Ocak - Şubat 2017 Sayı: 1 Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir... OKYANUS ÖTESİ, OKYANUSYA YA DA OKSİDANTALİZM Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 4 “Her fırsatta birileri ortaya çıkarak okyanus ötesine teşekkür ediyor. Böylesine bir durumun ortaya çıkması garip gibi görünse de, konunun perde arkası ele alınınca önemli bir gerçekliği ifade ettiği anlaşılmaktadır. ”... TERÖR KABUSU VE TOPLUMSAL FARKINDALIK YUNANİSTAN “KÜÇÜK ASYA FELAKETİ”NİN İNTİKAMINI MI ALMAK İSTİYOR? Dr. Yeşim DEMİR Dursun ÖZKARA 28 ...karar vericiler tarafından milli güç unsurları doğru analiz edilmeli, hayal peşinde koşmadan gerçekçi ve uygulanabilir politikalar takip edilmelidir. Henüz vakit varken bu tedbirlerin süratle uygulanması hayati önemdedir. Aksi takdirde çok daha büyük hadiselerle mücadele etmek zorunda kalacağımız aşikârdır. 10 Ege’nin karşı kıyılarında, benzer kültürlere sahip olan halklar yüzyıllar boyunca aynı topraklar üzerinde beraber yaşamışlardır. ISSN: İTTİFAKLAR DAĞILIR, DEVLETLER KALIR - E. Tüma. Cem GÜRDENİZ 26 KONFOR ALANINDAN ÇIKMAK - Mert ÇUHADAROĞLU 34 BİLGİ ÇAĞINDA BİLİME ALERJİ - Filiz GÜRTUNA 37 www.ankaenstitusu.com Sayfa 2 içindekiler ÖYKÜMÜZ VE İLK SÖZ 3 OKYANUS ÖTESİ, OKYANUSYA YA DA OKSİDANTALİZM Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 4 YUNANİSTAN “KÜÇÜK ASYA FELAKETİ”NİN İNTİKAMINI MI ALMAK İSTİYOR? - Dr. Yeşim DEMİR 10 Ocak—Şubat 2017 Sayı 1 ANKA ENSTİTÜSÜ tarafından iki ayda bir yayınlanır. ANKA ENSTİTÜSÜ adına Rafet ASLANTAŞ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Dr. Sinan ERTÜRK BATMAYAN UÇAK GEMİSİ, MİLLİ DAVAMIZ KIBRIS - Dr. Yeşim DEMİR 12 2017: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN BU YANA EN “BELİRSİZ” YIL Dr. İlhan Yılmaz CÖMERT 14 KIBRIS NEDEN ÇOK ÖNEMLİDİR? - Ersin DEDEKOCA 18 EKONOMİDE AĞIR KUR BASKISI VE SONUÇLARI. NEREYE KADAR DEVAM EDEBİLİR, NE YAPILMASI GEREKİR? - Korcan ROMYA 20 YAYIN KOORDİNATÖRÜ Filiz GÜRTUNA TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI KREDİ DERECELENDİRME KURULUŞLARI İLE BİTMEYEN FLÖRTÜ - Prof. Dr. Rıdvan KARLUK 24 GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM Faruk DİNÇ, Dr.Sinan ERTÜRK İTTİFAKLAR DAĞILIR, DEVLETLER KALIR E. Tüma. Cem GÜRDENİZ 26 TERÖR KABUSU VE TOPLUMSAL FARKINDALIK Dursun ÖZKARA 28 YAYIN KURULU Rafet ASLANTAŞ , Dr.Neşe KEMİKSİZ, Prof.Dr.Sencer İMER, Engin ÖKTEM, Dr.Sinan ERTÜRK, Dr.Yeşim DEMİR, Dursun ÖZKARA, Ceyhun BOZKURT, Filiz GÜRTUNA, Dr.Çiğdem ÖNER, Murat Sururi ÖZBÜLBÜL, Dr.Deniz ACARAY, Mert ÇUHADAROĞLU, Zeynep Nur GÖZÜTOK, Zeynep ESEN, Onur ULAY HABER KOORDİNASYON Dursun ÖZKARA GRAFİK UYGULAMA Faruk DİNÇ ANKA STRATEJİ DERGİSİ TARİH / MİTOLOJİ 32 GÜNDEM / GÜNCEL 34 GENÇ GÖZÜYLE 36 KÜLTÜR / SANAT / YAŞAM / TEKNOLOJİ 38 DERGİPARK üyesi olup, Basın Meslek İlkeleri’ne uymaya söz vermiştir. ANKA ENSTİTÜSÜ Turan Güneş Bulvarı No: 25/7 Çankaya / Ankara / Türkiye Tel: (312) 424 1923 Faks: (312) 424 1924 www.ankaenstitusu.com e-mail: [email protected] ETKİNLİKLER / DUYURULAR ISSN: 42 Sayfa 3 En zor koşullar altında bile eğitime verilen önem ayrı olmalıdır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanmıştır. Büyük önder Atatürk, bir taraftan Polatlı önlerine kadar gelmiş Yunan ordusu tehdidi ile uğraşırken diğer taraftan Kurtuluş Savaşının kazanılacağı azim, inanç ve öngörüsü ile bu en zor günlerde dahi eğitime verdiği önemi göstererek 16 Temmuz 1921 tarihinde Ankara’da Maarif (Eğitim) Kongresini toplamıştır. Kongrede, öğretmenlere yeni nesli yetiştirirken uymaları gereken ana esasları şu şekilde açıklamıştır: “Eğitim milli olmalıdır, Milli terbiye programında, milletimizin gelişmesine engel olan ve o güne kadar uygulanan eski eğitim içinde yer alan hurafeler ile bize uygun olmayan yabancı etkiler ister doğudan gelsin ister batıdan bulunmamalıdır. Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığına ve birliğine saldıran yabancı güçler ve fikirlerle nasıl mücadele edecekleri öğretilmelidir. Bu bilgilere sahip olmayan fertlerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık hakkı yoktur. Gelecek için hazırlanan vatan evlatlarına her türlü zorluk karşısında yılmamaları öğretilmelidir. Aileler de çocuklarının gelecekleri için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamalıdır.” 1921 yılında çok zor şartlar altında yapılan Eğitim Kongresi karalılık, öngörü ve hedef belirleme açısından oldukça etkileyicidir. Kongre’yi takiben, sömürge zihniyetine karşı bağımsızlık ve uygarlaşma yolunda kazanılan büyük Türk zaferinin bugün ve gelecekte sürekliliğinin sağlanması ve uygarlık mutfağında çağdaş bir üretici olma yolunda son derece kritik bir dönemdeyiz. Küresel ve bölgesel güç merkezlerinin yeni hesaplar ve paylaşımlar içinde olduğu bu zor dönemde akılcı, yapıcı, yol gösterici çalışmalara duyulan gereksinim önemli ölçüde artmıştır. Değer yargılarının aşındırıldığı, algıların şekillendirildiği kirletilmiş bilgi dünyasında birey ve toplumun korunması ve eğitilmesi zorunlu hale gelmiştir. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 1921 yılında savaş ortamında belirlediği esaslar doğrultusunda, toplumun bilinç düzeyini yükseltmek, nitelikli ve kariyerli bireyler oluşturmak, bireysel ve toplumsal bazda çağdaş yaşam modelleri sunmak maksadıyla Anka Enstitüsü’nü oluşturduk. 1923 yılında küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyetinden ilham alarak oluşturduğumuz Enstitüde, kişisel gelişim programlarının yanı sıra belirli konu alanlarında mesleki gelişim eğitimlerinin planlanması, doğru bilgilerle sağlıklı analiz ve değerlendirmelerin yapılması, ehil akıllarca öngörü ve beklentilerin ortaya konması, elde edilen sonuçların kamu ve özel kurum ve kuruluşların bilgisine sunulması, konferans, seminer, vb etkinlikler ile düşünce paylaşım toplantılarının gerçekleştirilmesi, tarih ve kültür bilincinin oluşturulmasına yönelik çalışmalar yapılması, bireysel ve toplumsal farkındalığın artırılması, sağlıklı yaşam modellerinin tanıtılması amaçlanmaktadır. Anka Enstitüsü’nün yapacağı çalışmalarında göstereceği hassasiyet, Atatürk ilke ve devrimleri ile milli çıkarlarımız olacaktır. Farkımız farkındalığımızdır. Bilimin sonsuz ışığında buluşmak üzere.. Rafet ASLANTAŞ Enstitü Başkanı www.ankaenstitusu.com ÖYKÜMÜZ VE İLK SÖZ Modern insan toplulukları açısından bakıldığında, uygar dünyaya bilimsel katkılar sunarak belirleyici ve yönlendirici erk olabilmenin ve ait olduğu milletin varlığını, devamlılığını, gelişimini sağlayabilmenin öncelikle hedeflendiğini söyleyebiliriz. Söz konusu hedeflere ulaşabilmek ve kaliteli yaşam modelleri oluşturabilmek için dinamik ve eğitimli bir toplum dokusunun oluşturulmasına, kurumsal devlet yapılarının teşkil edilmesine, güçlü ve donanımlı liderlerin yetiştirilmesine öncelik verilmelidir. Bir sonraki çemberde ise bağımsız ve nitelikli düşünce kuruluşlarının da içinde yer aldığı sivil toplum örgütlerinin etkinliğinin sağlanması ve yapılacak çalışmalarla birey/toplum farkındalığının artırılması amaçlanmalıdır. Eğer sistem mimarisi ve kurgu doğru oluşturulursa, bilimsel kriterlere göre seçilip yetiştirilecek kadrolar ve nitelikli liderlerle iyi işleyen bir mekanizma teşkil edilebilirse olanaksız görülen hedeflere bile rahatlıkla ulaşılabilir. Bu sürecin gerçekleşmesinde her bir bireye ve kuruma ayrı rol ve görevler düşmektedir. Günümüzde özellikle sivil yaşamdaki rol ve görev dağılımında eğitim odaklı düşünce kuruluşlarının öncelik almaları kaçınılmaz olmuştur. Sayfa 4 OKYANUS ÖTESİ, OKYANUSYA YA DA OKSİDANTALİZM 23 Ocak 2017 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN Türkiye son zamanlarda “okyanus ötesi“ sözünü fazlasıyla duymaya başladı. Her fırsatta birileri ortaya çıkarak okyanus ötesine teşekkür ediyor. Böylesine bir durumun ortaya çıkması garip gibi görünse de, konunun perde arkası ele alınınca önemli bir gerçekliği ifade ettiği anlaşılmaktadır. Atatürk’ün partisinin önünü çeyrek yüzyıl kapatan eski ana muhalefet partisi genel başkanı istifa ederken Pensilvanya‘da yaşamını sürdüren bir cemaat lideri üzerinden okyanus ötesine teşekkür ediyordu. Son yapılan referandumun sonuçlarının alındığı gece ise, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı açıkça okyanus ötesindeki tanıdıklarına ve arkadaşlarına resmen teşekkür etmekten çekinmiyordu. Bir ülkenin iktidarının ve ana muhalefetinin liderleri okyanus ötesine her fırsatta teşekkür etme aşamasına geldi ise, bu olumsuz durum ülkenin okyanus ötesinden yönlendirildiğini açıkça göstermektedir. Her şey okyanus ötesine bağlanıyorsa, her fırsatta okyanus ötesi dile getirilerek kamuoyu bu duruma alıştırılmağa çalışılıyorsa, konuya bir de bilimsel açıdan bakmak gerekmektedir. Okyanus ötesi tarihsel süreç içerisinde ele alınarak bir siyasal kavram boyutunda var olan siyasal koşullara göre değerlendirilmelidir. Bu açıdan Türk kamuoyundaki bilgi eksikliğinin giderilmesi gerekmektedir. Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran siyasi partisine uzun yıllar genel başkanlık yapan bir Amerikan yetiştirmesi genel başkan, bu görevinden istifa etme aşamasına geldiğinde, kendisine bu olanağı sunan, çeyrek yüzyıla yakın genel başkanlık makamında oturduğu partinin laik devlet kurucusuna değil ama, Atlantik güçlerinin açıkça desteklediği bir dini cemaatin başındaki din adamına teşekkür etme noktasına gelmesi, her açıdan üzerinde durulması gereken bir durumdur. Laik devleti kuran bir ulusal siyası partinin genel başkanı, bu laik devleti geride bırakmağa çalışan dini bir cemaatin başındaki kişiye teşekkür edebilmekte ama istifa aşamasında devleti ve partiyi kurarak kendisine bu olanakları sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’ten bir tek cümle söz etmemektedir. Bu kişi de ABD’de yaşamını sürdürdüğü için, okyanus ötesi kavramı ana muhalefet partisinin uzatmalı genel başkanının siyasetten çekilme sahnesinde öne çıkmaktadır. Laik bir devlet çatısı altında bu statüye ters düşen dini cemaatler cirit atarken, tarikat öncüleri gene okyanus ötesinden Türkiye’de devreye girmektedirler. Siyaset sahnesinden dinci görüşleri savunan partilerinden ötesinde laik bir devleti kuran ve ana ilkeleri arasında laiklik ilkesi bulunan bir siyasal partinin başındaki kişinin, bu ilkeye ters düşen bir siyasal yapıyı cemaat üzerinden savunan bir din adamına okyanus ötesi üzerinden teşekkür etme noktasına geldi ise o zaman her şeyi yeniden düşünmek gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Laik partinin başında okyanus ötesinden gelen Atlantik rüzgârları doğrultusunda demir atarak çeyrek asır partinin önünü kapatan siyasetçinin, partisinin üyelerine bu doğrultuda hesap vermesi gerekmektedir. ISSN: Sayfa 5 Eisonhower, Rockafeller, Fulbright ya da benzeri burslar ile okyanus kıyılarında yetiştirilen siyasetçilerin yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türk siyasetinde egemen olduğu bilinmektedir. Okyanusun doğu ya da batı kıyılarındaki bir merkezde yetişen, okyanus inisiyatifi merkezli bilgi birikimi elde eden siyasetçilerin daha sonraki aşamada Atlantik inisiyatifi merkezli bir politik yola girdiği ve ülke yönetiminde okyanus ötesi iradeye merkezi öncelik verdikleri görülmüştür. İkinci dünya savaşının hemen ertesinde merkezi coğrafyaya Atlantik inisiyatifinin yeni büyük gücünün gelmesi ve bu gücün desteği ile iki bin yıllık rüya olan Siyonist devletin kurulmasıyla beraber, her aşamada okyanusun ötesinin hem kutsal topraklara hem de Avrasya bölgesine müdahale etmeğe başladığı görülmüştür. Böylesine bir olumsuz durum bütün bölge ülkeleriyle beraber Türkiye’nin de önünü kesmiş ve Atatürk ile elde edilen tam bağımsızlığın yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla okyanus ötesinin egemenliğinin kutsal topraklar ile beraber eski Osmanlı İmparatorluğu hinterlandında giderek yayılmasına yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında içine girilen soğuk savaş döneminin devam etmesi nedeniyle, sıcak gelişmeler başlangıçta görülmemiştir. Ne var ki, küreselleşme döneminin başlamasıyla beraber okyanus ötesi müdahalelerin dozajı artmış ve açıkça Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail gibi emperyal amaçlı projeler bölge ülkelerini ve başta Türkiye’yi tehlikeye sürükleyecek doğrultuda uygulanmaya başlanmıştır. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan alanda okyanus ötesi etkinliğini artırırken, Irak ve Afganistan işgal edilmiş, Türkiye içeriden ele geçirilerek İran savaşı zorlanmaya başlanmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanını okyanus ötesi emperyal güç doldurmağa çalışmış ve bu doğrultuda Türkiye siyasetine müdahale ederek, kendi projelerini uygulayacak siyasal kadroların ülkeyi yönetmesi için çeşitli uzaktan kumandalı manipülasyonları devreye sokmuştur. Bir anlamda İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin hemen ertesinde yazılan “1984” isimli kitapla, geleceğe dönük plan ve projelere uygun bir gidiş tezgâhlanmaya çalışılmıştır. Bir İngiliz Yahudi’si olan George Orwell, savaş yıllarında bir misyoner ve ajan olarak Birmanya’da görev yaptıktan sonra, dünyanın geleceği için bir ütopya biçiminde kaleme aldığı 1984 isimli romanında yeni bir dünya düzeninin haritasını çizmiştir. www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda siyaset sahnesine çıkan, milli görüş gömleğini çıkararak antiemperyalist politikalardan vazgeçen ılımlı İslam’ın muhafazakâr demokrat partisinin dine olduğu kadar cemaatlere da yakın duran durumu açıkça görülmektedir. Laik cumhuriyet anayasasının halen geçerli olduğu bir dönemde dinci siyasete ve cemaatlere öncelik verilmesi ülkenin siyasal dengelerini bozmuş ve bu doğrultuda ülkenin iç işlerine dış müdahalelerin arttığı gibi bir kanaat zamanla önem kazanmıştır. Böylesine kuşkuların giderek tırmandığı bir aşamada önemli bir referandum gecesinde ülkenin önde gelen politikacısının okyanus ötesine teşekkür etmesi, gelişmelerin fakında olan Türk halkı üzerinde soğuk duş tesiri yaratmış ve “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz. Bizi kim yönetiyor, okyanus ötesinden mi yönetiliyoruz, okyanus ötesi emperyal gücün deniz aşırı sömürgesi mi olduk?” Gibi soruların birbiri ardı sıra sorulmalarına neden olmuştur. Bu gibi sorular her tarafta konuşulmağa başlayınca, halkın dışarıyla işbirliği yapan bazı kesimlerinin son derece pişkin davranarak hareket ettiği ve bu gibi konuları önemsemediği görülmüş ama ulusalcı ve milliyetçi duyarlılığı fazla olan kesimlerin ise haklı tepkileri çeşitli yayın organları üzerinden kamuoyuna yansımıştır. Bu doğrultuda giderek kızgın bir tepkiyi sergileyenlerin “Tuvalete gitmek içinde okyanus ötesinden izin mi alacağız“ sözleri giderek daha fazla duyulmağa başlanmıştır. Türk halkı artık Türkiye’nin gizlice okyanus ötesinden yönetilmesine karşı haklı bir tepki göstermekte, siyasal kadroların okyanus kıyılarından ya da ötelerinden