Küreselleşme, Avrupa Birliği ve Türkiye Çevresi1

advertisement
Küreselleşme, Avrupa Birliği ve Türkiye Çevresi1
Bülent Duru*
Küreselleşme sürecinin Türkiye’nin doğal, kültürel ve tarihi değerleri üzerindeki
etkilerini sergilemeyi amaçlayan bu yazı ağırlıklı olarak son dönemde gerçekleştirilen yasal
düzenlemelerin çevresel açıdan çözümlenmesine dayanmaktadır. Yıllardan beri arzulanan
ama ancak Avrupa Birliği’ne üyelik adaylığı aşamasında gündeme gelen yönetsel düzeltim
çabalarının değerlendirilmesine geçmeden önce ekonomi-ekoloji ilişkisi üzerinde durmak
yararlı olacak. Çünkü, görünürde yalnızca yönetsel ve tüzel alanda değişiklikler öngörse de,
dönüşüm isteminin gerisinde ekonomik etmenlerin bulunduğu biliniyor. Ekolojik bunalımın
bugünkü boyutlarına ulaşmasında, sınırsız sermaye birikimini sağlamak üzere geliştirilen
düzeneklerin ağırlaştırıcı etkisinin bulunduğuna kuşku yok. Ekonominin doğal değerler
üzerindeki aşırı baskısının bir sonucu olan söz konusu sorunlu durumun kapitalizmin
yapısından kaynaklandığı söylenebilir. Sistemin bütün yönleriyle kendisini ayakta tutabilmesi
ve gelişimini sürdürebilmesi için, üretim miktarını artırması ve sermaye birikimini
sağlayabilmesi gerekmektedir. Oysa, üretimi sürekli kılma arzusunun önünde bir engel
bulunmaktadır: Doğal varlıkların sınırlılığı. Bir başka anlatımla, sermaye birikimini sağlama
istemi ve yeryüzünün sunduğu kaynaklar arasında doğrusal bir ilişki bulunmaması,
günümüzde yaşanan ekolojik bunalımın temel nedenidir denebilir. Doğal değerler ve
ekonomik gerekler arasındaki söz konusu çelişkinin yarattığı iki sonuçtan söz edilebilir.
Bunlardan birincisi, doğal dengenin bozulmasının bütün yaşam biçimlerini olumsuz yönde
etkilemesi, kısaca çevre sorunlarıdır. İkinci sonuçsa, kapitalist üretim biçiminin, varlığını
sürdürebilmek, kendisini anılan sorunlu durumdan kurtarmak için geliştirdiği ve kendi yapısı
ile tutarlı olan düzeneklerle ilgilidir. Tek bir başlık altında toplayamayacağımız söz konusu
önlemler dizisi içinde, azgelişmiş ülkelerin hammadde kaynağı ve atık deposu olarak
kullanılması, yasal düzenlemelere çevresel öğelerin eklenmesi ve "doğaya saygılı olarak
üretim yapmanın" yeni bir değer olarak sunulması, bir başka deyişle ekolojik ürünlerden
oluşacak bir "yeşil pazar"ın yaratılması sayılabilir. Bu çerçevede üzerinde durulması gereken
bir başka konu da, "tek bir dünyamız var" gibi sloganlarda anlatımını bulan, sorundan
herkesin aynı oranda etkileneceği algısının yaygınlaştırılmak istenmesidir. Oysa ekolojik
bunalım gelişmiş ve azgelişmiş dünyada farklı sonuçlar doğurmakta, birinciler için sermaye
birikiminin, geriye kalanlar içinse yaşamın önünde engel oluşturabilmektedir. Bu yüzden
gelişmiş dünyada, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik gibi küresel ekonominin işleyişi ile
doğrudan ilgili sorunlar ön plana çıkarılmakta, etkileri daha çok yerel düzeyde duyumsanacak
ve yoksul dünyanın gündelik yaşamına doğrudan etkilerde bulunacak, kuraklık, tarım, sağlık
gibi sorun alanları görmezden gelinebilmektedir.
1
*
Bu yazı Birikim Dergisi’nin Mart 2005 (No:191) sayısında yayımlanmıştır.
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
1
Yönetimde Yeniden Yapılanma ve Çevre
Türkiye'nin içinde bulunduğu çevre sorunlarından söz ederken ya da günümüzde
yaşanan küreselleşme sürecinin ülke üzerindeki çevresel etkilerini incelerken de yukarıdaki
tablodan ayrılma olanağına sahip değiliz. Küresel ekonomi ile bütünleşmek, Avrupa ile
birleşmek arzusu içindeki ülke, 2000'li yılların başından bu yana ekonomik ve yönetsel açıdan
büyük bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Kamu yönetiminden eğitime, hukuktan sağlığa,
tarımdan spora kadar bütün alanlarda yönetim yapısını kökten değişikliklere uğratan yasal
düzenlemeler çevresel değerleri de dönüşüm projesinden dışlamış değil. Son dönemdeki
yasama çalışmalarına bakıldığında, birçoğu AB'ye giriş sürecinin ya da izlenen dış politikanın
gereği olsa da, çevre yönetimi ile ilgili önemli metinlerin kabul edildiği görülebilir. Genel
olarak uyum süreci çerçevesinde benimsenen pek çok düzenleyici işlemin yanında, hayvanları
korumayı amaçlayan ya da iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik sözleşmelerine katılmayı
öngören yasalar bu örneklerden yalnızca birkaçı. Bir bölümü, yıllardan beri dile getirilen
yönetimin yeniden yapılanması gereksinimine bir yanıt olarak hazırlansa, bir bölümü doğal
varlıkların korunmasına önemli katkılar sağlayacak olsa da, bütün olarak bakıldığında söz
konusu yeniden yapılanma tasarısının, son aşamada sermayenin büyüme gereksinimine yanıt
vermek üzere kurgulanmış olduğu görülmektedir. Görünüşte, AB adaylığının getirdiği
yükümlülükleri yerine getirme kaygısının yönlendirdiği bu dönüşümün, uluslararası
kapitalizme eklemlenme sürecinin bir ara aşamasına denk geldiğini en başta belirtmek
gerekmektedir. Bunu, kimi yönleriyle çevresel değerleri ilgilendiren son dönemdeki yasal
düzenlemelerden çıkarmak olanaklıdır. İşte bu yazı, "küreselleşme" olarak adlandırılan ve
küresel sermayenin ülkeye erişme çabalarının doğrudan bir sonucu olan dönüşüm sürecinin
çevresel değerlere ve çevre yönetimine etkisini değerlendirmek üzere kaleme alınmıştır.
