e-bülten - Toplumsal Eşitlik

advertisement
e-bülten
26 Kasım – 2 Aralık 2016
İçindekiler

Militarizme, kemer sıkmaya ve savaşa karşı
yeni bir sosyalist hareket için
Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya) / 1.12.2016

Savaş ve diktatörlük yönelimine karşı IYSSE’yi
(Türkiye) inşa edelim!
Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 27.11.2016

Trump bir savaş kabinesi oluştururken
Kremlin daha iyi ilişkiler umuyor
Andrea Peters / 26.11.2016

ABD destekli “asiler” Halep’te bozgunla karşı
karşıya
Bill Van Auken / 29.11.2016

ABD seçimlerinde oyları yeniden sayma
kampanyasındaki siyasi sorunlar
Joseph Kishore ve David North / 29.11.2016

İtalya referandumunda “hayır” oyu
bankacılık krizini tetikleyebilir
Nick Beams / 2.12.2016

Şirvan’daki işçi katliamı: Kapitalizm
öldürmeye devam ediyor
Mehmet Duman / 28.11.2016

Fidel Castro’nun siyasi mirası
Bill Van Auken / 28.11.2016

IYSSE Humboldt Üniversitesi’ndeki 2017
öğrenci meclisi seçimlerine katılıyor
Muhabirlerimizden / 30.11.2016
Dünya Sosyalist Web Sitesi ve
Toplumsal Eşitlik web sitesinden alınan
yazılardan hazırlanmıştır. Para ile satılmaz.
www.wsws.org
www.toplumsalesitlik.org
[email protected]
Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya) 2016
Kongre Kararları
Militarizme, kemer sıkmaya ve
savaşa karşı yeni bir sosyalist
hareket için
Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya) / 1.12.2016
Sosyalist Eşitlik Partisi (Britanya), Üçüncü Ulusal
Kongre’sini, 28-31 Ekim tarihleri arasında Sheffield’da
düzenledi.
Kongre,
Dördüncü
Enternasyonal’in
Uluslararası Komitesi’nin 18 Şubat 2016 tarihli
“Sosyalizm ve Savaşa Karşı Mücadele” başlıklı
açıklamasını oybirliğiyle onayladı ve iki kararı daha kabul
etti: “Militarizme, kemer sıkmaya ve savaşa karşı yeni bir
sosyalist hareket için” ve “Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi:
Stratejik dersler.”
Aşağıda, “Militarizme, kemer sıkmaya ve savaşa karşı yeni
bir sosyalist hareket için” başlıklı ilk kararın gözden
geçirilmiş hali yer alıyor.
1. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (Britanya) Üçüncü Ulusal
Kongresi, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası
Komitesi’nin (DEUK) 18 Şubat 2016 tarihli “Sosyalizm ve
Savaşa Karşı Mücadele: Emperyalizme Karşı Uluslararası
Bir İşçi Sınıfı ve Gençlik Hareketi İnşa Edin!” başlıklı
kararını onaylar.
2. Kapitalizmin savunucularının, Sovyetler Birliği’nin
Aralık 1991’de dağılmasını “tarihin sonu” ve serbest
piyasa ile liberal demokrasinin nihai zaferi olarak göklere
çıkarmalarından bu yana çeyrek yüzyıl geçti. Buna
karşılık, yeni bir dünya düzeni kurma yönelimi, yalnızca,
küresel kargaşa yaratmada başarılı olmuştur: sonu
gelmeyen bir dizi savaş; ülkelerin mahvedilmesi;
milyonlarca insanın öldürülmesi, sakat bırakılması
ve/veya sığınmacı haline getirilmesi; faşizan eğilimlerin
yeniden ortaya çıkması ve bir “kemer sıkma çağı”nda
şiddetli sınıf savaşı politikaları izlenmesi.
3. ABD emperyalizmi, çoğu insanın farkında olduğundan
çok daha hızlı bir şekilde, jeopolitik rakipleri ile
doğrudan bir askeri çatışmaya hazırlanıyor. Ekim ayında
Washington’da düzenlenen “Ordunun Geleceği”
panelinde, ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Mark A.
Milley, ulus-devletler arasında savaş “neredeyse garanti.
Ordumuz ve ulusumuz hazır olmalı.” diye ilan etti.
Atlantik Konseyi düşünce kuruluşu, ABD’nin, Rusya ve
Çin olarak tanımlanan “büyük güçler” ile “büyük ve
ölümcül” savaşlara girme hazırlıklarının “yüksek
düzeylerde ölüme ve yıkıma” ve “bir nükleer çatışma”
olasılığına yol açacağını ileri sürüyor.
4. Suriye’de büyük bir askeri tırmanma yönündeki
planlar, Washington’ın Avrasya kara parçası üzerinde
egemenliği güvenceye almaya yönelik saldırganlığının
ayrılmaz
parçasıdır.
Bu
jeo-stratejik
amacı
gerçekleştirme, Rusya’nın parçalanmasını ve yarısömürge konumuna indirgenmesini gerektirirken,
ABD’nin “Asya’ya dönüş”ü ekonomik bir rakip olarak
Çin’i kuşatmayı ve etkisizleştirmeyi hedefliyor. Sonuç
olarak, tüm dünya bir barut fıçısı haline gelmiş durumda.
Şu anda 60 ülkenin dahil olduğu Suriye iç savaşı,
Ortadoğu’da daha geniş bir çatışmanın parlama noktası
haline gelme tehlikesi oluşturuyor. Aynı zamanda, Uzak
Doğu, Japonya ve Avustralya gibi bölgesel ve emperyalist
güçler arasında bir askeri çatışma alanı olurken, NATO
güçleri Rusya sınırlarına doğru ilerliyor. Washington’ın,
kendi Çin karşıtı Asya’ya dönüşüne yedeklemek amacıyla
Hindistan’a stratejik ayrıcalıklar yağdırması, Güney
Asya’nın “dehşet dengesi”ni altüst etmiş ve alt kıtanın
1947’deki topluluksal bölünmesi eliyle yaratılmış olan
nükleer silahlı rakip devletler Hindistan ile Pakistan
arasındaki gerilimleri büyük ölçüde şiddetlendirmiş
durumda.
5. ABD, bu militarizm patlamasının en ön safında ama
aynı eğilimler her ülkede mevcut. Britanya’nın 23
Haziran’da Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma yönündeki
oyu, şiddetlenmiş ticaret savaşı önlemlerini ve militarizmi
haber verecek şekilde, Avrupa’yı paramparça eden ulusal
gerilimlerin yeniden canlanmasında bir dönüm
noktasıdır. Büyük Avrupalı güçlerin her biri, kendi rakip
ulusal hedefleriyle, Suriye’de çatışmada yer alıyor. İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da var olan tüm
ilişkiler sorgulanmaya başlanmış durumda. Britanya’nın
ABD ile “özel ilişki”sinin sürdürülebilir olup olmadığı,
Almanya’nın kendi çıkarlarına aykırı bir ABD
hegemonyasını kabul etmekten hoşnut olup olmayacağı
ve kıtadaki büyük güçler arasındaki kesin saflaşma, henüz
belirlenmiş değil. Ancak, olaylar nasıl gelişirse gelişsin,
kesin olan şey, uluslararası işçi sınıfının bağımsız
müdahalesinin olmaması durumunda, yeni bir dünya
savaşının kaçınılmaz olduğudur.
6. Savaşa gidiş, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin baş
edilemeyen krizinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Üretimin küreselleşmesi ile üretim araçlarının özel
mülkiyetine ve sınıf sömürüsüne dayalı kapitalist ulus
devlet sistemi arasındaki temel çelişki, toplumsal ve siyasi
hoşnutsuzluğu körüklüyor, geleneksel egemenlik
mekanizmalarını istikrarsızlaştırıyor, burjuva politikasını
bir altüst oluş içine sokuyor ve küresel bir felaket
hazırlıyor. Bu tehlike, savaşın kaynağı olan kapitalist kar
sisteminin derinleşen krizi eliyle daha da yakın bir hale
getirilmiştir.
7. 2008 mali iflasının üstesinden -banka kurtarmaları ve
kemer sıkma yoluyla- gelmeye yönelik tüm çabalar,
başarısız olmakla kalmayıp, sınıfsal gerilimleri
şiddetlendirmiş ve yeni bir ekonomik çöküşün yolunu
hazırlamıştır. Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre,
toplam küresel borç, şu anda, 152 trilyon dolar
seviyesinde ve dünya GSYİH’sinin yüzde 225’ine eşit
(insanlık tarihindeki en büyük borç balonu). ABD Merkez
Bankası (Fed), Bank of England, Avrupa Merkez Bankası
ve Japonya Merkez Bankası tarafından uygulamaya
konan parasal genişleme programlarından, ezici
çoğunlukla süper zenginler yararlanmıştır. Dünya merkez
bankalarının bilançoları, 2007’deki 6 trilyon dolardan,
bugün, 21 trilyon dolara yükselmiş durumda. Bu borç
balonunun
çökmesi,
bütün
ekonomileri
iflasa
götürecektir.
8. Burjuvazi, buna hazırlanmak için, siyasi bir yeniden
düzenleme yapmaya çalışıyor: her şeyden çok korktuğu
şeye, egemenliğine meydan okuyacak uluslararası işçi
sınıfının birleşik bir mücadelesine karşı önleyici bir saldırı
gerçekleştirme girişiminde bulunuyor. Amerika Birleşik
Devletleri’nde, faşizan demagog ve emlak milyarderi
Donald Trump, başkanlık seçimini, Wall Street’in ve
ordu-sanayi bloğunun gözdesi Demokratik Partili rakibi
Hillary Clinton’ın, toplumsal kaygıları, gerici ırksal ve
cinsel politikaların yükseltilmesi yararına küstahça
görmezden geldiği ve Rusya’ya savaş açmaya karşı
olduğunu belirtmesi üzerinden Trump’a sağdan saldırdığı
koşullarda kazanabildi. Avrupa’da ise, Fransa’daki Ulusal
Cephe gibi faşizan ve yabancı düşmanı partilerin
yükselişine, Yunanistan’daki Syriza, İspanya’daki
Podemos ve Britanya’daki Jeremy Corbyn gibi güçlerin
sözde bir “sol” alternatif olarak teşvik edilmesi eşlik
ediyor.
9. İşçiler ve gençler arasında, örgütlü bir ifade bulamayan
güçlü bir barış ve toplumsal eşitlik arzusu var. Bilinçli bir
savaş karşıtı hareketin inşası, işçi sınıfının, “kendi”
burjuvazisinin ve onun rakiplerinin politikalarına yön
veren ekonomik ve sınıfsal çıkarlara ilişkin titiz bir
değerlendirme temelinde, krizin nesnel kökenlerine
ilişkin
bilimsel
bir
kavrayış
geliştirmesini
gerektirmektedir. İşçi sınıfı, ancak o zaman, burjuvazinin
savaşın ideolojik temeli olarak “ulusal birlik”i
yükseltmesine uzlaşmaz karşıtlık içinde, bütün dünyadaki
sınıf kardeşleri ile dayanışma içinde, kendi bağımsız sınıf
çıkarlarını belirleyebilecektir.
Brexit ve milliyetçiliğin/ulusalcılığın yükseltilmesi
10. Bu, Britanya’nın Avrupa Birliği üyeliği üzerine
Haziran ayında düzenlenen referandumdan çıkarılacak
temel derstir. Küresel ekonominin 2008’i izleyen krizi,
egemen seçkinler içinde, AB üyeliğini kendi ekonomik ve
siyasi çıkarlarını yükseltmek için yaşamsal olarak
görenler ile AB’nin Alman hakimiyeti altında daha fazla
bütünleşmeye doğru gitmesinin, Londra finans merkezini
(City of London) ve onun Çin gibi yeni ekonomik büyüme
merkezlerini sömürme beceresini tehdit ettiğini
düşünenler arasındaki anlaşmazlıkları şiddetlendirdi.
Dönemin Başbakanı David Cameron’ın AB üyeliği
üzerine bir referandumu kabul etmesi, Muhafazakar Parti
içindeki AB karşıtı düşünceleri yatıştırmaya ve Birleşik
Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) yükselişine karşı
koymaya yönelik bir girişimdi. Amaç, toplumsal
hoşnutsuzluğu sağa doğru yönlendirmek için AB ve
göçmen karşıtı söylemden yararlanmak ve AB’den, daha
sıkı ekonomik ve siyasi birlik yönündeki planları
engelleyecek tavizler koparmaktı. Milyonlarca kişinin
mevcut kurumlara yabancılaşmasını önemsemeyen
egemen sınıf, mali çöküş ve ekonomik güvensizlik
uyarıları üzerine kurulu “AB’de Kalma” oyu lehindeki
savları kaybedecek bir şeyi olmadığını hissedenler
arasında çok az destek gördüğünde, neye uğradığını
şaşırdı.
11. Sosyalist Eşitlik Partisi, referandumun aktif boykotu
çağrısı yoluyla işçi sınıfı için bağımsız bir siyasi perspektif
ileri sürme konusunda tek başınaydı. Sınıfsal güç
dengesinin ve tarihin, özellikle de 1930’ların
Almanya’sının derslerinin ciddi bir değerlendirmesine
dayanan SEP’in hareket noktası, sadece Britanya’daki
değil, Avrupa’daki ve diğer yerlerdeki işçilerin de
çıkarlarını savunan bir politika belirlemekti. Hem
“Kalma” hem de “Ayrılma” kamplarının işçi sınıfına eşit
ölçüde düşman olduğunu açıklayan SEP, kemer sıkma
politikalarını uygulamada, “Avrupa Kalesi” politikası
yoluyla göçmenlere yönelik saldırıları kolaylaştırmada ve
kıta genelinde militarizmi desteklemede büyük güçlerin
bir aracı olan AB’ye yönelik uzlaşmaz muhalefetini
ortaya koydu. SEP, aynı zamanda, “ulusal egemenlik”i
emekçilere karşı saldırının derinleşmesine dayanan bir
ticaret savaşı bayrağı olarak gören sağcı yabancı
düşmanlarının ve Thatchercıların yön verdiği Ayrılma
kampanyasına her türlü desteği de reddetti.
12. En önemlisi, SEP, referandumun, İkinci Dünya Savaşı
sonrası Avrupa’nın birleşmesi projesinin başarısızlığının
en ileri ifadesi olduğu uyarısında bulundu: bu proje,
“egemen seçkinlerin, kıtayı 20. yüzyılda iki kez savaşa
sürüklemiş olan temel çelişkiyi (üretimin Avrupa’daki ve
küresel ölçekteki bütünleşmiş karakteri ile kıtanın
düşman
ulus-devletlere
bölünmüşlüğü)
çözme
yönündeki bir girişimiydi … Ama kapitalizm çerçevesi
içinde birleşme, asla, en güçlü ülkelerin ve şirketlerin kıta
ve onun halkları üzerindeki egemenliğinden başka bir
anlama gelemezdi. Ulusal ve toplumsal uzlaşmazlıklar,
hafifletilmenin aksine, çok daha kötücül biçimler
almıştır.” SEP, şunu vurguladı: “AB parçalanıyor ve
yeniden canlandırılamaz. Kıtanın geniş üretici güçleri,
yalnızca, bir dünya sosyalist devletler federasyonunun
ayrılmaz bir parçası olarak kurulmuş Avrupa Birleşik
Sosyalist Devletleri’nin yaratılmasıyla herkesin yararına
kullanılabilir.”
13. Referandum kampanyası, bu tehlikeleri vurgulayacak
şekilde, Silahlı Kuvvetler’in ve güvenlik örgütleri MI5 ile
MI6’nın görülmemiş bir müdahalesine tanık oldu. Her iki
taraf da, NATO’ya bağlılıklarını ve Rusya ile Çin’e karşı
saldırganlıklarını ilan etti: Kalma kampı Britanya’nın AB
üyeliğinin NATO’yu güçlendirdiğini savunurken, Ayrılma
kampı bir Avrupa Ordusu’nun kurulması yönündeki
planların ABD önderliğindeki ittifakın altını oyacağını
duyurdu. ABD Başkanı Barack Obama’nın, Dışişleri
Bakanı John Kerry’nin ve beş eski NATO genel
sekreterinin yanı sıra, üst düzey ordu ve güvenlik
şeflerinin desteğini arkasına alan Cameron, AB üyeliğini,
“yeni saldırgan Rusya” ile mücadele etmek için gerekli
gördüğünü açıkladı. Obama, Britanya’nın üyeliğinin,
“AB’yi açık, dışa dönük ve Atlantik’in diğer tarafındaki
müttefikleri ile yakından bağlantılı” tutmada, NATO’nun
“Afganistan’dan Ege’ye kadar deniz ötesi taahhütlerini”
yerine getirmesini sağlamada ve “Rus saldırganlığı
konusunda haklı olarak kaygılı olan müttefiklere güven
vermek” için son derece önemli olduğu uyarısında
bulundu. AB’den çıkma kampanyası ise, AB’yi, “Rusya ile
yakın ilişkileri nedeniyle güvenilmez olan çok sayıda
üye” içerdiği için bir güvenlik tehdidi olarak tanımlayan,
1982’deki Falkland Adaları/Malvinas savaşına önderlik
eden Tümgeneral Julian Thompson ile birlikte bir düzine
eski üst düzey ordu subayı tarafından desteklendi.
