Balyoz’da Yeni Perde İktidar savaşı tamamen sermaye kesimleri arasında geçmektedir. Her iki kesimin, işçi sınıfına, devrimcilere, Kürtlere dönük suçları soruşturma konusu ''14 dahi yapılmıyor. İşçi sınıfı, sermaye sınıfının bir bütün olarak sınıf düşmanı olduğunu ayırdettiği, kendisi için sınıf olduğu zaman egemenlerin işlediği bütün suçları cezalandırabilecektir. İşte o zaman havaya kalkan balyozlar, olması gereken yere, neoliberal burjuva demokrasisinin kalbine inecektir. yaşasın sosyalist işçi demokrasisi Sayı: 47 Temmuz 2014 1 TL SEÇİMİN VE ADALETİN DÜDÜĞÜ! Okmeydanı işçisinin onurlu mücadelesi Direnişçi işçiler “Hastane yönetimi ile görüşmelerin devam ettiğini bir sonuç alıncaya kadar direnişlerinin süreceğini belirtirken direnişimizin seyrini yapılan görüşmelerin durumu belirleyecek” diyorlar. Taşeron sağlık işçileri direnişe Okmeydanı Hastanesi’nin girişinde devam ediyorlar ve her türlü dayanışmanın direnişi güçlendirici olacağını belirtiyorlar. "6 Şişecam grevine yine “milli güvenlik” İşçi sınıfının en önemli silahlarından birisi olan grev hakkına dönük Şişemcamdaki bu saldırı tüm işçi sınıfına yapılmış olarak kabul edilerek genel grev genel direniş ile cevaplanmalıydı. Bu şekilde verilecek bir karşılık ile hem patronları hem de onların hükümetlerini bu kadar rahat hareket etmekten alıkoyacaktır. "5 Bu ay içerisinde, kavurucu sıcaklarında en az 100 işçi daha iş cinayetlerinde katledilecek. Buna rağmen sistem partileri işçi ve emekçi kitlelerin oylarını kendilerine yedeklemeye devam edebilmek için ülkenin dört bir tarafına koşuşturacaklar. “Kış Uykusu” filminde bir yerde “kötüler koşuyorsa iyiler en azından yürümeli” denmiş. Doğru, ama onlarla aynı yönde değil, tam tersi yönde! İşçi sınıfı aksi yönde bir ağırlık, bir kuvvet, bir politik var oluş sergilemediği müddetçe bur- juva seçimlerin ve adaletin düdüğünü burju- Demiryolu işçileri: “Direniş!”, vazi çalmaya devam edecek. Bize tur atlatan, “Hep birlikte!” dünyaya adımızı duyuran direnişimizdir, Fransa’da tıklım tıklım, havasız, kalabalıklığından Gezi’dir, Soma’nın ve çalışmanın acısıdır; Rio’da kupa karşıtı protestolarda sokak sokak dolayı yavaş ilerlemesinin yanında bazıları bir direnen kent yoksulları ve işçilerle kurulan istasyonda yarım saatten köprü işte budur. Bu yüzden bizim dünya fazla bekleyen banliyö kupamız milyarlık stadyumlarda değil, fabrika trenlerinden, işçi sınıfının ve sokaklarda oynanır. Düdüğü de başkasına “Biz durunca hayat durur” kavga uğultusu yükseliyor. çaldırmayacağımız günler de er veya geç gelecektir. Mağaza işçileri: "Umut fısıldıyor" Şehirlerin tüm stresi, tüketim kültürünün en büyük basıncını biz çekiyoruz. Şirketlerin aldığı liberal ve esnek kölece çalıştırma stratejilerinin altında eziliyor, sömürülüyoruz. O yetmediği gibi birbirimizden nefret ettiriyorlar, birbirimizi küçümsettiriyorlar, birbirimizin kuyusunu kazmamızı sağlıyorlar. En şatafatlı kullanılan şehir ve inşaat, elektronik teknolojiler hepsi bize ve emeğimize karşı çevrilmiş bir silah. Tüm bunların hepsi patronları güçlü kılan ve emek denetimini elinde tutmasını sağlayan araçlar. Teknoloji mağazalarında yüksek radyasyona maruz kalırken, market ve kitap depolarında veya mağaza görünümlü depolarda ağır yükün altında ezilirken " 12-13 hijyenik ve doğal olmayan mağazaların ölüleri halini alıyoruz. " 15 2 işçi meclisi İşçiler konuşuyor Soma katliamından sağ kurtulan, ya da raslantı eseri o gün ocakta olmayan maden işçileri, şirket ve devletinin yoğun baskı ve tehditlerine, susturma ve karartma çabalarına karşın konuşmaya, yalnızca o günü değil, katliamın neden ve nasıl göstere göstere geldiğini, Soma Holding ve devletin madenlerdeki ve Soma’daki icraatlarını, satılık sendikayı, yıllardır kendilerine yaşatılanları anlatmaya başladılar. Önce birkaçı, sonra maden mühendisinden ocaklarda 2 ay staj yapmış maden mühendisliği öğrencisine, malulen emeklisi veya ocaklarda daha önce çalışıp çıkartılmış olanına, halen çalışan kol işçilerine kadar onlarcası ve onlarcası, “işten atarlarsa atsınlar, isterse tutuklasınlar, isterse beni de öldürsünler, ölen arkadaşlarıma borcumuzdur bunları anlatmak” diye söze başlayarak, korkunç bir acı ve öfkeyle, içlerinde birikmiş ve kölelikle baskılanmış her şeyi anlatmaya başladılar, hemen her korkunç gerçeğin anlatılmasını toplumu sarsan, tepki ve eylemleri de artıran bir eylem haline getirdiler. İşçiler böylesine taammüden bir katliamdan sonra konuşmayacak da ne zaman konuşacak denilebilir. Basit bir şey gibi görünebilir. Değildir. Kozlu’da 247 maden işçisinin katledilmesi, büyük Zonguldak madenci grevi ve 100 bin kişilik yürüyüşünden yaklaşık 1,5 yıl sonra, işçi sınıfının Bahar Eylemleri henüz devam ederken gerçekleştiği halde, Kozlu’da ilk günden itibaren asker-polis sıkıyönetimi, işçiler üzerinde yoğun baskı ve yasaklar, medya üzerinde yoğun sansür, hızla dağıtılıveren kan paraları ile, işçilerin susturulması sağlanmış, medyaya sol ve devrimci basına konuşan bazı işçiler göz altına alınmıştı. Katliam sonrasında işçilerin susturulması, katliama karşı protesto ve eylemlerin Soma ile karşılaştırılmayacak kadar cılız kalması nedeniyle Kozlu katliamının bazı yönleri bugün bile karanlıkta kalmaya devam etmektedir. birbiri ardına korkunç gerçekleri açıklaması, aksi halde yine pek çok gerçeği karartacak, örtbas edecek holding ve hükümetin artık bunu yapamaz hale gelmesinin önemli etkenlerinden biri oldu. Her biri katliamın birinci derecede tarihsel belgesi ve kanıtı, sermaye ve devletinin mahkum edilişi niteliğinde olan maden işçisi anlatım ve röportajlarının önemi şuradadır: Söz ve anlatım hak ve özgürlüğü, genellikle devrimciler tarafından bile önemsenmez. Söz ve anlatım özgürlüğünün, hele ki işçiler için kağıt üzerinde ve işçinin yaşamının yarısının geçtiği işyeri, çalışma ve kölelik koşulları, haksızlık, baskılar, tacizler, hatta iş cinayet ve yaralanmaları üzerine bile konuşması resmen ve fiilen yasaktır. Konuşan işçi, tıpkı hak arayan, örgütlenmeye çalışan işçiler gibi işten atılır ya da ağır sermaye yaptırımlarıyla karşı karşıya kalır, fişlenir. Bu yüzden işçiler ancak toplu direnişe geçip zaten işten atıldıktan sonra, ancak işyerlerinde yaşadıklarını, kendilerine yapılan zulüm ve eziyeti anlatma şansına sahip olurlar. (Üstelik bu işçi anlatımları, sol ve devrimci basın ve siteler ve okurları açısından “hep aynı şeyler” diye küçümsenir, en az okunan/tıklanan haberler arasında yer alır.) Bu durum, neoliberal kapitalizmin kahredici ücretli köleciliğinin, yıkıcı ve kıyıcı üretim ve emek süreçlerinin, buzdağının görünmeyen yüzü gibi karanlıkta bırakılmasının önemli nedenlerinden biridir. Oysa işçilerin lı maden işçilerinden madenlerdeki korkunç durum hakkında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ilgili birimine tam 80 şikayet ihbarı gittiği halde, bir tekinin geri dönüşü olmamış, şikayette bulunan bazı işçiler farklı bahanelerle işten atılmıştır. Satılmış sendikadan, sendikaya gelen şikayetlerin de işten atılma, baskı ve tehdit konusu yapıldığından ayrıca bahsetmek gerekmez. Benzer koşulları ve tehlikeleri yaşayan sayısız işçi, işten atılma korkusu, idari baskı ve tehditler nedeniyle susmakta, susturulmakta ya da derdini anlatacak (ve bırakalım harekete geçmeyi, dinleyecek ve toplumsallaştıracak) hiçbir kanal bulamamaktadır. Soma katliamı ve maden işçilerin söz ve anlatım özgürlüğünü tüm baskı ve tehditlere karşın fiilen kullanmaya başlaması, neoliberal kapitalizmin hem can damarı hem de en karanlık yüzü olan katmerli köleciliğin, despotik üretim ve emek süreçlerinin, işkencehaneye çevrilmiş kanter işliklerinin, tüm bunları yaşayan işçiler tarafından anlatılmasında, aydınlatılmasında, sorgulanmasında, toplumsallaştırılmasında, çok ve zorlu bir yolu açmaya başKapitalist işyerlerinde işçilerin çalışma koşulları ve işyerinde olup bitenler çetin lamıştır. Bundan sonra, daha fazla hakkında dışarıda, basına, sosyal medyada, hatta iş arkadaşları ile konuş- sayıda işçi, işyerlerinde yaşadıklarını ması, sorun ve istemlerini paylaşması resmen veya fiilen yasaktır, işten birbiriyle ve sınıfıyla, toplumla payatılma nedenidir. İşçilere okutulmadan imzalatılan iş sözleşmelerinin bir laşma cesareti bulacaktır. Kapitalist işyerlerinde işçilerin çalışma koşulları ve işyerinde olup bitenler hakkında dışarıda, basına, sosyal medyada, hatta iş arkadaşları ile konuşması, sorun ve istemlerini paylaşması resmen veya fiilen ya- çoğunda işyeri hakkında konuşma yasağı bir madde olarak vardır. saktır, işten atılma nedenidir. İşçiSermaye despotizmi ve emek yıkıörgütlenmesi sorunlarını, tepkilerini, gereksinlere okutulmadan imzalatılan iş sözleşmelerinin mının bir sınıra dayanmaya başladığı koşullarda, melerini anlatabildiği, birbiriyle paylaşabildiği, bir çoğunda işyeri hakkında konuşma yasağı bir işçilerin söz ve anlatım özgürlüğünün önemine, ortaklaştırdığı ölçüde başlar. Nitekim Somalı madde olarak vardır. İşçilerin sorun ve istemleişçi devrimleri tarihinden çarpıcı bir örnek veremaden işçilerinin satılık sendikayı defetme ve rini anlatmasına karşı, sermaye ve devletin işten lim. Rusya’da sosyalistlerin ajitasyon döneminde, yeniden sendikal örgütlenme mücadelesinin ilk atmak dışında, bir çok başka baskı ve yaptırım fabrikalarda çalışma koşulları ve işçilerin buna dinamiklerinden biri, cesaretle konuşmaya başla- karşı tepkileri öyle bir noktaya gelmişti ki, sosaracı da vardır. (Yardımların kesilmesi, borçlara yıp yüzbinlerce sınıf kardeşi, toplumun geniş bir karşı haciz, çocuğunun okuldan attırılması gibi. yalistlerin bir fabrikadaki birkaç işçiden çalışma kesimi tarafından en büyük saygıyla, her cümleÖzellikle işçilerin toplumdan tecrit edildiği, senkoşulları ve istemleri hakkında bilgi alıp, fabrika sini dikkatle dinlemesi, Soma eylemlerini büyüdika ve kitle örgütlerinin patron tarafından satın çıkışında bir bildiri dağıtmaları bile ya greve, ya terek desteklemesi üzerine önü açılmıştır. alındığı, patronun aynı zamanda yerelin tüm olada patronun bildiri dağıtıldığını duyar duymaz naklarını elinde tutan mutlak hakimi olduğu ve grev ve kamuoyunda lanetlenme korkusuyla taSoma’nın işçiler için en yakıcı ihtiyaçlardan biri mafyatik bağlantılarının da olduğu bu tür bölge leplerin çoğunu kabul etmesine yol açıyordu. olarak gösterdiği şeylerden biri, söz ve anlatım ve işletmelerde patron ve devletin karartma ve özgürlüğü istem ve ihtiyacıdır. Soma’da işçiler susturma gücü daha büyüktür.) Soma’da da canlı Patronların korktuğu tabii ki kendi başına bir ocakta ısının ve karbonmonoksit gazının helak yayında konuşan bir işçi eşi, “önce konuşursam bildiri veya söz, anlatım değildir. Fakat işçileedecek derecede yükseldiğini haftalar öncesinden rin, kitlelerin farklılaşan tepki, ruh hali, bilinç bana eşimin cesedini vermezler diye tereddüt hissetmişler, fakat amirlerin ve taşeron patronettim” diyordu. durumu zemininde, bir işyerinden yansıyan ların baskısı, tehditleri ile susturulup çalışmaya bir işçi anlatımı bile etkisi çok farklı olabilir. zorlanmışlardır. Bunun kadar korkuncu, SomaBuna rağmen maden işçileri konuştular. İşçilerin İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 47- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92 3 işçi meclisi Adaletin düdüğü Hukuk bir alettir. Zenginin ve güç sahibinin aleti… Terazinin kefesi, toplumda ve devlette kim güçlüyse ona doğru ağır basar. Sınıfsaldır hukuk. Hukuk denen aletin gerisi, gözden düşen sınıf kesimleri, güç kaybeden iktidar sahiplerinin pataklanmasının aracı olmaktır. Zaten adalet mülkün temelidir. Mülkyetin ve devletin temelidir. Güç ve sermaye kimdeyse bu aletin, yani adaletin düdüğünü de o çalar. Hukuk bir alettir. Zenginin ve güç sahibinin aleti… “Evrensel hukuk” dünyada baskın olan hukuki yaklaşımlara verilen genel bir addır. Cafcaflıdır, kavrama dünya yetmemiş evrene açılmıştır ama aslında nereye çeksen oraya giden boş bir laftır. Genelde geri düzeydeki burjuva demokrasilerinde mağdur olanların ağzında bir sav, bir arayıştır. Geçtiğimiz ay Balyoz davasından hükümlü olanların da tahliyesiyle beraber bilindiği üzere Ergenekon vb. davalardan cezaevinde tutuklu olan kalmadı. Çıkanlar Anayasa Mahkemesi’nin hukukun üstünlüğünü kanıtladığını, devletin onurunu kurtardığını vb. söylediler. Paralel devletin mahkûm edilmesini istediler, Gülencileri hedefe yerleştirdiler, onlar cezaevine girmeden bu dava bitmez dediler; konuşmalarında AKP ve Erdoğan’a ise anlaşmaları gereği pek dokunmadılar, genelde teğet geçtiler. Kendini geleneksel olarak memleketin sahibi görmüş, faşizm dönemlerinde en önde, geçiş dönemlerinde MGK vb. eliyle merkezde yer tutmuş ve artık tükenmiş bir dönemin güç ve iktidar sahipleri artık aramızda. Özgürler! Yaşasın demokrasi! Öyle mi? Türkiye’de 2000’li yılların özellikle ikinci yarısı devlet içerisinde müthiş bir iktidar savaşımına sahne oldu. Hukuk alet olarak kullanıldı, güç kaybeden burjuva kesimler içeri atıldı, güç kaybetmeleri resmileşti, devleti askerlerin eski etkinlikte yönetemez olmaları kurallaştı. Ordunun burjuva bir yaşam süren elit paşaları, işin icabı gereği onlara süs olarak eklenen faşizm döneminden artık çete örgütlenmelerinin bir kısmıyla beraber kaybeden taraf oldular. Kazanan işçi sınıfı ve emekçiler olmadı. Kazanan devlet mekanizmasını devralarak paşalar kadar aktif kullanmaya talip olan Tayyip AKP’si ve arkadaşları oldu. “Arkadaşlar” Gülen örgütlenmesiydi; polis ve yargıya yerleştirdikleri kadroları aracılığıyla operasyonu yürüten bu kirli sermaye ve güç grubu basın kuvvetleriyle beraber AKP ile tam ittifak halindeydi. Baykal Ergenekon davasının avukatı, Erdoğan savcısı oldu. Hatırlanırsa kaset operasyonuyla kaybeden Baykal oldu. 17 Aralık’tan sonra AKP-Gülen ittifakı