Selam ile Annelerin ayaklarının altına yüz sürülen bir kültürden geliyoruz. “Ana” denildiği vakit akan suların durduğu bir kültürden besleniyoruz. Her şeyin temeline “ana” kavramını yerleştiriyoruz: Ana vatan, anayasa, ana tema gibi… Ana kavramının kutsal olduğu bir medeniyetin temsilcileriyiz. Ana, bizde cennet ayaklarının altına serilen yüce bir varlıktır. Üzerimizde herkesten daha çok hakkı bulunan bir kişidir analarımız. Bizi dokuz ay boyunca karınlarında taşıyan, canlarıyla, kanlarıyla bizleri besleyen, sonra en şiddetli doğum sancılarıyla bizi doğuran, bebekliğimiz döneminde hizmetin, sevginin, şefkatin en yücesini gösteren, ta ki büyüyüp ayaklarımız yere sağlam basana kadar hatta ömrümüzün ahirine kadar bize kol kanat geren, bizim koruyucu meleklerimizdir annelerimiz. Onlar babalarımızla birlikte ailenin temelidir. Tüm bunlara rağmen nasıl oldu, ne oldu da son zamanlarda anne ve baba katilleri türedi? Eksik olan ne? Eğitim diye çocuklara ve gençlere “din” vermezseniz ve dinî eğitim taleplerini “irtica” çığlıklarıyla bastırmaya çalışıp “dindarlaşmayı” gericilik diye itham ederseniz sonuçta “anne ve baba katili üreten” bir sistem oluşturursunuz. Kalıbını, midesini doldurup ruhunu aç bıraktığınız bu nesil kimin eseridir? Gönlüne Allah korkusunu koymadığınız, ahiret inancından soyutladığınız ve kendisini sadece bu dünyaya ait hisseden bir gençlik yetiştirince aynı zamanda anne ve baba katili yetiştirdiğinizi ne zaman anlayacaksınız? Kendisini secde de, Allah’a kullukta aramayan gençlik nerede arayacaktır? Anne kalbi, baba kalbi kırmanın ne demek olduğunu bilmeyen bir gencin eline bıçağı siz veriyorsunuz. O genci suça siz itiyorsunuz. Sonra da bu ahlaksızlıktan şikâyet ediyorsunuz. Medyadaki köşelerinizden bu milletin diniyle, tarihiyle, kültürüyle savaşacaksınız sonra da boşluğa attığınız kurbanlarınızı ahlaksızlıkla, şununla bununla suçlayacaksınız. Dünyanın neresinde kendi eserini suçlayan insan görülmüştür. Ey köşelerinden gençlerin yüzde altmışı Cuma namazına gidiyormuş deyip namaza dolayısıyla dine kin kusan azılı güruh! Bu milletin dininden, tarihinden kültüründen elinizi çekin. Bırakın, bırakında bu millet aslî mayasına dönsün. Dönsün de görün insanlığı, görün edebi, görün erdemi… Saygıdeğer okurlar, Medyadaki bir takım yayınlarla aile yapımız tarumar edilmek istenmektedir. Özellikle bünyemize uygun olmayan televizyon dizileriyle, filmleriyle aile yapısı aile ortamı adeta dinamitlenmektedir. Günden güne toplumumuzda aile kurumu yozlaştırılmaktadır. Bunlar toplumumuzun “dönüştürülme” projeleridir. Her geçen gün aranmaktadır. Bu konuya dikkat çekmek için bizde Burhan dergisi olarak bu ayki dosyamızı “aile” olarak sizlere sunuyoruz. Dosya yazıları ve diğer yazılarla hakikaten dergimiz bu ayda dolu dolu… Beğeneceğinizi umuyoruz. Daha iyi Burhan’larda buluşabilmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz. AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 34 Temmuz 2008 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR içindekiler 4 HAZRETİ PEYGAMBER’İN ÂİLESİ 42 HÜKÛMETLERİN HADİS Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN RİVAYETİNDE TESİRİ YAHUT EMEVÎ VE ABBASÎ İKTİDARLARI DAHLİ (1) 8 AİLE REİSLİĞİ KAÇINILMAZDIR Osman KARABULUTOĞLU Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK 46 TASAVVUFTA ASLOLAN MADDEYE 10 AİLE HAYATI ÜZERİNE BİR KISIM Umut BULUT NÜFUZ ETMEKTİR MÜESSESE MÜDÜRÜ Osman MERT YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR İhsan AKTAŞ Mustafa ÖZKAYA Semi HAFIZOĞLU GRAFİK TASARIM Burhan Ajans MÜLÂHAZALAR Prof. Dr. Sayın DALKIRAN UZUN DEĞİL 14 PEYGAMBERİMİZ (s.a.v)’in AİLE HAYATI Kamil ABDULLAHOĞLU 18 AİLE HAYATIMIZ, CENNETİMİZ YA DA CEHENNEMİMİZ DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ [email protected] [email protected] [email protected] www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Aydın BAŞAR 52 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Ramazan ÇAKIR Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro 48 ÖMÜR HEP ARAYACAK KADAR 54 ALEMLERE RAHMET HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V) Ersan BİLGİN 20 AİLE HAYATINDA HUZURUN 57 EY DERDE DERMAN REÇETESİ İSLÂMİYET’TİR Niyaz-ı Mısri Mehmet TALU 58 MUHABBET BAHÇESİ 30 İSLÂMÎ NESLİN DEVAMI Hüseyin SELAMCI 32 MERKEZDEN BİR ŞUBE: AİLE Yusuf ELİBOL 60 NAMAZ’IN BİZİ KILMASI İÇİN Sezgin ÇAKIR Halil ATİK 65 SATIRLIK HAKİKATLER 34 HISIM VE AKRABAYI ZİYARET Yard. Doç. Dr. Abdülmecid OKCU 66 EVİNİN SULTANLARI Zeynep GÜLOĞLU 36 İSLAMOFOBİ GERÇEĞİ Hasan BAŞAR 39 HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER 17 68 "Varlığın anlamına, Eşyanın hakikatine, köklerimize" RIHLE DERGİSİ Ömer Faruk TOKAT Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR 70 BURHAN ÇOCUK 40 YENİDEN DİRİLİŞİN ÖNEMLİ DELİLLERİNDEN BİRİ OLARAK İNSANIN YARATILIŞ EVRELERİ Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Musa KARACA 72 Hz.Pîr Ahmed Er-Rufai Hazretlerinin Salavât-ı Hamsesi HAZRETİ PEYGAMBERİN AİLESİ 4 Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN PEYGAMBERİMİZ (S.A.V)’İN AİLE HAYATI 14 Kamil ABDULLAHOĞLU AİLE HAYATINDA HUZURUN REÇETESİ İSLÂMİTE’TİR 20 Mehmet TALU İSLAMOFOBİ GERÇEĞİ 36 Hasan BAŞAR TASAVVUFTA ASLOLAN MADDEYE NÜFUZ ETMEKTİR 46 Umut BULUT ÖMÜR HEP ARAYACAK KADAR UZUN DEĞİL 48 Aydın BAŞAR 60 NAMAZ’IN BİZİ KILMASI İÇİN Sezgin ÇAKIR Otuzdört [email protected] DOSYA Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN HAZRETİ PEYGAMBER’İN ÂİLESİ 4 Burhan Mekke’de iki kişinin yaşadığı bir evde ve kalabalık bir âile ortamında dünyaya gelen Hz. Peygamber, Medîne’de kalabalık bir evde ve kalabalık bir âile ortamında vefat etti. O, hiçbir zaman kendisi için yaşamadı; hayatını âile fertlerine ve ümmetine vakfetti. Yakınlarıyla ve âile fertleriyle çok yakından ilgilendi. Gecegündüz ümmeti için çalıştı. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bize örnek oldu. Cennet’te Onunla beraber olmak isteyenler, O’nun âile yaşantısını ve âilesine olan bağlılığını örnek almalıdırlar. Burhan 5 z. Peygamber efendimiz, Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları koluna mensuptur. Babası Abdullah, Hâşim oğullarından; annesi Âmine de Zühre oğullarındandır. Abdullah ve Âmine çiftinin, evliliklerinden sonra el-Bereke adında Habeşistanlı bir de hizmetçileri vardı. Bilindiği gibi babası Abdullah, kendisi doğmadan önce vefat etmişti. Hz. Peygamber doğmadan önce annesi Âmine, evin hizmetçisi el-Bereke ile aynı evde birlikte yaşıyordu. Bu iki hanımefendi, dede Abdülmüttalib’in himâyesinde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Abdülmüttalib’in çok kalabalık bir âilesi vardı; çocukları çoktu. Hz. Muhammed (s.a.v.), işte böyle geniş bir âile ortamında ve iki kişinin yaşadığı bir evde dünyaya geldi. H Mekke’de yeni doğan bütün çocuklar, yüksek yerlerde yaşayan âilelere süt emmek için verilirdi. Mekke’nin rakımı çok düşük ve etrafı dağlarla çevrili olduğu için havası çok sıcak ve boğucudur. Yeni doğan bebekler bu sıcaktan çok rahatsız olurlardı. Âileleri onların sağlıklarını düşündükleri için yüksek yerlerde ve serin bölgelerde oturan âilelerden bir sütanne bulur; çocuklarını oraya gönderirlerdi. Sütanneye verilen Mekkeli çocuklar iki yıl sütannelerinin yanında kalır, sonra öz annelerinin yanına dönerlerdi. Hz. Muhammed de, Hevâzin kabîlesinin Sa’d oğulları kolundan Halîme adında bir hanımefendiye verildi. Halîme, Hz. Muhammed’i kendi oğlu Abdullah ile birlikte emzirdi. Hz. Muhammed’in sütannesi Halîme’nin Şeymâ, Enîse ve Abdullah adında üç çocuğu vardı. Eşi ve çocuklarının babası Hâris’le birlikte evin nüfusu beş kişiydi. Hz. Muhammed ile birlikte bu nüfus altı oldu. Süt emzirme müddeti olan iki yılın sonunda Hâris ve Halîme, Hz. Muhammed’i getirip öz annesi Âmine’ye teslim ettiler. Ücretlerini alıp evlerine dönecekleri