nihâyetü`l-ikdam`a göre şehristânî`nin felsefî görüşleri

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (İSLAM FELSEFESİ) ANABİLİM
DALI
NİHÂYETÜ’L-İKDAM’A GÖRE
ŞEHRİSTÂNÎ’NİN FELSEFÎ GÖRÜŞLERİ
(YÜKSEK LİSANS TEZİ)
HAZIRLAYAN
HAKAN ÇOŞAR
ANKARA-2003
1
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ (İSLAM FELSEFESİ) ANABİLİM
DALI
NİHÂYETÜ’L-İKDAM’A GÖRE
ŞEHRİSTÂNÎ’NİN FELSEFÎ GÖRÜŞLERİ
(YÜKSEK LİSANS TEZİ)
DANIŞMAN
HAZIRLAYAN
Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ
Hakan ÇOŞAR
Felsefe ve Din Bilimleri (İslam Felsefesi)
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
ANKARA-2003
2
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER_______________________________________________i
ÖNSÖZ____________________________________________
_______iii
GİRİŞ ................................................................................................................................................1
İSLAM FELSEFESİNDE GAZALİ GELENEĞİ ve ŞEHRİSTANİ ................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM
ŞEHRİSTANİ'NİN HAYATI, İLMİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ
A. HAYATI ................................................................................................................................10
B. İLMİ KİŞİLİĞİ.......................................................................................................................16
C. ESERLERİ .............................................................................................................................20
1. EL-MİLEL VE’N-NİHAL ..................................................................................................22
2. EL-MUSÂRAÂTÜ’L-FELÂSİFE ......................................................................................23
3. NİHAYETÜ’L-İKDAM FÎ İLMİ’L-KELAM ....................................................................25
a. Eserin Metodu ve Yazma Nüshaları
25
b. Eserin Muhtevası:
27
İKİNCİ BÖLÜM
ŞEHRİSTANİ'NİN FELSEFİ GÖRÜŞLERİ
A. FELSEFÎ VE KELAMÎ KAVRAMLAR ...............................................................................30
1. VARLIK (VUCUD) KAVRAMI ........................................................................................30
3
2. YOKLUK (ADEM) KAVRAMI.........................................................................................32
3. HALÂ KAVRAMI..............................................................................................................33
4. HEYULÂ KAVRAMI ........................................................................................................35
5. İLLET VE MALUL (SEBEP ve SEBEPLİ) KAVRAMLARI ...........................................36
6. ATOM, CEVHER VE ÂRAZ KAVRAMLARI .................................................................39
7. SUDUR VE HUDUS KAVRAMI ......................................................................................43
B. VARLIK.................................................................................................................................45
1. ARİSTO’DA VARLIK .......................................................................................................46
2. İBN SİNA’DA VARLIK ....................................................................................................49
3. ŞEHRİSTANİ’DE VARLIK...............................................................................................53
C- VACİB VARLIK ...................................................................................................................56
1- VACİB VARLIĞIN ÖZELLİKLERİ .................................................................................56
2-ALLAH’IN VARLIĞININ DELİLLERİ.............................................................................57
a- Hudus ve İmkan Delili 58
b. Fıtrat Delili
60
c- Allah’ın Birliği 61
D. MÜMKÜN VARLIK .............................................................................................................66
1-ÂLEM, YARATILIŞ VE SUDUR ......................................................................................66
2-İNSAN VE FİİLLERİ..........................................................................................................71
SONUÇ ...........................................................................................................................................74
ÖNSÖZ___________________________________________________iii..................................i
4
ÖNSÖZ
Düşünce tarihinde önemli bir yeri olduğu, batılı düşünürler tarafından da kabul
edilen İslam düşüncesi, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, ilk olarak itikadi konularda
ilmi tartışmalar şeklinde ortaya çıkmıştır. Müslümanlar, fetihlerle birlikte farklı kültür fikir ve
inançlarla karşılaşmışlardır. Bunun sonucunda da ilmi tartışmalar artarak devam etmiştir.
Özellikle, antik Yunan felsefesine ait eserlerin Arapçaya tercümesiyle, müslümanlar
arasında felsefi düşünceler tartışılmaya başlanmıştır.
Tercüme hareketinden sonra, Eflatun ve Aristo geleneğine
bağlı Kindi, Farabi, İbn Sina gibi filozofların temsil ettiği Meşşai İslam
Felsefesi oluşmuştur. İslam filozoflarının varlık, bilgi ve değer
konularında ürettiği fikirlerle oluşan İslam Felsefesi, gerek İslam
düşünce tarihinde gerekse felsefe tarihinde önemli bir yer tutar.
Gazali’nin filozofları tenkidiyle Meşşai İslam Felsefesi yapısal değişikliğe
uğramıştır. Bunun sonucunda, müslümanlar arasında, felsefi düşünce ve kavramlar,
kelam içerisinde devam etmiştir. Böylece felsefi kelam diyebileceğimiz gelenek
oluşmuştur. Bu geleneğin Gazali’den sonra ilk temsilcisi Şehristani’dir. O, Nihayetü’lİkdam adlı eserini bu geleneğe uygun olarak yazmıştır. Eserinde, felsefi kavram ve
delilleri kullanmış, felsefe ile kelamı birleştirmeye çalışmıştır. Nihayetü’l-İkdam’ın ilk beş
bölümü varlık felsefesi ile ilgilidir. Gazali’yi takip ettiği için, filozofları, Allah alem ilişikisi,
sudur ve yaratılış gibi konularda tenkid etmiştir.
Bu çalışmamızda, Şehristani’nin pek bilinmeyen, Gazali geleneğinin ilk temsilcisi
olma özelliğini ortaya koymaya ve varlık konusundaki görüşlerini, Nihayetü’l-İkdam’a
göre, açıklamaya çalışacağız.
Onun, filozofları hangi konularda tenkid ettiğini, felsefi
kavramları nasıl kullandığını ele alacağız.
Tezi seçme, hazırlama ve yazma aşamasında bize yol gösteren ve zaman
ayırarak fedakarlıkta bulunan, metodundan ve bilgisinden faydalandığımız danışman
5
hocam Prof. Dr. Hayrani Altıntaş’a ve katkılarından dolayı Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’a
teşekkürlerimi sunmayı ifası gerekli bir borç bilirim.
Hakan Çoşar
Ankara 2003
6
GİRİŞ
İSLAM FELSEFESİNDE GAZALİ GELENEĞİ ve ŞEHRİSTANİ
İslam felsefesi, Müslümanların hakim oldukları geniş coğrafyada,
felsefenin temel problemleri olan varlık, bilgi ve değer konularında, dinî
inanç ve anlayışları ile çevrelerinden aldıkları kültür ve düşünceleri
metodik bir şekilde sistematize etmeleri sonucunda oluşan geleneğin
adıdır. Bu anlamda, İslam felsefesi, felsefe tarihinin önemli bir dönemini
kapsar. Yine, İslâm felsefesi, Müslümanlar arasında ilk olarak itikadî
tartışmalar şeklinde ortaya çıkan kelamî düşünceler, dil ve gramer
çalışmaları, tasavvuf felsefesi ve fıkıh usulü gibi ilimleri içine alan İslam
düşüncesi ile de ilişkilidir. 1
İslâm tarihinde ilmî tartışmalar Hz. Muhammed’in vefatını müteakip
ortaya çıkmıştır. Müslümanlar siyasî ve sosyal olayların sebep olduğu
çeşitli meselelere çözüm aramak, kendi inançlarını savunabilmek için
İslam’ın ana kaynakları Kur’an’ı ve hadisleri yorumlamaya başlarlar. Diğer
taraftan, fetihler, müslümanların antik Yunan ve helenistik devir felsefeleri,
İran ve Hint kültürleriyle karşılaşmalarına ve felsefî bir düşüncenin
başlamasına zemin hazırlar. 2
İslam Düşünce tarihinde ilk bilimsel tartışmalar, Emevîler (661-750)
devrinde siyasetin de şekillendirdiği itikadî meselelerle ilgilidir. Kaza ve
1
Mehmet Bayrakdar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1997, 1,4-6.
2
Bayrakdar, 70.
7
kader bu meselelerin en önemlileridir. İnsanın fiillerinde iradesini ortadan
kaldıran Cebriyye, genel olarak Emevî taraftarlığını ifade etmekteydi.
Mutezile ise, akla önem vermesi ve insanın fiillerini kendisinin yarattığını
savunmasıyla Emevî iktidarına muhalifti. Bu görüşleriyle de saf aklî ve
felsefî düşüncenin doğuşunu hazırlamıştır. Mutezile ile Cebriyye arasında,
insanın fiilleri, kaza ve kader konularında başlayan bu tartışmalar, daha
sonra; halku’l-Kuran, büyük günah işleyenin durumu, Allah’ın sıfatları,
imamet gibi konularda artarak devam etmiştir. 3
Felsefî tercüme hareketi, Abbasî halifelerinden Mansur (ö.775)
devride
başlayıp,
Me’mun
(ö.833)
döneminde
Beytü’l-Hikme’nin
kuruluşuyla devlet politikası haline gelir. Bu hareket sayesinde antik Yunan
ve Helen felsefesine ait temel kaynaklar Arapça’ya tercüme edilir. Böylece,
Müslümanlar arasında gerçek anlamda felsefî düşünceye yöneliş başlamış
oldu. 4
Felsefî tercüme hareketinden sonra Cabir İbn Hayyan (ö.776), Kindî
(ö.866), Ahmed b. Tayyib es-Serahsî (ö.899), İbn Ravendî (ö.910),
3
İslam dünyasında ilk lmî ve kelamî tartışmalar hakkında geniş bilgi için bkz. Ali Sami enNeşşar, İslam’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu, çev. Osman Tunç, İstanbul 1999, I, 47
vd., 67 vd., 315-317; Bayrakdar, 70-74.
4
Felsefî tercüme hareketi ve İslam felsefesinin yabancı kaynakları hakkında geniş bilgi
için bkz. Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, İstanbul 1998, 9 vd.; Uyanış Devirlerinde
Tercümenin Rolü, İstanbul 1997, 86 vd., 128 vd.; M. Şemseddin Günaltay, Antik
Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, İstanbul 2002, 61 vd.; T. J. De Boer, İslam’da
Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, İstanbul 2001, 38 vd.; Henry Corbin, İslam Felsefesi
Tarihi, çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul 1994, 49 vd.; Oliver Leaman, Ortaçağ İslam
Felsefesine Giriş, çev. Turan Koç, İstanbul 2000, 22 vd.; Neşşar, I, 67 vd.; Macit Fahri,
İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, İstanbul 1992, 9 vd.; Bayrakdar, 36 vd.
8
Zekeriyya er-Razî (ö.925) gibi felsefî düşünceye önem veren kimseler
yetişmeye başlamıştır. Bunun sonucunda, Dehrîlik, Şüphecilik, Tabiatçılık,
Metafiziksel felsefe gibi çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan, Sokrat,
Eflatun ve Aristo geleneğinden etkilenmiş, Gazalî’nin “İlahiyyûn” şeklinde
nitelediği Kindî, Farabî ve İbn Sina gibi Meşşaî Müslüman filozoflar İslam
felsefesinin en önemli ekolünü oluşturmuşlardır. 5
Doğu İslam dünyasında Farabî ve İbn Sina ile en parlak dönemini
yaşayan Meşşaî İslam felsefesi geleneği, Gazalî’nin filozofları tenkidi ile
yapısında önemli bir değişikliğe uğramıştır. Bu açıdan Gazalî, İslam
felsefesinde dönüm noktası özelliği taşımaktadır. Onun bu etkisi sebebiyle
İslam felsefesi, Gazalî öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılmaktadır. 6
Gazalî’nin Farabi ve İbn Sina gibi Aristocu İslam filozoflarını tenkidi
kendisinden sonra gelen bir çok düşünürü etkilemiştir. Bu, filozofların
düşüncelerine daha tenkitçi bakılmasına ve onların fikirlerini kullanırken
daha
dikkatli
hareket
edilmesine
sebep
olmuştur.
Ayrıca,
felsefî
meselelerin kelam ilmi çerçevesinde ele alınmasına örnek teşkil etmiştir.
Gazalî’yi bu şekilde takip edenler, İslam felsefesinde “Gazalî geleneği”
oluşmasını sağlamışlardır. Kısaca “Gazalicilik” denilen bu gelenek “Kelamî
Felsefe” veya “Felsefî Kelam” şeklinde de ifade edilmektedir. Gazalî’yi
takip eden düşünürler; felsefe ve dine bakış, felsefe ve kelamı birleştirme,
felsefî
konuları
kelamın
içerisine
dahil
ederek
kelamın
sahasını
genişletmede Gazalî’yi izlemişlerdir. Tûsi (ö.1273), Şehristânî (ö.1153),
5
Geniş bilgi için bkz. Ülken, İslam Felsefesi, 36 vd.; Fahri, 67 vd.; De Boer, 97 vd., 128;
Leaman, 19 vd.; Bayrakdar, 75 vd.
6
Bayrakdar, 76, 91.
9
Fahreddîn Razî (Ö.1210), Sıraceddîn Urmevî (ö.1283), Icî (ö.1355),
Taftazani (ö.1390), Cürcanî (ö.1413), Hocazâde (ö.1488) olmak üzere bir
çok kelamcı düşünür Gazalîci filozof olarak değerlendirilebilir. 7
Gazalî; Eş’arî ekolüne bağlı ve bu ekolün İmam Eş’arî’den sonra en
büyük
temsilcisi
olarak
kabul
edilmektedir.
Dönemindeki
Meşşaî
felsefesinin halkın üzerindeki olumsuz etkileri ve kelamcıların savunmada
yetersiz kalmaları, Gazali’yi felsefe öğrenmeye sevketmiştir. Felsefeyi
derinlemesine
inceledikten
sonra
Makâsıdu’l-Felâsife’yi
yazmıştır.
Sistemini tutarlı ve sağlam bir temel üzerine kurmak için, daha sonra
Miyâru’l-İlm ve Mihakku’n-Nazar adlı iki önemli mantık kitabını kaleme
almıştır. Bütün bunların sonucunda; filozofların İslam inancı açısından,
kendisine göre hatalı oldukları ve küfre düştükleri konuları derinlemesine
incelediği Tehafütü’l-Felasife’yi telif etmiştir. Ona göre, filozoflar on yedi
meselede hatalı olup üç meselede de küfre düşmüşlerdir. Gazalî’nin bu
şekilde belirli bir sistem içerisinde eser vermesinin iki amacı olduğu ifade
edilmektedir.
a. Kendisinden önceki kelamcıların felsefecileri susturmada yetersiz
kalması sebebiyle, kesin bir şekilde onların görüşlerini çürütmek.
b. Filozofları tenkit ederken ve kendi görüşlerinin doğruluğunu
ispatlamaya çalışırken, felsefî delilleri kullanarak, tutarlı ve kesinliği olan
felsefî bir kelam anlayışı meydana getirmek. 8
7
W. Montgomery Watt, İslamî Tetkikler- İslam Felsefesi ve Kelamı, çev. Süleyman Ateş,
Ankara 1968, 116 vd.; Ülken, İslam Felsefesi, 111 vd.; İsmail Hakkı İzmirli, İslam’da
10
Gazalî, gerek Makâsıd gerekse Tehâfüt’ünde felsefî kavram ve
delilleri fazlasıyla kullanmıştır. Kelam ilminin sahasını genişleterek bir çok
konuyu ona dahil etmiştir. Filozofları tenkit etmesine rağmen, mantık,
ahlak, siyaset ve psikolojide özellikle İbn Sina’nın görüşlerinden büyük
ölçüde etkilenmiştir. 9
Gazalî’nin en büyük takipçisi ve “Gazalicilik”i bir sistem haline getiren
Fahreddin Râzi (1150-1210)’dir. İbn-i Sina ve Gazalî gibi ansiklopedik bir
müellif olup iki yüze yakın esere sahiptir. Râzi, Gazalî’nin düşüncelerini
sistemleştirmesi ve felsefe ile kelamı meczetmesi yönüyle İslâm
düşüncesinde büyük bir dönüm noktasıdır. O, kelamı felsefîleştirmiş, diğer
bir ifadeyle felsefeyi kelamlaştırmıştır. Kelamî meselelerde, felsefî metot
ve delilleri kullanmıştır. Dinî ve metafizik meselelerle ilgili aklî ve naklî
delilleri ustalıkla birleştirebilmiştir. Böylece, kelama, felsefî geleneğe göre
istikamet vermiştir. Meşşâî felsefesinin tahlil ve tenkidini, Gazalî dışında
hiç kimsenin erişemediği bir ustalıkla yapmıştır. Hatta, takipçisi olduğu
Gazali’yi bir çok konuda aşmayı başarabilmiştir. Râzî, Mebahisü’lMeşrikiyye adlı eserinde, felsefi meseleleri derinlemesine incelemiştir.
Felsefî Akımlar, İstanbul 1997, 198 vd.; Bayrakdar, 94-95.
8
S. Hayri Bolay, Aristo Metafiziği ile Gazalî Metafiziğinin Karşılaştırması, İstanbul 1986,
10 vd.; Süleyman Uludağ, “Bir Düşünür Olarak Gazalî”, İslamî Araştırmalar Gazalî Özel
Sayısı, c.13, sayı 3-4, 249-255; İlhan Kutluer, “Gazalî’nin Felsefî Serüveni” İslamî
Araştırmalar Gazalî Özel Sayısı, c.13, sayı 3-4, 255-265.
9
Bkz. Hayrani Altıntaş, “Gazalî’nin Felsefe ile İlgili Düşüncelerinde Çelişkiler”, İslamî
Araştırmlar Gazalî özel Sayısı, c.13, sayı 3-4; 441-445; Gazalî’nin İslam Düşüncesinde
oynadığı rol ile ilgili olarak ayrıca bkz., Hüseyin Atay, el-Muhassal-Kelam’a Giriş’e
yazdığı önsöz, Ankara 2002, XXXIII-XXXV.
11
İslam filozoflarının kabul ettikleri, “Birden ancak bir çıkar” ilkesini
eleştirmiştir. Dolayısıyla sudur nazariyesini kabul etmeyerek, “yoktan
yaratma” görüşünü delillendirmiştir. O, İbn Sina’nın eserlerine yazdığı
şerhlerinde de, felsefeye karşı eleştirilerini devam ettirmiştir. Bununla
birlikte, felsefeyi tamamen reddetmemiştir. Görüşlerini ve fikirlerini
ispatlamak için, felsefi delilleri kullanmıştır. İşte, Râzi’nin, felsefî kelam
metodu diyebileceğimiz bu sistemi, kendisinden sonra XIII. yüzyıldan
itibaren sünnî İslâm dünyasında hakim fikir sistemi haline gelmiştir. 10
Gazalî’nin filozofları tenkidi, kelamda felsefî delilleri kullanması,
felsefe ve kelamı birleştirmesi, dinî ilimler için mantığı gerekli görmesi,
ahlak, siyaset ve psikolojide filozofların görüşlerini kabul etmesi gibi
hususlarda,
kelamcıların
kendisini
takip
etmesiyle
bir
“Gazalicilik”
geleneğinin oluştuğunu daha önce ifade etmiştik. İşte bu Gazalîcilik
geleneğinin, ilk ve en büyük temsilcisi olarak Fahreddin Razî bilinmektedir.
