İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! EYLÜL/EKİM 2012/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X159 ☛ “Antikapitalist Müslüman Gençlik” Üzerine... ☛ Mısır: “Kontrollü Geçiş”te Vitrin Değişikliği! ☛ Kadına Şiddet Devlet Politikasıdır! ☛ Kişiye Tapma Sorunu ve Stalin... ☛ Ülkelerimiz HES Çöplüğüne Dönüştürülüyor • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Değerli okuyucu, yaz aylarını geride bırakıp Eylül sayısı ile yeniden birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu sayımızda ülke ve dünya gündemi açısından önemli gördüğümüz gelişmelere yer verdik. Bu sayımızın başyazısını 1 Eylül “Dünya Barış Günü”nde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Suriye somutunda yürüttükleri savaş çığırtkanlıklarına ve bu güne kadar yaşanan güncel gelişmelerin değerlendirilmesine ayırdık. Halkların Kardeşliği bölümünde Malatya’da bir alevi aileye yönelik linç girişimi ve devlet yetkililerinin açıklamalarının ele alındığı “Linç kültürü bir devlet politikasıdır” başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz. Sayfalarımızın devamında; 1 Mayıs öncesi gündeme gelen, bujuva medyanın oldukça ilgisini çeken “Antikapitalist Müslüman Gençlik” üzerine kapsamlı bir değerlendirme yazısı bulacaksınız. Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızda ise Bakan Fatma Şahin’in açıkladığı çalışan kadınlara “kreş yardımı”nın gerçekte kadınlar açısından ne anlama geldiği değerlendiriliyor. Kadına yönelik devlet şiddeti ve geçen sayımızda bir okurumuzun kürtaj ile ilgili makalesine takındığımız kısa bir tavır da bu sayfalarımızda yer alan diğer yazılarımız. Panorama sayfalarımızı bu kez Mısır ve Paraguay’da yaşanan gelişmelere ayırdık. Kavganın Doğ rusu Doğ runun Kavga sı sayfalarımızda Troçkizm değerlendirmesinin ardından bu sayımızda Stalin şahsında çokça gündeme getirilen kişiye tapma sorununu ele aldık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Okur sayfalarımızda Komak/ml’in yayın organı Proletarische Rundschau’nun 40. Sayısından Türkçeye çevrilmiş bir makaleyi bulabilirsiniz. Okurumuz Mehmet Desde’nin AİHM’deki işkence davası sonuçlandı. Tek hakimin verdiği skandal karar ve itiraz hakkı olmayan bu karar ertesinde Mehmet Desde’nin kamuoyuna yaptığı açıklamayı yayınlıyoruz. Son olarak Yaşama Temellerini Koruma Mücadelesi sayfalarımızda Hidro Elektrik Santraller ve Hasankeyf’te yapılmak istenen baraj ile ilgili iki tane çevre yazısı okuyabilirsiniz. Gelecek sayıda görüşmek üzere... YDİ Çağrı Eylül 2012 İÇİNDEKİLER GÜNDEM “Dünya Barış Günü”nde de insanlık barışa hasret!. . . . . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Linç Kültürü Bir Devlet Politikasıdır . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 GÜNCEL “Antikapitalist Müslüman Gençlik” Üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 YENİ KADIN DÜNYASI Kreş yardımı mı dediniz?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Kadına şiddet devlet politikasıdır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21 “Kürtaj haktır - Yasaklanamaz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 Başkan Lugo’ya “sivil darbe”! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI Kişiye Tapma Sorunu Ve Stalin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31 OKUR MEKTUBU (Avrupa) İktisadi ve Para Birliği’ndeki İstikrar, Eşgüdüm ve Yönlendirme hakkındaki Anlaşma sermayenin istikrarını sağlıyor, onun gelirlerini koordine ediyor ve bizi soyup sömürüyor.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39 BASINA VE KAMUOYUNA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Ülkelerimiz HES çöplüğüne dönüştürülüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45 Dicle Özgür Aksın, Hasankeyf Yok Olmasın . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49 PANORAMA “Kontrollü geçiş”te vitrin değişikliği!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 2 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 159 · Eylül / Ekim 2012 • ISSN 1301692X159• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net • [email protected] gündem “Dünya Barış Günü”nde de insanlık barışa hasret! Savaşların, olanaksız olacağı döneme kadar şu ya da bu biçimde varlığını sürdüreceği gerçeği ise, gerçekten barıştan yana olanlara, kapitalist sisteme, bu sistemin ürettiği haksız ve gerici savaşlara karşı haklı savaşlardan yana olma ve sömürü sistemine son verecek savaşı verme görevini yüklemektedir. Bu bilinçle 1 Eylül 2012’de de barış için mücadeleyi kapitalist–emperyalist sisteme karşı devrim için mücadeleye tabi kılarak devrim mücadelesini yükseltmeye, işçileri emekçileri kurtuluşları için mücadeleyi komünistler önderliğinde kendi ellerine almaya çağırıyoruz! H itler Almanya’sının 1939 yılında Polonya’ya saldırdığı ve İkinci Dünya Savaşı’nın resmen başladığı tarih olma vesilesiyle, 1 Eylül’ün, “Savaşa Karşı Gün”, “Dünya Barış Günü” olarak kabul edildiği günden beri, değişik düzey ve biçimlerde de olsa her 1 Eylül’de savaşa karşı eylemler yapılmakta ve barış istemleri dile getirilmektedir. BM’nin 30 Kasım 1981’de aldığı karara göre de 21 Eylül “Dünya Barış Günü” olarak ilan edilmiş, sonraki yıllarda aradaki bu farklılık güme gitmiştir. 1 Eylül, genelde “Dünya Barış Günü” olarak kabul görmüş ve bu biçimde de ifade edilmiştir. Savaşa karşı olmayı simgeleyen “barış günü”, gerçekte “büyük insanlığın” arzusunu, talebini de simgelemektedir! Fakat senede bir günün “barış günü” ilan edilmesi, aynı zamanda 364 günün “barış günü” olmadığını da ifade etmektedir. Dünyamızdaki gerçeklik, 1 Eylül günü de dâhil olmak üzere hiçbir günün barış günü olmadığını göstermektedir. Gerçekten barış isteyen kitlelerin istemleri andaki durumun değil, varılmak istenen hedefin ifadesi olma durumundadır. 1 Eylül’de “büyük insanlık” barış taleplerini dile getirirken, sömürücü egemenlerin temsilcileri de kitlelerin bu taleplerini kendi siyasetlerine alet etmeye çalışmaktadırlar. Burjuvazinin temsilcileri, borazan- ları kendilerini barış yanlıları olarak göstermektedirler. Bu konuda da burjuvazinin ve temsilcilerinin sahtekârlığı sınırsızdır. Gerçekte onlar “barış”tan bahsederken savaşı kışkırtmakta, planlamakta ve sürdürmektedirler! Savaşların kaynağının kapitalist – emperyalist sistem olduğunu, savaşlara tüm zamanlar için son vermek isteyenlerin bu sisteme karşı sosyalizm için mücadele vermesi gerektiğini, bunun için de devrim mücadelesinin verilmesi ve komünist parti önderliğinde örgütlenilmesi gerektiğini kitlelere anlatmaya çalışan sınıf bilinçli güçler, burjuvazinin çok yönlü saldırılarına maruz kalmakta; kapitalizme karşı olduklarından ve bu barbar sisteme karşı mücadele ettiklerinden devrimciler, komünistler “barış karşıtı” gösterilmektedir. Zaten 1 Eylül’e gerçekten sahip çıkanlar da çok azınlık olsa da bu kesimdir. 21 Eylül herhalde bunun için alternatif olarak gündeme getirilmiştir. Kitlelerin bilinci sadece egemenlerin borazanları tarafından karartılmıyor! Kitlelerin bilinci aynı zamanda “barışı” kapitalist sistem çerçevesinde mümkün gören reformist kesimler tarafından da karartılmaktadır. Kendilerine devrimci, komünist diyen ama barış 3 gündem 4 taleplerini dile getirirken, sorunu kapitalist sistem içinde çözülebilir bir sorunmuş gibi gösterenler ne Vietnam’dan, ne Irak’tan, ne Afganistan’dan, ne de diğer bölge savaşlarından ders çıkarmışlardır. Bunlara karşı da açık ideolojik mücadele görevi de bizlerin omuzlarındadır. Bu mücadelede sorun, savaşların tüm zamanlar için son bulmasının kapitalizm koşullarında mümkün barış konusundaki tavrımız kısaca şöyledir: Biz komünistler, sürekli ve gerçek barışı istiyoruz! Ezeni, ezileni olmayan; ırk, renk, ulus, dil, cinsiyet vb. farklılıkların toplumun, dünyanın zenginliği olarak görüldüğü; herkesin eşit, özgürce yaşadığı, tüm savaşların son bulduğu, savaşlara sebep olan kaynakların kurutulduğu, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya bizim özlemimizdir. Varmak istediğimiz hedeftir. Ama böylesi bir olmadığının kavranması ve kavratılması sorunudur. Lenin’in deyimiyle: “... kitleleri, barıştan bekledikleri iyi şeylerin bir dizi devrim olmadan olanaksız olduğu konusunda aydınlatmak zorundayız.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, S. 276, İnter Yayınları) Gerek burjuvazinin borazanlarının gerekse de reformistlerin kitlelerin bilincini karartmasına karşı, dünya kapitalizmin, sömürü sisteminin varlığı şartlarında mümkün değildir. Bir yandan ezen, sömüren sınıfların, emperyalist devletlerin, kapitalist sistemin; diğer yandan da ezilen, sömürülen sınıfların, sömürge-bağımlı ülkelerin varlığını sürdürdüğü koşullarda, savaşlar, şu ya da bu biçimde sürekli var olacaktır. Savaşların, haklı ve haksız savaşların tümünün son KISACA DURUM İçinde bulunduğumuz koşullarda savaşların ve savaşların kurbanlarının sayısı sürekli bir artış göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde yürüyen savaşlarda yaşamını yitiren insan sayısı milyonlarla hesap edilmektedir. Sadece son 20-30 yıllık savaşların kurban sayısı on milyondan fazla tahmin edilmektedir. Yine kimi uluslararası kurumların verilerine göre 1945 –2000 yılı arası dönemde 218 savaş yaşanmıştır. Almanya’daki “Heidelberg ÇatışmaAraştırma için Enstitüsü”nün yaptığı tespite göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde bir yıl içinde en çok savaşın, çatışmanın yaşandığı yıl, 2011 yılı olmuştur. Buna göre 2011 yılında 20 savaş ve 38 “yoğun şiddette çatışma” tespit edilmiştir. Bu sonuca ise toplam 388 çatışmanın değerlendirilmesi temelinde varılmıştır. İster uluslararası “kıstaslar” temelinde “savaş” olarak, isterse “çatışma” olarak değerlendirilsin, yerküremizde yüzlerce savaş ve çatışma yaşanmaktadır. Bu durum 2012 yılında da sürmektedir ve anda öne çıkan savaş Suriye’deki haksız savaştır. SURİYE’DE SAVAŞ... “Dünya Barış Günü”nü karşılamaya hazırlandığımız bugünlerde, Suriye’deki çatışmalar ve savaş uluslararası gündemi olduğu gibi, Türkiye’nin gündemini de belirlemeye devam etmektedir. Uluslararası Kızılhaç Komitesi Temmuz ayı ortalarında Suriye’deki çatışmaları “iç savaş” basamağına çıkardı. Kuşkusuz ki bu adlandırmanın kendisi esasında uluslararası hukuk açısından taraflara uyması gereken kuralları hatırlatma bağlamında önem taşıyor, yoksa yaşananları değiştirme durumunda değil. Somut olarak yaşanan çatışmalarda BM’nin verilerine göre 17.000, muhalefetin açıklamalarına göre ise 23.000 insan yaşamını yitirmiş, on binlercesi yaralanmış ve yüz binlercesi ise evini-barkını terk etmek zorunda kalmıştır. Suriye’nin komşu ülkelerine kaçanların sayısı 170.000 olarak verilirken, Ağustos 2012 ortalarına kadar bunların 61.450 si Türkiye’ye gelmiştir. BM’nin verilerine göre “iç sürgün”e maruz kalanlar 1,5 milyon civarındadır. Savaşın barbarlığının rakamlarla ortaya konması kuşkusuz ki mümkün değil. Ama bu, yaklaşık bir resim ortaya sermektedir. Suriye “halkını savunma adına” Esad rejimine yönelik gündeme getirilen ambargo, yaptırımlar ve benzeri önlemler, gerçekte Suriye halkını vurmuştur. Gaz, petrol, enerji başta olmak üzere ekmek, un, su, genelde gıda maddeleri sıkıntısının öncelikli kurbanı her zaman ve her savaşta olduğu gibi yine halktır. Yüksek fiyat artışları da bu etkilenmeye tüy olmaktadır! Doğrudan savaşın kurbanları olan yaralıların tedavisi için ilaç sıkıntısı, evini barkını terk etmek zorunda kalanların, evleri yıkılan ya da çatışmada oturulmaz hale gelenlerin, yerleşim, barınma ya da gıda ihtiyaçlarının karşılanması ise bir başka sorun ve zorluk. Barbarlık kendisini daha çok detaylarda göstermektedir. Örneğin medyaya yansıyan videolarda, resimlerde, Esad - Baas faşist rejimine karşı savaşan güçlerin de barbarlıkta Baas rejiminden geri kalmadıkları görülmektedir. Örneğin esirleri arabaya bindirip “sizi serbest bırakıyoruz” deyip arabayı bomba ile patlatan barbarlar güruhu da var bunların içinde. Bunlar Suriye’ye demokrasi getirecekse, vay o demokrasinin haline! İnsanların görmeye bile dayanamadıkları barbarlığın biçimleri arasında kafa kesme, damlardan aşağı atma vb. biçimler de bulunmaktadır. Özellikle Batılı emperyalist güçlerin sahtekârlığı, Esad’a karşı savaşa sürdükleri paralı askerler somutunda da ortaya çıkmaktadır. Afganistan’a yönelik savaştan beri “hedef” düşman olarak gösterilen El Kaide ve benzeri örgütler, Suriye’de müttefik konumundalar! Suriye’de yürüyen savaş alanı; Esad’a ve Baas rejimine karşı savaşların her renkten oluşu, emperyalistlerin çıkarları söz konusu olduğunda “şeytan”la bile işbirliği yapacakların arenasıdır. Her iki tarafında da karşıdevrimci, emperyalist, gündem bulması, savaşın kaynağı, üreticisi ve yol arkadaşı olan kapitalist sistemin yerle bir edilip tüm dünyada burjuvazinin iktidarına son verilmesiyle, sosyalistkomünist bir dünyanın kurulmasıyla mümkündür. Lenin’in dediği gibi: “Burjuvaziyi sadece bir tek ülkede değil, ancak tüm dünyada alaşağı edip, tamamen yendikten sonra, savaşlar olanaksız olacaktır.” (age., S. 465) Savaşların, olanaksız olacağı döneme kadar şu ya da bu biçimde varlığını sürdüreceği gerçeği ise, gerçekten barıştan yana olanlara, kapitalist sisteme, bu sistemin ürettiği haksız ve gerici savaşlara karşı haklı savaşlardan yana olma ve sömürü sistemine son verecek savaşı verme görevini yüklemektedir. Bu bilinçle 1 Eylül 2012’de de barış için mücadeleyi kapitalist– emperyalist sisteme karşı devrim için mücadeleye tabi kılarak devrim mücadelesini yükseltmeye, işçileri emekçileri kurtuluşları için mücadeleyi komünistler önderliğinde kendi ellerine almaya çağırıyoruz! 5 gündem gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer aldığı bu savaşın, ezilen sınıf ve tabakalar, halklar açısından savunulacak hiçbir yanı yoktur. Faşist Baas rejimine karşı “Suriye halkının çıkarlarını savunma” adına emperyalist barbarlık kendisini taşeron güçlerin barbarlığı biçiminde gösterirken, faşist Baas rejimi de kendisini koruma, “teröristlere karşı olma” adına barbarlığı meşru göstermeye çalışmaktadır. Kısacası, savaşın hangi tarafına bakarsanız bakın, barbarlıktan başka bir şey görünmüyor! fından düşürüldüğü iddia edilen” (Hürriyet, 12 Temmuz 2012) uçak biçiminde formüle edildi. Daha sonra da “hiç bir uyarı yapılmadan düşürülen” (Hürriyet, 14 Temmuz 2012) uçak söz konusu edildi. Uçağın nasıl düşürüldüğü internette gülünç geyiklere konu olmuştur. En ilginçlerinden biri de Savunma Bakanı Yılmaz’ın verdiği cevaptır: Yılmaz, ”Çıkan parçalarda füze ya da başka bir ize rastlandı mı?”sorusunu şöyle yanıtladı: ”Şu ana kadar rastlanmadı, incelemeler devam ediyor. İlave parçaları da çıkaracağız. Bazılarını Kürt örgütleri genelde Suriye Ulusal Konseyi’ne (SUK) ve dış müdahaleye ve Esad rejimine karşı mücadelede silahlı çatışmaya karşı olduklarından, Batı Kürdistan’da “halk örgütlenmeleri” oluşturmalarına bağlı olarak da şimdiye kadar savaşın neredeyse uğramadığı bölge Batı Kürdistan olmuştur. Yer yer “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) güçleriyle çatışmalar çıkmış, ama ÖSO bu bölgede yer edinememiştir. ... VE ÖNE ÇIKAN KİMİ GELİŞMELER Dergimizin 158. sayısında gelişmeleri ortaya koyduğumuzdan dolayı kendimizi son iki aylık gelişmelerde öne çıkan kimi sorunlara değinmekle sınırlıyoruz. 6 a) Türk savaş uçağının düşürülmesi 22 Haziran’da Türk savaş uçağının düşmesi gündemi epeyce işgal eden konulardan biriydi. Medyaya yansıyan haberlere göre uçağı Suriye düşürmüştü. Fakat bugüne kadar netlik kazanmayan, çelişkili nokta, uçağın Suriye hava sahası içinde vurulup vurulmadığı ve ister Suriye hava sahası içinde olsun isterse de uluslararası hava sahası içinde olsun ne ile yani hangi silahla düşürüldüğüne ilişkin tartışma oldu. Türk genelkurmayı birçok kez açıklama yapsa da bu noktadaki “bilinmezlik” durumu varlığını sürdürüyor. Öyle ki Türk genelkurmayı kendi kendisiyle bile çelişkili açıklama yapma durumunda kaldı. Başta “Suriye’nin düşürdüğü” uçak söz konusu iken, ardından “Suriye resmi makamlarınca kendileri tara- çıkardık. Ama inşallah o da çıktığında bilin ki bu millete en doğru, en güvenilir bilgi verilecektir. Yine yapılan incelemeler sonunda Genelkurmay Başkanlığımız gereken açıklamayı yapacaktır.” Ama bir türlü “güvenilir bilgi” verilmemiştir. Sorun gelinen noktada hasıraltı edilmiştir. Biz de geyik yapalım; bir ihtimal daha var, o da bahsi geçen uçağın kendi kendine düşmüş olabileceği ihtimali! Sonuçta bir Türk savaş uçağı düşmüş, iki pilotu ölmüş ve uçağın esas ağır parçaları 1260 metre olduğu söylenen denizin derinliğine gömülmüştür. Şimdiye kadar çıkarılan parçaların hangi bilgileri sağladığı belli değil. Türk medyasının yoğun savaş kışkırtıcılığına paralel olarak var olduğu söylenen radar bilgileri ise kamuoyundan saklanmıştır. ABD, İngiltere ve Rusya’nın radar bilgilerinin de Türk devletine verildiği haberleri de medyaya yansırken, doğrudan radar bilgileri yerine “Türk tezinin doğruluğu” yönündeki haberler medyada pompalandı! Uçağın nasıl düştüğü, hangi silahla düşürüldüğü yönlü tartışmalar, esasında Türk devletinin savaş kış- b) Batı Kürdistan’da gelişmeler... Suriye’deki gelişmelerde TC devletini bu dönemde en çok rahatsız eden konulardan biri de Batı Kürdistan’daki gelişmelerdi. Suriye’de Kürt ulusal meselesi ve Kürt milletinin ulusal baskıya maruz kaldığı olgusu yeniden keşfedilecek bir sorun değil. 21 milyon nüfuslu Suriye’de yaklaşık 1,8 milyon Kürt nüfus mevcuttur. Suriye etnik yapısı: % 77-83 Arap , % 7-8 Kürt , % 5-6 Türk , % 2 Ermeni, % 1 Çerkez, % 1 diğer, ayrıca Filistin ve Iraklı mülteciler. Dini gruplar: Sünni (% 74), Nusayri (% 12), Hıristiyan (% 10), Dürzî (% 3) ve az sayıda diğer Şii İslami hizipler (İsmaili, Caferi), Yahudi ve Yezidi.. (veriler: Internet Vikipedia) Daha geçen seneye kadar yaklaşık 300.000 kadar Kürt kimlik sahibi bile değildi, böylece her “normal” vatandaşın sahip olduğu en basit haklardan bile yoksunlardı. Devletin vatandaşlığı kimliğini, ancak Esad’ın Baas rejimine karşı gelişen protesto hareketine bağlı olarak yaptığı reform sonucu alabilmişlerdir. Ulusal zulmün ürünü olarak ulusal bilincin geliştiği ve irili ufaklı birçok Kürt örgütünün başta Batı Kürdistan olmak üzere Suriye genelinde örgütlenmeye çalıştığı da, “Amerika’nın yeniden keşif edilmesi”ni gerektirmeyecek bir olgudur. Kendi aralarında bugüne kadar örgütsel birlik olmasa da Kürt halkı Suriye’de en örgütlü halklardan biridir. Bu örgütlülükte, örgüt olarak – özellikle de son yıllarda - başı çeken parti ise Demokratik Birlik Partisi’dir (PYD). PKK’nin “Türkiyelileşme” siyasetine bağlı olarak Suriye’de de PYD oluştu. PYD Kürt ulusal sorununa çözümü Suriye rejiminin demokratikleşmesine bağlı ele almakta ve PKK ile benzeri bir siyasi çizginin savunuculuğunu yapmaktadır. Bu temelde şiddete, dış müdahaleye ve mezhep çatışmalarına hayır diyen bir örgüttür. Suriye’de Kürtlerin büyük bölümü hem Esad rejimine karşı, rejimin demokratikleşmesini istemektedirler, hem de Suriye Ulusal Konseyi’ne ve onun arkasındaki emperyalist, gerici, dış güçlerin müdahalesine karşıdırlar. Sistem çerçevesinde davranan demokratik bir muhalefet olma konumundadırlar. Temmuz ayı başlarında Barzani önderliğinde Güney Kürdistan’da, Hewler’de bir araya gelen Batı Kürdistanlı örgütler sonuçta Kürt Ulusal Konseyi adı altında birleştiler. Bunların, Batı Kürdistan bağlamındaki siyasetleri ayrı bir Kürt devleti kurmak değildir. Talepleri Demokratik Suriye çerçevesinde özerkliktir. Kürt örgütleri genelde Suriye Ulusal Konseyi’ne (SUK) ve dış müdahaleye ve Esad rejimine karşı mücadelede silahlı çatışmaya karşı olduklarından, Batı Kürdistan’da “halk örgütlenmeleri” oluşturmalarına bağlı olarak da şimdiye kadar savaşın neredeyse uğramadığı bölge Batı Kürdistan olmuştur. Yer yer “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) güçleriyle çatışmalar çıkmış, ama ÖSO bu bölgede yer edinememiştir. Kürt örgütlerinin Esad rejimine karşı silahlı mü- gündem kırtıcılığının üzerini örtmeye yarayan, Suriye’ye karşı savaş kışkırtmak için provokasyona başvuran güç olduğunu gizlemek ve bunun yerine Türk devletini saldırıya uğramış, “kurban” olarak gösterme çabasına hizmet eden bir tartışma olmuştur. Türk savaş uçağının kısa süre de olsa Suriye hava sahasında ne işi vardı? Eğer gerçekten Davutoğlu’nun dediği gibi “radar sistemini test için eğitim uçuşu” söz konusu ise, o zaman da neden bilirkişilerin tespitine göre bu konuda uygun olan F-16 değil de yetersiz olan, ekosunun güçlü olduğu ve radara kolay yakalanabilen RF4E tipi uçak kullanıldı? Cevap verilmeyen çok soru var bu konuda. Ama esas mesele Türk devletinin bu konuyu kullanarak Suriye’ye karşı dıştan bir askeri müdahalenin yolunu açmaya çalışmasıdır. T.C. Hükümeti bunun bir yolu olarak da NATO’yu devreye sokmaya çalıştı. NATO’nun kuruluş belgesi olan 1949’daki Washington Antlaşması’nın 4. Maddesine göre Türkiye, NATO’yu bu konuda görüş alışverişinde bulunmak, tartışmak için toplantıya çağırdı. Buna bağlı olarak NATO 26 Haziran’da, Brüksel’de toplandı! Toplantıda “Suriye’nin davranışını sert şekilde kınıyoruz ve kabul edilemez buluyoruz” açıklaması yapılarak Türkiye’ye destek, Suriye’ye gözdağı verildi. NATO’nun üye devleti “korumak” için savaşı içeren 5. Madde ise gündeme gelmedi. Türk devletinin yetkilileri Suriye’ye karşı “Büyüklüğümüzü test etmeye kalkışmasınlar!” “Cezasız kalmaz!” vb. biçimde diklenirken, uçağın kendileri tarafından düşürüldüğünü, fakat düşürüldükten sonra Türk uçağı olduğunu fark ettikleri, çünkü bu uçağın İsrail uçaklarına benzediğini açıklayan – bu arada Yahudi düşmanlığı yapan - Suriyeli yetkililer ise, “bize herhangi bir saldırıda uçaklarınızı böyle düşürürüz”! biçiminde mesaj veriyordu. “İt dalaşı” bu sefer böyle yürüdü! Türk ordusunun “angajman kuralları”nın değiştirildiği kamuoyuna açıklandı. Buna bağlı olarak da Suriye sınırına askeri sevkiyat yoğunlaştırıldı. 7 gündem 8 cadeleyi reddetmesi, ÖSO’ya ve dış müdahaleye karşı olma tavrı, Esad rejiminin Kürtlere karşı özel bir savaş yürütmesini gerekli kılmamış, tersine mücadeleyi ÖSO vb. güçlere karşı yoğunlaştırmasını mümkün kılmıştır. Bu temelde soruna bakıldığında Kürtlerin büyük çoğunluğu ile Esad rejiminin çatışmasının özel bir nedeni de yoktur. Zaten çatışmadılar da! Elbette savaşın Batı Kürdistan dışında tutulmasında, Esad /Baascıların cephe genişlemesi kaygısı da önemli rol oynamıştır. Kürtlerin bu konumunun farkında olan Esad karşıtı güçler SUK üzerinden Kürtleri de kendi cephelerine katmaya çalıştılar. Örneğin SUK başkanlığına Kürt kökenli Abdülbasid Seyda’yı atadılar! Ya da değişik toplantılara Kürtleri davet ettiler. Kürtlerin temsilcileri birçok toplantıya katıldı da. Her seferinde Esad sonrası dönemde Kürt milletinin demokratik haklarının reddedildiği bir tavır takınıldığından, Kürtlerin temsilcileri aynı cepheye katılmayı reddetmiş, birçok kez de protestolarla toplantıları terk etmişlerdir. Diğer kimi sorunların yanı sıra, SUK ve ÖSO Türk devleti tarafından da desteklendiğinden ve TC’nin Kürtlere düşman siyasetini onayladıklarından dolayı da Kürtlerin temsilcileri bunlarla aynı cephede birleşmemiştir. Bu genel çerçevede 16 Kürt örgütünün Barzani aracılığı ve önderliğinde “Hewler Mutabakatı” adı altında bir anlaşmayla birlikte hareket etme yönünde karar vermelerinin ertesinde, 19 Temmuz’dan itibaren Batı Kürdistan’da kontrolü ele geçirmeye başladılar. 