14. SEP’in ilkeli yaklaşımı, hem Kalmayı desteklemede
İşçi Partisi’ne ve sendikalara katılan Sol Birlik gibi sahte
solcu AB savunucularından hem de Sosyalist İşçi Partili
(SWP), Britanya Komünist Partili (CPB) ve Sosyalist Partili
(SP) “Sol Ayrılma” yanlılarından farklı olarak, gerçekten
sosyalist, enternasyonalist bir bakış açısını betimliyordu.
SEP, “Mevcut durumdaki en büyük siyasi tehlike, sözde
bir ‘sol milliyetçilik’in benimsenmesi temelinde sınıf
bayraklarının karıştırılmasıdır.” diye vurguladı. Bu [sınıf
bayraklarını karıştırma] politikasının siyasi olarak canice
karakteri, sol-sağ “birlikte uygun adım yürüyüş” çağrısı
yapmak için UKIP lideri Nigel Farage’ın yanında boy
gösteren George Galloway tarafından açıkça ortaya
kondu. SEP’in belirttiği gibi, Sol Ayrılma savunucuları,
“Ayrılma kampanyasının kuvvetlendirmekte olduğu asıl
güçlere tamamen kayıtsızlar. Gerçekte, onlar, işçi sınıfını,
siyasi yaşamı çok daha milliyetçi bir yörüngeye
kaydırmayı amaçlayan bir girişime tabi kılıyor; böylece,
işçi sınıfının siyasi savunmasını zayıflatırken, Britanya’da
ve Avrupa genelinde aşırı sağı güçlendiriyor ve teşvik
ediyorlar. Britanya milliyetçiliği cininin şişeden
çıkartılmasına yardım eden bu güçler, onun
sonuçlarından siyasi olarak sorumludur.”
Brexit bir gericilik karnavalı başlatıyor
15. Bu uyarı, son derece isabetliydi. Ayrılma yönündeki
yüzde 52’lik oy, Muhafazakar Parti’nin en sağcı kesimleri
tarafından,
Thatchercı
toplumsal
karşı-devrimi
tamamlamak için bir fırsat olarak değerlendirildi.
Cameron’ın yerini, AB’de kalma kampanyası yürütmüş
ancak sonradan “sert bir Brexit” savunucusu olarak ortaya
atılmış olan Theresa May aldı. “Sol Ayrılma” yanlısı sahte
solun düzmece iddialarını yineleyen May, sonucu,
“sıradan, işçi sınıfı insanlarının uluslararası seçkinlere
karşı” isyanı olarak tanımladı ve onu, “yurtseverlik”e
başvurmanın ve Britanya milliyetçiliğini kışkırtmanın
temeli olarak kullanıyor. Onun hükümeti, Ulusal Sağlık
Hizmeti’ndeki yabancı doktorların ve hemşirelerin
istihdamının aşamalı olarak kaldırılması çağrısı ve diğer
göçmen karşıtı kirli önlemler dahil, tüm önemli konularda
UKIP’in politikalarını benimsemiş durumda. Sterlindeki
çöküş, bu sağcı kundakçılar tarafından, yaşam
standartlarını daha da düşürmenin bir aracı olarak
memnuniyetle karşılandı. Londra gazetesi Evening
Standard’daki bir yorum, “Brexit, şu anlama gelir: Daha
Sıkı Çalış.” “İronik bir şekilde, şimdi hepimizin daha çok
göçmenler gibi olmayı öğrenmemiz gerekecek… Eğer
Britanyalı işlerin Britanyalı işçiler için olmasını istiyorsak,
seçici olmayı bırakmak zorundayız.” vurgusunu
yaparken, onların gündemlerine işaret ediyordu.
16. Brexit’e muhalefet, hem Britanya egemen sınıfının
güçlü kesimlerinin hem de ABD’nin desteğine sahip
olmayı sürdürüyor. Muhafazakarlar içindeki bir azınlık
görüşü (referandum sonucunu düzeltme ya da
mümkünse, tersine çevirme arzusu), İşçi Partisi’nin
çoğunluğunu, Liberal Demokratları, İskoçya Ulusal
Partisi’ni (SNP), Galler Partisi’ni (Plaid Cymru) ve
Yeşiller’i birleştirmektedir. Parlamentonun, Britanya’nın
AB’den resmi çıkışını başlatacak olan 50. Madde’yi
harekete geçirecek herhangi bir anlaşmayı oylayarak
reddetmesine temel oluşturmak ve/veya ikinci bir
referandumu ya da bir genel seçimi zorlamak için, yasal
işlemlerle desteklenen düzenli çabalar harcanıyor.
Ayrıca, AB yanlısı “ilerici” bir ittifakın ve hatta yeni bir
partinin kurulması tartışılıyor.
17. Britanya’nın dağılması tehdidi oluşturan anayasal bir
krizin yeniden alevlendirilmesi, bu durumu daha da
ağırlaştırmıştır. İskoçya’nın bağımsızlığı üzerine 2014
referandumunun yenilgisinden sadece iki yıl sonra, SNP
yönetimi, sert bir Brexit olması halinde ikinci bir
referandum düzenleyeceğini söylüyor ve AB’den çıkışı
engellemek ya da sınırlamak için, Galler’in ve Kuzey
İrlanda’nın yetkilendirilmiş yönetimlerindeki çeşitli
partiler ile bir ittifak peşinde koşuyor. Öte yandan,
İrlanda, mezhepsel çatışma tehdidi altında. Kuzey İrlanda
yüzde 56 oyla AB’de kalma oyu verdi. Demokratik Birlik
Partisi Brexit’i savunurken, buna karşı çıkan daha küçük
Ulster Birlikçi Partisi tüm-Britanya oylama sonucunu
savunacağını söylüyor. Ama Sinn Fein, Sosyal Demokrat
Parti, İşçi Partisi ve İttifak Partisi, AB’de kalmayı
savunuyor; bunun ekonomik etkisi ve kuzey ile güney
arasında yeniden katı bir sınırın kurulması olasılığına
ilişkin kaygıları dile getirmede İrlanda Cumhuriyeti
hükümeti ile birleşiyorlar. Bu, aynı zamanda, 1998
Hayırlı Cuma Anlaşması’nın altını oyacak ve geçtiğimiz
yüzyılda bir iç savaşın ve onlarca yıllık şiddetli
çatışmanın yaşandığı İrlanda’nın bölünmesi konusunu bir
kez daha gündeme getirecektir.
18. Bu “ilerici ittifak”ın gerçek ölçüsü, Britanya’daki
şirketlerin ve bankaların Tek Avrupa Pazarı’na erişimi
sağlandığı sürece, işçi sınıfı içinde bölünmeleri teşvik
etmesidir. Onların Brexit yanlısı seçmenleri “ayak takımı”
olarak suçlamaları ve referandumu tersine çevirme
yönündeki girişimlerin anti-demokratik karakteri, işçi
kesimlerini UKIP’in ve diğer sağcı unsurların kollarına
itme tehlikesi oluşturmaktadır. Dahası, bu burjuva hizbin
siyasi başarısı, milliyetçi gericiliğin ve militarizmin işçi
sınıfı için doğurduğu tehlikeleri azaltma konusunda
hiçbir şey yapmayacaktır. Avrupa birliğinin sözde “altın
çağı”na geri dönüş mümkün değildir.
19. Bloktan çıkışın Tek Pazar’a erişimi kaybetme
anlamına geleceği uyarısında bulunan büyük güçler,
diğer ülkelerde AB karşıtı düşüncelerin yükselmesini
önleme çabası içinde, Britanya’yı ayrılma oyu için
cezalandırma tehdidinde bulundular. Buna, büyük
Avrupalı güçlerin bir Avrupa Ordusu kurma ve kendi iç
güvenlik
güçlerini
kuvvetlendirme
planlarını
hızlandırmaları eşlik ediyor. Almanya, Fransa ve İtalya
tarafından hazırlanan politika raporlarına göre, önerilen
ordunun, tüm dünyada, “gerektiğinde özerk hareket
edebilmesi” gerekiyor.
20. Ancak mesele, bu tür bir güce kimin komuta
edeceğidir. Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter
Steinmeier, Almanya’nın, “küresel politikalar konusunda
kenardan yorum yapamayacak kadar büyük” olduğunu
ilan etmiş durumda. Ancak Berlin’in kıta üzerinde
egemenliğini iddia etme çabaları, yalnızca, AB’nin
Kuzey, Güney ve Doğu biçiminde rakip güç bloklarına
parçalanmasını derinleştirecektir. Almanya, bir Benelüks,
Kuzey ve Baltık ülkeleri ittifakının doğal merkezi olarak
görülüyor. Fransa, Alman egemenliğine bir karşı ağırlık
olarak, İtalya’yı, İspanya’yı, Portekiz’i, Yunanistan’ı,
Kıbrıs’ı ve Malta’yı kapsayan bir güney bloğunun
önderliğine oynuyor. Bu arada, Macaristan ve Polonya
çevresinde bir doğu bloğu gelişiyor.
21. Britanya’daki burjuvaziyi Avrupa’daki burjuvazilerle
birleştiren şey, göçmenleri acımasızca bastırma,
Müslüman karşıtı duyguları kışkırtma, içeride polis
devleti önlemlerini arttırma ve dışarıda emperyalist savaş
konusunda hemfikir olmalarıdır. Batının saldırganlığının,
evlerinden kaçmaya ve Avrupa’ya sıkça ölümcül bir
yolculuğa girişmeye zorlanmış olan kurbanlarının
barınmasından kimin sorumlu olduğuna ilişkin
tiksindirici savlar, İslam’ı, Hristiyanlığın duaları veya
Aydınlanma’nın laik idealleri üzerine kurulu Avrupa
uygarlığına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak sunmaya
yönelik bir gerekçedir. Batı Avrupa’da aşırı sağ Avusturya
Özgürlük Partisi henüz cumhurbaşkanlığını alamamış
olsa da, aşırı sağ partiler Macaristan ve Polonya gibi Doğu
Avrupa ülkelerinde hükümet kurmuş durumda. Almanya
İçin Alternatif partisi önümüzdeki yıl yapılacak Almanya
seçimleri için İslam karşıtı bir bildirge benimsedi;
Fransa’da ise, Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin Mayıs
ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turuna
kalması neredeyse kesin. Avrupa’nın resmi partilerine
gelince (ister ismen muhafazakar isterse sosyal demokrat
olsun), onlar, aşırı sağın büyümesinden, kendi
politikalarını da aynı yöne kaydırmak için yararlanıyorlar.
Britanya’nın
canlanması
emperyalist
militarizminin
yeniden
22. Zorlu toplumsal, siyasi ve ekonomik sorunları
zaptetmeye çalışırken hiçbir ilerici çözüme sahip
olmayan Britanya’nın egemen seçkinleri, bir savaş
yolunda ilerliyorlar. Burjuvazi, çıkarlarını, geçmişte
olduğundan bile daha çok, uluslararası gerilimleri
manipüle ederek ve rakip güçleri birbirine düşürerek
korumayı umuyor. Bu tür bir dengeleme eylemi,
sürdürülebilir değildir. May hükümetinin İngiltere’deki
Hinkley Point nükleer reaktörünün yapımına Çin’in
katılımıyla devam etme kararı, Britanya’nın Pekin’in esin
kaynağı olduğu Asya Altyapı Yatırım Bankası’ndaki öncü
rolünden kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, Britanya
kapitalizminin gerilemesine karşı koymanın bir aracı
olarak Çin ve diğer yükselen güçler ile daha yakın
ekonomik ilişkiler, Britanya’nın ABD’ye olan tarihsel
bağımlılığı ile bağdaşmamaktadır.
23. Bu, özellikle, AB’den ayrılma oyunun Britanya’nın
Washington için kullanım değerinin; dolayısıyla
Britanya’nın dünya arenasında kendinden üstün bir güçle
aşık atma becerisinin altını şiddetli bir biçimde oyduğu
koşullar altında söz konusudur. Almanya’nın -
Britanya’nın ayrılmasının ardından-Avrupa egemenliğini
pekiştirmesi olasılığı, ABD dış politikasının etkili bir üyesi
ve ABD’nin 2003 Irak istilasının mimarı olan Robert D.
Kaplan’ı, Wall Street Journal’da şu uyarıda bulunmaya itti:
“Geri dönen jeopolitik kaos, kimi açılardan, 1930’lara
benzemektedir… Brexit, Britanya jeopolitikasının
yüzlerce yıl geriye uzanan, tek bir gücün Kıta’ya hakim
olmasını engelleme biçimindeki en önemli hedefinin
altını oymuştur. Ancak henüz Almanya bunu yapacak
güce sahip değil. Almanya, Rusya ile ayrı bir uzlaşmaya
varabilir ya da içe, popülist milliyetçiliğe dönelebilir.
Büyük Britanya, Amerika ile ittifakını canlandırmalıdır. İki
ulus, birlikte hareket ederek, hala, Rusya’nın kapılarına
kadar Avrupa anakarası üzerinde güç oluşturabilir.”
24. Dünyadaki en büyük beşinci nükleer güç ve NATO
bütçesine en fazla katkıda bulunan ikinci ülke konumunu
bir koz olarak kullanmaya çalışan Britanya, zaten, Rusya
ile gerilimleri yoğunlaştırmada başrol oynuyor ve bir
Avrupa Ordusu planları konusunda Almanya ve Fransa
ile açık çatışma içinde. Ancak onun nükleer kapasitesi
yalnızca ABD teknolojisi ve savaş başlıkları ile
çalıştırılabilir ve Britanya’da şimdiye kadar inşa edilmiş
en büyük uçak gemileri olan yeni Queen
Elizabeth ile Prince of Wales, ABD yapımı F-35 hayalet
uçakları ve Apache savaş helikopterleri için platform
olacaklar. Britanya’nın ABD ile ittifakı, onun, daha da
amansız şekilde dünyanın herhangi bir yerindeki askeri
çatışmalara çekileceği anlamına gelmektedir. Bu,
Avrupa’da, onu, Almanya ile bir çatışma olasılığını
yükseltecek ve iki dünya savaşına yol açmış olan fay
hatlarını yeniden açacak şekilde, ABD’nin Moskova’ya
karşı yığınağının cephe hattına yerleştirmektedir.
25. Militarizmdeki bu hızlı tırmanmanın sürekli artan
külfeti işçi sınıfına yüklenecektir. Hükümet, 2016’da, altı
yıl içinde ilk kez, askeri harcamaları 2020/21 için
öngörülen 39,7 milyar sterline arttırdı. Nihai maliyetinin,
Ulusal Sağlık Hizmeti’nin neredeyse iki yıllık
harcamasına denk olan 205 milyar sterline ulaşması
beklenen Trident nükleer programının yenilenmesi buna
dahil değil. Bu, yalnızca başlangıçtır. Savunma Bakanı
Michael Fallon’a yazdığı bir mektupta “ne Britanya
anavatanı ne de konuşlandırılmış bir kuvvet… düzenli bir
Rus hava saldırısından korunabilir durumda.” diye
yakınan Emekli General Sör Richard Barons, Britanya’nın
askeri becerilerinin kapsamlı biçimde arttırılması
çağrısında bulundu.
Sahte solun emperyalizm yanlısı politikası
26. Brexit referandumu, sahte sol grupların burjuva
eğilimler olduğunu doğrulamıştır. Referandumun
ardından, “Başka Bir Avrupa Mümkün”ün Kalma yanlısı
destekçileri,
parlamentonun
Brexit’in
koşullarını
belirleme konusundaki yetkisini yeniden ileri sürmesi
taleplerinin arkasında saf tutuyor ve Liberal
Demokratlarla ve diğerleri ile birlikte AB yanlısı
gösterilerde yer alıyorlar. Sosyalist Parti ise, kendi payına,
Jeremy Corbyn önderliğinde bir İşçi Partisi hükümetini
destekleme temelinde “sosyalist, enternasyonalist bir
Brexit”i sağlamak için bir kampanya çağrısı yapıyor.
Ancak sahte solun kapitalist egemenlik mekanizmaları ile
bütünleşmesinin en yozlaşmış ifadesi, onların militarizme
ve savaşa verdikleri destektir. Onların bu konularda
yazdıklarını empeyalist hükümetlerinin yazdıklarından
ayırt edecek hiçbir yan bulunmuyor. Sosyalist Direniş’in
üyesi Gilbert Achcar, Suriye’deki ABD-Rusya ateşkesine
yönelik son bir saldırıda, sahte sol grupların geniş bir
kesimi adına konuştu. Achcar, Batı yanlısı muhalif
grupların uçaksavar füzeleri ve diğer silahlar ile
donatılması çağrısı yaptı.
27. Savaşı Durdurun Koalisyonu (STWC), sahte solun
militarist politikasına bir alternatifi temsil etmemektedir.