Gerçekte ise Razi’den önce yaşayan ve Gazalî geleneğine göre ilk eser
veren Şehristânî’dir. O, bu sebeple, Gazali geleneğinin ilk temsilcisi
sayılabilir. 11
Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam adlı eserinde temel kelamî meseleleri
tartışmacı bir üslupla, felsefî kavram ve delilleri kullanarak ele almıştır. Bu
sebeple de İsmail Hakkı İzmirli tarafından “Tartışma Kahramanı” olarak
10
Atay, Kelam’a Giriş’e yazdığı önsöz, XXXI-XXXII; Seyyid Hüseyin Nasr, Fahreddin
Razi, çev. Burhan Köroğlu, Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri içinde, edit. M. M.
Şerif İstanbul, 2000, 327 vd.
11
İzmirli, İslam’da Felsefi Akımlar, 213-215.
12
vasıflandırılmıştır. 12 Şehristânî; varlık, Allah ve âlem ilişkisi, sudur
nazariyesi, yaratma, adem, cevher ve âraz, illet ve malul gibi, varlık
felsefesi ile ilgili konularda, filozofların özelliklede İbn Sina’nın görüşlerini
eleştirmiştir. Bu eleştirilerinde büyük ölçüde Gazalî’den yararlanmıştır.
Felsefenin temel problemlerinden varlıkla ilgili; yukarda ifade ettiğimiz
konularda kendi görüşlerini ortaya koyarken, Eş’arî geleneğine bağlı
kalmış ve Gazalî’den etkilenmiştir. 13 Gerek İbn Sina’yı ve filozofları
eleştirisinde gerekse varlıkla ilgili görüşlerinde Gazalî’den etkilenmesi
sebebiyle; Şehristânî’nin Gazalîci filozof kelamcı olarak nitelenmesi
mümkündür.
Tezimizde; Şehristânî’nin pek bilinmeyen, Gazalî geleneğine bağlı
filozof kelamcı özelliğini, Nihayetü’l-İkdam adlı eserine bağlı kalarak ortaya
koymaya çalışacağız. Onun; varlık, Allah ve âlem ilişkisi hakkında
kullandığı felsefî kavramları ve bu kavramlara hangi anlamları yüklediğini
ele alacağız. Şehristânî’nin felsefî ve kelamî görüşlerini açıklarken yeri
geldikçe; İbn Sina ve Gazalî’nin görüşleri ile karşılaştırarak ayrıldıkları ve
birleştikleri hususları belirlemeye çalışacağız.
12
İzmirli, İslam’da Felsefi Akımlar, 213-216.
13
Bkz. Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam fî İlmi’l-Kelam,
London 1934, 12 vd., 58 vd.
13
I. BÖLÜM
ŞEHRİSTANİ’NİN HAYATI,
İLMİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ
14
A. HAYATI
Asıl adı Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim b. Ahmed olan
Şehristânî’nin meşhur bir alim olmasına rağmen, hayatı hakkında
yeterince kesin ve ayrıntılı bilgilere sahip bulunmamaktayız. Yusuf Ziya
Yörükan bu durumu, Terâcim ve Tabakât kitaplarının yazılış mantığına
bağlamaktadır. Ona göre; teracîm ve tabakât kitaplarındaki meşhurların
hayat hikayesi genel anlamda yazılmış olup ayrıntılar ihmal edilmiştir. İlim
adamlarının ve meşhur kişilerin, daha çok, doğum ve vefat tarihleri ile
hayat hikayelerinin genel hatları zikredilmiştir. Bunun sonucunda da,
kitaplar, “Ensab ve Vefayât” isimlerini almıştır. Bununla beraber, bazı
büyük ilim adamlarının tercüme-i halleri istisnaî olarak ayrıntılı bir şekilde
yer almaktadır. 14
Yusuf Ziya Yörükan, Şehristânî hakkında bilgi veren eserlerin, onun
hayatı ile ilgili olarak atıfta bulunduğu en eski ve birinci el kaynak; Ebû
Sa’d Abdulkerim b. Muhammed es Sem’ânî’nin (562/1166) Tarihu
Bağdat’a yazdığı “Zeyl”i ile “Tahbîr” adlı eserleri olduğunu, fakat, bu iki
eserin de henüz bulunamadığını kaydeder. 15 Sem’ânî’nin bu iki eserine
dayanarak Sehristânî’nin hayatı hakkında bilgiler veren ikinci derecedeki
14
Yusuf Ziya Yörükan, Şehristânî, Daru’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul
1926, sayı 3, 267.
15
Yusuf Ziya, 268-269.
15
kaynaklar ise şunlardır: İbn Hallikan’ın Vefâyâtü’l-Ayân’ı 16, Subkî’nin
Tabakâtü’ş-Şafiyyeti’l-Kübrâ’sı 17, Safadî’nin el-Vâfî bi’l-Vefâyât’ı 18 Yakut
el-Hamevî’nin Mu’cemu’l-Buldân’ıdır 19. Şehristânî’nin hayatı hakkında
bilgiler içerdiği belirtilen birinci el diğer bir kaynak ise, çağdaşı olan
Mahmud b. Muhammed b. Abbas b. Arslan el-Abbasî el-Harezmî’ye
(563/1173) ait “Tarih-u Harezmî”dir. Ancak bu eserinde günümüze kadar
ulaşamadığı yine verilen bilgiler arasındadır. 20
Şehristânî’nin hayatı hakkında bilgi veren ve halen elimizde mevcut
olan tek kaynak eser, düşünürümüzün çağdaşı olan Beyhâkî’nin
(566/1170) “Tetimme Sivânü’l-Hikme”sidir. 21 Şehristânî’nin hayatı ile ilgili
bilgi veren bütün bu eserler, kesin ve ayrıntılı bilgi vermedikleri gibi
genelde ilk kitaba dayanılarak yazılmış bilgiler olarak gözükmektedir. 22
Muhammed b. Abdilkerim, Horasan’ın Nisabur ve Harizm arasında,
kuzeyde yer alan bölgede, Me’mun zamanında Horasan emiri Abdullah b.
Tahir tarafından kurulan 23 Şehristan’da 24 doğmuştur. 25 Doğum yerine
16
Ebu’l-Abbas Şemsûddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebû Bekr b. Hallikân, Vefâyâtü’lAyân, Kahire 1948.
17
Takiyuddîn es-Subkî, Tabakâtü’ş-Şâfiyyeti’l-Kübrâ, Kahire 1906.
18
es-Safadî, el-Vâfî bi’l-Vefâyât, İstanbul 1949.
19
Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, Mısır 1906.
20
Yusuf Ziya, 270; Ömer Faruk Harman, Dinler Tarihi Açısından Şehristânî ve el-Milel
ve’n-Nihal, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1983, 19.
21
Beyhâkî, Tetimme Sivanü’l-Hikme, Lahor 1935.
22
Yusuf Ziya, 270-271; Harman, 20.
23
Bkz. Hamevî, III,376; İbn Hallîkân, III, 403.
24
Kaynaklara göre Türkistan’ın Horasan bölgesindeki Şehristan’dan başka İran’da da
aynı adla iki yer daha bulunmaktadır. Bkz. Hamevî, III, 376; İbn Hallikân, III, 403.
25
İbn Hallikân, III, 403; İsmail Fida, el-Muhtasar fî Ahvali’l-Beşer, İstanbul 1280, II, 29;
Muhammed Tancî, “Şehristânî”, İ. A., İstanbul 1970, XI, 393.
16
nispetle daha sonra kendisine Şehristânî denilmiş ve bu lakabıyla
tanınmıştır. 26
Şehristânî’nin doğum tarihi konusunda kaynaklarda farklı bilgiler
bulunmaktadır. Subkî, Şehristânî’nin öğrencisi Sem’ânî’nin Zeyl’inden
nakilde bulunarak onun doğum tarihinin 479/1086 olduğunu söylemektedir.
Bu konuda Sem’ânî’nin; “Şehristânî’ye sorduğumda bana doğum tarihinin
479/1086 olduğunu söyledi” ifadesini nakletmektedir. 27 Aynı tarihi yine
Sem’ânî’den
naklen
İbn
Hallîkân
ve
İbn
Hacer
el-Askalanî’de
zikretmektedir. 28 Ayrıca, İbn Hallikân, eserinde Şehristânî’nin doğum tarihi
ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Şehristânî 476/1074 yılında doğdu.
Müsveddelerime bu şekilde kaydetmişim. Bu bilgileri nereden aldığımı
hatırlamıyorum. Fakat Sem’ânî Zeyl adlı eserinde, ona doğum tarihini
sorduğunu ve 479/1086 cevabını aldığını söylemektedir.” 29
Ayrıca bu tarihlerle birlikte 470/1077 30 ve 469/1076 31 tarihleri de
kaynaklarda zikredilmektedir. Zehebî de Şehristânî’den bahsederken onun
seksen bir yaşında vefat ettiğini haber vermektedir. 32 Bu takdirde
Şehristânî’nin doğum tarihinin 467/1074 olduğu görülmektedir. Tancî’ye
göre; 467 ve 469 olarak iki farklı tarihin bulunması yedi ile dokuz
rakamının Arapçada birbirine benzemesinden doğmuş bir hata olabilir.
26
Zekeriya el-Kazvinî, Asaru’l-Bilâd ve Ahbaru’l-İbâd, Beyrut 1969, 389.
27
Subkî, IV, 78.
28
İbn Hallikân, III, 403; İbn Hacer el-Askalanî, Lisanü’l-Mizân, Dekkan 1331, V, 263.
29
İbn Hallikân, III, 403.
30
Ebu’l-Fidâ, II, 29.
31
Hamevî, III, 376.
32
Zehebî’den naklen, Harman, 21.
17
Onun doğum tarihi olarak ileri sürülen 479 yılı ise tarihî verilere ters
düşmektedir. Çünkü Şehristânî dinî ilimleri öğrenmek için Nisabur’a,
hocası Ahmed el-Medenî 490/1096 yılında vefat etmiş olduğuna göre,
yirmi yaşından önce gitmiş olmalıdır. Doğum tarihi olarak 479/1086 yılı
kabul edildiği takdirde bu seyahate on yaşından önce çıkmış olmaktadır.
Bu durumda 467/1074 tarihi akla daha yatkın gözükmektedir. 33
Çocukluk döneminin nasıl geçtiği, ailesi, ilk öğrenimini kimlerden ve
nerelerde
aldığı,
evlenip
evlenmediği,
çocuklarının
olup
olmadığı
hususlarında kaynaklarda her hangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Fakat
hayatının daha sonraki dönemindeki faaliyetlerinden ve eserlerinden çok
iyi bir eğitim aldığı, memleketi Şehristan’da Arapça ve mantık öğrendiği
anlaşılmaktadır. 34 İlk öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra
dönemin önemli bir ilim merkezi olan Nişabur’a gitmiş ve ilim tahsiline
burada devam etmiştir. Nişabur’da Ebu’l-Hasan b. Ali b. Ahmed elMedenî’den (490/1096) hadis, Tus kadısı ve İmam Gazalî’nin ders
arkadaşlarından Muhammed el-Havafî’den (500/1106) fıkıh, Ebû Nasr
Abdurrahim el-Kuşeyrî’den (514/1120) fıkıh usulü ve kelam, Ebu’l-Kasım
Süleyman b. Nasır el-Ensarî’den (512/1118) de kelam, cedel usulü ve
ilahiyyûn felsefesi okumuştur. 35 Şehristânî, Nihayatü’l-İkdam adlı eserinde
el-Ensarî’den “Üstadımız ve imamımız” diye bahsetmektedir. 36
33
Tancî, XI, 393.
34
Tancî, XI, 393.
35
Hamevî, V, 315; Subkî, IV, 78-79.
36
Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam, 38.
18
Şehristânî’nin Nişabur’da ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Daha
sonra Harizm’e geçmiş ve orada da aklî ve naklî ilimler ile felsefe tahsiline
devam etmiştir. Bir süre sonra Harizm’de dostluk kurduğu Nizamiye
medresesinde müderris olan Esad b. Muhammed el-Mihanî (527/1132)
vasıtasıyla bu medresede ders vermeye başlamıştır. Gerek verdiği dersleri
ve gerekse vaazları onun halk arasında sevilmesine yol açmıştır. 37 Yine
Harizm’de bulunduğu esnada Harizm, Nişabur ve Cürcan arasında çeşitli
seyahatler yapmıştır. 38 Daha sonra 510/1116 yılında Harizm’den ayrılarak
Hac ibadetini yerine getirmek amacıyla Mekke’ye gitmiştir. Hac dönüşü
Bağdat’a gelerek üç yıl burada kalmıştır. Bu süre zarfında Harizm’de iken
Nizamiye medreselerinde başladığı ders verme faaliyetine devam ederek
öğrenciler yetiştirmiştir. Ayrıca verdiği vaazlar ile halkın büyük sevgi ve
saygısını kazanmıştır. Bunların yanında ilim meclislerinde çeşitli fikir
münakaşalarına katılmış ve döneminin bir çok ünlü bilgini ile ilmî
müzakerelerde bulunmuştur. 39
Şehristânî, Bağdat’ta üç yıl kaldıktan sonra 514/1120 yılında
Horasan’a gitmiş ve orada Selçuklu sultanı Sencer’in veziri Ebu’l-Kasım
Muhammed b. El-Muzaffer’in hizmetine girmiştir. Horasan’da yaklaşık on
beş yıl kalmış ve burada el-Milel ve’n-Nihal’i yazarak vezir el-Muzaffer’e
37
Hamevî, V, 315-316; Subkî, IV, 78-79; Tancî, XI, 393.
38
Muhammed Fethullah Fedran, el-Milel ve’n-Nihal önsözü, Mısır 1947, I, 3-5; Tancî, XI,
393.
39
Hamevî, V, 315-316; Subkî, IV, 78-79; Muhammed Seyyid Geylanî, el-Milel ve’n-Nihal
Önsözü, Beyrut 1975, I, 3; Tancî, XI, 393.
19
takdim etmiştir. 40 Vezirin, Sultan Sencer tarafından azledilmesinden sonra
(526/1131) Şehristânî, Horasandan ayrılarak Tirmiz’e geçmiştir. Tirmiz’de
ilim adamlarına ve filozoflara özel ilgi gösteren ve onlara imkanlar
hazırlayan
Nakibu’l-Eşraf
Ebu’l-Kasım
Ali
b.
Cafer
el-Musavî’nin
(550/1155) hizmetine girmiş ve kendisine el-Milel ve’n-Nihal’in bir
nüshasını takdim etmiştir. 41 Yine Nakibu’l-Eşraf’ın hizmetinde iken
“Nihayetü’l-İkdam
fî
İlmi’l-Kelam”
ile
“el-Musâraa”
adlı
eserlerini
yazmıştır. 42 Onun Tirmiz’de ne kadar kaldığı hususunda kaynaklarda bilgi
bulunmamaktadır. Çeşitli entrika ve fitnelerden bunalan Şehristânî
buradan ayrılarak memleketi olan Şehristan’a dönmüştür. 43 Tirmiz’de
bulunduğu sürenin sonlarına doğru Nakibu’l-Eşraf el-Musavî ile arasının
açıldığı ve gözden düştüğü anlaşılmaktadır. Bu yüzden el-Musâraa adlı
eserini
tamamladıktan
sonra
Tirmiz’den
ayrıldığı
söylenmektedir. 44
Tirmiz’den ayrıldıktan sonra Şehristânî, ömrünün sonlarını memleketi
Şehristan’da geçirmiş ve 548/1153 yılında vefat etmiştir. 45 Büyük ilmî
şöhretine rağmen, yetiştirdiği öğrenci sayısı oldukça azdır. Bunlardan
sadece Ebû Sa’d es-Sem’ânî (562/1166) ile meşhur kelamcı el-Mucîr elBağdadî bilinmektedir. Bu durum onun ömrünün büyük bir kısmını devlet
adamlarıyla birlikte geçirmesiyle açıklanmaktadır. 46
40
Subkî, IV, 79; Beyhakî, 140; Tancî, XI, 393-394.
41
Tancî, XI, 393.
42
Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam, 3.
43
Tancî, XI, 393.
44
Yusuf Ziya, 274.
45
İbn Hallikan, III, 404; Subkî, IV, 78; Tancî, XI, 393.
46
Tancî, XI, 393.
20
Yaşadığı devir ve kendisinden sonraki dönemlerde, el-Milel ve’nNihal başta olmak üzere eserleri, eserlerindeki üslubu ve objektifliği ile
geniş yankılar uyandıran Şehristânî’nin hayatı hakkında kaynaklarda
maalesef daha fazla ayrıntılı bilgiler bulunmamaktadır. Günümüze ulaşan
eserlerde onun hayatı ile ilgili ulaşabildiğimiz bilgiler buraya kadar
aktardığımızla sınırlı kalmaktadır.
B. İLMİ KİŞİLİĞİ
Şehristânî kelam, felsefe, fıkıh, mezhepler tarihi ve dinler tarihi gibi
alanlarda yaptığı çalışmaları ve ortaya koyduğu eserleri ile haklı bir
şöhrete kavuşmuştur. Günümüze kadar sadece üç tane eseri ulaşmasına
rağmen, eserlerindeki ilmî titizliği ve objektifliği, üslûbu, meselere hakim
olması, dönemine göre çok üst düzeyde bir bilgin olduğu kanaatini
vermektedir. İlmî faaliyetlerinin yanı sıra, insanlarla iç içe olması,
camilerde vaazlarda bulunması da halk arasında sevilmesine ve temayüz
etmesine sebep olmuştur. 47
Kaynakların verdiği bilgilere göre çok zeki bir insan olup, hafızası
kuvvetli idi. Şehristânî, insanlara nazik davranan, mutedil bir kişiliği olan,
araştırmalarında sağlıklı sonuçlara ulaşabilen ve ele aldığı konuları bütün
yönleri ile değerlendirebilen bir ilim adamı özelliğine sahipti. Yaşadığı
47
İbn Hallikan, III, 404.
21
dönemin bir çok ilim adamı gibi çok seyahat etmiş, devlet adamları ile iyi
ilişkiler kurmuş, onların hizmetlerine girmiş ve eserlerini onlara takdim
etmiştir. 48
Şehristânî’nin hayatı ile ilgili, diğer kaynaklardaki bilgilerden ve kendi
eserlerinden; onun dinî konularda hassas, kelamî ve felsefî konularda da
itidalli ve daha temkinli olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen, hem kendi
döneminde hem de daha sonraki dönemlerde çeşitli suçlamalara ve
iftiralara maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
Subkî, eserinde, Zehebî’nin Sem’ânî’den naklen Şehristânî’nin
İsmailîler’e meylettiğini, onların fikirlerinin yayılmasına yardım ettiğini
söylemektedir. Subkî, Zehebî’den bunları naklettikten sonra devamında
şöyle demektedir; “Sem’ânî’nin Zeyl adlı kitabından bende iki nüsha var.