zaman Âmine, Halîme’ye “Ey Halîme! Şu anda Mekke’de salgın bir çocuk hastalığı var. Götürüp yavruma biraz daha bakar mısın?” dedi. Halîme, Âmine’nin bu teklifinden çok memnun oldu. Zaten, bu çocuktan bir türlü ayrılmak istemiyordu. Çünkü bu çocuk, evlerine ve bölgelerine bereket getirmişti. Çocuğu alıp yaylalarına geri döndüler. Sütannesi Halîme’nin evine geri dönen Hz. Muhammed, dört yaşına kadar burada kaldı. Sütkardeşi Abdullah, süt ablaları Enîse ve Şeymâ ile çok güzel günler geçirdi. Açık havada, kırda, bayırda birlikte oynadılar. Şeymâ kardeşlerine hem ablalık hem de annelik yaptı; onlarla çok yakından ilgilendi. Hz. Muhammed (s.a.v.), dört yaşında öz annesi Âmine’nin yanına geldi. O gelinceye kadar evde iki hanım birlikte yaşadılar. Hz. Muhammed, iki yıl, evin üçüncü kişisi olarak onlarla birlikte yaşadı. Belki de hayatının en güzel günlerini işte bu iki yıl içerisinde annesi Âmine ve dadısı el- Bereke ile birlikte geçirdi. Hz. Muhammed, altı yaşına gelince bu üç kişi birlikte Medine’ye gittiler. Bir tica6 ret yolculuğundan dönerken Medine’de vefat eden ve dayıları tarafından oraya defnedilen Abdullah’ın kabrini ziyaret edip Mekke’ye döneceklerdi; öylede yaptılar. Abdullah’ın kabrini ziyaret ettiler; biraz da akrabaları olan Neccar oğullarında misafir kaldılar. Sonra da Mekke’ye dönmeye karar verdiler. Dönüş yolunda Ebvâ denilen köyde Âmine Hâtun rahatsızlandı ve orada vefat etti. Yetim olarak dünyaya gelen Hz. Muhammed, şimdi de annesini kaybetmiş ve öksüz kalmıştı. Yetim ve öksüz Hz. Muhammed’i Ebvâ’dan Mekke’ye getiren el-Bereke, onu dedesi Abdülmüttâlib’e teslim etti ve ona iki yıl da dedesinin evinde baktı. Hz. Muhammed, altı yaşında dedesinin evine geldiğinde amcası Abbas sekiz (veya dokuz) yaşlarında, diğer amcası Hamza da dokuz (veya on) yaşlarındaydı. Hz. Muhammed, dedesinin evinde kaldığı iki yılını bu amcaları ile birlikte aynı çatı altında geçirdi. Kendisi sekiz yaşına geldiğinde dedesi Abdülmüttâlib vefat etti. Bu sefer de öz amcası Ebû Tâlib onu himâyesine aldı. Haşim oğulları, Habeşistanlı esmer hizmetçi kızcağız el-Bereke’ye evlenme izni verdiler. O da Ubeyd ile evlendi. Ondan Eymen adında bir oğlu olduğu için kendisine Eymen’in annesi mânâsında “Ümmü Eymen” künyesi verildi. Sekiz yaşında, amcası Ebû Tâlib’in evine gelen Hz. Muhammed, Hz. Hatîce ile evlendiği yaş olan yirmi beş yaşına kadar amcasının evinde kaldı. Amcası Ebû Tâlib ve amcasının hanımı Fâtıma bint Esed, evlerinin devamlı misafiri Hz. Muhammed’i kendi çocuklarından ayırmadılar, on yedi yıl bu yetim ve öksüze kendi çocukları gibi baktılar. O sırada, Ebû Talib ve Fâtıma çiftinin kendi çocukları da vardı. Hz. Peygamber’in bu evdeki çocukluk ve gençlik yılları amcasının çocukları Tâlib, Ümmü Hânî, Akîl ve Câfer ile birlikte geçti. Hz. Muhammed amcasının evinde kendi evindeymiş gibi yaşadı. Amcasının çocukları ile birlikte büyüdü. Yaşı biraz ilerledikten sonra amcasına yardımcı oldu, onun hayvanlarını güttü. On iki yaşında, amcası Ebû Tâlib ile Şam’a; on yedi yaşında da diğer amcası Zübeyir ile Yemen’e seyahat etti. Amcaları, yeğenleri Hz. Muhammed’i çok severlerdi. Amcası Ebû Tâlib, yirmi beş yaşına gelen Hz. Muhammed’i, Hz. Hatîce ile evlendirdi. Artık onun da bir evi ve huzurlu bir yuvası vardı. Hz. Hatîce, onun için kıymetli bir eş, doğacak çocukları için de tecrübeli bir anneydi. Kâsım, Abdullah, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma bu yuvanın öten bülbülleri ve kokan gülleri oldular. Kâsım ve Abdullah küçük yaşlarda vefat ettiler. Zeyneb, teyzesinin oğlu Ebu’l-Âs ile, Rukiyye ise Hz. Osman ile evlendiler. Hatîce annemiz, diğer iki kızının evliliğini göremeden Mekke döneminde, peygamberliğin onuncu yılında vefat etti. Hz. Hatîce, peygamber evinin direğiydi. Kendisi ilk Müslüman’dı. Hz. Peygamber’in en büyük destekçisiydi. Vefalı, sâdık bir eş; cefakâr bir anneydi. Mümin ve Müslüman hanımların onu çok iyi tanımalarını ve kenBurhan disini örnek almalarını tavsiye ederim. Günümüz hanımlarının, Hz. Peygamber’i ve onun dâvâsını çok iyi anlayan ve ona yardımcı olan bu hanımefendiden öğrenecekleri çok şey var. Hz. Hatîce vefat ettiği zaman Hz. Peygamber’in evinde kendisi ile birlikte dört kişi vardı. Kendisi, iki kızı, bir de evinin devamlı misafiri Hz. Ali. Bilindiği gibi Hz. Ali, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Peygamberimiz otuzbeş yaşlarındayken amcası Ebû Tâlib’in maddî durumu bozulmuştu. Amcası Abbas ile birlikte Ebû Tâlib’e gittiler, onun oğullarından birer tane alıp evlerine getirdiler. Abbas, Cafer’i aldı yanına; Hz. Peygamber’de Ali’yi aldı. Hâşim oğulları âilesi birbirlerine çok tutkun idiler. Âile içindeki yetim ve öksüzlere sahip oldukları gibi, maddî durumu bozulanlara da yardımcı oluyorlardı. Hz. Peygamber, küçük yaşlarda yanına aldığı Ali’yi besledi, büyüttü ve kızı Fâtıma’yı onunla evlendirdi. oldu. Hanımlarından Hz. Hatîce ve Hz. Zeyneb bint Huzeyme’yi kaybetmenin üzüntüsünü yaşadı. Bütün bunlar, O’nun âile saâdetini ve mutluluğunu eksiltmedi. Hz. Peygamber’in, dul olarak evlendiği eşlerinden ikisinin önceki eşlerinden çocukları vardı. Bunlardan Ümmü Seleme annemizin birinci eşi Ebû Seleme’den dört çocuğu; Ümmü Habîbe annemizin de ilk eşi Ubeydulllah b. Cahş’tan bir çocuğu vardı. Hz. Peygamber bunlarla çok yakından ilgilendi; kendilerini besledi, büyüttü ve her birini uygun ve münâsib kişilerle evlendirdi. Hz. Peygamber, Mekke’den Medîne’ye hicret edince altı- yedi ay kadar Ebû Eyyûb el- Ensârî’nin evinde misafir kaldı. Bu zaman zarfında da şehir merkezinde bir mescit yaptırdı. Bu mescidin üç ana bölümü vardı. Birinci bölüm namaz kılınan yer, ikinci bölüm suffa, üçüncü bölüm de Hz. Peygamber için yapılan odalar (evler) idi. Bu odalar (el-hucurât), mescidin doğu duvarına bitişik bir şekilde yapıldı. İlk önce Sevde annemiz için bir oda, sonra da nişanlısı Hz. Âişe için bir oda yapıldı. Sonradan evlendiği annelerimiz için de birer oda ilave edildi. Hz. Peygamber efendimizin hanımları için yaptırdığı bu odalar, mescidin doğu duvarına bitişik ve birbirlerine bitişik bir şekilde yapıldı. Hz. Peygamber’i arayanlar O’nu, ya mescidde ya suffada veya odalarından birinde bulabilirlerdi. Ayrıca Hz. Peygamber, hanımlarının kardeşleri (kayınbiraderleri) ve yakınlarına da ilgi ve alaka gösterdi. Hz. Hafsa’nın bekar kardeşi Abdullah, zaman zaman ablasının evinde misafir olarak kalırdı. Hz. Aişe’nin ablası Esmâ’nın oğlu Abdullah b. Zübeyr ve Hz. Meymûne’nin ablası Lübâbe’nin oğlu Abdullah b. Abbas, sık sık teyzelerinin yanında kalırlardı. Bilindiği gibi Abdullah b. Zübeyr’in annesi Esmâ, Hz. Peygamber’in baldızı; babası Zübeyr de Hz. Peygamber’in Halası Safiyye’nin oğludur. Yani Abdullah, hem annesi hem de babası tarafından Hz. Peygamber’in yakınıdır. Abdullah b. Abbas da böyledir. Onun annesi Lübâbe, Hz. Peygamber’in baldızı; babası Abbas’da Hz. Peygamber’in amcasıdır. Bu üç Abdullah, Hz. Peygamber’in evinin fertlerinden sayılırlar. Her birinin, Hz. Peygamber ile ilgili çok güzel hâtıraları vardır. Hz. Peygamber’in hayatını kameraya alıp bize nakleden bu güzel insanlar, Hz. Peygamber’in evinde yetişmiş delikanlılardır. Bunlardan biri ablasının, diğer ikisi de teyzelerinin yanında yetişmişlerdir. Basit malzemelerden yapılmış bu odaların içinde dünyayı aydınlatacak insanlar yetişti. Onlar, dünyaya tapmadan dünyayı değiştiren insanlardı. Bu evdeki saâdeti bütün dünyaya yaydılar. Mescidin duvarına bitişik bu odalar, hem ev, hem mektep hem medrese hem de mâbed idi. Orada nice güzel insanlar yetişti. Onlar mutluluğu, yemede-içmede ve eşyada değil; iç dünyalarında bulan şanslı insanlardı. Onların evlerin de İslâm adına bir hareketlilik vardı. Hareketin olduğu yerden de bereket zuhur etti. Hz. Peygamber, mescidin duvarına bitişik bu odalarda çok mutlu bir âile hayatı yaşadı. Kızları Rukiyye ve Fâtıma’yı buradan gelin etti. Hanımları, hanımlarının önceki eşlerinden olan çocukları ve torunları ile, basit malzemeden yapılmış olan bu yuvada çok mutlu bir hayat yaşadı. O’nun iki hanımından çocukları olmuştu. Hz. Hatîce’den altı çocuğu, Mısırlı Mâriye’den de oğlu İbrâhim olmuştu. Yedi çocuğundan üçü erkek, dördü kızdı. Üç oğlu da küçük yaşlarda vefat etti. Kızlarının üçü de kendisi hayatta iken vefat ettiler. Yani Hz. Peygamber, altı çocuğunun ölüm acısını kalbine gömdü. Torunlarının vefatına şâhid Mekke’de iki kişinin yaşadığı bir evde ve kalabalık bir âile ortamında dünyaya gelen Hz. Peygamber, Medîne’de kalabalık bir evde ve kalabalık bir âile ortamında vefat etti. O, hiçbir zaman kendisi için yaşamadı; hayatını âile fertlerine ve ümmetine vakfetti. Yakınlarıyla ve âile fertleriyle çok yakından ilgilendi. Gece-gündüz ümmeti için çalıştı. