Başkan Lugo`ya “sivil darbe”!

advertisement
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
EYLÜL/EKİM 2012/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X159
☛ “Antikapitalist Müslüman Gençlik” Üzerine...
☛ Mısır: “Kontrollü Geçiş”te Vitrin Değişikliği!
☛ Kadına Şiddet Devlet Politikasıdır!
☛ Kişiye Tapma Sorunu ve Stalin...
☛ Ülkelerimiz HES Çöplüğüne Dönüştürülüyor
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yaz aylarını geride bırakıp Eylül sayısı ile yeniden
birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu
sayımızda ülke ve dünya gündemi açısından önemli
gördüğümüz gelişmelere yer verdik.
Bu sayımızın başyazısını 1 Eylül “Dünya Barış
Günü”nde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Suriye
somutunda yürüttükleri savaş çığırtkanlıklarına
ve bu güne kadar yaşanan güncel gelişmelerin
değerlendirilmesine ayırdık.
Halkların Kardeşliği bölümünde Malatya’da
bir alevi aileye yönelik linç girişimi ve devlet
yetkililerinin açıklamalarının ele alındığı “Linç
kültürü bir devlet politikasıdır” başlıklı yazıyı
okuyabilirsiniz.
Sayfalarımızın devamında; 1 Mayıs öncesi
gündeme gelen, bujuva medyanın oldukça ilgisini
çeken “Antikapitalist Müslüman Gençlik” üzerine
kapsamlı bir değerlendirme yazısı bulacaksınız.
Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızda ise Bakan
Fatma Şahin’in açıkladığı çalışan kadınlara “kreş
yardımı”nın gerçekte kadınlar açısından ne anlama
geldiği değerlendiriliyor. Kadına yönelik devlet
şiddeti ve geçen sayımızda bir okurumuzun kürtaj
ile ilgili makalesine takındığımız kısa bir tavır da
bu sayfalarımızda yer alan diğer yazılarımız.
Panorama sayfalarımızı bu kez Mısır ve Paraguay’da
yaşanan gelişmelere ayırdık.
Kavganın Doğ rusu Doğ runun Kavga sı
sayfalarımızda Troçkizm değerlendirmesinin
ardından bu sayımızda Stalin şahsında çokça
gündeme getirilen kişiye tapma sorununu ele aldık.
İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Okur sayfalarımızda Komak/ml’in yayın organı
Proletarische Rundschau’nun 40. Sayısından
Türkçeye çevrilmiş bir makaleyi bulabilirsiniz.
Okurumuz Mehmet Desde’nin AİHM’deki işkence
davası sonuçlandı. Tek hakimin verdiği skandal
karar ve itiraz hakkı olmayan bu karar ertesinde
Mehmet Desde’nin kamuoyuna yaptığı açıklamayı
yayınlıyoruz.
Son olarak Yaşama Temellerini Koruma Mücadelesi
sayfalarımızda Hidro Elektrik Santraller ve
Hasankeyf’te yapılmak istenen baraj ile ilgili iki
tane çevre yazısı okuyabilirsiniz.
Gelecek sayıda görüşmek üzere...
YDİ Çağrı
Eylül 2012 
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
“Dünya Barış Günü”nde de insanlık barışa hasret!. . . . . . . . . . . . . . 3
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Linç Kültürü Bir Devlet Politikasıdır . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
GÜNCEL
“Antikapitalist Müslüman Gençlik” Üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
YENİ KADIN DÜNYASI
Kreş yardımı mı dediniz?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
Kadına şiddet devlet politikasıdır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
“Kürtaj haktır - Yasaklanamaz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
Başkan Lugo’ya “sivil darbe”! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
Kişiye Tapma Sorunu Ve Stalin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
OKUR MEKTUBU
(Avrupa) İktisadi ve Para Birliği’ndeki İstikrar, Eşgüdüm ve Yönlendirme
hakkındaki Anlaşma sermayenin istikrarını sağlıyor, onun gelirlerini
koordine ediyor ve bizi soyup sömürüyor.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39
BASINA VE KAMUOYUNA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Ülkelerimiz HES çöplüğüne dönüştürülüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45
Dicle Özgür Aksın, Hasankeyf Yok Olmasın . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49
PANORAMA
“Kontrollü geçiş”te vitrin değişikliği!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
2
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 159 · Eylül / Ekim 2012 • ISSN 1301692X159• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12
• Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net • [email protected]
gündem
“Dünya Barış Günü”nde de
insanlık barışa hasret!
Savaşların, olanaksız olacağı döneme kadar şu ya da bu biçimde varlığını
sürdüreceği gerçeği ise, gerçekten barıştan yana olanlara, kapitalist sisteme,
bu sistemin ürettiği haksız ve gerici savaşlara karşı haklı savaşlardan yana
olma ve sömürü sistemine son verecek savaşı verme görevini yüklemektedir.
Bu bilinçle 1 Eylül 2012’de de barış için mücadeleyi kapitalist–emperyalist
sisteme karşı devrim için mücadeleye tabi kılarak devrim mücadelesini
yükseltmeye, işçileri emekçileri kurtuluşları için mücadeleyi komünistler
önderliğinde kendi ellerine almaya çağırıyoruz!
H
itler Almanya’sının 1939 yılında Polonya’ya saldırdığı ve İkinci Dünya Savaşı’nın resmen başladığı tarih olma vesilesiyle, 1 Eylül’ün, “Savaşa Karşı Gün”, “Dünya Barış Günü” olarak kabul edildiği
günden beri, değişik düzey ve biçimlerde de olsa her
1 Eylül’de savaşa karşı eylemler yapılmakta ve barış
istemleri dile getirilmektedir.
BM’nin 30 Kasım 1981’de aldığı karara göre de 21
Eylül “Dünya Barış Günü” olarak ilan edilmiş, sonraki yıllarda aradaki bu farklılık güme gitmiştir. 1
Eylül, genelde “Dünya Barış Günü” olarak kabul görmüş ve bu biçimde de ifade edilmiştir.
Savaşa karşı olmayı simgeleyen “barış günü”, gerçekte “büyük insanlığın” arzusunu, talebini de simgelemektedir! Fakat senede bir günün “barış günü” ilan
edilmesi, aynı zamanda 364 günün “barış günü” olmadığını da ifade etmektedir. Dünyamızdaki gerçeklik, 1 Eylül günü de dâhil olmak üzere hiçbir günün
barış günü olmadığını göstermektedir. Gerçekten barış isteyen kitlelerin istemleri andaki durumun değil,
varılmak istenen hedefin ifadesi olma durumundadır.
1 Eylül’de “büyük insanlık” barış taleplerini dile
getirirken, sömürücü egemenlerin temsilcileri de kitlelerin bu taleplerini kendi siyasetlerine alet etmeye
çalışmaktadırlar. Burjuvazinin temsilcileri, borazan-
ları kendilerini barış yanlıları olarak göstermektedirler. Bu konuda da burjuvazinin ve temsilcilerinin
sahtekârlığı sınırsızdır. Gerçekte onlar “barış”tan
bahsederken savaşı kışkırtmakta, planlamakta ve
sürdürmektedirler!
Savaşların kaynağının kapitalist – emperyalist
sistem olduğunu, savaşlara tüm zamanlar için son
vermek isteyenlerin bu sisteme karşı sosyalizm için
mücadele vermesi gerektiğini, bunun için de devrim
mücadelesinin verilmesi ve komünist parti önderliğinde örgütlenilmesi gerektiğini kitlelere anlatmaya
çalışan sınıf bilinçli güçler, burjuvazinin çok yönlü
saldırılarına maruz kalmakta; kapitalizme karşı olduklarından ve bu barbar sisteme karşı mücadele
ettiklerinden devrimciler, komünistler “barış karşıtı” gösterilmektedir. Zaten 1 Eylül’e gerçekten sahip
çıkanlar da çok azınlık olsa da bu kesimdir. 21 Eylül
herhalde bunun için alternatif olarak gündeme getirilmiştir.
Kitlelerin bilinci sadece egemenlerin borazanları
tarafından karartılmıyor! Kitlelerin bilinci aynı zamanda “barışı” kapitalist sistem çerçevesinde mümkün gören reformist kesimler tarafından da karartılmaktadır.
Kendilerine devrimci, komünist diyen ama barış
3
gündem
4
taleplerini dile getirirken, sorunu kapitalist sistem
içinde çözülebilir bir sorunmuş gibi gösterenler ne
Vietnam’dan, ne Irak’tan, ne Afganistan’dan, ne de
diğer bölge savaşlarından ders çıkarmışlardır. Bunlara karşı da açık ideolojik mücadele görevi de bizlerin
omuzlarındadır.
Bu mücadelede sorun, savaşların tüm zamanlar için
son bulmasının kapitalizm koşullarında mümkün
barış konusundaki tavrımız kısaca şöyledir: Biz komünistler, sürekli ve gerçek barışı istiyoruz! Ezeni,
ezileni olmayan; ırk, renk, ulus, dil, cinsiyet vb. farklılıkların toplumun, dünyanın zenginliği olarak görüldüğü; herkesin eşit, özgürce yaşadığı, tüm savaşların
son bulduğu, savaşlara sebep olan kaynakların kurutulduğu, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya bizim özlemimizdir. Varmak istediğimiz hedeftir. Ama böylesi bir
olmadığının kavranması ve kavratılması sorunudur.
Lenin’in deyimiyle: “... kitleleri, barıştan bekledikleri
iyi şeylerin bir dizi devrim olmadan olanaksız olduğu
konusunda aydınlatmak zorundayız.” (Lenin, Ulusal
ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, S. 276, İnter Yayınları)
Gerek burjuvazinin borazanlarının gerekse de reformistlerin kitlelerin bilincini karartmasına karşı,
dünya kapitalizmin, sömürü sisteminin varlığı şartlarında mümkün değildir.
Bir yandan ezen, sömüren sınıfların, emperyalist
devletlerin, kapitalist sistemin; diğer yandan da ezilen, sömürülen sınıfların, sömürge-bağımlı ülkelerin
varlığını sürdürdüğü koşullarda, savaşlar, şu ya da bu
biçimde sürekli var olacaktır.
Savaşların, haklı ve haksız savaşların tümünün son
KISACA DURUM
İçinde bulunduğumuz koşullarda savaşların ve savaşların kurbanlarının sayısı sürekli bir artış göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde
yürüyen savaşlarda yaşamını yitiren insan sayısı milyonlarla hesap edilmektedir. Sadece son 20-30 yıllık
savaşların kurban sayısı on milyondan fazla tahmin
edilmektedir. Yine kimi uluslararası kurumların verilerine göre 1945 –2000 yılı arası dönemde 218 savaş
yaşanmıştır. Almanya’daki “Heidelberg ÇatışmaAraştırma için Enstitüsü”nün yaptığı tespite göre,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde bir yıl
içinde en çok savaşın, çatışmanın yaşandığı yıl, 2011
yılı olmuştur. Buna göre 2011 yılında 20 savaş ve 38
“yoğun şiddette çatışma” tespit edilmiştir. Bu sonuca
ise toplam 388 çatışmanın değerlendirilmesi temelinde varılmıştır. İster uluslararası “kıstaslar” temelinde
“savaş” olarak, isterse “çatışma” olarak değerlendirilsin, yerküremizde yüzlerce savaş ve çatışma yaşanmaktadır. Bu durum 2012 yılında da sürmektedir ve
anda öne çıkan savaş Suriye’deki haksız savaştır.
SURİYE’DE SAVAŞ...
“Dünya Barış Günü”nü karşılamaya hazırlandığımız
bugünlerde, Suriye’deki çatışmalar ve savaş uluslararası gündemi olduğu gibi, Türkiye’nin gündemini de
belirlemeye devam etmektedir. Uluslararası Kızılhaç
Komitesi Temmuz ayı ortalarında Suriye’deki çatışmaları “iç savaş” basamağına çıkardı. Kuşkusuz ki bu
adlandırmanın kendisi esasında uluslararası hukuk
açısından taraflara uyması gereken kuralları hatırlatma bağlamında önem taşıyor, yoksa yaşananları değiştirme durumunda değil.
Somut olarak yaşanan çatışmalarda BM’nin verilerine göre 17.000, muhalefetin açıklamalarına göre
ise 23.000 insan yaşamını yitirmiş, on binlercesi yaralanmış ve yüz binlercesi ise evini-barkını terk etmek zorunda kalmıştır. Suriye’nin komşu ülkelerine
kaçanların sayısı 170.000 olarak verilirken, Ağustos
2012 ortalarına kadar bunların 61.450 si Türkiye’ye
gelmiştir. BM’nin verilerine göre “iç sürgün”e maruz
kalanlar 1,5 milyon civarındadır. Savaşın barbarlığının rakamlarla ortaya konması kuşkusuz ki mümkün
değil. Ama bu, yaklaşık bir resim ortaya sermektedir.
Suriye “halkını savunma adına” Esad rejimine yönelik gündeme getirilen ambargo, yaptırımlar ve
benzeri önlemler, gerçekte Suriye halkını vurmuştur.
Gaz, petrol, enerji başta olmak üzere ekmek, un, su,
genelde gıda maddeleri sıkıntısının öncelikli kurbanı her zaman ve her savaşta olduğu gibi yine halktır.
Yüksek fiyat artışları da bu etkilenmeye tüy olmaktadır! Doğrudan savaşın kurbanları olan yaralıların
tedavisi için ilaç sıkıntısı, evini barkını terk etmek
zorunda kalanların, evleri yıkılan ya da çatışmada
oturulmaz hale gelenlerin, yerleşim, barınma ya da
gıda ihtiyaçlarının karşılanması ise bir başka sorun
ve zorluk.
Barbarlık kendisini daha çok detaylarda göstermektedir. Örneğin medyaya yansıyan videolarda, resimlerde, Esad - Baas faşist rejimine karşı savaşan güçlerin de barbarlıkta Baas rejiminden geri kalmadıkları
görülmektedir. Örneğin esirleri arabaya bindirip “sizi
serbest bırakıyoruz” deyip arabayı bomba ile patlatan barbarlar güruhu da var bunların içinde. Bunlar
Suriye’ye demokrasi getirecekse, vay o demokrasinin
haline! İnsanların görmeye bile dayanamadıkları barbarlığın biçimleri arasında kafa kesme, damlardan
aşağı atma vb. biçimler de bulunmaktadır. Özellikle
Batılı emperyalist güçlerin sahtekârlığı, Esad’a karşı
savaşa sürdükleri paralı askerler somutunda da ortaya çıkmaktadır. Afganistan’a yönelik savaştan beri
“hedef” düşman olarak gösterilen El Kaide ve benzeri
örgütler, Suriye’de müttefik konumundalar! Suriye’de
yürüyen savaş alanı; Esad’a ve Baas rejimine karşı savaşların her renkten oluşu, emperyalistlerin çıkarları
söz konusu olduğunda “şeytan”la bile işbirliği yapacakların arenasıdır.
Her iki tarafında da karşıdevrimci, emperyalist,
gündem
bulması, savaşın kaynağı, üreticisi ve yol arkadaşı
olan kapitalist sistemin yerle bir edilip tüm dünyada
burjuvazinin iktidarına son verilmesiyle, sosyalistkomünist bir dünyanın kurulmasıyla mümkündür.
Lenin’in dediği gibi: “Burjuvaziyi sadece bir tek ülkede değil, ancak tüm dünyada alaşağı edip, tamamen
yendikten sonra, savaşlar olanaksız olacaktır.” (age.,
S. 465)
Savaşların, olanaksız olacağı döneme kadar şu ya
da bu biçimde varlığını sürdüreceği gerçeği ise, gerçekten barıştan yana olanlara, kapitalist sisteme, bu
sistemin ürettiği haksız ve gerici savaşlara karşı haklı
savaşlardan yana olma ve sömürü sistemine son verecek savaşı verme görevini yüklemektedir. Bu bilinçle
1 Eylül 2012’de de barış için mücadeleyi kapitalist–
emperyalist sisteme karşı devrim için mücadeleye
tabi kılarak devrim mücadelesini yükseltmeye, işçileri emekçileri kurtuluşları için mücadeleyi komünistler önderliğinde kendi ellerine almaya çağırıyoruz!
5
gündem
gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer aldığı bu savaşın,
ezilen sınıf ve tabakalar, halklar açısından savunulacak hiçbir yanı yoktur. Faşist Baas rejimine karşı
“Suriye halkının çıkarlarını savunma” adına emperyalist barbarlık kendisini taşeron güçlerin barbarlığı
biçiminde gösterirken, faşist Baas rejimi de kendisini koruma, “teröristlere karşı olma” adına barbarlığı
meşru göstermeye çalışmaktadır. Kısacası, savaşın
hangi tarafına bakarsanız bakın, barbarlıktan başka
bir şey görünmüyor!
fından düşürüldüğü iddia edilen” (Hürriyet, 12 Temmuz 2012) uçak biçiminde formüle edildi. Daha sonra
da “hiç bir uyarı yapılmadan düşürülen” (Hürriyet,
14 Temmuz 2012) uçak söz konusu edildi. Uçağın
nasıl düşürüldüğü internette gülünç geyiklere konu
olmuştur. En ilginçlerinden biri de Savunma Bakanı
Yılmaz’ın verdiği cevaptır: Yılmaz, ”Çıkan parçalarda
füze ya da başka bir ize rastlandı mı?”sorusunu şöyle
yanıtladı: ”Şu ana kadar rastlanmadı, incelemeler devam ediyor. İlave parçaları da çıkaracağız. Bazılarını
Kürt örgütleri genelde Suriye Ulusal Konseyi’ne (SUK) ve
dış müdahaleye ve Esad rejimine karşı mücadelede silahlı
çatışmaya karşı olduklarından, Batı Kürdistan’da “halk
örgütlenmeleri” oluşturmalarına bağlı olarak da şimdiye
kadar savaşın neredeyse uğramadığı bölge Batı Kürdistan
olmuştur. Yer yer “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) güçleriyle
çatışmalar çıkmış, ama ÖSO bu bölgede yer edinememiştir.
... VE ÖNE ÇIKAN KİMİ GELİŞMELER
Dergimizin 158. sayısında gelişmeleri ortaya koyduğumuzdan dolayı kendimizi son iki aylık gelişmelerde öne çıkan kimi sorunlara değinmekle sınırlıyoruz.
6
a) Türk savaş uçağının düşürülmesi
22 Haziran’da Türk savaş uçağının düşmesi gündemi epeyce işgal eden konulardan biriydi. Medyaya
yansıyan haberlere göre uçağı Suriye düşürmüştü. Fakat bugüne kadar netlik kazanmayan, çelişkili nokta,
uçağın Suriye hava sahası içinde vurulup vurulmadığı ve ister Suriye hava sahası içinde olsun isterse
de uluslararası hava sahası içinde olsun ne ile yani
hangi silahla düşürüldüğüne ilişkin tartışma oldu.
Türk genelkurmayı birçok kez açıklama yapsa da bu
noktadaki “bilinmezlik” durumu varlığını sürdürüyor. Öyle ki Türk genelkurmayı kendi kendisiyle bile
çelişkili açıklama yapma durumunda kaldı. Başta
“Suriye’nin düşürdüğü” uçak söz konusu iken, ardından “Suriye resmi makamlarınca kendileri tara-
çıkardık. Ama inşallah o da çıktığında bilin ki bu
millete en doğru, en güvenilir bilgi verilecektir.
Yine yapılan incelemeler sonunda Genelkurmay Başkanlığımız gereken açıklamayı yapacaktır.” Ama bir
türlü “güvenilir bilgi” verilmemiştir. Sorun gelinen
noktada hasıraltı edilmiştir. Biz de geyik yapalım; bir
ihtimal daha var, o da bahsi geçen uçağın kendi kendine düşmüş olabileceği ihtimali!
Sonuçta bir Türk savaş uçağı düşmüş, iki pilotu ölmüş ve uçağın esas ağır parçaları 1260 metre olduğu
söylenen denizin derinliğine gömülmüştür. Şimdiye
kadar çıkarılan parçaların hangi bilgileri sağladığı
belli değil. Türk medyasının yoğun savaş kışkırtıcılığına paralel olarak var olduğu söylenen radar bilgileri ise kamuoyundan saklanmıştır. ABD, İngiltere ve
Rusya’nın radar bilgilerinin de Türk devletine verildiği haberleri de medyaya yansırken, doğrudan radar
bilgileri yerine “Türk tezinin doğruluğu” yönündeki
haberler medyada pompalandı!
Uçağın nasıl düştüğü, hangi silahla düşürüldüğü
yönlü tartışmalar, esasında Türk devletinin savaş kış-
b) Batı Kürdistan’da gelişmeler...
Suriye’deki gelişmelerde TC devletini bu dönemde
en çok rahatsız eden konulardan biri de Batı Kürdistan’daki gelişmelerdi.
Suriye’de Kürt ulusal meselesi ve Kürt milletinin
ulusal baskıya maruz kaldığı olgusu yeniden keşfedilecek bir sorun değil.
21 milyon nüfuslu Suriye’de yaklaşık 1,8 milyon
Kürt nüfus mevcuttur.
Suriye etnik yapısı: % 77-83 Arap , % 7-8 Kürt , %
5-6 Türk , % 2 Ermeni, % 1 Çerkez, % 1 diğer, ayrıca
Filistin ve Iraklı mülteciler.
Dini gruplar: Sünni (% 74), Nusayri (% 12), Hıristiyan (% 10), Dürzî (% 3) ve az sayıda diğer Şii İslami
hizipler (İsmaili, Caferi), Yahudi ve Yezidi.. (veriler:
Internet Vikipedia)
Daha geçen seneye kadar yaklaşık 300.000 kadar
Kürt kimlik sahibi bile değildi, böylece her “normal” vatandaşın sahip olduğu en basit haklardan bile
yoksunlardı. Devletin vatandaşlığı kimliğini, ancak
Esad’ın Baas rejimine karşı gelişen protesto hareketine bağlı olarak yaptığı reform sonucu alabilmişlerdir.
Ulusal zulmün ürünü olarak ulusal bilincin geliştiği
ve irili ufaklı birçok Kürt örgütünün başta Batı Kürdistan olmak üzere Suriye genelinde örgütlenmeye çalıştığı da, “Amerika’nın yeniden keşif edilmesi”ni gerektirmeyecek bir olgudur. Kendi aralarında bugüne
kadar örgütsel birlik olmasa da Kürt halkı Suriye’de
en örgütlü halklardan biridir. Bu örgütlülükte, örgüt
olarak – özellikle de son yıllarda - başı çeken parti ise
Demokratik Birlik Partisi’dir (PYD). PKK’nin “Türkiyelileşme” siyasetine bağlı olarak Suriye’de de PYD
oluştu. PYD Kürt ulusal sorununa çözümü Suriye
rejiminin demokratikleşmesine bağlı ele almakta ve
PKK ile benzeri bir siyasi çizginin savunuculuğunu
yapmaktadır. Bu temelde şiddete, dış müdahaleye ve
mezhep çatışmalarına hayır diyen bir örgüttür.
Suriye’de Kürtlerin büyük bölümü hem Esad rejimine karşı, rejimin demokratikleşmesini istemektedirler, hem de Suriye Ulusal Konseyi’ne ve onun
arkasındaki emperyalist, gerici, dış güçlerin müdahalesine karşıdırlar. Sistem çerçevesinde davranan demokratik bir muhalefet olma konumundadırlar.
Temmuz ayı başlarında Barzani önderliğinde Güney Kürdistan’da, Hewler’de bir araya gelen Batı
Kürdistanlı örgütler sonuçta Kürt Ulusal Konseyi
adı altında birleştiler. Bunların, Batı Kürdistan bağlamındaki siyasetleri ayrı bir Kürt devleti kurmak
değildir. Talepleri Demokratik Suriye çerçevesinde
özerkliktir.
Kürt örgütleri genelde Suriye Ulusal Konseyi’ne
(SUK) ve dış müdahaleye ve Esad rejimine karşı mücadelede silahlı çatışmaya karşı olduklarından, Batı
Kürdistan’da “halk örgütlenmeleri” oluşturmalarına bağlı olarak da şimdiye kadar savaşın neredeyse
uğramadığı bölge Batı Kürdistan olmuştur. Yer yer
“Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) güçleriyle çatışmalar
çıkmış, ama ÖSO bu bölgede yer edinememiştir.
Kürt örgütlerinin Esad rejimine karşı silahlı mü-
gündem
kırtıcılığının üzerini örtmeye yarayan, Suriye’ye karşı savaş kışkırtmak için provokasyona başvuran güç
olduğunu gizlemek ve bunun yerine Türk devletini
saldırıya uğramış, “kurban” olarak gösterme çabasına hizmet eden bir tartışma olmuştur. Türk savaş
uçağının kısa süre de olsa Suriye hava sahasında ne
işi vardı? Eğer gerçekten Davutoğlu’nun dediği gibi
“radar sistemini test için eğitim uçuşu” söz konusu
ise, o zaman da neden bilirkişilerin tespitine göre bu
konuda uygun olan F-16 değil de yetersiz olan, ekosunun güçlü olduğu ve radara kolay yakalanabilen RF4E tipi uçak kullanıldı? Cevap verilmeyen çok soru
var bu konuda. Ama esas mesele Türk devletinin bu
konuyu kullanarak Suriye’ye karşı dıştan bir askeri
müdahalenin yolunu açmaya çalışmasıdır.
T.C. Hükümeti bunun bir yolu olarak da NATO’yu
devreye sokmaya çalıştı. NATO’nun kuruluş belgesi
olan 1949’daki Washington Antlaşması’nın 4. Maddesine göre Türkiye, NATO’yu bu konuda görüş alışverişinde bulunmak, tartışmak için toplantıya çağırdı.
Buna bağlı olarak NATO 26 Haziran’da, Brüksel’de
toplandı! Toplantıda “Suriye’nin davranışını sert şekilde kınıyoruz ve kabul edilemez buluyoruz” açıklaması yapılarak Türkiye’ye destek, Suriye’ye gözdağı
verildi. NATO’nun üye devleti “korumak” için savaşı
içeren 5. Madde ise gündeme gelmedi.
Türk devletinin yetkilileri Suriye’ye karşı “Büyüklüğümüzü test etmeye kalkışmasınlar!” “Cezasız kalmaz!” vb. biçimde diklenirken, uçağın kendileri tarafından düşürüldüğünü, fakat düşürüldükten sonra
Türk uçağı olduğunu fark ettikleri, çünkü bu uçağın
İsrail uçaklarına benzediğini açıklayan – bu arada Yahudi düşmanlığı yapan - Suriyeli yetkililer ise, “bize
herhangi bir saldırıda uçaklarınızı böyle düşürürüz”!
biçiminde mesaj veriyordu. “İt dalaşı” bu sefer böyle yürüdü! Türk ordusunun “angajman kuralları”nın
değiştirildiği kamuoyuna açıklandı. Buna bağlı olarak da Suriye sınırına askeri sevkiyat yoğunlaştırıldı.
7
gündem
8
cadeleyi reddetmesi, ÖSO’ya ve dış müdahaleye karşı
olma tavrı, Esad rejiminin Kürtlere karşı özel bir savaş yürütmesini gerekli kılmamış, tersine mücadeleyi
ÖSO vb. güçlere karşı yoğunlaştırmasını mümkün
kılmıştır. Bu temelde soruna bakıldığında Kürtlerin
büyük çoğunluğu ile Esad rejiminin çatışmasının
özel bir nedeni de yoktur. Zaten çatışmadılar da! Elbette savaşın Batı Kürdistan dışında tutulmasında,
Esad /Baascıların cephe genişlemesi kaygısı da önemli rol oynamıştır.
Kürtlerin bu konumunun farkında olan Esad karşıtı güçler SUK üzerinden Kürtleri de kendi cephelerine
katmaya çalıştılar. Örneğin SUK başkanlığına Kürt
kökenli Abdülbasid Seyda’yı atadılar! Ya da değişik
toplantılara Kürtleri davet ettiler. Kürtlerin temsilcileri birçok toplantıya katıldı da. Her seferinde Esad
sonrası dönemde Kürt milletinin demokratik haklarının reddedildiği bir tavır takınıldığından, Kürtlerin
temsilcileri aynı cepheye katılmayı reddetmiş, birçok
kez de protestolarla toplantıları terk etmişlerdir.
Diğer kimi sorunların yanı sıra, SUK ve ÖSO Türk
devleti tarafından da desteklendiğinden ve TC’nin
Kürtlere düşman siyasetini onayladıklarından dolayı
da Kürtlerin temsilcileri bunlarla aynı cephede birleşmemiştir.
Bu genel çerçevede 16 Kürt örgütünün Barzani
aracılığı ve önderliğinde “Hewler Mutabakatı” adı
altında bir anlaşmayla birlikte hareket etme yönünde karar vermelerinin ertesinde, 19 Temmuz’dan
itibaren Batı Kürdistan’da kontrolü ele geçirmeye
başladılar. 24 Temmuz’da ise 10 kişilik “Kürt Yüksek
Konseyi”ni (KYK) oluşturdular. İç ve dış ilişkilerde
Batı Kürdistan’ı KYK temsil edecek. Ortak kararları
verecek. Oluşturulan bir nevi bölge hükümetiydi.
Bu kontrolü ele geçirmenin Baas rejimi ve ordusuyla
anlaşmalı mı gerçekleştiği, yoksa Baas rejiminin içinde bulunduğu koşullarda bir de Kürtlerle çatışmayı
göze alamamasının ve buna bağlı olarak Kürtlerin
kontrolünü kabul etmek zorunda kalmasının sonucu
mu olduğu belirleyici değildir. Kürtler “demokratik
özerklik” talebi ve siyaseti temelinde kontrolü, yönetimi devralma ve kontrolü ele geçirdikleri şehirlerde
diğer millet ve milliyetlerden halkların da eşitliğinin,
demokratik haklarının savunulması temelinde yönetimde yer aldığı bir özerkliği hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Burjuva demokrasisi temelinde ele alındığında da bu durum, yani özerklik Kürt milletinin
en temel demokratik haklarından biridir. Eksiktir
ama fazla değil! Suriye’deki bu gelişmeler, Kürtlerin
Batı Kürdistan’da kendi kendilerini yönetmek için
tarihlerinde elde ettikleri en iyi fırsattır. Bunun bağımsız bir devlete gelişip gelişmeyeceği konjonktürdeki güçler dengesiyle ilişkilidir. Emperyalistler onay
vermedikçe bu mümkün değildir.
