ebu-cafer et-tahavi`nin el-akidetu`t tahaviyye`deki bazı kelami

advertisement
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI
KELÂM BİLİM DALI
EBU-CAFER ET-TAHAVİ’NİN EL-AKİDETU’T
TAHAVİYYE’DEKİ BAZI KELAMİ MESELELERİN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Yüksek Lisans Tezi
DANIŞMAN
Prof. Dr. Şerafettin GÖLCÜK
HAZIRLAYAN
Tevfik AYDIN
074244051007
KONYA 2011
I
İÇİNDEKİLER
İçindekiler.................................................................................................................. II
Bilimsel Etik Sayfası .................................................................................................. IV
Tez Kabul Formu ..................................................................................................... V
Önsöz ......................................................................................................................... VI
Özet .......................................................................................................................... VIII
Summary.................................................................................................................... IX
Kısaltmalar ................................................................................................................ X
BİRİNCİ BÖLÜM
EBU CAFER ET-TAHÂVİ’NİN HAYATI VE TAHÂVİ’NİN YAŞADIĞI
DÖNEME GENEL BAKIŞ
A) İMAM TAHÂVÎ’NİN HAYATI .......................................................................... 7
a) Adı, Doğumu ve Nesebi ................................................................................. 7
b) Ailesi ............................................................................................................. 9
c) Öğrenim Hayatı............................................................................................. 10
d) Mezhebi......................................................................................................... 12
e) Hocaları ......................................................................................................... 13
f) Öğrencileri..................................................................................................... 15
g) Eserleri .......................................................................................................... 15
h) Âlimler Arasındaki İlmî Konumu ............................................................... 17
i) Vefatı............................................................................................................. 18
B) TAHÂVÎ’NİN YAŞADIĞI DÖNEME GENEL BAKIŞ ..................................... 19
a) Siyasi Durum................................................................................................. 19
b) Sosyal ve İktisadî Durum ............................................................................. 21
c) İlmî Durum.................................................................................................... 23
II
İKİNCİ BÖLÜM
EL-AKİDETÜ’T-TAHÂVİYYEDE’Kİ BAZI KELÂMÎ GÖRÜŞLERİN
DEĞERLENDİRİLMESİ
A) NÜBÜVVET (PEYGAMBERLİK MÜESSESESİ) ............................................ 27
a) Nübüvvetin İspatı.......................................................................................... 28
b) Hz. Muhammed (s.a.v)’in Peygamberliği ve Delilleri ................................. 31
c) Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Son Peygamber Oluşu........................................ 34
d) Hz. Muhammed (s.a.v.)’den Sonra Peygamberlik İddiası............................ 36
B) RU’YETULLAH .................................................................................................. 38
a) Mezheplerin Görüşü ..................................................................................... 38
b) İmam Tahâvî’nin Görüşü ............................................................................ 41
C) KUR’AN’IN ALLAH KELAMI OLUŞU VE HALKU’L-KUR’AN .................. 46
a) Kur’an’ın Allah Kelâmı Oluşu (Kelâmullah) ............................................... 46
1) Mezheplerin Görüşü................................................................................ 47
2) İmam Tahâvî’nin Görüşü....................................................................... 48
b) Halku’l-Kur’an ............................................................................................. 49
1) Mezheplerin Görüşü................................................................................ 49
2) İmam Tahâvî’nin Görüşü....................................................................... 52
D) BÜYÜK GÜNAH (MÜRTEKİBÜ’L-KEBÎRE).................................................. 55
a) Mezheplerin Görüşü ..................................................................................... 57
b) İmam Tahâvî’nin Görüşü ............................................................................ 60
E) TEKFİR ................................................................................................................ 67
a) Mezheplerin Görüşü ..................................................................................... 68
b) İmam Tahâvî’nin Görüşü ............................................................................ 71
SONUÇ ...................................................................................................................... 80
BİBLİYOĞRAFYA................................................................................................... 83
III
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
BİLİMSEL ETİK SAYFASI
Öğrencinin
Adı Soyadı: Tevfik AYDIN
Numarası: 074244051007
Ana Bilim / Bilim Dalı: Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı / Kelam Bilim Dalı
Programı
Yüksek Lisans
Doktora
Tezin Adı: Ebu-Cafer Et-Tahavi’nin El-Akidetu’t Tahaviyye’deki
Bazı Kelami Meselelerin Değerlendirilmesi
Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel
etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik
davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım
kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden
yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.
Öğrencinin imzası
(İmza)
IV
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU
Adı Soyadı: Tevfik AYDIN
Öğrencinin
Numarası: 074244051007
Ana Bilim / Bilim Dalı: Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı /
Kelam Bilim Dalı
Programı: Yüksek Lisans
Doktora
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Şerafettin Gölcük
Tezin Adı: Ebu-Cafer Et-Tahavi’nin El-Akidetu’t Tahaviyye’deki
Bazı Kelami Meselelerin Değerlendirilmesi
Yukarıda
adı
geçen
öğrenci
tarafından
hazırlanan
……………………………… başlıklı bu çalışma ……../……../…….. tarihinde yapılan
savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından
yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.
Ünvanı, Adı Soyadı
Danışman ve Üyeler
V
İmza
ÖNSÖZ
İslami ilimler içerisinde akaid, bütün dini hükümlerin temelini teşkil etmesi
bakımından ‘ilimlerin reisi’ olarak nitelendirilmiştir. Ehl-i Sünnet kelamı,
Hz.
Peygamber (s.a.v)’in, ashâbının ve onlara tâbi olan âlimlerin akîdesidir. Hicrî dördüncü
asrın ilk çeyreği, bu ilmi sahiplenip sistemleştiren ve onu korumaya gayret eden ilim
adamlarının mücadelelerine sahne olmuştur. Bunlardan en meşhurları Irak-Şam civarında
Hasan el-Eş’arî, aynı dönemde Türkistan dolaylarında yaşayan Ebu Mansur elMaturîdî’dir. Mısır’da bu misyonu üstlenen ise Ebu Cafer et-Tahâvî olmuştur.
Tahâvî, İslam âleminde en az tanınan âlimlerden biri olmasına rağmen, fıkıh,
hadis, tefsir, tarih ve kelam sahasında en dolgun eserler veren imamlardan biridir. Akaid
ilminin önde gelen eserlerinden olan El-Akîdetu’t-Tahâviyye,
Ehl-i sünnet akîdesini
savunan Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. Seleme b. Selâme b. Abdulmelik el-Ezdî etTahâvî tarafından kaleme alınan küçük bir akîde risalesidir. Te’vilden, teşbihten,
tecsimden uzak, yalın bir dille yazılan eser, Hanefî ekolünün itikadî görüşlerini aktaran
ilk kaynaklardan olması hasebiyle önemlidir. Eserin diğer bir özelliği de hicrî üçüncü ve
dördüncü asırdaki itikadî ayrılıkların ivme kazandığı bir devirde, mu’tedil ve müspet bir
anlayışla yazılan risalenin kıymetini, ümmetin sika âlimlerinin ve müctehidlerinin tescil
etmiş olmasıdır. Tahâvî akîdesinin üzerine yapılan çok sayıda şerh çalışması da bunun bir
işareti olarak anlaşılmalıdır. Bu çalışmalardan en meşhur olanı, İbn Ebi’l-İzz elHanefî’ye ait olan ‘Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâvîyye’dir.
Tahâvî Risalesi’nde, tevhid, nübüvvet, insanın fiilleri, büyük günah, tekfir ve
ahiret gibi akaid konularının hemen hepsine değinilmiştir. Bu konuların bazılarında,
konuya delalet eden nassların tamamı veya bir kısmı zikredilmiş, diğer maddelerdeki
görüşlerin ekseriyetinde de, ayet ve hadislerde geçen ibarelerden esinlenildiği
anlaşılmaktadır.
Ehl-i sünnet itikadının en önemli temsilcilerinden birisi olan Ebu Cafer et-Tahâvî,
İslamî ilimlerin diğer alanlarında olduğu gibi akâid ilmine dair ardında çok kıymetli bir
eser bırakmıştır. Tahâvî Akîdesi, Ebu Hanife’ye atfedilen inanç esaslarını doğru olarak
ilk kez belirleyen eserlerden birisi olmasına rağmen, İslam dünyasında hak ettiği mevkiye
kavuşamamıştır. Bizim de bu çalışmamızdaki gaye, İmam Tahâvî’yi tanımak / tanıtmak
ve O’nun Akîdesinin değerini ortaya koyan çabalara katkı sağlamaktır. Henüz kelâmî bir
VI
hüviyete sahip olmayan, yalın bir üslupla kaleme alınan bu eserin orijinalliğinin ve diğer
eserlerin yanındaki kıymetinin fark edilmesi yegâne amacımızdır.
İki bölümden oluşan çalışmamızın ilk bölümünde, İmam Tahâvî’nin adı, doğumu,
nesebi, ailesi, hocaları, miras bıraktığı öğrencileri, kıymetli eserleri ve âlimlerin
arasındaki ilmî derecesine dair hususlara değinirken, Tahâvî’nin yaşadığı, Mısır’a
hükmeden Abbasi ve Tolunoğulları devletlerinin siyasi, toplumsal ve ilmî durumları
hakkında bilgiler verdik.
İkinci Bölümde ise El-Akîdetü’t-Tahâviyye’de geçen, bilhassa kelâmî sahada
üzerinde çokça tartışılmış; Nübüvvet, Ru’yetullah( Allah’ın görülüp görülmemesi),
Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı), Mürtekibü’l-Kebîre (Büyük Günah)
ve Tekfir meselelerini mütalaa etmeye çalıştık.
“Ebû Cafer Et-Tahâvî’nin El-Akîdetu’t-Tahâviyye’deki Bazı Kelamî Meselelerin
Değerlendirilmesi”
adını
verdiğimiz
çalışmamızda,
karşılaştırmaların
daha
net
anlaşılması gayesiyle, bahsedilen konuya dair, öncelikle âlimlerin veya mezheplerin
genel
kanaatlerine
değindik,
akabinde
de
Tahâvî’nin
görüşlerini
tahlil
edip
değerlendirmeye gayret ettik. Terimlerle ilgili noktalarda muteber sözlüklerden, ayetlerin
yorumları için tefsirlerden, hadis kitaplarından, mezhep imamlarının görüşleri için akaid
metinlerinden ve kelam kitaplarından, tarihe dair eserlerden, fert ve toplum ile alakalı
hususlarda sosyolojik ve psikolojik çalışmalardan, bilimsel dergi, makale, sempozyum
bildirileri de dahil olmak üzere bir çok kaynaktan yaralanmaya özen gösterdik.
Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diler, bu temenni ile benden
yardımlarını esirgemeyen çok kıymetli danışman hocam Prof. Dr. Şerafettin Gölcük’e,
tezin tamamlanmasında değerli vakitlerini ayıran saygıdeğer Prof. Dr. Süleyman Toprak
hocama ve emeği geçen diğer bütün hocalarıma teşekkür eder, saygılarımı sunarım.
Tevfik AYDIN
Konya - 2011
VII
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Adı Soyadı: Tevfik AYDIN
Öğrencinin
Numarası: 074244051007
Ana Bilim / Bilim Dalı: Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı /
Kelam Bilim Dalı
Programı: Yüksek Lisans
Doktora
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Şerafettin Gölcük
Tezin Adı: Ebu-Cafer Et-Tahavi’nin El-Akidetu’t Tahaviyye’deki
Bazı Kelami Meselelerin Değerlendirilmesi
ÖZET
Ebû-Cafer et-Tahâvî, İslam âleminde en az tanınan âlimlerden biri olmasına
karşın, fıkıh, hadis, tefsir, tarih ve kelam sahasında en dolgun eserler veren imamlardan
biridir. Akaid ilminin öne çıkan ilk eserlerinden El-Akidetu’t-Tahâviyye, müellifin Ehl-i
sünnet akidesini savunma gayesiyle kaleme aldığı küçük bir akide risalesidir. Tahâvî’nin
bu eseri, İmam-ı A’zam’a atfedilen inanç esaslarını ilk defa doğru bir şekilde belirleyen
eserlerden olması hasebiyle özel bir değere haizdir.
İmam Tahavî’yi tanımak / tanıtmak ve O’nun Akîdesinin değerini ortaya koyan
çabalara katkı sağlama gayesiyle yaptığımız bu çalışmamız iki bölüm ve bir sonuçtan
oluşmaktadır. İlk bölümde Tahâvî’nin yaşadığı dönem, siyasi, sosyal ve ilmi açıdan
değerlendirilmiş; Tahavî’nin hayatı, geriye bıraktığı eserleri ve ilmi konumu hakkında
bilgiler verilmiştir.
İkinci Bölümde ise El-Akîdetü’t-Tahâviyye’de geçen, bilhassa kelâmî sahada
üzerinde çokça tartışılmış; Nübüvvet, Ru’yetullah( Allah’ın görülüp, görülmemesi),
Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın yaratılıp, yaratılmadığı), Mürtekibü’l-Kebîre (Büyük Günah)
ve Tekfir meselelerini mütalaa etmeye çalıştık. Sonuç kısmında ise işlenen konulara dair
kısa bir değerlendirme ile çalışmamızı sonlandırdık.
Anahtar Kelimeler: Ebû-Cafer, Tahâvî, Akîde.
VIII
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Adı Soyadı: Tevfik AYDIN
Öğrencinin
Numarası: 074244051007
Ana Bilim / Bilim Dalı: Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı /
Kelam Bilim Dalı
Programı: Yüksek Lisans
Doktora
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Şerafettin Gölcük
Tezin İngilizce Adı: Investigation of Some Theological İssues in the
Akîdetu’t-Tahâviyye of Ebu-Cafer et-Tahâvî
SUMMARY
Ebu Cafer et-Tahâvî is an unnoticed scholar in the Islamic World, however he is
one of the imams who compiled most comprehensive books in fiqh, hadith, tafsir and
islamic theology. El-Akîdetu’t-Tahâviyye is a concise tractate about islamic faith written
by Tahâvî in order to defend Ehl-i Sunna’s doctrines. The work is especially precious
because of its early determination of dogmas/basic faiths ascribed to Imam-ı A‘zam.
Our work which aims to acquaint with Imam Tahâvî consists of two parts and a
conclusion.In the first chapter, we discussed political, social and scientific aspects of
Tahâvî’s period and introduced his life, works and scholary status.
We studied in the second chapter issues most debated in islamic theology and
presented in El-Akîdetu’t-Tahâviyye such as nubuvvet (prophecy), ru’yetullah (god’s
vision), halku’l-quran (), murtekibu’l-kebire () and takfir (accuse of unbelief).
We finished our treatise with the conclusion section which includes a succinct summary
of the work.
Key words: Ebu-Cafer, Tahâvî, Islamic faith
IX
KISALTMALAR
a.g.e.
: Adı geçen eser
a.g.m.
: Adı geçen makale
AÜİFD.
: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
b.
: İbn, bin
bkz.
: Bakınız
bs.
: Baskı
çev.
: Çeviren
DİA.
: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
DİBD.
: Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi
DİFV.
: Dokuz Eylül İlahiyat Vakfı
Ed.
: Editör
h.
: Hicrî
Hz.
: Hazreti
İA.
: Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi
İSAM.
: İslam Araştırmaları Merkezi
md.
: Madde
MÜİFV.
: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
nşr.
: Nâşir, neşreden
ö.
: Ölümü, ölüm Tarihi
r.a.
: Radıyallahu anhu/anha/anhüm
s.a.v.
: Sallallahu aleyhi ve selem
SÜİFD.
: Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
TDV.
: Türkiye Diyanet Vakfı
thk.
: Tahkik eden
trc.
: Tercüme eden
ts.
: Tarihsiz, baskı tarihi yok
vb.
: Ve benzeri
y.y.
: Yayın yeri yok
yay.
: Yayınları, yayınevi
X
BİRİNCİ BÖLÜM
EBU CAFER ET-TAHÂVî’NİN HAYATI VE TAHÂVİ’NİN
YAŞADIĞI DÖNEME GENEL BAKIŞ
A) İMAM TAHÂVİ’NİN HAYATI
a) Adı, Doğumu ve Nesebi
İsmi, Ahmed b. Muhammed olup, doğum yeri olan Taha köyüne nispetle ‘Tahâvî’
diye meşhurdur.1 İsminin Ahmed, künyesinin ise ‘Ebu Cafer’ olduğu konusunda ittifak
vardır2 Lisanü’l-mizan da ise Muhammed b. Selâme adıyla anılmaktadır.3
İbn Nedîmin eserinde Ebû Ca’fer Ahmed b. Seleme b. Abdülmelik el-Ezdî etTahâvî4 ismi zikredilmektedir. İsim zincirine bakıldığında Tahâvî’nin oğlunun, babasının,
dedesinin isimlerini ve bir de nisbetini görmekteyiz. “Ebu Cafer” adından sanki oğlunun
isimlerinden birinin “Cafer” olduğunu sanırız. Ama kaynaklarda Cafer adında bir oğlu
zikredilmemektedir. O halde Tahâvî bu ismi oğlundan mütevellit almamıştır ve böyle de
bir gelenek vardır. Örneğin Tahâvî’nin hocası Bekâr b. Kuteybe hiç evlenmediği halde
“Ebû Bekre” olarak künyelenmiştir.5
Mevcut eserlerde Tahâvî’nin şeceresi; Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Seleme
b. Abdulmelik b. Seleme b. Süleym b. Süleyman b. Cenab6 olarak geçerken, tarihçiler
“Abdülmelik” kısmına kadar olan dede zincirinde ittifak etmişlerdir.7
Bununla birlikte Tahâvî’nin şeceresinde yer alan İbn Cenab ismi yerine;
Abdulmecid Mahmud, İbn Cevvab8 Temimi, İbn Habbab,9 Sa’d Beşir ise, İbn Hamid10
ismini zikretmişlerdir.
1
İbn Yunus, Ebu Said Abdurrahman b. Ahmed b. Yunus b. Abdila’la Sadefi, Tarihu İbn Yunus es-Sadefi
Kısmu’l Evvel: Tarihu Mısrıyyin, Daru’l Kütübi’l İlmiye, Beyrut, 2000, 20.
2
Sa’d Beşir, Es’ad Şeref, İmam Ebu Cafer Tahâvî ve Menhecuhu fi’l Fıkhı’l-İslami, nşr. Dr. Ömer
Süleyman Eşkar, Daru’n Nefais, Amman/Ürdün, 1998, 10.
3
İbn Hacer, Şihabuddîn Ebu’l-Fazl, Lisanü’l-mizan, II, Beyrut, 1971, 274.
4
İbn Nedim, El-Fihrist, Müesset-u İntişarat-i Emir-i Kebir, Tahran,1945, 383.
5
Abdü’l-Mecid Mahmûd, Ebû Ca’fer Tahâvî ve Eseruhu fi'l-Hadis, el-Mektebetü'l-Arabiyye, Kahire,
1975, 61.
6
İbn Kutluboğa, Ebu’l Adl Zeynuddin Kasım b. Kutluboğa, Tacu’t-Teracim, thk. Muhammed Hayr
Ramazan Yusuf, Daru’l Kalem, Şam, 1992, 21.
7
Sa’d Beşir, Es’ad Şeref, a.g.e., 11.
8
Mahmud, a.g.e, 41.
9
Temimî, İbn Abdulkadir Ez-Zari, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, El-i’dad ve’l-Tenfiz y.y.,
1983, 49.
10
Sa’d Beşir, a.g.e, 11.
7
İmam Tahâvî’nin doğduğu yer, Mısır’da Nil nehrinin batısında yer alan Taha
adındaki, Said şehrinin bir köyüdür.11Ayrıca Münya idari bölgesinde Semalut merkezine
bağlı, Esyut’un yakınlarındaki Tâhâ’l-E’mîde’den olduğu da nakledilir.12 Suyuti ise bu
bilgilerin aksine İmam Tahâvî’nin Taha köyünden değil, Tahtuta isimli köyden olduğunu
belirtmiş, kendisine de Tahtutî denilmesinin kerih görüldüğünü ifade etmiştir.13 Tahtut’un
10 haneden oluşan küçük bir köy olduğu zikredilmektedir.14
İmam Tahâvî’nin hayatının bahsedildiği eserlerde veya kısaca anlatılan
kaynaklarda,
doğum
tarihinde
ihtilaf
edilmiştir.
Bu
hususta
birkaç
rivayet
zikredilmektedir. Kaynakların çoğunluğunda müellifler hicrî 239, miladî 853 yılında
doğduğunda birleşirler.15 Doğum tarihini h.239 olarak zikreden en önemli isim, Ebu Said
b. Yunus’tur. El-Cevahiru’l-Mudîe’de geçen ifadede, İbn Yunus –ki İmamın çağdaşı ve
arkadaşıdır- “Tahâvî bana 239 yılında dünyaya geldiğini söyledi”16 demektedir. Suyuti,
Tabakat’ında, Tahâvî’nin 237/851 yılında doğduğunu belirtmiş17, ancak Hüsnü’lMuhadara adlı eserinde, 239 yılını zikretmiştir.18 Bu rivayeti destekler mahiyette, İbn
Asakir’in bildirdiğine göre Tahâvî, Rebiu’l Evvel ayının son on gününde, Pazar günü
239/853 senesinde doğmuştur.19 Tahâvî’nin h.238 yılında doğduğunu belirten âlimler ise
İbn Hallikan20 ve Sehâvi21 olmuştur. Son olarak İmamın doğum tarihi hakkında
230/84422 rivayeti de kaynaklarda zikredilmiştir.
Tahâvî’nin doğum tarihi ile ilgili zikredilen rivayetler içerisinde en sağlamı h.239
yılına ait olandır. Öyle ki bu görüşü Mısır kadılarından birisi olan Ebu Ali elCevheri’nin(v.250/864) sözleri de tasdik etmektedir. Kadı, Tahâvî bineğe binmeden
11
Mahmud, a.g.e, 45-46.
Mahmud, a.g.e, 48-49.
13
Suyuti, Ebu’l Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekr, Lübbü’l-Lübab fi Tahriri’l-Ensab, thk.
Muhammed Ahmed Abdülaziz; Eşref Ahmed Abdülaziz, Daru’l Kütübi’l İlmiyye, Beyrut, 1991, 88.
14
İbn Yunus, a.g.e., 21.
15
İbn Kesîr, Ebu’l Fedai Hafız Ed-Dımeşki, El-Bidaye ve’n-Nihaye, thk. Ali Necip Atvi, Daru’l Kütübi’l
İlmiye, Beyrut, 1987, XI., 186.
16
Kureşî, Ebu Muhammed Abdulkadir b. Muhammed b. Muhammed b. Nasrullah b. Salim b. Ebi’l Vefa
El-Hanefi, Cevahiru’l-Müdiyye fi Tabakati’l-Hanefiyye, thk. Abdulfettah Muhammed, y.y.1978, I., 273.
17
Suyutî, Ebu’l Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekr, Tabakatu’l-Huffaz, Daru’l Buhusi’l İlmiye,
Beyrut, 1983, 339.
18
Suyutî, Cemaleddin Abdurrahman, Hüsnü’l-Muhadara, thk. Muhammed Ebu’l Fazl İbrahim, Daru’l
İhyai’l Kütübi’l Arabiyye, yy., 1967, 350.
19
İbn Münzir, İmam Muhammed b. Mükerrem, Muhtasaru Tarihi Dımeşk li İbn Asakir, thk. Abdulhamid
Merlev, Daru’l Fikr, Dımeşk, 1984, III. 264.
20
İbn Hallikan, Ebu Abbas Şemsuddin Ahmed b. Muhammed b. Ebu Bekir, Vefeyatu’l-Ayan ve Enbau
Ebnai’z-Zaman, thk. Muhammed Abdulhamid, Mektebetü’l Mısrıyye, Kahire, 1948, I., 54.
21
Sehâvî, Ebu Hasan Nureddin Ali b. Ahmed b. Ömer b. Halef El-Hanefi, Tuhfetu’l-Ahbab ve Bugyetu’tTullab, Mektebetu’l Külliyyeti’l Ezheriyye, Kahire, 1986, 179.
22
Leknevî, Muhammed Abdulhay el-Hindi, Fevaidu’l-Behiyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Tashih:
Muhammed Bedreddin Ebu’l Feras en-Na’sani, Daru’l Marife, Beyrut, ts., 32.
12
8
kendisi binmez, inmeden de inmezdi. Böyle davranmasının sebebi sorulunca, “ Böyle
davranmak bana vaciptir; zira o bizim büyüğümüz ve âlimimizdir. Kaldı ki bizden onbir
yaş da büyüktür” demiştir.23
Tahâvî’nin künyesinde geçen el-Ezdî kelimesi, arap kabilelerinin en köklü ve en
meşhurlarından biri olup Kahtanilere kadar uzanan el-Ezd24 kabilesine nisbetinden dolayı
verilmiştir. Künyesinde geçen el-Mısrî kelimesi ise Mısırlı olmasından ötürü
zikredilmiştir.25 Muhtelif eserlerde geçen el-Hacrî’nin nisbet edildiği yer ise, Amr b.
As’ın Mısır valisi olduğu dönemlerde buraya yerleşen, Tahâvî’nin dedelerinin bulunduğu
el-Ezd kabilesinin bir kolu olan el-Hacr’dir.26 Daha önce de ifade edildiği üzere İmam,
Mısır’ın Said şehrinin Taha köyünde doğmuştur. Buna nisbetle de “Tahâvî”27 adıyla
meşhur olmuştur.
b) Ailesi:
Tarih kaynaklarında Tahâvî’nin, Mısır’ın ileri gelen soylu ailelerinden birine
mensup olduğu belirtilir.28 Yemenli Ezd kabilesinin Hacr koluna mensup olan Tahâvî’nin
ecdadı, Mısır ele geçirildikten sonra Yemen’den ayrılıp Mısır’a yerleşmişlerdir.29
Ailesi Mısır’da bulundukları süre içinde, devletin hem askerî hem de sivil
kademelerinde, Tahâvî’nin dedesi olan Selâme b. Abdülmelik’e varıncaya kadar çok
önemli görevler almışlardır. Ancak Halife Me’mun’a itaatsizlikle başlayan sorunlar,
h.203 yılında Abdülmelik ve oğlu İbrahim’in Fustat şehrinde idam edilmesiyle
sonuçlanmıştır.30
İlmin, faziletin ve doğruluğun varlığı ile ün kazanmış bir aileden olan İmam
Tahâvî, ilmin üst mertebelerine giden yolda, şüphesiz ki ilk eğitimini ailesinden almıştır.
Babası Muhammed, ilim sahibi, edep ve fazilet erbabı olmasının yanında, şiir bilen ve
bildiklerini rivayet eden bir kişidir. Tahâvî, babasının şiir ve edebiyatta etkin biri
23
İbn Hacer, a.g.e., I., 281.
İbn Hallikan, a.g.e., I, 55.
25
Mahmud, a.g.e., 44
26
Mahmud, a.g.e., 44.
27
İbn Yunus, a.g.e., 20.
28
Mahmud, a.g.e., 57, F. Krenkow, “Tahâvî”, İA., Milli Eğitim yay., İstanbul, 1977, XI., 628.
29
Kevserî, Muhammed Zahid, El-Havi fi Sireti’l-İmam Ebi Cafer Tahâvî, Said Company Edeb-u Menzil,
Karaçi/Pakistan, ts., 3.
30
F. Krenkow, a.g.m., XI., 628.
24
9
olduğunu söylemiştir. Tahâvî O’na şiir okuyunca, hatalı beyitleri düzeltir ve eksikleri
tamamlardı. 31
İmam Müzenî’nin de kız kardeşi olan Tahâvî’nin annesi, aynı zamanda İmam
Şafiî’nin talebelerinden olup fakih bir hanımdır. Hüsnü’l-Muhadara’da Suyuti,
Tahâvî’nin annesinin İmam Şafiî’nin sohbet halkalarında bulunduğunu, bunun için de,
İmam Şafiî’nin öğrencilerinden ve Mısır’daki Şafiî fakihlerden sayıldığını zikreder.32 Bu
bilgiyi destekler mahiyette, İsnevî ve İbnu’s-Sübkî, Müzenî’nin İmam Şafiî’den zekat
hususunda bir rivayeti olan kız kardeşinden bahsederler ki, Müzeni’nin başka kız kardeşi
olmadığından, bu kimsenin Tahâvî’nin annesi olması gerekir.33 Bu rivayetler de bize
gösteriyor ki İmam Tahâvî’nin ailesi hem anne tarafından hem baba tarafından bir ilim
yuvası hüviyetindeydi ve Tahâvî de bu yuvanın evladıydı.
Tahâvî’nin dayısı olan İmam Müzeni de çok değerli bir âlimdi. Müzenî, İmam
Şafi’nin önde gelen öğrencilerinden olup Şafiî Mezhebinin büyük fakihlerindendir.34
Mısır ulemasından olduğu ifade edilen, Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Selame
adında Tahâvî’nin bir oğlu olduğu zikredilir. Kureşi, O’nu, Tabakat’ında zikrederek,
vera’ ve takva sahiplerinden saymıştır. O da, babası gibi, Hanefi Mezhebindendir.35
Sem’ani O’nun, Nesai’den hadis rivayet ettiğini ve Ebu Zekeriyya Yahya b. Ali’nin,
O’ndan hadis naklettiklerini söylediğini bildirmektedir. Künyesi Ebu Hasan olup, h.351
yılında vefat etmiştir.36
c) Öğrenim Hayatı:
Tahâvî, daha önce de ifade edildiği üzere, ilk eğitimini ailesinden almıştır.37 İlk
derslerini babasından alan Tahâvî, babasından sonra Ebû Zekeriya Yahya b. Muhammed
b. Amrus’un derslerine devam etmiştir. Muhammed b. Amrus’un denetiminde Kur’an-ı
Kerim’i ezberlemiştir. Babasından edebiyat ve bazı tabii ilimleri okumuş, daha sonra,
dayısı Müzeni’den fıkıh okuyarak, özellikle O’nun Muhtasarını konu alan derslerine
31
Tahâvî, Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Seleme b. Abdulmelik, Ahkamu’l-Kur’ani’l Kerim, thk.
Saaddin Enval, TDV. yay. İSAM, İstanbul, 1995, 14.
32
Suyuti, a.g.e., 399.
33
Mahmud, a.g.e, 59-60.
34
Tahâvî, Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Seleme b. Abdulmelik, Şerhu Müşkili’l-Asar, thk. Şuayb ElArnaut, Müessesetü’r Risale, Beyrut, 1994, 37.
35
Mahmud, a.g.e, 60.
36
Sem’anî, Ebû Sa'd Abdülkerim b. Muhammed b. Mansur el-Mervezi, El-Ensab, thk. Abdullah Amr
Barudi, Darü'l-Cinan, Beyrut, 1988, IV., 53.
37
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 14.
10
katılıp özenle dinlemiştir. O’ndan, İmam Şafiî’den nakledilen hadisleri rivayet etmiştir.38
Zehebî’nin eserindeki rivayete göre Tahâvî ilk hadis eğitimini dayısından almış ve ilk
hadisi ondan rivayet etmiştir.39
Tahâvî, Kahire’ye gelen âlimlerin en meşhurları ile görüşmüş ve onların da ders
halkalarına katılmıştır.40
Tahâvî yirmili yaşlara geldiğinde, İmam Şafiî’nin en önemli öğrencilerinden olan
dayısı Müzeni’nin elindeki eserler vasıtasıyla Hanefi ictihadlarına vakıf olmuş, rey
taraftarlarının ictihadlardaki yaklaşımını kendisine daha yakın bulduğu için ve kendisinde
oluşan yeni kanaatler doğrultusunda, ilk görüşlerini terk ederek, fıkıhta Ebu Hanife’nin
metodunu ve görüşlerini benimsemiştir.41
Daha önce de ifade edilen bilgilerden anlaşılacağı üzere, Tahâvî’nin ilmî
kişiliğinin oluşmasındaki ilk etken ailesinin ilimle iştigal etmesiydi. Şiir ve edebiyata
ilgisi olan bir baba, fakih olması ile tanınan bir annenin yanında, Şafiî fıkhının en mühim
simalarından olan Dayısı İmam Müzenî, Tahâvî’nin âlim kişiliğinin oluşmasındaki
etkenler başlıca etkenler olmuştur.
İmam’ın yaşadığı devir, ilmî faaliyetlerin yoğun olarak icra edildiği bir döneme
rastlamaktadır. Kendisinin, Müzenî’nin akranları olan birçok âlimden ders aldığı rivayet
edilir.
Tahâvî’nin ilmi şahsiyetinin ve ahlaki kişiliğinin oluşmasında bu âlimlerin etkisi
çok büyüktür. Bunların başında, şüphesiz, annesi ve dayısı gelir. Ayrıca, çok sayıda hadis
rivayet ettiği Bekkar b. Kuteybe(270/884) ve fıkıh tahsili gördüğü Ahmed b. Ebi
İmran(280/894) da bunlar arasında zikredilebilir. Özellikle, Ahkamu’l-Kur’an adlı
eserinde Ahmed b. Ebi İmran’dan nakletmiş olduğu fıkhi görüşlerden bunu anlamak
mümkündür.42
Bazı İslam beldelerine yapılan yolculuklar da âlim şahsiyetine önemli katkılarda
bulunmuştur. Bilhassa Gazze, Askalan, Taberiyye ve Kudüs’e yolculuklar yapmış,43
38
İbn Ebi’l-İzz el-Hanefî, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, çev. M. Beşir, Eryarsoy, Guraba yay., İstanbul,
2008, 17.
39
Zehebî, Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyeru Alami’n-Nübela, thk. Salih Elesem, Müessetü’r Risale,
Beyrut, 1994, XV., 29.
40
Mahmud, a.g.e., 77.
41
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 37.
42
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 15–16.
43
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an., 20.
11
Tahâvî’nin fıkıh ilmindeki değerli hocalarından birisi olan İbn Hazm’dan ders almak için
h.268 senesinde Şam’a gitmiştir.44
Bununla birlikte hac görevinin yerine getirmek için kutsal topraklara yolculuk
yapmış, Mekke ve Medine’de bulunan âlim zatlarla bilgi alışverişinde bulunmuştur.45
Tahâvî’nin aldığı resmî görevlerle birlikte bu yolculuklar değerlendirilecek
olunursa, sadece ilim için bu beldelere gitmediği, görev maksadıyla gittiği yerlerde bunu
bir fırsat olarak değerlendirdiğini söylemek mümkündür.
d) Mezhebi:
Mevcut kaynaklarda, Tahâvî’nin mensup olduğu mezhepten daha ziyade, belirli
bir yaştan sonra hangi sebepten ötürü mezhep değiştirdiğiyle ilgili tartışmalar yapılmıştır.
