osmanlı modernleşmesi ve japon imgesi

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE JAPON İMGESİ
(1839–1908)
Yüksek Lisans Tezi
Yusuf AVCI
Ankara–2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE JAPON İMGESİ
(1839–1908)
Yüksek Lisans Tezi
Yusuf AVCI
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Zeliha ETÖZ
Ankara–2013
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET (SİYASET BİLİMİ)
ANABİLİM DALI
OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE JAPON İMGESİ
(1839–1908)
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Zeliha ETÖZ
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı
İmzası
Prof. Dr. Zeliha ETÖZ
Prof. Dr. Gökçen ALPKAYA
Yrd. Doç. Dr. Nazan ÇİÇEK
Tez Sınavı Tarihi ..................................
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik
davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural
ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve
sonuçları
andığımı
ve
kaynağını
gösterdiğimi
ayrıca
beyan
ederim.(……/……/200…)
Tezi Hazırlayan Öğrencinin
Adı ve Soyadı
Yusuf AVCI
İmzası
………………………………………
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER ..................................................................................... i
RESİM VE FOTOĞRAF LİSTESİ .................................................... iii
GİRİŞ .................................................................................................... 1
I. TANZİMAT DÖNEMİ VE OSMANLI
İMPARATORLUĞU’NDA JAPON İMGESİNİN OLUŞUMU ...... 18
A. Devletin Modernleşmesi ve Kamunun İnşası .....................................18
1. Modernleşmenin ‘Yan Etkileri’................................................................ 34
2. Güçlenen Muhalefet ................................................................................. 42
B. Japonya ile Karşılaşma ve Japon İmgesinin Netleşen Çizgileri ........45
1. Değişen İmge: Japonya ve Japonlar ......................................................... 52
2. İmgeyi Güçlendiren Olaylar .................................................................... 60
II. İKİNCİ ABDÜLHAMİD DÖNEMİ: MODEL VE İMGE
OLARAK JAPONYA VE JAPONLAR ............................................ 66
A. İkinci Abdülhamid’in Reaksiyoner Modernizmi ve Japonya ...........69
1. Kamunun Gözündeki Japonya ................................................................. 72
2. Japon İmgesi ve Sansür ........................................................................... 78
B. Arzu ve İmkân: Ertuğrul Fırkateyni ..................................................85
1. Osmanlı-Japonya İlişkileri: Ziyaretler, Nişanlar ve Hediyeler ............... 85
2. Ertuğrul’un Yolculuğu ............................................................................ 90
3. Ertuğrul Japonya’da ve Son Perde .......................................................... 96
C. Bir Facianın Ardından: Ertuğrul Faciası .........................................100
D. 1894–1895 Çin Japon Savaşı ............................................................. 107
III. İKİNCİ ABDÜLHAMİD, JÖN TÜRKLER VE 1904-1905 RUSJAPON SAVAŞI ............................................................................... 119
A. Jön Türk Muhalefeti .........................................................................119
1. Muhalefette Bölünmeler ......................................................................... 122
2. Muhalefette Yol Ayrımı ......................................................................... 128
B. 1904–1905 Rus-Japon Savaşı ............................................................130
1. İktidar Savaşı İzlerken: İkinci Abdülhamid ve İç Basın ....................... 132
i
2. Jön Türk Cephesi: Jön Türk Gazeteleri ve Savaş ................................. 142
3. İktidardan Muhalefete Ortak Japon Tahayyülü ................................... 145
4. Savaşın Sonuçları: İkinci Abdülhamid’in ve Jön Türklerin
Değerlendirmeleri ....................................................................................... 153
5. İkinci Abdülhamid’in Sonu .................................................................... 155
SONUÇ ............................................................................................. 161
KAYNAKÇA .................................................................................... 170
ii
RESİM VE FOTOĞRAF LİSTESİ
1. Amiral Matthew C. Perry .............................................................. 29
2. Amiral Perry’nin Japonya’ya gelişi............................................... 30
3. Batılı kıyafetleriyle İmparator Meiji ve ailesi ............................... 56
4. Tomomi Iwakura ............................................................................ 59
5. Avrupa ülkelerine gönderilen Japon öğrenciler ........................... 60
6. Genichiro Fukuchi .......................................................................... 61
7. “Japonya’da istihmâm” ................................................................. 82
8. “Japonya’da bir şaire” ................................................................... 83
9. Prens ve Prenses Komatsu ............................................................. 86
10. Sultan II. Abdülhamid.................................................................. 88
11. Osman Paşa................................................................................... 91
12. Oshima Adası kayalıklarından bir görünüm .............................. 96
13. Hiei ve Kongo gemileri ................................................................. 99
14. Shotaro Noda .............................................................................. 102
15. (Abdülhalim) Noda’nın Müslüman olmasıyla ilgili haber ........ 104
16. Japonya İmparatoru Mutsuhito ve Japonya Başbakanı Kont İto
........................................................................................................... 110
17. “Ahîren şehrimize gelen Japonya devleti telgraf ve posta nâzırı
Mösyö Don”, “Japonya telgraf nezâreti hukuk müşâviri Mösyö
Maçunya”, “Japonya turuk ve maabir nezâret kâtibi Mösyö
Tanaka” ............................................................................................ 114
18. “Japonya imparatoru haşmetli Mikado hazretleri” ................. 131
19. “Rusya imparatoru haşmetli İkinci Nikola hazretleri” ............ 134
20. “Sibirya demiryolu hattı üzerinde Rus askeri” ........................ 136
21. “Bir Japon sefinesi dâhilinde bulunan zabitan” ....................... 137
22. “Mançurya’da Rus topçularının yürüyüşü” ............................. 138
iii
23. “Japon askeri” ............................................................................ 139
24. “Port Arthur pîş-gâhında [önünde] Rusları şaşırtmak üzere
Japonlar tarafından sallar üzerine fenerler îkadı [yakılması]” ..... 140
25. “Mezkûr kandiller üzerine ateş icrası” ..................................... 141
26. “Japonya rakkaseleri”................................................................ 148
27. “Japonya’nın yeni kadınları: Tokyo darülfünununda aşçılık
dersi” ................................................................................................. 149
28. “Port Arthur’a hücum eden – Japon donanması kumandanı ve
baş amirali “Togo” ........................................................................... 151
iv
GİRİŞ
Osmanlı İmparatorluğu içindeki farklı toplum kesimlerinde on dokuzuncu
yüzyılın ortalarından itibaren Japonya’ya ve Japon halkına yönelik bir ilgi ortaya
çıkmıştır. Bu ilginin en başta gelen nedeni, Japonya’nın modern dünya sistemine eşit
bir biçimde eklemlenirken “Doğulu” kültürel özünü de kaybetmediği algısıdır.
Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan göründüğü haliyle Japonya bir sentez
başarısını temsil etmiştir. Bu algı Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Japonya’ya
yönelik ilginin temel motivasyonudur.
Japonya’nın, önce 1895 Çin-Japon Savaşı’nda Çin’i ve ardından da 1904–
1905 Rus-Japon Savaşı’nda Rusya’yı yenmesi Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük bir
dikkatle takip edilmiştir. Ama Osmanlı İmparatorluğu içinde, Japonya ile ilgili
fikirlerin oluşumu bu tarihlerden epey önceye gitmektedir. Tanzimat döneminin
başlarından itibaren görünür olmaya başlayan gazete haberleri Japonya’yı Osmanlı
gündemine belli belirsiz de olsa sokmuştur. Bu noktada Japonya’ya yönelik ilginin
Osmanlı İmparatorluğu’nun içsel dönüşümüyle büyük bir paralellik arz ettiğini
söylemek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun “en uzun yüzyılında” karşılaştığı
fırsatlar ve krizler, Japonya’ya olan bakışın farklı momentlerde değişen biçimler
almasına neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, on dokuzuncu yüzyıl itibariyle,
dünya sisteminin ağırlık merkezini oluşturan Batı Avrupa kaynaklı kapitalist
dönüşüm dinamikleri karşısında bir cevap üretmek durumunda kalmıştır. Müzakere
ve mücadele arasında gidip gelen bu cevap üretme çabası içinde Japonya örneği bir
sentez başarısı olarak dikkat çekmiştir. Japonya’nın bu yönüyle dikkat çekmesi
şaşırtıcı değildir. Zira, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden bugüne değin,
Türkiye tarihi aynı zamanda bir sınır idaresi performansının da tarihidir.
1
Sınır
idaresi, kendi ve öteki arasında sürekli bir tanımlama mücadelesine işaret eder. Yani
sentez sorununun Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne değin süren bir tarihi vardır.
Bu nedenle “Doğu” ve “Batı” ikiliğinin kurgu ve gerçeklik arasında gidip gelen
salınımında sınırlar çizmek, Osmanlı-Türkiye düşüncesinin başat sorunlarından birisi
olmuştur. Modernliğin başlıca görünümlerinden birisinin işgal tehdidi olması ise bu
mesaiyi bir tercihten ziyade zorunluluk haline getirmiştir. Bu nedenle Osmanlı
İmparatorluğu’nun karşı karşıya olduğu ve Osmanlı yönetici sınıfının bir cevap
üretmek zorunda kaldığı “Batı sorunu”nun bir model olarak Japonya’nın yükselişinin
zemini olduğu söylenebilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı sorununun yarattığı gerilimlerin çözümünde
Fransa, İngiltere, Almanya ve Japonya gibi farklı modeller ortaya çıkmıştır. On
dokuzuncu yüzyıldan bugüne kapitalist genişlemenin etkisine giren tüm toplumlarda,
çeşitli modernleşme modellerin öne çıkması – yani sadece Osmanlı İmparatorluğu
içinde
değil-
yaygın
bir
eğilimdir.1
Açıkel,
model-bağımlılık
olarak
kavramsallaştırdığı bu eğilimi şöyle tanımlamaktadır:
Model-bağımlılık… dünya sisteminin batı yarım küresinde billurlaşan
modernlik deneyimlerinin siyasal-idari, ekonomik ve askeri-teknolojik alanlarda
ilham kaynağı kognitif-kurumsal modeller olarak ortaya çıkması, ve seçkinler
tarafından yerel düzeylerde yeniden üretilmesi sürecidir; kapitalist modernliğin
model-kurumlarının dünya sisteminde dolaşıma girerek somut uygulama alanları
bulmasıdır; ülkelerin ve seçkinlerin, mukayeseli dezavantajlarını ortadan kaldırmak
1
Osmanlı İmparatorluğu’nun dönüşümünde “dış etki” 1960’ların modernleşme literatürü çerçevesinde
çokça öne çıkarılmıştır. Ward ve Danwart tarafından derlenen ve – modernleşme paradigması içinden
yazılmış olmakla birlikte - bir klasik hüviyeti kazanan Political Modernization in Japan and Turkey
içindeki makalesinde Davison, Osmanlı-Türk modernleşmesinde dış katkıları ele almıştır: (Davison,
1964: 91–116).içindeki makalesinde Davison, Osmanlı-Türk modernleşmesinde dış katkıları ele
almıştır: (Davison, 1964: 91–116).
2
için benimsedikleri uzun-erimli kurumsal oluşumlara verebileceğimiz bir addır
(Açıkel, 2007a: 80).
Model-bağımlılık, Berkes’in “Batı sorunu”nun adını koyan – Türk
Düşününde Batı Sorunu - eserinde iddia ettiği gibi basit bir uyduculuk (Berkes, 1975:
178–184) ya da taklitçilik sorunu olarak anlaşılamaz. Aksine yarattığı sonuçlar
bakımından kurumsal ve bilişsel (cognitive) patika-bağımlılık (path-dependency)
yaratarak toplumsal dönüşümü
uzun vadede belirleyebilecek tercihler
ve
zorunluluklar ortaya çıkarmaktadır (Açıkel, 2007a: 81). Patika-bağımlılık, basitçe,
tarihsel süreçlerin belirleyici ve kurucu rollerini, yani geçmiş olayların günümüz
üzerindeki toplam etkisini ifade etmektedir. Dolayısıyla patika-bağımlılık, özellikle
kritik tarihsel momentlerde yapılmış tercihlerin ortaya çıkardığı niyetlenilmemiş
sonuçlara dikkatimizi çeker. Bu tercihler katlanarak çoğalabilir, değişik faktörlerin
etkisiyle dönüşebilir ya da tarihsel değişimde etkili olan başka süreçlerin bağlamına
oturabilirler (Ergut, 2007: 164–165). Disiplinlerarası sınırları ihlal etmek pahasına,
patika-bağımlılığı bir de hukukun kaynaklarından biri olan örf ve adet hukuku ile
birlikte düşünmek aydınlatıcı olabilir. Model-bağımlılık ekseninde düşünüldüğünde,
belirli şartlar altında seçkinler tarafından tercih edilen ya da edilmek zorunda kalınan
modeller, toplumsal düzeyde kurumsal ve bilişsel ‘adetler’ ya da “teamüller”
oluştururlar. Aynı biçimde örf ve adet hukuku da maddi ve manevi öğelerden oluşur.
Maddi unsur aslolarak devamlılık ve tekrarlanmadır. Yani bir âdetin ya da geleneğin
belli durumlarda sürekli biçimde uygulanmasıdır. Manevi unsur ise belli geleneklere
ve adetlere uyulmasının gerekli olduğuna yönelik duyulan inançtır (Akıntürk, 2002:
81–82). Dolayısıyla bir modele yatırım yapmanın hem maddi yani kurumsal, hem de
manevi yani bilişsel ya da psikolojik birtakım kalıplar, şablonlar yaratacağı; sonuç
3
olarak gelenekler (âdetler) ya da patika-bağımlılık oluşturacağı kesindir. Örf ve adet
hukukunda belli bir kural, varlığını ve gücünü bizatihi tekrardan ve ortaya çıkan
manevi bağlılıktan almaktadır. Patika bağımlılıkta da belli bir patikanın tercih
edilmesi uzun vadede alternatif maliyetleri artırdığı için geri dönüşleri ya da başka
patikalara geçişi, imkânsız kılmasa da zorlaştırmaktadır. Dikkat edilmesi gereken
nokta, seçkinlerin yatırım yaptıkları çeşitli modeller neticesinde ortaya çıkacak
tarihsel örüntünün (pattern) karmaşık bir denklemin sonucu olduğudur. Zira
modellerin ortaya çıkışında olduğu gibi sonuç vermesinde de uluslararası etkilerin,
merkezi seçkinlerin ve yerel güçlerin diyalektik etkileşimi etkili olur. Köksal’ın
vurguladığı gibi merkez ve yerel ilişkilerini sadece çatışma olarak değil işbirliği
olarak da kavramak gerekir (Köksal, 2009: 213–214).
Osmanlı İmparatorluğu özelinde düşündüğümüzde iki modelin öne çıktığı
görülmektedir. Bunlardan ilki özellikle Tanzimat döneminde (1839–1878)2 öne çıkan
Fransız modelidir. İkinci model ise II. Abdülhamid dönemi ile İttihat ve Terakki
dönemi boyunca etkisini sürdüren Prusya (ya da Alman) modelidir (Açıkel, 2007a:
98). Japonya ise büyük bir ilgiye mazhar olsa da somut uygulamalarla desteklenen
bir model olarak ortaya çıkamamıştır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Öncelikle
Japonya’nın on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar süren içe kapanma dönemini
saymak gerekir. Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki coğrafi uzaklık
etkileşim imkânını oldukça kısıtlayan önemli bir engeldir. Son olarak, iki toplum
arasındaki dilsel farklılık bir diğer engel olarak sayılmalıdır. Açıkel, iki kültür
2
Tanzimat döneminin hangi tarihsel aralığı kapsadığıyla ilgili bir tartışma vardır. Burada, Köksal’ın
tarihlendirmesini kabul ediyorum. Köksal, II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapattığı ve
iktidarını pekiştirdiği 1878 yılını Tanzimat’ın bitiş tarihi olarak alıyor (Köksal, 2009: 194).
4
arasındaki mesafenin de Japon modelinin uygulama imkânı bulamamasında etkili
olduğunu düşünmektedir (Açıkel, 2007a: 106). Tam aksine ben, – uygulama alanı
bulamamış olsa da - Japonya modelinin yükselişindeki en önemli faktörlerden
birisinin, iki ülkenin kültürel kodlarının birbirine yakın olması ya da yakın
olduğunun düşünülmesi olduğunu iddia ediyorum. Bu noktada, Japon ve Osmanlı
kültürel kodlarının birbirine “gerçekten” yakın olup olmadığı ile ilgili bir tartışma
yürütmek anlamlı değildir. Önemli olan, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde; kitaplar,
gazeteler, resimler, diplomatik ziyaretler, doğrudan gözlemler vb. yoluyla
Japonya’nın kültürel olarak Osmanlı toplumuna yakın olduğuyla ilgili bir anlatının
gelişmiş ve yayılmış olmasıdır. 3
Japonya’nın uygulamaya geçmemiş bir model olduğu yargısı aslında tam
olarak doğru değildir. Zira II. Abdülhamid döneminden itibaren etkili olan Prusya
modeli, Japonya’nın öne çıkmasını sağlayan birçok özelliği içinde barındırmaktadır.
Hem II. Abdülhamid hem de İttihat ve Terakki döneminde Prusya’nın önemli bir
model olmasının yanı sıra Japonya ilgisinin yüksek olması bununla bağlantılıdır.
II. Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu, tebaası gittikçe
Müslümanlardan oluşmaya başlayan ve fakat hala etnik ve dinsel anlamda heterojen;
askeri zayıflığını, uluslararası dengeleri gözeterek diplomatik manevralarla telafi
etmeye çalışan; iktisadi anlamda istikrarsız bir devlet görüntüsü çizmektedir. Prusya,
“muhafazakâr-otoriter bir modernlik…” (Açıkel, 2007a: 104) örneği olarak II.
Abdülhamid devletinin sorunlarına önemli bir açılım getirmiştir. Modernliğin
3
Sonuç olarak, burada ve metnin bütününde, Japonya’nın ya da Japonların “gerçekten” ne olduğu ya
da ne olmadığı sorusu dikkate alınmamıştır. Bunun yerine Japonların ve Japonya’nın Osmanlı
İmparatorluğu içindeki algılanma ve temsil edilme biçimi olduğu gibi kabul edilmiştir.
5
teknolojik araçlarının bizatihi modernliğin sonuçlarından birisi olan muhalefetin
etkisizleştirilmesi, ortadan kaldırılması veya saf dışı edilmesi için seferber edilmesi
bize modernliğin doğasını anlamak açısından önemli içgörüler sağlayabilir. Ama
önce kavramsal berraklık için, modernlik ve modernleşme ile ilgili kısa bir tartışma
yapmak zorunludur. Fakat bu berraklığın sağlanması hiç de kolay değildir. Tam da
bu yüzden Wagner, modernliğin bir sosyolojisini yapmanın totolojikliğinden
bahseder, zira “sosyoloji, modern toplumu anlama yönünde sistematik bir girişim
olmaktan başka nedir ki?” (Wagner, 1996: 9). Yine de belli perspektiflere değinmek
mümkündür. En başta modernliği kümülatif bir dönüşüm süreci olarak ele alan
Giddens sayılabilir. Giddens’a göre modernlik “on yedinci yüzyılda Avrupa’da
başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve
örgütlenme biçimlerine işaret eder” (Giddens, 2010: 9). Bu anlamda modernlik
(Poole ve Swingewood için de); ekonomik, politik ve kültürel değişimdeki karmaşık
süreçlerle karakterize edilen ve Batı kaynaklı olmakla birlikte zor ve/veya rıza
eşliğinde yayılma eğilimi gösteren yeni bir toplum biçimine denk düşmektedir
(Swingewood, 1998: 9; Poole, 1993: 10). Bermann ise Giddens’ın küresellik
vurgusuna katılmakla birlikte modernliğin bir deneyim olarak önemine işaret eder:
“[modernlik] dünyanın her köşesindeki insanlarca paylaşılan hayati bir deneyim
tarzı[dır]” (Bermann, 2010: 27).
Modernliğin kaynakları konusunda da belli ölçülerde bir uzlaşmadan
bahsedilebilir. Jeanniere’e göre modernliğin gelişimi konusunda belirleyici olan
bilimsel, siyasal, kültürel ve endüstriyel devrimlerdir (Jeanniere, 1994: 16). Wagner,
on sekizinci yüzyılda gerçekleşen demokratik ve endüstriyel devrimleri modernliğin
6
başlangıcı olarak görmektedir (Wagner, 1996: 11). Bermann’a göre ise modernliğin
kaynağında karmaşık süreçler bulunmaktadır:
Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize dair
düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren,
yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran,
yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca
insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın başka ucunda yeni
hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kes sarsıntılı
kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları
birbirlerine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından
bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve
gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı
direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen
insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları
bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya
pazarı (Bermann, 2010: 28).
Bu tanım ve kavramsallaştırmalar çokça uzatılabilirse de, hemen hepsinin –
farklılıkları olmakla birlikte - ortaklaştıkları temalar da hemen göze çarpmaktadır.
Tanımların genel olarak ortaklaştıkları noktalar, modernliği hem bir deneyim hem bir
toplum biçimi hem de bilimsel, endüstriyel ve siyasal dönüşümler olarak
kavramalarıdır. Modernleşme ise en kestirme biçimde “eylem halindeki modernliği”
ifade etmektedir (Touraine, 1994: 43–44). Böylece modernleşme, modernliği
“doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler[i]” anlatır (Bermann,
2010: 28–29).
Sayılan yaklaşımların, modernliği ve modernleşmeyi kavramamıza yönelik
belli katkıları olsa da dikkat etmemiz gereken önemli noktalar vardır. Öncelikle,
Giddens örneğinde Avrupa-merkezciliğin, yani uzun zaman önce eleştirisine
başlanmış bir arkaizmin izlerini görmek mümkündür. Dolayısıyla, Avrupa-
7
merkezciliğin sosyal bilimlerin derinlerine nüfuz etmiş ön kabullerine karşı hassas
olmak önemlidir. Avrupa-merkezcilikle bağlantılı bir diğer sorun ise modernliği ve
modernleşmeyi doğrusal bir süreç olarak ele alma tehlikesidir. Dünya tarihini,
Avrupa medeniyetinin, yani “insanlığın ideal halinin” ya da Tinin açılımının bir
takipçisi olarak gören bu anlayışın hem Aydınlanma düşüncesinden hem de
Hegel’den gelen kökleri vardır. Tüm toplumsal deneyimlerin aynı yolu takip
edeceklerine yönelik bu arkaik bakış da I. ve II. Dünya Savaşları, Nazi deneyimi ve
Yahudi Soykırımı, Sovyetler deneyimi gibi tarihsel olgular tarafından çoktan yerle
bir edilmesine rağmen (Bauman, 2007); II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal
bilimlerde etkili olmuştur. Bu durum, küresel siyasal gelişmelerin yarattığı güçlü
çekim karşısında sosyal bilimlerin bağımsız kalamamasının bir sonucudur. Son
olarak konjonktürel nedenler dışında, güçlü eleştirmenlerine rağmen Said’in
dikkatimizi çektiği gibi, Batı-dışı toplumlar hakkında üretilen oryantalist söylemin
yarattığı çarpıtmalara karşı dikkatli olmak gerekmektedir (Said, 2010).
Tüm bu uyarılardan sonra, alternatif yaklaşımlar içinden, modernlik ve
modernleşme bağlamında, bu tez açısından en elverişli yaklaşımlar Therborn ve
Açıkel’den gelmektedir. Açıkel’e göre;
kapitalist ekonominin gelişimi, özellikle dünya sisteminin merkezindeki
devletlerin genel anlamda yönetim, kontrol ve baskılama kapasitesinin artmasına ve
toplumsal-siyasal sistemlerinin merkezileşmesine yol açmıştır. Modernlik, bu
anlamda, iddia edilebilir ki her şeyden önce kapitalist endüstriyel ve kentsel bir
sosyo-ekonomik zemin üzerinde, devletlerin askerî aygıtlarının ve bürokratik
kadrolarının etkinliğini artıran bir süreçtir (Açıkel, 2006: 43).
Modernliğin
bu
tür
bir
tanımı
bize
on
dokuzuncu
yüzyılda
Osmanlı
İmparatorluğu’nun dönüşüm “yörüngesi” hakkında önemli bir içgörü sağlar. Fakat,
(tekrar etmek pahasına) teleoloji tuzağına düşmemek gerekir; dolayısıyla süreç bir
8
ulus-devlet doğuracak biçimde kavranamaz. Aynı şekilde, içsel ve dışsal rakipler
tarafından sürekli bir meydan okumaya maruz kalan bir imparatorluktaki
merkezileşme sürecinin doğrusal biçimde ol(a)mayabileceğini kabul etmek de
gerekir.
Therborn ise, modernliğin büyük anlatılarının aksine türdeş bir modernlikten
değil, karmaşık modernitelerden (entangled modernities) bahsetmemiz gerektiğini
söyler. Özünde, modernliği kültürel biçimde, bir gelecek ve yarın kavrayışı olarak
görür. Çoğul ve karmaşık bir modernite fikrinden yola çıkarak modernlik sahasından
geçen dört faklı yol ayırt eder. Birinci yol Avrupa’yı; ikinci yol Yeni Dünya’ya
yapılan göçler sonrası oluşan bağımsız devletleri; üçüncü yol modernliğin bir dışsal
tehdit olarak ortaya çıktığı yerleri; dördüncü yol da sömürgecilik ve işgal yoluyla
modernlik yörüngesine giren bölgeleri kapsamaktadır (Therborn, 1996: 63–73).
Therborn’a göre Osmanlı İmparatorluğu, emperyal güçler tarafından tehdit edilen ve
böylece modernliğin bir dış tehdit yoluyla ortaya çıktığı üçüncü yolun önemli
örneklerinden birisidir. Therborn’un “tepkici modernleşme” adını verdiği bu yolda
“modernite, kendi yönetim alanlarının şiddetli bir yabancı tehdide maruz kaldığını
düşünen ülke içi elitlerin bir kısmı tarafından dışarıdan alınmış ve yine geleneksel
yönelimler izlenerek nüfusa yukarıdan dayatılmıştır” (Therborn, 2012: 85).
Therborn’a göre “burada kilit aktör, hem devleti hem toplumu dış meydan okumaya
ve tehdide uyarlamaya çalışan yöneticiler, daha doğrusu yönetici gövdenin
modernleştirici bir parçasıdır” (Therborn, 1998: 70).
Açıkel’in ve Therborn’un çizdikleri modernlik tanımları çerçevesinde
düşünüldüğünde; Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında tarihsel nedenlerle
merkezi elitlerin öznellik alanlarının küresel anlamda daraldığı, imparatorluğun iç
9
bağlamında ise genişlediği söylenebilir. Modernliğin, Osmanlı toplumuna giriş
biçimi belirli sınırlamalar, olanaklar ve yatkınlıklar yaratmıştır. Dolayısıyla
bürokratik seçkinler için belirli tarihsel momentlerde bazı modellerin seçimi
kolaylaşmış bazı modellerin seçimi ise zorlaşmıştır. Modellere yapılan yatırımlar
çeşitli patika bağımlılık süreçleri yaratarak, alternatif patikalara geçişi zorlaştırmıştır.
Japonya’nın bir imge ve model olarak gündeme gelişinde Osmanlı
modernleşmesinin karşılaştığı imkânlar ve sınırlılıklar birinci derecede önemlidir. Bu
yüzden, Japon imgesi ele alınan dönem boyunca (1839–1908) aynı kalmamıştır. Hem
Japonya’nın hem Osmanlı İmparatorluğu’nun hem de küresel sistemin dönüşümü bu
imgenin değişmesinde etkili olmuştur.
Tanzimat dönemi boyunca öne çıkan Fransız modeli siyasal liberalleşme,
anayasacılık ve kültürel alanın Batılı normlara göre dizayn edilmesi gibi birçok
alanda etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın bir parçası olduğunun
kabul edildiği bu dönemde Japon imgesi de Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa
dolayımıyla gelmiştir. Buradan çıkan bir sonuç, Japonların uzun bir süre boyunca
Osmanlı İmparatorluğu içerisinde “ilkel” bir toplum olarak görülmesidir.
Makdisi’nin ve Deringil’in tartışmalı tezlerinde işaret ettikleri türden bir “Osmanlı
oryantalizmi” en azından Tanzimat dönemindeki Japon imgesi bağlamında dikkate
değer görünmektedir. Oryantalizm en temelde özcü bir “Batı” ve “Doğu” ayrımına
dayanmaktadır:
Şarkiyat, “Şark” ile (çoğu zaman) “Garp” arasındaki ontolojik ve
epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemidir. Aralarında ozanların,
romancıların, felsefecilerin, siyaset kuramcılarının, iktisatçıların, imparatorluk
yöneticilerinin de olduğu kalabalık bir yazar topluluğu, Şark’a, Şark’ın insanına,
törelerine, “aklına”, yazgısına vb. ilişkin kuramları, destanları, romanları, toplum
10
betimlemelerini, siyasal kayıtları işleyip inceltirken, Doğu ile Batı arasındaki temel
ayrımı başlangıç noktası saymıştır (Said, 2010: 12).
Makdisi ise Batı ve Batı-dışı gibi bir ikiliğin ötesinde, oryantalizmin daha geniş bir
bağlamda tartışılması gerektiğini düşünmektedir. Buna göre “Osmanlılar Batı
oryantalizminin siyasi ve sömürgeci pratiklerine direnirken, bu oryantalizmin
temelinde yatan ilerleme ve zaman mantığını benimseyerek onun gücünün farkına
varıp tepki gösterdiler” (Makdisi, 2007: 273). Zamansal mesafe fikri sömürgeciliğin
ve dolayısıyla oryantalizmin temel bileşenlerinden birisidir. Japonya söz konusu
olduğunda tedavüle giren “vahşi” imgesi de bu zaman mantığı çerçevesinde
Osmanlıların kendileriyle Japonlar arasında koydukları zamansal bir mesafeyi
imlemektedir. Özellikle Tanzimat dönemindeki eğilim imparatorluğun Avrupalı
yönünü vurgulamak üzerinedir. II. Abdülhamid döneminde, bir oranda zorunluluklar
nedeniyle, bu kez Avrupalı bir güç olma iddiasından vazgeçmeden imparatorluğun
İslami-Doğulu kökenleri vurgulanmaya başlanmıştır. Fakat bu geçişi bir kopuş
olmaktan ziyade bir süreklilik ve vurgu değişikliği olarak okumak gerekir.
Japonlarla ilgili Osmanlı imgeleminde ortaya çıkan oryantalist eğilimlerin bir
diğer dikkat çekici sonucu 1890 sonrası dönemde Japonya’nın sentez başarısına
duyulan ilgide kendisini göstermiştir. Japonların bir “Doğulu” toplum olarak “Batı”
tekniğini kendilerine mâl etme konusunda gösterdikleri performans Osmanlı
toplumunda büyük bir dikkatle izlenmiştir. Bu dikkatin temelinde Al-‘Azm’ın
ontolojik oryantalizm kavramıyla ifade ettiği Doğu-Batı ilişkilerini özler arası
ilişkiler olarak mutlak bir uyuşmazlık ve benzemezlik üzerinden okumanın etkileri
görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu bir taraftan Batı’nın parçası olurken diğer
taraftan asla tam olarak Batı’ya ait ol(a)mayan olarak konumlanmıştır. Bunun
11
temelinde hem Batı için hem de Osmanlı elitleri için Al-‘Azm’ın öne sürdüğü türden
“özsel” farklılık iddiasının yattığı iddia edilebilir. Dolayısıyla Japonya’nın dünya
sistemine kendi kalarak yani Doğulu özünü kaybetmeden eklemlenebilmesi tüm Batı
dışı coğrafyalarda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da büyük bir ilgi
yaratmıştır.
Osmanlı oryantalizmi tartışmaları konusunda dikkate alınması gereken bir
nokta, her ne kadar Makdisi, Lübnan üzerinden bazı girişimleri örnekliyor olsa da,
Osmanlı İmparatorluğu’nun maddi altyapısının Osmanlı elitlerinin oryantalist
kurgularını emperyalist bir düzlemde sürdürmelerine imkân vermeyecek düzeyde
zayıf oluşudur. Dolayısıyla söylem düzeyinde etkilerini görebileceğimiz bir eğilimin
maddi ve pratik yansımalarıyla sömürgeciliğe uzanması mümkün olmamıştır. Hatta
ve hatta, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi, Japonya örneğinde,
Osmanlı elitlerinin bir emperyalist tehdit algıladıkları görülmektedir. Dolayısıyla
Osmanlı oryantalizminden bahsederken son derece kırılgan bir öznellik alanından
söz edildiği akılda tutulmalıdır. Yine metin içinde ayrıntılı bir biçimde incelenecek
olan Ertuğrul Fırkateyni’nin seyahati, bize, imparatorluğun maddi altyapısının
düşüklüğü ölçüsünde yüksek olan emperyal tahayyülerinin nasıl bir trajedi
doğurduğunu göstermektedir. Seyahatin planlanmasından, Ertuğrul’un batışına kadar
geçen süredeki olaylar zincirinin her halkası arzuyla realite arasındaki büyük
mesafeyi göstermektedir.
Japonların “vahşi” olarak görüldüğü Tanzimat döneminden, bir sentez
başarısını temsil ettiği düşünülen kabaca 1890 sonrası döneme ve en nihayet 1908
yılına kadar Japonya ve Japonlarla ilgili en başta gelen bilgi kaynağı gazeteler
olmuştur. 1890 sonrasında yayınlanan kitaplar bilgi kaynaklarını çeşitlendirmiş olsa
12
da gazete haberlerinin ve makalelerin önemlini koruduğu söylenebilir. Gazeteler
sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil tüm dünyada kamusal alanın kuruluşunda
başat bir yere sahiptir. Ayrıca gazeteler, devlet alanından görece özerk bir entelektüel
kesimin oluşumuna da katkı sağlamıştır. Çalışmada, kamuoyu ele alınırken Kırlı’nın
kuramsal tercihleri referans alınmıştır. Kırlı’ya göre kamuoyu kavramının Batı’daki
varlığı son derece tartışmalıdır. Buna rağmen kavram, modernleşme kuramları
çerçevesinde Batı dışı olanı işaretlemek için kullanılan referans noktalarından birisi
haline gelmiştir. Batı dışı tarihyazımı ise bu normatif gündem karşısında savunmacı
bir pozisyona çekilmiş ve kamusal alanları neredeyse icat etmeye koyulmuştur.
Sonunda kavram insanların birbiriyle görüştüğü her yerin kamusal alan ilan edildiği
muğlâk bir kullanıma açılmıştır. Diğer taraftan kamuoyunun 18. yüzyılda Avrupa’da
doğmadan önce bu bölgelerde ortaya çıktığı iddia edilmiştir. Bu kuramsal tavırlar
karşısında Kırlı’nın önerisi kavrama daha pratik yaklaşmak yönündedir:
“[K]amu”nun ve “kamuoyu”nun 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde siyaseti
yeniden tanımlayan bir dizi yeni yönetimsel pratik sürecinde oluşturulmuş olduğunu
ileri süreceğim. Her ne kadar kamuoyu (efkar-i umumi) terimi 1860’lardan önce
Osmanlı siyaset terminolojisinin belirgin bir parçası değilse de, 19. yüzyılın ikinci
çeyreğinden itibaren Osmanlı yönetim zihniyetinde yeni bir siyasi öge olmuştur.
Kamunun inşası ve kamuoyunun zımni bir otorite kaynağı haline gelmesi, Osmanlı
devletinin yasamadan vergilendirmeye,
kurumsal örgütlenmelerden törensel
pratiklere kadar uzanan yeni yönetim pratikleri ile yakından bağlantılı süreçlerdir
(Kırlı, 2009: 17).
Gazetelerin ortaya çıkışını da bu sürecin bir parçası olarak okumak gerekir. İlk
gazetenin (yani Takvim-i Vekayi’nin) ortaya çıkışı tam da toplumun siyasal bir özne
olarak kabul edilmesinin sonucudur. Kamuoyunun varlığı kabul edilmiş; devletin
eylemlerini tebaaya anlatması, bir anlamda kamuoyunu inşa etmesi ve yönlendirmesi
13
amaçlanmıştır. Gazetelerin, “Doğu” ve “Batı” kimliklerinin sürekli olarak birbirine
girdiği bir toplumsal bağlamda üstlendikleri çok önemli görevlerden bir tanesi de,
inşa edilmeye çalışılan “sentez”in başlıca mecralarından birisi olmalarıdır. Esenbel
kimliğini tanımlama ve sentez sorununun Türkiye ve Japonya toplumlarını
ortaklaştırdığına dikkat çekmektedir:
Son iki asırdır Japonya ve Türkiye’deki her nesil, toplumsal ve bireysel
kimliğini bu tarihsel eklektik model doğrultusunda görmekte ve modernliğin parçası
olarak neyin yerli neyin Batılı olarak algılanması gerektiğini yeniden ele alıp
tartışmaya devam etmektedir (Esenbel, 2012: 247).
Daha önce de belirtildiği gibi, bir sınır idaresi sorunu olarak görülebilecek bu
meselede gazeteler önemli işlevler üstlenmiştir. En basit haliyle, herhangi bir araç,
eylem ya da performansın Batı’nın ahlakına mı yoksa tekniğine mi ait olduğu
konusundaki bilirkişiliğin en başta gelen mecralarından birisi gazetelerdir. Elbette bu
sınır idaresi sorunu bir iktidar alanı da yaratmaktadır. Bu durumu daha da açmak için
Esen’in Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarını çözümlerken vurguladığı anlatıcımuhatap ilişkisine bakmak verimli olabilir. Esen’e göre Osmanlı İmparatorluğu’nun
19. yüzyılda geçirdiği türden hızlanmış tarihsel süreçlerde ortaya çıkan eserler,
içerdikleri inanç ve değerleri toplumda hazır bulamayabilirler. Bu durumda yazar,
yeni değerleri ya da dünya görüşünü tanıtmayı amaçlayabilir; bazı inanç ve değerleri
desteklemeye, bazılarını geri plana itmeye çalışabilir. Esen’e göre “Ahmet Mithat,
yeni ortaya çıkan roman okurları için eserini yorumlamak zorundadır” (Esen, 2006:
63). Esen’in roman konusunda söyledikleri gazete haberleri, makaleleri ve tefrikaları
için de geçerlidir. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde görülebileceği gibi Japonya ile
ilgili yayınlanan haberlere bazen gazete tarafından yorumlar eklenmiştir. Daha da
ötesi, “objektif” bir dilin olmadığı düşünülürse, haber metnine eklenmiş ayrı
14
yorumlar olmasa dahi, her haberin aynı zamanda bir yorum olduğu da ortadadır.
Dolayısıyla Japonlarla ve Japonya’yla ilgili her haber, makale ve hatta görsel
materyal bir imgeyi inşa etmiş ve okuyucu için yorumlamıştır. Diğer taraftan,
özellikle II. Abdülhamid döneminde saray ve muhalefet arasında bir enformasyon
savaşının sürdüğü görülmektedir. Japonya ekseninde bu mücadelenin biçimi, her iki
tarafın da Japonya’yı ve Japonları yorumlama biçiminde ortaya çıkmaktadır. II.
Abdülhamid, sansür yoluyla devletin kamusal alanı kapsayıcı bir söylem üretmesine
çabalarken, muhalifler de yurtdışında yayınladıkları gazeteler yoluyla hem Osmanlı
elitlerine hem de Osmanlı toplumuna seslenmeye çalışmışlardır. Japon imgesinin,
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye’ye kadar büyük bir olumlulukla devam etmesi
toplum içinde derin bir anlam kazanmasıyla mümkün olmuştur. Osmanlı
İmparatorluğu’nun kamusal alanları olan kahvehaneler, köşk toplantıları, kışlalar gibi
alanlarda gazetelerden okunan, tartışılan ve kontrolsüzce yayılan haberler bunun
başlıca nedeni olarak görülebilir.
Japonya ile ilgili toplumsal bilgilenmenin temel kaynakları gazeteler ve
kitaplar olsa da devlet düzeyinde en az bunun kadar etkili bir kaynak diplomatik
ilişkilerdir. Özellikle II. Abdülhamid döneminde gerçekleşen diplomatik görüşmeler
yönetici elitler için çok önemli bir bilgi kaynağı olmuştur. Azalan askeri güç
nedeniyle öne çıkan diplomatik ilişkiler, yönetici elitlerin reel politik kavrayışları
nedeniyle toplumsal düzeyden çok daha realisttir. Özellikle, Japonya’nın
kapitülasyon talepleri Osmanlı bürokrasisinde büyük bir kuşku yaratmıştır. Bu
nedenle tez içerisinde diplomatik ziyaretlere de önemli bir yer ayrılmıştır.
Tezin kuramsal uzamını genel olarak kat eden giriş bölümü temel alınarak
çalışmada ayrı bir başlıkla kuramsal ve metodolojik tartışmaya yer verilmemiştir.
15
Aksine, çalışma boyunca kullanılan tarihsel dökümanlar, veriler ve olaylar giriş
bölümünde tartışılan kavramsal araçlarla çerçevelendirilmiştir. Bu tercihin nedeni,
çalışmayı birbiriyle ilişkili ama aslında kopuk – kabaca teorik ve pratik olarak
adlandılarabilecek- iki ana bölümden oluşan bir yapı biçiminde kurgulamanın belki
daha kolay ama kesinlikle daha az açıklayıcı olmasından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla giriş bölümünde geliştirilen kuramsal düzlem çalışmanın sınırlarını tayin
etmiş, böylece çalışmada ayrı bir metodoloji bölümü yer almamıştır. Ampirik ve
kuramsal malzeme – gerilimli de olsa- bir arada götürülmeye çalışılmıştır.
Tez üç bölümden oluşmaktadır. Tezin birinci bölümünde, Tanzimat dönemini
odağa alarak Osmanlı modernleşmesi incelenmektedir. Japonya ile ilgili ilk
haberlerin ortaya çıkışı da Osmanlı modernleşmesi bağlamına yerleştirerek ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Böylece birinci bölüm, Osmanlı modernleşmesini merkeze
alan ve Japonya ile karşılaşmayı, Japon imgesinin Osmanlı toplumunda ortaya
çıkışını ve güçlenmesini anlatan iki alt bölümden oluşmaktadır.
İkinci bölüm, II. Abdülhamid dönemini temel almaktadır. II. Abdülhamid’in
reaksiyoner modernleşmesi ve Japonya’nın bu süreçteki yeri bölümün alt
başlıklarından ilkidir. Bu bölümün ikinci alt başlığı ise Osmanlı İmparatorluğu’ndan
bugüne Japonya ile ilişkilerde başlıca referans noktası olan Ertuğrul Fırkateyni’nin
yolculuğunu konu edinmektedir. Üçüncü bölümde de Ertuğrul’un batmasından
sonraki gelişmeler aktarılmaktadır. Son bölümde ise Japonya’nın önemli bir güç
olarak yükselişini haber veren 1894 Çin-Japon Savaşı ve bu savaşın Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki yansımaları anlatılmaktadır.
Tezin üçüncü ve son bölümü, 1908 devrimine kadar olan dönemde Japon
imgesini II. Abdülhamid ve Jön Türkler arasındaki mücadelenin bağlamına
16
oturtmaktadır. Jön Türk muhalefetinin doğuşu ve muhalif hareketin iç mücadeleleri
bölümün ilk alt başlığını oluşturmaktadır. İkinci alt başlık ise tüm dünyada olduğu
gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da büyük ilgi uyandıran 1904–1905 Rus-Japon
Savaşı’nı ve savaşın Osmanlı toplumundaki algılanışını, Osmanlı siyasal alanındaki
yankılarını konu edinmektedir.
17
I. TANZİMAT DÖNEMİ VE OSMANLI
İMPARATORLUĞU’NDA JAPON İMGESİNİN OLUŞUMU
A. Devletin Modernleşmesi ve Kamunun İnşası
Osmanlı Devleti’nde Japonya ile ilgili ilk bilgiler 19. yüzyılın ikinci yarısında
ortaya çıkmıştır. Bu döneme kadar hem aradaki mesafenin fazlalığından hem iletişim
olanaklarının kısıtlılığından ve özellikle Japonya’nın Tokugawa yönetimi altında
1854 yılına kadar süren içe kapanma döneminden dolayı iki ülke ve toplum arasında
ilişki kurulamamıştır.
Ziya Şakir’e göre Japonya diye bir ülkenin varlığı Osmanlı münevverleri ve
hacca gidenler tarafından uzun müddettir bilinmektedir. Halk tarafından bilinirliğinin
artmasında ise 1866 yılında İstanbul’da “Çörçil” isminde bir İngiliz tarafından
(Türkçe olarak) yayınlanan “Ruznâme-i Ceride-i Havadis” isimli gazetede Japonya
ile ilgili ardı ardına yayınlanan haberlerin etkili olduğunu söylemektedir (1994: 6–
8).4 Koloğlu ise Osmanlı İmparatorluğu’nda Japonya ile ilgili ilk bilgilerin 1866’dan
daha önce Avrupa’dan yapılan çeviriler vasıtasıyla ortaya çıktığını göstermektedir.
Avrupa’dan yapılan tercümelerle gelişen bu dolaylı bilgilenme süreci uzun süre
devam etmiştir. Japonya ile ilgili Osmanlı gazetelerinde çıkan ilk haber Koloğlu’nun
tespitine göre Ceride-i Havadis’in 28.08.1841 tarihli kırk dokuz numaralı sayısında
çıkan haberdir:
4
Ziya Şakir’in verdiği bilgiler (özellikle tarih ve yer konusundaki saptamalar) ihtiyatlı biçimde
kullanılmalıdır. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde de görülebileceği gibi Şakir’in verdiği bilgilerde
hata çıkabilmektedir. Şakir’in kitabının hiçbir yerinde atıf olmadığı, dolayısıyla kaynakçasının
bulunmadığı da eklenmelidir. Aynı soruna Worringer de ikinci bölümün on sekizinci dipnotunda
dikkat çekmektedir (Worringer, 2001: 58–59).
18
Çin’den uzak olmayarak Yapon dedikleri denizde (…) ince ve uzun büyük
ve küçük birkaç kıtadan ibaret Yapon adaları olup bunların yazı gayet sıcak ve
yağmur ve borası çok ve kışı pek soğuk olarak havası sağlam ve toprağı münbit ve
nemadar bir mahal olmakla mecmu [tüm] ahalisi 30 milyondan mütecaviz olup
padişahları iki tanedir ve makarrı [başkenti] Yedo şehridir… (Akt: Koloğlu, 2001:
19).
Bu haberin geçtiği gazete olan Ceride-i Havadis, Osmanlı İmparatorluğu
içinde özel bir kişi tarafından yayınlanan ilk gazetedir ve (Ziya Şakir’in “Çörçil”
diyerek belirttiği gibi) bir İngiliz olan William Churchill tarafından 1840 yılında
yayımlanmaya başlanmıştır (Zürcher, 2009: 107; Findley, 2011a: 59). Dolayısıyla
Şakir, Japonya ile ilgili ilk haberin yayınlandığı gazeteyi doğru tespit etmekle birlikte
zamanı yanlış vermiştir.
Kamusal alan oluşumunun temel bileşenlerinden olan gazetelerin ortaya
çıkışıyla Osmanlı İmparatorluğu içinde bir Japon imgesinin oluşumu arasında önemli
bir ilişki söz konusudur. Benedict Anderson’un matbaa kapitalizminin 5 (ve
dolayısıyla gazetenin) gelişiminin ulusun tahayyül edilmesini kolaylaştırdığı ve hatta
mümkün kıldığı (Anderson, 1996) tespiti göz önüne alınırsa, gazetenin (ve genel
olarak matbaa kapitalizminin) başka ulusların tahayyül edilmesini de mümkün kıldığı
iddia edilebilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk özel gazetenin 1840 tarihinde yayınlanmaya
başlaması elbette bir tesadüf değildir. Aksine bu olay 1831’de Takvim-i Vekayi adlı
ilk gazetenin (resmi bir gazeteydi) yayınlanmasının (Yazıcı, 1994: 68) açtığı yolda,
yani bir bütün olarak Osmanlı modernleşmesi içinde önemli uğraklardan birisi olarak
5
Carter V. Findley, Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle Tanzimat dönemi için matbaa
kapitalizminin gelişimini özenle vurgulamaktadır: (Findley, 2011b).
19
düşünülmelidir. 1840 yılı aynı zamanda Tanzimat döneminin başı olması dolayısıyla
sembolik olarak da önemlidir. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlayan ve
1870’lere kadar devam eden Tanzimat dönemi ıslahat siyasetinin yoğun ve istikrarlı
biçimde uygulandığı bir dönem olmuştur. Tahtta 1839 ile 1861 arasında Abdülmecit,
1861 ile 1876 arasında ise Abdülaziz vardır. Bununla birlikte gerçek iktidar Bab-ı
Âli’ye kayacaktır. Bab-ı Âli’nin başında ise önce Tanzimat’ın en önemli ismi olan
Mustafa Reşit Paşa ve sonrasında da öğrencileri Âli Paşa ile Fuat Paşa vardır.
Tanzimat ve daha öncesinde özellikle II. Mahmud’un saltanatını da içeren süreç,
aslında Osmanlı Devleti’nin bir modern devlet formasyonu kazanması sürecidir. 6 II.
Mahmud’la birlikte merkezi idarenin karşısında bir güç odağı olan Yeniçeri Ocağı
kaldırılmış, ayanların gücünü kıran idari düzenlemeler yapılmıştır. İmparatorluk
sınırları içerisinde ulaşım ve haberleşmenin geliştirilmesi, iltizam sisteminin
kaldırılarak doğrudan vergilendirme sisteminin getirilmesi de merkezileşmeyi
artırmıştır.
Ulemanın konumu, maddi dayanaklarını oluşturan vakıfların devlet
kontrolüne
alınmasıyla
ve
modern
eğitim
kurumlarının
öne
çıkmasıyla
zayıflatılmıştır (Zürcher, 2011: 16–18).
