2002 (0,3)
1,65* -19,8**
Kaynak: www.bumko.gov.tr
* Geçici, ** Orta vadeli plan
Tablo 6 incelendiğinde, merkezi bütçe yönetim gelirlerinde esaslı bir değişiklik
olmadığı, buna karşın bütçe giderlerinin GSMH’ye oranında önemli düşüş olduğu
görülmektedir. Faiz hariç giderlerde yapılan kesintiler, sıkı mali disiplin, siyasi ve
ekonomik istikrar, özelleştirme vb. uygulamalar sonucu, faiz oranlarının düşmesinin
de etkisiyle, faiz giderleri 2000 yılındaki GSMH’nin %12,3’lük seviyesinden 2009
yılındaki GSMH’nin %5,2’sine gerilemiştir. Bütçe dengesinde gözlemlenen bir
iyileşme söz konusudur. Ancak, küresel ekonomik krizin de etkisiyle, 2008 yılı ve
sonrasında faiz dışı fazla hedefinde önemli sapmalar söz konusudur.
“Son birkaç yıldır bütçe açıklarını çok ciddi biçimde düşüren Türkiye, bütçe
açığının milli gelire oranı itibarıyla son üç yıldır Maastricht Kriterlerini
tutturmuştur” (Şimşek, 2008). Maastricht Kriterlerinin kamu mali yönetimi
açısından öngördüğü kurallar Türkiye’de de hedeflenmiştir. Bu çerçevede,
Türkiye’de de bütçe açığını GSYH’nin %3’ü ve net kamu borç stokunu da
GSYH’nin %60’ı ile sınırlı tutmak hedeftir. 2012 yılı itibarıyla Maastricht tanımlı
brüt borç stoku GSYH oranının %30’a indirileceği ve bu hedef ile tutarlı faiz dışı
fazla ve faiz dışı harcama programının izleneceği “orta vadeli mali çerçeve” ile
açıklanmıştır. Bugün için maliye politikası performans göstergesi olarak
değerlendirilebilicek olan Maastricht Kriterleri yakalanmış olsa dahi, bu sayısal
hedeflerin kalıcı olabilmesi için ekonomiyi kurallar dahilinde idare etmek ve AB
çıpasının performans kriteri olarak benimsenmesi gerekir (Gürsel, 2008).
250
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Tablo 7: Borç Stoku ve AB Tanımlı Borç Stoku
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
A-Genel Yönetim
Toplam Borç Stoku
247.219
287.361
320.927
335.889
348.660
336.744
386.561
449.422
Merkezi yönetim
242.665
282.807
316.528
331.520
345.050
333.485
380.321
441,507
4.554
4.554
4.398
4.369
3.610
3.259
6.241
7.914
B- İç Borç Stoku
151.021
196.407
226.826
247.435
253.284
256.599
277.149
333.236
Merkezi yönetim
149.870
194.387
224.483
244.782
251.470
255.310
274.827
330.005
Diğer kamu kurumları
Diğer kamu kurumları
1.151
2.021
2.344
2.654
1.814
1.289
2.322
3.231
C- Dış Borç Stoku
96198
90.954
94.100
88.454
95.376
80.145
109.412
116.185
Merkezi yönetim
92.795
88.420
92.046
86.738
93.580
78.175
105.493
111.503
3.403
2.534
2.055
1.716
1.796
1.970
3.919
4.683
D- Ayarlama Kalemleri
10.974
18.939
10.264
3.539
827
-4.202
-11.345
-15.499
Merkezi yönetim*
15.482
28.214
24.731
22.234
24.292
27.796
26.417
24.121
Diğer kamu kurumları**
-4.508
-9.275
-14.466
-18.695
-23.465
-31.998
-37.762
-39.620
258.193
306.301
331.191
339.428
349.487
332.542
375.217
433.923
73,7
67,4
59,2
52,3
46,1
39,4
39,5
45.5
Diğer kamu kurumları
AB Tanımlı Genel
Yönetim Borç Stoku
(A+D)
AB Tanımlı Genel
Yönetim Borç
Stoku/GSYH
Kaynak:www.hazine.gov.tr
(*) İskontolu DİBS'lerin faiz tutarı, enflasyona endeksli senetlerde anaparadaki TÜFE
kaynaklı değer artışı, dolaşımdaki bozuk para stoku ve merkezi yönetimin elindeki
DİBS'lerden oluşmaktadır.
(**) Söz konusu kurumların elindeki DİBS'lerden oluşmaktadır.
Türkiye’nin 2002 yılı sonrası borç stokundaki gelişmelerin gösterildiği Tablo
7’ye göre, Türkiye’nin borcu stoku nominal olarak artmaktadır. Buna karşın borç
stokundaki artışın GSMH’deki artışın altında kalması nedeniyle AB tanımlı genel
borç stokunun GSYH’ye oranının Maastrihct Kriteri hedef oranı olan %60’ının
altına geldiği görülmektedir. Borç stokuna ilişkin göstergelerde her ne kadar 2008
yılı sonrasında bir artış olsa da bu artışta küresel krizin de etkisinin olduğu
söylenebilir. Yaşanan tüm gelişmelere rağmen borç stoku/GSYH oranı yine de
Maastricht Kriteri oranının altındadır.
Türkiye’de ekonomik ve mali anlamda yeni bir sürecin başlangıcı olan 2001
krizi sonrası yapılan reform çalışmalarında mali kurallara ilişkin unsurlar bulmak
mümkündür. Örneğin, Merkez Bankasına, operasyonel bağımsızlık veren
düzenlemeyle (TCMBKDYDK, Kanun No.4651, md.5) Bankanın, devleti doğrudan
finanse etmesi engellenmiş ve Hazine ile ilişkileri kurala bağlanmıştır. 4749 sayılı
Kamu Finansmanı ve Borç Yönetimi Kanunu ile kamu borç yönetimi yeniden
düzenlenmiş ve disipline edilmiştir. Kanunla, hazine borçlanması ve garanti
verilmesine ilişkin kısıtlamalar (borçlanma, garanti ve ikraz limiti) ve kurallar
getirilmiştir. 4749 sayılı Kanunun 5. maddesine göre: “Mali yıl içinde 1. maddede
belirtilen ilkeler ve mali sürdürülebilirlik de dikkate alınarak yılı bütçe kanununda
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
251
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
belirtilen başlangıç ödenekleri toplamı ile tahmin edilen gelirler arasındaki fark
miktarı kadar net borç kullanımı yapılabilir. Borçlanma limiti değiştirilemez. Borç
yönetiminin ihtiyaçları ve gelişimi dikkate alınarak, bu limit yıl içinde en fazla
yüzde beş oranında artırılabilir. Bu miktarın da yeterli olmadığı durumlarda, ilave
yüzde beşlik bir tutar, ancak müsteşarlığın görüşü ve bakanın teklifi üzerine
Bakanlar Kurulu kararı ile artırılabilir. Bütçenin denk olması durumunda da
borçlanma, anapara ödemesinin en fazla yüzde beşine kadar artırılabilir.” Standart
dışı uygulamalarla delinen, borçlanma sınırına ilişkin düzenleme bir kurallı maliye
politikası uygulamasıdır. Özel tertip iç borçlanma senetleri ile tahvil ihracının
bütçeye ödenek konması suretiyle yapılmasının hüküm altına alınması ile bütçe
dışında finansman imkânının önüne geçilmeye çalışılması borçlanmaya bir limittir.
Her üç ayda bir kamu borç yönetimi raporlarının hazırlanarak, kamu borç yönetimi
seyri hakkında kamuoyuna bilgi verilmesi de sayısal olmayan kurallara örnektir.
Düzenli raporlama, kamuoyu ve Meclisin periyodik olarak bilgilendirilmesini
sağladığı gibi şeffaflık da sağlanmıştır.
Kamuda mali saydamlığı bozan bütçe içi ve bütçe dışı fon sistemi 2000 ve 2001
yıllarındaki yasal düzenlemelerle büyük ölçüde tasfiye edilmiş, ödenek üstü
harcamaya imkân veren düzenlemeler iptal edilmiş, bütçe disiplininin
güçlendirilmesi ve bütçe kapsamının genişletilmesi amacıyla özel gelir-özel ödenek
uygulamalarına Sekizinci Planda hedeflendiği gibi son verilmiştir (DPT, 2006:27).
Bütçe sürecinin yeniden tanımlandığı “5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve
Kontrol Kanunu” (2003) ise mali disiplinin altyapısını sağlamlaştırmaya yönelik bir
düzenlemedir. Kanunun amacı (md.1); “kalkınma planları ve yıllık programlarda yer
alan politika ve hedefler doğrultusunda kamu kaynaklarının etkili, ekonomik ve
verimli bir şekilde elde edilmesi ve kullanılmasını, hesap verebilirliği ve mali
saydamlığı sağlamak üzere, kamu mali yönetiminin yapısını ve işleyişini, kamu
bütçelerinin
hazırlanmasını,
uygulanmasını,
tüm
mali
işlemlerin
muhasebeleştirilmesini, raporlanmasını ve mali kontrolü düzenlemektir” şeklinde
ifade edilmiştir. Bu çerçevede, merkezi yönetim bütçe kanunu hazırlama sürecini
başlatan ve makro politikalar, ilkeler ve temel ekonomik büyüklükleri içeren Orta
Vadeli Program (OVP) ile bütçe gelir-gider tahminlerini ve kamu idarelerinin
ödenek teklif tavanlarını içeren Orta Vadeli Mali Planın (OVMP), üç yıllık dönemi
kapsayacak şekilde, her yıl hazırlanması hükme bağlanmış olup, 2005 yılında
uygulanmasına başlanmıştır (DPT, 2006:27).
2008 mali yılı bütçe gerekçesinde ise 5018 sayılı Kanun ile “bütçe hazırlık
sürecinin güçlendirildiği, çok yıllı bütçelemeye geçildiği, mali saydamlık ve hesap
verebilirliği arttırmak üzere kamu idarelerince faaliyet raporu hazırlanması
uygulamasının başlamış olduğu, kamuda bütçe sınıflandırması ve muhasebe
sisteminde birlik sağlandığı, bu suretle genel yönetimin bütçe ve muhasebe
sonuçlarının bütünleştirilmesi ve yayınlanmasının mümkün hale geldiği”
belirtilmiştir (MB, 2007:58). Bu çerçevede, Kanun kapsamında 2006 yılında
uygulamaya başlanılan “çok yıllı bütçeleme sistemi, kamu mali yönetiminde
öngörülebilirliğin artırılmasına ve mali saydamlık ilkesinin güçlendirilmesine
önemli katkı sağlamaktadır” (MB, 2007:58) denmiştir. Bu uygulamanın etkinliğini
arttırmak için idarelerin stratejik plan hazırlamaları ve performans esaslı bütçeye
geçiş yönünde düzenlemeler yapılmıştır. Tüm bu düzenlemeler kurallı ekonominin
alt yapısını sağlam kılmaya yönelik adımlardır. Çünkü, çok yıllı bütçeleme, bütçe
252
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
önceliklerini (rekabetçi bütçe unsurları arasındaki) belirlemenin ön koşuludur ve
geçici bütçe değiş tokuşlarının gerekçesinin anlaşılmasına yardım edecektir. Böyle
bir yapı hem kaynak tahsisini geliştirir hem de kurumsal disipline yardım eder.
5393 sayılı Belediye Kanunu, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu ve
5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’na göre, belediyeler, büyükşehir belediyeleri ve il
özel idareleri, 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi
Hakkında Kanun hükümleri çerçevesinde sadece yatırım programlarında yer alan
projelerinin finansmanı amacıyla dış borçlanma yapabilirler (5393 sayılı BK,
Md.68/a; 5302 sayılı İÖİK, Md.51/a). Borçlanmanın yatırım programlarında yer alan
projelerin finansmanı ile sınırlanması borçlanmaya bir limit getirmekte, aynı
zamanda belediyeler, büyükşehir belediyeleri ve il özel idareleri açısından mali
kuralların altın kural şeklinde uygulanması olarak ifade edilmektedir. Yerel
yönetimlerin borçlanmasına ilişkin bir diğer sınırlama; belediyeler, il özel idareleri
ve bunların bağlı kuruluşları ile sermayesinin %50’sinden fazlasına sahip oldukları
şirketlerin faiz dahil iç ve dış borç stok tutarının, en son kesinleşmiş bütçe gelirleri
toplamının 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nda belirlenen yeniden değerleme oranıyla
artırılan miktarı ile sınırlandırılmasıdır. Bu miktar büyükşehir belediyesi bulunan
illerin özel idareleri ve büyükşehir belediyeleri için bir buçuk kat olarak
uygulanmaktadır (5393 sayılı BK, Md.68; 5302 sayılı İÖİK, Md.51).
Ekonomiyi kurala bağlamak açısından önemli olan diğer bir adım,
düzenlemelerin şeffaf şekilde listelenmesi ve uygulama takvimine ilişkin zaman ve
performans kriterleridir. Bu çerçevede hükümetlerin, “Maliye politikasını orta vadeli
programa bağlayarak bunu kurumsallaştırması, yalnızca maliye politikası ile sınırlı
olmayan yapısal reformları da kapsayan bir program yaparak kendini bağlaması,
açıklanacak reform gündeminin hayata geçirilmesi için yol haritası oluşturması ve
uygulama takvimine ilişkin zaman ve performans kriterleri belirlemesi ile hesap
verilebilirlik ilkesine bağlı kalarak konulan hedefler gerçekleştirilmediği taktirde
bunun nedenlerini ve alınacak önlemleri kamuoyu ile paylaşmasını sağlayacak
mekanizmalar oluşturulması...” kritik önem taşımaktadır. Stand-by düzenlemesinin
Mayıs 2008’de sona ermesinden sonra hükümetin açıkladığı “Orta Vadeli Mali
Çerçeve Programı” (3 Mayıs 2008), bu mealde okunabilir ve ekonominin
performans kriterleri ile kurala bağlı kılındığı belirtilebilinir. İlave olarak, 2008 yılı
Katılım Öncesi Ekonomik Programında mali kural uygulamasının bir parçası olarak,
bütçede belirlenen ödeneklerin, özel ödenek düzenlemeleri yoluyla aşılmasına izin
verilmeyeceği (KEP, 2009:34) belirtilmiştir. 2012 yılı sonuna kadar olan dönemdeki
maliye politikası hedeflerini ortaya koyan orta vadeli mali çerçevede ise, orta vadeli
AB tanımlı kamu borç/GSYH hedefleri ve bu hedeflere tutarlı faiz dışı fazla
politikası izleneceği ifade edilmiştir. Bu durum, AB tanımlı kamu borç stoku
hedefinin ekonominin performans kriterleri olarak alındığını ve bir mali kural olarak
benimsendiğini göstermektedir.
Türkiye’de kurallı maliye politikası örnekleri aşağıdaki şekildeki gibi
sistematikleştirilebilir. Türkiye’de izlenen kurallar ikiye ayrılabilir. Bunlar; kamu
maliyesini güçlü kılmaya yönelik performans hedefleri (sayısal) ve bu hedeflerin
yakalanmasına imkân verebilecek sayısal olmayan düzenlemelerdir. Özellikle 5018
sayılı KMYKK ile getirilen düzenlemeler kamu maliyesi altyapısını sağlam kılmaya
yönelik ve mali kurallar yönünde atılmış önemli adımlardır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
253
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Türkiye’de Mali Kurallar
Daraltıcı maliye
politikası (vergi
artışı+harcama
kısılması)
Çok yıllı
bütçeleme
(2006’dan beri)
Mali Disiplin
Borçlanma
limitleri (4749,
5393, 5302 ve
5216 sayılı
Kanun)
Merkezi yönetim
bütçe gelir tahminleri
ve ödenekleri farkının
en fazla %5+%5’i
kadar borçlanma
Hazine garantisiz
borçlanmada
önceden izin
alma şartı
İhale takvimi (şartları)
Gözlem ve
Raporlama
Merkezi yönetim
Yerel yönetim
Sınırlayıcı aktiviteler (hesap
verme sorumluluğu)
5018 sayili KMYKK ile getirilen şeffaflığı ve hesap
verebilirliği sağlamaya yönelik önlemlerdir.
Raporlama standartları
Bağımsız denetim
Müeyyideler
Sayısal Olmayan Kurallar
Mali Şeffaflık
Mali Sürdürülebilirlik
Mali alt yapıyı ve kamu maliyesini sağlam kılmaya dönük önlemlerdir.
Sayısal Kurallar
FDF (yılları aşan
uygulamaları ile)
Tavsiye niteliğindeki aktiviteler
Şekil 2: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Uygulamaları
* Şekil tarafımızdan oluşturulmuştur.
Türkiye’de mali kurallar belli ölçüde tanımlanmış olmakla birlikte, anayasal ve
yasal olarak güvence konusunda problemlerin olduğu ifade edilebilir. Sayısal
olmayan kurallardan düzenli raporlama konusunda hala gecikmeler (problemler) söz
konusudur. Mali raporlar karışık eksik ve gecikmeyle yayınlanmaktadır. Raporlara
254
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
ve sayısal verilere referans teşkil eden verilerin toplandığı kurumlar düzenli veri
toplama konusunda eksiklikler yaşamaktadır. Bu durum da verilerin sağlıklı
olmasını engelliyor. Yayınlanan veriler, sistematik ve veri bütünlüğünün (tek elden
dağıtım yapılmaması) olmayışı nedeniyle kafa karışıklığına sebep olmaktadır.
5.2. Türkiye Mali Kuralların Kredibil Olması İçin Ne Yapmalıdır
Büyüme ve mali dengede kalıcı iyileşme sağlamak ve ekonominin kırılganlığını
azaltmak açısından mali kuralların tanımlanması önemlidir. Türkiye’de 2010 yılı
Programının uygulanması, koordinasyonu ve izlenmesine dair Bakanlar Kurulu
kararının; politika öncelikleri ve tedbirler başlığının, mali disiplin sürdürülmesine
yönelik tedbirler isimli alt başlığının içinde, kamu mali yönetiminde mali kurala
ilişkin düzenleme yapılacağı ve kuralın uygulanmasında Maliye Bakanlığının
sorumlu olduğu ve bu sorumluluğu Hazine ve DPT ile işbirliği halinde kullanacağı
belirtilmektedir (Bakanlar Kurulu Kararı [BKK], 2009:78). Bu çerçevede, 20102012 dönemine ilişkin “Orta Vadeli Programda” mali kurala ilişkin yasal altyapının
en geç 2010 yılının ilk çeyreğinde tamamlanmasının hedeflendiği ve 2011 yılı bütçe
döneminden itibaren kamu mali yönetiminin, belirlenen mali kural ile uyumlu olarak
yürütüleceği belirtilmektedir. Tanımlanacak mali kural sayısal niteliklidir ve ortauzun vadede kamu açığının milli gelire oranı şeklindedir. Kamu açığının
sürdürülebilir bir borç yapısı ile uyumlu bir düzeyde gerçekleşmesi de önemlidir.
Kamu açığının uyarlanmasında, bir önceki yıl gerçekleşen açığın orta-uzun vadeli
hedefin ne kadar uzağında olduğu ve konjonktürün etkisinin dikkate alınacağı
belirtilmiş ve öngörülen mali kural ise [∆a = y (a-1-a*) + k (b - b*)]6 şeklinde
formüle edilmiştir (DPT, 2009:7).
Mali kuralın yasal bir çerçeveye oturtulmasının mali disiplini ve mali
politikaların kredibilitesini artıracağı söylenebilir. Ancak, herhangi bir kural
benimsenmeden önce, Türkiye’nin kamu mali yönetim sistemini sağmalaştırması ve
mali saydamlığı artırması büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin kamu mali yönetim
sistemi ve mali saydamlık herhangi bir kural benimsenmeden önce
sağlamlaştırılmalıdır. Türkiye’nin mali yönetim ve kontrol sistemini
sağlamlaştırabilmesi için Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nu tamamen
uygulaması ve bütçe raporlamasını geliştirmesi gerekmektedir. Artan mali
saydamlık aynı zamanda kamunun kurala uyması açısından hayati öneme sahiptir
(IMF, 2007:20).
Türkiye’de orta vadeli programda uygulanması düşünülen, kuralın
uygulanmasında sorumlu kurumlar tanımlanmasına rağmen, kurala uyulmaması
durumunda ne gibi yaptırımlar uygulanacağı tanımlanmamıştır. Bu çerçevede kurala
uyumu denetlemeden sorumlu bir bağımsız mali konsey kurulabilir. AB’nin 2006
dokümanlarında, AB üyesi ülkeler arasında pek çok bağımsız kurul/konsey açıkça
mevcut bütçe planları ve bütçenin uygulanmasına yönelik mali kurallara uyumu
denetlemekle görevlendirilmiştir. Bu tür kurumlar politikacıların kurallara
6
∆a: kamu açığındaki uyarlama/GSYH, a-1:bir önceki yıl gerçekleşen kamu açığı/GSYH, a*:orta-uzun
vadede hedeflenen kamu açığı/GSYH, b:GSYH reel büyüme hızı, b*:GSYH reel büyüme hızının uzun
dönemli ortalaması, y: kamu açığının orta-uzun vadeli hedefine yakınsama hız katsayısı, k: döngüsel
(konjonktürel) etkiyi yansıtma katsayısı. (y ve k katsayıları negatif rakamlardır. ∆a’nın negatif olması
kamu açığındaki azalmayı gösterir). Parametrelere ilişkin değerler, kamu açığının tanım ve kapsamı,
uygulama, izleme ve raporlamaya ilişkin ayrıntılar, istisnai hükümler ve diğer hususlar mali kurala ilişkin
alt yapıyı oluşturma sürecinde nihai hale getirilecektir (DPT, 2009:7).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
255
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
uymamasının maliyetini artırabilir. Bu konseyin üyelerinin finansal bağımsızlığı,
bütünlüğü ve mesleki ehliyetlerinin garanti edilmesi, maliye politikasının kalitesinin
artması yönünde etki yapabilir (IMF, 2007:20).
Kurallar en yüksek düzeyde yasal mevzuatın içinde yer almalıdır. Bununla
birlikte kuralın gücü ile değişen koşullara karşı esneklik sağlama arasında artan bir
(değiş tokuş) ilişki olmalıdır. Bu çerçevede, her bir yasama yılında ya da Meclis
seçimleri yenilendiğinde hükümete yeni sınırlar belirleyebilme yetkisi tanınarak
esneklik sağlanabilir. Fakat bu esneklik, maliye politikası uygulamalarında
sapmalara yol açabilecek aşırı politika esnekliğine izin vermeyecek nitelikte
olmalıdır (IMF, 2007:20).
2001 krizinden sonra maliye politikası giderek ihtiyari bir hal almış ve hükümet
yükümlülüklerini yerine getirebilmek için aşamalı olarak yüksek faiz dışı fazla
hedefine kilitlenmiştir. Faiz dışı fazla, yılları aşan uygulamaları ile bir mali kural
niteliğini almıştır. Fakat, faiz dışı fazla çıpası, kamu borçlanmasının oldukça yüksek
ve birincil önceliğin borç seviyesini sürdürülebilir düzeye indirme olduğu
dönemlerde üstündür (OECD, 2008:66). Bu bağlamda Türkiye’de toplam kamu
harcamalarına orta vadeli mali çerçeveyle uyumlu çok yıllı sınırlamalar getiren bir
harcama kuralına geçilebilinir. Toplam kamu harcamalarına getirilecek çok yıllı
bağlayıcı bir kural, hükümetin orta vadeli mali çerçevede belirlediği faiz dışı fazla
hedefine ulaşmasına ve maliye politikasının kredibilitesinin sürdürülmesinde yardım
edebilir. Genellikle bir harcama kuralı, kamu borç stoku üzerinde kısmi bir kontrolü
mümkün kılmasına karşın, birçok önemli avantaj sağlamaktadır. Harcama kuralı orta
vadeli mali çerçevede belirtilen kamu borçlanmasının uzun dönem
sürdürülebilirliğiyle uyumlu faiz dışı fazla hedefiyle desteklenmelidir. Ayrıca,
beklenmeyen konjonktürel gelişmelere karşı faiz dışı fazla hedefine biraz esneklik
sağlayabilecek düzenlemeler yapılmalıdır (OECD, 2008:67).
Harcama kuralı, faiz ödemelerini ve işsizlik sigortası gibi dönemsel
(konjonktürel) duyarlılığı olan harcama kalemlerini bir kenarda bırakarak
konjonktür karşıtı olarak dizayn edilebilir. Üstelik harcama kuralı bütçenin hükümet
tarafından doğrudan kontrol edilebilen kısmını (faiz dışı harcamaları) hedef alır.
Böylece hükümet, kurala uyulmasını sağlamadan sorumlu tutulabilir. Harcama
kuralı uygulamasıyla iyimser gelir tahminlerine yönelik davranışlar minimize
edilebilir. Özellikle Türkiye bağlamında, kamu harcamalarının artışı üzerine tavan
(sınır) getirilmesi, politikacıları ve halkı, harcamaları önceliklendirme ve
rasyonelleştirme konusunda daha dikkatli davranmaya zorlayabilir. Harcama kuralı
bütçe dışı kurumlarda dahil (sosyal güvenlik kurumları gibi) tüm harcamaları
içermelidir (IMF, 2007:19).
Türkiye bağlamında, harcama kurallarının mali gidişatın daha öngörülebilir
olmasını sağlayarak, sırasıyla maliye politikasının para politikasıyla
koordinasyonunu daha da kolaylaştıracağı, piyasalarda hükümet politikalarına karşı
daha fazla güven sağlayacağı ve özel sektörde daha sabit (öngörülebilir) davranış
sağlayacağı söylenebilir (IMF, 2007:19).
Türkiye’nin tanımlayacağı mali kuralların etkinliğinin arttırılmasında ülkelerin
tecrübeleri, kuralların sahip olması gereken özellikler konusunda önemli dersler
ortaya koymaktadır. Buna göre (IMF, 2007:18; EC, 2006):
1- Kurallar sağlam politikalar üzerine inşa edilmeli,
256
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
2- Anlaşılması ve izlenmesi kolay olmalı (sorumluluklar açık olarak
belirlenmeli, açıkça belirtilmiş tanımlar ile iyi tanımlanmış fesih şartları olmalı),
3- Şeffaf ve güvenilir veriler ile sağlam kamu mali yönetim sistemleriyle
desteklenmeli,
4- Gerçekçi ve fonksiyonel hedefler belirlenmeli ve diğer politika amaçlarıyla
uyumlu olmalı,
5- Kurala uyulmaması durumunda önceden belirlenmiş (ve eğer mümkünse
otomatik) müeyyideler olmalı,
6- Mümkün olan en üst düzey yasal düzenleme ile hayata geçirilmeli ve
7- Kendi eğilimlerini ortaya çıkarmaktan uzak olmalıdırlar.
Türkiye’de uygulanması düşünülen mali kuralın yukarıdaki özellikleri taşıması;
ekonomide sürdürülebilir büyüme ortamının devam ettirilmesine, ekonomik
istikrarın güçlendirilmesine, maliye politikasının daha güçlü olmasına, politika
öncelikleri ve hedeflerinin yakalanmasına ve mali disiplin sürdürülmesine yardım
edebilir.
Genel Değerlendirme ve Sonuç
Mali kurallar, ekonomiyi disipline etmeyi sağlayan ve ekonomik istikrara katkı
vererek ekonominin performansını artıran uygulamalardır. Türkiye’nin kamu mali
sistemini disipline etmek ve modernleştirmek için uyguladığı politikalar ve yaptığı
düzenlemeler ile Maastricht Kriterleri çerçevesinde kabul ettiği AB tanımlı
ekonomik göstergeler, Türkiye’de yasal ve anayasal zeminde olmasa da mali
kuralların uygulandığını ortaya koymaktadır. 2002 yılı sonrasında takip edilen
ekonomik programlarda maliye politikası temel ekonomi politikası aracı olma
özelliğine kavuşmuş, maliye politikası performans kriteri ise (IMF tanımlı) faiz dışı
fazla hedefi olagelmiştir. IMF tanımlı faiz dışı fazla hedefi yılları aşan
uygulamalarla mali kural niteliğini almıştır (IMF de bunun bir mali kural olduğunu
belirtmiştir) ve sayısal nitelikteki kurallara (hedeflere) bir örnektir. Yine AB tanımlı
borç stoku GSYH rakamlarına ulaşılması için borç stoku GSYH oranının
performans göstergesi olarak değerlendirilmiş olmasının da mali kuralların bir formu
olduğu söylenebilir.
Birtakım (yasal) düzenlemenin kredi kullanımının ön şartı olması ve
borçlanmaya limitler getirilmesi, kamu borç yönetimi raporlarının üçer aylık
dönemler itibarıyla hazırlanması ve kamuoyuna deklare edilmesi, yerel yönetimlerin
borçlanmasının önceden izin alma şartına bağlı kılınması, borçlanmaya üst limit
belirlenmesi ve yatırım miktarı ile sınırlanması, hesap verilebilirlik kurallı maliye
politikası yönünde atılan önemli adımlardır. Türkiye’nin 4749 sayılı Kanunla
borçlanmaya sınırlamalar getirmesi, Merkez Bankası Kanunu ile Hazinenin kolay
finansman aracından yararlanma imkânını ortadan kaldırması ve Hazine-Merkez
Bankası ilişkilerinin kurala bağlanması, fiili kurallı maliye politikası uygularıdır.
İlave olarak, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun getirdiği orta
vadeli harcama programı, stratejik planlama, sonuç ve performans odaklı mali
yönetim uygulamalarında, mali disiplinin kurumsallaştırılmasında ve sürekli hale
getirilmesinde önemli adımlardır ve mali kuralların kabulü için gerekli alt yapıyı
hazırlayan uygulamalardır. Fakat uygulamada aksaklıklar söz konusudur. Örneğin,
yerel yönetimlerin mali disiplin içinde hareket etmelerini sağlayacak düzenlemeler
yeterli değildir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
257
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
Yapısal kriterler çerçevesinde gerçekleştirilen düzenlemeler (gelir idaresi
reformu, sosyal güvenlik reformu), mali sistemi istikrarlı kılmaya ve sistemin
şeffaflığını ve hesap verebilirliğini artırmaya yönelik diğer düzenlemelerdir. Bu
düzenlemeler aynı zamanda kamuda kuralları kabul etmenin de alt unsurlarıdırlar.
Fakat, Türkiye’de maliye politikası henüz yeterince şeffaflaşmamış ve hesap
verilebilirlik yeterince sağlanamamıştır. Şeffaf ve hesap verebilir bir kamu
yönetiminin sağlanmasında kuralların anayasal ve yasal olarak tanımlanması hayati
önemdedir. Bu yönde atılan adımlar Türkiye’de mali kuralların uluslararası
anlaşmalar, politika ilkeleri ve birtakım yasal ve idari düzenleme çerçevesinde kabul
edildiğini göstermektedir.
Mali kural örnekleri, mali performansı pozitif etkilemiş ve makroekonomik
istikrara katkı vermişlerdir. Bununla birlikte, herhangi bir kuralı uygulamadan önce
Türkiye’nin kamu mali yönetim sistemini ve mali şeffaflığı güçlendirmesi
gereklidir. Bunun için Türkiye, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol
Kanunu’nu tam olarak uygulamalı ve mali yönetimi ve kontrol sistemini
güçlendirmek için bütçe raporlama süresini geliştirmelidir. Artan mali şeffaflık,
kamunun kuralları kabul etmesi için hayatidir. Mali kurallar, Türkiye gibi kayıtdışı
sektörün büyük olduğu ve ekonomiyi kayıt altına almaya yönelik önlemlerin
etkinliğinin tahmin edilmesinin güç olduğu bir ekonomide, orta vadeli mali plan
gelir tahminlerinin ihtiyatlı olmasına ve ekonomiyi kayıt altına almaya yardım
edebilir. Kurallar, maliye politikasının öngörülebilirliğini sağlayacağından
politikanın kredibilitesini de arttırabilir. Sonuç olarak, kurallar sağlam bir kamu
maliyesinin tesisine, makro ekonomik istikrar ve sürdürülebilirliğe yardım edebilir,
fakat her derde deva değildir.
Kaynakça
Bali, B. B. ve Çelen, M. (2007), Kurala Bağlı Maliye Politikaları ve Avrupa Birliği
Uygulaması, İstanbul, Beta Yayınları.
Binay, Ş. (2003), “Some Issues in Fiscal Policy and Central Banking: The Case of
Turkey”, BIS Papers, No: 20, October, 245-259, http://www.bis.org/publ/bppdf/
bispap20y. pdf, (Erişim. 22/10/2009).
Biraschi, P. (2008), “Searching for the Optimal EMU Fiscal Rule: An Ex-post
Analysis of the SGP Reform Proposals”, Ministry of Economy and Finance
Department of the Treasury Working Papers, No. 7, 1-42. http://notizie.unimo.it/
campusfile/file/ECO_ DEP/file22901.pdf, (Erişim: 15/12/2008).
Boran, E. (2008), “Brezilya’dakine Benzer Bir Mali Sorumluluk Düzenlemesi
Yapılmalı”, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı Politika Notu, 1-9,
http://www.tepav.org.tr/tur/admin/dosyabul/upload/ege_boran_pn.pdf, (Erişim:
21/11/2009).
Buti, M.; Roeger, W. ve in’t Veld, J. (2001), “Monetary and Fiscal Policy
Interactions Under a Stability Pact”, In: Fiscal Rules (279-318), The Third
Banca d’Italia Workshop on Public Finance Organized by the Bank of Italy,
February 1-3, Rome, http://www.bancaditalia.it/studiricerche/convegni/atti/
fiscrules/session2/27918_buti_roeger_and_int_veld.pdf, (Erişim: 22/11/2009).
Buti, M. ve Noord, P. (2004), “Fiscal Policy in EMU: Rules, Discretion and
Political Incentives”, European Commission Economic Papers, No: 206, 1-47.
258
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
http://ec.europa.eu/economy_finance/publications/publication686_en.pdf,
(Erişim 21/10/2009).
Belediye Kanunu, Kanun No: 5393, Kabul Tarihi: 3/7/2005, 13/07/2005 tarih ve
25874 sayılı Resmi Gazete.
BKK (2009), 2010 Yılı Programının Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine
Dair Bakanlar Kurulu Kararı, http://www.sp.gov.tr/documents/P2010.pdf,
(Erişim: 27/12/2009).
BSB (2006), IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 1998-2008, Farklı Hükümetler, Tek
Siyaset,
Bağımsız
Sosyal
Bilimciler
2006
Yılı
Raporu,
http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_BSB/BSB2006_Final.pdf,
(Erişim: 09/09/2009).
Corsetti, G. ve Roubini, N. (1996), “European Versus American Perspectives on
Balanced-Budget Rules”, The American Economic Review, Vol. 86, No. 2,
(May), 408-413.
Dabán-Sánchez, T.; Detragiache, E., di Bella, G.; Milesi-Ferretti, G. M. ve
Symansky, S. (2003), Rules-Based Fiscal Policy in France, Germany, Italy, and
Spain, IMF Occasional Paper, No: 225, Washington DC.
DPT (2006), 9.Kalkınma Planı (2007-2013), Ankara, www.dpt.gov.tr/DocObjects/
Download/1968/plan9.pdf, (Erişim:10/11/2009).
DPT (2009), Orta Vadeli Program (2010-2012), Ankara, www.dpt.gov.tr/
DocObjects/.../Orta_Vadeli_Program_2010-2012, (Erişim:10/11/2009).
European Commission. (2006), Public Finances in EMU-2006, European
Commission, Directorate-General for Economic and Financial Affairs Public
Finance Unit, European Economy Number:3, Printed in Belgium.
Fiess, N. (2005), “Chile’s Fiscal Rule”, In C. Burnside (Eds), Fiscal Sustainability
in Theory and Practice, (175-204), Washington DC, The Worldbank.
Franco, D.; Balassone, F. ve Francese, M. (2004), “Fiscal Policy in Europe: The
Role of Fiscal Rules”, National Tax Association Proceedings, 95TH Annual
Conference on Taxation, 1-11, http://www.ief.es/investigacion/Recursos/
Seminarios/Economia Publica/2004_11Febrero_ 1.pdf, (Erişim:12/10/2009).
Günay, A. (2007), Mali Disiplinin Sağlanmasında Anayasal Denk Bütçe Yaklaşımı
ve Türkiye’de Uygulanabilirliği, Ankara, T.C. Maliye Bakanlığı Strateji
Geliştirme Başkanlığı Yayını, Yayın No: 2007/375.
Gürsel, S. (2008), “Ekonomik Zirve Hafif Kaldı”, Referans Gazetesi, 10/04/2008.
HM (2005), 19. Stand-By Düzenlemesi (Mayıs 2005-Mayıs 2008) 1. ve 2. Gözden
Geçirmelere İlişkin Niyet Mektubu, Ankara, http://www.hazine.gov.tr/irj/portal/
anonymous?NavigationTarget=navurl://1927b7119b5defda74ea0b8dba558dff&
LightDTNKnobID=-1148383271, (Erişim: 09/12/2009).
HM (2006), 19. Stand-By Düzenlemesi (Mayıs 2005-Mayıs 2008) 3. ve 4. Gözden
Geçirmelere İlişkin Niyet Mektubu, Ankara, http://www.hazine.gov.tr/irj/portal/
anonymous?NavigationTarget=navurl://1927b7119b5defda74ea0b8dba558dff&
LightDTNKnobID=-1148383271, (Erişim: 09/12/2009).
HM (2007), 19. Stand-By Düzenlemesi (Mayıs 2005-Mayıs 2008) 6. Gözden
Geçirmeye İlişkin Niyet Mektubu, Ankara, http://www.hazine.gov.tr/irj/portal/
anonymous?NavigationTarget=navurl://1927b7119b5defda74ea0b8dba558dff&
LightDTNKnobID=-1148383271, (Erişim: 09/12/2009).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
259
Kurallı Maliye Politikası: Türkiye’de Kurallı Maliye Politikası Örnekleri
HM (2008), 19. Stand-By Düzenlemesi (Mayıs 2005-Mayıs 2008) 7. Gözden
Geçirmeye İlişkin Niyet Mektubu, Ankara, http://www.hazine.gov.tr/irj/
portal/anonymous?NavigationTarget=navurl://1927b7119b5defda74ea0b8dba55
8dff&LightDTNKnobID=-1148383271, (Erişim: 09/12/2009).
HM (2009), Borç Göstergeleri, http://www.hazine.gov.tr/irj/go/km/docs/documents/
Hazine%20Web/İstatistikler/Borc_Gostergeleri_Sunumu/borc_gostergeleri.pdf,
(Erişim:22/11/2009).
IMF (2007a), Turkey-2007 Article IV Consultation, Concluding Statement of the
IMF Mision, http://www.imf.org/external/np/ms/2007/030907.htm, (Erişim:
05/10/2009).
IMF (2007b), IMF Executive Board Concludes 2007 Article IV Consultation with
Turkey, Public Information Notice (PIN) No 07/66 June 12,
http://www.imf.org/external/np/ sec/pn/2007/pn0766.htm, (Erişim:05/10/2009).
IMF. (2007), IMF Country Report, Turkey: Selected Issues, Prepared by Kevin
Fletcher
et
all,
Approved
by
European
Department,
46p.
http://www.imf.org/external/pubs/ ft/scr/2007/cr07364.pdf, (Erişim:05/10/2009).
IMF (2009), Fiscal Rules-Anchoring Expectations for Sustainable Public Finances,
International Monetary Fund Fiscal Affairs Department, December 16,
Washington DC,1-72.
İl Özel İdaresi Kanunu, Kanun No: 5302, Kabul Tarihi: 22/2/2005, 04/03/2005 tarih
ve 25745 sayılı Resmi Gazete.
Kalkan, S. (2007), “Kurallı Maliye Politikası” TEPAV Bülten, Haziran, Sayı:1, 3-5.
http://www.tepav.org.tr/tur/admin/dosyabul/upload/tepav_bulten_haziran.pdf,
(Erişim:10/10/2009).
Karanfil, N. (2008), “Faiz ve Yatırım Harcamalarını 'Mali Kural' Dışı Bırakma
Planı”, Referans Gazetesi, 22/04/2008.
Kennedy, S.; Robbins, J. ve Delorme, F. (2001), “The Role of Fiscal Rules in
Determining Fiscal Performance”, In: Fiscal Rules (237-266), The Third Banca
d’Italia Workshop on Public Finance Organized by the Bank of Italy, February
1-3, Rome, Italy,http://www.bancaditalia.it/studiricerche/convegni/atti/fisc_
rules/session1/237-266_kennedy_robbins_&_delorme.pdf, (Erişim:22/09/2009).
KEP (2009), 2008 Yılı Katılım Öncesi Ekonomik Programı, Ankara.
http://www.sp.gov.tr/documents/KEP2008.pdf, (Erişim:17/09/2009).
Kopits, G. (2001), “Fiscal Rules: Useful Policy Framework or Unnecessary
Ornament”, IMF Working Paper, WP/01/145, Washington DC, 1-24.
Kopits, G. ve Saymansky, S. A. (1998), “Fiscal Policy Rules”, IMF Occasional
Paper, No: 162, Washington DC.
Marshall, J. (2003), “Fiscal Rule and Central Bank Issues in Chile”, BIS Papers, No:
20, October, 98-106, http://www.bis.org/publ/bppdf/bispap20f.pdf, (Erişim:
21/11/2009).
Mihaljeck, D. & Tissot, B. (2003), Fiscal Positions in Emerging Economies: Central
Banks’ Perspectives. BIS Papers, No: 20, 10-37, http://www.bis.org/publ/bppdf/
bispap20b.pdf, (Erişim:17/09/2009).
Milesi-Ferretti, G. M. ve Moriyama, K. (2006), “Fiscal Adjustment in EU Countries:
A Balance Sheet Approach”, Journal of Banking & Finance, Vollume: 30, Issue:
12, December, 3281–3298.
260
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
B. KARAKURT, T. AKDEMİR
Moreno, R. (2003), “Fiscal Issues and Central Banking in Emerging Economies: an
Overview”, BIS Papers, No: 20, October, 1-9, http://www.bis.org/publ/bppdf/
bispap20a.pdf, (Erişim:17/09/2009).
Maliye Bakanlığı (2007), 2008 Mali Yılı Bütçe Gerekçesi, Ekim, Ankara,
http://www.bumko.gov.tr/TR/Genel/rg.ashx?DIL=1&BELGEANAH=11685&
RESIMISIM=Adobepdfreader7_icon.gif, (Erişim:17/11/2009).
Maliye Bakanlığı (2008), 2009 Yılı Bütçe Gerekçesi, Ekim, Ankara,
http://www.bumko.gov.tr/TR/Genel/dg.ashx?DIL=1&BELGEANAH=10916&D
OSYAISIM=2009YiliButceGerekcesi.pdf, (Erişim:17/11/2009).
Maliye Bakanlığı (2009), Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü,
http://www.bumko.gov.tr/TR/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF7A2
395174CFB32E191C5B747978912DF, (Erişim 22/12/2009).
OECD (2008), Economic Surveys: Turkey, Volume 2008/14 July, 1-167, http://
www.turkey-now.org/db/Docs/OECD_TR_outlook.pdf, (Erişim:12/11/2009).
Pınar, A. (2006), Maliye Politikası, Ankara, Naturel Kitabevi.
Sak, G. (2007), “Aradığınız Yeni Çıpa Kurallı Maliye Politikası Kurulu Olabilir”,
tepav bülten, Haziran, 1-3, http://www.tepav.org.tr/tur/admin/dosyabul/
upload/tepav_bulten_haziran.pdf, (Erişim:10/10/2009).
Serdengeçti, S. (2008), “Yeni Program Şart”, http://www.tepav.org.tr/tur/
index.php?type=event&title=S&cid=401, (Erişim:10/09/2009).
Schick, A. (1998), A Contemporary Approach to Public Expenditure Management,
Washington DC, The World Bank, 1-143. www1.worldbank.org/publicsector/pe/
PEM_book.pdf, (Erişim: 12/09/2009).
Sutherland, D., Price, R. ve Joumard, I. (2005), “Sub-Central Government Fiscal
Rules”, OECD Economic Studies, No:41, 141-181. http://www.oecd.org/
dataoecd/62/12/ 40506699.pdf, (Erişim:03/09/2009).
Sutherland, D., Price, R. ve Joumard, I. (2006), “Fiscal Rules For Sub-Central
Governments: Design and Impact”, OECD Network on Fiscal Relations Across
Levels
of
Government,
COM/CTPA/ECO/GOV/WP(2006)/1,
1-74;
http://www.oecd. org/dataoecd/53/0/37388379.pdf, (Erişim: 11/10/2009).
Şen, H., Sağbaş, İ. ve Keskin, A. (2007), Bütçe Açıkları ve Açık Finansman
Politikası Teori ve Türkiye Uygulaması, Ankara, Orion Kitabevi.
