2012 Dünya Bülteni Araştırma Masası ORTADOĞU’DA ĠSLAMĠ ĠKTĠDARLAR VE YENĠ SĠYASET DĠLĠ YAZAR: İsmail Duman 15.02.2012 ORTADOĞU’DA ĠSLAMĠ ĠKTĠDARLAR VE YENĠ SĠYASET DĠLĠ Ġsmail Duman Geçtiğimiz yıl bu günlerde, tüm dünyanın gözü, uyuyan dev “Ortadoğu”nun uyanış sürecine kilitlenmişti. En önemli müttefiklerini kaybetme endişesi taşıyan ABD ve Batılı ülkeler, yaşanan sürece dair endişelerini dile getirseler de bu ayaklanmaları “selamlama”yı ve “devrim” olarak nitelendirmeyi de ihmal etmemişlerdi. Nitekim hafızamızı biraz yokladığımızda, “Arap Baharı” ve “Yasemin Devrimi” kavramlarının batılı ajanslardan geçtiğimiz haberler ile literatürümüze girdiğini de hatırlarız. Diğer yanda, geçtiğimiz yüzyıla damga vurmuş köklü İslami Hareketlerin ve nevzuhur muhafazakar yapılanmaların, zafer nidaları eşliğinde nüfuzkâr söylemleri ile toplumsal tabanda karşılık bulduklarına şahit olduk. Öyle ki kitleler, farkında olmadan, biçim değiştirmiş “mütecavizler”in bayraklarını sallarken, “refah devlet” palavrası ile yutturulan neo-liberal sisteme güzellemeler düzerken, “başımızdaki diktatörler gitsin de ne şekilde giderse gitsin” mantığı baskın geliyordu. Milyonlarca mazlumun geçmişte çektiği sıkıntıyı göz ardı ederek küstahça “kitle psikolojisi” vurgusu yapmaktan ve Durkheim‟cı bakış açısı ile sosyolojik çıkarımlar yapmaktan teberri etmek ne derece üstümüze vazife ise; dünyayı tozpembe görerek, bölgedeki son gelişmeler ışığında “her şeyin Müslümanların lehine döndüğü” tarzındaki “Ucuz İslamcılık”tan uzak durmayı salık vermek de o denli sorumluluğumuzdadır. Ortadoğu‟daki ayaklanmaları Amerika‟nın kışkırttığını söylemek ne derece komplocu bir bakış açısı ise; bölgeye dair tahminimizden çok daha fazla emelleri olan “dünya istikbarı”nın, bu gelişmeleri, sonuçları üzerinden yönlendirme çabası içerisinde olduğunu görmemek ve okumalarımızı, bölgede oluşturulmaya çalışılan “yeni siyaset dili” üzerine kafa yoran Batılı medya ve think-tank kuruluşlarının tespit, çıkarım ve yönlendirmelerinden bihaber olarak yapmak, en olumlu ifade ile “haddinden fazla iyimserlik”tir. Ortadoğu‟daki ayaklanmaları Tunus‟tan Suriye‟ye kadar bir bütün olarak ele almanın, meramımızı daha iyi anlatmamıza yardımcı olacağını düşünmekle beraber; ufak değiniler eşliğinde, seçim süreçlerini belli ölçüde tamamlamış olan Tunus ve Mısır‟daki İslami Hareketlerin kazanımlarını, duruşlarını ve kendilerini bekleyen riskleri masaya yatırmanın, bu mahdud satırları verimli kullanmak açısından daha faydalı olacağına kanaat getirdik. Tunus ve Mısır’daki seçimler ve Ġslami Hareketlerin ezici galibiyeti… Tunus ve Mısır‟da seçim sonrası atmosfer, seçim öncesinde yapılan felaket tellallığını unutturacak şekilde sakin bir geçişe tanıklık etti. Bu, her şey güllük gülistanlık demek anlamına gelmiyor. Lakin Tunus‟ta %40, Mısır‟da ise %70 civarında oy alan İslami Hareketler, ortaya atılan onca komplo teorisine rağmen, emin adımlarla “meclis”teki yerlerini garanti ediyorlar. Öyle ki bulundukları konum, cumhurbaşkanlığı dahil olmak üzere ülkelerinin geleceğindeki birçok karar noktasında belirleyici olmalarına fırsat veriyor. On yıllar boyunca Ortadoğu‟da bu kadar kolay şekilde üstünlük sağlamayı başaramayan İslami Hareketlerin bu zaferini nasıl okumalıyız peki? AKP iktidarı ile Türkiye‟de kök salan “merkez-sağcı muhafazakar iktidar” döneminin farklı versiyonları oldukları/olacakları iddiası ile okuyarak, aslında, artık Müslümanların ülkelerinde hak ettikleri pozisyonlara teker teker kavuştukları şeklinde nostaljik şarkılar mı söyleyeceğiz; yoksa, dünya politik sahnesinde kullanılan “siyaset dili”nin değiştiği vurgusu ile “kendini yenileyen iktidarın, kendi muhalefetini de yenilemesi” vurgusu ile mi okuyacağız? Bu