Bütün yönetim yapısında kökten dönüşümler öngören yeniden düzenleme
çalışmalarının, çevre ile ilgili hizmetlerin sunumunu diğer alanlara göre daha yoğun biçimde
etkileyeceği öne sürülebilir. Öyle ki, doğası gereği bütün toplumsal-ekonomik etkinliklerin
ortasında yer alan, onların gerçekleşmesine ev sahipliği yapan çevresel öğeler, salt çevre
yönetimindeki değil, öteki alanlardaki değişikliklerin de etkisi altında kalmaktadır. Bundan
dolayı, küreselleşme ve AB'ye üyelik çabalarının ivme kazandırdığı söz konusu dönüşümün
çevresel değerlere etkisini ortaya koyabilmek için salt bu alana özgü düzenlemelerin değil,
diğer sektörlerin durumu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bir başka biçimde söylemek
gerekirse, küreselleşme sürecinin Türkiye çevresine etkilerini değerlendirirken yalnızca çevre
yönetimini ilgilendiren yasal düzenlemeleri ele almak yeterli olmayacak, bunun yanında,
tarım, sanayi, madencilik, turizm, orman alanları, tarihi ve kültürel varlıklar gibi konularda
getirilen yeni kurallara ve AB uyum süreci çerçevesinde yürütülen çalışmalara da yönelmek
gerekecektir.
Liberalleşme
Küreselleşmenin Türkiye çevresine etkisinden söz edildiğinde akla ilk gelen şey
ekonomide serbest piyasa ilkelerinin egemen olmasıdır. Devletin küçültülmesi, kamu hizmeti
kavramının tanımının yeniden yapılarak bu işlevin yerine getirilmesinin pazar araçlarına,
serbest girişimcilere ve sivil toplum örgütlerine devredilmesi, özelleştirmenin yaygınlaşması,
kamunun özel sektör yönetim biçimlerini kullanmaya başlaması gibi yaygın eğilimler bu
yapının ana öğeleridir. Ancak küreselleşmenin, küresel sermaye birikiminin, doğal çevre
üzerinde kurduğu baskıları yeterince açıklayabilmek için bunların ötesinde daha özgül
gelişmelerden de söz etmek gerekmektedir. Sözgelimi, çokuluslu şirketlerin sınır tanımaksızın
büyüme isteklerine yanıt vermek üzere geliştirilen kimi düzenekler Türkiye çevresinde
etkisini göstermeye başladı bile. Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesini sağlayan önlemleri
2
içeren GATT'ın2 ya da eğitim, toplumsal güvenlik, kamu sağlığı, içme suyu, kanalizasyon,
yangın söndürme, demiryolları gibi geleneksel olarak kamunun yürüttüğü hizmetlerin özel
sektöre devrini öngören GATS'ın3 sonuçlarını önümüzdeki dönemde daha açık biçimde
görebileceğiz. Burada özellikle üzerinde durulması gereken nokta, DTÖ'ye özelleştirileceği
sözü verilen hizmet alanlarının büyük bölümünün çevreyle bir biçimde ilgili olmasıdır.
Çevre Yönetiminin Örgütlenmesi
Küreselleşmenin ülke çevresine etkisinden söz ederken ilk olarak doğrudan doğruya
çevre yönetimini ilgilendiren düzenlemelerden başlamak gerekiyor. İktidarın, Dünya Bankası
ve IMF gibi uluslararası örgütlerin yönlendiriciliğinde kamu yönetiminde yeni bir yapılanma
kurgusunu yaşama geçirme çabasında olduğu biliniyor. Aslında ilk bakışta, yıllardan beri
yönetim yapısının yeniden düzenlenmesine duyulan gereksinim göz önünde
bulundurulduğunda, son dönemdeki "reform" çalışmalarının çevre yönetiminde olumsuz
sonuçlar doğuracağını söylemek oldukça zor. Örneğin çevre ve orman (ya da kültür ve
turizm) bakanlıklarının birleşmesini, yönetimde parçalanmayı gideren, bütünleşik yönetimi
sağlama yönünde bir aşama ya da çevre sorunlarını daha kavrayıcı, kapsamlı bakış açısıyla ele
alacak bir yeniden yapılanma arayışı olarak değerlendirmek olanaklıdır. Buna benzer biçimde,
çevresel varlıkların korunması ya da kirliliğin önlenmesi ile ilgili çok sayıda tüzel düzenleme
için de olumsuz bir tutum takınmak olanaksız. Ancak kuramsal düzeyde yanlışlanamayacak,
kağıt üstünde iyi sonuçlar verecekmiş gibi duran bu arayışların bir bölümü, sermayenin güçlü
küresel ve yerel etkileri altında, yıkıcı sonuçlar doğurabilecek girişimlere dönüşebilmekteler.
Örneğin, bu iki birleşmenin birincisi, Türkiye'de sorunlara az çok ekoloji penceresinden
bakan bir kamu gücünün yok edilmesi sonucunu doğururken, ikincisi, tarihi ve kültürel
varlıkların korunması gibi bir alanın, ekonomik bir sektör olan "turizm" çerçevesinde
değerlendirilmeye başlanmasına yol açmıştır. Kuşkusuz, henüz bakanlıkların birleşmesinin
üzerinden genel bir değerlendirmeye gitmeye yetecek kadar süre geçmedi; ancak bu kısa
zaman aralığında edinilen izlenimler, ilk kuşkuların bir önyargının sonucu olmadığını gösterdi
bile.