Batı Kürdistan’daki bu gelişme, TC’nin Kürt düşmanlığının açıkça dışa yansıtılmasına da vesile oldu.
Medya “1208 kilometre PKK ile mücadelede yeni sınır” vb. başlıkları altında Batı Kürdistan’daki Kürt
örgütlerini ve yapılanmaları otomatikman PKK’li
olarak göstererek, “teröristlere karşı mücadele” çığırtkanlığı yaptı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu SUK Başkanı Abdülbasid Seyda’nın Kürt kökenli olması nedeniyle “O
bayraklar inmeli”! emrini veriyordu. Önce Seyda
daha sonra da Davutoğlu Güney Kürdistan’a gidip
Barzani’yi ziyaret etti. Barzani’ye TC’nin Batı Kürdistan’daki gelişmelerden, özellikle de PKK ile ilişkilendirilen PYD’nin rolünden rahatsız olduğu bildirildi.
Abdülbasid Seyda “Suriye’de bağımsızlık bayrağı
dışında hiçbir bayrağın çekilmemesi konusunda talimat verdik.” diyerek kendisine verilen emri yerine getirdiğini ima ederken, Davutoğlu “PKK, Türk ve Kürt
halklarının arasına nifak sokmayı hedefleyen bir terör örgütüdür. Suriye’de PKK veya uzantılarıyla işbirliği içinde olmak, bu kartı oynamak doğru olmaz.”
(Hürriyet, 2 Ağustos 2012) diyerek Barzani’ye PYD
ile ilişkisini kesmesini ve PYD başta olmak üzere Batı
Kürdistanlı Kürt örgütlerine desteğine son vermesini
salık veriyordu. Davutoğlu Barzani ile görüşmede sorunu “diplomatik” dille gündeme getirirken, Başbakan Erdoğan yine “gazaba” geldi!
Başbakan Erdoğan Davutoğlu üzerinden “diplomatik” adımları attırırken ve Barzani üzerinden Batı
Kürdistan’daki gelişmelere müdahale etmeye çabalarken, kendisi açıkça tehditler savurdu. “Bu oluşuma eyvallah diyecek halimiz yok”, “Oraya müdahale
etmek bizim hakkımız” vb. tehditlerle birlikte, “Buradaki yapılanma, oradaki Kürtlerin bir yapılanması olarak değerlendirilemez. PKK terör örgütüyle
PYD’nin bir yapılanmasıdır ki bu tabii hassas dengelerimiz arasında yer alacaktır ve şu anda da yer almaktadır.” (27 Temmuz 2012 tarihli basından)
PKK’nin PYD ile ya da Batı Kürdistanlı Kürt örgütleriyle ilişkisinin hangi düzeyde olduğundan bağımsız olarak, Erdoğan Batı Kürdistan’daki “yapılanmayı”, “oradaki Kürtlerin” yapılanması olmadığını
söylüyor! Buna da şunu ekliyor: “PKK terör örgütüyle
PYD’nin bir yapılanmasıdır”! Sonuçta Batı Kürdis-
BDP’nin hedef gösterilmesi ve BDP parti binalarına
saldırılar, “vatan hainliği” ile suçlanmalar vb. hepsi de TC’nin Kürtlere düşmanlığının göstergeleri olduğu gibi, TC’nin Suriye’ye karşı olası bir savaşta “iç
cepheyi” arkasına takmanın da, cephe gerisini sağlama almanın da çabalarıdır.
TC’nin bu saldırılarına karşı, Kürt milletinin demokratik haklarının kayıtsız şartsız savunulması,
Türk şovenizmine, ırkçılığına karşı halkların kardeşliği için mücadele edilmesi, demokrat ve devrimci olmanın önkoşullarından biridir.
gündem
tan’daki yapılanmayı, PYD dışındaki 15 örgütü de
içine katarak “teröristlerin bir yapılanması” olarak
ilan ediyor. Böylece sadece PYD değil tüm Batı Kürdistan hedefe konuyor. Bunu da “Kuzeyde (Suriye’nin
kuzeyi - BN) oluşacak bir yapılanma bizim için bir terör yapılanmasıdır.” biçiminde açık ifade etmektedir.
Erdoğan, Kürtlerin çoğunluğunun Müslüman Kardeşlerin öncülüğündeki Suriye Ulusal Konseyi’ne katılmamaları ve kendilerinin örgütlenmesini oluşturmaları karşısında da saldırganlaşmaktadır. “Şu anda
bir Suriye Ulusal Konseyi var, adeta bunun karşısında
bir Suriye Ulusal Kürt Konseyi oluşturulması yaklaşımı yanlış bir yaklaşımdır.” (Hürriyet, 27 Temmuz
2012) vb. tavırlarla Kürtlere yönelik TC’nin düşmanlık siyaseti icra edildi, ediliyor!
Batı Kürdistan’daki gelişmeler, Kürtlerin yönetimi,
denetimi devralması TC’nin “böğründe” açılan derin
bir yara! Güney Kürdistan’dan sonra Batı Kürdistan
c) Annan Planı’nın resmen gömülmesi...
Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan BM ve Arap
Ligi’nin özel temsilcisi olarak görevlendirildi. Bu görev doğal olarak söz konusu kurum ya da örgütlerce Annan’a verilmişti ve Annan da görevini yapmaya çalıştı. Fakat kendisine ateşkes, taraflar arasında
Bu genel çerçevede 16 Kürt örgütünün Barzani aracılığı ve
önderliğinde “Hewler Mutabakatı” adı altında bir anlaşmayla
birlikte hareket etme yönünde karar vermelerinin ertesinde,
19 Temmuz’dan itibaren Batı Kürdistan’da kontrolü ele
geçirmeye başladılar. 24 Temmuz’da ise 10 kişilik “Kürt
Yüksek Konseyi”ni (KYK) oluşturdular. İç ve dış ilişkilerde
Batı Kürdistan’ı KYK temsil edecek. Ortak kararları verecek.
Oluşturulan bir nevi bölge hükümetiydi.
da özerklik elde ederse, Kuzey Kürdistan’a da sıra
gelebilir! Irak ile Suriye sınırı olarak gösterilen 1208
kilometrelik coğrafya, çoğunluğu Kürtlerin yaşadığı
bölgedir. Sınırın bu tarafında da esas olarak Kürtler
yaşamaktadır. Sınırın iki tarafında yaşayanların birdenbire patlak verebilecek “birleşme” isyanı olasılığı
bile TC’nin karabasanı olma durumundadır.
TC’nin sınıra savaş gücü sevkiyatı ile Kuzey
Kürdistan’da savaşı yoğunlaştırması ve Türkiye çapında Kürtlere karşı ırkçı saldırıları da teşvik etmesi
vb. edimlerin perde arkasında, PKK’ye karşı mücadele adına Batı Kürdistan’daki yapılanmayı engelleme amacı da yatmaktadır. Antep’teki patlamanın,
uzlaşma sağlama görevini verenlerin çoğu, somutta
ABD ve AB güçleri, Arap Ligi ve Türkiye gibi Esad’a
karşı aynı cephede yer alan, Özgür Suriye Ordusu’nu
peydahlayan, mali, askeri, teknik, kısacası her yönüyle destekleyenler, Annan Planı’nın boşa çıkarılması için çalıştılar. Bunlar için Annan Planı ve BM–
Misyonu’nun esas rolü, diplomatik çabalarla Esad’ın
yola getirilemeyeceğinin dünya kamuoyuna gösterilmesiydi. Böylece de dıştan bir askeri müdahalenin
“gerekliliği” kamuoyuna kabul ettirme ve böylesi bir
müdahaleyi “meşru” kılma planlarına sahiptiler.
Esad ve “içişlere müdahaleye karşı” görünen Rusya
ve Çin gibi devletler ise Annan Planı’nın gerçekleş-
9
gündem
mesinden yana tavır takındılar.
Bir çatışmada, savaşta taraflardan biri diğerini yenemiyorsa, bu durumda “ateşkes” ve karşılıklı görüşmeler temelinde uzlaşma sağlanmasının önkoşulu,
iki tarafın da “ateşkese”, görüşmelere hazır olmasıdır.
Oysa Suriye somutunda Esad karşıtı cephe Annan’ın
çalışmalarını sürekli sekteye uğratma çabası içindeydi. Bir an önce Annan’ın “bu iş böyle olmaz, askeri
müdahale kaçınılmazdır” vb. tavır takınmasını körüklediler. Özgür Suriye Ordusu ve diğer paralı askerlerin Esad yönetimine karşı silahlı saldırılarını
durduracaklarına yoğunlaştırdılar. Böylece Annan
Planı’nın gerçekte ölü doğduğu, geriye kalan işin bunun resmen gömülmesi olduğu da giderek ön plana
çıktı.
Annan bu planı uygulayabilmek için Haziran ayı
sonlarına doğru “tarafların ortak, geçiş hükümet
dur. “Ateşkese bağlılık, mevcut hükümetten üyeler de
içerecek bir geçiş hükümeti, Suriyelilerin önderliği,
anayasanın gözden geçirilmesi ve tarafların Annan
ile birlikte çalışması.” (Hürriyet, 2 Temmuz 2012)
Daha toplantının sonuçlarının “mürekkebi” kurumadan, taraflardan, geçiş hükümetinde Esad’ın yer
alamayacağı, Cenevre toplantısındaki anlaşmanın
zaman kaybı olduğu vb. sesler yükselmeye başladı.
Annan yeniden Şam’a gidip Esad ile görüştü. Görüşmenin olumlu olduğunu açıklayan Annan, “silahlı
muhalefet”le de görüşeceğini açıkladı. Sonuç, şimdiye kadar sıfır! 20 Temmuz’da süresi bitecek olan BM
Suriye Misyonu’nun zamanının üç ay uzatılması için
Rusya’nın sunduğu karar tasarısı kabul edilmedi ve
sadece 30 günlüğüne uzatıldı. Buna göre misyonun
süresi 20 Ağustos’ta sona erdi. Süre yeniden uzatılmadı ve resmen bu misyon sona erdirildi.
Çok yönlü hesaplar üzerine kurulu olan güçler dengesinin ne
zaman ve nasıl, ya da hangi yönde değişeceğini kesin biçimde
tespit etmek anda mümkün değil. Çatışmalı kesimlerin değişik
hedefleri ve değişik imkânları söz konusu. Kimi zamanlarda
tarafların hiç hesap etmediği, ama gidişatın gelişmeler
tarafından yönlendirildiği durumlar söz konusu olmaktadır.
Suriye’deki durum da bunların hepsine açık.
10
kurma” önerisini dile getirdi ve bunun tartışılması
için Cenevre’de bir toplantı örgütledi. Söz konusu
toplantıya BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin – ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’nin -, Türkiye, Kuveyt, Irak ve Katar’ın dışişleri bakanları, BM
Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Kofi Annan, BM’nin
Suriye gözlemci heyeti başkanı Norveçli Tümgeneral
Robert Mood, AB’nin dış politika temsilcisi Catherine Ashton ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El
Arabi katıldılar.
30 Haziran’da Cenevre’de yapılan toplantıda Suriye bağlamındaki çelişkiler ortadan kalkmadı. Bu
yüzden de herkesin kendine yontacağı temelde bir
sonuç ortaya çıktı. Buna göre Annan Planı’nın uygulanabilmesi için anlaşma beş nokta üzerine kurulu-
Ağustos ayı başlarında Annan da “havlu attı”! 31
Ağustos’ta görevini bırakacağını açıklayarak işverenlerine istifasını sundu. BM Suriye Misyonu’nun uzatılmamasına da bağlı olarak gözlemciler Suriye’den
çekildi. Bundan sonraki süreçte, yeni bir karar alınmazsa, BM, Annan’ın yerine atadığı Cezayir kökenli
Lakhdar Brahimi’nin arabuluculuğu ve 20-30 kişilik
bir grupla Şam’da ilişki bürosu temelinde Suriye’deki
varlığını sürdürecek.
Uluslararası düzeydeki gelişmelerde soruna yaklaşımda cepheler varlığını ve genel yaklaşımını, farklılığını koruyor. Bir yandan Suriye’ye askeri müdahale
tehditleri (örneğin Obama’nın son açıklaması ABD
de Kasım’da yapılacak başkanlık seçimlerine yatırım
olsa da), diğer yandan ise sorunu görüşmeler temelin-
KISACA OLASILIKLAR
Çok yönlü hesaplar üzerine kurulu olan güçler dengesinin ne zaman ve nasıl, ya da hangi yönde değişeceğini kesin biçimde tespit etmek anda mümkün değil. Çatışmalı kesimlerin değişik hedefleri ve değişik
imkânları söz konusu. Kimi zamanlarda tarafların
hiç hesap etmediği, ama gidişatın gelişmeler tarafından yönlendirildiği durumlar söz konusu olmaktadır. Suriye’deki durum da bunların hepsine açık.
Esad karşıtı cephenin anda öne çıkan tavrı, silahlı muhalefeti, paralı askerleri daha da güçlendirme
ve Esad’ı iktidardan indirmeye çalışma tavrıdır. Bu
versiyonda dıştan askeri müdahale hesabı ve olanağı
da var. BM Güvenlik Konseyi’nde Esad’ı iktidardan
devirecek bir askeri müdahale bağlamında uzlaşma
andaki tavırlara bakıldığında zor görünüyor. Bu durumda gündeme BM’yi devre dışı bırakan askeri bir
müdahale hesaba katılmaktadır. Bunun için de fırsatlar kollanmakta, kimyasal ve biyolojik silahların
Esad rejimi tarafından devreye sokulmasının savaş
ilan etmenin kırmızı noktası olarak gösterilmektedir. Libya’daki savaşta kaybolduğu söylenen silahlar
arasında kimyasal ve biyolojik silahların da olduğu
bilgisi kamuoyuna yansımıştır. Paralı askerlerin bu
silahlardan kullanması durumunda, ya da dış müdahaleli savaşı başlatmanın zamanı geldiğini düşündüklerinde kendilerinin böylesi bir silahı kullanma
ve Esad rejimi yaptı diyerek müdahale etmelerinin
zemini döşenmektedir. Bu bağlamda olasılığın biri
savaşla Esad’ı alaşağı etmektir.
Savaş yerine diyalogla sorunun çözümü için çabalar ve müzakereler sonucu tarafların ateşkes ilan
etmesi ve Baas rejimi ile SUK ve diğer muhalif kesimlerin de içinde yer aldığı geçiş hükümetinin kurulması. Bu bağlamda da esas mesele bu geçiş hükümetinde
Esad’ın yerinin ne olacağıdır. Bu noktada iki türlü
çözüm de olasıdır. Yani hem Esad’ın şu ya da bu biçimde geçiş yönetiminde yer alması, hem de Esad’ın
bunda yer almaması – ki bu, uzlaşma sağlamak için
daha da olası bir seçenek - durumu mümkündür.
Dıştan askeri müdahalenin olmadığı ve içte de
tarafların birbirini yenemediği bir durumda, düşük
düzeyli savaşın uzun sürme olasılığı da var. Böylesi
bir durumda Suriye’nin, değişik güçlerin egemenliğinde olan kesimlere bölünmesi küçümsenmeyecek
bir olasılıktır. Yani özetle formüle edilirse: Esad rejimi varlığını koruyacak, fakat SUK ve diğer silahlı
muhalefet kurtarılmış bölgeler elde edecek. Bu arada
Batı Kürdistan’da Kürtler kontrolü devralmış durumda ve bu iki kesimden birinden yana olmayacak.
Böylesi bir durumda Suriye en azından üçe bölünme
durumunda kalabilir. Bu, bugün gelinen noktada
TC’nin hiç de arzulamadığı bir durumdur. Bunun
için Suriye’nin devlet bütünlüğüne bolca vurgu yapılmaktadır. Batı Kürdistan’da Kürt örgütleri yönetiminde bir bölge, Esad yanlısı kesim ve çoğunlukla da
Nusayri (Alevi) ve Hıristiyan kesimin olduğu bölge
ve Müslüman Kardeşlerin egemenliğinde Sünni kesimin olduğu bir bölge (Suudi Arabistan Krallığının
arzuladığı) biçiminde bölünme olabilir. Böylesi bir
bölünmede kuşkusuz ki esas belirleyici olan şey hangi kesimin kimlerden destek aldığı ve hangi bölgeyi
elinde tuttuğudur.
Bu olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceği, ya da
burada hesaba katmadığımız başka bir gelişmenin mi
yaşanacağını göreceğiz. Ama kesin olan Suriye’nin
artık eski Baas rejiminin Suriye’si olmayacağıdır.
Her halükârda sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin
görevi bu 1 Eylül Dünya Barış Günü`nde de anda
dünyada yürüyen savaşlara olduğu gibi Suriye’de de
yürüyen savaşa (iç savaşa), emperyalistlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin savaş kışkırtıcılığına karşı
çıkmaktır. Yine sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin
Kuzey Kürdistan-Türkiye’de yürüyen savaşta sömürgeciliğin Kürt ulusuna yönelik provokasyonlarına,
katliamlarına, gittikçe azdırılan Kürt düşmanlığına
karşı durma görevi vardır.
23 Ağustos 2012 
güncel
de çözmeye çalışma (Suriye’li temsilcilerin Rusya’da
görüşmelerde bulunmaları ve Esad’ın istifasının da
tartışılabilir olduğunu ama bunun müzakereler için
önkoşul olamayacağını açıklamaları; bu arada İran’ın
arabulucu olmaya aday görünmesi ve benzeri gelişmeler) çabaları sürmektedir.
Suriye içindeki çatışmalarda ise öne çıkan gelişmeler, çatışmaların giderek Şam ve Halep’te yoğunlaşması, patlayıcı maddelerin, uzaktan kumandalı bombaların devlet yetkililerinin buluştuğu binalara, ya
da devlet binalarının yakınlarına yerleştirilip patlatılması; kimi yüksek kademedeki devlet ve hükümet
mensuplarının öldürülmesi, kimi devlet mensuplarının da, hem sivil hem askeri kanattan kişilerin Esad
rejimine sırt çevirmeleri gibi gelişmeler öne çıkmaktadır. Esad rejimine sırt çeviren kimilerinin, örneğin
Fransız emperyalizmi aracılığıyla satın alındığı yönlü
haberler de medyaya yansıyanlardan!
11
✌
halkların kardeşliği için
Linç Kültürü Bir Devlet
Politikasıdır
G
12
eçtiğimiz günlerde arka arkaya yaşanan olaylar,
Türkiye’de aşina olduğumuz linç girişimlerini
yeniden hatırlattı. Önce Malatya Sürgü’de Alevi bir
aileye, ardından İstanbul Ayazağa’da Kürt işçilere
yönelik saldırılar, ırkçı ve faşist linç girişimlerini yeniden gündeme getirdi. Olaylar olanca yakıcılığıyla
ortada durmasına rağmen, hükümet olayları “münferit”, “abartılacak bir şey yok” gibi açıklamalar ile
geçiştirdi. Medyanın bir kısmı olayları örtbas etmeye
çabalarken, bir kısım medya ise olayın sorumlusunun
Alevi aile olduğu yönünde yayın yaptı.
Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü beldesinde Alevi ve Kürt aileye yönelik toplu saldırı gerçekleştirildi. Ramazan davulcusunun tacizleri sonrasında patlak veren olayda, yüzlerce kişi iki gün boyunca
ailenin evini taşladı, kurşunladı ve aileyi linç etmeye
kalktı.
Bu olayın bu ülkede hiçte “Münferit bir olay” ol-
madığını anlamak için yakın tarihe biraz bakmak
yeterli. Aleviler dini inançlarından dolayı bu ülkede
hep horlandılar, katliamlara maruz kaldılar, linç edildiler… Devlet Alevileri ve Sünni mezhebi dışındaki
bütün dinleri bugüne kadar hep yok saydı. Bu ülkede
genel nüfus artışına rağmen, Ermenilerin, Rumların,
Süryanilerin, Yahudilerin nüfusları hep azaldı. Tarihimizde Ermeni soykırımı, Süryani soykırımı, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül 1955 olaylarını vb. biraz olsun
hatırlarsak bu azınlıkların nüfuslarının neden hep
azaldığını görürüz. Örneğin Patrikhane kayıtlarına
göre bu ülkede yaşayan Rum sayısı 1244. Bu sayı, bu
ülkede azınlıklara karşı devletin uyguladığı politikanın sonuçlarının görülmesi açısından ibret vericidir.
Bu ülkede yıllarca okullarda çocuklarımıza, “üç
tarafımız denizle, dört tarafımız düşmanla çevrili”
denilerek, kin ve nefretle dolu bir eğitimi vermedi
mi bu devlet? Hala da vermeye devam ediyor. Yıllar-
medim. Karanlıktı. İki kişinin konuşmasını duyuyordum. Jandarma sayısı azdı. Biri, ‘buradan gidecekler.
Yoksa burası Madımak’a dönecek. Burayı yakacağız.
Bunları burada istemiyoruz’ diyordu. Başka biri de
‘peki siz ne istiyorsunuz’ diye sordu. Diğeri ‘buradan
gitmelerini istiyoruz, buradan yarım saat içinde gidecekler” dedi. Diğeri ‘akşama kadar bana müsaade
edin, göndereceğim’ dedi. Bu konuşmalardan bir süre
sonra bizim kapı çalındı. Komutan geldi, ‘Yarım saat
içinde gitmenizi istiyorlar’ dedi. Biz kabul etmedik.
Olay sabaha kadar sürdü.”
Bilindiği gibi CHP Dersim Milletvekili Hüseyin
Aygün Mecliste Cem evi açılması önergesi vermiş,
bunun üzerine Meclis Başkanı Cemil Çiçek Diyanete
danışalım demişti. Diyanette Cem evleri ibadethane
değildir diyerek cevap vermişti. Bunun üzerine Hüseyin Aygün’ün önergesi reddedilmişti. Daha sonra
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkındaki kapatma davasını reddeden
yerel mahkemenin kararını bozarak, Cemevlerinin
“cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane olarak
kabul edilmesinin mümkün olmadığı” kararını verdi.
Gerekçeli kararda Cemevi kurma derneğinin inkılap
kanunlarına aykırı olduğunu belirtilmiş. Peki, Sürgü
de, “bu dava İslam davasıdır” deyip tekbir getirerek
saldıranlar da inkılap kanunlarına aykırı hareket etmekten yargılanacaklar mı? Bunu hep beraber göreceğiz.
Sivas katliamı davasını insanlığa karşı suç kapsamında görmeyen, katilleri zaman aşımından kurtaran mahkemeler, Sürgü davasında aksi bir karar vermesini beklemek safdillik olur. Bu arada Doğanşehir
Cumhuriyet Savcısı olayla ilgili 24 kişiyi gözaltına
aldırmış, bunlardan yalnızca davulcu Mustafa Evşi’yi
tutuklanması için mahkemeye sevk etmiştir. Mahkeme, 23 kişiyi serbest bırakırken, Mustafa Evşi’yi
‘kamu düzenini bozduğu’ gerekçesiyle tutukladı.
Devletin yerleştirdiği linç kültürüne karşı, devletin mahkemelerinden adalet beklemek yerine, başta
Türk ulusundan işçi ve emekçiler olmak üzere, çeşitli
milliyetlerden işçi ve emekçiler omuz omuza linç kültürüne karşı mücadeleyi yükseltmelidir. Halkların
ve farklı din ve mezheplerden insanların özgürce bir
arada yaşayacağı demokratik halk iktidarı için devrim mücadelesini yükseltelim.
Unutmayalım ki “Başka halkları ezen bir halk özgür olamaz!”
03.08.2012 
✌
halkların kardeşliği için
ca verilen bu eğitim sonucu bir linç kültürü özellikle Sünni ve Türk toplumunda yerleşik hale geldi. Bu
linç kültürünün sonucu olarak Kürtler, Aleviler ve
diğer azınlıklar sürekli hedef gösterilmiş, bizzat devletin gizli ajanlarının kışkırtmaları sonucu Maraş’ta,
Çorum’da, Malatya’da, Sivas’ta, Gazi Mahallesinde,
Mersin’de, Balıkesir’de….. baskı ve katliamlara maruz kalmış linç edilmiş, edilmeye çalışılmıştır. Daha
yakın zamanda Adıyaman’da, Erzincan’da, Tarsus’ta
ve Didim’de Alevilerin evleri işaretlenmişti. Devlet
tüm bu olayları “üş beş provokatörün işi” olarak görmüş, hatta Sivas katliamında olduğu gibi bizzat katliama maruz kalanlar “Halkın dini duygularını rencide edenler” olarak suçlanmışlardı.
Malatya’nın Doğanşehir ilçesi Sürgü beldesinde
Alevilere karşı bu linç girişimi de bizzat Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası açıklama yapan Hükümet sözcüsü Bülent Arınç tarafından; “Alevi vatandaşımızın
Ramazan davulcusuyla tartışması büyütüldüğü kadar vahim bir olay değildir.” diyerek linç girişiminde
bulunanlara güç vermiştir. Bu güçle Ramazan davulcusu Mustafa Evşi Radikal yazarı Ayça Örer’i evine
çağırarak övüne övüne “Bu benim davam değil, İslam davası.”diyebilmiştir. Evşi, saldırıya uğrayan Evli
ailesinin beldeyi terk etmesi gerektiğini söylüyor. Sorun davulcu Evşi’nin söylediği ile sınırlı kalsa haydi
kişinin kendi görüşü deyip geçeceğiz. Ama olay öyle
değil, Sürgü beldesinde Alevi aileye yönelik toplu saldırı iki gün boyunca sürüyor. Ailenin evi taşlanıyor,
kurşunlanıyor, linç girişiminde bulunuluyor. Bütün
bunlar yaşanırken, vali, belediye başkanı ve jandarma
komutanı saldırıya uğrayan ailenin başka bir yere göç
etmesi için baskıda bulunuyor.
Olayı saldırıya uğrayan Evli ailesinden Şeyho Evli,
CHP heyetine olayı şöyle anlatıyor:
“Akşam jandarma komutanı ve muhtar geldi. Buradan gitmemizin iyi olacağını söyledi. Akşam size
yönelik bir saldırı olabilir ama korkmamıza gerek olmadığını söyledi. Kendilerinin gerekli güvenliği alacağını ancak bizden de kapımızı kilitlememizi istedi.
Sonra gece oldu. Sanırım saat birde davul vurarak ve
tekbir getirerek bizim eve doğru yürümeye başladılar. Ben çocukları ve kız kardeşlerimi yatağın altına
sakladım. Kalabalık evin önüne kadar geldi. “Sürgü Türklerindir, Türklerin kalacak. Allah’ını seven
bunlara saldırsın. Bu ev size mezar olacak. Kürtlere
ölüm. Alevilere ölüm” diye sloganlar atıyorlardı. “Pis
Kürtler, pis Aleviler” diye bağırıyorlardı. Camlarımız
taşlanıyordu. İstiklal Marşı okudular. Kimseyi gör-
13
güncel
“Antikapitalist Müslüman
Gençlik” Üzerine
“Antikapitalist Müslüman Gençler” AKP’nin dini kullanarak zenginleşmesine
tepki olarak gelişti. AKP iktidarı, dini kullanarak amaçlarının “dindar bir
gençlik yetiştirme” isteğini açıkça dillendiriyor.
1
14
Mayıs 2012 arifesinde, burjuva medyasında yoğun olarak propagandasını yaptığı “Antikapitalist Müslüman Gençlik” ortaya çıktı. Geçmişlerinin
dört yıl öncesine dayandığı söylenen ve hareket olarak 1 Mayıs 2012’den bir ay önce kurulduğu belirtilen
“Antikapitalist Müslüman Gençlik” burjuva medyasının gözdesi oldu. Tekelci medya günlerce “Antikapitalist Müslüman Gençlik”in propagandasını yaptı,
TV’lerde tartışma programları düzenlendi, söyleşiler yapıldı. Sadece burjuva basını değil, kendilerine
“sol” etiketi takanlar da “Antikapitalist Müslüman
Gençlik”e olan sempatilerini açıkça ortaya koydular.
“Müslüman Gençlik” 1 Mayıs’ı, burjuva medya
“Müslüman Gençliği” keşfetti!
“Kapitalizmle Mücadele Platformu” adı altında
örgütlenen “Antikapitalist Müslüman Gençler” 1
Mayıs’a katılmak için çağrıda bulundu. “Hrantlar,
Uludereliler / Roboskililer, Ceylanlar ve daha niceleri hangi suçlarından ötürü öldürüldü” demek için!
“Katliamlarla, sürgünlerle, tehcirlerle varlıklarına
kastedilen Ermeni ve Alevi yurttaşlarımızın hakkı
için!” çağrısı yapılıyordu. “Antikapitalist Müslüman
özelleştirmeci AKP’nin programıyla bütünleşti. Artık namaz, başörtüsü, imam hatipler Sünni kitleleri
ne kadar birleştiriyorsa, AKP etrafında kümelenmiş
olan yeşil sermayenin devlet rantından da beslenerek
elde ettiği zenginlik ekonomik olarak sınıfsal ayrışmayı derinleştirdi. İşte AKP’nin bu zenginleşmesine
tepkici çıkışlar yapan oluşumlar ortaya çıktı, çıkıyor.
Haber Türk programına katılan İhsan Eliaçık şöyle diyordu: “Mevcut muhafazakâr iktidarı kapitalizme abdest aldırmakla suçluyoruz. Bu bir vakıadır.
Türkiye’nin dindarlardan beklediği bu değildi. Kapitalist bir sistem var ve bunu dinle meşrulaştırmaktan başka bir şey yapılmıyor. Alternatif bir sermaye
üretilmiyor, zenginlerin sınıfına dâhil olunup onlar
gibi yaşanılıyor, yoksul kimsesiz terk ediliyor, sosyal
adalet savunulmuyor, bir zenginleşme sevdasıdır almış gidiyor. Dindarlık asıl olarak güç ve servet sahibi
olunca belli olur.”
Görüldüğü gibi İhsan Eliaçık açık konuşuyor ve
‘muhafazakâr iktidara olan tepkisini dile getiriyordu. Dini siyasete alet edenler giderek zenginleşmiş ve
‘dindar hükümet’ kapitalizme teslim olmuştu! İhsan
Eliaçık AKP’ye olan tepkisini böyle dillendiriyor ve
neden yeni bir oluşuma gittiklerini ortaya koyuyordu.