24 Temmuz’da ise 10 kişilik “Kürt Yüksek Konseyi”ni (KYK) oluşturdular. İç ve dış ilişkilerde Batı Kürdistan’ı KYK temsil edecek. Ortak kararları verecek. Oluşturulan bir nevi bölge hükümetiydi. Bu kontrolü ele geçirmenin Baas rejimi ve ordusuyla anlaşmalı mı gerçekleştiği, yoksa Baas rejiminin içinde bulunduğu koşullarda bir de Kürtlerle çatışmayı göze alamamasının ve buna bağlı olarak Kürtlerin kontrolünü kabul etmek zorunda kalmasının sonucu mu olduğu belirleyici değildir. Kürtler “demokratik özerklik” talebi ve siyaseti temelinde kontrolü, yönetimi devralma ve kontrolü ele geçirdikleri şehirlerde diğer millet ve milliyetlerden halkların da eşitliğinin, demokratik haklarının savunulması temelinde yönetimde yer aldığı bir özerkliği hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Burjuva demokrasisi temelinde ele alındığında da bu durum, yani özerklik Kürt milletinin en temel demokratik haklarından biridir. Eksiktir ama fazla değil! Suriye’deki bu gelişmeler, Kürtlerin Batı Kürdistan’da kendi kendilerini yönetmek için tarihlerinde elde ettikleri en iyi fırsattır. Bunun bağımsız bir devlete gelişip gelişmeyeceği konjonktürdeki güçler dengesiyle ilişkilidir. Emperyalistler onay vermedikçe bu mümkün değildir. Batı Kürdistan’daki bu gelişme, TC’nin Kürt düşmanlığının açıkça dışa yansıtılmasına da vesile oldu. Medya “1208 kilometre PKK ile mücadelede yeni sınır” vb. başlıkları altında Batı Kürdistan’daki Kürt örgütlerini ve yapılanmaları otomatikman PKK’li olarak göstererek, “teröristlere karşı mücadele” çığırtkanlığı yaptı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu SUK Başkanı Abdülbasid Seyda’nın Kürt kökenli olması nedeniyle “O bayraklar inmeli”! emrini veriyordu. Önce Seyda daha sonra da Davutoğlu Güney Kürdistan’a gidip Barzani’yi ziyaret etti. Barzani’ye TC’nin Batı Kürdistan’daki gelişmelerden, özellikle de PKK ile ilişkilendirilen PYD’nin rolünden rahatsız olduğu bildirildi. Abdülbasid Seyda “Suriye’de bağımsızlık bayrağı dışında hiçbir bayrağın çekilmemesi konusunda talimat verdik.” diyerek kendisine verilen emri yerine getirdiğini ima ederken, Davutoğlu “PKK, Türk ve Kürt halklarının arasına nifak sokmayı hedefleyen bir terör örgütüdür. Suriye’de PKK veya uzantılarıyla işbirliği içinde olmak, bu kartı oynamak doğru olmaz.” (Hürriyet, 2 Ağustos 2012) diyerek Barzani’ye PYD ile ilişkisini kesmesini ve PYD başta olmak üzere Batı Kürdistanlı Kürt örgütlerine desteğine son vermesini salık veriyordu. Davutoğlu Barzani ile görüşmede sorunu “diplomatik” dille gündeme getirirken, Başbakan Erdoğan yine “gazaba” geldi! Başbakan Erdoğan Davutoğlu üzerinden “diplomatik” adımları attırırken ve Barzani üzerinden Batı Kürdistan’daki gelişmelere müdahale etmeye çabalarken, kendisi açıkça tehditler savurdu. “Bu oluşuma eyvallah diyecek halimiz yok”, “Oraya müdahale etmek bizim hakkımız” vb. tehditlerle birlikte, “Buradaki yapılanma, oradaki Kürtlerin bir yapılanması olarak değerlendirilemez. PKK terör örgütüyle PYD’nin bir yapılanmasıdır ki bu tabii hassas dengelerimiz arasında yer alacaktır ve şu anda da yer almaktadır.” (27 Temmuz 2012 tarihli basından) PKK’nin PYD ile ya da Batı Kürdistanlı Kürt örgütleriyle ilişkisinin hangi düzeyde olduğundan bağımsız olarak, Erdoğan Batı Kürdistan’daki “yapılanmayı”, “oradaki Kürtlerin” yapılanması olmadığını söylüyor! Buna da şunu ekliyor: “PKK terör örgütüyle PYD’nin bir yapılanmasıdır”! Sonuçta Batı Kürdis- BDP’nin hedef gösterilmesi ve BDP parti binalarına saldırılar, “vatan hainliği” ile suçlanmalar vb. hepsi de TC’nin Kürtlere düşmanlığının göstergeleri olduğu gibi, TC’nin Suriye’ye karşı olası bir savaşta “iç cepheyi” arkasına takmanın da, cephe gerisini sağlama almanın da çabalarıdır. TC’nin bu saldırılarına karşı, Kürt milletinin demokratik haklarının kayıtsız şartsız savunulması, Türk şovenizmine, ırkçılığına karşı halkların kardeşliği için mücadele edilmesi, demokrat ve devrimci olmanın önkoşullarından biridir. gündem tan’daki yapılanmayı, PYD dışındaki 15 örgütü de içine katarak “teröristlerin bir yapılanması” olarak ilan ediyor. Böylece sadece PYD değil tüm Batı Kürdistan hedefe konuyor. Bunu da “Kuzeyde (Suriye’nin kuzeyi - BN) oluşacak bir yapılanma bizim için bir terör yapılanmasıdır.” biçiminde açık ifade etmektedir. Erdoğan, Kürtlerin çoğunluğunun Müslüman Kardeşlerin öncülüğündeki Suriye Ulusal Konseyi’ne katılmamaları ve kendilerinin örgütlenmesini oluşturmaları karşısında da saldırganlaşmaktadır. “Şu anda bir Suriye Ulusal Konseyi var, adeta bunun karşısında bir Suriye Ulusal Kürt Konseyi oluşturulması yaklaşımı yanlış bir yaklaşımdır.” (Hürriyet, 27 Temmuz 2012) vb. tavırlarla Kürtlere yönelik TC’nin düşmanlık siyaseti icra edildi, ediliyor! Batı Kürdistan’daki gelişmeler, Kürtlerin yönetimi, denetimi devralması TC’nin “böğründe” açılan derin bir yara! Güney Kürdistan’dan sonra Batı Kürdistan c) Annan Planı’nın resmen gömülmesi... Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan BM ve Arap Ligi’nin özel temsilcisi olarak görevlendirildi. Bu görev doğal olarak söz konusu kurum ya da örgütlerce Annan’a verilmişti ve Annan da görevini yapmaya çalıştı. Fakat kendisine ateşkes, taraflar arasında Bu genel çerçevede 16 Kürt örgütünün Barzani aracılığı ve önderliğinde “Hewler Mutabakatı” adı altında bir anlaşmayla birlikte hareket etme yönünde karar vermelerinin ertesinde, 19 Temmuz’dan itibaren Batı Kürdistan’da kontrolü ele geçirmeye başladılar. 24 Temmuz’da ise 10 kişilik “Kürt Yüksek Konseyi”ni (KYK) oluşturdular. İç ve dış ilişkilerde Batı Kürdistan’ı KYK temsil edecek. Ortak kararları verecek. Oluşturulan bir nevi bölge hükümetiydi. da özerklik elde ederse, Kuzey Kürdistan’a da sıra gelebilir! Irak ile Suriye sınırı olarak gösterilen 1208 kilometrelik coğrafya, çoğunluğu Kürtlerin yaşadığı bölgedir. Sınırın bu tarafında da esas olarak Kürtler yaşamaktadır. Sınırın iki tarafında yaşayanların birdenbire patlak verebilecek “birleşme” isyanı olasılığı bile TC’nin karabasanı olma durumundadır. TC’nin sınıra savaş gücü sevkiyatı ile Kuzey Kürdistan’da savaşı yoğunlaştırması ve Türkiye çapında Kürtlere karşı ırkçı saldırıları da teşvik etmesi vb. edimlerin perde arkasında, PKK’ye karşı mücadele adına Batı Kürdistan’daki yapılanmayı engelleme amacı da yatmaktadır. Antep’teki patlamanın, uzlaşma sağlama görevini verenlerin çoğu, somutta ABD ve AB güçleri, Arap Ligi ve Türkiye gibi Esad’a karşı aynı cephede yer alan, Özgür Suriye Ordusu’nu peydahlayan, mali, askeri, teknik, kısacası her yönüyle destekleyenler, Annan Planı’nın boşa çıkarılması için çalıştılar. Bunlar için Annan Planı ve BM– Misyonu’nun esas rolü, diplomatik çabalarla Esad’ın yola getirilemeyeceğinin dünya kamuoyuna gösterilmesiydi. Böylece de dıştan bir askeri müdahalenin “gerekliliği” kamuoyuna kabul ettirme ve böylesi bir müdahaleyi “meşru” kılma planlarına sahiptiler. Esad ve “içişlere müdahaleye karşı” görünen Rusya ve Çin gibi devletler ise Annan Planı’nın gerçekleş- 9 gündem mesinden yana tavır takındılar. Bir çatışmada, savaşta taraflardan biri diğerini yenemiyorsa, bu durumda “ateşkes” ve karşılıklı görüşmeler temelinde uzlaşma sağlanmasının önkoşulu, iki tarafın da “ateşkese”, görüşmelere hazır olmasıdır. Oysa Suriye somutunda Esad karşıtı cephe Annan’ın çalışmalarını sürekli sekteye uğratma çabası içindeydi. Bir an önce Annan’ın “bu iş böyle olmaz, askeri müdahale kaçınılmazdır” vb. tavır takınmasını körüklediler. Özgür Suriye Ordusu ve diğer paralı askerlerin Esad yönetimine karşı silahlı saldırılarını durduracaklarına yoğunlaştırdılar. Böylece Annan Planı’nın gerçekte ölü doğduğu, geriye kalan işin bunun resmen gömülmesi olduğu da giderek ön plana çıktı. Annan bu planı uygulayabilmek için Haziran ayı sonlarına doğru “tarafların ortak, geçiş hükümet dur. “Ateşkese bağlılık, mevcut hükümetten üyeler de içerecek bir geçiş hükümeti, Suriyelilerin önderliği, anayasanın gözden geçirilmesi ve tarafların Annan ile birlikte çalışması.” (Hürriyet, 2 Temmuz 2012) Daha toplantının sonuçlarının “mürekkebi” kurumadan, taraflardan, geçiş hükümetinde Esad’ın yer alamayacağı, Cenevre toplantısındaki anlaşmanın zaman kaybı olduğu vb. sesler yükselmeye başladı. Annan yeniden Şam’a gidip Esad ile görüştü. Görüşmenin olumlu olduğunu açıklayan Annan, “silahlı muhalefet”le de görüşeceğini açıkladı. Sonuç, şimdiye kadar sıfır! 20 Temmuz’da süresi bitecek olan BM Suriye Misyonu’nun zamanının üç ay uzatılması için Rusya’nın sunduğu karar tasarısı kabul edilmedi ve sadece 30 günlüğüne uzatıldı. Buna göre misyonun süresi 20 Ağustos’ta sona erdi. Süre yeniden uzatılmadı ve resmen bu misyon sona erdirildi. Çok yönlü hesaplar üzerine kurulu olan güçler dengesinin ne zaman ve nasıl, ya da hangi yönde değişeceğini kesin biçimde tespit etmek anda mümkün değil. Çatışmalı kesimlerin değişik hedefleri ve değişik imkânları söz konusu. Kimi zamanlarda tarafların hiç hesap etmediği, ama gidişatın gelişmeler tarafından yönlendirildiği durumlar söz konusu olmaktadır. Suriye’deki durum da bunların hepsine açık. 10 kurma” önerisini dile getirdi ve bunun tartışılması için Cenevre’de bir toplantı örgütledi. Söz konusu toplantıya BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin – ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’nin -, Türkiye, Kuveyt, Irak ve Katar’ın dışişleri bakanları, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Kofi Annan, BM’nin Suriye gözlemci heyeti başkanı Norveçli Tümgeneral Robert Mood, AB’nin dış politika temsilcisi Catherine Ashton ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabi katıldılar. 30 Haziran’da Cenevre’de yapılan toplantıda Suriye bağlamındaki çelişkiler ortadan kalkmadı. Bu yüzden de herkesin kendine yontacağı temelde bir sonuç ortaya çıktı. Buna göre Annan Planı’nın uygulanabilmesi için anlaşma beş nokta üzerine kurulu- Ağustos ayı başlarında Annan da “havlu attı”! 31 Ağustos’ta görevini bırakacağını açıklayarak işverenlerine istifasını sundu. BM Suriye Misyonu’nun uzatılmamasına da bağlı olarak gözlemciler Suriye’den çekildi. Bundan sonraki süreçte, yeni bir karar alınmazsa, BM, Annan’ın yerine atadığı Cezayir kökenli Lakhdar Brahimi’nin arabuluculuğu ve 20-30 kişilik bir grupla Şam’da ilişki bürosu temelinde Suriye’deki varlığını sürdürecek. Uluslararası düzeydeki gelişmelerde soruna yaklaşımda cepheler varlığını ve genel yaklaşımını, farklılığını koruyor. Bir yandan Suriye’ye askeri müdahale tehditleri (örneğin Obama’nın son açıklaması ABD de Kasım’da yapılacak başkanlık seçimlerine yatırım olsa da), diğer yandan ise sorunu görüşmeler temelin- KISACA OLASILIKLAR Çok yönlü hesaplar üzerine kurulu olan güçler dengesinin ne zaman ve nasıl, ya da hangi yönde değişeceğini kesin biçimde tespit etmek anda mümkün değil. Çatışmalı kesimlerin değişik hedefleri ve değişik imkânları söz konusu. Kimi zamanlarda tarafların hiç hesap etmediği, ama gidişatın gelişmeler tarafından yönlendirildiği durumlar söz konusu olmaktadır. Suriye’deki durum da bunların hepsine açık. Esad karşıtı cephenin anda öne çıkan tavrı, silahlı muhalefeti, paralı askerleri daha da güçlendirme ve Esad’ı iktidardan indirmeye çalışma tavrıdır. Bu versiyonda dıştan askeri müdahale hesabı ve olanağı da var. BM Güvenlik Konseyi’nde Esad’ı iktidardan devirecek bir askeri müdahale bağlamında uzlaşma andaki tavırlara bakıldığında zor görünüyor. Bu durumda gündeme BM’yi devre dışı bırakan askeri bir müdahale hesaba katılmaktadır. Bunun için de fırsatlar kollanmakta, kimyasal ve biyolojik silahların Esad rejimi tarafından devreye sokulmasının savaş ilan etmenin kırmızı noktası olarak gösterilmektedir. Libya’daki savaşta kaybolduğu söylenen silahlar arasında kimyasal ve biyolojik silahların da olduğu bilgisi kamuoyuna yansımıştır. Paralı askerlerin bu silahlardan kullanması durumunda, ya da dış müdahaleli savaşı başlatmanın zamanı geldiğini düşündüklerinde kendilerinin böylesi bir silahı kullanma ve Esad rejimi yaptı diyerek müdahale etmelerinin zemini döşenmektedir. Bu bağlamda olasılığın biri savaşla Esad’ı alaşağı etmektir. Savaş yerine diyalogla sorunun çözümü için çabalar ve müzakereler sonucu tarafların ateşkes ilan etmesi ve Baas rejimi ile SUK ve diğer muhalif kesimlerin de içinde yer aldığı geçiş hükümetinin kurulması. Bu bağlamda da esas mesele bu geçiş hükümetinde Esad’ın yerinin ne olacağıdır. Bu noktada iki türlü çözüm de olasıdır. Yani hem Esad’ın şu ya da bu biçimde geçiş yönetiminde yer alması, hem de Esad’ın bunda yer almaması – ki bu, uzlaşma sağlamak için daha da olası bir seçenek - durumu mümkündür. Dıştan askeri müdahalenin olmadığı ve içte de tarafların birbirini yenemediği bir durumda, düşük düzeyli savaşın uzun sürme olasılığı da var. Böylesi bir durumda Suriye’nin, değişik güçlerin egemenliğinde olan kesimlere bölünmesi küçümsenmeyecek bir olasılıktır. Yani özetle formüle edilirse: Esad rejimi varlığını koruyacak, fakat SUK ve diğer silahlı muhalefet kurtarılmış bölgeler elde edecek. Bu arada Batı Kürdistan’da Kürtler kontrolü devralmış durumda ve bu iki kesimden birinden yana olmayacak. Böylesi bir durumda Suriye en azından üçe bölünme durumunda kalabilir. Bu, bugün gelinen noktada TC’nin hiç de arzulamadığı bir durumdur. Bunun için Suriye’nin devlet bütünlüğüne bolca vurgu yapılmaktadır. Batı Kürdistan’da Kürt örgütleri yönetiminde bir bölge, Esad yanlısı kesim ve çoğunlukla da Nusayri (Alevi) ve Hıristiyan kesimin olduğu bölge ve Müslüman Kardeşlerin egemenliğinde Sünni kesimin olduğu bir bölge (Suudi Arabistan Krallığının arzuladığı) biçiminde bölünme olabilir. Böylesi bir bölünmede kuşkusuz ki esas belirleyici olan şey hangi kesimin kimlerden destek aldığı ve hangi bölgeyi elinde tuttuğudur. Bu olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceği, ya da burada hesaba katmadığımız başka bir gelişmenin mi yaşanacağını göreceğiz. Ama kesin olan Suriye’nin artık eski Baas rejiminin Suriye’si olmayacağıdır. Her halükârda sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin görevi bu 1 Eylül Dünya Barış Günü`nde de anda dünyada yürüyen savaşlara olduğu gibi Suriye’de de yürüyen savaşa (iç savaşa), emperyalistlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin savaş kışkırtıcılığına karşı çıkmaktır. Yine sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin Kuzey Kürdistan-Türkiye’de yürüyen savaşta sömürgeciliğin Kürt ulusuna yönelik provokasyonlarına, katliamlarına, gittikçe azdırılan Kürt düşmanlığına karşı durma görevi vardır. 23 Ağustos 2012 güncel de çözmeye çalışma (Suriye’li temsilcilerin Rusya’da görüşmelerde bulunmaları ve Esad’ın istifasının da tartışılabilir olduğunu ama bunun müzakereler için önkoşul olamayacağını açıklamaları; bu arada İran’ın arabulucu olmaya aday görünmesi ve benzeri gelişmeler) çabaları sürmektedir. Suriye içindeki çatışmalarda ise öne çıkan gelişmeler, çatışmaların giderek Şam ve Halep’te yoğunlaşması, patlayıcı maddelerin, uzaktan kumandalı bombaların devlet yetkililerinin buluştuğu binalara, ya da devlet binalarının yakınlarına yerleştirilip patlatılması; kimi yüksek kademedeki devlet ve hükümet mensuplarının öldürülmesi, kimi devlet mensuplarının da, hem sivil hem askeri kanattan kişilerin Esad rejimine sırt çevirmeleri gibi gelişmeler öne çıkmaktadır. Esad rejimine sırt çeviren kimilerinin, örneğin Fransız emperyalizmi aracılığıyla satın alındığı yönlü haberler de medyaya yansıyanlardan! 11 ✌ halkların kardeşliği için Linç Kültürü Bir Devlet Politikasıdır G 12 eçtiğimiz günlerde arka arkaya yaşanan olaylar, Türkiye’de aşina olduğumuz linç girişimlerini yeniden hatırlattı. Önce Malatya Sürgü’de Alevi bir aileye, ardından İstanbul Ayazağa’da Kürt işçilere yönelik saldırılar, ırkçı ve faşist linç girişimlerini yeniden gündeme getirdi. Olaylar olanca yakıcılığıyla ortada durmasına rağmen, hükümet olayları “münferit”, “abartılacak bir şey yok” gibi açıklamalar ile geçiştirdi. Medyanın bir kısmı olayları örtbas etmeye çabalarken, bir kısım medya ise olayın sorumlusunun Alevi aile olduğu yönünde yayın yaptı. Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü beldesinde Alevi ve Kürt aileye yönelik toplu saldırı gerçekleştirildi. Ramazan davulcusunun tacizleri sonrasında patlak veren olayda, yüzlerce kişi iki gün boyunca ailenin evini taşladı, kurşunladı ve aileyi linç etmeye kalktı. Bu olayın bu ülkede hiçte “Münferit bir olay” ol- madığını anlamak için yakın tarihe biraz bakmak yeterli. Aleviler dini inançlarından dolayı bu ülkede hep horlandılar, katliamlara maruz kaldılar, linç edildiler… Devlet Alevileri ve Sünni mezhebi dışındaki bütün dinleri bugüne kadar hep yok saydı. Bu ülkede genel nüfus artışına rağmen, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin nüfusları hep azaldı. Tarihimizde Ermeni soykırımı, Süryani soykırımı, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül 1955 olaylarını vb. biraz olsun hatırlarsak bu azınlıkların nüfuslarının neden hep azaldığını görürüz. Örneğin Patrikhane kayıtlarına göre bu ülkede yaşayan Rum sayısı 1244. Bu sayı, bu ülkede azınlıklara karşı devletin uyguladığı politikanın sonuçlarının görülmesi açısından ibret vericidir. Bu ülkede yıllarca okullarda çocuklarımıza, “üç tarafımız denizle, dört tarafımız düşmanla çevrili” denilerek, kin ve nefretle dolu bir eğitimi vermedi mi bu devlet? Hala da vermeye devam ediyor. Yıllar- medim. Karanlıktı. İki kişinin konuşmasını duyuyordum. Jandarma sayısı azdı. Biri, ‘buradan gidecekler. Yoksa burası Madımak’a dönecek. Burayı yakacağız. Bunları burada istemiyoruz’ diyordu. Başka biri de ‘peki siz ne istiyorsunuz’ diye sordu. Diğeri ‘buradan gitmelerini istiyoruz, buradan yarım saat içinde gidecekler” dedi. Diğeri ‘akşama kadar bana müsaade edin, göndereceğim’ dedi. Bu konuşmalardan bir süre sonra bizim kapı çalındı. Komutan geldi, ‘Yarım saat içinde gitmenizi istiyorlar’ dedi. Biz kabul etmedik. Olay sabaha kadar sürdü.” Bilindiği gibi CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün Mecliste Cem evi açılması önergesi vermiş, bunun üzerine Meclis Başkanı Cemil Çiçek Diyanete danışalım demişti. Diyanette Cem evleri ibadethane değildir diyerek cevap vermişti. Bunun üzerine Hüseyin Aygün’ün önergesi reddedilmişti. Daha sonra Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkındaki kapatma davasını reddeden yerel mahkemenin kararını bozarak, Cemevlerinin “cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı” kararını verdi. Gerekçeli kararda Cemevi kurma derneğinin inkılap kanunlarına aykırı olduğunu belirtilmiş. Peki, Sürgü de, “bu dava İslam davasıdır” deyip tekbir getirerek saldıranlar da inkılap kanunlarına aykırı hareket etmekten yargılanacaklar mı? Bunu hep beraber göreceğiz. Sivas katliamı davasını insanlığa karşı suç kapsamında görmeyen, katilleri zaman aşımından kurtaran mahkemeler, Sürgü davasında aksi bir karar vermesini beklemek safdillik olur. Bu arada Doğanşehir Cumhuriyet Savcısı olayla ilgili 24 kişiyi gözaltına aldırmış, bunlardan yalnızca davulcu Mustafa Evşi’yi tutuklanması için mahkemeye sevk etmiştir. Mahkeme, 23 kişiyi serbest bırakırken, Mustafa Evşi’yi ‘kamu düzenini bozduğu’ gerekçesiyle tutukladı. Devletin yerleştirdiği linç kültürüne karşı, devletin mahkemelerinden adalet beklemek yerine, başta Türk ulusundan işçi ve emekçiler olmak üzere, çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçiler omuz omuza linç kültürüne karşı mücadeleyi yükseltmelidir. Halkların ve farklı din ve mezheplerden insanların özgürce bir arada yaşayacağı demokratik halk iktidarı için devrim mücadelesini yükseltelim. Unutmayalım ki “Başka halkları ezen bir halk özgür olamaz!” 03.08.2012 ✌ halkların kardeşliği için ca verilen bu eğitim sonucu bir linç kültürü özellikle Sünni ve Türk toplumunda yerleşik hale geldi. Bu linç kültürünün sonucu olarak Kürtler, Aleviler ve diğer azınlıklar sürekli hedef gösterilmiş, bizzat devletin gizli ajanlarının kışkırtmaları sonucu Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da, Sivas’ta, Gazi Mahallesinde, Mersin’de, Balıkesir’de….. baskı ve katliamlara maruz kalmış linç edilmiş, edilmeye çalışılmıştır. Daha yakın zamanda Adıyaman’da, Erzincan’da, Tarsus’ta ve Didim’de Alevilerin evleri işaretlenmişti. Devlet tüm bu olayları “üş beş provokatörün işi” olarak görmüş, hatta Sivas katliamında olduğu gibi bizzat katliama maruz kalanlar “Halkın dini duygularını rencide edenler” olarak suçlanmışlardı. Malatya’nın Doğanşehir ilçesi Sürgü beldesinde Alevilere karşı bu linç girişimi de bizzat Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası açıklama yapan Hükümet sözcüsü Bülent Arınç tarafından; “Alevi vatandaşımızın Ramazan davulcusuyla tartışması büyütüldüğü kadar vahim bir olay değildir.” diyerek linç girişiminde bulunanlara güç vermiştir. Bu güçle Ramazan davulcusu Mustafa Evşi Radikal yazarı Ayça Örer’i evine çağırarak övüne övüne “Bu benim davam değil, İslam davası.”diyebilmiştir. Evşi, saldırıya uğrayan Evli ailesinin beldeyi terk etmesi gerektiğini söylüyor. Sorun davulcu Evşi’nin söylediği ile sınırlı kalsa haydi kişinin kendi görüşü deyip geçeceğiz. Ama olay öyle değil, Sürgü beldesinde Alevi aileye yönelik toplu saldırı iki gün boyunca sürüyor. Ailenin evi taşlanıyor, kurşunlanıyor, linç girişiminde bulunuluyor. Bütün bunlar yaşanırken, vali, belediye başkanı ve jandarma komutanı saldırıya uğrayan ailenin başka bir yere göç etmesi için baskıda bulunuyor. Olayı saldırıya uğrayan Evli ailesinden Şeyho Evli, CHP heyetine olayı şöyle anlatıyor: “Akşam jandarma komutanı ve muhtar geldi. Buradan gitmemizin iyi olacağını söyledi. Akşam size yönelik bir saldırı olabilir ama korkmamıza gerek olmadığını söyledi. Kendilerinin gerekli güvenliği alacağını ancak bizden de kapımızı kilitlememizi istedi. Sonra gece oldu. Sanırım saat birde davul vurarak ve tekbir getirerek bizim eve doğru yürümeye başladılar. Ben çocukları ve kız kardeşlerimi yatağın altına sakladım. Kalabalık evin önüne kadar geldi. “Sürgü Türklerindir, Türklerin kalacak. Allah’ını seven bunlara saldırsın. Bu ev size mezar olacak. Kürtlere ölüm. Alevilere ölüm” diye sloganlar atıyorlardı. “Pis Kürtler, pis Aleviler” diye bağırıyorlardı. Camlarımız taşlanıyordu. İstiklal Marşı okudular. Kimseyi gör- 13 güncel “Antikapitalist Müslüman Gençlik” Üzerine “Antikapitalist Müslüman Gençler” AKP’nin dini kullanarak zenginleşmesine tepki olarak gelişti. AKP iktidarı, dini kullanarak amaçlarının “dindar bir gençlik yetiştirme” isteğini açıkça dillendiriyor. 1 14 Mayıs 2012 arifesinde, burjuva medyasında yoğun olarak propagandasını yaptığı “Antikapitalist Müslüman Gençlik” ortaya çıktı. Geçmişlerinin dört yıl öncesine dayandığı söylenen ve hareket olarak 1 Mayıs 2012’den bir ay önce kurulduğu belirtilen “Antikapitalist Müslüman Gençlik” burjuva medyasının gözdesi oldu. Tekelci medya günlerce “Antikapitalist Müslüman Gençlik”in propagandasını yaptı, TV’lerde tartışma programları düzenlendi, söyleşiler yapıldı. Sadece burjuva basını değil, kendilerine “sol” etiketi takanlar da “Antikapitalist Müslüman Gençlik”e olan sempatilerini açıkça ortaya koydular. “Müslüman Gençlik” 1 Mayıs’ı, burjuva medya “Müslüman Gençliği” keşfetti! “Kapitalizmle Mücadele Platformu” adı altında örgütlenen “Antikapitalist Müslüman Gençler” 1 Mayıs’a katılmak için çağrıda bulundu. “Hrantlar, Uludereliler / Roboskililer, Ceylanlar ve daha niceleri hangi suçlarından ötürü öldürüldü” demek için! “Katliamlarla, sürgünlerle, tehcirlerle varlıklarına kastedilen Ermeni ve Alevi yurttaşlarımızın hakkı için!” çağrısı yapılıyordu. “Antikapitalist Müslüman özelleştirmeci AKP’nin programıyla bütünleşti. Artık namaz, başörtüsü, imam hatipler Sünni kitleleri ne kadar birleştiriyorsa, AKP etrafında kümelenmiş olan yeşil sermayenin devlet rantından da beslenerek elde ettiği zenginlik ekonomik olarak sınıfsal ayrışmayı derinleştirdi. İşte AKP’nin bu zenginleşmesine tepkici çıkışlar yapan oluşumlar ortaya çıktı, çıkıyor. Haber Türk programına katılan İhsan Eliaçık şöyle diyordu: “Mevcut muhafazakâr iktidarı kapitalizme abdest aldırmakla suçluyoruz. Bu bir vakıadır. Türkiye’nin dindarlardan beklediği bu değildi. Kapitalist bir sistem var ve bunu dinle meşrulaştırmaktan başka bir şey yapılmıyor. Alternatif bir sermaye üretilmiyor, zenginlerin sınıfına dâhil olunup onlar gibi yaşanılıyor, yoksul kimsesiz terk ediliyor, sosyal adalet savunulmuyor, bir zenginleşme sevdasıdır almış gidiyor. Dindarlık asıl olarak güç ve servet sahibi olunca belli olur.” Görüldüğü gibi İhsan Eliaçık açık konuşuyor ve ‘muhafazakâr iktidara olan tepkisini dile getiriyordu. Dini siyasete alet edenler giderek zenginleşmiş ve ‘dindar hükümet’ kapitalizme teslim olmuştu! İhsan Eliaçık AKP’ye olan tepkisini böyle dillendiriyor ve neden yeni bir oluşuma gittiklerini ortaya koyuyordu. Has Parti AKP’nin yarattığı sosyal adaletsizliğe vurgu yapan programıyla ortaya çıktı. Has Parti kurulduğunda aynı zamanda az sayıda ‘sosyalist’de bu partinin kurucu üyesi oldu. Lafta ‘sosyalist’ olduğunu söyleyen kimilerinin Has Parti’ye katılmasını, medya sansasyonel bir tarzda kamuoyuna duyurmuştu. 