Belki de küreselleşmenin Türkiye çevresine etkilerini değerlendirirken en çok
üzerinde durulması gereken konulardan biri de, kamu yönetimini yeniden düzenlemeyi
amaçlayan, bu yolda merkez/yerel yönetimler dengesini yeniden kurmaya çalışan bir dizi
yasal düzenlemedir. Belediyeler, il özel idareleri ve bir bütün olarak kamu yönetimini yeniden
yapılandırmayı amaçlayan söz konusu girişimler -her ne kadar bu satırların yazıldığı tarihte
henüz yasalaşmamış olsa da- daha uzun bir süre kamuoyunun gündemini meşgul edeceğe
benziyor. Aslında bir yönüyle, yönetime ilişkin yapısal sorunları gidermeye yönelik yeniden
düzenleme istemlerinin bir yanıtı, bir yönüyle hükümetin iktidarını yerel düzeyde de
pekiştirme arayışının bir sonucu, bir başka yönüyle de AB'ye giriş sürecindeki dönüşümün bir
gereği olarak değerlendirilebilecek bu yasa dizisini hazırlama çabalarının küresel rüzgarlarca
yönlendirildiğini anımsatmaya gerek yok. Yeni sağın ekonomi kurgusu içinde biçimlenen
yeniden yapılanma girişimi, devletin küçültülmesi, özelleştirme, kamu yönetimine
işletmecilik ilkelerinin egemen kılınması gibi pazar öğelerini bünyesinde barındırmaktadır.
1980 sonrası liberal açılımın ürünleri olan bütün düzenlemelerde ortak olan yönleri bir kenara
bırakıp özellikle çevre yönetimini ilgilendiren konular üzerinde durmak yerinde olacak.
Öncelikle, gündelik yaşamı etkileyen yerel nitelikli sorunlarla uğraşan ve çevre yönetiminin
örgütlenmesinde odak noktasında bulunan bu kurumların, getirilmek istenen yeni
düzenlemeyle küresel sermaye birikiminin erişimine açılmasının tasarlandığını belirtmek
gerekir. Bunu, kamu hizmetlerinin sunumunda özel sektöre başat yer verilmesinden,
uluslararası
tahkime
olanak
tanınmasından
ve
yurtdışından
borçlanmanın
2
3
Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (The General Agreement on Tariffs and Trade)
Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (The General Agreement on Trade in Services)
3
kolaylaştırılmasından çıkarmak olanaklıdır. Bir başka açıdan bakıldığında söz konusu
gelişmeleri Çağlar'ın sözleriyle, çevre korumanın bir kamu hizmeti alanı olmaktan çıkarılması
biçiminde değerlendirmek de olanaklıdır.4
Kamu yönetimini yeniden düzenlemeyi hedef alan söz konusu yasal düzenlemelerin
çevre yönetimini belki de en çok etkileyen hükmü Çevre ve Orman Bakanlığı'nın taşra
teşkilatının il özel idarelerine devredilmesi ile ilgili olanıdır. Kamu Yönetiminin Temel
İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun Tasarısı ile gündeme gelen ve tüzel
değer kazanması beklenen bu düzeltim girişimi, ilk bakışta "çevre" gibi sorunların yerel
düzeyde ele alınmasının zorunluluk olduğu bir alanda yetkileri, bir yerel yönetim kurumuna
bıraktığı için, olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Ancak, yetkilerin devredileceği
kurumun, kendisine verilecek yeni hizmetleri yerine getirebilmesi ve halkın katılımını
sağlayacak ortamı yaratabilmesi kuşkuludur.
Çevre yönetiminin belki de en önemli ayağını oluşturan yerel yönetimlerin yapısında
gerçekleştirilen birkaç değişiklik üzerinde daha fazla durmak gerekiyor. Örneğin, belediye ve
il özel idaresi ile ilgili düzenlemelerde yer alan "ihtisas komisyonları" çevre yönetimi
örgütlenmesinde önem taşımaktadır. Belediye yasa tasarısında doğrudan anılmayan ancak, il
özel idaresi ve büyükşehir belediyesi yasa tasarılarında, eğitim, kültür, sosyal hizmetler, imar
gibi konularda kurulması zorunlu olan komisyonlardan biri olarak geçen çevre ve sağlık
komisyonu yerel yönetimler için yeni bir düzenleme. Her ne kadar "çevreyi" başlı başına bir
sorun alanı olarak algılamayan, sağlık hizmetlerinin bileşeni olarak gören anlayış tarafından
geliştirilen bir düzenek olsa da, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının,
üniversitelerin, sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin katılıp görüş
bildirebilmelerini olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir. Bunun gibi, belediye
yasa tasarısındaki "kent konseyleri" ya da her iki tasarıda da yer alan halkın hizmetlere
gönüllü katılımını öngören düzenlemeler için de aynı şeyler söylenebilir. Toplumun tüm
kesimlerini bu tür düzeneklere katacak araçlar geliştirilmedikçe anılan düzenlemelerin kağıt
üzerinde kalacağını belirtmeye gerek yok.
Yeniden yapılanma çalışmalarının çevre hizmetlerinin büyük bölümünden sorumlu
olan yerel yönetimlere getirdiği bir "olanak" da yurtdışına serbestçe borçlanabilmeyle ilgili.
Bir açıdan, bu yönde bir düzenlemenin, yerel özerkliği artıracağı, hizmetlerin sunum düzeyini
yükselteceği düşünülebilir. Ancak geçmiş yıllardaki uygulamalar anılan olumlu niteliklerin ön
plana çıkmadığını, dış borçlanmanın daha çok uluslararası finans örgütlerinin yönetim
yapısına müdahalesini artırdığını göstermektedir. Kredi veren kuruluş, genellikle kredinin geri
ödenebilmesine olanak tanıyan koşulların yaratılması işinde de kendisini sorumlu
görebilmekte, sözgelimi sunulan hizmetin vergilerle değil de pazar düzeneği içinde
fiyatlandırmayla karşılanmasını ya da geleneksel kadrolu personel yerine sözleşmeli
çalışanların istihdam edilmesini isteyebilmektedir.5
Tarım
Kamu yönetimini yeniden düzenlemeyi hedef alan yasa tasarılarında tarımın merkezi
yönetimin görevleri arasından çıkarıldığı görülmektedir. Gerçekten de, 2004 Temmuzu'nda
Cumhurbaşkanı tarafından TBMM'ye geri gönderilen kamu yönetimi temel yasasında,
merkezi yönetimin görevleri arasında "tarım" sektörüne ilişkin herhangi bir vurguya
rastlamak olanak dışıdır. Bir anlamda bu yasal düzenleme, devletin, Anayasa'nın 45.
maddesinde öngörülen, "tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunması"na
ilişkin görevlerini görmezden gelmektedir. Buna, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın taşra
teşkilatının il özel idarelerine devredilmesini, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün
4
Yücel Çağlar, "Kamunun Yeniden Yapılandırılması ve Çevre", Kamu Yönetimi Dünyası, Ocak-Haziran 2004,
S.17-18, s.54-56.