Tahâvî daha önceleri Mısır’da hâkim olan Şafiî mezhebine mensuptu. Daha
sonraları, takriben 25–30 yaşlarına rastlayan bu dönemde Şafiî mezhebini terk edip,
Hanefi mezhebine geçmiştir. Lakin O’nun Şafiî mezhebinin hâkim olduğu yerde Hanefi
mezhebine meyletmesini, ilim ve içtihattaki bağımsızlığı ve hür düşüncesiyle
değerlendirmek daha doğru olacaktır.46
İmam’ın iki sebepten dolayı Hanefi mezhebine meylettiği anlatılır.
İlki; dayısı Müzeni birgün Tahâvî’ye dakik bir mesele anlatır. Anlamayınca tekrar
eder. Yine anlamayınca “Vallahi senden bir şey olmadı” der. Tahâvî de bu sözün üzerine
hocasına kızar ve Ahmed b. İmran’nın meclisine katılır.47 Bu görüş ilk bakışta
anlaşılacağı üzere gerçeklikten uzak bir yaklaşım içerisinde rivayet edilmiştir. Zaten
birçok tenkide de uğramıştır. Zira o asırda âlimler talebelerine böyle bir yaklaşımda
bulunmazlar, talebe de böyle bir gerekçe ile hocasına darılmaz idi.48
İkinci rivayette ise Tahâvî’ye Hanefi mezhebine geçiş sebebi sorulduğunda,
dayısı Müzenî’nin sürekli Hanefî fıkhına dair eserleri incelediğini gördüğü için böyle bir
seçim yaptığını ifade etmiştir. Zahid el-Kevserî de birçok amil zikrederek ikinci rivayetin
daha doğru bir seçim olacağını beyan etmiştir.49 Kureşî de eserinde Tahâvî’nin, Hanefî
âlimi olan Mısır kadısı Bekar b. Kuteybe’nin, Müzenî’nin Şafiî fıkhına dair yazdığı
44
İbn Kesir, a.g.e., XI, 186.
Mahmud, a.g.e., 82.
46
Mahmud, a.g.e., 77.
47
İbn Hacer, a.g.e., I., 275.
48
Mahmud, a.g.e., 76.
49
El-Kevserî, el-Hâvî, 14-18.
45
12
Muhtasar adlı eserine yazdığı reddiyeyi de okuduktan sonra Hanefî fıkhına geçmeye
karar verdiğini ve yeni çalışmalarını bu yönde yaptığını ifade eder.50
Müzenî’nin çeşitli meselelerin çözümünde Hanefî eserlerine müracaat etmesi,
Tahâvî’nin bu mezhebe meyletmesinin önünü açmıştır. Hanefi fıkhındaki bu eğilimin
kesin netice vermesi, fıkıh sahasında kendisini etkileyen –daha önce de ifade ettiğimizBekkâr b. Kuteybe ve Ahmed b. Ebî İmran sayesinde gerçekleşmiştir. Sonuç itibariyle
Tahâvî’nin mezhep değiştirmesiyle ilgili ortaya atılan gerekçelerden ikincisi, ilmî
araştırmacılar için de makbul sayılabilen görüş olmalıdır.
e) Hocaları:
İmam Tahâvî’nin ilim hayatının ailesi ile başladığını, ilk hocalarının annesi ve
dayısı olduğunu zikretmiştik. Bununla birlikte Tahâvî hafızlığını Yahya b. Muhammed b.
Amrus’tan tamamlamıştır.51 Tahâvî’nin yetişmesinde üç yüz52 kadar hocanın etkili
olduğu rivayet edilir. Kandehlevi, Meanu’l-Asar’a yazdığı mukaddimede, hocalarının
sayısını 29853 olarak belirtmiştir. Tahâvî’nin şeyhlerini araştırma konusu yapan âlimler
çıkmış, hata müstakil eser yazanlar dahi olmuştur. Bu çalışmayı ilk gerçekleştiren
müellifin ise Abdülaziz b. Ebî Tahir et-Temîmî olduğunu kaynaklar ifade eder.54 Kevserî,
Tahâvî’nin hocalarının, Mısırlı, Faslı, Yemenli, Basralı, Küfeli, Hicazlı, Şamlı, Horasanlı
ve diğer İslam beldelerinden olduklarını söylemiş, 55 Kureşî ise eserinde hocalarını
alfebetik sırayla zikretmiştir.56
Sadece Mısır’daki âlimlerden değil, asrının bütün bilginlerinden istifade
edebilmek için Mısır’a gelen batılı ilim adamlarının tamamından da ilim tedris etmiştir.57
Biz burada akaid, fıkıh ve hadis alanında öne çıkan hocalarını saymakla yetineceğiz.
-İsmail b. Yahya b. İsmail b. Amr b. Müslim el-Müzeni(264/878): Tahâvî’nin
dayısı olup, kendisinden fıkıh ilmini almış ve İmam Şafiî’nin Süneni ile birçok hadis
dinlemiştir.58
- Muhammed b.Selame(264/878): Tahâvî’nin babasıdır.59
50
Kureşî, a.g.e., I., 273-274.
İbn Hacer, a.g.e., I., 181.
52
İbn Ebi’l-İzz, Sadruddin Ali b. Ali b. Muhammed El-Hanefi, Şerhu’t-Tahâvîyye fi Akîdetu’s-Selefiyye,
thk. Ahmed Muhammed Tahir, Vakfu lillah, Riyad, 1991, 12.
53
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 35.
54
Böyle bir eserin varlığı zikredilse de bu âlimin çalışması halen ele geçirilememiştir. Bkz. Kevserî, elHâvî, 6.
55
Kevseri, a.g.e., 18.
56
Kevserî, a.g.e., 6, 8-10.
57
Nezir, Ahmed, Abdullah, Ebu Cafer Tahâvî, Daru’l Kalem, Dımeşk, 1991, 95.
58
İbn Hacer, a.g.e., I., 181.
51
13
- Bekkar b. Kuteybe Ebu Bekr el-Basri(270/884): Hanefi fakihi ve Mısır
kadısı’dır. Vera’ ve zühd’ü ile tanınır. Tahâvî, en çok ilmi O’ndan almıştır.60
- Ebu Cafer Ahmed b. Ebi İmran el-Bağdadi(280/893): Hanefi fakihi, muhaddis
ve Hafızdır.61 Diğer mezhepler ile birlikte Hanefî fıkhını öğrencilerine aktaran Mısır’ın
en meşhur âlimlerindendir.62
- Bahr b. Nasr b. Sabik el-Havlani(267/881): Hadis rivayetinde güvenilir ve
fazilet sahibi olup, İmam Şafiî’nin öğrencisidir.63
- Rabi’ b. Süleyman el-Cizi(256/870): Ebu Davud ve Nesai, O’ndan hadis rivayet
etmiştir.64
- Ebu Hazım Abdulhamid b. Abdülaziz el-Bağdadî(292/905): Tahâvî’ye Hanefi
fıkhını öğreten Şam, Bağdat ve Kûfe kadılığı yapmış bir zâttır.65
- Abdullah b. Ebu Davud Süleyman b. Eş’as es-Sicistanî(316/929): Büyük
hafızlardandır ve Bağdat şeyhidir66
- Ahmed b. Şuayb b. Ali en-Nesâî(303/916): Sünen sahibidir. Hadiste imam, hafız
ve Fakihtir.67
- Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Abdulhakem el-Mısrî(268/882):
Müzeni ile beraber, asrının en büyük âlimlerindendir ve Maliki mezhebinin Mısır
fakihidir.68
- Ravh b. Ferec Ebu’l Zenbağb. Ferec b. Abdurrahman el-Kattan(282/895):
Tahâvî’nin kıraat hocasıdır.69
- Ebu Musa Yunus b. Abdul a’la es-Sadafi(264/878): Şafiî fakihidir. Hadis
rivayetinde güvenilirdir ve ilim sahibidir.70
- Süleyman b. Şuayb El-Keysanî.71
- Ebu Cafer Abdulgani b. Rifaa b. Abdulmelik el-Lahmi el-Mısrî(255/869): Ebu
Davud, O’ndan rivayette bulunmuştur72
59
Nezir Ahmed, a.g.e. 99.
Nezir Ahmed, a.g.e., 98.
61
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 42.
62
Umeyre Abdurrahman, İmam Tahâvî, trc. Arif Aytekin, Nesil Dergisi, sy.44, 42.
63
Nezir Ahmed, a.g.e.97.
64
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 36.
65
Mahmud, a.g.e., 77.
66
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 51.
67
Nezir Ahmed, a.g.e. 97.
68
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 50
69
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 53.
70
Nezir Ahmed, a.g.e., 100.
71
Kevseri, a.g.e,.9.
72
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 47
60
14
-
Abdurrahman b. Amr b. Abdullah ed-Dımeşkî(281/894): Şam muhaddisidir.73
f) Öğrencileri:
İmam Tahâvî’nin belirtildiği gibi onlarca hocası varken, burada yetiştirdiği
öğrencilerin tamamını zikretmek, ancak müstakil bir eser sayesinde mümkün olabilir. ElMakdisî ilim ehlinden bazılarını ve Tahâvî’nin öğrencilerini bir eserde topladığını
söylemiştir.74 Burada talebelerinden bazılarını zikredeceğiz.
- Ali b. Ahmed b. Muhammed et-Tahâvî(351/962): İmam Tahâvî’nin oğludur.
- Ebu Osman Ahmed b. İbrahim b. Hammad b. İsmail el-Ezdî(329/941): Mısır
Kadılığı yapmıştır. Mısır Kadılığı yaptığı sırada, Tahâvî’den hadis dinlemiştir.75
- Abdullah b. Adiyy b. Abdullah el-Cürcani(365/976): ‘el-Kamil fi’l Cerh ve’t
Ta’lil’Adlı kitabın müellifidir.76
- Muhammed b. Muzaffer b. Musa(379/990): Hafızlardan olup, Ebu Hanife’nin
rivayetlerini topladığıbir müsnedi vardır.77
- Süleyman b. Ahmed b. Eyub et-Taberanî(360/971): Hadiste güvenilir, hafız ve
âlimdir.78
- Muhammed b. İbrahim Ali el-Mukrî: Tahâvî’den, Meani’l Asar’ı dinlemiştir.79
- Ahmed b. Muhammed b. Mansur el-Ensari ed-Damegânî: Tahâvî’den ders
okumuştur. Rey ehlinin büyük fakihlerindendir.80
- Abdullah b. Ubeydullah b. Davud(275/889): Zamanının Horasan fakihidir.
Tahâvî’den hadis dinlemiştir.81
g) Eserleri:
Ebu Cafer et-Tahâvî’nin ilim dünyasına miras bıraktığı otuza yakın eserden
bahsedilir. Özellikle akaid, tefsir, fıkıh ve hadis alanında kitaplar yazmıştır.82 Belli başlı
eserleri şunlardır:
73
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 47.
Tahâvî’nin öğrencilerinin toplandığı ifade edilen bu esere ulaşabilmiş değiliz. Bkz. Cessas, Ebu Bekir
Ahmed b. Ali Er-Razi, Muhtasaru İhtilafi’l-Ulema, thk. Abdullah Nezir Ahmed, Daru’l Beşeri’l İslamiyye,
Beyrut, 1995, 32.
75
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 74.
76
Nezir, Ahmed, a.g.e., 103.
77
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 38.
78
Nezir, Ahmed, a.g.e., 102.
79
Temîmî, a.g.e., 50.
80
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 74.
81
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 38.
74
15
- El-Akîdedü’t-Tahâvîyye: Çalışmamızın da konusu olan eser, Müellifin akîde
konusunda elde bulunan tek risalesidir. Ehl-i Sünnet tarafından da kabul görmüş olan bu
eserde,83 genel itibariyle ehl-i sünnet itikadı özetlenmiş, Ebu Hanife ve İmameyn’nin
itikadla ilgili görüşleri nakledilmiştir.84 Esere yapılan kıymetli şerhlerden birisi
Ekmeluddîn el-Babertî’ye diğeri ise Ebu’l-İzz’e aittir. Tahâvî’nin bu risalesi ‘El-Akîde fi
Usuli’d-Din’85 veya ‘Beyanu İtikadi Ehli’s-Sünnet ve’l Cemaat86 adıyla da ün
kazanmıştır.
Akaide dair diğer bir eseri ise Abdülmecid Mahmud’un kitabında adı geçen ElKitab fi’n Nahl ve Ahkamihâ ve Sıfatihâ ve Ecnasihâ’dır.87
- El-Muhtasar (Evsat): Fıkıh alanında yazılan bu kitap, Hanefi Mezhebinin ilk
muhtasarıdır.88 Tahâvî’nin kendisinin de çok sevdiği bir eserdir. Üzerine birçok şerhler
yapılmakla birlikte bunların en eskisi Ahmed b. Ali el-Cassas’a ait olandır.89 Tahâvî,
yazdığı bu eser için: ‘Kitabımda, mutlaka bilinmesi gereken ve bilinmemesi caiz olmayan
fıkhi konuları topladım. Meseleleri, Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’den
gelen ictihadlara dayanarak açıkladım’ demiştir. Ayrıca Muhtasar’ı öğretim amaçlı
yazdığını ifade etmiştir.90
- İhtilafu’l-Fukaha: Fıkıh alanında yazılan bu eser yüz otuz cüzden oluşmaktadır91
ve yine el-Cassas tarafından üzerine bir şerh yazılmıştır.92 Tahâvî’nin bu eseri
tamamlanamamıştır. 93
- Meani’l-Asar (Şerhu Meani’l-Asar): Tahâvî’nin tasnif ettiği ilk eseridir.94 Hadis
alanında yazılmış ve dört cüzden oluşan bu eser95 aralarında ihtilaf olan konuların
delilleri arasında mukayese yapmaktadır.96
- Şerhu Müşkili’l-Asar: Hadislerdeki tearuzu giderme gayesiyle yazılmıştır.97
82
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 21.
İbn Ebi’l-İzz , el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 21.
84
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 85.
85
Sehavi, a.g.e., 179.
86
Mahmud, a.g.e., 126.
87
Kırk cüzden müteşekkil olduğu ifade edilen akaidle ilgili bu esere ulaşamadık. Bkz. Mahmud, a.g.e.,
126.
88
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 45.
89
F. Krenkow, a.g.m., XI., 629.
90
Tahâvî, Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Seleme b. Abdulmelik, Muhtasaru’t-Tahâvî, thk. Ebu’l Vefa
Efgani, Mektebet-u İbn Teymiyye, Mısır, ts., 15.
91
Cessas, a.g.e. 48.
92
F. Krenkow, a.g.m., XI., 629.
93
Mahmud, a.g.e., 128.
94
F. Krenkow, a.g.m., XI, 629.
95
Sa’d Beşir, a.g.e., 16.
96
Tahâvî, El-Muhtasar, 12.
83
16
-Es-Sünenü’l-Me’sure: Tahâvî’nin, dayısı Müzenî’nin İmam Şafiî’den dinlediği
hadislerin toplandığı eserdir. Bu eserdeki hadisleri, Müzenî’den sadece Tahâvî rivayet
etmiştir.98
- Ahkamu’l-Kur’an: Adından da anlaşılacağı üzere ahkâm ayetlerin açıklanması
üzerine yazılmış bir tefsir kitabıdır. Fıkıh bablarına göre tasnif edilen kitap yirmi cüzden
müteşekkildir.99
- Tefsiru’l-Kur’an: Tefsir alanında yazılmış olan bu eser bin varaktan
oluşmaktadır.100
- Et-Tarihu’l-Kebir: Tahâvî’nin tarih sahasında kaleme aldığı bu eser, Kitabu’rRical sahiplerinin yararlandığı bir kaynak niteliğindedir.101
- Eş-Şurût: Bununla ilgili 3 tane eseri vardır. El-Kebîr, es-Sağîr ve el-Evsad’tır.
Bunlardan Sağîr beş cilt, Kebîr ise kırk cilt olup bir bölümü müsteşrikler tarafından
basılmıştır.102
h) Âlimler Arasındaki İlmi Konumu:
İmam Tahâvî’nin hocalarına, öğrencilerine ve gelecek nesillere bırakmış olduğu
eserlere bakılınca ne denli önemli bir ilim adamı olduğu anlaşılır. Tahâvî, Hanefi
geleneğinde kendini iyi yetiştirmiş ve kurucu imamlar dâhil, hiçbir fakihe taassub
derecesinde bağlanmamış, delilin kuvvetiyle doğruluğuna itibar ettiği görüşü tercih
etmiştir. Tahâvî o asırda, taklidi uygun görmeyen âlimlerdendir.103
Kendisi her ne kadar Hanefi mezhebinden olsa da; farklı görüşleri benimsemesi,
onları tercih etmesi ve müsamahakâr bir tutum içinde olması Tahâvî’nin bir başka müspet
meziyetini göstermektedir.104
Tahâvî’nin ilmî seviyesi yaşadığı dönem itibariyle çok mühimdir. Zira O,
hadislerin tedvin edildiği, kütüb-i sitte imamlarına muasırdır. İmam’ın doğum tarihini en
97
Tahâvî, El-Muhtasar, 12.
Halîlî, Ebu Ya’la el-Halil b. Abdullah b. Ahmed, Kitabu’l-İrşad fi Marifeti Ulemai’l-Hadis, Mektebetü’r
Rüşd, Riyad, 1989, I., 431.
99
Tahâvî, Ahkamu’l-Kur’an, 42.
100
Ednevî, Ahmed b. Muhammed, Tabakatü'l-Müfessirin, thk. Süleyman b. Salah Hızzi, Mektebetü'l Ulum
Ve'l-Hikem, Medine, 1997, 61.
101
Cessas, a.g.e., 37.
102
Mahmud, a.g.e., 127.
103
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 60.
104
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 18.
98
17
sahih görüş olan h.239 yılını esas alırsak, kütüb-i sitte müelliflerinin vefat ettikleri tarihte
Tahâvî’nin yaşı şu şekildedir:
Buhari (256/870)
17; Müslim (261/875)
22;
Ebu Davud(275/888)
36
Tirmizi (279/892)
40; Nesaî (303/915)
64;
İbn Mace (273/886)
34
Tahâvî’nin muasırları tarafından dillendirilen diğer özelliği ise O’nun iyi bir fakih
olmasıdır. Muhaddis olarak her ne kadar hacimli kitaplar yazsa da bunları hukukî
maksatla eserlerine aldığı ifade edilir.105 Tarihçilere göre de O, âlim, fakih ve bütün
mezhepleri bilen bir müctehiddir.106 Bıraktığı eserler kadar, yaşadığı asırda ders
halkalarına katılıp, Tahâvî’den ilim tahsil etmek isteyen yüzlerce talebenin varlığı ve
isimlerinin dahi müstakil bir kitap oluşturacak seviyede olması107 da müellifimizin ilmî
gücünü ortaya koymaktadır. İmam Tahâvî bıraktığı eserlerle, yaşadığı asırdan günümüze
dek İslamiyete, İslam düşünürlerine ve insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. Ve
kendisi bu fonksiyonunu halen de icra etmektedir.
i) Vefatı:
İmam Tahâvî’nin doğum tarihinde olduğu gibi, vefat tarihinde de ihtilaf
edilmiştir. Kaynakların büyük çoğunluğuna göre 6 zilkade 321/ 28 Ekim 933 tarihinde
Kâhire’de vefat etmiş ve Karâfe mezarlığına defnedilmiştir.108
İbn Hallikan eserinde O’nun h. 321 senesinde Zilkade ayının ilk Perşembe gecesi,
82 yaşında vefat ettiğini zikreder.109 Diğer rivayetlerde ise İbn Nedim Tahâvî’nin 322
senesinde,110 Zebidi ise, 329 senesinde vefat ettiğini zikretmiştir.111 Mevcut kaynaklarda
kabul gören görüş ise İmam’ın yukarıda belirttiğimiz 321/933 senesinde vefat ettiğidir.
kabri, Kahire’de İmam Şafiî hazretlerinin türbesi civarındadır.112
Tahâvî, vefatından sonra onlarca eser ve talebe ile birlikte Ebu’l-Hasan Ali b.
Ahmed b. Muhammed (v.351) adında âlim bir evladını da bırakmıştır.113
İmam Tahâvî, sahip olduğu ilmi ve güzel hasletleriyle asırlar boyu hep övgüyle ve
rahmetle anılmıştır. Tarihçi kimliğiyle ve Tahâvî’nin öğrencisi olarak bilinen Ebû Saîd b.
Yunus O’nun hakkında “Tahâvî güvenilir, hafızası kuvvetli, fakih, akıllı bir kişi olup
105
F. Krenkow, a.g.m., XI., 629.
Kureşi, a.g.e., I., 277.
107
Kureşî, a.g.e., I., 275-276.
108
Kureşî, a.g.e., I., 273; İbn Kutluboğa, a.g.e, 100; Kevserî, a.g.e,, 40.
109
İbn Hallikan, a.g.e., I., 54.
110
İbn Kutluboğa, a.g.e., 24.
111
Özcan, Ruhi, El-Havi fi Şuruti’t-Tahâvî,(Yüksek Lisans Tezi), Camiat-u Bağdat, 1972, 210.
112
Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Asar, 101.
113
Kureşi, a.g.e., I., 541.
106
18
ondan sonra onun gibi bir kimse gelmemiştir”114 diyerek O’ndan övgüyle bahseder. İbn
Nedim ise O’nun için; “Zamanında ilim ve zühd bakımından eşi ve benzeri yoktu”115
ifadesini kullanmıştı.
B) TAHÂVİ’NİN YAŞADIĞI DÖNEME GENEL BAKIŞ
Tahâvî’nin yaşadığı yer olan Mısır, o dönemde Abbasi halifeliğinin bir vilayeti
idi. Hicrî 3. ve 4. asrın yaşandığı bu dönemde Türklerin etkilerinin hem devlet idaresinde
hem de askerî alanda arttığı görülür. Abbasî halifeliğinin ikinci yarısı olan bu devre siyasi
otoritenin zayıflayıp, iç karışıklıkların, düzensizliklerin yaşandığı bir zamandır. Öyle ki;
otorite boşluğundan dolayı, ülkenin muhtelif bölgelerinde bağımsızlıklarını ilan eden
şehirler ortaya çıkmıştır. İlmî sahada ise tam aksine İslam âleminin büyük ilmî bir atılım
içerisinde olduğu gözlemlenmektedir.116
a) Siyasi Durum:
Abbasilerde devletin başında mutlak yetkilere haiz hükümdar vardı ve halifelik
veraset sistemine dayalıydı. Şehirlerde emniyeti sağlamak amacıyla şura teşkilatı
kurulmuş,
Sasaniler’den
alınan
vezirlik
müessesesi
ise
Abbasiler
döneminde
uygulanmaya başlanmıştı. Devlet idaresi merkeziyetçi bir yapıya sahipti ve eyaletler
valiler, emirler tarafından yönetilmekteydi.117 Halifelerin ilk beşinin döneminde idare
şekli teokrasi olmuştur. Halife Mu’tasım devrinde ise eyaletlerden seçilmiş üyelerin
oluşturduğu bir meclis ile meşruti sisteme geçilmiştir.118
Abbasi devletinin yükselişinin temelinde Farsların desteği azımsanmayacak
seviyededir. Fars etkisi yönetim kademelerinde de etkili olmaya başlayınca Abbasiler
Araplardan yüz çevirmişlerdir. Tahâvî’nin de yaşamış olduğu Abbasilerin ikinci dönemi
diye ifade edilen devrede ise durum değişmiş, Abbasiler Türk tesiri altına girmişlerdir.
Halifelerden Türklere en çok meyleden halife Mu’tasım’dır.(218-227/833-843)119
Mu’tasım ile birlikte Me’mun döneminde de Türkler etkilerini devam ettirmişler,
askerî mevkilerde görev almışlar ve birçok isyanın bastırılmasında ön safta yer
tutmuşlardır.120 Abbasilerin tarihinde Aşnas adlı Türk komutan, sultan ünvanı almış,
114
Kevserî, a.g.e., 12, diğer benzer ifadeler için bkz. Sem’anî, a.g.e., IV., 53.
İbn Nedim, a.g.e., 437.
116
Emin, Ahmed, Zuhrü'l-İslâm, Mektebetü'n-Nehdati'l-Mısriyye, Kahire, 1966,II., 265.
117
Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbasiler”, DİA, İstanbul, 1988, 38-39.
118
Algül, Hüseyin, İslam Tarihi, Gonca yay., İstanbul, 1987, III., 408.
119
Mahmud, a.g.e., 11.
120
Karapınar, Mahmud, Abbasiler Dönemi Türklerin Siyasi Faaliyetleri; Türkler, Yeni Türkiye yay.,
Ankara, 2002, IV., 352.
115
19
yönetim
de
kendisine
devredilmiştir.
Devlet
idaresi
Bağdat’tan
Samarra’ya
nakledilmesiyle birlikte Türklerin ilk iktidar dönemi olan Samarra dönemi (222-279/836892) başlamış oldu. 121
Abbasi halifelerinin veliahtlarının arasında çıkan taht kavgalarını fırsat bilen Türk
komutanlar isyanlar çıkartmış, otorite boşluğundan da faydalanarak kimlerin halife olup,
kimlerin halife olamayacağına da karar vermeye başlamışlardı.122 Türk kumandanların
elinde
adeta oyuncak
haline
gelen
halifelerin acziyetleri,
Abbasi devletinin
parçalanmasına sebep olmuştur.123
M.868 yılından itibaren özellikle Tolunğullarının nüfuzu artmış ve Samaniler,
Tahirîler, Safarîler, Hamdanilerle birlikte ülkenin doğu batı bloğu parçalanmış, Abbasi
halifesinin etki alanı sadece Bağdat ve çevresiyle sınırlı kalmıştır.124 İmam Tahâvî’nin
yaşadığı dönemin önemli bir kısmında, Mısır’a Tolunoğlu Ahmed’in kurucusu olduğu
Tolunoğulları devleti hükmetmiştir. Mısır, halifeye bağlı valiler tarafından yönetilirken,
Tolunoğlu Ahmed döneminde artık halifelikten ayrılmış sayılırdı. Bundan sonraki süreç
ise Şam ve Bağdat’a hükmedilmesiyle devam edecektir.125 Mısır, Tolunoğlu Ahmed
(280/893)’den sonra, 292/905 yılına kadar O’nun yolunda idare edilmiştir. Tolunoğlu
devleti yıkıldıktan sonra da yerine İhşit devleti kurulmuştur.126
Mısır’ın altın çağı Tolunoğulları’nın hükümranlığı ile geçen dönemdir. Ahmed b.
Tolun, yabancı sömürgelerin ülkeyi istismar etmesini önleyici mali siyaseti sayesinde,
halkın refah seviyesinin yükselmesini sağlamıştır.127 Öyle ki Mısır, Bağdat’tan sonra en
büyük ve en gelişmiş şehir halini almıştır.128
Tahâvî’nin yaşadığı dönemde ise yönetime on tane halife gelmiştir. Bu halifeler
şunlardır: el-Mütevekkil, el-Muntasır, el-Müste’în, el-Mu’tez, el-Mehdî, el-Mu’temid, elMu’tedid, el-Muktefî, el-Muktedir ve el-Kâhir’dir
129
El-Mütevekkil ve El-Kahir’in
hilafetleri arasındaki dönem ise hicrî 232 ve 332 tarihlerini kapsamaktadır.130 Mısır,
Tolunoğulları’nın hüküm sürdüğü dönemde, bu hanedana mensup emirler tarafından,
121
Karapınar, Mahmud, a.g.e., IV., 353-354.
Yavuz, Hulusi, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Tashih: Hikmet Tekin, Hikmet yay., İstanbul 1988,
138.
123
Üçok, Bahriye, İslam Tarihi Emeviler-Abbasiler, MEB Basımevi, Ankara, 1979, 98.
124
Yıldız, a.g.m., 35.
125
Mahmud, a.g.e., 13-14.
126
Mahmud, a.g.e., 15.
127
Brockelmann C., İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi 1, çev. Neşet Çağatay, AÜİF. yay., Ankara 1964,
129.
128
Mahmud, a.g.e., 16.
129
Diğer halifeler için bkz. Üçok Bahriye, a.g.e., 204.
130
Mahmud, a.g.e.,11-12.
122
20
diğer devirlerde ise Bağdat’tan tayin edilen ve Bağdat’a resmen bağlı valiler tarafından
idare edilmiştir.
b) Sosyal ve İktisadî Durum:
Abbasilerde İslâm toplumu genel itibariyle havas ve avam denilen iki tabakadan
oluşuyordu. Birinci tabakaya mensup olanlar halifenin yakınları, vezirler, emîrler,
kadılar, âlimler, edipler ve kâtiplerdi. Esnaf ve sanatkârlar, çiftçiler, askerler, köleler ve
diğer gruplar da ikinci sınıfı teşkil ediyordu. Çok geniş bir alana yayılmış olan Abbasî
halifeliğinin sınırları içinde başta Araplar, İranlılar ve Türkler olmak üzere muhtelif kavimlere ve çeşitli mezheplere mensup insanlar yaşamaktaydı.131
İkinci gruba dâhil olan hizmetçiler, savaşlardan sonra ele geçirilen esirlerden veya
barış zamanında satın alınan kölelerden oluşmaktaydı. Mevcut kaynakların, sadece halife
Muktedir’in sarayında onbir bin kadar kölenin varlığını zikretmesi, kölelik sistemini ne
derece işlediğinin bir işaretidir.132
Sosyal sınıflardan bir diğeri de yahudi ve hıristiyanlardan oluşan zimmî'lerdi.
Bunlar devletin himayesinde geniş bir din hürriyetiyle rahat bir şekilde yaşıyor ve
ibadetlerini yapabiliyorlardı.133
Huzurun, refahın artmasına paralel olarak lüks ve konfor da artmış, muhteşem
köşk ve saraylarda eğlence ve mûsiki meclisleri tertip edilmeye başlanmıştır. O dönemin
meşhur musikişinasları arasında İbrahim el-Mavsılî, Zübeyr b. Dihman Ganevî, İbn
Câmî, Zelzel ve Miskin el-Medenî sayılabilir. Halife, vezir ve diğer devlet adamları saray
ve köşklerde, halk ise tek katlı evlerde yaşıyorlardı. Kerpiç, tuğla, kireç ve alçı
kullanılarak yapılan evlerin tavanı hurma lifleri ve ağaç dallarıyla örtülürdü. Zenginlerin
evleri harem, selâmlık ve hizmetçi odalarından oluşuyordu. Bu evler genellikle bir bahçe
içinde yapılır, duvar ve tavanları mozaikler ve renkli resimlerle süslenirdi. Halifelerin
sarayları ise geniş köşkler, kubbeler, revaklar ve asma bahçelere sahipti.134
Abbasîliler giyim konusunda genel itibariyle Sasani kültüründen etkilenmişlerdir.
Devlet adamlarının elbiseleri, halifelerin elbiselerine benzemekteydi. Âlim, fakih ve
bilgin sınıfından olanlar, ‘taylasan’ adında Hz. Peygamber’in sarığına benzer bir sarık
131
Yıldız, a.g.m., I., 46-47.
Hitti, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, Boğaziçi yay., İstanbul, 1989, I., 524526.
133
Yıldız, a.g.m., I., 46-47.
134
Yıldız, a.g.m., I., 46-48.
132
21
takarlardı. Giyim modelleri kişinin sınıfına, mesleğine göre değişiklik arz ediyordu.
Evlerde odaların üç kenarına divan yerleştirilir, yerde ise dokuma halılar ve kare şeklinde
yer minderleri bulunurdu. Ev içerisindeki eğlence kültüründe ise satranç yer almaktaydı.
Dışarıda ise ok atmak, avlanmak, cirit, güreş, kılıç, tenis, raket ve kriket gibi etkinlikler
düzenlenirdi.135
Abbasilerdeki sosyal hayatın en kıymetleri ögelerinden birisi dini bayramlardı.
Halifeler her iki bayramda da bayram namazlarını kıldırır ve yapılan törenlere katılırlardı.
Sarayda İran nüfuzu giderek artınca eski İran bayramları Nevruz, Mihricân ve Râm
günleri de törenlerle kutlanmaya başlandı. Halifeler cuma ve bayram namazlarına diğer
merasimlere hilâfet alayı ile giderlerdi. Halife bu alaylarda siyah bir kuşak bağlar ve üzerine siyah bir kürk alırdı. Başına uzun bir külah geçirir, elinde de Peygamber'in kılıcını
taşırdı.136
Sosyal hayatın elzem unsurlarından biri olan haberleşme ve posta teşkilatı
Abbasîler’de ciddi anlamda gelişmiş durumdaydı. Ülke sınırlarının genişlemesi ve uzak
kentlerle olan irtibatın sağlanabilmesi bunu gerekli kılan başlıca amildi.137
Sağlık kuruluşları ülkede hem tedavi yeri hem de eğitim yuvası olarak işlev
görmekteydi. Daru’t-Tıp adı verilen hastanelerin yanında, o dönem için çok önemli bir
gelişme olarak sayılabilecek psikiyatrik müesseseler, akıl hastaneleri de insanlara hizmet
vermekteydi. Mes’udi’nin ifadesine göre Dayr Hızkıl akıl hastanesi, Abbasi halifesi el
Mütevekkil döneminde (m.847-861) el-Müberred tarafından ziyaret edilmiştir.138
Abbasilerin iktisadî hayatlarına bakıldığında, geçmiş dönemlere nazaran önemli
gelişmelerin yaşandığı görülür. Abbasîler, iktisadî hayatın her alanında üretimin ve buna
bağlı olarak refahın arttırılması hususunda büyük gayret saffettiler. İktisadî hayatın
temelini ziraat teşkil ediyordu. Devlet gelirlerinin büyük bir kısmı tarıma bağlı olduğu
İçin ilk Abbasî halifeleri geniş sulama faaliyetlerine giriştiler ve ülkenin muhtelif
yerlerinde sulama ve kanal işlerinde uzman kişileri çalıştırdılar. Mu'tasım Sâmerrâ şehri
için Çin'den çok sayıda su işleri mühendisi getirtti. Merv'de sadece sulama işleriyle
görevli bir divan (dîvânü'l-mâ1) vardı ve emrinde binlerce kişi çalışmaktaydı.139
Ekonominin diğer önemli ayağını ise Selçuklular ve Osmanlılara miras olarak
135
Algül, a.g.e., III., 431–434.