2011 seçimlerinde Has Parti tek başına seçime girdi ve başarılı bir sonuç elde edemedi. Has Parti, sosyalistlerle, siyasal İslamı birleştirmek için kolları sıvamıştı! Bu geleneğin iki aktöründen biri Mehmet Bekaroğlu, diğeri ise İhsan Eliaçık’tı. 2011 seçimlerinde Has Parti, siyasi stratejisini sosyal eşitsizlik üzerine kurmuştu. Bu hareketin aktivistleri sosyal eşitsizliği teşhir etmek amacıyla, Ramazanda otellerde iftar yemeklerini protesto ederek otel önlerinde sokakta iftar sofraları kuruyordu. Has Parti içinde yer alanlar, 1 Mayıs öncesi bu sürecin devamı olarak “Antikapitalist Müslümanlar” olarak ortaya çıktılar. 1 Mayıs 2012 çıkışından sonra olarak “Antikapitalist Müslümanlar” Ramazan ayında da kendilerinden sözettirdiler. “Antikapitalist Müslümanlar”’ın, Ramazan ayında “kapitalizme karşı 3 Cuma ve İsyan Orucu” eylemine hazırlandıkları, ‘isyan orucu’ tutacakları ‘cepsiz kefen giyecekleri’, Taksim Gezi parkında gösteriş ve lüks iftarları protesto edecekleri medyada güncel Gençler”in temel sloganı “Mülk Allah’ındır” sloganı idi. “Kapitalizmle Mücadele Korteji”ne destek veren İslamcı yazar, İhsan Eliaçık da “1 Mayıs alanının İslam’ın devrimci yüzüyle, dini alanın da 1 Mayıs bilinciyle tanışmaya ihtiyacı var. 1 Mayıs’ta Fatih’ten Taksim’e yürüyecek Kapitalizmle Mücadele Kortejindeyiz. Bu yılki 1 Mayıs’a yeni bir soluk gelecek” açıklamasını yapıyordu. 1 Mayıs sabahı “Antikapitalist Müslüman Gençler” TV kameraları ve gazeteciler gözetiminde, Fatih Camisinde iş kazalarında hayatını kaybeden işçiler için gıyabi cenaze namazı kıldırdı! Grup, daha sonra camiden ayrılarak Taksim Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Saraçhane üzerinden Şişhane’ye oradan da Taksim’e doğru yürüdüler. En önde “Türkiye Gerçeği” yazan bir pankart, arkasında “Mülk Allah’ındır” pankartı taşınıyordu. Grup; Kürtçe, Ermenice, Arapça ve Türkçe olmak üzere 4 farklı dilde “Kölelere Özgürlük” yazan pankart ile farklı dini kitaplardan alıntıların yer aldığı dövizler taşıyordu. Temel sloganlarından biri de “Allah, Ekmek, Özgürlük” idi. Tarlabaşı’nda “Antikapitalist Müslüman Gençler”i basın ordusu karşıladı. Grubun Taksim Meydanına girişinde meydandaki kürsüden “Antikapitalist Müslüman Gençler korteji de alanımıza girmiştir, kendilerine hoş geldiniz diyoruz” anonsu yapıldı. Sağ ve “sol” yelpazede “Müslüman Gençler” sorunu üzerine tartışıldı, tartışılıyor. Kimileri de ülkelerimiz tarihinde bir ilkin gerçekleştiğini anlatıyor! Din ve sosyalizmi uzlaştırma çabaları yeni değil. Ülkelerimizde küçük burjuva devrimcileri bile, ezilen bir mezhep olan Aleviliğin ilerici olduğunu savundu, savunuyor. Tarihsel süreç içerisinde, dini sosyalizmle uzlaştırma adına ortaya kimi gruplar ve kişiler çıktı. Sonuçta dini sosyalizmle uzlaştırmaya çalışanlar karşı-devrimci cephede konakladılar. Sosyalizm ile tüm dinler arasında nitel bir farklılık var. Din, insanlara ölümden sonra iyi bir yaşam avuntusu sunar. Din bugün dünyada olan hiçbir şeyi açıklayamaz. Aslında onun rolü açıklama değil, aksine sadece kitleleri hayallerle avutmaktır. “Antikapitalist Müslüman Gençler” AKP’nin dini kullanarak zenginleşmesine tepki olarak gelişti. AKP iktidarı, dini kullanarak amaçlarının “dindar bir gençlik yetiştirme” isteğini açıkça dillendiriyor. Türkiye 2000’li yıllara geldiğinde artık iç pazara dönük üretim ve ticaretin sömürüsünden elde ettiği kârların ötesine taşarak, dünya pazarına açılan Türk burjuvazisi zamanın ruhuna uygun olarak neo-liberal, 15 güncel kendisine yer buldu. Özellikle iktidar karşıtı medya bu harekete ilgi gösterdi, gösteriyor. Onlar dini alabildiğine kullanan AKP’yi aynı mahalleden çıkan “Antikapitalist Müslümanlar”’ı AKP iktidarını zayıflatma amaçlı kullanmak istiyorlar. Onların “Antikapitalist Müslümanlar”’a ilgilerinin nedeni budur. “Bütün mülk Allah’a mı aittir?” 16 “Antikapitalist Müslüman Gençlik” 1 Mayıs’a yaptığı çağrıda ve burjuva basın ile yapılan tüm söyleşilerde “bütün mülk Allah’a aittir” diyorlar. Bununla yetinmiyorlar; İslamın kapitalizme karşı olduğu savını ileri sürüyorlar. Nedir kapitalizm? Kapitalizm kapitalist toplumda üretim ilişkilerinin temeli, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyettir. Üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyet, kapitalistlerin emekle elde edilmemiş ve ücretli işçileri sömürmek için yararlanılan özel mülkiyetidir. İslam iki gün önce ortaya çıkmış bir din değil. 1400 yıldan beri var olan İslam kapitalizme karşı değil, kapitalizmin yanındadır. Madem İslamın antikapitalist bir içeriği vardı, kapitalizm ortaya çıktığından bu yana ‘anti’liğini neden hiç göstermedi? Tam tersine kapitalistlerin işçileri sömürmesini ‘Rabb’ın öyle istediğini’, ‘bunun sorgulanamayacağını’, ‘kadere karşı gelinemeyeceğini’, ‘Allah’ın verdiklerine şükredilmesi gerektiğini’, ‘Allah’tan gelen herşeyi tevekkülle karşılamak gerektiğini’, vs. vb. vaaz etti. İnananların bu konuları sorgulamasını bile günah saydı! Müslüman kapitalistlerin İslam inancını kullanarak kendi sömürülerini, baskılarını, adaletsizliklerini çok yönlü bir biçimde nasıl gözlerden gizlediklerine değinmiyoruz bile! Hayır, İslam antikapitalist olmadığı gibi çıkışından bugüne kadar sınıflı toplumlarla uyum içinde olmuş, Kur’an’da belirtildiği üzere sınıflı toplumun kendince açıklamasını yapmış, inananları buna uymaya çağırmıştır. Zuhruf süresinin 32. ayetinde şöyle yazılıyor: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf:32) Sınıflı toplumun Allah’ın “taksimi” olduğu ve insanların bunu “paylaştıramayacakları”, yani düzenleyemeyecekleri belirtilerek sınıflar meşrulaştırılıyor. İnsanları “birbirine derece derece üstün kılan”ın, yani sınıflı toplumu organize edenin bizzat Allah olduğu belirtiliyor. Al-i İmran Suresinin 26. Ayetinde “De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin” deniliyor. Mülk sahibi olan Allah, dilediğine mülk veriyor! Peki, kapitalistlere mülkü Allah mı vermiş? Neden Allah kapitalistlerin elindeki mülkü alıp, fakir fukaraya vermiyor? Kapitalistlerin yaşadığımız gezegeni barbarlığa sürüklemesine neden ses çıkarmıyor? Neden Allah küçük bir azınlığın büyük insanlığı sömürmesine izin veriyor? “Mülkün Allah”a ait olduğunun söylenmesi kaderciliktir. “Mülk Allah’a ait” ise ona karşı mücadele yoktur, grev hakkı yoktur vb. Dinle sosyalizm yan yana yürümez! Sosyalist toplum nedir? Sosyalist toplum, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı, ekonomik temelleri açısından “komünal” bir toplumdur. Sosyalizm ve komünizm, bu anlamda, komünist toplum formasyonlarının iki ayrı gelişme aşamasıdır. Komünizm, tüm üretim araçları üzerindeki her türden özel mülkiyetin (grup mülkiyetinin de) kalkmış olduğu, sosyalizme göre üretici güçlerin daha yüksek gelişme düzeyi tarafından; sınıfların ve sınıf farklılıklarının, kentle kır, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki esaslı farklılıkların, yönetici yönetilen farklılıklarının ortadan kalktığı bir toplumdur. Komünizmde çalışmak, yaşama aracı olmaktan çıkıp yaşamın ilk gereksinimi haline gelir. Toplumun üyeleri yaşamak için çalışmak zorunda olmadıkları halde çalışır, topluma yetenekleri ölçüsünde yapabilecekleri en büyük katkıyı yaparlar. Üretici güçlerin ve toplumsal emeğin üretkenliğinin muazzam yükseltilmiş temelinde, kişisel tüketim araçlarında bir bolluğun sağlanmış olduğu durumda, bayrağında “Herkes yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre” yazan komünist topluma geçilir. Sosyalizmin dünya görüşü materyalist felsefeye dayanır. Materyalizm, felsefede idealizmin zıttı olan temel akımın adıdır. İdealizmin tersine, maddenin bilince göre öncelikli, temel, belirleyici olduğunu, bilincin maddenin bilgisi temelinde oluştuğunu kabul eden tüm felsefi düşünceler ve dünya görüşleri materyalizmin içeriğini oluşturur. Materyalizm, doğayı ve toplumu olduğu gibi, gerçek durumlarıyla ele alır, objektif idealist bir sistemin düşünsel varlıklarıdır. Bunun sonucunda, felsefi idealizm büyük çoğunlukla egemen sömürücü sınıfların çıkarlarının soyut, teorik biçimde gerekçelendirilmesi sosyal işlevini görür ve gerici bir rol oynar. güncel onları düşünülmüş, kimi değişmez sistemler temelinde değil, kendi gelişme yasaları temelinde açıklamaya çalışır. Materyalizm, maddeyle bilinç arasındaki ilişki hakkında belirli bir yaklaşımı ifade eder. Materyalizmin tarihi felsefenin tarihiyle başlar. Materyalizm, dünyayı doğaüstü kimi güçlerin edimleri temelinde açıklamaya çalışan dinci-mitolojik düşüncelerin aksine, kendi doğal gelişmesi temelinde açıklamaya çalışan felsefi düşünce biçimidir. Diyalektik materyalizm, sosyalistlerin bilimsel dünya görüşüdür. Diyalektik materyalizm, MarksistLeninist bilimin bir parçası, onun felsefi temelidir. Diyalektik materyalizm, dünyanın özü konusundaki felsefi soruya cevap verir; bilincin objektif gerçeklikle ilişkisi sorusunu; doğanın, toplumun ve düşüncenin genel yasalarını ve insanın dünyadaki konumunu inceler. Tek tek bilim dalları, maddenin belirli bir hareket biçiminin ya da objektif gerçekliğin belirlenmiş bir alanının özsel özelliklerini, yapı ve gelişme yasalarını inceler. Tarihi Materyalizm, toplumların tarihinin, toplumların genel hareket ve gelişme yasalarının diyalektik materyalist çözümlenmesine dayanan tarih yorumuna verilen isimdir. Tarihi Materyalizm, Marksizm-Leninizm’in ayrılmaz bir parçası, onun tarihe yaklaşımı, onun tarih yorumudur. O, tek bilimsel tarih yorumudur. Tarihi Materyalizm, inceleme konusu olan toplumları bütünlük içinde ele alır. Yani incelenen toplumun tüm yanları, onları etkileyen iç ve dış etkenlerin birbiriyle bağı, ilişkileri ve gelişme süreçleri içinde ele alınarak incelenir. Tarihsel Materyalizm, toplumdaki gelişmeleri, nesnel yasallıklara dayalı, onlarla açıklanabilir doğal tarihi bir süreç olarak kavrar. İdealizm, var olan her şeyi “düşünce”ye bağlayıp ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin var olmadığını, başka bir deyişle düşünceden bağımsız bir varlığın ya da maddi gerçekliğin bulunmadığını dile getiren akımdır. İdealizm, bütün fiziksel nesnelerin bütünüyle zihne bağımlı olduğu, onların bilincinde olan bir zihin olmaksızın metafizik anlamda hiçbir varlıkları olmadığı anlayışıdır. İdealizme göre gerçeklik her durumda zihne bağımlı olduğu için gerçekliğin gerçek bilgisi ancak tinsel bir bilinç kaynağına başvurularak elde edilebilir. Düşünceye maddenin önünde; bilince varlığın önünde yer vermek; düşünceyi, bilinci önsel ve maddeye, varlığa karşı belirleyici görmek idealizmdir. Tek tanrılı dinlerdeki tanrı, melekler, ruh, öbür dünya ve benzeri, Marksist-Leninistlerin dine yaklaşımı Görüldüğü gibi, materyalizm ve idealizm birbirine zıttır. Materyalizm, sosyalist bilimin, idealizm ise burjuvazinin dünya görüşüdür. Din ve sosyalizm yan yana yürümez. Proletaryanın önderlerinden Lenin 3 Aralık 1905’te Marksist-Leninistlerin dine yaklaşımını şöyle açıklıyordu: “Din, her yerde ve her durumda, sürekli başkaları için çalışmayla, yoksunluk ve yalnızlıkla ezilen halk kitleleri üzerinde manevi baskının bir türüdür. Sömürücülere karşı mücadelede sömürülen sınıfların acizliği, doğayla mücadelesinde yabanılın aczinin tanrılara, şeytana, mucizeye ve benzeri şeylere inanca yol açtığı gibi, aynı şekilde kaçınılmaz olarak öbür dünyada daha iyi yaşam inancını üretir. Yaşamları boyunca çalışan ve sıkıntı çekenler din, alçakgönüllülük ve sabır göstermeyi öğretir ve cennet ödülü umuduyla avutur. Başkalarının emeğiyle yaşayanlara ise, iyilik yapmayı öğretir, böylece onlara tüm sömürücü varlıklarının oldukça ucuz bir savunusunu sunar ve ilahi cennetmekân için uygun fiyata giriş kartı satar. Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve az buçuk insan onuruna yaraşır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür manevi alkoldür. Ancak, köleliğinin bilincine varmış ve kurtuluşu için mücadeleye kalkmış köle, artık yarı yarıya köle olmaktan çıkmıştır. Büyük sanayinin eğittiği, kent yaşamının aydınlattığı sınıf bilinçli modern işçi, dini önyargıları elinin tersiyle silkip atar, cenneti papazlara ve burjuva yobazlara bırakıp, burada yeryüzünde kendisine iyi bir yaşam elde etmek için mücadele eder. Modern proletarya, dini karanlığa karşı mücadelede bilime başvuran ve işçileri yeryüzünde daha iyi bir yaşam için gerçek mücadelede kaynaştırarak öbür dünyada yaşam inancından kurtaran sosyalizmin safına geçer. Din özel bir mesele olmalıdır - sosyalistlerin dine karşı tavrı genellikle bu sözlerle ifade edilir. Fakat bu sözcüklerin anlamı, yanlış anlamalara yol açmaması için tam olarak belirlenmelidir. Biz, dinin devlet karşısında özel mesele olmasını talep ediyoruz, fakat dini kendi partimiz karşısında özel mesele olarak asla 17 güncel 18 değerlendiremeyiz. Devletin dinle hiçbir ilgisi olmamalıdır, dini cemaatler devlet iktidarıyla bağıntılı olmamalıdır. Herkes, herhangi bir dine inanmakta ya da hiçbir din tanımamakta, yani ateist olmakta tamamen serbest olmalıdır ve genel olarak her sosyalist de öyledir. Vatandaşlık haklarında, dini inançlarca belirlenen herhangi bir fark tamamen gayri-caizdir. Resmi belgelerde, vatandaşların hangi mezhebe mensup olduğunun belirtilmesine dahi mutlaka son veril- mamen ayrılması – sosyalist proletaryanın bugünkü devletten ve bugünkü kiliseden talebi budur. Rus Devrimi politik özgürlüğün vazgeçilmez unsuru olarak bu talebi gerçekleştirmek zorundadır. Rus Devrimi bu bakımdan özellikle avantajlı koşullara sahiptir, çünkü politik-feodal mutlakiyetçiliğin iğrenç idari rejimi bizzat din adamları arasında hoşnutsuzluk, kaynaşma ve öfkeye yol açmıştır. Rusya’nın mutaassıp uleması ne kadar sinmiş ve cahil melidir. Bir devlet kilisesine bağış olmamalı, aynı düşüncede vatandaşların resmi makamlardan bağımsız tamamen özgür cemaatleri olması gereken kiliselere ya da dini cemaatlere devlet araçlarından bağış olmamalı. Sadece bu taleplerin sınırsız olarak yerine getirilmesi, kilisenin devlete karşı bağımlılık ilişkisinde bulunduğu, inanı ya da inansızlığı izleyen, insanların vicdanının ırzına geçen, devlet görevlerini ve devlet arpalıklarını şu ya da bu devlet kilisesi pılıpırtısının dağılımıyla bağıntılandıran (bugüne dek ceza yasası kitaplarımızda ve yargılama usüllerimizde korunmuş olan) ortaçağ engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulama alanı bulduğu o utanç verici ve lanet olası geçmişe bir son verilebilir. Kilisenin devletten ta- olsa da, Rusya’daki eski, ortaçağ düzeninin gürültülü devrilişi onları bile uyandırdı. Onlar bile özgürlük talebine katılıyorlar, idari rejimi ve bürokrasiyi, “tanrının hizmetkârları”na zorla dayatılan polise hafiyelik hizmetlerini protesto ediyorlar. Biz sosyalistler, din adamları arasındaki dürüst ve samimi kişilerin taleplerini sonuna kadar geliştirerek, özgürlükten söz ettikleri yerde sözlerini senet kabul ederek, dinle polis arasında kesinlikle her türlü bağı koparmalarını talep ederek bu hareketi desteklemeliyiz. Ya samimisinizdir – o zaman kilisenin devletten ve okulun kiliseden tamamen ayrılmasını, dinin koşulsuz ve sınırsız özel mesele olmasını savunursunuz. Ya da ama bu tutarlı özgürlük taleplerini kabul etmezsiniz - o zaman hâlâ Kadınların özgürlüğü ve eşitliği için İslamiyet mi?! “Antikapitalist Müslüman Gençlik”in 1 Mayıs çağrısında şöyle deniliyor: “Erkekçiliğe ve erkek egemenliğine karşı, bedeni metalaştırılan, kişilikleri değil dişilikleri kimlikleştirilen, kapitalizmin ve tarih boyunca tüm sömürü düzenlerinin en etkili silahlarından biri olarak kullanılan, din, örf, töre adına hakları elinden alınan ve yok sayılan kadınların özgürlüğü ve eşitliği için!” Burada yazılanlarda herhangi bir yanlışlık yok. Evet, kapitalizm budur. Peki, Kur’an’da yazılanlar nedir? Kur’an’da kadınlarla ilgili söylenenleri aktara- lım: “Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler.” (Kur’an: Nisa 34) “Erkeklerin kadınlardan bir üstün dereceleri vardır.” (Kur’an: Bakara 228) “İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir.” (Kur’an: Bakara 282) “Erkeğin payı, iki dişinin payı kadardır. Erkeğe kadına nispetle iki pay verilir.” (Kur’an: Nisa 11, 176) “Serkeşlik (itaatsizlik, inatçılık) etmelerinden şüphelendiğiniz kadınları dövün.” (Kur’an: Nisa 34) Görüldüğü gibi Kur’an’dan yaptığımız alıntılar açık bir dil konuşmakta ve yoruma gerek bırakmamaktadır. Kur’an’da ortaya konulan anlayış ile kapitalizmin kadına bakışı arasında bir farkın olup olmadığı üzerine okuyucularımız düşünmelidir. güncel engizisyon geleneklerine tutsaksınız, o zaman hâlâ devlet görevlerine ve devlet arpalıklarına bağlısınız, o zaman silahınızın düşünsel gücüne inanmıyorsunuz, devlet iktidarının sizi satın almaya devam etmesine izin veriyorsunuz demektir - o zaman tüm Rusya’nın sınıf bilinçli işçileri size amansız bir savaş ilan ederler. Sosyalist proletaryanın partisiyle ilgili olarak din özel mesele değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu için sınıf bilinçli, ileri savaşçıların bir birliğidir. Böyle bir birlik, sınıf bilincinin yokluğu karşısında, cehalet ve dini inanın obskürantizmi karşısında kayıtsız davranamaz ve davranmamalıdır. Dini karanlığa karşı saf düşünsel ve yalnızca düşünsel silahlarla, basınımızla, sözümüzle mücadele etmek için, kilisenin devletten tamamen ayrılmasını talep ediyoruz. Birliğimizi, Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni, başka şeylerin yanı sıra tam da, işçilerin her türlü dini aptallaştırılmasına karşı böyle bir mücadele için kurduk. Bizim için düşünsel mücadele özel mesele değildir, aksine tüm partinin, tüm proletaryanın meselesidir.“ (Lenin, Seçme Eserler, cilt 11, sf: 434-435, İnter Yayınları, İst, 1997) Görüldüğü gibi Lenin bilimsel sosyalizmin dine yaklaşımını açıklamaktadır. Bilimsel sosyalizm, maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, ateist ve dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir. Sosyalizm bütün modern dinleri, her türlü dinsel örgütleri, işçi sınıfının sömürülmesini ve ezilmesini savunmaya hizmet edecek birer burjuva gericiliğinin aracı olarak görür. Sosyalist olduğunu iddia edenler, dinin kitleler üzerindeki etkisini kırmak için mücadele ederler. Sosyalistlerin dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklama görevi var. Sosyalist olduğunu söyleyenler, ateizmin propagandasını yapma ve sömürülen kitlelerin sömürücülere karşı sınıf mücadelesini geliştirme görevlerine sahiptir. Sonuç olarak “Antikapitalist Müslüman Gençlik” hareketinin kitleselleşme imkânı yoktur. Burjuva medyasının propagandasına rağmen, bu hareket marjinal bir hareket olarak kalacaktır. “Halkın ve hakkın” sesi birlikte yükseltilemez! Sosyalizm ve din uzlaşamaz. Sosyalizm, bilinenle yetinmeyerek, gözlemleyip sınayarak, sorgulayıp araştırarak bilginin, bilinenin sınırlarını genişletmeye çalışır. Din ise, söylenmiş olanı sorgulayıp sınamadan katıksız inanmayı emreder. Uzun yıllar boyunca tartışılıp yanıtı verilerek çözümlenmiş olan, din ile bilimsel sosyalizm arasındaki nitel farklar yeniden gündeme getiriliyor. Bilimsel düşünce ile dinsel inancın uyum içinde beraber hareket etmesi gerektiği düşüncesi yeniden piyasaya sürülüyor. Sistemden rahatsız olanlar, din ile bilimsel sosyalizmi uzlaştırmayı değil, sınıf mücadelesine katılmalıdır. Birbirine zıt, birbiriyle uyuşmayacak yol ve yöntemleri, önermeleri olan bilimsel sosyalizm ile din bir araya gelemez. Bilimsel bulgu ve gözlemler dinsel inançla açıklanamaz. Bir araya getirildiklerinde kaybeden, eli kolu bağlanan, yolunu şaşıran hep bilim ve bilimsel düşünce olur. Bu nedenle bilimsel sosyalizm ile dinsel inancın kol kola girmesine karşı çıkıyoruz. Temmuz 2012 19 yeni kadın dünyası A Kreş yardımı mı dediniz? ile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin geçtiğimiz ay çalışan kadınların çocuklarının kreş ücretlerinin ödenmesi için çalışma yaptıklarını açıkladı. Böylece biz kadınların daha fazla çalışma yaşamına çekilmesi amaçlanıyor. Kadınlara kreş yardımı Elbette kreş ücretlerinin devlet tarafından ödenmesi, çalışabilmemiz için küçükte olsa bir iyileştirme olacaktır. Böylece çalışırken çocuğumuzu düşünmek zorunda kalmayacak ve maddi olarak erkeğe bağımlı olmaktan kurtulabileceğiz. Ancak şimdilik kreş ücretlerinin kimlere, ne şekilde ve nasıl ödeneceği belirsiz. Bir de şu soruları sormamız gerekiyor; Yeterli kreş var mı? Bu kreşler çocuklarımızın bakımı için uygun mu? Bu kreşlerde nitelikli personel var mı? Kreşler evlerimize veya işyerlerimize yakın mı? Kreşlere ulaşım ücretlerini kim ödeyecek? vb. Çünkü tüm bu sorunlar çözülmeden kreş yardımı yapılmasının pratikte bir anlamı olmayacaktır. Örneğin Adana’da MEB’e bağlı 469 ilköğretim okuluna karşın sadece 25 kreş-anaokulu vardır. Bu sayı özel kreşler ile birlikte 5’yii geçmemektedir. Bu anlamda kreşlerin sayısının yetersizliği ortadadır. Sonuçta kreş yardımı olacak ama kreş olmayacak!!! Asıl amaç ne? 20 Fatma Şahin kreşlerle ilgili yaptığı açıklamalarda “… bizim en çok ihtiyacımız olan nitelikli genç nüfus. Nitelikli genç nüfusu sağlayabilmemiz için mutlaka kadınımızın, özellikle çalışan kadınımızın yaşamını kolaylaştırmamız, hem çocuk sahibi hem kariyer sahibi olmasının yönündeki alternatifleri çoğaltmamız ve güçlendirmemiz gerekiyor.” … “Esnek çalışma modelinin sosyal güvenlik ayağını çalışıyoruz.” demektedir. Bu açıklamalarda da görülmektedir ki amaç hayatımızı kolaylaştırmak, ekonomik bağımlılığımızı ortadan kaldırmak değil “nitelikli, “esnek çalışabilecek” genç nüfus yaratmaktır. Amaç emeğimizin daha fazla sömürgeleştirilmesi, patronların emeğimiz üzerinden daha fazla semirtilmesidir. Zaten sözde kadınlar için açıklanan istihdam paketlerinde de tüm teşvik ve indirimler patronlara yapılmaktadır. Patronların kreş açma zorunluluğu rafa… 4857 sayılı İş Kanununun 88. maddesi uyarınca hazırlanan yönetmeliğe göre 100-150 arasında kadın işçi çalıştırılan işyerlerinde 1 yaşından küçük çocukların bırakılması ve bakılması ve emziren işçilerin çocuklarını emzirmeleri için işveren tarafından kreş ve emzirme odalarının açılması zorunludur. Çalıştırılan kadın işçi sayısı 150’den fazla ise açılacak kreşin 0-6 yaşındaki çocuklara hizmet vermesi gerekmektedir. Ancak çok sayıda örneğini gördüğümüz gibi patronlar bu zorunluluğa uymuyor, devlette gerekli denetimleri yapmıyor, yaptırım uygulamıyor. Ayrıca son yapılan 5763 sayılı kanun değişikliği ile de patronların kreş açma yükümlülüğü, açılmış kreşlerle anlaşma biçimine dönüştürüldü. Böylece patronlar kreş açmak yerine herhangi bir kreş ile anlaşarak zaten uymadıkları bu zorunluluktan da kurtarıldılar. Sosyalizmde bu sorun nasıl çözülecek? İlk sosyalist deneyim olan Sovyetler Birliğinde kadınlar bütün üretim faaliyetlerine eşit işe eşit ücret temelinde katılabiliyorlardı. Kadınlar, kolektif üretim çiftliklerinde çok etkindiler. Maden ve sanayide çalışanların %30’u kadındı. Çocuk bakımı kadının bir görevi değil, toplumsal bir görev olarak görüldüğünden çok sayıda kreş ve çocuk bahçesi açılmıştı. Bu kreşler sadece kentlerde değil köylerde de açılmıştı. Ancak ne yazık ki Sovyetler Birliği deneyimi birçok etkenden dolayı kesintiye uğradı. Sosyalist devlet çocukların sağlıklı ve nitelikli bir şekilde yetiştirilmeleri ve kadınların dört duvar arasından kurtulmaları için her mahallede kreşler, anaokulları, toplu mutfaklar ve çamaşırhaneler açacaktır. Ve tüm bunlar devlet yardımı vb. değil, devletin asli görevi olarak tamamen ücretsiz, herkes için ulaşılabilir olacaktır. Kapitalistlerin bizlere kreş parası ödemesi iyidir. Hatta bizler bu iyileştirmeler ve daha fazlası için mücadele etmeliyiz. Ama bizleri gerçek anlamda dört duvar arasından kurtaracak olan daha fazla kar ve sömürü için yapılan iyileştirmeler, reformlar vb. değil devrimdir. 