e-bülten 26 Kasım – 2 Aralık 2016 İçindekiler Militarizme, kemer sıkmaya ve savaşa karşı yeni bir sosyalist hareket için Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya) / 1.12.2016 Savaş ve diktatörlük yönelimine karşı IYSSE’yi (Türkiye) inşa edelim! Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 27.11.2016 Trump bir savaş kabinesi oluştururken Kremlin daha iyi ilişkiler umuyor Andrea Peters / 26.11.2016 ABD destekli “asiler” Halep’te bozgunla karşı karşıya Bill Van Auken / 29.11.2016 ABD seçimlerinde oyları yeniden sayma kampanyasındaki siyasi sorunlar Joseph Kishore ve David North / 29.11.2016 İtalya referandumunda “hayır” oyu bankacılık krizini tetikleyebilir Nick Beams / 2.12.2016 Şirvan’daki işçi katliamı: Kapitalizm öldürmeye devam ediyor Mehmet Duman / 28.11.2016 Fidel Castro’nun siyasi mirası Bill Van Auken / 28.11.2016 IYSSE Humboldt Üniversitesi’ndeki 2017 öğrenci meclisi seçimlerine katılıyor Muhabirlerimizden / 30.11.2016 Dünya Sosyalist Web Sitesi ve Toplumsal Eşitlik web sitesinden alınan yazılardan hazırlanmıştır. Para ile satılmaz. www.wsws.org www.toplumsalesitlik.org [email protected] Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya) 2016 Kongre Kararları Militarizme, kemer sıkmaya ve savaşa karşı yeni bir sosyalist hareket için Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya) / 1.12.2016 Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya), Üçüncü Ulusal Kongre’sini, 28-31 Ekim tarihleri arasında Sheffield’da düzenledi. Kongre, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin 18 Şubat 2016 tarihli “Sosyalizm ve Savaşa Karşı Mücadele” başlıklı açıklamasını oybirliğiyle onayladı ve iki kararı daha kabul etti: “Militarizme, kemer sıkmaya ve savaşa karşı yeni bir sosyalist hareket için” ve “Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi: Stratejik dersler.” Aşağıda, “Militarizme, kemer sıkmaya ve savaşa karşı yeni bir sosyalist hareket için” başlıklı ilk kararın gözden geçirilmiş hali yer alıyor. 1. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (Britanya) Üçüncü Ulusal Kongresi, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) 18 Şubat 2016 tarihli “Sosyalizm ve Savaşa Karşı Mücadele: Emperyalizme Karşı Uluslararası Bir İşçi Sınıfı ve Gençlik Hareketi İnşa Edin!” başlıklı kararını onaylar. 2. Kapitalizmin savunucularının, Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de dağılmasını “tarihin sonu” ve serbest piyasa ile liberal demokrasinin nihai zaferi olarak göklere çıkarmalarından bu yana çeyrek yüzyıl geçti. Buna karşılık, yeni bir dünya düzeni kurma yönelimi, yalnızca, küresel kargaşa yaratmada başarılı olmuştur: sonu gelmeyen bir dizi savaş; ülkelerin mahvedilmesi; milyonlarca insanın öldürülmesi, sakat bırakılması ve/veya sığınmacı haline getirilmesi; faşizan eğilimlerin yeniden ortaya çıkması ve bir “kemer sıkma çağı”nda şiddetli sınıf savaşı politikaları izlenmesi. 3. ABD emperyalizmi, çoğu insanın farkında olduğundan çok daha hızlı bir şekilde, jeopolitik rakipleri ile doğrudan bir askeri çatışmaya hazırlanıyor. Ekim ayında Washington’da düzenlenen “Ordunun Geleceği” panelinde, ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Mark A. Milley, ulus-devletler arasında savaş “neredeyse garanti. Ordumuz ve ulusumuz hazır olmalı.” diye ilan etti. Atlantik Konseyi düşünce kuruluşu, ABD’nin, Rusya ve Çin olarak tanımlanan “büyük güçler” ile “büyük ve ölümcül” savaşlara girme hazırlıklarının “yüksek düzeylerde ölüme ve yıkıma” ve “bir nükleer çatışma” olasılığına yol açacağını ileri sürüyor. 4. Suriye’de büyük bir askeri tırmanma yönündeki planlar, Washington’ın Avrasya kara parçası üzerinde egemenliği güvenceye almaya yönelik saldırganlığının ayrılmaz parçasıdır. Bu jeo-stratejik amacı gerçekleştirme, Rusya’nın parçalanmasını ve yarısömürge konumuna indirgenmesini gerektirirken, ABD’nin “Asya’ya dönüş”ü ekonomik bir rakip olarak Çin’i kuşatmayı ve etkisizleştirmeyi hedefliyor. Sonuç olarak, tüm dünya bir barut fıçısı haline gelmiş durumda. Şu anda 60 ülkenin dahil olduğu Suriye iç savaşı, Ortadoğu’da daha geniş bir çatışmanın parlama noktası haline gelme tehlikesi oluşturuyor. Aynı zamanda, Uzak Doğu, Japonya ve Avustralya gibi bölgesel ve emperyalist güçler arasında bir askeri çatışma alanı olurken, NATO güçleri Rusya sınırlarına doğru ilerliyor. Washington’ın, kendi Çin karşıtı Asya’ya dönüşüne yedeklemek amacıyla Hindistan’a stratejik ayrıcalıklar yağdırması, Güney Asya’nın “dehşet dengesi”ni altüst etmiş ve alt kıtanın 1947’deki topluluksal bölünmesi eliyle yaratılmış olan nükleer silahlı rakip devletler Hindistan ile Pakistan arasındaki gerilimleri büyük ölçüde şiddetlendirmiş durumda. 5. ABD, bu militarizm patlamasının en ön safında ama aynı eğilimler her ülkede mevcut. Britanya’nın 23 Haziran’da Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma yönündeki oyu, şiddetlenmiş ticaret savaşı önlemlerini ve militarizmi haber verecek şekilde, Avrupa’yı paramparça eden ulusal gerilimlerin yeniden canlanmasında bir dönüm noktasıdır. Büyük Avrupalı güçlerin her biri, kendi rakip ulusal hedefleriyle, Suriye’de çatışmada yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da var olan tüm ilişkiler sorgulanmaya başlanmış durumda. Britanya’nın ABD ile “özel ilişki”sinin sürdürülebilir olup olmadığı, Almanya’nın kendi çıkarlarına aykırı bir ABD hegemonyasını kabul etmekten hoşnut olup olmayacağı ve kıtadaki büyük güçler arasındaki kesin saflaşma, henüz belirlenmiş değil. Ancak, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, kesin olan şey, uluslararası işçi sınıfının bağımsız müdahalesinin olmaması durumunda, yeni bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğudur. 6. Savaşa gidiş, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin baş edilemeyen krizinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Üretimin küreselleşmesi ile üretim araçlarının özel mülkiyetine ve sınıf sömürüsüne dayalı kapitalist ulus devlet sistemi arasındaki temel çelişki, toplumsal ve siyasi hoşnutsuzluğu körüklüyor, geleneksel egemenlik mekanizmalarını istikrarsızlaştırıyor, burjuva politikasını bir altüst oluş içine sokuyor ve küresel bir felaket hazırlıyor. Bu tehlike, savaşın kaynağı olan kapitalist kar sisteminin derinleşen krizi eliyle daha da yakın bir hale getirilmiştir. 7. 2008 mali iflasının üstesinden -banka kurtarmaları ve kemer sıkma yoluyla- gelmeye yönelik tüm çabalar, başarısız olmakla kalmayıp, sınıfsal gerilimleri şiddetlendirmiş ve yeni bir ekonomik çöküşün yolunu hazırlamıştır. Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre, toplam küresel borç, şu anda, 152 trilyon dolar seviyesinde ve dünya GSYİH’sinin yüzde 225’ine eşit (insanlık tarihindeki en büyük borç balonu). ABD Merkez Bankası (Fed), Bank of England, Avrupa Merkez Bankası ve Japonya Merkez Bankası tarafından uygulamaya konan parasal genişleme programlarından, ezici çoğunlukla süper zenginler yararlanmıştır. Dünya merkez bankalarının bilançoları, 2007’deki 6 trilyon dolardan, bugün, 21 trilyon dolara yükselmiş durumda. Bu borç balonunun çökmesi, bütün ekonomileri iflasa götürecektir. 8. Burjuvazi, buna hazırlanmak için, siyasi bir yeniden düzenleme yapmaya çalışıyor: her şeyden çok korktuğu şeye, egemenliğine meydan okuyacak uluslararası işçi sınıfının birleşik bir mücadelesine karşı önleyici bir saldırı gerçekleştirme girişiminde bulunuyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde, faşizan demagog ve emlak milyarderi Donald Trump, başkanlık seçimini, Wall Street’in ve ordu-sanayi bloğunun gözdesi Demokratik Partili rakibi Hillary Clinton’ın, toplumsal kaygıları, gerici ırksal ve cinsel politikaların yükseltilmesi yararına küstahça görmezden geldiği ve Rusya’ya savaş açmaya karşı olduğunu belirtmesi üzerinden Trump’a sağdan saldırdığı koşullarda kazanabildi. Avrupa’da ise, Fransa’daki Ulusal Cephe gibi faşizan ve yabancı düşmanı partilerin yükselişine, Yunanistan’daki Syriza, İspanya’daki Podemos ve Britanya’daki Jeremy Corbyn gibi güçlerin sözde bir “sol” alternatif olarak teşvik edilmesi eşlik ediyor. 9. İşçiler ve gençler arasında, örgütlü bir ifade bulamayan güçlü bir barış ve toplumsal eşitlik arzusu var. Bilinçli bir savaş karşıtı hareketin inşası, işçi sınıfının, “kendi” burjuvazisinin ve onun rakiplerinin politikalarına yön veren ekonomik ve sınıfsal çıkarlara ilişkin titiz bir değerlendirme temelinde, krizin nesnel kökenlerine ilişkin bilimsel bir kavrayış geliştirmesini gerektirmektedir. İşçi sınıfı, ancak o zaman, burjuvazinin savaşın ideolojik temeli olarak “ulusal birlik”i yükseltmesine uzlaşmaz karşıtlık içinde, bütün dünyadaki sınıf kardeşleri ile dayanışma içinde, kendi bağımsız sınıf çıkarlarını belirleyebilecektir. Brexit ve milliyetçiliğin/ulusalcılığın yükseltilmesi 10. Bu, Britanya’nın Avrupa Birliği üyeliği üzerine Haziran ayında düzenlenen referandumdan çıkarılacak temel derstir. Küresel ekonominin 2008’i izleyen krizi, egemen seçkinler içinde, AB üyeliğini kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını yükseltmek için yaşamsal olarak görenler ile AB’nin Alman hakimiyeti altında daha fazla bütünleşmeye doğru gitmesinin, Londra finans merkezini (City of London) ve onun Çin gibi yeni ekonomik büyüme merkezlerini sömürme beceresini tehdit ettiğini düşünenler arasındaki anlaşmazlıkları şiddetlendirdi. Dönemin Başbakanı David Cameron’ın AB üyeliği üzerine bir referandumu kabul etmesi, Muhafazakar Parti içindeki AB karşıtı düşünceleri yatıştırmaya ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) yükselişine karşı koymaya yönelik bir girişimdi. Amaç, toplumsal hoşnutsuzluğu sağa doğru yönlendirmek için AB ve göçmen karşıtı söylemden yararlanmak ve AB’den, daha sıkı ekonomik ve siyasi birlik yönündeki planları engelleyecek tavizler koparmaktı. Milyonlarca kişinin mevcut kurumlara yabancılaşmasını önemsemeyen egemen sınıf, mali çöküş ve ekonomik güvensizlik uyarıları üzerine kurulu “AB’de Kalma” oyu lehindeki savları kaybedecek bir şeyi olmadığını hissedenler arasında çok az destek gördüğünde, neye uğradığını şaşırdı. 11. Sosyalist Eşitlik Partisi, referandumun aktif boykotu çağrısı yoluyla işçi sınıfı için bağımsız bir siyasi perspektif ileri sürme konusunda tek başınaydı. Sınıfsal güç dengesinin ve tarihin, özellikle de 1930’ların Almanya’sının derslerinin ciddi bir değerlendirmesine dayanan SEP’in hareket noktası, sadece Britanya’daki değil, Avrupa’daki ve diğer yerlerdeki işçilerin de çıkarlarını savunan bir politika belirlemekti. Hem “Kalma” hem de “Ayrılma” kamplarının işçi sınıfına eşit ölçüde düşman olduğunu açıklayan SEP, kemer sıkma politikalarını uygulamada, “Avrupa Kalesi” politikası yoluyla göçmenlere yönelik saldırıları kolaylaştırmada ve kıta genelinde militarizmi desteklemede büyük güçlerin bir aracı olan AB’ye yönelik uzlaşmaz muhalefetini ortaya koydu. SEP, aynı zamanda, “ulusal egemenlik”i emekçilere karşı saldırının derinleşmesine dayanan bir ticaret savaşı bayrağı olarak gören sağcı yabancı düşmanlarının ve Thatchercıların yön verdiği Ayrılma kampanyasına her türlü desteği de reddetti. 12. En önemlisi, SEP, referandumun, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın birleşmesi projesinin başarısızlığının en ileri ifadesi olduğu uyarısında bulundu: bu proje, “egemen seçkinlerin, kıtayı 20. yüzyılda iki kez savaşa sürüklemiş olan temel çelişkiyi (üretimin Avrupa’daki ve küresel ölçekteki bütünleşmiş karakteri ile kıtanın düşman ulus-devletlere bölünmüşlüğü) çözme yönündeki bir girişimiydi … Ama kapitalizm çerçevesi içinde birleşme, asla, en güçlü ülkelerin ve şirketlerin kıta ve onun halkları üzerindeki egemenliğinden başka bir anlama gelemezdi. Ulusal ve toplumsal uzlaşmazlıklar, hafifletilmenin aksine, çok daha kötücül biçimler almıştır.” SEP, şunu vurguladı: “AB parçalanıyor ve yeniden canlandırılamaz. Kıtanın geniş üretici güçleri, yalnızca, bir dünya sosyalist devletler federasyonunun ayrılmaz bir parçası olarak kurulmuş Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’nin yaratılmasıyla herkesin yararına kullanılabilir.” 13. Referandum kampanyası, bu tehlikeleri vurgulayacak şekilde, Silahlı Kuvvetler’in ve güvenlik örgütleri MI5 ile MI6’nın görülmemiş bir müdahalesine tanık oldu. Her iki taraf da, NATO’ya bağlılıklarını ve Rusya ile Çin’e karşı saldırganlıklarını ilan etti: Kalma kampı Britanya’nın AB üyeliğinin NATO’yu güçlendirdiğini savunurken, Ayrılma kampı bir Avrupa Ordusu’nun kurulması yönündeki planların ABD önderliğindeki ittifakın altını oyacağını duyurdu. ABD Başkanı Barack Obama’nın, Dışişleri Bakanı John Kerry’nin ve beş eski NATO genel sekreterinin yanı sıra, üst düzey ordu ve güvenlik şeflerinin desteğini arkasına alan Cameron, AB üyeliğini, “yeni saldırgan Rusya” ile mücadele etmek için gerekli gördüğünü açıkladı. Obama, Britanya’nın üyeliğinin, “AB’yi açık, dışa dönük ve Atlantik’in diğer tarafındaki müttefikleri ile yakından bağlantılı” tutmada, NATO’nun “Afganistan’dan Ege’ye kadar deniz ötesi taahhütlerini” yerine getirmesini sağlamada ve “Rus saldırganlığı konusunda haklı olarak kaygılı olan müttefiklere güven vermek” için son derece önemli olduğu uyarısında bulundu. AB’den çıkma kampanyası ise, AB’yi, “Rusya ile yakın ilişkileri nedeniyle güvenilmez olan çok sayıda üye” içerdiği için bir güvenlik tehdidi olarak tanımlayan, 1982’deki Falkland Adaları/Malvinas savaşına önderlik eden Tümgeneral Julian Thompson ile birlikte bir düzine eski üst düzey ordu subayı tarafından desteklendi. 