Şevik, E. (2008), “Mali Kurallar”, Bütçe Dünyası Dergisi, Cilt: 3 Sayı: 28, 50-59.
Şimşek, M. (2008), “Türkiye'nin İstikrar ve Büyüme Hamlesi: Ekonomik İstikrar:
Çıpalar ve Ötesi-Türkiye'nin Küresel Sermaye Akışı ve Gelişen Piyasalar
Haritasındaki Yeri”, Forum İstanbul'un Yedinci Buluşması (Devlet Bakanı
Mehmet Şimşek’in Konuşması), Referans Gazetesi, 25/04/2008.
TEPAV (2007), “22 Temmuz Seçimlerinin Ardından İkincil Reform Sürecinin
Öncelikleri”, 1-43, http://www.tepav.org.tr/tur/admin/dosyabul/upload/oncelikler
raporu.pdf , (Erişim: 14/11/2009).
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun, Karar No: 4651, Karar Tarihi 25/4/2001, 05/05/2001 tarih ve 24393
sayılı Resmi Gazete.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
261
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin
Doğrudan Yabancı Sermaye
Üzerindeki Etkisi: Toda-Yamamato
Nedensellik Analizi Çerçevesinde
Değerlendirme
Gülsüm GÜRLER HAZMAN*
Özet
Bu çalışma ile doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını etkileyen unsurlar
dikkate alınarak, Türkiye’de söz konusu yatırımcılara yönelik olarak verilen teşvik
belgesinin etkisi incelenmektedir. Yatırımcılara 1980 yılından itibaren teşvik belgesi
verilmeye başladığı için araştırmanın başlangıç yılı olarak 1980 yılı ele alınmıştır
ve araştırma 1980-2007 dönemini kapsamaktadır. Araştırmada Toda ve Yamamoto
(1995) tarafından geliştirilen Gecikmesi Artırılmış VAR Modeli (Toda-Yamamoto
Nedensellik Modeli) kullanılmıştır. Analiz sonucunda doğrudan yabancı sermaye
yatırımları ile teşvik belgesi arasında çift yönlü nedensellik ilişkisi tespit
edilmemiştir.
Anahtar Kelimeler: Vergi Teşvikleri, Doğrudan Yabancı Sermaye, Nedensellik
Analizi
The Effect of Fiscal Incentives on Foreign Direct Investment in Turkey: An
Evaluation with Toda-Yamamato Causality Test
Abstract
With this study the effect of incentive certificate on foreign direct investment
investigated with taking in to account the items that effect foreign direct investment.
The begining year of the study is 1980 because of the fact that incentive certificate
application started in this year. Study term is 1980-2007. Toda-Yamamato Granger
Test that suggested from Toda and Yamamato (1995) is used in this study. As a
*
Yrd.Doç.Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
262
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
result there is no double causality relationship between foreign direct investment
and incentive certificate.
Key Words: Tax İncentives, Foreign Direct İnvestment, Causality Analyze
JEL Classification Code: H22
Giriş
Yabancı sermayenin kalkınmaya olan katkısı hakkında yapılan çalışmaların
etkisiyle, gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkelerde yabancı sermaye yatırımları ilgi
odağı haline gelmiştir. Özellikle rekabet güçlerini artırmak ve uluslararası ticarette
söz sahibi olmak için ülkeler sermaye transferine ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyaç
daha çok gelişmekte olan ülkeler için önemli boyuttadır; çünkü, bu ülkelerin en
önemli sorunları sermaye ve teknoloji yetersizliğidir. Bu açıdan ülkeler yabancı
sermayeyi çekebilmek için uygun politik ve ekonomik koşulları hazırlamaktadır.
Ülkeler yabancı sermaye girişini olumsuz etkileyecek faktörleri ortadan kaldırarak,
politik ve ekonomik riskleri en aza indirmeye çalışmaktadır.
Bu amaç için Türkiye'de yabancı sermayeye ilişkin olarak kabul edilen ilk yasal
düzenleme 1954 yılında çıkarılan 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik
Kanunu'dur. 17 Haziran 2003’de 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu
yürürlüğe girmiş ve 18 Ocak 1954 tarihli ve 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik
Kanunu’nun yerini almıştır. Bunun dışında 24 Ocak 1980 tarihli ekonomik istikrar
tedbirleri ve 8/168 sayılı Yabancı Sermaye Çerçeve Kararnamesi gibi düzenlemeler
gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede, yerli ve yabancı sermaye oranı ile kâr ve ana
sermaye transferi üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması, yabancı teknik ve idari
personel istihdamına izin verilmesi ve altyapı ile ilgili kamu yatırımlarında "yapişlet-devret" modelinin kabulü, şeklinde çeşitli teşvik tedbirleri getirilmiştir.
Düzenlenen teşvik tedbirlerinin başarılı sonuçlar yaratıp yaratmadığının
araştırılması, teşviklerden beklenen hedeflerin gerçekleşmesi açısından son derece
önemlidir. Bu açıdan bu çalışmada, Türkiye’nin kalkınma sürecinde doğrudan
yabancı sermaye yatırımlarının yerini belirlemek için mali nitelikte getirilen teşvik
tedbirleri arasında yer alan teşvik belgesi uygulaması ile doğrudan yabancı
yatırımlar arasındaki nedensellik ilişkisini ortaya koymak amaçlanmıştır. Çalışmada,
1980 ile 2007 dönemini kapsayan iki zaman serisi kullanılmıştır. Bunlardan birisi
teşvik belgesi sayısı, diğeri de doğrudan yabancı sermaye girişleridir. Serilerin 1980
yılından başlamasının nedeni ise, teşvik belgesi uygulamasının bu tarihten itibaren
başlamış olmasından kaynaklanmaktadır. Değişkenler arasındaki nedensellik boyutu
için kullanılan metodoloji incelendiğinde, Granger (1969) tarafından geliştirilen
nedensellik analizinde durağan seriler arasındaki ilişkinin nedenselliği ele aldığı
görülmektedir. Ancak yapılan analiz ile koentegrasyon tespit edilmediğinden “Hata
Düzeltme Modeli” kullanılmamakta; bu durumda, “Toda Yamamato Nedensellik
Testi” ele alınmaktadır. Çalışma sonucunda ise, her iki değişken arasında
nedensellik olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durum, teşvik tedbirlerinden birisi
olan teşvik belgesi uygulamasının doğrudan yabancı sermaye üzerindeki etkisinin
çok yeterli olmadığı düşüncesini de desteklemektedir. Bu açıdan teşvik tedbirlerinin
yeniden gözden geçirilmesi, mevcut vergi sisteminin yarattığı sorunların ele alınarak
kapsamlı bir vergi reformu düzenlenmesi gereklidir. Kapsamlı vergi reformu ile
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
263
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
kasıt, vergi sistemini daha da karmaşık bir hale getirmek değildir. Alınacak tedbirler
uzun vadeli değerlendirmelerden sonra gerçekleştirilerek, daha sade ve anlaşılır bir
vergi sistemi inşası hedeflenmelidir. Çünkü sadece teşvik tedbirleri ile değil aynı
zamanda, Türkiye’nin makroekonomik reformlarla birlikte başarılı olması
gerekmektedir. En iyimser tablo ile değerlendirildiğinde, 2006-2010 ve 2011-2015
dönemlerinde doğrudan yabancı sermaye girişinin GSYİH’ye oranının sırasıyla %3
ve %2,8’e ulaşacağı öngörülmektedir. TÜSİAD için 2006-2010 yılları için
hazırlanan öngörü çalışmasına göre, DYY’deki artışa paralel olarak toplam sermaye
yatırımlarının GSYİH’ye oranının %24’e çıkacağı tahmin edilmektedir.
1. Kavramsal Çerçeve: Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları
Doğrudan yabancı sermaye yatırımları (DYSY); bir ülkede bir firmayı satın
almak, yeni kurulan bir firma için kuruluş sermayesi sağlamak ya da mevcut firma
için sermaye artırımını sağlamak ile o ülkede bulunan firmalar tarafından diğer
ülkede bulunan firmalara yapılan yatırımlar (Karluk, 1991:428) olarak
tanımlanmaktadır. Bir başka tanıma göre DYSY, bir ekonomideki yerleşik varlığın
başka bir ekonomideki yerleşik varlığa ya da yeni bir yatırım alanına, kalıcı kazanç
elde etmeyi hedefleyen yatırımlar (Batmaz ve Tekeli, 2009:7) olarak ifade
edilmektedir.
Yeni yatırım sahalarının açılmasına imkân sağlaması ve mevcut yatırımları
geliştirmesi gibi nedenlerle söz konusu bu yatırımlar çeşitli avantajlar sağlamaktadır.
Özellikle bilgi teknolojilerinin kullanımı ve transferi ile firmanın piyasada başarılı
olması ve ekonominin canlanması, ev sahibi ülke açısından mal ve hizmetlerin
sunumunda düzen ve etkinliğin sağlanması, söz konusu avantajlar arasında
sayılmaktadır (Obwona, 2001:47).
2. Türkiye’de Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları: Mevcut Durum
Türkiye’de yabancı sermaye yatırımlarının özendirilmesi, yabancı yatırımcıların
haklarının korunması ile doğrudan yabancı sermayelere ilişkin düzenlemelerin yer
aldığı 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu Madde 3’e göre,
“uluslararası anlaşmalar ve özel kanun hükümleri tarafından aksi öngörülmedikçe;
1-Yabancı yatırımcılar tarafından Türkiye'de doğrudan yabancı yatırım yapılması
serbesttir. 2- Yabancı yatırımcılar yerli yatırımcılarla eşit muameleye tabidirler.
Doğrudan yabancı yatırımlar, yürürlükteki mevzuat gereğince, kamu yararı
gerektirmedikçe
ve
karşılıkları
ödenmedikçe
kamulaştırılamaz
veya
devletleştirilemez.” Söz konusu Kanun ile doğrudan yabancı yatırımcılara ilişkin
ilke ve esaslar düzenlenmiştir. Bu çerçevede yabancı yatırımcılara, kamulaştırma
yapılmaması konusunda yasal güvence sağlanmış olmaktadır.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının dağılımı hakkında çeşitli kuruluşlar
tarafından raporlar hazırlanmaktadır. Bunlardan birisi Birleşmiş Milletler Ticaret ve
Kalkınma Örgütü-UNCTAD (2005) tarafından hazırlanan “Dünyanın Cazibe
Merkezleri” sıralamasıdır. Bu sıralamada Çin 1. sırada yer alırken, 2. sırada ABD ve
3. sırada Hindistan yer almaktadır. 2007 yılında Dünya Bankası tarafından
hazırlanan raporda ise en fazla uluslararası doğrudan yatırım çeken 10 ülke
sıralanmıştır. Tablo 1’de görüldüğü üzere Türkiye bu sıralamanın 21. sırasında yer
almaktadır.
264
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
Tablo 1: En Fazla DYSY Olan 10 Ülke ve Türkiye (2007)
Sıra
Ülke
Yatırım Stoğu Milyar $)
1
A.B.D.
2
İngiltere
3
Çin
4
Fransa
5
Belçika
6
Hollanda
7
Almanya
8
İspanya
9
Kanada
10
İtalya
21
Türkiye
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı
2.091,1
1.347,7
1.184,5
1.026,1
748,1
673,4
629,7
537,5
520,7
364,8
145,6
Dünya sıralamasına bakıldığında söz konusu ülkelerin genel olarak ekonomileri
güçlü ve rekabet güçlerinin yüksek olduğu gözlenmektedir. Dünyada doğrudan
yabancı sermaye stokunun dörtte üçünün gelişmiş ülkelerde bulunması, söz konusu
yabancı sermaye açısından siyasal istikrarın ne kadar önemli bir etken olduğunu
göstermektedir (Kar ve Tatlıöz, 2008). Görülüyor ki, ekonomik istikrarı ve belli
sektörlerde rekabet üstünlüğü sağlamış ülkeler, yabancı yatırımcılar için cazip
gelmektedir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının istikrarlı ülkeleri tercih
etmesi göz önüne alındığında, Türkiye’nin istikrarlı bir ekonomiye kavuşmasıyla
birlikte dünya yabancı sermaye stoku içindeki payını artıracağı beklenmektedir.
Türkiye’ye giren doğrudan yabancı sermaye rakamlarına bakıldığında ise 2008
yılında, 2007 yılına göre doğrudan yabancı yatırımların azaldığı gözlenmektedir.
Bunun nedeni olarak, 2008 yılına damgasını vuran küresel kriz gösterilebilir.
Tablo 2: Fiilen Giren Doğrudan Yabancı Sermaye Tutarları (Milyon $)
2004
2005
2006
2007
Uluslararası Doğrudan
2.785
10.031
20.185
22.046
Yatırımlar Toplam (Net)
Uluslararası Doğrudan
1.442
8.190
17.263
19.120
Sermaye
Sermaye (Net)
1.092
8.134
16.982
18.393
Diğer Sermaye*
350
56
281
727
Gayrimenkul (Net)
1.343
1.841
2.922
2.926
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı
*Uluslararası Sermayeli Firmaların Yabancı Ortaklarından Aldıkları Kredi
2008
18.349
15.412
14.778
634
2.937
2008 yılında Türkiye’ye 18 milyar dolarlık uluslararası doğrudan yatırım
girişinin, 14,7 milyon dolarını net doğrudan yabancı sermaye girişleri, 2,9 milyon
dolarlık kısmını ise yurt dışında yerleşik kişilerin gayrimenkul alımları
oluşturmuştur. Hazine Müsteşarlığı verilerine göre, 2008 yılında kurulan 2.759 yeni
yabancı sermayeli şirket ve/veya şube ve 638 şirkete yabancı sermaye iştiraki ile
birlikte toplam yabancı sermayeli şirket sayısı 21.079’dur.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
265
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
Tablo 3: (2004-2008) Türkiye’ye DYSY Girişlerinin Ülkelere Göre Dağılımı
(%)
Ülkeler
Almanya
%4,6
Ülkeler
Belçika
%8,9
Lüksemburg
Birleşik Arap Emirlikleri
Fransa
%4,8
%5,7
%5,9
Yunanistan
ABD
Hollanda
%9,8
%9,9
%21,6
İngiltere
%6,4
Diğer
%22,3
Kaynak: TCMB
Türkiye’de son 5 yıllık dönem için DYSY girişlerine bakıldığında, girişlerin
yüzde 76’sının Avrupa ülkelerinden, yüzde 10’unun Kuzey Amerika’dan, yüzde
9’unun Körfez ülkelerinden kaynaklandığı görülmektedir.
2008 yılında uluslararası doğrudan yatırım girişleri, gelişmiş ülkelerde %33
azalırken, gelişmekte olan ülkelerde %3,6 artış görülmüştür. Yabancı Sermaye
Koordinasyon Derneği-YASED Mart 2009 Değerlendirme Raporu’nda bölgesel
bazda AB ülkelerinde %30 düşüş görülmüş, gelişmekte olan bölgeler arasında önde
gelen Güneydoğu Asya’da ise %3 artış görülmüştür. Türkiye’nin de aralarında
olduğu Batı Asya bölgesine olan girişlerde ise, dünya geneline paralel olarak %21
azalma gerçekleşmiştir.
UNCTAD tarafından geliştirilen diğer endeksler ise; “Ülkeye Giren DYSY
Potansiyel Endeksi” ile “Ülkeye Giren DYSY Performans Endeksi” dir (Kaymak,
2005:77).
- Ülkeye Giren Yabancı Doğrudan Yatırım (YDY) Performans Endeksi,
ülkelerin küresel YDY toplamı içindeki payının ilgili ülkenin GSYİH’sinin küresel
hasıla içindeki payına oranlanması şeklinde hesaplanmaktadır. Elde edilen rakamın
1’den fazla olması o ülkenin ekonomik büyüklüğüne oranla daha fazla YDY
çektiğini gösterir. Rakamın 1’den küçük olması ise bunun tam tersini
göstermektedir. Böylece ülkelerin ne ölçüde YDY girişi aldığı bu endeksle
ölçülmektedir.
- Ülkeye Giren YDY Potansiyel Endeksi ise ülkeleri reel büyüme, kişi başına
düşen milli gelir, toplam ihracat, enerji kullanımı, telefon hatları, cep telefonları
sayısı, Ar-Ge harcamaları, zorunlu eğitimde öğrenci sayısı, ülke riski, doğal
kaynaklar ihracatı, elektronik ve otomobil parça ve aksesuarlarının ihracatı, hizmet
ihracatı ve dahili yabancı doğrudan yatırım stoğundan oluşan değişken yönünden
değerlendirerek onların ne kadar YDY çekebilecek özellikte olduğunu tespit etmeyi
amaçlamaktadır.
3. Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının Belirleyicileri
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının belirleyicileri literatürde pek çok
çalışma ile ele alınmaktadır. Bunlar arasında, piyasadaki talep ve pazar büyüklüğü,
yapısal büyüme, endüstrileşme, ülkedeki yabancı yatırım oranı, işgücü kalitesi,
işgücü maliyetleri, bilimsel ve teknolojik araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin
seviyesi, dışa açıklık oranı, yerli yatırımlar, ülkedeki çeşitli risk faktörleri, insan
kaynakları ve yabancı yatırımlara yönelik teşvikler yer almaktadır. Bunlar arasında
yerli yatırımların, doğrudan yabancı sermaye yatırımları üzerindeki negatif
266
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
etkilerinin saptanmış olması, araştırmacılar için oldukça etkileyici bir bulgu olarak
ifade edilmektedir (Sun vd., 2002:88, Yang vd. 2008:66).
Yabancı yatırımcılar için bu faktörler, yatırım yeri tercihlerinde önemli bir rol
oynamaktadır. Özellikle işgücü piyasalarının durumu, ulaşım olanakları ve
maliyetleri ile vergiler ve harcamalar, doğrudan yabancı yatırımların maliyetlerini
etkilemektedir. İşgücü maliyetleri artışının negatif, işgücü kalitesinin de pozitif
etkisinin olduğu bilinmektedir. Doğrudan yabancı yatırımların elde edecekleri kâr
için sadece işgücü maliyetleri değil aynı zamanda piyasadaki talep düzeyi ve pazar
büyüklüğü de son derece önemli bir faktördür.
DYSY için maliyet taşıyan unsurlar önemli olduğundan mümkün olduğu kadar
üretim maliyetlerin minimum seviyede tutularak en yüksek çıktı sağlanması
hedeflenmektedir. Bu açıdan yatırımların gideceği ülkedeki kaynak dağılımının
etkinliği araştırılmaktadır. Dolayısıyla kaynak dağılımında etkinlik sağlanmasının,
DYSY’nın belirleyicileri arasında olduğu kabul edilmektedir (Chen, 1996:24).
Bir ülkedeki coğrafi ve ekonomik nitelik taşıyan risk faktörlerinin ülkeye
gelecek olan yabancı yatırımlar için oldukça önemli olduğu yapılan ampirik
çalışmalar ile de desteklenmektedir (Mody ve Srinivasan, 1998). Xin ve Ni (1995),
bu belirleyiciler arasında piyasa ölçeğinin diğerlerinden fazla etkili olduğunu tespit
etmişlerdir. Onlara göre bu etki yaklaşık %30’dur. Ayrıca işgücü maliyetleri %20,
eğitim seviyesi %10, endüstrileşme %10, ulaşım olanakları %10, iletişim olanakları
%10, çevre %5 ve bilimsel ve teknolojik araştırmalar %5 düzeyinde doğrudan
yabancı sermaye yatırımlarını etkilemektedir.
Ülkenin sahip olduğu endüstrileşme seviyesi ve kalitesinin, yabancı yatırımları
ülkeye çekmekte pozitif bir etkiye sahip olduğu yapılan ampirik çalışmalarda
görülmektedir (Weeler ve Mody, 1992). Ülkedeki endüstrileşme seviyesinin önemi
kadar ekonomik büyümenin de belirleyici bir oran olduğu ifade edilmektedir. Fiilen
ülkeye giren doğrudan yabancı sermaye akımları ile ekonomik büyümenin ve
dolayısıyla GSMH’nin arasında pozitif korelasyon tespit edilmiştir (Yang vd.,
2008:65). Özellikle ekonomik büyümedeki istikrarın aynı zamanda politik istikrarı
da etkileyebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Sadece ekonomik dinamiklerdeki
istikrar değil aynı zamanda politik istikrar da, yabancı yatırımcıların
değerlendirmeleri için önemli olmaktadır. Ang (2008), ekonomik büyümenin tek
başına yeterli olmadığını dolayısıyla yapısal anlamda büyümenin söz konusu
yatırımları çekmek için etkili bir araç olduğunu ifade etmektedir (Ang, 2008:187).
Çeşitli ülke örnekleri üzerinde yapılan araştırmalar ile de özellikle yapısal anlamda
büyüme için yapısal reformların gerekli olduğu ifade edilerek, bu reformların
yabancı yatırımcılar için cazip olduğu vurgulanmaktadır (Demekas vd., 2007:384).
Doğrudan yabancı sermaye yatırımcıları için önemli olan bir diğer faktör ise,
döviz kurudur. Döviz kurundaki değişimler ile doğrudan yabancı sermaye arasında
kuvvetli korelasyon olduğunu saptayan çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmalar, döviz
kurundaki değişimlerin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını etkileyen
faktörlerden biri olduğunu göstermektedir (Wang ve Swain, 1997:707).
Literatürde yer alan bu çalışmalar yanında UNCTAD, doğrudan yabancı sermaye
yatırım girişleri ile ilgili ülke potansiyelini ölçmek için “Doğrudan Yabancı Sermaye
Yatırımı Potansiyel Endeksini (FDI-POT-I)” geliştirmiştir. FDI Potansiyel Endeksi
sıralamasında Türkiye, 140 ülke arasında 72. sırada yer almaktadır. Bu endekste yer
alan değişkenler ise şunlardır (Yükseler, 2005:24):
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
267
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
1. Ortalama GSYİH büyüme hızı,
2. Kişi başına GSYİH (dolar),
3. Toplam ihracatın GSYİH içindeki payı,
4. Telekomünikasyon altyapısı (1000 kişiye düşen telefon hattı ve cep telefonu),
5. Kişi başına ticari enerji tüketimi,
6. AR-GE harcamalarının GSYİH’ye oranı,
7. Yüksek öğrenimdeki öğrenci sayısının toplam nüfus içindeki payı,
8. Ülke riski,
9. Doğal kaynak ihracatının dünya toplamı içindeki payı,
10. Elektronik ve taşıt araçları aksam ve parça ithalatının dünya toplamı içindeki
payı,
11. Hizmet ihracatının dünya toplamı içindeki payı,
12. Doğrudan yabancı sermaye yatırım stokunun dünya toplamı içindeki payı.
4. Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları ve Teşvik Tedbirleri
Devlet, çeşitli nitelikteki teşvikler ile doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını
etkileyerek ülkeye çekmek isteyebilir. Bu konuda devletin elindeki araçlardan birisi
de teşvik tedbirleridir. Yapılan ampirik çalışmalar ile yüksek vergi oranlarının
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını negatif etkilediği saptanmıştır (Hines,
1996). Özellikle ithalat üzerine konan kotalarla birlikte ülkenin dışa açıklık düzeyi
dikkate alındığından, kotaların yabancı yatırımcılar için olumsuz değerlendirildiği
saptanmıştır. Dolayısıyla mali araçlar kullanılırken, ülkenin sadece maliye
politikalarının değil ayrıca dış ticaret politikalarının da göz ardı edilmemesi
gerektiği tavsiye edilmektedir (Wang ve Swain, 1997: 702-703).
4.1. Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermayeye Etkisi
Mali teşviklerin özelliği yabancı yatırımcının vergi yükünün azaltılmasıdır. Bu
amaçla çeşitli türlerde teşvikler uygulanmaktadır. Bunlar genel olarak; kâra dayalı
teşvikler, sermaye yatırımına yönelik teşvikler, işgücü maliyetine ilişkin teşvikler,
satışa dayalı teşvikler, ithalata dayalı teşvikler, ihracata dayalı teşvikler, diğer
masraflara yönelik teşvikler, yabancı çalışanlar için teşvikler şeklinde ifade
edilmektedir (Kaymak, 2005:85-86).
Düşük vergi oranlarının doğrudan yabancı sermaye üzerindeki etkisinin
gelişmekte olan ülkelerde, gelişmiş ülkelere kıyasla daha kuvvetli olduğu iddia
edilmektedir. Ancak piyasa ile ilgili değişkenler ile yabancı sermaye arasındaki
korelasyonun, vergi oranı ile olan korelasyondan daha kuvvetli olduğu ifade
edilmektedir (Azemar ve Delios, 2008:86). Bu çalışmalarda özellikle pazarın
büyüklüğü ve piyasadaki talep, piyasa ile ilgili değişkenler olarak ele alınmaktadır.
Bu tür çalışmalarda, DYSY ile vergi sonrası kâr arasında pozitif bir korelasyon
olduğu vurgulanmaktadır (Hartman, 1984, Young, 1988). Devereux ve Griffith
(2002) ile Mooji ve Ederveen (2003) tarafından çeşitli ülkelerde uygulanan vergi
politikalarının dönemsel analizi yapılmış ve DYSY üzerindeki etkileri araştırılmıştır.
Vergi ayrıcalıklarının özellikle vergi istisnalarının yatırım yeri tercihi üzerinde
etkisinin olduğu vurgulanmıştır.
Gelişmekte olan ülkelerdeki ortalama vergi oranı, 1990’ların başında yaklaşık
%40 iken 2000’li yıllarda %32’nin altına seyretmiş, endüstrileşmiş ülkelerde ise
aynı dönemler için yaklaşık %43’ten %35’e gerilemiştir (Azemar ve Delios,
2008:92). Bu değişiklik, uluslararası vergi rekabetinin vergi politikasını etkileyerek
268
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
Kurumlar Vergisi oranlarının aşağıya çekilmesi ile açıklanmaktadır. Gelişmekte olan
ülkeler düşük vergi oranları uygulayarak zayıf olan ekonomilerini güçlendirmek
istemektedir.
Mutti ve Grubert (2004), doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ev sahibi
ülkedeki vergileme politikasına karşı duyarlı olduğunu tespit etmişlerdir. Bu
duyarlılığın özellikle gelişmiş ülkelere kıyasla gelişmekte olan ülkelerde daha fazla
olduğunu iddia etmişlerdir (Mutti ve Grubert, 2004:337). Doğrudan yabancı sermaye
yatırımlarının ülkeye çekilmesi için birçok mali aracın mümkün olduğu ancak mali
nitelikteki teşviklerin, bunlar arasında en önemlisi ve etkilisi olduğu
vurgulanmaktadır (Davies ve Ellis, 2007:1423).
Ülkelerin ulusal vergi politikalarının doğrudan yabancı sermaye yatırımları
üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğu Simmons (2003) tarafından ampirik bir
çalışma ile desteklenmektedir. Yapılan çalışma ile doğrudan yabancı sermaye
akımları ile vergi rejimleri arasında pozitif korelasyon olduğu tespit edilmiştir
(Simmons, 2003:105). Vergi sisteminin saydamlığı, vergi düzenlemelerinin istikrarı,
çifte vergilendirme sorunu karşısında alınan önlemler, vergi tahsilatında etkinlik,
indirim, istisna ve vergi tatilleri gibi konular, vergi rejimi değerlendirilirken dikkate
alınan unsurlardır.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımları üzerine konan bir vergi, söz konusu
firmaların sermaye ve işgücü oranlarını azaltmalarına neden olduğundan, DYSY’yi
negatif yönde etkileyecektir (Desai vd., 2004:2728). Buradan hareketle, vergi rejimi
ele alınırken, Kurumlar Vergisinin etkisine odaklanılmıştır. Kurumlar Vergisi
oranları ile DYSY arasında tek yönlü ilişki olduğu tespit edilmiş ve bununla birlikte
vergi oranlarındaki indirim yanında vergi tatilleri de kullanılan mali teşvikler
arasında sayılmıştır. Brezilya, Hindistan, Meksika ve Çin, vergi tatilleri olarak
nitelendirilen kısmi zamanlı muafiyet ve istisnalar uygulayarak yabancı yatırımcıları
ülkelerine çekmeye çalışmaktadırlar (Lin, 2006:164; Slemrod, 1990). Uluslararası
vergi rekabetinin yabancı yatırımcıları etkilediği ve özellikle ekonomisi güçlü,
ihracat potansiyeli yüksek ülkelerin vergi rekabeti üzerinde belirleyici olduğu
bilinmektedir (Gordon, 1992:2731).
Yabancı yatırımcı yatırım yeri tercihinde bulunurken vergilendirilen faktörler ile
vergilendirilmeyen faktörler dolayısıyla vergi teşvik alanlarını dikkate almaktadır
(Tung ve Cho, 2000:114). Görülüyor ki mali nitelikteki belirleyiciler arasında vergi
teşvikleri en önemli yere sahiptir. Ancak, sadece vergi ile ilgili değil, vergi dışı mali
teşvikler de dikkate alınmaktadır. Örneğin, mali nitelikteki teşviklerin sürekliliği,
mali teşvik sonrası fayda ve kayıpları, çeşitli kredi kolaylıkları gibi konular ele
alınmaktadır.
4.2. Türkiye’de Doğrudan Yabancı Sermayeye Yönelik Mali Nitelikteki
Teşvikler
Türkiye’de DYSY’ye yönelik teşvikler yürürlükteki mevzuat çerçevesinde ele
alındığında, sağlanan kolaylıklar şöyle sıralanmaktadır (DPT, 2000:8):
- Yabancı yatırımcılar, Türk yatırımcılar ile aynı hak ve sorumluluklara sahiptir.
- Yabancı ortak payına ait kısıtlama bulunmamaktadır.
- Yabancı sermaye olarak getirilen dövizler, Türk lirasına çevrilmeden döviz
tevdiat hesabında tutulabilmektedir.
- Kâr payı, royalty, tasfiye payı vb. gibi kazançlar serbestçe ülke dışına transfer
edilebilmektedir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
269
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
- Yabancı yatırımcı ihtiyaç duyduğu yabancı personeli istihdam edebilmektedir.
- Lisans, know-how, teknik yardım ve yönetim anlaşmalarının onay mecburiyeti
kaldırılmış olup, tescil yaptırılması yeterli görülmektedir.
- Dış kredi anlaşmalarının onay zorunluluğu bulunmamaktadır.
4876 sayılı ve 17/06/2003 tarihli Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu ile
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde düzenleme yapılmıştır. Kanunun
1. maddesinde amaç ve kapsam açıklanmıştır. Buna göre Kanunun amacı,
“Doğrudan yabancı yatırımların özendirilmesine, yabancı yatırımcıların haklarının
korunması ile yatırım ve yatırımcı tanımlarında uluslararası standartlara uyulmasına,
doğrudan yabancı yatırımların gerçekleştirilmesinde izin ve onay sisteminin
bilgilendirme sistemine dönüştürülmesine ve tespit edilen politikalar yoluyla
doğrudan yabancı yatırımların artırılmasına ilişkin esasları düzenlemektir.”
Türkiye’de teşvik unsurları kapsamında, yatırım teşvik belgesi verilmektedir.
Yatırım teşvik belgesi, tasarrufları yatırıma yönlendirmek suretiyle, katma değeri
yüksek yatırımlara destek vermek, istihdam yaratmak ve uluslararası rekabet gücü
sağlamak için yatırımların devlet tarafından desteklenmesi amacıyla verilen bir
belgedir. Teşvik belgesi kapsamında yararlanılacak devlet yardımları için iller
sosyo-ekonomik gelişmişlik durumlarına göre dört bölgeye ayrılmıştır
(www.tesvik.com.tr, 27/10/2009):
- 1 ve 2. bölgeler için; vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği,
yatırım yeri tahsisi, gümrük vergisi muafiyeti ve KDV istisnası,
- 3 ve 4. bölgeler için; vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği,
yatırım yeri tahsisi, gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası ve faiz desteği,
- Büyük ölçekli yatırımlar için; vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi
desteği, yatırım yeri tahsisi, gümrük vergisi muafiyeti ve KDV istisnası şeklindedir.
Bakanlar Kurulunun, "Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkında Kararın
Uygulanmasına İlişkin Tebliğ”i Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Söz konusu Tebliğ, 16/07/2009’dan itibaren yürürlüktedir. Yeni teşvik sistemiyle
getirilen yenilikler çok kapsamlı olup, bölgesel ve sektörel yatırımlara ek destekler
uygulanmaktadır. Bu sistemde her yatırım, her ilde aynı oranda
desteklenmemektedir. Ayrıca, her yatırım bölgesel desteklere tabi değildir. Bölgesel
destekler için aranan asgari yatırım şartları ve sektörler illere göre değişmektedir.
Yatırım Teşvik Belgesi kapsamında yapılacak devlet yardımları için asgari yatırım
tutarı, yapılacak yeni veya ilave yatırımlarda 1 ve 2. bölgeler için 1 milyon TL, 3 ve
4. bölgeler için 500 bin TL olarak uygulanmaktadır.
Son yıllarda yatırım teşvik belgelerinin sektörel dağılımına bakıldığında,
kalkınmada öncelikli yöreler için en çok imalat ve hizmet sektörüne belge sağlandığı
görülmektedir.
Tablo 4: Kalkınmada Öncelikli Yörelere Verilen Yatırım Teşvik
Belgelerinin Sektörel Dağılımı
Tarım
Madencilik
2004
37
42
2005
31
56
2006
30
44
2007
17
66
2008
20
81
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı
270
İmalat
413
457
331
442
305
Enerji
15
20
18
49
68
Hizmetler
291
510
357
171
117
TOPLAM
798
1074
780
745
591
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
Sektörel dağılım incelendiğinde özellikle kalkınmada öncelikli yöreler için son
derece önemli olan imalat sektörünün, sağlanan teşvik belgelerinden en fazla
yararlandığı gözlenmektedir. Son yıllardaki en fazla yararlanmanın 2005 yılında
gerçekleştiği, 2008 yılında ise yatırımların neredeyse yarı yarıya düştüğü
gözlenmektedir.
5. Metodoloji, Veri Seti ve Model
Bu çalışmada mali teşvik kapsamında yer alan yatırımlara yönelik teşvik belgesi
uygulamasının, Türkiye’ye fiilen giren yabancı sermaye yatırımlar üzerinde etkili
olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla oluşturulan değişkenler, fiilen
ülkeye giren yabancı yatırım miktarı (milyon dolar) (yabancı) ve yabancı
yatırımcıların yararlanabileceği devlet tarafından verilen teşvik belgeleri sayısıdır
(teşvik). Veriler 1980-2007 arasındaki dönemi kapsamaktadır. Verilen teşvik belgesi
sayılarına ilişkin veriler 1980 yılından itibaren başladığı için araştırmanın başlangıç
yılı olarak 1980 yılı ele alınmıştır. Veriler, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve
Hazine Müsteşarlığının istatistiklerinden elde edilmiştir.
Değişkenler arasındaki nedensellik boyutu için kullanılan metodoloji
incelendiğinde, Granger (1969) tarafından geliştirilen nedensellik analizinde
durağan seriler arasındaki ilişkinin nedenselliği ele aldığı görülmektedir. Kullanılan
iki serinin arasındaki nedensellik ilişkisini test etmeden önce, serilerin durağanlık
düzeyleri incelenecektir. Serinin durağan olması, söz konusu serinin ortalamasının,
varyansın ve kovaryansın zaman içinde değişmez olduğunu ifade etmektedir.
Genellikle seriler durağanlığı sağlamadıklarından, birinci ya da ikinci farkları
alınarak veya logaritmaları alınarak durağan hale getirilmektedir. Augumened
Dickey-Fuller (ADF) testi sonucunda, serinin durağan olmadığı anlaşılmıştır. Bu
yüzden serilerin doğal logaritmaları alınmıştır.
Düzeyde durağan olmayan fakat farkı alındığında durağan hale getirilen seriler
arasında koentegrasyonun (eşbütünleşme) varlığı araştırılır. Eşbütünleşmenin tespiti
halinde Engle ve Granger (1987) tarafından bulunan Hata Düzeltme Modeli,
nedensellik ilişkisinin ortaya çıkarılmasında kullanılmaktadır. Ancak seri
eşbütünleşik değil ise bu test istatistiği kullanılmamaktadır. Metodolojide bu sorun
karşısında farklı öneriler mevcut olup, Toda ve Yamamoto (1995) tarafından
geliştirilen Gecikmesi Artırılmış VAR Modeli (Toda-Yamamoto Nedensellik
Modeli) getirilen önerilerden birisidir. Bu çalışmada nedensellik analizi, TodaYamamoto yöntemi ile geliştirilmeye çalışılmıştır.
2 değişkenli modelde LDYS=(Fiilen ülkeye giren doğrudan yabancı sermaye),
LTB=(Verilen teşvik belgesi sayısı) şeklinde oluşturulmuştur.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
271
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
6. Birim Kök Testleri
Bir serinin durağanlığını incelemek için birim kök testleri yapılmaktadır. Çünkü
durağan olmayan seriler, birçok hipotez testini geçersiz kılmaktadır. Bu çalışmada
bu amaçla, Augumened Dickey-Fuller (ADF) testi kullanılmıştır. Buna göre; Ho:
seri durağan değildir (birim köke sahiptir) iken alternatif hipotez olarak Ha: seri
durağandır (birim köke sahip değildir) şeklindedir.
Durağan olmayan serilerle çalışılması halinde, sahte regresyon problemi ile
karşılaşılabileceği ve bu durumda regresyon analizi ile elde edilen sonuçların
geçersiz sayılacağı ifade edilmektedir. Durağan olmayan seriler ile yapılan
regresyon analizlerinin, sadece bu seriler arasındaki eşbütünleşme (koentegrasyon)
ilişkisi varsa gerçek ilişkiyi yansıtacağı kabul edilmektedir (Gujarati, 1999:726).
Tablo 5: ADF Testi Sonuçları
Değişkenler
T
istatistikleri
Logyabancı
-0,899
Logtesvik
-4,762
∆ logyabancı
-6,821*
∆ logtesvik
-8,111*
ADF Test
İstatistiği %1
-3,699
-3,699
-3,711
-3,711
ADF Test
İstatistiği %5
-2,976
-2,976
-2,981
-2,981
Not: *, %1 seviyesinde anlamlılığı gösterir.
ADF testi sonucunda, logaritması alınmış her iki serinin birinci farkları
alındığında, durağan çıkmıştır. Dolayısıyla, modelde yer alan değişkenlerin
maksimum bütünleşme derecesi (dmax= 1) olarak tespit edilmiştir.
7. Koentegrasyon Testi
Çalışmada kullanılan logyabancı ve logtesvik değişkenlerinin arasında uzun
dönemli bir ilişki olup olmadığını araştırmak için literatürde koentegrasyon ilişkisi
araştırılır. İki değişkenin eşbütünleşik olması durumunda düzey değerleri ile
regresyonu anlamlıdır Bu amaçla Johansen-Juselius (JJ Testi) ile koentegrasyon
araştırılmıştır. Bu test için gecikme uzunluğunun doğru tespit edilmesi gereklidir.
Uygun olan gecikme uzunluğunun bulunması için VAR modeli kullanılacaktır.
Bunun için bazı kriterler dikkate alınacaktır. AIC, FPE,SC, LR, HQ kriterleri söz
konusu kriterler olarak ele alınmaktadır.
Tablo 6: VAR Modeline Uygun Gecikme Uzunluğunun Belirlenmesi
Gecikme
LR
FPE
AIC
SC
HQ
sayısı
1
48,056*
0,014*
1,433*
1,731*
1,504*
2
2,009
0,018
1,679
2,175
1,796
3
2,893
0,022
1,850
2,544
2,013
4
6,487
0,021
1,714
2,607
1,924
5
0,410
0,321
2,040
3,132
2,298
6
1,201
0,047
2,271
3,560
2,574
LR: Sequential Modified, LR Test Statistics, FPE: Final Prediction Error, AIC: Akaike
Iinformation Criterion, SC: Schwarz Information Criterion, HQ: Hannan-Quinn Information
Criterion
*: En uygun gecikme uzunluğu
272
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
VAR modeline uygun olan gecikme uzunluğu sayısı, tüm kriterlere göre 1 olarak
belirlenmektedir. Uygun olan gecikme uzunluğuna göre yapılan Johansen
Koentegrasyon Testi sonucunda, koentergrasyonun olmadığı tespit edilmiştir.
Tablo 7: Johansen Koentegrasyon Testi Sonuçları
Eigenvalue
Hipotez
Max-Eigen
0,301336
0,005171
Ho: r=0
Ho: r≤1
9,323223
0,134799
%5
Kritik
değer
11,22480
4,129906
p değeri
0,10
0,76
Tablo 6’da görüldüğü üzere p değerleri %5 anlamlılık seviyesinde anlamlı
değildir. %5 kritik değerleri, Max-Eigen istatistik değerlerinden büyüktür.
Dolayısıyla koentegrasyon yoktur. Koentegrasyon tespit edilmediğinden “Hata
Düzeltme Modeli” kullanılamayacaktır. Bu durumda, “Toda Yamamato Nedensellik
Testi” ele alınacaktır.
8. Toda-Yamamato Nedensellik Testi
Toda ve Yamamato (1995) VAR Modeline, serilerin maksimum bütünleşme
derecesi kadar fazladan gecikme eklenebileceğini ve böylece yapılan WALD hipotez
sınamasının Ki-kare dağılımına sahip olacağını belirtmişlerdir. Buradaki nedensellik
sınamasının en önemli şartı, değişkenlerin maksimum bütünleşme derecelerinin
doğru belirlenmiş olmasıdır. Bu derecenin doğru belirlenmesi için birim kök
testlerinden yararlanılmıştır ve AIC, SC, HQ kriterleri dikkate alınarak, uygun olan
gecikme sayısı 1 olarak tespit edilmiştir.
Buradan hareketle dmax=1 olarak ele alınacaktır. Toda Yamamato Nedensellik
Testi için (k+dmax) derecesinden VAR modeli çerçevesinde analiz yapılmaktadır.
Burada k değeri, VAR modelindeki gecikme sayısını ifade etmektedir. İlk olarak
tespit edilen gecikme sayısı 1 olduğundan k+dmax = 1+1=2’dir. Yeni kurulan VAR(2)
modeli, SUR-Seemingly Unrelated Regression (İlişkisiz Regresyon) yöntemi ile
tahmin edilerek nedensellik araştırılmıştır. SUR yönteminin tercih edilmesinin
nedeni, hata terimleri arasında korelasyon olasılığının varlığıdır.
Tablo 8: Nedensellik Testi Sonuçları
Nedensellik Yönü
Doğrudan yabancı
sermaye yatırımları
Teşvik belgesi
Teşvik belgesi
Doğrudan
yabancı sermaye
yatırımları
F test
istatistiği
0,00120
P değeri
0,99
0,49414
0,61
Test sonuçlarına göre, %5 anlamlılık seviyesinde, doğrudan yabancı sermaye
yatırımları ile teşvik belgeleri arasında herhangi bir nedenselliğe rastlanmamıştır
(0,99 ve 0,61>0,05). Dolayısıyla doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile teşvik
belgesi arasında çift yönlü nedensellik ilişkisi mevcut değildir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
273
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
Sonuç
Dış ticaretin gelişmesi ve küreselleşmenin de etkisiyle ülkeler arasındaki sınırlar
yavaş yavaş ortadan kalkarak tek bir dünya pazarı oluşmuş ve ülkeler, bu pazardaki
paylarını korumak ve arttırmak için rekabet etmeye başlamışlardır. Rekabeti sürekli
kılmak için ise ucuz girdi sağlama ve yüksek kârları garanti altına alma hedefleri hız
kazanmıştır. Bu çerçevede doğrudan yabancı sermaye girişleri bir çıkar yol olarak
değerlendirilmiştir.
Gelişmekte olan ülkelerdeki tasarruf yetersizlikleri ve döviz darboğazları
nedeniyle rekabet güçleri olumsuz etkilendiğinden, doğrudan yabancı sermaye için
cazip ortamlar yaratma girişimleri sürekli artmaktadır. Ancak gelişmekte olan
ülkelerin önündeki engeller sadece bunlarla sınırlı değildir; siyasi ve ekonomik
istikrasızlıklar, ulusal paradaki değer artışları, vergi sisteminin karmaşıklığı,
bürokratik engellerin varlığı, kayıt dışı ekonominin boyutları, kamu borçlanma
gereğinin fazlalığı, maliyet enflasyonu gibi engeller de doğrudan yabancı sermaye
girişlerini olumsuz etkilemektedir. Buradan hareketle yabancı yatırımcıların
ekonomik büyüme ve kalkınmaya sağladıkları katkı yönünden, çoğu ülke söz
konusu yatırımları teşvik etmeye ve alternatif teşvik mekanizmalarını araştırmaya
başlamıştır.
