Dünya Bülteni Araştırma Masası

advertisement
2012
Dünya Bülteni Araştırma Masası
ORTADOĞU’DA ĠSLAMĠ ĠKTĠDARLAR VE YENĠ SĠYASET DĠLĠ
YAZAR:
İsmail Duman
15.02.2012
ORTADOĞU’DA ĠSLAMĠ ĠKTĠDARLAR VE YENĠ SĠYASET DĠLĠ
Ġsmail Duman
Geçtiğimiz yıl bu günlerde, tüm dünyanın gözü, uyuyan dev “Ortadoğu”nun uyanış sürecine
kilitlenmişti. En önemli müttefiklerini kaybetme endişesi taşıyan ABD ve Batılı ülkeler,
yaşanan sürece dair endişelerini dile getirseler de bu ayaklanmaları “selamlama”yı ve
“devrim” olarak nitelendirmeyi de ihmal etmemişlerdi. Nitekim hafızamızı biraz
yokladığımızda, “Arap Baharı” ve “Yasemin Devrimi” kavramlarının batılı ajanslardan
geçtiğimiz haberler ile literatürümüze girdiğini de hatırlarız.
Diğer yanda, geçtiğimiz yüzyıla damga vurmuş köklü İslami Hareketlerin ve nevzuhur
muhafazakar yapılanmaların, zafer nidaları eşliğinde nüfuzkâr söylemleri ile toplumsal
tabanda karşılık bulduklarına şahit olduk. Öyle ki kitleler, farkında olmadan, biçim
değiştirmiş “mütecavizler”in bayraklarını sallarken, “refah devlet” palavrası ile yutturulan
neo-liberal sisteme güzellemeler düzerken, “başımızdaki diktatörler gitsin de ne şekilde
giderse gitsin” mantığı baskın geliyordu.
Milyonlarca mazlumun geçmişte çektiği sıkıntıyı göz ardı ederek küstahça “kitle psikolojisi”
vurgusu yapmaktan ve Durkheim‟cı bakış açısı ile sosyolojik çıkarımlar yapmaktan teberri
etmek ne derece üstümüze vazife ise; dünyayı tozpembe görerek, bölgedeki son gelişmeler
ışığında “her şeyin Müslümanların lehine döndüğü” tarzındaki “Ucuz İslamcılık”tan uzak
durmayı salık vermek de o denli sorumluluğumuzdadır.
Ortadoğu‟daki ayaklanmaları Amerika‟nın kışkırttığını söylemek ne derece komplocu bir
bakış açısı ise; bölgeye dair tahminimizden çok daha fazla emelleri olan “dünya istikbarı”nın,
bu gelişmeleri, sonuçları üzerinden yönlendirme çabası içerisinde olduğunu görmemek ve
okumalarımızı, bölgede oluşturulmaya çalışılan “yeni siyaset dili” üzerine kafa yoran Batılı
medya ve think-tank kuruluşlarının tespit, çıkarım ve yönlendirmelerinden bihaber olarak
yapmak, en olumlu ifade ile “haddinden fazla iyimserlik”tir.
Ortadoğu‟daki ayaklanmaları Tunus‟tan Suriye‟ye kadar bir bütün olarak ele almanın,
meramımızı daha iyi anlatmamıza yardımcı olacağını düşünmekle beraber; ufak değiniler
eşliğinde, seçim süreçlerini belli ölçüde tamamlamış olan Tunus ve Mısır‟daki İslami
Hareketlerin kazanımlarını, duruşlarını ve kendilerini bekleyen riskleri masaya yatırmanın, bu
mahdud satırları verimli kullanmak açısından daha faydalı olacağına kanaat getirdik.
Tunus ve Mısır’daki seçimler ve Ġslami Hareketlerin ezici galibiyeti…
Tunus ve Mısır‟da seçim sonrası atmosfer, seçim öncesinde yapılan felaket tellallığını
unutturacak şekilde sakin bir geçişe tanıklık etti. Bu, her şey güllük gülistanlık demek
anlamına gelmiyor. Lakin Tunus‟ta %40, Mısır‟da ise %70 civarında oy alan İslami
Hareketler, ortaya atılan onca komplo teorisine rağmen, emin adımlarla “meclis”teki yerlerini
garanti ediyorlar. Öyle ki bulundukları konum, cumhurbaşkanlığı dahil olmak üzere
ülkelerinin geleceğindeki birçok karar noktasında belirleyici olmalarına fırsat veriyor.
On yıllar boyunca Ortadoğu‟da bu kadar kolay şekilde üstünlük sağlamayı başaramayan
İslami Hareketlerin bu zaferini nasıl okumalıyız peki? AKP iktidarı ile Türkiye‟de kök salan
“merkez-sağcı muhafazakar iktidar” döneminin farklı versiyonları oldukları/olacakları iddiası
ile okuyarak, aslında, artık Müslümanların ülkelerinde hak ettikleri pozisyonlara teker teker
kavuştukları şeklinde nostaljik şarkılar mı söyleyeceğiz; yoksa, dünya politik sahnesinde
kullanılan “siyaset dili”nin değiştiği vurgusu ile “kendini yenileyen iktidarın, kendi
muhalefetini de yenilemesi” vurgusu ile mi okuyacağız?