bozulup taraflar savaşa girince, hükümet hamlesini yaparak mahkemeye yerleştirdiği yeni üyeler aracılığıyla ordunun artık ıskartaya çıkmış bu paşalarını salıverdi. Her dönem kendi adamlarını yaratır; normalde bu salıvermelerin, Erdoğan’ın aktif siyasetten görece daha uzak ama yargılanmayacağı güvenli bir konuma yerleştirilmesinin ardından olması beklenirdi. Ancak Erdoğan hükümetinin yaşadığı sıkışma takvimi erkene aldırdı. Sadece Ergenekon-Balyoz değil, Fenerbahçe davası da iptal edildi, Cumhurbaşkanı seçimleri öncesi yeni bir Kürt paketi de hazırlanıyor. Hukuk bir alettir. Zenginin ve güç sahibinin aleti… Terazinin kefesi, toplumda ve devlette kim güçlüyse ona doğru ağır basar. Sınıfsaldır hukuk. Eskiler bilir; bir zamanlar TCK’da 141-142 maddeleri vardı; “komünizm, anarşizm, diktatörlük vs. propagandalarını ve millî duyguları yok etmeye ve zayıflatmaya yönelen propaganda ve her türden örgütlenmeyi” yasaklardı. İşte bu maddeler, daha sonra bunun yerini alan ve şu an sınıf devrimcilerine karşı hala geçerlilikte olan maddelerin hepsi cümleye “sosyal bir sınıfın, diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek” diye başlarlar. Peki ya, mevcut toplum zaten bu yasada bahsedilen “suça” göre düzenlenmiş ve işliyorsa? Zaten burjuvazi diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmuş, başta ekonomik zor olmak üzere baskı, rıza, zor yoluyla tüm topluma hükmediyorsa? O halde hukuk “sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü” yasaklamakla, aslında var olan hükmetmenin sürgit devamını güvence altına almış olmaz mı? Aslına bakarsanız, sınıfların tahakkümünü yıkacak olan, sınıflaşmayı ortadan kaldıracak olan komünist bir işçi sınıfı devrimi karşısında olmak tüm “evrensel hukukun” asli özü ve özetidir. Hukuk denen aletin gerisi, gözden düşen sınıf kesimleri, güç kaybeden iktidar sahiplerinin pataklanmasının aracı olmaktır. Zaten adalet mülkün temelidir. Mülkiyetin ve devletin temelidir. Güç ve sermaye kimdeyse bu aletin, yani adaletin düdüğünü de o çalar. Bizim dünya kupamız milyarlık stadyumlarda değil, fabrika ve sokaklarda oynanır. Düdüğü de başkasına çaldırmayacağımız günler de er veya geç gelecektir. Seçim… Devlet krizinin ve dönüşümünün yaşandığı bu yıllarda yerleşikleştirilmesi hedeflenen Yeni Türkiye’nin kodları da açığa çıktı: Geri tipte neoliberal muhafazakâr bir burjuva demokrasisi! Haritanın kuzeyine değil güneyine doğru açılım, AB hedefinden zamanla kopuş, Ortadoğu’da Sünniİslam’ın temsilciliğine soyunma, Kürt sorununda titrek burjuva açılım ve idare politikası, bölge gücü olma hayalinin tıkanarak AB-ABD’den papara yemeyle sonuçlanması, saçılan yolsuzluklar, patlayan Gezi… Dışarıda Sünni yalnızlık, içerde %50’lik (yine Sünni!) yalnızlık… Kriz, yeni kriz, bir daha kriz… Varsın Halkevleri CHP’den Ekmel Bey’i geri çekmesini rica etsin, varsın TKP bölünmeyle boğuşsun, varsın alçaklığın, kalleşliğin, asalaklığın dibi İP Gülen’e karşı Erdoğan güzellemesi yapsın, son dönemde CHP merkez burjuva partisi olma yolunda bu krizlerin meyvasını toplama amacından asla şaşmıyor. “Armut piş, ağzıma düş” politikası son seçim kasetlerinde-Gülen tapelerinde fazla işe yaramayıp durum umut kırıcı gözükse de, hızla atlatılıp İhsanoğlu’nun adaylığı CHP’nin dışa doğru Ortadoğu politikasında, içeride küçük-büyük sermaye kesimlerine akıllı-uslu-iktidara aday bir parti izlenimi verişini kuvvetlendiriyor. CHP’nin ne neoliberallikle ne muhafazakârlıkla ne burjuva demokrasisinin geri düzeyiyle kategorik bir sorunu yok. Alevi oyları “zaten cepte” diyerek son Diyarbakır gezisinde AKP’ye oy veren Kürt seçmenlere de azar çekti ya, bir o eksikti, o da tamamdır. “Seçin bizi, tatava yapmayın, basın oyu geçin…” Bu ultrapragmatik burjuva partisinde her yol var, seçmene duyurulur. Cumhurbaşkanlığı seçimine bu atmosfer içerisinden giriliyor. Yazımızı hazırlarken -henüz açık- lanmamış olsa da- Demirtaş’ın HDP, Erdoğan’ın AKP’den adaylığını ilan edeceği üç adaylı bir seçim şekilleniyor. Ciddi ton farklarıyla birlikte esasen CHP ve HDP’nin eski usul “kontrol ve denge” mekanizmalarını savunduğu, AKP’nin rejim krizini aşma adına Erdoğan şahsında daha kontrolsüz ve dengesiz bir yönetimi oylayacağı bir seçime giriyoruz. Bu ay içerisinde, kavurucu yaz sıcaklarında burjuva partiler kora kor bir seçim yarışına girecekler. Aynı Haziran ayında en az 100 işçi daha iş cinayetlerinde katledilecek. Buna rağmen sistem partileri işçi ve emekçi kitlelerin oylarını kendilerine yedeklemeye devam edebilmek için ülkenin dört bir tarafına koşuşturacaklar. Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filminde bir yerde “kötüler koşuyorsa iyiler en azından yürümeli” denmiş. Doğru, ama yönetmene de duyurulur; onlarla aynı yönde değil, tam tersi yönde! İşçi sınıfı aksi yönde bir ağırlık, bir kuvvet, bir politik var oluş sergilemediği müddetçe burjuva seçimlerin ve adaletin düdüğünü burjuvazi çalmaya devam edecek. Futbol fena halde hayata benziyor. Türkiyeli bir hakem Dünya Kupası’nda düdük çaldı diye sevinen ama müzmin bir şekilde uluslararası turnuvalara katılamayan bir ülkede yaşamaktan mutsuz emekçiler: Bize tur atlatan, dünyaya adımızı duyuran direnişimizdir, Gezi’dir, Soma’nın ve çalışmanın acısıdır; Rio’da kupa karşıtı protestolarda sokak sokak direnen kent yoksulları ve işçilerle kurulan köprü işte budur. Bu yüzden bizim dünya kupamız milyarlık stadyumlarda değil, fabrika ve sokaklarda oynanır. Düdüğü de başkasına çaldırmayacağımız günler de er veya geç gelecektir. 4 işçi meclisi PTT işçileri baskıları protesto etti işçilere yönelik artan baskı ve mobbing uygulamaları, DİSK Nakliyat-İş sendikası bir eylemi ile protesto etti. Bahçelievler dağıtım merkezi önünde yapılan eyleme Nakliyat-İş sendikasının Ambarlar şubesinde çalışan işçilerde katılarak destek verdi. y DİSK Nakliyat -İş sendikasının PTT taşeron işçilerine yönelik sendikalaşma çalışmaları birkaç aydır yoğunluk kazanmış durumda. Ancak taşeron patronu yanı sıra, PTT genel müdürlüğü ve alt birim yöneticileri işçilerin Nakliyat-İş sendikasında örgütlenerek hak mücadelesi sürdürmelerini istemiyorlar. Sendikal örgütlenmeyi kırmak ve yolundan saptırmak için de Türkİş’e bağlı Haber-İş sendikası kullanılmak istendi. Ancak Haber-İş sendikasının ve PTT idarecilerinin engellemelerine rağmen işçiler, Nakliyat-İş’te örgütlenmelerini ülke çapında geliştirmeye devam ediyor. Eylemde konuşan DİSK/Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, işyerindeki taşeron işçilerin ve kamu işçilerin uğradığı baskıları ve artan sömürüyü kabul etmediklerini, diğer sendikalarla birlikte ortak mücadele vereceklerini, hiç kimsenin çalışanların kişiliğine yönelik baskı yapamayacağını, performansa yönelik baskı yapamayacağını, hiç kimsenin gücü oranından fazlasına çalıştırılamayacağı ve bir kaç işçinin yapacağı işin bir işçiye yaptırılamayacağı belirti. PTT dağıtım merkezi çalışanı işçiler, bahçede ve pencerelerde eylemi izlerken alkış ve ıslıklarla destek verdiler. Açılan dövizlerde de baskı ve mobbing protesto edilirken, İşçiler “ PTT’de baskılara son” “Bahçelievler PTT taşeron işçileri yalnız değildir!” grevi ertelenen şişecam işçileri de vurgulanarak “Şişe cam işçisi yalnız değildir” sloganlarını attılar MKEK’de işçiler üretimi durdurdu işçilere yönelik artan baskı ve mobbing uygulamaları, DİSK Nakliyat-İş sendikası bir eylemi ile protesto etti. Bahçelievler dağıtım merkezi önünde yapılan eyleme Nakliyat-İş sendikasının Ambarlar şubesinde çalışan işçilerde katılarak destek verdi. yolundan saptırmak için de Türk-İş’e bağlı Haberİş sendikası kullanılmak istendi. Ancak Haber-İş sendikasının ve PTT idarecilerinin engellemelerine rağmen işçiler, Nakliyat-İş’te örgütlenmelerini ülke çapında geliştirmeye devam ediyor. DİSK Nakliyat -İş sendikasının PTT taşeron işçilerine yönelik sendikalaşma çalışmaları birkaç aydır yoğunluk kazanmış durumda. Ancak taşeron patronu yanı sıra, PTT genel müdürlüğü ve alt birim yöneticileri işçilerin Nakliyat-İş sendikasında örgütlenerek hak mücadelesi sürdürmelerini istemiyorlar. Sendikal örgütlenmeyi kırmak ve Eylemde konuşan DİSK/Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, işyerindeki taşeron işçilerin ve kamu işçilerin uğradığı baskıları ve artan sömürüyü kabul etmediklerini, diğer sendikalarla birlikte ortak mücadele vereceklerini, hiç kimsenin çalışanların kişiliğine yönelik baskı yapamayacağını, performansa yönelik baskı yapa- mayacağını, hiç kimsenin gücü oranından fazlasına çalıştırılamayacağı ve bir kaç işçinin yapacağı işin bir işçiye yaptırılamayacağı belirti. PTT dağıtım merkezi çalışanı işçiler, bahçede ve pencerelerde eylemi izlerken alkış ve ıslıklarla destek verdiler. Açılan dövizlerde de baskı ve mobbing protesto edilirken, İşçiler “ PTT’de baskılara son” “Bahçelievler PTT taşeron işçileri yalnız değildir!” grevi ertelenen şişecam işçileri de vurgulanarak “Şişe cam işçisi yalnız değildir” sloganlarını attılar M&T Reklam’da direniş sürüyor M&T Reklam şirketinin Gebze’de ve Düzce’deki işletmelerinde çalışan işçiler işyerindeki sorunlarını çözebilmek ve haklarını alabilmek için birlikte hareket etmenin gerekliliğine inanarak örgütlenmeye başladılar. M&T Reklam’a ait 2 fabrikada başlayan örgütlenme çalışmalarının sonucunda işçiler DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası’nda örgütlendiler. Sonrası malum; işçilerin örgütlenme hamlesine patron işten atmalarla karşılık verdi. Önce Düzce fabrikasından işten atmalar yaşandı, 2 gün aradan sonra da Gebze fabrikasında işten atmalar oldu. İşçilerin bu saldırıya cevabı direniş oldu. Her iki fabrikanın önünde direniş çadırları kuruldu. Bir taraftan işten atılan işçilerin işe iadesine çalışılırken diğer taraftan patronun sendikanın yetkisine karşı itirazı üzerine sendikanın yetkisinin hukuksal olarak da onanması için çabalanıyor. İşçilerin örgütlenme çabası karşısında patronun bu saldırganlığı bile işçilerin örgütlenmedeki haklılığı ve zorunluluğunu bir kez daha ortaya koyuyor. M&T Reklam patronu her iki fabrikada yaptığı konuşmalarda sendika girmesi durumunda bunu maddi olarak idare edecek gücünün olmadığını ve işyerlerini kapatacağını belirtiyor. Bunun koca bir yalan olduğunu belirtmeye bile gerek yok tabi ama konuşmadaki pervasızlığa değinmeden geçmek mümkün değil. Aslında diyor ki patron “siz örgütsüz kalın, ben sizi daha rahat sömüreyim, daha fazla semireyim”. “Direnenler Her Zaman Kazanamaz, Ama Kazananlar Hep Sadece Direnenlerdir” sloganıyla hareket eden Birleşik Metal-İş üyesi M&T Reklam işçileri patronun bu rahatını bozmakta kararlılar. Yağmur sonrası zarar gören çadırlarını daha büyütüp sağlamlaştırarak 40'lı günlerini geride bırakan direnişlerinde sonraki 40'lara da hazırız mesajını veriyorlar. M&T Reklam işçilerinin direniş çadırında ilk göze çarpan çocuklar oluyor. Alışıldığı gibi sadece anneler değil babalar da çocuklarını getirmiş direniş çadırına, “burada öğrensinler, sonra kendileri de haklarını almak için mücadele edecekler ne de olsa” diyorlar. İşçiler direnişlerine destek istemek için partileri gezmişler, her biri kendine yakın gördüğüne gitmiş. Gittiklerinde karşılanma şekilleri dahi hayal kırıklığı yaratmış tabii. Birçok işçi gülerek oy tercihlerini gözden geçirdiklerini belirtiyor. Birçoğu farklı görüşte olan işçilere sınıf mücadelesinin bir mevzisi olan direniş çadırı çatı olmuş, birleştirmiş. Direnişlerle, örgütlenmelerle bu çatıyı genişletmek ve sınıf mücadelesinde birleşerek patronların karşısına dikilmek işçi sınıfının tek çaresi çünkü. Patron yandaşı Çelik-İş Sendikası’na karşı başlattıkları mücadeleyi 11 aydır devam ettiren Eku Fren işçilerinin TAYSAD’dan başlayan ve Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze Şubesi önünde sonlanan yürüyüşünde de yerlerini alarak bir adım daha atıyor MT Reklam direnişçileri. M&T Reklam işçileri direniş çadırlarında dayanışma için beklendiklerini belirtiyorlar. Gebze’de bulunan direniş çadırı için 500-T Otobüslerine bindiğinizde Şifa Mahallesi 2. Etapta Fi Yapı konutlarının önünde (Başkaya Durağı) inip geriye doğru yürürseniz ulaşıyorsunuz direniş çadırındaki sınıf kardeşlerimizin sohbetine, direnişin sıcaklığına. Her yer Soma her yer direniş 15-16 Haziran’ın yıldönümünde, maden ve 15-16 Haziran’ın maden ve enerji işçileri baştayıldönümünde, Yatağan, Yeniköy ve Kemerenerji işçileri başta Yatağan, Yeniköy ve Kemerburgaz olmak üzere 16 şehirde, taşeronluk ve burgaz olmak üzere 16 şehirde, taşeronluk ve iş özelleştirmenin kaldırılması istemiyle tam gün özelleştirmenin kaldırılması istemiyle tam gün iş bıraktı. bıraktı. İşçiler işyerleri önünde toplandılar, eylem ve İşçiler işyerleri önünde toplandılar, yürüyüş yaptılar. Bazı maden işçilerieylem Somave yürüyüş yaptılar. maden işçileri Soma işçileri anısına yolBazı keserek oturma eylemi işçileri anısına yol keserek oturma eylemi yaptılar. yaptılar. DİSK 15 16 Haziran Direnişinin yıldönümünde DİSK 16 Soma’ Haziran Direnişinin yıldönümünde Soma’d15 aydı. da yaşanan katliamı protesto Soma’ d aydı. Soma’ d a yaşanan katliamı protesto için bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşe KESK için yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşe KESK İzmirbirŞubeler Platformu’ da destek veririken DİSK kortejinde ağırlıklı olarak Birleşik Metal İzmir Şubeler Dev Platformu’ destek veririken İş, direnişteki Sağlıkdaüyesi işçiler, DİSK DİSK kortejinde ağırlıklı olarak Birleşik Metal Maden Sen ve Somalı maden işçilerinin katılımı İş, direnişteki Dev Sağlık üyesi işçiler, DİSK vardı. Eylemde Devrimci Proletarya da yer aldı. Maden Sen ve Somalı maden işçilerinin katılımı vardı. Eylemde Devrimci Proletarya yer müaldı. Yürüyüşte madenci anıtı önünde işçida sınıfı cadelesinde ve iş cinayetlerinde yaşamını yitirenYürüyüşte madenci ler için saygı duruşuda anıtı önünde işçi sınıfı yapıldı. mücadelesinde ve işsonSoma’da DİSK’ten cinayetlerinde yaşamını ra Türk-İş’e bağlı enerji yitirenler saygı ve maden için sendikaları duruşuda yapıldı. da bugün bir kitlesel Soma’ da DİSK’ten bir yürüyüş ve mit-sonra Türk-İş’ e bağlı enerji ing gerçekleştirdiler. ve maden sendikaları Yatağan işçilerinin da bugün kitlesel Ankara’ da bir Türk-İş bir yürüyüş ve mitGenel Merkez binasını ing gerçekleştirdiler. Soma pankartlarıyla Yatağan işçilerinin işgal etmesinin Ankara’ d Türk-İş güç baskısıylaa Türk-İş Genel Merkez binasını bela aldığı Soma’ da Soma pankartlarıyla miting kararı, “İş işgal etmesininözelleştirmeye, baskısıyla Türk-İş güç bela cinayetlerine, talana, soyguna aldığı Soma’ d a miting kararı, “İş cinayetlerine, hayır!” başlığını taşıyordu. özelleştirmeye, talana, soyguna hayır!” başlığını taşıyordu. Miting için Soma’ya giden işçi otobüslerinin Miting için Soma’ya giden işçi otobüslerinin Soma polis tarafından durdurularak, işçilerin Soma polis tarafından durdurularak, tek tek videoya kaydedilmesi işçilerinişçilerin tepkisini tek tekİşçiler videoya kaydedilmesi tepkisini çekti. yürüyüş boyuncaişçilerin özelleştirme Şişecam grevi birkez daha ertelendi Trakya ve Mersin‘de 3'er, Eskişehir‘de 1, Bursa Yenişehir‘de 2, Gebze‘de 1 olmak üzere toplamda 10 fabrikada 5.800 cam işçisini kapsayan grev 20 Haziran‘dan itibaren başlamıştı. 