eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 1 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ TARAFINDAN İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR EYLÜL-EKİM 2015 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ ŞUBE BAŞKANI TUNA ARSLAN GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ TUNA ARSLAN YAYIN KURULU M. FEVZİ YILMAZ MEHPARE ÖZKABAN ÜMRAN KEBABÇIGİL VOLKAN ACAR AYÇIN TANUK ÖMER BAYRAM ENİS MUSLUOĞLU DÜZELTİ MEHPARE ÖZKABAN - ÜMRAN KEBABÇIGİL GRAFİK TASARIM UYGULAMA AYÇIN TANUK YÖNETİM YERİ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ Bahriye Üçok Mah 1766 Sk. No: 10/3 Yekta Apt. Karşıyaka / İZMİR Telefon: 0 (232) 323 40 40 elektronik posta: [email protected] Yazılarınız için elektronik posta: [email protected] web adresimiz: www.addkarsiyaka.com Baskı Yeri: Kanyılmaz Matbaacılık, Kağıt ve Ambalaj Sanayi Tic. Ltd. Şti. [email protected] Baskı Tarihi: Kasım 2015 Başyazı Merhaba (Tuna Arslan)...................................................................................................................... 2-3 Editörün Köşesi Bizden Size! (M. Fevzi Yılmaz) ....................................................................................................... 4 Son Dakika ‘1 Kasım 2015’ ............................................................................................................................................ 5 Ayın Konusu I Açılım Sorununa Nasıl Yaklaşılmalı? -VI (M. Fevzi Yılmaz) ........................ 6-7 Ayın Konusu II Kıbrıs Barış Harekâtı ve Sonuçları - II (Tahir Ceyhan) ....................................... 8-9 Ayın Konusu III Nasrettin Hoca ve RTE (Erdoğan Bakkalbaşı) ............................................................. 10 Ayın Konusu IV İzmir Yangını (Ahmet Gürel) ...................................................................................................... 11 Ayın Röportajı Cumhuriyet Öğretmeni Fahriye Çokgürses Çalık’a Merak Ettiklerimizi Sorduk ....................................................................................................................................................... 12-13 DÜŞÜN’ce Ütopya ve Eğitim ............................................................................................................................ 14-15 Konuk Yazar Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ve Bugünümüz “Doğruluk, İyilik ve Güzellik Örneği Aydınlık Bir Türkiye İçin Canını Veren Şehitlerimize Saygıyla!” (Yılmaz Yılmaz)................................................. 16-17 Konuk Yazar Cumhuriyet Donanması, Ege ve Doğu Akdeniz’de Barış ve İstikrarın Güvencesidir (Cem Gürdeniz) .............................................. 18-19 Gençlik Millet, Milliyetçilik Üzerine, Altına, Yanına... (Tamer Özşeker) ......... 20-21 Ekonomi Dünya Eko-politiğine Bakış (Enis Musluoğlu) .............................................................. 22 Yerel Dedebaşı Mahallesi Muhtarını Ziyaret Ettik .............................................................. 23 Yerel Eğitim İş Sendikası 3 Nolu Şubesi’ni Ziyaret Ettik ........................................ 24-25 Cumhuriyet Tarihi 1923-1938 Atatürk Dönemi Havayolu Ulaşımında Gelişmeler (Ömer Bayram) .......................................... 26-27 Atatürk ve Çevre Yürüyen Köşk - Unesco Bilgi Dosyamız (Metin Erdoğan) ...................... 28-29 Edebiyat Çakmaklı’da Bir Akşam... (Hidayet Karakuş) ..................................................... 30-31 Kadın Gözüyle Bahriye Üçok ve “Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu...” (Mehpare Özkaban) ..................... 32-34 Türk Dili Dil Bayramı (Ümran Kebabçıgil) ............................................................................................... 35 Kültür Sanat Türk Devrimi ve Sanat -II (Atilla Eşen) ........................................................................ 36-37 Kitap Köşesi Sırça Köşk (Ümran Kebabçıgil) .................................................................................................. 38 Anket ...................................................................................................................................................... 39-40 1 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 2 MERHABA!.. Temmuz-Ağustos gibi, Eylül ve Ekim ayları da önemli olayların yıldönümlerini barındırır kendi süreleri içinde. Bu sayıda, açılım olarak tanımlanan bölünme sürecinin geldiği noktayı ve Asya-Afrika ülkelerinden Avrupa’ya gittikçe artan sayıda insanın katıldığı yasadışı göç olarak adlandırılan, aslında umutsuzluktan umutsuzluğa doğru kaçış demenin daha doğru olduğu olguyu ele alacağız. Ayrılıkçı Kürt hareketinin tarihi Cumhuriyet tarihimizle yaşıttır. Hatta tarihçiler bu süreci daha eskilere de taşıyabilirler. Biz sorunun Cumhuriyet tarihimize ait olan dönemini ele alarak ayrılıkçı Kürt hareketlerinin emperyalizm ile bağlantılarını irdeledik. Kurtuluş Savaşı sırasındaki iç isyanların fikri ve mali kaynakları İngiliz emperyalizmi ve İngiliz altınlarıydı. Geçmişteki ve günümüzdeki ayrılıkçı hareketlerin ortak özelliği; hiçbir menzile ulaşmayacağının yalnızca ateşe sürülen piyonlar tarafından bilinmiyor olmasıdır. Bir başka ortak özellik de “yananların” hiçbir kazanç elde edemeyişleridir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan köylüleri, işgal ettikleri bölgelere uygarlık getireceklerine kendileri de inanıyorlardı. 9 Eylül 1922’de ise Türk Ordusu’nun önünden bozguna uğramış bir sürü halinde kaçarlarken yaktılar, yıktılar; kadın, çocuk demeden öldürdüler ve İzmir’e ulaşabilenler uygarlık iddiaları ile birlikte Ege’de boğuldular. 2015 yılında Amerika’dan rol talep edenlerin bu durumdan ders almaları gerekmez mi? Bu topraklarda Amerikan güdümü ile bağımsızlık kazanılamayacağını bilmemeleri mümkün mü? Asgari akıl, birazcık tarih bilinci bunların bilinmesini gerektirir. Petrol zengini Ortadoğu’da büyük ve güçlü devletler istemeyen ABD ve AB ülkeleri, merkezi hükümetlere karşı bazen mezhep, bazen de etnik köken ölçeğinde ayrımcılığı desteklediler. Irak’ın üçe bölünmesi planı, Suriye için öngörülen senaryolar bunların örnekleridir. 1984 yılında silahlı eylemlere başlayan PKK, 1990’da askeri anlamda yenilgiye uğramış, Birinci Körfez Savaşı ile yeniden yaşam alanı bulmuştur. Bu dönemde Türkiye, 36. paralelin kuzeyinin Irak Ordusu’na yasaklanmasını desteklemiş ve Çekiç Güç uygulaması ile PKK’nın ABD tarafından büyütülmesine seyirci kalmıştır. 1991-2002 döneminde PKK ile süren mücadelede gene askeri başarılar elde edilmiş, ancak sosyal ve ekonomik politikalar ile desteklenmeyen bu mücadele emperyalistlere müdahale zemini sağlamıştır. 2 2003 yılına gelindiğinde, yani AKP hükümetlerinin başlangıcında, PKK neredeyse dağılmış, teslim olmuş durumda iken, “Büyük Tuna ARSLAN - Şube Başkanı Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı” görevi nedeniyle yeniden diriltilmiştir. İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ın emperyalistlerce işgal edilmesi ile PKK güçlendirilmiş ve bu süreç terör örgütünün lehine gelişmiştir. Avrupa Birliği’nin hiçbir zaman gerçekleşmeyecek tam üyelik için Türkiye’den istedikleri ile PKK’nın talepleri örtüşmektedir. AKP hükümetlerinin de “Batı” ile iyi geçinip bunları karşılayacak yasal düzenlemeleri gerçekleştirmek gibi bir başat görevi olduğu göz önüne alındığında, durumun Türkiye açısından vehameti ortaya çıkmaktadır. Bu adıyla sanıyla bir bölünme sürecidir, üstelik de celladımız tarafından “kendi rızamızla” bize uygulattırılmaktadır. 2007 yılı, Ergenekon tertibi ile birlikte yeni bir sürecin başlangıcıydı. Koşullar olgunlaşınca başlatılan Ergenekon, ardından Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalar, 4 Temmuz 2003’te müttefikimiz ABD tarafından Türk Ordusu’na karşı gerçekleştirilen “çuval olayının” devamı niteliğindeydi. 2003 yılında Amerika’nın Bağımsızlık Günü’nde Irak’ın Süleymaniye kentinde askerlerimizin başına geçirilen çuval çıkartılamasın diye başlatılan davalar, ABD-Fethullah Gülen CemaatiAKP işbirliği ile kotarıldı. Bugün “aldatıldığını” söyleyen Tayyip Erdoğan, o günlerde davanın savcılığını üstlenecek kadar işin içindeydi. Bugün FETÖ (Fethullah Gülen Terör Örgütü) diye adlandırılan cemaat ile kol kola idiler. Rüzgarın ABD’den yana estiği o günlerde delilsiz içeri atılan aydınları, subayları savunmak cesaret işiydi. Ancak, o cesaret Türk Milleti’nin desteğini alınca davalar çöktü. Tayyip Erdoğan, 2008’de savcılığını üstlendiği davada cemaat tarafından aldatıldığını 2015 yılında idrak etti. Dengeyi bozan gelişme ise “Gezi Direnişi” oldu. Cemaat-AKP ortaklığı Türk Milleti’nin diktatörlüğe isyanı karşısında dağıldı. Aslında Tayyip Erdoğan “aldatılmaya müsait” bir kişiliğe sahip. Kısa bir süre önce de PKK’nın çözüm sürecinde kendilerini aldattığını söyledi. Türk filmindeki genç kız aldatıldığında durum kendisi ve ailesi için bir dram olur, ancak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı aldatıldığında tüm ülke için bir trajedi oluyor. 2013 yılına gelindiğinde, PKK’nın silahları bırakıp eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 3 Türkiye’yi terk etmesi karşılığında yeni bir “aldatılma” süreci başlatılacaktı. PKK ne silah bıraktı ne de ülkeyi terketti. Bu dönemi MİT yetkilisinin ifadesine göre “şehirleri silah deposu haline getirmek” için değerlendirdi. Bugün askerimizin, polisimizin kanına giren, yerin iki metre altına gömülmüş ve üzeri yerel belediye tarafından üç kez asfaltlanmış “uyuyan bombalar” o dönemin eseri. Açılım denilen sürecin ülkenin yıkıma uğratılıp bölünmesi anlamına geldiğini yurtseverler yıllardır söylemekteydi, ancak açılım cephesi “barış” gibi sihirli bir kavramla, “analar ağlamasın” gibi kimsenin reddedemeyeceği bir söylemle milleti aldatmayı sürdürdü. Amerikan güdümündeki kumpas davalara karşı direnen, Gezi’de Tayyip’e dünyayı dar eden Türk Milleti, bu sürecin devamında 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin 2002’den beri süren tek başına iktidarına son verdi. Öte yandan, bunu sağlamak uğruna PKK meclise sokuldu. Bu sefer “aldatılanlar” 2010 referandumundan tanıdığımız “Yetmez ama evet”çilerdi. Bölünme sürecinin devamı uğruna, ancak görüntüde demokrasi ve barış adına bölücülerin siyasi kimliklerinin pekiştirilmesi gerekmekteydi. Ortaya çıkan aritmetik tam bir iktidarsızlık durumu olunca ve ABD-AB-TÜSİAD takımının istediği büyük koalisyon da kurulamayınca, 80 milletvekilliği kazanan bölücü örgüt, açılım sürecinde gerçekleştirdiği “birikim”in sonucunu alabileceğine inandığından olsa gerek harekete geçti. Daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın “açılım ortaklığı” sona erdi. Daha önce, Türk Ordusu’na karşı birlikte yürüttükleri “kumpas ortaklığı”nı bozmak zorunda kalan ve cemaatin ne kadar tehlikeli bir örgüt olduğunu farkeden (!) Tayyip Erdoğan bu kez de PKK’nın içyüzünü farkederek kendisinin de ne kadar milliyetçi olduğunu anımsadı. 2013 yılında “Her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız,” diyen bu kişi, 2015 yılında “döndü.” Meclisten bir hükümet çıkmayınca, daha doğrusu Tayyip Erdoğan bir hükümet kurulmasına izin vermeyince, anayasa gereği seçimin yenilenmesi gündeme geldi. Bu anlatılanlardan, ülkemizdeki gelişmelerin tamamen ABD-AB gibi güçler ya da Tayyip Erdoğan’ın istek ve çıkarları doğrultusunda gerçekleştiği sonucu çıkarılmamalıdır. Denklemin başka unsurları da var. Ergenekon’u, Balyoz’u püskürten, Gezi’yi gerçekleştiren yukarıdaki güçler değil Türk Milleti’nin ta kendisidir. Kumpas davalar ve açılım sürecinde eli kolu bağlı gibi gözüken, kısmen de öyle olan Türk Ordusu’nun, NATO’cu özelliğinin yanında, “Türk Milleti’nin Ordusu” olduğu da bir gerçektir ve bugün öne çıkan yönü de budur. PKK terör örgütüne karşı yürütülen mücadelenin kimleri rahatsız ettiğine bakmak, durumun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Aynı ekip karşımızda: ABD-ABTÜSİAD. “Silahlar susmalı ve ‘taraflar’ hemen barış görüşmelerine başlamalı.” Yani, Türk Ordusu, ya da Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir tarafta, PKK da karşı tarafta. Başka bir söylemle eşit düzeyde güçler. “Analar ağlamasın” diyerek şu kısa süreçte 100’den fazla şehit vermemize yol açanlar şimdi de PKK’yı içine düştüğü durumdan kurtarmak için “Barış, hemen şimdi!” gibi cümle yapısı bile Türkçe olmayan bir slogan atıyorlar ortaya. PKK bir terör örgütü müdür? Yanıtınız evet ise ikinci soru: Terör örgütü ile nasıl mücadele edilir? Bunlar, üzerinde varsayımlar üretilecek karmaşık sorular değil. Çözüm, açılım; adı her neyse, bizce ihanet sürecidir. Bu süreçte PKK güç kazandı ve “demokratik özerklik” ilan edeceği bölgelere kadro ve silah yığdı. Askerin ve polisin kışlaya ve karakola kapatıldığı dönemde belirli noktalara “uyuyan bombalar,” yerleştirdi. Başka bir deyişle “Tayyip Erdoğan’ı kandırdı.” Ancak Türk Milleti’ni kandıramadı. Bu mücadelede, takınılacak tutum kimin hangi safta olduğunun göstergesidir. Ya, Türk Milleti’nin ya da ABD’si AB’si vb. ile tüm emperyalist güçlerin yanındasınızdır. Arada bir yer yoktur. Yazının başından beri ülkemize yöneltilen emperyalist saldırıyı anlattık. Bizi bölemediler, bölemeyecekler. Ancak, bunu başardıkları ya da bu konuda önemli kazanımlar sağladıkları ülkeler de var; Libya, Irak, Suriye bu durumu en yakıcı biçimde yaşayanlar. Bu ülkelerdeki karışıklıklar ve merkezi hükümetin gücünün azalmış olması nedeniyle can derdine düşmüş olan insanlar, doğru bir tercih olup olmadığı ayrı bir konu, çareyi “uygar” Avrupa’ya kaçmakta buluyorlar. Deniz yoluyla kaçışlarda yaşanan trajediler ve son olarak Aylan bebeğin karaya vurmuş cesedi Avrupa’nın da vicdanını yaraladı. Ancak kurumsal olarak değil, bireysel olarak. Avrupa Birliği içişleri bakanları 160 bin göçmeni paylaşma konusunda anlaşamadı. Emperyalist vicdan böyle bir şey işte. Ülkeleri karıştır, yakılıp yıkılmasın neden ol, elbette özgürlük, demokrasi vs. adına, kundakladığın evden kaçanlara sırtını dön. Türkiye, olarak vatandaşları yasa dışı göçe mecbur kalan bir ülke olmak istemiyorsak, yazının başından beri anlattığımız emperyalist saldırıyı püskürtmeliyiz. Bunun yolu da; sahte barış çağrılarına kanmamak ve 7 Haziran’daki hataları tekrarlamamak, PKK ile değil PKK’ya karşı mücadele edenlerle birleşmekten geçiyor. 3 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 4 BİZDEN SİZE! Dergimiz yayın hayatına 8. sayısıyla devam ediyor. İki ayda bir yayımlanan dergimizin günceli yakalamakta geç kaldığı söylenebilir. Bu doğal sayılmalıdır. Yaşanan iç ve dış siyasi gelişmeler, ilk kez halkın yaşam biçimini güçlü bir şekilde etkilemeye başladı. Gündem değişimi o kadar hızlı ve köşeli olmaya başladı ki, toplum bilimcilerin de şaşkınlıklarını açıklamakta zorluk çektiklerini okuyor, görüyoruz. Bunun en yakın örneği; 7 Haziran seçimleri hiçbir siyasi partiye tek başına iktidar olanağı tanımadığı halde, sadece 5 ay sonra aynı seçmen, bir siyasi partimizi yaklaşık %49 gibi önemli bir oranla iktidar yaptı. Ülkemiz için önemli bir deney olan bu seçimin sonuçlarının analizini uzmanlarına bırakarak diğer gelişmelere ve dergimizdeki yazılara göz atalım. İsviçre’de bir konferansta “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” sözü nedeniyle İsviçre tarafından cezaya çarptırılan Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, davanın kararını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımıştı. 28 Ocak 2015 tarihindeki AİHM temyiz duruşmasından sonra karar, yaklaşık 9 ay sonra 15 Ekim Perşembe günü verildi. AİHM verdiği kararda Doğu Perinçek’i haklı buldu. İfade özgürlüğünün hangi sınırlara dayandığını gösteren tarihi dava Türkiye ve Avrupa açısından büyük önem taşıyor. Verilen karar sonucunda İsviçre’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğünü ihlal ettiği AİHM yargıçlarının 7’ye karşı 10 oyuyla karara bağlandı. İsviçre davayı kaybetti. Ayrıca kararda 1915 olaylarının Yahudi soykırımına benzetilemeyeceğine vurgu yapıldı. Bu karar sadece Sayın Perinçek’in kazanımı değil, Türkiye’nin kazanımıdır. Bu dava sonucuyla Avrupa’da artık Türkleri soykırımcı olarak suçlayamayacak. Bu başarıda yıllardır bizlerle aynı düşünceyi savunan Avrupa ADD şubelerinin de payı büyüktür. ADD Karşıyaka Şube Başkanı Tuna Arslan, başyazısında, Kürt sorununun son yüz yılını, siyasi gelişmeleriyle birlikte özetlemiş. 1 Kasım’da yenilenen seçimlere de damgasını vuran, kimilerine göre sürpriz olan Kürt sorununun kavranmasına katkı sağlayacak bir başyazı olmuş. Her iki seçim öncesi ve sonrasında açılım sorunu üzerinde çok konuşuldu. Siyasi iktidar birinci seçimi, açılım yüzünden kaybetti, ikinci seçimi ise yine açılımı bitirdiği için kazandı. İktidar partisi halkın bu konudaki tepkilerini iyi analiz etmişe benziyor. M. Fevzi Yılmaz, “açılım” sorunu üzerine yazmaya devam etti. Yedi sayıdır devam eden “Açılım Sorununa Nasıl Yaklaşılmalı” yazısı bir tefrikaya dönüştü. Ülkemizin, hem iç siyasi hem de dış politik gelişmelerinin itici gücü olan Kürt sorunu; genetik değişime uğrayan virüs gibi akıl almaz bir hızla tüm sorunları baskılayarak gündemde kalmayı başarıyor. Hele Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ile uluslararası bir sorun olarak bundan sonra da gündemi örmeye devam edeceğe benziyor. Bu gelişmeleri M. Fevzi Yılmaz değerlendirdi. Bu konudaki görüş ve eleştirileriniz ufkumuzu açacaktır. Erdoğan Bakkalbaşı engin siyasi birikimiyle, anlattığı 4 Nasrettin Hoca fıkrasıyla iktidara ince bir gönderme yapmış, keyifle okunuyor. Cem Gürdeniz, Türk Donanması’nın Ege ve M. Fevzi YILMAZ - Orm. Yük. Müh. Akdeniz’de barış ve istikrarın güvencesi olduğunu yazıyor. Tarihi ve acı olaylarla örneklediği yazısında, bilimi ve aydınlanmayı öncelemeyen ulusların dramatik olaylarla sarsılmasının kaçınılmaz olduğunu belirttikten sonra, denizciliğin yurt savunmasında asla hafife alınamayacağını vurguluyor. İlginç, ilginç olduğu kadar da her yurtsever aydının bilmesi gerekenleri anlatıyor. Dergimizin düşünce sayfasında “Barış ve Ütopya” konu ediliyor. Günümüzde sıkça, önü arkası kestirilmeden kullanılan barış kavramı da değişime uğramış, artık herkesin bir “Barış’ı” var. Platon’un “Devlet”, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”, More’nın “Ütopya” ve Bacon’un “Yeni Atlantis” i gibi ütopya geleneğinin temel eserlerinde savaşın reddi veya barışın reddi yerine mutlak bir barışın konulması düşüncesinin yer almadığı veya çok az olduğu saptaması yapılıyor. Böyle bir yazının dergimize giriş zamanlaması oldukça ilginç. Ekonomide Enis Musluoğlu’nun değerlendirmelerinin yanısıra, milliyetçi akımları Tamer Özşeker’den İzmir Yangını’nı Ahmet Gürel’den, Kıbrıs’ın önemini Tahir Ceyhan’dan, Dil Bayramı’nı Ümran Kebapcıgil’den, Hava yollarını Ömer Bayram’dan okuyacağız. Aydınlanma şehidimiz Ahmet Taner Kışlalı’yı Yılmaz Yılmaz büyüğümüz anlattı. Bahriye Üçok’u kadın gözüyle köşesinde Mehpare Özkaban anlattı. Yine unutmadıklarımız; Turan Dursun, M.Suphi Gürsoytrak, Oktay Akbal ve yeni kaybettiğimiz Levent Kırca’nın kısa da olsa yaşam öykülerini bulacaksınız. Şair ve yazar Hidayet Karakuş’un yazısı hem bizler hem de, kendisi de yazarlarımızdan olan, Gündüz Öğüt ve ailesi için hoş bir sürpriz barındırıyor. Öğüt ailesine imrenmemek ne mümkün. Hidayet öğretmenimizin kaleminden okumanın keyfi ayrı. Metin Erdoğan’ın büyük özveriyle ve beceriyle yürüttüğü ve şimdi de Avrupa kamuoyuna taşıdığı “Yalova-Yürüyen Köşk” mücadelesini imrenerek izliyoruz. Yazısı, bizleri işin hukuki boyutu konusunda bilgilendirmesi bakımından önemli ve yararlı. Attila Eşen, “kitabı olan” bir üyemiz. Geçen sayıda birinci bölümünü yayımladığımız Türk Devrimi ve Sanat yazısının ikinci bölümünü bu sayıda okuyacaksınız. Görüldüğü gibi yerelde yayın yapan “DÜŞÜN” dergisi gerek içerik gerek biçim olarak derneğimizin değerli üyelerine, yine kendi üye kitlesinin kalitesini yansıtacak biçimde hizmet etmeye çalışıyor. Elbette eksiklerimiz var, sizlerin destek ve çabalarıyla daha iyi yayınlar yapacağımız aydınlık ve güzel günlerde buluşmak dileğiyle esen kalın. eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 5 “1 KASIM 2015” Düşün Dergi’nin bu sayısını biraz da 1 Kasım milletvekili seçiminin sonucunu görebilmek için geciktirdik. Seçimden önce genel kanı beş aylık bir sürede, 7 Haziran seçimine göre çok farklı bir sonucun çıkmayacağı şeklindeydi. Dahası, bu o kadar güçlü bir olasılık olarak görülüyordu ki, üçüncü bir seçimin ülkeyi yıkıma götüreceği tartışmaları bile başlamıştı. Ancak, ortaya AKP’nin bile beklemediği bir sonuç çıktı ve beş aylık aradan sonra AKP yeniden tek başına iktidar oldu. Şimdi Tayyip Erdoğan, hükümeti kurma görevini Davutoğlu’na verecek ve kuramsal olarak 2019 yılına kadar sürecek olan yeni bir AKP hükümeti ile karşı karşıya kalacağız. Sonuç neden böyle oldu? Bu kadar kısa süre içinde seçmenin tercihi nasıl bu kadar büyük bir değişikliğe uğradı? Bunlar, geçtiğimiz hafta içinde çok tartışıldı ve bir süre daha tartışılacak gibi görünüyor. Biz, yarım kalan Atatürk Devrimi’ni tamamlamak görevini üstlenenler olarak bu durumdan ne gibi dersler çıkaracağımızı ve önümüzdeki görevlerin neler olduğunu tartışmalıyız. Öncelikle görüldü ki terör örgütü PKK, kağıttanmış, üstelik kaplan da değilmiş. Türk Ordusu’nun kararlı tutumunun yüreklendirdiği bölge insanı, PKK’nın “bizim” dediği bölgenin “onların” olmadığını ortaya koydu. Yurtdışında kullanılan oylar olmasa PKK’nın siyasi kanadı olan HDP barajın altında kalacaktı. PKK terörünü yaşayan ve bundan zarar gören seçmen, Türk Ordusu’ndan ağır darbe yiyen bölücülere oy vermedi. Olayların uzağında olan ve PKK/HDP’yi özgürlük savaşçıları olarak gören yurtdışı oylarının sahipleri ise desteklerini sürdürdüler. Demek ki, insanımızdan umudumuzu kesmeyeceğiz. