nisan 176 EN SON.indd

advertisement
Arınma Çağrısı
“Firavun’a git çünkü o azdı.
Ona de ki: Arınmak ister misin?”
Nazi’at 17-18
Günümüz dünyası kirlenmek ve kirletmek için gösterdiği cömertliği,
arınmak ve arıtmak için göstermiyorsa eğer, bu dünyayı kurgulayan
zihnin cimriliğini sorgulamakla girizgâh yapmalı o zaman. İlahi olanı
dışlayan ve şahsileştirilerek anarşi üretmesi istenen bir ahlak anlayışının dünyayı, insanı ve kurumları temiz bırakabileceğine dair inançları
sorgulayarak bir de. Evet, bu sayımızda bir arınma çağrısı yapmak istiyoruz ama bunu kirlenmenin kaynaklarını sorgulamadan yapmamalıyız. Üzerinde yaşadığımız dünyayı, temel kavram ve kurumlarını üreten
küresel sistemi ve kirlenmeye karşı en önemli araçlardan parlamento
içine hapsedilmiş görüntüsüyle siyaseti sorgulamalıyız. Başta medya
olmak üzere türlü yollarla zihinlerin, gözlerin ve gönüllerin kirletilmesine ses çıkarılmamasını masaya yatırmalıyız. Cinsellik ve paranın
toplumları dönüştürme gücünün, iktisat ve teknolojinin yerini aldığı
günümüzde, bütün insanlığı ve iman edenleri, değişen dünyada onları
bekleyen tehlikelere karşı uyarma vazifemizi öncelemeliyiz.
En iyi ihtimalle ihmal edilmiş bir gerçeğimiz arınma konusu. Hızla
akıp giden zamanın içinde yaşananlar, bir tortu bırakıyor ve yaşananları konuşmaktan, bu tortuyu konuşmaya zaman kalmıyor, her nedense?
En büyük, en önemli gayemiz temiz kalmak, temizlenmek iken; her
birine bu gayeden başka içerikler kazandırdığımız başarma, kazanma,
kaybetmeme adına görmezden gelinebiliyor gerçekliğimiz. Yavaşlamak kaybetmekle(!) ve hız kazanmakla(!) özdeş hale geldiğinden;
başarmak, yükseklere çıkmak adına, kaybettiklerini ikinci plana itmeyi
göze alabiliyor insan. Oysa yükseklere çıkmak için zaman geçiyor, tortular, artıklar, kirler birikiyor, yükümüz ağırlaşıyor. Yükseklere çıktıkça
göğsümüz daralıyor...
Arınmak istiyoruz, bir arınma çağrısı yapmak istiyoruz, hayatta nelerin olduğundan çok, hayatın nasıl olması gerektiğine ilgileri çekmek
istiyoruz. Hesap gününü düşünerek, nerede yürüdüğümüz kadar nasıl yürüdüğümüz ve yürüyeceğimizle ilgili bir konu bu. Ailesine ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ettiğimiz Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun
kendi hayatını özetleyen ama bütün hayatlara tefsir edilmesi gereken
ifadeleriyle meseleyi bağlayalım:“…Düz yaşayacağız, düz duracağız,
düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz… Yarın ahirette Allah bize ‘Niye iktidar olamadın?’ diye sormayacak…”
GÜNDEM
‹Ç‹NDEK‹LER
4
MUHS‹N YAZICIO⁄LU “Adam gibi
Adam” d›
UMRAN
DOSYA
18
29 Mart ve Seçmenin Sağduyusu
ABDURRAHMAN EMİROĞLU
Toplumsal Kirletmeye/
Kirlenmeye Karşı Parlemento
Dışı Siyasetin Görev ve
Sorumlulukları
PROF. DR. BURHANETTİN CAN
8
25
6
Türkiye’nin Irak Politikası ve
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün
Irak Ziyareti
CEVAT ÖZKAYA
Dört Nebevi Hitap
Bağlamında Arınma Çağrısı
ABDULLAH YILDIZ
11
Yeni Anayasa’dan Kısmi
Anayasaya’ya (mı?)
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ile
Röportaj
33
İman Aynı İmtihan Farklı
NURETTİN YILDIZ
39
Derin Yabancılaşma
Abdurrahman Arslan ile
Röportaj
14
Çanakkale Gazze’dir
Gazze Çanakkale
METİN ALPASLAN
ANALİZ
49
Bir Medeniyet
Savaşçısı Bilge
Mimarın Düşünce
Mirası
NURŞEN ALDI
2
UMRAN NİSAN ’09
GEÇMİŞTEN GELECEĞE KO(NU)ŞANLAR
53
Sultanahmet Camii’nin
Kükreyen Hatibi
Emrullah Hatipoğlu
ABDULLAH YILDIZ
Sahibi
Umran Yay›nc›l›k
Turizm San. ve Tic. Ltd. fiti. Ad›na
Abdullah Y›ld›z
Genel Yay›n Yönetmeni
ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü
Cevat Özkaya
KÜLTÜR-SANAT
57
Yay›n Kurulu
Uğur Altun, ‹lhan Gündoğdu,
Cevat Özkaya, Abdullah Y›ld›z
68
Türkiye’de İslamcılık ve
Sırat-ı Mustakim
M. Suat Mertoğlu İle Röportaj
Son Osmanlı’nın Kendi Gök Kubbesi
Bir Yahya Kemal Portresi
Yeni Türkçe Şiirde İslâm Olgusu - IV
METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU
Bu Say›ya Katk›da Bulunanlar
Ali Aktan, Faruk Urludağ, İsa Genç,
Ahmet Üzmez, Burak Çelik,
Alperen Gençosmanoğlu, Furkan Aktan
‹dare Merkezi
Mega Center, C 34 Blok, Kat 2 No:340
Bayrampafla / ‹stanbul
Tel: (0212) 640 01 22 - 640 01 23
Fax: (0212) 640 01 25
www.umrandergisi.com
[email protected]
[email protected]
74
Düşünce Dünyasında Sırat-ı
Müstakim
SORUŞTURMA
61
83
Hakikilik ve İçtenlik
ATASOY MÜFTÜOĞLU
Kenar Mahallenin Tek Şansı
“Slumdog Millionaire” Olmak
FERHAT TOPAZİK
62
Mehmed Akif’e
Düzyazılarından Bakış
A. VAHAB AKBAŞ
Temsilcilikler
Adana: (0505) 249 71 87
Ankara: (0312) 435 94 48
‹zmit: (0542) 250 75 77
Trabzon: (0462) 321 95 44
Isparta: (0246) 232 34 77
Lyon: (0033) (0) 478 52 39 78
Abonelik fiartlar›
Yurtiçi
Y›ll›k (12 say›): 50 TL
Türkiye Finans Kat›l›m Bankas›
F›nd›kzade fib. TL Hesab›
99165159-1 (Umran Yay›nc›l›k)
Posta Çeki Hesab›
1605252 (Umran Yay›nc›l›k)
Yurtd›fl›
Y›ll›k (12 say›): 80 Usd - 60 Euro
Fiyat›: 5 TL
‹ç Düzen-Kapak Tasar›m
Furkan Selçuk Ertargin
Bask›: fieny›ld›z Matbaac›l›k
Gümüflsuyu Cad. No:3 Kat:1
Topkap› - ‹stanbul Tel: (212) 483 47 91
86
Gazze’den Çanakkale’ye
ETKİNLİK
Yerel Süreli.
Ayda bir yay›mlan›r.
NİSAN ‘09 UMRAN
3
Gündem
MUHSİN YAZICIOĞLU
“ADAM GİBİ ADAM”DI
UMRAN
Hz.Ömer (r.a.) bir gün arkadaşlarına şöyle dedi:
“İçinizden geçen, yapmak/
ulaşmak istediğiniz bir hedef ve
hayaliniz/hülyanız yok mu? Varsa nedir? İnsanlar için, insanlık
için ne yapmak isterdiniz?”
İçlerinden biri; “İçinde bulunduğumuz şu oda/ev dolusu
gümüşüm olsa da onu Allah
yolunda insanlar için harcasam
isterdim.” dedi.
Hz. Ömer; “Başka...” dedi.
İçlerinden bir başkası; “İçinde bulunduğunuz şu oda/ev dolusu altınım...” ; bir başkası da;
“İçinde bulunduğunuz şu oda/
ev dolusu mücevherim olsa da
onu Allah yolunda insanlar için
harcasam isterdim.” dedi.
Hz. Ömer; “Başka yok mu?”
dedi.
Onlar da; “Artık daha başka
ne kaldı ki, daha ne söyleyelim
ki... Bu kadar...” dediler.
Hz. Ömer; “Ben ise, içinde
bulunduğumuz şu oda/ev dolusu adam, adam gibi adam, doğru, dürüst, mert; Ebû Ubeyde
bin el-Cerrah, Muaz bin Cebel
ve Huzeyfe bin el-Yeman gibi
babayiğit, erler ve erenler isterdim ki; onları Allah yolunda
insanların hizmetinde istihdam
edeyim isterdim... O takdirde
her şeyi başarırdım.” dedi (Prof.
Dr.Ali Akyüz, Hz.Peygamber’in
Medeniyet Projesi, s.63-64).
Hiçbirimiz Hz. Ömer gibi
ve onun sözünü ettiği ashâb-ı
4
UMRAN NİSAN ’09
güzîn gibi elbette olamayız;
ama onun arzuladığı, özlediği
güzel insanların benzerleri, çok
az da olsa, bugünün dünyasında da çıkabilmektedir. Hiç lâfı
dolaştırmadan söyleyelim: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu “adam
gibi adam”dı; Hz. Ömer’in tarifinde yer alan; “doğru, dürüst,
mert, babayiğit, er ve eren”
nitelemelerini gerçekten hak
eden ender bir şahsiyetti.
Mâhût 28 Şubat döneminde,
sürecin mimarı olan Bir’ileri “5
milyon insanı kesmekten” söz
edince, “Türkiye Suriye olmayacaktır; gerekirse 5 bin insanla
dağlara çıkarız” diyecek kadar
babayiğitti.
Yaklaşık on yıl hapiste yatmış ve işkencelerin en acımasızını görmüş olmasına rağmen,
iradesini, istikrarını, kararlığını,
itidalini ve hilmini muhafaza
eden bir dava adamı idi.
Kader birliği yaptığı dava
arkadaşlarından mağdur olan,
sıkıntıya düşen kim varsa onlara sahip çıkarak şefkatle kucaklayan bir ağabey, bir baba idi.
Gerek karşı düşüncede olanlar, gerekse yollarını ayırdığı
insanlar aleyhinde hiçbir cümle
sarfetmeyen, ‘onlar da birgün
bizi anlayacaklar’ diyen erdemli
bir dava eri idi.
Hapishanede aynı koğuşta kalan solcular için; “koca
Türkiye’yi aramızda paylaşamıyorduk, yıllarca birkaç metrekarelik mekânı birlikte paylaştık”
diyebilecek kadar dürüsttü.
Namazla Diriliş Seferberliğine büyük destek vererek, Alperen Ocakları’na çok sayıda
“Namazla Diriliş” programları
tertipleten, namazın değiştirici/
dönüştürücü vasfının bilincinde
bir musalli idi.
Hasılı: Türkiye’deki kirli siyaset çarkının kirletemediği,
mevcut siyaset anlayışına birkaç gömlek fazla gelen, özüsözü bir, doğru sözlü, mert bir
“eren”di.
Allah (c.c.) gani gani rahmet
eylesin.
Ailesine, yakınlarına ve dava
arkadaşlarına sabr-ı cemil diliyor, milletimize de “adam gibi
adam”lar yetiştirip onlara sahip
çıkma bilinci niyaz ediyoruz.
Gündem
Muhsin Yazıcıoğlu:
Kahramanmaraş’tan
Yozgat’a
giderken geçirdiği helikopter
kazası sonucu hayatını kaybeden BBP Genel Başkanı Muhsin
Yazıcıoğlu’nun
hayatı
siyasi
mücadeleler ile geçti. Yazıcıoğlu,
kazadan hemen önceki mitinginde 29 Mart seçim çalışmaları için
“Devletten yardım almıyoruz ilk
kez helikopter kiralıyoruz” demişti.
İşte Yazıcıoğlu’nun siyasi mücadeleyle dolu yaşam öyüsü:
Muhsin Yazıcıoğlu, 1954 yılında Sivas’ın Sarkışla ilçesi Elmalı
Köyü’nde bir çiftçi ailesinin oğlu
olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini Şarkışla’da yaptı.
Yüksek
öğrenimini
yapmak üzere 1972’de Ankara’ya
geldi. Üniversite tahsilini, Ankara
Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde
tamamladı.
1968’de cemiyet (dernek) çalışmalarına başladı. Şarkışla’da Genç
Ülkücüler Hareketi’ne katıldı.
Ankara’ya geldikten sonra ise, Ülkü
Ocakları Genel Merkezi’nde görev
yapmaya başladı. Sırasıyla; Ülkü
Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı
ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı
yaptı. (1977-78).
1978’de faaliyete geçen Ülkücü
Gençlik Derneği’nin kurucu Genel
Başkanı oldu. 1980 yılına kadar
MHP’de Genel Başkan Müşavirliği
görevinde bulundu.
12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve
Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldu. 5,5
yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl
Mamak Cezaevi’nde kalan Muhsin
Yazıcıoğlu, 7,5 yıl cezaevinde kaldığı bu davadan herhangi bir ceza
almadı.
Cezaevinden çıktıktan sonra,
mağdur olmuş ülkücülere ve onların ailelerine yardim amacıyla
kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim
Vakfı’nın başkanlığını yaptı.
1987’de arkadaşları ile birlikte MÇP’de siyasete girdi. MÇP’de
Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu.
1991 genel seçimlerinde üç partinin oluşturduğu ittifak bünyesinde, milletvekili adayı oldu. “O,
inançlarınızı Meclis’e taşıyacak”
sloganıyla, Sivas’tan milletvekili
seçildi.
1992 yılı Temmuz ayında, “içinde bulunduğu partinin siyasi anlayışıyla uyuşamadığı için” bir grup
arkadaşı ile birlikte MÇP’den ayrıldı. 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük
Birlik Partisi kuruldu ve bu partinin
Genel Başkanlığına seçildi.
24 Aralık 1995’te yapılan erken
genel seçimlerde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak, yeniden meclise girdi.
28.02.1996 tarihinde ANAP’tan istifa ederek, BBP’ye döndü.
26 Nisan 1998’de yapılan 3.
Büyük Kurultay’da, 8 Ekim 2000 tarihinde yapılan 4. Büyük Kurultay’da,
2 Haziran 2002 tarihinde yapılan 1.
Olağanüstü Büyük Kurultay’da,20
Temmuz 2003 tarihinde yapılan
5. Olağan Büyük Kurultay’da,30
Nisan 2006 tarihinde yapılan 6.
Olağan Büyük Kurultay’da ve 15
Nisan 2007 2.Olağanüstü Büyük
Kurultayda tekrar BBP Genel
Başkanlığına seçilmiştir.
22 Temmuz Erken Genel seçimlerinde BBP’nin seçimi protesto
etmesi sebebiyle partisinden istifa
ederek Sivas’tan bağımsız milletvekili adayı olup 23. dönem milletvekilliğine seçilmiştir.Daha sonra
BBP’ye katılarak TBMM’de Büyük
Birlik Partisi Sivas Milletvekili olarak
BBP’yi Meclis’te temsil etmiştir.19
Ağustos’ta yapılmış olan BBP’nin
3.Olağanüstü Büyük kurultayında
tekrar Genel Başkan olmuştur.
Muhsin YAZICIOĞLU, evli ve iki
çocuk babasıydı...
“Eğer bütün etrafındakiler bir panik içersine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman,
Sen kafanı dik tutabilir ve dahası tebessüm edebilirsen,
Eğer herkes sana güvenmezken sen kendine güvenir,
Beklemesini bilir ve beklemekten yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de yalanla iş görmezsen;
Yahut senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan;
Bütün bunlarla beraber zafer ve yenilgiyle karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen,
Yahut ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başının üzerine
yıkıldığını görür ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen,
Saygın hakkında bir kelimecik olsun bir şey söylemezsen;
Eğer kalabalıklarla konuşup faziletini muhafaza edebilir,
Yahut krallarla gezip halka ait huylarını kaybetmezsen,
Yeryüzünün bütün üstündekiler senin olur…”
Muhsin Yazıcıoğlu’nun çalışma odasındaki yazı
NİSAN ‘09 UMRAN
5
Gündem
29 MART SEÇİMLERİ VE
SEÇMENİN SAĞDUYUSU
ABDURRAHMAN EMİROĞLU
29 Mart yerel seçimleri, birçok
bakımdan derinlemesine analiz
edilmeyi hak ediyor. Öncelikle
ifade edilmesi gereken ilk tespit
şu: Türkiye insanının sağduyusuna güvenmek, değer vermek
ve sandıktan çıkan mesajı doğru
okumak gerekiyor. Zira bu okumayı doğru yapamayan siyaset
erbabı ve yönetici elitin doğru
bir siyaset üretmesi, sağlıklı bir
davranış geliştirmesi mümkün
olmaz. Bu bağlamda seçmenin
-özellikle de yerel seçimlerdeoldukça bilinçli oy kullandığı
görülmüştür.
Peki, 30 Mart 2009 sabahı
ortaya çıkan tablo nasıl okunabilir?
Ak Parti’ye: “Mağrur Olma
Padişahım...” Mesajı
Görülen o ki, seçmen, en
önemli mesajını Ak Parti iktidarına vermiştir. Bir yazarımızın (Ahmet Turan Alkan) seçim
akşamı yaptığı değerlendirmede ifade ettiği üzere, Türkiye
halkı, “mağrur olma padişahım...” demiştir.
Evet, Ak Parti iktidarı kendisine fazla güvenmiş, rakipleriyle arasındaki büyük mesafenin verdiği rahatlıkla yer yer
hoyrat davranmış, bu sebeple de bir dizi hata yapmıştır.
6
UMRAN NİSAN ’09
Halkı tarafından sevildiğini
bilen ve “Davos rüzgârını” da
arkasına alan Sayın Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, liderlik
karizmasına güvenerek seçimi
sürüklemek ve başarı grafiğini
daha da yükseltmek istemiştir;
ama görünen o ki, halkımız, Ak
Parti’nin neredeyse tamamen
lider karizmasına endeksli siyasetine karşılık vermemiştir. Kaldı
ki, Davos’ta yüreklere su serpip
alkışlanan dik duruş ve karizmatik tavır; içeride medya ile
cebelleşen, rakipleri tahfif eden
sert ve kırıcı üslupla zedelenmiştir. Buna, uzun süredir iktidarda
olmanın getirdiği dezavantajlar,
ekonomik krizi önemsemeyen
tavırlar, kimi kesimlerin hassasiyetlerini hesaba katmayan söylemler, “seçim yatırımı” olduğu izlenimi veren veya belki
öyle de olan bazı uygulamalar
ve benzerleri de eklenince, bu
sonuç kaçınılmaz olmuştur.
Ak Parti’nin kendisine
aşırı güveninden kaynaklanan vahim bir hatası da; yerel
seçimlerde son derece önemli
olan “aday”ın kimliği, kişiliği
ve imajının belirleyiciliği faktörünü büyük oranda ıskalamış
olmasıdır. Türkiye genelinde
herkesin gördüğü ama parti
yönetiminin bir türlü göreme-
diği bu özensizlik, parti tabanı
tarafından, “yönetim, kimi koysam seçilir anlayışı içinde” gibi
okunmuştur. Seçmen iradesini önemsemeyen ya da hafife
alan bu tutum sandıkta en açık
şekilde cevabını bulmuştur.
Seçim gecesi bir açıklama
yapan Sayın Başbakan, seçimden “derslerini aldıklarını”
ifade etmiştir. Bu olumlu bir
gelişmedir. Ancak, bazı yerlerdeki sonuçları “anormal bulduğunu” açıklaması ve kamu ile
paylaşması biraz aceleci bir çıkış
olmuştur.
Saadet Partisi ve Numan
Kurtulmuş Umut Verdi
Bu seçimde oylarını, bir önceki seçime göre ikiye hatta daha
fazlasına katlayan Saadet Partisi
ve Büyük Birlik Partisi oldu. Bu
sonuç, Türkiye insanının kadirkıymet bilirliğini ve vefa duygusunu yansıtması bakımından
oldukça anlamlıdır.
Saadet Partisi, yeni başkanı
ve yenilenmiş “ilkeli” söylemi
ile umut vermiş, gelecek vadetmiştir. SP, kadim tabanı üzerinde yükselip büyüyerek iktidara
gelen Ak Parti’ye, “alternatifsiz
olmadığı” mesajını vermiş ve
“gömleğini çıkartıp attığını” ilan
ettiği “milli görüş geleneği”ni
Gündem
ciddiye alması gerektiğini net
bir şekilde ihtar etmiştir. Umarız
ki, hem Ak Parti hem de SP oy
almak için popülist tutumlara
yönelmenin nihai tahlilde işe
yaramadığını ve esas itibariyle
“nusret”i ve “bereket”i ortadan
kaldırdığını artık görürler.
Büyük Birlik Partisi’ne gelince; merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ilkeli, dürüst ve mert
duruşu milletimiz tarafından
görülmüş, takdir edilmiş ve
gönüllerde ve dualarda hak
ettiği yeri bulmuştur. “Yarın
ahirette Allah bize, ‘Niye iktidar
olmadın?’ diye sormayacak...”
ifadesinde belirttiği gibi, iktidar ve ikbal uğruna popülizme,
ilkesizliğe prim vermeyen şahsiyetli tavrı, milletimizin Muhsin
Bey’e olan sevgisini pekiştirmiş;
elim bir kaza sonucu vefatından duyulan üzüntü ise, Sivas
Belediye Başkanlığı ile bir nebze
olsun hafiflemiştir. Böylece; halkımızın sağduyusuna vefa duygusu da eklenmiştir.
Etnik Temelli Siyasete Dikkat!
Etnik temele dayalı ideolojik, fikri ve siyasi hareketlerin
karşıtlarından beslenerek büyümek gibi bir sosyolojik doğası
vardır. Türkiye’de, etnik temele
dayandığını iddia etsinler ya da
etmesinler, Kürtçü ve Türkçü
akımların karşılıklı olarak biribirlerini tetikledikleri ve -tabir
yerindeysebirbirlerinden
nemalandıkları bir gerçektir.
PKK terörizmi azalsa da, onu
bir biçimde onaylayıp destek
veren bir siyasi hareketin güçlenmesi, karşıtını da otomatik
olarak güçlendirecekti.
Bir önceki seçimde, muhafazakâr çizgisi malum Ak Parti’nin
“kucaklayıcı”, “birleştirici” ve
“özgürlükçü”
söylemlerine
belirgin ölçüde destek veren
Kürt seçmen, aynı Ak Parti’nin
bu söylemi unutup yer yer statükocu söylemlere ve uygulamalara yönelmesi ve sistem
tarafından iyice köşeye sıkıştırılan DTP’nin de Kürt halkının
tek temsilcisi pozisyonuna bürünmesi
sebebiyle oylarını Ak
Parti’den DTP’ye kaydırmıştır. TRT Şeş vb.
yararlı uygulamalar
da havada kalmış gibi
görünmektedir.
Böyle bir ortamda, “Kürtçülük” ya da
“bölünme” tehlikesinden korkan insanların
ve özellikle de gençlik kesiminin, bölücülük karşıtı, ulusalcı
söylemleriyle MHP’ye
yönelmesi anlaşılabilir bir durumdur.
Ancak, etnik eğilimlerin
karşılıklı
olarak güçlenmesi,
Türkiye’nin geleceği
açısından ciddi bir handikaptır. Dolayısıyla, bin küsur yıllık kardeşliğin bozulmaması ve
arızi yaraların tedavisi için elle
tutulur çözümlere ve açılımlara
ihtiyaç vardır.
Açılımlar CHP’yi Açtı mı?
“Açılım” deyince, geçtiğimiz yerel seçim sürecinde en
çok konuşulan, tartışılan CHP
açılımları akla geliyor. “Kırk
yıllık Kâni, olur mu yani” deyişini tepetaklak edercesine,
bu seçimler öncesinde çarşaf,
Kur’an kursu, tarikat vs. konularında açılımlara yönelen CHP,
bu söylemlerine kimseyi inandıramadı ise de, en azından “din
karşıtı” imajını kısmen silmişe benziyor; en azından, eskisi
gibi dindarlara kan kusturacak
uygulamaların bundan böyle
söz konusu olmayacağı intibaı
oluşmuş bulunuyor. Dolayısıyla,
Ak Parti’nin “Biz olmazsak
NİSAN ‘09 UMRAN
7
Gündem
CHP gelir” kozu, halk üzerinde eskisi kadar etkin olmadı,
denebilir.
Ancak, kesin olan şu ki;
elindeki “yolsuzluk dosyaları” ve kamuoyunda uyandırdığı dürüstlük imajı ile kendi
tabanında ve iktidar karşıtlarında prim yapan Kemal
Kılıçdaroğlu’nun,
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Başkanı
adayı olması, CHP oylarını ciddi anlamda artırmıştır.
Kılıçdaroğlu’nun aday olmadan
önceki ve adaylık sürecindeki
bu iddialarına Ak Parti’den net
ve ikna edici cevapların gelmemesi ya da kendisini yeterli düzeyde savunamaması da
Kılıçdaroğlu söyleminin genelde sonuç almasına imkân vermiştir. CHP, oylarındaki nisbi
artışla yeni bir hava yakalayabilir.
Sonuç:
Ak Parti, 2007 genel seçimlerinde, Cumhurbaşkanlı-ğı
krizinde derin güçlere karşı
dik duruşunun karşılığını görmüş ve oy oranını ciddi oranda
artırmıştı. 2009 yerel seçiminde
bu ödünç oylar geri alınmışa
benziyor. Bu seçim sonucunu
2007’ye değil de 2004 yerel
seçimine endekslersek, ortada büyük kayıp gözükmüyor;
ama birçok belediyenin elden
çıkması ve nisbi oy kaybı Ak
Parti için iyi bir ders olmalıdır.
Bu, daha ilkeli, asla ve öze
uygun bir duruş geliştirmek
için bir fırsattır. Saadet Partisi
ile Ak Parti’nin “hayır yarışı”na
girecekleri bir süreç, ülkeye de
hayır getirecektir.
8
UMRAN NİSAN ’09
TÜRKİYE’NİN IRAK
POLİTİKASI
VE CUMHURBAŞKANI
ABDULLAH GÜL’ÜN IRAK
ZİYARETİ
CEVAT ÖZKAYA
Son Dönem Türk Dış Politikasına
İlişkin Bazı Değerlendirmeler
Türkiye’nin dış politikası son yıllar içinde aktif bir görünüm
arz etmektedir. Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasında
Atlantik ötesinde alınan kararları uygulama dışında dişe dokunur bir aktivite sergileme imkânı oldukça sınırlıydı. Bu bağlamda Türkiye kendi politik hedeflerini gerçekleştirme konusunda
bir aktivite sergilemedi veya sergileyemedi.
Parçalanan bir imparatorluğun bakiyesi olarak Türkiye
Cumhuriyeti ciddi bir beka endişesi taşımaktaydı, bu endişe onun
bütün yapıp ettiklerinde baş belirleyici olmuştur. Dolayısıyla
kendi beka kaygısına düşmüş bir devletin çevresiyle ilgilenmesi
beklenemezdi. Onun içindir ki, Türkiye, Balkanlar, Ortadoğu
ve Kafkaslarda yaşanan olaylara mensup olduğu paktın gerekli
gördüğü kadar ilgi göstermiştir demek yanlış olmayacaktır.
Ancak Sovyetlerin etkinliğini kaybetmesinden sonra oluşan yeni
durum Türkiye’nin bölgesinde pasif bir aktör olarak var olmasına imkân vermeyen bir konjonktürü ortaya çıkardı. Türkiye,
Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonucunda oluşan “siyasi merkez”
boşluğunu doldurma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Bunun
ilk işareti 90’lı yılların başındaki Bosna savaşıyla ortaya çıktı.
Yugoslavya’nın dağılması sürecinde ülkeyi oluşturan halkların
yönelimleri Birinci Dünya Savaşı öncesi duruma uygun bir şekilde cereyan etti. Her unsur, her halk kendi tabii kültür havzasına
yöneldi. Hırvatistan ve Slovenya yüzlerini Batı’ya dönerken,
Gündem
Sırbistan Rusya’ya, Bosnalılar
şularımızla ilişkilerde söylem
mez bir aktör haline gelmiş
da Türkiye’ye ve İslam dünya-
değişikliğini
durumdadır.
sına yöneldiler.
“Dört bir tarafımız düşmanlar-
gözlemliyoruz.
Bu yöneliş Türkiye halkı
la sarılı” söyleminin yerini, kar-
Cumhurbaşkanı Abdullah
nezdinde gerekli ilgiyi gördü,
şılıklı ilişkilerin canlandırılması
Gül’ün Irak Ziyareti
ancak devlet bu ilgiye cevap
ve “sıfır sorun” söylemi alıyor.
vermekte oldukça gevşek dav-
Türkiye’nin tabii hinterlan-
Abdullah Gül’ün Mart’ın son
randı. Halkı güçlü bir politika
dı olan Ortadoğu, Kafkaslar ve
haftasında yaptığı Irak ziyareti,
etrafında toparlayıp yönlen-
Balkanlarla yeni ilişkiler geliş-
bölgesel ilişkilerin geliştirilmesi
dirme görevini yapamadığı
tiriliyor, kendi yakın çevresine
konusunda atılmış önemli bir
gibi, halkın duygularına yeteri
bilhassa Ortadoğu’yu bulaşıl-
adımdır. 3 Mart 2002’de ABD
kadar tercüman olmayı da ger-
maması gereken bir “gayya
askerlerinin Türkiye üzerinden
çekleştiremedi. 1990’larda baş-
kuyusu” olarak niteleyip, mec-
Irak’a geçişini reddeden tezke-
layan bu süreç Türkiye’nin dış
bur olmadıkça bölgeye bulaş-
reden sonra yapılan değerlen-
politikasının -amiyane tabirle-
mama anlayışı yerini, bölge
dirmelerde, Türkiye’nin Irak’ta
şaşkınlık yaşadığı bir dönemdir
politikalarına müdahil olan bir
denklemin tamamen dışında
ve 2000’li yılların başına kadar
anlayışa bırakıyor. İmkânları
kalacağı dillendirilmişti.
devam eder. 2000’li yılların
kadar riskleri de olan bu poli-
başından itibaren Türk dış
tikanın son yıllarda oldukça
noktada
politikasında bir silkelenme,
başarılı bir şekilde yürütüldü-
lem dışında kalmayacağı gibi,
bir aktiviteye şahit oluyoruz.
ğünü görüyoruz.
Irak’ın siyasal ve ekonomik
Cumhurbaşkanı
Ancak
bugün
Türkiye’nin
Sayın
gelinen
denk-
Söylemler ve bakış açılarında
Bu bağlamda Türkiye son
değişme bariz bir şekilde ken-
dönemlerde bölge sorunları-
vazgeçilmez bir aktör olacağı
dini gösteriyor, öncelikle kom-
nın çözümünde ihmal edile-
kesinlik kazanıyor.
yeniden
yapılandırılmasında
NİSAN ‘09 UMRAN
9
Gündem
ABD 2010 yılında Irak’tan
le ABD açısından önemlidir.
dığı PKK ve Türkmen politika-
askerlerini çekeceğini açıkladı.
Türkî ülkelerdeki üslerinden
sı, Türkiye’nin manevra alanını
Bu çekiliş sonrası Irak’ta oluşa-
çıkarılan ABD’nin burada var-
daraltan bir hüviyet arz etmek-
bilecek muhtemel bir karışık-
lığını devam ettirmesi “satranç
tedir, bu politikaların gözden
lığın bütün bölgeyi, özellikle
tahtası”ndaki mücadelesinde
geçirilmesi politika yapıcıları
Irak ile 352 km’lik sınıra sahip
vazgeçilmez bir zorunluluktur.
rahatlatacaktır.
olan Türkiye’yi etkileyeceği
Bu her iki bölgede de İran’ın
açıktır. Irak içinde etkinliği
aktif bir varlığı ve stratejik bir
olan güçler ve bütün bölge
derinliği olduğunu düşünürsek,
ülkeleri bu çekiliş sonrasına
Obama’nın Nevruz mesajı daha
göre kendilerini konumlandır-
bir anlam kazanır. Türkiye’nin
maktadırlar. Cumhurbaşkanı
de Irak politikasında belirleyici
Abdullah Gül’ün Irak ziyaretini
bir aktör olma isteği yadır-
de bu bağlamda değerlendir-
ganmamalıdır.
mek gerekir.
nın başından bu yana Irak’ın
Irak
savası-
bütünlüğünü savunan bir poli-
yapılanmasının açık bir şekilde
ortaya çıktığı gerçeği, gereği
gibi kabullenilmelidir. Türkiye
baştan beri Irak’ın üniter bir
devlet olmasını savunmuştur.
Ancak bugün gelinen noktada
bir federal yapıyı kabullenmek
zorunda kalmıştır. Bu durum
Obama’nın Başkan Oluşundan
tika izleyen Türkiye, Irak’ta
Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi
Sonra Gelişen Yeni Durum
oluşturulan bir federal yapıyla
Şii ve Sünni aktörlerle yeni iliş-
Obama 2010 yılında Irak’
yetinmek durumunda kalmış-
kileri gerekli kılmaktadır.
tan askerlerini çekeceğini ve bu
tır. Ancak Irak’ın bir karışıklığa
- Kürtlerin bağımsızlıkla-
çekilen askerlerin Afganistan’a
sürüklenmesini de arzulama-
rını ilan etmelerinin imkânı
kaydırılacağını ilan etti, ikinci
maktadır. Bu bağlamda hem
en azından şimdilik ortadan
olarak son Nevruz bayramın-
Irak merkezi yönetimiyle hem
kalkmış gözüküyor. Kürtlerin
da yayınladığı mesajla İran ile
de Irak’ın bölgesel güçleri ve
bağımsızlıklarını ilan etmesi
ilişkilerin geliştirilmesi dileğini
İran’la olan ilişkilerini değer-
halinde Irak’ın kalan kısmı tam
ifade etti. Bu, Bush dönemi
lendirerek, gelmesi muhtemel
anlamıyla bir Şii devleti haline
politikalarından
görünüşte
bu karışıklığı önleyecek adım-
geleceği için, bu bağımsızlığı
farklılık arz eden iki önemli
lar atmaktadır. Ayrıca merke-
ABD dâhil kimse istememekte-
husustu. Öncelikle, ABD asker-
zi yönetimi dikkate almadan,
dir. Suudi Arabistan ve bölge
lerinin çekilmesi Irak’ta muh-
hatta çoğu zaman ona rağmen
temel bir karışıklığın olabile-
bir yönetim sergileyen, Kuzey
ceğine ilişkin öngörüler isti-
Irak’taki bölgesel Kürt yöne-
kametinde Irak içi güçleri ve
timiyle, merkezi yönetim ara-
bölge güçlerini vaziyet almaya
sında gerginleşen ilişkilerin iç
itti. İkinci olarak Afganistan’ın
savaş boyutuna gelmeden hal-
Irak’tan daha fazla önemsen-
ledilmesi de Türkiye’nin ilgisi-
diğini ortaya koydu. Bu da
ni gerekli kılmaktadır. Kısaca
önümüzdeki
dönemlerde
Irak’ta olan her olay Türkiye’yi
Brzezinski’nin Büyük Satranç
etkileyeceği için Türkiye bu
Tahtası dediği Rusya ve Çin
bölgeye bigâne kalamaz.
ülkeleri ikinci bir Şii devletini istememektedirler. Türkiye,
Kürtlerin bağımsızlığına ilişkin
çekincesinden de kurtularak,
bölgede barışın tesisine ve ileri
bir aşamada gerçekleşecek bölgesel bir birliğin oluşmasına
yönelik politikalar geliştirmek
durumundadır.
- Türkiye ve İran bölgenin
iki büyük ve reel devletidir.
arasındaki coğrafyanın uluslar
arası güçlerin mücadele alanı
Türkiye’nin Irak Politikasında
Kendi aralarında ve bölge poli-
olacağı anlamına geliyordu.
Dikkat Edilmesi Gereken
tikalarında birbirleriyle çatış-
Noktalar
mayacak bir aklı göstermeleri-
Afganistan
içinde
10
- Kuzey Irak’ta bir Kürt
bu
coğrafyanın
bulunması
UMRAN NİSAN ’09
hasebiy-
- Irak’ta Türkiye’nin uygula-
ni beklemek hakkımızdır.
Gündem
YENİ ANAYASA’DAN
KISMİ ANAYASA’YA (MI?)
PROF. DR. MUSTAFA ERDOĞAN İLE
RÖPORTAJ
Av. Serdar Tabanoğlu
“hükümet yeni bir anayasa -sivil anayasa- hedefinden,
kısmi anayasa değişiklikleri lehine vazgeçmiş görünüyor” (M. Erdoğan)
Yeni bir Anayasa’yı sadece ‘asli
kurucu iktidarın’ yapabileceği,
‘tali kurucu iktidarın’ ise yeni
bir anayasa yapma iktidarına
sahip olamadığına dair yapılan
yorumlar söz konusu. Asli kurucu iktidardan, Anayasal hukuk
teorisi açısından darbe yaparak
yönetime el koyan iradeyi anlıyoruz. Ülkemizde komple yeni
bir Anayasa yapmak için darbe
yapmaktan başka bir çare yok
mu?
Bu “asli kurucu iktidar” meselesinde tam bir kafa karışıklığı
var. Sanki hâlihazırda mevcut,
bir yerlerde bekleme halinde
olan bir “asli kurucu iktidar”
varmış da o gelip anayasayı
yapacakmış gibi düşünülüyor.
Oysa “asli kurucu iktidar”, anayasal düzeni, yürürlükteki anayasaya bağlı olmaksızın yeni
baştan kuran güç her kimse veya
neyse odur. Bunun demokratik
olanı var demokratik olmayanı var. Biz demokrasiden söz
ettiğimize göre, “kuruculuk”
söz konusu olduğunda bu,
toplumun kendisi demektir.
Dolayısıyla, toplum doğrudan
doğruya veya temsilcileri aracılığıyla inisiyatifi ele alıp kendi
anayasasını yapabilirse ortada
tartışılacak bir mesele kalmaz.
Bunun pratik anlamı, anayasayı yapacak halk temsilcilerini
(“Kurucu Meclis”i) belirlemek
üzere bir genel seçime gidilmesi ve bu Meclis’in özgür ve
tartışmacı bir ortamda yapacağı anayasanın halkın onayına
sunulmasıdır. Eğer demokrasi vaadimizde samimiysek, bu
şekilde yapılan bir anayasaya
hiçbir güç karşı çıkamaz.
Yeni Anayasa yapmanın tek
yolunun, toplumun tüm kesimlerinin mutabakatı olduğu ve
bir uzlaşma (konsensus) sonucu anayasanın yapılabileceği
ifade ediliyor. Fakat bu durum,
aynı zamanda Anayasa yapımı
için yeni bir zorluk değil midir?
Yani toplumsal bir konsensüs
derken bu hangi oranda olmalıdır? Tüm kesimlerin üzerinde
anlaştığı bir metin ortaya çıkarmak mümkün müdür?
Toplumun tümünün üzerinde
mutabakata vardığı bir kolektif
karar üretilebileceği düşüncesi bir hayalden ibarettir, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir
şey yoktur. Anayasa yapımı
için de bu böyledir. Bundan
dolayı anayasaların oybirliğine
dayanmasını kimse öngörmüyor, bunun için mevsuf (nitelikli) çoğunluklar yeterlidir. Halk
oylamalarında ise dünyanın her
yerinde salt çoğunluk yeterli
görülmektedir.
Bu, elbette bir anayasal mutabakatın mümkün olduğunca geniş tutulması talebinin,
dolayısıyla bu yöndeki arayış ve
çabaların yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Ama çok geniş
tabana dayalı bir mutabakat
üreteceğiz diye “yanlış”ta
uzlaşmak da çıkar yol değildir. Esasen uzlaşmak, karşılıklı
tavizler sonunda anlamsız, hiçbir “taraf”ın içine sindiremediği bir metin ortaya çıkarmak
değildir. Uzlaşmak “aramızda
doğru olan söz”e gelmektir.
Bu “doğru”yu bulmayı amaçlamayan bir sözde uzlaşma
arayışı değersizdir. Daha fazla
özgürlük ve demokrasi isteyenNİSAN ‘09 UMRAN
11
Gündem
Mustafa Erdoğan
lerin “doğru”larının ne olduğu
da üç aşağı beş yukarı bellidir.
Daha geniş kapsamlı bir uzlaşma üreteceğiz diye, kendimizi
yanlışta buluşmaya mahkum
hissediyorsak, hiç uzlaşmamak
daha iyidir.
Yeni bir anayasanın, temel
özgürlükler ve hürriyetler açısından olsun, toplumsal aidiyet
bilinci veya yurttaşlık açısından olsun, gelişmişlik düzeyi
veya bilgi toplumu açısından
olsun, her alanda yaşanan bir
ilerlemenin akabinde ve sonrasında yapılması gerekmiyor
mu? Yani Anayasanın yapılabilmesi için alınması gereken
yol olduğunu, yeni bir anayasanın henüz erken olduğunu
düşünüyor musunuz?
Bu soru bence temelde yanlış
olan iki varsayıma dayanıyor.
Birincisi, hâlihazırda yürürlükte olan anayasa toplum olarak “bizim” kendi eserimizmiş
gibi düşünülüyor. Eğer mevcut
anayasa bizim kendi eserimiz
olsaydı, onun “yeni”sini yapmak için vakit geldi mi, bu girişimimiz erken mi diye sormak
haklı olabilirdi. Oysa öyle olmadığı besbelli. Onun için, her
şeyden önce kendi anayasamızı
yapmaya acilen ihtiyacımız var.
12
UMRAN NİSAN ’09
İkinci yanlışlık ise, anayasaların belli bir gelişme düzeyinin
ürünü olmaları gerektiğini
varsaymakta. Oysa, anayasa
ne toplumların ancak belli bir
“gelişme aşaması”nda “hak
ettikleri” bir armağan veya
lütuftur ne de bir “toplum
projesi”dir. Hangi durumda
(“gelişme aşamasında” demek
bana zul geliyor) olursa olsun
her toplumun kendisini değil
devleti –tabir caizse- “projelemek” için anayasa yapmaya
ihtiyacı vardır. Anayasa devleti
durdurmak, frenlemek, hatta
kuşatmak için yapılmalıdır; toplumu proje ve plana bağlamak
için değil.
Onun içindir ki, yeni bir anayasa yapmak Türkiye toplumu
için “erken” olmak şöyle dursun, kendi rüştünü ispatlaması
için geç bile kaldığı bir iştir.
Türkiye’de ‘rejim sorunu’ olarak ifadelendirilen bir tartışma
var. Bu tartışmalar laiklik ilkesine dair farklı algılamalar üzerinden yapılıyor. Yeni anayasanın rejim sorunu doğuracağı
söyleniyor. Siz yeni Anayasa
tartışmaları ile rejim tartışmaları arasındaki ilişkiyi nasıl
görüyorsunuz?
Yeni bir anayasayı Türkiye toplumu için acil bir ihtiyaç haline
getiren işte tam da bu “rejim
sorunu”dur. Yeni anayasa yapmak bize, nasıl bir rejim içinde
yaşamak istediğimizi de ortaya koyma fırsatı verecektir.
Toplum olarak biz çoktandır
kendi irademiz dışında tanımlanmış olan bir “rejim”de yaşamaya adeta mahkûm edilmişiz.
İşte bu mahkûmiyetten kurtulmak zorundayız.
Bize rejim dayatanlar bunu başlıca iki ilke çerçevesinde meşrulaştırıyorlar. Birisi, sizin de işaret
ettiğiniz gibi “lâiklik”tir, diğeri
ise milliyetçilik. Ben şahsen milliyetçilik temelinde kurulan bir
sistemin insani ve medeni bir
toplumsal varoluşla bağdaşmadığı inancındayım. Lâikliğe
gelince, Türkiye’nin resmi söylemindeki anlamıyla bir lâiklik
de aynı şekilde gayrı medeni ve
totaliteryendir. Buna karşılık,
toplumun dini çeşitliliğini tanıyan ve ona saygı duyan, barışçı
ve özgürleştirici bir ilke olarak
lâikliğin, yine medeni bir toplumsal hayat için vazgeçilmez
olduğu kanaatindeyim.
Muhtemel bir yeni anayasa söz
konusu olduğunda, bu anlamdaki bir “rejim sorunu”nun
Gündem
üstesinden gelme çabasının
büyük bir gerilim kaynağı olacağı açıktır. Toplum olarak bu
konuda şimdiye kadar kat ettiğimiz hatırı sayılır mesafeye
rağmen, Türkiye’nin halihazırdaki güç dengesinin bu sorunu
aşmak için halâ uygun olmadığının ben de farkındayım.
Ne var ki, öyle de olsa, hem
kendimize saygımızı kazanmamız hem de medeni bir toplum
olmamız bu meselede başarılı
olmamıza bağlı görünüyor.
Hükümetin yeni anayasa ile
ilgili önceki çalışmalarını nasıl
değerlendiriyorsunuz? Anayasa
metni taslağının aynı görüşlere
sahip dar bir kurula verilmesi
çok eleştirilmişti.
Sözünü ettiğiniz akademisyenler heyetinin aralarında bazı
farklar olmakla beraber kabaca
“liberal-demokrat” diyebileceğimiz bir siyasi çizgide oldukları doğrudur. Ama ben bunu iki
nedenle sakıncalı görmüyorum.
Birincisi, anayasa meselesinde
büsbütün farklı görüşleri temsil eden kişilerden oluşacak bir
kurulun, kendi içinde tutarlı bir
metin ortaya koyması zordur.
Bunun bir ön hazırlık çalışması
olmasının düşünüldüğü hatırlanırsa, tutarlılık arayışı yanlış da
değildir. İkincisi, kurulun hazırlaması istenen metnin daha sonraki tartışmalar için bir hareket
noktası olması öngörülüyordu.
Hükümet veya AKP de tartışmaların seyrine göre bu metinde gerekli gördüğü revizyonları yapacak ve kendisine mal
edecekti. Yani, her halükârda,
ortada nihai olmak iddiasında
olan bir metin yoktu; hatta bu,
“taslak” bile değil, fakat iktidar partisinin taslağı için bir ön
çalışmaydı.
Yeni bir anayasayı Türkiye toplumu
için acil bir ihtiyaç haline getiren
işte tam da bu “rejim sorunu”dur. Yeni
anayasa yapmak bize, nasıl bir rejim
içinde yaşamak istediğimizi de ortaya koyma fırsatı verecektir.
Yeni bir anayasa yapılması
Türkiye’nin bazı sorunlarını
gerçekten çözecek mi? Yoksa
bir darbe anayasasından kurtulmanın psikolojik etkisinden
başka bir işlev görmeyecek mi?
Anayasalar sorun çözme araçları değildirler; sorunları çözecek olan, elbette anayasal çerçeve içinde kalmak şartıyla,
hükümetler ve parlamentodur.
Onun için, önemli olan bu anayasal çerçevenin, temel özgürlüklerle hukukun üstünlüğü
mekanizmalarını güvence altına almak ve temsili-demokratik
kurumları işleyebilir kılmak
dışında, kamusal müzakereyi
keyfi olarak kısıtlamamasıdır.
“Kamu siyasetine ilişkin temel
kararlar”ı halkın doğrudan
doğruya veya temsilcileri aracılığıyla alabilmesine imkân
veren bir anayasal çerçeve içinde, mahiyeti itibariyle çözülebilir olan sorunların hepsi bir
şekilde çözülür. Eğer bu çerçeve
yurttaşların özgür tercihlerinin
sonucu olarak ortaya çıkmışsa -ki “sivil anayasa” özünde
budur- her türlü sorunun çözümü çok daha kolay olur.
Medyaya yansıyan son haber-
Hükümet, yerel seçimlerden
sonra tekrar anayasa çalışmalarına başlanacağını söyledi.
Siz bu dönemde neler bekliyorsunuz? Nasıl bir yol izlenmesi
gerekiyor?
bütün bunlar yapılırken, “uzlaş-
lere bakılırsa, hükümet yeni bir
anayasa -sivil anayasa- hedefinden, kısmi anayasa değişiklikleri lehine vazgeçmiş görünüyor.
Umarım bu izlenimim yanlıştır.
Eğer öyleyse, bana göre izlenmesi gereken yöntemi ana hatlarıyla şu şekilde belirtebilirim:
Parlamento bir erken seçim
kararı almalı ve siyasi partilerin
seçim kampanyasında anayasa
konusundaki kendi görüşlerini
kamuyla paylaşması sağlanmalıdır. Tabiatıyla bu konuda inisiyatifin AKP’den gelmesi beklenir;
onun diğer partileri kendi anayasa taslaklarını ortaya koymaya
zorlaması ve sivil toplum kuruluşlarını da bu tartışmaya katılmaya çağırması gerekir. Yani, bu
seçimin bir “kurucu meclis” seçimi olduğu düşüncesinin kamuya mal olması lâzım. Bu şekilde
gidilecek bir seçim sonucunda
oluşacak olan kurucu meclisin
yaptığı anayasa en nihayetinde halkoyuna sunulmalı. Tabii,
ma” konusunda başta belirttiğim temel ilkenin göz önünde bulundurulması gerek. Aksi
halde, bu süreç “hayırlı” bir
sonla neticelenmeyebilir.
NİSAN ‘09 UMRAN
13
Gündem
ÇANAKKALE GAZZE’DİR,
GAZZE ÇANAKKALE...
METİN ALPASLAN
Türkiye’den bir kanaat önderi
Kahire´deki bir hastanede yaralı
Gazzelileri ziyaret ediyor. Ağır
yaralı olan yaşlı bir Gazzeli´ye,
“Olay nasıl oldu?” diye soruyor.
Gazzeli: “Olay, Osmanlı yıkıldığı
gün oldu” diye cevap veriyor.
Çünkü Osmanlı dağıldığından
beri Filistin sahipsizdir. Osmanlı
kaybettiği için maalesef onlar da
kaybetti.
Siyonistler, İttihat Terakki’yi
kullanarak Osmanlı’yı Savaş’a
soktular. Irkçılığı tahrik ederek
Osmanlı Devleti’ni parçaladılar.
Çünkü Siyonistlerin önündeki en
büyük engel, Osmanlı Devleti
ve Hilafet’ti. Osmanlı Devleti
Çanakkale’de ölüm kalım mücadelesi vererek, bir taraftan İstanbul’u
savunuyorken, aynı zamanda suni
bir İsrail devletinin kurulmasını
önlemeye çalışıyordu.
Bizler Filistinli kardeşlerimizle, aynı toprakların, aynı
inancın, aynı mirasın varisleriyiz. Çanakkale’de şehit düşen
Mehmetçikle, bugün kanlarıyla
bir direniş destanı yazan Gazze
şehitleri aynı davanın yolcularıdır. Çanakkale’de çarpıştıktan
sonra Gazze cephesine giderek
orada şehit düşen Anadolu evlatları bunun ispatıdır.
Bugün Kudüs´te eski çarşının yüzde yetmişi hala Osmanlı
eserleri ile kaplıdır. Eski Kudüs´ü
çevreleyen surlar en son Kanuni
zamanında restore edilmiştir.
14
UMRAN NİSAN ’09
Surların önündeki en büyük
caddenin adı hâlâ bugün Sultan
Süleyman Caddesi olarak bilinir.
Bugün
Gazze’de
direnen
Filistinlilerin
dedeleri
Çanakkale’ye gelip şehit olmuşlardı. Filistinli şehit askerlerin Gelibolu Yarımadası’nda
Seddülbahir,
Arıburnu,
Anafartalar ve Kireçtepe’deki
muharebelere katıldığı, tarihi
kayıtlarla sabittir.
Çanakkale’de
savaşan
Filistinliler
arasındaki
en
önemli Şahsiyet Şeyh Emin
el-Hüseyni’dir. Eğitimini tamamlamak için İstanbul’a gelen Emin
el-Hüseyni, 1. Dünya Savaşı’nın
başlamasıyla Osmanlı ordusuna girerek Çanakkale’de topçu
birliğinde görev yaptı. 1917’de
Kudüs’ün İngilizlerin denetimine geçmesiyle Filistin’e döndü.
Filistin davasının kuruluşunda ilk
ve en önemli isimdir. 1922 yılında genç yaşında Kudüs müftüsü
seçilen Şeyh Emin el-Hüseyni, 30
yıl boyunca Filistinlilerin lideri
olmuştur.
