Emir Bedirhan’ın Cizre-Bohtan Direnişini Doğru Okumak -2 Sait Çetinoğlu Bu yazı dizimizde Kürtlerin siyasi oluşumuna dikkat çekmek istediğimizden Bu sorunlu ilişki sürecine biraz daha odaklanmamız gerekir. Amasya antlaşması sonrası sürece bakarsak doğası gereği süreç Kürtlerin aleyhine gelişir. Amasya antlaşması dolayısıyla Osmanlı-Kürt ilişkinin pragmatik ve Kürtler açısından sorunlu olduğuna Kardam da katılmakta antlaşma sonucunu şu sözlerle yorumlamaktadır: “Amasya anlaşmasının ürünü olan bu idari düzenleme, tam ve kısmen özerk olan Kürt beylikleri konusunda Osmanlıya iki imkân sunuyordu. Bunlardan birincisi, Kürdistan'ı geleneksel yönetici aileleri güçlendirerek kontrol etme imkânıydı, ikincisi ise, Kürdistan'ın yönetici ailelerini böylece kendisine bağımlı hale getirip, onlar eliyle tanımış olduğu özerkliği her fırsatta alabildiğine tırpanlayabilme imkânıydı.”1 Ayrıca bu antlaşma Kürtler arasında yıllara sari ve günümüze kadar gelen bir bağımlılık ilişkisi yaratmış ve bağımsız bir iradenin gelişmesini önlemiştir: “Kürt mirleri Yavuz ve Kanuni döneminde yapılan antlaşmalar gereği pek çok sorunu kendi aralarında çözebilecek iken dahili husumetlerin çözümünü dahi Dersaadet’e taşımışlardır”2 Ehmedé Xani’nin Mem u Zin deki feryadı boşuna değildir: "Ez mame di hikmeta Xwede da Kurmanc di dewleta dine da Aya bi çi weche mane mehrum Bilcimle ji bo çi mane mehkum” “Ben Allah'ın hikmetine şaşakaldım Kürtler dünya devletinden Acep ne sebeple kalmışlar mahrum Hepsi birden niçin olmuş mahkûm” Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki bu antlaşmayı zorlayan Osmanlıdır ve egemen kendine uygun koşulları oluşturmanın peşindedir. Koşulları üstün güçler dikte ettirmiştir. Karşılıklı iki eşit tarafın eşit iradesinden doğan bir antlaşma değildir. Hatta antlaşma bile sayılmamak gerekir. Üstün güç sorumlulukları belirlemiştir. Bu bakımdan bu özerkliği abartmamak ve yüceltmemek gerekir. Aslında gerçekte olanın Kürdistan’ın birinci fethi gerçekleştiği anlaşılmalıdır: “Zaman zaman, Osmanlının Kürt beyliklerine tanıdığı özerkliğin 19. yüzyıla kadar pürüzsüz işleyen bir devr-i saadet dönemi gibi sunulduğu oluyor ki, olgular bu yargıyı tekzip etmektedir. Özerklikleri bazen bağımsızlık sınırına varan büyük ve güçlü Kürt beyliklerinin varlığı Osmanlının arzulayabileceği bir durum olamazdı. Ama buna başlıca iki nedenle katlanmak zorundaydı. Bu nedenlerden birincisi, bölgenin İran'la sınırdaş olmasıydı. Kendilerini güvende hissetmeyen Kürt beyleri her zaman aşiretleriyle birlikte İran'a geçebilirler, hatta Osmanlıya baş kaldırarak yörelerinin İran toprağı olduğunu ilan edebilirlerdi. İkinci nedene ise, bölgenin o günkü teknolojiyle doğrudan yönetilmeye imkân vermeyecek kadar sarp dağlarla kaplı olmasıydı.”3 Bu özerklik özellikle 1834-1847 arası yoğun direniş ve savaş dönemi ve Osmanlı Devletinin Tanzimat'ın ilanıyla yürürlüğe koyduğu yeni politikalar neticesinde tamamen ortadan kalkmış, etkileri ise 1847'de bastırılan direniş sonrasında "Kürdistan’ın yeniden fethi" anısına kurulan Kürdistan Eyaletinin 1867'de Diyarbekir Eyaletine çevrilmesi ile bu dönem resmen son bulacaktır. Bu bağımlı ilişki ve sürecin, Kürtlerin siyasi yaşamının olgunlaşmasını engellediğini rahatlıkla söylemek mümkündür. Siyasi birliğin ve olgunluğun olamayışı kolay yutulmasına ve istenildiğişekilde yoğrulmasına sebep olmuştur. Hagop Şahbazyan bu olguyu şu kelimelerle ifade eder: “Osmanlı İmparatorluğu