II. Mahmud’un saltanatının önemli boyutlarından bir tanesi de devletin
(Mehmet Ali Paşa ile yaşanan Mısır bunalımında açıkça ortaya çıktığı üzere) Avrupa
ülkelerinin desteği olmadan askeri bakımdan savunulamayacağının açıkça anlaşılmış
olmasıdır. İmparatorluk, Mehmet Ali Paşa’nın desteği olmadan Yunan Bağımsızlık
Savaşı’nı kazanamamış, Avrupa devletlerinin desteği olmadan da Mehmet Ali
Paşa’yı durduramamıştır. Askeri alandaki bu zayıflık devlet içinde diplomasinin ve
6
Osmanlı yönetiminin, sınırları içindeki iktidar odaklarını ortadan kaldırmak ve doğrudan yönetimi
yaygınlaştırmak için aldıkları önlemler için bkz: (Rogan, 1999: 2–17).
20
sivil bürokrasinin önemini artırmıştır. Bu gelişme Tanzimat döneminde, II.
Mahmud’un güçlü iktidarının hemen sonrasında iktidarın Bab-ı Âli’ye geçişini de
açıklamaktadır (Findley, 2011: 39). Zira Osmanlı bürokrasisi için dış güçlerin etkisi
hem padişahı hem de modernleşme siyasetine karşı durabilecek diğer aktörleri
kısıtlamak için işlevseldir. Kendi iktidarlarını padişahın (y)etkisinin kısıtlanması ile
güçlendirebilecek Bab-ı Âli bürokratları için bu tür politikaların harekete
geçirilmesinde Batı etkisi veya zorlaması önemli bir imkân yaratmıştır (Ergut, 2004:
81–102).
Abou-El-Haj’a göre II. Mahmud’un Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel
dönüşümündeki önemi Osmanlı siyasal yapısı içinde padişahın konumu üzerine
süren uzun soluklu mücadeleyi geri dönüşü olmayacak biçimde sonlandırmış
olmasından
kaynaklanmaktadır
modernleşmesinin
dinamikleri
(Abou-El-Haj,
konusunda
2000:
“dışsal”
120–124).
etkiden
ziyade
Osmanlı
“içsel”
dönüşümlere odaklanmayı öneren bu paradigmaya göre yönetici elitin farklı
fraksiyonları arasında iki yüz yıl boyunca iktidarın dağılımı konusunda bir çatışma
yaşanmıştır. Mücadele, padişahın otoritesinin kısıtlanmasını, kararların yönetici elit
içindeki uzlaşılarla alınmasını ve vezir/paşa kapılarının siyasal gücün dağılımında
temel birim haline gelmesini isteyen yönetici elit mensupları ile padişah ve padişahın
mutlak otorite konumunda olmasından çıkar sağlayan klikler arasındadır (Abou-ElHaj, 2011: 133–140). Padişahların tahttan indirilmesi, başkent ve civarında yaşanan
isyanlar, üst düzey görevlilerin idamı gibi “çalkantıların” bu iktidar mücadelesi
çerçevesinde okunması gerekir. II. Mahmud’un tarihsel önemi Yeniçeri Ocağı ve
ulema arasındaki uzun vadeli ittifakı çözmesi; adem-i merkeziyetçi güç odağı olarak
ayanları peyderpey tasfiye etmesi; sadrazamlık makamını görevlerini dağıtarak
21
başvekillik biçiminde zayıflatması ve tüm bunların sonucunda mutlakiyetçiliği ve
merkezileşmeyi/doğrudan yönetimi temel alan bir model yaratmasıdır. Padişah bir
taraftan çeşitli politikalarla merkezi otoriteyi güçlendirirken paradoksal biçimde
kendi iktidarını sınırlayan bir siyasal özne olarak bürokrasiyi güçlendirmiştir. 7 17.
yüzyıldan beri gelişmekte olan, padişahın kişilik ve varlığından ayrı bir odak olarak
devlete bağlılık gösteren bir bürokrasi adım adım gücünü artırmıştır. Dolayısıyla II.
Mahmud sonrasında iktidar mücadelesi özellikle padişah ve yenilenmiş bürokrasi
arasında gerçekleşecektir (Sönmez, 2012: 25–32; Berkes, 2009: 169–179).
Merkezileşmenin yönetici sınıflar açısından ticari ve ekonomik avantajları
ortadadır. Merkezileşmenin ulaşım, haberleşme, sağlık hizmetleri, iletişim, eğitim
gibi boyutlarının tüm dünyada kapitalist ekonominin gereksinimleri olarak
rasyonalist kapitalist devlet oluşumunun temel bileşenlerinden olduğu gözden
kaçırılmamalıdır (Abou-El-Haj, 2000: 120–121). Nadir Özbek, modern devletin
ayırıcı özelliğinin “sosyal alana müdahale eğilimi ve bu alanı kontrol edebilme
kapasitesi” olduğunu söylemektedir. Nüfusun üretken kapasitesini artırmayı
hedefleyen koruyucu sağlık hizmetlerinden, dul ve yetim maaşlarına veya
dilenciliğin kontrolüne değin birçok alanda yaşanan dönüşüm geniş bir modernite
bağlamına oturmaktadır (Özbek, 2002: 11–13).8 Ordunun modernizasyonu da
7
Bürokrasinin güçlenmesi olgusunun, modern devletin belki de en önemli tanımlayıcı özelliği
olduğunu hatırlatmaya gerek bile yok.
8
Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyal devletin gelişimini detaylı olarak inceleyen bir çalışma için bkz:
(Özbek, 2002).
22
bunlara katılırsa, yaşanan aynı zamanda bir bütün olarak devlet kapasitesinin
artışıdır. 9
Elbette, modernliğin özgürlük ve denetlemeyi içeren çelişkili (Wagner, 2005:
14–21) karakterine uygun olarak merkezileşmenin yanı sıra gelişen ve devlet-birey
ilişkilerini dönüştüren yurttaşlığı da dikkate almak gerekir. Hem merkezileşme
siyaseti sonucunda ortadan kaldırılan aracı kurumların bıraktığı boşluğun
doldurulması hem de 19. yüzyıl boyunca Rusya tehdidi ile birlikte imparatorluğun en
büyük “mesele”si olan ayrılıkçı isyanların durdurulması için devlet ve tebaa
arasındaki bağların yenilenmesi/dönüştürülmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu dönüşüm
aynı zamanda kapitalist bir ekonominin gerektirdiği hukuksal altyapının kurulması
ile çok yakından ilgilidir. Osmanlı Devleti için devlet ve tebaa ilişkilerinin
düzenlenmesi II. Mahmud’la başlamış ve Tanzimat Fermanı ile yeni bir boyut
kazanmıştır. Bu yeni bağı kurma çabasının siyasal alanda bir ideoloji olarak
görünümü ise Osmanlıcılık olmuştur. Osmanlıcılık esas olarak Tanzimat’la
ilişkilendirilse de köklerinin daha önceye dayandığı görülmektedir. Osmanlı
toplumsal yapısındaki iki temel ayrım olan müslim/gayrimüslim ayrımının
kaldırılması ve yöneten/yönetilen ayrımının da modern bir devlet formasyonuna
uygun hale getirilmesi hedeflenmiştir. Böylece padişahın ve/ya devletin bir “baba”
figürü olarak tüm topluma aynı “yakınlıkta” durması amaçlanmıştır (Somel, 2009:
92). Örneğin II. Mahmud’un ülke içi gezilere çıkan ilk padişah olmasını devletin
9
Osmanlı modernleşmesini “devlet kapasitesi” bağlamında tartışan bir değerlendirme için bkz:
(Turan, 2008).
23
değişen meşruiyet siyaseti ile ilişkilendirmek açıklayıcıdır. 10 1830–1839 arasında beş
yurtiçi seyahate çıkan padişah; Tekirdağ, Çanakkale, Edirne, İzmit ve Rumeli gibi
bölgeleri (Varna, Silistre, Rusçuk, Şumnu, Veliko Tırnova, Kazanlık ve Stara
Zagora) gezmiştir. Bu geziler sırasında mabetleri ziyaret etmiş, müslim ve
gayrimüslim halkın sorunlarını dinlemiş, yörenin önde gelenleri ile görüşmüş ve
yardım vaat etmiştir (Finkel, 2010: 391). Şumnu gezisinde başkâtip tarafından
okunan nutkunda padişah tebaası arasında ayrım gözetmediğini şu sözlerle
anlatmıştır:
[S]iz Rumlar, siz Ermeniler, siz Yahudiler, hepiniz Müslümanlar gibi
Allah’ın kulu ve benim tebaamsınız; dinleriniz başka başkadır, fakat hepiniz
kanunun ve İrade-i Şahanemin himayesindesiniz. Size tarh edilen [belirlenen]
vergileri ödeyin; bunların kullanılacakları maksatlar sizin emniyetiniz ve sizin
refahınızdır (Akt: Somel, 2009: 93).
Bab-ı Âli bürokrasisi de III. Selim zamanından beri yurtdışı elçilikleri ve
Tercüme Odası vesilesiyle Avrupa’da gelişen mülkiyet hakları, meşrutiyet, eşitlik ve
anayasacılık
gibi
fikirlere
ve
yönetim
tekniklerine
aşinalık
kazanmıştır.
İmparatorluğun rakipleriyle arasındaki farkın kapatılmasının sadece sınırlı askeri
reformların ötesinde bir dönüşümü gerekli kıldığı uzun zamandır bilinmektedir.
Tebaanın verimliliğini11 ve itaatini artıracak idari, ekonomik ve hukuksal tedbirlerin
alınması gerektiği yaygın biçimde kabullenilmiştir (Mardin, 2007: 11–12). Tek bir
örnekle yetinilecek olursa, 1837’de Viyana elçiliğine atanan ve sonrasında
10
Osmanlı hanedanın meşruiyet stratejilerini (Quataert; 2004) özellikle II. Abdülhamid ekseninde
inceleyen metinler için bkz: (Karpat, 2010: 411–443; Deringil, 2002; Deringil; 2007: 53–92 ve 111–
140).
11
Mardin’in metninde (Mardin, 2007: 13) kullanılan “verimlilik” ifadesinin Foucaultyen biyo-politika
literatürüyle yakın bir ilişkisi olduğuna dikkat edilmeli (Foucault, 2004: 248).
24
Tanzimat’ın en önemli isimlerinden biri olan Sadık Rifat Paşa’ya göre, Avrupa’nın
ulaşmış bulunduğu “sivilizasyon” düzeyinde bir devletin çıkarları; nüfusuna,
kalkınmışlık düzeyine ve ülke içinde asayişi sağlayabilmesine bağlı görülmektedir.
Bunların temelinde ise “can ve mal ve ırz itibarı hakkında emniyet-i kâmile” vardır
(Findley, 2012: 499).12
1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bu arka plan üzerine yükselmiştir.
Ferman, tüm tebaanın yaşama ve mülk edinme hakkını, ırz ve namus
dokunulmazlığını güvence altına almıştır. İltizam sisteminin yerine düzenli bir
vergilendirme sistemi getirilmiş ve zorunlu askerlik kabul edilmiştir. Ferman, tüm
tebaanın din farkı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu ilan etmiştir (Faroqhi,
2012: 98; Zürcher, 2000: 79–80).13 Fermanla birlikte başladığı kabul edilen Tanzimat
döneminde saray II. Mahmud’un saltanatındaki mutlak iktidar konumunu yitirmiş ve
tam da II. Mahmud tarafından güçlendirilen Bab-ı Âli iktidarı ele geçirmiştir.
Tanzimat Fermanı’nın hazırlayıcısı Mustafa Reşid Paşa 14, kişisellikten uzak bir
devlet yönetimi fikirini savunmuş, padişahın konumunu sembolik bir düzeye
indirmekten bahsetmiştir:
Sultan Mahmud’un taraftar göründüğü yeni müesseseler bazen zorluklara
düçar olmuş ise, bunların tesisi anından beri ileriye bir tek adım atılamamış ise,
bunun sebebini, o müesseseleri halkın işine yarayacak bir meyve vermekten uzak
kılmış, gösterişli nümayişler haline getirmiş olan hükümdarın kibrinde aramak
icabeder (Mardin, 2012: 151).
12
Sadık Rifat Paşa’nın fikirlerinin ayrıntılı bir incelemesi için bkz: (Mardin, 2010: 191–219 ve 2012:
155–165).
13
Fermanın tam metni için bkz: (Tanzimat Fermanı, 13–16: 2012).
14
Mustafa Reşid Paşa’nın hayatı ve fikirleri ile ilgili olarak bkz: (Kaynar, 1991).
25
Reşid Paşa’ya göre Osmanlı İmparatorluğu ancak “değişmez esaslara
müstenit [dayanan] bir iç idare”nin yerleşmesiyle kurtulabilirdi. Zira yaşanan
gerileme “dayanılmaz bir istibdadın acıları[ndan]” kaynaklanmaktadır (Mardin,
2012: 150). Reşid Paşa’nın sözleri II. Mahmud’un kişisel iktidarının Osmanlı
yönetici sınıfı içinde yarattığı tepkinin büyüklüğünü göstermektedir (İnalcık, 2012:
103). Ama Reşid Paşa’nın sözleri ve fikirleri Tanzimat’ın kökleri konusunda bizi
yanıltmamalıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi II. Mahmud kişisel bir iktidar
kurmuş olsa da, örneğin 1826’da devlet adamları için müsadereyi kaldırarak mal
güvenliği konusunda önemli bir adım atmıştır (Zürcher, 2000: 67). Dolayısıyla
padişahın kişisel iktidarının sınırları, tam da otoriter bir padişahın yönetimi sırasında,
bireysel niyetlerden bağımsız olarak, modern bir devlet formasyonunun getirdiği
yapısal zorunluluklar nedeniyle daralmaya başlamıştır.
Donald Quataert’e göre Tanzimat siyasi olarak Gülhane Hatt-ı Hümayunu 15
ile başlatılıyorsa da ekonomik olarak dönemi anlamak için 1826’ya, Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılmasına dönmek gerekir. Zira bu olay aynı zamanda, ekonomik
imtiyazlara sahip ve loncaların temsilcisi olan bir sınıfın direnişinin yıkılmasını ifade
etmektedir. En güçlü himaye taraftarlarının ortadan kaldırılması liberal bir ekonomik
görüşün uygulanma koşullarını yaratmıştır. Böylelikle de 1838 İngiliz-Osmanlı
(Balta Limanı Ticaret) Antlaşması için uygun ortam hazırlanmıştır (Quataert, 2012:
731; Quataert, 2004: 889). Baltalimanı Ticaret Antlaşması 16, devletin Mehmet Ali
Paşa ile olan mücadelesinde İngiltere’nin desteği için verilmiş bir bedeldir. Antlaşma
15
Fermanın düşünsel temelleri, hazırlanışı ve amaçları ilgili olarak bkz: (Abu-Manneh, 1994).
16
İngiltere cephesinde antlaşmanın imzalanmasından önce ve sonra yaşanan tartışmalar için bkz:
(Çiçek, 2010: 181–186 ve 224–230).
26
imparatorluğun dış ticaretini serbest ticaret ilkeleri çerçevesinde şekillendiriyor ve
devlet tekellerini yok ediyordu. Ama geniş açıdan bakıldığında Osmanlı
İmparatorluğu’nun dünya kapitalizmiyle eşitsiz bütünleşmesinin önemli kilometre
taşlarından birini temsil etmektedir (Kazancıgil, 2009: 217; Sander, 2006: 203–204).
1820’lere gelindiğinde Sanayi Devrimi’ni tamamlamış olan İngiltere, Napolyon
Savaşları ile Fransa’yı yenerek hegemon ülke haline gelmiştir. Osmanlı
İmparatorluğu için Balta Limanı Antlaşması’nın imzalanmaması gibi bir seçenek
mümkün görünmemektedir. Belirsiz olan bunun zamanıdır ve bu fırsat da Mehmet
Ali Paşa ile yaşanan savaş sonrasında ortaya çıkmıştır. İngiltere, 1820 sonrası
dönemde diplomatik ve askeri baskılarla tüm dünya çapında birçok ülkeye serbest
ticaret antlaşmalarını dayatmıştır (Pamuk, 2005: 16–22 ve 2007: 204–209).
Bu
ülkelerden biri de 1842 yılında Nanking Antlaşması’nı (Afyon Savaşları’nda
uğradığı hezimet sonucu) imzalayan Çin’dir. Her iki ülke de kapitalizmin çevreye
yayılmasının resmi ya da gayrı resmi sömürge olmaktan farklı, üçüncü bir biçimini
deneyimlemiştir. Siyasal bağımsızlıklarını sürdürmekle birlikte sömürgeci devletler
arasında rekabet ve paylaşım mücadelelerine konu olmuşlardır. Genellikle süreç
Avrupalı güçlerin kısa vadeli destekler karşılığında ödünler koparması biçiminde
işlemiştir (Pamuk, 2005: 7–10; Keyder, 2005; 54–55). Japonya ise 1840 itibariyle
henüz dış dünyaya açılmamıştır. Zira Japonya, 1630’lu yıllarda başlayan ve 1853
yılında ABD’nin Komodor Matthew Perry aracılığıyla gönderilen limanları açma
talebinin 1854 yılında kabul edilmesiyle son bulan iki yüz yılı aşkın içe kapanma
dönemi yaşamıştır (Altın, 2012: 381). Osmanlı İmparatorluğu ve Çin gibi ülkelere
serbest ticaret antlaşmalarının dayatıldığı 1840’larda Japonya da dışa açılmaya
zorlanmaktadır. ABD’nin Doğu Hindistan filosu amirali olan Biddle 1846 yılında
27
Uraga limanına gelerek diplomatik ilişki kurulması ve karşılıklı ticaretin başlatılması
taleplerinde
bulunmuştur
(Erkin,
2004:
79).
Bu
tür
girişimler
Osmanlı
İmparatorluğu’nda da yankı bulmuştur. Zira kapitülasyon ve dış müdahale
tartışmaları Osmanlı İmparatorluğu içinde de başta gelen tartışma konularından
birisidir. Dolayısıyla kapitülasyon ve dış müdahale konularının ilgi çekmesi
anlaşılabilir.
1847 yılında Takvim-i Vekayi’nin 3 Ocak tarihli 314. sayısında “Yaponya ile
ticaret yapmak üzere ABD askerî gemi ve sefir yolladı. Yaponya red etti, top atıp
uzaklaştırdılar ama yeni gemiler geldi ve harp başladı” (Akt: Koloğlu, 2001: 19)
haberi çıkmıştır. Takvim-i Vekayi’nin Avrupa gazetelerinden çevirerek okurlarına
ulaştırdığı haberden de anlaşılabildiği gibi 1800’lerin ilk yarısı boyunca birçok gemi
Japon limanlarına girmek istemiştir. Özellikle Rusya ve İngiltere, Uzakdoğu’da
öncelikle ekonomik ve dolayısıyla siyasi ve askeri genişlemeyle ilgilenmişlerdir
(Sansom, 1950: 275).
28
Japonya’nın iki yüz yılı aşkın süren içe kapanma süreci boyunca sadece
Hollandalı ve Çinli tüccarlara Nagazaki kentiyle sınırlı bir ikamet izni verilmiştir.
Fakat 19. yüzyılın ortalarında artık bu tür sınırlamaların sürdürülebilirliği
kalmamıştır. Özellikle Çin’in Afyon Savaşları’ndaki yenilgisi ve İngiltere tarafından
antlaşmaya mecbur edilmesi Japonya’da büyük bir ilgi ve hatta korku
uyandırmıştır. 17 Çin savaş gemilerinin İngiliz donanması karşısında yaşadığı
acziyetin Japonya tarafından keşfedilmesi, Tokugawa Şogunluğu’nun askeri gücünün
göreli zayıflığının da anlaşılmasını sağlamıştır (Trimberger, 2003: 99). Osmanlı
17
Tokugawa Şogunluğu’nun İngiltere’den algıladığı tehdit bu dönemde Hollandalılardan aldıkları
yıllık raporlarda Afyon Savaşları’nın ilk gündem maddesi olmasından da bellidir. Hatta Tokugawa
Şogunluğu Hollandalılardan her yıl verilen yıllık raporlar dışında, gelişmelerden daha hızlı haberdar
olmak için, yıl içinde de ek raporlar vermelerini talep etmiştir. Bu nedenle 1840–1858 arası dönemde
yıllık raporlara ek raporlar sunulmuştur (Erkin, 2004: 67).
29
yönetici sınıfının Avrupa ile doğrudan ilişki nedeniyle uzun zamandır yaşadığı “Batı
Sorunu”18 bu vesileyle Japon elitlerinin de gündemine tartışmasız biçimde girmiştir.
Takvim-i Vekayi’nin 317. sayısında Japonya üzerindeki bu rekabete dikkat
çekilmiştir: “İngiltere Yaponya ile ticaret kurmaya çalışıyor, Felemenkliler
engellemek çabasındalar.” (Akt: Koloğlu, 2001: 19). Haber, 200 yıldır Japonya
ticaretinde tekel konumunda bulunan Hollanda’nın İngiltere karşısında konumunu
koruma
mücadelesini
yansıtmaktadır.
Yaşanan
mücadele
tarihsel
ölçekte
düşünüldüğünde ticaret sermayesinin (Hollanda), sanayi sermayesi (İngiltere)
karşısındaki düşüşünü göstermesi açısından manidardır.19
Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa ülkelerinin Japonya üzerindeki baskıları
bilindiği gibi Japonya’nın içe kapanma stratejisi de bilinmektedir. Osmanlı
18
Osmanlı elitlerinin “Batı Sorunu”nu, “Doğu Sorunu” ile birlikte basit bir etki-tepki ilişkisinden daha
geniş biçimde düşünmeyi öneren bir çalışma için bkz: (Çiçek, 2010).
19
Wallerstein, Hollanda’nın düşüşünü ve İngiltere’nin yükselişini, Modern Dünya Sistemi
üçlemesinin ikinci kitabında hegemonya bağlamında tartışmaktadır: (Wallerstein, 2010).
30
İmparatorluğu’nda ortaya çıkan tür bir ilgi ve dikkat, “Batı”nın “Doğu”yu
tanımlamaya ilişkin çabasının bir sonucudur. Osmanlı elitleri için bu durum bir tür
“sınır idaresi” sorunu ortaya çıkarmaktadır. Doğu ve Batı arasında bir kendi
tanımlamak aynı zamanda bu iki “uzlaşmaz” dünyayı tanımlamak anlamına
gelmektedir:
Avrupa ahalisiyle temastan ziyadesiyle çekindikleri sebebiyle ülkelerine bir
ecnebi adamın girmesini tecviz etmeyerek [izin vermeyerek] aşırı dikkat
etmeklerinden başka daima ahalinin onlara nefretinin artması için ‘yerzmi’ tabir
ettikleri günde Hıristiyanların hürmet ettikleri eşyaları parçalarlar (Akt: Koloğlu:
2001: 19–20).
Takvim-i Vekayi’nin 1847 yılında verdiği haberin geri kalan kısımlarında ise
Japonların Çin’le yakın bir ilişki içinde olduklarından, Japoncanın Çince ile benzer
özellikler gösterdiğinden, Japonya’da çeşitli dinlere inanıldığından, çeşitli hayvanlara
tapıldığından bahsedilmektedir. Ayrıca Japonya’nın siyasi ve idari örgütlenmesinden
gelir kaynaklarına kadar birçok özet bilgi yer almaktadır.
Japonya dışa açılma yönünde gelen baskılarla mücadele ederken Osmanlı
İmparatorluğu 1839’dan 1853 Kırım Savaşı’na kadar sürecek bir barış dönemi
yaşamıştır. Tanzimat reformlarının uygulanmaya çalışıldığı bu dönemde; II.
Mahmud’un da hedefi olan ordu, bürokrasi, taşra yönetimi, vergilendirme, eğitim ve
haberleşme gibi alanlara odaklanılmıştır. Ama bunlara ek olarak danışmaya dayalı
yöntemlere ve hukuki reformlara ağırlık verilmiştir. Yönetim alanında başlıca
gelişme bürokrasinin Avrupa örneğine göre bakanlıklar ve uzman kurullar biçiminde
örgütlenmesidir. Daha önce de ifade edildiği gibi bu dönemde güç merkezi saraydan
Bab-ı Âli’ye geçmiştir. Bürokrasi içinde ise Hariciye Nezareti etkisini ve gücünü
arttırmıştır. Bunda hem nezarette çalışan kadroların gereken uzmanlığa sahip
31
olmaları hem de ordunun azalan gücü nedeniyle diplomasinin önem kazanması
etkilidir. Nezaret dış işlerinin yanı sıra tüm reform alanlarında etkinlik kazanmıştır.
Yeni nezaretlerin açılması kadar önemli bir diğer gelişme, nezaretlere bağlı birçok
danışma meclisi ve kurulu kurulmasıdır. Bu danışma meclislerinden en önemlisi II.
Mahmud zamanında kurulmuş olan ama gittikçe önemini artıran Meclis-i Vâlâ-yı
Ahkâm-ı Adliye’dir. Yeni yasaların tartışıldığı Meclis aynı zamanda idari davaların
görüldüğü bir mahkeme işlevi görmüştür. Üyeleri seçimle işbaşına gelmemesine
rağmen bir danışma organı olarak parlamento benzeri bir işlev üstlenmiştir. Meclisin
toplantıları için Bab-ı Âli’de bir merkez oluşturulması iktidarın saraydan Bab-ı
Âli’ye geçişinin sembolik bir görünümü gibidir. Meclis 1850’lerin ortalarına değin
Mustafa Reşit Paşa önderliğindeki birinci kuşak reformcuların egemenliğindedir.
1854 sonrası ise adli görevler Meclis-i Vâlâ’da kalırken, yasama görevi reformların
hızlandırılmasını isteyen ikinci kuşağın önderlerinden olan Fuat Paşa başkanlığındaki
Meclis-i Âli-i Tanzimat’a geçer. Meclis daha sonra da değişiklikler geçirmiş ve en
sonunda 1868’de Hıristiyan ve Müslüman üyelerin temsil edildiği, kanunların
hazırlandığı bir kurum olarak Devlet Şûrâsı ismini almıştır. (Zürcher, 2009: 92–96;
Shaw ve Shaw, 2000: 110–114).
Mali alanda ise Hatt-ı Şerif’te ilan edilen iltizam sisteminin kaldırılması 1840
yılında gerçekleştirilmesine rağmen bu değişiklik uzun vadeli olmamıştır. Vergilerin
merkezden gönderilen memurlar tarafından toplan(ama)ması yüzünden vergi
gelirlerinde yaşanan büyük düşüşten dolayı iki yıl içinde iltizam sistemi geri
getirilmiştir (Davison, 2005: 46). Maliye örgütlenmesi; kaynakların etkin biçimde
saptanamaması ve düzenli olarak toplanamaması, denetleme ve kayıt sisteminin
geliştirilememesi gibi nedenlerle zayıf kalmıştır. Aslında maliye örgütlenmesi ve
32
tekniğindeki gelişmeler 1880’deki Düyun-u Umumiye kuruluşuna kadar yavaş
ilerlemiştir. Bu tespit vergi kaynaklarının belirlenmesi ve vergilerin toplanması için
de geçerlidir (Ortaylı, 2009: 149–152). Diğer taraftan Osmanlı ekonomisinin dönem
boyunca Batı ve Orta Avrupa ülkeleriyle olan bağları güçlenmiştir. İngiltere tüm
dünyada olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ticaretinde de egemen
konumdadır ki 1880’lere kadar bu durum değişmemiştir (Pamuk, 2004: 210–211).
Hukuk alanında yapılan değişiklikler en çok dikkat çekenler olmuştur. 1840
yılında Fransız Ceza Kanunu’ndan esinlenilerek yeni bir ceza kanunu ilan edilmiş ve
1841 yılında ticaret kanununun değiştirilmesi için çalışmalara başlanmıştır. Fakat bu
hızlı değişim Reşid Paşa’nın bir süre sadrazamlıktan azline neden olmuştur. Reşid
Paşa, 1845 yılında hariciye nazırı ve ertesi yıl da sadrazam olarak kısa bir aradan
sonra eski görevine geri dönmüştür. 1847 yılında karma hukuk ve ceza mahkemeleri
hayata geçirilmiştir. 1850’de ise daha önce Reşid Paşa’nın görevinden olmasına
neden olan ticaret kanunu yürürlüğe konmuştur. Ticaret mahkemeleri tarafından
uygulanacak olan bu kanunla ilk defa ulemadan ve şeriattan bağımsız bir hukuk ve
yargı sistemi getirilmiştir (Lewis, 2009: 149–160). Simgesel öneme sahip
değişikliklerden birisi din değiştiren Müslümanlara uygulanan ölüm cezasının
kaldırılmasıdır.
Hukuk alanında yaşanana benzer biçimde eğitim alanında da eğilim laikleşme
yönündedir. Ahmed Cevdet Paşa önderliğinde öğretmen yetiştirmeyi amaçlayan Dârül Muallimîn (1848) kurulmuştur. Mühendishane, Tıbbiye ve Harbiye genişletilmiş
ve mezunlarından bazıları yurtdışına gönderilmiştir (Berkes, 2009: 230–231).
Bununla birlikte eğitim alanındaki asıl gelişmeler Kırım Savaşı ve Islahat Fermanı
sonrasında gerçekleşmiştir. II. Mahmut döneminde kurulmaya başlanan laik eğitim
33
veren rüştiyeler ağının genişletilmesi özellikle ordunun kurduğu askeri rüştiyelerle
1855’ten itibaren artmaya başlamıştır. 1859’da Mülkiye Mektebi’nin kurulması ve
1869’da
Fransız
Eğitim
Bakanlığı
tarafından
önerilen
yeni
bir
Maarif
Nizamnamesi’nin yayınlanması diğer adımlardır (Zürcher, 2009: 100–101).
1. Modernleşmenin ‘Yan Etkileri’
Tanzimat dönemindeki reformlar sadece devlet iktidarını genişletmemiş aynı
zamanda 1860’lardan itibaren ivmelenecek bir muhalefet ortaya çıkmıştır.
Eleştirilerin bir boyutu, Tanzimat döneminde imparatorluğun gündelik hayatına etkin
bir biçimde giren Batılı yaşam ve tüketim kalıplarından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla
reformların dini temelleri sorgulanmıştır. Diğer taraftan bu eleştiriler, tam da
uygulanan reformların yüzeysel olduğunu ve daha temel değişikliklere ihtiyaç
olduğunu savunmaktadır. Ayrıca Ali Paşa ve Fuat Paşa ikilisinin otoriter bir yönetim
biçimi benimsediği de eleştirilerin bir başka yönüdür. Bu listeye yönetim
kademesinden dışlanmanın getirdiği kişisel itiraz ve küskünlükler de eklenmelidir.
Reformların belirleyicisinin dış devletlerin etkileri (hatta baskıları) olduğu düşüncesi
ki tümüyle temelsiz değildir, önemli itiraz noktalarından birisi olmuştur. Tanzimat’a
yönelik bu tepkilerin oluşmasında 1856’da Kırım Savaşı sonrasında ilan edilen
Islahat Fermanı özel bir yere sahiptir (Mardin, 2007: 13–15). Savaşın nedeni
Rusya’nın Kudüs’teki kutsal yerler üzerinde Fransa ile süren rekabetini bahane
ederek Temmuz 1853’te Boğdan’a girmesidir. Ama asıl olarak diplomatik
girişimlerin sonuçsuz kalmasını müteakip Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı
İmparatorluğu’nun yanında savaşa girmeleriyle başlamıştır. Aralık 1856’da
34
Rusya’nın barış talebinde bulunmaması halinde müttefiklerin yanında savaşa
gireceğini söyleyen Avusturya’nın tehdidi üzerine başlayan görüşmeler 30 Mart
1856’da Paris Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Antlaşmanın önemi Osmanlı
İmparatorluğu’nun Avrupa Uyumu’nun bir üyesi olarak kabul edilmesi ve toprak
bütünlüğünün güvence altına alınmasıdır. Islahat Fermanı 18 Şubat 1856’da, tam da
Paris’te barış konferansı sürerken ilan edilmiştir. İstanbul’daki Fransız ve İngiliz
büyükelçileri fermanın ilan edilmesinde büyük etki sahibidir (Finkel, 2010: 404–407;
Zürcher, 2009: 88–89). Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın verdiği eşitlik
sözlerini daha ayrıntılı ve güçlü biçimde yinelemektedir. İltizamın kaldırılacağı yine
ilan edilmiştir. Ayrıca askerlik hizmeti gayri-müslimler için de zorunlu hale
getirilmiştir. İslam dininden ayrılanların ölümle cezalandırılmayacağı ilkesi
yinelenmektedir. Ferman ayrıca karma mahkemelerin kurulması, mali krizin aşılması
için Avrupa sermayesinden yararlanılması, bütçenin yıllık olarak denetlenmesi, ceza
ve ticaret kanunları ile ilgili sözler vermiştir. Dolayısıyla Tanzimat Fermanı ile
getirilen tüm Osmanlı İmparatorluğu vatandaşlarının 20 eşitliği ilkesi güçlü bir şekilde
yeniden onaylanmıştır (Davison, 2005: 57).
Islahat Fermanı açık bir şekilde Avrupa baskısı ile ilan edilmiş ve içeriği
Müslümanlar tarafından “Ehl-i İslâm’a bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür”21
20
Ferman, Osmanlı saltanatının dayanağının tüm Osmanlı tebaasının “vâbıt-ı kalbî-ı vatandaşî” ile
birbirine bağlı olması olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla fermanda “vatandaş” kavramı geçmekteydi.
Somel, Islahat Fermanı’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nda “vatandaş” kavramının geçtiği ilk resmi
belge olabileceğini söyler (Somel, 2009: 96).
21
Ahmed Cevdet Paşa, ferman ilan edildikten sonra oluşan tepkileri şu sözlerle ifade etmektedir:
“Ehl-i İslâm’dan çoğu, ‘abâ [ata] ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukûk-ı mukaddese-i
milliyemizi bugün gâ-ib ettik. Millet-i İslâmiye, millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes haktan
35
şeklinde algılanmıştır. Oluşan tepki Islahat Fermanı ile ilgili olduğu kadar genel
olarak yapılan reformlardan Hıristiyan tebaanın daha çok yararlanmasından
kaynaklanmıştır. Bu tepkisellik, çok daha kozmopolit Osmanlı toplumunda
Japonya’da yaşandığı gibi bir yabancı düşmanlığı haline bürünmemiş olsa da sınıfsal
farklılıklar dinsel ve etnik bölünmelerle birleşerek farklı biçimlere bürünmüştür.
Ekonomik kapasite, organizasyon bilgisi, eğitim düzeyi gibi üstünlüklere sahip olan
Hıristiyan tebaa, Avrupa ülkelerinin de desteğiyle Müslümanlardan daha avantajlı bir
konuma geçmiştir (Mardin, 2007: 14). En önemlisi ise, yüzyılın başından itibaren
imparatorluğun kapitalizmle eşitsiz bütünleşmesinden yarar sağlayan yani iktisadi
alanı kontrol etmeye başlayan gayri-müslimlere karşı yönetim kadrolarını, yani
siyasal alanı kontrol eden Müslümanlar arasında Göçek’in Osmanlı burjuvazisinin
bölünmesi dediği sürecin yaşanmasıdır (Göçek, 1999: 305). Islahat Fermanı,
Hıristiyanlara
cemaat
içi
sorunların çözümünde
kullanılacak
siyasi
gücü
laikleştirebilme hakkı vermiş, dolayısıyla dinsel önderlerin gücü azalmıştır. Bu karar
güçlenen bir orta sınıfla birlikte cemaatlerin ulus niteliği kazanmaya başlamasında ve
kendi tarih, dil ve edebiyat rönesanslarını gerçekleştirmelerinde önemli bir rol
oynamıştır (Zürcher, 2011: 44; Mardin, 2010: 26–27).
Uzun süredir gelişen muhalefetin görünür olduğu olaylardan ilki 1859 yılında
yaşanan ve Kuleli Vakası olarak bilinen darbe girişimidir. İsyanın odağında Âlî Paşa
mahrûm kaldı. Ehl-i İslâm’a bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür’ deyü söylenmeye başladılar.”
(Akt. Mardin, 2010: 25–26). Ahmet Cevdet Paşa’nın aktardığı bu sözler, Osmanlı İmparatorluğu’nda
yaşanan elit dönüşümünün bir yansıması olarak okunabilir. Yabancı dil bilmek, yeni okullardan
mezun olmak, Batılı kültür kodlarını anlayabilmek gibi yetenek ve performanslar bu dönemde oluşan
tepkiyi anlamamızı kolaylaştıracaktır. Şerif Mardin’in “Tanzimat döneminde aşırı batılılaşma” olarak
ifade ettiği bu dönüşümü yeni bir habitusun yükselişi olarak görmek gerekir.
36
ve Fuad Paşa ikilisine ve sultana duyulan tepki vardır. Hıristiyanlara verilen
ayrıcalıklar, imparatorluğun Avrupa devletleri karşısında düştüğü zor durum ve
onlardan gelen baskılar da diğer faktörlerdir. İsyancıların başında Şeyh Ahmed isimli
bir medrese vaizi bulunmaktadır ve kendisini destekleyenler arasında çok sayıda
ulema ve medrese öğrencisinin yanında subaylar ve halktan kişiler vardır.
İsyanın/Darbe girişiminin ortaya çıkmasını sağlayan da katılması istenen subaylardan
birinin ihbarıdır. Darbeyi planlayan kırk beş kadar elebaşı tutuklanmış ve bazıları
mahkûm olurken bazıları sürgün cezasına çarptırılmıştır (Davison, 2005: 105–106).
Kuleli Vakası, Osmanlı modernleşmesinin çelişkileri ve gerilimleri üzerinde
yükselen yeni bir muhalif dalganın habercisidir (Riedler, 2011: 29–51). Kısa bir süre
sonra, 1865’te kurulan İttifak-ı Hamiyyet adlı gizli örgüt daha sonra Yeni Osmanlılar
hareketi haline gelmiş ve Osmanlı-Türk siyasal hayatında derin etkiler bırakmıştır
(Ortaylı, 2009: 299–300). Yeni Osmanlılar hareketinin temellerini atan kişi ise 1862
yılında Tasvir’i Efkâr’ı yayımlamaya başlayan Şinasi’dir. Aslında 1860’ta arkadaşı
Âgâh Efendi ile birlikte Tercümân-ı Ahvâl’i yayımlamaya başlamış, ama iki yıl sonra
anlaşamayarak gazeteden ayrılmış ve Tasvir’i Efkâr’ı çıkarmaya başlamıştır. Tasvir’i
Efkâr’ın önemi, kendisinden önceki gazetelerin yarı resmi görünümünden farklı
olarak kısa zamanda siyasi fikirlerin ve hükümete yönelik eleştirilerin yapıldığı bir
forum haline gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Gazetenin sade dili ve kolay
okunabilir olması, onun yarı resmi ve elitlerle sınırlanmış küçük bir grubun ötesinde
bir kamuoyuna seslenmesini sağlamıştır (Mardin, 2010: 281–285 ve 2007: 166–169).
Gazetenin siyasal meselelerin kamusal olarak tartışılabilirliğine yönelik bu tutumu
çok temel bir dönüşümün göstergesidir. Zira mutlakiyetçi rejimlerin hükümdar ve
tebaa ilişkileri açısından temel varsayımı siyasetin hükümdarın tekelinde olmasıdır.
37
Cengiz Kırlı’ya göre Osmanlı İmparatorluğu’nda 1840 sonrasında yöneten ve
yönetilen arasındaki bu kalın çizgi aşınmaya başlamıştır. Yaşanan dönüşümü
hafiyelik üzerinden inceleyen Kırlı’ya göre 1840 öncesinde hafiyeler tarafından
“devlet sohbeti” yaptığı tespit edilenler cezalandırılmaktadır. 1840’lardan sonra ise
jurnallerde22 adı geçenlerin cezalandırılması sistemi ortadan kaldırılmıştır. Zira
yöneten ve yönetilen ayrımının dönüşüme uğramasıyla, tebaa artık bir siyasal özne
olarak “devlet sohbeti”nden dışlan(a)mamaktadır. Aksine devlet tarafından sunulan
“resmi hakikat” ile yönetilenlerin fikirlerine atfedilen “yalanlar” arasındaki ayrım
yok olmaya başlamıştır. Dolayısıyla, kamuoyunun, yani devletin susturmaktan öte
dinlemesi, gözetlemesi, nüfuz etmesi ve etkilemesi gereken özerk bir alanın ortaya
çıkışı söz konusudur (Kırlı, 2009: 22–26). Fakat diğer taraftan Tanzimat dönemi
boyunca Âli ve Fuat Paşalar tüm reformist yaklaşımlarına rağmen siyasal alanın
genişlemesi mevzu bahis olduğunda oldukça hasistirler. Buradan çıkarılabilecek bir
sonuç, toplumsal ve siyasal formasyonun farklılaşma sürecinin doğrusal bir biçimde
değil çelişkili ve karmaşık bir biçimde anlaşılabileceğidir. Öyle ki, Tanzimat
döneminde Âli ve Fuat Paşalar hem toplumun Batılılaşma düzeyinin vardığı aşırı
boyutlar
yüzünden,
hem
de
siyasal
modernleşmenin
eksikliği
yüzünden
eleştirilebilmişlerdir. Dolayısıyla çelişkilerin ve gelgitlerin sadece sistemik düzeyde
değil, bireysel öznelerin zihinlerinde de var olduğu öne sürülebilir. 23
22
Jurnal kavramı, Fransızca’da günlük, günce, günlük gazete gibi anlamlara gelen “journal”
kelimesinden türemiştir. Jurnal, en genel anlamda, iktidarı ilgilendirdiği düşünülen herhangi bir
konuşmanın hafiyeler tarafından dinlenmesi ve rapor halinde resmi makamlara bildirilmesidir. Konu
ile ilgili olarak bkz: (Kırlı, 2009).
23
Shayegan bu zihinsel karmaşa ya da çelişki durumunu şöyle tasvir etmektedir:
38
Şinasi, Tasvir’i Efkâr’da siyasi yazı ve eleştiriler yayımlamanın yanı sıra
sadece üsluptaki sadelikle dahi Âli ve Fuat Paşaların “imparatorluğu etkileyecek
kararların sadece yüksek hükümet çevrelerinde tartışılması gerektiği fikrine dolaylı
bir saldırı” (Mardin, 2007: 169) yapmış oluyordu. Şinasi, Tercüman-ı Ahval’deki
sunuş yazısında siyasal alanı genişletme hedefini de açıkça ilan eder:
Mademki bir heyet-i içtimaiyyede [sosyal toplulukta] yaşıyan halk bunca
vezaif-i kanuniye [kanunî vazifeler] ile mükelleftir, elbette kalen ve kalemen [sözle
ve kalemle] kendi vatanının menafine [çıkarlarına] dair beyan-ı efkâr etmeyi
[fikirlerini söylemeyi] cümle-i hukuk-u müktesebesinden [kazanılmış haklarının
bütününden] addeyler… (Dizdaroğlu’ndan aktaran: Mardin, 2011: 19).
Şinasi’nin Genç Osmanlılar hareketi için hazırladığı zemin Osmanlı
İmparatorluğu’nda Japon imgesinin oluşumu için de bir ölçüde geçerlidir. Gazetesini
bir tartışma platformu olarak kurgulayan Şinasi, sonraki yıllarda Japon modeli
“Tüm derinliğiyle karşımda yayılan yeni nesneler ve beni hazırlıksız yakalayan yeni fikirler
bana yabancı. Bunları tanımak için zihnimde ne elverişli sözcükler ne de uygun tasvirler var. Bilgi
alanımda apansız ortaya çıkıveriyorlar ve ele geçirilmez tarafları var. Bunları gördüğüm, bunlardan
yararlandığım, bunlara hükmettiğim kadar maruz kaldığım da doğru, fakat hafızamın akışında bir
yerlerde asılı kalıyorlar. Oluşumlarının tarihini çizemiyorum, doğuşlarına da tanık olmadım. Ne
ortaya çıkışlarından önce art arda gelen bunalımları yaşadım, ne de onlara varolma olanağı veren
üretim biçimlerini. Sıyırıp atamadığım zorlamaları başıma musallat eden, alışkanlıklarımı altüst eden
ve bir türlü açıklığa kavuşturamadığım akıl almaz şeyler bunlar. Bununla birlikte onlardaki bir taraf
beni cezbediyor, çekiyor ve tüm çabamı harcamama rağmen onlardan yardım almaktan
alıkoyamıyorum kendimi.” (Shayegan, 2002: 13)
39
üzerine yapılacak tartışmaların da zeminini hazırlamıştır denilebilir. 24 Hem kendisine
gelene değin hem de kendi döneminde çıkan gazeteler içinde en ciddiye alınan ve
fikri açıdan önem atfedilen gazete olan Tasvir-i Efkâr’da (Selman, 2007: 38–41).
Japonya ile ilgili 1863 yılında çıkan bir haber, nitelik açısından daha önce
yayımlananlardan farklı
şekilde sansasyonel bir
dilden ziyade ciddi bir
değerlendirme görünümündedir. Haber, Tasviri Efkâr’ın25 elli sekizinci sayısında
“Bazı evrakı havadisde [gazetelerde] görülen bir bendin hulasa vechile [özet
halinde] tercümesidir” başlığı ile yayınlanmıştır. Haberde Japonya’nın yönetim
biçimi ile ilgili bilgiler verilmekte ve son dönemde yaşanan gelişmeler
özetlenmektedir. Ayrıca 1854 yılından itibaren dış dünyaya açılmak zorunda kalan
Tokugawa Şogunluğu’nun dış ticaret rakamlarından bahsedilmektedir: “Avrupa’nın
oraca olan ticaretine gelince 1862 altı ayı zarfında 5.255.410 frank ithalat ve
14.021.193 franklık ihracat vuku bulmuştur…” (Akt: Koloğlu, 2001: 21).
1854 yılında Komodor Perry tarafından dayatılan ticaret anlaşmasını
Tokugawa Şogunluğu 1858 yılında imzalamış, böylelikle Afyon Savaşları sırasında
Çin’in yenilgisi sonrası algıladığı tehdidin boş olmadığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla
1860’lara gelindiğinde Japonya da kapitalizmin çevre ülkeleri arasında yerini almış
bulunuyordu.
Tokugawa
Şogunluğu’nun
1858
antlaşmasını
imzalayarak
kapitülasyonlar rejimini kabul etmesi Japonya’nın iç politik durumunu da kökten
değiştirmiştir. Kapitülasyonlar rejimi hem birçok daimyonun (feodal bey) ve
24
Şinasi, bizatihi kendisi de Tasvir-i Efkâr’da Japonya ile ilgili birçok haber yayınlamıştır. 1862’den,
Şinasi’nin Paris’e gittiği 1865 yılına kadar Tasvir-i Efkâr’da Japonya ile ilgili otuz altı haber
yayınlanmıştır (Hayta, 2002: 776–779).
25
Tasvir-i Efkâr’da 1862–1869 yılları arasında Japonya ile ilgili olarak toplam kırk iki tane haber
çıkmıştır (Hayta, 2002: 776–779).
40
samurayın Tokugawa Şogunluğu aleyhinde toplanmasına hem de ülkenin ekonomik
yapısının sarsılmasına neden olmuştur. Tüm bu gelişmeler 1858 sonrasında
Japonya’da bir iç bunalım yaşanmasını tetiklemiştir ki süreç 1868’de Meiji
Restorasyonu’yla sonuçlanacaktır (Tözeren, 1984: 39–43). Tasvir’i Efkâr yaşanan bu
gelişmeleri şöyle aktarmıştır:
Soylular ise o zamandan beri kaybettikleri nüfuzu geri almaya çalışarak bu
amaçla ahali arasında hatırası gayet canlı olan eski imparator hanedanıyla birleşmeye
gayret ederler. Şimdi ise imparatorun çocuk olmasını vesile sayarak çabalarını
artırdılar. Ve geçende ortaya çıkan fesada sebep oldular. Bunlar kanunen daima
payitahtta oturup bir yere gidecek oldukları takdirde evlat ve eşleri rehin bırakılması
lazım iken bu düzeni iptal ettirdiler ve devlet için yapmaya mecbur oldukları
hizmetlerin hepsinden muaf oldular. Kısacası bir imtiyazı mahsusa nail oldular ki
devlet adeta asilzâdegan idaresi şekline girdi. Ve Yedo ahalisi bu durumdan pek
kırıldılar. Ve asilzadeler Avrupalılarla olan bozulmayı bahane ederek din adamı
güruhunun da hükümet aleyhinde taasubunu tahrik ettiler (Akt: Koloğlu, 2001: 21).
Tasvir’i Efkâr’ın Japonya’dan aktardığı iç savaş haberleri özellikle 1860
sonrası Osmanlı İmparatorluğu için hiç de yabancı değildir. 26 1859–1864 arasında
Eflak ve Boğdan kendi hükümdarlarını seçmiş, bir anayasa ilan etmiş ve en sonunda
otonomi kazanmıştır. 1860’ta Hersek’te isyan ortaya çıkmış, Karadağlılar’ın da
katıldığı isyanın kontrol altına alınması iki buçuk yıl sürmüştür. Aynı yıl Lübnan’da
çıkan krizde Müslümanlar ve Dürzîler arasındaki çatışmaya zamanında müdahale
etmediği iddia edilen paşa ve iki yardımcısı kurşuna dizilmiştir. Bu infazın Avrupalı
devletleri yatıştırmak için yapıldığı düşüncesi Müslüman halkın gerilimini artırmıştır.
26
İki ülkede de bir iç çatışma olmakla birlikte aradaki farkı göz ardı etmemek gerekir. Osmanlı
İmparatorluğu’nda etnik ve dinsel bölünmelerden kaynaklı “bağımsızlık” mücadeleleri ve/ya isyanlar
yaşanırken; Japonya’da bir iktidar mücadelesi yaşanmaktaydı.
41
1862’de Belgrad’daki Türk garnizonu ile şehir halkı arasında çatışma çıkmıştır
(Mardin, 2010: 24–25; Çiçek, 2010: 20).