Yıldız, a.g.m., I., 47.
137
Mantran, Robert, İslam’ın Yayılış Tarihi, trc. İsmet Kayaoğlu, AÜİF yay., Ankara, 1981, 126.
138
Terzioğlu, Aslan, “Ortaçağ İslam-Türk Hastaneleri ve Avrupa’ya Tesirleri” Belleten, adlı makaleden
naklen; Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, MÜİF yay., İstanbul, 2003, 319.
139
Yıldız, a.g.m., I., 47.
136
22
kalacak ikta sistemi oluşturmaktaydı. Çeşitli vazifelerde bulunan askerî ve sivil
personelin hizmet ve maaşlarına karşılık geliştirilen bu sistem, “tevki” veya “menşur”
ismiyle de anılmaktadır.140
Ticaret hayatının güzel bir şekilde yürüyüp gelişmesini sağlamak ve her türlü
hileyi engellemek amacıyla, tüccarlar arasında, ‘Esnaf Locaları’ adında sendikalar
kurulmuştur.141
9. yüzyılda sarraflar, sermaye sahibi zengin tüccarlarla dayanışma içine girerek
bankacılık hizmetlerini verir hale geldiler. Bunlar bazı tüccarlara belirli bir yüzdeyle para
verdikleri gibi. zaman zaman hükümete de borç para veriyorlardı. O dönemde merkezi
Bağdat'ta, şubeleri ülkenin diğer şehirlerinde bulunan bu müessese ile çek ve kredi
mektupları gibi gelişmiş bir sistemin varlığı bilinmektedir. Bağdat'ta yazılan bir çek
Fas'ta ödenebiliyordu. Ancak yapılan bu muamelatta faizin işin içine girmesi ve faizin de
haram olması sebebiyle bu sistemde işleyen para çok az işlem görüyordu.142
Abbasiler döneminde diğer kentlerde olduğu gibi Mısır’da da yapılan en yoğun
faaliyet ticaret olmuştur. Öyle ki Ahmed b. Tolun kurmuş olduğu devletin kalkınmasını,
Mısır ve Suriye üzerinden geçen ticaret yollarını elinde tutmasına borçludur.143
Hiç şüphesiz; Abbasîlerdeki iktisadî hayatın olumsuz yanları da vardır. Bütün
toplumlarda var olageldiği üzere, gelir adaletsizliği, eşitsizlik Abbasilerde de mevcuttu.
Birinci sınıf olarak tabir edilen, yönetimdeki devlet adamları ve zengin elit tabaka, lüksün
üst seviyede yaşandığı mekânlarda ikamet ederken, halkın kerpiç evlerde ikamet etmesi,
bunun bir göstergesidir.
Abbasîler’in ekonomik anlamdaki çöküşleri ise, yaşanan iç karışıklıklar ve buna
bağlı olarak eyaletlerden gelen para akışının zayıflaması olarak gösterilebilir.144
c) İlmî Durum:
Abbasilerde yaşanan siyasi iktidarsızlıklar, kargaşalar ve isyanların yanında ilmî
çalışmaların yoğun bir şekilde yapıldığı görülür. Bağdat’ın ilim ve fikir merkezi olduğu
bu dönemde, Kurtuba, Kahire, Buhara, Gazne, Halep ve Mekke gibi İslam beldeleri de
Bağdat’la rekabet edebilecek seviyedeydi.145
140
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara, 1970.
Algül, a.g.e., III., 418.
142
Yıldız, a.g.m., I., 48.
143
Merçil, Erdoğan, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara 1993, 9.
144
Miroğlu, İsmet, İslam Tarihi Ansiklopedisi, İhlas Matbaacılık, İstanbul, 1994, I., 16.
145
Nezir, Ahmed, a.g.e., 22.
141
23
İlmi hareketlilik müesseselerin kurulmasında da gözlemlenebilir. Bunların en
mühimi; Abbasilerin kuruluş yıllarında tercüme faaliyetlerinin hız kazanması ve eskilerin
ilimleri diye tabir edilen ‘Ulûmu’l-Evâil’e olan ilginin artması üzerine Bağdat’ta kurulan
‘Beytü’l-Hikme’dir. Bu merkez zaman ilerledikçe Halife el-Me’mun devrinde büyük bir
ilim merkezi haline gelmiştir.146
İslam bilginleri bir taraftan tefsir, hadis, fıkıh, kelam, kıraat, edebiyat, nahiv, lügat
gibi ilimlerin usul ve kaidelerini konu alan eserler yazarken, diğer taraftan da aklî ilimler
sahasında yer alan geometri, astronomi, tıp, kimya ve coğrafya gibi alanlarda ihtisas
sahibi olmuşlardır.147 Bu dönem’de çok değerli İslam âlimleri yetişmiştir. Bunlardan öne
çıkan isimler şunlardır: İbrahim el-Mervezî (v.211/826), Muhammed b. Sahnûn
(v.256/870), Buharî (v.256/870), Müslim b. El-Haccac (v.261/875), İsmail b. Yahya elMüzenî (v.264/878), Bekar b. Kuteybe (v.270/883), Taberî (v.310/922), Ebû Mansur elMaturîdî (v.333/944), İbn Cinî (v.392/1002), İbn Fâris (v.395/1005) gibi âlimlerdir.148
Abbasîler devrinin ilk zamanları İslâm kültür ve medeniyetine damgasını vuran
çok önemli bir çağdır. Avrupa Medeniyetinin doğmasında, bu dönem İslam aleminde
kurulan çeşitli müesseseler ve gelişen ilimler çok önemli rol oynamıştır. İslâm
dünyasındaki dil ve tercüme faaliyetleri; dinî, sosyal ve tabii ilimler sahasındaki
çalışmaların bir kısmı Emevîler devrinde başlamış olmakla birlikte, bu çalışmaların
sistemli bir şekilde ele alınarak müstakil birer ilim dalı haline gelmesi Abbasîler devrinde
gerçekleşmiştir.149
Bu dönem, aklî ilimler ve fen bilimleri alanında da en parlak dönemdir. Felsefe
alanında, Kindi(v.259/873) ve Razî(v.312/925); Siyer’de, Vakıdî(v.207/823) ve İbn
Hişam(v.218/833); Kimya’da, Cabir(v.199/815); Astronomi’de, Harezmî(v.235/850) ve
Battanî(v.305/918); Tıp ilminde, Razî(v.312/925); Mantık’ta Farâbî dönemin büyük
âlimlerindendir.150
Kur’anî ilimler sahasındaki en mühim gelişme ise, yedi kıraat yolunun ortaya
çıkmış olması ve bu usüllerin her birinin bir kıraat âlimi ve talebeleri tarafından temsil
edilmeye başlanmış olmasıdır.151
146
Kazıcı, Ziya, a.g.e., 335.
Miroğlu, a.g.e., I., 23.
148
Emin, Ahmed, a.g.e., I., 269.
149
Yıldız, a.g.m., I., 40-41.
150
Hekimoğlu, İsmail, Haritalar, Şemalar ve Tarihi Yorumlarla 1421 Senelik İslam Tarihi, Feza
Gazetecilik, İstanbul, 2001, 103-106.
151
Miroğlu, a.g.e., I., 26.
147
24
Bu dönemde, Kelam ilminin müstakil bir ilim dalı haline geldiği görülür. Yunan
felsefesi ve İskenderiye felsefi ekolü gibi felsefî doktrinlere ve bozuk fikirlere verilen
cevaplarla birlikte ilm-i kelam ve kelam usulü oluşturulmuştur.152 Kelam ilminin
sistemleştiği bu devirde, birçok itikadi mezhep kurulmuş, gelişmiş, bazıları ise kaybolup
gitmiştir. Emevîler devrinde ortaya çıkan Mu'tezile Mezhebi, Halife Me'mûn, Mu'tasım
ve Vâsik dönemlerinde en parlak devrini yaşamış ve Abbasî coğrafyasında taraftarlarını
çoğaltmıştır.153
Bağdat Mu’tezilesi, halifeler nezdinde itibar kazanmaya çalışarak kendi
görüşlerini devletin resmî mezhebi haline getirmişlerdir. Bilhassa Halku'l-Kur'ân
meselesinde Sümâme b. Eşres ile İbn Ebû Düâd, Halife Me'mûn ve ayrıca Mu'tasım'ın
huzurunda Ahmed b. Hanbel ile yaptıkları münazaralar sonunda ‘mihne devri’nin ortaya
çıkmasına yol açmışlardır. Bu olay sebebiyle müslüman halkın nefretini üzerine çeken
Mu'tezile'nin, Mütevekkil'in halife olmasıyla nüfuzu daha da azalmış, Abbâsîler'in son
devirlerinde ise gücü ve tesiri büyük ölçüde kaybolmuştur.
Eş'arî ekolüne paralel olarak Mâverâünnehir'de Ebû Mansûr el-Mâtürîdî
tarafından kurulan ikinci Sünnî kelâm mektebinin ortaya çıkışı ve yayılışı da Abbasîler
zamanına rastlar. Şîa, Havâric ve Mürcie mezheplerinin birçok fırkalara ayrılması da
Abbasîler zamanında vuku bulmuştur.154
İmam Tahâvî’nin yaşadığı dönemde Mısır da ilim sahasında bir hayli hareketlidir.
Hz. Ömer zamanında, Amr b. El-Âs tarafından fethedilen Mısır’a, dört yüz kadar sahabe
gelmiş ve bir kısmı da burayı yurt edinmiştir. Bu sahabelerin en meşhur olanları ise Sa’d
b. Ebî Vakkas (v.55/675) ve Amr b. El-Âs (v.43/664) idi.155
Mısır’a gelen sahabilerden bazıları bir veya birden fazla hadis taşıyorlardı. Öyle
ki Medine’den Mısır’a gelip, başka kimselerin bilmediği hadisler, buraya yerleşen
sahabilerden öğreniliyordu. Bu vesile ile Mısır’da sahabe okulları kurulmuştu ve bir
tâbiûn nesli doğarak, bunların vasıtası ile de sahabelerin ilmi, tebe-i tabiîne ulaşmıştır.156
Mısır, Medine ve Mekke üçgenindeki yolculukların kesintisiz olarak yapıldığı
düşünülürse,157 İmam Tahâvî’nin yaşadığı çağa varıncaya dek, ilmi canlılığın sürekli
olarak yinelendiğini söylemek mümkün olacaktır.
152
Miroğlu, a.g.e., I., 25.
Yıldız, a.g.m., I., 42-43.
154
Yıldız, a.g.m., I., 42-43.
155
Mahmud, a.g.e., 17-18.
156
Emin, Ahmed, Duha'l-İslâm, Mektebetü'n-Nehdati'l-Mısriyye, Kahire, 1964, II., 85.
157
Mahmud, a.g.e., 19.
153
25
İlme olan ilgisi, âlimleri sevip, kollamasıyla tanınan Tolunoğlu Ahmed’in158 de
Mısır’ın ilim ve kültür hayatına büyük katkıları olmuştur. Aynı zamanda bu durum,
Tahâvî’nin yetişmesinde büyük emekleri olacak olan ilim adamlarının Kahire’de
toplanmasına vesile olacaktır. Mevcut kaynaklarda, her ne kadar Tolunoğlu Ahmed’in
Tahâvî’nin hocası olan Bekar b. Kuteybe’yi hapsettirip, malını da müsadere ettirdiğine159
dair bilgiler yer alsa da, bu durumu âlimleri bu denli koruyup gözeten bir halife’nin
umumî haline uygun bir hareket olmadığını belirtmek ve bu hususta mu’tedil bir tavır
takınmak, yapılacak en doğru hareket olacaktır.
158
159
Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, Üç Dal Neşriyat, İstanbul , 1970, III., 128.
Cevdet Paşa, Ahmed, a.g.e., III., 125.
26
İKİNCİ BÖLÜM
EL-AKİDETÜ’T-TAHÂVİYYE’DEKİ BAZI KELÂMÎ
GÖRÜŞLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Ebu Cafer et-Tahâvî’nin elde bulunan tek risalesi olarak bilinen “El- Akîdetü’tTahâviyye”, diğer adıyla “Beyanu Akîdeti Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa” müellifin, İmam
A’zam ve Hanefî ekolüne uygun bir metodla kaleme aldığı risalesidir. Kısa bir eser
olmasına karşın, Ebu Hanife’ye nispet edilen itikadî görüşleri aktaran ilk kaynaklardan
olması hasebiyle önemlidir.
Müellif eserinde Tevhid, Nübüvvet, Halku’l-Kur’an, Ru’yetullah, İnsanın fiilleri,
Hilafet, Mürtekibü’l-Kebîre, Kıyamet alametleri, Cennet-Cehennem, Tekfir, Şefaat gibi
akaid konularını yaklaşık seksen maddede, kısaca beyan etmektedir. Biz de bu bölümde,
Tahâvî akîdesinde yer alan, kelam ilminin üzerinde önemle durduğu ve tartışmaların
yoğun şekilde yaşandığı Nübüvvet, Ru’yetullah, Halku’l-Kur’an, Büyük Günah
(Mürtekibü’l-Kebire) ve Tekfir konularını değerlendirmeye çalışacağız.
A) NÜBÜVVET (PEYGAMBERLİK MÜESSESESİ)
Yüksek olmak ve haber vermek anlamındaki, “n-b-e” kökünden türeyen nebî
kelimesi, sözlükte haber veren, düz olmayan yer, çok ve geniş yol demektir. Terim olarak
da; Allah’ın dini kurallarını, emir ve yasaklarını, öğüt ve tavsiyelerini insanlara
bildirmesi için görevlendirdiği insanlara denir.160 Cenab-ı Hak nebîler aracılığıyla
insanlara doğru yolu gösterir. Nebîlerin, başka bir ifadeyle elçilerin icra ettikleri görevleri
ifade eden terimsel kavram ise Nübüvvet (peygamberlik müessesesi)’dir.
Nübüvvet dinin esasından olup,161 İslam dininin bütün önem ve değeri,
nübüvvet müessesesinden kaynaklanmaktadır. Kelam ilmine ait ilk kitaplarda nübüvvete
dair fazla bir şey görülmez iken, daha sonraki dönemlerde, iç ve dış sebeplerin tesiriyle
bu konuya değinildiği ve nübüvvet meselesine geniş yer ayrıldığı müşahede edilir. Kelam
kitaplarında, nübüvvetle ilgili işlenen ilk mevzu ise peygamberlerin günahsız oluşu ve
ismet sıfatının derecesidir.162
160
Komisyon, Dini Kavramlar Sözlüğü, ed. İsmail Karagöz, DİB.yay., Ankara, 2007, 519-520.
Komisyon, İslam’a Giriş Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, DİB.yay., İstanbul, 2007, 159.
162
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, Kelam Tarih Ekoller Problemler, 5.bs., Tekin Kitabevi, Konya,
2005, 305.
161
27
İlk akaid risalelerine bakılınca da nübüvvet ile ilgili fazla ma’lumat görülmez.
Bu durum hicrî dördüncü asrın başlarına kadar böyle devam etmiştir denilebilir. Ebu
Hanife’den Tahâvî’ye varıncaya dek, selefî imamlar arasında nübüvvet bahsine en çok
yer veren ve konuyu tasnif etmeye gayret eden kimse de Tahâvî’dir diyebiliriz.163
Nübüvvet bahsi sonraki dönemlerde İmam Maturîdî ve Maturîdî ekolüne mensup
kelamcılar tarafından geliştirilerek yorumlanmıştır. Pezdevî akaidinde konuya naklî ve
aklî cihetten yaklaşırken, İmam Eş’arî El-İbane’sin’de Hz. Peygambere iman ve O’nun
şefaatı hususuna değinmiştir. Fahreddin Razi Mufassal’ında, Cürcanî Şerhu’lMevâkıf’ında ve Saadettin Taftazânî ise Şerhu’l-Makâsıd’ında nübüvvet bahsiyle ilgili
akılcı yorumlarda bulunmuşlardır. Zikredilen son üç eserde, felsefe ile yapılan
mücadelenin etkilerini görmek mümkündür.164
Konu ile ilgili kısaca bu bilgileri verdikten sonra, şimdi de nübüvvet konusunda
öne çıkan görüşleri değerlendirmeye çalışalım.
a) Nübüvvetin İspatı:
Semavî dinlere bağlı olan kimseler, insanların peygamberlere muhtaç olduğunu,
beşeriyetin hem bu dünya hem de ahiret hayatının mutluluğunu sağlayacak kaideleri akıl
yoluyla bilemeyeceklerini genellikle kabul ederler. 165
Ehl-i Sünnet kelamcıları nübüvvetin ispatı hususunda umumiyetle aynı paralelde
görüş bildirmişlerdir. Maturîdîlere göre dini tebliğ olmasa da insan, Allah’ı bilmekle
mükelleftir.
Bunun
yanısıra
İmam
Maturîdî
Kitabu’t-Tevhid’inde,
nübüvvet
müessesesinin varlığına aklî bir zorunluluk olduğuna hükmetmenin önemine işaret eder.
Ona göre yeryüzünde var olan bütün nesnelerin mahiyetini bilmek, Allah’ın kendisine
bildireceği bir zatın varlığı ile mümkün olacaktır.166 Bununla birlikte insanların
hayatlarının devamı için gerekli besinlerin içeriğini bilip, bu kapsamda faydalı olanı
zararlı olandan ayırt etmede, hatta meslekî alanlarda ve sanatta, peygamberlere olan
ihtiyaç açıkça görülmektedir.167 İmam Maturîdî’nin insanî ihtiyaçlar üzerinden beyan
ettiği düşünceler, her ne kadar yaşadığı çağa nazaran mutlak bir bilgi olarak düşünülse
de, günümüz biliminin seviyesi dikkate alındığında aynı değerini korumaktan uzaktır.
163
Aytekin, Arif, Ebû Cafer Tahâvî’nin Akîdesi ve Selef Akîdesindeki Yeri, Fatih Ofset, İstanbul, 1996.
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 306.
165
Yeprem, M. Saim, Maturîdî’nin Akaid Risalesi ve Şerhi, MÜİFV. yay., İstanbul, 2000, 31.
166
El-Maturîdî, Ebû Mansur, Kitabu’t-Tevhid, trc. Bekir Topaloğlu, TDV. yay., Ankara, 2005, 225.
167
El-Maturîdî, a.g.e., 225.
164
28
Eş’arî ekolünün peygamberlik ile ilgili konudaki fikirlerinde birlik görülür. Fakat
ayrıntılarda bazı görüş farklılıkları vardır. Eşarî’ler nübüvvete Allah’ın bilinmesi ciheti
ile yaklaşırlar. Onlara göre Allah’ın varlığını bilmeye, Allah’ı tanımaya aklî değil, şer’î
usülle ulaşılabilir. İnsan vahiy olmaksızın hikmet sahibi Allah’ı bilemez, O’nu tanımaya
da güç yetiremez.168 Eş’arî’ler bu hususta bazı ayet-i kerimeleri delil olarak
sunmuşlardır.169
Mu’tezile ekolü peygamberliğin insanlığa olan faydasını zikreder ancak konuya
Maturîdî, Eş’arî ve diğer selef âlimlerden çok farklı bir noktadan bakar. Mutezile'ye göre
aklî olgunluğa erişmiş kimse, herhangi bir şeyin bizatihi iyi veya kötü olduğunu şeriattan
önce bilmeye gücü yeter.170 Bu görüşü zikreden Mu’tezile’ye göre Peygamber’in geliş
gayesi, akılla tespit edilen hususu açıklamak veyahut tasdik etmekten ibarettir. Genel
düşüncenin aksine onlar, aklı ön plana alarak daha marjinal bir tavır takınmayı tercih
etmişlerdir.
Ehl-i Sünnetten Pezdevî eserinde, konuya evvela peygamberliğin mümkün ve
caizliği yönünden yaklaşır. Ve tevhid ehli’nin şu sözlerini zikreder: “Peygamber
gönderme aklen caizdir, Allah Teâlâ nebîler ve rasüller göndermiştir. Peygamberleri
kabul etmek şer’an vaciptir” demektedir.171 Pezdevî, Allah’ın bütün kullarıyla
konuşmadığını, bununla beraber kulların yaratıcısını bilmeye muhtaç olduğunu ancak
herkesin marifet yoluyla bunu bilmeye muktedir olamayacağını beyan eder ve
peygamberliğin gerekliliğine vurgu yapar.172
Es-Sabûnî ise kitabında, Allah’ın insanlara peygamber göndermesini, aklın kabul
edeceğini zikreder. Hak ehline göre, Yüce Allah’ın kullarına ait emir ve yasakları, dünya
ve ahiret saadetine dair hususları onlara bildirmesi muhal değil, hikmettir ve uygun bir
haldir. Bu nedenle Allah’ın kullarından bir kısmını, apaçık bir vahiy vasıtasıyla söz
konusu ilimle donatması, akla aykırı bir durum değildir.173
168
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 318-320.
Eğer onları ondan önce bir azaba uğratarak yok etseydik: "Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin
de, alçak ve rezil olmazdan önce ayetlerine uysaydık, olmaz mıydı?" diyeceklerdi.(Taha, 20/134), Biz
peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.(İsra 17/15). Nerede ise öfkesinden paralanacak! İçine
her bir topluluğun atılmasında, bekçileri onlara: "Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?" derler.
Onlar: "Evet; doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz
büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik" derler. (Mülk, 67/8-9)
170
Işık, Kemal, Mu’tezile’nin Doğuşu ve Kelamî Görüşleri, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1967,
77.
171
Pezdevî, İmam Ebû Yusr Muhammed, Ehl-i Sünnet Akadi, trc. Şerafettin Gölcük, Kayıhan yay.,
İstanbul, 1988, 129.
172
Pezdevî, a.g.e., 131.
173
Es-Sabunî, Nureddin, Maturudiyye Akaidi, trc. Bekir Topaloğlu, DİB.yay., Ankara, 1995, 103.
169
29
İmam A’zam Ebu Hanife, Fıkhu’l Ekber’inde, nübüvvet konusunda yalnızca
Peygamberlere has bir özellikle konuya temas eder. Risalesinde “Peygamberlerin hepsi
küçük-büyük günahlardan korunmuştur. Küfür ve kabih şeylerden beridirler. Ama
onlardan zelle hatalar sadır olabilir”174 diyerek Peygamberlerin ismet sıfatına işaret
etmiştir.
İmam Tahâvî, risalesi El-Akîdetü’t-Tahâvîyye’de, peygamberlik müessesesinin
genel bir ispatına yönelik görüşünden daha ziyade, imanî esasları kabul etmenin
gerekliliği üzerine bir yaklaşım sergilemiştir. Bu hususta O, “Meleklere, Peygamberlere
ve Peygamberlere indirilen kitaplara iman ederiz. Şahitlik ederiz ki; o peygamberler,
aşikâre hak üzeredirler”175 demektedir. Anlaşıldığı üzere Tahâvî, iman esaslarını
nasslardan yola çıkarak zikretmiştir. Bu hususa delalet eden ayetlerden bazıları şunlardır:
“Peygamber ve inananlar, ona Rabb'inden indirilene inandı. Hepsi Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine inandı…”176 başka bir ayette ise; “Ey İnananlar! Allah'a,
Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitap'a ve daha önce indirdiği Kitap'a inanmakta
sebat gösterin…”177 buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v) de hadislerinde konuyu aynı ifadelerle zikretmiştir.. Cibril
hadisi olarak meşhur olan hadis-i şerifte, Cebrail (a.s.)’ın Efendimize sorduğu soru
üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasüllerine ve ahiret
gününe iman etmendir”178 buyurmuştur.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Peygamberlerden sonra,
insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı
peygamberlerden
anlatmamıştık…”
bir
179
kısmını
daha
önce
sana
anlatmış,
bir
180
, “De ki: "Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin."
kısmını
da
, “Allah'a itaat
edin; eğer bundan yüz çevirirseniz bilin ki Peygamberimize düşen apaçık tebliğdir.”181
Tahâvî nasslardan çıkardığı sonuçla, Cenab-ı Hakkın “hak” üzere gönderdiği her elçiye
inanmanın zorunlu olduğuna işaret etmiş ve buna şahitliğini beyan etmiştir.
174
Nar, Ali, Akaid Risaleleri, Beyan yay., İstanbul, 1998, 69.
Tahâvî, Ebu Cafer, İslam Akaid Metinleri (Akaid Risalesi), çev: Ali Pekcan, Rağbet yay., İstanbul, 2009,
md:46, 111.
176
Bakara, 2/285.
177
Nisâ, 4/136.
178
Müslim, İman, 1; Nesâî, İman, 6; Ebu Dâvud, Sünnet, 17; Tirmizî, İman, 4.
179
Nisâ, 4/164.
180
Nur, 24/54.
181
Tegabun, 64/12.
175
30
Tahâvî’nin nübüvvetin varlığına ve nübüvvete iman etmeye ilişkin sözleri
bununla sınırlıdır. Ancak O’nun peygamberlik müessesesine ilişkin delilleri ve tasnifi,
Hz. Peygamber (s.a.v)’in sıfatlarını ve özelliklerini zikretmesiyle gerçekleşir.
b) Hz. Muhammed (s.a.v)’in Peygamberliği ve Delilleri:
Selef âlimleri içinde Hz. Peygamber’in beşerî yönüne ve elçilik görevine dair en
vecîz ifadelere ilk olarak Fıkhu’l Ekber’de rastlamaktayız. İmam A’zam Ebu Hanife bu
konuda “Hz. Muhammed (s.a.v) O’nun resülü, kulu ve sevgilisidir”182 diyerek kısa bir
tanım yapar. Daha sonra da O’nun ismet sıfatına vurgu yaparak şu ifadeleri kullanır: “O
seçilmiş, en temiz kuldur. O asla putlara tapmadı. Göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman
bile olsun Allah’a şirk koşmadı. Küçük- büyük hiçbir günah işlemedi.”183
Ehl-i Sünnet âlimleri ise, Hz. Peygamberin risaletini özetle şu şekilde zikrederler:
“Muhammed (s.a.v) nebilerin ve rasûllerin sonuncusudur. Allah’ın bütün insanlar için
gönderdiği peygamberdir. O, Allah’ın kuludur, ona ibadet edilmez; peygamberdir,
yalanlanamaz. Yaratılmışların en hayırlısı, onların en faziletlisi ve efendisidir. Allah
katında olanların en değerlisidir, derecesi en yüksek olandır. Vesile olarak Allah’a en
yakın olanıdır. O’nun şeriatı bütün şeriatların hükmünü ortadan kaldırıcıdır. Her zaman
ve her mekân için elverişli ve düzelticidir. Kıyamet gününe dek kalıcıdır.”184 Hz.
Peygamber’in elçilik görevine ilişkin selefi âlimler veya kelam ilmiyle uğraşan
kimselerin ekseriyetinin birbirine yakın, aynı paralelde ifadeler kullandıkları açıkça
görülmektedir.
İmam Maturîdî, nübüvvetin gerekliliğinin isbatını hem Hz. Muhammed’in hissi ve
aklî mucizelerini, hem ahlakî özelliklerini, hem de getirdiği doktrini bir arada mütaala
etmenin elzem olduğunu vurgulamaktadır.185 Bununla beraber konuya en geniş yer ayıran
âlimlerden birisi İmam Maturîdî olmuştur.
Şüphesiz ki Maturîdî’ye göre Hz. Peygamberin risaletini tasdik eden en mühim
aklî delil, bir benzerinin yapılamayacağıyla186 ilgili olarak Allah’ın kitabı Kuran-ı
Kerîm’dir. Allah’ın kelamı ile birlikte, Hz. Peygamber’in ümmî oluşu, gösterdiği hissî
182
Nar, Ali, a.g.e., 69.
Nar, Ali, a.g.e., 69.
184
El-Eserî, Abdullah b. Abdilhamid, el-Vecîz fî Akîdeti's-Selefi's-Sâlih, çev. Ahmet İyibildiren, Guraba
yay., İstanbul, 2008, 96.
185
Yeprem, Saim, a.g.e., 33.
186
De ki: "İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kuran'ın bir benzerini ortaya koymak için bir
araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar." (İsra,17/88)
183
31
mucizeler, Cenab-ı Hakk’ın O’nu destekleyeceğine dair vaatlerinin gerçekleşmesi gibi
hususlar da O’nun nübüvveti için zikredilebilecek en sağlam delillerdir.187
İmam Eş’arî, Makâlât’ında ve el-Lüma’ında nübüvvetten bahsetmemektedir.
Fakat el-İbâne’sinde, Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman ve O’nun şefaatına dair
konulara yer verir.188 El-İbâne’de nübüvvetle ilgili meselelere değinmiş olması, O’nun
Mu’tezile’den ayrıldıktan sonra, ilmî hayatındaki ikinci devre diyebileceğimiz dönemde,
ehl-i sünnet akîdesini ihtiva eden yazıları kaleme almasından kaynaklandığı
düşünülebilir.
Ömer en-Nesefî akîdesinde, Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunu vurgular.
O’nun bütün peygamberlerden sonra gelip, nübüvvet kapısını kapadığını, kendisinden
sonra kıyamete dek peygamber gelmeyeceğini ve bu sebepten mütevellit kendisine
“hâtimü’l-enbiya ve’l-mürselîn” denildiğini söylemektedir.189
İmam Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye’de Hz. Peygamber’in nübüvvetine dair
zikrettiği ilk cümle şöyledir: “Şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.v.), O’nun seçilmiş kulu,
seçkin nebisi, kendisinden razı olmuş Rasülü’dür.”190 Tahâvî’nin bu beyanı, Ebû
Hanife’nin risalesindeki ifadelerle hemen hemen aynıdır. Ancak İmam A’zam’ın sonraki
cümlelerinde, Hz. Peygamber’in günahlardan berî olduğunu vurgularken daha keskin ve
reddiyeci bir üslup kullandığı görülmektedir.
Tahâvî, Hz. Peygamber’in nübüvvetine ilişkin seçtiği sıfatlar dikkat çekicidir. Kul
anlamına gelen “abd”, seçilmiş anlamına gelen “mustafa”, seçkin anlamında “müctebâ”,
razı olunmuş manasında ise “murtaza” kelimelerini kullanmıştır.
İmam Tahâvî, Hz. Muhammed’in (s.a.v) öncelikle Allah’ın “kul”u olduğuna işaret
eder. Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde de Yüce Allah Hz. Peygamber’den “kul” diye söz
etmektedir.191 Bu ayetlerden bazıları şunlardır: “Kulumuza indirdiğimiz Kuran'dan şüphe
ediyorsanız…”192 “Eğer Allah'a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun
karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız…”193 “…kuluna hakkı batıldan
ayırt eden Kuran'ı indiren Allah yücelerin yücesidir.”194 “Sizi karanlıklardan aydınlığa
187
Yeprem, Saim, a.g.e., 34, daha geniş bilgi için bkz. El-Maturîdî, a.g.e., 257-262.
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 306.
189
Nesefî, Ömer, Nesefî Akaidi Tercümesi, Anadolu matbaa, çev. Arap-zâde, Abdülvehhap, İzmir, 1999,
44.
190
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.24, 102.
191
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 110.
192
Bakara, 2/23.
193
Enfal, 8/41.
194
Furkan, 25/1.
188
32
çıkarmak için kuluna, apaçık ayetler indiren O'dur…”195 “Allah'ın kulu Muhammed, O'na
yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca…”196 görüldüğü üzere Allah, elçisini övdüğü
birçok ayetinde kendisine “abd-kul” olarak hitap etmektedir.
Kul ile birlikte, “mustafa” yani seçilmiş anlamına gelen sıfatın kullanılmasına
gelince, Hz. Peygamber’in bir kul olarak seçilmesi, Peygamberliğinden öncedir.
İnsanlardan, peygamberlerin sülbünden gelerek seçildiğinden dolayı kendisine “Mustafa”
denilmiştir. O’nun bir kul olarak, insanların içerisinden seçilmiş ve seçkin bir kimse
oluşunu nasslardan anlamamız mümkündür:197 “Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini,
İmran ailesini birbirinin soyundan olarak alemlere tercih etti.”198 Bir başka ayette ise
“Allah meleklerden ve insanlardan peygamberler seçer.”199 denilmektedir. O’nun
seçilmiş oluşunu, Hz. Peygamber’in kendi sözlerinden anlamak da mümkündür: "Allah
Teala hazretleri, İsmail'in evlatları arasından Kinane'yi seçti, Kinane'den Kureyş'i seçti,
Kureyş'ten Benî Haşim'i seçti. Benî Haşim'den de beni seçti."200
Bir şeyi diğerlerinden ayırıp tamamıyla alma, seçme ve seçkinlik201 anlamlarına
gelen “ictibâ”, Allah’ın ilahî bir lütüf ile O’nu seçmesi demektir. Yine bunu da ayet-i
celîlelerden anlıyoruz. “Rabbi yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu
gösterdi.”202 Hz. Peygamberin dışında, diğer peygamberlerin ilahi bir feyz ile seçkin
kılındığına dair de nasslar vardır. Örneğin “"Rabbin seni böylece rüyandaki gibi seçecek,
sana rüyaları yorumlamayı öğretecek…”203 ayetiyle Hz. Yusuf’un, “Babalarından,
soylarından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve doğru yola eriştirdik”204 ayetiyle de
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin kastedildiğini anlamamız mümkündür.
Tahâvî’nin kullandığı diğer sıfat ise “mürtezâ”dır. Tahâvî, Allah’ın kendisinden
razı olduğu205 manasına gelen bu kelime ile Allah’ın hükümlerini, iletilerini insanlara bin
bir zorlukla ulaştıran Resülden memnun ve razı olduğunu vurgulamak istemiştir.
Dolayısıyla rıza mertebesine erişen Hz. Muhammed (s.a.v.), diğer peygamberler ve
195
Hadîd, 57/9.
Cin, 72/19.
197
Aytekin, Arif, a.g.e., 136.
198
Âli İmran, 3/33.
199
Hacc, 22/75.
200
Canan, İbrahim, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ yay., Ankara, 2004, Müslim, Fezail, 1.
201
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 110.
202
Tâhâ, 20/122.
203
Yusuf, 12/6.
204
En’am, 6/87.
205
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 110.
196
33
mü’minler de Allah’tan razı olmuşlardır. “Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de hoşnut
olacaksın”206 ayetiyle Cenab-ı Hakk vaadini tasdik etmektedir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.v) Son Peygamber Oluşu
Selefî, Maturîdî, Eş’arî ekolüne müntesip imamlar ve Ehl-i sünnet âlimlerinin
tamamı, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in son peygamber olduğunu kabul ve tasdik etmişleridir.