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bize örnek oldu. Cennet’te Onunla beraber olmak isteyenler, O’nun âile yaşantısını ve âilesine olan bağlılığını örnek almalıdırlar. Hz. Peygamber efendimiz, Hz. Hatîce’nin vefatından sonra yaşlı bir hanım olan Hz. Sevde annemizle evlendi. Sevde annemiz, evdeki çocuklara da annelik yaptı. Hicret esnasında müşrikler, Hz. Peygamber’in evini kuşattıkları zaman Sevde annemiz, evde ve çocukların başındaydı. Hz. Peygamber’in o gece evi terk etmesinden sonra Hz. Ali, emânetleri sahiplerine verdikten sonra Mekke’den ayrılmış; evde Sevde annemiz, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma kalmışlardı. Onlar da altı ay sonra Medîne’ye hicret etti ve oraya yerleştiler. Burhan 7 Otuzdört DOSYA Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK AİLE REİSLİĞİ KAÇINILMAZDIR “Allah’ın, insanlardan bazısını bazısına üstün kılması sebebiyle ve ailenin geçiminden sorumlu olmalarından dolayı erkekler; kadınların yönetcisidir.” (Nisa(4)/34) “Ey iman edenler! Kendinizi ve aile fertlerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...” (Tahrim(6)/66) nsan, Allah’ın dünyada halifesi olmakla beraber, fıtrat/yaratılış itibariyle zayıf bir varlıktır. Dar gönüllüdür, sıkıntıda feryad eder, iyilik yapma mevkiinde olduğunda cimrileşir. İyiliğe doymaz, kötülükle karşılaştığında ümitsizliğe düşer ve perişanlık sergiler. Zulmü bitmez ve cehaletinin sonu gelmez. İ 8 Hâl böyle olunca; nerede insan varsa, orada problem var demektir. İşte idareci bundan dolayı; insan hayatı ve toplum düzeni için “olmazsa olmaz” dır. Aile, cemiyetin en küçük birimidir. Bazen 3–5 kişiden, bazen de daha fazla kişiden teşekkül eder. Hatta bizim eski aile yapımızın uzantısı mahiyetinde devam eden aileler bünyesinde 10 kişiyi de geçtiği olur. Netice itibariyle; sadece aile çatısı altında değil, her nerede birden fazla insan, bir arada müşterek bir hayatı devam ettirme durumunda iseler; muhakkak sözü dinlenecek birisine ihtiyaçları olacaktır. Burhan rektiren hallerdir. İşte bütün bunlardan, üstesinden gelmeye aday birisi sorumlu olacaktır ki, biz buna aile reisi diyoruz. Aile reisinin, fizyolojik dünyasının da, psikolojik dünyasının da yukarıdaki meselelerin üstesinden gelmeye müsait olması icap etmektedir. Bu kimse de normal şartlarda erkektir, babadır. Burada erkeğin reisliği, fıtrata uygun bir seçimdir. Rabbimiz de bu seçimi böylece yapmış olup, gerekçelerini de bize, konu başında geçtiği gibi açıklamaktadır:” Ailede reis erkektir. Çünkü: a. Erkek, idari özellikler hususunda kadından üstün yaratılmıştır. b. Ailenin geçimi erkeğe havale edilmiş bir görevdir.” İdarecilikte, hissi davranmamak, duyguları ile harekete geçmemek, refleks şeklinde mukabelede bulunmamak Ve serinkanlılığını muhafaza etmek, başta gelen hususiyetlerdir. Bu konulardaki erkek farklılıkları konusunda, istisnalar hariç tutulursa kadınlar da erkeklerle hemfikirdirler. Öyleyse; İslam aile yapısında, aile reisliği müessesesi vardır ve bunun başkanı da erkektir. Burada ne erkeğin çalım satması ve ne de hanımların eziklik hissine kapılması; bahis konusudur. Sosyal hayatta nice erkekleri, erkek idarecilerin yönetmesi bir çalım satma konusu değilse ve nice hanımların da, erkeklerin idaresi altında çalışıyor olmaları bir sınıf farkı olarak algılanmıyorsa; aile hayatında hiç de problem olmayacaktır. Aksi düşünce ve telakkiler; medyatik olduruşa gelmenin ta kendisidir. İnsan topluluklarında; ilk sözü söylemek veya görüş beyan etmek herkese tanınması gereken bir hak ise de, “son sözü” şüphesiz (1) kişi söyleyecektir. İşte o (1) kişi; reistir, baştır, başkandır ve bezeridir. Değil 50–60 seneli hayat yolculuğu, günübirlik seyahatlerde bile, iki kişinin ihtilafa düşmemesi için, birinin diğerine uyması ve uyum göstermesi icap eder. Kaldı ki, evlilik; normalde hem süresi uzun hem de meşakkat ve çileleri bitmeyen bir beraberliktir.Ailenin geçimi, eğitimi, hukukun kollanması, disiplinin sağlanması, zuhur edecek beklenen ve beklenmeyen problemlerin çözüme kavuşturulması, sabır gereken yerde sabır, tehlikeyi göze almak gereken yerlerde cesaret, soğukkanlılık icap eden durumda serinkanlılık,… hepsi hepsi reisi geBurhan Aile, madem çatısı altında müşterek bir hayat sürülen müessesedir; burada bir yöneticinin olması kaçınılmazdır. Bu yönetici; düşünüp-danışacak sorup-soruşturacak ve bu müşterek çatı için bir yönetmelik tespit edecek ve buna uyulmasını isteyecektir ki; nizam olsun da düzensizlik yaşanmasın. Trafik nizamnamesindeki; “kırmızıda dur”, “park yapma”, “ters yönden gelme”: ikazlarını nasıl yadırgamıyorsak aile reisinin ocağın selameti için koyduğu kuralları da yadırgayamayız. Müdür ve amirinden izin almak nasıl emrindekileri küçültmüyorsa; aile reisinden izin istemek de hiçbir zaman bir onur konusu olarak düşünülemez. Bu işin başka kültürlerde, Avrupa’da ve Amerika’da nasıl olduğu da bizi hiç mi hiç alakadar etmez. Biz İslam’ın insanıyız ve sadece ailemizin değil, bütün dünyanın asayişi bizden sorulur. 9 Otuzdört Prof. Dr. Sayın DALKIRAN DOSYA AİLE HAYATI ÜZERİNE BİR KISIM MÜLÂHAZALAR 10 Burhan Aile hayatı ilk insan ve ilk peygamberden beri devam ede gelmektedir. Bütün dinlerin kabul ettiği aile müessesi toplumun bir çekirdeği hükmündedir. Aile sağlam olursa toplum sağlam ve güçlü olurken, tam tersi ailenin bozulması ile birlikte o toplum hayatı tefessüh etmeye, bozulmaya ve dağılmaya mahkûmdur. Zira bozuk bir çekirdekten sağlam ve meyvedar bir ağaç beklemek mümkün değildir. Bu bakımdan aileye dinimiz de ayrı bir önem vermektedir. Bir aile hayatının ayakta kalması, sağlam bir duruş sergilemesi için gerekli tedbirleri almış, bir takım emirlerin yanında bir kısım da yasaklamalar koymuştur. Gelecek nesillerin daha iyi ve güzel olması için en güzel prensipler vazetmiştir. Efendimiz (a.s.v.): “Evlenin çoğalın, kıyamet günü ümmetimin çokluğuyla iftihar edeceğim.1” buyurarak evlenmeye teşvikte bulunmuştur. Kur’ân’da Yüce Rabbimiz, evlenmeye gücü yetmeyecek durumda muhtaç olan gençlere diğer müminlerin yardımcı olmalarını tavsiye etmiştir2. Evlilik öncesinde, sağlam bir aile hayatının kurulabilmesi için Hz. Peygamber pek çok tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela Hz. Muhammed (a.s.v.), evlenecek olan adaylara ölçü olarak, ne güzellik, ne mal ve mülk ve ne de soy ve sopu tavsiye etmez. Onun tavsiyesi, dindar ve ahlaklı olanın tercih edilmesidir3. Bu tavsiyeleri hadîs mecmualarında ve aile hayatını konu alan kitaplarda bulmak mümkündür. Evlilik olsunda nasıl olursa olsun mantığı doğru değildir. Bu açıdan temiz nesillerin yetiştirilebilmesi için evliliğe hazır olmak, okumak, öğrenmek, bilgi sahibi olmak başta gelen görevlerden biridir. İslam’ın inanç esasları ailenin daha sağlam oluşunda büyük rol oynar. Allah’a inanan ve iman eden bir kişi ailesinin kendisine verilmiş bir emanet olduğunu kabul eder. Bu emanete ne denli sahip çıktığının, onlara karşı nasıl