2. Güçlenen Muhalefet
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan sadece etnik çatışma değildir. Tanzimat
reformlarından ve kurumlarından yetişmiş ama devlet kademesinde istedikleri kadar
yükseğe ulaşamamış, liberal düşünceleri İslâm içinden temellendirme konusunda
hassas, yeniliklerin yüzeysel kaldığını düşünen, imparatorluğun üzerindeki Avrupa
baskısına ve Tanzimat yöneticilerinin özellikle de Âli ve Fuat Paşaların otokratik
yönetimlerine tepki duyan yönetici elit üyeleri arasından ciddi bir muhalefet ortaya
çıkmıştır (Shaw ve Shaw, 2000: 170). Bu muhalefetin örgütsel bir biçim alması 1865
yılında kurulan İttifak-ı Hamiyyet’le birlikte gerçekleşmiştir. Mardin’e göre,
İttifak-ı Hamiyyet’in kurucu üyelerinin, aşırı vatanseverlikleri onlara
reformları
Osmanlılar
için,
Osmanlılar
tarafından
ve
İslâmî
çerçevede
düşündürmekte ise de, kendilerini siyaseten Avrupa’yı izlemeyi amaç edinmiş kişiler
olarak görüyorlardı (Mardin, 2010: 29).
İttifak-ı Hamiyyet, İtalyan Carbonari modeline göre hücreler biçiminde
örgütlenmişti. İlk adımı Belgrad ormanlarında bir piknikte atılan örgütün kurucuları
arasında Namık Kemal, Mehmed Bey, Ayetullah Bey, Refik Bey, Nuri Bey ve Reşad
Bey vardır. Hemen hepsi Tercüme Odası’nda çalışmışlar ve burada yabancı dillerini
geliştirmişlerdir. Örgütün amacı mutlakiyetçi yönetimin yerine meşruti bir yönetim
biçimi getirmektir (Davison, 2005: 195–197). Kısa sürede birkaç yüz kişiye ulaşan
örgütün içindeki isimlerden Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi bilhassa
önemlidir. Örgütün içinde Sultan Abdülaziz’in yeğenleri olan Veliaht Murad ve
42
Şehzade Abdülhamid de vardır. İttifak-ı Hamiyyet’in sonunu getiren ya da bir başka
deyişle Yeni Osmanlılar hareketine dönüşmesine neden olan en önemli iki gelişme,
Girit’te başlayan isyan hareketi ve Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Mısırlı
Mustafa Fazıl Paşa’nın sultana yazdığı meşruti monarşi talebi içeren meşhur
mektubudur (Lewis, 2009: 209; Mardin, 2010: 32).
Girit’te 1866 yılında başlayan isyan Osmanlı toplumunda ve siyasal alanında
birkaç nedenle önemli etkiler yaratmıştır. Yunanistan’ın desteği ve adanın
Yunanistan’la birleşmesinin isyanın en önemli amaçlarından biri olması başta gelen
nedendir. Yarım yüzyıldan az bir süre önce imparatorluktan ayrılmış Yunanistan’ın
Girit için imparatorluğa meydan okuması emperyal tahayyül/kibir açısından büyük
bir şok yaratmıştır. Girit meselesi aynı zamanda Büyük Güçler’in Osmanlı
İmparatorluğu’na yönelik müdahale ve baskılarını açık bir şekilde ortaya çıkarmıştır.
İsyanın, imparatorluk tarafından dış müdahaleye meydan vermeden çözülüp
çözülemeyeceği sorunu, aynı zamanda iç ve dış kamuoyu önünde devletin gücünün
göstergesi olarak yorumlanmıştır. Kamuoyunun konu üzerindeki bu hassasiyeti
İttifak-ı Hamiyyet üyeleri için de geçerlidir. Şinasi’nin bir yıl önce ansızın Paris’e
kaçmasıyla Tasvir-i Efkâr’ın editörlüğünü yürütmeye başlamış olan Namık Kemal,
Girit konusunda isyancıları, Yunanistan’ı ve Rusya’yı suçlayan yazılar yazmıştır.
Dolayısıyla bu ilk dönemde Namık Kemal’in eleştirilerinin odağında Bab-ı Âli
yoktur (Çiçek, 2010: 71–77). Ali Suâvi’nin editörlüğünde çıkan Muhbir de Girit
isyanı ile ilgili yayınlar yapmıştır. Fakat Âli Paşa’nın tepkisini çeken asıl olan olay,
Muhbir’in Şubat 1867’de isyancılar tarafından evlerinden sürülmüş olan Giritliler
için bir yardım kampanyası düzenlemesi olmuştur. Kampanya gazetenin şöhretini
büyük oranda arttırmış ve Bab-ı Âli’yi sinirlendirmiştir. 8 Mart’ta ise Ali Suavi,
43
Belgrad kalesinin terk edilmesini eleştiren sert bir yazı yazmış ve gazete hemen
ertesi gün bir aylık kapatma cezası almıştır. Namık Kemal, Tasvir’i Efkâr’da,
Muhbir’in sahibi Filip Efendi’nin kapatma cezası ile ilgili protesto açıklamasını
yayınlayarak olaya dâhil olmuştur. Aynı sayıda, Avrupa ülkelerinin Girit konusuna
müdahalelerini eleştiren bir yazı da yer almıştır. Bu olayların sonucunda Tasvir-i
Efkâr kapatılmış ve Ali Suavi tutuklanmıştır. Ayrıca, sıkı bir sansür içeren yeni basın
kanunu ilan edilmiştir (Mardin, 2010: 34–36).
İttifak-ı Hamiyyet’i Yeni Osmanlılar’a bağlayan önemli dönüm noktalarından
diğeri ise Mustafa Fazıl Paşa’dır. Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın kardeşi olan Mustafa
Fazıl Paşa uzun süre Bab-ı Âli’de üst düzey görevler üstlenmiştir. Hidivliği kendi
hanedanına hasretmek isteyen kardeşi İsmail Paşa’nın 1866 yılında bu amacına
ulaşması Mustafa Fazıl Paşa’nın (arasının zaten bozuk olduğu) Âli ve Fuat Paşalara
karşı muhalefetinin dozunu artırmasına neden olmuştur. Mustafa Fazıl Paşa hükümet
karşıtı kışkırtmalara katıldığı suçlamasıyla 4 Nisan 1866’da Paris’e sürgüne gitmek
zorunda kalmıştır. İstanbul’daki muhalif çevrelerle bağlantısını ise Giampietri isimli
bir İtalyan tarafından çıkarılmakta olan Courier d’Orient gazetesi vasıtasıyla
sürdürmüştür. Giampietri aynı zamanda İttifak-ı Hamiyyet üyelerini Carbonari
kitaplarıyla tanıştıran kişidir. Mustafa Fazıl Paşa 7 Şubat 1867’de Brüksel’de çıkan
Le Nord gazetesinde yayınlanan bir açıklamasında Avrupa’da ulusal davalarla
meşgul olduğunu, “Jeune Turc” partisinin kurulduğunu ve kendisinin de bu partinin
temsilcisi olmaktan gurur duyduğunu belirtmiştir. Dahası, bu açıklamadan önce,
İstanbul’da çıkmakta olan Journal des Débats’ın 25 Ocak ve 6 Şubat tarihli
nüshalarında da Mustafa Fazıl Paşa, Jeune Turc’lerin lideri olarak gösterilmiştir.
Dolayısıyla Brüksel’de çıkan haberden İstanbul’daki çevrelerin zaten haberi vardır.
44
Mustafa Fazıl Paşa’nın Le Nord’da çıkan açıklamasının çevirisi önce Muhbir’de
sonra da Tasvir-i Efkâr’da yayımlanmıştır (Berkes, 2009: 278–280). Sürecin kırılma
noktasını ise 7 Mart’ta Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e yönelik yazdığı
açık mektup oluşturmaktadır. Yani, Ali Suavi’nin Sırbistan konusunda Bab-ı Âli’yi
eleştiren makalesinin 8 Mart’ta yazılmış olması bir tesadüf değildir. Bu andan sonra
hükümet, Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa üçlüsünü çeşitli atamalarla
İstanbul’dan uzaklaştırılmaya çalışmıştır. Onlar da Mustafa Fazıl Paşa’nın Paris’e
gelmeleri yönünde yaptığı teklifi kabul ederek 17 Mayıs’ta kaçmışlardır. İstanbul’da
kalan İttifak-ı Hamiyyet üyelerinin birçoğu ise kentte yükselen tansiyondan endişeye
kapılan Âli Paşa’nın emriyle tutuklanmış ve/veya sürgün edilmişlerdir (Davison,
2005: 216–219).
B. Japonya ile Karşılaşma ve Japon İmgesinin Netleşen Çizgileri
Yeni Osmanlıların önde gelen üç isminin Paris’e gitmesinden kısa bir süre
sonra Sultan Abdülaziz, İmparator Napolyon tarafından, Paris’te yapılacak olan 1867
Paris Dünya Fuarı’na27 davet edilmiştir. Böylece, Sultan Abdülaziz’e “yurtdışı
27
19. yüzyıl boyunca Paris, Londra gibi metropollerde düzenlenen dünya fuarları “Doğu” ve “Batı”yı
hem kuruyor hem de bozuyordu. Örneğin 1867’de Sultan Abdülaziz, Paris mahfillerinde yeterince
otantik bulunmamıştı (Zaptçığlu, 2012: 11–38). Findley, çelişkilerin ve kırılmaların “söylem
oluşumu”nun (discursive formation) sistematik işleyişini çürütmeyeceğini, daha ziyade bu işleyişi
yansıttığını düşünmektedir. Her halükarda oryantalist ve/veya garbiyatçı düşüncenin anlaşılmasında
dünya fuarlarının önemli bir yeri olduğu açıktır. Konu ile ilgili olarak bkz: (Mitchell, 1988: 1–33;
Findley, 1999).
45
gezisine çıkan ilk ve tek Osmanlı padişahı” payesini kazandıran ünlü Avrupa
seyahati gerçekleşmiştir. Sultanın yokluğunda ortaya çıkabilecek bir komplo
ihtimaline karşı Murad ve Abdülhamid’in padişahla beraber Paris’e gitmesine karar
verilmiştir. Her iki ismin İttifak-ı Hamiyyet’in üyesi olduğuna yönelik iddialar ve
İstanbul’da Murad’ın sultan olmasını isteyen çok sayıda kişi olduğu düşünüldüğünde
bu önlem anlaşılmaz değildir (Çiçek, 2010: 86–89). Gezinin konumuz açısından
önemi
ise
Japonya’nın
da
Paris
Dünya
Fuarı’na
katılmış
olmasından
kaynaklanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun bizzat padişah da dâhil olmak üzere
birçok üst düzey yöneticisinin Japonya ve Japonlarla ilgili ilk gözlemlerinin bu
fuarda gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Hatta Japonya adına 1867 Paris Dünya Fuarı’na
katılan heyette yer alan Şibusava Eiiçi, Japonya’ya döndükten sonra 1871 yılında
yayınladığı “Kosai Nikki” (Batı Yolculuğu Günlüğü) adlı seyahatnamesinde Osmanlı
heyetinden bahsetmektedir. Şibusava’ya göre iki ülkenin heyetlerinin ilk bir araya
gelişi fuarın açılışında olmuştur. Açılışta Osmanlı ve Japon heyetleri yan yana yer
almışlardır. Şibusava, Osmanlı heyetinde yer alanlardan Sultan Abdülaziz, Şehzade
Abdülhamid ve Fuat Paşa’nın isimlerini de vermektedir. Dolayısıyla iki heyet
arasında doğrudan bir temas olduğuna dair bir işaret olmasa da 1867 Paris Dünya
Fuarı iki ülkenin üst düzey yetkililerinin müştereken katıldıkları ilk etkinliğe işaret
etmektedir (Erkin, 2004: 84–85).
Osmanlı ve Japon heyetlerinin Paris Dünya Fuarı’ndaki karşılaşmaları,
Batı’nın tanımladığı ve düzenlediği “evrensel” bir düzenin otantik parçaları
arasındaki karşılaşmaya denk düşmektedir (Zaptçıoğlu, 2012: 38). Avrupalılar;
Osmanlılar ve Japonlar gibi “otantik” kültürler üzerinden kendi evrensel imgelerini
kuruyorlardı. Osmanlılar ve Japonlar da kendilerini ve birbirlerini, Avrupa
46
aynasından bakarak tanımlıyorlardı. Aslında bu durum, Osmanlı gazetelerinde 1867
yılına dek çıkan haberlerin hepsinin Avrupa kaynaklı olduğu göz önüne alınırsa yeni
değildir. Osmanlı gazeteleri ve kamuoyu, Avrupa aynasından görmenin sonucu
olarak Japonya’yı, uzun bir süre boyunca ilkel ve vahşi olarak tanımıştır. Zaten
Japon modernleşmesinin ilgi uyandırmasının bir nedeni de kısa süre önce “ilkel” bir
toplum olan Japonların “medeniyet” alanında çok hızlı ilerlediğinin düşünülmesidir.
1866 yılında Ruzname-i Ceride-i Havadis, Japon halkının içinde bulunduğu
vahşetten ve bu vahşetten kurtulma çabalarından bahsetmiştir:
Yedi, sekiz sene evvel İngiliz ve Fransızları öğrenip yavaş yavaş diğer
milletlerle münasebete başlamışlar ise de, vahşetin karanlık gecesinden çıkıp henüz
cihanın her tarafını dünya gözüyle görmemişlerdir. Japonya Hükümdârının,
geçenlerde İngilizler’den bir vapur satın alarak ve içine bazı Japon memur ve
subaylarını bindirerek, keşif ve muayene maksadile dünyanın beş kıt’asını gezip
dolaşmaya ve mümkün oldukça gördüklerini raporlarla bildirmeye memur etmiş
olduğunu gazeteler yazıyor (Şakir, 1994: 7).
Bu haberden kısa bir süre sonra Japon hükümdarının vefat ettiğini ve bu
hükümdarın kendisinden önceki hükümdarlardan farklı olarak Avrupa devletleriyle
dostluk kurmaya çabaladığını belirten bir haber daha yayınlanmıştır. Şakir’e göre
İstanbul halkının Japonya’ya ilgi duymasına neden olan olay ise imparatorun
ölümünden sonra ona hizmet etmek için intihar eden Japonların anlatıldığı bir
haberdir:
Japonya’nın ruhanî hükümdarı geçenlerde vefat etmiş olduğundan, ahrette
dahi kendisinin hizmetinde bulunmak gibi bâtıl bir arzu ile, dairesi halkından pek
çoğu kendilerini öldürmüş oldukları gibi, memleketin büyüklerinden sekiz on kişi de
bu şerefe nail olmak için cismanî hükümdara dilekçe vermişlerdir. Hükümdar
bunlardan yalnız beşine ruhsat vermiş ve bunlar da, şu büyük inayete
kavuştuklarından dolayı, teşekkür ederek kendi elleriyle keskin kılıçları karınlarına
sokmuşlar ve canlarına kıymışlardır. (Şakir, 1994: 7–8).
47
Haber o kadar dikkat çekicidir ki gazete bu çeviri haberin altına bir yorum
yazmak durumunda kalmıştır:
Bu yolda fikirlerin ne derece bâtıl olduğunu tarife hacet yoktur. Hindistan’da
dahi, gerek bu usul ve gerekse kocasının vefatında karısının kendisini yakmak
kaidesi yakın vakte kadar varken, İngiltere devleti bu uygunsuz halleri güç hal ile
men edebilmiştir. Hattâ, Japonya’da bir adam diğerine: ‘Şimdi, senin için kendimi
telef ederim’ demiş olsa, o kimse, kanı, üzerinde kalır korkusuyla, her ne talep
ederse îcabını yerine getirmektedir (Şakir, 1994: 8).
Şakir’e göre bu haber Ceride-i Havadis’in 29 Kasım 1866 tarihli 551.
sayısında yayınlanmıştır. İki haber de oryantalizmin bir söylem olarak nasıl dolaşıma
girdiğini, genişlediğini, öteki hakkındaki bilgiyi sarmaladığını, dünya ve içindeki
halklar hakkında hakikat olarak kurulduğunu somutlamaktadır. Oryantalizm herhangi
bir toplumu ilkel olarak kodlayarak “tarihsizleştirmek” (İnan, 1983: 10) ve “tarihsel
olarak dondurmak” (Bayart, 1999: 45) ya da bir medeniyet olarak kodlayarak
“kültürel tutarlılık atfetmek” (Bayart, 1999: 66) gibi biçimlerde işleyebilmektedir.
1866 yılında Japonya uzun süren içe kapanma döneminden yeni çıkmıştır ve bu ilk
dönemde Japonya ile ilgili oryantalist söylem Afrika’daki ya da Güney Amerika’daki
antropolojik söylemin “ilkelleştirme/vahşileştirme” biçimine denk düşmektedir. İlk
haberde geçen “…bir nevî vahşet hayatı…” veya “…vahşetin karanlık gecesinden
çıkıp…”
gibi
ifadeler
oryantalist
bilginin
vahşi
olarak
kodlayarak
tarihsizleştirmesidir. İkinci haberin içerdiği batıl inançlarla kendilerini öldüren
irrasyonel vahşiler fikri de aynı çerçevede değerlendirilmelidir. Haberin yorumunda
verilen Hindistan-İngiltere örneği ile gerçekliğin “vahşi-medeni” ikiliği üzerinden
kurulumu tamamlanmış ve vurgulanmıştır. Esen ve Köroğlu, Tanzimat romanında
anlatıcı-muhatap ilişkisi üzerinden bir “medenileştirme süreci”nin işlemekte
48
olduğunu tespit etmiştir. Buna göre yazar, anlatıcı yoluyla okura ilerlemenin,
medenileşmenin, Doğu’nun, Batı’nın, medeniyetin ne olduğunu, ne olmadığını
anlatmaktadır (Esen ve Köroğlu, 2012). Romanın bu noktada gördüğü işlevin
gazeteler için de geçerli olduğu görülmektedir. 28 Burada da yazar haberi okura
tercüme etmektedir.
Haberler, muhayyel cemaatin kuruluşu konusunda düşünmek için de yeni
ipuçları vermektedir: Japonları “batıl fikirler ve karanlıklar içindeki vahşiler” olarak
resmederek Osmanlı’nın da “Doğu”suna göndermekte ve dolaylı olarak Osmanlı’yı
“medeniyet” sınırlarına dâhil etmektedir. Avrupa ile karşılaştırıldığında “Doğu”da
olan Osmanlı’nın Japonya ile karşılaştırıldığında “Batı”da yer alması sabitlenmek
istenen kimliklerin ve konumların aslında ne kadar akışkanlık gösterebildiğini
ispatlamaktadır. Vahşi Japonya ile çelişkili medeni bir Osmanlı fikri, muhayyel bir
Osmanlı toplumunu da gerçekten var etmektedir. Başta da söylendiği gibi matbaa
kapitalizminin gelişimi yoluyla bir taraftan kendini hayal eden toplum aynı zamanda
ötekini de hayal etmektedir.
Oryantalist bakışın dünyayı zıt ikilikler yaratarak düşünme hali, haberdeki
vahşi-medeni ya da Hindistan-İngiltere örneklerinde temayüz etmektedir. İlerleyen
dönemde modernleşme literatürünün de yaslanacağı temel dayanaklardan olan bu
28
Ayrıca dönemin romanlarının birçoğunun –Avrupa’daki örneklerine benzer biçimde- gazetelerde
tefrika edilmiş olması da bu dönemde gazete ve roman ilişkisinin çok daha yakın olduğu fikrini
desteklemektedir. Romanın bir eğitim aracı olarak görülmesini sadece Tanzimat romanı ile sınırlamak
mümkün değildir. Tek Parti Dönemi boyunca ve hatta İslâmi hidayet romanları göz önüne alındığında
çok daha yakın dönemlere ve hatta belki bugüne kadar, bu tür bir anlayış, romana yönelik farklı
kavrayışların yanı sıra, sürmüştür.
49
ikilikler; kadın-erkek, ileri-geri, modern-geleneksel, Doğu-Batı gibi çeşitlemeleriyle
sürecektir.
Japonya’nın modern-kapitalist bir toplum formasyonu kazanmasından sonra
ise vahşi söylemi tamamen ve tam tersi yönde değişecektir. “Vahşi” 29 kodlaması
“binlerce yıllık Japon kültürü” formülasyonu ile yer değiştirecek ve bu kez de Japon
kültürüne bir medeniyet payesi biçilerek binlerce yıldır süregelen bir kültürel
tutarlılık atfedilecektir. Elbette bu kültürel tutarlılık söyleminin arka planında ‘a
priori’ medeniyetlerin dünya tarihinin temelini oluşturduğu ve her medeniyetin
kendine has bir ‘öz’ (geist) içerdiği kabulü bulunmaktadır (İnan, 2010: 36–37).
Al-‘Azm, Doğu ve Batı arasındaki farklılığın ampirik ya da tarihsel temellere
dayanmaktan öte kültürel, psişik ya da ırksal özlerden kaynaklandığını iddia eden
yaklaşımlara “ontolojik oryantalizm” adını vermektedir (Al-‘Azm, 2000: 230).
Osmanlı kamuoyunda da Doğu ve Batı arasındaki farklılığın algılanmasında etkili
olan bu yaklaşım ilerleyen dönemde Japonya’nın “teknik” düzeydeki gelişiminden
duyulan “büyülenmenin” başlıca nedenidir. Japonya’nın da Osmanlı gibi “Doğu”da
konumlanması ve Avrupa ile ontolojik (Japon kültürü) bir farklılık arz ettiğinin kabul
edilmesi, bununla birlikte “Batı bilimini” alabilmiş olması Japonya’ya olan ilginin
29
Bu “vahşi” söyleminin farklı örnekleri görülebilir. Örneğin Ruzname-i Ceride-i Havadis, 1861
yılında çıkan 151 numaralı sayısında da bir “akvamı vahşiye” olarak Japonlardan bahsetmektedir:
“Yaponya’da İngiltere sefareti memurlarından biri bir polis devirmiş, polis kılıcını çekip
öldürecekken bu sefaret memurudur yapma denince kınına sokmuş ama bir kere kınından çıkan kılıç,
adam kanına bulanmadıkça yerine konmaz ve hükm ve itibarı kalmaz denince kılıcı çekip kendini
öldürmüştür. Hükümdarın oğluna hürmetsizlikte bulunan biri çeşmenin suyu altına oturtulup beyni
donarak öldürülmüştür. Bazıları yanar ateşe atılarak öldürülmüştür. İşbu akvamı vahşiyenin ahkâmı
kanuniyeleri böyledir.” (Koloğlu, 2001: 20)
50
katlanarak artmasına ve popülerleşmesine neden olduğu gibi aynı zamanda ontolojik
oryantalizmin bir yaklaşım olarak yerleşmesinde de önemli katkılar yapmıştır. AlAzm’ın vurguladığı gibi, Batı ile Doğu’nun herhangi bir tarihsel temele dayanmayan
bu ontolojik farklılığı dolayısıyla sorunların ya da farklılıkların ampirik ya da tarihsel
düzeyde bir çözümü de bulunmamaktadır. Farklılık değiştirilemez, sabit “öz”lere
dayandığı için bir benzeşme, yakınlaşma ve hatta iletişim mümkün değildir.
Modernleşme literatüründe ise farklılıkların ontolojik değil kültürel olduğu kabul
edilir. Dolayısıyla ilerleme ya da gelişme tarihsel bir süreç olarak herkes için
mümkündür. Ancak bu kabul ediş güncel hiyerarşilerin olumsallığını tarihsel bir
zorunluluk olarak dayatmak için kültürel bir dolayımla tarih-dışı özcü sonuçlara
ulaşmak dışında pek bir anlam ifade etmez. Wallerstein bu kültür dolayımının nasıl
bir “çıkmaz ayın son çarşambası” vaadi içerdiğini şiirsel bir dille ifade eder:
Her şey bir yana, yeni kavramlar umut veriyordu. Hiç şüphesiz Afrika tekeri
icat etmemişti; Asya dinleri kaderciydi; İslam teslimiyeti buyuruyordu ve Latinler,
ırksal melezleşmelerini, girişimcilikle birleştirememişlerdi. Hâlbuki bu kusurların
biyolojik değil sadece kültürel sebepleri olduğu ileri sürülebiliyordu artık. Ve tıpkı
Japonlar gibi, azgelişmiş ülkeler de Kalvinizmin yerli bir versiyonunu icat
edebilecek kadar zeki olsalardı, çocuklarına okuttuklarının (tabii çocuklara önce
okuma öğretilmiş olmalıydı) içeriğini değiştirmeye ikna olabilselerdi; transistörler
ücra köylere girmiş olsaydı, ya da uzağı görebilen elitler, diğerkâm yabancıların
yardımıyla cahil kitleleri harekete geçirselerdi ve eğer (...), işte o zaman
azgelişmişlik de Şeria Irmağı'nı geçecek ve süt ve balla dolup taşan bir toprağa
varacaktı. Modernleşme teorisyenlerinin verdiği umut işte buydu (Wallerstein, 1979:
133).
Avrupa’dan yapılan çeviriler yoluyla Osmanlı İmparatorluğu içinde
Japonya’ya yönelik bir ötekileştirmenin ortaya çıkması aynı zamanda oryantalist
söylemin bizatihi Batı-dışı dünya içinde kendini nasıl yeniden ürettiğini
51
göstermektedir. Oryantalist söylemin Batı-dışı coğrafyalarda bu yeniden üretiminin
bir adım sonrası ise emperyalizmin saldırısına cevap üretme çabasının garbiyatçı bir
biçim alması olmuştur. Batı-dışı toplumların kültürel ya da siyasal elitleri kendi
toplumları ile ilgili Batı’da üretilmiş bilgi birikimini içselleştirerek dönemin uygarlık
projesine garbiyatçı rezervlerle eklemlenmeye çalışmışlardır; sonuçta gerçekleşen bir
oto-oryantalizasyon olmuştur (Arlı, 2009: 11).
1. Değişen İmge: Japonya ve Japonlar
Osmanlı ve Japon heyetlerinin 1867 Paris Dünya Fuarı’nda karşılaşmaları bu
çerçeve içinde (Doğu-Batı, ilkel-medeni gibi ikilikler üzerinden) düşünüldüğünde
sembolik olarak önemli bir ana denk düşmektedir. Ayrıca 1870 sonrasında
Japonların, Osmanlı kamuoyu tarafından algılanışı tamamen değişmiştir. Sadece
değişmekle kalmamış imparatorluk içindeki siyasal tartışmalara da eklemlenmiştir.
1870’li yıllar birçok açıdan Osmanlı İmparatorluğu için kriz yılları olmuştur.
Tanzimat dönemi boyunca bürokrasiyi kontrol eden ve saray karşısında Bab-ı Âli’nin
gücünü pekiştiren Fuad Paşa 1869’da, Âli Paşa ise 1871’de vefat etmiştir. Sultan
Abdülaziz, Âli ve Fuad paşaların ölümünü iktidarı tekrar kendi ellerine almak için bir
fırsat olarak görmüştür. Sadrazam olan Mahmud Nedim Paşa, iktidarın saraya geri
dönmesi yönündeki fikirleriyle II. Abdülhamid’in iktidarına giden yolu açmıştır. 30
Diğer taraftan sadece siyasal değil ekonomik olarak da imparatorluk büyük sorunlar
yaşamıştır. 1873–1875 arasındaki Anadolu’yu etkileyen kıtlık, kitlesel insan ve
30
Abu-Manneh, Mahmud Nedim Paşa’nın Tanzimat karşıtı fikirlerini ayrıntılı olarak incelemiştir:
(Abu-Manneh, 1990).
52
hayvan ölümlerine neden olmuştur. Kıtlık nedeniyle kentlere yönelen göç dalgası
hem felaketin etkisini şiddetlendirmiş hem de vergi kaybına yol açmıştır.
Uluslararası piyasalarda 1873 yılından itibaren yaşanan çöküş nedeniyle devletin dış
piyasalardan
borç
alması
zorlaşmış
ve
sonuçta
imparatorluk
borçlarını
ödeyemeyecek duruma gelmiştir. Maliyenin çöküşü, kıtlıktan etkilenmemiş olan
Balkan eyaletlerindeki vergi yükünü artırmıştır. Bu ise ekonomik nedenlerle
doğmakla birlikte kolayca dini ve ulusal şiddet dalgalarına dönüşebilen isyanlara
neden olmuştur. Hıristiyan Bulgar köylülerinin Nisan 1876’daki isyanı bastırılırken
binlerce köylünün öldürülmesi Avrupa devletlerinin tepkisini çekmiştir. Özellikle
İngiltere’de Kırım Savaşı’ndan beri sürmekte olan Osmanlı yanlısı hava yok
olmuştur.31 Siyasi alandaki gelişmelerin doruğu ise 30 Mayıs 1876’da Sultan
Abdülaziz’in Midhat Paşa önderliğindeki bir grup tarafından tahttan indirilmesidir.
Uzun zamandır muhalefet hareketinin padişah adayı olarak görülen Veliaht Murad
tahta çıkmıştır. Kısa bir süre tahtta kalan Sultan Murad’ın akli dengesinin yerinde
olmadığı anlaşılınca meşrutiyetin ilanı konusunda söz veren padişahın kardeşi
Şehzade Abdülhamid tahta çıkmıştır (Zürcher, 2000: 109–113).
Osmanlı İmparatorluğu’nun bu çalkalantılı döneminde dönen tartışmalarda
Japonya da – her haber ve yorum gibi- siyasal bir bağlama oturmuştur. Namık
Kemal’in de yazılar yazdığı Ebuzziya Tevfik’in Hadika Gazetesi32 10 Ocak 1873 (11
31
32
Bulgar katliamlarının İngiltere’deki yankıları için bkz: (Aydın, 2002).
Ziya Şakir bu haberin yayınlandığı gazetenin ismini “… istanbul’da intişar eden (Hakikat)
ismindeki gazetenin…” diyerek önce “Hakikat” olarak vermekte ve sonra “…(Hâdika) gazetesi de bu
yazıların altına…” diyerek “Hâdika” olarak değiştirmektedir. Gazetenin isminin Hakikat olması
mümkün değildir zira 1873 yılında İstanbul’da bu isimde bir gazete yayınlanmamaktadır. Ahmet
Mithat Efendi tarafından yayınlanan Tercüman-ı Hakikat 1878’de yayınlanmaya başlanacaktır (T.C.
53
Zilkade 1289) tarihli kırk üç numaralı sayısında Japonya’nın “medeniyet dairesine”
girmek için yaptığı atılımlardan bahsetmiş, “şura-yı ümmet teşkili” için yapılan
hazırlıklara vurgu yapmıştır: “Şura-yı ümmet teşkili dahi mukarrer olarak
[kararlaştırılmış] önümüzdeki ayda altı yüzden ibaret mebusân payitahta tecemmü
[bir araya gelerek] ile menâfi-i vatana dair müzâkerâta mübâşeret edeceklerdir
[başlayacaklardır]”.33 Dolayısıyla “Japon’un her tarafında âsâr-ı temeddün
M.E.B., 2011: 19). Hadika ise 1869’da (Topuz, 2003: 30; Çakır, 2002: 50) ya da 1871’de (Nalcıoğlu,
2005: 263) yayınlanmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Şakir’in bahsettiği gazete Hadika’dır. Ebüzziya
Tevfik ve Hadika ile daha ayrıntılı bilgi için bkz: (Gür, 1990).
33
Hadika Gazetesi’nde çıkan haberin tam metni şöyledir:
“(Gazet Universül Dogsborg)’a Japonun (Yokohama) şehrinden yazılan mektup:
“Düne gelinceye kadar hâb-ı gaflet [gaflet uykusu] ve batâlette [boşlukta] olan (Japon) memleketinin
bir an evvel medeniyet dairesine girmek için az zaman içinde her milletten ziyade terfi edişi mülahaza
olundukça insana hayret getirir!!!
Japon hükümeti iptida [önce] 1854 senesinin martında Amerika Memâlik-i Müctemiasıyla
[Amerika Birleşik Devletleri] bir ticaret muâhedesi [antlaşması] akdettikten sonra der-akab [hemen
arkasından] milel-i saire ile [diğer milletlerle] dahi akd-i münasebât etmekle 1856 tarihinde
(Japon)’un (Nangasaki) ve (Hokodadı) şehirleri küre-i arzın en büyük ticaretgâhlarından biri oldu.
Dokuz sene sonra Japon’un her tarafında âsâr-ı temeddün [medeniyet eserleri] zuhur etmeye
mektepler küşad olunmaya [açılmaya], ulûm ve fünûn ve sanâyi’ ve ticaret terakki etmeye kavânîn
[kanunlar] ve nizâmât ıslah ve tekmîl olunmaya [tamamlanmaya] başladı.
Ahali-i asliyenin ümem-i ecnebiye [yabancı milletler] hakkındaki nefret-i kadimeleri bertaraf
olarak Avrupalılar ile icra-yı ticaret ve rabt-ı münasebat etmektedirler.
Hükümdar (Mikado) teba ve devletinin ahvaline vakıf olmak için her nevi ihtişamdan azade
olarak memalikinde ikide birde seyahat ediyor. Demiryolu ve telgraf hatları memalikin her tarafına
temdîd olunuyor [yayılıyor]. Şura-yı ümmet teşkili dahi mukarrer olarak [kararlaştırılmış]
önümüzdeki ayda altı yüzden ibaret mebusân payitahta tecemmü [bir araya gelerek] ile menâfi-i
vatana dair müzâkerâta mübâşeret edeceklerdir [başlayacaklardır].
54
[medeniyet eserleri] zuhur etmeye mektepler küşad olunmaya [açılmaya], ulûm ve
fünûn ve sanâyi’ ve ticaret terakki etmeye kavânîn [kanunlar] ve nizâmât ıslah ve
tekmîl olunmaya [tamamlanmaya]” başlaması ile millet meclisinin kurulma
çalışmaları arasındaki bağ açıktır. Osmanlı kamuoyu “düne gelinceye kadar hâb-ı
gaflet [gaflet uykusu] ve batâlette [boşlukta] olan (Japon) memleketinin” “ümem-i
ecnebiye [yabancı milletler] hakkındaki nefret-i kadimeleri[ni]”
bilmektedir.
Dolayısıyla “(Japon) memleketinin bir an evvel medeniyet dairesine girmek için az
zaman içinde her milletten ziyade terfi edişi mülahaza olundukça insana hayret
getirir!!!” Japonya’nın bu ilerlemesinin formülü ise millet için çalışan hükümdardan
ve meclis açılmasından yani meşruti bir monarşiden başka bir şey değildir:
Hükümdar (Mikado) teba ve devletinin ahvaline vakıf olmak için her nevi
ihtişamdan azade olarak memalikinde ikide birde seyahat ediyor. Demiryolu ve
telgraf hatları memalikin her tarafına temdîd olunuyor [yayılıyor]. Şura-yı ümmet
teşkili dahi mukarrer olarak [kararlaştırılmış] önümüzdeki ayda altı yüzden ibaret
Hükümet keremi-yi tâm [tam bir niyetle] ile her nevi esbâb-ı terakkiye teşebbüs eylemiştir.
Esir ticareti kaviyyen [kesinlikle] memnu olarak Japonun hiçbir tarafında icra olunmamaktadır.
Binalardan Japon ve Çinin usûl-u kadîmesi terk olunarak Avrupa usûlü üzere a’lâ-yı metîn [çok
sağlam] binalarla şehirleri tezyin ediyorlar [süslüyorlar].
(Gazet Destranje) nin yazdığına göre Viyana Sergisinde Japon komisyonu için on iki bin
murabba kademden ibaret olarak iki mahal tahsis olunmuş ve Japondan hükümdar Mikado’nun ammî
[amca] Prens Arisogavatomaya’nın taht-ı riyasetinde [yönetiminde] olarak otuz kişiden ibaret
gelecek komisyonun götürecekleri eşya kesret ve sanat ve nefâsetçe fevkalade bir surette bulunacak ve
Japon şura-yı devleti reisi (Uhoyina) komisyona mürafakat edecek ve hatta Hükümdar (Mikado) dahi
bizzat sergiye gitmek niyetinde imiş.
(Japonların derece-i terakkileri hakkındaki mütalaamızı âtîye ta’lîk eyledik [ileriye
erteledik]. Hele biz pek iyi anladık ki küre-i arzda böyle giderse bizden cahil –bizden batî [yavaş] –
bir kavim kalmayacak. Yazık ki kisve-i temdînde [medeniyet elbisesini] lâbis [giymiş] bulunuyoruz.)”
55
mebusân payitahta tecemmü [bir araya gelerek] ile menâfi-i vatana dair müzâkerâta
mübâşeret edeceklerdir [başlayacaklardır].
Hadika’nın haberin altına eklediği yorumda da Yeni Osmanlıların Tanzimat’a
yönelik temel eleştirilerinden birisi olan “şekilcilik” eleştirisini yinelemiştir:
(Japonların derece-i terakkileri hakkındaki mütalaamızı âtîye ta’lîk eyledik
[ileriye erteledik]. Hele biz pek iyi anladık ki küre-i arzda böyle giderse bizden cahil
–bizden batî [yavaş] – bir kavim kalmayacak. Yazık ki kisve-i temdînde [medeniyet
elbisesini] lâbis [giymiş] bulunuyoruz.)
Şakir’e göre bu makale İstanbul’un “en yüksek mahfillerinden en ücra
köşelerdeki mahalle kahvelerine kadar” konuşulmuş ve özellikle aydınlar arasında
uzun tartışmalara neden olmuştur (Şakir, 1994: 16). Bu ifadenin birebir doğru olup
olmadığından daha önemlisi 1873 dönümünde Osmanlı İmparatorluğu’nun ve
özellikle de İstanbul’un durumudur. Âli Paşa’nın ölümünden sonra Sultan
Abdülaziz’in mutlakiyetçiliği, keyfi olarak memurların yerlerini ve görevlerini
değiştirmesi, savurganlığı gibi konular büyük rahatsızlıklar yaratmıştır. Hatta horoz
dövüşünde kazanan horoza yüksek nişan verdiği gibi sansasyonel söylentiler akıl
56
sağlığı konusunda da şüpheler doğurmuştur (Davison, 2005: 290–292). Hadika’nın
haberi, kahvehane ikliminin abartısı ve kontrol edilemez doğası ile büyüyen bu
söylentiler içinde anlam bulmaktadır. Böyle bir çerçeve içinde Japon İmparatoru’nun
debdebe ve ihtişamdan kaçındığından bahsetmenin kendisi doğrudan padişaha
yönelik itirazlar taşımaktadır. Padişahın lüks ve ihtişam düşkünlüğünün karşısına
Japon imparatorunun “her nevi ihtişamdan azade” yaşayışı konulmaktadır.
Şakir’e göre o gün, henüz tahta çıkmamış Şehzade Abdülhamid Efendi,
Veliaht Murad Efendi’yi ziyaret etmiş, Murad Efendi de kendisine Hadika’da yer
alan yukarıdaki makaleyi göstermiştir. Şehzade Abdülhamid bu makaleden çok
etkilenmiş ve özel doktoru olan Mavroyani Bey’den Japonlar ve Japonya ile ilgili
bilgi toplamasını istemiştir. Şakir, Şehzade Abdülhamid’in Japonya ilgisinin
başlangıcını 1873 yılında Hadika’da çıkan bu haberle ilişkilendirmektedir (Şakir,
1994: 16–20). Burada da yine Şakir’in aktarımının doğruluğundan bağımsız olarak
haberi hem Veliaht Murad’ın hem de Şehzade Abdülhamid’in muhalefet ile olan
ilişkileri bağlamında anlamak gerekir. Her iki isim de İttifak-ı Hamiyyet’ten itibaren
muhalif örgütlerle ilişki içindedir. Hatta Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatine
çıkarken olası bir darbeden şüphelenerek Veliaht Murad ve Şehzade Abdülhamid’i
yanında götürmüştür. Zaten bu haberin üzerinden dört yıl geçtikten sonra önce
Veliaht Murad’ı sonra da Şehzade Abdülhamid’i tahta geçiren bir darbe
gerçekleşmiştir. Dolayısıyla her ikisinin de Padişah Abdülaziz’e yönelik eleştirilere
ilgileri şaşırtıcı değildir.
Hadika gazetesinin haberindeki önemli noktalardan birisi Japonya’nın
Amerika Birleşik Devletleri ile yaptığı ticaret antlaşmasından ve ticaretin artışından
övgü ile bahsetmesidir. Daha önce de ifade edildiği gibi bu antlaşma bir kapitülasyon
57
antlaşması olarak Avrupa ülkelerinin baskısıyla imzalanmıştır. Ama gazete bunu
bilmediği için ya da taktik nedenlerle, antlaşmayı Japonya için yararlı bir antlaşma
gibi sunmaktadır. Yeni Osmanlıların, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ile
ilişkilerindeki eşitsiz konumuna yönelik itirazlarına benzer şekilde Meiji elitleri de
kapitülasyon antlaşmalarının feshedilmesi için çalışmışlardır. Zaten 1868 yılında
Tokugawa
Şogunluğu’nun
yıkılmasında
ve
Meiji
Restorasyonu’nun
gerçekleşmesinde Avrupa ülkeleri ile imzalanan kapitülasyon anlaşmalarına duyulan
tepkinin önemli bir yeri vardır. Bu nedenle Meiji yönetiminin kurulması ile birlikte
hemen kapitülasyon antlaşmalarının Japonya lehine değiştirilmesi gündeme
gelmiştir. İlk olarak 1871 yılında bir Japon hükümet heyeti kapitülasyon
anlaşmalarının değiştirilmesi talebiyle Avrupa ve Amerika’ya gitmiştir (Tözeren,
1984: 41–42). Iwakura Tomomi liderliğinde kırk sekiz hükümet kurmayından oluşan
ve bu nedenle “Iwakura Heyeti” olarak adlandırılan bu heyet kapitülasyon
anlaşmalarını Japonya lehine değiştirmek konusunda başarısız olmuşsa da Avrupa’da
ve Amerika’da yaptığı incelemelerle Japonya’nın modern-kapitalist bir ulus devlet
formasyonu kazanması ve kapitalist dünya ekonomisine eklemlenebilmesi için
yapılması gerekenler konusunda gözlem yapma imkânı bulmuştur.
58
Heyet askerî kurumlardan, parlamentolara, adliyelere, kiliselere, banka ve
okullara, müze ve fabrikalara kadar birçok farklı alanda gözlemlerde bulunmuştur.
Iwakura Heyeti yola çıkarken hükümetin sağladığı burslarla yanında 350 Japon
öğrenci götürmüş ve bu dönemden itibaren hem yurtdışına öğrenci göndermek hem
de yurtdışından uzman getirmek Meiji yönetiminin temel politikalardan biri
olmuştur. Iwakura Heyeti’nin gözlemleri 1878 yılında beş cilt halinde yayınlanarak
Japonya’nın modernleşmesi için yapılması gerekenlere yönelik bir rehber kitap
haline getirilmiştir (Altın, 2012: 382–383).
59
2. İmgeyi Güçlendiren Olaylar
Osmanlı İmparatorluğu topraklarına ayak bastığı bilinen ilk Japon da Iwakura
Heyeti’nin 1871–1873 yıllarını kapsayan gezisinde tercüman olarak yer alan Fukuchi
Genichiro’dur. Meiji Hükümeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun da kapitülasyon
anlaşmaları imzaladığını göz önüne alarak bu konuda incelemeler yapmak üzere
Genichiro’yu görevlendirmiştir. Genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki
yapısı, özellikle de vatandaşlar ve yabancılar arasındaki davaların nasıl çözüldüğü,
konsolosluk mahkemelerinin yetkileri ve kapitülasyon anlaşmalarının hukuk sistemi
üzerindeki etkileri, Genichiro’nun ilgilendiği başlıca konulardır (Esenbel, 2003: 15).
60
Genichiro, Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki yapısını araştırmak üzere
İstanbul’a gelmiştir ve fakat İstanbul’a geliş tarihi konusunda belirsizlikler vardır. Bu
konu üzerine yazılmış birçok eserde (Kazuhiko, 2003: 55; Takahashi, 1978: 6;
Mütercimler, 1993: 83; Şahin, 2001: 13) Genichiro’nun İstanbul’a geliş tarihi olarak
1871 yılı verilmektedir. Ancak Nakaoka’nın, Genichiro’nun Japonya’ya döndükten
sonra verdiği rapor üzerine yazdığı ayrıntılı incelemeye göre Genichiro’nun
İstanbul’a geliş tarihi tam olarak 11 Nisan 1873’tür (Nakaoka, 1988: 13).34
34
Ziya Şakir, 1867 yılında gayrı resmi olarak bazı Japonların İstanbul’a geldiklerini ve Ziraat Nezâreti
ile Osmanlı topraklarında çay yetiştirme konusunda görüşmelerde bulunduklarını ama sonuç
alamayarak geri döndüklerini iddia etmektedir (1994: 21). Şakir, bilginin kaynağını “O devirde
yaşamış ve günlerin hâdiselerine karışmış olan birkaç zat, garip bir rivayette bulunuyorlar” (1994:
21) diyerek verdiği için bu bilginin doğruluğunu test etmek mümkün değildir.
61
Genichiro, İstanbul’a geldikten sonra Hariciye Nazırı Server Paşa’nın
huzuruna çıkmak ve kendisine Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris büyükelçiliğinden
aldığı takdim mektubunu sunmak istemiştir. Server Paşa’nın o günlerde Rusya ile
müzakereler yüzünden meşgul olması nedeniyle bu görüşme gerçekleşmemiştir.
Bunun gerçek nedeni gizleyen bir mazeret olup olmadığını bilmemiz mümkün
değildir. Ama Genichiro’nun Tokugawa Şogunluğu döneminde yapılan RusyaJaponya görüşmelerinden tanıdığı Nikolay Ignatyev’in35 Rusya’nın Osmanlı
büyükelçisi olması Genichiro’nun işini kolaylaştırmıştır. Ignatyev, Genichiro’ya
Osmanlı İmparatorluğu’nun karma mahkeme hukukunun ticari davalar konusunda
yetersiz olduğunu, Mısır’ın gelişmekte olan bir ülke olarak daha iyi bir hukuk
rejimine sahip olduğunu söylemiştir. Mısır Dışişleri Nazırı Nubar Paşa, Büyük
Güçler’le karma mahkeme konusunu yeniden görüşmek üzere o günlerde İstanbul’da
bulunmaktadır. Genichiro, Nubar Paşa ile tanışarak Mısır tarafından düzenlenen yeni
anlaşma taslağını inceler. Osmanlı İmparatorluğu ile Büyük Güçler arasında
yargılama usullerine dair yapılan antlaşmalara erişimi ise engellenir. Genichiro’nun
ne Nazır Server Paşa ile görüşmesine ne de antlaşmalara erişmesine izin
verilmemesi, Bab-ı Âli’nin kendisine sıcak bakmadığını düşündürmektedir. Diğer
her şey dışarıda tutulsa bile Ignatyev ile yakınlığı buna neden olmuş olabilir. Bu
engellemeden sonra çalışmalarını Mısır’ın karma mahkeme sistemi üzerine
35
Nikolay Ignatyev, 1860’ların ortasından 1870’lerin sonuna kadar Rusya’nın Osmanlı büyükelçisi
olarak çalışmıştır. Büyükelçilik süresi boyunca İstanbul’daki en aktif kişiliklerden birisi olan Ignatyev
özellikle Sultan Abdülaziz’in sağ kolu olarak görülen Mahmut Nedim Paşa ile yakın ilişki içindeydi.
Öyle ki Nedim Paşa’ya “Nedimof” lakabı takılmıştır. Pan-Slav hareketinin en önemli destekçilerinden
olan Ignatyev büyükelçiliği döneminde Osmanlı siyasetindeki güçlü konumu ve Balkanların her
yanına yayılmış ajanları ile etkili olmuştur (Shaw, 156–189).
62
yoğunlaştırır. Yaptığı incelemeler sonucunda Mısır karma mahkeme sisteminin
Japonya tarafından bazı değişikliklerle kabul edilebileceği kanısına varmış ve
raporunda bunu belirtmiştir. Genichiro, Japonya için – en azından şimdilik - Mısır
tipi karma mahkemelerin kabulünü kaçınılmaz bulmaktadır. Eğer Japonya dış ticareti
geliştirmek istiyorsa bu zorunludur. Hatta Japonya, Büyük Güçler’le müzakere
ederse Mısır’dan daha iyi sonuçlar veren bir anlaşma yapılabilir. Gelecekte Japonya
ulusal gücünü arttırarak Büyük Güçler’le eşit şartlarda müzakereler yapabildiğinde
anlaşmaların değiştirilmesi mümkün olabilecektir. Genichiro, İstanbul’da on üç gün
kalmış ve Filistin yoluyla Mısır’a uğrayarak Japonya’ya dönmüştür (Nakaoka, 1988:
13–25) .
Osmanlı İmparatorluğu ve Japonya arasındaki ilk ziyaretin konusunun en
genel anlamda “Batı genişlemesi”nin her iki ülkeye etkileri çerçevesinde
şekillenmesi tesadüf değildir. Osmanlı, Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik ve askeri
gelişmeden ilk elde etkilenmiştir. İmparatorluk bir yandan ekonomik olarak yarı
sömürge pozisyonuna itilirken bir yandan da Habsburglar ve Rusya tarafından yeni
askeri teknolojiler vasıtasıyla istilaya ve paylaşıma konu oluyordu. 1870 sonrasında
Doğu Sorunu çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun varoluşu iyice tartışmalı hale
gelmiştir. Avrupa hegemonyası Osmanlı’yı uzun süren bir üstünlük pozisyonundan
sürdürülmesi giderek zor hale gelen bir bağımlılığa doğru itmekteydi (İnalcık ve
Quataert, 2006: 542). 1853 yılında Amiral Perry’nin Japonya sahillerinde
görünmesinden bu yana Japonya da benzer süreçleri yaşıyordu. Dolayısıyla 1873
yılına gelindiğinde kapitalist dünya-sisteminin çevresinde ya da en iyi ihtimalle yarıçevresinde yer alan iki ülke (ve/veya iki ülke elitleri) arasında en basit haliyle bir
empati ya da anlayışın, ileri boyutlarıyla da bir işbirliği ya da ittifakın zemini vardı.