Teşvikler belirlenirken, ülkeye yabancı yatırımcıyı çekmek amaçlanmakta ve
seçilecek teşviklerin ülkeye olan mali anlamda maliyetleri ile teşvik sonrası ülkeye
olan kazancın çok iyi şekilde karşılaştırılması gerekmektedir. Bir başka dikkat
edilmesi gereken nokta ise, yabancı teşviklerin çok çeşitli ve değişken olduğudur.
Dolayısıyla her yatırım için aynı teşvik değil, yatırım türlerine ya da miktarlarına
göre teşviklerin değerlendirilmesi önemlidir.
Bu görüşlerin yanında doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülke ekonomisi
üzerinde negatif etkiler yaratabileceği konusunda da görüşler mevcuttur. Burada
özellikle yerli yatırımcının yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalma ihtimali
üzerinde durulmaktadır. Yerli üreticinin yabancı yatırımcılar ile rekabet yapamaması
sonucunda sektörden ayrılmasıyla yerli üretimin zayıflayacağı iddia edilmektedir
Her ne kadar görüşler çeşitli olsa da, doğrudan yabancı sermayenin kalkınma
üzerinde olumlu etkileri olduğu genel kabul görmektedir. Dünyada gelişmekte olan
ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’nin bu konuda başarısının tatmin edici boyutta
olmadığı dikkat çekmektedir. Türkiye’de 1980’ler ile birlikte yabancı sermaye
girişleri başlamış, bu tarihten itibaren başlayan liberal ekonomi girişimleri olumlu
etkiler yaratsa da, yeterli hukuksal ve idari alt yapının geliştirilmemiş olması
beklenen seviyeye ulaşmayı geciktirmiştir. 1990’lı yıllarda AB ile ilişkilerin
canlanması ve 1996’da Gümrük Birliğine girilmesiyle ekonomik açıklık daha da
artmıştır. Özellikle 17 Haziran 2003’de 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar
Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile yabancı yatırımcı için Türkiye’de yatırım süreci
basitleştirilerek cazip hale getirilmesi amacıyla önemli kolaylıklar sağlanmıştır. Bu
Kanunla birlikte doğrudan yabancı sermaye girişlerinde artışlar gözlense de bu
artışlar diğer gelişmekte olan ülkelerin gerisinde kalmıştır.
Söz konusu düzenlemelerin yanında Kurumlar Vergisi Kanunu (5520 sayılı) ile
yabancı sermayeyi çekmek için Kurumlar Vergisi oranı yeniden tespit edilmiştir.
Vergi oranı Kanun yayınlanmadan önce %30 olarak uygulanırken, 5520 sayılı
Kurumlar Vergisi Kanunu ile oran %20 olarak belirlenmiştir. Bu Kanun ile özellikle
yabancı sermayeye yönelik hukuki anlamda altyapının oluşturulması ve vergi
274
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
oranlarının düşürülerek, yabancı sermayenin dikkatinin çekilmesi hedeflenmektedir.
Bunun yanında Gümrük Vergisi muafiyeti, KDV istisnası, vergi indirimi, sigorta
primi işveren desteği, faiz desteği, yatırım yeri tahsisi gibi teşvik unsurları da yeni
teşvik sistemi içinde yer almaktadır.
Teşvik tedbirlerinin yabancı sermaye üzerindeki etkisinin belirlenmesi, bu
düzenlemelerin başarısını/başarısızlığını saptamada önemli olmaktadır. Bu amaçla
çalışmada, Türkiye’de doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile teşvik belgesi
uygulaması arasında bir nedensellik olup olmadığı araştırılmıştır. Analiz türü olarak
Toda-Yamamato Nedensellik Testi tercih edilmiştir. Çünkü değişkenlerinin
arasında uzun dönemli bir ilişki olup olmadığını araştırmak için kullanılan
Koentegrasyon Testi sonucuna göre, değişkenler arasında koentegrasyona
rastlanmamıştır. Bu açıdan, Hata Düzeltme Modeli” yerine “Toda-Yamamato
Nedensellik Testi” ele alınmıştır.
Çalışma sonucunda, yatırımcılara yönelik olarak verilen teşvik belgeleri ile
doğrudan yabancı yatırımlar arasında bir nedensellik gözlenmemiştir. Buradan
hareketle, doğrudan yabancı yatırımcılara yönelik olarak uygulanan teşviklerden
teşvik belgesi uygulamasının yabancı yatırımcılar üzerinde etkisinin kuvvetli
olmadığı tespit edilmiştir. Her ne kadar teşvik belgesi uygulaması ile doğrudan
yabancı sermaye girişleri arasında nedensellik bulunmasa da, Türkiye’de reel
sektöre katkı sağlayan yabancı yatırımcıları etkileyen başka unsurların olduğu
bilinmektedir. Şu da bir gerçek ki, yabancı yatırımcılar yatırım kararı alırken sadece
ülkede uygulanan teşvik türlerine bakmazlar, yabancı yatırımcıları etkileyen diğer
faktörler de söz konusudur. Özellikle politik istikrarsızlıklar, yolsuzluklar, mali
disiplinin yetersiz oluşu, güvenlik sorunu, yatırım maliyetlerinin yüksek olması gibi
faktörler, yatırımcıları birinci derecede etkileyebilmektedir.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde doğrudan yabancı sermaye girişleri
arttırılmak isteniyorsa, öncelikle uygun şartların sağlanması gerekmektedir. Bunun
için teşvik mekanizmasının yeniden gözden geçirilmesi faydalı olacaktır. Bu
çerçevede şimdiye kadar yapılan çalışmalar başarılı sonuçlar vermiştir. Yabancı
yatırımcıların reel sektöre katkı sağlayacak şekilde ülkeye girişlerini arttırmak ve
devamlı kılmak için gerekli güven ortamının da sağlanması da hiç kuşkusuz
önemlidir. Türkiye’nin aslında yabancı yatırımcıları etkileyecek düzeyde piyasa
yapısına, işgücü kalitesine, jeopolitik bir konuma sahip olduğu bir gerçektir. Bu
durumun güçlendirilmesi, sadece doğrudan yabancı yatırımcıları değil aynı zamanda
ülkenin içinde bulunduğu ekonomik gücü de olumlu yönde etkileyecektir.
Kaynakça
Ang, J. B. (2008), “Determinants of Foreign Direct Investment in Malaysia”,
Journal of Policy Modeling, 30, 185-189.
Azemar, C. ve Delios, A. (2008), “Tax Competition and FDI: The Special Case of
Developing Countries”, Journal of Japanese Int. Economies, 22, 85-108.
Batmaz, N. ve Tekeli, S. (2009), Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının
Ekonomik Büyüme Üzerindeki Etkileri, Denizli: Ekin Yayınevi.
Chen, C. H. (1996), “Regional Determinants of Foreign Direct Investment in
Mainland China”, Journal of Economic Studies, 23(2), 18-30.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
275
Türkiye’de Mali Nitelikteki Teşviklerin Doğrudan Yabancı Sermaye Üzerindeki Etkisi:
Toda-Yamamato Nedensellik Analizi Çerçevesinde Değerlendirme
Davies, B. R. ve Ellis, C. J. (2007), “Competition in Taxes and Performance
Requirements for Foreign Direct Investment”, Europen Economic Review, 51,
1423-1442.
Demekas, D. G., Horvath, B., Ribakova, E. ve Wu, Y. (2007), “Foreign Direct
Investment in European Transition Economies, The Role of Policies”, Journal of
Comparative Economics, 35, 369-386.
Desai, M. A., Foley, C. F. ve Hines, J. R. (2004), “Foreign Direct Investment in a
World of Multiple Taxes”, Journal of Public Economics, 88, 2727-2744.
Devereux, M. ve Griffith, R. (2002). “The Impact of Corporate Taxation on the
Location of Capital: A Review”, Swedish Econ. Pol. Rev, 9, 79-102.
DPT, (2000), Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları Özel İhtisas Komisyonu
Raporu, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Ankara, 1-37.
Gordon, R. H. (1992), “Can Capital Income Taxes Survive in Open Economies?”,
Journal of Finance, 47(3), 1159-1180.
Granger, C. W. J. (1969), “Investigating Causal Relations by Econometric Models
and Cross-Spectral Methods”, Econometrica, 37(3), 424-438.
Gujarati, D. N. (1999), Temel Ekonometri, (Çev. Şenesen, Ü. ve Şenesen, G. G.),
İstanbul: Literatür Yayınları.
Hartman, D. (1984), “Tax Policy and Foreign Direct Investment in the United
States”, Nat. Tax Journal, 37(4), 475-488.
Hines, J. (1996), “Altered States: Taxes and the Location of Foreign Direct
Investment in America”, American Economic Review, 86, 1076-1094.
Kar, M. ve Tatlıöz, F. (2008). “Türkiye’de Doğrudan Yabancı Sermaye
Hareketlerini Belirleyen Faktörlerin Ekonometrik Analizi”, KMU, İİBF Dergisi,
Sayı.14, 1-23.
Karluk, R. (1991), Uluslararası Ekonomi, İstanbul: Bilim Teknik Yayınevi.
Kaymak, H. (2005), “Yabancı Doğrudan Yatırımları Artırmak için Teşvikler Gerekli
ve/veya Yeterli mi?”, Maliye Dergisi, Sayı.147, 74-104.
Lin, K. Z. (2006), “The Impact of Tax Holidays on Earnings Management: An
Emprical Study of Corporate Reporting Behavior in a Developing-Economy
Framework”, The International Journal of Accounting, 41, 163-175.
Mody, A. ve Srinivasan, K. (1998), “Japanese and US Firms as Foreign Investors:
Do they March to the Same Tune?”, The Canadian Journal of Economics, 31,
778-799.
Mooji, R. ve Ederveen, S. (2003), “Taxation and Foreign Direct Investment: A
Synthesis of Emprical Research”, International Tax Public Finance, 10(6), 673693.
Muti, J. ve Grubert, H. (2004), “Emprical Asymmetries in Foreign Direct
Investment and Taxation”, Journal of International Economics, 62, 337-358.
Obwona, M. B. (2001), Determinants of FDI and their Impact on Economic Growth
in Uganda, African Development Bank, USA: Published by Blackwell
Publishers, 46-81.
Simmons, R. S. (2003), “An Emprical Study of the Impact of Corporate Taxation on
the Global Allocation of Foreign Direct Investment: A Broad Tax Attractiveness
Index Approach”, Journal of International Accounting, Auditing and Taxation,
12, 105-120.
276
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
G. GÜRLER HAZMAN
Slemrod, J. (1990), “Tax Effects of Foreign Direct Investment in the US: Evidence
from a Cross-Country Comparision”, Razin, A. ve Slemrod, J. (Eds.), Taxation
in the Global Economy, University of Chicago Pres.
Sun, Q., Tong, W. ve Yu, Q. (2002), “Determinants of Foreign Direct Investment
Across China” , Journal of International Money and Finance, 21, 79-113.
Toda, H. Y. ve Yamamoto, T. (1995), “Statistical Inference in Vector Auto
Regressions with Possibly Integrated Process, Journal of Econometrics, 66, 225250
Tung, S. ve Cho, S. (2000), “The Impact of the Tax Incentives on Foreign Direct
Investment in China”, Journal of International Accounting, Auditing and
Taxation, 9(2), 105-135.
Wang, Z. Q. ve Swain, N. (1997), “Determinants of Inflow of Foreign Direct
Investment in Hungary and China: Time-Series Approach”, Journal of
International Development, 9(5), 695-726.
Weeler, D. ve Mody, A. (1992), “International Investment Location Decision”,
Journal of International Economics, 33, 57-76.
Xin, X. ve Ni J. (1995), A Decision of the East and West: China on the Scale,
Beijing: China Social Press.
Yang, C., Biyun, L. ve Ju, B. (2008), “Ridge Regression Analysis on the Influential
Factors of FDI in Jiangsu Province”, Canadian Socal Science, 4(4), 59-67.
Young, K. (1988), “The Effects of Taxes and Rates of Return on Foreign Direct
Investment in the United States”, Nat. Tax Journal, 41(1), 109-121.
Yükseler, Z. (2005), Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları ve İş/Yatırım Ortamı
İlişkisi, TC Merkez Bankası, 1-39.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
277
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
Türkiye’de Eksik İstihdamın
Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri
Uygulaması
H. Mehmet TAŞÇI*
Burak DARICI**
Özet
İşgücü piyasası üzerine literatürde yapılan çok sayıda teorik ve uygulamalı
çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada Hanehalkı İşgücü Anketi (HİA) 2006, 2007 ve
2008 yılları ham verileri kullanılarak Türkiye’de eksik istihdamın belirleyenleri
araştırılmıştır. Çalışmanın ekonometrik uygulama kısmında probit ve logit modelleri
kullanılmıştır. Çalışmanın bulgularına bakıldığında, kadınlar erkeklere göre daha
az olasılıkla eksik istihdam edilmektedir. Ayrıca, kentte yaşamak kadınlar için eksik
istihdamda kalma olasılığını istatistiki olarak anlamlı bir şekilde artırmakta, erkek
için ise kır-kent arasında istatistik olarak bir farklılık bulunmamaktadır. Evlilik
gerek erkek gerekse kadın için eksik istihdamda olma olasılığını düşürmektedir.
Okuryazar olmayanlara göre ilkokul ve üzeri diğer eğitim seviyelerine sahip
bireyler, gerek erkek gerekse kadın olsun, daha az olasılıkla eksik istihdamdadır.
Ayrıca yaş ile eksik istihdamda olma olasılığı arasında gerek erkek gerekse kadın
için ters-U ilişkisi bulunmuştur. Son olarak ise, “kanun yapıcılar ve üst düzey
yöneticileri”ne göre diğer meslek gruplarında çalışanlar daha yüksek olasılıkla
eksik istihdamdadır.
Anahtar Kelimeler: Eksik İstihdam, Cinsiyet, Türkiye
Determinants of Underemployment in Turkey: A Micro Evidence from HLFS
Data
Abstract
In the literature there have been a large number of theoretical and empirical
studies on labour market. In this study we examine the main determinants of
*
Yrd.Doç.Dr., Balıkesir Üniversitesi, Bandırma İİBF, Ekonometri Bölümü, [email protected]
Yrd.Doç.Dr., Balıkesir Üniversitesi, Bandırma İİBF, İktisat Bölümü, [email protected]
**
278
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
underemployment in Turkey using the individual level data obtained from
Household Labor Force Surveys of 2006-2007 and 2008. In the empirical part of the
study we use probit and logit models. We find that there is a statistically significant
difference between males and females and likelihood of being underemployed is
lower for females than males. With regards to the effect of residence, we find that
the coefficient estimate of “urban” variable is only significant for females and has a
negative effect on the likelihood of being underemployed. A further finding is that
being married declines the probability of being underemployed for both males and
females. Moreover, regardless of gender difference, individuals with primary school
and over education degree are less likely to be underemployed compared to
illiterates. There is an inverse-U shaped relation between age and likelihood of
being underemployed. Finally, individuals in other occupation groups are more
likely to be underemployed compared to “legislators, senior, officials and
managers”.
Key Words: Underemployment, Gender, Turkey
JEL Classification Codes: J10, J21
Giriş
Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülke ekonomilerinde işgücü piyasası ve bu
piyasa ile ilgili başarısızlıklar her zaman araştırmacılar için ilgi konusu olmuştur. Bu
bağlamda işgücü piyasası ile ilgili literatür çok geniş bir alanı kapsamakta ve işgücü
piyasası üzerine uzunca bir süredir gerek teorik ve gerekse uygulamalı çalışmalar
yapılmaktadır. İşgücü piyasası başarısızlığı olarak görülebilecek ve kısaca işgücü
kaynağının yeterince kullanılamaması şeklinde ifade edebileceğimiz eksik istihdam
olgusu da, işsizlik olgusu kadar araştırmacılar tarafından yoğun bir çalışma alanı
olarak görülmüştür. Bu kapsamda hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler
üzerine pek çok çalışma bulunmaktadır.1
Eksik istihdamın tanımlanmasından önce tam istihdam durumunun Uluslararası
İşgücü Organizasyonu (ILO, 2010)’nun ifade etmiş olduğu üç temel özelliği
hakkında kısaca bilgi vermek yararlı olacaktır. Bunlardan ilki, tam istihdam
durumunda çalışmak isteyen ve iş arayan tüm bireyler için iş imkânı bulunmaktadır.
İkincisi, tam istihdam söz konusu ise iş verimliliği de mümkün olan en yüksek
seviyededir. Üçüncü olarak da, çalışanlar iş seçme özgürlüğüne sahiptir ve her
çalışan işin gerektirdiği beceriyi kazanmaya yönelik olarak mümkün olan tüm
alternatifleri denemektedir. İşsizlik durumunda bu özelliklerden birincisi ortadan
kalkarken, diğer iki özelliğin olmadığı durumlarda da eksik istihdam durumu ortaya
çıkmaktadır (ILO, 2010).
1
Eksik istihdama yönelik olarak oluşturulan literatüre bakıldığında öne çıkan bazı çalışmaları şu şekilde
sıralamak mümkündür. Leibenstein (1957), Rittenhouse, I. (1968), Kritz ve Ramos (1976), Lauterbach
(1977), Gafar (1980), Lichter (1988), Morrison ve Lichter (1988), Nord ve Sheets (1990), Eaton (1992),
Ruiz-Quintanilla ve Claes (1996), Jensen vd. (1999), Lester ve McCain (2001), Winefield (2002), Yeh,
Hsiu-Jen Jennifer (2002), Görg ve Strobl (2003), Dhanani (2004), Rutkowski (2006), Ponthiere (2008).
Bu çalışmaların dışında literatürde Türkiye ekonomisi ile ilgili olan çalışmalar Kasnakoğlu (2002), Tunalı
(2003) ve Taşçı (2006) isimli çalışmalardır. Tunalı (2003) ve Taşçı (2006) isimli çalışmalar, Türkiye’de
eksik istihdamı belirleyen faktörlerin incelendiği ve bu çalışma için de önemli bir bilgi kaynağı olan ilk
çalışmalardır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
279
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
Eksik istihdam konusunda ülkeden ülkeye kullanım amacına göre farklılık arz
eden çeşitli yaklaşımlardan ve tanımlamalardan bahsetmek mümkündür (Brown ve
Pintaldi, 2006 ve Sugiyarto, 2008). Bununla birlikte, bu tanımlamalar işgücünün tam
zamanlı işsiz olan kısmı ile tam zamanlı çalışır olan kısmı aralığında yer almaktadır
(Köhler, 2006). Tanımlama sorunundan bu şekilde bahsetmekle birlikte (Köhler,
2006:8) eksik istihdamı geniş açıdan şu şekilde tanımlamaktadır: “Bireyin tam
zamanlı süreden daha az çalışıyor olması ve daha fazla (gerekiyorsa kendi yetenek
ve kabiliyetlerine uygun daha farklı bir işte) çalışmak istemesi durumu ya da asgari
geçimini sağlayacak ücretten daha az kazanıyor olması durumudur.” Dolayısıyla,
eksik istihdam içinde yer alan nüfus, istihdam edilen nüfusun üretken kapasitesinden
yeterince faydalanılamayan bir alt kategorisi olarak tanımlanmaktadır (ILO, 2010).
Eksik istihdam olgusuna genel açıdan bu şekilde yaklaşılması ile birlikte
günümüz ekonomilerinde eksik istihdam durumu daha çok tarım sektöründeki bazı
çalışanlar ki, bu çalışanlar daha çok kendi geçimlik ihtiyacı için üreten tarım
alanlarındaki çalışanlardır. Kayıt dışı sektörlerde yer alan çalışanlar ve kârlılığı çok
düşük ya da zararda olan firmalarda çalışanlar için geçerli olmaktadır ki, bu
firmalarda işverenler ücret ödeme kabiliyetini de büyük oranda kaybetmişlerdir. Bu
bakımdan eksik istihdam, işsizlik gibi düşük verimliliğe, buna paralel olarak düşük
çıktıya neden olmakta ve sosyal refahta kayıp meydana getirmektedir (Rutkowski,
2006).
Açıklanmaya çalışılan bu nedenlerle birlikte eksik istihdam durumunun daha çok
gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde yaşandığını söylemek mümkün
görünmektedir (Sackey ve Osei, 2006 ve Sugiyarto, 2008). Özellikle etkin sosyal
güvenlik sisteminin olmamasına bağlı olarak bireylerin işsiz oldukları toplumlarda
eksik istihdam, işsizlik olgusunun bir yansıması, bir benzeri şeklindedir (Rutkowski,
2006). Bununla birlikte işsizlik sigortasının olmadığı, serbest çalışan bireyler ve
tarım kesimde aile işçisi olanların yüksek oranda olduğu toplumlarda eksik istihdam
durumu işsizlik kadar önemli bir hale de gelmektedir (DİE2, 2001:27). Bu nedenle
de işgücü piyasası ile ilgili net bir bilgi sahibi olabilmek için sadece işsizlik ile ilgili
gelişmeleri takip etmek yeterli olmamakta, bunun yanında eksik istihdam ile ilgili
gelişmeleri de göz önünde bulundurmak daha yararlı olmaktır (Hussmanns vd.,
1990; Özel ve Mehran, 1992 ve Sugiyarto, 2008). Gelişmekte olan birçok ülkede
olduğu gibi Türkiye’de de işsizlik kadar önemli bir diğer sorun “eksik istihdam”
sorunudur. Bu anlamda bu çalışma Türk-işgücü piyasasına yönelik olarak eksik
istihdam konusunda yapılan çalışmalara bir katkı sağlamayı ve ilgili konudaki
boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır. Eksik istihdamın ölçülmesi ve göz önünde
bulundurulmasının ILO (2010) tarafından da ifade edilen başlıca iki temel amacı
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, işgücü piyasası sorunlarına yönelik analizlerin
daha verimli ve daha sağlıklı yapılmasını sağlamaktır. İkincisi ise, işgücü piyasası
sorunlarına yönelik kısa ve uzun vadeli politikaların geliştirilmesine katkı
sağlamaktır (ILO, 2010).
Türk-işgücü piyasasında eksik istihdam sorununun mikro ya da birey düzeyinde
veriler kullanılarak incelendiği bu çalışmada, giriş bölümünde yapılan tanımlamalar
ve açıklamalar ışığında çalışmanın ikinci bölümünde kullanılacak veri seti ve eksik
istihdamın Türkiye ekonomisinde son dönem seyri hakkında bilgi verilecektir.
2
Türkiye İstatistik Kurumunun 2004 yılından önce kullanılan resmi adı: Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE)
280
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
Üçüncü bölümde, uygulama kısmında kullanılan ekonometrik model kısaca
açıklanacak ve dördüncü bölümde tahmin sonuçları hem tüm veri seti hem de
cinsiyet ayrımına göre sunulacak ve tartışılacaktır. Son bölümde ise, Türkiye’de
eksik istihdam sorununa yönelik bulunan sonuçlar genel olarak değerlendirilecektir.
1. Veri Seti ve Eksik İstihdamın Türkiye Ekonomisindeki Seyri
Çalışmanın ekonometrik uygulama kısmında kullanılan veri seti Türkiye
İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından düzenli olarak yürütülmekte olan ve tüm
Türkiye’yi temsil eden Hanehalkı İşgücü Anketi 2006, 2007 ve 2008 yıllarına ait
ham veriler kullanılarak oluşturulmuştur. 2000 yılından itibaren üçer aylık
periyotlarla yapılan Hanehalkı İşgücü Anketleri ilgili üç yılda Türkiye geneli için
yaklaşık olarak 30.000 haneyi kapsamakta ve çalışma çağına gelmiş nüfusun
yapısını incelemektedir (TÜİK, 2009). Bazı zayıflıkları3 dışında Türkiye genelinde
hanehalkı işgücüne ait zengin bir veri seti olan ve en geniş katılımcının yer aldığı
anket, bireylerin yaşı, cinsiyeti, eğitimi ile ilgili genel bilgiler dışında, eğer birey
çalışıyor ise mesleği, çalışma süresi, geliri, çalıştığı yer ile ilgili bilgileri de
içermektedir. Ek olarak eğer birey çalışmıyor ise, iş arama sürecinde olup olmadığı,
hangi tarihten itibaren ve nasıl iş aradığı, ne tür iş aradığı, iş arama sürecinde değil
ise neden iş aramadığı gibi sorular yöneltilmekte ve bu yönlü bilgilerde anket
sonuçlarına dahil edilmektedir (TÜİK, 2009). Bu bakımdan Hanehalkı İşgücü
Anketi (HİA) geniş katılımcı kitlesinin ankette yer alması dışında, işgücü ve işgücü
piyasasına yönelik ayrıntılı bilgiler de içermektedir. Hanehalkı İşgücü Anketi’nin
Türkiye genelinde geniş bir katılımcı ile gerçekleştirilmesi ve işgücüne ait ayrıntılı
bilgi içermesi, anket sonuçlarının işsizlik, işsizlik süresi, istihdam, eksik istihdam,
marjinal işgücü, mevsimlik işgücü, çalışma süresi, dolayısıyla ekonomik canlılık ve
durgunluk hakkında analiz yapılmasına imkân sağlamaktadır.
Çalışmanın giriş bölümünde eksik istihdam ile ilgili bilgilerle birlikte geniş
açıdan eksik istihdamın tanımı yapılmıştı. Fakat bu tanım eksik istihdamı genel
hatları ile ifade ettiği için, ülke bazlı daha ayrıntılı bir tanımlama yapma ihtiyacı
ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan TÜİK’in Türkiye ekonomisi bağlamında eksik
istihdam sorununa yaklaşımına ve dolayısıyla tanımına yer vermek, ilgili sorununun
Türkiye açısından daha net hale gelmesini sağlayacaktır. Daha önce ifade edildiği
gibi “eksik istihdam”, “istihdam”ın bir alt kategorisidir. Dolayısıyla, öncelikle
“istihdam”ın nasıl tanımlandığını ifade etmek yerinde olacaktır. TÜİK’e göre
herhangi bir bireyin çalışıyor ya da istihdam edilenler grubunda kabul edilmesi için
“15 yaş ve üstü, referans dönemde 1 saat bile olsa ekonomik olarak aktif olması ya
da faaliyette bulunması ve çalışması” gerekmektedir.4 Ayrıca, referans dönemde
çalışmıyor olan ancak işi ile bağlantısı devam eden bireyler de istihdamda kabul
edilmektedir. Bu gruba girenler, işlerinin başında bulunmasalar bile işveren olarak
çalışanlar, üç ay içinde işlerinin başına geri dönecek veya işten uzak kaldıkları süre
zarfında maaş veya ücretlerinin en az %50’sini almaya devam eden maaşlı-ücretli
bireylerdir (TÜİK, 2009).
3
Hanehalkı İşgücü Anketi’nin en önemli eksikliği işgücüne ait “gelir” ile ilgili sorularının sadece
“ücretli” çalışanlar için soruluyor olması ve “ücret dışı” gelir ya da gelirlere ilişkin bilgi içermemesidir.
4
Bu tanımda, ekonomik aktiflik “sürekli veya geçici bir işte çalışıyor olma, kendi işinde çalışıyor olma ve
aile işçisi olma” durumlarında geçerli olmaktadır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
281
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
TÜİK eksik istihdama girenleri iki ana gruba ayırmaktadır. Bunlardan ilki
birtakım ekonomik nedenlerle5 referans haftasında 406 saatten daha düşük süre
istihdam edilip şu anki işinde ya da farklı bir işte daha fazla çalışmaya müsait olan
bireylerdir. Bu gruptaki bireyler literatürde “istem dışı olarak yarı zamanlı
çalışanlar” ya da “görülebilir (visible) eksik istihdam” olarak adlandırılmaktadır
(Brown ve Pintaldi, 2006 ve OECD, 2010). TÜİK’in eksik istihdam tanımında
kapsadığı ikinci grup ise düşük gelir veya işin kişisel beceri ve yetenekleri ile
örtüşmemesi nedeni ile mevcut işini değiştirmek ya da ikinci bir işte çalışmak
istediğini belirten kişilerden oluşmaktadır (TÜİK, 2009; Kasnakoğlu, 2002 ve
Tunalı, 2003:54). Eksik istihdam içinde yer alan bu ikinci grup literatürde
“görülemeyen (invisible) eksik istihdam”ın bir ölçeği olarak ifade edilmektedir
(Brown ve Pintaldi, 2006; Taşçı, 2006 ve OECD, 2010). Eksik istihdamdaki birey
sayısının toplam istihdamdaki birey sayısına oranı ise eksik istihdam oranı olarak
tanımlanmaktadır.
Veri seti ve Türkiye ekonomisi açısından eksik istihdamın tanımlanmasının
ardından çalışmanın amacı doğrultusunda işsizlik oranı (İO) ve eksik istihdam
oranının (EİO) Türkiye ekonomisinde son dönemdeki (2000-2008 yılları arası) seyri
açıklanmaya çalışılacaktır. İfade edilen her iki oran (İO ve EİO)’daki değişimler,
ülke ekonomisinde meydana gelen değişimlerden etkilenmektedir. Bu değişimleri
görmek için 2000 yılı sonrası GSYİH’de meydana gelen %değişim (Şekil 1), işsizlik
ve eksik istihdam oranının erkek–kadın ayrımı altındaki seyri (Şekil 2) ile eksik
istihdamın erkek–kadın ve kır–kent farklılığı altındaki durumu (Şekil 3) sırasıyla
verilmiştir.
15,0
10,0
5,0
0,0
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
-5,0
-10,0
-15,0
-20,0
Kaynak: TCMB veri tabanından elde edilen verilerle hesaplanmıştır.
Şekil 1: GSYİH’de Meydana Gelen %Değişim: 2000-2009
5
Ekonomik nedenler şunlardır: Teknik ve ekonomik sebeplere bağlı olarak işin geçici olarak
yavaşlatılması veya durdurulması, iş olmaması, tam gün ya da 40 saat çalışabilecek bir iş bulunamaması
ve işin referans hafta içerisinde (son hafta) henüz başlamış ya da bitmiş olması.
6
Haftada “40” saatlik çalışma süresi TÜİK tarafından “standart” çalışma süresi olarak kabul edilmektedir.
282
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
14
12
10
8
6
4
2
0
2000
2001
işsiz (e)rkek
2002
2003
eksikistihdam e
2004
2005
işsiz (k)adın
2006
2007
2008
eksikistihdam k
Kaynak: TÜİK veri tabanından elde edilen değerler ile oluşturulmuştur.
Şekil 2: İşsizlik ve Eksik İstihdamın Erkek (e) Kadın (k) Ayrımına Göre
Seyri: 2000–2008
Şekil 1’e bakıldığında GSYİH’de bir önceki yılın aynı çeyreğine göre değişimi
görülmektedir. Şekil 1’de çok net olarak 2001 ve 2009 yıllarında çok hızlı düşüş
görülmektedir. Bu düşüşlerin nedeni 2001 yılında Türkiye ekonomisinde yaşanan
finansal kriz ile 2008’in sonlarına doğru başlayan ve 2009’da etkisini gösteren
global finansal krizdir. Ek olarak yine Türkiye ekonomisinde 2003’de yaşanan kısmi
dalgalanmanın büyüme üzerindeki negatif etkisi de görülmektedir. Bunun dışında
2004 yılından itibaren 2008 yılına kadar da GSYİH’de aşağı eğimli bir trend
meydana gelmiştir.
Erkek–kadın ayrımı altında işsizlik ve eksik istihdamın durumunun verildiği
Şekil 2’ye bakıldığında ise şunları söylemek mümkündür; işsizlik erkeklerde
(kadınlarda) en düşük %6,6 (%6,3) değerlerini alırken, erkeklerde (kadınlarda) en
yüksek %10,7 (%11,6) değerlerini almıştır. İşsizlik erkeklerde ve kadınlarda en
düşük değerini 2000 yılında alırken, en yüksek değerini 2008 yılında almıştır.
Çalışma açısından asıl önemli olan eksik istihdam ise erkeklerde (kadınlarda) en
düşük %3,3 (%1,6) en yüksek %8,4 (%2,8) değerlerini almıştır. Eksik istihdam,
erkeklerde ve kadınlarda en düşük değerini 2007 yılında alırken, en yüksek değerini
2000 yılında almıştır.
İlgili veriler ile meydana getirilen Şekil 2’de işsizliğin hem erkeklerde hem de
kadınlarda 2000 yılından itibaren hızlı artış eğiliminde olduğu ve bu hızlı artışın
2002 yılına kadar sürdüğü görülmektedir. 2002 yılından itibaren özellikle erkeklerde
yatay bir seyir izleyen işsizlik 2008 yılından itibaren yeni bir artış eğilimine
girmiştir. İşsizliğin hem erkekler hem de kadınlardaki seyri genel olarak
GSYİH’deki hareket ile uyumlu görünmektedir. Ancak eksik istihdam açısından
durum farklılık göstermektedir. Şekil 2’de erkek ve kadınlarda eksik istihdam
durumuna bakıldığında özellikle erkeklerde 2000 yılından sonra bir azalış trendi
olduğu görülmektedir. Kadınlarda daha çok yatay olan bu seyir, her iki cinsiyette de
son kriz ile birlikte 2008 yılından itibaren yavaşça yukarı dönmüştür. Eksik
istihdamın işsizlik gibi bir seyir izlemeyerek, özellikle erkeklerde azalış trendi içinde
olmasının nedeni 2000 yılından itibaren Hanehalkı İşgücü Anketi’nde yaşanan
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
283
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
metodolojik değişiklikler (Kasnakoğlu, 2002) ve de çalışanların 2000 yılından sonra
daha çok tam zamanlı işlerde istihdam ediliyor olması ile açıklanabilir.
9
8
7
6
5
4
3
2
1
0
2000
2001
kır erkek
2002
2003
kent erkek
2004
2005
kır kadın
2006
2007
2008
kent kadın
Kaynak: TÜİK veri tabanından elde edilen değerler ile oluşturulmuştur.
Şekil 3: Eksik İstihdamın Erkek-Kadın ve Kır-Kent Farklılığına Göre
Seyri: 2000-2008
Şekil 3’e bakıldığında da 2000 yılından sonra eksik istihdam olgusunda yaşanan
azalış trendi erkek–kadın ve kır–kent ayrımı altında daha ayrıntılı olarak
görülmektedir. Şekil 2’de eksik istihdam açısından kadınlarda 2000 yılından sonra
daha çok yatay bir seyrin meydana gelmesinde kırda çalışan kadınların etkisi olduğu
Şekil 3’ün yardımı ile görülmektedir. Bunun dışında Şekil 3 yardımı ile eksik
istihdam açısından bazı açıklamalar da yapmak mümkündür. Bunlardan ilki, kırda
çalışan erkeklerin eksik istihdam oranlarının kentte çalışan erkeklerden daha yüksek
olmasıdır. Bu durumun nedeni eksik istihdam olgusunun daha çok tarımsal kesimde
yaşanması ile açıklanabilir. Ancak kadınlar açısından durum tam tersi olmaktadır.
Kentte çalışan kadınların eksik istihdam oranı kırsal kesimde çalışan kadınlardan
daha yüksek seyretmektedir. Bunun nedeni olarak da kentte özellikle evli kadınların
ailevi görevler ve buna benzer birtakım nedenlerle tam zamanlı olarak çalışamıyor
olması ile kırsal kesimde kadınların daha yoğunluklu olarak çalışıyor olması
gösterilebilir. Bunun dışında Şekil 3’ten elde edilecek diğer bir sonuç da hem kentte
hem de kırda erkeklerin eksik istihdam oranlarının kadınlardan daha yüksek
olmasıdır. Çalışmanın bundan sonraki kısmında Hanehalkı İşgücü Anketi ham
verileri kullanılarak elde edilen özet bilgiler, daha sonra da ekonometrik bulgular
tartışılacaktır.
Tablo 1’de istihdam edilen ve eksik istihdama dahil olanların cinsiyet, yaş ve
eğitim durumuna göre oransal dağılımı verilmiştir. Tablo 1’e bakıldığında istihdam
edilenler ve eksik istihdamda yer alanlar içinde, erkeklerin kadınlara göre oransal
olarak yüksek paya sahip olduğu görülmektedir. Toplam açısından bakıldığında
istihdam edilenlerin %72,96’sı erkek, %27,04’ü kadınlardan oluşurken, eksik
istihdam açısından bu oranlar sırasıyla %82,11 ile %17,89 şeklindedir. İlgili veriler
kır ve kentte benzer şekilde dağılmaktadır. İstihdam edilenler ve eksik istihdamda
284
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
yer alanlara yaş grubu farklılığı göz önüne alarak bakıldığında ise özet olarak şu
şekilde bir tablo çıkmaktadır: Toplamda istihdam edilenler içinde en küçük orana
sahip yaş grubu 15-19 ile 55 ve üzeri; en yüksek orana 25-34 ile 35-44 yaş grubu
sahip olmaktadır. Toplamda eksik istihdama dahil olanlar içinde de bu yaş grupları
aynı şekilde dağılmakta, en küçük orana 15-19 ile 55 ve üzeri sahip iken, en yüksek
orana 25-34 ile 35-44 yaş grubu sahip olmaktadır. Aynı şekilde yaş gruplarının
istihdam ve eksik istihdam açısından kır ve kentteki dağılımları da benzer şekildedir.
Ulaşılan bu sonuca göre işgücü piyasası içinde orta yaş grubunun ağırlıkta olduğu,
genç ve yaşlı nüfusun oransal olarak aşağıda kaldığı görülmektedir.
Tablo 1’de işgücünün istihdam ve eksik istihdamdaki oransal seyrine eğitim
düzeyleri açısından bakıldığında şu sonuçlara ulaşılmaktadır: Toplam değerler
üzerinden açıklama yapıldığında; en düşük istihdam oranının %9,23 ile okuryazar ve
okuryazar altı gruba ait olduğu görülmektedir. En yüksek istihdam oranı ise %41,43
ile ilkokul mezunlarına ait olmaktadır. İlköğretimde bu oran %14,62’ye düşerken,
genel lise ve meslek lisesi mezunlarının toplam istihdam içindeki payı %10,84 ve
%10,36 şeklindedir. Üniversite mezunlarının toplam istihdam içindeki payı ise
%13,52 olarak gerçekleşmektedir. İstihdam edilme oranlarına kentsel alan açısından
bakıldığında, oranlar toplam ve kırsal alan için benzerlik gösterse de bazı noktalara
vurgu yapmak gerekmektedir. Buna göre toplam istihdam içinde okuryazar ve
okuryazar altı grubun payı daha düşük seyretmektedir. İlkokul mezunlarının toplam
istihdamdaki payı yine yüksek iken bu oran %35 seviyesindedir. Kentsel alanda
genel lise, meslek lisesi ve üniversite mezunlarının istihdam içindeki payı nispeten
daha yüksek seyretmektedir. İlgili oranlar sırasıyla %13,32, %12,94 ve %18,57’dir.
Kırsal alana bakıldığında ise, kentsel alana göre önemli farklılıklar görülmektedir.
Kırsal alanda istihdam edilenlerin içinde en düşük orana üniversite mezunları sahip
iken bu oran %4,56 şeklindedir. Benzer şekilde, genel lise ve meslek lisesi
mezunlarına ait oran da sırasıyla %6,42 ve %5,79’dur. İstihdam edilenler içinde en
yüksek oran yine ilkokul mezunlarına ait olup, bu oran çok yükselmekte ve %52,83
düzeyine çıkmaktadır. İlköğretimde %13,61 olan bu oran, okuryazar olmayan ve
ilkokul altı okuryazarlar için %9,79 ve %7 olarak gerçekleşmektedir. Buna göre,
eğitim düzeyi açısından kırsal alanda istihdam edilenlerin kentsel alana göre oransal
ağırlığı düşük seyretmektedir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
285
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
Tablo 1: İstihdam ve Eksik İstihdamın Cinsiyet, Yaş ve Eğitime Göre
Dağılımı (%)
Toplam
Kentsel Alan
Kırsal Alan
Eksik
Eksik
istihdam istihdam
istihdam
istihdam
istihdam
Eksik
istihdam
Erkek
72,96
82,11
77,89
79,94
64,22
85,89
Kadın
27,04
17,89
22,11
20,06
35,78
14,11
15-19
20-24
25-34
35-44
45-54
6,49
10,06
29,79
27,9
18,13
6,82
12,98
34,41
27,97
14,27
5,95
10,65
33,01
29,26
16,46
6,07
12,59
35,23
28,45
14,14
7,44
9,03
24,08
25,48
21,09
8,12
13,67
32,99
27,15
14,51
7,63
3,54
4,67
3,53
12,9
3,56
55 ve üzeri
Okuryazar ve
okuryazar altı
İlkokul
Ortaokul
Genel Lise
Meslek Lisesi
Üniversite
Kaynak: TÜİK’ten
hesaplanmıştır.
9,23
9,98
4,97
10,47
16,79
9,31
41,43
49,64
35
46,41
52,83
55,26
14,62
15,74
15,2
15
13,61
17,04
10,84
9,19
13,32
9,77
6,42
8,18
10,36
9,19
12,94
10,33
5,79
7,2
13,52
6,25
18,57
8,11
4,56
3,02
CD ortamında alınan ham veriler kullanılarak, tarafımızdan
Eksik istihdamın eğitim düzeylerine göre dağılımına bakıldığında ise istihdam ile
ilgili duruma benzerlik gösterdiği görülmektedir. Toplamda eksik istihdam içinde en
düşük oran %4,5 ve %5,48 ile okuryazar olmayan ve ilkokul altı okuryazarlara ait
olmaktadır. Bu oranları %6,25 ile üniversite mezunlarına ait oran izlemektedir.
Eksik istihdam içinde üniversite mezunlarının düşük düzeyde seyretmesi, nitelikli
işgücünün tam zamanlı iş bulma konusunda daha yüksek şansa sahip olduğunu
göstermektedir. Genel lise ve meslek lisesi mezunlarının eksik istihdam içindeki
oranı ise, her ikisi için de %9,19’dur. Eksik istihdam içinde eğitim düzeyi arttıkça
ilgili oranların düşmekte olduğu görülmektedir. Toplam eksik istihdam içinde yine
en yüksek oran %49,84 ile ilkokul mezunlarına ait iken, bunu %15,74 ile ilköğretim
mezunlarına ait oran izlemektedir. Kentsel ve kırsal alana ait veriler toplam için
ifade edilenlerle benzese de bazı noktalara vurgu yapmak gerekmektedir. Yine en
düşük oranlar hem kır hem de kentte okuryazar olmayan ve ilkokul altı
okuryazarlara ait iken, en yüksek oran ilkokul mezunlarına aittir. İki kesimde de
eğitim düzeyi arttıkça, eksik istihdam içindeki eğitimli kesimin payı azalmaktadır.
Ancak kırsal kesimde eksik istihdam içinde üniversite mezunlarının %3,02 gibi
düşük bir düzeye gerilemesinin nedenini bu kesimden üniversite mezunlarının
kentsel alana göçü ile açıklamak mümkün görünmektedir. Benzer şekilde kırsal
alanda ilkokul mezunlarının eksik istihdam içindeki payının %55,26 gibi yüksek bir
düzeye çıkmasını da bu kesimde ağırlıklı olarak eğitim düzeyinin düşük olmasına
bağlamak mümkündür. Kentsel kesim açısından da eğitim düzeyi arttıkça eksik
istihdam içindeki oran azalmaktadır. Ancak kırsal kesime göre genel lise, meslek
286
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
lisesi ve üniversite mezunlarının eksik istihdam içindeki payının yüksek olmasını
kentsel alanda eğitimli işgücünün oransal olarak fazla olmasına bağlamak
mümkündür. İlgili bu oranlar kırsal kesim için sırasıyla %8,18, %7,2 ve %3,02 iken,
kentsel kesim için %6,42, %5,79 ve %4,56 olarak gerçekleşmektedir.
Tablo 2’de, istihdam ve eksik istihdamdaki bireylerin meslek ve gelir grubuna
göre oransal dağılımı da verilmiştir. Buna göre, istihdam edilenler içinde en düşük
paylar sırasıyla “büro ve müşteri hizmetlerinde çalışan eleman”, “profesyonel
meslek mensupları” ve “yardımcı profesyonel meslek mensupları”na aittir. Bu
meslek gruplarına ait değerler sırasıyla %6,07, %6,41 ve %6,58 şeklindedir. En
yüksek istihdam payları ise sırasıyla “nitelikli tarım, hayvancılık, ormancılık vs.”,
“nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar” ve “sanatkârlar ve ilgili işlerde çalışanlar”a
aittir. Bu meslek gruplarına ait oranlar da sırasıyla %21,03, %14,38 ve %14,33
şeklindedir. “Kanun yapıcılar ve üst düzey yöneticiler”e ait istihdam oranı %8,94
iken “tesis ve makine operatörleri ve montajcılar” için değer %10,46, “hizmet ve
satış elemanları” için ise %11,79 şeklindedir.