20 Haziran‘dan itibaren süren cam işçilerinin grevi 8.gününde sermaye hükümeti tarafından erteleme adı altında yasaklandı. Bakanlar Kurulu’nun 25 Haziran tarihinde aldığı ve 27 Haziran tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararına göre Şişecam Grevi hakkında 60 gün süreyle erteleme kararı çıkarıldı. Gerekçe olarak “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğu belirtildi. Cam işçileri bu durumla ilk defa karşılaşmıyorlar. Daha önce de 2001, 2003 ve 2004 yıllarında Bakanlar Kurulu kararıyla cam işçilerinin grevleri yasaklanmıştı. Grev süresi boyunca işçilerle patron arasında depodaki malların çıkarılmasıyla ilgili kıran kırana bir mücadele yaşandı. Jandarma sürekli işçileri fabrikadan uzaklaştırmaya kalkmış işçilerin kararlı tutumuyla geri adım atmamıştı. İşyerlerinde mal tespiti yapılmış, bir ölçüde patronun grev kırıcılığının önüne geçilmişti. Ama işte grev krıcılığında nöbet değişimi yapıldı ve devlet fiili olarak grevi yasaklamış oldu. Buna karşın Kristal-İş’e bağlı işçiler Türkiye’nin her yerinde AKP önüne giderek tepkilerini dile getirme kararı aldı. Grev yasağına karşı Eskişehir, Mersin, Lüleburgaz, Çayırova fabrikalarındaki cam işçileri, yol kesme ve AKP İlçe binalarına yürüyüş eylemleri yaptı. Mersin eyleminde poliş işçilere saldırdı, işçilerin militan karşı koyuşu üzerine arbede yaşandı. Grevin yasaklanması karşısında Kristal İş sendikasının yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi; “AKP hükümetinin bu hukuksuz, keyfi ve grev düşmanı kararını şiddetle protesto ediyoruz. Hükümet bu kararıyla demokrasiye ve sendikal haklara zerre kadar saygı duymadığını ortaya koymuştur. Türkiye grev yasaklı ve işçilerin hak arayamadığı bir ülkedir. 12 Eylül ürünü yasalarda yer alan ve AKP tarafından 2012’de yeniden yasalaştırılan grev erteleme mekanizması aslında bir grev yasaklama aracıdır. Grev ertel- eme mekanizması ILO tarafından şiddetle kaldırılmasını ve değiştirilmesi istenmiştir. Pencere ve otomobil camı, çay ve su bardağı ile meşrubat şişesi üreten fabrikalarda uygulanan grevin milli güvenlik ve genel sağlığı bozucu olduğunu iddia etmek akılla, mantıkla, hukukla ve bilimle bağdaşmaz. AKP hükümetinin bu kararının temel nedeninin başta Şişecam olmak üzere sermaye gruplarından gelen talepler olduğunu ve “genel sağlık ve milli güvenlik” gerekçesinin sadece bahane olduğu biliyoruz. Minareyi çalanlar kılıf hazırlamıştır. Soma’da işçilerin sağlığını koruyamayıp 301 işçinin ölümüne sebep olanların “genel sağlık” gerekçesiyle işçilerin grevini ertelemesi nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.Hükümetin bu kararından sonra Türkiye’de grev hakkından söz etmek mümkün değildir. AKP hükümeti bunu ilk kez yapmıyor. 2003 ve 2004 yıllarında da iki kez grevimizi ertelemişlerdi. Hükümet etkili grevlere tahammül edemiyor. Hükümet grevleri ya erteliyor ya da kırıyor. Bu hükümet döneminde etkili hiçbir grev uygulanamamıştır. Başta cam ve lastik olmak üzere büyük ve etkili grevler ertelenmiş veya Çaykur ve THY’de olduğu gibi etkisiz hale getirilmiştir. Hükümetin işverenler lehine konuya müdahale etmesi ve işçinin tek mücadele aracı olan grevi ortadan kaldırması, işçiye karşı sermayeden yana saf tutmak anlamına gelmektedir. Sendikamızla masada müzakere etmek yerine hükümetin ve 12 Eylül ürünü yasaların arkasına saklanan Şişecam’a şunu hatırlatmak isteriz ki: O fabrikalarda grevimizi ertelettiğiniz hükümet üyeleri değil cam işçileri çalışacak. Zorbalıkla iş barışı sağlayacağınızı düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Cam işçisi birlik ve disiplin içinde haklarını aramaya devam edecektir. Gerek toplu sözleşme taleplerimiz ve gerekse grev sırasında hukuksuz bir biçimde işten atılan üyemiz Tamer Balcı’nın işine dönmesi için cam işçisi bütün gücünü kullanacaktır. 5 işçi meclisi ve taşeronluğa karşı sloganlar attılar. Yürüyüş çekti. İşçiler yürüyüş boyunca özelleştirme kolunun önünde Türk-İş bürokratları, Türk-İş ve taşeronluğa karşı sloganlar attılar. flamaları ve Türk bayrakların pankartYürüyüş ve dövikolunun önünde Türk-İş bürokratları, Türk-İş zlerini perdelemesine tepki gösteren işçiler, flamaları ve Türk bayrakların pankart ve dövi“Türk-İş istifa”, “Türk-İş yürüyüşümüzden çık” zlerini perdelemesine tepki gösteren işçiler, sloganları atarak, öne Somalı maden işçilerinin “Türk-İş istifa”, “Türk-İş isimlerinin yazılı olduğuyürüyüşümüzden pankartın ve siyahçık” basloganları atarak, öne Somalı maden işçilerinin retli işçilerin geçmesini sağladılar. Madenci anıtı isimlerinin yazılıeylemi olduğubaşlatan pankartın ve siyah önünde oturma işçiler, Türk-baretli işçilerin geçmesini sağladılar. Madenci anıtı İş patronlarını protesto etmeye devam ettiler. önünde oturma eylemi başlatan işçiler, TürkKaymakamlık önünde toplanan işçiler, kürsüde İş patronlarını protestodeğil etmeye devam ettiler. sendika patronlarının maden işçisi ailelerKaymakamlık önünde toplanan işçiler, inin çıkmasını istediler. “Her yer Soma,kürsüde her sendika patronlarının maden işçisigöreve, aileleryer Yatağan”, “Türk-İşdeğil istifa”, “Türk-İş inin çıkmasını istediler. “Her yer Soma, her yer genel greve” sloganlarını attılar. Yatağan”, “Türk-İş istifa”, “Türk-İş göreve, genel greve” sloganlarını attılar. Maden-İş Soma şube başkanına ve kağıttan okuduğu rutin metne kızan Soma maden işçileri Maden-İş Soma şube kağıttan alandan ayrıldılar. Herbaşkanına hangi bir ve eylem kararı ve okuduğu rutinaçıklanmamasına metne kızan Soma maden işçileri programının öfkelenen enerji alandan ayrıldılar. Her hangi bir eylem kararı ve ve diğer maden işçileri de hızla miting alanından programının açıklanmamasına öfkelenen enerji ayrılmaya başladılar. ve diğer maden işçileri de hızla miting alanından ayrılmaya mitingin Türk-İş’inbaşladılar.Türk-İş’in mitingin tamamlandığını tamamlandığını açıklamasının ardından bazıAKP açıklamasının ardından bazı maden işçileri, maden işçileri, AKP ilçe binasının önüne gelerek ilçe binasının önüne gelerek baretlerini yere baretlerini yere bıraktılar. Yatağan işçilerinin bıraktılar. Yatağan işçilerinin AKP’ye yürüyüş AKP’ye yürüyüş başlatması üzerine polis Arbedişçilere başlatması üzerine polis işçilere saldırdı. saldırdı. Arbedede yaralanan bir işçi hastaneye ede yaralanan bir işçi hastaneye kaldırıldı. kaldırıldı. Bu karara karşı sessiz kalmayacağız.” DİSK’de grev yasağı ile yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi. “Her fırsatta ”12 Eylül darbecilerini” yargının huzuruna çıkarmakla övünen AKP hükümeti ve “antidemokratik dönemin ürünü olan sendikal mevzuatı değiştirmek” ile övünen Çalışma Bakanı bir kez daha kendilerini tekzip etmiştir. Darbeciler yargılansa da fikirleri iktidardadır. Cam işçisinin kazanması, ülkenin dört bir yanında, farklı farklı sektörlerde yükselen direnişlere/grevlere moral verecektir. İşçi sınıfının hafızası olduğu kadar sermayenin de hafızası vardır. 1966 büyük Paşabahçe grevinin işçi sınıfı dayanışmasını nasıl yükselttiği, işçi sınıfının mücadelesinde yeni bir dönemi başlatan işaret fişeklerinden biri olduğu bilinmektedir. Bugün cam işçisinin haklı mücadelesini hukuk dışı yollarla, baskıyla, zorbalıkla engellemeye çalışanlar bilmelidir ki karşılarında sadece 5800 cam işçisini ve ailelerini değil bütün bir işçi sınıfının dayanışması bulacaklardır.” İşçi sınıfının en önemli silahlarından birisi olan grev hakkına dönük Şişemcamdaki bu saldırı tüm işçi sınıfına yapılmış olarak kabul edilerek genel grev genel direniş ile cevaplanmalıydı. Bu şekilde verilecek bir karşılık ile hem patronları hem de onların hükümetlerini bu kadar rahat hareket etmekten alıkoyacaktır. 6 işçi meclisi Nestle işçisinden eylem Nestle fabrikasında çalışan 900 işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmelerinde fabrika yönetimiyle uzlaşma sağlayamayan Hak-İş’e bağlı Öz Gıda İş Sendikası’na üye işçiler eyleme başladı. Fabrika önünde toplanan 100'ü aşkın işçi sendikanın Bursa Şube Başkanı Yalçın Kaya ile tartıştı. İşçilerin taleplerini gözardı eden sözleşmenin imzalanmasıyla aynı saatlerde de fabrika yönetimi, öncü ve duyarlı işçilerden 35’ini “soruşturma” gerekçesiyle ücretsiz izne çıkardı. Bunu patron ile sendika yönetimi işbirliğiyle gerçekleştirilecek işçi kıyımına hazırlık olarak değerlendiren işçiler fabrika önünde direnişe başladılar. 35 arkadaşlarının telefonla yapılan bildirimle 7 Temmuz’a kadar idari izne çıkarıldığını ve haklarında soruşturma başlatıldığını ifade eden işçiler, sendika yönetimini suçladı. İşçiler, sendika yönetiminin 6 aydır devam eden toplu sözleşmeyi dün kendilerine rağmen imzaladığını, bu sırada da 35 işçinin ücretsiz izne ayrıldığını belirttiler. İşçiler sendika yöneticilerinin tepkilerine karşılık yapacak bir şeyleri olmadığını söylediklerini ifade ediyorlar. İşten atılan işçilerin taslağın arkasında duran öncü işçiler olduğunu, tam bir ayıklamanın yapıldığını vurguluyorlar. Öz Gıda-İş yönetimi tarafından yapılan açıklamada ise Nestle yönetimiyle ”ortak gelecek” anlayışıyla hareket ederek enflasyonun çok üzerinde “rekor zam” elde ederek “tarihi bir anlaşmaya” imza atıldığı iddia edildi. Okmeydanı işçisinin onurlu mücadelesi sürüyor Soma faciasının gerçekleşmesinin ardından sendikalar ve konfederasyonlarının çağrısı ile iş bırakma eylemine katılan Okmeydanı Eğitim Araştırma Hastanesi işçileri bu eylemler nedeniyle 22 Mayıs’ta işten çıkarılmıştı. İşten çıkarma saldırısı karşısında sekizide DİSK Dev Sağlık-İş Sendikası işyeri temsilcisi olan taşeron sağlık işçilerinin cevabı direniş oldu. Hastane önünde 23 Mayıs günü başlattıkları direniş sürüyor. 12 Haziran Perşembe günü Okmeydanı taşeron sağlık işçilerine İşçi Meclisi ve Sınıfsız adına ziyaret gerçekleştirildi. İşçilerin bulunduğu Okmeydanı Hastanesi önüne yürüyüş gerçekleştirerek giden İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları “Taşeron sisteminizi yıkacağız” ozaliti açarak “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “İşten atılmalar yasaklansın”,”Taşeron demek ölüm demektir”, “İnsanca yaşam sosyalizmde” sloganlarıyla işçilerin yanına ulaştı. İşçiler alkışlarla ve ” Yaşasın sınıf dayanışması” sloganlarıyla İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurlarını karşıladı. Sohbet ettiğimiz işçiler bu işten atma saldırısına karşı “Soma’da ki katliama sessiz kalmadığımız için işten atılmış olmak bizim için onurdur. İleride Soma katliamı sırasında ne yaptınız sorusuna göğsümüzü gererek verebilecek bir cevabımız var.” diyorlar. İşçiler hergün mesai giriş çıkışları ve her öğlen arası gerçekleşen toplu eylemlerle hastane yönetimi bu hukuksuz ve gayri vicdani uygulamadan vazgeçmeye çağrılıyor. Dev Sağlıl İş temsilcileri Okmeydanı Hastanesi’nde geçmişte de benzer işten atma uygulamaları ile karşılaştıklarını her ikisinde de sürdürülen direnişlerin kazanımla sonuçlandığını hatırlatarak sendika olarak yine aynı iradeyi ortaya koyduklarını belirtiyorlar. İşçileri direnişlerinde KESK bağlı SES üyesi kamu işçileri başta olmak üzere hastanede çalışan işçiler ve tabiblerde yalnız bırakmıyor. Direnişçi işçiler “Hastane yönetimi ile görüşmelerin devam ettiğini bir sonuç alıncaya kadar direnişlerinin süreceğini belirtirken direnişimizin seyrini yapılan görüşmelerin durumu belirleyecek” diyorlar. Taşeron sağlık işçileri direnişe Okmeydanı Hastanesi’nin girişinde devam ediyorlar ve her türlü dayanışmanın direnişi güçlendirici olacağını belirityorlar. 7 işçi meclisi Hasta tutsaklara özgürlük yürüyüşü İnsan Hakları Derneği “hasta tutsaklara özgürlük” talebiyle Ankara’ya yürüyüşl gerçekleştirdi. Ankara’da Adalet Bakanlığı önünde son bulacak program çerçevesinde Sincan F Tipi Hapishanesi önünde bir eylem gerçekleştirildi. İHD İstanbul şubesi sırayla Bakırköy Kapalı Kadın Cezaevi, Metris Cezaevi, Ümraniye Cezaevi, Gebze Kapalı Kadın Cezaevi ve Kandıra F Tipi Cezaevi’ne uğrayarak Ankara’ya geldi. İstanbul ve Ankara İHD şubelerinin buluşmasıyla saat 19:00'da Sincan Cezaevi önüne bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüşte Kürtçe ve Türkçe olarak “İçerde, dışarda hücreleri parçala” sloganlarının yanında “Hasta tutsaklara özgürlük”, “Tecrit öldürür, dayanışma yaşatır” ve “Yaşasın devrimci dayanışma” sloganları yükseldi. Hasta tutsaklarının isimlerinin yazılı olduğu pankartlar ve resimleri taşınırken slogan sesleri cezaevi içine kadar duyuruldu. Cezaevi önüne gelindikten sonra burada bir basın açıklaması gerçekleştirildi. İHD’nin hasta tutsakların mücadelesinin peşinde olduğu vurgulandıktan sonra yaşama hakkının gaspına karşı sessiz kalınmayacağı söylendi. Basın açıklaması metninin bir kısmı ise şöyle: “Türkiye, hapishanaler konusunda karanlık bir geçmişe sahiptir ve her geçen gün bu karanlık daha da artmaktadır. Cezaevlerinde neredeyse dünü aratacak inanılmaz insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır. Yarın daha iyi olabilir umudumuz ise bugünkü uygulamalar nedeniyle hızla tükenmektedir. İHD Cezaevleri Komisyonu’nun Meclise, Adalet Bakanlığı’na sunacağı raporda, hapishanelerinde tespit ettiğimiz 232'si ağır durumda 631 hasta mahpus vardır. Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı verilere göre 2010 yılında 252, 2011 yılında 268, 2012 yılında 260 mahpus hapishanelerde yaşamını yitirdi. Yani, Türkiye hapishanelerinden her hafta beş tabut çıkmaktadır. F tipi hap- ishanelerindeki tecride dayalı koşullar tutuklu ve hükümlülerin ruh ve beden bütünlüklerini tehdit etmektedir.” Daha sonra İHD’nin hasta tutsaklar konusundaki yasal düzenleme ve konunun insani boyutuyla ilgili talepleri sıralandıktan sonra açıklama “Merhamet değil, vicdan değil, insaf değil, lütuf değil, yaşam hakkını istiyoruz” sözleriyle son buldu. Eylem bitirilirken hasta tutsakların mücadelesine destek vermeye çağrıda bulunuldu. Eyleme İHD üyeleri ve hasta tutsakların yakınlarının yanı sıra birçok kişi ve kurum da destek verdi. On binler LGBTİ Onur yürüyüşü’ünde buluştu Haziran Direnişi boyunca LGBTİ hareketinin canlı, güçlü ve militan mücadelesini de göz önüne alan devlet Taksim Meydanı’nı ablukaya alarak, İstiklal Caddesi’nin meydana çıkan tarafına etten duvar örerek, Taksim yasağını sürdürdü. Bu sene 22.si düzenlenen LGBTİ Onur Haftası sonunda 12.si yapılan Onur Yürüyüşü Fransız Konsolosluğu önünde saat 17.00'da bir araya gelen kitle Tünel’e doğru yürüş gerçekleştirdi. Yaklaşık iki saat süren eylemde anneler grubun önünde yürüyerek, “Benim çocuğum trans”, “Annenim, yanındayım” ve “Koşulsuz sevgi mümkün” yazılı dövizler taşıdı. Eylem boyunca ”Her yer Taksim her yer direniş”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Nerdesin aşkım; buradayım aşkım”, “Homofobik devlet yıkacağız elbet” sloganları atıldı. Eyleme İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları’da katılım sağladı. Eylem saat 19.30 civarında okunan basın açıklamasıyla son buldu. Basın açıklmasında; “2013 yazında zaman ve mekan tüm anlamını yitirmişti zira kısacık bir aya bir ömür, küçücük bir parka bir dünya sığdırmıştık. Ufkumuzun ne kadar dar, çemberimizin ne kadar geniş olduğunu farketmiştik. 2013 Onur Haftası başladığında temamız “Direniş”ti, tüm hayatımız direnişti, hala da öyle… Hepimiz birer direnişçiydik çünkü onurlu bir yaşam sürmenin yolu direnmekten geçiyordu. 2013 İstanbul LGBTİ Onur Yürüyüşü sona erdiğinde, bir daha hiç yalnız hissetmeyeceğimizi biliyorduk. İstiklal Caddesi’ni gökkuşağı renkleriyle kaplayan onbinlerce kişi, biricik ve birklikte, öfkeli ve neşeli, tüm insanlığı kuşatan, özellikle yaşadığımız topraklarda son yıllarda daha da saldırganlaşan, adına “ahlak” denilen, “normal” denilen, “namus” denilen baskı araçlarının gölgesinde kalmamak için hep birlikte bağırdık. Örgütlü mücadelemizin 22.yılında temas etmenin anlamı değişmişti, artık dokunmak her zamankinden daha vazgeçilmezdi. Birbirimize dayanışmayla, şefkatle, aşkla dokunduk. Birbirimizin gözyaşını sildik, karnını doyurduk, arkadaşlarımızın yasını tuttuk. Birbirimiz için sustuk, konuştuk, bağırdık. Bizi birbirimizden koparan, izole eden bu şehirde, kendimize benzeyen insanları bulmaya çalışarak geçirdiğimiz tüm o zamanı nasıl da boşa harcadığımızı gördük. Çünkü benzemeyenlerin yan yanalığıydı bazen en özgürleştirici olan. Bu deneyimin ardından 2014 senesinde 22 senelik örgütlü mücadelemizin kazanımlarını meydanlarda görebiliyoruz. Ancak nefret tohumunun nasıl da rahat ekildiğini, hızla yeşerdiğini yıllardır biliyoruz. Buna karşı, homofobik transfobik şiddet ile mücadelemiz devam ediyor. Çok değil bun- dan bir yıl once anayasa yazım sürecinde AKP hükümetinin LGBTİ gerçekliğine yaklaşımını hep beraber gördük. Demokratikleşme adı altında sunulan ayrımcılık yasasında LGBTİ’leri görmezden gelmesi ise hepimizin malumu. Bugün hala yaşam hakkımız başta olmak üzere barınma ve çalışma gibi temel insan haklarımız güvenceye kavuşturulmuyor. AKP hükümetinin LGBTİ varoluşları tanımaması, hedefi olduğumuz nefret suçlarının teşviki anlamına geliyor. Oysa bugün bir kez daha gösterdik ki bizler artık bir avuç olmaktan çıkıp kapanan gözlere, tıkanan kulaklara inat kalabalık bir haykırışa dönüştük. Şiddeti ve baskıyı nasıl da kahkaha ve dayanışmayla, el ele ve kol kola yendiğimizi akılda tutarak temas ediyoruz, yansak da dokunuyoruz. Suya sabuna dokunmamızı istemiyorlar, oysa biz biliyoruz ki bu pisliği temizleyecek su da sabun da biziz. Tartışacak onlarca meselemiz var ancak işbirliği yapabileceklerimiz onlardan çok daha fazla.Yıkmamız gereken bir zorbalık düzeni, kurmamız gereken yepyeni bir dünya var. Artık uzak durmanın değil, temas etmenin zamanı!” sözlerine yer verildi. 8 işçi meclisi 8 9 işçi meclisi işçi meclisi Yaşasın işçilerin birliği, halkların fiili ve tam hak eşitliği! Lice’de iki Kürt göstericinin gayet kasıtlı ve hedefli olarak öldürülmesi, Okmeydanı’nda biri Cemevinde duran Alevi taşeron işçi, diğeri sokaktan geçen engelli bir emekçinin polis tarafından öldürülmesi, ve burjuva devletin kitle direnişleri ve sokak hareketlerine karşı şiddet dozu giderek artan müsadere ve bastırma cevvaliyeti ile birlikte düşündüldüğünde en genel biçimiyle şunu gösterir: Neoliberal kapitalist, fiili ve güce dayalı sermaye birikim ve rejim biçiminin kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluk ve tepki birikimi ve direniş deneyimlerinde bir dönüşüme yol açmaya başlamıştır. Direnişlerin, sokak mücadelelerinin toplumsal zemini genişlemiş, daha inatçı, daha fiili, daha inisiyatifli bir karakter kazanmaya başlamıştır. Daha keskinleşmiş çelişkiler ve daha yaygın hoşnutsuzluk birikimi zemininde ortaya çıkan bu tür her daha inatçı, fiili ve kitlesel direniş inisiyatifleri, eskisine göre daha fazla toplumsal destek ve dayanışma yaratabilmekte, ve doğrudan ya da dolaylı olarak benzer direnişleri esinlemekte, bir yol açmaktadır. Fiili kitle eylem ve direnişlerinde bir yaygınlaşma, inatçılaşma, yığınsallaşma, daha fiili ve savaşımcı bir karakter kazanma zemin ve eğilimi kendini göstermektedir. Burjuva mali oligarşik rejimi en çok endişenlendiren konulardan biri, tam da bu zeminde, temel dayanaklarından olan baskı aygıtı ve yasaklama güç ve otoritesinin, artma eğilimi gösteren bu tür kitle direnişleriyle çiğnenmesi, çizilmesi ve yıpranması; kitlelerin en azından belli kesimlerinde bu tür fiili eylem ve direniş biçimlerinin meşrulaşmaya başlamasıdır. Burjuva mali oligarşik devletin bir bütün olarak kitlelerin ve sokakların vidalarını olabildiğince yeniden sıkıştırma cevvaliyetinin en genel plandaki nedeni budur. Bu politikanın amacı yalnız tekil eylem ve direnişleri etkisizleştirmek veya tecrit ve lokalize etmek değil, aynı zamanda daha geniş bir zemine sahip kitlelerin fiili direniş ve sokak inisiyatifini olabildiğince geriletip daraltmak ve daha sıkı düzen kontrolü altına almak, baskı ve yasaklara dayalı “yasa-düzen” otoritesini yeniden tesis edebilmektir. Dünyada ve Türkiye’de tarihsel değişimin doğrultusu, küresel neoliberal kapitalizm ve rejim biçimleri koşullarında uzun süredir devam eden “maçın tek kale olmaktan” çıkmaya; kitlelerin direnç katsayısının ve neoliberal çalışma, meye başlamasının artmasıdır. Tahammülsüzlük, asıl bu tarihsel dönüşüm eğiliminin belirginleşmeye ve en geriye sıkıştırılmış sınırlarını zorlamaya başlamasınadır. Kitle hareketlerinin biraz güç toplayıp farklılaşmaya başladığı, bir yükseliş ve yaygınlaşma eğiliminin de işaretlerini verdiği süreçte, burjuva mali oligarşik baskı aygıtlarının daha fazla öne çıkması ve şiddet dozunu artırmaya başlaması, sınıfsal-toplumsal mücadelelerin tarihsel yasasıdır. Neoliberal kapitalizm ve rejim biçiminin esneme katsayı zaten daha düşüktür. Süregiden küresel kriz ve durgunluk, kızışan rekabet ve hız, sürtünme katsayısı artan “sürdürülebilirlik” koşullarında; keza. çalışanlar vardır. AKP’nin attığı her adımda kendi pozisyonunu koruma ve güçlendirmeyi gözettiği doğrudur. Ancak burjuva mali oligarşik iktidar blok veya dengelerini, salt seçimlerle açıklamak ve seçimlere bağlamak, iflah olmaz bir parlamentarist budalalığın ifadesidir. Soma katliamından, işçi cinayetlerinden, taşeronluk sisteminden, neoliberal despotik çalışma rejiminden olduğu gibi, Kürt halkına karşı saldırganlık ve şovenizmden tüm kapitalist güçler aynı ölçüde sorumludur. Aralarında bir dizi konuda çekişme ve güç mücadeleleri olan kapitalist mali oligarşik güç odaklarının iş bir işçi sınıfı, iki kürt sorununa gelince farklarının incelip iç içe geçmesi, oldukça karakteristiktir. Neoliberal muhafazakar devlet baskıları ve saldırganlığında, AKP Hükümeti kuşkusuz rolünü oynamaktadır. Ancak solda yaygın dar anti-AKP’ciliğin ve parlamentarist hayallerin halen anlamamak becerisini gösterdiği, neoliberal muhafazakar rejimin burjuva mali oligarşik, küresel-sınıfsal temeli ve dayanaklarıdır. Bugün de sınıf bilinçli işçilerin, Gezicilerin, Kürt emekçi halkının öncelikle görmesi gereken bu sınıf durumudur. Karşıdaki gücün, AKP ile sınırlı olmadığı gibi onun da dayanmaya devam ettiği burjuva mali oligarşik sınıf gücü olduğudur. Ancak bu görüldüğünde, Gezici olduğu iddiasındaki ulusalcı ve liberal reformistlerin anti-AKPcilik adına ABD, AB, Koç, Aziz Yıldırım, CHP’ye varana kadar AKP dışındaki herkesten medet uman ve sokağı seçimlere endeksleyenlere karşı net tutum almak ve ileriye doğru ayrışmak mümkün olur. Kapitalist gelişme düzeyi ve “bölge merkezleri” olarak Türkiye’nin bulunduğu kategoride, hatta sınıfsal-toplumsal güç dengeleri itibarıyla neoliberal burjuva demokrasisinin bir gömlek daha ileri olduğu söylenebilecek ülkelere bakılabilir. AKP Hükümetini bir dönem boyunca sert biçimde eleştirir ve sıkıştırır görünen burjuva mali oligarşik kesimlerin büyük bölümü bir dizi kirli pazarlık sonucu uzlaşmıştır. ABD mali oligarşisi, Koç ve TÜSİAD’ın belli kesimleri, CHP, AKP ile anlaşmalı olarak tahliye edilen Ergonekoncuların bazı kesimleri, İP çetesi, AKP muhalifi görünen burjuva medya bunlar arasındadır. Bu kirli pazarlık ve uzlaşma, 30 Mart seçimlerinden ziyade, Ukrayna krizinin ABD ve AB’nin Türkiye’ye ihtiyacını artırması, Suriye, Irak, İran, Kıbrıs ve Kürdistan gibi kritik konularda yeni durum ve dengelere geçiş çerçevesindedir. ABD ve Türk burjuva devletinin İstanbul’da Suriye için ortak operasyon merkezi kurduğu, Koç-Erdoğan uzlaşmasının Güney Kürdistan enerji kaynaklarından payı içerdiği, gibi enformasyonlar medyanın satır aralarına bile yansımıştır. Tüsiad başkanının istifası da, Sütaş direnişi kadar değişen iç denge ve pazarlıkların bir sonucu olsa gerektir. Burjuva mali oligarşik güç odakları arasında kirli pazarlık ve uzlaşmaların iç yüzünün ayrıntıları önümüzdeki süreçte aydınlanacaktır. Ancak bugün için açık olan bu güçlerin AKP’den istedikleri bir dizi şeyi aldıkları ve Türkiye’nin bölgesel yatırım, koordinasyon ve “stabilizasyon” merkezi olması doğrultusunda en azından bir süre daha AKP ile birlikte yürümeye ve desteklemeye devam edecekleridir. Bir dönem AKP’ye karşı sert eleştiri bombardımanı yapan “bir kısım medya”nın bu eleştirilerini iyice yumaşatıp geri çekmesinden de bunu görmek mümkündür. Sözkonusu kapitalist güçler, Kürt halkına karşı açılan ırkçı-şovenist-linçci kampanyayı desteklemek için acele etmekle kalmamaktadır. Bir dönem anti-AKPci, barışçıl ve parlamentarist sınırlar içinde AKP’yi terbiye etmek amacıyla hayırhah bir destek verir göründükleri Gezi’ye, sokak eylemleri ve hareketine karşı da giderek tavır almakta, geleneksel “terör örgütleri, marjinal gruplar, yakıp yıkanlar” tarzı devlet ağzına geri dönmektedir. yaşam, yönetilme koşullarını eylem ve direnişlerle eleştir- AKP’nin Kürt halkına karşı yine bir bayrak meselesi üzerinden açtığı ırkçı-şovenist linç kampanyasının, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP’nin, CHP’nin ulusalcı kesimlerinin, ulusalcı-faşistlerin desteğini alma çabasıyla açıklamaya Ulusal sorun, hele ki Türkiye siyasetinde ağır çeken biçimiyle, sınıfsal ayrım ve çelişkilerin turnusol kağıtlarından biridir. İşçi sınıfının burjuva, küçük burjuva her türlü ezen ulusçu hakimiyet ve ayrıcalık politika ve akımlarından, yanısıra neoliberal reformist “çözüm” beklentilerinden ayrıştığı, her türlü açık ya da inceltilmiş şovenizm ve saldırganlığa karşı net bir tutum almak ve savaşmakla kalmayıp işçilerin birliği, halkların fiili hak eşitliği mücadelesini sosyalist devrimci demokrasi ekseninden yürüttüğü bir duruş yönü ilkeseldir. Türkiye burjuvazisi ve devletinin, kimi adımlarını atmakla birlikte, bir dizi nedenle bu geçişi yapamaması, zaten, Kürt sorununu birinci dereceden içeren ancak onunla da sınırlı olmayan, rejim ve devlet krizinin bir yönüdür. İkincisi rejimin değişen biçim ve yapısına karşın, burjuvazinin önceki rejim biçim ve yapısını tam olarak atmaması, bir dizi yönünü koruması veya başka biçimlerde pekiştirmeye çalışması da burjuvazinin çıkarınadır. Üçüncüsü, günümüz neoliberal kapitalizm ve rejim koşullarında, neoliberal burjuva demokrasisi doğrultusunda en zorunlu görünen en geri ve güdük değişimlerin bile, çok daha yavaş, olabildiğince sündürerek ve uzun