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan yurttaşlarımız, açılım adı verilen süreçte kendilerini PKK ile başbaşa buldukları için çaresiz o güce boyun eğdiler. Ancak, devlet gücünü ortaya koyunca kendilerini PKK’dan soyutladılar. Çünkü, PKK en çok kendilerini mağdur ediyor, ticareti engelliyor, yaşamı çekilmez hale getiriyordu. Ülkenin geri kalanında da benzer bir durum gerçekleşti aslında. Halk güçlü gördüğü ve geleceğe ilişkin söylemi olduğunu düşündüğü partiye oy verdi. Yakın geçmişte iki büyük felaketin yaşandığı iki ilçemizde Soma ve Ermenek’te 1 Kasım’da yapılan seçimde AKP’nin kazanması şaşırtıcı değil midir? Tarihimizin en büyük maden faciasının yaşandığı Soma’da AKP’nin 1 Kasım’daki oy oranı % 49,7; Ermenek’te ise % 51. Her iki yerde de henüz davalar sürüyor ve madenle- rin sahipleri ile AKP hükümeti arasındaki ilişki açık seçik ortada. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Sosyoloji, ekonomi vs. bilimler buralarda yetersiz kalır. Bu tablonun en özlü açıklaması vatandaşın seçeneksizlik karşısındaki çaresizliğidir. Durumdan memnun değil ama, karşısında başka bir seçenek de göremediği için alışkanlıklarını sürdürüyor. Daha doğrusu sürdürmek zorunda kalıyor. Ondan sonra da aydınlarımız alıyor sazı; “celladına aşık olma durumu”, “Aziz Nesin az bile söylemiş,” vb. Suçu halka atınca, yani mevcut durumun suçlusunu bulunca da rahatlıyoruz. “Bunlar adam olmayacağına göre” mücadele etmeye de gerek yok. Oysa aydın olmanın temel koşulu eğitiminizin düzeyi, bilgi birikiminiz gibi şeyler bir yana, halka güvenmektir. Atatürkçü olmanın temel koşulu ise halka güvenmekten öte, onu harekete geçirebilmek, o güveni verebilmektir. Atatürk öyle yaptı ve başardı. O kadar çaresizlik ve olumsuzluk içinde tutunabileceği en küçük olumluluğu değerlendirdi. En umutsuz gibi görünen durumda bile karamsarlığa kapılmadı. Kendisine “hayalperest” ve “maceracı” diyenlere aldırmadı. Anadolu insanının içindeki cevhere inandı ve kazandı. Kendisi için değil, halkı için mücadele etti. Ümmetten millet yaratmanın yolunu buldu. 2015 yılında, 1919’un koşullarının geçerli olup olmadığı gibi bir tartışma da sürdürülebilir. Kuşkusuz koşullar farklılıklar göstermektedir, ancak temel kural aynıdır: Kendine ve halka güven! Doğru olanın benimsenmesi hiçbir zaman kolay olmamıştır. Çünkü doğru, yanlışı, yanlıştan çıkarı olanları yenmek zorundadır. Üstelik iktidarda olan yanlış her zaman örgütlüdür. Doğrunun kazanabilmesi için örgütlenmesi ve mücadele etmesi gerekir. Bu yapılmazsa, doğru sırf doğru olduğu için kendiliğinden kazanmaz. Gereken koşulları yaratamayan doğrunun kazanması ertelenir, ancak bu doğrudan vazgeçmeyi gerektirmez. O halde karar verelim. Biz doğruyu temsil ediyoruz. Üstelik tarihimizde bir örnek de var. Atatürk’ün yaptığı gibi yapacağız. Çok çalışacağız, kendimize güveneceğiz ve sonunda kendimizle öğüneceğiz. “Biz adam oluruz” diyeceğiz. Aksini söyleyeni içinde bulunduğu “aydın karamsarlığından” kurtarmaya çalışacağız. Olmazsa yolumuza onsuz devam edeceğiz. Biz başardıktan sonra ışığı gören gelecektir. 2015 yılının Kasım ayındaki durum geçicidir çünkü yanlıştır. Doğruyu egemen kılmak için Atatürk gibi yapmamız gerekmektedir. 5 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 6 AÇILIM SORUNUNA NASIL YAKLAŞILMALI? (6) M. Fevzi YILMAZ Bölgemizde köşeye sıkıştırılmış yalnızlaştırılmış bir Türkiye yok, bölgemizde artık Rusya, Suriye, İran, Irak da var. Bundan sonra işler bu dengeler üzerinden yürüyecek, denklemler yeniden buna göre kurulacak. ABD ve AB ile birlikte Türkiye’nin komşusu Suriye’nin iç işlerine müdahale etmesinin üzerinden yaklaşık dört yıl geçti. Başlangıçta iki gün içinde Suriye’nin dize getirileceği ve Başer Esad’ı iktidardan uzaklaştırılabileceği düşünülüyordu. Gerçek durumun bu olmadığı kısa bir zaman sonra ortaya çıktı. Başer Esad’ın iktidardan uzaklaştırılması, Rusya’nın Akdeniz’de tek deniz üssünün Suriye’de olması, Ortadoğu’yu ve dünya siyasi dengelerini değiştirecek önemdedir. Rusya’nın bu bölgedeki siyasi gelişmelere ilgisiz kalması düşünülemezdi. Emperyalist sistemin egemen olduğu alanlarda, etnik ve mezhepsel gruplaşmalar siyaseti sınırlayan, esnekliği yok eden olgulardır. Emperyalizme bağımlı olan ülkelerin “yönetişim” denilen aygıtın içindeki yönetim kadrosu da bu ağın bir parçasıdır. Uluslararası sermaye ve çıkar gruplaşmaların davranışlarını standart, sınırlayıcı ve kısıtlıdır. Kalıplaşmış siyasetlerin dışına çıkmak, “hizadan çıkmaktır”. Bunun yerine; vatan savunması, ulusal çıkarları önceleyen halkçı temel yaklaşımlar, siyaseti zenginleştirir. Bu yaklaşım demokratik bir ortam yarattığı gibi, ulusal ve sınıfsal çıkarlara göre ideolojik olarak karşılıklı pazarlık ve ödünler de siyaseti esnekleştirir. Bu kurala göre; Türkiye kendi öz iradesiyle bir Suriye politikası yürütemedi. Emperyalist ülkelerin iradesi ve yönlendirmeleri Türkiye’yi geri dönülmez bir noktaya sürükledi. TSK, NATO ve batı ittifaklarını sorgulamaya başladığında, yani “hizadan çıktığında”; Ergenekon, Balyoz, Kafes, tertipleriyle karşılaştı. Bunların hepsi çöktü. Yedi Haziran (2015) genel seçim sonrasında, “Açılım” programının devamını isteyen siyasi partiler, mecliste çoğunluğu elde etmiş olmalarına karşın, bir koalisyon hükümetinde buluşamadılar. Ülkemiz artık düzenin içinde kalarak, sorunlara çözüm bulamıyor. 6 Cumhurbaşkanı; “Türkiye’de yönetim sistemi değişmiştir, sıra fiili durumu, yeni anayasa ile hukuki çerçevesini, güçlendirmektir” biçiminde konuşabiliyor. Bu ifade, ülkenin yönetilmez durumunun en üst makamdan seslendirilmesidir. 7 Haziran seçimleri sonrası yalnız ülkemizi değil, bölgemizi ve dünyayı etkileyecek yeni bir sürece girilmiştir. ABD’nin, yetkilerini Irak savaşı yenilgisinden sonra Pasifik’te karşılaştığı sorunları çözmek üzere, kısa bir süre bölgemizle doğrudan ilişkilerini vekâleten yürüten bölücü terör örgütlerine kısmen bıraktığı anlaşılıyor. Türkiye kimle savaşıyor? Komşumuz Suriye’nin iç işlerine, ABD’nin tetiklemesiyle, burnumuzu sokmamız, hesaplanması gerekirken özensiz ve ilkesiz yapılan dış politika atakları yüzünden ülkemiz ayrılıkçı terör örgütleriyle karşı karşıya kaldı. Güney sınırımızda sadece Suriye yok, güney sınırımızda IŞİD, PYD, PKK, ÖSO var artık. Otuz yıldan beri Türkiye PKK denilen ayrılıkçı terör örgütüyle mücadele ediyor. Binlerce insanın hayatına, milyarlarca dolar kaynak israfına mal olan, adı konmamış iç savaşın tarafı “meğer “ABD’nin kara ordusuymuş! İnsana şaka gibi geliyor. Değil mi? Bunu bile bile İncirlik Hava Üssü’nün ABD’ye veya NATO Hava Kuvvetleri’ne açılmasının anlamı nedir? Bunu birilerinin anlatması gerekmiyor mu? Üstelik PYD silahlı gücünün 20.000 kişiye çıkarılması bekleniyor. ABD kara kuvvetlerinin sayısını 570.000’den 420.000’e düşürerek bu açığı, PKK, PYD, IŞİD ile doldurmaya çalıştığı anlaşılıyor. Olayları anlamak için çok büyük strateji uzmanı olmaya gerek var mı? Normal gazete haberlerini, olayları alt alta koyun ortaya çıkan tablo bize her şeyi anlatıyor. TSK 24 Temmuz 2015 tarihinden beri PKK kamplarına ve bazı sığınaklarına hava akınları yapmaktadır. Bazı çevreler, bunu “saray harekâtı” veya HDP’i baraj dışında bırakma eylemi olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu çevreler, Türkiye’de olayların boyutlarını göremiyor veya kasıtlı olarak TSK’ne karşı yürütülen psikolojik savaşın bilmeyerek bir parçası oluyorlar. Ordu adına gazetelerinde “Niçin Ölüyoruz “ manşeti atanların, veya “barış”ı dillerinden düşürmeyenlerin kimle, nasıl barış sorusunu yanıtlamaları gerekir. Bağımsız egemen bir devletin terör örgütüyle masaya oturup barış anlaşması yapmak mı kast ediliyor? “Halkların Demokrasi Partisine (HDP) oy ver, AKP iktidar olamasın!“ söyleminin “AKP iktidar olamasın” eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 7 bölümü birçok insana hoş gelebilir. Ancak oy verme ve propaganda sürecinde taktik anlamda bir söylem olduğu düşünülebilir. Oysa Türkiye’nin terör sorunu stratejik sorundur, taktik manevralarla karşılanamaz. Üstelik insanların kafasını karıştırmaktan öteye de bir anlam taşımaz. AKP gidince terörün de biteceği inancı vardır. Terörün AKP tarafından azdırıldığı doğrudur; ancak AKP giderse terör biter anlayışı doğru değildir. Çünkü terörün kaynağı ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu projesinde somutlaşan, bölgenin siyasi coğrafyasını yeniden düzenleme isteğidir. Dengeler yeniden kurulacak Eşzamanlı olarak, yine başta ABD, NATO, AB, özellikle Almanya, çözüm sürecinin yeniden başlaması için çok gayret ettiler. Hatta ABD acilen hava harekâtının durdurulmasını istedi ve Türkiye’yi tehdit ettiler. CIA'nın Türkiye uzmanlarından Henri Barkey, Türkiye'yi açık açık tehdit etti.” ABD ile Türkiye'nin Suriye politikalarının farklı olduğunu” belirten Barkey, bu durumun ABD'yi rahatsız ettiğini söyledi. Ne de olsa “Kara Kuvvetleri” zarar görmekteydi! Artık ortak düşman “TC” değil mi? Oyun artık açık oynanıyor, ABD, Alman füzeleri saklanmıyordu. Bu ortamda Suriye’nin isteği üzerine Rusya oyuna dâhil oldu ve ayrılıkçı terör örgütlerinin karargâhlarını bombalamaya başladı. Elbette bu müdahale yani bir ülkeye yabancı askeri müdahale tercih edilen bir durum değildir. Ancak uluslararası hukuk Suriye’de, ABD ve Türkiye tarafından daha önce ihlal edilmişti. Üstelik Suriye’nin isteği üzerine yapılan müdahale uluslararası hukuka da uygundu. Türkiye’nin ve ABD‘nin itiraz edecek halleri yoktu. Suriye’nin toprak bütünlüğüne hizmet eden bu müdahale başta ABD ve PKK olmak üzere birçok ülke ve örgütün tepkisini çekti. Terörün tırmanışı, çözüm süreci açmazı ve dış politika açmazı ile birlikte geldi. Bu iki sürecin eş zamanlı olarak iflası aynı zamanda ABD’nin bölgemizdeki politikalarının da çöktüğünü gösteriyor. Bölgemizde köşeye sıkıştırılmış, yalnızlaştırılmış bir Türkiye yok. Bölgemizde artık Rusya, Suriye, İran, Irak da var. Bundan sonra işler bu dengeler üzerinden yürüyecek, denklemler yeniden buna göre kurulacak. Aylardan beri bu sayfalarda gerek terör sorununun çözümü gerekse bölgeyi yeniden düzenlemeye çalışan büyük projelerin şerrinden korunmanın yolunun, bağımsız ülkelerin milli birliklerini ve toprak bütünlüklerini korumalarından geçtiğini anımsatmaktayız. Açılımın sonu ne olacak? Yaklaşık dört yıldan beri devam eden süreç 7 Haziran seçimlerinden sonra bitme noktasına gelmiştir. Suruç’ta canlı bombanın patlaması sonrası karşılık- lı suçlamalar, güvenlik güçlerine suikast düzenlenmesi, Dağlıca katliamı ve diğerleri, TSK’nin terör kamplarına karşı hava harekâtı, gerginliği doruk noktasına çıkarmıştır. Bu kısa fakat kanlı süreçte ortaya çıkan gerçek: PKK barış sürecini KCK denen devletleşme süreci olarak kabul etmiş, Güneydoğu Anadolu bölgesi kentlerini ve kırsal alanını iç savaşa hazır hale getirecek silahlarla donatmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 24 Temmuz’da başlattığı operasyonlar devam etmektedir. Daha bu hareketin ilk günlerinden beri PKK büyük kayıplar vermiş, ona bağlı siyasi ve sivil toplum kuruluşları yeniden barış sürecin başlamasını istemişlerdir. Çünkü PKK tüm kazanımlarını bu sürece borçlu olduğunun ayırdındadır. 102 yurttaşımızın öldürüldüğü 10 Ekim Ankara patlamasından sonra, bu kanlı eylemi “hangi örgüt yaptı” tartışmaları kamuoyunu meşgul etti. Klasik bir söylem olarak kimin yaptığı değil, kimin işine geldiğidir. Ancak olay sonrası Kandilin “Bize bir saldırı olmadıkça, eylem yapmayacağız” açıklamasının (ki şu ana kadar uyulmamıştır) sorgulanması gerekir. Bunun yanında, Amerika’nın Sesi’ne konuşan Barkey, saldırıyı IŞİD'in yaptığını, ancak üstlenmeyeceğini söyledi. Barkey, "Herkes biliyor bunu IŞİD’in yaptığını, ama açıklık getirmeyerek hem kendi mesajlarını vermiş oluyorlar hem de istediklerine ulaşıyorlar" dedi. Ancak bu patlama sonucu çözüm sürecinin yeniden başlamasını zorlayıcı bir mesaj varsa, bunun Türkiye’nin yararına olmadığı görülüyor. Ayrıca PKK’ya yapılan operasyonlar neden IŞİD’i rahatsız etsin? Bize göre buradan çıkan sonuç; çözüm sürecinin devam etmesi, PKK ve PYD’nin büyümesine katkı sağlıyor. Bu sürecin bu şekilde devamında Türkiye her geçen gün kan kaybediyor; barış değil, bölünme süreci hızlanıyor. Elbette Türkiye’de Türk ve Kürtler barışıktır. Bugüne dek, tüm kışkırtmalara karşın bu birliktelik bozulmadı. Bundan sonra da bozulmayacak. Demokratik haklar ve emperyalizme bağımlılık açısından, sadece Kürtlerin değil toplumun bütün katmanlarının sorunları çözülmüş değil, o yüzden demokrasi mücadelesi ortak sorunudur ve birlikte çözeceğiz. Onun için açılım sorunu bugünkü haliyle devam edemez. Terörün sonlandırılması demokratik dönüşümün başlangıç koşulu olacak gibi görünüyor. Türkiye’yi terörle yönlendirmek, tüm olumsuz koşullara karşın olanaklı görünmüyor. CIA uzmanı Henri Barkey; “Ya İstiklal Caddesi'nde de bomba patlarsa, Türkiye ne yapacak” diye sorduğuna göre üzerinde çalışılmış bir senaryonun varlığı anlaşılmıyor mu? 7 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 8 KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI VE SONUÇLARI - II 20 TEMMUZ 1974- BİRİNCİ BARIŞ HAREKÂTI Harekât planına göre 20 Temmuz 1974 sabahı, Türk uçaklarının bombardımanından sonra, saat 06.15’den itibaren, hava indirme ve uçar birlik harekatı ile Hava İndirme ve Komando Tugayları Gönyeli ve Kırnı bölgelerine indirilmeye başlanmış, Mersin’den Ertuğrul Gemisi ve 33 çıkarma gemisi ile donanmanın koruması altında hareket eden Çakmak Özel Kuvveti de komanda birliklerimizle eş zamanlı olarak Girne’nin batısında dar ve sığ bir plaj olan Pladini (Karaoğlanoğlu) Plajı’na, uçaklarımızın ve deniz topçusunun desteğinde çıkmaya başlamıştı. SAT komandolarının plajın çıkarmaya müsait olduğunu bildirmeleri üzerine, birinci dalga olarak plaja ilk çıkan Amfibi Deniz Piyade Alayı süratle ilerleyerek Girne – Karava – Geçitköy (Panağra Boğazı) ana asfalt yoluna ulaşmıştı. Çakmak Özel Kuvveti’nin diğer unsurları saat 12.00’de plaja çıkarak kıyı başını genişletmeye başlamışlardı. Gönyeli Ovası’na paraşütle atlayan Hava İndirme Tugayı, bir taburu ile Kıbrıs Türk Alayı’nın batı yanını korurken, geri kalanı ile Dikomo (Dikmen) bölgesini ve Rum Bozdağı’nı ele geçirmek üzere taarruza başlamıştı. Kırnı bölgesine helikopterle inen Komando Tugayı duvar gibi dik dağ yamacını tırmanarak St. Hilarion ve Beyaz Ev bölgesine ulaşmış, bir taburu ile St. Hilarion – Doğru Yol istikametinde, diğer taburu ile Beyaz Ev- Zeytinlik- Girne istikametinde taarruz ederek kıyı başı ile birleşmeye hazırlanmıştı. Donanma, sahil bombardımanı yaparak sahile çıkan birliklerimize topçu desteği sağlarken, 2’nci Taktik Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçakları düşmanın Ada genelinde askeri hedeflerine taarruz ederek tecrit ve yakın hava desteği görevlerini yerine getiriyorlardı. 20 Temmuz’da Rumlar büyük bir baskına uğramışlardı. Rumlar, Türk Ordusu’nun 1964 ve 1967’de olduğu gibi Ada’ya müdahaleye cesaret edemeyeceği düşüncesindeydiler. Başlangıçta, paraşütle atlayan, helikopterle inen ve kıyıya çıkan birliklerimize etkili bir şekilde müdahale edemediler. Zamanla toparlanan Rumlar akşam saatlerinden itibaren birliklerimize karşı harekâta başladılar. 20/21 Temmuz gecesi Türk ve Rum kuvvetleri arasında çok çetin çatışmalar yaşandı. Rumların Ortaköy, Gönyeli ve Boğaz Bölgelerini ele geçirerek; GirneLefkoşa irtibatını kesmek ve bu suretle; çıkarma yapan birliklerimizle, inen birliklerimizin birleşmesini önle8 mek amacıyla gece boyunca St.Hilarion, Bozdağ, Dikmen Tepe, Tahir Ceyhan - Emekli Albay Ortaköy ve Gönyeli ile Göçeri bölgelerinde yaptığı saldırılar, kahraman Mehmetçikler tarafından her defasında püskürtülmüştü. Kıbrıs’a çıkan ve havadan inen Türk birlikleri ele geçirdikleri yerleri, her ne pahasına olursa olsun elde tutmayı başarmışlardı. Harekâtın ilk günlerinde, birliklerimiz hava desteğinin haricinde topçu ve tank desteğinden mahrumdu. Buna rağmen, Türk askeri Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, Kore’de destan yaratan atalarını aratmadılar. Beşparmak Dağları’nda, Rumların gece saldırılarına karşı Komando birliklerimizin ölüm-kalım mücadelesi takdire şayandır. Türk birlikleri 21 Temmuz’dan itibaren, Rum kuvvetlerine karşı tamamen üstünlük sağlayarak ileri harekâtına devam ettiler. 22 Temmuz’da çıkarma yapan birliklerimiz ile birleşme sağlandı. Harekât doğu ve batı yönünde gelişerek Rum hedefleri tek tek ele geçirildi. Girne-Lefkoşa yolu tamamen Türk birliklerinin kontrolüne girdi. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı ateşkes kararını 22 Temmuz 1974 saat 17.00’de kabul edip uygulamaya koyduğunu ilan etti. 23 Temmuz’da 29 araçlık bir Rum konvoyu Hava İndirme Taburu tarafından pusuya düşürülerek imha edildi. Bu gelişmeler üzerine, Yunanistan’da cunta, Kıbrıs’ta da Sampson istifa ettiler. BM Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı karara uyarak, üç garantör devlet olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere; Kıbrıs’ta barışı ve anayasal düzeni yeniden kurmak amacıyla 25 Temmuz’da Cenevre’de görüşmelere başladılar. 30 Temmuz’a kadar devam eden bu görüşmelerde; tarafların 8 Ağustos’ta, Cenevre’de tekrar toplanmaları kararı alındı. Bu görüşmeler sonucu yayımlanan “Cenevre Deklarasyon”u ile taraflar; Kıbrıs’ta ayrı iki otonom yönetiminin mevcut olduğunu kabul etmişler, Otonom Türk ve Rum toplumlarının federal bir devlet çatısı altında ortak bir yönetim kurmalarını beyan etmişlerdir. İlan edilen ateşkesten sonra, mevcudu 40 bini bulan Türk birlikleri oldukça dar bir alana sıkışmış durumdaydılar. Birliklerin uzun süre bu dar bölgede bekletilmeleri, emniyetleri açısından uygun değildi. eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 9 Ateşkes ile birlikte Türk birliklerinin ilerleyişlerini durdurmaları üzerine adanın her yanındaki binlerce Türk, Rumlar tarafından kuşatılmış, Rumlar Türk köylerindeki savunmasız çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştü. 14 AĞUSTOS 1974- İKİNCİ BARIŞ HAREKÂTI İkinci Cenevre Konferansı’nda Yunan ve Rum tarafı zaman kazanmak, dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için uzlaşmaz bir tutum sergilemeye başladılar. Birinci Cenevre Konferansı’nda alınan kararları dahi dikkate almadılar. İkinci Cenevre Konferansı’nın başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri, İkinci Barış Harekâtı’na başladı. 14 Ağustos 1974 tarihinde saat 06.30’dan itibaren 28’inci ve 39’uncu Tümenler, Magosa ve Boğaz Deniz Üssü’nü ele geçirmek üzere doğuya doğru taarruza başladılar. Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile Lefkoşa Sancağı ve Komando Tugayı, kolordu bölgesinin batı kesimini savunmakla görevlendirildi. 39uncu Tümen bölgesindeki İngiliz Tepe ve Kara Tepe, Rum savunmasının bel kemiği durumunda idiler. 39uncu Tümen’in birlikleri saat 11.30’da İngiliz Tepe ve Kara Tepe’yi ele geçirdiler. 28’inci Tümen saat 12.00’ye doğru Mia Milia’yı işgal etti. Saat 15.00 civarında 39uncu Tümen Değirmenlik’i, 28’inci Tümen de Timbu hava alanını ele geçirdi. Türk askeri karşısında çareyi kaçmakta bulan Rumlar mağlubiyetin acısını çıkarmak için; 14 Ağustos’ta Taşkent, Terazi, Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde; savunmasız, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice katletti. Adanın diğer kesimindeki Türklere de insanlık dışı, vahşice saldırılar yapıldı. Birliklerimiz 14 Ağustos akşama doğru Paşaköy ve Serdarlı’ya girerek soydaşlarımızla kucaklaştılar. 15 ve 16 Ağustos’ta doğu ve batı istikametlerinde ileri harekâtına devam eden birliklerimiz Magosa, Lefkoşa ve Lefke hattının kuzeyindeki bölgeyi tamamen kontrol altına aldılar. SONUÇ OLARAK; Kıbrıs Barış Harekâtı ile Kıbrıslı Türklerin can güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Bu savaşta; 415’i Kara, 65’i Deniz, 5’i Hava ve 13’ü Jandarma olmak üzere 498 Türk askeri şehit olmuş, 1200’ü de yaralanmıştır. 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuş, 1000 Kıbrıslı Türk de yaralanmıştır. BM Barış Gücü askerleri de kayıp vermişti: 3 Avusturyalı asker ölmüş, 24 Avusturyalı, 17 Finlandiyalı, 4 İngiliz ve 3 Kanadalı asker de yaralanmıştı. Türkiye bu harekâtı ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını; Anadolu için, yaşam- sal ve çıkarsal öneme sahip bu adaya daima sahip çıkacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu. 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi. Kıbrıs'ta Türk ve Rumlar arasında yapılan tüm görüşmelerde, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle günümüze kadar halen bir sonuç alınamamıştır. Türkiye’nin önüne Kıbrıslı Türkleri kurtarmanın cezalandırıcı acı faturaları konulmuştur. Türkiye’ye uygulanan ambargolar ile ekonomik kriz yaşanmış ve Türkiye yokluklar ülkesi yapılarak Türk Milleti’nin pes etmesi istenmiştir. Türkiye’ye karşı vekâlet savaşı başlatılmış ve desteklenmiştir. Bunlardan ilki 1980’li yıllar ortasında bitirdiğimiz ASALA Ermeni terörü, diğeri ise PKK terörüdür. Kıbrıs Barış Harekatı sonrası maruz kaldığımız ABD ambargosunun en önemli sonuçlarından birisi de gelecekte temelleri atılacak Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nın ve bu vakıf kanatları altında kurulan ASELSAN, HAVELSAN, ve ROKETSAN gibi ulusal savunma sanayi firmalarının kuruluşunu tetiklemiş olmasıdır. Kıbrıs Barış Harekâtına katılan tüm Mehmetçiklerimizden, şehit ve gazi olanlarına şükran borçlu olduğumuzu bir kez daha ifade etmek istiyorum. Türk Milleti onlara minnettardır. 