Kentsel alan içinde oranların dağılımı genel dağılım ile benzerlik gösterse de şu
noktalarda ayrışmaktadır. “Kanun yapıcılar ve üst düzey yöneticiler”in oranı %11,14
şeklinde kendini göstermektedir. Benzer şekilde toplama göre “hizmet ve satış
elemanları” ile “sanatkârlar ve ilgili işlerde çalışanlar” önemli bir orana
ulaşmaktadır. Bu oranlar sırasıyla %15,08 ve %17,85’tir. Kentsel alanda bu
kesimlerin toplam istihdam içinde oransal olarak yüksek değere ulaşması beklenti
dahilindedir. Toplam için en yüksek orana sahip olan “nitelikli tarım, hayvancılık,
ormancılık vs.” kentsel alanda en düşük orana sahip olup, bu değer %4,05’tir. Bu
meslek grubunun da kentsel alandaki istihdam edilenler içinde payının düşük olması
beklenen bir durumdur.
Kırsal alana ait oranlar da toplama benzerlik gösterse de bazı noktalarda
toplamdan ve kentsel kesimden ayrışmaktadır. Toplam ve kentsel kesime oranla
“nitelikli tarım, hayvancılık, ormancılık vs.” ile “nitelik gerektirmeyen işlerde
çalışanlar” dışındaki meslek gruplarına ait oranlar önemli ölçüde düşüş
sergilemektedir. Bu iki meslek grubu dışındakiler meslek gruplarının daha çok
kentsel alana özgü olması ve bu mesleklerin yoğunluklu olarak kentsel alanlarda
olması nedeniyle bu sonuç mantıklıdır. Aynı şekilde “nitelikli tarım, hayvancılık,
ormancılık vs” ait oranın %51,14 gibi yüksek bir değer vermesini de bu meslek
grubunun kırsal kesimde daha yoğunluklu olmasına bağlamak mümkündür.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
287
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
Tablo 2: İstihdam ve Eksik İstihdamın Meslek ve Gelire (TL) Göre Dağılımı
(%)
Toplam
Kentsel Alan
Kırsal Alan
İstihda
Eksik
Eksik
Eksik
m
istihdam İstihdam istihdam İstihdam istihdam
Kanun yapıcılar üst düzey
yöneticiler
Profesyonel meslek mensupları
Yardımcı profesyonel meslek
mensupları
Büro ve müşteri hizmetlerinde
çalışan elemanlar
8,94
3,69
11,14
4,35
5,05
2,54
6,41
2,5
8,73
3,44
2,31
0,87
6,58
3,2
8,78
4,31
2,67
1,25
6,07
2,65
8,19
3,54
2,33
1,09
11,79
11,3
15,08
14,18
5,96
6,28
21,03
16,19
4,05
4,04
51,14
37,37
14,33
20,1
17,85
24
8,09
13,31
Hizmet ve satış elemanları
Nitelikli tarım, hayvancılık,
ormancılık vs.
Sanatkârlar ve ilgili işlerde
çalışanlar
Tesis ve makine operatörleri ve
montajcılar
Nitelik gerektirmeyen işlerde
çalışanlar
10,46
9,08
12,38
10,2
7,06
7,13
14,38
31,3
13,81
31,94
15,39
30,17
gelir<=499
31,33
62,65
30,02
61,75
37,45
66,78
499<gelir<=1000
41,65
29,97
41,43
30,24
42,65
28,72
999<gelir<=1500
17,95
5,37
18,7
5,79
14,47
3,49
1499<gelir<=2000
5,8
1,54
6,27
1,66
3,64
1,01
1999<gelir<=2500
1,61
0,3
1,75
0,37
0,98
0
2499<gelir<=3000
0,66
0,1
0,71
0,12
0,38
0
2999<gelir<=4000
0,53
0,02
0,6
0,02
0,23
0
gelir>=4000
0,46
0,04
0,52
0,05
0,2
0
Kaynak: TÜİK’ten CD ortamında alınan ham veriler kullanılarak, tarafımızdan
hesaplanmıştır.
Tablo 2’de, meslek gruplarına eksik istihdama dahil olanlar açısından
bakıldığında şu şekilde bir sonuca ulaşılmaktadır: Toplamda meslek grupları içinde
en düşük oranlara sırasıyla %2,5 ile “profesyonel meslek grupları” ve %2,65 ile
“büro ve müşteri hizmetlerinde çalışan elemanlar” sahiptir. Bu oranları %3,2 ve
%3,69 değerleri ile sırasıyla “yardımcı profesyonel meslek grupları” ve “kanun
yapıcılar üst düzey yöneticiler” takip etmektedir. Yine toplamda meslek grupları
içinde en yüksek orana sırasıyla “nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar” ile
“sanatkârlar ve ilgili işlerde çalışanlar” sahiptir ve oranlar sırasıyla %31,3 ve %20,1
şeklindedir. Bu meslek gruplarını %16,19 ile “nitelikli tarım, hayvancılık,
ormancılık vs.” ve %9,08 ile “tesis ve makine operatörleri ve montajcılar” takip
etmektedir.
Meslek gruplarının eksik istihdam açısından dağılımına kentsel alan açısından
bakıldığında ise toplam ile benzerliklere sahip olduğu görülmektedir. En düşük
oranlar %3,44 ile “profesyonel meslek gruplarına” ve %3,54 ile “büro ve müşteri
hizmetlerinde çalışan elemanlar”a ait olmaktadır. En yüksek oranlara ise “nitelik
288
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
gerektirmeyen işlerde çalışanlar” ile “sanatkârlar ve ilgili işlerde çalışanlar” sahip
olmaktadır. Bu oranlar da sırasıyla %31,94 ve %24 şeklindedir. Kentsel alandaki
eksik istihdamın meslek grubuna göre dağılımı değerlendirildiğinde, göreli olarak
daha yüksek eğitim ve bilgi gerektiren işlerde çalışanların, oransal olarak daha az
eksik istihdamda olduğu görülmektedir. Bunun tam tersine, fazla eğitim
gerektirmeyen ve daha az beceri gerektiren işlerde eksik istihdam oranı daha yüksek
çıkmaktadır. Bu dağılım, toplam içindeki dağılımı da etkilemektedir.
Kırsal kesim açısından ise bazı farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu kesimde eksik
istihdamın en düşük olduğu meslek grupları beklendiği gibi sırasıyla “profesyonel
meslek grupları” ve “büro ve müşteri hizmetlerinde çalışan elemanlar”dır. Bunları
“kanun yapıcılar üst düzey yöneticiler” ve “yardımcı profesyonel meslek
mensupları” takip etmektedir. Bu açıdan kırsal alan kentsel alan ile benzerlik
göstermektedir. Bu benzerliğe yukarıda ifade edilen neden ile birlikte, kırsal
kesimde bu meslek gruplarında çalışanların daha az olması neden olmaktadır. Kırsal
kesimde eksik istihdam içinde en yüksek orana %37,37 ile “nitelikli tarım,
hayvancılık, ormancılık vs.” sahiptir. Bunu %30,17 ile “nitelik gerektirmeyen işlerde
çalışanlar” ve %13,31 ile “sanatkârlar ve ilgili işlerde çalışanlar” takip etmektedir.
“Nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar”ın kırsal kesimde eksik istihdamda
yoğunluklu olarak yer alması yine bu meslek grubunun daha az eğitim ve beceri
istemesi ile açıklanabilir. “Nitelikli tarım, hayvancılık, ormancılık vs.” meslek
grubunun eksik istihdam içinde yoğunluklu olması bu meslek grubunun kırsal
kesimde ağırlıkta olması ve kırsal kesimde özellikle tarımsal alanda eksik istihdamın
yoğunluklu olarak yaşanması ile açılanabilir.
Son olarak Tablo 2’de istihdam edilen ve eksik istihdama dahil olanların gelir7
grubuna göre dağılımı da verilmiştir. Bu oranlara bakıldığında toplam, kentsel ve
kırsal açıdan büyük benzerliklerin ortaya çıktığı görülmektedir. Hem istihdam
edilenlerin hem de eksik istihdama dahil olanların “gelir<=499” ve
“999<gelir<=1500” arasında yoğunlaştığı görülmektedir. Toplamda, istihdam
edilenlerin %41,65’i “499<gelir<=1000” arasında gelir elde ederken bunu %31,33
ile “gelir<=499” gelir grubu ve %17,95 ile “999<gelir<=1500” gelir grubu
izlemektedir. Kentsel ve kırsal alanda dağılım yine benzer şekilde gerçekleşmekte,
oranlar çok az farklılık göstermektedir.
Toplam açısından eksik istihdama dahil olanların gelirsel dağılımına
bakıldığında ise yoğunluğun yine “gelir<=499” ve “999<gelir<=1500” arasında
olduğu görülmektedir. Eksik istihdama dahil olanların %62,65’i “gelir<=499”
grubuna dahil iken bunu %29,97 ile “499<gelir<=1000” ve %5,37 ile
“999<gelir<=1500” gelir grubu takip etmektedir. Eksik istihdama dahil olanların
yarısından fazlasının “gelir<=499”gelir grubunda yer alması ve geri kalan kesiminde
yine düşük gelirde kalması, eksik istihdama dahil olan bireylerin beceri ve eğitim
açısından düşük seviyede olduğuna ve bu duruma uygun işlerde çalıştığına işaret
ederken, aynı zamanda tam zamanlı çalışmıyor olmalarına bağlı olarak da
gelirlerinin düşük olduğuna işaret etmektedir. İlgili oranlar hem kentsel hem de
kırsal alanda aynı özellikleri göstermekte ve yakın sonuçlar ortaya koymaktadır.
7
Daha önce ifade edildiği gibi, Hanehalkı İşgücü Anketi’nde “gelir” ile ilgili sorular sadece “ücretli”
çalışanlara sorulmaktadır. Bundan dolayı bu değişken çalışmanın ekonometrik uygulama kısmında
modele dahil edilememiştir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
289
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
2. Ekonometrik Model
Bağımlı değişkenin nitel ve iki değerli olduğu ekonometrik uygulamalarda ikili
tercih modelleri (binary choice models) kullanılmaktadır ve bu modellerin en yaygın
olanları probit ve logit modellerdir. Probit ve logit modelleri aralarındaki temel
farklılık hata teriminin sergilediği dağılımdan meydana gelmektedir. Varsayımsal
olarak logit modelinde hata teriminin dağılımı logistik olarak kabul edilirken, probit
modelinde hata teriminin normal dağılım sergilediği varsayılmaktadır (Bknz. Grene,
1997; Gujarati, 2003;
ve Wooldridge, 2005; Baltagi, 2008). Bu çalışmanın
ekonometrik bölümünde de hem probit hem de logit modeller altında tahmin
yapılacaktır. Literatürde aynı modellerin kullanıldığı birçok çalışma vardır;
bunlardan birkaçı sırasıyla Ruiz ve Claes (1996), Görg ve Stroble (2003) ve Sackey
ve Osei (2006)’dir.
Eksik istihdamın belirleyicilerine yönelik olarak oluşturulacak ve tahmin
edilecek model, 1 nolu denklemde verilmiştir;
Eİ i = β1′X i1 + ε i1
(1)
Denklem 1’de, “Eİ” değişkeni eksik istihdama dahil olanlar için “1” değerini
alırken, eksik istihdama dahil olmayanlar için “0” değerini almaktadır. Denklem
1’de ayrıca “Xi1” bağımsız değişkenlere ait “bağımsız değişkenler vektörü”nü ve ε i1
ise hata terimini göstermektedir. Çalışmada 1 nolu denklem, eksik istihdamın
belirleyicilerinin ortaya koyulması amacıyla “probit” ve “logit” yaklaşımları altında
maksimum olabilirlik yöntemi ile tahmin edilecektir. Ulaşılan sonuçların
yorumlarının daha açık bir şekilde yapılması için çalışma içerisinde doğrudan
parametrelerin tahmin değerlerini vermek yerine, bu parametrelere ait “olasılık
oranları (odds-ratios)” verilecektir. Olasılık oranlarının üreteceği değerler her zaman
pozitiftir. Bir değişkene ait olasılık oranı değerinin 1’den büyük olması ilgili
değişkenin eksik istihdama dahil olma olasılığını arttırdığı (pozitif etki meydana
getirdiği), olasılık oranı değerinin 1’den küçük olması ise ilgili değişkenin eksik
istihdama dahil olma olasılığını azalttığı (negatif etki meydana getirdiği) şeklinde
yorumlanmaktadır.
3. Tahmin Sonuçları
Tablo 3’te eksik istihdamı etkileyen faktörlerin belirlenmesine yönelik olarak
yapılan tahminlerin olasılık oranları, hem logit hem de probit modeli için ayrı ayrı
verilmiştir. Toplam veri seti, kadın ve erkek için ayrı ayrı verilen logit ve probit
model sonuçlarının seçiminde ise Akaike bilgi kriteri değeri kullanılacaktır ve ilgili
kriter değeri en düşük olan model tercih edilecektir. Dolayısıyla, Akaike bilgi
kriterine göre toplam veri seti için probit, cinsiyet farklılığını gözetildiğinde ise
kadın için probit ve erkek için logit model seçilmiştir. Bu nedenle Tablo 23’ün
yorumlanmasında sadece bu modeller kullanılacaktır. Sonuçlar değerlendirilirken
öncelikle genel daha sonra ise bölge ve il bazlı sonuçlar değerlendirilecektir.8
8
TÜİK, 2004 yılından itibaren “istatistik amaçlı iki tür bölge sınıflaması”nı kullanmaya başlamıştır.
Bunlar sırasıyla TÜİK tarafından “Düzey 1” (bu çalışmada “bölge” olarak adlandırılmıştır) ve “Düzey 2”
(bu çalışmada “il” olarak adlandırılmıştır). “Düzey 1” Türkiye’yi “9” alt bölgeye ayırırken, “Düzey 2”
“26” alt bölgeye ayırmaktadır. Her iki düzeyin kapsadığı alanlara ilişkin bilgi Ek-Tablo 2’de sunulmuştur.
290
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
3.1. Genel Bulgular
Tablo 3’te verilen model sonuçlarına bakıldığında, toplam veri seti için kent ve
kır arasında istatistiki olarak anlamlı farklılık meydana gelmekte ve kentte yaşıyor
olmak eksik istihdam olasılığını arttırmaktadır. Cinsiyet farklılığı göz önüne
alındığında durum değişmekte ve sadece kadın için kentte yaşıyor olmak, olasılık
oranı birden büyük ve istatistik olarak anlamlı olduğu için, eksik istihdamda olma
olasılığını arttırmaktadır. Erkek için her ne kadar olasılık oranı birden küçük olsa da
kır ve kent arasında istatistiki bir farklılık ortaya çıkmamaktadır. Kentsel alanda
yaşayan kadınların kırsal alanda yaşayan kadınlara oranla eksik istihdamda olma
olasılığının yüksek olma nedeni olarak, kentli kadınların daha çok yarı zamanlı iş
bulması ya da kişisel özelliklerine göre (eğitim, yaş, beceri, meslek vs.) tam zamanlı
iş bulmada sıkıntı çekebilmeleri gösterilebilir.
Tablo 3’te ortaya koyulan bir diğer bulgu ise cinsiyet farklılığını gösteren
“kadın” kukla değişkeninin istatistiki olarak anlamlı çıkması ve olasılık oranı
değerinin birden küçük olmasıdır. Dolayısıyla, kadınların eksik istihdamda olma
olasılığı erkeklere göre daha düşüktür. Diğer bir bulgu da, “evli” olma durumunun
hem kadınlarda hem de erkeklerde eksik istihdamda olma olasılığını istatistiki olarak
anlamlı bir şekilde düşürmesidir. Bu durum evlilik ile birlikte aile bütçesine destek
amacıyla hem kadınların hem de erkeklerin daha fazla çalışmasının zorunlu hale
gelmesi ile açıklanabilir. Özellikle elde edilen gelir düzeyinin düşük olması ile
birlikte bu zorunluluk daha da kendini göstermektedir. Tablo 2’de hem istihdam
edilenlerin hem de eksik istihdama dahil olanlarının büyük çoğunluğunun gelir
düzeyinin 1.500 TL’nin altında olduğu görülmektedir.
Hane reisi olmak ise kadınlarda eksik istihdamda olma olasılığını arttırırken,
erkeklerde bu olasılığı istatistiki olarak anlamlı bir şekilde azaltmaktadır. Türkiye’de
geleneksel olarak hanehalkı reisi olmak erkeklere has bir olgudur ve kadınların
hanehalkı reisi olması genelde kadının eşinden ayrılması veya eşinin ölümü sonucu
ortaya çıkmaktadır. Hanehalkı reisi kadın için eksik istihdam olasılığının diğer
kadınlara göre yüksek olması ise ilgili kadının çalıştığı işin yanında haneye ait diğer
sorumlulukları da, örneğin ev işleri gibi, yerine getirme zorunluluğu ile açıklanabilir.
Erkeğin hane reisi olması ise evin masraflarını üstlenmesi zorunluluğu ile birlikte
tam zamanlı işlerde istihdam edilmeye çalıştığını göstermektedir. Çalışmanın bir
diğer bulgusu da çocuk sayısı değişkeninin erkeklerde eksik istihdamda olma
olasılığını istatistiki olarak anlamlı bir şekilde arttırmasıdır.
Eğitim düzeyi ile ilgili değişkenlere bakıldığında ise kadın ve erkek için şu
sonuçlara ulaşılmaktadır: Hem kadınlarda hem de erkeklerde baz kategori olan
okuryazar olmayanlara göre diğer eğitim seviyelerine sahip bireylerin eksik
istihdamda olma olasılıkları beklendiği gibi daha düşüktür. Ayrıca, en düşük olasılık
oranı değeri kadın için ortaokul mezunlarında gözlemlenirken, erkek için üniversite
mezunlarında gözlemlenmektedir. Yaş değişkenlerine bakıldığında ise, hem erkekler
hem de kadınlarda baz kategori olan 15-19 yaş grubuna göre birtakım farklılıklar
göze çarpmaktadır. Kadınlarda sırasıyla 20-24 ve 25-34 yaş grubuna ait olasılık
oranları, erkeklerde ise sırasıyla 20-24, 25-34 ve 35-44, 1’den büyük ve istatistiki
olarak anlamlı çıkmıştır. Olasılık oranının 1’den küçük ve anlamlı olduğu yaş grubu
gerek erkek gerekse kadın için 55 ve üzeri yaş grubudur. Dolayısıyla, orta yaş
grubunda olan bireyler, gerek erkek gerekse kadın olsun, 15-19 yaş grubuna göre
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
291
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
daha çok eksik istihdamda olurken iş hayatının en tecrübeli dönemini yaşayanlar
daha az eksik istihdam grubunda olmaktadır.
Tablo 3: Probit ve Logit Modeli Tahmin Sonuçları: Olasılık Oranları
Kent
Kadın
Evli-Kadın
Evli
H. Reisi
Çocuk sayısı
Okur-Yazar
İlkokul
Ortaokul
Lise
Meslek Lisesi
Üniversite
yaş 20-24
yaş 25-34
yaş 35--44
yaş 45-54
yaş 55 ve üstü
Profesyonel meslek mensupları
Yardımcı profesyonel meslek mensupları
Büro ve müşteri hizmetlerinde çalışan elemanlar
Hizmet ve satış elemanları
Nitelikli tarım, hayvancılık, ormancılık vs.
Sanatkarlar ve ilgili işlerde çalışanlar
Tesis ve makina operatörleri ve montajcılar
Nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar
Bolge Kukla Değişkenleri
Toplam
Logit
Probit
1.100***
1.046***
[0.021]
[0.010]
0.674***
0.837***
[0.022]
[0.013]
0.617***
0.796***
[0.029]
[0.017]
0.848***
0.926***
[0.026]
[0.014]
0,965
0.975**
[0.026]
[0.012]
1.015**
1.007**
[0.006]
[0.003]
1,029
1,018
[0.051]
[0.024]
0,938
0,982
[0.038]
[0.019]
0.735***
0.874***
[0.033]
[0.019]
0.677***
0.837***
[0.033]
[0.019]
0.693***
0.849***
[0.034]
[0.020]
0.621***
0.803***
[0.036]
[0.021]
1.588***
1.251***
[0.061]
[0.023]
1.553***
1.232***
[0.060]
[0.023]
1.262***
1.119***
[0.053]
[0.022]
0,984
1
[0.045]
[0.021]
0.554***
0.781***
[0.032]
[0.020]
1.137*
1.079***
[0.077]
[0.030]
1.301***
1.121***
[0.074]
[0.027]
1.169***
1.066**
[0.070]
[0.027]
2.102***
1.384***
[0.095]
[0.027]
1.929***
1.306***
[0.092]
[0.026]
2.992***
1.646***
[0.130]
[0.031]
2.011***
1.354***
[0.094]
[0.027]
5.341***
2.189***
[0.228]
[0.040]
Anlamlı
Anlamlı
407984
N
12769,827
Wald Ki-Kare
0
Olasılık>Ki-Kare
0,085
Psedue R-Kare
-69812,731
Log-Olabilirlik
139699,5
Akaike Bilgi Kriteri
1) Parantez içi değerler "standart hata"lardır.
2) * ,%10'da; ** ,%5'de ve *** %1'de anlamlılığı göstermektedir.
292
407984
11949,164
0
0,085
-69776,461
139626,9
Kadın
Erkek
Logit
2.007***
[0.100]
Probit
1.370***
[0.031]
Logit
0,975
[0.020]
Probit
0,984
[0.010]
0.710***
[0.034]
1.372***
[0.086]
0,987
[0.015]
0.827**
[0.073]
0.714***
[0.048]
0.611***
[0.055]
0.622***
[0.059]
0.611***
[0.065]
0.707***
[0.087]
1.349***
[0.108]
1.176**
[0.096]
1,071
[0.093]
0,903
[0.086]
0.410***
[0.056]
1,001
[0.164]
1,057
[0.177]
1,066
[0.176]
2.239***
[0.374]
0,784
[0.145]
5.479***
[0.930]
1.478**
[0.293]
6.811***
[1.142]
Anlamlı
0.839***
[0.018]
1.150***
[0.033]
0,993
[0.007]
0.931*
[0.038]
0.872***
[0.027]
0.820***
[0.034]
0.824***
[0.036]
0.822***
[0.040]
0.854***
[0.045]
1.158***
[0.043]
1.083**
[0.041]
1,039
[0.042]
0,953
[0.042]
0.677***
[0.040]
1,011
[0.067]
1,016
[0.069]
1,007
[0.067]
1.397***
[0.093]
0,93
[0.068]
2.147***
[0.148]
1.175**
[0.094]
2.388***
[0.161]
Anlamlı
0.847***
[0.027]
0,96
[0.026]
1.020***
[0.007]
0,919
[0.058]
0.804***
[0.043]
0.622***
[0.035]
0.553***
[0.033]
0.584***
[0.035]
0.477***
[0.034]
1.650***
[0.072]
1.602***
[0.072]
1.233***
[0.060]
0,931
[0.049]
0.503***
[0.034]
1,057
[0.084]
1.298***
[0.081]
1,1
[0.077]
2.001***
[0.095]
2.436***
[0.118]
2.758***
[0.125]
2.026***
[0.098]
4.851***
[0.216]
Anlamlı
0.922***
[0.014]
0.973**
[0.013]
1.010***
[0.003]
0,958
[0.031]
0.901***
[0.024]
0.793***
[0.023]
0.747***
[0.022]
0.769***
[0.023]
0.698***
[0.024]
1.274***
[0.027]
1.255***
[0.027]
1.108***
[0.026]
0,979
[0.025]
0.750***
[0.023]
1,042
[0.035]
1.119***
[0.030]
1,034
[0.030]
1.352***
[0.028]
1.455***
[0.031]
1.582***
[0.031]
1.362***
[0.028]
2.089***
[0.040]
Anlamlı
110335
3780,393
0
0,123
-13210,809
26491
110335
3582,175
0
0,125
-13190,953
26451
297649
9200,026
0
0,084
-55636,278
113342
297649
8728,398
0
0,084
-55642,567
113351
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
Meslek gruplarına ilişkin bulgulara kadın erkek farklılığı göz önüne alınmadan
bakılırsa, tüm meslek grupları olasılık oranlarının, baz alınan kategori olan “kanun
yapıcılar ve üst düzey yöneticileri”ne göre 1’den büyük ve istatistiki olarak anlamlı
çıkmaktadır. Sonuçlara cinsiyet farklılığı göz önüne alarak bakıldığında ise durum
istatistiki anlamlılık açısından biraz değişmektedir. Erkekler için, baz alınan kategori
olan “kanun yapıcılar ve üst düzey yöneticileri”ne göre “hizmet ve satış elemanları”,
“nitelikli tarım, hayvancılık, ormancılık vs. meslek mensupları”, “sanatkârlar ve
ilgili işlerde çalışanlar”, ”tesis ve makine operatörleri ve montajcılar” ve “nitelik
gerektirmeyen işlerde çalışanlar” daha fazla olasılıkla eksik istihdamda olur iken,
kadınlarda, ifade edilen meslek gruplarına ek olarak “yardımcı profesyonel meslek
mensupları” da baz alınan kategoriye göre daha fazla olasılıkla eksik istihdamda
olmaktadır. Ayrıca, en yüksek olasılık oranı değeri beklendiği gibi her iki cinsiyet
açısından da “nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlar” meslek grubunda ortaya
çıkmaktadır.
3.2. Bölge ve İl Bazlı Bulgular
Bölge (Düzey 1) ve il9 (Düzey 2) bazlı sonuçlara kadın ve erkek için daha
ayrıntılı olarak bakabilmek ve karşılaştırmaları daha rahat yapabilmek için, Tablo
3’te genel sonuçları verilen “bölge kukla” değişkenlerini içeren probit modellerine
ek olarak ayrıca “il kukla” değişkenlerini içeren modeller de yine probit yaklaşımı
kullanılarak tahmin edilmiş ve her bir model için ayrı ayrı olasılık değerleri elde
edilmiştir.
Tablo 4’te, her bir bölge (Düzey 1) için eksik istihdamda olma olasılıkları
verilmiştir. Bulgulara göre kadınlarda eksik istihdama dahil olma olasılığının en
yüksek olduğu üç bölge sırasıyla %6,2 ile Orta Anadolu, %4,2 ile Batı Anadolu ve
%3,9 ile Batı Marmara’dır. Orta Anadolu ve Batı Anadolu’nun tarım ve hayvancılık
ağırlıklı bölgeler oldukları dikkate alındığında, bu bölgelerde çalışan kadınların
mevsimlik işçi olarak çalıştığı ya da geçimlik aile işçisi olarak çalıştığı
düşünülebilir. Bu nedenle bu bölgelerin eksik istihdama dahil olma açısından ilk
sırada çıkmış olması muhtemeldir. Ancak, Batı Marmara için bu şekilde bir çıkarım
yapmak mümkün değildir. Gelişmişlik düzeyi yüksek olan, hizmet ve sanayi
sektörlerinin yoğunluklu olduğu bu bölgede ise kadınların çocuk, ev işleri vs. ailevi
sorumluluklar nedeni ile eksik istihdamda yer almaları mümkündür. Kısmi olarak bu
sonuç, Tablo 3’te kentte yaşıyor olmanın kadınlarda eksik istihdamı arttırdığı
sonucunu da desteklemektedir. Yani Batı Marmara bölgesinde kadınlar kişisel
özelliklerine uygun tam zamanlı iş bulmada sıkıntı yaşıyor da olabilir. Erkeklerde
ise eksik istihdamın en yüksek olasılığa sahip olduğu bölgeler sırasıyla %8,5 ile Orta
Anadolu, %7,7 ile Doğu Karadeniz ve %7,2 ile Batı Marmara’dır. Tarım ve
hayvancılığın yoğun olduğu Orta Anadolu ve Doğu Karadeniz’in ilk iki sırada
çıkmasına yönelik olarak kadınlar için yapılan yorumun erkekler için de geçerli
olduğu söylenebilir.
Tablo 4’te, İstanbul’a oranla kadınlarda eksik istihdama dahil olma
olasılıklarının en düşük olduğu ilk üç bölge Kuzeydoğu Anadolu, Batı Karadeniz ve
Akdeniz’dir. Sanayi ve hizmet sektörlerinin ağırlıklı olduğu Batı Karadeniz ve
Akdeniz için bu yönlü bir sonuç çıkması muhtemeldir. Bu bölgelerde kadınların
9
Çalışmada “il” olarak ifade edilen ve TÜİK tarafından “Düzey 2” şeklinde tanımlanan 26 alt bölgenin
kapsadığı iller Ek Tablo 2’de listelenmiştir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
293
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
eksik istihdamda olma olasılıkları düşük olabilir. Eğitim, beceri, meslek ve kişisel
özelliklerine uygun olarak iş bulma imkânlarının kolay olmasına bağlı olarak bu
bölgelerde kadınlarda eksik istihdam olasılıkları düşük çıkmış olabilir. Ek olarak bu
üç bölge içinde Kuzeydoğu Anadolu bölgesinin yer almasının nedeni olarak da
kadınların istihdam edilme oranlarının düşük olmasına bağlı olarak eksik istihdam
oranının da düşük çıkmış olması gösterilebilir. Erkeklerde eksik istihdam
olasılıklarının en düşük olduğu ilk üç bölge ise Kuzeydoğu Anadolu, Akdeniz ve
Güneydoğu Anadolu’dur. Kuzeydoğu Anadolu ve Akdeniz bölgesine yönelik olarak
kadınlar için yapılan yorum geçerli olabilir. Güneydoğu Anadolu bölgesinde de
erkeklerin eksik istihdamda olma olasılıklarının düşük olmasında yine bu bölgede
istihdam edilme oranları ve olasılıklarının düşük olması etkili olabilir.
Tablo 4: Eksik İstihdam Olasılık Oranları (%): “Düzey 1”
Kadın
Erkek
İstanbul
1,729
2,846
Batı Marmara
3,957
7,372
Doğu Marmara
3,304
4,771
Ege
2,771
4,837
Batı Anadolu
4,241
6,845
Orta Anadolu
6,229
8,513
Akdeniz
1,439
3,831
Batı Karadeniz
1,844
4,904
Doğu Karadeniz
2,983
7,709
Kuzeydoğu Anadolu
0,799
2,727
Ortadoğu Anadolu
1,935
4,796
Güneydoğu Anadolu
2,702
3,940
Kaynak: TÜİK’ten CD ortamında alınan ham veriler kullanılarak, tarafımızdan
hesaplanmıştır.
Tablo 5, hem kadın hem de erkek için il (Düzey 2) bazlı eksik istihdam
olasılıklarını göstermektedir. Sonuçlara göre; kadınlarda eksik istihdamda olma
olasılığının en yüksek olduğu ilk üç il sırasıyla %11,24 ile Adana ve civarı, %8,5 ile
Konya ve civarı ve %5,39 ile Aydın ve civarıdır. Erkeklerde ise bu iller sırasıyla
%14,15 ile Adana ve civarı, %11,89 ile Malatya ve civarı ve %11,81 ile Konya ve
civarı olarak gerçekleşmektedir. Her iki cinsiyette de Adana ve Konya civarı iller
eksik istihdama dahil olma açısından ilk üçte yer almaktadır. Eksik istihdama dahil
olma olasılıklarının en düşük olduğu alt bölgeler kadın ve erkeklerde farklılık
göstermektedir. Eksik istihdama dahil olma olasılığının kadın için en düşük olduğu
ilk üç alt bölge sırasıyla %0,67 ile Ağrı ve civarı, %0,92 ile Erzurum ve civarı ve
%0,983 ile Kayseri ve civarı iken; erkekler için ilk üçe giren alt bölgeler sırasıyla
%2,252 ile Ankara ve civarı, %2,257 ile İzmir ve civarı ve %2,36 ile Şanlıurfa ve
civarıdır. Burada dikkati çeken, kadınlarda ilk üç alt bölgenin daha çok doğu illerini
294
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
kapsıyor olmasıdır. Bu alt bölgeleri Zonguldak, Şanlıurfa ve Van civarı iller takip
etmektedir. Bu bölgelerde kadınların istihdam edilme oranlarının düşük olması aynı
zamanda eksik istihdama dahil olma olasılıklarına da yansıyor olabilir. Erkeklerde
eksik istihdam olasılıklarının en düşük olduğu ilk üç alt bölge ise gelişmişlik
açısından ön plana çıkan bölgelerdir ki, bu üç alt bölgeyi takip eden alt bölgeler
Bursa, Zonguldak ve Kayseri civarı illeri kapsamaktadır. Gelişmiş bölgelerde iş
imkânları daha geniş olacağından bu bölgelerde çalışanların eksik istihdamda olma
olasılıklarının daha düşük olması normal bir gözlemdir.
Tablo 5: Eksik İstihdam Olasılık Oranları (%): “Düzey 2”
İL
İstanbul
Tekirdag
Balıkesir
İzmir
Aydın
M anisa
Bursa
Kocaeli
Ankara
Konya
Antalya
Adana
Hatay
Kaynak:TÜİK’ten
hesaplanmıştır.
Kadın
1,729
4,935
3,165
2,264
5,397
2,605
2,456
3,158
2,045
8,524
3,938
11,245
3,966
CD
Erkek
2,846
6,750
4,477
2,257
6,555
3,769
2,777
4,780
2,252
11,818
7,022
14,153
8,136
ortamında
alınan
İL
Kırıkkale
Kayseri
Zonguldak
Kastamonu
Samsun
Trabzon
Erzurum
Ağrı
M alatya
Van
Gaziantep
Şanlıurfa
M ardin
ham
veriler
Kadın
1,900
0,983
1,085
2,521
1,956
2,999
0,926
0,671
2,483
1,305
3,787
1,218
2,431
Erkek
4,818
3,288
3,215
7,106
5,075
9,064
4,031
7,152
11,893
10,432
4,795
2,361
4,412
kullanılarak,
tarafımızdan
Sonuç
Son dönemde yapılan birçok çalışmada işsizlik kadar vurgu yapılan ve işgücü
piyasası ve dolayısıyla ülke ekonomileri açısından önemli bir sorun olarak algılanan
ve çözülmesi istenen bir diğer sorun da “eksik istihdam” sorunudur. Bu ve benzeri
işgücü piyasasına ilişkin problemlerin çözülebilmesi için politika üreticilerinin kısa
ve uzun vadeli birtakım alternatif mikro ve makro ölçekli politikalar geliştirmesi
gerekmektedir. İşgücü piyasasına ilişkin çeşitli politikaların geliştirilmesi ise
piyasadaki sorunların net bir şekilde tanımlanmasına ve toplumda hangi bireylerin
bu tür sorunlarla daha sık karşı karşıya olduklarının, dolayısıyla ilgili sorunun söz
konusu olduğu grup ya da kategorideki “bireylerin” temel özelliklerinin
belirlenmesine bağlıdır. Bu amaca yönelik olarak yapılan bu çalışmada, Türkiye’de
eksik istihdamın son dönemdeki trendi ve Hanehalkı İşgücü Anketi (HİA) 2006,
2007 ve 2008 yılları ham verileri kullanılarak, eksik istihdamda olan bireylerin
temel özellikleri araştırılmıştır. Çalışmanın ekonometrik kısmında probit ve logit
modelleri kullanılarak, hem tüm veri seti için hem de cinsiyet farklılığını gözeterek,
elde edilen tahmin sonuçları sunulmuş ve eksik istihdamda olma olasılığını
belirleyen faktörler tartışılmıştır.
Çalışmanın bulgularına göre gerek makro veriler ve gerekse mikro veriler
kadınların erkeklere göre daha az olasılıkla eksik istihdam edildiklerini
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
295
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
göstermektedir. Bir diğer bulguya göre ise, kentte ikamet ediyor olmak, kadınlar için
kırsal alanda yaşıyor olmaya göre eksik istihdamda olma olasılığını istatistiki olarak
anlamlı bir şekilde artırmaktadır, fakat erkek için kırsal alanda ya da kentsel alanda
yaşıyor olmak arasında istatistiki olarak bir farklılık yoktur. Kadınlar için elde edilen
son bulgunun nedeni olarak kadınların kişisel özelliklerine göre tam zamanlı iş
bulmalarında yaşanan sıkıntılar, daha çok yarı zamanlı iş bulabilmeleri gösterilebilir.
Ayrıca, evli olmak gerek erkek gerekse kadın için eksik istihdamda olma olasılığını
istatistiki olarak anlamlı bir şekilde düşürmektedir. Bu duruma kurulan aile ile
birlikte masraflardaki artış neden olmaktadır. Hem erkek hem de kadının bu
durumda daha çok çalışma zorunluluğu ortaya çıkabilmektedir. Ayrıca elde edilen
gelir düzeyinin düşük olması da eksik istihdamda olma olasılığını azaltan diğer bir
faktördür.
Ayrıca, beklentilere uygun bir şekilde yaş ile eksik istihdamda olma olasılığı
arasında gerek erkek gerekse kadın için ters-U ilişkisi bulunmuştur. Çalışmanın bir
diğer bulgusu ise, “kanun yapıcılar ve üst düzey yöneticileri”ne göre diğer meslek
gruplarında çalışanlar daha yüksek olasılıkla eksik istihdamdadırlar. Bu beklenen bir
sonuçtur. Çünkü baz alınan kategoride çalışanlar diğer meslek gruplarına göre daha
üst düzey eğitime ve kaliteye sahiptirler ve dolayısıyla daha az olasılıkla eksik
istihdamdadırlar.
Bölgeler bazında kadınlarda eksik istihdama dahil olma olasılığının en yüksek
olduğu üç bölge sırasıyla Orta Anadolu, Batı Anadolu ve Batı Marmara’dır.
Erkeklerde ise eksik istihdamın en yüksek olasılığa sahip olduğu bölgeler Orta
Anadolu, Doğu Karadeniz ve Batı Marmara’dır. Batı Marmara dışındaki bu
bölgelerde kadınların mevsimlik işçi ve geçimlik aile işçisi olarak çalışması bu
sonuca neden olabilir. Kadınlarda Batı Marmara bölgesinin, en yüksek eksik
istihdam olasılığına sahip bölgelerde çıkmış olmasına kadınların kişisel özelliklerine
ve eğitimlerine uygun tam zamanlı iş bulamamaları ve ailevi sorumluluklar neden
olmuş olabilir. Erkeklerde eksik istihdam olasılığının yüksek çıktığı bölgeler için de
benzer yorumlar yapılabilir. Kadınlarda eksik istihdama dahil olma olasılıklarının en
düşük olduğu ilk üç bölge ise Kuzeydoğu Anadolu, Batı Karadeniz ve Akdeniz’dir.
Erkeklerde eksik istihdam olasılıklarının en düşük olduğu ilk üç bölge de
Kuzeydoğu Anadolu, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’dur. Kadınlar Kuzeydoğu
Anadolu dışındaki bu bölgelerde kişisel beceri ve eğitimlerine uygun işler bulmakta
olabilirler. Erkeklerde eksik istihdam olasılığının en düşük olduğu bölgeler arasında
Akdeniz bölgesinin bulunmasına yönelik olarak da bu yorum yapılabilir. Kuzeydoğu
Anadolu bölgesinde ise kadınların toplam istihdam edilme oranlarının düşük
kalması eksik istihdam olasılıklarını da aşağı çekmiş olabilir. Bu yorumu erkekler
açısından Kuzeydoğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu için yapmak da mümkündür.
Kaynakça
Baltagi, B. (2008), Econometrics, Springer Verlag.
Brown, G. ve Pintaldi, F. (2006), “A Multidimesional Approach in the Measurement
of Underemployment”, Statistical Journal of the United Nations ECE, 23, 43-56.
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), (2001), Hanehalkı İşgücü Anket Sonuçları, 2000,
Ankara.
Dhanani, S. (2004), “Unemployment and Underemployment in Indonesia, 19762000: Paradox and Issues”, International Labour Office (ILO), Geneva.
296
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
Eaton, P. J. (1992), “Rural-Urban Migration and Underemployment Among Females
in the Brazilian Northeast”, Journal of Economic Issues, 26: 2, 385-395.
Gafar, J. (1980), “Unemployment and Underemployment in Jamaica 1972-1978”,
International Labour Review, 113 (6), 773-785.
Greene, W. H. (1997), Econometric Analysis, Prentice Hall International Inc., 3.
Baskı.
Görg, H. ve Strobl, E. (2003), “The Incidence of Visible Underemployment:
Evidence for Trinidad and Tobago”, Journal of Development Studies, 39(3), 81100.
Heckman, J. (1976), “The Common Structure of Statistical Models of Truncation,
Sample Selection, and Limited Dependent Variables and a Simple Estimator for
Such Models”, Annals of Economic and Social Measurement, 5, 475-492.
Heckman, J. J. (1979), “Sample Selection Bias as a Specification Error,”
Econometrica, Econometric Society, 47 (1), 153-161.
Hussmanns, R., Mehran, F. ve Verma, V. (1990), “Surveys of Economically Active
Population, Employment, Unemployment and Underemployment”, An ILO
Manual on Concepts and Methods, ILO: Geneva.
International
Labor
Organization,
(2010),
“Underemployment”,
(http://www.ilo.org/global/What_we_do/Statistics/topics/Underemployment/lang
--en/index.htm.), (Erişim Tarihi: 02/02/2010).
Jensen, L., Findeis, J. L., Hsu, W. ve Schachter, J. P. (1999), “Slipping Into and Out
of Underemployment: Another Disadvantage for nonmetropolitan Workers?”,
Rural Sociology, 113(1), 115-127.
Kasnakoğlu, H. (2002), “Underemployment Concept and Statistical Measurement”,
Çalışma İstatistikleri 2000-2001 kitabında bir bölüm, Türkiye İstatistik Kurumu,
Yayın No: 2691, 137-154.
Kritz, E. ve Ramos, J. (1976), “The Measurement of Urban Underemployment: A
Report on Three Experimental Surveys”, International Labour Review, 113(1),
115-127.
Köhler, G. (2006), “The Global Stratification of Unemployment and
Underemployment”, Argentine Center of International Studies, Working PapersPrograma
Teoría
de
las
Relaciones
Internacionales,
012,
(www.caei.com.ar/es/programas/teoria/t12.pdf) (Erişim Tarihi: 11/12/09).
Lauterbach, A. (1977), “Employment, Unemployment and Underemployment: A
Conceptual Re-examination”, American Journal of Economics and Sociology,
36(3), 284-298.
Leibenstein, H. (1957), “The Theory of Underemployment in Backward
Economies”, The Journal of Political Economy, 65(2), 91-103.
Lester, B. Y. ve McCain, R. A. (2001), “An Equity-Based Redefiniton of
Underemployment and Unemployment and Some Measurements”, Review of
Social Economy, LIX(2), 133-159.
Lichter, D. T. (1988), “Racial Diffirences in Underemployment in American Cities”,
The American Journal of Sociology, 93(4), 771-792.
Morrison, D. R. ve Lichter, D. T. (1988), “Family Migration and Female
Unemployment: The Problem of Underemployment Among Migrant Married
Women”, Journal of Marriage and the Family, 50(1), 161-172.
Nord, S. ve Sheets, R. G. (1990), “The Relationships of AFDC Payment and
Employment Structure on the Labour Force Participation and Underemployment
Rates of Single Mothers”, Applied Economics, 22, 187-199.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
297
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
OECD, (2010), http://stats.oecd.org/glossary/detail.asp?ID=3540 (Erişim Tarihi:
15/03/2010).
Ponthiere, G. (2008), “Can Underemployment Persist in an Expanding Economy?
Clues from a non-Walrasian OLG Model with Endogenous Longevity”,
Economic Change and Restructuring, 41(2), 97-124.
Rittenhouse, I. (1968), “Underemployment”, “Studies in Unemployment” kitabında
bir bölüm, Special Committee on Unemployment Problems, United States
Senate, Greenwood Pres, New York, USA. 37-46.
Ruiz-Quintanilla, S. A. ve Claes, R. (1996), “Determinants of Underemployment of
Young Adults: A Multi-Country Study”, Industrial and Labor Relations Review,
49(3), 424-438.
Rutkowski, J. (2006), “Labor Market Developments During Economic Transition”,
World Bank Policy Research Working Paper, 3894, Nisan.
Sackey, H. A. ve Osei, B. (2006), “Human Resource Underutilization in an Era of
Poverty Reduction: An Analysis of Unemployment and Underemployment in
Ghana”, African Development Review, 18(2), 221-247.
Sugiyarto, G. (2008), “Measuring Underemployment: Does the Cutt-off Point Really
Matter?, Journal of the Asia Pacific Economy, 13(4), 481-517.