Bu husus nasslarla sabittir ve üzerinde tartışma kabul etmez. Dolayısıyla zikredilen ehl-i
sünnet âlimlerinin tamamı bu konu üzerinde ittifakla aynı beyanı söylemektedir.
El-Akîdetü’t-Tahâvîyye’de Hz. Peygamber’in diğer vasıfları ise şu şekilde beyan
edilir: “Ve O, (s.a.v) peygamberlerin sonuncusu, takva sahiplerinin imamı, Rasüllerin
efendisi, Âlemlerin Rabbinin de sevgilisidir.”207
Daha sonraki bahislerde de ifade edeceğimiz gibi, Hz. Peygamber’den sonra,
peygamberlik iddiasında bulunacak kimselerin çıkışlarının anlamsızlığını göstermek için,
Tahâvî’nin “son peygamber” vasfını zikretmesi mühimdir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
Allah’ın insanlara gönderdiği Peygamberlerin sonuncusu olduğu nasslarla sabittir:
“Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah'ın elçisi ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir”208 ayeti yoruma mahal
bırakmayacak sarihlikte buna işaret eder. Bir hadis-i şerifte ise Efendimiz (s.a.v),
"Benimle benden önceki diğer peygamberlerin misâli, şu adamın misali gibidir: Adam
mükemmel ve güzel bir ev yapmıştır, sadece köşelerinin birinde bir kerpiç yeri boş
kalmıştır. Halk evi hayran hayran dolaşmaya başlar ve (o eksikliği görüp): "Bu eksik
kerpiç konulmayacak mı?" İşte ben bu kerpiçim ben peygamberlerin sonuncusuyum."209
demiştir. Başka bir hadiste de Allah Rasülü peygamberlerin sonuncusu olduğunu şu
sözlerle ifade etmiştir: “"Benim beş ismim var: Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben
Allah'ın benimle küfrü mahvedeceği Mâhî (mahvedici)’yim. Ben Hâşir (toplayıcı)’im,
insanlar benim arkamda haşredilecektir. Ben Âkıb (sondan gelen)’im, benden sonra
peygamber gelmeyecektir."210 Şüphesiz ki Hz. Muhammed (s.a.v.)’in son peygamber
olması, O’nu diğer elçilerden farklı kılan bir vasıftır. Bundan daha mühimi, O’nun
risaletinin kıyamete dek yaşayacak olması, nübüvvetinin de en canlı ispatıdır.
206
Duha, 93/5.
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.24, 102-103.
208
Ahzap, 33/40.
209
Buharî, Menâkıb, 18; Müslim, Fedâil, 21. konuyla ilgili hadisler için bkz. Buhari, el-Menakıp, 18,
Müslim, el-İmare, 44.
210
Buhârî, Menâkıb, 17; Müslim, Fezail, 125.
207
34
İmam Risalesi’nde, Hz. Peygamberin muttakilerin önderi, imamı olduğuna işaret
eder. “İmam”, kendisine uyulan kimse demektir. Hz. Muhammed (s.a.v) ancak kendisine
uyulsun, itaat edilsin diye gönderilmiştir.211 Muttakî olan kimse ise iman edip, azaba
sebep olabilecek her türlü söz, fiil ve davranıştan ve her türlü cürümden kendisini
soyutlayan insandır.212 Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki: "Allah'ı
seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve
merhamet eder."213 Şüphe yok ki O’na tam bir teslimiyetle bağlı olan ve O’na uyan
kimseler, takva ehlindendir.214
“Rasüllerin efendisidir”215 ibaresi Tahâvî’nin, Hz. Peygamber’in “Kıyamet
gününde Âdemoğullarının efendisi benim, kabri üzerinden yarılacak ilk kişi benim, ilk
şefaatçi ve şefaatı kabul edilecek kişi de ben olacağım”216 sözlerinden hareketle yazılmış
olmalıdır. Hz. Peygamber’in bu üstünlüğü, muhakkak ki nefsânî bir üstünlük değildir.
O’nun tevazu sahibi kişiliğinin ve ahlakının kelimelerle anlatamayacağının idrakinde
olanlar, bu hususun genel, tartışmasız, şahıslara indirgenmeyen bir yücelik olduğunun da
farkına varırlar. Kaldı ki, Yüce Allah Kur’an-ı Kerîm’de bunu açıkça beyan etmiştir:
“Göklerde ve yerde olan kimseleri Rabbin daha iyi bilir. And olsun ki peygamberleri
birbirinden üstün kılmışızdır…”
217
Bir başka ayette ise; “İşte bu peygamberlerden bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın kendilerine hitap ettiği, derecelerle
yükselttikleri vardır.”218 buyrulmuştur.
Efendimiz (s.a.v) için son olarak “Âlemlerin Rabbinin de sevgilisidir.”219 diyen
âlim, daha önce zikrettiği murtaza sıfatıyla dolaylı olarak ilişki kuruyor. Allah’ın seçtiği
ve kendisinden razı olduğu bir kulun vasfını tamamlayan en yüce mertebe öyle ki,
Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ın sevgilisi olmaktır.
Ebû Cafer et-Tahâvî, Hz. Muhammed’in nübüvvetinin bir başka delili ve
hususiyeti ile ilgili olarak şunu söyler: “O hak ve hidayetle, nur ve aydınlıkla bütün
cinlere ve insanların tamamına gönderilmiş bir elçidir.”220 İmam bu hususta da ayeti
nazarı dikkate alır tertipte de önce cinleri daha sonra da insanları zikreder. Konuyla ilgili
211
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 124.
Komisyon, “ittikâ”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 347-348.
213
Âli-İmran, 3/31.
214
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 124.
215
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.24, 102.
216
Müslim, İman, 18.
217
İsra, 17/55.
218
Bakara, 2/253.
219
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.24, 103.
220
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.25, 103
212
35
bazı ayetler şunlardır: “"Ey cin ve insan topluluğu! Size ayetlerimi anlatan, bugünle
karşılaşmanızdan sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?"221 Cin suresinde ise; “De ki:
"Cinlerden bir topluluğun Kuran'ı dinlediği bana vahyolundu; onlar şöyle demişlerdir;"
"Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kuran dinledik de ona inandık;
biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız."222 denilmektedir.
“Seni insanlara peygamber gönderdik, şahid olarak Allah yeter.”223 ve “Biz seni
bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu
bilmez.”224 gibi, benzeri çoğu ayetler Hz. Peygamber’in kıyamete dek bütün insanlığa
gönderildiğine işarettir. Efendimiz (s.a.v.) ise bir hadisinde “Muhammed’in nefsi kudreti
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, kim bu ümmetten olup da, getirdiğim şeye iman
etmeden ölürse, o cehennem ashabından olmuş olur”225 buyurarak O’na ve getirdiği
şeriata imanın tek çıkar yol olduğunu belirtmiştir.
“Hak, hidayet, nur ve aydınlık” kelimeleri ise din ve Şeriatın niteliklerindendir.
Hz. Peygamber de, Kur’an’la ve diğer deliller yoluyla apaçık ve göz kamaştırıcı şekilde
desteklenmiştir. Kaldı ki aydınlık diye tercüme edilen “ziya” kelimesi, “nur”dan daha
mükemmeldir.”226
Buraya kadar Tahâvî, Hz. Peygamber’in özelliklerini ve sıfatlarını en sade haliyle
zikretmiştir. Selefî âlimlerden olması hasebiyle selefî bir metod takip etmiş, şerhe
girmeden, ayet ve hadislerden istinbat ettiği maddeleri risalesinde kaleme almıştır.
d) Hz. Muhammed (s.a.v)’den Sonra Peygamberlik İddiası:
Kelamî sahada eser yazan âlimler, ilk dönemlerde nübüvvet bahsine çok fazla yer
ayırmazken, sonraki dönemlerde iç ve dış âmillerin de etkisiyle bu konuya daha fazla yer
vermeye başlamışlardır. Bu sebeplerin bir kısmı, İslamiyet dışı hareketlere karşı yapılan
nübüvvet müessesini savunma çalışmasıydı. Diğer bir kısmı da Yahudi ve Hrıstiyanlara
karşı müdafaa edilen Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliği idi.227
Bu savunma şeklinin bir başka boyutu ise, Hz. Peygamber sonrası yalancı
peygamberlere karşı olmuştur. Ebu Hanife dâhil olmak üzere, Tahâvî’ye kadar selef
imamlarının herhangi birinin, Hz. Peygamber’den sonra Peygamberlik iddiasında
221
En’am, 6/130.
Cin, 72/1-2.
223
Nisâ, 4/79.
224
Sebe, 34/28. konuyla ilgili ayetler için bkz. Araf, 7/158; Yunus, 10/2; Furkan, 25/1; Âli İmran, 3/20.
225
Müslim, İman, 70.
226
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 133.
227
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 305.
222
36
bulunan kimseler hakkında neler söylemiş olduklarını bilemiyoruz.228 İleriki asırlarda
yaşayan kelamcıların da ekseriyetle Hz. Muhammed’i (s.a.v) reddeden düşüncelerle
mücadele ettiklerini, eserlerindeki reddiyeci üsluptan hareketle söyleyebiliriz.
İmam Maturîdî de Kitabu’t-Tevhid’inde Hz. Peygamber’in nübüvvetini aklî ve
hissî mucizeleriyle birlikte tasdik ederken, karşısında bunu reddeden kimselere cevap
vermektedir.229
Kelam âlimlerinden daha ziyade, konu ile İslam tarihçileri230 ile mezhepler tarihi
dalında çalışma yapan müelliflerin ilgilendiği görülmektedir. Peygamberlik iddiasında
bulunan kimseler Hz. Peygamber hayatta iken çıkmış olsa da Hz. Ebû Bekir
döneminde231 faaliyetlerini yoğunlaştırmışlar ve günümüze varıncaya dek, Kâdiyânîlik232
gibi akımlarla tarih sahnesinde hep yer almışlardır.
El-Akîdetü’t-Tahâvîyye’ye dönecek olursak, İmam Tahâvî konuyla ilgili şu
cümleleri zikretmiştir.”O’ndan sonra ileri sürülecek her nübüvvet iddiası, sapkınlık ve
hevâya tabi olmaktır.233 Tahâvî’ye göre bundan sonra O’nun Peygamberlerin sonuncusu
olduğu sabit olmaktadır. Bununla birlikte Hz. Peygamberden sonra “ben peygamberim”
diyen her kimse, yalancıdır.
Hz. Peygamber kendisinden sonra çıkacak fitneleri ve peygamberlik iddiasında
bulunacak kimseleri şöyle haber vermiştir:” "Ümmetim için saptırıcı imamlardan
korkarım. Ümmetimin arasına kılıç bir kere girdi mi, artık kıyamet gününe kadar
kaldırılmaz. Ümmetimden bir kısım kabileler müşriklere iltihak etmedikçe, ümmetimden
bir kısım kabileler putlara tapmadıkça kıyamet kopmaz. Ümmetimde otuz tane yalancı
çıkacak hepsi de kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Hâlbuki ben
peygamberlerin mührüyüm (sonuncusuyum) ve benden sonra peygamber de yoktur.
Ümmetimden bir grup hak üzerinde olmaktan geri durmaz. Onlara muhalefet edenler
onlara zarar veremezler. Allah'ın (Kıyamet) emri, onlar bu halde iken gelir."234
Hz. Muhammed (s.a.v)'in "Benden sonra" veya "Kıyamete yakın", "Kıyamet
kopmazdan önce" gibi çeşitli tabirlerle zamanlayarak haber verdiği hadiseler, daha Hz.
Peygamber (s.a.v) hayatta iken ortaya çıkan ve ölümünden sonra Hz. Ebu Bekir
228
Aytekin, Arif, a.g.e., 143-144.
El-Maturîdî, a.g.e., daha geniş bilgi için bkz. 254-265.
230
Hicrî 7. ila 11. yy., arasında ortaya çıkan yalancı peygamberler hakkında geniş bilgi için bkz. Üçok,
Bahriye, İslam’dan dönenler ve Yalancı Peygamberler, AÜİF.yay., Ankara, 1967.
231
Fığlalı, Ruhi Ethem, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, DİFV. yay, İzmir, 2004, 28.
232
Mirza Gulam Ahmed ve Kâdiyânîlik hakkında bilgi için bkz. Fığlalı, Ruhi Ethem, a.g.e., 199-209.
233
Tahâvî Akaid Risalesi, md.24, 103.
234
Müslim, İmaret, 170; Ebu Davud, Fiten, 1; Tirmizî, Fiten, 32.
229
37
zamanında gelişen yalancı peygamber olayları Müseylime-i Kezzab hadisesi ile başlar.235
Daha sonra Necd bölgesinde Tuleyha, Secâh ve Esvedü’l-Ansî gibi yalancı peygamber
zuhur etmişleridir.236 Efendimizin (s.a.v) hadisinde ifade ettiği gibi bu nev’î şahıslar,
İslam ümmetine büyük zararlar vermişler ve ridde olaylarının fitilini ateşlemişlerdir.
Yalancı peygamber hadiseleri, Allah Rasülü (s.a.v) henüz hayatta iken ortaya
çıkan ve günümüze kadar varlıklarını sürdüren mühim bir konudur. Her ne kadar bu
şahıslar, arzu ettikleri emellerine ulaşmaktan uzak da olsalar, ümmetin arasında tefrikaya
sebebiyet vermişler ve maalesef fitnenin başrol oyuncuları olmuşlardır. Kanaatimizce, bu
denli önemli bir meselenin, ilk akaid risalelerinden sayabileceğimiz, ehl-i sünnet
akîdesinin müdafaasını gaye edinen Tahâvî Akîdesi’nde de yer alması, son derece
kıymete haizdir.
Netice itibariyle, Ebu Cafer et-Tahâvî, nübüvvet meselesini Hz. Peygamber
(s.a.v)’in tanıtılması şekliyle ele almıştır. Efendimiz (s.a.v) için zikredilen sıfatların bir
kısmını, diğer peygamberler için söylemek de mümkündür. Kanaatimizce Tahâvî,
alemlere rahmet, tüm insanlığa gönderilen ve diğer peygamberlerin üzerinde bulunması
gereken vasıfların tamamını üzerinde bulunduran Hz. Peygamber (s.a.v)’i anlatarak
gayesine ulaşmayı hedeflemiştir. Sade ve yalın üslubuyla birlikte, muarızlarının hatalarını
bile nezih bir dille ifade etmesi de müspet yönlerinden biri olarak mütalaa edilmelidir.
B) RU’YETULLAH
Mü’minlerin ahirette Cennete girdikten sonra Allah’ı görüp görmeyecekleri
meselesinin tartışıldığı konunun adı bir kelam terimi olarak “Ru’yetullah”tır.237 Kelam
tarihinde Allah’ın ahirette görülüp görülemeyeceği mevzusu, bilhassa ehl-i sünnet ve
mu’tezile arasında uzun yıllar tartışma konusu olmuştur.
a) Mezheplerin görüşü:
Ehl-i sünnet âlimlerinin ekseriyeti, herhangi bir sınırlama, keyfiyet ve cihet
olmaksızın Allah’ın görülmesinin mümkün olduğunu söylerler. Bununla birlikte O’nun
görülmesinin, bilinmesi gibi bir husus olduğunu zikrederek, cennet ehlinin Allah’ı her iki
dünyada kalpleriyle bildikleri gibi, yer tayini de söz konusu olmaksızın gözleriyle
235
Canan, İbrahim, a.g.e., XIII., 360-364.
Fığlalı, Ruhi Ethem, a.g.e., 93.
237
Konu hakkında detaylı bilgi için bkz. Koçyiğit, Talat, Kur’ân ve Hadiste Ru’yet Meselesi, AÜİF. yay.,
Ankara 1974, 7-98, Tunç, Cihat, Sistematik Kelâm, Erciyes Üniversitesi yay., Kayseri 1994, 138-150.
236
38
görecekleri kanaatindedirler.238 Ancak ehl-i sünnet, Allah’ın dünya’da, rüya âleminde ve
ru’yetin kıyamet günü hangi zaman diliminde gerçekleşeceğine dair farklı görüşler beyan
etmişlerdir.239
Ehl-i sünnet’in Allah’ın ahirette görüleceğine dair delili hem ayet-i kerimeler hem
de hadis-i şeriflerdir. Ayetlerden ilki; O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp
parlayacaktır”240ayetidir. Delil olarak sunulan diğer ayet ise; “Musa: Rabbim! Bana
Kendini göster, Sana bakayım"241 diyerek niyazda bulunduğunu bildiren ayettir. Buna
göre Onlar, Hz. Musa (a.s.)’ın Allah’ı bildiğini, tanıdığını, onu mahlûka benzemekten
tenzîh ettiğini ifade etmişler ve O’nun, Allah’ın görülebileceğine inandığı için böyle bir
istekte bulunduğunu söylemişlerdir.242 Diğer meselelerde olduğu gibi ru’yetullah
hususunda da ehl-i sünnet âlimlerinin, nassların sınırlarının dışına çıkmadan, aklın ve
mantığın ışığında konuyu izah ettiklerini söyleyebiliriz.
“Gözler O'nu görmez, O bütün gözleri görür”243 ayetinden hareketle Mu’tezile ve
Cehm b. Safvan, Allah’ın ahirette görülmesinin mümkün olmayacağı inancındadırlar.244
Çünkü Mu’tezile’ye göre Allah cisimlere benzemez. Gözle görünen bir şey, cisimlere bir
bakımdan benzemiş sayılır. Öyle ki; Allah'ın gözle görüleceğini söyleyenler, O'nu
cisimler gibi görülecek bir varlık olarak vasıflandırmış olurlar. O halde Allah'ın gözle
görülmesi, Onlara göre mantık olarak imkânsızdır.245
Diğer bir delil olarak; Bir takım yüzlerin kıyamet günü Rablerine bakarak
parlayacaklarını, ifade eden ayeti “Rablerinin nimetini bekleyerek” şeklinde te’vil
etmeleridir. Maturîdî’nin de ifade ettiği gibi bu te’vil batıldır, çünkü beklemek;
yorgunluk ve bitkinliktir. Hâlbuki cennet yorgunluk yurdu değildir.246
Mu’tezile’nin İslam düşünce tarihinde yüklendiği akılcılık misyonunu ve
nassların karşısında aklî delillere olan düşkünlüğünü,247 ru’yet meselesinde de görmemiz
tabiidir. Ehl-i sünnet âlimleri, onların bu fikirlerinin temelsizliğini kanıtlamaya gayret
etmişlerdir.
238
Pezdevî, a.g.e., 110.
Pezdevî, a.g.e, 110-111.
240
Kıyame, 75/22-23.
241
Araf, 7/143.
242
Pezdevî, a.g.e., 112.
243
En’am, 6/103.
244
Yüceer, İsa, a.g.e., 334.
245
Işık, Kemal, a.g.e., 73.
246
Yeprem, Saim, a.g.e., 75.
247
Altıntaş, Ramazan, “Mu’tezile’de Akıl Anlayışı”, Kelam İlmi’nin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri
Sempozyumu, Elazığ, 2004, 317.
239
39
Mu’tezile’nin yanı sıra, kıyame suresinin konu ile ilgili ayetlerini delil olarak
gösteren Cehmiyye, akabinde Havâric ve Rafizilerden Zeydiyye mezhebinin müntesipleri
de Allah’ın görülemeyeceği inancını taşırlar.248
İmam Maturudi de, genel kanaate ve inanca uygun olarak, Allah’ın cennette
görüleceği hususunda görüş bildirir ve her mevcudun görülebileceğinden hareketle,
Allah’ın da görülebileceğini zikreder.249 Maturudi’nin bu görüşünü Nureddin es-Sabûnî;
“Hiçbir mevcud yoktur ki görülmesi mümkün olmasın. Ne var ki Allah Teala kanunu,
bazı mevcudların görülmemesi hususunda yürütmüştür. Bu bir hikmete bağlı olarak
böyledir, yoksa görülmesi muhal olduğu için değildir”250 diyerek izah eder.
Ebu Hanife, ehl-i sünnete karşı yapılan itirazları da dikkate alarak şu ifadeleri
kullanır: “Yüce Allah ahirette görülecektir. Müminler Yüce Allah’ı Cennet’te, aralarında
bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz (herhangi bir varlığa benzetmeksizin), keyfiyetsiz
(nasıllığı bilinmeksizin) ve niceliksiz olarak, baş gözleriyle göreceklerdir.251 Ebu
Hanife’nin ru’yetin oluş tarzını anlatışından, ehl-i sünnet akîdesine bu hususta yapılan,
yersiz ithamları göz önüne aldığını söylemek yerinde olacaktır.
İmam A’zam çizgisinde ve İmam Maturîdî geleneğinde yetişmiş olan Nesefî,
seleflerinin düşüncelerini kendine has üslubuyla etraflıca anlatır. O’na göre ahirette
Allah; mekan, taraf, cihet olmaksızın, karşıdan görülmeksizin, müminin gözünün nuru
Allah’a muttasıl olmaksızın, kul ile mesafe tayin etmeksizin, insanın eşyayı gördüğü gibi
görmeksizin, kısaca keyfiyetsiz ve niteliksiz şekilde görülecektir.252
Eş’arî ise Mu’tezile’nin ru’yetin imkansızlığına ilişkin delil olarak sunduğu
“Gözler O'nu görmez, O bütün gözleri görür”253 ayetinden yola çıkarak, aklî deliller
getirip, basarla sadece eşyanın görülebileceğini iddia ettiklerini ve Allah’ın görülmesini
nefyettiklerinin altını çizer. Bununla yetinmez, dil kaidelerinden istinbatla, dört maddede
Onların bu düşüncelerini izale etmeye çalışır.254
Bununla birlikte İmam Eş’arî, Hz. Musa’nın ayette geçen Rabbini görme
isteğinin255 izahını yapar. Eğer böyle bir talep muhal olsaydı, büyük bir peygamberin
imkânsız olan bir şeyi Allah’tan istemeyeceğini, Allah’ın görülmesinin caiz oluşunu, caiz
248
Es-Sabunî, a.g.e., 92.
Yeprem, Saim, a.g.e., 73.
250
Es-Sabûnî, a.g.e., 96-97.
251
Nar, Ali, a.g.e., 70.
252
En-Nesefî, a.g.e., 35-36.
253
En’am, 6/103.
254
Doğan, Lütfi, a.g.e., 44-45.
255
Araf, 7/143.
249
40
değildir diyenlerin haklı olabilmeleri için Hz. Musa’dan daha âlim olmalarının
gerektiğini ifade eder. Kaldı ki hiçbir müminin de bunu iddia edemeyeceğini sözlerine
ekler.256
Ahmed b. Hanbel ise Cehmiyye’ye reddiye halinde Ru’yetullah konusuna giriş
yapar. Mevzu ile ilgili En’am suresinde geçen ayet,257 Ru’yetullah’ı reddetme noktasında
çok mühim bir delilmiş gibi görünse de, Ahmed b. Hanbel bu ayetin, Allah’ın dünyada
görülemeyeceğine işaret ettiğini zikreder. Aynı şekilde Hz. Musa ile ilgili delil getirilen
ayette de Allah’ın “Sen beni göremezsin” dediğini, ama “Ben görülmem” demediğine
dikkat çeker.258 Ahmed b. Hanbel’in selefi tarzı olan teslimiyet cümlelerinden daha
ziyade, ru’yetullah konusunda daha keskin ifadeler kullandığı görülür. Öyle ki kendisinin
bu üslüba yönelmesi, karşıt görüş bildiren kimselere karşı selef akîdesini koruma
ihtiyacından kaynaklanmış olmalıdır.
Bu konu üzerinde şimdi de İmam Tahâvî’nin görüşlerini mütalaa etmeye
çalışalım.
b) İmam Tahâvî’nin Görüşü:
Tahâvî Ru’yetullah meselesi üzerine risalesinde ilk onları şunları ifade eder:
“(Ahirette) Cennetliklerin –keyfiyeti bilinmeksizin, ihata olmaksızın- Allah’ı görmesi
Rabbimizin kitabında, “O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır”259
şeklinde beyan ettiği üzere haktır/gerçektir.
Bu ayetin tefsiri Allah’ın muradı ve ilmi üzeredir. Bu hususta Rasülüllah’tan
(rivayet yoluyla) gelen sahih hadislerin tamamı, Efendimiz’in buyurduğu gibi, bunların
manası da, O’nun kastettiği gibidir. Bu nedenle biz, bu konuya kendi görüşümüzle tevil
ederek hevamızla yorum yaparak dâhil olmayız. Çünkü bir kimse kendi dindarlığını,
ancak bu gibi konularda işi Allah’a ve Rasülüne, kendisine kapalı/karışık gelen hususları
da bir bilenine havale ettiğinde korumuş olur.260
Tahâvî, Allah’ın ahirette Cennetlik kimselere görünmesine dair görüşünü
belirttikten sonra teşbihten uzak durup, daha çok teslimiyete yönelik bir duruşun
sergilenmesi gerektiğini geniş bir izahla ifade etmiştir. Konuya ilişkin yukarıda zikredilen
256
Öz, Mustafa, Ebu’l Hasan el-Eş’arî ve Eş’arî Mezhebinin Prensipleri, DİBD, Ankara, 1974, XIII., sy:3,
187.
257
En’am, 6/103.
258
Aytekin, Arif, a.g.e, 118-119.
259
Kıyame, 75/22-23.
260
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.29, 104.
41
düşüncelerde, İmam Tahâvî’nin selefî metodu en güzel, en yalın kelimelerle uyguladığını
görebiliyoruz.
Metnin içeriğine bakacak olursak Tahâvî’nin evvelâ,
Allah’ın ahirette
görülmesine işaret eden ayet-i kerimeyi zikrettiğini müşahede etmekteyiz. Ayette geçen
“O gün” den maksat, kıyamet günüdür. İnsanların kaçacak yer aradığı dehşetli günde, iyi
ve salih amel işleyen kimselerin gönülleri ferah ve mutlu; yüzleri ise güzel ve aydınlık261
olacaktır.262 Ayetin anlamı üzerine, nefse ve hevaya göre yorum yapmayacağını /
yapılamayacağını belirten Tahâvî, ru’yetullah konusunda işin keyfiyetini yalnızca Allah
ve Rasülünün bileceğini vurgular. O’nun ve selefin nasıl gerçekleşeceği bilinemeyen bir
hususta, sahih olan nassları tasdik edip, yorum yapmamalarının sebebi de yine ayet ve
hadislerdeki emirlerden kaynaklanır. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur: “Sana Kitap'ı
indiren O'dur. O’nda Kitap'ın temeli olan kesin anlamlı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli
anlamlıdırlar. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre
yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak
Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır"
derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür”263
Ayet-i kerime’nin ışığında, Tahâvî’nin bütün konularda olduğu gibi, bu hususta
da kendisine müphem gelen şeyi, Allah’a ve Rasülüne havale ettiğini264 görmemiz
mümkündür. İmam’ın bu metodu; takva sahiplerinin ve bilhassa selef âlimlerinin,
müteşabihata dalmadan, acziyetlerini itiraf edip, “bununla neyi murad ettiğini en iyi bilen
Allah’tır”265 demelerinden kaynaklanmaktadır.
Tahâvî ru’yetin gerçekleşmesinde iki önemli hususa dikkat çeker. Bunlardan ilki
ru’yetin “ihatasız” oluşudur. Diğeri ise keyfiyetin bilenememesidir. İhata ve keyfiyet
olmayınca; teşbih, mesafe ve cihetler de söz konusu olmaz.266
Akîde risalesinde işaret edilmeyen fakat Tahâvî’nin ifadesiyle, ru’yetullah’ın
hak/gerçek olduğunu, ru’yeti yaşayamayacakların üzerinden delillendiren ayet ise
261
Salih amel işleyen müminlerin ahirette yüzlerinin parlayacağına dair başka ayetler de mevcuttur: “Bir
takım yüzlerin ağaracağı ve bir takım yüzlerin kararacağı günde…”(Âli-İmran, 3/105), “Yüzleri ağaranlar
ise Allah'ın rahmetindedirler” (Âli-İmran, 3/107).
262
Komisyon, Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, DİB. yay., Ankara, 2007, V., 509.
263
Âli-İmran, 3/7. Konuya ilişkin başka bir ayet ise şöyledir; “Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu
kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (İsrâ, 17/36.)
264
Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde
çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu, hayırlı
ve netice itibariyle en güzeldir.(Nisâ, 4/59)
265
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 52.
266
Aytekin, Arif, a.g.e., 127.
42
şöyledir: “Hayır; doğrusu onlar o gün, Rablerinden yoksun kalacaklardır.”267 Müfessirler
ayetten, “Şu halde mü’minler, Rab’lerinden mahrum kalmayacaklar” şeklinde bir sonuç
çıkarmışlardır. O halde inkarcılar, ahirette bütün hazları unutturacak seviyede bir
mutluluk olan “Rablerini görme” nimetinden mahrum kalırken, iman edenler ise bu
şerefe nail olacaklardır.268
Ru’yetullah’ın vukuuna ilişkin diğer bir delil ise; “İyi davrananlara; daima daha
iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karalık, ne de zillet bulaşır. İşte onlar
cennetliklerdir, orada temelli kalırlar.”269 ayetidir. Tahâvî konuya ilişkin Rasülüllah’tan
gelen sahih hadislerin tamamının, ru’yetullah’a işaret ettiğini kaydetmişti. Şimdi de bu
hadisleri değerlendirmeye çalışalım.
Yukarıda zikredilen ayet-i celilenin tefsirini Hz. Peygamber şu şekilde yapmıştır:
“"Cennetlikler cennete girince Allah Teala hazretleri: "Bir şey daha istiyorsanız söyleyin,
onu da ilaveten vereyim!" buyurur. Cennetlikler: "Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi?
Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne
isteyeceğiz?)" derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha
sevimli bir şey verilmemiştir."270 Ayette geçen “el-hüsnâ” kelimesinden kasıt, cennettir.
Ayette geçen “ziyade” kelimesinden maksat ise – Hz. Peygamberin (s.a.v) yukarıdaki
hadiste de buyurduğu gibi- Cennet ehli’nin ahirette Allah’ı görecek olmalarıdır.271
Allah Rasülü’nden rivayet edilen, ru’yete ilişkin en meşhur hadis şudur: Cerir
İbnu Abdillah (r.a)’tan: "Resulullah (s.a.v) bir dolunay gecesi, aya baktı ve: "Siz şu ayı
gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir
sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve
batmasından önce, hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse
bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin)."272 Hadiste geçen (sıkışıklığa
düşmeyeceksiniz) tabiri,
rivayetlerde farklı imlalarla gelmiştir. Ancak hepsi, görme
olayının olacağını ifade etmede ittifak etmişlerdir. Söz gelimi hilalin görülmesi rahat
değildir, bazı kimseler zorlanabilir veya belli noktalarda görüldüğü için sıkışıklık
mevzubahis olabilir. Hâlbuki dolunayın görülmesi herkes tarafından, zahmetsizce
267
Mutaffifîn, 83/15.
Komisyon, Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, V., 577.
269
Yunus, 10/26.
270
Müslim, İman, 297; Tirmizî, Cennet, 16.
271
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 164-165.
272
Buhârî, Mevakitu's-Salat, 6; Müslim, Mesacid, 211; Ebu Davud, Sünnet, 20; Tirmizî, Cennet, 16.
268
43
gerçekleşir, insanların birbirlerini itmesine de gerek kalmaz. Öyle ki, Allah’ın görülmesi
bu şekilde vuku bulacaktır.273
Ebu Zerr (r.a)’den rivayet edilen bir hadiste de "Resulullah’a (s.a.v): "Sen Rab
Teala'nı hiç gördün mü?" diye sordum. "Nurdur, ben O'nu nasıl görürüm" buyurdular."274
Hadisten
anlaşılacağı
üzere,
bu
dünyada
Allah’ın
görülemeyeceği
sonucuna
varılmaktadır. Aynı şekilde bu hadisten, Hz. Peygamber (s.a.v)’in miraç gecesinde
Allah’ı görmediği, yalnızca bir nur olarak gördüğünü söylemek de mümkündür.
Ehl-i sünnetten bir kısmının dünyada Allah’ın görülebileceğine ilişkin görüşlerin
varlığına işaret edilmişti. Kur’an’da ifade edildiği gibi Hz. Musa’nın, hadiste zikredildiği
haliyle Allah Rasülü’nün, dünya hayatında Cenab-ı Hakkı görmedikleri sabitken275,
ru’yetullahın dünyada gerçekleşebileceğini söylemek, gerçekten uzak bir görüş olsa
gerektir.
Hadislerle ilgili son olarak, Tahâvî’nin konunun başında zikrettiği ayeti
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şu sözlerle birlikte ifade eder: “"Cennet ehlinin mertebece
en düşük olanı o kimsedir ki: "Bahçelerine, zevcelerine, nimetlerine, hizmetçilerine,
koltuklarına bakar. Bunlar bin yıllık yürüme mesafesini doldururlar. Cennetliklerin Allah
nezdinde en kıymetli olanları ise, Vech-i İlâhîye sabah ve akşam nazar ederler."
Resûlullah (s.a.v) sonra şu ayeti okudu: “O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp
parlayacaktır.” dedi.276
Ru’yetullah ile ilgili hadisler, Sahih, Müsned ve Sünen kitaplarının müellifleri
tarafından zikredilmiş olup,
ashabın
bu konu üzerindeki nakilleri
mütevatir
derecesindedir. Öyle ki ru’yet ile ilgili hadisleri yaklaşık otuz kadar sahabi rivayet
etmiştir.277
Tahâvî’nin akîdesinde ru’yetullah meselesine ilişkin son cümleleri ise şunlardır:
“Cennetliklerin cennette Allah’ı görmelerine iman edilmesi konusuna bir vehim ile
yaklaşan, ya da (konuyu) kendi anlayışına göre te’vil eden kişinin bu yöndeki imanı
sağlıklı değildir. Çünkü ru’yetullah ve rububiyete izafe edilen manaların (hakiki) te’vili,
bu yöndeki te’vili terk etmek, teslimiyet yolunu tutmaktır. Zaten müminlerin dini de bunun
273
Canan, İbrahim,a.g.e., XIV., 473-474.
Müslim, İman, 291.
275
Konunun izahı açısından şu hadis-i şerif de mühimdir: Mesruk rahimehullah anlatıyor: "Hz. Aişe (r.a)'ye
dedim ki: "Ey anneciğim! Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü mü?" Bu soru üzerine: "Söylediğin sözden
tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur.