Has Parti AKP’nin yarattığı sosyal adaletsizliğe
vurgu yapan programıyla ortaya çıktı. Has Parti kurulduğunda aynı zamanda az sayıda ‘sosyalist’de bu
partinin kurucu üyesi oldu. Lafta ‘sosyalist’ olduğunu
söyleyen kimilerinin Has Parti’ye katılmasını, medya
sansasyonel bir tarzda kamuoyuna duyurmuştu. 2011
seçimlerinde Has Parti tek başına seçime girdi ve başarılı bir sonuç elde edemedi. Has Parti, sosyalistlerle,
siyasal İslamı birleştirmek için kolları sıvamıştı! Bu
geleneğin iki aktöründen biri Mehmet Bekaroğlu, diğeri ise İhsan Eliaçık’tı. 2011 seçimlerinde Has Parti,
siyasi stratejisini sosyal eşitsizlik üzerine kurmuştu.
Bu hareketin aktivistleri sosyal eşitsizliği teşhir etmek amacıyla, Ramazanda otellerde iftar yemeklerini
protesto ederek otel önlerinde sokakta iftar sofraları
kuruyordu. Has Parti içinde yer alanlar, 1 Mayıs öncesi bu sürecin devamı olarak “Antikapitalist Müslümanlar” olarak ortaya çıktılar.
1 Mayıs 2012 çıkışından sonra olarak “Antikapitalist Müslümanlar” Ramazan ayında da kendilerinden
sözettirdiler. “Antikapitalist Müslümanlar”’ın, Ramazan ayında “kapitalizme karşı 3 Cuma ve İsyan Orucu” eylemine hazırlandıkları, ‘isyan orucu’ tutacakları ‘cepsiz kefen giyecekleri’, Taksim Gezi parkında
gösteriş ve lüks iftarları protesto edecekleri medyada
güncel
Gençler”in temel sloganı “Mülk Allah’ındır” sloganı
idi. “Kapitalizmle Mücadele Korteji”ne destek veren
İslamcı yazar, İhsan Eliaçık da “1 Mayıs alanının
İslam’ın devrimci yüzüyle, dini alanın da 1 Mayıs
bilinciyle tanışmaya ihtiyacı var. 1 Mayıs’ta Fatih’ten
Taksim’e yürüyecek Kapitalizmle Mücadele Kortejindeyiz. Bu yılki 1 Mayıs’a yeni bir soluk gelecek” açıklamasını yapıyordu.
1 Mayıs sabahı “Antikapitalist Müslüman Gençler” TV kameraları ve gazeteciler gözetiminde, Fatih
Camisinde iş kazalarında hayatını kaybeden işçiler
için gıyabi cenaze namazı kıldırdı! Grup, daha sonra
camiden ayrılarak Taksim Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Saraçhane üzerinden Şişhane’ye oradan
da Taksim’e doğru yürüdüler. En önde “Türkiye Gerçeği” yazan bir pankart, arkasında “Mülk Allah’ındır” pankartı taşınıyordu. Grup; Kürtçe, Ermenice,
Arapça ve Türkçe olmak üzere 4 farklı dilde “Kölelere
Özgürlük” yazan pankart ile farklı dini kitaplardan
alıntıların yer aldığı dövizler taşıyordu. Temel sloganlarından biri de “Allah, Ekmek, Özgürlük” idi.
Tarlabaşı’nda “Antikapitalist Müslüman Gençler”i
basın ordusu karşıladı. Grubun Taksim Meydanına
girişinde meydandaki kürsüden “Antikapitalist Müslüman Gençler korteji de alanımıza girmiştir, kendilerine hoş geldiniz diyoruz” anonsu yapıldı.
Sağ ve “sol” yelpazede “Müslüman Gençler” sorunu
üzerine tartışıldı, tartışılıyor. Kimileri de ülkelerimiz tarihinde bir ilkin gerçekleştiğini anlatıyor! Din
ve sosyalizmi uzlaştırma çabaları yeni değil. Ülkelerimizde küçük burjuva devrimcileri bile, ezilen bir
mezhep olan Aleviliğin ilerici olduğunu savundu,
savunuyor. Tarihsel süreç içerisinde, dini sosyalizmle
uzlaştırma adına ortaya kimi gruplar ve kişiler çıktı.
Sonuçta dini sosyalizmle uzlaştırmaya çalışanlar karşı-devrimci cephede konakladılar. Sosyalizm ile tüm
dinler arasında nitel bir farklılık var. Din, insanlara
ölümden sonra iyi bir yaşam avuntusu sunar. Din
bugün dünyada olan hiçbir şeyi açıklayamaz. Aslında onun rolü açıklama değil, aksine sadece kitleleri
hayallerle avutmaktır.
“Antikapitalist Müslüman Gençler” AKP’nin dini
kullanarak zenginleşmesine tepki olarak gelişti. AKP
iktidarı, dini kullanarak amaçlarının “dindar bir
gençlik yetiştirme” isteğini açıkça dillendiriyor. Türkiye 2000’li yıllara geldiğinde artık iç pazara dönük
üretim ve ticaretin sömürüsünden elde ettiği kârların
ötesine taşarak, dünya pazarına açılan Türk burjuvazisi zamanın ruhuna uygun olarak neo-liberal,
15
güncel
kendisine yer buldu. Özellikle iktidar karşıtı medya
bu harekete ilgi gösterdi, gösteriyor. Onlar dini alabildiğine kullanan AKP’yi aynı mahalleden çıkan
“Antikapitalist Müslümanlar”’ı AKP iktidarını zayıflatma amaçlı kullanmak istiyorlar. Onların “Antikapitalist Müslümanlar”’a ilgilerinin nedeni budur.
“Bütün mülk Allah’a mı aittir?”
16
“Antikapitalist Müslüman Gençlik” 1 Mayıs’a yaptığı
çağrıda ve burjuva basın ile yapılan tüm söyleşilerde
“bütün mülk Allah’a aittir” diyorlar. Bununla yetinmiyorlar; İslamın kapitalizme karşı olduğu savını ileri sürüyorlar.
Nedir kapitalizm? Kapitalizm kapitalist toplumda
üretim ilişkilerinin temeli, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyettir. Üretim araçları üzerindeki
kapitalist mülkiyet, kapitalistlerin emekle elde edilmemiş ve ücretli işçileri sömürmek için yararlanılan
özel mülkiyetidir.
İslam iki gün önce ortaya çıkmış bir din değil. 1400
yıldan beri var olan İslam kapitalizme karşı değil, kapitalizmin yanındadır. Madem İslamın antikapitalist
bir içeriği vardı, kapitalizm ortaya çıktığından bu
yana ‘anti’liğini neden hiç göstermedi? Tam tersine
kapitalistlerin işçileri sömürmesini ‘Rabb’ın öyle istediğini’, ‘bunun sorgulanamayacağını’, ‘kadere karşı
gelinemeyeceğini’, ‘Allah’ın verdiklerine şükredilmesi gerektiğini’, ‘Allah’tan gelen herşeyi tevekkülle
karşılamak gerektiğini’, vs. vb. vaaz etti. İnananların
bu konuları sorgulamasını bile günah saydı! Müslüman kapitalistlerin İslam inancını kullanarak kendi
sömürülerini, baskılarını, adaletsizliklerini çok yönlü
bir biçimde nasıl gözlerden gizlediklerine değinmiyoruz bile!
Hayır, İslam antikapitalist olmadığı gibi çıkışından
bugüne kadar sınıflı toplumlarla uyum içinde olmuş,
Kur’an’da belirtildiği üzere sınıflı toplumun kendince
açıklamasını yapmış, inananları buna uymaya çağırmıştır.
Zuhruf süresinin 32. ayetinde şöyle yazılıyor:
“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar?
Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında
biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için,
(çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri
(dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf:32)
Sınıflı toplumun Allah’ın “taksimi” olduğu ve insanların bunu “paylaştıramayacakları”, yani düzenleyemeyecekleri belirtilerek sınıflar meşrulaştırılıyor.
İnsanları “birbirine derece derece üstün kılan”ın,
yani sınıflı toplumu organize edenin bizzat Allah olduğu belirtiliyor. Al-i İmran Suresinin 26. Ayetinde
“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü
dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin.
Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla
gücü yetensin” deniliyor. Mülk sahibi olan Allah, dilediğine mülk veriyor! Peki, kapitalistlere mülkü Allah mı vermiş? Neden Allah kapitalistlerin elindeki
mülkü alıp, fakir fukaraya vermiyor? Kapitalistlerin
yaşadığımız gezegeni barbarlığa sürüklemesine neden ses çıkarmıyor? Neden Allah küçük bir azınlığın
büyük insanlığı sömürmesine izin veriyor?
“Mülkün Allah”a ait olduğunun söylenmesi kaderciliktir. “Mülk Allah’a ait” ise ona karşı mücadele
yoktur, grev hakkı yoktur vb.
Dinle sosyalizm yan yana yürümez!
Sosyalist toplum nedir? Sosyalist toplum, üretim
araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı, ekonomik temelleri açısından “komünal” bir toplumdur.
Sosyalizm ve komünizm, bu anlamda, komünist toplum formasyonlarının iki ayrı gelişme aşamasıdır.
Komünizm, tüm üretim araçları üzerindeki her türden özel mülkiyetin (grup mülkiyetinin de) kalkmış
olduğu, sosyalizme göre üretici güçlerin daha yüksek
gelişme düzeyi tarafından; sınıfların ve sınıf farklılıklarının, kentle kır, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki esaslı farklılıkların, yönetici yönetilen farklılıklarının ortadan kalktığı bir toplumdur. Komünizmde
çalışmak, yaşama aracı olmaktan çıkıp yaşamın ilk
gereksinimi haline gelir. Toplumun üyeleri yaşamak
için çalışmak zorunda olmadıkları halde çalışır, topluma yetenekleri ölçüsünde yapabilecekleri en büyük
katkıyı yaparlar. Üretici güçlerin ve toplumsal emeğin üretkenliğinin muazzam yükseltilmiş temelinde,
kişisel tüketim araçlarında bir bolluğun sağlanmış
olduğu durumda, bayrağında “Herkes yeteneğine
göre, herkese gereksinimine göre” yazan komünist
topluma geçilir.
Sosyalizmin dünya görüşü materyalist felsefeye dayanır. Materyalizm, felsefede idealizmin zıttı olan
temel akımın adıdır. İdealizmin tersine, maddenin
bilince göre öncelikli, temel, belirleyici olduğunu, bilincin maddenin bilgisi temelinde oluştuğunu kabul
eden tüm felsefi düşünceler ve dünya görüşleri materyalizmin içeriğini oluşturur. Materyalizm, doğayı
ve toplumu olduğu gibi, gerçek durumlarıyla ele alır,
objektif idealist bir sistemin düşünsel varlıklarıdır.
Bunun sonucunda, felsefi idealizm büyük çoğunlukla
egemen sömürücü sınıfların çıkarlarının soyut, teorik biçimde gerekçelendirilmesi sosyal işlevini görür
ve gerici bir rol oynar.
güncel
onları düşünülmüş, kimi değişmez sistemler temelinde değil, kendi gelişme yasaları temelinde açıklamaya
çalışır. Materyalizm, maddeyle bilinç arasındaki ilişki hakkında belirli bir yaklaşımı ifade eder. Materyalizmin tarihi felsefenin tarihiyle başlar. Materyalizm,
dünyayı doğaüstü kimi güçlerin edimleri temelinde
açıklamaya çalışan dinci-mitolojik düşüncelerin aksine, kendi doğal gelişmesi temelinde açıklamaya çalışan felsefi düşünce biçimidir.
Diyalektik materyalizm, sosyalistlerin bilimsel
dünya görüşüdür. Diyalektik materyalizm, MarksistLeninist bilimin bir parçası, onun felsefi temelidir.
Diyalektik materyalizm, dünyanın özü konusundaki
felsefi soruya cevap verir; bilincin objektif gerçeklikle
ilişkisi sorusunu; doğanın, toplumun ve düşüncenin
genel yasalarını ve insanın dünyadaki konumunu inceler. Tek tek bilim dalları, maddenin belirli bir hareket biçiminin ya da objektif gerçekliğin belirlenmiş
bir alanının özsel özelliklerini, yapı ve gelişme yasalarını inceler.
Tarihi Materyalizm, toplumların tarihinin, toplumların genel hareket ve gelişme yasalarının diyalektik materyalist çözümlenmesine dayanan tarih yorumuna verilen isimdir. Tarihi Materyalizm,
Marksizm-Leninizm’in ayrılmaz bir parçası, onun tarihe yaklaşımı, onun tarih yorumudur. O, tek bilimsel tarih yorumudur. Tarihi Materyalizm, inceleme
konusu olan toplumları bütünlük içinde ele alır. Yani
incelenen toplumun tüm yanları, onları etkileyen iç
ve dış etkenlerin birbiriyle bağı, ilişkileri ve gelişme
süreçleri içinde ele alınarak incelenir. Tarihsel Materyalizm, toplumdaki gelişmeleri, nesnel yasallıklara dayalı, onlarla açıklanabilir doğal tarihi bir süreç
olarak kavrar.
İdealizm, var olan her şeyi “düşünce”ye bağlayıp
ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin var olmadığını, başka bir deyişle düşünceden
bağımsız bir varlığın ya da maddi gerçekliğin bulunmadığını dile getiren akımdır. İdealizm, bütün
fiziksel nesnelerin bütünüyle zihne bağımlı olduğu,
onların bilincinde olan bir zihin olmaksızın metafizik anlamda hiçbir varlıkları olmadığı anlayışıdır.
İdealizme göre gerçeklik her durumda zihne bağımlı
olduğu için gerçekliğin gerçek bilgisi ancak tinsel bir
bilinç kaynağına başvurularak elde edilebilir. Düşünceye maddenin önünde; bilince varlığın önünde yer
vermek; düşünceyi, bilinci önsel ve maddeye, varlığa
karşı belirleyici görmek idealizmdir. Tek tanrılı dinlerdeki tanrı, melekler, ruh, öbür dünya ve benzeri,
Marksist-Leninistlerin dine yaklaşımı
Görüldüğü gibi, materyalizm ve idealizm birbirine
zıttır. Materyalizm, sosyalist bilimin, idealizm ise
burjuvazinin dünya görüşüdür. Din ve sosyalizm yan
yana yürümez. Proletaryanın önderlerinden Lenin 3
Aralık 1905’te Marksist-Leninistlerin dine yaklaşımını şöyle açıklıyordu:
“Din, her yerde ve her durumda, sürekli başkaları
için çalışmayla, yoksunluk ve yalnızlıkla ezilen halk
kitleleri üzerinde manevi baskının bir türüdür. Sömürücülere karşı mücadelede sömürülen sınıfların
acizliği, doğayla mücadelesinde yabanılın aczinin
tanrılara, şeytana, mucizeye ve benzeri şeylere inanca yol açtığı gibi, aynı şekilde kaçınılmaz olarak öbür
dünyada daha iyi yaşam inancını üretir. Yaşamları
boyunca çalışan ve sıkıntı çekenler din, alçakgönüllülük ve sabır göstermeyi öğretir ve cennet ödülü umuduyla avutur. Başkalarının emeğiyle yaşayanlara ise,
iyilik yapmayı öğretir, böylece onlara tüm sömürücü
varlıklarının oldukça ucuz bir savunusunu sunar ve
ilahi cennetmekân için uygun fiyata giriş kartı satar.
Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin
insani görünümlerini ve az buçuk insan onuruna yaraşır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür
manevi alkoldür.
Ancak, köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu
için mücadeleye kalkmış köle, artık yarı yarıya köle
olmaktan çıkmıştır. Büyük sanayinin eğittiği, kent
yaşamının aydınlattığı sınıf bilinçli modern işçi, dini
önyargıları elinin tersiyle silkip atar, cenneti papazlara ve burjuva yobazlara bırakıp, burada yeryüzünde kendisine iyi bir yaşam elde etmek için mücadele
eder. Modern proletarya, dini karanlığa karşı mücadelede bilime başvuran ve işçileri yeryüzünde daha
iyi bir yaşam için gerçek mücadelede kaynaştırarak
öbür dünyada yaşam inancından kurtaran sosyalizmin safına geçer.
Din özel bir mesele olmalıdır - sosyalistlerin dine
karşı tavrı genellikle bu sözlerle ifade edilir. Fakat bu
sözcüklerin anlamı, yanlış anlamalara yol açmaması için tam olarak belirlenmelidir. Biz, dinin devlet
karşısında özel mesele olmasını talep ediyoruz, fakat
dini kendi partimiz karşısında özel mesele olarak asla
17
güncel
18
değerlendiremeyiz. Devletin dinle hiçbir ilgisi olmamalıdır, dini cemaatler devlet iktidarıyla bağıntılı
olmamalıdır. Herkes, herhangi bir dine inanmakta
ya da hiçbir din tanımamakta, yani ateist olmakta tamamen serbest olmalıdır ve genel olarak her sosyalist
de öyledir. Vatandaşlık haklarında, dini inançlarca
belirlenen herhangi bir fark tamamen gayri-caizdir.
Resmi belgelerde, vatandaşların hangi mezhebe mensup olduğunun belirtilmesine dahi mutlaka son veril-
mamen ayrılması – sosyalist proletaryanın bugünkü
devletten ve bugünkü kiliseden talebi budur.
Rus Devrimi politik özgürlüğün vazgeçilmez unsuru olarak bu talebi gerçekleştirmek zorundadır.
Rus Devrimi bu bakımdan özellikle avantajlı koşullara sahiptir, çünkü politik-feodal mutlakiyetçiliğin iğrenç idari rejimi bizzat din adamları arasında hoşnutsuzluk, kaynaşma ve öfkeye yol açmıştır.
Rusya’nın mutaassıp uleması ne kadar sinmiş ve cahil
melidir. Bir devlet kilisesine bağış olmamalı, aynı düşüncede vatandaşların resmi makamlardan bağımsız
tamamen özgür cemaatleri olması gereken kiliselere
ya da dini cemaatlere devlet araçlarından bağış olmamalı. Sadece bu taleplerin sınırsız olarak yerine getirilmesi, kilisenin devlete karşı bağımlılık ilişkisinde
bulunduğu, inanı ya da inansızlığı izleyen, insanların
vicdanının ırzına geçen, devlet görevlerini ve devlet
arpalıklarını şu ya da bu devlet kilisesi pılıpırtısının
dağılımıyla bağıntılandıran (bugüne dek ceza yasası
kitaplarımızda ve yargılama usüllerimizde korunmuş olan) ortaçağ engizisyon yasalarının var olduğu
ve uygulama alanı bulduğu o utanç verici ve lanet olası geçmişe bir son verilebilir. Kilisenin devletten ta-
olsa da, Rusya’daki eski, ortaçağ düzeninin gürültülü devrilişi onları bile uyandırdı. Onlar bile özgürlük
talebine katılıyorlar, idari rejimi ve bürokrasiyi, “tanrının hizmetkârları”na zorla dayatılan polise hafiyelik hizmetlerini protesto ediyorlar. Biz sosyalistler,
din adamları arasındaki dürüst ve samimi kişilerin
taleplerini sonuna kadar geliştirerek, özgürlükten söz
ettikleri yerde sözlerini senet kabul ederek, dinle polis
arasında kesinlikle her türlü bağı koparmalarını talep
ederek bu hareketi desteklemeliyiz. Ya samimisinizdir – o zaman kilisenin devletten ve okulun kiliseden
tamamen ayrılmasını, dinin koşulsuz ve sınırsız özel
mesele olmasını savunursunuz. Ya da ama bu tutarlı
özgürlük taleplerini kabul etmezsiniz - o zaman hâlâ
Kadınların özgürlüğü ve eşitliği için
İslamiyet mi?!
“Antikapitalist Müslüman Gençlik”in 1 Mayıs çağrısında şöyle deniliyor: “Erkekçiliğe ve erkek egemenliğine karşı, bedeni metalaştırılan, kişilikleri değil dişilikleri kimlikleştirilen, kapitalizmin ve tarih boyunca
tüm sömürü düzenlerinin en etkili silahlarından biri
olarak kullanılan, din, örf, töre adına hakları elinden
alınan ve yok sayılan kadınların özgürlüğü ve eşitliği
için!” Burada yazılanlarda herhangi bir yanlışlık yok.
Evet, kapitalizm budur. Peki, Kur’an’da yazılanlar
nedir? Kur’an’da kadınlarla ilgili söylenenleri aktara-
lım:
“Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü
erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler.”
(Kur’an: Nisa 34)
“Erkeklerin kadınlardan bir üstün dereceleri vardır.”
(Kur’an: Bakara 228)
“İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir.”
(Kur’an: Bakara 282)
“Erkeğin payı, iki dişinin payı kadardır. Erkeğe kadına nispetle iki pay verilir.”
(Kur’an: Nisa 11, 176)
“Serkeşlik (itaatsizlik, inatçılık) etmelerinden şüphelendiğiniz kadınları dövün.”
(Kur’an: Nisa 34)
Görüldüğü gibi Kur’an’dan yaptığımız alıntılar
açık bir dil konuşmakta ve yoruma gerek bırakmamaktadır. Kur’an’da ortaya konulan anlayış ile kapitalizmin kadına bakışı arasında bir farkın olup olmadığı üzerine okuyucularımız düşünmelidir.
güncel
engizisyon geleneklerine tutsaksınız, o zaman hâlâ
devlet görevlerine ve devlet arpalıklarına bağlısınız, o
zaman silahınızın düşünsel gücüne inanmıyorsunuz,
devlet iktidarının sizi satın almaya devam etmesine
izin veriyorsunuz demektir - o zaman tüm Rusya’nın
sınıf bilinçli işçileri size amansız bir savaş ilan ederler.
Sosyalist proletaryanın partisiyle ilgili olarak din
özel mesele değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu için sınıf bilinçli, ileri savaşçıların bir birliğidir.
Böyle bir birlik, sınıf bilincinin yokluğu karşısında,
cehalet ve dini inanın obskürantizmi karşısında kayıtsız davranamaz ve davranmamalıdır. Dini karanlığa karşı saf düşünsel ve yalnızca düşünsel silahlarla,
basınımızla, sözümüzle mücadele etmek için, kilisenin devletten tamamen ayrılmasını talep ediyoruz.
Birliğimizi, Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni,
başka şeylerin yanı sıra tam da, işçilerin her türlü
dini aptallaştırılmasına karşı böyle bir mücadele için
kurduk. Bizim için düşünsel mücadele özel mesele
değildir, aksine tüm partinin, tüm proletaryanın meselesidir.“ (Lenin, Seçme Eserler, cilt 11, sf: 434-435,
İnter Yayınları, İst, 1997)
Görüldüğü gibi Lenin bilimsel sosyalizmin dine
yaklaşımını açıklamaktadır. Bilimsel sosyalizm,
maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş
olan, ateist ve dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir. Sosyalizm bütün modern dinleri, her türlü
dinsel örgütleri, işçi sınıfının sömürülmesini ve ezilmesini savunmaya hizmet edecek birer burjuva gericiliğinin aracı olarak görür. Sosyalist olduğunu iddia
edenler, dinin kitleler üzerindeki etkisini kırmak için
mücadele ederler. Sosyalistlerin dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklama görevi var. Sosyalist olduğunu söyleyenler, ateizmin propagandasını
yapma ve sömürülen kitlelerin sömürücülere karşı
sınıf mücadelesini geliştirme görevlerine sahiptir.
Sonuç olarak
“Antikapitalist Müslüman Gençlik” hareketinin kitleselleşme imkânı yoktur. Burjuva medyasının propagandasına rağmen, bu hareket marjinal bir hareket
olarak kalacaktır.
“Halkın ve hakkın” sesi birlikte yükseltilemez! Sosyalizm ve din uzlaşamaz. Sosyalizm, bilinenle yetinmeyerek, gözlemleyip sınayarak, sorgulayıp araştırarak bilginin, bilinenin sınırlarını genişletmeye çalışır.
Din ise, söylenmiş olanı sorgulayıp sınamadan katıksız inanmayı emreder. Uzun yıllar boyunca tartışılıp
yanıtı verilerek çözümlenmiş olan, din ile bilimsel
sosyalizm arasındaki nitel farklar yeniden gündeme
getiriliyor. Bilimsel düşünce ile dinsel inancın uyum
içinde beraber hareket etmesi gerektiği düşüncesi yeniden piyasaya sürülüyor. Sistemden rahatsız olanlar,
din ile bilimsel sosyalizmi uzlaştırmayı değil, sınıf
mücadelesine katılmalıdır. Birbirine zıt, birbiriyle
uyuşmayacak yol ve yöntemleri, önermeleri olan bilimsel sosyalizm ile din bir araya gelemez. Bilimsel
bulgu ve gözlemler dinsel inançla açıklanamaz. Bir
araya getirildiklerinde kaybeden, eli kolu bağlanan,
yolunu şaşıran hep bilim ve bilimsel düşünce olur. Bu
nedenle bilimsel sosyalizm ile dinsel inancın kol kola
girmesine karşı çıkıyoruz.
Temmuz 2012 
19
yeni kadın dünyası
A
Kreş yardımı mı dediniz?
ile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin geçtiğimiz ay çalışan kadınların çocuklarının kreş
ücretlerinin ödenmesi için çalışma yaptıklarını açıkladı. Böylece biz kadınların daha fazla çalışma yaşamına çekilmesi amaçlanıyor.
Kadınlara kreş yardımı
Elbette kreş ücretlerinin devlet tarafından ödenmesi, çalışabilmemiz için küçükte olsa bir iyileştirme
olacaktır. Böylece çalışırken çocuğumuzu düşünmek
zorunda kalmayacak ve maddi olarak erkeğe bağımlı
olmaktan kurtulabileceğiz. Ancak şimdilik kreş ücretlerinin kimlere, ne şekilde ve nasıl ödeneceği belirsiz. Bir de şu soruları sormamız gerekiyor; Yeterli
kreş var mı? Bu kreşler çocuklarımızın bakımı için
uygun mu? Bu kreşlerde nitelikli personel var mı?
Kreşler evlerimize veya işyerlerimize yakın mı? Kreşlere ulaşım ücretlerini kim ödeyecek? vb. Çünkü tüm
bu sorunlar çözülmeden kreş yardımı yapılmasının
pratikte bir anlamı olmayacaktır. Örneğin Adana’da
MEB’e bağlı 469 ilköğretim okuluna karşın sadece 25
kreş-anaokulu vardır. Bu sayı özel kreşler ile birlikte
5’yii geçmemektedir. Bu anlamda kreşlerin sayısının
yetersizliği ortadadır. Sonuçta kreş yardımı olacak
ama kreş olmayacak!!!
Asıl amaç ne?
20
Fatma Şahin kreşlerle ilgili yaptığı açıklamalarda “…
bizim en çok ihtiyacımız olan nitelikli genç nüfus.
Nitelikli genç nüfusu sağlayabilmemiz için mutlaka
kadınımızın, özellikle çalışan kadınımızın yaşamını
kolaylaştırmamız, hem çocuk sahibi hem kariyer sahibi olmasının yönündeki alternatifleri çoğaltmamız
ve güçlendirmemiz gerekiyor.” … “Esnek çalışma modelinin sosyal güvenlik ayağını çalışıyoruz.” demektedir. Bu açıklamalarda da görülmektedir ki amaç
hayatımızı kolaylaştırmak, ekonomik bağımlılığımızı ortadan kaldırmak değil “nitelikli, “esnek çalışabilecek” genç nüfus yaratmaktır. Amaç emeğimizin
daha fazla sömürgeleştirilmesi, patronların emeğimiz
üzerinden daha fazla semirtilmesidir. Zaten sözde
kadınlar için açıklanan istihdam paketlerinde de tüm
teşvik ve indirimler patronlara yapılmaktadır.
Patronların kreş açma zorunluluğu rafa…
4857 sayılı İş Kanununun 88. maddesi uyarınca
hazırlanan yönetmeliğe göre 100-150 arasında kadın
işçi çalıştırılan işyerlerinde 1 yaşından küçük çocukların bırakılması ve bakılması ve emziren işçilerin
çocuklarını emzirmeleri için işveren tarafından kreş
ve emzirme odalarının açılması zorunludur. Çalıştırılan kadın işçi sayısı 150’den fazla ise açılacak kreşin
0-6 yaşındaki çocuklara hizmet vermesi gerekmektedir. Ancak çok sayıda örneğini gördüğümüz gibi
patronlar bu zorunluluğa uymuyor, devlette gerekli
denetimleri yapmıyor, yaptırım uygulamıyor. Ayrıca
son yapılan 5763 sayılı kanun değişikliği ile de patronların kreş açma yükümlülüğü, açılmış kreşlerle
anlaşma biçimine dönüştürüldü. Böylece patronlar
kreş açmak yerine herhangi bir kreş ile anlaşarak zaten uymadıkları bu zorunluluktan da kurtarıldılar.
Sosyalizmde bu sorun nasıl çözülecek?
İlk sosyalist deneyim olan Sovyetler Birliğinde kadınlar bütün üretim faaliyetlerine eşit işe eşit ücret
temelinde katılabiliyorlardı. Kadınlar, kolektif üretim çiftliklerinde çok etkindiler. Maden ve sanayide
çalışanların %30’u kadındı. Çocuk bakımı kadının
bir görevi değil, toplumsal bir görev olarak görüldüğünden çok sayıda kreş ve çocuk bahçesi açılmıştı. Bu
kreşler sadece kentlerde değil köylerde de açılmıştı.
Ancak ne yazık ki Sovyetler Birliği deneyimi birçok
etkenden dolayı kesintiye uğradı.
Sosyalist devlet çocukların sağlıklı ve nitelikli bir
şekilde yetiştirilmeleri ve kadınların dört duvar arasından kurtulmaları için her mahallede kreşler, anaokulları, toplu mutfaklar ve çamaşırhaneler açacaktır.
Ve tüm bunlar devlet yardımı vb. değil, devletin asli
görevi olarak tamamen ücretsiz, herkes için ulaşılabilir olacaktır.
Kapitalistlerin bizlere kreş parası ödemesi iyidir.
Hatta bizler bu iyileştirmeler ve daha fazlası için mücadele etmeliyiz. Ama bizleri gerçek anlamda dört
duvar arasından kurtaracak olan daha fazla kar ve
sömürü için yapılan iyileştirmeler, reformlar vb. değil
devrimdir.
30.07.2012 
(Emekçi Kadınlar Bülteni Dört Duvar’dan alınmıştır.)