sürelere yayarak, çok daha tedrici, çok daha az kararlı ve korkak, rejimin ve devletin temel kurumlarını ve baskı aygıtlarını olabildiğince kayırıp tahkim ederek yürütülmesi de burjuvazinin daha çok işine gelir. Çünkü bu değişimlerin, kitlelerin ve ezilen kesimlerin enerjisini, inisiyatifini ve gücünü artırmasından çekinir. Ve bu değişimleri kitlelerin ve Kürt halkının enerjisini, inisiyatifini, gücünü ve istemlerini olabildiğince kırıp tasfiye ederek, masederek, teslim alarak yapmak ister. Ne demokratik özerklik ne Öcalan’ın anarkoliberal reformist teorileri ne BDP’nin yerel seçim sürecinde daha sık dile getirdiği öz yönetim söylemleri bunun karşılığı olmasa da Kürt halkının kendini yönetebilme özlemi ortadan kalkmış değildir. Fiili Rojova modelinin basınç ve esiniyle birlikte Türk burjuva devletini korkutan asıl budur. Neoliberal burjuvazi Kürt sorununda neoliberal demokratik reformlar aslen kendi çıkarına da olsa, Kürt halkının enerji- Kürt sorununda neoliberal reformist müzakare süreci, Kürt halkını eskisi gibi yönetemez hale gelmiş küresel mali oligarşinin ve Türkiye tekelci burjuvazisinin ağırlıklı kesiminin politikasıdır. Kürdistan’a AB mali oligarşisinin “yerel özerklik şartı”nı da içeren, Kürdistan’da kapitalizmin gelişiminin hızlandırılması, emek yoğun yatırımların bölgeye kaydırılması ve “Türkiye’nin Çin’i” olması, neoliberal kapitalist bölgesel entegrasyon ve yüksek karlı yatırım ve ticaretin geliştirilmesi, uluslar arası enerji ve nakil jeo-stratejisinin geliştirilmesi, Türkiye’nin küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisinin bölgesel yatırım ve organizasyon merkezi olması, tekelci kapitalist bölge gücü ve hegemonyası, ve kuşkusuz Kürdistan’daki silahlı güç ve direnişin, Kürt halkının serhıldan ve direniş geleneğinin tasfiye edilerek neoliberal kapitalist rejime soğurulmasını öngören bu politika, neoliberal “project of democracy”nin karakteristiğidir ve öncelikle küresel mali oligarşi ve Türkiye tekelci burjuvazisinin çıkarınadır. Bir dizi farka ve Kürt hareketi içindeki bazı iç eğilim farklılıklarına karşın Kürt burjuvazisinin çıkarı da bu politikadadır. “Sermayenin günümüzdeki birikimi, üst düzeyde yoğunlaşması ve merkezileşmeyi sağlayacak biçimde merkezi çekirdeği güçlendirirken, sermayenin daha geniş temellerde ve birçok yön ve kanaldan birikimine uygun bir ekonomik, siyasal, idari yapı örgütlenmesine gitmektedir. Bazı mega kentlerin, bazı ülkelerin küresel ve bölgesel merkezler olarak ortaya çıkması da bunun bir parçasıdır, bölgesel ve yerel ekonomik, siyasal ve idari yapıların oluşturulması, belediyelerin yeniden konumlandırılması da. Yerel yönetimler yasasının değişimi de. PKK’nn -bazan federatif yönde genişleterek- istediği özerkliği sadece Kuzey Kürdistan değil genel bir idari yapı değişikliği olarak formüle etmesinin dayanağı da budur.” (KDÖ Mücadele Platformu’ndan) Olabildiğince; net tanımlı kolektif hak ve özgürlükleri tanımamaya, kısmi, bireysel, uygulamada büsbütün kuşa çevrilecek veya fiilen kullanılması olanaksızlaştırılacak ya da yalnız burjuva ve orta sınıfların, parası olanın yararlanabileceği, veya yararlanabilmek için çok büyük tavizlerin şart koşulduğu, dahası asıl burjuvazinin çıkarları ve devletin bekası ile koşullu ve her hak kırıntısının sermaye için daha büyük hak ve devlet egemenliğini büyütecek düzenlemelerin içine gömüldüğü reformlardır! “İş sağlığı ve güvenliği” düzenlemesine veya madenlerin ve taşeronluğun iyileştirilmesi adı altında yapılmak istenen düzenlemelere, ya da istihdamı kolaylaştırmak adı altındaki “ulusal istihdam” paketlerine bakılabilir. Bu yüzden bir yandan Öcalan ve PKK ile barış müzakeresini neredeyse 1.5 yıldır sıfır noktasında tutarken diğer yandan Kürdistan’ı baştan aşağıya kalekollar, askeri duvarlar, hendekler, askeri harekat ve sevkiyatı kolaylaştıracak askeri yollar ile adeta Filistin benzeri bir yarı açık askeri hapishaneye çevirmesi şaşırtıcı değildir. PKK’nin neoliberal reformist müzakere sürecine tek taraflı olarak bağımlı hale gelmesi, dayatılan en geri adımları alel acele ve tek taraflı olarak atması ve en geri bekleyiş hali, AKP Hükümeti ve devletin de elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan çok rahatlatmakla kalmamış, büsbütün pervasızlaştırmıştır. BDP, Paris katliamına, Medeni’nin kalekol protestosunda öldürülmesine, sınırda Kürt sivillerin ve çocukların vurulmasına, Rojova’da Türk devletinin parmağının ve desteğinin olduğu Kürt katliamlarına, binlerce KCK davası tutsağı varken Veli Küçük gibi Kürt halkının azılı faşist kontracı katillerinin serbest bırakılmasına, ve sayısız başka pervasızlığa karşın yerel seçim sürecinde “müzakere ve barış süreci sayesinde artık cenaze gelmiyor, operasyon olmuyor” tarzı propaganda yapma cüreti gösterebilmiştir! Komünistler olarak neoliberal reformist müzakere sürecini savunmayız, ama hadi diyelim ki yapıyorsunuz, neoliberal reformun zaten en geri ve güdük düzeyde olabilecek kısmi demokratik haklar için bile, aktif kitlesel ve savaşımsal yaptırım gücünün olması gerektiğini her Kürt bilir. Bu tür müzakere süreçleri savaşımla iç içe, kesinti ve sıçramalarla, diyalektik tarzda yürütülür. Ya da en geri düzeyden vaadedilen veya istenenin asgarisi bile hayal olur. Kürt siyasal hareketinin son dönemde izlediği tamamen müzakeresiz müzakereye ve seçimlere endeksli politika ise, ne yazık ki, olabileceklerin içinde en gerisi, en edilgeni, en politikasız olanıdır. sini ve demokratik özlemlerini artırma riski taşıyan en geri ve güdük reform düzenlemeleri konusunda bile aşırı temkinli ve tereddütlü, ittire kaktıra atmak zorunda kaldığı her adımda da yüzü geriye dönüktür. Dördüncüsü, neoliberal reformlar, tanımı gereği, önceki dönemlerin sosyal ve demokratik reformlarından farklıdır. PKK; Lice katliamından sonra, ‘Öcalan ne açıklama yaparsa yapsın topyekun direniş’ tarzı bir çağrı ve değerlendirme yaptı. PKK, 30 Mart seçimleri öncesinde de ‘müzakere diye bir şey zaten yok, çözümsüzlük dayatılıyor, AKP muhatap olmaktan çıkmıştır’ tarzı açıklamalar yapmış, ancak seçim sonuçları ve Öcalan’ın ‘müzakerenin yasal çerçevesi üzerine çalışıyoruz, önemli gelişmeler olabilir” açıklamaları üzerine pek bir değişim olmamıştı. Bununla birlikte, Roboski ve gerillanın elinde tuttuğu stratejik Gire Rej tepesine doğru mütecaviz askeri yol yapımı nedeniyle Kürt köylülerin kitlesel inatçı direnişi ve HPG gerillalarının da bir askerin öldüğü 2 askerin yaralandığı bir askeri aracın tahrip edildiği savunma savaşımından itibaren, PKK kendini biraz daha fazla hissettirmeye başlayan bir direnç hattına geçişin de işaretlerini vermişti. Lice ise Roboski gibi kalekol ve askeri harekat yollarına karşı bir dizi direnişle birlikte, neoliberal müzakere sürecinden bu yana, 1 yıldan fazla süredir, Kürt halkının en önemli dire- 10 işçi meclisi nişlerinden oldu. Yaklaşık 15 gün boyunca Licelilerin genci yaşlısı, kadını erkeği ile arazi ve yol nöbeti tuttuğu, her gün arazi ve yol eylemleri ve çatışmalarının yaşandığı, iş makinalarına el konularak yolun kazılıp bir süre kullanılmaz hale getirildiği, HPG gerillalarının da yer yer askeri taciz ateşi altına alarak 2 askeri yaraladığı, giderek de Meskan, Cizre, Varto, Hakkari gibi diğer kalekol ve askeri yol yapım alanlarına yayılma eğilimi gösteren direniş, yalnızca Kürt halkının çetin direngenliği ve fiili mücadele inisiyatifini değil devletin eskisi gibi yönetemeyeceğini hatırlattı, devletin otoritesine bir çizik daha attı. Öcalan’dan bekleneceği gibi, Lice’de öldürülenler için üzüntülerini bildiren, ama barış sürecine tavizsiz bir kararlılıkla sürdürülmesini isteyen bir mesaj geldi. PKK, Öcalan’ın malum çizgisinden kopmayacak, ancak muhtemelen gerillayı ve kitlesel sokak direnişi inisiyatifini en azından bir süreliğine kontrollü biçimde de olsa etkinleştiren bir direniş noktasında duracaktır. PKK ve Kürt siyasal hareketi içinde farklı eğilimlerle birlikte, PKK’yi daha etkin ve dirençli duruşa zorlayan, Kürt emekçi sınıflarında neoliberal müzakere sürecine, hatta Öcalan ve BDP’ye artan güvensizlik ve tepkiler, güç ve inisiyatif gösterme istek ve istencidir. Ramazan’ın 15 bin kişilik cenazesinde ve Kürdistan’daki bir dizi sert sokak çatışmasında, “savaş, savaş, savaş; barışa hayır!” sloganları atılmıştır. Savaşım isteği ve istenci, Kürt siyasal hareketinde henüz ayrışma ve kopuş biçimlerinden uzak olsa da, sınıf farklılaşmasının, farklı ve çelişkin sınıfsal eğilimlerden birinin, Kürt işçi ve emekçilerin, yarı proleterlerin, kent ve kır yoksullarının ulusal demokratik bilinç içinde de kendini hissettiren bir ifadesidir. Kürt burjuvazisinin çizgisi bellidir: “Neoliberal barış sürecinde olan olması gerekendir, olması gereken de zaten olandır”. 2015 genel seçimlerine kadar, hiç bir kazanım olmadan önceki biçimde “kazasız belasız” götürülmesini bile “en büyük kazanım” saymaktadır, buna dünden razıdır. Lice katliamı öncesinde de Roboski, Lice gibi çetin kitlesel sokak/arazi direnişlerinde de kendini gösteren, sürecin derinleştirdiği sefalet ve eziyet yükünü omuzlayan, Lice katliamından sonra savaşım inisiyatif ve isteğini daha açık ortaya koymaya başlayan ise, Kürt siyasal hareketinin ve gerillanın geniş tabanını oluşturan Kürt işçi ve emekçileri, kent ve kır yoksullarıdır. Neoliberal reformist müzakere süreci, PKK’nin demokratik özerklik istemi, Öcalan’ın “sınıflar üstü” anarko-liberal reformist teorileri de dahil olmak üzere, Kürt işçilere, tarım proleterlerine, yarı proleterlere, kent ve kır yoksullarına hiçbir sınıfsal-toplumsal “çözüm” sunmamakta, bundan bilinçli olarak uzak durmaktadır. Kürdistan işçi sınıfının, geniş kent ve kır yoksulları tabakalarının sınıfsal bilinci ulusal bilincin çok gerisindedir ve perdelenmiştir. Bununla birlikte sınıfsal özlemler, ezilen ulusun demokratik istem ve özlemleri içinden ifade edilirken de, Kürt burjuvazisi ve üst orta sınıflardan farkını hissettirmektedir. Kürt burjuvazisi ve orta sınıflarının ağırlıklı kesimleri PKK ve silahların tasfiyesini dört gözle beklerken, gerillaya Kürt alt sınıf ve kesimlerinden katılımın azalmayıp artması bunun başka bir ifadesidir. Kürt işçilerin ve kent ve kır yoksullarının “kendi” burjuvazisi dahil burjuvaziye karşı sınıf savaşımı bilinci halen zayıf da olsa, genişçe bir kesimi halen liberal reformist müzakere sürecini kazanım olarak görse ve birkaç adım atılması koşuluyla sıcak baksa da, Lice, ruh halinde bir değişim ve savaşım itkisinin artma eğiliminin açık bir göstergesidir. Lice katliam ve eylemleri sürecinde, bunu daha önce pek dışa yansıtmayan Kürtlerin sosyal medya da BDP ve Öcalan’a da örtük tepkileri, “bağımsız özgür vatan” özlemleri oldukça yaygın paylaşımlarla da görülmektedir. Bu durum ve çelişkiler PKK ve Kürt siyasal hareketinin de içine kırınıma uğramış biçimleriyle de olsa yansımaktadır. Seçim öncesi “adım at”ılmazsa fiili demokratik özerklik sürecini başlatma söylemlerinin unutuluverdiği yerde, şimdi Kürt halkının öfkesini kontrol altında tutabilmek için kendileri adım atmak durumunda kalmaktadır. Bugün için en ilerisi demokratik özerklik gibi görünen, yer yer onun da gerisine razı olunabileceği bir koz olarak kullanıldığı izlenimi veren ideolojik-siyasal-sınıfsal sınırları bellidir. Fakat Lice sarsıntılarının sonucu ne olursa olsun, mevcut durumun sürdürülemezliği ve kırılganlaşması da açıktır. Erdoğan-AKP, CHP, MHP’nin Kürt halkına karşı aynı ağızdan uluması, bayrak indiren çocuğun öldürülmesi gerektiğini buyurması, Kürdistan’da kalekol ve askeri harekat yollarının yapılması ve katliamın TC’nin egemenlik hakkı olduğunu iddia etmesi, ırkçı-şoven, faşist linç güruhlarının tasmalarının gevşetilip sokaklarda ulumaya çağırması tipiktir. Burjuva mali oligarşik devletin “egemenlik hakkı”nın bu mezalime direnen -çocuklar dahil- herkesi öldürme, linç etme hakkını da içeren mali oligarşik burjuva sınıf diktatörlüğünün ta kendisi olduğu, bundan iyi anlatılamazdı. Gezi sürecinde, dünya çapında isyan ve direniş dalgalarının, neoliberal burjuva demokrasisinin burjuva mali oligarşik sınıf diktatörlüğü karakterini daha fazla açığa çıkardığını belirtmiştik. Bu da üstüne tüy dikti! “Türk devletinin egemenlik hakkı” öyle mi baylar, bayanlar? Soma’da 300'den fazla maden işçisinin katledilmesi, buna rağmen özelleştirme, taşeronluk sisteminin pervasızca genişletilip derinleştirilerek dayatılmaya devam etmesi, yılda en az 1500 işçinin katledilmesi, binlerce kadının öldürülmesi ve tecavüze uğraması, Taksim’in Türkiye’nin en büyük polis karakolu ve açık hava hapishanesi haline getirilmesi de şu “egemenlik hakkı”nızın, yani burjuva neoliberal muhafazakar sınıf diktatörlüğünün ta kendisi değil mi? Burjuva Devlet, bunun provalarını Kürt halkının ırkçı-faşist katillerini kirli uzlaşmayla tahliye ederek, 30 Mart seçimleri sürecinde 25 ilde BDP-HDP’nin seçim büro ve faaliyetlerine ırkçı-faşist saldırıları organize ederek, ve AKP’nin Mersin’deki bayrak provokasyonunu çağrıştıran reklam filmiyle yapmıştı. Bu yalnız- ca AKP’nin MHP ve ulusalcı-faşistleri kendi tarafına çekmekten mütekaip bayağı bir seçim taktiği değildir. Kürt halkının her ciddi direnişinde, her hak talebinde karşısına devletle birlikte yine devletin organize ettiği ırkçı-faşist linç guruhlarını kartının joker niyetine masaya sürülmesidir. Aynı zamanda devletin Türkiye ve kentlerde 1 yıldır ne yapsa engelleyemediği kitlesel sokak eylemleri ve inisiyatifinin zeminini daraltmayı hedefleyen bir hamledir. Irkçı-faşist linç guruhları yalnızca Kürt halkına ve hareketine değil, devrimci, sol, direnişçi olan herkese saldırmaktadır. Bu durum salt Erdoğan’ın hezeyanlarının bir ürünü değildir. Türkiye ve bölgedeki iktisadi ve siyasal gelişmenin, dahası siyasal-toplumsal