davrandığının Allah tarafından kendisine sorulacağını bilir. Ahiret inancı ile de her söz, fiil ve tavrından hesap vereceğini bildiği için de aile efradına daha iyi ve samimi davranır. Her ne kadar eşi, yaş ilerledikçe ihtiyarlıyor ve gençlikteki güzelliğini kaybediyor olsa da, o bu güzelliğe bedel asıl güzelliğin âhiret hayatında, cennette olacağını hatta hurilerden de güzel olacağını bilir. Dolayısıyla eşine ebedi hayat arkadaşı gözü ile bakar. Dünyevi güzellikler kişiden er ya da geç gideceğinden sadece fiziki güzellik üzerine kurulan aile hayatı sağlıklı değildir. Beden gençlikte latif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlıkta bu durumunu kaybeder. Ancak Allah’ın rızası dairesinde geçirilen bir ömür, zahiren yok olsa da adeta bir toBurhan humun çürüyerek sümbül vermesi gibi, cennette ebedi bir hayat olarak kendisine dönecektir. Dolayısıyla ebedi hayatta da beraber olacağı eşine daha iyi davranacak ve ileride pişman olabileceği davranışlardan kaçınacaktır. Böylece onun aile hayatı cennetin küçük bir numunesi olacaktır. Aile fertlerini bir arada tutan en önemli değer karşılıklı muhabbet ve emniyettir. Fertler arasında sevgi, muhabbet ve emniyet, itimat olduğu sürece o aile ilelebet devam edecektir. Muhabbet Yüce Rabbimizin insanların kalplerine yerleştirdiği en güzel bir duygudur. Âyette Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “O’nun varlığının belgelerinden biri de sizi eşler olarak yaratması ve aranıza meveddet ve rahmeti yerleştirmesidir. Birbirinizle huzur ve sükun bulasınız diye. Andolsun ki düşünen bir toplum için bunda büyük ibretler vardır.”4. “O’nun varlığının belgelerinden biri de sizi eşler olarak yaratması ve aranıza meveddet ve rahmeti yerleştirmesidir. Birbirinizle huzur ve sükun bulasınız diye. Andolsun ki düşünen bir toplum için bunda büyük ibretler vardır.” Sevgisiz bir hayat, zindandır, perişanlıktır. Sevginin zıddı olan düşmanlık ve nefret aile içinde olursa kişi, ne kendisi huzur bulur ne de karşısındakine huzur verir. Böylesi bir aileden de sağlıklı nesillerin yetişmesi ve dolayısıyla huzurlu bir toplum hayatının tesisi mümkün değildir. İnsanın içinde Rabbimizin ihsanı ile koymuş olduğu muhabbet duygusunun gereği insan mutlaka sevecek. Ancak öncelikle bizi yoktan var eden ve muhabbet duygusunu içimize derceden Allah sevilecek, sonrasında varlık sebebimiz olan ve her türlü güzelliği kendisinden öğrendiğimiz Allah Rasulü Hz. Muhammed sevilecek, sonrasında da yaşayanlar içinde ana-baba, eş ve çocuklarımız sevilecek. Bu sevgi ile aile hayatiyetini devam ettirecek. Aile hayatında karşılıklı emniyet ve itimat vazgeçilmez bir unsur oluşundan dolayıdır ki, eşler arasında bu unsuru sarsabilecek, zaafa uğratabilecek 11 her türlü söz, tavır ve davranışlar dinimizce yasaklanmıştır. Özellikle bu hususta namus ve iffet son derce önemlidir. Konu asla tek taraflı düşünülmemelidir. En az kadın kadar erkeklerin de bu hususta dikkatli olmaları gerekmektedir. Zira Yüce Yaratıcı şöyle buyuruyor: “Mü’min erkek ve kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar.”5. Madem ki aile büyükleri, çocuklar ve gençler üzerinde etkilidirler, öyle ise her konuda olduğu gibi karşılıklı itimat konusunda da örnek olmalıdırlar. İslami ahlakın egemen olduğu ailede sürekli mutluluk hüküm sürer. Zira Kur’ân ve hadislerde eşlerin karşılıklı hakları, evde olması muhtemel olan yaşlılara karşı merhametli olmaya emir, küçüklere sevgi, büyüklere saygı tavsiyelerinin her bireri huzur ve mutluluk için altın prensiplerdir. Hz. Peygamber’in veda hutbesinde beyan buyurduğu her bir cümle insanlığın daha huzurlu olması için gerekli kurallardır. Veda hutbesinde yer alan bir husus da eşler ile ilgilidir. Eşler arasındaki karşılıklı haklara işaret eden Hz. Peygamber şöyle der: “Kadınları12 nızın üzerinizde sizin hakkınız, sizin üzerinizde de kadınlarınızın hakları vardır.” Evdeki, yaşlı ana baba da berekete sebep olup, onlar asla yük olarak görülemezler. Kaldı ki, her insan yaşlı olmaya adaydır. Kişi, genç yaşta ölmediği, eceli gelmediği takdirde yaşlanacak, ihtiyarlanacaktır. Onun için de kişi ileride kendisine nasıl davranılmasını istiyor ise, yaşlılarına öylece davranmalıdır. Bir hadiste Hz. Peygamber, adeta üzerine basa basa, insanların içerisinde iyi davranmaya en layık olanın “analar” olduğuna üstelik de üç defa peş peşe söyleyerek vurgulamıştır. Ondan sonra da “babaları” zikretmiştir6. Bir hadisinde de “ana-babasının beraber ya da herhangi birinin yaşlılığına ulaşıp da onlardan dolayı cennete girmeyen kişinin burnu sürtülsün7” diyerek, onlara iyi muamelede bulunulmasını istemiştir. Evde bulunan çocuklar da Allah’ın birer emaneti olmaları nedeni ile fiziki ve ruhi yönden iyi yetiştirileceklerdir. Bu ana-baba üzerine bir görevdir. Kaldı ki eşler, başlangıçta âyetin diliyle şöyle dua Burhan ve temennide bulunurlar: “…Ey Rabbimiz… Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözbebeğimiz olacak (salih insanlar) ihsan et. Bizi takva sahiplerine rehber kıl”8. Çocuklar olduktan sonra da sorumluluklarını yerine getireceklerdir. Zira bir hadiste “Haberiniz olsun ki hepiniz çobansınız ve her biriniz idaresi altındakilerden sorumludur: İnsanların yöneticisi olan kimse çobandır ve eli altındakilerden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve eli altındakilerden sorumludur. Kadın, evi ve çocuklarının çobanıdır ve ailesinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Haberiniz olsun, her biriniz birer çobandır ve elinin altındakilerden sorumludur.”9 buyrularak herkese bir sorumluluk yüklenmiştir. Çocuklar, gençler bulundukları zamanın gereğine göre, ilim, fen ve teknik açıdan imkanlar ölçüsünde yetiştirilecektir. Ayrıca Peygamberimiz (a.s.v.)’in ahlakı ile gençler manen donatılacaklar, güzel şeylere teşvik edilirken, tüm kötülüklerden uygun bir dille uzaklaştırılacaklardır. Böylece toplumun çekirdeği olan aile Burhan sayesinde, hem ailenin hem de toplumun huzur ve mutluluğu sağlanmış olacaktır. Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Toplum hayatının bir özü ve çekirdeği olan aile ne kadar güçlü ve sağlıklı olursa cemiyet de, millet de o denli güçlü ve sağlıklı olur. Aile hayatının da özü sevgi ve emniyettir. Onun için evliliği teşvik eden dinimiz, eş seçimine önem verir. Evde mevcut olan kişilerin birbirlerinin hakkını ve hukukunu korumalarını tavsiye eder. Eşler, çocuklar ve yaşlılar arasında tatbik edildiğinde, kişiye dünya ve ahiret saadet ve mutluluğu sağlar. Rabbimizin aile kurumumuzu koruma noktasında yardımcımız olması dileği ile… ........................................................... * Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 1 Nesai, Nikah 11; İbn Mâce, Nikah 8., 2 Nur, 24/32., 3 Ebû Davud, Nikah 2; İbn Mâce, Nikah 6., 4 er-Rûm, 30/21., 5 Nur, 24/30-31., 6 Buhari, Edeb 2; Müslim, Birr 1., 7 Müslim, Birr 9, (251); Tirmizî, Daavât 110 (3539)., 8 Furkan, 25/74., 9 Buhari, Ahkâm 1; Müslim, İmâret 20. 13 Otuzdört DOSYA Kamil ABDULLAHOĞLU Peygamberimiz (s.a.v)’in AİLE HAYATI slam’dan önce Araplarda bir aile düzeni vardı. Kadınlar sosyal statüye göre sınıflandırılmış olup belli bir kesimin söz hakkı bulunuyordu. Genel anlamda evlendirilecek olan kızlarla istişare edilerek onayları alındıktan sonra evlendirilirlerdi. Kızların evlenmeleri hususunda annelerin de rolü büyüktü. Efendimiz (s.a.v)’in kızı Hz. Zeyneb’in Ebu’l-Asla evlenmesi Hz. Hatice validemiz’in teklifi ile olmuştur. Yine Araplarda nesep erkeğin soyundan devam ettiği gibi, kadının soyundan da devam ederdi. İ Araplarda kadınlar sosyal statü olarak üç kısma ayrılırlardı: 14 1- Hür kadınlar: Eşraftan değilse yemek yapar, elbise diker, çadır tamir eder vb. işler yapardı. 