14. SEP’in ilkeli yaklaşımı, hem Kalmayı desteklemede İşçi Partisi’ne ve sendikalara katılan Sol Birlik gibi sahte solcu AB savunucularından hem de Sosyalist İşçi Partili (SWP), Britanya Komünist Partili (CPB) ve Sosyalist Partili (SP) “Sol Ayrılma” yanlılarından farklı olarak, gerçekten sosyalist, enternasyonalist bir bakış açısını betimliyordu. SEP, “Mevcut durumdaki en büyük siyasi tehlike, sözde bir ‘sol milliyetçilik’in benimsenmesi temelinde sınıf bayraklarının karıştırılmasıdır.” diye vurguladı. Bu [sınıf bayraklarını karıştırma] politikasının siyasi olarak canice karakteri, sol-sağ “birlikte uygun adım yürüyüş” çağrısı yapmak için UKIP lideri Nigel Farage’ın yanında boy gösteren George Galloway tarafından açıkça ortaya kondu. SEP’in belirttiği gibi, Sol Ayrılma savunucuları, “Ayrılma kampanyasının kuvvetlendirmekte olduğu asıl güçlere tamamen kayıtsızlar. Gerçekte, onlar, işçi sınıfını, siyasi yaşamı çok daha milliyetçi bir yörüngeye kaydırmayı amaçlayan bir girişime tabi kılıyor; böylece, işçi sınıfının siyasi savunmasını zayıflatırken, Britanya’da ve Avrupa genelinde aşırı sağı güçlendiriyor ve teşvik ediyorlar. Britanya milliyetçiliği cininin şişeden çıkartılmasına yardım eden bu güçler, onun sonuçlarından siyasi olarak sorumludur.” Brexit bir gericilik karnavalı başlatıyor 15. Bu uyarı, son derece isabetliydi. Ayrılma yönündeki yüzde 52’lik oy, Muhafazakar Parti’nin en sağcı kesimleri tarafından, Thatchercı toplumsal karşı-devrimi tamamlamak için bir fırsat olarak değerlendirildi. Cameron’ın yerini, AB’de kalma kampanyası yürütmüş ancak sonradan “sert bir Brexit” savunucusu olarak ortaya atılmış olan Theresa May aldı. “Sol Ayrılma” yanlısı sahte solun düzmece iddialarını yineleyen May, sonucu, “sıradan, işçi sınıfı insanlarının uluslararası seçkinlere karşı” isyanı olarak tanımladı ve onu, “yurtseverlik”e başvurmanın ve Britanya milliyetçiliğini kışkırtmanın temeli olarak kullanıyor. Onun hükümeti, Ulusal Sağlık Hizmeti’ndeki yabancı doktorların ve hemşirelerin istihdamının aşamalı olarak kaldırılması çağrısı ve diğer göçmen karşıtı kirli önlemler dahil, tüm önemli konularda UKIP’in politikalarını benimsemiş durumda. Sterlindeki çöküş, bu sağcı kundakçılar tarafından, yaşam standartlarını daha da düşürmenin bir aracı olarak memnuniyetle karşılandı. Londra gazetesi Evening Standard’daki bir yorum, “Brexit, şu anlama gelir: Daha Sıkı Çalış.” “İronik bir şekilde, şimdi hepimizin daha çok göçmenler gibi olmayı öğrenmemiz gerekecek… Eğer Britanyalı işlerin Britanyalı işçiler için olmasını istiyorsak, seçici olmayı bırakmak zorundayız.” vurgusunu yaparken, onların gündemlerine işaret ediyordu. 16. Brexit’e muhalefet, hem Britanya egemen sınıfının güçlü kesimlerinin hem de ABD’nin desteğine sahip olmayı sürdürüyor. Muhafazakarlar içindeki bir azınlık görüşü (referandum sonucunu düzeltme ya da mümkünse, tersine çevirme arzusu), İşçi Partisi’nin çoğunluğunu, Liberal Demokratları, İskoçya Ulusal Partisi’ni (SNP), Galler Partisi’ni (Plaid Cymru) ve Yeşiller’i birleştirmektedir. Parlamentonun, Britanya’nın AB’den resmi çıkışını başlatacak olan 50. Madde’yi harekete geçirecek herhangi bir anlaşmayı oylayarak reddetmesine temel oluşturmak ve/veya ikinci bir referandumu ya da bir genel seçimi zorlamak için, yasal işlemlerle desteklenen düzenli çabalar harcanıyor. Ayrıca, AB yanlısı “ilerici” bir ittifakın ve hatta yeni bir partinin kurulması tartışılıyor. 17. Britanya’nın dağılması tehdidi oluşturan anayasal bir krizin yeniden alevlendirilmesi, bu durumu daha da ağırlaştırmıştır. İskoçya’nın bağımsızlığı üzerine 2014 referandumunun yenilgisinden sadece iki yıl sonra, SNP yönetimi, sert bir Brexit olması halinde ikinci bir referandum düzenleyeceğini söylüyor ve AB’den çıkışı engellemek ya da sınırlamak için, Galler’in ve Kuzey İrlanda’nın yetkilendirilmiş yönetimlerindeki çeşitli partiler ile bir ittifak peşinde koşuyor. Öte yandan, İrlanda, mezhepsel çatışma tehdidi altında. Kuzey İrlanda yüzde 56 oyla AB’de kalma oyu verdi. Demokratik Birlik Partisi Brexit’i savunurken, buna karşı çıkan daha küçük Ulster Birlikçi Partisi tüm-Britanya oylama sonucunu savunacağını söylüyor. Ama Sinn Fein, Sosyal Demokrat Parti, İşçi Partisi ve İttifak Partisi, AB’de kalmayı savunuyor; bunun ekonomik etkisi ve kuzey ile güney arasında yeniden katı bir sınırın kurulması olasılığına ilişkin kaygıları dile getirmede İrlanda Cumhuriyeti hükümeti ile birleşiyorlar. Bu, aynı zamanda, 1998 Hayırlı Cuma Anlaşması’nın altını oyacak ve geçtiğimiz yüzyılda bir iç savaşın ve onlarca yıllık şiddetli çatışmanın yaşandığı İrlanda’nın bölünmesi konusunu bir kez daha gündeme getirecektir. 18. Bu “ilerici ittifak”ın gerçek ölçüsü, Britanya’daki şirketlerin ve bankaların Tek Avrupa Pazarı’na erişimi sağlandığı sürece, işçi sınıfı içinde bölünmeleri teşvik etmesidir. Onların Brexit yanlısı seçmenleri “ayak takımı” olarak suçlamaları ve referandumu tersine çevirme yönündeki girişimlerin anti-demokratik karakteri, işçi kesimlerini UKIP’in ve diğer sağcı unsurların kollarına itme tehlikesi oluşturmaktadır. Dahası, bu burjuva hizbin siyasi başarısı, milliyetçi gericiliğin ve militarizmin işçi sınıfı için doğurduğu tehlikeleri azaltma konusunda hiçbir şey yapmayacaktır. Avrupa birliğinin sözde “altın çağı”na geri dönüş mümkün değildir. 19. Bloktan çıkışın Tek Pazar’a erişimi kaybetme anlamına geleceği uyarısında bulunan büyük güçler, diğer ülkelerde AB karşıtı düşüncelerin yükselmesini önleme çabası içinde, Britanya’yı ayrılma oyu için cezalandırma tehdidinde bulundular. Buna, büyük Avrupalı güçlerin bir Avrupa Ordusu kurma ve kendi iç güvenlik güçlerini kuvvetlendirme planlarını hızlandırmaları eşlik ediyor. Almanya, Fransa ve İtalya tarafından hazırlanan politika raporlarına göre, önerilen ordunun, tüm dünyada, “gerektiğinde özerk hareket edebilmesi” gerekiyor. 20. Ancak mesele, bu tür bir güce kimin komuta edeceğidir. Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, Almanya’nın, “küresel politikalar konusunda kenardan yorum yapamayacak kadar büyük” olduğunu ilan etmiş durumda. Ancak Berlin’in kıta üzerinde egemenliğini iddia etme çabaları, yalnızca, AB’nin Kuzey, Güney ve Doğu biçiminde rakip güç bloklarına parçalanmasını derinleştirecektir. Almanya, bir Benelüks, Kuzey ve Baltık ülkeleri ittifakının doğal merkezi olarak görülüyor. Fransa, Alman egemenliğine bir karşı ağırlık olarak, İtalya’yı, İspanya’yı, Portekiz’i, Yunanistan’ı, Kıbrıs’ı ve Malta’yı kapsayan bir güney bloğunun önderliğine oynuyor. Bu arada, Macaristan ve Polonya çevresinde bir doğu bloğu gelişiyor. 21. Britanya’daki burjuvaziyi Avrupa’daki burjuvazilerle birleştiren şey, göçmenleri acımasızca bastırma, Müslüman karşıtı duyguları kışkırtma, içeride polis devleti önlemlerini arttırma ve dışarıda emperyalist savaş konusunda hemfikir olmalarıdır. Batının saldırganlığının, evlerinden kaçmaya ve Avrupa’ya sıkça ölümcül bir yolculuğa girişmeye zorlanmış olan kurbanlarının barınmasından kimin sorumlu olduğuna ilişkin tiksindirici savlar, İslam’ı, Hristiyanlığın duaları veya Aydınlanma’nın laik idealleri üzerine kurulu Avrupa uygarlığına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak sunmaya yönelik bir gerekçedir. Batı Avrupa’da aşırı sağ Avusturya Özgürlük Partisi henüz cumhurbaşkanlığını alamamış olsa da, aşırı sağ partiler Macaristan ve Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde hükümet kurmuş durumda. Almanya İçin Alternatif partisi önümüzdeki yıl yapılacak Almanya seçimleri için İslam karşıtı bir bildirge benimsedi; Fransa’da ise, Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin Mayıs ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turuna kalması neredeyse kesin. Avrupa’nın resmi partilerine gelince (ister ismen muhafazakar isterse sosyal demokrat olsun), onlar, aşırı sağın büyümesinden, kendi politikalarını da aynı yöne kaydırmak için yararlanıyorlar. Britanya’nın canlanması emperyalist militarizminin yeniden 22. Zorlu toplumsal, siyasi ve ekonomik sorunları zaptetmeye çalışırken hiçbir ilerici çözüme sahip olmayan Britanya’nın egemen seçkinleri, bir savaş yolunda ilerliyorlar. Burjuvazi, çıkarlarını, geçmişte olduğundan bile daha çok, uluslararası gerilimleri manipüle ederek ve rakip güçleri birbirine düşürerek korumayı umuyor. Bu tür bir dengeleme eylemi, sürdürülebilir değildir. May hükümetinin İngiltere’deki Hinkley Point nükleer reaktörünün yapımına Çin’in katılımıyla devam etme kararı, Britanya’nın Pekin’in esin kaynağı olduğu Asya Altyapı Yatırım Bankası’ndaki öncü rolünden kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, Britanya kapitalizminin gerilemesine karşı koymanın bir aracı olarak Çin ve diğer yükselen güçler ile daha yakın ekonomik ilişkiler, Britanya’nın ABD’ye olan tarihsel bağımlılığı ile bağdaşmamaktadır. 23. Bu, özellikle, AB’den ayrılma oyunun Britanya’nın Washington için kullanım değerinin; dolayısıyla Britanya’nın dünya arenasında kendinden üstün bir güçle aşık atma becerisinin altını şiddetli bir biçimde oyduğu koşullar altında söz konusudur. Almanya’nın - Britanya’nın ayrılmasının ardından-Avrupa egemenliğini pekiştirmesi olasılığı, ABD dış politikasının etkili bir üyesi ve ABD’nin 2003 Irak istilasının mimarı olan Robert D. Kaplan’ı, Wall Street Journal’da şu uyarıda bulunmaya itti: “Geri dönen jeopolitik kaos, kimi açılardan, 1930’lara benzemektedir… Brexit, Britanya jeopolitikasının yüzlerce yıl geriye uzanan, tek bir gücün Kıta’ya hakim olmasını engelleme biçimindeki en önemli hedefinin altını oymuştur. Ancak henüz Almanya bunu yapacak güce sahip değil. Almanya, Rusya ile ayrı bir uzlaşmaya varabilir ya da içe, popülist milliyetçiliğe dönelebilir. Büyük Britanya, Amerika ile ittifakını canlandırmalıdır. İki ulus, birlikte hareket ederek, hala, Rusya’nın kapılarına kadar Avrupa anakarası üzerinde güç oluşturabilir.” 24. Dünyadaki en büyük beşinci nükleer güç ve NATO bütçesine en fazla katkıda bulunan ikinci ülke konumunu bir koz olarak kullanmaya çalışan Britanya, zaten, Rusya ile gerilimleri yoğunlaştırmada başrol oynuyor ve bir Avrupa Ordusu planları konusunda Almanya ve Fransa ile açık çatışma içinde. Ancak onun nükleer kapasitesi yalnızca ABD teknolojisi ve savaş başlıkları ile çalıştırılabilir ve Britanya’da şimdiye kadar inşa edilmiş en büyük uçak gemileri olan yeni Queen Elizabeth ile Prince of Wales, ABD yapımı F-35 hayalet uçakları ve Apache savaş helikopterleri için platform olacaklar. Britanya’nın ABD ile ittifakı, onun, daha da amansız şekilde dünyanın herhangi bir yerindeki askeri çatışmalara çekileceği anlamına gelmektedir. Bu, Avrupa’da, onu, Almanya ile bir çatışma olasılığını yükseltecek ve iki dünya savaşına yol açmış olan fay hatlarını yeniden açacak şekilde, ABD’nin Moskova’ya karşı yığınağının cephe hattına yerleştirmektedir. 25. Militarizmdeki bu hızlı tırmanmanın sürekli artan külfeti işçi sınıfına yüklenecektir. Hükümet, 2016’da, altı yıl içinde ilk kez, askeri harcamaları 2020/21 için öngörülen 39,7 milyar sterline arttırdı. Nihai maliyetinin, Ulusal Sağlık Hizmeti’nin neredeyse iki yıllık harcamasına denk olan 205 milyar sterline ulaşması beklenen Trident nükleer programının yenilenmesi buna dahil değil. Bu, yalnızca başlangıçtır. Savunma Bakanı Michael Fallon’a yazdığı bir mektupta “ne Britanya anavatanı ne de konuşlandırılmış bir kuvvet… düzenli bir Rus hava saldırısından korunabilir durumda.” diye yakınan Emekli General Sör Richard Barons, Britanya’nın askeri becerilerinin kapsamlı biçimde arttırılması çağrısında bulundu. Sahte solun emperyalizm yanlısı politikası 26. Brexit referandumu, sahte sol grupların burjuva eğilimler olduğunu doğrulamıştır. Referandumun ardından, “Başka Bir Avrupa Mümkün”ün Kalma yanlısı destekçileri, parlamentonun Brexit’in koşullarını belirleme konusundaki yetkisini yeniden ileri sürmesi taleplerinin arkasında saf tutuyor ve Liberal Demokratlarla ve diğerleri ile birlikte AB yanlısı gösterilerde yer alıyorlar. Sosyalist Parti ise, kendi payına, Jeremy Corbyn önderliğinde bir İşçi Partisi hükümetini destekleme temelinde “sosyalist, enternasyonalist bir Brexit”i sağlamak için bir kampanya çağrısı yapıyor. Ancak sahte solun kapitalist egemenlik mekanizmaları ile bütünleşmesinin en yozlaşmış ifadesi, onların militarizme ve savaşa verdikleri destektir. Onların bu konularda yazdıklarını empeyalist hükümetlerinin yazdıklarından ayırt edecek hiçbir yan bulunmuyor. Sosyalist Direniş’in üyesi Gilbert Achcar, Suriye’deki ABD-Rusya ateşkesine yönelik son bir saldırıda, sahte sol grupların geniş bir kesimi adına konuştu. Achcar, Batı yanlısı muhalif grupların uçaksavar füzeleri ve diğer silahlar ile donatılması çağrısı yaptı. 