63
Bu zemin ise en genel anlamıyla iki ülkenin de bir cevap üretmeye çalıştıkları Batı
sorunudur.
Genichiro’nun ziyareti dışında, iki ülke ilişkilerinin “Batı sorunu” üzerinde
temellendiğine işaret eden başka olaylar da vardır. İlki 1875 yılında Japon Dışişleri
Bakanı Terajima Munenori’nin Başbakan Sanjo Sanetomi’ye “…Türkler gayri
Hıristiyan batı milleti olarak Avrupalılar ile diplomatik ilişkilerde bulunuyorlar, bu
bakımdan Japonlara benziyorlar. Biz de onlardan çok şeyler öğrenebiliriz.
Dolayısıyla onlar ile diplomatik ilişkileri açarsak bizim için faydalı olacak…”
diyerek Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkilerin başlatılması önerisinde
bulunmasıdır (Komatsu, 1992: 30). Bu öneri üzerine Munenori tarafından
İngiltere’deki Japonya temsilcisi Ueno Kanegori’ye bir talimat gönderilmiş, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Londra büyükelçiliği ile ilişki kurması istenmiştir. Talimat ayrıca
Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu şartların incelenmesini ve Japonya ile
Osmanlı İmparatorluğu arasında bir ticaret ve dostluk antlaşması imzalanma
olasılığının görüşülmesini içermektedir (Esenbel, 2012a: 282).
İsmi belirsiz bir İngiliz devlet adamı ise Sadrazam Midhat Paşa’ya gönderdiği
mektupta “Uzak Doğu’daki imparatorluklarla siyasî olarak temasa geçmesini ve
oraya siyasî ağırlığı olan bir kişinin başkanlığında müstesna bir heyet göndermesini
öğütlüyordu” (Story, 2002: 102).36 Bu mektubun geliş tarihi Tersane Konferansı
36
Worringer, bu olayın tarihi olarak 1875 yılını vermektedir. Bu tarih yanlıştır çünkü Worringer’in de
kaynak olarak kullandığı İsmail Kemal Bey, hatıratında, Midhat Paşa’nın kendisine bu mektubu
okutma tarihi olarak Tersane Konferansı’nın dağılmasından sonrayı işaret etmektedir (Story, 2009:
101–102). Buradan çıkarılabilecek sonuç doğru tarihin 1877 yılının başları olduğudur. Ayrıca
Worringer, “Sadrazam” Midhat Paşa’nın bu sırada (1875) Kanun-ı Esasi’nin hazırlanmasıyla meşgul
olmasından dolayı bir sonuç alınamadığını ifade etmektedir. 1875’te Midhat Paşa sadrazam olmadığı
64
ertesine denk düşmektedir. Kanun-ı Esasi, Balkanlara ilişkin konuların görüşüleceği
konferans başlamadan ilan edilmiş ve bu sayede konferans gereksiz hale getirilmeye
çalışılmıştır. Büyük umutlarla ve uzun yılların birikimiyle ilan edilen Kanun-ı Esasi,
II. Abdülhamid’in incelikli siyasetiyle tüm detaylarını belirlediği bir belge olarak,
sultana hiçbir sınırlama getirememiş, parlamentoya da hemen hiçbir güç ve güvence
sağlayamamıştır. Zaten Berkes’e göre Kanun-ı Esasi’nin hedefinde Bab-ı Âli’nin
bürokratik egemenliği vardır (Berkes, 2009: 328–335). Dolayısıyla Kanun-ı
Esasi’nin sonunun gelmesinde, II. Abdülhamid’in kurnazlığından çok muhalefet
hareketinin politik ve düşünsel yatkınlıkları etkili olmuştur. Örneğin, Yeni
Osmanlılar hareketinin önde gelen isimlerinden Ziya Paşa’nın bir rüya biçiminde
kurguladığı
makalesine
göre,
kurulacak
millet
meclisi,
sultanın
“meşru
bağımsızlığına” halel getirmeyecektir. Sultanın konumu konusundaki bu belirsizlik
Namık Kemal’in düşüncelerinde de görülmektedir (Mardin, 2010: 346; 385).
Dolayısıyla ortaya çıkan metnin sorunları tesadüfî gelişmeler kadar Osmanlı
elitlerinin zihinsel haritalarındaki çelişkilerde aranmalıdır. Bir taraftan padişahın
yetkilerinin korunması diğer taraftan tüm Osmanlı unsurlarını kapsayacak bir
meclisin oluşturulması, anayasal bir yönetimin kurulması gibi birbiriyle bağdaşması
zor ve hatta imkânsız talepler ortaya çıkan anayasa metnine yansımıştır.
gibi (Tektaş, 2002: 573) henüz Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmemiş olduğu göz önüne alınırsa
Kanun-ı Esasi ile meşgul olması da mümkün değildir.
65
II. İKİNCİ ABDÜLHAMİD DÖNEMİ: MODEL VE İMGE
OLARAK JAPONYA
II. Abdülhamid, imparatorluğun karşı karşıya olduğu krizleri kendisini tahta
çıkaran ama bunun için iki padişahı tahttan indiren kadrolardan kurtulmak için
kullanmıştır. Midhat Paşa, Namık Kemal gibi isimler İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır.
Ayrıca 1877–1878 Savaşı’nda (93 Harbi) Rusların, Yeşilköy’e kadar gelmesini
bahane ederek meclisi süresiz olarak tatil etmiştir (Berkes, 2009: 335–336).
Dolayısıyla ilan edilmesi için yıllarca çaba gösterilen meşrutiyet rejiminin yıkılışı
hazırlık sürecinin aksine çok hızlı olmuştur.
Tanzimat döneminin temel karakteristiği olan Bab-ı Âli iktidarı, II.
Abdülhamid döneminin başından itibaren hızla değişmiştir. Dolmabahçe yerine
Yıldız Sarayı’na yerleşen ve Yıldız’ı yeni bir yönetim merkezi haline getiren
padişah, iktidarın merkezini de Bab-ı Âli’den tekrar saraya taşımıştır. II.
Abdülhamid, eğitimden dış politikaya kadar tüm alanları bizzat yönetmiştir.
Nezaretlerin ancak tali meselelerde sorumluluk alabildikleri bir yönetim biçimi
kurulmuştur. İktidarın merkezini saraya almakla Tanzimat’tan köklü bir şekilde
ayrılan padişah merkezileşme ve reform siyasetini ise geliştirerek sürdürmüştür.
Memur sayısı merkezde ve taşrada artmıştır. Kırım Savaşı ile döşenmeye başlayan
telgraf hatları II. Abdülhamid döneminde imparatorluğun en ücra köşelerine kadar
yayılmıştır. Demiryolu hatları 1880’lerden sonra büyük gelişme göstermiş,
Balkanlar’dan başlayarak Anadolu’ya ve Arap eyaletlerine uzanmıştır. Bu gelişmeler
sayesinde II. Abdülhamid daha önce hiçbir padişahın başaramadığı oranda iktidarı
bireyselleştirebilmiştir. Bu nedenle modernliğin özgürlük/denetleme gibi çelişkili
nitelikleri onun iktidarı döneminde çok açık biçimde gözlemlenebilir. Telgraf sistemi
66
taşrada olan her şeyin denetlenebilmesine ve aynı zamanda jurnal ağının tüm ülke
çapına yayılabilmesine olanak sağlamıştır. Saraydan çıkmayan padişah, tüm ülkeyi
fotoğraflar aracılığıyla görünür kılabilmiştir
(Findley, 2011b: 146–160). II.
Abdülhamid’in otoriter yönetimi, siyasal özgürleşmeyi merkeze alan Fransız
modelinin
1870’li
yıllarda
Prusya
karşısında
aldığı
yenilginin
Osmanlı
modernleşmesindeki izdüşümü olarak okunabilir. Prusya zaferinden sonra Osmanlı
İmparatorluğu içinde Batı medeniyetini en üstün biçimde temsil eden ülke olarak
Prusya görülmeye başlanmıştır.37 Prusya modeli, Junker38 kökenli askeri-bürokratik
kadroların egemenliğinde otoriter bir yönetim modeline dayanması kadar bu
yönetimin devamlılığını sağlayacak askeri-teknolojik modernleşme stratejisiyle de II.
Abdülhamid’in iktidarına uygundur. Diğer taraftan, müttefiksiz kalan Osmanlı
İmparatorluğu’nun Fransa zaferinden sonra yayılma stratejileri güden Prusya ile
işbirliği yapması uluslararası konjonktüre uygun düşmektedir. Böylece Prusya, II.
Abdülhamid’in muhafazakâr modernlik stratejisinin modeli ve partneri olmuştur
(Açıkel, 2007a: 98–105). 1890 yılında Japonya da Fransız askeri misyonlarını
göndererek eğitim için Alman subaylarını çağırmıştır. Almanya’nın hem Osmanlı
37
Örneğin Namık Kemal, Âli Paşa için 1871 yılında yazdığı layihada Prusya’nın teknik
üstünlüklerinden dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun ileride Fransa ya da İngiltere’yi değil Prusya’yı
takip etmesini önermiştir (Mardin, 2010: 74).
38
Junker, köken olarak Jung Herr yani “genç efendi” ifadesinden türemiştir. Soylu ailelerin mirastan
yoksun bırakıldığı için doğudaki sınır topraklarına gitmiş olan küçük oğulları ifade ettiği
düşünülmektedir. Genel olarak Almanya tarihinde toprak sahibi aristokrasiyi ifade etmek için
kullanılır (Fulbrook, 2011: 38–39). Büyük Elektör ünvanlı Friedrich Wilhelm tarafından subaybürokrat zümresi olarak sarayla bütünleştirilen Junkerler, Almanya tarihinde önemli bir yere sahiptir
(Belge, 2011: 183).
67
elitlerinin hem de Meiji elitlerinin modernleşme repertuarlarına benzer dönemlerde
dâhil olması Jeffrey Herf’in “reaksiyoner modernizm” kavramıyla açıklanabilir. Herf
“reaksiyoner modernizm” kavramıyla, yabancı ve bozucu olan “Zivilisation”un
bileşenlerinden birisi olan tekniğin buradan kopartılarak Alman “Kultur”uyla
bütünleşmesinin savunulmasını kastetmektedir. 39 Aydınlanmanın akıl ve rasyonel
düşünce gibi bileşenlerini reddederek teknik getirilerini kucaklayan bu düşünce,
teknik olarak ileri ama özünü yitirmemiş bir Alman toplumunu hedeflemektedir.
Geleneksel muhafazakârların temel ikilemi olan “teknik ya da kültür” ikilemi,
reaksiyoner modernleşmeciler için “teknik ve kültür” birlikteliğine dönüşmektedir.
Sonuçta reaksiyoner modernizmin politik muhafazakârlığın teknikle buluşmasına
uygun bir zemin sağladığı söylenebilir (Herf, 2003: 1–3). II. Abdülhamid iktidarının
muhafazakâr modernleşme stratejisi de reaksiyoner modernizmin hedef ve
uygulamalarıyla benzerlik göstermektedir. Japonya’nın II. Abdülhamid’in ilgi
alanına girmesi de yine reaksiyoner modernizm çerçevesinde olacaktır.
39
Elias, İngilizce’de ve Fransızca’da “uygarlık” (Zivilisation - civilization) ve Almanca “kültür”
(kultur - culture) kavramları arasındaki gerilimleri ve farklılıkları ayrıntılı olarak incelemiştir.
Uygarlık, daha evrenselci ve dışa dönük bir tutumu yansıtırken; kültür, içe dönük ve sınırlayıcı
anlamlara sahiptir. Alman burjuvazisi ulusal bilincin taşıyıcısı rolünü üstlendikten sonra bu ikilik de
ulusal düzeye taşınmıştır. Bkz: (Elias, 2000: 73–110).
68
A. İkinci Abdülhamid’in Reaksiyoner Modernizmi ve Japonya
II.
Abdülhamid’in
reaksiyoner
modernizminin
şekillendirdiği
devlet
modelinin öncelikli hedefi eğitim olmuştur. Eğitim altyapısının geliştirilmesi,
becerikli ve sadık askeri/bürokratik kadroların yetiştirilmesi için devletin başta gelen
amacıdır. II. Abdülhamid’in sadrazamlığını da yapan Küçük Said Paşa 1880 yılında
padişaha sunduğu bir layihada eğitimin önemini vurgulamaktadır:
Bu durumu düzeltmek için ilk olarak ve öncelikle halk eğitimini geliştirecek
ciddi ve güçlü bir çaba harcanmalıdır. Halk eğitimi yaygınlaşmadığı sürece
İmparatorluğun dâhili ve harici işlerini makul biçimde idare etmeye muktedir hiçbir
yönetici çıkmaz. Ayrıca kamu yasalarını adaletli biçimde idare edecek hiçbir hakim,
Ordu’yu yetkin biçimde yönetecek hiçbir kumandan ve ekonomik ilkelere uygun
olarak gelir kaynaklarını yönetip arttıracak hiçbir mali uzman da olmaz. Halkın
zenginliğine ve refahına hizmet eden bu kurumların ve faaliyetlerin hiçbiri eğitim
yaygınlaştırılmadığı sürece hayata geçirilemez… (Lewis, 2009: 244)40
Küçük Said Paşa’nın eğitimin önemine vurgu yapan fikirleri sadece teorik
düzeyde kalmamıştır. II. Abdülhamid döneminde büyük bir eğitim seferberliği
başlamıştır. Mekteb-i Mülkiye ve Harbiye gibi yüksek öğretim kurumları yeniden
düzenlenmiş ve genişletilmiştir. 1861’de 33 kişi mezun eden Mekteb-i Mülkiye 1885
yılına gelindiğinde mezun sayısını 295’i yatılı olmak üzere 395 kişiye çıkartmıştır.
40
Küçük Said Paşa’ya göre eğitim sadece becerikli memurlar yetiştirmek için gerekli değildir. Paşa,
eğitimin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olduğunu mükemmel bir biçimde kavramıştır. Küçük
Said Paşa, Hıristiyan tebaanın devlete bağlılığının sağlanması için de eğitime ihtiyaç olduğunu
söylemektedir:
“Re’is-i umurda bulunanların vazife-i me’muriyetlerini cehl ve hatadan salim olarak ifa
etmeleri, memleketin hüsn-i idaresi, bir cem’iyyet-i medeniyeye layik suretinde yaşanılması ve
düşmanlarımıza mukavemet olunması, hatta maarif kuvvetiyle zihinleri açılmakta olan ahâli-i
hrıstiyaniyenin ba’dema taht-i idârede tutulması maarife muhtaçtır” (Akt: Kurşun, 1991: 143)
69
Eski okulları geliştirmenin yanı sıra maliye, hukuk, güzel sanatlar, ticaret,
veterinerlik gibi alanlarda eğitim veren yeni okullar kurulmuştur. Bu okullara öğrenci
hazırlayan ilk eğitim kurumları olan rüşdiyelerin sayıları arttırılmıştır. Özel olarak
askeri okullara öğrenci hazırlayan askeri rüşdiyeler kurulmuştur. Sayıları arttırılan
okullar arasında orta öğretim kurumları olan idadiler de vardır (Lewis, 2009: 246–
248).
Okulların amacı eğitim seviyesinin yükseltilmesi, devletin ihtiyaç duyduğu
kadroların yetiştirilmesidir. Ama reaksiyoner modernist bir çerçevede eğitim aynı
zamanda padişaha ve (padişahın tanımladığı biçimde) devlete sadık kişiler
yetiştirmeyi hedeflemiştir. Zaten eğitim hamlesinin motivasyonlarından biri de II.
Abdülhamid’in imparatorluk çapında örgütlenmiş yabancı okulların ve azınlık
okullarının
Osmanlı
tebaasını
padişah
ve
devlet
aleyhine
döndürdüğünü
düşünmesidir. Bu nedenle, Abdülhamid devleti, misyonerlerle çetin bir mücadeleye
girmiştir. Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerini devlet safına çekmek için Aşiret
Mektepleri (Mekteb-i Aşiret) kurulmuştur.41 Devletin eğitim yoluyla tebaanın sadakat
ve bağlılığını artırmayı hedeflemesi nedeniyle eğitimde imparatorluk geleneği ve
İslâmi ahlâk anlayışı önemli bir rol oynamıştır (Fortna, 2011: 85).42
İslâm sadece eğitim sisteminin değil, genel olarak imparatorluğun
bütünleştirici ideolojisi haline gelmiştir. 1878 Berlin Antlaşması’yla kaybedilen
topraklar ve bu topraklardan gelen muhacirler imparatorluk içinde Müslüman
tebaanın
41
oranını
artırmıştır.
Balkanlar’daki
toprakların
büyük
bölümünün
Kieser, II. Abdülhamid ve misyonerler arasındaki mücadeleyi detaylı bir şekilde anlatır: (Kieser,
2005: 234–264).
42
Fortna’nın II. Abdülhamid döneminde Osmanlı eğitim sistemi üzerine önemli çalışması için bkz:
(Fortna, 2005).
70
kaybedilmesiyle imparatorluğun Anadolu, Arap Yarımadası ve Afrika kıtasındaki
toprakları öncelikli hale gelmiştir. Avrupa emperyalizmine karşı iç bütünlüğün
sağlanmasında İslâm elverişli bir imkân sunmaktadır. İmparatorluğun içinde
bütünleştirici ve dolayısıyla pozitif bir politika olan Pan-İslâmizm, dışarı bakan
yönüyle negatif bir politikadır. II. Abdülhamid, bu yolla Büyük Güçler’e, Müslüman
sömürgeleri üzerinde halife sıfatıyla etki sahibi olduğunu hatırlatıyordu (Fortna,
2011: 82). II. Abdülhamid her ne kadar dışarıda Pan-İslâmizm siyasetini sürdürmeye
çalışsa da birçok alanda olduğu gibi burada da karşısına mali sorunlar çıkmıştır.
Finansman sorunu imparatorluk içindeki faaliyetlerde daha az sorun olmuştur. Zira
ülke içinde, belli başlı dini önderlerin desteklenmesi, madalyalar ve hediyelerle hoş
tutulması ya da Sünni imamların görevlendirilmesi gibi görece az maliyetli
eylemlerle sonuç alınabilmiştir. Buna karşın ülke sınırlarının ötesine geçildiğinde
yapılabilenler sınırlıdır. Yine de Avrupalı güçler II. Abdülhamid’in halifelik sıfatıyla
sahip olduğu etkiyi – çoğunlukla abartarak- büyük bir tehdit olarak görmüşlerdir.
Özellikle İngiltere, halifeliğin simgesel gücünü azaltmak için Arap hilafeti fikrini
yoğun biçimde desteklemiştir. II. Abdülhamid’in İslâm siyasetinin ülke dışına
yönelik en iddialı ve kuşkusuz en trajik şekilde sonuçlanan girişimi 1889 yılında
Japonya’ya gönderilen ve dönüş yolunda batan Ertuğrul Fırkateyni’dir. Fakat iki ülke
arasında bu tarihten önce gerçekleşen ve Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuğuna zemin
hazırlayan birçok olay vardır: Meiji elitlerinin dünyaya yönelik ilgilerini yansıtan
ziyaretler, diplomatik görüşmeler, antlaşma imzalama girişimleri, çeşitli hediye ve
madalya alışverişleri. İlk bakışta diplomasi alanını ilgilendirdiği düşünülen bu
konular, Osmanlı elitlerinin ve kamuoyunun Japonlarla ilgili düşüncelerinin
şekillenmesinde son derece etkili olmuştur.
71
1. Kamunun Gözündeki Japonya
İstanbul halkının Japonlarla tanışmasını sağlayan ilk ziyaret 1878 yılında
Japon donanmasına ait bir okul gemisi olan Seiki’nin İstanbul’a gelmesidir.
Japonya’ya bir gemi gönderilmesi fikri de ilk defa Seiki’nin bu ziyareti sırasında
ortaya çıkmıştır. Geminin Çanakkale Boğazı’ndan geçişi için gereken izin İngiliz
büyükelçiliği vasıtasıyla istenmiştir. Sultan tarafından verilen izinle gemi boğazı
geçmiş ve Haliç’e demirlemiştir. Seiki ve personeli İstanbul’da on iki gün kalmıştır
(Lee, 1989: 24; Takahashi, 1978: 7). Gemi personeline padişah tarafından nişan
verilmiştir. Üç yıl sonra 1881’de ise Japonya’dan bilgi toplama amaçlı yurtdışına
çıkan heyetlerin en ünlülerinden biri olan Yoshida Heyeti İstanbul’a gelmiştir.
Yoshida Heyeti bazı kaynaklarda (Lee, 1989: 24–25; Şahin, 2001: 15) Prens Kato
Hito ziyareti olarak da geçmektedir. 43 Heyet Japon Dışişleri Bakanlığı tarafından
toplanmıştır. Delegasyon, heyete başkan olarak atanan Dışişleri Bakanlığı Hanedan
Sorumlusu Masaharu Yoshida’ya nispetle Yoshida Heyeti olarak anılmaktadır
(Misawa, 2011: 35). Heyette bulunan diğer kişiler ise Imperial Hotel yöneticisi
Yokoyama Nagaichiro, Genelkurmay temsilcisi Yüzbaşı Fukurawa Nobuyoshi ve
Tsuchida Seijiro, Asada Iwataro isimli tüccarlardır. Heyetin Japonya’dan çıkış tarihi
43
Şahin (2001: 15), Lee’yi (1989: 24–25) referans göstererek Prens Kato Hito başkanlığında resmi
olmayan bir heyetin İstanbul’a geldiğini belirtmektedir. İlerleyen bölümde ise 1881 yılında yapılan
diğer bir ziyaret olarak Yoshida Heyeti’nden bahsetmektedir. Lee’nin Prens Kato Hito
başkanlığındaki heyetin İstanbul’a geliş tarihi olarak verdiği 1881 yılı Şubat ayı dikkate alındığında
Lee’nin de Yoshida Heyeti’nden bahsettiği anlaşılabilir. Dolayısıyla Şahin’in bu yıl içerisinde iki
heyet geldiğine dair yaptığı tespitin hatalı olduğu görülmektedir. Ayrıca heyette Prens Kato Hito’nun
yer aldığına dair bir bilgiye diğer araştırmacıların (Worringer, 2001; Takahashi, 1978; Esenbel, 2012)
çalışmalarında rastlanmamaktadır. Dolayısıyla bu bilginin de hatalı olduğunu söylemek mümkündür.
72
5 Nisan 1880’dir. Yolculuk için Hiei ve Kongo isimli savaş gemilerinin seçilmiş
olması 1880 gibi erken bir tarihte Japonya’nın Büyük Güç olma ve bu yönde bir imaj
oluşturma arzusunu göstermektedir. Gemi, Hong Kong üzerinden geçerek 20
Mayıs’ta Basra Körfezi’ndeki Buşehr’e varmıştır. Buşehr’den sonra heyet Haziran
ayında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına girerek Bağdat ve civarını dolaşır. 25
Temmuz’da kervan yoluyla Şiraz üzerinden İsfahan’a ve 10 Eylül’de de Tahran’a
varır. Tahran’da 120 gün kalan heyet 30 Aralık’ta Tahran’dan yola çıkmış ve
Kafkasya’ya gitmiştir. Tiflis ve Bakü’ye uğrayarak, Karadeniz üzerinden 12 Şubat
1881 günü İstanbul’a ulaşmıştır. Heyet İstanbul’da sıcak bir şekilde karşılanmıştır. II.
Abdülhamid iki ülke arasında bir antlaşma imzalanması konusunda görüşmelere
başlanmasını istemiş, ama bu süreçte bir antlaşma imzalanmamıştır. Heyet 22
Mart’ta İstanbul’dan deniz yoluyla Varna’ya sonra da trenle Romanya ve
Budapeşte’ye gitmiş, Viyana’ya ulaşmış ve burada dağılmıştır. Tüccarlar ve
Yokoyama Londra’ya, Fukurawa İtalya üzerinden Japonya’ya, Yoshida St.
Petersburg’a gitmiştir (Esenbel, 2012a: 274–275).
Ziya Şakir, bu ziyaret sırasında Japon heyeti ile Sadrazam Küçük Said Paşa
arasında geçtiğini iddia ettiği bir konuşmayı aktarır. Japon heyetinin antlaşma
teklifine sadrazam “evet” diyememiştir:
— Hay hay… Zaten bunu bizim hükümdarımız da pek çok arzu ediyor.
Derhal münasebete girişelim.
Diyemedi… Çünkü Sultan Hamit, birdenbire Japonlarla münasebete
girişerek, (Çar)’ı kuşkulandırmaktan ve ânî bir tecavüze uğramaktan, şiddetle içtinap
etmekte idi.
Buna binâen:
— Evet… Böyle bir münasebetin, iki hükûmet içinde fâideli olacağına
kaniyim. Memleketinize avdet ettikten sonra, icap edenlerle görüşünüz. Aramızda
teessüs edecek ticaret münasebetlerinin iyi neticeler verebileceğini söyleyiniz.
73
Demekle iktifa etti. (Şakir, 1994: 24).
II. Abdülhamid döneminde Osmanlı siyasal alanının dönüşümünü büyük bir
açıklıkla gösteren bu konuşma özel olarak sadrazamın genel olarak ise Bab-ı Âli’nin
iktidarının 1881 yılı itibariyle sınırlarını göstermektedir. Saray artık dış politikanın
belirlenmesinde başat konuma geçmiştir. Şakir’e göre “Sultan Hamit, bu temastan
evvelce haberdar olduğu için, Sait Paşa’ya icap eden talîmatı vermişti” (Şakir, 1994:
23). Bu talimat da yukarıdaki konuşmadan anlaşıldığı gibi, Rusya’nın tepkisini
çekecek herhangi bir eylemin gerçekleştirilmemesidir. Padişahın bu ölçülü ve
dikkatli tutumu ‘93 Harbi’nden çıkardığı derslerle ilgilidir. II. Abdülhamid bu
savaştan ve savaş sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması’ndan imparatorluğun
başka savaşlardan mutlak olarak kaçınması gerektiği sonucunu çıkartmıştır. Ayrıca
Ayastefanos Antlaşması’nın Berlin’de değiştirilmesi padişaha, Büyük Güçler
arasındaki rekabetin imparatorluğa sınırlı kazanımlar sağlayabileceğini göstermiştir
(Fortna, 2011: 80–81). Diğer taraftan, Rusya’nın Japonya ile yapılacak bir antlaşma
ya da yakınlaşmayı kendisine yönelik bir ittifak olarak algılayabileceği öngörüsü
yanlış değildir. Zira Japon heyetinin İran ve Kafkasya’da uzun zaman geçirdikleri bu
ziyaretin başlıca amaçlarından birisi Japonya’nın Rusya’nın güneye doğru
genişlemesinden duyduğu rahatsızlıktır. Kore Yarımadası’nın kontrolü konusunda
yaşanabilecek çatışmaya yönelik önleyici bir hamle olarak Yoshida Heyeti,
Rusya’nın Batı sınırı olan İran ve Kafkasya’da incelemelerde bulunmuştur. Bununla
birlikte Worringer, Osmanlı bürokrasisinin de bir ticaret antlaşması konusunda istekli
olduğunu söylemektedir (Worringer, 2001: 57). Görüşmelerin uzun bir süre boyunca
devam etmesini göz önüne alarak, Osmanlı bürokrasisinin Japonya ile ilişkilerini
ilerletmek, ama bunu Rusya’nın tepkisini çekmeden yapmak istediğini söylemek
74
mümkündür. Şakir de II. Abdülhamid’in Paris Sefiri Çorlulu Salih Münir Paşa ile
yaptığı bir görüşmeye dayanarak padişahın Japonya ile ilgili görüşünü bu minvalde
açıklamaktadır:
Mikado ile, uzaktan şahsî ve kuvvetli bir dostluk kurmak, fakat Çarlık’ı
ürkütmemek için, şimdilik Japonya ile siyasî bir münasebete girişmemek, fakat icap
ederse, tam lüzum görüldüğü anda o dostluğu, derhal bir (ittifak) şekline
kalbedivermek… (Şakir, 1994: 30).
Yoshida heyetinin Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyareti bir antlaşma ile
sonuçlanmasa da bir antlaşma taslağıyla sonuçlanmıştır. Viyana’dan St. Petersburg’a
geçen Yoshida, buradaki Japonya orta elçisi Yanagihara Yoshimitsu’ya yaptığı gezi
ile ilgili bir rapor iletmiştir. Yanagihara, Osmanlı büyükelçisi Şakir Paşa’dan da
Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut durumu ile ilgili bilgiler almıştır (Arık, 1991:
19–20). Yanagihara, Yoshida’nın raporunu ve Şakir Paşa’dan edindiği bilgileri bir
araya getirerek Japon Dışişleri Bakanlığı’na bildirmiştir (Takahashi, 1978: 8).
Yanagihara, Japon Dışişleri Bakanlığı tarafından kendisine verilen talimatla bir
antlaşma taslağı hazırlamış ve bunu Şakir Paşa’ya sunmuştur. On üç maddeden
oluşan bu ticari anlaşma taslağının içerisinde;
— İki ülke arasında karşılıklı olarak konsoloslukların ve ticari temsilciliklerin
kurulması,
— Her iki ülke vatandaşlarının diğerinin ülkesinde ticari girişimlerinin
serbest olması ve buna müsaade edilen devletlerin vatandaş ve gemilerine gösterilen
muamelenin aynısının gösterilmesi,
— Savaş gemilerinin karşılıklı girişinin serbestleştirilmesi,
75
— Her iki ülkede bulunan diğer ülke vatandaşlarının hukuki konularda kendi
ülkesinin konsolosluğunun yetkili olması gibi maddeler yer almaktadır (Şahin, 2001:
16–17).
Antlaşma taslağı bu haliyle Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında
karşılıklı olarak en ziyade imtiyaza mazhar memleket kuralının (most favoured
nation clause) işletilmesi anlamına geliyordu. Şakir Paşa, 1856 Paris Antlaşması
sonrasında en ziyade imtiyaza mazhar memleket kuralının kaldırıldığını iletmiştir.
Zira 1856 Paris Antlaşması ile “Avrupa Uyumu”na dâhil edilen Osmanlı
İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü garanti altına alınıyor ve Osmanlı, Avrupalı bir
güç olarak tanınıyordu.44 Paris Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nu kapitülasyon
anlamına gelen eski antlaşmalardan kurtarmıyorsa da kapitülasyon niteliği taşıyan
yeni antlaşmalardan muaf olmasını sağlıyordu. Japonya’nın sunduğu antlaşma taslağı
bu muaf olma kuralına halel getireceği için Osmanlı bürokrasisi tarafından kabul
edilemez bulunmuştur. Küçük Said Paşa hatıratında Japonya’nın sunduğu antlaşma
taslağının onaylanmamasını savunmasına rağmen Japonya’nın Büyük Güçler’in
yararlandığı ayrıcalıklardan yararlanma talebini anlaşılır bulduğunu ifade etmektedir.
(Esenbel, 2012a: 284–285). Küçük Said Paşa’nın Büyük Güçler’in ayrıcalık
taleplerine yönelik bu anlayışlı tavrı istisnaları olmakla birlikte Geç Osmanlı ve
Erken Cumhuriyet siyasal düşüncesinin genel özelliklerinden biridir. Gerçekten de
44
Paris Antlaşması ile Avrupa devletler topluluğuna kabul edilmek Osmanlı İmparatorluğu için
herhangi bir koruma sağlamamış olsa da Osmanlı diplomasisi bundan yararlanmaya çalışmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü garanti altına alan bu antlaşma ancak 1870’lere kadar
işleyebilmiştir. 1869 Süveyş Kanalı’nın açılması ve 1870 Fransa-Prusya Savaşı’nın sonucu
Avrupa’daki dengeleri değiştirmiştir (Fortna, 2011: 77–78). Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun
Paris Antlaşması ile kazandığı garanti büyük oranda kâğıt üzerinde kalmıştır.
76
Yeni Osmanlıların, İslamcılık üzerinden geliştirdikleri bir eleştirellik haricinde
Osmanlı İmparatorluğu’nda tutarlı ve istikrarlı bir “anti-emperyalist”
düşünce
yakalamak zordur. 45 Bunun en belirgin örneklerinden birisi Avrupa dışındaki
sömürge toplumlarla anti-emperyalist bir dayanışma içine girme fikrine yakın
durmamalarıdır. Örneğin Güney Afrika’daki Boer Savaşı’nda (1899–1902)
Jöntürklerin büyük bir çoğunluğu İngiltere’yi desteklemiştir (Kuyaş, 2002: 247).
Avrupa’nın dünyanın geri kalanı üzerindeki askeri ve iktisadi egemenliğini bilimsel
olarak rasyonelleştiren sosyal Darwinizm Osmanlı aydınları üzerinde etkili olmuştur.
II. Abdülhamid döneminde sansür nedeniyle bu fikirler yeterince açık ifade
edilememiş ancak II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan fikir ortamında
yoğun biçimde tartışılmıştır. Avrupa’nın ilerlemesi nedeniyle diğer toplumlar
üzerindeki tahakkümünü normal ve hatta haklı gören düşünceler genel olarak
yaygındır. 1905 Rus-Japon Savaşı sonrası Japonya’nın zaferi aynı zamanda
Japonya’nın modern dünya sisteminin “çevre”sinden “merkez”ine geçişinin
göstergesi olarak yorumlanacak ve on dokuzuncu yüzyılın egemen sosyal Darwinist
düşüncesinde önemli bir kırılma yaratacaktır. Ancak ileride daha ayrıntılı olarak
tartışılacak olmakla birlikte şu kadarı söylenebilir ki Japonya’nın Rusya karşısındaki
zaferi bile sosyal Darwinist düşünce çerçevesinde ele alınmıştır.
45
Yine de yeni araştırmaların bu konudaki fikirlerimizi değiştirebileceği konusunda bir ihtiyat payı
bırakmak gerekiyor. Turan, – şimdilik istisna olarak dursa da - Ahmed Rıza örneğinde anti-kolonyal
eleştirinin ipuçlarının yakalanabileceğini gösterdi: (Turan, 2009: 6–45).
77
2. Japon İmgesi ve Sansür
Japonya’nın II. Abdülhamid dönemi siyasal elitlerinin ilgi alanına girmesini
sağlayan bu ziyaretler dışında daha geniş bir kamunun gözündeki anlamının ipuçları
için dönemin gazeteleri incelenmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken öncelikli
mesele dönemin matbuat dünyasını etkisi altına almış olan güçlü sansür dalgasıdır.
II. Abdülhamid dönemi sansürünün, padişahın vesveseli, otoriter olması gibi kişisel
özelliklere indirgenmesi, sansürün modern niteliğinin gözden kaçırılmasına yol
açmaktadır. Buna karşın dönemin sansür anlayışı – farklılıkları olmakla birlikte- hem
öncesi (Tanzimat) hem de sonrası (II. Meşruiyet) ile bir devamlılık oluşturmaktadır.
Ayrıca aynı dönemde benzer sansür mekanizmaları Avrupa ülkelerinde ve Osmanlı
İmparatorluğu’na çok benzer biçimde Rusya ve Japonya’da da görülmektedir. Böyle
bakıldığında dönemin sansür anlayışının basına karşı olmayı içermediğini, tam
aksine basının, reaksiyoner modernizmin bir parçası olarak toplumun devlet ve
padişaha olan bağlılığını güçlendirecek bir araç olarak kullanılmak istendiğini
gösterir.46 Bu sayede toplum, devletin öngördüğü siyaset çerçevesinde konsolide
edilebilecektir. Sansür, II. Abdülhamid devletinin kendine özgü modernlik yaratma
çabasının billurlaştığı noktalardan birisidir (Hanioğlu, 2007: 11–19). Bir süzgeç
olarak sansür belli fikirlerin, kelimelerin, tekniklerin imparatorluğa girmesine engel
olurken bazılarının yayılmasını kolaylaştırmakta ve teşvik etmektedir. Reaksiyoner
modernist anlayışın sansüre bir diğer yansıması, sansürün bu dönemde gayet
sistematik ve kurumsal bir nitelik kazanmış olmasıdır. Sansür uygulamakla görevli
46
Aslında sansür, bir mantık ya da teknik olarak zaten bir şekilde iktidarı tahkim etmeyi
amaçlamaktadır. Ama II. Abdülhamid dönemindeki sansür uygulamalarıyla ilgili oluşan psikolojist
açıklamalar bu apaçık gerçeğin vurgulanmasını gerekli kılıyor.
78
Matbuat Müdürlüğü’nün bağlı bulunduğu nezaretler değiştirilmiş ve daha etkin
çalışılabilmesi için birçok rapor hazırlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu içinde yayın
yapan gazeteleri (yabancı dilde yayın yapanlar da dâhil olmak üzere) incelemek
üzere uzman kurullar oluşturulmuştur.47 Yurtdışındaki elçilikler ise hem yabancı
basın tarafından yapılan yayınları hem de yurtdışında yayın yapan muhalif Osmanlı
basınını ciddiyetle takip etmişlerdir (Demirel, 2007: 43–49 ve 107–109; Deringil,
2002: 143–147). Dolayısıyla sansür, tesadüfî ya da kişisel bir eğilimden
kaynaklanmamaktadır. Modern devletin toplumsal alana nüfuzunu derinleştirmek
için etkin olarak kullanmak istediği bir araçtır. II. Abdülhamid devleti, buna ilave
olarak modernliğin teknolojik altyapısını – ne olduğu büyük bir muamma olan ve
tarihsel olarak sürekli değişen- kendi kültürel “öz”üyle bütünleştirmeyi amaçlamıştır.
Sansürün Japonya ile ilgili haberlere etkisi gazetenin yayınlandığı yer,
haberin yayınlanma tarihi gibi değişkenlere göre farklılaşmıştır. İstanbul’da yayın
yapan gazeteler dönemin genel eğilimine uygun biçimde gitgide daha az politik hale
gelmişlerdir. Bunun sonucu olarak Japonya ile ilgili haberler de Japonya’nın
coğrafyası, bitki örtüsü, dini inançları, ticaret ürünleri, tarihi gibi alanlara
odaklanmıştır. Ayrıca Avrupa ülkeleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu doğrudan
etkileyen
bir
ülke
olmaması
dolayısıyla
Japonya’da
yaşanan
iktidar
değişikliklerinden de bahsedilebilmiştir. Bunda Japonya’nın örneğin Rusya gibi
Osmanlı dış politikasının temel hedeflerinden birisi olmaması etkili olmuş olmalıdır.
47
“Yıldız arşivlerindeki en büyük koleksiyonlardan birinin, The Times ve Debat’dan, Sırp ve Bulgar
yayınlarına kadar değişik 100’ü aşkın gazete kupüründen oluşması bir rastlantı değildir. Bu
gazeteler, Hariciye Nezareti Dış Matbuat Müdürlüğü tarafından, Osmanlı Devleti’ne zararlı ve
olumlu materyallerin saptanması için günlük olarak taranıyordu.” (Deringil, 2002: 143).
79
II. Abdülhamid döneminin başlarında Japonya ile ilgili çıkmış yazılardan
birisi 1880 yılında Bağçe’de yayımlanmış “Japon” başlıklı makaledir. Yurtdışındaki
gazetelerden alıntılanan bu makale, Mahmud Celaleddin tarafından çevrilmiştir.
Makale Japonya’nın coğrafi güzelliklerini, uzun bir süre boyunca içe kapalı kaldığını
ve Hıristiyanlığın bir dönem Japonya’da yasak olduğunu anlatmaktadır. Makalede
ayrıca Japonya’nın dışa açılma dönemi ve samuraylardan da bahsedilmektedir
(Bağçe, 1880: 229–230). Aynı yıl yayınlanan bir diğer haber ise Mecmua-i
Ebüzziya’da çıkan “Japon” başlıklı haberdir. Dokuz sayfalık haberde Japonya ile
ilgili birçok konuda bilgi yer almaktadır. Japonya’nın coğrafi konumunun
anlatılmasıyla başlayan haber, ülkenin jeolojik yapısı ve ikliminin anlatılmasıyla
devam etmektedir. Nüfus, dini, siyasi ve ekonomik yapı gibi alanlara değinilmekte
ayrıca Japonya’da kadınların durumu gibi konular hakkında da bilgi verilmektedir.
Mecmua-i Ebüzziya haberde kısaca Japonya’daki meclislerden de bahsetmiştir:
Japonya imparatorluk suretiyle idare olunur. El-yevm [bugün] calis-i taht
[tahtta bulunan] hükümdarı olan (mikado) yani imparatorun namı (monet sohito) dur.
Memleketin kavanini [kanunlarını] mükemmel olarak bir şevari [şuralar] devleti ve
750 nefer aza-yı müntehibeyi [katılan üyeyi] havi [kapsayan] bir şevari ümmeti ve
ashabı akarın [gelir sahibinin] en mütemevvillerinden [önde gelenlerinden] otuz
kişiden ibaret bir de senato yani meclis-i ayanı vardır (Mecmua-i Ebüzziya, 1880:
174–182).
Gazetede, Japonya’nın hızlı gelişmesinin milli ahlâkın bozulmasına meydan
vermeden gerçekleştiği de vurgulanmıştır: “Japonya, eski hâlini günden güne
değiştirerek, Avrupa medeniyet ve usûl idaresini (fakat ahlâk-ı milliyelerine tatbîkan)
taklîde teşebbüs etmiştir” (Mecmua-i Ebüzziya, 1880: 181).
80
1884 yılında ise Tulû’da M. Nuri tarafından “Japonya Ülkesi” başlıklı bir
yazı yayınlanmıştır. 48 Yazıda Japonya’nın “şayan-ı hayret bir suretle terakki etmekte
bulunan
memalik
sırasına
geçmek
bahtiyarlığına
mazhar”
olduğundan
bahsedilmektedir:
Avrupa seyyahından bazılarının zapt ettiği ahval-i tarihiye ve mahalliye göre
mezkûr [adı geçen] Japonya ülkesinde on dört senede husule [meydana] gelen
terakkiyattan bilhassa zikre şayan olan maarif madde-i mutenası olduğu tahakkuk
etmiştir (M. Nuri, 12 Ağustos 1884: 21).
Yazıda Japonya’da ilkokuldan üniversiteye kadar çeşitli okulların sayıları
hakkında bilgiler yer almıştır. Öğrenci ve öğretmen sayılarının yanı sıra belli yıllarda
basılan kitap, gazete sayıları da yazıda yer almıştır. Bu haber devletin eğitim
konusundaki seferberliğiyle de uyumludur.
48
Tulû’nun başında açıklama olarak “Siyasetten başka her şeyden bahseder ve her şehr-i rumii
ihtidasıyla onbeşinde cüz cüz neşrolunur risale-i mevkutedir” ifadesinin yer alması dikkat çekicidir.
81
Sansür 1880 sonlarında etkisini artırmıştır (Georgeon, 2006: 188). Bunun
sonucunda makalelerin bir kısmı “Japonya’da Kıllı Adamlar” (Servet-i Fünun, 18
Ocak 1894), “Japonya’nın Cüce Ağaçları” (Servet-i Fünun, 1 Aralık 1897),
“Japonya’da İdam Cezası” (Mecmua-i Edebiye, 28 Aralık 1899), “Japon Tiyatrosu”
(İrtika, 8 Mart 1902) gibi konulara odaklanmaya başlamıştır. Ama daha önce de
ifade edildiği gibi sansüre, sadece negatif bir siyasi konularda yayın yaptırmama
politikası olarak bakmak açıklayıcı olmayacaktır. Aynı zamanda M. Nuri’nin
makalesinde olduğu gibi eğitim, ahlâk ya da devlete bağlılık gibi konuların
yayınlarda yer bulmasını sağlamayı amaçlayan pozitif bir politikadır. Bu konuda
örnek oluşturabilecek bir metin Arnavutluk’un önde gelen ailelerinden birisinin üyesi
olan Avlonyalı Süreyya Bey’in kendi bastırdığı “risale-i mevkute”si [süreli yayın]
82
Zerrat’ta çıkan makalesidir. 49 Süreyya Bey, Japonya’da Fransa’ya ve diğer Avrupa
ülkelerine göre boşanma oranının çok daha düşük olduğunu söylemektedir. Ayrıca
“Japonyalıların hüsn [güzel] ahlâkı sayesinde kadınlar [Japonya’da] her yerden
ziyade mesud ve bahtiyardırlar”. Ayrıca Süreyya Bey’e göre bu güzel ahlâkın
korunması için de durmadan çalışılmaktadır: “Kadınların terbiyesi için gösterilen
himmet fevkalade sayılmakta ve terbiye-i ahlâklarına, vezaif-i beytiyelerine [evdeki
görevlerine],
hukuk-u
zevcâtın
muhafazasına
dair
her
gün
birçok
eser
neşrolunmaktadır” (Zerrat, 1887: 78–82).
Süreyya Bey, II. Abdülhamid’e benzer şekilde Arnavutluk’taki çiftliğinde
modern tarım yöntemleri kullanmış, hatta bu yüzden padişaha şikâyet edilmiştir.
Dolayısıyla Batı’dan gelen yeniliklere ilkesel olarak kesinlikle kapalı değildir.
49
Avlonyalı Süreyya Bey ve Zerrat’la ilgili olarak bkz: (Kırmızı, 2009: 17–73).
83
Makalesinde Japonya’da kadınların ahlâkının geliştirilmesi için birçok eser
yayınlanmasından
övgüyle
bahsetmektedir.
Muhafazakâr
ahlâki
normların
yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması için modernliğin teknik altyapısının seferber
edilmesini önemsemektedir. Fortna’nın “Hamidiye eğitiminin rekabetçi yönü” olarak
tarif ettiği eğilim Süreyya Bey’in yazısında da görülür. Fortna’ya göre Osmanlılar,
eğitim yoluyla imparatorluğa giren ve Osmanlı yaşam tarzına tehdit olarak
gördükleri gelişmelere karşı kolaylıkla boyun eğmemişlerdir. Batı Avrupa kurum ve
fikirlerini uyarlayarak yeni sentezlere ulaşmışlardır (Fortna, 2005: 28–29). Süreyya
Bey’in Japonya ile ilgili verdiği bilgiler, Osmanlı İmparatorluğu için de benzer bir
tahayyülü içermektedir. Savunmacı olmaktan çıkarak – kısıtlı imkânlarıyla- saldırgan
bir siyaset izleme çabasını yansıtmaktadır. 50 Süreyya Bey’in ahlâk eğitiminin hedefi
olarak kadınları vurgulaması dikkate değerdir. Kadının, toplumun yeniden
üretiminde üstlendiği rol ve dolayısıyla yerel “öz”ün korunması konusundaki önemi,
kadınlara yönelik ahlâk eğitimini özellikle önemli hale getirmektedir. Bunun
gerisinde, bizatihi kadının ahlâken “düşük” ya da bozulmaya meyilli olduğu
düşüncesi de olabilir (Chatterjee, 2002: 27–28; 110). Eğitim hem kadınların anne ve
eş olarak görevlerini daha iyi yapmalarını hem de “iffetlerini” daha iyi korumalarını
sağlayacaktır (van Os, 2009: 340).
50
İmkânların kısıtlılığıyla ters orantılı olarak arzuların büyüklüğü meselesi Geç Osmanlı ve Erken
Cumhuriyet dönemleri arasındaki önemli sürekliliklerden birisi olarak araştırılmaya muhtaçtır.
Ertuğrul Fırkateyni’nin trajik yolculuğunda bu çelişki doruk noktasına çıkar.
84
B. Arzu ve İmkân: Ertuğrul Fırkateyni
1. Osmanlı-Japonya İlişkileri: Ziyaretler, Nişanlar ve Hediyeler
II. Abdülhamid dönemi boyunca Osmanlı gazetelerinde, Japonya ile ilgili
metinler artarak devam etmiştir. Ama 1890 öncesinde Japonya’yı Osmanlı
İmparatorluğu’nda gündeme getiren en önemli olay kuşkusuz Ertuğrul Fırkateyni’nin
Japonya yolculuğudur. Bu yolculuktan önce Japonlar tarafından yapılan bazı
ziyaretler hazırlayıcı olmuştur. Osmanlı tarafı bu ziyaretlere iade-i ziyaretle karşılık
vermemiş olsa da nişanlar ve hediyeler göndererek mukabelede bulunmaya
çalışmıştır. İlkin, 1883’te Japonya tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli
görevlilerine nişanlar gönderilmiştir. Osmanlı hükümeti de St. Petersburg Sefareti’ne
Japon imparatoruna bir nişan verilmesi ile ilgili fikirlerini sormuştur. Sefaret, nişanın
verilmesinin ikili ilişkilerin gelişmesi açısından uygun olacağını belirtmiştir. 1884’te
ise Japonya Başbakanı Sanjo Sanetemi kendisine verilen nişan için St. Petersburg
Sefareti yoluyla teşekkür etmiştir (Şahin, 2001: 18–20). Ticaret antlaşmasının
imzalanamamış olmasının ilişkileri “soğutmaması” amacıyla her iki ülke dekarşılıklı
bir çaba içine girmiştir. Bu dönemde İstanbul’a gelen bir diğer ziyaretçi ise 1886
yılında Avrupa ve Amerika seyahatinin parçası olarak payitahtı ziyaret eden Japon
İmparatoru’nun özel müşaviri Kont Kiyotaka Kuroda’dır. Osmanlı hariciyesinin
dikkatle izlediği bu seyahatin amacı Sibirya’nın mülki ve askeri idaresi konusunda
incelemeler yapmak olarak açıklanmıştır. St. Petersburg Sefareti, Kuroda ve heyetine
daha önceki Japon ziyaretçilere olduğu gibi gümrükte kolaylık sağlanmasını istemiş
ve bu talep yerine getirilmiştir (Worringer, 2001: 63–64).
Kont Kuroda’nın Ekim 1886’daki ziyaretinden kısa bir süre sonra Aralık
ayında bu kez Japonya Ticaret ve Ziraat Bakanı Generel Vikont Tani’nin ziyareti
85
gündeme gelmiştir. Viyana Sefareti, Tani’nin gelişini İstanbul’a bildirmiş,
kendileriyle ilgilenilmesini talep etmiştir (Şahin, 2001: 21).