belirlenerek dış desteklerle ülkenin başına getirilmesine karşı çıkmaktadır. Zaman zaman Okyanus ötesinden kurtarıcı gibi gönderilen küresel kapitalizmin komiserlerinden ise fazlasıyla bir bıkkınlık doğmuştur. Sayfa 6 OKYANUS ÖTESİ, OKYANUSYA YA DA OKSİDANTALİZM Yazar kitabında, geleceğin dünya düzenini belirtirken yeryüzünü üçe ayırmış ve üç büyük imparatorluk devletinden oluşacak yeni bir dünya düzeni olacağını 1948 yılında kaleme almıştır. Soğuk savaş sonrasındaki gelişmelere bakıldığında ABD’nin Rusya’nın ve Çin’in merkezinde yer alacağı üç büyük imparatorluk düzeninin gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. Okyanus ötesi güç olarak ABD’nin güdümünde Avrupa üzerinden dünyanın merkezi coğrafyasını da içine alacak doğrultuda bir Okyanusya imparatorluğunun yanı sıra Rusya’nın merkezinde yer alacağı bir Avrasya kıtasal oluşumunun öne çıkarıldığını ve bu süreçler sırasında uzak doğuda da Çin’in merkezinde yer alacağı ve bütün Asya kıtasının doğusunu kapsayacak bir Şarkasya yapılanmasının yavaş yavaş dünya sahnesine çıkarılmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. İki yüz ulus devlete dayanan bugünkü siyasal haritadan üç büyük imparatorluğun yer alacağı yeni bir yeryüzü yapılanmasına yönelen bir gidiş kendini hissettirmektedir. Okyanus ötesinde zorla dayatılan bu plan doğrultusunda Çin dünyanın doğusunda bir Şarkasya imparatorluğuna yönelirken, Rusya dünya karalarının orta kısımlarında yer alan Avrasya kıtasında kendisinin merkezinde yer alacağı bir ikinci imparatorluk olarak Avrasya imparatorluğuna hazırlanmaktadır. Kendisini yavrusu İsrail ile bütünleştiren okyanus ötesi güç olarak ABD’nin de, kutsal topraklarda iki bin yıl sonra kurulmuş olan Yahudi devleti ile beraber bütünleştirerek eski Osmanlı hinterlandı ile Avrupa kıtasını kendisine bağlayacak doğrultuda bir Okyanusya imparatorluğunu hedeflediği anlaşılmaktadır. Türkiye dünyanın merkezi alanında bir ülke olmasına rağmen, kutsal topraklara uzanan okyanus ötesi gücün kontrolü altında yeni Okyanusya imparatorluğunun içerisinde okyanus ötesi güç ile Siyonist emperyalizmin istekleri doğrultusunda yepyeni bir yapılanmaya doğru zorlanmaktadır. Uzaydaki uydular ve uydu teknolojisi üzerinden oluşturulan elektronik kontrol mekanizmaları bir düşünce polisi oluşturmakta ve böylesine okyanus ötesinden yönlendirilen bir emperyal sürüklenmeye karşı çıkan ya da Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda hareket eden kesim ya da kişi hemen derin devletçilikle suçlanarak önü kesilmektedir. Demokrasi savunuculuğu görünümlü bir okyanus ötesi diktatörlük oluşturulurken, her dakika ve saniye özgürlük sözleri edilerek tam bir baskı rejimine doğru ülke sürüklenmektedir. Basın ve yayın organlarında aykırı ses bırakılmamakta, yazarlar işyerlerinden kovulurken, medya kanallarında bindirilmiş kıtalar her gece sahibinin sesi plak firması gibi aynı sözleri tekrar ederek toplumu ve kamuoyunu okyanus ötesi gücün plan ve programları doğrultusunda koşullandırmağa çalışmaktadırlar. Bir anlamda Orwell’in kitabında sözünü ettiği Okyanusya imparatorluğu, Okyanus ötesi güç tarafından Avrupa üzerinden eski Osmanlı hinterlandını da içine alacak doğrultuda kurulmakta ve bunun için de Yeni Osmanlı vizyonu Siyonist bir çizgide devreye sokulmaktadır. İnsanlık tarihi incelendiğinde ilk olarak Asya kıtasının merkez olduğu, daha sonra merkezin Orta Doğu’ya kaydığı, Roma İmparatorluğu döneminde güç merkezinin Akdeniz çevresinde odaklandığı, Orta çağda Avrupa merkezli bir dünyanın oluştuğunu ve bu dönemden çıkış ile beraber Hollanda’da başlayan denizaşırı maceraların Britanya İmparatorluğunun öncülüğünde bir Atlantik inisiyatifini bütün dünya kıtalarına taşıdığı anlaşılmaktadır. Onbeşinci asırdan yirminci yüzyıla kadar devam eden Britanya İmparatorluğu beş yüz yıl süresince okyanus üzerinden dünyayı yönlendirmiş, Birinci Dünya Savaşı sonrasında üstünlüğünü yitirince yerini okyanus ötesindeki büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri almıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliğine karşı İngiliz başbakanı ve Amerikan başkanlarının bir araya gelerek imzaladıkları Kuzey Atlantik savunma paktı gene bir okyanus inisiyatifi olarak devreye girmiş ve daha sonraları NATO adını alan askeri pakt sayesinde sosyalist sistemi dağıtarak tek kutuplu dünyanın önünü açmağa çalışmıştır. Ne var ki, Rusya’nın çabuk toparlanması, Amerikan’ın önde gelen Yahudi firmalarının bütün ekonomik yatırımlarını Çin’e yönlendirmeleri üzerine, ABD sonrası dünyada yeni dengelerin Çin üzerinden kurulabilmesi alternatifini ortaya çıkarmıştır. ISSN: Sayfa 7 Yıllardır bu gibi konuları dile getiren ve yazan bilim adamları, yazarlar ve siyasetçiler Türkiye’de batı düşmanı, Amerikan düşmanı ya da Yahudi düşmanı gibi olumsuz etiketler ile suçlanarak, okyanus ötesi merkezli siyasal inisiyatifin Türkiye’de önüne çıkmağa çaba gösteren ulusalcı ve milliyetçi akımların önleri kesilmiştir. Atlantik emperyalizmini eleştirmek hele okyanus ötesi güce karşı çıkmak açıkça suç olarak görülmüş ve ulusalcılar ile milliyetçiler zaman zaman ara rejimlerde hesap vermek zorunda bırakılmışlardır. Atlantik okyanusçuluğunun görünen patronu ABD ile görünmeyen patronu İngiltere’nin işbirliği çerçevesinde okyanusçu bir siyasal irade Türkiye’ye egemen kılınmak istenirken, Atatürk Cumhuriyetinin ulusal, üniter, laik, demokratik, sosyal ve merkezi siyasal yapısı ile beraber anayasal doğrultuda oluşturulan hukuk devleti fazlasıyla zarar görmüştür. Türkiye Cumhuriyeti son yıllarda yaşamakta olduğu siyasal geçiş döneminde Okyanus ötesinden gelen baskılar ile bir yerlere sürüklenmeğe çalışılmakta, muhtemel bir Okyanusya yapılanması Siyonist İsrail üzerinden bütün merkezi bölgeye zorla kabul ettirilmek istenmektedir. Birbiri ardı sıra sürekli anayasa değişikliklerinin gündeme getirilmesinin ve durduk yerde hiç gereği yokken birden referandumlara gidilmesinin ana nedeni okyanus ötesi gücün bir an önce bu coğrafyada kendi istediği siyasal yapılanmayı oluşturabilmesi içindir. Var olan İsrail gerçekliğinin yanı sıra bir Okyanusya yapılanmasının ABD ve İngiltere üzerinden oluşturulmağa çalışılması sırasında Avrupa’nın merkezi devletleri ile beraber, Rusya ve Çin’in, ayrıca bütün Türk ve İslam dünyasının Atlantik inisiyatifi tarafından karşıya alındığını göstermektedir. Bölge devletleri yavaş yavaş gerçekleri görerek dayanışmaya başladığı bu aşamada, okyanus ötesi emperyalizmin Siyonizm ile beraber merkezi coğrafyayı bir savaş alanına çevirme hazırlığı içinde oldukları görülmektedir. Türkiye özellikle küreselleşme döneminde Avrupa ve İsrail üzerinden tam anlamıyla bir okyanus ötesi emperyalizmin etkisi ve baskısı altına sürüklenmiştir. Son zamanlarda siyasetçilerin okyanus ötesi kavramını fazlasıyla kullanmaları ve kendilerini teşekküre mecbur saymaları da okyanus ötesinin Türkiye’yi iyice kendine bağlı bir deniz aşırı sömürge devletine dönüştürdüğünü göstermektedir. İngiltere ve Amerika merkezli okyanus batısında olduğu kadar Fransa, Almanya ve İtalya merkezli Avrupa batısında da doğu bölgeleriyle ilgilenmenin bilim dalı olarak “oryantalizm” akımı geliştirilmiştir. Batının önde gelen bütün doğu bölgesi ve merkezi coğrafya uzmanlarına oryantalist adı verilirken, oryantalizm özellikle kutsal toprakların merkezinde yer aldığı eski Osmanlı coğrafyasını incelemenin bilimi haline gelmiştir. Batı ülkelerinden Türkiye’ye gönderilen elçiler, temsilciler, bilim adamları, yazarlar, gazeteciler, ajanlar ve diğer görevlilerin büyük çoğunluğu bu bölgelere gelmeden önce ciddi bir oryantalist eğitimden geçirilmişler ve oryantalizm uzmanı olarak Türkiye ile bölge ülkelerinde çeşitli görevler yüklenmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından başlayarak bu bölgeye gelen oryantalistler Osmanlı Devletinin çöküşünde ve daha sonra yaşanan bütün gelişmelerde batı emperyalizmi ve özellikle Atlantik emperyalizmi adına önemli görevler ve misyonlar yerine getirmişlerdir. www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Bir anlamda, Orwell’in yazdığı gibi Okyanusya imparatorluğu kurulurken, Avrasya’daki Rusya hegemonyasına karşılık Çin üzerinden bir de Şarkasya oluşumu yeni bir ekonomik imparatorluk olarak tezgâhlanmaya başlanmıştır. ABD-Rusya-Çin merkezli Okyanusya, Avrasya ve Şarkasya oluşumları var olan devlet yapılarını sarsan ve zaman içerisinde geride bırakan yeni bir dönemi ortaya çıkarmıştır. İşte böylesine bir aşamada artık Türkiye’de iktidarın ve ana muhalefetin başları her fırsatta okyanus ötesine selam çakmakta, siyasal merkezin okyanus ötesinde olduğunu kamuoyuna hatırlatmaktadırlar. Türkiye ve bütün komşuları böylesine siyasal bir kıskacın içine sürüklenmiş görünmektedirler. Sayfa 8 OKYANUS ÖTESİ, OKYANUSYA YA DA OKSİDANTALİZM Türkiye’nin zayıf bırakılması, bölgeden tecrit edilmesi, içeriden ele geçirilmesi, İsrail Devletinin kurulması, Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projelerinin devreye sokulmaları, geleceğin muhtemel Okyanusya yapılanmasının bölgeye dayatılmasını bu oryantalistler gerçekleştirmişlerdir. Türkler oryantal denince göbek dansı akla getirirken, batılılar oryantalizm ile batı emperyalizminin merkezi coğrafya ve doğu alanlarını denetim altına almasını düşünmüşler ve bu doğrultuda Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak bölgeyi parçalamışlardır. Şimdi de İsrail merkezli bir yeni Orta Doğu yaratılabilmesi için gene oryantalistler devreye girerek Siyonist bir proje olan Yeni Osmanlıcılığı eski Osmanlı ülkelerine kabul ettirmeğe çalışmaktadırlar. Okyanus ötesi güç ile merkezdeki Siyonist güç bölge halklarına ve devletlerine karşı ortak hareket ederek kendi projeleri doğrultusunda sonuç almağa çaba göstermektedirler. Bu amaçla okyanus ötesinden onbin kilometrelik yollar geride bırakılarak işgal orduları merkezi alana getirilmekte, haksız işgal ile beraber hukuka tamamen aykırı düşen bir vahşilik çizgisinde suç saldırıları ile milyonlarca masum insan ölüme zorlanmaktadır. Oryantalizm, Filistinli Edward Said’in iyiniyetli bütün çabalarına rağmen batının güler yüzlü şarkiyatçılığı olamamış, aksine oryantalizm birikimi ile yetiştirilen siyasetçiler, elçiler, diplomatlar ve ajanlar okyanus ötesindeki emperyal gücün çıkarları doğrultusunda merkezi coğrafya halklarının katilleri konumuna gelmişlerdir. Orta Doğu ülkeleri okyanus ötesinden batı emperyalizminin sömürgecilik ağına takılırken, oryantalizm bir bilim dalı olarak emperyalizme, sömürgeciliğe ve Siyonizm’e hizmet etmiştir. Batı dünyası böylesine bir hegemonya için oryantalizm gibi bilim dalları geliştirirken, bu saldırılara hedef olan doğu ülkelerinin de batı dünyasını izlemesine yardımcı olabilecek bilim dalları geliştirmelerini engellemişlerdir. Ne var ki, Hıristiyanların ve Yahudilerin işbirliği yaptığı oryantalist gelişmelere karşı merkezi coğrafyanın ve doğu ülkelerinin İslamiyet potansiyeli devreye girmiş ve İslam ilahiyatçılarının önderliğinde Oksidantalizm adlı bir bilim dalı geliştirilmiştir. Türkiye’de son yıllarda oryantalizm üzerine onlarca kitap yayınlanmasına rağmen hiçbir büyük yayınevinin oksidantalizm üzerine herhangi bir yayın yapmaması, ülkemizin ulusal reflekslerinin okyanus ötesi tarafından nasıl teslim alındığını ortaya koymaktadır. Ankara ve İstanbul gibi büyük kentler dururken, Konya İlahiyat fakültesi bilim adamları tarafından yayınlanan “Marife“ isimli bilimsel derginin 3. Sayısı ”OKSİDANTALİZM“ özel sayısı olarak yayınlanmıştır. Türkiye’de ilk kez oksidantalizm üzerine böylesine bir yayın yapılmaktadır. Ne var ki, dergi çıkalı dört yıla yakın bir süre olmasına rağmen, Türk kamuoyunda nedense oksidantalizm tartışmaları yapılmamakta ve okyanus ötesinin Truva atları üzerinden oryantalizm Türk kamuoyunda geçerli kılınmağa çalışılmaktadır. Böylesine bir tek yanlılık yüzünden Türkiye çok şeyler kaybetmekte ve yaşanmakta olan olayları çözümlemekte giderek zorlanmaktadır. Türkiye’yi oryantalizmin kıskaçları arasına mahkûm eden batının Hıristiyan emperyalizmi ile İsrail’in Siyonizm’inin etki alanından kurtulabilmek için oksidantalizmin Türkiye’de yaygınlık kazanması ve Türk üniversitelerinde ders olarak okutulması gerekmektedir. Konunun dinsel boyutunun ötesinde, jeopolitik ve uluslar arası siyasal boyutlarını Türkiye’nin laik kamuoyu ele alabilmeli ve tartışarak Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda bir çıkış yolu bulabilmelidir. Oksidantalizm kelime anlamı olarak okyanusçuluk anlamına gelmektedir. Batı dünyası doğuyu ve merkezi alanı incelemeyi nasıl oryantalizm başlığı altında bilimsel yöntemler geliştirerek yapıyorsa, merkezi alan ülkeleri ve doğu devletleri de batı emperyalizmini Fransa, İngiltere, Hollanda ve Amerika Birleşik Devletleri gibi okyanus kıyısı ülkeleri ve Amerika ile Avrupa kıtalarını oksidantalizm başlığı altında inceleme hakkına sahiptir. Dünyadaki güç merkezi Atlantik okyanusunun iki kıtasının ortasından çıkıyorsa, o zaman doğu ülkeleri batıya bakarken okyanus ötesini ve berisini okyanusçuluk anlamına gelmekte olan oksidantalizm bilimi ile anlamağa çalışmalıdır. ISSN: Sayfa 9 Batılılar bizi nasıl didik didik araştırıyorsa, her şeyimizi altüst edecek kadar bizi tanıyorsa, bizim de batı ülkelerini ve batı insanlarını tıpkı onlar gibi tanımak ve araştırmak hakkımız bulunmaktadır. Orlantalizm ile merkeze ve doğuya egemen olmaya çalışan batı emperyalizmi ve Siyonizm’e karşı doğulu ülkeler ve toplumlar da oksidantalizm ile kendilerini korumak ve karşı önlemleri bilimsel ölçülerde almak durumundadırlar. Emperyal batı ülkelerinde ve İsrail’de sayısız oryantalizm uzmanı olmasına rağmen Türkiye’de daha bir tane oksidantalizm uzmanı yoktur. Bu satırların yazarı da yıllardır istikrarlı biçimde sürdürdüğü antiemperyalist çizgide Türkiye’nin ve Türklerin hak ve çıkarlarını savunduğu yazı ve yayınlarında oksidantalizmin eksikliğini her aşamada duymuştur. Şimdi gelinen aşamada okyanus ötesindeki büyük gücün desteği ile merkezi coğrafyanın başına bela olan oryantalizm çıkmazından bir an önce kurtulunması gerekmektedir. Bu doğrultuda oksidantalizmi Türk insanına tanıtan yayınlara öncelik verilmeli, oksidantalizmin verileri doğrultusunda batı ülkelerini ve Siyonizm’i inceleyen yeni araştırmalar genç bilim insanlarına yaptırılmalıdır. Artık batı düşmanlığı ya da körü körüne batı karşıtlığı geride kalmalı ve bunların yerine, oksidantalizm bilimi doğrultusunda araştırmalar ve yayınlar öne geçmelidir. Okyanus ötesine selam çakmakla Türkiye’nin sorunlarının çözüme kavuşamadığı açıkça görülmüştür. Türk ulusu ve devleti, okyanus ötesine selam çakarak daha fazla bağımlı bir noktaya sürüklenmektense, oksidantalizm bilimi aracılığı ile okyanusun ötesini ve berisini iyice anlamak ve bu duruma göre Türkiye için çıkış yolları aramak zorundadır. Oryantalizmin getirdiği bağımlılık ve sömürü düzenine karşı yeni bir bağımsızlık insanca yaşama