30.07.2012 (Emekçi Kadınlar Bülteni Dört Duvar’dan alınmıştır.) ün geçmiyor ki bir kadın cinayeti ile karşılaşmayalım. Nerdeyse günlük yaşantımızın olağan bir parçası haline geldi kadına şiddet. Bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği rapora göre erkekler, Temmuzda 20 kadın, üç erkek ve iki çocuk öldürdü; 24 kadını yaraladı; 11 kadına tecavüz etti. Bu ayda yedi taciz vakası yaşandı. Temmuzda kadınları en çok kocaları öldürdü ve yaraladı. En çok kullanılan cinayet aleti ise bıçaktı. En çok kadın katli İstanbul’da, en çok erkek şiddeti Bursa’da, en çok tecavüz ise Antalya’da yaşandı. Erkekler Haziran ayında da yedi kadın ve bir kız çocuğunu öldürdü, dokuz kadını yaraladı, sekiz kadına tecavüz etti ve 12 kadına da cinsel tacizde bulunmuştu. Haziranda da kadınlar en çok tanığı erkeklerin tecavüzüne uğradı, taciz ise yine en çok sokakta ve iş yerinde yaşandı. En fazla Kürt kadınları maruz kaldı 1997-2012 yıllarını kapsayan bir rapora göre 266 Kürt, 87 Türk, 1 Alman, 4 Roman, 1 Bulgar ve 1 Avusturyalı kadın işkencede tecavüze uğradı. Türkiye’de 19972012 yılları arasında gözaltında tecavüz, işkence ve tacize maruz kalan 167 kadın dava açtı. Bu davalara ilişkin raporlarda yer alan bilgiler ise şunlar: “Toplam dava dosyası: 167, AİHM’de sonuçlanan davalar: 24, AİHM’de görülen davalar: 18, Ceza Mahkemeleri’nde devam eden davalar: 39, Yargıtay’da bulunan davalar: 9, Savcılıkta bulunan davalar: 70, Takipsizlik kararından sonra itiraz edilen, henüz kararı verilmemiş davalar: 7.” Erkek egemen bir toplum olan bu ülkede kadın erkeğin namusu. Bu temelde kadın cinayetini namus cinayeti olarak kanıksayan bir toplumsal zihniyet var. Bu zihniyet, kadını kendi ölümüne davet çıkaran olarak görmektedir. Mahkemeler de erkeğin “beni aldattı” vs. gibi egosunu dikkate alarak haksız tahrik indiriminden faydalanmasını sağlayarak erkeğe daha fazla güç vermektedirler. Şiddete maruz kalan kadın karakola gittiğinde, şiddet uygulayan erkek en fazla yeni kadın dünyası G Kadına şiddet devlet politikasıdır... ifadesi alınarak serbest bırakılmakta. Daha sonra şikayet edilen erkek, şiddetin dozunu artırarak devam etmekte. Kadın buna karşı direndiğinde ise hayatından olmaktadır. Basında ve günlük dilde kadın cinayetleri için sık sık “bedelini hayatı ile ödedi” denerek kadının direnmesi veya şiddete boyun eğmemesi üstü kapalı olarak lanetlenmektedir. Öyle ya karşı geliyorsan bunun bedelini ödemelisin… İşkence tecavüz devlet politikasıdır Son günlerde bir işkenceci ve işkencede tecavüz suçu ile yargılanıp bu suçu mahkeme kararıyla da kanıtlanan Sedat Selim Ay’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele (TEM) Şubesi Müdür Yardımcılığı’na atanması “işkencede tecavüz” gerçeğini yeniden gündemleştirdi. Türkiye ve Bölge’de sistematik bir biçimde uygulandığı raporlarla da ortaya konan ‘tecavüz işkencesi’ne en fazla maruz kalanlar politik görüşleri olan kadınlar. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi raporlarına göre, 1997-2012 döneminde Temmuz ayına kadar resmi olarak başvuru yapan 362 kadın gözaltında tecavüz ve taciz işkencesine uğradı. Tecavüze uğrayan 2 kadın intihar ederken, bir kadın da işkence sonucu katledildi. 14 yaşındaki bir kadın uğradığı tecavüz sonrası akrabaları tarafından ‘namus temizleme’ gerekçesiyle katledilirken, bir kadın da 1999 yılında işkencenin etkileri sonucu yaşamını yitirdi. Açıklanamayanlar da hesaba katılınca ürkütücü bir tabloyla yüz yüze olduğumuz görülüyor. Yasalar, devlet yetkililerinin açıklamaları ve uygulamalar gösteriyor ki kadına yönelik şiddet devlet politikasıdır. Bu şiddet en barbar yüzünü namus bekçiliği ve politik tutsaklar üzerinde gösteriyor. Bu şiddet ancak direnen kadınların mücadelesi ile durdurulabilir. 13.08.2012 (Emekçi Kadınlar Bülteni Dört Duvar’dan alınmıştır.) 21 yeni kadın dünyası 22 “Kürtaj Haktır - Yasaklanamaz!” başlıklı yazı üzerine tavrımız Yeni Dünya İçin Çağrı’nın –Temmuz-Ağustos 2012158. sayısında, “Kürtaj haktır-yasaklanamaz!” başlıklı, Evrim Solmaz imzalı bir yazı yayımlandı. Yazıda, bir süre önce yürüyen kürtaj tartışmasında doğru tavır takınılırken “Tarihte Sosyalizm deneyimi ve kürtaj” bölümünde şu tavır takınılıyor: “Dünya tarihinde kar ve yayılmacılığı değil de, gerçekten de “yaşam hakkı”nı temel alan Sosyalizmin oldukça kısa süreli bir deneyimi vardır. Ekim Devrimiyle Sovyetler Birliği Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Komünist Partisi önderliğinde gerçekten de insan yaşamını ve kadın erkek eşitliğini temel alan bir politika ve ekonomi gündeme getirilmiştir. Sosyalist devlet, dünya tarihinde ilk olarak kürtajı yasallaştırmış, haklı olarak kürtajı ortadan kaldırmanın yolunun kürtaj yasağı değil, bu “kötülüğü” ortaya çıkaran koşulların değiştirilmesi için mücadele olduğunu ortaya koymuştur. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsallaştırıldığı, kadın-erkek eşitliğinin lafta değil, gerçekten yaşam bulduğu sosyaliz- min inşasıyla diğer bir dizi kötülük gibi kürtajın da yok olup gideceği doğru öngörüsünde bulunulmuştu. Ne var ki, başında bu doğru çıkış noktasına sahip dünya tarihinin ilk sosyalist devleti, 1936 yılına ait kürtaj kararnamesiyle önceki siyasetini değiştirmiş, sosyalizmin inşasının vardığı seviye, kadın-erkek eşitliğinin vardığı seviye ve dolayısıyla sosyalist devletin kadınların sırtındaki yükleri hafifletmek için attığı adımları temel alarak eski kürtaj serbestisinin sınırlandırılmasına karar vermiştir. Kitleler önündeki tartışmalarda, sosyalizmin inşasının tüm kazanımlarına rağmen, hala çocuk bakımının yüklerinin önemli ölçüde kadınların sırtında olduğu ve kadınların istenmeyen gebeliklere zorlanamayacağı yönündeki haklı itirazlar gündeme gelmesine rağmen “kürtaj kötülüğüne karşı mücadele” adına bu kararname kabul edilmiş ve maalesef eski doğru siyasetten sapılmıştır. ‘Her devletin nüfus politikası gütme hakkı vardır’ doğru önermesinden yola çıkarak, devletin bu hakkı kürtaj yasağı ve dolayısıyla kadınların doğurganlığının baskı ve zorla kontrolü biçiminde lendirmeyi kısaca şöyle özetlemek mümkün: *Sosyalist bir devletin belirli bir nüfus politikası izleme hakkı ve yükümlülüğü vardır. *Kadının çocuk doğurmasını sosyalizmde toplumsal bir fonksiyon olarak görüyoruz. *Kürtajın yasaklanmasına genel ilke olarak karşı değiliz. Sovyetler Birliği’nde, gizli kürtajın artması, çocuk eğitiminin tam olarak toplumsallaştırılamadığı, konut sorununun tam olarak çözülemediği, gebelikten korunma araçlarının yetersiz ve az olduğu koşullarda, kürtaj yasağının yeniden gözden geçirilerek, 1938-1939’larda geri çekilmemesini yanlış buluyoruz. Bu kitapta takınılan tavrımız doğrultusunda, “Kürtaj tartışması üzerine” başlıklı bir yazı Yeni İşçi Dünyası’nın Haziran sayısında yayınlandı. Yazıda ortaya konulan yaklaşım, kitaptan aktardığımız yaklaşım ile uyum içerisinde olmasına rağmen, Evrim Solmaz yoldaşın yaklaşımı ile çelişmektedir. Evrim Solmaz yoldaşımızın yazısında geçmişte takındığımız tavrı bilince çıkarmaması, takındığı tavrın geçmişte takındığımız tavır ile çeliştiğini ortaya koymamasını yöntem açısından yanlış buluyoruz. Geçmişte çeşitli konularda takındığımız tavırlar, yeni gelişmeler ışığında, yeniden gözden geçirilebilir. Tavırlarımız ilerletilebilir. Bu yapılırken geçmişteki tavrımız da bilince çıkarılıp, varsa bir çelişme ortaya konularak tavrımız ilerletilmelidir. Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirilmesi noktasında geldiğimiz yerde şunları düşünüyoruz: *”Kadınların kendi bedenleri ve doğurganlıklarını kontrol etme hakları vardır.” *”Hiçbir erkeğin ve hiçbir devletin kadınları doğurmaya zorlama hakkı yoktur!” *” ‘Her devletin nüfus politikası gütme hakkı vardır’ doğru önermesinden yola çıkarak, devletin bu hakkı kürtaj yasağı ve dolayısıyla kadınların doğurganlığının baskı ve zorla kontrolü biçiminde kullanmasının yanlış olduğu ve geri teptiği Sovyetler Birliği’ndeki deneyimde kendini göstermiştir.” *Kürtaj haktır. Bu hakkın yasaklanması yanlıştır. Yapılması gerekli olan kürtajı yasaklamak değil, kürtajı ortaya çıkaran koşulların değiştirilmesi için mücadeledir. *”Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsallaştırıldığı, kadın-erkek eşitliğinin lafta değil, gerçekten yaşam bulduğu sosyalizmin inşasıyla diğer bir dizi kötülük gibi kürtajın da yok olup” gidecektir. YDİ Çağrı / Ağustos 2012 yeni kadın dünyası kullanmasının yanlış olduğu ve geri teptiği Sovyetler Birliği’ndeki deneyimde kendini göstermiştir.” Aktardığımız alıntıda, Sovyetler Birliği’nin deneyimi hakkında takınılan tavır “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu” araştırmasında takınılan tavır ile çelişmektedir. Şöyle ki; “Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, cilt 1, “Sovyet Devletinin sosyalist nüfus politikası” Bölümü, sf. 356” ve devamında Sovyetler Birliği’nin nüfus politikası siyaseti, kürtajı yasaklayan 1936 kararnamesi, bu konuda yapılan tartışmalar çok yönlü tartışılıp değerlendirilerek şu tavır takınılıyor: “Gizli kürtajın yeniden artması ve bunun birçok durumda kadınların sağlığını tehdit ettiği tespit edilmesine rağmen, kürtaj yasağı ancak 1955 yılında kaldırılmıştır. Başta Komünist Partisi olmak üzere, Sovyet devletine bizim eleştirimiz bu noktadadır. Çocuk eğitiminin toplumsallaştırılmasının tam olarak gerçekleşmemiş olduğu; konut sorununun tam olarak çözülmemiş olduğu; gebelikten koruma araçlarının yetersiz ve az olduğu koşullarda ve somut bu koşullar nedeniyle gizli kürtajın yeniden artmasının tespit edildiği durumda, yani 1938-1939’larda bu yasa yeniden değiştirilebilir, geri çekilebilirdi. Çünkü, kararnamemin onaylandığı dönemdeki değerlendirmenin tersine, yaşamın kendisi Sovyetler Birliği’nin somut koşullarının, kürtajın yasaklandığı şartlarda kitlesel gizli kürtajı engellemeye henüz izin vermediğini göstermişti. Bu noktadan itibaren Komünist Partisi ve Sovyet devlet bir dizi sorunda sergilediği esnekliği göstermeli, değerlendirmedeki yanlışlığını zaman kaybetmeden düzeltmeliydi. Kürtaj sorunuyla ilgili olarak burada Sovyetler Birliği’ne ve onun öncüsü Komünist Partisine yönelttiğimiz eleştirinin burjuva ve feminist eleştiricilerden temelden ayrıldığını tekrar vurgulamakta yarar görüyoruz. Bu temel fark kendisini, bizim, birincisi, sosyalist devletin belirli bir nüfus politikası izleme hakkını ve yükümlülüğünü kabul etmemiz, ikincisi, kadının çocuk doğurmasını toplumsal bir fonksiyon olarak görmemiz ve nihayet kürtaja karşı mücadelenin bir aracı olarak yasaklayıcı yasaları genel ilke olarak değil, Sovyetler Birliği’nin yukarıda açıkladığımız somut koşullarında reddetmemizde göstermektedir.” (Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu. Cilt I, Dönüşüm Yayınları, Sayfa 377-378) Aktardığımız alıntıda, kitaptaki Sovyetler Birliği nüfus politikası ve kürtaj konusunda yapılan değer- 23 panorama PA NOR A M A “Kontrollü geçiş”te vitrin değişikliği! - MISIR - M 24 ısır’da askeri yönetimli “kontrollü geçiş” süreci yeni çehreye bürünerek sürüyor. Ordu elindeki iktidarı sivil yönetime devretme konusunda işi sürüncemede bırakmaya, daha uzun süre yönetimi elinde tutmaya çalışsa da; “kontrollü geçiş”te kitleler tarafından daha çok hedefe konmadan sorunun anlaşmalı olarak çözümü, buna bağlı olarak yönetimin sivilllere devredilmesi ve ordunun kışlalara çekilmesi adımının atılması da kendisini dayatıyordu, dayattı. Başkanlık seçiminin ikinci turundan önce Haziran ayı ortalarında ordu, Başkanın yetkilerini kısıtlayan ve ordunun yetkilerini çoğaltan anayasal değişiklikleri kararname yayınlayarak gerçekleştirmişti. Bu adım yönetimin Başkan somutunda sivillere devredilmesinden önce, ordunun bu süreci belirleyecek esas güç olduğunu dayatma adımıydı. Kendileri açısından atılan bu adım ama kitleler içinde giderek daha fazla tepki çekiyordu. Yüksek Askeri Konsey Başkanı ve aynı zamanda Savunma Bakanı olan Tantavi halkın gözünde “üniformalı Mübarek” olmuştu. Protestocuların sloganları arasına, “Askeri yönetime son!”, “Tantavi’ye ölüm!” vb. sloganlar katılmıştı. Kısacası “kontrollü geçiş”in andaki durumda Mı- Bu kapının açılışı aynı zamanda Mursi’nin emekliye ayırma adımıyla birlikte attığı, ordunun Haziran ayı ortalarında, başkanın yetkilerini kısıtlayan ve ordunun yetkilerini çoğaltan anayasal değişikliklerle ilgili kararnameyi de geçersiz ilan etmesiyle de desteklendi. sır’daki güç dengelerine uygun biçime büründürülmesi gerekiyordu. Ayrıca Mısır’da güvenlik ve istikrarın sağlanmasının ve “kontrollü geçiş” sürecinin bir an önce halledilmesinin, ülkedeki ekonominin yeniden düze çıkarılması için adımlar atmanın da önkoşullarından biriydi. Ve bu –çelişkili görünse deaynı zamanda ordunun da çıkarınaydı! “Kontrollü geçiş” sürecinin sonunda ordunun yönetimi sivillere devretmesi gerekiyordu ve bunun askeri yönetimin en azından resmen son bulması anlamına geldiği de taraflarca biliniyordu. Buna bağlı olarak “üniformalı Mübarek” (Tantavi) ile “yedek lastik” (Başkan Mursi), yani Müslüman Kardeşler ile ordunun anlaşması, uzlaşması ve yönetimin sivillere devredilmesi gerekiyordu. Ordu bu süreci uzatmaya çalışsa da, resmi açıklamalarında yönetimi sivillere devredeceğini hep yeniden yineliyordu. Mesele esasında bu devretmenin hangi temelde olacağı, ordunun devlet içindeki gücünün hangi biçime büründürüleceği ve özellikle de uluslararası ilişkilerde Mursi şahsında Müslüman Kardeşlerin, Mübarek döneminin dış siyasetinden (özellikle de İsrail’e karşı) köklü bir değişiklik yapıp yapmayacağı vb. vb. noktalarda düğümlenmişti. Bu- Mursi’ye devredilecekti. Devredildi de! Yine de ordu Mursi’yi hizaya sokmak isterken, Mursi Başkan olarak orduya, ordunun her istediği şeyi kabul etmediğini etmeyeceğini göstermeye çalışıyordu. Bunu da 8 Temmuz’da, Anayasa Mahkemesi’nce feshedilen Parlamentonun toplanması ve erken seçimlerin yeni anayasa için referandum yapıldıktan 60 gün sonra yapılması yönündeki kararnameyle göstermeye başladı. Yüksek Askeri Konsey acil toplantı yaptı ama herhangi bir açıklama yapmadı. Yüksek Anayasa Mahkemesi Yargıçları ise alınan kararın kesin ve bağlayıcı olduğunu, atılan bu adımın anayasaya aykırı olduğunu açıklasalar da 10 Temmuz’da kolluk güçlerinin yoğun ablukası altında, Parlamento sembolik olarak toplandı. Gündem maddesinin kendisi sadece toplanmaktı. Bu kısa toplantıda alınan tek karar, ya da öne sürülen talep, Temyiz Mahkemesi’nin parlamentonun feshedilmesi ve olası yeni seçimler hakkında karar vermesi gerektiğiydi. Parlamento bu adımı atıp belirsiz bir zamana kadar dağıldı. Temyiz Mahkemesi 14 Temmuz’da bu konuda karar verme yetkisine sahip olmadığı yönünde açıklama yaptı. Kamuoyuna bu adım Mursi’nin ve Müslüman Kardeşlerin ordu ve Anayasa Mahkemesi ile çatışması olarak yansısa da, gerçekte bu adımın, Başkanlık kolduğuna oturmadan önce Mursi ile ordunun yüksek yetkilileri (Tantavi vb.) arasında yapılan “karmaşık” anlaşma temelinde atıldığı bilgisi de medyaya yansıdı. Bu arada Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle’den sonra ABD Dışişleri Bakanı Clinton 14 Temmuz’da Mısır’a gitti, hem Mursi ile hem de ordunun yetkilileriyle görüştü. Clinton “demokrasiye geçişe destek vermek için” Mısır’a gittiğini açıkladı. Bu destek kendisini, Mursi’ye “ordu ile anlaş!”, orduya ise “bir an önce kışlaya dönün ve demokrasiye geçişi hızlandırın!” biçiminde ifade ediyordu. Bu arada ekonomik yardım önerisinde de bulundu! ABD emperyalizminin Mısır ordusuna her sene verdiği para dışında yapılan bu ekonomik yardım önerisi, aynı zamanda “eğer kontrollü geçiş sürecini istediğimiz gibi bir an önce gerçekleştirmezseniz, o zaman, zaten kötü duruma düşen ekonomik durumunuzu daha da kötüleştirecek adım atarız: Verdiğimiz parayı bundan sonra vermeyiz” vb. vb. anlamına da gelmektedir. Vitrin değişikliğinin bu görüşmelerden sonra hızlanması olgusu da, Clinton’ın görüşmelerde orduyu ve Mursi’yi uzlaşmaya zorladığı ve atılacak adımları hızlandırdığına işaret etmektedir. ABD ve AB müttefik olarak Mısır’ın bölgedeki rolü- panorama nun için dalaş ve pazarlıklar esasında kapalı kapılar ardında yürüyordu. Ne kadar süreceği belli değil ama ordu ile Müslüman Kardeşler arasında belli bir uzlaşma ve anlaşmanın olacağı daha 2011 yılı başlarında isyan hareketinin ateşli ortamında ortaya çıkmıştı. Resmen yasaklı olduğu halde ordunun yüksek yetkililerinin isyanı bastırmada muhatap kabul ettiği esas güçlerden biri Müslüman Kardeşler’di. Ne hakim sınıflar ülkenin “sol”a kaymasını istiyorlardı, ne de kitleleri kazanma temelinde iktidara oynayabilecek “sol” bir güç vardı! Halk isyanıyla Mübarek rejiminin değişmesini dayatmış ama gerçekten burjuva anlamda bile demokrasiyi getirebilecek bir “sol” örgütlülük yaratamamıştır. Yani ordu ile Müslüman Kardeşlerin uzlaşma ve anlaşmasının temelinde, bu güçlerin birbirini sevmesi ya da birbirine yakın olması değil, toplumsal gelişmelerin dayattığı bir durumdur. Kuşkusuz ki bunlar arasındaki farklılıklar, çıkar çelişkileri kendisini iktidar dalaşında da göstermiş, göstermektedir. Çelişkisiz, çatışmasız bir “geçiş” süreci sözkonusu değildi, değildir. Bu çelişkilerin kamuoyuna yansıyan yanları en başta ordunun yönetimi sivillere devretmeyi sürüncemede bırakması ve bu arada kendisinin yetkilerinin daha da çoğaltılmasına yönelik adımların atılması yönündeki çaba biçiminde gösterirken, Müslüman Kardeş’lerin ve destekleyicilerinin önce Parlamento ve Şura seçimlerini kazanıp hükümeti kurma, daha sonra da Başkanlık seçimini kazanma sürecinde ordunun bir an önce idareyi sivillere –kendilerine- devredip “asli görevine, vatanın savunulması görevine dönmesi” gerektiğini talep etme temelinde orduyla çatışmalı oldukları resmini kamuoyuna yansıttılar. Başkanlık seçiminin ikinci turundan önce Parlamentonun Anayasa Mahkemesi tarafından feshedilmesi ve Başkanlık seçiminin sonuçlarının açıklanmasının geciktirilmesi –bu arada ordunun kararnamesi- bu çatışmaların bir göstergesiyken, aynı zamanda Mursi ve Müslüman Kardeşler ile ordunun perde arkasındaki pazarlıklarının da bir işaretiydi. Dergimizin 158. sayısında bu noktada şunu tespit etmiştik: “Seçim Komisyonu’nun sonuçları açıklamayı ertelemesinin perde arkasında ordu ile Müslüman Kardeşler ve Mursi arasında pazarlıklar olduğu yönlü yorum ve tahminler de piyasayı kapladı ve bu yorum ve tahminlerin maddi temeli de vardır.” (sayfa 36) Bu temelde yapılan açıklamalara göre Haziran ayı sonunda yönetim sivillere, somutta Başkan olarak 25 panorama 26 ne önem vermektedirler. Süveyş Kanalı’nın kendileri için özellikle dış ticaret açısından stratejik konumunu da gözönüne alarak Mısır’da iç siyaset açısından da istikrarın sağlanmasını istiyorlar. Bu bağlamda öne çıkan iki temel konu, içte istikrar / güvenlik ve ekonominin yeniden rayına oturtulmasıdır. Bu nedenle de halk isyanıyla ortaya çıkan kargaşaya bir an önce son verilmesi, hem Mısır’ın egemenlerinin hem de sözkonusu emperyalistlerin çıkarınadır. Bu yüzden de ordunun bir an önce kışlaya çekilmesi istenmiştir. ların hepsinin “teknokrat” olup olmadığı önemli değil. Önemli olan bu hükümette yer alanların, ordu ile Müslüman Kardeşlerin üzerinde mutabık kaldığı kişilerden olmasıdır. Güçler dengesine uygun, bir nevi ordu Müslüman kardeşler cephesi ya da ittifakı ve bunun içinde teknokratların da yer aldığı bir hükümet. Ordu hükümette “Savunma” ve “İçişleri” bakanlıklarını elde ettiğinden “güvenlik işleri”nin ordudan sorulmaya devam ettiği yönlü bir resim ortaya çıkıyor. “Uzlaşma” hükümeti de olsa ipler esasında ordu ile Ekonominin rayına oturması için yerel gerici güçler de devrededir. Katar ve Suudi Arabistan başta olmak üzere kimi devletler Mısır’a değişik ölçülerde yardım ve kredi vermektedirler. Parlamentonun toplanmasına izin verilmemesi, aynı zamanda hükümette sadece Müslüman Kardeşler ile Selefilerin yer alması durumunu da engellemiştir. Bunun yerine Mursi 24 Temmuz’da Hişam Kandil’i Başbakanlığa atamış ve hükümet kurma görevini Kandil’e vermiştir. Kandil, eski “Su Kaynakları ve Sulamada Sorumlu Bakan” olan biri. Kandil bir “teknokratlar hükümeti” kuracağını açıkladı. Başbakan Kandil sözkonusu hükümeti kurdu. 2 Ağustos’ta toplam 35 bakanın olduğu hükümeti ve bakanları takdim etti. Kurulan hükümette yer alan- Mursi’nin ellerinde birleşmiş, hükümete de esasında verilen görevleri yerine getirme işi bırakılmıştır. Yeni Anayasa’nın oluşturulması ve referandumla onaylanmasından sonra yapılacak seçimlerde güçler dengesinin nasıl dağılacağı tabii ki belli değil. Ama yeni parlamento seçimlerine kadar beklenmedik gelişmeler olmazsa, bu hükümetle yürünecektir. Hükümette yer alanların çoğunun Müslüman Kardeşlerden olmaması kamuoyunu şaşırttı ama kamuoyunu daha çok şaşırtan gelişme 12 Ağustos’ta yaşandı. Başkan Mursi, Yüksek Askeri Konsey Başkanı ve Savunma Bakanı Hüseyin Tantavi ve Genelkurmay Başkanı Sami Anan başta olmak üzere birçok askeri yetkiliyi –örneğin deniz kuvvetleri ve hava kuvvetlerı minden kopulduğu yönündeki propagandadan başka bir şey değildir. Böylece orduda da vitrin değişikliği yapılarak Mısır’da sıkıyönetimli, asker kökenli yönetim yerine, devletini koruma görevine sahip bir ordu ile gerici burjuva demokrasisinin uygulayıcısı sivil bir yönetimli bir rejim yerleştirmenin kapısı açılmıştır. Bu kapının açılışı aynı zamanda Mursi’nin emekliye ayırma adımıyla birlikte attığı, ordunun Haziran ayı ortalarında, başkanın yetkilerini kısıtlayan ve ordunun yetkilerini çoğaltan anayasal değişikliklerle ilgili kararnameyi de geçersiz ilan etmesiyle de desteklendi. Buna göre sözkonusu değişiklikler daha yeni anayasa yapılmadan geçersiz kılınmıştır. Mursi Başkan olarak Mısır’da daha önce Başkanların sahip olduğu yetkileri eline almıştır. Mursi’nin attığı bu panorama komutanlarını- emekliye ayırdı. Aynı biçimde kimi “gizli haber örgütü” ve özel kuruluşların yöneticileri de emekli edildi. Mursi bu adımı, “ordunun kendisini asli görevine”, “milletin korunmasına” adayabilmesi ve “yeni bir kuşakla” “daha iyi bir gelecek” yaratmak için attığını açıkladı. Mursi’nin bu adımı Yüksek Askeri Konsey ile uzlaşma temelinde atıldığı, hem ordunun takındığı – kararı tanıma- tavır, hem de emekli edilenlerin ödüllendirilmesi adımlarıyla kesinlik kazanıyor. Tantavi ve Anan hem emeklilik maaşlarını alacaklar, hem de Başkan Mursi’nin danışmanları olarak ikinci bir aylık alacaklar. Bu ikisinin bir de Mısır’ın en yüksek/ önemli madalyalarından Nil – Madalyası’yla ödüllendirilmeleri, Mursi’nin bu vitrin değişikliğini anlaşma temelinde gerçekleştirdiğini göstermektedir. Deniz Ne kadar süreceği belli değil ama ordu ile Müslüman Kardeşler arasında belli bir uzlaşma ve anlaşmanın olacağı daha 2011 yılı başlarında isyan hareketinin ateşli ortamında ortaya çıkmıştı. Resmen yasaklı olduğu halde ordunun yüksek yetkililerinin isyanı bastırmada muhatap kabul ettiği esas güçlerden biri Müslüman Kardeşler’di. Kuvvetleri Komutanı ve Yüksek Askeri Konsey üyesi General Mamiş “Süveyş – Kanalı İşletmesi Genel Müdürlüğü”ne atanırken, “Biz, önceden söz verildiği gibi iktidarı seçilmiş meşru Başkana verdik” ve “Biz kendimiz için asla iktidar istemedik” biçiminde açıklamada bulunup yapılanın normal bir prosedür olduğunu savundu. Emekli edilen askerlerin yerine doğal olarak başka askerler atandı. Medyada öne çıkarılan noktalardan biri sözkonusu bu “yenilerin” siyasi olarak “temiz” oldukları ve Mübarek döneminin “elit askeri” kesiminden kalan “miras” olmadığı noktasıdır. Gerçek durum böyle değil. Örneğin Tantavi ve Anan’ın yerine atananlar doğrudan Mübarek döneminin “elit askeri” kesiminden ve de “mirası”ndandırlar. Bunlardan General Abdülfettah El Sisi, 2011 Mart ayında protesto eylemleri sürerken “bakirelik testi” yapılmasını talep eden biri! “Siyasi olarak temiz” olma işi kitlelere yapılanın olduğundan iyi gösterilmesi ve Mübarek döne- adımla resmen yaklaşık 17 ay süren ordunun yönetimi son bulmuştur. İktidar daha Mursi’nin eline geçmemiş, ama ordunun siyasette geri plana itilmesi için bir adım atılmıştır. Bu adımla yani anayasanın oluşturulmasında ordunun etkisinin azaltılacağı bir durum sağlanmıştır. Bu gelişmenin uzlaşma temelinde mi, yoksa ordunun isteğine karşı olma temelinde mi olduğu, belirleyici değil, durumu da değiştirmiyor. “Kontrollü geçiş”te, burjuva demokrasisine doğru gidişin yolunu açan bir gelişme sözkonusudur Mısır’da. Bunun “Türkiye modeli” olarak gösterilmesi de kimin kimi örnek aldığına işaret etmektedir. Yeni anayasanın oluşturulması ve referanduma sunulmasıyla, ardından da parlamento seçimlerinin yapılmasıyla bu “kontrollü geçiş”in tamamlanacağına işaret eden gelişmelerdir bunlar. İktidar kavgasının ama bununla bitmeyeceği açıktır. 