yazımızda, ikinci yolu tercih ettiğimizi göreceksiniz… Zira, “Fransız laikliğinden Amerikan laikliğine geçiş”, “Kültürel İslam-Siyasal İslam ikilemi”, “Filistin ve İsrail üzerine söz söylemenin, hala İslami Hareketler için turnusol kağıdı olup olmadığı”, “Taliban ve Hamas’ı ılımlılaştırma çabaları”, “Amerikan tarihinde Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti iktidar dönemlerinin neye tekabül ettiği” ve “Müslümanlar arasındaki başlıca fitnelerden biri olan Şii-Sünni bloklaşmasında Sünni bloğun temsilcisi rolünün Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye kaydırılması” konularına kısa kısa da olsa değinmeden, Ortadoğu‟da yakın zamanda sıkça göreceğimiz/yüzleşeceğimiz İslami iktidarların geldikleri/durdukları noktaları tespit etmekte zorlanacağımıza inanıyoruz… Seçim öncesi endişeler; Nahda Hareketi ile Ġhvan-ı Müslimin’in değişen yüzü… Tunus‟taki seçimlerin öncesinde, başta Batı medyası olmak üzere iç ve dış faktörlerin hemen hepsi iki ayrı yaklaşım geliştirdiler. İlki, Arap Baharı ile demokrasiye geçiş ve çoğulculuğun “değişen/dönüşen(!)” Müslümanların eliyle gerçekleşeceğine dair yaklaşım; ikincisi ise bu tablo neticesinde çok daha İslami ve riskli bir Ortadoğu‟nun oluşacağına dair öngörüydü. Her ne kadar tarihsel, sosyal ve siyasal zeminleri farklı olsa da, Mısır‟da da seçim öncesi İhvan-ı Müslimin(Hürriyet ve Adalet Partisi) ve Selefi Nur Partisi hakkında benzer yaklaşımlar sergileniyordu. Öyle ki Amerikan ve Batı gazetelerinde “İhvan‟dan neden korkmalıyız?” ve “İhvan‟dan neden korkmamalıyız?” başlıkları ile birbirinin iddiasını çürüten onlarca yazı kaleme alındı. Seçim öncesi süreçte, İhvan‟a, Nur Partisi‟ne ve Nahda‟ya dair dillendirilen endişeler, geçmişe dair okumalara dayanıyordu. Ama “politik İslam”ın değişen yüzü, onları da etkilemişti ve maalesef tüm bu partilerin kendilerini içeride ve dışarıda aklamak için birtakım tavizkar açıklamalar yaptıklarına şahit oluyorduk. Tüm bunlara ilaveten, belli başlı İslami hassasiyetleri gündemleştirmeleri ise, Türkiye penceresinden olaya bakanlar için çok cazip geldi. Fakat burada kaçırdığımız bir nokta vardı ki o da, Mısır‟da ve toplumsal anlamdaki laik altyapısına rağmen Tunus‟ta, insanların İslami hayat ile meşguliyeti, Türkiye toplumuna nispetle çok daha fazladır. Dolayısıyla, birtakım tavizlerin yanı sıra dillendirilen İslami hassasiyetler, toplumsal tabanı kaybetmemek için elzemdir zaten. Burada bir parantez açarak, “politik/siyasal İslam-kültürel İslam” ayrımına, Mahdi Darius Nazemroaya‟nın Türkiye üzerinden örneklediği satırlarından bakmak istiyoruz: “İslam‟ı yeniden tanımlama ve manipüle etme projesi, AKP örneğinde olduğu gibi; bir „siyasal İslam‟ dalgası oluşturarak, İslam‟ı kapitalist dünya düzeni çıkarlarına bağımlı kılma çabasıdır. Böylelikle İslam‟ın bu yeni tanımı, „Kalvinist İslam‟a ve „Protestan iş ahlakının Müslüman versiyonu‟ olma özelliğine öncülük etti. Türkiye‟de geliştirilen ve bugünlerde Mısır başta olmak üzere diğer Arap toplumlarına Washington ve Brüksel tarafından sunulan model, işte bu modeldir.“ Değişen siyaset dilinin temel vurguları… “Siyasal İslam-Kültürel İslam” ayrımı, yukarıda bahsi geçen konu başlıkları çerçevesinde, yakın zamanda değişikliğe uğrayan “Ortadoğu siyaset dili”nin bir gereğidir aslında… 21. yüzyılın başlarında, Ortadoğu siyasetindeki en önemli gelişmelerin başında, ABD‟nin Afganistan ve Irak işgali ile Türkiye‟de AK Parti iktidarının uzun soluklu bir yolculuk için kullandığı “yeni dil”in bölgede maya tutması geliyor… Diğer bir ifade ile; Müslümanlara karşı gittikçe sertleşen bir Amerika‟nın aksine, Müslümanlara siyaset sahnesinde oyunu (yazanın) kurallarına göre oynamayı öğreten, rol-model olarak sivrilen