fetihlerine 1 Ahmet kardam,56 Sinan Hakan, Osmanlı arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri, Doz Y. 2007, s 20 3 Ahmet Kardam 57 2 adım adım başladı. İlk önce Erzurum'a, oradan da diğer bölgelere, kaleleri ve Ala-atin'in evini de yıkarak Kürt prensliklerine son verdi. Onlar artık soylarını suikast ve gizlilik içinde devam ettirdiler. Ortam müsait olduğu zaman ortaya çıktılar. Yani Kürtler, hükümranlıkları bir yerde silinse dahi, bir başka yerde ufak ufak, birbirinden ayrı, olarak ortaya çıkıyorlardı.”4 Ve Hagopyan ekler: Sayısız akıncı beyleri Kürt soyları içinde türer. Birbirlerinin işini baltalamak işini ve çalışan halkın elinden kazancını almak için varlar.”5 Osmanlı idaresinde Kürtlere tetikçilik görevi düşmüştür. Bu Hamidi dönemde Hamidiye alaylarıyla daha belirgin bir hal alacak, İT döneminde aşiret alaylarına,kimi yerde el-hamsin milis alaylarına dönüşerek Ermeni soykırımının tetikçiliğine yerine getireceklerdir. Osmanlı-Kürt antlaşmasının sonuçları bölgenin otokton hakları için ölümcüldür: “Kürtler Anadolu yüksek platosu ile Toroslar'ın güneydeki etekleri arasındaki uzun kuzey-güney göçlerini yeniden başlatmışlar ve nihayetinde Ermenileri bu bölgelerden çıkartmakta anahtar rol oynamışlardı[r].”6 Ayrıca bu olgunun uluslararası arenadaki siyasi sonucu da Kürtlerin tecridi ve parçalanmasıdır. Müslüman Kürtlerin Ezidilere, Nasturilere7 ve Ermenilere karşı savaşları bu süreç boyunca Kürtlerin uluslararası destekten yoksun kalmalarına neden olduğu gibi Bedirhan Bey’in Nasturi soykırımı, 1920’lerde yeni dünya düzeni kurulurken, Kürtlerin dikkate alınmayarak Kürdistan’ın parçalanmasıyla sonuçlanmasına neden olacaktır. Burada bir parantez açarak Bedirhan Bey’in Nasturi Soykırımına değinelim;Kürtlerin ve Kürdistan’ın kaderinde etkili nedenlerinden bir olan bu katliam biraz daha açılmasında yarar vardır. Katliam Süryani kaynaklarında şu satırlarla özetlenir8: Özellikle 19. yüzyılda orta ve kuzey Mezopotamya'nın büyük bir bölümünde, mirlikler yönetimi geliştirildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun vali ve askeri komutanlarına bağlı Kürt ve Süryani nüfusunu yöneten bu mirler, devlet için vergi ve asker toplamakla görevliydiler. Çünkü imparatorluğun memurları kırsal alanlara dağılmış aşiretlerden direkt vergi toplayamıyor, vergiler mir ve aşiret reisleri tarafından toplanıp devlete aktarılıyordu. 1820'lerde mir yönetim biçimi giderek kurumlaştı ve belli bir yerel-iktidar niteliğini kazandı. Değişik aşiret reisleri arasında ittifaklar kuruldu. Diyarbakır vilayetinde Cizre sancak beyi Bedirhan Bey önderliğinde Kürt aşiretlerinden bir yönetim gelişirken, Hakkari dağlarında Mar Şemun önderliğinde Süryani aşiretlerinin de otoritesi ve gücü gelişti. Bedirhan Bey'in ailesinin Osmanlı sultanlarıyla ilişkileri geçmişten beri çok iyiydi. Partik Mar Şemun ise son dönemlerde cizye vermemekle, sultanlara karşı itaatsizlikle itham ediliyordu. 1840 yılına kadar Hakkari ve etrafında yaşayan Doğu Süryaniler ile Kürt aşiretleri arasındaki ilişkiler iyiydi. 