düzeni oksidantalizm biliminin verilerinden yararlanılarak gündeme getirilmeli ve Türkiye öncülüğünde merkezi coğrafyaya kazandırılmalıdır. Artık batı düşmanlığının yerini batıyı inceleme bilimi olarak oksidantalizm almalıdır. Osmanlıların garbiyatçılık adını verdikleri bu bilim dalının batının şarkiyatçılığı olan oryantalizme karşı ağırlıkta olacak düzeyde geliştirilmesinin zamanı gelmiştir. Türkiye cumhuriyetinin ve Orta Doğu ülkelerinin muhtemel Okyanusya ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bir yerlere sürüklenmekten kurtulabilmesi için garbiyatçılık anlamında güçlü bir oksidantalizm bilimine olan gereksinme her geçen gün artmaktadır. Türk devleti bir an önce garbiyat enstitüleri ile oksidantalist araştırma merkezlerini kurmalıdır. www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Batıyı anlamağa çalışmak,tıpkı batının doğuyu anlamağa çalışması gibi doğulu ülkeler ve toplumlar için bir haktır. Bu doğrultuda geliştirilen oryantalizm nasıl yaygın bir bilim dalı ise benzeri bir biçimde oksidantalizmin de özellikle merkez ve doğu ülkelerinde yaygınlık kazanabilmesi için gereken adımlar atılmalıdır. Oksidantalizmin sadece din ağırlıklı bir bilim dalı olarak değil ama batı dünyasını, okyanusun ötesini ve berisini her yönü ile inceleyecek derecede oryantalizm gibi geniş boyutlu bir bilim dalına dönüşebilmesi için gereken önlemler alınmalı ve bu doğrultuda çalışacak bilimsel araştırma merkezleri bir an önce oluşturulmalıdır. Türkiye’de kurulan düşünce ve araştırma merkezlerinin sürekli olarak batılı ülkelerden para alarak çalışmaları nedeniyle, bunları kötü kopyacı bir oryantalizme teslim oldukları görülmekte ama bir türlü bağımsız bir oksidantalizm bu yeni araştırma ve düşünce kurumlarında görülememektedir. Batının emperyal devletleri verdikleri paralar ile Türkiye’deki düşünce kuruluşlarını Atlantikçi oryantalizmin pençesi altına almakta ve bağımsız bir oksidantalizme bu yerli bilim merkezlerinde izin vermemektedirler. Böylesine bir baskıya karşı Konya merkezli bir derginin özel sayı olarak çıkartılması ilk tepki olarak anlamlıdır. Ne var ki, bu ilk tepkiden sonra yeni adımların diğer araştırma ve düşünce merkezleri tarafından yapılmaması gene okyanus ötesinin oryantalist baskılarının devam ettiğini göstermektedir. Türkiye’nin bağımsızlığını ve uluslar arası alandaki güçlü konumunu korumak açısından, oksidantalist yapıda çalışacak yeni bilimsel araştırma ve düşünce merkezlerine acil gereksinme duyulmaktadır. Anadolu’da yaygınlık kazanan üniversite düzeni içerisinde yeni merkezlerin bir an önce oluşturulması gerekmektedir. Sayfa 10 YUNANİSTAN “KÜÇÜK ASYA FELAKETİ”NİN İNTİKAMINI MI ALMAK İSTİYOR? 30 Ocak 2017 Dr. Yeşim DEMİR 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Yunanistan’ın Dedeağaç şehrine inen helikopterimizdeki pilotların iade edilmemesi Türkiye için nasıl bir risk oluşturduğu konusuna girmeden önce tarih boyunca kısaca TürkYunan ilişkilerine bakmakta fayda görüyorum. Bazı devletler tarafından “Enemybrothers” (düşman kardeşler) olarak adlandırılan ve yaklaşık 200 yıllık tarihlerinde zaman zaman sorunlar yaşayan bu iki ülke arasındaki ilişkiler önem taşımaktadır. Şunu da unutmamak gerekiyor, her dönem bu iki devletin kavgasından kazanım elde etmek isteyen güçler olmuştur. Her iki ülkenin de bağımsızlıklarını birbirlerine karşı verdikleri savaşlar sonucu kazanması günümüzde yaşanan sorunların kökeninin o yıllara kadar uzanmasına yol açmıştır. Ege’nin karşı kıyılarında, benzer kültürlere sahip olan halklar yüzyıllar boyunca aynı topraklar üzerinde beraber yaşamışlardır. Uzun süre Osmanlı Devletinin egemenliğinde yaşayan ve diğer gayrimüslim unsurlara göre daha üstün ve korunmada öncelikli kabul edilen Rumlar, Osmanlı Devleti içinde oldukça iyi konumdaydılar. İki halk ortak bir tarihi paylaşmaktadır. 18. yüzyıl sonlarında Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik akımlarının da etkisiyle hem Avusturya, hem de Rusya, Osmanlı Devleti’ni parçalamak amacıyla, Rumları bağımsız bir devlet kurmaları konusunda kışkırtmaya başlamışlardır. İlginç olan bir nokta da bağımsızlık fikrinin bugünkü Yunan topraklarında değil de sıcak denizlere inme politikası olan Rusya’da doğmuş olmasıdır. Yunanistan Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını alarak, yeni bir devlet olarak karşımıza çıkmıştır. Yunanistan, yayılmacı bir politika izlemiş ve dış politikasını Osmanlı Devleti’nden toprak alarak büyüme üzerine kurmuştur. Yunanistan’ın izlediği politika sonucunda Osmanlı Devleti ile Yunanistan defalarca karşı karşıya gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti ile doğrudan çatışmaya girmeyen ancak Paris Barış Konferansı’na katılarak Osmanlı topraklarından pay isteyen Yunanistan, Megali İdea’ya dayanarak 15 Mayıs 1919 günü İzmir’i işgal etmiştir. Buna göre: • Ege Denizi, Yunan denizi haline getirilecek, • Bizans İmparatorluğu yeniden hayata geçirilecekti. Ancak, Megali İdea hedefleri 1922 yılında Türk askeri tarafından sona erdirilmiştir. “Küçük Asya Felaketi” olarak nitelenen başarısızlıklarının ardından Lozan Barış Anlaşması’na da imza atmak zorunda kalmışlardır. Lozan Anlaşması’nın imzalanmasının ardından iki ülke arasında sıcak ilişkiler başlamıştır. Sorunlar ortak bir zeminde buluşulması ile çözülebilmiştir. Savaş bittikten ve Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra Atatürk’ün politikası, Yunanistan ile ilişkileri normalleştirmek ve yakınlaştırmak olmuştur. Hatta 1934 yılında Balkan Paktı imzalanmıştır. ISSN: Sayfa 11 Günümüzde, Türkiye ve Yunanistan arasında hala çözülemeyen ve kronikleşmiş durum haline gelen sorunlardan birini Kıbrıs meselesi oluşturmaktadır. Diğer sorunlar ise, “Ege sorunu” kapsamında Ege Denizi’ndeki adaların silahlandırılması, bazı adacık ve kayalıkların statüleri, kıta sahanlığı, karasuları, hava kontrol sahası ve FIR hattı sorunları sayılabilir. Yeterince gergin olan ilişkiler bir kaç gün önce 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında 8 askerin Yunanistan’a sığınması ve Türkiye’nin resmi talebiyle iade edilmesini istemesi ancak Yunanistan’ın olumsuz cevap vermesi ile yeniden gerildi. Bu durum, 1980’li yıllardan itibaren PKK elemanlarına kendi topraklarında BM denetiminde bir mülteci kampı olarak bilinen Lavrion’u açarak destek sağlamasına benzemektedir. İade süreci de iki ülke arasında güven arttırmaya yönelik çabalara darbe vuracak gibi görünmektedir. Bu süreç içinde resmi ağızlar, Yunanistan’a kaçan darbeci askerlerin iade edilmemesine ilişkin, “Geri Kabul Anlaşması”nın iptali dahil gerekli adımların atılacağını belirtmişlerdir. Bu anlaşmanın iptal edilmesi sadece Yunanistan’ı değil Avrupa’yı da ilgilendirmektedir. Şunu da belirtmek gerekiyor; Yunanistan yetkili makamları yargılarının bağımsız olduğunu belirterek Türkiye’ye de bir mesaj göndermektedirler… Şimdi yargı bahanesini bir tarafa bırakıp şu sorulara cevap arayalım; Yunanistan’da bulunan helikopterimizdeki milli bilgiler düşman eline mi geçti? Veya böyle bir tehlike ile karşı karşıya olabilir miyiz? Helikopterimiz Yunan hava sahasını ihlal etmesine rağmen nasıl iniş izni verilmiştir? Neden Türk – Yunan ilişkilerinin gündeminde sıklıkla yer alan bir konu olan hava sahası ihlali konusunda Yunanistan tarafından misilleme gelmemiştir? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çok iyi biliyoruz ki askeri uçuşlar ve tatbikatlar sırasında sertleşmeye dönüşen ve devam eden gerginlikler ile it dalaşı olması kaçınılmazdı. Bu gerginliğe neden olan konunun kamuoyu önünde konuşulması çözüm olasılıklarını zayıflatmaktadır. Kapalı kapılar ardında ve soğukkanlı bir şekilde çözüm sağlanabileceğine inanıyorum. Öncelikli olarak iki ülke arasında uzun süredir var olan bu güvensizlik ortamının sonlandırılması gerekmektedir. Sonuç olarak, her iki ülkenin de birbirlerine karşı verdikleri mücadele ile devlet olarak ortaya çıkmaları, Yunanistan’ın, Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak görmesi birbirine karşı güvensizlik duymalarına neden olmakla birlikte Türkiye’den gelecek bir tehdit algılaması içindedir. Oysa ki Türkiye bugüne kadar Yunanistan’ın bütünlüğüne karşı hiç bir harekette bulunmamıştır tam tersine Yunanistan, geçmişte defalarca toprak almak suretiyle genişleme politikası gütmüş ve Bizans İmparatorluğu’nu yeniden oluşturma amacında olmuştur. Tüm bunlara ek olarak uluslararası teröre destek vermesi Türkiye tarafından Yunanistan’a duyulan güvensizliği arttırmıştır. www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Yaşanan her gerilimin de yansımaları Ege Denizi, Kıbrıs, Patrikhane, azınlıklar gibi konularda kendini göstermiştir. Sayfa 12 BATMAYAN UÇAK GEMİSİ, MİLLİ DAVAMIZ KIBRIS 09 Ocak 2017 Dr. Yeşim DEMİR Birleşmiş Milletler Cenevre Ofisi’nin (BMCO) ev sahipliğinde dünyanın ve özellikle de bizim dikkatle takip ettiğimiz Kıbrıs görüşmeleri 9 Ocak’ta başlayacak. Israrla “Milli Davamız” olarak vurguladığımız ve Girit Adası’nın akıbetine uğramaması yönünde çaba göstermeye devam edeceğimiz Kıbrıs, stratejik önemi yanında Türkiye’nin güneyinin güvenliğini sağlaması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan çok iyi idrak edilemeyen Kıbrıs’ın önemine tekrar bakmayı gerekli görüyorum. Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da çok önemli konumda yer alan bir devlettir. Aslında Kıbrıs’ın tarihinden söz ederken, bu coğrafi bölgeye egemen olan ve olmak isteyen ulusların tarihini de incelemek gerekiyor. 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun Kıbrıs’ı alması ile Ada’da Türk yerleşimi ve nüfusu oluşmaya başlamıştır. Kıbrıs, 19.yüzyılda başlayan ve günümüzde de devam eden, bir türlü çözülememiş ya da çözülmesi istenmeyen uluslararası sorunlardan bir tanesi haline gelmiştir. Çünkü taraflarının (adada yaşayan Türkler ve Rumlar dışında, Yunanistan, Türkiye, İngiltere, ABD ve AB ülkeleri) çok olması çözüm sağlanamamasının en büyük nedenlerinden sayılabilir. Unutulmaması gereken en önemli unsur, Akdeniz’de hayati rol oynayan üç adanın varlığıdır. Bunlar Malta, Girit ve Kıbrıs’tır. Malta adasına hakim olan Akdeniz’in doğusu ile batısını, Girit adasına hakim olan Ege Denizi’nin Akdeniz’e açılan kısmını kontrol ederken, Akdeniz’in üçüncü ve Doğu Akdeniz’in en büyük adası olan Kıbrıs ise Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişme noktasında yer almaktadır. Kıbrıs’ı bu kadar değerli kılan ve uğruna mücadele verilmesinin sebeplerini daha iyi anlayabilmek için sıralamakta fayda görüyorum; Kıbrıs, Akdeniz’de stratejik öneme sahip bir adadır. Akdeniz’in “Güvenlik Kalesi” ve “Enerji Havzası” olmaya adaydır. Akdeniz’in üçüncü, Doğu Akdeniz’in ise en büyük adası olan Kıbrıs, Anadolu ve Kuzey Afrika’nın Akdeniz’e bakan kısmını kontrol imkânı tanıyan; bu özelliği ile tarih boyunca devletlerin kontrol etmek için mücadele verdiği bir alan olmuştur. Orta Asya ve Hazar petrolleri ile doğal gazının, Batıya ve dünyaya pazarlanması bakımından bir koridor özelliği taşıyan Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Adası, Cebelitarık, Süveyş ve Karadeniz üzerinden işleyen deniz ticaretini kontrol edebilen önemli bir coğrafyada olmasının yanı sıra İsrail liman ve sahillerinin güvenliği için de önem taşımaktadır. Hepimizin bildiği “enerji kaynaklarına hükmeden dünyaya hükmeder” sözünden yola çıkarsak doğal olarak Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Adası, kendisini kontrol eden aktörlere önemli avantajlar sağlamaktadır ve sağlayacaktır da… ISSN: Sayfa 13 Kıbrıs’ın, Ortadoğu’da ortaya çıkan kriz, gerginlik ve çatışmalarda önemli roller oynamış olması, bölgesel ve küresel, barış ve istikrar açısından öneminin de bir göstergesini teşkil etmektedir. Avrupa için de hayati önem taşımaktadır. Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasında, ekonomisini geliştirmesinde, dünya ile olan ticari ilişkilerinde, enerjinin Avrupa’ya naklinde Kıbrıs’ın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Aslına bakılırsa AB, ilk yıllarında ekonomik birleşmeye ağırlık vermişse de SSCB’nin dağılmasından sonra genişleme suretiyle Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de önemli bir konumda bulunan Kıbrıs’a yönelerek söz sahibi olmak istemiştir. Bu nedenle AB, Kıbrıs’ın denetimini kimsenin inisiyatifine bırakmak istemiyor. Bu süreç, Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyesi olarak kabul edilmesine kadar gitmiştir. Petrol gibi hayati öneme sahip su kaynaklarına sahip olmak isteyen ülkeler için Kıbrıs’ı elde tutmak son derece önemli bir konudur. Bugüne kadar birçok devletin egemenliğinde kalan Kıbrıs adası halen büyük devletler için stratejik önemini korumaktadır. Kıbrıs’a yönelik oluşan farklı siyasi hamleler sebebiyle, ada bir türlü istenilen huzur ve barış ortamına kavuşamamıştır. Geçen ay BM gözetiminde gerçekleştirilen İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasındaki müzakereler sonuçsuz kalmıştır. Eğer bir devletin toprağından bir parça istersen ciğerinin bir parçasını istemiş olursun. Dolayısıyla bunun adı uzlaşma olmaz sonucunda da barış gelmez… Efendiler! Kıbrıs’a Dikkat Ediniz!.. Avrupa Birliği (AB) ve ABD niçin Kıbrıs’ı bizden koparmaya çalışıyor? Neden adada Türkler istenmiyor? Bu soruları düşündünüz mü? Doğu Akdeniz’in en kilit noktasında bulunan Kıbrıs, Türkiye’nin güney sahillerinin güvenliği açısından da çok önemli bir stratejik konuma sahiptir. Bu durumun ne kadar önemli olduğunu tarihten bir not düşerek görmek mümkündür. Güney sahillerinde bir tatbikatı izlemekte olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, çevresinde topladığı kurmaylarına “Türkiye’nin yeniden işgal edildiğini ve Türk Kuvvetlerinin sadece bu bölgede mukavemet ettiğini farz edelim. İkmal yollarımız ve imkanlarımız nelerdir?” sorusunu sormuştur. Subayların ileri sürdüğü birçok görüş ve düşünceler sabırla dinleyen Atatürk, elini haritaya uzatarak Kıbrıs’ı işaret eder ve “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir” diye konuşur. Kıbrıs’ın, Türkiye için asıl önemi; aynı soydan gelen, aynı kültürü, aynı dili paylaşan bir Türk toplumunun Kıbrıs’ta yaşıyor olmasıdır. Sınırlarından 40 deniz mili ötede bulunan Adadaki Türk askerinin çekilmesi ve Türk halkının ezilmesi, katledilmesi, insan haklarından mahrum edilmesi, Türkiye için kabul edilemezdir. Bu nedenle stratejik açıdan önemli olan Girit Adasının kaybından ders alınması gerektiği inancındayım. www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Dünyanın en ağır biçimde silahlandırılmış adalarından biri olmakla birlikte İngiltere’nin askeri istihbarat topladığı önemli bir noktadır. Sayfa 14 2017: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN BU YANA EN “BELİRSİZ” YIL 17 Ocak 2017 Dr. İlhan Yılmaz CÖMERT Kıbrıs, tarih boyunca Orta Doğuya açılmak isteyen devletler için, vazgeçilmez stratejik ve ticari bir üs olarak görülmüştür. Kıbrıs, etrafını saran bölgelere “bölgesel ve stratejik güç” olma yolunda bir açılım sağlar. Coğrafi konumu göz önüne alınarak, İskenderun Körfezi’ne doğru uzanan bir uçak gemisine benzetilen Ada, her dönem stratejik önem ve özelliğini korumuştur. Adayı elinde bulunduran güç, her zaman Türkiye’den Mısır’a, Lübnan’dan, İran’a kadar olan bölgeyi kontrol etmiştir. Akdeniz’in üçüncü büyük adası olan Kıbrıs’ın en yakın komşusu Türkiye’dir. Kıbrıs, Güney Anadolu sahillerinden 70, Suriye’den 100, Mısır’dan 400, Yunanistan’dan ise 965 kilometre uzaklıktadır. Kıtaların oluşumunda, Anadolu ile birleşik olan adanın Türkiye’nin İskenderun bölgesinden koptuğu uzmanlarca ifade edilmektedir. Tarihçiler, Kıbrıs’ın ilk halkının büyük bir ihtimalle Anadolu kıyılarından gelip Adaya yerleştiklerini dile getirmiştir. Doğu Akdeniz’de stratejik konumu nedeniyle ada, bölge ve bölge dışı devletler arasında mücadele sebebi olmuştur. Sırasıyla; Fenikeliler, Hititler, Deniz Kavimleri, Asurlular, Mısırlılar, Persler, Büyük İskender, Ptolemeler, Romalılar, Bizanslılar, Katolik Krallar ve Venedikliler adayı egemenliği altına almışlardır. 