Fakat Şehristânî’nin bu durumu ile ilgili her hangi bir kayıt yok. Bu ifade
Sem’ânî’nin “Tahbîr” adlı eserinde bulunmaktadır. Ancak bunu nereden
aldığını bilmiyorum. Bana bu ifade Sem’ânî’nin bu eserine de sonradan
sokulmuş gibi gelmektedir.” 49
Şehristânî’nin dinî yönü ile ilgili diğer bir itham ise çağdaşı olan elHarizmî’ye ait olduğu ilgili araştırmalarda yer alır. Yakut el-Hamevî’nin
“Tarihu Harizm” adlı eserinden naklettiğine göre; Şehristânî ile Harizmî
arasında bazı konuşmalar ve ilmî tartışmalar olmuştur. Harizmî şöyle
demektedir; “İtikadı bozuk olmasaydı, sapıklığa meyletmeseydi, İslam’da
48
Geylanî, I, 3.
49
Bkz. Subkî, IV, 78-79.
22
imam olurdu. Aklı mükemmel, fazileti çok olmasına rağmen makul
olmayan bir meseleyi nasıl kabul ettiğine ve sapık İsmailî fikirlere nasıl
meylettiğine şaşıyoruz. Ayrıca o, filozofların görüşlerine de çok önem
veriyordu.” 50
Şehristânî, bu tür konularda tenkit eden diğer bir isim ise İbn
Teymiye’dir. Minhacü’s-Sünne adlı eserinde onu İsmailî ve Şii olarak itham
etmektedir. Bunun içinde el-Milel ve’n-Nihal adlı eserini ve Şii siyasetçilerle
olan ilişkilerini delil göstermektedir. Şehristânî’nin Nihayetü’l-İkdam adlı
eserinde Şiilerin ve İsmailîlerin görüşlerini çürütmeye çalışmasına rağmen,
el-Milel’de savunmasını siyasîlere karşı şirin gözükmek ve onlardan
gelecek tehlikelerden emin olmak istemesine bağlamaktadır. 51
Şehristânî ile alakalı olarak kaynaklarda geçen bütün bu ithamların
yersiz olduğu, onun eserleri incelendiği zaman kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. Öncelikle Şii olmakla ve İsmailî fikirlere meyletmekle itham
edildiği el-Milel ve’n-Nihal’i Selçuklu veziri el-Muzaffer’e takdim ettiği kendi
ifadesiyle tarihî bir gerçektir. Aksine Şii fikirleri tenkit ettiği, Eş’arî’den
“üstadımız” diye bahsetiği, kelamî görüşlerini felsefî bir tarzda açıkladığı
“Nihayetü’l-İkdam” ile İbn Sina’ya karşı yazdığı “el-Musâraa” adlı eserlerini
Şii Tirmiz Nâkibü’l-Eşraf’a ithaf ettiği açıktır. 52
50
Hamevî, IV, 314-315.
51
İbn Teymiye, Minhacü’s-Sünne, Beyrut trz., III, 209-210.
52
Tancî, XI, 394-395; Harman, 29-30
23
Şehristânî el-Milel ve’n-Nihal’de konuları işlerken, mümkün olduğu
kadar objektif davranmaya gayret etmiş, batıl mezhepler ve filozofların
fikirlerini İslam dünyasında döneminde bulunan diğer mezhep ve ekollerin
görüşlerini olduğu gibi vermeye, mümkün olduğu kadar da tenkitten uzak
kalmaya çalışmıştır. Bu durumu kendisi de bizzat şöyle ifade etmektedir;
“Her fırkanın görüşünü kendi kitaplarında bulduğum şekliyle, ne onların
tarafını tutarak ne de aleyhlerinde bulunarak, doğrusunu yanlışından,
hakkı batıldan ayırmaksızın nakletmeyi görev bildim.” 53
Şehristânî’nin
bu tutumu ve metodu, devrindeki cedelci, bütün
mezhep, ekol ve fikirlere kendi mezhebinin penceresinden bakan ve onları
yargılayan anlayış tarafından şüphesiz yadırganmıştır. Halbuki o, elMilel’inde Şiilik ve İsmaililikle ilgili bilgiler verirken, zaman zaman
tenkitlerde bulunmuştur. 54 Aynı zamanda Nihayetü’l-İkdam’ında da Şia’nın
ve kollarının imametle ilgili görüşlerini şiddetle reddetmiştir. 55
Şehristânî, bağlı bulunduğu Eş’arî mezhebinin görüşlerini ise, A.
Guillaume’nin de ifade ettiği gibi, körü körüne benimsememiştir. 56 Eş’arî
ekolünün görüşünün desteklenmesinin imkansız olduğunu gördüğü yerde
bunu açıkça söylemekten de kaçınmamıştır. 57 Özellikle Nihayetü’l-İkdam
53
Şehristânî, el-Milel, I, 16. Şehristânî’nin Objektifliği hakkında bkz. Ethem Ruhi Fığlalı,
Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark beyne’l-Fırak’a yazdığı önsöz), Ankara 1991,
XX.
54
Şehristânî, el-Milel, I, 147, 161-171.
55
Şehristânî, Nihaye, 478-496.
56
A. Guillaume, Intraduction (Nihayetü’l-İkdam Neşri), London 1934, X.
57
Şehristânî, Nihaye, 411.
24
adlı eserinde felsefî fikirlere geniş yer vermesi, felsefe ile kelamı
meczeden bir yol tutması sebebiyle de tenkit edilmiştir. 58 Bu şekilde tenkit
edilmesinde, filozofları eleştiren, hatta bazı noktalarda onların küfre
düştüklerini söyleyen Gazali’den hemen sonra yaşaması da etkili olmuştur.
Gerçekte o, Fahreddin Razi ile başladığı ifade edilen Eş’arî kelamı ile
felsefeyi meczeden tutumun belkide ilk öncüsü durumundadır.
C. ESERLERİ
Şehristânî’nin eserlerinin sayısı konusunda kaynaklarda kesin bir
bilgi olmamakla birlikte ona atfedilen eserlerin toplamı yirmi civarındadır.
Fakat bunlardan çoğu günümüze kadar ulaşmamıştır. Eserlerini sayı ve
isim olarak, İbnü’l-İmad Şazârâtü’z-Zeheb’inde 59, İbn Fidâ Tarihinde 60, İbn
Hallikan Vefâyât’ında 61, Beyhâkî Tetimme’sinde 62 ve Hamevî, Mu’cemü’lBuldân’ında 63 zikretmektedir. Bütün bu kaynaklar ışığında Şehristânî’ye ait
olduğu bilinen veya ona atfedilen eserler şunlardır:
1. Kitabü’l-Milel ve’n-Nihal.
58
İthamların haksız olduğuna dair geniş bilgi için bkz. Yusuf Ziya, 279-285; Tancî, XI,
393-394; Harman, 29-34.
59
İbnüü’l-İmad, Şezârâtü’z-Zeheb, Mısır 1350, IV, 149.
60
İbn Fidâ, 29-30.
61
İbn Hallikan, III, 403-404.
62
Beyhakî, 139.
63
Hamevî, V, 314-316.
25
2. Nihayetü’l-İkdam fî İlmi’l-Kelam.
3. Musâraâtü’l-Felâsife.
4. Kıssatü’l-Musa ve’l-Hıdır.
5. Kitabü’l-Menâhic Ve’l-Ayat.
6. Şerhu Sûret-i Yusuf.
7. Kitâbu’l-Uyûn ve’l-Enhar.
8. Tarihu’l-Hukemâ.
9. Telhîsu’l-Aksam li Mezâhîbi’l-Enam.
10. El-İrşâd ilâ Akaidi’l-İbâd.
11. Kitabü’l-Mebde ve’l-Mead.
12. El-Cüzz ellezî lâ Yetecezzâ.
13. Nihayetü’l-Evham.
14. Şubuhatü Aristotales ve İbn Sina ve Nakzuhâ.
15. Gayetü’l-Meram fî İlmi’l-Kelam.
16. Kitabü Dekâiki’l-Evham.
17. Mefâtihu’l-Esrâr ve Mesâbihu’l-Ebrâr.
18. Mecâlisu Mektûbe.
26
19. El-Aktar fi’l-Usûl. 64
Şehristânî’nin ilk iki eseri bütün kaynaklarda isim olarak geçmektedir.
Fakat
günümüze
kadar
el-Milel
ve’n-Nihal,
Nihayetü’l-İkdam
ve
Musaraatü’l-Felâsife isimli eserleri ulaşabilmiştir. Eserlerinin sayısı az
olmakla birlikte ihtiva ettiği konular, bilgiler ve metod açısından nitelikli
olması yönüyle meşhur olmuştur.
Şehristânî’nin günümüze kadar ulaşan ilk üç eseri, el-Milel, elMusâraâ ve Nihayetü’l-İkdam adlı eserleri hakkında kısaca bilgi vermek
istiyorum;
1. EL-MİLEL VE’N-NİHAL
Şehristânî bu eserini 520/1127 yılı ile 526/1131 yılları arasında
yazmıştır. Kitabını Selçuklu veziri el-Muzaffer’e ithaf ettiğini, el-Milel ve’nNihal’i neşreden Muhammed F. Bedran önsözde belirtmektedir. El-Milel,
İslam dünyasında çok meşhur olduğu için hemen her kütüphanede el
yazma nüshası bulunmaktadır. İstanbul kütüphanelerinde de çok sayıda
yazma nüshası bulunmaktadır. 65 el-Milel, yazma nüshalarının yanında bir
çok defa da basılmıştır. Bunlardan üç tanesi edisyon kritikli olarak basılmış
olup önemlidir.
64
Eserleri ile ilgili geniş bilgi için bkz. Yusuf Ziya, 276-286; Tancî, XI, 394-395; Harman,
34-35.
65
Yazma nüshalar hakkında geniş bilgi için bkz. Harman, 51.
27
a. 1842-46 London, W. Cureton’un neşri.
b. 1947 ve 1956 Mısır, Muhammed F. Bedran’ın birinci ve ikinci neşri.
c. 1975 Beyrut, M. Seyyid Geylani neşri.
Muhteva olarak el-Milel ve’n-Nihal, Mezhepler Tarihi, Felsefe Tarihi
ve Dinler Tarihinin konularını kapsamaktadır. Şehristânî eserinde Hz.
Adem’den
çağına
mezheplerini,
kadar
felsefî
bütün
dinleri,
düşünceleri
inanç
incelemeye
ve
şekillerini,
ortaya
dinlerin
koymaya
çalışmıştır. Kitabın baş kısmında ise, dinlerin nasıl ortaya çıktığını ve
kitabın yazılış metodunu açıklayan beş mukaddimeden oluşan bir medhal
(giriş) kısmı bulunmaktadır. Dinlerin, mezheplerin ve filozofların görüşlerini
yazarken ulaşabildiği kadarıyla olduğu gibi aktarmaya çalışmıştır. Bu
açıdan objektif olduğu gözükmektedir. Kitabın yazılış metodu ve objektifliği
ile dinler ve mezhepler hakkında verdiği bilgiler yönüyle önemini, kıymetini
günümüze kadar koruyabilmiştir. Bu açıdan temel bir başvuru kaynağı
olarak kabul edilmektedir.
2. EL-MUSÂRAÂTÜ’L-FELÂSİFE
Şehristânî
bu
eserini
Nihayetü’l-İkdam’dan
sonra
Tirmiz’de
bulunduğu sırada yazmıştır. El-Musâraâ, yazma olarak ülkemizde
28
Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. 66 Şehristânî kitabının başında
bu eserini yazış amacını belirtmektedir. O kendi dönemine kadar felsefede
en büyük alim olarak gösterilen İbn Sina’nın felsefî görüşlerini tartışmak,
yanlış olduğunu ispatlamak ve reddetmek için bu eserini yazdığını ifade
etmektedir. El-Musâraâ yedi kısımdan oluşmaktadır:
a. Varlığın kısımları: Kelamcıların varlığı evveli olan ile olmayan
şeklinde ayırdığını, İbn Sina’nın ise varlığın taksimini zorunlu, mümkün
olarak bütün varlığı kapsayacak şekilde yaptığını belirterek, onun
görüşlerine karşı çıkmaktadır.
b. Vacibü’l-Vücûd’un varlığı: İbn Sina’nın Allah’ın varlığı ile ilgili
delillerini yetersiz bulmakta ve tenkit etmektedir. Allah’ı bilmenin ancak
fıtrat yani sezgi ile olabileceğini belirtmektedir.
c. Vacibu’l-Vucûd’un Birliği: Bu kısımda ise Şehristânî tamamen
“Bir’den bir sudûr eder” fikrinin yanlış olduğunu delilleri ile ortaya koymaya
çalışmaktadır.
d. Vacibu’l-Vucûd’un İlmine Dair: İbn Sina’ya atfen ifade edilen “Allah
cüz’iyyâtı bilemez” meselesini tartışmaktadır.
e. Alemin Hudusu: Alemin kıdemi ile ilgili Aristo ve kendisini takip
eden İbn Sina gibi İslam filozoflarının yanlış düşündüğünü ifade
etmektedir.
66
el-Musâraâ, Ayasofya Ktp. No. 2358.
29
Şehristânî bu ilk beş mesele hakkında geniş açıklamalar yapmakta
ve düşüncesini ispatlamak için çeşitli deliller ileri sürmektedir. Fakat son iki
meseleyi ise gayet kısa olarak ele almıştır. Bu iki mesele ise; basit ve
mürekkep varlıkların oluşu ile her hareket edenin bir hareket ettiriciye
muhtaç olduğu hakkındadır.
El-Musâraâ’nın son kısmındaki ifadelerden, Şehristânî’nin bu eserini
tamamlayamadan Tirmiz’den ayrılmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır. 67
3. NİHAYETÜ’L-İKDAM FÎ İLMİ’L-KELAM
a. Eserin Metodu ve Yazma Nüshaları
Şehristânî, kelamî ve felsefî konuları içeren bu eserini, el-Milel ve’nNihal’den sonra kaleme almıştır. Eserinde kelamî konuları özelliklede
ilahiyat bahislerini felsefî bir tarzda ve üslûpta ele almıştır. Eserin
tartışmacı bir metodu olup, meseleleri sorulu ve cevaplı bir usulle ortaya
koymaya çalışmıştır. Yazar, kitabı bu üslupla yazacağını mukadimede de
belirtmektedir.
Eserin, dünyanın ve İstanbulun çeşitli kütüphanelerinde çok sayıda el
yazma nüshası bulunmaktadır. İstanbul kütüphanelerinde bulunan belli
başlı elyazmaları şunlardır:
a. Topkapı Sarayı Müzesi, III. Ahmed Kütüphanesi, no. 8794.
67
el-Musâraâ hakkında geniş bilgi için bkz. Yusuf Ziya, 280-285.
30
b. Kültür Bakanlığı, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi, no. 1169.
c. Kültür Bakanlığı, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, no. 964.
d. Kültür Bakanlığı, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, no. 1192.
e. Süleymaniye Kütüphanesi, Carullah Bölümü, no. 14698.
f. Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih Bölümü, no. 35168.
g. İstanbul Üniversitesi, Merkez Kütüphanesi, no. 5225 ve 5224.
Eser, İngiliz şarkiyatçı Alpherd Guillaume tarafından tahkik edilerek
1934 yılında Londra’da neşredilmiştir. Guillaume, Nihayetü’l-İkdam’ı tahkik
ederken üç yazma nüshaya dayandığını, esere yazdığı giriş kısmında
belirtmektedir. Onun ifadelerine göre dayandığı yazma nüshalar şunlardır:
a. Paris Bibliotheque Nationele’de 1246 numarada bulunan h. 580
tarihli yazma.
b. Oxford Bodleian Library’de bulunan 356 numanalı h. 590 tarihli
yazma.
c. Berlin Preussische Staatsbibliotek’te bulunan 579 numaralı h. 607
tarihli yazma.
Alpherd Guillaume Nihayetü’l-İkdam’ın son kısmına ilave olarak
Şehristânî’nin el-Cüz ellezî lâ Yetecezzâ adlı eserini Fî İsbât el-Cevheri’l-
31
Ferd olarak yayınlamıştır. Fakat bu eseri nerede bulduğuna dair her hangi
bir bilgi vermemektedir.
b. Eserin Muhtevası:
Nihayetü’l-İkdam esas olarak klasik tarzda yazılmış bir kelam
kitabıdır. Fakat bu eserin, diğer kelam kitaplarından ayırtedici bir kaç
önemli özelliği bulunmaktadır. Öncelikle Şehristânî, eserinde en çok
tartışılan konuları ele almıştır. Bir konu hakkında filozofların, Mutezilîlerin
ve kelamcıların görüşlerini zikretmekte, kendisinin kabul veya reddettiği
hususları da ifade etmektedir. Meseleler hakkında kendi görüşlerini
anlatırken felsefî deliller kullanmakta ve tartışmacı, sorulu ve cevaplı bir
usul takip etmektedir. Eser yirmi bölümden oluşmaktadır. Eserin
muhtevası hakkında fikir vermesi açısından bölümlerin isimlerinin kısaca
belirtilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
1. Alemin yaratılması (Hudusu)
2. Allah’ın âlemi toptan yaratması
3. Tevhid hakkında
4. Teşbih’in geçersizliği
5. Ta’til (İlahi sıfatları reddeden) mezhebinin geçersizliği
6. Ahval hakkında
7. Ma’dum (yokluk) hakkında
32
8. Heyula hakkında
9. İlim sıfatının ispatı
10. Allah’ın ezelî ilmi hakkında
11. İrade hakkında
12. Allah’ın kelam sıfatı hakkında
13. Allah’ın kelamının birliği
14. İnsan kelamı hakkında
15. Allah’ın sem’i ve basar sıfatları
16. Ru’yetullah
17. Tahsîn ve takbîh; Allah’ı aklen bulmanın vacip olmadığı hakkında
18. Allah’ın fillerinde gaye ve illetin, salah ve aslahın geçersizliği
19. Nübüvvetin ispatı
20. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı, tekfir, haşr, mizan,
hesap, şefaat, imamet, keramet.
33
II. BÖLÜM
ŞEHRİSTANİ’NİN FELSEFİ GÖRÜŞLERİ
34
A. FELSEFÎ VE KELAMÎ KAVRAMLAR
Felsefî ve kelamî ekoller ile bunlara mensup ilim adamlarının
görüşlerini tam ve doğru olarak ortaya koyabilmek için; öncelikle
kullandıkları kavramların ve içeriklerinin tespit edilmesi gerekmektedir.