Türkiye... Peki acaba bu zıtlık hali bir tesadüf müydü? Nitekim, gelinen noktada yeni Amerikan siyaseti ile Türkiye‟nin bölgesel rolü, birbirini tamamlayan bir görüntü arz ediyor. Bu, AKP‟nin muhafazakar kadrosunun Amerika‟nın hizmetinde çalıştığı anlamına değil; içselleştirdikleri “oyunu kuralına göre oynama” düsturu ile, paralel hedeflere çanak tuttukları anlamına gelir. Amerikan tarihine göz attığımızda; Cumhuriyetçilerin sert çıkışlarının içinden çıkılamaz sonuçlar yaratmaya başladığı dönemlerde, Demokratların iktidara gelerek “geçmiş dönemin sıkıntılarını, sorunlarını temizlemekle meşgul olduklarını” görürüz… Bunun en tipik örneğini, Amerikan tarihinin en kötü dönemlerinden biri olarak addedilen “1929 Büyük Buhranı”nda müşahede etmek mümkündür. Büyük Buhran‟ın yaşandığı süreçte Cumhuriyetçi Başkan koltukta iken; Büyük Buhran‟ın esas etkileri ile yüzleşmek ise, bir sonraki dönem koltuğa geçen Demokrat Başkana kısmet olmuştu(!). Oğul Bush döneminde Müslümanlara yapılan zulümlerin doruk noktasına ulaşması neticesinde, Müslüman ülkelerdeki insanlar bile Demokrat Parti‟nin siyahi adayı Obama‟yı kurtarıcı olarak görmeye başlamışlardı. Ne tesadüftür ki Obama, Amerikan Başkanı olduktan sonra, Müslümanlara farklı bir muamele ile yaklaşacağının ilk sinyallerini Mısır‟daki konuşmasında vermişti. Kısacası, artık Bush dönemindeki gibi, katı sınır ve kuralların uygulandığı bir Amerikan Yönetimi yerine, daha uzlaşmacı, diyaloga açık ve sınırları esnek olan bir yönetim bekliyordu Müslümanları Ortadoğu‟da… Bush döneminin kapandığının temsili olarak da Usame Bin Laden‟in öldürülmesi, resmi tamamlıyordu. Peki bu daha esnek yönetim, nasıl bir yaklaşım içinde olacaktı Müslümanlara karşı? Bush‟un çizdiği kırmızı çizgileri esneten Obama Yönetimi, kendi kırmızı çizgilerini o kadar geriye çekti ki artık kavlen(fiilen değil ama) İsrail‟e kafa tutmanız veya yine kavlen(fiilen değil ama) Filistin direnişine methiyeler düzmeniz, turnusol kağıdı olmaktan çıkmaya başladı. Örneğin, Türkiye Hükümeti‟nin İsrail ve Filistin konusundaki tutumlarının Amerikan Yönetimi‟ni pek de rahatsız etmediğini, bizzat Amerikalı think-tank kuruluşlarından veya gazetelerinden okumanız mümkündür. Hatta öyle ki, Arap Baharı denilen sürecin akabinde Türkiye‟ye biçilen rol neticesinde, Türkiye-Amerika ilişkilerinin hiç olmadığı kadar “altın çağı”nı yaşadığını yazdı Amerikan gazeteleri… Yine, Fransız-jakoben laikliğinden Amerikan laikliğine geçiş de bu yeni siyasi dilin bir unsuru oldu. Fransız tipi katı laiklik yerine, Amerikan tipi herkese inancından ötürü saygı duyan, her bireyin-cemaatin (bulunduğu ülkenin şartlarına göre) istediği faaliyeti yapabildiği, bireysel tercihlere saygılı olan laiklik gündeme getirildi. Yeter ki siyasi anlamda Amerikan emperyalist-zorba yönetimine alternatif olabilecek bir duruş veya programınız olmasın... Oyunu kurallarına göre oynamayı kabul edince, zaten hiçbir risk arz etmiyorsunuz… Tayyip Erdoğan‟ın Mısır ziyareti esnasında gündeme getirdiği ve ciddi bir tepki aldığı “laiklik” modeli, bu formatıyla zararsızdı(!) aslında. İleride gündeme getireceğimiz üzere, Erdoğan, “laiklik” yerine “sivil devlet” terimini kullansaydı, aslında hiçbir sorun da çıkmayacaktı(!). Son zamanlarda Amerika‟nın Taliban ile yaptığı görüşmeler ve Hamas‟a Türkiye üzerinden yaptığı çağrılar da bu yeni siyaset dilinin bir parçasıdır. İfade ettiğimiz üzere, Amerikan emperyalist düzenine alternatif olma ihtimaliniz ortadan kalktıktan sonra, istediğiniz kadar Taliban istediğiniz kadar Hamas olun, fark etmez. Zira, Amerika‟nın şu anda Taliban‟a uzattığı zeytin dalı(!), aslında “ılımlılar kanadı”nı oluşturarak, Taliban‟ı kendileri için tehdit olmaktan çıkarma çabasıdır. Hakeza, Hamas‟ı “siyasi direniş” söylemine ikna edebildiği takdirde, “silahlı direniş” kan kaybedecek ve “masa başı mağlubiyetler”, peş peşe Filistin direnişine darbeler vuracaktır. “Şiddetin şiddet doğuracağı” öngörüsüyle hareket eden yeni tip Amerikan siyaseti, İsrail‟de de daha ılımlı bir yönetim tercih ediyor aslında. Zira, ortam ılımlılaştıkça, kırmızı çizgileri geçmemek kaydıyla, Amerika, Müslümanlara her türlü rüşveti vermeye hazır gibi görünüyor… Tunus ve Mısır‟daki iktidar olma süreçlerinde yapılan pazarlıklarda, bunların hepsi gözetilmeye çalışılıyor. Bu başlık altında, son olarak değinmek istediğimiz husus ise, Türkiye‟ye biçilen rol… Türkiye‟nin rol-model olarak gündeme gelmesinin yanı sıra, Şii-Sünni bloklaşmasında bitaraf olarak görünürken, fiillerinde Şii İran‟a alternatif olma çabalarında Sünnilerin hamisi rolüne soyunması, bölgedeki kaos ortamından en fazla faydalanacak olan Amerika‟nın işine gelmektedir. Suudi Arabistan‟ın, Suudi Amerika olarak telaffuz edildiği Sünni İslami Hareketlerde, Suud‟un model olmasının imkansızlığını kavrayanlar, modern-İslamcıAmerikan tipi laiklik savunucusu Sünni Türkiye‟yi ön plana çıkarmakta bir beis görmüyorlar. Bu Türkiye‟nin, Amerika‟nın planlarının ötesinde güçlenip, tüm planları alt üst etme olasılığı nedir diye soranlara ise; İsrail‟e kavli olarak kafa tutup, fiili anlaşmalara devam eden, Libya‟daki operasyonlara karşı çıkarken NATO birliklerine dahil olan ve kendi talebiyle ülkesinin ortasına NATO Füze Kalkanı‟nın konuşlandırılmasına müsaade eden AKP Hükümeti‟nin icraatlarını gözden geçirmelerini tavsiye ederiz… Yukarıda, paragraflar halinde ele aldığımız her bir konu, yeni bir yazı başlığı demektir aslında. Ancak, bunlara değinmeden Ortadoğu‟daki yeni İslami iktidarları anlayamayacağımızı düşünerek, kısa da olsa başlıklar halinde vurgular yapmaya çalıştık… Yeni Ġslami Ġktidarlar, Alternatif Kurgular Üretmeyi Başarabilecek mi? Tunus‟ta Nahda Hareketi‟nin, Mısır‟da ise İhvan-ı Müslimin‟in ve Selefilerin, geçmişleri ve birikimleri itibariyle, İslami temeller üzere dayanan alternatif menheçlere sahip oldukları herkesin malumu. İşin merak edilen kısmı ise, siyasi arenaya çıkıp, “iktidar olma hissi” ile tanıştıktan sonra, bu menheçlerinde sabit kalıp kalamayacakları… Nitekim, her ne kadar her iki ülke için de “devrim” nidaları atılsa da, gelişim süreci ve sonuçları itibariyle, bu ülkelerde bir devrimden bahsetmenin pek de kolay olmadığı, herkesçe kabul edilen bir hakikat olmalıdır. Devrimler, köklü değişimleri beraberinde getirir. Islah ve tasfiye hareketleri ise, belli bir noktaya kadar değişimi öngörür. Ayrıca, geçtiğimiz yıla damgasını vuran Tunus ve Mısır‟daki ayaklanmalara katılanlar, zaten gelinen süreci devrim olarak nitelendirmiyorlar. Ordu vesayetini, geçiş süreci için kabul etme zorunluluğu, bir kukladan kurtulurken, geçmiş dönem kuklalara „halkçı‟ oldukları iddiası ile methiyeler düzmeler, alternatif düzenler üretmek yerine, var olan düzenleri ıslah etme çabaları, bir devrim sürecinden ne kadar uzak olunduğunun göstergeleridir. Bir şeylerin zaman alacağı iddiası ise, kabul edilebilir olmakla birlikte; zaman alacak şeyler için pazarlıkların yapılacağı kaygan zeminlerin varlığı da hesaba katılmalıdır. Tüm bunlar ışığında; İslami Hareketlerin, küresel istibdat rejimlerine alternatif olarak, mazlum halkların sesi olacak adalete dayalı düzenler tesis edip edemeyecekleri iyi sorgulanmalıdır. Tunus ve Mısır‟dan yükselen İslami söylemler, ton farklılıkları olmakla birlikte, geçmişe nazaran daha uzlaşmacı ve çoğulcu bir dil üzerinden kurgulanıyor. Bunun fayda, zarar ve gereklilikleri çerçevesinde yapılacak teorik tartışmaları bir kenara bırakarak; Türkiye AKP‟sinin bölge halkları ve İslami Hareketleri