Şöyle ki: Kim sana: "Muhammed Rabbini gördü" derse yalan söylemiş olur. (Müslim, İman, 287, Buhârî,
Tefsir, Maide, 7).
276
Tirmizî, Cennet, 17.
277
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 169-170.
274
44
üzerine bina edilmiştir.”278 Tahâvî bu sözleriyle, ru’yeti inkar eden kim olursa olsun, her
bir fikrin merdûd olduğuna işaret etmektedir.279 İbarede dikkat çeken en mühim nokta,
İmam’ın -yine- herhangi bir şahsın veya ekolün adını zikretmemiş olmasıdır. Bu da O’nu,
diğer ilim adamlarından farklı kılan bir meziyettir. Öyle anlaşılıyor ki Tahâvî’nin tek
gayesi hak/gerçek olanı, en özlü biçimde söylemektir.
Tahâvî’nin dikkat çektiği nokta, nasslarla sabit, iman edilmesi elzem bir mevzuda,
nefsî yorumlarda bulunarak kişinin imanını tehlikeye atmış olmasıdır. Bununla birlikte,
müslümanlardan ru’yeti kendi anlayışıyla veya gerçekte vehim olan şeylerle te’vil eden
veya kendi kendine bunun keyfiyetinin bilinebileceğini zannedenler büyük bir hataya
düşmüşlerdir ve bu hususa hakikî anlamda iman etmemişlerdir. Çünkü rü’yetin gerçeğini
ve keyfiyetini Allah’tan başka kimse bilemez. İster rü’yet meselesi olsun, isterse yaratıcı
ile ilgili diğer meseleler olsun; bütün bunların sahîh olan te’vili veya izahı, insanların
dünyalarında bildikleri şeylerle mukayeseye etmemeleriyle mümkün olabilir. Ru’yetullah
konusunda da bir mümine düşen görev, nasıllığını bilmeksizin ru’yete inanması ve “en
iyisini Alemlerin Rabbi (c.c) bilir” diyerek teslimiyetini göstermesidir.280
Teslimiyet, Tahâvî’nin deyimiyle, müminin inandığı dini ayakta tutan yegane
unsurdur. O, bu hususta şöyle der: “İslam’ın ayağı ancak teslimiyet ve kabulle karşılama
tavrı üzerine kuruludur.”281 Yani Kur’an ve Sünnete teslim olup, onlara sıkı sıkıya
bağlanan, onlara itiraz etmeyen, şahsi görüşünü, aklını ve kıyasını ileri sürerek, nasslara
itiraz etmeyen kimselerin dışında kalanların İslamı, sağlam bir şekilde yer etmez.282
Netice itibariyle ru’yetullah meselesinde âlimlerin büyük bir kısmı, ahirette
Allah’ın cennetlikler tarafından görüleceği fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. İmam Tahâvî
de bu hususta, en açık ifadelerle, ru’yete inanmanın zaruri bir husus olduğunun altını
çizmektedir.
Tahâvî’nin ru’yetullah ile ilgili kurduğu kısa ve öz cümlelerin her kelimesinin
özenle seçildiği anlaşılmaktadır. Mesela ru’yetin ahiret hayatının hangi zaman diliminde
veya hangi mekânda olacağına dair tartışmalar yapılırken, İmam, hadislerden çıkardığı
sonuçla, Allah’ın hem mahşer gününde hem de cennette görüleceğine işaret ederek, genel
bir hükümle mevzuya açıklık getirmiştir. Örneğin Fıkhu’l Ekber’de “cennette” kaydının
278
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.31, 105.
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 195.
280
El-Humeyyis, Muhammed, Tahâvî Şerhi ve Gençler için Akaid Dersleri, çev. M.Emin Akın, Guraba
yay., İstanbul, 2008, 55-56.
281
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.30, 104.
282
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 181.
279
45
var olduğunu müşahede etmiştik. Hakeza, akaid metinlerinde, ru’yetin görülme
keyfiyetsizliğine vurgu yapılırken “mesafe, yön tanımaksızın, karşıdan görmeksizin,
herhangi bir şeye benzetmeksizin” gibi ifadelerle uzunca tanımlamalar yapılırken Tahâvî,
“ihata” kelimesini kullanarak, konuyu ziyadesiyle izaha kavuşturmuş görünmektedir.
Şüphesiz, İslam âlimleri, dini ayakta tutan akaid esaslarını korumak için büyük
çaba sarf etmişlerdir. Nasslara aykırılık teşkil edecek, İslam’ın ruhuna ters düşecek
bilhassa inananların yolunu saptırabilecek görüş ve fikirlere karşı yaptıkları mücadeleler
takdire şayandır. Fakat bu çalışmaların önemli bir kısmının reddiyelerden veya red gayesi
güder mahiyetteki eserlerden müteşekkil olması da ayrı bir sorun olarak algılanmalıdır.
Ru’yetullah meselesinde de aynı tabloyu görmek mümkündür. Kelamcılar, konu ile
ilgilenenler ve selef âlimlerinin içerisinde, reddiyeci üslubu kenara bırakarak, mevzuyu
en orijinal haliyle gelecek kuşaklara aktaran âlimlerin başında İmam Tahâvî’yi
zikretmeliyiz. Bunun en açık delili, hiçbir akaid risalesine başvurmaksızın, ru’yetullah
meselesini Tahâvî akîdesinden öğrenmenin mümkün olmasıdır.
C) KUR’ANIN ALLAH KELAMI OLUŞU VE
HALKU’L-KUR’AN
Kur’an’ın kelam ilminde ele alınıp işlenmesi, O’nun mahlûk olup olmadığı
açısındandır.283 Meselenin aslı ise Allah’ın sıfatlarına, özellikle de Allah’ın kelâm
sıfatına dayanmaktadır.
Kelâm sıfatı Allah’ın, seslere, harflere ve bu harflerinden meydana gelen
kelime ve cümleleri tertip etmeye muhtaç olmaksızın, mütekellim olmasını ifade eder.284
Nitekim Cenab-ı Hakk, peygamberlere kitaplar indirmiş, bazı peygamberleri ile de
konuşmuştur. Kelam sıfatı, Allah’ın zatı ile kaim ve ezeli olmakla birlikte, her türlü
kemâl sıfatla muttasıf bulunan Allah’ın, onunla vasıflandırılması ve onun zıddı olan her
sıfattan da nefyedilmesi gerekir.285 Kur’an’ın mahlûk olup olmadığına dair yapılan
tartışmalardan evvel, O’nun Allah kelamı olduğuyla ilgili hususa değinmeye çalışalım.
a) Kur’an’ın Allah Kelamı Oluşu (Kelâmullah):
Kur'an-ı Kerim, İslam Peygamberine indirilen vahiylerin (ilahi buyrukların)
heyet-i mecmuasıdır. ‘Kelamullah’ tabiri de Allah’ın kitabının isimlerinden birisi olup,
283
Aytekin, Arif, a.g.e., 97.
Komisyon, “kelâm”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 370.
285
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 241-242.
284
46
‘Allah’ın sözü’ anlamına gelmektedir.286 Kur’an’da “Oysa onlardan bir takımı Allah'ın
kelamını işitiyor…”287 “Puta tapanlardan biri sana sığınırsa, onu güvene al; ta ki Allah'ın
sözünü dinlesin…”288 “Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek isterler…”289 mealindeki
ayetlerden de “kelamullah” tabirinin kaynağının, Kur’an’ın bizzat kendisinden olduğuna
işaret etmektedir. Bakara Suresindeki ayette, Tevrat; Tevbe suresinde, Kur’an; Fetih
suresinde zikredilen ayette ise Allah’ın hükmü anlamında kullanılmıştır.
1-) Mezheplerin Görüşü:
Akaid risalelerinin ilklerinden, Fıkhu’l Ekber’de Ebû Hanife, öncelikle Allah’ın
kelâm sıfatına değinir ve: “Allah, kelâmıyla mütekellimdi, kelâm da O’nun ezelî sıfatıdır.
Fiil ile faildir, fiil de O’nun ezelî sıfatlarındandır. Fail ise kendisidir.” dedikten sonra,
“Kur’an Allah’ın kelâmıdır,290 mushaflarda yazılı, gönüllerde saklıdır”291 sözüyle
Kur’an’ın kelamullah oluşunun altını çizer.
Ehl-i sünnete göre Kur’an, Âlemlerin Rabbinin kelamı, O’nun apaçık kitabı ve
sağlam ipi’292 dir. Allah onu güvenilir elçisi peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed
(s.a.v)’e bütün kitapların sonuncusu olarak, ümmeti için izlenecek bir yöntem olsun,
insanları karanlıklardan aydınlığa çıkartsın, doğru yola ve sırat-ı müstakim’e iletsin diye
indirmiştir.293
Mu’tezile ise Allah’ın kelamını mahlûk olarak kabul ettiği için294, “kelamullah”
deyiminin mecazî anlamda Allah’a izafet edildiğini öne sürmüştür. Ehl-i sünnet âlimleri
ise bu fikri tamamen reddederek Kur’an’ın “kelamullah” olarak Allah’a izafe edilmesinin
manevî olduğunu zikretmişlerdir. Bazı sıfatların izafe edilmesi ise mahlûku teşrif içindir.
Allah’ın evi manasında “beytullah”, Allah’ın devesi anlamında “nakatullah” örneklerinde
olduğu gibidir.295 Bu durumdan da anlaşılacağı üzere; Kur’an hususunda, Mu’tezile ve
Ehl-i sünnet arasındaki problemin temelini, Allah’ın sıfatlarının zatından ayrı/gayrı,
izafetin mecâzî/manevî olup olmadığı teşkil etmektedir.
286
Tercüman, Abdullah, Hrıstiyanlığa Reddiye, Bedir yay., İstanbul, 1965, 5.
Bakara, 2/75.
288
Tevbe, 9/6.
289
Fetih, 48/15.
290
“Kitap'ın indirilmesi, güçlü ve Hakim olan Allah katındandır.” (Zümer, 39/1)
291
Nar, Ali, a.g.e., 67.
292
Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. (Ali-İmran, 3/103)
293
El-Eserî, a.g.e., 86.
294
Işık, Kemal, a.g.e., 75.
295
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 136.
287
47
2) İmam Tahâvî’nin Görüşü:
Kur’an-ı Kerîm’in Allah Kelamı olması konusunda, İmam Tahâvî’nin
risalesindeki beyanı ise şöyledir: “Kuşkusuz ki Kur’an Allah kelamı olup, O’ndan
nasıllığı bilinmeksizin, söz olarak sadır olmuş, sonra da O’nu Rasülüne (s.a.v) vahiy
olarak indirmiştir. Müminler de O’nu bu şekilde hak olarak tasdik etmişler, O’nun
hakikaten Allah kelamı olduğuna kesin bir şekilde inanmışlardır.”296
“Şahitlik ederiz ki Kur’an, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kelamıdır. O’nu ruhu’lemîn (cebrail) vasıtasıyla indirmiş, Peygamberlerin Efendisi Muhammed (s.a.v)’e
öğretmiştir. Allah’ın selamı, O’nun ve tüm ailesinin üzerine olsun.”297
Tahâvî’nin, Kur’an’ın yaratılmış olmadığına ilişkin beyanını bildirmeden, öncelik
verdiği noktanın, “kelamullah” olduğu dikkat çekmektedir. Şüphesiz ki O, ifadelerini
yine nasslara dayandırarak özenle seçmiştir. Nitekim Cenab-ı Hakk; “Bu Kitap,
merhametli olan Allah katından indirilmedir”298 “Kitap'ın indirilmesi, güçlü ve bilgin
olan Allah katındandır”299 mealindeki birçok ayet-i celilesinde, kitabın, Allah’ın kitabı
olduğunu beyan etmiştir.
İbn Ebi’l-İzz, Tahâvî’nin “keyfiyetsiz, O’ndan söz olarak sadır olmuştur”
ibaresine, kıyamette insanların derilerinin, 300 azalarının, 301 dünyada cansız varlıkların
konuşmalarının302 dahi keyfiyetinin bilinememesinin altını çizer. Bu nedenle Tahâvî,
keyfiyeti bilinmeksizin, “söz olarak” ibaresini bilhassa te’kid etmiştir.303 Akabinde
Kur’an’ın, vahiy yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v)’e indirildiğini zikretmiştir. Öyle ki;
Kur’an’da sıkça vurgulanan hususlardan birisi de Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.v)’e
indirildiği ile alakalıdır. Cenab-ı Hakk bir ayetinde; “O, kendiliğinden konuşmamaktadır.
Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir”304 buyurmaktadır.
296
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.26., 103.
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.49., 112.
298
Fussilet, 41/2.
299
Mü’min, 40/2.
300
“Derilerine: "Aleyhimize niçin şahidlik ettiniz?" derler. "Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu.
Sizi önce yaratan O'dur ve O'na döndürülüyorsunuz" cevabını verirler.”(Fussilet, 41/21).
301
“Siz, gözleriniz, kulaklarınız ve derilerinizin aleyhinize şahidlik edeceğinden korkarak kötü iş
işlemekten çekinmiyordunuz...”(Fussilet, 41/22).
302
Örneğin; Hz. Ali (r.a) anlatıyor: "Resulullah (a.v.)’la Mekke’de idim. Beraberce bir tarafa gitmiştik.
O'nun karşısına çıkan her ağaç, her dağ O'na selam veriyor ve: "Allah'ın selamı üzerine olsun ey Allah'ın
Resulü!" diyordu." (Tirmizî, Menakıb, 8); Konu ile ilgili diğer hadisler için bkz. Müslim, Fezail, 2; Tirmizî,
Menakıb, 9; Müslim, Salat, 153.
303
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 137.
304
Necm, 53/3-4.
297
48
Şüphe yok ki; mü’min olmanın ilk basamağında, Hz. Peygamber’in (s.a.v)
Allah’tan getirdiği her şeyi kabullenmek ve tereddütsüz tasdik etmek vardır.305 Tahâvî de,
ayette geçen “Peygamber ve inananlar, Ona Rabb'inden indirilene inandı...”306
buyruğunca, “kelamullaha” kesin şekilde inanmanın ve O’nu tasdik etmenin gerekliliğini
ifade etmektedir.
b) Halku’l-Kur’an:
Halku’l-Kur’an” (Kur’an-ı Kerim’in yaratılmış olup olmaması) meselesi Kelâm
tarihinde, en azından bir dönem için, gerçek anlamda bir mihne meselesi olmuştur.
Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşünün ilk defa hicrî birinci asrın ilk yarısının sonlarında
ortaya çıktığı, ikinci yarısının sonlarına doğru ise, adeta bir devlet ideolojisi haline
getirildiği ve devletin tercihi olan, Kuran’ın yaratılmışlığını benimsemeyenlerin
işkencelere maruz bırakıldığı bilinmektedir. Ancak bu ideolojinin ilk kez kim tarafından
ve hangi sebeple ortaya çıktığı kesin değildir. İbn Kuteybe, Halkul Kur’an meselesini ilk
tartışanların Mu’tezile’den Cehm b. Safvan ve Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebu Hanîfe
olduğunu söylemektedir.307 Öyle anlaşılıyor ki; Kur’an’ın yaratılmış olup olmama
meselesi sadece Kelâm ilmini değil, hem teolojik, hem siyasi hem de içeriğin tahlili
açısından dilbilimcileri de kapsayan bir mesele haline gelmiştir.308
1) Mezheplerin Görüşü:
Kelâm ilminde, Kur’an’ın yaratılmış olup olmamasının temelinde, Mu’tezile’nin
Allah’ın sıfatlarına ilişkin yaklaşımının olduğunu zikretmiştik. Mu’tezile, teaddüd-i
kudema anlayışını red için Allah’ın sıfatlarına mahlûk olduğunu söylüyor, Allah’ın
kelâmının ise O’nun fiili bir sıfatı olduğunu iddia ediyordu.309
Bununla birlikte Mu’tezile; Allah’ın zat ve sıfatlarının bir olduğunu, hâdis
olanların O’nunla kâim olamayacağını, Allah’ın kitabında kendisine kelâm sıfatını isnad
edip, Kur’an’ı da “kelamullah” olarak isimlendirdiğini iddia etmişlerdir.310 Görüşlerini
305
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e, 119.
Bakara, 2/285.
307
Beşer, Faruk, Ebû Hanife’nin Kur’an Anlayışı, Usül Dergisi, Sakarya, 2004, sy.1, 25. Ayrıca Halku’lkur’an meselesinin, Hristiyan teolojisiyle olan etkileşimden dolayı çıktığına dair iddiaların ayrıntısı için
bkz. Kaplan, İbrahim, Hrıstiyan Teolojisiyle Etkileşimi Açısından Erken Dönem Kelâmı, Kelam
Araştırmaları Dergisi, 6:2, 2008, 148-152.
308
Aslan, İbrahim, Sözün Mahiyeti ve Bu Bağlamda Bir Söz Olarak Kelamullah, Kelam Araştırmaları
Dergisi, 3:1, 2005, 141-142.
309
Aytekin, Arif, a.g.e., 97.
310
Yüceer, İsa, a.g.e., 41.
306
49
delillendirmek için yine bir ayet-i kerîme zikretmişler311 ve bunu yine kendileri te’vil
etmişlerdir.
Konuya,
meselenin ehemmiyeti açısından yaklaşılacak olunursa,
Mu’tezile’nin dini mevzulardan uzaklaşıp daha çok felsefî bir zeminde yüzmek istediği
anlaşılmaktadır. Onların bu tartışmayı açmalarından mütevellit, konu ile ilgili üç temel
fikrin savunulduğu müşahede edilir. Kur’an’ın kadîm olduğu, Kur’an’ın yaratılmış
(mahlûk) olduğu ve Kur’an’ın yaratılmamış (gayr-ı mahlûk) olduğudur.
Ehl-i Sünnet, Kur’an’ın kesinlikle gayr-ı mahlûk olduğunu söyleyip, ortak bir
tanımda birleşirler. Kur’an’ın harf ve manalarıyla hakiki Allah kelamı olduğuna, O’ndan
gelip O’na döneceğine, mahlûk olmayıp Allah tarafından indirildiğine, Allah’ın bununla
gerçekten azametine ve celâline lâyık bir surette işitilen bir ses ile konuştuğuna, onu
Cebrail (a.s.)’in Allah’tan işiterek aldığına, Cebrail’in de onu Hz. Muhammed
(s.a.v.)’den tebliğ ettiğine, Hz. Peygamber’in (s.a.v) de onu Cebrail (a.s.)’den işitip
kalbinde hıfzettiğine inanırlar. Muhammed (s.a.v) de Kur’an’ı ashabına tebliğ etmiş,
ondan sonra ümmete tebliğ olunmuş ve bu şekilde bütün ümmetlere ulaşmıştır.312
Ehl-i sünnet âlimleri, Kur’an’la beraber mahlûk kelimesinin ancak onu okuyup
anlamamıza yarayan materyaller için kullanılabileceğini şu cihette dile getirmişleridir:
“Biz O’nu okuruz, kitaplarımızda yazarız. Bu yazılan Kur’an hakiki Kur’an’dır. Yazan
bizleriz, matbaalarımızda basılır, kâğıtlar da bizim yaptığımız kâğıtlardır ve tabiî ki
bunlar mahlûktur. Lakin Cebrail (a.s.)’in H.z Peygamber (s.a.v)’e getirip okuduğu Kur’an
mahlûk değil, Halik-i Zü’l-Celâl’ın kelâm sıfatıdır”313 demişlerdir.
Ebu Hanife’ye baktığımızda, ehl-i sünnet âlimlerinin fikirleri doğrultusunda,
meseleyi uzunca anlattığı görülür. İmam risalesinde, Allah ile insan arasında ortak
zikredilen (konuşma, işitme, görme gibi) hususlara değinir ve insanın seslere, harflere
ihtiyacının olduğunu, lakin Cenab-ı Hakk’ın hiçbir şeye ihtiyaç duymadan konuştuğunu –
Hz. Musa ile konuşmasını da misal getirerek-314 izah eder. Neticede ise harflerin mahlûk,
kelâm-ı ilahînin ise gayr-ı mahlûk olduğunu ifade eder.315
311
“Kuran'ı Arapça okunan bir Kitap kılmışızdır.”(Zuhruf, 43/3) Arapça’da (ce-a-le) kılmak, takdir etmek
anlamındaki fiili, “yaratmak” şeklinde yorumlamışlardır.
312
El-Eserî, a.g.e., 87.
313
Kotku, Mehmed Zahid, Ehl-i Sünnet Akaidi, Seha Neşriyat, İstanbul, 1983, 61.
314
“…Allah, Musa'ya hitabetmişti…” (Nisâ, 4/165)
315
Nar, Ali, a.g.e., 68.
50
İmam Eş’arî, Kur’an’ın mahlûk değil, kadîm olduğunu savunur ve tartışmaya,
“kelam-ı nefsî” tabiriyle katılır. Mu’tezile ve Cehmiyye’nin karşısında Kur’an’ın gayr-ı
mahlûk oluşunu ispat için Kur’an-ı Kerîmden, bazı ayetleri delil olarak göstermiştir.316
Eş’arî’nin Kur’an’ın mahlûk olmadığına ilişkin delillerinden birinde; Kur’an’ın
mahlûk olması durumunda, kitapta bulunan Allah’ın isimlerinin de mahlûk olması
gerekir, demektedir. Örnek olarak da ihlâs suresindeki “tek”liğin, diğer ayetlerdeki
ilminin, kudretinin vb. de mahlûk olacağını savunur. Allah’ın diğer isimlerinin olduğu
gibi, kelâmının da ezelî olduğu söylemektedir. Hâlbuki Allah’ın yüce isimlerinin
zikredildiği hadisler ve Allah’ın ezelî isimleriyle birlikte zikrini içeren kulların sözleri de
ezelî değildir. Ayrıca yaratılmış bir kelamda, ezelî bir ismin zikredilmesi, onun ezeliliğini
izale etmese gerektir. Bu sebeple İmam Eş’arî’nin bu delili, bir burhana dayanmamakla
birlikte, insanı bu hususa inandıracak yeterlilikte de görünmemektedir.317
Nesefî akaidinde, Kur’an’a mahlûk diyenlere karşı çıkar, delillere girmeksizin
yalın bir üslupla şunları beyan eder: “Kur’an- Azîm, Allah Teala’nın kelâmıdır,
Yaratılmış değildir âlemin yaratıldığı gibi. Mushaflarımıza yazılmıştır, kalplerimizde
ezberlenmiştir, dillerimizde okunmuştur, kulaklarımızla işitilmiştir. Mushaflarda,
kalplerde, dillerde, kulaklarda hulûl edici değildir. Bir kadîm manadır ki; Allah’ın zât-ı
şerîfesiyle kaimdir.318
Ahmed b. Hanbel ise, Halku’l-Kur’an meselesinde her şeyi ile reaksiyoner bir
tutum içinde olduğu söylenebilir. Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı tartışmalarına,
özellikle Mu’tezile’yi red için girmiştir. Bundan dolayı da Cehmiyye ve Mu’tezile
mensuplarının, Kur’an’ın mahlûk oluşuna dair, delil olarak sundukları ayetlerin,
Kur’an’ın yaratılmış olacağına işaret etmediğini ispata çalışmıştır.319 Ahmed b.
Hanbel’in, Ru’yetullah meselesinde üstlendiği misyonu ve tavrı, bu mevzuda da görmek
mümkündür.
Buraya kadar zikredilen âlimlerin usullerinde dikkat çeken husus, hep aktif ve
reaksiyoner bir tavırla, karşıt görüşlerin yanlışlığını ortaya koymak için çaba sarf etmiş
olmalarıdır. Tahâvî’de ise, yoğun tartışmaların arasında, daha sakin ve konuyu özüyle
ifade edip sükût etme havası hâkimdir. Şimdi ise İmam Tahâvî’nin Halku’l-Kur’an
meselesine dair sözlerini değerlendirmeye çalışalım.
316
Doğan, Lütfi, a.g.e., 32-33.
Güneş, Kamil, Mu’tezile’den Ayrıldıktan Sonraki El-İbane’li Döneminde Eş’arî’nin Nassları
Yorumlama Biçimine Dair Bir Değerlendirme, SÜİFD, Konya, 1997, sy.3, 502-503.
318
En-Nesefî, a.g.e., 34.
319
Aytekin, Arif, a.g.e., 102-103.
317
51
2) İmam Tahâvî’nin Görüşü:
Tahâvî, Kur’an-ı Kerîm’in mahlûk olamayacağı beyanını, yine Kur’an’dan seçtiği
ayet-i celîlelerle, şu şekilde inşa eder: “O mahlûkatın kelâmı gibi mahlûk değildir. Kim
Kur’an’ı işitir (sonra da): “O insan sözüdür!” iddiasında bulunursa, kâfir olur. Yüce
Allah böylesi bir kimseyi kınamış, ayıplamış ve,
“Onu yakında sekar’a sokacağım” ayetinde geçtiği sekar ile tehdit etmiştir. Yüce
Allah; “O Kur’an ancak bir beşer sözüdür” diyeni sekar’la tehdit etmesinden de
anlıyoruz ve inanıyoruz ki, O (Kur’an), insanları yaratanın sözüdür, hiçbir şekilde beşer
sözüne benzemez.”320
Tahâvî’nin sözlerinden öyle anlaşılıyor ki; insanın Kur’an’ın mahlûk olduğunu
kabul etmesi onu, Allah kelamını herhangi bir beşerin sözleriyle aynîleştirme tehlikesiyle
karşı karşıya bırakabilir. Bu duruma düşen bir kişi, imanını tamamen yitirir, ayet-i
kerime’de de ifade edildiği üzere azaba duçar olur. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah
Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurur: “Bu sadece öğretile gelen bir sihirdir. Bu Kuran
yalnızca bir insan sözüdür" dedi. İşte bu adamı yakıcı bir ateşe yaslayacağım.”321
Ayette kastedilen kişi, müfessirlerin bazılarına göre Velid b. Muğire idi.
Müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.v)’e tebliğ edilen Kur’an’a karşı nasıl bir tavır
takınmaları gerektiğini kendisine sormuşlar, o da insanlar arasında, önceki sihirbazlardan
intikal eden bir sihir olduğunun, ayrıca bir beşer sözü olduğunun, yayılmasını tavsiye
etmiştir. Velid b. Muğire nezdinde, Allah kelamının beşer sözü olarak addeden kimseler
evvela kınanmış, 322 akabinde de sekar, yani cehennemin ağır cezalık kısımlarından
birisiyle tehdit edilmişlerdir.323
Tahâvî akîdesi şerhinin müellifi Ebu’l-İzz, İmam Tahâvî’nin Kur’an’ın gayr-ı
mahlûk oluşundaki sözlerinin delaletini, Allah’ın kelâm sıfatıyla ilişkilendirir. Bu sebeple
Allah, ezelden beri ne zaman isterse ve dilediği şekilde mütekellimdir. Yani kelâm
320
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.27., 103.
Müddessir, 74/24-26.
322
Kınanması ile ilgili, daha önce zikredilen ayetler şu mealdedir: “Tek olarak yaratıp kendisine bol bol
mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi Bana bırak, Bir de
verdiğim nimetten artırmamı umar; Hayır; hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı son derece inatçıdır;
Onu sarp bir yokuşa sardıracağım; Çünkü o, düşündü, ölçtü biçti; Canı çıkası, ne biçim ölçüp biçti!; Canı
çıkası; sonra yine ne biçim ölçüp biçti!; Sonra baktı; Sonra kaşlarını çattı, suratını astı; Sonra da sırt çevirip
büyüklük tasladı.” (Müddessir, 74/11-23)
323
Komisyon, Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, V., 496.
321
52
Allah’ın ezelî sıfatıdır. Ancak meydana gelişi, vukuu itibariyle dilediği zaman buyurduğu
/ konuştuğu için (tek tek parçaları itibariyle) hâdistir.324
İmam’ın, Kur’an’ın mahlûkların sözüne benzemediğini, yani Allah’ın kelâm
sıfatının yaratılmışların kelamıyla kıyas olmayacağını kastettiği açıktır. Bu görüşüne
delalet eden ayetlerden birisi şu olmalıdır: “O'nun benzeri hiçbir şey yoktur.”325 Allah’ın,
zatıyla, isimleriyle ve sıfatlarıyla mahlûkata benzemesi söz konusu olmadığına göre,
Kur’an’ın da aynı sebeple gayr-ı mahlûk olması, en tabii sonuçtur.
Risale’de, Kur’an’ın beşer sözü olduğunu savunan kimsenin kâfir olacağına
dikkat çekilir ki; ayet-i kerîmeler de buna işaret eder. Bununla beraber bir kimse Allah’ın
kitabına, Hz. Muhammed (s.a.v)’den sadır olan bir söz nazarıyla bakacak olursa yine
imanını yitirmiş olur. Hakeza, Kur’an’ın beşer sözü olduğunu kabul etmekle, cinlerden
veyahut meleklerden birisinin sözü olduğunu tasdik etmek arasında herhangi bir fark
yoktur. Söz ilk olarak kime aitse, onun kabul edilir. Tebliğ maksadıyla söyleyen kimse
ise sadece aracı durumundadır. Örneğin bir kimsenin; “Durun, sevgiliyi hatırlamaktan ve
O’nun evine yaklaşmaktan dolayı ağlayalım” dediği işitilse, bu söz İmuru’l-Kays’ındır,
denilir. Yine bir kimse “İyyake Na’büdü ve İyyake Nestaîn”326 dese, bu Yüce Allah’ın
kelâmıdır diye cevap verilir.327 Allah kelamı olduğunu söylemek de, şüphesiz ki kalbî bir
tasdikin gerçekleşmesiyle mümkün olabilecek bir haldir.
Tahâvî, akîdesinde beyan ettiği görüşünü, iki ayet-i celile ile ispat etmeye
çalışmıştır. Bu O’nun tercih ettiği, konun özünü verip, fazla detaya girmeyen, nev’i
şahsına münhasır bir usuldür. İmam’ın bahsetmediği ancak beyanını destekler mahiyette
Kur’an’da ayetler vardır.
Örneğin Kur’an’ın inkârcılara karşı meydan okuduğu tehaddî ayetleri, Allah’ın
kitabının eşsizliğinin en mühim ispatıdır. Cenab-ı Hakkın; “Onu kendi uydurdu" diyorlar
öyle mi? Hayır, inanmıyorlar. Eğer iddialarında samimi iseler Kuran'ın benzeri bir söz
meydana getirsinler.”328 mealindeki buyruğu, kitabın, kelâm-ı ilahî olduğuna delalettir.
Bu meydan okumaya bu güne kadar hiç kimse karşılık verememiştir, kıyamete kadar da
veremeyecektir. Bunu da yine Kur’an haber veriyor: “De ki: "İnsanlar ve cinler, birbirine
324
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 144.
Şura, 42/11.
326
Fatiha, 1/5.
327
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 143.
328
Tur, 52/33-34. Konu ile ilgili diğer ayetler; Bakara, 2/23; Enfal, 8/31; Yunus, 10/38; Hûd, 11/13.
325
53
yardımcı olarak bu Kuran'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and
olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar."329
Bu noktada, acaba Allah’ın kendinde var olan (hiç işitilmemiş) manaları mı,
yoksa fiziki dünyada duyulan kelâmı mı kastetmektedir? Tahâvî’nin bu konudaki görüşü
dikkate alındığında, Şüphesiz ki Allah, bu dünyada işitilen ve okunan kelama işaret
etmektedir.
Aynı hususta akla gelen diğer bir soru ise; Allah’ın, bir benzerini
getiremeyeceklerin şeyden maksadının ne olduğu ile ilgilidir. Allah’ın “bir benzeri”
derken, kendi zatında var olan, ulaşılması ve anlaşılması mümkün olmayan bir şeyin
benzerini mi kastetmiştir? Şüphesiz ki Yüce Allah, ilk anlamda, hikâye edilen,
nakledilen, okunan yazılan, dinlenen kelâmı kastetmiştir. Bunun yanında, zatında var
olan kelâma veyahut manaya ilişkin bir maksadının olmadığını ifade etmek, Kur’an’ın
açıkça mahlûk olduğunu iddia etmek olur. Nihayetinde bu da İslam akaidi ile
bağdaşmayan bir durumdur.330
Konunun bütününe bakıldığında, aslında Tahâvî’nin Kur’an’ın mahlûk olmadığı
beyanını, en kısa ifadelerle zikrettiğini müşahede etmekteyiz. Tahâvî, her ne kadar
Hanefî geleneğinden gelmiş ve bu cihette fikirlerini inşa etmişse de, İmam A’zam’dan –
diğer bazı mevzularda olduğu gibi- Kur’an’ın gayr-ı mahlûk oluşu konusunda da farklı
bir metod tuttuğu açıkça anlaşılır. Çalışmamızın ilk bölümünde de ifade ettiğimiz gibi,
Tahâvî’nin mezhep değiştirmesi veya yeni bir mezhebin müntesibi olması, O’nun kendi
metodunu oluşturmasına engel teşkil etmemiştir. Bilakis, taassup sahibini, bağlı
bulunduğu mezhebin fikirlerinin tamamına - körü körüne- sahip çıkmakla eleştirmiştir.
Tahâvî, Ebu Hanife‘nin zikrettiği gibi, Kur’an’ın hangi taraflarının (kağıt, kalem,
mürekkep vb.) mahlûk olduğunu belirtmekten çekinmiştir. Öyle ki Tahâvî, bunların
meseleye çözüm getirmeyeceğini hatta meselenin çözümünün seyrini değiştireceğini
düşünmüş olmalıdır. Veyahut bu meselenin çeşitli delillerle sayfalarca uzayıp gitmesini
arzu etmemiştir. Malum olunduğu üzere, bu O’nun selefî metodu -en sade haliyleyaşatma gayretiyle açıklanabilir.
Halku’l-Kur’an’a dair görüşlerini, kısaca vermeye gayret ettiğimiz diğer âlimlerin
ekseriyetinde var olan reddiyeci tavır, Tahâvî de gözlenmez. Diğer âlimlerin baktığı
noktadan, O’nun meseleye değinişi, Kur’an’ın mahlûk olmadığına ilişkin birkaç
cümlesinden ibarettir. Öyle anlaşılıyor ki Tahâvî, Kur’an’ın yaratılmış olduğunu iddia
329
330
İsra, 17/88.
Polat, Fethi Ahmet, “Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâvîyye”, SÜİFD, Konya, 2000, sy.10, 526-527.