Çünkü, hem düşünce sistemi, hem de kavramlar, bazen kendisi bazen de
muhtevası ekol veya düşünüre göre değişiklik gösterebilmektedir. Hatta bu
değişiklik, aynı ekole mensup ilim adamları arasında da görülebilmektedir.
Bu sebeple, Şehristânî’nin görüşlerini ortaya koyabilmek için, ilk olarak,
temel felsefî ve kelamî kavramlara hangi anlamları yüklediğini, Nihayetü’lİkdam’a dayanarak belirlemeye çalışacağız. Şehristânî’nin görüşleriyle
birlikte; felsefî kavramlarını kullandığı, fakat düşüncelerinin çoğunu kabul
etmediği İbn Sina ile filozofları tenkit hususunda kendisini takip ettiği
Gazalî’nin de görüşlerini kısaca ele alacağız. İbn Sina ile Gazâlî’nin
düşüncelerinden katıldığı veya itiraz ettiği noktalara ayrı ayrı işaret
edeceğiz.
1. VARLIK (VUCUD) KAVRAMI
İlkçağ felsefesinden itibaren felsefenin en temel konularından birisi
olan varlık; filozofların felsefî sistemlerinin temelini oluşturmuştur. Varlıkla
ilgili görüşleri sonraki kısımlarda geniş olarak ele alacağız. Burada, kısaca,
İbn
Sina,
Gazalî
ve
Şehristânî’de
35
varlığın
nasıl
tanımlandığını
açıklayacağız. Çünkü, İbn Sina’nın varlıkla ilgili görüşleri kendisinden
sonraki bu iki düşünüre büyük ölçüde etki etmiştir.
İbn Sina’ya göre, varlık; açık ve seçik, kolayca anlaşılan, en genel
anlamda bir kelimedir. Ona göre, varlığın temeline yerleştirilecek başka bir
temel ve onu açıklayacak daha genel bir kavram yoktur. Çünkü, bu
kavram, insanın ilk hamlede kavradığı en umumî prensiptir. Onun türü ve
ayrımı yoktur, bu sebeple tanımlanamaz. 68
Gazalî’de,
İbn
Sina’nın
etkisinde,
aynı
şekilde,
varlığın
tanımlanamayacağı görüşündedir. Çünkü, varlıktan daha açık ve umumî
bir lafız yoktur. Onun aslından şüphe edilemez. O, kudretten hasıl olan
sabit bir şeydir. 69
Şehristânî, varlığın tanımlanamayacağı konusunda İbn Sina ve
Gazalî ile aynı görüştedir. Ona göre, varlık tarif edilemeyecek kadar açık
olduğundan, onu tarif için kullanılan her kelime ondan daha kapalı
olacaktır. Varlık en genel kavramdır. Ayrıca, Şehristânî, Eş’arîlerin sübût,
şeylik, zât ve ayn kelimlerini varlık (vücûd) la eşamlamlı olarak kullandığını
ifade etmektedir. 70
68
İbn Sina, Necat, Kahire 1938, 199 vd; Şifa, İlahiyat, Kahire 1960, II, 287 vd; el-İşârât
ve’t-Tenbihât, Mısır 1908, 5 vd; Ayrıca bkz. Hayrani Altıntaş, İbn Sina Metafiziği,
Ankara 1992, 29 vd; Hüseyin Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Ankara 1983, 28;
Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara 1974, 71; Şaban Ali Düzgün, Nesefî ve
İslam Filozoflarına Göre Allah-Alem İlişkisi, Ankara 1998, 41, 42.
69
Gazalî, Miyaru’l-İlm, Mısır 1961, 108; el-İktisâd fi’l-İtikad, Ankara 1962, 23, 36; Ayrıca
bkz. Bolay, 253 vd; Düzgün, 43.
70
Şehristânî, Nihaye, 151-152.
36
2. YOKLUK (ADEM) KAVRAMI
Yokluk, varlığın zıddı veya varlığın önceki halini ifade etmek için
kullanılır. Mantık açısından, yokluk tarif edilemez ve ne olduğundan
bahsedilemez. Ancak varlığa nispetle ve varlık yardımıyla yokluk hakkında
haber verilebilir. 71 İbn Sina’ya göre de, yokluktan, varlığa nispetle
bahsedilebilir. Mutlak yokluktan olumulu bir şekilde haber verilemez,
olumsuz bir şekilde söz edilebilir. Bu durumda ise, ona zihinde bir çeşit
varlık vermek gerekir. Yani, adem, gerçek bir varlık alanı olmayıp sadece
imkandır. 72 Yine, İbn Sina’ya göre, yokluğun ilke sayılması, bir varlığın
varolması için bir ademe dayanmasından ileri gelir. Zira, yokluk, araz için
bir başlangıçtır, son bulmasıyla varlık olur. 73 Diğer taraftan, İbn Sina’ya
göre, varlık mutlak hayır, yokluk ise mutlak şerdir. Bu sebeple “şey”ler
varolmayı arzular. Hiç bir şekilde yoklukla ilişkisi olmayan tek varlık ise
“Vacibu’l-Vucûd”tur. 74
Gazalî’de de yokluk varlığa nispetle bilinebilir. O varlığın karşılığı
olarak yokluğu; bir şeyin zâtının olmaması şeklinde kabul etmektedir. Bu
düşüncesiyle, varlık sebebinin ortadan kalkmasını, zâtın yokluğunu, yokluk
olarak görmektedir. Dolayısıyla, varlığın illetinin olmamasını, yokluğun
(adem) illeti saymaktadır. 75 Gazalî’nin, yokluğu, sadece zihinde olduğunu
71
Atay, İbn Sina’da Varlık, 35-36.
72
İbn Sina, Şifa, İlahiyât, I, 32 vd; Risâle fi’l-Hudûd, Tis’u Resail içinde, Mısır 1908, 91
73
İbn Sina, Necat, 101.
74
İbn Sina, Şifa, İlahiyât, I, 355-356; Atay, İbn Sina’da Varlık, 34 vd.
75
Gazalî, Miyar, 303; İktisâd, 26 vd; Ayrıca bkz. Bolay, 145 vd, 295-296.
37
kabul etmeyip, varlığın karşılığı olarak görmesi, âlemin yoktan yaratıldığı
görüşünü delillendirmek içindir. Bu yönüyle, İbn Sina’dan ayrılmaktadır.
Ancak,
varlığı
mutlak
hayır
olarak
görmesinde
İbn
Sina
ile
birleşmektedir. 76
Şehristânî ise, yokluğun varlığa göre bilinebileceği hususunda İbn
Sina ve Gazalî ile ayrı görüştedir. Ona göre, ilim, var olana taalluk eder. O
halde, varlık olmadan, kabul edilmeden yokluk hakkında bir şey
söylenemez. Gazalî’de olduğu gibi, o, mutlak yokluğu varlığın karşıtı
olarak görmektedir. Bu yüzden, yokluk özel ve genel olmaz. Mutlak
varlığın
karşılığında
mutlak
yokluk
vardır. 77
Şehristânî’nin
yokluk
hakkındaki bu tutumu, Gazalî’de olduğu gibi, âlemin Allah tarafından
yoktan varedildiği görüşünü temellendirme gayesine dayanmaktadır.
3. HALÂ KAVRAMI
Kelime anlamı “Boşluk” olan halâ; felsefe ve kelamda; herhangi bir
cisimden veya yer kaplayan cevherden hâli olan yer manasındadır.
Aristo fiziğini takip eden İbn Sina, Şifa’nın Tabiiyyât kısmında halâ
kavramını ele almaktadır. Burada “boşluk”u mekan kavramına bağlı olarak
reddetmektedir. O, mekanı, yalnızca kuşattığı cismin sınırı olan yüzey
olarak tarif etmektedir. Bu sebeple de, halâ’yı savunanların, mekanı,
76
Bkz. Bolay, 145 vd.
77
Nihaye, 151 vd.
38
cisimden bağımsız olarak bulunan boyutlar şeklinde tanımlamalarına karşı
çıkmaktadır. Ona göre halâ; cisim ve cismanîlikten hâlî olduğu için gerçek
anlamda yoktur. 78
Gazalî, Tehâfütü’l-Felâsifesi’nde, birinci meselede, âlemin kıdemini
tartışırken, kaçınılmaz olarak, halâ üzerinde durmaktadır. O, âlemin zaman
ve mekan bakımından sonlu olduğu fikrini temellendirebilmek için âlemin
ötesinde halâyı kabul etmektedir. Gazalî, zamanın kadîm olduğunu kabul
etmenin, âlemin ötesinde cisim olsun, boşluk olsun bir devamlılık olduğunu
kabul etmeyi mümkün kılacağını belirtmektedir. Çünkü, mekan ne kadar
cisme ait bir kavramsa zaman da o kadar cisme ait bir kavramdır. 79
Şehristânî, halâ kavramını Allah’ın âlemi yoktan yaratmasını
açıklamada kullanmaktadır. Öncelikle, cisimlerin, cevher ve arazların sonlu
olduğunu belirtir. Daha sonra da, sonlu olan cisimlerin tabiî olarak
evvelinin olacağını söyler. Bu durum ise, âlem ötesinde halânın varlığını
kaçınılmaz kılar. Halânın kabulü, cismin sonsuza kadar yer kaplamayacağı
ve sonsuza kadar bölünemeyeceği teziyle de bağlantılıdır. Sonuçta, aklın,
cismin
sonluluğuna
hükmettiği
yerde
bir
boşluğun
düşünülmesi
mümkündür. 80
78
İbn Sina, Şifa, Tabiiyyât, I, 137 vd; Hudûd, 94.
79
Gazalî, Tehafütü’l-Felâsife, Beyrut 1962, 67 vd; Türkçe tercümesi, Bekir Sadak,
İstanbul 2002, 22 vd.
80
Nihaye, 13 vd, 52 vd; Halâ hakkında geniş bilgi için bkz. İlhan Kutluer, Halâ mad.,
T.D.V. İ. A., C. 15, İstanbul 1997, 221 vd.
39
4. HEYULÂ KAVRAMI
İbn
Sina’ya
göre,
heyulâ
ezelî
bir
imkandır.
O,
heyulâyı
ispatlayabilmek için, cisimleri oluşturan cevherleri inceleyerek maddenin
varlığını kanıtlamaya çalışmıştır. Buna göre, cisim, mahiyeti itibariyle
uzunluk, genişlik ve derinlik olmak üzere üç boyutludur. Dolayısıyla, cismin
değişken
nitelikleri
onu
tanımlamaya
yeterli
değildir.
Cismin
tanımlanmasına imkan veren cevher surettir. Bununla birlikte, cisme ait
olan bölünebilirlik, ayrışma gibi olgular cevherden gelmemektedir. O halde,
infisal ve ittisali sağlayan, kuvve halinde bulunan bir başka cevherin
bulunması gerekmektedir. İşte bu, yer kaplamayan, konumu bulunmayan,
algılanamayan aklî cevher heyulâdır. 81
Gazalî, heyulâ ile maddeyi ayırmaktadır. Ona göre heyulâ, bütün bir
varlık olmayıp, sadece kendisinde bulunmayan bir yetkinliği kabul eden bir
unsurdur. Varlığı surete bağlıdır. Suret ve heyulânın bir araya gelmesi aklî
bir terkiptir. 82
Şehristânî önce heyulâyı savunanların görüşleri hakkında bilgi
vermektedir. O, filozofların, bu konudaki görüşlerini ikiye ayırır: Birinci
gurup; heyulâyı Allah, akıl, nefis gibi ezelî bir ilke olarak kabul edenlerin
görüşleridir. Buna göre, ezelde, sadece suret kabul etme istidadında olan
heyulâ, ilk suretin meydana gelmesiyle üç boyutlu birleşik bir cisme
dönüşerek bilfiil varolur. Bu ikinci heyulâdır. Bilfiil varolan heyulâda,
sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk özelliklerinin gerçekleşmesiyle ateş,
81
İbn Sina, Necat, 202 vd; Hudûd, 83-84; Atay, İbn Sina’da Varlık, 105-107.
82
Gazalî, Miyar, 97-99; Bolay, 137 vd.
40
su, hava ve toprak meydana gelir. Bu ise üçüncü heyulâdır. Son olarak, bu
dört unsurdan ârazları taşıyan birleşik varlıklar oluşur.
İkinci gurup ise, heyulânın aklî bir cevher olduğu görüşünde
olanlardır. Bu durum, maddî bir cevherin suretlerden soyutlanmış şeklidir.
Şehristânî ise, heyulânın ezeliliğini ve cevher olarak suretlerden
soyutlanmış
olmasını
kabul
etmemektedir.
Ona
göre,
suretlerden
soyutlanmış mutlak bir cevher yoktur. Çünkü, heyulânın belirli bir birleşme
ve ayrılmadan soyutlanması mümkünse de, küllî manada birleşme ve
ayrılmadan soyutlanamaz. 83
5. İLLET VE MALUL (SEBEP ve SEBEPLİ) KAVRAMLARI
İslam felsefesinde, illet ve sebep, malul ve sebepli eşanlamlı olarak
kullanılmıştır. İbn Sina, genelde, illet ve malulu tercih etmiştir. Ona göre,
illet, bir varlığın, fiil halindeki varlığını kendisinden aldığı bir başka varlığın
zatıdır. İlletin varlığı, fiil halindeki bu varlığa bağlı değildir. Malul ise, fiil
halindeki varlığı bir başkasından gelendir. 84 Vacib varlık dışındaki, bütün
83
Nihaye, 163 vd.
84
Altıntaş, 111-112.
41
mümkün varlıklar sebeplidir. Allah sebepsiz olan yegane varlık olup “İlk
sebeptir”.
Bu
yüzden
meydana
gelen
bütün
varlıklar
varoluşları
bakımından zorunludur. Çünkü, illet ile malul arasındaki ilişki zorunludur.
Varlık için dört sebep vardır; maddî sebep, eşyanın güç halindeki kurucu
kısmıdır. Surî veya şeklî sebep, şeyin kendisiyle oluştuğu ve fiil halinde
bulunduğu bölümüdür. Fail sebep, varlığın kendisinin sağlayamadığı
vücudu ona verendir. Gaye sebep, varlığın kendisinden dolayı varlık
kazandığı sebeptir. İlk ikisi fizik âleme ait olup, diğer ikisi ise mümkün
varlığın harici varoluşuna ait sebeplerdir. 85
Gazalî, illeti, varlığı meydana getiren şey, malulu ise bir sebebin
neticesinde ortaya çıkan varlık olarak tanımlamaktadır. O da, fail sebep,
maddî sebep, surî sebep, gaye sebep olmak üzere dört sebebi kabul
etmektedir. Fakat, fail sebebi öne çıkartmakta ve “bir şeyin varlığını veren
sebep” olarak görmektedir. 86 Gazalî, illet ve malul, sebep ve sebepli
arasındaki bağı inkar etmemekle birlikte, bunun zorunlu oluğunu kabul
85
İbn Sina, Şifa, İlahiyât, II, 257 vd; Hudûd, 100; Altıntaş, 111 vd; Atay, İbn Sina’da
Varlık, 205 vd.
86
Gazalî, Miyar, 258 vd, 293-295; Bolay, 148 vd.
42
etmemektedir.
Bu
bağın,
sadece
bir
alışkınlık
bağı
olduğunu
söylemektedir. Böylece, tabiatta, yumuşak bir determinizme imkan
verirken, metafizik alanda bunu geçersiz saymaktadır. Alemin yaratılışında
zorunluluğunu ve kıdemini ortadan kaldırmak için Allah’ın mutlak iradesini
en üste çıkarmaktadır. Bu düşüncesiyle de mucizeye imkan vermektedir. 87
Şehristânî’nin illet ve malul tanımı Gazali’ninki ile uygunluk
arzetmektedir. Ona göre, bir şeyin varlığına sebep olan şey illettir.
Dolayısıyla, illetin sebep olduğu varlık da maluldur. İllet ve malul ilişkisi
sonsuza kadar gitmez. İlk illet olan Vacibu’l-Vucud’da son bulur. Fakat,
Vacibu’l-Vucûd olan Allah ile malul olan mümkün varlık arasındaki ilişki
zorunlu değildir. Yani, Allah zorunlu olarak âlemi yaratmış değildir. O
âlemin yokluktan varlığa çıkmasını “tercih” ettiği için yaratmıştır.
Dolayısıyla, illet ile malul arasında zaman bakımından fark vardır. Bu
görüşü Şehristânî’nin âlemin hâdis olduğu temeline dayanmaktadır. Bu
yüzden de, fizik âlemde bulunan bütün illet ve sebepleri de nihaî noktada
yaratan Allah’tır. Onun iradesinde bu manada bir zorlama yoktur. Sonuçta,
Şehristânî, mutlak determinizm olmadığını savunarak, Gazalî ile aynı
görüşü paylaşmaktadır. 88
87
Gazalî, İktisât, 90-92; Tehafüt, 224 vd.
88
Nihaye, 14 vd, 20 vd.
43
6. ATOM, CEVHER VE ÂRAZ KAVRAMLARI
a) İbn Sina’da Cevher ve Âraz
Aristo felsefesinde hem mantık kategorisi ve hem de metafizik
kavram olarak kullanılan cevher; İbn Sina tarafından da aynı şekilde
kullanılmıştır. İbn Sina varlığı, bir yerde bulunan ve bir yerde bulunmayan
şeklinde ikiye ayırmaktadır. İkinci durumdaki varlık bir yerde bulunmadığı
için cevher, birinci durumdaki ise cevherin taşıdığı varlık olarak âraz adını
alır. Bu durumda, cevher ârazın varlık şartı olup, kendisi o âraz yüzünden
var değildir. Filozofa göre, cevher, cisim, madde ve sureti içine alan
cismanî ile akıl ve nefsi içine alan gayr-ı cismanî şeklinde ikiye
ayrılmaktadır. Ona göre, cins ve tür olarak kavrandığı için, Allah’a cevher
denemez. İbn Sina’ya göre, mantığın ve varlığın cevher olan birinci
kategorinin dışındakiler ârazdır. Bir âraz, mutlaka ya bir cevherde veya bir
cevhere bağlı başka bir ârazda bulunur. 89
b) Gazali’de Cevher ve Âraz
Gazalî cevheri, gerçek ve esas varlık, varlık cinslerinin en üstünü
olarak kabul etmektedir. Fakat ilk varlık değildir. Yer kaplamakta ve bir
mekandan başkasına intikal etmektedir. Buna göre cevher ne sükûn
içindedir ne ezelîdir, ne de varlığın ve değişimin prensibidir. Cevherde
varolan hareket ve sükûn hâdistir. Ayrıca varlığını gerekli kılan şartlar
ortadan kalkınca, cevherin kendisi yokolur. Bununla Gazalî, Allah’a cevher
89
İbn Sina, Şifa, İlahiyât, I, 57 vd; Hudûd, 87-89; Atay, İbn Sina’da Varlık, 103 vd.