Karşı Ateş (Counterfire - SWP’den kopan bir grup) ile
Britanya Komünist Partisi’nin (CPB) bir ittifakı olan
STWC, savaşa karşı mücadelenin, sınıf mücadelesinin
dışında ve ondan bağımsız yürütülebileceği ölümcül
yanılsamasını teşvik etmektedir. STWC, bu temelde,
küçük-burjuva pasifist çağrıları, emperyalizm karşıtı
değil, Amerikan karşıtı bir perspektifle birleştiriyor. Onun
örgütleyicisi Lindsey German, “Biz, bir hareket olarak,
yıllardır, hedeflerimizden birinin, Britanya’nın dış
politikasının her adımında ABD’yi izlemekten kopması
gerektiğini söylüyoruz.” diye ilan etmişti. STWC, 2003’te,
Irak işgaline karşı kitlesel protestoları, Washington’a karşı
çıkmak için Birleşmiş Milletler’e, Fransa’ya ve
Almanya’ya yapılan çağrılara tabi kılmıştı. CPB, bugün,
açıkça Esad yanlısı olmakla ve Rusya’yı, hem ABD
emperyalizmine ve IŞİD merkezli terörizme karşı bir siper
olarak resmetmekle sivriliyor.
28. SEP, sahte sol grupların Rusya’yı ve Çin’i emperyalist
devletler olarak adlandırmasını reddeder. Tüm tarihsel
bağlamından koparılmış bu yanlış tanımlama, onların, bu
bölgeleri doğrudan kendi kontrollerine tabi kılmayı
amaçlayan
ABD
ve
Avrupa
saldırganlığını
meşrulaştırmaya çalışmalarında son derece önemli bir
araçtır. Ancak, bizim bu adlandırmayı reddedişimiz,
Moskova’daki ve Pekin’deki sağcı kapitalist yönetimlere
asla destek ifade etmez. Her iki ülkede de kapitalizmin
geri getirilmesi, Stalinist bürokrasi eliyle gerçekleştirildi.
Bu, dünya sosyalist devrimi perspektifinin reddi ve
Lenin’in Bolşevik Parti’sinin, esas olarak Troçki’yi ve Sol
Muhalefet’i hedef alan bir dizi kanlı temizlikte imha
edilmesi ile başlayan bir toplumsal ve ekonomik karşıdevrimin nihai ürünüydü.
29. Asalak bir oligarklar tabakasının çıkarlarını temsil
eden Rusya ve Çin burjuvazileri, emperyalizmden
herhangi bir gerçek bağımsızlığa sahip değildir ve ABD
ile Avrupa’nın entrikalarına yönelik ilkeli muhalefetten
tümüyle acizdir. Her ikisinin de diplomatik manevraları
ve askeri müdahaleleri, işçi sınıfının vahşi sömürüsünü
sürdürme becerilerini koruyacak şekilde (ki bu, bu
toplumların belirleyici özelliğidir), emperyalizmle bir
uzlaşma sağlamayı hedeflemektedir. Vladimir Putin’in, Xi
Jinping’in, onların silahlı kuvvetlerinin ve nükleer
cephaneliklerinin hayranları, yalnızca, işçi sınıfının
kafasını karıştırmakta, onun bağımsız seferberliğine engel
olmakta ve yıkıcı bir savaşın yolunu hazırlamaktadır.
30. Sahte solun sağa doğru yalpalaması, hatalı
düşüncelerin veya şu ya da bu bireyin çürümüş
politikasının ürünü değildir. Emperyalizm kampına
böylesine geniş bir siyasi kaymanın derin toplumsal
kökleri bulunmaktadır. 1999’da, Dünya Sosyalist Web
Sitesi’nin uluslararası yayın kurulu başkanı David North,
şöyle yazmıştı:
“Hisse senedi piyasalarının uzun süreli büyümesinin
nesnel işleyişi ve toplumsal sonuçları, emperyalizmin, üst
orta sınıfın kimi kesimlerinden yeni ve adanmış bir taban
toplamasını mümkün kıldı. ABD'de ve Avrupa'da hüküm
süren, (medya tarafından teşvik edilmiş ve büyük ölçüde
köle ruhlu ve yozlaşmış bir akademisyenler topluluğu
tarafından uyum sağlanmış) gerici, konformist ve sinik
entelektüel ortam, nüfusun, yeni elde edilmiş
zenginliklerinin ekonomik ve siyasi temellerine ilişkin
eleştirel bir araştırmayı teşvik etmede hiçbir çıkarı
olmayan son derece ayrıcalıklı bir tabakasının toplumsal
bakış açısını yansıtmaktadır.” [A Quarter Century of War:
The US Drive for Global Hegemony 1990-2016 (Savaşla
Geçen Çeyrek Yüzyıl: ABD’nin Küresel Egemenlik
Dürtüsü 1990-2016)]
31. 2007/08 mali krizi, dışarıda askeri saldırganlığa ve
içeride kemer sıkmaya tabi şekilde, bankaları ve süper
zenginleri
kurtarmak
için
toplumsal
servetin
yağmalanması, yalnızca, sahte solun emperyalizme
bağlılığını sağlamlaştırmaya hizmet etmiştir. Bu gruplar,
en tepedeki yüzde 10’luk servetten daha büyük bir pay
kapmak ve şirket seçkinleri, sendika aygıtı ve devlet
içinde daha fazla etki ve güç isteyen orta sınıfın ayrıcalıklı
kesimleri adına konuşmaktadır.
Militarizme ve savaşa yönelik muhalefetin devrimci
merkezi olarak DEUK
32. Sosyalist Eşitlik Partisi, orta sınıf, sahte sol politikanın
tüm biçimlerine karşı, kendisini, işçi sınıfının merkezi ve
önder rolü perspektifine dayandırmaktadır. İşçi sınıfı,
emperyalist güçlerin kapitalist düzeni savaş yoluyla
kurtarma çabalarına karşı koymak için kendi stratejisini
benimsemek zorundadır. O, emperyalist ulus-devlet
jeopolitikasının değil, uluslararası ölçekte güçlerini
toplumsal devrim için birleştirme ve harekete geçirme
temelindeki
kendi
stratejisine
dayanan
sınıf
mücadelesinin haritasını izlemelidir.
33. Bu tür bir mücadelenin nesnel koşulları hızla ortaya
çıkıyor. Burjuvaziyi vahşi kemer sıkma uygulamaya,
otoriter yönetim biçimlerine yönelmeye ve gezegeni ve
kaynaklarını askeri güç yoluyla yeniden paylaşmaya iten
küresel kriz, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin
patlamasının koşullarını da yaratıyor. Ancak bunun
kapitalist sınıfa ve onun devlet mekanizmasına karşı
bilinçli bir siyasi saldırı haline gelmesi, emperyalist
savaşa yönelik muhalefetin devrimci, küresel merkezi
olarak
Dördüncü
Enternasyonal’in
Uluslararası
Komitesi’ni (DEUK) inşa etmeyi gerektirmektedir.
34. DEUK, dört asli ilke temelinde, savaşa karşı kitlesel
bir hareketin inşasının sorumluluğunu üstlenmektedir:
* Savaşa karşı mücadele, nüfusun bütün ilerici unsurlarını
kendi arkasında birleştiren, toplumdaki büyük devrimci
güç işçi sınıfı üzerinde yükselmelidir.
* Mali sermayenin diktatörlüğüne ve militarizm ile
savaşın temel nedeni olan ekonomik sisteme son verme
uğruna mücadele etmeksizin savaşa karşı ciddi bir
mücadele söz konusu olamayacağı için, yeni savaş karşıtı
hareket, kapitalizm karşıtı ve sosyalist olmak zorundadır.
* Dolayısıyla, yeni savaş karşıtı hareket, zorunlu olarak,
kapitalist sınıfın bütün siyasi partilerinden ve
örgütlerinden bütünüyle ve tartışmasız biçimde bağımsız
ve onlara düşman olmalıdır.
* Yeni savaş karşıtı hareket, her şeyden önce uluslararası
olmalı, işçi sınıfının muazzam gücünü emperyalizme
karşı birleşik küresel bir mücadelede harekete
geçirmelidir. Burjuvazinin sürekli savaşına, işçi sınıfı
tarafından, stratejik hedefi ulus-devlet sisteminin ortadan
kaldırılması ve bir dünya sosyalist federasyonunun
kurulması olan sürekli devrim perspektifi ile yanıt
verilmesi gerekmektedir. Bu, küresel kaynakların akılcı ve
planlı geliştirilmesini ve bu temelde yoksulluğun ortadan
kaldırılmasını ve insanlık kültürünün yeni doruklara
yükseltilmesini mümkün kılacaktır.
35. Savaşa karşı kıta çapında bir mücadeleyi ileriye
taşımak için, SEP’in stratejik yönelimi, bir Avrupa Birleşik
Sosyalist Devletleri’nin parçası olarak işçi hükümetleri
uğruna mücadele olmalıdır. 1917’de, Birinci Dünya
Savaşı’nın doruğunda ve Ekim Devrimi’nden sadece aylar
önce bu talebin önemini açıklayan Troçki, şunları
yazmıştı:
“Avrupa Birleşik Devletleri, içine girmiş olduğumuz
devrimci çağın sloganıdır. Savaş operasyonları sonradan
ne hal alırsa alsın, mevcut savaştan çıkarılacak diplomasi
bilançosu ve devrimci hareketin yakın gelecekteki
ilerleme temposu ne olursa olsun, Avrupa Birleşik
Devletleri sloganı, her durumda, Avrupa proletaryasının
iktidar uğruna mücadelesinin siyasi formülü olarak
muazzam bir anlam taşıyacaktır. Bu programda, üretici
güçlerin gelişmesi için bir çerçeve olarak, sınıf
mücadelesinin ve dolayısıyla da, bir devlet biçimi olarak
proletarya diktatörlüğünün bir temeli olarak, ulus devletin
ömrünü doldurmuş olduğu gerçeği ifade edilmektedir.
Bizim ‘ulusal savunma’yı, proletarya için zamanını
doldurmuş bir siyasi program olarak reddetmemiz,
yalnızca çağdışı ulusal anayurdun muhafazakar
savunusuna karşı ilerici görevi, yani devrimin, Avrupa
cumhuriyetinin daha yüksek ‘anayurdu’nun yaratılması
ilerici görevini koymamız durumunda bütünüyle negatif
bir ideolojik-siyasi öz savunma eylemi olmaktan çıkar ve
proletaryanın tüm dünyayı devrimcileştirmesini ve
yeniden örgütlemesini sağlayacak tam devrimci içeriğini
edinir.” [Lev Troçki, The Programme of Peace [Barış
Programı], 1917, Fourth International, Eylül 1944, syf.
279-86]
36. SEP, milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının tüm
biçimlerine karşı işçi sınıfı içinde kararlılıkla mücadele
edecektir. Partimiz, kapitalizmin yıkılmasının ve gerçek
barışın sağlanmasının gerekli önkoşulu olan uluslararası
dayanışma bağlarını geliştirmeye yönelik siyasi ve
örgütsel mücadele yoluyla, patlayacak olan sınıf
mücadelelerini genişletmek ve güçlendirmek için
çalışacaktır. Bu çalışmanın merkezinde, her şeyden önce
Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin etkisini ve okur kitlesini
geliştirme yoluyla Avrupa’nın her yerinde DEUK’un
şubelerini inşa etmek için Almanya’daki ve Fransa’daki
yoldaşlarımızla işbirliğinin derinleştirilmesi yer alacaktır.
Bu yüzden, 15 Temmuz darbe girişimi de dahil,
Türkiye’de yaşananlar, bu ülkeye özgü değildir.
14 Kasım 2016
Tüm dünyadaki hükümetler, temsil ettikleri kapitalist
sınıfların bu krizden en az zararla ve -mümkünserakipleri aleyhine kazançla çıkması için, onları korumaya
yönelik gerici ulusalcı önlemler eşliğinde bir savaş ve
diktatörlük yönelimini benimsemiş durumda. Artık, sözde
bile olsa “barışçıl” ve “demokratik” bir kapitalizm
mümkün değil.
Savaş ve diktatörlük
yönelimine karşı IYSSE’yi
(Türkiye) inşa edelim!
Toplumsal Eşitlik Yayın Kurulu / 27.11.2016
Hükümetin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından
uygulamaya koyduğu olağanüstü hal (OHAL) üzerinden
çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile eğitim
kurumlarına yönelik anti-demokratik müdahaleler,
egemen sınıfın yıllardır ivme kazanarak ilerleyen savaş ve
diktatörlük
yöneliminin
tamamlayıcı
parçalarını
oluşturmaktadır.
Ardı ardına çıkarılan KHK’ler ile üniversitelerden ve
liselerden, önemli bir kısmı muhalif binlerce eğitimci
tasfiye dilmiş, zaten anti-demokratik bir karakter taşıyan
rektörlük seçimleri süreci tamamen ortadan kaldırılmış
durumda.
Bunun en son örneğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 15
Temmuz’dan
önce
Boğaziçi
Üniversitesi’ndeki
akademisyenlerin yüzde 86’sının oyunu alan seçilmiş
rektörün yerine, YÖK’ün önerdiği adaylardan birini
atamasında gördük.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bu atamaya yönelik
protestosu
ve
diğer
üniversitelerdeki
muhalif
akademisyenlerin tasfiyesine karşı eylemler ile liselilerin
öğretmen temizliğine karşı verdiği mücadeleler,
demokratik hakların savunusunda son derece önemlidir.
Bütün sınırlılıklarına karşın bu protestolar, savundukları
perspektiften bağımsız olarak, Erdoğan önderliğindeki
AKP hükümetinin tırmanan savaş ve diktatörlük
yönelimine karşı işçi sınıfı ve gençlik içerisinde yükselen
birikmiş öfkeyi ifade etmektedir.
Bununla birlikte, bu muhalefetin başarısı için, ona bilinçli
bir siyasi karakter kazandırmak gerekiyor. Bu, öncelikle,
egemen sınıfın söz konusu saldırısının arkasında yatan
maddi koşulların ve ona karşı çıktığını iddia eden
güçlerin gerçek karakterinin, tarihsel ve uluslararası bir
perspektifle çözümlenmesi demektir.
Türkiye’de AKP hükümetinin yıllardır sürdürdüğü
toplumsal karşı-devrim, savaş ve diktatörlük programının
altında yatan maddi zemin, kapitalizmin küresel krizidir.
ABD’de faşizan demagog ve milyarder Donald Trump’ın
seçmenlerin çoğunluğunun oyuna sahip olmadan ve
toplam seçmenlerin (seçime katılmayanlar dahil) sadece
yüzde 25’inin oyuyla başkan seçilmesi, içinden geçmekte
olduğumuz sürecin en açık simgelerinden birini
oluşturmaktadır. Benzer şekilde, Avrupa’daki birçok
ülkede de aşırı sağ yükseliyor ve geleneksel burjuva
partileri hızla daha fazla sağa kayıyor. Obama yönetimi
altında hem Rusya’ya ve Çin’e hem de ABD’nin
emperyalist rakiplerine karşı yeni bir dünya savaşına
doğru ilerleyen Amerikan egemen sınıfı, dünyayı felakete
götürmekte başı çekerken, Almanya, Fransa, Britanya ve
Japonya gibi güçler de saldırgan bir dış politikayla kendi
emperyalist çıkarlarının peşinde koşuyorlar.
Suriye’de ve Irak’ta “IŞİD’le mücadele” adına sürdürülen
ve Türkiye egemenlerinin de kendi gerici yayılmacı
emelleri doğrultusunda yer aldığı emperyalist vekil savaşı
başta olmak üzere, ABD’nin Güney Çin Denizi’nde Çin’e
ve Doğu Avrupa’da Rusya’ya karşı izlediği saldırgan
politika, nükleer silahlı güçler arasında her an doğrudan
bir askeri çatışmanın patlak vermesi tehlikesini güncel bir
gerçeklik haline getirmiş durumda.
Dünya ticaretinin hızla daraldığı, hükümetlerin kendi
burjuvazilerini korumak adına ekonomik ulusalcılığa
yöneldiği ve böylece kapitalist krizi daha da
derinleştirerek ticaret savaşlarının doğrudan askeri
çatışmalara dönüşmesine zemin hazırladığı mevcut
koşullarda, otoriter yönetimlerin inşasına ve savaşa karşı
mücadele, kapitalizme karşı sosyalizm uğruna
mücadelenin bir parçası olmak zorundadır. Bu mücadele,
uluslararası ölçekte ve işçi sınıfı merkezli olmalıdır.
Bu sınıfsal ve sosyalist perspektife düşman olan sahte sol,
Türkiye’de yaşananları, belirleyici tarihsel ve uluslararası
dinamiklerden bağımsız bir şekilde, Erdoğan’ın ve AKP
iktidarının hırslarına, İslamcılığına, kadın düşmanlığına,
savaş
isteğine
vb.
indirgiyor;
hedefi
sadece
“AKP’ye/Erdoğan’a karşı mücadele” olarak belirliyor ve
böylece, toplumsal muhalefeti, “sol” bir maske taktıkları
iki burjuva partisine yedeklemeye çalışıyor.
Sahte solun bütün söyleminin tersine, CHP’nin ve
HDP’nin hiçbir ilerici yanı yoktur. CHP, AKP
hükümetinin işçi sınıfı düşmanı yasalarını, demokratik
hakları birer birer ortadan kaldırmasını, bir polis devleti
inşasını, dinci gericiliği hakim kılmaya çalışmasını ve
savaş yönelimini doğrudan ya da dolaylı olarak
desteklemiştir.