2- Hür eşraftan olanlar: Bunların hizmetçileri olurdu. Evlenmeye kendileri karar verirlerdi. Bu hanımlar boşanma yetkilerini kullanırlar ve başkalarına eman verirlerdi. Ayrıca cahiliye döneminde hür kadınların mülkiyet hakları da vardı. Hür kadınlar bu gibi sosyal konumları yanında bazı hususlar da hakları kısıtlanmıştır. Kocası ölen bir kadının yakınları isterlerse onun başkasıyla evBurhan lenmesine engel olurlardı. Üvey anne, babanın mirası içinde oğla intikal eder, oğul isterse kendi bile onunla evlenebilirdi. 3- Cariyeler: Cariyeler köle olmaları hasebiyle nerde ise insan sınıfından kabul edilmezlerdi. Hürriyetleri olmadığından mülkiyet hakları da yoktu. Hizmetçi olarak çalışırlardı. Böyle bir anlayışın hakim olduğu toplumda Hz. Peygamber (s.a.v)’in aile yaşantısına bir nebze olsun göz atmamız, O’nun getirdiği dinin hak olduğunu ve kendilerinin de ne kadar yüce bir insan olduğunu ortaya koyacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in aile yaşantısı başlı başına devasa bir konudur. Biz yalnızca bu yazımızda Sevgili Peygamberimizin bir eş, bir aile reisi olarak hanımlarına karşı davranışlarından bazı örnekler sunmaya çalışacağız… Hz. Peygamber’in aile fertlerine ilgi gösterdiği, onlara değer verdiği bilinen bir husustur. Bu noktada bahsi geçen ilgi ve değerin hangi boyutta olduğu, bir önder ve yol gösterici olarak Hz. Peygamber’in nasıl bir uygulamayı seçtiği, hanımlarına sevgisini nasıl izhar ettiğidir? Resulullah (s.a.v.) örnek modelimiz olduğuna göre, bunları bilmek hayatımızı kolaylaştıracağı gibi hareket alanımızı da genişletecektir…” Öncelikle hemen ifade edelim ki, “Erkeğin hanımına harcadığı her şey sadakadır…” “Erkek hanımına su bile içirse ecri vardır…” “Sizin en hayırlınız, ehline karşı hayırlı olandır. Ehline karşı en hayırlınız benim…” buyuran Resulü Ekrem’in eşlerine karşı çok müşfik davrandığı, onları koruyup kolladığı, onlara sevgisini izhar ettiği bir gerçektir. Hele hele günümüzde pek çok kadının ve çocuğun mağdur olduğu “dayak” gibi son derece itici olan davranışlara yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in asla prim vermediği de bir gerçektir. Nitekim Hz. Aişe annemizin, Resulullah’ın hayatı boyunca hiçbir kadına ve hiçbir çocuğa elini dahi kaldırmadığına şahadeti son derece önemli bir kayıttır. Hal böyle olunca onun ümmetinin bireyleri olan müminlerin de davranışlarını, hareket tarzlarını yeniden gözden geçirmeleri bir zarurettir. Çünkü ahiret günü hesaba çekildiğimizde kadın bağlamında sınavdan geçeBurhan memek vardır, Resulullah’ın şefaatinden mahrum kalmak vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in evlilik hayatını incelediğimizde hanımlarına karşı davranışlarında örnek almamız gereken şu hususlara rastlıyoruz: — Hz. Peygamber her fırsatta hanımına karşı faziletlerini söylerdi… — Hz. Peygamber eşine sevdiğini ifade ederdi… — Hz. Peygamber, hanımını bineğine alırdı… Dahası, hanımının deveye binmesine yardımcı olur ve dizine bastırarak bineklerine binmelerine yardımcı olurdu… “Erkeğin hanımına harcadığı her şey sadakadır…” “Erkek hanımına su bile içirse ecri vardır…” “Sizin en hayırlınız, ehline karşı hayırlı olandır. Ehline karşı en hayırlınız benim…” Hz. Safiye annemiz anlatıyor: “Resulullah, bir gece yolculuğunda beni devesinin arkasına almıştı. Yolda uyuklamaya başladım. Uyumamı önlemek için bir yandan beni konuşturuyordu, bir taraftan da: Hey! Ey Huyey’in kızı, ey Safiye! Uyuma diyordu…” — Hz. Peygamber, kendisine Sahabenin yaptığı yemek davetine hanımının da olması kaydıyla icabet ederdi… — Hz. Peygamber, sevgisinin bir nişanesi olarak eşinin su içtiği bardağı alarak onun ağzına değdirdiği yerden su içerek sevgisini izhar ederdi… — Hz. Peygamber, bazen eşiyle yemek yerken onun yediği şeyi onun elinden alarak onun yediği yerden yer ve aralarında ünsiyeti kavileştirirdi. 15 Hz. Peygamber eşiyle şakalaşırdı. Hz. Peygamber, “vefatından önceki rahatsızlığının başladığı bir gün bile, Hz. Aişe ile şakalaştığını görmekteyiz. O gün Hz. Aişe’nin nöbetiydi. Hz. Peygamber (s.a.v.) kapıdan içeri girdi. Şiddetli bir baş ağrısı çeken Hz. Aişe’nin “Vay başım!” diye baş ağrısından yakındığını görünce, gerçekten büyük bir ıstırap çekmekte olan -ve bazı muhaddislerin ifadesine görevefat edeceği kendisine bildirilen Resulü Ekrem (s.a.v.) o esnada bile şaka yaparak buyurdu ki: -Asıl ben vay başım, demeliyim. Sen benden önce ölsen, seni elimle yıkasam, kefene koysam, namazını kıldırsam ve kabre defnetsem olmaz mı? Bunu duyan Hz. Aişe: -Vay başıma gelenler! Vallahi öyle sanıyorum ki, sen gerçekten benim ölmemi istiyorsun. Eğer ben ölürsem, sen o günün akşamı hanımlarından birini çağırırsın deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.) tebessüm buyurdu. 16 Burhan — Hz. Peygamber yemeğe hanımından önce başlamazdı. — Hz. Peygamber üzüntülü anlarında eşini tes- — Hz. Peygamber geceleyin namaz kılmak için kalkerken eşinden izin isterdi. — Hz. Peygamber eşiyle koşu yarışı yapardı. kin eder ve onun üzüntüsünü paylaşırdı. Üzüntüden ağlayan eşinin göz yaşlarını kendi mübarek eliyle silerdi. — Hz. Peygamber hanımlarıyla sohbet ederdi. Hz. Peygamberin eşleriyle olan davranışları elbette bunlarla sınırlı değil. Eve her girdiğinde “eşini selamlaması, sevgisinin nişanesi olarak onu öpmesi, elini onun omzuna koyması” gibi daha pek — Hz. Peygamber ev işlerinde hanımına yardım çok örnek söz konusudur. Çünkü Hz. Peygamber ederdi. Bu noktada “evini süpürür, ayakkabı tamiri, elbise yamaması, elbise temizliği” gibi işleri o da ya- hanımlarıyla sevgi bağlarını pekiştirecek, yakınlığı pardı… Yine bu minvalden olmak üzere “hayvan- artıracak hal ve hareketlere özel bir önem atfetmiş- lara ot verir, deveyi bağlar, koyunun sütünü sağardı”. tir. Rahmet Peygamberi olarak zaten bu davranışlar ümmetine miras bıraktığı davranışlardır. — Hz. Peygamber, eşiyle istişare ederdi. Bu nokrada neden hanımlarıyla değil de ha— Hz. Peygamber, çocuk bakımında eşine yardımcı olurdu… nımıyla şeklinde tekil ifade kullanmamızın nedeni ise, Resulullah’ın davranışlarının çoğunlukla Hz. — Hz. Peygamber, çocuk bakımı sırasında onla- Aişe annemiz olmak üzere, davranış şekillerinin rın kirinden tiksinmez, onların yüzlerindeki, burun- farklı annelerimiz tarafından aktarılmış olmasın- larındaki kirleri hemen temizlerdi… dandır. — Hz. Peygamber eşiyle şakalaşırdı. Hz. Peygamber, “vefatından önceki rahatsızlığının başladığı bir gün bile, Hz. Aişe ile şakalaştığını Şu bir hakikattir: “Horlanan, ruhu olup olmadığı tartışılan, fikrine başvurulmayan, hatta eve alın- görmekteyiz. O gün Hz. Aişe’nin nöbetiydi. Hz. Peygamber (s.a.v.) kapıdan içeri girdi. Şiddetli bir baş mayan, pişirdiği yemek yenilmeyen, hiçbir söz hakkı ağrısı çeken Hz. Aişe’nin “Vay başım!” diye baş ağ- olmayan, sadece tatmin vasıtası olarak muamele rısından yakındığını görünce, gerçekten büyük bir ıstırap çekmekte olan -ve bazı muhaddislerin ifa- gören kadını, İslâm dini layık olduğu konuma yük- desine göre- vefat edeceği kendisine bildirilen Re- seltmiş ve Hz. Peygamber (s.a.v.) de aile yaşantısı sulü Ekrem (s.a.v.) o esnada bile şaka yaparak noktasında bunun en mükemmel örneğini ortaya buyurdu ki: -Asıl ben vay başım, demeliyim. Sen benden önce ölsen, seni elimle yıkasam, kefene koyarak eşsiz bir misal oluşturmuştur…” koysam, namazını kıldırsam ve kabre defnetsem .................................................. olmaz mı? Bunu duyan Hz. Aişe: -Vay başıma ge- “KAYNAK: lenler! Vallahi öyle sanıyorum ki, sen gerçekten *Geniş bilgi için bkz: Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, (İsmail L. Çakan), Ensar Yayın- benim ölmemi istiyorsun. Eğer ben ölürsem, sen o günün akşamı hanımlarından birini çağırırsın deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.) tebessüm buyurdu.” Burhan ları, İstanbul 1998. Ayrıca bkz. İbrahim Canan, Aile Reisi ve Baba olarak Hz. Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul 2005. 