44
denilemeyeceği sonucuna ulaşmaktadır. O ârazı ise; cevhere bağlı
görünüşler olarak ele almaktadır. 90
c) Şehristânî’de Cevher ve Âraz
Şehristânî ise cevher ve ârazın tanımından ziyade, bunların
vasıtasıyla âlemin hudusu üzerinde durmaktadır. Nitekim o, Eşarî
geleneğinde Cüveynî’den itibaren sistemleşen âraz fikrinden hareketle
âlemin hâdis olduğunu şöyle ispatlamaya çalışmaktadır: Arazlar vardır ve
hâdistir. 91 Cevherler ise ârazsız olamaz, dolayısıyla cevherler de hâdistir.
Hâdis olan şeylerin başlangıcı vardır, o halde cevher ve ârazlardan
meydana gelen bu cismanî âlem yoktan yaratılmıştır. 92
d) Atom Kavramı
Cevher ve âraz anlayışına paralel olarak İslam düşüncesinde,
bölünmez cevhere (cevher-i ferd, el-cüzz lâ yetecezzâ) dayalı atomculuk
fikri ilk olarak Mutezile kelamcıları tarafından ortaya atılmıştır. Mutezile
kelamcıları, ilk çağ filozoflarının aksine, atomları yoktan yaratılmış olarak
kabul etmişlerdir. Varoluş, atomların birleşmesi ve ayrılmasıyla meydana
gelir. Fakat, bu varoluşta, mekanik bir zorunluluk yoktur. Atomların niteliği
yoktur, onlara sadece hareket ve sükûn nispet edilir. Bir nokta gibi
90
Gazalî, Miyar, 301 vd; İktisât, 23 vd; Bolay, 129 vd.
91
İlhan Kutluer, Cevher mad., T.D.V.İ.A., C. 7, İstanbul 1993, 450 vd; Nihaye, 6 vd.
92
Nihaye, 6 vd.
45
boyutsuz ve hacimsizdirler, ancak birleşik hali olan cisim üç boyuta
sahiptir. Mutezile kelamcıları, yaratılmış ve her an oluşu devam eden âlem
ile ezelî ve ebedî olan yegane yaratıcı Allah arasındaki ilişkiyi bu şekilde
kurmaya çalışmışlardır. Böylece, araya sebeplilik ve zorunlulukların
girmesine engel olmak istemişlerdir. Buna göre, âlemin en küçük ve
bölünemeyen birimi olan atom, sonlu ve sınırlı sayıda Allah’ın “kün”
emriyle yaratılmakta ve yokedilmektedir. 93
Eşarî kelam geleneğinde ise Cüveynî ile birlikte atomun tanımı
değişmiştir. Şehristânî’de, Cüveynî’ye uyarak atomu, uzayda yer kaplayan
ve bir hacmi olan nesne olarak tarif etmektedir. Şehristânî, her şeyden
önce,
Allah
ile
âlem
arasında
mutlak
manada
ontolojik
zıtlığın
bulunduğunu düşünmektedir. Bu yüzden, âlemin yoktan yaratıldığı fikrini,
atomculuk görüşüne ve bağlı bulunduğu geleneğe uyarak delillendirmeye
çalışmıştır. Ona göre, Allah, kendi hür yaratıcı iradesiyle âlemin
bölünemeyen en küçük parçası olan atomların yoktan varlığa geçişini
tercih etmiştir. 94
93
Geniş bilgi için bkz. H. Austryn Wolfson, Kelam Felsefeleri, çev. Kasım Turhan,
İstanbul 2001, 357 vd.; Kutluer, Cevher mad.
94
Nihaye, 505 vd.
46
Şehristânî, İbn Sina’nın atomculuğun reddiyle ilgili görüşlerini de
eleştirmektedir. İbn Sina’ya göre, belli bir yerde artık bölünemeyen ve
nokta şeklinde tasavvur edilen atomların birbiriyle teması mümkün değildir.
Bu yüzden, atomlar birbiriyle temas ediyorsa bölünme kaçınılmazdır.
Çünkü, atomun ayrıca bir temas noktası olduğu farzedilmelidir. Eğer bu
temas noktası yoksa terkip halindeki atomlar birebir çakışıyor demektir. Bu
durumda ise, kendilerinden daha büyük bir cisim meydana getiremezler. 95
Şehristânî, İbn Sina’nın bu itirazına özet olarak şöyle cevap
vermektedir: Temas noktası sonsuz olarak bölünemeyeceğine göre, yan
yana temas eden atomlar sonsuz bir bölünmeye uğrayamazlar. Çünkü, dış
dünyada sonlu olduğu belli olan bir cismin teorik olarak sonsuza kadar
bölünebileceğini söylemek, ancak bir vehimden ibarettir. 96
95
Nihaye, 508 vd.
96
Nihaye, 510 vd.
47
7. SUDUR VE HUDUS KAVRAMI
Sudur ve hudus, İslam filozofları ve kelamcıları tarafından Allah’ın
varlığını ispatlamada ve Allah’ın âlemi nasıl yarattığını izah etmede
kullanılan temel iki kavramdır. Suduru Fârâbî ve İbn Sinâ gibi filozoflar,
hudusu ise kelamcılar kullanmışlardır.
İslam düşüncesinde ilk kez Farabî’nin kullandığı sudur teorisi, İbn
Sina tarafından ayrıntılı ve bütün felsefî sistemi içerisinde tutarlı bir şekilde
açıklanmıştır. Temelde sudur, varlığın vacip ve mümkün olarak ikiye
ayrılmasına, yaratmanın akletme faaliyeti olarak düşünülmesine ve
“Bir’den ancak bir sâdır olur” prensibine dayanmaktadır. Bu prensiplere
dayanarak, âlemin yüce ve kemal sahibi Vacib Varlık’tan belli bir düzen
içinde, devamlı taşması ve bu suretle zorunlu varlığın kendisinden başka
varlıklar vücuda getirmesidir. Bu şekilde, Allah’ın kendi zatını akletmesiyle,
ilk taşan şey ilk akıldır. Zorunlu varlığa nispeti itibariyle vacib, zâtı yönüyle
ise mümkün olan ilk akıl, çokluğu kabul etmektedir. İlk aklın kendi
üstündeki prensibi akletmesi, ikinci aklın suduruna yol açar, kendi mümkün
özünü akletmesi ile de ilk feleğin nefsi ve yine ilk feleğin cismi ilk sema
meydana gelir. Böylece devam eden sudur süreci sonunda on akıl ve
dokuz felek oluşur. Bu manevî âlem ay üstü âlem olarak adlandırılır.
Yaratma ve sudur süreci ile akletme süreci aynı olup, daha yüksek varlık
mertebelerinin akledilmesiyle, daha alt varlık mertebeleri oluşur. Onunucu
akıl faal akıl olup, ay altı âlemi düzenler. Ay altı âlem ise oluş ve
48
bozuluşun olduğu, cevher ve ârazlardan meydana gelir. İbn Sina’ya göre
Vacibu’l-Vucûd ile ilk akıl arasındaki ilişki zorunludur. Yani Allah ilk aklın
illetidir. İllet ile malul arasındaki, bu zorunlu ilişkiden dolayı âlem ezelîdir.
Bu sonuca göre filozofumuz, halâ kavramını dolayısıyla atomculuğu kabul
etmez. Alemin yoktan varedilmesi görüşü, ilahî iradenin başka bir
sebepten müessir olduğu sonucunu çıkarır ki; bu imkansızdır. Çünkü
âlem; zorunlu varlığın akletmesiyle kendisinden taşmasıdır. Bu yüzden
sudurdan önce yokluk tasavvur edilemez. 97
Hudus, terim olarak varlığın yokluktan yaratılması, evvelinin olmasını
ifade eder. Allah ile âlemin ontolojik olarak farklı olduğu tezine dayanır.
Aracısız olarak yaratılan âlemin ve içindekilerin hâdis, Allah’ın ise muhdis
olduğu
görüşü
İslam
dünyasında
kelamcılar
tarafından
özellikle
savunulmuştur. Kelamcılar arasında ilk olarak Mutezile kelamcıları hudusu
temellendirmişlerdir. Sünnî kelamcılar içerisinde ise, bu delili ayrıntılı
olarak ilk defa Ebû Mansur el-Maturidî açıklamıştır. Eşari’de hudus
kavramı açık ve ayrıntılı bir şekilde bulunmamaktadır. Fakat Eşarî ekolüne
mensup Bakıllanî, Abdulkadir Bağdadî, Cüveynî ve nihayet Gazalî gibi
kelamcılar, Allah’ın varlığını ispatlamada, Allah ve âlem ilişkisini
açıklamada hudus delilini ayrıntılı olarak ortaya koymaya çalışmışlardır.
Bunu yaparken cevher ve âraz kavramlarını kullanmışlardır. Onlara göre
97
Sudur teorisi hakkında bkz. İbn Sina, Şifa, İlahiyât, II, 275 vd, 401 vd; Necat, İlahiyât,
270 vd; İşârât, Mâ Ba’d-Tabia, 190 vd; Altıntaş, 80 vd; Atay, İbn Sina’da Varlık, 141 vd,
200 vd; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 87 vd; Ülken, İslam Felsefesi, 95 vd;
İslam Düşüncesi, İstanbul 1995, 211-213.
49
âlemdeki ârazlar hâdistir. Cevherler de ârazları kabul ettiği için hâdistir.
Dolayısıyla âlem bütünüyle hâdistir. Ancak Gazalî farklı olarak, ârazların
hâdis ve her hâdisin bir yaratıcısı olduğunu, zarurî bilgi saymıştır. 98
Şehristânî de; hudus delilini ortaya koyarken cevher ve âraz
kavramlarından faydalanmıştır. Bu anlamda Eşarî geleneğine bağlı
bulunmaktadır. Ancak o; hudus delili ile birlikte imkan delilini meczetmiştir.
İbn Sina’nın kullandığı vacib varlık, imkan ve mümkün kavramlarının
içeriklerini tamamen olmasa bile, kısmen değiştirerek ele almıştır. 99
Şüphesiz onun bu iki delili meczetmesinde Gazalî ile başlayan felsefî
kavramların kelamda kullanılması etkili olmuştur. Bu yüzden Şehristânî,
imkan delili ile hudus delilini meczederek birlikte kullanan ilk filozof-kelamcı
olarak kabul edilmektedir. 100
Şehristânî’nin hudus ve imkan delilini nasıl birleştirdiğini ve sudur
teorisine hangi itirazlarda bulunduğunu bir sonraki bölümde ele alacağız.
B. VARLIK
Felsefî ve kelamî kavramlarda varlığın İbn Sina, Gazali ve
Şehristânî’ye göre tanımını vermiştik. Bu bölümde ise ilk olarak, İslam
felsefesini ve İbn Sina’yı metafizik düşünceleri ile etkileyen Aristo’nun
98
Bkz. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, 1981 Ankara, 207-208; Bekir Topaloğlu,
İslam Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, Ankara 1992, 68-70, 74 vd.
99
Nihaye, 15 vd.
50
varlık anlayışını genel olarak ifade etmeye çalışacağız. Daha sonra İbn
Sina’nın varlık anlayışını, Tanrı ve alem ilişkisini nasıl temellendirdiğini
açıklayacağız. Son olarak ise, Şehristânî’nin varlık ve Allah ve âlem ilişkisi
konusundaki görüşlerini, Gazalî’den etkilendiği yönlerini de belirterek ele
alacağız.
Varlık
türlerinde
ise
vacib
ve
mümkün
varlık
konusunda
Şehristânî’nin görüşlerini, İbn Sina’ya yartığı itirazlarını yine Gazalî’nin
düşünceleri ile birlikte açıklamaya calışacağız
1. ARİSTO’DA VARLIK
Aristo,
Eflatun’un
ideler
nazariyesini
tenkit
ederek
işe
başlamaktadır. 101 Ona göre idelerin, varlıkların özünü meydana getirmesi
imkansızdır. Eğer bunlar varlığın özü ise o zaman varlığın içinde
bulunmalıdır. Gerçeğin idelerde olduğunu kabul etmek gerçeği ayrı objeyi
ayrı düşünmektir. Halbuki gerçek, varlıkların içindeki özdür. Bunun dışında
başlı başına olan bir tümel ve genel yoktur. Dolayısıyla, varlıkta esas olan
duygularımızla algıladığımız gerçeklik alemidir.
Aristo, gerçek varlığın özü olarak, değişmeyen ve hareket etmeyen
cevheri kabul etmektedir. Bu cevher aynı zamanda öz ve mahiyete, forma
100
İzmirli İsmail Hakkı, İslam’da Felsefî Akımlar, 213 vd; Toploğlu, 96-97.
101
Metafizik, çev. Ahmet Arslan, İstanbul 1996, I, 990b-992a.
51
özdeş olduğundan, mahiyetten veya özden hareket ederek varoluşu
çıkarmaya çalışmaktadır. Ona göre mantıkî kategori ve kavramlar, aynı
zamanda varlığın prensipleridir. Varlığın öncelikle bir genel yönü vardır. Bu
yön onu diğer ortaklarıyla bir kavram çerçevesinde toplar. Bununla birlikte
bir de ferdî yönü vardır. Bu yön ise onu ortak özelliklere sahip olduğu diğer
varlıklardan ayıran özel ve ferdî vasıflarını ifade etmektedir. Varlığın genel
yönü zorunlu olup ferdî yönü zorunlu değildir. Dolayısıyla zaruret
varlıktadır. 102
Aristo’ya göre, varlığın meydana gelmesinde dört temel sebep vardır.
Bunlar;
a) Maddî Sebep: Varlığın kendisinde şekil kazandığı veya kendisiyle
bir şeyin olup bittiği sebeptir.
b)
Formal
Sebep:
Şekil
kazandıran
maddede
kendisini
gerçekleştiren, öz ve formdur.
c) Harekete Geçiren Sebep: Bir varlığın meydana gelmesi veya
maddenin şekil kazanması için dışardan hareketi başlatan sebeptir.
102
Bkz. Metafizik, 1028a, 1032a, 1033a, 1050b; Ayrıcaı bkz. Alfred Weber, Felsefe Tarihi,
çev. Vehbi Eralp, İstanbul 1998, 70 vd; Will Durant, Felsefenin Öyküsü, Çev. Ender
Gürol, İstanbul 2002, 88 vd; Edvard Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan,
İstanbul 2001, 221 vd; Bernard Russel, Batı Felsefesi Tarihi, çev. Muhammed Sencer,
İstanbul 1997, I, 275 vd; Kamuran Birand, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara 2001, 75
vd; Bolay, 117 vd.
52
d) Gaye Sebep: Varlıkta ve oluşta, onu yöneten, varolma gayesini
gösteren sebeptir.
Aristo’ya göre, âlemdeki her varlık şekil kazandırıcı bir sebebin
maddeye şekil kazandırması ile meydana gelir. Bu yüzden bütün varlıklar
şekil kazanmış bir maddedir. Madde ve form sebebiyle gerçek hale gelmiş
bir imkandır. İşte varlık ve oluş, bu imkanın form yüzünden gerçekliğe
dönüşme ve varlığa çıkmasıdır. Bundan dolayıda ne maddesiz bir şekil ne
de şekilsiz bir madde düşünülemez. Madde ile şekil arasında içten bir
bağlılık vardır. Kâinatta bu oluşun meydana getirdiği bir düzen vardır. Bu
düzende maddenin en aşağı şekillerinden en yüksek formlarına kadar
yükselen bir sistemi vardır. Bunun en aşağı sınırı “salt madde” en yukarı
sınırı da “salt form”dur. Aristo’ya göre salt madde sadece bir imkan olup
gerçekliği bulunmamaktadır. Yani şekil kazanmadan önce var değildir. Bu
yüzden varlık dünyasında hiç bir zaman salt maddeyi bulma imkanı yoktur.
Salt form ise, maddeye muhtaç olmaksızın kendiliğinden en yüksek
gerçekliğe sahiptir. Salt form; madde olmayan, hareket etmeyen, bütün
varlıklara şekil veren, hareketlerin ilk sebebi ve ilk hareket ettirici bir ilkedir.
Bu ilk hareket ettiricinin, varlığı hareket ettirmesi mekanik bir nedene değil
bir gayeye dayanmaktadır. O, ayrıca, ezelî ve ebedîdir. Kendisinden başka
bütün varlıklardan ayrıdır, cisimsizdir, en yetkin varlıktır. Bütün imkanlar
onda varlık bulur. Varolanların en yükseği ve en iyisidir. Bu özellikleri
taşıyan salt form “Tanrı”dır. Aristo’nun Tanrı anlayışında; O âlemi yoktan
yaratan olmayıp, belli bir gaye doğrultusunda varlığa ve âleme ilk hareketi
veren, şekil kazandıran bir “mimar” gibidir. O bütün âlemin ve içindekilerin
kendisini özlemesiyle, aşkıyla, sevgisiyle etkiler. Dolayısıyla varlık
53
âleminde her şey, maddenin Tanrı’yı özleyişiyle meydana gelir ve
harekete geçer. 103
2. İBN SİNA’DA VARLIK
İbn Sina varlığı, var olanların ortak yönü olarak görür. 104 Varlık
görüşünü varlıkla Allah arasındaki ilişkiyi ve varlık, mahiyet ayrımını ortaya
koyarak temellendirir ve açıklar. 105 İbn Sina’ya göre, varlık, insan
tarafından sezgi ile aracısız olarak kavranır. İnsan, dışardan bir etki söz
konusu olmadan, düşünmeden nefsin ne olduğunu kavrayabilir ve varlığın
bilincine ulaşabilir. Bu durumu açıklamak için “uçan adam” misalini
vermektedir. Kişinin kendi nefsine ilişkin bu bilgisi; doğrudan genel
anlamda varlığa ve metifiziğe açılan ilk kapıdır. 106 İbn Sina varlığı üç
alanda ele almaktadır:
a) Mutlak Varlık.
b) Zihinde Varlık.
103
Aristo’nun varlık görüşüyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Metafizik, 1072b, 1073a, 1074b;
Weber, 70 vd; Durant, 88-91; Zeller, 221-224; Russel, 275 vd; Birand, 75 vd; Arda
Denkel, İlkçağ Doğa Felsefeleri, İstanbul 1998, 83 vd; Bolay, 117 vd; Hüsamettin
Erdem, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Konya 2000, 256 vd.
104
Şifa, İlahiyat, II, 290-291.
105
Altıntaş, 29.
106
Altıntaş, 32-33; Atay, İbn Sina’da Varlık, 28-31; Fazlurrahman, İbn Sina, çev. Osman
Bilen, Klasik İslam Filizofları ve Düşünceleri içerisinde, Edit., M. M. Şerif, İstanbul
2000, 123-125.
54
c) Ayanda (Dış Dünyada) Varlık. 107
Mutlak varlık; hiç bir kayda ve şarta bağlı olmayandır. Bu anlamda,
zihin ve zihindeki kayıtlardan, dış dünyadaki şartlardan sıyrılmış varlıktır.