1842 yazında Amerikalı misyoner Dr. Grant, Doğu Süryanilerin Tiyari bölgesinde yer alan Aşita'da büyük bir misyoner merkezinin yapımına girişince, bölgedeki Kürt ağaları bu gelişmelerden rahatsız oldular. Bu yüzden Doğu Süryani aşireti Tiyari ile Hakkari Kürt Beyi Nurullah Bey arasındaki ilişkiler bozuldu. Tiyari aşireti Nurullah Bey'e itaat etmeyi reddederek, bir Kürt köyüne saldırdı ve 4 Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002, s 65 Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni Tarihi, s 66 6 Reşat Kasaba, dünya, İmparatorluk ve Toplum, çev. Banu büyükal, kitap y. 2005,s 171 5 7 [B]u dağlar 1843'te, Bedir Han Bey'in yaptığı eziyetler sırasında, onların çocuklarının kanlarıyla boyandı… Yaşamda kalabilen az sayıda Nasturi, dünyaya misyonerler göndererek etkinliklerini sürdürdüler. 1490'da, Patrik Şamun, Çin'e bir metropolit gönderdi. Patrik Eliya, 1502'de, Turna, Yab-Alaha, Denha ve Yakub adlı dört piskoposu Hindistan ve Çin'e gönderdi ve yine bu dönemde bunlar tek bir metropolitlik altında birleştiler.1842 ve 1843 yıllarında, Hakkari Emiri olan Bedir Han Bey, Kürt güçleriyle birlikte, Timurlenk tarafından Kürdistan dağlarına sürülen Nasturiler'in torunlarına saldırdılar. Niyetleri yakıp yıkmak ve öldürmek ve hatta olanaklı ise Hıristiyan halkı dağlardan kazımaktı. Vahşi istilacılar, ulaşabildikleri her yeri yakıp yıktılar. Rastgele zulümler yapıldı. Kadınlar Emir'in önüne çıkarıldılar ve soğukkanlılıkla öldürüldüler. Kaçmaya çalışan 300 kadın ve çocuk yakalanıp öldürüldü. Şu olay, iğrenç barbarlığı göz önüne sermeye yetiyor. Patrik Mar Şamun'un yaşlı annesi onlar tarafından yakalandı. Üzerinde en iğrenç vahşeti uyguladıktan sonra vücudunu ikiye ayırıp Zab nehrine attılar, bir yandan bağırıyorlardı; "Git o uğursuz oğluna söyle, aynı yazgı onu da bekliyor. Yaklaşık 10 bin kişi katledildi. Çok sayıda kadın ve çocuk esir alındı ve bunların çoğu köle olarak satılmak ya da nüfuzlu Müslümanlara armağan edilmek üzere Cizre'ye gönderildi. (Abraham Yohannan, Mezopotamyanın Kayıp Halkı Nasturiler, çev Meltem Deniz Beybun y. 2006, s 74-75) 8 Mezopotamya Uygarlığında Süryani Halkı,Bethilbokörlag, Södertalje-Sweden 2008, s onlarca insanını öldürdü. Bunun üzerine Nurullah Bey, Cizre beyi Bedirhan Bey'den yardım istedi. Bedirhan Bey durumu padişaha bildirdikten sonra denetimindeki Han Mahmud, Artuşi kabilesi, İsmail Paşa, Tatar Ağa ve Hakkari emirinin desteklerini alarak, onbin kişilik bir güçle Doğu Süryanilere yöneldi. 1843 baharında Bedirhan Bey'in güçleri ilk başta Diz bölgesini ele geçirdiler. Burada Patrik Mar Şemun'un kız kardeşini kaçırarak annesini öldürdüler. Mar Şemun'da Musul'a kaçarak İngiliz konsolosluğuna sığındı. İki buçuk gün süren bir çatışma sonucunda, Bedirhan Bey Doğu Süryanilerin gücünü dağıtarak, birçoğunu öldürdükten sonra, bölgedeki denetimi eline geçirdi. Doğu Süryanilerin bazıları Musul'a kaçarken geriye kalanları da Bedirhan Bey'e cizye ödemeyi ve itaat etmeyi kabul ettiler. Cizre'ye dönen Bedirhan Bey beraberinde birçok esir ve ganimet götürdü. Bedirhan Bey'in bu harekatı karşısında İngiltere ve Fransa elçi ve konsolosları aracılığıyla Osmanlı hükümetine memnuniyetsizliklerini bildirerek, özellikle esir alma olayını ayıpladılar ve Doğu Süryanilerin korunması konusunda baskı yaptılar. Osmanlı ise Bedirhan Bey'in devlete yaptığı hizmetlerinden dolayı Diyarbakır, Erzurum, Şam ve Musul valilerine emirler göndererek, Bedirhan Bey'e güvenlik desteği verilmesini istedi. Osmanlı yönetiminin aldığı esirleri geri vermesini istemesi üzerine Bedirhan Bey, Eylül 1843'te hemen hemen bütün esirleri serbest bıraktı. 19 Eylül 1846 tarihinde Bedirhan Bey tekrar etrafında topladığı birçok Kürt beyiyle ittifak yaparak. Doğu Süryanilerin Thuma ve Tiyari bölgelerine karşı saldırıya geçti. Osmanlılar Bedirhan Bey'in bu saldırısına da göz yumdular. Çal, Sinyancı ve Çobi kazaları savaş meydanına dönüştü. 