krizin yeni bir evresine girilmekte olduğunun ifadesidir. Hükümetin her türlü direniş ve sokak inisiyatifini bastırma cevvaliyetinin dozu giderek artıyor. Ekonomik kölelik, sömürü, gasp eskisinden daha pervasız, daha tahammül edilmez. Ancak hükümet salt eski yöntemlerle ayakta kalmayı umamaz. Bu yüzden durmaksızın yeni girişimlere zorlanıyor. Bu girişimler, hem küresel mali oligarşi, Koç, TÜSİAD’la kirli pazarlık, uzlaşma ve ittifaka girişmek, hem de MHP, Ergenekon, ulusalcı-faşistler ve CHP’nin ulusalcı kesimiyle ittifak kurma çabasıdır. Bu da hem siyasal-toplumsal rejim kriz ve sarsıntılarının yeni bir ifadesi, hem de daha çetin bir mücadele sürecine girilmekte olduğunun ifadesidir. Bir takım liberal reformist çevrelerin “düzenli ricat” borazanları çalması ve itfaiyecilerin sayısının artmasından görüleceği gibi, hayırhah ve hayırsever, kırılgan, iyi niyetli muhalefet biçimleri geride kalmaya başlıyor. Ancak bir yandan da daha örgütlü, daha bilinçli, daha direngen, daha etkin mücadele ve örgütlenme biçimlerine olan ihtiyaç artıyor. Dinamik mücadele süreçlerinde olduğu gibi her yeni etken ve sarsıntıyla birlikte saflar yeniden karılıyor. Sınıf ayrım ve çelişkilerinin, halen sınırlı da olsa hem Kürt hareketi içinde, hem de Gezi içinde kendini daha fazla hissettirmeye başlayacağı, en azından bunun zeminin oluşmaya başladığı bir sürece giriliyor. Hem Türk hem Kürt burjuvazileri tarafından bu kriz de olabildiğince soğutulmaya çalışılacaktır, fakat tıpkı Gezi, tıpkı Soma, tıpkı Roboski gibi bırakacağı iz de derin ve süreçteki kırılganlığı artırıcı olacaktır. Komünistler ve sınıf bilinçli işçiler, işçilerin birliği, halkların kardeşliği mücadelesinde ödünsüz bir inisiyatif sahibi olmalıdır. SomaGezi bağı gibi Lice-Şırnak bağı da unutulmamalı ve güçlendirilmelidir. Kürt halkı ve ezilen ulus üzerinde her türlü ezen ulus egemenliği, ayrıcalığı, mezalimine karşı olduğu gibi kimden ve nereden gelirse gelsin ırkçı-şovenizme karşı işçilerin birliği halkların kardeşliği temelinde ödünsüz bir duruş sergilenmeli ve savaşım verilmeli, devletin burjuva mali oligarşik sınıf karakteri unutulmamalı, yakıcılaşan demokratik sorunların sınıfsal-sosyalist devrimci demokratik içerim ve ekseninde ısrar artırılmalıdır. En kritik sorun, işçi sınıfının mücadele ve örgütlenme arayış ve dinamikleri gelişen öncü kesimlerinin işçilerin birliği halkların kardeşliği savaşımının anlam ve yapısını açıkça kavraması ve bu savaşımda tarihsel rolünü oynamasını sağlamaktır. Kürdistan’da karakol, kalekol, askeri katliam yollarının yapımına derhal son verilmelidir. Yaşasın işçilerin sosyalist birliği, halkların fiili hak eşitliği! Yaşasın sosyalist devrimci demokrasi! 11 işçi meclisi Stratejik derinlikten serbest düşüş Bölgede yaşanan çatışmaların sonuçları AKP’nin geleceğinde daha yakıcı sonuçlar doğuracaktır Ortadoğu’nun bir petrol denizi üzerinde olması bölge halklarının yaşamını güzelleştirmek yerine, bitmek bilmez din-mezhep görünümlü kapitalist çatışmalarla kabusa çeviriyor. Musul’da Türkiye Konsolosluğunun IŞİD çeteleri tarafından basılıp başkonsolos dahil 49 kişinin rehin alınması Türkiye’nin Ortadoğu’daki lider ülke hayallerine vurulmuş son darbe oldu. Stratejik Derinlik’in Osmanlı bakiyesi topraklarda tarihsel kültürel kökleri üzerine yeni bir hegomanya inşa etme bütünsel politikaları da bu darbeyle çöktü. Ekonomik, siyasi, askeri gücünün gerçekliğinin çok ötesinde olduğu yanılsamasına kapılması, Irak işgalinin (2003) ardından emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi’nde ‘ılımlı İslam’ modeli olarak vitrine konulmasını, kendisine görece bir hareket serbestisi tanımasını unutmasından kaynaklandı. Bu ‘unutkanlık’ sonucu bölgede yaşanan kaosu (krizi fırsata çevirmek için) emperyalizmin politikalarının dışına taşarak, zorlayarak değerlendirmeye çalışması, uyarıları dikkate almaması Musul krizini doğurmuştur. Arap Baharı’yla birlikte bölgede ortaya çıkacak toplumsal-siyasal değişim ve dönüşümü okuyamaması, krizlere karşı çelişkili tutum takınması, dış politik bütünsellik oluşturamaması Türkiye devletini ne yapacağını bilemez bir hale soktu. AKP hükümeti, Libya’da ve Mısır’da Kaddafi ve Mübarek diktaları devrilirken kısa süre içinde görüş değiştirebildi. NATO’nun Libya’ya müdahalesine ‘olur mu öyle saçmalık’ diyen Başbakan bir hafta sonra NATO’yu müdahaleye çağırdı! Libya’nın ardından emperyalizmin Suriye’yi hedefe çakması karşısında Kaddafi’nin sonuna bakarak, oradan elde ettikleri öngörülerle Esad’a üç ay ömür biçtiler! Sünni ve Şiiler arasında tarihsel bir derinliği bulunan rekabete gönderme yaparak sünni mezhepçilik kusan “Şam’da Emevi Camiinde ikindi namazı kılacağız” dediler. İddialarının büyüklüğü 3 yılın sonunda büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Özellikle Türkiye, S.Arabistan ve Katar gibi bölge ülkeleri Esad’ı devirmek için seferber oldular. Dünya’nın bütün uğursuz güçlerini Esad’la savaşmaları için bölgeye çektiler. Askeri, lojistik, mali açılardan büyük bir desteği seferber ettiler. Körfezin petro-dolar milyarderlerinin sponsorluğunda Allah için cihada gelen şeriatçı çeteler bölgeyi kan gölüne çevirdiler. Yaptıkları vahşetin düzeyi arttıkça Esad’ın koltuğu sağlamlaştı. Suriye’de iç savaşın beklentilerin aksine Esad’ın lehine gelişecek şekilde uzaması bölgedeki mezhepsel ayrım, çelişki ve husumetleri de yeniden uyardı. Savaş uzadıkça Esad’ın karşısında sünni mezhepçiliğin özellikle kışkırtılması çatışmayı bölgeselleştirdi. Bugün Irak’ta arkasında bir kan gölü bırakarak ilerleyen IŞİD çetesinin yapıp ettiği şeylerin bir yönü (hepsi değil tabi) Suriye iç savaşının sonuçlarıdır. Suriye’de ortaya çıkan mezhep çatışması dinsel bir muhtevayla anlatılmaya çalışılsa da perdenin gerisinde sermaye ilişkileri vardır. İktidar mücadeleleri mezhep ayrımları üzerinden, onların çatışmasından geçerek verilse de bu bölgeler de, esasta bu mezhepler de kapitalize olmuş, bölgenin kendine özgü yapısında sermaye kesimlerinin iktidardan, dolayısıyla ekonomik ranttan pay alabilmeleri için işçi ve emekçileri yönlendirmelerinin bir aracı olmuştur. Sermaye kesimleri arasındaki mücadele mezhep ayrımları üzerinden ifade edilmektedir. IŞİD denen gerici çetenin Irak’ta sünni nüfusun ağırlıkta olduğu bölgeleri böyle kolaylıkla ele geçirebilmesi işte bu mezhep taassubu nedeniyle Bölge haritasını değiştirmeye aday son çatışmalar çok daha büyük katliamların habercisidir. Emperyalist kapitalizm, sermaye ilişkileri kan ve gözyaşı demektir. olabilmektedir. Maliki yönetiminden rahatsız olan, ABD emperyalizminin 2003'teki işgali sonrası egemenliklerini yitiren Sünni kesimlerin IŞİD’le işbirliği yaparak bölgedeki haritaları yeniden çizme çabasına girdikleri görülmektedir. SünniŞii ayrımında en azından Sünni bölgelerde özerk yönetimler elde etmeye çabalayacaklardır. Sünni kartını bölgesel düzeyde oynayan Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler bu yeni durumun ardındaki muhtemel güçlerdir. Mısır’da İhvan’ın darbeyle (yine S.Arabistan- Katar ortak yapımı) devrilmesinin ardından eli zayıflayan Türkiye’nin Suriye’de ittifak ilişkilerinin bozulduğu S.Arabistan’la ilişkileri daha fazla gerilmiştir. Musul’da Türkiye konsolosluğu basılıp 49 kişinin rehin alınmasının arkasında bölgesel güç mücadelesi veren, IŞİD’i destekleyen güçler vardır. Bu darbeyle Türkiye’yi bölgesel denklemden tamamen çıkarmak istemektedirler. Türkiye devletinin, AKP hükümetinin aldığı Musul darbesinin şokundan çıkamadığı görülüyor. Bölgede uçan kuştan haberimiz var böbürlenmesi, IŞİD’e verdikleri destek nedeniyle böyle bir saldırı beklememeleri şokun esas nedenidir. Stratejik Derinlik’in dış politik kulvarda hareketli güç dengelerini, bölgesel ve emperyalist güçlerin koşulların değişmesiyle politikalarının da değişebileceğini çok fazla hesaba katmaması nedeniyle serbest düşüşe geçtiği görülüyor. Emperyalizmin tanıdığı opsiyonlarla göreli serbest alan açılması yanlış değerlendirildi. Bölgede artık oyun kurucuydu o. Ne diyordu neo muhafazakar başbakan ve stratejik derinlik mimarı Dışişleri Bakanı ”Türkiye artık başkalarının oyunlarında figüran bir ülke değildir. Türkiye artık oyun kurucu bir devlettir.” Suriye’de yaşadığı başarısızlıktan ders almadığını görenler, Musul’da ciddi bir tokat atarak onu gerçekliğiyle başbaşa bıraktılar. Şimdi bir çıkış yolu aranmaktadır. Mısır’da şeytan ilan ettiği darbeci Sisi’ye ”seçim başarısını” kutlama telgrafı göndermiş, IŞİD ve El-Nusra gibi şeriatçı çeteleri terörist listesine almış, göründüğü kadarıyla desteğini gevşetmiştir. İç politakada ulusalcı Kemalist blokla barışma yoluna girmiş ve hapishanelerdeki darbeci subayların tahliyesinin önünü açmıştır. AB ve ABD’yle bozulan ilişkilerini bu ataklar üzerinden düzeltmeye çabalayarak, emperyalist kapitalizmin bölge politikalarına uyacağını, çıkıntılık yapmayacağını göstermeye devam edecektir. Muhtemelen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından oluşacak tabloda daha büyük adımlar atarak uyum sürecini yeniden rayına oturtmaya ”gönüllülüğü” artacaktır. Eğer ayak direr gerçeklikle bağı kalmamış neoOsmanlıcı politikaları Sünni mezhepçilik üzerinden sergilemeye devam eder, İslami vurgularda emperyalist-kapitilizmle mesafesini açarsa daha şiddetli uyarılarla karşılaşacaktır. Bölgede yaşanan çatışmaların sonuçları AKP’nin geleceğinde daha yakıcı sonuçlar doğuracaktır. Ortadoğu’nun bir petrol denizi üzerinde olması bölge halklarının yaşamını güzelleştirmek yerine, bitmek bilmez din-mezhep görünümlü kapitalist çatışmalarla kabusa çeviriyor. Emperyalizm ve bölgenin tüm gerici devlet ve güçleri ranttan daha çok pay almak uğruna bölge emekçi halklarının kanını akıtmaktan çekinmiyorlar. Yaşanan bu çıkar çatışmalarında faturayı yine halklar ödeyecektir. Bölge haritasını değiştirmeye aday son çatışmalar çok daha büyük katliamların habercisidir. Emperyalist kapitalizm, sermaye ilişkileri kan ve gözyaşı demektir. O yok edilmeden bu savaşlar son bulmayacaktır. 12 işçi meclisi Mağaza işçileri: “Artık Umut Fısıldıyor” “-Keşke 7’de gelsek 4’de gitsek… -Bugün hiç çalışmadan para ödüyoruz deseler… -Hayır neden 7’de geliyoruz ki, 9’da gelip 4’de gitsek!” Biz kitapevi, yayınevi, basım, yayın ve dağıtım işçileri gıda, giyim ve teknoloji ve tüm mağaza işçileriyiz, tüketim bilincini, şirketlerin üzerimizdeki sömürü ve baskısını ensemizde hissediyoruz… Biz kentlerin hizmetçileriyiz. Çok parçalıyız ve her yerdeyiz. "Birliğimiz bozdular, bir olmalıyız”(Mağaza çalışanı) Şirketlerin aldığı kararlar, başlatılan kapitalist kentsel dönüşümler ve kölece çalıştırma stratejileri hepsi şirket, banka ve borsaların, AVM’lerin, plaza ve rezidansların bizim için büyük ticari hapishaneler politikasıdır. Başta kitap olmak üzere diğer baskı, dağıtım, gıda ve giyimden, eğlenceye birçok sektörlerde satış temsilcileri vb. pozisyonlarla adlandırılıyoruz. Üretim sürecinin tüm iş stresi, şehir hizmetçilerinin üzerinde patlıyor. Mağazalar göçmenlerin, öğrencilerin, diplomalı işsizlerin, genellikle geçici görünen ama kalıcılaşanların yeri. Bu yüzden algımıza yerleştirilen işçi tiplemesini reddediyor, kendi gerçekliğimizden bir şekilde kaçmaya yöneliyoruz. Mağaza çalışanları demek asgari ücretten başlayan en esnek, güvencesiz, sömürünün parçalı çaresiz köleliğidir. Yoksul öğrencilerin, işsizlerin doldur boşalt yaptığı mekanlarda çalışıyoruz ve çok geçici ve sirkülasyonun çok olduğu işkollarındanız. Mağazalardaki hipekaktif görünümümüz, kameraların üzerimizdeki baskısından kurtulma psikolojisidir. Çalışmasan da (mış, muş) gibi yapmak bizi tarif eder. Değersizlik ve stres, baskı ve daha da hızlı ve çok çalış telkinleri büyük mağaza zincirlerinin yegane şeyleridir. İşbaşı ve paydos shiftlerini dahi biz yapamıyoruz. Patronun baskı ve hırsızlığı kadar tüketicilerin hakaret ve küçümseyici bakışları, sitem ve öfkelerine karşı hala sabırlı, strese sokulanlarız. Soma’daki işçi kardeşlerimiz gibi doğrudan katledilmiyoruz belki, yine inşaatlardan düşüp ölmüyoruz ama bünyemiz ve tüm bilincimiz bu şirketlerin kar oranlarını büyütmesi için otomize olmuş durumda. Zihinsel olarak psikolojimiz bozuluyor, fiziksel olarak bel fıtığı, migren, mide sancısı… Bize bunları zorla yaptırıyorlar. Yoksa açız! Öldürmüyorlar belki ama sakat bırakıyorlar. Fiziksel olarak biçimsizleşiyor, zihinsel olarak tükeniyoruz. Şehirlerin tüm stresi, tüketim kültürünün en büyük basıncını biz çekiyoruz. Şirketlerin aldığı liberal ve esnek kölece çalıştırma stratejilerinin altında eziliyor, sömürül- üyoruz. O yetmediği gibi birbirimizden nefret ettiriyorlar, birbirimizi küçümsettiriyorlar, birbirimizin kuyusunu kazmamızı sağlıyorlar. En şatafatlı kullanılan şehir ve inşaat, elektronik teknolojiler hepsi bize ve emeğimize karşı çevrilmiş bir silaha dönüşmüş vasiyette. Tüm bunların hepsi patronları güçlü kılan ve emek denetimini elinde tutmasını sağlayan araçlar. Teknoloji mağazalarında yüksek radyasyona maruz kalırken, market ve kitap depolarında veya mağaza görünümlü depolarda ağır yükün altında ezilirken hijyenik ve doğal olmayan mağazaların ölüleri halini alıyoruz. AVM’lerin parası olana şirin ve estetik görünümlü yapısı bizim için havasız ateş gibi yanmaya başlayan cehennemden farksız. Bir mağaza çalışanı şöyle diyor: -Yarın Pazar olmasa bugün nasıl geçerdi bilmiyorum. -Niye ki bugün? -Bugünün tesellisi yarının Pazar olması -Peki ya Cuma? -Onun tesellisi de Pazar’a bir gün kalması… (Gülüşmeler…) -Ya peki Çarşamba günü için ne diyeceksin? -O günün tesellisiyse çok sakin ve iadelerin az olması -Pazartesi? -Bak işte onun tesellisi yok! kendimizi dev aynasında görmüyoruz ama itirazımız ve istemlerimiz öncelikle üzerimizdeki baskının son bulması, iş koşullarının düzeltilmesi, ücretlerin yükseltilmesinden ziyade böyle geleceksiz ve sönük yaşamda onursuzca var olmaktan kopmamız gerektiğinin farkındayız. Aile sorunlarımız, okul, iş, zaman, sosyal sorunlar, kent sorunları, ulaşım sorunları, aşk mevzuları, tüm bunların uzaklaşmaya çalıştığımız her şeyin para olarak karşımıza çıkması ve kendi kararımızı kendimizce alamamanın tahammülsüzlüğü, kendimiz gibi düşünememenin sorunu… bu sorunları diğer tüm çalışanlarla paylaşarak ve birleşerek mücadele ederek ancak ortadan kalkacağını söylüyoruz. “…herkes birbirine yardım ettiği sürece bir sorun kalmaz.” (Mağaza çalışanı) İş stresi ve baskısından dolayı bozulan sağlığımızı tedavi etmek için dahi izin isterken kıvranışımız biz bizden ediyor. Bin bir dereden bin bir bahane üretiyorlar. Öyle bir psikolojik bizler bunu dile getirmekten çekiniyoruz, bize onların gönlünden kopan bir şeyler istiyormuşuz gibi hissettiriyorlar. Bizi birbirimizle yarıştırıyor, söylediklerimizi ciddiye almıyorlar. Temizlik işçisi: Günde 17-18 saat çalışıyorum ve saat 5.30’da kalkıyorum. İki çocuğum var temizlik ve servis şoförlüğü yapıyorum. Zamanında günde iki saat uykuyla 2 gün yol gidip şehirlerarası şoförlük yapıyordum. Şimdiyse yarı zaman burada aylık 500 liraya çalışıyorum, işten çıkışta da serviscilik yapıyorum. Dağıtım çalışanı: Günde onlarca mağazayı dolaşıyorum, üstelik Nisan’dan kalan hala maaşım var ve alamıyorum, zarar ediyoruz denilerek erteliyorlar. 