Çanakkale’deki şehitlikleri
gezdiğiniz zaman İslam coğrafyasının her bölgesinden isimlerle
dolu olduğunu görürsünüz. O
gün öyle bir ruh vardı ki, nice
İslam topraklarından gelen
ümmetin evlatları Çanakkale’de
savaşıp şehit düştüler.
Tıpkı Çanakkale gibi Filistin
de, 1. Dünya Savaşı’nda en kanlı
çarpışmaların yaşandığı cepheydi.
Çanakkale’den sonra, Osmanlının
direndiği en son nokta Gazze idi.
Çanakkale’den sonra metrekare
başına en fazla şehidin düştüğü
yerlerden biri de Gazze’dir.
Aynen Çanakkale gibi, bugün
Gazze de havadan, karadan,
denizden kuşatılmış, elleri kolları bağlanmış olmasına rağmen,
tıpkı Çanakkale aslanları gibi
Gazze’nin mücahitleri de korkusuzca direniyorlar. Çanakkale ve
Gazze, bu ümmetin, işgalcilere
karşı vatanını ve onurunu korumak için neler yapabileceğini
bütün dünyaya gösterdiği destansı iki mücadelenin adıdır.
Çanakkale Savaşı Yahudilerin
Girdiği İlk Savaştır.
Yahudilerin
Çanakkale’ye
gönderdiği Siyon Katır Birliği düşmana cephe içinde lojistik destek
sağladı. Çünkü bu savaş onların
devlet kurmalarına imkân verecek olan bir savaştı. Ayrıca, Gazze
ve Filistin’de Osmanlı’ya saldıran İngiliz ordusunda da 7 bin
Siyonist Yahudi gönüllü vardı.
Büyük İsrail hülyası Nil’den
Fırat’a kadar olan toprakların
Yahudi Devlet’inin sınırları içine
alınmasını öngörüyor. Bugün
Siyonist Yahudilere karşı Filistin’in
savunması, bir anlamda Fırat’a
kadar olan toprakların savunması demektir. Dün Çanakkale ne
idiyse, bugün de Filistin odur.
Gündem
Gazze Filistin’in Çanakkale’sidir.
Gazze düştüğü takdirde; arkasından Şam, Mekke, Diyarbakır,
İstanbulda düşecektir.
125. Alay Gazze’de
İngilizlere karşı Gazze’yi
savunma görevi, Çanakkale ve
Trablus’ta sancağına “Gazi” nişanı verilen “125. Alay”a verilmişti. Savaşın son safhasıydı. Top
ve tüfek savaşının bittiği, süngü
savaşının başladığı günlerdi.
Ancak kat be kat kalabalık İngiliz
Ordusu’nun kuşatması altında,
Alay her geçen gün biraz daha
eriyordu.
Ordu kumandanlığından alınan, “Gazze müdafilerine selam,
sabaha kadar sabır” telgrafına binaen direniyordu Gazze.
Sabaha yardım gelecekti. Ama
sabah olduğunda takviye birlikler ortada yoktu, çünkü onlar da
kuşatılmıştı. Yeni bir emir geldi;
“Gazze’ye hâkim Mantartepe’yi
düşmandan temizleyin.”
Bu
emre asker tereddütsüz uydu.
Şarapnel yağmuru altında yarı
yarıya zayiat verilmesine karşılık
tepe ele geçirildi.
Ama İngiliz donanmasının
açtığı yoğun top ateşi siperlerde
tutunma imkânı bırakmıyordu.
Siperler peş peşe düşüyordu. O
sırada Alay kumandanının emri
dağıtıldı ayakta kalan birliklere:
“Ya düşman mağlup olacak, ya
Gazze 125. Alay’a mezar olacak”
diye.
Ateş altındaki bir tepede
“Alay sancağının” açıldığını
gördü asker. Bu, Alay kumandanının da çatışmaya girdiğinin
işaretiydi. Ayakta kalmış bütün
saflar tereddütsüz süngü takıp
yürüdüler ateş deryasına. Son
asker düşene kadar.
Bugün İsrail’in bombaladığı o toprakların her karışında
Bugün
Gazze’de
direnen
Filistinlilerin dedeleri Çanakkale’ye
gelip şehit olmuşlardı. Filistinli şehit
askerlerin Gelibolu Yarımadası’nda
Seddülbahir, Arıburnu, Anafartalar ve
Kireçtepe’deki muharebelere katıldığı, tarihi kayıtlarla sabittir.
yatan aziz şehitlerin, on binlerce
Anadolu evladının aziz hatırasını yüreklerimizde hissederken,
şimdi Filistin’de yeniden bir umut
yeşeriyor. Çanakkale’nin yanında bir abide daha yükseliyor
Gazze’de. Gazze ölüme terk edilse bile toprağından vazgeçmiyor.
Tüm Müslümanların izzeti ve
şerefi için savaştığını bütün dünyaya haykırıyor. “Bütün Gazze
halkını öldürseler, Filistin halkını
sürseler de bu savaş bitmeyecek”
diyor. İşte Gazze’den başlayan bu
şuur inşallah tüm İslam dünyasını
saracaktır.
Üsteğmen
Şevket’in Serencamı…
Şevket Bey, Çanakkale’de
Kumkale’yi işgal eden düşman
birliklerine karşı 31. Alay’ın 10.
Bölük komutanı olarak taarruz
edecektir. Fakat yoğun ateşin
olduğu bir yerden bölüğünün
geçmesi gerekiyordu. Askerlerine;
“Arkadaşlar ben şimdi karşıya
sıçrama yapacağım ve arkamdan siz geleceksiniz. Şayet ben
burada şehit olursam cesedimi
siper edip savaşa devam ediniz.”
dedi.
Sonuçta bu tehlikeli bölgeden geçildi ve Orhaniye mevzilerindeki düşman müthiş bir
saldırı ile püskürtüldü. Ancak
Üsteğmen Şevket ağır şekilde
yaralandı ve İstanbul’da hasta-
neye kaldırıldı. O tedavi olurken
Çanakkale’de düşmanın defteri
dürüldü ve arkasından 31. Alay
Sina Cephesi’ne sevk edildi.
Şevket Bey, Alayını Haydarpaşa
Garı’nda bekledi ve bölüğüne
kavuştu. Gazze bölgesine gelen
birlik burada girdikleri çok çetin
savaşlarda inanılmaz başarılar elde etti. Üsteğmen Şevket
defalarca yaralandı, bir kolunu
kaybetti ve dokuz yerinden yara
alıp Gazi oldu. İngilizlerin geri
alınamaz dediği bir tepeyi zapt
eden 10. Bölüğünün hatırasına
“Şevket Tepesi” adı verilmiştir.
Bu tepe halen Gazze bölgesinde
Şevket Tepesi olarak bilinir.
Çanakkale Savaşında Mekteb-i
Sultani Talebeleri…
Sultani mektepleri talebe ve
mezunları kanun gereği askerlik görevinden muaf tutulmuşlardı. Ama 17–22 yaşındaki bu
gençler birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere
yazılmışlardı. Galatasaray Lisesi
öğrencisi iken gönüllü olarak
Çanakkale cephesine giden zabit
adaylarından biri de Mehmet
Muzaffer’dir.
Muzaffer’in mensup olduğu
Alay’ın, kamyon lastiği ve birtakım malzemelere ihtiyacı vardı.
Bunlar ise ancak İstanbul’da
bulunabilirdi. Muzaffer açıkgözNİSAN ‘09 UMRAN
15
Gündem
lü bir İstanbul çocuğu olduğu
için, malzemeleri temin etmek
üzere Karargâh onu görevlendirdi.
O yıllarda İstanbul’da araba
lastikleri yok denecek kadar azdı.
Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet
Karaköy’de bir Yahudi de istediklerini buldu. Gerekli anlaşmayı yaptı. Lazım gelen parayı
almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye
gitti. Elindeki ödeme emrini bu
işle görevli olan bir kaymakam
Yarbay’a sundu. Kaymakam
uzatılan tezkereyi okudu.”Bu
parayla ne alınacak” diye sordu.
“Kamyon lastiği” cevabını alınca
Muzaffer’e dik dik baktı: “Bana
bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput bulamıyorum. Sen araba lastiğinden
bahsediyorsun. Haydi, yürü git,
adamı günaha sokma. Para mara
yok!”dedi.
Muzaffer çaresiz selamı çaktı
ve dışarı çıktı. Ama malzemelere
alayının ihtiyacı vardı. Kendisi bu
iş için görevlendirilmişti. Eli boş
dönemezdi, bir çaresini bulup
malzemeleri almaya kendini
mecbur hissediyordu.
Yolda düşünceli düşünceli
yürürken birden aklına parlak
bir fikir geldi. Doğrudan tüccar
Yahudi’nin yanına gitti: “Paranın
ödeme muamelesi akşam üstü
bitecek, akşam karanlığında
gelip malları alamam. Gece kaldıracak yerim yok. Yarın sabah
Çanakkale’ye kalkacak gemiye
yetiştirmem lazım. Onun için
sabah ezanında gelip alacağım
malları. Mutlaka hazır edin!”
dedi.
Tüccar, “Peki” dedi.
Muzaffer tam ayrılırken;
“Altın para vermiyorlar kâğıt
para verecekler” dedi.
Yahudi yine, “Peki” dedi.
Ertesi sabah Muzaffer ezan
vakti Yahudi’nin kapısındadır.
16
UMRAN NİSAN ’09
Gaz fenerinin yarım yamalık
aydınlattığı loş ışıkta malları arabaya yüklerler. Muzaffer bir yüz
liralık kâğıt parayı verir. Araba
süratle Sirkeci’ye doğru yola çıkar.
Malzeme gemiye aktarılır ve gemi
Çanakkale’nin yolunu tutar.
Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük banknotu bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na
gider. Parayı bozmuyorlar, çünkü
elindeki para sahtedir. Muzaffer,
para basımında kullanılan kâğıdın
aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiştir. Bütün gece
oturmuş çini mürekkebi ve boya
ile gerçeğinden bir bakışta ayırt
edilemeyecek nefasette taklit bir
para yapmıştır. İşte tüccara verdiği para budur.
O devrin hakiki paralarının
üzerinde şu ibare bulunuyordu:
“ Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.” Ama
Muzaffer yaptığı taklit paradaki
bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı: “Bedeli Çanakkale‘de altın
olarak tesviye olunacaktır.” Onun
burada altın dediği Çanakkale’de
Mehmetçiğin altından daha kıymetli kanı ve canı idi.
Sahte paraya gelince... Olay
bütün İstanbul’da duyuldu.
Emsali olmayan bu olay Şehzade
Halim Efendi’nin kulağına kadar
gitti. Şehzade hemen lalasını
göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Bedelini altın olarak ödeyerek taklit yüz liralığı geri aldı.
Çanakkale savaşı bittikten
sonra Mehmetçiğin büyük bir
bölümü Sina Cephesi’ne kaydırılmıştı. Muzaffer de, birliğiyle Sina
Cephesi’ne gitti. Çanakkale’deki
çetin savaşlar şimdi bu cephede devam ediyordu. Muzaffer ve
diğer kahramanlar, katıldıkları
Birinci ve İkinci Gazze savaşlarında kat be kat üstün düşman
kuvvetlerine karşı iki defa zafer
kazandılar.
Ancak İngilizler Gazze’ye
üçüncü defa tekrar saldırdılar. Sayılarını kat kat arttırarak
geldiler. Siperlerde binlerce
Mehmetçik şehit oldu. Cephemiz
yarıldı ve düşman Gazze’ye girdi.
Kuvvetlerimizin kolaylıkla çekilebilmesi için gönüllü bir artçı birlik Gazze’de düşmanı oyalamakla görevlendirildi. İşte Mehmet
Muzaffer bu gönüllüler arasındaydı.
Artçı Gönüllü Birliği’nin
Mehmetçikleri, başlarında komutanlarıyla sokak sokak, ev ev düş-
Gündem
manla vuruştular. Bu kanlı vuruşma akşam ezanına kadar, göğüs
göğüse, ayakta asker kalmayıncaya kadar sürdü. Akşam karanlığı basarken Mehmet Muzaffer
de şehit olmuş ve o karanlıklar
içinden nurlu aydınlığa açılan
kapıdan cennete uçup gitmişti. İşte onun için, Çanakkale ve
Gazze ruhu ortaktır.
Filistin defteri böyle kapanmıştı. Sonrası da bitmedi; Gazze
düşünce peşi sıra Yafa, Eriha,
Kudüs, Beyrut, Şam, Halep hepsi
düştü.
Kendi Cenaze Namazını
Kılanlar…
Kirte muharebeleri sırasında ön siperlerdekiler ileri fırlamış düşmanla savaşıyorlar. Arka
siperlerdeki bölükler süngü takmış hücum için emir bekliyor.
Bütün dudaklar dualar okuyor,
şehadet getiriyor.
Yüzbaşı erlere sesleniyor:
“Yavrularım... Aslanlarım...
Biraz sonra Cenab-ı Allah’ın huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim... Haydi… Tüfeklerimizin
kabzalarına ellerimizi sürüp, hep
beraber teyemmüm edelim...”
Teyemmüm edilir...
Biraz sonra Yüzbaşı:
“Çocuklarım… Önümüzde
biraz daha zaman var. Az ileride
arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem
onlar için, hem de vakit varken,
kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım...”
“Kâbe Karşımızda... “
Arkadan Oflu Ali Çavuş bağırır. “Er Kişi Niyetine...”
Ve namaz kılınır. O gün
yapılan hücumda, kendi cenaze
namazını kılan Mehmetçiklerin
çoğu şehit olur.
“Elhamdülillah Kardeşim
Şehit Oldu”
Gazze’de kardeşini kaybe-
den bir Doktor telefonda böyle
diyordu. İsrail bombaları başladığında Mısır’da bulunan bazı
Filistinlilerin Refah Kapısı’ndan
Gazze’ye girmek için nasıl çırpındıklarını gördük. Onları kapıda uyaran görevlilerin sözlerine
kulak asmadan, düşen bombalara inat, tepelerinde dolaşan helikopter ve uçaklara inat, onlar
Gazze’ye doğru yürüyorlardı.
Onlardan birini şöyle anlatıyordu bir Türk yardım görevlisi; “Küçük çocuğunun elinden
tutmuş, bir bebeğini kucağına
almış, kararlı, öfkeli bir Filistinli.
Herkesin şaşkın bakışları arasında o bombalar altında yürüyüp
girdi Gazze’ye.” Ölümün kol
gezdiği Gazze’ye giriyor Filistinli
Müslüman. Girerken de, “Orası
benim vatanım, orada benim
kardeşlerim ateş altında, onları
yalnız bırakmam” diyor.
Evet, şimdi Gazze’de;
- Vatan savunması için tabyalara koşan Nene Hatunlar var...
- Çanakkale’de “İyileştirdiğim
her yara benim için bir madalyadır” diyen Hemşire Safiyeler
var...
- Kağnısıyla cepheye cephane
ulaştıran ve donarak şehit olan
Şerife Bacılar var Gazze’de…
- Vatanı namusu bilen Kara
Fatmalar,
- Başına aldığı kurşunla şehit
düşen Gördesli Makbuleler,
- Düşmana yanlış yol gösterip
bozguna uğratan Toros Kartalı
Kılavuz Haticeler,
- Erkeklerden daha yiğit olan
Tayyar Rahmiyeler,
- Cephelerde büyük mücadeleler veren Nezahat Onbaşı gibi
kadınlar var…
Gencecik fidanlarını bir bir
şehit verirken Allah’a hamd ediyor Filistinli analar. Bir Gazzeli
ana, kendisini, “Beş şehit anasıyım” diye gururla tanıtıyor.
İşte böyle analar var oldukça,
“Selahaddin-i Eyyubi’nin yurduna baykuşlar giremez.” Bir milletin kadınları zalimlere karşı
ölmeyi göze almışsa, o toplum
için zafer mutlaka vardır.
Mescid-i Aksa’yı bizim adımıza bekleyen Filistinli Müslüman’a
sahip çıkmak zorundayız. Gazze,
Ümmet’in imtihanıdır. Gazze’nin
düşmesi, benzeri cephelerin
emperyalistler karşısında düşmesi
anlamına gelmektedir.
Biz şanlı bir tarihi olan bir
Ümmetiz. Onun için herkesin
eğildiği dönemde Çanakkale ve
Gazze’de dimdik ayakta durabiliyoruz. Bu millet Allah için tekrar
ayağa kalkacaktır. Filistin dahil
bütün dünya mazlumları için
ayağa kalkacaktır. Tarih şahit olacak ki, tüm zalimler, tüm katiller,
döktükleri gözyaşı ve kanlarda
boğulacaktır. Çünkü “Mazlumlar
ayağa kalkmadıkça zalimler diz
çökmez.”
Eğer bu topraklarda barış
isteniyorsa;
1. Ortadoğu´nun tamamında büyük bir değişimin yaşanması gerekiyor.
2. Birinci Dünya Savaşı
sonrasında kurulan yapıların
değişmesi gerekiyor.
3. Bu iktidarların, kukla
rejimlerin gitmesi gerekiyor.
4. Özgür ve meşru rejimlerin ortaya çıkması gerekiyor.
5. İslam
coğrafyasının
değerlerine göre yeni bir sistemin kurulması gerekiyor.
Eğer biz üzerimize düşeni yaparsak, özümüzü tevhidi
anlamda değiştirerek Allah’ın
yardımına hak kazanırsak, Allah
mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecektir.
Çünkü Rabbim buyuruyor ki;
“Kâfirler istemese de Allah,
nurunu tamamlayacaktır.”
NİSAN ‘09 UMRAN
17
Dosya
TOPLUMSAL
KİRLETMEYE/ KİRLENMEYE KARŞI
PARLAMENTO DIŞI SİYASETİN
GÖREV VE SORUMLULUKLARI
Prof. Dr. BURHANETTİN CAN
“Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru
bir istikamet tuttur. Onların hevâlarına uyma.” (42 Şura 15)
Giriş
Türkiye’deki siyasi hayat ve
siyasiler, seçim dönemlerinde,
genellikle, farklı bir psikolojiye
bürünürler. Ortam alışılmışın
ötesinde gerginleşir. Kullanılan
dil ağır, kırıcı ve kötüdür. Ancak
seçimlerin hemen ertesinde siyasiler, söyledikleri sözlerin siyaseten olduğunu belirtip önceki
ile nispeten zıt bir dil kullanmaya başlarlar. Birbirlerine bunca
hakareti yapan bu insanların,
seçim sonrasında hiçbir şey olmamış gibi birbirlerine davranmalarını anlamlandırmak mümkün
olamamaktadır.
Bu çalışmada, siyasetin bu
dilini toplumsal kirlenme açısından tartışmaya açmak; parlamento dışı siyasetin toplumsal
kirlenme/kirletmeye karşı görev
ve sorumluluklarını hatırlatmak
istemekteyiz.
Türkiye’nin Ana Tezadı: İki Farklı
Ağırlık Merkezi
Türkiye’nin ana çıkmazı
cumhuriyetin kuruluş sürecinde
tutulan yoldan kaynaklanmaktadır. ‘halka rağmen halk için’
18
UMRAN NİSAN ’09
ve ‘kanunen ve cebren tasfiye’
mantığı ekseninde, batılı değerlere dayanan bir sistemin zorla
bu topraklarda kurulmuş olmasıdır. ‘Halka rağmen halk için’
başlatılan süreç, zamanla halka
rağmen mutlu bir azınlık içine
dönmüştür.
Sistemin halkın sırtına zorla
giydirilmesi ile Türkiye’de iki
ağırlık merkezi meydana gelmiştir. Bir tarafta, batılı değerlere
göre şekillenmiş sistemin ağırlık
merkezi; diğer tarafta, merkezinde İslam olan değişik örf, adet ve
töreleri de içeren bir değer sistemine göre şekillenmiş milletin
ağırlık merkezi söz konusudur.
Sistemin ağırlık merkezinde,
bürokrasi, uluslararası sermaye ile işbirliği içerisinde olan iç
sermaye, medya ve bu milletin
değerlerine düşman değişik gizli
ve açık organizasyonlar ve de
bazı siyasî partiler yer almaktadır. Milletin ağırlık merkezinde, milletin değerlerine kültür ve
medeniyetine sahip çıkan partiler, cemaatler, küçük sermaye ve
medya ile milletin kahir ekseriyeti yer almaktadır.
Türkiye’de bu iki ağırlık merkezi hiçbir zaman örtüşmemiş
olduğundan bu iki ağırlık merkezi mensupları arasındaki gerilim
hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır.
Toplumsal Kirlenme Sorunu
Toplum hayatı ile ilgili kirlenme, toplumun kültür, medeniyet
ve değer sisteminin ön gördüğü
düşünme, davranma ve yaşama
tarzını lekeleyen, olması gerekeni olur olmaktan çıkaran, değerlere ters düşünme, davranma
ve yaşamaya kirlenme diyoruz.
Bu değişik özellikte, görünüşte
ve şiddetle olabilmektedir. Kısa
zamanda etkisi görülebilen ve
çok uzun zamanda etkisi görülebilen kirlenme şekilleri vardır.
Temiz ile kirlinin, güzel ile
çirkinin, doğru ile yanlışın ayırt
edilebilmesi için sağlam bir referansa ihtiyacımız vardır. Biz bu
noktada bizi yarattığına iman
ettiğimiz ve âlemlerin Rabbi olarak kabul ettiğimiz Allah’ın, bize
gönderdiği vahyi bilgiyi referans olarak almaktayız. Kur’an-ı
Kerim’de geçen Zulüm, Seyyie,
Dosya
Necis, Habis, Rics, Ricz, Helal,
Adalet, Hasen, Tayyib, Tahir,
Lub (elbab) kavramları, kirlilik
ve temizlikle yakından ilişkli kavramlardır. Bu kavramları
bütünlük içerisinde anlamadan
toplumsal kirlenmeyi anlamak ve
de çözüm üretebilmek mümkün
değildir. Bu kavramlar daha önce
yapmış olduğumuz bir çalışmada gerekli derinlikte ele alınıp
incelenmiştir.1
Zihinsel Kirlenme
Kirlenmenin özel bir hali
zihinsel kirlenmedir. Zihinsel kirlenme, zihnin asli fonksiyonlarını, fıtri fonksiyonları, herhangi bir biyolojik, fiziksel tahribat
olmadan icra edemez duruma
gelmesidir. Zihnin fonksiyonel
çalışmasının başka şeylerle gölgelenmesi, örtülmesi, kilitlenmesi, söz konusudur. Olayın içsel
ve dışsal olmak üzere iki boyutu
vardır. İçsel boyut, zihinsel fonksiyondaki temel karar kıstaslarının değiştirilmesi; dışsal boyut
ise, zihni faaliyetin ana unsurlarından olan beş duyu ile alınan
bilgilerdeki saptırma, şaşırtma,
yanıltmadır:
“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve
kendisiyle işitebilecek kulakları
oluversin? Çünkü gerçek şu ki,
gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.”(22/46)
“Kalbleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar,
gözleri
vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler.
Bunlar hayvanlar gibidir, hatta
daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır.” (7/179)
Zihinsel kirlenme, tüm kirlenmenin ana nirengi noktasıdır. Zihinsel kirlenme ile nefsin,
kalbin ve zihinsel fonksiyonların kirlenmesi kast edilmektedir.
Bunlar, değişebilir özelliğe sahip
olup hem kirlenebilmekte hem
de temizlenebilmektedir:
“Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve
kötülüğünü) ve ondan sakınmayı
ilham edene (andolsun) .
Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu
(isyanla, günahla, bozulmalarla)
örtüp-saran da elbette yıkıma
uğramıştır.” (91/7-10, 6/104)
İçinde yaşanan ortam ile dışarıdan insana ulaşan bilginin bu
mekanizmaları etkileme yönüne
bağlı olarak bir kirlenme ya da
arınma söz konusu olmaktadır.
Kirletilmiş, özü ve mahiyeti tahrif edilmiş yönlendirici bilgi ve
veriler, hem insanın karar mekanizmasını felç edebilir; hem de
yanlış değerlere sahip olarak kirlenmesine sebebiyet verebilir:
“Hz.
Muhammed
(s.):
“Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi
kalbe bir fitne nüfuz ederse onda
siyah bir leke hâsıl olur. Hangi
kalp de onu reddederse onda
beyaz bir benek hâsıl olur.
Böylece iki ayrı kalp ortaya
çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna
hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri
ise, alaca siyahtır. Tepetaklak
duran testi gibidir; bu kalp, ne
iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü.
O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl)
bilir.”
Türkiye’deki ana tezattan
dolayı uzun zamandan beri tam
bir kirletme operasyonu teşkilatlı
bir şekilde, iç ve dış destekli olarak yürütülmektedir. Bu operasyonun temel hedefi, yönetimden
ve pastadan pay isteyen halkın
yönetimde ve ekonomik hayatta etkin bir konuma gelmesinin
engellenmesidir. Halkın siyasete
aktif katılması, siyaseti ve devle-
ti denetlemesi istenmemektedir.
Geniş halk kesimlerinin duyarsızlaşması, bıktırılması ve yorgun
hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Böylelikle sistemin merkezinde yer alan mutlu azınlığın
önündeki engeller kaldırılacak
ülke imkânları talan edilecektir
ve ülke küresel sisteme entegre
edilip teslim alınacaktır.
Amacı ülkeyi, milleti korumak
yüceltmek olan siyasetin, milleti
tahrip edici bir tavır ve duruş sergilemesinin sebeplerinden biri,
siyasetin siyasetçiler tarafından
yanlış anlamlandırılmasıdır.
Siyaset
Tanımlanması en zor kavramlardan biridir. Nereden, nasıl ve
hangi amaçla baktığınıza bağlı
olarak bir tanımlama yapmanız
mümkündür. ‘Siyasetin konusu
iktidar ve iktidar ilişkileridir.’2
Avusturyalı
ünlü
stratejist
Clausewitz, savaşı, ‘siyasetin
başka araçlarla devam ettirilmesi’ diye tanımlarken siyasetin özünde şiddet-güç kullanma
unsuru barındırdığını ima etmiş
olmaktadır.3 ‘Devlet ise meşru
güç kullanma tekeline sahip tek
güçtür’. Siyaset bu gücü elde
etmek ve tutmak için yapılan bir
faaliyettir. Bu durumda ‘siyasetin iki yüzü var olup bir yüzünde
çatışma diğer yüzünde uzlaşma
bulunmaktadır’. İşte bu noktadan hareketle siyaset, ‘çatışmaların çözüme kavuşturulma
süreci’ olarak da tanımlanabilir. İnsanlar arası ilişkileri belirleyen ise onların sahip olduğu
değerlerdir. Çatışma ya da uzlaşma, toplumun değişik kesimleri
arasında değerlere bağlı ortak
payda oluşmasına bağlı olarak
gelişir ve değişir. Öyleyse siyaseti, bir değer sisteminin, iktidarı
elde etmek, muhafaza etmek ve
diğer değer sistemleri ile çatışmadan bir entegrasyonu gerçek-
NİSAN ‘09 UMRAN
19
Dosya
leştirmek amacıyla yaptığı veya
yapmayı öngördüğü faaliyetler
bütünü olarak tanımlayabiliriz.
Türkiye gibi ülkelerde siyaseti etkileyen en önemli faktör,
sistemin ve milletin ayrı değerler
etrafında yapılanmış, şekillenmiş
olmasıdır. Bu ana tezat, siyasi
partilerin ve parlamentonun
fonksiyonlarını gerektiği gibi
yerine getirmesinde en büyük
engeldir. Siyaset bir bütün olmuş
olmasına rağmen, bizim gibi ana
tezadı olan parlamenter sistemlerin olduğu ülkelerde, göreceği fonksiyon açısından siyaseti,
“parlamento içi” ve “parlamento
dışı siyaset” diye ikiye ayırmak
durumundayız. Parlamento içi
siyaset, siyasi partiler aracılığıyla yürütülürken, parlamento dışı
siyaset, cemaatler, sivil toplum
örgütleri ve benzer yapılar tarafından yürütülmek durumundadır. Arzu edilen her ikisinin birbiri ile uyumlu olarak hareket
edebilmeleridir.
Parlamento İçi Siyaset
Teorik olarak Türkiye’de en
yüksek kurum parlamentodur.
Yasama ve yürütme o çatı altında
bulunur. Yargı bağımsızdır. Gene
görünürde geri kalan kurumlar
hükümete bağlıdır ve de parlamentonun denetimi altındadır.
Her darbeden sonra çıkarılan
kanunlar ve oluşturulan kurullar ile siyasetin alanı daraltılmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca
görüldü ki ordu, yargı ve üst
kurullar, Türkiye’nin kontrolünü
elinde bulunduran asıl güç odaklarıdır.
Parlamento içi siyaset, sistemin ağırlık merkezinin yanında
yer aldığında halktan kopmakta ve seçimlerde halk tarafından
cezalandırılmaktadır. Parlamento
içi siyaset, halkın yanında yer aldığında sistem (iç-dış güç odakları
dahil) tarafından düşman, hain
20
UMRAN NİSAN ’09
ve tehlikeli olarak görülmekte
ve de tasfiye edilmesi için harekete geçilmektedir. Şiddet, terör
ve yargı yoluyla üzerine baskı
uygulanmaktadır. Parlamento içi
siyaset bu odaklara hizmet ettiği
sürece rahat bırakılmakta ve desteklenmektedir. Kendisine çizilen
çerçevenin dışına çıktığında tasfiye edilme yoluna gidilmektedir.
Parlamento içi siyasete, millete sadece maddi hizmet alanlarında, o da fincancı katırlarını ürkütmediği sürece serbesti
tanınmaktadır. Parlamento içi
siyaset halka söz verdiklerinin
ancak bir kısmını gerçekleştirebilmektedir. Bu milletin kültür
ve medeniyetinin, değerlerinin
ve ahlakının korunması ve ihya
edilmesi için iktidar partilerinin
ciddi bir şey yapamamalarının
nedeni budur.
Diğer taraftan iktidar olmuş
parti, genellikle, parlamentodaki sayısal gücüne güvenerek
her şeyi yapmayı kendinde hak
olarak görme, diğerlerini yok
sayma, hor ve hakir görme gibi
yanlış bir tutum ve tavır içerisinde olmaktadır. Bu yaklaşım, parlamento içi siyasetin, sistem karşısında ortak tavır alma imkânını
ortadan kaldırmaktadır. İktidar
olanlar muktedir olamadıklarını
yol boyunca anlamaktadırlar. O
zaman da iş işten geçmiş olmaktadır. İktidar partisi, sistem güçleri ile tek başına karşı karşıya gelmektedir. Bu yalnızlaşma iktidar
partilerini daha da güçsüz hale
sokmaktadır.
Bu ülkede siyaset, ana tezattan dolayı kavga, karalama,
itham, suçlama ve tehdit üzerine
kurulmuştur. Halk da 60 yıldır
bu mantıkla yoğrulmuştur. 2009
mahalli seçimlerinde partilerin
yürüttükleri kampanyayı göz
önüne aldığımızda bu gerçeği
kolaylıkla görebiliriz.
Seçim Dönemlerinde Parlamento
İçi Siyasetin Kullandığı Dil
2009 mahalli seçimlerinde
dört siyasi parti (AKP, CHP, MHP
ve SP) etkin, göze batar bir kampanya yürütmüşlerdir. Bunlardan
SP liderinin seçim kampanyası
boyunca kullandığı dil ve takındığı tavır, diğerlerinden çok farklı
olmuştur. Diğer üç partinin liderlerinin bu seçim kampanyasında
kullandıkları dil, gerçekten kaba,
kırıcı, karalayıcı bir özelliktedir.
Bu üç partinin yürüttüğü seçim
kampanyası, şu eksenlerde yapılmaktadır:
• Yolsuzluk
• Vatan Hainliği,
• İşbirlikçilik
• Yoksulluk
• Kötü Bir Dil: HakaretKaralama-Yalan- Övgüde Abartı
• Aşırı Vaat
• Dini Sembollerin kullanılması
• Kadının İstismarı
• Geçmişin Reddi
Burada sadece kullanılan dili
göz önüne alıp üzerinde duracağız.
Türkiye’de siyasetçiyi ve siyaseti halkın gözünden düşüren ve
halkı siyasetten soğutan önemli etkenlerden biri de, siyaset
erbabının birbirlerine karşı kullandıkları dildir. Türkiye’de her
zaman siyasetçinin bir dil sorunu olmuştur. Ancak şimdi eşik
seviye çok aşılmıştır. Kullanılan
dil, gerçekten de korkutucu ve
ürkütücüdür:
“Adam
ol
adam!”,
“Maganda!”, “Maganda üslubu.”
“Maganda sensin Recep İvedik!”
“Benim milletim küfürbaz siyaseti kabul etmez. Adam gibi adam
başbakan ister.” “yamyam ortaklığı rantı”. “Arlı arından korkar,
arsız da sanar ki benden korkuyor.” “Nadan (cahil) ile sohbet
Dosya
zordur biline. Çünkü nadan ne
gelirse söyler diline.” “Eşek ölür
kalır semeri insan ölür kalır eseri.
“ “Son günlerde sayın Başbakan
ağzına eşektir, semerdir bir şeyler tutturdu. Ziya Paşa diyor ki
“Bed asla necabet mi verir hiç
üniforma / zerdûz palan vursan
eşek yine eşektir. Yani diyor ki
altın işlemeli palan vursan eşek
yine eşektir.”
“İnsan, açar telefonu isterse iktidara da küfreder. Şöyle
ağız tadıyla küfredemez olduk.’’
“Ebedi muhalefet, acıların çocuğu küçük Baykal”, Ben hiç iktidar
olamadım anne’’ “Haramilerin
iktidarı”. “İnsanda biraz ar olur
ar.” “Bu gidişin sonu BAAS rejimidir”
“Namert”, “Alçaklık bile bir
seviye ifade ediyor”, “Müfteri”,
“Çirkef”, “Maskara”, “Rezil”,
“Kepaze”, “Komünist”. “Şeref,
haysiyet,
onurdan
nasibini almayanlar”, “Başbakan
olmuşsun, adam olamamışsın.”
“Cibilliyetsiz, mezhepsiz , tıynetsiz”.
“Sayın Baykal ile Bahçeli ruh
ikizi. Felaket tellalı.” “Bush’un
ruh ikizi olmaktansa CHP, SP,
DP’nin ruh ikizi olmayı şeref
kabul ederim.”
“İşbirlikçi, hain”. “Başbakan,
hangi kapılar arkasında, hangi
karanlık odalarda, hangi karanlık
ilişkilerle nasıl iktidar olduğunu
bir hatırlasın”
Siyasetçilerin kullandıkları bu
dil, bu milletin kültür ve medeniyetine karşı olan güçlerin ekmeğine yağ sürmekte ve değirmenlerine su taşımaktadır.
Parlamento Dışı Siyaset
Parlamento içi siyaset, siyasi
partiler aracılığıyla yürütülürken;
parlamento dışı siyaset, cemaatler, sivil toplum örgütleri ve benzer yapılar tarafından yürütülmek durumundadır. Parlamento
Siyaset bir bütün olmuş olmasına rağmen, bizim gibi ana tezadı olan parlamenter sistemlerin olduğu
ülkelerde, göreceği fonksiyon açısından
siyaseti, “parlamento içi” ve “parlamento dışı siyaset” diye ikiye ayırmak
durumundayız. Parlamento içi siyaset,
siyasi partiler aracılığıyla yürütülürken,
parlamento dışı siyaset, cemaatler, sivil
toplum örgütleri ve benzer yapılar tarafından yürütülmek durumundadır. Arzu
edilen her ikisinin birbiri ile uyumlu olarak hareket edebilmeleridir.
dışı siyaset, parlamentonun
dışında ve fakat parlamento içi
siyaset üzerinde baskı, denetleme ve yönlendirme gücünü temsil eder.
Parlamento dışı siyasetin en
güzel örneklerinden biri, Hz.
Peygamberin Mekke şehir meclisi yöneticilerinin temsil ettiği
güce karşı verdiği mücadeledir.
Kuran’da Şura suresinin 35’den
44’e kadar olan ayetleri, parlamento dışı siyasetin görev ve
fonksiyonlarını ortaya koymaktadır. Müminler topluluğunun
kirlenmemesi için sahip olması
gereken özellikler belirtilmekte
ve bu topluluğun hak ve hukukunu korumanın cemaat halinde
teşkilatlanmakla mümkün olduğu ifade edilmektedir:
“…Rablerine icabet edenler,
dosdoğru namazı kılanlar, işleri
kendi aralarında şûrâ ile olanlar
ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler, Ve haklarına tecavüz edildiği zaman,
birlik olup karşı koyanlardır.
Kötülüğün karşılığı, onun
misli (benzeri) olan kötülüktür.
Ama kim affeder ve ıslah ederse
(dirliği kurup-sağlarsa) artık onun
ecri Allah’a aittir…” (42/35-44)
Mekke döneminde mevcut
sistem, şirk değer sistemine göre
kuruludur. Hz. Muhammed’in
risalet görevi ile yeni değer sistemi (tevhidi değer sistemi), sistem
bazında değil, toplum bazında
ilgi görmekte ve yayılmaktadır.
Yeni değer sistemi, kendi mensuplarından Mekke şehir meclisinin dışında bir ağırlık merkezi ve
bir güç oluşturmasını istemektedir. Kirlenmiş, toplumsal sermayesini kaybetmiş bir toplumdan
yeni bir toplum inşa etmenin
yolu, cemaatleşme olarak gösterilmektedir. Ayetlerden cemaatin, tevhidi değerler etrafında bir
inanç, bir karar, bir hareket ve
bir güç birliği olduğu anlaşılmaktadır. İşte o cemaatin Mekke’de
yürüttüğü siyaset, parlamento
dışı bir siyasettir.
NİSAN ‘09 UMRAN
21
Dosya
Parlamento Dışı Siyasetin
Amacı ve Aracı
Parlamento dışı siyasetin
amacı, tevhidi değerler etrafında
toplumsal değişimi gerçekleştirmektir. Kendi kültür ve medeniyetinin ön gördüğü toplumsal
sermayeyi inşa etmek ve de korumaktır. Kirlenmeye sebebiyet
verenler arasında herhangi bir
ayırım yapmaz, yapmamalıdır.
Bu noktada tarafgir davranamaz.
. “Bizdendir, bizim mahallenin
çocuklarıdır, ne yaparsa doğrudur” anlayışı yanlış ve tehlikeli
bir yaklaşımdır. “Muhalefet edip
yıpratmayalım” tarzında bir tavır
almak, parlamento içi siyasete
yapılabilecek en büyük kötülüktür.
İktidar partisinin yanlış politikaları ile muhalefet partilerinin
yanlış politikaları, iktidar partisinin hırsızları ile muhalefet partilerinin hırsızları, iktidarın zalimleri ile muhalefet partilerinin
zalimleri, iktidar partisinin ahlaksızları ile muhalefet partilerinin
ahlaksızları, iktidar partisinin
yalanları, kullandığı dil ve yaptığı abartılı vaatlerle, muhalefet
partilerinin yalanları, kullandığı
dil ve yaptığı abartılı vaatler arasında bir fark olmadığı; hepsinin
üzerine birlikte gidilmesi gerektiği, adaletin ve güzel ahlakın
gereğidir.
Kirlenmemiş bir toplumu inşa
etmenin yolu tebliğdir. Bu, temiz
toplumun her ferdinin görevidir:
“Siz, insanlar için çıkarılmış
hayırlı bir ümmetsiniz; maruf
olanı emreder, münker olandan
sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” ( 3/ 110)
Parlamento dışı siyaset, bir
taraftan toplumu değiştirirken
diğer taraftan arınmış olanların
saptırılmaması, istikamet kaybına
uğratılmaması için onu korumak
zorundadır. Kullandığı metot
22
UMRAN NİSAN ’09
yine tebliğdir: “Sizden, hayra
çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden)
sakındıran bir topluluk bulunsun.
Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”
(3/104)
İster sistemle millet aynı
değerde olsun, isterse olmasın
parlamento dışı siyasetin toplumsal sermayeyi inşa etme ve
koruma görevi değişmezdir.
Parlamento Dışı Siyaset ve
Sınırsız-Topyekün Mücadele
Küresel bir ittifaka karşı salt
tebliğ yapan bir topluluğun bu
kirlenmeye mani olması mümkün
değildir. Milletin iktidarı için parlamento dışı siyaseti yürütenler,
tebliğin yanı sıra farklı politika,
strateji ve proje üreterek tavır
almak zorundadır.
Genelde parlamento içi siyaset, seçim zamanlarında halkı
bir vatandaşlık görevi olarak
rey vermeye, rey vererek kurtuluşunu garantilemeye çağırır.
Seçim sonrasında halkla irtibatı kopar. Oysa parlamento
dışı siyaset, sürekliliği öngörür.
Kurtuluşun sadece rey verip istirahata çekilmekle sağlanamayacağını benimser. Milletin bir
bütün olarak mücadele ortamına
iştirakini sağlamaya çalışır. Bu
açıdan parlamento dışı mücadele, sürekli, sınırsız ve topyekûn
bir fazilet mücadelesidir: “…
Yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler
ise, içinde bulundukları refahın
peşine düştüler. Onlar, suçlugünahkârlardı.” (11/116)
Parlamento içi siyaset, ana
tezattan dolayı, medya, eğlence sektörü, reklam ve pazarlama sektörü ile film sektörünün
tüketimi körüklemesi, her türlü
çirkin hayâsızlığı yaygınlaştırması karşısında sessiz kalmakta
hiçbir şey yapmamakta/yapama-
maktadır. Küresel güçlerin yerli
işbirlikçileri aracılığıyla aileye,
gençliğe açtıkları açık bir savaşa
karşı hiçbir tedbir almamakta/
alamamaktadır.
Parlamento
dışı
siyasetin bu noktadaki görevi, çirkin
hayâsızlıkların yayılmak istenmesine ve her türlü tahribatına karşı çıkmaktır. Parlamento
dışı siyaset, zulme, haksızlıklara,
yolsuzluklara, yoksulluğa, yozlaşmaya, yalana, talana, çirkin
hayâsızlıklara, dünyevileşmeye
ve ahlaksızlığa karşı çıkar:
“Rabbaniyyun ve Ahbar,
onları, günah söylemelerinden
ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi? Yapmakta
oldukları işler ne kötüdür.”
(5/63)
Parlamento Dışı Siyaset
ve Denetim
Milletin iktidar olması için
parlamento içi siyaset yürütenlerin, iç ve küresel güçlerin baskısına dayanamayarak yanlış karar
ve uygulama yapmalarına parlamento dışı siyaset mani olmak
zorundadır. Parlamento dışı siyaset aracılığıyla millet, iktidarlar
üzerinde baskı ve denetim hakkını kullanabilir. Böylece siyasi
partiler sadece seçimden seçime değil sürekli olarak denetim
altında tutulmuş olur. Milletin
baskı, denetim ve desteğini ensesinde hisseden bir iktidar, tüm
şer güçlere karşı dik durma gücünü kendinde görür ve dik durmaya çalışır.
Parlamento dışı siyaset, milleti şer güç odaklarının psikolojik savaşına karşı korurken; aynı
zamanda siyasi iktidarların şımarma, azma hareketlerine karşı da
korur. Onun için parlamento dışı
siyaset hem toplumu hem de iktidarları rehabilite edicidir:
“Mü’minlerin tümünün öne
fırlayıp çıkmaları gerekmez.
Dosya
Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir
grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları
uyarıp-korkutmak için (geride
kalabilir). Umulur ki onlar da
kaçınıp-sakınırlar.” (9/122)
Parlamento Dışı Siyaset ve
Ehliyet-Liyakat
Parlamento içi siyasetin bu
kamplaştırıcı ve ayrıştırıcı mantığı etkisini, memur atamalarında
da gösterir. Bu ülkeye, bu millete ve onun değerlerine bağlı,
hükümetin işlerini kasıtlı olarak
engellemeyen, ehliyetli, liyakatli
insanların makamlarını korumaları, yükseltilmelerinin engellenmemesi yönetim felsefesi olarak
kabul edilmesi gerekirken; bizim
partiden sizin partiden olup
olmadığının öne çıkması yanlıştır.
Parlamento dışı siyaset, bu milletin evlatlarının ehliyet ve liyakate
göre atanmaları ve yükseltilmelerini savunmalıdır: “Hiç şüphe
yok Allah, size emanetleri ehline
(sahiplerine) teslim etmenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi
emrediyor. Bununla Allah, size
ne güzel öğüt veriyor! ” (4/58)
Parlamento Dışı Siyaset
ve Dil-Üslup
Toplumu ifsad etme sürecini
hızlandıran önemli bir etken de,
özellikle seçim sürecinde, parlamento içi siyasetin kullandığı
dildir. Birbirine hakaret etmeyi,
birbirini yalanlamayı, birbirini
kötülemeyi siyasetin bir doğası olarak görmektedirler. Halkın
zihninde, vicdanında, nefsinde ve
kalbinde ciddi yaralar açmakta,
kin ve nefret tohumları ekmekte
ve de kirliliğe neden olmaktadır.
Seçim sath-ı mailinde kullanılan
bu dil, milletin kalbine atılan
birer fitnedir. Kalbe atılan bu
fitnelerin kalp kararmasına sebebiyet verip toplumsal dayanışmayı yıkması, milleti millet yapan
bağları zayıflatarak koparması
mümkün olabilir. İşte o zaman
bu ülkede ne doğru, ne yanlış;
ne güzel, ne çirkin, ne helal ne
haram anlaşılamaz olup bir kaos
ortamı ortaya çıkabilir.
Daha da anlaşılmaz olanı,
siyasetçilerin seçim sürecinde
söyledikleri her şeyin siyaseten
söylendiği, şimdi bunların unutulması gerektiği tarzındaki yaklaşımlarıdır. Siyasetçi bu tavrı ile
bizzat kendisini ve siyaseti bir
yalancılık, bir hilekârlık ve bir
aldatma mesleği olarak nitelendirerek bindiği dalı kesmektedir.
Parlamento dışı siyaset ise en
güzel bir dil ve üslup kullanmak
zorundadır. Ancak böyle bir dil
kullanılarak toplumun bütünleşmesine, kaynaşmasına katkıda
bulunulabilir, kirlenmesi engellenebilir:
“Kullarıma, sözün en güzel
olanını söylemelerini, söyle.
Çünkü şeytan aralarını açıp
bozmaktadır. Şüphesiz şeytan
insanın açıkça bir düşmanıdır.”
(17/53)
Parlamento Dışı Siyaset
ve Güven
Bugünkü parlamento içi siyaset, genellikle rey almak amacıyla bol vaat, yalan ve karalamaya dayanmaktadır. Parlamento
içi siyaset, ‘söyle söyle yalan
bile olsa hoşuma gidiyor’ anlayışını yaygınlaştırarak yalana
meşruiyet
kazandırmaktadır.
Yapmayacakları veya yapamayacakları şeyleri vaat ederek toplum ifsat edilmekte, toplumun
dayanışması yıkılmakta, birlik ve
beraberliği bozulmaktadır: “Ey
iman edenler, yapmayacağınız
şeyi neden söylersiniz?
Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab
(konusu olması) bakımından
(büyüdükçe) büyüdü (büyük bir
suç teşkil etti) .
Hiç şüphesiz Allah, kendi
yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (61/2-4)
Bütün bu yanlış yaklaşımlar, siyasete, siyasetçiye ve tüm
kurumlara olan güveni zedelemekte hatta yıkmaktadır. Siyaset
ve siyasetçiye güvenin yıkılmasının bir sonucu, çıkarılan kanunların halkın menfaatine değil de
belli bir zümrenin menfaatine
olduğu inancının kuvvetlenmesidir. Dolayısıyla kanunlara güven
yıkılmakta ve bunların delinme
çareleri aranmaktadır. O nedenle
yapılan yasal düzenlemeler, isteneni vermemektedir. Yasaların
boşluklarını aramak, vatandaşın
temel ilgi odağı olmaktadır.
Siyasete olan güvenin yıkılması, vatandaşı menfaatçi yapmaktadır. Anlık düşünmesine
sebebiyet vererek gelecek nesillerin haklarını, şimdiki zamanda bitirip harcamayı bir marifet,
bir başarı olarak görmektedir.
Gecekondulaşma, kaçak yapılar,
kaçak katlar hep bu mantığın
ürünüdür. Şehirlerin harap edilmesi bir oy uğrunadır. Oyunu
daha çok vaad edene vermesi,
olumsuz bir geri besleme meydana getirmekte, hem siyasetin hem de halkın kirlenmesine
sebebiyet vermektedir.
Parlamento içi siyasetin diğer
bir çıkmazı, iktidar ve muhalefette bulunma durumlarındaki
tezatlı davranıştır. İktidarda iken
başka muhalefette iken başka
konuşmaları ve davranmalarıdır.
İktidarda iken ak dediklerine
muhalefette iken kara; iktidarda iken kara dediklerin muhalefette iken ak diyebilmeleridir.
Parlamento içi siyasette, genellikle, ‘dün başka bugün başka’
mantığı hâkimdir. Böylelikle
NİSAN ‘09 UMRAN
23
Dosya
doğru ile yanlış, temizle pis, helal
ile haram birbirine karışmakta
kalpler kararmaktadır. Doğru ile
yanlışın, hakla batılın bu şekilde
yer değiştirmesi, toplumun temel
değerleri ve güven duygusu üzerinde ciddi tahribat yapmaktadır.
Parlamento dışı siyaset, hakkın
üstünün örtülmesine açık tavır
almalıdır. “Hakkı batıl ile örtmeyin ve sizce de bilinirken hakkı
gizlemeyin.” (2/42, 3/71)
Sonuç: Bizim Yolumuz Af ve
Merhamet Yoludur
‘Ülkemizin halkı ülkemizin
serveti, ülkemizin halkı ülkemizin gerçek zenginliğidir.” Aslolan,
halkın birlik beraberlik içerisinde
Sırat-ı Müstakîm üzere olmasıdır, kıblesini kaybetmemesidir.
Siyasetin görevi de bu olmalıdır:
“Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi
dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.
“Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.”
(11/111-112)
Bizim parlamento dışı siyaset
anlayışımız, tüm bu yaraları saracak ve toplumu ortak paydalar
etrafında bütünleştirecek bir anlayıştır. Bu milletin ortak paydası
İslam’dır. Mevcut ateş çemberini
yarıp çıkmanın yolu, Kur’an etrafında bütünleşmedir:
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın.
Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin
arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz
O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam
ateş çukurunun kıyısındayken,
oradan sizi kurtardı. Umulur ki
hidayete erersiniz diye, Allah,
size ayetlerini işte böyle açıklar.”
(3/103)
Tüm yaraların sarılabilmesi
fitne, fesat hareketlerine fırsat
24
UMRAN NİSAN ’09
verilmemesi için parlamento dışı
siyaset olarak mücadele anlayışımız; ‘En Güzel Tarzdır’. En güzel
tarzda bir mücadele ile kırılan
kalpleri ve kirlenen zihinleri fethedip arındırabiliriz:
“Rabbinin yoluna hikmetle
ve güzel öğütle çağır ve onlarla
en güzel bir biçimde mücadele
et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete
ereni de bilendir.” (16/125)
Parlamento dışı siyaset, dili
en güzel bir tarzda kullanırken;
tutum, tavır ve davranışların da
en güzel olmasını ister. Affetmek
ve bağışlamak, kötülüklere iyilikle karşılık vermek parlamento dışı siyaseti yürütenler olarak vazgeçilmez bir ilkemizdir.
‘Onlar yapıyorlar bizde yapalım’
anlayışına karşı çıkarız. Çünkü
şeytanın adımlarını izleyenler,
bizim rehberimiz ve öğretmenlerimiz değil ki onları örnek alalım.
Parlamento dışı siyasetin ana
ilkesi, mücadelenin en güzel bir
tarzda yürütülmesi, kötülüklerin iyiliklerle uzaklaştırılmasıdır.
Toplumsal dayanışma, bütünleşmeyi sağlayacak olan, toplumu
kararlı, dengeli kılacak olan bu
anlayış ve bu yaklaşımdır: “İyilikle
kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel
olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki)
seninle onun arasında düşmanlık
bulunan kimse, sanki sıcak bir
dost(un) oluvermiştir.” (41/34)
Bu mücadele anlayışı, huzur,
mutluluk, bereket ve rahmeti
beraberinde getirir: “Görmedin
mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir
ağaç gibidir ki, onun kökü sabit,
dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle
her zaman yemişini verir. Allah
insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler.
Kötü (murdar) söz ise, kötü
bir ağaç gibidir: Onun kökü yerin
üstünden koparılmış, kararı
(yerinde durma, tutunma imkânı)
kalmamıştır.
Allah, iman edenleri, dünya
hayatında ve ahirette sapasağlam
sözle sebat içinde kılar. Zalimleri
de şaşırtıp-saptırır.” (14/24-27)
Bizim
yolumuz,
dövme,
sövme, kin ve nefret yayma, suikast, sabotaj ve tehdit içeren bir
yol değildir.