ün geçmiyor ki bir kadın cinayeti ile karşılaşmayalım. Nerdeyse günlük yaşantımızın olağan bir
parçası haline geldi kadına şiddet. Bianet’in yerel ve
ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan
derlediği rapora göre erkekler, Temmuzda 20 kadın,
üç erkek ve iki çocuk öldürdü; 24 kadını yaraladı; 11
kadına tecavüz etti. Bu ayda yedi taciz vakası yaşandı.
Temmuzda kadınları en çok kocaları öldürdü ve yaraladı. En çok kullanılan cinayet aleti ise bıçaktı.
En çok kadın katli İstanbul’da, en çok erkek şiddeti
Bursa’da, en çok tecavüz ise Antalya’da yaşandı.
Erkekler Haziran ayında da yedi kadın ve bir kız
çocuğunu öldürdü, dokuz kadını yaraladı, sekiz kadına tecavüz etti ve 12 kadına da cinsel tacizde bulunmuştu. Haziranda da kadınlar en çok tanığı erkeklerin tecavüzüne uğradı, taciz ise yine en çok sokakta
ve iş yerinde yaşandı.
En fazla Kürt kadınları maruz kaldı
1997-2012 yıllarını kapsayan bir rapora göre 266 Kürt,
87 Türk, 1 Alman, 4 Roman, 1 Bulgar ve 1 Avusturyalı kadın işkencede tecavüze uğradı. Türkiye’de 19972012 yılları arasında gözaltında tecavüz, işkence ve
tacize maruz kalan 167 kadın dava açtı. Bu davalara
ilişkin raporlarda yer alan bilgiler ise şunlar: “Toplam
dava dosyası: 167, AİHM’de sonuçlanan davalar: 24,
AİHM’de görülen davalar: 18, Ceza Mahkemeleri’nde
devam eden davalar: 39, Yargıtay’da bulunan davalar:
9, Savcılıkta bulunan davalar: 70, Takipsizlik kararından sonra itiraz edilen, henüz kararı verilmemiş
davalar: 7.”
Erkek egemen bir toplum olan bu ülkede kadın erkeğin namusu. Bu temelde kadın cinayetini namus
cinayeti olarak kanıksayan bir toplumsal zihniyet
var. Bu zihniyet, kadını kendi ölümüne davet çıkaran
olarak görmektedir. Mahkemeler de erkeğin “beni
aldattı” vs. gibi egosunu dikkate alarak haksız tahrik
indiriminden faydalanmasını sağlayarak erkeğe daha
fazla güç vermektedirler. Şiddete maruz kalan kadın
karakola gittiğinde, şiddet uygulayan erkek en fazla
yeni kadın dünyası
G
Kadına şiddet devlet
politikasıdır...
ifadesi alınarak serbest bırakılmakta. Daha sonra şikayet edilen erkek, şiddetin dozunu artırarak devam
etmekte. Kadın buna karşı direndiğinde ise hayatından olmaktadır. Basında ve günlük dilde kadın cinayetleri için sık sık “bedelini hayatı ile ödedi” denerek
kadının direnmesi veya şiddete boyun eğmemesi üstü
kapalı olarak lanetlenmektedir. Öyle ya karşı geliyorsan bunun bedelini ödemelisin…
İşkence tecavüz devlet politikasıdır
Son günlerde bir işkenceci ve işkencede tecavüz
suçu ile yargılanıp bu suçu mahkeme kararıyla da
kanıtlanan Sedat Selim Ay’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele (TEM) Şubesi Müdür
Yardımcılığı’na atanması “işkencede tecavüz” gerçeğini yeniden gündemleştirdi. Türkiye ve Bölge’de sistematik bir biçimde uygulandığı raporlarla da ortaya
konan ‘tecavüz işkencesi’ne en fazla maruz kalanlar
politik görüşleri olan kadınlar. Gözaltında Cinsel
Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi raporlarına göre, 1997-2012 döneminde Temmuz ayına
kadar resmi olarak başvuru yapan 362 kadın gözaltında tecavüz ve taciz işkencesine uğradı. Tecavüze
uğrayan 2 kadın intihar ederken, bir kadın da işkence sonucu katledildi. 14 yaşındaki bir kadın uğradığı
tecavüz sonrası akrabaları tarafından ‘namus temizleme’ gerekçesiyle katledilirken, bir kadın da 1999
yılında işkencenin etkileri sonucu yaşamını yitirdi.
Açıklanamayanlar da hesaba katılınca ürkütücü bir
tabloyla yüz yüze olduğumuz görülüyor.
Yasalar, devlet yetkililerinin açıklamaları ve uygulamalar gösteriyor ki kadına yönelik şiddet devlet politikasıdır. Bu şiddet en barbar yüzünü namus
bekçiliği ve politik tutsaklar üzerinde gösteriyor. Bu
şiddet ancak direnen kadınların mücadelesi ile durdurulabilir.
13.08.2012 
(Emekçi Kadınlar Bülteni Dört Duvar’dan alınmıştır.)
21
yeni kadın dünyası
22
“Kürtaj Haktır - Yasaklanamaz!”
başlıklı yazı üzerine tavrımız
Yeni Dünya İçin Çağrı’nın –Temmuz-Ağustos 2012158. sayısında, “Kürtaj haktır-yasaklanamaz!” başlıklı, Evrim Solmaz imzalı bir yazı yayımlandı.
Yazıda, bir süre önce yürüyen kürtaj tartışmasında
doğru tavır takınılırken “Tarihte Sosyalizm deneyimi
ve kürtaj” bölümünde şu tavır takınılıyor:
“Dünya tarihinde kar ve yayılmacılığı değil de,
gerçekten de “yaşam hakkı”nı temel alan Sosyalizmin oldukça kısa süreli bir deneyimi vardır. Ekim
Devrimiyle Sovyetler Birliği Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nde Komünist Partisi önderliğinde gerçekten
de insan yaşamını ve kadın erkek eşitliğini temel alan
bir politika ve ekonomi gündeme getirilmiştir. Sosyalist devlet, dünya tarihinde ilk olarak kürtajı yasallaştırmış, haklı olarak kürtajı ortadan kaldırmanın
yolunun kürtaj yasağı değil, bu “kötülüğü” ortaya
çıkaran koşulların değiştirilmesi için mücadele olduğunu ortaya koymuştur. Üretim araçları üzerinde
özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, çocuk bakımı ve
eğitiminin toplumsallaştırıldığı, kadın-erkek eşitliğinin lafta değil, gerçekten yaşam bulduğu sosyaliz-
min inşasıyla diğer bir dizi kötülük gibi kürtajın da
yok olup gideceği doğru öngörüsünde bulunulmuştu. Ne var ki, başında bu doğru çıkış noktasına sahip dünya tarihinin ilk sosyalist devleti, 1936 yılına
ait kürtaj kararnamesiyle önceki siyasetini değiştirmiş, sosyalizmin inşasının vardığı seviye, kadın-erkek eşitliğinin vardığı seviye ve dolayısıyla sosyalist
devletin kadınların sırtındaki yükleri hafifletmek
için attığı adımları temel alarak eski kürtaj serbestisinin sınırlandırılmasına karar vermiştir. Kitleler
önündeki tartışmalarda, sosyalizmin inşasının tüm
kazanımlarına rağmen, hala çocuk bakımının yüklerinin önemli ölçüde kadınların sırtında olduğu ve
kadınların istenmeyen gebeliklere zorlanamayacağı
yönündeki haklı itirazlar gündeme gelmesine rağmen
“kürtaj kötülüğüne karşı mücadele” adına bu kararname kabul edilmiş ve maalesef eski doğru siyasetten sapılmıştır. ‘Her devletin nüfus politikası gütme
hakkı vardır’ doğru önermesinden yola çıkarak, devletin bu hakkı kürtaj yasağı ve dolayısıyla kadınların
doğurganlığının baskı ve zorla kontrolü biçiminde
lendirmeyi kısaca şöyle özetlemek mümkün:
*Sosyalist bir devletin belirli bir nüfus politikası izleme hakkı ve yükümlülüğü vardır.
*Kadının çocuk doğurmasını sosyalizmde toplumsal bir fonksiyon olarak görüyoruz.
*Kürtajın yasaklanmasına genel ilke olarak karşı
değiliz. Sovyetler Birliği’nde, gizli kürtajın artması,
çocuk eğitiminin tam olarak toplumsallaştırılamadığı, konut sorununun tam olarak çözülemediği, gebelikten korunma araçlarının yetersiz ve az olduğu koşullarda, kürtaj yasağının yeniden gözden geçirilerek,
1938-1939’larda geri çekilmemesini yanlış buluyoruz.
Bu kitapta takınılan tavrımız doğrultusunda,
“Kürtaj tartışması üzerine” başlıklı bir yazı Yeni İşçi
Dünyası’nın Haziran sayısında yayınlandı. Yazıda
ortaya konulan yaklaşım, kitaptan aktardığımız yaklaşım ile uyum içerisinde olmasına rağmen, Evrim
Solmaz yoldaşın yaklaşımı ile çelişmektedir.
Evrim Solmaz yoldaşımızın yazısında geçmişte takındığımız tavrı bilince çıkarmaması, takındığı tavrın geçmişte takındığımız tavır ile çeliştiğini ortaya
koymamasını yöntem açısından yanlış buluyoruz.
Geçmişte çeşitli konularda takındığımız tavırlar,
yeni gelişmeler ışığında, yeniden gözden geçirilebilir.
Tavırlarımız ilerletilebilir. Bu yapılırken geçmişteki
tavrımız da bilince çıkarılıp, varsa bir çelişme ortaya
konularak tavrımız ilerletilmelidir.
Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirilmesi
noktasında geldiğimiz yerde şunları düşünüyoruz:
*”Kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıklarını
kontrol etme hakları vardır.”
*”Hiçbir erkeğin ve hiçbir devletin kadınları doğurmaya zorlama hakkı yoktur!”
*” ‘Her devletin nüfus politikası gütme hakkı vardır’ doğru önermesinden yola çıkarak, devletin bu
hakkı kürtaj yasağı ve dolayısıyla kadınların doğurganlığının baskı ve zorla kontrolü biçiminde kullanmasının yanlış olduğu ve geri teptiği Sovyetler Birliği’ndeki deneyimde kendini göstermiştir.”
*Kürtaj haktır. Bu hakkın yasaklanması yanlıştır.
Yapılması gerekli olan kürtajı yasaklamak değil, kürtajı ortaya çıkaran koşulların değiştirilmesi için mücadeledir.
*”Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan
kaldırıldığı, çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsallaştırıldığı, kadın-erkek eşitliğinin lafta değil, gerçekten yaşam bulduğu sosyalizmin inşasıyla diğer bir
dizi kötülük gibi kürtajın da yok olup” gidecektir.
YDİ Çağrı / Ağustos 2012 
yeni kadın dünyası
kullanmasının yanlış olduğu ve geri teptiği Sovyetler
Birliği’ndeki deneyimde kendini göstermiştir.”
Aktardığımız alıntıda, Sovyetler Birliği’nin deneyimi hakkında takınılan tavır “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu” araştırmasında takınılan tavır ile çelişmektedir. Şöyle ki;
“Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların
Kurtuluşu, cilt 1, “Sovyet Devletinin sosyalist nüfus
politikası” Bölümü, sf. 356” ve devamında Sovyetler
Birliği’nin nüfus politikası siyaseti, kürtajı yasaklayan
1936 kararnamesi, bu konuda yapılan tartışmalar çok
yönlü tartışılıp değerlendirilerek şu tavır takınılıyor:
“Gizli kürtajın yeniden artması ve bunun birçok
durumda kadınların sağlığını tehdit ettiği tespit edilmesine rağmen, kürtaj yasağı ancak 1955 yılında kaldırılmıştır. Başta Komünist Partisi olmak üzere, Sovyet devletine bizim eleştirimiz bu noktadadır. Çocuk
eğitiminin toplumsallaştırılmasının tam olarak gerçekleşmemiş olduğu; konut sorununun tam olarak
çözülmemiş olduğu; gebelikten koruma araçlarının
yetersiz ve az olduğu koşullarda ve somut bu koşullar nedeniyle gizli kürtajın yeniden artmasının tespit
edildiği durumda, yani 1938-1939’larda bu yasa yeniden değiştirilebilir, geri çekilebilirdi. Çünkü, kararnamemin onaylandığı dönemdeki değerlendirmenin
tersine, yaşamın kendisi Sovyetler Birliği’nin somut
koşullarının, kürtajın yasaklandığı şartlarda kitlesel gizli kürtajı engellemeye henüz izin vermediğini
göstermişti. Bu noktadan itibaren Komünist Partisi
ve Sovyet devlet bir dizi sorunda sergilediği esnekliği göstermeli, değerlendirmedeki yanlışlığını zaman
kaybetmeden düzeltmeliydi.
Kürtaj sorunuyla ilgili olarak burada Sovyetler
Birliği’ne ve onun öncüsü Komünist Partisine yönelttiğimiz eleştirinin burjuva ve feminist eleştiricilerden temelden ayrıldığını tekrar vurgulamakta yarar
görüyoruz. Bu temel fark kendisini, bizim, birincisi,
sosyalist devletin belirli bir nüfus politikası izleme
hakkını ve yükümlülüğünü kabul etmemiz, ikincisi,
kadının çocuk doğurmasını toplumsal bir fonksiyon
olarak görmemiz ve nihayet kürtaja karşı mücadelenin bir aracı olarak yasaklayıcı yasaları genel ilke
olarak değil, Sovyetler Birliği’nin yukarıda açıkladığımız somut koşullarında reddetmemizde göstermektedir.” (Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi
ve Kadınların Kurtuluşu. Cilt I, Dönüşüm Yayınları,
Sayfa 377-378)
Aktardığımız alıntıda, kitaptaki Sovyetler Birliği
nüfus politikası ve kürtaj konusunda yapılan değer-
23
panorama
PA NOR A M A
“Kontrollü
geçiş”te vitrin
değişikliği!
- MISIR -
M
24
ısır’da askeri yönetimli “kontrollü geçiş” süreci yeni çehreye bürünerek sürüyor. Ordu elindeki iktidarı sivil yönetime devretme konusunda işi
sürüncemede bırakmaya, daha uzun süre yönetimi
elinde tutmaya çalışsa da; “kontrollü geçiş”te kitleler
tarafından daha çok hedefe konmadan sorunun anlaşmalı olarak çözümü, buna bağlı olarak yönetimin
sivilllere devredilmesi ve ordunun kışlalara çekilmesi
adımının atılması da kendisini dayatıyordu, dayattı.
Başkanlık seçiminin ikinci turundan önce Haziran
ayı ortalarında ordu, Başkanın yetkilerini kısıtlayan
ve ordunun yetkilerini çoğaltan anayasal değişiklikleri kararname yayınlayarak gerçekleştirmişti. Bu
adım yönetimin Başkan somutunda sivillere devredilmesinden önce, ordunun bu süreci belirleyecek esas güç olduğunu dayatma adımıydı. Kendileri
açısından atılan bu adım ama kitleler içinde giderek
daha fazla tepki çekiyordu. Yüksek Askeri Konsey
Başkanı ve aynı zamanda Savunma Bakanı olan Tantavi halkın gözünde “üniformalı Mübarek” olmuştu.
Protestocuların sloganları arasına, “Askeri yönetime
son!”, “Tantavi’ye ölüm!” vb. sloganlar katılmıştı.
Kısacası “kontrollü geçiş”in andaki durumda Mı-
Bu kapının açılışı aynı
zamanda Mursi’nin emekliye
ayırma adımıyla birlikte
attığı, ordunun Haziran
ayı ortalarında, başkanın
yetkilerini kısıtlayan ve
ordunun yetkilerini çoğaltan
anayasal değişikliklerle ilgili
kararnameyi de geçersiz ilan
etmesiyle de desteklendi.
sır’daki güç dengelerine uygun biçime büründürülmesi gerekiyordu. Ayrıca Mısır’da güvenlik ve istikrarın sağlanmasının ve “kontrollü geçiş” sürecinin
bir an önce halledilmesinin, ülkedeki ekonominin
yeniden düze çıkarılması için adımlar atmanın da
önkoşullarından biriydi. Ve bu –çelişkili görünse deaynı zamanda ordunun da çıkarınaydı! “Kontrollü
geçiş” sürecinin sonunda ordunun yönetimi sivillere
devretmesi gerekiyordu ve bunun askeri yönetimin
en azından resmen son bulması anlamına geldiği de
taraflarca biliniyordu. Buna bağlı olarak “üniformalı
Mübarek” (Tantavi) ile “yedek lastik” (Başkan Mursi), yani Müslüman Kardeşler ile ordunun anlaşması,
uzlaşması ve yönetimin sivillere devredilmesi gerekiyordu. Ordu bu süreci uzatmaya çalışsa da, resmi
açıklamalarında yönetimi sivillere devredeceğini hep
yeniden yineliyordu. Mesele esasında bu devretmenin hangi temelde olacağı, ordunun devlet içindeki
gücünün hangi biçime büründürüleceği ve özellikle
de uluslararası ilişkilerde Mursi şahsında Müslüman
Kardeşlerin, Mübarek döneminin dış siyasetinden
(özellikle de İsrail’e karşı) köklü bir değişiklik yapıp
yapmayacağı vb. vb. noktalarda düğümlenmişti. Bu-
Mursi’ye devredilecekti. Devredildi de! Yine de ordu
Mursi’yi hizaya sokmak isterken, Mursi Başkan olarak orduya, ordunun her istediği şeyi kabul etmediğini etmeyeceğini göstermeye çalışıyordu. Bunu da
8 Temmuz’da, Anayasa Mahkemesi’nce feshedilen
Parlamentonun toplanması ve erken seçimlerin yeni
anayasa için referandum yapıldıktan 60 gün sonra
yapılması yönündeki kararnameyle göstermeye başladı. Yüksek Askeri Konsey acil toplantı yaptı ama
herhangi bir açıklama yapmadı. Yüksek Anayasa
Mahkemesi Yargıçları ise alınan kararın kesin ve
bağlayıcı olduğunu, atılan bu adımın anayasaya aykırı olduğunu açıklasalar da 10 Temmuz’da kolluk güçlerinin yoğun ablukası altında, Parlamento sembolik
olarak toplandı. Gündem maddesinin kendisi sadece
toplanmaktı. Bu kısa toplantıda alınan tek karar, ya
da öne sürülen talep, Temyiz Mahkemesi’nin parlamentonun feshedilmesi ve olası yeni seçimler hakkında karar vermesi gerektiğiydi. Parlamento bu adımı
atıp belirsiz bir zamana kadar dağıldı. Temyiz Mahkemesi 14 Temmuz’da bu konuda karar verme yetkisine sahip olmadığı yönünde açıklama yaptı.
Kamuoyuna bu adım Mursi’nin ve Müslüman Kardeşlerin ordu ve Anayasa Mahkemesi ile çatışması
olarak yansısa da, gerçekte bu adımın, Başkanlık kolduğuna oturmadan önce Mursi ile ordunun yüksek
yetkilileri (Tantavi vb.) arasında yapılan “karmaşık”
anlaşma temelinde atıldığı bilgisi de medyaya yansıdı.
Bu arada Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle’den
sonra ABD Dışişleri Bakanı Clinton 14 Temmuz’da
Mısır’a gitti, hem Mursi ile hem de ordunun yetkilileriyle görüştü. Clinton “demokrasiye geçişe destek
vermek için” Mısır’a gittiğini açıkladı. Bu destek kendisini, Mursi’ye “ordu ile anlaş!”, orduya ise “bir an
önce kışlaya dönün ve demokrasiye geçişi hızlandırın!” biçiminde ifade ediyordu. Bu arada ekonomik
yardım önerisinde de bulundu! ABD emperyalizminin Mısır ordusuna her sene verdiği para dışında
yapılan bu ekonomik yardım önerisi, aynı zamanda
“eğer kontrollü geçiş sürecini istediğimiz gibi bir an
önce gerçekleştirmezseniz, o zaman, zaten kötü duruma düşen ekonomik durumunuzu daha da kötüleştirecek adım atarız: Verdiğimiz parayı bundan sonra
vermeyiz” vb. vb. anlamına da gelmektedir. Vitrin
değişikliğinin bu görüşmelerden sonra hızlanması olgusu da, Clinton’ın görüşmelerde orduyu ve Mursi’yi
uzlaşmaya zorladığı ve atılacak adımları hızlandırdığına işaret etmektedir.
ABD ve AB müttefik olarak Mısır’ın bölgedeki rolü-
panorama
nun için dalaş ve pazarlıklar esasında kapalı kapılar
ardında yürüyordu.
Ne kadar süreceği belli değil ama ordu ile Müslüman Kardeşler arasında belli bir uzlaşma ve anlaşmanın olacağı daha 2011 yılı başlarında isyan hareketinin ateşli ortamında ortaya çıkmıştı. Resmen yasaklı
olduğu halde ordunun yüksek yetkililerinin isyanı
bastırmada muhatap kabul ettiği esas güçlerden biri
Müslüman Kardeşler’di. Ne hakim sınıflar ülkenin
“sol”a kaymasını istiyorlardı, ne de kitleleri kazanma
temelinde iktidara oynayabilecek “sol” bir güç vardı!
Halk isyanıyla Mübarek rejiminin değişmesini dayatmış ama gerçekten burjuva anlamda bile demokrasiyi getirebilecek bir “sol” örgütlülük yaratamamıştır.
Yani ordu ile Müslüman Kardeşlerin uzlaşma ve anlaşmasının temelinde, bu güçlerin birbirini sevmesi
ya da birbirine yakın olması değil, toplumsal gelişmelerin dayattığı bir durumdur. Kuşkusuz ki bunlar
arasındaki farklılıklar, çıkar çelişkileri kendisini iktidar dalaşında da göstermiş, göstermektedir. Çelişkisiz, çatışmasız bir “geçiş” süreci sözkonusu değildi,
değildir.
Bu çelişkilerin kamuoyuna yansıyan yanları en başta ordunun yönetimi sivillere devretmeyi sürüncemede bırakması ve bu arada kendisinin yetkilerinin
daha da çoğaltılmasına yönelik adımların atılması
yönündeki çaba biçiminde gösterirken, Müslüman
Kardeş’lerin ve destekleyicilerinin önce Parlamento
ve Şura seçimlerini kazanıp hükümeti kurma, daha
sonra da Başkanlık seçimini kazanma sürecinde ordunun bir an önce idareyi sivillere –kendilerine- devredip “asli görevine, vatanın savunulması görevine
dönmesi” gerektiğini talep etme temelinde orduyla
çatışmalı oldukları resmini kamuoyuna yansıttılar.
Başkanlık seçiminin ikinci turundan önce Parlamentonun Anayasa Mahkemesi tarafından feshedilmesi ve Başkanlık seçiminin sonuçlarının
açıklanmasının geciktirilmesi –bu arada ordunun
kararnamesi- bu çatışmaların bir göstergesiyken, aynı
zamanda Mursi ve Müslüman Kardeşler ile ordunun
perde arkasındaki pazarlıklarının da bir işaretiydi.
Dergimizin 158. sayısında bu noktada şunu tespit
etmiştik: “Seçim Komisyonu’nun sonuçları açıklamayı ertelemesinin perde arkasında ordu ile Müslüman
Kardeşler ve Mursi arasında pazarlıklar olduğu yönlü
yorum ve tahminler de piyasayı kapladı ve bu yorum
ve tahminlerin maddi temeli de vardır.” (sayfa 36)
Bu temelde yapılan açıklamalara göre Haziran ayı
sonunda yönetim sivillere, somutta Başkan olarak
25
panorama
26
ne önem vermektedirler. Süveyş Kanalı’nın kendileri
için özellikle dış ticaret açısından stratejik konumunu
da gözönüne alarak Mısır’da iç siyaset açısından da
istikrarın sağlanmasını istiyorlar. Bu bağlamda öne
çıkan iki temel konu, içte istikrar / güvenlik ve ekonominin yeniden rayına oturtulmasıdır. Bu nedenle
de halk isyanıyla ortaya çıkan kargaşaya bir an önce
son verilmesi, hem Mısır’ın egemenlerinin hem de
sözkonusu emperyalistlerin çıkarınadır. Bu yüzden
de ordunun bir an önce kışlaya çekilmesi istenmiştir.
ların hepsinin “teknokrat” olup olmadığı önemli değil. Önemli olan bu hükümette yer alanların, ordu ile
Müslüman Kardeşlerin üzerinde mutabık kaldığı kişilerden olmasıdır. Güçler dengesine uygun, bir nevi
ordu Müslüman kardeşler cephesi ya da ittifakı ve bunun içinde teknokratların da yer aldığı bir hükümet.
Ordu hükümette “Savunma” ve “İçişleri” bakanlıklarını elde ettiğinden “güvenlik işleri”nin ordudan sorulmaya devam ettiği yönlü bir resim ortaya çıkıyor.
“Uzlaşma” hükümeti de olsa ipler esasında ordu ile
Ekonominin rayına oturması için yerel gerici güçler
de devrededir. Katar ve Suudi Arabistan başta olmak
üzere kimi devletler Mısır’a değişik ölçülerde yardım
ve kredi vermektedirler.
Parlamentonun toplanmasına izin verilmemesi,
aynı zamanda hükümette sadece Müslüman Kardeşler ile Selefilerin yer alması durumunu da engellemiştir. Bunun yerine Mursi 24 Temmuz’da Hişam
Kandil’i Başbakanlığa atamış ve hükümet kurma görevini Kandil’e vermiştir. Kandil, eski “Su Kaynakları
ve Sulamada Sorumlu Bakan” olan biri. Kandil bir
“teknokratlar hükümeti” kuracağını açıkladı.
Başbakan Kandil sözkonusu hükümeti kurdu. 2
Ağustos’ta toplam 35 bakanın olduğu hükümeti ve
bakanları takdim etti. Kurulan hükümette yer alan-
Mursi’nin ellerinde birleşmiş, hükümete de esasında
verilen görevleri yerine getirme işi bırakılmıştır. Yeni
Anayasa’nın oluşturulması ve referandumla onaylanmasından sonra yapılacak seçimlerde güçler dengesinin nasıl dağılacağı tabii ki belli değil. Ama yeni parlamento seçimlerine kadar beklenmedik gelişmeler
olmazsa, bu hükümetle yürünecektir.
Hükümette yer alanların çoğunun Müslüman Kardeşlerden olmaması kamuoyunu şaşırttı ama kamuoyunu daha çok şaşırtan gelişme 12 Ağustos’ta yaşandı.
Başkan Mursi, Yüksek Askeri Konsey Başkanı ve
Savunma Bakanı Hüseyin Tantavi ve Genelkurmay
Başkanı Sami Anan başta olmak üzere birçok askeri
yetkiliyi –örneğin deniz kuvvetleri ve hava kuvvetlerı
minden kopulduğu yönündeki propagandadan başka
bir şey değildir.
Böylece orduda da vitrin değişikliği yapılarak
Mısır’da sıkıyönetimli, asker kökenli yönetim yerine,
devletini koruma görevine sahip bir ordu ile gerici
burjuva demokrasisinin uygulayıcısı sivil bir yönetimli bir rejim yerleştirmenin kapısı açılmıştır.
Bu kapının açılışı aynı zamanda Mursi’nin emekliye ayırma adımıyla birlikte attığı, ordunun Haziran
ayı ortalarında, başkanın yetkilerini kısıtlayan ve
ordunun yetkilerini çoğaltan anayasal değişikliklerle ilgili kararnameyi de geçersiz ilan etmesiyle de
desteklendi. Buna göre sözkonusu değişiklikler daha
yeni anayasa yapılmadan geçersiz kılınmıştır. Mursi
Başkan olarak Mısır’da daha önce Başkanların sahip
olduğu yetkileri eline almıştır. Mursi’nin attığı bu
panorama
komutanlarını- emekliye ayırdı. Aynı biçimde kimi
“gizli haber örgütü” ve özel kuruluşların yöneticileri
de emekli edildi. Mursi bu adımı, “ordunun kendisini
asli görevine”, “milletin korunmasına” adayabilmesi
ve “yeni bir kuşakla” “daha iyi bir gelecek” yaratmak
için attığını açıkladı.
Mursi’nin bu adımı Yüksek Askeri Konsey ile uzlaşma temelinde atıldığı, hem ordunun takındığı –
kararı tanıma- tavır, hem de emekli edilenlerin ödüllendirilmesi adımlarıyla kesinlik kazanıyor. Tantavi
ve Anan hem emeklilik maaşlarını alacaklar, hem de
Başkan Mursi’nin danışmanları olarak ikinci bir aylık alacaklar. Bu ikisinin bir de Mısır’ın en yüksek/
önemli madalyalarından Nil – Madalyası’yla ödüllendirilmeleri, Mursi’nin bu vitrin değişikliğini anlaşma
temelinde gerçekleştirdiğini göstermektedir. Deniz
Ne kadar süreceği belli değil ama ordu ile Müslüman
Kardeşler arasında belli bir uzlaşma ve anlaşmanın olacağı
daha 2011 yılı başlarında isyan hareketinin ateşli ortamında
ortaya çıkmıştı. Resmen yasaklı olduğu halde ordunun yüksek
yetkililerinin isyanı bastırmada muhatap kabul ettiği esas
güçlerden biri Müslüman Kardeşler’di.
Kuvvetleri Komutanı ve Yüksek Askeri Konsey üyesi General Mamiş “Süveyş – Kanalı İşletmesi Genel
Müdürlüğü”ne atanırken, “Biz, önceden söz verildiği
gibi iktidarı seçilmiş meşru Başkana verdik” ve “Biz
kendimiz için asla iktidar istemedik” biçiminde açıklamada bulunup yapılanın normal bir prosedür olduğunu savundu.