5
Birgül Ayman Güler, "Devlette Reform", Kamu Yönetimi Dünyası, Ocak-Mart 2003, S.13, s. 24.
4
kaldırılmasını da eklemek gerekir.6 Aslında yeni yasa girişimi, taban fiyat uygulamasının
terkedilip serbest pazar düzeneğinin egemen kılınması, destekleme alımlarının bırakılıp
doğrudan gelir desteğine geçilmesi, kırsal kesime hizmet götüren geleneksel kimi kurumların
yok edilerek devletin küçültülmesi, ithalat üzerindeki sınırlandırmanın kaldırılması ve
özelleştirmelerin yaygınlaştırılması uygulamalarıyla belirginleşen sürecin uzantısından başka
bir şey değildir. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütler tarafından da desteklenen bu
politikaların aynı zamanda gelişmiş dünyanın ve çok uluslu şirketlerin tarım sektörü için yeni
pazar bulma arayışına denk düştüğü de söylenebilir.7
Tütün sektörünün piyasa düzeneği içinde işlemesini, küresel sermayenin pazara
erişimi önündeki engellerin kaldırılmasını, büyük ölçekli işletmelerin sektöre egemen
olmasını, destekleme alımlarının sona erdirilmesini hedefleyen 2002 yılındaki tütün yasasını
da burada anmak gerekir.8 Her ne kadar 1980'lerin ortalarından itibaren tütün sektörünün
özelleştirilmesi ve yabancı sermayenin yurda çekilmesi için önemli çabalar içine girilse de, ilk
kez bu yasa ile küresel sermayenin ulusal pazara denetimsiz biçimde girişinin koşulları
yaratılmıştır denebilir.
Son dönemde özellikle AB uyum süreci çerçevesinde sıkça gündeme gelen ekolojik
üretimin koşullarını belirleyen yasa da tartışmalı hükümleri beraberinde getiren bir düzenleme
olarak göze çarpıyor.9 Organik tarım faaliyetlerinin denetlenmesi ve bu konuya ilişkin
belgelerin verilmesi sürecini düzenleyen yasanın denetleme yetkilerini bakanlık dışı
kuruluşlara bıraktığı görülmektedir. Organik tarıma ilişkin her türlü denetim ve belgelendirme
işlemlerinin bakanlıkça ya da yetkilendirilmiş kuruluşlarca yapılacağı belirtildikten sonra
bakanlığın denetim yetkisini kamu kurum ve kuruluşlarına, özel sektör tüzel kişilerine ve
üniversitelere devredebileceği söylenmektedir. Son dönemde kamu yönetiminin hemen her
düzeyinde yaygınlaşan özelleştirme uygulamaları akla getirildiğinde bu düzenlemenin söz
konusu denetim yetkisinin tamamen özel kesime bırakılması anlamı taşıyacağı açıktır.
Tarımda gözlenen söz konusu gelişmelerin Türkiye çevresine, doğrudan ve dolaylı
olmak üzere iki yönde etkide bulunduğu düşünülebilir. Bu noktada öncelikle üzerinde
durulması gereken konu, tarımda tek türün (monokültürün) egemen kılınması çabalarıdır.
Özellikle tütün gibi verimsiz topraklarda yetişebilen ve küçük üretici için yaşamsal öneme
sahip olan tarım ürünlerine yabancı sermayenin denetimsiz biçimde müdahale etmesinin, bu
yörelerde yaşayan kırsal nüfusun büyük kentlere akması sonucunu doğuracağını söylemek
herhalde yanlış olmaz. Kuşkusuz aynı durum pamuk, pancar, üzüm gibi diğer tarım ürünleri
için de geçerlidir. Türkiye'de tarımdan geçimini sağlayan nüfusun oranının büyüklüğü akla
getirilirse bu durumun yaratacağı sonuçlar daha iyi anlaşılabilir.10 Üstelik Dünya Ticaret
Örgütü bünyesinde hazırlanan ve tarımda serbest pazar ilkelerini egemen kılmayı amaçlayan
çerçeve anlaşmanın11 uygulama koşullarının belli olmasından sonra sürecin hızlanacağını da
söylemeye gerek yok.
6
Gökhan Günaydın, "Devlette Reform ve Tarım Yönetimi", Kamu Yönetimi Dünyası, Ocak-Mart 2003, S.13, s.
26-32; Gökhan Günaydın, "DTÖ, CANCUN ve Türkiye Tarım Sektörü Üzerine", Kamu Yönetimi Dünyası, S.16,
s.39-42.
7
Tayfun Özkaya, Ferruh Işın, "Küreselleşmenin Türkiye Tarımı Üzerine Etkileri", Türk Tarım Dergisi, TemmuzAğustos 2004, S.158, s.40-45.
8
4733 sayılı Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri Genel Müdürlüğünün Yeniden Yapılandırılması ile
Tütün ve Tütün Mamullerinin Üretimine, İç ve Dış Alım ve Satımına, 4046 Sayılı Kanunda ve 233 Sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, RG, 09.01.2002, S.24635.
9
5262 sayılı Organik Tarım Kanunu, RG, 01.12.2004, S. 25659.
10
DİE verilerine göre, Türkiye'de 2004 yılının ikinci yarısında tarım kesiminde çalışanların oranı %35.2'dir. Ziraat
Mühendisleri Odası'na göreyse, söz konusu rakam yan kollar ve sanayiye sağladığı hammadde ve altyapıyla
birlikte ele alındığında %42’ye çıkmaktadır. Bkz. Son Yasal Düzenlemeler Kapsamında Toprak ve Su
Kaynaklarımızın Korunması Konusunda TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası'nın Görüşleri, Temmuz 2004,
(http://www.zmo.org.tr).
11
Framework for Establishing Modalities in Agriculture.
5
Sanayi
Ülkeye yabancı sermaye girişini hızlandırmak için atılan adımlardan birisini de,
Endüstri Bölgeleri Kanunu oluşturuyor. İlk olarak 2002'de Kemal Derviş döneminde
gündeme gelen bu yasa üzerinde son değişiklik 2004'de yapılmıştır.12 Ana amacı, yabancı
sermayenin ülkeye yatırım yapmasının önündeki bürokratik engelleri kaldırmak olan
düzenlemede anılan "engellerin" daha çok çevre koruma önlemleri ile ilgili olduğu açıktır.