1843 yılınkinden çok daha şiddetli olan bu saldırıda yaklaşık 20.000 Süryani öldürüldü. Patrik Mar Şemun Urmiye'ye kaçmak zorunda kaldı. Amerika, İngiltere ve Fransa bu katliamı protesto ederek, Osmanlılardan Bedirhan Bey'in cezalandırılmasını istediler. Bunun üzerine Osmanlı güçleri Bedirhan Bey'in üzerine giderek, onu esir aldılar ve Girit adasına sürgün ettiler. Bedirhan Bey'den sonra Hakkari bölgesinin yönetimi izzettin Şer'e verildi. Osmanlı yönetimi duyduğu güvensizlikten dolayı, beylikten aldığı İzzettin Şer, Kırım Savaşı esnasında Rusların tarafını tuttu. Kırımda Türk-Rus savaşı başlayınca İzzettin Şer 1854 yılında ayaklandı. Bu ayaklanmada Doğu Süryanilerle işbirliği sağlayan İzzettin Şer, Musul ve Bitlis'i ele geçirdi. İzzettin Şer ile birlikte hareket eden Doğu Süryaniler, 1877 yılına kadar önemli bir olayla karşılaşmadılar. Ayaklanmayı bastıran Osmanlı yetkilileri, Doğu Süryaniler ile ilişkilerini düzeltmek için yoğun olarak yaşadıkları bölgede bir kaza merkezini oluşturarak, kaymakamlık görevine de Patrik Mar Şemun'un yeğeni Davut'u getirdiler. Bu durum Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla değişti. Nasturi Soykırımı Batı güçlerinin bölgedeki temsilcilerinin gözleri önünde cereyan etmiştir. Olayları günü gününe rapor ederler. Bu raporları yazanlardan bölgede kazılar yapan daha sonra elçi olarak gönderilen arkeolog Layard Katliamı “Aşita'nın üzerine ansızın çöken baskınla gelmişti ölüm. Orada yaşayanların büyük bir bölümü, köyün en küçük izini bile silmeyi kafasına koyan Kürt öfkesinin kurbanı olmuştu”9 sözleriyle özetler. Layard’ın raporları da değerli ve ünlüdür: "Burada, Bedirhan'ın 1843 yılında Tiyari bölgesine baskın yaparak, soğukkanlılıkla bölge sakinlerinden 10.000 kişiyi aşiretine öldürttüğünü ve çok sayıda kadın ve çocuğu köle olarak satılmak üzere götürdüğünü, eklemem gerekiyor. Ama belki bu esirlerin büyük bir kısmının Sir Stratford Canning'in insan dostu olması ve soyluluğu sayesinde kurtulduğu herkes tarafından bilinmiyor. Can-ning Babiâli'ye başvurarak, hükümetin Kürdistan'a bir müfettiş göndermesini sağladı. Müfettiş, Bedirhan'ın ve diğer Kürt aşiret reislerinin alıp götürdükleri esirlerin serbest bırakılmasını sağlamak için onlarla görüştü. Ayrıca Canning de bu Kürt beylerine önemli miktarda para verdi. (....) Bu köydeki perişanlığı ve ıssızlığı, hiçbir yeşertisi olmayan bir çöle benzediğini anlatarak okuyucuyu yormak istemiyorum. Köyde yeniden yapılan ilk bina olan ve enkazların arasından yavaş yavaş yükselen damsız bir kilisenin avlusundan atlarımızla geçtik (1846). Mezarların arasında halılarımızı yaydık. Malik ve diğer katliamdan kurtulanlar gündüzleri ağaçların altında oturuyorlar, geceleri ise Zab'ın kıyısında ağaçtan yaptıkları, içi kurumuş ot ve samanla döşenmiş yataklarında geçiriyorlardı.”10 Katiama tanık olanİngiliz misyoneri G.P. Badger de raporlarında Bedirhan Bey’in sebep olduğu yıkımı nakleder: “Patrik'in ikinci bir saldırıdan korkması doğruydu ve bu saldırı çok geçmeden gerçekleşti. 