Emekli edilen askerlerin yerine doğal olarak başka
askerler atandı. Medyada öne çıkarılan noktalardan
biri sözkonusu bu “yenilerin” siyasi olarak “temiz” oldukları ve Mübarek döneminin “elit askeri” kesiminden kalan “miras” olmadığı noktasıdır. Gerçek durum böyle değil. Örneğin Tantavi ve Anan’ın yerine
atananlar doğrudan Mübarek döneminin “elit askeri”
kesiminden ve de “mirası”ndandırlar. Bunlardan General Abdülfettah El Sisi, 2011 Mart ayında protesto
eylemleri sürerken “bakirelik testi” yapılmasını talep
eden biri! “Siyasi olarak temiz” olma işi kitlelere yapılanın olduğundan iyi gösterilmesi ve Mübarek döne-
adımla resmen yaklaşık 17 ay süren ordunun yönetimi son bulmuştur. İktidar daha Mursi’nin eline geçmemiş, ama ordunun siyasette geri plana itilmesi için
bir adım atılmıştır. Bu adımla yani anayasanın oluşturulmasında ordunun etkisinin azaltılacağı bir durum sağlanmıştır. Bu gelişmenin uzlaşma temelinde
mi, yoksa ordunun isteğine karşı olma temelinde mi
olduğu, belirleyici değil, durumu da değiştirmiyor.
“Kontrollü geçiş”te, burjuva demokrasisine doğru gidişin yolunu açan bir gelişme sözkonusudur Mısır’da.
Bunun “Türkiye modeli” olarak gösterilmesi de kimin kimi örnek aldığına işaret etmektedir.
Yeni anayasanın oluşturulması ve referanduma sunulmasıyla, ardından da parlamento seçimlerinin yapılmasıyla bu “kontrollü geçiş”in tamamlanacağına
işaret eden gelişmelerdir bunlar. İktidar kavgasının
ama bununla bitmeyeceği açıktır.
25 Ağustos 2012 
27
panorama
Başkan Lugo’ya
“sivil darbe”!
- PARAGUAY -
“
28
Topraksız köylüler için diplomasi araçları mantıksızdır. Onlara, bir dolandırıcının karısının sadece
sopayla itaat ettiği gibi muamele yapılmak zorundadır.”
Bu tavır, “soya kralı” diye de adlandırılan Tranquilo Favero’nun topraksızlar hakkındaki düşüncesini
ortaya koymaktadır. Kendisi, faşist Strössner döneminde zenginlere yiyicilik, rüşvet temelinde bedava
dağıtılan yaklaşık yedi milyon hektar topraktan, bir
milyon hektar toprağı elde eden bir büyük toprak sahibi! Topraksız köylülerle büyük toprak sahiplerinin
ilişkilerini yansıtan bu tavır 18. ya da 19. yüzyılın değil 21. yüzyılın, bugünün tavrı.
Paraguay’da kırdaki nüfusun üçte biri topraksız.
Toprakların, özellikle de ekilebilir toprağın büyük
bölümü çok küçük bir azınlığın elindedir. Kimi verilere göre (Portal amerika 21.de) nüfusun %2si toprağın %82sinin sahibi. Kimi verilere göre de ekilebilir
toprağın üçte ikisi (%66 cıvarı) nüfusun %10’unun
elindedir. Paraguay nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırı altında %20si de açlık sınırında, “tam yoksul” diye
ifade edilen durumda.
Kuşkusuz ki Paraguay’ın sosyo ekonomik yapısını
ortaya koyma durumunda değiliz. Ama ülkenin en
temel sorunlarından birinin toprak sorunu olduğunu
Paraguay’da kırdaki nüfusun üçte
biri topraksız. Toprakların, özellikle
de ekilebilir toprağın büyük bölümü
çok küçük bir azınlığın elindedir.
Kimi verilere göre (Portal amerika
21.de) nüfusun %2si toprağın
%82sinin sahibi. Kimi verilere
göre de ekilebilir toprağın üçte ikisi
(%66 cıvarı) nüfusun %10’unun
elindedir. Paraguay nüfusunun
%40’ı yoksulluk sınırı altında %20si
de açlık sınırında, “tam yoksul” diye
ifade edilen durumda.
bilmek için özel bir araştırmaya gerek yok. 18 Haziran 2012 tarihli medyada “toprak savaşı” da olarak
yansıtılan olaya biraz yakından bakmak bunun için
yeterlidir.
Bir kesim topraksız köylü, 100 aile, resmen kişiye ait
olan toprağı haftalarca işgal etmiştir. Mahkeme işgalcilerin işgal ettiği topraktan atılmasına karar vermiş
ve kolluk güçlerine zorla bu işi yapmaları emrini vermiştir. Kolluk güçleri bu “görevini” yerine getirmeye
çalıştığı yerde çatışmalar çıkmış ve 11 köylü ile 7 polis ölmüş, yüzlerce köylü yaralanmıştır. Her burjuva
devlette olduğu gibi Paraguay’da da devlet yetkilileri
bu olaylardan köylüleri sorumlu tutmuştur. Olayın
kendisi ve gerçek suçluları karanlıkta bırakılırken,
köylülere karşı soruşturmalar başlatıldı, tutuklamalar gerçekleştirildi. Haziran ayı ortalarında yaşanan
bu çatışma, ülkenin büyük bir sorununun küçük bir
parçasıdır. Peki ama bunun Başkan Lugo’ya karşı “sivil darbe” ile ne ilişkisi var?
2008 yılında başkanlık seçimini kazanan “Kurtuluş Teolojisi” savunucusu Piskopos Fernando Lugo,
15 Ağustos 2008’de başkanlık koltuğuna otururken,
ülkenin en temel sorunlarından biri olan toprak sorununa, bir “toprak reformu” ile çözüm bulacağını
düşünüyordu. Lugo yoksullara yardım etmek istedi-
sadece Parlamento ve Senato’nun çoğunluğuna değil,
zengin toprak sahiplerinin de engeline takılmıştır.
Evet nüfusun %2’sinin elinde toprağın %82’si varsa ve
birileri bu durumu değiştirmeye kalkışırsa, bu toprak
sahiplerinin saldırısına maruz kalacaktır. Yoksullara
yardımda egemenlere karşı zor’u reddeden, “barışçıl”
temelde protesto dışında mücadele etmeyen bir yaklaşımla -Lugo’nun yaklaşımı budur-, ülkenin ekonomik ve siyasi kaderini belirleyen bu zengin kesimin
iktidarına son verilemez. Somutta bırakın bunların
iktidarına son vermeyi, “toprak reformu” düşüncesinin kendisi bile Lugo’yu Başkanlıktan etmeye yet-
Parlamento ve Senato’da çoğunluk karşı tarafın elindeydi. 61 sene yöneten, köşebaşlarını kapmış olanların temsilcileri Parlamento ve Senato’da çoğunluğu
oluşturduklarından Lugo’nun çabaları her seferinde
bloke ediliyordu. Bu temelde de “toprak reformu” da
düşüncede kaldı! Yaklaşık dört sene Başkanlık koltuğunda kalan Lugo, bu dönemde Paraguay’da burjuva
demokrasisine dönüşüm sağlamada önemli hiç bir
adım atamamıştır. Ülkede gerçekte burjuva demokrasisinin yelleri bile esmemiştir. “Toprak reformu” ise
miştir!
Paraguay Anayasası’na göre Parlamento siyasi temelde Başkan’a karşı onun görevinden alınması için
dava açabilir ve bundan sonra da Senato bu konuda
karar verebilir. Açıkçası Parlamento ve Senato’da
Başkan, çoğunluk tarafından desteklenmiyorsa, bir
de çoğunluğun karşı olduğu konularda Başkan karar
vermeye kalkışıyorsa, böylesi bir Başkan uzun süre
koltuğunda kalamaz! İlginç olan aslında Lugo’nun
şimdiye kadar koltuğunda kalmış olmasıdır.
panorama
ğinden, yoksullar O’nu seçmiş ve yaklaşık 61 yıl süren
Colorado Partisi dönemini kesintiye uğratmıştı.
Lugo’nun 2008 yılındaki seçimi aynı zamanda Latin
Amerika’da “sol rüzgarın” esmeye devam ettiği biçiminde de yorumlanmış ve Lugo “sol” başkanlar arasında yerini almıştı. Rüşvete, yiyiciliğe, genel olarak
yoksullara yapılan haksızlıklara karşı mücadele edeceğini ilan etmişti. Lugo’nun bu konuda samimi olduğunu düşünsek bile, yaşamın gerçekliği Lugo’nun bu
isteğini yerine getirmesine izin vermiyordu. Oyların
%40-41’i Lugo’nun Başkan seçilmesine yetmişti ama
bu isteklerini gerçekleştirebilmek için gerekli olan
29
panorama
30
21/ 22 Haziran’da jet hızıyla, Lugo’ya kendisini savunması için bile yeterli zaman verilmeden –“normal”
bir hırsıza bile kendisini savunmak için öngörülen
zaman 18 gün iken, Lugo’ya yedi saatten az bir zaman
tanınmıştır- görülen “görevden alma davası”nda Senato Lugo’yu görevden almaya karar verdi.
Lugo, gerçekte görevden alınmasını gerektirecek
herhangi bir yanlış iş yapmamıştı. Kararın kendisi siyasidir ve perde arkasında ekonomik çıkarlar vardır.
Buna rağmen ama Lugo bu karara “boyun eğmiştir”
ve bunu da “kan dökülmesini ve ülkenin kan gölüne
dönmesini engellemek” için yaptığını açıkladı. Bundan önemlisi ama Lugo’nun Başkan iken ne yaptığını
kendi ifadeleriyle öğrenmektir. Kendisine karşı yapılan “sivil darbe”nin esasında sosyal gruplarla çok ilişki kurmasına karşı gerçekleştiğini anlatırken şunları
da söylemektedir: “Biz hiç sosyalist önlemlere başvurmadık. (Lugo bundan devletleştirmeyi anlamaktadır!
BN) Biz oyunun kurallarını kabul ettik. Uluslararası
örgütlerle de iyi ilişkiler vardı ve ekonomik göstergeler de onların istediği ölçülere uygundu. Ekonomi
gelişiyordu, enflasyon kontrol altındaydı ve uluslararası ilişkiler geliştirildi, borçlar zamanında ödendi...
biz iyi çalıştık. Ama bir tehlike vardı. Değişim sürecinin devam etmesi. Bu onları rahatsız etti. Ekonomi
alanında biz uyumluyduk, ama siyasi olarak sosyal
gruplarla fazla ilişkimiz vardı.” (Portal amerika21.de,
13 Ağustos 2012)
Evet Lugo “oyunun kurallarını” kabul etmiştir.
Ama yine de işlerine yaramamıştır. Bunun “toprak
reformu” isteğinin yanısıra uluslararası tekellere karşı tavır ile Lugo’nun ABD yerine komşu ülkelerle –Arjantin, Brezilya ve Bolivya vd.- ilişkileri geliştirmeye
çalışması da önemli rol oynamıştır.
“Sivil darbe”den sonra Başkanlığa Lugo’nun yardımcısı olan Federico Franco getirildi ve başkanlık
seçimleri ertelenmezse ya da seçimlerde Franco aday
olup kazanmazsa, gelecek sene 15 Ağustos’a kadar bu
görevi sürdürecek.
Lugo’nun görevden alınmasının hemen ertesinde
atılan kimi adımlara baktığımızda bu “darbe”nin
perde arkasında nelerin olduğunu görebilmek mümkün oluyor. Paraguay’da egemen olan kesim uyuşturucu tüccarları, soya üreticileri ve uluslararası tarım
tekelleridir. Genleri değiştirilmiş Soya tohumunun
ithaline izin verilmesi, Soya ihracatı vergisinin kaldırılması, Strössner döneminden kaldığı söylenen
80 Milyon ABD Doları borcun ödeneceğinin açıklanması –Lugo böylesi bir borcun olmadığını söyle-
mektedir- ve uluslarası tekellerden Rio Tinto Alcan’a
Paraguay’da aluminyum üretme izni vb.
Lugo ve “sol cephe” bu “sivil darbe”yi protesto ettiler. Ama en başından itibaren Lugo protestoların
barışçıl olmasını talep etmiş ve kendisinin barışçıl
olmayan protestolarda yer almayacağını, buna karşı
olduğunu ilan etmiştir. Lugo taraftarları da buna uygun davranmıştır. Lugo kendisine karşı gerçekleştirilen bu adıma karşı barışçıl protestolarda yer alırken,
22 Haziran öncesini demokratik bir dönem olarak
gördüğünden, bu adımın geri alınmasını demokrasinin yeniden sağlanması olarak lanse etmektedir. Bu
noktada da kitlelerin bilincini karartıyor piskopos!
Avukatların yapılanın anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle –özellikle savunma için gerekli sürenin tanınmaması durumu- birkaç kez mahkemeye başvurmaları da sonuçsuz kalmıştır. En son açıklamasına göre
Lugo gelecek seçimlerde “sol cephe”nin Parlamento
ve Senato’da başarı elde etmesine yardımcı olacak
ama başkanlığa aday olmayacak.
Paraguay içindeki gelişmeler özetle böyle iken, bu
gelişmenin Latin Amerika’daki yansıması ise kısaca
şöyledir. Yapılanı “darbe” olarak değerlendiren ve
Lugo yerine başkanlık koltuğuna oturan Franco’yu
meşru başkan olarak kabul etmeyen “Güneyin Ortak
Pazarı” (Mercosur) ve “Güney Amerika Milletler Birliği” (Unasur) Paraguay’ın üyeliğini dondurdu. Latin
Amerika ülkelerinin çoğunluğu Paraguay’da yapılanın karşısında ve demokratik seçimlerin yapılmasını talep etmektedirler. Bu arada 2006 yılından beri
Venezüela’nın resmen Mercosur’a üye olmasını engelleyen Paraguay’ın üyeliği dondurulduğundan, bu
formel adımın atılmasının önünde herhangi bir engel
kalmamıştı ve 31 Temmuz’da Venezüela resmen de
Mercosur üyesi ülke oldu.
Türkiye’de her şeyin mümkün olduğunu ifade
eden “Burası Türkiye!” tanımına uygun olarak “Burası Latin Amerika!” demek mümkündür. Dünyanın
her yerindeki gelişmeleri takip etmeye çalıştığımız
gibi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeleri de takip etmeye devam edeceğiz tabii ki. “Sol rüzgarların”
esmeye son verdiği ve yeniden “sağ rüzgarın” estiği
bir durum sözkonusu olursa, işçiler, emekçiler, yoksul köylüler için yaşam daha da kötü olacaktır. Görev
“rüzgarlara” kapılmadan kapitalist sisteme karşı işçi
sınıfı önderliğinde devrimler için mücadeleyi güçlendirmek, geliştirmektir.
26 Ağustos 2012 
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Kişiye Tapma Sorunu
ve Stalin
Stalin, 30 Nisan 1932’de Alman yazarı Emil Ludwig ile bir
görüşme yapar. Bu mülakatta Stalin “Bana gelince, ben
yalnızca Lenin’in bir öğrencisiyim, yaşamımın hedefi, Lenin’e
yaraşır bir öğrenci olmaktır” der.
Kişiye Tapma Sorunu ve Stalin
Stalin’in en fazla eleştirildiği konulardan bir tanesi
de, “kişiye tapma” sorunudur. Emperyalist burjuvazi
ve onun çanak yalayıcılarının Stalin’e saldırması tesadüfi değildir. Stalin, ilk proleter devletin pratik devamcısı ve ilerleticisi idi. O, emperyalist burjuvaziye
korku salmıştı. Nazi ordularını yenen ve Berlin’e kadar kovalayan Sovyet Kızıl Ordusunun başkomutanı
idi Stalin. Emperyalist burjuvazi, Sovyetler Birliği’ni
yıkamamış tam tersine kimi ülkeler emperyalist dünya sisteminin dışına çıkmıştı. Bu yüzden emperyalist
burjuvazinin Stalin düşmanlığı anlaşılır bir durumdur! Çünkü emperyalist burjuvazi, Stalin’i karalamak için tarih çarpıtıcılığı yapmakta ve sahte belgeler üretmektedir. Gizli servislerin laboratuvarlarında
üretilen sahte belgeler ile bilinçler karartılmaktadır.
Emperyalist burjuvazi, Nazizm ve Stalin’i aynı çuvala
koymakta, Kızıl Ordunun Stalin önderliğinde verdiği
tarihin en fedakâr savaşımını görmezden gelmekte-
31
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
dir.
Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma
işini sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine “Marksizm” adını takanlar da bu koroya katılıyor. “Marksizm”, “Leninizm” etiketli gruplar sosyalizm düşmanlığını, Stalin’e saldırarak gizlemeye çalışıyor.
Stalin, yaşadığı dönemde kendisine yöneltilen eleştirilere cevap vermişti. Parti düşmanı akımlara karşı
ideolojik mücadele yürütmüştü. Stalin öldükten sonra, Stalin’e karşı saldırı kampanyasını Kruşçev XX.
Parti Kongresinin gizli oturumunda yaptığı konuşma
ile başlattı. Kruşçev, “gizli raporu”unu hemen hemen
bütünü ile “kişiye tapma” konusuna ayırmıştı. Biz bu
yazımızda, “kişiye tapma” sorununu ve kimi gerçek-
ölümünden sonra Komünist Partinin birinci sekreterliğine getirilir.
Kişiye tapma ve Kruşçev’in yalanları
Kruşçev, SBKP’nin XX. Kongresi’nin kapalı oturumunda “kişi kültü ve bunun sonuçları” üzerine bir
konuşma yapmıştı. Bu konuşmada Stalin’e saldırırken, raporunun önemli bölümünü “kişiye tapma” sorununa ayırmıştı. Kruşçev ve Stalin’in “kişiye tapma”
bağlamında tavırlarının karşılaştırılmasında fayda
var. Stalin “eleştirmen”leri, Stalin’i okumuyor. Burjuvazinin ve “Marksist” etiketlilerin yalan makinelerine kanılarak güya Stalin eleştiriliyor. Şimdi biraz
Kruşçev aynı konuşmasında ‘Stalinizm’ terimini de üretmede
bir sakınca görmüyor ve şöyle diyordu: “Bizim Anayasamız,
dünyanın altıda birinde zafere ulaşmış olan Marksizm-LeninizmStalinizmdir.” (aynı yerde) Kruşçev Ocak 1937’de Moskova’da,
Grigori Piyatakov ile Karl Radek’in yargılandığı davanın duruşması
sırasında 200.000 kişilik bir dinleyici kitlesi karşısında şöyle nutuk
atıyordu: “Onlar ellerini Stalin yoldaşa kaldırmak suretiyle, ellerini
insanlığın sahip olduğu en değerli şeye kaldırmışlardır. Çünkü
Stalin umuttur; O beklentidir; O bütün ilerici insanlığa yol gösteren
fenerdir. Stalin bizim bayrağımızdır! Stalin bizim irademizdir! Stalin
bizim zaferimizdir!”
32
leri okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz.
Nikita Kruşçev 1918’de Bolşevik Partiye üye olur.
Ocak 1919’da Kızıl Orduya katılır. Kruşçev 1933’te
Moskova bölge komitesi ikinci sekreterliğine yükselir. 1935’te Moskova parti teşkilatının birinci sekreteri
olur. 17. Parti Kongresinde, Merkez Komitesinin tam
üyeliğine seçilir. Aynı yıl Yüksek Sovyet Prezidyumu
yedek üyeliğine getirilir. 1939’da Politbüro üyeliğine
seçilir. 1943’te Stalingrad kuşatmasında Kızılordu
kuvvetlerine komuta eder. 1944’te Ukrayna Meclisinin başkanlığına getirilir.1949’da Moskova bölgesi
parti başkanlığına yeniden seçilir. 1953’te Stalin’in
geriye gidelim ve Kruşçev’in ne dediğine bakalım.
Kruşçev Ocak 1932’de Moskova Parti Konferansı’nda
yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Her zamankinden daha sıkı bir biçimde Leninist
Merkez Komitesi’nin ve Partimizin ‘vojd’u (Hitler için
kullanılan führer kelimesine denk düşen bir kelime)
Stalin Yoldaşın etrafında kenetlenen Moskova Bolşevikleri, sevinç ve güven içinde sosyalizm ve dünya proleter devrimi uğruna savaşımda yeni zaferlere doğru
yürüyorlar.” (Raboçaya Moskva, 26 Ocak 1932, L.
Pistrak, Büyük Taktisyen: Kruşçev’in İktidara Gelişi,
Londra, 1961, s. 159,İngilizce, Bu kitaptan yaptığımız
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
revizyonistler, Stalin’e övgüler yağdırıyordu. Stalin’e
en çok övgü yağdıranlar, daha sonra en ateşli “kişiye tapmaya karşı” savaşçılar şeklinde ortaya çıktılar.
Kruşçev, XX. Parti Kongresi’nde Stalin nezdinde
Marksizme-Leninizme karşı saldırıyı başlatmıştı.
Kruşçev XX. Parti Kongresine sunduğu resmi
raporda, “kişiye tapmayla mücadele” konusunda
Stalin’in ismini vermeden değinmişti. SBKP XX.
Parti Kongresinin resmi çalışmaları içinde Stalin’in
ismi verilerek herhangi bir eleştiri getirilmedi. Kruşçev XX. Parti Kongresinin resmi çalışmaları içerisinde Stalin’i açıkça “eleştirme”ye cesaret edemiyordu. Kruşçev XX. Parti Kongresi sona erdikten sonra
Moskova’da bulunan parti delegelerini gizli bir toplantıya çağırdı. Moskova’da bulunan kongre delegelerine “gizli oturum”da Kruşçev, XX. Parti Kongresinin seçtiği Merkez Komitesi adına “kişiye tapma ve
sonuçları” başlıklı “gizli” raporunu okudu. Bu “gizli
rapor” birkaç gün sonra Batı basınında tezler halinde
yayınlandı. Bir ay sonrada “gizli rapor”un tam metni
ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından İngilizce olarak
yayınlandı. SBKP adına Nikita Kruşçev ise, böyle bir
raporun olmadığını, bu “rapor”un CIA’nın uydurması olduğunu açıklıyordu! Stalin’in Sovyet Halkları ve
Dünya Komünist Hareketi içerisinde haklı bir otoritesi vardı. İşte bu yüzden revizyonistler, ilk planda
Stalin’e açıkça saldırma cesaretine sahip değillerdi.
Revizyonistler, yalan ve iftiralarını taksit taksit sunma yoluna başvurdular. Bütün anti-komünist ve karşı
devrimci yayınlar, Kruşçev’in yalanlarını yayma görevini üstlenmişti. Diğer taraftan “Marksist” geçinenler de, emperyalist burjuvazinin yedeğinde hareket
ediyordu. Kruşçev’in XX. Parti Kongresi ile Stalin’e
karşı başlattığı iftira kampanyası, bugün de tüm Stalin düşmanlarının beslendiği bir kampanyadır.
Montclair Devlet Üniversitesi profesörü tarihçi Grover Furr, SBKP XX. Kongresinde Nikita
Kruşçev’in yaptığı konuşmayı ayrıntılı olarak inceledi. Kruşçev’in Stalin hakkında ileri sürdüğü 61 iftirayı ele aldı ve “Anti-Stalinist İhanet” adlı kitabını
yazdı. Kitap, yayınlandıktan sonra binlerce okuyucuya ulaştı ve Rusça’ya da çevrildi. Grover Furr, komünist veya Stalinist bir kişi değildir. S. Hartsizov, Grover Furr ile “Anti-Stalinist İhanet” kitabı üzerine bir
röportaj yaptı. Bu röportaj, Stalin Arşivi tarafından
Türkçeye çevrildi ve internet ortamında okunabilinir. Grover Furr’un “Anti Stalinist İhanet” kitabı Yordam Kitap tarafından “Kruşçev’in Yalanları” başlığı
ile Türkçeye çevrildi. Grover Furr, Kruşçev’in Stalin
✒
tüm alıntıların çevirisi Garbis Altınoğlu’na aittir.)
Kruşçev, Ağustos 1936’da Lev Kamenev ve Grigori
Zinovyev’in yargılandığı duruşmalar hakkında şöyle
diyordu:
“Sefil cüceler! Onlar ellerini insanların en büyüğüne,… bilge ‘vojd’umuz Stalin Yoldaşa karşı kaldırdılar… Sen Stalin Yoldaş, Marksizm-Leninizmin yüce
bayrağını bütün dünyanın önünde yükseklere kaldırdın ve onu ileriye taşıdın. Stalin Yoldaş, Stalinist Merkez Komitesi’nin sadık destekçisi olan Moskova Bolşevik örgütü Stalinist uyanıklığını daha da arttıracak,
Troçkist-Zinovyevist kalıntıların kökünü kazıyacak
ve Partinin saflarını ve Partili-olmayan Bolşevikleri
Stalinist Merkez Komitesi ve büyük Stalin’in etrafında daha da sıkı bir biçimde birleştirecektir.” (Pravda,
23 Ağustos 1936, age, s. 162,) Kruşçev, Kasım 1936’da
Sekizinci Tüm-Birlik Sovyet Kongresi’nde yeni Sovyet Anayasasının ‘Stalinist Anayasa’ olarak adlandırılmasını önerir. Kruşçev “… o başından sonuna
kadar Stalin Yoldaşın kendisi tarafından kaleme alınmıştı” der. (Pravda, 30 Kasım 1936, adı geçen yapıt,
s. 161)
Kruşçev aynı konuşmasında ‘Stalinizm’ terimini
de üretmede bir sakınca görmüyor ve şöyle diyordu:
“Bizim Anayasamız, dünyanın altıda birinde zafere
ulaşmış olan Marksizm-Leninizm-Stalinizmdir.” (aynı
yerde) Kruşçev Ocak 1937’de Moskova’da, Grigori
Piyatakov ile Karl Radek’in yargılandığı davanın duruşması sırasında 200.000 kişilik bir dinleyici kitlesi
karşısında şöyle nutuk atıyordu: “Onlar ellerini Stalin
yoldaşa kaldırmak suretiyle, ellerini insanlığın sahip
olduğu en değerli şeye kaldırmışlardır. Çünkü Stalin
umuttur; O beklentidir; O bütün ilerici insanlığa yol
gösteren fenerdir. Stalin bizim bayrağımızdır! Stalin
bizim irademizdir! Stalin bizim zaferimizdir!” (Pravda, 31 Ocak 1937, adı geçen yapıt, s. 162) Kruşçev
Mart 1939’da Stalin’i, “… büyük dahimiz, sevgili Stalinimiz” ( adı geçen yapıt, s. 164) diye tanımlıyor ve
Parti’nin Mart 1939’daki 18. Kongresi’nde onun için,
“… insanlığın en büyük dehası, bize Komünizm yolunda önderlik eden öğretmen ve ‘vojd’, bizim Stalin’imiz”
( adı geçen yapıt, s. 164) ve Mayıs 1945’de Stalin’i,
“… Zaferin büyük Mareşali” (adı geçen yapıt, s. 164)
olarak selamlıyordu!
Moskova duruşmaları hakkında “radikal” değerlendirmeler yapan ve Stalin’e dalkavukça sözler söyleyen Kruşçev, XX. Parti Kongresinde daha önce
söylediklerini unutacaktı! Stalin’e övgüler dizen sadece Kruşçev değildi. Parti içerisinde gizlenen tüm
33
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
34
hakkında ileri sürdüğü 61 iddianın yalan olduğunu
ve bu yalanları kanıtları ile birlikte ortaya koymaktadır.
Kişiye tapma ve Stalin’in Yaklaşımı
Şimdi Stalin’in “kişiye tapma” bağlamında yaklaşımının ne olduğunu ortaya koyalım. Ama okuyucuyu
sıkma pahasına da olsa, Stalin’den çokça alıntı yapmayı gerekli görüyoruz. Çünkü Stalin’in görüşlerinin önemli olduğunu düşünüyoruz. Stalin, 8 Haziran
1926’da “Tiflis Ana Demiryolu Atölyeleri İşçilerinin
Karşılama Söylevlerine Yanıt”ında şunları söyler:
“Yoldaşlar! İzninizle herşeyden önce, burada işçi
temsilcileri tarafından yapılan karşılama söylevlerine
dostça teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum.
Sizlere şunu tüm içtenliğimle ifade etmeliyim ki
yoldaşlar, burada aldığım övgülerin yarısını bile hak
etmiş değilim. Anlaşıldığı kadarıyla ben, Ekim’in kahramanı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderi,
Komintern’in önderi, efsanevi bir yiğit ve daha kimbilir nelerim. Bütün bunlar saçma, yoldaşlar ve tamamen gereksiz bir abartma. Bu tonda, genellikle, ölmüş
bir devrimcinin mezarı başında konuşulur. Benim ise
ölmeye daha niyetim yok.” (Stalin, Eserler Cilt 8, İnter
Yayınları, sf. 150)
Stalin, 23 Ekim 1927’de SBKP(B)MK ve Merkezi
Kontrol Komisyonu Ortak Plenumunda bir konuşma
yapar. Stalin “Önceki Ve Şimdiki Troçkist Muhalefet”
üzerine görüşlerini ortaya koyar. Bilindiği gibi Troçkistlerin hedefinde Stalin vardır. Stalin “Stalin’i bırakalım, Stalin önemsiz bir adamdır” der. (Stalin, Eserler
Cilt 10, İnter Yayınları, sf. 147) Stalin bu konuşmasında Troçkistlerin Lenin’e saldırmaları ile ilgili örnekler verir. Stalin her zaman Lenin’in öğrencisi olduğunu vurgulamayı gerekli görür.
Stalin doğumunun 50. yıldönümünde, tebriklerini
yollayan tüm örgütlere ve yoldaşlara şu cevabı verir:
“Tebriklerinizi ve selamlarınızı, beni kendisinin benzeri olarak yaratan ve eğiten işçi sınıfının büyük partisiyle ilgili görüyorum. Ve bunları sadece şanlı Leninist
Partimizle ilgili gördüğüm için, sizleri Bolşevik teşekkürle yanıtlama hakkı görüyorum kendimde.” (Stalin,
Eserler Cilt 12, İnter Yayınları, sf. 127)
15 Mart 1930’da Pravda’da “Başarı Sarhoşluğuna
Kapılmak” başlıklı bir makale yayınlanır. Bu makalede kollektif çiftlik hareketinin sorunları tartışılırken şöyle denilir: “Ne var ki başarıların, özellikle de
nispeten “kolay”, deyim yerindeyse “beklenmedik” biçimde elde edilen başarıların karanlık yanı da vardır.
Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i
aynı kefeye koyma işini
sadece burjuvazi yapmıyor,
kendilerine “Marksizm” adını
takanlar da bu koroya katılıyor.