1517 yılından itibaren Ada üzerinde Türk egemenliği hukuken kurulmuş, binlerce Türk aile adaya göç etmiş ve Kıbrıs bütün tarihi boyunca kesintisiz en uzun süre olan 361 yıl Türklerin hakimiyeti altında kalmıştır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yenilen Osmanlı İmparatorluğu, Adayı, 1878’de İngiltere’ye geçici olarak bırakmıştır. I. Dünya Savaşı başlangıcında İngiltere, Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak etmiştir. Türkiye, Ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşmasıyla tanımıştır. Bu tarihi gelişim içinde hiçbir zaman Yunanistan’ın olmayan Kıbrıs’la Yunanlıların ilgilenmesi, 1791’de ortaya atılan “megalo idea” (Büyük Ülkü) ile başlamıştır. Kilise tarafından desteklenen bu düşüncenin amacı; Türk Milleti’ni yaşadığı topraklardan atmak, “Büyük Yunanistan”ı kurmaktır. “Türk Kurtuluş Savaşı” ile 1922’de Yunanlılar Anadolu’dan atılmasıyla ve “1974 Kıbrıs Barış Harekâtı” ile Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakının önlenmesiyle iki büyük yenilgiye uğrayan “Yunan megalo idea”sı ve emperyalist güçler, savaşla elde edemediği hedefleri masa başında kirli oyunlarla kazanmaya çalışmaktadır. Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış harekâtında mali yükümlülüğü ve ambargoları dahi göze aldığı halde asla Ada’da yaşayan Türk halkının güvenliğini ve egemenlik hakkını taviz ve pazarlık konusu etmemiştir. Bugün adada barışı ve adada yaşayan Türk toplumunun güvenliğini sağlamak amacıyla TSK’ni temsilen bulunan unsurların vazifesi, “Kıbrıs’ta güvenilir bir barış antlaşması sağlanana kadar, sorumluluğuna verilmiş olan bölgede, garantör devletlerden biri olan Türkiye’nin hak ve menfaatlerini, KKTC’nin varlığını ve toprak bütünlüğünü korumaktır”. ISSN: Sayfa 15 Kıbrıs, tarih boyunca birçok medeniyetin bir arada yaşadığı bir ada olmuştur. Kıbrıs, hiçbir dönemde bir milletin veya bir devletin, sadece kendi dininden veya ırkından olanlara yaşama hakkı tanıdığı bir ada olmamıştır. Bunun her denemesi, Ada’da büyük karışıklıklara yol açmıştır. Halen yürütülen “Kıbrıs Görüşmeleri”nin “Annan Planı” ile hayata geçirilemeyen kaos ortamına ve Türklerin asimilasyonuna zemin hazırlamasına engel olunmalıdır. Büyük önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Kıbrıs, stratejik olarak ve Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Adadaki Türk varlığının korunması, Türkiye açısından hayati öneme sahiptir. Kıbrıs kaybedilirse, Türkiye nefes alamaz hale gelecektir. Doğalgaz ve petrol boru hatlarının İskenderun körfezine kadar uzanması, bölgenin ve Kıbrıs’ın stratejik önemini bir kat daha artırmaktadır. Kıbrıs konusunda, bölgenin stratejik önemini yansıtan birçok jeopolitik hesabın yanı sıra Doğu Akdeniz’deki doğal gaz yataklarının küresel güçler tarafından kullanılması da etkili olacaktır. Kıbrıs’ın üzerinde oynanmak istenen oyunlar, Türkiye ve Kıbrıs Türkleri tarafından asla kabul edilmemelidir. Bazen çözümsüzlüğün de bir çözüm olabileceği unutulmamalıdır. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, 1897 savaşından galip çıktığı halde barış masasında Girit’te uluslararası yönetimin temsilcisi sıfatıyla Yunan Prensinin hâkimiyetine izin vererek egemenlik haklarını kaybetmiş, Ada’da yaşayan Müslümanların katledilmesine neden olmuştur. Eğer Kıbrıs’ın kaderi de Girit’e benzerse, bu vebalin altından ne Kıbrıs ve ne de Türkiye kalkabilir. www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış harekâtında mali yükümlülüğü ve ambargoları dahi göze aldığı halde asla Ada’da yaşayan Türk halkının güvenliğini ve egemenlik hakkını taviz ve pazarlık konusu etmemiştir. Bugün adada barışı ve adada yaşayan Türk toplumunun güvenliğini sağlamak amacıyla TSK’ni temsilen bulunan unsurların vazifesi, “Kıbrıs’ta güvenilir bir barış antlaşması sağlanana kadar, sorumluluğuna verilmiş olan bölgede, garantör devletlerden biri olan Türkiye’nin hak ve menfaatlerini, KKTC’nin varlığını ve toprak bütünlüğünü korumaktır”. Sayfa 16 2017: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN BU YANA EN “BELİRSİZ” YIL 2008 ve sonrasında Euro Bölgesi’nde yaşanan krizde, Merkel’in sağlam ve güvenilir liderliğinin olumlu katkısı, hemen her kesimce bilinmektedir. Keza Almanya olmaksızın, Euro krizinin üstesinden gelinmesi ve bölgenin bir arada kalmasının mümkün olmadığı da yadsınamayan bir gerçektir. Ancak, geçtiğimiz yıl Merkel, liderliğini sarsan çeşitli zorluklarla uğraşmak zorunda kaldı. Bunların ilki, ülkede ve Avrupa’da yeterince destek verilmeyen “mülteci politikası” oldu. Sorunu, ülkede yaşanan bazı terör eylemleri ve mültecilerin suçlandığı olaylar daha da zora soktu. Mülteciler konusunda yaşanan sıkıntıları, Almanın en büyük ticari kuruluşları Volkswagen, Deutsche Bank ve Lufthasa’da yaşanan kurumsal krizler izledi.[7] Son olarak da, Avrupa’da giderek yükselen “popülizm”i de, “liberal demokrasi” savunucusu olan Merkel’in global konumunu sarsan olaylar dizisi içinde sayabiliriz. Bu bağlamda, Doğu Avrupa’da kazanılan seçimler ile, İngiltere ve İtalya’daki son referandum sonuçları ve Almanya’da giderek yükselen Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD)’nin durumu örneklenebilir. [8] Tüm bu gelişmeler ve yaşananların, bu yıl yapılacak Alman federal seçimlerini kazanmasına kesin gözüyle bakılan Merkel’in seçim sonrası başbakanlığı sırasında, ülkede ve AB içinde, yeterince “güçlü” bir liderlik ortaya koymasına izin vermeyeceği görüşü yaygın kabul görmektedir.[9] Bilindiği gibi, Merkel ve Obama arasında, uluslararası sorunların çözümünde zaman zaman faydasını gördüğümüz, yakın ve sıcak bir liderlik ilişkisi bulunmaktaydı. Obama Avrupa’ya yaptığı veda gezisinde de bu hususu vurgulamıştı.[10] Ancak, uluslararası ilişkilerde, Merkel’in liderliğinin temel ögelerinden biri olan “değerler” kavramını yeterince önemsemeyen ABD’nin seçilmiş başkanı Trump ile Merkel arasında, aynı yakın ve sıcak işbirliğinin kurulması zor görülmektedir. Avrupa ve ABD’de yaşanan veya beklenen ilişki değişimi ve güç kaymasının sonuçlarına baktığımızda da, Merkel’in liderliğini etkileyen/etkileyecek aşağıdaki unsurları görmekteyiz: ABD-Rusya ilişkilerinin yeniden yoluna girmesiyle, bu değişimin Avrupalı ülkeler tarafından, Moskova ile bağları yeniden kurmak için iyi bir fırsat olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Brexit sürecinin çalışmaya başlaması, Merkel’in liderliğini, İngiliz desteğinden mahrum bırakacaktır. Marine Le Pen’in Fransa cumhurbaşkanlığına seçilmesi halinde, Fransa’yı AB üyeliğinin devamı konusunu referanduma götürmesi beklenebilir. Böylesi bir gelişme, Fransız yönetiminin Merkel’i hasım olarak görmesine yol açacaktır. Francois Fillon’un kazanması halinde de, Merkel’in Fillon yönetimi ile yakın işbirliği, onun Putin’e doğru dümen kırmasına yol açabilecektir. Europe Group’un söz konusu raporuna göre, bundan böyle Avrupa, “güçlü” bir Merkel’e gereksinim duymayacak ve 2017 yılı, onun böyle bir rolü için elverişli olmayacaktır. Diğer Jeopolitik Riskler ve Değişimler 2017 yılı için anılan raporda ve diğer kaynaklarda öngörülen küresel, bölgesel; siyasî, ekonomik ve/veya sosyal nitelikli jeopolitik riskleri de aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz: The Economist’in tanımıyla, “milliyetçilik liginin” genişlemesi. Tüm dünyada, globalizme karşı gelişen “milliyetçilik” şeklindeki dönüşümün, popülizm ile karşılıklı birbirlerini beslediği izlenmektedir.[11] Böylesi bir gelişmenin yönetimlerinin bir kısmının da “illiberal/liberal olmayan demokrasinin” geçerli olduğunu, Macaristan, Polonya, Türkiye gibi ülkelerin “otoriterliğe” kaydığını dikkate aldığımızda, bu tarz bir yönetişimin jeopolitik risklerini ve tehlikeli sonuçlarını tarihsel süreçte izleyebilmekteyiz.[12] ISSN: Sayfa 17 Politikacıların, yaşanan ekonomik sıkıntılarda, başta Amerikan Merkez Bankası olmak üzere merkez bankalarını suçlaması. Eurasia Group, bu tip “suçlamaları”, 2017’de küresel piyasalar yönünden risk olarak görmektedir. Kuzey Kore’nin 20 nükleer silah içeren nükleer programının, ABD’nin batı yakası için tehdit oluşturduğu gibi, global risk niteliği de taşımaktadır. Raporda üzerinde durulan bir diğer jeopolitik risk unsuru olarak Türkiye gösterilmektedir. Ülkede devlet kontrolünün artması, faizlerin düşük tutulması yolundaki siyasî baskı ve büyümedeki yavaşlamayı durdurmak amacıyla mali teşviklere olan bağımlılığın artması olgularının riskli olarak nitelendirilmektedir. [1] “It’s the ‘Most Volatile’ Year for Political Risk Since WWII, Eurasia Group Says”,Bloomberg,3.01.2017, https:// www.bloomberg.com/news/articles/2017-01-03/political-risk-spike-from-trump-to-china-seen-in-2017-by-eurasia (5.01.2017) [2] Ian Bremmer ve Cliff Kupcha,”Top Risks 2017:The Geopolitical Recession”,Eurasia Group,3.01.2017, http:// www.eurasiagroup.net/issues/Top-Risks-2017 (5.01.2016) [3] “Trump and the End of the West?”,Project Syndicate,9.12.2016, https://www.project-syndicate.org/onpoint/trump-andthe-end-of-the-west-2016-12 (30.12.2016); RICHARD C. PADDOCK, ERIC LIPTON, ELLEN BARRY, ROD NORDLAND, DANNY HAKIM ve SIMON ROMERO,” Potential Conflicts Around the Globe for Trump, the Businessman President”NYT,26.11.2016, http://www.nytimes.com/2016/11/26/us/politics/donald-trump-international-business.html(20.12.2016) [4] Kimberly Amadeo,” The U.S. Debt and How It Got So Big”,The Balance,25.11.2016, https://www.thebalance.com/the-u-sdebt-and-how-it-got-so-big-3305778 (2.01.2017) [5] “Moscow on the Potomac,Trump’s Worrisome Ties to Russia”,Center for American Progres,21.12.2016, https:// www.americanprogress.org/issues/security/reports/2016/12/21/295592/moscow-on-the-potomac/ (2.01.2017); William Danvers,”U.S. and Russia Relations Under Trump and Putin”,Center for American Progress,14.12.2016, https:// www.americanprogress.org/issues/security/reports/2016/12/14/295001/u-s-and-russia-relations-under-trump-andputin/ (4.01.2017);Ersin Dedekoca,”ABD 35 Rus Diplomatı Sınır Dışı Ediyor”,Soyledik.com.,31.12.2016, http://soyledik.com/tr/ makale/2834/abd-35-rus-diplomati-sinir-disi-ediyor–ersin-dedekoca.html (31.12.2016) [6] Kerry Brown,“New Hopes, Old Fears: China’s 19th Party Congress”,The Diplomat,1.12.2016, http:// thediplomat.com/2016/12/new-hopes-old-fears-chinas-19th-party-congress/ (5.01.2017); China political jockeying intensifies ahead of 2017 party congress”,FT,26.09.2016, https://www.ft.com/content/48abb5dc-7e3b-11e6-8e508ec15fb462f4 (5.01.2017) [7] “Iron waffler”,The Economist, 9.11.2016, http://www.economist.com/news/europe/21710301-germany-and-its-chancellorare-still-too-hesitant-be-able-lead-free-world-iron-waffler (21.12.2016) [8] Guy Millière,” The Suicide of Germany”,Gatestone Institute,26.12.2016, https://www.gatestoneinstitute.org/9645/ germany-suicide (29.12.2016) [9] Judy Dempsey,”Merkel’s Burden”,Carnegie Europe,21.11.2016, http://carnegieeurope.eu/ strategiceurope/66210 (2.01.2017); Constanze Stelzenmueller,”Is Angela Merkel the leader of the free world now?Not Quite.”,The Washington Post,14.11.2016, https://www.washingtonpost.com/opinions/global-opinions/is-angela-merkel-theleader-of-the-free-world-now-not-quite/2016/11/14/e01917dc-aa7a-11e6-977a-1030f822fc35_story.html? utm_term=.4394c501ab1e (10.12.2016) [10] Peter Foster,” How Barack Obama and Angela Merkel have both had a hand in the undoing of their liberal legacy in the US and Europe”,The Telegraph,17.11.2016, http://www.telegraph.co.uk/news/2016/11/17/is-angela-merkel-the-only-europeanleader-who-will-protect-barac/ (20.12.2016) [11] “Global Politics:League of Nationalist”,The Economist,19-25 Kasım 2016,s.51-54, http://www.economist.com/news/ international/21710276-all-around-world-nationalists-are-gaining-ground-why-league-nationalists (25.11.2016) [12] Stephen M. Walt,” The Collapse of the Liberal World Order”,Foreign Policy,26.06.2016, http:// foreignpolicy.com/2016/06/26/the-collapse-of-the-liberal-world-order-european-union-brexit-donald-trump/ (5.01.2017) www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Raporda 2016 yılının, bir kısım gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından, “yapısal reformlar” yönünden çok yetersiz geçtiği vurgulanmaktadır. Keza, reform eksikliği olan İtalya, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, İngiltere ve Türkiye gibi ülkelerin, bu reformların yapılması konusunda ayak dirediklerinin izlendiği belirtilmektedir. Böylesi bir olgu, küresel finans akımında önemli bir risk, engel oluşturmaktadır. Sayfa 18 KIBRIS NEDEN ÇOK ÖNEMLİDİR? 08 Ocak 2017 Ersin DEDEKOCA Dünyanın önde gelen “politik risk” danışmanlığı firması olan Eurasia Group’a göre 2017 yılı, “politik riskler” bağlamında, İkinci Dünya Savaşı (II:DS) sonrasındaki en “dalgalı/belirsiz/ volatile” yıl olacak.[1]Grup tarafından yayınlanan raporda 2017, jeopolitik olarak “durgunluk/gerileme” yılı olarak nitelendirilmektedir. Anılan rapora göre, söz konusu çıkarımın başat izleri ise, uluslararası güvenlik ve ekonomik yapıdaki zayıflama ve dünyanın en güçlü hükümetleri arasındaki “güvenin azalması” olgusunda ki derinleşmede görülmektedir.