Taşçı, H. M. (2006), “Recent Trends in Underemployment and Determinants of
Underemployment In Turkey”, Süleyman Demirel Üniversitesi, İİBF, Dergisi,
11(1), 299-319.
Tunali, İ. (2003), “Background Study on Labor Market and Employment in Turkey”,
European Training Foundation, Haziran, Ankara.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), (2009), www.tuik.gov.tr (Erişim Tarihi: 30/12/
2009).
Winefield, A. H. (2002), “Unemployment and Underemployment, Occupational
Stres and Psychological Well-Being”, Australian Journal of Management, 27,
137-148.
Wooldridge, J. (2005), “Introductory Econometrics”, South-Western Publication,
USA.
Yeh, H. J. (2002), “Underemployment Trends and Labor Force Structure in Taiwan:
1979-1999”, Conference of the Research Committee on Social Stratification RC
28 of the International Sociological Association on Market, Welfare State
Retrenchment and their Impact on Social Stratification, Mannheim, 26-28.
298
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
H.M. TAŞÇI, B. DARICI
Ekler
Ek Tablo 1: Uygulamada Kullanılan Değişkenlerin Tanım Listesi
1. “Kent” değişkeni bir kukla değişken olup, ilgili kişinin kentte (nüfusu 20.000 ve
üzeri yerler) yaşaması durumunda “1”, kırda yaşaması durumunda ise “0” değerini
almaktadır.
2. “Kadın” değişkeni bir kukla değişken olup, ilgili kişi kadın ise “1”, erkek ise “0”
değerini almaktadır.
3. “Evli” değişkeni bir kukla değişken olup, eğer ilgili kişi evli ise “1”, diğer
durumlardan (bekar, dul, boşandı) birinde ise “0” değerini almaktadır.
4. “Evli kadın” bir etkileşim kukla değişkeni olup evli kadınlar için “1”, diğer
durumlar için ise “0” değerini almaktadır.
5. “H. Reis” değişkeni bir kukla değişken olup, ilgili kişi hanehalkı reisi ise “1”,
değilse “0” değerini almaktadır.
6. Eğitim seviyesi ile ilgili altı kukla değişken vardır. Uygulamada “baz veya
referans” alınan kategori “okuryazar olmayanlar” dır. Eğitim seviyesini ölçen diğer
kukla değişkenler ise sırasıyla “okuryazar”, “ilkokul”, “ortaokul”, “lise”, “meslek
Lisesi” ve “üniversite”dir.
7. Yaş grupları ile ilgili altı kukla değişken vardır. Yaş grupları için “baz” alınan
kategori “15-19” yaş grubudur. Yaş grubunu ölçen diğer kukla değişkenler sırasıyla:
“yaş 20-24”, “yaş 25-34”, “yaş 35-44”, “yaş 45-54” ve “yaş 55 ve üstü” dür.
8. “Çocuk sayısı” değişkeni; hanedeki 14 yaş ve 14 yaşın altındaki çocuk sayısı için
tamsayı değerler alan bir değişkendir.
9. Bölge Kukla Değişkenleri: TÜİK’in kullandığı istatistiki bölge birimleri
sınıflaması “Düzey 1”e göre oluşturulmuş değişkenlerdir. Kişi ilgili bölgede
yaşıyorsa değişken “1”, yaşamıyorsa “0” değerini almaktadır (baz kategori
“İstanbul”dur).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
299
Türkiye’de Eksik İstihdamın Belirleyenleri: HIA ile Bir Mikro Veri Uygulaması
Ek Tablo 2: İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflaması
Düzey 1
Kod-Bölge Adı-Coğrafi Kapsam
1- İstanbul (İstanbul)
2- Batı Marmara (Tekirdağ-Balıkesir)
3- Ege (İzmir-Aydın-Manisa)
4- Doğu Marmara (Bursa-Kocaeli)
5- Batı Anadolu (Ankara-Konya)
6- Akdeniz (Antalya-Adana-Hatay)
7- Orta Anadolu (Kırıkkale-Kayseri)
8- Batı Karadeniz (Zonguldak-Kastamonu-Samsun)
9- Doğu Karadeniz (Trabzon)
10- Kuzey Doğu Anadolu (Erzurum-Ağrı)
11- Orta Doğu Anadolu (Malatya-Van)
12- Güney Doğu Anadolu (Gaziantep-Şanlıurfa-Mardin)
Düzey 2
Kod-Bölge Adı-Kapsadığı İller
1- İstanbul (İstanbul)
2- Tekirdağ (Edirne-Tekirdağ-Kırklareli)
3- Balıkesir (Balıkesir-Çanakkale)
4- İzmir (İzmir)
5- Aydın (Denizli-Aydın-Muğla)
6- Manisa (Manisa-Afyonkarahisar-Kütahya-Uşak)
7- Bursa (Bursa-Eskişehir-Bilecik)
8- Kocaeli (Kocaeli-Sakarya-Düzce-Bolu-Yalova)
9- Ankara (Ankara)
10- Konya (Konya-Karaman)
11- Antalya (Antalya-Isparta-Burdur)
12- Adana (Adana-Mersin)
13- Hatay (Hatay-Kahramanmaraş-Osmaniye)
14- Kırıkkale (Nevşehir-Aksaray-Niğde-Kırıkkale-Kırşehir)
15- Kayseri (Kayseri-Sivas-Yozgat)
16- Zonguldak (Zonguldak-Karabük-Bartın)
17- Kastamonu (Kastamonu-Çankırı-Sinop)
18- Samsun (Samsun-Tokat-Çorum-Amasya)
19- Trabzon (Trabzon-Ordu-Giresun-Rize-Artvin-Gümüşhane)
20- Erzurum (Erzurum-Erzincan-Bayburt)
21- Ağrı (Kars-Ağrı-Iğdır-Ardahan)
22- Malatya (Malatya-Elazığ-Bingöl-Tunceli)
23- Van (Van-Muş-Bitlis-Hakkari)
24- Gaziantep (Gaziantep-Adıyaman-Kilis)
25- Şanlıurfa (Diyarbakır-Şanlıurfa)
26- Mardin (Siirt-Mardin-Batman-Şırnak)
Kaynak: www.tuik.gov.tr
300
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri
Kapsamında Mali Kontrol
Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
Semih BİLGE*
Özet
Avrupa Birliği adaylık sürecinde, katılım öncesi strateji belgelerinin en
önemlileri ilerleme raporları, katılım ortaklığı belgeleri ve ulusal programlardır. Bu
çalışmada, bu belgelerde yer alan mali kontrol sistemimizle ilgili değerlendirmeler
temel alınarak, mali kontrol sistemimizin AB müktesebatına uyumu yorumlanmıştır.
Mali kontrol faslı çerçevesinde, AB müktesebatına uyum noktasında önemli çabalar
sarf edilmiş ve genel olarak uyum düzeyimiz ileri bir seviyeye ulaşmıştır. Kamu iç
mali kontrolü ve AB mali yardımlarının kontrolü alanlarında, bazı eksikliklere
rağmen önemli ilerlemeler kaydedilirken, AB’nin mali çıkarlarının korunması
konusunda sınırlı ilerlemeler görülmüştür. Dış denetim alanında ise hiçbir ilerleme
gerçekleşmemiştir.
Anahtar Kelimeler: Katılım Öncesi Strateji, İlerleme Raporları, Katılım
Ortaklığı Belgeleri, Ulusal Program, Avrupa Birliği Müktesebatı, Mali Kontrol
Alignment of Turkish Financial Control System with Acquis Communautaire
as a Part of Pre-Accession Strategy Documents
Abstract
The most important pre-accession strategy documents in the European Union
candidacy period are progress reports, accession partnership documents and
national programmes. In this study, alignment of Turkish financial control system
with Acquis Communautaire is interpreted based on the assessments of Turkish
financial control system included in these documents. Significant efforts are made at
alignment with Acquis Communautaire as a part of financial control phase and
*
Yrd. Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
301
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
general level of Turkey’s alignment has advanced. There has been limited progress
in protecting the financial interests of EU, while significant progress has been
accomplished in the fields of Public Internal Financial
Control and control of the financial aids of EU despite certain inadequacies.
There has been no progress at all in the field of external auditing.
Key Words: Pre-Accession Strategy, Progress Reports, Accession Partnership
Documents, National Programme for the Adoption of Acquis, Acquis
Communautaire, Financial Control
JEL Classification Codes: H10, H11, H83, H87
Giriş
1951 yılında Paris Antlaşması ile başlayan bütünleşmiş Avrupa devletleri projesi,
günümüzde beş genişleme dalgasından sonra 27 üye devletten oluşan büyük bir
Birlik haline dönüşmüştür. Türkiye, bugün Avrupa Birliği (AB) olarak anılan bu
önemli yapılanmada yerini almak için en başından itibaren başvurusunu yapmış ve
Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz, 1999 yılında Türkiye’nin AB’ye “aday ülke”
statüsünü elde etmesi ile yeni bir noktaya taşınmıştır. Türkiye ile AB arasındaki
inişli çıkışlı ilişki, 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan katılım müzakere süreci ile
bambaşka bir noktaya gelmiştir. Müzakere süreci, uzun ve ucu açık bir süreçtir. AB
ve Türkiye arasındaki müzakereler 35 fasıldan oluşmaktadır. Bu fasıllardan bir
tanesi de mali kontrol faslıdır.
Bu çalışmada, katılım öncesi strateji belgelerinde mali kontrol faslıyla ilgili
değerlendirmeler temel alınarak, mali kontrol sistemimizin AB müktesebatına
uyumu yorumlanacaktır. Çalışmada ilk olarak, AB ve Türkiye arasındaki ilişki
özetlendikten sonra müzakere sürecinin aşamaları, mali kontrol başlığındaki
gelişmeler kapsamında açıklanacaktır. AB mali kontrol sistemi özetlenip, katılım
öncesi stratejinin unsurları tanımlanacaktır. Daha sonra katılım öncesi stratejinin
temel belgeleri olan ilerleme raporlarında, katılım ortaklığı belgelerinde ve ulusal
programlarda yer alan mali kontrol hükümleri kapsamında mali kontrol sistemimizin
AB müktesebatına uyumu değerlendirilecektir.
1. Avrupa Birliği ve Türkiye
Avrupa Birliği, bugün 27 üye devletten oluşan, sadece siyasi ve ekonomik alanda
değil her alanda bütünleşme sürecini sürdüren uluslarüstü bir yapıdır. Türkiye, inişli
çıkışlı da olsa, 1959 yılından beri bu yapı ile karşılıklı ilişki içerisinde bulunmuş ve
günümüzde de bu birliktelikte yer almayı kendisine vizyon edinmiş bir “aday ülke”
konumundadır.
1.1. Avrupa Birliğinin Kısa Tarihçesi ve Genişleme Süreci
1951 yılında Federal Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg,
Paris’te imzaladıkları bir Antlaşma ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu
(AKÇT) kurmuşlardır. Yine bu altı ülke arasında 1957 yılı Mart ayında, Roma
Antlaşmaları olarak bilinen, biri Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’nu, diğeri
Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM)’nu yaratan antlaşmalar
imzalanmıştır. Üye ülkeler arasında ekonomik bir birlik kurmayı amaçlayan
bugünkü Avrupa Birliğinin kurucu antlaşması olan Roma Antlaşması, 1 Ocak 1958
302
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
tarihinde yürürlüğe girmiş ve bugünkü Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu,
Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi, Adalet Divanı gibi önemli AB kurumlarını da
şekillendirmiştir (Acar, 2006:15–20).
1965’te kurucu üyelerin imzalamış oldukları, Birleşme (Füzyon) Antlaşması
sonucunda, AKÇT, AET ve EURATOM için tek bir Konsey, Komisyon ve
Parlamento oluşturulmuş, bütçeleri birleştirilmiş ve Avrupa Toplulukları terimi
kullanılmaya başlanmıştır (Bozkurt vd., 2008:23). 1 Temmuz 1987 tarihinde
yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi ile Avrupa Topluluklarını kuran antlaşmalar, ilk
kez kapsamlı bir biçimde tadil edilmiştir. Avrupa Topluluğunda tek para birimi ve
ortak bir merkez bankası sistemine dayalı bir ekonomik ve parasal birlik ile ortak dış
politika ve savunma politikası perspektiflerine dayalı siyasi birlik kurulmasını
öngören Avrupa Birliği Antlaşması ise (Maastricht Antlaşması-ABA), 7 Şubat 1992
tarihinde imzalanmış ve 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu antlaşma ile
Avrupa Topluluklarından, Avrupa Birliğine geçiş sağlanmıştır (Tekinalp ve
Tekinalp, 2000:13-15). AB, kurulduğu günden itibaren beş genişleme süreci
geçirmiş ve üye sayısı 27’ye ulaşmıştır.
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, adaylık için başvuruda
bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterler
belirlenmiştir. Bu kriterler, siyasi ve ekonomik kriterler ile Topluluk müktesebatının
benimsenmesi şeklinde üç grupta toplanmıştır (http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=
302&l=1,Erişim: 25/10/2009):
(1) Siyasi kriterler: Aday ülke, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları,
azınlıkların korunması ve kabul görmesinin güvence altına alındığı istikrarlı bir
kurumsal yapıya kavuşmuş olmalıdır.
(2) Ekonomik kriterler: Aday ülkede iyi işleyen bir pazar ekonomisi ve AB
içindeki piyasa güçlerine ve rekabet baskısına karşı koyabilme kapasitesi
bulunmalıdır.
(3) Topluluk müktesebatının kabulü: Aday ülke, siyasi, iktisadi ve parasal
birliklerin amaçlarına uyulması dâhil olmak üzere, Avrupa Birliği mevzuatını
üstlenebilme ve uygulayabilme kapasitesine sahip olmalıdır.
Maastricht Kriterleri, AB’ye üye ülkelerin Ekonomik ve Parasal Birliğe
katılabilmesi için şartları belirlerken, Kopenhag Kriterleri AB’ye tam üyelik
koşullarının esaslarını belirlemiştir. Kopenhag siyasi kriterleri, AB’ye üyelik
görüşmelerinin başlaması için ön koşuldur. Bu kriterleri yerine getirmeyen bir ülke
ile müzakere süreci başlatılmamaktadır.
1.2. Türkiye ve Avrupa Birliği İlişkileri
Türkiye ile Avrupa Birliğinin ilişkileri, 31 Temmuz 1959'da Türkiye'nin AET’ye
yaptığı ortaklık başvurusu ile başlamıştır. AET Bakanlar Konseyinin başvuruyu
kabul etmesi sonrasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanmıştır.
Ankara Anlaşması ortaklık rejimini yaratan bir anlaşmadır. Ankara Anlaşması,
hazırlık dönemi (beş yıl), geçiş dönemi (1973 itibarıyla 12 ve 22 yıllık iki ayrı
dönem) ve nihai dönem olarak üç devre öngörmüştür. Ancak, Türkiye geçiş
dönemindeki yükümlülüklerini yerine getirememiş ve ilişkiler kesintiye uğramıştır.
Türkiye’nin 14 Nisan 1987’de yaptığı tam üyelik başvurusuyla ivme kazanan
Türkiye-AB ilişkileri, 1993 tarihinde Gümrük Birliği müzakerelerinin başlaması ile
yeni bir boyut kazanmıştır. İki yıllık müzakerelerden sonra Ortaklık Konseyinin 1/95
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
303
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
sayılı Kararıyla Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği, 1 Ocak 1996’da
tamamlanmıştır (Dinçkol, 2005:83).
1997 Lüksemburg Zirvesi’nde AB bütünleşme sürecinden dışlanan Türkiye’ye,
Haziran 1998’de gerçekleşen Cardiff Zirvesi’nde, Topluluk mevzuatına uyum
amacıyla yaptığı çalışmalara hız vermesi gerektiği belirtilmiştir. Türkiye’ye yönelik
katılım öncesi strateji, 1998 yılında geliştirilmiş olan Avrupa stratejisi üzerine inşa
edilmiştir. Avrupa Komisyonunun bu stratejiye ilişkin ilk önerileri, Mart 1998
yılında kabul edilmiş olup bu çerçevede Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi ve
yaygınlaştırılması, Topluluk program ve kuruluşlarına katılım sağlanması, siyasi
diyalogun arttırılması gibi öneriler getirilmiştir (European Commission, 2003:11).
Türkiye-AB ilişkileri, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin “aday ülke” olarak
kabul edilmesiyle yeni bir sürece girmiştir. Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’nin
yeni genişleme politikası çerçevesinde oluşturulan sisteme, diğer aday ülkelerle eşit
statüde katılacağı açıkça ifade edilmiştir (Karluk, 2005:136–137). Zirve Sonuç
Bildirisi ayrıca, Türkiye'nin diğer aday ülkeler gibi katılım öncesi stratejisinden
yararlanmasını ve Türkiye için de bir katılım ortaklığı belgesinin hazırlanmasını
öngörmüştür. Helsinki Zirvesi’ni takiben başlayan adaylık sürecinde, diğer aday
ülkeler için olduğu gibi Türkiye için de ilerleme raporları hazırlanmıştır. 1999
yılında açıklanan ilerleme raporunda yer alan değerlendirmeler, ilk katılım ortaklığı
belgesinin de temelini oluşturmuştur.
2002 Kopenhag Zirvesi’nde, Aralık 2004’te AB Komisyonunun rapor ve
tavsiyesine dayanarak Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiğine karar
verildiği takdirde, katılım müzakerelerinin gecikmeksizin başlatılmasına karar
verilmiştir. 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de gerçekleştirilen AB Devlet ve
Hükümet Başkanları Zirvesi’nde, 1999 Helsinki ve 2002 Kopenhag Zirvelerinde
alınan kararlar teyit edilmiş ve ülkemizle üyelik müzakerelerinin 3 Ekim 2005
tarihinde başlatılması kararlaştırılmıştır (Presidency Conclusions, 2004). Türkiye ile
AB’ye katılım müzakereleri, 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da yapılan
Hükümetler Arası Konferans sonrası resmen başlamıştır. Böylece, Türkiye ile AB
arasındaki inişli çıkışlı ilişki, çok önemli bir dönüm noktasını aşarak, yepyeni bir
aşamaya girmiştir. 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan AB ile Türkiye arasındaki
katılım müzakereleri uzun bir sürecin başlangıç noktası olmuştur (Ercan, 2009:106).
Ayrıca 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da toplanan AB Genel İşler ve Dış
İlişkiler Konseyi, Aralık 2004 AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi sonrasında
yayınlanan bildiriden aldığı yetkiyle, Müzakere Çerçeve Belgesi’ni kabul etmiş ve
Türkiye’nin AB’ye katılım süreci resmen başlatılmıştır (Dışişleri Bakanlığı, Erişim:
26/10/2009).
2. Avrupa Birliği Müzakere Süreci ve Avrupa Birliği Mali Kontrol Sistemi
Müzakere süreci, aday ülkenin Avrupa Birliği müktesebatını (acquis
communautaire), ne şekilde ve hangi takvim çerçevesinde kabul edeceğinin ve
uygulama için gereken idari yapıyı nasıl oluşturacağının saptandığı ayrıntılı bir
inceleme sürecidir. Burada müzakere edilen husus esas itibarıyla uygulama
takvimidir (İTO, Erişim: 27/10/2009).
AB müktesebatı, AB hukuk sistemine verilen isimdir ve yaklaşık 120 bin
sayfadan oluşmaktadır. Üye devletleri AB’ye bağlayan hak ve yükümlülükler ortak
temelinin bütününü tanımlayan, sürekli olarak gelişmekte ve değişmekte olan AB
304
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
müktesebatı, Avrupa Topluluğunu kuran antlaşma (Roma Antlaşması) ile onu tadil
eden antlaşmaların (Tek Senet, Maastricht Antlaşması, Amsterdam Antlaşması, Nice
Antlaşması) yanı sıra, Topluluk kurumları tarafından kabul edilen tüm ikincil
mevzuat (tüzük, direktif, karar, vb.) ile diğer tüm belgeleri kapsamaktadır (İKV
Müzakere Süreci, Erişim: 27/10/2009).
AB Konseyinin aday ülkelerin her biriyle yürüteceği katılım müzakerelerinin, bir
müzakere çerçevesine dayalı olacağı belirtilmiştir. Bu çerçeve ile Birliğe katılımın
ne anlama geldiği tarif edilmiştir. Buna göre katılım, aday ülkenin müktesebat olarak
adlandırılan, Birlik sistemine ilişkin tüm hak ve yükümlülükler ile Birliğin kurumsal
yapısını kabul etmesidir. 5. genişlemede tüm aday ülkeler için AB müktesebatı, 31
başlık altında incelenirken, Hırvatistan için hazırlanan ve Türkiye için de geçerli
olan “Müzakere Çerçevesi”nde (Council of the European Union Decision, 2005),
müktesebat başlık sayısı 35 olarak belirlenmiştir. Müzakere çerçevesi, her aday
ülkenin kendine özgü koşullarına göre oluşturulmaktadır ve müzakere sürecinde
Türkiye'den beklentilerin ifade edildiği tek taraflı bir AB belgesidir.
Türkiye ile müzakerelerin açılması, Kopenhag siyasi kriterlerinin yeterli ölçüde
karşılanması ile mümkün olmuştur. Bu sürecin bir diğer önemli yanı, siyasi
kriterlere ilaveten ekonomik kriterlerin ve özellikle müktesebat uyumunun ön plana
çıkmasıdır. 21 Aralık 2009 tarihi itibarıyla müzakeresi açılan ve geçici olarak
kapatılan fasıl, 1 adet; müzakeresi açılan fasıllar, 11 adet; müzakere pozisyonunu
vermeye davet edildiğimiz ve müzakere pozisyonlarını sunduğumuz fasıllar, 2 adet;
AB Konseyinde onaylanıp açılış kriteri belirlenen fasıllar, 9 adet; taslak tarama sonu
raporlarının
henüz
Türkiye'ye
iletilmediği
fasıllar,
10
adettir
(http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=65&l=1, Erişim: 10/01/2010).
2.1. Mali Kontrol Faslı Kapsamında Müzakere Sürecinin Aşamaları
Müzakere çerçevesi, müzakerelerin AB tarafından nasıl yürütüleceğine ilişkin
yapılanmayı ve usulü belirlemiştir. Buna göre müzakere süreci; tarama süreci,
müzakere pozisyonlarının hazırlanması, pozisyon belgelerinin AB Dönem
Başkanlığına sunulması, müzakerelerin açılması, müzakerelerin tamamlanması ve
katılım antlaşmasının onay süreci aşamaları neticesinde tamamlanmaktadır
(Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, 2007: 10).
Katılım müzakerelerinin ilk aşamasını, Hükümetler Arası Konferans kararı ile
başlatılan tarama süreci oluşturmaktadır. AB müktesebatının analitik olarak
incelenmesi anlamını taşıyan tarama sürecinde aday ülkeler, müktesebat hakkında
ayrıntılı olarak bilgilendirilmekte ve aday ülke ulusal mevzuatlarının AB
müktesebatı ile ne ölçüde uyumlu olduğunun tespiti yapılmaktadır (Başbakanlık
Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, 2007:2-5). Mali kontrol konusunda müzakerelerin
açılabilmesi için; kamu gelir ve giderlerini bütünüyle kapsayan kamu iç mali kontrol
prensiplerinde yeterli düzeyde ilerleme sağlanması, iç denetimin fonksiyonel
bağımsızlığının yeterli düzeyde garanti edilmesi, yeterli düzeyde ön kontrol
mekanizmaları, harcama birimlerinde iç denetim hizmetleri ve merkezi düzeyde
kontrol ve denetim metodolojisinin varlığı aranmaktadır (Arcagök, 2008). Türkiye,
mali kontrol faslı kapsamında tarama sürecinden geçmiş ve tarama süreci
tamamlanmıştır.
Mali kontrol faslında “Tanıtıcı Tarama Toplantısı”, 18 Mayıs 2006 tarihinde
gerçekleştirilmiş ve Avrupa Komisyonu tarafından Türk Heyetine kamu iç mali
denetim mekanizmaları, AB mali yardımları için uygulama yapıları, AB mali
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
305
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
çıkarlarının korunması gibi konulardaki AB mevzuatı aktarılmıştır. Mali kontrol
faslında, “Ayrıntılı Tarama Toplantısı” ise 30 Haziran 2006 tarihinde
gerçekleştirilmiştir. Bu toplantıda Maliye Bakanlığı tarafından Kamu İç Mali
Kontrol Sistemi; Sayıştay Başkanlığınca Dış Denetim; ABGS ve Hazine
Müsteşarlığı tarafından Türkiye’de Merkezi Olmayan Uygulama Sistemi; Adalet
Bakanlığınca Maddi Hukuk ve Usul Hukuku; Başbakanlıkça İdari Soruşturmalar ile
TCMB ve Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından Euro’nun Sahteciliğe Karşı
Korunması
konularında
bilgiler
verilmiştir
(http://www.maliyeabdid.gov.tr/html/ab_turkiye/dokuman/toplanti.pdf, Erişim: 05/11/2009).
Müzakere pozisyonları, AB’ye aday ülkelerin katılım müzakereleri sürecinde
Topluluk müktesebatına uyum açısından pozisyonlarını ortaya koydukları
belgelerdir. Aday ülke, her müktesebat başlığı için hazırladığı “Pozisyon Belgesi”ni
AB Konseyi Dönem Başkanlığına sunmaktadır. 14 Şubat 2007 tarihinde açılmasına
karar verilen mali kontrol faslının müzakere pozisyon belgesi, 13 Nisan 2007
tarihinde AB tarafına iletilmiştir. Müzakereler genellikle, “kolay” alanlar olarak
adlandırılan ve kısa sürede sonuçlandırılabilecek konu başlıkları ile başlatılmaktadır.
Mali kontrol faslı da, öncelikle açılan konu başlıklarından olmamakla birlikte, aday
ülkelerin katılımla birlikte tüm mevzuatı uygulayacaklarını taahhüt ettikleri ve
müzakerelerin genellikle kısa sürdüğü alanlar içerisinde görülmektedir (İKV
Müzakere Süreci, Erişim: 27/10/2009). Bu kapsamda değerlendirilen mali kontrol
faslı, Almanya’nın dönem başkanlığı sırasında, 26 Haziran 2007 günü Bakan
düzeyinde yapılan hükümetler arası konferans toplantısında istatistik faslı ile beraber
müzakereye açılmıştır.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir başka husus, müzakerelerin ve üyeliğe
ilişkin hazırlıkların sadece tarama süreci ve müzakere pozisyonlarından ibaret
olmadığıdır. Bu süreçte Komisyon tarafından hazırlanan katılım ortaklığı belgesi,
aday ülkenin KOB’a uyum yönünde ortaya koyduğu taahhütleri ve takvimi içeren
ulusal program, yine Komisyon tarafından hazırlanan ve aday ülkenin kaydettiği
ilerlemeleri ve mevcut eksiklikleri ortaya koyan ilerleme raporları bu sürecin
ayrılmaz parçalarıdır.
Müzakereler, ilgili başlıkta sağlanan ilerleme ile bu başlık özelindeki
müktesebatın aktarılmasına ve uygulanmasına ilişkin somut ve kabul edilebilir bir
plan olması halinde, hükümetler arası konferansta oybirliği ile alınan karar
neticesinde geçici olarak kapatılmaktadır. Müzakereler neticesinde sağlanan tam
anlaşma ile geçici olarak kapanmış olan başlığın nihai olarak kapatılması
gerçekleşmektedir (İKV Müzakere Süreci, Erişim: 27/10/2009). Mali kontrol
faslında müzakerelerin kapatılabilmesi için; kamu iç mali kontrol sistemine ilişkin
birincil ve ikincil mevzuatın kabul edilmesi, tatmin edici ön mali kontrol
mekanizmaları, harcama birimlerinde iç denetim hizmetlerinin sağlanması ve
merkezi uyumlaştırma birimlerinin kurulması ile ilgililerin eğitim programına tabi
tutulması şartları aranmaktadır. İzlemeye alınacak temel konular ise, birincil ve
ikincil mevzuatın uygulamaya konulması, ön kontrol mekanizmaları, iç denetim
hizmetleri ve merkezi uyumlaştırma birimlerinin çalışmaya başlaması, kontrol ve
denetim rehberlerinin tamamlanması, katılım öncesi yardımlar için genişletilmiş
merkezi olmayan uygulama sisteminin kabul edilmesi olarak sıralanmaktadır
(Arcagök, 2008).
306
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
Müzakereler tamamlandıktan ve aday ülkenin AB üyeliğinden kaynaklanan tüm
resmi sorumlulukları yerine getirdiği saptandıktan sonra taslak bir Katılım
Antlaşması hazırlanacaktır. Antlaşmanın hem AB Bakanlar Konseyi hem de Avrupa
Parlamentosu tarafından onaylanması gerekecektir. Antlaşma imzalandıktan sonra
yürürlüğe girebilmesi için tüm üye ülkeler (ulusal parlamentolarca alınacak karar
doğrultusunda) ve aday ülke (Türkiye-TBMM kararı ile) tarafından da kabul
edilmesi gerekecektir. Bu süreç de yaklaşık bir yıl sürmektedir (Avrupa Birliği
Politikaları Enstitüsü, Erişim: 27/10/2009). Mali kontrol faslında, müzakere süreci
halen devam etmektedir ve müzakerelerin kapatılması aşamasına henüz
geçilmemiştir.
Kamu kurum ve kuruluşlarınca yürütülen AB müktesebatına uyum çalışmalarını
mali kontrol faslı kapsamında izleyen ve koordine eden birim, Avrupa Birliği Genel
Sekreterliği (ABGS) Ekonomik ve Mali Politikalar Başkanlığıdır. Maliye Bakanlığı
ise mali kontrol faslının koordinatörlüğü görevini yürütmektedir.
2.2. Avrupa Birliği Mali Kontrol Sistemi
Avrupa Birliğinde, iç denetim, iç mali kontrol ve dış denetime ilişkin belirli bir
mevzuat yoktur. AB, kendi ilke ve standartları ile uyumlu uluslararası standartların
kabul edilip uygulanmasını; rol ve sorumlulukları kanunla belirlenmiş, çerçevesi iyi
çizilmiş bir denetim mekanizmasının oluşturulmasını üye ülkelerden talep
etmektedir (Gönülaçar: 2008:3).
AB uygulamasında, kamu mali yönetimi ve kontrolü alanına ilişkin olarak Kamu
İç Mali Kontrolü (KİMK-Public Internal Financial Control) yaklaşımı
kullanılmaktadır. Bu yaklaşım, devletlerin iç kontrol ortamlarını yeniden
yapılandırmalarına ve özellikle kamu sektörü kontrol sistemlerini uluslararası
standartlar ve AB iyi uygulama örnekleri doğrultusunda güncellemelerine yardım
etmek için yapısal ve işlevsel bir model sağlamak amacıyla Avrupa Komisyonu
tarafından geliştirilmiştir (Welcome to the World of PIFC, 2006:1). Avrupa
Komisyonunca uygulanan iç mali kontrol sistemi, ülkelerin kullanmak zorunda
olduğu zorunlu bir yaklaşım değildir. Fakat bu model, Birlikte geniş çapta uygulama
alanı bulmuştur ve AB dışındaki bazı ülkeler de dahil olmak üzere birçok ülke
tarafından kullanılmaktadır.
Kamu iç mali kontrolü, harcama birimlerinin ilgili mevzuata, bütçe
tanımlamaları ve kurallarına, iyi mali yönetim ilkelerine, saydamlık, etkinlik,
etkililik ve tutumluluğa uymalarını sağlamak amacıyla, hükümet veya yetkili
kuruluşlar tarafından içsel olarak uygulanan mali kontrol sisteminin bütünü olarak
tanımlanmaktadır. Kamu iç mali kontrolü, hükümetin tüm gelir, gider, varlık ve
yükümlülüklerini kapsamaktadır. Kamu iç mali kontrolü yaklaşımı, geniş anlamda iç
kontrol kavramına dayanmakta ve harcama öncesi mali kontrolü ve harcama sonrası
iç denetimi içermektedir. Fakat bu yaklaşım, sadece bunlarla sınırlı değildir
(Welcome to the World of PIFC, 2006:37).
AB ülkelerinde uygulanan iç mali kontrol sistemleri, iki temel grup altında
toplanabilir. Birinci grup; Fransa, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerce benimsenmiş
olan “third party ex ante – üç taraflı ön kontrol- yaklaşımı” olarak adlandırılmaktadır.
İkinci grup; İngiltere, Hollanda gibi ülkelerin benimsediği “yönetim sorumluluğu
anlayışı” olarak adlandırılmaktadır. İki farklı yaklaşım, birbirinden tamamıyla farklı
iki kamu iç mali kontrol sistemi sunmaktadır (Acar, 2001). Ülkemizde uygulanan
sistemin birinci yaklaşıma daha yakın olduğu görülmektedir. Genişleme sürecine
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
307
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
giren AB, Birliğe aday ülkelerin uygulayacağı kontrol sistemlerine doğrudan
müdahale etmemektedir. Sadece aday ülkelerin etkin bir mali kontrol sistemini
geliştirmesini ve bu sistemin uluslararası kabul görmüş standartlara uygun olmasını
talep etmektedir.
KİMK’e ilişkin hususların yürütülmesi ve uygulanmasında Vergilendirme,
Gümrük Birliği, Denetim ve Yolsuzluklardan Sorumlu Komisyon Üyesi (Taxation
and Customs Union, Audit and Anti-Fraud Commissioner, Erişim: 09/01/2010) ve
Bütçe Genel Müdürlüğüne (Directorate-General for Budget, Erişim: 09/01/2010)
önemli görevler verilmiştir. Avrupa Yolsuzlukla Mücadele Birimi (OLAF-European
Anti-Fraud Office), İç Denetim Hizmeti ve Bütçe Hesaplarının Aklanması gibi
KİMK’le ilgili diğer konular da, Vergilendirme, Gümrük Birliği, Denetim ve
Yolsuzluklardan Sorumlu Komisyon Üyesinin görev alanına girmektedir.
AB’de mali kontrol başlığı altındaki müktesebat, sınırlı sayıda tüzüğü
kapsamakta ve daha ziyade, genel ve uluslararası kabul görmüş, güçlü mali yönetim
ve kontrol ilkelerine atıf yapmaktadır. Aday ülkelerdeki mali kontrol sistemleri
katılım öncesi belgelerde, aşağıda açıklanan beş kriter temelinde değerlendirmeye
tabi tutulmaktadır (http://www.maliye-abdid.gov.tr, Erişim: 01/11/2009):
i. Kamu İç Mali Kontrolü: KİMK, kamu sektöründeki mali kontrol faaliyetlerini
içermekte ve merkezi ve merkezi olmayan kamu kuruluşları tarafından yapılan ve
risk analizine dayalı harcama öncesi onay ve harcama sonrası iç denetim sistemlerini
de içeren kontrolleri kapsamaktadır. Etkin bir KİMK sisteminde mali yönetim,
kontrol ve iç denetim birbirinden kesin olarak ayrılmalıdır. KİMK alanında
değerlendirmeye esas olacak unsurlar; uygun yasal çerçeve (birincil ve ikincil
mevzuat), tüm gelir ve harcama merkezlerinde iç denetim fonksiyonu ve ön mali
kontrol mekanizmasının geliştirilmesi ve iç denetçilerin fonksiyonel bağımsızlığının
sağlanmasıdır. Bu çerçevede öne çıkan dört temel unsur şunlardır: Bağımsız ve
merkeziyetçi olmayan bir iç denetim sistemi, yönetsel sorumluluk, ilgili kamu
kuruluşlarında iyi kurulmuş bir mali yönetim ve kontrol sistemi ve hem iç denetim
(doğrudan Maliye Bakanına bağlı) hem de mali yönetim ve kontrol için (Maliye
Bakanlığı bünyesinde) Merkezi Harmonizasyon Birimlerinin oluşturulmasıdır.
ii. Dış Denetim: Bu alanda, aday ülkenin, dış denetim organının bağımsızlığını
sağlaması ve tüm kamu fonlarının bağımsız denetiminin sağlanması gerekmektedir.
iii. AB Mali Yardımlarının Kontrolü: AB fonlarının doğru kullanımı, kontrolü,
izlenmesi ve değerlendirilmesi aday ülkenin bu başlık altındaki mevzuatı
uyguladığını göstermesi açısından önem taşımaktadır. Ulusal bütçe ve AB fonlarının
kontrolü arasında herhangi bir ayrım yapılmamalıdır. Komisyon, AB fonlarının
kontrolü için aday ülkelerden etkin bir ön mali kontrol ve fonksiyonel olarak
bağımsız iç denetim mekanizmaları oluşturmasını, deneyimli ve kalifiye eleman
istihdam etmesini, her bir katılım öncesi araç için rehber ve denetim planları
hazırlamasını beklemektedir.
iv. AB Mali Çıkarlarının Korunması: Bu alanda, ilgili tüzüklerin aday ülke
tarafından uygulanması ve OLAF ile işbirliği yapacak bir birim oluşturulması
beklenmektedir.
v. AB Öz Kaynakları ile İlgili Kontrol Önlemleri: AB bütçesine aktarılacak öz
kaynakların tahsilatı ve kontrolünden sorumlu birimler bu görevi vaktinde ve etkin
bir şekilde yerine getirmelidir. Bu konu Vergilendirme, Gümrük Birliği ve Mali ve
Bütçesel Hükümler başlıkları altında da ele alınmaktadır.
308
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
AB’nin, Türkiye’nin mali kontrol sistemiyle ilgili olarak yaptığı
değerlendirmeler de bu beş ana kriter çerçevesinde şekillenmektedir. İlk dört unsur
32. Fasıl olan Mali Kontrol başlığı altında değerlendirilirken, son unsur 33. Fasıl adı
altında Mali ve Bütçesel Hükümler başlığı çerçevesinde ele alınmaktadır.
3. Katılım Öncesi Strateji Belgeleri
Katılım öncesi strateji (KÖS), aday ülkelerin Avrupa Birliğine katılımı nasıl ve
ne şekilde gerçekleştireceklerine ilişkin stratejiyi ortaya koymaktadır. KÖS, Aralık
1997 tarihli Lüksemburg AB Konsey Zirvesi’nde, 10 Merkezi ve Doğu Avrupa
ülkesine yönelik başlatılan güçlendirilmiş katılım öncesi stratejiye dayanmaktadır.
Bu zirvede daha önceki genişleme süreçlerinden farklı olarak, yeni bir genişleme
politikası tanımlanmıştır. “Güçlendirilmiş Katılım Öncesi Strateji (Enhanced PreAccession Strategy)” olarak anılan bu yeni stratejinin en önemli iki unsurunu;
“Katılım Ortaklığı (Accession Partnership) Belgeleri” ile “Düzenli Raporlar
(Regular Reports)” oluşturmaktadır (Kavalı, 2005:21–22).
Aday ülkeler ve AB kurumları arasındaki ilişkilerin derinleştirilmesini, Avrupa
Anlaşmalarının geliştirilmesini, aday ülkelere sağlanan mali desteğin
uyumlaştırılmasını ve aday ülkeleri Tek Pazar’a uyuma hazırlamayı hedefleyen yeni
genişleme politikasının temelini, katılım öncesi strateji belirlemektedir. Bu
çerçevede yeni genişleme politikasının temel araçları şu şekilde sıralanabilir
(Avrupa Birliği Politikaları Enstitüsü, Erişim: 27/10/2009; İKV Adaylık Süreci,
Erişim: 01/11/2009; Katılım Öncesi Strateji, http://www.etcf.org.tr, Erişim:
10/01/2010):
1. Avrupa Komisyonunun her aday ülke için ayrı ayrı hazırladığı, hem aday ülke
tarafından kısa ve orta vadede aşama kaydedilmesi gereken öncelikli alanları ortaya
koyan hem de söz konusu uyum çalışmalarına AB’nin vereceği mali ve teknik
desteğin çerçevesini çizen katılım ortaklığı belgesi (Accession Partnership),
2. Her aday ülkenin Avrupa Komisyonunun hazırladığı katılım ortaklığı
belgesini temel alarak hazırladığı ve AB’ye uyum yolunda gerçekleştirmeyi
planladığı değişiklikleri ortaya koyan Ulusal Program,
3. Avrupa Komisyonunun AB’ye katılım müzakerelerine hazırlığın ilk teknik
aşaması olarak, aday ülkelerin mevzuatının, Topluluk müktesebatına (acquis
communautaire) uyumunu tespit etmek amacıyla bir analitik inceleme süreci olan
tarama sürecini başlatması,
4. Aday ülkelerin, Avrupa bütünleşme sürecinde ülkeler arası işbirliğini her
konuya taşıyan Topluluk programları ve ajanslarına katılımlarının planlanması ve
sağlanması,
5. Her aday ülkenin tam üyelik sürecinde kat ettiği mesafenin, Avrupa
Komisyonunun hazırladığı yıllık ilerleme raporlarında ele alınması ve kayda
geçirilmesi,
6. AB’nin, aday ülkelerin tam üyelik hazırlıkları için çeşitli konularda katılım
öncesi mali ve teknik yardım (Instrument for Pre-Accession Assistance- IPA)
sağlaması.
1997 yılının Aralık ayında yapılan Lüksemburg Zirvesi’nde, Türkiye’nin diğer
adaylarla aynı kriterlerle değerlendirileceği vurgulansa da, ülkemiz diğer adaylardan
farklı bir konuma oturtularak, onlar için öngörülen katılım sürecinin dışında
bırakılmıştır. Türkiye’yi AB’nin genişleme alanı dışında bırakan Lüksemburg
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
309
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
Zirvesi sonucunda, AB-Türkiye ilişkileri askıya alınmıştır. Ancak, 10–11 Aralık
1999 tarihinde gerçekleştirilen Helsinki Zirvesi’yle Türkiye-AB ilişkileri yeni bir
döneme girmiştir. Türkiye’nin AB adaylığının teyit edildiği Helsinki Zirvesi
kararlarında Türkiye’nin diğer aday ülkeler gibi bir katılım öncesi stratejiden
faydalanacağı ifade edilmiştir (İKV Üyelik Öncesi Strateji, Erişim: 01/11/2009). Bu
Zirve’den sonra ülkemiz için katılım öncesi strateji belgeleri yayınlanmaya
başlanmış ve ülkemiz katılım öncesi stratejiden faydalanmaya başlamıştır.
4. Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin
Değerlendirilmesi
AB üyelik yolunda mali kontrol alanıyla ilgili hedef ve öncelikleri kapsayan
değişim çalışmalarına, katılım öncesi stratejinin ana belgeleri sayılan ilerleme
raporlarında, katılım ortaklığı belgelerinde ve ulusal programlarda rastlanılmaktadır.
4.1. İlerleme Raporları Kapsamında Mali Kontrol Sistemimiz
Katılım öncesi stratejinin en önemli unsuru, Avrupa Komisyonunun her yıl
düzenli olarak hazırladığı ve aday ülkelerin üyelik yolunda kaydettiği gelişmeleri
değerlendirerek önerilerde bulunduğu “ilerleme raporu”dur. İlerleme raporları,
Avrupa Komisyonunun her yıl yayınladığı ve aday ülkelerde bir önceki yıla göre
yapılan veya yapıl(a)mayan reformların bilançosunun çıkarıldığı düzenli raporlardır.
Aralık 1997 tarihli Lüksemburg Zirvesi Sonuç Bildirgesini takiben Avrupa
Komisyonu, Konsey ve Parlamentoya düzenli olarak rapor sunmaktadır. Diğer aday
ülkeler için de hazırlanan ve AP ile AB Konseyine sunulan yıllık raporlar, AB üyesi
olmaya hazırlanan ülkelerin durumunu Komisyonun bakış açısıyla
değerlendirmektedir.
Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlık sürecinde kaydettiği
ilerlemeler hakkında bugüne kadar 12 rapor yayınlamıştır. Türkiye’nin üyelik
yolundaki ilerlemesinin değerlendirildiği bu raporlarla, Türkiye’nin siyasi ve
ekonomik kriterleri yerine getirme ile üyelik yükümlülüklerini üstlenme kapasitesi
ölçülmekte ve başarı kaydedilmeyen alanlar ortaya konulmaktadır. Hazırlanan
raporların temelini, Komisyon tarafından toplanmış ve incelenmiş bilgiler
oluşturmaktadır. Buna ek olarak, Türk Hükümetinin ve AB üyesi ülkelerin katkıları,
Avrupa Parlamentosu raporları ve çeşitli uluslararası kuruluşlardan ve sivil toplum
örgütlerinden gelen bilgiler dahil olmak üzere pek çok kaynak da bu raporlara
dayanak teşkil etmektedir. Ayrıca gerçekleşen ilerlemeler, alınan kararlar, kabul
edilen mevzuat ve uygulanan tedbirler temel alınarak değerlendirilmekte ve hazırlık
veya Meclis onayı aşamalarında bulunan mevzuat veya tedbirler dikkate
alınmamaktadır.
Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlanma yönünde yaptığı ilerlemelerin
değerlendirildiği bu raporlarda, Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkiler kısaca
tanımlanmakta; üyelik için siyasi ve ekonomik kriterler açısından Türkiye’deki
durum incelenmekte; Türkiye’nin üyelik yükümlülüklerini, diğer bir deyişle,
antlaşmalar, ikincil mevzuat ve Birlik politikaları olarak tanımlanan müktesebatı
üstlenme kapasitesi gözden geçirilmektedir. Komisyon, bu raporların içerdiği teknik
inceleme sonuçlarına dayanarak, genişleme strateji kağıtları adı verilen belgelerle
(Genişleme Stratejisi ve Başlıca Zorluklar) Türkiye’ye ilişkin ayrıntılı sonuçlara
varmaktadır. Ayrıca kaydedilen ilerlemeleri ve mevcut eksiklikleri ortaya koyan bu
310
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
raporlar, bu eksikliklerden hareketle yapılması gerekenleri ortaya koyan katılım
ortaklığı belgelerine de, referans teşkil etmektedir.
Mali kontrol faslı ile ilgili olarak ilerleme raporlarında yer alan değerlendirmeler,
önemli başlıklar itibarıyla aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Tablo 1: İlerleme Raporlarında Yer Alan Mali Kontrol Hükümleri1
Yıl
1998
1999
2000
2001
2002
2003
1
Açıklamalar
Herhangi bir değerlendirme yoktur.
Mali kontrol alanında köklü bir ilerleme olmamıştır. Mali kontrolün parçalı yapısı
dikkate alındığında, bütün “ex-post” içsel ve dışsal kontrollerin, uygulanan muhasebe
ve finans prosedürlerinin sağlamlığını ve güvenilirliğini, kamu harcama ve
gelirlerinin gerçek bütçe uygulamasının kanunlara uygunluğunu, düzgünlüğünü ve
verimliliğini değerlendirmesini sağlamak ivedi bir ihtiyaçtır. AT mali çıkarlarını da
korumaya yönelik olarak, mali yönetimi modernleştirmek için hâlâ esaslı çabalara
ihtiyaç vardır. Dışsal kontrol, hükümetten bağımsız hareket eden bir organ tarafından
uygulanmalıdır. Türk denetim ve içsel kontrol mesleğini, AT’de uygulanan tutarlı ve
kapsamlı standartlar ve ilkeler setiyle donatmak için mevzuat çıkarılmalı ve
denetimde çok başlılık sona erdirilmelidir.
Kamu İç Mali Kontrol Sisteminin mevcut uygulaması kaçakçılığı, yolsuzluğu ve/veya
diğer ciddi kanunsuzlukları önleyici nitelikte değildir. İç ve dış mali kontrole ilişkin
rol ve sorumluluklar sağlıklı olarak belirlenmemiştir. İdari yapıda, özellikle iç ve dış
denetim faaliyetleri açısından, yapı içerisinde mali yönetim ve kontrol fonksiyonları
arasında yeterince netlik bulunmamaktadır. Sayıştay, dış denetim görevlerini yerine
getirememektedir ve performans denetimine yoğunlaşmalıdır. Kontrol ve denetim
yöntemleri arasında eşgüdümü sağlamak amacıyla Maliye Bakanlığı bünyesinde bir
Merkezi Uyumlaştırma Birimi kurulmalıdır. AT’nin mali çıkarlarının korunmasının
sağlanması çerçevesinde Türkiye, ilgili AT kurumlarının nokta kontroller yürütmesine
imkân tanıyacak müktesebatı üstlenmeli ve yeterli idari kapasiteyi geliştirmelidir.
Türkiye’nin geleneksel kamu yönetim ve kontrol yapıları ile AB’nin uyguladığı
kriterler arasında önemli ölçüde farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılık, özellikle,
yöneticilerin hesap verebilirliğinin ve modern iç denetimin olmamasında ve Maliye
Bakanlığı ile Sayıştayın çoğu zaman örtüşen ve çatışan işlevlerinde daha belirgin
olarak ortaya çıkmaktadır. İç mali kontrol politika belgesi hazırlanmış ve Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrol Kanunu Tasarısı TBMM’ye sunulmuştur. Bütçenin tamamının
yönetimi ve denetimine ilişkin (iç mali kontrol ve dış denetim) tek bir yaklaşımın
olması gereklidir. İşlevsel açıdan bağımsız iç denetim birimleri kurulmalıdır. Türkiye,
Toplulukların mali çıkarlarını korumaya yönelik yasal çerçeveyi ve idari kapasiteyi
güçlendirme konusunda daha fazla çaba göstermelidir.
Son ilerleme raporundan bu yana, KMYKK’nın kabul edilmesindeki gecikme
sebebiyle, herhangi bir gelişme gerçekleşmemiştir. Türk idaresi içerisindeki mali
kontrol mekanizmaları, gerek hukuki çerçeve gerekse uygulama açısından
iyileştirilmelidir. KMYKK’nın kabulü, Sayıştayın kuruluş kanununda gerekli
değişikliklerin yapılması ve bunları takiben, söz konusu düzenlemelerin etkili bir
şekilde uygulanmasının sağlanması konusunda çaba sarf edilmesi gerekmektedir.
1998–2009 İlerleme Raporları içerisinden derlenerek oluşturulmuştur.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
311
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
2004
2005
2006
2007
2008
312
Ayrıca, AB'nin mali çıkarlarının koruması için gerekli yasal çerçevenin ve idari
kapasitenin güçlendirilmesi gerekmektedir.
Genel olarak, bu alandaki müktesebatın Türk mevzuatına aktarılmasında ve
uluslararası uygulamanın benimsenmesinde sadece mütevazi adımlar atılmıştır.
KMYKK’nın çıkarılması ile Türkiye, son ilerleme raporundan bu yana, mevzuat
alanında önemli ilerleme kaydetmiştir. Yeni mevzuatın etkin bir şekilde uygulanması
için Türkiye çabalarını, ilgili idari yapıların kurulması ve Sayıştayın revize edilen Ana
Sözleşmesinin (Charter) kabulü üzerinde yoğunlaştırmalıdır. Ayrıca Türkiye, Avrupa
Topluluklarının mali menfaatlerini koruma yönünde kapasitesini artırmalıdır ki bu
hem katılım öncesi yardımın hem de gelecekteki yapısal fonların yönetimi açısından
önemlidir.
KMYKK, müktesebatın ilkelerini takip etmektedir. Ancak, Kanun tam olarak
yürürlükte olmadığı için halihazırdaki sistem ne Kanun ne de müktesebatla uyum
içinde değildir. Kanunun etkili bir şekilde uygulanmasının sağlanması için, tüm ilgili
idari yapıların oluşturulması ve uygulama mevzuatının kanunlaşması sağlanmalıdır.
Türkiye’nin, dış denetimi KMYKK ve yeni Ana Sözleşme uyarınca uygun şekilde
uygulayabilmesi için Sayıştayın gözden geçirilen Ana Sözleşmesinin zamanlıca kabul
edilmesinin sağlaması gerekmektedir. AB mali çıkarlarının korunması için,
sahtekârlıkla mücadele koordinasyonundan ve Ademi Merkezi Uygulama Sistemi’nin
uygulanmasından sorumlu yapıların idari kapasitesinin daha fazla geliştirilmesi ve
güçlendirilmesi gerekmektedir. Buna ek olarak, sahtekârlıkla mücadelede
koordinasyon konusunda ihtisaslaşmış bir yapı oluşturmak ve Avrupa Komisyonunun
sahtekârlıkla mücadele birimiyle işbirliği için OLAF ile temas gerçekleştirilmelidir.
Genel olarak bu bölümde bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Her ne kadar uygulama
yönetmeliği ve ilgili idari yapı mevcut olsa da, Türkiye’nin 2002 PIFC siyaset
belgesini güncellemesi ve Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nu tam anlamıyla
işlevsel hale getirmesi için çabalarını artırması gerekmektedir. Türkiye’nin halen,
Avrupa Dolandırıcılık ile Mücadele Ofisi ve avronun kalpazanlığa karşı
korunmasından sorumlu ilgili Komisyon birimleri ile işbirliğini sağlamak üzere
gerekli mercileri oluşturması gerekmektedir.
Genel olarak, sınırlı ilave ilerleme kaydedilmiştir. KMYKK için uygulama mevzuatı
çıkarılmıştır. Ancak, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun tam olarak
uygulanmasını teminen daha çok çaba gerekmektedir. PIFC standartları ve ilkelerini
daha da geliştirmek için, Türkiye’nin 2002 PFIC Siyasa Belgesini güncelleştirmesi ve
PIFC mevzuatını gözden geçirmesi gerekecektir. Gözden geçirilmiş Sayıştay
Kanunu’nun kabul edilmesi gerekmektedir. AB mali çıkarlarının korunmasında,
Avrupa Hileyle Mücadele Ofisi-OLAF ile işbirliğini teminen, sürekli yapıların
oluşturulması gerekmektedir. Aynı mekanizmalar, evronun sahteciliğe karşı
korunmasında, AB Komisyonunun ilgili birimleriyle sürekli temas kurulması için de
gereklidir.
Mali kontrol alanında mütevazı düzeyde ilerleme kaydedilmiştir. KMYKK’nın
uygulanmasına ilişkin mevzuat yürürlüktedir, ancak iç kontrole ilişkin bazı
değişikliklerin onaylanması gerekmektedir. İç denetçiler göreve başlamaktadır. Yeni
kurulan idari yapıların kurumsallaşması sürmektedir. KMYKK’nın tam olarak
uygulanmasını teminen ilave çaba sarf edilmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda
Türkiye’nin 2002 KİMK Siyasa Belgesini güncelleştirmesi ve gözden geçirilmiş
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
2009
Sayıştay Kanunu’nu kabul etmesi gerekmektedir. AB’nin mali çıkarlarının korunması
konusunda Avrupa Dolandırıcılıkla Mücadele Ofisi’yle işbirliği ve evronun
sahteciliğe karşı korunmasından sorumlu Komisyon birimleriyle temaslar için kalıcı
yapılara ihtiyaç bulunmaktadır.
Genel olarak, uyumun oldukça ileri düzeyde olduğu mali kontrol alanında sınırlı
ilerleme kaydedilmiştir. KMYKK’nın uygulanmasına ilişkin mevzuat yürürlüktedir,
ancak iç kontrole ilişkin bazı değişiklikler yapılamamış olup, KİMK Siyasa
Belgesinin ve eylem planının gözden geçirilmesi henüz tamamlanmamıştır. Dış
denetimleri ilgili uluslararası standartlarla aynı çizgiye getirecek Dış Denetim Kanunu
henüz kabul edilmemiştir. Sahtecilikle mücadele işbirliği yapılanmasının
geliştirilmesi gerekmektedir. Bu alanda çok önemli bir gelişmeyi, Türkiye’nin Türk
madeni paralarını avro madeni paralarıyla benzerlikleri ortadan kaldıracak şekilde
yeniden düzenlemesi ve basması teşkil etmiştir.
İlerleme raporlarında mali kontrol faslıyla ilgili yer alan değerlendirmeleri, üç
aşamada analiz etmek yerinde olacaktır. Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu
öncesi dönem, Kanun çıktıktan sonra tam anlamıyla uygulamaya girdiği zamana
kadarki dönem ve 2007 sonrası Kanunun tam anlamıyla uygulandığı dönem.
Komisyonun, 2000 yılından önceki Türkiye ilerleme raporlarında, mali kontrolle
ilgili herhangi bir hükmü bulunmamaktadır. 2000 ve 2003 yılları arasında
yayınlanan raporlarda mali kontrol sistemimize yönelik ciddi eleştirilerin yapıldığı
görülmektedir. Türkiye’nin geleneksel kamu yönetim ve kontrol yapıları ile AB’nin
uyguladığı kriterler arasında önemli ölçüde farklılıklar bulunduğu, mevcut KİMK
sisteminin kaçakçılığı, yolsuzluğu ve/veya diğer ciddi kanunsuzlukları önleyici
nitelikte olmadığı, işlevsel açıdan bağımsız iç denetim birimlerinin kurulmasının
gerekliliği dile getirilmiş ve idari yapı içerisinde özellikle iç ve dış denetim
faaliyetleri açısından, mali kontrol mekanizmalarının, gerek hukuki çerçeve gerekse
uygulama açısından acilen iyileştirilmesi gerektiği sürekli vurgulanmıştır.
Bu dönemde mali kontrolün diğer temel unsurları açısından da önemli eleştiriler
yapılmıştır. Sayıştayın, dış denetim görevlerini yerine getiremediği, Maliye
Bakanlığı ile örtüşen ve çatışan işlevlerinin bulunduğu belirtilmiş ve Sayıştay
Kanunu’nda gerekli değişikliklerin yapılması istenmiştir. Türkiye’nin, AT mali
çıkarlarını korumaya yönelik yasal çerçeveyi ve idari kapasiteyi güçlendirme
konusunda daha fazla çaba göstermesi gerektiği ifade edilirken; katılım öncesi
fonların yönetimi için gerekli idari yapıların kurulması noktasında bazı ilerlemelerin
kaydedildiği ama idari kapasitenin daha da güçlendirilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Bu dönem içerisinde, mevcut mali yönetim ve kontrol sistemlerindeki yetersizlikleri
ve zayıflıkları gidermek için AT uygulamaları ile uyumlu ve kapsamlı bir KMYK
Kanunu Tasarısı hazırlanmış olsa da, ilk ilerleme raporundan bu yana kaydedilen
somut gelişmelerin sınırlı olduğu söylenebilir.
2003 Aralık ayında Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun kabul
edilmesiyle mali kontrol faslında önemli bir ilerleme kaydedilmiş ve yeni bir
döneme girilmiştir. Ancak bu Kanunun, 2007 yılının sonunda sona erecek bir geçiş
dönemi boyunca kademeli olarak yürürlüğe girecek olması ve eski sistemin, önceki
ilerleme raporlarında belirtilen tüm problemlerle birlikte, fiilen halen yürürlükte
olması, bu dönemdeki ilerlemelerin sınırlı kalmasına yol açmıştır. KMYKK’nın
çıkarılması ile mali kontrol faslında, mevzuat alanında önemli ilerleme
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
313
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
kaydedilmiştir ve hazırlanan Kanun, müktesebat ilkeleriyle uyumlu bir yapıdadır.
Ancak, Kanunun uygulama mevzuatı olmadığı için birçok maddesi işlevsel hale
gelememiştir. Komisyon da, yeni Kanunun tam olarak işlevsel hale getirilmesi için
gerekli idari yapıların oluşturulması ve uygulama mevzuatının çıkartılması
gerektiğini vurgulamıştır. 2006 yılında uygulama mevzuatının bir kısmının
tamamlanması, 2004 yılında kurulan İç Denetim Koordinasyon Kurulunun faaliyete
geçmesi gibi, dönem sonuna doğru bu alanda bir miktar ilerlemenin kaydedildiğini
göstermektedir.
Geçiş döneminde AB çıkarlarının korunması alanında bazı ilerlemeler (katılım
öncesi yardım sürecinin tek bir çerçeveye bağlanması gibi) olmuştur. Yine de AB
mali çıkarlarının korunması için, sahtekârlıkla mücadele koordinasyonundan ve
Ademi Merkezi Uygulama Sistemi’nin uygulanmasından sorumlu yapıların idari
kapasitesinin daha fazla geliştirilmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Özellikle
Türkiye’nin, Avrupa Dolandırıcılık ile Mücadele Ofisi (OLAF) ve avronun
kalpazanlığa karşı korunmasından sorumlu ilgili Komisyon birimleri ile işbirliğini
sağlamak üzere gerekli mercileri oluşturması gerekliliği dönem boyunca sürekli dile
getirilmiştir. Bu geçiş döneminde AB fonlarının yönetimi ve denetimi alanında
oldukça önemli ilerlemelerin yaşandığı görülmektedir. Fonlarının yönetimi ve
denetimi için gerekli idari yapılar oluşturulmakla beraber, bu idari yapıların
etkinliğini artırıcı tedbirlerin alınmasının faydalı olacağı da ifade edilmiştir. Geçiş
dönemi boyunca hiçbir ilerlemenin yaşanmadığı alan ise yine dış denetim alanı
olmuştur. Sayıştaya yönelik kanunu düzenleme isteği, bu dönemdeki raporların
hepsinde dile getirilmesine karşın, bu konuda hiçbir ilerleme sağlanamamıştır. Geçiş
döneminde de, mali kontrol sistemimizin en önemli eksikliği, dış denetim alanı
olmuştur.
2007 yılından sonra KMYKK’nın tüm maddeleri ile yürürlüğe girmesiyle,
KİMK’in uygulanması için gerekli temel koşullar sağlanmıştır. Ancak bu dönem
hazırlanan tüm raporlarda, KMYKK’nın tam olarak uygulanması için daha çok çaba
gösterilmesi gerektiği Komisyonca ifade edilmiştir. Bu noktada, 2006 yılından beri
sürekli dile getirilen, 2002 KİMK Siyasa Belgesinin güncelleştirilmesi konusundaki
adımların acilen yerine getirilmesi gerekmektedir. Güncel bir Kamu İç Mali Kontrol
(KİMK) Politika Belgesi ve bunu temel alacak bir KİMK mevzuatını kabul etmek,
mali kontrol sistemimizin etkinliğini artırma noktasında önemli bir adım olacaktır.
2008–2009 yıllarında mevcut birincil ve uygulama mevzuatının değiştirilmesi,
özellikle kamu iç denetimini ilgilendiren ikincil düzenlemelerin kabul edilmesi ve iç
denetim sürecinin bazı kamu kurumlarında işlerlik kazanmaya başlaması bu
dönemde yaşanan olumlu gelişmeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olumlu
gelişmelerin devam ettirilmesi, iç kontrole ilişkin bazı değişikliklerin onaylanması,
iç denetim süreçlerinin uygulanması ve iç denetim-teftiş birimleri arasında çıkan
çatışmalarının
azaltılması
noktasında,
KİMK
Siyasa
Belgesinin
güncelleştirilmesinin önemli bir rol oynayacağı düşünülmektedir.
Bu dönemde de dış denetim alanıyla ilgili herhangi bir ilerleme yaşanmamıştır.
2005 yılında, parlamentoya gönderilen, Sayıştayın görev alanını genişleten ve
uluslararası standartlarla uyumlaştıran Sayıştay Kanunu halen kabul edilmeyi
beklemektedir. 5018 sayılı Kanunla uyum sağlayacak şekilde etkin bir dış denetimin
sağlanması için Sayıştayın yasal ve insan kaynakları altyapısının güçlendirilmesi
gerekmektedir. Ayrıca Sayıştayın denetim faaliyetlerinin kamuda yaygınlaştırılması
314
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
ve iç kontrol ve iç denetim sisteminin sağlıklı çalışmasına, Sayıştayın daha fazla
katkı vermesi de sağlanmalıdır. Bu değişikliklerin yapılması ve dış denetim
sistemimizi ilgili uluslararası kanunlarla uyumlu hale getirecek olan Sayıştay
Kanunu’nun bir an önce yürürlüğe girmesi, mali kontrol sistemimizin önemli bir
eksikliğini giderecektir.
AB fonlarının kullanımı ve denetimi konusunda gerekli yasal düzenlemelerin
birçoğu bu dönemin başında tamamlanmıştır. Bu alanda etkinliği artırma noktasında
kurumsal yapılanma çalışmaları sürdürülmektedir. Özellikle İPA kapsamında
yürütülen Merkezi Olmayan Yapılanma Sistemi çerçevesindeki kurumların görev
tanımlarını belirleyecek olan Başbakanlık Genelgesi’nin tamamlanması bu alandaki
etkinlik ve verimliliği daha da artıracaktır.
AB mali çıkarlarının korunması noktasında, Başbakanlık Teftiş Kurulu ile OLAF
arasında işbirliğine başlanmıştır. OLAF ile işbirliği yapacak kurum belirlenmekle
birlikte, bu yapının kurumsallaştırılması gerekmektedir. Meclise nakledilen,
Başbakanlık Teşkilat Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair Kanun Taslağı’nın
2009 sonu itibarıyla gündeme alınmaması, işlevsel ve bağımsız bir hileyle mücadele
koordinasyon yapısının kurulamaması sonucunu doğurmuştur. Buna ilaveten, AT
Mali Çıkarlarının Korunması Sözleşmesi’nin ve Protokollerinin uygulanmasına
ilişkin hiçbir gelişme olmaması da bu alandaki ilerlemelerin bu dönemde sınırlı
kalmasına neden olmuştur. 2009 yılında avronun sahteciliğe karşı korunması
konusunda önemli ilerleme kaydedilmiştir. Yeni paralar, 1 Türk lirasının 2 avroluk
madeni paralara olan benzerliğini ortadan kaldıracak şekilde basılmıştır. Ancak
sahtecilik izleme sistemi, bir ulusal analiz merkezi, ulusal madeni para analiz
merkezi ve bir ulusal merkezi büronun kurulmamış olması, aynı kurumsal yapının,
avronun sahteciliğe karşı korunması alanında da oluşturulması gerektiğini
göstermektedir.
İlerleme raporlarından, mali kontrol sistemimizdeki değişimin üç farklı aşamada
gerçekleştiği söylenebilir. 5018 sayılı Kanun öncesinde AB sisteminden çok farklı
bir mali kontrol yapımız varken, 5018 sayılı Kanunun çıkartılması ile yapısal
farklılıklar azalmış ve geçiş döneminde çıkartılan birincil ve ikincil düzenlemelerle,
AB müktesebatına uyum noktasında önemli çabalar sarf edilmiştir. Bu çabalar,
Kanunun tam anlamıyla uygulamaya geçmesiyle, idari kapasitelerdeki, mevzuatların
uygulanmasındaki vb. diğer eksikliklere rağmen mali kontrol sistemimizin AB
müktesebatına uyum düzeyini ileri bir seviyeye taşımıştır.
4.2. Katılım Ortaklığı Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimiz
Katılım ortaklığı belgesi (KOB), Avrupa Birliğine aday ülkeler için AB
tarafından hazırlanan ve her bir aday ülkenin AB'ye katılım yönünde gelişme
kaydetmesi gereken öncelikli alanların değerlendirildiği bir belgedir
(http://www.dpt.gov.tr/DPT.portal, Erişim: 25/01/2010). Türkiye'nin, 1999 Helsinki
Zirvesi’yle aday ülke ilan edilmesinin ardından, Avrupa Komisyonu tarafından,
Türkiye'nin Kopenhag ekonomik ve siyasi kriterlerine uyum sağlama ve Topluluk
müktesebatını kabul etme doğrultusundaki yükümlülükleri kapsamında kısa ve orta
vadede yapması gerekenler, 8 Mart 2001 tarihli Konsey Kararı ile kabul edilen
"Türkiye İçin İlk Katılım Ortaklığı Belgesi"nde belirtilmiş ve 24 Mart 2001 tarih ve
OJ L 85 sayılı Avrupa Toplulukları Resmi Gazetesinde yayımlanmıştır (Offical
Journal L 85, 2001).
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
315
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
Katılım ortaklığı belgeleri, aday ülkelerin üyeliğine kadar geçerliliğini
korumakta, ancak adayların gösterdiği ilerlemelere göre Komisyon tarafından
yenilenmesi önerilmektedir. Yani katılım ortaklığı belgelerinin temelini, ilerleme
raporları oluşturmaktadır. Komisyon, süreç içerisinde Türkiye için hazırlanan
ilerleme raporlarında yer alan tespitler doğrultusunda, kısa (1-2 yıl) ve orta (3-4 yıl)
vadeli önceliklerden oluşan gözden geçirilmiş yeni katılım ortaklığı belgelerinin
kabul edilmesini Konseye önermiştir. Bu tavsiyeler doğrultusunda Konsey, Türkiye
için 2003 (Offical Journal 145, 2003:40), 2006 (Offical Journal L 22, 2006:34) ve
2008 (Offical Journal L 51, 2008:4) yıllarında gözden geçirilmiş yeni katılım
ortaklığı belgelerini kabul etmiştir.
Her çıkan yeni belgeyle bir önceki KOB feshedilmektedir. Şu an, Türkiye’nin
kaydettiği ilerlemeler ve oluşan yeni gereklilikler ışığında revize edilen katılım
ortaklığı belgelerinin dördüncüsü, 31/12/2008’den itibaren yürürlüktedir. AB’nin
KOB’u kabulünün ardından Türkiye’nin detaylı reform planlarının yer aldığı Ulusal
Programını hazırlayarak AB’ye sunması beklenmektedir. Türkiye, son KOB
temelinde, müktesebatın üstlenilmesine ilişkin yenilenmiş Ulusal Programını
31/12/2008 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe sokmuştur.
KOB ile katılım sürecinde öncelikler, koşullar ve prensipler gözden geçirilmekte,
belgede yer alan önceliklerin ne şekilde yerine getirileceği açıklanmakta ve Avrupa
Birliğine entegrasyon için ne tür hazırlıkların yapılacağı belirtilmektedir. Konseyin,
şu ana kadar kabul ettiği katılım ortaklığı belgelerinde yer alan mali kontrole ilişkin
hükümler, aşağıdaki Tabloda kısa ve orta vadeli önceliklerine göre sınıflandırılmıştır.
Tablo 2: AB Konseyi Türkiye Katılım Ortaklığı Belgelerinde Yer Alan Mali
Kontrol Hükümleri2
Yıl
2001
Açıklamalar
Kısa vadeli öncelikler
• Mali kontrol işlevlerinin güçlendirilmesi ve hileye karşı mücadele kapasitesinin
arttırılması.
• İlgili idari kurumların güçlendirilmesi dahil kamu yönetiminin modernizasyonunun
hızlandırılması.
Orta vadeli öncelikler
• İç ve dış mali kontroller için yasal çerçevenin tamamlanması, iç muhasebe
kaydı/kontrol işlevlerinin uyumlaştırılması için hükümette bir merkezi organizasyon
kurulmasının tamamlanması.
• Harcama merkezlerinde iç muhasebe kaydı/kontrol birimleri kurulmasının
tamamlanması.
• Merkezi ve yerel düzeyde ulusal kontrolörler/hesap uzmanlarının "işlevsel
bağımsızlıklarının” ve "ex-ante" mali kontrolün tamamlanması.
• Muhasebe el kitabı basılması ve AB fonlarının kontrolü için hesap uzmanı
birimlerinin geliştirilmesi.
2
“2001, 2003, 2006 ve 2008 Türkiye Cumhuriyeti Katılım Ortaklığının içerdiği ilke, öncelik ve koşullara
ilişkin Konsey Kararları”ndan derlenmiştir.
316
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
2003
2006
2008
Kısa vadeli öncelikler
• AB uygulaması ve uluslararası kontrol ve denetim standartlarına uygun olarak kamu
iç mali kontrol mevzuatının kabul edilmesi.
• Düzensizliklere ve katılım öncesi yardımı olumsuz etkileyen sahtekârlık vakaları
şüphelerine yönelik muameleler için idari kapasitenin güçlendirilmesi.
Orta vadeli öncelikler
• Avrupa Topluluklarının mali çıkarlarının korunmasının yasal, idari ve operasyonel
tüm boyutlarının eşgüdümünden sorumlu ve operasyonel bakımdan bağımsız bir
yolsuzluğa karşı eş güdüm biriminin belirlenmesine yönelik hazırlık yapılması.
• Dış denetim fonksiyonunu INTOSAI kurallarına göre yeniden düzenleyecek yeni
kanunların kabul edilmesi, Sayıştayın bağımsızlığının temin edilmesi, Sayıştayın
önceden kontrol görevlerinin kaldırılması, sistem temelinde ve performans denetimi
mekanizmalarının oluşturulması.
Kısa vadeli öncelikler
• Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun zamanında uygulanmasının
sağlanması.
• Uluslararası Yüksek Denetim Kuruluşları Organizasyonu kurallarına uygun olarak
ve Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na uyumlu bir şekilde dış denetim
fonksiyonunu yenilemek üzere yeni bir yasal düzenlemeyle Sayıştayın
bağımsızlığının sağlanması.
• Katılım öncesi mali yardıma ilişkin yolsuzluklara ve kuşkulanılan yolsuzluk
vakalarına müdahale edilmesiyle ilgili etkili yöntemler geliştirilmesi ve bunların etkili
bir şekilde Komisyona bildirilmesinin sağlanması.
• Topluluk mali yardım fonlarının yönetimiyle ilgili uygulama sisteminin
güçlendirilmesi ve bunun katılım öncesi araçların gelişimine paralel olarak
uygulanması.
• AB fonlarının etkili ve ilgili AB mekanizmalarıyla benzer şekilde korunması ve
Avrupa Komisyonu Sahtecilikle Mücadele Bürosu (OLAF) ile işbirliği için gereken
idari yapıların oluşturulması.
Orta vadeli öncelikler
• Merkezi Olmayan Yapılanma kapsamında yönetilen Topluluk mali yardımları ile
ilgili tüm enstitülerin mevcut yönetim ve kontrol kapasitesinin güçlendirilmesi.
• Topluluk mali yardımlarının yönetimiyle ilgili tüm kurumların Genişletilmiş
Merkezi Olmayan Yapılanma Sistemi için akredite olması için hazırlanması.
• Yolsuzlukla mücadelede işlevsel bağımsızlığa sahip bir birimin oluşturulması için
hazırlık yapılması.
• AT’nin mali çıkarlarının korunması için oluşturulan idari yapılarım güçlendirilmesi.
Kısa vadeli öncelikler
• Sayıştay hakkındaki mevzuatın kabul edilip, uygulanması.
• Güncel bir Kamu İç Mali Kontrol (KİMK) Politika Belgesi ve bunu temel alacak bir
KİMK mevzuatının kabul edilmesi.
• Türk Sayıştayının INTOSAI (Uluslararası Yüksek Denetim Kurumları
Organizasyonu) standart ve kılavuz ilkeleri ile uyumlu bir şekilde faaliyet
göstermesini sağlamak amacıyla, askıda bekleyen ilgili mevzuatın kabul edilmesi.
• AB mali çıkarlarını korumak için işlevsel olarak bağımsız bir yolsuzlukla mücadele
yapısının kurulması.
Orta vadeli öncelikler
• Türk Ceza Kanunu (TCK)’nun Avrupa Topluluklarının Mali Çıkarlarının
Korunması Konvansiyonu (PIF Konvansiyonu) ve protokolleri ile uyumlaştırılması.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
317
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
Katılım ortaklığı kapsamında mali kontrol alanındaki öncelikler belirlenirken,
ülke tarafından gerçekleştirilmesi mümkün olan veya birkaç yıl içinde büyük oranda
yerine getirilebilecek öncelikler dikkate alınmıştır. Mevcut eksiklikler ve
gerçekleşen ilerlemelerin dile getirildiği ilerleme raporları çerçevesinde, sekiz yıllık
bir dönem için mali kontrol alanında yapılması gerekenler dört KOB’la revize
edilmiştir.
2001, 2003 ve 2006 yılı katılım ortaklığı belgelerinde belirtilen önceliklerin
yerine getirilmesinde sınırlı bir ilerleme olduğu görülmektedir. 5018 sayılı KMYKK,
24/12/2003 tarihinde kabul edilerek, mali kontrol önceliklerinin yasal zemini
hazırlanmıştır. İç denetim işlevlerini uyumlaştıracak merkezi bir birim olan İç
Denetim Koordinasyon Kurulu kurulmuş ve kamu idarelerinde iç denetim birimleri
oluşturulmaya başlanmıştır. Ayrıca AB fonlarının yönetimiyle ve yolsuzlukla
mücadeleyle ilgili birtakım ikincil düzey düzenlemeler yapılmıştır. 2006 yılından
sonra KMYKK’nın tam anlamıyla uygulanmaya başlanmasıyla, kamu idarelerinde
ön mali kontrol, faaliyet raporu, stratejik planlama vb. saydamlığı, hesap
verilebilirliği arttıran uygulamalar yürürlüğe konulmaya başlanmıştır. KMYKK’nın
kabul edilmesi önemli bir adım olmuştur; fakat tam anlamıyla işlevsel olabilmesi
için belirli bir sürenin geçmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin mali kontrole ilişkin önceliklere uyumda kat ettiği mesafeye paralel
olarak bir önceki KOB’da yer alan birçok konunun güncelleştirilmiş KOB’da yer
almadığı; ancak, daha önce belirtilip gerçekleştirilmeyen önceliklerin daha detaylı
olarak ele alındığı görülmektedir. Mali kontrol alanıyla ilgili olarak 2001 yılından
itibaren dile getirilen ve 2008 KOB’da yeniden ifade edilen çeşitli temel sorunlar
halen mevcuttur. Dış denetim fonksiyonunu yenilemek üzere yeni bir yasal
düzenlemeyle Sayıştayın bağımsızlığının sağlanması konusunda maalesef hiçbir
ilerleme kaydedilmemiştir. Bunun yanı sıra AB’nin mali çıkarlarını korumaya,
yolsuzluklarla mücadeleye yönelik bağımsız yapılar henüz oluşturulamamış,
sahteciliğinin önlenmesi konusunda gereken işbirliğini sağlayacak kalıcı yapılar
geliştirilememiş ve bu konulardaki idari kapasiteler güçlendirilmemiştir.
Bir yol haritası olarak tanımlanan ve Türkiye'nin tam üyelik stratejisinin odağını
tek taraflı olarak belirleyen katılım ortaklığı belgelerinde, mali kontrol alanıyla ilgili
olarak belirlenen önceliklerin bir an önce karşılanması gerekmektedir. Dış denetimle
ilgili olarak, uzun bir süredir TBMM’de bulunan Sayıştay Kanunu Tasarısı ve
Sayıştayın uluslararası standartlara uyumlu bir şekilde faaliyet göstermesini
sağlayacak ilgili diğer mevzuatın kabul edilmesi; sahtecilikle mücadele yapısının
kurulması çalışmalarına başlanması; bağımsız bir yolsuzlukla mücadele yapısının
oluşturulması; AB’nin mali çıkarlarının korunması için oluşturulan idari yapıların
güçlendirilmesi; KMYKK’nın, daha etkin işletilmesi ve yapılacak güncel yasal
düzenlemelerle mali kontrol alanın güçlendirilmesi; Türkiye’nin bu alanla ilgili
yükümlülüklerini yerine getirmesini sağlamaya yetecektir.
4.3. Ulusal Programlar Kapsamında Mali Kontrol Sistemimiz
Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı
(Ulusal Program), Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecinde, kısa ve orta
vadede gerçekleştirilmesi öngörülen çalışmaları kapsamaktadır. Ulusal Programlar,
bu alanda yapılacak çalışmaların temel esas ve unsurlarını belirlemek amacıyla
hazırlanan dökümanlar niteliğindedir (Bakanlar Kurulu Kararı, Karar Sayısı:
2008/14481).
318
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
2001 (RG, Ulusal Program 2001), 2003 (RG, Ulusal Program 2003) ve son
olarak 2008 (RG, Ulusal Program 2008) yılında Bakanlar Kurulu Kararı olarak
yayınlanan Ulusal Programlar, AB’ye üyelik sürecinde Türk mevzuatının AB
müktesebatına uyum çalışmalarının belirli bir program çerçevesinde
gerçekleştirilmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Ulusal programlar aracılığıyla Türk
mevzuatının
AB
müktesebatına uyum sürecinin hızlandırılması
da
gerçekleştirilmektedir (Aydın, 2009:41). Ulusal programlar, yıllık gerçekleşmeler,
katılım ortaklığı belgesi, tarama sonu raporları, müzakere çerçeve belgeleri ve
ilerleme raporları da dikkate alınarak, ülkemizin ihtiyaç ve önceliklerine göre
gerektiğinde güncelleştirilmektedir. En son güncelleştirme 2008 yılında yapılmıştır
ve şu an 3. Ulusal Program yürürlüktedir.
Aynı zamanda ulusal programlar, AB tarafından hazırlanan katılım ortaklığı
belgelerine karşı Türkiye’nin cevabı niteliğindedir ve KOB’da yer alan önceliklerin
ne şekilde yerine getirileceğini ve AB’ye uyum için yapılması planlanan hazırlıkları
da göstermektedir.
Tüm kamu kurum ve kuruluşlarının, gerekli çalışmaları ulusal programda yer
alan hedefler doğrultusunda ve belirlenen zamanda gerçekleştirmeleri esastır. Kamu
kurum ve kuruluşları, görev alanlarına giren konuların gerçekleştirilebilmesi için
ulusal programda yer alan tedbirler doğrultusunda gerekli düzenlemeleri
gerçekleştirmekle görevli kılınmışlardır. Müzakere sürecinde mali kontrol faslının
koordinatörlük görevi, Maliye Bakanlığına verildiği için ulusal programlarda bu
fasılla ilgili yükümlülükleri takip etme görevi daha çok Maliye Bakanlığına
düşmektedir. Bunun yanı sıra Sayıştay Başkanlığı ve Başbakanlık Teftiş Kurulunun
da bu fasıl ile ilgili sorumluluklarının olduğu görülmektedir.
Ulusal programlar, “Siyasi Kriterler”, “Ekonomik Kriterler” ve “Üyelik
Yükümlülüklerini Üstlenebilme Yeteneği” bölümlerinden oluşmaktadır. Mali
kontrol sistemimiz ile ilgili genel değerlendirmelere ekonomik kriterler bölümünde
yer verilirken, bu alanla ilgili olarak Türkiye açısından yükümlülük olarak belirtilen
ve mevzuat uyum takvimi ile yapılacakların taahhüt edildiği kısım, “Üyelik
Yükümlülüklerini Üstlenebilme Yeteneği” bölümüdür. Aşağıdaki tabloda, AB
müktesebatının üstlenilmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programlarında yer alan mali
kontrol ile ilgili hükümler yer almaktadır.
Tablo 3: Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye
Ulusal Programlarında Yer Alan Mali Kontrol Hükümleri3
Yıl
2001
Açıklamalar
Öncelikler-Mevcut Durum
• Türk kamu mali yönetiminin unsurları; bütçe hazırlama, bütçe yapısı, bütçe
kapsamı, bütçe uygulaması, mali kontrol, muhasebe, personel bütçelendirilmesi ve
ücretlendirme olarak sıralanabilir.
• Mali sistem diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de esas olarak bütçe sistemi
üzerine kurulmuştur.
• Türkiye’de mali kontrol kurumları, harcama öncesi kontrol yapan birimler ile
harcama sonrası denetim yapan birimleri kapsamaktadır.
3
“Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programının Uygulanması,
Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair Bakanlar Kurulu Kararları”ndan derlenmiştir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
319
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
2003
320
• Mali denetim sisteminin mevcut yapısında; iç kontrol sistemi ile ilgili temel
prensipler ve denetim standartları için bir çerçeve kanun bulunmamakta, uygulama
çok çeşitli mevzuata serpiştirilmiş hükümler suretiyle gerçekleştirilmektedir.
• Denetim birimleri arasında koordinasyonu ve işbirliğini geliştirecek mekanizmalar
sistemde yeterince iyi tanımlanmamış olup, denetim faaliyetleri ve sonuçları, şeffaf ve
denetime açık bir yapıda değildir.
Nihai Hedef
• Kamu mali yönetimini güçlendirmeye yönelik reform programının amacı, kamu
gelir ve giderlerinin tahmin edilmesine ilişkin sürecin geliştirilmesi, bütçe dışında
kalan fon ve benzeri yapılanmaların tasfiyesi ve bütçe birliğinin sağlanması, kamu
harcamalarına ilişkin işlemlerde şeffaflık ilkesine uyulması, etkin bir mali denetim
sisteminin kurulmasıdır.
• Nihai olarak da bu alandaki AB mevzuatı üstlenilerek, uygulanacaktır.
Kısa Vadede Hedefler
• 1993 yılından itibaren sürdürülmekte olan reform programının başarılı bir şekilde
sonuçlandırılabilmesi için öncelikle otomasyona dayalı bir Kamu Mali Yönetimi
Bilişim Sistemi (KMYBS) kurulması hedeflenmiştir. Bu kapsamda ilk olarak bütçe
gelir ve gider sonuçlarının hızla alınması için saymanlıklar nezdinde başlatılmış
bulunan SAY2000İ Projesi 2001 yılı içinde uygulamaya geçirilecektir.
• Mevzuatı değiştirmeye yönelik altyapı çalışmaları hızlandırılarak, mali sistemin
işleyişinde mali saydamlık ve hesap verme sorumluluğunu ön plana alan ve
bürokrasiyi azaltan mevzuat değişiklikleri bir bütün halinde yaşama geçirilmeye
çalışılacaktır. Yine bu çerçevede, sisteme dahil edilecek yeni araçların ve
uygulamaların nasıl sonuç vereceği ile ilgili pilot çalışmalar yapılacaktır.
• Mali kontrol sistemini etkinleştirmek amacıyla, denetim birimleri arasında
koordinasyonu güçlendirmek, bilgi alışverişini hızlandırmak ve denetim sonuçlarının
saydamlığını arttırmak amacıyla kısa vadeye yönelik mekanizmalar geliştirilecektir.
Orta Vadede Hedefler
• Orta vadede ise yapılması öngörülen tüm yasal değişiklikler tamamlanacak ve
uygulamaya yönelik ortaya çıkacak olan sorunlara yönelik gerekli stratejiler
oluşturulacaktır.
• Mali kontrol sistemi bugünkü dağınık yapısından farklı olarak aynı standartlarda
çalışan ve modern denetim araçlarını kullanan bağımsız birimler haline
dönüştürülecektir.
• Bütçe organizasyonu, AB bütçesinden sağlanacak fon akımlarının etkili yönetimine
imkân verecek bir hale getirilmelidir.
Öncelikler
Öncelik 1: Avrupa Birliği uygulamalarına, uluslararası kontrol ve denetim
standartlarına uyumlu olarak kamu iç mali kontrol mevzuatının kabul edilmesi.
Öncelik 2: Katılım öncesi yardımı olumsuz şekilde etkileyebilecek usulsüzlük ve
yolsuzlukların önlenmesi için idari kapasitenin güçlendirilmesi.
Öncelik 3: Dış denetim alanının uluslararası standartlara uygun şekilde geliştirilmesi.
Ana Unsur 3.1: Dış denetim alanındaki AB normlarına ve uluslararası standartlara
uygun mevzuat değişikliği.
Ana Unsur 3.2: Sayıştay Başkanlığının dış denetim kapasitesinin güçlendirilmesi.
Öncelik 4: Avrupa Topluluklarının mali çıkarlarının korunmasına yönelik sistemin
yasal ve idari eşgüdümünden sorumlu ve yolsuzluklara karşı, işlevsel bakımdan
bağımsız bir eşgüdüm biriminin belirlenmesine yönelik hazırlık yapılması.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
2008
Öncelikler
Öncelik 1: Güncellenmiş bir kamu iç mali kontrol politika belgesinin (PIFC) ve
bundan hasıl olan kamu iç mali kontrol mevzuatının kabul edilmesi.
Öncelik 2: Sayıştayın işleyişinin Uluslararası Yüksek Denetleme Kurumları Örgütü
(INTOSAI) standartları ve ilkeleri ile uyumlu olmasının sağlanması için, beklemekte
olan mevzuatın kabul edilmesi.
Öncelik 3: AB’nin mali çıkarlarının korunması için bağımsız olarak çalışacak bir antifraud (sahtecilik) mücadele koordinasyon yapısının oluşturulması.
2001 ve 2003 yılı Ulusal Programlarında, mali kontrol faslına yönelik yer verilen
önceliklerin birçoğunun yerine getirildiği görülmektedir. Bu çerçevede; bütçe
disiplininin güçlendirilmesi, bütçe kapsamının genişletilmesi ve kamu
harcamalarında saydamlık sağlanması amacıyla özel gelir-özel ödenek
uygulamalarına son verilmiştir. Kamu mali yönetiminde verimlilik, etkinlik, hesap
verilebilirlik ilkelerinin güçlendirilmesi, kamu kesiminde saydamlığın artırılması,
kamu mali yönetimi ve iç kontrol sisteminde yönetim sorumluluğunu esas alan
yaklaşımın uygulamaya konulması ve kamu sektöründe uluslararası standartlar ve
Avrupa Birliği uygulamaları ile uyumlu yeni bir iç kontrol sisteminin oluşturulması
amacıyla 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, 24/12/2003 tarihli ve
25326 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak, yürürlüğe girmiştir. 2006 yılı başından
itibaren 5018 sayılı Kanunun tam olarak yürürlüğe girmesiyle birlikte çok yıllı
bütçeleme, performans esaslı bütçeleme ve analitik bütçe sistemine geçilmiştir. Aynı
dönemde hedefler içerisinde yer almasına karşın, dış denetim alanında hiçbir
ilerleme görülmezken, AB’nin mali çıkarlarının korunması alanında yapılan yasal ve
idari düzenlemeler sayesinde sınırlı bir ilerleme kaydedildiği görülmektedir.