Bu yazımızda, ikinci yolu tercih ettiğimizi göreceksiniz…
Zira, “Fransız laikliğinden Amerikan laikliğine geçiş”, “Kültürel İslam-Siyasal İslam ikilemi”,
“Filistin ve İsrail üzerine söz söylemenin, hala İslami Hareketler için turnusol kağıdı olup
olmadığı”, “Taliban ve Hamas’ı ılımlılaştırma çabaları”, “Amerikan tarihinde Cumhuriyetçi
ve Demokrat Parti iktidar dönemlerinin neye tekabül ettiği” ve “Müslümanlar arasındaki
başlıca fitnelerden biri olan Şii-Sünni bloklaşmasında Sünni bloğun temsilcisi rolünün Suudi
Arabistan’dan Türkiye’ye kaydırılması” konularına kısa kısa da olsa değinmeden,
Ortadoğu‟da yakın zamanda sıkça göreceğimiz/yüzleşeceğimiz İslami iktidarların
geldikleri/durdukları noktaları tespit etmekte zorlanacağımıza inanıyoruz…
Seçim öncesi endişeler; Nahda Hareketi ile Ġhvan-ı Müslimin’in değişen yüzü…
Tunus‟taki seçimlerin öncesinde, başta Batı medyası olmak üzere iç ve dış faktörlerin hemen
hepsi iki ayrı yaklaşım geliştirdiler. İlki, Arap Baharı ile demokrasiye geçiş ve çoğulculuğun
“değişen/dönüşen(!)” Müslümanların eliyle gerçekleşeceğine dair yaklaşım; ikincisi ise bu
tablo neticesinde çok daha İslami ve riskli bir Ortadoğu‟nun oluşacağına dair öngörüydü.
Her ne kadar tarihsel, sosyal ve siyasal zeminleri farklı olsa da, Mısır‟da da seçim öncesi
İhvan-ı Müslimin(Hürriyet ve Adalet Partisi) ve Selefi Nur Partisi hakkında benzer
yaklaşımlar sergileniyordu. Öyle ki Amerikan ve Batı gazetelerinde “İhvan‟dan neden
korkmalıyız?” ve “İhvan‟dan neden korkmamalıyız?” başlıkları ile birbirinin iddiasını çürüten
onlarca yazı kaleme alındı.
Seçim öncesi süreçte, İhvan‟a, Nur Partisi‟ne ve Nahda‟ya dair dillendirilen endişeler,
geçmişe dair okumalara dayanıyordu. Ama “politik İslam”ın değişen yüzü, onları da
etkilemişti ve maalesef tüm bu partilerin kendilerini içeride ve dışarıda aklamak için birtakım
tavizkar açıklamalar yaptıklarına şahit oluyorduk.
Tüm bunlara ilaveten, belli başlı İslami hassasiyetleri gündemleştirmeleri ise, Türkiye
penceresinden olaya bakanlar için çok cazip geldi. Fakat burada kaçırdığımız bir nokta vardı
ki o da, Mısır‟da ve toplumsal anlamdaki laik altyapısına rağmen Tunus‟ta, insanların İslami
hayat ile meşguliyeti, Türkiye toplumuna nispetle çok daha fazladır. Dolayısıyla, birtakım
tavizlerin yanı sıra dillendirilen İslami hassasiyetler, toplumsal tabanı kaybetmemek için
elzemdir zaten.
Burada bir parantez açarak, “politik/siyasal İslam-kültürel İslam” ayrımına, Mahdi Darius
Nazemroaya‟nın Türkiye üzerinden örneklediği satırlarından bakmak istiyoruz:
“İslam‟ı yeniden tanımlama ve manipüle etme projesi, AKP örneğinde olduğu gibi; bir
„siyasal İslam‟ dalgası oluşturarak, İslam‟ı kapitalist dünya düzeni çıkarlarına bağımlı kılma
çabasıdır. Böylelikle İslam‟ın bu yeni tanımı, „Kalvinist İslam‟a ve „Protestan iş ahlakının
Müslüman versiyonu‟ olma özelliğine öncülük etti. Türkiye‟de geliştirilen ve bugünlerde
Mısır başta olmak üzere diğer Arap toplumlarına Washington ve Brüksel tarafından sunulan
model, işte bu modeldir.“
Değişen siyaset dilinin temel vurguları…
“Siyasal İslam-Kültürel İslam” ayrımı, yukarıda bahsi geçen konu başlıkları çerçevesinde,
yakın zamanda değişikliğe uğrayan “Ortadoğu siyaset dili”nin bir gereğidir aslında…
21. yüzyılın başlarında, Ortadoğu siyasetindeki en önemli gelişmelerin başında, ABD‟nin
Afganistan ve Irak işgali ile Türkiye‟de AK Parti iktidarının uzun soluklu bir yolculuk için
kullandığı “yeni dil”in bölgede maya tutması geliyor… Diğer bir ifade ile; Müslümanlara
karşı gittikçe sertleşen bir Amerika‟nın aksine, Müslümanlara siyaset sahnesinde oyunu
(yazanın) kurallarına göre oynamayı öğreten, rol-model olarak sivrilen Türkiye... Peki acaba
bu zıtlık hali bir tesadüf müydü? Nitekim, gelinen noktada yeni Amerikan siyaseti ile
Türkiye‟nin bölgesel rolü, birbirini tamamlayan bir görüntü arz ediyor. Bu, AKP‟nin
muhafazakar kadrosunun Amerika‟nın hizmetinde çalıştığı anlamına değil; içselleştirdikleri
“oyunu kuralına göre oynama” düsturu ile, paralel hedeflere çanak tuttukları anlamına gelir.