Sözgelimi, bu bölgelerde 1/5000 ölçekli planların yerel yönetimler yerine Sanayi ve Ticaret
Bakanlığı'nca, 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarının ise ilgili valilikçe onaylanması kuralı
getirilmektedir. Ayrıca, Çevre ve Orman Bakanlığı'nın, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)
raporu ile ilgili inceleme, değerlendirme ve karar verme süresi de "en geç 2 ay" olarak
saptanmıştır. ÇED için "olumlu" veya "gerekli değildir" kararı alınan etkinlikler için başka
hiçbir işleme gerek kalmaksızın 15 gün içinde gereken bütün izin ve onayların verileceği,
bütün bu işlemlerin de üç ay içinde tamamlanacağı belirtilmiştir. Aslında, ilk tasarı
metinlerinden oldukça farklı biçimde yasalaşan düzenlemenin bu biçimiyle sermaye
kesiminin istemlerini tam olarak karşılayacak hükümler içermediği söylenebilir.
Yatırımları hızlandırmak ve yabancı sermayenin ülkeye girişini kolaylaştırmak için
alınan önlemlerden biri de ÇED sürecinin hızlandırılmasıyla ilgilidir. Yönetmelikte yapılan
değişikliğin yatırımlar açısından en önemli sonucu, daha önce toplam 117 gün süren ÇED
sürecinin 15 güne düşürülmesidir.13 Bunun yanında, daha önce "ÇED ön araştırması"na bağlı
tutulan projeler için rapor hazırlama yükümlülüğü kaldırılmış, bu kümeye giren faaliyetler
için yalnızca "proje tanıtım dosyası"nın hazırlanması yeterli görülmüştür. Buna benzer
biçimde söz konusu kümedeki faaliyetler için artık "halkın bilgilendirilmesi toplantısı"
yapılmasına da gerek yoktur.
Ceza Kanunu'nda14 çevre suçları için öngörülen yaptırımların uygulanmasının iki yıl
ertelenmesi yönündeki düzenlemeyi de burada anmak gerekir. Yasa metnine çevre suçları için
yaptırım öngören hükümlerin konmasında, AB'ye katılım sürecinin getirdiği zorunlulukların
ve dış ticarette yaşanabilecek kimi sıkıntıları aşma kaygısının etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Uluslararası düzenlemelerin gerekleri ve ulusal sermayenin istemleri arasında kalan
hükümetin, suçların cezalandırılmasını iki yıl erteleme gibi bir ara yol bulduğu
anlaşılmaktadır.
Madencilik
2004 Mayısı'nda Meclis'ten geçirilen ve Maden Kanunu'nda değişiklik yapan yasa da
çevre yönetimi açısından önemli sonuçlar doğurabilecek hükümler taşıyor.15 En başta bu
düzenlemeyle orman alanları, koruma bölgeleri, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları, turizm
bölgeleri gibi türlü ulusal ve uluslararası düzenlemelerle koruma altına alınıp özel önlemler
getirilen yerlerin maden faaliyetlerine açıldığını belirtmek gerekmektedir. Yeni yasa, ÇED ve
diğer izin işlemlerinin ilgili kuruluşlar tarafından üç ayda bitirilmesi zorunluluğunu
getirmekte, bir anlamda, bu sürecin bir an önce tamamlanarak madencilik faaliyetlerinin
başlatılmasını istemektedir. Ayrıca, petrol, jeotermal kaynak ve maden arama faaliyetleri,
ÇED kapsamı dışında tutulmaktadır. Buna benzer biçimde, rezervlerin %10'nuna kadar
işletilebileceği arama dönemi için herhangi bir çevresel koruma denetimine ya da önlemine
yer verilmiş değildir. Yasa ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun ilgili
12
4737 sayılı Endüstri Bölgeleri Kanunu (Endüstri Bölgeleri Kanunu ve Organize Sanayi Bölgeleri Kanununda
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun), RG, 19.01.2002, S.24645; 5195 sayılı Endüstri Bölgeleri Kanununda
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, RG, 01.07. 2004, S. 25509.
13
06.06.2002 tarihli ÇED yönetmeliği, 16.12.2003 tarihinde değiştirilmiştir.
14
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, RG, 12.10.2004, S.25611.
15
5177 sayılı Maden Kanununda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun, RG, 05.06.2004, S.
25483.
6
maddesinde değişiklik yapılarak, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu
üyeleri arasında Maden İşleri Genel Müdürü ya da yardımcısının yer alması öngörülmüştür.
Koruma amaçlı bir yüksek kurulda maden uzmanına da yer verilmesi, herhalde yürütülecek
koruma çalışmalarında maden sektörünün gereksinimlerinin de göz önünde bulundurulacağı
anlamına gelmektedir.16
Turizm
Son dönemdeki yeniden yapılanma çalışmaları ele alınırken belki de üzerinde en çok
durulması gereken düzenlemelerin başında Turizmi Teşvik Kanunu'nda yapılan değişiklik
gelmektedir.17 Başlığında doğrudan doğruya "çevre" sözcüğünün kullanılmadığı ama bütün
yönleriyle doğal değerleri etki altında bırakabilecek düzenlemelerden biri olan yasa, bilindiği
gibi 12 Eylül dönemi ürünlerinden. Orman ve kıyı alanlarında yatırımcıya arsa tahsislerini
öngören, ucuz krediler sağlayan, turizm için kullanılacak doğal ve tarihi yerlerdeki planlama
yetkilerini yerel yönetimden alıp merkezi yönetime aktaran söz konusu düzenleme Türkiye'de
doğal değerlerin bozulması sürecinde özel bir öneme sahip. Son dönemde gerçekleştirilen
değişiklikler yasanın doğal değerler üzerindeki baskısını daha da artıracak niteliktedir. Söz
konusu düzenlemeyle orman alanları ve meraların turizm amaçlı kullanılmasının yolu
açılmakta; turizm bölgelerinde diğer kurumlar devre dışı bırakılarak Kültür ve Turizm
Bakanlığı imar ve planlamadan sorumlu tek kuruluş haline getirilmekte; kamu kurum ve
kuruluşlarının elindeki tesis ve araziler Bakanlığa devredilmekte ve gerektiğinde bütün bir
bölgeyi tek bir yatırımcının yararlanmasına sunmak üzere ancak savaş gibi özel durumlarda
kullanılan "acele kamulaştırma"18 yetkisi gündeme getirilmektedir. Yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi sloganıyla yola çıkan hükümetin, özellikle turizm yatırımcılarının baskısı ile
merkezi yönetimin yetkilerini artıran bir değişikliği gerçekleştirmesi çok da dikkatleri çekmiş
değil.