25 Ağustos 2012 27 panorama Başkan Lugo’ya “sivil darbe”! - PARAGUAY - “ 28 Topraksız köylüler için diplomasi araçları mantıksızdır. Onlara, bir dolandırıcının karısının sadece sopayla itaat ettiği gibi muamele yapılmak zorundadır.” Bu tavır, “soya kralı” diye de adlandırılan Tranquilo Favero’nun topraksızlar hakkındaki düşüncesini ortaya koymaktadır. Kendisi, faşist Strössner döneminde zenginlere yiyicilik, rüşvet temelinde bedava dağıtılan yaklaşık yedi milyon hektar topraktan, bir milyon hektar toprağı elde eden bir büyük toprak sahibi! Topraksız köylülerle büyük toprak sahiplerinin ilişkilerini yansıtan bu tavır 18. ya da 19. yüzyılın değil 21. yüzyılın, bugünün tavrı. Paraguay’da kırdaki nüfusun üçte biri topraksız. Toprakların, özellikle de ekilebilir toprağın büyük bölümü çok küçük bir azınlığın elindedir. Kimi verilere göre (Portal amerika 21.de) nüfusun %2si toprağın %82sinin sahibi. Kimi verilere göre de ekilebilir toprağın üçte ikisi (%66 cıvarı) nüfusun %10’unun elindedir. Paraguay nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırı altında %20si de açlık sınırında, “tam yoksul” diye ifade edilen durumda. Kuşkusuz ki Paraguay’ın sosyo ekonomik yapısını ortaya koyma durumunda değiliz. Ama ülkenin en temel sorunlarından birinin toprak sorunu olduğunu Paraguay’da kırdaki nüfusun üçte biri topraksız. Toprakların, özellikle de ekilebilir toprağın büyük bölümü çok küçük bir azınlığın elindedir. Kimi verilere göre (Portal amerika 21.de) nüfusun %2si toprağın %82sinin sahibi. Kimi verilere göre de ekilebilir toprağın üçte ikisi (%66 cıvarı) nüfusun %10’unun elindedir. Paraguay nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırı altında %20si de açlık sınırında, “tam yoksul” diye ifade edilen durumda. bilmek için özel bir araştırmaya gerek yok. 18 Haziran 2012 tarihli medyada “toprak savaşı” da olarak yansıtılan olaya biraz yakından bakmak bunun için yeterlidir. Bir kesim topraksız köylü, 100 aile, resmen kişiye ait olan toprağı haftalarca işgal etmiştir. Mahkeme işgalcilerin işgal ettiği topraktan atılmasına karar vermiş ve kolluk güçlerine zorla bu işi yapmaları emrini vermiştir. Kolluk güçleri bu “görevini” yerine getirmeye çalıştığı yerde çatışmalar çıkmış ve 11 köylü ile 7 polis ölmüş, yüzlerce köylü yaralanmıştır. Her burjuva devlette olduğu gibi Paraguay’da da devlet yetkilileri bu olaylardan köylüleri sorumlu tutmuştur. Olayın kendisi ve gerçek suçluları karanlıkta bırakılırken, köylülere karşı soruşturmalar başlatıldı, tutuklamalar gerçekleştirildi. Haziran ayı ortalarında yaşanan bu çatışma, ülkenin büyük bir sorununun küçük bir parçasıdır. Peki ama bunun Başkan Lugo’ya karşı “sivil darbe” ile ne ilişkisi var? 2008 yılında başkanlık seçimini kazanan “Kurtuluş Teolojisi” savunucusu Piskopos Fernando Lugo, 15 Ağustos 2008’de başkanlık koltuğuna otururken, ülkenin en temel sorunlarından biri olan toprak sorununa, bir “toprak reformu” ile çözüm bulacağını düşünüyordu. Lugo yoksullara yardım etmek istedi- sadece Parlamento ve Senato’nun çoğunluğuna değil, zengin toprak sahiplerinin de engeline takılmıştır. Evet nüfusun %2’sinin elinde toprağın %82’si varsa ve birileri bu durumu değiştirmeye kalkışırsa, bu toprak sahiplerinin saldırısına maruz kalacaktır. Yoksullara yardımda egemenlere karşı zor’u reddeden, “barışçıl” temelde protesto dışında mücadele etmeyen bir yaklaşımla -Lugo’nun yaklaşımı budur-, ülkenin ekonomik ve siyasi kaderini belirleyen bu zengin kesimin iktidarına son verilemez. Somutta bırakın bunların iktidarına son vermeyi, “toprak reformu” düşüncesinin kendisi bile Lugo’yu Başkanlıktan etmeye yet- Parlamento ve Senato’da çoğunluk karşı tarafın elindeydi. 61 sene yöneten, köşebaşlarını kapmış olanların temsilcileri Parlamento ve Senato’da çoğunluğu oluşturduklarından Lugo’nun çabaları her seferinde bloke ediliyordu. Bu temelde de “toprak reformu” da düşüncede kaldı! Yaklaşık dört sene Başkanlık koltuğunda kalan Lugo, bu dönemde Paraguay’da burjuva demokrasisine dönüşüm sağlamada önemli hiç bir adım atamamıştır. Ülkede gerçekte burjuva demokrasisinin yelleri bile esmemiştir. “Toprak reformu” ise miştir! Paraguay Anayasası’na göre Parlamento siyasi temelde Başkan’a karşı onun görevinden alınması için dava açabilir ve bundan sonra da Senato bu konuda karar verebilir. Açıkçası Parlamento ve Senato’da Başkan, çoğunluk tarafından desteklenmiyorsa, bir de çoğunluğun karşı olduğu konularda Başkan karar vermeye kalkışıyorsa, böylesi bir Başkan uzun süre koltuğunda kalamaz! İlginç olan aslında Lugo’nun şimdiye kadar koltuğunda kalmış olmasıdır. panorama ğinden, yoksullar O’nu seçmiş ve yaklaşık 61 yıl süren Colorado Partisi dönemini kesintiye uğratmıştı. Lugo’nun 2008 yılındaki seçimi aynı zamanda Latin Amerika’da “sol rüzgarın” esmeye devam ettiği biçiminde de yorumlanmış ve Lugo “sol” başkanlar arasında yerini almıştı. Rüşvete, yiyiciliğe, genel olarak yoksullara yapılan haksızlıklara karşı mücadele edeceğini ilan etmişti. Lugo’nun bu konuda samimi olduğunu düşünsek bile, yaşamın gerçekliği Lugo’nun bu isteğini yerine getirmesine izin vermiyordu. Oyların %40-41’i Lugo’nun Başkan seçilmesine yetmişti ama bu isteklerini gerçekleştirebilmek için gerekli olan 29 panorama 30 21/ 22 Haziran’da jet hızıyla, Lugo’ya kendisini savunması için bile yeterli zaman verilmeden –“normal” bir hırsıza bile kendisini savunmak için öngörülen zaman 18 gün iken, Lugo’ya yedi saatten az bir zaman tanınmıştır- görülen “görevden alma davası”nda Senato Lugo’yu görevden almaya karar verdi. Lugo, gerçekte görevden alınmasını gerektirecek herhangi bir yanlış iş yapmamıştı. Kararın kendisi siyasidir ve perde arkasında ekonomik çıkarlar vardır. Buna rağmen ama Lugo bu karara “boyun eğmiştir” ve bunu da “kan dökülmesini ve ülkenin kan gölüne dönmesini engellemek” için yaptığını açıkladı. Bundan önemlisi ama Lugo’nun Başkan iken ne yaptığını kendi ifadeleriyle öğrenmektir. Kendisine karşı yapılan “sivil darbe”nin esasında sosyal gruplarla çok ilişki kurmasına karşı gerçekleştiğini anlatırken şunları da söylemektedir: “Biz hiç sosyalist önlemlere başvurmadık. (Lugo bundan devletleştirmeyi anlamaktadır! BN) Biz oyunun kurallarını kabul ettik. Uluslararası örgütlerle de iyi ilişkiler vardı ve ekonomik göstergeler de onların istediği ölçülere uygundu. Ekonomi gelişiyordu, enflasyon kontrol altındaydı ve uluslararası ilişkiler geliştirildi, borçlar zamanında ödendi... biz iyi çalıştık. Ama bir tehlike vardı. Değişim sürecinin devam etmesi. Bu onları rahatsız etti. Ekonomi alanında biz uyumluyduk, ama siyasi olarak sosyal gruplarla fazla ilişkimiz vardı.” (Portal amerika21.de, 13 Ağustos 2012) Evet Lugo “oyunun kurallarını” kabul etmiştir. Ama yine de işlerine yaramamıştır. Bunun “toprak reformu” isteğinin yanısıra uluslararası tekellere karşı tavır ile Lugo’nun ABD yerine komşu ülkelerle –Arjantin, Brezilya ve Bolivya vd.- ilişkileri geliştirmeye çalışması da önemli rol oynamıştır. “Sivil darbe”den sonra Başkanlığa Lugo’nun yardımcısı olan Federico Franco getirildi ve başkanlık seçimleri ertelenmezse ya da seçimlerde Franco aday olup kazanmazsa, gelecek sene 15 Ağustos’a kadar bu görevi sürdürecek. Lugo’nun görevden alınmasının hemen ertesinde atılan kimi adımlara baktığımızda bu “darbe”nin perde arkasında nelerin olduğunu görebilmek mümkün oluyor. Paraguay’da egemen olan kesim uyuşturucu tüccarları, soya üreticileri ve uluslararası tarım tekelleridir. Genleri değiştirilmiş Soya tohumunun ithaline izin verilmesi, Soya ihracatı vergisinin kaldırılması, Strössner döneminden kaldığı söylenen 80 Milyon ABD Doları borcun ödeneceğinin açıklanması –Lugo böylesi bir borcun olmadığını söyle- mektedir- ve uluslarası tekellerden Rio Tinto Alcan’a Paraguay’da aluminyum üretme izni vb. Lugo ve “sol cephe” bu “sivil darbe”yi protesto ettiler. Ama en başından itibaren Lugo protestoların barışçıl olmasını talep etmiş ve kendisinin barışçıl olmayan protestolarda yer almayacağını, buna karşı olduğunu ilan etmiştir. Lugo taraftarları da buna uygun davranmıştır. Lugo kendisine karşı gerçekleştirilen bu adıma karşı barışçıl protestolarda yer alırken, 22 Haziran öncesini demokratik bir dönem olarak gördüğünden, bu adımın geri alınmasını demokrasinin yeniden sağlanması olarak lanse etmektedir. Bu noktada da kitlelerin bilincini karartıyor piskopos! Avukatların yapılanın anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle –özellikle savunma için gerekli sürenin tanınmaması durumu- birkaç kez mahkemeye başvurmaları da sonuçsuz kalmıştır. En son açıklamasına göre Lugo gelecek seçimlerde “sol cephe”nin Parlamento ve Senato’da başarı elde etmesine yardımcı olacak ama başkanlığa aday olmayacak. Paraguay içindeki gelişmeler özetle böyle iken, bu gelişmenin Latin Amerika’daki yansıması ise kısaca şöyledir. Yapılanı “darbe” olarak değerlendiren ve Lugo yerine başkanlık koltuğuna oturan Franco’yu meşru başkan olarak kabul etmeyen “Güneyin Ortak Pazarı” (Mercosur) ve “Güney Amerika Milletler Birliği” (Unasur) Paraguay’ın üyeliğini dondurdu. Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğu Paraguay’da yapılanın karşısında ve demokratik seçimlerin yapılmasını talep etmektedirler. Bu arada 2006 yılından beri Venezüela’nın resmen Mercosur’a üye olmasını engelleyen Paraguay’ın üyeliği dondurulduğundan, bu formel adımın atılmasının önünde herhangi bir engel kalmamıştı ve 31 Temmuz’da Venezüela resmen de Mercosur üyesi ülke oldu. Türkiye’de her şeyin mümkün olduğunu ifade eden “Burası Türkiye!” tanımına uygun olarak “Burası Latin Amerika!” demek mümkündür. Dünyanın her yerindeki gelişmeleri takip etmeye çalıştığımız gibi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeleri de takip etmeye devam edeceğiz tabii ki. “Sol rüzgarların” esmeye son verdiği ve yeniden “sağ rüzgarın” estiği bir durum sözkonusu olursa, işçiler, emekçiler, yoksul köylüler için yaşam daha da kötü olacaktır. Görev “rüzgarlara” kapılmadan kapitalist sisteme karşı işçi sınıfı önderliğinde devrimler için mücadeleyi güçlendirmek, geliştirmektir. 26 Ağustos 2012 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Kişiye Tapma Sorunu ve Stalin Stalin, 30 Nisan 1932’de Alman yazarı Emil Ludwig ile bir görüşme yapar. Bu mülakatta Stalin “Bana gelince, ben yalnızca Lenin’in bir öğrencisiyim, yaşamımın hedefi, Lenin’e yaraşır bir öğrenci olmaktır” der. Kişiye Tapma Sorunu ve Stalin Stalin’in en fazla eleştirildiği konulardan bir tanesi de, “kişiye tapma” sorunudur. Emperyalist burjuvazi ve onun çanak yalayıcılarının Stalin’e saldırması tesadüfi değildir. Stalin, ilk proleter devletin pratik devamcısı ve ilerleticisi idi. O, emperyalist burjuvaziye korku salmıştı. Nazi ordularını yenen ve Berlin’e kadar kovalayan Sovyet Kızıl Ordusunun başkomutanı idi Stalin. Emperyalist burjuvazi, Sovyetler Birliği’ni yıkamamış tam tersine kimi ülkeler emperyalist dünya sisteminin dışına çıkmıştı. Bu yüzden emperyalist burjuvazinin Stalin düşmanlığı anlaşılır bir durumdur! Çünkü emperyalist burjuvazi, Stalin’i karalamak için tarih çarpıtıcılığı yapmakta ve sahte belgeler üretmektedir. Gizli servislerin laboratuvarlarında üretilen sahte belgeler ile bilinçler karartılmaktadır. Emperyalist burjuvazi, Nazizm ve Stalin’i aynı çuvala koymakta, Kızıl Ordunun Stalin önderliğinde verdiği tarihin en fedakâr savaşımını görmezden gelmekte- 31 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası dir. Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma işini sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine “Marksizm” adını takanlar da bu koroya katılıyor. “Marksizm”, “Leninizm” etiketli gruplar sosyalizm düşmanlığını, Stalin’e saldırarak gizlemeye çalışıyor. Stalin, yaşadığı dönemde kendisine yöneltilen eleştirilere cevap vermişti. Parti düşmanı akımlara karşı ideolojik mücadele yürütmüştü. Stalin öldükten sonra, Stalin’e karşı saldırı kampanyasını Kruşçev XX. Parti Kongresinin gizli oturumunda yaptığı konuşma ile başlattı. Kruşçev, “gizli raporu”unu hemen hemen bütünü ile “kişiye tapma” konusuna ayırmıştı. Biz bu yazımızda, “kişiye tapma” sorununu ve kimi gerçek- ölümünden sonra Komünist Partinin birinci sekreterliğine getirilir. Kişiye tapma ve Kruşçev’in yalanları Kruşçev, SBKP’nin XX. Kongresi’nin kapalı oturumunda “kişi kültü ve bunun sonuçları” üzerine bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmada Stalin’e saldırırken, raporunun önemli bölümünü “kişiye tapma” sorununa ayırmıştı. Kruşçev ve Stalin’in “kişiye tapma” bağlamında tavırlarının karşılaştırılmasında fayda var. Stalin “eleştirmen”leri, Stalin’i okumuyor. Burjuvazinin ve “Marksist” etiketlilerin yalan makinelerine kanılarak güya Stalin eleştiriliyor. Şimdi biraz Kruşçev aynı konuşmasında ‘Stalinizm’ terimini de üretmede bir sakınca görmüyor ve şöyle diyordu: “Bizim Anayasamız, dünyanın altıda birinde zafere ulaşmış olan Marksizm-LeninizmStalinizmdir.” (aynı yerde) Kruşçev Ocak 1937’de Moskova’da, Grigori Piyatakov ile Karl Radek’in yargılandığı davanın duruşması sırasında 200.000 kişilik bir dinleyici kitlesi karşısında şöyle nutuk atıyordu: “Onlar ellerini Stalin yoldaşa kaldırmak suretiyle, ellerini insanlığın sahip olduğu en değerli şeye kaldırmışlardır. Çünkü Stalin umuttur; O beklentidir; O bütün ilerici insanlığa yol gösteren fenerdir. Stalin bizim bayrağımızdır! Stalin bizim irademizdir! Stalin bizim zaferimizdir!” 32 leri okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz. Nikita Kruşçev 1918’de Bolşevik Partiye üye olur. Ocak 1919’da Kızıl Orduya katılır. Kruşçev 1933’te Moskova bölge komitesi ikinci sekreterliğine yükselir. 1935’te Moskova parti teşkilatının birinci sekreteri olur. 17. Parti Kongresinde, Merkez Komitesinin tam üyeliğine seçilir. Aynı yıl Yüksek Sovyet Prezidyumu yedek üyeliğine getirilir. 1939’da Politbüro üyeliğine seçilir. 1943’te Stalingrad kuşatmasında Kızılordu kuvvetlerine komuta eder. 1944’te Ukrayna Meclisinin başkanlığına getirilir.1949’da Moskova bölgesi parti başkanlığına yeniden seçilir. 1953’te Stalin’in geriye gidelim ve Kruşçev’in ne dediğine bakalım. Kruşçev Ocak 1932’de Moskova Parti Konferansı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Her zamankinden daha sıkı bir biçimde Leninist Merkez Komitesi’nin ve Partimizin ‘vojd’u (Hitler için kullanılan führer kelimesine denk düşen bir kelime) Stalin Yoldaşın etrafında kenetlenen Moskova Bolşevikleri, sevinç ve güven içinde sosyalizm ve dünya proleter devrimi uğruna savaşımda yeni zaferlere doğru yürüyorlar.” (Raboçaya Moskva, 26 Ocak 1932, L. Pistrak, Büyük Taktisyen: Kruşçev’in İktidara Gelişi, Londra, 1961, s. 159,İngilizce, Bu kitaptan yaptığımız kavganın doğrusu / doğrunun kavgası revizyonistler, Stalin’e övgüler yağdırıyordu. Stalin’e en çok övgü yağdıranlar, daha sonra en ateşli “kişiye tapmaya karşı” savaşçılar şeklinde ortaya çıktılar. Kruşçev, XX. Parti Kongresi’nde Stalin nezdinde Marksizme-Leninizme karşı saldırıyı başlatmıştı. Kruşçev XX. Parti Kongresine sunduğu resmi raporda, “kişiye tapmayla mücadele” konusunda Stalin’in ismini vermeden değinmişti. SBKP XX. Parti Kongresinin resmi çalışmaları içinde Stalin’in ismi verilerek herhangi bir eleştiri getirilmedi. Kruşçev XX. Parti Kongresinin resmi çalışmaları içerisinde Stalin’i açıkça “eleştirme”ye cesaret edemiyordu. Kruşçev XX. Parti Kongresi sona erdikten sonra Moskova’da bulunan parti delegelerini gizli bir toplantıya çağırdı. Moskova’da bulunan kongre delegelerine “gizli oturum”da Kruşçev, XX. Parti Kongresinin seçtiği Merkez Komitesi adına “kişiye tapma ve sonuçları” başlıklı “gizli” raporunu okudu. Bu “gizli rapor” birkaç gün sonra Batı basınında tezler halinde yayınlandı. Bir ay sonrada “gizli rapor”un tam metni ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından İngilizce olarak yayınlandı. SBKP adına Nikita Kruşçev ise, böyle bir raporun olmadığını, bu “rapor”un CIA’nın uydurması olduğunu açıklıyordu! Stalin’in Sovyet Halkları ve Dünya Komünist Hareketi içerisinde haklı bir otoritesi vardı. İşte bu yüzden revizyonistler, ilk planda Stalin’e açıkça saldırma cesaretine sahip değillerdi. Revizyonistler, yalan ve iftiralarını taksit taksit sunma yoluna başvurdular. Bütün anti-komünist ve karşı devrimci yayınlar, Kruşçev’in yalanlarını yayma görevini üstlenmişti. Diğer taraftan “Marksist” geçinenler de, emperyalist burjuvazinin yedeğinde hareket ediyordu. Kruşçev’in XX. Parti Kongresi ile Stalin’e karşı başlattığı iftira kampanyası, bugün de tüm Stalin düşmanlarının beslendiği bir kampanyadır. Montclair Devlet Üniversitesi profesörü tarihçi Grover Furr, SBKP XX. Kongresinde Nikita Kruşçev’in yaptığı konuşmayı ayrıntılı olarak inceledi. Kruşçev’in Stalin hakkında ileri sürdüğü 61 iftirayı ele aldı ve “Anti-Stalinist İhanet” adlı kitabını yazdı. Kitap, yayınlandıktan sonra binlerce okuyucuya ulaştı ve Rusça’ya da çevrildi. Grover Furr, komünist veya Stalinist bir kişi değildir. S. Hartsizov, Grover Furr ile “Anti-Stalinist İhanet” kitabı üzerine bir röportaj yaptı. Bu röportaj, Stalin Arşivi tarafından Türkçeye çevrildi ve internet ortamında okunabilinir. Grover Furr’un “Anti Stalinist İhanet” kitabı Yordam Kitap tarafından “Kruşçev’in Yalanları” başlığı ile Türkçeye çevrildi. Grover Furr, Kruşçev’in Stalin ✒ tüm alıntıların çevirisi Garbis Altınoğlu’na aittir.) Kruşçev, Ağustos 1936’da Lev Kamenev ve Grigori Zinovyev’in yargılandığı duruşmalar hakkında şöyle diyordu: “Sefil cüceler! Onlar ellerini insanların en büyüğüne,… bilge ‘vojd’umuz Stalin Yoldaşa karşı kaldırdılar… Sen Stalin Yoldaş, Marksizm-Leninizmin yüce bayrağını bütün dünyanın önünde yükseklere kaldırdın ve onu ileriye taşıdın. Stalin Yoldaş, Stalinist Merkez Komitesi’nin sadık destekçisi olan Moskova Bolşevik örgütü Stalinist uyanıklığını daha da arttıracak, Troçkist-Zinovyevist kalıntıların kökünü kazıyacak ve Partinin saflarını ve Partili-olmayan Bolşevikleri Stalinist Merkez Komitesi ve büyük Stalin’in etrafında daha da sıkı bir biçimde birleştirecektir.” (Pravda, 23 Ağustos 1936, age, s. 162,) Kruşçev, Kasım 1936’da Sekizinci Tüm-Birlik Sovyet Kongresi’nde yeni Sovyet Anayasasının ‘Stalinist Anayasa’ olarak adlandırılmasını önerir. Kruşçev “… o başından sonuna kadar Stalin Yoldaşın kendisi tarafından kaleme alınmıştı” der. (Pravda, 30 Kasım 1936, adı geçen yapıt, s. 161) Kruşçev aynı konuşmasında ‘Stalinizm’ terimini de üretmede bir sakınca görmüyor ve şöyle diyordu: “Bizim Anayasamız, dünyanın altıda birinde zafere ulaşmış olan Marksizm-Leninizm-Stalinizmdir.” (aynı yerde) Kruşçev Ocak 1937’de Moskova’da, Grigori Piyatakov ile Karl Radek’in yargılandığı davanın duruşması sırasında 200.000 kişilik bir dinleyici kitlesi karşısında şöyle nutuk atıyordu: “Onlar ellerini Stalin yoldaşa kaldırmak suretiyle, ellerini insanlığın sahip olduğu en değerli şeye kaldırmışlardır. Çünkü Stalin umuttur; O beklentidir; O bütün ilerici insanlığa yol gösteren fenerdir. Stalin bizim bayrağımızdır! Stalin bizim irademizdir! Stalin bizim zaferimizdir!” (Pravda, 31 Ocak 1937, adı geçen yapıt, s. 162) Kruşçev Mart 1939’da Stalin’i, “… büyük dahimiz, sevgili Stalinimiz” ( adı geçen yapıt, s. 164) diye tanımlıyor ve Parti’nin Mart 1939’daki 18. Kongresi’nde onun için, “… insanlığın en büyük dehası, bize Komünizm yolunda önderlik eden öğretmen ve ‘vojd’, bizim Stalin’imiz” ( adı geçen yapıt, s. 164) ve Mayıs 1945’de Stalin’i, “… Zaferin büyük Mareşali” (adı geçen yapıt, s. 164) olarak selamlıyordu! Moskova duruşmaları hakkında “radikal” değerlendirmeler yapan ve Stalin’e dalkavukça sözler söyleyen Kruşçev, XX. Parti Kongresinde daha önce söylediklerini unutacaktı! Stalin’e övgüler dizen sadece Kruşçev değildi. Parti içerisinde gizlenen tüm 33 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 34 hakkında ileri sürdüğü 61 iddianın yalan olduğunu ve bu yalanları kanıtları ile birlikte ortaya koymaktadır. Kişiye tapma ve Stalin’in Yaklaşımı Şimdi Stalin’in “kişiye tapma” bağlamında yaklaşımının ne olduğunu ortaya koyalım. Ama okuyucuyu sıkma pahasına da olsa, Stalin’den çokça alıntı yapmayı gerekli görüyoruz. Çünkü Stalin’in görüşlerinin önemli olduğunu düşünüyoruz. Stalin, 8 Haziran 1926’da “Tiflis Ana Demiryolu Atölyeleri İşçilerinin Karşılama Söylevlerine Yanıt”ında şunları söyler: “Yoldaşlar! İzninizle herşeyden önce, burada işçi temsilcileri tarafından yapılan karşılama söylevlerine dostça teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. Sizlere şunu tüm içtenliğimle ifade etmeliyim ki yoldaşlar, burada aldığım övgülerin yarısını bile hak etmiş değilim. Anlaşıldığı kadarıyla ben, Ekim’in kahramanı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderi, Komintern’in önderi, efsanevi bir yiğit ve daha kimbilir nelerim. Bütün bunlar saçma, yoldaşlar ve tamamen gereksiz bir abartma. Bu tonda, genellikle, ölmüş bir devrimcinin mezarı başında konuşulur. Benim ise ölmeye daha niyetim yok.” (Stalin, Eserler Cilt 8, İnter Yayınları, sf. 150) Stalin, 23 Ekim 1927’de SBKP(B)MK ve Merkezi Kontrol Komisyonu Ortak Plenumunda bir konuşma yapar. Stalin “Önceki Ve Şimdiki Troçkist Muhalefet” üzerine görüşlerini ortaya koyar. Bilindiği gibi Troçkistlerin hedefinde Stalin vardır. Stalin “Stalin’i bırakalım, Stalin önemsiz bir adamdır” der. (Stalin, Eserler Cilt 10, İnter Yayınları, sf. 147) Stalin bu konuşmasında Troçkistlerin Lenin’e saldırmaları ile ilgili örnekler verir. Stalin her zaman Lenin’in öğrencisi olduğunu vurgulamayı gerekli görür. Stalin doğumunun 50. yıldönümünde, tebriklerini yollayan tüm örgütlere ve yoldaşlara şu cevabı verir: “Tebriklerinizi ve selamlarınızı, beni kendisinin benzeri olarak yaratan ve eğiten işçi sınıfının büyük partisiyle ilgili görüyorum. Ve bunları sadece şanlı Leninist Partimizle ilgili gördüğüm için, sizleri Bolşevik teşekkürle yanıtlama hakkı görüyorum kendimde.” (Stalin, Eserler Cilt 12, İnter Yayınları, sf. 127) 15 Mart 1930’da Pravda’da “Başarı Sarhoşluğuna Kapılmak” başlıklı bir makale yayınlanır. Bu makalede kollektif çiftlik hareketinin sorunları tartışılırken şöyle denilir: “Ne var ki başarıların, özellikle de nispeten “kolay”, deyim yerindeyse “beklenmedik” biçimde elde edilen başarıların karanlık yanı da vardır. Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma işini sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine “Marksizm” adını takanlar da bu koroya katılıyor. “Marksizm”, “Leninizm” etiketli gruplar sosyalizm düşmanlığını, Stalin’e saldırarak gizlemeye çalışıyor Böyle başarılar, zaman zaman, kibir ve kendini beğenmişlik üretebilmektedir: “Herşeyi yapabiliriz!”, “bizim için herşey çocuk oyuncağı!” Bu başarılar insanları sık sık sarhoş etmekte, insanlar başarı sarhoşluğuna kapılmakta, ölçüyü kaçırmakta, gerçekliği anlama yeteneğini yitirmekte, kendi güçlerini abartma, düşmanın güçlerini ise küçümseme eğilimi ortaya çıkmakta, sosyalist inşanın bütün sorunlarını “kaşla göz arasında” çözmeye yönelik maceracı girişimler yaşanmaktadır.” (Stalin, Eserler Cilt 12, İnter Yayınları, sf. 169) Stalin, “Kollektif Köylü Yoldaşlara” verdiği yanıtta şunları söyler: “Bazıları, “Başarı Sarhoşluğuna Kapılmak” adlı makalenin Stalin’in kişisel inisiyatifinin bir sonucu olduğunu düşünüyorlar. Bu elbette saçma. MK’mız, böyle bir meselede, kim olursa olsun birisine kişisel inisiyatifiyle davranma izni vermek için orada değil, MK bu konuda ayrıntılı araştırmalar yapmıştır. Ve hataların derinliği ve boyutu ortaya çıktığında, 15 Mart 1930 tarihli ünlü kararını yayınlayarak, otoritesinin bütün gücüyle hatalara karşı darbe indirmekte bir an bile tereddüt etmemiştir.” (Stalin, Eserler Cilt 12, İnter Yayınları, sf. 186) Görüldüğü gibi Stalin kendisini ön plana çıkaranlara karşı çıkmakta ve MK’nın yaptığı araştırmalar sonucu, ortaya çıkan hatalar bağlamında tavır takınıldığını anlatmaktadır. Stalin kendisini değil, kollektif yapıyı ön plana çıkarmaktadır. Doğru olan da budur. Stalin Ağustos 1930’da “Şatunoski Yoldaşa Mektup”unda şunları yazar: ““Bana karşı “bağlılı- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası şinin kararları her zaman ya da neredeyse her zaman tek yanlı kararlardır. Her kurulda, her kollektifte, düşüncesinin hesaba katılması gereken insanlar vardır. Her kurulda, her kollektifte, yanlış düşünceler de ifade edebilecek olan insanlar vardır. Üç devrimin deneyimleri temelinde, tek tek kişiler tarafından alınmış ve kollektif olarak sınanıp düzeltilmemiş yüz karardan yaklaşık doksanının tek yanlı olduğunu biliyoruz. Tüm Sovyet ve Parti Örgütlerimizi yöneten yönetici organımız, Parti Merkez Komitesi, yaklaşık yetmiş üyeden oluşuyor. MK’nın bu yetmiş üyesi arasında, bizim en iyi sanayi uzmanlarımız, en iyi kooperatifçilerimiz, en iyi ikmal uzmanlarımız, en iyi askeri uzmanlarımız, en iyi propagandistlerimiz, en iyi ajitatörlerimiz, en iyi Kollektif çiftlik, uzmanlarımız, en iyi bireysel köylü çiftliği uzmanlarımız, Sovyetler Birliği uluslarının ve ulusal politikanın en iyi uzmanları bulunuyor. Bu Areopaj’da (Atina’da yüksek Mahkeme -Ç N.) Partimizin bilgeliği yoğunlaşmıştır. Herkes, bir diğerinin düşüncesini, önerisini düzeltme olanağına sahiptir. Herkes deneyimlerini katma olanağına sahiptir. Böyle olmasaydı, kararlar tek kişiler tarafından alınsaydı, çalışmamızda en ciddi hatalar bulunurdu. Fakat herkes, tek tek kişilerin hatasını düzeltme olanağına sahip olduğundan ve bu tür düzeltmeleri dikkate aldığımızdan, az çok doğru kararlara varıyoruz.“ (age. s. 101) Stalin, yaşamı boyunca Lenin’in öğrencisi olduğunu belirtmiş ve bu öğretiye bağlı kaldığını defalarca açıklama gereği duymuştur. Stalin 16 Şubat 1933’te “İ.N Bajanov Yoldaş’a Mektup”unda şunları söyler: “Çalışmam karşılığında taltif olarak bana ikinci nişanınızı devrettiğiniz mektubunuzu aldım. İçten sözleriniz ve dostane armağanınız için size çok teşekkür ederim. Benim için neden vazgeçtiğinizi biliyorum ve düşüncenizi taktir ediyorum. Buna rağmen ikinci nişanınızı kabul edemem. Onu yalnızca siz hak ettiğiniz için, o yalnızca size ait olabileceği için değil, bilakis yoldaşların bana gösterdiği saygı ve iltifattan dolayı zaten yeterince ödüllendirildiğim ve bu yüzden onu sizden gaspetmeye hakkım olmadığı için de, kabul edemem ve etmemeliyim. Nişanlar, zaten ünlü olan kişiler için değil, bilakis esas olarak az tanınan ve herkese tanıtılması gereken kahramanlar için belirlenmiştir. Ayrıca şimdiden iki nişana sahip olduğumu size söylemeliyim. Bu fazlasıyla yeterlidir-bundan emin olunuz.” (Stalin, Eserler Cilt 13, İnter Yayınları, sf. 211) ✒ ğınızdan” söz ediyorsunuz. Bu sözlerin ağzınızdan tesadüfen dökülmüş olması mümkündür. Mümkündür... Ama eğer bu sözcükler ağzınızdan tesadüfen çıkmadıysa, o zaman size kişilere karşı bağlılık “prensibi”nden vazgeçmeyi öğütlerim. Bu Bolşevik bir tarz değildir. İşçi sınıfına, onun partisine, devletine bağlı olun. Bu gerekli ve iyidir. Ama bu bağlılığı kişilere karşı bağlılıkla, bu boş ve yararsız aydınca tumturaklı parlak sözlerle karıştırmayın.” (Stalin, Eserler Cilt 13, İnter Yayınları, sf. 28) Kruşçev ile Stalin arasındaki farklılığa örnekler vermeye devam edelim. Stalin, 30 Nisan 1932’de Alman yazarı Emil Ludwig ile bir görüşme yapar. Bu mülakatta Stalin “Bana gelince, ben yalnızca Lenin’in bir öğrencisiyim, yaşamımın hedefi, Lenin’e yaraşır bir öğrenci olmaktır” der. Stalin ile Emil Ludwig arasında geçen konuşmanın bir bölümü şöyledir: “Ludwig. Marksizm tarihte olağanüstü kişiliklerin rolünü yadsıyor. Materyalist tarih anlayışıyla, sizin buna rağmen tarihi kişiliklerin olağanüstü rolünü kabul etmeniz olgusu arasında bir çelişki görmüyor musunuz? Stalin. Hayır, burada bir çelişki yok. Marksizm olağanüstü kişiliklerin rolünü ya da tarihi insanların yaptığı olgusunu asla yadsımıyor. Marx’ta “Felsefe’nin Sefaleti’nde ve başka eserlerinde, tarihi tam da insanların yaptığı üzerine açıklamalar bulabilirsiniz. Ancak insanlar tarihi hayal güçlerine göre, akıllarına geldiği gibi yapmazlar. Her yeni kuşak, karşısında bu kuşak dünyaya geldiğinde, hazır biçimde mevcut olan belirli koşullar bulur. Ve büyük adamlar ancak bu koşulları doğru anlamayı ve nasıl değiştirileceklerini bilmeyi başardıkları ölçüde önemlidirler. Bu koşulları anlamazlarsa ve onları hayal güçlerine göre değiştirmeye kalkarlarsa, bu kişiler Don Kişot’un durumuna düşerler. Bu suretle tam da Marx, insanları asla koşulların karşısına koymamak gerektiğini öğretir. Tarihi insanlar yapar, ama yalnızca hazır biçimde karşılarında buldukları koşulları doğru anladıkları ölçüde ve ancak bu koşullanın nasıl değiştirileceğini bildikleri ölçüde. En azından biz Rus Bolşevikleri Marx’ı böyle anlıyoruz. Ve biz Marx’ı birkaç on yıl inceledik.” (Stalin, Eserler Cilt 13, İnter Yayınları, sf. 100.101) (...) “Ludwig. Oturduğumuz masanın çevresinde 16 sandalye var. Yurtdışında bir yandan, SSCB’nin, her şeye ortak karar verilmesi gereken bir ülke olduğu biliniyor, öte yandan ise, her şeye bir tek kişinin karar verdiği biliniyor. Gerçekten kim karar veriyor? Stalin. Hayır, bir tek kişi karar veremez. Bir tek ki- 35 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 36 Stalin, 13 Mayıs 1933’te Albay Robins’le bir görüşme yapar. Albay Robins, “Tüm Rusya’da Lenin-Stalin adlarına her yerde rastladığı”nı belirtir. Stalin, Albay Robins’e “Bu bir abartma. Kendimi Lenin’le nasıl kıyaslayabilirim” şeklinde cevap verir. (Stalin, Eserler Cilt 13, İnter Yayınları, sf. 232) 1937 yılında SSCB’yi ziyaret eden ve Stalin ile de görüşen yazar Lion Feuchtwanger’in anlatımları şöyle: “Kendisine yapılan bir tarzda ilahlaştırma, belli ki Stalin’in canını sıkıyor ve kimi zaman bununla alay ediyor. Yakın dost çevresi için verdiği küçük bir yemekte, diye anlatılıyor, bardağını kaldırıyor ve şunu söylüyor: “Halkların eşi bulunmaz önderi, büyük dahi Stalin yoldaşın şerefine içiyorum. Hadi bakalım dostlarım, bu, burada ve bu yıl şerefime kaldırılacak son tost olacaktır.” “Stalin tanıdığım iktidar sahibi adamların içinde en yalın olanı. Kendisiyle, kendi kişiliğiyle yürütülen kaba ve ölçüsüz kült üzerine açık sözlülükle konuştum ve o da açık sözlülükle yanıtladı... Kendi kişiliğinin abartılı bir şekilde yüceltilmesinin kabalığına ilişkin olarak omuzlarını silkiyor. ... Bu tür abartıların ardında rejimi daha sonra kabul eden ve şimdi sadakatlerini iki kat bir yoğunlukla kanıtlamaya çalışan adamların kastının bulunduğunu tahmin ediyor. Evet, kendisini bu yolla gözden düşürmeye çalışan zararlı unsurların niyetinin bu işin ardında olabileceğini olanaklı görüyor. “Yalaka bir deli” diyor kızgınlıkla, “yüz düşmandan daha çok zarar verir.” (Lion Feuchtwanger, Moskova 1937, Dönüşüm Yayınları, sf. 70-71). 1938 yılı başlarında Komsomol Merkez Komitesi yönetimindeki çocuk kitapları yayınevi Detizdat, Stalin’in çocukluk dönemi hakkında öykülerden oluşan bir kitapçık yayımlamak ister. Kitapçığın taslağı Stalin’e gönderilir. Stalin, 16 Şubat 1938’de Detizdat Yayınevine şöyle yazar: “Stalin’in Çocukluğu Hakkında Öyküler”in yayımlanmasına kesinlikle karşıyım. Kitapçık bir yığın olgusal hata, tahrifat, abartı ve hak edilmemiş övgülerle dolu. Hikâye meraklıları, uydurukçular (belki de “iyi niyetli” uydurukçular) ve dalkavuklar yazarı yanılgıya sürüklemiş. Yazar için üzgünüm, fakat olgu olgudur. Ancak esas olan bu değildir. Esas olan şudur ki kitapçık Sovyet çocuklarının (ve genelde Sovyet insanlarının) bilincinde büyük şahsiyetler, önderler, kusursuz kahramanlar kültünü yerleştirmek eğilimini taşıyor. Bu tehlikelidir, zararlıdır. “Kahramanlar” ve “kalabalıklar” teorisi Bolşevik bir teori değildir, bir SR (eSeR, “Sosyalist Revolusyoner” partisi - C. B.) teorisidir. SR’ler der ki halkı halk yapan kahramanlardır, onu kalabalıktan halka dönüştürürler. Bolşevikler ise SR’lere kahramanları halk yaratır diye yanıt verirler. Kitapçık SR’lerin değirmenine su taşıyor. Böylesi her kitapçık SR’lerin değirmenine su taşıyacaktır, bizim ortak davamıza, Bolşevizm davamıza zarar verecektir. Kitapçığı yakmanızı tavsiye ediyorum.” (David Brandenberger, “Stalin as symbol: a case study of the personality cult and its construction”, çeviri: Candan Badem. Ayrıca bkz.: http://gazete.halkcephesi.net/yazilar/ index.php?option=com_content&view=article&id= 561:stalin-ve-kii-kueltue&catid=37:politik-yorumlar&Itemid=501) Yaptığımız uzun alıntılarda görüldüğü gibi Stalin, “kişi kültü”nün yaratılmasından oldukça rahatsızdır. Her türden anti-Stalinistlerin iddiasına göre, Stalin özellikle 1930’lardan başlayarak parti içindeki muhalefeti ezmiş ve kendi adının çevresinde bir “kült” yaratmıştır! İddia budur. Ama bu iddianın tarihsel gerçeklikle ve Stalin’in yaklaşımıyla hiçbir ilgisi yoktur. Sovyet basınında ve SBKP(B) içinde Stalin hakkında “aşırı övücü” ifadelerin yer almış olduğu doğrudur ancak Stalin’in kendisi bu türden dalkavukluklardan hiç hoşlanmıyordu. Yukarda bizzat Stalin’in yazılarından bunları okuyucuyu sıkma pahasına da olsa alıntılamayı gerekli gördük. Stalin ve Kruşçev arasındaki nitel farklılık Garbis Altınoğlu’nun derleyip çevirdiği, “Söylence ve Gerçek” adlı kitapta ilginç konular anlatılıyor. Yakov Cugaşvili, Stalin’in dört çocuğundan biriydi. Kızıl Orduda görev yapıyordu. Yakov Cugaşvili Kızıl Ordu‘da topçu birliğinde görevli idi. Yakov, 1941 yazında Nazilere esir düşer. Naziler, daha sonra Yakov’u Stalingrad’da esir düşen Nazi general Friedrich Paulus ile takas etmek isterler. Stalin bu teklifi reddeder. Stalin, teklif üzerine “Elinizde sadece oğlum Yakov değil milyonlarca oğlum var. Ya onları da bırakırsınız ya da oğlum onların kaderini paylaşır.” dediği söylenir. Yakov Cugaşvili, Nazi kamplarında öldürülür. Söylence ve Gerçek adlı kitapta yazılanlar şöyle: “Stalin’in oğlu Yakov Cugaşvili‘nin Alman faşistleri tarafından ele geçirildiğini belirtmeliyiz. Onlar Yakov’u Von Paulus’la, Stalingrad’da tutsak düşen Mareşalle takas etmek istediler. Stalin bunu kabul etmedi. Bu olayın kendisi tek başına Stalin’in cesaret ve bağlılığını göstermeye yeter. “Stalin bütün Kızıl Ordu askerleri benim oğullarımdır; birine diğerine öncellik veremem demişti.” (Josef Stalin, Söylence ve Gerçek, kavganın doğrusu / doğrunun kavgası dükten sonra oğlu Vasili 18 Nisan 1953’te tutuklanır. Askeri Mahkeme, Vasili’yi sekiz yıla mahkûm eder. Garbis Altınoğlu’nun çevirdiği Söylence ve Gerçek adlı kitapta şunlar söylenir: “Babamın ölümünden sonra Vasili tutuklandı. Bunun nedeni onun, hükümeti tehdit etmesi, etrafındaki birçok kişiye “babam rakipleri tarafından öldürüldü” türünden şeyler söylemesiydi. Bu yüzden onu izole etmeye karar verdiler. Kendisi 1961‘e kadar hapiste kaldı ve çok geçmeden öldü.” (age, sf. 122, Stalin’in kızından alıntılanmış, derleyen G.Altınoğlu) Stalin’e dalkavukça övgüler düzmekte de başı çeken Kruşçev, Stalin öldükten sonra 1956’daki 20. Parti Kongresinde Stalin hakkında her bir iddiası yalan olan bir rapor sunuyordu. Yukarda Kruşçev ve Stalin’den uzun alıntılar yaptık. Bu alıntılarda iki ayrı düşünce, ✒ William Bill Bland, derleyen ve çeviren Garbis Altınoğlu, Su Yayınları, sf. 270) Kruşçev’in oğlu Leonid Kruşcev’in uçağı bir Nazi topçusu tarafından vurulur ve Leonid Nazilere esir düşer. Söylence ve Gerçek adlı kitapta yazılanlar şöyle: “Nikita Kruşcev bunu öğrendikten sonra hemen Stalin‘e başvurarak oğlunun savaş tutsakları kampından kurtarılmasını rica etti. Stalin tutsak değişimini kabul etti; Leonid de bu değişimin içindeydi.” (Josef Stalin, Söylence ve Gerçek, William Bill Bland, derleyen ve çeviren Garbis Altınoğlu, Su Yayınları, sf. 269) “Güvenilir bilgilere göre savaş tutsakları kampında bulunduğu sırada Leonid Kruşçev çok kötü davranmış, edimsel olarak, Sovyet savaş tutsaklarının Kızıl Ordudan ayrılmalarını sağlamak için çaba harcayan “Yoldaşlar! İzninizle herşeyden önce, burada işçi temsilcileri tarafından yapılan karşılama söylevlerine dostça teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. Sizlere şunu tüm içtenliğimle ifade etmeliyim ki yoldaşlar, burada aldığım övgülerin yarısını bile hak etmiş değilim. Anlaşıldığı kadarıyla ben, Ekim’in kahramanı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin önderi, Komintern’in önderi, efsanevi bir yiğit ve daha kimbilir nelerim. Bütün bunlar saçma, yoldaşlar ve tamamen gereksiz bir abartma. Bu tonda, genellikle, ölmüş bir devrimcinin mezarı başında konuşulur. Benim ise ölmeye daha niyetim yok.” bir “kisling” rolü oynamıştı. O, Nazi Almanya’sının propagandasını yapıyordu.” (age sf.269) Leonid Kruşcev’in savaş tutsakları kampında takındığı tavırlar üzerine Askeri Mahkemede yargılanır ve suçlu bulunur. Nikita Kruşçev, Stalin’den oğlunun ölüm cezasından kurtarmak için ricada bulunur. Stalin, Kruşcev’in isteğini şöyle yanıtlar: “Oğlunun suçluluğu her türlü kuşkunun üzerinde ve benim Askeri Mahkemenin savaş ve silahlı çatışma dönemi yasaları uyarınca verdiği hükmü değiştirmeye ne hakkım var ne de yetkim” (age, aynı yerde) Kimi tarihçilere göre, Kruşçev‘in Stalin’e olan düşmanlığı bu olay sonucu meydana geldiği şeklindedir. Stalin öl- iki ayrı yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Stalin’in tavrı ve yaklaşımı Bolşevik bir tavırdır. Kruşçev’in tavrı ise dalkavukça ve kişiye tapma tavrıdır. Kuşkusuz Stalin yoldaştan daha çok alıntı yapılabilinir. Ama bu kadar alıntı bile Stalin’in kişiye tapma bağlamında tavrını ortaya koymaktadır. Stalin’den öğrenmek, yenmeyi öğrenmektir! Stalin’e bütün Sovyet ve dünya halklarının büyük saygı ve sevgi beslediği tarihsel bir gerçekliktir. Stalin’e duyulan saygı ve sevgi gökten zembille inmemiştir. Stalin’in bir otorite ve saygı duyulan bir kişilik olma- 37 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası sının maddi temeli vardır. Stalin, Leninizmin bayrağını devralmış, katkıda bulunmuş ve her türlü oportünizme karşı savunmuştur. Stalin, Dünya Komünist Hareketine ve Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin inşasına önderlik etmiştir. Stalin, Hitler faşizmine karşı kazanılan zafere önderlik eden ve yaşadığı dönemde dünya proletaryası ve ezilen halkların tartışmasız önderidir. Stalin’e bütün dünyada komünistlerin, işçi sınıfının, ezilen halkların duyduğu sevgi, saygı, güven haklı idi. Ve buna “kişiye tapma” denemez. Kişiye tapma olayı; herhangi bir kişinin gerçek durumunun abartıldığı ve ona karşı bir insan değilmiş de sanki bir azizmiş gibi yaklaşıldığı; onun söylediği ve yaptığı herşeyin hiç eleştirisiz kabul edildiği; güvenin körce bir güvene dönüştüğü andan itibaren söz konusudur. Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nde “kişiye tapma” eğilimleri ortaya çıkmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra bu gibi görünümler kendisini göstermiştir. Bu bir olgudur. Bu olgunun ortaya çıkıp gelişmesini Stalin’in birçok yerde takındığı yukarıda örneklerini verdiğimiz doğru tavırlar da engelleyememiştir. Geri dönüp değerlendirdiğimizde SBKP’nin tümü açısından da, Stalin açısından da kişiye tapma sorununun sosyalizm açısından verdiği zararların yeterince kavranıp, ona karşı yeterli bir mücadele verilmediğini söyleyebiliriz. Fakat Stalin şahsında kişiye tapma olgusunun Stalin’e mal edilmesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Olgu şudur, bu kültü yaratanlar sonradan O’na en fazla “eleştiri” getirmiş gibi ortaya çıkan revizyonistlerdir. Stalin’e en çok övgü yağdıranlar da parti içerisinde gizlenen revizyonistlerdi. Ama yukarda verdiğimiz kimi örneklerde olduğu gibi, Stalin “kişiye tapma” anlamına gelebilecek eğilimlerle karşılaştığı anda doğru tavır takınmış ve “kişiye tapma”ya karşı mücadele etmiştir. Stalin’in “kişiye tapmanın yayılmasına göz yumduğu” ve “yaydığı” şeklindeki eleştiriler bir iftiradır. Stalin döneminde parti içi mücadele sert, açık, dürüst ve her türlü üç kağıttan arınarak yapılmıştır. Stalin hiçbir dönemde bir kişiyi yıllarca dışa karşı övüp, aynı zamanda o kişi üzerine gizlice tuttuğu günlükte eleştiriler yazmamıştır. O’nun söz ile pratik uyumluluğu, bütün dünyanın komünistlerinin ve emekçilerinin Stalin’e güven duymasını beraberinde getirmiştir. İşte Kruşçev ile Stalin arasındaki fark budur. Ve okunması gereken bir kitap 38 Daha fazla bilgi için “Stalin Eleştirileri Üzerine”, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları, Temmuz 1990, 260 sf. adlı kitaba bakılabilinir. Dönüşüm Yayınları’ndan çıkan ‘‘Stalin Eleştirileri Üzerine’’ kitabı, Stalin’e getirilen ‘‘eleştirileri’’ ve bu bağlamda Stalin’in söylediklerini belgeler halinde bulmak açısından iyi bir kaynak. Kitabın ekler bölümünde ‘Moskova Duruşmaları Üzerine’, ‘Yugoslavya Komünist Partisi (YKP) Revizyonizmi Üzerine’ ve son olarak ‘Stalin’in 100. ve 110. Doğum Yıldönümü Nedeniyle Yazılan Bazı Yazılar ve Tavırları’ bulunmaktadır. Ayrıca yine ekler bölümünde Kruşçev revizyonistinin ‘‘Gizli Rapor’’unda yer alan ‘‘Kişiye Tapma ve Sonuçları’’ adında Stalin’e ve şahsında M-L getirilen bir dizi “eleştiri’’ ve tavırları bulunmaktadır. Okuyucunun burada dikkat etmesi gereken noktalar; tarihi gelişmelerin kişisel özelliklerle açıklanması ki bu yöntemin burjuva tarih anlayışı yöntemi olduğu ve ispat gereği duyulmadan ortaya atılan birtakım iddiaların yani iftiraların Marksist-Leninist eleştiri ya da yaklaşımının dışında olduğudur. Onca muazzam başarının sağlandığı ve önderliğinde Bolşevizmin nihai savunucusu Stalin’in olduğu bir durumda Stalin’e karşı dünya halklarının duyduğu sevgi kişiye tapma değildir. Stalin’e en çok övgü yağdıranlar (Bunlardan birisi de Stalin ölene dek ona ‘‘Babamız’’ diye övgüler yağdıran Kruşçev revizyonistidir!) Stalin’in ölümünden sonra ‘‘kişiye tapmaya karşı’’ birer savaşçı kesilmişlerdir. ‘‘Kişiye tapmaya karşı mücadele’’ ikiyüzlü oportların ve revizyonistlerin kendi siyasetlerini sürdürebilmeleri açısından bir gereklilikti. Kaldı ki Stalin,‘‘kişiye tapmanın yayılmasına göz yumduğu’’ şeklindeki iftiralara kendi kaleminden 23 Şubat 1946’da tamda Stalin ismi üzeride en çok övgü yağdırıldığı dönemde Binbaşı Profesör Dr.Rasin’e yazdığı cevapta şöyle demektedir : ‘‘...Stalin’e dizilen övgüler de kulağı tırmalamaktadır. Bunları okumak gerçekten utanç vericidir’’. (Bkz. Stalin Eserler, cilt 16, s. 69, İnter Yayınları) Görüldüğü gibi Stalin ‘‘eleştirmen’’lerinin ortaya attığı ‘‘eleştiri’’lerin ciddiyeti bu kadardır. Bütün okuyucularımızın ve tüm dünya MarksistLeninistlerinin ‘‘Stalin Kılıcı’’na sarılmaya ve onun Marksist-Leninist eserlerini her türden oportünizme, revizyonizme ve Troçkizme karşı tavizsiz savunmaya çağırıyoruz. Görev; Marksist Leninist teori ışığında ve orak çekiçli kızıl bayrak altında ilerlemektir... Stalin savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz. 30 Temmuz 2012 ✒ okur mektubu (Avrupa) İktisadi ve Para Birliği’ndeki İstikrar, Eşgüdüm ve Yönlendirme hakkındaki Anlaşma sermayenin istikrarını sağlıyor, onun gelirlerini koordine ediyor ve bizi soyup sömürüyor. AVUSTURYA (Komak/ML’in Yayın Organı Proletarische Rundschau’nun 40. Sayısından Türkçeye çevrilmiştir.) 2009 ’dan beri süren kriz (1929/1930’dan beri kapitalist fazla üretim krizinin en ağırı) sürecinde AB’nin bir ekonomik merkeze (Almanya ile Fransa’nın onların iktisadi uydu devletleri Avusturya ve Hollanda) ve dış-kenara (“PİİGS”(1)devletleri ) ayrılması giderek daha fazlaca pekişmektedir. Avroyu-kurtarma şemsiyesi (2) ve buna dâhil sayılan onun bütün önlemleri de bu arka plan göz önünde bulundurularak ele alınmalıdır. Bu önlemlerin içinde şunlar vardır: Yunanistan için “destek paketi” olarak ikili krediler (“Yunanistan-Yardımı”), “Avrupa Mali İstikrarlaştırma Mekanizması”(EFSM). Bunlarla Avro-bölgesinde zorluklara düşen her ülkeye yardım kredileri verilebilecek. (Ve de verilmesi planlanan kredi hacmini yükseltmesi gereken Avrupa Mali İstikrarlaştırma Kolaylığı (EFSF) ) Buna ek olarak bir de Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM) ve Avrupa Mali Anlaşması (İktisadi ve Para Birliği’ndeki İstikrar, Eşgüdüm ve Yönlendirme Üzerine Anlaşma) var. Şimdiye kadar Yunanistan, İrlanda ve Portekiz ESFS’den krediler aldılar. SPÖ/ÖVP-koalisyon hükümeti tarafından sunulan AB’nin Mali Anlaşması basit çoğunlukla ve ESM üçte ikilik çoğunlukla 04 Temmuz 2012 tarihinde Avusturya parlamentosunda kabul edildi. Sendika Mali Anlaşmayı, Yeşiller de ESM’i onayladılar. Aşırı sağlar (FPÖ), parlamentodaki tek güç olarak bu plana karşı gerekçeler getirdi ve karşı oy kullandı. FPÖ, ne AB-muhalifidir, ne de sosyal hakların budanmasına ve tasarruf politikasına karşıdır. Tersine bu parti bu durumu, potansiyel tasarruf siyaseti karşıtlarını ırkçı bir şekilde kendisine kanalize etmek, bunları birbirlerine karşı kullanmak ve böylece zararsız hale getirmek için kullanmaktadır. Diğer taraftan aşırı sağların AB-Planlarına karşı tekeliyle demokratik bir direniş gözden düşürülebilir. Nasıl haince bir orta oyunu! Mali Anlaşma esas olarak çoktan beri gündemde bulunan Avrupa sosyal devletinin ortadan kaldırılması talebinin gerçekleşmesine hizmet etmektedir. EBZ (3)-Şefi Mario Draghi’ye göre “kriz, göklere çıkarılan Avrupa sosyal devlet modelinin miadının dolduğunu göstermiştir”. Mali Anlaşma bir AB-anlaşması değil, bilakis (Büyük Britanya ile Çek Cumhuriyeti dışındaki) AB’nin 25 üye devletleri arasındaki devletlerarası bir hukuk anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın 01 Ocak 2013 tarihinde yürürlüğe girmesi planlanmaktadır ve üye devletler kendi bütçe yasalarını anayasal derecedeki düzenlemelerle 01 Ocak 2014 tarihine kadar esaslı bir şekilde değiştirmek zorundadırlar. ------(1) PİİGS-kısaltması 2010 Avro-alanındaki devlet borçları krizi sırasında ortaya çıkan Portekiz, İtalya, İrlanda,Yunanistan ve İspanya beş Avro-devletleri için bir kısaltmadır. Bu adlandırma İngilizcedeki pigs sözcüğünü anımsatmaktadır (Almancası: “Domuzlar” ). (2) Avroyu kurtarma şemsiyesi olarak “tüm Avro-para bölgesinde mali istikrarı sağlamaya” hizmet etmesi gereken Avrupa Birliği ve Avro-alanının üye devletlerinin aldıkları önlemlerin tümü adlandırılmaktadır. (3) Avrupa Merkez Bankası 39 ✒ okur mektubu Bu anlaşma, anlaşma tarafı olan devletleri kendilerinin yapısal açıklarını BİP (gayri safi iç ürün)’ün % 0,5’i sınırına çekmeye zorluyor. Böylece devlet borçları oranının GSİÜ’nün % 60’na düşürülmesi gerekecektir. Bu kuralların ihlal edilmesi halinde otomatikman bir düzeltme mekanizması devreye girecektir. Bütçe siyaseti yapma ulusal hükümetler ve parlamentolardan AB-Komisyonuna geçecektir. Bu anlaşmadan bir çıkış mümkün değildir – bu anlaşma “ebediyen” geçerli kalacaktır. Bu anlaşmanın bizzat AB-hukukunu ihlal etmesi şaşırtmıyor (anda geçerli AB-hukukuna göre bir konvansiyon toplantıya çağırılmalı ve “vatandaşlar” a sorulmalıdır). ESM uluslar arası mali bir örgüttür, yeni Avro’yu kurtarma şemsiyesidir. Bu organizasyonun elinde 700 milyar Avronun üzerinde bir ana sermaye vardır; bunun 80 milyarını üye devletler doğrudan ödemek zorundadırlar; bakiye için krediler şeklinde sorumluluklar/kefaletler üstlenmektedirler (Avusturya’nınki: 19,48 milyar Avro). Bir devlet borçlarını artık kendi örgütü ve KPÖ tarafından eleştiri yağıyor. Bir kişisel komite AB-Mali Anlaşması hakkında bir referandum talep etti. Bu anlaşma Avusturya Anayasasına başlıca bir müdahaledir ve bundan dolayı referanduma sunulmaksızın mali anlaşmanın kabul edilmesi illegaldir. Dahası bununla ilgili olarak anayasa hukukçuları bu anlaşmanın üçte iki çoğunlukla parlamentoda karar altına alınması gerektiğini vurguluyorlar. Mali piyasaların bu artan diktatörlüklerinin biz işçi ve emekçiler için ne demek olduğu Yunanistan örneğinde apaçık bir şekilde ortadadır: 73 milyar Avroluk birinci Yunanistan “Yardım Paketi”nin 70 milyarı doğrudan bankalara, sigortalara, emeklilik fonlarına ve diğer özel alacaklılara gitmiştir. Yunan halkı bunu çok pahalı ödemek zorunda kalmıştır: Eğitim, sosyal ve sağlık sektörlerde yoğun kısıtlamalarla. Bu kısıtlamalarla halkın satın alma gücü düşmekte – GSİÜ düşmekte ve borçlar oranı yükselmekte – ve bununla tasarruf paketlerinin güya ulaşması gerektiği – yani borçların amortizasyonu – yerine tam tersine ulaşıl- “Hakça dağıtma” veya “zenginleri vergileme” mottosu altında özellikle SJ (Sosyalist Gençlik – ÇN), sendika gibi SPÖ (Avusturya Sosyal demokrat Partisi – ÇN) içerisindeki gruplar tarafından bir zenginler ve servet vergisi talep edilmektedir. Burada somut olarak miras ve hibe/hediye etme vergisinin yeniden uygulama konması, genel bir varlık ve varlık artışı vergisi ve de daha yüksekçe toprak/mülk vergisi ve kurum vergisi söz konusudur. Oysa bu bağlamda sadece sorun, SPÖ’nün en iyimser hesaplarına göre bile gelir hanesine yalnızca 4 milyar Avro yazılmasıdır. 