1887 yılına gelindiğinde iki ülke arasındaki en üst düzey ziyaret
gerçekleşmiştir. Japon İmparatoru’nun amcası olan Prense Komatsu ve eşi
Avrupa’daki askeri durumu araştırmak için Avrupa’nın çeşitli başkentlerini
dolaştıktan sonra İstanbul’a gelmişler ve II. Abdülhamid’le görüşmüşlerdir
(Takahashi, 1978: 9).
Heyet İstanbul’da sıcak bir şekilde karşılanmış, II. Abdülhamid tarafından
Yıldız Sarayı’nda kabul edilmiş ve kendilerine Göksu Kasrı tahsis edilmiştir. Resmi
olmayan bu ziyaret sırasında heyete çeşitli nişanlar verilmiştir. Prens Komatsu ve II.
Abdülhamid uluslararası meselelerle ilgili görüş alışverişinde bulunmuşlardır. Prens
Komatsu da ülkesine döndükten sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda gördüğü sıcak
ilgiye ve takdim edilen nişanlara karşılık hediye ve nişan göndermiştir (Arık, 1991:
25–26).
86
Görüldüğü gibi Ertuğrul Fırkateyni’nin ziyaretinden önce iki ülke arasında
oldukça olumlu ilişkiler kurulmuştur. En önemli dönüm noktalarından birisi ise hiç
şüphesiz Ertuğrul Fırkateyni’nin 1889 yılında Japonya’ya gönderilmesidir.
Ertuğrul’un Japonya’dan dönüş yolculuğu sırasında batmasıyla ortaya çıkan trajedi
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da Japonya söz konusu olduğunda hem
toplumsal bellekte hem de siyasi ilişkilerde ilk akla gelen referans noktası haline
gelmiştir. Ne var ki, Ertuğrul’un seyahati yaşanan trajedinin büyüklüğü nedeniyle
yoğun bir duygusal yük taşısa da planlanması ve gerçekleştirilmesi son derece reel
politik hesaplara dayanmaktadır.
Hatırlanacağı gibi 1878 yılında Seiki isimli okul gemisi İstanbul’u ziyaret
etmiştir. Komatsu’ya göre bu ziyaret sırasında II. Abdülhamit gemi kaptanı Yarbay
İnoue’ye Japonya’ya bir gemi gönderme niyetinden bahsetmiştir. Ayrıca padişahın,
Yoshida’nın ziyareti sırasında da “…Şimdi Avrupalılar ile uğraşıyoruz. Fakat ileride
durum düzelince mutlaka Japonya’ya harp gemisi göndereceği[z]” dediği iddia
edilmektedir (Komatsu, 1992: 32). Buna karşın II. Abdülhamid gibi her eyleminde
dış politik sonuçları göz önüne alan bir padişahın bu kararı “nezaketle” açıklanamaz.
1870’lerden
itibaren
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
bütünlüğünün
korunması
politikasını değiştirmeye başlayan İngiltere’nin, Almanya karşısında Rusya ve Fransa
ile yakınlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nu müttefiksiz bırakmıştır. Fransa’nın
1881’de Tunus’u, İngiltere’nin de 1882’de Mısır’ı işgal etmesi, bu ülkelerin Rusya
karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki olmadıkları gibi imparatorluğun
toprak bütünlüğü için bizatihi tehlike oluşturduklarını göstermiştir. Bu gelişmeler
imparatorluğun yönünü Almanya’ya doğru çevirmiştir (Karpat, 2010: 383–410).
Japonya, Osmanlı İmparatorluğu için Prusya gibi asli bir müttefik olamasa da
87
özellikle Rusya karşısındaki konumu onu önemli kılıyordu. Dolayısıyla Ertuğrul’un
ziyareti Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu uluslararası durum göz önüne
alındığında iyi hesaplanmış bir manevra olarak anlaşılmalıdır.
Konu ile ilgili araştırmalarda II. Abdülhamid’in, Avrupa ülkelerinin ve
özellikle Rusya’nın tepkisini çekmemek için resmi bir heyeti değil bir okul gemisi
olan Ertuğrul Fırkateyni’ni gönderdiği ileri sürülmektedir. II. Abdülhamid’in birkaç
kişilik bir heyetle yapılabilecek olan ziyareti, mürettebatı 600’den fazla olan bir
firkateynle yapmayı tercih ettiğini ve bununla birlikte bu ziyaretin “dikkat
çekmemesini” istediğini düşünmek gerçekçi değildir. Ziyaretin başlıca amaçlarından
88
birisi halifeliğin Güneydoğu Asya’daki etkilerini güçlendirmektir. Fakat Deringil’in
vurguladığı gibi diğer Pan hareketlerden farklı olarak savunmacı bir hareket olan
Pan-İslamizm, Osmanlı hilafetine dış dünyada nüfuz temin etmeyi amaçlıyor ve bu
nüfuzun oluşumunda yer alan tüm politikaları kapsıyordu (Deringil, 2007: 30). 51
Dolayısıyla Avrupa ülkelerinin halifeliğe atfettiği güç, aslında II. Abdülhamid’in
sahip olduğundan çok daha fazlaydı. İngiltere ve Fransa – özellikle Tunus’un ve
Mısır’ın
işgalinden
sonra-
II.
Abdülhamid’in
halifeliği
bir
araç
olarak
kullanmasından ve kontrol ettikleri bölgelerde bir isyan örgütlemesi ihtimalinden
oldukça çekinmişlerdir. Bu yüzden de Ertuğrul’un ziyaretinin simgesel gücünü
azaltmak için çabalamışlardır. Ertuğrul’un ziyareti II. Abdülhamid ve İngiltere
arasında yer yer bir propaganda mücadelesine dönüşmüştür. II. Abdülhamid, Londra
gazetelerinde Ertuğrul’un yolculuğu sırasında yaşanan teknik arızaların ön plana
çıkarılmasından oldukça rahatsız olmuştur. Bu rahatsızlık, Ertuğrul’un yolculuğunun
öne çıkmasından değil, aksine hilafetin gücünü göstermeyi ve etki alanını
genişletmeyi amaçlayan seyahatin etkilerinin İngiltere tarafından zayıflatılmaya
çalışılmasından kaynaklanmaktadır.
Seyahatin Pan-İslamist yanları olmakla birlikte elbette Japonya ile Osmanlı
İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi bakımından da büyük bir önemi
51
Pan-İslâmizm, en genel anlamda on dokuzuncu yüzyıl sonunda Batı’nın genişlemesi karşısında
İslâm etrafında bütünleşme sağlama amacıyla ortaya çıkmış bir harekettir. Osmanlı İmparatorluğu
açısından bakıldığında özellikle II. Abdülhamid tarafından içte kendi meşruiyetini korumak ve
güçlendirmek; uluslararası alanda ise büyük güçler karşısında (bilhassa bu ülkelerin Müslüman
sömürgelerini dikkate alarak) diplomatik bir denge oluşturmak amacıyla seferber edilen pratikleri
içerdiği söylenebilir (Lee, 1999: 363).
89
bulunmaktadır. Prens Komatsu tarafından gerçekleştirilen üst düzey ziyarete karşılık
olarak yapılacak bu ziyaretle Japonya ile ilişkiler daha da geliştirilecekti.
2. Ertuğrul’un Yolculuğu
Yolculuk için Ertuğrul’un seçimi kolay olmamıştır. Önce padişah, Japon
İmparatoru’na hediye ve nişan götürmek için bir talim gemisi gönderilmesine karar
vermiştir. Ardından, Sadrazam Kamil Paşa tarafından Bahriye Nezaretine bu
yolculuk için hangi geminin uygun olduğu sorulmuştur. Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü
Paşa, 25 Şubat 1889 tarihli cevapta Ertuğrul Fırkateyni’nin bu yolculuk için uygun
olduğunu ve Mart ayı sonunda yola çıkabileceğini bildirmiştir. Bunun üzerine
Sadaret tarafından gönderilecek geminin ve mevsimin uygun olduğu bildirilmiş ve
gemi komutanının dil bilmesi üzerinde durulmuştur. Bahriye Nezareti’nin 6 Nisan
1889 tarihli cevabında gemi komutanı olarak Osman Bey’in atandığı ve gemi
komutanına geminin uğrayacağı limanlar ve yolculuk sırasında kendisinin ve
mürettebatın uyması gereken kurallarla ilgili bir talimat gönderildiği belirtilmiştir.
Ayrıca gemi için mızıka ve yolculuk için gerekli tahsisat talep edilmiştir. Gemi
komutanına gönderilen on bir maddelik talimatın birinci maddesinde geminin
uğraması istenilen limanlar belirtilmiştir. Sadaret bu cevaba karşılık gerekli taleplerin
karşılanacağını bildirmiş ve geminin eksiklerinin giderilmesini emretmiştir. Sadaret
ayrıca, 4 Haziran 1889 günü hareket edilmesini istemektedir. Bu süreçte Ertuğrul’un
bu yolculuğu tamamlayıp tamamlayamayacağı konusunda bir belirsizlik ve şüphe
ortaya çıkmıştır. Çeşitli incelemeler ve raporlar hazırlanmış ve bu nedenle de
90
Ertuğrul’un planlanan yolculuk tarihi olan 4 Haziran 1889’da yola çıkması mümkün
olmamıştır (Şahin, 2001: 35–42).
Geminin
bu
yolculuğa
dayanamayacağı
konusunda
çeşitli
uyarılar
yapılmasına rağmen Bahriye Nezareti geri adım atmamıştır. Böylece 14 Temmuz
1889 tarihinde Ertuğrul Fırkateyni İstanbul’dan Japonya’ya doğru yola çıkmıştır.
Ertuğrul’un en sonunda batmasıyla sonuçlanacak aksilikler çok geçmeden
başlamıştır. Gemi Süveyş Kanalı’ndan geçerken 27 Temmuz’da kuma oturmuş ve
ancak ertesi gün kurtarılabilmiştir. Kurtarıldıktan sonra bu kez de sahile bağlanırken
kontrolden çıkmış ve gövdesi zarar görmüştür. Geminin yolculuğa dayanıp
dayanamayacağı uzun tartışmalara neden olduğundan daha yolculuğun başında
yaşanan bu kaza İstanbul’da (asıl olarak Bahriye Nezaretinde) büyük bir telaş
yaratmıştır. Önce seferin iptaline karar verilmişse de onarımın mümkün olduğu
anlaşılınca devam etme kararı verilmiştir. Bahriye Nezareti’nin talimatında seferin
dost-düşman herkes tarafından izlenmekte olduğundan dolayı başarısız olmasının
yaratacağı üzüntü vurgulanmıştır. Seferin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve özel olarak
hilafetin görünürlüğünü arttırmaya yönelik olduğu ve dolayısıyla dikkat çektiğinin
91
farkında olunduğu da bu vurgudan anlaşılmaktadır. Ertuğrul onarım çalışmaları için
bir aydan fazla Süveyş’te beklemiş; en sonunda 23 Eylül 1889’da onarımı
tamamlanarak yola çıkabilmiştir. Ertuğrul, Süveyş Kanalı’ndan çıktıktan sonra
Cidde, Aden, Bombay, Kolombo üzerinden 15 Kasım’da Singapur’a ulaşmıştır.
Geminin yolculuk sırasında uğranılan limanlarda yerli müslüman halk tarafından
coşku ile karşılandığı İstanbul’a bildirilmiştir (Komatsu, 1992: 5–8).
Ertuğrul’un seferi ile ilgili İstanbul’a gönderilen bu haberler Osmanlı
basınında da yankı bulmuştur. Mizan gazetesi, geminin Malaga, Sumatra ve Cava’da
ziyaretçi akınına uğradığını ve her gün ziyafetlere davet edildiğini bildirmektedir
(Mizan, 28 Teşrîn-i Sânî 1889’dan akt: Şahin, 2001: 64).52 Ceride-i Bahriye’de de
Osman Paşa’nın gönderdiği telgraflar yayınlanmıştır. Haberlerde geminin gittiği her
yerde yerli halkın büyük sevgi ve hürmetini kazandığı bildirilmektedir. Örneğin 20
Ekim’de Bombay limanına yanaşan gemiyi limana gelişinden ayrılana kadar her gün
5000–6000 kişi ziyaret etmiştir. Gemi personelinin, uğranılan limanlarda Cuma
namazlarına iştirakinden özellikle bahsedilmektedir (Mütercimler, 1993: 135–136).
Zaten daha yolculuk başlamadan önce gemi personeline Bahriye Nezareti tarafından
verilen on bir maddelik talimatın altıncı maddesinde gemi personelinin dini
vecibelerin yerine getirilmesi konusunda titiz olması istenmiştir:
… Altıncı Madde: Her hâl ve mahâllinde ferâ’iz-i mukaddese-i dîniyyenin
hüsn-i îfâsına dikkat ve riâyet etmek lâzıme-i İslâmiyyet ve insâniyyet olduğundan
‘umûm mürettebât-ı sefînenin [geminin] evkât-ı hamsede [beş vakitte] salât-ı
mefrûzayı [farz namazları] cemâ’atle edâ ve da’vât-ı mefrûza-i [farzlara davet]
hazret-i Padişâhî’yi îfâ eylemelerine dikkat olunacaktır… (Aktaran: Komatsu, 1992:
37).
52
Hizmet gazetesi de Ertuğrul’un yolculuğu ile ilgili Ceride-i Bahriye’de yayınlanan bir haberi alarak
aynen yayınlamıştır (Hizmet, 24 Ağustos 1889’dan akt: Şahin, 2001: 56).
92
Dolayısıyla gemi personeli yolculuktan önce dini ibaretlerini dikkatli bir şekilde
yerine getirmeleri konusunda uyarılmıştır. Bombay’dan sonra Kolombo’da da gemi
sahile yanaşırken selamlama için top atışları yapılmış; bunu gören halk sahile akın
etmiştir. Kandi ve Galli şehirlerinden de gelenlerle birlikte gemi bir ziyaretgâh halini
almıştır. Gidilen hemen her yerde şehrin ileri gelenleri tarafından Ertuğrul
subaylarına ziyafet verilmiştir. Örneğin Kolombo’da Osmanlı İmparatorluğu’nun
fahri konsolosu olan Min Liye Mariler ve Müslüman milletvekilleri İsmail Efendi ve
Saad Efendi tarafından subaylar ziyafete davet edilmişlerdir. Ayrıca Padişah adına
hutbe okunmuş ve halifenin adı başta söylenmiştir (Mütercimler, 1993: 136–137).
Bombay’da yayımlanan iki gazetede Ertuğrul’un ziyaretinden bahsedilmiştir.
Bu gazetelerden “Kasıdı Bombay” isimli gazetenin haberi Ceride-i Bahriye’de de
yayınlanmıştır. Haberde mürettebatın Cuma namazına katılımı, kıyafetlerinin ve
ahlâklarının güzelliği ve daha önemlisi İngilizlerden ahlâken üstün olmaları üzerinde
durulmuştur. Gazete, Hindistan Müslümanlarının padişaha olan sevgilerinin gemiyi
ziyaret etmek için gösterdikleri heyecandan da anlaşılabileceğini söylemektedir
(Şahin, 2001: 58). Ceride-i Bahriye’de ve diğer gazetelerde Ertuğrul’un seyahati ile
ilgili yayınlanan bu tür haberlerin aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu sınırları
içinde de sultana kendi kamuoyunu istediği biçimde yönlendirme imkânı verdiğini
gözden kaçırmamak gerekir (Esenbel, 2012a: 290). Sultanın meşruiyet alanının
uluslararası alandaki genişlemesinin ülke sınırları içinde de işlevsel olduğu
görülmektedir.
15 Kasım’da Singapur’a ulaşan Ertuğrul burada da yoğun ilgi görmüştür.
Ayrıca Sumatra, Cava gibi civar adalardan gelen ziyaretçiler de olmuştur.
Bildirildiğine göre gemide secdeye giden, dua eden halk tarafından Ertuğrul ve
93
mürettebatına neredeyse kutsiyet atfedilmiştir. Bando ekibi ise şehir merkezinde
halka bir konser vermiştir. Singapur’a ulaştıktan sonra Ertuğrul’un Japonya’ya gidip
gitmeyeceği bir süre belirsiz kalmıştır. Bahriye Nezareti, Şura-yı Bahriye’ye konuyla
ilgili iki seçenek sunmuş ve cevap istemiştir. İlk seçenek, Ertuğrul’un Japonya’ya
gitmesidir. Diğeri ise Osman Paşa’nın yanına aldığı bazı subaylarla birlikte posta
vapuru ile Japonya’ya gitmesi, bu sırada Ertuğrul’un da Singapur civarındaki
Müslüman halkları ziyaret etmesidir. Bu belirsizlik sürerken yolculuğun Osmanlı
maliyesi için yarattığı külfet de artmıştır. Osman Paşa ve İstanbul arasında
mürettebatın yiyecek masrafı için verilen paranın yetmediği ya da Japonya’ya gidip
dönmesi için yeterli kömürü olmadığı için tahsisat çıkarılması gibi konularda
yazışmalar olmuştur. Gemi mürettebatı için Osman Paşa tarafından istenen elbiseler
de Ertuğrul’a ulaştırılmıştır. İstenen tahsisat da Banker Ohannes Aşiyan Efendi
aracılığıyla Osman Paşa’ya gönderilmiştir. Ertuğrul yola devam etmek için beklerken
geçen süre dört ayı bulmuştur. Bu gecikmenin nedeni olarak İngiliz “Times” ya da
Kolombo’da çıkan “Ceylon Observer” gibi gazetelerde geminin kömür alacak
parasının olmaması ve liman ücretini ödeyememesi gösterilmiştir. Haberler farklı
ülkelerdeki
gazetelerde
de
yayınlanmıştır.
Ertuğrul’un
seyahati
Osmanlı
İmparatorluğu için uluslararası alanda bir profil yükseltme çabası olduğu gibi
Güneydoğu Asya’da çıkarları olan İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler için de bir tehdit
olarak algılanıyordu. Dolayısıyla seyahat karşılıklı bir enformasyon mücadelesi
biçimi de almıştır. Hem İstanbul’daki Hariciye ve Bahriye bürokrasisi hem de
Osman Paşa bu tür haberlerin yayımını ve tekzip edilmesini dikkatle takip
etmişlerdir. Örneğin Singapur’da yayımlanan “Free Press” gazetesinin Ertuğrul’un
arıza nedeniyle yola devam edemediği ve nişanların posta vapuruyla gönderildiği
94
haberi tekzip ettirilmiştir. Singapur’da gemiyi ziyaret eden Sumatra, Cava ve Malaga
Müslümanlarının, Hollandalıların kendilerine yaptıkları eziyetlerle ilgili iki şikâyet
dilekçesini Osman Paşa’ya vermiş olmaları aslında tam da hilafet etrafında
yaratılmak istenen muhayyel cemaat 53 fikrinin başarıya ulaştığını göstermektedir.
Diğer taraftan bu dilekçelerin Meclis-i Vükela’da görüşülmesi ve diğer Avrupa
devletleri ve özellikle İngiltere’den bu konuda yardım istenmesinin kararlaştırılmış
olması
da
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
Pan-İslamist
politikalarının
sınırını
göstermektedir (Şahin, 2001: 60–66). Hilafet etrafında küresel çapta bir İslam
ümmeti fikrinin genişletilmesi ve yoğunlaştırılması için Osmanlı İmparatorluğu’nun
elinde yeterli araç ve olanaklar yoktur.
Ertuğrul, Japonya’ya gitmesine karar verildikten sonra 22 Mart tarihinde
Singapur’dan Saygon’a doğru yola çıkmıştır. Fakat şiddetli rüzgâr ve Singapur’da
alınan kömürün yetersiz kalması yüzünden Saygon limanına yanaşmış ve kömür
tedarik etmiştir. 3 Nisan’da Saygon’dan hareket etmiş ama hava şartlarının uygun
olmaması nedeniyle geri dönmüş ve 20 Nisan’a kadar Saygon’da beklemiştir.
Ertuğrul, Hong Kong’a ancak 26 Nisan’da ulaşabilmiştir. Hong Kong’dan tekrar
kömür alarak 5 Mayıs’ta Nagazaki’ye doğru yola çıkmış ama kötü hava ve kömür
yetersizliği yüzünden bu kez de Foçu limanına yanaşmış ve 18 Mayıs’a kadar
Foçu’da beklemiştir. Nagazaki’ye 22 Mayıs’ta ulaşan Ertuğrul, 7 Haziran’da sonraki
durağı olan Yokohama’ya ulaşmayı başarmıştır. Dolayısıyla yola çıkışından
neredeyse bir yıl sonra hedefine ulaşabilmiştir (Komatsu, 1992: 13).
53
Deringil’e göre Pan-İslâmizm, hilafet etrafında bir muhayyel cemaat oluşturmayı amaçlayan her tür
uygulamayı ifade etmektedir. Osmanlı halifesinin dünya Müslümanları nezdinde daha görünür
kılınmasını ve bütünleştirici bir figür haline getirilmesini hedefleyen bu uygulamalar olabildiğince
kapsayıcı tutulmaya çalışılmıştır (Deringil, 1991: 51–52).
95
3. Ertuğrul Japonya’da ve Son Perde
Ertuğrul, Japonya’da sıcak bir şekilde karşılanmıştır. Osman Paşa
başkanlığındaki bir subay heyeti, İmparator Mutsuhito tarafından 13 Haziran’da
kabul edilmiştir. Ziyaret sırasında padişah tarafından gönderilen mektup, nişan ve
hediyeler takdim edilmiştir (Arık, 1991: 31–32). İmparator ziyaret edildikten sonra
da Osman Paşa, Japonya’daki çeşitli ülke elçiliklerini ziyaret etmiştir. Ertuğrul’un
Japonya’daki görevini tamamlamasından sonra dönüş hazırlıkları başlamıştır. Fakat
bu sırada gemi mürettebatı kolera salgınına yakalanmış, karantina nedeniyle bekleme
süresi uzamıştır. Sonuçta Japonya’da bir ay sürmesi beklenen ziyaret üç ay
sürmüştür. En sonunda 15 Eylül 1890’da yola çıkılmıştır (Şahin, 2001: 67–74).
Ertuğrul yola çıktıktan kısa bir süre sonra,16 Eylül günü Oshima Adası Kashinozaki
Feneri civarındaki kayalıklara çarparak batmıştır. Kazada 500’ün üzerinde denizci
ölmüş, sadece 69 kişi kurtulabilmiştir (Dündar, 2011a: 387).
96
Kazada ölenlerden cesetlerine ulaşılabilen 260 kişi Oshima Adası’na
defnedilmiştir. Kurtulan denizciler ise bir Alman savaş gemisi tarafından Kobe’ye
götürülmüştür. Japon gazetelerinin ve Japon kamuoyunun da dikkatini yoğun
biçimde çeken faciadan sonra halk tarafından ölen ve yaralanan denizciler ve geride
kalan aileleri için yardım toplanmıştır. Kazadan hemen sonra Osmanlı hükümetini
bilgilendirmek ve taziyeleri bildirmek için Japonya Dışişleri Bakanı Kont Aoki
tarafından bir telgraf yollanmıştır (Worringer, 2001: 71–72).
Kaza haberi İstanbul’a ulaşınca Osmanlı hükümeti olayın kontrolsüz bir
biçimde yayılmaması için sansürü devreye sokmuştur. 24 Eylül 1890 tarihinde
yayımlanan 34 sayılı Ceride-i Bahriye, Ertuğrul için özel sayı olarak ve sadece iki
sayfa çıkmıştır. Haberde Ertuğrul’un gittiği yerlerde Müslümanlar tarafından
coşkuyla karşılanması, Osmanlı bayrağını Japonya’da dalgalandırması övülmektedir.
Haberde dikkat çekici olan nokta geminin tamirinin Süveyş’te tam olarak
gerçekleştirilmiş olduğunun vurgulanmasıdır. Böylece kazanın bir “takdiri ilahi”
olduğuna ve herhangi bir insani hatadan dolayı gerçekleşmediğine işaret edilmiştir
(Komatsu, 1992: 15–16). Tarik gazetesi de 23 Eylül ve 24 Eylül tarihli sayılarında
Ertuğrul’un batışına yer vermiştir. Tarik’de de Ertuğrul’un vazifesini hakkıyla yerine
getirdiği ama “Maharet ve şecâat [yiğitlik] veyahut fenn-i melâhatta ehliyet ile men’
olunamayan bir kaza-yı lâyetegayyeri [sonucu değiştirilemez bir kaza]…” sonucunda
battığı bildirilmektedir (Tarik, 23 Eylül 1890’dan akt: Yetkin, 1990: 5). Tarik’in
Standard gazetesine dayanarak verdiği 24 Eylül tarihli habere göre, Ertuğrul’un
batmasına sebep olan fırtına daha geçen sene inşa edilmiş olan Panifro isimli bir
geminin de batmasına sebep olmuştur. Gazete böylece Ertuğrul’un batmasında eski
ya da yetersiz olmasının etkili olmadığını vurgulamaktadır:
97
Londra’da tab olunan Standard Gazetesi Ertuğrul Fırkateyn-i Hümayunun
gark olmasına [batmasına] sebep olan fırtınanın tesirât-ı şedîdesi [kuvvetli tesiri]
daha geçen sene inşa olunmuş olan (Panifro) nâm sefinenin dahi gark olmasına bâdî
[sebep] olduğunu neşr ve ilân ettiği telgraf havadisindendir… (Tarik, 24 Eylül
1890’dan akt: Yetkin, 1990: 5).
Osmanlı İmparatorluğu kaza sonrası yardım ve ilgilerinden dolayı birçok
kişiye çeşitli nişanlar ve madalyalar göndermiştir. Japonya Dışişleri Bakanlığı da
Ertuğrul’un enkazından çıkarılan eşyaları İstanbul’a göndermiştir. Kazazedelerin
İstanbul’a getirilmesi için Rusya ve Japonya teklifte bulunmuştur. Osmanlı
İmparatorluğu önce her iki teklifi de reddederek kazazedelerin posta vapuru ile
gönderilmesini istemiştir. Japonya’nın ısrarlı tutumu üzerine Japon savaş gemileri
Hiei ve Kongo kazazedelerin İstanbul’a getirilmesi görevini üstlenmiştir. Japon savaş
gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan geçmemesi ve kazazedelerin Osmanlı vapurları
ile İstanbul’a getirilmesi için Kaptan Rıza Bey bir vapurla Port Said’e gönderilmiştir.
Osmanlı hükümetinin, kazazedelerin İstanbul’a Japon savaş gemileri ile getirilmesini
ve bu gemilerin Çanakkale Boğazı’ndan geçmesini istememesi iki nedene
bağlanabilir. Öncelikle Japon gemilerinin boğazı geçmesi Avrupa devletlerinin ve
özellikle de Rusya’nın tepkisini çekebilirdi. İkinci olarak da kazazede Osmanlı
denizcilerinin İstanbul’a bir Japon savaş gemisiyle gelmelerinin kamuoyunda kötü
bir intiba uyandıracağı düşünülmüş olabilir. Bununla birlikte yaralıları İstanbul’a
götürme konusunda bizzat Japon İmparatoru tarafından görevlendirilen gemilerin
İstanbul’a sokulmamasının da imparatora saygısızlık olarak görülme ihtimali
bulunuyordu. En sonunda gemilere izin verilmiş ve gemiler Çanakkale Boğazı’nı
geçerek 2 Ocak 1891’de İstanbul’a ulaşmışlardır (Worringer, 2001: 74–76). Japon
denizciler İstanbul’da büyük bir heyecanla karşılanmışlardır. Şakir’e göre “Bütün
98
ecnebi
gemileriyle
halkın
temasından
ve
bilhassa
coşkunluklarından
hiç
hoşlanmayan Sultan Hamid, (Mikado)’nun şerefine olarak birkaç gün müsamahaya
karar vermişti. Misafirlerin samimî bir şekilde karşılanmasını arzu etmişti.” (Şakir,
1994: 63).
Japon denizciler için İstanbul’da büyük bir seferberlik yaşanmıştır. Japon
denizcilere
mihmandarlık
yapmak
üzere
İngilizce
bilen
bahriyeliler
görevlendirilmiştir. II. Abdülhamid tarafından Japon mürettebata çeşitli derecelerde
madalyalar, gemi kumandanlarına hediyeler ve Japon imparatoruna teslim edilmek
üzere bir teşekkür mektubu verilmiştir (Şahin, 2001: 83).
II. Abdülhamid tarafından bir basın heyetinin Japon gemilerini ziyaret
etmesine de izin verilmiştir. Sabah, İkdam ve Tercüman-ı Hakikat gibi gazetelerden
bazı yazarlar Hiei gemisini ziyaret etmişlerdir. Şakir’e göre gazeteciler Japon
gemisinin salonuna girdiklerinde “… Millî Japonya ile Asrî Japonya birbirleriyle
imtizaç etmiş, muhafazakârlıkla terakkiperverliği…” görerek büyük bir şaşkınlık
yaşamışlardır (Şakir, 1994: 66). Tercüman-ı Hakikat’te Mehmet Refik de Japonları
Fransızlarla kıyaslamaktadır. Geçmiş yıllarda Japonların ilkellikle ilişkilendirildikleri
göz önüne alınırsa aradaki farklılık daha da çarpıcı hale gelir:
99
Bugünkü Avrupa uygarlığını kabulde bir sürat-i fevkalade ile hareket eden
milletlerin en birincisi Japonlardır. “Münteha-yı Şark [Doğu’nun sonu] Fransızları”
olan Japonlar, Fransızlar kadar nazik, dostluğu ve misafirperverliği sever bir
kavimdir. Cihanın dikkat nazarını ve teveccühünü artık tamamıyla çekmeye başlamış
olan işbu “Doğu Fransızları” ile biz de yeni bir şekilde iyi ilişkiler kurmakta
bulunduğumuzdan dolayı ne kadar iftihar etsek yine azdır (Aktaran: Koloğlu, 2
Kasım 1990).
Japon gemileri Şubat 1891 başında İstanbul’dan ayrılmak için izin
istemişlerdir. II. Abdülhamid hem misafirperverlik gereği hem de Japon İmparatoru
için hazırlanan hediyelerin tamamlanması amacıyla bir süre daha kalmalarını
istemiştir. II. Abdülhamid, İmparatora hediye olarak cins atlar hazırlatmıştır. Japon
gemileri 10 Şubat günü geride atları getirmesi için birkaç kişi bırakarak İstanbul’dan
Japonya’ya doğru yola çıkmışlardır. Atlar daha sonra Marsilya ve Kolombo
üzerinden gönderilmiştir (Koloğlu, 2 Kasım 1990).
C. Bir Facianın Ardından: Ertuğrul Faciası
Ertuğrul Faciası sonrası hem Japonya’da hem de Osmanlı’da kazada hayatını
kaybeden denizcilerin aileleri için yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Japonya’da
düzenlenen yardım kampanyasında Kobe Yushin Nippo ve Jiji Shinpo isimli
gazeteler öne çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde de padişahın emriyle bir
yardım komisyonu kurulmuştur. Ülke içinde ve dışında toplanan yardımların
yerlerine ulaştırılmasıyla ilgili konularda yetkili olan komisyonun ismi Askerî İane
Komisyonu’dur. Komisyon tarafından, vefat eden denizcilerin eşlerinin, anne ve
babalarının, çocuklarının, kız kardeşlerinin olup olmadığı titizlikle araştırılmıştır.
Ceride-i Bahriye’de yardım yapan kişiler ve verdikleri miktarlarla birlikte toplanan
100
yardım miktarı ve yardım yapılan kişilerle ilgili bilgiler de yayınlanmıştır (Şahin,
1998a: 17–18; Şahin, 1998b).
Japonya’da toplanan yardımların bir kısmı Jiji Shinpo’nun muhabirlerinden
birisi olan Noda Shotaro tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Noda gazete
yöneticilerinin isteğiyle kazazedeleri taşıyan Hiei gemisine binerek gazete tarafından
toplanan 4000 Yen tutarındaki parayla birlikte İstanbul’a gelmiştir. Noda yolculuk
sırasında Ali Efendi isimli bir subaydan Türkçe dersleri almaya başlamış ve
kendisine Türkçe bir kartvizit hazırlamıştır. Noda, Hiei gemisinin Japonya’ya hareket
etmesinden iki gün önce verilen ziyafette II. Abdülhamid ile de tanışmıştır. Noda’nın
Türkçe öğrenme çabalarından haberdar olan II. Abdülhamid, tüm masraflarının saray
tarafından karşılanacağı garantisini vererek Noda’dan İstanbul’da kalarak Japonca
öğretmenliği yapmasını istemiştir (Misawa ve Akçadağ, 2008: 223–224). Noda’nın
teklifi kabul etmesi üzerine Harp Okulu bünyesinde ilk Japonca sınıfı kurulmuş ve
Noda da Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yerleşen ilk Japon olmuştur (Dündar,
2011a: 389).
101
Koloğlu’nun
aktardığına
göre
Noda
ile
tanışmış
olan
İstanbul
gazetecilerinden birisi Noda’yla ilgili şu bilgileri vermektedir:
24–25 yaşlarında bir delikanlı olup, az İngilizce ve ondan da az Türkçe
biliyor. Dil zorluğuna rağmen kendisiyle bazı hususlara dair yaptığımız konuşmadan
ikimiz de çok memnun kaldık. Devletlerimiz arasında ilişki kurulmasından son
derece memnun. Bundan sonra Japonlar’ın ayaklarının İstanbul’dan kesilmeyeceğini
ve muhakkak bir ticaret ilişkisinin başlayacağını umut ediyor (Aktaran: Koloğlu, 2
Kasım 1990).
Noda, İstanbul’da kaldıktan sonra birçok ziyaret yapmış ve birçok kişi ile
görüşmüştür. Bab-ı Âli’ye giderek Sadrazam başta olmak üzere birçok nazırla bir
102
araya gelmiştir. Şura-yı Devlet gibi dairelerin çalışmaları ile ilgili ayrıntılı bilgiler
edinmiştir. Tercüme Odası görevlilerinden Arif Paşazade Ali Fuad Bey, bu
ziyaretlerden birinde Noda ile bir araya gelmiş ve bu sohbetten edindiği bilgilerle
Sabah gazetesinde “Japonyalılar” başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Ali Fuad Bey
yazıda Japonların din anlayışını İslami bir tevhit inancını akla getirecek biçimde
anlatmaktadır:
Kalem Müdürü Moiz Bey’le birlikte, misafirlerimiz Japon kruvazörlerinin
âbidleri (din adamları anlamında) Hokan, Kovizomi ve Şimpo gazetesi muharriri
Noda efendilerden Japonya ahvaline dair sağladığım bilgileri sunuyorum…
Acaba bunların mezhebi nedir?
Japonya’da 12 çeşitli mezhep mevcut olup hükümetçe Budizm mezhebi
resmen tanınmış, korunma altına alınmıştır. Dolayısıyla Japonlar puta, ateşe ve
güneşe itaatli değil, sadece “Vahdaniyet-i İlahiyeye” (Allahın tekliğine) bağlıdırlar.
Tabiiyet-i diniyeleri, zanlarınca layezel ve münezzeh anel mekân (Zamandan ve
mekândan münezzeh) olan Amuta Buda (Ki Japon dilinde Allah demektir) kutsal
ismini verdikleri bir ilaha münhasırdır. Amuta’nın altında, insanların üstünde
bulunan ve 2800 yıl önce ölmüş olan Gotama ismindeki azizleri Pitaka namında üç
kitap bırakmıştır… (Aktaran: Koloğlu, 3 Kasım 1990).
Osmanlı Müslüman kamuoyuna Japonya’yı örnek göstermek konusunda en
“netameli” konu Japonların Müslüman olmamasıdır. Dolayısıyla Japonların
Müslüman olmasalar da en azından Allah’ın birliğine yani tevhide inandıklarının
ortaya konulması önemlidir. Mehmet Akif’in Japonların yaşayış biçimlerinin zaten
İslami olduğunu ve Müslümanlık konusunda tek eksiklerinin kelime-i şahadet
olduğunu iddia etmeye kadar vardıracağı düşünce yavaş yavaş Osmanlı kamuoyunda
yürürlüğe girmeye başlamıştır (Ersoy, 2009: 338–340). Noda’nın 1891 yılında
Müslüman olarak Abdülhalim ismini alması da oldukça dikkat çekmiştir:
Japonyalı Noda Efendi’nin Din-i Mübin-i İslâm’ı bil-kabul bir iki gün
evvelki sünnet-i seniyye ile dahi mübeccel [onurlanmış] olduğunu ve ismi
Abdülhalim tesmiye edildiğini [konulduğunu], karşı gazetelerinden naklen
refiklerimiz yazmışlar idi.
103
Bu babda icra ettiğimiz tahkikata nazaran, Abdülhalim Efendi, Diyanet-i
İslâmiye’yi bir mücâhede ve mübâhase-i [tartışma] akliye neticesi olarak kabul
eylemiştir. Mümaileyh [bahsi geçen kişi] ile münazara-i diniyeye girişmiş olan zat
ise, Liverpool’daki karındaşlarımızın reisi olan Abdullah William (Gulliam)
Efendi’dir. Abdullah Efendi, ahiran Dersaadet’te bulunduğu sırada, Abdülhalim
Efendi ile görüşerek, din-i Mübin-i İslâm’ın muktezayat-ı tabiyeye [yaradılışın
icabına] ve akliyat ve mantıkiyata derece-i tevafukunu [uygunluğunu] müsbit olmak
[ispat etmek] üzere İngilizce bir mübahaseye girişip serd eylediği berahin
[delillerin], mümaileyh Abdülhalim Efendi’ce makul görülerek hidayet-i Rabbaniye
ile salik-i [yolcu] Sırat-ı Müstakim olmuştur (Tercüman-ı Hakikat, 29 Mayıs 1891).
Noda’nın Müslüman olmasından sonra 1892 yılında Torajiro Yamada
İstanbul’a gelmiştir. Yamada bu tarihten sonra uzun yıllar İstanbul’da kalacak ve
104
Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında fahri bir konsolos görevi görecektir
(Erdemir, 2012: 375). Yamada, Ertuğrul’un batmasından sonra düzenlenen yardım
kampanyalarında aktif olarak rol almıştır. Bazı kaynaklarda Dışişleri Bakanı Aoki
Shuzo’nun
Yamada’dan
kampanya
sonucunda
toplanan
parayı
İstanbul’a
götürmesini istediği ileri sürülüyorsa da bu iddianın sağlam bir dayanağı olmadığı
görülmektedir (Misawa, 2007: 64–65). Yamada, Ertuğrul kazazedelerini İstanbul’a
getiren Hiei gemisinin kaptanı olan Amiral Tanaka’dan referans mektubu alarak 4
Nisan 1892’de İstanbul’a ulaşmıştır (Esenbel, 2012b: 349–350).
Noda, İstanbul’a gelişinden itibaren Yamada’ya yardımcı olmuştur. Yamada,
padişah için getirdiği hediyelerin takdiminde de Noda’nın yardımına başvurmuştur
(Tufan, 2010: 77–78). Noda, Yamada’yı Harb Okulu’nda verdiği Japonca derslerine
davet etmiştir. Ayrıca Yamada’yı birçok kişi ile tanıştırmıştır. İstanbul Ticaret Odası
Başkanı olan Spiraki Alexandri özellikle önemlidir zira Yamada ticari faaliyetlerini
gerçekleştirebilmesinde Alexandri’nin desteğini görmüştür. Yamada, İstanbul’da
dört veya beş ay kaldıktan sonra Japonya’ya dönmüştür. Japonya’ya döndükten sonra
ticari faaliyetleri için finansman aramaya başlayan Yamada en sonunda Osaka’da
Nakamura ailesinin desteğini almış ya da Nakamura ailesi Yamada’nın açtığı
mağazaya ortak olmuştur. 1893 yılı sonlarına doğru İstanbul’daki ilk “Japon
(Nakamura) Mağazası” Yamada tarafından açılmıştır. Bu tarihten sonra Yamada,
Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında iki tarafın da kabul ettiği bir iletişim
kanalı haline gelmiştir. Yamada İstanbul’a gelen Japon misafirler için ise doğal bir
mihmandardır. Nakamura Mağazası genellikle lüks ürünler satan ve en önemli
müşterisi Osmanlı sarayı olan bir dükkân hüviyetindedir (Misawa, 2011: 73–89).
Avrupa’da 1700’lerden itibaren ortaya çıkan Japon mallarına yönelik talep
105
Yamada’nın mağazası ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemiştir. Örneğin
bu dönemde Avrupa saraylarında görülen Japon köşesi ya da odası oluşturma modası
Osmanlı İmparatorluğu’nda da gözlenebilir. Dolmabahçe Sarayı’ndaki Japon Salonu
adı verilen bölüm ya da Yıldız Sarayı’ndaki Japonya kaynaklı ürünler bu ilgiye örnek
olarak verilebilir. Osmanlı saraylarında porselenden tekstile kadar Japon menşeli
birçok ürün vardır. Bu ürünlerin birçoğu Yamada tarafından temin edilmiştir (Tufan,
2010: 81–82; Erdemir, 2011: 222). Yamada sadece Japonya’dan ürünler getirmekle
kalmamış Osmanlı İmparatorluğu’ndan Japonya’ya da tütün, pamuk, yün, deri ve tuz
gibi ürünler ihraç etmiştir (Matsutani, 2000: 1249).
Yamada’nın bu süreçte Osmanlı sarayı tarafından himaye edilmiş olduğu
görülmektedir. Örneğin yurt içinde yaptığı ziyaretlerde ilgili vilayetlerdeki
valiliklerden kendisine gereken kolaylığın gösterilmesi istenmiştir (Tufan, 2010: 80).
Yamada’nın iki ülke arasındaki ticari faaliyetlere getirdiği açılım bir ticaret
anlaşması ihtimalini de ortaya çıkarmıştır. Zaten Ertuğrul faciası sırasında Dışişleri
Bakanlığı yapmakta olan Kont Aoki Shuzo, Osmanlı İmparatorluğu ile bir ticari
anlaşma yapma ihtimalini araştırmak üzere Zenjuro Horikoshi isimli bir memuru
Hiei gemisiyle birlikte İstanbul’a göndermiştir (Misawa, 2011: 59–60). Horikoshi,
Osmanlı İmparatorluğu’nda üretilen ürünler hakkında bilgi almak için Hariciye
Nezareti’ne başvurmuş, Ticaret ve Naifa Nezareti’ne yönlendirilmiştir. Ticaret Odası
gibi kurumlardan istediği bilgileri elde eden Horikoshi Londra’ya doğru yola
çıkmıştır. Horikoshi’nin araştırmaları Osmanlı kamuoyunun da ilgisini çekmiştir.
Sabah Gazetesi olayı şöyle aktarmıştır:
Saye-i hazret-i padişahide [padişahın himayesiyle] Japonya ile hasıl olan
ilişkimizin gerçekten memnuniyet verici sonuçlar yaratacağı büyük bir mutlulukla
tahmin ediliyor. İstanbul’un ticaret erbabı Japonya’nın ticari durumu ve mali
106
eğilimleri hakkında doğrudan doğruya elde ettikleri gerçek bilgiler üzerine
Japonya’ya memalik-i şahaneden [Osmanlı ülkesinden] üzüm, incir ve benzeri
ürünlerinden göndermek üzere bir ticari şirket kurmaya teşebbüs etmiştir. Şirketin
esas ticareti özellikle Aydın vilayetinin yetiştirmekte olduğu ürünlere ait
olduğundan, bu konuda bilgi edinmek için İzmir tüccarlarından bilgi edinilmesine
girişilmiştir (Aktaran: Koloğlu, 3 Kasım 1990).
Hizmet gazetesinde de bu konu ile ilgili haberler çıkmıştır. Haberde
İstanbul’daki ticaret erbabının Japonya ile ticaret yapmak için bir şirket kurma ve
Japonya’da daimi bir temsilci bulundurma isteğinden bahsedilmektedir. Ayrıca
gazeteye göre İzmir Ticaret Odası görüşmelerden haberdar olarak ticaret
faaliyetlerinde yer alma talebini İstanbul’a iletmiştir (Şahin, 2001: 101–102).
D. 1894–1895 Çin-Japon Savaşı
1892 yılında Tercüme Odası kâtiplerinden Mehmet Zeki tarafından
“Japonya’nın Mâzisi, Hâli, İstikbâli” başlıklı bir kitap yazılmıştır. Kitap bugün dahi
yeni ürünlerini görmenin mümkün olduğu bir türün ilk örneğidir. “Japonya’nın Batı
medeniyetinin tekniğini alırken manevi kültürünü muhafaza etmesi” Zeki’nin
kitabının temel sorunsalıdır ki bu tarihten sonra Japonya ile ilgili yazılan eserlerin
büyük çoğunluğunun da gündeminde bu mesele olacaktır. Zeki’ye göre Japonya’nın
ilerlemesinin temelinde yüksek ahlâk, vatanseverlik, askeri cesaret ve yetenek vardır.
Nezaket ve terbiyenin tüm topluma yayılmış olmasını Japonların ayırt edici
özellikleri olarak görmektedir. Zeki’ye göre Japonya’nın ilerlemesinde en dikkat
çekici ve önemli kısım askeri alanda yaşanan gelişmelerdir (Worringer, 2001: 164–
165). Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı karşıya olduğu askeri baskı birçokları gibi
107
Zeki’nin de bakışını şekillendirmiştir. Son dönem Osmanlı düşüncesinin en önemli
belirleyicisi olan bu yapısal gerçeklik (iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak)
elitlerin dünyaya bakışlarında sınırlılıklar ve yatkınlıklar yaratmıştır. Açıkel’in de
vurguladığı gibi elitlerin modernleşme süreçlerinde göz önüne aldıkları örnekler
serbest birer seçimin konusu olmamakta, aksine ulusal ve uluslararası kısıtlara ve
olanaklara göre şekillenmektedir (Açıkel, 2007b: 92). İçeriden ve dışarıdan sürekli
bir askeri baskı ile karşı karşıya olan Osmanlı İmparatorluğu için askeri alanda cari
teknolojik düzeyi yakalamak hayati bir önem arz etmektedir. Bu yüzden Zeki’nin
Japonya özelinde askeri gelişmeye yaptığı vurgu şaşırtıcı değildir. Tercüme
Odası’nda yetişmiş, yabancı dil bilen bir bürokrat olan Mehmet Zeki’nin Yeni
Osmanlıların anayasa, meclis gibi fikirlerine aşina olmaması düşünülemez. Tercüme
Odası mensubu bürokratlar Tanzimat döneminden beri Avrupa’yı ve Avrupa dillerini
(özellikle Fransızca) bilmek dolayısıyla yenilikçi fikirlere en açık grubu
oluşturuyorlardı (Zürcher, 2009: 106–107; Findley, 2011: 280–281). Zeki de
muhtemelen Japonya’nın ilerlemesinde anayasal bir rejimin ilanının etkisini
önemsiyordu. Ne var ki II. Abdülhamid’in iktidarda olması nedeniyle bu fikirlerini
açık etmemiş daha ziyade alttan alta süren imalarla yetinmiştir (Worringer, 2001:
165–166).
1893 yılında Japonya’nın Almanya Büyükelçisi olan Aoki, Japon Dışişleri
Bakanlığı’ndan, İstanbul’a giderek Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitülasyonları
kaldırma çalışmalarını ve bir ticaret anlaşmasının şartlarını incelemek için izin
istemiştir. İznin verilmesiyle Mayıs 1893’te İstanbul’a gelerek II. Abdülhamid’le
görüşmüştür. Aoki’nin Tokyo’ya gönderdiği detaylı rapora göre II. Abdülhamid iki
ülke arasında ticaret anlaşması imzalanması konusunda istekliydi ve Aoki’nin bu
108
konuda çaba göstermesi için özel olarak ricacı oldu. Hatta II. Abdülhamid hemen bir
anlaşmanın imzalanmasını istemiş ama Aoki’nin bu konuda yetkisinin olmaması
nedeniyle
hayal
kırıklığına
uğramıştır.
Antlaşma
konusunda
Osmanlı
İmparatorluğu’ndan aldığı olumlu izlenimleri Japon hükümetine ileten Aoki’nin
çabaları Berlin’de de devam etmiştir. Aoki iki yıl boyunca Japon Dışişleri
Bakanlığı’ndan cevap beklemiştir (Arık, 1991: 42–46).
Ticaret
antlaşmasının
gerçekleşmemesi
kişisel
düzeydeki
ziyaretleri
engellememiştir. 1887 yılında İstanbul’u ziyaret eden Prens Komatsu’nun oğlu olan
Prens Yoritomo Komatsu 1894 yılında İstanbul’u ziyaret ederek babasının
gönderdiği hediyeleri II. Abdülhamid’e takdim etmiştir. Prens, St. Petersburg’dan
yola çıkarak Odesa üzerinden İstanbul’a gelmiştir. Bu ziyarette dikkat çekici olan
Prens Komatsu’nun kimliğinin Japonlar tarafından gizli tutulmuş olmasıdır.
Muhtemelen Çin-Japon Savaşı nedeniyle Prens gezisi sırasında “Kont Mishima”
ismini kullanmıştır (Worringer, 2001: 86–87).
Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında ilişkiler resmi sonuçlar
doğurmayan ziyaretler biçiminde devam ederken 1894–1895 Çin-Japon Savaşı
yaşanmıştır. Savaş uluslararası alanda yarattığı etkiler nedeniyle Osmanlı
İmparatorluğu için de oldukça önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Savaşın
Japonya’nın zaferiyle sona ermesi İngiltere’nin Asya siyasetinde Japonya’yı
kendisine müttefik olarak seçmesine neden olmuştur. Başta Hindistan olmak üzere
Asya kıtasındaki çıkarlarını Rusya karşısında korumaya çalışan İngiltere’nin Asya’da
müttefik
olarak
Japonya’ya
yakınlaşması
Rusya
karşısında
Osmanlı
İmparatorluğu’na olan ihtiyacını azaltmıştır. İngiltere ile Japonya arasındaki
yakınlaşma 1902’de İngiliz-Japon İttifakı ile aşikâr hale gelmiştir (Beşikçi, 2007:
109
63). Ayrıca Japonya 1895’ten itibaren İngiltere ile imzalamış olduğu kapitülasyon
antlaşmalarının da kademeli olarak lağvedilmesini sağlamıştır. Böylece 19. yüzyıl
sonuna gelindiğinde Japonya dünya sistemine merkez ülkelerle eşit şartlarda dâhil
olan bir ülke haline gelmiştir (Esenbel, 2012a: 286; Hunter, 2002: 42).