20 Temmuz 1974 tarihinden beri, yani tam 41 yıldır Kıbrıs’ta hiçbir Türk’e Rumlar tarafından saldırı yapılamamıştır. Bunu sağlayan tek bir somut gerçek vardır. Mehmetçiğin KKTC’de dimdik duran süngüsü! Mehmetçik, KKTC’de bulunmaya ve KKTC’yi korumaya devam ettikçe Kıbrıs’ta Rumlar tek bir Türk’e bile asla zarar veremeyecektir. Bu sayede, Türkler, TMT mücahidi büyük Türk devlet adamı rahmetli Rauf Denktaş’ın kurduğu KKTC’de özgür olarak yaşayacaktır. Türk Milleti Kıbrıs Barış Harekâtı’na candan destek vermiştir. Tüm Türkiye’de askerlik şubeleri önünde gönüllü Mehmetçik olmak için kuyruklar oluşmuştur. Bunlar Türk Milletinin olağanüstü günlerde destan yazma karakterinin bir göstergesidir. Kıbrıs Barış Harekâtı tüm yönleriyle değerlendirildiğinde, elbette kazançlı olan taraf Türk Milletidir. Türk’ün KKTC adında bağımsız bir devleti olmuştur. Şehit ve gazilerin mirası olan bu devleti korumak ve geliştirmek bizlerin temel görevi olmalıdır. KAYNAKÇA: 1. Çılgın Türkler Kıbrıs, Turgut Özakman, Bilgi Yayınevi, 2012 2. Hedefteki Donanma, Cem Gürdeniz, Kırmızıkedi Yayınları, 2013 3. Doğu Akdeniz’de Küresel Satranç, Dursun Yıldız, Prof. Dr. Doğan Yaşar, Truva Yayınları, 2012 4. Atatürk Döneminde Türkiye-Kıbrıs İlişkileri (1919-1938), Sabahattin İsmail, Ergin Birinci Akdeniz Haber Ajans Yayınları. 9 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 10 NASRETTİN HOCA VE RTE Ekim ayı genellikle bana iki konuyu anımsatır. Biri kızım Ayşegül’ün yaş günü olan 14 Ekim, ötekisi ise ülke, toplum, birey olarak herşeyimizi borçlu olduğumuz Büyük Önder Atatürk’ün üstün çabaları, ona inanan, desteğini veren tarihsel altın kadronun oluşturduğu Cumhuriyet Bayramı’nın kutlandığı 29 Ekim 1923 tarihidir. Ancak bu Ekim ayında, TBMM’nin açılışında demokrasi tarihimize ibret sahnesi olacak olaylar meydana gelince bu Ekim ayına da ayrı bir önem vermek gerektiği sonucuna vardım. 2015 yılının Ekim ayı sonunda YİNELENECEK genel milet vekili seçimleri var. Bu konuda deneyimlerimi belirten yazılar kaleme almak gerekirken 1 Ekim günü TBMM’nin açılışında RTE’nin 55 dakika süren açış konuşması sırasında ülkenin kimler elinde, demokrasimizin, geleceğimizin nasıl büyük tehlikeler altında olduğunu bir kez daha saptadım. Açılış törenini izlemeyenler için bu konuşmadan bazı konuları okuyucularımın bilgisine sunmak istiyorum. RTE 93 yıldır ulusal kurtuluşun simgesi olan, bu güne dek 11 adet Cumhurbaşkanı’nın tek bir saygısız söz ve eylemini yaşamadığımız meclisimizde, tarihin akıl ve ahlak dışı olarak kaydedeceği bir tutum göstermiştir. Bir toplantıda karşılıklı polemik yapan hatiplerin tutumuna benzer laf atmalar, azarlamalar, karşısındakileri küçük görmeler gibi bırakın bir Cumhurbaşkanı’na, sade bir vatandaşa dahi yakışmayacak tutumları göstermekten geri kalmamıştır. RTE sözüne “95 yıl evvel toplanan bu mecliste görev yapmış olan başta Gazi Mustafa Kemal meclis başkanı sıfatıyla olmak üzere…” diye başladı. Hemen arkasından bu mecliste çalışırken ölen “Ali Şükrü v.s. gibi milli iradeyi temsil eden kişileri de rahmetle anıyorum.” diye ilave etti. Bu başlangıç cümleleri konuşmanın içeriği hakkında bana peşin bir fikir verdiyse de büyük bir sabırla konuşmayı sonuna kadar dinledim. Meraklı olanlar yazılı ya da görsel basın aracılığı ile konuşmanın içeriğini öğrenebilirler. Benim üzerinde durmak istediğim ilk konu; RTE’nin tarih bilgisinden yoksun olduğu kadar Cumhuriyet ve devrim düşmanlarının yazı ve söylevlerinden başka bilgiler edinmediği ve devrim tarihimizi bilmediği konusudur. Çünkü 95 yıl evvel yani 1920 yılının Nisan 23’ünde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanı Mustafa Kemal Atatürk değildi. 7 maddelik bir anayasanın kabulüne kadar meclis başkanlığı görevini, Osmanlı Meclis-i Mebusan reisi yani başkanı olan, ulusal kurtuluşa katılmak üzere İstanbul’dan kaçarak Ankara’ya gelen Celalettin Arif bey yürüttü. İkinci konu; o tarihte Atatürk “Gazi” ünvanını kazanmamıştı. Burada dikkat 10 edilecek en önemli nokta RTE’nin özellikle Atatürk ismini kullanmamak için büyük bir ustalık(!) göstermiş olmasıdır. İkinci cümleErdoğan BAKKALBAŞI - Hukukçu sinde TBMM’de çalışırken ya da milli iradeyi temsil ederken ölenlerin ya da öldürülenlerin hepsinin adlarını saymasıdır. Bu kişilerin tamamı padişah taraftarı, Cumhuriyet’i tanımayan, Atatürk’ün her söz ve tutumuna karşı olmayı hedef edinmiş, ellerinden gelse onu ortadan kaldırmayı düşünen kimselerdi. RTE’nin özellikle bu cümleyi kurmasındaki amaç; günümüzde Cumhuriyet ve devrimlere karşı olan kendi yandaşlarının bu duygularını okşamak ve saflarını sıklaştırmaktır. 13 yıllık AKP iktidarının ve özellikle RTE’nin Cumhuriyet, Cumhuriyet’in kazanımları, demokrasi, laiklik, çağdaşlık konularındaki olumsuz gayretleri bana göre hiçbir sonuç vermemiştir. 7 Haziran seçimlerindeki milli irade kararını beğenmeme aymazlığını göstererek demokrasiye ve onun kurallarına saygılı olmadığını kanıtlayan ve anayasanın 116. maddesinde ön görülen süre içinde hükümet kurdurmamak için akıl almaz suçlar işlemekten kaçınmayan RTE toplumu mutsuz kılmış ve yorgun düşürmüstür. Kafasındaki; çağa uymayan ve bilim akıl ve siyasal geleneklerimizle bağdaşmayan eylemlerine, yinelenen seçime kadar aralıksız devam edeceği anlaşılmaktadır . Yukarıda anlatmaya çalıştığım ve hepimizin tanık olduğu konular bana Hoca Nasrettin’in pek bilinmeyen bir fıkrasını anımsattı. Hoca Nasrettin zamanın kralına kendini övmek için “Ben eşeği bile konuştururum!” demiş. Buna çok içerleyen kral “Hadi konuştur!”deyince hoca bir yıl süre istemiş. “Kral bir yıl sonra bu gün eşeği konuşturamazsan kelleni alırım!”, demiş. Eve geldiğinde durumu karısına anlatan hocaya karısı “Hoca bunu nasıl yaparsın? Hiç eşek konuşur mu?” deyince hocanın cevabı şu olmuş: “Ben de biliyorum eşeğin konuşmayacağını. Bir halt ettik o nedenle kraldan 1 yıl süre istedim. Bu süre içinde ya eşek ölür ya kral ölür ya da ben ölürüm.” demiş. Öykü böyle. RTE ve partisi 13 yıldır öyle yalanlar, palavralar saçtılar ki yaptıklarının büyük bölümü bir eşeğin konuşturulmasıyla eş değerdedir. Bana göre öyküdeki kral ulusal egemenlik, RTE ve AKP’yi temsil eden hoca efendi. Eşek ise ölmedi. Umarım aldığı bir yıllık süre de 1 Kasım 2015’te sona erer. İster misiniz kral hocanın başını almış olsun! Olur mu olur!.. eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 11 YANGIN İLE GELECEĞİ DEĞİŞEN İZMİR 15 Mayıs 1919 günü, emperyalist ülkeler Yunan askerleAhmet GÜREL - ADD rini İzmir’e çıkartırken, Bilim Danışma Kurulu Üyesi işgalci Palikaryaların, “Zito Venizelos” demeyen Türk askerini ve sivillerin binlercesini katlettiğini biliyoruz. Yaklaşık üç yıl süren Yunan işgalinin İzmir’de ve Anadolu’da bıraktığı izler, aradan doksan yıl geçmesine rağmen hâlâ belleklerdedir. Yunanlılar, işgal ettikleri Anadolu topraklarından geri çekilirken, acaba Anadolu halkına neler yaşatmışlardı? Ege Bölgesi’nde Kula ve Akhisar dışında her yeri yakan Yunanlılar, 9 Eylül 1922 tarihinde, ‘Bana yar olmayanı kimseye yar etmem’ düşüncesiyle mi İzmir’i yakmışlardı? 13 Eylül 1922 günü, İzmir’in merkezi noktalarında başlatılan yangının hedefi, imbat rüzgârının da tesiriyle Kadifekale’deki Osmanlı mahallesinin yakılmasıydı. 14 Eylül günü, imbat rüzgârının yerini güney-güneydoğu yönünden esen rüzgârın almasıyla, batıda yer alan Levantenlerin mahallesine doğru yayılmaya başlayan yangın, 15 Eylül’de kontrol altına alınabildi ve ancak 18 Eylül’de söndürülebildi. Bu tarihe kadar Ermeni ve Rum mahalleleri tamamen, Levantenlerin yaşadığı Frenk Mahallesi ise kısmen yanmıştır. Yangında yaklaşık 2.600 dönümlük bir alanda, 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok olmuştur. Yaklaşık üçte ikisi yanan İzmir’in bu yangınla sadece coğrafi kimliği değil, ticari ve sosyal hayatı da değişmiştir. İzmir yangınını kimlerin çıkardığı konusunda birçok varsayımlar bulunmaktadır. O günlere tanıklık yapanların anılarıyla İzmir yangınını inceleyelim. 1910-1922 yılları arasında, İzmir İtfaiye Şefi olan Paul Grescovich’in (Sırp asıllı, Avusturya-Macaristan vatandaşıdır) raporunda şunlar anlatılır: “11/12 Eylül gece yarısından bir saat sonra Ermeni Mahallesi’nde yangın çıktığını haber verdiler. İtfaiye erleriyle yangın yerine hareket edip Rum Hastanesi’ni geçerken 120–150 kadar çoluk çocuk ve kadın acı acı bağırıyorlardı. ‘Niçin bağırıyorsunuz?’ diye sordum; ‘Ermeniler bizi yaktılar, Seyis Hanı içerisinde oturuyoruz’ dediler. Bunlar Rumlardı. Bu insanlar, Ermeni evlerine bitişik oturduklarını ve Ermenilerin duvardan bir delik açtıklarını, delikten çokça gaz dökerek evi ateşlediklerini söylediler. Onları sabaha kadar çıkmaz sokak içinde muhafaza ettim. Ve sabahleyin devriyeye teslim ettim. 13 Eylül saat 10.30’da Ermeni Mahallesi’nde ateş görüldüğünü haber verdiler. İtfaiye ile birlikte giderken Ermeni Kilisesi’nden 50 metre mesafede bir Ermeni evinin yandığını gördüm. Evin alt katından şiddetli bir ateş çıkıyordu. Mecburi biraz geriye gittim ve etrafa yayılmaması için söndürmeye uğraşırken, Ermeni Kilisesi’nde yangın çıktığının haberini verdiler.” Mark O. Prentiss de, İstanbul’daki Amerikan Amirali Bristol’e İzmir yangınıyla ilgili rapor hazırlamıştır. “Yangını Türkler değil, Ermeniler ve Yunanlılar başlattı” diyen Prentiss, raporunda şunları yazmıştır: “…Bu genel bilginin öğesi olarak diğer yandan Ermeni ve Rumlar bu bölgenin nefret ettikleri düşmanın eline geçmesine izin vermediler. Yangından birkaç gün önce İzmir’de bulunan bir rapora göre örgütlenmiş genç bir Ermeni grubu, eğer şehir Türklerin eline geçerse şehri yakmaya ant içmişlerdi. Ermeniler bu planı gerçekleştirebilmek için yeteri kadar hazırlık yapmışlardı.” Yaklaşık üçte ikisi yanan İzmir’in bu yangınla sadece coğrafi kimliği değil, ticari ve sosyal hayatı da değişmiştir. “19. yüzyılın Paris’i” olarak nitelendirilen İzmir’i yakanları lanetlemekten başka ne gelir elden demeyelim, “İzmir’i Türkler yaktı” diyenlere karşı davayı kaybedersek, sıra İzmir’in işgaline gelecektir. İzmir yangını 11 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 12 CUMHURİYET ÖĞRETMENİ FAHRİYE ÇOKGÜRSES ÇALIK’A MERAK ETTİKLERİMİZİ SORDUK... Nerede ve ne zaman doğdunuz? 04-Ağustos-1929’da dünyaya geldim. Babam Kuvva-i milliyeci idi. Lisede okurken İstiklâl Savaşı’na katılmış; Erzurum-Kastamonu-Ilgaz hattında çalışmış. Ilgaz Dağı’nda hala babamın karakolunun dört direği duruyor. Sonra babamı, Kurşunlu’ya nakletmişler. Ben orada 4 yaşında iken askerler beni ata bindirirlerdi, atta büyüdüm. Hangi okularda eğitim aldınız? İlk, orta ve liseyi Elazığ’da okudum. Sonra yatılı olarak Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu’nun Ev İdaresi ve Yemek Pişirme Bölümü’nü bitirdim. Orada okurken ailemden harçlık olarak Sayın Fahriye Çokgürses Çalık’ın 1942-1943 ders yılında aldığı başarı belgesi... ayda 10 lira geliyordu. 1951’de okuldan mezun olarak öğretmen oldum. Ben, zor şartlarda onları temizliyor, kovalarda ısıttığımız Atatürk öğretmeniyim. Elazığ’da İlkokul 2. sınıftaysularla banyo yaptırıyoruz. Okul kıyafetlerini giydiken, Atatürk ile karşılaştım. Ona hayran oldum. rip, okula ve yatakhaneye uyumları için çabalıyorNerelerde görev yaptınız? duk. Bu emeklerimizi çocuklar boşa çıkarmadılar. İyi Elazığ Kız Enstitüsü’nde; Sıdıka AVAR, benim insanlar, bilgili, fedakâr, Atatürk gençliği olarak tophocamdı. 1951 yılında ben Ankara Kız Teknik Öğretlumda görevlerini yerine getirdiler. Emeklerimiz, men Okulu’ndan mezun olunca Ankara’ya kur’a çekihepsine helal olsun. mine geldi. Ben Çorum’u çekmiştim, arkadaşlar; Çorum, Erzurum, Elazığ, Tunceli, Antep’i çektiler ve herkes memleketine gitti. Sıdıka Hanım, beni müdürü olduğu Elazığ Kız Enstitüsü’ne götürdü. Koluma girerek bahçeye çıkardı ve bana, “Artık okulu bitirip öğretmen oldun, seni muavin yapıyorum. Sen, artık yalnız okul ve çocuklar için varsın” dedi. Çocukları; katırlarla Tunceli, Bingöl’ün dağ köylerinden ve kasabalardan toplayıp; giydirip, yedirir, yatırırdık. Parası olmayan çocuklara, biz öğretmenler kendi aramızda para toplayıp, harçlık olarak veriyorduk, ben 85 yıldır, okul ve çocuklar için varım. Elazığ’daki çalışmalarımızla ilgili pek çok anım var. Bunlardan ikisini sizlerle paylaşmak isterim: 1. ATATÜRK KIZLARI: Fahriye öğretmen öğrencileriyle birlikte. Elazığ’da stajyer öğretmenim. Köylerden okutmak için kız çocuklarını topluyoruz. Çok 12 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 13 2. BALO: Elazığ’da görev yaparken, 29 Ekim Cumhuriyet Balosu düzenlendi. Valinin emriyle baloya yemekler hazırlanacaktı. Sobalardan közleri, maltız mangallara çektik. Maltızların üzerinde yemekleri pişirdik. Ben kapıya çıkar çıkmaz yere yığılıp bayılmışım, çünkü maltızdaki gazdan zehirlenmişim. O akşam çok istememe rağmen Balo’ya katılamadım. Ama yemekleri yetiştirdik. Elazığ Kız Enstitüsü’nde 6 yıl görev yaptım ama 1956’da yorucu çalışma ve yetersiz beslenme koşullarından dolayı bana zafiyet gelince, tedavi için İstanbul Validebağ’daki Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi yönetim kurulu üyelerinden Mehpare Özkaban (arka solda), üyelerimizden Kadriye Gültekin (arka sağda), Preventoryum’a yolladılar. Burada 6 ay kaldım. yardımcısı Makbule Hanım (ön solda), konuğumuz Fahriye öğretmen (ön Artık Elazığ’a gidemeyeceğim için Kırıkkale İş sağda) söyleşi sonrası hatıra fotoğrafında. Okulu’na gönderildim. 4 yıl da burada çalıştım. Sonra da Sıdıka AVAR hanım, Ankara’da Her 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde; Bakanlığa Genel Müdür olunca beni de, Şube Bornova’daki okuldan mezun olan ve şimdi 50-55 Müdürü olarak yanına aldı. Şube müdürümüz; yaşlarında olan öğrencilerim, ziyaretime geliyor. “Otelcilik Okulu açılıyor, seni oraya tayin edip Parasız ve yatacak yeri olmayan öğrencileri görevlendirelim. Kat Hizmetleri Dersi verirsin” sahiplendim, okuttum ve barınmalarını sağladım. dedi. Okulda sadece erkek öğrenci vardı, çevredeki Burslu okuttuğum birçok öğrencim var. Ancak bunla köylerden katırlarla topluyorduk. Sonra da onları övünmek veya dillendirmek istemiyorum. temizleyip, giydirip, yediriyorduk. Millî Eğitim Öğretmenler, hep Avrupa’yı anlatıyorlardı. Şûrası’nda, “Bahçelievler’de bir bina yapılıyor, buraMüdür beye, “ şu Avrupa’yı bir de biz görsek” yı çocuklar için otel okul yapalım, müşteriler gelip dedim. Müdür bey, “İngiliz Kültür’e gidip künyeni yiyip içsinler, yatsınlar; çocuklar da servis yapmayı yazdır” dedi. Daha sonra görevli olarak 1983 yılında öğrensin” dedim. Orası yapılınca, “Öğretmen Evi” Londra’ya gittim. dendi. Öğretmen evlerini; “çocuklar tatbikat yapsınEmekli olduktan sonra 1989’da Emiralem Otistik lar” diye ben yaptırdım. Bir de Kimya dersini bana Öğretim Merkezi’ni; Sâbahat AKŞİRAY ve daha biryüklediler. Hoca Dil Okulu’nun da kurucu öğretmeçok kişinin yardımıyla açtık. Sâbahat Hanım, başkanıniyim. Çünkü çocukların bu sektörde, mutlaka mızdı. Okulu ayakta tutmak için de 22 yıl bu evde, yabancı dil bilmeleri gerekiyordu. kermes çalışması yaptık. El işleri hazırlıyorduk, kerDaha sonra atandığım Bornova Kız Meslek meslerden kazandığımız parayı da binanın yapımına Lisesi’nde 6 yıl çalıştım. Mezuniyet töreninde öğrenharcadık. Okulun yemekhanesini ben döşedim. O ciler, bana sözlerini değiştirerek “Biz, seni unutmak zaman 40 öğrencimiz vardı. Öğrencilerin yemek için sevmedik” şarkısını söylediler. Burada, benim malzemelerini bizzat alıp, evde pişirerek okula götüisteğim ve kermes destekleri ile Atölye yaptırdık. rüyordum. Şimdi 170 çocuk var. Dünya Sevgi Sonra, Karşıyaka Kız Meslek Lisesi’nde 6 yıl çalışBirliği’nden birkaç bin Euro geldi. Bununla okula, tım. Emekliliğime neden olan olay şu oldu: İzmir’in en büyük konferans salonu yapıldı. Arkadaşlardan bir tanesinin anne ve babası da öğretGünümüzde okulu; Sâbahat AKŞİRAY’ın başkanlığınmendi. Atölyelerden birinde birlikte çalıştığım arkadaki İnsan Dost İhsan Vakfı yönetiyor. daş, “ Hoca hanım, öğrenciler sizi çok seviyor” dedi. Karşıyaka Devlet Hastanesi’ni geliştirmek için de “Ben de onları seviyorum” dedim. “Ama renginiz 4 yıl çalıştım. Bir odayı özel hazırlattım. Ama şimdi belli değil” deyince ben de “ne rengi” diye sordum. sağlığım elverişli olmadığı için bu tür çalışmalara Bana, “ ya sağdasınızdır ya da solda, sizi bilemiyokatılamıyorum. rum” dedi. Ben de; “ne sağdayım, ne soldayım; Fahriye öğretmenimize bir Cumhuriyet öğretmeAtatürk öğretmeniyim” dedim. “Bana verilen dersi, ni olarak yaptıklarından dolayı saygı ve teşekkürlerien iyi nasıl öğretirim; ben bunu bilirim” dedim. mizi ifade edip, yeniden görüşmek dileğiyle yanından Öğretmenlikten 30 yıl sonra 1981 yılında emekli ayrıldık... oldum. 13 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 14 ÜTOPYA ve BARIŞ Barış savaşçılarına adanmıştır. Ütopya tarihinin henüz tamamlanmamış/tanımlanmamış düşlemi barış ütopyalarıdır. Barışın egemen olduğu bir dünya yaratma talebi, olumlu ütopya metinlerinde bile eğitim, din, devlet, adalet, çalışma hatta ev ve evlilik ideallerini betimleyen satırların arasında kaybolmuş bir ayrıntı gibidir. Oysa bugün savaşlar dört yanımızı saran bir “olgu” haline gelmişken, bir “olasılık” konumunda tutulan barış, savaşa ara verildiği bir zaman dilimi olarak değil, özgül bir durum olarak tarif edilmeli ve inadına talep edilmelidir. Platon’un “Devlet”, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”, More’un “Ütopya” ve Bacon’un “Yeni Atlantis”i; Ütopya geleneğinin temeli sayılan bu dört eserde savaşın reddi ya da yerini mutlak bir barışa terk etmesi düşlemleri azdır, dolaylıdır ya da hiç yoktur. Kurgulanan ideal yapıda bekçilerin nasıl seçileceği, asker ya da koruyucuların eğitimi, devlet biçimleri, soyun devamını kontrol etme, çocuk yetiştirme ve eğitme programları ile “üst insan”ın inşaına giden toplum düzenlerinde barışın kurmaylarından söz edilmediği görülür. Aşağıdaki notlar bu iddianın kanıtlanma çabasından çok, savaşa razı olmamanın bir ifadesi olarak tüm ütopya okuryazarlarına barış ütopyaları yazma önerisi olarak algılanmalıdır. Platon ve “DEVLET” Platon (M.