[2] Yazımızın hareket noktası söz konusu rapor olmakla birlikte, 2017 yılının taşıdığı jeopolitik risklerin ortaya konulması amacıyla çeşitli kaynaklar taranmıştır. Yazının amacı da, içinde bulunduğumuz yılın, ekonomi-politik disiplinin çalışma sahasına giren küresel, bölgesel boyuttaki jeopolitik risklerini irdelemek ve değerlendirmek olmuştur. Raporun Temel Aldığı Belirtiler ve İzler Ian Bremmer’in başkanlığını yaptığı New York merkezli politik risk danışmanlığı firmasına göre, yazımızın başlığında da belirtilen çıkarıma götüren olguları aşağıdaki üç başlıkta toplamak mümkündür: – 20 Ocak’ta görevine başlayacak olan Donald Trump yönetimindeki ABD, – Geçmiş yıllara göre oran olarak düşse de, yoluna yüzde 6/7 gibi büyüme rakamlarıyla devam eden ve yönetim değişikliği arifesinde bulunan Çin, – Avrupa’nın en güçlü ekonomisine sahip ve Avrupa Birliği (AB)’nin lideri konumunda olan Almanya’nın Başbakan’ı Angela Merkel’in zayıflayan konumu. Eurasia Group, yukarıda sayılan olgulara ek olarak Almanya, Fransa, Hollanda’da bu yıl yapılacak seçimleri; İngiltere’nin AB’nden çıkma sürecinin başlayacak olmasını; ABD’de bazı güç dengelerinin değişmesinin gelişen ekonomilerde ve hatta globalde yol açacağı baskılar ile, Avrupa’daki mülteci krizini, 2017’nin istikrarına yönelik başlıca tehditler arasında değerlendirmektedir. Çalışmaya göre, yukarıdaki gerçeklerle başlayan 2017 yılı, II:DS’ndan bu yana yaşanacak “en dalgalı yıl” olabilir. Trump Yönetiminde ABD Amerika’nın “tek ve birinci” olduğu fikrinin ve “yeniden Amerika’yı büyük” yapma taahhütlerinin sahibi olan Trump’ın izleyeceği iç ve dış politikaların, öncesine göre farklılık olması beklenmektedir. Keza, söz konusu algı, Amerikalı için “özgürlük” kavramıyla da örtüşmektedir. Ancak özgürlüğün Trump için, Amerika’nın, dünya olaylarındaki kaçılmaz rolünde; karşılıklı ilişkiler ve müttefikliğin gereği olarak üstlendiği yüklerden “serbest olması” anlamında olduğu açıktır.[3] ISSN: Sayfa 19 Öte yandan söz konusu raporda Trump’ın, Rusya ile buzları çözme sinyalleri vermediği; NATO’ya şüpheyle yaklaştığı ve Avrupa’da yükselen sağ ile yakınlığının, II.DS sonrası oluşan küresel düzeni zayıflatacağı endişesi yarattığı vurgulanmaktadır. Ancak Trump’ın söylemlerinde olduğu gibi, Putin’in de “reel politik” yanlısı bir dış politika izlediği dikkate alındığında ve en son olarak, ABD’den sınır dışı edilen Rus diplomatlar konusunda Moskova’nın, misillemeden uzak yaklaşımı ile birlikte değerlendirildiğinde, iki ülke arasındaki ilişkilerin hiçbir zaman, Soğuk Savaş dönemine benzemeyeceğini söyleyebiliriz.[5] Kaldı ki, Ortadoğu’da sınırların yeniden çizildiği, ortak bir Çin bilinmezinin varit olduğu, enerji savaşları ve Asya ana karasındaki ortak çıkarların güncel olduğu bir dönemde her iki ülkenin işbirliği, her iki tarafın da çıkarına durmaktadır. Çin Faktörü Bilindiği gibi Çin’in 19 ncu Komünist Parti Kongresi, bu yılın Ağustos ayında gerçekleştirilecektir. Kongrede, Merkez Komitesi’nin tüm yönetim kadrosunun değişmesi ve diğer parti organlarının da, buna koşut olarak yeniden yapılanması beklenmektedir. Söz konusu yönetim kadroları ve liderlik değişiminin, en az on yıl ülkenin politik ve ekonomik eksenini yeniden belirleyip, yönetmesi kaçınılmazdır. Diğer yandan bu kongrenin, parti lider kadrosunu belirlemenin yanında, onun da ötesinde, Komünist Parti’nin geleceği ile ilgili önemli kararlar alması da güçlü bir beklenti olarak durmaktadır.[6] Anılan rapora göre, Çin yönetimde olabilecek değişimin birlikte taşıyacağı iki risk bulunmaktadır. Bunların ilki, 2012’den bu yana ülkenin başkanı olan ve kongre öncesi tüm gözlerin üzerinde olacağı Xi Jinping’in, bundan böyle ülke dış politikasında karşılaşacağı güçlüklere, her zamankinden daha hassas olacağı ve daha sert karşılık vereceği beklentisidir. Doğaldır ki bu değişimden en çok etkilenecek olan boyut da, Çin-ABD ilişkileri olacaktır. Xi Jinping, ABD’nin Çin politikasında olası değişikliklere sert yanıt verebilir. İkinci muhtemel risk de, parti kongresi yarışı süresince istikrar ve denge politikasını önceleyecek olan Xi’in, istemeyerek de olsa, önemli politika başarısızlıklarına sebep olabilme olasılığıdır. Bir diğer ifade ile Xi’nin, iç siyasî endişelerle, sorunlar karşısında tam ve yeterli ön alamaması durumunun, ülke ekonomisi ve yabancı yatırımcılar nezdinde yol açacağı olumsuz sonuçlardır. Xi’in, gücü merkezde toplaması ve karşıtlarını marjinalize etmesini dikkate alan parti ve iş çevresi elitlerinin, ülkenin, Mao döneminden bu yana en yüksek seviyede politik korku ve endişe taşıdıkları belirtilmektedir. Angela Merkel’in Güç Kaybı AB-Türkiye arasında imzalanan ancak hayata geçemeyen mülteci anlaşması, Yunanistan’ın borç krizi ve Brexit sonrası belirsizlikle yüz yüze olan Almanya Başbakanı Angela Merkel, sonbaharda sandık yarışına girecek. www.ankaenstitusu.com POLİTİKA / ULUSLARARASI İLİŞKİLER Eurasia Group’un anılan raporuna göre, Trump’ın ABD’nin bir numaralı koltuğuna yükselmesinin ardından, küresel ekonomi artık ABD’den “koruyucu tırabzan” olmasını bekleyemez. Zaten Amerikan ekonomisinin karşı karşıya olduğu borç yükü de, artık böylesi bir görevin sürdürülmesine izin vermez.[4] Sayfa 20 EKONOMİDE AĞIR KUR BASKISI VE SONUÇLARI. NEREYE KADAR DEVAM EDEBİLİR, NE YAPILMASI GEREKİR? 15 Ocak 2017 Korcan ROMYA Halk arasında ekonominin durumunu yansıtan göstergeler arasında en popüler olanı hiç şüphesiz dolar/ TL kurudur. Mevcut gidişata dair ana göstergelerin yönü ne derece kötüleşirse kötüleşsin, hiç biri dolar veya avronun Türk lirasına karşı değer kazanması kadar ilgi çekmemektedir. Bu durumdan dolayı büyük krizlerin sinyalleri ne kadar önceden alınırsa alınsın, sinyallerin kurlar üzerinden baskılı bir biçimde geldiği sürece kadar mevcut sıkıntının büyüklüğü halk arasında net olarak farkedilememektedir. Hiç şüphesiz bunda, 90’lı yılların başından bu yana yaşanmış döviz odaklı krizlerinin ve bu süreçlerde halkın bir güvence unsuru olarak elinde döviz bulundurma alışkanlığı edinmesinin etkisi büyüktür. Krizlere karşı elde döviz tutularak korunma alışkanlığı kazanılmıştır. İncelendiği zaman görülecektir ki, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bütün devalüasyonlardan sonra da ekonomik veya siyasi krizler meydana gelmiş, çoğunlukla bu durum bir süre sonra (doğrudan bu nedenle olmasa bile büyük oranda yaşanan krizlerin etkileriyle) hükümetlerin düşmesiyle sonuçlanmıştır. Her ne kadar devlet eliyle mecburi devalüasyon yapılan günler geride kalmış olsa bile, son dönem içerisinde TL’nin yaşadığı bu değer kaybı da cumhuriyet tarihindeki büyük krizlerle gelen devalüasyonların oranlarına yaklaşmıştır ve sonuç itibariyle aynı şekilde ciddi bir krizin eşiğinde durduğumuza dair çok belirgin bir gösterge olarak okunmalıdır. Dolar karşısında TL’nin değer kaybı 2016 yılı boyunca % 17 iken, sadece yeni yılın başlangıcından bu yana ise % 8,6’ya kadar ulaştı. Türkiye’nin son iki büyük krizine bakacak olursak, TL dolara karşı 5 Nisan 1994 tarihinde % 51 oranında ve 22 Şubat 2001 tarihinde % 28,4 oranında devalüe edilmiş, yani değer kaybetmiştir. Bu son iki krizde yaşanan değer kaybını dönem hükümetleri “mecburi olarak” gerçekleştirmiştir, şimdi ise bu değer kaybı kendiliğinden gerçekleşmektedir. Sonuçta kur politikaları farklı olsa bile yaşanan değer kayıplarının nedenleri ve sonuçları benzerdir. Son iki yıl boyunca Amerikan Merkez Bankası FED’in uyguladığı parasal sıkılaştırma politikası sonucu dolar dünya çapında değer kazansa bile, şu anda bu daralmanın nispeten hız kaybettiği ve gelişen ülke para birimlerinin “nefes aldığı” bir süreçteyiz. İşte bu noktada TL’nin yaşadığı değer kaybının doların değer kazanmasından değil de TL’nin ciddi anlamda değer kaybetmesinden kaynaklandığını görmekteyiz. TL son dönem içerisinde kendisi ile benzer ülkeler arasında dolara karşı en çok değer kaybeden para birimi olması ise sorunun şiddetini daha net göstermektedir. ISSN: Sayfa 21 www.ankaenstitusu.com EKONOMİ / ENERJİ TL’deki değer kaybının nedeni, özellikle son zamanlarda dış nedenlerden daha çok iç nedenlerden yatmakta. Özellikle 2015 yılından bu yana yaşanan seçimler, hain darbe girişimi, Suriye’deki karışıklıklar, artan terör saldırıları ve son olarak anayasa değişikliği gerilimi göz önüne alındığı zaman Türkiye’nin çok zor ve istikrarsız bir dönemde olması, Türkiye’nin riskli bir ülke olarak görülmesi dolayısıyla TL’nin diğer ülkelerin para birimlerine kıyasla büyük bir yara Yılbaşından bu yana ülkelerin para birimlerinin dolara karşı performansı. almasına neden olarak görülebilir. Fakat bütün bu zorluklara rağmen bu durumun önüne geçilebilir miydi? Bu soruyu sorduğumuz zaman, cevap olarak da hasarın boyutunun bu kadar büyük olmasının önüne geçilebileceğini söyleyebiliriz. FED’in dünyaya “ucuza” dolar dağıttığı bir dönemde, pek çok ülke bu durumu üretim yatırımları için fırsat olarak kullandı. Oysa Türkiye’de bu fırsat yalnızca toplumun daha fazla ithal ürün tüketmesi için bir fırsat olarak görüldü ve yatırımlar da inşaat sektörünün büyümesi için yapıldı. Sonuçta bu fırsat dönemini kaçırdığımız pek çok kez yazılıp çizildi. Peki ya şu an içinde bulunduğumuz durumda hasarın giderek artmasının nedeni olarak neleri görebiliriz? Bütün bu sıkıntının Türkiye’nin sınırları dışında gerçekleşenlerden ibaret olmadığı artık gün gibi ortada. Özellikle yangına körükle gidercesine yapılan hatalı ekonomik söylemlerle, bağımsızlığına sürekli müdahale edilen Merkez Bankasına olan güvenin yok olma noktasına gelmesiyle eldeki müdahale imkanlarının işe yaramaz hale geldiği bir süreç yaşamaktayız. Darbe girişiminin ve artan terör saldırılarının açtığı sosyal ve ekonomik yaralar henüz sarılamamışken, sınır ötesi harekatın ve Kıbrıs sorunun hassasiyetle takip edilmesi gerektiği bir zamanda hükümetin toplumu iyice kutuplaştıracağı bilinen anayasa değişiklik teklifi ile uğraşması, ekonomimize olan güvenin bütünüyle sarsılmasına yol açmaktadır. Son üç yılda arka arkaya seçimlerin olduğu karışık ve istikrarsız bir dönemden geçen Türkiye’nin karşısında şimdi de ya referandum ya da olası bir erken seçim ihtimali belirmektedir. Bu iki durumdan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, aylarca sürecek bir gerilime ve istikrarsızlığa neden olacaktır. Türkiye 2016’yı kaybettiği gibi 2017’yi de kaybedebilir. Bu durumu gören yerli ve yabancı yatırımcı da pek tabi ki Türkiye’den parasını çıkartma derdine düşmekte veya uzun vadeli yatırımlar yapmaya yanaşmamaktadır. Yabancı yatırımcılar, yaşanabilecek süreci öngörebildikleri için ülkemizden paralarını çekmektedirler. Bu durum da yabancıların ülkeden paralarını çıkartabilmek için ellerindeki TL’leri dolara çevirmeleriyle ve sonuç olarak da dolara olan talebin artmasıyla sonuçlanmaktadır. Ülkemiz artık güvensiz, fırtınalı bir liman olarak görülmektedir ve yatırımcılar riskten kaçarak paralarını güvenli limanlara çekmeye başlamışlardır. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’de ekonomik sistem ağırlıklı olarak dış finansmana yani bi nevi dış yatırımcılara bağlı olarak geliştirilmiştir. Düzen böyle kurulduğu için de mecburen sistemin dayanaklarını korumamız gerekmektedir. Üretime dayalı yerli ve güçlü bir ekonomi yarabileceğimiz sürece kadar bu konuda hassas davranmak gereklidir. Yabancı yatırımcının bunca siyasal ve ekonomik riske rağmen ülkemizde kalabilmesi için de elde edeceği getirinin bu risklere değmesi gerekmektedir. Netice itibariyle, Türkiye’de özel sektörün yüklü bir döviz borcu bulunmaktadır ve bunun da finansmanı ülkeye giren döviz ile sağlanacaktır. Sayfa 22 EKONOMİDE AĞIR KUR BASKISI VE SONUÇLARI. NEREYE KADAR DEVAM EDEBİLİR, NE YAPILMASI GEREKİR? Bu döviz akışının korunması, maalesef ki Türkiye’nin hassasiyetle dikkat etmesi gereken bir konudur. İşte bu noktada da sürekli baskılanan bir faiz indirimi süreciyle bunun önünü kapatmış bulunmaktayız. İç yatırımcıyı ucuza finanse edebilmek ve ekonomik büyümeyi sürdürebilmek amacıyla da olsa siyasetçiler Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yok ederek, yapılması gerekenin aksine bir hareketin yapılması için baskı yapmışlardır. Bu baskı sonucunda yatırım çekebilmek adına riskleri görmezden gelebilecek bir seviyede getiri ve dış finansman kaynağı sağlayacak seviyede faiz oranı belirlemesi gereken Merkez Bankası tam aksine, sürekli döviz ihtiyacı olan bir ülkeden dövizin gitmesine neden olacak bir faiz seviyesine yaklaşmak adına kararlar almıştır. Üstelik bütün bu faiz indirimleri ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığının kalmadığına dair genel görüş, zaman içerisinde Merkez Bankası’nın gerek faiz artırımı gerekse diğer araçları yoluyla piyasaya müdahale ettiği zamanlarda etkisinin oldukça sınırlı seviyelerde kalmasına neden olmuştur. İstikrarlı ve güven veren ekonomilerin temel taşlarından birisi Merkez Bankası’nın bağımsızlığına olan güvendir. Türkiye’de ise Merkez Bankası güven vermeyen bir kurum haline dönüşmüştür. Eğer Merkez Bankası yeni yıldan bu yana yaşanan şokları atlatabilmek adına faiz artışına gitmiş olsaydı bu sefer de çok geç kalınmış olacaktı. Geçtiğimiz yılda, doların değer artışının yaşattığı ilk şokların geldiği esnada yapılması gereken hamlelerin maalesef şu an bir etkisi olmayacaktır. Bu hem Merkez Bankası’nın kaybettiği güven dolayısıyla etkisinin azalmasından dolayı hem de içine düştüğümüz ekonomik durgunluğun üzerine yapılan geç kalınmış bir faiz artışı, piyasalarda oluşan panik ortamı içerisinde bir işe yaramayacak ve ekonomiyi daha da durgunluğa sürükleyecektir. Bir yandan doların değerlenmesiyle iyice körüklenen enflasyon artışı, diğer yandan yaşanan durgunluğun daha da derinleşmesiyle Türkiye “durgunluk halinde enflasyon” olarak bilinen stagflasyona sürüklenecektir. Dolayısı ile faiz Merkez Bankası için bir silah olmaktan çıkmıştır. Son günlerde Merkez Bankası günlük repo ihalelerini iptal ederek TL üzerinden borçlanmanın maliyetini artırarak TL’ye olan talebi artırmaya çalışmaktadır. Bu hamle şimdilik ciddi bir karşılık verememiştir. Şu an yaşadığımız aslında bir tür panik durumu. Türkiye’de döviz borcu bulunan yüzlerce şirket doların gelecek günlerde daha da yükseleceğinden endişelendiği için, gelecekteki borçlarını ödeyebilmeyi şimididen garanti altına alabilmek adına döviz taleplerini yoğunlaştırmaktadırlar. Buna bir de halk arasında oluşmaya başlayan panik sonucunda döviz talebi eklenmiştir. Maalesef ki dövize yönelen halkı veya şirketleri terörist ilan etmek bu soruna rasyonel bir çözüm olamamaktadır. Öbür yandan geçtiğimiz günlerde popüler hale gelen dolar bozdurma çağrılarının da etkisi oldukça sınırlı kalmıştır. Maalesef ki bu durum da ellerinde büyük miktarda döviz tutan kesimin katılmadığı, sadece halk arasındaki küçük birikimlerle gerçekleşen etkisi sınırlı bir hareket olmuştur. Böyle bir durumda halkın panikle ve ihtiyatla dolara yönelmesinin önüne geçilmek istendiyse bile sonuçta bu olay doların kısa süreli değer kaybı yaşaması ve bu değer kaybı süresince çoğunlukla spekülatörlerin daha da ucuza dolar alabilmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca eklemekte fayda var, Türkiye’nin dolar üzerinden ciddi miktarda yükümlülüğü bulunmaktadır. ISSN: Sayfa 23 www.ankaenstitusu.com EKONOMİ / ENERJİ Bu yüzden sorunun asıl kaynaklarına müdahale etmek yerine, halkın veya şirketlerin dolarını bozdurmasını isteyerek aslında kısa sürede ödememiz gereken borcun maliyeti büyük oranda artmış oldu. Çünkü bu hareket sorunu çözmediği için, kurdaki yükseliş devam