Amerikan tarihine göz attığımızda; Cumhuriyetçilerin sert çıkışlarının içinden çıkılamaz
sonuçlar yaratmaya başladığı dönemlerde, Demokratların iktidara gelerek “geçmiş dönemin
sıkıntılarını, sorunlarını temizlemekle meşgul olduklarını” görürüz… Bunun en tipik örneğini,
Amerikan tarihinin en kötü dönemlerinden biri olarak addedilen “1929 Büyük Buhranı”nda
müşahede etmek mümkündür. Büyük Buhran‟ın yaşandığı süreçte Cumhuriyetçi Başkan
koltukta iken; Büyük Buhran‟ın esas etkileri ile yüzleşmek ise, bir sonraki dönem koltuğa
geçen Demokrat Başkana kısmet olmuştu(!).
Oğul Bush döneminde Müslümanlara yapılan zulümlerin doruk noktasına ulaşması
neticesinde, Müslüman ülkelerdeki insanlar bile Demokrat Parti‟nin siyahi adayı Obama‟yı
kurtarıcı olarak görmeye başlamışlardı. Ne tesadüftür ki Obama, Amerikan Başkanı olduktan
sonra, Müslümanlara farklı bir muamele ile yaklaşacağının ilk sinyallerini Mısır‟daki
konuşmasında vermişti. Kısacası, artık Bush dönemindeki gibi, katı sınır ve kuralların
uygulandığı bir Amerikan Yönetimi yerine, daha uzlaşmacı, diyaloga açık ve sınırları esnek
olan bir yönetim bekliyordu Müslümanları Ortadoğu‟da… Bush döneminin kapandığının
temsili olarak da Usame Bin Laden‟in öldürülmesi, resmi tamamlıyordu.
Peki bu daha esnek yönetim, nasıl bir yaklaşım içinde olacaktı Müslümanlara karşı? Bush‟un
çizdiği kırmızı çizgileri esneten Obama Yönetimi, kendi kırmızı çizgilerini o kadar geriye
çekti ki artık kavlen(fiilen değil ama) İsrail‟e kafa tutmanız veya yine kavlen(fiilen değil ama)
Filistin direnişine methiyeler düzmeniz, turnusol kağıdı olmaktan çıkmaya başladı. Örneğin,
Türkiye Hükümeti‟nin İsrail ve Filistin konusundaki tutumlarının Amerikan Yönetimi‟ni pek
de rahatsız etmediğini, bizzat Amerikalı think-tank kuruluşlarından veya gazetelerinden
okumanız mümkündür. Hatta öyle ki, Arap Baharı denilen sürecin akabinde Türkiye‟ye
biçilen rol neticesinde, Türkiye-Amerika ilişkilerinin hiç olmadığı kadar “altın çağı”nı
yaşadığını yazdı Amerikan gazeteleri…
Yine, Fransız-jakoben laikliğinden Amerikan laikliğine geçiş de bu yeni siyasi dilin bir
unsuru oldu. Fransız tipi katı laiklik yerine, Amerikan tipi herkese inancından ötürü saygı
duyan, her bireyin-cemaatin (bulunduğu ülkenin şartlarına göre) istediği faaliyeti yapabildiği,
bireysel tercihlere saygılı olan laiklik gündeme getirildi. Yeter ki siyasi anlamda Amerikan
emperyalist-zorba yönetimine alternatif olabilecek bir duruş veya programınız olmasın...
Oyunu kurallarına göre oynamayı kabul edince, zaten hiçbir risk arz etmiyorsunuz… Tayyip
Erdoğan‟ın Mısır ziyareti esnasında gündeme getirdiği ve ciddi bir tepki aldığı “laiklik”
modeli, bu formatıyla zararsızdı(!) aslında. İleride gündeme getireceğimiz üzere, Erdoğan,
“laiklik” yerine “sivil devlet” terimini kullansaydı, aslında hiçbir sorun da çıkmayacaktı(!).