9 Austin Henry Layard, Ninova ve Kalıntıları, çev. Zafer Avşar, Avesta Y. 2000,s 135 Gabrielle Yonan Asur Soykırımı, Unutulan Soykırım, Çev Erol Sever, Pencere Y. 1999, s 47-48 10 Müttefik Kürt aşiretleri Tiyari'nin Diz yöresini bastılar. Zab suyunu geçerlerken kuvvetli bir savunmayla karşılaştılar, ama sayıları Kürtlerden az olan Nasturiler çok geçmeden geri çekildiler ve vahşi saldırganlar köyleri yaktılar, köy sakinlerini öldürdüler ve her tarafı yakıp yıktılar. Kürtlerin ne kadar barbar olduğunu aşağıda verdiğim gaddarlık örneği göstermektedir: Mar Şamun'un yatalak annesi Diz'de esir edildi. En ağır işkencelerden geçirildikten sonra, gövdesi iki parçaya ayrılarak Zab suyuna atıldı ve Kürtler "Oğluna onu nasıl bir kaderin beklediğini söyle" diye bağırıp, çığlıklar atıyorlardı.Bu ikinci saldırıda çok sayıda kadın ve çocuk esir alındı ve Cezire bin Ömer'de satılmak üzere gönderildi. Yollanan kadınların ve çocukların bir kısmı esir pazarında satıldı, bir kısmı da hatırı sayılır Müslümanlara armağan edildi. Erkeklere hiç acınmadı, bazıları kaçarak hayatlarını kurtarabildiler. Çoğu, geçit vermez dağlara kaçtılar, diğerleri Aşağı Pervari'ye kaçtı, ama onları kaçtıkları yerlerde de aynı akıbet bekliyordu.”11 Kardam da soykırım olduğundan kuşku duymadığı Katliamlara dikkat çeker, özellikle ikinci katliamı Sonun Başlangıcı başlığı altında inceler. İkinci Katliam her ne kadar Bedirhan Bey’in, Osmanlıya gözdağı vermek istemesinde kabak Asuri/Nasturi’lerin başına patladıysa da Osmanlı’nın Bedirhan üzerindeki hareketini hızlandır bu bakımdan ikinci katliam Bedirhan Bey’in sonunun başlangıcıdır. “Bedirhan Bey 1843 haziranının sonunda, kendi ifadesiyle, 9 bin kadar Kürt askeriyle Nasturilere karşı bir katliam düzenler. Bugünün kıstaslarıyla eksiksiz bir soykırım olan bu saldırıda, İngiliz kaynaklarına göre, yaklaşık 10 bin Nasturi katledilir, sağ kalanlar arasından esirler alınır. Binlerce Nasturi canlarını kurtarmak için yığınlar halinde Musul'a sığınır. O tarihte, 1839'daki Nizip savaşında uğradığı bozgunun yaralarını henüz saramamış olduğundan, Osmanlının bu katliamı önleyebilecek gücü yoktu. O koşullarda, kontrol edemediği iki gücün-Kürtler ile Nasturilerin-birbirlerini kırmaları işine bile geliyordu…Nasturi katliamı kısa erimde, Bedirhan Bey'e Osmanlı karşısında önemli bir avantaj sağlar. Bu saldırıyla elde ettiği "başarı" ona Kürdistan'da, belki kendisinin bile beklemediği kadar büyük bir prestij kazandırır; diğer Kürt beyleri ve ulema üzerindeki otoritesini pekiştirip perçinler. Ünü Osmanlı sınırlarının ötesine taşar. Osmanlının yüzyıllardır egemenliği altına alamadığı ve bulunduğu bölgede önemli bir güç odağı olan Nasturileri ezip itaat ettirmesi, Erzurum valisi Halil Kâmili Paşa'nın işaret ettiği gibi, özellikle İran nezdindeki ağırlığını artırır. Ama bunlar kalıcı, yürüte geldiği mücadeleyi başarıya ulaştırıcı kazanımlar değildir. Tersine, önce 1843'teki bu birinci katliam, ardından 1846 sonbaharında düzenlediği ikinci katliam 1847 yılındaki yenilgisinin belirleyici vesilesi olur. Hem birinci ve hem de ikinci katliamın ardından İngiltere ile Fransa'nın Bedirhan Bey'in derhal tasfiye edilmesi konusunda Osmanlı üzerindeki ağır baskıları Bâb-ı Âli'yi tersi durumda belki de çok daha uzun bir süre göze alamayacağı bir askeri operasyona girişmek zorunda bırakır. Nasturi katliamlarının sonucunda, Bedirhan Bey'in liderliğinde yürüyen Kürt direnişi bütün Hıristiyan dünyasının hedef tahtası haline gelir. Bu durum, Lazarev'in deyimiyle, Kürt hareketinin zayıflatılması açısından, Bâb-ı Âli'nin eline arayıp da bulamadığı fırsatı verir.”12 Layard’ın ikinci Katliam ile ilgili satırları şöyledir. “Ben Musul'a döndükten birkaç gün sonra, Tayyar Paşa'nın felaketi önleme girişimlerine karşın, Bedirhan Bey Tiyari dağlarından geçerek yaptığı