40 başına finanse edemeyecek durumda ise, ESM yürürlüğe girmektedir. Bunun ön koşulu mali anlaşmaya katılmış olmaktır. Son Avro’yu kurtarma şemsiyesinden farklı olarak EFSF’de bankalar şimdi doğrudan finanse edilebilir. Böylece vergi ödeyenlerin parası direk olarak bankalara gidiyor. ESM-Personeli ve mali imkânları tamamıyla yasal dokunulmazlığa sahiptirler; yani onlardan yasal olarak hesap sorulamaz ve hiçbir denetime tabi değildirler. Demokrasi politikası açısından, sosyal ve ekonomik sorunlar nedeniyle ESM ve mali anlaşmaya sendikalar, işçi odası, STÖ-leri, sosyal-demokrat gençlik maktadır. Böylece Yunanistan’da ücretler ve maaşlar 2012 yılının ilk iki ayında % 55 oranına kadar düştü. Tüm şirketlerin sadece onda biri çalışanlarının ücretlerini doğru bir şekilde ödedi. 400.000 ücret bağımlısı beş aydan beri kısmen hiçbir ücret almadı. Çalışanların üçte biri artık sosyal sigortalı değildir. Tam zaman çalışılan işler part-time (kısmi çalışma) işlerine dönüşmektedir. Bu arada part-time çalışanlar tüm çalıştırma ilişkilerinin üçte birini tutmaktadır (Bu, 2009’da sadece % 16,7 idi). 2 milyondan fazla işçi ve emekçi yoksulluk sınırının altına yaşamaktadır. Nü- okur mektubu işleri vergi cenneti mekânlara kaydırarak geçiştirilebilir; ne de olsa sonunda ceremeyi / bedeli son tüketici ödemek zorunda kalacaktır. AB-çapında vergi koymak girişimleri Büyük Britanya ve İsveç’in direnişiyle başarısızlığa uğradılar. Sadece Avro-alanında vergi koyma ise Lüksemburg ve Hollanda’nın karşı çıkışıyla gerçekleşmedi. Hisse senetleri ve tahviller ile ticarete yüzde 0,1-lik vergi matrahı; hisse senetleri ve tahvillerden Derivatlar (5): (kimyevi türevler – ÇN) için yüzde 0,01-lik vergi matrahı getirmek tartışıldı. “Fair” (hakça /centilmence – ÇN) sözcüğü burada özgül bir anlam alıyor: İşçiler ve emekçiler gerçekleştirdikleri her “transaksiyon” (satın alma işlemi – ÇN) için – ciro / satış işlem vergisi biçiminde - % 10 - % 20 ödemektedirler! Fransa Ağustos 2012’de hisse senetleri ve tahviller için FTT’yi uygulamaya başladı. Bu vergi böylesi değerli evrakın satın alınması sırasında satış fiyatının % 0,2 tutmaktadır. FTT-vergisinde bir reform değil, bilakis bir düzene koyma önlemi söz konusudur. Ne bizzat spekülasyonun kendisi ne de spekülasyonun düzene koyulması hiçbir şekilde bizim çıkarımıza değildir. SJ, mali anlaşma yerine bir Avrupa “sosyal anlaşması” talep ediyor. Önerdikleri bu “sosyal paket”, ücretlerin arttırılması, Avrupa çapında bir asgari emekli maaşı ve asgari bir ücret, çalışma süresinin azaltılması, eğitim, sağlık, kültür, enerji, adalet, güvenlik ve savunma gibi sektörlerde kamu sektörünün hisselerin çoğunluğuna sahip olması gibi talepler içeriyor. Reform-talepleri desteklenmeye değerdir, ama bunlar sorunun özünü göz ardı ediyorlar: Kapitalizmde devlet ve ekonomi, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan ve devlet içinde iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın, burjuva sınıfın çıkarları doğrultusunda işlev görür. İnsan kendisine ait olmayan bir şeyi planlayamaz. Eğer kapitalizmde üretim araçlarının sahibi olmayan işçi sınıfı iktidarı ele alırsa, devleti ve üretim araçlarını denetlerse, işte o zaman kadın ve erkek işçi ve emekçilerin yaşam standartlarının sürekli iyileştirilmesi doğrultusundaki talepler gerçekleşebilir. ✒ fusun % 46’sı gıda maddeleri alış-verişlerinden tasarruf yapmaktadır; % 69’u artık giyim eşyası almamaktadır; 1 milyon kişi artık evlerini ısıtamamaktadır. 3,5 milyon insan ağır bir hastalık veya bir diğer acil durumda yaşam standartlarını artık güvence altına alacak durumda değildirler. Kapitalist sistemi sorgulamayan kriz teorileri ve krizle mücadele programları bir hayaldir ve asıl nedenden saptırmaktadır. Reformist sollar krize cevap olarak yıllardan beri bir “zenginler vergisi” talep etmektedirler. “Hakça dağıtma” veya “zenginleri vergileme” mottosu altında özellikle SJ (Sosyalist Gençlik – ÇN), sendika gibi SPÖ (Avusturya Sosyal demokrat Partisi – ÇN) içerisindeki gruplar tarafından bir zenginler ve servet vergisi talep edilmektedir. Burada somut olarak miras ve hibe/hediye etme vergisinin yeniden uygulama konması, genel bir varlık ve varlık artışı vergisi ve de daha yüksekçe toprak/mülk vergisi ve kurum vergisi söz konusudur. Oysa bu bağlamda sadece sorun, SPÖ’nün en iyimser hesaplarına göre bile gelir hanesine yalnızca 4 milyar Avro yazılmasıdır. Ne var ki borçların frenlenmesi yoluyla talep edilen tasarruf hacmi 2017 yılına kadar 17 milyar Avrodur. SPÖ tarafından mantıkî sonuç olarak tasarruf paketleri ve kitlesel vergiler de talep edilmektedir. Zenginlerin vergilendirilmesindeki bir diğer sorun da bunun ulusal parlamentoda siyasi olarak gerçekleştirme olasılığının azlığıdır. Ağır tasarruf paketlerinin gerçekleştirme zorunluluğu söz konusu olduğunda, her zaman “zenginler vergisi” üzerine tartışma gündeme getirilir. Bu ise ekonomik açıdan kızgın taşın üstüne sadece bir damladır. Büyük ölçekli mali işlemler vergisi (FTT) uzun yıllardır küreselleşme eleştiricisi STÖ, ATTAC, KPÖ (Avusturya “Komünist” Partisi –ÇN), ÖGB (Avusturya Sendikalar Birliği –ÇN) ve AK (İşçi Odası – ÇN)’nın merkezi bir talebidir. Burada borsada ve borsa dışındaki büyük çaplı mali işlemler için bir vergi söz konusudur. Hedefi mali pazarların spekülasyonun önüne set çekilmesi yoluyla düzenlenmesi ve istikrarlaştırılmasıdır. AB-başkanı Manuel Barroso’ya göre “mali sektör de kendisinin hakça katkısını sağlamalıdır.” (5) Bundan dolayı AB, KPÖ tarafından “her ne kadar ufak tefek kusurları olsa da büyük başarı” olarak adlandırarak büyük övgü aldı. Mali kriz sırasında 4600 milyar Avro ile desteklenen mali sektörden AB-bütçesine böylece 50 vergi milyarı akacaktır. Her vergide olduğu gibi FTT de, örneğin ticari ---------(4 Financial Transaction Tax:Making the financial sektor pay its fair share. European Commission (28 Eylül 2011). (5) Vadeli mali ticaretler için toplu kavram 41 ✒ okur mektubu BASINA VE KAMUOYUNA Ben Türkiye’de haksızlığa uğradım, işkence gördüm ve zorunlu ikamete tabi tutuldum. Bir kişiye sanık sıfatı vererek onu süründürmek, kişilik haklarına tecavüzdür. Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulmam bir yargılama önlemi olmaktan çıkıp cezaya dönüştü. Bu ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Özgürlük ve Güvenlik Hakkı”nı düzenleyen 5. maddesi ve 6. maddesinde garanti edilen hakların ihlali anlamına geliyordu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, yargılanan kişi hakkındaki itham ile ilgili nihai kararın makul bir sürede verilmesi hakkını güvence altına almıştır. Arka plan 09.07.2002’de Bolşevik Parti/Kuzey Kürdistan-Türkiye (BP/KKT) adlı örgütün üyesi olduğum iddiasıyla, İzmir’de gözaltına alınmıştım. Bozyaka Terörle Mücadele Şubesi’nde dört gün süren işkenceli sorgudan sonra,13.07.2002 tarihinde tutuklanarak Kırıklar F tipi hapishanesine konuldum. 21 Ocak 2003 tarihinde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldım. Ancak tahliye olmamla birlikte, Alman vatandaşı olmama rağmen yurtdışına çıkışım DGM tarafından yasaklandı. Dosya, İzmir Mahkemesi ile Yargıtay arasında gidip geldi. 16 Mart 2006 tarihinde, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde en son duruşma yapıldı. Yapılan yargılamada savcı beraat talebinde bulunmasına rağmen, Mahkeme Heyeti “yasadışı örgüte üye olduğum” iddiasıyla hakkımda 2 yıl 6 ay hapis ve 1.666’er YTL para cezası verdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 25.12.2006 tarihinde verdiği kararla, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği mahkûmiyet kararını onadı. 8 Haziran 2007’de hapishaneye konuldum ve 6 Ekim 2008’de tahliye oldum. AİHM İşkence Kararı 42 İzmir Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde, 09.07.2002-13.07.2002 tarihleri arasında gözaltında olduğum sırada gördüğüm işkenceler nedeniyle suç duyurusunda bulundum. Suç duyuruları hakkında takipsizlik kararları verildi. Takipsizlik kararlarının verilmesi sonucu, Mayıs 2003’te AİHM’e başvurdum. Alman Konsolosluğunun girişimleri ertesinde 3. hazırlık soruşturması başlatıldı ve dört polis hakkında dava açıldı. Uzun süren bir yargılamanın sonucunda, polisler hakkında beraat kararı verildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığım başvuru 1 Şubat 2011’de karara bağlandı. AİHM’nin 2. Dairesi 1 Şubat 2011 tarih ve 23909/03 sayılı kararında özetle aşağıdaki şekilde değerlendirme de bulunarak, yeniden yargılama talep edebileceğime hükmetti. Ayrıca AİHM işkence iddiaların etkin bir şekilde soruşturulmadığı için, Türkiye’yi 21.000 Avro tazminat ödemeye mahkûm etti. “AİHM daha önce, cezai yargılamalarda 3. madde ihlal edilerek ele geçirilen delillerin kullanılmasının, bu tür delillerin kabul edilebilirliği mahkûmiyete karar vermede belirleyici olmasa dahi yargılamanın adilliğini ihlal edebilmektedir (ibid (Söylemez/ Türkiye, no. 46661/99, 23. paragraf, 21 Eylül 2006). 3. maddeye dayanılarak şikâyette bulunulmasa dahi, AİHM’nin 6. madde kapsamındaki güvencelere uyu- okur mektubu halde, kuşkulu delillerin dava dosyasına dahil edilmesi ve polis tarafından gözaltında tutulduğu süreçte başvuranın adli yardım alamaması, savunma haklarını telafi edilemez şekilde etkilemiştir.” “Bu nedenle, mevcut davada AİHS’nin 6/3 (c) maddesi 6/1 maddesi ile birlikte ihlal edilmiştir.” “AİHM ayrıca en uygun tazmin yolunun başvuranın, talep ettiği takdirde AİHS’nin 6. maddesi gereklerine göre yeniden yargılanması olduğu kanaatindedir (bkz. Salduz, 72. paragraf).” Yargılamanın Yenilenmesi Talebi AİHM kararı gereğince, İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesine “Yargılamanın Yenilenmesi” istemi ile başvuru yaptım. Başvuru talebimde AİHM 2. Dairesi’nin yukarıda belirttiğim kararına değinerek ve iç hukukta, halen yürürlükte olan 5271 sayılı CMK.nın 311/1f, 313. ve Anayasanın 90. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Kararların bağlayıcılığı ve uygulanması başlıklı 46/1. maddesi gereğince, yeniden yargılamanın yapılmasını talep ettim. Ancak bu başvurum İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 21.10.2011’de “…hükümlünün kollukta susma hakkını kullandığı, C. Cavcılığında ifadesinin alındığı, Mahkemede ise müdafisi ile birlikte savunmada bulunduğu, hükümlünün kollukta işkence gördüğü iddia edilmiş ve bu nedenle AİHS’nin ihlal edildiği ileri sürülmüşü ise de hükümlünün kolluk ifadesi olmaması nedeniyle bu ifadeye dayan(ıl)mış olması zaten mümkün değildir. Yargılamanın yenilenmesi yoluna gidilmekle bu aşamada bu yönden yapılabilecek herhangi bir yenilik bulunmamaktadır.”…şeklindeki gerekçeyle reddedildi. Mahkeme, Mehmet Desde’nin işkence görmüş olsa bile, kollukta susma hakkını kullandığını ve dolayısıyla bu anlamda kolluk ifadesine dayanmanın mümkün olmadığından hareketle yeniden yargılamanın davaya bir yenilik getirmeyeceğini belirterek ve bu sebeple talebi reddettiğini açıkladı. Bu gerekçe yukarıda belirttiğim AİHM 2. Daire kararının dikkate alınmadığını çok açık bir şekilde göstermektedir. Oysa yukarıda bazı paragraflarını aktardığım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2. Daire kararına göre, sadece ben değil, benimle birlikte yargılanan diğer sanıkların da avukat olmaksızın polis gözetiminde alındıklarını iddia ettikleri ve sonradan geri aldıkları ifadelerinin dava dosyasından çıkarıldıktan sonra hüküm kurulması gerekirdi. Oysa mahkeme sadece benim kollukta ifade vermediğim üzerinde durmuştur. Bu yönüyle eksik ve yetersiz gerekçelerle AİHM ✒ lup uyulmadığına karar verme amacıyla başvuranın kötü muamele iddialarını göz önüne alacağına da karar vermiştir (bkz. Örs ve Diğerleri/Türkiye, no. 46213/99, 60. paragraf, 20 Haziran 2006 ve Kolu, no. 35811/97, 54. paragraf, 2 Ağustos 2005). “Başvuran ve başvuranla birlikte suçlanan kişinin baskı altında verdikleri ifadelerin başvuranın mahkûmiyetinde belirleyici rol oynamadıklarının anlaşılmasına rağmen AİHM, iddiaların ciddi nitelikte olmalarıyla birlikte ulusal mahkemelerin başvuranın polis tarafından gözaltında tutulduğu sırada verdiği ifadeleri geri almaya yönelik tekrarlanan taleplerine cevap vermemelerini dikkat çekici bulmaktadır. Ayrıca İzmir Ağır Ceza Mahkemesi başvuranı suçlu bulurken, kimlik teşhisi sırasında başvuranın yanındaki diğer sanıkların verdikleri ifadeleri göz önünde bulundurmuş, bu da ceza davasının sonucunu olumsuz etkilemiştir. Ulusal mahkemeler bir kez daha başvuranın, ifadelerinin dava dosyasından kaldırılması talebini ve başvuranla birlikte suçlanan kişinin de duruşma sırasında ifadelerini geri aldığını göz ardı etmiştir.” “Son olarak AİHM, başvuranın gözaltında tutulduğu sırada adli yardım alamamasının taraflar arasında ihtilaflı olmadığını gözlemlemektedir. Başvuranın avukata erişim hakkına getirilen kısıtlama sistemaktikti ve devlet güvenlik mahkemelerinin yetki alanına giren bir suçla bağlantılı olarak gözaltına alınan herkese uygulanmıştı (bkz. Salduz, 56. paragraf).” “Başvuranın, tutuklu yargılanması ardından ve takip eden cezai yargılama sürecinde avukata erişim hakkı ve savcının iddialarına itiraz etme fırsatı olmuştur. Bununla birlikte, yukarıda da kaydedildiği gibi, ulusal mahkemeler başvuranı suçlu bulurken, başvuranın ve birlikte suçlandığı kişinin sonradan geri aldıkları ve avukat olmaksızın polis gözetiminde alındıklarını iddia ettikleri ifadeleri dava dosyasına dahil etmişlerdir. Sonuç olarak, mevcut davada, başvuran avukata erişim hakkına getirilen kısıtlamalardan kesin olarak etkilenmiştir. Gözaltında tutulduğu sırada ortaya çıkan eksiklikleri ne daha sonra bir avukatın sağladığı yardım ne de takip eden yargılamada delil sunulması giderebilmiştir (bkz. Salduz, 58. paragraf; Amutgan/Türkiye, no. 5138/04, 18. paragraf, 3 Şubat 2009 ve Dayanan/Türkiye, no. 7377/03, 33. paragraf, AİHM 2009-…).” “Yukarıda kaydedilenler göz önüne alındığında, başvuranın duruşmada ve takip eden temyiz aşamasında aleyhindeki delillere itiraz etme fırsatı olduğu 43 ✒ okur mektubu kararı dikkate alınmadan ve etkisizleştirilerek hüküm kurmuştur. İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararına karşı, İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde yaptığım itirazda hiçbir gerekçe ileri sürülmeden reddedildi. Yeniden yargılamanın yapılması talebimin reddedilmesi sonucu tekrar AİHM’e başvuru yaptım. AİHM’den Skandal Karar 44 İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği mahkûmiyet kararının Yargıtay tarafından onanmasının ertesinde AİHM’e 13 Nisan 2007’de başvuru yaptım. AİHM 21 Haziran 2012’de tek bir hakimin verdiği karar gereği, başvurum hakkında kabul edilemezlik kararı verildi.Tek hakimin verdiği ve itiraz hakkı olmayan bu karar SKANDAL bir karardır. İşkence dosyası hakkında verilen ve yapılan tespitlerle, kabul edilemezlik kararı birbiri ile çelişmektedir. AİHM işkence dosyası ile ilgili verdiği kararda, işkence altında kimi diğer sanıkların verdiği ifadelerin dosyadan çıkarılması talebime mahkemenin yanıt vermemesini“dikkat çekici” bulduğunu söylemişti. Şu tespitler AİHM’e aittir: “Ayrıca, İzmir Ağır Ceza Mahkemesi başvuranı suçlu bulurken, kimlik teşhisi sırasında başvuranın yanındaki diğer sanıkların verdikleri ifadeleri göz önünde bulundurmuş, bu da ceza davasının sonucunu olumsuz etkilemiştir. Ulusal mahkemeler bir kez daha başvuranın, ifadelerinin dava dosyasından kaldırılması talebini ve başvuranla birlikte suçlanan kişilerin de duruşma sırasında ifadelerini geri aldığını göz ardı etmiştir.” Evet, işkence altında kimi sanıkların verdiği ifadeler temel alınmış ve bu durum davanın sonucunu etkilemiştir. Gözaltı sürecinde “avukata erişim hakkına getirilen kısıtlamalardan” kesin olarak etkilendiğim AİHM’in tespitleridir. AİHM kararında şöyle deniliyor: “Yukarıda kaydedilenler göz önüne alındığında, başvuranın duruşmada ve takip eden temyiz aşamasında aleyhindeki delillere itiraz etme fırsatı olduğu halde, kuşkulu delillerin dava dosyasına dahil edilmesi ve polis tarafından gözaltında tutulduğu süreçte başvuranın adli yardım alamaması, savunma haklarını telafi edilemez şekilde etkilemiştir.” “Bu nedenle, mevcut davada AİHS’nin 6/3 (c) maddesi 6/1 maddesi ile birlikte ihlal edilmiştir.” Görüldüğü gibi AİHM kuşkulu delillerin dava dosyasına dahil edildiğini, gözaltı sürecinde avukata erişimin engellendiğini ve savunma hakkının ihlal edildiğini tespit etmektedir. Kararın sonuç bölümünde AİHM’in verdiği karar şöyledir: “1. Başvurana baskı yapıldığına, yetkili makamların başvuranın şikâyetleri hususunda etkili bir soruşturma yürütmediklerine, başvuranın adil olarak yargılanma ve savunma haklarını kullanma haklarının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetlerin kabul edilebilir ve başvurunun kalan kısmının kabul edilemez olduğuna; 2. AİHS’nin 3. maddesinin esas açısından ihlal edildiğine; 3. AİHS’nin 3. maddesinin usul açısından ihlal edildiğine; 4. Başvuranın işkence altında alındığını iddia ettiği ifadelerinin dava dosyasına kabulü ve polis tarafından gözaltında tutulduğu süreçte kendisine adli yardım sağlanmaması açısından AİHS’nin 6. maddesinin 1. ve 3(c) paragraflarının ihlal edildiğine” karar vermiştir. Görüldüğü gibi kabul edilemezlik kararı, AİHM’in Şubat 2011’de verdiği karar ile çelişmektedir. AİHM’de yargılamaların hızlandırılması adına tek hâkimin verdiği kararlar skandal kararlara yol açmaktadır. Sırp hakim Nebojša Vučinić’in verdiği karar hukuk dışı bir karardır. Dosya incelenmeden ve bir önceki AİHM kararı dikkate alınmadan karar verilmiştir. Ben Türkiye’de haksızlığa uğradım, işkence gördüm ve zorunlu ikamete tabi tutuldum. Bir kişiye sanık sıfatı vererek onu süründürmek, kişilik haklarına tecavüzdür. Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulmam bir yargılama önlemi olmaktan çıkıp cezaya dönüştü. Bu ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Özgürlük ve Güvenlik Hakkı”nı düzenleyen 5. maddesi ve 6. maddesinde garanti edilen hakların ihlali anlamına geliyordu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, yargılanan kişi hakkındaki itham ile ilgili nihai kararın makul bir sürede verilmesi hakkını güvence altına almıştır. Hakkımda bir mahkûmiyet kararı verilmeden, özgürlüğümün sınırlandırılması, Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulmam, özgürlüğüme ağır bir müdahale idi. Göstermelik bir yargılama ertesinde 30 ay hapis cezası verildi. Oysa Türkiye’de altı yıl üç ay rehin tutuldum. Bu hukuksuzluğun AİHM’de düzeltileceğini umuyordum. Ama yanılmışım... SKANDAL olan kabul edilemezlik kararını bilgilerinize sunuyorum. Mehmet DESDE 2 Ağustos 2012 HES Nedir? Hidroelektrik Enerji Santrali, suyun gücünden faydalanarak elektrik üreten santrallerdir. Hes’lerde esas olan, suyu belli bir yükseklikten düşürerek, suyun potansiyel enerjisini, kinetik enerjiye çevirmek, bu kinetik enerji ile bir türbini döndürerek, türbinin bağlı olduğu bir jeneratörde ise bu kinetik enerjiyi elektrik enerjisine çevirmektir. Kısaca Hes’ler suyun gücünden yararlanılarak elektrik üreten santrallerdir. Su’dan elde edilen enerji temiz enerjidir. Su’dan elde edilen enerji yenilebilir bir enerji kaynağıdır. Su’dan elde edilen enerjinin temiz olması, yenilebilir enerji olması ve doğaya en az zarar verecek şekilde kullanılması anlamına gelir. Su, ancak kaynakları yenilenebiliyorsa ve yenilenebilirlik sınırları içerisinde kullanılıyorsa yaşayabilir. İnsan yaşamının vazgeçilmez öğesi sudur. Tüketimin merkezde durduğu kapitalizm, her şey de olduğu gibi suyu da günümüzde piyasa mantığı içinde metalaşan bir değer olarak görülmektedir. Bu durum su kaynaklarına vahşice saldırılmasına neden olmaktadır. Asıl amaç suyun kullanım hakkını elde etmek, suyu ticarileştirmek ve ondan azami kârı elde etmektir. Enerji üretimi özel sektöre devredilirken, üretici şirketlere devlette bile olmayan kamulaştırma yetkileri verildi. Çevre Yasası ve ilgili yönetmelikler, çevreyi korumak yerine kirliliği düzenlemeye çalışıyor. İşletmeci firmaların binlerce dolara danışmanlarına hazırlattıkları raporlara, resmi kurumlardan hemen izinler veriliyor. Özelleştirme furyasına bağlı olarak, akarsular, dereler satılmakta ve Hes’lerden elde edilen elektrik yüksek fiyatla bölge insanına satılmaktadır. Bölge insanının yaşam hakkını elinden alıp göçe zorluyorlar. Hes’leri inşa edenler, gariban köylünün arazilerini yok pahasına kamulaştırmaktadır. yaşam temellerini koruma mücadelesi Ülkelerimiz HES çöplüğüne dönüştürülüyor 45 yaşam temellerini koruma mücadelesi Plansızca kurulan Hes’ler çevreye ve doğaya zarar veriyor. Türk hâkim sınıfları ülkelerimizi Hes çöplüğüne dönüştürüyor. Hes’lerin faaliyete geçmesiyle, vadiler ve dereler ardı ardına kurumaya başladı. Bu durum, yeni bir tehlikenin başlangıcı oldu. Yıllardır gürül gürül akan dereler kurudu. Santraller devreye girdikçe dereler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bu da çevreye ve doğal yaşam alanlarına geri dönüşümsüz zararlar veriyor. Ülkelerimizde pek çok dere ve akarsu yataklarına kurulan Hes’lerin birkaçı dışındakinin debileri akış hızları ve su hacimleri çok yüksek değildir. Bu da Hes’lerden yeterli verim alınmasının önündeki bir engel olarak karşımıza çık- tahribat yaşanmasına neden oluyor. Özelleştirme uygulamalarının 1984 yılında başladığı enerji sektörü, 2001 yılında çıkarılan 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile tamamen piyasanın kontrolüne girmiştir. Bu tarihten sonra, her şey şirketlerin insafına bırakılmış, enerji şirketlerinin plansız ve denetimsiz azgın kâr hırslarına terk edilmiştir. Yüksek kârlılık vaat eden, tahsilât garantili hale getirilen elektrik piyasası, kâr arayışındaki sermaye grupları için cazip bir alan oluşturuyor. HES’lerin Çevreye Verdiği Zararlar Su ile oluşmuş doğal yaşam alanları yıkıma uğramak- Baraj gölünün yüzey alanı itibariyle nehre göre daha geniş olması ve buharlaşmanın artmasıyla bölge ikliminde değişim gözlenmektedir. Havadaki nem oranı artmakta ve hava hareketleri değişmekte, sıcaklık, yağış, rüzgâr olayları farklılaşmaktadır. 