2008 Programında, kamu idarelerinde mali yönetim, iç kontrol ve iç denetim
faaliyetlerinin etkin bir şekilde uygulanmasına yönelik tedbirler alınacağı, 5018
sayılı Kanunla getirilen kontrol ortamının güçlendirilmesine yönelik çalışmaların
sürdürüleceği, bu amaçla tamamlanan ikincil ve üçüncül mevzuatın uygulama
ayağının güçlendirileceği ifade edilmiştir. Bu kapsamda iç denetçi ve mali hizmetler
uzmanlarının belli programlar dahilinde eğitileceği, iç denetim ve teftiş görevler
ayrılığının net bir şekilde belirleneceği, merkezi uyumlaştırma birimlerinin idari
kapasiteleri, fonksiyonel bağımsızlık ve tarafsızlık ilkeleri esas alınarak
güçlendirileceği de (Ulusal Program 2008:13-14) vurgulanmıştır.
Fakat yükümlülük üstlenebilme yeteneği bölümünde, 32. fasılda belirtilen
önceliklere ve mevzuat uyum takvimine uyulmadığı görülmektedir. 2009 yılı
içerisinde, kamu iç mali kontrolü alanında mevcut durum analizi ile gelecekte
yapılması planlanan çalışmaların belirleneceği ve kamu iç denetim sistemini
geliştirmek ve koordine etmek amacıyla Merkezi Uyumlaştırma Biriminin yeniden
yapılandırılacağı dile getirilmesine rağmen, bu yükümlülükler yerine getirilmemiştir.
Anayasa ve 5018 sayılı Kanuna uyum sağlanarak hesap verebilir ve saydam bir
kamu mali yönetim sistemi oluşumuna dış denetimin katkısının sağlanması amacıyla
yeniden düzenlenecek olan Sayıştay Kanunu düzenlemesi de ilgili dönemde
çıkarılamamıştır. Ayrıca AB’nin mali çıkarlarının korunması için bağımsız olarak
çalışacak bir anti-fraud (sahtecilik) mücadele koordinasyon yapısının
oluşturulmasına yönelik yasal düzenleme de yapılamamıştır. 2001 ve 2003
önceliklerinin kısmen gerçekleştirildiği görülürken, son 2008 Ulusal Programında
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
321
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
mali kontrol faslı çerçevesinde belirlenen önceliklerin hiçbirinin gerçekleştirilmediği
görülmektedir. Gerçekleşmeyen son iki önceliğin, 2001 yılında belirlenen hedefler
olduğu göz önüne alındığında, bu iki kriter çerçevesindeki düzenlemelerin bir an
önce ele alınmasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Sonuç
Avrupa Birliği, adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul
edilmeden önce karşılaması gereken çeşitli kriterler belirlemiştir. Bu kriterler, siyasi
ve ekonomik kriterler ile topluluk müktesebatının benimsenmesi şeklinde üç grupta
toplanmıştır. Politik anlamda büyük bir güçler birliği yaratmaya çalışan Avrupa
Birliği, bu kriterler kapsamında aday ülkelerin AB’ye katılımı nasıl ve ne şekilde
gerçekleştireceklerine ilişkin katılım öncesi bir strateji belirlemekte ve bu strateji
kapsamında, müzakereleri devam eden aday ülkelere durumları hakkında
değerlendirmelerin yapıldığı ilerleme raporları, katılım ortaklığı belgeleri, AB
müktesebatına uyumun değerlendirildiği tarama raporları vb. gibi araçlarla bir yol
haritası çizilmektedir. Aday ülkenin gelişimine göre düzenlenen ve periyodik şekilde
sunulan bu raporlardaki görüş ve öneriler, aday ülkenin tam üyeliğe katılım
müzakerelerine de yön vermektedir.
Türkiye, “aday ülke” olarak kabul edildiği 1999 Helsinki Zirvesi’nden itibaren
diğer aday ülkeler gibi katılım öncesi stratejisinden yararlanmakta ve katılım öncesi
stratejisinin temel araçları olan bu raporlar, Türkiye için de hazırlanmaktadır.
Türkiye ile AB arasındaki inişli çıkışlı ilişki, 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan katılım
müzakere süreci ile bambaşka bir noktaya gelmiştir. Türkiye ile AB arasında
gerçekleştirilecek müzakerelerin amacı, AB müktesebatı ile Türk mevzuatları
arasındaki farklılıkların giderilmesi ve AB müktesebatının Türkiye tarafından
uygulanabilir hale getirilmesini sağlamaktır. AB ve Türkiye arasındaki müzakereler,
35 başlık kapsamında yürütülmektedir ve bu başlıklardan bir tanesi de mali kontrol
başlığıdır.
Hazırlanan raporları, teknik ve politik olmak üzere iki bölüme ayırarak
incelemek doğru bir yaklaşım olacaktır. Mali kontrol faslı, müzakerelerin temelini
oluşturan 35 fasla ilişkin durum analizini içeren teknik bölüm içerisinde yer
almaktadır. Müzakere sürecinin AB müktesebatı ile ilgisi olmayan siyasi
sorunlardan uzak tutulması gerekmektedir. Fakat siyasi sorunların tüm sürece
egemen olma, yani politik engellerin müzakerelerin “teknik” boyutunu da etkileme
ihtimali mevcuttur. Mali kontrol faslı için şu an böyle bir durum söz konusu değildir.
Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye ilerleme raporlarında ve
katılım ortaklığı belgelerinde mali kontrol faslına ilişkin gelişmeler, uyumda
güçlüklerle karşılaşılan alanlar ve öncelikli olarak ele alınması gereken konular
değerlendirilmiştir. KOB’da yer alan önceliklerin hayata geçirilmesine yönelik
program ve takvimimizi içeren ulusal programlarda da, mali kontrol alanında
tarafımızca yapacağımız düzenlemelerin neler olduğu Komisyona iletilmiştir. Mali
kontrol sistemimiz, ilerleme raporları ve bu raporları temel alarak hazırlanan katılım
ortaklığı belgelerinde dört alan/kriter çerçevesinde değerlendirilmeye tabi
tutulmuştur: Kamu İç Mali Kontrolü, AB Mali Yardımlarının Kontrolü, Dış Denetim,
AB Mali Çıkarlarının Korunması.
Ülkemizde kamu mali yönetim sisteminin, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve
Kontrol Kanunu’yla yeniden düzenlenmesi bu alanlardaki ilerlemeleri de
322
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
etkilemiştir. 5018 sayılı Kanun öncesinde, AB sisteminden çok farklı bir mali
kontrol yapımız mevcutken; bütçe ve muhasebe başta olmak üzere mali yönetim
sisteminde yaşanan bu büyük dönüşümün, mali kontrol sistemimize de olumlu
yansımaları olmuştur. Bu Kanunla getirilen düzenlemelerin de etkisiyle, yasal
çerçevede ve uygulamada halen var olan bazı eksiklikler ve yetersizliklere rağmen
“Kamu İç Mali Kontrol” alanı, önemli ilerlemelerin yaşandığı ve AB müktesebatı ile
uyumun ileri düzeyde olduğu bir alan olmuştur. Bu uyumu artırma noktasında
güncel bir Kamu İç Mali Kontrol Politika Belgesi ve bunu temel alacak bir KİMK
mevzuatının kabul edilmesi, iç kontrole ilişkin bazı değişikliklerin onaylanması ve iç
denetim süreçlerinin daha da aktif kılınması yapılması gerekenler olarak sıralanabilir.
“AB mali yardımlarının kontrolü” alanında, bazı ilerlemeler kaydedilmiştir.
Gerekli idari yapılar kurulmuş, yasal altyapı büyük ölçüde tamamlanmıştır. Katılım
öncesi yardımları olumsuz şekilde etkileyebilecek usulsüzlük ve yolsuzlukların
önlenmesi için idari kapasitenin güçlendirilmesi ve kurumsal yapılanma
çalışmalarının sürdürülmesi, bu alandaki etkinlik ve verimliliği daha da
artırabilecektir.
Katılım öncesi belgeler değerlendirildiğinde mali kontrol sistemimizin en zayıf
noktasını, “dış denetim” alanının oluşturduğu görülmektedir. Dış denetim alanında,
sürecin tümü içerisinde beklentilerin karşılanamadığı ve bu alanda daha önceki
raporlarda dile getirilen eleştirilerin sürekli tekrar edildiği görülmektedir. Uzun
süreden beri TBMM gündeminde olan Sayıştay Kanunu Teklifinin, yasalaştırılarak
dış denetime ilişkin görev, yetki ve sorumlulukların bu alandaki uluslararası
standartlara uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Ayrıca Sayıştay Başkanlığının dış
denetim kapasitesinin güçlendirilmesi ve denetim faaliyetlerinin kamuda
yaygınlaştırılması ve iç kontrol ile iç denetim sistemlerinin etkin bir biçimde
çalışmasına Sayıştayın daha fazla katkı vermesi sağlanmalıdır.
AB’nin mali çıkarlarının korunması alanında ise sınırlı ilerlemeler sağlanmıştır.
OLAF ve Başbakanlık Teftiş Kurulu arasında işbirliğine başlanmıştır. Ancak
AB’nin mali çıkarlarının korunması için işlevsel ve bağımsız olarak çalışacak bir
sahtecilikle mücadele koordinasyon yapısının oluşturulmasının gerekliliği, tüm
belgelerde ifade edilmiş olmasına karşın halen böyle bir yapı kurulamamıştır. AB
mali çıkarlarını korumak için işlevsel olarak bağımsız bir yolsuzlukla mücadele
yapısı kurulmalı ve Türk Ceza Kanunu, Avrupa Topluluklarının Mali Çıkarlarının
Korunması
Konvansiyonu
(PIF
Konvansiyonu)
ve
protokolleri
ile
uyumlaştırılmalıdır.
Mali kontrol faslı çerçevesinde, AB müktesebatına uyum noktasında önemli
çabalar sarf edilmiş ve genel olarak uyum düzeyimiz ileri bir seviyeye ulaşmıştır.
Mali kontrol sistemimizin AB müktesebatına uyum düzeyi, 2008 Ulusal
Programında ifade edilen önceliklerin uygulamaya geçirilmesiyle, ihtiyaç duyulan
yasal düzenlemelerin yapılmasıyla, idari yapıların iyileştirmesi, geliştirilmesi ve
kapasitelerin güçlendirilmesiyle daha ileri seviyelere taşınacaktır. Ayrıca katılım
öncesi strateji belgelerinde yer verilen ve olumsuz olarak değerlendirilebilecek
hususların üzerinde durulması ve çalışmaların bu noktalar üzerine odaklanması, mali
kontrol sistemimizin etkinliği ve verimliliğini de artırabilecektir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
323
Katılım Öncesi Strateji Belgeleri Kapsamında Mali Kontrol Sistemimizin Avrupa Birliği
Müktesebatına Uyumu
Kaynakça
Acar, M. (2006), Avrupa Birliği ve Türkiye: Bir Ekonomik ve Siyasi Analiz, Orion
Yayınevi.
Acar, P. (2001), “Avrupa Birliği ve Türkiye’de İç Mali Kontrol Sistemi”, Maliye
Dergisi, Sayı:136.
Arcagök, M. S. (aktaran), (2008), “Criteria for opening and provisionally closing
Chapter 28, http://forum.europa.eu.int/Public/irc/budg /Home/main, Yeni Mali
Yönetim
ve
Kontrol
Sisteminde
Harcama
Öncesi
Kontrol,
http://www.tkgm.gov.tr/turkce/dosyalar/diger%5Cicerikdetaydh241.pdf”,
Erişim:23/04/2008.
Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı
(2001), Resmi Gazete, 24/04/2001, Sayı: 24352 (Mükerrer).
Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı
(2003), Resmi Gazete, 24/07/2003, Sayı: 25178 (Mükerrer).
Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı
(2008), Resmi Gazete, 31/12/2008, Sayı: 27097 (Mükerrer).
Avrupa
Birliği
Politikaları
Enstitüsü,
“AB’nin
Genişlemesi”,
http://www.abpe.org.tr/abpe/content-detail.php?lang=2&detail=32&page=1,
Erişim: 27/10/2009.
Aydın, F. (2009), “Türk Vergi Mevzuatının AB Müktesebatına Uyumunda Ulusal
Programların Değerlendirilmesi”, Vergi Sorunları Dergisi, Sayı: 246, 41.
Bakanlar Kurulu Kararı, Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin
Türkiye Ulusal Programının Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair
Karar, Karar Sayısı: 2008/14481, Resmi Gazete, 31/12/2008, Sayı: 27097 (5.
Mükerrer).
Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği (2007), Avrupa Birliği ve Müzakere
Süreci, Ankara.
Bozkurt E., Özcan, M. ve Köktaş, A. (2008), Avrupa Birliği Hukuku, Asil Yayın, 4.
Baskı.
Council of the European Union Decision (2005), Brussels, 3 October 2005,
12823/05 Limited, ELARG 64.
Dışişleri Bakanlığı, Türkiye-AB İlişkileri, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-abiliskileri.tr.mfa, Erişim: 26/10/2009.
Directorate-General for Budget, http://ec.europa.eu/dgs/budget/index_en.htm,
Erişim: 09/01/2010.
Dinçkol, A. (2005), “AB Komisyonu Türkiye 2005 İlerleme Raporu,” İstanbul
Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 8, Güz 2005/2, 83.
Ercan, M. (2009), “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinde Müzakere Süreci”,
Akademik Araştırmalar Dergisi, Yıl:11, Sayı: 42, 106.
European Commission (2003), “European Union Enlargement-An Historic
Opportunity,” Enlargement Directorate-General, Brussels.
Gönülaçar, Ş. (2008), “İç Denetimin Bürokratik Serencamı”, Mali Hukuk Dergisi,
Sayı:135, 3.
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=302&l=1, Başbakanlık Avrupa Birliği Genel
Sekreterliği, 22 Haziran 1993 Avrupa Birliği Konseyi Kopenhag Zirvesi Sonuç
Bildirgesi Özeti, Erişim: 25/10/2009.
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=65&l=1, Başbakanlık Avrupa Birliği Genel
Sekreterliği, Katılım Müzakerelerinde Mevcut Durum, Erişim: 10/01/2010.
324
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
S. BİLGE
http://www.maliye-abdid.gov.tr/ Maliye Bakanlığı-Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler
Dairesi Başkanlığı Erişim: 01/11/2009.
http://www.maliye-abdid.gov.tr/html/ab_turkiye/dokuman/toplanti.pdf,
Maliye Bakanlığı (2006), “32. Mali Fasıl Tarama Toplantıları, 18 Mayıs-30
Haziran 2006, Erişim: 05/11/2009.
http://www.dpt.gov.tr/DPT.portal, Katılım Ortaklığı Belgesi, Erişim: 25/01/2010.
İKV, Müzakere Süreci,
http://www.ikv.org.tr/icerik.asp?konu=muzakeresureci&baslik=M%FCzakere%2
0S%FCreci , Erişim: 27/10/2009.
İKV, Adaylık Süreci, http://www.ikv.org.tr/pdfs/adayliksureci1.pdf, Erişim:
01/11/2009.
İKV, Üyelik Öncesi Strateji, http://www.ikv.org.tr/sozluk2.php?ID=1018, Erişim:
01/11/2009.
İTO,
AB
ile
Müzakere
Süreci,
http://www.ito.org.tr/AB-Belgeler/
y04.02.04.07.02.pdf, Erişim: 27/10/2009.
Karluk, R. (2005), Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta Yayınları, 8. Bası, İstanbul.
Katılım Öncesi Strateji, http://www.etcf.org.tr, Erişim: 10/01/2010.
Kavalı, M. (2005), “AB’nin Genişleme Süreci: AB’nin Merkezi Doğu Avrupa ve
Batı Balkan Ülkeleri İle İlişkileri”, DPT AB ile İlişkiler Genel Müdürlüğü, Ekim
2005, 21–22.
Official Journal, L85/13, 2001/235/EC Council Decision of 24 March 2001 on the
Principles, Priorities, Intermediate Objectives and Conditions Contained in the
Accession Partnership with Turkey.
Official Journal, L145/40, 2003/398/EC Council Decision of 19 May 2003 on the
Principles, Priorities, Intermediate Objectives and Conditions Contained in the
Accession Partnership with Turkey.
Official Journal, L22/34, 2006/35/EC Council Decision of 26 June 2006 on the
Principles, Priorities, Intermediate Objectives and Conditions Contained in the
Accession Partnership with Turkey.
Official Journal, L51/4, 2008/157/EC Council Decision of 26 February 2008 on the
Principles, Priorities, Intermediate Objectives and Conditions Contained in the
Accession Partnership with Turkey.
Presidency
Conclusions
(2004),
Brussels,
16-17
December
2004,
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/turkey/presidency_conclusions16_17_12_04
_en.pdf, Erişim: 26/10/2009.
Taxation and Customs Union, Audit and Anti-Fraud Commissioner,
http://ec.europa.eu/commission_2010-2014/semeta/index_en.htm#position_2,
Erişim: 09/01/2010.
Tekinalp, G. ve Tekinalp, Ü. (2000), Avrupa Birliği Hukuku, Beta Yayınları, 2. Bası,
İstanbul.
Welcome to the World of PIFC (2006), Public Internal Financial Control (PIFC) 1,
http://ec.europa.eu/budget/library/documents/overviews_others/brochure_pifc_e
n.pdf , Erişim: 01/11/2009.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
325
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer
Harcamalarının Yoksulluğu
Azaltmadaki Etkilerinin Ekonometrik
Analizi1
İdris SARISOY* Selçuk KOÇ**
Özet
Genel olarak, çeşitli kıstaslara dayanılarak belirlenen ve ülkeler arasında
farklılık gösteren gıda, giyinme ve barınma ihtiyaçları sınırının altında olan duruma
yoksulluk, bu durumda olan kişilere de yoksul denir. Yoksul nüfus/toplam nüfus
oranı ülkelerin iktisadi yapılarına göre değişmekle birlikte, az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerde söz konusu oranın daha yüksek olduğu görülmektedir.
Türkiye’de yoksulluk uzun yıllar önemli bir sorun olmasına rağmen, yoksulluğun
tamamen ortadan kaldırılması veya azaltılması için önemli bir politika
geliştirilememiştir. Yoksullukla mücadele eden kurumlar arasında koordinasyonun
olmayışı, uygulanan politikaların etkinliğini sınırlamaktadır. Tüm bu sorunlara
karşın, kamu kesiminin son 7-8 yıldır yoksullukla mücadeleye önemli miktarda
kaynak ayırdığı görülmektedir. Aynı dönemde yoksul nüfus/toplam nüfus oranının da
düştüğü gözlenmiştir. Yapılan regresyon testinde de sosyal kamu harcamalarının
yoksulluk oranlarını azalttığı ortaya çıkmıştır.
Anahtar Kelimeler: Yoksulluk,
Yoksulluk
Sosyal Kamu Harcamaları, Türkiye’de
1
24. Türkiye Maliye Sempozyumunda (19–23 Mayıs 2009) sunulan aynı başlıklı bildirinin sunum sonrası
getirilen eleştiriler doğrultusunda gözden geçirilmiş ve düzenlenmiş halidir.
*
Yrd.Doç.Dr., Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, İİBF, Maliye Bölümü, [email protected]
**
Yrd.Doç.Dr., Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü, [email protected]
326
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
Econometric Analysis of Public Social Transfer Expenditures Effects in
Decrementing Poverty in Turkey
Abstract
The state of being below the nutrition, clothing and sheltering needs which are
determined in terms of various criterias and differ from one country to another, is
called as poverty; thus people in this situation are being called as poor. Besides the
fact that poor population/total population rate changes in terms of countries’
economic structure, the so called rate is observed to be higher at the
underdeveloped or developing countries.
Poverty has been an important problem in Turkey. However, no important policy
was been able to be developed to terminate or decrement poverty. Having no
coordination between the institutions contending with poverty restricts the policies
efficiency in use as well. It has been stated that the public sector has been allocating
an important portion of resource in spite of all these problems. It is been observed
that the rate of poor population/total population has decremented in the same
period. For this reason, it is worthwhile to search whether there is a relationship
between the increase in the resources which are been used to decrement poverty and
the fall in poverty rate. The regression test reveals that the social public
expenditures reduce the poverty rate
Key Words: Poverty, Social Public Expenditures, Poverty in Turkey
JEL Classification Codes: P36, H53
Giriş
Yoksulluk, başta az gelişmiş ülkeler olmak üzere, bütün ülkeler için önemli bir
toplumsal sorun teşkil etmektedir. Az gelişmiş ülkelerde nüfusun büyük bir bölümü,
gelişmekte olan ülkelerde ise nispeten daha az bir kısmı bu grubu temsil etmektedir.
Gelişmiş ülkelerdeki yoksulluk daha çok bölgesel niteliktedir. Konuya bu
doğrultuda baktığımızda yoksulluk sorununun büyük ölçüde az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerde görüldüğünü söyleyebiliriz.
Önemli bir toplumsal sorun olan ve ekonomik anlamda çarpık bir gelir
dağılımının sonucunda ortaya çıkan yoksullukla sürekli mücadele edilmektedir.
Yoksulluğu azaltmak için kullanılacak araçların seçimi ve bunların uygulanmasında
benzerliklerle birlikte, ülkelere göre çeşitli farklılıklar da söz konusudur.
Yoksulluğun azaltılması için uygulanan benzer politikalardan en yaygın olanı kamu
harcamalarıdır. Kamu harcamalarıyla, doğrudan gelir transferi yoksulluk
grubundakilerin harcama bütçesine katkı yapmak veya mesleki becerilerin
kazandırılması ve kişisel yeteneklerin geliştirilmesi (girişimcilik vb.) gibi
uygulamalarla yoksulluk sınırının altındaki kişilerin yaşam düzeylerinin bu sınırın
üzerine çıkarılması amaçlanmaktadır. Kamu harcamaları yoluyla yoksulluğun
mutlak surette ortadan kaldırılması mümkün olmamakla birlikte, bu yolla
yoksulluğu belli oranda azaltma imkânı vardır.
Son yıllarda Türkiye’de yoksulluk sınırının altındaki gruplara yapılan kamu
sosyal transfer harcamaları önemli miktarda artmıştır. Söz konusu dönemde yoksul
nüfus oranında da önemli bir gerileme göze çarpmaktadır. Her ne kadar
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
327
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
Türkiye’deki yoksulluğun azalmasında yerel yönetimler ile bazı dernek ve vakıfların
yaptıkları katkıların payı olsa da, kamu kesiminin her yıl miktarını artırarak
yapmaya devam ettiği kamu sosyal harcamalarının etkisi büyüktür. Bir taraftan
sosyal kamu harcamalarının artması bir taraftan da yoksulluk oranının düşmesi
mutlaka araştırılması gereken bir konudur. Eğer bu iki değişken arasında bir
etkileşim varsa, siyasi yönetim bu uygulamalarına devam etmeli, aksi durumda ise
yoksullukla mücadele politikasını değiştirmelidir. Bu belirsizlikleri ortaya çıkarmak
çalışmamızın ana konusu olup, kamu kesimi tarafından yapılan söz konusu
harcamaların Türkiye’deki yoksulluğun azaltılmasında ne kadar bir etkiye sahip
olduğunun belirlenmesi ile alt gruplarda en çok etkinin hangi kesimde görüldüğünün
regresyon analizi yardımıyla tespit edilmek suretiyle temel konunun daha ayrıntılı
bir şekilde anlaşılması amaçlanmaktadır. Bu amaçla çalışmanın ilk bölümünde
yoksulluğun kavramsal boyutu üzerinde durulacak, sonraki bölümlerinde ise
Türkiye’deki yoksulluk ve sosyal kamu harcamalarına değinilecek, daha sonra
yoksulluk ve sosyal kamu harcamaları arasındaki ilişki regresyon yöntemiyle test
edilecektir. Araştırmanın sonuç bölümünde ise çalışmanın genelinde ve regresyon
testlerinin sonuçları değerlendirilecektir.
1. Yoksulluk Kavramı ve Yoksulluğu Belirleyen Faktörler
Yoksulluk kavramıyla, temel olarak giyinme, barınma ve gıda ihtiyacının
karşılanmasıyla oluşacak refah düzeyinin altında kalanlar ifade edilmektedir. Bu da
mutlak yoksulluk olarak tanımlanmaktadır (Hagenaars ve de Vos, 1988:214).
Kişinin yaşadığı toplum tarafından yoksul olarak kabul edilebilecek bir düzeyin
altında hayatını sürdürmesi ise göreli yoksulluk olarak ifade edilmektedir
(Hagenaars ve de Vos, 1988:215). Diğer taraftan, gelir yoksulluğu ve insani
yoksulluk ayrımında, yaşamını sürdürecek gelir düzeyinin altında olanlara gelir
yoksulu (Hagenaars ve de Vos, 1988:215-216), gelir yoksulluğundaki duruma ilave
olarak, kişinin bazı iktisadi, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanamamasına da
insani yoksul denir (UNDP, 1997:15-20). Yoksulluk tanımlamasında yapılan diğer
bir sınıflandırma ise Kırsal Yoksulluk-Kentsel Yoksulluktur. Çeşitli kıstaslara göre
yapılan yoksulluğun diğer bir tanımı da kırsal kesimde yaşayanlar ile kent
merkezinde yaşayanlar arasında yapılan ayrımdır (Masika, de Haan ve Baden,
1997:2-3). Böyle bir ayrımın gerekçesi ise kırsal kesimdeki yoksul nüfus ile kent
merkezlerindeki yoksul nüfusun bazı farklı özellikler taşımasıdır. Yoksulluğu
önlemeye yönelik politikalar oluşturulurken kırdaki ve kent merkezindeki yoksullar
arasında bir ayrım yapılması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu politika kırsal
kesimdeki veya kent merkezindeki ya da her iki kesimdeki yoksulluğun
önlenmesinde etkisiz kalabilir.2
Yukarıda genel olarak ifade ettiğimiz yoksulluğun tanımına ilişkin sınıflamalar
sadece bunlarla sınırlı değildir. Bunların dışında Objektif-Subjektif Yoksulluk,
Güçsüzlük ve Sesini Duyuramama, Zayıflık ve Korunmasızlık, Sosyal Dışlama,
Bağımlılık ve İzolasyon (Aktan ve Vural, 2002:6-12) gibi ayrımlar da söz
konusudur. Ancak araştırmanın özüne önemli bir katkısı olmayacak olan
2
Eğer söz konusu politika kent merkezindeki yoksulluğu hedef almışsa, kırsal kesimdeki yoksulluğu;
kırsal kesimdeki yoksulluğu hedef almışsa, kent merkezindeki yoksulluğu; hiçbirini dikkate almamışsa,
hem kırsal hem de kent merkezindeki yoksulluğu azaltıcı etkisi oldukça zayıf olur.
328
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
sınıflamaların detayına girilmeyecektir. Bu detaylara girmeden, araştırmanın sonraki
başlıklarında kullanılacak olan terminolojiye ışık tutması bakımından, yukarıdaki
tanımları ve açıklamaları vermekle yetineceğiz.3
Yoksulluk olgusu birçok sebebe bağlı olarak ortaya çıkabilir. Ancak neticesi
genellikle aynıdır. Diğer bir ifadeyle, çeşitli sebeplerden dolayı kişilerin gelirlerinde
veya harcama bütçelerinde meydana gelen azalmalar, onları yoksulluk seviyesine
düşürmektedir. Bu grupta olan kişilerin durumunu açıklamak için bazı temel verilere
ihtiyaç vardır. Bunlar giyinme, barınma ve gıda durumuna ilişkin göstergeler olup,
yoksulluğun temel düzeyde belirlenmesini sağlar. Söz konusu faktörlere eğitim,
sağlık, güvenlik, kültürel ihtiyaçlar, ekonomik gelişmeler, ekonomik ortam gibi
faktörler de ilave edildiğinde, yoksulluk denklemindeki belirsizlikler büyük ölçüde
giderilmiş olur. Diğer taraftan, yoksulluğun belirleyicisi olarak ifade ettiğimiz bu
faktörlerin ilk bakışta çok gereksiz veya yoksulluğun açıklamasına katkısının
olmayacağı şeklinde bir eleştiri getirilebilir. Ancak yoksulluğun oluşmasında söz
konusu faktörlerin katkısı dışlanmayacak kadar önemlidir. Durumu bir örnekle
açıklamak gerekirse, eğer bir ülkede devlet kişilere güvenli bir yaşam ortamı
oluşturamıyorsa, söz konusu ülkedeki ekonomik durumun iyi olacağını söylemek
çok zordur. Böyle bir ortamda gelirlerin önemli bir kısmına toplumda güçlü olanlar
sahip olacak, emek gücüyle çalışan (yoksul) ve güçsüz olanlar (korumasız) bu
süreçte güçlü olanlar tarafından büyük ölçüde sömürülecek ve yoksul kişilerin refah
sınırına olan uzaklığı daha da artmış olacaktır.
2. Yoksulluğu Ortaya Çıkaran Nedenler ve Yoksullukla Mücadele Eden
Kurumlar
Yoksulluğu önlemek için yapılacak ilk iş, yoksulluğa neden olan faktörleri doğru
bir şekilde tespit etmektir. Bu süreç, yoksullukla mücadelenin en önemli aşamasıdır.
Çünkü doğru bir şekilde tespit edilemeyen yoksulluk nedenleri, yoksulluğu azaltmak
veya ortadan kaldırmak için uygulanacak politikalarla uyumlu olmayacağından,
istenilen neticenin elde edilmesi zorlaşacaktır.4
Ülkelerin ekonomik, sosyal ve diğer konular bakımından sahip oldukları
farklılıklar, yoksulluğa neden olan faktörlerin ülkelere göre değişmesine neden
olmaktadır. Bununla birlikte bir ülkede yoksulluğun nedeni olan bir faktör
diğerlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Dolayısıyla, bir faktöre bağlı olarak
ortaya çıkan yoksulluk olgusu, zamanla diğer faktörlerin tesiriyle etkisini
genişletebilir ve kontrolü zorlaşır. Bu sebeple, yoksullukla zamanında, doğru
araçlarla ve bunları da etkin kullanmak suretiyle mücadele etmek gerekir.
3
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Aktan, C. C. ve Vural, İ. Y. “Yoksulluk: Terminoloji, Temel
Kavramlar ve Ölçüm Yöntemleri”, Aktan, C. C. (ed.), Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Ankara: Hak-İş
Konfederasyonu Yayınları, 2002.
4
Örneğin kişiler meslek sahibi olmadığı için gelir elde etme imkânı olmadığı bir durumda, bu kişinin ayni
veya nakdi yardımlarla tüketim harcamalarının kamu tarafından karşılanması bu kişinin/kişilerin
yoksulluğunun sona ermesine neden olmaz. Aksine bu süreç bir taraftan kamu harcamalarında
etkinsizliğine, diğer taraftan da asalak bir sınıfın oluşmasına neden olur. Çünkü çalışmadan tüketim
harcamaları finanse edilen bir kişi kendisini yoksulluk riski altında görmeyeceğinden, çalışma konusunda
isteksiz davranabilir. Verimli yatırım harcamalarının finansmanında kullanılması gereken kamu
harcamaları da bu harcamalar dolayısıyla verimsiz hale dönüşür. Bu sebeple bu durumda olan kişilerin
tüketim harcamaları finanse edilirken, aynı zamanda ilave kamu harcaması ve diğer yollarla bu kişilerin
meslek sahibi olması sağlanmalıdır. Ancak çalışma gücünü kaybetmiş (yaşlı, sakat vb.) yoksul kişiler için
yukarıdaki politika doğru bir yaklaşım olabilir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
329
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
Bir ülkede kişilerin belli bir kısmının yoksulluk düzeyinde yaşamlarını devam
ettirmelerine neden olan bazı faktörler vardır. Bunları şöyle açıklayabiliriz:5
• Doğal Afetler: Doğal afetler (deprem, sel, fırtına, yangın, vb.) insanların
yaşam standartlarını çeşitli düzeyde etkilediği için, yoksulluğun
nedenlerinden biri olarak zikredilmektedir. Doğal afetlerin etkisi, bu olayların
şiddeti, meydana geldiği mekanın özelliği (örneğin doğal afetin olduğu
yerdeki nüfus yoğunluğu) gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak değişmektedir.
• Savaş, İç Çatışma ve Terörizm: Savaş/iç çatışma ile yoksulluk ilişkisini, bir
taraftan kamu kaynaklarını söz konusu savaşın/çatışmanın finansmanı için
kullanmak suretiyle sosyal nitelikli kamu harcamalarının azaltılması, diğer
taraftan da bu sebeple insanların sağlık, sahip olduğu servet gibi, yaşamını
sürdürmede önemli bir yeri olan değerlerin yitirilmesi, yine bu süreçte
bakıma ihtiyacı olan kişi sayısının artması şeklinde açıklayabiliriz. Ayrıca
savaş, iç çatışma ve terörizm nedeniyle, bulundukları yerden daha güvenli
yere göç edenler bu süreçte yoksulluğu artıran bir diğer önemli faktördür.6
• Kaynak Dağılımındaki Çarpıklıklar: Gelirin üretim faktörleri arasında
dengesiz dağılımı toplumda yoksulluğa neden olmaktadır. Özellikle tekelci
piyasalar, baskı gruplarının etkisi ve bölgesel farklılıklar gibi faktörler,
kaynakların adil dağılımını etkiler ve toplumdaki mevcut yoksulluk sınıfının
genişlemesine neden olur.
• Ekonomik Krizler: Ekonomide çeşitli faktörle bağlı olarak ortaya çıkan
olumsuzluklar kişilerin elde ettiği gelir miktarını azaltmaktadır. Özellikle
yoksulluk sınırının hemen üzerinde yer alan kişiler bu gelir düşüşüne bağlı
olarak, insanca yaşamanın gerektirdiği harcamaları yapacak gelirden mahrum
kaldıkları için yoksul duruma düşebilirler.
• Küresel Sermaye Hareketliliğindeki Değişmeler: Günümüzde artan rekabet
şartlarında varlığını devam ettirmek isteyen işletmeler faaliyetlerini daha
uygun koşulların olduğu diğer ülkelere veya aynı ülke içinde değişik
bölgelere kaydırabilirler. Bu hareketlilik işletmelere önemli faydalar
sağlarken, bu işletmenin faaliyetleri sonucunda doğrudan veya dolaylı olarak
fayda elde edenler bundan mahrum kalırlar (DPT, 2001:129-130).
• Sağlık Koşulları: Sağlık koşulları ile yoksulluk arasındaki ilişkiyi, insanların
sağlık sorunları nedeniyle çalışma güçlerini kısmen veya büyük ölçüde
yitirmeleri, diğer taraftan da gerek kamu kaynaklarının gerekse kişisel gelirin
büyük bir bölümünün sağlık harcamalarının finansmanında kullanılması
nedeniyle, kişilerin yaşam standartlarını yükseltecek harcamalardan mahrum
kalmaları şeklinde açıklayabiliriz.
• Eğitim İmkânlarından Mahrum Kalmak: Eğitimli bir insan genellikle gelişen
ekonomik ve sosyal şartlara karşı kendini daha iyi korur ve fırsatları daha iyi
değerlendirir. Ancak eğitimsiz insanların yeni gelişmeleri algılamaları,
5
Yoksulluğun nedeni olarak yukarıda açıkladıklarımızın dışında başka faktörler de bir ülkede yoksulluğa
neden olabilir. Ancak burada söz konusu faktörleri açıklarken en çok rastlanan ve niteliği itibarıyla
genellik arz edenlere yer verilmiştir.
6
Göç, yukarıda belirtilen nedenlerle olabileceği gibi, bazen de yoksulluğun sonucu da olabilir. Buna göre,
insanlar yoksul oldukları için daha iyi yaşam standardına ulaşacaklarını düşündükleri yerlere doğru göç
edebilirler (Skeldon, (2002), “Migration and Poverty”, Asia-Pacific Population Journal, December: 67–
82, 71–75).
330
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
yorumlamaları ve bunlara karşı yeni bir plan oluşturmaları imkânsızdır. Bu
sebeple değişen şartlarda ortaya çıkan fırsatlardan yeterli ölçüde istifade
edemeyenler bu sürecin imkânlarından yeterli payı alamazlar. Böylece
yoksulluk ile refah düzeyi arasındaki fark açılır.
• Ekonomik Gelişmeler: Ekonomik gelişmeler insanlara bir taraftan yeni
fırsatlar sunarken, diğer taraftan da onların harcama bütçelerinin
genişlemesine neden olur. Fırsatlardan yararlanma ile harcama bütçesindeki
genişleme arasındaki fark birbirine yakın olduğu ölçüde kişilerin yaşam
standartlarında çok önemli bir değişim meydana gelmez. Ancak tersi
durumda, bir dönem varlıklı olarak kabul edilen kişiler bu farkın açılmasıyla
bir süre sonra yoksul duruma düşebilirler.
• Kültürel İhtiyaçların Karşılanamaması: 1997 yılında Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı (UNDP) tarafından geliştirilen “insani yoksulluk”
kavramının bir parçası olarak dikkate alınan kültürel ihtiyaçlar, yoksulluğun
belirlenmesinde gösterge olarak kabul edilmektedir. Bu faaliyetler sayesinde
kişiler sosyal ortama ve hayata tam olarak intibak etmekte ve toplumla
bütünleşmektedir.
• Vasıfsız İşgücü/Emeğin Yeterli Düzeyde Nitelikli Olmaması: Özellikle az
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile nüfus artış hızı yüksek olanlarda,
çalışma çağındaki işgücünün büyük bir bölümünün belli bir uzmanlık alanı
yoktur. Ayrıca söz konusu ülkelerde eğitim planlaması ve eğitimin içeriği,
uygulamadaki ihtiyaçlara göre belirlenmediğinden, eğitimli kişiler de
mesleklerinde yeterli düzeyde kalifiye niteliklere haiz değildir. Bu yüzden
insanlar ya istedikleri işi bulamadıkları için çalışmamayı tercih etmekte veya
düşük ücretle çalışmaya razı olmaktadır.
Yoksulluğu azaltmak için kurumsal düzeyde yapılan çalışmaları üç grupta
değerlendirebiliriz. Bunlar uluslararası kurumlar, ulusal kamu kurumları, ulusal özel
kurumlardır. Üç grupta topladığımız bu kurumlar yoksullukla mücadele eylem
planlarını oluşturmakta ve yoksulluğu azaltmak için bu doğrultuda çalışmalarını
yürütmektedir. Uluslararası düzeyde yoksullukla mücadele eden en önemli iki
kurum Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’dır.
Uzunca bir süredir bu doğrultuda faaliyet yürütmelerine rağmen yoksulluğun yoğun
olarak yaşandığı ülkelerde yoksulluğun azaltılmasında önemli bir başarı sağlandığını
söylemek güçtür. Ayrıca uluslararası düzeyde faaliyet gösteren bazı sivil toplum
kuruluşları da yoksulluğun azaltılması için benzer faaliyetler yürütmektedir. Diğer
taraftan ulusal düzeyde hükümetler kamu harcamalarının bir kısmını bu amaç için
kullanmaktadır. Bu amaçla yapılan kamu harcamalarının her ülkede aynı düzeyde
etkili olduğunu söylemek güçtür. Son olarak ulusal düzeyde başta sivil toplum
kuruluşları olmak üzere, özel kurum ve kuruluşlar tarafından yapılan çalışmaların
yoksulluğun azaltılmasında önemli katkılarının olduğunu söyleyebiliriz.
3. Yoksulluğu Azaltmak için Kullanılan Kamu Harcamalarının Kapsamı ve
Özelliği
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, yoksulluğu azaltmak için yoksulluğa neden olan
faktörleri belirleyip, ortadan kaldırmak gerekir. Yoksulluğa neden olan faktörlerin
farklılığı dikkate alındığında, kamu sosyal harcamaları da nitelik itibarıyla
farklılaştırılmalıdır. Böyle bir ayrım yapılmadan gerçekleştirilecek harcamalar farklı
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
331
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
yoksul grupları üzerinde (mesleği olmayan yoksullar, eğitimli yoksullar vb.) aynı
düzeyde etkiye sahip olmayabilir. Diğer bir ifadeyle, aynı miktardaki bir sosyal
harcama kırsal kesimdeki yoksulluğun %10 azalmasını sağlarken, kent merkezindeki
yoksulluğu %3 azaltabilir. Bu değişiklik kırsal ve kent merkezlerinde yoksulluğa
neden olan faktörlerin farklılığından kaynaklanmaktadır.
Yoksulluğu azaltmak için hükümetlerin yaygın olarak kullandığı araç, kamu
harcamasıdır.7 Yoksulluğun kaynağı ne olursa olsun, bunun için büyük ölçüde kamu
harcaması yapılması gerekmektedir. Ancak bazen kamu gelirlerinin de benzer
amaçlarla kullanıldığı görülmektedir. Örneğin belli gelir düzeyinin (yoksulluk
sınırının) altındaki kişilerin elde edeceği gelir vergiden muaf tutulabilir veya söz
konusu gelire daha düşük bir vergi oranı uygulanabilir. Yoksulluğun azaltılmasında
bir araç olarak kullanılmasına rağmen, bu uygulamanın kamu harcaması kadar geniş
olduğunu söylemek güçtür.
Yoksulluğu azaltmak için kullanılacak kamu harcamaları transfer harcamaları
niteliğinde olup, sosyal kamu harcamaları olarak da nitelendirilmektedir. Söz konusu
harcamalar uygulamada şu şekilde kullanılabilir:
• Doğrudan gelir transferi,
• Harcama bütçesi finansmanı,
• Vasıfsız veya geçerliliğini yitirmiş meslek gruplarına yeni ve geçerli
meslekler kazandırılması,
• Girişimcilik vasfının kazandırılması,
• Diğer uygulamalar (sağlık, eğitim, güvenlik ve diğer sosyal imkânların
geliştirilmesi).
3.1. Doğrudan Gelir Transferi
Bu uygulamada yoksulluk sınırının altındaki kişilere yoksulluk düzeyine bağlı
olarak gelir transferi yapılmaktadır. Genellikle yoksul kişilere transfer edilen gelirin
nasıl kullanılacağına ilişkin herhangi bir sınırlama yoktur. Burada kişilerin söz
konusu gelirleri, kendi faydasını en yüksek düzeye çıkarmak için kullanacak bilince
sahip olduğu, bu sebeple gelirin kullanımına ilişkin herhangi bir kısıtlama yapılması
ve koşul getirilmesi durumunda, kişinin aynı gelirden daha az fayda elde etmesine
neden olacağı düşüncesi hakimdir.
3.2. Harcama Bütçesi Finansmanı
Doğrudan gelir desteğinin aksine, yoksul olan kişilerin sahip olacakları gelirle
kendi faydalarını en üst düzeyde gerçekleştiremeyecekleri için bunun yerine onların
faydasını en üst düzeye çıkaracak tüketim malları ve hizmetleri alınmakta ve yoksul
kişilere dağıtılmaktadır. Bu uygulama genellikle ayni yardım ve ihtiyaç duyulan
hizmetin maliyetinin karşılanması şeklinde olmaktadır.8 İlk bakışta doğrudan gelir
desteği ile harcama bütçesinin finansmanı birbirinin alternatifi olarak görülse de,
aslında bu iki uygulama birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Çünkü yoksulluğu
azaltmak için sadece doğrudan gelir desteği veya harcama bütçesinin finansmanı
7
Çalışmanın sınırlarına uygun olarak, burada yoksulluğu azaltmak için sadece kamu kesiminin kullandığı
araçlar, bu araçlardan da sadece kamu harcamaları niteliğinde olanlar ile söz konusu araçların uygulama
yöntemlerine değinilecektir. Diğer kurumların bu amaçla yaptığı çalışmalar bir başka araştırma konusu
olduğundan, dikkate alınmayacaktır.
8
Yoksulların ısınma ihtiyaçlarını karşılamak için odun, kömür yardımı yapılması gibi uygulamalar ayni
yardımlara; sağlık hizmeti ihtiyacı olanların bu hizmeti aldıktan sonra bunun maliyetinin devlet tarafından
karşılanması da hizmet yardımına örnek olarak gösterilebilir.
332
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
etkin bir yöntem olmayabilir. O zaman hangi yöntem daha etkin ise onun
kullanılması gerekmektedir.