İnsanlık kavramının, zihin ve dış dünyadaki delaletlerini ve fertlerini
hesaba katmadan bir anlamı vardır. Bu anlam; tek, çok; küllî, cüz’î; cins,
tür ve fasıl değildir. İşte bu kavram mutlak varlığı gösterir. 108
Zihinde varlık; cins, tür, fasıl, tümel, tek ve çok sıfatlarıyla sıfatlanır.
Bu sıfatlar zihin dışında bulunmaz. Zihin bunları düşünüyorsa, o zaman
bunlar var demektir.
Zihin dışındaki varlık ise; dış dünyada tek tek fert ve şahsiyet
kazanmış varlıklardır. 109
İbn Sina’nın varlık görüşündeki temel hususlardan birisi de varlık ve
mahiyet veya zât ve vücut ayrımıdır. Ona göre varlık; mahiyeti olan şeyler
için sonradan katılmış bir âraz niteliğindedir. Dolayısıyla bu şeyler varlığını
sonradan kazanmışlardır. Fakat mahiyetin varlığı, bizzat var olmayı
gerektirmez. O varlığa muhtaçtır ve onu başkasından alır. Mahiyet sadece
bir varolmanın imkanını ihtiva eder. Aristo’da ki sadece mantıkta olan
varlık ve mahiyet ayrımı İbn Sina’da ontolojik bir karakter kazanmaktadır.
Ona göre zat veya mahiyet varlık değildir. Şayet insanın zatı varlığını içine
almış olsaydı, zatının kavramı varlığının da kavramı olacaktı. Bu şekilde
107
Atay, İbn Sina’da Varlık, 37.
108
Atay, İbn Sina’da Varlık, 38-39; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 11.
109
Atay, İbn Sina’da Varlık, 40 vd; Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 12-13.
55
olmadığı için varlık mahiyet ayrımı söz konusudur. Fakat hem varlığın hem
de mahiyetin gerçekleştirici bir özelliği bulunmamaktadır. Varlığın sebepleri
de mahiyetin sebeplerinin aynısı değildir. Varlığın mahiyete âraz
olabilmesi yani dış dünyada varlık kazanabilmesi için varlığı ve mahiyeti bir
olan, varolmada başkasına gerek duymayan ve varlığı kendinden olan
vacib bir varlığa ihtiyacı vardır. 110
İbn Sina varlık ve mahiyet ayrımını bu şekilde ifade ettikten sonra,
varlığı vacib ve mümkün şeklinde ikiye ayırmaktadır. Vacib varlık,
varlığında başkasına muhtaç olmayıp, varlığı kendisinden ve zorunlu olan,
zât ve vücud ayrımı olmayan varlıktır. Vacip varlık bütün kemal nitelikleri
ve sıfatları taşır. Mümkün varlık ise; varlığını vacip varlıktan alan, zât ve
vücud ayrımı bulunan varlıktır. Zihin mümkün varlığın varolmasıyla
olmamasını eşit görür. Ancak mümkün varlığın, varolması vacip varlığın
kendisini düşünmesi ve belirli bir hiyerarşi içerisinde varlığın ondan
taşması ve suduruyladır. Dolayısıyla varlığını yoktan değil sudurdan alır. 111
Bunun sonucunda İbn Sînâ, mümkün varlık sınıfında, vacib bi gayrihi
(dolayısıyla zorunlu) olan yeni bir varlık alanından bahsetmektedir. Bu
varlık alanı ay üstü âlemidir.
İbn Sînâ’ya göre varlık üç türe ayrılmaktadır:
1-Zatı ile vacib (Vacibu’l-Vücud) olan Allah.
110
Bkz. Şifa, İlahiyât, ı, 31; 210-211, 290-292, 345 vd; Atay, İbn Sina’da Varlık, 74 vd;
Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 13 vd; Altıntaş, 31-33; Fazlurrahman, 124-126.
111
Atay, İbn Sina’da Varlık, 121 vd, 153 vd; Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, 30 vd;
Altıntaş, 32 vd.
56
2- Başkasıyla vacib (Vacib bi Gayrihi) ve zatı ile mümkün (mümkünü’l
vücud bi zatıhi) olan ay üstü alem veya manevi varlıklar.
3- Her yönüyle mümkün olan, oluş ve bozuluşun bulunduğu ay altı
alem. 112 Varlık şekil olarak şöyle gösterilebilir.
VARLIK
Vacibu’l-Vücud bi Zatihi
Allah
Vacib bi Gayrihi Her Yönüyle Mümkün
Mümkünü’l-Vücud
Ay Altı Alem
bi zatihi
Ay Üstü Alem
VARLIK SİLSİLESİ
Allah (Zatıyla ezeli, Vacibu’l-Vücud bi Zatihi)
Ay üstü varlıklar (Vacib bi Gayrihi)
Ay altı varlıklar (Her bakımdan, zaman ve zat bakımından
mümkün, hadis, kevn ve fesad alemi) 113
112
Atay, İbn Sina’da Varlık, 141-143.
113
Atay, İbn Sina’da Varlık, 142.
57
İbn Sina, ay üstü alemi “dolayısı ile zorunlu” sayarak, onların
ezelilğine ve değişmezliğine işaret etmektedir. Böylece, südur nazariyesini
temellendirmektedir. Onun varlığın ortaya çıkışı ile ilgili olarak yaratma
konusunda şu terimleri kullandığı görülmektedir:
a) İbdâ: Ezeli ve ebedi olan ay üstü varlıkların aracısız yaratılması.
b) İhdas: Olağan varlıkların oluşumu.
c) Halk: Aracılı veya aracısız maddi varlıkların meydana getirilişi
d) Tekvin: Oluş ve bozuluş halindeki varlıkların bir aracıyla meydana
getirilişi 114
3. ŞEHRİSTANİ’DE VARLIK
Şehristânî, varlığın tanımını, tarif edilemeyecek kadar açık olduğunu
ifade etmektedir. 115 Onun varlık görüşünün temeli; vacibu’l-vücud ve
alemin “muhdis”i olan Allah ile muhdes yani yaratılmış alemin ontolojik
anlamda
kesin
ayrılığına
dayanmaktadır.
ayrılmaktadır:
a) Vacib varlık
114
115
Altıntaş, 102
Nihaye, 151
58
Ona
göre
varlık
üçe
b) Caiz veya mümkün varlık
c) Müstahil varlık 116
Vacib Varlık; alemi yoktan vareden, herseyin sebebi olan, varlığı zatı
olan ezeli ve ebedi varlıktır. Caiz veya mümkün varlık ise; varlığı ile
yokluğu eşit olan, varlığa çıkmak için “Müreccih”e yani varlığını yokluğuna
tercih eden Allah’ın yaratmasına ihtiyacı olan varlıktır. Müstahil varlığa
gelince, yokluğu zaruri olan, varlığı düşünülemeyendir.
Şehristânî,
varlığı
bu
şekilde
117
sınıflamakla
Gazali’yi
takip
etmektedir. 118 Alemin yoktan yaratıldığı yani hadis olduğu görüşünü de
aynı şekilde temellendirmektedir. Dolayısıyla südur nazariyesini ve İbn
Sina’nın varlığı taksimini kabul etmemektedir.
Şehristânî varlık ve mahyet ayımını savunmaktadır. Ona göre, zat
vücuttan önce gelir. Vücud zata arızdır.
119
Alemin mümkün ve muhdes
yani yaratılmış olduğunu cevher ve araz kavramlarını kullanarak
ispatlamaya çalışmaktadır. Alem cevher ve arazlardan oluşmuştur.
Arazların muhdes olduğunu herkes ittifakla kabul etmektedir. Cevherlerin
de arazları kabul etmesiyle muhdes olması kaçınılmaz hale gelmekteir.
116
Nihaye, 13-15.
117
Nihaye, 14.
118
Bkz. Bolay, 255.
119
Nihaye, 20.
59
Bunun sonucunda alemin muhdes yani yoktan yaratılmış olması fikri
açıkça ortaya çıkmaktadır. 120
Şehristânî’ye göre, mümkün varlığın, varlığı ile yokluğu eşittir.
Dolayısı ile varlığı bilkuvvedir. Bilfiil varlık olabilmesi yani varlık sahasına
geçmesi, ezeli iradenin onun varlığı önünde tercihte bulunmasıyladır.
Varlığın suret kazanması maddeden değildir. Bilakis “Vahibü’s-süver” olan
Allah’tandır. Maddenin suret kazanma yetkinliği yoktur.
121
Allah ile alem,
hadis ile muhdes, sebeb ile sebebli arasındaki ilişki zorunlu değildir. Allah
alemi kendi hür iradesi ile istediği anda yaratmıştır. Ay üstü alemdeki
varlıklar da dahil olmak üzere hiçbir şeyin varlığı Allah’ın varlığı ile zat ve
zaman bakımından birlikte değildir. 122
Şehristânî’nin varlıkla ilgili bu ana görüşlerinden şu sonuçlar
çıkmaktadır: Allah ile alem arasında ontolojik ayrımı ve bunun sonucunda
da yoktan yaratmayı kabul etmektedir. Dolayısıyla, suduru ve alemin
ezeliliğini reddetmektedir. Varlığı, vacib, mümkün, müstahil olarak üçe
ayırmaktadır. Varlık ve mahiyet ayrımını savunmaktadır. Yaratmada
Allah’ın hür iradesini üste çıkartarak zorunluluğu kabul etmemektedir. Bu
görüşleriyle de Gazali’yi takip etmektedir. 123 Bu konularda İbn Sina’nın
görüşlerini eleştirmektedir. Varlığın taksiminde, İbn Sina’nın, vacib bi
gayrihi şeklinde ifade ettiği, ezeli varlıklar olan ay üstü alemi kabul
120
Nihaye, 17-18, 22-23.
121
Nihaye, 19-21.
122
Nihaye,22-25.
123
Gazali’nin varlık anlayışı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Bolay, 211 vd, 255 vd.
60
etmemektedir. Allah dışında bütün var olanları mümkün varlık olarak
görmektedir. Fakat,
varlık ve mahiyet ayrımında İbn Sina ile paralel
düşünmektedir.
Şehristânî, İbn Sina’nın yaratma ile ilgili kullandığı ibdâ, ihdas, halk
ve tekvin gibi kavramların içeriklerini değiştirmiştir. O, aracılı yaratmayı
reddettiği için, bu kavramların hepsini, yoktan yaratma anlamında
kullanmıştır.
C- VACİB VARLIK
Bir önceki bölümde, Aristo, İbn Sina ve Şehristânî’nin varlık
anlayışlarını ele almıştık. Bu bölümde ise, vacib ve mümkün varlığın
özellikleri, Allah’ın varlığının delilleri ve Allah ve alem ilişkisi konusunda
Şehristânî’nin görüşlerini açıklamaya çalışacağız.
1- VACİB VARLIĞIN ÖZELLİKLERİ
Her yönüyle vacib olan Allah’ın varlığı zatıdır, zatıyla vacibtir. O
zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tekdir. Hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir
sey de ona benzemez. Çünkü şekiller, suretler, değişim ve boyutlar
sonradan meydana gelen esyanın özellikleridir. Allah bu tür özelliklerden
uzaktır. 124
124
Nihaye, 98, 105.
61
Şehristânî Allah’ın niteliklerini belirtirken özellikle O’nun yaratma
sıfatına, ontolojik olarak aşkın ve müteal oluşuna, birliğine vurgu
yapmaktadır. Ona göre Allah yaratmada en üst yetkinliğe sahip varlıktır.
Allah’ın dışındaki her şey yine onun tarafından yoktan yaratılmıştır.
Yaratma yönünden tatil edilemez. Her an yaratmaktadır. Yaratma eylemi
onun iradesiyledir, zorunlu değildir. O, yarattığı alemden aşkın ve
mütealdir. Alemin varlığı hiçbir şekilde Allah’ın varlığı ile birleşmez. Onun
varlığı mahiyetine arız olamaz. Varlık ve mahiyeti birdir. Zati ve manevi
sıfatlardan uzak bir Allah düşüncesi saçmadır. Yaratmada bütün fiil ve
sıfatlarında tekdir. Ortağı ve benzeri yoktur. 125
Görüldüğü gibi, Şehristânî, Allah’ın yaratma sıfatına vurgu
yapması, sıfatlarını kabul etmesi yönleri ile Eşari geleneğine bağlı
olup Gazali’nin görüşlerini takip etmektedir. İbn Sina’nın Allah’ın
yaratma sıfatıyla ilim sıfatını bir tutmasına karşı çıkmaktadır.
2-ALLAH’IN VARLIĞININ DELİLLERİ
Şehristânî’nin Allah’ın varlığını ispatlamada en önemli delili hudus ve
imkan delilidir. Ancak o bu iki delili meczederek tek delil gibi ifade etmiştir.
Bu sebeble İslam düşüncesinde hudus ve imkan delilini birlikte kullanan ilk
düşünürdür. 126 Ayrıca bu delili sadece Allah’ın varlığını ispatlamada değil,
özellikle onun yoktan yaratmasını vurgulamada da kullanmıştır. Bunun
125
Bkz.Nihaye, 12-14, 17-18, 20-23, 52, 105, 123-128.
126
Topaloğlu, 96.
62
haricinde ikinci önemli delil ise insanın yaratılışı ve özellikleriyle ilgili fıtrat
delilidir. Şehristânî bunu diğer delillerden daha kuvvetli görmektedir. 127
Şimdi Şehristânî’nin bu iki delili nasıl açıkladığını görelim.
a- Hudus ve İmkan Delili
Hudus terim olarak, varlığın yoktan yaratılmasını ifade eder. İslam
kelamcılarının Allah’ın varlığını ispatlamada kullandıkları en önemli delildir.
İlk olarak Mutezile kelamcıları tarafından temellendirilmiştir. Eşari’de bu
delile rastlanmaz. Fakat Maturidî’de hudus delilinin
açıklanmıştır.
Ayrıntılı
olarak
Eşari
kelamcısı
varlığı kısmen
Bakillani
tarafından
kullanılmıştır. 128 Hudus delilinin temelinde Allah ile alem arasında ontolojik
zıtlık bulunmaktadır. Cevher ve araz esasına dayalı hudus delili ise
özellikle Bakillani tarafından geniş olarak ortaya konulmuştur. Şehristânî
de bu geleneğe uyarak cevher ve araz metodu ile hudus delilini şöyle
açıklamıştır.
Kainatı oluşturan varlığın her türü ve her cisim, cevher (öz) ve bu
cevherin taşıdığı arazlardan (nitelik) meydana gelmiştir. Arazlar ancak
cevhere bağlı olarak varlığını hissettiren renk, hareket, şekil gibi vasıflar
olup ezeli ve ebedi değildir. Yani zaman bakımından sonludur. Bu konuda
filozof ve kelamcılar arasında ittifak vardır. Cevherler ancak arazlar ile
varlığa çıkacağından veya hiçbir zaman arazlardan ayrı olamayacağından,
127
Nihaye, 125.
128
Topaloğlu, 80-81.
63
arazlar gibi onlar da sonlu ve süreksizdirler. O halde cevher ve arazlardan
oluşan cisimler, dolayısıyla cisimlerden oluşan evren de hem geçmiş hem
de gelecek açısından sonlu ve süreksizidir. Yani yaratılmış ve fanidir. Her
yaratılmış varlığın bir yaratıcıya muhtaç bulunması ise aklen zaruridir.
Şehristânî
cevher
ve
araz
metodu
ile
alemin
bu
şekilde
yaratılmışlığını ispatladıktan sonra delilini daha da kuvvetlendirmek için şu
iki hususun üzerinde durmaktadır: Cisimlerin sonluluğu ve hala’nın varlığı.
Hala’nın kabulu; cismin sonsuza kadar yer kaplayamayacağı ve sonsuza
kadar bölünemeyeceği teziyle bağlantılıdır. Ona göre; aklın cismin
sonluluğuna hükmettiği yerde bir boşluğun vehmedilmesi mümkündür.
Ancak vehmin bu başluğu sonsuz bir uzay gibi düşünmesi de akla
aykırıdır. Çünkü sonsuz cisim gibi sonsuz boşluk da saçmadır. Bu yüzden
İbn Sina’nın cisimlerin son bulduğu varlık ötesinde bir hala’nın olmadığı
görüşünü akli bulmamaktadır. 129
Şehristânî hudus delilini açıklarken, İbn Sina’nın kullandığı vacip ve
mümkün terimlerini de kullanmaktadır. Ona göre, muhdis varlık aynı
129
Nihaye, 12-14, 16-18, 22-23, 52-53, 513-514, Ayrıca hudus delilinin diğer filozof ve
kelamcılar tarafından kullanılışı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Wolfson, 271 vd., 285 vd.;
Topaloğlu, 49 vd, 69 vd, 80 vd.
64
zamanda vacip, hadis varlık aynı zamanda mümkündür. Onun, varlığı
vacip, mümkün ve müstahil olarak ayırdığını ve bunları nasıl tanımladığını
daha önce ifade etmiştik. Şehristânî, vacip varlık dışındaki bütün âlemin
her yönüyle mümkün olduğunu kabul eder. Ona göre, varlığın tamamı
toptan ve aracısız olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Bu sebeple dolaylı
vacip (vacip bigayrihî) olan ay üstü varlık türü bulunmaz. Allah dışındaki
bütün varlık zaman bakımından başlangıçlı ve sonludur. Ayrıca Vacibü’lVücûd âlemi zorunlu olarak değil bizzat kendi iradesiyle yaratmıştır.
Mümkün varlık caiz olduğu için; varlığını yokluğuna tercih eden bir
“Müreccih”e ihtiyacı bulunmaktadır. Bu Müreccih varlık Vacibü’l-Vücûd
olan Allah’tır. 130
Sonuç
olarak;
Şehristânî,
İbn
Sina’nın
vacip
ve
mümkün
kavramlarını, muhtevalarına kısmen farklı anlamlar yükleyerek hudus delili
ile birlikte kullanmıştır. Allah ile âlem arasındaki zorunlu ilişkiyi, ay üstü
alemi, aracılı yaratmayı, dolayısıyla da suduru reddederek İbn Sina’nın
görüşlerinden ayrılmaktadır.
130
Nihaye, 8 vd, 14 vd.
65
b. Fıtrat Delili
Fırat deliline göre; Allah, ön yargısız ve selim bir akla sahip insan
tarafından reddedilemeyek kadar açık bir şekilde insanın fıtratında
kendisini hissettirir. İslam düşüncesinde ilk olarak Tahir el-Makdisî (ö.966)
tarafından ortaya konulmuştur. Daha öncede Eş’arî insanın mükemmel
olarak yaratılışından yola çıkarak bu delili kısmen kullanmıştır. 131
Şehristânî daha öncede belirttiğimiz gibi fıtrat delilini Allah’ın varlığını
bilmede en kuvvetlisi olarak görmektedir. Fakat buna rağmen delil ile ilgili
geniş açıklamalarda bulunmamış kısaca ifade etmiştir. 132 Ona göre Allah,
insanı kendisini bilebilecek kabiliyette yaratmıştır. İnsanın yüce bir
yaratıcıyı bilme ihtiyacı zorunludur.