5 kardeşiz. Okul yok ve askerden yeni geldim. Günde 9 saatim burada, yol uzun toplam 3 saat de yolda geçiyor. Eve gidince işten kalan baş ağrısı için ilaç alıyorum, o ilaç da uykumu getiriyor, sonra yatıyorum bir kalkıyorum iş saati gelmiş, Çalışma bir işkence! Biz kendimizi böyle hissediyor, böyle teselli ediyoruz. Değerimizden fazlaca olan ürünlerle Aşağılık şirketler, ikiyüzlü entelektüel laf cambazları, “solcu” kitapevleri, sağcı kitapevleri, hepsi sermayenin iki kolunu ama tek bir parçasını ifade ediyor, bize reva görülen ücret ve yaşam en az 9 saatlik bir tempolu çalışma ve ücretli kölelik ekonomisinkoşuşturduğumuz den alta kalan kırıntılar... yeni kölelik sisteminin hamallarıyız. Güvencesizlik, mesai ücretlerimizin yağmalanması, şirketin maddi ve manevi güvenliğinin ücretsiz sigortacısı olmak istemiyoruz. Biz bizim ürettiğimiz ama mülkiyetçisi olmadığımız ürünlerin neden tek sorumlusuyuz? Aşağılık şirketler, ikiyüzlü entelektüel laf cambazları, “solcu” kitapevleri, sağcı kitapevleri, hepsi sermayenin iki kolunu ama tek bir parçasını ifade ediyor, bize reva görülen ücret ve yaşam en az 9 saatlik bir tempolu çalışma ve ücretli kölelik ekonomisinden alta kalan kırıntılar olarak dönüyor. Biz çalışan işçiler ne yapmalıyız diye kendimize soruyoruz, çünkü ahvahla geçirecek zamanımız yok, baskı yaratılıyor ki otosansürle kendi kendimizi baskılıyoruz. O gözler, o suratlar, o ses tonu… Müdürlerin karşısına dahi çıkamıyoruz. Biz bu hikâyenin sadece mağaza çalışanlarının hikâyesi olduğunu değil tüm isçiler sınıfının genel sorunu olduğunu düşünüyoruz. “Patron böyledir işte, teker teker parçalar bizi” (Temizlik işçisi) Kimimizin 170, kimimizin 200, kimimizin 312 TL’lik yemek kartları var. Ama hiçbiri gerçek anlamda sabah akşam yemek ücretlerini karşılayacak düzeyde değil. Yemek kartları aybaşı gelmeden bitiyor. Yol ücretleri ödenmiyor, mesai ücretleri, resmi bayram tatili ücretleri “herhangi bir gün izin yazılır” denilerek öteleniyor, onca saatleri içerde kalan günlerim böyle geçiyor. Kapitalizm dediğimiz şey bizim için yaratılan bir zorunluluk… Bir yandan insanların çağdaşlaşması da aslında kapitalizm mecburiyeti sayesinde oldu. Ama bugün kapitalizmin sadece Türkiye’de de değil diğer Almanya ve Avrupa ülkelerinde ekonomik anlamda geri gidişini görüyoruz ve artık eski parlaklığını yitirdi. Bütün dünyada bu durum içinde söyleyebiliriz ki işçilerin işi daha da kötüye gidiyor. Nüfus artıyor tüm buna benzer sorunlar da işçinin üstüne yükleniyor.” Mağaza çalışanı işçilerin kendisini yönetimden nasıl dışladığını şöyle örneklendiriyor: “Amcam doğduğundan beri işçi, her türlü işi yaptı, en düşük ücretlerde en kötü 13 işçi meclisi vermek yerine neredeyse kafama fırlatacaktı” “Durduk yere çattı” “Müdürün kötü kötü bakışını görmek istemiyorum” “Arkadaşım bana çok kötü davranıyor” yerlerde çalıştı ama hiç yönetmeyi düşünmedi, o hep çalışmayı düşünüyordu, birileri ona emir verecek o yapacak, yönetilmek istiyordu anca. En son bir gün kamyonunu tamir ederken altında kaldı, yumurtalıkları zarar gördü nerdeyse ölecekti. Ama o hiç pişman değil yaşamından, o hala böyle yaşamın devamını hayal ediyor. Bizim için olması gereken şey hesap sormaktır. 17 Aralık tarihini düşünelim bugün hükümetin bitişidir. Medyanın da ne olduğunu görüyoruz, medya her zaman bizim çıkarlarımızı savunmadı ve göstermedi. Bilmemiz gereken gerçekleri saklayıp durdu. “ “Biz işte kendimiz gibi ve olduğumuzu düşünemiyoruz. Saat en çok dikkat ettiğimiz varlık. Birbirimize dahi bu kadar dikkat edemiyoruz. İlişkilerimiz birbirinden çok kopuk, aynı mağazada birbirimizi görmüyor, birbirimizi unutuyoruz. Birer yabancı gibiyiz. Birbirimize çatıyor, saçma sapan ayrımlar koyuyor, birbirimizle didişiyoruz. Birbirimizin yemek saatini takip ediyor, girişimizi çıkışımızı düşünüyoruz. Biz patronu kendi içimizde yaratıyoruz.” (Mağaza çalışanı) “İş stresini eve eşime götürüyorum, ona defalarca çattım ama o da benimle hiç ilgilenmiyor, acaba cicim ayları bitti mi? Ama o da çok çalışıyor, eve geldiğinde birçok şey yapıyor, ben onun için bir şeyler yapmak istiyorum ama zaman kalmıyor, bir de bakıyorum uyumuş. Geçen tabaktı kaşıktı ne varsa üzerine fırlattım. Zamanımız yok, aldığımız ücret hiçbir şeye yetmiyor, tüm enerjimi çalışmaya verdikten sonra eve stres ve huzursuzluktan başka bir şey götürmüyorum. Çok mutsuzuz. “ “Geçenlerde, durduk yere arkadaşım ürünü bana Eş sorunu, baba-çocuk sorunu, tümden işçi ailelerin sorunları, aşk, ekonomik, sosyal, zaman, mekan, ulaşım ve yemek hepsi işçilerin sınıf temelli sorunları olarak yoğunlaşmakta, mücadele ve örgütlenme biçimlerine yaklaşımımız tüm bunların çözümü ve birleştirici temeli üzerinden yükselmektedir. Mağaza çalışanları örgütlenmesi sadece ekonomik kölelikten ziyade tüm sosyal köleliği, zamansal anlamda köleliği temelinden aşmayı ve örgütlenme biçimini esas alıyor. Bu gelişmiş kolektif örgütleyici araçları en dinamik bir şekilde kullanarak ancak olabilir. İşin kolektifleşmesiyle yaşamların kolektifleşmesi, tamamen birleştirilmesi… İnteraktif hareket ve sosyal ve çalışan işçi organizasyon ve duyuruları ve çalışanları, web, Twitter, Facebook vb. interaktif araçların sosyal örgütleyiciliği temel önceliğimizdir. “15 gündür full çalıştırıyorlar, koskoca D&R mağazasında tek başıma kasiyerlik yapıyorum, öyle öfkeliyim ki, yat kalk işe gel. 3 gün ücretsiz izin istiyorum kimse söylediklerimi ciddiye bile almıyor, oyalıyorlar, ne evet ne hayır diyorlar. En son çekip gidecem ama o zamanda işten atabilirler.“ “Remzi Kitapevi kasa tazminatı vermiyor, üstelik vermediği gibi tüm kasa riskinden dolayı bizi sorumlu tutuyor.” Tüm bunların üzerinden Yargıcı, Koton, LC Waikiki gibi şirketler de sürekli iş yoğunluğuyla birlikte başta kasiyerlerin robotlaşması ve üzerine doğrultulan kameralarla ayakta çektikleri eziyet, yer yer full çalışma saatlerinden dolayı dikkatli ve hatasız olması bekleniyor. Eğer dikkatli olmadığı takdirde, kasadan çıkan açık doğrudan maaşına yansıtılıyor. Oysa biz çalışma shiftlerini kendimiz yapmak istiyoruz, molalarımızı kendimiz belirlemek istiyoruz. Bir Kitap işçisi çalışma koşullarını şöyle ifade ediyor: “Günde dokuz saat çalışıyorum. Sigara içen biriyim, en basitinden sigara içmek için bile izin isterken 10 defa düşünüyorum. Acaba şimdi ne derler, kızarlar mı vs. Günümüzde beni ve benim gibi diğer çalışan arkadaşlarımın üzerinde maddi manevi yük olduğunu düşünüyorum. Asgari ücret nedir ki, asgari ücretle ev geçindirmek zorunda olan insanlar var. Ben ailemin yanında kalıyorum. Aldığımız 800 lira maaş ne kadar emeğimizi karşılıyor tartışılır. Bu kadar sömürgeci bir toplumda devleteyse bu tarz şeyler normal geliyor. Ben patron olsam çalışan personele gerek sosyal hakları gerek diğer hakları olsun elinden geleni yapardım. Bizim toplumumuz hele hele bu şartlarda bu çok zor görünüyor.” “Özgürlük Gezi’de patladı. Bu engellenemez. Gezi devam ediyor. Bu zorlamayla değil, mecburen kendi kendine de gelmek zorunda.” (Mağaza çalışanı) “Bugüne kadar binlerce madenci işçi öldü. Sadece benim için değil bütün toplum için çok acıyan bir olaydır. Nerede duyarlılık, nerede insanlık? Bunlar artık toplumumuzdan uzak kalmış kavramlardır. Bu faciada binlerce insan öldü ve Soma adı katliam olarak kaldı. İnsanlığın tümünü öldüren bir katliam… Şehitlerimiz, cinayetler, toplumsal yıkımlar aradan geçen bir zaman zarfında unutuluyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Bence herkes elini vicdanına koymalı ve düşünmeli. Ne yapmalı?” (Mağaza çalışanı) “Soma olayını hepimiz gördük, bu madenlere inmemek lazım, sen girmicen, ben girmicem, işte o zaman patron mecburen paraya kıyıp oranın güvenliğini almak isteyecek. Herkes çalıştığı sürece hiç bir şey olmaz.” (Temizlik işçisi) “Taşeronluk sorunu çok kötü bir sorun, şimdi bir şeye kaptırmışız kendimizi, evden işe, işten eve, bu yasa konuşulmasın, bu durum uyutulsun, bu olmazsa başka bir şey pişirir koyarız. Eğer sessiz kalırsa, bu işçilerin ölümü devam edecek, Soma’da olduğu gibi böyle toplu ölümlerde, özellikle ben şuna sinirleniyorum: Birer birer öldüklerinde kimse bu kadar tepki göstermiyordu. Bizim elimizde aslında, biz unutturmamalıydık, ne yapmamız gerekiyor?” Basım yayın, dağıtım, satış, depo işçilerinin anlattıkları kapitalistlerin kendilerini devre dışı bırakmalarını, ileriki dönemlerde gerek zorla gerek psikolojik baskı ve yıldırma yöntemleriyle işçileri işsiz bırakacak politikalarını işleteceklerini gösteriyor. Bizleri her türlü bizi güvensizleştiren, parçalayan ve savunmasız bırakan patronların yakasına yapışacağız. İşimizi emeğimizi ve onurumuzu terk etmeyeceğiz. [Tüm bunların oluşmasını önceden gören ve bunun için çalışma başlatan Yayınevi Emekçileri Kolektifi’nin (yayineviemekcileri.org) organize olmasını yararlı buluyoruz.] Not: Şişecam’da işçilerin grev hakkı engellenemez.İşçilere her türlü grev kırıcı, eylem kırıcı saldırılara karşı dayanışma ve mücadeleye çağırıyoruz. Mağaza işçileri 14 işçi meclisi Balyoz’da Yeni Perde Balyoz olarak isimlendirilen darbe davasında hüküm almış 200 üzerindeki general ve subay Anayasa Mahkemesi’ nin (AYM) adil yargılama yapılmadığı kararı sonucu cezaevlerinden tahliye edildi. AYM’nin bu kararının hukuki değil siyasi bir karar olduğu çok açık. Son Anayasa refarandumuyla görev tanımı genişletilen, bireysel başvuru yolu açılan AYM Türkiye’nin AİHM’i olacak denmişti. Sistemin tıkandığı noktalara dönük müdahaleleri ile ‘özgürlük’ şampiyonu ilan edilen AYM birçok demokratik talep ve başvuruyu da görmezden geldi, reddetti. O insiyatifini sadece sermaye kesimleri arasındaki uzlaşmazlıkları neoliberal burjuva demokrasisini güçlendirme, krizleri aşma yönünde kullandı. Devrimci ve Kürt yurtseverlerin yargılandığı davalarda AİHM bugüne kadar yüzlerce ‘adil yargılama yapılmamıştır’ kararı verdi. Bu kararların hiçbirinde tutsaklar serbest bırakılmadı. AYM’nin bu kararının ardından askerlerin tahliye edilmesi konjonktürün baskılanması nedeniyle alınmış bir siyasi karardır. Buraya bir mim koyup biraz geriden toparlayarak bugüne gelelim. Türkiye tekelci burjuvazisinin sermaye birikim düzeyinin zorunladığı yeni ihtiyaçlar, emperyalizmin dünya çapında ortaya çıkan yeni durumlara paralel geliştirmek istediği konsept, bir önceki yönetim modellerinin, politikaların bir yönüyle terkini zorluyordu. Revizyonist sistemin varlığı koşullarının belirleyiciliği ekseninde oluşturulmuş uluslararası kapitalist sistemin içsel ilişkileri, her bir kapitalist ülkedeki sermaye devleti örgütlenmeleri yeni duruma uygun bir konumlanışa geçmeyi zorunladı. Türkiye’de artık yönetemez duruma gelmiş faşist diktatörlük ne emperyalizmin istekleri doğrultusunda ne de mali oligarşinin beklentileri doğrultusunda hareket kabiliyetine sahipti. Özellikle NATO’nun konsept değişimi kararları almasının ardından Türkiye ordusunun da bu yeniden yapılanma sürecinde siyasal sistem üzerindeki belirleyiciliği budanmaya başlandı. Faşist diktatörlüğün Türkiye’de üzerinde yükseldiği bir kurum olan ordu, devletin yönetiminden tedrici bir şekilde uzaklaştırıldı. Ordunun 28 Şubat darbesi aslında son bütünsel hamlesiydi. Yeni konsepte ayak direyen, iktidarını kaybetmek istemeyen ordunun 28 Şubat darbesi ne emperyalizmden ne de Türkiye’nin mali oligarşisinden yeterli desteği görebildi. 1000 yıl sürecek iddialarının aksine 2002 seçimleriyle tarihe gömüldü. Emperyalist burjuvazinin yeni konsept dizaynı ile Türkiye tekelci burjuvazisinin sermaye birikim düzeyinin ihtiyaçları bölgesel düzeyde de kesişmekteydi. Faşist diktatörlük dar-ulusal sınırlara hapsolmuş karakteri gereği bu süreci yönetebilme becerisinden yoksundu. Faşizm içerde toplumsal mücadeleler ve Kürt ulusal hareketi karşısında ancak katliam ve zorla ayakta kalmaya çalışırken emperyalizmden aldığı desteğe ihtiyaç duyuyordu. Bu destek çekildiği, işbirlikçiliğine son verildiği andan itibaren ise Türkiye devleti, neoliberal burjuva demokrasisinine doğru çözülmeye başladı. Sistemin yasama, yürütme ve yargı erkleri tüm kurumlarıyla birlikte bir değişim sürecine girdi. Bu değişim süreci iktidarlarını kaybedenlerin umutsuz bir direnişini de ortaya çıkardı. 