etti. Sonuçta TL’deki değer kaybını önleyebilecek, yapılması gereken hareket bu değildi ve atılan bu yanlış adım kısa sürede halk ve şirketler adına zararın daha da büyümesine yol açtı. Kur baskısı ve kurdaki oynaklık bir yıldan fazladır devam etmektedir, bu süre boyunca da hatalı adımlarla sorun içinden çıkılamaz bir hale gelmiştir. Bunun sonucunda Türkiye ekonomisi iyiden iyiye kırılgan hassas bir yapıya bürünmüştür. Kurdaki şok dalgaları artık rutin hale gelmiştir ve dolar borcu yüksek olan ülkemizdeki piyasaları alt üst etmektedir. Anayasa değişiklik pakedinin meclise gelmesiyle beraber bu hassasiyet iyice kendini göstermektedir. Aşağıdaki grafikte son bir yıl içerisindeki yükselişi net bir şekilde görmek mümkündür. Görüşülmekte olan ve büyük gerilimlere yol açan anayasa pakedinin bu kadar fazla iç ve dış sorunun çözüm beklediği, ekonominin çözülmesi gereken yapısal sorunları olduğu bir dönemde görüşülmesi ise sorunun telafi edilemez ölçüde büyük hasarlara yol açmasına sebep olmaktadır. Meclisin ve hükümetin mevcut sorunların çözümü yerine, toplumu daha da kutuplaştırarak yeni sorunlara yol açacağı bilinen bir teklifle uygunsuz bir zamanda ilgilendiği görülmektedir. Bu da piyasada bariz bir istikrarsızlığa sebep olmaktadır. Çözüm olarak bazı basit şeylerin yapılması hiç değilse kısa vadede yeterli gelecektir. Bunların başında da toplumsal kutuplaşmayı durdurmak, siyasilerin Merkez Bankası gibi bağımsız olması gereken kurumlara olan müdahalesinin önüne geçmek, siyasi gerilimleri azaltarak Türkiye’nin dış ülkelerle ve AB ile ilişkilerini eskisi gibi normal seviyelere getirmek ve en önemlisi de ekonomide de eğitimde de sürekli dillendirilen bilime dayalı yapısal reformları gerçekleştirmek geçmektedir. Aynı zamanda sorunu çözebilmek için sorunun varlığını açıkca kabul etmek de gereklidir. Türkiye’de eleştirel düşünceye karşı gelişen büyük bir “komplo” algısı oluşturulmuştur. Kurdaki yükselmenin ya da ekonomik sorunların tek sorumlusu “dış güçler” algısı yaratılmıştır, ki buda sorunların gerçek nedenini ve çözüm yollarını tıkayan bir kısır döngüye yol açmaktadır. Bu topraklarda var olduğumuz süre boyunca hedef ülke olduğumuz ve olacağımız doğrudur, fakat kendi hatalarımızdan kaynaklanan sorunların sonuçlarını maalesef bu şekilde yok etmemiz mümkün değildir. Neticede, toplumdaki kutuplaşmanın ve siyasi gerilimlerin önüne geçilmesi bile kur baskısını kısa vadede önemli ölçüde azaltacaktır. Türkiye bu ekonomik kırılganlık içinde referandumdan da erken seçimden de derin yaralar almadan kurtulamaz maalesef. Bir daha belirtmek gerekirse, Türkiye’deki bu kur baskısının ve oynaklıkların nedeni ilk olarak hatalı ekonomi politikaları olmakla birlikte son dönemde çoğunlukla siyasi risklere dayanmaktadır. Siyasi risklerin önüne geçilmeden, ekonomik hamleler doğru yapılmaya başlansa bile etkisi sınırlı kalacaktır. Aksi takdirde TL’de görülen değer kaybı daha da derinleşecektir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin hem özel kesim hem de kamu kesimi olarak toplam 200 milyar dolardan fazla bir yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu yükümlülülüğü karşılamanın maliyeti her gün artmaktadır. Paramızın değersizleştiği bir süreçte, üretimin tüketimi karşılayamadığı bir ekonomide bu koşullar içerisinde bir döviz krizi kaçınılmaz hale gelmektedir. Türkiye’nin çevresinde bu kadar sorun olduğu bir dönemde ekonomik olarak zayıf düşmesi oldukça tehlikelidir. Bunun en kısa sürede önüne geçilmediği takdirde sorunu çözmek için çok büyük bedeller ödemek, çok yıllar kaybetmek gerekecektir. Sayfa 24 TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI KREDİ DERECELENDİRME KURULUŞLARI İLE BİTMEYEN FLÖRTÜ 31 Ocak 2017 Prof. Dr. Rıdvan KARLUK Uluslararası ekonomide derecelendirme; bir kuruluşun veya bir devletin mali yükümlülüklerini zamanında yerine getirip getiremeyeceğini tahmin etmek üzere kullanılan, geçmiş ve bugünkü verilerine dayanılarak yapılan sınıflandırma sistemidir. Elde edilen sonuçlar, kolay anlaşılması için sembollerle açıklanır. Derecelendirme, devletin ve kurumların borcunu zamanında ve düzenli geri ödeme kapasitesini ölçmeye yarayan ve buna bağlı olarak para ve sermaye piyasalarındaki rolünü değerlendiren, standart ve objektif bir tespittir. Uluslararasında bir ülkenin yatırım yapılabilir ülke olarak kabul edilebilmesi için, en az iki uluslararası derecelendirme kuruluşundan yatırım yapılabilir notu alması gerekir. Bu kuruluşlar, ABD’de Securities and Exchange Commission (SEC) tarafından onaylanmalı ve kuruluş Nationally Recognized Statistical Rating Organizations (NRSROs) kapsamında olmalıdır. Günümüzde SEC tarafından NRSROs olarak kabul edilen dokuz (9) kuruluş vardır: A. M. Best Company, Dominion Bond Rating Service Ltd., Egan- Jones Rating Company, Fitch Ratings, Japan Credit Rating Agency Ltd, Kroll Bond Ratnig Agency, Moody’s Investors Service, Morningstar Inc.ve Standart&Poors. Geçen hafta S&P derecelendirme kuruluşu Türkiye’nin yabancı para cinsinden kredi notunu BB, yerli para cinsinden notunu BB+ seviyesinde onaylamış fakat not görünümünü durağandan negatife indirmiştir. Kuruluş; izlenen para politikasının kur ve enflasyonist baskılara cevap veremediğini, bu baskılarının Türkiye’deki şirketlerin ve bankaların mali gücünü zayıflatarak büyümeyi olumsuz etkileyebileceğini açıklamış, 2017’de ekonomik büyümenin yüzde 2,4 civarına olacağını tahmin etmiştir. Diğer uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch ise Türkiye’nin kredi notunu BBB-‘den BB+ seviyesine düşürmüş, not görünümünü durağanda tutmuştur. Fitch’ten yapılan açıklamada; ekonominin durgunlaştığı, yavaş büyümenin varlıklar üzerinde baskı oluşturduğu, yeniden finanse etme risklerinin arttığı, buna rağmen döviz likiditesinin kısa dönem fonlamalar için oldukça yeterli olduğu, özel sektöre verilen kredilerin GSYİH’ya oranının 2012 yılında yüzde 49’dan 2016 sonunda yüzde 68 çıktığı, bunun yüksek oranda hassasiyet oluşturduğu belirtilmiştir. ISSN: Sayfa 25 Fitch’in, S&P’dan sonra kredi notunu BB+ ile yatırım yapılabilir seviyenin altına indirmesiyle Türkiye’nin Avrupa ve ABD kökenli derecelendirme kuruluşlarından yatırım yapılabilir notu sıfırlanarak 1994 yılına geri dönülmüştür. Çünkü ilk not kaybı bu yılda olmuştur. Türkiye’nin kredi dereceleme kuruluşlarıyla ilişkisi, sermaye hareketlerini serbestleştirdiği 1989 yılı sonrasında başlamıştır. Moody’s 5 Mayıs 1992 tarihinde Türkiye’yi yatırım yapılabilir ülke olarak değerlendirmiştir ama not Ocak 1994’te kaybedilmiştir. Bunun sebebi, suni şekilde faizi baskı alına almaktı. Günümüzde de önemli ölçüde döviz borcuna rağmen izlenen düşük faiz politikası not düşürülmesinde etkili olmuştur. Türkiye ekonomisinde 1994’ten 2012’ye kadarki dönemde not dalgalanma göstermiş, 2001 krizinde dibe vurmuştur. 2005 yılında AB ile ilişkilerdeki gelişmeyle birlikte düzelmiş, 2008-2009 küresel kriz sonrasında ABD’de yürürlüğe giren Dodd Frank Yasası ile dereceleme şirketlerinin denetlenmesi sonucunda şirketlerin bol not verme dönemi son bulmuştur. Buna rağmen ekonomisindeki büyüme ve istikrar sonucunda Kasım 2012’de Türkiye Fitch’ten yatırım yapılabilir notu almıştı. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek daha önce Moody’s’in not indirimden sonra şunları söylemişti: “Kredi notu düşüşünü ciddiye alıyoruz. Tekrar kredi notumuzun yükseltilmesi için yoğun bir çaba içerisine gireceğiz. Bu dünyanın sonu değil, önemsiz de değil…Kredi notumuzu tekrar yükselteceğiz eninde sonunda. Güneş balçıkla sıvanmaz. Moody’s not indirimini darbe girişimi etkisiyle ilişkilendirmiyor. Not indiriminin sebebi darbe girişimi değildir. Dış finansman bağlılığını vurguluyor.” Not düşürme Mehmet Şimşek’i ifadesiyle dünyanın sonu değildir ama önemsiz de değildir. Bu sebeple TC Merkez Bankası başta olmak üzere yetkili kurumlar gerekli önlemleri alacaklardır. Nitekim Fitch ve S&P’nin Türkiye değerlendirmesi açıklamalarının ardından Şimşek Yunan filozof Epictetus’tan alıntı yaparak şu açıklamada bulunmuştur: “Önemli olan başınıza nelerin geldiği değil, bunlara nasıl tepki verdiğinizdir.” www.ankaenstitusu.com EKONOMİ / ENERJİ Fitch, 18 Temmuz 2016’da yaptığı açıklamada Türkiye’nin kredi notunun darbe girişimi sonrası ekonomik ve siyasi gelişmelere bağlı olacağını belirtmişti. Sayfa 26 İTTİFAKLAR DAĞILIR, DEVLETLER KALIR 10 Ocak 2017 E. Tüma. Cem GÜRDENİZ 1 Eylül 1939’da Alman panzerleri Polonya’ya girerken SovyetAlman Saldırmazlık Anlaşması’nın imzası üzerinden tam bir hafta geçmişti. Ancak III. Reich’in 22 Haziran 1941 günü 4,5 milyon asker, yüzbinlerce tank ve motorlu araç ile Sovyetler Birliği’ne saldırısını bu anlaşma önleyememişti. Ya da I. Balkan Savaşı’nda, 13 Kasım 1912 günü Çatalca’ya kadar gelip Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentini neredeyse işgal edecek konumdaki Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan ittifakı, Ege’den denize çıkma hayali ile yaşayan Bulgaristan’ın 29 Haziran 1913 günü kendi müttefiklerine aniden saldırmasını önleyememişti. DÜNYA SİYASİ TARİHİ SÜRPRİZLERLE DOLUDUR Sürprizlerin bazıları yukarıda örneklendiği üzere bozulan ittifak sistemlerinden kaynaklanmıştır. Ama diğer savaş nedenleri gibi (siyasi, dinsel, etnik, ekonomik vb.) bozulma nedenlerinin ardındaki asıl enerji daima jeopolitik çıkarlar olmuştur. Almanlar Sovyetler üzerinden petrol alanlarına ve İran Körfezi’ne inmeyi, Bulgarlar Ege’den denize çıkmayı istiyordu. Sovyetler II. Dünya Savaşı’nda jeopolitik bütünlüklerini 26 milyon insan kaybederek korudurlar. Bulgarlar 1913’te girdikleri kumarla, elde ettiklerini de kaybetti. VEKALET VE TERÖR SAVAŞLARI Günümüzde de ittifaklar, koalisyonlar var. Ancak siyasi tarihte gördüğümüz savaş süreçleri artık yaşanmıyor. İkinci Dünya Savaşından sonra BM Antlaşması ile devletler arasında savaş yasaklandığından, artık hükümetler savaş deklarasyonunda bulunmuyorlar. Savaşlar üç metotla yürütülüyor. Ya BM Güvenlik Konseyi kararları sonucu, çoğu Atlantik sistemin kontrolünde oluşturulan koalisyonlara yetki verilerek; ya vekalet savaşları (Proxy Wars) üzerinden, ya da “terör” üzerinden yürütülüyor. Ancak terörün bir araç ya da taktik olduğunu hatırlatalım. Tek başına sonuç alabilecek bir enstrüman değil. 1970’ler sonrası dünyaya enjekte edilen neoliberal kapitalist sistemin ayakta kalabilmesi için kullanılan değişik araçlardan biri olan terörün asıl amacı, hegemonya iradesine karşı gelenleri terör üzerinden, ülkede istikrarsızlık yaratarak cezalandırmak, toplumu sindirmek, hükümetleri istifaya zorlamak, başarısız devlet yaratarak turuncu devrimler sonucunda iktidarı ve siyasi hedefleri ele geçirmek. Burada doğrudan askeri bir hedefin ele geçirilmesinden söz etmiyoruz. Örneğin Türk ordusu bugün El Bab’da askeri bir harekatta başarı elde ediyorsa onu durdurmanın bir yolu Türkiye’yi dalga dalga teröre maruz bırakarak dolaylı tutumla Türk devletini geri çekilmeye zorlamak. TERÖR ATLANTİK SİSTEMİNİN ÜRÜNÜDÜR Günümüzde terörün ateş gücünün asıl kaynağının Afganistan, Irak, Libya ve Suriye müdahaleleri sonrası ortaya saçılan hafif silah ve patlayıcıların proliferasyonu ile bu kanserli dokusunun değişik şekillerde metastaz yapmasından kaynaklanıyor. ISSN: Sayfa 27 HÜKÜMET TARİHTEN DERS ALMALIDIR Nasıl ki 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin sokakları ve iktidara ait binalar Atatürk posterleri ile donatılmışsa bugün de yapılacak odur. Ayrıştırmaktan kaçının. Hegemonyanın kutuplaştırma ve iç savaşı körükleme stratejisinin parçası olmayın, bu tuzağa düşmeyin. Onlara malzeme vermeyin. Halk adına sizlere verilen egemenlik gücünü birleştirmek için kullanın. Madem ki Kurtuluş Savaşı seferberliği çağrısı yapılıyor o zaman, “zamanın ruhunu 1922’ye taşıyın.” Zira başka kurtuluş yok. www.ankaenstitusu.com SAVUNMA / GÜVENLİK değişik şekillerde metastaz yapmasından kaynaklanıyor. Maalesef bu kanser İslam coğrafyasını ve halklarını kullanıyor. İslam coğrafyasının bilimde, endüstride, sanatta, innovasyonda, gelişmişliği ilgilendiren her alanda geri kalmışlığını, parçalanmışlığını ve kolayca radikalleşebilme eğilimini kullanıyor. Hegemonyanın istihbarat örgütlerine bu durum bulunmaz bir fırsat sunuyor. Günümüzde artık çocuklar bile IŞID’in, Taliban veya El Kaide’nin hegemonya kontrolünde ABD öncülüğünde kurulduğunu ve beslendiğini biliyor. 15 Temmuz 2016’da örneklendiği üzere savunmasız halk üzerine ateş eden bir terör örgütü olan din temelli F tipi örgütün de ABD tarafından ülkemizde operasyon yapmak üzere desteklendiği artık hukuki belgelere geçen somut bir gerçek. F tipi örgütün 2002 yılındaki seçimlerden sonra iktidar partisine –her ne kadar aldatıldık dense de- 7 Şubat 2012 tarihine kadar bir ittifak bağı ile destek olduğu da siyasi tarihimizin bir gerçeğidir. Bu ittifak aynen Ribbentrop-Molotov ittifakının sonu gibi büyük bir saldırı ile parçalandı. O dönemde saldırı kararını veren Almanlardı. Bütün Avrupa’yı işgal etmişlerdi ancak bu Hitler’in hırsını tatmin etmemişti. 15 Temmuzda saldırı kararını veren de ABD güdümündeki FETÖ oldu. 2002’de iktidar partisinin seçimlerde kazanması ve devletin dönüştürülmesi için her türlü desteği veren Atlantik cephe, neden 15 Temmuz’da tüm cephelerden Türk halkına saldırdı? Neden her gün patlayan bombalar ve suikastlar ile bugün de saldırmaya devam ediyor? Olay sadece iktidar partisinin hegemonya ile anlaşmazlığına bağlanabilir mi? Ya da Türkiye’nin iç siyasi çekişmelerine? Hayır. Olayın temeli jeopolitik kaynaklıdır. Akdeniz’e çıkışı olan hegemonyanın kuklası bir Kürt devletçiğinin kurulması asıl amaçtır. Jeopolitiğe ekonomik çıkarları da ekleyebiliriz. ABD’nin Afganistan müdahalesinin asıl nedeninin 11 Eylül olmadığı artık bilinen bir gerçek. Baba Bush’un yönetim kurulunda olduğu Unocal Şirketi’nin Imron gaz boru hattının Kazakistan-Özbekistan- Afganistan- Pakistan üzerinden geçirebilmek için Afganistan’a savaş açıldığını kim reddedebilir? Ya da AB/D’nin Irak ve Libya saldırılarının enerji kaynaklı olduğunu? TÜRKİYE TESLİME ZORLANIYOR Bir an için 15 Temmuz darbe girişiminin başarılı olduğunu düşünün. Bugün Kürt Koridoru Akdeniz’e erişmişti. Bağımsız Kürdistan’ın ilanı tamamlanmıştı. Kıbrıs’ta birleşme tamamlanmış ve Türk askeri çekilmişti. Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarımız fiilen yok edilmişti. Montrö Sözleşmesi’nin varlığına rağmen Karadeniz’de NATO deniz varlığı artırılmıştı. Kardak benzeri ada, adacık ve kayalıklara yönelik gelecekteki tüm taleplerimiz kurumsal hafızalardan bile silinmişti. Rusya ve Çin ile yakınlaşma düşmanlığa dönüştürülmüştü. Bugün patlayan bombalar 65 yıllık ittifak sisteminin temelden parçalanmasının sancılarıdır. Atlantik iradesi ile Türkiye’nin teslim alınmasına yönelik 15 Temmuz sürecinin başka strateji ve taktiklerle devamıdır. Sayfa 28 TERÖR KABUSU VE TOPLUMSAL FARKINDALIK 06 Ocak 2017 Dursun ÖZKARA Ülkemiz, kurulduğu 1923 yılından günümüze kadar pek çoğunun kaynağı dış emperyalist güçler olan birçok sorun yumağı ile mücadele etmek zorunda kaldı. İlk yıllarında çeşitli isyanlarla baş etmek durumunda bırakılan devletimiz, sonraki yıllarda ve özellikle 1970’li yıllardan itibaren terör örgütlerinin hedefi haline geldi. Bu dönemde sağ ve sol akımlardan devşirebildiklerini terörize ederek kendini gösteren bu örgütlerin yanına, 1980’den sonra Ermeni ASALA, 1984’den itibaren de bölücü PKK terör örgütleri eklendi. 