seferde, önüne gelen aşireti haraca bağlayarak, talan ederek Thuma'ya girdi. Meliklerin öncülüğünde savaşan Thuma bir süre direniş gösterdi ama sayıca üstünlük karşısında sonunda düştü. Kimse ayırt edilmeksizin yeni bir katliam daha yapıldı. Kadmlar şefin önüne getirildi ve büyük bir soğukkanlılıkla öldürüldüler. Kaçmaya çalışanların kafaları uçuruldu. Sayıları üç yüzü bulan kadın ve çocuklar, Baz'a kaçmaya çalışırken acımaksızın kılıçtan geçirildiler. En güzel köyler, bahçeleri ile birlikte yakılıp yıkıldı, kiliseler yerle bir edildi. Hemen hemen nüfusun yarısı bu çılgın Kürt beyinin Öfkesinin kurbanı oldu. Bunların arasında meliklerden birisi ve Kaşa Bodaka da vardı. Bu iyi yürekli papazla birlikte Nasturi ruhban sınıfının en bilgili adamı Kaşa Oraha ve bir zamanlar Keldani Papazlığı içinde hep varolan coşku ve ilimden pay almış son kişi olan Kaşa Kana da öldürülenler arasındaydı. (...) Bedirhan Bey Thuma'dan çekildikten sora, nasılsa sağ kalmış olan birkaç köylü harap olmuş köylerine döndüler ama 11 12 Gabrielle Yonan Asur Soykırımı, Unutulan Soykırım, s44-45 Ahmet Kardam s 170-180 bu sefer de onların seferden önce gizlenmiş para ve altınların yerini bildiklerini düşünen Nurullah Bey çöktü üzerlerine. Birçoğu uygulanan işkenceler altında can verdi”13 “Musul valisi Tayyar Paşa'nın bildirdiğine göre, Bedirhan Bey'in askerlerinin sayısı, 1843 katliamındaki kadar, yani 10.000 civarındadır. Fransa'nın Musul konsolosluğunun Dersaadet'e ulaşan bir yazısına göre, "Bedirhan Bey erkek, kadın ve çocuk 20.000'den fazla insan katletmiştir."17 Bu rakam üç yıl önceki katliamda öldürülenlerin iki katıdır.Katliamın hemen ilk günlerinde, 29 Eylül 1846 günü, Mar Şamun valiliğe haber vermeden Musul'dan kaçar ve iki hafta kadar sonra, "Amediye kazası dağlarında bulunan Bervvari aşireti tarafına firar ederken orada bulunan zaptiye askeri tarafından görülüp yakalanarak" Musul'a getirilir.”14 Kürdistan bu trajediyi yaşarken diğer mir aileleri gibi Bedirhan Bey ailesi de bundan nasibini alacaktır15. Ancak Osmanlı’nın Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa ile Nizip’te tutuştuğu savaşın sonunda aldığı yenilgiyle Kürdistan’ın Fethi kesintiye uğrar. Osmanlı Kendini topladığında kaldığı yerden başlayacak, Kürdistan’da mir ailelerinin tamamını tepeleyip her şeylerine el konarak sürgüne gönderecektir. Mir aileleri için artık Kürdistan’a dönmek hayaldir. Bir kısmı rütbe alarak Osmanlıya hizmet ederler. Bu durumu Bedirhan Bey’in torunu nakleder: “Kürdistan'a dönmenin tüm imkanları, Bedirhan aile fertlerinin elinden alınmış, tüm yollar kesilmiş, başlarına gelenlerden sonra sürgün oldukları İstanbul'da eğitimlerini tamamlayıp Osmanlının devlet işlerinde memur ya da çeşitli kademelerde yönetici olarak çalışmak durumunda kaldılar.”16 Burada şunu unutmamak gerekir ki bu fetih sürecinin en sadık yardımcıları Kürt mirlerinin bizzat kendileridir. Bedirhan Bey de bunlardan biridir. Osmanlı askeri danışmanı Moltke mektuplarında bunları ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Said Bey Kalesinin kuşatmasında Bedirhan Bey De yer almaktadır: “Yanıma Kürt kılavuzlar alarak bu tepeye tırmandım. Ancak akşam geç ve son derece yorgun bir durumda Bedirhan Bey'in yanma döndüm. Bu beyin kara keçi kılından çadırı, köpürerek akan bir dağ deresinin kıyısına kurulmuştu. Büyük bir ateşte, küçük küçük doğranmış koyun eti parçaları kebap yapıldı.Karşımızda 40-50 kadar Kürt, uzun