27. Savaşı Durdurun Koalisyonu (STWC), sahte solun militarist politikasına bir alternatifi temsil etmemektedir. Karşı Ateş (Counterfire - SWP’den kopan bir grup) ile Britanya Komünist Partisi’nin (CPB) bir ittifakı olan STWC, savaşa karşı mücadelenin, sınıf mücadelesinin dışında ve ondan bağımsız yürütülebileceği ölümcül yanılsamasını teşvik etmektedir. STWC, bu temelde, küçük-burjuva pasifist çağrıları, emperyalizm karşıtı değil, Amerikan karşıtı bir perspektifle birleştiriyor. Onun örgütleyicisi Lindsey German, “Biz, bir hareket olarak, yıllardır, hedeflerimizden birinin, Britanya’nın dış politikasının her adımında ABD’yi izlemekten kopması gerektiğini söylüyoruz.” diye ilan etmişti. STWC, 2003’te, Irak işgaline karşı kitlesel protestoları, Washington’a karşı çıkmak için Birleşmiş Milletler’e, Fransa’ya ve Almanya’ya yapılan çağrılara tabi kılmıştı. CPB, bugün, açıkça Esad yanlısı olmakla ve Rusya’yı, hem ABD emperyalizmine ve IŞİD merkezli terörizme karşı bir siper olarak resmetmekle sivriliyor. 28. SEP, sahte sol grupların Rusya’yı ve Çin’i emperyalist devletler olarak adlandırmasını reddeder. Tüm tarihsel bağlamından koparılmış bu yanlış tanımlama, onların, bu bölgeleri doğrudan kendi kontrollerine tabi kılmayı amaçlayan ABD ve Avrupa saldırganlığını meşrulaştırmaya çalışmalarında son derece önemli bir araçtır. Ancak, bizim bu adlandırmayı reddedişimiz, Moskova’daki ve Pekin’deki sağcı kapitalist yönetimlere asla destek ifade etmez. Her iki ülkede de kapitalizmin geri getirilmesi, Stalinist bürokrasi eliyle gerçekleştirildi. Bu, dünya sosyalist devrimi perspektifinin reddi ve Lenin’in Bolşevik Parti’sinin, esas olarak Troçki’yi ve Sol Muhalefet’i hedef alan bir dizi kanlı temizlikte imha edilmesi ile başlayan bir toplumsal ve ekonomik karşıdevrimin nihai ürünüydü. 29. Asalak bir oligarklar tabakasının çıkarlarını temsil eden Rusya ve Çin burjuvazileri, emperyalizmden herhangi bir gerçek bağımsızlığa sahip değildir ve ABD ile Avrupa’nın entrikalarına yönelik ilkeli muhalefetten tümüyle acizdir. Her ikisinin de diplomatik manevraları ve askeri müdahaleleri, işçi sınıfının vahşi sömürüsünü sürdürme becerilerini koruyacak şekilde (ki bu, bu toplumların belirleyici özelliğidir), emperyalizmle bir uzlaşma sağlamayı hedeflemektedir. Vladimir Putin’in, Xi Jinping’in, onların silahlı kuvvetlerinin ve nükleer cephaneliklerinin hayranları, yalnızca, işçi sınıfının kafasını karıştırmakta, onun bağımsız seferberliğine engel olmakta ve yıkıcı bir savaşın yolunu hazırlamaktadır. 30. Sahte solun sağa doğru yalpalaması, hatalı düşüncelerin veya şu ya da bu bireyin çürümüş politikasının ürünü değildir. Emperyalizm kampına böylesine geniş bir siyasi kaymanın derin toplumsal kökleri bulunmaktadır. 1999’da, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin uluslararası yayın kurulu başkanı David North, şöyle yazmıştı: “Hisse senedi piyasalarının uzun süreli büyümesinin nesnel işleyişi ve toplumsal sonuçları, emperyalizmin, üst orta sınıfın kimi kesimlerinden yeni ve adanmış bir taban toplamasını mümkün kıldı. ABD'de ve Avrupa'da hüküm süren, (medya tarafından teşvik edilmiş ve büyük ölçüde köle ruhlu ve yozlaşmış bir akademisyenler topluluğu tarafından uyum sağlanmış) gerici, konformist ve sinik entelektüel ortam, nüfusun, yeni elde edilmiş zenginliklerinin ekonomik ve siyasi temellerine ilişkin eleştirel bir araştırmayı teşvik etmede hiçbir çıkarı olmayan son derece ayrıcalıklı bir tabakasının toplumsal bakış açısını yansıtmaktadır.” [A Quarter Century of War: The US Drive for Global Hegemony 1990-2016 (Savaşla Geçen Çeyrek Yüzyıl: ABD’nin Küresel Egemenlik Dürtüsü 1990-2016)] 31. 2007/08 mali krizi, dışarıda askeri saldırganlığa ve içeride kemer sıkmaya tabi şekilde, bankaları ve süper zenginleri kurtarmak için toplumsal servetin yağmalanması, yalnızca, sahte solun emperyalizme bağlılığını sağlamlaştırmaya hizmet etmiştir. Bu gruplar, en tepedeki yüzde 10’luk servetten daha büyük bir pay kapmak ve şirket seçkinleri, sendika aygıtı ve devlet içinde daha fazla etki ve güç isteyen orta sınıfın ayrıcalıklı kesimleri adına konuşmaktadır. Militarizme ve savaşa yönelik muhalefetin devrimci merkezi olarak DEUK 32. Sosyalist Eşitlik Partisi, orta sınıf, sahte sol politikanın tüm biçimlerine karşı, kendisini, işçi sınıfının merkezi ve önder rolü perspektifine dayandırmaktadır. İşçi sınıfı, emperyalist güçlerin kapitalist düzeni savaş yoluyla kurtarma çabalarına karşı koymak için kendi stratejisini benimsemek zorundadır. O, emperyalist ulus-devlet jeopolitikasının değil, uluslararası ölçekte güçlerini toplumsal devrim için birleştirme ve harekete geçirme temelindeki kendi stratejisine dayanan sınıf mücadelesinin haritasını izlemelidir. 33. Bu tür bir mücadelenin nesnel koşulları hızla ortaya çıkıyor. Burjuvaziyi vahşi kemer sıkma uygulamaya, otoriter yönetim biçimlerine yönelmeye ve gezegeni ve kaynaklarını askeri güç yoluyla yeniden paylaşmaya iten küresel kriz, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin patlamasının koşullarını da yaratıyor. Ancak bunun kapitalist sınıfa ve onun devlet mekanizmasına karşı bilinçli bir siyasi saldırı haline gelmesi, emperyalist savaşa yönelik muhalefetin devrimci, küresel merkezi olarak Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni (DEUK) inşa etmeyi gerektirmektedir. 34. DEUK, dört asli ilke temelinde, savaşa karşı kitlesel bir hareketin inşasının sorumluluğunu üstlenmektedir: * Savaşa karşı mücadele, nüfusun bütün ilerici unsurlarını kendi arkasında birleştiren, toplumdaki büyük devrimci güç işçi sınıfı üzerinde yükselmelidir. * Mali sermayenin diktatörlüğüne ve militarizm ile savaşın temel nedeni olan ekonomik sisteme son verme uğruna mücadele etmeksizin savaşa karşı ciddi bir mücadele söz konusu olamayacağı için, yeni savaş karşıtı hareket, kapitalizm karşıtı ve sosyalist olmak zorundadır. * Dolayısıyla, yeni savaş karşıtı hareket, zorunlu olarak, kapitalist sınıfın bütün siyasi partilerinden ve örgütlerinden bütünüyle ve tartışmasız biçimde bağımsız ve onlara düşman olmalıdır. * Yeni savaş karşıtı hareket, her şeyden önce uluslararası olmalı, işçi sınıfının muazzam gücünü emperyalizme karşı birleşik küresel bir mücadelede harekete geçirmelidir. Burjuvazinin sürekli savaşına, işçi sınıfı tarafından, stratejik hedefi ulus-devlet sisteminin ortadan kaldırılması ve bir dünya sosyalist federasyonunun kurulması olan sürekli devrim perspektifi ile yanıt verilmesi gerekmektedir. Bu, küresel kaynakların akılcı ve planlı geliştirilmesini ve bu temelde yoksulluğun ortadan kaldırılmasını ve insanlık kültürünün yeni doruklara yükseltilmesini mümkün kılacaktır. 35. Savaşa karşı kıta çapında bir mücadeleyi ileriye taşımak için, SEP’in stratejik yönelimi, bir Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’nin parçası olarak işçi hükümetleri uğruna mücadele olmalıdır. 1917’de, Birinci Dünya Savaşı’nın doruğunda ve Ekim Devrimi’nden sadece aylar önce bu talebin önemini açıklayan Troçki, şunları yazmıştı: “Avrupa Birleşik Devletleri, içine girmiş olduğumuz devrimci çağın sloganıdır. Savaş operasyonları sonradan ne hal alırsa alsın, mevcut savaştan çıkarılacak diplomasi bilançosu ve devrimci hareketin yakın gelecekteki ilerleme temposu ne olursa olsun, Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, her durumda, Avrupa proletaryasının iktidar uğruna mücadelesinin siyasi formülü olarak muazzam bir anlam taşıyacaktır. Bu programda, üretici güçlerin gelişmesi için bir çerçeve olarak, sınıf mücadelesinin ve dolayısıyla da, bir devlet biçimi olarak proletarya diktatörlüğünün bir temeli olarak, ulus devletin ömrünü doldurmuş olduğu gerçeği ifade edilmektedir. Bizim ‘ulusal savunma’yı, proletarya için zamanını doldurmuş bir siyasi program olarak reddetmemiz, yalnızca çağdışı ulusal anayurdun muhafazakar savunusuna karşı ilerici görevi, yani devrimin, Avrupa cumhuriyetinin daha yüksek ‘anayurdu’nun yaratılması ilerici görevini koymamız durumunda bütünüyle negatif bir ideolojik-siyasi öz savunma eylemi olmaktan çıkar ve proletaryanın tüm dünyayı devrimcileştirmesini ve yeniden örgütlemesini sağlayacak tam devrimci içeriğini edinir.” [Lev Troçki, The Programme of Peace [Barış Programı], 1917, Fourth International, Eylül 1944, syf. 279-86] 36. SEP, milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının tüm biçimlerine karşı işçi sınıfı içinde kararlılıkla mücadele edecektir. Partimiz, kapitalizmin yıkılmasının ve gerçek barışın sağlanmasının gerekli önkoşulu olan uluslararası dayanışma bağlarını geliştirmeye yönelik siyasi ve örgütsel mücadele yoluyla, patlayacak olan sınıf mücadelelerini genişletmek ve güçlendirmek için çalışacaktır. Bu çalışmanın merkezinde, her şeyden önce Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin etkisini ve okur kitlesini geliştirme yoluyla Avrupa’nın her yerinde DEUK’un şubelerini inşa etmek için Almanya’daki ve Fransa’daki yoldaşlarımızla işbirliğinin derinleştirilmesi yer alacaktır. Bu yüzden, 15 Temmuz darbe girişimi de dahil, Türkiye’de yaşananlar, bu ülkeye özgü değildir. 14 Kasım 2016 Tüm dünyadaki hükümetler, temsil ettikleri kapitalist sınıfların bu krizden en az zararla ve -mümkünserakipleri aleyhine kazançla çıkması için, onları korumaya yönelik gerici ulusalcı önlemler eşliğinde bir savaş ve diktatörlük yönelimini benimsemiş durumda. Artık, sözde bile olsa “barışçıl” ve “demokratik” bir kapitalizm mümkün değil. Savaş ve diktatörlük yönelimine karşı IYSSE’yi (Türkiye) inşa edelim! Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 27.11.2016 Hükümetin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından uygulamaya koyduğu olağanüstü hal (OHAL) üzerinden çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile eğitim kurumlarına yönelik anti-demokratik müdahaleler, egemen sınıfın yıllardır ivme kazanarak ilerleyen savaş ve diktatörlük yöneliminin tamamlayıcı parçalarını oluşturmaktadır. Ardı ardına çıkarılan KHK’ler ile üniversitelerden ve liselerden, önemli bir kısmı muhalif binlerce eğitimci tasfiye dilmiş, zaten anti-demokratik bir karakter taşıyan rektörlük seçimleri süreci tamamen ortadan kaldırılmış durumda. Bunun en son örneğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 15 Temmuz’dan önce Boğaziçi Üniversitesi’ndeki akademisyenlerin yüzde 86’sının oyunu alan seçilmiş rektörün yerine, YÖK’ün önerdiği adaylardan birini atamasında gördük. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bu atamaya yönelik protestosu ve diğer üniversitelerdeki muhalif akademisyenlerin tasfiyesine karşı eylemler ile liselilerin öğretmen temizliğine karşı verdiği mücadeleler, demokratik hakların savunusunda son derece önemlidir. Bütün sınırlılıklarına karşın bu protestolar, savundukları perspektiften bağımsız olarak, Erdoğan önderliğindeki AKP hükümetinin tırmanan savaş ve diktatörlük yönelimine karşı işçi sınıfı ve gençlik içerisinde yükselen birikmiş öfkeyi ifade etmektedir. Bununla birlikte, bu muhalefetin başarısı için, ona bilinçli bir siyasi karakter kazandırmak gerekiyor. Bu, öncelikle, egemen sınıfın söz konusu saldırısının arkasında yatan maddi koşulların ve ona karşı çıktığını iddia eden güçlerin gerçek karakterinin, tarihsel ve uluslararası bir perspektifle çözümlenmesi demektir. Türkiye’de AKP hükümetinin yıllardır sürdürdüğü toplumsal karşı-devrim, savaş ve diktatörlük programının altında yatan maddi zemin, kapitalizmin küresel krizidir. ABD’de faşizan demagog ve milyarder Donald Trump’ın seçmenlerin çoğunluğunun oyuna sahip olmadan ve toplam seçmenlerin (seçime katılmayanlar dahil) sadece yüzde 25’inin oyuyla başkan seçilmesi, içinden geçmekte olduğumuz sürecin en açık simgelerinden birini oluşturmaktadır. Benzer şekilde, Avrupa’daki birçok ülkede de aşırı sağ yükseliyor ve geleneksel burjuva partileri hızla daha fazla sağa kayıyor. Obama yönetimi altında hem Rusya’ya ve Çin’e hem de ABD’nin emperyalist rakiplerine karşı yeni bir dünya savaşına doğru ilerleyen Amerikan egemen sınıfı, dünyayı felakete götürmekte başı çekerken, Almanya, Fransa, Britanya ve Japonya gibi güçler de saldırgan bir dış politikayla kendi emperyalist çıkarlarının peşinde koşuyorlar. Suriye’de ve Irak’ta “IŞİD’le mücadele” adına sürdürülen ve Türkiye egemenlerinin de kendi gerici yayılmacı emelleri doğrultusunda yer aldığı emperyalist vekil savaşı başta olmak üzere, ABD’nin Güney Çin Denizi’nde Çin’e ve Doğu Avrupa’da Rusya’ya karşı izlediği saldırgan politika, nükleer silahlı güçler arasında her an doğrudan bir askeri çatışmanın patlak vermesi tehlikesini güncel bir gerçeklik haline getirmiş durumda. Dünya ticaretinin hızla daraldığı, hükümetlerin kendi burjuvazilerini korumak adına ekonomik ulusalcılığa yöneldiği ve böylece kapitalist krizi daha da derinleştirerek ticaret savaşlarının doğrudan askeri çatışmalara dönüşmesine zemin hazırladığı mevcut koşullarda, otoriter yönetimlerin inşasına ve savaşa karşı mücadele, kapitalizme karşı sosyalizm uğruna mücadelenin bir parçası olmak zorundadır. Bu mücadele, uluslararası ölçekte ve işçi sınıfı merkezli olmalıdır. Bu sınıfsal ve sosyalist perspektife düşman olan sahte sol, Türkiye’de yaşananları, belirleyici tarihsel ve uluslararası dinamiklerden bağımsız bir şekilde, Erdoğan’ın ve AKP iktidarının hırslarına, İslamcılığına, kadın düşmanlığına, savaş isteğine vb. indirgiyor; hedefi sadece “AKP’ye/Erdoğan’a karşı mücadele” olarak belirliyor ve böylece, toplumsal muhalefeti, “sol” bir maske taktıkları iki burjuva partisine yedeklemeye çalışıyor. Sahte solun bütün söyleminin tersine, CHP’nin ve HDP’nin hiçbir ilerici yanı yoktur. CHP, AKP hükümetinin işçi sınıfı