1894–1895 Çin-Japon Savaşı, Osmanlı kamuoyu ve hükümeti tarafından da
sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Yurtdışındaki temsilcilikler bulundukları ülkelerin
110
savaşla ilgili tutumlarını yakından izlemiş ve İstanbul’a bildirmişlerdir (Şahin, 2001:
105; Şahin, 2003). Gazeteler ise savaşı yakından takip ederek okuyucularını haberdar
etmişlerdir. Bahçesaray’da İsmail Gaspıralı tarafından çıkarılmakta olan Tercüman
gazetesi savaşın, Osmanlı kamuoyunda Japonya’nın “yükselen güç” olarak imajına
katkısını göstermektedir:
Bundan birkaç sene önce Japonya’nın adı işitilmekte idiyse de buna kulak
veren hiç yok gibi idi. Her ne kadar Japonya’nın nizamı askeri tertip edip, Avrupa
usulü bazı ıslahat icra ettiği malum idiyse de Kore, Çin ve Annam gibi Moğol
kıtalarından pek de fark olmuyor idi. Bu halde Japonya’nın birden bire koca büyük
Çin’e karşı gösterdiği galebe herkesi hayrete koyup cümlenin dikkatini topladı
(Tercüman, 2 Nisan 1895).
Tercüman’da yayınlanan “Ramazan-ül Mübarek ve Terakki-i Japon” başlıklı
bir başka yazıda ise Japonya’nın Avrupa ülkelerinde dahi örnek olmasından
bahsedilmiştir:
Yaponya askerinin gösterdiği intizam serdarlarının gösterdiği maharet
bahriyesinin denizde hareketi değil yalnız destan emsal tutuluyor. Germanya
imparatoru bunların hareketi harbiyesini ibret tutup fünun-u harbiye akademiyasında
mahsus müzakere ediyor. Yaponyalılar gibi davranmak lazım olduğunu söylüyor
(Tercüman, 19 Şubat 1895).
Japonya’nın askeri alandaki başarısının dışında sahip olduğu okulların, sanayi
ve ticaret alanındaki gelişminin ve vatan sevgisinin de bir tesadüf olamayacağı
vurgulanmaktadır. Uluslararası hiyerarşi içinde Japonya’nın değişen konumunun
dikkat çektiği de görülmektedir. Tercüman en çok konsolosluk mahkemelerinin
yetkilerinin kaldırılmasını önemsemektedir. Yarı sömürge statüsünün işaretlerinden
biri olan konsolosluk mahkemelerinin kaldırılması, Japonya’nın Büyük Güçlerin eşit
bir üyesi olarak yükselişini simgelemektedir. Ayrıca haberde Japonya’nın başarılarını
111
mümkün kılan güç olarak bahsedilen “hissiyatı milletperesti” İsmail Gaspıralı’nın
Rusya Müslümanları arasında kurmaya çalıştığı birliğin işaretlerini vermektedir.
“Ahval-i Yapon” başlıklı yazıya göre de Japonya “…Avrupa’dan idare-i
meşruta usulünü, Fransa’dan muhakeme usulünü, Germenya’dan askerlik usulünü,
İngiltere’den bahriye usulünü ve Amerika’dan ticaret ve muamele usulünü tahsil ve
nakil” (Tercüman, 2 Nisan 1895) ederek ilerlemiştir. Aynı yazının baş kısmında da
Japonlar’ın “20-30 senelik bir gayret ve tahsilin semeresi olarak … serdarlar,
siyasiyunlar yetiştirip muntazam asker … meclis-i mebusan ve sanayi sahibi
oldukları” ifade edilmektedir. Siyasi ve askeri elitlerin öncülüğünde meşruti bir
monarşinin Japonya’nın ilerlemesindeki yeri konusu Tercüman’daki tüm yazılarda
üzerinde durulan bir konudur. Tercüman’ın Çin-Japon Savaşı ile ilgili yaptığı
haberlerde göze çarpan temalardan birisi de Japonya’nın seçici bir modernleşme
benimsediğidir:
… Japonların kamil ihtiyatı ile davrandıklarını tahsin görmemek mümkün
değildir. Her ne kadar fünun, sanayi ve ticaret efrenciyeden hisse, ders ve ibret
almak gayretinde iseler de her gördüklerini ve işittiklerini mizan tenkide çekip kabul
ettikleri kavmiyet ve hususiyetlerine mania ve ziyan olmamasını gözetiyorlar
(Tercüman, 2 Nisan 1895).
II. Abdülhamid’in şüphe ile yaklaştığı ve gazetesinin İstanbul’a sokulmasına
izin vermediği (Karpat, 2010: 452) Gaspıralı’nın bu sözleri seçmeci bir modernleşme
bağlamında II. Abdülhamid’in fikirleriyle uyum içindedir. Chatterjee’nin Batı’nın
maddi egemenliği karşısında ulusun kimliğinin kurulması ya da korunması için,
kimliğin merkezi olarak görülen özlerin korunması konusunda söyledikleri
Gaspıralı’nın “kavmiyet” ve “seçicilik” vurgusu ile paraleldir:
Öte yandan manevi alan, kültürel kimliğin "özünü oluşturan" işaretleri
taşıyan "içerideki" bir alandır. Bu sebeple, maddi alanda Batı'ya has becerileri taklit
112
etmede kişi ne kadar başarılı olursa, kendi manevi kültürünün farklılığını muhafaza
etme ihtiyacı da o denli fazla olmaktadır. Bu formül, bana göre, Asya ve Afrika'daki
sömürgecilik karşıtı milliyetçiliklerin temel bir özelliğidir (Chatterjee, 2002: 22).
Gaspıralı, Japonya’nın sentez başarısını överken yalnız değildir. II.
Abdülhamid iktidarıyla yakın ilişki içerisinde olan Mehmed Tahir Bey’in Ma’lumat
gazetesi de Japonya’nın “az zamandan beri, Aksa-yı Şark’da kuvvet ve vücudunu
hissettirerek, bütün cihanın nazar-ı dikkat ve hayretini celb [ettiğini]” söylemektedir.
Gazete ayrıca Japonya’nın “ağuşunu [kucağını]” büyük bir süratle “Avrupa’nın ulum
ve fünun ve terakkiyat[ına]” açtığını söylemektedir. Haberin devamında Japonya’nın
Osmanlı İmparatorluğu’nda bir elçilik açma isteğinden bahsedilmektedir (Ma’lumat,
24 Ağustos 1897).
113
Ahenk gazetesinde de Tercüman’dan alıntılanan bazı haberler yayınlanmıştır.
Ahenk de Japonya’nın önlenemez yükselişini okurlarına hatırlatmaktadır: “Tercüman
refikimizin dediği gibi bugün cümlenin ağzında Japonya ile Japonlar deveran
etmekte bulunduğu” (Aktaran: Şahin, 2001: 106).
1895 Çin-Japon Savaşı, Japonya’nın hızla modernleşen bir ülke olduğu
düşüncesinin popülerleşmesi konusunda önemli katkılar sağlamıştır. Tercüman ve
Ma’lumat, Japonya’nın eğitim, askeri güç, demiryolu gibi teknik modernleşme
114
konularındaki gelişiminden ve bunu vatanseverlik, ahlâki üstünlük gibi manevi
değerlerle bütünleştirme başarısından etkilenmişlerdir. Fark ise Tercüman’ın
Japonya’nın
gelişmesinin
siyasi
yönünden
yani
millet
meclisinden
de
bahsetmesindedir. Bu fark aynı zamanda II. Abdülhamid karşısında gelişmeye
başlayan muhalefetin tek gerçek ortak paydasını oluşturmaktadır: II. Abdülhamid’in
devrilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın tekrar açılması.
Japonya’nın Çin karşısında kazandığı zaferle sömürgeleri olan bir Büyük Güç
haline gelmesi Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerinde kapitülasyon beklentilerini de
güçlendirmiştir. Nitekim savaş sonrasında ticari antlaşma konusu tekrar gündeme
gelmiştir. Bu minvalde Ağustos 1895’te Japon Dışişleri Bakanlığı, Kont Aoki’nin iki
yıl önce gönderdiği taslakla ilgili cevabi bir metin yayınlamıştır. Metin, esas taslağa
ekonomik açıdan en ziyade imtiyaza mazhar millet statüsü eklemekte ve diğer
alanları olduğu gibi bırakmaktadır. Ayrıca Aoki bakanlık tarafından müzakereler için
tam yetkili olarak görevlendirilmiştir. Aoki, Osmanlı İmparatorluğu’nun Berlin
Büyükelçisi ile temasa geçerek Japon hükümetinin teklifini iletmiştir. Osmanlı tarafı
1877 yılında verdiği cevapta antlaşmanın sadece ticari hususları içermesini ve
yargılama gibi konuların taslaktan çıkarılmasını istemiştir (Arık, 1991: 45–46). Japon
hükümeti ise adli imtiyaza yer verilmemesinden dolayı Osmanlı tarafının tasarısını
(1888) kabul etmemiştir (Takahashi, 1982: 133–134).
1894–1895 Çin-Japon Savaşı sırasında Japonya tarafından ele geçirilen Port
Arthur ve Liaotung yarımadası Japonya’nın geri çekilmesinden üç yıl sonra 1898’de
Rusya ile Çin arasında yapılan anlaşma sonucunda Rusya’ya kiralanmıştır. Ayrıca
1891 yılında Rusya, Trans-Sibirya demiryolunun inşasına başlayacaktır. Bu
gelişmeler Rusya’nın Güney Asya’daki etkinliğini ve dolayısıyla da Japonya’nın
115
tedirginliğini arttırmıştır (Dündar, 2011b: 141). Aynı gelişmelerin bir sonucu olarak
hem Japonya’ya uluslararası alanda müttefik bulmak hem de askeri istihbarat ve
keşif gezileri için Japonya’dan birçok ziyaretçi Osmanlı İmparatorluğu’na gelmiştir.
Örneğin Albay Fukushima Yasumasa 1895–1897 arasında Orta Asya’yı kapsayan
uzun bir yolculuk yapmış ve Japon Genelkurmayı’na bir rapor sunmuştur. Diğer bir
istihbarat gezisi ise 1899’da Ienaga Toyokichi’nin afyon üretimi hakkında Osmanlı
İmparatorluğu ve Hindistan’a yaptığı yolculuktur (Esenbel, 2012a: 275–276;
Misawa, 2011: 91). Diplomatik alanda ise 1898 yazında Japonya Dışişleri Bakanı
Makino, Japonya’nın Viyana temsilcisini bu şehirdeki Osmanlı temsilcisi ile ticaret
antlaşması konusunu görüşmesi görevlendirmiştir (Arık, 1991: 47). Japonya Dışişleri
Bakanlığı adli ayrıcalıklar konusunda İstanbul’da bulunan Torajiro Yamada’yı
kullanmıştır. Japonya, Yamada’yı öne sürerek Japon vatandaşlarının kapitülasyon
verilmiş olan Avrupa devletlerinin vatandaşları ile eşit muamele görmesini istiyordu
(Esenbel, 2012b: 356). Japonya’nın hukuki ayrıcalıklar konusunda diretmesi,
Osmanlı tarafının ise var olan kapitülasyonlara bir yenisini eklemekten imtina etmesi
nedeniyle
antlaşma
meselesi
yine
sonuçsuz
kalmıştır.
Osmanlılar
için
kapitülasyonların kaldırılması (bu tür antlaşmalara zorlanan Japonya için olduğu
gibi) dünya sistemine eşit biçimde eklemlenmenin önemli işaretlerinden biriydi. Bu
yüzden Japonya’nın Büyük Güçlerle yaptığı eşitsiz antlaşmaları tadil etmesi dikkatle
izleniyordu:
Yaponya’nın taaccüp edilecek diğer bir ciheti vardır ki ona dikkat edelim.
Geçenlerde İngiltere ve Portugalya hükümetleri ile akdettiği ahidnameler hükmüne
binaen bunların teb’aları Yaponya’da bulunacak Yapon idaresine ve mahkemelerine
tabi olacaktır. İngiliz ve Portugal kansüllerinin umuru ticaretten maada Yaponya’da
ilişiği kalmamıştır. Ağalık zamanları geçmiştir. Bu yolda ahidnameler Germanya ve
Rusya ile dahi müzakere olunuyor.
116
Yaponların bu muvaffakiyetleri Çin’e galabelerinden daha büyüktür. Çünkü
hukuku milli ve düveliye tam mutasarrıf oluyorlar. Avrupanın akvam-ı
mütemeddinesi ile bir derecede olmuş oluyorlar (Tercüman, 19 Şubat 1895).
Dolayısıyla Japonya’ya olan ilginin temel motivasyonlarından birisi
Japonya’nın kapitülasyon antlaşmalarını kaldırılmasıyken, Japonya ile eşitsiz bir
antlaşma yapmak Osmanlı İmparatorluğu için (Büyük Güçler gibi bunu askeri gücün
gölgesinde dayatmadığı takdirde) söz konusu değildi. Diğer taraftan emperyalist
yarışa geç kalan Japonya’nın Güneydoğu Asya’dan bu kadar uzak bir bölgeye
müdahale
olasılığı
olmadığı
için
diplomatik
baskılar,
askeri
girişimlerle
desteklenememiştir.54
Antlaşma sorununun yanı sıra Japonların Osmanlı İmparatorluğu’nu
ziyaretleri devam etmiştir. 1899’da Japon hükümeti tarafından Saint Petersburg’a
gönderilen Prens Konoye iki hafta süreyle İstanbul’da kalarak eğitim alanında
incelemeler yapmıştır (Worringer, 2001: 92). 1900 yılının başlarında Japonya Maliye
Bakanlığı memuru Keizaburo Hashimoto ve tarım uzmanı Zenjiro Sasaki tarım
alanında incelemeler yapmak üzere İstanbul’a gelmiştir. Hemen akabinde Nisan
1900’de ise Prens Kotohito İstanbul’u ziyaret etmiştir (Misawa, 2011: 92). 1902’de
de Albay Nagaoka bilinmeyen bir sebeple İstanbul’a gelmiştir. Aynı yıl, İngiltere’ye
giderken Singapur’a uğrayan Prens Komatsu buradaki Osmanlı elçisi ile Japonya’da
bir Osmanlı temsilciliği ve daha sonrasında da büyükelçilik açılması konusunda
görüş alışverişinde bulunmuştur. 1904 yılında ise Japon devlet akademisinde görevli
54
Worringer’in aktardığı bir belge (BBA HR. HMŞ. İŞO 48/3) Osmanlı yöneticilerinin Japonya’nın
Siyam’da “savaş botu diplomasisi” (gunboat diplomacy) ile kapitülasyon imtiyazları elde ettiğini
bildiğini göstermektedir. Dolayısıyla Osmanlı yöneticilerinin, Japonya’ya karşı şüpheci olmaları için
yeterli kanıta sahip oldukları söylenebilir (Worringer, 2008: 96).
117
olan Mimar Dr. Ito, Osmanlı İmparatorluğu’na gelmiş ve İstanbul başta olmak üzere
birçok vilayette incelemelerde bulunmuştur (Worringer, 2001: 93–94).
1902 yılının Ocak ayında İngiliz-Japon ittifakı kurulmuştur. İttifaka göre
İngiltere, Japonya’nın Kore üzerindeki haklarını tanımıştır. Ayrıca taraflardan birisi
üçüncü bir ülke ile savaşa girerse öteki bu savaşın dışında kalacak, ancak savaşa bir
düşman ülke daha katılırsa ittifakın diğer tarafı da savaşa girecektir. İttifakın önemi
Rusya ile Japonya arasındaki olası savaşa üçüncü bir ülkenin girmesi durumunda
İngiltere’nin de savaşa girecek olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla ittifak
Rusya ve Japonya arasındaki mücadelenin genişlemesi önünde engel oluşturarak
kendi aralarında bir savaşı güdülemiştir (Hunter, 2002: 46). Bu senaryo 1904–1905
Rus-Japon Savaşı sırasında etkisini gösterecek ve iki taraf üçüncü bir ülkenin
katılımı olmadan karşı karşıya geleceklerdir.
118
III. İKİNCİ ABDÜLHAMİD, JÖN TÜRKLER VE 1904–1905 RUSJAPON SAVAŞI
1904–1905
Rus-Japon
Savaşı
tüm
dünyada
olduğu
gibi
Osmanlı
İmparatorluğu’nda da büyük bir etki yaratmıştır. Fakat savaşın Osmanlı
İmparatorluğu içindeki etkilerini anlayabilmek için öncelikle imparatorluk içinde II.
Abdülhamid’e karşı gelişmekte olan muhalefet hareketine bakmak gerekmektedir.
A. Jön Türk Muhalefeti
II. Abdülhamid rejiminin temel açmazlarından birisi kurduğu modern eğitim
kurumlarıyla, iletişim ve ulaşım ağını genişletmesiyle kendisine karşı oluşan bir
muhalefet hareketini beslemesi olmuştur (Zürcher, 2011: 30). İlk muhalif
örgütlenmeler de hem Yeni Osmanlılardan miras kalan düşüncelerden hem de
okudukları kitaplar vesilesiyle anayasal ve liberal fikirlerden etkilenen Tıbbiye,
Mülkiye ve Harbiye öğrencileri arasında kurulmuştur. Bu okullar Namık Kemal’in
hürriyet, vatan, millet konularındaki duygu yüklü şiir ve yazılarının okunup
tartışıldığı alanlar haline gelmişlerdir. Özellikle Mizancı Murad Bey ya da Recaizade
Mahmud Ekrem gibi isimlerin derslerde yaptıkları konuşmalar dönemin öğrencileri
üzerinde büyük etkiler bırakmıştır. Diğer taraftan biyoloji gibi dersler ve okunan
kitaplarla gelişen yoğun bir pozitivizm de göz ardı edilmemelidir. Ahmet İhsan’in
Mülkiye’deki nebatat dersi ile ilgili anıları bu etkinin gücünü naif bir biçimde
göstermektedir:
Salih Efendi’nin Kanlıca’daki yalısının bahçesi Türkiye’nin ilk nebatat
bahçesi idi. O, derse geldiği günler bahçesinden getirdiği çiçeklerin, yaprakların ilmî
119
yaşayışlarını anlatırken bizim batıl itikatlarla doldurulmuş olan zihinlerimizi sanki
süpürür ve temizlerdi (Akt: Mardin, 2008: 48).
II. Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşmesinin destekleyicilerinden
olmakla birlikte Ahmed Midhat Efendi de Tercüman-ı Ahval yoluyla dönemin
tartışma ortamına önemli katkılar yapmıştır. Avrupa’dan yapılan materyalizm
tartışmalarını Osmanlı kamuoyuna – eleştirerek de olsa - aktararak bir kanal işlevi
görmüştür. Tercüman-ı Ahval aynı zamanda Beşir Fuat’ın yazdığı yazılar yoluyla da
pozitivist düşüncenin genişlemesini sağlamıştır (Mardin, 2008: 50–64).
Beşir
Fuat’ın Tıbbiye mezunu olması bir rastlantı değildir. Bu okullarda bilimsel
materyalizmden yoğun biçimde etkilenmiş bir kuşak yetişmiştir.55 Büchner’in Kraft
und Stoff (Güç ve Madde) adlı kitabı İstanbul’daki askeri okul öğrencileri arasında
büyük ilgi görmekteydi (Findley, 2011b: 163). Tıbbiye’deki öğrenciler II.
Abdülhamid istibdadının yıkılışına yönelik taktiklerini kimyadan devşirecek kadar
pozitif bilimleri önemsiyorlardı:
Kimya okuyoruz, hattâ hasis bir cismin diğer bir hasis cisim ile ittihadından
hararetler, kuvvetler, elektrikler husule geldiğini görüyoruz. Bu iki madde-i hasise
birleşince dürlü hevâssı haiz kıymetli bir cisme tebdil ediveriyor. Birleşelim müdhiş
bir kuvvet meydana gelir. Sonra hücum edelim. İstibdad kalesinin bize karşı
kurulmuş olan burcunu biz elimizle yıkalım… (Akt: Hanioğlu, 1981: 12)
Böylece bu okullar Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni elitlerini meşruti bir yönetim,
hürriyet, biyolojik materyalizm gibi fikirlerle donatarak muhalif örgütlenmelerin
temellerini atmışlardır.
İlk örgüt, anayasayı ilan etmek ve meclisi açmak amacıyla 1889 yılında
Mekteb-i Tıbbiye’de kurulan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’dir. Cemiyet oldukça yavaş
55
Osmanlı İmparatorluğu’nda pozitivizmin gelişimi için bkz: (Korlaelçi, 1986).
120
büyümesine rağmen sultanın hafiyeleri tarafından ortaya çıkarılmış ve baskılar
sonucunda bazı üyeleri Paris’e kaçmıştır. İstanbul’dan kaçan muhalifler Paris’te bir
önceki kuşaktan kalan meşrutiyetçi ve padişah karşıtı bir kadro ile karşılaşmışlardır.
Paris’te oluşan bu muhalif hareketin önde gelen ismiyse Bursa eski maarif müdürü
olan Ahmed Rıza Bey’dir. Hareket Ahmed Rıza önderliğinde İttihat ve Terakki
Cemiyeti (İTC) ismini almıştır (Zürcher, 2009: 136). Örgütün bu ismi almasında
Comte pozitivizminin etkili olduğu açıktır. Comte’un “düzen ve ilerleme” ilkesinin
Osmanlı İmparatorluğu’nun “birlik” ihtiyacına göre revize edilmesiyle “İttihat ve
Terakki” ismi ortaya çıkmıştır. Comte pozitivizmi bu dönemde sadece Osmanlı
İmparatorluğu’nda değil tüm dünyada geniş bir takipçiler zinciri oluşturmuştur.
Örneğin, 1889 yılında kurulan Brezilya Cumhuriyeti’nin bayrağına da “düzen ve
ilerleme” ilkesi işlenmiştir (Findley, 2011b: 163).
Ahmed Rıza, Paris’te Halil Ganem ile birlikte Türkçe ve Fransızca olarak
Meşveret ve Mechveret gazetelerini yayınlamaya başlamıştır. Fransızca Mechveret’in
mottosu “Ordre et progrés” (düzen ve ilerleme) olarak belirlenmiştir (Sönmez, 2012:
73).56 Kanun-ı Esasi’nin yirminci yılı için Paris’te yapılan kutlamalara Ahmed
Rıza’nın çok etkilendiği Fransız pozitivistlerinin lideri Pierre Laffitte de katılmıştır.
Halil Ganem, toplantıda Osmanlı elitlerinin pozitivizmin evrenselciliğinden ne kadar
etkilendiklerini, Doğu ve Batı arasında kendilerini nasıl konumlandır(ama)dıklarını
açıkça gösteren bir konuşma yapmıştır:
Bizim kardeş ziyafetimize katılmış olduğunuz için teşekkür ederim beyler.
Bizim sizden olduğumuzu, aynı aileye, yegâne çocuğu terakki (progrés) olan
hürriyetin büyük ailesine ait olduğumuzu düşündünüz. Pekâlâ! Yanılmıyorsunuz.
56
Osmanlıca Meşveret’in başında ise Namık Kemal’in Hürriyet gazetesinde olduğu gibi “Ve şâvirhum
fi’l emr” (İş hakkında onlara danışınız) yazmaktadır (Sönmez, 2012: 73).
121
Biz Asyalıyız, biz Avrupalıyız, biz Osmanlıyız ve biz Fransızız. Irk olarak Asyalıyız,
eğitim bakımından Avrupalıyız. Kan ve kalbimizle Osmanlıyız. Özgürlük düşüncesi,
medenî milletler ruhu ile ve devrim ilkelerine bağlılığımızla Avrupalıyız… (Akt:
Korlaelçi, 1986: 212–213).
Aynı toplantıda Ahmed Rıza’nın yaptığı konuşma da Osmanlı elitlerinin
kendi modernliklerini ölçmek için “model” olarak aldıkları Batı’nın onayına
duydukları ihtiyacı göstermektedir:
Sizin bu toplantıda bulunuşunuz, sadece vatanımız için gösterilen sempatinin
delili olarak değil, bütün gücümüzle takibettiğimiz düzen (Ordre) ve ilerleme
(Progrés) fikrinin tasvibi olarak yorum yapmamıza müsaade ediyor… (Akt:
Korlaelçi, 1986: 212).
Ahıska’nın Kemalist seçkinler için yaptığı tespitler burada da geçerlidir:
“Modelin” asli sahiplerinin onayları, Doğulu ve Batılı olmanın sınırlarını çizmek
konusunda yaptıkları sınır idareleri, Osmanlı aydınlarının kendi politik öznelliklerini
inşa etmelerinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu aynı zamanda hayali bir Batılı
gözle kendisine bakarak kendi kimliğini inşa etmek anlamına gelmiştir (Ahıska,
2008: 46–47).
1.Muhalefette Bölünmeler
Jön Türk hareketi üyeleri ya da daha genel olarak dönemin tüm elitleri
pozitivist eğilimlere sahip olsalar da Ahmed Rıza’nın radikal bir pozitivist olarak
görülmesi sorunlar yaratmıştır. Şerafettin Mağmumi, Ahmed Rıza’dan “dinsiz ve
hamiyetsiz bir herif…” olması nedeniyle rahatsız olduğunu dile getiriyordu. Bu
rahatsızlığı açık biçimde görünür kılan gelişme ise Mizancı Murad Bey’in 1896
122
yılında Paris’e gelmesi olmuştur. Mekteb-i Mülkiye’deki hocalık döneminden
başlayarak cesur ve yenilikçi fikirleriyle öne çıkan Murad, önce İstanbul’da sonra da
Kahire’de yayınladığı Mizan gazetesi ile büyük bir üne kavuşmuştu. Murad Bey,
Ahmed Rıza’ya göre İslam’a ve hilafete daha büyük bir önem atfediyordu. Dış
müdahale, istibdada karşı kullanılacak yöntemler, Ermeni sorunu ve Girit meselesi
gibi konularda da Ahmed Rıza ve Murad Bey arasında fikir ayrılıkları vardır. Bu
görüş ayrılıkları 1896 yılında Murad Bey’in cemiyetin liderliğine getirilmesiyle bir
sonuca bağlanmıştır. Meşveret’in yayınının durdurulmasına ve Mizan’ın cemiyetin
yeni yayın organı olmasına karar verilmiştir (Sönmez, 2012: 75–78).
1894–1896 yılları arasında yoğunlaşan Ermeni sorunu padişahın ülkeyi bir
arada tutmadaki başarısızlığına yorulmuş ve muhalifleri güçlendirmiştir. Bu
gelişmeler hemen padişahı devirmeyi amaçlayan planların ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Yapılan planların padişah tarafından öğrenilmesi sonucunda ise yüzlerce
kişi tutuklanmıştır. 1876 yılında gerçekleşen bu olaydan bir yıl sonra bu kez askeri
okullarda hazırlanan bir komplo ortaya çıkartılmıştır. Çok sayıda öğrenci okuldan
atılmış, birçok kişi de sürgüne gönderilmiştir (Findley, 2011b: 161–162). 1897
yılında ise Osmanlı-Yunan Savaşı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun zaferiyle
sonlanması II. Abdülhamid tarafından meşruiyetini artırmak için kullanılmıştır. Bu
durumun örgütte yarattığı rahatsızlık ve hayal kırıklığı Meşveret’in savaşla ilgili
yaptığı yorumlara yansımıştır:
Sulh-i kati muâhedesi imzâlandı. Yunan muhârebesi hitama erdi. Biz
muzaffer olduk. Lakin bu muzafferiyetden bilmem ne kazandık… Muhârebeye sar
edilen paranın miktarını ahâlî bilmiyor. Kâr ettik sanıyor. Bu masrafın, zararın
acısını bir sene sonra his edecektir. Galibiyet neşesi düşünmeğe mâni’ oluyor.
Muzafferiyet yalnız pâdişahın zâhiren sahte vekarını, servetini artırdı… Kavmin
musîbetinde fâide, ni’met arıyor (Meşveret, 24 Kanûn-ı Evvel 1897).
123
II. Abdülhamid, Yunan zaferinin ve Ermeni olaylarının en kötü döneminin
atlatılmasının getirdiği itibarı yurtdışı muhalefetini bastırmak için kullanmıştır
(Zürcher, 2009: 137). Padişah bir taraftan diplomatik yollarla İttihat ve Terakki
Cemiyeti (İTC) üyelerinin faaliyette bulundukları Avrupa ülkelerinden İTC üyelerine
karşı önlem almalarını istemiştir (Finkel, 2010: 448). Diğer taraftan da af, para,
makam ve reform gibi özendiricilerle yurtdışındaki örgüt üyelerini muhalefetten
koparmaya çalışmıştır. Murad Bey’in 1897 yılında İstanbul’a dönmesi padişahın
çabalarının boşa gitmediğinin bir göstergesidir (Findley, 2011b: 162). Murad Bey’in
İstanbul’a dönüşü muhalefet hareket açısından büyük bir moral bozukluğu ve prestij
kaybı
yaratmıştır.
Padişahın
verdiği
reform
sözlerinden
hiçbirisini
gerçekleştirmemesi, mahkûm edilen ya da sürgün cezası verilen cemiyet üyelerinin
affedilmemesi, bu geri dönüşü bir hezimet haline getirmiştir (Hanioğlu, 1989: 241–
242). Ahmed Rıza, Murad Bey’in dönüşünden sonra dağılmanın eşiğine gelen
cemiyeti toparlamaya çalışmış ve öncelikle Osmanlıca Meşveret’i (Halil Ganem’le
birlikte) tekrar yayınlamaya başlamıştır. Ahmed Rıza, kısa bir süre önce kendisini
hareket içinde etkisiz hale getiren Murad Bey’in padişahla anlaşmasından dolayı onu
ve arkadaşlarını “önüne atılan kemiği kapan yalayan alçaklar” diyerek aşağılamıştır
(Sönmez, 2012: 81).
Murad Bey’in gidişinden sonra güç duruma düşen Cenevre grubunda İshak
Sukûti, Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Nuri Ahmet Paşa, Reşit, Halil Muvaffak,
Akil Bey, Refik Bey Osmanlı gazetesini çıkarmaya karar vermişlerdir. Grup gazeteyi
çıkarmadan önce padişaha isteklerini bildiren bir tasarı göndermiştir. Dolayısıyla
muhalefet hareketi ile padişah arasında bağlar sürmektedir (Mardin, 2008: 144).
Mardin’in Jön Türklerin II. Abdülhamid’i babalık görevini yerine getirmekte kusuru
124
olan bir baba gibi gördüklerini söylediğini hatırlamak bu tavrı açıklamakta yardımcı
olabilir (Mardin, 2008: 87). Diğer taraftan Sönmez’e göre Ahmed Rıza dışındaki Jön
Türklerin bu uzlaşmacı tavrını muhaliflerin kendilerini iktidarla aynı elit
formasyonunun
üyeleri
olarak
görmeleriyle
ilişkilendirmek
gerekir.
Yeni
Osmanlılarda çok daha net olan bu eğilim, Jön Türk hareketi içinde belli bir dönem
için geçerli görünmektedir (Sönmez, 2012: 82–83). Ama özellikle 1905–1906
sonrasında bizzat padişahı hedef alan suçlama ve hakaretler bu eğilimin ortadan
kalktığını da gösterecektir. Dolayısıyla bu dönemden sonra uzlaşmacı olmaktan çok
yıkıcı bir muhalefet hareketi ortaya çıkacaktır. Osmanlı gazetesi (her ne kadar
Cenevre grubu sonunda padişahla uzlaşmış olsa da) bu tür ihtilalci bir muhalefetin
işaretlerini vermesi bakımından önemlidir. Zira gazete, İshak Sukûti gibi gençler ve
Miralay Şefik, Yüzbaşı Çürüksulu Ahmet Bey gibi askerler tarafından idare
ediliyordu. Osmanlı gazetesini yayınlayanların ihtilalci niteliği, hürriyet isteyen
Japonların hırsla çalışmalarından ve Japon harbiye nazırının imparatoru devirmek
isteyen bir örgüte katılmış olmasından övgüyle bahsetmesinden anlaşılabilir (Oğuz,
2006: 34). Osmanlı bu durumu “bizim Serasker Paşa’ya ne güzel bir numûne-i
imtisal!” diyerek yorumluyordu (Hanioğlu, 1989: 67). Paris şubesi, muhtemelen
Ahmed Rıza’nın şiddet karşıtlığının etkisiyle eğitim gibi uzun vadeli konulara daha
fazla eğilmiştir. Bu dönemde Paris şubesinde yer alan ve 1905 sonrasında Bahaeddin
Şakir’le birlikte örgüte yeni bir dinamizm getirecek olan Dr. Nazım, Japonya’nın
ilerlemesinde en önemli faktörün yurtdışına gönderdikleri öğrenciler olduğundan
bahsetmektedir:
Evladının tahsîli için ayda iki yüz frank tedârik edebilecek pederler bizde
çoktur bu kadar cüz’î himmet ile hasıl olacak menâfiin derecesi hakkında bir fikir-i
sahîh etmek için Japonyalılar’ın daha dün bizden ayrılan Sırplarla Bulgarlar’ın
125
gösterdikleri âsâr-ı terakkiyi nazar-ı insâfa almak kifâyet eder. Bu terakki hep
Avrupa’ya gönderilen talebeler sayesinde husûle [meydana] geldiğine kim iştibâh
[şüphe] eder? (Akt: Coşkun, 2006: 88).
Görüldüğü
gibi
Nazım,
ülkenin
gelişmesi
için
yurtdışına
öğrenci
gönderilmesini önemsemektedir. Nazım’ın Avrupa ısrarı boşuna değildir, ona göre
“Avrupalılar pek büyük himmetler sarf ederek, hayatlar fedâ’ ederek bu ni’meti elde
etmişler, meydana koymuşlardır”. Nazım, “Avrupa’da tahsîle dince bir mani’
tasavvur eden babalara” “İslâmiyyet cehâlet düşmânı ilm hâmîsi ol[duğunu]”
hatırlatmaktadır: “Biz bu ni’met-i uzmâyı bu kıymeti takdîr olunmaz cevheri hazır
buluyoruzda niçin elde etmeğe cehd etmiyoruz?” Ayrıca “hüsn-i idâreye nâil olan
milletlerden hangisinin ma-sevk-i ahvâli tedkik edilse bu derece-i terakkinin asırlarla
süren hemen mütevaliye [sıranın] mahsûlü olduğu görülüyor.” diyerek Ahmed
Rıza’nın devrimciliği reddeden muhafazakâr pozitivist evrimciliğine yaklaşmaktadır.
Fakat dikkat çeken nokta Paris şubesinde olmasına rağmen Nazım’ın yazdıklarının
gençlerin ve askerlerin yönetimindeki Cenevre şubesiyle oldukça yakın olmasıdır.
Nazım yazıya “Vatan ateş-i ihtilâl içinde kavruluyor.” diyerek başlamaktadır.
Osmanlı’nın seraskeri isyana davet etmesinden daha düşük tonda olmasına rağmen
Dr. Nazım da II. Abdülhamid’in istibdadına rağmen onun emri altında çalışan
memurlara
kızgındır:
“nâmûslu
bir
me’mûrun
idâre-i
hâzıra
icrâat-ı
zulümkârânesine âlet olmak zilletini kabûl edişine… teessüf etmemek de elimizden
gelmiyor!” (Akt: Coşkun, 2006: 87–88). Genel olarak Nazım’ın sözleri
değerlendirildiğinde hem kendisini Ahmed Rıza ya da Mizancı Murad gibi örgütün
yaşlı kadrolarından ayıran devrimci bir heyecana hem de kısa vadeli olmaktan ziyade
uzun vadeli çalışmaları önemseyen bir sistematikliğe sahip olduğu söylenebilir.
126
Dr. Nazım’ın büyük bir önem verdiği Avrupa’da eğitim konusuna cemiyetin
Mısır şubesinin başında bulunmuş ve Kanun-ı Esasi gazetesini yayınlamış olan Hoca
Kadri’nin gözünden bakmak Jön Türk hareketinin parçalı yapısını anlamayı
kolaylaştıracaktır. Kadri, 1899 yılında Mısır’da yayınlanmış olan İstinsâf adlı
kitabında yurtdışına gitmenin öğrencilerin ahlâkını bozduğu söylemektedir. Bu
konuda Japonya’yı ve Rusya’yı örnek gösteren Kadri’ye göre bu ülkeler artık
yurtdışına öğrenci göndermeyi bırakmışlardır (Korkmaz, 2006: 11–12). Kadri
“...usül- u
İslâmiyeden olan meşverete müstenid bulunan Avrupa hükümât-ı
âhiresinin terakkisi meydandadır...” (Hanioğlu, 1981: 134) diyerek meşruti bir rejim
istediğini belirtse de Avrupa’ya eğitime gitmenin gençlerin ahlâkını bozacağını
düşünmesi onu Nazım’dan ya da Ahmed Rıza’dan ayırmaktadır. Japonya örneğinin
üç isim tarafından da eğitim bahsinde öne çıkarılması ayrıca dikkate değerdir. Son
dönem Osmanlı düşüncesinin reform listesinde eğitim her zaman için en başta gelen
unsur olmuştur. Mardin’in dolaylı olarak vurguladığı gibi eğitime verdikleri önem
Jön Türkler arasındaki temel ortaklıklardan birisidir. Mizancı Murad Bey, Ahmet
Rıza, Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin gibi isimler ya da onlar tarafından çıkarılan
Meşveret, İçtihad, Şura-yı Ümmet gibi yayınlar aralarındaki farklılıklara rağmen
eğitime verilen önem paydasında birleşmişlerdir (Mardin, 2008). Pozitivizmin
muhafazakâr yaklaşımının devrim yerine uzun vadeli evrimci bir yöntemle daha
kolay uyum sağlaması bunda etkili olmuştur. Diğer taraftan hem kurtuluşu bir elit
sınıfının yaratılmasında görenler hem de daha popülist bir biçimde kurtuluşu halkın
düşünce ve eylemlerinin radikal biçimde değişmesiyle ilişkilendirenler eğitime önem
vermede birleşmişlerdir.
127
Cenevre grubu 1899 yılında maddi sıkıntılar, İsviçre hükümetinin baskısı ve
Reşad Efendi’yi tahta geçirmeyi hedefleyen Reşadiye Komitesi’nin başarısızlıkla
sonuçlanması gibi nedenlerle padişahla tekrar pazarlığa oturmuştur. Uzun pazarlıklar
sonucunda anlaşma sağlanmıştır. Anlaşmaya göre Cenevre şubesinde bulunan
Abdullah Cevdet, İshak Sukûti, Tunalı Hilmi, Halil Muvaffak gibi isimler çeşitli dış
temsilciliklere atanmışlardır. Kendi uzmanlık alanları dışında padişah aleyhinde yazı
yazmayacaklarına teminat vermelerine karşılık padişah da Trablusgarp’ta ve
Fizan’da bulunan siyasi tutukluları serbest bırakmıştır (Hanioğlu, 1981: 38–40).
Mizancı Murad Bey’den sonra Cenevre şubesinin diğer üyelerinin de padişahla
anlaşması hareket için bir kez daha yıkım olmuştur.
2. Muhalefette Yol Ayrımı
Cemiyeti içine düştüğü umutsuz durumdan kurtaran kişi ise muhalefete
katılmak için 1899 yılında oğulları Sabahattin ve Lütfullah’la birlikte Avrupa’ya
gelen II. Abdülhamid’in kayınbiraderi Damat Mahmud Celâlettin Paşa’dır. Bir kuşak
önce Yeni Osmanlılar için Mustafa Fazıl Paşa’nın oynadığı rolü, bu kez Jön Türkler
için Damat Mahmud Celâlettin Paşa oynamıştır (Zürcher, 2009: 138). Celâlettin
Paşa, örgütün Cenevre şubesiyle ilişkiye geçmiş ve 1900’den itibaren Osmanlı
gazetesinde yazmaya başlamıştır. Bu süreçte Jön Türk hareketine katılan bir diğer
önemli isimse Mithad Paşa’nın arkadaşı olan İsmail Kemal Bey’dir. Örgüt açısından
dönüm noktalarından birisi hareketi derleyip toparlayacak bir kongre toplanması
fikridir. Böylece Prens Sabahaddin ve kardeşi Lütfullah Bey tarafından yapılan bir
çağrıyla 1902 yılında I. Jön Türk Kongresi Paris’te toplanmıştır. Kongrede tartışma
128
yaratan iki temel konu vardır: İlki, II. Abdülhamid’e karşı nasıl muhalefet yapılacağı
yani
meşrutiyetin
tesis
edilmesinde
askeri
kuvvetlerle
işbirliği
yapılıp
yapılmayacağına dairdir. İkincisi ise dış güçlerin müdahalesi konusunda nasıl bir
tavır alınacağına ilişkindir. Kongreye katılanlar müdahale konusunda takındıkları
pozisyona göre “müdahale taraftarları” ve “adem-i müdahaleciler” olarak ikiye
ayrılırlar (Sönmez, 2012: 88–89). Başında İsmail Kemal Bey57, Prens Sabahaddin,
Damat Mahmud Celâlettin Paşa gibi isimlerin bulunduğu müdahale taraftarı grup
kongrede çoğunluğu ele geçirmiştir. Ahmed Rıza önderliğindeki müdahale karşıtı
grupsa azınlıkta kalmıştır. Bununla birlikte imparatorluk içindeki ulusal grupların
desteğini almış olan çoğunluk grubu bir arada tutulması zor, gevşek bir koalisyonu
temsil etmekteydi. Ahmed Rıza önderliğindeki grupsa sayıca az olmakla birlikte
daha türdeş bir topluluk olması itibariyle daha etkin olmuştur (Hanioğlu, 1981: 45–
46).
Kongrede yaşanan bölünme Prens Sabahattin tarafından önce Osmanlı
Hürriyetperverân Cemiyeti’nin ve daha sonra 1906 yılında da Teşebbüs-i Şahsi ve
Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin kurulmasıyla resmiyet kazanmıştır (Zürcher, 2009:
139). Ahmed Rıza ve taraftarları ise kongrenin ardından çeşitli Jön Türk gazetelerini
birleştirerek 10 Nisan 1902’den itibaren Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti adına
Şura-yı Ümmet gazetesini yayınlamaya başlarlar. Kurulduğu dönemde Şura-yı
Ümmet’in yayın çizgisi; anayasal yönetim talebini, Avrupa ülkelerinin müdahalesine
karşıtlığı, Osmanlı birliğini savunmak üzerine kuruludur. Ayrıca daha önce de
57
Sönmez, kongredeki temel bölünmenin “liberal ve adem-i merkeziyetçi” Prens Sabahaddin ile
“Türk milliyetçisi ve merkeziyeçi” Ahmed Rıza olduğuna yönelik yaygın kanıyı güçlü biçimde
eleştirmiştir. Buna göre kongredeki bölünmede çoğunluk grubunun başında yer alan kişi İsmail Kemal
Bey’dir. Geniş bilgi için bkz: (Sönmez, 2012: 89–96).
129
belirtildiği gibi halkın eğitilmesi, bilincinin yükseltilmesine de önem verilmiştir.
1905 yılından itibaren ise bu politika değişmeye ve gazete daha militan ve aksiyoner
bir çizgi takip etmeye başlamıştır (Sönmez, 2012: 114–119). Bu değişimde etkili
olan faktörlerden birincisi 1905 yılında Paris’e gelen Bahaeddin Şakir’in gazete ve
grup üzerinde etkisinin artmaya başlamasıdır. İkinci faktör ise 1904–1905 Rus-Japon
Savaşı’nın Japonya zaferiyle bitmesidir (Zürcher, 2009: 139).
B. 1904–1905 Rus-Japon Savaşı
1904–1905 Rus-Japon Savaşı ve Japonya’nın bu savaşta kazandığı zafer
sadece Şura-yı Ümmet’i değil tüm Osmanlı toplumunu etkilemiştir. Aslında Osmanlı
toplumundan da öte küresel çapta önemli etkiler ortaya çıkarmıştır. Savaşın ardından
Rusya’daki otokratik rejim yıkılarak, meşruti yönetime geçilmiştir. Rusya’da
otokrasinin yıkılması hem Osmanlı İmparatorluğu’nda hem de İran’da 58 meşruti
yönetime geçilmesinde etkili olmuştur (Kansu, 1995: 3; Saygılı, 2012). Dolayısıyla
savaşın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki etkilerini hem Japonya’nın zaferinin anlamı
üzerinden hem de bu zaferin tetiklediği olaylar üzerinden değerlendirmek gerekir.
Özellikle beyaz ırka mensup Avrupalı bir güç olan Rusya’nın, Avrupalı olmayan sarı
ırka mensup Japonlar tarafından yenilmesi ırk temelli emperyalist hiyerarşilerin
sorgulanmasına yol açmıştır. Lenin’e göre Rus-Japon Savaşı ve Rus Devrimi Asya
halkları açısından siyasal dönüşümü hızlandırıcı etki yaratmıştır (Tellal, 2010: 633).
Savaş daha başından itibaren Osmanlı toplumu tarafından dikkatle
izlenmiştir. Hem II. Abdülhamid hem de muhalif hareket savaşın gidişatını yakından
58
Rus-Japon Savaşı’nın İran’daki yankıları için bkz: (Rajabzadeh, 1988).
130
takip etmiştir. Jön Türk muhalefeti Rusya’nın Japonya karşısında kaybettiği her
muharebeyi meşrutiyete karşı otokrasinin bir kaybı olarak görmüştür. Dolayısıyla
yurtdışında yayınlanmakta olan Şura-yı Ümmet, Osmanlı, İçtihad gibi Jön Türk
gazetelerinde savaşla ilgili birçok haber yayınlanmıştır.
131
1. İktidar Savaşı İzlerken: İkinci Abdülhamid ve İç Basın
II. Abdülhamid savaşı yakından takip edenlerin başında gelmektedir. Padişah
daha savaş başlamadan önce, 1902 yılında yapılan İngiliz-Japon ittifakından itibaren
Rusya ve Japonya arasındaki gerilim sürecini izlemiştir:
Bir süreden beri Avrupa basını Mançurya meselesinden dolayı bir ihtilaf
oluşacağından endişe duymaktadır. Bu ihtilaf Rusya ve Japonya arasında vukua
gelecekmiş.
Fakat
Japonya
bu işte İngiltere’nin desteğini alarak yalnız
kalmayacakmış. Ayrıca Ruslar Kore hükümetinin iznini almadığı halde Kore
sınırları içerisinde bir telgraf hattı tesis ettiklerinden dolayı Japon Hükümeti
rahatsızlık duymuştur… (BOA, Y.PRK.HR. 33/90, 07 R 1321’den akt: Kuşçuluo,
2009: 44).
Padişah, Alman Justus Pertes isimli yayınevi tarafından hazırlanan bir
atlastan Rus ve Japon taraflarının donanma kuvvetlerini de ayrıntılı bir şekilde
öğrenmiştir (Kuşçuluo, 2009: 52–53). Ayrıca savaş başlamadan kısa süre önce 18
Ocak 1904 tarihinde Dâhiliye Nezareti Tesri-i Muamelat ve Islahat Komisyonu
memuru olan Es-Seyyid Mehmed Kemal tarafından padişaha “Aksa-yı Şark Mesele-i
Hazırası ve Japonya ile Rusya Arasında Harp Vukuu Takdirinde Devlet-i Aliyye’nin
Fevaid-i Güzide ve Mahsusası” isimli bir layiha sunulmuştur. Savaş başladıktan
sonra ise 8 Nisan 1904’te General George B. Williams tarafından padişaha Japonya
ile ilgili bilgiler içeren yeni bir layiha daha sunulmuştur (Oğuz, 2007: 280). Padişah
ayrıca Komodor Bagnam isimli Amerikalı bir subayı “hususi yaver” ve “donanma
müfettişi” ünvanlarıyla istihdam ederek kendisinden her gün savaşla ilgili rapor
almıştır. Yurtdışındaki elçilikler de savaş boyunca elde ettikleri bilgileri payitahta
aktarmışlardır. Rusya ile ilgili gelişmeler Novoye Vremya gibi önemli gazetelerden
takip edilmiş ve haberler günü gününe çevrilerek padişaha sunulmuştur (Saygılı,
2012: 63).
132
II. Abdülhamid diplomatik alanda ise savaş süresince tarafsız bir politika
gütmeye çalışmıştır. Zira savaş II. Abdülhamid açısından karmaşık anlamlara
sahiptir. Öncelikle, Rusya’nın Uzakdoğu’daki yenilgisi yönünü tekrar Balkanlara
yani Osmanlı yönüne çevirmesine neden olabilirdi. Ayrıca Jön Türk muhalefetinin
gösterdiği gibi Rusya’nın yenilgisi Çar’ın olduğu kadar II. Abdülhamid’in de
yenilgisi olarak görülebilirdi. Rusya’nın galibiyeti ise Osmanlı İmparatorluğu’nun
200 yıl boyuna karşı karşıya olduğu temel gücün daha da güçlenmesi anlamına
gelecekti. Dolayısıyla savaş sonunda hangi taraf kazanırsa kazansın Osmanlı
İmparatorluğu ve II. Abdülhamid açısından karmaşık sonuçlar doğuracağı kesindi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarafsızlık politikasının savaş boyunca en
görünür olduğu kısım Rus savaş gemilerinin boğazlardan geçişi konusudur. 1904 yılı
başlarında Rus Büyükelçiliği tarafından iletilen talep doğrultusunda boğazlardan Rus
savaş gemilerinin geçişiyle ilgili görüşmeler başlamıştır. İngiltere’nin 1841 Londra
Boğazlar
Antlaşması’na
göre
bu
geçişe
izin
verilemeyeceğini
Osmanlı
İmparatorluğu’na ve Rusya’ya bildirmesi durumu daha da karmaşıklaştırmıştır.