tüfekleri, kamaları, tabancaları ve bıçaklarıyla, üstlerinde kendilerine özgü ve çok yakışan ulusal giysileriyle ayakta duruyorlardı. İleri gelenleri yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Çevremizde nöbet ateşleri alev alev yanıyordu.”17 Kürtlerin bu fetihe yardımcı olmaları kendilerine bir şey kazandırmamaktadır. Moltke bu aşağılamayı şu kelimelerle resmeder: “Kale kapısının altında yaralı kardeşini taşıyan bir Kürde rastladık. Zavallı bacağından vurulmuştu. Onu taşıyan kardeşi gözleri dolu dolu olarak, kardeşinin yedi gündür bu acıyı çektiğini anlattı. Cerrahı çağırttım. Anlamsız bir şey istediğini anlamıyor musun der gibi, her gelişinde sesini daha da yükselterek Evet ama Kürt bu! dedi durdu.”18 Osmanlı Güçlü mirleri yanlarına alarak diğerlerini tepelemektedir. Bunu yaparken yanındaki mirin birsonraki merhalede sıranın kendisine gelip gelmediğini düşündüğünü bilmiyoruz: “En önemli beyler, Reşit Paşa'nın yenilgiye uğrattığı Ravenduz Bey. Şimdi bizim yanımızda çarpışan Bedirhan Bey. Az önce kalesi alev alev yanan Sait Bey. Babıâli'nin paşalığa yükselttiği, fakat bağlılığı kuşkulu olan Akkâlı İsmail Bey.”19 Kürt güçleriyle Kürtler tepelenmektedir ve Kürtlerin kıymeti harbiyesi yoktur. Sait Bey tepelendikten sonra Moltke sayım yapar: “Yaralı pek azdı, bunların büyük bir bölümü de Kürtlerdendi, bunlar da kayıptan sayılmıyordu. Şimdi bir yıkıntı yığınından başka yanı kalmayan küçük bir dağ hisarının ele geçirilmesi, padişah için önem verilecek bir şey değildir. Ama burası Babıâli'ye karşı direnme 13 14 Austin Henry Layard, Ninova ve Kalıntıları, çev. Zafer Avşar, Avesta Y. 2000,s 170-171 Ahmet Kardam s 291 1838-1847 dönemine damgasını vuran Kürt Miri Han Mahmud 1866 yılında . Hakkârili Nurullah Bey ise 1861'de vefat etmiştir. Bedirhan Bey 1857'de affedilip Paşalık unvanı alımış, Cizreli Ezdin Şer Bey ise 1865’te affedilmiş, daha sonra o da Paşalık unvanı almıştır. Bu şekilde Han Mahmud gibi Kürt Mirlerinin vefatı ve diğerlerinin ise affedilip Osmanlı Ordusunun resmi yetkilileri haline gelmeleri ve bunun yanında 1847 direnişinin sonucu olarak kurulan Kürdistan Eyaletinin 1867'de Divarbekir Eyaletine çevrilmesi ile bu dönem resmen son bulmuştur. 15 16 17 Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, s 22 Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, 342 Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, 342 19 Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,356 18 eyleminin merkez noktalarından biriydi. Sait Bey'in yola getirilmesinin bu bakımdan ne kadar önemli olduğu, şimdi hiç zaman geçirmeden, iki tam Redif taburu oluşturmak için asker toplamaya girilişi göstermektedir.20 Moltke, Garzan Harekatını da ayrıntılı anlatır. Osmanlı’nın önderliğinde Kürtler Ezidilerin üzerine köyleri yaka yaka “Allah, Allah” sesleriyle saldırmaktadırlar: “Köy hemen tutuşturuldu… Yürüyüşte birkaç köy daha tutuşturuldu… askerler oradan ganimetlerle döndüler… Kürtlerin sessiz acısı, kadınların umutsuz çığlıkları yürekleri parçalıyordu… inanılmayacak kadar tutak alındı… ganimet hırsları onların cesaretlerini kamçılayan büyük bir etken olmuştu. Çünkü düşmanları yezidiler yani şeytana tapanlardı.”21 Dış talan olanakları kalmayan Osmanlının iç fethi olarak anlaşılması gerekli bu merkeziyet adı altında Kürdistan’ın fethi ile Kürdistan’a istenilen koşullar oluşturulmuştur. “Bu koşullar altında ikmal tamamen Kürdistan'a yüklendiği için asker toplama, devlet güçleri