2000’li yılların başına gelindiğinde ise devletimizin etkin mücadelesi neticesi ASALA terör örgütünün yok edildiği, aşırı sol örgütlerin büyük oranda eylem yapamaz hale getirildiği, PKK Terör Örgütünün ise yurt içinden tamamen temizlendiği ve Irak Kuzeyine çekildiği, yurt içerisinde büyük oranda huzur ve güven ortamının sağlandığı bir döneme girdik. Tam da bu dönemde 2003 yılının 15 ve 20 Kasımında bu defa dini maske olarak kullanan yeni bir terör akımının hedefi olduk. Bu tarihten sonraki dönemde ise listeye sözde dini esaslara dayalı terör örgütleri de dâhil oldu. El –Kaide, Hizbullah, son dönemde de IŞİD, FETÖ Terör örgütleri. 2005 yılından itibaren ise yurt dışına çekilmiş PKK, tekrar yurt içinde eylemlerine başlarken, Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere bu örgütlerle mücadele eden Güvenlik kuvvetlerimizin mücadele azmini kırmayı amaçlayan ve bugün kumpas olduğu her kesim tarafından anlaşılan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalar sürecini yaşamaya başladık. Bu süreçte, bu örgütlerle kahramanca mücadele eden nice değerin itibarsızlaştırıldığını, görevlerinden edildiğini, yerlerine ise büyük oranda FETÖ terör örgütü mensuplarının yerleştirildiğini gördük. Diğer teröristlerden farklı olarak Devlet üniforması giyen ve çeşitli güç odaklarından destek alarak bürokraside hızla makam sahibi olan, kendisi terörist olan bu örgüt mensuplarının sözde terörle mücadele adı altında Devletle mücadele ettiğine şahit olduk. Nihayetinde 15 Temmuz 2016 gecesi eli kanlı bu örgütün diğerleri ile anlaşarak Devleti ele geçirme planını askeri, polisi, sivili, doğulusu, batılısı bütün Türk milleti olarak bozmayı başardık. Ülkemizin mücadele etmek zorunda kaldığı belli başlı terör odakları ile ilgili kısaca hafızamızı tazeledikten sonra, hatırlamak istemesek de terörün başvurduğu en çirkin, soysuz ve kalleş yöntem olan intihar saldırılarına da kısaca değinmek istiyorum. Türkiye, intihar saldırıları ile ilk olarak 30 Haziran 1996 tarihinde Tunceli merkezde bir Cuma akşamı bayrak töreninde askeri bandonun içerisine hamile kılığında dalan bir canlı bombanın kendisini patlatması ile tanıştı. Saldırıda maalesef 9 askeri personel şehit olurken, 29 personel de yaralandı. Örgüt PKK idi. Bu saldırı ile birlikte terörle mücadelede yeni bir dönem başladı. Son derece kalleşçe, masumları da hedef alan, ülkenin sadece belirli bölgesini değil, tamamını hedef alan bir dönem. ISSN: Sayfa 29 2015 ve 2016 yılları ise bu eylemlerin zirve yaptığı dönem oldu. 1996 yılından 2015 yılına kadar bütün örgütlerce toplam 26 olay gerçekleşmişken sadece son iki yılda tamamı PKK ve IŞİD tarafından 2015’te 5, 2016’da 27 olmak üzere toplam 32 ( IŞİD 9, PKK 23 ) eylem yapıldı. Düşünebiliyor musunuz sadece 2016’da 27 eylem. Güzel ülkemiz 2016 yılının her ayında iki eyleme maruz kaldı. 2017 yılı ise daha ilk haftasında iki büyük terör hadisesi ile 2016’dan beter olacağının sinyallerini şimdiden vermeye başladı. Değerli okuyanlar, Yüzlerce canımızın yitirildiği, binlerce canımızın yaralandığı bu olayları rakamlardan ibaret birer istatiksel veri gibi yazmak, bu örgütlerle yıllarca mücadele etmiş biri olarak inanın çok ağırıma gitti. Yazarken ellerim titredi, gözlerim yaşardı. Eminim sizler de okurken bir taraftan öfke, bir taraftan nefret, bir taraftan hüzün duygularına kapıldınız. Ancak, maalesef bu olaylar üzerinden bir tespit ve sonuç çıkarmak zorundayız. Bir daha bu acıların yaşanmaması için Devlet ve toplum olarak yapmamız gerekenleri doğru analiz etmek durumundayız. Türkiye, 2015 ve 2016 yıllarında, tarihinde hiç olmadığı kadar PKK’nın taşeron örgütü TAK ve IŞİD tarafından gerçekleştirilen canlı bomba eylemlerinin hedefi oldu. Ne oldu da 1996’dan 2015’e kadar 26 eylem olurken son iki yılda 32 eylem gerçekleşti. Bu eylemler üzerinden kimler ne mesaj veriyordu? Kimin ne çıkarı veya beklentisi vardı? Terör örgütlerinin, terör eylemlerinden elde etmeye çalıştıkları kazanımlar şöyledir böyledir gibi detaylara girmeyeceğim. Somut olaylar ve örnekler üzerinden durumu analiz etmeye çalışacağım. Her eylemden sonra, kimimiz istihbarat zafiyetine, kimimiz siyaset kurumunun yetersizliğine, kimimiz dış mihrakların emellerine dem vurduk ve yorumlarımızı da baktığımız pencereden yaptık. Ancak, bana göre doğrusu, bütüncül bir yaklaşımla her bir pencerenin ayrı ayrı irdelenmesi halinde bütünün anlaşılabileceğidir. İstihbarat penceresi; İstihbarat, belirti ve izleri doğru analiz ederek ileride gerçekleşmesi muhtemel bir olay ve eylemin tespit edilmesi, önlem alması gereken makamlara zamanında bildirilmesidir. İstihbaratta asıl olan bilginin/ verinin doğru analizidir. İyi bir çoban, gökyüzünden ve rüzgârdan elde ettiği veriyi doğru analiz ederse sakin bir havada bile az sonra çıkacak fırtınayı görür, sürüsünü güvenli bir yere götürür. Konumuz terör eylemleri olduğu için diğerlerine girmeden kolluk istihbaratını irdeleyeceğim. Ülkemizde emniyet ve asayiş konularında istihbarat yetkisi Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığındadır. 15 Temmuz hain kalkışması sonucu hepimiz gördük ki, her iki kurumun da istihbarat kadroları büyük ölçüde FETÖ Terör örgütü ve dolayısıyla hizmet ettiği Atlantik cephesinin kontrolünde imiş. www.ankaenstitusu.com SAVUNMA / GÜVENLİK 1996-2014 yılları arasında PKK tarafından 19, DHKP/C tarafından 4, El-Kaide tarafından 3 olmak üzere yüzlerce değerimizin hayatını kaybetmesi, binlerce değerimizin yaralanması ile sonuçlanan 26 eylem gerçekleştirildi. Sayfa 30 TERÖR KABUSU VE TOPLUMSAL FARKINDALIK Üstelik bunlar yıllardır buralarda yuvalanmış ve kendilerinden başka kimseye müsaade etmemiş. Kendilerinden olmayanları da çeşitli kumpaslarla sistemin dışına itmiş. Maalesef istihbarat ve analiz konusunda yetişmiş personelin büyük çoğunluğu bu örgütün elemanlarıymış. Bu adamların tedbir makamlarına sağlıklı ve doğru analizler yaptığı söylenebilir mi? 17 / 25 Aralık 2013 sonrası Emniyet ve yargı teşkilatında, 15 Temmuz 2016 sonrası TSK, Jandarma ve diğer kurumlarda yapılan temizlik sonucu bunların yerine gelen personelin (iyi niyetlerinden ve vatan sevgilerinden hiçbir şüphem olmamasına rağmen ) analiz tecrübesi ve bilgisi yeterli midir? Peki, ülkemizde cirit atan yabancı ülke istihbarat servislerinin elemanları ve etki ajanlarına yönelik yeterli ve etkin tedbir alınıyor mu, takip ediliyor mu? Sanırım olaylar bize cevabın ne olduğunu söylüyor. İç ve Dış Politika; ABD 2003 yılında Irak’ı işgal ettiğinde fiilen sınır komşumuz oldu. Ardından Tunus, Libya ve Mısır’da Arap baharı adı verilen hareketler sonucu bu ülkelerde yönetimler değişti. Sıra Suriye’ye geldi. 2011 yılında bu ülkede de isyanlar baş gösterdi. ABD, Beşar Esad’ı diktatör ilan ederek yönetimden çekilmesi gerektiğini savundu. Türkiye’de ABD gibi Esad’ın gitmesini savunan ülkeler arasında yerini aldı. Esad bir anda Esed oldu. 2015’te Rusya’nın askeri birliklerini doğrudan Suriye’ye göndermesi Esad’ın da kaderini değiştirdi ve ABD bu tarihten sonra Esad’lı çözümleri deklere etmeye başladı. Bu süreçte Türkiye maalesef bu esnekliği gösteremedi, eski politikalarında kaldı. ABD, diğer taraftan da Suriye’de PKK’nın Suriye kolu olan YPG kartını oynamaya başladı. Kuzey Suriye’de bizimle olan sınır boyunca bir PKK koridorunu hayata geçirmeye çalıştı. 2014 yılında IŞİD Kobani’yi ele geçirip bu koridoru engellediğinde, Peşmerge adı verilen Kürt silahlı grupları tam da 29 Ekim 2014 günü Türkiye’nin desteği ile topraklarımızdan geçerek Ayn el Arap’ı (Kobani) işgal etti. Ardından da sınırımız boyunca batıya, Hatay ilimizin doğusunda bulunan Afrin’e doğru ilerleyerek koridoru tamamlamaya çalıştı. Türkiye, bu duruma şiddetle karşı çıktı ve güvenli bölge tezini bölgedeki aktörlere kabul ettirmeye çalıştı. Destek göremeyince 24 Ağustos 2016 tarihinde Fırat Kalkanı harekâtını başlattı. Bütün bunların yanında bir de 24 Kasım 2015’te hava sahamızı ihlal eden Rus savaş uçağı düşürüldü ve Rusya ile ilişkiler de tam bir krize dönüştü. Tekrar normale dönülmesi neredeyse bir yıl sürdü. Sonuç olarak Suriye krizi bizim ülkemiz için de bir kriz haline dönüştü. Bu krizde oyun kurucu olarak yer alma çabalarımız bize iç karışıklık olarak geri döndü. Masaya oturmak istiyoruz, her defasında başka biri altımızdaki sandalyeyi çekip bizi düşürmeye çalışıyor. Tabiri caiz ise Suriye politikasında “Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamadık”. Yurt içinde ise siyaset kurumu, birçok kesimden gelen “silah bıraktırılmadan terör örgütü ile çözüm olmaz” uyarılarına rağmen süreci devam ettirdi. Sonrası hepimizce malum; hendekler, Dolmabahçe Mutabakatı, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri. ISSN: Sayfa 31 www.ankaenstitusu.com SAVUNMA / GÜVENLİK 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası siyasi irade yanlıştan döndü ve terörle etkin mücadele etme kararı aldı. Diyarbakır Sur’dan başlayarak diğer şehirlerde icra edilen şehir operasyonları sonucu PKK, o çok güvendiği hendeklerine gömüldü. Son iki, üç aylık süreçte de başta İnsansız Hava Araçları olmak üzere teknolojinin her türlü imkânları kullanılarak gerçekleştirilen operasyonlarda bine yakın terörist etkisiz hale getirildi. PKK ve hamileri şunun farkına vardılar. Eğer operasyonlar bu hızda devam ederse ve devlet bir şekilde çözüm masası dedikleri masaya tekrar oturmazsa 2017 örgüt açısından bitiş yılı olabilir. Suriye’de de PKK koridoru olmazsa bağımsız Kürdistan hayalleri suya düşer. Diğer taraftan Ortadoğu özelinde cereyan eden fosil kaynaklı enerji savaşları ve bu savaş üzerinden ülkeleri dizayn etme çabalarının da önemli bir faktör olduğunu unutmamak gerekir. Gelinen bu aşamadan sonra, yurt içi ve dışı kaynaklı sorunlarla nasıl başa çıkacağız? Ülkemizde huzur ve güven ortamının tesisi için ne tür tedbirler almamız gerekir? İstihbarat kurumlarında FETÖ mensuplarının yarattığı tahribat süratle tamir edilmelidir. Kurumlar arası koordinasyon ve bilgi paylaşımını en üst düzeye çıkaracak tedbirler alınmalıdır. Bu konuda en ufak direnç gösterenlere asla müsamaha gösterilmemelidir. Analiz ve değerlendirme konularında zafiyet varsa geçmişte bu birimlerde görev yapmış güvenilir uzman personelden danışman olarak faydalanılabilir. Kayseri saldırısında aynı plakalı aracın aynı anda hem Kırıkkale hem de Kayseri’de MOBESE sistemlerinde görüldüğü hususu medyada yer aldı. Güvenlik Kuvvetlerinin birbirinden bağımsız kullandığı teknolojik imkanlar entegre edilmeli, kayıtlar tek bir merkezde toplanmalı, bu merkezde uzman ve liyakatli personel istihdam edilerek derlenen verilerin sağlıklı analizi sağlanmalıdır. İstihbarat kurumları da benzer şekilde yeniden organize edilmelidir. Arama kontrol noktalarında görev yapan kolluk personeli özel farkındalık eğitiminden geçirilmelidir. Öyle ki, bu personel muhatap olduğu kişinin ses tonundan, duruşundan, bakışından anlam çıkarabilecek yetkinlikte olmalıdır. Vatandaşımız maalesef ihbar ve haber verme sistemini yeterince çalıştırmıyor. Hala toplumun büyük kesiminde ihbar edersem başım derde girer mantalitesi yaygın. Akademik çevreler, Sivil Toplum Örgütleri, Düşünce Kuruluşları gibi kurumlar, sanatçılar, kanaat önderleri gibi aktörlerin işbirliğinde yoğun bir farkındalık kampanyası başlatılmalıdır. Bu noktada ev sahiplerine, gayrimenkul danışmanlarına, bina yöneticilerine, muhtarlara ve tüm vatandaşlara büyük sorumluluk düşmektedir. Kimlik bildirme kanunundan kaynaklı yükümlülükler eksiksiz yerine getirilmelidir. Bunun yanında, millet olarak genetik özelliğimizden kaynaklı olsa gerek son dönemde gördüğümüz şüphelileri kendimiz yakalama hatta cezasını hemen sıcağı sıcağına uygulama gibi linç girişimine varan hareketler söz konusu. Şüpheli gerçekten teröristse hayati risk, suçsuzsa sonradan vicdan azabı ile karşı karşıya kalınmaktadır. Ayrıca suçsuz yere sadece benzerlikten kaynaklı bu tür muameleye maruz kalanların şikayetçi olması durumunda suçlu konumuna düşülebileceği unutulmamalıdır. Devletimizin terörle mücadelede haklılığını ve terörle mücadele ederken sivil halkın zarar görmemesi adına gerekirse canını ortaya koyan güvenlik kuvvetlerimizin kahramanlıklarını ortaya koyan örnekler her türlü argüman kullanılarak etkin ve yoğun bir şekilde uluslararası platformda anlatılmalıdır. Son olarak karar vericiler tarafından milli güç unsurları doğru analiz edilmeli, hayal peşinde koşmadan gerçekçi ve uygulanabilir politikalar takip edilmelidir. Henüz vakit varken bu tedbirlerin süratle uygulanması hayati önemdedir. Aksi takdirde çok daha büyük hadiselerle mücadele etmek zorunda kalacağımız aşikârdır. Sayfa 32 SURİYE YÖNETİMİ KÜRTLERLE FEDERASYONU GÖRÜŞÜYOR 13 Ocak 2017 Suriye yönetiminin Şam’da Rusya’nın garantörlüğünde Suriyeli Kürtlerle federasyonu tartıştığı öğrenildi. Suriyeli Kürt siyasetçi Dr. Ferid Sedun, Kürtlerin federasyon talepleriyle ilgili Suriye yönetimi ile görüşmek için başkent Şam’a geldiklerini belirterek, görüşmelerde Rusya’nın da garantör olduğunu söyledi. Rusya, Türkiye’nin PKK’nın Suriye kolu olmakla suçladığı Demokratik Birlik Partisi (PYD) dışındaki Kürt partilerle ve Kürt siyasetçilerle de yoğun bir görüşme trafiği yapıyor. İki hafta önce Lazkiye’deki Hmeymim Askeri üssüne aralarında PYD ve Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi’nin de (ENKS) olduğu 24 Kürt partisini çağıran Rusya, bu kez önemli önde gelen Kürt temsilcilerle görüşmeler yapıyor. Rusya bu temsilcilerin Suriye yönetimiyle de görüşmesini sağlıyor. ‘AMACIMIZ FEDERASYON İLE İLGİLİ BİR YOL AÇMAK’ Görüşmelerde yer alan Kürt siyasetçi Dr. Ferid Sedun, Sputnik’e yaptığı açıklamada Suriye yönetimiyle federasyonu görüşmek için bugün Kamışlı’dan Şam’a geldiğini belirtti. Sedun, “Rusya geçen günlerde Kamışlı kentine gelerek bizle görüşmeler yaptı. Görüşmelerin devamı konusunda ve daha sağlıklı olması için bizi Suriye yönetimi ile görüştürmek istediler. Rusya ayrıca bizi Lazkiye’deki Hmeymim askeri üssüne de davet etti. Biz de onların teklifini kabul ettik. Ben ve iki bağımsız Kürt siyasetçi arkadaşım bugün Şam kentine geldi.