için umut ışığı olduğu gerçeği, emperyalist sömürgecileri rahatsız etmeyecek “ılımlı İslam” modeli ile beraber okunduğunda, çok daha somut ve açık bir acı gerçek ile yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Ne gariptir ki; bölge İslami Hareketleri, seçim öncesi Batı medyasında kendilerine dair gündeme getirilen “soru işaretleri”ni ve “korkular”ı bertaraf etmek için, kendilerini AK Parti ile açıklama ihtiyacı hissettiler. Hatta öyle ki bu hareketlerden korkulmaması gerektiğini savunan Batılı yazarlar da, “AK Parti modelini benimsedikleri”ne göndermelerde bulundular. Tabii ki herkes farkındaydı ki, her ülkede, kendi şartları dahilinde bir “AKP” kurulabilirdi. Bu bile, geçmiş İslam söylemleri yumuşatma ve liberalleştirme işlevi göreceği için olumlu karşılandı. Örneğin, Huffington Post‟ta yayımlanan yazısında Joel Rubin, Tunus ve Mısır‟daki seçim süreçlerinin doğru yönlendirilmesi durumunda, din ve laikliğin aynı sistem içerisinde başarı ile mezcedileceğini yazıyordu. Peki ama nasıl olacaktı da Amerika ve Batı, bölgede kendileri için kilit konumda olan bu iki ülkede, İslami hassasiyetleri üst düzeyde olan yönetimlerle çalışacaktı? Her ne kadar Tunus, uygulanan yasaklar neticesinde, yıllar boyunca daha sekülerleşmiş bir toplumsal zemine sahipse de; Mısır‟da durum hiç öyle değil… Vakit namazlarında dahi camilerin dolduğu, halkın ekseriyetinin şeriat istediği, Müslümanca dilin topluma nüfuz ettiği bir Mısır‟da başa gelecek Yönetim, nasıl olacaktı da uluslar arası meşruiyet(!) kazanacaktı? Günlerce bu mevzular tartışıldı Batı kaynaklarında. En önemli sorun ise, demokrasiye geçişin sonucu olan bu gerçeklikle yüzleşirken “yeni bir İran” ile karşılaşma korkusuydu. Nahda‟nın ve İhvan‟ın “özgürlükleri kısıtlamayacaklarına”, “dini bir devlet oluşturmayacaklarına”, “turizme, alkole ve benzeri şeylere müdahale etmeyeceklerine” ve tabii ki “yeni bir İran olmayacaklarına” dair vaadleri, kabul görmüş olacak ki; eşik değerini atladıktan sonra, İslami iktidarların, kısmen de olsa şeriatı uygulamalarının kabul edilmesi gerektiği tartışıldı günler boyunca Amerikan basınında. Selefi Nur Partisi ise, bu vaadlerin hepsinde bulunmamakla birlikte; partiye dair korku ve endişeler, Suudi Arabistan ile olan yakınlığı üzerinden test ediliyordu. Diğer bir ifade ile, Mısır‟ın yeni bir Suudi Arabistan örneği olarak, şeriatla yönetildiği halde Amerikan çıkarlarına zarar vermeyen konumda olması, kimseyi rahatsız etmeyecekti. Bu bağlamda, Amitai Etzioni, “dozu iyi ayarlanmak şartıyla” ve “şiddetten uzak durdukları müddetçe”, şeriatın ılımlı kısımlarına göz yumulması gerektiğini savunuyor; İslami iktidarlarla irtibat kurmanın başka şekli olmadığını savunuyordu. Amerika ve Batı, zararsız/kısmi şeriatın kabulü üzerinde kafa yorarken, Tunus ve Mısır‟da iktidarı garantileyen Nahda ve İhvan ise, “laik devlet” yerine “sivil devlet” vurgusu ile dayatmacı olamayacaklarının garantisini veriyordu. Öyle ki, İhvan‟ın seçim reklam filmini izlediğinizde Türkiye‟de AK Parti‟nin reklam filmini izliyormuş hissine kapılıyordunuz. Peki bu “sivil devlet”, ne anlama geliyordu bu toplumlar için? Müslümanların iktidarda olduğu, aile hukuku vb. konularda şeriatın uygulandığı, her kesimin rahatlıkla görüşünü ifade edebildiği; ama dış politika, ekonomi gibi konularda küresel sistemin parçası olan zararsız “rejimler(!)”in oluşması anlamına geliyordu. Aslına bakılırsa; gerek Amerikalı diplomatların gerekse de Batılı önde gelen yorumcuların, bölgede şekillenen yeni iktidarların kendilerinin aleyhine olmayacağına dair güvence olarak gördükleri iki mevzu var: İlki, İslami Hareketlerin siyaset çemberinin içine dahil oldukça, sert üsluplarını terk ederek realitenin gerçekleri ile hareket