“Marksizm”, “Leninizm” etiketli
gruplar sosyalizm düşmanlığını,
Stalin’e saldırarak gizlemeye
çalışıyor
Böyle başarılar, zaman zaman, kibir ve kendini beğenmişlik üretebilmektedir: “Herşeyi yapabiliriz!”, “bizim
için herşey çocuk oyuncağı!” Bu başarılar insanları sık
sık sarhoş etmekte, insanlar başarı sarhoşluğuna kapılmakta, ölçüyü kaçırmakta, gerçekliği anlama yeteneğini yitirmekte, kendi güçlerini abartma, düşmanın
güçlerini ise küçümseme eğilimi ortaya çıkmakta, sosyalist inşanın bütün sorunlarını “kaşla göz arasında”
çözmeye yönelik maceracı girişimler yaşanmaktadır.”
(Stalin, Eserler Cilt 12, İnter Yayınları, sf. 169) Stalin,
“Kollektif Köylü Yoldaşlara” verdiği yanıtta şunları söyler: “Bazıları, “Başarı Sarhoşluğuna Kapılmak”
adlı makalenin Stalin’in kişisel inisiyatifinin bir sonucu olduğunu düşünüyorlar. Bu elbette saçma. MK’mız,
böyle bir meselede, kim olursa olsun birisine kişisel inisiyatifiyle davranma izni vermek için orada değil, MK
bu konuda ayrıntılı araştırmalar yapmıştır. Ve hataların derinliği ve boyutu ortaya çıktığında, 15 Mart
1930 tarihli ünlü kararını yayınlayarak, otoritesinin
bütün gücüyle hatalara karşı darbe indirmekte bir an
bile tereddüt etmemiştir.” (Stalin, Eserler Cilt 12, İnter
Yayınları, sf. 186) Görüldüğü gibi Stalin kendisini ön
plana çıkaranlara karşı çıkmakta ve MK’nın yaptığı
araştırmalar sonucu, ortaya çıkan hatalar bağlamında tavır takınıldığını anlatmaktadır. Stalin kendisini
değil, kollektif yapıyı ön plana çıkarmaktadır. Doğru
olan da budur.
Stalin Ağustos 1930’da “Şatunoski Yoldaşa
Mektup”unda şunları yazar: ““Bana karşı “bağlılı-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
şinin kararları her zaman ya da neredeyse her zaman
tek yanlı kararlardır. Her kurulda, her kollektifte, düşüncesinin hesaba katılması gereken insanlar vardır.
Her kurulda, her kollektifte, yanlış düşünceler de ifade edebilecek olan insanlar vardır. Üç devrimin deneyimleri temelinde, tek tek kişiler tarafından alınmış ve
kollektif olarak sınanıp düzeltilmemiş yüz karardan
yaklaşık doksanının tek yanlı olduğunu biliyoruz.
Tüm Sovyet ve Parti Örgütlerimizi yöneten yönetici organımız, Parti Merkez Komitesi, yaklaşık yetmiş
üyeden oluşuyor. MK’nın bu yetmiş üyesi arasında,
bizim en iyi sanayi uzmanlarımız, en iyi kooperatifçilerimiz, en iyi ikmal uzmanlarımız, en iyi askeri
uzmanlarımız, en iyi propagandistlerimiz, en iyi ajitatörlerimiz, en iyi Kollektif çiftlik, uzmanlarımız, en iyi
bireysel köylü çiftliği uzmanlarımız, Sovyetler Birliği
uluslarının ve ulusal politikanın en iyi uzmanları bulunuyor. Bu Areopaj’da (Atina’da yüksek Mahkeme
-Ç N.) Partimizin bilgeliği yoğunlaşmıştır. Herkes, bir
diğerinin düşüncesini, önerisini düzeltme olanağına
sahiptir. Herkes deneyimlerini katma olanağına sahiptir. Böyle olmasaydı, kararlar tek kişiler tarafından
alınsaydı, çalışmamızda en ciddi hatalar bulunurdu.
Fakat herkes, tek tek kişilerin hatasını düzeltme olanağına sahip olduğundan ve bu tür düzeltmeleri dikkate
aldığımızdan, az çok doğru kararlara varıyoruz.“ (age.
s. 101)
Stalin, yaşamı boyunca Lenin’in öğrencisi olduğunu belirtmiş ve bu öğretiye bağlı kaldığını defalarca
açıklama gereği duymuştur.
Stalin 16 Şubat 1933’te “İ.N Bajanov Yoldaş’a
Mektup”unda şunları söyler:
“Çalışmam karşılığında taltif olarak bana ikinci nişanınızı devrettiğiniz mektubunuzu aldım.
İçten sözleriniz ve dostane armağanınız için size çok
teşekkür ederim. Benim için neden vazgeçtiğinizi biliyorum ve düşüncenizi taktir ediyorum.
Buna rağmen ikinci nişanınızı kabul edemem. Onu
yalnızca siz hak ettiğiniz için, o yalnızca size ait olabileceği için değil, bilakis yoldaşların bana gösterdiği
saygı ve iltifattan dolayı zaten yeterince ödüllendirildiğim ve bu yüzden onu sizden gaspetmeye hakkım olmadığı için de, kabul edemem ve etmemeliyim.
Nişanlar, zaten ünlü olan kişiler için değil, bilakis
esas olarak az tanınan ve herkese tanıtılması gereken
kahramanlar için belirlenmiştir.
Ayrıca şimdiden iki nişana sahip olduğumu size söylemeliyim. Bu fazlasıyla yeterlidir-bundan emin olunuz.” (Stalin, Eserler Cilt 13, İnter Yayınları, sf. 211)
✒
ğınızdan” söz ediyorsunuz. Bu sözlerin ağzınızdan tesadüfen dökülmüş olması mümkündür. Mümkündür...
Ama eğer bu sözcükler ağzınızdan tesadüfen çıkmadıysa, o zaman size kişilere karşı bağlılık “prensibi”nden
vazgeçmeyi öğütlerim. Bu Bolşevik bir tarz değildir.
İşçi sınıfına, onun partisine, devletine bağlı olun. Bu
gerekli ve iyidir. Ama bu bağlılığı kişilere karşı bağlılıkla, bu boş ve yararsız aydınca tumturaklı parlak
sözlerle karıştırmayın.” (Stalin, Eserler Cilt 13, İnter
Yayınları, sf. 28) Kruşçev ile Stalin arasındaki farklılığa örnekler vermeye devam edelim.
Stalin, 30 Nisan 1932’de Alman yazarı Emil Ludwig
ile bir görüşme yapar. Bu mülakatta Stalin “Bana gelince, ben yalnızca Lenin’in bir öğrencisiyim, yaşamımın hedefi, Lenin’e yaraşır bir öğrenci olmaktır” der.
Stalin ile Emil Ludwig arasında geçen konuşmanın
bir bölümü şöyledir:
“Ludwig. Marksizm tarihte olağanüstü kişiliklerin
rolünü yadsıyor. Materyalist tarih anlayışıyla, sizin
buna rağmen tarihi kişiliklerin olağanüstü rolünü kabul etmeniz olgusu arasında bir çelişki görmüyor musunuz?
Stalin. Hayır, burada bir çelişki yok. Marksizm
olağanüstü kişiliklerin rolünü ya da tarihi insanların
yaptığı olgusunu asla yadsımıyor. Marx’ta “Felsefe’nin
Sefaleti’nde ve başka eserlerinde, tarihi tam da insanların yaptığı üzerine açıklamalar bulabilirsiniz. Ancak
insanlar tarihi hayal güçlerine göre, akıllarına geldiği
gibi yapmazlar. Her yeni kuşak, karşısında bu kuşak
dünyaya geldiğinde, hazır biçimde mevcut olan belirli
koşullar bulur. Ve büyük adamlar ancak bu koşulları doğru anlamayı ve nasıl değiştirileceklerini bilmeyi
başardıkları ölçüde önemlidirler. Bu koşulları anlamazlarsa ve onları hayal güçlerine göre değiştirmeye
kalkarlarsa, bu kişiler Don Kişot’un durumuna düşerler. Bu suretle tam da Marx, insanları asla koşulların
karşısına koymamak gerektiğini öğretir.
Tarihi insanlar yapar, ama yalnızca hazır biçimde
karşılarında buldukları koşulları doğru anladıkları ölçüde ve ancak bu koşullanın nasıl değiştirileceğini bildikleri ölçüde. En azından biz Rus Bolşevikleri Marx’ı
böyle anlıyoruz. Ve biz Marx’ı birkaç on yıl inceledik.”
(Stalin, Eserler Cilt 13, İnter Yayınları, sf. 100.101) (...)
“Ludwig. Oturduğumuz masanın çevresinde 16 sandalye var. Yurtdışında bir yandan, SSCB’nin, her şeye
ortak karar verilmesi gereken bir ülke olduğu biliniyor,
öte yandan ise, her şeye bir tek kişinin karar verdiği
biliniyor. Gerçekten kim karar veriyor?
Stalin. Hayır, bir tek kişi karar veremez. Bir tek ki-
35
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
36
Stalin, 13 Mayıs 1933’te Albay Robins’le bir görüşme yapar. Albay Robins, “Tüm Rusya’da Lenin-Stalin
adlarına her yerde rastladığı”nı belirtir. Stalin, Albay
Robins’e “Bu bir abartma. Kendimi Lenin’le nasıl kıyaslayabilirim” şeklinde cevap verir. (Stalin, Eserler
Cilt 13, İnter Yayınları, sf. 232)
1937 yılında SSCB’yi ziyaret eden ve Stalin ile de
görüşen yazar Lion Feuchtwanger’in anlatımları şöyle: “Kendisine yapılan bir tarzda ilahlaştırma, belli ki
Stalin’in canını sıkıyor ve kimi zaman bununla alay
ediyor. Yakın dost çevresi için verdiği küçük bir yemekte, diye anlatılıyor, bardağını kaldırıyor ve şunu
söylüyor: “Halkların eşi bulunmaz önderi, büyük dahi
Stalin yoldaşın şerefine içiyorum. Hadi bakalım dostlarım, bu, burada ve bu yıl şerefime kaldırılacak son
tost olacaktır.”
“Stalin tanıdığım iktidar sahibi adamların içinde
en yalın olanı. Kendisiyle, kendi kişiliğiyle yürütülen
kaba ve ölçüsüz kült üzerine açık sözlülükle konuştum
ve o da açık sözlülükle yanıtladı... Kendi kişiliğinin
abartılı bir şekilde yüceltilmesinin kabalığına ilişkin
olarak omuzlarını silkiyor. ... Bu tür abartıların ardında rejimi daha sonra kabul eden ve şimdi sadakatlerini
iki kat bir yoğunlukla kanıtlamaya çalışan adamların
kastının bulunduğunu tahmin ediyor. Evet, kendisini
bu yolla gözden düşürmeye çalışan zararlı unsurların
niyetinin bu işin ardında olabileceğini olanaklı görüyor. “Yalaka bir deli” diyor kızgınlıkla, “yüz düşmandan daha çok zarar verir.” (Lion Feuchtwanger, Moskova 1937, Dönüşüm Yayınları, sf. 70-71).
1938 yılı başlarında Komsomol Merkez Komitesi yönetimindeki çocuk kitapları yayınevi Detizdat,
Stalin’in çocukluk dönemi hakkında öykülerden oluşan bir kitapçık yayımlamak ister. Kitapçığın taslağı
Stalin’e gönderilir. Stalin, 16 Şubat 1938’de Detizdat
Yayınevine şöyle yazar:
“Stalin’in Çocukluğu Hakkında Öyküler”in yayımlanmasına kesinlikle karşıyım.
Kitapçık bir yığın olgusal hata, tahrifat, abartı ve
hak edilmemiş övgülerle dolu. Hikâye meraklıları,
uydurukçular (belki de “iyi niyetli” uydurukçular) ve
dalkavuklar yazarı yanılgıya sürüklemiş. Yazar için
üzgünüm, fakat olgu olgudur.
Ancak esas olan bu değildir. Esas olan şudur ki kitapçık Sovyet çocuklarının (ve genelde Sovyet insanlarının) bilincinde büyük şahsiyetler, önderler, kusursuz
kahramanlar kültünü yerleştirmek eğilimini taşıyor.
Bu tehlikelidir, zararlıdır. “Kahramanlar” ve “kalabalıklar” teorisi Bolşevik bir teori değildir, bir SR (eSeR,
“Sosyalist Revolusyoner” partisi - C. B.) teorisidir.
SR’ler der ki halkı halk yapan kahramanlardır, onu kalabalıktan halka dönüştürürler. Bolşevikler ise SR’lere
kahramanları halk yaratır diye yanıt verirler. Kitapçık
SR’lerin değirmenine su taşıyor. Böylesi her kitapçık
SR’lerin değirmenine su taşıyacaktır, bizim ortak davamıza, Bolşevizm davamıza zarar verecektir. Kitapçığı yakmanızı tavsiye ediyorum.” (David Brandenberger, “Stalin as symbol: a case study of the personality
cult and its construction”, çeviri: Candan Badem.
Ayrıca bkz.: http://gazete.halkcephesi.net/yazilar/
index.php?option=com_content&view=article&id=
561:stalin-ve-kii-kueltue&catid=37:politik-yorumlar&Itemid=501) Yaptığımız uzun alıntılarda görüldüğü
gibi Stalin, “kişi kültü”nün yaratılmasından oldukça
rahatsızdır. Her türden anti-Stalinistlerin iddiasına
göre, Stalin özellikle 1930’lardan başlayarak parti
içindeki muhalefeti ezmiş ve kendi adının çevresinde
bir “kült” yaratmıştır! İddia budur. Ama bu iddianın
tarihsel gerçeklikle ve Stalin’in yaklaşımıyla hiçbir ilgisi yoktur. Sovyet basınında ve SBKP(B) içinde Stalin
hakkında “aşırı övücü” ifadelerin yer almış olduğu
doğrudur ancak Stalin’in kendisi bu türden dalkavukluklardan hiç hoşlanmıyordu. Yukarda bizzat
Stalin’in yazılarından bunları okuyucuyu sıkma pahasına da olsa alıntılamayı gerekli gördük.
Stalin ve Kruşçev arasındaki nitel farklılık
Garbis Altınoğlu’nun derleyip çevirdiği, “Söylence ve Gerçek” adlı kitapta ilginç konular anlatılıyor.
Yakov Cugaşvili, Stalin’in dört çocuğundan biriydi.
Kızıl Orduda görev yapıyordu. Yakov Cugaşvili Kızıl
Ordu‘da topçu birliğinde görevli idi. Yakov, 1941 yazında Nazilere esir düşer. Naziler, daha sonra Yakov’u
Stalingrad’da esir düşen Nazi general Friedrich Paulus ile takas etmek isterler. Stalin bu teklifi reddeder.
Stalin, teklif üzerine “Elinizde sadece oğlum Yakov değil milyonlarca oğlum var. Ya onları da bırakırsınız ya
da oğlum onların kaderini paylaşır.” dediği söylenir.
Yakov Cugaşvili, Nazi kamplarında öldürülür. Söylence ve Gerçek adlı kitapta yazılanlar şöyle:
“Stalin’in oğlu Yakov Cugaşvili‘nin Alman faşistleri tarafından ele geçirildiğini belirtmeliyiz. Onlar
Yakov’u Von Paulus’la, Stalingrad’da tutsak düşen
Mareşalle takas etmek istediler. Stalin bunu kabul etmedi. Bu olayın kendisi tek başına Stalin’in cesaret ve
bağlılığını göstermeye yeter. “Stalin bütün Kızıl Ordu
askerleri benim oğullarımdır; birine diğerine öncellik
veremem demişti.” (Josef Stalin, Söylence ve Gerçek,
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
dükten sonra oğlu Vasili 18 Nisan 1953’te tutuklanır.
Askeri Mahkeme, Vasili’yi sekiz yıla mahkûm eder.
Garbis Altınoğlu’nun çevirdiği Söylence ve Gerçek
adlı kitapta şunlar söylenir:
“Babamın ölümünden sonra Vasili tutuklandı. Bunun nedeni onun, hükümeti tehdit etmesi, etrafındaki
birçok kişiye “babam rakipleri tarafından öldürüldü”
türünden şeyler söylemesiydi. Bu yüzden onu izole etmeye karar verdiler. Kendisi 1961‘e kadar hapiste kaldı
ve çok geçmeden öldü.” (age, sf. 122, Stalin’in kızından
alıntılanmış, derleyen G.Altınoğlu)
Stalin’e dalkavukça övgüler düzmekte de başı çeken
Kruşçev, Stalin öldükten sonra 1956’daki 20. Parti
Kongresinde Stalin hakkında her bir iddiası yalan olan
bir rapor sunuyordu. Yukarda Kruşçev ve Stalin’den
uzun alıntılar yaptık. Bu alıntılarda iki ayrı düşünce,
✒
William Bill Bland, derleyen ve çeviren Garbis Altınoğlu, Su Yayınları, sf. 270)
Kruşçev’in oğlu Leonid Kruşcev’in uçağı bir Nazi
topçusu tarafından vurulur ve Leonid Nazilere esir
düşer. Söylence ve Gerçek adlı kitapta yazılanlar şöyle:
“Nikita Kruşcev bunu öğrendikten sonra hemen
Stalin‘e başvurarak oğlunun savaş tutsakları kampından kurtarılmasını rica etti. Stalin tutsak değişimini
kabul etti; Leonid de bu değişimin içindeydi.” (Josef
Stalin, Söylence ve Gerçek, William Bill Bland, derleyen ve çeviren Garbis Altınoğlu, Su Yayınları, sf. 269)
“Güvenilir bilgilere göre savaş tutsakları kampında
bulunduğu sırada Leonid Kruşçev çok kötü davranmış, edimsel olarak, Sovyet savaş tutsaklarının Kızıl
Ordudan ayrılmalarını sağlamak için çaba harcayan
“Yoldaşlar! İzninizle herşeyden önce, burada işçi temsilcileri tarafından
yapılan karşılama söylevlerine dostça teşekkürlerimi ifade etmek
istiyorum. Sizlere şunu tüm içtenliğimle ifade etmeliyim ki yoldaşlar,
burada aldığım övgülerin yarısını bile hak etmiş değilim. Anlaşıldığı
kadarıyla ben, Ekim’in kahramanı, Sovyetler Birliği Komünist
Partisi’nin önderi, Komintern’in önderi, efsanevi bir yiğit ve daha
kimbilir nelerim. Bütün bunlar saçma, yoldaşlar ve tamamen gereksiz
bir abartma. Bu tonda, genellikle, ölmüş bir devrimcinin mezarı
başında konuşulur. Benim ise ölmeye daha niyetim yok.”
bir “kisling” rolü oynamıştı. O, Nazi Almanya’sının
propagandasını yapıyordu.” (age sf.269)
Leonid Kruşcev’in savaş tutsakları kampında takındığı tavırlar üzerine Askeri Mahkemede yargılanır ve suçlu bulunur. Nikita Kruşçev, Stalin’den oğlunun ölüm cezasından kurtarmak için ricada bulunur.
Stalin, Kruşcev’in isteğini şöyle yanıtlar:
“Oğlunun suçluluğu her türlü kuşkunun üzerinde
ve benim Askeri Mahkemenin savaş ve silahlı çatışma
dönemi yasaları uyarınca verdiği hükmü değiştirmeye
ne hakkım var ne de yetkim” (age, aynı yerde) Kimi tarihçilere göre, Kruşçev‘in Stalin’e olan düşmanlığı bu
olay sonucu meydana geldiği şeklindedir. Stalin öl-
iki ayrı yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Stalin’in tavrı
ve yaklaşımı Bolşevik bir tavırdır. Kruşçev’in tavrı ise
dalkavukça ve kişiye tapma tavrıdır. Kuşkusuz Stalin
yoldaştan daha çok alıntı yapılabilinir. Ama bu kadar
alıntı bile Stalin’in kişiye tapma bağlamında tavrını
ortaya koymaktadır.
Stalin’den öğrenmek, yenmeyi
öğrenmektir!
Stalin’e bütün Sovyet ve dünya halklarının büyük saygı ve sevgi beslediği tarihsel bir gerçekliktir. Stalin’e
duyulan saygı ve sevgi gökten zembille inmemiştir.
Stalin’in bir otorite ve saygı duyulan bir kişilik olma-
37
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
sının maddi temeli vardır. Stalin, Leninizmin bayrağını devralmış, katkıda bulunmuş ve her türlü oportünizme karşı savunmuştur. Stalin, Dünya Komünist
Hareketine ve Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin inşasına önderlik etmiştir. Stalin, Hitler faşizmine karşı
kazanılan zafere önderlik eden ve yaşadığı dönemde
dünya proletaryası ve ezilen halkların tartışmasız önderidir. Stalin’e bütün dünyada komünistlerin, işçi sınıfının, ezilen halkların duyduğu sevgi, saygı, güven
haklı idi. Ve buna “kişiye tapma” denemez.
Kişiye tapma olayı; herhangi bir kişinin gerçek durumunun abartıldığı ve ona karşı bir insan değilmiş
de sanki bir azizmiş gibi yaklaşıldığı; onun söylediği
ve yaptığı herşeyin hiç eleştirisiz kabul edildiği; güvenin körce bir güvene dönüştüğü andan itibaren söz
konusudur. Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nde “kişiye
tapma” eğilimleri ortaya çıkmıştır. Özellikle İkinci
Dünya Savaşından sonra bu gibi görünümler kendisini göstermiştir. Bu bir olgudur. Bu olgunun ortaya çıkıp gelişmesini Stalin’in birçok yerde takındığı
yukarıda örneklerini verdiğimiz doğru tavırlar da
engelleyememiştir. Geri dönüp değerlendirdiğimizde SBKP’nin tümü açısından da, Stalin açısından da
kişiye tapma sorununun sosyalizm açısından verdiği zararların yeterince kavranıp, ona karşı yeterli bir
mücadele verilmediğini söyleyebiliriz. Fakat Stalin
şahsında kişiye tapma olgusunun Stalin’e mal edilmesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Olgu şudur,
bu kültü yaratanlar sonradan O’na en fazla “eleştiri”
getirmiş gibi ortaya çıkan revizyonistlerdir. Stalin’e
en çok övgü yağdıranlar da parti içerisinde gizlenen
revizyonistlerdi. Ama yukarda verdiğimiz kimi örneklerde olduğu gibi, Stalin “kişiye tapma” anlamına
gelebilecek eğilimlerle karşılaştığı anda doğru tavır
takınmış ve “kişiye tapma”ya karşı mücadele etmiştir. Stalin’in “kişiye tapmanın yayılmasına göz yumduğu” ve “yaydığı” şeklindeki eleştiriler bir iftiradır.
Stalin döneminde parti içi mücadele sert, açık, dürüst ve her türlü üç kağıttan arınarak yapılmıştır. Stalin hiçbir dönemde bir kişiyi yıllarca dışa karşı övüp,
aynı zamanda o kişi üzerine gizlice tuttuğu günlükte
eleştiriler yazmamıştır. O’nun söz ile pratik uyumluluğu, bütün dünyanın komünistlerinin ve emekçilerinin Stalin’e güven duymasını beraberinde getirmiştir.
İşte Kruşçev ile Stalin arasındaki fark budur.
Ve okunması gereken bir kitap
38
Daha fazla bilgi için “Stalin Eleştirileri Üzerine”, H.
Yeşil, Dönüşüm Yayınları, Temmuz 1990, 260 sf. adlı
kitaba bakılabilinir. Dönüşüm Yayınları’ndan çıkan
‘‘Stalin Eleştirileri Üzerine’’ kitabı, Stalin’e getirilen
‘‘eleştirileri’’ ve bu bağlamda Stalin’in söylediklerini belgeler halinde bulmak açısından iyi bir kaynak.
Kitabın ekler bölümünde ‘Moskova Duruşmaları
Üzerine’, ‘Yugoslavya Komünist Partisi (YKP) Revizyonizmi Üzerine’ ve son olarak ‘Stalin’in 100. ve 110.
Doğum Yıldönümü Nedeniyle Yazılan Bazı Yazılar
ve Tavırları’ bulunmaktadır. Ayrıca yine ekler bölümünde Kruşçev revizyonistinin ‘‘Gizli Rapor’’unda
yer alan ‘‘Kişiye Tapma ve Sonuçları’’ adında Stalin’e
ve şahsında M-L getirilen bir dizi “eleştiri’’ ve tavırları bulunmaktadır. Okuyucunun burada dikkat
etmesi gereken noktalar; tarihi gelişmelerin kişisel
özelliklerle açıklanması ki bu yöntemin burjuva tarih anlayışı yöntemi olduğu ve ispat gereği duyulmadan ortaya atılan birtakım iddiaların yani iftiraların
Marksist-Leninist eleştiri ya da yaklaşımının dışında
olduğudur.
Onca muazzam başarının sağlandığı ve önderliğinde Bolşevizmin nihai savunucusu Stalin’in olduğu
bir durumda Stalin’e karşı dünya halklarının duyduğu sevgi kişiye tapma değildir. Stalin’e en çok övgü
yağdıranlar (Bunlardan birisi de Stalin ölene dek ona
‘‘Babamız’’ diye övgüler yağdıran Kruşçev revizyonistidir!) Stalin’in ölümünden sonra ‘‘kişiye tapmaya
karşı’’ birer savaşçı kesilmişlerdir. ‘‘Kişiye tapmaya
karşı mücadele’’ ikiyüzlü oportların ve revizyonistlerin kendi siyasetlerini sürdürebilmeleri açısından
bir gereklilikti. Kaldı ki Stalin,‘‘kişiye tapmanın yayılmasına göz yumduğu’’ şeklindeki iftiralara kendi kaleminden 23 Şubat 1946’da tamda Stalin ismi
üzeride en çok övgü yağdırıldığı dönemde Binbaşı
Profesör Dr.Rasin’e yazdığı cevapta şöyle demektedir
: ‘‘...Stalin’e dizilen övgüler de kulağı tırmalamaktadır. Bunları okumak gerçekten utanç vericidir’’.
(Bkz. Stalin Eserler, cilt 16, s. 69, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi Stalin ‘‘eleştirmen’’lerinin ortaya attığı
‘‘eleştiri’’lerin ciddiyeti bu kadardır.
Bütün okuyucularımızın ve tüm dünya MarksistLeninistlerinin ‘‘Stalin Kılıcı’’na sarılmaya ve onun
Marksist-Leninist eserlerini her türden oportünizme,
revizyonizme ve Troçkizme karşı tavizsiz savunmaya
çağırıyoruz.
Görev; Marksist Leninist teori ışığında ve orak
çekiçli kızıl bayrak altında ilerlemektir...
Stalin savunulmadan Marksizm-Leninizm
savunulamaz.
30 Temmuz 2012 
✒
okur mektubu
(Avrupa) İktisadi ve Para Birliği’ndeki İstikrar,
Eşgüdüm ve Yönlendirme hakkındaki Anlaşma
sermayenin istikrarını sağlıyor, onun gelirlerini
koordine ediyor ve bizi soyup sömürüyor.
AVUSTURYA (Komak/ML’in Yayın Organı Proletarische Rundschau’nun
40. Sayısından Türkçeye çevrilmiştir.)
2009
’dan beri süren kriz (1929/1930’dan
beri kapitalist fazla üretim krizinin
en ağırı) sürecinde AB’nin bir ekonomik merkeze (Almanya ile Fransa’nın onların iktisadi uydu devletleri
Avusturya ve Hollanda) ve dış-kenara (“PİİGS”(1)devletleri ) ayrılması giderek daha fazlaca pekişmektedir.
Avroyu-kurtarma şemsiyesi (2) ve buna dâhil sayılan onun bütün önlemleri de bu arka plan göz önünde
bulundurularak ele alınmalıdır.
Bu önlemlerin içinde şunlar vardır: Yunanistan
için “destek paketi” olarak ikili krediler (“Yunanistan-Yardımı”), “Avrupa Mali İstikrarlaştırma
Mekanizması”(EFSM). Bunlarla Avro-bölgesinde
zorluklara düşen her ülkeye yardım kredileri verilebilecek. (Ve de verilmesi planlanan kredi hacmini
yükseltmesi gereken Avrupa Mali İstikrarlaştırma
Kolaylığı (EFSF) )
Buna ek olarak bir de Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM) ve Avrupa Mali Anlaşması (İktisadi ve Para
Birliği’ndeki İstikrar, Eşgüdüm ve Yönlendirme Üzerine Anlaşma) var.
Şimdiye kadar Yunanistan, İrlanda ve Portekiz
ESFS’den krediler aldılar.
SPÖ/ÖVP-koalisyon hükümeti tarafından sunulan
AB’nin Mali Anlaşması basit çoğunlukla ve ESM üçte
ikilik çoğunlukla 04 Temmuz 2012 tarihinde Avusturya parlamentosunda kabul edildi. Sendika Mali
Anlaşmayı, Yeşiller de ESM’i onayladılar. Aşırı sağlar (FPÖ), parlamentodaki tek güç olarak bu plana
karşı gerekçeler getirdi ve karşı oy kullandı. FPÖ, ne
AB-muhalifidir, ne de sosyal hakların budanmasına
ve tasarruf politikasına karşıdır. Tersine bu parti bu
durumu, potansiyel tasarruf siyaseti karşıtlarını ırkçı
bir şekilde kendisine kanalize etmek, bunları birbirlerine karşı kullanmak ve böylece zararsız hale getirmek için kullanmaktadır. Diğer taraftan aşırı sağların
AB-Planlarına karşı tekeliyle demokratik bir direniş
gözden düşürülebilir. Nasıl haince bir orta oyunu!
Mali Anlaşma esas olarak çoktan beri gündemde
bulunan Avrupa sosyal devletinin ortadan kaldırılması talebinin gerçekleşmesine hizmet etmektedir. EBZ
(3)-Şefi Mario Draghi’ye göre “kriz, göklere çıkarılan
Avrupa sosyal devlet modelinin miadının dolduğunu
göstermiştir”. Mali Anlaşma bir AB-anlaşması değil,
bilakis (Büyük Britanya ile Çek Cumhuriyeti dışındaki) AB’nin 25 üye devletleri arasındaki devletlerarası
bir hukuk anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın 01 Ocak 2013
tarihinde yürürlüğe girmesi planlanmaktadır ve üye
devletler kendi bütçe yasalarını anayasal derecedeki
düzenlemelerle 01 Ocak 2014 tarihine kadar esaslı bir
şekilde değiştirmek zorundadırlar.
------(1) PİİGS-kısaltması 2010 Avro-alanındaki devlet
borçları krizi sırasında ortaya çıkan Portekiz, İtalya,
İrlanda,Yunanistan ve İspanya beş Avro-devletleri için bir kısaltmadır. Bu adlandırma İngilizcedeki
pigs sözcüğünü anımsatmaktadır (Almancası: “Domuzlar” ).