54
eden, ancak Allah’ın kelamı olduğunu kabullenen mezheplerle; Kur’an’ı bir beşer sözü
olarak kabul edip, iman dairesinin dışına çıkan kimseleri ayırmıştır. Cümlelerin arka
arkaya gelmesi okuyucuyu yanıltmamalıdır. Çünkü Kur’an’ın mahlûk olduğunu iddia
eden Mu’tezile, onun bir beşer sözü olduğunu iddia etmemiştir. İmam Tahâvî’nin
sözlerinden de anlaşıldığına göre, bu kimseler kâfir değillerdir. Tahâvî risalesinde, günahı
/ haramı, helal kabul etmedikçe hiçbir kimsenin tekfir edilemeyeceğinin331 altını
çizmektedir.
Tahâvî, sağduyulu yaklaşımıyla, toplum içindeki Halku’l-Kur’an tartışmalarının,
müslümanlara daha fazla zarar vermemesini talep ederek şunları ifade eder: “Allah’ın
zatı hakkında derine dalıp, (ileri-geri) konuşmadığımız gibi Allah’ın dini hakkında da
tartışmaya girmeyiz. Kur’an hakkında da birbirimizle mücadele etmeyiz”332 Hem
yaşadığı dönem hem de diğer asırlarda yaşamış / yaşayan müslümanlara hitap eden bu
ifadelerin -bilhassa ümmetin tefrikaya düşmemesi için- dikkate alınması son derece
önemlidir.
Netice itibariyle, İmam Tahâvî’nin, Halku’l-Kur’an tartışmalarına, diğer
müelliflerin katıldığı tarzda, konuya müdahil olmadığı, reaksiyoner tavrı hiç
sergilemediği görülmektedir. O’nun bu davranışı, Kur’an-ı Kerîm hakkında mücadeleci
bir tutum içerisine girmek istememesiyle açıklanabilir. Kanaatimizce İmam, selefî
duruşuyla, -en mühimi kendine has metodu ile- hassas nitelikteki bu mevzuya temas edip,
gereken bilgileri gelecek nesillere aktarmayı amaçlamıştır.
D) BÜYÜK GÜNAH (MÜRTEKİBÜ’L-KEBÎRE)
Günah kelimesi bu telaffuz şekliyle Farsça bir kelimedir. Aynı kelimeye Arapçada
en yakın kelime ise “cunah” kelimesidir.333 Kelime itibariyle cezayı gerektiren amel,
Allah’ın emirlerine aykırı olarak görülen iş ve dini suç manalarına gelen günah, terim
olarak ise; insanın, beşeri arzusunun ilahi arzuya uymayı reddetmesi, meşruiyetini
Allah’ın varlığından olan şeylere saldırması ve gayr-i meşru olma keyfiyetini yine
Allah’tan alan şeyleri işlemesi334demektir.
331
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.50, 112-113.
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.48., 112.
333
Tunç, Cihat, “Kelam İlminde Büyük Günah Meselesi” AÜİFD, XXIII, Ankara, 1978, 325.
334
Er-Razi,Fahruddin, Muhammed b. Ömer ,Tefsir-i Kebir, çev. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık
Kılıç,C.Sadık Doğru, Ankara-1988,1995, IV. ,292; Sami Şemseddin,”Günah”,Kamus-ı Türki, İstanbul1989, 1185.
332
55
Kur’ân’da günah; ism, zenb, isyan, vizr, cünâh ve hûb kelimeleriyle ifade
edilmiştir. Bu kelimelerin her biri insanın yaptığı hataların türünü, onların yapılış
mantığını, ya da günahın arkasında yatan niyeti ifade etmektedir. Günahı anlatan her bir
kavram, insan davranışının sebebini ve psikolojik yapısını açıklar. Bir başka deyişle
günahı ifade eden her bir kelime, yapılan hatanın nasıl bir boyuta sahip olduğunu ortaya
koymaktadır.335
Günah’ın büyük veya küçük olarak tasnifi de Kur’an-ı Kerîm’e göredir.336
Nitekim Kur’an’da, “seyyie ve lemem” kelimeleri küçük günahı karşılarken, “kebair,
kebaire’l-ism ve zenûb” kelimeleri de büyük günahı karşılamaktadır.337 Öyle ki Gazalî;
“küçük günahlarla büyük günahlar arasında fark olduğunu kabul etmemek uygun
değildir. Çünkü ‘din’den öğrendiğimize göre, bir günaha bazen büyük denmekte bazen de
küçük. Zira günahlar şahıslara ve durumlara göre farklılık arz etmektedir”338 derken
böyle bir ayrımın yerinde olduğunu belirtmektedir. Zaten âlimlerin büyük çoğunluğu da
böyle bir ayrıma gitmektedirler.
Asıl mevzuumuz olan büyük günah tabirinin karşılığı olan el-kebîre ise; haram
olduğu nass ile sabit olup, Allah’ın işleyen kimseyi azapla tehdit ettiği veyahut işleyene
had cezasını gerektiren, yükselmeye engel, fıtrata aykırı olan şeylerdir. Hadislerde büyük
günah olarak geçen on iki madde şunlardır:339
Allah’a şirk koşmak, haksız yere adam öldürmek, iffetli bir kadına zina iftirasında
bulunmak, zina yapmak, düşmana hücum esnasında savaştan kaçınmak, sihir ve büyü
yapmak, yetim malı yemek, müslüman ana-babaya âsî olmak, emirleri yapmamak ve
yasakları işlemekle aileye karşı istikameti terk etmek, faiz yemek hırsızlık yapmak ve
içki içmektir. Kur’an’da şirkin en büyük günah olduğu ve bağışlanmayacağı hususu açık
bir şekilde ifade edilmiştir.340
Büyük günahların sayısına, yukarıda zikredilen on iki maddenin dışında, farklı
beyanlarla ihtilaf edenler olmuştur. Öyle ki; bazı âlimler on iki olarak ifade edilen sayıyı,
yetmişe, hatta dört yüz yetmiş altıya kadar çıkarmışlardır.341 Büyük günahların neler olup
335
Bebek, Adil, “Günah”, DİA, 1996, XIV., 283.
Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere
yerleştiririz.(Nisâ, 4/31)
337
Türkgülü, Mustafa, Günah Kavramı ve İman Problem, Haline Getirilen Büyük Günah/Kebîre
Hakkındaki Kelamî Tartışmalar, Diyanet İlmi Dergi, 2000, XXXVI, sy. 4, 65.
338
Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975, V., 21.
339
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 135-136.
340
Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a
ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur.(Nisa, 3/116).
341
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 135.
336
56
olmadığı hususundaki farklı görüşler, kelâm tarihinde, büyük günahı işleyen kimsenin
imanî durumu üzerinden tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmaların doğuşunun diğer
amili ise iman-amel arasındaki münasebettir. Amel imandan bir cüz müdür, değil midir,
konusu, büyük günahı işleyen kimsenin ahiretteki konumunu tespit açısından, tartışmanın
özünü teşkil etmektedir. Bu cihette mezheplerin görüşlerini kısaca aktarmaya çalışalım.
a) Mezheplerin Görüşü:
Ehl-i Sünnetin kebîre konusunda genel görüşü; Büyük günah işleyen kimsenin
îmândan çıkmayacağı yönündedir. Buna göre o, dünyada eksik kebîre sahibi bir
mümindir. Ayrıca böyle bir kimse imanı sebebiyle mümin, büyük günahı sebebiyle
fâsıktır. Âhiretteki durumu ise Allah’ın dilemesine kalmıştır. Cenab-ı Hakk dilerse
affeder, dilerse azap eder.342 Ehl-i sünnetin, mürtekibü’l-kebîrenin kâfir olmayacağı
yönündeki görüşü, amelin imandan bir cüz kabul etmemelerinin bir sonucudur. Ehl-i
sünnet âlimlerinin bu görüşünü izaha kavuşturanlardan ilki, İmam A’zam’dır.
İmam A’zam konuya; “Mü’mine günahı zarar vermez, o cehenneme girmez
demeyiz, dünyadan mü’min ayrıldıktan sonra, fasık bile olsa, cehennemde ebedî kalır
demeyiz”343 şeklinde giriş yapar. Akabinde de Mürcie’nin, Salih amellerin kabul olup,
bütün günahların bağışlandığına yönelik aşırı iyimser hali eleştirir. Tevbe etmeden
ahirete intikal eden kimseyi Allah’a havale eder ve der ki; “Şirk ve küfre düşmeden,
işlediği ama tevbe de etmemiş günah sahibini, mümin olarak öldüğü takdirde Allah,
dilerse ateşe atar, dilerse bağışlar ve azaba uğratmaz.”344 Ebû Hanife’nin konuya ilişkin
görüşleri, ifade edildiği üzere, Ehl-i sünnet âlimlerinin genel görüşlerinin bir açılımı
şeklindedir.
Maturîdî, ahiret bahsi içerisinde önemli bulduğu büyük günah meselesini, seksen
sayfalık bir bölümde, ayrıntılarıyla işlemiştir. Bu bölümde mürtekibü’l-kebîrenin dünyevî
ve uhrevî konumu hakkında değerlendirmelerde bulunur. Büyük günah işleyen kişinin
kâfir olduğu veya dinden çıktığı yolunda Mu’tezile ile Haricîler tarafından ileri sürülen
katı hükümleri kabul etmez. İnsanın iç âleminde yer alan imanın, işlenen bir günah
sebebiyle bir anda silinip yok olmasının hem tevbe müessesesinin anlamını ortadan
kaldıracağını, bunun ilahî maksatla ve akılla bağdaşan bir yönünün olmadığını
342
El-Eserî, a.g.e., 134.
Nar, Ali, a.g.e., 69-70.
344
Nar, Ali, a.g.e., 70.
343
57
vurgular.345 Maturîdî’nin kebîrenin durumuna dair, âlimlerin düşüncelerini aktarması ve
bunları değerlendirirken verdiği misaller ve deliller346 takdire şayandır. İmam’ın, bid’at
ehline karşı, Ehl-i Sünnet akaidini savunma misyonunu, çok yönlü yerine getirdiği
aşikârdır.
İmam Eş’arî de, ehl-i sünnetin iman-amel münasebetindeki görüşlerinden
hareketle, mümin olma vasfının iman etmekle gerçekleşeceğine, günah işleyen müminin
bu vasfını yitirmeyip, fasık ve asi bir mümin olacağına değinir.347 Eş’arî’de de büyük
günah işleyen bir kimsenin ahiretteki durumunu, Cenab-ı Hakka bırakma görüşü
hâkimdir. Ayrıca O, Ebu Hanife’nin konuya dair cümlelerinin hemen hemen aynısını
zikretmektedir. Böylelikle Eş’arî; “Allah’ı birleyen ve doğru yoldan ayrılan günahkâr bir
mü’min, Allah’ın iradesine havale edilmiştir. Allah, dilerse onu affedip cennetine koyar,
dilerse, yoldan çıkmasından dolayı onu cezalandırır, fakat daha sonra yine cennetine
koyar”348 demektedir. İbn Hazm, Eş’arî’nin, müretekibü’l-kebîrenin durumunu Allah’a
bıraktığı için, O’nu bu konuda Mürcie’den saymıştır.349
Ehl-i sünnetin, büyük günah işleyen kimseler hakkındaki tutumu yukarıda özetle
zikredildiği gibi iken, Mu’tezile, Mürcie, Şia ve Haricîler gibi fırkalar, yine farklı bir
açıdan bu meseleyi ele almışlardır.
Kebîre meselesinin, kelamî bir konu olarak tartışılması, Haricilerin etkisiyle
başladığı bilinmektedir. Öyle ki bu konu, bir zümre tarafından, bir kişi ya da topluluğu,
yaptığı bir davranıştan dolayı büyük günah işlemekle ve bunun sonucu olarak imandan
çıktıklarını iddia etmeleriyle zuhur etmiştir. Hz. Osman’ın öldürülmesini takip eden
Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra, Haricilerin Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi, hakemleri,
Muaviye’yi ve taraftarlarını tekfir etmeleri ve zâlim bir yöneticiye karşı ayaklanmayı
vacip görmeleri üzerine gündeme gelen bir problemdir. Bu mezhebin önderliğini yapan
Nafi b. el-Ezrak ve taraftarları, Haricilerce üzerinde ittifak edilen siyasi boyutlu bu fikri,
genelleştirerek şu şekilde formülüze ettiler: “Her büyük günah küfürdür, muhaliflerin
yurdu küfür yurdudur ve büyük günah işleyen herkes ebedi cehennemde kalacaktır.”350
Haricilerin bu fikirlerinin siyasî bir amille ortaya çıktığı açıktır. Ayrıca kendisinden sonra
345
Yarımbaş, Emine, Ebû Mansûr el-Maturîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd’i ve Türkçe Tercümesi Üzerine Bir
Değerlendirme, Kelam Araştırmaları Dergisi, 1:2, 2003, 177.
346
El-Maturîdî, a.g.e., 425.
347
Doğan, Lütfi, a.g.e., 47.
348
Ebu Zehra, Muhammed, İbn Hazm, çev. Osman Keskioğlu, Ercan Gündüz, Buruç yay., İstanbul, 1996,
207-208.
349
Ebu Zehra, Muhammed, Mezhepler Tarihi, çev. Hasan Karayaka, Kerim Aytekin, Hisar yay., İstanbul,
1983, 209.
350
Kutlu, Sönmez, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, TDV yay., Ankara, 2002, 104.
58
gelecek zümrelerin ve bu hususta bilhassa Mu’tezile’nin fikir babalığını yaptığını
söylememiz mümkündür.
Mu’tezile’de, Vasıl b. Ata’ya göre, büyük günah isleyen kimse (fasık), hayırlı
hasletleri kendisinde toplamadığı için bir medih ismi olan mü’min ismini alamaz. Aynı
şekilde şehadet ettiği, diğer hayırlı amelleri de işlediği için kâfir diye de
isimlendirilemez. İşlediği büyük günahlardan tevbe etmeden ölürse, kâfirlerden daha
hafif azap göreceği cehennemde ebedi kalacaktır.351 Ne var ki Vasıl b. Ata, Hz. Osman’ın
son altı senesinin kebîrelerle geçtiğini ifade etmiş, O’nun hükmünü Allah’a bırakarak352
inandığı görüşü söylemekten çekinmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki; Vasıl da, kendisinin
öne sürdüğü fikrin geçerliliği noktasında, tam olarak mutmain olamamıştır.
Mürtekibü’l-kebîre’ye “mü’min” sıfatının kullanılıp kullanılmaması veya hangi
nedenle kullanılmadığı, Mu’tezile’nin içerisindeki en çarpıcı ihtilaftır. Vasıl b. Ata’nın
aksine Mu’tezile’nin önderlerinden İbn-i Ebi’l-Hadid ise şu görüştedir: “Her ne kadar
biz, ‘büyük günah işleyene mü’min ve müslüman denilemez’ diyorsak da; böyle bir kişiyi
Ehl-i kitap olan gayr-i müslimlerden ve putperestlerden ayırmak için buna ‘Müslüman’
denileceğini kabul ederiz”353 demektedir. Büyük günah işleyen bir kimsenin adını açık
bir gerekçeyle ortaya koyamazken, ahiretteki durumu hakkında kat’i ifadeler kullanmak
da ayrı bir garabet olsa gerektir.
Şia’nın bu mevzudaki genel görüşü, Mu’tezile ve Hariciler gibidir. Onlara göre
günah işleyen kimse, tam anlamıyla tevbe etmediği müddetçe, temelli cehennemde
kalacaktır.354
Mürcie’nin bir mezhep olarak teşekkülü, müretekibü’l-kebîrenin durumlarının
Allah’a bırakılması görüşüyle başlamıştır.355 Onların bu husustaki görüşü; kişinin amelini
niyet ve inançtan sonra ikinci derecede ele alarak, kebire sahibinin dünyada iken,
cennetlik veya cehennemlik olduğu hakkında hüküm verilemeyeceğini, hükmün kıyamet
gününe bırakılması gerektiğini ifade etmesinden ibarettir.356 Onların bu görüşleriyle, ehl-i
sünnetle aynı çizgide yer aldıkları görülür.
Mütekibü’l kebîre meselesinde, buraya kadarki görüşleri iki sınıfta mütalaa
etmemiz mümkündür. Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşü ve zikredilen diğer mezheplerin
351
Toplaoğlu, Bekir, Kelam İlmi, Damla yay., İstanbul, 1996, 272.
Watt, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. E. Ruhi Fığlalı, Şato yay., İstanbul,
2001, 174.
353
Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, 160.
354
Fığlalı, Ruhi Ethem, a.g.e., 126.
355
Kutlu, Sönmez, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, 61.
356
Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, 150.
352
59
görüşleridir. Şimdi de, konuyu selefî tarzda, en vecîz ifadelerle özetleyen İmam
Tahâvî’nin fikirlerini değerlendirmeye gayret edelim.
b) İmam Tahâvî’nin Görüşü:
İmam Tahâvî kebîre sahibinin durumu için “Muhammed (s.a.v) ümmetinden
büyük günah işleyenler, tevhid ehl-i oldukları sürece, -tevbe etmeseler bile- Allah’a O’nu
tanıyıp inanarak kavuşurlarsa cehennemde ebedi kalmazlar”357 demektedir. Tahâvî’nin,
Allah’a inanarak O’na kavuşan kimselerin cehennemde ebedî kalmayacağının altını
çizmesi, Mutezile ve Haricilere cevap niteliğinde358 algılanabilir ki bu doğrudur. Ancak
O’nun ilk gayesinin, diğer görüşlerin reddetmek olmadığına daha evvel değinmiştik.
Şüphesiz ki Tahâvî bu ifadeleri, yine nasslardan hareketle, öncelikle konunun en doğru
şeklini aktarma amacıyla kaleme almıştır.
Ebedi olarak cehennemde kalmayacak zümreyi, cümlenin başında zikrettiği
“Muhammed ümmeti”yle sınırlandırmış gibi görünmesi noktasında, Hz. Peygamber
(s.a.v)’in ümmetinin dışındaki ümmetleri kapsamadığını söylemek, doğru bir
değerlendirme olmasa gerektir. Bu ibare, yaşayan ve gelecekte var olacak Ümmet-i
Muhammed’e has bir hitap şekli olarak kabul edilmelidir. Çünkü bu hususla alakalı Hz.
Peygamber’in sahih hadisleri mevcuddur. Efendimiz (s.a.v) “Kim,‘Rab olarak Allah'ı, din
olarak İslâm'ı, Resûl olarak Hz. Muhammed'i seçtim (ve onlardan memnun kaldım)' derse
cennet ona vâcib olur"359 buyurmaktadır.
Tahâvî’nin, müretekibü’l-kebîrenin -mümin olma şartıyla- “tevbe etmeden” ölse
bile ebedî olarak cehennemde kalmayacağını vurgulaması, tevbe şartını öne süren
mezhepler için de ayriyeten bir cevap niteliğindedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in
sözlerinden çıkan netice de yine bu istikamettedir. Bu hadislerden bazıları şöyledir:
“Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına Allah'ın bir ve şeriksiz olduğuna ve
Muhammed'in onun kulu ve Resûlu (elçisi) olduğuna, keza Hz. İsâ'nın da Allah'ın kulu
ve elçisi olup, Hz. Meryem'e attığı bir kelimesi ve kendinden bir ruh olduğuna, keza
cennet ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse, her ne amel üzere olursa olsun Allah
onu cennetine koyacaktır."360 Hadisin hükmü, iman üzere kabre girildiği takdirde, büyük
günah işlemiş bile olsa, kulun ebedî olarak cehennemde kalmayıp, az da olsa yaptığı
357
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.57, 114.
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 395.
359
Ebu Dâvud, Salât, 361.
360
Buhârî, Enbiya, 47; Müslim, İmân, 46; Tirmizî, İmân, 17.
358
60
hayır sebebiyle cennete gideceği inancıdır. Bu ifadede büyük günah işleyenler hakkında
ileri sürülen ifrat ve tefrit tarzındaki düşünceler reddedilmiş olmakla beraber, Ehl-i
Sünnet inancına esaslı bir açıklık ve delil getirilmektedir.
Nevevî’nin açıklaması da bu yöndedir. "Her ne amel üzere olursa olsun Allah onu
cennetine koyacaktır" ifadesini Nevevî "Netice olarak" diye tevil eder. Bu cihetteki
sonuç, "yaptığı kötülüklerin cezasını çektikten sonra, neticede cennete girecektir"
anlamına gelmektedir.361 Tahâvî’nin sözlerini tam manasıyla destekleyen hadislerden
birisi de şu şekildedir:
"Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır." Ebu Sa'îd hadisi
rivayet ettikten sonra der ki: "Kim (bu ihbarın ifade ettiği hakikatten) şüpheye düşerse şu
ayeti362 okusun: "Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık yapmaz..."363 İnananlar için çok
müjdeli bir haber veren sahabi Ebu Sa’îd, kalbinde şüphe olan kimse için de ayet-i
celileyi delil göstermiştir.
İmam Tahâvî kebîre sahiplerinin akıbetleri hususunda şöyle demektedir: “Büyük
günah işleyenler, Allah’ın meşîeti ve (haklarında vereceği) hükme tabidirler. Yüce Allah
kitabında ‘…Ve bundan başkasını, dilediği kimseleri bağışlar’ sözünde de belirttiği
üzere, dilerse onlara mağfiret eder, fazl-ı keremiyle affeder, dilerse onları adaletiyle
cezalandırır. Sonra onları (ya) rahmetiyle (veyahut) taat ehlinden şefaatçilerin şefaatiyle
cehennemden çıkarır, cennetine gönderir. Çünkü Allah Teala, kendisini bilip tanıyanların
mevlâsı olduğu gibi onları, iki cihanda, hidayetinden sapıp hüsrana uğrayan, dostluğuna
da kavuşamayan inkarcılar gibi yapmamıştır. Ey İslam’ın ve ehlinin mevlâsı olan
Allahım! Sana kavuşana kadar bizi, İslam üzere sabit kıl!”364
İmam Eş’arî’de görüldüğü gibi İmam Tahâvî de, büyük günah işleyen kimsenin
ahiretteki durumunu Allah’a havale etmiştir. Risalesinde hem meşîet365 hem de dilemek
lafızlarını kullanarak, Allah’ın iradesinin, kudretinin altını çizmiş ve teslimiyetini
te’kidlerle beyan etmiştir.
Tahâvî’nin konunun delaletine dair sunduğu ayet ise şöyledir: “Allah kendisine
ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak
361
Canan, İbrahim, a.g.e, II., 198-199.
Nisa, 4/40.
363
Tirmizî, Sıfatu Cehennem,10; Tirmizî hadis için "sahihtir" demiştir.
364
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.57, 114-115.
365
Meşîet; istemek arzu etmek anlamlarına gelir. Meşîet Kur’an-ı Kerîm’de Allah için kullanıyorsa icad,
insanlar için kullanılıyorsa isabet anlamlarına gelir. Kimi kelâmcılara göre irade kelimesiyle eş anlamlı,
kimilerine göre de bir şeyi icad etmek manasına gelmektedir. (Komisyon, “meşîet”, Dini Kavramlar
Sözlüğü, 435.
362
61
koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.”366 Allah’a itikadî anlamda
şirk koşan kimsenin cehennemde ebedî olarak kalacağı, âlimlerin de üzerinde ittifak ettiği
bir husustur.
Ayette de buyrulduğu gibi, şirk günahların en büyüğüdür. Kur’an’da bu
mevzunun çokça zikredilip, insanların uyarılmasında şüphesiz birçok hikmet vardır. Şirk,
insanın içinden, dış dünyaya doğru uzanan geniş alanda, Allah’ın varlığına ve tekliğine
şahadet eden bütün olguları ve belgeleri görmemezlikten gelerek Hakka karşı duyarsız
olmanın, Yaratan ile yaratılanı karıştırmanın ve bu tutumdan gelen davranış
bozukluklarının karanlığında gafletle yürümenin en belirgin ismidir. Şirk kavramının,
Kuran’da sıkça tekrar edilmesi; Allah’a karşı büyük bir isyan, fert ve toplum hayatını çok
ciddi şekilde tahrip etmesinden dolayıdır.367 Kur’an-ı Kerim’de şirkin haricinde birçok
günahtan bahsedilir. Ancak hiçbirinin şirk kadar sorumluluğu yoktur. Öyle ki; mümin
kimsenin Allah’a ortak koşmanın dışında işlediği kebîrelerin bile, kendisine cennet
kapılarını tamamen kapatmadığını, Hz. Peygamber’in sözlerinden anlıyoruz. Bununla
ilgili bir hadisi, Ebu Zerr (r.a.), şöyle rivayet etmiştir:
“Hz. Peygamber (s.a.v): "Bana Cebrâil (a.s.) gelerek "Ümmetinden kim Allah'a
herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer" müjdesini verdi"
dedi. Ben (hayretle) "zina ve hırsızlık yapsa da mı?" diye sordum. "Hırsızlık da etse,
zina da yapsa" cevabını verdi. Ben tekrar: "Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!" dedim.
"Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!" Hz. Peygamber (s.a.v) dördüncü keresinde
ilâve etti: "Ebu Zerr patlasa da cennete girecektir."368
İmam Tahâvî’nin mevzuyu izah şekli, nassların özüne daha uygun düşmektedir.
Nasslardan yola çıkarak, görüşlerini delillendirmesi ve açıklaması, insanları günahtan
sakındırma noktasında, psikolojik tavırlarını yönlendirici mahiyettedir. Yani Cenab-ı
Hakk, kebîre ile şirki birlikte zikredince, şirk dışındaki kebîreden de son derece kaçınmak
gerekmiştir.369
Tahâvî, kebîre sahiplerinin cehennemden kurtulmasının ve cennete girmesinin ilk
seçeneğini, Allah’ın bu kimselere fazl-ı keremiyle, merhametiyle muamele etmesi olarak
366
Nisâ, 4/48. Delil olarak yakın mealde, diğer bir ayet ise şöyledir: “Allah, kendisine ortak koşulmasını
elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa
sapmış olur.” (Nisa, 4/116).
367
Macit, Nadim, Kuran ve Hadise Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Damla Matbaacılık, Konya, 1992, 18.
368
Buhârî, Tevhid, 33; Müslim, İman, 153; Tirmizî, İman, 18.
369
Aytekin, Arif, a.g.e., 199.
62
gerçekleşeceğini ifade etmişti. Yukarıda zikredilen ayet ve hadisler de açıkça bu duruma
işaret etmektedir.
İmam, azaptan kurtuluşun ikinci reçetesinin ise şefaat yetkisinde olanların şefaat
etmesine bağlı olduğunu söylemektedir. Risalesinde de “Hadislerde de ifade edildiği
gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ümmeti için sakladığı şefaatı, haktır/gerçektir370diyerek,
cehennemden çıkışın bir başka yolunun şefaatten geçtiğine değinir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.v)’in konuyla ilgili sözleri şöyledir:
Ebû Hureyre (ra)’dan rivâyet
edilmiştir. Resûlullah (sav) buyurmuştur: “Her peygamberin kabulün olunmuş bir duası
vardır. Bütün peygamberler dualarında acele ettiler, ancak ben duamı kıyamet günü
ümmetim için şefaat olarak (âhirete) bıraktım. İnşallah, ümmetimden “Allah’tan başka
ilah yoktur” diyerek ölenlere o şefaatim ulaşacaktır.”371 Şüphe yok ki; şefaatle birlikte,
yetkinin, meşîetin ve kudretin tamamı Cenab-ı Hakka aittir.
“Allah’ı bilen tanıyan” kimseler tabirinin tam manasıyla iman edenleri
kapsamadığını372 söylemek, Tahâvî için haksızlık olur. O’nun bu ifade ile Allah’a iman
eden kimseleri kastettiği aşikârdır. Akabinde gelen cümlelerde yapılan kâfir ve mü’min
tasnifi de bunun işaretidir.
Mu’tezile ve o cihette düşünen fırkalar, -nassları farklı değerlendirerek- iman
eden ancak işlediği günahtan dolayı mümin vasfını kaybetmiş, ârafta kalmış bir portre
çizmişlerdi. Hatta onlara göre mü'min, cehennemin hafif cezalık bir bölümünde ebedî
olarak kalacak ve iman etmemiş373 bir kişiyle birlikte değerlendirilecekti. İmam Tahâvî
ise bu durumu rahat üslubuyla, bir cümle ile izale etmiştir: Büyük günah işleyen
kimseleri kastederek; “kendisini bilip tanıyanların mevlâsı olduğu gibi onları, iki
cihanda, hidayetinden sapıp hüsrana uğrayan, dostluğuna da kavuşamayan inkârcılar
gibi yapmamıştır.” diyerek inanan ve iman etmeyen kimselerin Allah katındaki
değerlerinin farklı olacağını çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Bu misalle, nassların
yanında, aklın da aynı istikameti gösterdiği apaçık ortadadır.
Cenab-ı
gelmeleridir.
374
Hakkın
kullarından
istediği,
karşısına
ancak
mü’min
olarak
Tahâvî de buna değinerek, uhrevî ve ebedî âlemin saadeti için, imanlı bir
370
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.38, 107.
Buhârî, Deavât, 1; Tirmizî, Deavât, 130; Müslim, İmân, 334-340.
372
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 398.
373
İman etmeyen bir kimsenin, ebedî olarak cehennemde kalacağı ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ve bu
konuda âlimlerin ittifakı vardır. Buna dair ayetlerden birisi şu mealdedir: “İnkar eden kimseler ve
ayetlerimizi yalan sayanlar cehennemlik olanlardır, onlar orada temelli kalacaklardır.” (Bakara, 2/39)
374
“Ey inananlar! Allah'tan, sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler ancak müslüman olarak can verin.”
(Âli İmran, 3/102)
371
63
kimse olarak Âlemlerin Rabbinin huzuruna varabilmek arzusuyla “Ey İslam’ın ve ehlinin
mevlâsı olan Allahım! Sana kavuşana kadar bizi, İslam üzere sabit kıl!” diye dua ettiğini
görmekteyiz. Kur’an’da da buna benzer bir duayı Hz. Yusuf (a.s.) yapmış ve Rabbi’ne
şöyle seslenmiştir: “Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey
göklerin ve yerin yaradanı! Dünya ve ahirette işlerimi yoluna koyan sensin; benim canımı
müslüman olarak al ve beni iyilere kat.”375 Malum olunduğu üzere her iki duada da ortak
nokta, mümin olarak can vermektir. Nasslardan ve âlimlerin beyanlarından anlaşılacağı
gibi “inanmak”, kişiyi cehennemden kurtaracak, en nihayetinde cennete girmesine vesile
olacak tek geçerli yoldur.
Tahâvî’nin, müretkibü’l-kebîre hakkındaki sözleri bunlarla sınırlı değildir. Buraya
kadar, O’nun büyük günah işleyen kimsenin akıbetine dair daha çok ümit veren ifadeleri
dikkat çekmekteydi. Ancak Tahâvî, kebîre sahibinin ahiretteki durumuna ilişkin, mu’tedil
bir yol tutulmasının gerekliliğini ısrarla vurgular. İmam’ın bu noktadaki görüşleri
şöyledir:
“İhsan sahibi (iyi) müslümanların günahlarının Allah tarafından affedilmesini,
rahmetiyle de onları cennetine sokmasını ümit ederiz. Ancak bu mü’minlerin Allah’ın
azabına uğramayacaklarından emin olmadığımız gibi onların kesin cennetlik olduklarına
da şahitlik etmeyiz. Onların günahkâr olanları için mağfiret dilediğimiz gibi onların
akıbeti hakkında da korku içerisinde oluruz. Ancak onlar için ümitsizliğe de düşmeyiz.
Azaptan kesin emin olmak ya da bütünüyle (rahmetten) ümidini kesmek, insanı
İslam dininden çıkarır. Kıble ehli için (bu hususta izlenmesi gereken) doğru/sağlıklı yol,
iki şey, yani, korku ile ümit (duygusu) arasında olmaktır.”376
İmam’ın ihsan sahibi ve günahı bulunan müminlerin cennete girecekleri ümidini,
şu mealdeki bir ayetten istinbat ettiği söylenebilir: “De ki: "Ey kendilerine kötülük edip
aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah
günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir."377 Tahâvî’nin
kebîre sahibi müslümanın bağışlanma ümidine ilişkin sözleri, kendisinin, konunun
başında ifade ettiği beyanın tekrarıymış gibi algılanabilir. Halbuki İmam, konunun
tasnifini, insicamını ve izahını eksiksiz bir şekilde sunmuştur. İlk olarak mürtekibü’lkebîre hakkında Cenab-ı Hakkın vereceği hükümlerin neler olabileceğine değinmiştir. Bu
375
Yusuf, 12/101.
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.51-52, 113.
377
Zümer, 39/53.
376
64
kısımda ise psikolojik bir tahlille, geleceğe dair, müminin nasıl bir tavır takınması
gerektiğini anlatmaktadır.
Tahâvî’nin havf ve reca arasında bulunulmasını beyan ettiği görüş selefin ve
sünnet ehlinin de umumî görüşüdür. Bu durumda Mümin, hiç hesap edemeyeceği yerden
yavaş yavaş gelebilecek Allah’ın azabından ya da günahlarından dolayı vereceği azaptan
emin olmaz. Tevhîd ve doğru bir yol üzere olduğu müddetçe Allah’ın rahmetinden de
asla ümidini kesmez. Onlara göre kurtuluşun yolu güven duyma ile ümitsizlik ve korku
ile ümit arasındaki orta yoldadır.378 Bu nedenle mümin bir kimsenin ‘nasıl olsa imanım
var, yapacağım hiçbir masiyet bana zarar vermez’ rahatlığını ortadan kaldırarak, inanan
kulların korku ile ümit arası bir ruh haliyle, imanlarının gereği olarak amelleri hayata
geçirmeleri hedeflenmiştir. 379
Bu hususa delalet eden birçok ayet ve hadis mevcuttur. Ayet-i kerimelerden bir
tanesi şu mealdedir: “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten
çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu?”380 Bir
diğerinde ise Yüce Allah şöyle buyurur: “Taptıkları putlar Rablerine daha yakın olmak
için vesile ararlar. O'nun rahmetini umar, azabından korkarlar. Zira Rabbinin azabı
korkmağa değer.”381
“Azabın şiddetinden korkarak, günah sahipleri için mağfiret” dilemek, Allah’ın da
kullarından istediği bir davranış biçimidir. Öyle ki Cenab-ı Hakk, Kur’an’a gereği gibi
iman edenlerin, “vücutlarını yataklarından uzak tutup, Rablerine korku ve ümit içerisinde
yalvaran”382 kimseler olduğunu bildirmektedir.