46 maktadır. Başta Doğu Karadeniz olmak üzere, ülkelerimizin dört bir yanında Hes faaliyetleri sürmektedir. Bu bölgeye gösterilen ilginin temelinde yatan su debilerinin ve su hacminin yüksek olması, kapitalist zararın minimum olmasındandır. 2000’e yaklaşan sayıda Hes projesi bulunmaktadır. Hes’ler su potansiyelinin fazla olduğu Doğu Karadeniz’de yoğunlaşmıştır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın resmi verilerine göre Karadeniz Bölgesi’nden şu an 54 Hes işletilirken, lisans verilen 115 Hes projesi ise inşaat halinde bulunuyor. Mevcut işletilen ve inşaat halinde olan Hes’lerin yanı sıra bakanlık tarafından 67 Hes projesine de gerekli olan lisanslar verilerek inşaat aşamasına hazır halde bulunuyor. Karadeniz Bölgesi’nde işletilen, inşaat halinde olan ve lisans süreci tamamlanan 236 Hes var. Çevresel Etki Değerlendirme süreci tamamlanan 290 Hes projesi de bakanlığın gündeminde bulunuyor. Buna göre, Karadeniz’deki mevcut Hes’ler ve gündemde olan projelerle Hes’lerin toplam sayısı yaklaşık 10 kat artarak 54’ten 516’ya çıkacak. Hes’ler tümüyle kâr hırsına terk edilerek piyasalaştırılan enerji sektörü içinde, sular ve dereler 49 yıllık anlaşmalarla özel sektöre devrediliyor. Kâr hırsının temel alınması sonucu Hes’ler ciddi ekolojik sosyal tadır. Binlerce bitki türü yok olmakta, kısıtlı tarım arazileri büyük zarar görmektedir. Milyarlarca yılda oluşan doğal hayat dev şirketlerin daha fazla kâr etme hırsı yüzünden kısa zamanda yok olacaktır. Hes’lerin elektrik iletim hatları nedeni ile oluşacak elektrik ve manyetik alanların çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olacaktır. Hidroelektrik santraldeki su alma yapısı ya da çelik su borusunun geçtiği yerlerde kayma olmaması için duvar yapılmaktadır. Betonarme yapılar ile yol inşası için gerekli kum, çakıl akarsu yatağından ve orman alanlarında açılan taş ocaklarından elde edilmektedir. Akarsu yatağından kum, çakıl çıkarılması sonucu suyun bulanıklığı artar, çözünmüş oksijen miktarı azalır ve organik atıkların parçalanmasını sağlayan mikroorganizmaların aktiviteleri yavaşlar. Kum ve çakıl elde etmek için orman alanında taş ocakları açılması ya da hidroelektrik santral çevresindeki ağaçların kesilerek yol açılması nedeniyle orman alanları tahribatı yapılmaktadır. Ayrıca taş ocaklarında patlayıcı kullanılması, yeryüzü katmanının ve suyun akışını geciktiren yer altı kayaçlarının tahribatına neden olmakta, patlamalar bölgede yaşayan canlıları yerinden etmektedir. olmaktadır. Sonuçta sular kuruyacak, nem azalacak ve ortamdaki canlılar yok olma tehlikesiyle karşılaşacaktır. Hidroelektrik santraller birçok insanın yaşamını sürdürdüğü vadilerden göç etmelerine neden olmaktadır. Artvin örneğinde olduğu gibi santrallerin yapılmasıyla birlikte yörede yaşanan susuzluk nedeniyle halk bölgeden göç ederken, insansızlaştırılan yörede madencilik faaliyetleri hız kazanmaktadır. Hidroelektrik santrallerin bulunduğu bölgede yaşayan tüm canlılara sağladığı yararla kıyaslanamayacak ölçüde zarar vermekte, suların kuruması, doğal yaşam ortamlarının yok olması gibi telafisi mümkün olmayan etkiler bırakmaktadır. yaşam temellerini koruma mücadelesi Akarsuların doğal akış ve yapısının değiştirilmesi ile su kalitesi bozulacağı ve su miktarı azalacağı için, mikroorganizmalardan balıklara kadar suda yaşayan tüm canlıların, hayvanlardan tarım ürünlerine kadar, karada yaşayan tüm canlıların yaşamı tehlikeye girmekte, doğal yaşam ortamları yok olan bazı türlerin nesli tükenmektedir. Akışına müdahale edilen akarsular, kıyılardaki deltalarına tortu taşıyamamakta, buna bağlı olarak tortularla taşınan besin maddeleri de deltalardaki ve denizlerdeki canlılara ulaşamamaktadır. Ayrıca deniz kıyısı kara yönünde ilerleyerek deltaların erimesine neden olmaktadır. Besin maddelerine ulaşamayan canlılar yaşamlarını sürdürememekte, suyun aşındırıcı etkisi tarım faaliyetleri başta olmak üzere deltadaki tüm geçim kaynaklarını tehdit etmektedir. Hidroelektrik santral suyu havzanın irtifası yüksek noktalarında tutarak, havzanın aşağı kesimlerine olan su akışını azaltmaktadır. Bu durumda, havzanın orta kesimindeki yeraltı suları aşırı derecede azalmakta ve bazı durumlarda sulak alanlar tümüyle kurumaktadır. Ülkelerimizde son 40 yıl içerisinde toplam sulak alanların yaklaşık yarısı olan bir alan 3 milyon hektar sulak alan ekolojik özelliğini yitirmiş durumdadır. Baraj gölündeki suyun bir miktarının buharlaşmasıyla su içerisindeki tuz miktarı, diğer minerallerin artmasıyla yine karşılaşlılıyor. Yine akarsudan göle geçişte çözülmüş oksijenin az olmasına bağlı olarak, gölde otrifikasyon süreci (su ekosisteminin ölümü) başlayabiliyor. Çözülmüş oksijen olmadığında göldeki besin maddeleri, aynı zamanda bunlar kirletici maddeler, mikroorganizmalar tarafından doğal olarak bunların temizlenmesi, arıtılması sağlanmadığından kirleticilerin artarak otrifikasyon süreci ve bunun uzun vadede göldeki tüm canlıların, yaşamını yitirmesi anlamına geliyor. Baraj gölünün yüzey alanı itibariyle nehre göre daha geniş olması ve buharlaşmanın artmasıyla bölge ikliminde değişim gözlenmektedir. Havadaki nem oranı artmakta ve hava hareketleri değişmekte, sıcaklık, yağış, rüzgâr olayları farklılaşmaktadır. Ayrıca bölgede yapılan ağaç kesimleri de iklimsel değişikliklere diğer bir sebep olarak gösterilebilinir. Su ile taşınan toprak ve besin azaldığı için tarım toprakları yeterince beslenememektedir. Ayrıca sulama amacıyla uygulanan projeler bilinçsiz uygulandığından, akarsu ile taşınan besin maddelerin arınması ve tuzluluk yüzünden toprak veriminin azalmasına ve verimli tarım arazilerinin kaybedilmesine sebep Çevre bilinci ve hareketi gelişiyor Hes’lerin yapıldığı alanlarda yöre halkında gelecek kaygısının oluşmasına yol açıyor. Çünkü suyun denetiminin başkasında olduğu bir yaşam, insanlar tarafından tepkiyle karşılanıyor. Suyun ticarileşmesine bağlı olarak, kırsal alanlar tasfiye edilerek kapitalist sömürüye açılması planlanıyor. Akdeniz’den Munzur’a, Fırtına Vadisi’nden Hasankeyf’e kadar ülkelerimizin dört bir yanında HES’lere yönelik mücadele gelişiyor. Çevre mücadelesinin gelişmesinin bir nedeni de doğanın talan edilmesi ve yaşam temellerinin yok edilmesinin sonuçlarının görülüyor olmasıdır. Sosyal paylaşım ağları, köy dernekleri, platform tarzında örgütlenen bu yapılar içinde, Derelerin Kardeşliği Platformu, Munzur Koruma Kurulu, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu, Karadeniz İsyandadır Platformu, Nükleer Karşıtı Platform, Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun da olduğu çevre örgütleri ön plana çıkıyor. Türkiye Çevre Hareketi, çok sayıda miting, eylem, panel ve sempozyumla son yıllarda artan bir dinamizmle büyümeye devam ederken, hareketin taleplerinde daha güçlü bir antikapitalist vurgu öne çıkamıyor. Gelişen çevre hareketinin önemli bir bölümü, sınıf mücadelesinden uzak duruyor. Avrupa Birliği fonları ile çevre hareketi kendisine bir alan yaratıyor. Kapitalizmin çirkin yüzü çevrecilik makyajıyla örtülmeye çalışılıyor. Çevre hareketinin önemli bir bölümü kendisini reformist taleplerle sınırlıyor ve çevre kirliliğinin sistemin bir yansıması olduğunu görmüyor. Çevre hareketi, aynı zamanda mücadelenin sivri oklarını kapitalizme yöneltmek zorundadır. Doğayı talan eden ve ekolojik dengeyi bozan sistemdir. Kapitalizm yaşadığımız gezegeni felakete doğru sürüklüyor. 47 yaşam temellerini koruma mücadelesi 48 Kapitalizmden insanlığa yönelen tehlike, sermayenin tercihleriyle insanlığın kurtuluşu tercihi arasında bir seçim yapmayı zorunlu hale getiriyor. Bu anlamda çevre mücadelesi, aynı zamanda kapitalizme karşı yönelmelidir. Çevre bilincinin gelişmesi ve doğanın talan edilmesine karşı yapılan eylemlere kolluk güçleri saldırıyor. Erzurum’un Tortum İlçesi’ne bağlı Bağbaşı, Serdarlı ve Pehlivanlı beldeleri, Dikmen, Uzunkavak köylerinden geçen Ödük Çayı üzerinde 3 ayrı Hes kurulması planlanıyor. Ağustos 2011’de yöre halkı yapılacak olan Hes inşaatları için uzun süre iş makinelerinin çalışmasına izin vermemişti. Ödük Vadisinde „canımızı veririz, suyumuzu vermeyiz“ diyerek sık sık eylem yapan köylü kadınlara kolluk güçleri saldırmıştı. Eyleme katılan bazı kadınlara verilen 250’şer liralık para cezasının yanında o dönemde 17 yaşında olan Leyla Yalçınkaya’ya da mahkeme tarafından, Hes’in çalışma alanında bulunmama ve eyleme katılanlarla görüşmeme cezası vermişti! 16-17 Temmuz 2012‘de Trabzon’un ilçesi Çaykara’da bulunan Karaçam-Köknar köylüleri, kendi topraklarında çalışma yapan Hes şantiyesini bastı. Jandarma Hes’ e karşı olan 250’e yakın köylüyü kuşatma altına aldı. Kimlik tespiti yapılarak köye giriş çıkışlar kapatıldı. Kimlik tespitinden sonra 70 kişilik bir grup Çaykara’daki karakola götürüldü. Gözaltına alınan köylüler, karakolun önünde bulunan futbol sahasında bekletildi. Bu bekleyiş gece geç saatlere kadar sürdü. Sonunda yaklaşık 70 kişilik gruptan 5 kişi gözaltına alınarak, savcılığa sevk edildi. Tüm baskı ve tehditlere karşı köylüler, Hes karşıtı mücadelelerine devam edeceklerini belirterek yaşananlara tepkilerini sürdürdüler. Köylüler kolluk güçlerinin Hes şirketinin taşeronunun yanında yer aldığını öne sürerek „bölgede yaşayan bütün canlıları, gelecekte yok edecek bu girişimlerin önüne geçmek için yöre halkı elinden gelen her türlü mücadeleyi yapıyor. Bu nedenle biz köylüler tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığımız yoğun baskılarla karşılaşıyoruz. Trabzon’daki kolluk güçleri yasal sınırları aşan ve adeta yerel taşeronların bir güvenlik ekibi ve sözcüsü gibi davranmaktadır.“ açıklamasını yaptılar. Munzur Vadisi ve çevresinde yapılmak istenen barajlara karşı mücadele gelişiyor. Dersim halkı barajları istemiyor. Dersim’de planlanan Hidro Elektrik Santralleri tamamlandığında, çevre ilçelerle olan bağlantılar kopacak ve Dersim bir ada olacak. Barajların kapakları tutulduktan sonra, halkta bir far- kındalık gelişti. İlk önce barajların çevreye vereceği zarar ve barajların ne olduğu fazla bilinmiyordu. Şimdi halk barajların ne olduğunu daha açık görebiliyor. Her sene yapılan Doğa ve Kültür Festivali bu olayın ciddiyetini daha da artırıyor. Dersim‘de 12. Munzur Kültür ve Doğa Festivalinde çevreciler, Peri Çayı üzerinde yapımı süren Pempelik Barajını protesto etmek amacıyla baraj şantiyesine gitti. Şantiye sahasında bulunan iş makineleri yakıldı. 12. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin son gününde Seyit Rıza Meydanı’nda DEDEF ve Eğitim Sen Ekoloji Komisyonu tarafından“Dersim Coğrafyası; 9 baraj, 23 HES, 63 maden, 10 bin 557 mayın” konulu forum düzenlendi. Forumun ardından binlerce kişinin katıldığı çevre yürüyüşü yapıldı. Artvin’in Arhavi ilçesine Bağlı Konaklı, Kemerköprü köylüleri Hes’e karşı verdikleri mücadeleyi sürdürüyor. İki köyü ayıran dereye kurulacak Hes’e karşı mücadele eden köylüler, kurdukları Hes çadırı ile mücadelelerine devam ediyor. Köylüler, İki köyü ayıran dereye kurulacak olan Hes’in vadilerini, köylerini, çaylarını, fındıklarını, tarım ürünlerini yok edeceğini, köylerinin yaşanmaz bir yer haline geleceğini kendi pratiklerinde görüyor. Ne Yapılmalı? Çevre sorunu bugün yakıcı bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Hâkim sınıfların çevre alanında yarattığı tahribatın sonuçları görülüyor. Doğanın talan edilmesi, yaşam temellerinin yok edilmesinin sonuçlarını insanlar görüyor ve yaşıyor. Kapitalizmin sınır tanımayan kâr hırsı, doğayı kirleten yapısı ekolojik dengeleri bozmaktadır. Kapitalizmin insanı sömüren ve yoksullaştıran karakteri, çevre için de geçerlidir. Kâr etme adına, çevreyi de yoksullaştırmakta ve sömürmektedir. Ülkelerimizde egemen sınıflar varlığını koruduğu sürece, doğanın talanı ve yaşam temellerinin yok edilmesi katlanarak sürecektir. Doğanın talanına dur demek için, çevre mücadelesi hâkim sınıfların egemenliğine karşı mücadele olarak yürütülmek zorundadır. Çevre hareketi içerisinde yer almak ve çevre hareketine doğru görüşlerin taşınması komünistlerin görevidir. Çevrenin korunması uğruna mücadele, devrimci mücadelenin günümüzdeki temel görevlerinden biridir. Komünistler, çevrenin korunması mücadelesinin en ön saflarında yer alıp, bu mücadeleyi devrimci kanallara aktarma görevine sahiptir. 22 Ağustos 2012 M ezopotamya’nın kuzeyinde yer alan Hasankeyf dünyanın en eski yerleşimlerinden biridir. Dicle nehri kıyısında, dik yamaçlar üzerine kurulan kalesiyle bölgede çok önemli bir yere sahip. Hasankeyf Ortaçağdan günümüze önemli izler taşıyan benzersiz bir şehir. Hasankeyf’i benzersiz yapan şeyler Dicle Nehri üzerindeki özel konumu ve bugüne taşımayı başardığı şehirsel öğeler. Hasankeyf’in tarihi çok eski dönemlere dayanır. Hasankeyf dokuz uygarlığın tarihini barındırır. Asur, Roma, Bizans, Artuk, Eyyübi ve Osmanlı’dan önemli arkeolojik ve kültürel izler taşır. Hasankeyf’te insan yerleşiminin M.Ö. 4000 civarında başladığı tahmin ediliyor. İlk yerleşimciler büyük olasılıkla Dicle Nehri boylarındaki mağara ve vadilerde yaşıyorlardı. Asurlular ve komşu bölgelerdeki diğer topluluklar, kayalık mağaralarda yaşayan insanlara ‘kefenen’ (taş insanı) adını vermişlerdi. Daha ileriki tarihlerde Hasankeyf, Makedon, Pers, Sasani ve Roma egemenliğine girdi. Romalılar genellikle fethettikleri toprakların adını değiştiriyorlardı. Hasankeyf, 7.yüzyıla kadar antik Asurca ismi olan ‘Castrum Kefa’ (Taş Hisar) ile anılıyordu. 15. yüzyılda Doğu Roma uygarlığının bağımsız kiliselerinden biri bu bölgede ortaya çıktı. Suriye kültürü ve halkı bu kilisenin çatısı altında birleşti. 7. yüzyıldaki İslam hâkimiyetinden sonra da Suriyeliler bölgede yaşamaya devam ettiler. Bölgenin ismi artık Arapçada Castrum Kefa demek olan Hısn Kayfa olmuştu. Bu isim sonunda Hasankeyf haline geldi. 1090 yılı civarında Büyük Selçuklular bölgeyi ele geçirdi. 1102’de Büyük Selçuklulara bağlı Artuklu eyaleti Hısn Kaifa kuruldu. Selçuklu egemenliği Hasankeyf’in altın dönemi olarak nitelendirilir. 1236’da Hasankeyf Eyyübileri olarak bilinen eyalet kuruldu. 14. yüzyıldaki Moğol yaşam temellerini koruma mücadelesi Dicle Özgür Aksın, Hasankeyf Yok Olmasın 49 yaşam temellerini koruma mücadelesi istilasından sonra Anadolu’daki Akkoyunlu prensleri egemenliklerini Hasankeyf’e kadar genişlettiler. Osmanlı, Safevi (Pers), Eyyübi ve Akkoyunlu devletlerinin sınırında yer alan Hasankeyf, bu güçler arasındaki çatışmalardan nasibini aldı. Sonunda 1524’de Osmanlı egemenliğine girdi. Hasankeyf’in kısa da olsa tarihini anlatmamızın nedenleri var. Bölgenin özelliklerini gösteren ilginç yapısı ve günümüze kadar gelen kalıntıları ile korunması gereken bir ilçedir Hasankeyf. Tüm bu sözü edilen tarihi, kültürel, dini ve arkeolojik önemine rağmen Hasankeyf yıllar önce bölgenin eşsiz mirası göz ardı edilerek planlanan Ilısu Barajının suları altında kalmak üzeredir. Hasankeyf Mezopotamya’yı oluşturan iki büyük nehirden biri olan Dicle nehrinin ku- ması planlanmaktadır. Barajın ve santralin kurulması halinde elde edilecek 3833 GWh yıllık enerji üretimi (1200 MW kurulu potansiyel güç) Türkiye’nin toplam enerji kapasitesinin yaklaşık %1,5’ine denk gelmektedir. Baraj gölünün 313 km2’lik bir alanı kapsayacağı hesaplanmaktadır. Ilısu Barajının tamamlanması ve Dicle nehrinin akışının engellenmesi nelere mal olacaktır? Ilısu Baraj Projesi, Hasankeyf’i ve Dicle vadisinin eko sistemini yok edecektir. Ilısu Baraj gölü sahası, çoğu tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlayan 78.000 kadar insanın yerlerinden olmasına yol açacaktır. Baraj havzası içerisinde göçebe olup, hayvancılık yaparak geçimini sağlamakta olan 30 bin dolayındaki insanı da katarsak barajdan etkilenenlerin sayısı 100 Türk devleti ve RTE-hükümetinin Kuzey Kürdistan’a barajlar yapmasının belirli nedenleri var. Ama öncelikle bir saptama yapmak gerekiyor. Kapitalizm doğası gereği kâr amacıyla, doğayı bir sömürü aracı olarak görmektedir. Doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinin baş sorumlusu kapitalizmdir. Türk hâkim sınıfları da doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinde başrolü oynamaktadır. Ama Türkiye’de özellikle Kürdistan‘da barajlar enerji üretmek için yapılmıyor. Hakkâri sınırı içinde 11 baraj gölü insan geçişini kontrol altına almaya yönelik olarak yapılıyor. 50 zeyinde yer alıyor. Dicle nehrinin bitmez tükenmez sularının bir araya gelişi bölgede sıra dışı bir güzellik oluşturuyor. Dicle nehri bölgedeki temiz su kaynağı ve binlerce yıldır bölgedeki her şey ırmağın akışına göre şekillenmiş. Dicle Vadisinin yamaçları suyla temas ettiğinde kolayca çözünen kireç taşlarıyla kaplı. Bu durum bölgenin yerleşimcilerinin zamanında ev olarak kullandığı doğal mağaraların oluşumuna fırsat sağlıyor. Hasankeyf’te birçok ev, dini ve ticari yapı kayaya oyulmuştur. Bu gelenek çok uzun yıllar boyunca Dicle Nehri kıyısında yaşamış medeniyetlerle ilgili önemli ve estetik veriler sunmaktadır. Dicle nehrinin özgür akması engellenmek isteniyor. Dicle nehri üzerinde Ilısu Barajı inşa ediliyor. Ilısu Baraj Projesi Mardin il sınırları içerisinde, Dargeçit ilçesine 15 km uzaklıkta Dicle nehri üzerinde kurul- bini geçmektedir. Sulu tarım yapılan yaklaşık 31.000 hektarlık alan sular altında kalacaktır. Ilısu Baraj’ının tamamlanması ertesinde 95 köy, 104 mezra ve tarihi Hasankeyf yok olacaktır. Ilısu Barajı ile birlikte Dicle Vadisinde yer alan ve tarihi 12 bin yıl öncesine dayanan arkeolojik kalıntılar ile vadideki canlılar yok olacaktır. Dicle vadisinin ekosistemi bozulacak ve iklim değişiklikleri yaşanacaktır. On binlerce insan üretici durumundan tüketici durumuna düşecek, böylece işsizlik ve yoksulluk daha da artacaktır. Dicle Nehri, üzerinde inşa edilecek barajlarla yok edilme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu baraj Almanya, Avusturya ve İsviçre holdingleri tarafından finanse edilip inşa edilecek idi. Bu şirketler bunun için bir konsorsiyum kurmuştu. Kendi devletleri de bu korsorsiyuma mali güvence veriyordu. rakları suyla buluşturacağız” dediler! Doğanın dengesi bozuldu. Verimli topraklar çoraklaştırıldı. Sel felaketleri kuraklık baş gösterdi. Kısacası büyük ölçekli barajlar yoksulluk ve felaketlere yol açtı. Yukarda Ilısu Barajının faaliyete geçmesiyle birlikte, Dicle Vadisinin ekosisteminin yok olacağını belirttik. Nedir ekosistem? Ekosistemin ana görevi, o sistemde doğal olarak yaşayan canlı ve cansız türlerin nesillerinin sürdürülmesidir. Belirli bir ekosistem içinde, o sistemin özelliklerine bağlı olarak, belirli canlı türleri yaşar. Bir ekosistemin görevi, kendi içinde çeşitliliği devam ettirmek ve oradaki türlerin nesillerinin sürdürülmesini sağlamaktır. Bu sürdürme bilinçli bir işlem değil, sonuçtur. Ekosistemin doğal canlı ve cansız öğelerinin değişmesi ve bozulması (toprak erozyonu, bitki örtüsünün kaldırılması, su kaynaklarının azalması, yok edilmesi vb.) ekosistemin görevini yerine getiremez hale gelmesine yol açar. Ekosistemin doğal dengesinin bozulması söz konusu ekosistemlerde pek çok canlı türünün yok olmasına neden olmuş ve olmaktadır. Kısaca ekosistemin anlatımı böyledir. Doğal denge nedir? Ekosistemin parçaları, ister bitki türü, ister iklim, isterse toprak olsun, on binlerce ve hatta milyonlarca yıllık bir zaman süreci içinde evrimleşerek ortaya çıkmıştır. Uzun zaman içindeki bu evrimleşmeye bağlı olarak canlı ve cansız parçalar arasında dengeli bir düzen ve çok ince ayarlanmış bir uyum vardır. Her parça birbirleriyle, değişik derecelerde ilişkilidir. Ekosistemin sağlıklı işlemesi için, sistem içinde her bir parçanın ayrı bir işlevi ve görevi vardır. Parçalar bu görevlerini farklı zamanlarda ve farklı koşullarda yerine getirir. Ekosistemin parçalarından herhangi biri bozulursa veya o parça sistemden çıkarılırsa, ekosistem verimli çalışamaz zamanla bozulur ve önceki görevini yapamaz hale gelir. Hasankeyf ve Dicle Vadisini korumak için mücadele etme görevimiz var. Ilısu Baraj Projesi, Hasankeyf’i ve Dicle Vadisinin ekosistemini yok edeceği için baraj yapımına karşı çıkıyoruz. Ilısu Baraj Projesi, kültür mirasının yanı sıra sosyal bir yıkıma da neden olacaktır. Bunun için diyoruz ki, Dicle özgür akmalı, Hasankeyf yok olmamalıdır. AKP hükümeti kâr uğruna doğayı talan ediyor. Yaşamın temelleri yok ediliyor. Yaşamın doğal temellerine sınıf mücadelesi yoluyla sahip çıkalım! Doğanın talan edilmesine, hoyratça sömürülmesine dur diyelim! Temmuz 2012 yaşam temellerini koruma mücadelesi Gerek ülkelerimizde gerekse sözü geçen bu ülkelerde çevrecilerin mücadelesi sonucu bu devletler finanse etme konsorsiyumdan çekildiler. T.C. Hükümeti bunun üzerine Ilısu barajını dış finanse olmaksızın inşa etme kararı aldı. Türk devleti ve RTE-hükümetinin Kuzey Kürdistan’a barajlar yapmasının belirli nedenleri var. Ama öncelikle bir saptama yapmak gerekiyor. Kapitalizm doğası gereği kâr amacıyla, doğayı bir sömürü aracı olarak görmektedir. Doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinin baş sorumlusu kapitalizmdir. Türk hâkim sınıfları da doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinde başrolü oynamaktadır. Ama Türkiye’de özellikle Kürdistan‘da barajlar enerji üretmek için yapılmıyor. Hakkâri sınırı içinde 11 baraj gölü insan geçişini kontrol altına almaya yönelik olarak yapılıyor. Egemen sınıfların yandaş medyası da, “bu barajlar sayesinde PKK artık sınırda eskisi gibi rahat hareket edemeyecek, mağaralarda barınamayacak” diye yazıyor. Yani barajların hangi amaçla yapıldığı açıkça söyleniyor. Şırnak kesimindeki barajlarla ilgili DSİ haritasına göre, PKK’nin önemli geçiş noktaları, barındıkları yerler tamamen suyla doluyor. DSİ Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan proje kapsamında ,“PKK’ye karşı güvenlik barajları” olarak adlandırılan 11 barajın ihalesi yapılarak yapımlarına başlandı. Şırnak sınırlarında 7, Hâkkari’de ise 4 adet olarak planlanan barajlar devreye girdiğinde, sınırlardan geçişlerin önüne geçileceği hesaplanıyor. Şırnak’ın Irak sınırındaki Uludere ilçesi Hezil ve Ortasu Çayları’nın üzerinde Silopi, Şırnak, Uludere, Ballı, Kavşaktepe, Musatepe ve Çetintepe adlarında 7, Hâkkari’nin Çukurca İlçesi’nde Güzeldere Çayı üzerinde Gölgeliyamaç ve Çocuktepe, İran sınır kesiminde bulunan Şemdinli ile Yüksekova ilçeleri arasında da Bembo Çayı üzerinde Beyyurdu ve Aslandağ barajları inşa ediliyor. Türk devleti, Kuzey Kürdistan’da uyguladığı politikalar ile Kürtlerin kendi ülkelerinden kaçıp gitmesini amaçlıyor. 90’lı yıllarda boşaltılan köyler sonucu, Kürtler Batı illerine göç etmek zorunda bırakılmıştı. Kürdistan’da ormanlar yakılıyor ve doğa talan ediliyor. Bölgede yapılan her baraj sonrasında on binlerce insan göç ettiriliyor, tarihi yerler, en değerli doğa alanları ve sulu tarım yapılan on binlerce dönümlük verimli araziler, ilçeler, yüzlerce köy sulara gömülüyor. Göç sorunu, yerleşim sorunu ve kentlere uyum sorunu derken ekonomik ve sosyal alanda mağdur olan on binlerce baraj zedeler ortaya çıkıyor. “Top- 51 Kapitalizmin sınır tanımayan kâr hırsı, doğayı kirleten yapısı ekolojik dengeleri bozmaktadır. Kapitalizmin insanı sömüren ve yoksullaştıran karakteri, çevre için de geçerlidir. Çevrenin korunması uğruna mücadele, devrimci mücadelenin günümüzdeki temel görevlerinden biridir.