Orman Alanları
Doğal değerleri ekonomik getiriye dönüştürme düşüncesinin en somut olarak
görülebileceği girişim, kamuoyuna "2b" olarak yansıyan, orman niteliğini kaybetmiş yerlerin
satışı ile ilgilidir. İlk olarak, 2000'li yılların başında yaşanan ekonomik bunalıma karşı
çözümlerden biri olarak önerilen, o dönemdeki yerel seçimlerin yaklaşmasıyla da hız kazanan
tasarı, orman niteliğini kaybetmiş yerlerin satışına ve devlet ormanlarının gerçek ya da tüzel
kişilerce işletilebilmesine dayanmaktadır. Daha çok İstanbul, İzmir, Antalya ve Muğla gibi
arazi fiyatlarının yüksek olduğu yörelerde bulunan bu alanlardan 25 milyar dolar civarında
gelir beklenmektedir. Daha önce Anayasa Mahkemesi'nce iki kez önü kesilen bu girişimin
yeniden, bu kez bir anayasa değişikliği ile gündeme geleceği anlaşılmaktadır. Söz konusu
tasarı gerçekleştiğinde, ormanlarda, kıyı alanlarında, baraj bölgelerinde, yasalara aykırı olarak
yapılmış yapıların yasallık kazanacağı, yitirilen ormanları bir daha geri kazanma olanağı
kalmayacağı açıkça görülmektedir. Bir başka açıdan "af" anlamına gelen bu düzenlemenin
gündeme getirilmesinin bile kaçak yapılaşmayı ve orman yangınlarını artırması da Türkiye'ye
yabancı olmayan gerçeklerden. Üstelik sözü edilen eski orman alanlarının satışından yıllık
geliri 200-300 dolar dolayında bulunan yoksul orman köylüsünün hiçbir biçimde
yararlanamayacağı da bilinmektedir.19
16
Maden Yasasında yapılan değişiklik hakkında daha fazla bilgi için Bkz. 5177 Numaralı Maden Kanununda
Ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun'nun Değerlendirilmesi (Arif Ali Cangı ve Ömer
tarafından 3 Haziran 2004'de Cumhurbaşkanına gönderilen yazı) (http://www.antimai.org/ba/arifcangi5177.htm).
17
4957 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu'nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, RG, 01.10. 2003, S.25186.
18
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 27. maddesine göre.
19
Bülent Duru, "Kronik: Doğal, Kültürel Varlıklar ve AKP: Orman Alanlarının Satışı, Sit Alanlarının İmara
Açılması", A.Ü. SBF Dergisi, Temmuz-Eylül 2003, No: 58/3, s.233-239; Bülent Duru, "Ormanların
Özelleştirilmesi, Kıyılar ve Dünya Bankası: Doğal Değer mi, Ekonomik Kaynak mı?", Planlama, 2003/1, s.47-51.
7
Tarihi-Kültürel Varlıklar
Son dönemdeki düzenlemeler, tarihi ve kültürel varlıkların korunmasına da önemli
etkilerde bulunmaktadır. Yeni maden yasasının söz konusu alana olası etkilerinden yukarıdaki
satırlarda söz edilmişti; bu yüzden burada diğer gelişmeleri ele almak yeterli olacaktır.
Öncelikle, kamu yönetimi temel yasasında merkezi yönetimin görevleri sayılırken tarihikültürel varlıklara değinilmemesinin, Anayasa'nın konuyu düzenleyen 63. maddesinde
öngörülen devletin koruyucu işlevlerini zayıflatması beklenebilir. 2004 yılında yayımlanan
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nda değişiklik yapan yasa önemli değişiklikleri
beraberinde getirmektedir.20 Genel olarak bakıldığında, tarihi-kültürel varlıkların
korunmasında kullanılacak almaşık kaynaklar yaratması ve uygulamanın daha iyi
gerçekleştirilmesine yönelik yeni düzenlemeleri getirmesi nedeniyle söz konusu yasa
değişikliğini olumlu yönde atılmış bir adım olarak değerlendirmek olanaklıdır. Ancak,
yalnızca 19. yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar için koruma öngörülüp 20. yüzyıl
yapıtlarının dışarıda bırakılmasını, söz konusu alanlardaki koruma çalışmalarının yalnızca
"devletin imkanları" ile sınırlanmasını, koruma kurulları kararlarının daha çok bürokratlardan
oluşan ve siyasal yönü ağır basan "Koruma Yüksek Kurulu" tarafından bozulabilmesini yeni
düzenlemenin olumsuz yönleri arasında değerlendirmek gerekir.21
Avrupa Birliği Uyum Çalışmaları
Ekonomik, yönetsel ve toplumsal açılardan büyük bir dönüşümü öngören AB üyelik
sürecinin çevre yönetiminin gelişim doğrultusunu belirleyen en önemli etmenlerden biri
olduğuna kuşku yok. Bu alanda gerçekleştirilen düzenlemeler için Birlik - Türkiye ilişkilerini
yansıtan belgelere bakmak gerekmektedir. 14 Nisan 2003 tarihli Katılım Ortaklığı
Belgesi'nde22 çerçeve mevzuatın; çevre alanındaki uluslararası sözleşmelerin; ÇED, doğa
koruma, su kalitesi, kirlilik önleme ve atık yönetimi konusundaki müktesebatın iç hukuka
aktarılması ve uygulanması öngörülmüştü. Oysa, 2003 yılı İlerleme Raporu'nda23, ÇED, hava
kalitesi, gürültü kirliliği, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma alanlarında tüzel
düzenlemelere gidilmesine; tehlikeli atıkların taşınımı, biyolojik çeşitlilik ile ilgili uluslararası
belgelerin kabul edilmesine karşılık, genel olarak topluluk müktesabatına uyumun sınırlı
kaldığı ve çevre korumanın diğer politikalarla bütünleşmesi konusunda ilerleme
sağlanamadığı belirtilmektedir. 2004 yılı İlerleme Raporu'nda24 da, yasal düzenlemelerin
topluluk düzenlemelerine uydurulması ve uygulama sorunları konusunda da benzer
değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu aşamada Türkiye'nin çevresel sonuçlar doğuracak yasal
düzenlemeleri ele alışının "yasak savma" biçiminde olduğunu vurgulamak gerekir. Genelde,
getirilen yeni öneriler kamuoyunda yeterince tartışılmamakta, demokratik kitle örgütlerinin,
üniversitelerin ve uzman çevrelerin görüşü alınmadan bir an önce yasama faaliyetlerine
geçilmektedir. Buna benzer biçimde doğrudan doğruya çevresel öğeleri konu edinen ama
başlığında "çevre" sözcüğü geçmeyen pek çok tasarı TBMM'de Çevre Komisyonu'ndan
geçmeden yasalaşmaktadır. Sözgelimi, Turizmi Teşvik Kanunu, Endüstri Bölgeleri Kanunu,
20
5226 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun, RG, 27.07.2004, S. 25535.