Kişinin nefsinin Allah’a ihtiyaç duyması, mümkünün vacibe, hâdisin
de muhdise ihtiyaç duymasından daha açık ve seçiktir. Bu yüzden Allah
insanları Kur’an’da bu yöntemle uyarmıştır. Onun bu ihtiyacını ortadan
kaldıran şeytan, çevre ve insan nefsidir. Peygamberler fıtratı yeniden eski
haline
getirebilmek
ve
şeytan’ın
aldatmasından
temizlemek
için
gönderilmişlerdir. Kişi afak ve enfüs ayetlerini, yani dış alemde ve kendi iç
alemindeki delilleri, alametleri düşündüğünde fıtratının Allah’ı aracısız
olarak kavradığını hissedecektir. 133
131
Topaloğlu, 76-77, 107.
132
Nihaye, 125.
133
Nihaye, 125-126.
66
c- Allah’ın Birliği
İslam filozofları ve kelamcıları Allah’ın varlığı ile birlikte birliği
konusuna da özel önem vermişlerdir. İbn Sina Allah’ın birliği konusunda;
varlığını ispat etmek için esas aldığı Vacibu’l-Vücud ve mümkünü’l-vücud
kavramlarını kullanmıştır. O Vacibu’l-Vücud’un niteliklerini açıklarken, zatı
ve fiilleriyle tek olduğunu ifade ederek tevhidi temellendirmiştir. Ona göre,
Vacibu’l-Vücud’un, var olmasıyla, zorunlu olması nasıl aynı anlama
geliyorsa, zorunlu olmasıyla bir olması da aynı anlama gelmektedir. Yani
zorunlu oluşu, bir oluşundan ayrı düşünülemez. Onun birliği, başkasıyla
paylaşmadığı ontolojik mertebedir. İbn-i Sina’ya göre, zorunlu varlığın ayrı
bir
mahiyetinin,
cinsinin,
faslının
ve
arazının
olmaması,
nasıl
zorunluluğunun gereği ise, aynı zamanda “Bir” olmasının da gereğidir.
Yine onun varlığı, bölünmeye maruz kalmaması yönünden de birliğini
gerekli kılar. Bu birlik, ne kuvve ne de fiil halinde bir çokluk içermez.
Allah’ın “Bir” olması, aynı zamanda birleşik olmaması anlamındadır. Yani,
varlığını terkip edici parçaları ve unsurları yoktur. Varlığından, kendini
oluşturan parçalarla kaim olan bir bütün gibi söz edemeyiz. Varlığı,
birliğinden ayrı olmadığı için, zatında farklılık olduğunu ifade eden veya
farklılaşma meydana getirdiği düşünülen sıfatlarla nitelemek mümkün
değildir. Ayrıca, Vacibu’l-Vücud’un birliğinde eşi, benzeri ve dengi olmadığı
gibi, zıddı da düşünülemez. 134
134
Necat, İlahiyat, 227 vd, Ayrıca bkz. Altıntaş, 62 vd.; Kutluer, İbn Sina Ontolojisinde
Zorunlu Varlık, İstanbul, 2002, 125 vd.
67
Kelamcılar ise; tevhid konusunda genelde Enbiya suresindeki (21/22)
ayete dayanarak “temanü” delilini kullanmışlardır: “Eğer yerde ve gökte
Allah’tan başka Tanrı’lar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti.
Arşın Rabbi olan Allah onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir”.
Temanü delilini Bakillani, Cüveyni, Gazali, Nesefi gibi kelamcılar
kullanmışlardır. 135
Şehristânî, “temanü” delilini Allah’ın fiil ve sıfatlarında tek olduğunu
ispatlayarak açıklamaktadır. O temanü delilini aşağıda sıralayacağımız
görüşleri doğrultusunda ortaya koymaktadır.
1. Bir cisim hakkında iki ilahtan birisine hareket ettirme iradesi,
diğerine ise aynı anda onu durdurma iradesi verelim. Bu durumda üç hal
meydana gelir: İlk olarak; ikisinin iradesi aynı anda gerçekleşir. Bunun
sonucunda aynı yerde hareket ve sükûn bir araya gelir ki bu imkansızdır.
İkinci olarak; ikisinin iradesi gerçekleşir. Bu halde ise her ikisinin
ilahlığında acziyet meydana gelir. Çünkü; cisim hem hareket hem de
sükûndan uzaktır. Son olarak ise; ikinci ilahın iradesi gerçekleşmeden
birinci ilahın iradesi gerçekleşir. Bu durumda ikincisi birincisinin iradesine
yenik düşmüş, fiilden menedilmiş ve ona bağlanmaya mecbur kalmıştır. Bu
da ilah olmaya aykırıdır. Sonuç olarak; tek bir fiil içerisinde iki farklı
iradenin aynı yaratmayı gerçekleştirmesi aklen mümkün değildir. 136
135
Geniş bilgi için bkz. İzmirli, Yeni İlmi Kelam, 261 vd.
136
Nihaye, 91-92.
68
2. Şayet iki ilah kabul edilirse bunlar zâti sıfatlarında ya aynı ya da
farklı olacaklardır. Birbirinden farklı olan iki şeyin ilah olması imkansızdır.
Ancak ilahlık sıfatlarıyla muttasıf olan ilah olur diğeri olamaz. Her yönden
birbirine benzemesi durumunda ise hakikatte ve nitelikleri yönünden
birbirinden farklı olamaz. İkisinin hakikatleri tek mahal olup, zaman ve
mekan gibi fazladan eklenmiş özelliklerde farklılaşırlar. Bunların hepsi de
ilah olmayı ortadan kaldırır. 137
3. Âlem ve içindekiler mümkündür. Varlığı da yokluğu da caizdir.
Mümkünün var olabilmesi için; onun varlığını tercih eden bir yaratıcıya
ihtiyaç vardır. Şayet Allah tercih etmede bağımsız değilse ilah özelliklerini
taşıyamaz. O varlığı tercih etmiş sadece kendisine mahsus kılmıştır. Şayet
tercih etmede O’na ortak kabul edersek, bağımsızlığı ortadan kalkar ve
ilmi, iradesi, kudreti bulunmazdı. İkinci varlık tercih etmede ortak olmazsa
işlevsiz durumda bulunursa kudreti ilmi iradesi başkasına bağlı hale
gelir.Bu durumda ise ilahın yegane “Müreccih” olması imkansızdır.
Başkasına ihtiyaç duyan ve tercihinde diğerine bağlı bulunma durumu
ilahlığa terstir. 138 Şehristânî, İbn Sina’nın tevhid için kullandığı vacibmümkünü temanü delilini açıklamada tercih etmektedir.
4- Hareket ve sükun caizdir, mümkündür. İki varlıktan birisi iradesi ve
kudretiyle hareket ettirmesini bilince; ikincisi hareketi kendi iradesi ve
kudretiyle mi; yoksa başkasının iradesi ve kudretiyle mi bilir? Kendi iradesi
137
Nihaye, 93.
138
Nihaye, 93-94.
69
ve kudretiyle var olduğunu bilirse ikincisini ilmi geçersiz olur. Başkasının
iradesi ve kudretiyle var olduğunu bilirse, bilen, irade eden ve kadir olan
ilah olur. İkincisinin hükmü ortadan kalkar. İradenin en özel vasfı kendisiyle
tahsisin gerçekleşmesidir. Kudretin en özel vasfı ise kendisiyle yaratmanın
(icad ve İbdâ) gerçekleşmesidir. Bu sebeple Allah’ın fail oluşunun anlamı
bir şeyin varlığını bilince, zatı, sıfatları, ilmi, iradesi ve kudretinde bir
değişiklik olmaksızın ilmin gereğince onu irade etmesi, iradesinin
gereğince yaratmasıdır. 139
Sonuç olarak; aklen, tam anlamıyla biri diğerinden bağımsız muktedir
ilim ve irade sahibi iki varlık düşünülemez. Kainattaki muntazam düzen,
ancak mükemmel bir tek ilahın var olduğu sonucunu, akıl zorunlu olarak
çıkarmaktadır. 140
139
Nihaye, 95-96.
140
Nihaye, 96-97.
70
D. MÜMKÜN VARLIK
1-ÂLEM, YARATILIŞ VE SUDUR
Her ne kadar Şehristânî, İslam felsefesinde ve kelam ilminde ifade
edilen mümkün varlık tanımını kabul etmekte ise de, mümkün varlığı
tasnifinde İbn-i Sina’dan ayrılmaktadır.
İbn-i Sina, mümkün varlığı;
a. Ay üstü âlem (vâcib bi gayrihî)
b. Ay altı âlem (her yönüyle mümkün)
Şehristanî ise mümkün varlık kategorisini tek olarak ele almakta ve
Allah dışındaki her varlığı bu kategori içerisinde değerlendirmektedir. Ona
göre Allah, âlemi yoktan ve aracısız olarak yarattığı için, kendisi dışındaki
varlıkların tamamı her yönüyle mümkündür. Dolayısıyla sudur süreciyle
oluşan ve yaratmaya aracı olan ay üstü varlıkları kabul etmez. 141
Şehristânî’ye göre; mümkün varlık âlem ile Allah arasında mutlak
manada ontolojik ayrım söz konusudur. Dolayısıyla, onun, ay üstü âlemin
Allah’tan taşması ile oluştuğunu ifade eden suduru kabul etmemektedir.
Çünkü, Allah ile varlık arasındaki bu ontolojik ayrım; bütün varlığın aracısız
ve toptan yaratılmış oluğu fikrini gerekli kılmaktadır.
Şehristânî, Allah ve âlem arasındaki ilişkiyi şöyle izah etmektedir:
İmkan yönünden bizatihî mümkün olan şey, bir mucide dayanmalıdır. İcad
141
Nihaye, 55-56.
71
ise varlığı ifade eder. Böylece var olan her mümkün şey, varlığı yönünden
Allah’ın yaratmasına muhtaçtır. Vasıtalar zorunlu olan şeyler değillerdir. 142
Şehristânî’nin Allah’ın âlemi aracısız olarak yarattığına (ihdas) dair
delillerini hudus ve imkan kısmında ayrıntılı olarak ele almıştık. Burada
onun önemli bir özelliğine işaret etmek istiyoruz: Şehristânî, âlemin
öncesizliğini kabul etmez, onu mümkün varlık olarak niteler ve ona bir
imkan verir. Böylece onu zorunlu varlığa bağlar.
Farabî
ve
İbn
Sina,
sudur
nazariyesini
açıklarken;
Yeni
Eflatunculuk’un görüşleri ile İslam’ın yaratılış görüşünü birleştirme çabası
içindedirler. Ayrıca, “Birden ancak bir çıkar” ilkesi, yaratmanın akletme ve
bilme eylemi olması da sudurun bir gereğidir. İlk varlık “Bir”dir. Âlem de
çokluğu barındırır. Bu yüzden, Bir’in âlem ilişkisi aracı varlıklar
vasıtasıyladır.
Şehristânî, öncelikle sudurun dayandığı bu iki temel ilkeyi eleştirerek
işe başlar. Ona göre; “Birden ancak bir çıkar” ilkesi tamamen bir vehim
olup saçmadır. O, aslında filozofların da bu ilkeyi ortadan kaldırdığını şöyle
açıklamaktadır:
İlk akıldan zorunlu olarak çıkan ikinci akıl, nefis, felek ve madde
birbirinden ayrılmış dört farklı cevher olup her birinin dört değişik zorunlu
özelliği bulunmaktadır. Bu durumda, ilk malulde her biri birbiriyle uyumlu
biçimde var olan hakikatlerin nasıl bir arada bulunduklarının açıklanması
142
Nihaye, 56.
72
gerekmektedir. Aksi takdirde, birden bir çok şeyin çıkması gerekecektir. Bu
durum ise filozoflara göre muhaldir. 143
Şehristânî, meşşaî filozofların iddialarının aksine Vacibü’l-Vücûd’un
çokluğu yaratmasının, onun zatında da çokluğu gerektirmediğini savunur.
Yine ona göre, filozofların, farklı gerçeklikleri ifade eden sıfatları
ispatlamaları ile “Birden ancak bir çıkar” görüşleri çelişmektedir. 144
Şehristânî, İbn-i Sina’nın sudurla ilgili görüşlerini eserinde şöyle
nakletmektedir: İlk akıl başkasından (Vacibü’l-Vücûd) istifade etmesi
yönünden değil zâtı itibariyle çoğalır. Çünkü onun imkanı zâtından olup
başkasından değildir. Fakat sahip olduğu varlığı başkası vasıtasıyla olup
zâtından değildir. Çokluğunu Vacibü’l-Vücûd’tan almaz. İlk akıl dört
özelliğe sahiptir: Birincisi; başkası vasıtasıyla vacip oluşu, ikincisi aklı
oluşu, üçüncüsü, zâtında bir oluşu ve dördüncüsü ise zâtında mümkün
oluşudur. Böylece, akıl olması yönünden bir aklı, Allah tarafından
yaratılmış olması yönünden bir nefsi, bir oluşu yönünden bir sureti ve
mümkün olması yönünden de bir maddeyi gerektirir. Bu yönlerin
hakikatleri birbirinden farklı olduğu için, farklı özellikte cevherleri zorunlu
kılmıştır. 145
Şehristânî, filozofların sudurla ilgili akıl yürütmelerini bu şekilde
zikrettikten sonra; hepsini temeli ve sağlam delili olmayan uydurma şeyler
143
Nihaye, 59.
144
Nihaye, 59.
145
Nihaye, 60.
73
olarak nitelendirmektedir. Çünkü, filozoflar bu görüşlerini ispatlamaktan
acizdirler. İlk aklın başkası vasıtasıyla vacip olması tamamen izafi bir
durum olup ispatlanamaz. Ayrıca, Allah’ın mebde, illet, mucip veya yaratıcı
olması da zâtının çoğalmasına yol açmayan izafi bir durumdur. Eğer, icap
izafî olursa mucip ile mucep yani Allah ile Alem arasındaki ilişki de izafî
olur. İzafî bir durum çoğalabilir, artabilir. Fakat, bu durum Allah’ın zâtında
bir çoğalma, eksilme veya değişmeyi gerekli kılmaz. 146
Şehristânî, filozofların “Allah’ın zâtında çoğalma olacağı”; fikirlerinin
tutarsızlığını, yine onların faal akıl hakkında öne sürdükleri delile
benzetmektedir.
Nitekim filozoflara göre; faal akıl, çoğalmanın, artmanın, oluş ve
bozuluşun olduğu, kevn ve fesat âlemini düzenlemektedir. Fakat, buna
rağmen faal akılda bir çoğalma olmamaktadır. Şehristânî’ye göre, bu
durumda, Allah’ın âlem ile olan doğrudan ilişkisinde de zâtında bir
çoğalma olmamalıdır. Yani akıllar silsilesi yaratılışta yer almamalıdır. Bu
açık ve kesin olarak böyledir. 147
Şehristânî’nin diğer bir eleştirisi ise; filozofların ilk aklın maddeden
mücerret olduğu fikri hakkındadır. Ona göre; filozoflar için ilk akıl,
maddeden soyutlanabilmektedir. Şehristânî’ye göre ise bunun için aklî bir
delil de bulunmamaktadır. Aynı şekilde, Allah’da maddeden, oluş ve
bozuluştan aklî bir delil gerekmeksizin soyutlanabilir. Çünkü, bu soyutlama
146
Nihaye, 60-61.
147
Nihaye, 61.
74
ve olumsuzlama, ilk akıl için mümkün olduktan sonra Allah için mümkün
olması aklen daha kolaydır. 148
Şehristânî; ilk aklın mümkün varlık olması sebebiyle kendisine
benzeyen ikinci aklı yaratma, oluşturma yetkinliğine sahip olamayacağını
savunur. İlk akıl hakiki olarak yaratan olmayıp, ancak, her hangi bir
yönden kendisine imkan ve yokluğun karışmadığı, her yönüyle bizatihî
vacip olan Allah vasıtasıyla yaratan olabilir. Çünkü, yaratma eylemi ancak
Vacibü’l-Vücûd olan bir varlığın yetkinliğindedir. Aradaki vasıtalar zorunlu
olmayıp araç konumundadırlar. 149
Şehristânî’nin sudura ait son eleştirisi ise; sudur süreci ile ilgilidir. O
bu konuda şu soruları sormaktadır: Akılların, nefislerin ve feleklerin
sayısının dokuz, unsurların da dörtte durmasını gerektiren şey nedir?
Buna aklî bir ispat ve sebep var mıdır? Neden sonsuza veya daha fazla bir
sayıya kadar artmamaktadır? Belirlenen bir sayıda sürecin durması keyfîlik
değil midir? Ona göre; her şeye aklî cevap veren filozofların bu sorulara da
aklî
cevap
vermeleri
gerekmektedir.
Fakat,
bu
cevapları
verememişlerdir. 150
Sonuç olarak, Şehristânî sudurun temeli olan, birden ancak bir çıkar
ilkesini saçma bulmaktadır. Yaratma eyleminde de Allah âlem ilişkisini izafî
olarak görmektedir. Dolayısıyla, Allah’ın çokluğu yaratması ile zâtında
148
Nihaye, 62.
149
Nihaye, 57.
150
Nihaye, 64-65.
75
çokluğun meydana gelmeyeceğini söylemektedir. Sudur sürecini de belirli
bir sayıda sınırlamalarını da keyfî bir durum olarak nitelemektedir.
2-İNSAN VE FİİLLERİ
Şehristânî’ye göre; fıtrat delilinde de belirttiğimiz gibi, insan her
yönüyle mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. İnsan, bozulmamış fıtratı ve
selim aklı ile Allah’ın varlığını hissedebilir, sezebilir.
Şehristânî, İslam kelamında temel problemlerden birisi olan insan
fiilleri konusunda Eş’arî’yi takip etmektedir. Mutezile’nin, kulun fillerini
kendisi yarattığı yönündeki görüşünü reddetmektedir. Bunun için çeşitli
aklî deliller ileri sürmektedir. Burada, insan fiilleri ile ilgili kelamî tartışmalar,
çalışma konumuzun dışında kaldığı için girmeyeceğiz. 151 Şehristânî’nin
Mutezile’ye itirazlarını ve kendi görüşlerini genel olarak ele alacağız.
Şehristânî, insanın fiillerini kendisinin yaratamayacağını kabul
etmektedir. Ona göre, fiillerin yegane yaratıcısı bizzat Allah’tır. İnsan bu
yaratılan fiilleri kendi hür iradesiyle kazanır, yani kesp eder. Şehristânî, bu
görüşleriyle Eş’arî’nin kesp teorisini takip etmektedir. Şehristânî hâdis olan
kudretin selahiyetini ve tam yetkinliğini, ne varlığı yönünden ne de
varlığının her hangi bir sıfatı veya fiili yönünden kabul etmez. 152
151
İnsan fiilleri ile ilgili geniş bilgi için bkz., Kasım Turhan, Kelam ve Felsefe Açısından
İnsan Fiilleri, İstanbul 1996.