Üçümüz de Kürt siyasetçi ve aydınları olarak geldik. Bizim amacımız federasyonu imzalamak değil. Amacımız federasyon konusuyla ilgili bir yol açmaktır. PYD ve ENKS bu toplantılara geldiğinde önleri açılmış olsun. Bugün Hmeymim askeri üssündeki Rusların yanına gidip görüşmeler yapacağız. Ruslarla görüştükten sonra Şam’a tekrar gelip Suriye yönetimi ile görüşeceğiz. Ruslarla ve Suriye yönetimi ile bu iki gün içerisinde görüşmeler yapacağız. Görüşmelerde Suriye’de Kürtlere bir federasyonun verilmesini talep edeceğiz. Bizim için Suriye’nin geneli önemli değil. Bizim için Suriye’nin Kürtlerinin durumu önemlidir. Ortak bir karar almak istiyoruz” dedi. ‘RUSYA GARANTÖR OLDUĞU İÇİN BU GÖRÜŞMELERE GELDİK’ Görüşmelerde Rusya’nın garantör olduğunu ve Moskova’nın bu görüşmelere çok önem verdiğini vurgulayan Sedun, şöyle devam etti: “Rusya garantör olduğu için bu görüşmelere geldik. Rusya, Suriye hükümeti üzerinde baskı yapıyor. Suriye hükümeti diyor ki ‘Ben toplumun, halkların ve aydınların haklarını vermem. Ama Rusya bize ‘Siz ne istiyorsanız onu söyleyin biz Suriye hükümetine bunu söyleriz. Onlarla konuşuruz. Suriye hükümeti size otonom verirse kabul edin. Şimdiki imkanlarda otonom iyidir’ diyor.” Suriye’deki Kürtlerin sorunlarının çözülmesi halinde Suriye hükümetinin üzerindeki ağırlığın hafiflemiş olacağını savunan Sedun “Bundan dolayı Rusya, Kürt sorununun çözülmesini istiyor” ifadelerini kullandı. Kaynak: https://tr.sputniknews.com/columnists/201701131026757987-suriye-yonetimi-kurtlerle -federasyonu-gorusuyor/ ISSN: Sayfa 33 12 Ocak 2017 Amerikan ordusuna ait 80’den fazla tank ve zırhlı araç ile 3 binden fazla ABD askeri bugün Polonya’da konuşlandırılmaya başlandı. ABD, Soğuk Savaş’ın son bulmasından bu yana ilk kez Avrupa’ya bu boyuta bir askeri sevkiyat yapıyor. Askeri sevkiyat, Rusya ile ilişkileri geliştirmek istediğinin işaretlerini veren Donald Trump’ın 20 Ocak’ta yemin ederek başkanlık görevi devralmasından çok kısa bir süre önce yapılmış oluyor. Bu kapsamda geçen hafta 80 ana muharebe tankı ve yüzlerce zırhlı araç Doğu Avrupa ülkelerine kara ve demir yoluyla ulaştırılmak üzere Almanya’ya ulaştı. Amerikan zırhlı tugayı da aynı planın parçası olarak Baltık ülkelerinde askeri tatbikatlar yapacak. Bu güçlerin 9 ayda bir değiştirilmesi planlanıyor. Fakat Donald Trump’ın seçilişiyle ABD’nin bu askeri duruşu sürdürüp sürdürmeyeceği konusunda soru işaretleri doğdu. Kaynak: http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-38594600 AMERİKA’DA DONALD TRUMP DÖNEMİ RESMEN BAŞLADI 20 Ocak 2017 Trump, yemin ettikten sonra yaptığı konuşmada birlik mesajı verdi. Trump, birlikte Amerika’yı yine güçlü ve büyük yapacağız dedi. Amerika Başkanı, biz bir ulusuz, bir kalbi, bir evi ve bir kaderi paylaşıyoruz ifadelerini kullandı. Sınırlarımızı korumalıyız diyen Trump,uluslar ile iyi ilişkiler kurmaya çalışacaklarını da kaydetti. İttifaklarımızı sağlamlaştıracağız ve yenilerini oluşturacağız diyen Donald Trump,”Medeni dünyayı radika İslam terörizmine karşı birleştireceğiz, kökünü dünyadan tamamen kazıyacağız” ifadelerini kullandı. Bu arada yemin töreni öncesi ve sırasında kentin çeşitli bölgelerinde protesto gösterileri düzenlendi. Polis, çeşitli mağazaların ve dükkanların camlarını kıran bir gruba biber gazıyla müdahale etti. Protestocular bazı araçlara da zarar verdi. Bu olaylı protestodan önce de bir grup, bazı güvenlik kontrol noktalarındaki görevlilerin görevlerini yapmasını engellemeye çalıştı. www.ankaenstitusu.com GÜNDEM / GÜNCEL ABD’DEN SOĞUK SAVAŞ SONRASI AVRUPA’YA EN BÜYÜK ASKERİ SEVKİYAT Sayfa 34 KONFOR ALANINDAN ÇIKMAK 26 Ocak 2017 Mert ÇUHADAROĞLU Hiç yenilmemiş olanlar, hiç denememiş olanlardır. Yenilmemişlerdir ama kazanmamışlardır da. Konfor alanına değişik bir bakış açısı sunuyor bu güzel söz. Konfor alanını özgürlükle de karıştırabiliyoruz, özgürlüğümüz sandığımız şey konfor alanımız olabiliyor, halbuki gerçek özgürlük konfor alanının dışına çıkınca başlıyor. Konfor alanı, mevcut düzeninizi bozmadan, minimum bir çaba ile ortalama bir performans göstererek yaşadığınız ve büyük riskler almadığınız güvenli alandır. Her insanın her konuda farklı konfor alanları vardır. Aşk konusundaki konfor alanınız uzun zamandır birlikte olduğunuz ve artık herhangi bir şey hissetmediğiniz ancak alışkanlık nedeniyle devam ettiğiniz ilişkiniz olabilir. İş konusunda konfor alanınız kariyerinizde yükselemediğiniz ancak sizi asla işten çıkarmayacaklarını tahmin ettiğiniz maaşlı işiniz olabilir. 3. baskısı yeni yayımlanan ilk kitabım olan Hayatını Seç’te bu konuda detaylı bilgiler ve bir yol haritası da mevcut, oradaki bilgilerden de yararlanabilirsiniz. Peki ama nasıl değişeceğiz? Konfor alanının dışına nasıl çıkılabilir, gerçek potansiyelinizi nasıl keşfedebilirsiniz? Güvenli olan her zaman en iyi seçenek olmayabilir. Güvenli sularda kalmaktan kaynaklanan kazancımız ne, bunu bulacağız ve kazancımızı terk etmeyi seçeceğiz. Değişiklik yapmak için yeni bir şeyler denemek konusunda başlangıçta kendimizi biraz zorlayacağız. Bunu fark edip değiştirmek istediğinizde yapmanızı tavsiye edebileceğim şeylerden belki de ilki ise konfor alanınızı tasvir edip dışına çıkmak için minik de olsa bir adım atmak. Farklı şeyler yapamıyorsak her zaman yaptığımız şeyleri daha farklı yapmayı seçebiliriz. Ulaşım araçlarımızı değiştirmek, yolları / rotaları değiştirmek, farklı bir yerde tatil yapmak, seyretmediğiniz tarzda bir film izlemek, okumadığınız bir kitap okumak, özellikle de yeni insanlar tanımak farklı çevrelerden. Bu işte iyi değilim dediğiniz birkaç konunun özellikle üzerine gidin, bakalım ne olacak? Ormanın içinde iki yol vardı ve ben daha az seçileni tercih ettim tüm değişikliği bu yarattı. (Robert Frost) ISSN: Sayfa 35 KÜLTÜR / SANAT / YAŞAM / TEKNOLOJİ SURİYE’NİN YILLAR ÖNCEKİ HALLERİ Bir zamanlar insanların yaşam , ibadet ve sosyalleşme alanı olan bir çok bina bugün Suriye 'deki çatışmalarla tanınmaz hale gelmiş durumda. ww Sayfa 36 BİLİM-KURGUYDU GERÇEK OLDU Hastaları çok daha hızlı bir şekilde hastanelere ulaştıracak drone ambulanslar geliyor. Amerika merkezli Fast Company ekonomi dergisinin, sağlık alanında yaratıcı teknolojileri tanıttığı etkinliğinde, bir drone ambulans planı sergilendi. Hastaların, normal ambulanslardan ve helikopterlerden daha hızlı ve etkin bir şekilde hastanelere ulaştırılmasını hedefleyen drone ambulanslar, ekonomik aile arabası boyutunda. GPS üzerinden konumu takip edebilen drone, uzaktan da kumanda edilebiliyor. Otomatik pilotu ile hedefe ilerleyebilen drone, zorlu kalkış ve inişlerde uzaktan kontrol ediliyor. Küçük boyutu sayesinde hemen her yere iniş yapabilen drone, hastaları, trafiğe takılmadan çok hızlı bir şekilde hastaneye taşıyabiliyor. Kaynak: http://www.aljazeera.com.tr/haber/drone-ambulanslar-geliyor ‘ROBOTLAR İNGİLİZLERİN YÜZDE 30’UNU İŞİNDEN EDEBİLİR‘ İngiltere’de yapay zekâya dayalı robot sistemlerin 2030 yılına kadar çalışanların yüzde 30’unun işlerini elinden alabileceği öne sürüldü. PricewaterhouseCoopers (PwC) tarafından hazırlanan araştırmada İngiltere’de yapay zekâya dayalı robot sistemlerin 2030 yılına kadar toplam istihdamın yüzde 30’unu oluşturabileceği belirtildi. Araştırmada yapay zekâya dayalı robot sistemlerin 2030’a kadar ABD’de toplam istihdamın yüzde 38’ini, Almanya’da yüzde 35’ini, Japonya’da ise yüzde 21’ini oluşturabileceği belirtildi. Konuya ilişkin olarak açıklamada bulunan PwC Başekonomisti John Hawksworth, “Daha çok elle yapılan rutin işler risk alanı içerisinde olacak. İnsan dokunuşuna ihtiyaç duyulan sağlık, eğitim gibi alanlar ise daha güvenli” ifadelerini kullandı. İlerleyen yıllarda yapay zekâya dayalı robot sistemlerin yüzde 59 ile en çok ulaştırma sektörünü etkilemesi, yüzde 46 ile imalat, yüzde 44 ile toptan satış ve perakende, yüzde 37 ile yönetim ve destek hizmetlerini etkilemesinin beklendiği belirtildi. Ayrıca yapay zekâya dayalı robot sistemlerin yüzde 32 ile finans ve sigorta, 24 ile inşaat, 22 ile sanat ve eğlence, 19 ile tarım ve balıkçılık, 17 ile sağlık, yüzde 9 ile de eğitim sektörlerini etkilemesinin öngörüldüğü hatırlatıldı. Kaynak: edebilir/ ISSN: https://tr.sputniknews.com/bilim/201703251027795452-robotlar-ingilizleri-isinden- Sayfa 37 Filiz GÜRTUNA ABD’de the science coalition adında, üyeleri üniversiteler olan, bir organizasyon var ve hedefleri federal hükümetin temel bilimsel araştırmalara yatırımının devamlılığının ekonomiyi canlandırmak, inovasyonu kamçılamak ve ülkelerinin küresel rekabet gücünü artırmak için önemini vurgulamak. Bu amaçla, geçmişte yapılan yatırımların meyvelerinin nasıl gelişmişlik, ekonomi, rekabet gücü vb. alanlarda alındığına, nasıl endüstride gerçekleştirilen AR-GE çalışmalarının temelinde üniversitelerdeki ve ulusal laboratuvarlardaki temel bilimsel çalışmaların yattığına ve bu yatırımlar devam etmezse, geleceğin 20 yılında gerekli olacak icatların başka ülkelerden geleceğine vurgu yaparlar. Ülkemizdeki bilgi ve bilime hâlihazırdaki tavır iç açıcı olmadığı için asıl ihtiyacımız olan bilgiye ve bilime verilen önemin ve desteğin artırılması, bunun toplumda yaygınlaştırılması ve bu sayede, kullanımlarının da etkinleştirilmesidir. Bize bir söylem gerekliyse “Hem bilim yapacağız, hem de uygulama” en iyisidir. Bilgiye ve bilime önem vermeyip sadece uygulamaya odaklanmanın sakıncalı bir başka tarafı da vardır ki bu, toplumsal olarak (en azından, iş dünyasında) bilimsel gelişmelerin, yeni tekniklerin ve teknolojilerin takip edilmemesi, desteklenmemesi ve önemsenmemesi ile birlikte yeniliklerin iş hayatına ve ülke kalkınmasına olumlu etkilerinin de önünün kesilmesidir. Örneğin, ülkemizde ilk Endüstri Mühendisliği bölümü 1969 yılında kurulmasına rağmen günümüzde bile verimlilik çalışmaları yeterince yaygınlaştırılamamıştır, KOBİ’lerde olduğu gibi. Bu sadece işletmeleri kârlılık anlamında ilgilendiren bir durum da değildir çünkü kötü kullanılan ülke kaynaklarıdır ve ekonomiye giremeyen kaçmış kârlılık veya yeni yatırım imkânlarıdır. Verimlilik konusunda böyle bir bilgi eksikliğinin ya da bilgiyi önemsememenin, bilimsel gelişmeleri önemseyen, takip eden ve uygulayan bir toplumda olmaması gerekir. Yaklaşık üç yıl önceydi. Bir tanıdığım Amerika’da otomatik öğrenme (machine learning) konusuna merak salmış, öğrenmiş, bir ürün geliştirmiş ve hatta burada bir şirket kurup tanıtmaya çalışmıştı. Benim konuyla tanışmam 2004’lerdeydi ve o zaman da çok önemli uygulamaları olmasına rağmen izleyen yıllarda çok daha popüler olmuştu bu konu. Doğal olarak konuyla ilgili konuşuyor ve neler yaptığı ile ilgileniyordum. Öğrendiğim kadarıyla, konunun ve ürünün öneminin anlaşılamaması büyük problemdi. Belki de otomatik öğrenmenin adını hiç duymadıkları için ya da kullananlara şahit olmadıkları için, görüşülen kişiler kendilerine sunulan “müşterilerini öğrenme” fırsatını değerlendirememişlerdi… Özgün uygulamalar yapabilmek için başkalarının ürettiği bilimi yeterli görmek değil kendi bilimsel üretimimizi artırmak gerekir. Bilim yapmadan uygulamadan bahsetmek, biraz da, vitrininde kendi tasarladığı takımları sergileyen bir mobilyacı olmak yerine ikinci el mobilya satmayı tercih etmek gibidir. “Hem bilim yapacağız, hem de uygulama” söylemi en iyisidir. www.ankaenstitusu.com KÜLTÜR / SANAT / YAŞAM / TEKNOLOJİ BİLGİ ÇAĞINDA BİLİME ALERJİ Sayfa 38 ZÜBEYDE HANIM’I SAYGI VE RAHMETLE ANIYORUZ Bir annenin tüm dünyayı değiştirdiğine şahit olduk. Bir milleti var eden kahramanı yetiştiren, hepimizin annesi Zübeyde Hanım’ı vefatının 94. yılında saygı ve rahmetle anıyoruz. PROF. DR. MUAMMER AKSOY’U SAYGI VE RAHMETLE ANIYORUZ Sayın Muammer AKSOY, 31 Ocak 1990 tarihinde evinin önünde elim bir suikast sonucu öldürülen siyasetçi, hukuk adamı ve 1989 yılında faaliyete başlayan Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularındandır… Kendisini saygı ve rahmetle anıyoruz. Muammer Aksoy (1917–31 Ocak 1990) Hukukçu, siyaset adamı ve yazar. 1961 Anayasasını hazırlayan komisyonun sözcülüğünü yapmıştır. Milletvekili Numan Aksoy’un oğludur. Tüm derslerinden tam not alarak 1939’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Zürih Üniversitesi Hukuk ve Devlet Bilimleri Fakültesi’nde doktora yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi’nde asistanlık ve Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. 1957 yılında üniversite yasasında yapılan değişikliklerin üniversitelerin özerkliğine zarar verdiği gerekçesiyle üniversiteden ayrılarak Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdi. 27 Mayıs 1960 sonrasında yeniden üniversiteye döndü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde profesör oldu. Kurucu Meclis Antalya İli Temsilciliği (6 Ocak 1961 – 25 Ekim 1961) ile 1961 Anayasasının hazırlanmasında komisyon sözcülüğü yaptı. CHP parti meclisi üyeliği görevlerini yürüttü. 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra tutuklandı, fakat yargılama sonucunda aklandı. 1977’de CHP İstanbul milletvekili olarak meclise girdi. Avrupa Konseyi Türkiye temsilciliği ve Türk Hukuk Kurumu başkanlığı görevlerini yürüttü. 12 Eylül 1980’den sonra Ankara Barosu başkanlığına seçildi. 1989’da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu. 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler’deki evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde bir dersliğe adı verilmiştir. ISSN: Sayfa 39 Sayın Prof.Dr.Rıdvan KARLUK Uluslararası İlişkiler, Strateji ve İktisat konu alanları başta olmak üzere yapacağı çalışmalarla Bilimsel Danışma Kurulumuza ve Yazarlar Kadromuza güç katmıştır. PROF. DR. LÜTFÜ ÇAKMAKÇI ANKA ENSTİTÜSÜ’NDE Sayın Prof. Dr. Lütfü ÇAKMAKÇI tarımsal Kalkınma konu alanı başta olmak üzere yapacağı çalışmalarla Bilimsel Danışma Kurulumuza ve Yazarlar kadromuza güç katacaktır. DR. ÇETİN KARTAL ANKA ENSTİTÜSÜ’NDE Sayın Dr. Çetin KARTAL Kamu, Ceza, İş ve Güvenlik Hukuku ile Uluslararası İlişkiler konu alanları başta olmak üzere yapacağı çalışmalarla Bilimsel Danışma Kurulumuz ve Yazarlar Kadromuza güç katmıştır. DR. DENİZ ACARAY ANKA ENSTİTÜSÜ’NDE Sayın Dr. Deniz ACARAY Kamu Hukuku konu alanı başta olmak üzere yapacağı çalışmalarla Bilimsel Danışma Kurulumuza ve Yazarlar kadromuza güç katacaktır. www.ankaenstitusu.com ETKİNLİKLER / DUYURULAR PROF. DR. RIDVAN KARLUK ANKA ENSTİTÜSÜ’NDE HAKİKAT NEREDE? (OĞUZOĞULLARI) Gafil, hangi üç asır, hangi on asır Tuna ezelden Türk diyarıdır. Bilinen tarihler söylememiş bunu Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, Dinleyin sesini doğan tarihin, Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. Asya'nın ortasında Oğuz oğulları, Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz Türk sadece bir milletin adı değil, Türk, bütün adamların birliğidir. Ey birbirine diş bileyen yığınlar, Ey yığın yığın insan gafletleri! Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, Dünya o zaman görecek hakikat nerede, Hakikat nerede? Mustafa Kemal * Atatürk bu şiiri 1932 yılında İsmail Habib Sevük'e dikte ettirmiştir. Kaynak: Hacı Angı, Çocuk Gözüyle Atatürk, 4. Baskı, Angı Yayınları ANKA ENSTİTÜSÜ Turan Güneş Bulvarı No: 25/7 Çankaya / Ankara / Türkiye Tel: (312) 424 1923 Faks: (312) 424 1924 www.ankaenstitusu.com e-mail: [email protected] ISSN: www.ankaenstitusu.com