düşmanı yasalarını, demokratik hakları birer birer ortadan kaldırmasını, bir polis devleti inşasını, dinci gericiliği hakim kılmaya çalışmasını ve savaş yönelimini doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemiştir. Bu parti, dokunulmazlıkların kaldırılmasını destekleyerek HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasına zemin hazırlamış, ezici çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu binlerce Kürtün öldürülmesine, yüz binlerce kişinin evini terk etmesine yol açan askeri operasyonları ve Suriye-Irak tezkerelerini onaylamıştır. CHP, aynı şekilde, işgalci Fırat Kalkanı harekatını desteklemektedir. Sahte solun büyük bir kısmının yedeklenmiş olduğu HDP’nin diktatörlük ve savaş yönelimine olan katkısı daha az değildir. Kürt burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden HDP, “barış ve çözüm süreci” adı verilen aldatmaca üzerinden, yıllarca, Türkiye burjuvazisinin Ortadoğu’daki yayılmacı hedeflerini (“Misak-ı Milli”) desteklemiş, AKP’ye ilişkin yıkıcı yanılsamaları körüklemiştir. HDP, 7 Haziran seçimlerinden sonra kurulan geçici hükümete bakanlar vermiş, 1 Kasım seçimleri öncesinde AKP ile koalisyon kurabileceğini açıklamış, Kürt illeri savaş alanına dönerken hiçbir kitlesel muhalefet örgütlememiş; önce belediye başkanlarının ardından da parti liderlerinin tutuklanmasını bile sessizce izlemiştir. HDP, aynı AKP gibi, ABD önderliğinde Irak’ta ve Suriye’de -şimdi“IŞİD’e karşı mücadele” adı altında sürdürülmekte olan yağmacı emperyalist müdahaleyi destekleyen, NATO Parlamenterler Meclisi Alt Komitesi’nde Başkan Yardımcılığı düzeyinde temsil edilen, emperyalizmin işbirlikçisi bir burjuva partisidir. AKP hükümetinin dinci gericiliği toplumsal yaşamda, özellikle de eğitimde hakim kılma yönelimi, yıllarca “demokrasi ve özgürlük” yalanı adı altında, özellikle HDP yörüngesindeki sahte solun önemli bir kesiminin desteğiyle yaşama geçirilmiş olan sürecin bir devamıdır. Bu süreç, eğitimde Sünni İslam’ı temel almaktan hukuk alanında dine referanslarda bulunmaya ve en son tecavüzü ve çocukların tecavüzcüleri ile evlendirilmelerini meşrulaştırmaya çalışan yasa girişimine kadar, bütünüyle, gerici kimlik politikaları (etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel, yaşam tarzı vb.) üzerine kuruludur. Dolayısıyla, kimlik politikaları üzerine kurulu diktatörlük ve savaş yönelimine karşı mücadele, sahte solun bayraktarlığını yaptığı “alternatif” kimlik politikaları ekseninde değil; sınıfsal eksende ve uluslararası ölçekte verilmek zorundadır. AKP iktidarının bütün gerici girişimleri, aynı zamanda, kapitalist sistemin tüm kurumlarıyla çürümüşlüğünü ve çöküşünü yansıtmaktadır. Egemen sınıf ve siyasi iktidar, patlaması kaçınılmaz toplumsal muhalefeti şiddet yoluyla bastırmak için otoriter bir polis devleti aygıtını inşa ederken, içerideki toplumsal ve sınıfsal gerilimleri bir “dış düşman”a yönlendirerek hedef saptırmak için Suriye’ye girmişti. Hükümet, şimdi, sınıra yığdığı birliklerle, Irak’ı istilaya hazırlanıyor. Bu otoriter-militarist yönelimde, üniversiteler son derece önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye’deki üniversitelerin neredeyse tamamı, 12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen 36 yıl içinde yeni-Osmanlıcı bir dinci-milliyetçi ideolojinin ve yayılmacı militarist düşüncelerin yuvası haline getirilmiştir. Bu kurumlarda istihdam edilen burjuva ideologları, yalnızca öğrencileri değil; kendilerine ardına kadar açılmış olan medya aracılığıyla, tüm emekçileri milliyetçi ve dinci ideolojilerle zehirliyorlar. Üniversiteler, bilimsel düşüncenin geliştirildiği kurumlar olmaktan çıkmış; totaliter ve militarist ideolojilerin üretim ve propaganda merkezleri haline gelmiştir. Bilincin ve aklın yerini inancın ve dogmanın aldığı bu sürecin en önemli ayağını, tüm tarihsel gerçeklerin tersyüz edildiği yoğun bir tarih çarpıtması kampanyası oluşturmaktadır. Hızla yükselen burjuva gericiliğine ve onun sahte solcu destekleyicilerinin post-modernizm üzerine kurulu kimlik politikalarına karşı, Aydınlanma felsefesinin hem ilerici/devrimci yadsınmasını hem de doruk noktasını ifade eden Marksist dünya görüşü temelinde mücadele vermek, can alıcı bir önem taşımaktadır. Birkaç sözcükle ifade edersek, Aydınlanma felsefesi, doğanın ve toplumun herhangi bir kutsal güç tarafından yaratılmayıp yüz milyonlarca yıllık evrimin ürünü olduğunu ve insan iradesinden bağımsız yasalara tabi biçimde oluşup işlediğini; bu yasaları keşfeden insan aklının doğaya ve topluma egemen olacağını savunuyordu. Tarihsel maddeci diyalektik yöntem üzerine kurulu bir dünya görüşü olarak Marksizm, Aydınlanma felsefesini bütün idealist tortulardan arındırarak onun toplumsal yaşama uyarlanmasını mümkün kılan ekonomik yasaları bulmuş; bu sayede, insan toplumunun hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek toplumsal güç olarak uluslararası işçi sınıfına işaret etmiştir. Özetle, burjuvazinin bütün kesimlerinin yüz yılı aşkın süre önce ihanet etmiş olduğu Aydınlanma felsefesinin en basit anlamda savunusu ve yaşama geçirilmesi mücadelesi bile, yalnızca sosyalist bir uluslararası işçi sınıfı hareketi tarafından verilebilir. 14 yıldan bu yana AKP iktidarları eliyle uygulanan toplumsal karşı-devrim, diktatörlük ve savaş politikalarına karşı başarıyla mücadele edebilmek için, CHP ve HDP gibi “sol” maskeli burjuva partilerden ve onların sahte sol eklentilerinden kopmak gerekmektedir. Bütün bu akımlar, savaşa ve onun kaçınılmaz bileşeni olan diktatörlük yönelimine karşı toplumsal bir muhalefet örgütlemek şöyle dursun, “insan hakları”, “demokrasi” ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” adına kapitalizmin ve emperyalist savaşın savunuculuğunu üstlenmişlerdir. Egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine karşı demokratik haklar uğruna mücadelenin, kapitalizmin bütün savunucularına karşı, işçi sınıfı eksenli, uluslararası sosyalist bir mücadele olması gerektiğini savunan tek akım, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir (DEUK). DEUK, tüm dünyada, işçi sınıfı içinde enternasyonalist sosyalizm programını yayma uğruna mücadele etmekte ve gençliğin bu mücadelede bulunması gereken yeri alması için elinden geleni yapmaktadır. DEUK, gerçek demokrasinin ve barışın sağlanmasının ve bir üçüncü dünya savaşı felaketini engellemenin tek yolunun, işçi sınıfının her bir ülkede sosyalist devrimler yoluyla iktidarı alması olduğunu savunmakta ve kapitalizmin “insanileştirilebileceği” yönündeki her türlü düzen içi yanılsamayı reddetmektedir. DEUK’un gençlik örgütü olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler (IYSSE) de, ABD’den Almanya’ya ve Britanya’ya, Sri Lanka’dan Avustralya’ya, birçok ülkede bu perspektif uğruna mücadele ediyor ve gençliği, işçi sınıfının önderliği altında savaşa karşı seferber etmeye çalışıyor. Savaşa ve diktatörlüğe karşı gerçek bir mücadele yürütmek isteyen tüm üniversite/lise öğrencilerini ve genç işçileri, Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’in Türkiye şubesinin inşasına katılmaya çağırıyoruz. Kaybedecek zaman yok! Burjuva ve sahte sol partilerden kopun! Bulunduğunuz okulda ve/veya fakültede bir IYSSE şubesi inşa etmek için bizimle bağlantıya geçin! Barbarlığa sürüklenişe mücadeleye katılın! karşı sosyalizm uğruna Trump bir savaş kabinesi oluştururken Kremlin daha iyi ilişkiler umuyor Andrea Peters / 26.11.2016 Kremlin, onun yönetiminin Moskova ile Washington arasındaki gerginlikleri azaltacağı ve “terörle mücadele”de ortak eylem temelinde bir uzlaşma sağlayacağı umuduyla Donald Trump’ın seçilmesini memnuniyetle karşıladı. Aynı zamanda, Rusya’da, ABD egemen çevreleri içinde zaten egemen olan Rusya karşıtı çizgi ile ilişkili sağcı kişilikleri kapsamış olan Trump hükümetinin “öngörülemez” karakteri olarak betimlenen yaygın bir kabul söz konusu. Kremlin’e göre, geçen hafta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Trump arasında yapılan bir telefon görüşmesinde, taraflar, “ikili ilişkilerin kesinlikle istenilen düzeyde olmayan durumu”, “ilişkileri normalleştirme” ihtiyacı ve “yapıcı işbirliği”nin önemi konularında hemfikir olmuşlar. Cuma günü, Peru’nun başkenti Lima’daki Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesinde konuşan Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, iki taraf arasında “Ortak bir siyasi anlayış var” dedi ve ekledi: “Donald Trump’ın iktidarın dizginlerini resmen almasından sonra, amaç, bu ruh halini pratik işlerin diline çevirmektir.” İki ülke arasındaki ilişkilerin “hiç bundan daha kötü” olmadığını söyleyen Lavrov, Başkan Barack Obama’nın Trump’a yönelik, Washington’ın Rusya karşısındaki mevcut politikasını sürdürme çağrısından uğradığı hayal kırıklığını ifade etti. Rusya Başbakanı Dmitri Medvedev, Trump’ın zaferinden hemen sonra, hükümetinin “Amerikan halkının bağımsız tercihine” saygısını ilan etmişti. Aynı gün, internet haber ajansı Gazeta.ru, seçimi, Rusya’yı “ABD’deki durumu istikrarsızlaştırmak” ile suçlayan ana akım ABD basını tarafından ortaya atılan “Kremlin karşıtı malzeme”ye indirilmiş bir darbe olarak tanımlıyordu. Gazete, Rusya’daki sosyal medya kaynaklarının, “Çarşamba günü (9 Kasım), Ruslar farklı bir ülkede uyandılar” açıklaması yaptıklarını bildirdi. Kamuoyu araştırma kuruluşu VTsIOM’a göre, Rus halkının yüzde 46’sı, Trump’ın zaferinin bir sonucu olarak, ABD ile ilişkilerde bir iyileşme olacağını umuyor. Yarı-faşist Cumhuriyetçi aday, Rusya’da, medya tarafından şimdiki Obama ve gelecekteki bir Clinton yönetiminin müdahaleci politikalarına düşman, Kremlin tarafından benimsenen sağcı toplumsal ideolojiye sempatik, Rusya’ya dostça yaklaşan bir kişilik olarak tanıtıldı. Rus hükümeti, Trump’ın iktidara gelmesinin, ABD’nin Suriye’deki politikasında, Moskova’nın tek Arap müttefiki olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmeyi amaçlayan vekil savaşını muhtemelen durduracak bir değişikliğe yol açacağını umuyor. ABD tarafından, emperyalist politikanın bir aracı olarak beslenmiş olan İslamcı güçler, Rusya’nın Kafkasya bölgesinde ve onun müttefiki Orta Asya devletlerinde de aktif durumdalar. Rusya parlamentosunun üst organındaki Uluslararası İlişkiler Komitesi’nin başındaki Konstantin Koşaçev, geçtiğimiz günlerde, İzvestiya gazetesine şunları söyledi: “ABD’nin Suriye’deki stratejik çıkarları değişmek üzere. Çünkü onların şimdiye kadarki önceliği terörizmi ezmek değil, ülkedeki yönetimi devirmekti. Bu değişiklikler, Donald Trump’ın seçim söylemi ile uyumludur. O, ABD’nin diğer ülkelerin iç işlerine karışmaya son vereceğini söyledi. Eğer bu gerçekten yaşama geçirilirse, Rusya’yı ve ABD’yi, faaliyetlerini sıkı bir şekilde uluslararası hukukun kurallarına dayandıracak aynı koalisyonda olmaktan alıkoyabilecek herhangi bir sorun görmüyorum.” Kremlin, aynı zamanda, Trump’ın seçim kampanyası sırasında eleştirdiği NATO’nun olası zayıflamasından yararlanabileceğine inanıyor. Bu askeri ittifakın Rusya sınırlarına kadar genişlemesi, Moskova tarafından, yaşamsal bir tehdit olarak algılanıyor. Kremlin’in, Pazartesi günü, Avrupa sınırları içindeki Rus toprağı Kaliningrad’a S-400 karadan havaya füzeleri ile nükleer kapasiteye sahip İskender füze sistemi yerleştireceğini açıklaması, Moskova’nın NATO’ya askeri olarak karşı koymaya hazır olduğu işaretini vermeye yöneliktir. Kremlin, ABD seçim sonuçlarına ilişkin Avrupa başkentlerindeki umutsuzlukta ve Washington ile Avrupa arasında ortaya çıkan çatlakta yeni siyasi fırsatlar görüyor. Rus egemen seçkinleri, savaş tehditlerine karşın, servetini korumak için bütünüyle küresel ekonomiye bağımlı, güçsüz ve rüşvetçi bir toplumsal sınıftır. Emperyalist güçlerle uzlaşma peşinde koşup onların çatışan çıkarları arasında dolanarak kendi konumunu sağlama almaya çalışmaktadır. Rus seçkinleri, ayrıca, yeni Trump yönetiminin, açıkça şovenist ve anti-demokratik bakış açısıyla, Rusya’nın eşcinsellere, göçmenlere, ulusal azınlıklara ve nüfusun başka kesimlerine yönelik tutumuyla ilgili olarak Moskova’ya insan hakları konusunda baskı yapmaya son vereceğini ummaktadır. Obama yönetimi, Rusya karşıtı kampanyasında, bu konuları, sinik ve ikiyüzlü bir şekilde, kendi emperyalist politikasını ezilenlerin iyiliğini ve esenliğini sağlama isteğinin ürünü gibi göstermek için kullanmıştır. Bununla birlikte, Rusya ile ABD arasındaki anlaşmazlık, basitçe, Amerikan egemen sınıfının belirli kesimlerinin heveslerinin ürünü değildir. Bu durum, ABD kapitalizminin kendi küresel hegemonyasını fetih yoluyla yeniden kurmaya yönelik her şeyi göze almış çabalarının bir ifadesidir. Bu çılgın proje, nesnel olarak, Rusya’nın Avrasya’nın büyük bölümü üzerindeki egemenliğini, kendi pazarları, kaynakları ve ticaret yollarını denetleme becerisi üzerinde kabul edilemez bir sınırlama olarak gören ABD’yi, onunla bir çarpışma rotasına yerleştirmektedir. bu kadar güçlü kılan şey, bizim, Obama yönetimi altında ordumuzu kullanma tehdidinde bile bulunmamış olmamızdır.” demişti. Trump’ın CIA müdürü adayı Mike Pompeo da Rusya karşıtı bir şahin olarak değerlendiriliyor. Pompeo, Rusya’nın Suriye’de IŞİD’i yenilgiye uğratmak istediği düşüncesinin “temelden yanlış bir anlatı” olduğunu ilan etmiş ve Moskova’nın kendisini Ortadoğu’ya yeniden dayatmayı amaçladığını vurgulamıştı. O, aynı Romney gibi, Başkan Obama’nın Rusya konusunda fazlasıyla yumuşak olduğunu düşünüyor. Düşünceleri, onu, ABD ordu ve istihbarat çevresi ile fazlasıyla uyumlu kılmaktadır. Cumhuriyetçi Parti’nin güçlü kesimleri, aynı Demokratlar gibi, Moskova’ya düşmandır. Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi’nin başkanı Senatör John McCain, geçtiğimiz hafta, Rusya ile ilişkileri iyileştirme yönünde herhangi bir çaba sergilememesi konusunda Trump’ı uyardı. McCain, “Bu tür açıklamalara, en fazlasından, ülkesini despotluğa sürüklemiş, siyasi karşıtlarını öldürmüş, komşularını istila etmiş, Amerika’nın müttefiklerini tehdit etmiş ve Amerikan seçimlerini baltalamaya kalkışmış bir eski KGB ajanı tarafından yapılmış herhangi bir başka açıklama kadar güvenmeliyiz.” dedi. Kremlin’in Trump’ın seçilmesine yönelik olumlu tepkisine karşın, Rusya’daki siyasi kişilikler ve medya yorumcuları, iki ülke arasındaki gelecekteki ilişkileri öngörülemez ve anlaşmazlık dolu olarak betimliyorlar. Başbakan Medvedev, Trump’ın seçim zaferine ilişkin değerlendirmesinde, birçok şeyin, seçilmiş başkanın “seçim kampanyası sırasında söz ettiği öncelikleri koruyabilme” düzeyine bağlı olduğunu söylediğinde temkinli bir ses veriyordu. Rusya Savaş Uzmanları Topluluğu’nun başkanı Tümgeneral Aleksandr Vladimirov, en fazlasından umulabilecek şeyin nükleer silahların kontrolüne geri dönüş ve “bir silahlı çatışmanın eşiğinden geri çekilme” olacağını vurguladı. 23 Kasım 2016 Yeni Trump yönetiminin Rus yönetimine bir cankurtaran halatı sağlayacağına yönelik her türlü inanç kuruntudan ibarettir. Seçilmiş başkan, şimdiden, üst düzey hükümet görevlerine düşmanca Rus karşıtı düşünceleriyle tanınan kişileri getirmiş durumda ya da bunu yapmayı düşünüyor. Trump’ın dışişleri bakanlığı görevini alma konusunda hafta sonu boyunca görüştüğü Mitt Romney, Rusya’ya karşı yeterince sert olmadığı için Obama yönetimine saldırdı. O, 2012’de Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı iken, Rusya’yı, “hiç kuşkusuz bir numaralı jeopolitik düşmanımız” diye betimlemişti. ABD destekli “asiler” Halep’te bozgunla karşı karşıya Bu görev için çekişen New York City’nin eski belediye başkanı Rudy Giuliani, kısa süre önce, “Rusya, askeri bir rakip olduğunu düşünüyor. Gerçekte öyle değil. Rusya’yı Lübnanlı Hizbullah hareketinden ve Iraklı Şii milislerden güçlerle desteklenen hükümet birlikleri, Suriye’deki rejim Bill Van Auken / 29.11.2016 değişikliği savaşının altı yıl önce başlamasından bu yana ABD destekli güçler için en kötü yenilgi olarak betimlenen gelişmede, sözde “asiler”in son kentsel kalesi olan doğu Halep’in yüzde 40’tan fazlasını geri aldı. Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Rusya ile birlikte başlıca destekçisi olan İran’dan gelen bir habere göre, Suriye ordu birlikleri, doğu Halep’i oluşturan toplam 45 kilometrekarenin 20 kilometrekaresini ele geçirmiş durumda. Hükümetin ilerleyişi, ABD destekli milislerin bozgununu akla getirecek şekilde, son derece hızlı oldu. Kara saldırısı, hem Suriye hem Rusya savaş uçaklarının bombardımanı bir aylığına durdurmalarının ardından başlayan iki haftalık yoğun Suriye hava saldırılarının ardından geliyor. Suriye hükümet medyası, ordunun Sakhour bölgesini ele geçirdiğini ve bölgeyi mayınlardan temizlediğini bildirdi. Kentin hükümetin kontrolündeki bu bölümü, “asiler”in elinde olan bölgeyi etkin bir şekilde ikiye bölecek. Hükümet güçlerinin ilerleyişi, binlerce sivilin, güvenlik için, İslamcı milislerin denetimindeki alanlardan hem hükümet denetimindeki batı Halep’e hem de YPG’nin elindeki Şeyh Maksut ilçesine kaçmasına yol açtı. Doğu Halep’e karşı saldırıya, Suriye’deki ABD müdahalesini daha da karmaşıklaştıracak şekilde, YPG de katıldı. Washington, Esad hükümetiyle savaşan İslamcı milisleri desteklerken, aynı zamanda Suriye’de IŞİD’e karşı sürdürülen ABD askeri harekatında YPG’yi başlıca vekil gücü olarak kullanmaya çalışıyor. Washington’ın bölgedeki NATO müttefiki Türkiye de, Suriye’ye asker göndermiş durumda. Bu, görünüşte IŞİD ile savaşmak içindi, ama asıl olarak Suriyeli Kürtlerin Türkiye sınırı yakınındaki bölge üzerinde denetimi sağlamlaştırmasını önlemeye yöneldi. Sonuç itibariyle, Washington, birden çok cephede birbirine karşı savaşan güçleri destekliyor. Doğu Halep’ten kaçan siviller, hem Rusya-Suriye hükümeti bombardıman harekatının dehşetlerine hem de doğudaki mahalleleri kontrol eden İslamcıların uyguladığı baskıya ve teröre ilişkin başlarından geçenleri anlattılar. ABD destekli milislerin daha önce bölgeyi terk etmeye çalışan sivilleri vurduğuna ilişkin yaygın haberler söz konusu. Halep, savaşın başladığı 2011’den önce, Suriye’nin ikinci büyük kenti ve ticari başkenti idi. Kentin “asi” kontrolündeki doğusunda 200.000’den az insan yaşamasına karşılık 1,5 milyon dolayında insanın yaşadığı batı Halep, Suriye hükümetinin denetimi altında bulunuyor. Bölge, ABD destekli asilerden gelen ve sivil halkı hedef alan ayrım gözetmeyen havan toplu saldırısına uğramış durumda. Pazartesi günü, hem Rus medyası hem de Washington Post, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, Halep’te bir ateşkese arabuculuk yapmayı hedefleyen yeni bir kampanya başlattığını bildirdi. İnsani söylemlerle ifade ediliyor olsa da, bu çabaların temel amacı, ABD destekli milislerin tamamen çökmesini ve Esad hükümetinin Suriye’nin tüm büyük nüfuslu merkezleri üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmasını engellemektir. Medya ve Obama yönetimi yetkilileri, Suriye hükümetini ve müttefiki Rusya’yı, doğu Halep kuşatması nedeniyle sert biçimde kınadı. Ancak günümüzdeki durum, sözde asilerin eli kulağında bir insani felaketle karşı karşıya olan batı Halep’i kuşatma altına aldığı bir yıl önce hüküm süren durumun tersidir. O sıralarda, Washington tarafından ifade edilen herhangi bir insani kaygı söz konusu değildi. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü John Kirby, Pazartesi günü, Kerry’nin, Halep düşmeden ve mevcut ABD politikasıyla anlaşmazlıklar ifade eden Donald Trump göreve başlamadan önce ABD destekli rejim değişikliği operasyonunu kurtarmak için “hummalı ya da telaşlı, son bir çaba” içinde olduğunu inkar etti. Kirby, Moskova ile yeni bir anlaşmaya varma girişimlerinde süregiden çekişmeli konunun, Washington’ın sözde “ılımlı asiler”i El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi savaşçılarından ayırma sözünü tutmaktaki başarısızlığı olduğunu kabul etti. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, “Bu, zor bir konu.” dedi ve ekledi: “Biz, muhalefet gruplarının El Nusra ile iç içe geçmesi hakkında aylardır görüşüyoruz.” “Zorluk”, Washington ve müttefikleri tarafından örgütlenmiş rejim değişikliği operasyonundaki tek kayda değer silahlı muhalefet gücünün, her ikisi de “terörle mücadele”nin on beş yılı boyunca ABD ve dünya halklarının güvenliğine yönelik en büyük tehdit olarak gösterilmiş olan El Kaide’nin yan ürünü El Nusra’dan ve IŞİD’den oluşmasıdır. 29 Kasım 2016 ABD seçimlerinde oyları yeniden sayma kampanyasındaki siyasi sorunlar Joseph Kishore ve David North / 29.11.2016 ABD başkanlık seçimlerinden üç hafta sonra, Trump’ın Clinton karşısındaki zaferini kesinleştirmeye katkıda bulunmuş olan Wisconsin, Michigan ve Pennsylvania eyaletlerindeki oyları yeniden saymaya yönelik girişimin tetiklediği siyasi kriz tırmanıyor. Bu girişim, Hillary Clinton’ın, toplam oylar içindeki üstünlüğünün -ki fark şu anda 2,2 milyondan fazla- sürmekte olan artışıyla çakışmaktadır. Bu, üstelik Delegeler Kurulu’nda kazanmamış bir aday için, büyük bir farkla, tarihsel olarak görülmemiş bir orandır. Yeşiller Partisi’nin başkan adayı Jill Stein, yeniden sayım kampanyasını, geçtiğimiz hafta, Michigan Üniversitesi profesörü ve siber güvenlik uzmanı J. Alex Halderman’ın yer aldığı bir röportajın ardından başlatmıştı. Seçim sonuçlarına itiraz etmek niyetinde olmayan Clinton kampanyasının ve Demokratik Parti’nin gözünde yeniden sayım çabasını meşrulaştırmak için sağcı savlar kullanan Halderman, başında olduğu bir ekibin, bu üç eyaletteki elektronik oy verme makinelerinin Rusya tarafından heklenmiş olabileceğine ilişkin güçlü kanıtlar bulduğunu iddia ediyor. Bu, onun, Stein’ın Wisconsin’de bir yeniden sayım başvurusunu destekleyen yeminli ifadesinde tekrarladığı bir açıklama. Clinton kampanyası, Cumartesi günü, Stein tarafından başlatılmış olan sürece katılacağını açıkladı. Trump buna, Pazar günü, yeniden sayımı kınamakla kalmayıp, herhangi bir olgusal kanıt olmaksızın, Clinton’a verilen “milyonlarca” yasadışı oyun düşürülmesi durumunda toplam oyların da çoğunluğunu kazanmış olacağı suçlamasında bulunarak yanıt verdi. Oyların yeniden sayılması talebi, söz konusu eyaletlerdeki oyların özellikle birbirine yakın olduğu (Trump ile Clinton arasında, Wisconsin’de 22.000, Michigan’da 10.000, Pennsylvania’da ise 68.000 fark var) bir duruma yönelik meşru bir tepkidir. Bununla birlikte, bu üç eyaletteki teknik süreçten çok daha fazlası söz konusu. Oyların yeniden sayımı kampanyası, egemen seçkinler içindeki siyasi çatlakları ortaya çıkarmış, bir Trump yönetimine kusursuz geçişi gerçekleştirmeye yönelik çabaları zorlaştırmış ve yaygın hoşnutsuzluk havasını ve seçim gününden beri gelişmekte olan krizi yoğunlaştırmıştır. Obama yönetiminin yeniden sayıma tepkisi, onun temel demokratik ilkeler karşısındaki umursamazlığı konusunda çok şey söylemektedir. Pazar günü New York Times’a konuşan önemli bir Beyaz Saray yetkilisi, “Amerikan halkının iradesini tam olarak yansıtan” sonuçları kesinleştirmiş olan “seçim altyapısının tam sağlamlığı”nda ısrar etti. Açıkçası, bu doğru değildir. Trump’ın seçilmesi “halkın iradesi”ni temsil etmemektedir. O, toplam kullanılan oylar temel alındığında, önemli bir farkla kaybetmiştir. Dahası, Trump, kendisini işçi sınıfının bir savunucusu gibi gösteren demagojik yalanlar temelinde kampanya sürdürmüştür. Demokratlar, medya ile birlikte Trump’ı benimsemekte acele ederken, onun toplam oylarda uğradığı yenilginin önemini küçük gösteriyor ve örtüyorlar. Demokratik Parti, Cumhuriyetçilerle ve Trump ile olan taktiksel farklılıklarından çok, işçiler ve gençler arasındaki muhalefeti canlandırmaktan kaygılı. İki parti, baş CIA ajanı Obama’nın belirtmiş olduğu gibi, temel sınıf politikaları konusunda “aynı takımdalar.” Yeşiller Partisi, seçim sürecinin demokratik olmayan karakterini mahkum etmek yerine, oyların yeniden sayılması girişimini, Rus heklemesinin seçim sonuçlarını etkilemiş olabileceği iddiasıyla gerekçelendiriyor. Yeşiller, seçmenlerin demokratik bilincini arttırmaya çalışmaktansa, kapitalist partilere özgü biçimde, egemen sınıfın çıkarlarına uygun gerici savlara başvurmaktadır. Yeşiller, gerçekte, bir yeniden sayımı, Trump’ın seçimleri çalmasını önlemek için değil; Putin’in Amerikan politikasına müdahale etmesini engellemek için istediklerini kanıtlamaya çalışıyorlar. Yeşiller Partisi’nin girişiminde, açıkça belirtilmemiş, Clinton’ın seçilmesinin ABD’yi Trump’ın seçilmesinin ardından yaşanacak tüm mutsuzluklardan kurtaracağı biçiminde açıkça söylenmemiş bir önerme söz konusu ve Stein bununla çelişen hiçbir şey söylemiş değil. Bu, Trump’ı, Amerikan demokrasisinin alışılmış çizgilerinden bir tür dehşet verici ve rastlantısal sapma olarak gören siyasi aldatmaya bir örnektir. 2016 başkanlık seçimleri sonucunun, nesnel olarak, Amerikan toplumunun büyük bir krizinin ifadesi ve ürünü olduğu Yeşiller’in aklına gelmiş gibi görünmüyor. Trump toplam oylarda Clinton’dan geride kalmış olsa bile, onun 62 milyon oy alması, Demokratik Parti’nin ve Obama yönetiminin temsil ettiği her şeyin çarpıcı bir mahkum edilişidir. Nasıl bir toplumsal sıkıntı ve işsizlik düzeyi, işçileri de kapsayan milyonlarca insanın bu gerici şarlatana oy vermesine yol açabildi? Trump’ın yükselişi, tarihsel düzeylerde toplumsal eşitsizliğin ve temel demokratik hakların aşındırılmasının eşlik ettiği 25 yıllık bitmek bilmez savaşların ve 15 yıllık “terörle mücadele”nin ürünüdür. Bu, aynı zamanda, Clinton’ın politikalarını sürdürme sözü verdiği Obama yönetimine ilişkin bir hükümdür. Clinton’ın başkanlığı, Trump’ın yükselişine nesnel itki sağlamış olan ekonomik, siyasi ve toplumsal krizi aşmaya ne şekilde katkıda bulunacaktı ki? Yeşiller, Demokratik Parti’ye bir alternatif geliştirmek şöyle dursun, kendilerini onun en kararlı savunucuları olarak konumlandırıyorlar. Demokratik Parti’nin çevresinde faaliyet gösteren ve seçimlerde Yeşiller’i destekleyen bir sürü örgüt tarafından desteklenen Stein, toplumsal muhalefeti bastırmada ve boğmada egemen sınıfın siyasi bir aracı olarak Yeşiller Partisi’nin rolünü geliştirmeye çalışıyor. özsermaye takası için 5 milyar avroluk bir borç söz konusu olacak. Kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında, işçi sınıfının kendi perspektifini geliştirmesi ve egemen sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin şu ya da bu hizbinin arkasında toplanmaması gerekir. Dünyanın en eski bankası olan Monte dei Paschi, geçtiğimiz Temmuz ayında yapılan Avrupa Merkez Bankası (AMB) gerilim testlerinde en kötü performansı göstermiş olan tüm İtalyan bankacılık sisteminin kötüleşen durumunun en öne çıkan ifadesidir. Oyların yeniden sayılmasının sonucu ne olursa olsun, 2016 seçimleri, ABD içinde ve dışında sarsıcı bir siyasi altüst oluşlar dönemini başlatmıştır. Wisconsin’deki, Michigan’daki ve Pennsylvania’daki oyların tersine dönmesi gibi oldukça uzak bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, böylesi bir sonucun Trump ve onun en amansız destekleyicileri tarafından kabul edileceğine ciddi olarak kim inanabilir? Amerikan ve dünya kapitalizminin krizinden kolay bir çıkış yok. İşçiler ve gençler açısından kritik mesele, egemen sınıfın tüm siyasi aygıtından tam olarak kopmak ve sosyalist, enternasyonalist ve devrimci bir program temelinde bağımsız bir yanıt geliştirmektir. Okurlarımızı ve destekleyicilerimizi, 2016 seçimlerinden ve Sosyalist Eşitlik Partisi’nden gerekli siyasi sonuçları çıkarmaya çağırıyoruz. 