21
Söz konusu yasal düzenlemeye karşı yöneltilen eleştiriler için Bkz. Oktay Ekinci, “Umut Yasası’nda Kaygılar”,
Cumhuriyet, 12.08.2004; ODTÜ Mimarlık Fakültesi Görüşü, 24.08.2004 (http://www.mimarlarodasi.org.tr) ve
TMMOB Mimarlar Odası Görüşü, 05.07.2004 (http://www.mimarist.org.tr).
22
DPT, Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi (14 Nisan 2003 tarihinde AB Konseyi tarafından kabul edilen
nihai metin), Ankara, 2003, s.15.
23
DPT, Türkiye'nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı İlerleme Raporu, Ankara 2003,
s.101-103.
24
Avrupa Toplulukları Komisyonu, Türkiye'nin Katılım Yönünde İlerlemesi Hakkında 2004 Yılı Düzenli
Raporu, [ COM (204) 656 Final ] .
8
Orman Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi belgeler hazırlık
aşamasında Çevre Komisyonu'ndan geçmiş değildir.25 Genel olarak bakıldığında, Türkiye'nin
hazırlık süreci içinde en zayıf olduğu konunun "çevre" olduğu rahatlıkla söylenebilir. Üyelik
görüşmelerine yeni başlanacak bu dönemde tarım ve çevrenin iki önemli engel olarak
görülmesi de bundan kaynaklanmaktadır.
Bu noktada, AB düzenlemelerinde öngörülen çevre kurallarının ancak ekonomik
koşulların elverdiği ölçüde uygulandığını, çevre ölçütlerinin belirlenmesinde birinci etmenin
üretim ve pazarlama aşamalarında birörnekliği sağlama olduğunu da belirtmek gerekir. Her ne
kadar Birlik belgelerinde çevrenin önem verilen konuların başında geldiği gözlense de, satır
aralarından ekonomik yararın çevresel değerlere yeğlendiğini okumak olanaklıdır. Bu
durumu, Türkiye’de büyük tepki doğuran kimi uygulama ve yasal düzenlemelerin olumlu
biçimde değerlendirilmesinden anlayabiliyoruz. Örneğin, 2004 yılı İlerleme Raporu'nda,
kamuoyunda kuşku ile karşılanmasına karşın, Çevre ve Orman Bakanlıklarının
birleştirilmesinin, yeni maden yasasının ve ÇED yönetmeliğinde yapılan değişikliğin birer
gelişme olarak nitelendirilmesi dikkat çekmektedir.
Sonuç
Küresel sermaye birikiminin günümüzde yaşanan ekolojik bunalıma etkisini
çözümlerken yalnızca çevresel değerler üzerinde kurulan baskıyı ele almak yeterli olmayacak,
bunun yanında, ekonomik-siyasal boyutları da hesaba katmak gerekecektir. Sözgelimi, ilk
bakışta yalnızca doğal değerlerin bozulması sürecinin bir parçası olarak görülebilecek iklim
değişikliğinin kökenine inildiğinde, sorunun dünyadaki eşitsiz ekonomik-siyasal ilişkilerin
sonucundan başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Bundan ötürü, herhangi bir çevre
sorununun incelenmesi, söz konusu sorunu yaratan toplumsal-ekonomik ortamın da
sergilenmesini zorunlu kılacaktır. Bu açıdan Türkiye'nin içinde bulunduğu ekolojik durumun,
ekonomik ve siyasal durumuyla koşutluk göstermesi şaşırtıcı değildir. Son dönemdeki
yeniden yapılanma çabalarına bir bütün olarak bakıldığında, dönüşümün ardındaki temel
dürtünün, AB'ye uyum çabaları, demokratikleşme istemleri gibi yüzeydeki etmenler bir yana
bırakılacak olursa, sermaye birikimini hızlandırmak olduğu görülecektir. Bir açıdan bu
durum, Wallerstein'dan yola çıkılarak, küresel sermaye birikiminin yayılma isteğinin dolaysız
bir sonucu biçiminde de değerlendirebilir. Sermayenin sürekli olarak büyüme eğiliminde
olması ve üretim düzeyini yükseltmek zorunda kalması, buna karşılık var olan doğal
kaynakların sınırlı olması sorunun temel kaynağıdır. Türkiye'nin 2000'li yılların başında
olduğumuz şu günlerde çevre yönetiminde geçirdiği dönüşüm de bu genellemenin içinde ele
alınabilir. Örneğin, yeniden düzeltim çabalarının dayanak noktalarından biri olan yerinden
yönetimin egemen kılınması gibi bir ilke, Turizmi Teşvik Kanunu'nda yapılan değişiklikte
görülebileceği gibi, gerektiğinde göz ardı edilebilmektedir; Ceza Kanunu'nda çevre suçları
için yapılan düzenlemeyi de benzer biçimde yorumlamak olanaklıdır.