Ümit etmek, şüphesiz, Yüce Allah’a itaatle birlikte, şer’î ve kaderî sebepleri
yerine getirmekle söz konusu olabilir. Örneğin bir kimsenin, gelirinden faydalanmayı
ümit ettiği bir arazisini ihmal edip, orayı sürmemesi, tohum ekmemesi neticesinde,
tarlasına gerektiği gibi bakan bir kimsenin beklediği geliri beklemesi, akılla da mantıkla
da izah edilecek bir durum değildir. Aynı şekilde, Şâri’nin emirlerini ve yasaklarını
yerine getirmeksizin, gereği gibi itaatte bulunmaksızın, en yüce mertebelere
erişebileceğini kuvvetle ümit eden ve bu hususta hüsn-ü zan bekleyen kimsenin durumu
da, bahsi geçen çiftçinin durumuna benzemektedir. Dolayısıyla, ümit edilen şey
378
El-Eserî, a.g.e., 158.
Havva, Said, Hadislerle İslam Akaidi el-Esas Fi’s-Sünne, çev. M. Ahmet Varol, Orhan Aktepe, Ahmet
Özdemir, Yusuf Şensoy, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1989, II., 406.
380
Zümer, 39/9.
381
İsra, 17/57. Konu ile ilgili diğer ayetler için bkz. Âli-İmran, 3/175; Bakara, 2/40–41; Maide, 5/44;
Mü’minun, 23/57-61.
382
Secde, 32/16.
379
65
sevilmeli, onun elden kaçırılmasından korkulmalı ve elden geldiğince onu ele geçirmek
gayret sarf edilmelidir. 383
İmam Tahâvî’nin, konumuza dair son sözleri, bağışlanmaktan ümit kesmenin ve
azaptan emin olmanın, kişiyi imanından edeceğiyle ilgili uyarısıdır. Tahâvî, hükmü
Allah’a bırakılmış olan bir mevzuda, kulun cahilce peşin hüküm verme tehlikesinin altını
çizmektedir. Şüphesiz bu ihtar, evvela hüküm sahibi Allah tarafından yapılmıştır. Cenab-ı
Hakk konuyla ilgili bir ayette şöyle emretmektedir: “Ey kendilerine kötülük edip aşırı
giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin…”384 Allah’ın azabından
emin olanlar içinse şöyle buyrulur: “Kıyamet günü kötü azaba karşı yüzüyle korunan
kimse, (o gün) azaptan emin olan kimse gibi midir? Zâlimlere, “Kazandıklarınızı tadın”
denir.”385
Bu hususa delalet eden Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadislerinden bir tanesi şu
mealdedir: “"Resulullah (s.a.v) buyurdular ki: "Bir adam: "Vallahi Allah falancayı
mağfiret etmeyecek!" diye kesip attı. Allah Teâlâ Hazretleri de: "Falancaya mağfiret
etmeyeceğim hususunda yemin eden de kim? Ben ona mağfiret ettim, senin amelini de
iptal ettim!" buyurdu."386 İmam Nevevî, hadis-i şerife dair Ehl-i Sünnetin, amelin ancak
küfürle düşeceğine hükmettiğini kaydeder. Bu hadisteki adamın amelinin iptali meselesi
"seyyiatının mukabili olarak düşmüştür veya mecazi olarak iptal diye isimlenmiştir"
şeklinde te'vil edilmiştir. Ehl-i Sünnet ayrıca, adamın küfrü gerektiren bir başka amelin
cereyan etmiş olma ihtimalini de ileri sürmüştür.387
Netice itibariyle Tahâvî, İslam düşünce tarihinde, çok büyük tartışmalara yol açan
ve -günümüzde tekfirin de kullanılıyor olduğu göz önüne alındığında- süregelen
müretekibü’l-kebîre meselesini anlaşılır bir şekilde izaha kavuşturduğu görülmektedir.
İmam Tahâvî, diğer meselelerde olduğu gibi bu meselede de kendisi gibi
düşünmeyenleri muhatap almamış, tartışmaya girmemiştir. Ancak selefî misyonu
yüklenerek, ortada olanı ve yapılması gerekenleri anlaşılır bir dille ifade etmiştir.
İmam’ın bu tarzının, farklı okuyucu tipleri için de çok kıymetli olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü büyük günah işleyen kimsenin durumuna dair kısa, öz, yalın bir ma’lumat isteyen
de, risalede geçen düşünceleri, diğer mezheplerin yanlış te’villerinin açığa çıkması
gayesiyle irdeleyen kimse de, akîdeden arzu ettiğini bulabilir kanaatindeyiz. Şüphe yok
383
İbn Ebi’l-İzz, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, 331-332.
Zümer, 39/53.
385
Zümer, 39/24.
386
Müslim, Birr 137.
387
Canan, İbrahim, a.g.e., XI., 538..
384
66
ki; ömürlerini ehl-i sünnet akaidinin savunmasına harcayan âlimlerin gayretleri, bizlerin
takdir etmeye hadlerinin yetişmeyeceği seviyededir. Lakin Tahâvî’nin, tabir yerinde ise
kullanım klavuzu niteliğindeki eseri, konunun yan dallarına fazla girmeden, verilemek
isteneni en vecîz ifadelerle veren tarzı, O’nu diğer ulemadan ayıran en önemli özelliğidir.
Konunun içeriğine dair en fazla dikkat çeken husus, Tahâvî’nin kurduğu
cümlelerin kelimelerinin dahi ayet ve hadislerden oluştuğudur. Kelimelerin teker teker,
özenle, nasslardan istinbat edildiği açıktır. Klasik anlamda, kendi beyanını zikredip, onu
ayet ve hadislerle delillendirme metodunu Tahâvî’de göremiyoruz. Bunun yerine, daha
sıra dışı bir şekilde, ayet-i kerimeleri, kendi ifadeleriyle birleştirdiğini söylememiz
mümkündür.
E) TEKFİR
Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya
davranışından ötürü kâfir saymak388 anlamına gelen tekfir, Hicri І. Asırda siyasi
sebeplerle ortaya çıkıp ilk ihtilaflardan itibaren günümüze kadar süregelen, Müslüman
toplumların en mühim sorunlarından birisidir.
Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında ve en azından hulefa-i raşidin devrinin son
dönemine kadar müslümanların yek-vücud olan yapısı, dünyevî sebeplerle ve bilhassa
siyasî amillerle parçalanma dönemine girmiştir. Neticede birçok fırka zuhur etmiş ve her
biri de farlı meselelerde ihtilafa düşerek farklı düşüncelerin savunucuları olmuşlardır.389
İslam dünyasının tekfirle tanışması da bu döneme rastlamaktadır. İç karışıklıkların baş
gösterdiği bu devirde, kebîre sahibinin imanını kaybettiği düşüncesi ilk defa Haricilerle
birlikte dillendirilmiş, akabinde de müslümanlar arasında tefrikaya neden olan tekfir
müessesi işlemeye başlamıştır. Varlığını sinsice sürdüren, müslümanların birlikteliğinin
önemli ölçüde yara almasına sebebiyet veren bu unsur, çeşitli hüviyetlere bürünerek
çağımıza kadar ulaşmıştır.
Tekfir müessesinin ne denli tehlikeli boyutlarda çalıştığını İmam Gazali’nin
“Faysalu’t-Tefrika” adlı risalesinde açıkça görmek mümkündür. İman ile küfür
arasındaki sınırı belirlemek ve bu konuda kişileri taklit ve taassuptan kurtarmak için
yazdığı bu eserde Gazali, “küfrün; ‘Eşari, Mutezile ve Hanbelî gibi muayyen bir mezhebe
388
389
Komisyon, İlmihal (İman ve İbadetler), TDV. yay., Ankara, 2004, 79.
Fığlalı, Ruhi Ethem, a.g.e., 43.
67
muhalefet etmektir’ şeklinde tarif edildiğini; taklit ve taassup içerisinde, İslam’ın
müsamaha anlayışından uzaklaşıldığını”390 belirtmektedir.
Daha önce de bahsedildiği gibi, tekfir meselesinin ortaya çıkışı hariciler
tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu hususa neden olan en mühim olay ise Hz. Ali ve Hz.
Muaviye arasındaki Sıffin savaşı olmuştur. Etkilerinin uzun yıllar süreceği bu kanlı
savaşın bilânçosu da çok ağır olmuştur. Öyle ki bir rivayete göre ölenlerin sayısının
yetmiş bini bulduğu söylenmektedir.391 İfade edilen sayının sahih olup olmadığı her ne
kadar tartışılırsa da olayların sebep olduğu yıkımların bundan kat kat fazla olduğu göz
ardı edilemeyecek bir gerçektir.
Tekfirin tarih sahnesine çıkışını yalnızca siyasi amillere veyahut savaşlara
bağlamak doğru bir yaklaşım tarzı olmamalıdır. Cemel ve Sıffin savaşları, tekfirin fitilini
ateşleyen dış sebepler olarak mütalaa edilmelidir. Asıl sebep, İslam mezhepleri arasında
görüş ayrılıklarının baş gösterdiği iman-amel münasebeti,392 başka bir deyişle amelin
imandan bir cüz olup olmadığı veya imanın amelden ne ölçüde etkilendiği hususundaki
farklı düşüncelerdir. Buradaki fikrî ayrılığın zorunlu bir neticesi kabul edilebilecek diğer
bir neden ise kebîre sahibinin durumunun, akıbetinin ne olup / olacağı ile ilgilidir. Şimdi
de bu cihette mezheplerin ve âlimlerin konuya ilişkin fikirlerine değinmeye çalışalım:
a) Mezheplerin Görüşü:
Tekfirin ortaya çıkmasından sorumlu tutulan Harîcilerin tutumu, -ifade edildiği
gibi- iman ve amel ilişkisini farklı yorumlamalarından kaynaklanmaktadır. Onlar imanı
nazarî olarak değil, amelle birlikte görmüşler ve bu şekilde insanın mü’min sıfatını
kazandığını ileri sürmüşlerdir. Haricilere göre iman, dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve
vücüdun azaları ile bunu yerine getirmesidir. Bu düşünceye göre iman ve amel bir bütün
olarak kabul edilir, parçalanamaz. Ameli terk eden kimse imandan çıkar ve küfre girer
demişlerdir.393
Haricilerin kebâir ile küfür kavramlarını aynı çerçevede değerlendirip,394
aralarında sebep-sonuç ilişkisini kuracak delillerinin olmadığı bir gerçektir. Büyük günah
meselesinde de izah edildiği üzere, Müretekibü’l-kebîrenin iman sınırları dâhilinde
390
Dünya, Süleyman, İmam Gazali ve İman-Küfür Sınırı, Risale yay., çev. A. T. Aslan, İstanbul, 1992, 148.
Kafâfî, Muhammmed, El-Kalhatî’ye Göre Hariciliğin Doğuşu, çev. E. Ruhi, Fığlalı, AÜİFD, Ankara,
1970, XVIII, 182.
392
Geniş bilgi için bkz. Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 131-134.
393
Doğan, Lütfi, a.g.e., 46.
394
Kutlu, Sönmez, İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, Kitabiyat yay., Ankara, 2000, 142.
391
68
olduğuna ve tevbe etmemiş dahi olsa cennete girebileceğine dair nassların varlığı apaçık
ortadadır. Âlimlerin bu husustaki icması da göz önüne alınacak olunursa, toplum
içerisinde tarifsiz sıkıntılara ve kaosa yol açabilecek, kişilerin hayatlarını darmadağın
edecek bir karara, bu denli ucuz sebeplerle ulaşabilmenin mantıklı bir izahı olmasa
gerektir.
Ameli imanın parçası kabul edip, bu konuda Haricilerle aynı paralelde düşünen
Mu’tezile, kebîre sahibinin tevbe etmemesi halinde ebedî olarak cehennemde kalacağını
söyleyerek, iman sahibi olan, ancak günah işleyen müslümanı tekfir etmiştir. Buna göre
O’nlar, böyle bir kimsenin mü’min vasfını düşürmüşler ve onu fasık olarak
addetmişlerdir.395
Mutezili âlimler, Allah’ın sıfatları konusunda, O’nun sıfatlarının zatı üzerine zait
ezeli sıfatlar olduğunu söyleyenleri, ezeli varlıkların çoğaltıldığı gerekçesi ile de tekfir
etmişlerdir. Örneğin Ebu Huzeyl el-Allaf, günahların fasıklığa ve küfre sebebiyet
vereceğini kategorize ederken, Allah’ın zatı üzerinde zaid ezelî sıfatlarının da olduğunu
kabul eden kimseleri tekfir etmiştir.396 Mu’tezilenin bu hususta Hariciler kadar sert bir
tavır takınmadıkları aşikardır. Ancak her ne şekilde olursa olsun, ümmetin
parçalanmasına, huzursuzluklara yol açabilecek bir unsuru, siyaseten veya muhtelif menfî
sebeplerle alınmış bir kararla işletmek, sınırları zorlayan bir anlayışın tezahürü olmalıdır.
Mürciede de iman anlayışı ile birlikte kebîre sahibinin durumu, tekfir
konusundaki görüşlerini belirlemiştir. Onlar Haricilerin ve Mu’tezilenin görüşlerinin
aksine, ameli imana dâhil etmemişler, mürtekibü’l-kebîrenin ahiretteki durumunu ise
Allah’a havale etmişlerdir. Özetle, amelleri terk etmesinden ötürü hiçbir günahkâr kâfir
olarak kabul edilmemiştir. Allah’ı bilmeyen, O’nu diliyle ikrar etmeyen vs. gibi sebepleri
küfür olarak görmüşlerdir.397 Mürcienin konuya yaklaşımının, ehl-i sünnetin görüşlerine
benzediği söylenebilir. Ancak bilhassa selefî âlimlerinin, Mürcienin kebîre meselesine
dair pasif yaklaşımlarına itiraz ettiklerini söyleyebiliriz.
Cebriye’nin tekfir meselesine dair söyleyecek sözü yok gibidir. Çünkü onlara göre
insanın fiillerinin yaratılması Allah’ın elinde olduğu için, kişinin ne sevap kazanması ne
de günah işlemesi, kendi elindedir. Dolayısıyla kul ilahi iradeye teslim olmuştur, Allah
dilerse onu cennete kor, dilerse cehenneme gönderir, görüşünü savunmaktadırlar.398 Bu
395
Bağdadî, Ebu Mansur Abdulkadir b. Tahir et-Temimi, Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark Beyne’lFirak Tercümesi) çev. Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul, 1979, 104-105.
396
Tunç, Cihat, a.g.m., 333.
397
Bağdadî, a.g.e., 179-183.
398
Türkgülü, Mustafa, a.g.m., 75.
69
fikirde olan bir fırkanın, bir kimsenin tekfir edilmesini çok anlamlı bulmayacağı olasıdır.
Öyle ki; tekfir edilmeye sebep olan her ne varsa, kul zaten kendi isteğiyle yapmamıştır.
İslam mezhepleri içersinde, kendi arasında en çok bölünen, dolayısıyla en çok
fikir ayrılığına düşen bir mezhep olan Şia, imamet meselesinin haricinde, hemen her
konuda, her kolunun farklı bir düşüncesiyle meşhurdur.399 Şia’nın tekfir çarkını, kendi
içlerinde de olmak üzere, kendilerine göre imanî, ehl-i sünnetçe fıkhi bir mesele olarak
görülen, özellikle imamet meselesinde çalıştırdıklarını görmekteyiz.400
Ehl-i sünnet, amelin imandan bir parça olmadığı, kebîre sahibinin işlediği fiille
kafir olmayacağı görüşündeydi. Dolayısıyla onların bu husustaki genel görüşü; bir kimse
tekfîr edilmeyi gerektirmeyecek yasaklardan birini işlediği veya terk edenin tekfîrine
sebep olmayacak farzlardan birini terk ettiği zaman, ondaki îmân sıfatını kendisinden
almaz, îmâna aykırı şeylerden birini yapmadıkça onu îmândan çıkarmaz.401
Ehli kıblenin tekfir edilemeyeceği hususunda Ehl-i Sünnet imamları ittifak
halindedir.
Ancak
konuyu
işleyiş
bakımından
âlimler
arasında
farklılıklar
görülmektedir.402 Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu konuda beyan ettikleri görüşlerden bazıları
şu şekildedir:
İmam A’zam’ın risalesinde konuyu müstakil olarak işlemediği görülmektedir.
Ehl-i kebaîrin tekfir edilemeyeceğini söyleyerek mevzuya değinen İmam, “bir mü’minin
işlediği bir günah, onun iman ismini (mü’min sıfatını) izale etmez, ona hakiki mana da
biz mümin deriz”403 diyerek ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğine işaret eder. Aynı
zamanda günah sahibinin kafir değil, ancak fasık olarak adlandırılabileceğini sözlerine
eklemiştir.
Ahmed b. Hanbel’in tekfir hususunda beyan ettiği fikirler, Ebu Hanife’nin
ifadeleriyle hemen hemen aynıdır. Ancak Ahmed b. Hanbel’e göre terk edilen namaz
noktasında, kebîre sahibinin tekfir edileceğini söylemesi, İmam’dan farklı düşündüğünün
bir kanıtıdır.404
İmam Maturîdî’nin bir konuya başlarken, genellikle katılmadığı, hatalı veya
bütünüyle tutarsız olduğuna inandığı karşıt görüşleri zikretmesine ilişkin tutumu, bu
399
Erdem, Mustafa, Hasan el-Basri ve Kelami Görüşleri, İnsan yay., İstanbul, 2003, 21.
Şia’ya dair geniş bilgi için bkz. Fığlalı, Ruhi Ethem, a.g.e, 113-173.
401
El-Eserî, a.g.e., 134.
402
Gazali, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed, İktisat fil-itikat, (İtikatta Orta Yol) çev.
Kemal Işık, AÜİF yay., Ankara, 1972, 189.
403
Nar, Ali, a.g.e., 69.
404
Aytekin, Arif, a.g.e., 200-201.
400
70
mevzuda da aynıdır.405 “Bir gurubun, bütün günahların hepsinin kişiyi imandan çıkardığı
hususunda ittifak ettiğine”406 değinerek konuya giren Maturîdî, diğer fırkaların yaptığı
hataları genişçe izah eder ve delilleriyle izale etmeye çalışır. Onun kebîrenin dışında,
küçük hatalardan dolayı müminleri kafir ilan eden anlayışlarla yaptığı mücadele, insanı
tam anlamıyla tatmin edici hususiyettedir. Öyle ki; büyük günahın yanında, küçük
günahlar sebebiyle dahi tekfiri kullanmayı şiar edinen kimselerin, masiyetleri işleyen
peygamberleri de tekfir ederek, kendilerinin imanlarını kaybedeceklerinin altını çizer.407
Maturîdî’nin tekfir meselesine çok yönlü yaklaşımı ve delilleri, O’nu diğer âlimlerden
farklı bir konumda değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Eş’arî ise fısk ile iman kelimelerini birlikte mütalaa etmektedir. Mü’min
kimseler, büyük hatalar işlemiş olsa bile fasık olmakla beraber mü’mindir. Buna delalet
olarak da katilden sudûr eden kimsenin katil, küfürden sudûr eden kimsenin kafir, tasdik
edene musaddık, kendinden iman çıkan kişiye de mü’min denildiğine işaret eder.408 Bu
sebeple Eş’arî, mü’min kimseden iman çıktıkça küfürle itham edilemeyeceğini dile
getirmektedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, tekfir konusuna dair görüşlerine kısaca
değindikten sonra şimdi de İmam Tahâvî’nin tekfire ilişkin beyanlarını değerlendirmeye
çalışalım.
b) İmam Tahâvî’nin Görüşü:
Tekfir meselesinin görünen siyasi sebeplerden daha çok, kelamî bir tartışma
konusu olan iman-amel ilişkisinden mütevellit olduğundan bahsetmiştik. Tahâvî’nin de
risalesinde, nelere iman edilmesi gerektiğini tafsilatlı olarak anlattığı görülür. O’nun
iman tanımı ehl-i sünnetin imamlarıyla aynıdır. Tahâvî “İman; dil ile ikrar ve kalp ile
tasdik etmektir.”409 der. O’nun iman tarifinden de anlaşılacağı gibi “ameli” bu kapsam
içinde değerlendirmemiştir. Akabinde “İman tektir, iman ehli de imanın aslında
eşittirler. Aralarındaki üstünlük ise korku, takva, nefse muhalefet ve evlâ olana
yapışmakla ortaya çıkar”410 diyerek, eşitliğin gerçekte imanın aslında olduğuna dikkat
çekmektedir. Yani iman edilecek temel esaslar bellidir ve herkesin bunlara inanması
405
Yarımbaş, Emine, a.g.m., 178.
Maturîdî, a.g.e., 417.
407
Maturîdî, a.g.e., 424.
408
Doğan, Lütfi, a.g.e, 47.
409
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.54, 113.
410
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.54, 113.
406
71
hususunda ihtilaf yoktur. Ancak üstünlük noktasında, mü’minlerin imanî derecelerinin ne
olduğu, şüphesiz ki Yüce Allah’ın bilgisi dâhilindedir.
İmam Tahâvî, mü’min kimsenin bu sıfatı kaybetmesinin bir tek yolu olduğunu
ifade ederek; “Kul imandan ancak, kendisini imana sokan şey(ler)i inkar etmekle
çıkar”411 demektedir. Konunun başında da ifade edildiği gibi, iman sahibi kimselerin
işledikleri amellerden dolayı küfürle itham edilmeleri, Haricilerin ve Mu’tezile’nin
sahiplendiği görüşün neticesiydi. Bu fırkalara, âlimlerin içerisinde en kısa ve en net
karşılığı Tahâvî’nin verdiğini söylememiz mümkündür. Ancak bununla birlikte, İmam’ın
asıl misyonun, konunun özüne ilişkin bilgileri en özgün haliyle vermek olduğu
unutulmamalıdır.
Tahâvî “kendisini imana sokan şeyler” olarak nitelendirdiği husus, bir
müslümanın dini yönden mutlaka bilmesi gereken, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Allah
katından tebliğ ettiği, Zarurat-ı diniyye olarak adlandırılan esaslardır.412 Allah(c.c)’ın
kitabındaki her bir husus ve Rasülünün emirlerinin tamamı, iman edilmeyi
gerektirmektedir. Bu zikredilenleri kabullenmemenin neticesi ise, küfre düşmektir.
Konuyla ilgili olarak Cenab-ı Hakk ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Onlara soracak
olursan, "Biz and olsun ki, eğlenip oynuyorduk" diyecekler; De ki: "Allah'la, ayetleriyle,
Peygamberiyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, inandıktan sonra inkar ettiniz.
İçinizden bir topluluğu affetsek bile, suçlarından ötürü bir topluluğa da azap ederiz.413
Ayetten de anlaşılacağı gibi inkar etmek hatta ayetleri hafife almak bile, kişinin iman
dairesinin dışında olduğunun işaretidir.
Hz. Peygamber’in vefatını müteakip, halife seçimlerinde yaşanan ayrılıklar,
kelâmî sahada yapılan tartışmalarla birlikte, müslümanların arasında ileriki yıllarda daha
da aratarak süregelen tekfir, İslam dünyasının en önemli sorunlarından birisi haline
gelmiştir. Arap toplumunun İslam ile tanışmadan evvelki kabile fanatizmine geri dönüşü
hatırlatan tekfir, İmam Tahâvî’nin yaşadığı dönemde de önemini korumuştur. O devirde
yaşanan bilhassa Halku’l-Kur’an tartışmaları siyasetin de desteğiyle İslam toplumunun
tefrikaya sürüklendiğinin bir işareti olarak kabul edilebilir. Tahâvî de risalesinde bu
tehlikenin varlığına dikkat çekmek için akîdesinde şunları beyan eder:
411
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.53, 113.
Gölcük, Şerafettin; Toprak, Süleyman, a.g.e., 129.
413
Tevbe, 9/65-66.
412
72
“Müslüman cemaatine muhalefet etmeyiz. –Günahı helal kabul etmediği süreceehl-i kıbleden hiçbir kimseyi, (herhangi bir) günah işlemesi sebebiyle tekfir etmeyiz.
Fakat ‘günah işleyene, işlediği günah hiç zarar vermez’ de demeyiz.”414
Tahâvî’nin kebîre sahibinin akıbeti ile ilgili mevzuda, Ebu Hanife ile aynı
paralelde görüş belirttiği açıktır. Ancak tekfir meselesini müellifimiz, Ebu Hanife’ye
nazaran daha müstakil bir mesele olarak, kapsamlı bir şekilde ele almaktadır. Malum
olunduğu üzere tekfiri yalnızca kebîre işleyenin durumuyla sınırlandırmak doğru bir
yaklaşım tarzı olmasa gerektir. Çünkü siyaseten ve taassup içerisinde çalıştırılan tekfirin
özünde, kimi zaman büyük günahı ilgilendiren bir durum da olmayabilir. Bu nedenle
Tahâvî konuyu en geniş haliyle mütalaa edip, ‘müslüman cemaate muhalefet
edilmemesi” gerektiğini bu yönde anlamak daha doğru olur.
“Ehl-i kıble” tabiri temel anlamıyla, kabeye yönelerek namaz kılmanın farz
oluşunu kabul eden kimseler için kullanılmaktadır.415 Ümmetin birliğini göstermesi
açısından, aynı Yaratıcıya boyun eğmek için kabeye doğru yönelmek, müslümanlar için
en mühim kriterlerden birisidir. Diğer bir taraftan mescid-i harama dönüp / dönmeme
hususu, Ehl-i kitabın mü’minlere tabii olmasının bir gerekliliğidir.416 Yüce Allah bunu
Kur’an’da şöyle beyan eder: “Sen, Kitap verilenlere her türlü delili getirsen, yine de
kıblene uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine
de uymazlar…”417
Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözleri de kıble ehline mensup olmayı, mü’min olmanın
şartları arasında zikretmektedir: “Her kim bizim kıldığımız namazı kılar, kıblemize karşı
durur, kestiğimizi yerse; Allah'ın ve Allah'ın Peygamberinin emanetini hak eden
müslüman, işte odur. (Artık) Allah'a ve Peygamberine karşı (öyle olan bir kimsenin)
emanetine hıyanet etmeyiniz."418 Yine “küfür ile iman arasındaki farkın, namazın terki
ile”419 gerçekleştiğine dair beyan edilen hadis-i şerif de müminle kâfiri ayırt eden bu
ölçüye işaret etmektedir.
Mü’min olmanın ve ümmetin birlikteliğinin en mühim şiarlarından birisi
olduğuna hükmedilen ‘ehl-i kıble’’yi, Tahâvî de akîdesinde şu şekilde izah etmektedir:
“Kıble ehlimizi, Peygamberimiz (s.a.v)’in getirdiği hükümleri kabul ettikleri, haber verip
414
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.50, 112-113.
Komisyon, “ehli kıble”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 138.
416
Aytekin, Arif, a.g.e, 194-195.
417
Bakara, 2/145.
418
Buharî, Salât, 28.
419
Tirmizi, İman, 9.
415
73
dile getirdikleri şeyleri tasdik ettikleri sürece, ‘mü’min’ ve ‘müslüman’ diye
nitelendiririz.”420
Tahâvî’nin sözünden anlaşıldığı kadarıyla o, “îmân” ve “islam”ı aynı anlamda
görmektedir. Bu iki kavram tek başına zikredildiğinde, birbirlerinin anlamına kuşatıcı
olarak delâlet ederler. Böyle bir durumda iman denilince islam da ona dâhildir. Eğer bu
iki kavram; iman ve islâm aynı yerde beraber zikredilirse, islam, zâhirî amellere; îmân,
kalbî amellere delâlet eder.421
İmam’ın beyan ettiği ehl-i kıble tarifini göz önünde bulundurarak, bu sınıfa dahil
olan hiçbir kimsenin küfürle itham edilmemesi, ehl-i sünnet âlimlerinin de ittifak ettikleri
bir husustur.422
Tahâvî’nin ‘Günahı helal kabul etmediği sürece- ehl-i kıbleden hiçbir kimsenin,
(herhangi bir) günah işlemesi sebebiyle tekfir edilemeyeceğine’ dair sözlerine delalet
eden birçok ayet-i kerimeyi zikretmek mümkündür. Kebîre sahibinin, mümin sıfatının
(günahkar da olsa) devam ettiğine işaret eden ayetler, böyle bir kimsenin yersiz bir
şekilde tekfir edilmesinin de anlamsız olacağını göstermektedir. Nitekim Kur’an’da
Cenab-ı Hakk; “Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür
insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa,
kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir”423 bir diğer ayette
“Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz… Şüphesiz
müminler birbiri ile kardeştirler”424 buyrulmaktadır. Bu ayetlerde kebîre sahiplerine
“mü’min” olarak hitap edilmesi, bunun bir kanıtıdır. Öyle ki; din kardeşini öldüren
katilin bile, imanî yönünün varlığını, başka bir deyişle imanını bu cürümle
kaybetmediğini anlamak mümkündür. Yine büyük günah olarak ifade edilen zina için
Kur’an’da; “Zina eden kadın ve erkeğin…”425 hitabının kullanılıp, küfre düştüklerine dair
bir beyanın olmaması ve kendilerine verilen cezanın ardından tekrar İslam toplumunun
içinde yaşamaya devam ettikleri gerçeği, bu kimselerin küfürle itham edilmemeleri
gerektiğine delil teşkil eder.
Peygamberlere ithafen zikredilen edilen ayet-i Celileler de, konumuza delalet
eder. Örneğin Allah (c.c)’ın Hz. Peygamber (s.a.v)’e hitaben; “Allah böylece, senin
420
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.47, 112.
El-Humeyyis, a.g.e, 83.
422
Kotku, Mehmed Zahid, a.g.e., 21.
423
Bakara, 2/178.
424
Hucûrat, 49/9-10.
425
Nur, 24/2.
421
74
geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar”426 buyurması, Hz. Musa’nın bir adam öldürmesi
üzerine; Musa: "Rabbim! Doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla" dedi. Allah da onu
bağışladı”427 ayeti, Hz. Yunus’un tebliğ görevine dair yaptığı hatanın ardından işaret
edilen “Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.
Rabbi onu seçip iyilerden kıldı…”428 mealindeki ayet-i kerimeler, günahın küfre değil,
günahkar olmaya nispet edildiğini göstermektedir.
Dikkat edilecek olunursa burada ifade edilen günahları işleyen kimselerin ortak
özelliklerinden ilki; işledikleri fiillerin nehyedilen bir davranış olması, diğeri ise günahı
işleyen kimselerin bunun yasak olduğunu inkâr etmemeleridir. İmam Tahâvî’nin de
beyan ettiği cihette, haram fiili işleyen ancak haramın haram olduğunu kabul eden
kimseler tekfir edilemezler. Ancak unutulmamalıdır ki ‘günah işleyene, işlediği günah
hiç zarar vermez’ demek de mümkün değildir. Yapılan her davranışın, işlenen her fiilin
bir bedeli olduğu429, meselenin diğer yüzüdür.
Tekfir konusundaki hassasiyeti Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadislerindeki
ifadelerden de anlamak mümkündür. Nitekim Enes (r.a)’ten rivayette Efendimiz (s.a.v)
imanın aslından olan üç şeyden birinin “Lailahe illallah diyene saldırmamak yani işlediği
herhangi bir günahı sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli sebebiyle de
İslâm'dan dışarı atmamak”430olduğunu zikretmiştir. Katî bir bilgiye dayanmaksızın,
zanna dayanarak yapılan tekfire ilişkin en sert ihtar yine Hz. Peygamber (s.a.v)’den
rivayetle şöyledir: "Bir adam din kardeşine, ey kâfir derse, bu söz ikisinden birine döner.
Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi
takdirde bu söz söyleyene geri döner "
431
Yani, kardeşi kâfir değilse, kendisi kâfir olur.
Bu tehdid-i nebevînin şiddeti karşısında imanının kıymetini bilen bir mü'minin hiçbir
kardeşini tekfir etmemesi son derece mühimdir.432
İmam Tahâvî’nin ve diğer âlimlerin tekfir meselesinde bu denli temkinli ve
müsamahakâr davranmaya sevk eden ilk unsur, nasslarda dikkat çekilen ihtarların şiddeti
olmalıdır. İkincisi ise, tekfire karar vermenin güç, tekfirin doğuracağı sonuçların ağır
426
Fetih, 48/2.
Kasas, 28/16.
428
Kalem, 68/49-50.
429
Zilzal, 97/8-9.
430
Ebu Davud, Cihad, 35.
431
Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111.
432
Canan, İbrahim, a.g.e., II., 252-253.
427
75
oluşudur. Çünkü iman dairesinden çıktığına hüküm verdiğimiz mürted433, küfre düştüğü
noktada aydınlatıldıktan sonra tövbe edip tekrar müslüman olmazsa öldürülür. Şayet
çeşitli sebeplerle idam edilmeyip, İslam toplumunda yaşamaya devam ederse kendisine
selam verilmez, selamı alınmaz, müslüman bir kadınla evlenemez, evli ise karısı
kendinden boş olur. Mürted olarak ölür veya öldürülürse cenazesi yıkanmaz, cenaze
namazı kılınmaz, müslüman kabristanına gömülmez, kendisiyle akrabaları arasında miras
hükümleri uygulanmaz. Ahirette de ebedi cehennemde bulunacağına hükmedilir. Bu
kadar ağır ve korkunç neticeleri olan bir hükmü vermek, iman ve vicdan sahibi bir insan
için kolay bir iş değildir.434
Bu anlamda bir müslümanı, elde katî bilgiler olmaksızın, zanna dayanarak tekfir
etmenin sorumluluğunun hem şahsî anlamda, hem de toplumun birlik ve bütünlüğü
açısından son derece sakıncalı olduğu anlaşılmaktadır. Bu noktada, Akl-ı selîm, sağ
duyulu mü’minlerin takınacakları tavrı ve izleyecekleri yolu, İmam Tahâvî en müspet
şekilde izah eder:
“Biz, -iyi ya da günahkâr olsun- Ehl-i kıbleden birisinin arkasında namaz
kılmayı ve bu kişilerin üzerine cenaze namazı kılmayı caiz görürüz. Onlardan herhangi
birisinin (kesin) cennetlik ya da (kesin) cehennemlik olduğunu söylemeyiz. –Açıkça
kendilerinden sadır olmadığı sürece- onların kâfir, müşrik, ya da münafıklıklarına
şahitlik etmeyiz. Onların gizli hallerini de Allah’a havale ederiz.”435
İmam, “biz” olarak nitelendirdiği sınıf, nassların çizdiği sınırları aşmayan ehl-i
sünnet inancına bağlı mü’minler olmalıdır. Akabinde, yine ümmetin içerisinde ayrılıklara
sebebiyet olabilecek imamet meselesini ve bir kimsenin mü’min olarak ahirete intikal
ettiğinin sembollerinden telakki edilen cenaze namazının kılınmasının altını çizdiği
görülmektedir. Şüphesiz bunu ifade ederken Hz. Peygamber (s.a.v)’in; “müslüman olan
her bir kimsenin arkasında namaz kılınmasını”436 emreden sözleri de bu hususa delalet
etmektedir.