Bu
parti,
dokunulmazlıkların
kaldırılmasını destekleyerek HDP’li milletvekillerinin
tutuklanmasına zemin hazırlamış, ezici çoğunluğunu
sivillerin oluşturduğu binlerce Kürtün öldürülmesine, yüz
binlerce kişinin evini terk etmesine yol açan askeri
operasyonları ve Suriye-Irak tezkerelerini onaylamıştır.
CHP, aynı şekilde, işgalci Fırat Kalkanı harekatını
desteklemektedir.
Sahte solun büyük bir kısmının yedeklenmiş olduğu
HDP’nin diktatörlük ve savaş yönelimine olan katkısı
daha az değildir. Kürt burjuvazisinin çıkarlarını temsil
eden HDP, “barış ve çözüm süreci” adı verilen aldatmaca
üzerinden,
yıllarca,
Türkiye
burjuvazisinin
Ortadoğu’daki yayılmacı hedeflerini (“Misak-ı Milli”)
desteklemiş, AKP’ye ilişkin yıkıcı yanılsamaları
körüklemiştir. HDP, 7 Haziran seçimlerinden sonra
kurulan geçici hükümete bakanlar vermiş, 1 Kasım
seçimleri öncesinde AKP ile koalisyon kurabileceğini
açıklamış, Kürt illeri savaş alanına dönerken hiçbir
kitlesel muhalefet örgütlememiş; önce belediye
başkanlarının
ardından
da
parti
liderlerinin
tutuklanmasını bile sessizce izlemiştir. HDP, aynı AKP
gibi, ABD önderliğinde Irak’ta ve Suriye’de -şimdi“IŞİD’e karşı mücadele” adı altında sürdürülmekte olan
yağmacı emperyalist müdahaleyi destekleyen, NATO
Parlamenterler Meclisi Alt Komitesi’nde Başkan
Yardımcılığı düzeyinde temsil edilen, emperyalizmin
işbirlikçisi bir burjuva partisidir.
AKP hükümetinin dinci gericiliği toplumsal yaşamda,
özellikle de eğitimde hakim kılma yönelimi, yıllarca
“demokrasi ve özgürlük” yalanı adı altında, özellikle
HDP yörüngesindeki sahte solun önemli bir kesiminin
desteğiyle yaşama geçirilmiş olan sürecin bir devamıdır.
Bu süreç, eğitimde Sünni İslam’ı temel almaktan hukuk
alanında dine referanslarda bulunmaya ve en son
tecavüzü
ve
çocukların
tecavüzcüleri
ile
evlendirilmelerini
meşrulaştırmaya
çalışan
yasa
girişimine kadar, bütünüyle, gerici kimlik politikaları
(etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel, yaşam tarzı vb.) üzerine
kuruludur.
Dolayısıyla, kimlik politikaları üzerine kurulu diktatörlük
ve savaş yönelimine karşı mücadele, sahte solun
bayraktarlığını yaptığı “alternatif” kimlik politikaları
ekseninde değil; sınıfsal eksende ve uluslararası ölçekte
verilmek zorundadır.
AKP iktidarının bütün gerici girişimleri, aynı zamanda,
kapitalist sistemin tüm kurumlarıyla çürümüşlüğünü ve
çöküşünü yansıtmaktadır.
Egemen sınıf ve siyasi iktidar, patlaması kaçınılmaz
toplumsal muhalefeti şiddet yoluyla bastırmak için
otoriter bir polis devleti aygıtını inşa ederken, içerideki
toplumsal ve sınıfsal gerilimleri bir “dış düşman”a
yönlendirerek hedef saptırmak için Suriye’ye girmişti.
Hükümet, şimdi, sınıra yığdığı birliklerle, Irak’ı istilaya
hazırlanıyor.
Bu otoriter-militarist yönelimde, üniversiteler son derece
önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye’deki üniversitelerin
neredeyse tamamı, 12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen
36 yıl içinde yeni-Osmanlıcı bir dinci-milliyetçi
ideolojinin ve yayılmacı militarist düşüncelerin yuvası
haline getirilmiştir. Bu kurumlarda istihdam edilen
burjuva ideologları, yalnızca öğrencileri değil;
kendilerine ardına kadar açılmış olan medya aracılığıyla,
tüm emekçileri milliyetçi ve dinci ideolojilerle
zehirliyorlar.
Üniversiteler, bilimsel düşüncenin geliştirildiği kurumlar
olmaktan çıkmış; totaliter ve militarist ideolojilerin üretim
ve propaganda merkezleri haline gelmiştir. Bilincin ve
aklın yerini inancın ve dogmanın aldığı bu sürecin en
önemli ayağını, tüm tarihsel gerçeklerin tersyüz edildiği
yoğun bir tarih çarpıtması kampanyası oluşturmaktadır.
Hızla yükselen burjuva gericiliğine ve onun sahte solcu
destekleyicilerinin post-modernizm üzerine kurulu kimlik
politikalarına karşı, Aydınlanma felsefesinin hem
ilerici/devrimci yadsınmasını hem de doruk noktasını
ifade eden Marksist dünya görüşü temelinde mücadele
vermek, can alıcı bir önem taşımaktadır. Birkaç sözcükle
ifade edersek, Aydınlanma felsefesi, doğanın ve
toplumun herhangi bir kutsal güç tarafından yaratılmayıp
yüz milyonlarca yıllık evrimin ürünü olduğunu ve insan
iradesinden bağımsız yasalara tabi biçimde oluşup
işlediğini; bu yasaları keşfeden insan aklının doğaya ve
topluma egemen olacağını savunuyordu. Tarihsel
maddeci diyalektik yöntem üzerine kurulu bir dünya
görüşü olarak Marksizm, Aydınlanma felsefesini bütün
idealist tortulardan arındırarak onun toplumsal yaşama
uyarlanmasını mümkün kılan ekonomik yasaları bulmuş;
bu sayede, insan toplumunun hangi yönde ilerleyeceğini
belirleyecek toplumsal güç olarak uluslararası işçi sınıfına
işaret etmiştir.
Özetle, burjuvazinin bütün kesimlerinin yüz yılı aşkın
süre önce ihanet etmiş olduğu Aydınlanma felsefesinin en
basit anlamda savunusu ve yaşama geçirilmesi
mücadelesi bile, yalnızca sosyalist bir uluslararası işçi
sınıfı hareketi tarafından verilebilir.
14 yıldan bu yana AKP iktidarları eliyle uygulanan
toplumsal karşı-devrim, diktatörlük ve savaş politikalarına
karşı başarıyla mücadele edebilmek için, CHP ve HDP
gibi “sol” maskeli burjuva partilerden ve onların sahte sol
eklentilerinden kopmak gerekmektedir. Bütün bu
akımlar, savaşa ve onun kaçınılmaz bileşeni olan
diktatörlük yönelimine karşı toplumsal bir muhalefet
örgütlemek şöyle dursun, “insan hakları”, “demokrasi” ve
“ulusların kendi kaderini tayin hakkı” adına kapitalizmin
ve emperyalist savaşın savunuculuğunu üstlenmişlerdir.
Egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine karşı
demokratik haklar uğruna mücadelenin, kapitalizmin
bütün savunucularına karşı, işçi sınıfı eksenli, uluslararası
sosyalist bir mücadele olması gerektiğini savunan tek
akım,
Dördüncü
Enternasyonal’in
Uluslararası
Komitesi’dir (DEUK). DEUK, tüm dünyada, işçi sınıfı
içinde enternasyonalist sosyalizm programını yayma
uğruna mücadele etmekte ve gençliğin bu mücadelede
bulunması gereken yeri alması için elinden geleni
yapmaktadır.
DEUK, gerçek demokrasinin ve barışın sağlanmasının ve
bir üçüncü dünya savaşı felaketini engellemenin tek
yolunun, işçi sınıfının her bir ülkede sosyalist devrimler
yoluyla iktidarı alması olduğunu savunmakta ve
kapitalizmin “insanileştirilebileceği” yönündeki her türlü
düzen içi yanılsamayı reddetmektedir.
DEUK’un gençlik örgütü olan Toplumsal Eşitlik İçin
Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler (IYSSE) de, ABD’den
Almanya’ya ve Britanya’ya, Sri Lanka’dan Avustralya’ya,
birçok ülkede bu perspektif uğruna mücadele ediyor ve
gençliği, işçi sınıfının önderliği altında savaşa karşı
seferber etmeye çalışıyor.
Savaşa ve diktatörlüğe karşı gerçek bir mücadele
yürütmek isteyen tüm üniversite/lise öğrencilerini ve genç
işçileri, Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve
Öğrenciler’in Türkiye şubesinin inşasına katılmaya
çağırıyoruz.
Kaybedecek zaman yok!
Burjuva ve sahte sol partilerden kopun! Bulunduğunuz
okulda ve/veya fakültede bir IYSSE şubesi inşa etmek için
bizimle bağlantıya geçin!
Barbarlığa
sürüklenişe
mücadeleye katılın!
karşı
sosyalizm
uğruna
Trump bir savaş kabinesi
oluştururken Kremlin daha iyi
ilişkiler umuyor
Andrea Peters / 26.11.2016
Kremlin, onun yönetiminin Moskova ile Washington
arasındaki
gerginlikleri
azaltacağı
ve
“terörle
mücadele”de ortak eylem temelinde bir uzlaşma
sağlayacağı umuduyla Donald Trump’ın seçilmesini
memnuniyetle karşıladı. Aynı zamanda, Rusya’da, ABD
egemen çevreleri içinde zaten egemen olan Rusya karşıtı
çizgi ile ilişkili sağcı kişilikleri kapsamış olan Trump
hükümetinin “öngörülemez” karakteri olarak betimlenen
yaygın bir kabul söz konusu.
Kremlin’e göre, geçen hafta Rusya Devlet Başkanı
Vladimir Putin ile Trump arasında yapılan bir telefon
görüşmesinde, taraflar, “ikili ilişkilerin kesinlikle istenilen
düzeyde olmayan durumu”, “ilişkileri normalleştirme”
ihtiyacı ve “yapıcı işbirliği”nin önemi konularında
hemfikir olmuşlar.
Cuma günü, Peru’nun başkenti Lima’daki Asya Pasifik
Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesinde konuşan Rusya
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, iki taraf arasında “Ortak
bir siyasi anlayış var” dedi ve ekledi: “Donald Trump’ın
iktidarın dizginlerini resmen almasından sonra, amaç, bu
ruh halini pratik işlerin diline çevirmektir.”
İki ülke arasındaki ilişkilerin “hiç bundan daha kötü”
olmadığını söyleyen Lavrov, Başkan Barack Obama’nın
Trump’a yönelik, Washington’ın Rusya karşısındaki
mevcut politikasını sürdürme çağrısından uğradığı hayal
kırıklığını ifade etti.
Rusya Başbakanı Dmitri Medvedev, Trump’ın zaferinden
hemen sonra, hükümetinin “Amerikan halkının bağımsız
tercihine” saygısını ilan etmişti. Aynı gün, internet haber
ajansı Gazeta.ru, seçimi, Rusya’yı “ABD’deki durumu
istikrarsızlaştırmak” ile suçlayan ana akım ABD basını
tarafından ortaya atılan “Kremlin karşıtı malzeme”ye
indirilmiş bir darbe olarak tanımlıyordu. Gazete,
Rusya’daki sosyal medya kaynaklarının, “Çarşamba günü
(9 Kasım), Ruslar farklı bir ülkede uyandılar” açıklaması
yaptıklarını bildirdi.
Kamuoyu araştırma kuruluşu VTsIOM’a göre, Rus
halkının yüzde 46’sı, Trump’ın zaferinin bir sonucu
olarak, ABD ile ilişkilerde bir iyileşme olacağını umuyor.
Yarı-faşist Cumhuriyetçi aday, Rusya’da, medya
tarafından şimdiki Obama ve gelecekteki bir Clinton
yönetiminin müdahaleci politikalarına düşman, Kremlin
tarafından benimsenen sağcı toplumsal ideolojiye
sempatik, Rusya’ya dostça yaklaşan bir kişilik olarak
tanıtıldı.
Rus hükümeti, Trump’ın iktidara gelmesinin, ABD’nin
Suriye’deki politikasında, Moskova’nın tek Arap müttefiki
olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmeyi
amaçlayan vekil savaşını muhtemelen durduracak bir
değişikliğe yol açacağını umuyor. ABD tarafından,
emperyalist politikanın bir aracı olarak beslenmiş olan
İslamcı güçler, Rusya’nın Kafkasya bölgesinde ve onun
müttefiki Orta Asya devletlerinde de aktif durumdalar.
Rusya parlamentosunun üst organındaki Uluslararası
İlişkiler Komitesi’nin başındaki Konstantin Koşaçev,
geçtiğimiz günlerde, İzvestiya gazetesine şunları söyledi:
“ABD’nin Suriye’deki stratejik çıkarları değişmek üzere.
Çünkü onların şimdiye kadarki önceliği terörizmi ezmek
değil, ülkedeki yönetimi devirmekti. Bu değişiklikler,
Donald Trump’ın seçim söylemi ile uyumludur. O,
ABD’nin diğer ülkelerin iç işlerine karışmaya son
vereceğini söyledi. Eğer bu gerçekten yaşama geçirilirse,
Rusya’yı ve ABD’yi, faaliyetlerini sıkı bir şekilde
uluslararası hukukun kurallarına dayandıracak aynı
koalisyonda olmaktan alıkoyabilecek herhangi bir sorun
görmüyorum.”
Kremlin, aynı zamanda, Trump’ın seçim kampanyası
sırasında eleştirdiği NATO’nun olası zayıflamasından
yararlanabileceğine inanıyor. Bu askeri ittifakın Rusya
sınırlarına kadar genişlemesi, Moskova tarafından,
yaşamsal bir tehdit olarak algılanıyor. Kremlin’in,
Pazartesi günü, Avrupa sınırları içindeki Rus toprağı
Kaliningrad’a S-400 karadan havaya füzeleri ile nükleer
kapasiteye sahip İskender füze sistemi yerleştireceğini
açıklaması, Moskova’nın NATO’ya askeri olarak karşı
koymaya hazır olduğu işaretini vermeye yöneliktir.
Kremlin, ABD seçim sonuçlarına ilişkin Avrupa
başkentlerindeki umutsuzlukta ve Washington ile Avrupa
arasında ortaya çıkan çatlakta yeni siyasi fırsatlar görüyor.
Rus egemen seçkinleri, savaş tehditlerine karşın, servetini
korumak için bütünüyle küresel ekonomiye bağımlı,
güçsüz ve rüşvetçi bir toplumsal sınıftır. Emperyalist
güçlerle uzlaşma peşinde koşup onların çatışan çıkarları
arasında dolanarak kendi konumunu sağlama almaya
çalışmaktadır.
Rus seçkinleri, ayrıca, yeni Trump yönetiminin, açıkça
şovenist ve anti-demokratik bakış açısıyla, Rusya’nın
eşcinsellere, göçmenlere, ulusal azınlıklara ve nüfusun
başka kesimlerine yönelik tutumuyla ilgili olarak
Moskova’ya insan hakları konusunda baskı yapmaya son
vereceğini ummaktadır. Obama yönetimi, Rusya karşıtı
kampanyasında, bu konuları, sinik ve ikiyüzlü bir şekilde,
kendi emperyalist politikasını ezilenlerin iyiliğini ve
esenliğini sağlama isteğinin ürünü gibi göstermek için
kullanmıştır.
Bununla birlikte, Rusya ile ABD arasındaki anlaşmazlık,
basitçe, Amerikan egemen sınıfının belirli kesimlerinin
heveslerinin ürünü değildir. Bu durum, ABD
kapitalizminin kendi küresel hegemonyasını fetih yoluyla
yeniden kurmaya yönelik her şeyi göze almış çabalarının
bir ifadesidir. Bu çılgın proje, nesnel olarak, Rusya’nın
Avrasya’nın büyük bölümü üzerindeki egemenliğini,
kendi pazarları, kaynakları ve ticaret yollarını denetleme
becerisi üzerinde kabul edilemez bir sınırlama olarak
gören ABD’yi, onunla bir çarpışma rotasına
yerleştirmektedir.
bu kadar güçlü kılan şey, bizim, Obama yönetimi altında
ordumuzu kullanma tehdidinde bile bulunmamış
olmamızdır.” demişti.
Trump’ın CIA müdürü adayı Mike Pompeo da Rusya
karşıtı bir şahin olarak değerlendiriliyor. Pompeo,
Rusya’nın Suriye’de IŞİD’i yenilgiye uğratmak istediği
düşüncesinin “temelden yanlış bir anlatı” olduğunu ilan
etmiş ve Moskova’nın kendisini Ortadoğu’ya yeniden
dayatmayı amaçladığını vurgulamıştı. O, aynı Romney
gibi, Başkan Obama’nın Rusya konusunda fazlasıyla
yumuşak olduğunu düşünüyor. Düşünceleri, onu, ABD
ordu ve istihbarat çevresi ile fazlasıyla uyumlu
kılmaktadır.