17 Otuzdört [email protected] DOSYA Ramazan ÇAKIR AİLE HAYATIMIZ, CENNETİMİZ YA DA CEHENNEMİMİZ ile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, çocukları, ev halkından oluşan insan topluluğudur. A Toplumları bir bütün olarak düşünürsek aile, küçük bir toplum olarak büyük-genel toplum bütününün en küçük organizması, hücresidir. Toplumlar bu aile gruplarından oluşur; aileler bu bakımdan toplumların birer birimleridir. Eğer toplumun her birimi sağlıklı ise toplum da sağlıklıdır, eğer birimlerde hastalık varsa toplum da hastadır. Bu sebeple İslam aileye büyük önem vermektedir. Evlenmek, aile kurmak Allah’ın da bir emridir: “O, sizi bir tek candan yarattı ve kendisiyle durulup yatışması için ondan eşini var etti.” (Araf, 189) “İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden uygun olanları evlendirin.” (Nur, 32) İslamî aile daha ziyade anne-babayı, dede ve nineleri, erkeği ve hanımını, çocukları içine alan geniş bir modeldir. İslamî aile, ataerkil bir yapıya sahip olarak evin geçimini yetişkin erkeğe bıraktığından ailenin bekâr bireyleri genç yaşta evlendirilir, evlenmesi için yaşının geçmesine bakılmaz. Maalesef bugün Müslüman gençlik, tehlikeli bir şekilde Batılılaştırılma sonucunda, ekonomik bağımsızlıklarını elde etmeye çalışma düşüncesiyle evliliği ertelemekte, bu durum epeyce yaygınlaşmaktadır. Bu Müslüman gençlik tehlikeli bir gelişmedir. Çünkü bu düşüncenin mutlaklaştırılması ilk başta Müslümanlar arasında maddeciliğin yaygınlaşmasını getir- 18 mektedir. Evliliklerini geciktiren gençler arasında ahlaksızlık artmakta, yaygınlaşmaktadır. Gençler evlenmeye teşvik edilmeli, evlenmeleri kolaylaştırılmalı ve aile bilinci geliştirilmelidir. Aile, erkek ve kadını soylu bir düşünce etrafında, sağlam bir niyet ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir: “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi Allah’ın varlığının delillerindendir. Bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum, 21) Aile, bir eğitim yuvasıdır. Çocuğa sevginin, şefkatin, saygının, fedakârlığın, cesaretin, adaletin, doğruluğun… Öğretildiği, İslamî kardeşliğin kavratıldığı, Allah’ın ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in sevdirildiği, tanıtıldığı bir eğitim yuvası… Aile yuvası okuldur, mescittir: “Evinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti düşünün.” (Ahzap, 34) “Bir baba evladına iyi terbiyeden daha güzel bir miras bırakamaz.” (Hadis) Aile, hammadde halindeki küçük yavruların işlenerek en güzel şekilde gelişmelerini sağlayan, şahsiyetli ve Allah’a kul olma şuuruyla yetiştiren, sorumlu Müslüman fertler yetiştiren fabrikadır. Aile içinde her ferdin çeşitli hakları ve yapmaları gereken görevleri var. Bu yazıda bu konuya girmeyeceğiz; yalnız Burhan hem anne ve babanın, hem de diğer aile büyüklerinin en kutsal ve en büyük görevi hiç şüphesiz çocuklardır. Kısaca bunun üzerinde durmaya çalışacağız: İslam’da evlenme, aile kurma emrinin mutlaka birçok hikmeti ve sebebi vardır. Ama bu sebeplerden belki de en önemlisi çocuk dünyaya getirmek, yetiştirmek ve ümmetin hem sayıca hem de nitelikçe güçlenmesine vesile olmaktır. Hz. Peygamber(sav): “Evleniniz, çoğalınız. Ben kıyamet günü ümmetimin çokluğuyla iftihar edeceğim.” buyuruyor. Çocuk anne ve babasının imtihanı; cenneti ya da cehennemidir: “Doğrusu mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer fitne ve imtihandır.” (Teğabün, 15) Bu imtihanı güzel bir sonuçla geçmek sorumluluğumuzu yerine getirmekle mümkündür. Evet, anne ve babanın çocuğuyla ilgili çeşitli sorumlulukları vardır ve sorumluluklarını yerine getirdiği oranda imtihanı kazanacaktır. Anne ve babaların çocukları üzerindeki başlıca sorumlulukları şunlardır: 1-Güzel isim vermek: “Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler verin.” (Hadis) 2-İyi terbiye: İyi terbiye, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından babanın çocuğuna bırakacağı en güzel miras olarak nitelendirilmiştir. Çocuğunun yiyeceğini, elbisesini alan; ona evler, arabalar bırakan ancak çocuğuna iyi terbiye vermemiş bir anne-baba çocuğunun sadece hamallığını yapmış demektir. 3-Evlendirme: “Daha erken, hele şu evi bir yapalım, borçlarımızı bir verelim, arabayı değiştirelim de çocuğu öyle eveririz.” diyenler Hz. Peygamber (s.a.v)’in şu hadisine iyi kulak vermeli: “Çocuk buluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir. Onun bu günahı babaya da ait olur.” 4-Eşit muamele: “Allah’tan korkun ve çocuklar arasında adaleti gözetin.” (Hadis) Anne ve babanın bu temel sorumlulukların dışında doğduğunda kulağına ezan okumak, akika kurbanını kesmek, saçını tıraş ettirip sadakasını vermek, sünnet ettirmek gibi kısa zamanlı sorumlulukları da bulunmaktadır. Ayrıca anne-babanın çocuğunun yiyeceğini, elbisesini alma, takip etme gibi maddi ihtiyaçlarını sağlama sorumluluğu da bulunmaktadır ve bu sorumluluk büyük bir sorumluluktur. Bu sorumluklar yerine getirilirken sevgi ve şefkati her zeminde ve zamanda sağlama görevini de es geçmemelidir. Ailenin büyükleri çocukları eğitirken şu noktalara özellikle dikkat etmelidirler: 1-Büyükler çocukları her zaman önemsemeli ve çocukların duygularını anlamaya çalışmalıdır: Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v): “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın.” buyurmaktadır. Burhan 2-Çocuklara her şeyden önce Allah’ı, Resul’ünü sevdirip; tevhidi gönüllerine yerleştirecek bilgiler verilmelidir. Çocuklara şu başlıklar altında temel bazı bilgiler verilebilir: a- İtikat ve ibadetle ilgili temel bilgiler, b- Ahlak, adab-ı muaşeret, edeple ilgili bilgiler, c- Kuran bilgisi d- Siyer-i Nebi e- Geçmiş ya da hala yaşayan Büyük Müslüman liderlerin mücadeleleri, hayat hikayeleri f- Genel kültür bilgileri … 3-Aile büyükleri her yönüyle örnek insanlar olmalı. Unutulmamalıdır ki, çocuklar daha çok gördüklerinden etkilenir ve gördükleri davranışa dönüşür. 4-Aile büyükleri tutarlı ve doğru bir biçimde imrendirme ve korkutma yöntemlerini dengeli bir şekilde kullanmalıdır. Evlerimiz bir cennet bahçesi ya da cehennem çukuru olabilir. Bu Allah’ın izniyle bizim elimizde. Bugün yakın ya da uzak çevremize baktığımızda ailenin can çekiştiğini görüyoruz ve gelen tehlikeyi hissediyoruz. Bu tehlikeli gidişin önüne önce kendi ailemizle kendi evimizden başlayarak geçebiliriz. Bugün maddeci mantıkla dünya hâkimiyetini sağlamaya çalışan Batı düşüncesi İrlandalı Filozof Charles Handy’nin dediği gibi insanı sayısal verilere dönüştürdü: “Bu dünyaya boş yağmurluklar, maaş listelerindeki isimsiz kahramanlar, rol kapanlar, iktisat veya sosyolojinin hammaddesi, hükümet raporlarının istatistikleri olmak için gönderilmedik. Eğer ödenen bedel buysa, o zaman ilerleme boş bir vaatti. Paradoks şu ki, başımıza geleni daha çok biliyor gözüktüğümüz an daha fazla karışıyor aklımız; teknik kapasitemiz arttıkça güçsüzleşiyoruz. İhtiyacımızdan fazla yiyecek üretiyor fakat açları doyuramıyoruz. Galaksilerin esrarını çözüyoruz da ailelerimizin sırlarına aklımız ermiyor. Nefislerimizin ötesindeki uhrevi bir şeylere saygıyı yeniden keşfetmek! Öyle bir insanüstü manevi düzene ihtiramla yönelmeden, içinde gerçekten adam olabileceğimiz toplumsal yapıları kuramayız.” Charles Handy’nin çözüm olarak sunduğu “insanüstü manevi düzen” gerçekte İslam’dan başkası da değil. Çünkü tek kurtuluş İslam’dır. Evlerimizi en büyük düşmanımız şeytana ve onun işbirlikçileri Batılı düzenlere kaptırmadan “İçinde Allah’ın ayetlerinin okunduğu, hikmetinin düşünüldüğü ve konuşulduğu (Ahzap, 34); kendileriyle huzur bulduğumuz eşlerimizin olduğu, bunlarla sevgi ve rahmetin var olduğu, bu vesileyle Allah’ın hatırlandığı (Rum, 21) mekânlara, kısaca cennet bahçelerine” çevirmek zorundayız. Ey Rabbimiz! Bizim imtihan vesilemiz olan ailemizi, evimizi rızanı kazanma vesilesi kıl. Neslimizi senin rızana