Ayrıca Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında 1891 yılında yapılan antlaşma
doğrultusunda da silah ve cephane taşıyan savaş gemilerinin boğazlardan geçişi
yasaklanmıştı (Saygılı, 2012: 59–60). İngiltere, Japonya ile olan ittifak antlaşması
gereği bu sürecin takipçisi olmuştur. Gemi geçişi konusundaki sorunlar sürmekle
birlikte, Rus savaş gemileri, silahlarını sökerek ve ticari bayrak çekerek boğazları
geçmişlerdir.
Gemiler
boğazları
geçtikten
sonra
Atina’da
tekrar
silahlandırılmışlardır. İngiltere’nin bu konudaki protestoları ise sürmüştür (Kuşçuluo,
2009: 77–79).
133
Savaşın İstanbul basınındaki yansımaları, sansür dolayısıyla, yurtdışındaki
Osmanlı gazetelerine nazaran, doğrudan eleştiri bakımından oldukça zayıf kalmıştır.
II. Abdülhamid’in tarafsızlık politikası gazetelerin Rusya’nın kayıpları karşısında
halkın gösterdiği büyük sevinci yansıtmasına engel olmuştur. Savaşla ilgili
yayınlarda temel ilke “Rusya’nın aczini ve Japonyalıların satvet ve kudretini”
vurgulamamaktır. Yayınlanan iradeye göre:
Dahiliye Mektubu Kalemi, Rusya ve Japonya arasında vuku bulmakda olan
muharebe menazırına [manzaralarına] dair ahabir [hikayeler] Atina’da ve sair
memalik-i ecnebiyyede tab olunmuş bir takım hayali resimlerin zokaklarda ve
kahvelerde satılmakda olduğu anlaşılarak sırf hayale müstenid olan [dayanan]
134
matbuat-ı mezkurenin suret-i tertibi Rusya’nın aczini ve Japonyalıların satvet ve
kudretini eda-i maksadını tazmin idüb egerçi haricde cereyan iden vakayia karşı
devletin mevki-i bîtarafisi mağlum ise de kahvehanelerde ve mecmuu’ insani olan
[insanların toplanmış olduğu] yerlerde böyle bir takım resimlerin … saltanat-ı
seniyyeye dost olan bir devlet aleyhinde (BOA. DH.MKT. 851/38, 29 S 1322.’den
akt: Kuşçuluo, 2009: 75).
yayılmasının uygun olmadığı ifade edilmiştir. İstanbul gazetelerinin sansüre bulduğu
çözüm ise haberleri yurtdışındaki gazete ve ajanslara dayandırmak olmuştur.
Örneğin, İkdam gazetesi yaptığı bir haberi Tokyo’daki ve Berlin’deki kaynaklara
dayandırmış, Daily Telegraph’tan ve Ajans Haves’ten alıntılar yapmıştır (İkdam, 31
Aralık 1905). Hükümetin uyarısına rağmen Japonya’ya karşı gösterilen sempatiye
dair işaretler bulunabilir. Savaşa dair yayınlanan resimli mecmua ve kitaplarda,
Japon askerleri ve Rus askerleri arasındaki farklılıklar bu anlamda dikkat çekicidir.
Rusya ve Japonya Muharebesine Ait Musavver Resim Mecmuası’nda Rus
askerlerinin Sibirya’da karlar içinde ısınmaya çalışırken, yorgun ve dağınık
görüntüsü verilmiştir:
135
Diğer taraftan aynı dergide, Japon subayları; bir kruvazörün güvertesinde, modern
üniformaları içinde gergin ve canlı bir biçimde savaşın gidişatını tartışırken
resmedilmiştir:
136
Benzer biçimde Rusya ve Japonya Muharebesine Müteallik Panorama’da da Japon
ve Rus askerleri arasındaki farklılıklar dikkat çekicidir. Resimde Rus askerleri bir
karmaşa içinde ilerlemeye çalışırken görülmektedir. Top arabalarının devrilmesi ve
arabaları çeken atların canhıraş bir şekilde kurtulma çabaları resmedilmiştir:
137
Japon askerleri ise üniforma ve silahları tam, dikkatli bir biçimde gizlenmiş, gergin
bir vaziyette gösterilmiştir:
138
En ilginç örneklerden birisi ise Port Arthur’da Japonlar tarafından yapılan
fener aldatmacasını gösteren resimlerdir. Buna göre, Japonlar, küçük salların üzerine
fenerler yakarak Rusları kandırmışlar ve Ruslar da bu salları gerçek sanarak
bombalamışlardır. Resimler, oryantalist kurgunun saf yerli ve elindeki çeşitli
araçlarla (ayna, saat vb.) onu şaşırtan, onun saflığıyla bir taraftan eğlenen ama bir
taraftan da bu saflığa ve cehalete şaşıran medeni beyaz gibi kurgularını alt üst eden
bir yapıya sahiptir. Doğulu ve sarı ırktan Japonlar, beyaz adamın diğer toplumlara
gülebilmesini sağlayan tekniğini almış ve böylece şaşırtma, gülme iktidarı ters
çevrilmiştir. Şaşıran ve gülünen artık Ruslardır:
139
140
Dolayısıyla hükümet ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın Osmanlı basını – Ahmet
Agayev’in sözleriyle – “Rusya gibi azîm ve vâsi’ [geniş] sath-ı arza [toprağa] sahip,
geniş sahilleri olan bir devletin, bu kadar koşun [ordu] ve … harbiye ile Japonya
gibi… bir devletin elinde, zebun [aciz] ve zelil [aşağı] kalması[nı]” ve savaşın “berkadîm bin yıldan beri kaim, zahiren büyük azîm şahlı [dallı] ve budaklı, lakin bâtınen
çürümüş ağaca balta ilişmesi gibi” olduğunu bir şekilde yansıtmıştır (Hayat, 12
Haziran 1905: 1–2).
141
2. Jön Türk Cephesi: Jön Türk Gazeteleri ve Savaş
Yurtiçindeki yayınları kontrol etmeyi belli oranlarda başaran hükümet,
yurtdışında yayınlanan gazete ve dergilerin ülke içine sokulmaması için de çaba
harcamıştır. Maarif Nezareti; Mısır, Roma, New York, Paris, Londra ve Belçika’da
yayınlanan “muzır neşriyat”ın ülke içine sokulmaması için emir vermiştir. Hükümet
özel olarak bazı metinler konusunda da tedbir almaya çalışmıştır. Örneğin “Rusya ve
Japonya Muharebesi” isimli risalenin ülkeye sokulmaması istenmiştir. Paris’te
yayınlanan “Rusya ve Japonya Muharebesi Tarihi” isimli derginin seksen üç
numaralı sayısının ülkeye girişinin engellenmesi ve ülke içinde bulunan nüshalarının
da toplatılması emredilmiştir (Saygılı, 2012: 71). Hükümetin, savaşla ilgili,
yurtdışında yayınlanan gazete ve dergilerin girişine engel olmaya çalışması
anlaşılabilir. Zira özellikle yurtdışı muhalefeti tarafından savaş, otokrasi ve
meşrutiyet arasında bir mücadele olarak görülmüştür. Savaş, Jön Türk muhalefeti
tarafından yakından takip edilmiştir. Cenevre sefaretinden gönderilen bir bilgi notu
Rus-Japon Savaşı’nın hükümet ve muhalefet arasında nasıl bir tansiyon yarattığını
göstermektedir:
Japonlar tarafından Port Arthur’un zaptı üzerine burada bulunan Jön
Türklerin kâffesi Japonya İmparatoruna Paris’deki Sefiri vasıtasıyla tebriki havi bir
telgrafnâme çektiklerini şimdi haber aldığımda arz-ı müsaraat eylerim. Ol babda
emr-ü ferman hazret-i men leh-ül emründür (Paris Büyükelçiliği Arşivi, D. 287’den
akt: Hanioğlu, 1981: 187).
Jön Türklerin savaşa ilgi duydukları ilginin en kolay takip edilebileceği yer
yurtdışında yayınlanan Jön Türk gazeteleridir. Savaş başladığı andan itibaren
142
Japonya’nın zaferleri bu gazetelerde büyük bir yer bulmuştur. Osmanlı59 savaşın
daha en başında, 15 Mart 1904’te, “müstebid ve müstevli” Rusya karşısında “adil,
gayretli, hür ve hiss-i namus” sahibi Japonya’ya desteğini ilan etmiştir: “Müstebid ve
müstevli Rusya’nın inhizam ve harabiyatını; adil, gayretli, hür ve hiss-i namus ile
harbe mecbur olan Japonya’nın, muvaffakiyet ve muzafferiyetini temenni ederiz.”
(Akt: Saygılı, 2012: 45).
Şura-yı Ümmet ise yaptığı yorumda Japonların zaferlerinin Abdülhamid
dışında tüm Müslümanları sevindirdiğini bildirmektedir:
Japonyalıların bilâ-pervâ [korkmadan] Ruslar üzerine hücum ederek bahren
galebe çalmaları dünyanın her tarafında hak ve adalet ve insaniyet dostlarını
memnun ettiği gibi Memalik-i Osmaniye’deki Müslümanları da … herkesten ziyade
sevindirdi, yalnız Abdülhamid’i memnun etmedi.
Padişah velinimeti ve hâmisi olan çar hazretlerini gücendirmek ve milletin
hiçbir vakit güldüğünü görmek istemediğinden ahaliyi izhâr-ı sürûr ve şâd-mânîden
[sevincini göstermekten] men eyledi. Rusya’nın bende-i fermânpârı [emir kulu],
İslam’ın adüvv-i ekberi [en büyük düşmanı] olan Abdülhamid’in bu ızdırap ve telaşı
hakkındaki mütaalamızı geçen nüshamıza yazmış ve yalnız kuru bir memnuniyetle
iktifa eyleyip fırsattan, vukuattan istifade edilmesi lüzumunu da ayrıca bildirmiştik
(Şura-yı Ümmet, 17 Nisan 1904: 2).
Her iki haberde de Japonlara yüklenen olumlu özellikler ve Japonlarla
kurulan özdeşleşme hemen dikkat çekmektedir. Bu doğallaşmış bağlantıları, Osmanlı
İmparatorluğu içinde uzun süredir Japonya’ya ve Japonlara yönelik yapılan
haberlerin bir semeresi olarak görmek gerekir. Ayrıca, Şura-yı Ümmet’in haberinde
II. Abdülhamid için kullanılan “bende-i fermân” ve “adüvv-i ekber” ifadeleri artık
59
Osmanlı, 1902 kongresinden sonra müdahale yanlısı grup tarafından resmi yayın organı olarak ilan
edilmiştir. 16 Nisan 1902 tarihli 104. sayıdan itibaren de Osmanlı Hürriyetperverân Cemiyeti adındaki
örgütün yayın organı haline gelmiştir.
143
padişaha karşı hiçbir şekilde saygı gösterilmediğini (Mardin, 2008: 283)
göstermektedir. Dolayısıyla Ziya Paşa’dan Mizancı Murad’a uzanan “padişah
babanın muzır evlatları” türü bir pozisyona sıkışmış olan muhalefet anlayışının artık
kesin olarak terk edildiği anlaşılmaktadır. Değişen ve sertleşen muhalefet Şura-yı
Ümmet’in uzlaşmaz bir tutumla “Çar[ın], yaşlı Abdülhamid’in cehennemdeki
arkadaşı…” olduğunu vurgulamasında da görülebilir (Şura-yı Ümmet, 21 Mart
1905’ten akt: Yaşar, 2003: 50). Abdullah Cevdet ise çara yönelen her eleştirinin II.
Abdülhamid’i de vurduğunun bilinciyle çarı zalimlik ve ülkesini düşünmemekle
suçlamaktadır:
Savaş için çarlık, zorla biçare köylüleri topluyor, vagonlara tıkıp Mançuriye
sevk ediyor. Kadınlar ve çocukları ile beraber trenlerin önüne kendilerin atıyorlar.
Fakat zalim, bu masum bedbahtların vücudlarını şimendifere çiğneterek ‘hırs ve
hırasata’ devam ediyor. Çar muharebeyi devam ettirmek istiyor. Çünkü orada en
uzak akrabasından bile bir tek kişi yok. Karısıyla çocuklarıyla debdebesiyle
Petersburg’da zevk ve sefa ile meşgul! (İçtihad, Nisan 1905’ten akt: Saygılı, 2012:
51).
Japonların üstünlükleri ve Rusların geri kalmışlıkları konuyla ilgili hemen her
haberde ve makalede vurgulanmaktadır. Japonların hem cesaret, ahlâk ve
vatanseverlik gibi manevi hem de silah gücü, taktik ve yönetim gibi teknik
üstünlükleri Jön Türkler tarafından büyük bir coşkuyla aktarılmıştır:
[Japon
generalleri]
harekât-ı
Harbiyeleriyle
Napolyon
generallerine
rüçhanlarını [üstünlüklerini] isbat ediyorlar. [Japonlar] bütün cihan medeniyetlerini
hayrette bıraktı. Japonyalılar Çinlilerin arazi-i mukaddeseden addettiği Mukden’le
beraber, 400 milyon nüfus-ı insaniyesinin kulûbunu da fethediyorlar. Şu on beş gün
zarfında Japonyalılar istihkâmlar, memleketler, kıtalar aldılar. Rus ordularının
hemen hemen mâ-melek-i harbiye ve askeriyesini zabt ettiler. (Şura-yı Ümmet, 6
Nisan 1905: 1-2’den akt: Saygılı, 2012: 52).
144
Japonların bu üstünlüklerinin kaynakları da Jön Türklerin yer verdikleri
konuların başında gelmektedir. Abdullah Cevdet, Japonların ardı ardına kazandıkları
muharebeleri onların eğitim konusunda yaptıkları atılımlara bağlamaktadır:
Ruslar her mağlup oldukça mutası [sürekli] papazlara dua ettiriyorlar. Beri
tarafta arslan Japonlar ulum ile fen ile ruhlarını tenvir ediyor… ‘dua ile peynir
gemisi yürümez’ darb-ı meselini hatırlamalı… Japon askerinin bu tefazzulu [iyiliği]
mektep hocalarından gelmiyor da nereden geliyor? Rusya askerinin cehalet ve
gabaveti [beceriksizliği] istikrah olunur [tiksindirici] derecededir (İçtihad, Ocak
1905: 11).
Abdullah Cevdet’in üzerinde durduğu bir diğer konu ise Japonların yüksek
bir ahlâka sahip olmalarıdır:
Japonlar muharebede katlettikleri Rus zabitan ve neferatının üzerlerinde
buldukları altın yüzük, saat gibi zi-kıymet eşyayı mazbut kutulara koyup Fransa
sefiri vasıtasıyla Petersburg’a gönderiyorlar. Ne yüksek ahlâk, ne derin fazilet. Biz
mal-i ganimet diyerek bu eşyayı mubah addederiz. Düşünülürse bunun muvafık-ı
hak ve adalet olmadığı meydandadır.
Bir zabit muharebede ölür ölmez, üzerinde ve memleketinde her nesi varsa
kanun-ı veraset ile evlad ve ailesine intikal eder ve teslim-i ruh ettiği dakikadan
itibaren emvali mal-i yetim olur. Emval-i yetime tecavüz ise dinen ve ahlâken
makduh [ayıp]dur. İşte bu dakika-i ahlâkiyeyi [ahlâki inceliği] cihana Japonlar
öğretiyor. Alçak boylu, yüksek tabiatlı Japonlardan biraz ibret alsak, Ey Türkler, Ey
müslümanlar, Ey Osmanlı kardeşler bu alçaklıktan biraz olsun kurtuluruz (İçtihad,
Ocak 1905: 12–13).
3. İktidardan Muhalefete Ortak Japon Tahayyülü
Japonların, Avrupalı bir güç olan Rusya’yı yenecek kadar üstün bir askeri
güce sahip olmaları ve daha önemlisi bunu üstün bir ahlâkla birleştirebilmelerine
145
duyulan hayranlık tüm Osmanlı toplum kesimlerini yatay olarak kesmektedir.
Japonların yüksek ahlâkı temasının hem hükümet hem de muhalefet tarafından
vurgulandığı görülmektedir. II. Abdülhamid daha 1901 yılında, Hitomi isimli bir
Japon tarafından yazılmış olan “Japonya Ahlâk ve Mü’essessâtına Dair Nümûne”
adlı bir kitabı çevirtmiş ve özel kütüphanesine koymuştur (Worringer, 2001: 171).
Ayrıca Kont Bouvard tarafından yazılan “Japonya Sularında” isimli kitap, 23 Mart
1905–21 Nisan 1905 arasında Musavver Terakki gazetesinde tefrika edilmiştir.
Ayanzade Namık Ekrem tarafından çevrilen eser daha sonra kitap olarak da
basılmıştır. Namık Ekrem kitaba bir bölüm ekleyerek Japonya ile ilgili
değerlendirmelerine yer vermiştir (Ayata, 2002: 122–125). Kitapta Japonların
inanışları, karakter özellikleri, ahlâkları ve eğitime verdikleri önem gibi konular
işlenmektedir. Jön Türk yayınlarından farklı olarak bu metinde siyasal alana dair
yorumlar yoktur. Diğer taraftan ahlâk ve eğitim konularının II. Abdülhamid’i
rahatsız etmediği ve hatta reaksiyoner modernleşme çerçevesinde bizatihi birer hedef
olduğu görülebilir:
Avrupa’nın medeniyet-i hâzırası sanki asırlarca evvel Japon sularında
temevvüc etmiş, ne sokaklarında bir arbede, ne çarşılarında, panayırlarında bir
gürültü görülmez. Yolda geçerken birbirlerini gayet samimâne selamlar. Her zaman
dudaklarından tebessüm dökülür. Yekdiğerine karşı asla hiddet, şiddet göstermezler
(Bouvard, 1905: 22-23’ten akt: Ayata, 2002: 126).
Namık Ekrem’in kitaba yazdığı ek 1906 yılında Japonlar başlığıyla ayrı bir
kitap olarak basılmıştır. Kitapta genel olarak Japonya’da eğitim, sanayi, ticaret, ziraat
ve kadınlardan bahsedilmektedir. İlkokuldan yüksek öğretime kadar Japonya’da
eğitime büyük önem verildiğini vurgulayan Namık Ekrem’e göre “Bugün
Japonya’da tahsil-i ibtidai nizâmâtı pek sıkıdır” (Ekrem, 1906: 8’den akt: Ayata,
146
2002: 138). Ekrem’e göre Japonya’da, okullarda esas olan öğrencinin ahlâkıdır. Zeki
de olsa, güzel ahlâka sahip olmayan öğrenci mükâfata layık görülmemektedir. Ayrıca
Japonya darülfünunlarında, kayıt esnasında öğrenci devlete ve hükümdara hizmet
etmeye ve sadık kalmaya söz vermektedir. Ekrem, Japonların ticaret ve ziraat
konusundaki üstünlüklerini de sayılarla anlattıktan sonra “Japonlar zamanın,
mevkiin, muhitin icabatına göre her şeyi tatbik ve icraya müsteid bir kavimdir”
(Ekrem, 1906: 54’ten akt: Ayata, 2002: 143) diyerek Japonya’nın seçmeci
modernleşmesini de felsefi bir ilke tonunda vurgular. Japonların temizliği, zarafet ve
nezaketi, tutumluluğu ve geleneklerine bağlılığı gibi temaları Hanımlara Mahsus
Gazete’de de görmek mümkündür:
Japonyalıların ileri gelenleri arasında büyük bir nezaket ve hürmet hüküm
sürer. Misafirliğe giden Japonyalı ev sahibine pek çok ihtiram ibraz eder ve onun
evsaf ve ahvalini medhe kalkışarak hattı mübalağanın son derecelerine kadar
ilerler… Japonya kadınları metin bir tahsil ile beraber pek mükemmel bir terbiye de
görürler. Daha çocuk denecek bir senede iken ama hocalardan musiki talim eylerler
(Hanımlara Mahsus Gazete, 19 Mart 1904: 149).
Japonya kadınları ev işlerine büyük bir dikkat ve ihtimam gösterirler. Zaten
hane umurunda pek mahirdirler (Hanımlara Mahsus Gazete, 13 Mayıs 1904: 163).
147
Servet-i Fünun da Japon kadınlarının eğitimine verilen önemi vurgulamıştır.
Buna göre bizzat imparatoriçe tarafından seçilen birçok Japon kızı her yıl yurtdışında
eğitim almaktadır:
Japonların yirmi otuz sene zarfında umumiyetle Avrupa medeniyetine ne
dereceye kadar meyil ve inhimak göstermiş ve ne derece, terakkiyat-ı ulumiye ve
fünunca Avrupa ve Amerikadan aşağı kalmamak için ne mertebede cehd ve ikdam
edilmiş olduğu malumdur. Bu mesaiden Japon nisvanı da dur kalmamıştır.
İmparatoriçe hazretleri mesarifi kendisi tarafından tesviye edilmek üzere en
mükemmel derecede tahsil ve terbiye görmeleri için Amerika’ya 1871 senesinde bir
hayli Japon kızları göndermiş idi (Servet-i Fünun, 8 Ocak 1905: 279).
148
Worringer’in vurguladığı gibi Rus-Japon Savaşı ile ilgili Osmanlı
İmparatorluğu içinde çıkan haber ve yorumlar, genel olarak, hükümetin istediği
vurguları taşımıştır: İmparatorluğun korunması için Batı teknolojisinin alınması ve
toplumun dini ve manevi değerlerinin (özünün) korunması (Worringer, 2001: 197).
Dolayısıyla Japonya’da eğitim, ticaret; Japonların ahlâki üstünlükleri, faziletleri ya
da Japon kadınlarının terbiyesi gibi konular II. Abdülhamid’in reaksiyoner
modernleşmesinin parçaları olarak okunmalıdır. Jön Türkler de Japonların Batı
teknolojisini almalarını ve ahlâki değerlerini korumalarını vurgulamak konusunda
hükümetle aynı fikirdedir. Bununla birlikte “Batı tekniği”nin içine nelerin girdiği
konusundaki fikirleri farklıdır. Jön Türkler için “Batı tekniği”nin anlamı en başta
siyasal iktidara erişebilecekleri bir yönetim modeliydi. Bunun da o günkü anlamı
149
meşruti bir monarşi olarak görülüyordu. II. Abdülhamid’in inatçı tavrı Jön Türkleri
radikalleştirmiştir. Abdullah Cevdet, bireylerin sadakat odağı olarak hükümdarı
almalarının
toplumsal
ahlâkı
bozucu
niteliğini
vurgulamıştır.
Saltanatın
kaldırılmasına doğru giden bir yolun işaretleri bu yazıda gözlenebilmektedir:
Japon donanmasının galebe imkânı, Ruslar için artık gayri mümkün
görünüyor. Karadaki ahval meydanda, Rus ordusunun kumandanları Rusya’nın şan
ve şevketi için çalışmıyorlar. Takip ettikleri maksat, ancak Çar’ın gözüne girmektir.
Bu ise, ancak ona körcesine itaat ile elde edilir olduğundan, Rus neferatının
[erlerinin] kanları Mançuri beyabanlarında [çöllerinde] sel gibi akıp gidiyor…
(İçtihad, Şubat 1905’ten akt: Saygılı, 2012: 49).
Padişahın
ve
çarın
otoriter
yönetimleri
dolayısıyla
askerlerde
ve
vatandaşlarda vatan sevgisinin yok olması sadece İçtihad’ın değil Şura-yı Ümmet’in
de dikkat çektiği bir konudur. Şura-yı Ümmet’e göre Japonlarda büyük bir vatan
sevgisi vardır:
[…] her neferi hararet-i vataniye ile yanıp tutuşan Japonya ordusu
karşısında …. [Ruslar] şüphe yok ki eriyip tükenecektir. Çünkü istikbal-i vatan
daiyesiyle [arzusuyla] meydana atılan Japonyalıların hayat-ı tarihiyesi ve terbiye-i
milliye ve askeriyeleri bunu teyit ediyor (Şura-yı Ümmet, 1 Mayıs 1904: 3).
Dikkat çekici olansa Jön Türklerin bu gözlemlerinin padişah tarafından Japon
ordusuna gözlemci olarak gönderilen Pertev [Demirhan] Paşa tarafından da
yinelenmesidir. Pertev Paşa, padişaha gönderdiği raporda Rus askerlerinin ve
subaylarının ülkeleri yenilirken bile bunu umursamadıklarını bildirmiştir:
Şanghay da Askold ve Mançuri ismindeki iki Rus zırhlı krovazörü ile bir
Rus topçekeri gördüm ki son Port Arthur muhaberesinde mağlûben Japonların
önünden buraya kaçmışlar ve sığınmışlardır… Gemilerin Rus zabitlerinin düşman
donanmasına göğüs gerecek yerde Şanghay limanına vardıklarının ertesi günü
Şanghay da bir balo vererek eğlenmeleri bu gün Rus kavmini ve bilhassa Rus
150
askerlerini kaplamış olan kayıtsızlık ve gevşekliğe bir misal olsa gerektir (Demirhan,
1943: 65).
Jön Türkler, Japonların, Ruslar karşısındaki üstünlüklerinden ırkçı teorileri
reddetmek için de faydalanmışlardır. Şura-yı Ümmet, 1904 yılında yayınladığı bir
makalede “Türkleri, insan cinsinin aşağı kısmından sayanlar[a]” “bin sene boyunca
zulm cehl ve tedenni” içinde yaşayan, “sarı cinsten” Japonyalıların kısa sürede
gösterdikleri ilerlemeyi örnek göstermektedir. Türk milleti çalışkan, metanetli, cesur
bir millettir. Sadece halkın içindeki bu kuvvetlerin uyarılması gerekmektedir:
151
[…] bazı Avrupalılar ve her gördüklerini bilmeyerek taklit eden bazı
Osmanlılar bizleri ecnas-ı aliye-i insaniyenin [üstün insan gruplarının] madununda
[aşağısında] bir kavim addediyorlar. Türkçe söyleyelim. Türkleri, insan cinsinin
aşağı kısmından sayıyorlar. Bu iftira-yı tabiatı, bu bühtan-ı hilkati [yaradılışa dair
yalanı] ve elhasıl bu fikr-i sakimi [hastalıklı fikri] bugün sarı cinsten olan
Japonyalılar memleketlerinde terakkileriyle Mançurya’da topları tüfekleriyle
yıkıyorlar (Şura-yı Ümmet, 24 Ekim 1904: 1).
Abdullah Cevdet de hemen tüm düşüncelerini benimsediği Gustave Le
Bon’un Japonları ve Türkleri orta ırklar içinde saymasını kabul etmemiştir. Abdullah
Cevdet’e göre Japonlar, Asyalıların ilerleme kapasitesine sahip olduklarını
göstermektedir. Sadece bu örneği takip edebilmek gerekmektedir:
[…] Japonya, Asya’da medeniyet yolundaki âli vazifesini gittikçe daha
şuurlu bir şekilde idrak etmektedir. O, yalnız kaleler almayı ve kıtalar fethetmeyi
değil, aynı zamanda yeni ufuklar, hakaretkâr müstebidler ve onların mekruh maarif
düşmanlığı tarafından ezilmiş olan Asyalılar için ziyadar ufuklar açmayı bilmektedir.
Şu halde Japonya hem kılıç, hem meşale taşıyıcıdır. Zorbalara, küstah müstevlilere
karşı kılıç, ezilenler, ziyasızlıktan solan ve ölenler için ise meşale. Takip edilecek
şâyan-ı takdir bir misâl… (İçtihad, Nisan 1905: 77’den akt: Hanioğlu, 1981: 188).
Ahmed Rıza ise Japon örneğinin ırkçı teorilerde yol açtığı yıkımı çok daha
doğrudan vurgulamaktadır. Bu sert tutumda, Jön Türklerin zamanla naif bir Avrupa
imgesinden uzaklaşmaları etkili olmuştur. Mardin’e göre kapitülasyon aleyhtarlığı,
Avrupa devletlerinin Türklere karşı kuşkucu tutumu ve Avrupa aydınlarının
şovenizmi gibi bileşenler Meşveret gazetesinden itibaren Jön Türk hareketinde
Avrupa’ya karşı bir hayal kırıklığı yaratmıştır (Mardin, 2008: 212):
Bu harple Japonların “üstün ırklara” verdikleri çok haklı dersler vardır.
Üstün olduğu kabul edilen milletlerin çoğu tarafından sözde aşağı ırk olarak kabul
edilen Japonların, sosyal ve siyasi kurumlarının üstünlüğünden kimsenin şüphesi
olamaz. Japonların müthiş zaferi Hıristiyan dünyasının kibrini ispatlamıştır; bir
milletin ahlâk, medeniyet ve terakki kabiliyeti kazanması için Hıristiyanlığı kabul
152
etmesi şart değildir… Hakeza, Aksa-yı Şark hadiseleri bir milletin ilerlemesi için
Avrupa müdahalesinin – eğer çok zaman olduğu gibi zararlı değilse – yararsız
olduğunu ispatlamıştır. Aksine, bir millet Avrupalı istilacılarla ve yağmacılarla ne
kadar az temas etmiş ve ne kadar iyi muhafaza olmuş ise, akli terakki yolundaki
ilerleyişi o kadar kolaydır (Mechveret Supplément Français, 1 Kasım 1905: 2’den
akt: Worringer, 2004: 220).
Japonya örneği sözde-bilimsel ırk teorilerine karşı sadece Jön Türklere değil
küresel düzen tarafından yabancılaştırılan tüm toplumların elitleri için önemli bir
açılım sağlamıştır. Böylece eğitimli bir elit sınıf önderliğinde bu toplumların da
ilerleyebileceği “medeni” milletler safına geçebilecekleri, “terakki” yeteneğine sahip
oldukları görülmüştür. Daha önemlisi, bu gelişme için Avrupa ülkelerinin müdahale
etmesine yani beyaz adamın yükü sırtına almasına gerek olmadığının da ortaya
çıkmış olmasıdır (Worringer, 2008: 97). Ahmed Rıza’nın sarih biçimde söylediği
gibi dış müdahaleden uzak kalan Japonya “ahlâk, medeniyet ve terakki” yönünden
Avrupa’nın ilerlemesine “yardım ettiği” birçok toplumdan daha öndedir.
4. Savaşın Sonuçları: İkinci Abdülhamid’in ve Jön Türkler’in
Değerlendirmeleri
Savaşın yol açtığı dönüşümler, özellikle Rusya’da meclisin açılması da Jön
Türkler ve padişah tarafından dikkatle izlenmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanının hemen
öncesinde Balkan gazetesinin yazdığı gibi “Fransa inkılab-ı kebiri on dokuzuncu
asrın nasıl … felah ve necatı olduysa Japonlar[ın]…” Ruslar karşısındaki zaferi de
yirminci asrın en önemli olaylarından biridir (Balkan, 13 Mayıs 1908: 1). Balkan’a
göre savaşın ve Japon zaferinin önemi Rusya’da, İran’da, Afganistan’da ve
153
Anadolu’da yol açtığı sonuçlarla ilgilidir. Balkan, savaştan sonra Rusya’da başlayan
devrimin önemini vurgulamaktadır:
Bu inkılabat oldukça mühim bir hürriyet-i fikir ve vicdaniye temin eyledi.
Rusya’da meclis-i mebusan açıldı. Matbuata kanun ve edeb dahilinde hürriyet
verildi… Demek oluyor ki şu birkaç sene içinde bütün Avrupa’yı sarsan Asya’nın
uyanıklığı, Japonların Aksa-yı Şark muzafferiyetiyle başlıyor. Avrupalılar[d]a Asya
korkusunu bu muzafferiyet [hasıl] ediyor. O halde bir gün gelecek ki Japonlar değil
yalnız Asya’nın, yirminci asrın mader-i medeniyet ve hürriyeti olacak (Balkan, 13
Mayıs 1908: 1).
Azerbaycan’da yayınlanan Hayat gazetesinde, yine bir Jön Türk olan,
Hüseyinzade Ali Bey de çarın bu yenilgi sonrası ilan ettiği hürriyetin binlerce
yenilgiye değeceğini vurgulamıştır:
Rusya’nın öz dahilinde muharebenin tesiriyle vücuda getirdiği tecdid ve
ıslahat öyle nafi [yararlı], gelecekte netayic-i hasene-i mesudası [mutlu güzel
sonuçları] muhakkak öyle azîm bir hadisedir ki, muharebe meydanlarında kazanılan
bin zaferlere bedeldir, muaddeldir [denktir]… Bir devlet Duması için bir Mançurya
değil, yirmi Mançurya feda etmek mümkün idi (Hayat, 6 Eylül 1905: 2’den akt:
Saygılı, 2012: 56–57).
Rusya’da meclisin açılmasından çok etkilenen Jön Türklere göre Japonya’nın
bu zaferi de zaten anayasal bir monarşi olmasından kaynaklanmaktadır. Japonya’nın
çökmekte olan Avrupa uygarlığının aksine katliamlar yapmadığını, vatanseverleri
sürgüne göndermediğini ve eziyet etmediğini vurgulayan Şura-yı Ümmet, asıl bu
“sarı medeniyetin” yayılması gerektiğini iddia etmektedir. Bu medeniyetin temelleri
ilkeli, inançlı ve akılcı bir örgütlenme üzerine kurulmuştur. Fakat en önemlisi bu
medeniyetin dayanağı anayasal monarşidir:
[…] hepsinin fevkinde bu, kanun-ı esasi ile yönetilen bir hükümetin eseridir.
Osmanlı vatanperverlerinin tüm gayreti de bunun içindir. Osmanlı vatanperverleri,
bu gayeye ancak, Abdülhamid’in zulüm batağına saplanmış zavallı Türk milletinin
154
kanun-ı esasi hükümetine ne denli muhtaç olduğunu idrak ettikleri zaman
ulaşabilirler (Mechveret Supplément Français, 1905’ten akt: Worringer, 2004: 207).
Şura-yı Ümmet’e göre Japonya’nın otuz beş sene gibi kısa bir zamanda
medeniyetin en ileri temsilcileri olan Avrupa devletleriyle aynı seviyeye
gelebilmesinde mebusan ve ayan meclislerinin açılması en önemli gelişmelerdir.
Şura-yı Ümmet’e göre “[Japonlar] o meclisleri tesis ettikten sonra tarik-i terakkide
[ilerleme yolunda] bir başka şevk ile, bir şitâb ile [hızla] ilerlediler” (Şura-yı
Ümmet, 2 Şubat 1904: 1).
5. İkinci Abdülhamid’in Sonu
Muhalefetin II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve meclisin tekrar açılması
konusundaki bu taleplerinin fiiliyata geçmesinde asıl kırılmayı yaratan ordu içindeki
örgütlenmelerdir. Cemiyetin, özellikle Paris kanadı, 1905 sonrasında ordu içindeki
subaylara yönelmiştir. Bu gelişmeyi Paris kanadının yayın organı olan Şura-yı
Ümmet’te görmek mümkündür. Dikkate değer bir örnek, Şura-yı Ümmet’te imzasız
olarak yayınlanan “Gorki’nin Rus Zâbitânına Bir Mektubu” isimli metindir.
Gazeteye göre bu mektup Gorki tarafından Rus askerlerine hitaben yazılmıştır.
Mektupta önce ülkenin sorunlarından bahsedilmekte sonra da çözüm olarak meşruti
idare gösterilmektedir:
Şu
satırları
hevl-nâk [korkunç]
bir
zamânda,
Rusya’nın ferâmûş
edemeyeceği [unutamayacağı] bir günde yazıyoruz… Bu hâlde daha ziyâde yaşamak
kâbil değildir. Rus milleti ekmeğe, adl ü hakka, hürriyete muhtâcdır. Bunsuz büyük
bir millet olamaz. Bunsuz kendi hukûk u hürriyetini bile müdâfaa edemez.
Memleket, şu zamânda içinde bulunduğu mevkı-i mühlikten kendini kurtarabilmek
için bir çâre vardır: Millet derin yarasını ancak kendi tedâvî edebilir. Bunun için de
155
Rusya imparatorluğuna yeni bir kânûn lâzımdır: Rusya meşrûtiyet-i idâreye
muhtâcdır (Şura-yı Ümmet, 21 Mart 1905’ten akt: Yeşil, 2005: 769).
Gorki’ye göre Rusya’nın başına gelen felaketlerden kurtuluşun yolu adalet,
hürriyet ve ekmektir. Bu çareyi uygulamaya koyabilecek tek güç ise milletin
kendisidir. Acil olarak yapılması gerekense kanuna dayalı bir yönetime yani meşruti
yönetime geçmektir. Gorki’ye göre medeni ülkelerin hepsi bu şekilde ilerlemişlerdir.
Ayrıca Rusya’nın hâlihazırda savaşmakta olduğu Japonya da bu şekilde güç
kazanmıştır:
Her medenî memlekette bu vâsıtaya mürâcaat olundu. Elyevm [Şu anda]
kendisiyle, muvaffakıyet kazanamamaksızın, harb etmekte olduğumuz Japonya da
bu sâyede kudret ve kuvvetini ihrâz [elde] etti. Târîhin musırrâne[ısrarla] taleb ettiği
bu kazıyeyi [hususu] ancak Rusya hükûmeti anlamak istemiyor veyâ anlayamıyor
(Şura-yı Ümmet, 21 Mart 1905’ten akt: Yeşil, 2005: 769).
Yazının sonunda ise doğrudan Rus askerleri muhatap alınmaya başlanmıştır.
Rusya’da sokağa çıkan halkla karşı karşıya gelen askerlere yukarıdan verilen
emirlere itaat etmemeleri ve halkın safına geçmeleri söylenmektedir. Fakat Osmanlı
İmparatorluğu’nda halk tarafından başlatılmış bir isyan olmaması Osmanlı askerleri
için mesajın anlamını farklılaştırmaktadır. Rusya’da askerlerin pasif kalarak halkın
karşısına
çıkmamaları
devrim
için
yeterli
olmasına
rağmen
Osmanlı
İmparatorluğu’nda askerlerin aktif sorumluluk almaları gerekmektedir:
Rus askeri zâbitânı, siz vazîfe adamlarısınız. Sizler vatan için, lâzım olduğu
takdîrde hayâtınızı bile vermek vazîfe ve mes’ûliyet-i azîmesini üzerlerinize aldınız.
Vicdânınıza sorunuz: Yeriniz neresidir? Her zamân kan dökmeğe müheyyâ [hazır]
olan delilerle mi yoksa zulmdîde [zulüm görmüş] millet ile berâber olmanız
lâzımdır? Hâl-i hayâtınızda hiss-i nâmûsa mâliksiniz: Yeriniz neresidir? Bir arzıhâli
kabûl etmekten bile korkanların yanımı yoksa nâmûskâr ve mazlûm olan bütün
Rusya mı? (Şura-yı Ümmet, 21 Mart 1905’ten akt: Yeşil, 2005: 770).
156
Hanioğlu, Şura-yı Ümmet’in 1906 yılına kadar muhafazakâr bir çizgiyi
sürdürdüğünü iddia etse de (Hanioğlu, 1985: 849) 21 Mart 1905 tarihinde yayınlanan
bu mektup gazetenin yayın çizgisinin 1905 yılından itibaren devrimci bir çizgiye
evrildiğini göstermektedir.
Mektubun aynı zamanda muhalefet hareketi içindeki farklılaşmalara da ışık
tutmaktadır. Şura-yı Ümmet’in Gorki’ye atfettiği bu mektupla, Abdullah Cevdet’in
eğitim konusuna yaptığı – yukarıda da örnekleri verilen- vurguyu beraber
okuduğumuzda, Ahmed Rıza ve Bahaeddin Şakir Bey grubunun komitacı
eğilimleriyle Abdullah Cevdet arasındaki mesafenin büyüdüğünü kolaylıkla tespit
edebiliriz. Zaten 1904 yılından itibaren İçtihad’ı çıkartmaya başlayan Abdullah
Cevdet de diğer Jön Türk yayınlarının yüzeyselliğinden şikâyet etmiştir (Mardin,
2008: 231). Şura-yı Ümmet’in aksiyon odaklı, kısa vadeli, sonuç alıcı, yani devrimci
muhalefetiyle; Abdullah Cevdet’in, eğitim gibi, uzun vadeli planlarla halkı
aydınlatmayı amaçlayan, yani evrimci muhalefeti arasında “amaçlar” bakımından
değil, ama “araçlar” bakımından büyük bir fark vardır.
Jön Türk hareketinin 1902’deki kongresinden sonra, önce Osmanlı
Hürriyetperverân Cemiyeti’ni sonra da 1906’da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i
Merkeziyet Cemiyeti’ni kuran Prens Sabahattin ise II. Abdülhamid’in tahttan
indirilmesinin ya da meşrutiyetin ilanının toplumsal değişme gerçekleşmediği
takdirde fazlaca bir anlam ifade etmediğini savunmuştur. Bu yaklaşım, grubun yayın
organı olan Terakki’nin (Rus-Japon Savaşı sonrasında) Rusya’daki gelişmeleri
değerlendirdiği yazısında net biçimde görülebilmektedir:
Bunlar da bizim gibi ihtiyacat-ı hakikiyelerini henüz idrak edememişler.
Çar’dan hürriyet koparmak yahud hükümete nihayet vermekle her maksadlarına
vasıl olacaklarını zannediyorlar. Herhalde neşriyatları bu esasa müstenid.
157
Esaret ile hürriyetin doğrudan doğruya milletin tarz-ı mesaisinden geldiğini
onlar da bizim gibi hatırlarına getirmiyorlar (Terakki, 1906: 4-8’den akt: Saygılı,
2012: 94).
Jön Türkler arasındaki bu farklılıklara karşın öne çıkan ve etkili olan görüş
Şura-yı Ümmet’in görüşü olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden birisi Osmanlı
ordusunda gelişen eğilimlerdir. Askeri anlamda Almanya ile gelişen ilişkiler Osmanlı
ordusunun genç subaylarının, ordunun ve askerin toplum içindeki rolü konusundaki
fikirlerinde büyük bir etkisi olmuştur. Colmar Freiherr von der Goltz gibi örnekler,
ordunun, toplumun modernizasyonunda öncelikli bir yere sahip olduğu, askerlerin
toplumsal ve siyasal alanda etkin olmaları gerektiği yönündeki fikirlerin yayılmasını
sağlamışlardır (Akmeşe, 2006: 64–65). Ayrıca maaşların ödenmemesi, liyakat
sisteminin bozukluğu, alaylı ve mektepli subaylar arasındaki gerginlikler de genç
subayların muhalefet saflarına geçişini kolaylaştıran faktörlerdir. 1906 yılında
Selanik’te, genç bürokrat ve subaylar tarafından kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti
ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında tesis edilen yakınlaşma ordu içindeki
büyümeyi daha kolaylaştırmıştır. Ahmed Rıza’nın 1906 döneminde yazdığı “Vazife
ve Mes’uliyet: Asker” adlı broşürü imparatorluğun savunulmasında ve ilerlemesinde
askere nasıl görevler düştüğünü açıklamayı amaçlamıştı (Moreau, 2010: 145–168).
Böyle bir vasatta, Japonya’nın Rusya karşısında kazandığı zafer de askeri okullarda
büyük bir ilgiyle takip edilmiştir. Pertev Paşa, anılarında, öğrencilerin bu savaşla
ilgili konuşurken kendisini nasıl ilgiyle dinlediklerini anlatmaktadır:
Talebeme Japon sularındaki deniz harekâtı ile Mançuri deki kara harekâtını
harita üzerinden anlatırken ve harekâtın gidişine göre Japonların bu harpten muzaffer
çıkacağına kanaat getirdiğimi söylerken onların nasıl derin bir şevk ve heyecanla
beni dinlediklerini görmekten büyük bir zevk duyuyordum (Demirhan, 1943: 7).
158
Aynı yıllarda Harbiye’de okumakta olan İsmet İnönü de savaşın genç subay adayları
arasında yarattığı büyük heyecanı aktarmaktadır:
Biz Akademideyken, 1905 Rus-Japon seferi olmuştu. Mektebin her sınıfında
sefer, heyecanla takip edilirdi. Okuduğumuz dersler ve hazırlandığımız meslek için
büyük ölçüde tatbikat karşısındaydık. Pek güçlükle malumat alabilirdik. Büyük
ecnebi gazeteleri bulmak nadir ve zor bir fırsattı. Hocalarımızdan bize anlatmalarını
ısrar ile isterdik. Hangi sınıfta, hangi hoca, bir şey anlatmışsa hemen duyardık
(İnönü, 1992: 22)
Dolayısıyla 1906 yılına gelindiğinde subayların bir siyasal aktör olarak harekete
geçmesi çok şaşırtıcı değildir. Bu noktada Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti’nin
önemi
ve
katkısı
büyüktür.
Cemiyetin,
hücre
biçimindeki
örgütlenmesinde Makedonya’daki devrimci örgütlerin etkisi görülmektedir. Ayrıca
Selanik’te etkin olan Mason locaları ve bağlantıları da örgütün yayılmasında etkili
olmuştur. Cemiyetin gelişimindeki en önemli kırılma ise 2. Ordu ve 3. Ordu içinde
hızla yayılmasıdır. Mart 1907’de Paris’e kaçan örgüt üyeleri Ömer Naci ve Hüsrev
Sami, örgüt tarafından Ahmed Rıza ve Prens Sabahattin gruplarının programlarını
incelemekle görevlendirilmiştir. İttihat ve Terakki’nin programını kendisine daha
yakın bulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, uzun tartışma ve müzakerelerden sonra 27
Eylül 1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşmiştir. Bir diğer önemli gelişme
ise Ermeni örgütlerinin davetiyle ikinci bir kongre düzenlenmesidir. İkinci kongre,
ilk kongreye göre daha başarılı olmuş ve genel bir uzlaşmayla sonuçlanmıştır.
Kongre sonunda Ahmed Rıza da şiddet içeren yöntemlerin kullanılmasını kabul
etmiştir. Makedonya sorununun gün geçtikçe büyümesi, yabancı müdahalesi
ihtimalinin artması ve ülke içinde yaşanan isyanlar durumun aciliyetini arttırmıştır.
15 Eylül’de Avusturya ve Rusya, hemen ardından 18 Aralık’ta da İngiltere,
Makedonya’da yabancı müdahalesini genişleten tasarılar ortaya atmışlardır.
159
Dolayısıyla tüm örgütlerin cephe halinde birleşmesi ve sonuç alıcı eylemlere
girişmesi zorunlu görülmüştür (Akşin, 1987: 61–65).
Sürecin hızlanmasın sağlayansa yine Makedonya sorunu olmuştur. 1908
yılının Haziran ayında bir araya gelen Rusya ve İngiltere, Almanya karşısındaki
birlikteliklerini güçlendirmişler ve Makedonya konusunda yeni önlemler alınmasını
karara bağlamışlardır. Bu haberin Selanik’te duyulmasıyla harekete geçen İttihatçı
subayların birbiri ardına dağa çıkmaları sonucunda bir isyan dalgası ortaya çıkmıştır.
II. Abdülhamid’in isyanı bastırmak için gönderdiği birliklerin öldürülmesi ya da
doğrudan isyancılara katılmaları sultanı çaresiz bırakmıştır. Çaresiz kalan sultan otuz
yıl sonra 23 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymuştur
(Zürcher, 135–136).
160
SONUÇ
Osmanlı modernleşmesinde Japon imgesini incelemeyi amaçlayan bu tez,
tarihsel olarak 1839–1908 yılları arasına odaklanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda
Japon imgesi temel olarak üç dönemde incelenebilir: İlk dönem Japonların vahşi bir
toplum olarak kabul edildiği 1839–1873 dönemidir. İkinci dönem Japonların hızla
medeniyet yolunda ilerlediğinin düşünüldüğü kabaca 1873–1895 arası dönemdir.
Üçüncü dönemse Japonya’nın herkes tarafından bir sentez başarısını temsil ettiğinin
kabul edildiği 1895–1908 arası dönemdir. Elbette bu dönemlendirmede kullanılan
aralıklar kesin tarihler olarak düşünülmemelidir.
Japon imgesinin oluşumunu ve dönüşümünü çevreleyen bağlam Osmanlı
modernleşmesinin yörüngesidir. On dokuzuncu yüzyıl, içinde bulunduğumuz
coğrafyanın en uzun yüzyılı olmasının yanında, bu coğrafyada zamanın hızlandığı bir
dönemdir. İmparatorluklar çağının sonuna doğru gelinirken, Osmanlı İmparatorluğu
da
içsel
ve dışsal
birçok
meydan okumayla karşılaşmıştır.
Modernlikle
karşılaşmasına bir işgal tehdidinin eşlik ettiği Osmanlı toplumu, bu karşılaşmadan
önce Avrupalı rakiplerine denk merkezi bir siyasal yapıya sahip olmanın sonucu
olarak, elitlerin öncülüğünde bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu dönüşümün temel
ekseni “Batı sorunu”na bir cevap üretmektir. Japon imgesinin devreye girdiği nokta
burasıdır. Japonya’nın Batı-dışı bir toplum olarak Batı ile olan ilişkisinin “ideal” bir
sentez olarak kabul edilmesi, onu, Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki tüm
kesimlerin gündemine çok olumlu biçimde taşımıştır.
Osmanlı Devleti’nde Japon imgesinin oluşumu birbiriyle ilişkili ve yer yer
çelişen/çatışan farklı düzeylerdeki kaynaklar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Öncelikle
161
devletlerarası düzey diyebileceğimiz yani Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya
arasındaki diplomatik ilişkileri içeren bir düzey ayırt edilebilir.
İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler herhangi bir ittifak veya antlaşma
doğurmamıştır. Hatta bu görüşmeler, iki ülke arasında resmi diplomatik
temsilciliklerin açılmasını dahi sağlayamamış olmasına rağmen Osmanlı’da Japon
imgesinin oluşumu ve gelişimi açısından önemli bir yere sahiptir. Özellikle Japonya,
19. yüzyılın ortalarından itibaren I. Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede gittikçe
artan özgüvenine paralel olarak, Osmanlı Devleti’nden ekonomik ayrıcalıklar elde
etmek ve Rusya karşısında Osmanlı Devleti ile askeri ve siyasi bir ittifak tesis etmek
için Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerini geliştirme çabasına girmiştir. Japonya’nın
bu
çabasında
Pan-Asyacı
yayılmacı
perspektifinin
katkısı
da
gözden
kaçırılmamalıdır.