Sermayenin önündeki engellerin kaldırılması sonucunu doğuran küreselleşme süreci
bir yandan doğal çevreyi ekonomik etkinliklerde kullanılacak bir pazar malı durumuna
sokarken bir yandan da -Türkiye'nin AB'ye giriş sürecinde görülebileceği gibi- çevre
yönetiminde daha koruyucu kuralların konulmasını sağlayabilmektedir. Uyum çalışmaları
çerçevesinde gündeme gelen ve önümüzdeki dönemde daha sık karşımıza çıkacağı anlaşılan
bu düzenlemelerin önemli bölümünün yaşam kalitesini artırmaya dönük önlemler içerdiğine
kuşku yok. Gerçekten de bunların büyük bir bölümü çevre yönetiminin yıllardan beri
eksikliğini duyduğu düzenlemelerden. Sözgelimi, Hayvanları Koruma Kanunu'nun
çıkarılmasını ya da İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin kabul edilmesini olumsuz
biçimde değerlendirmek oldukça güç. Söz konusu durum, yapısal bunalım içindeki
25
Nuran Talu, TBMM'de Çevre Siyaseti, Nobel, Ankara, 2004, s.61.
9
kapitalizmin aşırılıklarını törpüleme isteği ile açıklanabilir. Doğal kaynaklar üzerindeki
baskıyı azaltacak önlemlerin öngörülmesi ya da ekolojik üretime dayanan yeni bir sektörün,
"yeşil pazar"ın oluşturulması da bu yönde değerlendirilebilir.
Çevre yönetimin yeniden biçimlenmesi sonucunu doğuran söz konusu düzenlemelerin
gündeme gelmesinde, 2000'li yılların başında yaşanan ağır ekonomik bunalımın ve iktidarın
üretim ve istihdamı artırma isteğinin önemli payı bulunduğu kuşkusuz. Ancak, ülke
ekonomisinin bütünüyle serbest pazar kurallarına ve uluslararası sermayeye eklemlenmesi
yönündeki güçlü küresel rüzgarların bu gelişmelerden birinci derecede sorumlu olduğu da
yadsınamaz. Bütün bu dönüşüm arzusunun ardında, doğal değerlerin ekonomik yarar uğruna
vazgeçilebilecek bir kaynak olarak görülmesi bulunmaktadır; yoksa bu kadar kısa süre
içerisinde, ormanların satışı, sit alanlarının imara açılması, çevreye karşı suçların ertelenmesi,
kıyılarda, doğal ve tarihi nitelik taşıyan alanlarda madenciliğe izin verilmesine yönelik
tasarıların gündeme gelmesini açıklayamazdık.
Kaynakça
Avrupa Toplulukları Komisyonu, Türkiye'nin Katılım Yönünde İlerlemesi Hakkında 2004
Yılı Düzenli Raporu, [COM (204) 656 Final].
Çağlar, Yücel, "Kamunun Yeniden Yapılandırılması ve Çevre", Kamu Yönetimi Dünyası,
Ocak-Haziran 2004, S.17-18, s.54-56.
Çevre Mühendisleri Odası, VI. Dönem Çalışma Raporu (2002-2004), Ankara, 2004.
DPT, Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi (14 Nisan 2003 tarihinde AB Konseyi
tarafından kabul edilen nihai metin), Ankara, 2003.
DPT, Türkiye'nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı İlerleme Raporu,
Ankara, 2003.
Duru, Bülent, "Kronik: Doğal, Kültürel Varlıklar ve AKP: Orman Alanlarının Satışı, Sit
Alanlarının İmara Açılması", A.Ü. SBF Dergisi, Temmuz-Eylül 2003, No: 58/3, s.233-239.
Duru, Bülent, "Ormanların Özelleştirilmesi, Kıyılar ve Dünya Bankası: Doğal Değer mi,
Ekonomik Kaynak mı?", Planlama, 2003/1, s.47-51.
Ekinci, Oktay, “Umut Yasası’nda Kaygılar”, Cumhuriyet, 12.08.2004.
Ercan, Fuat, "Neo-Liberal Orman Yasalarından Kapitalizmin Küresel Kurumsallaşma
Sürecine Geçiş: Hukuk-Toplum İlişkileri Çerçevesinde Türkiye'de Yapısal Reformlar-II",
İktisat Dergisi, Mayıs 2003, S.437, s.12-31.
Ersoy, Melih, "Merkezi ve Yerel Yönetimlerin Yeniden Yapılanmasına ilişkin Taslakların
Getirdikleri", Planlama, 2003/4, s.41-46.
Geray, Cevat, "Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Yasal Düzenlemeye
Toplu Bakış", Mimarlık, Eylül-Ekim 2004, S.319, s.29-34.
Güler, Birgül Ayman, "Devlette Reform", Kamu Yönetimi Dünyası, Ocak-Mart 2003, S.13,
s.4-32.
10
Günaydın, Gökhan, "Devlette Reform ve Tarım Yönetimi", Kamu Yönetimi Dünyası, OcakMart 2003, S.13, s.26-32.
Günaydın, Gökhan, "DTÖ, CANCUN ve Türkiye Tarım Sektörü Üzerine", Kamu Yönetimi
Dünyası, Ekim-Aralık 2003, S.16, s.39-42.
İslamoğlu, Huricihan, "Yeni Düzenlemeler ve Ekonomi Politik: IMF Kaynaklı Kurumsal
Reformlar ve Tütün Yasası", Birikim, Haziran 2002, S.158, s.20-27.
Keleş, Ruşen ve Birol Ertan, Çevre Hukukuna Giriş, İmge, Ankara, 2002.
Mengi, Ayşegül ve Nesrin Algan, Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel
Sürdürülebilir Gelişme, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003.
Özkaya, Tayfun ve Ferruh Işın, "Küreselleşmenin Türkiye Tarımı Üzerine Etkileri", Türk
Tarım Dergisi, Temmuz-Ağustos 2004, S.158, s.40-45.
Talu, Nuran, TBMM'de Çevre Siyaseti, Nobel, Ankara, 2004.
Wallerstein, Immanuel, "Ecology and Capitalist Costs of Production: No Exit", Keynote
Address at PEWS XXI, The Global Environment and World-System, California, Santa
Cruz, April 3-5, 1997.
Wallerstein, Immanuel, Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Sosyal
Bilim, 2. Basım, Çev.Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2003.
Ziraat Mühendisleri Odası, Son Yasal Düzenlemeler Kapsamında Toprak ve Su
Kaynaklarımızın Korunması Konusunda TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası'nın
Görüşleri, Temmuz 2004, (http://www.zmo.org.tr).
11
Download