edeceklerine dair inanç; ikincisi ise, bölge ülkelerinin ekonomik anlamda kendi başlarına yetemeyecek kadar kapitalist ekonominin ve neo-liberal anlayışın parçası haline geldiklerine dair emin olma duygusu… “İnanılanın aksine, uzun vadede İslamcı partilerin demokrasiye karşı bir tehdit teşkil etmeyeceklerinin delilleri var. North Carolina Üniversitesi‟nden iki araştırmacı, Charles Kurzman ve İclal Nakvi, İslam dünyasında İslamcıların da katıldığı 160 seçim üzerinde çalıştılar. İslamcıların bir devrimden sonra yapılan ilk seçimlerde, yarma harekâtı hükmündeki seçimlerde, en yüksek oranı almaya meyilli olduklarını tespit ettiler. Fakat bundan sonra da laik partiler güç kazanmaya meyilli.” diyor Los Angeles Times‟tan Doyle Mcmanus. “Bulguları şu: „Genelde, seçimler olağanlaştıkça, İslamcı partilerin de durumu kötüleşiyor. Seçimlerin en serbest olduğu yerlerde İslamcı partiler en kötü performansı sergiliyorlar.‟ Dahası, İslamcı partilerin ılımlı seçmenlerin oylarını kazanmak amacıyla zaman içerisinde liberalleştiklerini tespit ettiler. Mısır‟da şu an yaşanmakta olan bu olabilir; Müslüman Kardeşler, yeni anayasanın yazılması sürecinde Hıristiyanlar dâhil İslamcı olmayan grupların da söz hakkı olması gerektiğine inandıklarını söyledi; önde gelen İslamcı bir grubun lideri ise yeni ve daha toleranslı bir „İslamcı liberalizm‟ çağrısı yaptı. Mısır, Tunus ve Libya demokrasiyi işletecekse, İslam ve çoğulculuğu uzlaştırmanın bir yolunu bulmak durumunda kalacaklardır. İslamcılarla daha ciddi şekilde meşgul olarak demokratik kurallara göre oynamalarını zorlamak ve meşru oyuncu muamelesi yapmak sûretiyle ki zaten öyledirler - bunun gerçekleşmesine yardım edebiliriz.”(Bkz.) Amerikalı think-tank kuruluşlarının bir kısmı, yayımladıkları raporlarda, politik sahneye dahil olan; diğer bir ifadeyle, çemberin dışındayken kıyasıya eleştirdiği sistemin içine muzaffer edasıyla giren İslami Hareketlerin, zamanla, oyunu kurallarına göre oynamayı öğreneceklerinde ısrarlılar. Es geçilmemesi bir gerçeklik olarak, tarih sahnesinde sıkça karşılaştığımız masa başı pazarlıklardaki iyi niyetliliklerimizi/mağlubiyetlerimizi hesaba kattığımızda; hiç de komplo teorisi gelmiyor bu çıkarımlar bize. Burada sistemin içine dahil olmakla kastedilen şey, İslami iktidarların Müslümanlardan yana saf tutmayı bırakıp, ideolojik olmayan söylemlere bürüneceği değildir. Tam aksine, Müslümanların safında durarak yükseltilecek gür sedalarla(sınırları bilmek şartıyla!), bir yandan toplumsal taban, kazanımlardan bahsederken, diğer yandan, kırmızı çizgileri aşmayan uyumlu(!) iktidarlar söz konusu olacak. Kısacası, İslami Hareketler, oyunu politik tiyatronun kurallarına göre oynamayı kabullenirlerse, duruma vaziyet ettiklerini sanarken ciddi bir yanılgı içerisinde olacaklar. Öte yandan, Amerika sürekli koz olarak kullandığı “ekonomik yardım” ve “dış sermayeye izin” konuları üzerinden iyi bildiği bir gerçekliği dile getiriyor: İslami iktidarların bölgedeki, ilk ve başlıca sorunları, dar boğazdaki ekonomiye çözümler üretmek ve işsizlik oranlarının yükseldiği topluma merhem olabilmek… Bunu hem İhvan hem Nahda Hareketi defalarca dile getirdi zaten. Dolayısıyla, Amerika‟nın Camp David Anlaşması üzerinden Mısır‟a ödediği 2 milyar dolarlık(kağıt üzerindeki bu rakamın fiili olarak 5-10 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor) meblağı, sürekli tehdit unsuru olarak kullanması veya Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton‟ın işadamları ordusu eşliğinde Tunus‟a çıkarma yapması, tesadüf sayılamaz. Liberal(hatta neo-liberal) ekonominin tüm haksızlıkları tetikleyerek dünyaya hızla nüfuz ettiği bu günlerde, Tunus ve Mısır‟daki İslami Hareketlerin, alternatif ekonomik modeller