29 Kasım 2016 İtalya referandumunda “hayır” oyu bankacılık krizini tetikleyebilir Nick Beams / 2.12.2016 Önümüzdeki Pazar günü İtalya’da yapılacak olan ve Başbakan Matteo Renzi’nin Senato’nun boyutunu ve gücünü azaltmayı amaçladığı referandumunun sonucu, İtalyan bankacılık sisteminde, bir bütün olarak avro bölgesine yayılması olası bir krizi tetikleme potansiyeline sahip. Renzi, referandumu, bir aşamada, başarıya ulaşmaması durumunda istifa edeceği tehdidinde bile bulunarak savunmuştu. O, şirket yanlısı neoliberal reformları geçirmek için daha güçlü, daha otoriter bir hükümet çıkarmaya çalışıyor. Bir “hayır” oyunun, sıkıntı içindeki Monte dei Paschi di Siena bankasını kurtarmak için Pazartesi günü yürürlüğe giren bir planı tartışmaya açacak şekilde, doğrudan mali yansımaları olabilir. Kurtarma planında, piyasaya hisse senetleri sürme yoluyla yeni bir sermaye enjekte etme ile birlikte, Kurtarma planı, Renzi’nin, 200 milyar avrosunun batık olduğu düşünülen 360 milyar avro değerindeki kötü kredilerin yükünü taşıyan 4 trilyon dolarlık İtalyan bankacılık sistemi için “piyasa çözümleri”ni teşvik edeceği daha geniş bir gündemin parçası olarak görülüyor. Bu, bankacılık sistemindeki toplam 225 milyar avroluk bir özsermaye ile karşılaştırılıyor. Bununla birlikte, mali sermaye, bir sermaye enjekte etmenin karşılığında, Renzi hükümetinin, kendi talep ettiği yeniden yapılanma programını geçirmesini istiyor. Bu program, küçük işletmeleri desteklemekte kilit bir rol oynayan çok sayıda küçük bankanın birleştirilip ortadan kaldırılmasını ve işçi sınıfının toplumsal konumuna yönelik derinleşen bir saldırıyı içeriyor. ABD bankası Wells Fargo’da küresel araştırma görevlisi olan Peter Donisanu, bu ayın başında, mali sektörün en önemli kesimlerinin bakış açısını özetleyen bir belge yayınladı. Donisanu, Renzi reformlarının, “Siyasi anlaşmazlık dönemleri sırasında bir hükümet çöküşü tehdidi olmaksızın -ülkenin zor durumdaki bankacılık sektörüne yardım edecek önlemler gibi- önemli mevzuatın uygulanmasını daha kolaylaştıracağı”nı söylüyor. Referandumundan çıkacak bir “hayır” oyu, Renzi hükümetinin bu gündemi yerine getiremeyeceği yönünde bir sinyal gönderecek. Goldman Sachs’a göre, yalnızca Monte dei Paschi kurtarma planı tehdit altında olmayacak; sermayelerini, yapılarını yeniden düzenlemek için milyarlarca avro yükseltmek zorunda kalacak olan diğer bankalar için de bir domino etkisi söz konusu olacak. Bizzat Monte dei Paschi’nin, dün yayınlanan ve onun asli bileşenini oluşturan borç değiş tokuşunu özetleyen 146 sayfalık projedeki kurtarma planı üzerine dikkate değer şüpheleri var. Banka, “Bütün anlaşmanın farklı parçalarının tamamlanmasına ilişkin kayda değer belirsizlik ışığında, bizzat anlaşmanın başarıya ulaşamayabileceği ve uygulanamayabileceği yönünde bir risk var.” açıklaması yaptı. Bankanın hisseleri dün yüzde 13,8 daha düştü ve yıl içinde yüzde 86 değer kaybetti. Referandumun sonucu, kamuoyu yoklamalarının kampanyanın son üç haftasında yasaklanmasıyla birlikte, hala belirsiz. Ancak en son anket, “hayır” oyunun, yaklaşık yedi puan önde olduğunu gösteriyordu. Beş Yıldız Hareketi’nden komedyen Beppe Grillo’nun başlıca rolü oynadığı bir sağcı milliyetçi ve popülist partiler grubundan oluşan “hayır” kampanyası, Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferinden bu yana büyük bir yükseliş sergilemiş durumda. Onlar, Trump’ın seçimleri kazanmasını, halkın siyasi ve mali seçkinlere karşı bir zaferi olarak selamladılar. Bir “hayır” oyunun olası sonuçları, İtalyan bankacılık sisteminin geneline ve bir bütün olarak Avrupa mali yapısına yayılıyor. ETC Capital’dan Neil Wilson, Reuters’a, “Pazar günkü anayasa referandumu İtalya’nın Brexit anıdır ve bir ‘hayır’ oyu, piyasalara ve bankacılık sistemine devasa şok dalgaları gönderecektir. O, avro üzerindeki baskıyı da arttırabilir.” dedi. Referandumun yenilgisi, yatırımcılar gerekli yeni sermayeyi pompalamaktan vazgeçeceği için, İtalya’nın bankacılık sisteminin elden geçirilmesini “çok daha zor” hale getirecek. Wilson, “Kötü etkinin İtalya’nın geri kalan bankalarına ve diğer Avrupa bankalarına yayılma riski yüksek.” diyor. Renzi’nin piyasa odaklı planının alternatifi, Avrupa Birliği’nin “kararlılık” gündemidir. Bu, hem özsermayeye hem de borç yatırımcılarına kayıplar dayatarak bankaları tasfiye etmeyi içeriyor. Birçok bireysel İtalyan banka müşterisi, tasarruf ürünlerine cazip bir alternatif olarak hisse ve borç satın almaya cezbedilmiş olduğu için, bu planın uygulanması büyük bir siyasi muhalefet yaratacaktır. Financial Times’ta Pazar günü yayınlanan önemli bir raporda, İtalya’nın zor durumdaki en az 8 bankasının, Renzi’nin referandumunun yenilgiye uğraması durumunda iflas bayrağını çekebileceği uyarısında bulunuldu. Liste, Monte dei Paschi’nin dışında, geçen yıl kurtarılan üç orta ölçekli ve dört küçük bankayı kapsıyor. “Üst düzey bankacılar ve yetkililer”den alıntı yapan rapor, en kötü durum senaryosunun, Monte dei Paschi’nin sermaye yapısının yeniden düzenlenmesinin başarısızlığa uğramasının, zor durumdaki bankalar için bir “piyasa çözümü”nü tehlikeye sokacak şekilde, “İtalya’da daha geniş bir güvensizliğe” dönüşmesi olduğunu bildirdi. Onlar, küçük bankaların iflasından kaynaklanan “kötü etki”nin, İtalya’nın varlık açısından en büyük bankası ve küresel öneme sahip tek mali kuruluşu olan Unicredit’te, 2017 başı için planlanmış olan 13 milyar avroluk bir sermaye artışını tehdit edebileceği uyarısında bulunmuşlar. Bankacılık krizi İtalya ile sınır değil ve Avrupa geneline yayılıyor. AMB’nin Mali İstikrar İncelemesi’nde belirttiği gibi, “avro bankacılık sektörü kırılganlığını sürdürüyor.” Bankaların karlılığındaki başlıca yapısal sorunlar, hem “çok sayıda ülkedeki geniş batık kredi stoğu” hem de “bazı avro bölgesi bankacılık sektörlerindeki fazla kapasite” ile ilişkiliydi. Sorunlar, Avrupalı yetkililerin 2008 küresel mali krizine verdiği yanıta kadar uzanmaktadır. Mali kayıpların kabul edilmesinin ve yeniden sermaye yapılandırılmasının Avrupa bankalarının konumunu, rakipleri, özellikle de ABD mali kuruluşları karşısında zayıflatacağından korkan Avrupalı yetkililer, ekonomik büyümeye geri dönüşün, bankaların sorunlarının üstesinden gelmelerine olanak sağlayacağını umuyorlardı. Ancak umutla beklenen ekonomik iyileşme gerçekleşmedi ve sonuç itibariyle, AMB’nin değerlendirmesine göre, banka karlılığı, “düşük büyüme ve faiz oranı ortamı”ndan olumsuz yönde etkilendi. Bu, başka hiçbir yerde, İtalya’da olduğundan daha keskin bir şekilde dışa vurulmuyor. Kişi başına gayrisafi yurtiçi hasıla, gerçek oranlarla 2007’dekinin yüzde 9 altında ve yirmi yıl önce ulaşılmış seviyelere yakın seyrediyor. İşsizlik, yüzde 11’e yaklaşıyor; gençler arasındaki işsizlik yüzde 40 civarında. Aile gelirleri, 2007’deki seviyesinin altında. Sağcı popülist hareketlerin, ABD’de, Britanya’da, Fransa’da ve uluslararası ölçekte olduğu gibi, siyasi ve mali düzene ve mali krize yanıtı durmadan sağa kaymak olan resmi “sol” partilere ilan edilmiş düşmanlık temelinde yükselmesini körüklemeye yardımcı olan toplumsal ve ekonomik koşullar bunlardır. 29 Kasım 2016 Şirvan’daki işçi katliamı: Kapitalizm öldürmeye deavm ediyor Mehmet Duman / 28.11.2016 17 Kasım tarihinde Siirt’in Şirvan ilçesine bağlı Maden köyünde, AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen Ciner Holding’e ait Park Elektrik tarafından işletilen Türkiye’nin en büyük bakır maden sahasında, “şev” kayması sonucu 16 maden işçisi göçük altında kaldı. Toprağın ıslaklığının kurumasını beklemek için arama-kurtarma çalışmalarına geç başlayan kurtarma ekipleri, bu yazı kaleme alınırken 11 işçinin cansız bedenine ulaşmış durumda. Yaklaşık 800 maden işçisinin çalıştığı sahada, bir milyon metreküpten fazla toprak kaydı. Hükümetin ve burjuva medyasının, çok açık ihmallerin ve alınması gereken önlemlerin alınmamasının ürünü olan Şirvan’daki işçi katliamını basit bir “doğa olayı” olarak haber etmesi ve aynı zamanda şirketin ismini gizleyerek “özel bir firma” olarak söz etmesi, bir bütün olarak egemen sınıfın bir kez daha suç ortaklığı içerisinde olduğunu göstermektedir. Öte yandan, Soma ve Ermenek’teki iş cinayetlerinde olduğu gibi hükümet yetkililerinden, dini argümanlar eşliğinde şirketi koruyan ve suçunu hasıraltı eden benzer açıklamalar gelmekte gecikmedi. Maden sahasını ziyaret eden Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bir ihmal olmadığı değerlendirmesinde bulanacak kadar rezil bir açıklama yaptı. Hükümet ve şirket medyası el ele, kamuoyundan gerçekleri gizleyerek kapitalistleri yani asıl suçluları korumakta ve işçi sınıfını dini-gerici düşüncelerle terbiye etmeye çalışmaktadır. Dört ayrı taşeron şirket bünyesinde 10-12 saat çalışan maden işçilerinin, maden sahasında şev adı verilen basamaklarda çatlakların oluştuğu ve toprağın ıslak olması nedeniyle üretim yapıldığı takdirde hayati tehlike yaratacağı yönünde şirketi daha önce uyardıkları belirtiliyor. Maden Mühendisleri Odası, mevcut taşeron şirketlerin teknik ve altyapı olarak yetersiz, deneyimden ve uzmanlaşmadan yoksun olduğunu ve buna ek olarak kamusal denetimin de yeterli ve etkin biçimde yürütülmediğini belirtti. Şirketin işçilere bir saatlik iş güvenliği eğitimi vermesi, çok tehlikeli bir işyerinde iş güvenliğine verilen önemi gözler önüne sermektedir. Savcılık tarafından yapılan soruşturma kapsamında, ihmalleri olduğu değerlendirilen maden şirketinin saha işletme sorumlusu, başmühendisi, iki iş güvenliği uzmanı, taşeron şirketin sahibi ile taşeron şirketin saha sorumlusu gözaltına alındı. Önceki onlarca işçi katliamında gördüğümüz senaryo, Şirvan katliamında da benzer şekilde karşımıza çıkıyor. Ucu patronlara dokunmayan gözaltılar neticesinde büyük olasılıkla iş güvenliği uzmanları günah keçisi ilan edilip soruşturma tamamlanacak. Kapitalist düzeni yasalarla koruyan ve yasaları sermayenin lehine işleyen burjuva hukuku, patronlar yerine iş güvenliği uzmanlarını cezaevine gönderiyor. İş güvenliği uzmanlarının tutuklanmalarını sağlayan yasal gerekçe, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği kanununa dayanıyor. AKP hükümeti, 2012 yılında 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nu çıkardığında, “iş kazaları”nın ve ölümlerin azalacağı propagandasını yapmıştı. Kanun daha çıkarılış aşamasında, adından da anlaşılacağı üzere, işçinin değil, “iş”in sağlığını ve güvenliğini korumaktadır. İlgili kanun, özünde, ölümlü “iş kazaları”nda cezai sorumluluğu patronların ücretli işçisi iş güvenliği uzmanlarına yükleyerek patronları cezaevine gitmekten kurtarıyor. Kanun, işçi sağlığı ve iş güvenliğini Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) yoluyla ticarileştirmiş ve dolayısıyla bir sektör haline getirmiş durumda. Özel sektörün denetimini ya şirketin iş güvenliği uzmanına ya da kendisi de özel bir şirket olan OSGB’ye bırakıyor. İşçi sağlığı ve iş güvenliği için her türlü önlemi gereksiz veya yüksek bir maliyet unsuru olarak gören patronlar, eksiklikleri ve alınması gereken önlemleri tespit ederek rapor eden iş güvenliği uzmanlarını işten çıkarma, OSGB’leri ise anlaşmayı feshetme yoluyla tehdit ediyor. Kanunun çıkarıldığı yıldan bu yana, iş cinayetlerinden dolayı 100 dolayında iş güvenliği uzmanı tutuklanarak cezaevine gönderildi. En önemlisi, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin iş cinayetleri raporu, o yıldan bu yana iş cinayetlerinin sayısının azalmak bir yana her geçen yıl arttığını gösteriyor. İş cinayetleri sayısı 2012 yılında 878, 2013 yılında 1235, 2014 yılında 1886, 2015 yılında 1730 ve 2016 yılı Kasım ayına kadar 1596 olarak gerçekleşti. AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den bu yana ise iş cinayetlerinde en az 17 bin 57 işçi öldürüldü. Tek başına bu dehşet verici rakamlar, sömürü ve kar güdüsü üzerine kurulu kapitalizme ve onun savunucularına yönelik en büyük suçlamadır. Söz konusu kanun, özel sektörde çalışan milyonlarca işçinin sağlığını ve güvenliğini korumadığı gibi, kamu sektöründe çalışan işçi ve emekçileri de sağlık ve güvenlik önlemlerinden yoksun bırakıyor. Hükümet kamu sektörünü de kapsayan kanunun ilgili maddelerini her geçen yıl erteleyerek devletin iş güvenliği konusuna yaklaşımını özetliyor. AKP iktidarı döneminde, maden ocaklarının özelleştirilmesi, maden ocağı kurulmasındaki şartların esnetilmesi, inşaat sektörünün hızlı ve ölçüsüz büyümesi, güvencesiz ve taşeron çalıştırmanın yaygınlaşması, insan hayatını hiçe sayan çalışma koşulları, sömürünün ve rekabetin giderek artan ortanda yoğunlaşması, çalışma yasalarının sermayenin lehine