Bizim Yolumuz; “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz”, diyen
peygamberin yoludur.
Bizim yolumuz, insanların
mazilerinde yaptıkları kötülükleri, çirkinlikleri, düşmanlıkları
sürekli yargılayan ve insanları
potansiyel suçlu olarak gören bir
yol değildir.
Bizim yolumuz, ‘Ya Rabbi
onlar bilmiyorlar, onlara hidayet ver, onları affet’ diyen bir
yoldur.
Bizim yolumuz, hevadan arınmış istikameti cennet olan bir
yoldur: “Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de hevadan sakındırırsa, Artık şüphesiz
cennet, (onun için) bir barınma
yeridir.” (79/40-41)
Bizim yolumuz, hevadan arınmış dosdoğru olan bir yoldur:
“Sen bundan dolayı davet et
ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların
hevalarına uyma.”(42/15)
1 Can, B., “Toplumsal Kirlenmeye Kuranı Bakışlar”, Umran Dergisi İstanbul sayı 23, 1995;
sayı 30 1996.
2 Türköne, M., Siyaset, Lotus Yayınevi, İstanbul,
2003, S. 4-17
3 Clausewitz, Savaş Üzerine, May Yayınları,
İstanbul, 1975
Dosya
DÖRT NEBEVİ HİTAP BAĞLAMINDA
ARINMA ÇAĞRISI
ABDULLAH YILDIZ
Yüce Rabbimiz tarafından
peygamberlikle şereflendirilen
Hz.Muhammed’in (s.) farklı zamanlarda yaptığı dört önemli
hitabe vardır ki; tepeden tırnağa kirli bir hayat tarzı olan
“cahiliye”nin zifiri karanlığında
debelenen insanlığa bir “arınma çağrısı” niteliği taşır.
Bu
hitabelerden
ilki,
Rasûlüllah’ın (s.), peygamberlikle görevlendirildikten üç yıl sonra Safa tepesine çıkarak yaptığı
konuşmadır. İkincisi, Medine’ye
hicret edip ilk Cuma namazını kıldırdığı zaman irad ettiği
hutbedir. Üçüncüsü, Mekke’nin
Fethi sırasında insanlar Kâbe etrafında toplandığı zaman yaptığı konuşmadır. Dördüncüsü ise,
Veda Haccı’nda irad buyurduğu
Veda Hutbesi’dir.
İlk Hitabe: Bireysel Arınma
Çağrısı; “Kendinizi Cehennem
Azabından Kurtarın!”
Peygamberimiz (s.), “Sana
emrolunan şeyi açıkla! Müşriklere aldırma!” (Hicr/94) “Sen,
önce en yakın hısımlarını inzar
et/ uyar!” (Şuara/214) emrini
alır almaz, hemen Safa tepesine
gidip yüksekçe bir taşın üzerine
çıkar ve şehadet parmaklarını
kulaklarına tıkayarak yüksek
sesle bağırır:
-”Yâ Sabâhâh!1 Ey Kureyş
cemaati!”
Kendilerine
seslenenin
“Muhammedü’l-Emin”
olduğunu öğrenen Kureyşliler Safa
tepesine yönelirler. Hepsi de
Peygamberimiz’e (s.) akraba
olan Kureyş boyları, gelip onun
karşısında toplanırlar.
-”Yâ Muhammed! Ne haber
var?” diye sorarlar.
Muhammedü’l-Emin (s.):
-“Benimle sizin haliniz, düşmanı görünce ailesini haberdar
etmek için koşmaya başlayan
ve düşmanın kendisinden önce
ailesine yetişip zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhâh!’
diye bağıran bir adamın haline benzer.” diye hitap ettikten
sonra onlara sorar:
-“Ne dersiniz? Ben, size şu
dağın eteğinden veya şu vadiden sizi yağmalamak isteyen
birtakım atlıların çıkıvereceğini
yahut akşama, sabaha düşman
baskınına uğrayacağınızı haber
verirsem, beni tasdik eder, doğrular mısınız?”
-”Evet! Seni tasdik eder, doğrularız! Çünkü biz seni bütün
tecrübelerimizde doğru sözlü
bulduk! Sen, bizim katımızda
herhangi bir suçla suçlanmış bir
kişi değilsin! Hakkındaki tecrübelerimizde, sende hiçbir yala-
na rastlamış değiliz!” dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.): “Öyle ise, ben sizi şiddetli bir azaba karşı inzar etmeye/ korkutup uyarmaya memurum” dedikten sonra:
-“Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Abdi Menaf oğulları! Ey
Zühre oğulları! Ey filan oğulları!..” diyerek tüm Kureyş boylarına tek tek seslendi ve:
-”Ey Kureyş cemaati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi dirileceksiniz. Kabirden kalkarak Allah’ın
divanına varınca, kesinlikle bu
dünyadaki bütün hareketlerinizin hesabını vereceksiniz!
İyi işlerinizin mükâfatını da,
kötülüklerinizin cezasını da
göreceksiniz! O mükâfat ebedi
cennettir. Ceza da, daimi cehennemdir. Yüce Allah; en yakın hısımlarımı azap ile korkutmamı bana emretti. Sizler ‘Lâ
ilahe illallah: Allah’tan başka
hiçbir ilah yoktur’ demedikçe,
ben size ne dünyada bir yarar
ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim” buyurdu. Rasûlüllah
(s.) uyarısına şöyle devam etti:
-“Ey Kureyş cemaati! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Ka’b b. Lüey oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Mürre b.
NİSAN ‘09 UMRAN
25
Dosya
Ka’b oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey
Abdüşşems oğulları! Kendinizi
cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Abdi Menaf oğulları!
Kendinizi cehennem ateşinden
kurtarınız! Ey Hâşim oğulları!
Kendinizi cehennem ateşinden
kurtarınız! Ey Abdülmuttalib
oğulları! Kendinizi cehennem
ateşinden kurtarınız!
-“Ey Kureyş cemaati! Kendinizi Allah’tan satın alınız! Ben,
26
UMRAN NİSAN ’09
sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim. Ey Abdi Menaf oğulları!
Kendinizi Allah’tan satın alınız!
Ben, sizi Allah’ın azabından
kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim! Ey Abdülmuttalib
oğulları! Kendinizi Allah’tan
satın alınız! Ben, sizi Allah’ın
azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim.
“Ey Abbas b. Abdülmuttalib! Ben, seni Allah’ın azabın-
dan kurtarabilecek hiçbir şeye
malik değilim! Ey Zübeyr b.
Avvam’ın annesi! Rasûlüllah’ın
halası Safiye! Ey Muhammed’in
kızı Fâtıma! Kendinizi Allah’tan
satın alınız! Siz, benim malımdan dilediğinizi benden isteyiniz! Fakat ben sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir
şeye malik değilim...”
Sonra Rasûlüllah (s.), Kureyş
boylarına yine tek tek seslenerek şöyle dedi:
“Ben, sizi ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur! O birdir!
O’nun ortağı yoktur!’ diyerek
şehadet getirmeye davet ediyorum! Ben de, O’nun kulu ve
rasûlüyüm! Bunu böylece kabul ve ikrar ettiğiniz takdirde,
sizin cennete gireceğinize kefil
olurum! Siz, kıyamet günü iyi
amellerinizle gelmez de dünyayı boyunlarınıza yüklenmiş
olduğunuz halde gelirseniz,
ben sizden yüz çeviririm! O zaman siz bana: ‘Yâ Muhammed!’
dersiniz. Ben ise, şöyle derim.
Siz bana: ‘Yâ Muhammed!’
dersiniz. Ben ise, size şöyle derim. (Rasûlüllah “Şöyle derim”
buyururken, yüzünü onlardan
başka tarafa çevirdi.)”2
Rasûlüllah’ın (s.) bu çarpıcı
uyarısı, dinleyenleri gerçekten
etkilemişti ki, amcası Ebû Leheb hiddetle ayağa kalktı ve
“Hay kuruyası! Bizi buraya bunun için mi çağırdın?” dedi. Bu
sözler Peygamberimizi üzdü.
Bunun üzerine Tebbet sûresi
nazil oldu: “Ebû Leheb’in iki elleri kurusun, kurudu da...”
Peygamberimiz (s.), insanların huzuruna çıkarak yaptığı
ilk açık çağrıda onları, ‘uyuyup
uyanacakları’ kadar yakın olan
“Hesap Günü”ne ve “cehen-
Dosya
nem azabı”na karşı uyarmıştır.
Muhammedü’l-Emin’in (s.) yakın akrabası olan Kureyş ailelerine, tek tek isimleriyle hitab
ederek; “Kendinizi cehennem
ateşinden kurtarınız!” diye
haykırması, şok edici bir çıplak
uyarıdır. Bu şok uyarı, herkesin
Ahiret Günü’nde, bu dünyada
iken yaptıklarının hesabını vereceğini hatırlatmak biçiminde
devam etmiştir.
Muhammedü’l-Emin
(s.),
yine Kureyş boylarının isimlerini zikrederek, “Kendinizi
Allah’tan satın alınız! Ben, sizi
Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim”
buyurmuştur. Demek ki, herkes
kendi yaptıklarından sorumludur, Peygamber de (s.) kimseyi
kurtarma yetkisine sahip değildir. Böylece o, her aileyi ve
her bireyi, içinde bocalamakta
oldukları cahili yaşam biçimini
sorgulamaya ve bu inkârcı hayat tarzının kendilerine sevimli
gösterdiği günahlar ve kötülükler sebebiyle çarptırılmaları
kesin olan azaptan korunmaya davet etmiştir. Bu şiddetli
azaptan kurtulmanın yegâne
yolunun ise, şirkten vazgeçip
“Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de O’nun
kulu ve rasûlü olduğuna” iman
ettikten sonra, O’na kulluk ve
ibadette bulunarak arınmak
olduğunu ilan etmiştir. Kulların “kendilerini Allah’tan satın
almaları” da, O’na gereği gibi
ibadet ve kullukta bulunmaları
ile mümkündür.
İkinci Hitabe: İnananlara
Arınma Çağrısı; “Âhiret İçin
Azık Gönderin!”
Peygamberimiz (s.), hicret
esnasında, daha Medine’ye
gelmeden bir süre Kuba’da kalır, sonra yoluna devam eder.
Salim b. Avf oğullarının oturdukları Rânuna vadisine geldiği zaman, cuma namazı vakti
girer. Orada Cuma namazını
kılar; bu, Peygamberimiz’in (s.)
Medine’de kıldığı ilk cuma namazıdır. Peygamberimiz (s.), bu
cuma günü, ayakta dikilerek ardarda iki hutbe irad eder:
“Ey insanlar! Kendiniz için,
önden âhiret azığı olacak şeyler gönderiniz. Elbette bilirsiniz
ki, her biriniz ölecek ve davarını çobansız bırakacaktır! Sonra
Rabbi ona tercümansız, perdedarsız olarak: ‘Sana Rasûlüm
gelip emirlerimi tebliğ etmedi
mi? Ben sana mal verdim, ihsanda bulundum. Sen kendin
için (âhiret azığı olarak) ne
gönderdin?’ buyuracak. O da,
sağına soluna bakacak, hiçbir
şey göremeyecek! Sonra önüne bakacak. Önünde de cehennemden başka bir şey göremeyecek! Öyle ise yarım hurma ile
de olsa cehennemden kendisini korumaya gücü yeten kimse hemen hayır işlesin! Onu
bulamayan da güzel bir sözle
kendisini korumaya çalışsın.
Çünkü bir iyiliğe on mislinden
yedi yüz misline kadar sevap
verilir! Selam ve Allah’ın rahmet ve bereketleri üzerinize
olsun!”
(...)
Artık Allah’a ibadet ediniz
ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. O’ndan gereği gibi
sakınınız. Dilinizle söylediğiniz
güzel sözlerinizle Allah’ı tasdik
ve ikrar ediniz. Allah’ın ihsan
ettiği rahmetle birbirinizi seviniz. Muhakkak biliniz ki: Allah,
ahdinin bozulmasına gazab
eder.
“Selam olsun sizlere!”
Saîd b. Abdurrahman elCumahî’den rivayet edildiği
üzere, Peygamberimiz (s.) şöyle
buyurdu:
“Hamd, Allah’a mahsustur.
Ben, O’na hamd eder, O’ndan
yardım, bağışlanma ve hidayet dilerim. O’na iman ederim,
inanmazlık etmem. İnanmazlık
edenlere de düşmanlık ederim. Ben Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, O’nun bir
olduğuna, ortağı ve benzeri
olmadığına,
Muhammed’in
de O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet ederim. Allah,
onu peygamberlerin gelmesinin kesildiği, ilmin azaldığı,
insanların sapkınlığa düştüğü,
zamanın kesintiye uğradığı,
kıyametin kopma ve âlemin
sona erme zamanının yaklaştığı bir sırada, tam bir hidayet,
tam bir nur, tam bir öğüt olan
Kur’ân’la göndermiştir. Allah’a
ve Rasûlüne boyun eğen, muhakkak doğru yolu bulmuştur.
Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelen
de, azgınlık ve taşkınlığa, sapkınlıktan sapkınlığa düşmüştür.
Size Allah’tan korunmayı tavsiye ederim. Zaten bir Müslümanın bir Müslüman’a en hayırlı
tavsiyesi de, onu âhirete isteklendirmesi, ona Allah’tan korunmayı emretmesidir. Allah’ın
sizi sakındırdığı şeylerden sakınınız! Bundan daha üstün ve
hayırlı bir öğüt, bundan daha
üstün ve hayırlı bir hatırlatma
yoktur. Rabbinden korkarak,
ürpererek ibadet eden kimse
için, Allah’tan korunmak, istediğiniz âhiret mutluluğu için en
güvenilir bir yardımdır. Kim gizli
NİSAN ‘09 UMRAN
27
Dosya
ve açık her işinde Allah’ın hoşnutluğunu gözeterek Allah’la
arasını düzeltirse, dünyada
onun adı hayırla anılır. Öldükten sonra da, bu, kendisinden
önce göndermiş olduğu hayra
muhtaç bulunduğu bir zamanda kendisine azık olur. Bunun
dışındaki işlerden kaçmayı ve
onlarla kendi arasında uzun
mesafeler olmasını ister.
“Allah, azabından sizi korkutur. Allah, kulları hakkında
çok esirgeyici ve merhametlidir. Sözünü doğrulayan, va’dini
yerine getiren Allah’a andolsun
ki; bundan cayma yoktur! Çünkü, Yüce Allah ‘Benim katımda
söz değiştirilmez. Ben, kullara
zulümkâr da değilim’3 buyuruyor. Şimdiki ve gelecekteki
işlerinizde gizli ve açık yaptıklarınızdan dolayı Allah’tan
korununuz! Kim Allah’tan korunursa, Allah onun günahlarını örter, ecrini de büyütür.
Allah’tan korunan büyük bir
kurtuluşa ermiştir. Allah’tan
korunmak, insanı Allah’ın azab
ve gazabından korur. Allah’tan
korunmak, yüzleri ağartır, Rabbi hoşnut eder, dereceyi yükseltir. Nasibinizi alınız! Allah
katında ifratlı olan hareketlerde bulunmayınız. (..)
Allah en büyüktür. Büyük
olan Allah’tan başkasında kuvvet ve kudret yoktur.”4
Bu hutbe, pek çok açıdan
tekrar tekrar okunmalı ve uzun
uzun düşünülerek dersler alınmalıdır.
Bizim
burada
özellikle dikkat çekeceğimiz husus,
Rasûlüllah’ın (s.) ilk cuma hutbesinde, mümin insanları cehennem azabı konusunda uyarmasıdır. Bu azaptan korunmak
28
UMRAN NİSAN ’09
ise arınmaktan geçiyor; yani
‘âhiret için azık hazırlamak’tan.
İşte arınma yolları: Allah’ın rızasını gözeterek -yarım hurma da
olsa- hayır işlemek, Allah’ın ihsan ettiği gibi insanlara ihsanda
bulunmak, nefsin şerlerinden
ve kötü amellerinden korunmak, Kur’ân’a sarılmak, Allah’a
kulluk edip ortak koşmamak,
Allah’tan gereği gibi sakınmak
ve sakındırdığı şeylerden sakınmak, Allah’ı çokça anmak,
Allah’ın düşmanlarına düşman
olmak, Allah yolunda gereği gibi cihad etmek... Özetle;
“Allah’la aramızı düzeltmek”.
Cuma namazından sonra
devesinin yularını başına dolayıp Medine’ye giren Rasûlüllah
(s.), bu şehirde inşa edeceği yeni
toplum modelinin hangi esaslar
üzerinde yükseleceğini böylece
ilan etmiş olmaktadır. Örnek
Medine toplumunu bugünün
dünyasında yeniden kurmanın
yolu da bu esaslardan geçmektedir.
Üçüncü Hutbe: Toplumsal
Arınma Çağrısı; “İslâm Çağı’nda
Cahiliye Kirlerine Yer Yok”
Peygamberimiz
(s.),
Mekke’yi fethettiğinde tüm
Kureyşliler Mescid-i Haram’da
toplanırlar. Kâbe’nin kapısının
eşiğinde ayakta durarak, kapının direklerine iki eliyle tutunan Peygamberimiz (s.), önce
üç kere tekbir getirir, sonra da
onlara şöyle hitab eder:
“Hamd, Allah’a mahsustur.
Allah’tan başka ilah yoktur.
Yalnız O vardır. O’nun hiçbir
eşi, ortağı yoktur! O, vadini
yerine getirdi. Kuluna yardım
etti. Toplanan düşmanları, tek
başına, bozguna uğrattı! İyi biliniz ki; cahiliye çağına ait olup,
övünme vesilesi edinile gelen
her şey, kan, mal davaları...
bunların hepsi, şu ayaklarımın
altında kalmış, kaldırılmıştır!...
“Ey insanlar! Muhakkak ki
Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla/soylarıyla övünüp
büyüklenmeyi sizden kaldırmıştır! Bütün insanlar Âdem’den,
Âdem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar iki kısım, iki sınıftır.
Bir kısmı mümin ve muttakidir;
Allah katında değerli ve şereflidir. Diğer kısmı ise azgındır, yaramazdır. Bunlar Allah katında
da değersiz ve şerefsizdir! Nitekim Yüce Allah: ‘Ey insanlar!
Gerçekten Biz, sizi bir erkekle
bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye, sizi büyük topluluklara, küçük kabilelere ayırdık. Şüphe yok ki, sizin
Allah katında en değerliniz, en
şerefliniz Allah’tan en çok sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden haberdar olandır!’5 buyuruyor.”
Sonra Peygamberimiz (s.);
-“Ey Kureyş cemaati! Ey
Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi,
hakkınızda benim ne yapacağımı sanırsınız?” diye sorar. Kureyşliler:
-”Biz, senin hayır ve iyilik yapacağını sanır ve ‘Sen hayır yapacaksın!’ deriz. Sen, kerem ve
iyilik sahibi bir kardeş; kerem
ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Gücün yetti, iyi davran!”
derler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.) şöyle buyurur:
“Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’un (a.s) kardeşlerine
dediği gibi olacaktır. Yusuf’un
(a.s.) kardeşlerine dediği gibi,
ben de, ‘Size bugün hiçbir başa
kakma ve ayıplama yoktur! Allah sizi yarlıgasın! O, Esirgeyi-
Dosya
cilerin En Esirgeyicisidir!”6 diyorum. Gidiniz! Sizler özgür ve
serbestsiniz!”
Eline düşen ve ona boyun
eğen Kureyş müşriklerini böyle affeden Peygamberimiz (s.),
ertesi gün öğle namazından
sonra, Kâbe’nin merdiveninde,
arkası Kâbe’ye dayalı olarak
Allah’a hamd ü senada bulunduktan sonra, halka şöyle hitab
eder:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki
Allah, göklerle yeri, güneş ile
ayı yarattığı gün, Mekke’yi de
haram ve dokunulmaz kılmıştır! Burası Allah’ın haram ve
dokunulmaz kıldığı bir bölgedir. Kıyamet gününe kadar da
haram ve dokunulmaz olarak
kalacaktır! Mekke’yi haram ve
dokunulmaz kılan, Allah’tır.
(...)”
Peygamberimiz (s.), hitabesine şöyle devam eder:
“Cahiliye çağının kötü işleri silinip gitmiştir! İslâm çağında cahiliye özelliklerini ortaya çıkarmayın. Müslüman
Müslüman’ın kardeşidir. Bütün
Müslümanlar kardeştirler. Müslümanlar kendilerinden olmayanlara karşı birdirler, bütündürler. Düşmanlarına karşı topluca hareket eder, birbirleriyle
yardımlaşırlar. Müslümanların
kanları birbirine eşittir. Aralarında fark yoktur...”7
Konuşmasının
devamında bazı İslâmî hükümleri de
açıklayan Peygamberimiz (s.),
Mekke’nin Fethi ile birlikte
“İslâm Çağı” diye isimlendirdiği yeni dönemde; “Cahiliye
Çağı”na ait ayrıcalıklarla, soysop özellikleri vb. ile övünmenin, sınıf ayırımının, kan davalarının, cahiliye gururunun ve
her tür kirli cahili anlayışın tamamen ortadan kaldırıldığını,
bütün bunların artık ayaklarının altında olduğunu tüm cihana ilan ederek insanlığa yepyeni aydınlık ufuklar açar.
Cahiliye kirlerinden bütünüyle arınmış örnek bir temiz
toplum inşa etme sürecinde
çok önemli bir merhale olan
Mekke’nin Fethi, bu yönüyle
bir şehrin fethinden ziyade gönüllerin fethi olarak görülmeli
ve okunmalıdır. Cahili yaşam
biçiminin bütün tortuları, bu
zihinsel/kalbî arınma sürecinde bir bir temizlenecek ve nihayet Rasûlüllah’ın ömrünün
son yılında yaptığı son haccında irad ettiği Veda Hutbesi ile,
bütün çağlara “model” olacak
o muazzam İslam toplumunun
şaşmaz ana ilkeleri ilan edilecektir.
Dördüncü Hitabe: Tarihin
Son Arınma Çağrısı; “Kur’ân’a
Sarılınız!”
Peygamber Efendimiz (s.),
Veda Haccı’ndaki meşhur Veda
Hutbesi’de şunları söyler:
“Cenab-ı Hakka hamd ü
sena ederiz. O’na döneriz. Nefislerimizin
fenalıklarından
ve kötü amellerimizden O’na
sığınırız. Allah’ın hidayet ettiğini kimse yoldan çıkaramaz.
Allah’ın şaşırttığını da kimse
yola koyamaz. Şehadet ederim
ki, Allah’tan başka İlah yoktur.
Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yine
şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Ey
Allah’ın kulları! Allahtan korkmanızı, O’na itaat etmenizi
tavsiye ederim.
Ey nâs! Sözlerimi dikkatle
dinleyiniz. Bilmiyorum belki bu
seneden sonra, sizinle burada,
ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğim.
Ey nâs! Bugünün nasıl bir
gün olduğunu biliyor musunuz? Bugün: Yevmü’n-Nahr
(Kurban Günü). Bu ayın ne ayı
olduğunu biliyor musunuz? Bu
ay: Şehr-i Haram (Mukaddes
Ay: Zilhicce). Bu mevkiin hangi
yer olduğunu biliyor musunuz?
Burası Belde-i Haram (Mukaddes Şehir: Mekke). Bu gününüz
nasıl mukaddes bir gün ise,
bu ayınız nasıl mukaddes bir
ay ise, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, biliniz ki,
canlarınız, mallarınız, ırzlarınız
da, ta Allah’ın huzuruna çıkıncaya kadar, bu mukaddes gün,
bu mukaddes ay, bu mübarek
şehir gibi, yekdiğerinize karşı
mukaddestir. Bunlara her türlü tecavüz haramdır. Ashabım!
Aklınızı başınıza toplayınız!
Biliniz ki, yarın, Allah’ınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her türlü hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın,
benden sonra, eski dalaletlere
(sapıklığa) dönerek birbirinizin boynunu vurmayın! Bu
vasiyetimi burada bulunanlar,
bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, buradaki işitenden daha iyi anlar ve
muhafaza etmiş olur.
Ashabım! Eski cahiliye devrinde güdülen bütün kan davaları tamamen kaldırılmıştır.
Kaldırdığım ilk kan davası da
Abdülmuttalib’in torunu Rabîa’nın kan davasıdır.
Ashabım! Cahiliyet devrinin her türlü ribâsı (faiz) kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım ribâ;
Abdülmuttalib oğlu Abbas’ın
faizidir. Allah’ın emriyle, faizcilik artık yasaktır. Eski devirNİSAN ‘09 UMRAN
29
Dosya
den kalma bu çirkin âdetin her
türlüsü ayağımın altındadır.8
Bu borçlular, alacaklılara, yalnız aldıkları parayı (sermayeyi)
ödeyeceklerdir. Ne zulmediniz,
ne de zulme uğrayınız.
Ashabım! Kimin yanında
bir emanet varsa, onu sahibine
geri versin. Hediyeler hediye
ile karşılanır. Başkalarına kefil
olanlar, kefaletin mesuliyetini
üzerine almış olur.
Ey nâs! Bugün şeytan, sizin
şu yurdunuzda yeniden nüfuz
ve saltanat kurmak kudretini
artık, ebedi olarak kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım
şeylerden başka, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız,
onu sevindirmiş olursunuz. Dininizi korumak için, bunlardan
da kaçınınız!
(...)
Ashabım! Nefislerinize de
zulmetmeyiniz! Nefislerinizin
de üzerinizde hakkı vardır.
Ey nâs! Allah, herkese düşen hak sahibinin miras hakkını
Kur’an’da bildirmiştir. Mirasçılar için vasiyete lüzum yoktur.
(...)
Ey müminler! Size bir emanet bırakıyorum. Ona sıkı sıkı
sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet de Allah’ın
kitabı Kur’an’dır.
Ey nâs! Allah’a ibadet edin!
Beş vaktinizi kılın! Ramazan
orucunu tutun. Emirlerime itaat edin! Rabbinizin cennetine
girersiniz.
Ey nâs! İfrattan (aşırı gitmekten) sakının! Evvelkilerin
mahvolmalarının sebebi dinde ifratlarıydı. Hac amellerini
(usullerini) benden öğrenin!
Muhakkak olarak bilmiyorum
belki, bu seneden sonra, bir
daha sizinle burada buluşamayacağım. Bu nasihatlerimi,
burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Belki, kendisine bildirilenler içinde, burada bulunanlardan daha iyi
anlayanlar, bunları daha fazla
muhafaza ederek hatırlayacak
olanlar bulunabilir.”
Peygamberimiz’in (s.) sözleri, herkes tarafından iyice
duyulsun diye, gür sesliler tarafından cümle cümle tekrarlandı. Böylece, hutbeyi bütün
cemaat duymuş oldu. Sonunda
Rasûlüllah (s.) yüksek sesle:
-“Ey nâs! Yarın beni sizden
soracaklar. Ne diyeceksiniz? Risaletimi tebliğ ettim mi? İlahi
vazifemi yaptım mı?” diye sordu. Bütün ashab hep bir ağızdan:
-“Evet,
yemin
ederiz.
Allah’ın risaletini tebliğ ettin.
Vazifeni yaptın. Bize vasiyet ve
nasihatte bulundun. Böylece
şehadet ederiz”, dediler. Bütün
Umran dergisi “kirlenme” ve “arınma” sorunu soruşturması:
Yaşadığımız çağda; bireysel, toplumsal ya da kurumsal (siyaset, medya vs.) “kirlenme”nin nedenlerinden
en önemlileri sizce nelerdir?
“…gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.”(Kuran-ı Kerim, 22.Hac Suresi Ayet
46) Sizce, bu ifadeler; “yoksulluk, yolsuzluk, cinsel istismar ve sapkınlıklar, komplolar, ihanetler, yaftalamalar, adaletsizlik, ırkçılık, kötülüğün yaygınlaştırılması, şiddet, kriz…” şeklinde uzayıp giden günümüz insanı
için ne söylemektedir? Kalpler nasıl körelir?
ADIM ADIM KARARAN KALP
Ö. Faruk GERGERLİOĞLU
Nefsinin isteklerini ilahlaştıran insanoğlu için,
kalplerin kararmasından başka varacak bir nokta
yoktur. İnsanoğlu sadece bu çağda değil tüm zamanlar boyunca geçici tatmin duygularının peşinden
süratle koştuğu oranda kirlenmiştir.
Çocuklara bakarız saflığı görürüz, temizliği
görürüz. Ama o çocuklar da büyüyecek ve hayatla
sınanacaktır. Masum bir çocuktan bir kapkara kalp
doğuran şey nedir, sorusunun cevabını insanoğlu
mutlaka bulmak zorundadır.
Tertemiz duygular nasıl da kirleniyor.? Nasıl
yumuşak bir kalp taş gibi kesiliyor? İnsanoğlu bu
30
UMRAN NİSAN ’09
soruların cevabını bulmadıkça istediği kadar teknolojik olarak ilerlesin, hazzın her çeşidini tatsın,
beyhudedir.
Safiyetin karanlığa dönüşü, tabii ki bir süreç içinde olacaktır. Süreç başlamadan, sürecin sonunda
yapabileceği fiilleri kendisine gösterilse inanamayacak insan, bu basamaklarda ilk adımı atınca
maalesef gerisi gelmektedir. Zira kriter yanlış
belirlendiği zaman, yanlışlıklar çorap söküğü gibi
gelmektedir. Kalbine bir kara nokta düşüren, artık
onun bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmasını izlemek
zorundadır. Önemli olan o bulaşıcı hastalığa hiç
kapılmamayı başarmaktır. Artık sonunda öyle bir
an gelir ki kapkara, kaskatı bir kalp, bir insan
oluşmuştur.
Dosya
vadi, yüzbinlerce insanın bu
samimi sözleriyle çalkalandı. O
zaman, Rasûlüllah (s.), şehadet
parmağını kaldırdı. Üç defa:
-“Şahid ol Ya Rabbi! Şahid
ol Ya Rabbi! Şahid ol Ya Rabbi!” dedi ve sözlerini bitirdi.9
Allah Rasûlü’nün (s.) ebediyete kadar geçerli olan bu
muhteşem hitabesi; insanlığın
mükemmel toplum olma yönünde ulaşabileceği zirve noktayı, moda ifade ile “Tarihin
Sonu”nu işaret eder. İnsanlık
tarihinin kat edebileceği en son
merhaleye kadar bütün insan
topluluklarının kuşanmaları gereken ve kuşandıkları takdirde
onları dünya ve ahiret saadetine eriştirecek olan ana özellikler, bu zamanlar üstü konuşmada bir bir sayılır.
İşte Veda Hutbesi’nin öngördüğü örnek insan/toplum
tipinin temel nitelikleri:
Nefislerinin şerlerinden ve
kötü amellerinden Allah’a sığınan, Tevhîd ilkesinden sapmayan, yalnızca Allah’tan korkup
yalnızca O’na itaat eden, birbirlerinin canlarını, mallarını,
ırzlarını mukaddes bilen, kan
davalarını ve faizi ayaklarının
altına alan, ne zulmeden ne
de zulme uğrayan, emanete
ve kefalete ihanet etmeyen,
kadınlarının haklarına riayet
eden, köleleri hürlerle aynı
mevkie yükselten, tüm insanları
“Âdem’in çocukları” bilen, bütün Müslümanları birbirine eşit
kardeşler sayan, birbirlerinin
hakkına tecavüz etmeyen, kimseye haksızlık yapmadığı gibi
haksızlığa da boyun eğmeyen,
kendi nefislerine bile zulmetmeyen, Allah’ın kitabına sarılıp
ibadetlerini gereği gibi yapan,
namazlarını dosdoğru kılan,
oruçlarını tutan, Peygamber’in
Niye kalp denilmiştir? Zira mantığı değil, duyguların işaret edildiği yerdir kalp. Niceliğin değil,
niteliğin işaretidir kalp. Kalp, insanın en masum olan
duygularını gösterir. Bu duyguların aslında sürekli
itina ile bakılması gerekir. Bir çiçeğin itina ile yetiştirilmesi gibi duyguların da kurumaya, kararmaya
terkedilmemesi için sürekli bakıma ve beslenmeye
ihtiyacı vardır.
Kararan bir kalp oluşunca, insan hayatının her
yönünü kuşatan kurumları etkileyecek bir virüs
girmiştir artık insanın içine. Siyaset dünyası nefsi
tatminler ve yalanlarla dolar. Halka hizmet yalanı
altında her türlü şaibeli iş meşrulaştırılır. Siyaset
halkı yönetmek değil, halktan geçinmek anlamına
gelir artık. Kalbi kararmış siyasetçinin oluşturacağı
kurumlar ve sorumlular, halkın üzerinden gücünü
arttırmaya çalışacaktır. Medya dünyası da farklı olmayacaktır. Gerçekleri değil, manipüle etmek istediklerini gündeme getirme medyanın gündemindedir
artık. Gerçeğe yönelik samimi bir arayış değil, bir şantaj ve kirletme mekanizması başlar artık. Hayatın her
alanı hırs ve tamah üzerine kurulur artık. Çırpındıkça
bataklığa batan kişi misali insan da, karanlığı kısır
döngüsüne girmiştir artık.
Kirlenme kirletmeyi de getirir. İçinde bulunduğu
kirliliğin farkına bile varacak halde olmayanlar baş-
(s.) buyruklarına itaat eden,
işlerinde aşırılığa kaçmayan...
bir vasat ümmet, model insan/
toplum...
Dün olduğu gibi, bugün de,
yarın da ulaşmak için çaba harcayacağımız nihai hedef işte
budur.
1 Yâ Sabâhâh”; Kelime anlamı “vah kötü sabahım”, “vah kara sabah” ise de; “Düşman tarafından kuşatıldık! Sarıldık! Sabah vakti gelip
çattı! Hemen çarpışmaya hazırlanın!” anlamlarına da gelir. Mekkeliler bir tehlikeyi haber vermek için Safa tepesine çıkıp böyle seslenirlerdi.
2 M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yay. 1/264270; Celaleddin Vatandaş, Hz.Muhammed’in
Hayatı, Pınar Yay. 1/208-210; Zekai Konrapa,
Peygamberimiz, Fetih Yay. 102-103.
3 Kâf/29.
4 M.A. Köksal, a.g.e., 3/31-35.
5 Hucurât/14.
6 Yusuf/92.
7 M. A. Köksal, a.g.e., 6/427-432; C. Vatandaş,
a.g.e., 2/439-441.
8 Ribâyı haram kılan ayetler Veda Haccı esnasında
nazil olmuştu: “Allah, alım satımı helal ve ribâyı
haram kıldı.” (Bakara/275)
9 Konrapa, a.g.e., s. 403-407.
kalarına kirlenmeyi öğütlerler ve böyle bir dünya
kurulması için ellerinden geleni yapmaya çalışırlar.
Güya parlak isimler bulurlar ve, “yeni bir dünya
düzeni kuruyoruz” derler. Aslında bu kendi kirliliklerini tüm dünyaya dayatmaya çalışmaktır.
Birey böyle olursa toplum da farklı olmaz.
Toplum bazen hep şikayet eder. Ama kendi kararmış kalbinin karşıdakinde de olduğunun farkında
değildir. Aslında şikayet ettiği kendisidir, toplumun
şikayet ettiği kararan kollektif kalptir. Toplum
böyle olursa kurumlar da farklı olamaz. Kurumlar
hem kararır hem de kokuşur. Maddi mekanik ilişkilere göre biçimlenen kurumlar maddi bir ilerleme
sağlasa da manevi gerilemeden kurtulamaz. Batı
ülkelerinde ve son zamanlarda ülkemizde de manevi buhranlar, utanç verici hadiseler çokça artmaya
başlamıştır.
Arınmak ise yeni bir hayat felsefesi ile olacaktır.
Hayatı ve varlığı yeniden tanımlama ile olacaktır.
O arınmak isteyene ve kararmış halinden şikayetçi
olana temizlik vardır. Kalbindeki kirleri ya ani bir
diriliş, ani bir şok ile yıkar, temizler insanoğlu ya
da az da olsa sürekli olumluya gidişi hedef edinerek bunu başarabilir. Kendini aydınlatan nuru çevresine saçmaktan geri kalamaz. Zira parlak bir ışık
zorunlu olarak çevresini aydınlatacaktır.
NİSAN ‘09 UMRAN
31
Dosya
DEMET TEZCAN
Kurumları ve sistemleri oluşturan tüzel kişiliklere kişilik katanda, mayasını katan da insanlardır.
Toplumda; siyaset, medya, sivil toplum örgütleri,
bürokrasi, eğitim kurumları vd. tüm mekanizmalar,
insanoğlunun dünya görüşüne, ahlaki ve kültürel değerlerine göre rengini alır bir peygamberin
yanında. İnsanoğlu, özünde var olan kötülüğe karşı
yegâne gücü vahiyden beslenerek kendinde bulabilir.
Vahyin çağrısından ve yönlendirmesinden tamamen soyutlanıp, seküler anlayış üzerine kurulan her
sistem öyle ya da böyle kirlenmeye mahkûmdur.
“Allah’ım göz açıp kapayıncaya kadar nefsimin
eline bırakma” diye dua etmiş bir peygamberin
yanında, nefsiyle bir anlık bile baş başa kalmamak
için bırakın dua etmeyi adeta nefsinin kölesi haline
gelmiş, nefsine hoş gelen ne varsa günah- sevap,
haram -helal ayırmadan peşi sıra gitmekten imtina
etmeyen fertlerin oluşturduğu bir toplumda kirlenme kaçınılmaz olacaktır. Özellikle modern hayat
- şehir hayatı insanı durup düşünmeye bile fırsat
tanımadan hızlı bir akışın içine itiyor. Bugün modern
şehir hayatı ile şekillenen insanının en fazla şikayet
ettiği şey zamansızlık - yetişememe. Allah’ın üzerine
yemin ettiği “zaman” kavramının değerinin ve nasıl
değerlendirilmesi gerektiğinin farkında değil.
Etrafımız modern yaşamın “en”leri ile kuşatılmış durumda. Bu kuşatmaya karşı ise çok da kayda
değer çözümlerimiz yok. Modern hayat olarak
tanımlanan hayat tarzının bizi değil bizim onu
şekillendirmemiz gerekiyor. Kime teslim olduysak,
teslimiyetimiz onu çağrıştırmalı. Tasdik ettiğimizi
ne pahasına olursa olsun yaşamak-hayata geçirmekhayatımızın her alanında tatbik etmek gerekiyor.
Doğrusu bu kuşatmadan kurtulmak için arayışlarımızda elimizden gelebileceklerin tümünü yapıyor
olduğumuzu düşünmüyorum. Çünkü bu “en”ler
anaforu içinde her birimizin kendine göre bir arzusu, beklentisi mevcut. Örneğin kapitalizm seküler
anlayışın oluşturduğu bir ekonomik sistem, kapitalist sistemin tüketmeye yönelik çağrısı ve bu çağrıya
adeta büyülenmişçesine giden akış, bugün ayrı bir
bunalım ve mutsuzluk vesilesi olan ekonomik krizleri de beraberinde getiriyor. Bu sistemi kuranlar için
zaman zaman çok ağır faturaları olan bu krizler bir
sürpriz değilken ağına düşen insanları çok kötü bir
sona götürmekte. Seküler ekonomi anlayışı zengin
fakir arasındaki uçurumu her geçen gün biraz daha
açıyor. Oysa ki İslam inancı zekatı farz kılarak bu
uçurumu dengeleme yoluna gitmiştir.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve
32
UMRAN NİSAN ’09
kötülükten men eden bir topluluk bulunsun…”
(Âl-i İmrân, 104). Aynı ayeti kerimede Allahu Teala,
“işte kurtuluşa erenler onlardır” diye tanımladığı topluluğun; tüm günahlardan-haramlardan
elini eteğini çekmiş bir güruh değil aynı zamanda
etrafını kollayıp gözeten, iyiliği tavsiye edip kötülükten alıkoymaya çalışanlar topluluğu olduğunu
belirtiyor. Sadece ferdi olarak ibadetiniz, güzel
ahlakınız sizi kul ile Allah, kul ile kul, kul ile toplum
ilişkisi içindeki sorumluluğunuzdan azade kılmıyor.
Batının seküler anlayışıyla düşünüyoruz, seküler literatürüyle konuşuyoruz. Bir insana hoş olmayan bir
durumundan dolayı söz söylemek nasihatken şimdi
kimse kimseye nasihatte bulunamadığı gibi inancına ters düşse bile saygı duyduğunu ifade edebiliyor.
Bu da, Batı kaynaklı parçalı insan hakkı anlayışını bir
din gibi içselleştirmemizden kaynaklanıyor.
Kirlenmiş bir toplumda üzerimize düşen sorumluluğun ağırlığı kendini daha fazla hissettiriyor.
Dolayısıyla fert olarak, toplumda baş gösteren her
bir kötülükten bugün değilse yarın, direkt değilse
dolaylı olarak zarar görmemiz atideki akıbetimiz
gibi duruyor.
Toplumsal bozulma - kirlenme, özden- kültürden kopuşla, dini, ahlaki, kültürel değerlerin yok
edilmesiyle birlikte insani ilişkilerin yok olması,
güvensizlik, bireysellik, bencillik, şiddet ve saymakla
bitiremeyeceğimiz bir ifsad oluş süreci yaşanıyor.
Adeta bir cinnet haline dönüşmüş olan bu toplumsal
sürecimiz birden bire değil yavaş yavaş ve gözlerimizin önünde gerçekleşti- gerçekleşiyor. Gerçekleşme
ve yayılma hızını ise bizlerin tepkisizliğinden alıyor.
Salt şikayetlenmeler ve sızlanmalarla geçiştirdiğimiz
bunca hadise silsilesi içinde üzerimize düşeni yapıp/
yapmadıklarımızı iyi gözden geçirdiğimizde aslında
bu kirlenme içinde maalesef çok da masum olmadığımızı göreceğiz.
Hâlbuki etrafımızdaki her şeyi, meşruiyet çerçevesinde araçsallaştırıp iyiliği tavsiye- kötülükten alıkoymaya dönüştürmeli, bunun gayreti ve mutlaka
niyeti içinde olmalıyız. Uyarıyı, toplumsal düzeni,
çocukların, gençlerin yetiştirilmesini kurumlara teslim ediyoruz. Mesela bugün yeni nesil için başlıca
sorun, güncel model bulamama sorunu.
Tüm kötülüklerin, çürümenin, bireyden topluma
bozulmanın nedeni ruh dünyamızı ne ile beslediğimizle bizzat alakalı. Hayat rehberimiz, ölçümüz,
önderimiz, kılavuzumuzla alakalı. Hayat tasavvuru,
dünyaya geliş gayesi, hayatı anlamlandıran kutsal
bağlardan yoksunluk hepsi hayat rehberimiz, yaşam
kılavuzumuz Kur’anda belirtildiği üzere bakmamız
gereken yerden bakmamakla alakalı. Yaşanan her
Dosya
İMAN AYNI
İMTİHAN FARKLI
NURETTİN YILDIZ
Âdem aleyhisselamın ilk
çocuklarının son çocukları ile
yaratılma maksadı açısından
buluştukları nokta imtihan
noktasıdır. Aradaki uzun asırlara rağmen imtihan için yaratılmış olma maksadı hiç değişmemiştir. İnsan bu gerçeğin şuurunda olsun veya ondan gafil
olsun hakikat aynıdır: Dünyada
bulunmak imtihan sürecini
geçirmek içindir. İnsanı kuşatan, dünya varlığı olarak tespit
edilebilecek her ne varsa onu
bu imtihan maksadının gereği olarak yaratılmış görebiliriz.
İnsana, akıl da bunun için verilmiştir el de. Dünya hayatının ve
dünyanın aslının faniliğindeki
hikmetlerden biri bu gerçektir.
Dünya imtihan yeridir, imtihan
yerinin imtihan devam ettiği
kadar devam etmesi pek tabiidir.
Âdem aleyhisselamın ilk
iki çocuğu, onlar için çok hassas olan ama asırlar sonra
bizim gözümüzde kolaylaşan
bir imtihana tabi tutuldular.
Biri kazandı diğeri kaybetti.
Aslında onların imtihan edildiği şeyin çekirdeği, kıyamete kadar devam edecek her
insanın önünde dikili bir fidana dönüşmüş olarak vardır.
Onlardan birkaç asır sora Nuh
aleyhisselamın çocuklarının
önüne de aynı çekirdekten bir
bir çözümsüzlük, her bir kirlenmişlik, yaşanan kimlik
bunalımları, kişilik sapmaları hepsi vahyin özünden
sapmamızdan kaynaklanıyor. “…gözler kör olmaz;
lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” Yüce kitabımızda en çok vurgu yapılan kavramlardan biri
akletmek-düşünmek üzerinedir. Düşünmeyenleri
ise sağırlar ve dilsizler olarak tanımlar. Basiretli bir
bakışı tavsiye eder ki eşyaya-olaylara ibret nazarı
ile bakıp, baktıklarımızı görebilelim. Bunun için de
Yüce Rabb’imin buyurduğu üzere düşünmek, aramak, görmeye talip olmak gerekiyor.
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin
merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü
emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir” (Yusuf, 53)
Hz. Yusuf yaşadığı hadisede temiz olmasına ve
fidan dikildi. Nuh aleyhisselamın çocukları onu başka bir
açıdan izleyerek yanılıp tuzağa
düştüler. Maksat aynı, çekirdek
aynı idi. İsrailoğullarının geçirdiği badire için de aynı şeyleri söylememiz mümkündür.
İmtihan imtihandır; zamanın ve
renklerin değişmiş olması maksadı etkilemiyor.
Bu ümmetin ilk nesli sahabiler, söz konusu imtihanın farklı şekillerine muhatap oldular.
Mekke şartlarında Ebu Cehil’le
simgeleşen baskıya karşı denendiler; o dönemin kazananları
oldular. Medine’de Ebu Cehil
kurumsallaştı, orduyla karşılarına çıktı. O dönemi de şehit
toplumu nezdinde temize çıkmış olmasına rağmen
Rabbin rahmeti olmasa nefsinin şerrinden kurtulamayacağını belirtiyor. Bunun için de Hz. Yusuf’un
önceden, nefsinin şerrinden Rabbinin rahmetine
münacatı gibi Rabbimizin rahmetine talip olmamız,
kalplerimizin kör olmaması için ona gerçekten teslim olmamız gerekiyor.
Yine ayet-i kerimede belirtildiği gibi mal, mevki,
makam, evlat bütün bunlar gözümüzün önündeki
perdeler aslında.
Kirlenme ruhen, bedenen ve aklen insanın ilahi
iradeye ters düşen bir biçim kazanması ile olduğu
gibi arınma da insanoğlunun aklen, ruhen, ilahi
iradeye uygun bir biçim almasıyla olacaktır. Kalp
gözlerimizin önünde duran hakikat perdelerinin
Hakka doğru açılması duasıyla...
NİSAN ‘09 UMRAN
33
Dosya
olarak veya gaziliği tadarak
kazandılar.
Bedir’de müşriklerin ordusu önünde aslan kesildiler.
Meleklerle omuz omuza savaşan mücahitler olarak kayıtlara
geçtiler. Allah’ın rızasına kavuştular. Bedir meydanı onlar için
cennete dönüştü. O anı büyük
bir başarı ile kazandılar. Ancak
meydanı henüz terk etmeden
karşılarına ikinci bir imtihan
daha çıktı. Ezip geçtikleri müşriklerin enkazı üzerine tartışmaya başladılar. Birbirlerine
ileri geri konuştular. Kur’an
onları hemen ikaz etti. Takvayı
hatırlattı onlara. Tekrar imtihan edildiklerini anladılar ve
toparlandılar. Müşrikler sayesinde kazanıyorlardı, müşriklerin enkazı yüzünden de helak
olacaklardı.
İmtihanın
özü
budur.
Meseleyi sadece bedir meydanından ibaret gören için imtihan tehlikededir. Sabah vaktinde şirk, öğlen vaktinde mal,
akşam vaktinde de cinsel şehvet
olarak beklenmeyen bir imtihanı kazanmak çok zordur.
Medine’de Ebu Cehil’i tasfiye ettikten sonra, imtihan
onların karşısına Kisra sarayının mücevherleri şeklinde çıktı.
Cariyeli, debdebeli bir hayat
olarak çıktı. Siyasetin çeşit
çeşit renkleriyle çıktı. Kölelikle
sınandıkları günlerden şehirlere vali olarak atandıkları günlere kavuştular. Ebu Cehil’le
simgeleşen imtihan türünden
kurtuldukları gibi bu imtihandan da kurtulmaları beklendi
onlardan. Otuz yıl içinde Ebu
Cehil’i, malı ve yeşil bahçeleri
önlerinde imtihan nesnesi olarak buldular.
34
UMRAN NİSAN ’09
Uzayıp giden asırlar hiçbir hakikati değiştirmedi. Her
asırda iman edenler ya Ebu
Cehilvâri bir imtihana muhatap
oldular ya da mal ve bahçe
imtihanı ile karşılaştılar.
İnsan imtihan için yaratıldı. İmtihanı, önce ona iman
etme mükellefiyeti yükledi.
İman edince imanın içini doldurmak üzere ibadete yönlendirildi. Namazdan cihada kadar
en geniş anlamı ile ibadet eden
biri olması istendi. İbadet ortamına geçtiğinde de adeta sinir
sistemi test edilir gibi damarına basılarak imtihandaki istikrarı ölçüldü. Camiye gitmesi
emredildi, o arada da önüne
mal kondu. Helalle beslenmesi emredildi, harama cazibe
kondu. İffeti öne çıkarıldı, iffet
dışı fırsatlar önüne yoğun bir
şekilde kondu.
Namazın aynı rekât sayısıyla
ve aynı tarzda kıyamete kadar
devam edecek olması yani
namazın değişmezliği, imtihanın ibadet olan türündedir.
İbadet olarak talep edilen imtihanlarda bir değişiklik olmayacaktır. Temel iman esasları da
böyledir. Aynı şeylere iman edilecek, aynı esaslar korunacaktır.
İmtihanın, ibadet ve iman ilkeleri dışındaki bölümü ise nesilden nesile, fertten ferde farklı
olabilmektedir. Ama her fert
imtihan halindedir. Namaz aynı
namaz, oruç aynı oruç olarak
kalacaktır. Namazın önündeki
engeller, orucun fitneleri ise
zamana göre değişebilecektir.
Bir zamanda namazın engeli tarladaki işler olurken diğer
zamanlardan birinde internet
olabilecektir. Başka bir zamanda da sosyal bağlantılar orucun
hakkını vermeye karşı bir imtihan malzemesi olacaktır.
İmtihanın en yaygın
adı fitnedir
İnsanın iman edip etmemesi ilk sınanma noktasıdır.
İman tercihinde bulunanlar ise bir kenara itilmeyecek
sınanmaya devam edileceklerdir. Bedenlerin sıhhat açısından korunduğu gibi imanın
da sebat açısından korunuyor
olması gerekmektedir. Allah
Teâlâ, kulunu sürekli sınayacaktır. İman, mücerret bir tercih belirtilerek sonuçlandırılacak bir süreç değildir. İman
bir iddia olarak devam ettiği
sürece onu test eden imtihan
da sürecektir. Bu imtihanın adı
genelde fitnedir. Bu anlamda
fitne, Allah Teâlâ’nın, imanımızda ne kadar sabit kalacağımızı görmek için karşımıza
çıkardığı imtihan konularıdır.
Bu konular siyasetten gıdaya
kadar çok geniş bir yelpazede yer alır. Bizim insan olarak
şehvet alanımızda kalan her
şey, aynı zamanda etrafında
imtihan edileceğimiz nesneleri
de yansıtmaktadır. Midemizin
gıda ihtiyacı helal haram hassasiyetimizin ölçülmesini, cinsel şehvetimizin kabarması
iffetimizi koruma ciddiyetimizin ölçülmesini doğuracaktır.
Bünyemizde varolan şehvetlerden arınmış olarak yaşamamız
mümkün olmadığı gibi onların
bir sınamaya tabi tutulmadan
bulundurulması da insan olarak var olmamızdaki mantık
açısından mümkün değildir.
Bu ümmetin, insanlığın seyir
hattındaki bulunma noktası itibarıyla en önemli fitnesi mal
Dosya
ve cinsellik üzerine yoğunlaşmaktadır. Hadisi şerifler, bu
ümmetin mal imtihanına dikkat çekmiş, cinsel şehvet imtihanını da farklı noktalardan
vurgulamıştır.
Önceki ümmetlerde de bu
iki fitne bulunuyordu. Ama bu
ümmetteki durumu biraz daha
öne çıkmış şekliyledir. Onlarda
ise mesela bir putçuluk biraz
daha öne çıkmış olarak vardı.