3.3. Vasıfsız veya Geçerliliğini Yitirmiş Meslek Gruplarına Yeni ve Geçerli
Meslekler Kazandırılması
Yoksulluğun en önemli sebeplerinden biri olan vasıfsız veya geçerliliğini
yitirmiş meslek grubunda olanların meslek sahibi yapılması gerekir. Bu amaçla
kamu harcamaları, iş atölyelerinin kurulması, eğitim merkezlerinin (çıraklık okulları
gibi) açılması vb. uygulamalar için kullanılmaktadır. Eğer başarılı bir şekilde
uygulanabilirse, yoksulluğu azaltmada oldukça etkin olabileceğini söyleyebiliriz.
3.4. Girişimcilik Vasfının Kazandırılması
Mesleğinde belli bir kalifiye düzeye ulaşmış ancak işletme kuracak kadar
sermaye birikimi olmayan yoksul kişilere belli bir düzeyde sağlanacak sermaye
miktarı ile (mikro kredi uygulaması gibi) bu kişiler hem yoksulluktan kurtulmuş olur
hem de milli gelire daha fazla katkı sağlarlar. Ancak sermaye desteği ile girişimci
olarak desteklenecek kişilere belli bir düzeye kadar yapılan işle ilgili uzman
desteğinin verilmesi ve işletme faaliyetlerinin denetlenmesi gerekmektedir.9
Girişimci her ne kadar belli bir mesleki birikime sahip olsa da, mevcut piyasa
şartlarında işletme faaliyetlerinin yönlendirilmesi ve geliştirilmesi konusunda uzman
desteği alması gerekir. Ayrıca işletme faaliyetlerinin ilk başta belirtilen alanda olup
olmadığı (verilen sermayenin beyan edilen işlerde kullanılıp kullanılmadığı)
uygulama aşamasında denetlenmelidir.
3.5. Diğer Uygulamalar
Sağlık, eğitim, güvenlik, savaş, iç çatışma ve doğal afetlerin neden olduğu
hasarlar gibi nedenler toplumda yoksulluğu artırabilir. Kamu harcamaları hem söz
konusu hizmetlerin geliştirilmesi hem de ülkedeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi
için kullanılabilir. Buradaki uygulama iki şekilde olabilir: Bunlardan birincisinde,
kamu harcamaları toplumdaki sağlık, eğitim ve savunma gibi herkesi ilgilendiren ve
yaşam kalitesini doğrudan etkileyen hizmetlerin niteliğini artırmak için
kullanılabilir. Bu durumda devlet doğrudan ve büyük miktarlarda kamu harcaması
yapabilir. İkinci durumda ise, ülkedeki yoksul kesim çeşitli nedenlerle (ulaşım, terör
vb.) sağlık, eğitim ve savunma hizmetlerinden yeterince faydalanamayabilir.
Özellikle kırsal alanda yaşayanlar sıklıkla bu durumla karşılaşmaktadır. Bu sorunun
çözümü için bir taraftan ulaşım imkânları geliştirilmeli, diğer taraftan da söz konusu
hizmetler bu alanlarda da yaygınlaştırılmalıdır.
Kamu harcamaları yukarıda sıraladığımız yöntemlerden biri veya birkaçı aynı
anda kullanılmak suretiyle yoksullukla mücadelede edilmektedir. Ancak araçların
kullanımını tek bir yönteme indirgemek, söz konusu aracın etkisini
sınırlandırmaktadır. Örneğin insanların tüketim kararlarını sınırlamamak amacıyla
yoksullara doğrudan gelir desteği yapılarak etkin bir sonucun elde edilmesi mümkün
değildir. Çünkü yoksulların tamamı aynı bilinç düzeyine sahip değildir. Bu sebeple
kendisine transfer edilen geliri gerçek ihtiyaçlarını karşılamak yerine, tali nitelikteki
harcamalarının finansmanında da (örneğin sigara ve alkol gibi) kullanabilir. Bu
sebeple kamu harcamalarının uygulanma aşamasında mutlak surette farklılaştırma
9
Örneğin tarım ve hayvancılık faaliyetlerine yönelik girişimcilikte uzman desteği çok önemlidir. Çünkü
bu faaliyet gösterenler genlikle geleneksel usullerle üretim yapmakta, etkin ve verimli tarım ve
hayvancılık konusunda yeterli bilgi birikimine sahip değillerdir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
333
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
yapılması gerekir. İnsanların özgür karar vermesini sağlamak adına yoksulluğun
giderilmesi için aynı uygulamada (örneğin sadece gelir desteği veya sadece harcama
bütçesinin finansmanı) ısrar edilmemelidir.
Yoksulluk sınıflaması yapıldıktan sonra hangi yöntemin hangi grup için
kullanılacağı belirlenmelidir. Ayrıca uygulama sürecinde elde edilen netice ile
hedefler karşılaştırılmalı, eğer arada önemli sapmalar meydana gelmişse uygulama
süreci yeniden gözden geçirilmeli, aksaklıklar giderilmelidir. Gerekli olması
durumunda aracı kullanma yöntemi de değiştirilmelidir. Yoksulluğun azaltılmasında
ancak bu şekilde kayda değer başarılar elde edilebilir. Aksi halde kaynak
aktarıldıktan sonra takibi yapılmıyorsa, hedeflenen neticelere ulaşmak neredeyse
imkânsızdır. Ayrıca kamu harcamalarının etkin kullanılamaması nedeniyle
yoksulluğun azaltılmasında belirlenen başarının elde edilememesi vergi
mükelleflerini de olumsuz etkileyebilir.
4. Türkiye’de Yoksulluk ve Yoksulluğu Azaltmaya Yönelik Kamu Sosyal
Transfer Harcamaları
Yoksulluk, az gelişmiş ülkelerin temel sorunu olmakla birlikte, gelişmekte olan
ülkeler sınıfındaki Türkiye’de uzun süredir varlığını devam ettiren önemli sosyal
sorunlardan birisidir. Bu sorunun boyutuna (yoksulluk düzeyi ve genel nüfus
içindeki payı) ve çözümüne ilişkin çeşitli araştırmalar yapılmış olsa da uzunca bir
süre uygulamada kayda değer bir gelişme olmamıştır. Mevcut uygulamalar, önemli
bir değişikliğe uğramadan devam ettirilmiştir.
Türkiye’de yoksulluk oranına ilişkin 2002 yılından önce yapılan çalışmaların
sayısı son derece sınırlıdır. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) (2005’teki isim
değişikliği ile Türkiye İstatistik Kurumu-TÜİK) ile Dünya Bankası, 1987 ve 1994
yıllarına ilişkin Hanehalkı Gelir ve Tüketim Harcamaları Anketlerinden elde edilen
verileri dikkate alarak, yoksulluk oranına ilişkin bir çalışma yapmıştır. 2002 yılından
sonra ise Hanehalkı Bütçe Anketi verileri esas alınarak, yoksulluk oranları ve buna
ilişkin çeşitli istatistikler düzenli olarak yayınlanmaya başlanmıştır. Yoksulluk
istatistiklerindeki bu kesintiler, yoksulluğun azaltılması için yapılan kamu
harcamalarının etkilerinin tam olarak belirlenebilmesini güçleştirmektedir.
4.1. Türkiye’de Yoksulluğun Görünümü
Türkiye’deki yoksulluk düzeyini gösteren istatistiki verilerdeki yetersizlik
nedeniyle, geçmiş yıllardan günümüze, yoksulluğun nasıl seyir izlediği hakkında
kesin bir kanaate ulaşmak güçtür. Ayrıca yoksulluk düzeyinin belirlenmesine ilişkin
yapılan çalışmalarda kullanılan yöntemlerin birbirinden farklı olması, bu
mukayeseyi daha da zorlaştırmaktadır. Bir diğer sorun da yoksulluğun ayrıntılarına
ilişkin 2002 yılından önceki dönemlere ait veri olmamasıdır. Yoksulluğun
ayrıntılarına ilişkin (eğitim, iş türleri, sektörler vb. durumuna göre) gelişimi ancak
2002–2008 yılları arasında görme imkânı vardır.
Bu kısıtlar altında Türkiye’de yoksulluk düzeyini10 gösteren çalışmalarda ortaya
çıkan durumu şöyle ifade edebiliriz: 1973 yılında toplam nüfusun yaklaşık 1/3’ü
giyinme, barınma ve beslenme ihtiyaçlarının karşılanmasıyla oluşan refah düzeyinin,
diğer bir ifadeyle mutlak yoksulluk sınırının altında yaşamlarını sürdürmektedir.
10
Bu çalışmada, Türkiye’deki yoksulluk değerlendirmesinde gelir yöntemine göre mutlak yoksulluk
tanımı kullanılmaktadır.
334
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
Buna göre 1973, 1978 ve 1983 yıllarındaki yoksulluk oranları sırasıyla %32,01,
%24,98 ve %29,88 (Celasun, 1986:210)’dir. Yoksulluk oranı 1973’ten 2004 yılına
kadar, 21 yılda, sadece %5’lik bir gerileme kaydederek, 2004 yılında %26,98 olarak
gerçekleşmiştir. Ancak 2004 yılından itibaren yoksulluk düzeyinde kayda değer bir
azalma meydana gelmiştir. Diğer bir ifadeyle, mutlak yoksulluk oranında 1973–
2004 yılları arasında meydan gelen değişim (azalma) 2005–2008 dönemindekinden
daha düşüktür (Tablo 1).
Yoksulluk kır ve kent ayrımına göre değerlendirildiğinde, kırsal kesimdeki
yoksulluğun oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Yıllar içinde yoksulluk düzeyi
¼ oranında gerilemiş olsa da 2008 rakamlarına göre kırsal yerleşim alanlarında
yaşayan nüfusun yaklaşık 1/3’ü hâlâ yoksulluk sınırının altında yaşamını
sürdürmektedir. Aynı oran, kent merkezlerinde oldukça makul düzeyde olup, 2008
yılı itibarıyla %9,38 olarak ölçülmüştür (Tablo 1).
Yoksulluğu, iktisadi faaliyet türlerine göre incelediğimizde, çalışan kesimde
yoksulluğun yaygın olduğu sektör tarım, en düşük olduğu sektör ise hizmet
sektörüdür. Ancak hizmet sektöründeki yoksulluk düzeyi çok önemli bir gelişme
kaydetmiştir. 2002 yılında hizmet sektöründeki yoksulluk oranı %25,82 iken, 2008
yılında aynı oran %6,82 olarak gerçekleşmiştir. Diğer bir ifadeyle, hizmet
sektöründeki yoksulluk altı yılda yaklaşık olarak 2/3 oranında azalmıştır. Aynı
dönemde sanayi sektöründeki yoksulluk düzeyi ise yarı yarıya gerilemiştir. Diğer
taraftan işsiz olanların yoksulluk oranı zamanla gerilemiş olsa da hâlâ yüksek
seviyededir (Tablo 1).
Kişilerin işteki durumlarına göre yoksulluk oranlarına baktığımızda (Ücretsiz
Aile İşçisi, Yevmiyeli, İşveren, Kendi Hesabına, Ücretli Maaşlı) en yüksek
yoksulluk, yevmiyeli çalışanlar ile ücretsiz aile işçilerindedir. Bu iki kesimin
2002’deki yoksulluk oranı sırasıyla %45,01-%35,33 iken, 2008 yılında %28,56%32,03 olarak gerçekleşmiştir (Tablo 1).
Tablo 1: Mutlak Yoksulluk Oranları (%, 1973-2008)
19942
20023
20033
20043
20053
20063
27,00
28,30
26,96
28,12
25,60
20,50
17,81
17,79
41,50
35,00
34,48
37,13
39,97
32,95
31,98
34,80
34,62
14,30
22,00
21,95
22,30
16,57
12,83
9,31
10,36
9,38
• Tarım
36,42
39,89
40,88
37,24
33,86
32,05
37,97
• Sanayi
20,99
21,34
15,64
9,85
10,12
9,70
9,71
• Hizmet
25,82
16,76
12,36
8,68
7,23
7,35
6,82
• İşsizler
• Ekon.
Olarak
Aktif
Olmayan
15 Yaşından
Küçük
32,44
30,97
27,37
26,19
20,05
26,01
17,78
22,15
22,82
20,95
15,92
13,60
14,74
13,73
34,55
37,04
34,02
27,71
25,23
25,55
24,43
Kent
İktisadi Faal.
Tür.
15 Yaş ve Üstü
20073
20083
19871
Mutlak
Yoksulluk
(Türkiye)
Kır
17,11
• Çalışanlar
İşteki Durumu
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
335
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
• Ücretli
maaşlı
13,64
15,28
10,35
6,57
6,00
5,82
5,93
• Yevmiyeli
45,01
43,09
37,52
32,12
28,63
26,71
28,56
• İşveren
8,99
8,84
6,94
4,80
3,75
3,15
1,87
• Kendi
Hesabına
29,91
32,38
30,48
26,22
22,06
22,89
24,10
• Ücretsiz Aile
İşçisi
35,33
38,51
38,73
34,52
31,98
28,58
32,03
1–2
16,51
13,41
14,49
8,44
10,95
9,36
9,85
3–4
16,37
17,08
13,71
9,22
8,27
8,06
8,23
31,67
27,40
22,41
17,54
20,79
21,14
45,95
48,41
51,06
44,08
41,83
39,79
37,68
1–2
16,48
13,50
13,96
8,25
10,66
8,84
9,57
3–4
16,68
17,48
13,84
9,36
8,49
8,30
8,48
5–6
29,47
32,04
27,74
22,77
17,76
21,20
21,54
7+
47,38
49,22
51,97
45,99
42,98
41,32
38,20
Har. Esaslı
Göreli Yoks.
(Türkiye)
14,74
15,51
14,18
16,16
14,50
14,43
Hanehalkı
Büyüklüğü
• Yoksul
Hanehalkı
5–6
7+
29,03
• Yoksul Fert
15,06
Kaynak: 1 Dağdemir, Ö. (2002), “Türkiye Ekonomisinde Yoksulluk Sorunu ve
Yoksulluğun Analizi, 1987-1994”, Aktan, C. C. (ed.), Yoksullukla Mücadele Stratejileri,
Ankara: Hak-İş Konfederasyonu Yayınları, http://www.canaktan.org/ekonomi/ yoksulluk/
ucuncu-bol/dagdemir.pdf, (Erişim:05/01/2009),11
2
World Bank ve Devlet İstatistik Enstitüsü (2005), Turkey: Joint Poverty Assessment
Report, Rapor No: 29619-TU, http://www-wds.worldbank.org/servlet/WDSContentServer/
WD
SP10/12/000012009_20051012161856/Rendered/PDF/296190rev0v1.pdf,
(Erişim:
28/02/2009). World Bank ve DİE (TÜİK), 2005, 8-31;
3
T.C. Başbakanlık, Türkiye İstatistik Kurumu.
Yoksulluk oranı eğitim durumuna göre değerlendirildiğinde, yoksullukla eğitim
düzeyi arasında ters yönlü bir ilişkinin olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle,
eğitim düzeyi arttıkça yoksulluk azalmaktadır. Bu grupta yoksulluğun en yüksek
olduğu kesim hiç okuma-yazması olmayanlar, en düşük olanı ise yüksekokul,
fakülte ve üstündeki eğitim düzeyine sahip olanlardır. Zaman içinde okuma-yazması
olmayan nüfusun yoksulluk oranı azalma kaydetse de, hâlâ çok yüksektir.
Yoksulluğun cinsiyet ayrımına göre dağılımına baktığımızda çok önemli bir farklılık
336
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
yoktur. Kadın ve erkek arasındaki yoksulluk oranları birbirine oldukça yakındır
(Tablo 2).
Tablo 2: Hanehalkı Fertlerinin Cinsiyet ve Eğitim Durumuna Göre
Yoksulluk Oranları (%, 2002-2008)
Top.
2002
Erkek
Kadın
Türkiye
26,96
26,72
27,19
6 Yaşından Küçük Fertler
33,17
32,92
33,44
Okur-Yazar Değil
41,07
46,52
39,61
Okur-Yazar Olup Bir Okul
Bitirmeyen
34,60
35,50
33,74
İlkokul
26,12
28,06
24,33
İlköğretim
26,47
28,40
24,10
Ortaokul ve Orta Dengi
Meslek
18,77
19,49
17,38
Lise ve Lise Dengi Meslek
9,82
10,99
8,24
Yüksekokul, fakülte ve üstü
1,57
2,12
Top.
1,22
2005
Erkek
Kadın
20,50
19,97
21,01
Top.
28,1
2
37,7
5
42,4
2
35,8
7
27,5
5
29,5
6
18,3
1
11,1
9
2,66
6 yaşından küçük fertler
27,71
27,86
27,56
Okur-yazar değil
37,81
40,59
37,04
Okur-yazar olup bir okul
bitirmeyen
28,44
28,76
28,14
İlkokul
17,13
19,92
14,51
İlköğretim
22,42
21,79
23,02
Ortaokul ve orta dengi meslek
Lise ve lise dengi meslek
8,37
6,79
9,72
7,98
5,62
5,14
Top.
17,8
1
24,7
8
33,7
1
25,3
6
14,1
9
18,0
6
8,07
5,20
Yüksekokul, fakülte ve üstü
0,79
0,83
0,72
1,01
TÜRKİYE
2003
Erkek
Kadın
Top.
2004
Erkek
Kadın
27,92
28,31
25,60
25,20
25,98
38,24
37,23
34,19
34,19
34,18
47,22
40,95
45,11
48,50
44,10
36,32
35,45
33,67
34,19
33,16
29,81
25,47
24,36
27,50
21,55
29,13
29,98
25,49
25,37
25,60
19,66
16,03
13,00
14,95
9,45
12,27
9,73
8,28
9,69
6,39
3,04
2006
Erkek
2,05
1,33
0,93
Kadın
Top.
1,57
2007
Erkek
Kadın
Top.
2008
Erkek
Kadın
17,32
18,27
17,79
17,33
18,26
17,11
16,70
17,52
25,12
24,43
24,52
24,91
24,10
22,53
22,86
22,18
36,79
32,84
33,68
38,96
32,29
39,59
46,12
37,84
25,68
25,06
26,71
27,03
26,42
26,31
27,67
25,05
16,52
12,05
14,24
15,87
12,68
13,44
15,91
11,22
16,47
19,66
19,19
19,79
18,55
17,20
18,67
15,66
9,69
6,06
4,89
4,05
9,16
5,88
11,06
7,05
5,57
4,09
8,34
5,64
9,85
6,00
5,78
5,11
1,28
0,56
0,81
0,97
0,53
0,71
0,88
0,43
Kaynak: T.C. Başbakanlık, Türkiye İstatistik Kurumu.
4.2. Yoksulluğu Azaltmaya Yönelik Kamu Sosyal Transfer Harcamaları
Türkiye’de yoksulluğu azaltmak için çeşitli kamu kurumları temel faaliyet
alanlarıyla bağlı olarak birtakım hizmetler sunmaktadır. Ancak bu kurumların
yoksulluğu azaltmak için yaptığı çalışmalar genellikle koordineli yürütülmediği için,
yoksulluğun azaltılmasıyla elde edilecek başarıyı da sınırlandırmaktadır.11
Yürüttüğü faaliyetlerle yoksulluğun azaltılmasına katkısı olan kurumlar Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü (SYDGM), Sağlık Bakanlığı (SB),
Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM), Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ve Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)’dur. Bu kurumlardan SB herhangi
bir sosyal güvencesi olmayan yoksulların sağlık hizmetlerinden yararlanmasını
sağlayarak; VGM muhtaç aylıkları, imaret (aşevi) hizmetleri, tedavi giderlerinin
karşılanması ve burslar vererek;12 SGK 2022 sayılı Kanun uyarınca yaşlı ve özürlü
11
Bu çalışmada kamu sosyal transfer harcamaları ile yoksulluk arasındaki ilişki tespit edilirken, bu
kapsamda harcama yapan genel bütçeye dahil kurumların harcamaları ve faaliyetlerine yer verilecektir.
Yerel yönetimler tarafından yapılan aynı nitelikteki harcamalar bu çalışmanın sınırları dışındadır.
12
Ayrıntılı bilgi için bkz: Vakıflar Genel Müdürlüğü, Sosyal Hizmetler, http://www.vgm.gov.tr/
(25/02/2009)
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
337
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
kimselere maaş ödemeleri yaparak; SHÇEK ayni ve nakdi yardımlar yaparak;13
SYDGM hem ayni hem de nakdi yardımlarla birlikte girişimciliğin geliştirilmesi,
meslek kazandırılması gibi projeler üreterek14 yoksulluğun azaltılmasına katkı
yapmaktadır. Bu kurumların önemli bir bölümünün veya mevcut kurumların,
yoksulluğun azaltılmasına yönelik faaliyetleri 1980’li yıllardan sonra başlamıştır. Bu
sebeple kurumsal düzeyde yoksulluğun azaltılmasına yönelik temel politikaların
oluşturulması bu dönemden sonradır.
Yoksulluğun azaltılması için faaliyette bulunan bu kurumlardan en çok kamu
harcaması SB tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu kurumu SGK, SYDGM ve
SHÇEK izlemektedir. En düşük harcama ise VGM tarafından gerçekleştirilmektedir.
Bu kurumların yaptıkları harcamalar sürekli artmıştır. Ayrıca bu harcamaların
GSMH içindeki payı da artmıştır. 2002-2008 döneminde GSMH oranlarındaki
artışlar dikkate alındığında, oranın artması son derece önemlidir (Tablo 3).
Tablo 3: Kamu Sosyal Transfer Harcamaları, 2002 – 2008 (Milyon TL)
SB
SYDGM
VGM
SHÇEK
SGK
Toplam (1)
GSMH (2)
1/2
2002
650,000
892,195
7,019
5,233
1.008,846
2.563,293
350.476
0,007314
2003
917,000
651,990
17,220
9,910
1.047,341
2.643,461
454.781
0,005813
2004
1.062,000
1.347,846
48,417
11,484
1.092,457
3.562,204
559.033
0,006372
2005
1.809,000
1.304,395
60,767
15,980
1.266,268
4.456,410
648.932
0,006867
2006
2.910,000
1.394,700
70,041
41,000
1.243,878
5.659,619
758.391
0,007463
2007
3.913,000
1.413,757
112,448
48,255
1.246,120
6.733,580
843.178
0,007985
2008
4.031,000
1.797,080
726
59,300
2.018,629
8.632,010
950.098
0,009085
Kaynak: T.C. Maliye Bakanlığı, Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü.
T.C. Başbakanlık, Türkiye İstatistik Kurumu.
T.C. Başbakanlık, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Genel Müdürlüğü (2008), 2007 Yılı
Faaliyet Raporu, Ankara: T.C. Başbakanlık SHÇEK, 65
Demir Ş., S. (2008), Türkiye’de Sosyal Transferlerin Yoksulluk Üzerindeki Etkileri, Ankara:
DPT, 96
DPT, (2009); 2010 Yılı Programı, 18
4.3. Türkiye’de 2002–2007 Yılları Arasında Kamu Sosyal Transfer
Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkisinin Ekonometrik Analizi
Türkiye’de yoksullukla ilgili literatürde çok sayıda çalışma olmasına rağmen,
kamu sosyal transfer harcamalarının yoksulluk üzerindeki etkilerine dair
modellemeye yönelik bir araştırmaya rastlanmamıştır. Türkiye’deki yoksulluk
çalışmalarının bir bölümü yoksulluk sınırının belirlenmesi, yoksulluk profilinin
analiziyle ilgiliyken; diğer grubu oluşturan çalışmalarda makro ekonomik
politikalar, maliye politikaları, eğitim, istihdam ve sağlık alanındaki sektörel
politikaların yoksullukla ilişkisi üzerinde durulmuştur. Kamu sosyal transfer
13
Ayrıntılı bilgi için bkz: T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Genel Müdürlüğü, 2007
Yılı Faaliyet Raporu, Ankara, 2008
14
Ayrıntılı bilgi için bkz: T.C. Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü, 2007
Yılı Faaliyet Raporu, Ankara, 2008 ve Stratejik Plan 2009-2013, Ankara, 2008.
338
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
harcamaları ile yoksulluk arasındaki ilişkiyi konu alan tek çalışma Şeker (2008)
tarafından yapılan DPT uzmanlık tezidir. Şeker’in bu çalışması, TÜİK tarafından
yapılan Hanehalkı Bütçe Anketlerini kullanmak suretiyle, yoksullara yapılan gelir
transferi öncesi ve sonrası yoksulluk boyutunun karşılaştırılması niteliğindedir.
Çalışmamızın adı geçen çalışmalardan/çalışmadan farklılığı, kamu sosyal transfer
harcamalarının yoksulluk üzerindeki etkisini zaman serisi kullanarak yapılan
modellemeyle analiz etmesidir.
Dünyada kamu sosyal transfer harcamalarının yoksulluk üzerindeki etkisini
analiz eden çok sayıda çalışma yapılmıştır. Çalışmaların bir kısmı makro düzeyde
doğrudan kamu sosyal transfer harcamalarının yoksulluk üzerindeki etkilerini analiz
ederken (örneğin Atkinson, 2000; Immervoll vd., 2006; Heady vd., 2001;
Weisbrod,1969; Beckerman 1979), diğer bir kısmı da söz konusu harcamaların belli
yoksul gruplar üzerindeki etkisini (örneğin çalışma çağındaki nüfus üzerine etkisi:
Förster and d’Ercole, 2005; sağlık harcamalarının yoksulluk üzerine etkilerini 11
Asya ülkesi üzerine yapmışlar ve çalışma ile 11 Asya ülkesi sağlık harcamalarına
konumlandırılmışlardır: Doorslaer vd, 2006; Tanzanya ve Zambia için kamu eğitim
harcamalarının büyüme, insan sermayesi ve yoksulluk üzerine etkilerini)
incelemişler ve eğitim harcamalarının artırılmasının ekonomik büyümeyi artıracağı
ayrıca yoksulluğu azaltacağı sonucuna ulaşmışlardır. Literatürde bu konuda yapılan
bir diğer çalışma da yerel yönetim harcamalarının yoksulluğu azaltığı bulgusuna
ulaşan (Fon, Hazell ve Hague, 2000 ve Fon, Zhang ve Zhang, 2000) çalışmalardır.
Analize konu olan veriler 2002–2007 yıllarını kapsayan dönemi içine
almaktadır.15 Verilerin bu yıllar arasında olmasının sebebi 2002 yılından önceki
verilere ulaşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Veri sayısı ile ilgili kısıt,
çalışmanın zayıf yönü olarak dikkat çekmekte ve farklı analizlerin yapılmasını
engellemektedir. Uygulamada altı veriyi kapsayan zaman serisi ile klasik En Küçük
Kareler yöntemi uygulanmıştır. Çalışmada yoksulluğu azaltmak için kullanılan
kamu sosyal transfer harcamaları (YoksHar)16 bağımlı değişken olarak kullanılmış
olup, farklı bağımsız değişkenlerin (cinsiyet, sosyo-ekonomik ve çalışma grupları ile
eğitim durumları) üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Analizde kullanılan bağımlı
değişkenler cinsiyete göre: kadın, erkek; iktisadi faaliyetlere göre: tarım, sanayi,
hizmet ve çalışmayan; hanehalkı çalışanlarının işteki durumuna göre: ücretli maaşlı,
yevmiyeli, işveren, kendi hesabına, ücretsiz aile işçisi ve iş arayanlar olarak
sınıflandırılmıştır. Kurulan ekonometrik modeller aşağıda verilmiştir.
İlk olarak cinsiyet ile yoksulluk harcamaları arasındaki ilişkiye baktığımızda, (1)
nolu modelde yoksulluk harcamalarının kadınlar üzerinde etkisi görülmektedir.17
15
Çalışmaya konu olan veriler Tablo1, 2 ve 3’teki veriler kullanılmıştır.
Çalışmanın bu bölümünde yoksulluk harcaması, yoksulluğu azaltmak için kullanılan kamu sosyal
transfer harcamalarının karşılığı olarak kullanılacaktır.
17
Çalışmada katsayıların anlamlık düzeyleri için %5 hata payı ile çalışılmıştır. Parantez içindeki değerler
kuyruk olasılıklarını (Prob) ifade etmektedir. Çalışmada modelleme sonucunda elde edilen tüm
parametreler %5 hata payına göre istatistiksel olarak anlamlıdır. Analizde kullanılan modellerin tümünde
normallik varsayımı sağlanamasa da hiçbir modelde otokorelasyona (DW) ve değişen varyansa (White
cross terms) rastlanmamıştır. Değişkenlerin tamamı %10 düzeyinde durağanlığı sağlamaktadır.
16
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
339
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
2
Kadın = 33.90 - 0.002491YoksHar R = 0.89
0.0001
0.0044
DW :1.89
(1)
White : 4.62
Erkek = 33.47 - 0.002556 YoksHar R = 0.87
2
0.0014
0.0187
DW :1.82
(2)
White : 2.88
Modele göre yoksulluk harcaması yapılmadığı durumda kadınların yoksulluk
oranı %33,9 olarak belirlenmiştir. Yoksulluk harcamasında her bir birimlik harcama
(milyon TL’lik harcama)18 kadın yoksulluk oranını 0,002491 kadar azaltmaktadır.
Benzer şekilde (2) nolu modelde yoksulluk harcamasının hiç yapılmadığı durumda
erkeklerin yoksulluk oranı %33,47 olmaktadır. Yoksulluk harcamasında her bir
milyon TL’lik artış, erkek yoksulluk oranını 0,002556 kadar azaltmaktadır. Her iki
modelde de katsayılar istatistiksel olarak anlamlı olup, bağımsız değişkenin modeli
açıklama gücü oldukça yüksek seviyededir. Modelden elde edilen katsayılar iktisadi
beklentilere uygun ve istatistiki kriterleri sağlamaktadır. Burada dikkat çekici olan
sonuç, kadınların yoksulluk oranının erkeklerden yüksek olması, ayrıca yapılan her
birim yoksulluk harcamasında erkeklerin yoksulluk oranının kadınlara göre daha
hızlı düştüğüdür. Her iki model birlikte değerlendirildiğinde;
2
TYoksOranı = 33.69 - 0.00252 YoksHar R = 0.88 DW :1.85
0.0001
0.0054
White : 3.61
(3)
modeli elde edilir. Kadın ve erkek değişkenlerinden bağımsız, toplam yoksulluk
oranı incelendiğinde, yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda yoksul
oranı %33,69 olarak bulunmuştur. Her bir birim yoksulluk harcaması yapıldığında,
toplam yoksulluk oranını 0,00252 kadar azaltmaktadır. Modelde hesaplanan
katsayılar istatistiksel olarak anlamlı ve modelin bağımlı değişkeni açıklama gücü
oldukça yüksektir.
İkinci olarak fertlerin iktisadi faaliyetlerine göre yoksulluk modelleri incelenmiş
ve iktisadi faaliyetler tarım, sanayi ve hizmet olarak üç temel gruba ayrılmıştır. Elde
edilen sonuçlar 4, 5 ve 6 nolu modellerde aşağıda verilmiştir.
2
Hizmet = 27.98 - 0.003484 YoksHar R = 0.66 DW : 2.01
0.0076
0.0481
White :1.83
(4)
Sanayi = 27.01- 0.00289 YoksHar R = 0.79
2
0.0014
0.0187
White : 0.96
2
Tarım = 44.74 - 0.00195 YoksHar R = 0.69
0.0001
0.0405
DW :1.92
(5)
DW :1.96
(6)
White :1.53
İlk olarak hizmet sektöründe çalışan bireylerin yoksulluk oranı
değerlendirildiğinde, yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda, bu
sektördeki yoksulluk %27,98 iken, yapılan her birimlik yoksulluk harcaması hizmet
sektöründeki yoksulluk oranını 0,003484 kadar azaltmaktadır. İktisadi faaliyet kolu
sanayi olan bireylerin yoksulluk harcaması yapılmaması durumunda yoksulluk oranı
18
Çalışmanın bu bölümünde kullanılan “bir birimlik kamu harcamasının” karşılığı “1 milyon TL’lik
kamu harcaması”dır.
340
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
%27,01 olmaktadır. Her bir birimlik yoksulluk harcaması artışında sanayi
sektöründe çalışanların yoksulluk oranı 0,00289 kadar azalmaktadır. İktisadi faaliyet
kolları içinde yoksulluk oranı en yüksek olan sektör, tarım sektöründe çalışanlardan
oluşmaktadır. Yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda, tarım
kesiminde çalışan bireylerin yoksulluk oranı %44,74 gibi çok yüksek bir düzeydedir.
Yapılan yoksulluk harcamaları tarım sektöründe çalışan bireyleri diğer iki sektörde
çalışanlara göre daha az etkilemekte ve bir birimlik yoksulluk harcaması, bu
sektördeki yoksulluğu ancak 0,00195 kadar azaltmaktadır.
Bireylerin işteki durumlarına göre (ücretli, yevmiyeli, işveren, kendi hesabına
çalışan ve aile işçisi olarak çalışan) yoksulluk oranlarını gösteren sonuçlar 7, 8, 9, 10
ve 11 nolu modellerde verilmiştir.
2
Ücretli = 18.97 - 0.00218 YoksHar R = 0.80
0.0014
0.0152
DW :1.88
White : 0.35
(7)
Yevmiyeli = 54.04 - 0.004328 YoksHar R 2 = 0.93 DW :1.98
0.0000
0.0016
(8)
White : 0.39
2
İşveren = 12.28- 0.001447 YoksHar R = 0.93
0.0002
0.0017
DW :1.79
(9)
White :1.20
KendiHesabına = 37.32 - 0.002337 YoksHar R2 = 0.86 DW :1.79
0.0001
0.0077
(10)
White :1.20
Aileişçisi = 43.96 - 0.002228 YoksHar R = 0.79 DW :1.77
2
0.0001
0.0177
(11)
White :1.46
Fertlerin işteki durumlarına göre yoksulluk oranlarının incelendiği ilk sonuç (7)
nolu model ile gösterilen ücretli kesimi ifade etmektedir. Ücretli kesimin yoksulluk
oranı yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda %18,97 olarak
bulunmuştur. Yoksulluk harcamasındaki her bir birimlik artış, yoksulluk oranını
0,00218 kadar azaltmaktadır. Yevmiye ile çalışanlar, incelenen gruplar içinde en
yüksek yoksulluk oranına sahip grup olma özelliğini göstermektedir. Bununla
birlikte yoksulluk harcamalarının artmasından en fazla etkilenen grup özelliğini de
taşımaktadır. Yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda yoksulluk oranı
%54,04 birimdir. Diğer bir ifadeyle, yevmiye ile çalışan her 20 kişiden 11’i yoksul
kategorisi içinde yer almaktadır. Buna karşın her bir birimlik yoksulluk harcaması
yevmiye ile çalışan kişilerin oranını 0,004332 kadar azaltmaktadır. Yevmiyeli
çalışanların aksine işveren olarak çalışanların yoksulluk oranı, faaliyet kolları içinde
en düşük orana sahiptir. Yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda dahi
işverenlerin yoksulluk oranı %12,28 oranındadır. Ayrıca her bir birim yoksulluk
harcaması artışında, işveren/yoksul oranı 0,001447 kadar azalmaktadır. Kendi
hesabına çalışan kişiler incelendiğinde yoksulluk harcaması yapılmadığı durumda
yoksulluk oranı %37,32 iken, her bir birimlik yoksulluk harcaması yapılması
durumunda kendi hesabına çalışanların yoksulluk oranının 0,002337 kadar azaldığı
tespit edilmiştir. Aile işçisi olarak çalışan kişilerin yoksulluk oranının (%43)
yevmiye ile çalışanlardan sonra en yüksek seviyede olduğu görülmektedir. Her bir
birimlik yoksulluk harcaması aile işçisi olarak çalışanların yoksulluk düzeyini
0,002228 kadar azaltmaktadır.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
341
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
Fertlerin işteki durumlarını dikkate alan modeller birlikte incelendiğinde tüm
parametrelerin istatistiksel olarak anlamlı olduğu, modellerin bağımsız değişkenleri
açıklama oranının yüksek olduğu, ayrıca iktisadi beklentilere uygun olduğu
görülmektedir. İşteki durumlara göre yoksuldan zengine sıralama yapıldığında en
yoksul grubun yevmiye ile çalışan grup olduğu, bu grubu aile işçisi ve kendi
hesabına çalışanların izlediği görülmektedir. Bu üç gruptan sonra, ücretle çalışanlar
ve işverenler gelmektedir. Yoksulluk harcamalarından etkilenme durumlarına
bakıldığında en fazla etkilenen grubun yevmiye ile çalışanlar olduğu, bu grubu kendi
hesabına çalışanlar ile aile işçilerinin izlediği görülmektedir. Daha sonra sırasıyla
ücretliler ve işverenlerin yoksulluk harcamalarının artışından yararlandıkları
görülmektedir.
Yoksulluk harcamaları ile yoksulluk arasında incelenecek son grup eğitim
durumuna göre yapılan ayrımdır. Aşağıda, eğitim durumuna göre yoksulluk oranı
arasındaki ilişki 12–18 arasındaki modellerde verilmiştir.
2
Okuryazardeğil = 48.67 - 0.002231YoksHar R = 0.69 DW : 2.19
0.0001
0.0386
White :1.10
Diplomasız = 41.20 - 0.002435 YoksHar R 2 = 0.84 DW :1.92
(12)
White : 5.52
2
İlkokul = 34.94 - 0.00333 YoksHar R = 0.87 DW :1.85
(13)
White : 3.16
(14)
0.0001
0.0002
0.0092
0.0059
İlköğretim = 33.60 - 0.002328 YoksHar R = 0.82 DW : 2.29
2
0.0002
0.0123
White : 2.08
2
Ortaokul = 23.23- 0.002476 YoksHar R = 0.72
(15)
DW :1.98 White : 0.92
(16)
0.0025
0.0312
Lise = 13.09 - 0.001216 YoksHar R = 0.79
2
0.0007
DW : 2.01 White :1.79
2
Fakülte = 2.64 - 0.000296 YoksHar R = 0.51 DW : 2.43 White :1.71
0.0152
(17)
0.0169
(18)
0.107
İlk model, okuryazar olmayan bireylerin oluşturduğu ve (12) nolu denklem ile
gösterilen modeldir. (12) nolu denklem sonuçlarına göre yoksulluk harcamasının hiç
yapılmaması durumunda okuryazar olmayanların yoksulluk oranı %48,67 olarak
bulunmuştur. Bu oran eğitim durumuna göre en yüksek yoksulluk oranını ifade
etmektedir. Her bir birimlik yoksulluk harcaması bu grubun yoksulluk düzeyini
0,002231 kadar azaltmaktadır. İncelenecek ikinci grup, okuma yazmayı bilen ancak
diploma sahibi olmayan fertleri kapsayan (13) nolu modeldir. Burada yoksulluk
harcamasının 0 olduğu durumda yoksulluk oranı %41,2 olmakta ve her bir birimlik
yoksulluk harcaması diploma sahibi olmayan fertlerin yoksulluk oranını 0,002435
kadar azaltmaktadır. Hiç yoksulluk harcaması yapılmaması durumunda ilkokul
mezunlarının yoksulluk oranı %34,94 iken, her bir birimlik yoksulluk harcamasının
yoksulluğu 0,003333 kadar azalttığı (14) nolu model yardımıyla görülmektedir.
Eğitim süresi üç yıl daha fazla olan ilköğretim mezunlarına bakıldığında, ilkokul
mezunlarıyla benzer bir sonuç görülmektedir. (15) nolu model açıklanacak olursa,
yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda yoksulluk %33,60 düzeyinde
342
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
İ. SARISOY, S. KOÇ
kalırken, her bir birimlik yoksulluk harcaması ilköğretim mezunlarının
yoksulluğunu 0,002328 kadar azaltmaktadır. İlköğretim ile aynı öğretim süresine
sahip ortaokul mezunlarının yoksulluk oranları incelendiğinde, yoksulluk
harcamasının hiç yapılmaması durumunda yoksulluk oranının %23,23 olduğu
görülmekte ve her bir birimlik yoksulluk harcaması artışının yoksulluğu 0,002476
kadar azalttığı görülmektedir. Burada dikkat çekici nokta, eğitim süreleri aynı
olmasına rağmen ilköğretim ve ortaokul mezunları arasında ciddi bir farkın
bulunmasıdır. Bunun sebebi olarak ortaokul mezunlarının nispeten yaşça daha
büyük olduğu ve o dönemde ortaokul mezunu olmanın bir ayrıcalık olduğu
düşünülmektedir. Lise mezunlarının yoksulluk oranı ve yoksulluk harcamaları
arasındaki ilişki (17) nolu denklem yardımıyla incelenebilir. (17) nolu denkleme
göre yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda lise mezunlarının
yoksulluk oranı %13,09 olmakta ve her bir birim yoksulluk harcamasına karşılık lise
mezunlarının yoksulluk oranı 0,001216 kadar azalmaktadır. Tüm eğitim grupları
birlikte değerlendirildiğinde yoksulluk oranında lise mezunu olmanın eşik değer
olduğu söylenebilir. İlköğretim mezunları ile lise mezunları arasındaki yoksulluk
oranı arasında yaklaşık %20’lik bir fark bulunmaktadır.
Buraya kadar incelenen eğitim durumları gruplarının yoksulluk ve yoksulluk
harcaması arasındaki ilişkiler hem istatistiksel olarak anlamlı hem de iktisadi olarak
beklentilere uygundur. Ancak eğitim düzeyi fakülte ve üstü olan fertlerin yoksulluk
oranı ile yoksulluk harcamaları incelendiğinde her ne kadar iktisadi olarak
beklentilere uygun olsa da bağımsız değişkeni ifade eden yoksulluk harcaması
istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Bu yüzden analize katılmayacaktır.
Ayrıca hanehalkı sayısı ile yoksulluk harcamaları arasında model denemeleri
yapılmış fakat 1-2 ile 7 kişi ve fazla fertten oluşan hane büyüklükleri için
istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar elde edilmemiştir.
Analiz sonuçları birlikte değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşılabilir:
• Analizde kullanılan tüm parametreler istatistiksel olarak anlamlı ve iktisadi
beklentilere uygundur.
• Yoksulluk oranları ile yoksulluk harcamaları arasındaki ilişki dört farklı grup
üzerinde incelenmiştir. Bu gruplar cinsiyet, çalışılan faaliyet kolu, işteki
durum ve eğitimdir.
• Kadınlar ve erkekler arasında çok büyük fark olmamakla beraber, kadınların
yoksulluk oranı daha yüksektir. Buna rağmen yoksulluk harcamalarındaki
artıştan erkekler daha fazla yararlanmaktadır.
• Faaliyet kolu olarak en yoksul grup tarım kesiminde çalışan fertlerden
oluşmaktadır. Sanayi ve hizmet sektöründe çalışanlar arasında önemli bir fark
olmadığı halde, bu iki grup ile tarım kesiminde çalışanlar arasında yaklaşık
%17’lik bir fark bulunmaktadır.
• Tarımda çalışan kesimin yoksulluk oranının yüksek olması sebebiyle
yoksulluğu azaltmaya yönelik kamu sosyal transfer harcamalarından bu
kesime daha fazla kaynak ayrılmalıdır.
• Analize katılan fertler işteki durumlarına göre incelendiğinde en yoksul grup
düzenli bir işe sahip olmayan ve yevmiye ile çalışan gruptur. Bunların
yoksulluk oranı yoksulluk harcamasının hiç yapılmaması durumunda %54
civarında iken, işveren olarak tanımlanan kişilerin aynı koşullarda yoksulluk
oranı %12 düzeyindedir.
Maliye Dergisi y Sayı 158 y Ocak-Haziran 2010
343
Türkiye’de Kamu Sosyal Transfer Harcamalarının Yoksulluğu Azaltmadaki Etkilerinin
Ekonometrik Analizi
• Eğitim durumu ile yoksulluk oranı arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Eğitim
düzeyi artıkça yoksulluk oranı düşmektedir.
• Eğitim süreleri aynı olmasına rağmen ilköğretim ve ortaokul mezunları
arasında ciddi bir fark bulunmaktadır. Bunun sebebi ortaokul mezunlarının
nispeten yaşça daha büyük olduğu ve o dönemde ortaokul mezunu olmanın
bir ayrıcalık olduğu düşünülmektedir.
• Tüm eğitim grupları birlikte değerlendirildiğinde yoksulluk oranında lise
mezunu olmanın eşik değer olduğu söylenebilir. İlköğretim mezunları ile lise
mezunları arasındaki yoksulluk oranı arasında yaklaşık %20’lik bir fark
bulunmaktadır.
Sonuç ve Öneriler
Yoksulluk; barınma, giyim ve gıda ihtiyaçlarının temel düzeyde
karşılanamamasıdır. Bu ihtiyaçların karşılanması için ihtiyaç duyulan parasal tutar
ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Bu sebeple yoksulluk, her ülkede
görülebilecek bir sosyal sorun iken, yoksulluk düzeyi ülkelere göre farklılık
göstermektedir.
Yoksulluk, diğer gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye’de de önemli
Download