Ö. 427-347) “Devlet ütopyasında savaşa/ savaşçılığa karşı çıkan ya da barışçı idealler içeren önermelere yer vermemiştir,” demek yanlış olmaz. Platon’un ideal toplumunda Savaş Tanrısı Ares’in işgal ettiği alanda Barış Tanrıçası Irene’ye yer bırakılmamıştır. Barışın, savaşların olmadığı zamanlara yüklenen anlam olduğunu kabul edersek, Devlet ütopyasında barışın bu belirsizliği karşısında savaşların kaçınılmaz ve doğal olduğu anlaşılır. Devlet ütopyasının barıştan hiç söz etmemesini Platon’un kendi söylemiyle “acıların kesilmesinden ibaret olan tüm zevkler” gibi barış da savaşın kesintiye uğradığı dönemin mutluluğu olmaktan öte tanımlanamaz, diye yorumlayabiliriz. Platon’un mükemmel toplum-ideal devlet kurgusunda üç ana sınıf vardır: Üretenler (zanaatkar, çiftçi ve esnaflar), Yardımcılar (savaşçılar) ve Koruyucular (yönetenler). Savaşçılar “devleti dış saldırılara karşı savunmak ve içerde barışı korumak”la görevlidirler. Ve Devlet ütopyasında barış sözcüğünün yer bulduğu tek bölüm burasıdır. Belki bir de filozof-kral olarak seçilen yöneticilere zorba olmayan yönetim biçimlerinin öne14 rilmesi, okurlara bir örtük mesaj olarak “barış”ı çağrıştırabilir. Ama daha çok vurgulanan konular devleti yönetenlerin savaş gücü, askerlik bilgisi hatta ava düşkünlüğüdür ve Yöneticiler dışında sıradan insanlar/halk için de bu ölçütler geçerlidir. Savaşın adeta bir sanat gibi yüceltilmesi, Platon’un ideal devleti kurgularken özellikle askerliğe, dövüş sporlarına ve savaşa verdiği önem açısından Sparta devlet biçiminden etkilenmiş olduğu şeklinde açıklanabilir. Yine en iyi iyimser yorumla; Platon doğrudan barıştan söz etmemiş olsa da ona yakın kavramlar olan adalet, gerçek bilgi, erdem, yurttaşlık sevgisi vb. kavramlar üzerine kurduğu ideal devlet/toplum düzeni için “bunların olduğu yerde barış zaten vardır” demeye getirmiş olabilir. Ya da idealar dünyasından çıkıp güneşle buluşan insanın durumu, güneşi iyiliğin sembolü olarak tarif eden Platon’a göre barışı da kapsamaktadır. More ve “ÜTOPYA” Thomas More’un (1478-1539) Ütopya’sında da “güneş” mutluluğun ve barışın simgesi olmaya devam etmektedir. “Artık güneşe günaydın diyorum, devlete iyi geceler” diyerek devletteki görevinden ayrılan More, ideal toplum kurgusunda “barışa günaydın, savaşa iyi geceler” anlamında söylemlerine yer verir. Öncelikle var olan toplumsal yapıyı eleştirerek “Barış Avrupa Krallarının umurunda değildir. Onlar kan dökerek ülkeleri ele geçirirler sadece ve yüksek mevki kapmaktan, keselerini altınla doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen, metelik etmez insanlardır” der (bu hayatına mal olsa da!). More, Ütopya’nın birinci bölümünde İngiltere’deki akılsız ve bağnaz yöneticileri eleştirir. Baskılarını zorbaca sürdüren kral, kargaşa içinde yaşayan bir toplum, vicdan özgürlüğünün ve dinsel hoşgörünün olmadığı bir ortam, sadece üst tabakanın yararlandığı eğitim hakkı, küçük bir azınlığın zengin ve tembel yaşantısı, çoğunluğun yoksul ve çaresiz olduğu bir düzene yergi, bu bölümün ana fikrini oluşturur. Ayrıca bu düzenin tam karşıtı bir toplumun ipuçları da bölüm sonunda verilir: Doğru ahlak, doğru düşünce, hümanist bilim! More’a göre Ütopyalılar ya da adalılar için savaş hayvanca bir iştir ve tiksindiricidir. İnsanların kanını dökerek elde edilen zaferlerle övünülmez, bu durum utanç verici bulunur. İdeal toplumda savaş naraları atan, dinsel baskılar yapan yöneticiler de yoktur. Ütopya halkı, ülkeleri için öncelikle akıl yoluyla savunma yapmayı tercih ederler. Savaşmak zorunda kaldıkları zaman da düşman ülkenin en kalabalık yerlerine ve savaş mey- eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 15 danlarına ilanlar asılır, zorba ve savaşı tercih eden krallarını öldürenlere büyük paralar, öldürmeyip getirenlere ödülün iki katı, kendileri teslim olanlara ise bütün ödüllerin verileceği ve canının bağışlanacağı bildirilir. Ütopyalılar sadece kendilerinin değil düşmanlarının da acı çekmesini istemezler. Eğer bütün bunlara rağmen savaş kaçınılmaz olursa, kendileri savaşmaz bunun yerine paralı askerler tutarlar. Buna rağmen de ülkeleri tehlikeye düşerse gönüllü olan herkes kadın-erkek fark etmeden savaşa katılır. Ütopyalılar savaşı öç almak için yapmazlar, şehirleri yakıp yıkmazlar ve eğer savaşı kazanırlarsa karşı devlete sadece savaş masraflarını ödetirler. Campanella ve “GÜNEŞ ÜLKESİ” Tommaso Campanella (1568-1639) haksızlıklar, uzun hapis yılları ve acımasız sorgulamalarla geçen yaşamında sarsılmaz bir direnme gücüyle hayatta kalmayı başarmış bir Ütopya savaşçısıdır. Böyle zorlu bir hayatın içinde umutsuzluğa ve yılgınlığa yer vermemesi onun barışa ve özgürlüğe olan inancını kanıtlar. Öte yandan kör inançlara, yoksulluğa, engizisyona, adaletsizliğe, sömürgeciliğe karşı savaşarak barış umutlarının gerçekleşeceği dünyaya giden bir yol çizmeye çalışan Campanella’nın Güneş Kenti’ni “yetkisi mutlak, yargıları kesin” bir tek/en üst lider olan “Hoh” yönetmektedir. Hoh’un savaş ve barış işlerinden sorumlu yardımcısı olan “Güç”ün görevi askerlere kumanda etmek, savaşa hazırlanmak, silah sağlamak, saldırılar planlamak ve yönetmektir. Gerektiğinde savaşın nedenlerini, haklılığını kent insanlarına açıklamak, savaşın bir çeşit uğraş ve şerefli bir mücadele olduğunu anlatmaktır. Bu düşünceyi vurgulamak için Ütopya’da savaş sahneleri abartılı söylemlerle betimlenmiştir. Nasıl savaşılacağı, stratejiler ve ordudaki iş bölümü ayrıntılı olarak planlanmıştır. Savaş sonrası ele geçirilen yerlerde yaşayan halklara bağışlayıcı bir tarzda “barış eğitimi” fırsatı verilir: “Savaşın amacı düşmanı yok etmek değil, daha iyi bir hale getirmektir”. Hoh’un diğer yöneticilerinden “Akıl” eğitim, bilim ve meslek alanlarında ilerlemeyi sağlamakla sorumludur. “Sevgi” yöneticisinin görevi ise kusursuz ve soylu bir üreme düzenini, başka ifadeyle kadınla erkek arasındaki “barış”ı yönetmektir. “Güneş Kentliler bu kadar mutlu, düzenli, ideal bir hayatlar varsa neden savaşırlar?” sorusu akla gelebilir. Campanella bunun yanıtını doğal haklarını, inançlarını, adadaki mutlu düzeni korumak, kısaca “barış”ı korumak için, diye vermektedir. “Güneş ülkesinde hiç kimse para için savaşmaz; evlat ya da kardeş bildiği benzerleri için savaşır”. Bu yüzden Güneş Kentliler iyi birer savaşçı olmak zorundadırlar. Bu da ütopyanın gerçekçi yanıdır; barışın düşmanları olacağının farkındadırlar. Campanella’nın ütopyasında barışın nasıl geleceğine ve korunacağına ilişkin öneriler, diğer ütopyalara göre daha güçlüdür. Savaşı, barışı koruyarak engellemeyi önerir: “İki şeyin kalkmasını istersek davranışlarımızdan/ Durdursunlar savaşı, barış kendiliğinden yaşar.” Bacon ve “YENİ ATLANTİS” Francis Bacon (1561-1626) ütopyasını diğer ütopyalarda olduğu gibi bir adada, Salomon Evi’nin bulunduğu Ben Salem Adası’nda kurmuştur. “Salomon” sözcüğünün anlamı huzur ve barıştır. Zorlu bir yolculuğun ardından ulaşılan adayı betimlerken Bacon okura barışın “en mutlu son” olduğunu düşündürmeye çalışır. Sonrasında, “Tanrı’nın Aynası”na benzetilen ada ve konuk edildikleri Salomon Evi’nde karşılaştıkları ortam, barış ve kardeşliğin ruh ve beden sağlığı ile mümkün olabileceği öğretisini barındırır. İdeal dünyalarını kurmak ve korumak anlamında yabancıların kolayca kabul edilmedikleri Salem Adası’nda yaşam kuralları Salomon Okulu’nda yürütülen eğitime ve sofistike inanmalara dayalıdır. Örneğin, denizde bulunan bir sandığın içinden, karaya vurduğu yerdeki halkın barışa ve iyi istence kavuşmasını sağlayan bir öğreti metni çıkması beklenir. Atlantis Adası’nda barış genel ve soyut bir kavram olarak dillendirilmekten çok akrabalar-aileler arasında, eşler arasında, yönetici ile halk, esnafla alıcı, doğayla insan arasındaki ilişkilere indirgenerek kurulmaya çalışılır. Ütopyaların idealist sınırlılıkları içinde az ya da çok yer verdiği barış talepleri tek başına telaffuz edilemez. Kardeşlik, özgürlük, adalet, eşitlik, akıl ve ruh sağlığı talepleri barışın önsel koşullarıdır ve savaşlar barışın düşman kardeşi iken bu ideal amaçlar barışın kardeş bileşenleridir. Ütopyalar var olan (savaştan yana) toplumsal kurumları mahkum etme ve yerine yeni (barıştan yana) bir dünya yaratma iyimserliği taşıyorsa, dünyaya getirdiğimiz ama ihmal ettiğimiz bir çocuk gibi, bir türlü büyütemediğimiz “barış” ı kurmak ve korumak aydın insanlara düşen bir görevdir. KAYNAKLAR Bacon, F. (2008) Yeni Atlantis Kabalcı Yayınevi. Campanella, T. (1996) Güneş Ülkesi (Çev. V. Günyol, H. Kazgan). Sosyal Yayınlar. More, T. (1981) Ütopya (Çev. S. Eyüboğlu, M. Urgan, V. Günyol). Cem Yayınları. Plato. (1988) Devlet (Çev. S. Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz). Remzi Yayınları. Gökberk, M. (1990) Felsefe Tarihi Remzi Yayınevi. Urgan, M. (1984) Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More AdamYayıncılık. Cevizci, A. (1994). Felsefe Sözlüğü BDS Yayınları. 15 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 16 Prof. Dr. AHMET TANER KIŞLALI VE BUGÜNÜMÜZ “DOĞRULUK, İYİLİK VE GÜZELLİK ÖRNEĞİ AYDINLIK BİR TÜRKİYE İÇİN CANINI VEREN ŞEHİTLERİMİZE SAYGIYLA!” 21 Ekim 2015 günü Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülüşünün 16. yılında onu anmak için Bostanlı’da adı verilen alanda toplandık. Elin parmakları kadar kolay sayılan az bir kişiyle! Vefa borcumuzu yine ödeyemedik. Törenden borçlu döndük. Ben, A. Taner Kışlalı hocamız ile 1969 yılında tanıştım. Hacettepe Üniversitesinde “ Siyaset Sosyolojisi” dersi veriyordu. Fransa’dan yeni gelmişti. Sorbon Üniversitesinde ünlü siyaset bilimcisi ve sosyoloğu Maurice Duvarger’in yanında çalışmış ve doktorasını “ Siyaset Sosyolojisi” üzerinde yapmıştı. Aynı üniversitede hastane yöneticisi olarak çalışıyor ve aynı zamanda bu bilim dalında doktora yapıyordum. Sayın Kışlalı’nın dersi “ Mezuniyet sonrası, yüksek lisans ve doktora öğrencileri içindi. Bu nedenle dersi normal çalışma saatleri sonrası başlıyordu.” Önce öğrencisi, sonra dostu oldum. Ders bitimi geç saatlerde Hacettepe’den birlikte çıkar, bazen Kızılay’a bazen Bakanlıklara kadar konuşa konuşa yürür sonra otobüslerimize biner evlerimize giderdik. Öldürüldüğü 21 Ekim 1969 tarihine kadar. Ankara’ya her gidişimde onunla görüşme zevkini yaşadım. Bundan onur duyuyor ve mutlu oluyorum. ( Buruk bir acıyla). En son, 20 Mart 1999 günü yani ölümünden 7 ay 1 gün önce davetimizi kabul etmiş, İzmir’e gelmiş ve Ziya Gökalp Kültür Merkezinde güncel olaylarla ilgili bir söyleşi yapmıştı. İnanmanızı istiyorum; bu yaşıma kadar onun gibi kibar, hoşgörülü, güler yüzlü, bilgili ve inançlı bir aydına rastlayamadım. O kadar çok yönlü bir kişiliği vardı ki onu anlatmakta zorlanıyorum. Bu nedenle; Kışlalı hocayı kendi sözcükleriyle tanıtma yönünü yararlı gördüm. Onun üç temel görüşü ve inancı vardı: KEMALİZMLAİKLİK ve DEMOKRASİ. Görüş ve inancını şu sözcüklerle açıklardı: “ Türkiye’de yaşayan ve kendisini toplumdan sorumlu hisseden herkesin Kemalizm-Laiklik ve Demokrasi bağlantısını iyi kurması gerekir. Bu hem daha iyi yarınlar kurmak için gerekli hem de KEMALİZM-LAİKLİK ve DEMOKRASİ karşıtları önünde güçlü olmak için önemlidir.” 16 Dr. Yılmaz YILMAZ - Hst. Yön. Uz. Bu düşünce ve görüşleri, A. Taner Kışlalı hocamızın yaşamının temel taşlarını oluşturmuştur. İnandığı bu ilkeler için yaşamış ve inandığı bu ilkeler uğruna canını feda etmiştir. Öldürülmesinde Kemalist, Laik ve Demokrat olması yeterli bir sebeptir. Öğrencilerinden gazeteci yazar Can Dündar; “Kışlalı her şeyden önce ikna ediciliği, aydınlık kişiliği ve ilkelerini savunmaktaki kararlılığı ile ideal bir kurban olarak seçilmiştir.” şeklinde bir yorum yapmıştır. A. Taner Kışlalı neden KEMALİZM sözcüğünün üzerine basa basa tercih yapmaktadır? “Atatürkçülük adına Atatürk’e yapılan ihanetler, Atatürkçülüğü yaptıklarının bekçiliği şeklinde algılamalar, Atatürkçülüğü kalıplaştırma” onu KEMALİZM ideolojisine ve devrimine bağlamıştır. Ona göre; “KEMALİZM; değişen koşullar içinde yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir” “ Laikliği, Kemalizm’in ve Demokrasinin ayrılmaz bir parçası” olarak görür. Laikliğin klasik tanımı yanında gerekli dini bilgilerin aydınlarca öğrenilmesi ve topluma öğretilmesi ile din adına zor kullanmak isteyenlerin devre dışı bırakılması” olarak ele alır. Yine ona göre; Dine dayalı devlet özgür düşünceyi ve bilimsel gelişmeyi önler Dine dayalı devlet iktidardaki inancın dışında diğer inanç gruplarına yaşam hakkı tanımaz. A.Taner Kışlalı’ ya göre demokrasinin üç temel ögesi bulunmaktadır. 1. Özgürlük 2. Seçim 3. Bağımsız Yargı İktidar her siyasal sistemde vardır, fakat muhalefetin varlığı ile güvence altına alındığı tek sistem demokrasidir. Demokrasi; farklılıkların birlikte yaşama biçimidir. Demokrasi; zıtlıkların birbirini yok etmeleri değil birbirlerini tamamlamasıdır. Demokrasinin olmazsa olmaz koşullarının başında siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını denetleyen bağımsız yargının ön planda olması gelir. A. Taner Kışlalı, yıllar önce bugün yaşananları ve eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 17 yaşanacakları bir öngörü ile bir bir haykırdı! - İnananlar- inanmayanlar diye toplumu bölecekler! SUSACAKSINIZ! - Atatürk’ü ve Laikliği yıkmak için en adi yalanlardan bile medet umacaklar! SUSACAKSINIZ! - Devlet eliyle düşman kuşaklar yetiştirecekler! SUSACAKSINIZ! Ve bunun adına “ DEMOKRATLIK” diyeceksiniz. “ CEHALETİN ya da İHANETİN adı ne zamandır Demokratlık oldu.” Bugün, Kışlalı Hocamın bu haykırışı, bu çığlıkları kulaklarımı deliyor. Söylediklerinin çok daha kötüleri yaşanıyor; “Önceleri bizleri inançlı- inançsız diye ayırmaya kalktılar, olmadı. İnanç farklılıklarını öne sürdüler, olmadı. Şimdi ise ırk farklılıklarıyla oynuyorlar. Büyük lokmayı küçük parçalara böl ve yut. Emperyalizmin ve içerdeki işbirlikçilerini oyunu; böl, parçala yönet!” Peki biz bu olaylar karşısında ne yapıyoruz? Nasıl bir karşı çalışma içine girdik? Nasıl bir tepki gösteriyoruz? Bunları sorgulamak ve yanıtlamak zorundayız! SUSACAK MIYIZ? NEREYE KADAR? Unutmayalım ki cinayetlere, yolsuzluklara, talan ve rüşvete, tüm bu yaşananlara sustuğumuz takdirde tüm bu olayların ortakları oluruz. Güncel kavgada yer almak zorundayız. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demeye hiç hakkımız yok. Ülkemizin DUYMAYAN- GÖRMEYEN- KONUŞMAYAN üç maymun tipindeki insanlara tahammülü kalmamıştır. A. Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve daha nice aydınlarımız öldü. Daha güzel yarınlar, daha güzel yaşanan bir Türkiye için öldüler. Onların yaktığı meşaleyi daha ileri götürmek zorundayız. Ülkemize karşı sorumlu olduğumuz görevleri ne kadar yapıyorsak gelecek kuşaklara ancak o kadarını bırakacağız. Öldürülen aydınlarımıza kabirlerinde “ Rahat uyuyun!” diyebilmek istiyorum ama rahat uyumamaları için pek çok neden var. Gaflete, dalalete ve ihanete dur! demek zorundayız. DURDURMALIYIZ. Büyük Şair Nazım’ın diliyle, BEN YANMASAM SEN YANMASAN BİZ YANMASAK NASIL ÇIKAR KARANLIKLAR AYDINLIĞA? SON DAKİKA LEVENT KIRCA’YI YİTİRDİK Levent Kırca, 12 Ekim günü tedavi gördüğü hastanede yaşama veda etti. Türk tiyatrosunun yakın zamandaki en önemli isimlerinden birisi olan sanatçı bir süredir akciğer kanseri ile boğuşuyordu. Ölümü büyük üzüntü yaratan sanatçının her ünlü gibi sevenleri ve hayranlarının yanısıra sevmeyenleri, hatta davalık oldukları da vardı. Biz, Levent Kırca’nın her sanatçıda ve aydında bulunması gereken, olmazsa olmaz bir özelliği üzerinde duracağız, cesareti. Yetenek ve çok çalışmak başarı getirir. Levent Kırca üstün bir yeteneğe sahipti. Çok da çalışkan birisiydi. Bu özellikleri kendisine başarı ve ün getirdi. “Olacak O Kadar” adlı televizyon programının bıktırmadan 22 yıl sürmesinin anlamı budur. Hicvetmek, eleştirmek, yanlışı göstermek ve mahkum etmek kaçınılmaz olarak sanatçıyı iktidarla karşı karşıya getirir. Levent Kırca da ekibiyle birlikte yıllar boyunca bunu yaptı. İktidarları eleştirmekten hiç vazgeçmedi ve Türk halkının sevgilisi oldu. Ta ki AKP iktidar olana kadar. Yıllarca demediğini bırakmadığı Süleyman Demirel ile hiçbir sorun yaşamadı da Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında bütün televizyonlar kendisine kapılarını kapadı. Tiyatroya döndü, çok zor günler yaşadı. Sahne bulamadığı oldu, ama yılmadı, sanata sarıldı ve mücadele etti. Sanatçılara özgü bir özgürlükten söz edilir. Sanatçının bağımsız, siz örgütsüz diye anlayın, olması gereği üzerinde durulur. “Sanat dar kalıplara dökülemez,” denir. Levent Kırca’nın bize verdiği en önemli ders budur: “Sanatçı örgütlü olmalıdır.” Şöhretin sıcak rahatlığından vazgeçebilme ve mücadelenin ayazına çıkabilme ve bunu ilan edebilme cesaretine sahip olduğu için Levent Kırca büyük sanatçıydı ve bu yüzden adı unutulmayacaktır. Bizlere veda ederken yazdığı mektubun son satırları yukarıdan beri anlatmaya çalıştıklarımızın özlü bir ifadesi değil midir? “Dik durun... Adil olun, sabırlı olun, enerjinizin sirayet etmesine müsaade edin. Daha iyi bir dünyada görüşmek ümidiyle. Atatürkle kalın, cumhuriyetle kalın, hoşçakalın!!” DÜŞÜN DERGİ 17 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 18 CUMHURİYET DONANMASI, EGE ve DOĞU AKDENİZ’DE BARIŞ ve İSTİKRARIN GÜVENCESİDİR Osmanlı İmparatorluğu eğer akıl ve bilime dayalı bir imparatorluk kurabilseydi rönesans, aydınlanma ve sanayi devrimini kaçırmazdı. Her dönemde güçlü bir donanmaya sahip olur ve denizleriyle, denizle ilgili çıkarlarına sahip çıkabilirdi. Kürekten yelkene 100 yıl geç ulaşmaz, 1770 yılında Çeşme Baskını’nı yaşamaz, Karadeniz bir Osmanlı iç denizi özelliğini kaybetmezdi. 1807 yılında Amiral Duckworth komutasındaki İngiliz filosu engelle karşılaşmadan Çanakkale Boğazından Marmara’ya giremez, 1827 yılında Mora/Navarin’de 6 bin denizcimizin kaybedildiği başka bir baskın yaşanmaz ve Yunanistan’ın kuruluşu tetiklenmezdi. 1853 yılında Sinop’ta neredeyse bir katliamla sonuçlanan Rus baskını gerçekleşmez ve 5 bin denizcimiz kaybedilmezdi. Balkan Savaşı sırasında güçlü bir donanmaya sahip olsaydık Ege Adaları elden çıkmaz, Birinci Dünya Savaşı’nda müttefik armada elini kolunu sallayarak Gelibolu Yarımadası’na kadar gelemezdi. Evet bu “keşke”leri çoğaltmak kolay. Ancak “keşke”ler ne kaybedilen toprakları geri getiriyor ne de tarihi geri sarıyor. MUSTAFA KEMAL’İN DONANMASI Cumhuriyet donanmasını Mustafa Kemal Atatürk kurdu. Tarihi bilen, tarihi yazan ve yazdığının bilincinde olan büyük bir stratejist olarak, Anadolu’nun denizlerden soyutlanamayacağını çok iyi gördü. Bu nedenle, Kurtuluş Savaşı’nın lojistik gereksinimlerini karşılayacak stratejiyi Karadeniz üzerinden uyguladı. Kafkas seddini Kuvayı Milliye donanmasının takaları ile yıktı. Cumhuriyet’in ilanıyla çekirdek bir donanmanın kurulmasına öncülük etti. Bizzat kendi kontrolünde etkin bir donanmanın çevre denizlerde varlık göstermesi için her şeyi yaptı. 1936 yılında Montreux Sözleşmesi ile 13 yıl aradan sonra Türk Boğazları’nı geri aldı. Yeni oluşan Akdeniz güvenlik konjonktürü içinde donanmanın Ege ve Akdeniz’de yarattığı etki bu sonuçta büyük rol oynadı. BAŞARIDAN BAŞARIYA Cumhuriyet donanması Atatürk sonrasında da Osmanlı’nın hatalarını tekrar etmedi. 21. yüzyıl başına kadar hem devleti, hem de milleti bu seçkin kuv18 Cem GÜRDENİZ - Amiral vete her türlü desteği sağladı. Cumhuriyet donanması da kendisini devletine ve milletine her dönemde ispat etti ve halkın vergilerinin savunma ve güvenlik kazanımları olarak geri dönüşünü sağladı. Cumhuriyet donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21. yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel kurgular ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk deniz gücünün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte, Cumhuriyet donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu. Donanma, Ege’de milli çıkarları kararlı bir şekilde korudu, Kardak krizi ile Ege’de çok önemli kazanımlar getirecek bir süreci başlattı. Karadeniz’de İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sırasındaki stratejik kazanımlarını ve Montrö rejimini koruyabildi. 2010 yılının sonuna kadar Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın deniz yetki alanlarımıza yönelik hak ihlallerini caydırmayı başardı. EN BÜYÜK BAŞARI: CAYDIRICILIK Ancak bu başarıların en tepesine donanmanın Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimine karşı sağladığı caydırıcılığın yarattığı barış ve istikrarı eklemek gerekir. Kimsenin en ufak şüphesi olmasın ki, her iki kesim de Türk donanmasını zayıf görseler, statükonun değişmesi için her şey yaparlardı. Zira arkalarında 1830’dan beri her zaman ABD ve Avrupa olmuştur. Kıbrıs’ta neden 1963 ve 1967’de Türk kanı döküldü? Zira ilk ikisinde Cumhuriyet donanmasının denizaşırı harekat yeteneği yoktu. Eğer donanma 20 Temmuz 1974 sabahı ABD ve Avrupa’nın dümen suyuna takılmış olsaydı, bugün Kıbrıs’taki Türkler modern köle durumundaydı. (Bugün de modern kölelik için başta iktidar mensupları olmak üzere bazı Kıbrıs Türklerinin ne kadar küçüldüğünü görüyoruz) Ege’de karasuları çoktan 12 mil olmuştu. Kıta sahanlığımızda Yunan petrol platformları kanserli eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 19 hücre gibi çoğalıyordu. Antalya Körfezi’ne hapsedildiğimiz Doğu Akdeniz’de adımız bile geçmiyordu. Bugün bu saydıklarım yaşanmamışsa sebebi Cumhuriyet donanmasıdır. BAŞARI CEZALANDIRILDI Donanma bu başarıların bedelini “F tipi” örgütün orkestrasyonunda kumpas davalar ile 20092014 yılları arasında 5 yıl boyunca çok ağır ödedi. Evet bu kez kuvvet yapısı hedef alınmayan bir baskındı bu. Uzun süren, moralleri, silah arkadaşlığını, bahriyeye ve vatana sadakati çökertmeye odaklı bir baskın. Donanma, önce ahlaksız iftira saldırılarına uğradı. Maalesef bu iftiralar hükümet ve parlamentonun bilgisi dahilinde 5 yıl boyunca devam etti. Daha sonra sahte darbe teşebbüsü, casusluk, suikast ve akla ziyan davalarla en yi 40 amiral ve 400 deniz subayı bahriyeden tasfiye edildi. Bir amiral (Cem Çakmak) ve üç seçkin Albayımızı (Ali Tatar, Berk Erden, Murat Özenalp) ebediyen kaybettik. Ne acıdır ki bu tasfiyeleri bir avuç vatansever dışında halkın büyük çoğunluğu seyretti. Medyamız iftira dava haberlerini fotoroman gibi yayınladı. Yüksek komutanlık susarak bu tasfiyelere onay verdi. DENİZ PİSLİK TUTMAZ Ancak donanma tüm bu acılara, kayıplara ve ihanetlere rağmen, kuvvet yapısını korudu. İçindeki Mustafa Kemal ateşi bu acılarla daha da büyüdü. Bu ateş daha da büyüyecek. Ve ders alarak büyümelidir. 1972’de Deniz Lisesi’ne ilk girdiğimizde Denizgücü dersi hocamız emekli Deniz Kurmay Albay Mert Bayat’ın şu lafını hiç unutmam. “Deniz Pislik Tutmaz.” Evet Donanma bu kayıplara ve acılarına rağmen hem içindeki hem dışındaki pisliklerinden arınmalı, bir daha Mustafa Kemal’in Cumhuriyet donanmasının yakınlarına pislik yaklaştırmamalıdır. Donanmanın jeopolitik önemdeki Mustafa Kemal ışığıyla aydınlanan kurumsal kimliği, her şeye rağmen siyaset üstü bir anlayışla korunmalıdır. Donanma ancak bu şekilde ulusal gücün denizlerdeki uzantısı olmaya devam edebilir. Ege ve Doğu Akdeniz’deki caydırma görevini devam ettirebilir. Mustafa Kemal ruhunu kaybeden donanmayı başka hiçbir halat birlikte tutamaz. Böyle bir donanma caydırıcı da olamaz. UNUTMADIK... MEHMET SUPHİ GÜRSOYTRAK 27 Mayıs 1960 devriminin etkili isimlerinden, eski Milli Birlik Komitesi üyesi ve Tabii Senatör, Atatürkçü Düşünce Derneği Kurucu Üyesi ve 19941998 yılları arasında Genel Başkanımız olan Mehmet Suphi Gürsoytrak, 30 Eylül 2011 tarihinde yaşama veda etti. 24 Ocak 1925’de Manisa Alaşehir’de dünyaya gelmiş, ilk ve orta öğretimini Ankara’da tamamladıktan sonra, Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi’ni bitirmiştir. 1945 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun olmuş, 1952 yılında Kore Savaşı’na katılmış, 1957 yılında Kara Harp Akademisi’nden mezun olup aynı akademide öğretim üyesi olarak görev yaparken 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni gerçekleştirenler arasına katılmıştır. Ülke yönetimini üstlenen Milli Birlik Komitesi’nde görev almıştır. 25 Ekim 1961 tarihinden itibaren Cumhuriyet Senatosu Tabii Üyeliği görevine başlamış, 12 Eylül 1980 darbesiyle TBMM’nin kapatılması üzerine bu görevi sona ermiştir. 