düzenlenmesi gibi nedenler iş cinayetlerindeki artışı kaçınılmaz kılmıştır. İşçi katliamlarının gündeme geldiği günlerde hükümet karşıtı açıklamalarıyla “işçi dostu” görünmeye çalışan CHP ve HDP gibi burjuva “sol” partiler, en az iktidardaki AKP hükümeti kadar sermayenin suç ortaklığını yapıyorlar. İşçi sınıfı karşıtı yasalar mecliste birer birer geçerken kıllarını kıpırdatmayan kapitalizm savunucusu bu sözde “sol” partilerin işçi sınıfına sunacak hiçbir şeyi bulunmuyor. Benzer şekilde, hükümetin işçi sınıfı karşıtı yasalarına ve iş cinayetlerine karşı işçilerin tepkilerini dizginleme işlevi gören sendikalar da, bu iş cinayetlerinde en az diğerleri kadar suçludur. Gerçekte burjuva partilerinin işçi kolu olan bu örgütler, iflas etmiş olan kapitalizmin “insanileştirilebileceği” yanılsamasını yayarak her seferinde işçi sınıfının öfkesini bu çürümüş sistem içine akıtmaya çalışıyorlar. Kar ve sömürüye dayanan kapitalist sistem var olduğu sürece, göstermelik yasalarla iş cinayetleri ortadan kaldırılamaz; burjuva hükümetler ne tür önlemler aldığını iddia ederse etsin, iş cinayetlerini sona erdirecek olan tek şey, onun nedeni olan kapitalizmi ortadan kaldırmayı hedefleyen uluslararası sosyalist bir işçi sınıfı hareketinin inşasıdır. Bu hareket, kaçınılmaz olarak, kapitalizm yanlısı tüm partilerden ve sendikalardan bağımsız olmak zorundadır. koşullarında onun başında olduğu 1959’daki devrim eliyle gerçekleştirilmiş inkar edilemez iyileştirmelere olan desteği yansıtan önemli bir halk tabanını korumuştur. Bu değişikliklerin işaretleri, Küba’daki koşullar, hemen hemen aynı büyüklükte bir nüfusa ve gayrısafi yurtiçi hasılaya sahip komşu Dominik Cumhuriyeti’ndekiler ile karşılaştırıldığında açıkça görülür. Küba’daki cinayet oranı Dominik Cumhuriyeti’ndekinden yüzde 25 az, ortalama yaşam süresi altı yıl fazla (79’a 73) ve bebek ölümleri oranı Dominiklilerin hemen hemen altıda biridir. Küba’nın, okur-yazarlık ve bebek ölümleri oranlarında ABD’den daha iyi olduğunu da eklemek gerek. Fidel Castro’nun siyasi mirası Bill Van Auken / 28.11.2016 20. yüzyılın önemli kişiliklerinden biri olan Fidel Castro’nun ölümünün Cuma günü açıklanması, onun çelişkili tarihsel mirası üzerine sert anlaşmazlıkları yansıtan geniş bir yelpazeye yayılmış resmi tepkilere yol açtı. Castro’nun ölümü, 90 yaşında, Küba’nın siyasi yaşamı üzerindeki tartışmasız iktidarının dizginlerini teslim etmesinden yaklaşık on yıl sonra geldi. O, neredeyse yarım yüzyıl, “ömür boyu başkan” ve bu otoritenin hanedanlara özgü bir şekilde şimdi 85 yaşında olan kardeşi Raul’e geçmesiyle birlikte, iktidardaki Komünist Parti’nin birinci sekreteri ve Küba ordusunun başkomutanı idi. Onun yönetimi, Eisenhower’dan George W. Bush’a kadar, hepsi, kendisini 1961’de CIA tarafından örgütlenmiş başarısız Domuzlar Körfezi operasyonundan yüzlerce suikast girişimine ve dünya tarihindeki en uzun ekonomik ambargoya kadar çeşitli yöntemlerle onun yönetimini devirmeye adamış ondan fazla ABD başkanınınkinden daha uzun sürdü. Castro’nun siyasi kariyerinin uzun ömürlülüğü, birçok bakımdan şaşırtıcıdır. Onun egemenliğinde, hiç kuşkusuz, Latin Amerikalı önderliğinin unsurları vardı ve o, siyasi rakip ve karşıt olarak görünenlerle ilgili olarak acımasız olabiliyordu. Castro, aynı zamanda, inkar edilemez bir kişisel karizmaya ve Kübalı ezilen kitlelerin ve uluslararası ölçekte geniş bir aydın ve radikalleşmiş gençlik kesiminin desteğini alan bir hümanizme sahipti. ABD medyasının Castro’nun ölümüne tepkisi öngörülebilirdi. “Kanlı diktatör”ün başyazılarda kınanmasına, Miami’nin Little [Küçük] Havana [semtinin] sokaklarında dans eden birkaç yüz sağcı Kübalı sürgüne Küba nüfusunun geniş kesimi içindeki hüzünlü ve gerçek yastan daha fazla yayın alanı ayıran isyan ettirici haber yorumlar eşlik etti. Küba’da, Castro, iktidarı bıraktıktan on yıl sonra, azalmış da olsa, ülkenin en yoksul kesimlerinin yaşam Castro’nun uyguladığı siyasi baskılardan dolayı suçlanması üzerine odaklanan ABD medyasındaki yorumlar, tarihsel bağlamda ele alınmayı hak ediyor. Ne de olsa ABD, yüzyıl boyunca, yalnızca Latin Amerika’da yüz binlerce insanın ölümünden sorumlu olan çok sayıda diktatörlüğü desteklemiştir. Castro ve Castroculuk, nihayetinde, bu kanlı tarihin ürünüdür. Bizzat Castro’nun siyasi evrimi, Küba’nın 1898 İspanyolAmerikan savaşı sonucunda İspanya’nın sömürgesi olmaktan çıkıp Washington’ın yarı-sömürgesi haline gelmesinin ardından ABD emperyalizmi tarafından onlarca yıl boyunca yağmalanması ve ezilmesi eliyle biçimlenmişti. ABD, Platt Değişikliği [Ordu ödenekleri yasasının bir parçası olarak kabul edilen ve ABD birliklerinin Küba’dan çekilmesini yedi koşula bağlayan Mart 1901 tarihli yasa değişikliği –çev.] adı altında, gerekli gördüğünde Küba’nın iç işlerine müdahale etme hakkını güvence altına almış ve askeri üs işlevi görmek üzere Guantanamo Körfezi’ne el koymuştu. ABD destekli Batista diktatörlüğü Devrimden önce, Washington’ın Havana’daki adamı, yabancı şirketlerin, ülkedeki yerel oligarşinin ve ülkeyi bir kumar ve fuhuş merkezine çevirmiş olan mafyanın yararına hüküm süren vahşi bir diktatörlüğe başkanlık eden Fulgencio Batista idi. İşkence sıradan bir olaydı ve bizzat John F. Kennedy, bu rejimin en az 20.000 Kübalının siyasi nedenlerle öldürülmesinden sorumlu olduğunu açıklamıştı. Bu rejim, korkunçluk konusunda bölgede tek değildi. Aynı dönemde, Washington, Dominik Cumhuriyeti’nde Trujillo, Haiti’de Duvalier ve Nikaragua’da Somoza tarafından işlenen benzeri kitlesel suçları da destekliyordu. Mevcut düzeni demokratik yollarla değiştirmeye kalkışanlar, 1954’te Guatemala’daki Arbenz hükümetinin CIA tarafından devrilmesinde görüldüğü gibi, şiddet yoluyla bertaraf edildiler. Sonuç, tüm yarım kürede ABD’ye olan kaynayan öfkenin artması oldu. İspanyol bir toprak sahibi ailede doğan Castro, siyasi olarak, Havana Üniversitesi’ndeki milliyetçi öğrenci politikası serasında gelişti. Söylentilere bakılırsa, o, gençliğinde, İspanyol faşist Jose Antonio Primo de Rivera’nın ve İtalyan diktatör Benito Mussolini’nin bir hayranıymış. 1948’de, ABD’nin bölge üzerinde egemenlik iddia etmek için Amerikan Devletleri Örgütü’nü kuracağı bir Amerikalar arası kongre topladığı Kolombiya’nın başkenti Bogota’ya yaptığı bir yolculuk, onu siyasi olarak biçimlendiren deneyimler arasındaydı. Bu ziyaret sırasında, Liberal Parti’nin adayı Jorge Gaitan’ın öldürülmesi, Bogatazo denilen, Kolombiya başkentinin büyük bölümünün imha edildiği ve 3.000 kadar insanın öldürüldüğü kitlesel bir ayaklanmaya yol açmıştı. Halkçılığından, Amerikan karşıtlığından ve yoksullara yönelik sosyal yardım programlarından dolayı Arjantin’de iktidara gelmiş olan subay Juan Peron’a hayran olan Castro, onun politikalarından da önemli ölçüde etkilendiğini kabul etmişti. Castro, ABD destekli Batista diktatörlüğüne karşı mücadelesine, henüz yirmili yaşlardayken, Küba küçükburjuvazisi içinde kök salmış milliyetçi ve komünizm karşıtı bir siyasi akım olan Ortodoxo Parti’nin üyesi olarak başladı. O, 1952’de Ortodoxo’nun Küba parlamentosu adayı olarak seçimlere katıldıktan bir yıl sonra silahlı eyleme yöneldi ve Moncada kışlasına yönelik, 200 isyancının öldürüldüğü ya da ele geçirildiği başarısız bir saldırıya önderlik etti. Castro, kısa bir hapis cezasının ve sürgünün ardından, hükümet birlikleri ile ilk çatışmalarda büyük kayıplar veren görece bir avuç silahlı destekleyicisi ile birlikte, 1956 yılının sonlarında Küba’ya geri döndü. Sonunda, yalnızca iki yıl içinde, hem Küba burjuvazisinin hem de Washington’ın Batista’nın ülkeyi yönetebilirliğine olan güvenini yitirmiş olduğu koşullar altında, iktidar, onun 26 Temmuz Hareketi adlı gerilla örgütünün eline geçti. Ayaklanması demokrasi uğruna bir mücadele olarak görülen Castro’ya büyük bir uluslararası sempati vardı. Yeni rejime sempatisini ifade edenler arasında, kendisini Batista’nın devrilmesinden “memnun” olarak tanımlamış olan Amerikalı yazar Ernest Hemingway de vardı. Castro, başlangıçta, komünizme bir sempati duyduğunu inkar etti, hükümetinin yabancı sermayeyi koruyacağını ve yeni özel yatırımları memnuniyetle karşılayacağını vurguladı ve ABD emperyalizmi ile bir uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bununla birlikte, Kübalı işçiler ve köylüler Castro devriminden sonuçlar talep ederken, Washington, ABD sahillerinden 90 mil uzaktaki topraklarda en ılımlı toplumsal reformlara bile hoşgörü göstermeyeceğini açıkladı. ABD egemen çevrelerinin beklentisi, yeni hükümetin, Batista’nın devrilmesine ilişkin kısa kutlamaların ardından, işlere alışıldığı gibi geri dönmesiydi. Onlar, Castro’nun adadaki toplumsal koşulları değiştirme ve yoksul kitlelerin yaşam standartlarını yükseltme konusunda gerçekten ciddi olması karşısında dehşete kapıldılar ve mevcut düzeni değiştirmeye yönelik her türlü girişimi uzlaşmazlıkla karşıladılar. Sınırlı toprak reformuna tepki olarak Küba’nın şeker ihracat kotasını azaltan ve ardından bu ada ülkesine petrol akışını kesen Washington, Küba ekonomisini boğazlamaya uğraştı. Castro buna, başta ABD’lilere ait mülkleri, ardından da Kübalıların sahip olduğu işletmeleri kamulaştırarak ve yardım için Sovyet bürokrasisine dönerek yanıt verdi. O, eşzamanlı olarak, yüzünü, Batista’yı desteklemiş ve Castro’nun gerilla hareketine karşı çıkmış olan Stalinist Halk Sosyalist Partisi’ne çevirdi. Stalinistler, ona yoksun olduğu siyasi aygıtı sağladılar. Castro, II. Dünya Savaşı sonrasında sömürge ve ezilen ülkeleri saran ve başkalarının yanı sıra Cezayir’de Ben Bella, Mısır’da Nasır, Gana’da Nkrumah ve Kongo’da Lumumba gibi kişilikleri ortaya çıkartan yaygın bir burjuva-ulusalcı ve emperyalizm karşıtı hareketin temsilcisiydi. Onların çoğu, Castro gibi, kendi çıkarlarını güvenceye almak için Washington ile Moskova arasındaki Soğuk Savaş’tan yararlanmaya çalışıyordu. Castro’nun kendisini bir “Marksist-Leninist” ilan etmesinde ve Sovyetler Birliği’ne yönelmesinde, hiç kuşkusuz, oportünist bir yan vardı. Bununla birlikte, 1960 yılında, 43 yıl önce Rusya’yı dönüştürmüş olan Ekim Devrimi, Sovyet bürokrasisi devrimin önderlerini uzun süre önce ortadan kaldırmış ve gerçek Marksizm ile olan bütün bağlarını koparmış olmasına rağmen, uluslararası ölçekte yoğun bir etkiye sahipti. Kübalı kitlelerin artan beklentileri ve ABD emperyalizminin inatçı tepkisi, Castro’yu sola itmeye hizmet etmişti ama o hiçbir şekilde bir Marksist değildi. Küba toplumunda önemli reformlar gerçekleştirme biçimindeki özgün niyetinde samimi olmakla birlikte, onun siyasi yönelimi, her zaman faydacı bir karaktere sahipti. Sonuçta Castro, ABD emperyalizmi ile “barış içinde bir arada yaşama” arayışında Küba’yı bir pazarlık kozu olarak kullanma karşılığında büyük miktarda yardım ve sübvansiyonlu ticaret sağlayan Sovyet Stalinizmi ile şeytanla pazarlık yolunda sonuna kadar gitti. Küba, Stalinist bürokrasinin son ihaneti olan SSCB’nin 1991’de dağıtılması ile birlikte, çok ciddi bir ekonomik ve toplumsal krize sürüklendi. Castro yönetimi, bu krizi, yalnızca durmadan daha fazla yabancı kapitalist yatırımlara açılma ve Venezuela’dan gelen önemli yardımlar yoluyla aşabildi ki Venezuela’nın kendi ekonomik krizi artık bu yardım kaynağını da kesiyor. Washington ile barışma Washington ile Küba arasında, Havana’daki ABD büyükelçiliğinin yeniden açılması ve Obama’nın geçtiğimiz Mart ayında ülkeyi ziyareti ile birlikte sağlanan barışın zeminini hazırlayan koşullar bunlardır. ABD kapitalizmi, kendi adına, Küba’nın ucuz emeğini ve potansiyel olarak karlı pazarını sömürmeye; Çinli ve Avrupalı rakiplerinin ülkedeki artan etkisini azaltmaya kararlı. giden, işçi sınıfının bilinçli ve bağımsız siyasi müdahalesini ya da Marksist devrimci partilerin inşasını gerektirmeyen yeni bir yol olarak yücelten küçük-burjuva radikalleri tarafından oynandı. Castro’nun devrimini saran efsaneler, özellikle de onun bir zamanlar siyasi müttefiki olan Che Guevara tarafından üretilmiş gerici gerillacılık teorileri, tüm yarım küre devrimleri için model olarak teşvik edildi. Küba’daki egemen tabaka, ABD sermayesinin gelmesini, Çin’dekine benzer bir yol izlerken kendi egemenliğini sürdürmenin bir aracı olarak görüyor. Kübalı seçkinler, kendi ayrıcalıklarını ve iktidarlarını, ada üzerindeki toplumsal eşitsizliğin hızla arttığı koşullarda, işçi sınıfı zararına güvenceye alacaklarını umuyorlar. Pablocu revizyonizmin rolü Bütün bunların, yaşamının son on yılında Castro’yu rahatsız ettiğine hiç kuşku yok. O, bu dönem boyunca, “Yansımalar” olarak bilinen bir köşe yazısı dolayımıyla, Küba medyasında düzenli yorumlarda bulunmaya devam etti. Bu yazılar, teorik kavrayış bakımından hemen hiçbir şey sağlamıyor ve samimi bir küçük-burjuva radikalinin düşüncelerini yansıtıyordu. Castro’nun, ölene kadar, ABD emperyalizminin temsil ettiği her şeyi aşağılamaya devam etmiş olması övgüye değer. O, Barack Obama’nın ikiyüzlülüğüne; “insan hakları” söylemini emperyalist savaşlarla ve insansız hava araçlarıyla öldürme programıyla birleştirmesine güçlü bir şekilde saldırmıştı. Castro, Obama’nın Küba’yı ziyaretinin ardından, ABD başkanının Havana’daki konuşmasını sert bir şekilde kınayan son makalelerinden birini yazdı. Castro, bu makalede, “… biz, gereksinim duyduğumuz gıdayı ve malları kendi halkımızın çabası ve zekasıyla üretebiliriz. Bize