üzerinde konuşmasını canı gönülden isterdik. Maalesef, realiteyi göz ardı edememeleri, bir takım şerhler koymakla birlikte bu ekonomik düzenlere tabi olacaklarının sinyallerini veriyor. Bu da, serbest piyasa ekonomisine şevkle dahil olanların ve IMF ile zorunlu ilişkiye girenlerin, kara delikte kölelik ederek varlıklarını sürdürdükleri hesaba katıldığında, tam bir felaketin habercisi oluyor. Nitekim, hem Nahda hem de İhvan(Hürriyet ve Adalet Partisi), sosyal adaleti önemsediklerini belirtmekle birlikte; özelleştirme ve yabancı sermayeye yaptıkları vurgu ile, gelecek noktasında endişeler taşımamıza sebebiyet veriyorlar. Selefi Nur Partisi ise, alt sınıfa hitap etmesi hasebiyle, alternatif bir İslam ekonomisini öngörüyor. Fakat, bunun reel hayatta pek karşılık bulamayacağını savunanlar, Selefilerin bu çıkışlarını, iktidara oynayacak güçte olmamalarına bağlıyor. The New York Times Gazetesi‟nden Thomas L. Friedman, “Political Islam Without Oil(Petrolsüz Politik İslam)” başlıklı makalesinde, İran ve Suudi Arabistan‟ın ellerindeki petrol sayesinde, üzerlerindeki baskıları bertaraf edebildiklerini; ancak Mısır ve Tunus‟un böyle bir lüksü olmadığını hatırlatıyor. Her ne kadar Suudi Arabistan‟ın üzerinde ne gibi bir baskı olduğunu veya hangi küresel düzene alternatif olabilecek potansiyele sahip olduğunu merak etsek de, şimdi konumuz, bu değil. Mevzunun ikinci kısmı ile ilgilendiğimizde, maalesef Mısır ve Tunus‟un neo-liberal ekonomik düzenle yüzleşmek zorunda kalacağı, inkar edilemez bir gerçek… İhvanı-ı Müslimin liderlerinin, “küreselleşme”nin kabullenilmesi gereken bir gerçeklik olduğuna dair verdikleri demeçleri referans gösteren Friedman, İslamcıların, IMF‟ye ve dış sermayeye bağımlı kalacaklarını iddia ediyor. Makalesinin sonuç paragrafında ise, önümüzdeki günlerde yaşayacağımız süreçlerin, politik İslam‟ın Ortadoğu‟daki kaderini belirleyeceğini yazıyor. Diğer bir ifadeyle; eğer İslami Hareketler, zulm üzerine bina edilmiş düzenlere bağımlı kalırlarsa, her şeye rağmen sahip oldukları “alternatif olma”, “yeni kurgular üretme” potansiyellerini uzun bir zaman bulamamak üzere terk edecekler. İşte bu, Müslümanlar için asıl felaket olacaktır ve o saatten sonra, Amerikan Başkanı‟nın yeni planlar kurmasına hiç ama hiç gerek kalmayacak; Beyaz Saray‟daki koltuğuna çekilip, rahat bir nefes alabilecektir. Bu bir komplo teorisi değil; ciddi bir tehlikedir. Sonuç… Filistin asıllı yazar Remzi Baroud‟un ifade ettiği üzere, Batı‟nın ayaklanmaların olduğu bu ülkelerdeki kaygısı özgürlük, turizm falan değil; esas kaygısı Tunus‟un veya Mısır‟ın Batı Hegemonyası‟nı ne denli kabul edip etmeyeceği... Zira, Eğer Batı‟nın derdi özgürlük olsaydı, bu diktatörleri koltuklarından daha önce indirmesi gerekirdi. O halde “kırmızı çizgileri” geçmedikten sonra, istediğiniz sınırları çiğneyebilirsiniz. Örneğin; gelecek günlerde Mısır ve Tunus‟tan Filistin direnişine sınırsız destek vaadleri duymak veya Filistin‟e kısmi rahatlık sağlayacak faaliyetlerde bulunduklarını görmek sizleri şaşırtmasın. Bu adımların hepsi tabii ki bir kazanımdır; ancak, bu adımlar, Amerika‟nın “yeni siyaset dili”nde artık kırmızı çizgi değildir; esas kırmızı çizgi, İsrail‟i doğrudan hedef alan ve bekasına halel getirecek adımlar atmamaktır. Nitekim, biz benzer bir süreci, Türkiye Hükümeti‟nin politikalarında da görmüyor muyuz? Filistin Halkının gönlüne su serpecek önemli açıklamalar ve kısmi adımlar atılmakla birlikte; nihai sonuca götürecek ve Amerika‟dan bağımsız tavırlar sergileyerek atılan adımların varlığı ile karşılaşamıyoruz. Her şeyin bir anda olmayacağını iddia edip tedriciliğe vurgu yapanlara, sadece geçmiş dönemlerden ve İslam tarihinden dersler almalarını hatırlatıp, romantik ve nostaljik rüyalardan bir an önce uyanmalarını salık veririz. Bugün, Mısır, Tunus, Suriye, Libya ve diğer coğrafyalarda Amerika‟yı endişelendiren en büyük sorun İsrail‟in geleceğini garanti altına almak ve kendilerine alternatif olabilecek “İslami direniş ekseni”ni yok etmektir.