12 Eylül 1980 tarihinden sonra aktif politikayla ilgilenmemiş, çeşitli demokratik kitle örgütleri çatısı altında, Atatürk İlke ve Devrimleri doğrultusunda: İnsan hak ve özgürlüklerinin sağlanması, ülke kaynaklarının korunması gibi konularda çalışmalar yürütmüştür. İki dönem süren Genel Başkanlığı sırasında Atatürkçü Düşünce Derneği önemli ölçüde büyümüş ve kamuoyunun ciddi anlamda dikkatini çekerek kamuoyunu Atatürkçü düşünce ışığında, emperyalizme ve laiklik karşıtı yaklaşım ve uygulamalara karşı uyarma görevini yerine getirmiş, düzenlediği toplantı ve mitinglerle adeta halkın sesi durumuna gelmiştir. Gürsoytrak döneminde ADD ülke gündeminde belirleyici rol almıştır. 30 Eylül 2011’de yitirdiğimiz Mehmet Suphi Gürsoytrak’ın anısı emperyalizme karşı, laiklik ve demokrasinin savunulması mücadelemize ışık tutacaktır. DÜŞÜN DERGİ 19 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 20 MİLLET, MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE, ALTINA, YANINA... Not: Bu yazı bir dizi sorudan oluşmaktadır. Not 2: Kendimce cevabını buldum. Yazının sonunda. Not 3: Yazının sonunu, en son okuyun… Millet ve milliyetçilik her toplum için geçerli sayılan evrensel kavramlardır. Fakat millet genel anlamı ile birbirine yakın tanımları içinde barındırmasına karşın, milliyetçilik; farklı toplumlarda, farklı kültürlerde, farklı coğrafyalarda özgünleşmektedir. Buraya kadar tamam, soru yok. MİLLET Her zaman danıştığım ve esas olarak aldığım sözlük TDK şu tanımları yapar. Millet isim Arapça 1. isim Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus. 2. Bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes. 3. Benzer özellikleri olan topluluk. MİLLİYETÇİLİK Yine TDK şu tanımı yapar. Milliyetçilik-ği isim Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık, nasyonalizm. Sırası gelmişken ve şu sıralar tartışma götürmez olarak sürüklendiğimiz yapı tanımlarını da buraya ekleyelim. Toplum isim, Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü, cemiyet. Ümmet isim, din b. Arapça Hz. Muhammed'e inanarak, onun yaptıklarını ve söylediklerini uygulayarak çevresinde toplanan Müslümanların tümü. Tanımları yaptığımıza göre artık “neredeyiz?”i tartışma zamanı geldi. Yine tanımlar üzerinden sıralayalım ve kafama takılan soruları birlikte çözelim. Millet tanımı der ki; …aralarında dil, tarih, gelenek ve görenek birliği olan… Olan? İlk soru bu. Öncelikle bilmemiz gereken Millet kelimesinin Arapçadan Türkçeye geçmesidir. Ama sorun sadece burada değil, yine millet tanımı yapılırken, tarih ya da gelenek/göreneğin birliğinden söz edilir. Tıpkı dilde olduğu gibi “Anadolu halkının” olmayan ve devşirme olan tarihimiz (malumunuz Osmanlı ile tamamen karmaşık bir yapı oluşmuş, savaşlar nedeniyle birçok göç yaşanmış ve bu karmaşıklığa yenileri eklenmiş vs…) ya da geleneklerimiz ve 20 göreneklerimiz (son yıllarda teknoloji ile neredeyse değişime Tamer ÖZŞEKER - Tiyatro Sanatçısı uğramış vs…) ne olacak? Bu sorunun cevabını veremeden milliyetçiliğe geçelim. Yukarıda belirttiğim gibi toplum yapılarına göre özgünlük göstermesine karşın, sosyobilimsel yapı kelimeyi tek tanım altında barındırmaya çalışmaktadır. Ama karşıt görüşler bu tanımı da ikiye böler. Böylelikle milliyetçilik kuramlarında genellikle primordialist (ilkçi) ve modernist olmak üzere iki yaklaşımın varlığı kabul edilir. (Şunu da ekleyelim. Ne yazık ki bu tanımlar da batıdan alınmıştır.) İlkçiler, millet olgusunu tarihin bilinmeyen dönemlerinden günümüze kadar değişmeyen bir süreklilik içinde ele alırlar. Türk halklarının kökenine ait mitlerimiz, Müslüman Anadolu toplumunun yaşamsal belleği, Müslüman Türk yaşam tarzına özgü gelenekler ve Türk etnisitesiyle ilgili diğer sembollerimiz var. Peki, onlar ne olacak? İlklere göre “günümüze kadar değişmeyen bir süreklilik dâhilinde” ele alınırsa, hangisinden başlamalıyız? Yani günümüzde, Türk Milliyetçiliği tanımlanırken bunların hangisi dikkate alınıyor? Gelelim ilkçilere göre karşıt görüşü savunan modernistlere. Modernistler; millet ve milliyetçiliğin modernite ile birlikte ortaya çıktığını iddia ederler ve modern merkezî devlet, sanayi devrimi, kapitalizm, kentleşme, basım, örgün eğitimin yaygınlaşması, Fransız İhtilâli, Alman İdealizmi gibi olguları öne çıkararak milliyetçiliği açıklamaya çalışırlar. Yukarıda sıraladığım olgular ne yazık ki Osmanlı saltanatının hibrid geleneklerine asimetrik bir şekilde dahil edilmektedirler. Her ne kadar ilkçiler gibi modernistler de tarihsel başlangıç yapıp, tanımda köken olarak Türki kabilelere dayansalar da, ne yazık ki Osmanlıların Türk etnisitesinden kendilerine menfaat sağlamadıklarını gözden kaçırmaktadırlar. Tersine, uzun imparatorluk hâkimiyetleri boyunca Osmanlılar, dil ve kültürden tutun da hukuki uygulamalara kadar birçok alanda, Farsların, Müslüman Arapların ve Bizanslıların uygulamalarına ve yönetim geleneklerine sahip olmayı amaçlamışlardır. Kaldı ki, kültürel ve siyasi alandaki Osmanlı mirası Cumhuriyetçi kadrolarca reddedilmektedir. Sonuç şöyle yazıla bilinir mi? Son moda milliyetçiliklerin modernist yörüngesine odaklanmak yerine, kültürel geleneklerdeki akışkanlığa vurgu yaptığı için, eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 21 etno-sembolik çözümlemeye başvurmak tanımlamayı kolaylaştırmaz mı? Kısaca sormak gerekirse, biz milliyetçilik tanımının neresindeyiz? Millet ve milliyetçilik bana göre multidisipliner bir yaklaşım gerektirmektedir. Gelelim Toplum tanımındaki sorularıma. Toplum basitçe “Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan” ya da aynı topraklarda yaşamak “zorunda kalan” (burada, sonradan gelen ve kendilerine siyasi politikalar nedeniyle kimlik verilen Suriyeliler kastediliyor) insanlar topluluğunun adı değil de, tanımdaki ikinci bölüm kalarak “temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların” bulunduğu yer olarak tanımlansaydı mesela, bize daha çok uyan bir tanım olur muydu? Sadece çıkar ilişkisi üzerinden gitmek haksızlık olmasın, yerine pozitif normları koyarak yapalım tanımı. Yani şöyle soralım soruyu: “Pozitif normlar (siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki, hukuki vs.) ya da kurucu bağ (toplumsal bağ) sağlamak için iş birliği yapan insanların” bulunduğu yer olarak tanımlansaydı bize uyar mıydı? Toplum oluşması için pozitif normlarımız var mı? Bir toplumun kurucu bağları ideolojik-politik mücadelelerin ürünüdür. Yine de toplumsal güç ilişkilerinin yarattığı hegemonik denge kurma mücadelesinde kısmen ortaklaşılan toplumsal üst kodlar yaratılır. Yani ortak bir “ince ahlak”ı paylaşmaları demektir ki “uygarlık” iddiasındaki bir ülkede bu ahlak, ayrışan biçimlerde anlamlandırılsa da “insanlık onuru”, “insana saygı”, “özgürlük”, “adalet”, “eşitlik” ve “kardeşlik” gibi kodları içermek durumundadır. Toplum olgusu içinde bunları barındırmadığı ölçüde yok olmaya mahkûmdur. Son yıllarda yaşanılanlara bakıldığında “Türkiye toplumu”nun siyasal, kamusal ve gündelik hayatını gerçekten düzenleyen bir “ince ahlak” olmadığı ölçüde, bu soruya olumlu bir cevap vermek mümkün değil. Aslında bu yeni bir şey değildir. “Türkiye toplumu”nun son elli yılı, zaman içinde farklı şekiller alsa da süregiden bir bunalım yaşamaktadır. Kavramların içinin boşluğu ya da bize özgü kavram oluşturamamak, tanımlayamadığımız şeylere karşı mücadelemizi güçleştirmektedir. Bu elli yıl, bu bunalımımız ne yazık ki, otoriter, faşist, milliyetçi, muhafazakâr vb. yollarla bastırmaya veya “idare etmeye” çalışan muhtelif yenileme projeleriyle doludur. “Türkiye toplumu”nu bir arada tutan pozitif bir içerik yoksa bir arada durduran şey ne peki? Bir yazıda okumuştum. Yaşadıklarımız karşısında sessiz kalarak toplum olarak suç işlediğimizden bahsetmektedir. Bence buna verilebilecek tek değilse de ana cevap “suç ortaklığı”dır. Biz yukarıda tanımı yapılan üç olguya da giremediğimize göre, (çünkü bu üç tanım bize göre yapılmamış ya da bu yapısal problemlerimiz tanımların içine bizi sığdıramamış) öyleyse nerede yer almaktayız? Asıl soru şimdi geliyor. Yoksa biz Ümmet mi olduk? Yok, orada da sorun var. Çünkü Muhammed'e inanarak, onun yaptıklarını ve söylediklerini uygulayarak çevresinde toplanan Müslümanların tümü Ümmet’i tarif ettiğine göre günümüzde hangi Müslümanlık ilkesinden bahsedeceğiz? Ya da soruyu ters çevirelim. Müslümanlık ilkelerine hangi yaşam tarzı uyar? Yine aynı noktaya geldik. Neresinden bakarsan bak, bizi ortak noktada bulunduran tek olgu, suç ortağı olmamızdır. Hem de her konuda suç ortağı. (Önce aynaya yakından, sonra uzaktan bakınca ve geriye çevirip aynanın arkasını görmeye başlayınca hangi suçlar olduğunu görmek mümkündür, lütfen ne yaptım da suç ortağı oldum diye sormayın, aynanıza bakın) Peki, suç ortağı olmamak için ne yapmak lazım: Bu sorunun tek cevabı vardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün öncü kitabı “Nutuk”u okumak, sonra milliyetçilik ilkesine defalarca, defalarca özümseyerek yaklaşmaktır. İyi birer vatandaş olursanız, belki o zaman siz de gerçek milliyetçiliği görürsünüz. D Ü Z E LT M E . . . Geçen sayımızda "Son Dakika" köşesi olarak 20. sayfada yayımlanan yazıda Prof. Dr. Suna Kili yerine Suna Kıraç’ın fotoğrafına yer verilmiştir. Düzeltir, özür diler ve bizi uyaran dikkatli okuyucumuz Sayın Öner Akgerman’a teşekkür ederiz. Geçen sayımızda “Kadın Gözüyle” sayfalarımızda yer alan "Osmanlı İmparatorluğu'nda Eğitim Sistemi ve Kadınlarımızın Üniversitede Yüzüncü Yılı" başlıklı yazımız içerisinde: – Sayfa 40’ta Şükufe Nihal'in doğum tarihinin 1826 yerine 1896 olarak düzeltilmesi, – Aynı yazının eksik kalan son paragrafının “...sempozyum ve sergi ile aktarılmış oldu.” şeklinde tamamlanması, gerekmektedir. Yanlışlık için özür diler, bilgilerinize sunarız. 21 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 22 DÜNYA EKO-POLİTİĞİNE BAKIŞ Son yıllarda, özellikle mali krizden sonra, ticarette ve sermaye hareketlerinde bir duraklama, hatta gerileme, teknolojinin etkilerinde de destekten olumsuza dönme görülmektedir. Dünya ticaretindeki büyüme hızı 2008’den bu yana gerilemektedir. Küreselleşmenin ilerlediği 1980’lerden 90’ların sonuna kadar küresel ticaretin büyüme hızı, küresel ekonomik büyüme hızının iki katı düzeyinde, ortalama yüzde 6 civarında gerçekleşmiştir. Mali krizden bu yana dünya ticaretinin büyüme hızı ortalama yüzde 3’e hatta bu yıl 2,8 ile küresel büyüme hızının altına indiği görülmektedir. Küreselleşme döneminde merkezden çevreye doğru yayılan sermaye hareketleri 2008’e doğru sürekli artarken, 2010’dan bu yana sürekli gerileyerek negatif (net çıkış) alanına geçmiştir Bu yıl gelişmekte olan ülkelerden toplam bir trilyon dolar sermeye çıkarak ana merkeze geri döndü. Ticarette, sermaye hareketlerinde bir gerileme söz konusu. Teknolojiye bakınca, küreselleşmeyi destekleyen bir etkenin giderek bir tehdit unsuruna dönüşmekte olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda önümüzdeki süreçte iki olasılık söz konusu olacaktır. Birincisi; küreselleşme yerini çok kutuplu dünyaya bırakacaktır veya ikincisi; küreselleşme 1990’ların başında olduğu gibi çökecektir. Ortadoğu ve Türkiye’deki gelişmeleri ele aldığımızda ise, Ortadoğu kıskacında, daha açıkçası ABD’nin Irak işgali ile başlayan “terörle kaynağında savaş, diktatörlüklere son” yalanları ile emperyal çıkarların kirli oyunlarında ezilen bölge halklarına ödetilen çok ağır bedellerden doğru dersler çıkartmalıyız. Enerji yataklarının, insanlık tarihinin en eski uygarlıklarının toprakları üzerinde yaşayan halklar olarak; neden ırklar, dinler, mezhepler üzerinden birbirimizi kırarak, en kirli, en kanlı, en acımasız çatışmaların piyonlarına dönüşmüş olduğumuzu sorgulamalıyız. Türkiye’de 10 Ekim günü patlatılan Ankara bombasının Akdeniz’de kıyısı olan bağımsız Kürdistan sürecini hızlandırmak için yapıldığı net bir jeopolitik sonuçtur. Rusya, İran ve Suriye ittifakı güçlenip, Batı etkinliği azaldıkça Türkiye’de terör olayları artmaktadır. Bu terör olaylarında kullanılan örgütlerin hepsi birer maşadır. Bombayı imal eden ve patlattıran makam da kişi de bellidir. Bombalarla verilmek istenen mesaj çok açıktır; Türkiye yeniden açılım sürecine döndürülerek terör 22 örgütü artık ideolojisi bile kalmayan taşeron PKK ile masaya, Enis Musluoğlu - Ekonomist müzakereye oturtulmaya çalışılıyor. Ayrıca Türkiye’nin Rusya, İran, Irak ve Suriye ile işbirliği engellenmek isteniyor. Patlamada kullanılan canlı bombaların kim oldukları o kadar önemli değildir. İstihbarat örgütleri eleman olarak her örgütten adam kullanabilirler. Bombacıların IŞİD’ci veya PKK’lı çıkması sonucu değiştirmez. Çünkü IŞİD’i de PKK’yı da yaratan CIA, MOSSAD, MI6 gibi istihbarat örgütleridir. Dünyamızı karartan bu nefret, bombacıların yüreklerine kendiliğinden düşmüş bir tohum değil, özenerek kökleştirilmiş, bezenerek dallanıp budaklandırılmış, ısmarlama bir nefrettir. Dinsel ve etnik nefretin tohumlarını ekip yeşerten, onlar üzerine saltanat kuran, toplumsal barıştan değil, toplumsal çatışmalardan medet uman, her konuyu yalnız kendisinin bildiğini savlayan, her zaman her yerde hep kendini haklı gören, kendi gibi düşünmeyeni ötekileştiren, herkesi de kendi yolunda yürümeye çağıran kişinin ektiği tohumlar olmasa, toplum terörün bölücü oyunlarına bu kadar kolay alet olmazdı. Yaşananlar bağlamında Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerini, devrimlerini anlamanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görüyoruz. Aydınlık bir VATAN dileklerimle. eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 23 DEDEBAŞI MAHALLESİ MUHTARINI ZİYARET ETTİK Dedebaşı Muhtarı Sayın Şuayip Kayataş bize kendinizi tanıtır mısınız? 24,03.1957 doğumluyum. Arnavut kökenli, doğma büyüme Karşıyakalıyım. Ailem 80 yıllık Dedebaşı sakini. Halkla İlişkiler mezunuyum. 29 yıl TEDAŞ’ta çalıştıktan sonra emekli oldum. Bir kızım, bir oğlum, iki de torunum var. Dedebaşı Mahallesi’nin konumunu tarif eder misiniz? Anadolu Caddesi’nin güneyinde, Ahılkuyusu doğusu, Girne Caddesi’nin batısı 6007 Sokak’ın çift numaraları Goncalar Mahallesi ile sınırı olan Karşıyaka’nın en eski ve en büyük mahallelerinden birisidir. İdari yönden Kaymakamlığa, hizmet yönünden Belediyeye bağlı çalışırız. Sınırlarınızda bulunan Resmi Kurumları söyler misiniz? Emniyet İlçe Müdürlüğü, Toplum Sağlığı Merkezi, Belediye Zabıta Müdürlüğü, Karşıyaka Belediyesi Kent Konseyi, Vali Erol Çakır Lisesi, İnci Şener İlköğretim Okulu, Faik Muhittin Adam İlköğretim Okulu. Ayrıca süper amatör lige yükselmiş olan Dedebaşı Spor Kulübü, Degoned (Dedebaşı, Goncalar, Nergis Derneği) bulunmaktadır. Nüfus ne kadar ve okuma-yazma oranı nedir? 20 bine yakın nüfus, 4 bin konut, % 98 okuma yazma oranı vardır. Mahallenizle ilgili sorunlar var mı? Dedebaşı Mahallesi muhtarı sayın Şuayip Kayataş makamında. Eski yıllarda mahallemizde sel olayları sakinlere çok zarar veriyordu. Islah yapıldıktan sonra herhangi bir sorun kalmadı. Ayrıca eskiden çok konu olan 6111 Sokak ve 6134 Sokak’ın Ordu Bulvarı ile kesiştiği kavşağa ışıklı trafik lambası için müracaat edildi. En kısa zamanda yapılacağı sözünü aldık. Sosyal çalışmalarınız nelerdir? Karşıyaka Belediye Başkanlığı’na spor kulübüne ihtiyacımız olduğunu ilettik. Kendisi de Dedebaşı Spor Kulübü’ne bir bina yapılması sözünü verdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. Eski yıllarda Girne Caddesi’nde bulunan ve daha sonra kaldırılan Tak-ı Zafer’in halktan gelen talep üzerine tekrar uygun bir yere konulması için gerekli yerlere başvuruldu. Karşıyaka Belediyesi’nin hayata geçirdiği “Her apartman ile bir çocuk okutuyoruz” projesine katılımlar oldukça çok fazla ve bu belediyeye bildirildi. Üye olduğunuz dernekler var mı? Arnavut Derneği, Kent Konseyi üyesiyim. En kısa sürede derneğinize üye olacağım. Belediye ve Emniyet Müdürlüğü ile iyi ilişkiler içinde uyumlu bir şekilde çalışıyoruz. Ziyaretiniz için teşekkür ediyorum. Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka şubemiz üyelerinden Nilgün Konuk ve muhtarımız Şuayip Bey sohbet ederlerken. 23 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 24 EĞİTİM İŞ SENDİKASI 3 NOLU ŞUBESİ’Nİ ZİYARET ETTİK Karşıyaka’da çok kısa bir süre önce şube olarak etkinlik görtermeye başlamasına karşın verimli ve etkili çalışmalarıyla kendini kabul ettiren ve hızla sayısını arttıran Eğitimİş 3 No’lu Şubesi’ni ziyaret ettik. Şube yöneticileri ADD’nin kendilerine ziyaretimizden duydukları memnuniyeti dile getirdikten sonra sorularımızı içtenlikle yanıtladılar. Eğitim İş ne zaman ve niçin oluşturulmuştur? Eğitim İş 1991 yılında kurulan ilk kamu sendikaAtatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka şubemiz üyelerimiz ve Eğitim-İş 3 Nolu sıdır. 1994 yılında Eğit-Sen’le birleşerek Eğitim-Sen şube yöneticileriyle birlikte. olmuştur. Eğitim-Sen olduktan sonra önemli bir büyüme ivmesi kazanmış ve en yetkili sendika olmuştur. tartışma kültüründen uzak insan yetiştirme politikası uyguAncak Eğitim Sen içerisindeki sendikal, siyasi ve örgütsel lamaya konulmuştur. Yine amaçlardan birisi de kadını sossorunlar sıkıntılar yaşatmaya başlamış, özellikle sendikal yal ve çalışma hayatından çekip eve kapatmaktır. “Çocuk sorunların önüne Kürt meselesinin konulması, ana dilde eğigelin” olayı ülkemizin zaten kanayan bir yarası iken bu eğitimin dayatılması, Atatürk ve onun kurduğu cumhuriyete tim sistemi ile çocuk gelinlik adeta teşvik edilmektedir. eleştirel ve saldırganlığa varan yaklaşımlar, sendika içerisin4+4+4 ile İmam Hatip Okulları’nın sayısının 10 kat arttığıdeki dar grupçuluk ve siyasi dayatmalar ayrışma sürecini nı, hatta İmam Hatip Okulları dışındaki okulların da ders başlatmıştır. Ana dilde eğitim maddesinin tüzükten çıkartılprogramları ile imam hatipleştiklerini görüyoruz. Okullarda maması sendikayı kapanma sorunuyla karşı karşıya getirmescit açılması, değerler eğitimi adı altında anasınıflarına miştir. Bunun üzerine Eğitim-Sen içindeki bir grup arkadaş bile din eğitiminin sokulması cumhuriyetçi ve bilimsel eğitimEğitim İş’i yeniden kurmuştur. (2005) den uzaklaşmanın göstergesidir. Gelinen son aşamada Eğitim İş şimdi yaklaşık 50 bin üyeye sahip bir örgüttür. hedef “karma eğitim”in sonlandırılmasıdır. Diğer sendikalardan bizi ayıran duruşumuzda iki temel varBilim yuvası olması gereken okullarımızda dır: Vatanımız ve ekmeğimiz. Birincisi; Vatanımız derken uygulanan siyaseti ve eğitim programlarını nasıl Atatürk’ün bizlere emanet ettiği cumhuriyet ve ulusal bütündeğerlendiriyorsunuz? lüğümüz olmazsa olmazımızdır. Eğitimde: Irkçılık, gericilik AKP iktidara geldiği günden beri eğitimde çok önemli ve bölücülük mücadele alanımızdır. Laik, demokratik, bilimdeğişikliklere imza attı. Bu değişiklikler, eğitim, öğrencilerisel, parasız, halkçı ve ulusal eğitim hedefimizdir. İkincisi; miz, eğitimcilerimiz ve ülkemizin geleceği açısından çok ekmeğimizden kastımız, eğitim emekçilerinin özlük ve meskötü değişiklikler. Genel olarak baktığımızda; 1. Bazı eğitim leki sorunlarını çözmek için mücadele ediyor olmamızdır. Bir teknolojilerini (akıllı tahta, laptop.. vs.) getirdi. Ancak bunlar dayanışma örgütüyüz. Toplu sözleşme masasında yetkili sadece AKP yandaşı sermayeye rant kapısı açtı, ezberci eğiolmak istiyoruz. Bizim gibi düşünen örgütsüz veya yanlış timi sonlandırmadı, eğitimin kalitesini artırmadı. 2. Eğitim örgütlerde olan yüzbinler olduğunu biliyoruz. programları ile dindar ve kindar bir nesil yetiştirmenin yolu Eğitimdeki 4+4+4 uygulaması çocuk yaştaki açıldı. Eğitim ana sınıfından başlayarak dini programlarla evliliklerin (çocuk gelinlerin) artmasına neden yönlendirildi. Bilimden, aydınlanmadan ve Atatürkçü eğitim olmuştur diyebilir miyiz? “Bu uygulama özellikle sisteminden tamamen uzaklaşıldı. 3. Eğitimde özelleştirme doğu yörelerimizde kadını alınıp satılan bir meta yolu iyice açıldı. Özel okullara özellikle de yandaş okullara durumuna getirecek” kaygısını doğru buluyor teşvikler arttı. Dershanelerin kapatılması özel liselere rağbemusunuz? ti artırdı. 4. Milli Eğitim Bakanlığı, AKP yandaşı sendikanın kadrolaşması sonucu antidemokratik ve kayırmacı bir Cumhuriyetle amaçlanan ancak 1950’lerde kesintiye Bakanlık oldu. Eğitim emekçileri birçok kazanılmış hakkını uğrayan; aklın öncülüğünde, bilimi kılavuz edinen insan yeri(ders ve sınav ücretleri, yönetici sınav hakları, sağlık vb. hakne, 4+4+4 diye formüle edilen “dindar ve kindar gençlik lar) kaybetti. yetiştirme” amacı taşıyan yasa ile itaatkar, demokrasi ve 24 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 25 Eğitim İş, eşitlik-hak-adalet-özgürlük ve emek değerlerinin savunulması için nasıl çalışmalar yapıyor? Eğitim İş, bu kavramları insanlığın ve uygarlığın temel kavramları olarak görür. Antiemperyalist ve antikapitalist bir bakış açısıyla bu değerlere sahip çıkar. Bu konuda samimi olan tüm kitle örgütleri ile de işbirliği yapar. Emek hakkı bir sendikanın zaten mücadele alanıdır. Toplu sözleşme ve grev hakkı olmazsa olmazımızdır. Özlük ve mesleki sorunlarımızın çözümü için hukuki ve kitlesel mücadeleyi sürdürmekteyiz. Bu konuda açtığımız çok sayıda hukuki davayı ( yönetici atama yönetmeliği, ders ücretleri, sağlık hakkı, Atatürkçülük .. vs.) kazandık. Son olarak öğretmen nöbetinin ücretlendirilmesi konusunda mücadelemiz sürüyor. Büyük olasılıkla bunu da başaracağız. Kapitalist politikaların dayatılması; taşeron, güvencesiz istihdamın, sendikasızlaştırmanın karşısında Eğitim İş’in tutumu nedir? AKP’nin 13 yıllık iktidarı emekçilerin büyük hak kayıplarını yaşadığı dönem olarak tarihe geçti. Ülkenin en değerli ve stratejik kaynakları özelleştirmeler yolu ile uluslararası ve yerli sermayeye peşkeş çekildi. Esnek ve güvencesiz çalışma, taşeronlaştırma uygulamaları hızla yaygınlaşıp, kriz gerekçesiyle kitlesel işten çıkarmalar sürerken, düşük ücret ve maaş artışlarının dayatıldığı emeğe yönelik çok yönlü saldırılar hayata geçirildi. Taşeronlaşma ve özelleştirme ile birlikte iş kazaları ve işçi ölümleri de tavan yaptı (Soma ve Ermenek’te yaşananlar). Bu emperyalist ve kapitalist uygulamalara karşı konfederasyonumuz Birleşik Kamu İş’le birlikte etkin mücadelemizi sürdürdük 7 Haziran seçimlerinin faşizme ve gericiliğe dur diyecek bir sonuç ortaya koyduğunu söyleyebilir miyiz? Yenilenen seçimler konusunda görüşünüz nedir? 