Son zamanlarda Amerika‟nın Taliban ile yaptığı görüşmeler ve Hamas‟a Türkiye üzerinden
yaptığı çağrılar da bu yeni siyaset dilinin bir parçasıdır. İfade ettiğimiz üzere, Amerikan
emperyalist düzenine alternatif olma ihtimaliniz ortadan kalktıktan sonra, istediğiniz kadar
Taliban istediğiniz kadar Hamas olun, fark etmez. Zira, Amerika‟nın şu anda Taliban‟a
uzattığı zeytin dalı(!), aslında “ılımlılar kanadı”nı oluşturarak, Taliban‟ı kendileri için tehdit
olmaktan çıkarma çabasıdır. Hakeza, Hamas‟ı “siyasi direniş” söylemine ikna edebildiği
takdirde, “silahlı direniş” kan kaybedecek ve “masa başı mağlubiyetler”, peş peşe Filistin
direnişine darbeler vuracaktır.
“Şiddetin şiddet doğuracağı” öngörüsüyle hareket eden yeni tip Amerikan siyaseti, İsrail‟de
de daha ılımlı bir yönetim tercih ediyor aslında. Zira, ortam ılımlılaştıkça, kırmızı çizgileri
geçmemek kaydıyla, Amerika, Müslümanlara her türlü rüşveti vermeye hazır gibi
görünüyor… Tunus ve Mısır‟daki iktidar olma süreçlerinde yapılan pazarlıklarda, bunların
hepsi gözetilmeye çalışılıyor.
Bu başlık altında, son olarak değinmek istediğimiz husus ise, Türkiye‟ye biçilen rol…
Türkiye‟nin rol-model olarak gündeme gelmesinin yanı sıra, Şii-Sünni bloklaşmasında bitaraf
olarak görünürken, fiillerinde Şii İran‟a alternatif olma çabalarında Sünnilerin hamisi rolüne
soyunması, bölgedeki kaos ortamından en fazla faydalanacak olan Amerika‟nın işine
gelmektedir. Suudi Arabistan‟ın, Suudi Amerika olarak telaffuz edildiği Sünni İslami
Hareketlerde, Suud‟un model olmasının imkansızlığını kavrayanlar, modern-İslamcıAmerikan tipi laiklik savunucusu Sünni Türkiye‟yi ön plana çıkarmakta bir beis görmüyorlar.
Bu Türkiye‟nin, Amerika‟nın planlarının ötesinde güçlenip, tüm planları alt üst etme olasılığı
nedir diye soranlara ise; İsrail‟e kavli olarak kafa tutup, fiili anlaşmalara devam eden,
Libya‟daki operasyonlara karşı çıkarken NATO birliklerine dahil olan ve kendi talebiyle
ülkesinin ortasına NATO Füze Kalkanı‟nın konuşlandırılmasına müsaade eden AKP
Hükümeti‟nin icraatlarını gözden geçirmelerini tavsiye ederiz…
Yukarıda, paragraflar halinde ele aldığımız her bir konu, yeni bir yazı başlığı demektir
aslında. Ancak, bunlara değinmeden Ortadoğu‟daki yeni İslami iktidarları
anlayamayacağımızı düşünerek, kısa da olsa başlıklar halinde vurgular yapmaya çalıştık…
Yeni Ġslami Ġktidarlar, Alternatif Kurgular Üretmeyi Başarabilecek mi?
Tunus‟ta Nahda Hareketi‟nin, Mısır‟da ise İhvan-ı Müslimin‟in ve Selefilerin, geçmişleri ve
birikimleri itibariyle, İslami temeller üzere dayanan alternatif menheçlere sahip oldukları
herkesin malumu. İşin merak edilen kısmı ise, siyasi arenaya çıkıp, “iktidar olma hissi” ile
tanıştıktan sonra, bu menheçlerinde sabit kalıp kalamayacakları… Nitekim, her ne kadar her
iki ülke için de “devrim” nidaları atılsa da, gelişim süreci ve sonuçları itibariyle, bu ülkelerde
bir devrimden bahsetmenin pek de kolay olmadığı, herkesçe kabul edilen bir hakikat
olmalıdır. Devrimler, köklü değişimleri beraberinde getirir. Islah ve tasfiye hareketleri ise,
belli bir noktaya kadar değişimi öngörür.
Ayrıca, geçtiğimiz yıla damgasını vuran Tunus ve Mısır‟daki ayaklanmalara katılanlar, zaten
gelinen süreci devrim olarak nitelendirmiyorlar. Ordu vesayetini, geçiş süreci için kabul etme
zorunluluğu, bir kukladan kurtulurken, geçmiş dönem kuklalara „halkçı‟ oldukları iddiası ile
methiyeler düzmeler, alternatif düzenler üretmek yerine, var olan düzenleri ıslah etme
çabaları, bir devrim sürecinden ne kadar uzak olunduğunun göstergeleridir. Bir şeylerin
zaman alacağı iddiası ise, kabul edilebilir olmakla birlikte; zaman alacak şeyler için
pazarlıkların yapılacağı kaygan zeminlerin varlığı da hesaba katılmalıdır.
Tüm bunlar ışığında; İslami Hareketlerin, küresel istibdat rejimlerine alternatif olarak,
mazlum halkların sesi olacak adalete dayalı düzenler tesis edip edemeyecekleri iyi
sorgulanmalıdır.