… Amerikalı gazetecilere arasında dağlar kadar mücadelede önemli bir pazarlık yapmayacak; zıtlaşmayacak da... göre, İhvan‟ın Amerika‟ya olan tavırları ile İsrail‟e olan tavırları fark olacak; zira İhvan, İsrail‟i, kendi varoluş sürecinde verdiği yere oturtuyor… Bu gazetecilere göre; İhvan hiçbir zaman İsrail ile ama Amerika ile yaptığı pazarlığın sonucu olarak İsrail ile Nitekim, İhvan liderleri, İsrail‟den önceki meselelerinin ekonomik sıkıntılar olduğunu deklare ederek, buna kısmi atıfta da bulundular. Aynı şekilde, Selefi Nur Partisi‟nin İsrail ile geçmişte yapılan anlaşmalara saygı duyacaklarını söylemesi de, bu çerçevede okunmalıdır. Çizilen bu tablo, İhvan‟ın, Amerika‟nın kırmızı çizgilerini iyi bildiğini ve onları aşmayacağını; diğer yandan da, Amerika ile geliştireceği iyi bir ilişkinin kendisinin uluslararası arenadaki meşruiyetini sağlayacağını resmediyor bizlere… Tüm bunların üzerine; sevabıyla günahıyla dünyada kol gezen zulüm düzenine alternatif olabilmeyi başarabilmiş İran İslam Cumhuriyeti‟nin bölgedeki yeni versiyonlarının oluşmaması için, Körfez ülkelerinin ekonomik vaadler üzerinden kurdukları baskıyı da göz önüne alırsak, Ortadoğu‟daki İslami iktidarların atacakları yanlış adımların, İslam‟ın siyasal boyutunun alternatif olmaktan çıkarılmasına zemin hazırlayacağını görmüş oluruz. Körfez ülkeleri ile gereğinden fazla iyi ilişki kurmanın, Amerika‟yı ürkütmemek anlamına geleceğini bilenler; bu puzzle‟da “biz İran değiliz!” vurgusunun, parçaları bir araya getirmek açısından gelecekte daha bir yerine oturacağını tahmin ederler. “Peki ama tüm bunlar olurken, halk bu olup bitenlere izin verecek kadar cahil mi?” sorusunu duyar gibi oluyoruz. Tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi, ekonomik refahın sağlandığı ve toplumsal istikrarın vücud bulduğu bir yerde, zamanla iktidar organlarının halkın “düşünce” ve “bilgi” değerlerini dönüştürücü bir etkiye sahip olduğunu müşahede etmek pek de zor değildir. Diğer bir ifadeyle, halkın ekonomik gereksinimlerinin arkasına sığınarak, kültürel bir İslami algısı oluşturmak pek de hayal olmasa gerek… Bu algı çerçevesinde, kişisel ve hatta kısmi olarak toplumsal ibadetlerin rahatlıkla yapılabilmesi, tüm dernek, vakıf ve cemaatlerin istedikleri faaliyetleri rahatlıkla yapabilmesi, camilerin ders halkaları ile dolup taşması, İslam nosyonunun halkın üzerinde parfüm etkisi yaratması son derece olağandır. Bu bağlamın sıhhatini sorgulamak adına, Fransız filozof Michel Foucault‟nun “iktidar” ile “bilgi” arasında kurduğu o gerçekçi denkleme bir göz atmakta fayda olduğunu düşünüyoruz. Bu yazıyı kaleme alış amacımız, komplo teorileri üreterek, verilen mücadeleleri karalamak değil; bizzat, bu mücadelelerin zayi olmasını engellemek adına, ümmetin gözünü dört açması gerektiğine dair hatırlatmalarda bulunmaktır. Ümidimiz o ki, gerek Tunus‟ta Nahda Hareketi gerekse de Mısır‟da İhvan-ı Müslimin ve Selefi Hareket, geçmişin acı tecrübelerinden gerekli dersleri çıkartarak, bu çağın “yasak meyveleri”ni yemeye kalkışmaz ve İslam ümmetine parlak bir gelecek için kapı aralarlar. Her ne kadar geçtiğimiz yılın başında Ortadoğu‟da yaşanan ayaklanmalar, yüzyıla yön verecek gelişmeler olarak kabul görse de; bu yüzyıl içerisinde İslami Hareketlerin kaderini belirlemesi açısından, Tunus ve Mısır‟daki seçim sonrası atmosfer, yapılacak pazarlıklar ve ortaya konacak tavırlar, kilometre taşı mesabesindedir. Basiretli duruşlar ümidiyle…