7 Haziran seçimleri sonuçları açısından bazı olumlu ve olumsuz durumları taşımaktadır. En olumlu sonuç, 13 yıllık AKP ve Recep Tayyip Erdoğan yönetim kabusunun sonunun yaklaştığıdır. Tayyip’in başkanlık sistemi ile getirmek istediği diktatörlük hevesi kursağında kalmıştır. Cumhuriyet ve demokrasi kaygısı taşıyan güçlerde rahatlama yaratmıştır. Ancak bu durum kaygıyı taşıyanların kazandığı anlamına gelmiyor. Tam tersine bu güçlerde bir oy artışı görülmemektedir. Bölücülük oyunu artırmıştır. Bu Türkiye’nin geleceği açısından kaygı vericidir. Vatanı ve Cumhuriyetimizi savunanlar birlikte hareket etmenin yolunu bulmalı ve iktidar seçeneği olarak öne çıkmalıdır. Yaşadığımız coğrafyadaki olaylar, ülkemizin ne kadar büyük bir tehdit altında olduğunu gösteriyor. Teşekkürler. UNUTMADIK... TABULARI YIKAN AYDIN MÜFTÜ: TURAN DURSUN Din üzerine yazdığı yazıları ve kitaplarıyla tabuları yıkan Turan Dursun 4 Eylül 1990 yılında İstanbul’da öldürüldü. Dursun’un katli ile Cumhuriyetçi kesime yönelik cinayetler serisinde Çetin Emeç ve Muammer Aksoy’dan sonraki 3. halka da yok edilmiş oldu. Ardından da Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı katledildiler. Turan Dursun uzun süredir tehdit ediliyordu. Gerçeği yazmanın bedelini bilerek göze almış, seçimini gerçeklerden ve halktan yana yapmıştı. Bir yazısında: “Küfür de tehdit de yüreksizliğin, tükenmişliğin ürünüdür ve boşunadır. Tabuların üzerine gidiş sürecek” demişti. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Nejat Kaymaz da yaptığı açıklamada cinayeti kınayarak “Tu r a n D u r s u n ka mu oyu nda meçh u l olma ya n ka ra nlık güçlerin tertiplediği a lça kça bir suika st kurba nı olmuştur .” demiştir. Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe köyünde 1934 yılında dünyaya gelen Turan Dursun, imam olan babanın 8 çocuğundan birisiydi. Babası oğlunun iyi bir din bilgini olması için gayret gösterdi. Çalışkan ve araştırmaya meraklı bir öğrenci olan Dursun, aldığı İslami derslerden sonra müftü olabilmek için ilkokulu bitirdi. Çeşitli illerde imamlık ve müftülük yaptı. Şeriatın katı kurallarına ters davranışları nedeniyle 60’lı yıllarda aydın müftü olarak tanındı. Kendi deyişiyle “İslam’a olan inancını yitirdikten sonra” 1966 yılında müftülüğü bırakarak TRT’de memur olarak çalışmaya başladı. Daha sonra prodüktör olan Dursun, TRT’den emekli olana kadar dini içerikli olanlar da dahil çok sayıda programa imza attı. Emekli olduktan sonra “Kur’an Ansiklopedisi”ni 1987 yılında bitirdi. 1989 yılında haftalık “2000’e Doğru” dergisinde yazı yazmaya başladı. Bu yazıları nedeniyle de bazı çevrelerden çok büyük tepki aldı. “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?” diye sorduğu soruyu bir aydınlanmacı olarak yanıtladı Dursun. “Ben yüzyılların doğurduğu Ölüm’üm” diyerek ölümü yendi. Ölümü Turan Dursun’u daha da büyüttü. Adı, ölümsüz aydınlanma kurbanları arasına yazıldı. Eserleri ölümünden sonra basılarak en çok satılanlar arasına girdi. Bunlar: Kur’an Ansiklopedisi (8 cilt – devamı polisin elinde), Tabu Can Çekişiyor, Kulleteyn, Dua, Kur’an, Allah, Ünlülere Mektuplar, Din Bu adlı eserleri. DÜŞÜN DERGİ 25 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 26 1923-1938 ATATÜRK DÖNEMİ HAVAYOLU ULAŞIMINDA GELİŞMELER Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle Atatürk dönemi Havayolu Ulaşım politikalarında nasıl bir gelişme olduğuna girmeden önce Osmanlıdan alınan miras önemlidir. Osmanlı Devleti’ni en güçlü olduğu dönemde bitiren ve ülke aleyhine gelişen halkının sefil bir halde yaşamasına mahkum eden kapitülasyonlardır. Dolayısıyla genç Cumhuriyet’in mücadele ettiği en büyük sorun bu olmuş ve yüzyılların oluşturduğu sonuçları ortadan kaldırmak ancak “Devletçilik” politikaları ile gerçekleştirilmiştir. Ekonomide yani sermayede maalesef yerli sanayici oluşturmak çok güçtü dolayısıyla birikimi olup, teknik altyapısı olmayan işadamları ile ülke gelişmekte zorluk çekecekti. Çünkü yabancı ortaklıklar ülke ekonomisi için tehlikeli olabilirdi. Bunun önünü kesmek amacıyla Devletçilik politikaları ile yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Havayolunun dünyada ve Osmanlı döneminde gelişmelerine bakacak olursak; Wright Kardeşlerin 17 Kasım 1903 tarihinde gerçekleştirdikleri ilk uçuşları aynı zamanda yüzyıllardır süren bir hayalin de gerçekleşmesine neden olmuştur. Dünya üzerindeki bu gelişmeler etrafında Osmanlı’da ticari manada değil askeri alanda gelişmelerle, Trablusgarp savaşında İtalyanların uçak kullanmaları neticesinde bu konuda adım atılmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti Havayolu ulaşımında Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Pasa döneminde 1 Haziran 1911’de Kıtaat-ı Fenniye ve Mevaki-i Müstahdeme Müfettiş-i Umumiliği’nin ikinci şubesine bağlı bir hava komisyonu kurulmuştur. Hemen arkasından Fesa Bey ve Kenan Bey Fransa’ya gönderilmiş, 1912’de Yeşilköy d' e 2 hangar ve 1 meydan yapılmış, Yeşilköy’deki ilk hava örgütü, 3 Temmuz 1912'de Yeşilköy Hava Mektebi olarak hizmete girmiştir. 12 Mart 1912’de havacılık teşkilatı hakkındaki kanunun kabul edilmesiyle de uçak satın almak için yardım toplanmasına karar verilmiş, aralarında Mahmut Şevket Paşa, Prens Celaleddin gibi isimlerin bulunduğu devlet adamlarının da katılımıyla kampanya başlatılmıştır. Havacılık bu şekilde temelleri atılmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra da havacılık faaliyetlerine önem verilmeye devam edilmiş, bu çerçevede bir yandan yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılırken tesis ve araç şartlarının da geliştirilmesine çaba harcanmıştır. 1925 yılında “Türk Teyyare Cemiyeti”nin kurulmasıyla Türkiye’de sivil havacılığın kurumsal temelleri atılmıştır. 1933 yılında, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan ve Türkiye’de sivil hava yolları kurma ve taşıma 26 yapmak üzere görevÖmer BAYRAM - Hv. Asb.(E) lendirilen “Hava Yolları Devlet İşletmesi”nin kurulması fiili olarak sivil taşımacılığın başlamasına olanak tanımıştır. Bu dönemde, daha önce askeri ihtiyaçlar için alınmış olan uçaklar, yolcu ve yük taşımaya elverişli hale getirilmiş ve Türkiye’nin belli başlı şehirleri arasında hava ulaşımı sağlanmaya başlanmıştır. Belirtilen yıl “Türk Hava Postaları” adıyla ve 5 uçaklık küçük bir filoyla ilk sivil hava taşımacılığı başlatılmıştır. Havacılıkla ilgili ilk çalışmaların ağırlık noktasını havaalanı inşaatı oluşturduğundan, Havayolları Devlet İşletmesi 1938 yılında Devlet Hava Yolları Umum Müdürlüğü adını alarak Bayındırlık Bakanlığı’na bağlanmıştır. Sivil havacılık ulaştırma 1933 yılında 5 uçak ve 28 koltuk kapasitesine sahipti. Bunun yanında Cumhuriyet’in Türkiye'yi Avrupa'ya bağlayan ilk ticari hava hattı Franco-Romen Hava Seyrüsefer Kumpanyası'nın 1922 senesinde İstanbul'a uğrattıkları hattır. 1924 senesinde Aero Espresso İtaliana şirketine 20 senelik bir imtiyaz verilmiştir. Bu şirket Ankaraİstanbul-İzmir ve Brindizi arasında muntazam sefer tesis etmek istemişse de, faaliyeti ancak İstanbul-AtinaBrindizi hattı ile sınırlı kalmıştır. 1925’de Franco-Romen ve Alman Junkers tayyare şirketlerine Ankara-İstanbul arasında bir hat işletebilmek üzere verilmiştir. Türkiye’de havayoluyla yolcu taşıma, 1933 yılına kadar yabancı şirketler tarafından gerçekleştirilmiştir, bu çerçevede imtiyaz süreleri 20 yıl olmak üzere, 1920 yılında teşekkül ettirilen Sidna (Air France) ve 1924 yılında kurulan Aero Espresso şirketleri havayolu taşıma faaliyetlerini başlatmışlardır. Bu havayolu şirketlerinden 8 uçağa sahip olan Sidna firması 1929 yılında 327 yolcu taşımış, 1930 yılında ise 4 uçakla 368 yolcu taşımıştır. 1930 yılında 9 uçağa sahip olan Aero Espresso şirketi de 397 yolcu taşımıştır. 1933 yılında yukarıda adı geçen havayolu şirketlerine, devlete ait bir firma olan “Hava Yolları Devlet İşletme İdaresi” dahil olmuş ve havayolu ulaştırması gerçekleştiren şirket sayısı 3’e yükselmiştir. Sidna ve Aero Espresso firmaları 1935 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmekle birlikte bu tarihten itibaren Hava Yolları Devlet İşletmesi’nin ağırlığı belirginleşmeye başlamıştır. 1938 yılına gelindiğinde Hava Yolları Devlet İşletmesi’nin taşıdığı yolcu sayısı 879 kişidir. Havayoluyla yolcu taşımada olduğu gibi yük taşımada da başlangıçta yabancı menşeli havayolu şirketleri faaliyet göstermiş eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 27 1933 yılından itibaren ise, Hava Yolları Devlet İşletmesi taşımadaki yerini almıştır. Bu döneme gelmeden önce Türkiye’nin aynı zamanda Asya ve Avrupa kıtaları arasında kalan ve havayolu ulaşımında ara istasyon olarak kullanılması istekleri, rotaların uygunluğu, Avrupalı Havayolu şirketlerinin ülkemizdeki ilgisini artırmıştır. Bu maksatla Türk hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmuşlardır. Hükümet, dönemin iktisat programının “turizmin her vasıta ile teşvik edileceğine” dair 12. maddesine rağmen bu girişimlere başlangıçta “askeri mülahazalarla” soğuk bakmışsa da daha sonra bazı şirketlerle anlaşmalar yapmıştır. Bu konuda özellikle Almanların önemli girişimleri söz konusudur. İlk olarak Junkers şirketi Türkiye ile ortak bir hava nakliye şirketi kurmak için girişimlere başlamıştır. Diğer bir Alman şirketi Lufthansa’dır. Lufthansa şirketi, Berlin-İstanbul arasında hava postası konulması için Ekim 1929’dan itibaren çalışmalar yapmış, şirket; 12.5 saat olarak düşünülen uçuş süresiyle günde iki kez Almanya ve Türkiye’den karşılıklı sefer yapmayı planlamıştır. Nisan 1930’da, İstanbulBerlin arasında uçakla posta taşımacılığı yapmak üzere Nakliyat-i Havaiye şirketi ile Posta Müdüriyet-i Umumiyesi arasında bir sözleşme imzalanmıştır. Buna göre her gün İstanbul-Berlin arasında bir posta seferi düzenlenecek, mektuplardan 22 kuruş ücret alınacaktır. 1930’lu yıllarda, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancı havayolu şirketlerince yürütülen havayolları faaliyetinin, bu yıllarda izlenen devletçilik politikası ile birlikte, bizzat devlet tarafından oluşturulan bir millî işletme kanalıyla yürütülmesi gündeme gelmiş, sonuçta; Havayolları Devlet İşletme İdaresi Millî Müdafaa Vekaleti’ne bağlı olarak, Türkiye’de havayollarını tesis etmek ve bu yollar üzerinde nakliyat yapmak amacıyla 20 Mayıs 1933 tarih ve 2186 sayılı kanunla kurulmuştur. İşletmenin ilk genel müdürü, aynı zamanda Türkiye’nin ilk pilotu da olan Fesa Bey (Evrensev)’ dir. Mülhak bütçeli olarak kurulan idarenin genel müdürü her ne kadar Millî Müdafaa Vekaleti’nin teklifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararıyla atanıyorsa da idarenin sivil nitelikte olması uygun görülmüştür. Hava hatlarının düzenlenmesinde Erkân-ı Harbiye Vekâleti’nin de katılımı esas tutulmuştur. Kuruluş kanununa göre, idarenin tüm tesisat ve araçları, Millî Müdafaa Vekaleti’ne bağlı fabrikalarda maliyet fiyatıyla tamir edilecektir. Ayrıca idarenin uçakları ile her ne nedenle olursa olsun ücretsiz yolculuk yapılamayacaktır. Hiç şüphesiz bu kararda, zaten başlangıçta 8-10 kişilik olan ve bu yüzden kâr etmesi kolay olmayan uçuşları bir de ücretsiz yolcu alarak iyiden iyiye zarar eder bir hale getirmeme kaygısı vardır. 30 Mayıs 1935 tarih ve 2744 sayılı kanunla, Millî Müdafaa Vekaleti’nin işletme üzerindeki tüm tasarrufu Nafıa Vekaleti’ne bırakılmış ve işletme bu vekalete bağlı olarak çalışmaya başlamıştır. Aynı kanunla, 1933 tarihli 2186 sayılı kanunla hava hatlarının düzenlenmesinde Erkân-ı Harbiye Vekâleti’nin de katılımını esas tutan madde lağvedilmiştir Yine söz konusu kanunun 3. maddesine göre, “Havayolları Devlet işletme idaresinin tayyareleriyle memurları, askeri meydan ve yardımcı meydanlardan, nakil vasıtalarından, fabrikalarından; askeri tayyare ve memurlar da işletmenin meydan ve yardımcı meydanlarından ve nakil vasıtalarından karşılıklı istifade edebileceklerdir.” Millî Müdafaa Vekaleti’nden işletmeyi yalnızca zayıf bir hangar, bir bina ve ikisi Amerikan, ikisi Alman Junkers tipi 4 uçak ve Cumhuriyet’in 10. yıldönümü nedeniyle hediye edilen bir adet ATH-9 tipi yolcu uçağıyla birlikte toplam beş uçakla devralan Nafıa Vekaleti İngiliz De Haviland şirketine Dragon- Rapid tipinde ilk etapta 3 uçak sipariş edilmiştir. Ayrıca bu uçakları kullanacak 4 pilot ve 4 makinist de baslarında bir yöneticiyle birlikte Londra’ya 3 aylık staja gönderilmişlerdir. İşletmenin önemli bir çalışması da meydanlarla ilgilidir. Buna göre, önce ana, sonra da yardımcı meydanlar için projeler hazırlanmış ve tüm illerden, hava meydanı için ayırabilecekleri arsaların krokileri istenmiştir. İstenen krokilerin çok kısa zamanda gelmesi, illerin de bu konuya ilgi gösterdiklerinin bir işareti olmuştur. İngiliz şirketine sipariş edilen uçaklar, 10 Mayıs 1936’da Ankara’ya gelmiştir. Saatte 200 km. sürat yapabilen, 7 yolcu ve 1 pilot kapasiteli bu uçakların gelmesiyle birlikte öncelikle Ankara-İstanbul seferleri üzerindeki son hazırlıklar da tamamlanmıştır. Yaklaşık 1 saat 50 dakika süreceği düşünülen seferlerin her gün karşılıklı birer uçakla başlaması plânlanmıştır. İlk uçak, 25 Mayıs 1936’da 4 yolcu ve posta ile Ankara’dan havalanmış ve karşılıklı seferler başlamıştır. Demiryollarının altın yıllarını yaşadığı, karayollarının ona hiçbir zaman ve hiçbir şekilde rekabet edemeyeceğinin düşünüldüğü, karayolu yapımına zaman zaman itirazlar yükseldiği bir dönemde başlatılan havayolu seferleri kamuoyunda olumlu karşılanmıştır. Ankara-İstanbul hava seferlerinin başladığı 25 Mayıs tarihinden Ağustos sonuna kadar olan 3 aylık dönemin sefer rakamları incelendiğinde toplam olarak 230 seferin yapıldığı, 698 yolcu, 627.8 kg. bagaj, 70.8 kg. posta ve 4987 kg. gazete taşındığı görülmektedir. Bir süre sonra bu seferler, İzmir’e kadar uzatılmıştır. Mart 1937’ye gelindiğinde ise Adana hava meydanı açılmıştır. Bu meydanın açılmasında, özellikle Orta Asya’ya sefer yapacak uçaklar için bir ara istasyon olma olasılığı değerlendirilmiştir. 1938’e gelindiğinde, 1933’te Havayolları Devlet İşletme İdaresi adıyla kurulan işletmenin, yapısında ve isminde birtakım değişiklikler yapılmıştır. Sonraki dönemlerde de gelişmeler paralelinde değişiklikler gerçekleştirilmiş, yeni müdürlükler tesisi, uçak ve pistlerin sayısını çoğaltma gibi çalışmalar yapılmıştır. Günümüzde bile bu çalışmalar halen devam etmektedir. 27 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 28 YÜRÜYEN KÖŞK - UNESCO BİLGİ DOSYAMIZ UNESCO DÜNYA MİRAS LİSTESİ ADAYIMIZ: ATATÜRK’ÜN MİLLET KÖŞKÜ ‘YÜRÜYEN KÖŞK’ 1- Genel: Dünya Mirasları; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı UNESCO tarafından belirlenen kültürel ve doğal varlıkların listesidir. UNESCO her yıl toplanarak, listesine alınacak yeni doğal ve kültürel varlıkları karara bağlamakta ve listede bulunan varlıkların korunma durumunu incelemektedir. Gerektiğinde ilgili ülkeye uyarılarda bulunmakta ve hatta önlem alınmaması halinde bu eserleri listesinden çıkarmaktadır. Temel amaç, dünya miraslarının korunması ve gelecek nesillere aktarılmasıdır. 2- UNESCO Listesi’ne Girmenin Yararları: 2.1) Alanın (varlığın) ve kentin dünyaca tanınmasını sağlıyor. 2.2) Alanı denetliyor ve korumaya alıyor. 2.3) Alanın korunması için maddi destek sağlayabiliyor. 2.4) Artan turizmin iyi yönetilmesi için programlar sunuyor. 3- UNESCO Komite Toplantıları: Dünya Miras Komitesi’nin son toplantısı Bonn’da yapılmış olup, ülkemizden Efes ile Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı listeye alınmıştır. Böylece ülkemizden listeye giren alan (varlık) sayısı 15’e yükselmiştir. Listenin en başında 51 kültürel varlıkla yer alan İtalya'yı; Çin 48, İspanya 44, Fransa 41 ve Almanya 40 varlıkla takip etmektedir. Ülkemiz aslında bir kültürel varlıklar cennetidir. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, bu 15 sayısının yetersiz olduğu görülmektedir. İyi bir çalışma ile ülkemizden en az 50 alanın listeye girmesi mümkündür. 4- UNESCO Listesindeki Doğal ve Kültürel Alanlarımız (Toplam 15): -İstanbul'un Tarihi Alanları (1985) -Göreme Milli Parkı ve Kapadokya (1985) -Divriği Ulu Camii ve Darrüşşifası (1985) -Hattuşa: Hitit Başkenti (1986) -Nemrut Dağı (1987) -Xanthos Letoon (1988) -Hieropolis Pamukkale (1988) -Safranbolu Kenti (1994) -Troia Arkeolojik Siti (1998) -Selimiye Camii ve Külliyesi (2011) -Çatalhöyük Neolitik Kenti (2012) 28 -Bursa ve Cumalıkızık Köyü (2014) -Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Metin Erdoğan - Emekli Ateşe (2014) -Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı (2015) -Efes Antik Kenti (2015) 5- UNESCO Dünya Kültür Mirasları Kriterleri Nelerdir? Bir alanın (varlığın) Dünya Miras Listesi’ne dahil edilebilmesi için, Dünya Miras Komitesi tarafından belirlenen olağanüstü evrensel değerini ölçen, 6 kültürel ve 4 doğal kriterden en az birini karşılaması gerekmektedir. Kriterler: 1) İnsanın yaratıcı dehasının üst düzeyde bir temsilcisi olması, 2) Dünyanın bir kültür bölgesinde veya bir dönemde mimarlık veya teknoloji, anıtsal sanatlar, kent planlama veya peyzaj tasarımı alanlarında önemli gelişmelere ilişkin insani değer alışverişlerine tanıklık etmesi, 3) Yaşayan veya yok olan bir kültür geleneğinin veya uygarlığın istisnai, ender rastlanan bir temsilcisi olması, 4) İnsanlık tarihinin önemli bir aşamasını veya aşamalarını gösteren bir yapı tipinin, mimari veya teknolojik bütünün veya peyzajın istisnai bir örneği olması 5) Özellikle geri dönülmez bir değişimin etkisi altında hassaslaşmış olan çevre ile insan etkileşiminin veya bir kültürün/kültürlerin temsilcisi olan, geleneksel insan yerleşimi, arazi kullanımı veya deniz kullanımının istisnai bir örneği olması, 6) İstisnai evrensel önem taşıyan sanatsal veya edebi eserler, inançlar, fikirler, yaşayan gelenekler ve olaylarla doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olması (Komite bu kriterin tercihen diğer kriterler ile birlikte kullanılması gerektiğini kabul etmektedir.) 7) Üstün doğal görüngelere veya eşsiz doğal güzelliklere ve estetik öneme sahip alanları içermesi, 8) Yaşamın kaydı, yer şekillerinin oluşumunda devam eden önemli jeolojik süreçler veya önemli jeomorfik veya fizyografik özellikler dahil dünya tarihinin önemli aşamalarını temsil eden istisnai örnekler olması, 9) Kara, tatlı su, kıyı ve deniz ekosistemleri ile hayvan ve bitki topluluklarının evrim ve gelişiminde devam eden önemli ekolojik-biyolojik süreçleri sunan eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 29 istisnai örnekler olması, 10) Bilim veya koruma açısından istisnai evrensel değere sahip tehlike altındaki türleri içeren yerler de dahil, biyolojik çeşitliliğin yerinde korunması için en önemli ve dikkat çeken doğal habitatları içermesi. 6- UNESCO Adayımız ‘Yürüyen Köşk’ün İnanılmaz Öyküsü: Atatürk, Yalova sahilden geçerken tesadüfen görüp hayran kaldığı bir çınarın (şu anki yaşı 390) yanında 1929 yılında iki katlı bir köşk yaptırmıştır. Bir yıl sonra (1930) bu dev ağacın köşkün çatısına zarar vermekte olduğunu gören bahçıvan ağacın bir büyük dalını kesmek ister. Ancak Atatürk dalın kesilmemesini ve köşkün kaydırılmasını emreder! İstanbul’dan getirilen bir teknik ekip 8.8.1930 günü bu binayı raylar üzerinde 4 metre 80 santim doğuya kaydırır! Bu tarihten sonra Yalova halkı gerçek adı Millet Köşkü olan binaya “Yürüyen Köşk” adını takar. ‘Yürüyen Köşk’ dünyada yerinden kaydırıldığı bilinen ilk binadır! Bir başka binanın taşınması olayına dünya, bundan tam 68 yıl sonra (1998) Amerika’da tanık olmuştur! Üstelik oradaki amaç doğayı değil, tarihi bir yapıyı korumaktır. Günümüzde müze olarak kullanılan köşkün kaydırılması ile Atatürk dünyaya, doğa sevgisi ve teknoloji becerisi konularında mesajlar vermeyi amaçlamıştır! (Köşk; 1999 depreminde Yalova’da hasar görmeyen sadece %15 binadan biri olarak halen sapasağlam ayakta durmaktadır!) 8- Süreç Nasıl İşlemektedir? Millet Köşkü’nün (Yürüyen Köşk) UNESCO Listesine girebilmesi için, öncelikle ilgili Yerel Yönetim’in veya bir Sivil Toplum Örgütü’nün başvuru dosyasını T.C.Kültür Bakanlığımıza ulaştırması gerekmektedir. Bakanlık bu dosyayı doğrudan UNESCO merkezine iletme yetkisine sahiptir. Konu UNESCO Komitesi tarafından, 10-20 Temmuz 2016 tarihleri arasında İstanbul toplantısında karara bağlanacaktır. Kural olarak, önerilen varlıklar önce geçici listeye (Tentative), daha sonraki dönemde kesin listeye alınmaktadır. 9- Sonuç: Bu konuda; son 1,5 yılda çok sayıda ilgili kurum, kuruluş yetkilileriyle ve önemli kişilerle bizzat görüştüm ve genelde her kesimden olumlu izlenimler edindim. Kurumlarla yaptığım yazışmalar da keza olumlu yanıtlar içermektedir. “Alan Yönetim Başkanlığı” yönetiminde profesyonel bir lobi çalışması sonucu ‘Yürüyen Köşk’ün UNESCO Listesi’ne girmesi mümkün görülmektedir. Bunun gerçekleşmesi; ülkemizde ve dünyada çevre ve doğa bilincinin gelişmesine, Yalova’nın dünyaca tanınması ile klasik turizmin ve kongre turizminin gelişmesine büyük katkıda bulunacaktır. Emeği geçen herkese şimdiden teşekkür ederiz. 