Tunus ve Mısır‟dan yükselen İslami söylemler, ton farklılıkları olmakla birlikte, geçmişe
nazaran daha uzlaşmacı ve çoğulcu bir dil üzerinden kurgulanıyor. Bunun fayda, zarar ve
gereklilikleri çerçevesinde yapılacak teorik tartışmaları bir kenara bırakarak; Türkiye
AKP‟sinin bölge halkları ve İslami Hareketleri için umut ışığı olduğu gerçeği, emperyalist
sömürgecileri rahatsız etmeyecek “ılımlı İslam” modeli ile beraber okunduğunda, çok daha
somut ve açık bir acı gerçek ile yüzleşmek zorunda kalıyoruz.
Ne gariptir ki; bölge İslami Hareketleri, seçim öncesi Batı medyasında kendilerine dair
gündeme getirilen “soru işaretleri”ni ve “korkular”ı bertaraf etmek için, kendilerini AK Parti
ile açıklama ihtiyacı hissettiler. Hatta öyle ki bu hareketlerden korkulmaması gerektiğini
savunan Batılı yazarlar da, “AK Parti modelini benimsedikleri”ne göndermelerde bulundular.
Tabii ki herkes farkındaydı ki, her ülkede, kendi şartları dahilinde bir “AKP” kurulabilirdi. Bu
bile, geçmiş İslam söylemleri yumuşatma ve liberalleştirme işlevi göreceği için olumlu
karşılandı.
Örneğin, Huffington Post‟ta yayımlanan yazısında Joel Rubin, Tunus ve Mısır‟daki seçim
süreçlerinin doğru yönlendirilmesi durumunda, din ve laikliğin aynı sistem içerisinde başarı
ile mezcedileceğini yazıyordu.
Peki ama nasıl olacaktı da Amerika ve Batı, bölgede kendileri için kilit konumda olan bu iki
ülkede, İslami hassasiyetleri üst düzeyde olan yönetimlerle çalışacaktı?
Her ne kadar Tunus, uygulanan yasaklar neticesinde, yıllar boyunca daha sekülerleşmiş bir
toplumsal zemine sahipse de; Mısır‟da durum hiç öyle değil… Vakit namazlarında dahi
camilerin dolduğu, halkın ekseriyetinin şeriat istediği, Müslümanca dilin topluma nüfuz ettiği
bir Mısır‟da başa gelecek Yönetim, nasıl olacaktı da uluslar arası meşruiyet(!) kazanacaktı?
Günlerce bu mevzular tartışıldı Batı kaynaklarında. En önemli sorun ise, demokrasiye geçişin
sonucu olan bu gerçeklikle yüzleşirken “yeni bir İran” ile karşılaşma korkusuydu. Nahda‟nın
ve İhvan‟ın “özgürlükleri kısıtlamayacaklarına”, “dini bir devlet oluşturmayacaklarına”,
“turizme, alkole ve benzeri şeylere müdahale etmeyeceklerine” ve tabii ki “yeni bir İran
olmayacaklarına” dair vaadleri, kabul görmüş olacak ki; eşik değerini atladıktan sonra, İslami
iktidarların, kısmen de olsa şeriatı uygulamalarının kabul edilmesi gerektiği tartışıldı günler
boyunca Amerikan basınında. Selefi Nur Partisi ise, bu vaadlerin hepsinde bulunmamakla
birlikte; partiye dair korku ve endişeler, Suudi Arabistan ile olan yakınlığı üzerinden test
ediliyordu. Diğer bir ifade ile, Mısır‟ın yeni bir Suudi Arabistan örneği olarak, şeriatla
yönetildiği halde Amerikan çıkarlarına zarar vermeyen konumda olması, kimseyi rahatsız
etmeyecekti.
Bu bağlamda, Amitai Etzioni, “dozu iyi ayarlanmak şartıyla” ve “şiddetten uzak durdukları
müddetçe”, şeriatın ılımlı kısımlarına göz yumulması gerektiğini savunuyor; İslami
iktidarlarla irtibat kurmanın başka şekli olmadığını savunuyordu.
Amerika ve Batı, zararsız/kısmi şeriatın kabulü üzerinde kafa yorarken, Tunus ve Mısır‟da
iktidarı garantileyen Nahda ve İhvan ise, “laik devlet” yerine “sivil devlet” vurgusu ile
dayatmacı olamayacaklarının garantisini veriyordu. Öyle ki, İhvan‟ın seçim reklam filmini
izlediğinizde Türkiye‟de AK Parti‟nin reklam filmini izliyormuş hissine kapılıyordunuz.
Peki bu “sivil devlet”, ne anlama geliyordu bu toplumlar için? Müslümanların iktidarda
olduğu, aile hukuku vb. konularda şeriatın uygulandığı, her kesimin rahatlıkla görüşünü ifade
edebildiği; ama dış politika, ekonomi gibi konularda küresel sistemin parçası olan zararsız
“rejimler(!)”in oluşması anlamına geliyordu.