uyan insanlar yap. Allah’ım bize hem bu dünyada, hem de ahirette güzellik ver. Bizi cehennemin azabından koru. Âmin… 19 Otuzdört DOSYA Mehmet TALU AİLE HAYATINDA HUZURUN REÇETESİ İSLÂMİYET’TİR 20 Burhan ayatı daha yaşanabilir kılma ve birbirimizin yükünü azaltmak için neler yapmamız gerekir? Toplumları derinden sarsan sayısız sorunların yaşandığı günümüzde, insanlık onuruna yakışır aydınlık geleceğin inşası için birey, aile ve toplum olarak hepimize ciddî görevler düşüyor. Bu yüzden hayatı daha yaşanabilir kılma ve birbirimizin yükünü azaltmak için sosyal yardımlaşma ve paylaşmayı, sevgi ve saygıyı temel alan bir hayat tarzını sürdürmek durumundayız. Huzurlu toplum ve huzurlu aile istiyorsak, İslamiyetin emirlerine uymalı, kısacası İslamiyeti yaşamalıyız. Bu husustaki sorular ve cevapları: H AİLE NEDİR? - Çeşitli disiplinlere göre çok yönlü ve farklı tarifi olan aile kavramı en genel anlamda, kan ve evlilik yoluyla birbirlerine bağlanan fertlerin bir araya getirdiği en küçük toplum birimi şeklinde tarif edilmektedir. Aileyi oluşturan fertler dönemlere, bölgelere, sosyal ve iktisadi yapıya göre her zaman değişmektedir. İslâm dini, ailenin tanımında sayısal nitelikten öte kurumsal önemine dikkat çekmektedir. Zira aile, kültürel kimliği ve insani değerleri koruyan temel kurumdur. AİLE KURUMUNUN FERDE VE TOPLUMA FAYDALARI AİLEVÎ VAZİFELER Aile hayatı, bir toplumun başlangıcıdır. Müslümanlıkta aile teşkilâtı pek önemlidir. Aile fertleri, başlıca karı ile kocadan ve bunların çocuklarından ibarettir. Bunların karşılıklı vazifeleri ise, şunlardır: Kocanın başlıca vazifeleri: Hanımı ile güzel geçinmek, onu himaye etmek, onun nafakasını temin ederek, kendisine sadakattan ay-rılmamaktır. Bir hadis-i şerifte: “Sizin hayırlılarınız, kadınları hakkında hayırlı olanlarınızdır.” buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte de: “Kadınlara ancak kerim olanlar ikram, kötü olanlar da ihanet eder.” buyurulmuştur. Burhan NELERDİR? Aile, bedensel ve ruhsal ihtiyaçların denetim ve tanziminde, güzel ahlâk ve adabın kazanılmasında çok önemli bir misyona sahiptir. Diğer taraftan aile, hem kişinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesile hem de kişiyi dince günah sayılan kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır. Kişiliğin kazanılması, geliştirilmesi ve olgunlaşması için ferde en uygun iklimi sağlayan aile, bir nevi yüksek ahlâk okuludur. AİLENİN HAYATİYETİNİN KORUNMASI NELERE BAĞLIDIR? Ailenin temel işlevinin ve varlığının sürdürülebilmesi, onun düzenli ve uyumlu olmasına, dinî ve ahlâkî değerlerle mücehhez kılınmasına bağlıdır. Bu değerler üzerine kurulmuş aileler, toplumumuzun en büyük güvencesidir. EVLİLİĞİN AİLEDEKİ ROLÜ NEDİR? Özellikle eşlerin karşılıklı sevgi, saygı, sadakat, sabır, hoşgörü, iffet, haya, vefa, güven gibi ahlâkî değerlere önem vermeleri, aile hayatlarında huzur ve mutluluğu yakalamalarında önemli bir etkendir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de evlilik ve ailenin karşılıklı sevgi ve rahmet üzerine kurulduğuna işaretle bunun ALLAH’ın varlığının belgelerinden biri olduğu ifade edilmektedir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Size nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için hanımlar yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve merhamet yapması da O'nun ayetlerindendir. Şüphe yokki bunda fikrini iyi kullanacak, etraflıca çok iyi düşünecek bir topluluk için elbette ibretler vardır." AİLEYİ OLUMSUZ ETKİLEYEN FAKTÖRLERİ İZAH EDER MİSİNİZ? Aile sevgi, şefkat, sadakat, samimiyet ve güven gibi değerlerle kurulan dinî ve ahlâkî öğretilerle varlığını sürdüren bir birimdir. Aile mefhumunun taşıdığı anlam ve yüklendiği misyonun aile bireyleri tarafından yeterince bilinmemesi veya benimsenmemesi aileyi olumsuz olarak etkilemektedir. EKONOMİK SIKINTILAR, AİLEYE VE TOPLUMA NASIL YANSIYOR? Çağımızdaki hızlı sosyal, ekonomik ve yapısal değişmeler tüm toplumsal kurumlarla birlikte aile kurumumuzu da kötü etkiliyor. Aile hayatında ciddi Kadınların başlıca vazifeleri: Kocasının meşru emirlerini tutmak, onun namusunu, haysiyyetini koruyup haline kanaat etmek israftan kaçınmak, ev hanımı olacak bir vaziyette bulunmaktır. Mes’ud bir halde yaşamanın birinci yolu budur. Babalar hürmet, analar da yardım etmek bakımından önceliklidir. Bununla beraber ananın hakkı, babaya göre iki kattır. Bir hadis-i şerifte: Çocukların babalarına, analarına karşı başlıca vazifeleri: Onlara hürmet ve itaat etmektir, kendilerinin hayatlarına vesile olan, kendilerini senelerce bir muhabbet ve şefkatla kucaklarında beslemiş bulunan babalarına, analarına karşı “of” demeleri bile caiz değildir. Ba-basına, anasına bakmayan, onların meşru emirlerini dinlemeyen, on-ların îhtiyaçlı zamanlarında yardımlarına koşmayan bir çocuk hayırlı evlât olmak şerefinden mahrum kalır, toplumun fertleri arasında kıy-metli bir uzuv sayılamaz, Hak Teâlâ’nın azabına müstehak olur. Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına değil, belki onlardan sonra on-ların dostlarına, kabirlerine de hürmette kusur etmezler. Çünkü bu hür-met de babaya, anaya hürmet kısmındandır. “Cennet anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur. Babaların ve anaların çocuklarına karşı başlıca vazifeleri: Dünyaya gelmelerine sebeb oldukları bu yavrularını güçleri yettiği ölçüde beslemek, terbiye etmek, okutup bir kazanç yoluna sevketmektir. Baba ile ana, çocuklarına karşı eşit derecede davranmalı, çocukları bakıp okşamak hususunda eşit tutma- 21 problemlere sebep oluyor. Neslin sağlıklı yetişmesini zorlaştırıyor. Diğer taraftan aile içi şiddet ve boşanmalara zemin hazırlıyor. Gençlerin dini, ahlâki değerlerden uzak yaşama ve zararlı alışkanlıklara kolayca yönelmesine neden oluyor. Eşlerin birbirini dinleme becerisi aralarındaki sevgiyi güçlendirir. Sosyal bir varlık olan insan, yaşantısını başka insanlarla paylaşma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç, evlilik ve aile kurumunu doğurmuştur. Lakin modern kültürle gelen iş yoğunluğu, vakitsizlik, aşırı yorgunluk, TV, internet, chat ve çeşitli meşguliyetler dikkatli olunmadığı zaman evlilikleri tehdit edebiliyor. göstermesi gerekir. Konuşurken birinin cümlesi bitmeden diğerinin konuşmaya başlayarak hemen çözüm önerileri getirmeye çalışması, muhatabın nezaketini istismar etmek demektir. Başkalarının nezaketini istismar edenler, dinlemekten çok konuşmaya yeltenenlerdir. Bu durumda kişi iletişim kuramaz. Onun yaptığı sadece karşıdakine iletmektir. Beyan gerektiği şekilde dinlenmezse kelimelerden geçen duygular akıp gider ve kişi bunun farkına varamayabilir. İlişkilerinizde yeter ki dinlemeye hazır olun. Birçok problemin kendiliğinden çözüldüğüne şahit olacaksınız. Eşlerin birbirlerine kendilerini rahatça ifade edebilmesi ve birbirlerini dinleme becerisi, evliliğin kalitesini ve evlilik doyumunu etkiler. Kadın ve erkek, farklı donanımlarla yaratılmıştır. Sözgelimi kadınlar şefkatin ve sevginin sembolü iken erkekler gücü ve otoriteyi temsil eder. İnsanın doğasında var olan psikolojik farklılıkları anlamak, tarafların beklentilerine cevap bulabildiği ve kendini ifade edebildiği kaliteli bir ilişki zemini oluşturur. İlişkilerde kadınların önceliği anlaşılmak ve kendini ifade edebilmektir. Bu konuda sorunlar yaşayan hanımlar ilk etapta kendini gözyaşlarıyla ifade eder. Sorun devam ederse psikiyatrik rahatsızlıklarla istem dışı olarak bedeni konuşmaya başlar. Evli kadınların en çok şikâyet ettiği durum, erkeklerin onları dinlemediği ve anlamadığı konusudur. Erkekler minicik bir çabayla bunun önüne geçebilir. Ancak anlamak ve anlaşmak için dinlemek öncelikli şarttır. Erkeklerin, hanımları yargılamadan, bilgiçlik taslamadan, samimi ve içten dinlemeleri çok önemlidir. Tarafların birbirlerine zaman ayırarak dinlemeleri; aralarındaki