7.7.2015 7- ‘Yürüyen Köşk’ün Liste’ye Girme Şansı Neden Yüksektir? - ‘Yürüyen Köşk’ diğer varlıklardan farklı olarak çok özgün ve orjinal bir alandır. - Doğa sevgisini ve modern çevre anlayışını özünde barındırmaktadır. - Köşk bizce yukarıdaki kriterlerin birden fazla maddesini (1,2,4,5,7) kapsamaktadır. - Unesco 40.Komite Toplantısı’nın İstanbul’da yapılması bize ev sahipliği avantajı sağlamaktadır. - Türkiye halen Komite üyesidir, yani söz sahibidir.(Bu üyelik 2017 yılında son bulacaktır.) - Ayrıca; Miras Listesi’ne adayımız olan varlık (Köşk), doğa sevgisi ile o zamanki teknoloji için bugün sembol niteliği taşımakta olup, Atatürk’e ait şahsi bir alan ve uygulamadır. UNESCO, özetle barışa olan katkıları nedeniyle 1981 yılını, 152 ulusun oybirliğiyle, 100. doğum yıldönümü münasebetiyle dünyada ‘Atatürk Yılı’ ilan etmiş ve kutlamıştır. UNESCO tarihinde böyle bir karar, sadece Atatürk için alınmıştır. Bunun bir avantaj olacağı düşünülmektedir. Hazırlayan: Metin Erdoğan, Araştırmacı, emekli Ataşe, ÇSGB eski Müst.Yrd. Facebook: ATATÜRK ve YÜRÜYEN KÖŞK, eMail: [email protected] 29 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 30 ÇAKMAKLI’DA BİR AKŞAM... 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı siz nasıl kutladınız, bilemem ama ben heyecanla kutladım. O gün Çakmaklı’da köy çocuklarının, tatilci çocuklarının keman çalmaya başladıklarını, çello çaldıklarını, yan flüt, piyano çalmak için bir araya geldiklerini duymuştum. Bizi de çağırdılar. Gittik. 1979’da Karşıyaka’ya geldiğimizde üst katlardan birinde çok güzel bir aile oturuyordu. Pek görüşmesek de temiz insan oldukları her davranışlarından yansıyordu. Baba, anısı güzel Mehmet Öğüt, Devlet Senfoni Orkestrası’nda obua çalıyordu. Onu, elinde çalgı kutusuyla giderken ya da gelirken görüyorduk. Güler yüzlü, beyefendi bir insandı. Anne Ülker Hanım, ev kadınıydı. Küçük oğulları Barış’ı büyütmeye çalışıyor, onun büyüğü Gündüz’ü okula uğurluyordu her sabah. Büyük oğulları Aydın’ın askeri lisede okuduğunu biliyor, tatillerde üniformasıyla sılaya dönerken görüyorduk. Komşularımız Öğütler, ailece müzisyen oldular sonunda. Aydın askeri liseyi bitirdikten sonra konservatuvarın yükseğine gitti. Lisede de zaten ordu adına konservatuvarda okuyordu. Piyano çalıyor; senfoni orkestrasında. Gündüz, keman sanatçısı oldu, şimdi devlet Senfoni Orkestrası’nda çalıyor. Dahası Gündüz Öğüt, bilim kurgu romanlar, öyküler yazarak kendini kanıtlayan bir yazar oldu. Barış da keman sanatçısı oldu ağabeyi gibi. Şimdi Antalya Opera ve Bale Orkestrası’nda sanatçı. Bu ailenin komşumuz oldukları yıllarda Çakmaklı’da kendilerine küçük bir yazlık yaptıklarını duymuştuk. Bizi Çakmaklı’ya davet eden Aydın Öğüt oldu. Çakmaklı’ya gittiğimizde bizi futbol sahasına yönlendirdiler. Yemyeşil bir sahanın kıyısına yapılan, bir köy için düşünülemeyecek denli güzel bir kültür evi ile en az 1500-2000 kişilik bir stadyumla karşılaştık. O zaman eski komşumuz Ülker Hanım bizi gördü. Yer gösterdiler. Oturduk ama hâlâ şaşkındık. Peki bu düzenlemenin mimarları kimlerdi? Biri Aydın Öğüt, öteki onların kurslarını parasal yönden destekleyen MTS Denizcilik’in sahibi Hakan Erşen’di. Bu futbol sahasını, stadyumu, kültür eviyle muhtarlık binasını yapan da Hakan Erşen’di. Aydın Öğüt, sanatçı duyarlığıyla, aydın olmanın sorumluluğuyla insanın iyiye, güzele, doğruya değişiminin sanatla, kültürle olacağına inanmış özveriyle köy çocuklarına müzik kursları vermeye başlamış. Kardeşi Gündüz Öğüt de desteğini esirgememiş. Zaten birbirine çok bağlı bir aile Öğütler. 30 Biraz sonra en küçüğü dört beş yaşlarındaki çocuklarla yetişkin gençlerin ellerinde çalgılarla heyecanlı gidiş gelişleri... Hidayet Karakuş - Şair, Yazar Kimi üç hafta önce başlamış keman çalmaya, kimi çello çalıyor genç kızların, kimi flüt... Öğretmenleri gönüllü dersler veriyorlar çocuklara. Aydın Öğüt’ten başka eşi Canan Öğüt, kızı Elvan Öğüt, Zülal Günan Erşen, Pınar Özdüzgören, Gündüz Öğüt, Erdoğan Erken, Sabahattin Karakul, Seyhan Minel Özerdinç... öğretmenler, öğrenciler el ele, sevinç içinde... Buradaki yapıların, konserin destekçisi Hakan Erşen’in Galatasaray Lisesi’ni bitirdiğini öğrendim. Zaten gecenin açılış konuşmasını yaparken öylesine doğru şeyler söyledi, öylesine gerçekçiydi; etkinlik sonrası tanıştık. Hakan Erşen, kısaca yaptıkları kültür evinin yalnızca yazları değil kışın da dolup taşması için köylülere çağrıda bulundu. Sanatın, kültürün insan yaşamını nasıl etkilediğinin, insanı nasıl değiştirdiğinin bilincindeydi Hakan Erşen. Aydın Öğüt’le de yıllar sonra karşılaştık konser öncesinde. Yanında karısı Canan, güzel kızı konservatuvar öğrencisi Elvan’la geldi. Gündüz’le en son TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda görüşmüş, kitabını imzalatmıştım. Sanatı, aydınlanma kültürünü topluma kazandıramazsak ilkelin ilkeli bir topluma doğru geriye evrileceğimizi belirtmek için. İnsanın tüm insan olması ancak sanatla olanaklı. Kişi kendini aşamadıkça saldırgan, ilkel güdülerinin tutsağı olur. Kişiliğinin küçük dar sınırlarında tükenir gider insan. Kendini aşmanın yolu da sanattan geçer. Çakmaklı’da köy çocuklarına çağcıl çalgıları, çok sesli müziğin değerlerini, araçlarını öğretmek için çırpınan Öğüt ailesiyle özellikle Aydın Öğüt’le Hakan Erşen’in çabalarına saygı duymaz mısınız? Aydın olmak bu değil midir? Köylüler kadın erkek bin beş yüz iki bin kişi çocuklarını izlerken sevinçli, gururlu, mutluydular. “Halk bunu istiyor” diye diye sanatı yozlaştıran kafaların o gece Çakmaklı köylülerinin heyecanını görmelerini isterdim. Sanat süreklilik ister. Son derece disiplinli bir çalışma, özveri gerektirir. Bu çabaların sonucu hiç kimsenin ulaşamayacağı bir doyumdur. Bu doyumdur işte kişinin kendini aşmasına merdiven olur. Çakmaklı’da bir ışık yakılmış durumda. Bu ışık sönmemeli. Belediyeler, omuz vermeli bu aydınlık savaşımına. Atatürkümüzün yurdumuzda görmek istediği de buydu. eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 31 GÜNCEL sormuşsun on yedi yaşında demişler babası yokmuş demişler eriyivermiş içindeki dağlar adın söyleyin onun kendi gökyüzü vardı kendi ırmakları suları sabahları çiçek sulardı demişsin adını bilmiyoruz uzun boylu bıyıkları aksayan bir çocuk demişler yürümesi hızlı sevinçleri kısa bilmiyoruz adını sormadık hiç öylesine bizdendi ki gerek görmedik sevinçli ıslıklar çalardı olmadık sorular sorardı daha demindi az önceydi oturuyorduk boş sigara paketini buruşturup atmıştı birdenbire bir söze aklı takılmıştı çırpınakalmışsın bir sürem şimdi göğsünden yaralı uzanıvermişsin boşluklara gönlünün gökyüzleri kararmış sürümüşsün kendini sayrılarevine yok demişler yapışmış omzuna eli usul bakmışsın solgun ağzı kıpırdamıyor acıdan yaşıyor diye kendinden utanarak çok şükür demişsin 1977 / Hidayet KARAKUŞ Günaydın Gül YaprağıBilgi Yayınevi, 2000 yanımızda koşuyordu ince bakışlarından tanırdık onu düştüğünü görmedik 31 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 32 BAHRİYE ÜÇOK VE “ATATÜRK’ÜN İZİNDE BİR ARPA BOYU...” Tarihçi, siyaset bilimci, politikacı Doç. Dr. Bahriye Üçok 25 yıl önce, 6 Ekim 1990 tarihinde evine gönderilen bombalı bir kitap paketiyle 71 yaşında katledildi. 1989 yılında kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucuları arasında da bulunan Doçent Doktor Bahriye Üçok Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ilk kadın öğretim üyesi olarak “laiklik” üzerine bir rapor hazırlamakta olduğu günlerde katledildi. Meslek yaşamının büyük bir bölümünü Atatürk devrimlerinin ve laiklik ilkesinin açıklanması ve savunması ile geçirmiş, tarihsel ve bilimsel gerçekleri göz önünde tutarak yazılarını gerektiğinde ayet ve hadislerle destekleyip kamuoyunu aydınlatmış bir bilim kadınıdır. Üçok’un “Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu” adlı kitabından aldığımız çeşitli konulardaki görüşleri şöyle: 1) İslamiyetin topluma getirdiği yeni düzen: • İslamiyet, kendinden önceki Cahiliye Dönemi ile karşılaştırıldığında Arap toplumundaki sosyal düzeni çeşitli yönlerden değiştirerek bu toplumun diğer toplumlara oranla çok ileri bir toplum haline gelmesine neden olmuştur. Ancak zamanımızdan 1400 yıl önceki kuralların günümüz dünyasında uygulanması mümkün değildir. • İslam hukukunun dondurulmuş olması nedeniyle insan haklarındaki gelişmelere ayak uyduramamış ve 7. yüzyılda öncü olduğu insan hakları alanında geri kalmıştır. • İslamiyet, Cahiliye Dönemi’ne nazaran kadınlara bazı haklar getirmekle birlikte; boşanmada, tanıklıkta, cezada, mirasta Müslüman kadın yine de erkekle eşit olmamıştır. 2) İslamiyette Müzik, Resim, Moda: • Müziğin günah olduğunu söylemek, peygamberlerin sünnetlerine aykırı hareket etmektir. • İslamda resim ve heykel ilke olarak yasak değildir, yasak sadece tapınmak için yapılan resim ve heykeller için geçerlidir. • Bugünkü gibi İslamiyet döneminde de yaygın modalar mevcuttur. Peygamberimiz erkeklerin dikkatini çekmemek için kadınların örtünmesini istemiştir. 1968’den bu yana İslamın emirlerine göre giyinmiş olduğunu sanan bazı hanımların yaptığı gibi başlarını özel bir biçimde örtüp dikkati kendine çekmek için değil. 3) Kur’an Harflerinin Kutsallığı: • Kur’an harflerinin bir kutsallığı yoktur, kutsal olan onların ifade ettiği anlamdır. Türkiye Müslümanlarının dinsel alanda karşılaştığı çalkantı, gruplaşma, yabancılaşmanın 32 nedeni; dinini kendi öz diliyle okuyup anlayamamasıdır. Mehpare ÖZKABAN - Eğitimci, Sosyolog 4) Dinsel Giyim: • İslamda “Ruhban” sınıfı yoktur. Bu nedenle ne ibadet sırasında, ne günlük yaşamda özel bir giysi taşımak zorunluluğu da yoktur. Şapka devrimini eleştirmek; fes, sarık ve takkenin dinsel birer başlık olduğuna inandırmak istemek, gelecekte bütün devrimlerimize yönelecek yıkıcılığın başlangıç noktasıdır. 5) İmam Nikahı: • Medeni Kanun’la gerçekleştirilen nikah ile şer’i nikah esasta birbirinden farksızdır, ikisinin de dinsel bir yanı olmayıp sadece iki kişi arasında yapılan hukuksal bir anlaşmadır. Medeni Kanun’a göre evlenmenin akdedilmesinde ve akdin sona ermesinde yönetim ve yargının müdahalesi, hem eşlerin ve çocukların, hem de toplumun yararına olmuştur. 6) Cuma günlerinin tatil olması önerisi: • Atatürk devrimlerine yapılan saldırıların bir halkasıdır. Dinen hiçbir geçerliliği yoktur. 7) Oruç ve Hac esnasında kurban kesme: • İslam dini katı bir din değildir. Kimse oruç tutmaya zorlanamayacağı gibi hac sırasında kurban kesmeden de hac görevi yerine getirilebilir. 8) Ülke Bağımsızlığı: • Ülkemizde ABD üslerinin tartışıldığı günlerde 17 Mart 1967 tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Endonezya’nın Sömürgeleşmesi” başlıklı bir yazı yazar. Bu yazısında 16. yüzyıl başlarında kurulan müslüman Açe sultanlığında geçen bir olayı anlatır. Şöyle ki; ΙΙ. İskender’in erkek varisi olmayışı nedeniyle ölümünden sonra Açe Sultanı olarak tahta karısı çıkar. Ondan sonra da arka arkaya üç kadın daha Açe sultanlığı yapar. Sömürgeci devletler güya barışçı amaçlarla ülkeye heyetler gönderirler. Bunlardan İngiliz heyetine bu kadın hükümdar: “İngilizHindistan ortaklığı yöneticisi vali, sarayımı altınla doldursa dahi kendisine ne bir kale, ne bir tuğladan ev yapma müsaadesi veririm” der. Bugün İncirlik’teki üsle- re ilaveten bir de batıda nerelere üs verilebileceği tartışmalarının yapıldığı, ulusal yargımızın devre dışı bırakılarak yabancı sermayeye ülkemizi peşkeş çekmek için Uluslar arası Tahkim Kurulu’nun konuşulduğu, buna imkan vermek için Anayasa değişikliği yoluna gidilmek istendiği şu günlerde Açe Sultanı’nın anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 33 9) Diyanet İşleri Başkanlığı: • 31 Temmuz 1975 tarihli Milliyet gazetesindeki makalesinde şöyle yazar: Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş kanununda Başkanlığın yalnız İslamiyet için değil, aynı zamanda İslamiyetten başka itikat ve ibadetleri de aydınlatmak için kurulmuş olduğunu yazar. Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı kanununun 1965’de değiştirilen 1. maddesi anayasaya aykırıdır. Bu maddede başkanlığın yalnızca İslam dini için kurulduğu belirtilmektedir. • Diyanet İşleri Bşk’nın görevleri şöyle sıralanmalıdır: 1- Camilerde vaaz veren din görevlilerini sıkı bir teftişle Anayasa ve yasalara karşı telkinlerden uzak tutmak 2- İslamın hoşgörüsünü, dinde asla zorlama olmadığını anlatmak, bilim dışı telkinlerden kaçınıp modern sağlık ve temizlik kurallarını uygulatmak, insan ve hayvan sevgisini aşılamak, ayrıca mezhep ayrılığı gütmenin yanlışlığı konusunda vaazlar verip halkı aydınlatmak 10) İmam Hatip Okulları: • İmam Hatip Okullarının tek bir amacı olmalıdır; o da imamlık ve hatiplik gibi görevlerle yükümlü memur yetiştirmek. Bu okullardan mezun olanların İlahiyat Fakültelerine gitmeleri Eğitim Birliği yasasına aykırı değildir. Oysa Üniversite Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklikle (1975) bütün meslek liselerini bitirenlere her türlü yüksek okul ve üniversiteye girmelerine imkan verilerek İmam Hatip Liselerini bitirenlere yüksek öğretimin bütün kapıları açılmak istenmektedir. Bu “Devrim Kanunları”na aykırıdır. 11) İlköğretim ve Ortaöğretim kurumlarında okutulmak istenen din dersleri: • 3 Ocak 1976 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Eğitimde Şeriat Düzeni” başlıklı makalesinde şöyle yazar: Okullara zorunlu din dersi konulması Atatürk ilkelerinin temelini teşkil eden laiklik ve Anayasamızın (1961 Anayasası) 2. ve 9. maddelerinin açıkça ihlalidir. 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde “Devletin dini İslamdır” denildiğinden okullarda din dersleri vardı. 10 Nisan 1928 tarihli kanunla 1924 Anayasası’nın 2. maddesinden bu fıkra kaldırılarak T.C. laik oldu ve 3 Şubat 1937’de 1924 Anayasası’nın 2. maddesine T.C.’nin laik olduğu hükmü yazıldı. Bir yıl sonra da okullardan din dersi kaldırıldı. Çok partili döneme geçildikten sonra, kimi politik nedenlerle ilkokullara yeniden din dersi konuldu; giderek bu dersler ortaokul ve liseleri kapsayacak şekilde genişletildi ve ülkemizin geriye gidiş süreci başladı. • Bahriye Üçok zorunlu din derslerine olduğu kadar isteğe bağlı din derslerine de karşıdır. “Bir veliye çocuğunun din derslerine katılmasını istemiyorsan bildir demek onu dini inanç ve kanaatini açıklamaya zorlamak olur ki bu ayrıca onun toplumca kınanması sonucunu doğurur. Halbuki Anayasamızın 19. maddesi: Kimse dini inanç ve kanaatlerinden ötürü kınanamaz der.” 12) Türkiye’deki Din Eğitimi: • Bahriye Üçok Milli Güvenlik Konseyi’nin isteği üzerine hazırlamış ve sunmuş olduğu “Türkiye’de Din Eğitimi Konusundaki Görüşlerim” başlıklı yazıda şu görüş ve önerileri belirtir: 1- Din dersleri asla zorunlu olmamalı, laiklik özenle korunmalıdır. 2- Din dersleri (ille de okutulacaksa) programda ders saatlerinin sonunda veya en başında yer almalıdır. 3- Din derslerinde mezhep farklılıkları üzerinde durulmamalı, bir mezhebin diğerinden üstün olduğu söylenmemelidir. Dinsel bilimlerde derinleşmek isteyenlere meslek okulları açıktır. 4- İmam Hatip Okulları, yatılı bölge okullarına dönüştürülmeli ve kimi derneklerin elleri bu okulların üzerinden çekilmelidir. 5- İmam Hatip Okulları’nda öğrencilerin bölgesine göre yurttaşlara yardımcı olabilecekleri alanlarda yetiştirilmeleri, böylece imam ve hatiplerin boş zamanlarında topluma yararlı olmaları sağlanmalıdır. Örneğin imamlara yardımcı sağlık memuru, veteriner memuru, ziraat aletleri tamircisi v.s. olabilme yeteneği kazandırılmalıdır. 6- Diyanet İşleri Başkanlığı televizyonda laikliği de işlemelidir.1981 yılında: “Laikliği, yani din baskısından kurtulmuş özgür düşünceyi egemen kılmak, gerçekçi eğitimi programlaştırmak, Milli Güvenlik Konseyi iktidarı için bir Atatürk ilkelerini restore etmek çağı olacaktır. Kanımca bunda başarılı olmak Türkiye’yi bir iç savaşın eşiğinden geri döndürmek ve ikinci bir Kurtuluş Savaşı kazanmak ölçüsünde değer taşıyacaktır.” diyerek ne denli ileri görüşlü olduğunu gös- termiştir. 13) Kadın Hakları Açısından Eğitimin Önemi: • Atatürk devrimleri ile kadınlarımıza tanınan haklardan bir çok kadınımızın habersiz olduğu, kadınlarımızın bu haklarının bilincine varabilmeleri ve erkeklerin baskısından uzak, serbestçe kullanabilmeleri için bir eğitim ve öğretim seferberliğine ihtiyaçları vardır. 14) Milli Eğitim’deki Uygulamalar: • Köy ilkokulları, kent ilkokullarına nazaran zor koşullarda, yetersiz eğitim vermektedir. Bu durum eğitimde fırsat eşitsizliğine neden olmaktadır. • Orta öğretimde ise, yapılan uygulamalarla laik eğitim sisteminin temelden değiştirilmesinin amaçlanmış olduğu, tüm tutum ve çabalarla, yasa önerileriyle ortaya çıkmıştır. Bunu genel eğitim sistemi içinde laik okullara paralel din okulları kurarak, bunların sayılarını her gün biraz daha çoğaltarak, genel hale getirmeyi dileyenlerin yoğun çabalarında görmekteyiz. İmam Hatip Okulları’na kızların da alınacağının bildirilmiş olması da 33 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 34 bir yanlış tutum ve maksadın açıklanmış olmasıdır. Çünkü islama göre kadın her meslekte çalışabilir ama imamet yapamaz. • Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine ilişkin Senato konuşmasında; “Nasıl olur da devlet bütçesinden harcanan paralarla Devrimlerimizle taban tabana zıt bir anlayışın inancını içeren kitaplar basar ve yayar? Var olmanın, özgür yaşamanın yolu çağa uymayı bilenlere açılır. Bu da Milli Eğitim’le sağlanır. Eğer o Milli Eğitim, çağdaş düşün yapısında bir kadroya sahipse…” der. • Dil konusuna değinerek; “Okul kitaplarından arı sözcükleri kaldırıp yerine Arapça ve Farsça sözcükleri kullanmak, ya da TRT’nin dilini değiştirmek dil devrimini durduramaz.” der. • Aydın bir kadın olarak çevresini aydınlatma görevini; bilimin ışığı ve yol göstericiliğinde, inançla ve yılmadan sürdürmesi, toplumumuzu ortaçağ karanlığına mahkum etmek isteyenlerin gözünde asla bağışlanamaz bir suçtu. Bağışlamadılar! O hem aydın bir bilim kadını, hem bir din bilimcisi olmak suçlarını işlediği için cezalandırıldı. Görevini yerine getirmekten asla vazgeçmeyerek, hatta bu uğurda yaşamını feda ederek biz Atatürkçülere asli görevimizi hatırlattı: Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı aydınlanma devrimini tamamlamak ve uygar toplumlar arasında yerimizi almak! Bunu gerçekleştirmek için gereken ve biz Atatürkçülerde var olan inanç ve gücü ulusumuza aktarmak! Bahriye Üçok ve kıyıma uğramış tüm aydınlarımızın uğruna can verdikleri “Aydınlık Türkiye” idealini gerçekleştirmek için sonuna kadar mücadele edeceğiz. Söz veriyoruz! SON DAKİKA “TOPLUMCU BİREYCİ” YAZAR OKTAY AKBAL DA SONSUZLUĞA GÖÇ ETTİ... “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu.” İnsanın ve toplumun çağına yabancılaşması, yalnızlığı birkaç cümleyle ancak böylesi güzel deşilebilir. Onun yazı titizliği sadece öykülerde, romanlarda, denemelerde değil; gazete yazılarında da, şiirsel dilinin bir yansıması olarak görülürdü. Devrik cümleler, şiirler, dizelerle, anılarla bezenmiş bir yazı dili… Yazılarında insandan gelen sesi çok önemsedi. Duymasa da biliyordu ki içten içe, gürül gürül akan bir sesi vardı insanın. Bunun için öykülerinde insanın yalnızlığını, kimsesizliğini, kırgınlığını, aşkını, özlemini “iç ses” kullanarak vermeyi denedi. “Toplumcu bireycilik” dediği yazı eylemi de bu sesin yinelenmesi ve çoğalmasıydı: “Toplumcu görüşü benimsediğim, savunduğum doğru. Ama bir yazar toplumcu oldu diye birey sorunlarını işlemeyecek mi? Toplumculuk bireyi yok etmek, önemsememek mi? Toplum bireylerden kurulur. Bireyin bilinmediği, tanınmadığı, incelenmediği bir sanat toplumcu olamaz. Kimi, toplum sorunlarının en göze çarpanlarını işler öyküsünde, romanında. Kimi de birey sorunlarını ele alır. Anılardan, sevilerden, çocukluktan, gençlikten, bunalımdan, dünya sıkıntısından, yalnızlıktan söz açtı diye bir yazar toplumculuğun dışına niye düşecekmiş!” Edebiyatımızın çok renkli bir ismi olan Oktay Akbal Cumhuriyetimizle yaşıttı. 20 Nisan 1923 günü İstanbul’da dünyaya geldi. Yazar ve devlet adamı 34 Ebubekir Hazım Tepeyran’ın torunu olan Akbal gazetecilik dünyasına Servet-i Fünun dergisinde sekreterlik yaparak adım attı. Oysa öykü yazmaya henüz ilkokul öğrencisi iken başlamıştı. Çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1939’da henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün İkdam gazetesinde yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına girdi. İkdam ve Yeni Sabah gazetelerinde hemen her gün bir öyküsü; Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız gibi gazete ve dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı. Öykücülüğünün özgünlüğü, onun kalıcılığı için yeterli bir neden olabilir. Ancak, Akbal’ın özgünlüğüne kattığı çok daha değerli bir maya vardı: “Yazar vicdanı”. Yeryüzünde olup bitenler onun yüreğinden süzülüp diline döküldü. Bu birikim seksen yıllık yazı deneyimiyle birleşerek seksene yakın kitabın doğmasına neden oldu. Yazımızın girişini yaptığımız alıntı onun 1946’da yayımlanan ilk kitabı “Önce Ekmekler Bozuldu”dan. Onu, 1949’da yayımlanan “Aşksız İnsanlar” romanı ve diğerleri izledi. Oktay Akbal; öykü, roman, deneme, anı, günce, çeviri ve toplu basımlar olmak üzere seksene yakın eser vererek Türk edebiyatına büyük katkılarda bulunmuş, öykücülüğümüzün köşe taşlarından biri olmuştur. Bugün yeryüzünde yine savaş var ve şehirlerde kalabalıklar vapurlarla tramvaylarla yine savrulup duruyor. Fakat Oktay Akbal umudunu yitirmemiş, son demecinde; “Umudum vatansever gençlerde!” demiştir. DÜŞÜN DERGİ eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 35 DİL BAYRAMI 26 Eylül 1932’ yılında İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen 1.Türk Dili Kurultayı’ndan günümüÜmran KEBABÇIGİL - Eğitimci ze 83 yıldır bu tarih “Dil Bayramı” olarak kutlanır. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde 12 Temmuz 1932’de kurulan “Türk Dilini Tetkik Cemiyeti” (Türk Dil Kurumu) kurultayın amacını şöyle belirler: “Türk Dili’nin öz zenginliğini ortaya çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir.” Anadilimiz Türkçe’nin anlam ve anlatım zenginliğini anlatmaya ne bilgim, ne kalemim ne de dergimizin sayıları yetmez. Bizim amacımız; bir ulus dilini yitirirse özgürlüğünü de yitirir düşüncesinden yola çıkarak Türkçemiz’in bugün geldiği durumu gözler önüne sermek… Daha önceki sayılarımızda anadilimize ait ilk bilgilerden söz etmiştim. O bilgilerde “dil” ulusları kendi içinde birbirine bağlayan en önemli unsur olarak belirtilmektedir. Zaten o yüzdendir ki “ana” sözcüğü ile belirtilir. Ne yazık ki Türkçe özellikle 16. yy ile 19. yy arasında unutulmuş; yöneticiler, bilim ve sanat adamları, Arapça ve Farsça’ya Türkçe’den daha çok önem vermiş, böylecebugün tekrar canlandırılmak istenen-karma bir dil olan Arapça, Farsça, Türkçe’den oluşan Osmanlıca kullanılmaya başlanmış; ama hiçbir şekilde anadil olmayı başaramamıştır. Anadolu yalın, zengin anlamlarla yüklü Türkçe’yi unutmamış, Osmanlıca’ya heves etmemiştir. O, sevdasını anlatırken ne mazmunlardan (kalıplaşmış söz) yararlanmış ne de sanatlı, abartılı söyleyişlerden. Örneklersek: “Seni görmek müteazzir görünür böyle ki eşk Sana baktıkça dolar dide-i giryanımıza” FUZULİ Bu iki beyit Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun Mesnevisi’nde Mecnun’un ağzından söylenmiştir. Türkçe’si: Sana baktığımız zaman gözlerimize yaş dolduğu için, Seni görmek engele uğrar, güçleşir. Yine 16. yy’da Baki bir gazelinde: “Sehab-i lütfun abın teşne dillerden diriğ etme Bu deştin bağrı yanmış lale-i numanıyüz cana” Türkçe’si: Lütüf bulutunun suyunu yüreği susuzlukla kavrulanlardan esirgeme Biz bu çölün (aşk çölünün) bağrı yanmış gelinciğiyiz. Fuzuli ve Baki’den yaklaşık 300 yıl önce yaşamış olan büyük ozan Yunus Emre aynı bağrı yanıklığı şöyle dile getiriyor: “Aşkın aldı benden beni, Bana seni gerek seni. Ben yanarım dünü günü Bana seni gerek seni.” Yine 17. yy’da yaşayan Karacaoğlan aşkını ne güzel bir Türkçe ile ifade ediyor: “Esti seher yeli söküldü seller Gidiyorum kömür gözlüm ağlama Ağlamanın vakti geçti ne çare Kemend atıp yollarımı bağlama Karac’oğlan der ki yarim salınır Bir ah çeksem yüce dağlar delinir Yüreciğim bölük bölük bölünür Yaş döküp de arkam sıra çağlama Karac’oğlan der ki eğle gönlünü Elinden bırakma nazlı yarini Kimse bilmez ahvalini halini Yakınında olan komşundan sakın” Bu yazdıklarımdan yola çıkarak Türk Edebiyatı içinde 14. yy.’dan 19. yy.’a kadar uzanan Divan Edebiyatı’nı yadsımamıza olanak yok. Divan Edebiyatı da bu dönem içinde çok büyük ozanlar yetiştirmiş, sevilmiş, dinlenmiş, ödüllendirilmiştir; ancak geriye baktığımızda bugüne kaçı ezberlerimizdedir? Oysa Türkçe yazılan şiirlerimiz, Osmanlıca’dan yüzyıllar öncesine dayanır ve yok olmamıştır, yok etme mücadelelerine de kaya gibi sapasağlam durmuş ve bugünlere gelmiştir. Türkçe bugün de çeşitli yollarla istila edilmektedir. Biz dilimizi evrenselleştirmek için mücadele edeceğimize yabancı diller bir virüs gibi içimize girmekte, cümle yapımızı bozmakta, sözcük haznemizi geriletmektedir. Örneklersek; hoşça kal yerine “bye bye”, “tschüss(çüz)” gibi yabancı sözcükler kullanmakta; bir düşünceyi onaylatmak istiyorsak “aynen öyle” diyerek kestirip atmaktayız. Oysa bizde böyle bir cümle yapısı bulunmamaktadır. Gençler, çok az sözcükle hatta harflerle sevinçlerini, üzüntülerini, aşklarını anlatmayı yeğlemekte. Örneklersek; “Korkunç bozuğum”, “kal geldi”, “ne ayaksın”, “gideri var” vb. Bir dilin zenginliği sözcük dağarcığıyla, sözcüğün cümleye kattığı anlamlarla (yan anlam, mecaz anlam, terim anlam, argo anlam…), doğru cümle yapılarıyla ölçülür. Dil, anlamadır, anlatmadır. Ezop’un dediği gibi; tatlıdır, acıdır, ekşidir... Dil, içinde hepsini barındırır. Önemli olan, onu hakkını vererek yaşatmaktır. Unutmayın, uluslar sadece silahla değil, onun belkemiğini oluşturan tarih, dil, din, kültür değerlerinin yok edilmesiyle yıkılır. Bizde de yapılan bu değil mi? Diğer sayıda buluşmak üzere hoşça kalın. 35 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 36 TÜRK DEVRİMİ VE SANAT - I1 MÜSTAKİL RESSAMLAR VE HEYKELTRAŞLAR TOPLULUĞU Cumhuriyet döneminde kurulan ilk sanatçı topluluğu “Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği”dir. Grup, Paris ve Münih’te sanat eğitimlerini tamamlayıp 1928’de yurda dönen bir grup ressam tarafından 1929’da kuruldu. Grubun ilk sergisi Ankara’da Etnografya Müzesi’nde, ikinci sergisi ise İstanbul’da, Cağaloğlu’ndaki Türk Ocağı’nda açıldı. Üyeleri tüzükteki sırasıyla Refik Epikman, Cevat Hamit Dereli, Şeref Kâmil Akdik, Mahmut Fehmi Cûda, Nurullah Berk, Hale Asaf, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi, Muhittin Sebati, Ratip Aşir Acudoğlu, Hasan Fahrettin Arkunlar’dı. Hale Asaf “Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği”nin tek kadın ressamıdır. 33 yaşındayken Paris’te ölen Hale Asaf’ın resimlerinde Raoul Dufy ve Henry Matisse esintileri görülür. Grup üyelerinden Mahmut Fehmi Cûda ve Ali Avni Çelebi bir dönem Münih’te Hans Hoffmann’ın atölyesine devam etmişlerdi. Daha sonra ABD’ye göç eden Hoffmann tamamen soyut resme yönelmiş ve orada modern Amerikan resminin temellerini atmıştı; ancak gerek Cûda gerekse de Çelebi, etkisinde kaldıkları Alman dışavurumculuğunu Türkiye’ye getirmişlerdi ve bu akım o zaman Türkiye için çok büyük bir yenilikti. D GRUBU 1933 yılında Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Elif Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino ve heykeltraş Zühtü Müridoğlu tarafından “D Grubu” kuruldu. Grup “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”, “Sanayi-i Nefise Birliği” ve “Müstakil Ressam ve Heykeltraşlar Birliği”nden sonra Türkiye'de kurulan dördüncü sanatçı birliğidir. Buradan yola çıkarak Nurullah Berk'in önerisiyle alfabemizin dördüncü harfini kendilerine isim olarak seçtiler. Sanatsal yönden temel çıkış noktaları empresyonist eğilimleri reddetmek, kompozisyonu, kübist ve konstrüktivist akımlardan esinlenerek sağlam bir desen temeline oturtmaktı. Modern sanatın çağa uygun biçimleri, Türk resim sanatının Batılı karakter içinde belirmesi “D Grubu”nun sanat hayatımıza girmesiyle başlar. İlk sergisini 1933 yılında Beyoğlu’nda Narmanlı Han’ın altındaki Mimoza Şapka Mağazası’nda açan altı genç sanatçı, plastik sanatların Türkiye’deki durumunu şöyle görüyorlardı: Memleketteki resim ve heykel anlayışı, en azından 50 yıllık bir gecikme gösteriyordu. Gecikme, 19. yüzyıl ortası yağlıboya ressamlarıyla başlamış, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin uyguladığı eğitim ve Şeker Ahmet Paşa, Hüseyin Zekâi Paşa ve Süleyman Seyyit’le sürmüş, son olarak İbrahim Çallı ve arkadaşlarının akademik empres36 yonizmiyle sonuçlanmıştı. Değerleri, getirdikleri taze hava kuşku götürmez olan bu son ressamlar modern sanatımızın hazırlayıcıları olmakla birlikte dünya resim akımlarına ilgi gösAtilla EŞEN termemiş, gücünü kaybetmiş bir çeşit romantizmin dışına çıkamamışlardı. Ancak, Atatürk’ün önderliğiyle Batılılaşmaya doğru giden yeni Türkiye’nin, fikir ve sanat dünyasında gecikmelere bir son vermesi, çağa uyma görevini yerine getirmesi gerekliydi. Grubun kuruluş sırasında ifade edilmeyen, ancak sonradan belirmeye başlayan düşünceleri ise şöyle özetlenebilir: Sanatın başlıca iki yönü vardı: Biri fikir yönü, öteki kabaca zanaat diyebileceğimiz işçilik-teknik yönü. Tablo, Claude Monet’nin deyimiyle “tabiata açık pencere” de olsa, doğrudan doğruya tabiattan etkilense de o pencereden görünenin kişisel bir yoruma, bir “çeviri”ye dayanması gerekliydi. Émile Zola’nın “Sanat, bir mizacın süzgecinden geçmiş tabiattır” sözü, dış dünyaya sıkı sıkıya bağlı olan için olduğu kadar geleneklerden kopmuş modern sanatçı için de gerekliydi. Ressam, eserinde tekniği ile fikrini at başı yürütecekti. Fotoğrafın icadı, sinema, resmin endüstride olduğu kadar sosyal hayatın bütün dallarında “vulgarize” edilmesi, yani yığınların anlayabileceği biçimlere dökülmesi sanatçıyı yeni görüşlere, duyuşlara, yeni tekniklere, araç ve gereçlere doğru götürüyordu. Yorumlama faktörü gitgide genişleyen bir yer almıştı plastik sanatlarda ve yorum, ancak ve ancak fikir spekülasyonunun ürünü olabilirdi. Türk plastik sanatlarının başlıca eksikliği spakülatif faktörün zayıflığıydı. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki “D Grubu”, klasisizmi reddetmiyor, ancak körü körüne tabiat taklitçiliği ve kopyacılığı olarak niteledikleri akademizme karşı çıkıyordu. “D Grubu”na sonradan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Hakkı Anlı, Sabri Berkel, Fahrelnisa Zeid, Zeki Kocamemi, Arif Bedii Kaptan, heykeltraş Nusret Suman ve karikatürcü Cemal Nadir de katıldılar. “D Grubu”, 1947’deki son sergilerinden sonra dağıldı. “Paris Ekolü” adıyla anılan bir grup sanatçı, Türk resim sanatı tarihinde önemli bir yere sahiptir. Selim Turan, Nejad Melih Devrim, Hakkı Anlı, Fikret Muallâ ve Cihat Burak bu ekoldendirler. Türk resminde sosyal gerçekçi resmin temsilcileri olarak Neşet Günal, Nuri İyem, Fikret Otyam, Neşe Erdok, Aydın Ayan, Duran Karaca, İbrahim Balaban isimleri sayılabilir. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Elderoğlu, Eşref Üren, eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 37 Arif Bedii Kaptan, Adnan Varınca, modern resimle geleneksel sanatlarımızı ustalıkla birleştiren sanatçılarımızdır. 1960 sonrasında yeni düşünce akımlarının etkisiyle bazı sanatçılar yeni arayışlara yöneldi. Bu dönemde Türk resim sanatı yeni bir boyut kazandı, kendine güvenen çağdaş bir dile ulaşmak için yeni seçenekler üretmeye yöneldi. Mehmet Güleryüz, Gürkan Coşkun (Komet), Alaettin Aksoy, Burhan Uygur, Yüksel Aslan, Bedri Baykam, Utku Varlık, Ergin İnan ve Ekrem Kahraman bu dönemin önemli isimlerindendir. Özdemir Altan, Adnan Turani, Bekir Sami Çimen, Güngör Taner, Fethi Arda, Devrim Erbil, Ferruh Başağa, Cemal Bingöl, Zahit Büyükişleyen, Adnan Çoker, Ömer Uluç, Zekâi Ormancı, Mustafa Ata modern Türk resminin önemli temsilcileridir. Günümüz genç kuşak sanatçılarına örnek olarak Hakan Esmer, Burçin Erdi, Nezir Aydın, Meltem Söylemez, Pınar Ceylan, Alberk Yıldır, Barış Cihanoğlu, Nurdan İskender gösterilebilir. GÜNÜMÜZDE DURUM Ne yazık ki onlarca yıldan beri giderek daha sık karşılaştığımız, Ortaçağ’ın karanlık dönemlerini çağrıştıran bazı olayların artması bizi endişeye sürüklüyor. Cumhuriyeti yıkmaya çalışan emperyalist işbirlikçisi güçler, kültür ve sanat yaşamımıza da ağır saldırılarda bulunmaktalar. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in “tükürürüm böyle sanatın içine” diyerek meydanlardan çağdaş heykelleri kaldırdığını unutmadık. Melih Gökçek daha önce de Sıhhiye Meydanı’ndaki “Hitit Güneş Kursu” anıtını “put” olduğu gerekçesiyle kaldırmaya çalışmış, Ankara’nın “Hitit Güneş Kursu” olan amblemini cami olarak değiştirtmişti. Burjuvazinin emperyalizm ile ittifakının son perdesi olan AKP’nin baskı rejiminden Cumhuriyet’in tüm kurumları gibi sanat kurumları ve sanatçılar da nasibini alıyor. Dünyaca ünlü heykel sanatçımız Mehmet Aksoy tarafından Kars’ta yapılan “Özgürlük Anıtı”nı Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın “ucube” olarak nitelendirmesi üzerine anıtın -üstelik tekbir getirilerek- parçalandığını gördük. Bazı konserler ve sergi açılışları -içki içildiği gerekçesiylesaldırıya uğradı. Bir nü sergisinde resimlerin üstünün örtüldüğüne tanık olduk. Tarihi Emek Sineması yıkıldı; sinemanın yıkılmasını protesto eden sanatçılara polis basınçlı su ve biber gazıyla saldırdı. Devlet Opera ve Baleleri, Devlet Senfoni Orkestraları kapatılmaya çalışılıyor, sanatçıların kazanılmış hakları gasp ediliyor. Sanatsal metinlere ve edebi eserlere sansür uygulanıyor, sokak sanatçıları zabıta terörüyle yıldırılıyor. Şu sıralarda film festivallerinde gösterimi yapılacak olan filmlerin Kültür Bakanlığı’nın onayından geçmesi zorunluluğu gündemde. Yine şu sıralarda kısaca Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasa tasarısı, Atatürk’ün kurduğu sanat kurumlarının kapa- tılmasını öngörmekte ve böylece Cumhuriyet’in 90 yıllık sanat birikimini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. ÇÖZÜM Sanatçıların gözleyen, analiz eden, düşünen ve bir senteze ulaşan kişiler olarak topluma örnek olmaları, bunun için de siyasal alanda yasal örgütlerin içinde yer alıp devrimci mücadeleye katılmaları gereklidir. Çürüyen bir toplumda sanatçı doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir. Her devrimci sanatçının emperyalizmin dayattığı postmodern sanat anlayışına karşı modernizmden yana tavır alması gerekmektedir. Bunun yolu da Atatürk döneminin sanat anlayışını örnek almamızdan geçmektedir. Sanatçının en büyük düşmanı popülerizmdir. Medya tarafından “pazarlama” mantığıyla parlatılıp “star” yapılan sanatçı, her ne kadar hayranları ile başarılı bir iletişim kurmuş gibi görünse de aslında onun için belirleyici olan bu iletişim değil, kendisini pazarlayan sistem ile kurduğu işbirliğidir. “Star” yapılan kişi sonuçta gösteri dünyasının üyesi olur ve sadece gösteri devam ettiği sürece ayakta durur. Sanatı tehdit eden bir diğer büyük tehlike “halk böyle istiyor” maskesinin arkasına saklanıp düzeysizliğin savunulmasıdır. Boyun eğen, eserini satabilmek için izleyiciye inen sanatçı geriler, gitgide geri bir zevkin kölesi olur. Gerçek yaratıcı ise kâşiftir, yeni biçimlerin habercisidir; tarihi yönlendirenler hep yaratıcı olanlardır. Gerek ulusal ve gerekse uluslararası planda sorun bir örgütlenme sorununa gelip dayanmıştır. ‘Zanaatkar’ kavramının yıkılıp ‘sanatçı’ kavramının ortaya çıktığı Rönesans'tan beri sanatçılar tarihte ilk defa örgütsüzlükle karşı karşıyadırlar. Rönesans döneminde loncalarda, barok dönem ve modern endüstri toplumuna geçişle birlikte, sanat ekollerinde örgütlenen ve I. Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra, sanat ekolleri ile işçi sınıfı partileri arasında organik bağlar oluşturan modern sanatçının bugün ulusal ve uluslararası planda bir örgütü yok gibidir. Bu durum, Yeni Dünya Düzeni'nin küresel saldırı azgınlığını pekiştirmektedir. Şimdi devrimci, ulusal bir sanat örgütüne ve bu sanat örgütünün, devrimci bir parti ve devrimci sendikalar ile birlikte önderlik edeceği bir kültür devrimine ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyacı hisseden sanatçıların artık birbirlerini bulma ve ses verme zamanıdır. Bu ses verilmeli ve tarihsel görev yerine getirilmelidir. KAYNAKÇA: Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005 TURANİ, Adnan, Dünya Sanat Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011 GİRAY, Kıymet, Ziraat Bankası Yüzyılın Sergisi Kataloğu, T. C. Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü, Ankara, 2011 ERGÜVEN, Mehmet, Popülizm Üstüne, Rh+sanart Dergisi, Sayı 32 Prof. Dr. EROĞLU, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990 BERK, Nurullah, GEZER, Hüseyin, 50 Yılın Türk Resim Ve Heykeli, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1973 EŞEN, Atilla, Resim Sanatı Tarihinde Devrimler ve Karşıdevrimler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015 37 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 38 SIRÇA KÖŞK Ümran KEBABÇIGİL Sabahattin Ali’nin YKY (Yapı Kredi Yayınları) den çıkan Sırça Köşk elimde. Dergimizde arkadaşlarımın da hazırladığı başka kitap eleştirileri olmasına rağmen ben bu sayıda Sırça Köşk’ün yayımlanmasını istedim. Beni kırmadılar, onlara teşekkür ederim. Kitap 13 öykü, 4 masaldan oluşuyor. Şu anda elimde kitabın 25. baskısı var. Kitap 1947 yılında yazıldıktan bir sene sonra toplatıldı. 1966-67 yıllarında Varlık Yayınları, yazarın bu eserini tekrar bastı. Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı’nın çok önemli şair ve yazarlarından… 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğan sanatçı, 2 Nisan 1948’de yurtdşına kaçmak isterken öldürüldü. Sabahattin Ali ne yapmıştı ki ülkesinden, sevdiklerinden, biricik kızından ayrılmayı göze almıştı? Kimlerin ‘Tavuğuna kış demiş, hangi arı kovanlarını kurcalamıştı?’ İşte bunun cevaplarını da bulacağınız bir öykü kitabı Sırça Köşk…1947’den 2015’e geçen zamanda yazarın yazdıklarını bugüne uyarlamamız hiç de zor değil. Sanki bugünleri görmüş, yaşamış gibi okurken sadece buna şaşırıyorsunuz, yazdıklarına değil. O naif şiirlerin şairi Sabahattin Ali, hiç öfkelenmeden, nefret kusmadan olağanüstü yalın, duru bir anlatımla, su gibi akıcı bir dille sunuyor bize öykülerini. Ancak okurken çarpılıyorsunuz. 13 öykünün tamamında yazarın kendisi var; bunu bazen çok açık; bazen de hissettiriyor. Örneklersek: “Katil Osman” öyküsünde yazarımızın Sinop Cezaevi’nde olduğunu anlıyoruz. “Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemal’in kahve ocağının dibinde oturmuş birbiri üstüne cigara içiyordum. Yüksek kale duvarlarının dışından, limandan gelen sesler içime gariplik çöktürmüştü. Düdüğünü daha uzaklarda yanık yanık öttüren bir gemi şimdi yaklaşmış, demir atıyordu. Zincir gürültüsü arasında kavga eden balıkçıların sesini duyar gibi oluyordum. Gönlüm dışarıdaydı.” Kitap, bir kere okunup kenara konulacak öykülerden ve masallardan oluşmuyor. Katmanları olan, ileti veren bu kısa öyküler her seferinde sizi düşündürüyor, acı acı güldürüyor. Bence en önemlisi; sizi yönlendiriyor. Neye? Düşünmeye! Biz bugünlere nasıl geldik diyemiyorsunuz; kendinizle, etrafınızla, 38 ülkenizle yüzleşiyorsunuz. Nasıl mı? O zaman “Bahtiyar Köpek” adlı öyküden bir alıntı yapalım: “Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?” Yine öykülerinden “Hakkımızı Yedirmeyiz”, okuduğunuzda size çok tanıdık gelecek. Ben eseri bu okuyuşumda (dördüncü kez) masallardan daha çok ders çıkardım, bana masalların mutlulugunu değil aksine cok acısını verdi. Kitaptaki dört masal da (Bir Aşk Masalı, Devlerin Ölümü, Koyun Masalı, Sırça Köşk) sürekli bir ileti vermekte. Sabahattin Ali, masalların yumuşak üslubu yerine insanların gözünün içine korkmadan bakarak, keskin cümlelerle anlatıyor düşündüklerini. Bunları okurken La Fonteine'in fabllari usumdan hiç çıkmadı. O fabllar nasıl evrenselleşti, bütün dünyada tanınır olduysa bu masallarda öyle olmalı... "Devlerin Ölümü" masalı, insanoğlunu bakın nasıl anlatıyor: "Hayat durmadan akışına devam etti, yeryüzünden izleri bile silinen devlerin bir zamanlar hüküm yürüttükleri yerlerde yeni canlılar türedi; o minimini memeliler gelişti, hele onların vücutlarındaki küçücük, yumuşacık bir parça, beyin dedikleri beyaz bir yığın, gitgide kuvvetini artırdı. O devlerle kıyaslanınca bir solucan kadar küçük kalan bir mahluk, dünyaya pençeleri, dişleriyle değil, kafasıyla hakim oldu. Yazımızı, kitaba adını veren, “Sırça Köşk”ün son paragrafıyla bitirelim: “Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.” eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 39 Birinci yılını dolduran “Düşün Dergi” sizlerden herhangi bir eleştiri alamadan 7. sayısına ulaştı. Her sayıyı bir öncekinden daha nitelikli kılmak birincil hedefimiz. Peki, “daha nitelikli” tanımlamasını yapabilmek için ölçütlerimiz ne olacak? Bu noktada siz değerli okurlarımızın görüş ve eleştirilerine gereksinimimiz var. Dergimizin sonuna eklediğimiz bu bölüme “Düşün Dergi” konusundaki anketimizi yanıtlayarak ve/veya kişisel değerlendirmenizi yani görüş ve eleştirinizi de ekleyerek bize ulaştırırsanız, daha istediğiniz gibi, beğenilerinize cevap veren bir dergiye el ve görüşbirliğiyle erişmiş olacağız. İzmir veya Karşıyaka dışındaki okurlarımız ise görüşlerini [email protected] elektronik posta adresimiz aracılığıyla bize ulaşabilirler. “Bizi eleştirin, görüşlerinizden yararlanalım!..” 39 eylulekimdergifilm_Layout 1 10.11.2015 14:13 Page 40 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ NASIL BİR DÜŞÜN DERGİ İSTERSİNİZ? KARŞIYAKA ŞUBESİ • Dergiye ilişkin genel görüşünüz nedir? a) İlgiyle okuyorum b) Bazı yazılar ilgimi çekiyor c) Sıkıcı d) Diğer (lütfen açıklama yapınız) • Derginin baskı kalitesi konusundaki görüşleriniz? a) İyi b) Vasat c) Kötü d) Öneriniz (lütfen açıklama yapınız) • Derginin yayın anlayışına ilişkin görüşleriniz? a) Mevcut durum sürdürülmeli (özgün fikir yazıları) b) Güncel haber, etkinlik vb. konulara yer verilmeli c) Daha çok fotoğraf, şiir, anı vb. yer almalı d) Diğer (lütfen açıklama yapınız) • Derginin sayfa sayısı konusundaki görüşleriniz? a) Yeterli b) Az c) Fazla d) Çok fazla • Özellikle ilginizi çeken yazılar hangileridir? (İçindekiler bölümündeki sıralamaya göre yanıtlayınız) • Hiç okumadığınız yazılar var mı, hangileri? (İçindekiler bölümündeki sıralamaya göre yanıtlayınız) • Dergide yer almayan ancak bulunmasını istediğiniz yazı türü var mı, hangileri? • Belirtmek istediğiniz başka konular var mı? 40 Yanıtladığınız anket formunun Derneğimize ulaştırılması ricasıyla • Derginin mevcut şekline ( siyah-beyaz, az fotoğraflı vb.) ilişkin görüşleriniz? a) Mevcut durum sürdürülmeli b) Daha renkli bir dergi istiyorum c) Siyah-beyaz bir dergi olmalı d) Diğer (lütfen açıklama yapınız)