Dünyanın gelişimini izlediğimizde de, bugün itibariyle mal
ve cinselliğin matematiksel olarak izah edilemeyecek kadar
yoğunlaştığını görürüz. Bu iki
değer, bir anlamda adeta insanın kendinden daha üstün hale
gelmiştir. İnsanın gözünde ‘en
değerli’ kelime, farklı biçimleriyle mal ve cinsellik olunca pek
tabii olarak imtihan da mal ve
cinsellik üzerinden yürümektedir.
Mal ve cinsellik etrafında
dönen bir imtihanın en açık
simgesi bu iki nesnenin önceki
zamanlara oranla bir anlamda ayağa düşmüş olmasıdır.
Malın elde edilme yollarının
sanal âlemi kuşatacak kadar
yaygınlaşması, cinselliğin basit
bir meta konusu halini alması
düşündürücü olmalıdır.
Bir yanılgı noktasını izahta
yarar vardır:
Bilhassa mal ve şehvet üzerinden imtihan sözü açıldığında,
bu iki imtihanı cami ile bağlantısı olmayanların ve imani zaafiyetlerden kurtulamayanların
imtihanıymış gibi görmek ciddi
bir yanlıştır. İmtihan herkes için
caridir. Namazlı mü’min, oruçlu mü’min, haccetmiş mü’min
evet her bir mümin imtihan
edilecektir. Gerek mal ve
gerekse cinsel şehvet herkesin
bünyesinde vardır ve aktiftir.
Müminin namaz gibi ibadetleri eda ediyor olması, hatta
Kur’an okuyup onu ezberlemesi, imanı üzerinden sınanmayacağını göstermez. Kur’an
ehli olan da olmayan da mal ve
cinsellik üzerinden sınanacaktır. Herkesinki farklı boyutlarla
ve şekillerle de olsa sınanma
muhakkak vardır.
Fitnenin bünyedeki belirtileri
Fitne yaygındır, caziptir ve
yapışkandır.
Fitnenin insana giriş noktaları şehvetler olduğu için de
göz göre göre gelir, yerleşir.
Yerleştikten sonra da tehlikesinin hissedilmesine rağmen dışlanamaz olur. Fitne unsurunun
bize rağmen bizim bir parçamız
haline gelmesi ise meselenin
son noktasıdır.
Fitnenin nüfuzu için en
müsait zemin mubahlardır.
Haram olmayan serbest alanlardan oluştuğu halde mubahlar, aşırı kullanıldıklarında imanın etrafında riskli bir tabaka
oluştururlar. Bu tabaka imanın
etkisini azaltır. Dış dünyanın
tesirlerine karşı imanın koruyuculuğunun devreye girmesini
engeller. İbadetlerde tembellik, haramlara karşı gevşeklik
sebebi olur.
Günlük hayattan bir örneği mubahlara uyarlayabiliriz:
Herhangi bir gıda türünü, ölçüsüz tüketen bünyenin, esasen
yararlı olan bir gıdadan ötürü
vücut fonksiyonlarının zarar
gömesi gibi mubahlar da kul
için serbest bırakılmış olmakla
beraber aşırıya kaçılması halinde zarara dönüşürler. Uykuyu
maddi ve manevi açıdan örnek
almamız mümkündür. Uyku
bedenin en tabii ihtiyaçlarındandır. Dengede bırakıldığında
gıda gibidir. Aşırı veya az olduğunda ise zarara neden olur.
Bu zarar vücudun zararı olarak
da yansıyabilir, mesela sabah
namazını ihmal olarak da yansıyabilir. Allah’ın nimetlerini,
asrın teknolojilerini kullanırken
tamamen serbest olduğumuzu
zannederek ilk bataklığa basmış oluruz.
Fitneleri yok etmemiz mümkün olmayacaktır. Fitneler
büyük dalgalar gibi önümüze
çıkacaktır muhakkak. Onları
bir imtihan olarak bilip mümin
kimliğimizi muhafaza edebildiğimiz sürece hayır üzere olduğumuzu düşünebiliriz.
Neler yapabiliriz?
Fitnelere karşı imanı korumayı asıl dava olarak görmek,
uğrunda fedakârlık yapılmasının gereğine inanmak şarttır.
Belki de yüzeysel bir imanla
köklü bir iman arasındaki açık
farklardan biri budur. Her
asrın getireceği fitnelere hazır
olmak iman etmenin gereğidir.
Öncekilerin yaşadığı fitnelerin
üzerinde yoğunlaşırken bizim
için planlanmış fitnelerin tuzağına takılı kalmamız mümkündür.
a- İman, korunması ve geliştirilmesi gereken bir değerdir.
Allah Teâlâ’ya imanın parçalanamayacağını, imanın gereklerinin o imanın içini doldurup,
ona hayatiyet kazandıracağını bilmek şarttır. Allah’a iman
ediyor olmanın, O’nu mutlak
hâkim olarak görmeyi gerektirdiğini, O’na tevekkül etmemenin imanla çelişeceğini bilmeyi
NİSAN ‘09 UMRAN
35
Dosya
unutmamalıyız. Allah’a imanın
en önemli sonuçlarından biri
O’nun kitabı Kur’an’ı rehber
edinmektir. Kur’an’ın bizim
gözümüzde fiilen veya sonuç
olarak rehber ve bağlayıcı olma
özelliğini kaybetmesi halinde ilk fitne rüzgârına kapılmak mukadderdir. Kur’an’ı ve
Kur’an’ın tefsiri durumundaki
sünneti yaşam için ölçü olarak
benimsemek, şeytan ve nefsin telkinatına karşı çaresizlikten kurtulmaktır. Bu anlamda
Kur’an’ı okuma kitabı düzeyinde bırakmayıp, okunan ve amel
edilen kitap haline yükseltmek
en müessir ilaç olarak durmaktadır. Kur’an’a rağmen yaşanabilecek bir Müslümanlıktan söz
edilemez.
Ne kadar Kur’an’ın etkisinde olduğumuz, ne kadar onun
paralelinde yürüdüğümüz, ticaretimizden, ailevi ilişkilerimizden belli olmalıdır. Yürüyen
Kur’an oluncaya kadar kat
etmemiz gereken mesafe
36
UMRAN NİSAN ’09
uzundur. Kur’an’la paralel bir
hayat için de yaygın bir Kur’an
eğitimi almamız ve bu eğitimi
sürekli hale getirmemiz önemli bir ihtiyaçtır. Dini bilgimiz,
çocukluk yıllarındaki dersler
ve camilerde tesadüfen kulağa
giren bilgilerle mahdut olmamalıdır.
b- Salih amel boşluğunu
tehlikeli görmeliyiz. İslam’ı
namazla ve hacla sınırlı gören
anlayış yerine, güneşin ışıklarıyla aydınlanan her yerde insanın
yaptığı ne varsa onu Allah’ın
rızasına muvafık yapmaya özen
gösteren anlayışı İslam olarak
görmeliyiz. Bu anlayış, camideki ibadet anlayışımızı evimize,
işimize ve bütün sosyal ilişkilerimize taşıyacaktır. Bu da -eğlencesi de dâhil- hayatı Allah’ın
rızasına uygun yaşamayı sağlayacak, mümin kimliğimizin
yıpranmasını, imana rağmen
ikiyüzlü yaşamayı önleyecektir.
Allah’tan korkup murakabesinden çekinmemek, dili,
gözü, kulağı ölçüsüz, kuralsız
bırakmak mümin kimliğimizle
çelişmektedir.
Özellikle fitnelere karşı ibadet ve tilavet önemli bir koruyucudur. Fitne zamanında ve
ortamında ilk darbeyi ibadetler yemektedir. Bu nedenle de
fitne zamanında ibadet titizliği hadisi şerifte hicret olarak
adlandırılmaktadır.
c- Günahların bünyemizde kökleşmesine karşı tedbirli
olmalıyız. İşlenen bir günah,
kendi hacminden çok, kimlik
yıpranmasına neden olmasıyla sorun olmaktadır. Kökleşen
bir günah, klasikleşen bir taviz
yeni günahlara zemin hazırlamakta, günaha karşı cüreti
artırmaktadır. Günahlardan
istiğfarı önemli ve acil reçete
görmeliyiz. Tevbe kavramının
hacca gidenlere mahsus hale
gelmesi anlayışta bir erozyondur. Sadece sokaklarda dolaşan
sarhoşların, adi suçların veya
katillerin tevbeye aday olarak
algılanması son derece tehlikeli ve ayak kaydırıcı bir yaklaşımdır.
Günahlar konusuyla beraber ele alınacak önemli bir
konu da, bu ümmetin temel
karakterlerinden biri olan ‘iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama’ sorumluluğunun canlı
tutulması konusudur. Dinin
ayakta kalmasını sağlayan en
önemli unsurlardan biri şüphesiz, ona iman eden herkesin kendi hacmi kadar dinine
destek olmaya çalışmasıdır.
Dine tâbi olanların dini yayması, tavizleri önlemeye çalışması
hayatiyeti sağlayan temel bir
vasıftır. İyiliğin çoğalmasından
haz almak, kötülüğün yayılma-
Dosya
sından endişe etmek iman alametidir. Bu hissiyatın belli bir
düzeyin altına düşmesi halinde
imandan hiçbir eser kalmayacaktır. Bu, bir tür otokontroldür; kontrol sisteminin erimesi
halinde, din insanlar üzerindeki tesirini kaybetmektedir.
Nefislerle baş başa kalınan
durumlarda, gözlerden uzak
olmanın, tavize düşmedeki
etkisinin bir izahı bulunabilir.
Ama gözler önünde olduğu
halde nefislerin arzularına taviz
verilmesinden
çekinilmiyor
olmasını iman dairesinde iken
izah etmek zordur. Birbirimizin
koruyucuları olmamız, sadece
bağ bahçemize yabancının girmesine karşı bir komşuluk görevi olarak anlaşılamaz. İmandaki
kayma, amelde isyan belirtilerine karşı ‘kardeşlik hattımız’
devreye girmelidir.
d- Yalnızlıktan kaçınmak
şarttır. Her şeye rağmen,
‘mümin cemaat’ vasfına en
yakın cemaatle beraber bulunmak, kurda kapılmadan yaşamanın şartıdır. Cemaat olmanın gerektireceği bedellere razı
olarak bulunulan bir cemaat
kendi zatında ibadettir. Ancak
cemaat içinde bulunmak, sosyal etkinliklerinden yararlanmak tarzında anlaşılmamalıdır.
Yüküyle ve gölgesiyle cemaatte bulunmak, birbirine kenetlenmiş, hedef birliği içindeki
cemaat olmaktır.
e- Şeytanın, mümini istikametten uzaklaştırmada kullandığı en yaygın silahı haramlardan önce mubahlardan oluşmaktadır. Mesela fiili zinaya
düşmeden önce zinaya davetiye olan göz ve kulak zinası devreye girmiştir. Onlardaki serbestlik, neticede ana harama
kapı açmıştır. Bunu herhangi
bir harama da tatbik etmemiz
mümkündür.
Mubahlardaki serbestliğin
verdiği rahatlık, bir noktadan
sonra tehlikeli bölgeye kaymaya neden olmaktadır. Ancak bir
noktadan sonra gelinen sonu
tahlil etme imkânı da kalmadığı için mubahların verdiği
rahatlıkla haramlara, haramlardan da sınır noktasına gelinebilmektedir.
Bazen israf, bazen kör taklit
olarak karşımıza çıkabilen bu
SENİ ÇOK SEVİYORUZ! BİZLERİ SEVGİLİ VE
YOLDAŞ KABUL ET EY RASULÜMÜZ
Vahap Yaman
Sevginle ve bildirdiklerinle arınmak istiyoruz.
Arınmak isteyenlere aracılık etmek istiyoruz.
Aracılık ettiğin İslam’ın, bizlere önerdiği hayat
tarzını, yaşam biçimimiz olarak devam ettirme
kararlılığımızı ayaklarımızı İslam üzere sabit kıl
öğüdüyle bütünleştirerek ömür boyu yaşamak
istiyoruz.
Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gön-
mubahlara dalma, en sathi ifadeyle dengesiz yaşamanın sonucudur. İbadette bile dengeyle
memuruz. Rabbinin hakkını,
bedeninin hakkını, ailenin hakkını düşünmeyi emreden anlayış
önemli bir kural koymaktadır.
Mubahlara dalmanın akıbetini
düşünmek zorundayız.
Sonuç
Bizden öncekiler, onların
zamanlarının gereği bir imtihanla iman sınavına tâbi tutuldular. Biz de bizim zamanımızın
sınavlarına tâbiyiz. Bizim zamanımız, teknoloji ve imkânlar
zamanı olduğuna göre imtihanımızın ağırlık noktası da onlar
üzerinden olacaktır. İmanda
gevşemeye, ibadette ihmale,
ahlakta seviye düşüklüğüne
neden olan neyimiz varsa onu
imtihanımız olarak görmeliyiz.
Bizim imtihanımız ne ise
ona ağırlık vermek, onu fitnemiz olarak telakki edip gereken tedbirleri almak görevimiz
olmalıdır. Yoksa Ebu Cehil’in
putuyla lüzumsuz yere ilgilenmiş oluruz.
derdik. Enbiya: 107
Sevgiliye sığınmak, onun rahmeti altına girmeye çabalamak gayretlerin en iyisi olsa gerek.
Hayattaki en güzel çaba, alemleri aydınlatıcı
olarak gönderilen özel insanla arkadaş, dost,
gönüldaş olabilmeyi denemektir. Bu denemenin
karşılığı ise mü’minlere verilen muhteşem mükafatıdır, Yüce Yaratıcının!
Mükafatın adı da CENNET tir.
Alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ulaştırdığı dinin, rahmet dalgaları arasında dolaşarak rahatlamak, kendisini peygamberin kurtarıcı, kuşatıcı, koruyucu prensiplerine
NİSAN ‘09 UMRAN
37
Dosya
teslim ederek boyun eğmek,
bilerek ve isteyerek onun
yolundan gideceğini haykırarak, vaad edilen cennete kavuşmak için yola koyulmak, çabaların en güzeli olsa gerek!
Bu konuda çaba gösterenlerin çabaları kutlu olsun!
Kim Allah’a ve Resûl’e itaat
ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu
peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!
Nisa 69.
Bizleri sevgilin kabul et! Ey
Resulümüz
Rabb’imiz seninle arkadaş,
yoldaş olmamızı istemekte!
Yoldaşlık ise Allah’a ve Resulüne
itaat edilerek kazanılır demekte bizlere. Resulle birlikte yola
çıkanların kaybetmeyeceğini,
sayısız imkan ve lütuflara ulaşacağını bildirmekte. Bizden de
varış yeri Cennet olan yolda
seninle yolculuk yapmamız
istenmekte! Peygamberle yoldaş olmak ne güzel çabadır.
Onun arkadaşlığı yolda
bırakmaz, sonu hüsran olmaz.
Bizleri arkadaşlığına seç! Ey
Resulümüz.
(Ey Muhammed) De ki:
“Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana
tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!
Allah çokça affeden ve çokça
merhamet edendir!”
Âl-i
İmrân: /31
Kalu
bela
(evet
sen
bizim Rabb’imizsin) diyerek
Rabb’imizi alemlerin yaratıcısı,
idare edicisi, efendisi, koruyanı, gözetleyeni, yaşatıcısı olarak kabul ettiğimizin sözünü
ilk sözümüz olarak vermiştik.
Bu sözle yaratıcımızı çokça sevdiğimizi, O’nun hakimiyetine
38
UMRAN NİSAN ’09
boyun eğeceğimizi, Allahın
boyası ile boyanacağımızı ifade
ediyoruz.
Arınmanın ancak böyle bir
teslimiyetle sağlanabileceğini
inananlar olarak hep birlikte
haykırıyoruz. Arınma yolunda,
iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak prensibini en temel görev kabul edip,
peygamberin gösterdiği tarzda
hayırlarda yarışacağımızı, takvada önde olanlardan olacağımızın sözünü vererek resulün yoluna tabi olacağımızı,
bununla Allah’ın sevgisine mazhar olacağımızın şuurundayız.
Kişinin Allah’ı ne kadar seviyorsa Allah’ın da o kişiyi o kadar
seveceğini bilenlerdeniz. Son
söz olarak da, Allah’ın sevgisini
kazanmak için sevgili resulümüze uymayı, onun getirdiği
prensiplere bağlılığımızı büyük
bir coşkuyla her gün arttıracağımızı ilan ediyoruz.
Sevaplarımızı
çoğaltarak, hata ve günahlarımızın
Allah’tan bağışlanmasını talep
ediyoruz!
Dualarımızı kabul et ey
Rabb’imiz!
“Ey
iman
edenler!
Peygamber sizi, size hayat
bahşeden şeylere (ilahi hükümlere) çağırdığında, Allah’a ve
Rasûlü’ne icabet edin… Enfâl:
8/24
Ne mutlu ki; peygamberin çağrısına kulak verip İslam
olduk, onun yanında yer almak
için çabalıyoruz. O’nu yalnız
bırakmayacağımızın sözünü
veriyoruz. Bildirdiklerine uyacağımızı, getirdiği dinin kurallarını ( islamı) farkında olarak,
bilerek ve isteyerek seçtik.
İsteyerek seçtiğimiz bu kutlu
yolda sarsılmadan, kararlılık-
la yürüyerek, kendimizi her
zaman diri ve canlı tutacağımızı, çevremizi uyararak onların
da peygamberle yoldaş olmalarına katkıda bulunacağımızın
sözünü veriyoruz. Haşr zamanı
onunla birlikte olmayı, onun
sancağı altında toplanmayı istiyoruz.
Bu
kararımızda
bizlere
destek ver, ayaklarımızı İslam
üzere sabit kıl ey Rabbimiz!
O gün her ümmetin içinden
kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de ümmetin üzerine şahit olarak getireceğiz.
Ayrıca bu Kitab’ı da sana, her
şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak
indirdik. Nahl 89
Ey peygamber! Şüphesiz
ki Biz seni şahid, müjdeleyici
ve uyarıcı olarak gönderdik.
Ahzâb:45
Bizler senin veda haccındaki
bildirdiğin manifostayı ashabın
gibi duyduk, kabul ettik, uygulamaya çabalıyoruz. Verdiğin
öğütlere uyuyoruz.
Ey peygamberimiz! Yüce
Rabb’imizi
nasıl
tamamlamış
bir
görevini
peygamber
olarak şahit ol ya Rabb diyerek şahid tutmuşsan; bizler de
diyoruz ki:
Hidayete ulaşmış, karşılığında ilahi rahmetle temizlenmiş mü’minlerle birlikte olma
kararımız var. Onlarla birlikte
İslamı okuma, öğrenme, anlama, yaşama, anlatma azmimiz
var.
Bizleri şahidlerle beraber
yaz ya Rabb!
Dosya
DERİN YABANCILAŞMA
KİRLENMEYİ MEYDANA GETİREN
DÜNYA ÜZERİNE
ABDURRAHMAN ARSLAN İLE RÖPORTAJ
Abdurrahman Babacan - Zafer Özdemir
Abdurrahman
Babacan:
Toplumun genelinde zihnen
yaşanan kaos ve kirlenme,
insanların kimliklerinde çözülme ve savrulmalara sebep olurken ve bunu da kendileri tasdik
ederken bir taraftan da o kadar
ciddi bir memnuniyetsizliği dillendirmediklerini gözlemliyoruz. Çevrelerindeki kirlenmeye çok da ciddi bir rahatsızlık
duymadan, sıradan, normal
bir hayatmış ve kendileri de
bu hayatı paylaşıyormuş gibi
bakan bir toplum var. Siz bu
gözlem hakkında ne derseniz?
Abdurrahman
Arslan:
Rahatsız olmalarını mı bekliyordunuz? Bu, güçlü bir “kendinde
bilinç” gerektirir. Rahatsızlığı,
bir rahatsızlık olarak dışa vurmak kolay değil; üstelik rahatsızlığı doğuran sebepler aynı
zamanda insanın/ Müslüman’ın
varmak istediği ideallerin yolları üzerindeyse, bunlar aşılması
gereken doğal engeller olarak
algılanır kişi tarafından.
Babacan: Kırılma noktası da
orada işte; beklememeliyiz o
halde?
Arslan: Hayır. Beklememek
lazım. Rahatsız olan, rahatsızlığının sebepleri üzerinde düşünür ve kendini yeniden düzenlemeye çalışır. Süreç de zaten
orada düğümleniyor; püf nok-
tası orası. Unutmamak lazım
ki, zihin bir boşlukta değil; içinde faaliyet gösterdiği sosyokültürel ortamda şekillenir. Bu
tabii ki büyük nisbette zihni
kendi başına bırakırsan böyle
olur. Bugün olduğu gibi o ortama uyum göstermek için çaba
sarfediyorsanız, o ortamda
şekillenir ve ondan gelen kirlilikleri pek fark etmezsiniz.
Babacan: Peki o halde izaha
çalışırsak, neden bu zihni kaosu
yaşıyoruz?
Arslan: Bu noktada sizden
çok farklı olduğumu söyleyemem. Mümkün mertebe akışı
gözlemlemeye çalışıyorum. Çok
kapsamlı, sistematik bir cevabımın olduğunu söyleyemiyorum; ama anlamaya gayret sarf
ediyorum. Doğruluğundan çok
emin olamadığınız düşüncelere sahipseniz, bunu kolayca
söylemeye cesaretiniz olmaz.
Olabilmesi için, fikirlerin tartışılması gerekir, ancak ondan
sonra onları olgunlaştırabilirsiniz. Fikrin tartışılmadığı, giderek avamileşen bir ortamda,
düşüncenin ne kadar isabetli
olduğunu sınama imkânınız
olmaz. Bu durumda sadece
kendi gözlemlerinizi dile getirme hususunda fazla cesaretli
olamazsınız.
Babacan: Dediniz ya kişi için-
de bulunduğu sosyo-kültürel
ortamdan bağımsız düşünemez.
Arslan: Evet doğru. Ancak,
zihinle ilgili bir kirlenmişlikten
bahsediyorsak, unutmamak
lazım ki biz aynı zamanda bir
yerden kalkarak, bir kabulden
hareket ederek bu tesbiti yapıyoruz demektir. Yani zihin,
kendine referansta bulunarak
hem kirlendiğini tesbit edecek,
hem de bu kirliliğin temizlenmesi gerektiğini hükme bağlayacaktır. Bu mümkün olmaz.
Referansta bulunduğunuz bir
şey var ki - ve tabii ki bunun
da sizin dışınızdaki bir referans
kaynağı olduğu açıktır - biz bir
şeylerin kirlendiğinden bahsedebiliyoruz. Çünkü zihinle ilgili
bir kirlilikten bahsedebilmemiz
için, sabit ve “dışsal” olan bir
referanstan hareket etmemiz
gerekir. Yani bu mevzuyu konuşurken, siz de, ben de İslâm’ı
referans alarak Müslüman’daki
kirlilikten en azından amentü
düzeyinde uygun olmama hallerini zihni bir kirlenmenin neticesi olarak algılıyoruz, anlıyoruz. Ve bundan dolayı da böyle
bir teşhiste bulunuyoruz, doğal
olarak. Bir kere eğer zihinsel
bir kirlenmeden bahsedebiliyorsak, bu zihnin, daha doğrusu nereye evrilmekte olduğunu
NİSAN ‘09 UMRAN
39
Dosya
Unutmamak lazım ki, zihin bir
boşlukta değil; içinde faaliyet
gösterdiği sosyo-kültürel ortamda şekillenir. Bu tabii ki büyük nisbette zihni kendi başına bırakırsan böyle
olur. Bugün olduğu gibi o ortama uyum
göstermek için çaba sarfediyorsanız, o
ortamda şekillenir ve ondan gelen
kirlilikleri pek fark etmezsiniz.
şimdiden kestiremediğimiz bu
zihnin nasıl oluşmaya başladığı üzerinde de düşünmemiz,
konuşmamız lazım. Bunun köylülüğün mü yoksa dindar bir
zihnin mi çözülüşü olup olmadığını tahlil etmekte fayda var.
Çünkü dedik ki zihin/akıl, içinde kendini şekillendirdiği, var
edildiği sosyo-kültürel ortama
müracaat ederek ancak kirlenip kirlenmediğini ondan öğrenebilir. Ve bu anlamda da o,
bir uyarıcı değildir; böyle bir
işlev görmez, o ancak zihnin
mevcut durumunu tasdik edici
bir rolün sahibi durumundadır.
Bu yüzden, yanlış olanı fark
etmesi, imkânsız olmasa bile
zordur. Bu noktadan itibaren
de eğer sosyo-kültürün dünyasında, ya da tarihselciliğin
dediği “uzam”ın içinde çakılıp
kalmak istemiyorsak, bilincin,
sözünü ettiğimiz ortamın dışına
çıkarak kendini algılayabilmesi için vahye ihtiyacı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Ya
da eğer Müslüman’sa, birinci
dereceden “sünnet”e ihtiyacı vardır. Dolayısıyla mesele
kanımca böyle bir özellik taşıyor. Varsayıldığı kadar kolay
değil bunun birdenbire farkına varmak. Çünkü bu süreçleri
yaşayan insanlar, aynı zamanda
dindarca ya da Müslüman’sa
Müslüman’ca bir hayatı sür40
UMRAN NİSAN ’09
dürmekte olduğuna inanarak
bu süreçler içerisinde hayatını
devam ettirir. Şimdi bu konuştuklarımızın ışığında günümüz
Müslüman’ına baktığımızda,
zihinsel olarak demeyelim ama
kalben Müslüman, fakat ameller düzeyinde ise gayrı müslüman bir insan modeliyle karşı
karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Zaten dikkat ederseniz,
bugün dünya ölçeğinde aynı
hayat tarzı, hatta aynı ticaret
tarzı, düşünme tarzı yürürlüktedir. Söz gelimi, aynı hayat
tarzını Müslüman da, Hıristiyan
da, Budist de yaşamakta; fakat
buna rağmen çok rahat bir şekilde herkes kendi dinine uygun
yaşadığına inanmaktadır. Sizce
bu bir çelişki değil midir?
Babacan: Kendi kendini
aldatan bir insan tipi diyebiliriz
miyiz?
Arslan: Buna aldatma denmeyebilir; çünkü kimse farkında değil. Daha doğrusu, zihinler tarafından o kadar tabii
karşılanmaktadır ki bu alışkanlık, o yüzden aldatmadan
çok, bir “aldanma”dan bahsedebiliriz. İnsan aklının insanı
aldatması. Bir farkında olamamazlık hali içerisinde. Kalben
Müslüman’dır; bütün bunları ikrar ve tasdik etmektedir,
ancak bedeninin hâsıl ettiği
amelde somutlaşan birçok şey
İslâm’a ait değildir.
Babacan: Amel düzeyinde derken mesela ibadetlerin
bilinçli olarak yapılıp yapılmaması bir tarafa ama bunu insanların tasavvurlarını da içeren
bir şey gibi algıladım ben. Yani
insanın hayata bakışı, hayatı
algılaması, onu yaşamaya çalışması. Böyle bir durum mudur?
Arslan: Tabi. Elbette ki,
hayat burada kategorilere
ayrıştırılmıştır; ondan dolayı bu
mümkün olabilmekte. Zaten
modern hayat da bir bütünün
kategoriler şeklinde ayrıştırılmış olması değil midir? Bütün
değerlerin, kendilerine ait
özerk alanlar şeklinde ayrıştırılması, birbirlerinden bağımsızlaştırılması. Bunun neticesi
olarak siz gündelik hayatınızın bir kısmında ibadet eder,
namaz kılarsınız; fakat hayatın başka bir kategorisinde
de çok rahat bir şekilde, yani
gönül rahatlığıyla o ibadetlerle çelişen/çatışan, o ibadetlere
uymayan amellerde bulunursunuz. Mesela çıkarsınız kamusal alana; kamusal alandaki
amentünüz o ibadetlerle çok
da ilişkili değildir, orada en
azından gözlerin şahit olduğu
farklı bir mahremiyetle karşılaşırsınız. Yani o ibadetin hak
ettiği ve istediği şekilde amellerimiz düzenlenememektedir;
devam etmemekte, kesintiye
uğramakta, yeni bir referanstan hareketle kendini yeniden
kurmaktadır. Bundan dolayı bir
“parçalanma”dan söz ediyoruz.
Hayatın birçok alanı tarafından şekillenen zihin yapımızda
da böyle kategorileşmeler söz
konusudur.
Babacan:
Habermas’ın
“yaşamın sömürgeleştirilmesi” derken söyledikleri, bu
bağlama oturuyor gibi. Peki,
Müslüman zihin bunu nasıl
meşrulaştırıyor; yani süreç
anlamında soruyorum. Mesela
Dosya
Abdurrahman Arslan
dediniz ya inancı var, kalben
Müslüman; ama yaşadığı sosyokültürel atmosferden etkilenerek inandığından pratik olarak
farklı bir örnek sergiliyor. Bunu
meşrulaştırırken marjinalleşmeye düşme korkusu mu; ya da
işte hayatın gerçeği, bugünün
şartlarında bunu yapmak gerekiyor gibi bir anlayışla mı yapıyor bunu?
Arslan: Gündelik hayatta
söylediğimiz odur. Zaten bu
yüzden Müslümanlar, sürekli
“gerçekçi” olmaya davet edilmekteler; üstelik kendileri de
artık bu daveti gayet sorun
çözücü olarak görmekteler.
Burada gerçek ile hakikat, en
azından İslâm’ın hakikati arasındaki bağın kopmuş olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden
bugün müslümanlar, kontrol
dışı bir gerçekliğin dünyasında yaşamakta olduklarının
çok farkında sayılmazlar. Ama
hatayın gerçekleri dediğimiz
unsurların sahih olup olmadığını tahlil etmek ve anlamaya çalışmak iman etmiş kalbin
görevidir. Oysa dediğimiz gibi,
bugün gerçek ile hakikat arasındaki ilişkide kopukluk var.
Dünün Müslüman topluluklarında aşağı yukarı böyle bir
ilişki mevcuttu; yani onların
içinde yaşadıkları sosyal gerçeklik ile inandıkları hakikat,
her şeye rağmen örtüşüyordu.
Bizim gerçeklik dediğimiz, toplumun yaşarken kendi hakikat anlayışına göre inşa ettiği sosyal dünyadır. Yani hayat
dediğimiz, sosyal ilişkilerimizin
aracılığıyla yeniden inşa ettiğimiz sosyal dünyamızı temsil
eder. Bu nedenle dedik ki akıl
bize gerçeklik hakkında birşeyler söyleyebilir; ama doğruyu
söylemeyebilir. Böyle sapkın
zamanlarda ise, yani hakikat ve
gerçek arasındaki örtüşmenin
ortadan kalktığı zamanlarda,
akıl nefsin arzularını rasyonelleştirerek, meşrulaştırarak
insana kabul ettirmekte zorluk
çekmez. Burada akıl nefsin kılavuzluğunu yaptığından, ortadaki yanlışlığı görmek kolay
olmaz. Diğer bir ifadeyle akıl,
bütün bunların şüphe edilmeyecek gerçeklikler olduğunu
söyleyerek kabulünü meşrulaştırır; bunların herhangi bir
mahzurunun olmadığını söyler.
Oysaki birileri de bunların mahzurlu olduğundan, kirlenmiş
olduğundan bahsetmektedir.
Akıl insana böyle bir uyarıda
bulunamaz; eğer dışsal bir referansa sahip değilse.
Babacan: Çünkü o akıl, en
nihayetinde içinde bulunduğu
sosyo-kültürel atmosferde inşa
ediliyor. Akıl çok da güvenilmeyecek bir şey o zaman?
Arslan: Yani evet, ilgi çekici
bir özelliği olarak insan bedenindeki kimliği en belirsiz olan
organ akıldır. Ancak bu söylediklerimizden akla düşmanlık
yaptığımız anlaşılmamalıdır.
Müslümanca bir akıl; hadi zihniyet diyelim, inşa edebilmenin
yolu bu tür eleştiri ve tahlillerden geçtiği için meselenin
üzerinde bu kadar duruyorum.
Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur; ama bunları, şekillendiği sosyo-kültürel
ortamdan hareketle oluşturur. Dolayısıyla akıl boşlukta
oluşmaz; dış dünyayı yorumNİSAN ‘09 UMRAN
41
Dosya
lamamızda bize öncülük eden
zihniyet kendiliğinden meydana gelmez; bizim doğarken
beraberimizde getirdiğimiz bir
şey değildir. Yaşadığı ortamda hem algılar hem de tepki
verir; yani bir yandan yargılara
varır, bir yandan da kendini
inşa eder. Dolayısıyla kirlenmiş
malzeme aklı inşa ettiğinden
dolayı, size doğruyu söylemede
yanlış hareket eder.
Babacan: Peki, şimdi buradan hareketle şunu diyebilir
miyiz: aklileştirme ve meşrulaştırma, beraber giden, nihayetinde normalleştirmeyi doğuran bir süreç?
Arslan: Meşrulaştırma veya
rasyonelleştirme dediğiniz şey,
akılcı bir temelde meşrulaştırılması ya da normalleştirilmesidir
normal olmayan bir şeyin. Yani
mesela sizin paradigmanız açısından normal olmayan bir şey,
bu sosyo-kültürel ortamda kendini inşa etmiş akıl tarafından
normalleştirilebilir. Dolayısıyla
onun size değil de sizin ona
uyumunuzu sağlar. Böyle bir
durumda da siz normal olmayan bir şeyin normal olmadığını
fark etmezsiniz.
Zafer Özdemir: Belki bu
yaşadığımız parçalanma, kirlenmenin anlaşılması açısından rollerin dağılımı konusunda Batı’yı
hâkim bir noktada konumlandırmamız ve onun ürettiği soru
ve sorunları cevaplandırmaya
çalışmamızı değerlendirelim
istiyorum. Mesela bir tartışmada vicdan meselesi gündeme
geldiğinde dinin, ilahi olanın
meselenin dışında kalabildiğini
görüyoruz. Yani siz bazı konularda yasak olduğunu söylüyorsunuz, bu vicdanen bana göre
uygun değil denilebiliyor mesela. Yani bazı şeyleri konuşmaya başladığımız andan itibaren
kirlenmeye başlamıyor muyuz?
Arslan: Modern kültürün
önemli bir özelliği de düşünü42
UMRAN NİSAN ’09
lemez olanı düşünülebilir hale
getirebilmesidir. Yani bugün
zihinsel kirlilik dediğiniz bir
bakıma Müslümanları gözeterek konuştuğumuz bu mesele, sizin de, benim de sandığımızdan çok daha karmaşık
ve derin bir meseledir. Bunu
kabul etmemiz lazım. Her şeyden önce modern kültür daha
başlangıçtan itibaren sizi düşünülemez olanı düşünmeye kışkırtır. Bizim için düşünülemez,
düşünülmesi asla kabul görmeyen şeyler vardır. Yapılır belki
öyle birtakım şeyler, vardır;
ama istisnadır, çünkü düşünülmeden yapılmıştır. Böyle bir
varsayımdan hareket ederek
düşünce üretemeyiz. Bu bir
kere çok hipotetik bir şeydir.
İslâm’ın meşru görmediği bir
şey üzerinden düşünce üretmek onun da meşru olmadığı
anlamına gelir. Mesela vicdan
dediğiniz çok sübjektif bir şeydir. Vicdan dediğimiz, insanların büyük çoğunluğunun kabul
ettiği gibi fıtratın kendini ifade
ettiği biçimdir. Ama biz her
zaman meseleyi vicdana bırakamayız. Vicdan dediğimiz kavramın kültürden kültüre değişen bir boyutu vardır. Bundan
dolayı çok sübjektif bir şey üzerinden konuşuruz.
Babacan: Ama şöyle bir şey
de var, deniyor ki evrensel bir
doğru olamaz; bu evrensel
doğrunun ölçütünü insanlar
kendilerine göre, kendi sosyokültürel yaşamlarına göre,
kendi tecrübelerine göre, kendi
algılarına dayanan çözümlemelerle kendi hayatlarına göre
kurgularlar. Dolayısıyla böylesi
bir “üniform dayatma” insani
bir şey değildir. Burada kültürel
teorinin alanının içine girerek,
bir hegemonik süreç eleştirisi
de tersinden bizim inandığımız
evrensel doğru algılamasına
yöneltilemez mi?
Arslan: Ama bu, genel ola-
rak kültürel görecelilik dediğimiz kabulden hareket edilerek
dile getirilen bir meseledir. O
da daha çok postmodern felsefeyle yaygınlık kazanan bir şeydir. Özünde hegemonyacı bir
nitelik taşıyan Batı’nın modern
evrenselcilik anlayışına duyulan
tepkiyi ifade eder. Gerçekten
biz emperyalizmden bahsederken Batı’nın evrenselcilik ideolojisini gözardı edebilir miyiz?
Fakat bunun yanında şöyle bir
şeye de düşmeyelim. Bütün
bunların söylenmesinin nedeni
postmodernitenin evrenselliğe
olan tepkisinin ifadesidir. İkisini
birlikte düşünmek gerekir.
Bundan dolayı bence müslümanların evrensellik kavramını
yeniden düşünmeleri gerekir.
Aksi halde modernitenin anladığı anlamda ve kavramsallaştırdığı şekilde evrensellik kavramının bence İslâm’a uygun
fazla bir tarafı yoktur.
Babacan: Hatta gereği bile
yoktur.
Arslan: Tabi. Çünkü bir kültürün evrensellik dediği unsurlar, başka bir kültür açısından
gayet doğal ve tüm insanlara
açık bir mesele olarak da anlaşılabilir. Bir kültürün herhangi bir şeye evrensel demesinin
amacını, gayesini de bilmemiz
gerekiyor. Öyle masum değildir. Masum olmadığı gibi boşuna söylenmiş bir şey de değildir
evrensellik kavramı. Biz evrensellik kavramının içeriğinde
aynı zamanda bir hegemonya
da taşıdığını biliyoruz. Bundan
dolayı İslâm’ın modern anlamda bir evrensellik iddiası taşıdığını söyleyemeyiz. Tabii ki İslâm
bütün insanların benimseyip
inanacağı bir din olma özelliğini taşır. Şimdi bu evrenselliği
çağrıştırır; ama modernitenin
kurumsallaştırdığından farklı
bir evrenselliktir bu. Bir evrensellik kategorisi içerisine almak
istemiyorum. Çünkü evrensellik
Dosya
kategorisinin ortaya çıkmasının sebepleri çok farklıdır. Yani
ilke defa Hıristiyanların kendini
Katolikus diye tanımlamasının
- ki Katolikus bildiğiniz gibi
evrensel anlamına gelir - birtakım kültürel, dini sebepleri
vardır. Bu bir mecburiyetten
doğmuş, modern düşünce de
bunu almış ve kendini güçlendirmek için bütün insanlar
üzerinde hegemonik bir güç
olarak kullanmıştır. O yüzden
bu evrenselliğin dile getirilmesi kadar, onu var eden siyasi,
tarihsel şartlar da bize uygun
değildir.
Babacan: Başka tecrübelerden yola çıkılarak aynı sonuçlara varılmaz yani.
Arslan: Mesela kendisini ırk ve dinle özdeşleştirmiş
olan Museviliğe baktığınızda
Katolikliğin kendini neden
evrensel olarak tanımladığını
anlamanız kolaydır. Ama böyle
bir ortamı olmayan İslâm için
bir daha ekstradan bu anlamda, ben evrenselim, demesi
uygun değildir.
Özdemir: Önemli bir kavram
olarak burada eğitim kavramına değinmek istiyorum. Yani
herkes evrensellik anlamında
aynı eğitim sürecinden geçiyor. Dolayısıyla burada insanların alternatif düşünme yolları
engellenmiyor mu? Bizler diyoruz ki çocuklarımız okumalı, şu
şartları yerine getirmeli; çünkü
hayatın getirdiği şartlar bunlar.
Batı bunu sürekli empoze ediyor dünyaya ve belli bir aklın
neticesinde ortak eğitim oluşturuluyor. Burada, dünyadaki
ve Türkiye’deki eğitim, zihinsel
kirlenmenin önemli nedenlerinden bir tanesi değil mi? Yani
sonuç itibariyle biz eğitimli
olduğumuz zaman daha temiz,
akıllı, Kur’an’ın ifadesiyle daha
temiz kalpli insan haline mi
geliyoruz? Bunun cevabını alabildik mi? Son yüzyıl içerisin-
Her şeyden önce modern kültür daha başlangıçtan itibaren sizi
düşünülemez olanı düşünmeye kışkırtır. Bizim için düşünülemez, düşünülmesi asla kabul görmeyen şeyler vardır.
Yapılır belki öyle birtakım şeyler, vardır; ama istisnadır, çünkü düşünülmeden yapılmıştır. Böyle bir varsayımdan
hareket ederek düşünce üretemeyiz.
Bu bir kere çok hipotetik bir şeydir.
İslâm’ın meşru görmediği bir şey üzerinden düşünce üretmek onun da
meşru olmadığı anlamına gelir.
de dünyadaki eğitim seviyesini
yükselterek daha temiz bir toplum, daha temiz bir akıl üretebildik mi?
Arslan: Eğer Batı’yı kendi
mantığı içerisinde düşünürsek;
Batı öyle bir idealden hareket
etti, fakat olmadı. Dolayısıyla
biz burada daha temiz bir akıl
dediğimizde de İslâm’ı referans
alarak konuşuyoruz. Bu yüzden
eğitim dediğimizde meseleyi
birkaç başlık altında toplamamız gerekiyor. Tarihte ilk defa
bütün toplumu mecburiyet
altına alan bir eğitim mantığını
ulus devlet koymuştur. Mesela
Hıristiyanlık’ta eğitimin temel
amacı din adamlarının yetiştirilmesidir. Eski Çin’de de devleti
yöneten adamların yetiştirilmesi esastır, eğitimin amacı odur.
Şunu kabul etmemiz gerekir ki
eğitim tarafsız veya nötr değildir; bütünüyle taraflıdır, dolayısıyla her eğitimin kendine göre
ideolojik bir amacı vardır; bu
amaç kendinin öngördüğü bir
insan modeli yetiştirmeyi esas
alır. İlk defa ulus devletle bir-
likte eğitim devletin tekeline
alınmıştır ve ulus devlet sınırı
içerisindeki bütün insanların
bu eğitimden geçirilmesi öngörülmüştür. Burada dikkatimizi
çeken iki husus var: İlki bir kere
bilgiyi tekeline alan ulus devlet
aynı bilgiyle insanların zihinlerini inşa etmek ister. Tabi bir
de burada devletin kendi tekelinde tuttuğu belli bir bilgi türü
vardır. İkinci kategori olarak
da insanlar zihnen ulus devletin idealleri doğrultusunda inşa
edilmektedirler. Bugün bizim
karşı karşıya kaldığımız süreç bu
süreçtir ve bütün ulus devletler
için geçerlidir. Peki, ulus devlet
bunu ne için yapar? Bunu sizi
hayata hazırlama adına yapar.
Aslında hazırladığı hayat kendisinin tanımladığı bir hayattır;
yani yasalar ve eğitimle bizzat
kendisinin şekillendirdiği bir
hayat tarzı. Bizi buna hazırladığını söyler. Dolayısıyla biz
buna hazırlanırken bu bilgiyle birlikte ulus devlet de kendini zihnimizde meşrulaştırır,
kutsallaştırır ve ona itaat eden
NİSAN ‘09 UMRAN
43
Dosya
vatandaşa dönüştürür. Modern
zamanlarda eğitimin amacı
iyi vatandaş yetiştirmektir. İyi
vatandaş demek de, ulus devletin ideallerini ve kutsallarını paylaşmak anlamına gelir.
Şimdi böyle bir durumda iki şey
var: Ulus devlet hem bilginin
tekelini elinde tutar hem de bu
bilginin aktarımı olarak eğitimi. Şimdi böyle bir durumda
çok farklı alanlarda çok farklı
meselelerle ilgili bilgileri almış
olabilirsiniz ama nihayetinde
burada aynı paradigmanın
mahsulü olan totaliter-tekçi bir
bilgi anlayışı vardır. Farklı ve
çoğulcu diyebileceğimiz bir bilgiden bahsetmemiz mümkün
değildir. Üstelik bu bilgilerin
nihai amacı, insanları ahlaklı yapmak değildir. Modern
bilgi kendi karakteristik yapısı itibariyle insanı asla daha
güzel ahlaklı, iyi mümin ya da
mümine kullar haline getirmek
gibi bir ideal, bir amaç taşımaz. Modern bilgi, kendisinin
yeniden üretmekte olduğu o
ideal insan modeli olarak bireyi
inşa etmek için gayret gösterir.
Bu demek değildir ki ahlaksız insan ister. Hayır! Kaygı ve
önem ciheti açısından baktığımızda sadece ahlak gibi bir
kaygısının olmadığını görürüz.
İyi bir bilim adamı yetiştirmek
ister, iyi bir vatandaş yetiştirmek ister, iyi bir doktor yetiştirmek ister; ama ahlaklı bir
birey yetiştirmek gibi bir idealin kaygısını taşımaz. Mesele
bununla alakalıdır. Ondan
dolayı bu bilgi ve eğitim türünün böyle bir kaygısı olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bu
ne demektir: insanların zihnen
birçok değere yabancılaştırılması demektir. Yani kirletilmesi
demektir. Çünkü insan zihni
temiz veya kirlilik meselesinde
her şeyden evvel ahlaki kriterleri kullanarak yargıda bulunur. Ahlakın kurallarının yasak44
UMRAN NİSAN ’09
lar ve mükâfatlar bağlamında
baktığımızda tüm bu değer
ve hükümlere insanın zihnen
yabancılaştırılması demektir ve
bu da tabii ki Müslümanlar açısından konuşacaksak, ciddi bir
kirlenmedir.
Babacan: Derin bir yabancılaşma dediniz.
Arslan: Yani elbette. İslâm’ın
eğitiminin temel amacı iyi bir
kul yapmaktır insanları; dikkat
ederseniz amaç farklıdır. Daha
başlangıçtan itibaren farklı
amaçlar taşıyor. Bu şu demektir: bilginin muhtevasında da
demek ki uyuşmayan bir boyut
vardır. Sadece bilginin kullanım
amacı meselesi değil. Bir de bilginin içkin olan yani kendinde
taşıdığı bir amaç da vardır; her
bilgi türünde bu içkin olarak
mevcuttur. Bu bizimle uyuşmamaktadır. Biz o bilgiyi alıp
İslâm adına kullansak da o bilgi
bizi iyi bir kul yapmaz. İyi bir
kul olabilmesi için insanın farklı
bir bilgi türüne ihtiyacı vardır.
Dolayısıyla da eğer zihnen kirlenmek istemiyorsak bu ancak
farklı bir bilgi türüyle mümkün
olabilir.
Babacan: İnsanların, bu
konunun ne kadar farkında
olduğunu düşünüyorsunuz?
Arslan: Ben bu konuda
biraz karamsarım. Özellikle
modern eğitimden geçmiş kitleler bunun farkında değiller.
Ancak ve sadece İslâm’ın klasik
eğitiminden geçenler ve onların zihinleri bunun gerektiği
kadar farkında olabilir. İlahiyat
eğitimini kastetmiyorum, imam
hatipleri de kastetmiyorum.
Zaten bence esas problem de
orada başlıyor. Keşke farkında
olsaydık da yine bu kirliliğin
içinde debelenseydik. Bu bir
kurtuluş umudu bize getirebilirdi yani; bence asıl korkunç
olanı, farkında olmamak. İçinde
yaşanan sosyo-kültürel ortama
bağlı olarak Müslüman olmakla
Müslüman muhayyileye sahip
olmak arasında ciddi bir fark
vardır. Biz Müslüman’ız. Fakat
artık bir Müslüman muhayyileyle dünyaya bakmıyoruz; daha
doğrusu bakamıyoruz. Bundan
dolayı da bizim amellerimiz
İslâm’a çok uygun değildir.
Bizi şizofren yapan boyutu da
budur olayın. Ama Müslüman,
Müslüman olduğunu kabul
ettiğinden dolayı Müslüman’ca
baktığını zannetmektedir; oysa
Müslümanların kahir ekseriyeti dünyaya artık Müslüman’ca
bakmamaktadır. Esas yanılgı da
burada başlıyor zaten. Benim
müslüman olmam dünyaya
Müslüman’ca baktığım anlamına gelmez. Nihayetinde kirlenmiş bir zihne sahibim ben ve
her an kirlenmekteyim. Tam
tersine belki olması gereken,
bu kirlenmiş zihnin nasıl temizleneceği ile ilgilidir. Ancak
ondan sonra belki bir müslüman muhayyile inşa edebiliriz.
Önce burada teşhisler hususunda da hemfikir olmak lazım.
Bu lafı söylemek kolay fakat
içini doldurmak sanıldığı kadar
kolay değil.
Babacan: Böyle bir uğraş içerisine girmek Müslümanlar için
daha önemli. Böyle faaliyetler
bir tarafa, bu tür bir düşünce
açısının da oluşturulması gerekiyor.
Arslan: İçinde yaşadığımız
sosyo-kültürel ortamın; yani sosyal gerçekliğin hangi değerler
üzerine inşa edilmekte olduğunu iyi analiz etmemiz lazım ve
hangi değerler, hangi idealler
üzerinden işlerliğini sürdürdüğünü. Çünkü her toplum kendi
hayatına göre bir sosyal gerçeklik inşa eder. Nasıl inşa edilir
bu; fertler arasındaki ilişkiler
ağıyla inşa edilir. Çok somut
bir gerçeklik değildir; sosyal bir
gerçekliktir. Dolayısıyla sosyal
gerçeklik bu bağlamda kendisini gösterir. Yani günümüzün
Dosya
toplumunun sosyal dünyasına
baktığımızda, o farklı dinamikler üzerinden farklı amaçlar için
farklı bir gelecek tasavvuruyla
inşa edilmiş olduğunu görürüz.
Beklentiler farklıdır, idealler
farklıdır, bireyler arası ilişkilerin
nihai anlamda ulaştığı sonuçlar farklıdır. Bir müslümanınki
ise epey farklıdır. Günümüzün
sosyo-kültürel
ortamındaki
sosyal ilişkilerin nihai amacına baktığımızda bütünüyle bu
dünyayla sınırlanmıştır ve gerçekten büyük oranda da refaha yönelik olarak ekonomize
edilmiştir. Elbette ki bunlar
bütünüyle insan ihtiyaçlarıyla
ilgilidir, ancak bu insan ihtiyaçları içinde kendini kamufle etmiş bir ideal de bulunur.
Bir kere bu ilişkileri ve onların
amaçlarını sadece insan ihtiyaçları bağlamında algılayamaz ve
anlayamayız. Bu ilişkiler daha
başından itibaren ahireti ihmal
etmiş ilişkilerdir. Reddetmiş
değildir. Sorun ret ile kabul
arasında olan bir şey değildir
zaten; öyle bir şey olsa insanlar
hemen fark ederler ve yanlışlığı düzeltmek kolay olur. Ama
gerçekten ilişkilerin çoğuna
baktığımızda kabul veya retten çok ihmal edilmişlikle karşılaşmaktayız. Bundan dolayı
ahiret bizim kurmakta olduğumuz ilişkilerimizi tanzim edememektedir. Problemin kendisi
budur. Yani ahireti düşünerek
bu dünyadaki ihtiyaçlarınızı
karşılamakla, onu bir bakıma
farkına varmadan ihmal ederek o tür ilişkilere girmek arasında fark vardır. Bunun en
bariz örneği eşya dünyasıyla
kurmakta olduğumuz ilişkilerde ortaya çıkar. Dikkat ederseniz bizim mümin olarak eşyayla
kurduğumuz ilişki, Kur’an’ın
gösterdiği yönde değil de müthiş şekilde sahiplenme olarak
belirmektedir. Mutlak anlamda
sahiplenme ilişkisi içerisindeyiz.
Günümüzün müslümanlarının
bence bu kadar zihnen kirlenmelerinin sebebi de bizim
özellikle son yirmi yılda eşyayla kurmuş olduğumuz ilişkinin dönüşmekte olmasıdır. Biz
artık eşya dünyasıyla yüz yıl
önceki Müslüman’ın kurmuş
olduğu ilişkiye benzer bir ilişki
kuramıyoruz. O niteliği kaybettik. Bunu Müslüman’a sorduğumuzda Müslüman ben öyle
düşünmüyorum diyebilir. Zaten
öyle diyecektir. İşin zaten aldatıcı tarafı da budur. Ama baktığınızda o kendine bunu yani
sahiplenmeyi daha başlangıçta amaç edinerek ilişki kurar.
Artık bizim toplumsal gerçekliğimiz de budur.