Cumhuriyetçi Parti’nin güçlü kesimleri, aynı Demokratlar
gibi, Moskova’ya düşmandır. Senato Silahlı Kuvvetler
Komitesi’nin başkanı Senatör John McCain, geçtiğimiz
hafta, Rusya ile ilişkileri iyileştirme yönünde herhangi bir
çaba sergilememesi konusunda Trump’ı uyardı. McCain,
“Bu tür açıklamalara, en fazlasından, ülkesini despotluğa
sürüklemiş, siyasi karşıtlarını öldürmüş, komşularını istila
etmiş, Amerika’nın müttefiklerini tehdit etmiş ve
Amerikan seçimlerini baltalamaya kalkışmış bir eski KGB
ajanı tarafından yapılmış herhangi bir başka açıklama
kadar güvenmeliyiz.” dedi.
Kremlin’in Trump’ın seçilmesine yönelik olumlu
tepkisine karşın, Rusya’daki siyasi kişilikler ve medya
yorumcuları, iki ülke arasındaki gelecekteki ilişkileri
öngörülemez ve anlaşmazlık dolu olarak betimliyorlar.
Başbakan Medvedev, Trump’ın seçim zaferine ilişkin
değerlendirmesinde, birçok şeyin, seçilmiş başkanın
“seçim kampanyası sırasında söz ettiği öncelikleri
koruyabilme” düzeyine bağlı olduğunu söylediğinde
temkinli bir ses veriyordu.
Rusya Savaş Uzmanları Topluluğu’nun başkanı
Tümgeneral Aleksandr Vladimirov, en fazlasından
umulabilecek şeyin nükleer silahların kontrolüne geri
dönüş ve “bir silahlı çatışmanın eşiğinden geri çekilme”
olacağını vurguladı.
23 Kasım 2016
Yeni Trump yönetiminin Rus yönetimine bir cankurtaran
halatı sağlayacağına yönelik her türlü inanç kuruntudan
ibarettir. Seçilmiş başkan, şimdiden, üst düzey hükümet
görevlerine düşmanca Rus karşıtı düşünceleriyle tanınan
kişileri getirmiş durumda ya da bunu yapmayı düşünüyor.
Trump’ın dışişleri bakanlığı görevini alma konusunda
hafta sonu boyunca görüştüğü Mitt Romney, Rusya’ya
karşı yeterince sert olmadığı için Obama yönetimine
saldırdı. O, 2012’de Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı
iken, Rusya’yı, “hiç kuşkusuz bir numaralı jeopolitik
düşmanımız” diye betimlemişti.
ABD destekli “asiler” Halep’te
bozgunla karşı karşıya
Bu görev için çekişen New York City’nin eski belediye
başkanı Rudy Giuliani, kısa süre önce, “Rusya, askeri bir
rakip olduğunu düşünüyor. Gerçekte öyle değil. Rusya’yı
Lübnanlı Hizbullah hareketinden ve Iraklı Şii milislerden
güçlerle desteklenen hükümet birlikleri, Suriye’deki rejim
Bill Van Auken / 29.11.2016
değişikliği savaşının altı yıl önce başlamasından bu yana
ABD destekli güçler için en kötü yenilgi olarak
betimlenen gelişmede, sözde “asiler”in son kentsel kalesi
olan doğu Halep’in yüzde 40’tan fazlasını geri aldı.
Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Rusya ile birlikte başlıca
destekçisi olan İran’dan gelen bir habere göre, Suriye
ordu birlikleri, doğu Halep’i oluşturan toplam 45
kilometrekarenin 20 kilometrekaresini ele geçirmiş
durumda.
Hükümetin ilerleyişi, ABD destekli milislerin bozgununu
akla getirecek şekilde, son derece hızlı oldu. Kara
saldırısı, hem Suriye hem Rusya savaş uçaklarının
bombardımanı bir aylığına durdurmalarının ardından
başlayan iki haftalık yoğun Suriye hava saldırılarının
ardından geliyor.
Suriye hükümet medyası, ordunun Sakhour bölgesini ele
geçirdiğini ve bölgeyi mayınlardan temizlediğini bildirdi.
Kentin hükümetin kontrolündeki bu bölümü, “asiler”in
elinde olan bölgeyi etkin bir şekilde ikiye bölecek.
Hükümet güçlerinin ilerleyişi, binlerce sivilin, güvenlik
için, İslamcı milislerin denetimindeki alanlardan hem
hükümet denetimindeki batı Halep’e hem de YPG’nin
elindeki Şeyh Maksut ilçesine kaçmasına yol açtı.
Doğu Halep’e karşı saldırıya, Suriye’deki ABD
müdahalesini daha da karmaşıklaştıracak şekilde, YPG de
katıldı. Washington, Esad hükümetiyle savaşan İslamcı
milisleri desteklerken, aynı zamanda Suriye’de IŞİD’e
karşı sürdürülen ABD askeri harekatında YPG’yi başlıca
vekil gücü olarak kullanmaya çalışıyor.
Washington’ın bölgedeki NATO müttefiki Türkiye de,
Suriye’ye asker göndermiş durumda. Bu, görünüşte IŞİD
ile savaşmak içindi, ama asıl olarak Suriyeli Kürtlerin
Türkiye sınırı yakınındaki bölge üzerinde denetimi
sağlamlaştırmasını önlemeye yöneldi. Sonuç itibariyle,
Washington, birden çok cephede birbirine karşı savaşan
güçleri destekliyor.
Doğu Halep’ten kaçan siviller, hem Rusya-Suriye
hükümeti bombardıman harekatının dehşetlerine hem de
doğudaki mahalleleri kontrol eden İslamcıların
uyguladığı baskıya ve teröre ilişkin başlarından geçenleri
anlattılar. ABD destekli milislerin daha önce bölgeyi terk
etmeye çalışan sivilleri vurduğuna ilişkin yaygın haberler
söz konusu.
Halep, savaşın başladığı 2011’den önce, Suriye’nin ikinci
büyük kenti ve ticari başkenti idi.
Kentin “asi” kontrolündeki doğusunda 200.000’den az
insan yaşamasına karşılık 1,5 milyon dolayında insanın
yaşadığı batı Halep, Suriye hükümetinin denetimi altında
bulunuyor. Bölge, ABD destekli asilerden gelen ve sivil
halkı hedef alan ayrım gözetmeyen havan toplu
saldırısına uğramış durumda.
Pazartesi günü, hem Rus medyası hem de Washington
Post, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, Halep’te bir
ateşkese arabuculuk yapmayı hedefleyen yeni bir
kampanya başlattığını bildirdi. İnsani söylemlerle ifade
ediliyor olsa da, bu çabaların temel amacı, ABD destekli
milislerin tamamen çökmesini ve Esad hükümetinin
Suriye’nin tüm büyük nüfuslu merkezleri üzerindeki
kontrolünü sağlamlaştırmasını engellemektir.
Medya ve Obama yönetimi yetkilileri, Suriye hükümetini
ve müttefiki Rusya’yı, doğu Halep kuşatması nedeniyle
sert biçimde kınadı. Ancak günümüzdeki durum, sözde
asilerin eli kulağında bir insani felaketle karşı karşıya olan
batı Halep’i kuşatma altına aldığı bir yıl önce hüküm
süren durumun tersidir. O sıralarda, Washington
tarafından ifade edilen herhangi bir insani kaygı söz
konusu değildi.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü John Kirby, Pazartesi
günü, Kerry’nin, Halep düşmeden ve mevcut ABD
politikasıyla anlaşmazlıklar ifade eden Donald Trump
göreve başlamadan önce ABD destekli rejim değişikliği
operasyonunu kurtarmak için “hummalı ya da telaşlı, son
bir çaba” içinde olduğunu inkar etti.
Kirby, Moskova ile yeni bir anlaşmaya varma
girişimlerinde
süregiden
çekişmeli
konunun,
Washington’ın sözde “ılımlı asiler”i El Kaide’nin Suriye
kolu El Nusra Cephesi savaşçılarından ayırma sözünü
tutmaktaki başarısızlığı olduğunu kabul etti.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, “Bu, zor bir konu.” dedi ve
ekledi: “Biz, muhalefet gruplarının El Nusra ile iç içe
geçmesi hakkında aylardır görüşüyoruz.”
“Zorluk”, Washington ve müttefikleri tarafından
örgütlenmiş rejim değişikliği operasyonundaki tek kayda
değer silahlı muhalefet gücünün, her ikisi de “terörle
mücadele”nin on beş yılı boyunca ABD ve dünya
halklarının güvenliğine yönelik en büyük tehdit olarak
gösterilmiş olan El Kaide’nin yan ürünü El Nusra’dan ve
IŞİD’den oluşmasıdır.
29 Kasım 2016
ABD seçimlerinde oyları
yeniden sayma
kampanyasındaki siyasi
sorunlar
Joseph Kishore ve David North / 29.11.2016
ABD başkanlık seçimlerinden üç hafta sonra, Trump’ın
Clinton karşısındaki zaferini kesinleştirmeye katkıda
bulunmuş olan Wisconsin, Michigan ve Pennsylvania
eyaletlerindeki oyları yeniden saymaya yönelik girişimin
tetiklediği siyasi kriz tırmanıyor. Bu girişim, Hillary
Clinton’ın, toplam oylar içindeki üstünlüğünün -ki fark şu
anda 2,2 milyondan fazla- sürmekte olan artışıyla
çakışmaktadır. Bu, üstelik Delegeler Kurulu’nda
kazanmamış bir aday için, büyük bir farkla, tarihsel
olarak görülmemiş bir orandır.
Yeşiller Partisi’nin başkan adayı Jill Stein, yeniden sayım
kampanyasını, geçtiğimiz hafta, Michigan Üniversitesi
profesörü ve siber güvenlik uzmanı J. Alex Halderman’ın
yer aldığı bir röportajın ardından başlatmıştı. Seçim
sonuçlarına itiraz etmek niyetinde olmayan Clinton
kampanyasının ve Demokratik Parti’nin gözünde yeniden
sayım çabasını meşrulaştırmak için sağcı savlar kullanan
Halderman, başında olduğu bir ekibin, bu üç eyaletteki
elektronik oy verme makinelerinin Rusya tarafından
heklenmiş olabileceğine ilişkin güçlü kanıtlar bulduğunu
iddia ediyor. Bu, onun, Stein’ın Wisconsin’de bir yeniden
sayım başvurusunu destekleyen yeminli ifadesinde
tekrarladığı bir açıklama.
Clinton kampanyası, Cumartesi günü, Stein tarafından
başlatılmış olan sürece katılacağını açıkladı. Trump buna,
Pazar günü, yeniden sayımı kınamakla kalmayıp,
herhangi bir olgusal kanıt olmaksızın, Clinton’a verilen
“milyonlarca” yasadışı oyun düşürülmesi durumunda
toplam oyların da çoğunluğunu kazanmış olacağı
suçlamasında bulunarak yanıt verdi.
Oyların yeniden sayılması talebi, söz konusu
eyaletlerdeki oyların özellikle birbirine yakın olduğu
(Trump ile Clinton arasında, Wisconsin’de 22.000,
Michigan’da 10.000, Pennsylvania’da ise 68.000 fark var)
bir duruma yönelik meşru bir tepkidir.
Bununla birlikte, bu üç eyaletteki teknik süreçten çok
daha fazlası söz konusu. Oyların yeniden sayımı
kampanyası, egemen seçkinler içindeki siyasi çatlakları
ortaya çıkarmış, bir Trump yönetimine kusursuz geçişi
gerçekleştirmeye yönelik çabaları zorlaştırmış ve yaygın
hoşnutsuzluk havasını ve seçim gününden beri
gelişmekte olan krizi yoğunlaştırmıştır.
Obama yönetiminin yeniden sayıma tepkisi, onun temel
demokratik
ilkeler
karşısındaki
umursamazlığı
konusunda çok şey söylemektedir. Pazar günü New York
Times’a konuşan önemli bir Beyaz Saray yetkilisi,
“Amerikan halkının iradesini tam olarak yansıtan”
sonuçları kesinleştirmiş olan “seçim altyapısının tam
sağlamlığı”nda ısrar etti.
Açıkçası, bu doğru değildir. Trump’ın seçilmesi “halkın
iradesi”ni temsil etmemektedir. O, toplam kullanılan
oylar temel alındığında, önemli bir farkla kaybetmiştir.
Dahası, Trump, kendisini işçi sınıfının bir savunucusu
gibi gösteren demagojik yalanlar temelinde kampanya
sürdürmüştür.
Demokratlar, medya ile birlikte Trump’ı benimsemekte
acele ederken, onun toplam oylarda uğradığı yenilginin
önemini küçük gösteriyor ve örtüyorlar. Demokratik Parti,
Cumhuriyetçilerle ve Trump ile olan taktiksel
farklılıklarından çok, işçiler ve gençler arasındaki
muhalefeti canlandırmaktan kaygılı. İki parti, baş CIA
ajanı Obama’nın belirtmiş olduğu gibi, temel sınıf
politikaları konusunda “aynı takımdalar.”
Yeşiller Partisi, seçim sürecinin demokratik olmayan
karakterini mahkum etmek yerine, oyların yeniden
sayılması girişimini, Rus heklemesinin seçim sonuçlarını
etkilemiş olabileceği iddiasıyla gerekçelendiriyor.
Yeşiller, seçmenlerin demokratik bilincini arttırmaya
çalışmaktansa, kapitalist partilere özgü biçimde, egemen
sınıfın çıkarlarına uygun gerici savlara başvurmaktadır.
Yeşiller, gerçekte, bir yeniden sayımı, Trump’ın seçimleri
çalmasını önlemek için değil; Putin’in Amerikan
politikasına müdahale etmesini engellemek için
istediklerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
Yeşiller Partisi’nin girişiminde, açıkça belirtilmemiş,
Clinton’ın seçilmesinin ABD’yi Trump’ın seçilmesinin
ardından yaşanacak tüm mutsuzluklardan kurtaracağı
biçiminde açıkça söylenmemiş bir önerme söz konusu ve
Stein bununla çelişen hiçbir şey söylemiş değil. Bu,
Trump’ı, Amerikan demokrasisinin alışılmış çizgilerinden
bir tür dehşet verici ve rastlantısal sapma olarak gören
siyasi aldatmaya bir örnektir.
2016 başkanlık seçimleri sonucunun, nesnel olarak,
Amerikan toplumunun büyük bir krizinin ifadesi ve ürünü
olduğu Yeşiller’in aklına gelmiş gibi görünmüyor. Trump
toplam oylarda Clinton’dan geride kalmış olsa bile, onun
62 milyon oy alması, Demokratik Parti’nin ve Obama
yönetiminin temsil ettiği her şeyin çarpıcı bir mahkum
edilişidir. Nasıl bir toplumsal sıkıntı ve işsizlik düzeyi,
işçileri de kapsayan milyonlarca insanın bu gerici
şarlatana oy vermesine yol açabildi?
Trump’ın yükselişi, tarihsel düzeylerde toplumsal
eşitsizliğin ve temel demokratik hakların aşındırılmasının
eşlik ettiği 25 yıllık bitmek bilmez savaşların ve 15 yıllık
“terörle mücadele”nin ürünüdür. Bu, aynı zamanda,
Clinton’ın politikalarını sürdürme sözü verdiği Obama
yönetimine ilişkin bir hükümdür. Clinton’ın başkanlığı,
Trump’ın yükselişine nesnel itki sağlamış olan ekonomik,
siyasi ve toplumsal krizi aşmaya ne şekilde katkıda
bulunacaktı ki?
Yeşiller, Demokratik Parti’ye bir alternatif geliştirmek
şöyle dursun, kendilerini onun en kararlı savunucuları
olarak
konumlandırıyorlar.
Demokratik
Parti’nin
çevresinde faaliyet gösteren ve seçimlerde Yeşiller’i
destekleyen bir sürü örgüt tarafından desteklenen Stein,
toplumsal muhalefeti bastırmada ve boğmada egemen
sınıfın siyasi bir aracı olarak Yeşiller Partisi’nin rolünü
geliştirmeye çalışıyor.
özsermaye takası için 5 milyar avroluk bir borç söz
konusu olacak.
Kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında, işçi sınıfının
kendi perspektifini geliştirmesi ve egemen sınıfın ve onun
siyasi temsilcilerinin şu ya da bu hizbinin arkasında
toplanmaması gerekir.
Dünyanın en eski bankası olan Monte dei Paschi,
geçtiğimiz Temmuz ayında yapılan Avrupa Merkez
Bankası (AMB) gerilim testlerinde en kötü performansı
göstermiş olan tüm İtalyan bankacılık sisteminin
kötüleşen durumunun en öne çıkan ifadesidir.
Oyların yeniden sayılmasının sonucu ne olursa olsun,
2016 seçimleri, ABD içinde ve dışında sarsıcı bir siyasi
altüst oluşlar dönemini başlatmıştır. Wisconsin’deki,
Michigan’daki ve Pennsylvania’daki oyların tersine
dönmesi gibi oldukça uzak bir ihtimalin gerçekleşmesi
durumunda, böylesi bir sonucun Trump ve onun en
amansız destekleyicileri tarafından kabul edileceğine
ciddi olarak kim inanabilir?
Amerikan ve dünya kapitalizminin krizinden kolay bir
çıkış yok. İşçiler ve gençler açısından kritik mesele,
egemen sınıfın tüm siyasi aygıtından tam olarak kopmak
ve sosyalist, enternasyonalist ve devrimci bir program
temelinde bağımsız bir yanıt geliştirmektir. Okurlarımızı
ve destekleyicilerimizi, 2016 seçimlerinden ve Sosyalist
Eşitlik Partisi’nden gerekli siyasi sonuçları çıkarmaya
çağırıyoruz.