Küfür alametinin açıkça görülmediği durumlarda yapılabilecek tekfirin –daha
önce de belirtildiği gibi- ne şahıslara ne de topluma bir faydası olacaktır. Selefî âlimler ve
ehl-i sünnet âlimlerinin bu konu üzerinde çok hassas davrandıkları aşikardır. Bunların
433
Mürted; İslam literatüründe, iman esaslarından birini veya hepsini inkar eden, dini hükümleri, helal ve
haramları, emir ve yasakları beğenmeyen, küçümseyen, alaya alan veya tüm bunları reddeden, dinden
iritdat etmiş, dinsiz, kafir olmuş olan kimseye verilen isimdir. (Komisyon, “mürted”, Dini Kavramlar
Sözlüğü, , 502).
434
Kılavuz, Ahmet Saim, İman-Küfür Sınırı, Marifet yay., İstanbul, 1977, 245-246.
435
Tahâvî, Akaid Risalesi, md.58, 115.
436
Ebu Davut, Cihad, 35.
76
arasında Hanefi âlimlerinin söylediği bir söz konuyu özetlemektedir: “Bir kimsenin kâfir
olduğuna dair doksan dokuz, müslüman olduğuna dair bir delil bulunsa, müftünün, o
kişinin müslüman olduğunu gösteren bir delil ile amel etmesi gerekir.”437 Bu hususa
ilaveten Ali el-Kari Şifası’nda kelamcıların şu sözlerini nakleder: “Bin kâfirin hükmünü
yerine getirmemekte işlenen hata, bir müslümanın kanının akıtılmasında işlenen hatadan
daha hafiftir.”438
Tekfirin sakıncalarına dair beyan edilen ifadelerin yanında, madalyonun diğer
yüzünde ise, yeri geldiğinde, toplumda tekfirin uygulanmasının zorunlu olduğu gerçeği
vardır. Tahâvî’nin işaret ettiği “zarurat-ı diniyye"’yi inkar eden, hafife alan kimselerle,
haramı helal kılan kimselerin, İslam toplumu içerisinde kimliklerinin belirlenmesi,
toplumun huzur ve refahı için son derece önemlidir. Mürted olarak adlandırılan ayet-i
kerimelerin de işaret ettiği,439 bu kimselerin İslam’a ve müntesiplerine yapacakları menfî
tesirler göz önüne alınarak, tekfire karar verecek niteliklere haiz bir hakim440 tarafından
tekfir edilmeleri gereklilik arz eden bir durumdur.
Tekfiri gerektirecek durumlar, nasslardan hareketle, kelamcılar ve islam
hukukçuları tarafından tespit edilmişlerdir. Âlimler, dinin aslından kabul edilen bu
hususlar özetle şunlardır: Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları, isimleri, emirleri, yasakları ve
fiilleri hakkında şaka yollu da olsa alay etmek, küçümsemek ve Allah’a küfretmek;441
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlara istihkar
etmek, Hz. Peygamber’e inanmamak;442 Kur’an’ı inkar etmek;443 ahiret gününe
inanmamak;444 Allah’ın emirlerini hiçe saymak;445 Ashab-ı kiramı tekfir edip mü’min
olmadıklarını söylemek;446 iman esaslarının tamamını reddetmek447 ayrıca mü’minin,
‘mü’min’ vasfını ortadan kaldıracak her türlü sembol, ritüel veya davranış da bu
kategoride değerlendirilmiştir.
Kur’an’da, doğrudan tekfire işaret eden ayetler de mevcuttur. Bilhassa Tevbe
suresinde, peygamberin otoritesine başkaldırma ve bu otoritenin sahibini çekiştirme,
getirdiği vahiylerle alay etme gibi tam bir küfür olan eylemlere yeltenenlerin asi birer
437
Ali el-Kari, Şerhu’l-Fıkhu’l-Ekber, çev. Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı yay., İstanbul, 1981, II, 502.
Ali el-Kari, a.g.e., II, 502.
439
Bkz. Maide, 5/54; Bakara, 2/217.
440
Kılavuz, Ahmet Saim, a.g.e., 240.
441
Tevbe, 9/65.
442
Ahzap, 33/57; Tevbe, 9/61.
443
Fussilet, 41/ 52.
444
Neml, 27/ 67; Sebe, 34/ 3.
445
Âli İmran, 3/ 97; Maide, 5/ 12.
446
Fetih, 48/18; Ebu Davud, es-Sünnet, 11.
447
Nisa, 4/ 136; Nisa, 4/150; Maide, 5/ 81; Tevbe, 9/ 44; Nahl, 16/ 105.
438
77
münafık olduğuna hükmedilmekle kalmamış bunların kâfirlikleri de tescil edilmiştir. Zira
çeşitli sebeplerle dinden çıkanlar açıkça tekfir edildiği gibi, inkârlarını fiilî düşmanlığa
vardıran bazı münafıklar da tekfir edilmektedir.448
Hz. Peygamber (s.a.v)’in de İslam’ın geleceği ve toplumun refahı için bu cihette
uygulamalarının olduğu vakidir. Bilhassa devletin güçlenmesinden sonra azılı
münafıklarla ilgili tutumunun sertleştiği görülmektedir. Münafıklarla ilgili nihâî hüküm
oldukça önemlidir; Allah Teala söz konusu eylemlerinden vazgeçmeyecek olurlarsa bu
tiplerin başına Peygamberini musallat ederek kendilerini Medîne'den süreceğini, olmazsa,
lanetlenmiş olarak bulundukları yerde teker teker öldürüleceklerini bildirmiştir.449
Netice itibariyle; konun geneline bakıldığında, bir müslümanın veya müslüman
görünen bir kimsenin dinden çıktığını ilan etmenin çok mühim bir mesele olduğu
anlaşılmaktadır. Ehl-i Sünnet kelamcıları ile mezhep imamları ve onları takip eden ilk
fukahanın çoğunluğu tekfir hususunda temkinli ve insaflı davranmaya gayret etmişler,
tekfirden kaçınmaya daha çok özen göstermişlerdir.
İmam Tahâvî de akîdesinde bu konuya verdiği önemin bir neticesi olarak, konuyu
müstakil başlıklar altında değerlendirmiştir. Tahâvî’nin, tekfir meselesini öncelikle büyük
günah meselesiyle birlikte mütalaa ettiği görülmektedir ki diğer âlimlerin de
değerlendirmeleri genel itibariyle bu metodla yapılmıştır. Önceki konularda olduğu gibi,
yine kendine has üslubuyla kısa ifadelerle ama boşluk bırakmaksızın konunun ana
hatlarını ifade etmiştir.
Konuyu detaylıca anlatarak, ehl-i sünnet akîdesini koruma gayreti içerisinde
bulunan âlimlerin samimi gayretleri şüphesiz ki takdir edilecek niteliktedir. Fakat
karşılıklı reddiyeler yazılırken, islam toplumunun bütünlüğünü zedeleyecek sahnelerin
yer yer ortaya çıktığını da söylememiz gerekir. Tahâvî’yi bu konuda diğerlerden ayıran
en mühim özelliklerinden birisi, ‘tekfiri anlatırken diğer bir müslüman fırkayı zikrederek’
aynı çarkın içine girmemiş olmasıdır. Zikredilen maddeler; tekfire dair genel bilgileri ve
ona karşı nasıl bir tutum içerisinde olunması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca
içerisinden, konuya yaklaşım tarzları doğru olmayan mezheplerin görüşlerini istinbat
etmek de mümkündür. Fakat Akidenin şarihlerinin veya akideye dair kitapları kaleme
müelliflerin, ‘Tahâvî misyonu’nu bir kenara bırakarak, aynı hassasiyetten uzak oldukları
açıkça görülmektedir. Yerinde yapılmayan tekfirin, islam toplumunda bırakabileceği
hasarlara dikkat çeken İmam, bunu yerine getirirken hiçbir şahsı ve zümreyi itham
448
449
Konu ile ilgili ayetler için bkz. Münafikun, 63/ 3; Al-i İmran, 3/ 86, 90; Bakara, 2/217; Nisa, 4/137.
Ahzap, 33/60-61.
78
etmemesi, izah ettiği mevzunun ruhuna uygunluk arz etmektedir. Tahâvî, ehl-i bidat
olarak nitelendirilen grupları sadece akîdesinin son cümlelerinde zikretmiş, onları kâfir
olarak değil, ‘sapkın ve değersiz’ olarak nitelendirmiştir.
Tekfir meselesinin çıkışındaki ilk amil, şüphesiz ki mürtekibü’l-kebire durumuna
dair beyan edilen farklı fikirler olmuştur. Müelliflerin eserlerinde tekfir konusunun
genellikle bu dar çerçevede inceledikleri görülmektedir. Ancak tekfir meselesinin sadece
büyük günah işleyen şahısların akıbetinden müteşekkil bir sorun olmadığı bellidir.
İmam Tahâvî’nin ‘müslüman cemaate muhalefet etmeyiz’ ibaresi, büyük bir
boşluğu doldurması hasebiyle çok önemlidir. Çünkü tekfir edilen yalnızca şahıslar
değildir. Kaldı ki tekfire maruz kalan şahısların, cemaatlerin, sınıfların veya mezheplerin
bu muameleye tabi tutulmalarının sebebi işledikleri kebâir de olmayabilir. Nassların
farklı te’villerinin yanında, belki de en önemlisi mezhep taasubu, önde gelen amiller
olarak kabul edilmelidir. Tarihte var olduğu gibi, günümüzde de ‘taasup’ nedeniyle,
müslüman cemaatlerin birbirlerini küfürle itham etmeleri yaşayan bir gerçekliktir.
Dolayısıyla, islam toplumunun birlik ve beraberliğinin temini için, Tahâvî’nin,
‘müslüman’ kimliğine sahip şahıs veya gruplara yaklaşımına dair yaptığı kılavuzluk
vazifesi, kanaatimizce son derece takdir edilmesi gereken bir husustur.
79
SONUÇ
Ehl-i Sünnet akîdesinin ilk savunucularından olan Ebu Cafer et-Tahâvî, İslam
düşünce tarihinin en önemli simalarındandır. İmam A’zam’ın yürüdüğü yolda, yüklendiği
ve yaşarken layıkıyla yerine getirmiş olduğu bu misyonu, gelecek nesillere bıraktığı
eserler sayesinde, günümüze kadar bu fonksiyonunu icra etmiştir. İslami ilimlerin diğer
dallarıyla birlikte akaid alanında da özgün eserler veren İmam Tahâvî’nin bu başarısını,
müctehidlerin, âlimlerin takdirle karşılaması ve tescil etmeleri, bunun bir işareti olarak
kabul görmelidir. Şüphesiz ki Tahâvî’nin bu mertebeye ulaşmasında, ilmî hareketliliğin
üst seviyede yaşandığı bir bölgede bulunması, hayatlarını ilimle şekillendirmiş bir aileye
mensup olması, diğer ilim adamlarıyla beraber, bilhassa kütüb-ü sitte imamlarıyla
muasırlığının, çok büyük payının olduğunun altını çizmek gerekir.
Malum olunduğu üzere ilk devirdeki selef âlimleri, akaid sahasında teslimiyeti
kendilerine prensip edinmişler, Kur’an’ı-Kerim’de ve sahih sünnette mevcut olan
müteşabih naslara, Allah ve Resûlünün muradı üzerine iman edip onların keyfiyet ve
nasıllığını araştırmamayı amaçlamışlardır. Bunların meydana getirdikleri eserler ise
küçük ebatlı akîde risaleleri halinde olmuştur.
El-Akîdetü’t-Tahâviyye diğer adıyla Beyanu’s-Sünne ve’l-Cemaa, içeriği ve
anlatım tarzıyla henüz kelâm üslubuna bürünmemiş, Ehl-i sünnet selef akîdesini
özetlemektedir. Ebu Cafer et-Tahâvî de eserinde, Ehl-i sünnetçe inanılması zaruri görülen
esasları oldukça veciz ifadelerle tartışmaya yer vermeksizin ortaya koymaktadır. O’nu bu
eserinde, diğer âlimlerden ayıran en belirgin özellik, ehl-i bid’at olarak nitelendirilen
fırkaları hedef almamış ve isimlerini zikretmemiş olmasıdır. Yalnızca risalenin sonunda,
bu mezheplerin görüşlerinden korunmak için Allah’a niyazda bulunmuştur.
Çalışmamızın içeriğine ilişkin özetle şunları ifade edebiliriz:
İlk başlık olarak incelenen nübüvvet bahsinde, nübüvvetin hicrî dördüncü asırdan
sonra, dış amillerin etkisiyle tartışıldığı, peygamberlik müessesenin ispatına çalışıldığı
görülmektedir. Tahâvî’nin nübüvvete dair delaletini ise Hz. Peygamber (s.a.v)’in
peygamberliği oluşturur. Özenle seçtiği sıfatlarla O (s.a.v)’nun vasıflarını zikreder ve
geçmiş peygamberlerle birlikte son peygambere iman etmenin zorunluluğunu kesin
ifadelerle vurgular.
Kelamî bir konu olarak Ru’yetullah (Allah’ın ahirette görülüp görülemeyeceği)
meselesi, uzun yıllar tartışıla gelmiştir. İmam’ın da ifade ettiği gibi mü’minler ahirette
Allah’ı keyfiyeti bilinmeksizin göreceklerdir. O, detaylı açıklamalarla ‘keyfiyetsizliği’
80
anlatmaktan çekinerek ve selefî metodun gereği olarak –Risalesinde de beyan ettiği
üzere- ru’yetin nasıllığını Allah’a havale etmiştir. Buradan çıkarılabilecek en temel
prensip ise; İslam’ın ayağının, ancak teslimiyet ve kabulle karşılama tavrı üzerine kurulu
olduğudur.
Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı (Halku’l-Ku’ran) meselesi, Yüce Allah’ın kelam
sıfatıyla zuhur eden, hicrî ikinci asrın sonlarına gelindiğinde kelam sahasını aşmış ve
devlet ideolojisi haline gelmiş bir sorundur. Üzerinde tartışmaların yoğun yaşandığı ve
ümmetin içinde tefrika rüzgârları estiren bu hassas meselede, Tahâvî’nin aynı hararetle
konuya dâhil olmaması takdire şayandır. Kendisi, Kur’an’ın mahlûk olmadığını,
Kur’an’ın bir beşer sözü hiç olmadığını vurgulamış, neticede ise; Allah’ın dini hakkında
ileri-geri konuşmamayı, Kur’an hakkında da müslümanlarla mücadele etmeyeceğini
sağduyulu bir yaklaşımla açıklığa kavuşturmuştur.
İman-Amel münasebetinin farklı yorumlarından hareketle tartışılmaya başlanan
diğer bir mevzu da Büyük Günah işleyen kimsenin (Mürtekibü’l-Kebîre) akıbeti
olmuştur. Bu mesele ise; ameli imanla bir değerlendirip, kebîre sahibini cehennemde
gören fırkalarla, amelin imandan bir cüz olmadığını, dolayısıyla mürtekibü’l-kebîre’nin
imanını yitirip, ebedî olarak azap görmeyeceğini ifade eden Ehl-i sünnet arasında cereyan
etmiştir. Tahâvî’nin, İslam düşünce tarihinde çok büyük tartışmalara yol açan ve günümüzde bunun neden olduğu tefrikalar göz önüne alındığında- süregelen
müretekibü’l-kebîre meselesini anlaşılır bir şekilde izaha kavuşturduğu görülmektedir.
İmam’ın bilhassa bu konuyu, hem naklî hem de aklî delillerle sunduğunu söylemek
mümkündür. Risalede, kebîrenin durumuna dair ibarelere; diğer fırkaların yanlış
te’villerini açığa çıkarma gayesiyle yaklaşanların da, kısa ve öz olarak malumat sahibi
olmak isteyen kimselerin de istediklerini bulabileceğini ifade etmemiz gerekir.
Son başlıkta değerlendiğimiz tekfir meselesi, büyük günah işleyen kimsenin
durumundan mütevellit, Hicri І. Asırda siyasi sebeplerle ortaya çıkan ve ilk ihtilaflardan
itibaren günümüze kadar süregelen, Müslüman toplumların en mühim sorunlarından
birisidir. Çeşitli grupların veya kişilerin, yersiz sebeplerle, müslüman olduğu bilinen
şahıs veyahut sınıfları küfürle itham etmeleri, islam toplumunun birlik ve bütünlüğü
açısından, son derece müessif bir hadisedir. İmam Tahâvî’nin tekfir konusuna geniş bir
pencereden baktığını ve sakin tavrını yine sergilediğini müşahede etmekteyiz. Öyle ki;
kendisinin ‘müslüman cemaate muhalefet edilemeyeceğini’ söyleyerek, ümmetin
birliğine gayret sarf ettiği açıktır. Bununla birlikte O’nun tekfir meselesine, yalnızca
81
kebîre meselesi çerçevesinde bakmadığını da anlamamız mümkündür. Tekfir, nassların
yanlış ve taraflı te’villerinin yanında, tekfire yeterli sebep yokken, sadece taassupçuluğun
neticesinde de zuhur edebilmektedir. Bu sebeple, birçok ilim sahibinde göremediğimiz bu
perspektifi, Tahâvî de görmekteyiz.
Akîde’nin geneli için söylemek gerekirse; Tahâvî’nin ayetlere ve hadislere sıkı
sıkıya bağlılığı, kendi cümlelerini kurarken bile nasslardan titizlikle istinbat ettiği kelime
ve ibareleri kullanması; yalın, sade bir üslubu tercih etmesi, az kelime ile birçok konuya
işaret etmesi, karşıt görüşlerle münakaşaya girmemesi, keyfiyetini anlayamadığı
hususlarda teslimiyetini hemen itiraf etmesi, reaksiyoner bir tavır içerisinde olmaması,
risalenin ‘özgün’ lüğüne işaret eden başlıca unsurlardır.
82
BİBLİYOĞRAFYA
ABDÜ’L-MECİD Mahmûd, Ebû Ca’fer et-Tahâvî ve eseruhu fi'l-hadis, el-Mektebetü'lArabiyye, Kahire, 1975.
ALGÜL, Hüseyin, İslam Tarihi, Gonca yay., İstanbul, 1987.
ALİ EL-KÂRİ, Şerhu’l-Fıkhu’l-Ekber, çev. Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı yay., İstanbul,
1981.
ALTINTAŞ, Ramazan, “Mu’tezile’de Akıl Anlayışı”, Kelam İlmi’nin Yeniden İnşasında
Geleneğin Yeri Sempozyumu, Elazığ, 2004.
ASLAN, İbrahim, Sözün Mahiyeti ve Bu Bağlamda Bir Söz Olarak Kelamullah, Kelam
Araştırmaları Dergisi, 2005
AYTEKİN, Arif, Ebû Cafer et-Tahâvî’nin Akîdesi ve Selef Akîdesindeki Yeri, Fatih
Ofset, İstanbul, 1996.
BAĞDADÎ, Ebu Mansur Abdulkadir b. Tahir et-Temimi, Mezhepler Arasındaki Farklar
(El-Fark Beyne’l-Firak Tercümesi) çev. Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul, 1979.
BEBEK, Adil, “Günah”, DİA, İstanbul, 1996.
BEŞER, Faruk, Ebû Hanife’nin Kur’an Anlayışı, Usül Dergisi, Sakarya, 2004.
BROCKELMANN C., İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi 1, çev. Neşet Çağatay,
AÜİF. yay., Ankara, 1964.
CANAN, İbrahim, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ yay., Ankara, 2004.
CESSAS, Ebu Bekir Ahmed b. Ali Er-Razi, Muhtasaru İhtilafi’l-Ulema, thk. Abdullah
Nezir Ahmed, Daru’l Beşeri’l İslamiyye, Beyrut, 1995.
CEVDET PAŞA, Ahmed, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, Üç Dal Neşriyat, İstanbul,
1970.
DÜNYA, Süleyman, İmam Gazali ve İman-Küfür Sınırı, Risale Yayınları, çev. A. T.
Aslan, İstanbul, 1992.
EBU ZEHRA, Muhammed, Mezhepler Tarihi, çev. Hasan Karayaka, Kerim Aytekin,
Hisar yay., İstanbul, 1983.
EBU ZEHRA, Muhammed. İbn Hazm, çev. Osman Keskioğlu, Ercan Gündüz, Buruç
yay., İstanbul, 1996.
EDNEVÎ, Ahmed b. Muhammed, Tabakatü'l-Müfessirin, thk. Süleyman b. Salah Hızzi,
Mektebetü'l Ulum Ve'l-Hikem, Medine, 1997.
EMİN, Ahmed, Duha'l-İslâm, Mektebetü'n-Nehdati'l-Mısriyye, Kahire, 1964.
83
EMİN, Ahmed, Zuhrü'l-İslâm, Mektebetü'n-Nehdati'l-Mısriyye, Kahire, 1966.
ERDEM, Mustafa, Hasan el-Basri ve Kelami Görüşleri, İnsan yay., İstanbul, 2003.
ER-RAZİ, Fahruddin, Muhammed b. Ömer, Tefsir-i Kebir, çev. Suat Yıldırım, Lütfullah
Cebeci, Sadık Kılıç,C.Sadık Doğru, Ankara-1988-1995.
ESERÎ, Abdullah b. Abdilhamid, el-Vecîz fî Akîdeti's-Selefi's-Sâlih, çev. Ahmet
İyibildiren, Guraba yay., İstanbul, 2008.
FIĞLALI, Ruhi Ethem, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, DİFV. yay, İzmir, 2004.
GAZALİ, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed, İktisat fil-itikat, (İtikatta
Orta Yol) çev. Kemal Işık, AÜİF yay., Ankara,1972.
GAZALİ, İhyau Ulumi’d-Din, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975.
GÖLCÜK Şerafettin, TOPRAK Süleyman, Kelam Tarih Ekoller Problemler, 5.bs.,
Tekin Kitabevi, Konya, 2005.
GÜNEŞ, Kamil, Mu’tezile’den Ayrıldıktan Sonraki El-İbane’li Döneminde Eş’arî’nin
Nassları Yorumlama Biçimine Dair Bir Değerlendirme, SÜİFD, Konya, 1997.
HALÎLÎ, Ebu Ya’la el-Halil b. Abdullah b. Ahmed, Kitabu’l-İrşad fi Marifeti Ulemai’lHadis, Mektebetü’r Rüşd, Riyad, 1989.
HAVVA, Said, Hadislerle İslam Akaidi el-Esas Fi’s-Sünne, çev. M. Ahmet Varol, Orhan
Aktepe Ahmet Özdemir, Yusuf Şensoy, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1989.
HEKİMOĞLU, İsmail, Haritalar, Şemalar ve Tarihi Yorumlarla 1421 Senelik İslam
Tarihi, Feza Gazetecilik, İstanbul, 2001
HİTTİ, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, Boğaziçi yay.,
İstanbul, 1989.
HUMEYYİS, Muhammed, Tahâvî Şerhi ve Gençler için Akaid Dersleri, çev. M. Emin,
Akın, Guraba yay., İstanbul, 2008.
IŞIK, Kemal, Mu’Tezile’nin Doğuşu ve Kelamî Görüşleri, Ankara Üniversitesi
Basımevi, 1967.
İBN EBİ’L-İZZ, el-Hanefî, el-Akîdetü’t-Tahâvîyye ve Şerhi, çev. M. Beşir, Eryarsoy,
Guraba yay., İstanbul, 2008.
İBN EBİ’L-İZZ, Sadruddin Ali b. Ali b. Muhammed El-Hanefi, Şerhu’t-Tahâvîyye fi
Akîdetu’s-Selefiyye, thk. Ahmed Muhammed Tahir, Vakfu lillah, Riyad, 1991.
İBN HACER, Şihabuddîn Ebu’l-Fazl, Lisanü’l-mizan, II, Beyrut, 1971, 274.
84
İBN HALLİKAN, Ebu Abbas Şemsuddin Ahmed b. Muhammed b. Ebu Bekir,
Vefeyatu’l-Ayan ve Enbau Ebnai’z-Zaman, thk. Muhammed Abdulhamid, Mektebetü’l
Mısrıyye, Kahire, 1948.
İBN KESÎR, Ebu’l Fedai Hafız Ed-Dımeşki, El-Bidaye ve’n-Nihaye, thk. Ali Necip
Atvi, Daru’l Kütübi’l İlmiye, Beyrut 1987.
İBN KUTLUBOĞA, Ebu’l Adl Zeynuddin Kasım b. Kutluboğa, Tacu’t-Teracim, thk.
Muhammed Hayr Ramazan Yusuf, Daru’l Kalem, Şam, 1992.
İBN MÜNZİR, İmam Muhammed b. Mükerrem, Muhtasaru Tarihi Dımeşk li İbn Asakir,
thk. Abdulhamid Merlev, Daru’l Fikr, Dımeşk, 1984.
İBN NEDİM, El-Fihrist, Müesset-u İntişarat-i Emir-i Kebir, Tahran,1945.
İBN YUNUS, Ebu Said Abdurrahman b. Ahmed b. Yunus b. Abdila’la Sadefi, Tarihu
İbn Yunus es-Sadefi: Kısmu’l Evvel: Tarihu Mısrıyyin, Daru’l Kütübi’l İlmiye, Beyrut
2000.
KAFÂFÎ, Muhammmed, El-Kalhatî’ye Göre Hariciliğin Doğuşu, çev. E. Ruhi, Fığlalı,
AÜİFD, Ankara, 1970.
KAPLAN, İbrahim, Hrıstiyan Teolojisiyle Etkileşimi Açısından Erken Dönem Kelâmı,
Kelam Araştırmaları Dergisi, 2008.
KARAPINAR, Mahmud, Abbasiler Dönemi Türklerin Siyasi Faaliyetleri; Türkler, Yeni
Türkiye yay., Ankara, 2002.
KAZICI, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, MÜİF yay., İstanbul, 2003.
KEVSERÎ, Muhammed Zahid, El-Havi fi Sireti’l-İmam Ebi Cafer Tahâvî, Said
Company Edeb-u Menzil, Karaçi/Pakistan ts.
KILAVUZ, Ahmet Saim, İman-Küfür Sınırı, Marifet yay., İstanbul, 1977.
KOÇYİĞİT, Talat, Kur’ân ve Hadiste Ru’yet Meselesi, AÜİF. yay., Ankara 1974.
KOMİSYON, Dini Kavramlar Sözlüğü, ed. İsmail Karagöz, DİB.yay., Ankara, 2007.
KOMİSYON, İlmihal (İman ve İbadetler), TDV. yay., Ankara, 2004.
KOMİSYON, İslam’a Giriş Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, DİB.yay., İstanbul, 2007.
KOMİSYON, Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, DİB. yay., Ankara, 2007.
KOTKU, Mehmed Zahid, Ehl-i Sünnet Akaidi, Seha Neşriyat, İstanbul, 1983.
KUREŞÎ, Ebu Muhammed Abdulkadir b. Muhammed b. Muhammed b. Nasrullah b.
Sâlim b. Ebi’l Vefa El-Hanefi, Cevahiru’l-Müdiyye fi Tabakatu’l-Hanefiyye, thk.
Abdulfettah Muhammed, İsa’l Babu’l Halebî ve Şurekahu, y.y., 1978.
KUTLU, Sönmez, İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, Kitabiyat yay., Ankara, 2000.
85
KUTLU, Sönmez, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, TDV yay.,
Ankara, 2002.
LEKNEVÎ, Muhammed Abdulhay el-Hindi, Fevaidu’l-Behiyye fi Teracimi’l-Hanefiyye,
Tashih: Muhammed Bedreddin Ebu’l Feras en-Na’sani, Daru’l Marife, Beyrut ts.
MACİT, Nadim, Kuran ve Hadise Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Damla Matbaacılık,
Konya, 1992.
MANTRAN, Robert, İslam’ın Yayılış Tarihi, trc. İsmet Kayaoğlu, AÜİF yay., Ankara,
1981.
MATURÎDÎ, Ebû Mansur, Kitabu’t-Tevhid, trc. Bekir Topaloğlu, TDV. yay., Ankara,
2005.
MERÇİL, Erdoğan, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara
1993.
MİROĞLU, İsmet, İslam Tarihi Ansiklopedisi, İhlas Matbaacılık, İstanbul, 1994.
NESEFÎ, Ömer,
Nesefî Akaidi Tercümesi, çev. Arap-zade, Abdülvehhap, Anadolu
matbaa, İzmir, 1999.
NEZİR, Ahmed, Abdullah, Ebu Cafer Et-Tahâvî, Daru’l Kalem, Dımeşk, 1991.
ÖZ, Mustafa, Ebu’l Hasan el-Eş’arî ve Eş’arî Mezhebinin Prensipleri, DİBD, Ankara,
1974.
ÖZCAN, Ruhi, El-Havi fi Şuruti’t-Tahâvî, Camiat-u Bağdat, 1972, (Yüksek Lisans
Tezi).
PEZDEVÎ, İmam Ebû Yusr Muhammed, Ehl-i Sünnet Akadi, trc. Şerafettin Gölcük,
Kayıhan yay., İstanbul, 1988.
POLAT, Fethi Ahmet, “Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâvîyye”, SÜİFD, Konya, 2000.
SA’D BEŞİR, Es’ad Şeref, İmam Ebu Cafer Tahâvî ve Menhecuhu fi’l Fıkhı’l-İslami,
nşr. Dr. Ömer Süleyman Eşkar, Daru’n Nefais, Amman/Ürdün 1998.
SABUNÎ, Nureddin, Maturudiyye Akaidi, trc. Bekir Topaloğlu, DİB.yay., Ankara, 1995.
SAMİ, Şemseddin,”Günah”,Kamus-ı Türki, Çağrı yay., İstanbul, 1989.
SEHÂVÎ, Ebu Hasan Nureddin Ali b. Ahmed b. Ömer b. Halef El-Hanefi, Tuhfetu’lAhbab ve Bugyetu’t-Tullab, Mektebetu’l Külliyyeti’l Ezheriyye, Kahire 1986.
SEM’ANÎ, Ebû Sa'd Abdülkerim b. Muhammed b. Mansur el-Mervezi, El-Ensab, thk.
Abdullah Amr Barudi, Darü'l-Cinan, Beyrut, 1988.
SUYUTÎ, Cemaleddin Abdurrahman, Hüsnü’l-Muhadara, thk. Muhammed Ebu’l Fazl
İbrahim, Daru’l İhyai’l Kütübi’l Arabiyye, y.y., 1967.
86
SUYUTÎ, Ebu’l Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekr, Lübbü’l-Lübab fi Tahriri’lEnsab, thk. Muhammed Ahmed Abdülaziz ve Eşref Ahmed Abdülaziz, Daru’l Kütübi’l
İlmiyye, Beyrut 1991.
SUYUTÎ, Ebu’l Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebu Bekr, Tabakatu’l- Huffaz, Daru’l
Buhusi’l İlmiye, Beyrut 1983.
TAHÂVÎ, Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Seleme b. Abdulmelik, Ahkamu’lKur’ani’l Kerim, thk. Saaddin Enval, TDV. yay. İSAM, İstanbul 1995.
TAHÂVÎ, Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Seleme b. Abdulmelik, Muhtasaru’tTahâvî, thk. Ebu’l Vefa Efgani, Mektebet-u İbn Teymiyye, Mısır, ts.,
TAHÂVÎ, Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Seleme b. Abdulmelik, Şerhu Müşkili’lAsar, thk. Şuayb El-Arnaut, Müessesetü’r Risale, Beyrut, 1994.
TAHÂVÎ, Ebu Cafer, İslam Akaid Metinleri (Akaid Risalesi), çev: Ali Pekcan, Rağbet
yay., İstanbul, 2009.
TEMİMÎ, İbn Abdulkadir Ez-Zari, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, El-i’dad
ve’l Tenfiz y.y., 1983.
TERCÜMAN, Abdullah, Hrıstiyanlığa Reddiye, Bedir yay., İstanbul, 1965.
TOPALOĞLU, Bekir, Kelam İlmi, Damla yay., İstanbul, 1996.
TUNÇ, Cihat, “Kelam İlminde Büyük Günah Meselesi” AÜİFD, Ankara, 1978.
TUNÇ, Cihat, Sistematik Kelâm, Erciyes Üniversitesi yay., Kayseri 1994,
TÜRKGÜLÜ, Mustafa, Günah Kavramı ve İman Problem, Haline Getirilen Büyük
Günah/Kebîre Hakkındaki Kelamî Tartışmalar, Diyanet İlmi Dergi, 2000.
UMEYRE Abdurrahman, İmam Tahâvî, trc. Arif Aytekin, Nesil Dergisi. ts.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı DevletTeşkilatına Medhal, Türk Tarih Kurumu
yay., Ankara, 1970.
ÜÇOK, Bahriye, İslam Tarihi Emeviler-Abbasiler, MEB Basımevi, Ankara, 1979.
ÜÇOK, Bahriye, İslam’dan dönenler ve Yalancı Peygamberler, AÜİF.yay., Ankara,
1967.
WATT, W. Montgomery. İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. E. Ruhi Fığlalı, Şato
yay., İstanbul, 2001.
YARIMBAŞ, Emine, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd’i ve Türkçe
Tercümesi Üzerine Bir Değerlendirme, Kelam Araştırmaları Dergisi, 2003.
YAVUZ, Hulusi, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Tashih: Hikmet Tekin, Hikmet yay.,
İstanbul 1988.
87
YEPREM, M. Saim, Maturîdî’nin Akaid Risalesi ve Şerhi, MÜİFV. yay., İstanbul, 2000
YILDIZ, Hakkı, Dursun, “Abbasiler”, DİA, İstanbul, 1988.
ZEHEBÎ, Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyeru Alami’n-Nübela, thk. Salih Elesem,
Müessetü’r Risale, Beyrut, 1994.
88
Download