28 Şubat’ta son darbelerini yaptıklarını kavrayamayan ordunun üst düzey komutanları AKP’yi darbeyle devirmek için birçok senaryo hazırladı. Fakat hiç birisi ne toplumsal destek, ne Türkiye tekelci burjuvazisinin ne de ABD ve AB emperyalistlerinin desteğini bulabildi. Tüm darbe girişimleri kağıt üzerinde bir film senaryosu gibi kalakaldı. Artık geçerliliğini yitirmiş yöntemlerle farklılaşmış bir konjonktürde iktidar olma arayışları sükut-u hayale uğradı. Ordunun ve faşizm yanında saf tutan yönetim kadrolarının umutsuz çırpınışları 2007 yılına kadar sürdü. 27 Nisan muhtırasıyla seyirlik bir güç gösterisine soyunmaları ironik olarak yenildiklerinin ilanı oldu. Hasmını politik arenadan tamamen silmek isteyen AKP, Ergenekon ve Balyoz darbe davalarıyla karşı atağa geçmekte gecikmedi. Düne kadar bir onbaşısını bile mahkemeye teslim etmeyen ordunun Genelkurmay Başkanı’ndan kuvvet komutanlarına kadar yüzlerce general ve subayı hapishanelere dolduruldu. Tümüne ağır cezalar verildi. Bu cezalar emekçi halka karşı işledikleri suçlardan değil, sermaye hükümetini devirmeye teşebbüs etmeleri nedeniyle verildi. Bu andan itibaren dünün darbeci, komünist ve devrimcilerin kanını dökmüş, Kürt halkına nice katliamlar yaşatmış, faşist askeri subay ve generalleri özgürlük ve hukuk devletinden, adaletten söz etmeye başladılar! Düne kadar bu ülkenin devrimci ve yurtseverlerine hapishaneleri reva görenler bugün özgürlükten bahsediyorlar! Faşizmin mahkemelerinde özgür bir dünya için mücadeleden başka ‘suçları’ olmayanları en ağır cezalara çarptıranlar bugün hukuktan söz ediyorlar! Adaletsizliğin başat olduğu bir sistemde emekçilerin kanına ekmek doğrayanlar bugün bize adaletin ne kadar yakıcı bir ihtiyaç olduğunu vaaz ediyorlar! Bu kavramlara ne kadar içten yaklaştıkları pratikleri ile ortadadır. Hapishane önlerinde adaletsizliğe maruz bırakıldıklarını anlatmaları, binlerce devrimci ve yurtsever tutsağın tecrit altında tutulduğu bir yerde mide bulandırıcıdır. Görüldüğü gibi faşizmin çözülerek tasfiyesi sonucunda ortaya çıkan neoliberal burjuva demokrasisi de karakteri gereği söz konusu olan işçi sınıfı ve Kürtler olduğunda ondan geri kalmamaktadır. Sermaye devletinin çıkarları gereği ezilen sınıf ve ulusu baskı altında tutmak için herşeyiyle, kendi karakteri ile saldırmaktan çekinmemektedir. Peki böylesi siyasal hukuki bir sürecin ardından neden hapishanelerdeki tüm darbeci faşistler serbest bırakıldı? Darbe tehlikesi artık yok mu?… Neoliberal burjuva demokrasisi bütün kurumları ve yönetim anlayışıyla artık Türkiye’de yerleşmiştir. Özellikle ordunun darbeci dişleri söküldükten, direnişleri kırıldıktan sonra bu durum daha da görünür olmuştur. Bu noktada 2013 yılında yaşanan toplumsal gelişmeler bir dönüm noktası oldu diyebiliriz. Haziran Direnişi’yle açığa çıkan demokrasi özgürlük talep ve direnişleri darbeci çetelerin özlemini duydukları o eski günlerin bir daha geri gelmeyeceğini, bunun hiçbir toplumsal temelinin kalmadığını (faşist İP çetesi çevresi dışında!) gösterdi. Kitleler neoliberal burjuva demokrasisini özgürlük ve gerçek demokrasi önündeki engel görüp onu aşmaya çalışırken daha geri bir noktaya yönlendirilemezdi. Umutlar burada tükendi. AKP iktidarı açısından ise içerde ve dışarda bü- tün ağırlığını Sünni mezhepçilik kartına kaydırması yönetme kabiliyetini yitirmesine, özellikle son birkaç yıldır neredeyse toplumun bütün kesimleri ile kavga eder duruma gelmesine yol açtı ve bu sürdürülebilir değildi. Tansiyonu düşürmek zorunluydu. Neoliberal burjuva muhafazakarlığın karakteri gereği işçi sınıfı ve emekçilerin talebini karşılamak, sonunu öngöremeyecekleri şeyleri doğurabilirdi. Onların önüne TOMA’lar, gaz bombalarıyla polis dikildi. Kürt sorunu neoliberal çözüm parantezinde yönetilebilir bir pozisyonda umutvar durularak idare ediliyordu. Tansiyonu düşürmek için en zayıf ‘düşman’ seçildi: Hapishanelerdeki darbeciler. Bu kesimlerin artık direnişin kırıldığında dışarda olmamalrının bir zararı olmaması bir yana, bir ‘barış’ ortamı yanılsaması ortamı yaratarak üzerindeki basıncı düşürebilecekti. Zaten darbecilerle olan hukuki süreçte öncellerinden öğrendikleri tüm kirli pratiklerin sorumluluğunu da cemaate yüklemişlerdi. Kendileri adaletsizliği sonlandıran olarak tebrikleri kabul edebilirlerdi. Tabi kimse onları tebrik etmeyecek; darbeci zevatlar ise eski günlerin özlemiyle yansalar da, neoliberal burjuva demokrasisinin içinden konuşmak zorunda olduklarının artık farkındalar. CHP ve MHP’nin Cumhurbaşkanlığı için önerdiği ‘çatı adayı’ durumu yeterince özetliyor zaten… Sermaye kesimleri ve onların politik sözcüleri arasında uzlaşma her zaman mümkündür. AKP iktidarı içerde ve özellikle dışarda yaşadığı sıkışmadan kurtulmak için böyle bir adım atmak zorunda kalmıştır. Cemaatle giriştiği kavga nedeniyle yaşadığı kadro açığını ulusalcı kesimlerle gidermek istiyor. Cumuhurbaşkanlığı ve ardından gelecek genel seçimlerde elini güçlendirmek, iktidarını sürdürmek istiyor. Şunu biliyor ki, iktidarını yitirmesi basit bir hükümet değişimi olmayacak, bunun hukuki sonuçları olacak. O her ne kadar iktidarı döneminin bütün günahlarını cemaate yıkarak kötü günlere hazırlık yapsa da bu akıbetten kurtulamayacak. Görüldüğü gibi iktidar savaşı tamamen sermaye kesimleri arasında geçmektedir. Her iki kesimin, işçi sınıfına, devrimcilere, Kürtlere dönük suçları soruşturma konusu dahi yapılmıyor. İşçi sınıfı, sermaye sınıfının bir bütün olarak sınıf düşmanı olduğunu ayırdettiği, kendisi için sınıf olduğu zaman egemenlerin işlediği bütün suçları cezalandırabilecektir. İşte o zaman havaya kalkan balyozlar, olması gereken yere, neoliberal burjuva demokrasisinin kalbine inecektir. Temel mesele balyozun kimin elinde olduğudur. Ercan Akpınar Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi B1- 53 15 işçi meclisi Demiryolu işçileri: “Direniş!”, “Hep birlikte!” Tıklım tıklım, havasız, kalabalıklığından dolayı yavaş ilerlemesinin yanında bazıları bir istasyonda yarım saatten fazla bekleyen banliyö trenlerinden, işçi sınıfının “Biz durunca hayat durur” kavga uğultusu yükseliyor. dışı turizm bir yana özellikle banliyölerde oturan işçilerin kullandığı tren ağının kalitesini iyice düşürecek, İngiltere’de olduğu gibi kazalara davetiye çıkaracak… yasa tasarısına karşı saf tutmuş durumdalar. 4 ila 6'sı işliyor. Keza burjuva medyanın köpürterek verdiği ölçüde olmasa da, grevin lise öğrencilerinin bakalorya sınavlarının başlaması ile çakışması tren kullanıcılarının tepkisinin demiryolu şirketine değil işçilere yönelmesine yol açtı. Fransa’da demiryollarında örgütlü CGT, SudRail ve FO sendikalarının özelleştirmeye karşı grev düzenledi… Paris’te yüzlerce demiryolu işçisi ellerinde kırmızı sendika bayrakları ile yasa teklifinin geri alınması ya da değiştirilmesi talebiyle meclis önünde gösteri yaptı. Demiryolcular otomobilleri bloke edip polisi aşarak parlamento binasına yaklaşmaya çalıştılar. Şişeler attılar. Polis demiryolculara karşı gaz ve cop kullandı. Birkaçını yerlerde sürükledi. Daha sonra demiryolcular Paris’in en yoğun işleyen istasyonlarından biri olan ve şehirler arası hatların da bulunduğu Montparnasse’ta tren hattında yürüyüş yapıp hatları ateşe verdiler. KuzeydekiLille kentinde de demiryolcular belediye binasını kısa bir süre işgal ettiler. 27 yıllık demiryolu işçisi Matthieu Chapuis, “Dört Pazarın üçünde çalışıyorum” diyor. Üç vardiya çalıştıklarını ve trenlerin makas değişimini yaptığını, ayda ise 1600 euro kazandığını söylüyor. “Üstüne üstlük, bir hata yapsam suçlu ben olacağım. İnsanlar ölse hapse ben gideceğim.” İşçiler akın akın Gare St. Lazare’dan meydana çıktılar, “Direniş!”, “Hep birlikte!” sloganları ile bir süre garın önünde durduktan sonra tekrar istasyona inildi. Trende ilerlerken işçilerin sonunda buluşacağı Invalides istasyonu ile Champs Elysees’de çıkışların kapatıldığı anons edildi. Bu anons alaylarla karşılandı. Montparnasse garında inerek caddeye çıkıldı ve birkaç istasyon ötedeki Invalides bulvarına ulaşıldı. Yol boyunca sloganlar susmadı. Grevci işçiler ellerinde üyesi oldukları sendikaların (CGT, FO ve Sud-Rail) flamalarının yanı sıra kendi hazırladıkları dövizleri de taşıdılar. Bunlardan birinde “Kapitalizm raydan çıktı, devrildi” yazıyordu! Polis, işçilere kapatılan Champs Elysees bulvarına girilmemesi için muhtelif yerlerde tertibat aldı. Eyleme kendi talepleri için grevde olan müzisyenler de katıldı. İşçiler hükümete taleplerini kabul etme çağrısı yapan ve meydan okuyan konuşmaların yanı sıra “Biz buradayız, yine döneceğiz, hep birlikte, hep birlikte!” sloganları haykırıldı yürüyüşte. Paris’te polisin gaz da kullandığı küçük çaplı çatışmanın ardından, Fransız burjuva medyası, sınıf düşmanımızın bilindik, ama hala etkili taktiğine sıkı sıkıya sarılmış, “Fransa bile grevlerden bıktı” yazıyor. (“Bile”den asıl kasıt, burjuva medyanın dili söylemeye varmasa da, işçilerin haklarını mücadele ve grevlerle kazanmış olmasının oluşturduğu toplumsal sınıfsal bilinç ve bunun anayasal bir hak olarak sabitlenmiş olması.) Grev, Fransa’da demiryolu ulaşımında yıllardır yapılan en uzun süreli kesintilere neden oldu. Demiryolu işçilerinin asli talebi, demiryollarını rekabet ve özelleştirmeye açacak olan yasa tasarısının geri çekilmesi ve değiştirilmesi. Türkiye’deki kamu sektöründeki mücadeleden aşina olduğumuz bir süreç yaşanıyor. Öncesindeki yoklama ve yüklenmelerin henüz sonuç Başbakan Manuel Valls, demiryolcuların uyguladığı “şiddet”i kabul edilemez bulduğunu söyleyip yasa tasarısını savundu. Tekelci burjuvazinin tipik söylemi ile, Valls, “ülkedeki durum bu iken grev hem faydasız hem de sorumsuzluk” diye bütün toplumu demiryolculara karşı kışkırttı. Greve katılım gayet ölçülebilir olmasına rağmen tekelci burjuvazi rakamlarla oynamaya devam ediyor. İşçilerle sermayenin verdiği rakamlar birbiriyle çelişiyor haliyle. Geçtiğimiz Çarşamba günü başlayan greve işçilerin azınlık bir kesiminin katıldığı ve ülke çapında trenlerin sadece üçte birinin iptal edildiği belirtiliyor. Greve katılıma ilişkin verilen rakam ve oranlar da mücadelenin bir parçası olmakla birlikte asıl mücadele gerçek katılım alanında yaşanıyor. Peki gerçek ne? Grev banliyö trenleri ve Charles de Buna karşılık, eski Başbakanlardan (muhalefetteki) UMP’li François Fillon “SNCF (demiryolu şirketi) müşterileri, kamu çıkarını umursamayan az sayıdaki grevcinin elinde rehin durumunda” diyor. Grevin toplumsallaşması için sadece demiryolcular ile sınırlı kalmayan bir çabanın gerekli olduğu açık. İşçiler bunu herkesten fazla farkediyor fakat geleneksel yordamları aşamıyorlar. Lyon’da 300 demiryolu işçisi Fransız devlet televizyonu France 3'e çıkıp Ulaştırma Bakanı Frederic Cuvillier’le canlı yayında hesaplaşmak için televizyon binasına girme talepleri kabul edilmedi. Marsilya’da ise demiryolcular istasyonda yolculara hitaben konuşmalar yaptılar. 1995'ten bu yana demiryolunda çalışan Philippe Goalard, “Belki de yeterince iletişim kurmadık. Grevin ikinci haftasında mücadelemizi daha iyi anlatmalıyız” diyor. Hükümetin en fazla kullandığı argümanlardan biri de, demiryollarının “kara delik” olduğu ve 40 milyar euro’dan fazla borcu bulunduğu, eğer yasa geçip de durum değişmez ise, borcun 2025 yılında iki katına çıkacağı. Hükümet demiryolu işletmesi rekabete açıldığı takdirde -bildik teranede olduğu üzere- durumun düzeleceğini ve bunun “herkesin çıkarına” olduğunu pompalıyor kitlelere. Yasa tasarısını imzalayarak özelleştirmeye kapı açan sendikaların varlığı da onları güçlendiren bir olgu. Demiryolu grevinde çarpışan iki sınıfsal tutum, krizin faturasını işçilerin mi kapitalistlerin mi ödeyeceğinde odaklanıyor. Bu ise, toplumun diğer kesimlerini hangi sınıfın kendi yanına çekeceği ile belirlenecek. vermemiş olması (iki sınıf açısından da), tekelci sermayenin son virajı güçlü dönüp oyunun bütününü alma girişimleri, demiryolu işçilerinin mücadelesinin toplumsallaşmasını önleyerek, onları tecrit ederek güçsüz düşürme, “ayrıcalık peşinde koşuyorlar” gibi gösterme çabaları…. Buna karşılık, demiryolu işçileri işlerini ve sosyal sınıfsal kazanımlarını yitirmelerine yol açacak, ülke içi/ Gaulle Havaalanı‘na giden hatları kısmen etkiledi. Ülke içi hatlarda da etkili oldu. Metrolar greve katılmadı. Uluslararası trenlerin işleyişini çok büyük oranda bozulmadı. Banliyöde greve katılmayan bir hat dışında trenler grevden etkilenerek de olsa çalışıyor. Buna karşılık şehirler arası trenlerde 10 trenden Tekelci kapitalistler neoliberal dönüşüm programlarını tek çözüm olarak gösterme yönünde yol alırken grevciler, gösterdikleri netlik ve kararlılığa karşın grevi toplumsallaştırmakta, işçi sınıfının diğer bölüklerini yanlarına çekmekte, geleneksel mücadele yordamlarını aşmaktaki zayıflık nedeniyle zorlanıyorlar. Düş değil bu hayal değil he hey be hey yetmişbin dev işçim kalktı yürüdü. kokuşmuş düzene sahip çıkanın kükreyen sel gibi aktı yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü alnın çatına baktı yürüdü yürüdü yürüdü…. güneş tepesinde kızıl bir sini, çıplak ayaklısı, be hey işten atılmışı, keser dişlisi he hey be hey sağır beyinlere ayak sesini sesini sesini paslı çivi gibi çaktı genci, yaşlısı yaşlısı yaşlısı evinden dışarı çıktı yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü patron karına he hey be hey dev adımlar selam yazdı yarına he hey be hey işbaşından cadde ortalarına sert yüzünü, yıllar yılı kapatılmış gözünü gözünü iki ateş baktı yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü sakatı, hastası, yürüdü yürüdü yürüdü yeter demek için görmeye değerdi o gözünü yanık döşlüsü he hey nasırlı elinde gürz gibi kini, hak almaya adamıştı özünü, yürüdü yürüdü yürüdü yürüdü he hey be hey yürüdü he hey be hey yürüdü he hey be hey yürüdü o barış yerine kavgayı seçen, alnının terini su diye içen, kıyıda köşede eline geçen yürüdü