Babacan: Bir yandan da şöyle
bir şey var: biz bir dünyada yaşıyoruz, bu dünyada bazı gerekliliklerimiz var, bir yandan da
kendimizi ayrık hissetmememiz
lazım. Kavramlardan çok etkileniyoruz. Bir entegre düzlem
ve o entegre düzlemin içerisinde herkes ortada bir buluşma
noktasına çekiliyor. İşte sizinle
daha evvel konuştuğumuzda
söylediğiniz birşey vardı: mesela Ajda Pekkan’ın Kürtçe şarkı
söylemesi bu entegre düzlem
açısından bakıldığında bir yere
oturuyor sanki. Yani bu sekülerizmin ya da din dışılığın ve
dindarlığın iç içe geçmiş bir
durumunu yaşıyoruz; etnisite
ya da diğer kimlik değerleri bu
düzlem içerisinde eriyebiliyor.
Arslan: Ama bu, günümüzün kültürünün bir özelliği;
bunun farkına varmak istemeyenler bir tek Müslümanlardır.
Bu kültür mevcut kuralları yıkmıyor. Mevcut kuralları kural
haline getiren sınırları eritiyor.
Ama bir bakıma da sınırları belli olmayan kurallar var.
Devletin televizyonunda Kürtçe
şarkı söyledikleri andan itibaren Kürtler için dış dünyaya açılacakları ve sahiplenecekleri bir
dal olmuştur artık müzik; yani
onun aracılığıyla kendi ezilmişliklerini ifade edeceklerini varsaymaktalar. Ancak ne zaman
ki Ajda Pekkan Kürtçe şarkı
söyledi, Kürt’ün zihin dünyasında ona yüklediği anlam ve
işlevi taşıyan bir şarkı olmaktan
çıkmış, bir idol’ün söylediği şarkıya dönüşmüştür. Şarkı buradan itibaren bir hak arama ve/
veya onu ifade etmenin değil;
Kürt’ü popüler kültürün parçası yapmak olan araçsallığı
üstlenmiş olmaktadır. Çünkü
artık bu yasak olmaktan çıktı.
Herkese “açık” olarak kamusal hale geldi. Bu her konuda
böyledir; kabullenip sınırların
melezleştirilmesi. Mesela bunu
başörtülüler için de söyleyebiliriz. Mini etek ve başörtünün
bir arada olması bu melezleşme
kültürünün talep ettiği bir şeydir. Ha buna farklı bir pencereden baktığınızda özgürlük olarak görüyorsunuz. Ama demek
ki bu süreçlerde, özgürlük de
yeniden tanımlanmaya başlanmış bir şeydir. Çünkü bu, yaşamak istediği şeyin kendisinden
birtakım feragatlerde bulunarak ve değişimi kabul ederek;
kabul görmesidir ötekiler tarafından. Dolayısıyla kabul görme
sürecinde o kendisi olmaktan
çıkmakta ve melezleşmekte ve
bundan dolayı da kabul görmektedir. Bu her şey için geçerlidir. Müslüman olmayanlar için
de geçerlidir.
Babacan: Bir de iki boyut
var; bir tanesi göreceli olarak
hafif, diğeri biraz daha ağır.
Ben biraz daha hafif olanından
başlayayım. İşte mesela kimi
başörtülü müslüman bayanlarımızın aileye bakışı, eşiyle ilişkisine bakışı, kendi özgürlüğüne
bakışı son derece modern.
Arslan: Ama bir dakika
başını örterken onun modernizmden korunduğu anlamına
gelmez; yok o kadar bedavacıNİSAN ‘09 UMRAN
45
Dosya
lık. O zaman yeryüzüne bakardınız, “La ilahe illallah” der
bütün pislikleri görürdünüz,
böylece bütün sorunları da çözmüş olurdunuz. Bu mantıktan
hareketle konuşursak, başınızı
örterdiniz ve bu dişileştirilmiş
kültürün bütün kirliliklerini
anında görürdünüz. Mesele o
kadar basit değil. Önce şunu
kabul edelim günümüz müslümanlarının erkekleri kapitalizme, kadınları ise feminizme
teslim oldular. Bu bağlamda
az önce sizin söylediğiniz gibi
kadın tahayyülümüz, koca
tahayyülümüz, çocuk tahayyülümüz, yaşlı tahayyülümüz;
efendim bütün bunlar farklı bir
paradigmanın bize öngördüğü
değerlendirmeyi beraberinde
getiriyor. Yani siz müslümanların yaşlılarla ilgili hiç çözüm
önerileri getirdiğine şahit oldunuz mu? Ya da bu kadar roman
yazarı varken tarihin en trajik
modernleşmesini yaşayan müslümanların derdini anlatan bir
hikâye, bir roman görebiliyor
musunuz? Olması gerekirdi;
yani tarihte ilk defa Müslüman
bir toplum modernleşiyor. Bir
Dostoyevski kadar değil belki;
onun çapında adamlar değiliz
ama en azından bir muhalefet
olacak, olmalıydı. Ama müslüman ne yapıyor, kendisini
modern olanla ya da Batı’yla
karşıtlık ilişkisine koyduğu
anda Batılılaşmaya başlıyor.
Bizim bir şeye karşı olmamız,
onun gibi olmayacağımız anlamına gelmez. Tam tersine eğer
dikkat edilmezse siz kendinizi
Batı karşısında konumlandırırsınız; ama o karşıtlık ilişkisi içinde Batılı’dan daha fazla Batılı
olursunuz. Bazı durumlarda
Müslümanların beyazlardan
daha beyaz olmaya yeltenmeleri bundan. Bugünlerde yaşadığımız bu. Müslümanlar kendilerini modernlik karşıtı olarak
konumlandırıyor; ancak tam
46
UMRAN NİSAN ’09
tersine Batılılığı en çok içselleştiren, onun ideallerini kendi
idealleri haline getiren yine
Müslümanlardır çoğunlukla.
Babacan: Peki. Daha ağır
boyuta da geleyim o halde.
Bugün Müslüman genç jenerasyon içinde, mesela sevgililer gününe karşı çok büyük
bir tepki göremiyoruz artık.
Belki bizim dönemimizde işte
80’lerin ilk jenerasyonunda bu
olay “bir dakika, burada bir
problem var” diyebileceğimiz
bir olaydı. Ama şimdi böyle bir
şeyde bile bir gevşeme durumu
söz konusu.
Arslan: Müslümanlar her
şeyin karşıtını kurmakla meşgul.
Yılbaşına karşı Peygamber’in
doğumu vs. Bu zihin kendini böyle tasvir ediyor. Yanlışa
karşı yanlış inşa ediyor; çünkü
kendini karşıtından hareket
ederek inşa ediyor. Mesela yıllardır tartışılır yılbaşı geceleri.
Fakat biz bu yılbaşı kavramını
beraberinde getirdiği kendine
ait “zaman algısı” üzerinde
konuşup tartışamadık. Oysa biz
yılbaşıyla birlikte onun kavramlaştırdığı zaman algısını düşünmeden benimseyen insanlar
olduk. Geceleri isimlendirmemiz bile değişti. Cuma gecesi
dediğimizde müslümanlar için
cumartesi gününden bahsediyoruz. Böyle bir zaman kayması
olur mu? Bu bir trajedidir. Tarih
dediğimiz bir zaman algısıdır.
Müslümanca bir zaman algısına sahip değilseniz tarihe nasıl
sağlıklı bakabilirsiniz? Tarihe
bakmak taraflı bir olaydır. Tarih
objektif değildir; bakışınıza ve
zaman algınıza göre değişir.
Özdemir: Evet son dönemde
önemli bir kavram var: cinsellik.
Özellikle cinselliğin bu kadar
ön plana çıkarılmasına karşı,
yaşadığımız sosyal ilişkilerin
hangi boyutta olduğuna yönelik düşünmeli miyiz? Cinselliğin
bu kadar ön plana çıkması bu
döneme mahsus bir şey mi?
Arslan: Pek o kadar değil.
Elbette cinselliğin ön planda
olduğu kavimler var. Bu dönemin farkı şu; cinsellik medya
aracılığıyla bugün kolayca yeniden üretilmektedir. Bundan
dolayı önem taşıyor, bundan
dolayı diğer zamanlarla farklılık taşıyor. İletişim teknolojileri ve görsel medya cinselliği yeniden üretmektedir.
Günümüz toplumunun kahramanı beden ve onun arzularıdır artık. Çünkü gerçeklik haz
temelinde tanımlanmaya başlandı; bu yüzden gerçekliğin
epistemolojik kaynağını beden
temsil ediyor. Günümüz toplumunun özelliklerinden biri de
doyumsuz bir toplum olmasıdır. Ve doyumsuz bir toplumu
da doyurmak mümkün değildir; çünkü o doyuma ulaştıkça
doyumsuz hale gelmektedir.
Bu doyumsuzluğun kaynağında insan bedeni vardır. Arzular
aracılığıyla beden, yeni iletişim
araçlarının imkânlarıyla tekrar
doyumsuz hale getirilmektedir. Artık gerçeklik, bedenin
ihtiyacına cevap verendir. İster
modanın şık görüntüsü olsun
ister kamusal alanın bu kadar
kutsanması olsun; bütün bunların önemi günümüz dünyasında beden merkezli bir özellik kazanmalarındandır. Bu
da, hazza dayalı bir toplumda
yaşıyoruz, anlamına gelmektedir. Artık toplumlar, batılı bazı
düşünürlere göre seks ve para
aracılığı ile düşünmektedirler.
Bunlar toplumları değiştiren
dinamik kuvvet halini almışlardır. İktisat ve teknolojinin toplumları değiştirdiği tezi, giderek anlamını yitirmeye başlıyor.
Şu an bu dönüşüm kadın üzerinden ve cinsellikle sağlanıyor.
Böyle olunca da toplumların
sınıfsallığının önemi de ortadan kalkıyor. Çünkü cinsellik
her kesimden insan için söz
Dosya
konusudur. Bunun için ahlaki değerlerin dönüşmesi lazım.
Ahlakın insan eylemi üzerindeki yaptırımcı gücünün azalması
lazım. Biz de böyle bir süreç
yaşıyoruz. Bugün insan bedeninin, toplum da bedenin terörizmi altındadır.
Babacan: Siz cinsellik deyince, biraz da işin kaidesidir belki,
TRT’nin Eurovision organizasyonu geldi aklıma. Hadise, bir
şeyi temsil etse gerek. Peki, bu
hangi aracı üzerinden oluyor.
Bakıyorsunuz, müslüman siyaset yapıcılar üzerinden oluyor.
Kediye yavrusunu boğazlatma
derler ya, öyle bir şey tam da.
Bizim zihinlerimizin ifsadının
ve buna karşı geliştiremediğimiz tepkilerin belki de geri planında, biraz da kullanılan aracıların ne olduğu yatıyor sanki.
Belki başka şekillerle olsaydı,
belki başka yerlerde olsaydı, başka kişiler ve kurumlar
üzerinden olsaydı böylesi bir
durum, tepkisel duruşumuz da
biraz daha farklı olabilirdi.
Arslan: Bu kültür sizin o karşı
çıktığınız şeyleri teşvik ediyor.
Yani sorun burada. Dolayısıyla
bu kültürü meydana getiren
temeller üzerinde düşünmemiz lazım. Yani niçin bizim gibi
ülkelerde sürekli şekilde cinselliği talep eden bir kültür üretilmektedir? Ya da bu nasıl üretilmektedir? Çünkü görünüşte
çok masum gibi gelir önünüze. Nihayetinde açık saçık bir
kadın da olmayabilir, tersine,
tesettürlü bir kadın da olabilir,
Zigurat’taki fahişelerin kapalı
olması gibi. Ama önemli olan
bu kültürün hayatı durmadan
eğlenceye ve hazza dönüştürmekte olmasıdır Müslümanların
dikkat etmesi gereken bir husus
da budur. Hatta daha önemlisi
İslâm’dan da bir eğlence ve
haz kültürünün ortaya çıkarılması söz konusudur. Hazzın
tatmin edilebilmesi için bir-
çok şeyin eğlenceye dönüştürülmüş olması gerekiyor. Yani
uzak olmayan bir gelecekte,
televizyonda elinde mikrofon
tesettürlü bir kadının göbek
atıp şarkı söylediğini görürseniz şaşırmayın. Sorun çıplaklıkla
ilgili değil sadece. Rollerimizle
alakalı. Yani bu izlediğimiz
sürecin çok mantıksal bir sonucudur. Ramazan’da ilahi okuyanların giderek İslâmi arabeske dönüştüğünü sonra da yeşil
popa dönüştüğünü görürken,
yani böyle bir süreçte kadınlarımız niye geri kalsınlar? Kendini
öteki üzerinden anlamlandırmanın mantıksal neticeleridir
bunlar.
Özdemir: Konuştuğumuz
meseleler çok hayati meseleler. Batı’da bu yaşananlara
karşı bir tepki gelişmiyor mu?
Fransız Adalet Bakanı dünyaya
bir çocuk getiriyor ve bunun
beş tane baba adayı olduğu
çok rahat konuşuluyor medyada. Böyle bir durum bir tepki
gerektirmez mi?
Arslan: Hayır gerektirmez.
Siz onu bir kirlenmişlik olarak
görüyorsunuz; onlar görmüyorlar. Sadece şunu söylüyor: bu
çocuğun babasının kim olduğu başkasını ilgilendirmez.
Nihayetinde bu bireyciliğin
mantığıdır yani. Bireyciliğin geldiği nokta budur. Nihayetinde o
çocuğun babasının kim olduğu
o kadından başkasını ilgilendirmez. Ama bize göre bu, eskiden
ifade ettiğimiz gibi, herkesin
herkesten sorumlu olduğu bir
anlayış için mahallenin namusu
ile alakalı bir şeydir. Ama bunu
sadece biz düşünüyoruz. Onlar
bunu kirlilik olarak kabul etmiyorlar ki. Bu da kendi mantığı
içinde oldukça tutarlıdır. Eğer
müslümanlara ters geliyorsa
müslümanlar bence bunu sorgulamamalıdırlar. Bireyciliği ve
onun mantığını sorgulamalıdırlar her şeyden önce. Zinanın
bütün sosyal açılımlarını yok
sayarak şahsileştiren bu kültürün bireyciliğini yani.
Özdemir: Ama mesela Doğu
felsefesine artan bir ilgi veya
psikolojiye artan bir ilgi görüyoruz. Hatta yeni tarikatlar
ortaya çıkıyor. Ve ben kişisel
gelişim kursları gibi arayışların bununla paralel olduğunu
düşünüyorum. İnsanların bir
arayışı var. Bu, kirlenmenin ve
arayışın sonuçları değil midir?
Arslan: Evet katılıyorum.
Batı’da arayışın bittiği söylenemez. Zaten bu, insan fıtratına
uygun bir şey de değildir. İnsan
hep arar. En azından cins kafalı
insanlar arar. Bunun sonucunda
ortaya ne çıkar ne çıkmaz bunu
bilemiyoruz. Mesela bu iktisadi
krizle ilgili insanlar pek çok
şey söylemeye başladılar. Ama
doğru ya da yanlış insanlar bir
çıkış yolu bulmanın hep peşindedirler. Bir iktisadi mesele olarak değil; bir yaşam biçimi olarak, bir düşünce biçimi olarak.
Bütün bu arayışların Batı’da da
olduğu kesin. Ama sonuç ne
olur derseniz, kestirmek zor.
Babacan: Bunu öngörebilmek için kaynağını sorgulamak,
oradan yaklaşmak gerekiyor
gibi. Bize ise, bunlar üzerinden yürüyen bir karşı koyuş
biçimi mutlaka gerekiyor. Ama
bu karşı koyuşun içeriğini biz
müslümanlar nasıl doldurmamız gerekiyor? Modern hayatın
eleştirdiği aile, kilise ve başka
kurumların bağlayıcılığı üzerinden midir çözüm? Yoksa teoriden pratiğe giderken, pratiğin
de teoriyi yeniden oluşturduğu
farklı bir metot mu?
Arslan: Bu modern öncesi, sonrası dediğimiz ayrım
İslâm’da pek de meşru değil.
Çünkü İslâm için hayatın değişimi yanında, bir de sürekliliği dediğimiz bir kuralı vardır.
O sürekliliğin bugün çok ciddi
yaralar almış olması yanında
NİSAN ‘09 UMRAN
47
Dosya
kırılmaya uğramasına İslâm
müsaade etmez. Çünkü insan
fıtratının değişmediğini, gönderilen mutlak hükümlerin
değişmediği prensibini göz
önüne aldığımızda burada bir
süreklilik vardır. Yani değişim
içindeki o değişmeyen süreklilik. Toplumları, insanı istikrarlı
kılan boyut budur. Bizi, değişirken bile muttaki bir mümin
ya da mümine olarak kalmamızı sağlayan boyut da budur.
Bundan dolayı bir kere geçmişe
dönmek diye bir şey yok İslâm
açısından; ama o değişmez olanın büyük fedakârlıklar gösterilerek kırılmaya uğramadan
devam etmesi gerekir. Eğer
kırılma ve yaralar söz konusu
ise, günümüzde olduğu gibi, o
zaman kendi neslimizin geleceği için tamir mecburiyeti
var demektir; bu da geleneği yaşayarak mümkün olabilir. Ben buna genel olarak
gelenek diyorum ama buna
sünnet de diyebiliriz. Aslında
gelenekten kastım da çoğu
zaman sünnet’tir. Sünnet bizim
amellerimizin içinde şekillendiği kalıptır aynı zamanda, sadece Kur’ân’ın pratiğe dökülmesi,
dönüştürülmesi değildir. Aynı
zamanda peygamber sonrası
insanların ya da peygamberle
birlikte bu yola çıkmış inanmış
insanların amellerinin kalıplarıdır. Biz mümince bir davranışı sadece bilgiden üretmeyiz.
Ama sahip olduğumuz bilgi ile
birlikte onu sünnetin kalıpları
içerisinde şekillendiririz. Çünkü
bir şeyi bilgi ve düşünceden
amele dökmek var sayıldığı gibi
kolay değildir. Her bilgi sahih
bir şekilde her zaman amele
dönüştürülemez. Bu yüzden
benim kanaatim müslümanların birinci derecede ihya etmeleri gereken şey, sünnettir.
Babacan: Peki “zamanın
ruhu” dedikleri kavramı bu
48
UMRAN NİSAN ’09
sünnet içerisine nasıl yerleştireceğiz?
Arslan: İşte zamanın ruhunu bu sünnet içinde yeniden
düşünmeliyiz. Ben artık bir
dönemin sonuna geldiğimize
inanıyorum. İslâm’ı asrın idrakine söyletmekten vazgeçelim,
söyleye söyleye doğru düzgün
ortada Müslümanca düşünmenin imkânları da kalmadı. Asrı
İslâm’ın idrakine söyletmeye
çalışalım. Bu aslında belki bir
hesaplaşma, karşılıklı birbirini
tanıma, bir eleştiri, bir arınma,
bir ayıklanmayı da beraberinde
getirir. Öbür türlü ise sürekli
olarak bir içselleştirmeyi, asrı
meşrulaştırmayı beraberinde
getiriyor. İslâmcılığın bence
serüveni buydu ve bunun düzeltilmesi gerekiyor. Çünkü böyle
gidersek her asır bizi şekillendireceğe benziyor, o zaman
Müslümanlığımızdan geriye ne
kalacak merak ediyorum. Oysa
biz asrın yanlış olduğunu kabul
ediyorsak; bu zararda olan bir
asırsa o zaman bizim bu asrı
yine İslâm’ın idrakine söyletmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Ama bu kolay değildir. Niye,
derseniz: bir kere Müslüman’ın
idrakini Müslüman’ca nasıl
kurabiliriz meselesi vardır.
Bence bunun olabilirliğinin
başlangıç ilkelerinden birisi
Müslümanların cemaat haline
gelmeleridir; farklı cemaatler,
çoğul cemaatler anlamında.
İkinci husus da bununla birlikte eş zamanlı olarak müslümanların hızla bir nefis tezkiyesinden geçmeleri gerektiğini düşünüyorum. Nefislerini
terbiye etmeleri gerektiğini
düşünüyorum. Çünkü onların nefisleri günümüzün bu
beden merkezli dünyasında,
kültüründe büyük oranda kirlenmiştir artık. Müslüman eğer
nefsini temizleyemezse, zihnini asla Müslüman’ca kuramaz.
Dolayısıyla burada, cemaat iliş-
kilerinin olduğu bir dünya kurmak gerekiyor; çünkü cemaat
ilişkisi demek sosyal gerçekliği yeniden kendine göre kurmak demektir. Bunun yanında
nefsi terbiye edelim ki dünyaya Müslüman’ca bakabilen
bir muhayyile kurabilelim diye.
Müslüman’ca muhayyile, insan
nefsi terbiye edilmeden kurulamaz; terbiye edilen bir nefsin sosyal, siyasal açılımlarının
olmayacağı söylenebilir mi?
Bunların hepsi birbiriyle kopmaz ilişkiler içinde olan şeylerdir. Böylece ortaya kendine has
bir hayat çıkar. Bu hayat nizamı sosyal ilişkilerin dünyasında kendine yaşama şansı bulabilir ve yeniden çoğaltılabilir.
Çünkü hayat biçimi bir sosyal
gerçekliktir; yaşandığı sürece
kendini yeniden üretir ama
kendi fıkhıyla birlikte. Böyle
bir durumda da Müslümanlar
günümüz kapitalist ilişkilerinin
dünyasında kârın maksimizasyonunu meşrulaştırmak üzere
ihtiyaç duydukları fetvalar için
hocaların kapılarını aşındırmamış olurlar; çünkü kirlenmenin
bir boyutunda da bu vardır.
O zaman kapitalist üretimi
İslâm adına kutsayacağımıza,
onun öngördüğü tüketim ve
ondan hâsıl olan hazza karşı
Müslüman’ca bir “ihtiyaç giderim” biçimi geliştirmek mümkün olabilir. Bu bizim eşyayla kurduğumuz ilişki biçimini
değiştirebilmemizin de yegâne
imkânıdır. İşe buradan başlanabilir; tabi bütün bunlardan
da önce Allah’ın rızasını murat
edip, talep ederek. Esas önemli
olan bu. Allah murat etmedikten sonra bu kirlilikten kurtulmamız mümkün değil ama biz
talep etmeden de Allah murat
etmez.
Babacan: Teşekkür ediyoruz.
Arslan: Sağolun.
Analiz
BİR MEDENİYET SAVAŞÇISI
BİLGE MİMARIN
DÜŞÜNCE MİRASI
NURŞEN ALDI
“Sanat eseri, varlık-kâinat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı
her karar, sanatkârın varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir. Bu özellikleri
ile sanat, din ve ahlâk alanında yer alır.”
Turgut Cansever
Mimar kimdir? Ne iş yapar?
Bu soruları yanıtlamak görece
kolay. Çeşitli tanımlamalarla
karşılaşılsa bile bunların pek
çok noktada örtüştüğü görülür. Mimar, kısaca insanların
yaşadıkları ortamın önemli
bir parçası olan yapay fiziksel çevrenin düzenlenmesi ile
ilgilenen kişidir, demek olası.
Yapay fiziksel çevre de, içinde
insan etkinliklerinin yer aldığı
tek tek yapılardan başlayıp
büyük kentlere kadar uzanan
geniş bir alan. Onun hem bütününün hem de ayrıntılarının
tasarlanması, güzel olarak
biçimlendirilmesi, sağlıklı ve
güvenli olmasının sağlanması,
içlerinin olduğu kadar çevrelerinin de düzenlenmesi gerekiyor.
Bu nedenle mimar, iç mimar,
kent tasarımcısı ya da plancısı,
bahçe ya da peyzaj mimarı,
strüktür ya da yapı mühendisi
gibi uğraş alanları vardır.
Bunlar birbirlerine yakın
uğraş alanları. Ağırlıklı olarak
yapıların tasarımı ve uygulama-
Turgut Cansever
sı ile ilgilenen mimarlar, kimi
zaman bu alanların birkaçında birden etkinlik gösteriyor,
çoğu kez de öteki uzmanlarla
işbirliği yaparak yapay fiziksel
çevremizi biçimsel ve işlevsel
olarak düzenlemeye çalışıyorlar. Mimarları sanatçı olarak
olduğu kadar teknik adamlar
olarak görme olasılığı da var,
çünkü mimarlık hem yaratıcılık, güzel duyu gibi konularda,
hem de yapı tekniği alanlarında bilgi ve deneyim gerektiren
bir uğraş.
Mimarların nasıl insanlar
olduğu sorusunu yanıtlamak ise
daha zor. Olumsuz yapılaşma,
çarpık kentleşme, yer sarsıntısından hasar gören yapılar söz
konusu olduğunda andığımız,
bu insanlar ne yaparlar, hangi
koşullar altında yaşarlar, çalışırlar? Düşünceleri, duyguları nedir? Olay ve olgular
karşısında ne tepki verirler?
Yapabileceklerinin sınırları
nereye kadar uzanır?
Başka yaratı alanları bu
konuda mimarlığa göre daha
şanslı; şair ya da yazarlar çok
daha iyi tanınıyorlar. Sinema
sanatçıları ile müzisyenler de
öyle. Kaçımız bir çırpıda 8-10
mimarın adını ya da yapıtlarını
sayabiliriz? Bu tür şeyleri bilmediğimiz gibi bunlar çoğu kez
ilgimizi de çekmiyor.
Bunun nedenlerinden biri
belki mimarların kendilerini
duyurmasını becerememeleri
yani onların çok yazmamalarıdır. Aslında bu, mimarların okumayla, yazmayla ilgilenmediği
anlamına gelmiyor, daha çok
bir zaman sorunu. Yapı işleriyle
NİSAN ‘09 UMRAN
49
Analiz
uğraşmaktan yazmaya zaman
bulamıyorlar. Nitekim uzun bir
süre, Ayasofya’nın gölgesinde
kalan Osmanlı mimarlığının
kendi saygın yerini kazanması
için unutulmaz eserler ortaya
koyan Mimar Sinan bile yaptıklarını Sai Mustafa Çelebi’ye
yazdırmış. Ayrıca mimarlar
duygu ve düşüncelerini yapılarıyla dile getirdikleri için
yazmaya çok gerek duymuyorlar. Onları yapılarıyla anlayıp
değerlendirmek
gerekiyor.
Ama medeniyet temelli mimarlık düşüncesine katkıları olmuş
Turgut Cansever’in bu noktada
farklı bir örneklik ortaya koyduğunu ifade etmek gerekiyor. Cansever, 1946’da İstanbul
Güzel Sanatlar Akademisi’nin
Yüksek Mimarlık Bölümü’nden
mezun
olduktan
sonra
İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Sanat Tarihi bölümünde doktorasını tamamlar. Doktora konusu: “Selçuk
ve
Osmanlı
Mimarisinde
Üslûp Gelişmeleri”dir. (Uğur
Tanyeli’nin deyimiyle Türkiye’de
Sanat Tarihi doktorası yapmış
tek mimar odur). Cansever,
1950-51 yıllarında Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi’nde öğretim
üyeliği yapar ve akademideki
planlama çalışmalarını yürütür.
1960 yılında Frank L. Wright,
Le Corbusier, Walter Gropius,
Aalvar Aalto ve Mies Van der
Rohe gibi çağdaş mimarlığın
beş devini incelediği “Modern
Mimarinin Temel Meseleleri”
adlı teziyle doçent olur.
Üstün ve rafine kişiliği ve
büyük kültür birikiminin yanında, yürekten bağlı olduğu
medeniyete ilişkin görsel anahtarları okuma, anlamlandırma
ve buradan hareketle eserler
50
UMRAN NİSAN ’09
vermedeki başarılı çabaları ve
özgün eserleriyle de medeniyet tarihimizde çok saygın bir
yere sahip bulunmaktadır. O
her şeyden önce medeniyet
perspektifine sahip toplumsal
kişiliklerden biriydi. Sadece 89
yıllık bereketli ömrüyle değil,
bu zamanı dolduran büyük ve
çok değerli birikimle de geçmişten geleceğe köprü olmayı
başarmıştı. Turgut Cansever’in
yazar mimar olarak kaleme
aldığı birçok makalede uzmanlık konusunu medeniyet çerçevesinde yeniden değerlendirerek bütünsel bir çerçeve içinde yayımlaması hem bir bilim
adamının kendine verebileceği
çok değerli bir ödül, hem de
gerek konu dışından okuyucuya gerekse onun yazılarını
izleyen araştırmacılara önemli
bir armağan olmuştur. Onun
bu konudaki yazılarının ve söyleşilerinin derlenmiş ve kitap
biçiminde yayınlanmış olması
bu bakımdan çok önemlidir.
Turgut Cansever’in kendi
kurguladığı kavramsal çerçeveyi
ve bir mimar olarak oluşturduğu
ve yapıları yaparken bağlı kaldığı
bağlamı makale, söyleşi, röportaj
gibi yazılı hale gelmiş eserlerinden okumak mümkündür Çok
farklı zamanlarda yazılmış bu
kitapların kimi ortak özellikleri var. Önce Cansever’in dile
çok iyi egemen olduğu görülüyor, Türkçe’yi çok iyi kullanıyor, anlattıklarını büyük bir
rahatlıkla okutuyor. Ardından
ise mimarlık düşüncesi geliyor.
Birikimleri Aktarmak...
“İnsanlara çok sıradan
bir şeymiş gibi geliyor ama”
diyordu Turgut Cansever, “Bir
Bursa’nın, bir İstanbul’un mey-
dana getirilmesi, o tektoniklerin güzelliklerinden bir şey kaybetmeden, bir ‘bütün’ün parçaları gibi nakış nakış işlenmiş
olması adeta bir mucizedir.”
Cansever, sosyal doku ile
mimari doku arasındaki büyük
etkileşimi biliyor, görüyor,
şehir dokusunun korunması,
şehir estetiğinin öne çıkarılması için bütün ömrünü ortaya
koyuyordu. Biliyordu ki estetik,
hele mimari estetik ve sanatsal güzellikler, halkın yaşama
sevinci ve mutluluğunu sağlayan etkenlerdir... Ve şehirlerin
yüzyıllarca uyum içinde işlene işlene ortaya çıkan mimari
dokuları, içinde yaşadığı kişilere de kişiliklerini kazandırır.
Kişiliksiz bir şehirde yaşayan
insanlar, ne kadar varlıklı olursa olsunlar, kişiliksiz kalırlar.
İşte onun için, İslam’da Şehir
ve Mimari, İstanbul’u Anlamak,
Ev ve Şehir Üzerine Düşünceler,
Habitat II Konferansı İçin Şehir
ve Konut Üzerine Düşünceler
kitaplarının
amacının
bu
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Estetikten, sanat değerinden, temizlikten, kültürden ve
dürüstlükten (özellikle dürüstlükten) taviz vermeyişi olmazsa
olmazlarıydı. Elinin değdiği her
eserde de en çok, sosyal dokuya
uyum sağlaması, tarihi görünümün sürmesi, dejenere edilmemesi, çağdaş işleve kavuşması
ve “en güzel”in bulunmasına
özen gösterirdi. Araştırmalarını
gezerek, okuyarak, bakarak,
konuşarak ve düşünerek yaptı;
yöntemi ise medeniyet perspektifi ile bütün bu araştırma
ve incelemeden sonra kendi
zevk-i selimine güvenmesi ve
tercihlerini ortaya koymasıydı.
İnsanlara yaşama sevinci ver-
Analiz
türlerinde karşılaşılan kapsamda bir kuram yazıcılığı Osmanlı
dünyasında ortaya çıkmamıştır.
Bu nedenle yazar, uygulamalardan yola çıkarak oluşturduğu
kuramsal çerçeve ile yüzyıllar
sonra bu boşluğu doldurmak
istemektedir. Süreç tersine çevrilmiştir. Kuram uygulamadan/
olgudan önce değil, sonra kaleme alınmıştır.
mek istedi, bunun yolunun da,
gerçek bir sanat zevki ve tarih
kültüründen geçerek varmak
olduğunu anlatmak istedi;
örnekler vererek... Cansever’in
bir çabası da, İslam ve Osmanlı
mimarisi ile ilgili genel bir
didaktik çerçevenin gereklerini yerine getirdikten sonra,
katı bir eleştiri disiplini içinde,
Osmanlı tarih, kültür ve sanatına ilişkin, bilincine vardığı
bütün önyargıları deşerek, klişeleri ortadan kaldırmaya çalışmak olmuştur. Bunu sağlamaya çalışırken, sadece sanat ve
mimarlık tarihi arasında değil,
mimarlık tarihi ile tarih arasındaki ilişkileri de irdelemenin
gerekliliğini sezmiştir Cansever.
Mimarlığın Osmanlı toplumunu, idaresini, kültürünü hattâ
ekonomik gücünü en iyi yansıtan toplumsal olgu olduğunu ve Osmanlı sentezini en iyi
anlatan imge olduğunu vurgular. Öte yandan şu tespiti de
yapmak gerekli: Rönesans’tan
başlayarak Avrupa mimarlığında, çok daha önce Antikite’de
veya kısmen Hint ve Çin kül-
Mimari Üzerine Söyleşiler
Kubbeyi Yere Koymamak ise
Turgut Cansever’in yarım yüzyıl
içinde araştırarak, ders vererek,
yazarak geliştirdiği bir tarih ve
sanat yorumunun sonuçlarını
içeren söyleşilerden derlenmiş bir yapıt olmanın yanında
Cansever düşüncesini ana hatları ile tanıtan muhtasar bir
çalışmadır da. Yıllar boyunca
tekrar tekrar gözden geçirilen,
yapılar ve yazılarla her karşılaşmada yeniden sınanan, kimi
kez bambaşka bağlamlarda
ve okumalarda kendini anımsatan, yerel ile evrensel arasındaki yolda sürekli dolaşarak
örülen bir anla/t/ma sürecidir.
Diğer merkezi plan üsluplarından farklı olarak Osmanlı
camilerinde, yan birimler de
irili ufaklı kubbelerle örtülür.
Ancak kubbenin varlığında,
onun işlevsel gerekçesini aşan
simgesel bir boyut da bulunur.
Kitabın adına da yansıyan bu
simgesellik Doğan Kuban’ın :
“Kubbe kadar, nesne ile metaforun örtüşüp tek bir örtü altında çok anlam taşıdığı hiçbir
mimari biçim yoktur” Osmanlı
camileri “mimarlık tarihindeki ilk kubbelerin geometrik
biçimlerinin kavramsal saflığını gelişmiş yapım tekniği ve
imgeleri içinde yeni çağlara”
taşımıştır. “Sinan’ın kubbeli
strüktürde aradığı da kubbenin
simgeselliğini yapının simgeselliğine dönüştüren ideal biçimi gerçekleştirmek olmuştur”
Selimiye Camisi “kubbenin ilkel
geometrisinin doğal gücünü
zayıflatmadan hem simgesel
hem de işlevsel amaçları yerine
getiren bir başyapıt”tır. Kubbe
bir “sonsuzluk boyutu”na
sahiptir biçimindeki yaklaşımları ile birlikte düşünüldüğünde Cansever’in kitap boyunca sürdürülen kimi izlekleri
Osmanlı mimarlığında kubbenin, mekânı var eden mekân
doğurucu ilke olduğunu, ancak
varlığının dramatize edilmeksizin katkısının karşılığını yapının
genel tasarımı içinde kaybolarak ödeyen bir işlevi olduğunu
kitabın adından başlayarak sezdirdiğini düşünebiliriz.
Bu söyleşilerde Cansever’in
betimlemeyi değil yorumlamayı, her konuya kuramsal bir
çerçeveden bakmayı yeğleyen
bir mimar olduğunu bir kere
daha görme olanağı buluruz.
Türkiye’deki mimarlık tarihi
yazımında birçok betimleyici
söylem onun tarafından yerinden oynatılmış veya yeniden
konumlandırılmıştır. Ancak bu
yorumcu tavrın, analitik gözleme ve olgusal verilere duyulan aynı yoğunluktaki bir ilgiyle birlikte sürdürülmesi, onun
temel özelliklerinden biridir.
Mimarlığın, “insanın dünyadaki
esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” hadis-i şerifinde tarif
edilmiş çerçeve içinde oluşmasını sağlamak, sosyal, ruhî ve
inanca taalluk eden meselelerini doğru olarak ortaya koymak
ve yanılgıları bertaraf etmek
uğrunda çaba sarf etmek
NİSAN ‘09 UMRAN
51
Analiz
Turgut Cansever için kaçınılmaz
bir görev olmuştur. Şehre, toprağa, dünyaya Allah’ın azametinin ve Cemâl sıfatının tecelli
ettiği yerler ve insanların idrak
edeceği alanlar olarak bakmıştır. İslâm kültüründeki Tevhid
kavramının önemini göz ardı
edilerek, bir mimari düşüncenin ortaya konulamayacağını,
özellikle İslam mimarisi ile ilgili
Batılı araştırmacılar tarafından
yapılan araştırmalar ve teorileri eleştirme babında ısrarla
vurgulamıştır. Hemen hemen
bütün eserlerine tevhid ilkesinin
muhtemel açılımları sinmiş olan
Cansever, yeri geldiğinde tüm
kâinatla bir pencere pervazını
birbirinden ayrı düşünmez. Aynı
tavır, şehirle ilgili düşüncelerinde
de kendini gösterir. Cansever’in
çok boyutlu yorumunun gereği olarak, kitapta çok sayıda
sorundan ve yapıdan ayrıntılı
bir biçimde söz edilmektedir.
Kubbeyi Yere Koymamak
Cansever’in yorumlarını taşımak üzere aktarılan, ancak
sıklıkla yeni okumaları da kışkırtan, bilgi verici bölümler,
sadece yapı analizleriyle sınırlı
değil. Söyleşilerin yapıldığı yıllardaki toplumsal, kültürel ve
kentsel ortamı, mimarlık alanının örgütlenmesi ve resmi yapı
üretim koşulları, Osmanlı’dan
postmodernizme
ulaşan
yorumlar, Klasik öncesi Osmanlı
mimarlığı, diğer İslam kültürlerinin mimarlıkları, Rönesans
sanatçıları ve mimarlığı gibi
konular da bir biçimde ele alınıyorlar. Ancak bu konuşmalarda Cansever’in asıl amacının,
İslam’dan yola çıkarak, mimarlığa ilişkin kuramsal ve kavramsal bir çerçeve oluşturmak;
kısaca yıllardır kurduğu anlatı52
UMRAN NİSAN ’09
sını tüm boyutlarıyla okuyucuya açmaktır. Bu yüzden Turgut
Cansever’in Türk mimarlığındaki
yeri çağdaş ve İslami düşüncenin/mimarlığın bir sentezi olarak
yorumlanır.
Yorum ve gözlem birlikteliği, kitapta en dolaysız biçimiyle, ancak uzun bir düşünsel hazırlığın ve yapıyla olan
sabırlı ve doğrudan bir iletişimin sağlayabileceği biçim analizlerinde kendini ele veriyor.
Betimlemenin işlevsel sınırlar
içinde tutulduğu ve yazarın
tezini destekleyen verilerin derlendiği bu analizlerin, uzman
olmayan okuyucunun da yapılarla buluştuğunda kendi deneyimlerini oluşturmasına katkıda
bulunacağı söylenebilir.
Gerçeğe gölge düşürmeden duyguları köreltmeden bir
yorum yaparsak, denilebilir ki:
Mimari hayatın zarfıdır. Mimari
aynı zamanda, eşzamanlı olarak tarihin de zarfıdır! Turgut
Cansever yapıtlarının yalnız
mimarları değil, mimarlık üzerine düşünen, her anlamda
medeniyet duyarlılığı olan herkesi ilgilendireceğini söylemek
gerekli. Dolayısıyla bu kitapların
hepsi kitapseverlerin tek tek ya
da toplu olarak kitaplıklarında
görmeyi isteyecekleri nitelikler
taşıyor. Onun düşünce mirasının önemini kavramak bakımından oldukça önemli gördüğüm tespitleri içinde barındıran Gökhan Özcan’ın Edebiyat
Ortamı dergisinde yayımlanan
‘Bilge Mimar’ Turgut Cansever
adlı yazısından bir alıntıyla
noktalamak istiyorum yazımı:
“Maalesef medeni kültürel zincirimizin en zayıf halkalarından
birini mimari alanı oluşturuyor.
Bu alanda çok uzun zaman-
dır çorak bizim topraklarımız...
Şaşırtıcı ama gerçek, insanlık
tarihinin en muhteşem mimari
eserlerinin bugün hâlâ ayakta
olduğu bu topraklar, dünün
ruhunu bugünün imkânlarıyla
ve ihtiyaçlarıyla yoğuracak bilge
mimarlar yetiştiremiyor. Turgut
Cansever, bu tarihi bütünlükle meseleye baktığımızda tek
istisna, tek bilgelik ışığıydı.
Bugün aramızdan ayrıldığında
ne kaybettiğimizi anlıyoruz.
Demek varlığıyla aydınlanmayı
da ihmal etmişiz. Yazık gerçekten, çok yazık, gelecek nesillere Turgut Cansever’i sadece
Sinanî geleneğin yeni zamanlardaki temsilcisi olarak değil,
her şehirde onlarca eserini
yükselttiğimiz, ilhamıyla yeni
bir medeniyet imarı başlattığımız bir toplumsal önder olarak anlatma fırsatını kaçırdık.
“Bizim şehrimiz neresi?” diye
soracak kadar bile masumiyetimiz olmayacak artık!”
Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar
SULTANAHMET CAMİİ’NİN
KÜKREYEN HATİBİ
EMRULLAH HATİPOĞLU
ABDULLAH YILDIZ
Geçen sayımızda, 1970’li yıllarda Süleymaniye Camii minberinden Türkiye’yi titreten ünlü hatibimiz Ali Rıza Demircan
Hoca ile “geçmişten geleceğe” bir yolculuk yapmıştık. Bu sayımızda ise, 1978’den bugüne değin, Sultanahmet Camii minberinden aynı heyecanla halka seslenen bir başka güçlü sima ile, Emrullah Hatiboğlu Hoca ile bir seyrüsefere çıkıyoruz.
Araştırma ve Kültür Vakfı’nda ayda bir yaptığımız Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar sohbet dizisinin, geçen ayki konuğu idi Emrullah Hatiboğlu. Kendinden emin, tok ve gür sesi ile tam otuz bir yıldır Sultanahmet minberi ile neredeyse
özdeşleşen Hatiboğlu Hoca, hem kıraati hem de hitabeti ile gönüllerin ve kulakların pasını silmeye devam ediyor.
Sözü kendisine bıraktığımızda, öncelikle İslâm davasına hizmetin bir nasip meselesi olduğunu, Sultanahmet Camii’ne
hizmetin de büyük bir nasip ve nimet olduğunu, dolayısıyla bu lûtfundan dolayı Yüce Allah’a sonsuz hamdü senâlarda bulunduğunu ifade ederek konuşmasına başlıyor. Ayrıca halkın böyle makamlarda bulunan insanlara gösterdiği hüsnü zanna
da layık olmak gerektiğini belirtiyor.
Hatipzâdeler Sülalesi: Hocalık
ve Hıfz Geleneği
Emrullah Hatiboğlu’na, biraz
gerilerden başlayarak geçmişe
kısa bir yolculuk yapalım dediğimde, o bir hayli gerilere uzanıyor: Ataları olan “Hatipzâdeler”,
Fatih devrinde Trabzon Rum
Pontus Devleti yıkılıp da bölgeyi
İslamlaştırmak için Anadolu’dan
planlı göç başlatılınca, Maraş
yöresinden getirilip yerleştirilmişler Of civarına. Farklı yörelerden gelenler de olmuş. Mesela,
“Vanlıoğulları” yine o yıllar Van
civarından gelmişler bölgeye...
Ecdadına “Hatipzâdeler/Hatiboğulları” dendiğine göre, hitabet geleneği atadan-dededen
geliyor olmalı diye düşünürken,
Maraş’tan gelen kafilenin başındaki zâtın, bölgede ilk yapılan
camide imamlık yaptığını ve bu
soydan güçlü hatip ve hafızların
çıktığını söylüyor...
1945 Of doğumlu olan Emrullah Hatiboğlu, Of Medrese
geleneğinin son temsilcilerini
kısmen tanımış, kısmen de büyüklerinden duymuş. Hacı Ferşat Efendi, Hacı Mahmut Efendi,
Hacı Ahmet Efendi Of bölgesinin üçlü sacayağı mesabesindeki
güçlü hocaları imiş. Son Osmanlı dersiâmlarından Çalekli Hacı
Dursun Efendi ise, bölgenin en
namlı hocalarından. İstanbul’da
Dârü’l-Hilâfeti’l-Âliyye
Sahn-ı
Semân Medresesi’ni ve Süleymaniye Medresesi Kelam ve Hikmet
şubesini bitirerek dersiâm olmuş,
sonra da Trabzon ve Havalisi
Medreseler Müfettişliğine tayin
edilmiş. Bölgenin en meşhur hocalarından biri de, kıraat üstadı,
“reisü’l-kurrâ” Mehmet Rüşdü
Âşık Kutlu Hocaefendi.
İşte
bu
ünlü
hocaların
fedakârca çalışmaları ve hizmetleri bölgede köklü bir İslamî miras bırakmış.
Gerek bu zengin miras, gerekse çocukluk yıllarında büyüklerinin
anlattığı
olaylar,
Hatiboğlu’nun kimliğini ve kişiliğini derinden etkilemiş. “Babaannem Doğu Karadeniz’deki Rus
işgalini ve yaşadıkları zorlukları
anlatırdı” diyor ve ekliyor: “Babam kundakta iken onu alıp batıya doğru hicret yolculuğuna çıkıp
bir dağ köyüne sığınmışlar. Ruslar
oralara da gelmiş. Sonra Ruslar,
halkın dinine-imanına karışmayacaklarına söz verince geri dönmüşler. Bir süre böyle gitmiş, ama
Komünist İhtilal olunca, Rusya’da
din yasaklanmış; ona paralel olarak buralarda da yasaklar başlamış. Camiler kapatılmış, Kur’ân-ı
Kerimler toplanıp yakılmış, yerlere atılıp çiğnenmiş... İşgal yılları
NİSAN ‘09 UMRAN
53
Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar
Erullah Hatipoğlu
bitti, artık rahat edeceğiz derken,
bir süre sonra bu kez ‘bizimkiler’
aynı türden uygulamalara başlamışlar. Yine Kur’ân’lar yasaklanıp
toplanmış, yine camiler kapatılmış...”
Kur’ân’ların yerlere atılıp çiğnendiğine, yakıldığına dair büyüklerin bu anlatımları, çocuk
yaştaki Emrullah Hatiboğlu’nun
ruhunda
fırtınalar
estirmiş.
Kur’ân okuyup öğrenmenin hatta
evde bulundurmanın bile yasak
olduğu o mâhût yılların korkunç
hatıraları, Kur’ân’ın kaybolacağı
korkusuna sürüklemiş onu: “Madem ki yakıyorlar, öyleyse biz de
Kur’ân’ı ezberler, hıfzederiz. Hafızalarımızdan da söküp geri alamazlar ya, mübarek Kitab’ımızı!”
diye düşünmüş ve hafız olmaya
karar vermiş. “Çocuk olmama rağmen hafız olmaya çok kesin karar
verdiğimi hatırlıyorum” diyor. Bu
vesileyle, ümmi olan babaannesi
başta olmak üzere, İslam mirası
ile yoğrulan çevresini rahmetle
anıyor. “Zira” diyor; “onlar beni
hafız olmaya özendirdi. Severek
ve isteyerek hafız olmaya karar
verdim.”...
O yıllarda, Karadeniz erkekleri genellikle gurbete gider, kış
54
UMRAN NİSAN ’09
Abdullah Yıldız
aylarında ise geri dönerler. Kışın
her ev adeta bir medrese olur; bilen büyükler yeni nesillere Kur’ân
ve Arapça öğretirler. Yazın da
gurbete gitmeyenler bu işe devam eder. Emrullah Hatiboğlu
ilk eğitimini, hafız olan babasından ve diğer büyüklerinden alır.
Hafızlık eğitimine devam ettiği
bir sırada rahmetli babası Ömer
Efendi trafik kazası geçirir ve
yatağa mahkûm olur. Bu durum
aileyi çok üzer; ama “Hak şerleri
hayreyler” deyip bu zor durumu
hayra tebdil ederler. 8 yaşlarında
babacığına sürekli hizmet etme
bahtiyarlığını elde eden Hatiboğlu, tam on ayda babacığının
rahle-i tedrisinde tamamlar hıfzının kalan kısmını... Sonra, iyi bir
hafız ve kıraat hocası olan ağabeyi Abdullah Hatiboğlu’ndan
da “Tashîh-i Hurûf” dersi alarak
eğitimini ikmal eder. Abdullah
ağabeyi, ünlü Aşık Kutlu Hoca ve
Rize’de Mustafa Yıldız Hoca’dan
ders almış bir âlimdir. Emrullah
Hoca, daha sonra, Mehmed Şahin Hoca’dan da Arapça ve diğer
bazı dersleri alır.
Bu arada, okur-yazar olduğu
halde ilkokulda okuma fırsatı
dahi bulamaz...
Gurbet Tecrübesi, Eğitim Hayatı ve Sultanahmet Rüyası
O yıllar, Karadeniz sahilinde yetişen hocalar, genelde Ramazan’a
mahsus olmak üzere, imam olarak Anadolu’ya gider, bir yıllık
iâşelerini sağlayıp geri dönerler.
İşte Emrullah Hoca da, hafızlığını
tamamlayıp kendisini yetiştirince, 1958-1959 yıllarında, imamlık
yapmak ve mukabele okumak için
Ankara’nın Nallıhan ilçesine gider.
Henüz 13-14 yaşında ilk gurbet
tecrübesini yaşar. “Gurbet, adamı
yetiştirir, derler; biz de böyle yetiştik” diyor, iç çekerek...
Emrullah Hatiboğlu, Ankara/
Nallıhan’da iken; ilkokul diplomasına sahip olmadığını öğrenen
bir muhterem zâtın müzahereti
ile Ankara’da dışarıdan bitirmelere girerek ilkokul diplomasına kavuşur. Hemen ardından 1960’da,
tam da askeri darbe senesinde
Ankara İmam-Hatip Lisesi’ne
kaydolur. Bir yıl Ankara’da okuduktan sonra, İHL’yi Trabzon’da
bitirir ve Diyanet’te görev alarak
İstanbul/Beylerbeyi Hamid-i Evvel
Camiinde vekil imamlığa başlar:
1968. Aynı yıllar İstanbul Yüksek
İslâm Enstitüsü’ne devam eder
ve bitirir. Bir süre Eminönü Yeni
Cami’de hatiplik, sonra da Teşvikiye Camii’nde imamlık yapar. O
sıra bol miktarda kitap okur. Askerlikten sonra Yüksek İhtisas sınavını kazanarak Haseki’de medrese usûlü eğitim görür. Mehmet
Savaş, Ahmet Muhtar Büyükçınar, Halil Gönenç, Emin Saraç, Ali
Yakup Cençiler, Ömer Biçer gibi
çok değerli hocalardan ders alır.
Kıraat üstadı ise Abdurrahman
Gürses Hoca’dan özel olarak istifade eder ve feyz alır. 1978’de
Sultanahmet Camii’ne imamhatip olarak tayin olunur.
İsmi Sultanahmet Camii ile
Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar
neredeyse özdeşleşen Emrullah
Hatiboğlu Hoca, Sultanahmet’te
görev alma serüvenini şöyle anlatıyor:
“Haseki’yi bitirince, görev için
bizden dilekçe istendi. Sonra İstanbul Müftülüğü ile görüşüp bu
işi bitirmemiz söylendi. O sıralar
İstanbul Müftüsü Selahaddin
Kaya hocamız, Müftü Yardımcısı
da Besim Alper hocamızdı. Besim
Hocam dedi ki; ‘Biz Selahaddin
hocamla konuştuk ve seni Sultanahmet Camii’ne uygun gördük’.
Ben de itiraz ettim; ‘Beyazıt Camii
olsun’ diye. Beyazıt’ı, hem Abdurrahman Gürses hocam dolayısıyla
hem de üniversite gençliğiyle yakından ilgilenmek için istiyorum;
hani ‘Süleymaniye’de Ali Rıza
Hoca, burada da ben, güzel işler yaparız’ gibi. Sultanahmet’te
ise bol turist ve günah var diye
düşünüyorum... Derken, birden, 1976’da İslam Konferansı
Teşkilatı Dışişleri Bakanları toplantısının İstanbul’da yapıldığı
günlerde, devlet adamlarıyla
birlikte Sultanahmet’te kıldığım
Cuma namazı aklıma geldi. Hutbe, Haseki’de Ömer Biçer ve diğer hocalarımızca hazırlanmış,
devlet erkânı ve diğerleri düşünülerek hutbe Arapça’ya da çevrilmişti. Hasekililer olarak hep
Sultanahmet’te idik. Ben cami
girişindeki sağ arka fil ayağın
yanında, tam minberi görecek
yerdeyim. Minberde hutbe Ömer
Biçer hocamız tarafından okunurken kendi kendime diyorum
ki; ‘Rabbim, bize düşmez ama,
oraya çıkmayı bir lûtfetsen, ne
güzel olur’... Ben bu niyaz ânımı
hatırlarken dalmışım... Besim hocam, Sultanahmet’le ilgili dilekçeyi önüme uzatıp ‘oku ve imzala’ dedi. Az önce itiraz eden ben,
‘tamam hocam, imzalıyorum’
Haksızlıklara
karşı
çıkma
ve
Firavunlara, Nemrutlara karşı hakkı
savunma refleksi, onun Allah vergisi ses
tonu ve yürekten yaptığı konuşma ile birleşince böyle bir hitabet gücü çıkmış
ortaya...
dedim. Hoca şaşırdı; ‘hayırdır, ne
oldu?’ İşte o ânı anlattım ve imzaladım. Demek o ân ‘sâatü’l-icâbe’
imiş (Malum, Cuma saatine dair
öyle bir müjde var.) ve içimden
geçen duygular da duâ imiş...”