Aslına bakılırsa; gerek Amerikalı diplomatların gerekse de Batılı önde gelen yorumcuların,
bölgede şekillenen yeni iktidarların kendilerinin aleyhine olmayacağına dair güvence olarak
gördükleri iki mevzu var: İlki, İslami Hareketlerin siyaset çemberinin içine dahil oldukça,
sert üsluplarını terk ederek realitenin gerçekleri ile hareket edeceklerine dair inanç; ikincisi
ise, bölge ülkelerinin ekonomik anlamda kendi başlarına yetemeyecek kadar kapitalist
ekonominin ve neo-liberal anlayışın parçası haline geldiklerine dair emin olma duygusu…
“İnanılanın aksine, uzun vadede İslamcı partilerin demokrasiye karşı bir tehdit teşkil
etmeyeceklerinin delilleri var. North Carolina Üniversitesi‟nden iki araştırmacı, Charles
Kurzman ve İclal Nakvi, İslam dünyasında İslamcıların da katıldığı 160 seçim üzerinde
çalıştılar. İslamcıların bir devrimden sonra yapılan ilk seçimlerde, yarma harekâtı
hükmündeki seçimlerde, en yüksek oranı almaya meyilli olduklarını tespit ettiler. Fakat
bundan sonra da laik partiler güç kazanmaya meyilli.” diyor Los Angeles Times‟tan Doyle
Mcmanus. “Bulguları şu: „Genelde, seçimler olağanlaştıkça, İslamcı partilerin de durumu
kötüleşiyor. Seçimlerin en serbest olduğu yerlerde İslamcı partiler en kötü performansı
sergiliyorlar.‟
Dahası, İslamcı partilerin ılımlı seçmenlerin oylarını kazanmak amacıyla zaman içerisinde
liberalleştiklerini tespit ettiler. Mısır‟da şu an yaşanmakta olan bu olabilir; Müslüman
Kardeşler, yeni anayasanın yazılması sürecinde Hıristiyanlar dâhil İslamcı olmayan grupların
da söz hakkı olması gerektiğine inandıklarını söyledi; önde gelen İslamcı bir grubun lideri ise
yeni ve daha toleranslı bir „İslamcı liberalizm‟ çağrısı yaptı.
Mısır, Tunus ve Libya demokrasiyi işletecekse, İslam ve çoğulculuğu uzlaştırmanın bir
yolunu bulmak durumunda kalacaklardır. İslamcılarla daha ciddi şekilde meşgul olarak demokratik kurallara göre oynamalarını zorlamak ve meşru oyuncu muamelesi yapmak
sûretiyle ki zaten öyledirler - bunun gerçekleşmesine yardım edebiliriz.”(Bkz.)
Amerikalı think-tank kuruluşlarının bir kısmı, yayımladıkları raporlarda, politik sahneye dahil
olan; diğer bir ifadeyle, çemberin dışındayken kıyasıya eleştirdiği sistemin içine muzaffer
edasıyla giren İslami Hareketlerin, zamanla, oyunu kurallarına göre oynamayı
öğreneceklerinde ısrarlılar. Es geçilmemesi bir gerçeklik olarak, tarih sahnesinde sıkça
karşılaştığımız masa başı pazarlıklardaki iyi niyetliliklerimizi/mağlubiyetlerimizi hesaba
kattığımızda; hiç de komplo teorisi gelmiyor bu çıkarımlar bize. Burada sistemin içine dahil
olmakla kastedilen şey, İslami iktidarların Müslümanlardan yana saf tutmayı bırakıp,
ideolojik olmayan söylemlere bürüneceği değildir. Tam aksine, Müslümanların safında
durarak yükseltilecek gür sedalarla(sınırları bilmek şartıyla!), bir yandan toplumsal taban,
kazanımlardan bahsederken, diğer yandan, kırmızı çizgileri aşmayan uyumlu(!) iktidarlar söz
konusu olacak.
Kısacası, İslami Hareketler, oyunu politik tiyatronun kurallarına göre oynamayı
kabullenirlerse, duruma vaziyet ettiklerini sanarken ciddi bir yanılgı içerisinde olacaklar.
Öte yandan, Amerika sürekli koz olarak kullandığı “ekonomik yardım” ve “dış sermayeye
izin” konuları üzerinden iyi bildiği bir gerçekliği dile getiriyor: İslami iktidarların bölgedeki,
ilk ve başlıca sorunları, dar boğazdaki ekonomiye çözümler üretmek ve işsizlik oranlarının
yükseldiği topluma merhem olabilmek… Bunu hem İhvan hem Nahda Hareketi defalarca dile
getirdi zaten.
Dolayısıyla, Amerika‟nın Camp David Anlaşması üzerinden Mısır‟a ödediği 2 milyar
dolarlık(kağıt üzerindeki bu rakamın fiili olarak 5-10 milyar dolar arasında olduğu tahmin
ediliyor) meblağı, sürekli tehdit unsuru olarak kullanması veya Amerikan Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton‟ın işadamları ordusu eşliğinde Tunus‟a çıkarma yapması, tesadüf sayılamaz.