(2) Avroyu kurtarma şemsiyesi olarak “tüm Avro-para bölgesinde mali istikrarı sağlamaya” hizmet
etmesi gereken Avrupa Birliği ve Avro-alanının üye
devletlerinin aldıkları önlemlerin tümü adlandırılmaktadır.
(3) Avrupa Merkez Bankası
39
✒
okur mektubu
Bu anlaşma, anlaşma tarafı olan devletleri kendilerinin yapısal açıklarını BİP (gayri safi iç ürün)’ün
% 0,5’i sınırına çekmeye zorluyor. Böylece devlet
borçları oranının GSİÜ’nün % 60’na düşürülmesi gerekecektir. Bu kuralların ihlal edilmesi halinde
otomatikman bir düzeltme mekanizması devreye girecektir. Bütçe siyaseti yapma ulusal hükümetler ve
parlamentolardan AB-Komisyonuna geçecektir. Bu
anlaşmadan bir çıkış mümkün değildir – bu anlaşma
“ebediyen” geçerli kalacaktır. Bu anlaşmanın bizzat
AB-hukukunu ihlal etmesi şaşırtmıyor (anda geçerli
AB-hukukuna göre bir konvansiyon toplantıya çağırılmalı ve “vatandaşlar” a sorulmalıdır).
ESM uluslar arası mali bir örgüttür, yeni Avro’yu
kurtarma şemsiyesidir. Bu organizasyonun elinde
700 milyar Avronun üzerinde bir ana sermaye vardır;
bunun 80 milyarını üye devletler doğrudan ödemek
zorundadırlar; bakiye için krediler şeklinde sorumluluklar/kefaletler üstlenmektedirler (Avusturya’nınki:
19,48 milyar Avro). Bir devlet borçlarını artık kendi
örgütü ve KPÖ tarafından eleştiri yağıyor. Bir kişisel
komite AB-Mali Anlaşması hakkında bir referandum
talep etti. Bu anlaşma Avusturya Anayasasına başlıca
bir müdahaledir ve bundan dolayı referanduma sunulmaksızın mali anlaşmanın kabul edilmesi illegaldir. Dahası bununla ilgili olarak anayasa hukukçuları
bu anlaşmanın üçte iki çoğunlukla parlamentoda karar altına alınması gerektiğini vurguluyorlar.
Mali piyasaların bu artan diktatörlüklerinin biz işçi
ve emekçiler için ne demek olduğu Yunanistan örneğinde apaçık bir şekilde ortadadır: 73 milyar Avroluk
birinci Yunanistan “Yardım Paketi”nin 70 milyarı
doğrudan bankalara, sigortalara, emeklilik fonlarına
ve diğer özel alacaklılara gitmiştir. Yunan halkı bunu
çok pahalı ödemek zorunda kalmıştır: Eğitim, sosyal
ve sağlık sektörlerde yoğun kısıtlamalarla. Bu kısıtlamalarla halkın satın alma gücü düşmekte – GSİÜ
düşmekte ve borçlar oranı yükselmekte – ve bununla
tasarruf paketlerinin güya ulaşması gerektiği – yani
borçların amortizasyonu – yerine tam tersine ulaşıl-
“Hakça dağıtma” veya “zenginleri vergileme” mottosu altında özellikle SJ
(Sosyalist Gençlik – ÇN), sendika gibi SPÖ (Avusturya Sosyal demokrat
Partisi – ÇN) içerisindeki gruplar tarafından bir zenginler ve servet
vergisi talep edilmektedir. Burada somut olarak miras ve hibe/hediye
etme vergisinin yeniden uygulama konması, genel bir varlık ve varlık
artışı vergisi ve de daha yüksekçe toprak/mülk vergisi ve kurum vergisi
söz konusudur. Oysa bu bağlamda sadece sorun, SPÖ’nün en iyimser
hesaplarına göre bile gelir hanesine yalnızca 4 milyar Avro yazılmasıdır.
40
başına finanse edemeyecek durumda ise, ESM yürürlüğe girmektedir. Bunun ön koşulu mali anlaşmaya
katılmış olmaktır. Son Avro’yu kurtarma şemsiyesinden farklı olarak EFSF’de bankalar şimdi doğrudan
finanse edilebilir. Böylece vergi ödeyenlerin parası
direk olarak bankalara gidiyor. ESM-Personeli ve
mali imkânları tamamıyla yasal dokunulmazlığa sahiptirler; yani onlardan yasal olarak hesap sorulamaz
ve hiçbir denetime tabi değildirler.
Demokrasi politikası açısından, sosyal ve ekonomik sorunlar nedeniyle ESM ve mali anlaşmaya sendikalar, işçi odası, STÖ-leri, sosyal-demokrat gençlik
maktadır.
Böylece Yunanistan’da ücretler ve maaşlar 2012 yılının ilk iki ayında % 55 oranına kadar düştü. Tüm
şirketlerin sadece onda biri çalışanlarının ücretlerini
doğru bir şekilde ödedi. 400.000 ücret bağımlısı beş
aydan beri kısmen hiçbir ücret almadı. Çalışanların
üçte biri artık sosyal sigortalı değildir. Tam zaman
çalışılan işler part-time (kısmi çalışma) işlerine dönüşmektedir. Bu arada part-time çalışanlar tüm
çalıştırma ilişkilerinin üçte birini tutmaktadır (Bu,
2009’da sadece % 16,7 idi). 2 milyondan fazla işçi ve
emekçi yoksulluk sınırının altına yaşamaktadır. Nü-
okur mektubu
işleri vergi cenneti mekânlara kaydırarak geçiştirilebilir; ne de olsa sonunda ceremeyi / bedeli son tüketici ödemek zorunda kalacaktır. AB-çapında vergi
koymak girişimleri Büyük Britanya ve İsveç’in direnişiyle başarısızlığa uğradılar. Sadece Avro-alanında
vergi koyma ise Lüksemburg ve Hollanda’nın karşı
çıkışıyla gerçekleşmedi. Hisse senetleri ve tahviller ile
ticarete yüzde 0,1-lik vergi matrahı; hisse senetleri ve
tahvillerden Derivatlar (5): (kimyevi türevler – ÇN)
için yüzde 0,01-lik vergi matrahı getirmek tartışıldı.
“Fair” (hakça /centilmence – ÇN) sözcüğü burada özgül bir anlam alıyor: İşçiler ve emekçiler gerçekleştirdikleri her “transaksiyon” (satın alma işlemi – ÇN)
için – ciro / satış işlem vergisi biçiminde - % 10 - % 20
ödemektedirler! Fransa Ağustos 2012’de hisse senetleri ve tahviller için FTT’yi uygulamaya başladı. Bu
vergi böylesi değerli evrakın satın alınması sırasında
satış fiyatının % 0,2 tutmaktadır. FTT-vergisinde bir
reform değil, bilakis bir düzene koyma önlemi söz konusudur. Ne bizzat spekülasyonun kendisi ne de spekülasyonun düzene koyulması hiçbir şekilde bizim
çıkarımıza değildir.
SJ, mali anlaşma yerine bir Avrupa “sosyal anlaşması” talep ediyor. Önerdikleri bu “sosyal paket”,
ücretlerin arttırılması, Avrupa çapında bir asgari
emekli maaşı ve asgari bir ücret, çalışma süresinin
azaltılması, eğitim, sağlık, kültür, enerji, adalet, güvenlik ve savunma gibi sektörlerde kamu sektörünün
hisselerin çoğunluğuna sahip olması gibi talepler içeriyor.
Reform-talepleri desteklenmeye değerdir, ama bunlar sorunun özünü göz ardı ediyorlar: Kapitalizmde
devlet ve ekonomi, üretim araçlarının mülkiyetine
sahip olan ve devlet içinde iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın, burjuva sınıfın çıkarları doğrultusunda işlev görür. İnsan kendisine ait olmayan bir
şeyi planlayamaz. Eğer kapitalizmde üretim araçlarının sahibi olmayan işçi sınıfı iktidarı ele alırsa,
devleti ve üretim araçlarını denetlerse, işte o zaman
kadın ve erkek işçi ve emekçilerin yaşam standartlarının sürekli iyileştirilmesi doğrultusundaki talepler
gerçekleşebilir.
✒
fusun % 46’sı gıda maddeleri alış-verişlerinden tasarruf yapmaktadır; % 69’u artık giyim eşyası almamaktadır; 1 milyon kişi artık evlerini ısıtamamaktadır.
3,5 milyon insan ağır bir hastalık veya bir diğer acil
durumda yaşam standartlarını artık güvence altına
alacak durumda değildirler.
Kapitalist sistemi sorgulamayan kriz teorileri ve
krizle mücadele programları bir hayaldir ve asıl nedenden saptırmaktadır. Reformist sollar krize cevap
olarak yıllardan beri bir “zenginler vergisi” talep etmektedirler.
“Hakça dağıtma” veya “zenginleri vergileme” mottosu altında özellikle SJ (Sosyalist Gençlik – ÇN),
sendika gibi SPÖ (Avusturya Sosyal demokrat Partisi – ÇN) içerisindeki gruplar tarafından bir zenginler ve servet vergisi talep edilmektedir. Burada somut
olarak miras ve hibe/hediye etme vergisinin yeniden
uygulama konması, genel bir varlık ve varlık artışı
vergisi ve de daha yüksekçe toprak/mülk vergisi ve
kurum vergisi söz konusudur. Oysa bu bağlamda sadece sorun, SPÖ’nün en iyimser hesaplarına göre bile
gelir hanesine yalnızca 4 milyar Avro yazılmasıdır.
Ne var ki borçların frenlenmesi yoluyla talep edilen
tasarruf hacmi 2017 yılına kadar 17 milyar Avrodur.
SPÖ tarafından mantıkî sonuç olarak tasarruf paketleri ve kitlesel vergiler de talep edilmektedir. Zenginlerin vergilendirilmesindeki bir diğer sorun da bunun
ulusal parlamentoda siyasi olarak gerçekleştirme olasılığının azlığıdır. Ağır tasarruf paketlerinin gerçekleştirme zorunluluğu söz konusu olduğunda, her
zaman “zenginler vergisi” üzerine tartışma gündeme
getirilir. Bu ise ekonomik açıdan kızgın taşın üstüne
sadece bir damladır.
Büyük ölçekli mali işlemler vergisi (FTT) uzun yıllardır küreselleşme eleştiricisi STÖ, ATTAC, KPÖ
(Avusturya “Komünist” Partisi –ÇN), ÖGB (Avusturya Sendikalar Birliği –ÇN) ve AK (İşçi Odası –
ÇN)’nın merkezi bir talebidir. Burada borsada ve borsa dışındaki büyük çaplı mali işlemler için bir vergi
söz konusudur. Hedefi mali pazarların spekülasyonun önüne set çekilmesi yoluyla düzenlenmesi ve istikrarlaştırılmasıdır. AB-başkanı Manuel Barroso’ya
göre “mali sektör de kendisinin hakça katkısını sağlamalıdır.” (5) Bundan dolayı AB, KPÖ tarafından
“her ne kadar ufak tefek kusurları olsa da büyük
başarı” olarak adlandırarak büyük övgü aldı. Mali
kriz sırasında 4600 milyar Avro ile desteklenen mali
sektörden AB-bütçesine böylece 50 vergi milyarı akacaktır. Her vergide olduğu gibi FTT de, örneğin ticari
---------(4 Financial Transaction Tax:Making the financial
sektor pay its fair share. European Commission (28
Eylül 2011).
(5) Vadeli mali ticaretler için toplu kavram 
41
✒
okur mektubu
BASINA VE KAMUOYUNA
Ben Türkiye’de haksızlığa uğradım, işkence gördüm ve zorunlu ikamete
tabi tutuldum. Bir kişiye sanık sıfatı vererek onu süründürmek, kişilik
haklarına tecavüzdür. Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulmam bir
yargılama önlemi olmaktan çıkıp cezaya dönüştü. Bu ise Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin “Özgürlük ve Güvenlik Hakkı”nı düzenleyen
5. maddesi ve 6. maddesinde garanti edilen hakların ihlali anlamına
geliyordu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, yargılanan kişi hakkındaki
itham ile ilgili nihai kararın makul bir sürede verilmesi hakkını güvence
altına almıştır.
Arka plan
09.07.2002’de Bolşevik Parti/Kuzey Kürdistan-Türkiye (BP/KKT) adlı örgütün üyesi olduğum iddiasıyla,
İzmir’de gözaltına alınmıştım. Bozyaka Terörle Mücadele Şubesi’nde dört gün süren işkenceli sorgudan
sonra,13.07.2002 tarihinde tutuklanarak Kırıklar F
tipi hapishanesine konuldum. 21 Ocak 2003 tarihinde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldım.
Ancak tahliye olmamla birlikte, Alman vatandaşı
olmama rağmen yurtdışına çıkışım DGM tarafından yasaklandı. Dosya, İzmir Mahkemesi ile Yargıtay
arasında gidip geldi. 16 Mart 2006 tarihinde, İzmir 8.
Ağır Ceza Mahkemesi’nde en son duruşma yapıldı.
Yapılan yargılamada savcı beraat talebinde bulunmasına rağmen, Mahkeme Heyeti “yasadışı örgüte
üye olduğum” iddiasıyla hakkımda 2 yıl 6 ay hapis ve
1.666’er YTL para cezası verdi.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi 25.12.2006 tarihinde verdiği kararla, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği mahkûmiyet kararını onadı. 8 Haziran 2007’de
hapishaneye konuldum ve 6 Ekim 2008’de tahliye
oldum.
AİHM İşkence Kararı
42
İzmir Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube
Müdürlüğü’nde, 09.07.2002-13.07.2002 tarihleri arasında gözaltında olduğum sırada gördüğüm işkenceler nedeniyle suç duyurusunda bulundum. Suç
duyuruları hakkında takipsizlik kararları verildi.
Takipsizlik kararlarının verilmesi sonucu, Mayıs
2003’te AİHM’e başvurdum. Alman Konsolosluğunun girişimleri ertesinde 3. hazırlık soruşturması
başlatıldı ve dört polis hakkında dava açıldı. Uzun
süren bir yargılamanın sonucunda, polisler hakkında
beraat kararı verildi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığım başvuru 1 Şubat 2011’de karara bağlandı.
AİHM’nin 2. Dairesi 1 Şubat 2011 tarih ve 23909/03
sayılı kararında özetle aşağıdaki şekilde değerlendirme de bulunarak, yeniden yargılama talep edebileceğime hükmetti. Ayrıca AİHM işkence iddiaların
etkin bir şekilde soruşturulmadığı için, Türkiye’yi
21.000 Avro tazminat ödemeye mahkûm etti.
“AİHM daha önce, cezai yargılamalarda 3. madde
ihlal edilerek ele geçirilen delillerin kullanılmasının,
bu tür delillerin kabul edilebilirliği mahkûmiyete
karar vermede belirleyici olmasa dahi yargılamanın adilliğini ihlal edebilmektedir (ibid (Söylemez/
Türkiye, no. 46661/99, 23. paragraf, 21 Eylül 2006).
3. maddeye dayanılarak şikâyette bulunulmasa dahi,
AİHM’nin 6. madde kapsamındaki güvencelere uyu-
okur mektubu
halde, kuşkulu delillerin dava dosyasına dahil edilmesi ve polis tarafından gözaltında tutulduğu süreçte
başvuranın adli yardım alamaması, savunma haklarını telafi edilemez şekilde etkilemiştir.”
“Bu nedenle, mevcut davada AİHS’nin 6/3 (c) maddesi 6/1 maddesi ile birlikte ihlal edilmiştir.”
“AİHM ayrıca en uygun tazmin yolunun başvuranın, talep ettiği takdirde AİHS’nin 6. maddesi gereklerine göre yeniden yargılanması olduğu kanaatindedir (bkz. Salduz, 72. paragraf).”
Yargılamanın Yenilenmesi Talebi
AİHM kararı gereğince, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesine “Yargılamanın Yenilenmesi” istemi ile başvuru yaptım. Başvuru talebimde AİHM 2. Dairesi’nin
yukarıda belirttiğim kararına değinerek ve iç hukukta, halen yürürlükte olan 5271 sayılı CMK.nın 311/1f, 313. ve Anayasanın 90. maddesi ile Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin Kararların bağlayıcılığı ve
uygulanması başlıklı 46/1. maddesi gereğince, yeniden yargılamanın yapılmasını talep ettim. Ancak bu
başvurum İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından
21.10.2011’de “…hükümlünün kollukta susma hakkını kullandığı, C. Cavcılığında ifadesinin alındığı,
Mahkemede ise müdafisi ile birlikte savunmada bulunduğu, hükümlünün kollukta işkence gördüğü iddia edilmiş ve bu nedenle AİHS’nin ihlal edildiği ileri
sürülmüşü ise de hükümlünün kolluk ifadesi olmaması nedeniyle bu ifadeye dayan(ıl)mış olması zaten
mümkün değildir. Yargılamanın yenilenmesi yoluna
gidilmekle bu aşamada bu yönden yapılabilecek herhangi bir yenilik bulunmamaktadır.”…şeklindeki gerekçeyle reddedildi.
Mahkeme, Mehmet Desde’nin işkence görmüş olsa
bile, kollukta susma hakkını kullandığını ve dolayısıyla bu anlamda kolluk ifadesine dayanmanın mümkün olmadığından hareketle yeniden yargılamanın
davaya bir yenilik getirmeyeceğini belirterek ve bu
sebeple talebi reddettiğini açıkladı. Bu gerekçe yukarıda belirttiğim AİHM 2. Daire kararının dikkate alınmadığını çok açık bir şekilde göstermektedir.
Oysa yukarıda bazı paragraflarını aktardığım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Daire kararına göre,
sadece ben değil, benimle birlikte yargılanan diğer
sanıkların da avukat olmaksızın polis gözetiminde
alındıklarını iddia ettikleri ve sonradan geri aldıkları ifadelerinin dava dosyasından çıkarıldıktan sonra
hüküm kurulması gerekirdi. Oysa mahkeme sadece
benim kollukta ifade vermediğim üzerinde durmuştur. Bu yönüyle eksik ve yetersiz gerekçelerle AİHM
✒
lup uyulmadığına karar verme amacıyla başvuranın
kötü muamele iddialarını göz önüne alacağına da
karar vermiştir (bkz. Örs ve Diğerleri/Türkiye, no.
46213/99, 60. paragraf, 20 Haziran 2006 ve Kolu, no.
35811/97, 54. paragraf, 2 Ağustos 2005).
“Başvuran ve başvuranla birlikte suçlanan kişinin baskı altında verdikleri ifadelerin başvuranın
mahkûmiyetinde belirleyici rol oynamadıklarının
anlaşılmasına rağmen AİHM, iddiaların ciddi nitelikte olmalarıyla birlikte ulusal mahkemelerin başvuranın polis tarafından gözaltında tutulduğu sırada
verdiği ifadeleri geri almaya yönelik tekrarlanan taleplerine cevap vermemelerini dikkat çekici bulmaktadır. Ayrıca İzmir Ağır Ceza Mahkemesi başvuranı
suçlu bulurken, kimlik teşhisi sırasında başvuranın
yanındaki diğer sanıkların verdikleri ifadeleri göz
önünde bulundurmuş, bu da ceza davasının sonucunu olumsuz etkilemiştir. Ulusal mahkemeler bir
kez daha başvuranın, ifadelerinin dava dosyasından
kaldırılması talebini ve başvuranla birlikte suçlanan
kişinin de duruşma sırasında ifadelerini geri aldığını
göz ardı etmiştir.”
“Son olarak AİHM, başvuranın gözaltında tutulduğu sırada adli yardım alamamasının taraflar arasında
ihtilaflı olmadığını gözlemlemektedir. Başvuranın
avukata erişim hakkına getirilen kısıtlama sistemaktikti ve devlet güvenlik mahkemelerinin yetki alanına
giren bir suçla bağlantılı olarak gözaltına alınan herkese uygulanmıştı (bkz. Salduz, 56. paragraf).”
“Başvuranın, tutuklu yargılanması ardından ve
takip eden cezai yargılama sürecinde avukata erişim hakkı ve savcının iddialarına itiraz etme fırsatı
olmuştur. Bununla birlikte, yukarıda da kaydedildiği
gibi, ulusal mahkemeler başvuranı suçlu bulurken,
başvuranın ve birlikte suçlandığı kişinin sonradan
geri aldıkları ve avukat olmaksızın polis gözetiminde
alındıklarını iddia ettikleri ifadeleri dava dosyasına
dahil etmişlerdir. Sonuç olarak, mevcut davada, başvuran avukata erişim hakkına getirilen kısıtlamalardan kesin olarak etkilenmiştir. Gözaltında tutulduğu
sırada ortaya çıkan eksiklikleri ne daha sonra bir avukatın sağladığı yardım ne de takip eden yargılamada
delil sunulması giderebilmiştir (bkz. Salduz, 58. paragraf; Amutgan/Türkiye, no. 5138/04, 18. paragraf,
3 Şubat 2009 ve Dayanan/Türkiye, no. 7377/03, 33.
paragraf, AİHM 2009-…).”
“Yukarıda kaydedilenler göz önüne alındığında,
başvuranın duruşmada ve takip eden temyiz aşamasında aleyhindeki delillere itiraz etme fırsatı olduğu
43
✒
okur mektubu
kararı dikkate alınmadan ve etkisizleştirilerek hüküm kurmuştur. İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin
kararına karşı, İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde yaptığım itirazda hiçbir gerekçe ileri sürülmeden reddedildi. Yeniden yargılamanın yapılması talebimin reddedilmesi sonucu tekrar AİHM’e başvuru
yaptım.
AİHM’den Skandal Karar
44
İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği
mahkûmiyet kararının Yargıtay tarafından onanmasının ertesinde AİHM’e 13 Nisan 2007’de başvuru
yaptım. AİHM 21 Haziran 2012’de tek bir hakimin
verdiği karar gereği, başvurum hakkında kabul edilemezlik kararı verildi.Tek hakimin verdiği ve itiraz
hakkı olmayan bu karar SKANDAL bir karardır. İşkence dosyası hakkında verilen ve yapılan tespitlerle, kabul edilemezlik kararı birbiri ile çelişmektedir.
AİHM işkence dosyası ile ilgili verdiği kararda, işkence altında kimi diğer sanıkların verdiği ifadelerin
dosyadan çıkarılması talebime mahkemenin yanıt
vermemesini“dikkat çekici” bulduğunu söylemişti.
Şu tespitler AİHM’e aittir: “Ayrıca, İzmir Ağır Ceza
Mahkemesi başvuranı suçlu bulurken, kimlik teşhisi sırasında başvuranın yanındaki diğer sanıkların
verdikleri ifadeleri göz önünde bulundurmuş, bu da
ceza davasının sonucunu olumsuz etkilemiştir. Ulusal mahkemeler bir kez daha başvuranın, ifadelerinin
dava dosyasından kaldırılması talebini ve başvuranla
birlikte suçlanan kişilerin de duruşma sırasında ifadelerini geri aldığını göz ardı etmiştir.” Evet, işkence
altında kimi sanıkların verdiği ifadeler temel alınmış
ve bu durum davanın sonucunu etkilemiştir. Gözaltı
sürecinde “avukata erişim hakkına getirilen kısıtlamalardan” kesin olarak etkilendiğim AİHM’in tespitleridir. AİHM kararında şöyle deniliyor:
“Yukarıda kaydedilenler göz önüne alındığında,
başvuranın duruşmada ve takip eden temyiz aşamasında aleyhindeki delillere itiraz etme fırsatı olduğu
halde, kuşkulu delillerin dava dosyasına dahil edilmesi ve polis tarafından gözaltında tutulduğu süreçte
başvuranın adli yardım alamaması, savunma haklarını telafi edilemez şekilde etkilemiştir.”
“Bu nedenle, mevcut davada AİHS’nin 6/3 (c) maddesi 6/1 maddesi ile birlikte ihlal edilmiştir.” Görüldüğü gibi AİHM kuşkulu delillerin dava dosyasına
dahil edildiğini, gözaltı sürecinde avukata erişimin
engellendiğini ve savunma hakkının ihlal edildiğini tespit etmektedir. Kararın sonuç bölümünde
AİHM’in verdiği karar şöyledir:
“1. Başvurana baskı yapıldığına, yetkili makamların başvuranın şikâyetleri hususunda etkili bir soruşturma yürütmediklerine, başvuranın adil olarak yargılanma ve savunma haklarını kullanma haklarının
ihlal edildiğine ilişkin şikâyetlerin kabul edilebilir ve
başvurunun kalan kısmının kabul edilemez olduğuna;
2. AİHS’nin 3. maddesinin esas açısından ihlal edildiğine;
3. AİHS’nin 3. maddesinin usul açısından ihlal edildiğine;
4. Başvuranın işkence altında alındığını iddia ettiği
ifadelerinin dava dosyasına kabulü ve polis tarafından gözaltında tutulduğu süreçte kendisine adli yardım sağlanmaması açısından AİHS’nin 6. maddesinin 1. ve 3(c) paragraflarının ihlal edildiğine” karar
vermiştir.
Görüldüğü gibi kabul edilemezlik kararı, AİHM’in
Şubat 2011’de verdiği karar ile çelişmektedir.
AİHM’de yargılamaların hızlandırılması adına tek
hâkimin verdiği kararlar skandal kararlara yol açmaktadır. Sırp hakim Nebojša Vučinić’in verdiği
karar hukuk dışı bir karardır. Dosya incelenmeden
ve bir önceki AİHM kararı dikkate alınmadan karar
verilmiştir.
Ben Türkiye’de haksızlığa uğradım, işkence gördüm ve zorunlu ikamete tabi tutuldum. Bir kişiye
sanık sıfatı vererek onu süründürmek, kişilik haklarına tecavüzdür. Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulmam bir yargılama önlemi olmaktan çıkıp cezaya
dönüştü. Bu ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
“Özgürlük ve Güvenlik Hakkı”nı düzenleyen 5. maddesi ve 6. maddesinde garanti edilen hakların ihlali
anlamına geliyordu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, yargılanan kişi hakkındaki itham ile ilgili nihai
kararın makul bir sürede verilmesi hakkını güvence
altına almıştır.
Hakkımda bir mahkûmiyet kararı verilmeden, özgürlüğümün sınırlandırılması, Türkiye’de zorunlu
ikamete tabi tutulmam, özgürlüğüme ağır bir müdahale idi. Göstermelik bir yargılama ertesinde 30 ay
hapis cezası verildi. Oysa Türkiye’de altı yıl üç ay rehin tutuldum. Bu hukuksuzluğun AİHM’de düzeltileceğini umuyordum. Ama yanılmışım... SKANDAL
olan kabul edilemezlik kararını bilgilerinize sunuyorum.
Mehmet DESDE
2 Ağustos 2012 
HES Nedir?
Hidroelektrik Enerji Santrali, suyun gücünden faydalanarak elektrik üreten santrallerdir. Hes’lerde esas
olan, suyu belli bir yükseklikten düşürerek, suyun
potansiyel enerjisini, kinetik enerjiye çevirmek, bu kinetik enerji ile bir türbini döndürerek, türbinin bağlı
olduğu bir jeneratörde ise bu kinetik enerjiyi elektrik
enerjisine çevirmektir. Kısaca Hes’ler suyun gücünden yararlanılarak elektrik üreten santrallerdir.
Su’dan elde edilen enerji temiz enerjidir. Su’dan
elde edilen enerji yenilebilir bir enerji kaynağıdır.
Su’dan elde edilen enerjinin temiz olması, yenilebilir enerji olması ve doğaya en az zarar verecek şekilde
kullanılması anlamına gelir. Su, ancak kaynakları yenilenebiliyorsa ve yenilenebilirlik sınırları içerisinde
kullanılıyorsa yaşayabilir. İnsan yaşamının vazgeçilmez öğesi sudur.
Tüketimin merkezde durduğu kapitalizm, her şey
de olduğu gibi suyu da günümüzde piyasa mantığı
içinde metalaşan bir değer olarak görülmektedir. Bu
durum su kaynaklarına vahşice saldırılmasına neden
olmaktadır. Asıl amaç suyun kullanım hakkını elde
etmek, suyu ticarileştirmek ve ondan azami kârı elde
etmektir. Enerji üretimi özel sektöre devredilirken,
üretici şirketlere devlette bile olmayan kamulaştırma
yetkileri verildi. Çevre Yasası ve ilgili yönetmelikler,
çevreyi korumak yerine kirliliği düzenlemeye çalışıyor. İşletmeci firmaların binlerce dolara danışmanlarına hazırlattıkları raporlara, resmi kurumlardan
hemen izinler veriliyor. Özelleştirme furyasına bağlı
olarak, akarsular, dereler satılmakta ve Hes’lerden
elde edilen elektrik yüksek fiyatla bölge insanına satılmaktadır. Bölge insanının yaşam hakkını elinden
alıp göçe zorluyorlar. Hes’leri inşa edenler, gariban
köylünün arazilerini yok pahasına kamulaştırmaktadır.
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Ülkelerimiz HES
çöplüğüne dönüştürülüyor
45
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Plansızca kurulan Hes’ler çevreye ve doğaya zarar
veriyor. Türk hâkim sınıfları ülkelerimizi Hes çöplüğüne dönüştürüyor. Hes’lerin faaliyete geçmesiyle,
vadiler ve dereler ardı ardına kurumaya başladı. Bu
durum, yeni bir tehlikenin başlangıcı oldu. Yıllardır
gürül gürül akan dereler kurudu. Santraller devreye
girdikçe dereler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
kalıyor. Bu da çevreye ve doğal yaşam alanlarına geri
dönüşümsüz zararlar veriyor. Ülkelerimizde pek çok
dere ve akarsu yataklarına kurulan Hes’lerin birkaçı dışındakinin debileri akış hızları ve su hacimleri
çok yüksek değildir. Bu da Hes’lerden yeterli verim
alınmasının önündeki bir engel olarak karşımıza çık-
tahribat yaşanmasına neden oluyor. Özelleştirme uygulamalarının 1984 yılında başladığı enerji sektörü,
2001 yılında çıkarılan 4628 sayılı Elektrik Piyasası
Kanunu ile tamamen piyasanın kontrolüne girmiştir.