bir şeyler verecek bir imparatora ihtiyacımız yok.” diyordu. Bununla birlikte, gerçek şu ki, Obama’nın ziyareti ve ABD emperyalizmi ile ilişkilerin “normalleştirilmesi” hamlesi, Küba’nın emperyalist baskı altında olmasından kaynaklanan tarihsel sorunları çözememiş olan ve daha önce karşı çıkmış olduğu yeni-sömürgeci ilişkilerin yeniden kurulmasına yönelen Castro’nun devriminin, diğer bütün burjuva ulusalcı hareketler ve orta sınıf güçlerin önderlik ettiği ulusal kurtuluş mücadeleleri gibi, kendi nihai açmazına ulaşmış olduğuna işaret ediyordu. Castro’nun yaşamındaki kahramanlık ve trajedi unsurlarını, her şeyden önce de Küba halkının uzun süreli mücadelesini, yalnızca bir sinik inkar edebilir. Ancak Castro’nun mirası, yalnızca Küba prizmasından bakarak değerlendirilemez. Onun politikalarının, başta Latin Amerika olmak üzere, uluslararası ölçekteki etkilerinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Burada, en yıkıcı rol, Latin Amerika’daki sol ulusalcılar ile Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da, Castro’nun küçük bir gerilla ordusunun başında iktidara gelmesini sosyalizme Bu yanlış perspektifin başlıca savunucuları arasında, Dördüncü Enternasyonal içinde Avrupa’da Ernest Mandel’in, ABD’de ise Joseph Hansen’in önderliği altında ortaya çıkmış ve sonradan Arjantin’de Nahuel Moreno’nun katılmış olduğu Pablocu revizyonist eğilim vardı. Onlar, Castro’nun iktidara gelmesinin, küçükburjuvazi önderliğinde olan ve köylülüğe dayanan silahlı gerillaların, nesnel gelişmeler eliyle, işçi sınıfının edilgen bir seyirci konumuna indirgendiği, sosyalist devrimi gerçekleştirmeye zorlanmış “doğal Marksistler” haline gelebileceğinde ısrar ediyorlardı. Onlar ayrıca, Castro’nun ulusallaştırmalarının, ortada işçi iktidarı organları olmamasına rağmen, Küba’da bir “işçi devleti” yarattığı sonucuna vardılar. Lev Troçki, Küba devriminden uzun süre önce, küçükburjuva güçler tarafından girişilmiş ulusallaştırmaların sosyalist devrim ile özdeşlleştirilmesini açık bir biçimde reddetmişti. Dördüncü Enternasyonal’in 1938’de yazılmış olan kuruluş dokümanı olan Geçiş Programı, “bütünüyle olağandışı koşullar (savaş, yenilgi, mali çöküş, kitlesel devrimci basınç vb.) altında, Stalinistler dahil küçük-burjuva partilerin arzuladıklarından çok öteye, burjuvazi ile bir kopuş yolunu tutabilecekleri teorik olasılığı önceden kategorik olarak reddedilemez.” diye belirtmişti. Ancak Geçiş Programı, böylesi bir durumu gerçek bir proletarya diktatörlüğünden ayırt ediyordu. Troçki, Kremlin yönetimi tarafından Hitler ile ittifak içinde Polonya’nın istilası sırasında gerçekleştirilmiş olan kamulaştırmalara yanıt olarak şunları yazmıştı: “Bizim için başlıca siyasi ölçüt, mülkiyetin, kendi başlarına ne denli önemli olursa olsunlar, bir alandan diğerine geçmesi değil; dünya proletaryasının bilincindeki ve örgütlenmesindeki değişim, onun önceki kazanımları savunma ve bunları yenileri ile tamamlama kapasitesinin artmasıdır.” Castroculuğun sosyalizme giden yeni bir yolu temsil etmeyip, eski sömürgelerin çoğunda iktidara gelmiş olan burjuva ulusalcı hareketlerin yalnızca daha radikal bir türü olduğunda ısrar eden Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK), bu Pablocu perspektife karşı uzlaşmaz bir mücadele verdi. DEUK, Castroculuğa ilişkin Pablocu yüceltmenin, kökleri Marx’a kadar giden tüm tarihsel ve teorik sosyalist devrim kavrayışının inkarını temsil ettiği ve Troçkist hareketin uluslararası ölçekte bir araya getirmiş olduğu devrimci kadroların burjuva ulusalcılığının ve Stalinizmin kampına kapatılmasına zemin hazırladığı uyarısında bulundu. DEUK, Küba’yı emperyalist saldırganlığa karşı ilkeli bir şekilde savunurken, Castroculuk çözümlemesini, burjuva ulusalcılığının emperyalizm çağındaki rolüne ilişkin daha geniş bir değerlendirmenin içine yerleştiriyordu. Troçki’nin sürekli devrim teorisini savunan DEUK, 1961 yılında şunları yazdı: “Bu tür ulusalcı önderlerin rolünü övmek Troçkistlerin işi değildir. Onlar, kitlelerin desteğine, yalnızca Sosyal Demokrat ve özellikle Stalinist önderliğin ihanetinden dolayı hakim olabilir ve bu yolla, emperyalizm ile işçi ve köylü kitleleri arasındaki tamponlar haline gelirler. Sovyetler Birliği’nden ekonomik yardım gelmesi olasılığı, sıkça, onların emperyalistler ile daha sıkı pazarlık yapmasını sağlamakta; hatta burjuva ve küçük-burjuva önderler arasındaki daha radikal unsurların emperyalistlerin varlıklarına saldırmasını ve kitlelerden daha fazla destek almasını mümkün kılmaktadır. Oysa bize göre, her durumda can alıcı sorun, bu ülkelerdeki işçi sınıfının Marksist bir parti dolayımıyla siyasi bağımsızlığını kazanması, yoksul köylüleri Sovyetleri inşaya yönlendirmesi ve uluslararası sosyalist devrim ile gerekli bağları kavramasıdır. Bize göre Troçkistler, hiçbir durumda, bunun yerine, ulusalcı önderliklerin sosyalist olacakları umudunu geçirmemeliler. İşçi sınıfının kurtuluşu, işçilerin kendi görevidir.” Bu uyarılar, Pablocular tarafından desteklenmiş teorilerin tüm bir radikalleşmiş gençlik ve genç işçi kesimini işçi sınıfını kapitalizme karşı harekete geçirme mücadelesinden uzaklaştırıp, binlerce cana mal olan, işçi hareketinin kafasını karıştırmaya hizmet eden ve faşist askeri diktatörlüklere ortam hazırlanmasına yardımcı olan intiharvari silahlı mücadelelere saptırdığı Latin Amerika’da trajik bir şekilde doğrulandı. Bu teoriler, ilk olarak, Bolivya’da, bizzat Guevara’nın yaşamına mal oldu. Madencilerin ve Bolivya işçi sınıfının geri kalan kesiminin militan mücadelelerini görmezden gelen Guevara, köylülüğün en geri ve en fazla ezilen kesimleri arasından bir gerilla ordusu toplamak için boşuna çalıştı. Bu girişim, onun, Ekim 1967’de CIA ile Bolivya ordusu tarafından yakalanmadan önce yalıtılması ve açlıktan ölme noktasına gelmesiyle sonuçlandı. Guevara’nın yazgısı, Castroculuğun ve Pablocu revizyonizmin tüm yarım kürede yol açacağı korkunç sonuçların trajik bir belirtisiydi. Benzer bir biçimde, gerillacılık hevesi, Arjantin’de, 1969’un Cordobazo genel grevlerinde patlak vermiş olan devrimci işçi sınıfı hareketini köreltmeye ve işçilerin kafasını karıştırmaya hizmet etti. Kendi yönetiminin istikrarını sağlama alma çabası içinde hem Sovyet bloğunun bir uydusu hem de reel-politikanın bir uygulayıcısı olarak davranan Castro, ona öykünenlerin devirmeye uğraştığı aynı Latin Amerika burjuvazisi ile ilişkiler kurmaya çalışıyordu. 1971 yılında, faşistlerin ve ordunun işçi sınıfını ezmeye hazırlandığı sırada, o ülkedeki “sosyalizme giden parlamenter yol”u yücelttiği Şili’yi ziyaret etti. Peru’daki ve Ekvator’daki askeri yönetimleri emperyalizm karşıtı olarak selamladı; hatta 1968’deki öğrenci katliamını yönetmesinin ardından, Meksika’da iktidarda olan PRI’nın yozlaşmış aygıtını bağrına bastı. Castro’nun ve onu yücelten siyasi akımların politikalarının toplam etkisi, sosyalist devrimi tüm yarım kürede durdurmak oldu. Şimdi, genel olarak emperyalist güçler, özelinde ise ABD, Castro’nun ölümünün onların Küba’daki ve ötesindeki çıkarlarını ilerletmek için ne ölçüde kullanılabileceğini değerlendiriyorlar. Başkan Barack Obama, “Tarih, bu tekil kişiliğin halk ve çevresindeki dünya üzerindeki devasa etkisini kaydedecek ve yargılayacaktır” diyen ve “Küba halkı ABD’de bir dosta ve ortağa sahip olduğunu bilmeli” güvencesi veren ikiyüzlü bir açıklama yaptı. Seçilmiş başkan Trump da, kendi adına, “kendi halkını yaklaşık 60 yıl boyunca ezmiş olan kanlı bir diktatörün ölümü”nü kutlayan bir açıklama yayınladı. Trump’ın Obama tarafından yürürlüğe konmuş önlemleri feshetme tehditini yerine getirmesinin ABD bankalarının ve şirketlerinin Küba’ya girmesini kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı konusunda artan spekülasyonlar var. Emperyalizmin temsilcilleri Castro’nun ölümünden gericilik davasını ilerletmek için yararlanmaya çalışırken, yeni işçi ve gençlik kuşağı için, Castroculuğun tarihsel deneyiminin ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi tarafından geliştirilmiş ileri görüşlü eleştirinin incelenmesi, işçi sınıfını yaklaşan kitlesel devrimci mücadelelere hazırlamada ve onlara önderlik edecek partileri inşa etmede yaşamsal bir görev olmaya devam ediyor. 28 Kasım 2016 IYSSE Berlin Humboldt Üniversitesi’ndeki 2017 öğrenci meclisi seçimlerine katılıyor Muhabirlerimizden / 30.11.2016 Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’in (IYSEE) Berlin Humboldt Üniversitesi şubesi, Öğrenci Meclisi (StuPa) seçimleri için bir kez daha bir aday listesi çıkarıyor. IYSSE üyeleri, 23 Kasım’da, aday listesini Öğrenci Seçim Komitesi’ne sundular. Seçimler, 17-18 Ocak’ta gerçekleşecek. IYSSE, 2014’ten beri Humboldt Üniversitesi Öğrenci Meclisi’nde temsil ediliyor. Geçtiğimiz yılki seçimlerde, oylarını en az üçe katlayarak dört sandalye kazanmıştı. IYSSE şubesinin sözcüsü ve Öğrenci Meclisi üyesi Sven Wurm, listenin bildirilmesinin ardından şunları söyledi: “Bizim seçimlere katılımımız, şu anda özellikle önemli. ABD’de Trump’ın seçilmesi tehlikeli bir dönüm noktası. Son günlerde, onun başkanlığının, ulusal şovenizme, militarizme ve polis şiddetine dayanacağı ve savaş tehlikesini uluslararası ölçekte yükselteceği gittikçe açık hale geldi.” Wurm, Almanya’daki egemen sınıfın, ABD seçimlerine, keskin bir şekilde sağa kayarak karşılık vermiş olduğunu belirtti. Wurm, “Başbakan Angela Merkel, bu sabah yaptığı hükümet açıklamasında, devletin içeride ve dışarıda geniş çaplı bir silahlanmasını duyurdu. Bizler, uzun süredir, yeni Alman savaş politikasının argümanlarının ve stratejilerinin burada, bizim üniversitemizde geliştiriliyor olduğu konusunda uyarıda bulunuyor ve bunu gösteriyoruz.” dedi. O, IYSSE’nin, öğrencileri artan savaş tehlikesi karşısında uyarma ve üniversitenin Alman militarizminin yeniden canlanmasındaki işbirliğini teşhir etme çabalarının, büyüyen bir karşılık bulduğunu belirtti. Wurm, şunları ekledi: “Bir hafta önce, ABD seçimleri üzerine toplantımıza yaklaşık 100 öğrenci katıldı ve iki gün önce, Öğrenci Meclisi, üniversitemizde Bundeswehr (silahlı kuvvetler) reklamı yapılmasına karşı büyük bir çoğunlukla bir karar benimsedi. Birçok öğrenci, artık, Humboldt Üniversitesi’nin savaş propagandasını yükseltmek amacıyla kötüye kullanılmasını kabul etmeye razı değil.” Wurm, IYSSE’nin, önümüzdeki haftalarda, büyük bir toplantılar ve tartışmalar kampanyası yürüteceğini duyurdu. Aşağıda, IYSSE’nin, aday listesiyle birlikte kayda geçirilen açıklamasını yayınlıyoruz. Bu açıklama, tüm katılımcı listelerinin tanıtıldığı resmi seçim broşüründe yayınlanacak. *** Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler (IYSSE), Öğrenci Meclisi seçimlerine, militarizme ve savaşa; toplumsal eşitsizliğin büyümesine ve sağın yükselişine karşı bir hareket inşa etmek amacıyla katılıyor. Biz, Humboldt Üniversitesi’nin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi, sağcı ve militarist ideolojinin bir merkezine dönüştürülmesine engel olmak istiyoruz. Trump’ın ABD başkanı seçilmesi, tarihsel bir dönüm noktasına işaret ediyor. Egemen sınıfın aşırı sağcı bir temsilcisi; etrafı düpedüz faşistlerle ve işkencenin ve diktatörlüğün destekçileri ile çevrelenmiş biri, Beyaz Saray’a yerleşiyor. Trump’ın kabinesi, Amerikan tarihindeki en sağcı kabine olacak ve onun “Önce Amerika” politikası, kaçınılmaz olarak savaşa yol açacaktır. ABD’deki siyaset kurumu Trump’ın arkasında kenetlenirken, benzer bir gelişme Avrupa’da da yaşanıyor. Alman egemen seçkinleri, Trump’ın zaferini, kendi daha bağımsız bir dış ve askeri politika planlarını ileri sürmenin bahanesi olarak kullanıyorlar. Planlanan şey, askeri bütçenin ikiye katlanması, dışarıda daha fazla askeri misyon ve binlerce yeni asker toplanmasıdır. Üniversiteler, bu politikanın ideolojik hazırlığında merkezi bir rol oynuyorlar. “Bundeswehr Resmi Belgesi”nin hazırlanmasında bir düzineden fazla profesör yer aldı. Humboldt Üniversitesi’nde, Jörg Baberowski ve Herfried Münkler, orduyla yakın bağlara sahipler. Münkler Berlin’in Avrupa’da yeniden bir “egemen” ve “sert amir” olarak hareket etmesini talep ederken, Baberowski, Nazi savunucusu Ernst Nolte’nin açık bir destekçisidir ve Ulusal Sosyalizmin (Nazizm) suçlarını önemsiz gibi göstermektedir. Baberowski, sığınmacılara sövüp sayıyor ve “kanun ve düzen” tamtamları çalıyor. O, bunun için, hem ABD’de Trump’ı destekleyen aynı sağcı çevrelerden hem de aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif’ten (AfD) alkış topluyor. Thomas Sandkühler gibi profesörler öğrencilerin sağa kayışa yönelik herhangi bir eleştirisini bastırmaya çalıyor olsalar da, bizler, üniversitemizde savaş ve diktatörlük hazırlığını kabul etmeye razı değiliz. 1926’da Ulusal Sosyalist (Nazi) Öğrenci Birliği’nin kurulduğu ve Carl Schmitt ile Konrad Meyer gibi profesörlerin Nazilerin suçlarını meşrulaştırıp planladığı yer, burasıydı. İstesek de, istemesek de, 20. yüzyılın ilk yarısı kadar çalkantılı ve kriz içinde bir döneme geri dönüyoruz. Şu anda her şey, savaş karşıtı yeni bir uluslararası hareketin inşasına bağlı. Bu hareketin işçi sınıfına dayanması, kapitalizm karşıtı olması ve uluslararası sosyalist bir perspektife sahip olması gerekiyor. Savaş? Bir daha asla! Üniversitemizde militarizme ve sağcı ideolojilere hayır! Savaş propagandası değil, bilim! 26 Kasım 2016