Osmanlı yönetimi içinse II. Abdülhamid’in (1876–1908) tahtta olduğu bu
dönem uluslararası sistemde büyük güçler arasında yaşanan çıkar farklılaşmaları
gözetilerek diplomatik girişimlerle devletin göreli gücünün korunmaya çalışıldığı bir
dönemdir. Yüzyıllardır Rusya karşısında büyük hezimetlere uğrayan Osmanlı
yönetimi için Rusya’nın doğu sınırında güçlü bir devletin ortaya çıkması şüphesiz ki
kısmi bir rahatlama sağlamıştır. Bununla birlikte Osmanlı yönetimi bu hassas
dönemde Rusya’nın tepkisini çekmemek için Japonya ile olan ilişkilerinde oldukça
dikkatli davranma zorunluluğunu hissetmiştir. II. Abdülhamid yönetimindeki
Osmanlı diplomasisi her ne kadar Rusya’nın Japonya tarafından meşgul
edilmesinden dolayı önemli bir rahatlama yaşamışsa da resmi düzeyde mümkün
olduğunca iki ülke arasındaki (Rusya-Japonya) ilişkilerde tarafsız bir görüntü
çizmiştir.
162
Japonya
uluslararası
alanda
artan
gücüne
paralel
olarak
Osmanlı
İmparatorluğu’ndan diğer büyük güçler gibi özellikle ticari alanda çeşitli ayrıcalıklar
(kapitülasyonlar) istemiştir. Uluslararası alanda yaşadığı sorunların birçoğunu
kapitülasyonlarla ilişkilendiren Osmanlı yönetimi doğal olarak Japonya’nın bu
isteğinden memnun olmamış ve talebi doğrudan reddetmese de görüşmeleri mümkün
olduğunca sürüncemede bırakarak Japonya ile ilişkileri germeden bu talepten
kurtulmaya çalışmıştır (Deringil, 2003: 44–46). Kapitülasyon talebi imparatorluğun
varlığını diplomatik manevralarla devam ettirmeye çalışan Osmanlı yönetiminin
realpolitik algısı içinde Japonya’nın da büyük güçlerle aynı amaçlara sahip olduğu
algısını yerleştirmiştir. İhtiyacı olan son şey yeni bir emperyalist güçle uğraşmak
olan Osmanlı yönetimi Japonya ile ilişkilerde kapitülasyon talebinden sonra çok daha
şüpheci bir tavır takınmıştır (Deringil, 2003: 48; Şakir, 1994: 120).
Japonya ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin arka planında yatan
gerilimlerden bir tanesi de Japonya’nın, 1895 Çin-Japon Savaşı’nda Çin’i ve
özellikle de 1905 Rus-Japon Savaşı’nda Rusya’yı yendikten sonra Batı-dışı halklar
arasında (ki önemlice bir kısmını da müslüman halklar oluşturuyordu) artan
popülaritesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezine halifeliği oturttuğu Panİslamizm politikasını zayıflatma kapasitesidir. Japon İmparatoru Meiji’nin ve Japon
halkının müslüman olma söylentileriyle beslenen ve Japonya’nın Pan-Asyacı
genişleme politikası dolayısıyla Japonya tarafından da desteklenen bu söylentiler
Sultan II. Abdülhamid’in Japonya’dan duyduğu tedirginliği arttırmıştır (Dündar,
2011). İmparator Meiji müslüman olursa İslam dünyasının yeni koruyucusu olarak
hilafetin Japonya’ya geçmesi ihtimali başta II. Abdülhamid olmak üzere Osmanlı
bürokrasisinin Japonya’ya yönelik şüphelerini arttırmış olabilir. Diğer taraftan
163
İmparator Meiji’nin ve Japon halkının müslüman olmasının Avrupa ülkeleri karşında
İslam dünyasına büyük bir güç kazandıracağı da düşünülebilirdi (Worringer, 2001:
52). Bu karmaşık politik hesaplar devlet katında Japonya’ya yönelik şüpheyle karışık
yoğun bir ilgiyi güdülemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Japon imgesinin oluşumunda bir diğer kaynak,
Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmüş burjuva sınıf yapısı içinde bir taraftan devlet
bürokrasisiyle iç içe olan, bir taraftan da padişahın doğrudan otoritesinden
bağımsızlaşmış olan aydınlardır. Genellikle Batı tipi eğitim kurumlarında yetişen ya
da İslami bilimlerle birlikte modern eğitimi birleştirmiş olan bu kişiler özellikle
matbaa kapitalizminin kendilerine açtığı alanda seslerini duyurmuşlardır. Bir
kamuoyunun oluşumunda katkıları olan bu kişiler Osmanlı kamuoyuna gazete, kitap,
tiyatro, şiir, konferans, toplantı, seyahat gibi birçok farklı araç ve yolla seslenme
imkânına sahiptiler (Göçek, 1999: 278–279).
Japonya’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne kadar devam eden pozitif
imajının kökeninde bu imgenin yukarıda sayıldığı gibi çok farklı kaynaklardan
beslenmesi önemli bir yer tutmaktadır. Diğer taraftan Japonların, Avrupa’dan ihtiyaç
duyduklarını alıverdikleri düşüncesi, içerdiği pragmatizmle Osmanlı-Türk siyasal
alanındaki önemli bir ihtiyaca cevap vermiştir. Japonya’ya yönelik bu heves, II.
Dünya Savaşı sonrası “Küçük Amerika” olma isteğinin erken bir ifadesi olarak
okunmalıdır. Japon ve Amerikan modellerinin bu pratikliklerine karşın, Fransız
modeli kendisini öteden beri bir Civilization olarak sunmuştur. Teknik olanın çok
ötesinde, bir kültürel kod dönüşümü olarak görülen Fransız modelinin esas alındığı
Tanzimat döneminin de Yeni Osmanlılardan itibaren ihanet, taklitçilik ya da en
hafifinden züppelik olarak görülmesi bununla ilişkilidir. Kültürel kod dönüşümünde
164
tutturulması gereken yolun ne olduğu sorunu, yönetici elitin farklı kesimleri
tarafından farklı biçimde cevaplanmıştır. Neticede de ortaya farklı çözümler
çıkmıştır. İttihat ve Terakki’den başlayarak Kemalizmin bu soruna yönelik çizdiği
sınırlar, II. Meşrutiyet’in İslamcı düşünürlerine göre daha geniştir. Bu anlamda,
Kemalizmin sentez sorununa bakışında “Batı”dan ithal edilebilecekler listesinin
diğer rakiplerine göre daha geniş tutulmuş olduğu söylenebilir. II. Dünya Savaşı
sonrası çok partili hayatla beraber iktidara gelen muhafazakâr kadroların Fransız
modeli gibi büyük bir kültürel bagajı olmayan bir model arayışlarına Amerika ve
Japonya bir cevap oluşturmuştur. 1980 sonrası dönemde Özal’ın Japonya’ya yönelik
özel ilgisi, tam da “işini bilen” memurların, pratik ve akışkan olmanın öne çıktığı;
bürokratik-devletçi bir kalkınma modelinin yerini serbest piyasanın aldığı;
ideolojilerin ölümünün ilan edildiği bir dönemin ruhuna uygundur.
Japon
imgesinin
Osmanlı-Türk
modernleşmesinin
ortak
referans
noktalarından biri olması, bu modernleşme deneyiminin “muhafazakâr” karakteriyle
ilgilidir. Bunun nedeni, tarihsel olarak Osmanlı-Türk modernleşmesinin bir savunma
arayışı içine doğmasından kaynaklanmaktadır. Batı dışı başka modernleşme
deneyimlerinde de görülebilecek bu muhafazakâr eğilimli modernleşme anlayışı
Osmanlı-Türk
oluşturmaktadır.
modernleşmesinin
Osmanlıcılık,
de
İslamcılık,
temel
parametrelerinden
Türkçülük
ve
Batıcılık
birisini
olarak
sınıflandırdığımız son dönem Osmanlı fikir akımlarının hepsinin Japon imgesi
noktasında birbirine yaklaşması muhafazakâr bir özü koruma talebinin tüm bu fikir
akımlarının ortak paydası olmasından dolayıdır. Bu açıdan bakıldığında, belki de,
son dönem Osmanlı düşünce akımlarını sınıflandırırken farklı değişkenlerin tedavüle
sokulması daha zihin açıcı sonuçlar verebilir.
165
Osmanlı-Türk modernleşmesinin, muhafazakâr bir modernleşme deneyimi
olmasının yarattığı en başat sonuçlardan birisi modernliğin teknik bir mesele olarak
kavranması eğilimidir. II. Abdülhamid’den bugüne gelinceye değin etkilerini
sürdüren bu yaklaşım, modernliğin özneleşme ve özgürleşme süreci olmasının
karşısına, disipline edici bir teknik olarak modernliği çıkarmaktadır. İrem, bu farklı
modernlik yorumlarını Wallerstein’ın “teknolojik modernite” ve “özgürleşme
modernitesi” ayrımına dayanarak açıklamaktadır. Böylece, teknolojik modernite,
özellikle ekonominin ve toplumun yönetim ve denetimine katkı sağlayan idari-teknik
gelişmelere açık bir modernlik yönelimini ifade etmektedir (İrem, 2011: 29–30).
Teknolojik modernite; siyasal liberalleşme, demokratikleşme ve bireylerin öznel
kapasite ve özgürlük alanlarının genişlemesi gibi yönelimlere de – tamamen
ol(a)masa da görece- kapalıdır. Modernliğin teknik altyapısının bizatihi özneleşme
ve özgürleşme süreçlerinin baskılanması için seferber edilmesinin tarihine
bakıldığında; II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki, Kemalizm ve AKP gibi birbiriyle
uzak ideolojik pozisyonlarda yer aldığı düşünülen politik aktörler yan yana
gelebilmektedir. Bu tür bir yaklaşım, topluma belirli bir yön ve biçim verme
iradesine atıf yapmakta, dolayısıyla da bir toplumsal mühendislik projesi anlamına
gelmektedir. Göle, Osmanlı-Türk modernleşmesinde mühendislerin üstlendiği
ayrıcalıklı rolü değerlendirirken, modernliğin sınırlarını belirlemek için toplumsal
mühendisliğin bir çözüm olarak görüldüğünü vurgular. Bu nedenle toplumsal
mühendisliğin de birbirinden çok farklı – ve hatta karşıt- ideolojileri yatay kesen bir
hat oluşturduğunu belirtir (Göle, 1998: 11–13). Bu yaklaşım, toplum karşısında
yönetici elitlere verdiği geniş öznellik alanıyla da işlevseldir.
166
Japon imgesi ve modeli sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, daha birçok
Batı dışı toplumda ideal bir sentez olarak görülmektedir. Bu veri dikkate alındığında,
Osmanlı-Türkiye deneyiminin,
diğer
Batı dışı toplumlarla karşılaştırılması
kavrayışımızı geliştirmek bakımından çok verimli olabilir. Zira Batı Avrupa
deneyimleriyle yapılan karşılaştırmalar, genel olarak “Batı”da olan ve “Doğu”da
olmayan kurum, süreç ve aktörlerin bir dökümü haline gelmeye meyillidir. Buna
karşın Osmanlı-Türkiye deneyimini farklı Batı dışı toplumlarla karşılaştırmalı olarak
çalışmak, bu deneyimin hem özgüllüklerini hem de farklı örneklerle olan
ortaklıklarını yakalamamıza olanak verebilir.
Japon imgesinin Osmanlı İmparatorluğu içindeki ilk oluşum döneminden
devşirebileceğimiz derslerden birisi ise Osmanlı oryantalizmi tartışmalarına
yöneliktir. Osmanlı merkezi elitlerinin devleti, toplumu ve kendi kimliklerini nasıl
kurguladıklarına yönelik önemli çıkarımlar yapabilmemize olanak sağlama
potansiyeline sahip bu tartışma, farklı toplumların Osmanlı İmparatorluğu içindeki
temsillerinin ve imgelerinin araştırılmasıyla daha da berraklık kazanacaktır.
Japon imgesinin ve modelinin sadece burada incelenen tarihsel aralıkla sınırlı
olmadığı açıktır. Özellikle II. Meşrutiyet dönemindeki tartışmaların derinlikli olarak
incelenmesi gerekmektedir. Çalışmanın belli sınırlarının olması bir zorunluluk
olduğundan burada incelenmeyen II. Meşrutiyet döneminde, Japon imgesi ve modeli
ile ilgili çok yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu dönemde Japonya’nın da modernleşen
bir Doğu toplumu olarak kendi imajını hem Avrupa’ya hem de Asya’ya yayma
çabası çeşitli yayınların ortaya çıkmasını sağlamıştır (Worringer, 2001: 226).
Örneğin, Doktor Ichikawa imzalı “Japonya Tarih-i Siyasîsi” 1912 tarihli kitap bu tür
yayınlardan biridir (Ichikawa, 2007). Yine Pertev Paşa’nın 1911’de yayınladığı
167
“Rus-Japon Harbinden Alınan Mâddî ve Manevî Dersler ve Japonların Esbâbi
Muzafferiyeti: Bir Milletin Tâli’i Kendi Kuvvetindedir!” başlıklı kitabı Osmanlı
kamuoyunda Japonya’nın 1908 sonrasında da yoğun biçimde tartışılmasına katkı
sağlamıştır (Worringer, 2001: 236). İttihatçıların kendilerini tarif ederken
kullandıkları “Ortadoğu’nun Japonyası” ifadesi ise Japonya’nın ve Japon imgesinin
II. Meşrutiyet sonrası kazandığı önemi anlamamız için dikkate değerdir (Ahmad,
2010: 87). Bununla birlikte bu ilginin sadece II. Meşrutiyet dönemi ile sınırlı
kaldığını düşünmek yanıltıcı olur. Türkiye tarihi boyunca da Japonya’ya yapılan
atıflar sürmüştür. Özellikle Özal döneminde Japon imgesi ve modeli üzerine
çalışmak neoliberal muhafazakâr ideolojinin çözümlenmesine katkı sunabilir.
Neoliberal politikalar uygulandıkları tüm ülkelerde kapsamlı toplumsal dönüşümlere
ve sonuç olarak da siyasal ve toplumsal çatışmalara neden olmaktadır. Toplumsal
sorunları bireyselleştirme üzerinden toplumu atomize eden neoliberal ideolojinin
yarattığı tahribat bizatihi toplumun temelini sarsmaktadır. Neoliberal politikaların,
Amerika’da Reagan ve İngiltere’de Thatcher gibi muhafazakâr politik aktörler
tarafından uygulanmaya koyulması bu nedenle şaşırtıcı değildir (Bedirhanoğlu, 2010:
44–45). Zira neoliberal politikalar, 12 Eylül 1980 darbesinden de anlaşılabileceği
gibi ancak toplumsal denetimin ve baskının arttırılması ve toplumsal muhalefetin
zayıflatılması – ve hatta yok edilmesi- yoluyla uygulamaya konulabilmektedir.
Dolayısıyla Japon modernleşmesinin toplumsal denetimi sağlayacak teknolojik
altyapıyı güçlendirirken, bir özgürleşme olarak moderniteyi gündemine almayan bir
örnek olarak sunduğu zengin kapasite, neoliberal dönemin ruhuyla son derece
uyumludur. Muhafazakâr bir sosyal mühendislik yoluyla toplumun neoliberal
ideoloji ekseninde dönüştürülmesi ve refah devletinin peyderpey tasfiye edilmesiyle
168
ortaya çıkan toplumsal krizi muhafazakâr bir toplumsal iklim yoluyla hegemonize
etmek için de Japon imgesi işlevseldir. Dolayısıyla 1980 sonrası Türkiye siyasal
hayatını anlamamız
için Japon/ya
imgesinin önemli
düşünüyorum.
169
imkânlar
sunacağını
KAYNAKÇA
Süreli Yayınlar:
Balkan, 13 Mayıs 1908.
Hadika, 10 Ocak 1873.
Hanımlara Mahsus Gazete, 19 Mart 1904; 31 Mart 1904; 19 Nisan 1904; 13
Mayıs 1904.
Hayat, 12 Haziran 1905.
İçtihad, Ocak 1905.
İkdam, 31 Aralık 1905.
İrtika, 8 Mart 1902.
Ma’lumat, 3 Aralık 1896; 24 Ağustos 1897.
Mecmua-i Ebüzziya, 1880.
Mecmua-i Edebiye, 28 Aralık 1899.
Meşveret, 24 Kanûn-ı Evvel 1897.
Musavver Cihan, 24 Haziran 1891
Servet-i Fünun, 18 Ocak 1894; 25 Ekim 1894; 1 Aralık 1897; 8 Ocak 1905; 8
Ocak 1911; 21 Ocak 1911.
Şura-yı Ümmet, 2 Şubat 1904; 17 Nisan 1904; 1 Mayıs 1904; 24 Ekim 1904.
Tercüman, 19 Şubat 1895; 2 Nisan 1895.
Tercüman-ı Hakikat, 29 Mayıs 1891.
Zerrat, 1887.
170
Kitaplar ve Makaleler
Abou-El-Haj, Rifa’at Ali, 1703 İsyanı, Çev. Çağdaş Sümer, Ankara, Tan
Kitabevi Yayınları, 2011.
-------, Modern Devletin Doğası, Çev. Oktay Özel ve Canay Şahin, Ankara,
İmge Kitabevi, 2000.
Abu-Manneh, Butrus, “The Islamic Roots of the Gülhane Rescript”, Die Welt
des Islams, C. 34, S. 2, 1994, s. 173–203.
-------, “The Sultan and the Bureaucracy: The Anti-Tanzimat Concepts of
Garnd Vizier Mahmud Nedim Paşa”, International Journal of Middle East
Studies, C. 22, S. 3, 1990, s. 257–274.
Açıkel,
Fethi,
“Entegratif
Toplum
ve
Muarızları:
‘Merkez-Çevre’
Paradigması Üzerine Eleştirel Notlar”, Toplum ve Bilim, S. 105, 2006, s. 30–69.
-------, “Model-Bağımlı Modernleşme Üzerine Kavramsal Bir Deneme:
Seçkinler ve Osmanlı-Türk Modernliğinin Bilişsel-Kurumsal Repertuarı”, Tarihsel
Sosyoloji, Ed. Ferdan Ergut ve Ayşen Uysal, Ankara, Dipnot Yayınları, 2007a, s.
79–110.
-------, “‘Models of Revolution’ and ‘Institutional Reproduction’: Or How
Recolutionary Elites Contribute to Institutional Model-Dependence in the World
System”, Revolutions: Revisited, Revised, Redesigned, Ed. Agata Stopinska, Anke
Bartels and Raj Kollmorgen, Frankfurt, Peter Lang, 2007b, s. 91–104.
Akıntürk,
Turgut,
Hukuka
Giriş,
Eskişehir,
Anadolu
Üniversitesi
Açıköğretim Fakültesi Yayınları, 2002.
Ahmad, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 4. Baskı, Çev. Sedat Cem
Karadeli, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.
171
Ahıska, Meltem, Radyonun Sihirli Kapısı, İstanbul, Metis Yayınları, 2005.
Akmeşe, Handan Nezir, “The Japanese Nation in Arms: A Role Model for
Militarist Nationalism in the Ottoman Army, 1905–14”, The Islamic Middle East
and Japan, Ed. Renée Worringer, Princeton, Markus Wiener Publishers, 2006, s.
63–89.
Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul, Remzi Kitabevi,
1987.
Al-‘Azm, Sadik Jalal, “Orientalism And Orientalism In Reverse”,
Orientalism A Reader, Ed. A. L. Macfie, New York, New York University Press,
2000, s. 216–238.
Altın, Uğur, “1850–1900 Yılları Arasında Yurtdışına Gönderilen Japonların
ve Japonya’ya Gelen Yabancıların Çalışma Alanlarına Göre Dağılımları”,
Türkiye’de Japonya Çalışmaları Konferansı – I, Ed. Selçuk Esenbel ve Erdal
Küçükyalçın, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012, s. 380–389.
Anderson, Benedict, Imagined Communities, Yenilenmiş Baskı, Edinburgh,
Verso Books, 2006.
Arık, Umut, A Century of Turkish-Japanese Relations: A Special
Partnership, 2. Baskı, The Japan-Turkey Friendship Centenary Program Committee,
1991.
Arlı, Alim, Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif Mardin, 2. Baskı,
İstanbul, Küre Yayınları, 2009.
Aydın,
Mithat,
“1876
Bulgaristan
Ayaklanmasının
Osmanlı-İngiliz
İlişkilerine Etkisi”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 2, S. 12,
2002, s. 80–87.
172
Bauman, Zygmunt, Modernite ve Holocaust, Çev. Süha Sertabiboğlu,
İstanbul, Versus Kitap, 2007.
Bayart, Jean-François, Kimlik Yanılsaması, Çev. Mehmet Moralı, İstanbul,
Metis Yayınları, 1999.
Bayer, Selman, Tanzimat Edebiyatının Din Anlayışında Şinasi Örneği,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, Türk İslam Edebiyatı Bilim Dalı, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Uludağ Üniversitesi, 2007.
Bedirhanoğlu, Pınar, “Türkiye’de Neoliberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü”,
AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, 2. Baskı, Der. İlhan Uzgel ve Bülent
Duru, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2010, s. 40–65.
Belge, Murat, Militarist Modernleşme, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
Berkes, Niyazi, Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara, Bilgi Yayınevi,
1975.
-------, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 14. Baskı, Haz. Ahmet Kuyaş, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2009.
Bermann, Marshall, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, Çev. Ümit Altuğ ve
Bülent Peker, 13. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
Beşikçi, Mehmet, “Japon Emperyalizminin Yükselişi”, Toplumsal Tarih,
Sayı: 161, 2007, s. 60–63.
Celaleddin, Mahmud, “Japon”, Bağçe, 1880.
Chatterjee, Partha, Ulus ve Parçaları, Çev. İsmail Çekem, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2002.
173
Coşkun, Ahmet, 1895–1898 Yılları Arasında Yayınlanan Meşveret
Gazetesinin Transkribt ve Değerlendirmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Kayseri, Tarih Anabilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri Üniversitesi, 2006.
Çakır, Hamza, Osmanlıda Basın-İktidar İlişkileri, Ankara, Siyasal
Kitabevi, 2002.
Çiçek, Nazan, The Young Ottomans, London, Tauris Academic Publishing,
2010.
Çiğdem, Ahmet, "Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon", Modern
Türkiye'de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, Ed. Tanıl Bora ve Murat
Gültekingil, Cilt 3, 4. Baskı, İstanbul, 2007, s. 68–81.
Davison, Roderic H., Environmental and Foreign Contributions: Turkey,
Political Modernization in Japan and Turkey, Ed. Robert E. Ward and Dankwart
A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1964, s. 91-116.
-------, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856–1876, 2. Baskı, Çev.
Osman Akınhay, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2005.
Demirhan, Pertev, Rus-Japon Harbi (1904–1905), İstanbul, Matbaai
Ebüzziya, 1943.
Deringil, Selim, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji, Çev. Gül Çağalı Güven,
İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002.
-------, “Osmanlı İmparatorluğu’nda “Geleneğin İcadı”, “Muhayyel Cemaat”
(“Tasarımlanmış Topluluk”) ve Pan-İslâmizm”, Simgeden Milllete, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2007, s. 19–51.
174
-------, “Ottoman-Japanese Relations in the Late Nineteenth Century”, The
Rising Sun and the Turkish Crescent, Ed. Selçuk Esenbel and Inaba Chicaru,
İstanbul, Boğaziçi University Press, 2003, s. 42–48.
Dündar, Ali Merthan, “Muhayyel Tarihe İtiraz: Ertuğrul Faciası, Yamada
Torajiro ve Abdülhalim No Shotaro Üzerine”, A.Y.Ü. IV. Uluslar arası Türkoloji
Kongresi, 2011a.
-------, Panislâmizm’den Büyük Asyacılığa, 2. Baskı, İstanbul, Ötüken
Neşriyat, 2011b.
Elias, Norber, Uygarlık Süreci, Çev. Ender Ateşman, C. 1, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2000.
Erdemir, A. Volkan, “A Realistic Approach to the Achievements of Torajiro
Yamada and His Relationship with Turkey”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, C. 11, S. 1, 2011, s. 217–228.
-------, “Geç Meiji Japonyasında Türk Kadını İmgeleri”, Türkiye’de
Japonya Çalışmaları Konferansı – I, Ed. Selçuk Esenbel ve Erdal Küçükyalçın,
İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012, s. 370–379.
Ergut, Ferdan, Modern Devlet ve Polis, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004.
-------, “Tarihsel Bilginin Özgüllükleri: Zaman ve Patikaya Bağımlılık”,
Praksis, S. 17, 2007, s. 159–171.
Erkin, Hüseyin Can, Geçmişten Günümüze Japonya’dan Türkiye’ye
Bakış, Ankara, Vadi Yayınları, 2004.
Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, Haz.: A. Vahap Akbaş, İstanbul, Beyan
Yayınları, 2009.
175
Esen, Nüket, “Ahmet Mithat’ta Anlatıcı ve Muhatabı”, Merhaba Ey
Muharrir! Ahmet Mithat Üzerine Eleştirel Yazılar, Haz. Nüket Esen ve Erol
Köroğlu, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2006, s. 59–72.
Esen, Nüket, Köroğlu, E., “Edebiyat ve Tarih Etkileşimi Bağlamında
Osmanlı’da Romanın Ortaya Çıkışı”, Tarih Vakfı Ankara Tartışmaları,
Yayınlanmamış Panel Sunumu, Ankara, 20 Nisan 2012.
Esenbel,
Selçuk,
“Alacakaranlık
Diplomasisi:
Japonların
Osmanlı
İmparatorluğu’na İlgisi”, Japon Modernleşmesi ve Osmanlı, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2012, s. 270–306.
-------, “İstanbul’da Fin de Siécle Bir Japon Romantik: Yamada Torajiro’nun
Yaşamı ve Eseri Toruko Gakan”, Japon Modernleşmesi ve Osmanlı, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2012, s. 341–370.
-------, “Japanese Perspective of the Ottoman World”, The Rising Sun and
the Turkish Crescent, Ed. Selçuk Esenbel and Inaba Chicaru, İstanbul, Boğaziçi
University Press, 2003, s. 7–41.
-------, “Medeni Davranışın Aczi: Türk ve Japon Modernleşmesinin “Uygarlık
Süreci” Kavramı Açısından Mukayesesi”, Japon Modernleşmesi ve Osmanlı,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 243–270.
-------, “Yüzyılın Sonunda İstanbul’da Bir Japon Romantik: Yamada Torajiro
ve Pera’nın “Japon Mağazası”, Hilal ve Güneş: İstanbul’da Üç Japon, İstanbul,
Pera Müzesi Yayınları, 2010, s. 13–67.
Faroqhi, Suraiya, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Ercan Ertürk,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.
176
Findley, Carter V., Ahmed Midhat Efendi Avrupa’da, Çev. Ayşen Anadol,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999.
-------, Kalemiyeden Mülkiyeye, 2. Baskı, Çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2011a.
-------, Modern Türkiye Tarihi, Çev. Güneş Ayas, İstanbul, Timaş
Yayınları, 2011b.
-------, “Osmanlı Siyasal Düşüncesinde Devlet ve Hukuk: İnsan Hakları mı,
Hukuk Devleti mi?”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2.
Baskı, Ed.: Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 2012, s. 491-502.
-------, “Tanzimat”, Türkiye Tarihi; Modern Dünyada Türkiye 1839-2010,
C. 2, Çev. Zuhal Bilgin, Ed.: Reşat Kasaba, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2011, s. 37–69.
Finkel, Caroline, Rüyadan İmparatorluğa Osmanlı, 4. Baskı, Çev. Zülâl Kılıç,
İstanbul, Timaş Yayınları, 2010.
Fortna, Benjamin C., “II. Abdülhamid’in Saltanatı”, Türkiye Tarihi:
Modern Dünyada Türkiye 1839-2010, Çev. Zuhal Bilgin, Ed. Reşat Kasaba,
İstanbul, Kitap Yayınevi, 2011, s. 71–97.
-------, Mekteb-i Hümayun, Çev. Pelin Siral, İstanbul, İletişim Yayınları,
2005
Foucault, Michel, Toplumu Savunmak Gerekir, 3. Baskı, Çev. Şehsuvar
Aktaş, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004.
Fulbrook, Mary, Almanya’nın Kısa Tarihi, Çev. Sabri Gürses, İstanbul,
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2011.
177
Georgeon, François, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900–1930, Çev. Ali
Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006.
-------, Sultan Abdülhamid, Çev. Ali Berktay, İstanbul, Homer Kitabevi,
2006.
Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları, Çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 2010.
Göçek, Fatma Müge, Burjuvazinin Çöküşü İmparatorluğun Yükselişi,
Çev. İbrahim Yıldız, Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999.
Göle, Nilüfer, Mühendisler ve İdeoloji, 2. Baskı, İstanbul, İletişim
Yayınları, 1998.
Gür, Âlim, Ebüzziya Tevfik’in Hayatı, Dil, Edebiyat, Basın, Yayın ve
Matbaacılığa Katkıları, Doktora Tezi, Ankara, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, 1990.
Hanioğlu, M. Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet
ve Dönemi, İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1981.
-------, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve
Jön Türklük, 2. Baskı, C. 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 1989.
-------,
“Jön
Türk
Basını”,
Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e
Türkiye
Ansiklopedisi, C. 3, Ed.: Murat Belge, İstanbul, 1985, s. 844–850.
-------, “Sunuş”, II. Abdülhamid Döneminde Sansür, İstanbul, Bağlam
Yayıncılık, 2007.
Hayta, Necdet, Tarih Araştırmalarına Kaynak Olarak Tasvir-i Efkâr
Gazetesi (1278/1862–1286/2002), Ankara, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı
Yayınları, 2002.
178
Herf, Jeffrey, Reactionary Modernism, Cambridge, Cambridge University
Press, 1984.
Hunter, Janet E., Modern Japonya’nın Doğuşu, Çev. Müfit Günay, Ankara,
İmge Kitabevi, 2002.
İnalcık, H., Quataert, D., “Genel Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Ekonomik ve Sosyal Tarihi, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Donald Quataert, C. 2,
İstanbul, Eren Yayıncılık, 2006.
İnalcık, Halil, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu”, Tanzimat
Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Mehmet
Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 89–110.
İnan, Huricihan, “Osmanlı Tarihi ve Dünya Sistemi: Bir Değerlendirme”,
Toplum ve Bilim, S. 23, 1983, s. 9–39.
İnönü, İsmet, Hatıralar, 2. Baskı, C. 1, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1992.
İrem, Nazım, “Türk Muhafazakâr Modernleşmesinin Sınırları: Kültürcü
Özgünlük ve Eksik Liberalizm”, Doğu Batı, S. 58, Ankara, Doğu Batı Yayınları,
2011, s. 27–36.
İsmail Kemal Bey’in Hatıratı, Çev. Adnan İsmailoğulları ve Rubin Hoxha,
Ed.: Story, Sommerville, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007.
Jeanniere, Abel, “Modernite Nedir?”, Çev. Nilgün Tutal Küçük, Modernite
Versus Postmodernite, 2. Baskı, Der. Mehmet Küçük, Vadi Yayınları, Ankara,
1994, s. 4–16.
Kieser, Hans-Lukas, Iskalanmış Barış, Çev. Atilla Dirim, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2005.
179
Lee, Hee Soo, “II. Abdülhamid ve Doğu Asya’daki Pan-İslâmist Siyaset”,
Osmanlı, C. 2, Ed. Güler Eren, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2009, s. 363–372.
Lee (Cemil), H.-S., İlhan, İ., Osmanlı Japon Münasebetleri ve Japonya’da
İslamiyet, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1989.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2. Baskı, Çev. Boğaç Babür
Turna, Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2009.
Kansu, Aykut, 1908 Devrimi, Çev. Ayda Erbal, İstanbul, İletişim Yayınları,
1995.
Karpat, Kemal H., İslam’ın Siyasallaşması, 4. Baskı, Çev. Şiar Yalçın,
İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.
Kaynar, Reşat, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, 3. Baskı, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
Kazancıgil, Ali, “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”,
Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, 4. Baskı, Der. Ersin Kalaycıoğlu ve
Ali Yaşar Sarıbay, Bursa, Dora Yayıncılık, 2009, s. 207–232.
Kazuhiko, Shiraiwa, “The Japanese Image of Turkey in Meiji Literature”,
The Rising Sun and the Turkish Crescent, Ed. Selçuk Esenbel and Inaba Chicaru,
İstanbul, Boğaziçi University Press, 2003, s. 49–85.
Keyder, Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 11. Baskı, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2005.
Kırlı, Cengiz, Sultan ve Kamuoyu, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2009.
180
Kırmızı, Abdulhamit, “Avlonyalı Mustafapaşazade Mehmed Süreyya Bey”,
Osmanlı Sonrası Arnavutluk (1912–1920), Haz. Abdulhamit Kırmızı, İstanbul,
Klasik Yayınları, 2009.
Koloğlu, Orhan, “Mikado’yu Bir Sünnet Edebilseydik – 3”, Milliyet
Gazetesi, 2 Kasım 1990.
-------, “Mikado’yu Bir Sünnet Edebilseydik – 4”, Milliyet Gazetesi, 3 Kasım
1990.
-------, “Osmanlı’da İlk Yapon Haberleri”, Tarih ve Toplum, 2001, C. 37, S.
218, s. 19–21.
Komatsu, Kaori, Ertuğrul Faciası: Bir Dostluğun Doğuşu, Ankara, Turhan
Kitabevi, 1992.
Korkmaz, Dilek, Hoca Kadri Nâsıh’ın Hayatı Eserleri ve Görüşleri,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, Kelam Bilim Dalı, İlahiyat Anabilim
Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Marmara Üniversitesi, 2006.
Korlaelçi, Murtaza, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, İstanbul, İnsan
Yayınları, 1986.
Köksal, Yonca, “Tanzimat ve Tarih Yazımı”, Doğu Batı, S. 51, Ankara,
Doğu Batı Yayınları, 2009, s. 193–214.
Kurşun, Zekeriya, Küçük Mehmed Said Paşa (Siyasî Hayatı, İcraatı ve
Fikirleri) 1838–1914, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, Yakınçağ Tarihi
Anabilim Dalı, Tarih Bölümü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Marmara Üniversitesi,
1991.
181
Kuşçuluo, Ayhan, Japon-Rus Savaşı ve Türkler, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Kayseri, İslam Tarihi Bilim Dalı, İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim
Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erciyes Üniversitesi, 2009.
Makdisi, Ussama, “Osmanlı Oryantalizmi”, Çev. Aytaç Yıldız, Oryantalizm
Tartışma Metinleri, İstanbul, Doğu Batı Yayınları, 2007, s. 271–315.
Mardin, Şerif, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895–1908, 15. Baskı,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2008.
-------, Tanzimat Fermanı’nın Mânası: Yeni Bir İzah Denemesi, Tanzimat
Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Mehmet
Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 145–165.
-------, Türk Modernleşmesi, 17. Baskı, Der. Mümtaz’er Türköne ve Tuncay
Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007.
-------, Türkiye, İslam ve Sekülarizm, Çev. Elçin Gen ve Murat Bozluolcay,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
-------, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, 9. Baskı, Çev. Mümtaz’er
Türköne, Fahri Unan ve İrfan Erdoğan, Haz. Ömer Laçiner, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2010.
Matsutani, Hiranao, “Osmanlı Son Dönemlerinde Japon-Türk İlişkileri”, XII.
Türk Tarih Kongresi Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000, s.
1247–1251.
Misawa, Nobuo, “The Origin of the Commercial Relationship Between Japan
and the Ottoman Empire: The Tactics of Young Torajiro Yamada, As a “Student
Merchant”, The Bulletin of Faculty of Sociology, Toyo University, C. 45, S. 1,
2007, s. 51–87.
182
-------, Türk-Japon Ticaret İlişkileri, İstanbul, İstanbul Ticaret Odası
Ekonomik ve Sosyal Tarih Yayınları, 2011.
Misawa, N., Akçadağ, G., The First Japanese Language Education in the
Ottoman Empire (1891-1892): Shotaro Noda’s Lectures in the Ottoman Military
School, The Bulletin of Faculty of Sociology, Toyo University, C. 46, S. 1, 2008, s.
219-248.
Mitchell, Timothy, Colonising Egypt, Cambridge, Cambridge University
Press, 1988.
Musavver Rusya ve Japonya Vakayi'-i Harbiyesi, İstanbul, Matbaa-i
Ahmed İhsan ve Şürekâsı, 1322
Mütercimler, Erol, Ertuğrul Faciası ve 21. Yüzyıla Doğru Türk-Japon
İlişkisi, İstanbul, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1993.
Nakaoka, Saneki, “Japanese Research on the Mixed Courts of Egypt in the
Earlier Part of the Meiji Period in Connection with the Revision of the 1858
Treaties”, The Journal of Sophia Asian Studies, N. 6, 1988, s. 11–47.
Nalcıoğlu, Belkıs Ulusoy, “Tanzimat Dönemi Gazeteciliği ve Türk Basınının
İlkleri”, Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 14, 2005, s. 253–267.
Nuri, M., “Japonya Ülkesi”, Tulû, 12 Ağustos 1884.
Oğuz, Gülser, Osmanlı Gazetesi (1895–1902), Yayınlanmamış Yükse Lisans
Tezi, Ankara, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı, Atatürk İlkeleri ve
İnkılâp Tarihi Enstitüsü, 2006.
Oğuz,
Mustafa,
II.
Abdülhamid’e
Sunulan
Lâyihalar,
Ankara,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Tarih Anabilim Dalı,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, 2007.
183
Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 28. Baskı, İstanbul, Timaş
Yayınları, 2009.
-------, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, 11. Baskı, İstanbul,
Timaş Yayınları, 2010.
Özbek, Nadir, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Sosyal Devlet”, Toplum
ve Bilim, İstanbul, S. 92, 2002, s. 7–33.
-------, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2002.
Pamuk, Şevket, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme 1820–1913,
3. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005.
-------, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500–1914, 4. Baskı, İstanbul,
İletişim Yayınları, 2007.
Poole, Ross, Ahlak ve Modernlik, Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 1993.
Quataert, Donald, “19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahatlar Devri 1812–1914,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, C. 2, Çev. Süphan
Andıç, Ed.: Halil İnalcık ve Donald Quataert, İstanbul, Eren Yayıncılık, 2004.
-------, Osmanlı İmparatorluğu 1700–1922, 3. Baskı, Çev. Ayşe Berktay,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2004.
-------, “Tanzimat Döneminde Ekonominin Temel Problemleri”, Tanzimat
Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Mehmet
Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 729–740.
Rajabzadeh, Hashem, “Russo-Japanese War as Told by Iranians”, Annals of
Japan Association for Middle East Studies, N. 3–2, Tokyo, 1988, s. 144–166.
184
Riedler, Florian, Osmanlı İmparatorluğu’nda Muhalefet ve Meşruiyet,
Çev. Azize F. Çakır, İstanbul, Picus Yayıncılık, 2012.
Rogan, Eugene L., Frontiers of the State in the Late Ottoman Empire,
Cambridge, Cambridge University Press, 1999.
Rusya ve Japonya Muharebesine Ait Musavver Resim Mecmuası,
İstanbul, Mihran Matbaası,1322.
Rusya ve Japonya Muharebesine Müteallik Panorama, Matbaa-i Ahmed
İhsan ve Şürekâsı, İstanbul, 1320.
Said, Edward W., Şarkiyatçılık, 5. Baskı, Çev. Berna Ülner, İstanbul, Metis
Yayınları, 2010.
Sander, Oral, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, 4. Baskı, Ankara, İmge
Kitabevi, 2006.
Sansom, George, The Western World and Japan, New York, Knopf, 1950.
Saygılı, Hasip, 1905 Rus Devriminin Osmanlı İmparatorluğu’na Etkileri,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim
Dalı, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi, 2012.
Shaw, S. J., Shaw, E. K., History of the Ottoman Empire and Modern
Turkey, C. 2, New York, Cambridge University Press, 2002.
Shayegan, Daryush, Yaralı Bilinç, 4. Basım, Çev. Haldun Bayrı, İstanbul,
Metis Yayınları, 1991.
Somel, Selçuk Akşin, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi
(1839–1913), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyet’in
Birikimi, 8. Baskı, Ed. Mehmet Ö. Alkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 88–
116.
185
Sönmez, Erdem, Ahmed Rıza Bir Jön Türk Liderinin Siyasi-Entelektüel
Portresi, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.
Spurr, David, The Rhetoric of Empire, Durham and London, Duke
University Press, 1993.
Swingewood, Alan, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Çev. Osman
Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1998.
Şahin, F. Şayan, “Ertuğrul Faciası ve Şehit Ailelerine Bağlanan Maaş”, Tarih
ve Toplum, S. 176, 1998a, s. 17–20.
-------, “Ertuğrul Faciası Şehitlerinin Aileleri İçin Ülkede Toplanılan
Yardım”, Türk Dünyası Araştırmaları, S: 112, 1998b, s. 109–152.
-------, “Bazı Arşiv Belgelerinde ve Ahenk Gazetesi’nde Çin-Japon Savaşı
(1894–1895)”, Sosyal Bilimler Dergisi, Celal Bayar Üniversitesi, C. 1, S. 2, 2003, s.
79–91.
-------, Türk Japon İlişkileri (1876–1908), Ankara, Kültür Bakanlığı
Yayınları, 2001.
Şâkir, Ziya, Sultan Abdülhamid ve Mikado, İstanbul, Boğaziçi Yayınları,
1994.
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Türk Basınının Doğuşu ve Gelişimi,
http://megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/modul_pdf/321GM0024.pdf,
06.07.2011.
Takahashi, Tadahisa, Türk – Japon Münasebetlerine Kısa Bir Bakış (1871–
1945), Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S. 18, 1982, s. 124–148.
186
Takahashi, Tadahisa, Türk – Japon Münasebetlerine Kısa Bir Bakış
(1871–1945), Yayınlanmamış Bilim Uzmanlığı Tezi, Ankara, Tarih Bilim Dalı,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hacettepe Üniversitesi, 1978.
“Tanzimat
Fermanı”,
Tanzimat
Değişim
Sürecinde
Osmanlı
İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed.: Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanoğlu, Ankara,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s.13-16.
Tektaş, Nazım, Sadrâzamlar, İstanbul, Çatı Kitapları, 2002.
Tellal, Erel, “1905 Rus Devrimi’nin 1908 Üzerine Etkileri”, 100. Yılında Jön
Türk Devrimi, Ed.: Sina Akşin, Sarp Balcı ve Barış Ünlü, İstanbul, Türkiye İş
Bankası Yayınları, 2010, s. 633–642.
Therborn, Göran, Dünya Bir Kılavuz, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul, Versus
Kitap, 2012.
-------, “Modernlik Yoluyla Modernliğe Giden Yollar”, Postmodernizm ve
İslâm Küreselleşme ve Oryantalizm, Der.: Abdullah Topçuoğlu ve Yasin Aktay,
Vadi Yayınları, Ankara, 1996, s. 57–80.
-------, “Sivil Toplumun Ötesi: Demokratik Deneyimler ve “Ortadoğu”ya
Ugunlukları”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Çev. Ahmet Fethi, Ed.:
Elisabeth Özdalga ve Sune Persson, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s.
61-73.
Topuz, Hıfzı, Türk Basın Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2003.
Touraine, Alain, Modernliğin Eleştirisi, Çev. Hülya Tufan, İstanbul, Yapı
Kredi Yayınları, 1994.
Tözeren, Selçuk, “Japonya’da Toprak Düzeni ve Kapitülasyonlar”, Toplum
ve Bilim, S. 25–26, 1984, s. 39–57.
187
Trimberger, Ellen Key, Tepeden İnmeci Devrimler, Çev. Fatih Uslu,
İstanbul, Gelenek Yayıncılık, 2003.
Tufan, Ömer, “Sultanların Japon Kültürü ile Tanışması ve Yamada
Torajiro’nun Katkıları”, Hilal ve Güneş: İstanbul’da Üç Japon, İstanbul, Pera
Müzesi Yayınları, 2010, s. 69–87.
-------, “Hasta Adam” Metaforunu Aşmak: Osmanlı Modernleşmesi ve Devlet
Kapasitesi”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, S. 16–17, 2008, s. 143–164.
-------, “Oryantalizm, Sömürgecilik Eleştirisi ve Ahmed Rıza: Batı’nın Doğu
Politikasının Ahlâken İflası’nı Yeniden Okumak”, Toplum ve Bilim, S. 115, 2009, s.
6–45.
Wagner, Peter, Modernliğin Sosyolojisi, Çev. Mehmet Küçük, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları, 2005.
Wallerstein, Immanuel, Modern Dünya Sistemi, C. 2, Çev. Latif Boyacı,
İstanbul, Yarın Yayıncılık, 2010.
-------, The Capitalist World-Economy, Cambridge, Cambridge University
Press, 1979.
Worringer, Renée, “Avrupa’nın Hasta Adamı” mı Yoksa “Yakın Doğu’nun
Japonyası mı: II. Abdülhamid ve Jön Türkler Döneminde Osmanlı Modernliğinin
İnşası”, Çev. Celalettin Güngör, Muhafazakâr Düşünce, S. 16–17, 2008, s. 87–118.
-------, Comparing Perceptions: Japan As Archetype For Ottoman
Modernity, 1876–1918, Dissertation Thesis, Chicago-Illionis, Department of
History, University of Chicago, 2001.
188
-------, “Sick Man of Europe” or “Japan of the near East”?: Constructing
Ottoman Modernity in the Hamidian and Young Turk Eras”, International Journal
of Middle East Studies, V. 36, N. 2, 2004, s. 207-230.
Yazıcı, Nesimi, "Tanzimat Dönemi Basını Konusunda Bir Değerlendirme",
Tanzimat'ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1994, s. 55–84.
Yetkin, Meliha, “Osmanlı Basını’nda Yüz Yıl Önce Bu Ay”, Tarih ve
Toplum, C. 14, S. 81, 1990, s. 4–5.
Zaptçıoğlu, Dilek, “Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım” Sultan
Abdülaziz 1867 Paris Dünya Fuarı’nda: Otantiklik Meselesine Bakış”, “Yeterince
Otantik Değilsiniz Padişahım”, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 11–38.
Zürcher, Erik Jan, Millî Mücadelede İttihatçılık, 7. Baskı, Çev. Nüzhet
Salihoğlu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011.
-------, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 7. Baskı, Çev. Yasemin Saner
Gönen, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000.
-------, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 23. Baskı, Çev. Yasemin Saner
Gönen, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009.
189
ÖZET
Avcı, Yusuf, Osmanlı Modernleşmesi ve Japon İmgesi (1839–1908), Yüksek
Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Zeliha Etöz, 189 s.
Tezin konusu, 1839–1908 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
Japon imgesidir. Japon imgesinin dönüşümü, tezde, Osmanlı modernleşmesinin
bağlamı içinde incelenmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Japon imgesi hem
Japon toplumundan hem uluslararası gelişmelerden hem de Osmanlı toplumunun
dönüşümünden etkilenmiştir. Bu çerçevede, Osmanlı modernleşmesinin farklı
momentlerinde farklı biçimler almıştır. Japon toplumu, Tanzimat döneminde vahşi
bir toplum olarak algılanmış, II. Abdülhamid döneminden itibaren ise hızla
modernleşen bir toplum olarak görülmeye başlanmıştır. Japonya’nın muhafazakâr
bir modernleşme gerçekleştirdiği düşüncesi, onu II. Abdülhamid döneminde özel
bir konuma yükseltmiştir. Ayrıca, Japonya’nın Doğulu bir toplum olarak on
dokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren Avrupa ülkeleriyle eşit bir büyük güç olarak
ortaya çıkması Osmanlı İmparatorluğu’nda Japonya’ya duyulan ilgiyi arttırmıştır.
Japonya’nın 1904–1905 Rus-Japon Savaşı’nda Rusya’yı yenmesi ise Osmanlı
toplumunun tüm kesimlerinde Japonya’ya yönelik büyük bir hayranlık ortaya
çıkarmıştır. Japonların, Osmanlı toplumu için Doğu ve Batı arasında bir sentez
başarısını temsil etmesi, Japonya’nın Osmanlı siyasal alanı içindeki tartışmalarda
önemli bir yer bulmasını sağlamıştır. Üç bölümden oluşan tezin ilk bölümünde
Tanzimat döneminde Japon imgesi incelenmiştir. İkinci bölüm, II. Abdülhamid’in
muhafazakâr modernleşme stratejisi ekseninde Japon imgesini ortaya koymaya
çalışmıştır. Üçüncü bölümde ise II. Abdülhamid ve Jön Türkler arasındaki
mücadele ekseninde Japon imgesi incelenmiştir.
190
SUMMARY
Avcı, Yusuf, Ottoman Modernization and the Image of Japan (1839–1908),
Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Zeliha Etöz, 189 p.
The topic of this thesis is the shifting image of Japan in the Ottoman
Empire between 1839 and 1908. The transformation of this image is examined
within the context of Ottoman modernization. The image of Japan in the Ottoman
Empire historically changes depending on the influence of the Japanese society,
the international context and the transformation of the Otoman society itself.
Whereas the Japanese society was perceived as “savage” in the Tanzimat era, it
was conceived as a society undertaking rapid modernization from the period of
Abdülhamid II onwards. The idea that Japan was able to achieve a conservative
modernization provided her with a privileged status in the Hamidian period. The
emergence of Japan in the late nineteenth century as a strong eastern state
holding equal power with the European states in the late nineteenth century has
triggered further interest in Japan. The victory of Japan over Russia in the 1904–
1905 Russo-Japanese War incited a great admiration for Japan all over the
Empire. Furthermore, the representation of Japan as an embodiment of a
successful Eastern-Western synthesis, has rendered her a significant reference
used in the internal political debates of the Ottoman society. In the first of the
three chapters constituting the thesis, the image of Japan during the Tanzimat Era
is investigated. The second chapter locates this image in the context of
Abdülhamid’s strategic attempt at conservative modernization. In the third and
final chapter, the image of Japan is discussed with respect to the conflict between
Abdulhamid and the Young Yurks.
191
Download