Emrullah Hatiboğlu Hoca,
1978’den
beri
Sultanahmet
minberinden kükremeye devam ediyor; uzaktan-yakından,
Anadolu’dan-İstanbul’dan hatta
yurt dışından gelen yüzbinlerin,
milyonların ruh dünyalarında fırtınalar esmesine, iman ve heyecan tazelemelerine vesile olmak
istiyor.
Küçük Yaşlarda Başlayan Hatiplik Arzusu
Bu arada, Emrullah Hoca’nın
hitabet yeteneğinin nereden geldiğini merak ediyorum; bunda,
“Hatipzâdeler”den gelmenin dışında nelerin etkili olduğunu öğrenmek istiyorum. 1950’li yıllardan başlayarak, ünlü Müslüman
öncülerin, üstadların hitabelerini
okuduğunu ve onlara büyük hayranlık duyduğunu söylüyor. İlk
okuduğu hitabelerden biri, üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin
İstiklal Mahkemeleri’nde yaptığı o korkusuz savunma olmuş:
Divan-ı Harbi Örfî / İki Mekteb-i
Musibetin Şehadetnâmesi: İki
Musibet Okulunun Diploması.
“İşte dava adamı böyle olur” demiş kendi kendine; “keşke ben
de orada bulunabilsem de kükreyerek onu savunsam” diye geçirmiş içinden. Ardından onun İhlas Risalesi, Hastalık Risalesi gibi
birçok risalesini okumuş. Sonraki
yıllarda Hintli mücahid alim Mevlana Ebû’l-Kelâm Âzad’ın İngiliz
mahkemelerinde yaptığı “Ölümsüz Müdafaa”yı okumuş. “Sanki İngiliz sömürgecilerine karşı
Ebû’l-Kelâm Âzad’la birlikte savunma yapardım,” diyor... Daha
sonra “Sokrat’ın Müdafaası”nı ve
diğerlerini de okumuş...
İşte, hitabetiyle kitleleri coşturup ayağa kaldıran cerbezeli bir
hatip olmaya daha o yıllar karar
vermiş Emrullah Hoca. “Kur’ân’da
geçen peygamberlerin kıssalarını
ilk okuduğumda, hep onlarla birlikte Firavun’a, Nemrut’a ve diğerlerine karşı haykırmak geçerdi
içimden” diyor.
Yine küçük yaşlarında işittiği,
ilim ve fazilet ehli hocalara yapılan haksızlıklar da, ondaki zulme
karşı durma ve mazlumu savunma refleksini tetiklemiş. Bu bağlamda, yörenin ünlü alimi Çalekli
Dursun Efendi’nin, bir şikâyet
üzerine, jandarma tarafından
yayla köyünden alınarak sahildeki Of’a kadar kilometrelerce yürütülerek getirilişini hatırlatıyor.
Bu durum Of halkını derinden
üzmüş ve önde gelenlerin araya
girmesiyle, Hacı Dursun Efendi
serbest bırakılmış.
NİSAN ‘09 UMRAN
55
Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar
Özetle; haksızlıklara karşı
çıkma ve Firavunlara, Nemrutlara karşı hakkı savunma refleksi,
onun Allah vergisi ses tonu ve
yürekten yaptığı konuşma ile birleşince böyle bir hitabet gücü çıkmış ortaya...
Gönenli Mehmet Efendi ve
Unutulmaz Hatıralar
Emrullah Hatiboğlu Hoca, altı
yıl birlikte görev yapma bahtiyarlığına erdiği Gönenli Mehmet
Efendi’yi hep rahmetle yâd ediyor ve onunla alakalı bazı hatıraları bizimle paylaşıyor. Mehmet
Efendi merhumun dillere destan
cömertliğine ve yardımseverliğine dair yüzlerce hatıradan biri
şöyle:
“Bir gün bana, ‘bir turist sizinle görüşmek istiyor’ dediler. Müezzin mahfelinin altında oturuyor. Gittim, ‘hoş geldiniz’ dedim.
İsviçreli bir ressammış. Başladı
kendisini anlatmaya: ‘Ben’ dedi;
‘9-10 yıl önce Türkiye’yi ziyarete
gelmiştim. Bazı terslikler oldu ve
ben tamamen parasız kaldım. Aç
kaldım, birkaç gün aç-susuz parklarda yattım. Sonunda çaresiz bir
şekilde caminin merdivenlerine
oturup duvara yaslanmıştım ki
(Ayasofya tarafına bakan dış kapının merdivenlerini tarif etti),
beyaz sakallı bir ihtiyar (Gönenli Mehmet Efendi) yanıma gelip
durdu. Yanındakilere, ‘Bu adamın durumu iyi görünmüyor; sorun bakalım, derdi nedir?’ dedi.
Halimi bütün açıklığıyla anlattım. Bunun üzerine o zat bana 5
TL gönderdi. O parayla karnımı
doyurdum; benim için her şeyin
bittiğini düşündüğüm bir anda
yeniden hayata döndüm. Sonra,
bir şekilde İsviçre’ye geri gelebildim. Ve şu kararı verdim: Bundan
56
UMRAN NİSAN ’09
sonra ressamlıktan kazanacağım
para ile zaruri ihtiyacımı karşılayacağım ve fazlasını mutlaka bir
dini kuruma bağışlayacağım. O
günden beri hangi dinden olursa
olsun, insanlara, mabetlere, kurumlara yardım ediyorum. Çünkü
o zât, bana dinimin ne olduğunu
sormamıştı. İşte bugün de size
150 bin TL vereceğim (ki o zaman çok önemli bir meblağ). Bu
parayı, benim gibi aç kalmış, yol
parası olmayan, zor durumdaki
insanlara verirsiniz.’ Hatta bana
da iki bin lira vermek istedi. Ben
‘onu da öbürüne ekleyin’ dedim
ve 152 bin lirayı alıp kayda geçtik. Söylediği gibi, bu tür ihtiyacı
olan yüz küsur insana verdik...”
Mehmet Efendi’nin o kadar
çok hatırası var ki... Hocaefendi, bu konuda şöyle dermiş: “Tâ
ezelden meşrebimdir; gelene git
demem, gidene de dur...” İsteyene, muhtaca, sarhoşa, serkeşe,
herkese yardım ederdi. Cemaat
bu konuda bazen anlayışsızlık
gösterse de o vermeye devam
ederdi. Sultanahmet parkındaki
sarhoşlar Hocaefendi’yi görünce
koşar gelir, ona müthiş saygı gösterirlerdi.
Emrullah Hoca’nın bu tür
hatıraları sayılamayacak kadar
çok: Ateist olarak camiye girip
ağlaya ağlaya gözleri kıpkırmızı olan bir Alman’ın hikâyesi...
Sultanahmet’in muhteşem kubbesine gözlerini dikip bakışlarını başka yöne çevirmeyen ve
arkadaşlarının koluna girmesiyle
geri geri çıkarılabilen bir başka
turistin hikâyesi... Pakistan Devlet Başkanı Ziyâü’l-Hak’ın ikindi
namazını kılıp, akşam namazına
kadar camide beklemesi... Sultanahmet manzarasını müthiş
bir hayranlıkla, kendinden ge-
çercesine seyreden ABD Başkanı
Clinton’a, camide Kur’ân hediye ettiğinde, onun Kur’ân’ı hep
göğsünde tutarak anlatılanları
dinlemesi... Papa’nın Sultanahmet Camii’nde ‘huzur duruşu’
yapması... Ve daha niceleri...
Yazımızı, Emrullah Hoca’nın
aktardığı bir ihtidâ olayıyla bitirelim: Bir gün Sultanahmet’e
gelen bir yabancı sima, Hoca’nın
dikkatini çeker. İkindi namazında
en ön safta aynı zâtı fark eder.
Namazdan sonra selâmlaşıp tanışırlar. İngilizce nereli olduğunu
sorar ama o nezih bir Türkçe ile
cevap verir: Amerikalıyım. Halk,
onun nasıl Müslüman olduğunu
merak edince de anlatır: “Yıllar
önce Türkiye’ye gelmiştim. Aksaray civarında bir otelde kalıyordum. Gecenin ileri saatinde müthiş bir sesle uyandım. İçimden bir
ses; ‘Ne yatıyorsun, kalk, bu sesi
dinle’ dedi. Doğrulup dinlemeye
başladım. İçimden bir ses, ‘Ne duruyorsun; bu seni çağırıyor, git’
dedi. Kalkıp gittim. Bu güzel ses
camiden geliyordu. Cami penceresinden baktım; insanların kimi
ayakta, kimi eğiliyor, kimi oturuyordu. İçimdeki o ses; ‘Durma gir’
dedi. Ben de içeri girdim. Bu esnada herkes kalkıp sıra-saf oldu;
ben de sıraya girdim. Onlar yattı
ben de yattım; onlar kalktı ben
de kalktım ve öylece aynı gün
İslâm’a girmiş oldum.”
Emrullah Hocamıza, daha nice
yıllar Sultanahmet minberindeki
o coşkun hutbelerini sürdürmesi ve hizmetlerine devam etmesi
için dualar ediyor, dualar bekliyoruz.
Kültür - Sanat
SON OSMANLININ KENDİ GÖK KUBBESİ
BİR YAHYA KEMAL PORTRESİ
YENİ TÜRKÇE ŞİİRDE İSLÂM OLGUSU - IV
METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU
“Akşam… Lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam.”
Türkçe Şiirde İslâm Olgusu
başlıklı bir çalışmada Yahya
Kemal’in bir mevkii var mıdır?
Kanaatimce yoktur. Ne var ki
sosyolojik kimlik bakımından
hiçbir vakit İslâm olgusunun
dışında mütalaa edemeyeceğimiz daha bir hayli şairi hatırlamaktayız. Onları niçin bu
bahiste değerlendirmediğimizi
göstermek maksadıyla Yahya
Kemal ismini bir prototip olarak
kullanmak herhalde en isabetli seçim olacaktır. Çünkü tabir
caizse Yahya Kemal Araf’ta
yaşayan bir şairdir. İçki meclisinde geçen bir konuşma esnasında
kendisini ne eskiye ne de yeniye
mensup saymayan Ziya Gökalp
şöyle tanımlar: “Harabisin harabati değilsin/ Gözün mazidedir ati değilsin”, şair ona aynı
kelimelerle cevap verirken: “Ne
harabi ne harabatiyim/ Kökü
mazide olan atiyim” diyebilmiştir. Bu tartışmadan da anlaşılacağı gibi Yahya Kemal hayatı
ve düşüncelerine bakıldığında
tam da toplumunun yaşadığı
o büyük değişim sürecinde iki
arada bir derede kalmış gibidir. Yeni imkân ve nimetlerden
vazgeçmeye yanaşmamaktadır.
Yaşadığı lüks ve bohem hayat
haramlar üzerine bina edilmiştir. Eski hayat ise onu Allah
şuuru ve ahiret endişesine çağırmaktadır. Mümkün olsa ikisinden de kopmayacaktır. Esasen
bütün insanların imtihanı da
değil midir bu? Burada önemli
olan hangi hayattan yana tavır
koyduğunuz ve ne istikamette
seçim yaptığınızdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Yahya Kemal adlı yarı biyografik eserinde Ernest Renan’dan
şöyle bir görüş aktarır: “Tarihin
beni içinde yarattığı cemiyetten
ayrılmak istemediğim ve dedelerimiz böyle itikat ve ibadet
ettikleri için katoliğim.” Yahya
Kemal’in en sadık talebesi sayılan Ahmet Hamdi, üstadının
İslâm ile alakasındaki kopukluğu iyi bildiği için şu cümleleri ilave eder aktardığı notun
arkasından: “O, hiç olmazsa
halkımızın tarih içindeki din
ve estetik anlayışına çok sadıktır.” Bu cümlelerde sanki önce
üstadını, bunun yanında bizzat kendi paçasını adeta Allah
ve toplumun elinden kurtarma telaşı yatmaktadır. Nitekim
Yahya Kemal’in kendisiyle
pek muarız görünmemelerine rağmen, son tahlilde çok
temelli görüş ayrılığına düştüğü Babanzade Ahmet Naim ile
aralarında geçen bir muhavere, bu hususta kıymetli ipuçları taşımaktadır. Ahmet Naim
şairin işret hayatına dokunup,
İslâm’ın sahih çehresini hatırlatınca, ondan şöyle bir cevap
alır: “Bu millet İslâm’ı, içine
ancak putperestliğini de katarsa sever; onun uğrunda yalnız
bu sebeple ölür.” Yahya Kemal
işte sırf bu sebepten ötürü Son
Osmanlı olarak anılmayı hak
etmektedir. Zira tarihi göstergeler Osmanlının İslâm anlayışındaki kendine mahsusluğu,
tabir caizse ve Fuat Köprülü,
Ahmet Yaşar Ocak, Hatice
Kelpetin Arpaguş gibi akademisyen hocaların tespitleri doğruysa, bir Türk Tipi Müslümanlık
olgusu karşısındayız demektir.
Esatir, masal ve mitoloji üzerine kurulu bu tip İslâm anlayışı,
neticede heteredoks dediğimiz
çok yönlü bir din telakkisini
ortaya çıkarmaktadır. Buna kültürel Müslümanlık, Folk İslâm’ı
gibi isimler de takılmaktadır.
Kısmen muhafazakârlıkla
NİSAN ‘09 UMRAN
57
Kültür - Sanat
Yahya Kemal
benzeşen bu anlayış, geçmişte kalmak, günümüze hiç gelmemek, en çok da insanların
günlük hayatlarına, bir de toplumun yönetimi hususuna hiç
karışmamak şartıyla İslâm’ı, yeryüzünün en son ve en yüce dini
saymakta bir sakınca görmez.
Sezai Karakoç Yahya Kemal
için “Bozgunda bir fetih düşü”
benzetmesini
kullanmıştı. Ardından Beşir Ayvazoğlu
Yahya Kemal’i anlattığı biyografik çalışmaya “Bozgunda
58
UMRAN NİSAN ’09
Fetih Rüyası” adını verdi. Her iki
yazarın tespitlerinden hareket
ederek onun bir bozgun dönemi şairi olduğu hakikatini çıkartırız. Ancak bozgunda bu ve
benzeri yazar ve düşünürlerin
ne ölçüde hissesi vardır; biraz
da bunu konuşmalıyız. Nitekim
mesela Beşir Ayvazoğlu’nun
eserinden çıkardığımız sonuca göre Yahya Kemal, yaşadığı hayat itibariyle, nostaljik
bakımdan bağlı gözüktüğü
halkının inanç ve değerlerin-
den bir hayli soğumuştur. Öyle
ki, büyük bir sıklıkla müracaat
ettiği Bin Yıllık Tarih Mitosu,
kendisini motive eden, dinamik tutan bir unsur olmaktan
çoktan çıkmıştır. Tam aksine
adeta bir uyuşturucu işlevi görmüş ve şairi bir hayat boyunca
çatlayıncaya kadar içki içen, ne
hikmetse memleket perverliği
hiç dilinden düşürmeyen tuhaf
bir sarhoşa dönüştürmüştür.
Medeniyet adına kendi
halkının yarattığı güzellikleri,
övünç kaynaklarını ise İstanbul
şehrinin kimliğinde müşahhaslaşan, sembolleşen sade
bir vizyona bağlamıştır. Bir
seferinde şöyle demiştir, özellikle de İstanbul’un muhtelif
semtlerindeki mimari doku,
mahalleler, küçük cami ve
meydanlar, çeşmeler, tekke ve
medreselere bakarak: “Bu halk
bu güzellikleri biraz ahşapla
biraz kerpiçten, yani ‘birkaç
hiçten’ yaratmıştır.” Ahmet
Hamdi Tanpınar günün birinde bu halkın tarihine neredeyse tapınırcasına bağlı görünen
üstadına sorar: “Neydi eskilerin hayatı, onlar nasıl yaşarlardı?” Yahya Kemal’in bu suale
verdiği cevap, gerek bizzat
kendisinin gerekse bütün bir
Osmanlı toplumunun yaşadığı
hayatın, olağanüstü bir isabetle
özeti, ana fikri mahiyetindedir,
cevap şudur: “Pilav yiyerek ve
Mesnevi okuyarak; medeniyetimiz pilav ve Mesnevi medeniyetiydi.” Tanpınar sözü buralardan alarak bir saptamada
bulunur ve üstadının görüşlerini şöyle özetler: “Eğer tasavvuf
ve Melamilik araya girmeseydi
tıpkı İngilizler gibi işinde ve
ibadetinde çalışkan insanların
Kültür - Sanat
cemaati olurduk.” Bu ifadeden ne anlamalıyız? Türklerin
Müslümanlık idraklerindeki
Bektaşi mizaç temayülleri mi?
Yoksa Yahya Kemal’in 16 yaşından sonra camilerin semtine
bile uğramamış olmasına rağmen, Yakup Kadri ile birlikte
girip çıktığı tek dinî(!) mekânı
yani o Bektaşi Tekkesini mi? O
tekkeler ki tıpkı şairimiz gibi
akşamcı dedeler tarafından
yönlendirilen müritlerle dolup
taşmaktaydı. Yukarıdaki ifade
esasen bence biraz da batı tipi
bir din anlayışı özlemini hatıra getirmektedir. Yani din ile
dünya işlerinin birbirinden ayrı
tutulduğu, dinin dünyaya, dünyanın da dine hiç karışmadığı
laik, liberal bir devlet özlemi.
Her iki şair de sonunda özlemlerini yeterince gidermiş olmalılar.
Yahya Kemal sanat anlayışının amentüsü nedir diye
sorulacak olursa, Yol Düşüncesi
başlıklı şiirden bir mısra buna
en isabetli cevabı verir: “Cihan,
vatandan ibarettir itikadımca.”
Nitekim Balkan savaşları sonrasında şairin doğum yeri olan ve
annesinin mezarının bulunduğu
Üsküp şehri, Osmanlı haritasındaki yerini yitirince, ilk yaptığı
şey, nüfusunu İstanbul’a aldırmak olmuştur. Zira o tarihlerde
eğer Üsküp üzerine yazdırılırsa Osmanlı yurttaşı olmaktan
çıkma tehlikesi vardı. Bu Son
Osmanlı böylesine sahici bir
sadakatle bağlıdır memleketine. Balkan Harbi sonrasında
Üsküp artık haritadan silinmiştir. O zaman şair şöyle bir yakınmayla karşımıza çıkacaktır: “Ve
göz kapaklarının arkasında eski
vatan/ Bizim diyar olarak kaldı
ta kıyamete dek.” Besbelli sahih
olmayan bir itikadın, vicdanı ile
boğuşması sonrasında, büyük
ızdırapların şairi Yahya Kemal,
sonsuzluk ile susuzluk arasında sıkışmış ruhunu, bir ömür
teskin edememiştir. Belki de
bu sebepten karşımıza sürekli
alkollü çıkmaktadır. Açık Deniz
şiirindeki şu mısra belki böyle
bir acının terennümüydü: “
Mahzun hudutların ötesinden
akan sular.” Hudutların taşıdığı
hüzün, her geçen gün bir miktar toprağını yitiren Osmanlının
hasretine mi dönüktür?
Evlad-ı Fatihan söylemi
Yahya Kemal’in hayat felsefesidir. Atalarıyla övünmek,
onların eserleriyle iftihar etmek
ve onların hayatına dair hissedilen özlem; işte sahici bir
Yahya Kemal portresi. Özellikle
de Balkan Harbi ve nihayetindeki İstiklal Harbi, İzmir’e
Yunanlıların girdiğine dair
malumat, onun ruhunu öylesine
sıkmıştır ki şöyle yazmak durumunda kalmıştır: “Bir gün sulh
olacağını düşünüyorum. O gün
istiklal ordusunun askerlerine
denilecek ki: ‘Haydi çocuklar
evlerinize dönünüz! Kur’an’ın
devletini kurtardınız! Allah,
Peygamber, Osman Gazi, Fatih,
Selim, bütün büyük cetlerimiz
sizden hoşnutturlar.” Sırf bu
sözlerdeki karmaşık zihin yapısı,
meselenin sadece yüzeysel idraki bile bize şairin haleti ruhiyesi
hakkında yeterince bilgi sunmaktadır. Fikrini tamamlayan
mısralarından hangisine bakarsak bakalım bizi aydınlatıyor;
işte tipik bir örnek: “Ölmek
kaderde var, bize ürküntü vermiyor/ Lakin vatandan ayrılışın
ızdırabı zor.” Nedir şu vatan,
insanı kendisine bunca bağlayacak ne tür bir kutsiyeti vardır? Acaba yaşadığı dönemin,
şairi sıkıştırdığı zıtlıklara karşı
bir barınak mıdır? Sessiz Gemi
adlı şiirini okuduğunuz vakit
sizi başka bir bakış açısı karşılar: “Artık demir almak günü
gelmişse zamandan/ Meçhule
giden bir gemi kalkar bu limandan”, düşünürsünüz Allah’a ve
ahiret gününe inanan bir kişi,
o geminin meçhule gitmediğini biliyor olmalıydı, dersiniz.
Yahut da hatırınıza Fuzuli’nin
mısralarını taşıyıp onunla avunursunuz: “Ger derse Fuzuli ki
güzellerde vefa var/ Aldanma
ki şair sözü elbette yalandır.”
Bunun üzerine şairimizin “İnsan
âlemde hayâl ettiği müddetçe
yaşar” mısraını hatırlayınca kalbinizde bir tatmin hissi doğar;
hadise artık aydınlanmıştır.
Şair, yapmadığını söyleyen,
Kur’an’ın ihtarlarından yazık ki
nasipsiz birisidir.
Yahya Kemal’in şiirlerini
okuduğumuz vakit evvela bu
şiirin sağlam yapısı, muhteşem
kurgusu ve sahici sanat değeri
gözümüze çarpar. Bunu inkâr
etmek, yok saymak mümkün
olamaz. Aruz vezninin şaheserleri yatmaktadır bu şiirde.
Türkçe’nin ise kendi dönemi
bakımından en muhteşem şiirleri arasındadır onlar. Mahurdan
Gazel adlı şiiri okuyanlar, dönemin dilberlerinden birisinin, son
derece çekici giysileriyle akşam
sefası için bir kayığa binmek
üzereykenki fotoğrafını net bir
biçimde görürler. Manzara karşısında hayranlıklarını gizleyemezler. Mesela yine Açık Deniz
şiirinde son derece muhteşem
mısralar vardır. Orada göçebe
NİSAN ‘09 UMRAN
59
Kültür - Sanat
bir kavmin neredeyse bütün
mukadderatını özetleyen tespitlere rastlarız. Düşünün ki
fetihten fetihe koşan, bir yurtta üç beş aydan ziyade iskân
tutamayan, neredeyse ayakları birkaç saatliğine bile yere
değmeksizin bütün hayatını at
sırtında ve gurbet diyarlarında tamamlayan bir toplumun
dramı, trajedyası bu satırlarda
gizlidir. Medeniyet tarihçilerine
bile ipuçları sağlayacak görüşlerle yüzleşmek için okuyalım:
“Rüyama girdi her gece bir
fatihâne zan/ Hicretlerin bakiyesi hicranlı duygular.” Hicreti
hayatının en uzun boylu hakikati olarak yaşamış bir toplumun rüyaları ve hicranını
ne de güzel resmediyor şair.
Süleymaniye’de Bayram Sabahı
şiirinde de benzer duygular saklıdır: “Ordu-milletlerin en çok
döğüşen, en sarpı/ Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.”
Tam da Türk tipi bir idrak ile
karşı karşıyayız. Asker Millet
sıfatını eşsiz bir rozet gibi kullanmaktadır bu insanlar. Sanki
o mabedin muhteşem yapısının
hiçbir muhtevası yoktur, olması
da gerekmez. Ve sanki diğer
kavimlerle bir medeniyet yarışı
modelinden bahis açılmıştır. Ve
yine sanki insanlar için değil,
adeta bir kurban gibi, salt Allah
için, yani Allah’ın şanını yüce
tutup başkalarının gözüne sokmak için ortaya konulmuştur
Süleymaniye Camii. İçerisinde
insanların ne yaptığı, bir şeyler
yapıp etmesinden daha önemli
ve değerli olan medeniyet yarışındaki başarı çıtasıdır.
Yahya Kemal, kitabına
isim olarak konan Eski Şiirin
Rüzgârıyla yazdığı şiirlerinde
60
UMRAN NİSAN ’09
eski şairlerin geleneğine uyarak bolca mey, şarap, meyhane ve dilberler üzerine hafif
meşreplik yükü ağırlıklı şiirler
de kaleme almıştır. O, titiz
ama bir o kadar da tembel
bir şairdi. Çok az yazdı ve çok
azını yayımladı. Eserleri hayatta
iken bir araya getirilemedi. Bir
ömür tıpkı Fransız sanatkârları
gibi bohem bir hayat sürdü.
Cumhuriyetin neredeyse resmi
şairiydi. Yeni rejimle öylesine
barışıktı ki ömrü lüks otellerde geçti ve bütün masraflarını
devlet ödedi. Biraz jön Türk
biraz İttihat Terakki, biraz Türk
Ocağı, çok az İslâm, işte sahici
Yahya Kemal. Tabii eğer siyasi
ve ibadi bir talebi yoksa, silme
İslâm olmaya bile rıza gösterebilirdi. Yani Bektaşi mizacına
ses çıkartmayan, dokunmayan
bir Müslümanlığın onun başının üzerinde yeri vardı. Atik
Valde’den İnen Sokakta başlıklı
şiirinden seçilmiş birkaç mısra
ile ona dair söyleyeceklerimizi
sonlandıralım: “ Semtin oruçlu
halkı, süzülmüş benizliler/ Bir
top gürültüsüyle bu sahilde
bitti gün…./ Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz/ Yurdun
bu iftarından uzak kalmanın
gamı/ Hadsiz yaşattı ruhuma bir
gurbet akşamı/ Onlardan ayrılış
bana her an üzüntüdür/ Madem
ki böyle duygularım kaldı, çok
şükür.” Bugün Yahya Kemal’in
izinden gidenler, kendileri
uygulamasa da, arkada, öldükleri vakit musalla taşının önünde durarak, cenaze namazlarını
kılabilecek, üç beş ihtiyarın her
zaman var olabilmesi için nelerini feda etmezlerdi. Kendileri
değil ama mutlaka birileri
namazı ayakta tutmalıydı.
Hayalci, bulutların ötesinde
yaşayan, ömrü hasretlerle vuslatlar arasında geçmiş bu şairin
Türkçe şiirde önemli bir yeri
vardır. Şiirlerinde İslâm adına
bir
hayli
malzeme
bulmak
mümkündür. Öyle ki diğer şiirlerini ve hayatını hatırlamadığınız vakit gerçek bir İslamcı(!)
ile karşı karşıya bulunduğunuzu sanabilirsiniz. Biraz detaya
indiğinizde bu şiirdeki İslâm’ın
folklorik bir motif yahut bir
kenar süsünden öteye gitmediğini göreceksiniz. “Bir bir açılırken göğe, son defa yarıştık/
Allah’a giden yolda meleklerle
karıştık” Mohaç Türküsü adlı
şiirdeki mısralardan Allah’a gitmenin Türk’ün fetihleriyle eş
değer bir çabadan başka bir
şey olmadığını anlıyoruz. Hani
bütün fütuhatı üzerinde yapılan yorumlar sonrasında ortaya çıkan ortak görüş şudur ki;
Türkler, fethettikleri yerlere
İslâm’ı götürmüşlerdir lakin dillerini götürmemişlerdir. Peki, bir
dilleri var mıydı ki götürsünler;
diye sorulunca ne cevap verilecektir? Kendilerini Allah’ın kılıcı
olarak gören bir kavim, ah biraz
da Allah’a karşı kulluk bilincini
keskinleştirebilseydi de, Yahya
Kemal gibi evlatlarını ruhen
mitolojinin, bedenen ise alkolizmin kurbanı etmeseydi, diye
düşünmeden edemiyorsunuz.
“Belki hala o besteler çalınır
Gemiler
ummanda.”
geçmeyen
bir
Kültür - Sanat
HAKİKİLİK VE
İÇTENLİK
ATASOY MÜFTÜOĞLU
Her eser, her çaba, ortaya
çıktığı dönemin tanığı olmak
zorundadır, bu döneme ilişkin
sorumluluklar almak, bu dönemin ilgilerini, kaygılarını, tavrını, tarzını yansıtmak zorundadır. Ramazan Dikmen; kendi
döneminin entelektüel sorumluluklarını gereği gibi temsil
eden; kendi tercihlerinin öznesi
olan; heyecanlı yoğunluklara
sahip olan; kendi kendisinin
bağımsız bir bilinçle inşa eden;
hayatının merkezine dostlukları ve samimiyeti yerleştiren;
düşünsel samimiyet ve düşünsel
ağırlığıyla temayüz eden; demagojiye, çarpıtmaya, kışkırtmaya,
yanıltmaya tenezzül etmeyen
temiz bir dile sahip olan; ahlaki
değerler ile edebi değerlerin
bir bütünlü oluşturması gerektiğine inanan; bu inancını bir
davranışa dönüştüren; edebi
duruşu ile ahlaki duruşu birlikte temsil eden; kendisini gösterme, ön plana çıkma kaygısı
taşımayan, beğenilme endişesi
olmayan; sanat/edebiyatı yalnızca estetik işlevlerle, ilişkilerle sınırlandırmayan, sanatı/
edebiyatı hayatın içerisinde,
hayatla birlikte yaşayan; kendi-
Ramazan Dikmen
ni bilen, kendini eleştiren, içsel
hesaplaşmalar yapan; ufukları genişletme çabası içerisinde
olan, açık görüşlü çok nezih
bir kardeşimizdi, dostumuzdu,
arkadaşımızdı. Kimi sanat/edebiyat adamlarının, hiç kimsenin, hiçbir durumu, bir yetersizlik sayılabileceği mülahazasıyla kimsenin itiraf etmediği
bir dönemde, Ramazan Dikmen
hepimizin anlayabileceği, hepimizin paylaşabileceği, hepimizin ulaşabileceği düşünceler
üretti. İlgili olduğu konularda
dünyada neler olup bittiğini
her zaman takip etti. Kendine
özgü bir tarzı ve duruşu vardı.
Bozulmamış doğallıklara sahipti. Seçkin bir duyarlık ve beğeni sahibiydi. Kendi dönemini
yansıtan ve çözümleyen bir dil
kurmayı başardı. Sanat/edebiyat dünyası ile gerçek dünyanın
arasındaki uçurumların farkındaydı. Kendi döneminin acılarını, hüzünlerini, heyecanlarını
yansıtan içtenlikleri vardı.
Ramazan Dikmen denilince
benim aklıma ve kalbime, hakikilik ve içtenlik geliyor, yalın
bir doğallık geliyor, duruluk
geliyor.
Sevgili Ramazan Dikmen’i
derin ve büyük bir özlemle, rahmetle anıyorum.
NİSAN ‘09 UMRAN
61
Kültür - Sanat
MEHMED ÂKİF’E
DÜZYAZILARINDAN BAKIŞ
A. VAHAB AKBAŞ
Mehmed Âkif, yazma mesaisinin büyük kısmını nazma harcamış bir fikir adamı olarak tabiatıyla daha çok şiirleriyle öne
çıkmış, onlarla anılmış, onlarla
anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak
her ne kadar şiirini fikrin emrine vermiş, Sezai Karakoç’un1
ifadesiyle, edebiyatımızda “şiirle düşünme“ kapısını açmışsa
da onu tek tarafıyla irdelemek,
bu irdelemelerden çıkarılanlarla değerlendirmek en azından
bizi bütüncül bir bakış açısından alıkoyar.
Âkif’in yaşadığı dönemin
tarihî ve sosyal şartları, onu,
şiirlerinin yanı sıra makaleleriyle, çevirileriyle, vaazlarıyla da
gayret göstermeye iter. Hatta
o, dersleri, sohbetleri ve mektuplarıyla da aydın sorumluluğunun gereklerini yerine getirmeye çalışır. Açıklar, savunur,
tenkit eder, uyarır, yakarır…
Amacı aydınları ve halkı uyarmak, kötü gidişi durdurmak,
idealist yeni nesillerin yetişmesine zemin hazırlamak, böylece
geleceği yeniden inşa etmektir.
Âkif’in maziye bakışını,
çağındaki duruşunu ve gelecek
tasavvurunu, bu bakışını, duruşunu ve tasavvurlarını besleyen
fikrî, edebî donanımı detaylarıyla kavramanın yolu, şüphesiz,
62
UMRAN NİSAN ’09
onu bütün olarak okumaktan,
anlamaktan geçer. Bu nokta-i
nazardan bakıldığında, şimdiye
kadar üzerinde gerektiği gibi
durulmayan çevirilerinin, vaaz
ve hutbelerinin, tefsir parçalarının, yayımlanmış mektuplarının
ve bilhassa sohbet yazıları ve
makalelerinin de büyük önem
taşıdığı su götürmez.
Âkif, dönemin başta gelen
fikir akımlarından İslâm birliği düşüncesinin Osmanlıdaki
ayağı sayılan bir kadro tarafından çıkarılan Sırât-ı Müstakim
ve Sebilü’r-Reşad’da başmuharrir sıfatıyla makaleler, okurla
hasbihal mahiyetinde yazılar
yazar. Bunların yanı sıra İslam
birliği düşüncesinin Mısır ve
Hindistan’daki temsilcilerinin
kendi fikrî, dinî görüşlerine
uygun gördüğü makale ve eserlerini de tercüme ederek yayımlar. Bu çerçevede Azmzade
Refik’ten, Ferid Vecdi’den,
Muhammed Abduh’tan, Said
Halim Paşa’dan, Abdülaziz
Çaviş’ten birçok yazı ve kitabı okurla buluşturur.2 (Resimli
Gazete ve Servet-i Fünûn’da da
Fransızca ve Farsça’dan çevirileri çıkar. Camile Flammarion’dan
Urani; Sadî ve Hafız’dan
Bedayiü’l-Acem
başlığıyla
nazım parçaları.) Devirlerini
büyük ölçüde etkileyen bu
düşünürlerin İslâm toplumuna, İslâmî yönetim şekillerine,
Müslümanların durumuna, içinde bulunulan kötü durumdan
çıkış yollarına, batılı yazarlarca
İslâm’a yöneltilen iftiralara verilen cevaplara dair bu çeviriler
okur tarafından büyük ilgiyle
karşılanır.
Bu çevirilerden özellikle Cemaleddin Efganî
ve
Muhammed Abduh’tan yapılanları aynı zamanda Âkif’e
bazı eleştirilerin yöneltilmesine de zemin hazırlar. Âkif’in
İslâm birliği fikri bunların tesirine bağlanır. Gerçi Efganî ve
Abduh hakkında yazdığı makalelerde, Âkif’in onlara duyduğu
ilgi bizzat kendisi tarafından
ortaya konur. Ancak bu, yanlış
yorumlamaların, ilmî gerçeklere dayanmayan sataşma ve saldırıların, haksızlığa karşı çıkışın
ortaya koyduğu bir ilgidir. Ki
haksızlığa, basit ayak oyunlarına karşı çıkış Âkif’in karakter
özelliklerindendir.
Bu çıkışlar, gösterilmek istendiği gibi
Âkif’in bu düşünürlerin ortaya
koyduğu akımın bir mensubu
olduğunu, Türkiye’deki savunucusu olduğunu göstermez.
Sezai Karakoç da bu etkinin
mübalağa edildiği görüşünde-
Kültür - Sanat
dir. Karakoç’a göre, “bizdeki
İslâmcılar çekirdekten yetişmeydi. Ötekilerdeyse daha bir sistem ve düşünce İslâmlığı gelişmişti. Bunun için Mehmed Âkif,
fikirlerini bu düşünürlerden
çok, sokaktan, aileden, klasik
kültürden, toplumdan, devletin
sarsıntılı halinden ve nihayet
kendinden alıyordu.(…) Yani
arada bir tâbilik yok, belki bir
paralellik vardır.”3 Bu düşünürlerin etkisinin Âkif’te İslâm
fikrini doğurduğu düşünülemez. Onda esasında varolan bu
ülküyü geliştirmeye, beslemeye
yarıyordu.
Âkif’in nesirleri arasında
zikredilmesi gerekenlerden biri
de Sebilü’r-Reşad’da “Tefsir-i
Şerifler” başlığıyla yayımlanan tefsir parçalarıdır.4 Değişik
surelerden bazı ayetlerin tefsirini ihtiva eden otuz dört
metin, muhtelif zaman ve yerlerde verilmiş vaaz metinleriyle
birlikte Latin harfleriyle müteaddit defalar kitap bütünlüğü
içinde yayımlanmıştır. (Ömer
Rıza Doğrul, Suat Zühtü Özalp,
Abdülkerim AbdülkadiroğluNuran Abdülkadiroğlu, Dücane
Cündioğlu…)
24 Şubat 1327 (8 Mart 1912)
tarihli Sebilü’r-Reşad’da, bu
tefsir parçalarının yayımlanmasının gerekçelere ve tefsirde takip edilecek yollara ilişkin açıklamalara yer verilir ki
buradan Âkif’in ve dolayısıyla
derginin Kur’an’a, tefsire bakışını ve takip edilen fikrî yolu
anlamak mümkündür: Derginin
bir İslâm mecellesi olması hasebiyle, İslâmî ilimlerin esas rüknü
olan tefsire, derginin ilim bölümünde öncelik verilmiştir. İlim
ve fenne, tarihe, sosyal hayata
ve gündelik işlere temas eden
-“İslam Şairi” Er- Risale, s. 187, 1937.ayetler bahis konusu edilmiştir. Daha çok amelî sonuçlar
üzerinde fikir yürütülmeye,
ayetlerden hareketle zaman
ve zeminin gereklerine göre
İslâm’ın genel durumu hakkında fikir ve görüşler belirtilmeye
çalışılmıştır.
Bu tefsir çalışmalarının bir
nedeni de tefsir tahsilinin hayli
gerilemiş olduğu görüşüdür.
Şöyle denmektedir: “Âdeta
Kur’an-ı Kerim’i bilmek, anlamak ehemmiyetsiz, faydasız bir
iş gibi telakki olunmaya başlamıştır. Ortada Kur’an-ı Kerim
artık anlaşılmış, haşa daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi
batıl bir zehab türemiştir.” İşte
bundan dolayı bu çalışmanın
gayelerinden biri de tefsir ilmini ihya etmektir.5
Seçilen ayetler önce tercüme edilir, sonra yorumlanır. Bu
parçalardaki rahat fakat özlü,
derin anlatım, Âkif’in Kur’an-ı
Kerim’e hakimiyetini, tefsir ilmine vukufiyetini göstermektedir.
Özellikle meal bölümündeki,
terkipsiz, arı duru dil onun, ifadenin güzelliğine halel getirmeden mesajını halka iletme
gayretini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Üçü İstanbul’da (Beyazıt,
Fatih,
Süleymaniye
NİSAN ‘09 UMRAN
63
Kültür - Sanat
-M. Akif’in el yazısıKürsülerinde), biri Balıkesir’de
(Zağanos Paşa Camii’nde),
diğerleri Kastamonu (Nasrullah
Camii) ve havalisinde irad
edilmiş vaaz ve hutbelerde de Müslümanların durumuna, ülkenin ahvaline ayna
tutulmaktadır.6 Safahat’ı ören
birçok önemli konu bu defa
da güçlü bir hitabet diliyle sunulmaktadır. Bu sunuşa
64
UMRAN NİSAN ’09
Safahat’taki bazı nazım parçaları da renk ve kuvvet katmaktadır. Kullanılan dil ve mevzuu
sunuş şekli, ilmi derinliğinin
yanında halkı anlama ve onunla bir aydın olarak sağlam köprüler kurabilme kudretini de
göstermektedir. Onun halka
bakan, halkla bütünleşen tarafına makaleleri çerçevesinde de
değineceğiz.
Âkif’in düzyazılarının ağırlık noktasını şüphesiz onun
Sırât-ı Müstakim ve Sebilü’rReşad’da çıkan makaleleri oluşturmaktadır. Bunları,
Âkif’in bu dergilerdeki başmuharrirlik görevinin ona
yüklediği
sorumluluğun
ürünleri saymak mümkündür. Birkaçı Sadî, Lâedri, Lâ
gibi mahlasla yayımlanmıştır
bu yazıların. “Edebiyat” başlıklı imzasız yazının da ona
ait olduğu kabul edilmektedir. Yakın dostu Eşref Edib’in
yazıyı Âkif’e mal etmesi ve
“Mehmed Âkif” adlı eserinde
onun edebiyata dair görüşlerini bu yazıya dayanarak ortaya koyması, buradaki fikirlerin
Âkif’in fikirleriyle örtüşmesi,
üslup ve nihayet bir derginin edebiyat ve dil anlayışının
o derginin başmuharririnin
kaleminden ifade edilmesinin
teamülden olması gibi hususlar yazının yazarı hakkındaki
şüpheleri gidermektedir.
İlki 6 Teşrin-i Sani 1324
(19 Kasım 1908), sonuncusu 21 Mâyû 1337 (21 Mayıs
1921)’de yayımlanan 55 yazı,
Abdülkerim Abdülkadiroğlu
- Nuran Abdülkadiroğlu tarafından hazırlanarak ilk defa
1990 yılında “Mehmed Âkif
Ersoy’un Makaleleri”7 adıyla
kitap halinde yayımlanmıştır.
Aynı makalelere daha sonra
İsmail Hakkı Şengüler tarafından hazırlanan Mehmed Âkif
Külliyatı’nın 5. cildinde de yer
verilmiştir. Yazılar kronolojik
sırayla ve imlasına dokunulmadan, hatta Arapça, Farsça
metinler çevrilmeden olduğu gibi yayımlanmıştır. Takip
edebildiğim kadarıyla, Âkif’in
makaleleri üstüne çalışmalar
bunlarla sınırlı kalmıştır.
Kültür - Sanat
Bu yazılara, devrin metinleri tür bakımından adlandırma anlayışının gereği olarak
“makale” dendiği kanaatindeyim. Başlangıçta makale, deneme, sohbet, eleştiri gibi türlerin
sınırları açık bir şekilde belirlenmediği için, fikir yazılarının
hemen hepsinin makale sınıfına konduğuna sıklıkla şahit
olunmaktadır. Nitekim okunduğunda Âkif’in yazılarının da
büyük ölçüde sohbet türünün
özelliklerini taşıdığı görülür.
Dergi başmuharriri olarak okurla sohbet havası içinde iletişim
kurma gayreti içindedir Âkif.
Daha ilk yazıda bu hava kendini
hissettirmektedir. Darülfünûn
talebesine hitaben, “sevgili
kardeşlerim” diye yazıya başlıyor , “Hocanızı sıkı tutunuz.
Derslerinden hakkıyla istifade ediniz…” gibi nasihatlerle
bitiriyor sözünü Âkif. Okurla
konuşmaya, karşılıklı diyaloglara dayalı anlatım, yazıların
büyük bir bölümünde görülür.
Esasında yazıların büyük bir
kısmının doğrudan “Hasbihal”
başlığını ya da üst başlığını
taşıması da bu konuya açıklık
kazandırır. Öyle ki “Makâlât”
(Makaleler) üst başlığını taşıyan
bazı yazılara da “Hasbihal” başlığı konmuştur.
Bilindiği gibi, yazarın amacı,
yazının türünün seçilmesinde ve
anlatım şeklinin belirlenmesinde etkili olur. Doğruyu, güzeli
tanıtmayı; yanlışı, eksiği göstermeyi görev edinen Âkif’in de
sohbet gibi, bu amaca ulaşmada etkili olacak bir yolu seçmesi
tabiîdir.
Yine de yazıların hepsini aynı
çerçeve içinde değerlendirmek
doğru olmaz. Şöyle bir sınıflandırma yapmak mümkündür:
- Hasbihaller
-İslam’a, Müslümanlara ve
bu çerçevede bazı isimlere dair
makaleler
-Edebiyat üzerine teorik
yazılar
-Takriz ve tenkitler
-Hatıralar
-Arap letâifinden örnekler
Âkif’in bu yazılarında ele
aldığı konuların büyük bir kısmı
bugün de önemini korumaktadır. İslâm dünyasının durumu, Batı’yla ilişkileri, ırkçılık,
bölücülük, eğitim meseleleri,
hurafeler, dil ve edebiyat tartışmaları, halkına yabancılaşmış aydın gibi konular aradan
geçen bunca zamana rağmen
gündemimizdeki yerlerini hâlâ
koruyorlar.
Yazılar bu yönüyle olduğu kadar, Âkif’in kişiliği, fikri,
zevki, besleyici kaynakları,
donanımı, dil ve edebiyat anlayışı, çevresi ile ilgili çıkarımlara
müsait olması bakımından da
önemlidir.
Bu bakımdan düzyazılarının,
Safahat’la ve dostlarının hatıratıyla hafızalarımıza çizilen
Âkif portresini tamamladığını,
netleştirdiğini düşünüyorum.
Mesela “Kimsenin akidesine
müdahale etmek itiyadında
değilim” diyen bir Âkif görüyoruz bu yazılarda. “Ya da bendeniz zahirciyim” diyen bir Âkif…
Ehliyle karşılaşınca lisan tetkiklerinde kendini yetersiz görüp
ironik özeleştiriler yapan bir
Âkif… Sevdiği bir ilim adamına (Emrullah Efendi’ye) yakın
olabilmek, onun ilminden daha
fazla yararlanabilmek için çoluk
çocuğu toplayıp ev değiştirdiğini ya da Hicri Efendi’nin
ilminden istifade etmek için
İstanbul’un bir ucundaki kah-
vehanelere nasıl koşturduğunu
bizzat onun kaleminden öğreniyoruz. İnceden inceye araştırmadan, bakışı derinleştirmeden
hüküm vermeyen bir Âkif’le
beraber oluyoruz yazılarında.
Titiz ve hakşinas bir Âkif’le…
Âkif, halka bakan yüzünü
sohbet yazılarında daha açık
bir şekilde göstermektedir.
Arif’in kıraathanesinde Mithat
Paşa’nın heykelini dikmek
üzerine yapılan bir tartışmayı karışmadan, yorum yapmadan aktarıyor. Dostları yalnızca
aydın çevreden değildir. Onun
halktan da çok dostu vardır.
Yazılarında bunlardan da bahseder. Nuruosmaniye’de lokanta
işleten Kâmil Efendi bunlardan
biridir. Çalışkanlığı, dürüstlüğü, tevazuu, yardımseverliği ile
Âkif’in gönlünü fethetmiş örnek
bir insandır Kâmil. Ölümü Âkif’i
derinden üzmüştür. Derginin
okur kitlesine hitap etme zarureti de, onun bu halkçı yanının
görünmesine vesile olur. Okur
mektuplarına cevap mahiyetinde yazılar yazar zaman zaman.
Köylünün ihmal edildiğine inanır. Halkın irşadına dair görüşler ileri sürer. Camilerin halkı
irşadda nasıl etkili bir rol oynayacağı üzerinde kafa yorar.
İstanbul basınının faydalı olamamasından yakınır. Şöyle der:
“Kısacası itiraf edelim: İstanbul
yazarlığı, gazeteciliği, kitapçılığı Osmanlı Türklerinin binde
birine bile fayda dokundurmuyor. Köylünün, işçinin, esnafın
geçimine, hayatına, ahlâkına
hizmet eden, duygusuna yakın,
ruh ve fikir terbiyesine yararlı
eser doğuramıyoruz. Eserlerimiz
küçük, oldukça küçük bir okuyucu dairesiyle sınırlanmıştır;
tarih, hukuk ve siyasete dair
NİSAN ‘09 UMRAN
65
Kültür - Sanat
yazılarımızdan millet, milletin
büyük çoğunluğu habersiz kalıyor; hürriyet, eşitlik, adalet milletin kulağına anlamsız bir ses
gibi geliyor; millet meşrutiyetle
teyemmüm ediyor…”
Âkif, yazılarında genellikle tümevarımcı bir yol takip
etmektedir. Belki sohbet çeşnisi katmanın gerektirdiği bir
şey olarak, gündelik hayatta
cereyan eden basit olaylardan,
gözlemlerden, bazen küçük bir
hatıradan, bir latifeden hareket
ediyor, buradan çocuk eğitimi,
eğitimde Hıristiyan okullarının
olumsuz etkisi, yanlış dil öğretimi, köylünün ihmal edilmişliği,
hurafe ve bidatler gibi önemli
memleket meselelerine götürüyor okuyucuyu.
Âkif, nükteyi seven, mizahı yerinde ve ustaca kullanan
bir yazardır. Safahat’ta tanık
olduğumuz bu yönü düzyazılarında da kendini gösterir.
Manzumelerine malzeme olmuş
bazı fıkraları başka vesilelerle
burada da anlatır. Ayrıca Arap
latifelerinden nakiller yapar ki
bunlar ünlü Arap şairleri arasında geçen ve şiirle, edebiyatla
ilgili nüktelerdir.
Âkif’in bir özelliği de
şudur: O, başka bazı aydınlar
gibi fildişi kuleye çekilip oradan toplumu seyretmez. Ya da
gördüklerini sayıp dökmekle
yetinmez. Cemiyetin içindedir
ve onun derdi ile dertlenmektedir. Tesbitler yaptıktan sonra
somut çözüm önerileri sunmaktadır. Mesela çocuk eğitimine
dair kitapların yetersizliğini,
uygunsuzluğunu dile getirdikten sonra Maârif Nezâreti’inin
buna nasıl bir çözüm getirebileceğine dair görüşler belirtir.
Osmanlı’yı saran kavmiyetçilik belasına karşı şu söyledikleri
66
UMRAN NİSAN ’09
de meselenin ortaya konması,
çözüm çareleri önerilmesi ve
çareleri uygulama yönteminin
açıklanması bakımından dikkate değerdir:
“Arnavutluk,
Araplık,
Türklük, Kürtlük adına ortaya çıkan kavim ileri gelenlerini bundan altı yedi sene önce
bir yere çağırmış, kendilerine
demiştik ki:
Milliyetçilik akımı en medeni, en gelişmiş toplumları birbirine düşürür. Bizim gibi birleşik
unsurları istisnasız cahil bulunan
bir topluluğu ise darmadağın
eder. Geliniz bu akımı körüklemeyiniz. Bağlı bulunduğunuz
milletlere hizmet etmek istiyorsanız bunun başka bir yolunun
olması gerekir. Evet, hepimiz
biliyoruz ki İslâmî unsurların
hepsi irşada, uyarıya muhtaçtır.
Bunlardan mesela Arapları irşad
görevini Arap akıl sahiplerine
bırakınız. Çünkü irşadına çalışacağı unsurun dilini, âdetlerini,
mizacını, ruhunu diğer unsurların akıl sahiplerinden iyi bildiği için, başarısı diğerlerine
nispetle son derece kolay olur.
Türk’ün, Arnavut’un, Kürt’ün
uyanabilmesi için aynı yöntemi
uygularız.
O halde bu unsurların bütün
ileri gelenleri hilafet merkezinde aynı çatı altında birleşirler,
hareket yollarını belirleyerek
birlikte işe başlarlar. Aradaki
İslâm bağını sağlamlaştırmak
şartıyla, bağlı oldukları milletleri okutmak, yazdırmak, ilim ve
irfan sahibi etmek, servet, sanat,
ticaret konularında ilerletmek
için geceli gündüzlü uğraşırlar.
Sonunda bu dağınık parçaların
bütününden bir gelişmiş bütün
meydana gelir ki İslâm Hilafeti
ve Osmanlı Saltanatı’nın büyüklüğünün devamına sonsuza
kadar hizmet eder durur.”
Âkif’in kültür dünyasının
genişliğini, edebiyat ufkunun enginliğini de bu yazılarda yakından öğrenme imkânı
buluyoruz. Yararlandığı, sevdiği kalemleri birinci ağızdan
öğreniyoruz. Sadî’yi, İbn-i
Farız’ı, Feyzî-i Hindî’yi, Fuzulî’yi,
Lamartin’i, Doğu ve Batı’nın bu
birbirinden farklı sanatçılarını
aynı ölçüde sevdiğini söyleyen, onlardan mısralar aktaran
Âkif, Sadî’ye dair bir yazısına
A. Dumas Fils’le başlayabiliyor,
Lamartine’in
Graziella’sıyla
Fuzulî’nin Leyla ile Mecnun’unu
aynı potanın içinde eritebiliyor.