152
Nihaye, 68,72.
76
Şehristânî; Mutezile’nin, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğu
fikrine şu iki hususta itiraz etmektedir:
1. Yaratıcı olan failin, fiilini her yönden kuşatması gerekmektedir.
Çünkü, işlenen fiilde başkasının ilminin var olması değil, işleyenin bilgisinin
varlığı sabit olmaktadır. Yaratılan şey hakkında, yaratıcının bilgisizlik
içinde bulunması imkansızdır. Aynı şekilde fiilin her hangi bir bilgi sahibi
olmadan yaratılması da imkansızdır. Şayet, insan fiilinin yaratıcısı olsaydı,
fiilini her yönüyle kuşatması ve bilmesi gerekirdi. Fakat, insanın bir çok
fiilinin aleyhine sonuçlar ve zararlar içermesi, onun fiillerini her yönüyle
kuşatamadığını ve bilemediğini açıkça göstermektedir. Çünkü, hiç bir
insan aleyhine olan ve zaralı sonuçlar içeren her hangi bir fiili işlemez.
Dolayısıyla insan, fiillerinin yaratıcısı değildir. Aksine, Allah tarafından
yaratılan fiilleri hür iradesiyle kazanır. 153
2. İnsanın hâdis bir kudret olarak yaratma gücü olsaydı, cevherden
âraza kadar bütün var olanın yaratabilme gücü olması gerekirdi. Çünkü,
varlık, var olanı da içine alan tek bir hüküm olup varlık oluşu yönünden
değişmez. Varlığı yönünden cevher ârazdan üstün değildir. Ancak, hacmi
oluşu, yer kaplaması, mahalle ihtiyaç duyup duymaması gibi yönlerden bir
birinden üstündür. Bütün bunlar ise; sonradan var olmaya (hudusa) bağlı
sıfatlar olup, kudretin işareti değildirler. Var olanın bir kısmının yaratma
özelliği olsaydı, Allah, bütün var olanı yaratmazdı. Halbuki, var olanın
153
Nihaye, 69-70.
77
tamamı Allah’ın yaratmasıyladır. Dolayısıyla, insanın fiilinin yaratıcısı
olması da muhaldir. 154
Şehristânî,
insan
fiilleriyle
ilgili
tartışmanın
sonunda
şöyle
demektedir: “Fiil ile ilgili yapabilmenin ve kazanmanın (kesp) insana nispet
edilmesi en uygunudur. Böylece, insanın Allah’ın yarattığı fiilleri kazanma
kudreti olduğu da açıkça görülmektedir. Zaten, Allah insanın kendi hür
iradesiyle kazandığı fiillerden sorumlu tutmakta, ceza ve mükafaatı bu
fiillerin sonucuna göre takdir etmektedir.” 155
154
Nihaye, 69-72.
155
Nihaye, 89.
78
SONUÇ
İslam düşünce tarihide, Gazalî ile başlayan felsefî kelam ekolünün en
büyük ve ilk temsilcisi Fahreddin Razî kabul edilmektedir. Gerçekte,
Şehristani, Razi’den önce yaşaması ve bu ekole göre ilk eser veren kişi
olması sebebiyle Gazalici geleneğin ilk temsilcisidir.
Şehristânî’nin
bu
yönüyle
tanınmamasının
sebebi,
eserlerinin
azlığıdır. Onun bu alanda yazdığı Nihayetü’l-İkdam ve Musaraâtü’lFelâsife adlı eserleri günümüze kadar ulaşabilmiştir. Felsefe Tarihi, Dinler
Tarihi ve Mezhepler Tarihi konularını içeren, ansiklopedik tarzda yazdığı
el-Milel ve’n-Nihal’i diğer eserlerini gölgede bırakmıştır. İslam dünyasında
daha çok bu eseri ile tanınmıştır. Filozof kelamcı özelliğini gösteren
Nihayetü’l-İkdâm adlı eseri fazla tanınmamıştır. Ayrıca, Râzî’nin felsefî
kelâma göre, daha ayrıntılı ve çok sayıda eser yazmış olması da,
Şehristânî’nin filozof kelamcı özelliğini geri planda bırakmıştır.
Çalışmamıza esas aldığımız Nihayetü’l-İkdam, kelamın belli başlı
meselelerinde yazılan, felsefî kavram ve delillerinde kullanıldığı önemli bir
eseridir. O, bu eserinin ilk beş bölümünde, felsefenin temel konularından
olan varlığı ele almıştır. İslam felsefesinin varlık, vacip, mümkün, sudur,
hudus, adem, heyûla gibi kavramlarını kullanmıştır.
Şehristânî, varlığın tarif edilemeyecek kadar açık olduğunu ifade
eder. Bu yönden İbn Sina ile aynı görüştedir. Yokluğun (adem), varlığa
79
göre tanımlanabileceği hususunda da, İbn Sina ile Şehristânî aynı
düşünceyi paylaşmaktadır. Fakat İbn Sina’ya göre, mutlak yokluktan
bahsedilemez. Dolayısıyla, adem, gerçek bir varlık alanı olmayıp, sadece
bir imkandır. Şehristânî ise, mutlak yokluğu, mutlak varlığın karşıtı olarak
görmektedir.
İbn Sina ve Şehristânî’nin yokluk hakkındaki görüşleri halâ ve heyûlâ
kavramları ile de ilgilidir. İbn Sina, yokluğu varlığın karşılığı olarak kabul
etmediği için, varlıktan önce halâyı yani boşluğu da kabul etmez. Ona
göre, cisimde, ayrılmayı ve birleşmeyi sağlayan heyûlâdır. Heyûlâ ezeli bir
imkan olup, yer kaplamayan, konumu bulunmayan aklî bir cevherdir.
Şehristânî ise, mutlak yokluğu kabul ettiği için halâyı da kabul
etmektedir. Ona göre, cisim, cevher ve arazın evveli olduğu için halânın
varlığı kaçınılmazdır. Şehristânî, heyûlânın ezelîliğini ve suretlerden
soyutlanmış bir cevher olmasını reddeder. Bu görüşleri yüzünden de İbn
Sina’yı eleştirir.
İbn Sina ve Şehristânî’nin, felsefî kavramlara yükledikleri anlamların
temelinde, Allah ve alem ilişkisi hakkındaki görüşleri vardır.
İbn Sina, Aristocu geleneğin takipçisi olarak, “Birden ancak bir çıkar”
ilkesini, dolayısıyla da suduru kabul eder. Felsefî kavramları ve sistemini
de, bu kabuller üzerine kurar. Ona göre, âlem, imkan yönünden ezeli olup
Allah’tan sudur ederek varlığa çıkar. İbn Sina, Allah’ın bilmesini ve
akletmesini zorunlu olarak gerekli kılacağı görüşündedir. Sudur sürecinde,
80
âlem, ayüstü varlıklar aracılığıyla oluşur. Çünkü, ayaltı âlem, çokluğu
içerdiği için, “ Bir “ olan Allah’ın çoklukla ilişkisi ancak ayüstü varlıklar
vasıtasıyladır. Ayrıca, ayüstü âlem, ezelî ve Vâcibu’l-Vücûd’la zorunlu
olduğu için, diğer mümkün varlıklardan ayrılmaktadır.
Şehristânî ise, Gazalîci geleneğin takipçisidir. Ona göre, Allah ile
âlem arasında ontolojik zıtlık mevcuttur. Allah, âlemi yokluktan, aracısız ve
toptan yaratmıştır. Yaratma, Allah7ın kudret ve tekvin sıfatı ile ilgilidir.
Allah’ın bilmesi ve akletmesi, yani ilim sıfatı, yaratmayı zorunlu olarak
gerekli
kılmaz.
Aksine
yaratma,
tamamen
Vacibu’l-Vücud’un
hür
iradesiyledir. Yine Allah’ın çokluğu yaratması onun zatında da çokluğa
sebep olmaz. Çünkü Allah ile âlem arasındaki ilişki izafidir. Şehristânî,
yoktan ve aracısız olarak yaratmayı kabul ettiği için, ayüstü âlemin
varlığını reddeder. Allah dışındaki bütün varlık kategorisini, hiçbir ayırım
yapmadan “mümkün” sayar. Dolayısıyla, mümkün varlığın bir kısmı için de
olsa ezeliliği kabul etmez.
Şehristânî, Eş’arî kelam geleneğine bağlı olduğu ve Gazalî’yi izlediği
için İbn Sina’yı yukarda ifade ettiğimiz konularda eleştirir. Şehristânî’nin bu
eleştirileri daha çok alemin suduru ile ilgilidir. Eleştirilerinde yer yer felsefî
delilleri de kullanır.
Şehristânî; Allah’ın varlığını ispatlamada, hudus delilini imkan delili ile
meczederek kullanır. Bu yönüyle İslam düşüncesirde ilk olma özelliğin
taşır. Ona göre, vacib varlık aynı zamanda muhdis, mümkün varlık ta
81
hadistir. Şehristânî, varlığı, vacip ve mümkün olması ile muhdis ve hadis
olması yönünden eşit görür.
Şehristânî, varlıkla ilgili görüşlerini, sistemli bir şekilde ve tartışmacı
bir üslupla ele aldığı, Nihayetü’l-İkdam adlı eseri sebebiyle, Gazalici
geleneğin ilk filozof kelamcı olma özelliğini fazlasıyla hak etmektedir.
82
KAYNAKÇA
ALTINTAŞ, Hayrani, “Gazalî’nin Felsefe ile İlgili Düşüncelerinde
Çelişkiler”, İslamî Araştırmlar Gazalî özel Sayısı, c.13,
sayı 3-4.
…………., İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992.
ARİSTO, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, İstanbul 1996.
ASKALANİ, İbn Hacer, Lisanü’l-Mizân, Dekkan 1331.
ATAY, Hüseyin, el-Muhassal-Kelam’a Giriş’e yazdığı önsöz, Ankara
2002.
…………., Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara 1974.
…………., İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Ankara 1983.
BAYRAKDAR, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1997.
BEDRAN, Muhammed Fethullah, el-Milel ve’n-Nihal önsözü, Mısır
1947.
BEYHAKİ, Tetimme Sivanü’l-Hikme, Lahor 1935.
BİRAND, Kamuran, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara 2001.
BOLAY, S. Hayri, Aristo Metafiziği ile Gazalî Metafiziğinin
Karşılaştırılması, İstanbul 1986.
CORBİN, Henry, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemi,
İstanbul 1994.
DE BOER, T. J., İslam’da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay,
İstanbul 2001.
DENKEL, Arda, İlkçağ Doğa Felsefeleri, İstanbul 1998.
83
DURANT, Will, Felsefenin Öyküsü, Çev. Ender Gürol, İstanbul
2002.
DÜZGÜN, Şaban Ali, Nesefî ve İslam Filozoflarına Göre Allah-Alem
İlişkisi, Ankara 1998.
ERDEM, Hüsamettin, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Konya 2000.
FAHRİ, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, İstanbul
1992.
FAZLURRAHMAN, İbn Sina, çev. Osman Bilen, Klasik İslam
Filizofları ve Düşünceleri içerisinde, M. M. Şerif, İstanbul
2000.
FIĞLALI, Ethem Ruhi, Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark
beyne’l-Fırak’a yazdığı önsöz), Ankara 1991.
FİDA, İsmail, el-Muhtasar fî Ahvali’l-Beşer, İstanbul 1280
GAZALİ, el-İktisâd fi’l-İtikad, Ankara 1962.
…………., Miyaru’l-İlm, Mısır 1961.
………….,Tehafütü’l-Felâsife, Beyrut 1962, çev., Bekir Sadak,
İstanbul 2002.
GEYLANİ, Muhammed Seyyid, el-Milel ve’n-Nihal Önsözü, Beyrut
1975.
GUILLAUMME, A., Intraduction (Nihayetü’l-İkdam Neşri), London
1934.
GÜNALTAY, M. Şemseddin, Antik Felsefenin İslam Dünyasına
Girişi, İstanbul 2002.
HAMEVİ, Yakut, Mu’cemu’l-Buldân, Mısır 1906.
84
HARMAN, Ömer Faruk, Dinler Tarihi Açısından Şehristânî ve elMilel ve’n-Nihal, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1983.
İBN HALLİKAN, Vefâyâtü’l-Ayân, Kahire 1948.
İBN SİNA, el-İşârât ve’t-Tenbihât, Mısır 1908.
…………., Necat, Kahire 1938.
…………., Risâle fi’l-Hudûd, Tis’u Resail içinde, Mısır 1908.
…………., Şifa, Kahire 1960.
İBN TEYMİYYE, Minhacü’s-Sünne, Beyrut trz.
İBNÜ’L-İMAD, Şezârâtü’z-Zeheb, Mısır 1350.
İZMİRLİ, İsmail Hakkı, İslam’da Felsefî Akımlar, İstanbul 1997.
…………., Yeni İlmi Kelam, Ankara1981.
KAZVİNİ, Zekeriya, Asaru’l-Bilâd ve Ahbaru’l-İbâd, Beyrut 1969.
KUTLUER, İlhan, “Gazalî’nin Felsefî Serüveni” İslamî Araştırmalar
Gazalî Özel Sayısı, c.13, sayı 3-4.
…………., Cevher mad., T.D.V.İ.A., C. 7, İstanbul 1993.
…………., Halâ mad., T.D.V. İ. A., C. 15, İstanbul 1997.
…………., İbn Sina Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul, 2002.
LEAMAN, Oliver, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, çev. Turan Koç,
İstanbul 2000.
NASR, Seyyid Hüseyin, Fahreddin Razi, çev: Burhan Köroğlu,
Klasik İslam Filozofları ve Düşünceleri içinde, edit. M. M.
Şerif İstanbul, 2000.
NEŞŞAR, Ali Sami, İslamda Felsefî Düşüncenin Doğuşu, çev.
Osman Tunç, İstanbul 1999.
85
RUSSEL, Bernard, Batı Felsefesi Tarihi, çev. Muhammed Sencer,
İstanbul 1997.
SAFADİ, el-Vâfî bi’l-Vefâyât, İstanbul 1949.
SUBKİ, Takiyuddîn, Tabakâtü’ş-Şâfiyyeti’l-Kübrâ, Kahire 1906.
ŞEHRİSTÂNÎ, Nihayetü’l-İkdam fî İlmi’l-Kelam, London 1934.
.............., el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975.
TANCİ, Muhammed, “Şehristânî”, İ. A., İstanbul 1970, XI.
TOPALOĞLU, Bekir, İslam Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre
Allah’ın Varlığı, Ankara 1992.
TURHAN, Kasım, Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri,
İstanbul 1996.
ULUDAĞ,
Süleyman,
“Bir
Düşünür
Olarak
Gazalî”,
İslamî
Araştırmalar Gazalî Özel Sayısı, c.13, sayı 3-4.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, İslam Felsefesi, İstanbul 1998.
…………., İslam Felsefesi, İstanbul 1998.
…………., Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul 1997.
WATT, W. Montgomery, İslamî Tetkikler- İslam Felsefesi ve Kelamı,
çev. Süleyman Ateş, Ankara 1968.
WEBER, Alfred, Felsefe Tarihi, çev. Vehbi Eralp, İstanbul 1998.
WOLFSON, H. Austryn, Kelam Felsefeleri, çev. Kasım Turhan,
İstanbul 2001.
YÖRÜKAN,Yusuf Ziya, “Şehristânî”, Daru’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi
Mecmuası, İstanbul 1926, sayı 3.
86
ZELLER, Edvard, Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan,
İstanbul 2001.
87
ÇOŞAR, Hakan; Şhahrastani’s Philosophical Thoughts According to Nihayat
al-Akdam Master’s thesis, Advisor: Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ,82p
SUMMARY
This thesis that is considered şehristani’s philosophical thoughts according
to Nihayet al-İkdam , consists of two chapter.
At first chapter, we gave some informations about Şehristani’s life, his works
and his scholarly personalyty.
At two chapter, it is brougt up Şehristani’s philosophical views, particularly,
his being philosophy. Explaining his views in this chapter, it is compared with İbn
Sina’s views.
Şehristani is the first representative of the movement which Gazali has got
started philosophical theology. It is not found definite and detailed informations
about his life although his works well-known. His three works have reached so far:
al-Milal ve al-Nihal, al-Musaraa and Nihayet al-İkdam.
Şehristani considered theological matters in the philosophical way in Nihayet
al-İkdam. This work owns the particularity to be first work at philosophical theology
field after Gazali.
Explaining being problems, he used philosophical terms, particularly,
necessery being and contingent being; but he changed means of these terms
partly. He tried to unite that theologians used hudüs prof with that philosophiers
used contingent prof. Besides, he criticised all of the philosophiers, firstly İbn Sina,
about matters such as emanation theory, creation, and God’s creation and knowing
attitudes.
These his ways make Şehristani rationalist thinker.
LXXXVIII
ÖZET
ÇOŞAR Hakan, Nihayetü’l – İkdam’a Göre Şehristani’nın Felsefi Görüşleri,
Yüksek Lisans Tezi, Danışmanı: Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ, 82s.
Şehristani’nin Nihatetü’l-İkdam’a göre felsefi görüşlerinin ele alındığı bu tez
iki bölümden oluşmaktadır.
Tezin birinci bölümünde, Şehristani’nin hayatı, ilmi kişiliği ve eserleri
hakkında bilgi verdik.
İkinci bölümde, Şehristani’nin felsefi görüşleri özellikle de varlık felsefesi
ortaya konulmuştur. Bu bölümde onun görüşlerini açıklarken İbn Sina ile
karşılaştırmalar yapılmıştır.
Şehristani, Gazali’nin başlattığı felsefi kelam ekolünün ilk temsilcisidir.
Eserleri meşhur olmasına rağmen hayatı hakkında kesin ve ayrıntılı bilgiler
bulunmamaktadır. Günümüze kadar üç eseri ulaşmıştır: el-Milel ve’n-Nihal, elMusaraa ve Nihayetü’l-İkdam.
Şehristani, Nihayetü’l-İkdam’da, kelam konularını felsefi bir tarzda ele
almıştır. Onun bu eseri Gazali’den sonra felsefi kelam alanında ilk eser olma
özelliğine sahiptir.
Varlık ile ilgili sorunları açıklarken felsefi kavramları özellikle de vacip ve
mümkün kavramlarını kullanmıştır. Fakat bu kavramların muhtevalarını kısmen
değiştirmiştir. Kelamcıların kullandığı hudüs delili ile filozofların kullandığı imkan
delilini birleştirmeye çalışmıştır. Bunu yanında başta İbn Sina olmak üzere
filozofları, sudur nazariyesi, Allah’ın yaratma ve bilme sıfatları gibi konularda
eleştirmiştir.
Bu yönleri Şehristani’yi akılcı bir düşünür yapmaktadır.
LXXXIX
Download