29 Kasım 2016
İtalya referandumunda “hayır”
oyu bankacılık krizini
tetikleyebilir
Nick Beams / 2.12.2016
Önümüzdeki Pazar günü İtalya’da yapılacak olan ve
Başbakan Matteo Renzi’nin Senato’nun boyutunu ve
gücünü azaltmayı amaçladığı referandumunun sonucu,
İtalyan bankacılık sisteminde, bir bütün olarak avro
bölgesine yayılması olası bir krizi tetikleme potansiyeline
sahip.
Renzi, referandumu, bir aşamada, başarıya ulaşmaması
durumunda istifa edeceği tehdidinde bile bulunarak
savunmuştu. O, şirket yanlısı neoliberal reformları
geçirmek için daha güçlü, daha otoriter bir hükümet
çıkarmaya çalışıyor. Bir “hayır” oyunun, sıkıntı içindeki
Monte dei Paschi di Siena bankasını kurtarmak için
Pazartesi günü yürürlüğe giren bir planı tartışmaya
açacak şekilde, doğrudan mali yansımaları olabilir.
Kurtarma planında, piyasaya hisse senetleri sürme
yoluyla yeni bir sermaye enjekte etme ile birlikte,
Kurtarma planı, Renzi’nin, 200 milyar avrosunun batık
olduğu düşünülen 360 milyar avro değerindeki kötü
kredilerin yükünü taşıyan 4 trilyon dolarlık İtalyan
bankacılık sistemi için “piyasa çözümleri”ni teşvik
edeceği daha geniş bir gündemin parçası olarak
görülüyor. Bu, bankacılık sistemindeki toplam 225 milyar
avroluk bir özsermaye ile karşılaştırılıyor.
Bununla birlikte, mali sermaye, bir sermaye enjekte
etmenin karşılığında, Renzi hükümetinin, kendi talep
ettiği yeniden yapılanma programını geçirmesini istiyor.
Bu program, küçük işletmeleri desteklemekte kilit bir rol
oynayan çok sayıda küçük bankanın birleştirilip ortadan
kaldırılmasını ve işçi sınıfının toplumsal konumuna
yönelik derinleşen bir saldırıyı içeriyor.
ABD bankası Wells Fargo’da küresel araştırma görevlisi
olan Peter Donisanu, bu ayın başında, mali sektörün en
önemli kesimlerinin bakış açısını özetleyen bir belge
yayınladı. Donisanu, Renzi reformlarının, “Siyasi
anlaşmazlık dönemleri sırasında bir hükümet çöküşü
tehdidi olmaksızın -ülkenin zor durumdaki bankacılık
sektörüne yardım edecek önlemler gibi- önemli
mevzuatın uygulanmasını daha kolaylaştıracağı”nı
söylüyor.
Referandumundan çıkacak bir “hayır” oyu, Renzi
hükümetinin bu gündemi yerine getiremeyeceği yönünde
bir sinyal gönderecek. Goldman Sachs’a göre, yalnızca
Monte dei Paschi kurtarma planı tehdit altında
olmayacak;
sermayelerini,
yapılarını
yeniden
düzenlemek için milyarlarca avro yükseltmek zorunda
kalacak olan diğer bankalar için de bir domino etkisi söz
konusu olacak.
Bizzat Monte dei Paschi’nin, dün yayınlanan ve onun asli
bileşenini oluşturan borç değiş tokuşunu özetleyen 146
sayfalık projedeki kurtarma planı üzerine dikkate değer
şüpheleri var. Banka, “Bütün anlaşmanın farklı
parçalarının tamamlanmasına ilişkin kayda değer
belirsizlik ışığında, bizzat anlaşmanın başarıya
ulaşamayabileceği ve uygulanamayabileceği yönünde bir
risk var.” açıklaması yaptı.
Bankanın hisseleri dün yüzde 13,8 daha düştü ve yıl
içinde yüzde 86 değer kaybetti.
Referandumun sonucu, kamuoyu yoklamalarının
kampanyanın son üç haftasında yasaklanmasıyla birlikte,
hala belirsiz. Ancak en son anket, “hayır” oyunun,
yaklaşık yedi puan önde olduğunu gösteriyordu. Beş
Yıldız Hareketi’nden komedyen Beppe Grillo’nun başlıca
rolü oynadığı bir sağcı milliyetçi ve popülist partiler
grubundan oluşan “hayır” kampanyası, Donald Trump’ın
ABD başkanlık seçimlerindeki zaferinden bu yana büyük
bir yükseliş sergilemiş durumda. Onlar, Trump’ın
seçimleri kazanmasını, halkın siyasi ve mali seçkinlere
karşı bir zaferi olarak selamladılar.
Bir “hayır” oyunun olası sonuçları, İtalyan bankacılık
sisteminin geneline ve bir bütün olarak Avrupa mali
yapısına yayılıyor.
ETC Capital’dan Neil Wilson, Reuters’a, “Pazar günkü
anayasa referandumu İtalya’nın Brexit anıdır ve bir ‘hayır’
oyu, piyasalara ve bankacılık sistemine devasa şok
dalgaları gönderecektir. O, avro üzerindeki baskıyı da
arttırabilir.” dedi.
Referandumun yenilgisi, yatırımcılar gerekli yeni
sermayeyi pompalamaktan vazgeçeceği için, İtalya’nın
bankacılık sisteminin elden geçirilmesini “çok daha zor”
hale getirecek. Wilson, “Kötü etkinin İtalya’nın geri kalan
bankalarına ve diğer Avrupa bankalarına yayılma riski
yüksek.” diyor.
Renzi’nin piyasa odaklı planının alternatifi, Avrupa
Birliği’nin “kararlılık” gündemidir. Bu, hem özsermayeye
hem de borç yatırımcılarına kayıplar dayatarak bankaları
tasfiye etmeyi içeriyor. Birçok bireysel İtalyan banka
müşterisi, tasarruf ürünlerine cazip bir alternatif olarak
hisse ve borç satın almaya cezbedilmiş olduğu için, bu
planın uygulanması büyük bir siyasi muhalefet
yaratacaktır.
Financial Times’ta Pazar günü yayınlanan önemli bir
raporda, İtalya’nın zor durumdaki en az 8 bankasının,
Renzi’nin
referandumunun
yenilgiye
uğraması
durumunda iflas bayrağını çekebileceği uyarısında
bulunuldu. Liste, Monte dei Paschi’nin dışında, geçen yıl
kurtarılan üç orta ölçekli ve dört küçük bankayı kapsıyor.
“Üst düzey bankacılar ve yetkililer”den alıntı yapan
rapor, en kötü durum senaryosunun, Monte dei
Paschi’nin sermaye yapısının yeniden düzenlenmesinin
başarısızlığa uğramasının, zor durumdaki bankalar için
bir “piyasa çözümü”nü tehlikeye sokacak şekilde,
“İtalya’da daha geniş bir güvensizliğe” dönüşmesi
olduğunu bildirdi. Onlar, küçük bankaların iflasından
kaynaklanan “kötü etki”nin, İtalya’nın varlık açısından en
büyük bankası ve küresel öneme sahip tek mali kuruluşu
olan Unicredit’te, 2017 başı için planlanmış olan 13
milyar avroluk bir sermaye artışını tehdit edebileceği
uyarısında bulunmuşlar.
Bankacılık krizi İtalya ile sınır değil ve Avrupa geneline
yayılıyor. AMB’nin Mali İstikrar İncelemesi’nde belirttiği
gibi, “avro bankacılık sektörü kırılganlığını sürdürüyor.”
Bankaların karlılığındaki başlıca yapısal sorunlar, hem
“çok sayıda ülkedeki geniş batık kredi stoğu” hem de
“bazı avro bölgesi bankacılık sektörlerindeki fazla
kapasite” ile ilişkiliydi.
Sorunlar, Avrupalı yetkililerin 2008 küresel mali krizine
verdiği yanıta kadar uzanmaktadır. Mali kayıpların kabul
edilmesinin ve yeniden sermaye yapılandırılmasının
Avrupa bankalarının konumunu, rakipleri, özellikle de
ABD mali kuruluşları karşısında zayıflatacağından korkan
Avrupalı yetkililer, ekonomik büyümeye geri dönüşün,
bankaların sorunlarının üstesinden gelmelerine olanak
sağlayacağını umuyorlardı.
Ancak
umutla
beklenen
ekonomik
iyileşme
gerçekleşmedi
ve
sonuç
itibariyle,
AMB’nin
değerlendirmesine göre, banka karlılığı, “düşük büyüme
ve faiz oranı ortamı”ndan olumsuz yönde etkilendi.
Bu, başka hiçbir yerde, İtalya’da olduğundan daha keskin
bir şekilde dışa vurulmuyor. Kişi başına gayrisafi yurtiçi
hasıla, gerçek oranlarla 2007’dekinin yüzde 9 altında ve
yirmi yıl önce ulaşılmış seviyelere yakın seyrediyor.
İşsizlik, yüzde 11’e yaklaşıyor; gençler arasındaki işsizlik
yüzde 40 civarında. Aile gelirleri, 2007’deki seviyesinin
altında.
Sağcı popülist hareketlerin, ABD’de, Britanya’da,
Fransa’da ve uluslararası ölçekte olduğu gibi, siyasi ve
mali düzene ve mali krize yanıtı durmadan sağa kaymak
olan resmi “sol” partilere ilan edilmiş düşmanlık
temelinde yükselmesini körüklemeye yardımcı olan
toplumsal ve ekonomik koşullar bunlardır.
29 Kasım 2016
Şirvan’daki işçi katliamı:
Kapitalizm öldürmeye deavm
ediyor
Mehmet Duman / 28.11.2016
17 Kasım tarihinde Siirt’in Şirvan ilçesine bağlı Maden
köyünde, AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen Ciner
Holding’e ait Park Elektrik tarafından işletilen Türkiye’nin
en büyük bakır maden sahasında, “şev” kayması sonucu
16 maden işçisi göçük altında kaldı. Toprağın ıslaklığının
kurumasını beklemek için arama-kurtarma çalışmalarına
geç başlayan kurtarma ekipleri, bu yazı kaleme alınırken
11 işçinin cansız bedenine ulaşmış durumda. Yaklaşık
800 maden işçisinin çalıştığı sahada, bir milyon
metreküpten fazla toprak kaydı.
Hükümetin ve burjuva medyasının, çok açık ihmallerin
ve alınması gereken önlemlerin alınmamasının ürünü
olan Şirvan’daki işçi katliamını basit bir “doğa olayı”
olarak haber etmesi ve aynı zamanda şirketin ismini
gizleyerek “özel bir firma” olarak söz etmesi, bir bütün
olarak egemen sınıfın bir kez daha suç ortaklığı içerisinde
olduğunu göstermektedir. Öte yandan, Soma ve
Ermenek’teki iş cinayetlerinde olduğu gibi hükümet
yetkililerinden, dini argümanlar eşliğinde şirketi koruyan
ve suçunu hasıraltı eden benzer açıklamalar gelmekte
gecikmedi. Maden sahasını ziyaret eden Sağlık Bakanı
Recep Akdağ, bir ihmal olmadığı değerlendirmesinde
bulanacak kadar rezil bir açıklama yaptı. Hükümet ve
şirket medyası el ele, kamuoyundan gerçekleri gizleyerek
kapitalistleri yani asıl suçluları korumakta ve işçi sınıfını
dini-gerici düşüncelerle terbiye etmeye çalışmaktadır.
Dört ayrı taşeron şirket bünyesinde 10-12 saat çalışan
maden işçilerinin, maden sahasında şev adı verilen
basamaklarda çatlakların oluştuğu ve toprağın ıslak
olması nedeniyle üretim yapıldığı takdirde hayati tehlike
yaratacağı yönünde şirketi daha önce uyardıkları
belirtiliyor. Maden Mühendisleri Odası, mevcut taşeron
şirketlerin teknik ve altyapı olarak yetersiz, deneyimden
ve uzmanlaşmadan yoksun olduğunu ve buna ek olarak
kamusal denetimin de yeterli ve etkin biçimde
yürütülmediğini belirtti. Şirketin işçilere bir saatlik iş
güvenliği eğitimi vermesi, çok tehlikeli bir işyerinde iş
güvenliğine verilen önemi gözler önüne sermektedir.
Savcılık tarafından yapılan soruşturma kapsamında,
ihmalleri olduğu değerlendirilen maden şirketinin saha
işletme sorumlusu, başmühendisi, iki iş güvenliği uzmanı,
taşeron şirketin sahibi ile taşeron şirketin saha sorumlusu
gözaltına alındı. Önceki onlarca işçi katliamında
gördüğümüz senaryo, Şirvan katliamında da benzer
şekilde karşımıza çıkıyor. Ucu patronlara dokunmayan
gözaltılar neticesinde büyük olasılıkla iş güvenliği
uzmanları günah keçisi ilan edilip soruşturma
tamamlanacak. Kapitalist düzeni yasalarla koruyan ve
yasaları sermayenin lehine işleyen burjuva hukuku,
patronlar yerine iş güvenliği uzmanlarını cezaevine
gönderiyor. İş güvenliği uzmanlarının tutuklanmalarını
sağlayan yasal gerekçe, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği
kanununa dayanıyor.
AKP hükümeti, 2012 yılında 6331 sayılı İş Sağlığı ve
Güvenliği Kanunu’nu çıkardığında, “iş kazaları”nın ve
ölümlerin azalacağı propagandasını yapmıştı. Kanun
daha çıkarılış aşamasında, adından da anlaşılacağı üzere,
işçinin değil, “iş”in sağlığını ve güvenliğini korumaktadır.
İlgili kanun, özünde, ölümlü “iş kazaları”nda cezai
sorumluluğu patronların ücretli işçisi iş güvenliği
uzmanlarına yükleyerek patronları cezaevine gitmekten
kurtarıyor. Kanun, işçi sağlığı ve iş güvenliğini Ortak
Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) yoluyla ticarileştirmiş
ve dolayısıyla bir sektör haline getirmiş durumda. Özel
sektörün denetimini ya şirketin iş güvenliği uzmanına ya
da kendisi de özel bir şirket olan OSGB’ye bırakıyor. İşçi
sağlığı ve iş güvenliği için her türlü önlemi gereksiz veya
yüksek bir maliyet unsuru olarak gören patronlar,
eksiklikleri ve alınması gereken önlemleri tespit ederek
rapor eden iş güvenliği uzmanlarını işten çıkarma,
OSGB’leri ise anlaşmayı feshetme yoluyla tehdit ediyor.
Kanunun çıkarıldığı yıldan bu yana, iş cinayetlerinden
dolayı 100 dolayında iş güvenliği uzmanı tutuklanarak
cezaevine gönderildi. En önemlisi, İşçi Sağlığı ve İş
Güvenliği Meclisi’nin iş cinayetleri raporu, o yıldan bu
yana iş cinayetlerinin sayısının azalmak bir yana her
geçen yıl arttığını gösteriyor. İş cinayetleri sayısı 2012
yılında 878, 2013 yılında 1235, 2014 yılında 1886, 2015
yılında 1730 ve 2016 yılı Kasım ayına kadar 1596 olarak
gerçekleşti. AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den bu
yana ise iş cinayetlerinde en az 17 bin 57 işçi öldürüldü.
Tek başına bu dehşet verici rakamlar, sömürü ve kar
güdüsü üzerine kurulu kapitalizme ve onun
savunucularına yönelik en büyük suçlamadır.
Söz konusu kanun, özel sektörde çalışan milyonlarca
işçinin sağlığını ve güvenliğini korumadığı gibi, kamu
sektöründe çalışan işçi ve emekçileri de sağlık ve
güvenlik önlemlerinden yoksun bırakıyor. Hükümet
kamu sektörünü de kapsayan kanunun ilgili maddelerini
her geçen yıl erteleyerek devletin iş güvenliği konusuna
yaklaşımını özetliyor.
AKP
iktidarı
döneminde,
maden
ocaklarının
özelleştirilmesi, maden ocağı kurulmasındaki şartların
esnetilmesi, inşaat sektörünün hızlı ve ölçüsüz büyümesi,
güvencesiz ve taşeron çalıştırmanın yaygınlaşması, insan
hayatını hiçe sayan çalışma koşulları, sömürünün ve
rekabetin giderek artan ortanda yoğunlaşması, çalışma
yasalarının sermayenin lehine düzenlenmesi gibi
nedenler iş cinayetlerindeki artışı kaçınılmaz kılmıştır.
İşçi katliamlarının gündeme geldiği günlerde hükümet
karşıtı açıklamalarıyla “işçi dostu” görünmeye çalışan
CHP ve HDP gibi burjuva “sol” partiler, en az iktidardaki
AKP hükümeti kadar sermayenin suç ortaklığını
yapıyorlar. İşçi sınıfı karşıtı yasalar mecliste birer birer
geçerken kıllarını kıpırdatmayan kapitalizm savunucusu
bu sözde “sol” partilerin işçi sınıfına sunacak hiçbir şeyi
bulunmuyor.