Servet-i Fünûn’un edebiyat
soruşturmasına verdiği cevapta8 “Eslaftan Fuzulî’yi, müteahhirinden (Namık) Kemal’i, Ziya
(Paşa)’yı; hayatta olanlardan
(Abdülhak) Hamid’i pek sever,
pek takdir ederim” diyen Âkif,
bu isimlerden yaptığı alıntılarla
görüşünü teyid etmektedir.
Bu yazıların önemli bir özelliği de, zannımca, Âkif’in edebiyat ve dil anlayışına derli toplu
bir bakış zemini hazırlamasıdır. “Edebiyat” ve “İntikad”
yazıları, “Edebiyat Bahisleri”
üst başlığıyla yazılmış teorik
yazılar, diğer yazılara dağılmış
edebiyata dair tesbit, tenkit ve
görüşler edebiyatçı Âkif’i daha
iyi tanımamıza yardımcı oluyor.
Anlıyoruz ki içinde bulunulan
sosyal şartlara uygun bir edebiyattan yanadır. Fakr ü zaruret
içinde olan bir toplum için, süs
ve çerez mahiyetinde bir edebiyat yapmayı uygun görmez.
Aç, çıplak bir millet için yapılacak edebiyat, libas, gıda vazifesi
görmelidir. Bu bakımdan sanatı
sanat için yapmayı bir lüks olarak görmektedir. “Edebiyatın
Kültür - Sanat
milleti” olduğuna inanır. Onun
için, “hiçbir milletin edebiyatını
kendimize mal etmek istemeyiz” der. Başka edebiyatlardan
ancak estetik değerler açısından yararlanılabilir. Kaba saba
da olsa yerli bir edebiyattan
yanadır. “Sözüm odun gibi
olsun, hakikat olsun tek” mısraı bir ilke olarak benimseniyor. Seçkinlerden ziyade halka
söyleyecek eserler verilmelidir.
Bunca yıl havâs için yazmak iyi
sonuçlar doğurmamıştır: “Altı
yüz bu kadar seneden beri
havâssı düşüne düşüne avam
olmuş gitmişiz.” Sade yazmalı,
dilin şivesi korunmalıdır.
Başka bir yazısında toplumumuzun gözünü açacak, hissiyatını yükseltecek, hamiyetini galeyana getirecek, ahlakını süsleyecek, kısaca bize her
manasıyla edep dersi verecek
bir edebiyata muhtaç olduğumuzu söyler.
Zamanında Arap edebiyatından gerektiği gibi yararlanmadığımız; İran’ın da Senaî, Sadî
gibi bilge şairlerini örnek alacağımıza Enverî’nin yalanlarına
iltifat ettiğimiz için yanlış yola
girdiğimiz görüşündedir. Batı’yı
da aynı şekilde takip etmekten,
bir iki güzide edebiyatçımızın
eserleri istisna edilirse, Batı’dan
edebiyat adına aldığımız şeylerin, işimize yarayacak mahiyette
olmadığından yakınmaktadır.
Özlü, yoğun anlatımın edebî
eseri güzelleştirdiği görüşündedir Âkif. Hayranı olduğu Sadî’nin sanatının sırrının
yoğunlukta, az sözle çok şey
söylemede olduğunu düşünür.
A. Dumas’yı, “Ben her şeyin az
şeyle olduğuna kani olanlardanım” dediği için sever.
Sonuç:
Mehmed Âkif’in, bir ömür
boyunca emek verdiği nazımlarıyla anılması tabiîdir. Ancak
onun nâsirliğini de göz ardı
etmemelidir.
En yakın dostları bile onun
bu yanını ihmal etmişlerdir.
Hasan Basri Çantay, Âkif’in
çeviri ve şiirlerinde gösterdiği
başarıyı makalelerinde gösteremediği kanaatindedir.9 Bunun
sebepleri olarak da şiirle fazla
iştigal etmesini, ilmî ve faydalı
konulara daha çok önem vermesini ve edebî mensureler
yazmak ihtiyacından kendini
azade görmesini göstermektedir. Çantay’ın bir hakikat gibi
göstermeye çalıştığı bu durum,
aslında onun nesir anlayışından
kaynaklanmaktadır. Anlıyoruz
ki Çantay’ın nesir anlayışı, sosyal
mevzulardan uzak sanatlı nesirdir. O, Âkif’ten Halit Ziyaların,
Hüseyin Cahitlerin nesrini beklemektedir ki bu, Âkif’in yukarıda değindiğimiz edebiyat anlayışına aykırıdır.
Âkif nazmında olduğu gibi
nesrinde de bilinçli bir tercih
yapmıştır. Yoksa edebîliği ön
planda tutan metinler yazma
bilgi ve kabiliyetinden mahrum değildir. Safahat’ın yedinci
kitabındaki (Gölgeler) şiirlerle
ilk altı kitaptakiler karşılaştırıldığında Âkif’in bu tercihinin
daha iyi anlaşılacağını sanıyorum. Âkif, bir edebiyatçı kimliğini, sorumlu mümin ve aydın
kimliğine feda eder bir bakıma.
Nesirlerinde de bunu yapmaktadır.
Bir cemiyet adamı olarak
nesirlerinde de uyarıcıdır. Necip
Fazıl’dan ilhamla söylersek: kollarını makas gibi açarak, “durun
kalabalıklar, bu cadde çıkmaz
sokak!” diye haykırmaktadır.
Âlem-i İslâm’ın başına gelen
musibetler, tefrikanın koskocaman İmparatorluğu getirdiği
nokta, miskinliğin, kaderi yanlış
yorumlamanın, “cihan didinirken, uğraşırken, namütenahi
terakkiyat, namütenahi inkılaplar geçirirken uzaktan bir seyirci sıfatıyla bakmaklığımızın”
doğurduğu kahredici tablo, işte
bütün bu durumlardan kurtulmak için İslam kardeşliğini, vahdeti temin ederek topluca çalışmanın önemini ısrarla anlatmanın derdindedir Âkif. Nesri de
bu amaca matuftur.
Onun bu nesri, başta belirttiğimiz gibi Âkif’i, onun devrini, çevresini, eserini daha iyi
anlamamızı
sağlamaktadır.
Safahat’ın birçok ham malzemesini bize sunmaktadır. Bu
malzemeler Âkif’in fikrine, edebiyata ve dile bakışına ışık tutmaktadır. Cemiyete onun geniş
ufkundan bakmamıza zemin
hazırlamaktadır. Sahih bir Âkif
portresi için malzeme ihtiva
etmektedir.
1 Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, Diriliş
Yayınları, 2. basım, İstanbul 1974.
2 İsmail Hakkı Şengüler, Mehmed Âkif
Külliyatı, C. 6-7-8, Hikmet Neşriyat,
İstanbul 1992.
3 Karakoç, a.g.e., s. 20.
4 Şengüler, a.g.e., C. 9.
5 Sebilü’r-Reşad, 24 Şubat 1327-19
Rebiülevvel 1330, C. 8-1, aded: 183-1.
6 Şengüler, a.g.e., C. 9.
7 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran
Abdülkadiroğlu,
Mehmed
Âkif
Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı
Yayınları, İstanbul 1990.
8 Servet-i Fünun, C. 54, nr. 1429, s. 360,
2 Teşrin-i Sani 1335 / 2 Ekim 1919. /
Şengüler a.g.e. C. 5.
9 Hasan
Basri
Çantay,
Âkifnâme,
İstanbul 1966.
NİSAN ‘09 UMRAN
67
Kültür - Sanat
TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK VE
SIRAT-I MUSTAKİM
M. SUAT MERTOĞLU İLE RÖPORTAJ
Sırat-ı Mustakim, Cumhuriyet’in mayalanma evresi olarakda nitelendirilen II.
Meşrutiyet döneminin hararetli fikri tartışma ve arayışlarının ürünü. Mecmua aynı
zamanda Türkiye’de İslamcı tezlerin en güçlü şekilde dillendirildiği, bu itibarla ilgili
tartışmalara günümüze kadar kaynaklık etmeyi başarabilmiş yayın organlarının başında geliyor.
Klasik Yayınları, Sırat-ı Mustakim Mecmuası kitabı ile Osmanlı son dönem entelektüel birikimini yansıtan devasa hazineyi günümüze taşımayı, geçmişle atılan köprüleri
yeniden kurma yolunda bir adım olmayı hedefliyor.
Bu çalışma mecmua yazılarının sadece künyeleri ile yetinmemesi, yazı içeriklerine
getirdiği açıklamalar, makale, yazar, kavram, özel adlar, ayet ve hadis dizinlerinin yanı
sıra dikkatlerden uzak kalmış mecmua kapaklarını değerlendirmesiyle yetkin bir başvuru kaynağı. Sırat-ı Mustakim Mecmuası’nı M. Suat Mertoğlu ile konuştuk.
Öncelikle şunu sormak istiyorum: Sırat-ı Müstakim Açıklamalı Fihrist ve Dizin çalışması
nasıl oluştu?
M. Suat Mertoğlu—Doktora
tezimde modern tefsir bağlamında Sırat-ı Müstakim ve devamı mahiyetindeki Sebilürreşad
dergisini çalışmaya karar vermiştim. Tez sürecinde muhtevasının zenginliğine rağmen bu
derginin hak ettiği ilgiyi görmediğini fark ettim. Cumhuriyet
döneminde bazı aydın ve araştırmacıların bu dergi üzerine
incelemeler yapmalarına, çeşitli
yazılarını latinize ederek yayınlamalarına ve ideolojik tartışmalarda kendisine atıfta bulunmalarına rağmen bu durum günümüze kadar fazla değişmedi.
Zira bu çalışmalar bütünlükten,
mecmuanın tam bir fotoğra-
68
UMRAN NİSAN ’09
fını vermekten uzaktı. Herkes
kendisiyle ilgili gördüğü birkaç
yazıyı ele alıyor ve kestirmeden
bir sonuca varmaya çalışıyordu.
O yazıların öncesi ve sonrasında
neler vardı, mecmuada konuyla
ilgili başka yazılar var mı idi,
pek merak edilmiyordu. Ayrıca
merak edilse bile 25 ciltlik bu
devasa külliyatı kuşatmak uzun
yılları gerektiriyordu. Elverişli
fihrist ve indekslerin olmayışı
da cabasıydı. Mevcut fihristler
yazı başlıklarını sıralamaktan
öte gitmiyordu. Oysa mecmuada başlıksız yazılar olduğu gibi,
birçoğunun başlığı muhtevasını
tam olarak yansıtmıyordu.
Mecmua yazıları hakkında
bütünlüğü sağlamanın ve tam
bir fotoğraf sunmanın yolu mecmuayı baştan sona taramaktan,
yazıların tam künyelerini tespit
etmekten, mecmuadaki yazıların azımsanmayacak eksik bil-
gilerini ikmal etmekten, yanlış bilgileri tashih etmekten ve
bütün bunları yaparken yazıları
dönemin konteksi içine yerleştirmekten geçiyordu ki bu
da hakikaten zor bir işti. Ben
zaten doktora tezim için bu
zorluklara göğüs gerdiğimden
ve gerekli alt yapıyı oluşturduğumdan tezimi teslim ettikten
sonra omuzlarımda bir vazife
olarak gördüğüm bu zahmetli
işe girişmeye karar verdim.
Sanırım Sırat-ı Müstakim
üzerine Sırat-ı Müstakim ve
Sebilürreşad
Mecmuaları
Fihristi adlı bir çalışma yapılmıştı. Çalışmanız bu çalışmadan hangi noktalarda farklılık
taşıyor?
Yukarıda da sözünü ettiğim
gibi bu ve benzer çalışmalar
sadece mecmuadaki yazıları
makale başlığı ve yazarlarına
Kültür - Sanat
göre alfabetik olarak sıralıyor.
Makale başlıkları çoğu zaman
muhtevayı tam olarak yansıtmadığından bu tür fihristler
belli bir konuyu araştıranlar için
yanıltıcı oluyor. Ayrıca sözünü ettiğiniz çalışma bir başlığı olmayan kimi yazıları başka
yazıların devamı olarak kabul
etmesi, yazıları yazarlarından
başka kimselere ait göstermesi, mecmuadaki eksik ve yanlış
bilgileri olduğu gibi bırakması
ve çeşitli okuma hataları gibi
eksikliklere sahipti. Biz baş
tarafta yazıları mecmuadaki
tertibine uygun sıralama ile
verdiğimizden yazıların akışını,
birbiriyle ilişkisini daha kuşatıcı
olarak gösterdik. Köşeli parantez içinde mecmuadaki yanlış bilgileri düzeltmeye, eksik
bilgileri ikmal etmeye çalıştık.
Verdiğimiz kısa özetlerle hem
yazının neden söz ettiğine işaret ettik, hem de yazının arka
planı, yazarın kimliği, tercüme
ise nereden tercüme edildiği,
kitaplaşıp kitaplaşmadığı gibi
biyo-bibliyografik bilgiler verdik. Bu kısımda ayrıca bugüne kadar kullanılmayan mecmua kapaklarındaki önemli
bazı bilgileri de notlar başlığı
altında ayrıca değerlendirdik.
Dizin kısmında ise makale ve
yazar dizinlerinin yanı sıra mevcut çalışmalarda bulunmayan
özel ad, kavram, ayet ve hadis
dizinlerine yer verdik ve daha
hususi sondajların yapılmasını
mümkün hale getirdik. Böylece
önceki çalışmalardan farklı olarak Sırat-ı Müstakim külliyatından daha sağlıklı ve detaylı
istifade edilmesi mümkün hale
gelmiş oldu.
Peki şimdi Sırat-ı
Müstakim’in
yayın
hayatına
başladığı
ortamdan başlayarak
dergi üzerine konuşalım. Dergi nasıl bir
ortamda ve kimler
tarafından yayınlanıyor?
Derginin siyasi ve
fikri duruşunu nasıl
tasvir edersiniz?
Sırat-ı Müstakim
Osmanlı
devletinde bir rejim değişikliğini ifade eden 23
Temmuz 1908’de II.
Meşrutiyet’in ilanından bir gün sonra
kurulmuş ve kısa sürede yayına başlamış bir dergidir. Kuruluşu II. Abdülhamid’in
basın hayatını sıkı bir kontrol
altında tutan 33 yıllık yönetiminden sonra devlet ve toplum
hayatının geleceği konusunda
farklı fikirlerin ortaya atılmasına neden olan ve çoğu kısa
ömürlü olan yayın patlamasına
denk gelmiş, ancak kısa sürede
kendine mahsus bir yer edinmeyi başarmıştır. II. Meşrutiyet
dönemi Cumhuriyet’in mayalanma evresi olarak kabul edilir.
Çok kısa süren bu dönem, sonradan Cumhuriyet döneminde
uygulanacak olan politikalar
üzerinde yoğun tartışmaların
olduğu, devlet ve toplum hayatının şekillenmesinde belirleyici
olan bir dönemdir.
Sırat-ı Müstakim’in yazar
kadrosu,daha
Abdülhamid
döneminde bazı sohbet meclislerinde memleketin geleceği
konusundaki endişe ve düşüncelerini paylaşan ya da belli
siyasi, fikri, edebi müşterekleri
olan münevverler ve ilmiye sınıfı mensuplarıdır. Derginin yazı
kadrosunun şekillenmesinde
başyazar olan Mehmed Âkif’in
ilişkileri belirleyici olmuştur.
Dergide sürekli yazan isimlerin
önemli bir kısmı Âkif’in dostu
ya da talebesidir. Derginin iki
sahibi Eşref Edib ve Mardinizâde
Ebülûlâ, Babanzade Ahmed
Naim, Manastırlı İsmail Hakkı,
Bereketzade İsmail Hakkı, Ferid
(Kam), Halim Sabit, Tahirü’lMevlevî, Abdürreşid İbrahim,
Musa Kazım, Mehmed Fahreddin,
Şemseddin
(Günaltay),
Şerefeddin (Yaltkaya) bunlardan bazılarıdır.
Siyasi
açıdan
dergi
Abdülhamid
yönetimine
muhalif, İttihad ve Terakki
Cemiyeti’ne yakın, istibdad
yönetimine karşı meşvereti,
meclisi, yani parlamenter rejimi önceleyen, Osmanlı ve İslam
birliğini savunan bir çizgidedir.
Fikri açıdan ise en genel
anlamıyla İslam modernizminin
NİSAN ‘09 UMRAN
69
Kültür - Sanat
savunucusudur. Yani modern
dönemde İslam dünyasının
sorunları konusunda hassasiyetleri olan, bu sorunların çözümü
için İslamî kimliğinden vazgeçmek istemeyen, ancak İslam’ın
yeni yorumlarına, bu arada
modern, yani Batı medeniyetine ait bazı unsurlara da açık
olan, dolayısıyla modernist bir
çizgidedir.
Derginin düşünce tarihi
bakımından önemi nedir?
—Sırat-ı
Müstakim/
Sebilürreşad külliyatı Tanzimat
sonrası teşekkül eden modern
Türk ve İslam düşünce birikimini yansıtması açısından vazgeçilemeyecek kaynaklardan birini
oluşturuyor. Yerli düşünürler
kadar İslam dünyasının önemli
simalarından yapılan tercümelerle modern İslam düşüncesinin
bazı temel metinlerini aktarması hususu da oldukça önemli.
Bu tercümeler Türkiye’de 60’lı
yıllardan itibaren Mısır ve Hint
altkıtasından yapılan çevirilerle mukayese edilince çok daha
başarılı ve kalitelidir. İslam
modernizminin Osmanlı bağlamında en güçlü seslerinden
birini oluşturan bu dergi, İslam
dünyasının bugün de devam
eden modern sorunlarla yüzleşilmesi noktasında “entelektüel
hafıza” diyebileceğimiz önemli
bir birikim sunuyor. Geleneği ve
birikimi olmayan bir düşünceden söz edilemeyeceğine göre
bu külliyatın bizim için güncelliği ve önemi aynı şekilde devam
etmektedir.
Derginin İslam algısını değerlendirirken genel olarak İsmail
Kara’nın İslamcılık noktasındaki
70
UMRAN NİSAN ’09
yaklaşımlarını esas alıyorsunuz.
İslam’ı modern değerlerle eklektik tarzda uzlaştırma olarak
özetlenebilecek bu tutum indirgemeci bir yaklaşım değil mi?
—İslam’ı, kimi modern değerlerle uzlaştırma çabası, İslam
modernizminin temel karakteristiğini ve en genel müşterekini
oluşturur. Bu tespit söz konusu
akım içinde yer alan düşünürlerin her anlamda homojenliğe
sahip olduğu anlamına gelmez.
Ancak ana damar, temel endişe
ve yaklaşım budur. Aynı akım
içinde bazı şahsiyetler arasında
uyumsuzluk olduğu düşüncesi,
belki vurgu ve mizaç farklılıklarından, gündelik yaşama ve ilişki biçimlerine dair hususiyetlerden ve sonraki dönemde edinilen pozisyonlardan kaynaklanmaktadır. İslam modernizminin
temel karakterini bu şekilde tespit etmek erken dönemde başlamıştır. Daha Sırat-ı Müstakim/
Sebilürreşad’ın henüz yayınladığı dönemde benzer tespiti
yapan çeşitli kimseler vardır.
Örnek olarak, 1913’te Upsala
Üniversitesi’ndeki ders notları 1920’de yayınlanan (Die
Richtungen der islamischen
Koranauslegung, İslam Tefsir
Ekolleri adı altında Türkçe’ye
çevirildi) Ignaz Goldziher’i verebilirim. Goldziher kitabının son
bölümünde Hindistan ve Mısır
bağlamında İslam modernizminin tefsir anlayışını anlatırken
bu akım mensuplarının İslam’la
modern değerleri uzlaştırma
çabalarından söz eder. Yine aynı
dönemden bir başka isim olarak
Ahmed Muhiddin’i söyleyebilirim. Darülfünûn’dan Mehmed
Âkif’in ve Ziya Gökalp’in öğrencisi olan Ahmed Muhiddin
1921’de Almanya’da doktora tezi olarak sunduğu Die
Kulturbewegung im modernen
Türkentum adlı çalışmasında
(tarafımızdan Modern Türklükte
Kültür Hareketi adıyla Türkçe’ye
çevrilmiştir, İst. Küre Yay. 2004)
“Reformasyon” adını verdiği
İslamcı akımın (özellikle Sırat-ı
Müstakim/Sebilürreşad ekibini kasteder) telifçi özelliğinden (Batı medeniyetinden bazı
unsurların alınması) söz eder.
İslam modernizmi mensuplarının modern pozitif bilim ve
düşünceden, ilerleme (terakki)
fikrinden, bazı modern siyasal
kavram ve kurumlardan etkilendiği, özellikle maddi/iktisadi
kalkınma için Batı’ya müracaat
konusunda hemfikir oldukları
açıktır.
Peki Sırat-ı Müstakim’de
yayımlanan tercüme yazıların büyük çoğunluğunun Mısır
kaynaklı oluşu nasıl açıklanabilir?
Mehmed Âkif’in Afgani ve
Abduh hakkında yazdığı iki
hususi yazıdan söz ediyorsunuz.
Bu çerçevede Mehmed Âkif’in
fikriyatına odaklanan kitaplarda -örneğin Sezai Karakoç’un
Mehmed Âkif kitabında- Âkif’in
bu düşünürlerden etkilenişine
dair yargıların abartılı olduğu
yönündeki yaklaşımları nasıl
değerlendirirsiniz?
—İslam dünyasında ilmi ve
fikri geleneği güçlü olan Mısır,
1798’de Fransız işgali ve 1882
yılından itibaren İngiliz işgali altına girmek suretiyle Batı
medeniyeti ile doğrudan temas
kuran ve modern dönemde yeni
fikirlerin serbestçe ifade edildiği, entelektüel açıdan oldukça
Kültür - Sanat
hareketli bir coğrafyadır. Buna
mukabil İstanbul, 19. yüzyılın
sonu ve 20. yüzyılın başlarında
hem Abdülhamid’in sıkı idaresi hem de hilafet merkezindeki entelektüellerin daha dikkatli ve ihtiyatlı hareket etme
güdüsüyle fikri açıdan Mısır
kadar hareketli olamamıştır.
Bu nedenle Sırat-ı Müstakim’de
yayınlanan tercümelerin Mısır
ağırlıklı olması anlaşılabilir bir
husustur.
Düşünce tarihinde düşüncelerin, etkilenme ve etkileşimlerin izini sürmek ciddi bir
sorundur. Elinizdeki veriler bu
konuda bazı ipuçları sunsa bile
çok açık veriler olmadıkça incelenen döneme ait birçok bilinmeyen, aydınlatılamayan unsur
bulunduğundan düşüncelerin adresini tam olarak tespit
etmek oldukça zordur. Eldeki
verilerden hareketle Mehmed
Âkif ve diğer dergi yazarlarının
Mısır’dan bir ölçüde etkilendikleri açık olmakla birlikte bu kimselerin elverişli gördükleri bir
kaynaktan istifade etme yoluna gittiklerini söylemek daha
doğru olur. Mısır’da dile getirilen fikirler kısmen 1865’lerden
itibaren Yeni Osmanlılar ve
bazı Jöntürkler tarafından
İstanbul’da ve Avrupa’daki
yayınlarda zaten dile getiriliyordu. İslam’ın yeniden yorumlanması, siyasi ve ictimai bazı
ıslahatların gerçekleştirilmesi
yolundaki düşünceler bu açıdan Sırat-ı Müstakim ekibinin
yabancısı olmadığı düşüncelerdir. Ancak Mısır yukarıda işaret
ettiğim hususiyetleri nedeniyle
bu konudaki düşüncelerin daha
serbest şekilde ifade edildiği ve
birçok ürünün ortaya konduğu
M. Suat Mertoğlu
bir yer olması nedeniyle bir zenginliğe sahipti ve bu nedenle
yeni çıkarılan bir dergi için hazır
malzeme sunuyordu. Mehmed
Âkif ve diğer dergi yazarlarının
yaptığı Osmanlı bağlamında bu
malzemeden uygun gördüklerini seçerek almaktı, yoksa o
malzemeyi olduğu gibi aktarmak değil. Bu nedenle derginin
bu seçiciliğini ve siyasetini görmeksizin onu, hakkında doğru
dürüst hiçbir bilgisi olmadığı
Menar’ın İstanbul’daki nüshası
olarak gösteren Niyazi Berkes
gibi isimlerin yaklaşımını yüzeysel buluyorum. Reşid Rıza’nın
İstanbul’daki
gelişmeleri
Menar’da nasıl yakından takip
ettiğini ve Musa Kazım’ın Sırat-ı
Müstakim’de çıkan kelam ilminin yenilenmesi, medreseleri
ıslahı ve farklı Müslüman mezhep mensuplarının birbirine
yaklaştırılması yazısı gibi bazı
makaleleri tercüme ederek sita-
NİSAN ‘09 UMRAN
71
Kültür - Sanat
Eldeki verilerden hareketle
Mehmed Âkif ve diğer dergi yazarlarının Mısır’dan bir ölçüde etkilendikleri
açık olmakla birlikte bu kimselerin elverişli gördükleri bir kaynaktan istifade
etme yoluna gittiklerini söylemek
daha doğru olur.
yişle yayınladığını bildiğimden,
tek taraflı ve abartılı bir etkiden
söz etmenin isabetli olmadığını
söyleyebilirim.
Peki, bu tür çoğulluğu içinde
Sırat-ı Müstakim’de yayınlanan
yazıların konularını kategorilere ayırdığımızda hangi başlıklar
öne çıkar?
—Derginin temel meselesi
Osmanlı Devleti’nin, onun parçası olduğu İslam dünyasının ve
müslümanların modern dönemdeki önemli problemlerine dikkat çekmek ve bu problemlerin çözümüne katkıda bulunmaktır. Bu bağlamda en temel
sorun, müslümanların batılı
devletlerin saldırıları karşısında
siyasi hakimiyetini kaybetmesi ve bununla bağlantılı olarak
İslam dünyasının askeri, siyasi,
iktisadi ve ictimai olarak geri
kalmış olmasıdır.
Tüm bu olumsuzlukların
altında yatan neden, müslümanların tarihi süreç içinde dinlerini yanlış anlamaları, inanç
ve ahlak esaslarında sapmalar
olması, çeşitli bidat ve hurafelerin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle temel kaynaklar ve, İslam’ın
doğru şekilde anlaşıldığı ve
uygulandığı asr-ı saadet dönemi esas alınmalıdır. Dolayısıyla
72
UMRAN NİSAN ’09
İslam’ın yeniden yorumlanmasına yönelik yazılar dergide
önemli yer tutar. Temel kaynaklar olarak Kur’an ve hadislerden, o günün ihtiyaçlarına
cevap verileceği düşünülerek
seçilen unsurları modern tarzda
yorumlayan yazılara yer verilir.
Bidat, hurafe ve taklid eleştirisi
yapılırken ictihad kapısının açık
oluşu vurgulanır. Yanlış kader
ve tevekkül anlayışının neden
olduğu tembelliğe (atalet) karşı
aktivist bir ahlak görüşü temellendirilmeye,
müslümanlar
çalışıp kazanmaya (sa’y, kesb,
ticaret), düşmanları için hazırlık
yapmaya (i’dâd-ı kuvvet) teşvik
edilir. Trablusgarb ve Balkan
Savaşları sırasında cihad mevzusu da ağırlıklı konulardan
biri haline gelir. Bu çerçevede
Mehmed Fahreddin’in Osmanlı
ordusunun ve donanmasının
son derece güçsüz olduğu o
günlerde mali ibadetlerin düşeceği ve i’dâd-ı kuvvetin acil
bir farz hükmünü almasından
dolayı Müslümanların zekat ve
fitrelerini orduya vermelerinin
dinî gereklilik olduğu yolundaki yazıları ilginçtir.
Meşvereti esas alan, emanette liyakat arayan esaslar
ihmal edildiği ve istibdadı esas
alan keyfi yönetime geçildi-
ğinden Müslümanların zayıf
düştüğü savunulur. Derginin
Abdülhamid yönetiminin temsil
ettiği istibdad idaresine yönelik
eleştirileri ve meşrutiyet rejimi
taraftarlığı böyle bir arka plana
sahiptir. Bilhassa Manastırlı
İsmail Hakkı’nın Ayasofya’da
verdiği ve dergide “Mevâiz”
başlığı altında yayınlanan siyasi
muhtevalı vaazları, eski yönetim kötülenmesi ve yeni yönetimin, bu yönetimin temsilcisi
İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin
meşruiyetinin
sağlanması,
İslam’a uygunluğunun temellendirilmesi noktasında önemli
fonksiyon üstlenir. Özellikle ilk
zamanlarda Meclis’te gayrimüslimlerin bulunmasına, Kanun-i
Esasî önünde Müslümanlarla
gayrimüslimlerin eşit tutulmasına (müsavat) yönelik eleştiriler
bertaraf edilmeye çalışılır. Bir
yandan Müslümanı gayrimüslimiyle Osmanlı birliği (ittihad-ı
Osmanî), diğer yandan Osmanlı
ve dünya Müslümanlarının birliği (vahdet, ittihad-ı İslam), kardeşliği (uhuvvet), dayanışması,
Sünnîsi ve Şiîsiyle birbirine yaklaşması (tevhid-i mezâhib) vurgulanır, tefrikaya dikkat çekilir.
Geri kalmışlığın (inhitat,
tedennî) nedeni olarak düşünülen cehaletin giderilmesini amaçlayan eğitim (terbiye,
maarif) yazıları da önemli bir
yere sahiptir. Modern bilimlerin
(fen, fünûn) elde edilmesinin,
mektep ve medreselerin ıslah
edilmesinin, eğitimin yaygınlaştırılması için dilin sadeleştirilmesinin önemi vurgulanır.
Bu bağlamda kadın meselesi
de önemli konulardan biridir.
Toplumun kalkınmasında kadının ihmal edilmemesi, temel
Kültür - Sanat
eğitimini alması gerektiği vurgulanır. Ancak diğer taraftan da batıcıların (Abdullah
Cevdet’in çıkardığı İçtihad
dergisi çevresinin) özellikle
kadın bağlamında savunduğu
hürriyet ve ahlak anlayışının
mahzurları dile getirilir. Keza
Abdullah Cevdet’in Dozy’den
çevirdiği Tarih-i İslamiyet tarzında İslam’a yönelik saldırılara cevap veren, misyonerlerin
Osmanlı ve İslam dünyasındaki
faaliyetlerini konu edinen yazılar da belli ağırlığa sahiptir.
Derginin hem İslam dünyasına hem de Türk dünyasına özel bir ilgisinin olduğunu
ifade ediyorsunuz…
—Bu durum hem derginin
genel yayın politikası olarak
İslam dünyasının bir parçası olan
Türk dünyasını yakından takip
etmesinin ve hem de Halim
Sabit, Abdürreşid İbrahim,
Ahmed Taceddin, Akçuraoğlu
Yusuf, Ahmed Agayef gibi Türk
dünyasından gelmiş isimlerin
dergide yazılar kaleme almasının kaçınılmaz sonucudur.
Dergide sürdürülen ılımlı bir
Türkçülük’ten dolayı yayınlandığı dönemde dergiyi çıkaranların “Türkçü İslamcılar” olarak
nitelendirildikleri ifade ediliyor.
Bu nitelemeyi doğru buluyor
musunuz?
-Bu nitelemeyi yapanlar
daha sonra Türkçülük hareketi içinde önemli roller üstlenecek bazı isimlerin (Akçuraoğlu
Yusuf, Ahmed Agayef, kısmen
Halim Sabit ve Şemseddin
Günaltay) Sırat-ı Müstakim’in
yazı kadrosu içinde bulunmasını, 1908’de Türk dilini ve halk-
larını araştırmak amacıyla kurulan Türk Derneği’nin naşir-i
efkârı olarak Sırat-ı Müstakim’i
kabul etmesini ve dergide Türk
dünyasına yönelik yazıların
önemli bir miktara ulaşmasını esas alıyor. Kanaatimce bu
hususlar dergiye “Türkçü” nitelendirmesi yapmak için yeterli
olamaz. Dergi yönetimi İslam
birliğinden yanadır ve Türk
dünyasına ilgisi İslam aleminin
bir parçası olması hasebiyledir,
yoksa ideolojik olarak Türkçü
bir yayın politikası izlemesi
söz konusu değildir. Derginin
yayınlandığı dönemde zaten
Türkçülük hareketi de kültürel
çalışmalarla meşguldür, siyasi
olarak bir akım haline gelmesi
esas olarak Balkan Harbi’nden
(1912) sonradır. Böyle bir ayrışma gerçekleşince yazarlardan
Türkçülük tarafı ağır basan
isimler ayrılarak Türk Yurdu,
İslam Mecmuası gibi dergileri çıkarmaya başlamışlardır. Bu
tarihten sonra Türkçülerle en
sert tartışmayı Sebilürreşad sürdürmüş, Mehmed Âkif şiirlerinde, Babanzade Ahmed Naim
“İslam’da Dava-yı Kavmiyet”
adlı
uzun
makalesinde
Türkçülüğü ağır şekilde eleştirmiş, İzmirli İsmail Hakkı İslam
Mecmuası’nda “ictimaî usûl-i
fıkıh” başlığı altında sekülerleşmeye yol açacak milliyetçi
din yorumlarına ilmi cevaplar
vermiştir.
Peki dergi ilgi görüyor mu?
-Hiç şüphesiz. Dergi gerek
içerde gerekse İslam aleminin
ve dünyanın diğer bölgelerinde yakından takip ediliyordu.
Bunu derginin çeşitli yerlerdeki
muhabirlerinin faaliyetlerinden
ve Japonya’dan Trablusgarb’a,
Yemen’den Balkanlara dergiye
ulaşan okuyucu mektuplarından takip etmek mümkündür.
Sırat-ı
Müstakim
ve
Sebilürreşad dergileri arasında temel noktalarda farklılıklar
var mı?
-Siyasi gelişmelere ve konjonktüre bağlı olarak Türkçü
ve İslamcı safların ayrışması gerçekleştikten sonra
Sebilürreşad’ın İslamcı vurgusu
daha açık olarak ortaya çıkmıştır. Sırat-ı Müstakim döneminde fikri tartışmalar daha ziyade Abdullah Cevdet’in İctihad
dergisi ekseninde batıcı akıma
yönelikken, Sebilürreşad’da
Türkçülüğe yönelik polemikler
de söz konusu olmuştur. Ayrıca
Sırat-ı Müstakim’de İttihad ve
Terakki’ye yakın durulurken
Sebilürreşad döneminde süreç
içinde bu Cemiyet’e daha mesafeli durulmaya başlanmış, bu
nedenle zaman zaman yayını durdurulmuş ya da sansüre
uğramıştır.
Mecmuanın
1912–
1925
dönemini
kapsayan
Sebilürreşad kısmı için de
yürütmekte olduğunuz benzer
çalışma hangi aşamada?
—Doğrusunu
söylemek
gerekirse şu an içinde bulunduğum yoğunluk nedeniyle
oldukça yavaş gidiyor. Sabırlı
ve gayretli genç arkadaşların
yardımı olmaksızın benim bu
çalışmayı tamamlamam uzun
süre alabilir.
Söyleşi için teşekkür ederim.
NİSAN ‘09 UMRAN
73
Kültür - Sanat
DÜŞÜNCE DÜNYASINDA
SIRAT-I MÜSTAKİM
SORUŞTURMA
1) Din, felsefe, edebiyat, hukuk, ilim, siyaset, içtimaiyat ve Müslümanların ahvalinden bahseden haftalık bir dergi olarak 1908 yılında yayımlanmaya başlayan Sırat-ı Müstakim vurgulanan kavramlar ve dünya görüşü söz konusu olduğunda, derginin ideolojik çerçevesinin
temel özellikleri hakkında neler söylenebilir?
2) Derginin, İslâm dünyasının gerileme ve çöküş için de oluşu, birçok Müslüman ülkenin
Avrupa devletlerinin esareti altına girişi vb. noktalarda Avrupalıların oryantalist bakışlarını eleştirerek, “Kabahat İslâm’da değil Müslümanlardadır” yaklaşımı çerçevesinde
Müslümanların esaretten, geri durumdan kurtulmaları ve tekrar eski ileri ve yüksek itibarlı
duruma gelebilmeleri için, önce İslâm hakkındaki bilgi, anlayış ve bakış açılarını değiştirmeleri, tashih etmeleri gerektiği yönündeki düşünceleri, Müslümanların modern dünyayı
kavrama sürecine nasıl bir katkı yapmıştır? Dergide yayımlanan gerek çeviri gerek telif
yazılarda kaynaklara dönüşün yanında asrın ihtiyaçlarını karşılayacak ahkâmı çıkarabilme,
aktif bir insan ve ahlâk anlayışı üzerinde durulması ve bu anlayışın yerleşmesi sürecinde
yerleşik din tasavvurunu, halk Müslümanlığını engel olarak gören bir anlayışın benimsenmesi
Sırat-ı Müstakim dergisini İslam düşüncesi bakımından modernist, eklektik olarak nitelendirilmesini gerektirir mi? Niçin?
3) Kaynaklara dönüş konusunda dergide ortaya konulan görüşlerin İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde daha önce çeşitli kimseler tarafından dile getirilenlerle büyük ölçüde paralellikler
taşımasını nasıl açıklarsınız?
Dr. Ramazan YILDIRIM/ Yazar
hareketlerinin yanı sıra Arap
tarz-ı siyasetiydi. Aslında bugün-
1) Osmanlı devleti, 19. yüzyı-
dünyasında da birçok hareket,
den baktığımızda o üç tarz-ı
lın başlarında içeriden ve dışarı-
farklı taleplerle ortaya çıkıyordu.
siyasetin neşet ettiği kültürel
dan hızla kan kaybetmekteydi.
İşte böyle bir dönemde Osmanlı
ve dini ortamın aynı olduğunu
Yüzyıllarca farklı etnik ve dini
imparatorluğunu siyaseten kur-
görürüz. Genellikle İslamcılık
gruplarla bir imparatorluğun
tarabilecek veya en azından fazla
tarz-ı
gereği olarak varlığını sürdüren
dağılmadan mevcut durumunu
ulema ve münevver kesim, Sırat-ı
Osmanlı devleti, Batı dünyasında
sürdürebilecek siyasi projeler ileri
Müstakim dergisi çevresinde
ortaya çıkan ulusçuluk hareketle-
sürülüyordu. Yusuf Akçura’nın
bir araya gelerek düşüncelerini
rinin etki alanına girerek toprak
“üç tarz-ı siyaset” olarak orta-
ifade ediyorlardı. Söz konusu
ve güç kaybediyordu. Balkanlarda
ya koyduğu ve argümanlarını
dergi Mısır, Balkanlar, Kazan,
baş gösteren Osmanlı devletin-
tartışmaya açtığı bu üç kurtuluş
Hindistan, Arabistan ve Kuzey
den ayrılma ve bağımsızlaşma
reçetelerinden biri de İslamcılık
Afrika
74
UMRAN NİSAN ’09
siyasetini
gibi
benimseyen
Müslümanların
Kültür - Sanat
yoğunlukta yaşadıkları bölgelere kadar ulaşıyor ve onlara
emperyalizm karşısında dik
durmaları, Osmanlı devletini
destekleyerek varlıklarını sürdürmeleri için bir çağrı yapıyordu. Sırat-ı Müstakim kadrosuna
göre dünyanın dört bir tarafında yaşayan Müslümanların
kurtuluşu, İslamcılık tarz-ı siyasetinin hararetle savunulduğu
“hilafet”le mümkün olacaktı.
Elbette ki bu çağrının içinde,
dinin nasıl anlaşılmasıyla ilgili bazı temel düşünceler de
yer almaktaydı. Ayrıca “şûra”,
“meşveret” ve “hilafet” gibi
kavramların etrafında da yeni
bir siyasal dil keşfediliyordu.
Bu keşif yeni bir icat değil,
zaten İslam siyaset geleneğinde
mündemiç olanın yeniden gün
yüzüne çıkarılması şeklindeydi.
Yani mevcut durumun eleştirisi
ve çözüm önerisi din dili üzerinden ifade edilmeye çalışılıyordu.
2) Sıratı-ı Müstakim dergisinin bahsedilen konularda kullandığı dili ve ortaya koyduğu
tavrı eklektik ve modernist olarak değerlendirmek haksızlık
olur. Çünkü böylesine bir yaklaşım, İslam düşüncesinde yer
alan ve her biri kendi dönemlerinin sorunlarına bir çözüm
önerisi olan itikadi, fıkhi ve
tasavvufi yorumları görmemek
demektir. Eğer İslam dininin
sınırlı olan naslarıyla, zaman
ve mekânın değişimine bağlı
olarak ortaya çıkan sınırsız
sorunlara bir çözüm getirilemeyecekse din ile hayat arasındaki
bağı koparmış oluruz. Bu bağı
sürdürmenin yolu da ictihattır.
Zaman ve mekânın değişimine ayak uyduramayarak durağan bir boyut almış, tozlanarak
kabuk bağlamış ve nerdeyse
özünü kaybedecek bir hale gelmiş olan ana bünyeyi yeniden
ortaya çıkarmak, onu cilalamak ve parlatmak gerekiyordu. İşte Sırat-ı Müstakim kadrosu da bunu yapmak istiyordu.
Osmanlı tabiiyetinde yaşayan
Müslümanlardan sayıca daha
fazla Müslümanın gayrimüslim
iktidarların egemenliği altında
yaşadığı bir dönemde Sırat-ı
Müstakim kadrosu bir taraftan
siyaseti olması gereken mecraya doğru çekmeye çabalarken
bir taraftan da dinin aslından
uzaklaşmış yorumlarını tashih
etmek için çırpınıyorlardı. En
büyük çabaları, Müslümanlar
arasında yaygınlaşmış yanlış
kader ve tevekkül anlayışlarıyla
direk ya da dolaylı ilgisi bulunan
fikirleri eleştirmek ve bunların
yerine doğru olan, onları harekete geçiren düşünceleri seslendirmektir. Bu kadronun öncülerinden olan Mehmed Âkif’in
Safahat’ını bu gözle okuduğumuzda birçok şeyi rahatlıkla
görebiliriz. Tabi o dönem Batı
dünyasından tercüme edilerek olduğu gibi aktarılan katı
pozitivist fikirlere karşı dile
getirilen düşünceleri de kendi
bağlamı içinde değerlendirmek
zorundayız. İslam dünyasının
mevcut durumunun faturasını
dine kesen anlayışla sosyal ve
siyasal hayattaki olumsuzlukların dinden değil de yanlış dini
anlayışlardan kaynaklandığını
dile getiren bakış açısı arasında
büyük farklar vardır. İslam’ın
temel mesajı ile Müslümanların
pratik tecrübeleri aynı şey
değildir. Müslümanların hayatın tüm alanıyla ilgili pratikleri, İslam’dan anladıklarının
bir sonucudur. Bunun için de
Ramazan Yıldırım
Eğer İslam
dininin
sınırlı olan naslarıyla, zaman ve
mekânın değişimine bağlı olarak ortaya çıkan
sınırsız sorunlara
bir çözüm getirilemeyecekse din
ile hayat arasındaki bağı koparmış oluruz. Bu
bağı sürdürmenin yolu da
ictihattır.
NİSAN ‘09 UMRAN
75
Kültür - Sanat
zaman zaman bu pratikler eleştirilebilir. Bunları eleştirme ve
yerine alternatif yorumlar önerme çabaları, adına modernizm
denilen akım henüz yokken
de İslam düşüncesinde mündemiç olan bir hakikat olarak
geleneğin içinde zaten vardı.
3) Sırat-ı Müstakim dergisinin kadrosu, İslam dünyasının
değişik bölgelerinde yaşayan
ve yüreği Müslümanların birliği, beraberliği, ilerlemeleri,
içinde bulundukları olumsuzluktan kurtulmalarını sağlayacak bir mücadele aşkıyla dolu
olan âlim ve mütefekkirlerle
bir gönül bağı oluşturmuştu.
Düşünceleriyle hem onları etkiliyor hem de onların paralel
düşüncelerine sayfalarını açıyordu. Ümmet olmanın, bir vücudun organları olmanın ve birinin çektiği acıyı topyekûn hissetmenin gereği olarak bu etkileme ve etkilenme hususu çok
doğaldır. Düşünün İstanbul’dan
yayınlanan bir dergi Kahire’de,
Kudüs’te, Mekke’de Medine’de,
Şam’da, Bağdat’ta, Kazan’da,
Türkistan’da, Hindistan’da takip
ediliyor ve yeni sayısı heyecanla
bekleniyor. Düşünün, o günün
imkânları içinde hangi aşk, çaba
ve iman bunu gerçekleştiriyor.
Asıl üzerinde durulması gereken konu budur bence. İslam
dünyasının dört bir tarafındaki
insanlar sorunun teşhisinde bir
araya gelebiliyorsa tabiî ki bu
soruna getirilecek çözüm önerilerinde de paralel düşüncelere
sahip olacaklardır. İslam dünyası
büyük tarihi ve siyasi kırılmalar
yaşadığı dönemlerde buna benzer tepkileri elbette vermiştir.
Bu kadro da kendi dönemindeki
kültürel ve siyasal kırılmaya bir
76
UMRAN NİSAN ’09
tepki vermiş ve verilen tepkileri örgütlemeye çalışarak ortak
bir zemin oluşturmaya çalışmıştır. İşte Afgani’yi, Abduh’u,
Mehmed Âkif’i, Said Nursi’yi,
Musa Carullah’ı, Abdurreşid
İbrahim’i,
Şehy
Senusi’yi,
Abdülaziz Çaviş’i, Cemaleddin
Kasımi’yi, vb. birçok ilim ve fikir
adamını, fikir ve eylemleriyle
aynı zeminde buluşturan iman
da bu tepkinin bir sonucudur.
Çünkü bu tepki, Müslüman
kalarak ayakta durma mücadelesidir.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa GÜNDÜZ
Fırat Üniversitesi, Eğt. Fakültesi
1) Her şeyden önce, Sırat-ı
Müstakim bir dönemin ve bir
neslin farklı bir dünya tahayyülünün tercümanıdır. Bu dönem
ve nesil, son dönem Osmanlı
entelektüel/aydın ya da ulemâ
dünyasıdır. Sırat-ı Müstakim’i
hakkıyla anlayabilmek için öncelikle derin bir tarih birikimine ve
dinî ilimlere vukûfiyet gerekir.
(Elbette bu birikim ve vukufiyetin sınırları geniş ve belirsizdir
ancak, günümüz akademiasında konuya ilginin çok az olduğu
söylenebilir). Aksi halde burada
neden bahsedildiğini bile anlamak güç. Aynı zamanda dönemin bir dergisini anlayabilmek
için diğerlerine, hatta haleflerine de bakmak gerekiyor. Sırat-ı
Müstakim’in yanında İçtihad,
Kanun-ı Esasî, Türk, Tercüman,
Volkan, Beyanü’l- Hak vd. hatta
II. Abdülhamid dönemi basın
dünyasına bakılmalı ki büyük
fotoğraf görülebilsin.
Son zamanlara kadar Yeni
Osmanlılar, I. Meşrutiyet ve II.
Abdülhamid dönemine yönelik
yeterli ve yetkin araştırmaların
olmaması, son dönem Osmanlı
bilim, edebiyat ve felsefe tartışmalarına nüfuz edememenin önündeki en büyük engeldi. Bu engel hâlâ aşılmış değil.
Döneme yönelik araştırmaların
pek çoğu subjektif değerlendirme ve kalıp yargı üretmekten
öte gitmeyen, hatta bilimsel
bile sayılamayacak araştırmalardan ibaretti. Bu tür bir tarih
yazımı ve kültürel politika,
geçmişi kaotik bir alan haline
getirmiştir. Son 15-20 seneden
beri özellikle II. Abdülhamid ve
dönemi üzerine yapılan araştırmalar büyüleyici bir entelektüel dünyanın kapılarını
da aralamış görünüyor. Ancak
henüz bu dünyanın kapısının
eşiğinde olduğumuzun farkında olunması gerekiyor. Eğer II.
Abdülhamid döneminde basın
ve eğitim alanındaki yenilikler ve gelişmeler olmasaydı, II.
Meşrutiyet döneminde anarşik
boyutlara ulaşan basın inkişafından ve entelektüel ortamından bahsetmek biraz güç olacaktı. Dolayısıyla II. Meşrutiyet
basın ve entelektüel dünyasının
kuluçka dönemi, II. Abdülhamid
dönemi sayılır.
Aslında bu güne kadar siyaseten incelenen son dönem
Osmanlı basın dünyası, ideolojik, dinî, ilmî ve içtimâi taraflarıyla incelenmiş sayılmaz.
Umran’ın bu sayısına kadar
Sırat-ı Müstakim’in bir dosya ve
inceleme dosyası haline getirilmemiş olması da bunun bir göstergesidir. Sırat-ı Müstakim’in
devamı sayılan Sebilü’r-Reşad
üzerine çeşitli yazılar ve araştırmalara karşın Sırat-ı Müstakim
hep kenarda kalmış gibidir.
Ancak çok umut vaat edici ve
sevindirici gelişmeler de yok
değil. İsmail Kara’nın öncü ve
Kültür - Sanat
ufuk açıcı çalışmalarının yanında, Suat Mertoğlu’nun birkaç
ay önce yayımlanan Sırat-ı
Müstakim’in haritasını bütün
detaylarıyla çizdiği enfes eseri
bunu net olarak gösteriyor.
Sırat-ı Müstakim’e yönelik
ilginin azlık sebeplerinden biri,
adı geçen dergide üst düzey bir
düşüncenin yer alması ve entelektüel tartışmanın yapılmış
olmasıdır. Sırat-ı Müstakim’in
çıkmaya başladığı dönemi, geleneksel İslâm/Doğu toplumsal
bilimi fıkıh ile Batı dünyasının
toplumsal hayatını dizayn eden
‘sosyal bilimler’in final karşılaşmasının yapıldığı bir arena olarak görmek mümkün. Ortada
yeni toplumsal alanın nasıl inşa
edileceği, kimin ve hangi bilginin temel alınacağı noktasında büyük gerilimli bir tartışma
alanı söz konusu. Tartışmanın
tarafları, II. Mahmud’dan itibaren başlayan, batılı bilgilerle
ama aynı zamanda yerli eğitim de almış seküler zihniyetli ‘aydın’ ile geleneksel ulemâ
olarak temayüz etmektedir.
Sırat-ı Müstakim yazarları
burada ikinci kısmı oluşturur.
Dergide yayımlanan yazılardan
pek çoğunun potansiyel olarak
Abdullah Cevdet’in İçtihad’ına
cevap niteliği taşıması da bunun
göstergelerindendir. İlginçtir
ki bu rekabet 25 sene devam
etmiştir. Sonunda devlet eliyle bir taraf ikbale terfi ettirilmiş diğer taraf idbara mahkûm
edilmiştir.
Sırat-ı Müstakim’de yayımlanan yazılara bakıldığında derginin öncelikle siyasî özelliği göze
çarpar. Ama aynı zamanda
ilmîdir, sosyolojiktir, hukukîdir,
edebî ve felsefîdir. Aslında
böyle olmak da zorundadır.
Zira dergi her hangi bir meslek
grubunun, ilgililer bütününün
değil, bir çağın, bir medeniyet
iddiasının ve bir davanın yayın
organıdır. Bu dava, Batı medeniyeti karşısında zor durumdaki
bir toplumun, kendi değer ve
birikimi ile var olabilme kavgasının en üst düzeydeki (felsefî
ve ilmî noktada) tezahürüdür.
Her ne kadar farklı türlerde
yazılar kaleme alınmış olsa da,
tartışılan konu tektir aslında:
Her bakımdan meydan okuyan Batı medeniyetine karşı
bir direnç potansiyelinin sınırlarını yoklamak. Bu bakımdan
Sırat-ı Müstakim’in ideolojisi
bu günkü anlamda sadece dinî
bir mahiyet taşıdığı varsayılan
‘İslâmcılık’ ideolojisiyle sınırlandırılamayacak ölçüde geniştir.
Hayatın bütün alanlarına yönelik kuşatıcı bir meselesi vardır.
Sırat-ı Müstakim’de kadın meselesinden eğitime, ekonomiden
günlük hayatın biçimlenmesine, siyasetten edebiyat ve bediiyata varıncaya kadar insana ve
topluma dair bütün meselelere,
özgün bir form kazandırmanın
entelektüel gayreti söz konusudur. Dergide Batı dünyasının yeni teori ve kavramlarına
“ondan bizde de var” savunma
ruhuyla değil, “o bizde şöyledir” eminliği içinde bir psikoloji
hâkimdir.