Liberal(hatta neo-liberal) ekonominin tüm haksızlıkları tetikleyerek dünyaya hızla nüfuz ettiği
bu günlerde, Tunus ve Mısır‟daki İslami Hareketlerin, alternatif ekonomik modeller üzerinde
konuşmasını canı gönülden isterdik. Maalesef, realiteyi göz ardı edememeleri, bir takım
şerhler koymakla birlikte bu ekonomik düzenlere tabi olacaklarının sinyallerini veriyor. Bu
da, serbest piyasa ekonomisine şevkle dahil olanların ve IMF ile zorunlu ilişkiye girenlerin,
kara delikte kölelik ederek varlıklarını sürdürdükleri hesaba katıldığında, tam bir felaketin
habercisi oluyor.
Nitekim, hem Nahda hem de İhvan(Hürriyet ve Adalet Partisi), sosyal adaleti önemsediklerini
belirtmekle birlikte; özelleştirme ve yabancı sermayeye yaptıkları vurgu ile, gelecek
noktasında endişeler taşımamıza sebebiyet veriyorlar. Selefi Nur Partisi ise, alt sınıfa hitap
etmesi hasebiyle, alternatif bir İslam ekonomisini öngörüyor. Fakat, bunun reel hayatta pek
karşılık bulamayacağını savunanlar, Selefilerin bu çıkışlarını, iktidara oynayacak güçte
olmamalarına bağlıyor.
The New York Times Gazetesi‟nden Thomas L. Friedman, “Political Islam Without
Oil(Petrolsüz Politik İslam)” başlıklı makalesinde, İran ve Suudi Arabistan‟ın ellerindeki
petrol sayesinde, üzerlerindeki baskıları bertaraf edebildiklerini; ancak Mısır ve Tunus‟un
böyle bir lüksü olmadığını hatırlatıyor. Her ne kadar Suudi Arabistan‟ın üzerinde ne gibi bir
baskı olduğunu veya hangi küresel düzene alternatif olabilecek potansiyele sahip olduğunu
merak etsek de, şimdi konumuz, bu değil. Mevzunun ikinci kısmı ile ilgilendiğimizde,
maalesef Mısır ve Tunus‟un neo-liberal ekonomik düzenle yüzleşmek zorunda kalacağı, inkar
edilemez bir gerçek… İhvanı-ı Müslimin liderlerinin, “küreselleşme”nin kabullenilmesi
gereken bir gerçeklik olduğuna dair verdikleri demeçleri referans gösteren Friedman,
İslamcıların, IMF‟ye ve dış sermayeye bağımlı kalacaklarını iddia ediyor. Makalesinin sonuç
paragrafında ise, önümüzdeki günlerde yaşayacağımız süreçlerin, politik İslam‟ın
Ortadoğu‟daki kaderini belirleyeceğini yazıyor. Diğer bir ifadeyle; eğer İslami Hareketler,
zulm üzerine bina edilmiş düzenlere bağımlı kalırlarsa, her şeye rağmen sahip oldukları
“alternatif olma”, “yeni kurgular üretme” potansiyellerini uzun bir zaman bulamamak üzere
terk edecekler.
İşte bu, Müslümanlar için asıl felaket olacaktır ve o saatten sonra, Amerikan Başkanı‟nın yeni
planlar kurmasına hiç ama hiç gerek kalmayacak; Beyaz Saray‟daki koltuğuna çekilip, rahat
bir nefes alabilecektir. Bu bir komplo teorisi değil; ciddi bir tehlikedir.
Sonuç…
Filistin asıllı yazar Remzi Baroud‟un ifade ettiği üzere, Batı‟nın ayaklanmaların olduğu bu
ülkelerdeki kaygısı özgürlük, turizm falan değil; esas kaygısı Tunus‟un veya Mısır‟ın Batı
Hegemonyası‟nı ne denli kabul edip etmeyeceği... Zira, Eğer Batı‟nın derdi özgürlük olsaydı,
bu diktatörleri koltuklarından daha önce indirmesi gerekirdi.
O halde “kırmızı çizgileri” geçmedikten sonra, istediğiniz sınırları çiğneyebilirsiniz.
Örneğin; gelecek günlerde Mısır ve Tunus‟tan Filistin direnişine sınırsız destek vaadleri
duymak veya Filistin‟e kısmi rahatlık sağlayacak faaliyetlerde bulunduklarını görmek sizleri
şaşırtmasın. Bu adımların hepsi tabii ki bir kazanımdır; ancak, bu adımlar, Amerika‟nın “yeni
siyaset dili”nde artık kırmızı çizgi değildir; esas kırmızı çizgi, İsrail‟i doğrudan hedef alan ve
bekasına halel getirecek adımlar atmamaktır. Nitekim, biz benzer bir süreci, Türkiye
Hükümeti‟nin politikalarında da görmüyor muyuz? Filistin Halkının gönlüne su serpecek
önemli açıklamalar ve kısmi adımlar atılmakla birlikte; nihai sonuca götürecek ve
Amerika‟dan bağımsız tavırlar sergileyerek atılan adımların varlığı ile karşılaşamıyoruz. Her
şeyin bir anda olmayacağını iddia edip tedriciliğe vurgu yapanlara, sadece geçmiş
dönemlerden ve İslam tarihinden dersler almalarını hatırlatıp, romantik ve nostaljik
rüyalardan bir an önce uyanmalarını salık veririz.