Benzer şekilde, hükümetin işçi sınıfı karşıtı yasalarına ve
iş cinayetlerine karşı işçilerin tepkilerini dizginleme işlevi
gören sendikalar da, bu iş cinayetlerinde en az diğerleri
kadar suçludur. Gerçekte burjuva partilerinin işçi kolu
olan bu örgütler, iflas etmiş olan kapitalizmin
“insanileştirilebileceği” yanılsamasını yayarak her
seferinde işçi sınıfının öfkesini bu çürümüş sistem içine
akıtmaya çalışıyorlar.
Kar ve sömürüye dayanan kapitalist sistem var olduğu
sürece, göstermelik yasalarla iş cinayetleri ortadan
kaldırılamaz; burjuva hükümetler ne tür önlemler aldığını
iddia ederse etsin, iş cinayetlerini sona erdirecek olan tek
şey, onun nedeni olan kapitalizmi ortadan kaldırmayı
hedefleyen uluslararası sosyalist bir işçi sınıfı hareketinin
inşasıdır. Bu hareket, kaçınılmaz olarak, kapitalizm
yanlısı tüm partilerden ve sendikalardan bağımsız olmak
zorundadır.
koşullarında onun başında olduğu 1959’daki devrim
eliyle gerçekleştirilmiş inkar edilemez iyileştirmelere olan
desteği yansıtan önemli bir halk tabanını korumuştur.
Bu değişikliklerin işaretleri, Küba’daki koşullar, hemen
hemen aynı büyüklükte bir nüfusa ve gayrısafi yurtiçi
hasılaya sahip komşu Dominik Cumhuriyeti’ndekiler ile
karşılaştırıldığında açıkça görülür. Küba’daki cinayet
oranı Dominik Cumhuriyeti’ndekinden yüzde 25 az,
ortalama yaşam süresi altı yıl fazla (79’a 73) ve bebek
ölümleri oranı Dominiklilerin hemen hemen altıda
biridir. Küba’nın, okur-yazarlık ve bebek ölümleri
oranlarında ABD’den daha iyi olduğunu da eklemek
gerek.
Fidel Castro’nun siyasi mirası
Bill Van Auken / 28.11.2016
20. yüzyılın önemli kişiliklerinden biri olan Fidel
Castro’nun ölümünün Cuma günü açıklanması, onun
çelişkili tarihsel mirası üzerine sert anlaşmazlıkları
yansıtan geniş bir yelpazeye yayılmış resmi tepkilere yol
açtı.
Castro’nun ölümü, 90 yaşında, Küba’nın siyasi yaşamı
üzerindeki tartışmasız iktidarının dizginlerini teslim
etmesinden yaklaşık on yıl sonra geldi. O, neredeyse
yarım yüzyıl, “ömür boyu başkan” ve bu otoritenin
hanedanlara özgü bir şekilde şimdi 85 yaşında olan
kardeşi Raul’e geçmesiyle birlikte, iktidardaki Komünist
Parti’nin birinci sekreteri ve Küba ordusunun
başkomutanı idi.
Onun yönetimi, Eisenhower’dan George W. Bush’a
kadar, hepsi, kendisini 1961’de CIA tarafından
örgütlenmiş başarısız Domuzlar Körfezi operasyonundan
yüzlerce suikast girişimine ve dünya tarihindeki en uzun
ekonomik ambargoya kadar çeşitli yöntemlerle onun
yönetimini devirmeye adamış ondan fazla ABD
başkanınınkinden daha uzun sürdü.
Castro’nun siyasi kariyerinin uzun ömürlülüğü, birçok
bakımdan şaşırtıcıdır. Onun egemenliğinde, hiç
kuşkusuz, Latin Amerikalı önderliğinin unsurları vardı ve
o, siyasi rakip ve karşıt olarak görünenlerle ilgili olarak
acımasız olabiliyordu. Castro, aynı zamanda, inkar
edilemez bir kişisel karizmaya ve Kübalı ezilen kitlelerin
ve uluslararası ölçekte geniş bir aydın ve radikalleşmiş
gençlik kesiminin desteğini alan bir hümanizme sahipti.
ABD
medyasının
Castro’nun
ölümüne
tepkisi
öngörülebilirdi.
“Kanlı
diktatör”ün
başyazılarda
kınanmasına, Miami’nin Little [Küçük] Havana [semtinin]
sokaklarında dans eden birkaç yüz sağcı Kübalı sürgüne
Küba nüfusunun geniş kesimi içindeki hüzünlü ve gerçek
yastan daha fazla yayın alanı ayıran isyan ettirici haber
yorumlar eşlik etti.
Küba’da, Castro, iktidarı bıraktıktan on yıl sonra, azalmış
da olsa, ülkenin en yoksul kesimlerinin yaşam
Castro’nun uyguladığı siyasi baskılardan dolayı
suçlanması üzerine odaklanan ABD medyasındaki
yorumlar, tarihsel bağlamda ele alınmayı hak ediyor. Ne
de olsa ABD, yüzyıl boyunca, yalnızca Latin Amerika’da
yüz binlerce insanın ölümünden sorumlu olan çok sayıda
diktatörlüğü desteklemiştir. Castro ve Castroculuk,
nihayetinde, bu kanlı tarihin ürünüdür.
Bizzat Castro’nun siyasi evrimi, Küba’nın 1898 İspanyolAmerikan savaşı sonucunda İspanya’nın sömürgesi
olmaktan çıkıp Washington’ın yarı-sömürgesi haline
gelmesinin ardından ABD emperyalizmi tarafından
onlarca yıl boyunca yağmalanması ve ezilmesi eliyle
biçimlenmişti. ABD, Platt Değişikliği [Ordu ödenekleri
yasasının bir parçası olarak kabul edilen ve ABD
birliklerinin Küba’dan çekilmesini yedi koşula bağlayan
Mart 1901 tarihli yasa değişikliği –çev.] adı altında,
gerekli gördüğünde Küba’nın iç işlerine müdahale etme
hakkını güvence altına almış ve askeri üs işlevi görmek
üzere Guantanamo Körfezi’ne el koymuştu.
ABD destekli Batista diktatörlüğü
Devrimden önce, Washington’ın Havana’daki adamı,
yabancı şirketlerin, ülkedeki yerel oligarşinin ve ülkeyi bir
kumar ve fuhuş merkezine çevirmiş olan mafyanın
yararına hüküm süren vahşi bir diktatörlüğe başkanlık
eden Fulgencio Batista idi. İşkence sıradan bir olaydı ve
bizzat John F. Kennedy, bu rejimin en az 20.000
Kübalının siyasi nedenlerle öldürülmesinden sorumlu
olduğunu açıklamıştı.
Bu rejim, korkunçluk konusunda bölgede tek değildi.
Aynı dönemde, Washington, Dominik Cumhuriyeti’nde
Trujillo, Haiti’de Duvalier ve Nikaragua’da Somoza
tarafından işlenen benzeri kitlesel suçları da
destekliyordu.
Mevcut düzeni demokratik yollarla değiştirmeye
kalkışanlar, 1954’te Guatemala’daki Arbenz hükümetinin
CIA tarafından devrilmesinde görüldüğü gibi, şiddet
yoluyla bertaraf edildiler. Sonuç, tüm yarım kürede
ABD’ye olan kaynayan öfkenin artması oldu.
İspanyol bir toprak sahibi ailede doğan Castro, siyasi
olarak, Havana Üniversitesi’ndeki milliyetçi öğrenci
politikası serasında gelişti. Söylentilere bakılırsa, o,
gençliğinde, İspanyol faşist Jose Antonio Primo de
Rivera’nın ve İtalyan diktatör Benito Mussolini’nin bir
hayranıymış.
1948’de, ABD’nin bölge üzerinde egemenlik iddia etmek
için Amerikan Devletleri Örgütü’nü kuracağı bir
Amerikalar arası kongre topladığı Kolombiya’nın başkenti
Bogota’ya yaptığı bir yolculuk, onu siyasi olarak
biçimlendiren deneyimler arasındaydı. Bu ziyaret
sırasında, Liberal Parti’nin adayı Jorge Gaitan’ın
öldürülmesi, Bogatazo denilen, Kolombiya başkentinin
büyük bölümünün imha edildiği ve 3.000 kadar insanın
öldürüldüğü kitlesel bir ayaklanmaya yol açmıştı.
Halkçılığından, Amerikan karşıtlığından ve yoksullara
yönelik sosyal yardım programlarından dolayı Arjantin’de
iktidara gelmiş olan subay Juan Peron’a hayran olan
Castro, onun politikalarından da önemli ölçüde
etkilendiğini kabul etmişti.
Castro, ABD destekli Batista diktatörlüğüne karşı
mücadelesine, henüz yirmili yaşlardayken, Küba küçükburjuvazisi içinde kök salmış milliyetçi ve komünizm
karşıtı bir siyasi akım olan Ortodoxo Parti’nin üyesi olarak
başladı. O, 1952’de Ortodoxo’nun Küba parlamentosu
adayı olarak seçimlere katıldıktan bir yıl sonra silahlı
eyleme yöneldi ve Moncada kışlasına yönelik, 200
isyancının öldürüldüğü ya da ele geçirildiği başarısız bir
saldırıya önderlik etti.
Castro, kısa bir hapis cezasının ve sürgünün ardından,
hükümet birlikleri ile ilk çatışmalarda büyük kayıplar
veren görece bir avuç silahlı destekleyicisi ile birlikte,
1956 yılının sonlarında Küba’ya geri döndü. Sonunda,
yalnızca iki yıl içinde, hem Küba burjuvazisinin hem de
Washington’ın Batista’nın ülkeyi yönetebilirliğine olan
güvenini yitirmiş olduğu koşullar altında, iktidar, onun 26
Temmuz Hareketi adlı gerilla örgütünün eline geçti.
Ayaklanması demokrasi uğruna bir mücadele olarak
görülen Castro’ya büyük bir uluslararası sempati vardı.
Yeni rejime sempatisini ifade edenler arasında, kendisini
Batista’nın devrilmesinden “memnun” olarak tanımlamış
olan Amerikalı yazar Ernest Hemingway de vardı.
Castro, başlangıçta, komünizme bir sempati duyduğunu
inkar etti, hükümetinin yabancı sermayeyi koruyacağını
ve yeni özel yatırımları memnuniyetle karşılayacağını
vurguladı ve ABD emperyalizmi ile bir uzlaşma
sağlamaya çalıştı.
Bununla birlikte, Kübalı işçiler ve köylüler Castro
devriminden sonuçlar talep ederken, Washington, ABD
sahillerinden 90 mil uzaktaki topraklarda en ılımlı
toplumsal reformlara bile hoşgörü göstermeyeceğini
açıkladı. ABD egemen çevrelerinin beklentisi, yeni
hükümetin, Batista’nın devrilmesine ilişkin kısa
kutlamaların ardından, işlere alışıldığı gibi geri
dönmesiydi. Onlar, Castro’nun adadaki toplumsal
koşulları değiştirme ve yoksul kitlelerin yaşam
standartlarını yükseltme konusunda gerçekten ciddi
olması karşısında dehşete kapıldılar ve mevcut düzeni
değiştirmeye yönelik her türlü girişimi uzlaşmazlıkla
karşıladılar.
Sınırlı toprak reformuna tepki olarak Küba’nın şeker
ihracat kotasını azaltan ve ardından bu ada ülkesine
petrol akışını kesen Washington, Küba ekonomisini
boğazlamaya uğraştı.
Castro buna, başta ABD’lilere ait mülkleri, ardından da
Kübalıların sahip olduğu işletmeleri kamulaştırarak ve
yardım için Sovyet bürokrasisine dönerek yanıt verdi. O,
eşzamanlı olarak, yüzünü, Batista’yı desteklemiş ve
Castro’nun gerilla hareketine karşı çıkmış olan Stalinist
Halk Sosyalist Partisi’ne çevirdi. Stalinistler, ona yoksun
olduğu siyasi aygıtı sağladılar.
Castro, II. Dünya Savaşı sonrasında sömürge ve ezilen
ülkeleri saran ve başkalarının yanı sıra Cezayir’de Ben
Bella, Mısır’da Nasır, Gana’da Nkrumah ve Kongo’da
Lumumba gibi kişilikleri ortaya çıkartan yaygın bir
burjuva-ulusalcı ve emperyalizm karşıtı hareketin
temsilcisiydi. Onların çoğu, Castro gibi, kendi çıkarlarını
güvenceye almak için Washington ile Moskova
arasındaki Soğuk Savaş’tan yararlanmaya çalışıyordu.
Castro’nun kendisini bir “Marksist-Leninist” ilan
etmesinde ve Sovyetler Birliği’ne yönelmesinde, hiç
kuşkusuz, oportünist bir yan vardı. Bununla birlikte, 1960
yılında, 43 yıl önce Rusya’yı dönüştürmüş olan Ekim
Devrimi, Sovyet bürokrasisi devrimin önderlerini uzun
süre önce ortadan kaldırmış ve gerçek Marksizm ile olan
bütün bağlarını koparmış olmasına rağmen, uluslararası
ölçekte yoğun bir etkiye sahipti.
Kübalı
kitlelerin
artan
beklentileri
ve
ABD
emperyalizminin inatçı tepkisi, Castro’yu sola itmeye
hizmet etmişti ama o hiçbir şekilde bir Marksist değildi.
Küba toplumunda önemli reformlar gerçekleştirme
biçimindeki özgün niyetinde samimi olmakla birlikte,
onun siyasi yönelimi, her zaman faydacı bir karaktere
sahipti.
Sonuçta Castro, ABD emperyalizmi ile “barış içinde bir
arada yaşama” arayışında Küba’yı bir pazarlık kozu
olarak kullanma karşılığında büyük miktarda yardım ve
sübvansiyonlu ticaret sağlayan Sovyet Stalinizmi ile
şeytanla pazarlık yolunda sonuna kadar gitti.
Küba, Stalinist bürokrasinin son ihaneti olan SSCB’nin
1991’de dağıtılması ile birlikte, çok ciddi bir ekonomik
ve toplumsal krize sürüklendi. Castro yönetimi, bu krizi,
yalnızca durmadan daha fazla yabancı kapitalist
yatırımlara açılma ve Venezuela’dan gelen önemli
yardımlar yoluyla aşabildi ki Venezuela’nın kendi
ekonomik krizi artık bu yardım kaynağını da kesiyor.
Washington ile barışma
Washington ile Küba arasında, Havana’daki ABD
büyükelçiliğinin yeniden açılması ve Obama’nın
geçtiğimiz Mart ayında ülkeyi ziyareti ile birlikte sağlanan
barışın zeminini hazırlayan koşullar bunlardır. ABD
kapitalizmi, kendi adına, Küba’nın ucuz emeğini ve
potansiyel olarak karlı pazarını sömürmeye; Çinli ve
Avrupalı rakiplerinin ülkedeki artan etkisini azaltmaya
kararlı.
giden, işçi sınıfının bilinçli ve bağımsız siyasi
müdahalesini ya da Marksist devrimci partilerin inşasını
gerektirmeyen yeni bir yol olarak yücelten küçük-burjuva
radikalleri tarafından oynandı. Castro’nun devrimini
saran efsaneler, özellikle de onun bir zamanlar siyasi
müttefiki olan Che Guevara tarafından üretilmiş gerici
gerillacılık teorileri, tüm yarım küre devrimleri için model
olarak teşvik edildi.
Küba’daki egemen tabaka, ABD sermayesinin gelmesini,
Çin’dekine benzer bir yol izlerken kendi egemenliğini
sürdürmenin bir aracı olarak görüyor. Kübalı seçkinler,
kendi ayrıcalıklarını ve iktidarlarını, ada üzerindeki
toplumsal eşitsizliğin hızla arttığı koşullarda, işçi sınıfı
zararına güvenceye alacaklarını umuyorlar.
Pablocu revizyonizmin rolü
Bütün bunların, yaşamının son on yılında Castro’yu
rahatsız ettiğine hiç kuşku yok. O, bu dönem boyunca,
“Yansımalar” olarak bilinen bir köşe yazısı dolayımıyla,
Küba medyasında düzenli yorumlarda bulunmaya devam
etti. Bu yazılar, teorik kavrayış bakımından hemen hiçbir
şey sağlamıyor ve samimi bir küçük-burjuva radikalinin
düşüncelerini yansıtıyordu.
Castro’nun, ölene kadar, ABD emperyalizminin temsil
ettiği her şeyi aşağılamaya devam etmiş olması övgüye
değer. O, Barack Obama’nın ikiyüzlülüğüne; “insan
hakları” söylemini emperyalist savaşlarla ve insansız hava
araçlarıyla öldürme programıyla birleştirmesine güçlü bir
şekilde saldırmıştı.
Castro, Obama’nın Küba’yı ziyaretinin ardından, ABD
başkanının Havana’daki konuşmasını sert bir şekilde
kınayan son makalelerinden birini yazdı. Castro, bu
makalede, “… biz, gereksinim duyduğumuz gıdayı ve
malları kendi halkımızın çabası ve zekasıyla üretebiliriz.
Bize bir şeyler verecek bir imparatora ihtiyacımız yok.”
diyordu.