Sırat-ı Müstakim dönemin
diğer pek çok dergisinde olduğu gibi dar bir çevrenin çıkardığı yayın değildir. Özellikle
Rusya muhacir aydınlarının
ağırlığı hissedilir. Yusuf Akçura,
Halim Sabit, Ahmed Agayef ve
İsmail Gaspıralı’nın ortak çizgideki yazıları tenkit edilmeden
yayımlanmıştır. Bu isimler daha
sonra Türk Yurdu kadrosuna
dahil olmuştur. Dergide Türk
Derneği’nin nizamnamesinin
yayımlanması, siyasî ideolojisi
hakkında kanaat verir. Buna
göre Sırat-ı Müstakim, Sebilü’rReşad oluncaya hatta daha geç
tarihlere kadar, milliyetçilik,
kavmiyetçilik gibi asrın vebası
olarak görülen batılı kavramları
dert edinmemiştir. Bu kavramlara yönelik tartışmalar 1913’ten
sonra
başlamıştır.
Sırat-ı
Müstakim’in öncelikli meselesi,
Müslüman dünyanın kendine
özgü bir medeniyet inşa edebilmesidir. İsmail Kara’nın ifadesiyle “tevarüs edilmiş çerçevenin ileri götürülmesi”dir. Bunun
için tarihi tecrübenin seçkinci
tarzda kullanılması gerektiği
vurgulanmıştır.
2) Sorunun ilk şıkkına hem
evet, hem de hayır şeklinde
bir cevap verilebilir. Sebebine
gelince: Son zamanlarda tartışılan ‘alternatif modernlikler’
ya da ‘Batı dışı modernlikler’in
Osmanlı Türk toplumu için
nitelikli ve esaslı başlangıcını
II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet
senelerinde aramak isabetli bir
tercih olacaktır. Bu noktada
Sırat-ı Müstakim hayli önem arz
eder. Zira Batı dışı bir modernliğin inşasında onun kadar
özgünlük derdi içinde olan
yayınlar azdır. Şu halde Sırat-ı
Müstakim’in Müslümanların
modern dünyayı kavramada
çok büyük katkısının olduğunu söylemek bence güç. Çünkü
burada batılı modern kavramları aynıyla taklit değil, yerli bir
cevap verme, karşı çıkış, hatta
meydan okuma ‘challenge’ söz
konusudur. Modern kavramların yerleşmesine başarılı bir
katkı bakımından değil Sırat-ı
NİSAN ‘09 UMRAN
77
Kültür - Sanat
Müstakim ve Sebilü’r-Reşad
kadroları ile İçtihad ve Türk
Yurdu kadrolarının başarıları
tartışılır. Mesela, Ziya Gökalp
ve Prens Sabahattin bile açık
açık Durkheim, Demolines ve
Le Play sosyolojisini Türkiye’ye
nakletmede ciddi sorun yaşamışlardır. Hatta onların aktarımcılığının hiç de başarılı olmadığı bugün dillendirilmektedir.
Anglo-Sakson hayatının başarılarının Osmanlı toplumuna
uygulanmasını tek çıkar yol olarak düşünen Prens’in dile getirdikleriyle, Fransız öncülerinin
tahayyülleri ve projeleri serapa zıttır. İngiltere karşısında
sömürge yarışında geri kalmış
Fransa bu yarışta galip çıkabilmek için çareler aramakta,
ferdî teşebbüs ve birey temelli
toplum tasavvuru üzerinde durmaktadır. Bu süreçte toplumsal
yapıyı ve geleceği izah edecek
ilmî kavramsal metafor oluşturulmaktadır. Oysa Osmanlı
toplumunda hem buna benzer
bir paralel gelişmeye rastlanmaz hem de toplumun tarihsel
ve sosyolojik bakımdan zebunu olduğu dertler başkadır.
Bu bağlamda Prens’in düşüncelerinin karşılığı Osmanlı toplumunda yoktur ve birçokları
tarafından da şiddetle ‘muzır
fikir’ üretmekle eleştirilmiştir.
Bu sosyolojik uyuşmazlık onun
önerilerini geçersizliğe mahkûm
etmiştir.
Dolayısıyla Müslümanların
batılı modern kavramlara aşinalığı konusunda Sırat-ı Müstakim’in
zaten bir derdi de yoktur. Üstelik
buna mecalinin olup olmadığı
da tartışılır. Son dönem Osmanlı
entelektüeli modern kavramlara ne kadar aşina idi? Burada
ciddî sıkıntıların olduğunu Atila
78
UMRAN NİSAN ’09
Doğan “Osmanlı Aydınları ve
Sosyal Darwinizm” araştırmasında ortaya koymaktadır. Ancak
alternatif üretme konusunda
büyük gayret ve birikim söz
konusudur. Bunu da ilk elden
İ. Kara’nın Ahmet Naim üzerine
yaptığı “Bir Felsefe Dili Kurmak”
çalışmasında görebiliriz. Bu
konuda Sırat-ı Müstakim üzerinden şöyle bir değerlendirme
yapılabilir: Sırat-ı Müstakim’de
en çok üzerinde durulan kavramlara bir bakılacak olursa
birinci sırayı şunlar oluşturur:
“Bidat, içtihad, hilafet, ittihad,
misyoner, tefrika, tesettür,
kadın, uhuvvet”. Bunlar kadar
sık olmasa da yine de çokça
tekrar eden ikinci sıra kavramlar da şunlardır: “Cihat, atalet,
din, donanma, fırka, fıtrat, hurafe, hutbe, hürriyet, sa’y, taklit,
ulema”. Görüldüğü üzere bunlar içinde hiç ‘modern’ kavram
yoktur. Tamamıyla Müslüman
toplumun ve devletin 19. yüzyılda karşılaştığı ve zorlandığı
modern hayata/dünyaya uyum
için yine geleneksel hayattan
esinlenilerek bir cevap verme,
bir dünya inşa etme gayreti söz
konusudur. Sırat-ı Müstakim ile
birlikte dönemin diğer dergilerinde en çok tartışılan konulardan birinin ‘içtihad kapısı’
olması ve 1913’ten sonra, özellikle İslâm Mecmuası etrafında
‘İçtimaî usul-i fıkıh’ hareketinin
geniş taraftar bulması bu özgünlük arayışının bir tezahürüdür.
“Dergide yayımlanan gerek
çeviri gerek telif yazılarda kaynaklara dönüşün yanında asrın
ihtiyaçlarını karşılayacak ahkâmı
çıkarabilme, aktif bir insan ve
ahlâk anlayışı üzerinde durulması ve bu anlayışın yerleşmesi
sürecinde yerleşik din tasav-
vurunu, halk Müslümanlığını
engel olarak gören bir anlayışın
benimsenmesi” konusunda ise
yoğun bir oryantalist etkinin
varlığı yanında bir haksızlığın
da olduğu açıktır. Evet, dergide
yerleşik din anlayışı yerine, yüksek zümre ve ‘şehir İslâm’ının
topluma ve hayata hâkim kılınması sürekli vurgulanır. Hatta
bir seçkinler sınıfından ‘sınıf-ı
mümtâze’nin gerekliliğinden
de bahsedilir. Bu isteğin de ne
kadar Avrupalı olduğu ise izahtan vareste. Söz konusu haksızlığa gelince: Yapılan onca iyileştirme ve yeniliğe karşın 18.
yüzyıl sonları eğitimin yaygınlık
durumu göz önüne alındığında halk kitlelerinin yaşadığı
İslâm’ın ‘seçkinler sınıfı’ gibi
olmasını beklemek zaten mümkün değildir. Yerleşik din tasavvurunun ve hayatının yanlışlıkları söz konusudur. Ancak bunun
gelişme, değişme ve alternatif
modernlik için ne kadar engel
teşkil ettiği, bu noktada ne
kadar büyük bir sorun olduğu
ise tartışılır. Şöyle ki, dönemin
okuma yazma oranı % 10 bile
değilken, yapılan entelektüel
tartışmanın seviyesi, genişliği ve
hem Osmanlı hem İslâm dünyasının farklı coğrafyaları ile
olan iletişim haritası ve hızı, bu
günün ölçüleri ve imkânları ile
kıyaslandığında yüksek bir seviyeyi gösterir. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, 2009’da toplum,
devlet ve siyaset adına yapılan
tartışmalar daha yüksek bir ilmî
ve felsefî düzlemde hem de
yerli kaynaklar üzerinden son
dönem Osmanlı aydınları arasında da yapılmıştır. Bunun temsil
kabiliyeti bakımından en güzel
örneği de Sırat-ı Müstakim’dir.
Asrın ihtiyaçlarına cevap
Kültür - Sanat
verme, kaynakları kullanma
ve yorumlama adına Sırat-ı
Müstakim’de büyük bir mücadele verilmiştir. Bu noktada İslâm
ya da Osmanlı modernleşmesi
bakımından Sırat-ı Müstakim’in
büyük katkılarının olduğu
açıktır. Yukarıda ifade edildiği
gibi, Sırat-ı Müstakim, İçtihad
Mecmuası’nda olduğu gibi, Batı
medeniyeti ile Doğu medeniyeti
arasında ‘terkip’ ve ‘sentez’ derdinden ziyade, İslâm toplumunda ‘ihya’, ‘tecdit’ ve ‘içtihad’ arayışı içindedir. Bu durum derginin
eklektik olarak değerlendirilmesini mümkün kılmıyor.
3) Evet, Sırat-ı Müstakim
yazarlarının temel meselelerinden biri, yeni dünya formunun oluşumunda temel kaynaklar etrafında bir mihver
oluşturmaktır. Kaynaklardan
kasıt da bilindiği üzere öncelikle Kur’an, Ehâdis-i şerif ve
icmâ’dır. Dergide üzerinde
durulan ve yararlanılan kaynaklara bakıldığında Kur’an ve
Hadis’in yanında İslâm medeniyetinin birikim ve çalışmalarına,
getirdiği yeniliklere de sürekli
vurgu yapılmaktadır. Mesela,
Oryantalistlerin “İslâm mani-i
terakkidir ve bilime karşıdır”
tezlerine karşı, sürekli olarak,
İslâm medeniyetinin özellikle 8.
ve 12. yüzyıllar arasında yaptığı inkişafa gönderme yapılır.
Burada bile bir tür oryantalizm
tuzağının olduğu aşikâr: Zira
İslâm’ın sadece söz konusu yüzyıllar arasında bilim, sanat, teknoloji ve felsefede gelişim gösterdiği tezi, bir söylemden ibarettir ve hiçbir ciddî araştırmaya
dayanmamaktadır. Dünya bilim
tarihi Batı orijinli yazıldığı için,
kuşkular uyandıran bu inan-
cın tetkiki yapılmamıştır. Fuat
Sezgin’in son yıllarda yayımladığı çalışmalar, özellikle ‘İslâm’da
Bilim ve Teknik’ başlıklı beş ciltlik devasa eseri bu hakikati apaçık göstermektedir.
İlginç bir şekilde bu söylem,
dönemin diğer ideolojilerinin etkin sözcüleri durumundaki Türk Yurdu ve İçtihad’da
da benzer şekilde tekrarlanır. İ. Kara’nın da sarahatle işaret ettiği gibi, Abdullah
Cevdet’in İçtihad’ında yayımlanan “Cihan-ı İslâm’â dair” başlıklı yazı her hangi bir Sırat-ı
Müstakim ve Sebilü’r-Reşad
yazarının yazısından hiç de
farklı değildir. Hem de hemen
her şeyiyle farklı değildir: Yazı
baştan sona ayet ve hadislerle
desteklenmiş, yüksek düzeyde
hadis, tefsir, mantık, İslâm tarihi
ve tasavvuf bilgilerine yer verilmiştir. Bu yazının muhtemelen
irticalen kaleme alınmış olması, dönemin entelektüellerinde
İslâm’ın ne kadar merkezî bir
yer işgal ettiğini açıkça gösterir.
Çok farklı mekânlarda bile olsalar, aynı düşüncelerin ve çözüm
önerilerinin üretilmiş olması,
aynı dertlere müptela olmak ve
aynı kaynaklardan besleniyor
olmakla da izah edilebilecek
bir durum.
Yukarıda değinildiği üzere,
son dönem Osmanlı aydınlarından pek çoğunda garip bir çelişki de görülmüyor değil. Aslında
bence bu, bir tür çelişkiden ziyade, oryantalist söylemin tuzağı
gibi. Bir taraftan, gerilemenin,
çöküşün sebebi, “din (İslâm)
değil, Müslümanlardır” diyeceksiniz, böylece Efendimiz’den
itibaren bütün yaşantıyı ve
birikimi paranteze alacaksınız,
hem de kaynaklara dönüşten
bahsedeceksiniz. Bu kendi içinde çelişki barındıran bir husus.
Sırat-ı Müstakim’de ortaya
konulan görüşlerin İslam dünyasının başka yerlerinde üretilen bilgi ve çözümlerle benzerlik göstermesine gelince, bunun
birçok sebebi var. Bir defa,
Abdullah Cevdet örneğinde
görüldüğü gibi, dönemin aydınlarında İslâm çok merkezî bir
konumdadır. Üstelik bu durum
mekânla da sınırlı değildir. M.
İkbal’den İsmail Gaspıralı’ya,
Musa Carullah’tan Ahmed
Agayef’e ve Hüseyinzâde Ali
Bey’e, Beşir Fuad’dan Şair Nigar
Hanım’a, Rusya’daki Usul-i
Cedit aydınlarından Mısır’ın
modernist tefsircilerine varıncaya kadar bu etki hepsinde
görülür. Bu etki gücünü bence
medreselerden alıyordu. Her
ne kadar bugün son dönem
Osmanlı ve diğer ülkelerdeki
medreselere yönelik menfî bir
hatırlama söz konusuysa da,
bunun gerçeklere mugayir ve
muhalif olduğunu düşünüyorum. Zira öncelikle, bu menfi
düşünceleri, ön yargıları hakkıyla ispat edecek araştırmalardan yoksunuz. Bin yıllık medrese külliyatı, kültürü, birikimi
asla hakkıyla araştırılmış değil.
Medreseler en zayıf anlarında
bile, son dönem Osmanlı entelektüel dünyasının çok farklı
kanatlardaki simalarını yetiştirebilmiştir. Buna kuğunun son
ötüşü de diyebiliriz.
Diğer bir sebebe gelince:
Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’rReşad başta olmak üzere, dönemin diğer pek çok dergisinin bu
günün şartlarında bile zor anlaşılabilecek bir iletişim ve etkileşim haritası var. Gerçekten
şaşılacak bir iletişim dünyasıdır
NİSAN ‘09 UMRAN
79
Kültür - Sanat
bu. Zira Orta Asya’da, Kırım’da,
Kazan’da, Orenburg’da, Ufa’da,
Petersburg’da,
Kabil’de,
Kahire’de Tahran’da, Hicaz’da
ve birçok Avrupa başkentinde
İstanbul’da yayımlanan neşriyat
okunmaktadır. Aynı zamanda
oralarda çıkanlar da İstanbul’da
okunmaktadır. Bu canlılığın
gerisinde öncelikle dönemin
heyecanı vardır. Ama bir de
şöyle bir mesele var: Biz meseleye, “biz başkalarından ne kadar
etkilendik?, aydınlarımız kimden ne kadar nasıl etkilendi”
diye bakıyoruz. Soruyu tersinden sorduğumuzda büyük bir
boşluğun olduğu ortaya çıkıyor:
“Osmanlı aydınları diğer ülkelerdeki aydınları etkiledi mi?
Etkilediyse ne kadar ve nasıl
etkiledi?” Bu soru bütün çıplaklığıyla cevapsızdır bu gün.
Mümtaz’er Türköne’nin doktora tezinde (Bir Siyasal İdeoloji
Olarak İslâmcılığın Doğuşu)
işaret ettiği bir yorumun haklılığı bence aşikâr. Bu yorum
şu: Son dönem Osmanlı aydınları yetersizlik ve tecrübesizlikle itham eden oryantalistlerin
aksine, dönemin birçok orijinal
fikri İstanbul (Darül’l-Hilafe)
merkezlidir. Zira İstanbul (İslâm
dünyası için) döneminde ilmin
de merkezidir.
Sırat-ı Müstakim, Ümmetin
Birikiminin Osmanlı Halkasıdır
Bahadır Kurbanoğlu/Yazar
Konunun
bütünlüğünü
koruma açısından değerli sorularınıza toplu halde cevap vermeye çalışacağım.
Sırat-ı Müstakim dergisini
değerlendirebilmek için öncelikle Cemaleddin Afgani ve
Muhammed Abduh’un birlikte
80
UMRAN NİSAN ’09
çıkarttıkları Urvetü’l Vuska ve
Abduh’la Reşid Rıza’nın emeklerinin mahsulü olan Menar
dergilerini tahlil etmek gerekir.
Nitekim başta Sırat-ı Müstakim
olmak üzere, İslam mecmuası, Beyanu’l-Hak dergileri gibi
İslamcılığın/ İttihad-ı İslam politikalarının yansımaları olan ve
evrensel anlamda ıslahçı söylemin taşıyıcılığını yapan neşriyatı çıkartanlar bu çizginin bariz
anlamda olumlu etkisi altındadır.
Urvetü’l Vuska’nın öncülüğündeki Islahatçı çizginin 19.
yy’da İslam dünyasına dönük
çözüm reçetesi şu şekilde özetlenebilir:
1. Başta İngiltere olmak
üzere emperyalist/ sömürgeci
güçlere karşı mücadele etmek.
2. Batılıların İslamofobyayı
körüklemek
amacıyla
Panslavizm korkusuna atfen
ürettikleri ve Panislamizm olarak niteledikleri İttihad-ı İslam
(İslam Birliği) politikalarını
geliştirmek.
3. İslam dünyasının içinde
bulunduğu açmazları (bünyedeki hastalıkları) tarihsel sebepleriyle ortaya koymak ve çözüm
önerilerinde bulunmak.
Bu
bağlamda
Sırat-ı
Müstakim dergisini değerlendirdiğimizde benzer tespit ve
çözüm arayışlarının dergide
işlendiğini gözlemlemekteyiz:
1. Yeniden Kur’an ve
Sünnete Dönüş:
Dergide işlenen en temel
konuların başında temel kaynaklara dönüş meselesi gelmektedir. Bu anlamda İslamın pür/
saf ilahi yönünü ortaya koymak,
ed-din’i bidat ve hurafelerden
temizlemek en temel hedeftir.
Bunu derginin diliyle ifade ede-
cek olursak; “Müslümanların
âmâl ve akaidini Kitabullah ve
Sünnet-i Resûl’den başka bir
mahaldan ahz ve telakki etmemesi gerekir...Bugün erbâb-ı
şeriatın yapacağı iş, dini asr-ı
saadetteki şekline avdet etmek,
müslümanlığı o safvetiyle, o
nezahetiyle muhafaza eylemektir... Millet-i İslâmiyye, şeriatı, saffet-i saliyesi ile muhafaza
ettikçe hem dini, hem dünyası
mamur imiş; o safveti böyle bir
sürü bidatle bulaştırınca hüsrandan hüsrana düşmüştür.”
2. İçtihad Düşüncesi:
Dergiye göre, sürekli değişen şartlar karşısında yüzyıllar
öncesinin fıkıh umdelerine ve
fetvalara tabi olmak doğru
değildir. İçtihad kapısı açık
olduğuna göre, zamanın şartlarına göre Kur’an ve Sünnet’e
müracaatla günün meselelerine
çözümler bulunmalı ve çareler
üretilmelidir. Mehmed Âkif bu
düşünceyi şu mısralarla ifade
eder: “Yedi yüz yıllık eserlerle
bu dinin hâlâ / İhtiyâcâtını kabil
mi telafi? Asla! / Doğrudan
doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
/ Asrın idrakine söyletmeliyiz
İslâm’ı.”
3. Emperyalizme karşı mücadele ve İslam birliği siyaseti.
4. Eğitim-öğretimin ıslahı,
cehaletle, bilgisizlikle ve taklitle mücadele.
Dergide yapılan çeviriler
önemli ölçüde, el-Menar ve
farklı coğrafyalarda yayınlanan
eserlerden bu dergilere taşınmış, bu da Mısır’dan Hindistan’a
kadar İslamcıların, Ümmetin
birikimini ne derece önemsediklerinin ve Osmanlı’ya taşıma
gayreti içerisinde olduklarının
bir göstergesi olmuştur.
İşledikleri konular da, bir
Kültür - Sanat
yandan Osmanlı toplumsal
yapısını pozitivist bir batılılaşma
yönünde dönüştürmek isteyen
İçtihad gibi dergilere cevaben
yazılmış olmakla birlikte ed-din
hususunda sahih bir itikadın
Osmanlı’ya taşınması ve kitlelerin bu yöndeki dönüşümü arzulanmıştır. Kendi konularında
uzman şahsiyetler bu konuları
dergide işlemişlerdir.
Maalesef
bu
birikimle
Türkiye Müslümanlarının arası
bir daha kapanmamak üzere
açılmış ve ancak 1960’lardaki
tercüme faaliyetleri yoluyla bu
kopukluk giderilmeye çalışılmıştır.
Bunda Cumhuriyet politikalarının
etkisi
kadar,
Kemalistlerin görece göz yumduğu bir “dindarlığın” inşasını önceleyen muhafazakarların da etkisi vardır. Tasavvufla
yoğrulmuş ve tarihten tevarüs
eden verili kültürel geleneksel
din algısını Türkiye şartlarında yaşatmaya çalışanların bu
birikimlerle ilişki kurabilecek
melekelerinin budandığı da bir
gerçektir.
Aslında 1970’lerin ortalarından
bugüne
yükselişe geçen “vahiy merkezli
Türkiye İslamcılığı”nın köklerinin II. Meşrutiyet dönemi
İslamcılığından ziyade Hint
ve Mısır merkezli birikimlere
dayanmasından ötürü “köklerinin dışarıda” olduğu ithamına maruz kalmasının anlamsızlığının bir ispatı da, bu
dönemde yayınlanan dergiler ve bu dergilerde savunulan fikirlerdir. Nitekim Türkiye
Müslümanlarının bu fikirlere,
bu dergiler üzerinden değil de
19. yüzyıldaki çabaların Türkiye
dışı coğrafyalarda oluşturduğu
birikim üzerinden ulaşmaları
tamamen ülkenin modernleşme yolunda oluşturulan kendine özgü şartları ile ilgilidir.
Ama bu durum, fikirlerin, yerel
ya da küresel ölçekte, Batı
emperyalizminin sonucu olarak
değişen ve dönüşen çağa bir
cevap arayışı oluşu ve dönemin
bütün Müslümanları tarafından
savunulduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Tıpkı dönemin
İslamcılığının ortaya koyduğu
birikimin türedi olmadığı, aksine Ebu Hanife’den Mu’tezileye,
Şatıbi’den İbn Teymiyye’ye,
Hindistan’daki Deoband ekolü
ve Şah Veliyyullah Dehlevi’ye
kadar ihya, tecdid ve ıslah hareketlerinin her dönemde birtakım müçtehid ulema tarafından
dile getirilmesi örneğinde olduğu gibi.
Bu
anlamıyla
Sırat-ı
Müstakim’deki yazar kadrosu
her ne kadar aynı zamanda
gelenekçi ve modernist birtakım şahsiyetleri de bünyesinde
barındırsa da, ağırlıklı olarak
Afgani-Abduh geleneğini oluşturan ıslahatçı çizgi tarafından
temsil edilmiştir.
Günümüzde, bir anakronizm
ürünü olduğunu düşündüğüm,
bu yazarların modernist bir
tutum içerisinde oldukları ve
mesela Mehmed Âkif gibilere
atfen ileri sürülen “seküler” bir
dil kullanıldığı iddiaları ciddi
anlamda tahlile muhtaçtır.
Aslında bu söylemlerin arka
planında iki tez bulunmaktadır.
Mümtaz’er Türköne’nin dillendirdiği ve İsmail Kara gibi şahsiyetlerin sıcak baktığı ve derinleştirdiği bu retorik; İslamcıları, bir
yandan moderniteyi Osmanlı’ya
taşımakla suçlarken, öte yandan
İslamcılığın merkezinin İstanbul
Bahadır Kurbanoğlu
Dergide
yapılan çeviriler
önemli ölçüde,
el-Menar ve farklı coğrafyalarda
yayınlanan eserlerden bu dergilere taşınmış,
bu da Mısır’dan
Hindistan’a
k a d a r
İslamcıların,
Ümmetin birikimini ne derece
önemsediklerinin ve Osmanlı’ya
taşıma gayreti
içerisinde olduklarının bir göstergesi
olmuştur.
NİSAN ‘09 UMRAN
81
Kültür - Sanat
olduğu ve İttihad-ı İslam politikalarının da Afgani’yle değil
Namık Kemal’le başladığı önermelerini içermektedir. “Diyelim
ki böyle, ne değişir? Bu durum
ıslahatçıların çabalarının değerini düşürür mü?” denebilir
elbette ama bu sav zımnen
şunu söylemek istemektedir:
Eğer İslamcılığa ilişkin bir kök,
bir damar arayışındaysanız bu,
bu topraklarda mevcuttur. Ama
bilin ki bu da öyle çok matah
bir çerçeve içermez. Aksine
modern bir kurgunun tuzağına
düşmek anlamına gelir! Tıpkı
Dücane Cündioğlu’nun altını
çizdiği ve modern bir projenin
ürünü olan Cumhuriyet dönemi Türkçe meal çalışmalarının
1970’lerdeki çabaları etkilemiş
olması ve dolayısıyla meal kültürünün arkasında böylesi modernist bir kurgunun yer aldığı ve
hep birlikte bu tuzağa düştüğümüzü işaretlemek gibi. Ancak
bu anakronizm, Şah Veliyyullah
Dehlevi’nin henüz Batı’yla
karşılaşılmadığı bir dönemde,
neden Kur’an’ı yerel dillere tercüme etme çabaları içerisinde
olduğunu açıklamakta zorlanır.
Eğer Kur’an’ı ana dilde anlama
çabaları modernizmin tuzağına
düşmekse, o halde bu süreçle hiç ilgisi olmayan Deoband
ekolünün yapmaya çalıştığı şey
neyin nesidir?
Üstelik İslamcıların itiraz
konusu olan savunuları, önerme ve tezleri hemen bütün bir
neslin içinde ve sahip olduğu
bir atmosferin yansımasıdır.
Hemen herkes bu atmosferi
teneffüs etmekle kalmamakta, aynı zamanda 20. yüzyılın
diriliş ve direniş hareketlerinin
“akl”ını oluşturan temeller,
82
UMRAN NİSAN ’09
bizatihi bu ıslahatçı çabaların
merkezinde yer almaktadır.
Dolayısıyla, ilmi tespitlemelerin ötesinde, tarihsel süreçleri ve konjonktürü değerlendirirken içine düşüldüğünü
düşündüğüm bir anakronizmi
andıran ve adeta İslamcılığın
birikimini tahfif, istihza yoluyla
rolünü hafifletme uğraşındaki
bu tespitlerin beslendiği geleneği tahlil etmek önemlidir.
Mesela Reşid Rıza’yı “İslam
devleti” kavramsallaştırmasını kullandığı için modern ulus
devlete atıf yaptığı ve bu söylemin modernizmden beslendiği
yönündeki eleştirileri dillendirenlerin, aynı zamanda modern
ulus devlet yapılarına akıl veren
bir gelenekten geliyor olmaları
manidardır.
Ya da mesela Nurettin
Topçu’nun eserlerinde beş altı
ayetten fazlasına yer vermemiş
(ve bunları da yanlış yorumlamış olması) ya da “Hareket
felsefesi”nde hocası Blondel’in
açık etkisinin olması bu çevreleri rahatsız etmez ya da bu ülkedeki pek çok muhafazakarın
Bergson, Massignon gibi şahsiyetlerin tezlerini bu ülkeye taşımış olmalarından gocunmazken, Mehmed Âkif’in Safahat’ta
Abduh ve Afgani’den bahsetmiş olmasını hazmetmekte zorlanırlar. Ve bu gibiler nezdinde
M. Âkif (İsmail Kara örneğinde olduğu gibi) bir fikir adamı
değil, “hissiyat adamı” olarak
lanse edilir. Ve aynı modernist
ve oryantalist sapmacılık eleştirilerinden nasibini alır.
Soruda altını çizdiğiniz
modernistlik vurgusu, bir dönemin gerçek yüzünü sunmada
bence bize sahici bir tablo sunmuyor ve ideolojik tercihlerin
neticesinde söylenmiş bir tespit olarak gözüküyor. Nitekim
bu eleştiriyi dillendirenler aynı
zamanda Sırat-ı Müstakim
yazarlarının önemli bir kısmının
“oryantalistik” bir söyleme sahip
olduklarının da altını çizmektedirler. “Seküler dil”, “oryantalistik söylem”, “modernistlik”
gibi atıfları alt alta dizdiğinizde ciddi bir saptırma ile karşı
karşıya olduğumuz rahatlıkla
görülecektir. Zira ıslahatçı çizginin Osmanlı versiyonu olanların ya da Tunus’tan Hindistan’a
kadar bu hattın içinde olanların dönemin yegane dinamik
unsurları olduklarını bilmekteyiz. Batı’dan gelen (sadece
askeri değil) kültürel hücumlar karşısında da potansiyel bir
gücü temsil eden bu çizginin
bu tür yaftalamalarla anılmasının ve genç kuşakların zihinlerinin bulanmasının önüne geçebilmenin yegane yolu, son iki
yüzyıllık tarih kesitinin bizzat
kendi emeklerimizle tahlil edilebilmesidir. Dolayısıyla tarih
boyunca Müslümanların ortaya
koydukları çabaların 19. yüzyıl versiyonunu, Batı etkisiyle,
Batı’nın ürettiklerine cevaben
içine düşülen bir sapma gibi
algılatmaya çalışanların amaçlarının ne olduğu ve hangi kanallardan beslendikleri de ortaya
konulabilmelidir. Bu kanalların
ilki ve en temellisi “milliliği”
“ümmetçiliğe” tercih eden ve
“alternatif
batılılaşma” ve
“alternatif sekülerleşme” arayışlarına dindar kitleleri katma
başarısını maalesef göstermiş
olan “muhafazakarlıktır!”
Kültür - Sanat
KENAR MAHALLENİN TEK ŞANSI
“SLUMDOG MILLIONAIRE” OLMAK
FERHAT TOPAZİK
Filmi seyretmeyenler için
kısaca, film: Jamal (Cemal) adlı
genç bir çaycı “Kim milyoner
olmak ister?” adlı yarışma programında büyük ödülü kazanarak herkesi şaşkına çevirir. Bir
çaycının nasıl olup da büyük
ödülü kazandığını anlamak ve
aslında yaptığı hileyi öğrenmek için, Jamal polis tarafından sorgulanır. Jamal’in ifadesi
sırasında, -geri dönüşlerle- onu
yarışmaya hazırlayan yoksullukla geçen hayatını ve kaybettiği
çocukluk aşkını izleriz. Aslında
cevaplar Jamal’in hayatının bir
yerlerinde gizlenmiştir, tek yaptığı yarışma sırasında çocukluğunu hatırlamak olur. Jamal
sorgusu sırasında “dahi olmaya
gerek yok” dedikçe dövülür.
Sonuçta kahramanımız hayatını
ortaya serer ve hile yapmadığı
anlaşılır. Son soru için tekrar yarışmaya çıkar. Soruyu da
aslında bilmiyordur, yarışmanın -baştan beri aralarında bir
gerilimin hissedildiği- sunucusu
tuvalette kopya verince Jamal
ona inanmaz. Böylece bilmediği
soruyu, çok iyi bildiği hayatının
öğrettiği bir gerçek sayesinde
cevaplar; “kimseye güvenme”.
Telefon hakkını kullandığında
yıllardır durmadan kaybettiği
aşkına da kavuştuğunu anlar.
Yapılan son Oscar ödül
töreninde 8 dalda Oscar ödülünü kazanmış bir film olarak karşımıza çıkıyor Slumdog
Millionaire... Hindistan’ın yoksul sokaklarında geçiyor ve film
bir İngiliz yapımı.
Bahse konu sinema filmi ile
ilgili belli düşüncelerimizi sıralamadan önce, Oscar özelinde
ödül kavramında belli hususları açıklığa kavuşturarak bir
düşünsel zemin oluşturalım:
Modern dünya da yapılan
işlere (sanat, bilim vb) ödül
verilmesi çok eski olmasa da
ödülün hangi kriterlere göre
verildiği çokça tartışma konusu
edilmiştir. Birçok kişi tarafından ödüllere dair şu sorular
sorulmaktadır: İlgi ile takip edilen ödüller neye göre verilmektedir? Soruyu daha genişletirsek ödüle layık görülen sinema
eserleri, edebiyat eserleri veya
daha da (Nobel ödüllerini de
işin işine katarsak) ötesi bilim
dalında verilen ödüllerde, salt
sanat dalları için bir estetik,
yenilik ve sıradanlığın dışına
çıkma yeterli midir? Ya da jüri
üyelerinin, sadece kriterleri teknik hususlar yanında beğenileri midir? Bu sorular ödüller
konusunda sorula gelenlerden
sadece birkaç örnektir. Asıl soru
ödüllerin ne için verildiğidir?
Yaşadığımız çağda batı kaynaklı ödüller, emek verilen işleri ve onları takip eden insanları
hizaya sokmak için verilmektedir. Hizaya sokulmak istenenlere şu mesajlar zımmi olarak telkin edilmektedir. İşleri ortaya
koyan kişiler ancak bizim mesajlarımızı aksettirirlerse, bizim
konuşan dilimiz olurlarsa, bizim
sistemimizin taraftarları olabilecek beyanlarda bulunurlarsa
ödül alırlar. Söylediklerimiz,
birçok insan tarafından tekrar
edilegelen mevzular olsa dahi,
ne yazık ki doğrudur. Nasıl
ki batı tarafından icat edilen
ve dünyaya ithal edilen hiçbir şey mesajdan beri değilse,
birini ödüllendiren batı, hiçbir
zaman sadece insani beğenilerle gül uzatmaz. Söylemimiz asla
körü körüne batı düşmanlığına
NİSAN ‘09 UMRAN
83
Kültür - Sanat
dayanmamakta, ödüllendirilen
eserler özelinde değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.
2009 Oscar ödül töreninde 8 dalda ödül alan Slumdog
Millionaire filmi büyük başarı sayılabilecek niteliktedir bu
kadar ödülü neden almıştır,
neden Oscar ödülünü verenler bu kadar iştiyakla bu filmi
ödüllendirmişler? İzleyenlere
film ne mesaj vermektedir ki
jüri üyeleri tarafından, Türk
sinemasından yakından tanıdığımız küçük Emrah tarzlı İngiliz
yapımı Hint filmi sekiz parmakla gösterilerek bütün ışıkların
onun üzerine yoğunlaşması
sağlanmıştır?!
Sorduğumuz bu soruları
konuda bulmaya çalışalım: Film
şu soruyla başlar; “Bir sokak
çocuğu, milyoner olmaya bir
adım uzaktadır. Peki bunu nasıl
başarır?” ve şıklar verilir; A)
Hile, B) Şans,C) Zeka,D) Kader ”
Aslında buraya kadar sor84
UMRAN NİSAN ’09
duğumuz soruların cevabı, filmin
daha
başında
ucunu
göstermektedir. Biraz
düşünenler için
değerlendirmeye tabi tutulmuş
makro anlamda
soru şu şekildedir:
“Üçüncü dünya
ülkelerindeki
insanlar başarıya
-yani kapitalist
düzende başarı,
milyoner olmakta hayat bulduğu için milyoner
olmaya- bir adım
uzaktadır. Peki
bunu nasıl başarırsınız veya başarırlar ?” ve
şıklarınız; “A) Hile yaparak, bir
anlamda isyan ederek kanunsuz yollara saparak, filmde
bunun da örnekliği kahramanımız Jamal’in abisi olan Salim’de
karşımıza çıkmaktadır. Jamal
genel olarak iyi fakat başarısız
(!) yani parasız biri olmasına
rağmen abisi Salim, güç ve para
sevdalısı olduğundan dolayı bir
gangster kralı için çalışmaktadır. Ama bu şıkkın yanlış olduğu
filmin sonunda kahramanımızın
abisi Salim in para dolu küvette
öldürülmesi ile ortaya çıkarılmaktadır.
Bir diğer şık olan B de
‘Şans’ cevabı bulunmaktadır.
Başarının şansla ilgisi olmadığı
bilinse de –herkesin bildiği gibi
başarı ancak çalışmakla sağlanır- başarıdan kastettiğiniz para
ise durum biraz değişmektedir.
Çünkü milyoner olmak için şans
oyunları oynayabilirsiniz, gün-
cel örnekler vermek gerekirse
“var mısın yok musun” a katılıp
doğru kutuları açtırabilirsiniz.
Ama bunları şansınızla yapsanız
dahi, siz başarılı olamaz sadece
milyoner olursunuz. Bize sorulan soru zaten milyoneri cevabını bulmamamız için sorulmuş
olduğu için bu şıkkın doğru
olma ihtimali bulunabilir. Bu
sebeple B şıkkını A şıkkı gibi
hemen eleyemeyiz.
C şıkkına gelirsek karşımızda
‘Zekâ’ durmaktadır. Soruya geri
dönersek batının bakış açısıyla, üçüncü dünya ülkelerinde
yaşayan bizler nasıl milyoner
olabiliriz? Aslında filmdeki sefil
mahallelerde büyümüş Hintli
kahramanımız ve genelde batı
dünyası dışında kalan bizler bu
şıkkı hiç düşünmeden elemeliyiz. Çünkü bizim gibi sefil
(!) insanlar batı gibi Tarihin
sonuna (Fukuyama Tarihin
sonu tezi) ulaşmış toplumlarla zekâlarımızla yarışamayız.
Çünkü onlar en iyi (!) dünya sistemini bulmuş,en iyi olanı bize
sunmuş ve herkese görevini
tevdi etmişlerdir. Bizim küçük
akıllarımızla (!) çalışarak başarıya ulaşmamız mümkün değildir. Bu sebeple bu şık kesin
olarak bizler için yanlıştır ve
Batılı ağabeylerimizin çatık kaşları ile söylemleri içinde yanlış
kalmalıdır da.
Ve son şıkkımız, D şıkkı olan
‘Kader’dir. Filmi seyredenler
yaklaşık bir buçuk saat boyunca
kulaklarına Oscar üyeleri tarafından bu şıkkın fısıldandığını
hissedebilirler. Şöyle ki; kahramanımız Jamal çaycı olarak
çalışırken kaderi nedeniyle ya
da film fragmanı tabiriyle kade-
Kültür - Sanat
rinin yüzüne gülmesiyle “Kim
milyoner olmak ister?” programına katılmaya hak kazanır. Ancak bir sorun vardır. Bu
yarışma bir bilgi yarışmasıdır
ve insanların bilgileri, görgüleri, okudukları, akılları -diğer
şıkka geri dönersek zekalarını- kullanmaları sınanmaktadır.
Burada filmin sevimli (!) konusu ve verilmek istenen mesaj
devreye girer ve bize zımmi
olarak şöyle der: “Doğru başarı
çalışarak, akılla kazanılır ama
sizde –üçüncü dünya ülkelerinin güzide vatandaşlarındaçalışmaya ne mecal vardır ne
de bizde sizlerin çalışmanızı
isteyen göz vardır. Öyleyse siz
boş verin çalışarak veya aklınızı
kullanarak başarıyı, kaderinizin
yüzünüze gülmesini bekleyin.
Ancak belki o zaman milyoner
olup başarıya ulaşabilirsiniz. Ve
filmin sonunda doğru cevap
şıkkı söylenir; D) Kader
Yazımızın girişinde sormuş
olduğumuz sorulara cevaplar şıklarda verilmiştir. Ancak
filmin izlenmesi ile bu şıklar
tam anlamıyla görsellik kazanabilir. Şimdi açık olarak söylemek gerekirse,
filme bu
kadar ödülü batı gözlüğü ile
bakanların vermiş olma nedenleri, aşağılanmış ülke insanları
için kafalarında biçmiş oldukları modellerin sinemaya yansımalarıdır. Film de hintli kahramanımızı izleyenlere, onu
destekleyenler veya amiyane
tabirle “vay be”lerle bakanlara
“postmodern reenkarnasyon”a
inanmaları tavsiye edilmektedir. Bu inanç şöylece lanse edilmektedir. Dünyanın son düzleminde olan batı her halükarda
2009 Oscar ödül töreninde 8
dalda ödül alan Slumdog Millionaire
filmi büyük başarı sayılabilecek niteliktedir bu kadar ödülü neden almıştır, neden
Oscar ödülünü verenler bu kadar iştiyakla bu filmi ödüllendirmişler? İzleyenlere
film ne mesaj vermektedir ki jüri üyeleri
tarafından, Türk sinemasından yakından
tanıdığımız küçük Emrah tarzlı İngiliz
yapımı Hint filmi sekiz parmakla gösterilerek bütün ışıkların onun üzerine
yoğunlaşması sağlanmıştır!
fikri kast sistemine dayanarak
doğuştan sizden üstündür, batıyı hiçbir alanda ve aşamada
geçme olasılığınız yoktur. Bu
sebeple size düşen görev, batının üvey evlatları olarak uslu
çocuklar olmanız, kaderinize
boyun eğmeniz, bir gün milyoner olacağınız anı beklemenizdir. Yani değişik bir anlatımla,
kaderinizin döneceği zamana
kadar dünyadaki reenkarnasyonunuzu beklemelisiniz.
Buraya
kadar,
üçüncü
dünya ülkelerini kahramanımız
Jamal’in temsil ettiğini söyleyerek sorularımıza cevap bulmaya çalıştık ama beyazperdeye
farklı bir açıdan bakarsak bizleri düşünsel yönde hizalamaya çalışan batının da siluetini
filmde bulabiliriz. Batı ‘Kim
milyoner olmak ister?’ yarışmasının sunucusu olarak kendini
bize takdim eder. Filmin konusuna geri dönersek, son soruda
Jamal cevabı kendi yaşadıklarında bulamaz fakat yarışma-
nın sunucusu reklam arasında
Jamal’e lavabo aynasına “B”
yazarak cevabı söyler.
Jamal
ise sunucuya inanmayarak şıklardan yüzde ellisini eleme hakkını kullanır ve geriye “B” ile
“D” şıkları kalır. Jamal sunucunun aksine “D” şıkkını söyler ve büyük ödülü kazanır.
Burada Batı yarışmanın sunucusu olarak vücut bulmuştur.
Yalanlarını bize yardım etmek
bahanesiyle sunar yani bir siyasetçimizin dediği gibi, batı bizlere isteklerini zehirli, renkli
drajeler içinde yutturmaya çalışır ama sonuç onları dinleyenler
için hep hüsrandır.
Son sözümüz de, “bir filmden bu kadar mesaj nasıl çıkartılır!” diyenlere; Yoksa siz bu
soruları sormak yerine, “ben
filmi izlerim başka bir şeye de
inanmam, güzel film ki ödül
alıyor” diyenlerden misiniz?
Yanıtınız evet’se size iyi geceler, afedersiniz iyi seyirler.
NİSAN ‘09 UMRAN
85
Kültür - Sanat
GAZZE’DEN
ÇANAKKALE’YE
Umran Okulu- Genç Öncüler tarafından düzenlenen etkinlikte
mesafeleri aşan bir kardeşlik sergilendi.
Çanakkale, bölgesel ve etnik
ayrımların
aşıldığı,
ümmet
olmanın en üst kimlik olarak
belirdiği tarihi bir sembol olarak hafızalarda müstesna bir
yere sahip. Çanakkale’nin tarihi
anlamı, en zor şartlarda bile
ümmetin birlik olduğu takdirde
düşmana karşı muzaffer oluna86
UMRAN NİSAN ’09
bileceğinin remzi olması yönüyle, son Gazze zaferinin ardından
tüm İslam dünyasında yeniden
canlandı. Umran Okulu- Genç
Öncüler de 18 Mart akşamına
denk gelen gecede düzenledikleri programla bu diriliği yansıtmaya çalıştılar. Gazze olaylarının, tüm Türkiye’de Filistin
meselesi ile ilgili bilincin kitleselleşmesine yol açtığı gerçeği,
çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu katılımcıların yoğun ilgisiyle gerçekleşen programda bir
kez daha gözlemlendi.
Dünyada küresel sistemin
ekonomiden ahlaka kadar geniş
bir alanda krize, kirlenmeye
sebep olduğu günümüzde,
Türkiye’de üzerinde oynanan
oyunları boşa çıkardığını ilan
edercesine gençlerin, yaşanan
kirlenmeyi aşma konusunda
kendilerini “öncü” olmaya adamış Genç Öncüler’in, böyle bir
geceyi tertip etmiş olmaları ise
gecede dikkat edilmesi gereken
en önemli unsurlardan biri olsa
gerekti.
Gazze’de kazanılan fiili savaşın ardından İslam dünyasında,
zafer sevincine eklenecek ve
gelecekte yapacaklarımız konusunda bizleri motive edecek
bir parametre olarak gençliğin
her şeye rağmen Çanakkale ile
Gazze arasında ümmet bağlamında paralellikler kurması, üzerinde derinlemesine ve
itinayla düşünmeyi gerektiren
bir konu olarak karşımızda
Kültür - Sanat
durduğu da Genç Öncüler’in
Çanakkale’den Gazze’ye programıyla bir kere daha kendini
hissettirdi.
Uğur Mumcu Mahallesi
Yunus Emre Camii İmamı
Mehmet Pervane’nin dinleyenlerin tüylerini diken diken eden
Kur’an tilavetiyle başlayan
gece, Genç Öncüler ekibinden
Büşra Özkan’ın Filistin’in sembollerinden Hanzala’yı anlattığı şiirsel metninin okunmasıyla
devam etti. Günümüzde Filistin
meselesini gençlere en iyi anlatma yollarından biri Hanzala.
Özkan’ın “Hanzala’nın Diliyle”
adlı eseri Filistin meselesiyle
hem duygusal hem de fikri bir
bağ kurmayı başarırken, vurgu
ve tonlamaların da okunurken
yerli yerinde yapılması beraberinde Genç Öncüler’in hazırladığı Hanzala çizimlerinden
oluşan slayt ile etki gücünü arttırıyordu.
Hanzala’nın Diliyle
“Adım Hanzala,/ Babamın
adı önemsiz,/ Annemin adı
Nakbah,/ Yani işgal,/ Yeni bir
başlangıcın ezip geçtiği kilometreler yani,/ On yaşındayım,/
Ayakkabı numaramı bilmiyorum,/ Çünkü hep yalınayak
dolaşıyorum,…
Ve zeytin ağaçlarının gölgesinde zeytin dallarına hasret
bir ülkenin çocuğuyum yalnızca/ Kendimi tanıtmak istemiyorum,/ Hayat hikayemi de
anlatmak istemiyorum,/ Çünkü
hikayeler hayatı yaşayabilenler
içindir,
Ey kardeşlerimin merhameti/
Adım Hanzala ve Ben on yaşındayım,/Yaşlı dünyaya inat minik
ellerimle taşlar fırlatıyorum
NİSAN ‘09 UMRAN
87
Kültür - Sanat
karanlığa,/ Ey ümmetin yorgun ama dik duruşu,/Sapanları
kuşanma vakti şimdi!”
10 yaşında köyü İsrailliler
tarafından işgal edilen çocuk
Hanzala’nın dilinden Filistin’in
Genç Öncüler tarafından anlatılması basit bir empati ile sınırlandırılamayacak ancak mesafeleri
aşan kardeşliğin görülmesiyle
anlaşılabilecek bir durum aslında. Tam bu noktada programın akışına dönmek gerekiyor,
çünkü, bu yakınlığın oluşmasındaki en önemli isimlerden
İHH- İnsani Yardım Vakfı Genel
Başkanı Bülent Yıldırım konuşmacı olarak sahneye alıyordu.
Filistin’deki
Müslümanlarla
Türkiye’deki Müslümanları bu
derece birbirine yaklaştıran birçok neden sayılabilir ama İHHİnsani Yardım Vakfı ve vakfın
Genel Başkanı Bülent Yıldırım’ı
ayrı bir yerde tutmak gerekiyor.
Bülent Yıldırım, o akşam
farklıydı, onu eylem meydanlarında alıştığımız ateşli konuşmalarından biriyle görmedik
Genç Öncüler’in gecesinde. Yıldırım, Gazze’yi anlattı, gördüklerini, yaşadıklarını; çocukların
çok küçük yaşta olgunlaştığını,
bunun nasıl olduğunu anlattı, Filistin’de insanların hayata
bakışını, insanların ölüme ve
şahadete yakınlığını, insanların
savaşla okulu bir koltukta taşıdığını anlattı. Bülent Yıldırım,
Filistin’e ilk defa gitmemişti elbet ama bu sefer farklı bir şekilde etkilenmişti besbelli. Tüm
salonu yüreklerinden tutan
konuşmasında, herkese elindekinin kıymetini hatırlatırken,
Yıldırım, ümmetin gençlerini
bu sefer merhamet damarından
yakalamayı ve ateşlemeyi seç88
UMRAN NİSAN ’09
mişti. Bülent Yıldırım’ın duygu
yüklü ve Filistin dramını anlatan
konuşmasından sonra ilköğretim çağlarındaki Meryem Betül
Yılmaz yine Genç Öncülerden
Zehra Yurdan’ın yazdığı ve içinde Kınalı kuzuyum ben/ Gazzeli bir kınalı kuzu mısralarının
geçtiği şiiri seslendirdi. Şiirin ardından gecenin niçin düzenlediğini anlatan bir slayt izlendi.
Slaytta, İslam dünyasının işgal
ve sömürü neticesinde bütün
bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığına rağmen ümmeti birleştiren, onları kardeşler olarak bir
araya getiren olayın bundan 94
yıl önce Çanakkale savaşı olduğu ve Gazze de yaşanan katliamların aynı Çanakkale savaşı
gibi İslam coğrafyasını bir araya
getirdiği anlatıldı. Slaytın ardından Araştırma ve Kültür Vakfı
eski başkanı Metin Alpaslan
söz aldı. Çanakkale’de yaşanan
anekdotlarla süslediği duygulu
konuşmasında Metin Alpaslan
İslam dünyasının bir olması ve
aralarındaki
anlaşmazlıkları
gidererek dün olduğu gibi bu
gün de kardeş olmaları gerektiğinden bahsetti. 94 yıl önce
Çanakkale’de ayağa kalktığımız
gibi bu gün de bütün İslam coğrafyasının bir olmak, kardeşler
olmak için ayağa kalkmaları gerektiğini anlattı. [M. Alpaslan’ın
etkileyici konuşmasının paralelinde Umran’ın elinizdeki Nisan
09-176. sayısında bir yazısısı yer
almaktadır.]
Gecede Gazzeli 10 yaşındaki Yusuf’un yazdığı ve Gazzeli
Ömer’in okuduğu tarihi bir vesika niteliğindeki mektup erken
yaşta büyümek zorunda kalan
bir çocuğun Gazze’ye bakışını
yansıtması açısından önem arz
ediyordu. Şöyle diyordu Yusuf:
“Değerli arkadaşlar çabucak
büyümek istiyorum. Ve babamın bizi neden Kudüs’e götürmediğini Mescid_i Aksa’da
namaz kılamayışımızı anlamak
istiyorum. Neden Yahudilerin
bizi öldürmek istediğini de anlamak istiyorum. Neden Yahudiler bizim topraklarımızı çaldılar? Babam bize onun dedesinin Filistin’in ortasında büyük
bir tarlası olduğunu çocuklarına
zarar vermesinler diye Yahudilerden korkup tarlayı bırakıp
kaçtığını anlattı. Fakat ben size
söz veriyorum. Ben ve çocuğum
hiçbir zaman kaçmayacağımız
inşallah.. Dedemin tarlasını geri
alıncaya kadar Filistin’de kalacağım ve hatta ben ve siz Türk
arkadaşlarım Mescid-i Aksa’da
beraber namaz kılacağız inşallah…”
Gazzeli Yusuf’un mektubundan sonra Mehmet Akif’in
Çanakkale Şehitlerine adlı şiiri
okundu. Şiirin ardından gecenin bir diğer konuğu Ömer
Karaoğlu geldi sahneye. Ömer
Karaoğlu’nun mesaj yüklü ezgilerine salondan eşlik eden gençler gecenin ilerleyen saatlerine
kadar Gazze’den Çanakkale’ye
Çanakkale’den Gazze’ye yürüdüler.
Umran
OkuluGenç
Öncüler’in gecesi adeta çok sesli ve enstrümanlı bir koronun,
emek isteyen özverili çalışmasının bir ürünü olarak hafızalarımızdaki yerini aldı. Emeği
geçenler, programa katılanlar,
bu güzel tabloda kendine yer
bulanlar kirletilmeye çalışılan
dünyada tertemiz kalmanın izlerini bıraktılar.
Download