Bugün, Mısır, Tunus, Suriye, Libya ve diğer coğrafyalarda Amerika‟yı endişelendiren en
büyük sorun İsrail‟in geleceğini garanti altına almak ve kendilerine alternatif olabilecek
“İslami direniş ekseni”ni yok etmektir.…
Amerikalı gazetecilere
arasında dağlar kadar
mücadelede önemli bir
pazarlık yapmayacak;
zıtlaşmayacak da...
göre, İhvan‟ın Amerika‟ya olan tavırları ile İsrail‟e olan tavırları
fark olacak; zira İhvan, İsrail‟i, kendi varoluş sürecinde verdiği
yere oturtuyor… Bu gazetecilere göre; İhvan hiçbir zaman İsrail ile
ama Amerika ile yaptığı pazarlığın sonucu olarak İsrail ile
Nitekim, İhvan liderleri, İsrail‟den önceki meselelerinin ekonomik sıkıntılar olduğunu deklare
ederek, buna kısmi atıfta da bulundular. Aynı şekilde, Selefi Nur Partisi‟nin İsrail ile geçmişte
yapılan anlaşmalara saygı duyacaklarını söylemesi de, bu çerçevede okunmalıdır.
Çizilen bu tablo, İhvan‟ın, Amerika‟nın kırmızı çizgilerini iyi bildiğini ve onları
aşmayacağını; diğer yandan da, Amerika ile geliştireceği iyi bir ilişkinin kendisinin
uluslararası arenadaki meşruiyetini sağlayacağını resmediyor bizlere…
Tüm bunların üzerine; sevabıyla günahıyla dünyada kol gezen zulüm düzenine alternatif
olabilmeyi başarabilmiş İran İslam Cumhuriyeti‟nin bölgedeki yeni versiyonlarının
oluşmaması için, Körfez ülkelerinin ekonomik vaadler üzerinden kurdukları baskıyı da göz
önüne alırsak, Ortadoğu‟daki İslami iktidarların atacakları yanlış adımların, İslam‟ın siyasal
boyutunun alternatif olmaktan çıkarılmasına zemin hazırlayacağını görmüş oluruz. Körfez
ülkeleri ile gereğinden fazla iyi ilişki kurmanın, Amerika‟yı ürkütmemek anlamına geleceğini
bilenler; bu puzzle‟da “biz İran değiliz!” vurgusunun, parçaları bir araya getirmek açısından
gelecekte daha bir yerine oturacağını tahmin ederler.
“Peki ama tüm bunlar olurken, halk bu olup bitenlere izin verecek kadar cahil mi?” sorusunu
duyar gibi oluyoruz. Tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi, ekonomik refahın sağlandığı ve
toplumsal istikrarın vücud bulduğu bir yerde, zamanla iktidar organlarının halkın “düşünce”
ve “bilgi” değerlerini dönüştürücü bir etkiye sahip olduğunu müşahede etmek pek de zor
değildir. Diğer bir ifadeyle, halkın ekonomik gereksinimlerinin arkasına sığınarak, kültürel bir
İslami algısı oluşturmak pek de hayal olmasa gerek… Bu algı çerçevesinde, kişisel ve hatta
kısmi olarak toplumsal ibadetlerin rahatlıkla yapılabilmesi, tüm dernek, vakıf ve cemaatlerin
istedikleri faaliyetleri rahatlıkla yapabilmesi, camilerin ders halkaları ile dolup taşması, İslam
nosyonunun halkın üzerinde parfüm etkisi yaratması son derece olağandır. Bu bağlamın
sıhhatini sorgulamak adına, Fransız filozof Michel Foucault‟nun “iktidar” ile “bilgi” arasında
kurduğu o gerçekçi denkleme bir göz atmakta fayda olduğunu düşünüyoruz.
Bu yazıyı kaleme alış amacımız, komplo teorileri üreterek, verilen mücadeleleri karalamak
değil; bizzat, bu mücadelelerin zayi olmasını engellemek adına, ümmetin gözünü dört açması
gerektiğine dair hatırlatmalarda bulunmaktır.
Ümidimiz o ki, gerek Tunus‟ta Nahda Hareketi gerekse de Mısır‟da İhvan-ı Müslimin ve
Selefi Hareket, geçmişin acı tecrübelerinden gerekli dersleri çıkartarak, bu çağın “yasak
meyveleri”ni yemeye kalkışmaz ve İslam ümmetine parlak bir gelecek için kapı aralarlar.
Her ne kadar geçtiğimiz yılın başında Ortadoğu‟da yaşanan ayaklanmalar, yüzyıla yön
verecek gelişmeler olarak kabul görse de; bu yüzyıl içerisinde İslami Hareketlerin kaderini
belirlemesi açısından, Tunus ve Mısır‟daki seçim sonrası atmosfer, yapılacak pazarlıklar ve
ortaya konacak tavırlar, kilometre taşı mesabesindedir.
Basiretli duruşlar ümidiyle…
Download