Bununla birlikte, gerçek şu ki, Obama’nın ziyareti ve
ABD emperyalizmi ile ilişkilerin “normalleştirilmesi”
hamlesi, Küba’nın emperyalist baskı altında olmasından
kaynaklanan tarihsel sorunları çözememiş olan ve daha
önce karşı çıkmış olduğu yeni-sömürgeci ilişkilerin
yeniden kurulmasına yönelen Castro’nun devriminin,
diğer bütün burjuva ulusalcı hareketler ve orta sınıf
güçlerin önderlik ettiği ulusal kurtuluş mücadeleleri gibi,
kendi nihai açmazına ulaşmış olduğuna işaret ediyordu.
Castro’nun yaşamındaki kahramanlık ve trajedi
unsurlarını, her şeyden önce de Küba halkının uzun süreli
mücadelesini, yalnızca bir sinik inkar edebilir.
Ancak Castro’nun mirası, yalnızca Küba prizmasından
bakarak değerlendirilemez. Onun politikalarının, başta
Latin Amerika olmak üzere, uluslararası ölçekteki
etkilerinin de göz önünde bulundurulması gerekir.
Burada, en yıkıcı rol, Latin Amerika’daki sol ulusalcılar
ile Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da, Castro’nun küçük bir
gerilla ordusunun başında iktidara gelmesini sosyalizme
Bu yanlış perspektifin başlıca savunucuları arasında,
Dördüncü Enternasyonal içinde Avrupa’da Ernest
Mandel’in, ABD’de ise Joseph Hansen’in önderliği
altında ortaya çıkmış ve sonradan Arjantin’de Nahuel
Moreno’nun katılmış olduğu Pablocu revizyonist eğilim
vardı. Onlar, Castro’nun iktidara gelmesinin, küçükburjuvazi önderliğinde olan ve köylülüğe dayanan silahlı
gerillaların, nesnel gelişmeler eliyle, işçi sınıfının edilgen
bir seyirci konumuna indirgendiği, sosyalist devrimi
gerçekleştirmeye zorlanmış “doğal Marksistler” haline
gelebileceğinde ısrar ediyorlardı.
Onlar ayrıca, Castro’nun ulusallaştırmalarının, ortada işçi
iktidarı organları olmamasına rağmen, Küba’da bir “işçi
devleti” yarattığı sonucuna vardılar.
Lev Troçki, Küba devriminden uzun süre önce, küçükburjuva güçler tarafından girişilmiş ulusallaştırmaların
sosyalist devrim ile özdeşlleştirilmesini açık bir biçimde
reddetmişti. Dördüncü Enternasyonal’in 1938’de
yazılmış olan kuruluş dokümanı olan Geçiş Programı,
“bütünüyle olağandışı koşullar (savaş, yenilgi, mali
çöküş, kitlesel devrimci basınç vb.) altında, Stalinistler
dahil küçük-burjuva partilerin arzuladıklarından çok
öteye, burjuvazi ile bir kopuş yolunu tutabilecekleri
teorik olasılığı önceden kategorik olarak reddedilemez.”
diye belirtmişti. Ancak Geçiş Programı, böylesi bir
durumu gerçek bir proletarya diktatörlüğünden ayırt
ediyordu.
Troçki, Kremlin yönetimi tarafından Hitler ile ittifak
içinde Polonya’nın istilası sırasında gerçekleştirilmiş olan
kamulaştırmalara yanıt olarak şunları yazmıştı: “Bizim
için başlıca siyasi ölçüt, mülkiyetin, kendi başlarına ne
denli önemli olursa olsunlar, bir alandan diğerine
geçmesi değil; dünya proletaryasının bilincindeki ve
örgütlenmesindeki değişim, onun önceki kazanımları
savunma ve bunları yenileri ile tamamlama kapasitesinin
artmasıdır.”
Castroculuğun sosyalizme giden yeni bir yolu temsil
etmeyip, eski sömürgelerin çoğunda iktidara gelmiş olan
burjuva ulusalcı hareketlerin yalnızca daha radikal bir
türü olduğunda ısrar eden Dördüncü Enternasyonal’in
Uluslararası Komitesi (DEUK), bu Pablocu perspektife
karşı uzlaşmaz bir mücadele verdi. DEUK, Castroculuğa
ilişkin Pablocu yüceltmenin, kökleri Marx’a kadar giden
tüm tarihsel ve teorik sosyalist devrim kavrayışının
inkarını temsil ettiği ve Troçkist hareketin uluslararası
ölçekte bir araya getirmiş olduğu devrimci kadroların
burjuva ulusalcılığının ve Stalinizmin kampına
kapatılmasına zemin hazırladığı uyarısında bulundu.
DEUK, Küba’yı emperyalist saldırganlığa karşı ilkeli bir
şekilde savunurken, Castroculuk çözümlemesini, burjuva
ulusalcılığının emperyalizm çağındaki rolüne ilişkin daha
geniş bir değerlendirmenin içine yerleştiriyordu.
Troçki’nin sürekli devrim teorisini savunan DEUK, 1961
yılında şunları yazdı: “Bu tür ulusalcı önderlerin rolünü
övmek Troçkistlerin işi değildir. Onlar, kitlelerin
desteğine, yalnızca Sosyal Demokrat ve özellikle Stalinist
önderliğin ihanetinden dolayı hakim olabilir ve bu yolla,
emperyalizm ile işçi ve köylü kitleleri arasındaki
tamponlar haline gelirler. Sovyetler Birliği’nden
ekonomik yardım gelmesi olasılığı, sıkça, onların
emperyalistler ile daha sıkı pazarlık yapmasını
sağlamakta; hatta burjuva ve küçük-burjuva önderler
arasındaki daha radikal unsurların emperyalistlerin
varlıklarına saldırmasını ve kitlelerden daha fazla destek
almasını mümkün kılmaktadır. Oysa bize göre, her
durumda can alıcı sorun, bu ülkelerdeki işçi sınıfının
Marksist bir parti dolayımıyla siyasi bağımsızlığını
kazanması,
yoksul
köylüleri
Sovyetleri
inşaya
yönlendirmesi ve uluslararası sosyalist devrim ile gerekli
bağları kavramasıdır. Bize göre Troçkistler, hiçbir
durumda, bunun yerine, ulusalcı önderliklerin sosyalist
olacakları umudunu geçirmemeliler. İşçi sınıfının
kurtuluşu, işçilerin kendi görevidir.”
Bu uyarılar, Pablocular tarafından desteklenmiş teorilerin
tüm bir radikalleşmiş gençlik ve genç işçi kesimini işçi
sınıfını
kapitalizme
karşı
harekete
geçirme
mücadelesinden uzaklaştırıp, binlerce cana mal olan, işçi
hareketinin kafasını karıştırmaya hizmet eden ve faşist
askeri diktatörlüklere ortam hazırlanmasına yardımcı
olan intiharvari silahlı mücadelelere saptırdığı Latin
Amerika’da trajik bir şekilde doğrulandı.
Bu teoriler, ilk olarak, Bolivya’da, bizzat Guevara’nın
yaşamına mal oldu. Madencilerin ve Bolivya işçi sınıfının
geri kalan kesiminin militan mücadelelerini görmezden
gelen Guevara, köylülüğün en geri ve en fazla ezilen
kesimleri arasından bir gerilla ordusu toplamak için
boşuna çalıştı. Bu girişim, onun, Ekim 1967’de CIA ile
Bolivya ordusu tarafından yakalanmadan önce yalıtılması
ve açlıktan ölme noktasına gelmesiyle sonuçlandı.
Guevara’nın yazgısı, Castroculuğun ve Pablocu
revizyonizmin tüm yarım kürede yol açacağı korkunç
sonuçların trajik bir belirtisiydi. Benzer bir biçimde,
gerillacılık hevesi, Arjantin’de, 1969’un Cordobazo genel
grevlerinde patlak vermiş olan devrimci işçi sınıfı
hareketini köreltmeye ve işçilerin kafasını karıştırmaya
hizmet etti.
Kendi yönetiminin istikrarını sağlama alma çabası içinde
hem Sovyet bloğunun bir uydusu hem de reel-politikanın
bir uygulayıcısı olarak davranan Castro, ona
öykünenlerin devirmeye uğraştığı aynı Latin Amerika
burjuvazisi ile ilişkiler kurmaya çalışıyordu. 1971 yılında,
faşistlerin ve ordunun işçi sınıfını ezmeye hazırlandığı
sırada, o ülkedeki “sosyalizme giden parlamenter yol”u
yücelttiği Şili’yi ziyaret etti. Peru’daki ve Ekvator’daki
askeri yönetimleri emperyalizm karşıtı olarak selamladı;
hatta 1968’deki öğrenci katliamını yönetmesinin
ardından, Meksika’da iktidarda olan PRI’nın yozlaşmış
aygıtını bağrına bastı.
Castro’nun ve onu yücelten siyasi akımların
politikalarının toplam etkisi, sosyalist devrimi tüm yarım
kürede durdurmak oldu.
Şimdi, genel olarak emperyalist güçler, özelinde ise ABD,
Castro’nun ölümünün onların Küba’daki ve ötesindeki
çıkarlarını ilerletmek için ne ölçüde kullanılabileceğini
değerlendiriyorlar.
Başkan Barack Obama, “Tarih, bu tekil kişiliğin halk ve
çevresindeki dünya üzerindeki devasa etkisini
kaydedecek ve yargılayacaktır” diyen ve “Küba halkı
ABD’de bir dosta ve ortağa sahip olduğunu bilmeli”
güvencesi veren ikiyüzlü bir açıklama yaptı.
Seçilmiş başkan Trump da, kendi adına, “kendi halkını
yaklaşık 60 yıl boyunca ezmiş olan kanlı bir diktatörün
ölümü”nü kutlayan bir açıklama yayınladı. Trump’ın
Obama tarafından yürürlüğe konmuş önlemleri feshetme
tehditini yerine getirmesinin ABD bankalarının ve
şirketlerinin
Küba’ya
girmesini
kolaylaştırıp
kolaylaştırmayacağı konusunda artan spekülasyonlar var.
Emperyalizmin temsilcilleri Castro’nun ölümünden
gericilik davasını ilerletmek için yararlanmaya çalışırken,
yeni işçi ve gençlik kuşağı için, Castroculuğun tarihsel
deneyiminin ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası
Komitesi tarafından geliştirilmiş ileri görüşlü eleştirinin
incelenmesi, işçi sınıfını yaklaşan kitlesel devrimci
mücadelelere hazırlamada ve onlara önderlik edecek
partileri inşa etmede yaşamsal bir görev olmaya devam
ediyor.
28 Kasım 2016
IYSSE Berlin Humboldt
Üniversitesi’ndeki 2017
öğrenci meclisi seçimlerine
katılıyor
Muhabirlerimizden / 30.11.2016
Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve
Öğrenciler’in (IYSEE) Berlin Humboldt Üniversitesi
şubesi, Öğrenci Meclisi (StuPa) seçimleri için bir kez
daha bir aday listesi çıkarıyor. IYSSE üyeleri, 23 Kasım’da,
aday listesini Öğrenci Seçim Komitesi’ne sundular.
Seçimler, 17-18 Ocak’ta gerçekleşecek.
IYSSE, 2014’ten beri Humboldt Üniversitesi Öğrenci
Meclisi’nde temsil ediliyor. Geçtiğimiz yılki seçimlerde,
oylarını en az üçe katlayarak dört sandalye kazanmıştı.
IYSSE şubesinin sözcüsü ve Öğrenci Meclisi üyesi Sven
Wurm, listenin bildirilmesinin ardından şunları söyledi:
“Bizim seçimlere katılımımız, şu anda özellikle önemli.
ABD’de Trump’ın seçilmesi tehlikeli bir dönüm noktası.
Son günlerde, onun başkanlığının, ulusal şovenizme,
militarizme ve polis şiddetine dayanacağı ve savaş
tehlikesini uluslararası ölçekte yükselteceği gittikçe açık
hale geldi.”
Wurm, Almanya’daki egemen sınıfın, ABD seçimlerine,
keskin bir şekilde sağa kayarak karşılık vermiş olduğunu
belirtti. Wurm, “Başbakan Angela Merkel, bu sabah
yaptığı hükümet açıklamasında, devletin içeride ve
dışarıda geniş çaplı bir silahlanmasını duyurdu. Bizler,
uzun süredir, yeni Alman savaş politikasının
argümanlarının ve stratejilerinin burada, bizim
üniversitemizde geliştiriliyor olduğu konusunda uyarıda
bulunuyor ve bunu gösteriyoruz.” dedi.
O, IYSSE’nin, öğrencileri artan savaş tehlikesi karşısında
uyarma ve üniversitenin Alman militarizminin yeniden
canlanmasındaki işbirliğini teşhir etme çabalarının,
büyüyen bir karşılık bulduğunu belirtti. Wurm, şunları
ekledi: “Bir hafta önce, ABD seçimleri üzerine
toplantımıza yaklaşık 100 öğrenci katıldı ve iki gün önce,
Öğrenci Meclisi, üniversitemizde Bundeswehr (silahlı
kuvvetler) reklamı yapılmasına karşı büyük bir
çoğunlukla bir karar benimsedi. Birçok öğrenci, artık,
Humboldt Üniversitesi’nin savaş propagandasını
yükseltmek amacıyla kötüye kullanılmasını kabul etmeye
razı değil.”
Wurm, IYSSE’nin, önümüzdeki haftalarda, büyük bir
toplantılar ve tartışmalar kampanyası yürüteceğini
duyurdu. Aşağıda, IYSSE’nin, aday listesiyle birlikte kayda
geçirilen açıklamasını yayınlıyoruz. Bu açıklama, tüm
katılımcı listelerinin tanıtıldığı resmi seçim broşüründe
yayınlanacak.
***
Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler
(IYSSE), Öğrenci Meclisi seçimlerine, militarizme ve
savaşa; toplumsal eşitsizliğin büyümesine ve sağın
yükselişine karşı bir hareket inşa etmek amacıyla
katılıyor. Biz, Humboldt Üniversitesi’nin, Birinci ve İkinci
Dünya Savaşlarında olduğu gibi, sağcı ve militarist
ideolojinin bir merkezine dönüştürülmesine engel olmak
istiyoruz.
Trump’ın ABD başkanı seçilmesi, tarihsel bir dönüm
noktasına işaret ediyor. Egemen sınıfın aşırı sağcı bir
temsilcisi; etrafı düpedüz faşistlerle ve işkencenin ve
diktatörlüğün destekçileri ile çevrelenmiş biri, Beyaz
Saray’a yerleşiyor. Trump’ın kabinesi, Amerikan
tarihindeki en sağcı kabine olacak ve onun “Önce
Amerika” politikası, kaçınılmaz olarak savaşa yol
açacaktır.
ABD’deki
siyaset
kurumu
Trump’ın
arkasında
kenetlenirken, benzer bir gelişme Avrupa’da da
yaşanıyor. Alman egemen seçkinleri, Trump’ın zaferini,
kendi daha bağımsız bir dış ve askeri politika planlarını
ileri sürmenin bahanesi olarak kullanıyorlar. Planlanan
şey, askeri bütçenin ikiye katlanması, dışarıda daha fazla
askeri misyon ve binlerce yeni asker toplanmasıdır.
Üniversiteler, bu politikanın ideolojik hazırlığında
merkezi bir rol oynuyorlar. “Bundeswehr Resmi
Belgesi”nin hazırlanmasında bir düzineden fazla profesör
yer aldı. Humboldt Üniversitesi’nde, Jörg Baberowski ve
Herfried Münkler, orduyla yakın bağlara sahipler.
Münkler Berlin’in Avrupa’da yeniden bir “egemen” ve
“sert amir” olarak hareket etmesini talep ederken,
Baberowski, Nazi savunucusu Ernst Nolte’nin açık bir
destekçisidir ve Ulusal Sosyalizmin (Nazizm) suçlarını
önemsiz gibi göstermektedir. Baberowski, sığınmacılara
sövüp sayıyor ve “kanun ve düzen” tamtamları çalıyor.
O, bunun için, hem ABD’de Trump’ı destekleyen aynı
sağcı çevrelerden hem de aşırı sağcı Almanya İçin
Alternatif’ten (AfD) alkış topluyor.
Thomas Sandkühler gibi profesörler öğrencilerin sağa
kayışa yönelik herhangi bir eleştirisini bastırmaya çalıyor
olsalar da, bizler, üniversitemizde savaş ve diktatörlük
hazırlığını kabul etmeye razı değiliz. 1926’da Ulusal
Sosyalist (Nazi) Öğrenci Birliği’nin kurulduğu ve Carl
Schmitt ile Konrad Meyer gibi profesörlerin Nazilerin
suçlarını meşrulaştırıp planladığı yer, burasıydı.
İstesek de, istemesek de, 20. yüzyılın ilk yarısı kadar
çalkantılı ve kriz içinde bir döneme geri dönüyoruz. Şu
anda her şey, savaş karşıtı yeni bir uluslararası hareketin
inşasına bağlı. Bu hareketin işçi sınıfına dayanması,
kapitalizm karşıtı olması ve uluslararası sosyalist bir
perspektife sahip olması gerekiyor.
Savaş? Bir daha asla!
Üniversitemizde militarizme ve sağcı ideolojilere hayır!
Savaş propagandası değil, bilim!
26 Kasım 2016
Download