tarafından köylere baskın yapmak biçiminde olmaktadır. Öyle köyler vardır ki, içinde genç ve çalışabilir insan kalmamıştır. İnsan bu adam avcılığını görmeli, bu elleri bağlı ve öfke dolu… [B]u halkın ruhunda nasıl kendine karşı tam bir nefret uyandırdığını anlayabilsin. Günümüzdeki bu dertlere, gelecekte, gerçekte çok olmayan Müslüman nüfusunun azalması, ulusal servetin tükenmesi ve onların geldiği kaynakların tamamen kuruması da katılacaktır.”22 Kürdistan herhangi bir batı sömürgesinden farksızdır. Moltke durumu ayrıntılı bir şekilde resmeder. Kürdistan’da av vaktidir: “Nizamiye askerlerinin yarısını da yeni askerler oluşturuyordu. Ölüm oranı o kadar yüksekti ki, burada bulunduğumuz süre içinde piyadenin yarısını toprağa gömmüştük: Bütün bunların yerini doldurma işi şimdi Kürdistan'a yükleniyordu. Köylerde halk dağlara kaçıyordu. Yakalananlar, çoğu zaman çocuklar ve sakatlardı. Bunlar da elleri bağlı olarak getiriliyorlardı. Subayların dillerini bilmeyen bu Kürt askerler, tutsak işlemi görüyorlardı.”23 Bu bölüm sonunda rahatlıkla kısaca Tarihi Ermenistan veya bugünkü Kürdistan Kürtlerin eliyle fethedilmiştir diyebiliriz. Ancak bu fetih de yıllara sari olacak Kemalist rejime uzanacaktır Hans-Lukas Kieser, sürecin acılı kanlı yanına vurgu yaparak günümüze uzatır: “İslahat, yeniden düzenleme ve reformlar, 1830lu yıllardan beri Osmanlı İmparatorluğu'nun Kürt ve Ermeni bölgelerinde yaşadığı sorunlarla ilgili olarak hem Osmanlı Devleti, hem de Avrupa devletler topluluğu tarafından dile getirilen temel kavramlardı. Ancak barış gerçekleşmekten çok uzaktı: Savaşlar, pogromlar, kültürel yıkım ve soykırım, bu bölgeye uzun vadeli olarak damgasını vurmuştu. Barışı inşa etme İnşatları birkaç kez elden kaçırılmıştı. Katılımcı bir düzeni sağlamak için yapılan kaynaştırıcı girişimler, merkezî devlet İle yerel söz sahiplerinin iktidar paylaşımına gösterdikleri direnişten, bölgedeki dinî ve ulusal toplulukların yüksek beklentilerinden ve genel emperyalist havadan ötürü başarısızlığa uğradı. Barışı sağlama ve uygarlaştırma adı altında Dersim bölgesindeki son Kürt-Alevi özerkliğinin kanlı bir şekilde ortadan kaldırılması, Ermenistan'ın ve Kürdistan'ın yüz yıl önce başlatılan iç fethine 1938'de konulan son nokta oldu. Bu tarihten sonra Türkiye'nin başkenti doğrudan bu bölgeler üzerinde hüküm sürmeye ve her türden etnik-kültürel çoğulculuğu baskı altında tutmaya başladı. Eski Yugoslavya için 2000 yılında harcanan uluslararası barış çabalarında geçerli olan etnik birlikte yaşam kriterlerine göre, söz konusu iç fetih yüzyılı çok fazla kurban alan ve hiçbir şekilde refah getirmeyen bir başarısızlık tarihidir. Savaşlar arası dönemin otoriter devlet, önderlik ve ulusal homojenlik gibi fikirlerini yansıtan ve bugüne kadar Türk tarihinin tablosuna damgasını vuran kriterlere göre, 1938 yılında Kürdistan'ın askerî ve idari olarak tüm bölgeyi kapsayacak şekilde boyunduruk altına alınması uzun süreli, ama başarıyla sonuçlandırılmış devlet girişimi görünümü sunmaktadır.”24 20 Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,356-357 Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,361-364 22 Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, ed. Ö.Andaç Uğurlu, çev E. Karahan-N. Uğurlu, Örgün Y.2010, s 451-452 23 Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,s 488 24 Hans-Lukas Kiesr Iskalanmış Barış çev. Atilla Dirim, İletişim Y.2005, s 21-22 21 Newroz 12 Ekim 2011 sayı 189