Bu tarihten sonra, her şey şirketlerin insafına bırakılmış, enerji şirketlerinin plansız ve denetimsiz azgın
kâr hırslarına terk edilmiştir. Yüksek kârlılık vaat
eden, tahsilât garantili hale getirilen elektrik piyasası,
kâr arayışındaki sermaye grupları için cazip bir alan
oluşturuyor.
HES’lerin Çevreye Verdiği Zararlar
Su ile oluşmuş doğal yaşam alanları yıkıma uğramak-
Baraj gölünün yüzey alanı itibariyle nehre göre daha geniş
olması ve buharlaşmanın artmasıyla bölge ikliminde
değişim gözlenmektedir. Havadaki nem oranı artmakta ve
hava hareketleri değişmekte, sıcaklık, yağış, rüzgâr olayları
farklılaşmaktadır.
46
maktadır. Başta Doğu Karadeniz olmak üzere, ülkelerimizin dört bir yanında Hes faaliyetleri sürmektedir.
Bu bölgeye gösterilen ilginin temelinde yatan su debilerinin ve su hacminin yüksek olması, kapitalist zararın minimum olmasındandır. 2000’e yaklaşan sayıda
Hes projesi bulunmaktadır. Hes’ler su potansiyelinin
fazla olduğu Doğu Karadeniz’de yoğunlaşmıştır.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın resmi verilerine
göre Karadeniz Bölgesi’nden şu an 54 Hes işletilirken, lisans verilen 115 Hes projesi ise inşaat halinde
bulunuyor. Mevcut işletilen ve inşaat halinde olan
Hes’lerin yanı sıra bakanlık tarafından 67 Hes projesine de gerekli olan lisanslar verilerek inşaat aşamasına hazır halde bulunuyor. Karadeniz Bölgesi’nde
işletilen, inşaat halinde olan ve lisans süreci tamamlanan 236 Hes var. Çevresel Etki Değerlendirme süreci tamamlanan 290 Hes projesi de bakanlığın gündeminde bulunuyor. Buna göre, Karadeniz’deki mevcut
Hes’ler ve gündemde olan projelerle Hes’lerin toplam
sayısı yaklaşık 10 kat artarak 54’ten 516’ya çıkacak.
Hes’ler tümüyle kâr hırsına terk edilerek piyasalaştırılan enerji sektörü içinde, sular ve dereler 49 yıllık
anlaşmalarla özel sektöre devrediliyor. Kâr hırsının
temel alınması sonucu Hes’ler ciddi ekolojik sosyal
tadır. Binlerce bitki türü yok olmakta, kısıtlı tarım
arazileri büyük zarar görmektedir. Milyarlarca yılda
oluşan doğal hayat dev şirketlerin daha fazla kâr etme
hırsı yüzünden kısa zamanda yok olacaktır. Hes’lerin
elektrik iletim hatları nedeni ile oluşacak elektrik ve
manyetik alanların çevre ve insan sağlığı üzerinde
olumsuz etkileri olacaktır.
Hidroelektrik santraldeki su alma yapısı ya da çelik
su borusunun geçtiği yerlerde kayma olmaması için
duvar yapılmaktadır. Betonarme yapılar ile yol inşası
için gerekli kum, çakıl akarsu yatağından ve orman
alanlarında açılan taş ocaklarından elde edilmektedir. Akarsu yatağından kum, çakıl çıkarılması sonucu suyun bulanıklığı artar, çözünmüş oksijen miktarı
azalır ve organik atıkların parçalanmasını sağlayan
mikroorganizmaların aktiviteleri yavaşlar. Kum ve
çakıl elde etmek için orman alanında taş ocakları açılması ya da hidroelektrik santral çevresindeki ağaçların kesilerek yol açılması nedeniyle orman
alanları tahribatı yapılmaktadır. Ayrıca taş ocaklarında patlayıcı kullanılması, yeryüzü katmanının ve
suyun akışını geciktiren yer altı kayaçlarının tahribatına neden olmakta, patlamalar bölgede yaşayan
canlıları yerinden etmektedir.
olmaktadır. Sonuçta sular kuruyacak, nem azalacak
ve ortamdaki canlılar yok olma tehlikesiyle karşılaşacaktır.
Hidroelektrik santraller birçok insanın yaşamını
sürdürdüğü vadilerden göç etmelerine neden olmaktadır. Artvin örneğinde olduğu gibi santrallerin yapılmasıyla birlikte yörede yaşanan susuzluk nedeniyle
halk bölgeden göç ederken, insansızlaştırılan yörede
madencilik faaliyetleri hız kazanmaktadır. Hidroelektrik santrallerin bulunduğu bölgede yaşayan tüm
canlılara sağladığı yararla kıyaslanamayacak ölçüde
zarar vermekte, suların kuruması, doğal yaşam ortamlarının yok olması gibi telafisi mümkün olmayan
etkiler bırakmaktadır.
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Akarsuların doğal akış ve yapısının değiştirilmesi ile su kalitesi bozulacağı ve su miktarı azalacağı
için, mikroorganizmalardan balıklara kadar suda
yaşayan tüm canlıların, hayvanlardan tarım ürünlerine kadar, karada yaşayan tüm canlıların yaşamı
tehlikeye girmekte, doğal yaşam ortamları yok olan
bazı türlerin nesli tükenmektedir. Akışına müdahale
edilen akarsular, kıyılardaki deltalarına tortu taşıyamamakta, buna bağlı olarak tortularla taşınan besin
maddeleri de deltalardaki ve denizlerdeki canlılara
ulaşamamaktadır. Ayrıca deniz kıyısı kara yönünde
ilerleyerek deltaların erimesine neden olmaktadır.
Besin maddelerine ulaşamayan canlılar yaşamlarını
sürdürememekte, suyun aşındırıcı etkisi tarım faaliyetleri başta olmak üzere deltadaki tüm geçim kaynaklarını tehdit etmektedir. Hidroelektrik santral
suyu havzanın irtifası yüksek noktalarında tutarak,
havzanın aşağı kesimlerine olan su akışını azaltmaktadır. Bu durumda, havzanın orta kesimindeki yeraltı
suları aşırı derecede azalmakta ve bazı durumlarda
sulak alanlar tümüyle kurumaktadır.
Ülkelerimizde son 40 yıl içerisinde toplam sulak
alanların yaklaşık yarısı olan bir alan 3 milyon hektar
sulak alan ekolojik özelliğini yitirmiş durumdadır.
Baraj gölündeki suyun bir miktarının buharlaşmasıyla su içerisindeki tuz miktarı, diğer minerallerin
artmasıyla yine karşılaşlılıyor. Yine akarsudan göle
geçişte çözülmüş oksijenin az olmasına bağlı olarak,
gölde otrifikasyon süreci (su ekosisteminin ölümü)
başlayabiliyor. Çözülmüş oksijen olmadığında göldeki besin maddeleri, aynı zamanda bunlar kirletici
maddeler, mikroorganizmalar tarafından doğal olarak bunların temizlenmesi, arıtılması sağlanmadığından kirleticilerin artarak otrifikasyon süreci ve
bunun uzun vadede göldeki tüm canlıların, yaşamını
yitirmesi anlamına geliyor.
Baraj gölünün yüzey alanı itibariyle nehre göre daha
geniş olması ve buharlaşmanın artmasıyla bölge ikliminde değişim gözlenmektedir. Havadaki nem oranı
artmakta ve hava hareketleri değişmekte, sıcaklık, yağış, rüzgâr olayları farklılaşmaktadır. Ayrıca bölgede
yapılan ağaç kesimleri de iklimsel değişikliklere diğer
bir sebep olarak gösterilebilinir.
Su ile taşınan toprak ve besin azaldığı için tarım
toprakları yeterince beslenememektedir. Ayrıca sulama amacıyla uygulanan projeler bilinçsiz uygulandığından, akarsu ile taşınan besin maddelerin arınması
ve tuzluluk yüzünden toprak veriminin azalmasına
ve verimli tarım arazilerinin kaybedilmesine sebep
Çevre bilinci ve hareketi gelişiyor
Hes’lerin yapıldığı alanlarda yöre halkında gelecek
kaygısının oluşmasına yol açıyor. Çünkü suyun denetiminin başkasında olduğu bir yaşam, insanlar
tarafından tepkiyle karşılanıyor. Suyun ticarileşmesine bağlı olarak, kırsal alanlar tasfiye edilerek kapitalist sömürüye açılması planlanıyor. Akdeniz’den
Munzur’a, Fırtına Vadisi’nden Hasankeyf’e kadar
ülkelerimizin dört bir yanında HES’lere yönelik mücadele gelişiyor. Çevre mücadelesinin gelişmesinin
bir nedeni de doğanın talan edilmesi ve yaşam temellerinin yok edilmesinin sonuçlarının görülüyor
olmasıdır. Sosyal paylaşım ağları, köy dernekleri,
platform tarzında örgütlenen bu yapılar içinde, Derelerin Kardeşliği Platformu, Munzur Koruma Kurulu,
Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu, Karadeniz İsyandadır Platformu, Nükleer Karşıtı Platform,
Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun da olduğu çevre
örgütleri ön plana çıkıyor. Türkiye Çevre Hareketi, çok sayıda miting, eylem, panel ve sempozyumla
son yıllarda artan bir dinamizmle büyümeye devam
ederken, hareketin taleplerinde daha güçlü bir antikapitalist vurgu öne çıkamıyor.
Gelişen çevre hareketinin önemli bir bölümü, sınıf
mücadelesinden uzak duruyor. Avrupa Birliği fonları
ile çevre hareketi kendisine bir alan yaratıyor. Kapitalizmin çirkin yüzü çevrecilik makyajıyla örtülmeye çalışılıyor. Çevre hareketinin önemli bir bölümü
kendisini reformist taleplerle sınırlıyor ve çevre kirliliğinin sistemin bir yansıması olduğunu görmüyor.
Çevre hareketi, aynı zamanda mücadelenin sivri oklarını kapitalizme yöneltmek zorundadır. Doğayı talan eden ve ekolojik dengeyi bozan sistemdir. Kapitalizm yaşadığımız gezegeni felakete doğru sürüklüyor.
47
yaşam temellerini koruma mücadelesi
48
Kapitalizmden insanlığa yönelen tehlike, sermayenin
tercihleriyle insanlığın kurtuluşu tercihi arasında bir
seçim yapmayı zorunlu hale getiriyor. Bu anlamda
çevre mücadelesi, aynı zamanda kapitalizme karşı
yönelmelidir.
Çevre bilincinin gelişmesi ve doğanın talan edilmesine karşı yapılan eylemlere kolluk güçleri saldırıyor.
Erzurum’un Tortum İlçesi’ne bağlı Bağbaşı, Serdarlı
ve Pehlivanlı beldeleri, Dikmen, Uzunkavak köylerinden geçen Ödük Çayı üzerinde 3 ayrı Hes kurulması planlanıyor. Ağustos 2011’de yöre halkı yapılacak
olan Hes inşaatları için uzun süre iş makinelerinin
çalışmasına izin vermemişti. Ödük Vadisinde „canımızı veririz, suyumuzu vermeyiz“ diyerek sık sık eylem yapan köylü kadınlara kolluk güçleri saldırmıştı.
Eyleme katılan bazı kadınlara verilen 250’şer liralık
para cezasının yanında o dönemde 17 yaşında olan
Leyla Yalçınkaya’ya da mahkeme tarafından, Hes’in
çalışma alanında bulunmama ve eyleme katılanlarla
görüşmeme cezası vermişti!
16-17 Temmuz 2012‘de Trabzon’un ilçesi Çaykara’da
bulunan Karaçam-Köknar köylüleri, kendi topraklarında çalışma yapan Hes şantiyesini bastı. Jandarma
Hes’ e karşı olan 250’e yakın köylüyü kuşatma altına
aldı. Kimlik tespiti yapılarak köye giriş çıkışlar kapatıldı. Kimlik tespitinden sonra 70 kişilik bir grup
Çaykara’daki karakola götürüldü. Gözaltına alınan
köylüler, karakolun önünde bulunan futbol sahasında
bekletildi. Bu bekleyiş gece geç saatlere kadar sürdü.
Sonunda yaklaşık 70 kişilik gruptan 5 kişi gözaltına
alınarak, savcılığa sevk edildi. Tüm baskı ve tehditlere karşı köylüler, Hes karşıtı mücadelelerine devam
edeceklerini belirterek yaşananlara tepkilerini sürdürdüler. Köylüler kolluk güçlerinin Hes şirketinin
taşeronunun yanında yer aldığını öne sürerek „bölgede yaşayan bütün canlıları, gelecekte yok edecek
bu girişimlerin önüne geçmek için yöre halkı elinden
gelen her türlü mücadeleyi yapıyor. Bu nedenle biz
köylüler tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığımız
yoğun baskılarla karşılaşıyoruz. Trabzon’daki kolluk
güçleri yasal sınırları aşan ve adeta yerel taşeronların
bir güvenlik ekibi ve sözcüsü gibi davranmaktadır.“
açıklamasını yaptılar.
Munzur Vadisi ve çevresinde yapılmak istenen barajlara karşı mücadele gelişiyor. Dersim halkı barajları istemiyor. Dersim’de planlanan Hidro Elektrik
Santralleri tamamlandığında, çevre ilçelerle olan
bağlantılar kopacak ve Dersim bir ada olacak. Barajların kapakları tutulduktan sonra, halkta bir far-
kındalık gelişti. İlk önce barajların çevreye vereceği
zarar ve barajların ne olduğu fazla bilinmiyordu.
Şimdi halk barajların ne olduğunu daha açık görebiliyor. Her sene yapılan Doğa ve Kültür Festivali bu
olayın ciddiyetini daha da artırıyor. Dersim‘de 12.
Munzur Kültür ve Doğa Festivalinde çevreciler, Peri
Çayı üzerinde yapımı süren Pempelik Barajını protesto etmek amacıyla baraj şantiyesine gitti. Şantiye
sahasında bulunan iş makineleri yakıldı. 12. Munzur
Kültür ve Doğa Festivali’nin son gününde Seyit Rıza
Meydanı’nda DEDEF ve Eğitim Sen Ekoloji Komisyonu tarafından“Dersim Coğrafyası; 9 baraj, 23 HES, 63
maden, 10 bin 557 mayın” konulu forum düzenlendi.
Forumun ardından binlerce kişinin katıldığı çevre
yürüyüşü yapıldı.
Artvin’in Arhavi ilçesine Bağlı Konaklı, Kemerköprü köylüleri Hes’e karşı verdikleri mücadeleyi
sürdürüyor. İki köyü ayıran dereye kurulacak Hes’e
karşı mücadele eden köylüler, kurdukları Hes çadırı
ile mücadelelerine devam ediyor. Köylüler, İki köyü
ayıran dereye kurulacak olan Hes’in vadilerini, köylerini, çaylarını, fındıklarını, tarım ürünlerini yok edeceğini, köylerinin yaşanmaz bir yer haline geleceğini
kendi pratiklerinde görüyor.
Ne Yapılmalı?
Çevre sorunu bugün yakıcı bir sorun olarak ortaya
çıkıyor. Hâkim sınıfların çevre alanında yarattığı
tahribatın sonuçları görülüyor. Doğanın talan edilmesi, yaşam temellerinin yok edilmesinin sonuçlarını
insanlar görüyor ve yaşıyor. Kapitalizmin sınır tanımayan kâr hırsı, doğayı kirleten yapısı ekolojik dengeleri bozmaktadır. Kapitalizmin insanı sömüren ve
yoksullaştıran karakteri, çevre için de geçerlidir. Kâr
etme adına, çevreyi de yoksullaştırmakta ve sömürmektedir.
Ülkelerimizde egemen sınıflar varlığını koruduğu sürece, doğanın talanı ve yaşam temellerinin yok
edilmesi katlanarak sürecektir. Doğanın talanına dur
demek için, çevre mücadelesi hâkim sınıfların egemenliğine karşı mücadele olarak yürütülmek zorundadır. Çevre hareketi içerisinde yer almak ve çevre
hareketine doğru görüşlerin taşınması komünistlerin
görevidir. Çevrenin korunması uğruna mücadele,
devrimci mücadelenin günümüzdeki temel görevlerinden biridir. Komünistler, çevrenin korunması mücadelesinin en ön saflarında yer alıp, bu mücadeleyi
devrimci kanallara aktarma görevine sahiptir.
22 Ağustos 2012 
M
ezopotamya’nın kuzeyinde yer alan Hasankeyf
dünyanın en eski yerleşimlerinden biridir. Dicle
nehri kıyısında, dik yamaçlar üzerine kurulan kalesiyle bölgede çok önemli bir yere sahip. Hasankeyf
Ortaçağdan günümüze önemli izler taşıyan benzersiz bir şehir. Hasankeyf’i benzersiz yapan şeyler Dicle
Nehri üzerindeki özel konumu ve bugüne taşımayı
başardığı şehirsel öğeler. Hasankeyf’in tarihi çok eski
dönemlere dayanır. Hasankeyf dokuz uygarlığın tarihini barındırır. Asur, Roma, Bizans, Artuk, Eyyübi ve
Osmanlı’dan önemli arkeolojik ve kültürel izler taşır.
Hasankeyf’te insan yerleşiminin M.Ö. 4000 civarında
başladığı tahmin ediliyor. İlk yerleşimciler büyük olasılıkla Dicle Nehri boylarındaki mağara ve vadilerde
yaşıyorlardı. Asurlular ve komşu bölgelerdeki diğer
topluluklar, kayalık mağaralarda yaşayan insanlara
‘kefenen’ (taş insanı) adını vermişlerdi.
Daha ileriki tarihlerde Hasankeyf, Makedon, Pers,
Sasani ve Roma egemenliğine girdi. Romalılar genellikle fethettikleri toprakların adını değiştiriyorlardı.
Hasankeyf, 7.yüzyıla kadar antik Asurca ismi olan
‘Castrum Kefa’ (Taş Hisar) ile anılıyordu. 15. yüzyılda Doğu Roma uygarlığının bağımsız kiliselerinden
biri bu bölgede ortaya çıktı. Suriye kültürü ve halkı
bu kilisenin çatısı altında birleşti. 7. yüzyıldaki İslam
hâkimiyetinden sonra da Suriyeliler bölgede yaşamaya devam ettiler. Bölgenin ismi artık Arapçada Castrum Kefa demek olan Hısn Kayfa olmuştu. Bu isim
sonunda Hasankeyf haline geldi. 1090 yılı civarında
Büyük Selçuklular bölgeyi ele geçirdi. 1102’de Büyük
Selçuklulara bağlı Artuklu eyaleti Hısn Kaifa kuruldu. Selçuklu egemenliği Hasankeyf’in altın dönemi
olarak nitelendirilir. 1236’da Hasankeyf Eyyübileri
olarak bilinen eyalet kuruldu. 14. yüzyıldaki Moğol
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Dicle Özgür Aksın,
Hasankeyf Yok Olmasın
49
yaşam temellerini koruma mücadelesi
istilasından sonra Anadolu’daki Akkoyunlu prensleri egemenliklerini Hasankeyf’e kadar genişlettiler.
Osmanlı, Safevi (Pers), Eyyübi ve Akkoyunlu devletlerinin sınırında yer alan Hasankeyf, bu güçler arasındaki çatışmalardan nasibini aldı. Sonunda 1524’de
Osmanlı egemenliğine girdi.
Hasankeyf’in kısa da olsa tarihini anlatmamızın
nedenleri var. Bölgenin özelliklerini gösteren ilginç
yapısı ve günümüze kadar gelen kalıntıları ile korunması gereken bir ilçedir Hasankeyf. Tüm bu sözü edilen tarihi, kültürel, dini ve arkeolojik önemine rağmen Hasankeyf yıllar önce bölgenin eşsiz mirası göz
ardı edilerek planlanan Ilısu Barajının suları altında
kalmak üzeredir. Hasankeyf Mezopotamya’yı oluşturan iki büyük nehirden biri olan Dicle nehrinin ku-
ması planlanmaktadır. Barajın ve santralin kurulması halinde elde edilecek 3833 GWh yıllık enerji üretimi (1200 MW kurulu potansiyel güç) Türkiye’nin
toplam enerji kapasitesinin yaklaşık %1,5’ine denk
gelmektedir. Baraj gölünün 313 km2’lik bir alanı kapsayacağı hesaplanmaktadır. Ilısu Barajının tamamlanması ve Dicle nehrinin akışının engellenmesi nelere mal olacaktır?
Ilısu Baraj Projesi, Hasankeyf’i ve Dicle vadisinin
eko sistemini yok edecektir. Ilısu Baraj gölü sahası,
çoğu tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlayan 78.000
kadar insanın yerlerinden olmasına yol açacaktır.
Baraj havzası içerisinde göçebe olup, hayvancılık yaparak geçimini sağlamakta olan 30 bin dolayındaki
insanı da katarsak barajdan etkilenenlerin sayısı 100
Türk devleti ve RTE-hükümetinin Kuzey Kürdistan’a barajlar
yapmasının belirli nedenleri var. Ama öncelikle bir saptama yapmak
gerekiyor. Kapitalizm doğası gereği kâr amacıyla, doğayı bir sömürü
aracı olarak görmektedir. Doğanın dengesinin bozulması ve doğanın
kirletilmesinin baş sorumlusu kapitalizmdir. Türk hâkim sınıfları da
doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinde başrolü
oynamaktadır. Ama Türkiye’de özellikle Kürdistan‘da barajlar enerji
üretmek için yapılmıyor. Hakkâri sınırı içinde 11 baraj gölü insan
geçişini kontrol altına almaya yönelik olarak yapılıyor.
50
zeyinde yer alıyor. Dicle nehrinin bitmez tükenmez
sularının bir araya gelişi bölgede sıra dışı bir güzellik
oluşturuyor. Dicle nehri bölgedeki temiz su kaynağı
ve binlerce yıldır bölgedeki her şey ırmağın akışına
göre şekillenmiş. Dicle Vadisinin yamaçları suyla temas ettiğinde kolayca çözünen kireç taşlarıyla kaplı.
Bu durum bölgenin yerleşimcilerinin zamanında ev
olarak kullandığı doğal mağaraların oluşumuna fırsat sağlıyor. Hasankeyf’te birçok ev, dini ve ticari yapı
kayaya oyulmuştur. Bu gelenek çok uzun yıllar boyunca Dicle Nehri kıyısında yaşamış medeniyetlerle
ilgili önemli ve estetik veriler sunmaktadır.
Dicle nehrinin özgür akması engellenmek isteniyor.
Dicle nehri üzerinde Ilısu Barajı inşa ediliyor. Ilısu
Baraj Projesi Mardin il sınırları içerisinde, Dargeçit
ilçesine 15 km uzaklıkta Dicle nehri üzerinde kurul-
bini geçmektedir. Sulu tarım yapılan yaklaşık 31.000
hektarlık alan sular altında kalacaktır. Ilısu Baraj’ının
tamamlanması ertesinde 95 köy, 104 mezra ve tarihi
Hasankeyf yok olacaktır.
Ilısu Barajı ile birlikte Dicle Vadisinde yer alan ve
tarihi 12 bin yıl öncesine dayanan arkeolojik kalıntılar ile vadideki canlılar yok olacaktır. Dicle vadisinin
ekosistemi bozulacak ve iklim değişiklikleri yaşanacaktır. On binlerce insan üretici durumundan tüketici durumuna düşecek, böylece işsizlik ve yoksulluk
daha da artacaktır. Dicle Nehri, üzerinde inşa edilecek barajlarla yok edilme tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Bu baraj Almanya, Avusturya ve İsviçre holdingleri
tarafından finanse edilip inşa edilecek idi. Bu şirketler bunun için bir konsorsiyum kurmuştu. Kendi devletleri de bu korsorsiyuma mali güvence veriyordu.
rakları suyla buluşturacağız” dediler! Doğanın dengesi bozuldu. Verimli topraklar çoraklaştırıldı. Sel felaketleri kuraklık baş gösterdi. Kısacası büyük ölçekli
barajlar yoksulluk ve felaketlere yol açtı.
Yukarda Ilısu Barajının faaliyete geçmesiyle birlikte,
Dicle Vadisinin ekosisteminin yok olacağını belirttik.
Nedir ekosistem? Ekosistemin ana görevi, o sistemde
doğal olarak yaşayan canlı ve cansız türlerin nesillerinin sürdürülmesidir. Belirli bir ekosistem içinde, o
sistemin özelliklerine bağlı olarak, belirli canlı türleri
yaşar. Bir ekosistemin görevi, kendi içinde çeşitliliği
devam ettirmek ve oradaki türlerin nesillerinin sürdürülmesini sağlamaktır. Bu sürdürme bilinçli bir işlem değil, sonuçtur. Ekosistemin doğal canlı ve cansız
öğelerinin değişmesi ve bozulması (toprak erozyonu,
bitki örtüsünün kaldırılması, su kaynaklarının azalması, yok edilmesi vb.) ekosistemin görevini yerine
getiremez hale gelmesine yol açar. Ekosistemin doğal
dengesinin bozulması söz konusu ekosistemlerde pek
çok canlı türünün yok olmasına neden olmuş ve olmaktadır. Kısaca ekosistemin anlatımı böyledir.
Doğal denge nedir? Ekosistemin parçaları, ister bitki türü, ister iklim, isterse toprak olsun, on binlerce
ve hatta milyonlarca yıllık bir zaman süreci içinde
evrimleşerek ortaya çıkmıştır. Uzun zaman içindeki
bu evrimleşmeye bağlı olarak canlı ve cansız parçalar arasında dengeli bir düzen ve çok ince ayarlanmış
bir uyum vardır. Her parça birbirleriyle, değişik derecelerde ilişkilidir. Ekosistemin sağlıklı işlemesi için,
sistem içinde her bir parçanın ayrı bir işlevi ve görevi
vardır. Parçalar bu görevlerini farklı zamanlarda ve
farklı koşullarda yerine getirir. Ekosistemin parçalarından herhangi biri bozulursa veya o parça sistemden çıkarılırsa, ekosistem verimli çalışamaz zamanla
bozulur ve önceki görevini yapamaz hale gelir.
Hasankeyf ve Dicle Vadisini korumak için mücadele etme görevimiz var. Ilısu Baraj Projesi, Hasankeyf’i
ve Dicle Vadisinin ekosistemini yok edeceği için baraj
yapımına karşı çıkıyoruz. Ilısu Baraj Projesi, kültür
mirasının yanı sıra sosyal bir yıkıma da neden olacaktır. Bunun için diyoruz ki, Dicle özgür akmalı,
Hasankeyf yok olmamalıdır.
AKP hükümeti kâr uğruna doğayı talan ediyor. Yaşamın temelleri yok ediliyor.
Yaşamın doğal temellerine sınıf mücadelesi yoluyla
sahip çıkalım!
Doğanın talan edilmesine, hoyratça sömürülmesine dur diyelim!
Temmuz 2012 
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Gerek ülkelerimizde gerekse sözü geçen bu ülkelerde
çevrecilerin mücadelesi sonucu bu devletler finanse
etme konsorsiyumdan çekildiler. T.C. Hükümeti bunun üzerine Ilısu barajını dış finanse olmaksızın inşa
etme kararı aldı.
Türk devleti ve RTE-hükümetinin Kuzey
Kürdistan’a barajlar yapmasının belirli nedenleri var.
Ama öncelikle bir saptama yapmak gerekiyor. Kapitalizm doğası gereği kâr amacıyla, doğayı bir sömürü
aracı olarak görmektedir. Doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinin baş sorumlusu kapitalizmdir. Türk hâkim sınıfları da doğanın dengesinin
bozulması ve doğanın kirletilmesinde başrolü oynamaktadır. Ama Türkiye’de özellikle Kürdistan‘da
barajlar enerji üretmek için yapılmıyor. Hakkâri sınırı içinde 11 baraj gölü insan geçişini kontrol altına
almaya yönelik olarak yapılıyor. Egemen sınıfların
yandaş medyası da, “bu barajlar sayesinde PKK artık
sınırda eskisi gibi rahat hareket edemeyecek, mağaralarda barınamayacak” diye yazıyor. Yani barajların
hangi amaçla yapıldığı açıkça söyleniyor. Şırnak kesimindeki barajlarla ilgili DSİ haritasına göre, PKK’nin
önemli geçiş noktaları, barındıkları yerler tamamen
suyla doluyor. DSİ Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan proje kapsamında ,“PKK’ye karşı güvenlik
barajları” olarak adlandırılan 11 barajın ihalesi yapılarak yapımlarına başlandı. Şırnak sınırlarında 7,
Hâkkari’de ise 4 adet olarak planlanan barajlar devreye girdiğinde, sınırlardan geçişlerin önüne geçileceği hesaplanıyor. Şırnak’ın Irak sınırındaki Uludere
ilçesi Hezil ve Ortasu Çayları’nın üzerinde Silopi, Şırnak, Uludere, Ballı, Kavşaktepe, Musatepe ve Çetintepe adlarında 7, Hâkkari’nin Çukurca İlçesi’nde Güzeldere Çayı üzerinde Gölgeliyamaç ve Çocuktepe,
İran sınır kesiminde bulunan Şemdinli ile Yüksekova
ilçeleri arasında da Bembo Çayı üzerinde Beyyurdu
ve Aslandağ barajları inşa ediliyor.
Türk devleti, Kuzey Kürdistan’da uyguladığı politikalar ile Kürtlerin kendi ülkelerinden kaçıp gitmesini amaçlıyor. 90’lı yıllarda boşaltılan köyler sonucu,
Kürtler Batı illerine göç etmek zorunda bırakılmıştı.
Kürdistan’da ormanlar yakılıyor ve doğa talan ediliyor. Bölgede yapılan her baraj sonrasında on binlerce insan göç ettiriliyor, tarihi yerler, en değerli doğa
alanları ve sulu tarım yapılan on binlerce dönümlük
verimli araziler, ilçeler, yüzlerce köy sulara gömülüyor. Göç sorunu, yerleşim sorunu ve kentlere uyum
sorunu derken ekonomik ve sosyal alanda mağdur
olan on binlerce baraj zedeler ortaya çıkıyor. “Top-
51
Kapitalizmin sınır tanımayan
kâr hırsı, doğayı kirleten yapısı ekolojik dengeleri
bozmaktadır. Kapitalizmin insanı sömüren ve
yoksullaştıran karakteri, çevre için de geçerlidir.
Çevrenin korunması uğruna mücadele,
devrimci mücadelenin günümüzdeki temel görevlerinden
biridir.
Download