sevgi bağını güçlendirir; kızmışsa, öfkelenmişse bunu ifade etmelerini sağlar. Konuşarak rahatlar ve anlaşılmış olmanın huzurunu, güvenini yaşar. Eşlerin karşılıklı olarak birbirini anlamak için çaba lıdır ki, aralarında bir gücenme, bir rekabet duygusu meydana gelmesin. Ana ile baba, çocuklarına merhamet ile muamele yapmalı, kendi-lerini isyana sevk etmeyecek tarzda terbiyeye çalışmalı ve kendilerine karşı güzel bir fazilet örneği halinde bulunmalıdırlar. Dokuz yaşına gi-ren çocuklarını kendi yataklarından ayırmalı, on üç yaşına girdikleri halde namaz kılmayan çocuklarını hafifçe dövmeli, on altı yaşına giren çocuklarını da mahzur yok ise, evlendirmeye çalışmalıdır. Salih çocuk-lar, Hakk’ın birer kıymetli ihsanı demektir. Kardeşlerin başlıca vazifeleri: Birbirini sevmek, birbirine yardım edip hürmet ve şefkatta bulunmaktır. Kardeşlerin aralarında pek kuvvetli bir bağlılık vardır. Bunu daima korumalıdır. Hele büyük kardeşler, baba ve ana ye- 22 İnsanın her anı bir olmayabilir. Sevinç, hüzün, gözyaşı, öfke, evlilik sürecinde farklı zaman aralıklarında yaşanabilir. Önemli olan, mutlulukların paylaşımı ve yaşanması kadar eşlerin birbirlerinin öfke ve kızgınlıklarına da tahammül edebilmeleridir. Tarafların sabır kapasiteleri ve öfke anında sakinleştirici bir rol oynamaları evliliğin seyrine etki eder. Ancak bu durum, yaşanan sorunların çözüme kavuşturulmadan üstünün kapanması olarak algılanmamalıdır. Sabır ve tahammül, o anki yaşanan kriz durumunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmemek ve tarafların çözüm aramak için rahat, sakin ve aklıselim düşünebileceği bir vakte ulaştırmak adına geçici bir çözümdür. NİŞANLILIK NE DEMEKTİR? NE KADAR GEREKLİDİR? İnsanlar birbirlerini tanımak için evlenmeden önce "nişanlanıyorlar". Nişan, evlilik demek değildir. Bu nedenle İslami kurallar çerçevesinde görüşmeler olabilir. Evlenmek isteyen taraflar muhakkak görüşmeli. Fakat bu görüşmelerde üçüncü bir şahıs da bulunmalı. Sık sık ve uzun görüşmeler sakıncalıdır. Nişanlılık, tehlikeli bir süreçtir. Her an patlayabilir. Birisi nişanlanmıştı. Nişanlandığı kızla alışverişe çıkmışlar. Bir ara kızın ağzından kaba bir ifade çıkmış. Sonra benim yanıma gelip, "Hocam, bu iş burda bitti! Ben o kızdan ayrılıyorum!" dedi. Kız, ağladı yalvardı fakat o bitirdi meseleyi. Bu gibi misalle- rindedirler. Bunlara karşı büyük bir saygı göstermelidir. AİLEDE HUZUR ESASTIR Maddî bir menfaat yüzünden birbirine düşman kesilen kardeşler, iyi ruhlu kimseler sayılmaya layık olamazlar. Birbirine tutkun olan kar-deşler, hayatta daima muvaffak olurlar. Karı–koca karşılıklı olarak birbirlerine nazikâne şekilde hitap edip, zerafet ölçüsünde davranmalıdırlar. Birbirlerine karşı; “efendi”, “bey”; “hatun”, “hanım” gibi nazikâne ifadelerle hitap etmelidirler. Şunu da ilâve edelim ki hizmetçiler de aile efradından sayılırlar. Bunlara karşı da lütuf ile, gönül alıcı muamelede bulunmalıdır, kendilerine güçleri yetmeyecek işleri yüklememelidir. Hizmetçiler de insanlık bakımından efendilerine müsavidirler. Bunların da mümkün mertebe terbiyelerine, güzelce yaşamalarına bakmalıdır, kusurlarını affederek kendilerini güzel bir tarzda ıslaha çalışmalıdır. Bizde yerleşmiş örfe göre, erkek yabancıların yanında hanımının isminden bahsetmez. Hanımından bahse mecbur kaldığı yerde; “refikam”, “ayalim”, “çocuklarımın anası”, v.b. gibi ifadeler kullanır. Hanım da kocasından bahsederken; “bizim bey”, “bizimki”, “bizim efendi” gibi tabirler kullanır. Karı-kocanın birbirlerini kıskanmaları gayet normaldir. Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Sa’d b. Ubade (R.A.): Burhan rin sayısı çoktur. Evliliği zorlaştırmak da İslam'a aykırıdır zaten. Evlenmeye hazır olan, bir an önce kıydırmalıdır nikahı. NİŞANLIYKEN DİNİ NİKAH KIYDIRMAK DOĞRU MUDUR? Şimdilerde nişanlananlar, resmi nikahtan önce dinî nikâh yaptırıyor. Bana gelip, "Hocam biz nişanlıyız. Birkaç ay sonra evleneceğiz. Dinî nikâhımızı şimdiden kıydıralım mı?" diye soranlara cevabım "Hayır!" Çünkü bu devirde resmî nikâh olmaksızın evlenmek bir nevi hileli iş yapmak demektir. Kadını oyuncak etmek demektir. Resmî nikâh olmazsa, hukuk da olmaz. Kadın bir hak iddia edemez. Resmi nikah kanunlara uygun olduğundan, çiftler kanunlardan istifade ederler. Bu nikâh yoksa, kanunlardan istifade etme de yoktur. Bu durumda en fazla kadın mağdur olur. Dînî nikâh, nişanlıları şımartıyor. KADINDAN ÇALIŞIP PARA KAZANMASI BEKLENMELİ Mİ? Hayat, rolleri dağıtmış. ALLAH iş bölümü yapmış. Erkek doğum yapamadığı gibi, kadından da çalışıp para kazanması beklenemez. Evini geçindiremeyecek erkek, evlenmese daha iyi. Çünkü sonuçları kötü olur. Kadın hem - Ya Resûlellah! Ben hanımımla birlikte bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar ona dokunmayacak mıyım? Diye sordu. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Evet!” buyurdu. Sa’d b. Ubade (R.A.): - Kesinlikle hayır! Dedi. Seni hak din ile gönderen Allah'a yemin ederim ki ben, şahid aramazdan önce kılıncımı indiririm, dedi. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Şu efendinizin söylediğine bakın! Evet biliyoruz ki o kıskanç bir adamdır. Ama ben ondan da kıskancım, Allah da benden kıskanç.!” Buyurdu. Hz. Ali (R.A.) de kıskanmayanları kınayarak şöyle demiştir: İşittiğime göre kadınlarınız çarşı ve pazarlarda Burhan evde hem işte çalışacak. Olur mu böyle şey. Kadının huyu ne kadar iyi olursa olsun, aşırı yorgunluk insanı isyana götürür. İslamiyet diyor ki, tutumlu olun. Geliriniz giderinize denk olsun. Böyle yaparsanız kadınlar çalışmak zorunda kalmaz. İsrafa dağ dayanmaz. İsraf yüzünden gelir, gideri karşılamıyor. Bu şartlar içinde çalışan kadın, huzurlu değil huzursuzdur. Kadın çalışacaksa, onları daha iyi şartlarda nasıl çalıştırabiliriz? Bunu düşünmek lazım. dir. Aileyi güçlendiren mesaj verilmeli. Kamu ve sivil toplum kuruluşları birlikte hareket etmeli. Aile yapımızdaki gelişme ve değişmeler iyi takip edilmeli. Aile bağlarının pekişmesi için çalışmalar artırılmalı, özellikle görsel yayınlarda, aile yapımızı koruma ve güçlendirmeye yönelik mesajlar ön plana çıkartılmalıdır. GEÇİMSİZLİĞİ NASIL ÇÖZERİZ? Toplumumuzun ruh sağlığına özellikle gençlerimizi zararlı alışkanlıklara karşı uyarmak için irşat hizmetlerini arttırmak gerekir. Vaaz ve hutbelerde de zararlı alışkanlıklardan toplumu koruma, imkanı olan gençlerin evlendirilmesi, aile içi iletişim konularına ağırlık vermek gerekir. Zaman zaman çeşitli vesilelerle yapılan etkinliklerinin ana teması “Aile ve Gençlik” olarak belirlenmeli; ülke çapında panel, konferans, sempozyum konuları, aile birliğini sağlamanın önemi ve gençliğin zararlı alışkanlıklardan korunması konularında yoğunlaşmalıdır. Herkesin istifade edebileceği şekilde “Aile ve Gençlik, zararlı alışkanlıklar, Hıristiyanlık Propagandası ve Misyonerlik, Alkollü İçkiler, Sigara ve Diğerleri, Satanizm, Ateizm ve Eleştirisi” ve benzeri konularda eserler hazırlanmalıdır. Ayrıca yurtdışında yaşayan soydaş ve yurttaşlarımızın ailelerine yönelik de irşat ve eğitim programları hazırlamak gerekir. Geçimsizlik sabırla, özür dilemekle, tebessümle ve hediyeyle çözülür. Bir de şöyle düşünülecek, "Eşim benim hangi davranışlarıma kızıyor?" Sonra da dikkat edecek o hallerine, düzeltmeye uğraşacak. Kavga demek, bagajın iplerinin kopması demektir. İpler tamamen koptu mu, bagaj dağılır. Aile yapımızı tahrip eden faktörlerden korumak için neler yapılması gerekir? Huzurlu ve mutlu toplumun oluşması için neler yapmalıyız? Dini ve millî değerlerimizin yaşatılmasında ve kuşaktan kuşağa devam ettirilmesinde olmazsa olmaz bir değeri olan aile kurumunun olumsuz faktörlerden korunması için gerekli çalışmaların yapılması hususunda toplumun bütün kesimlerine önemli görevler düşmekteerkekler arasında gezip dolaşıyorlar. Sizde kıskançlık duygusu yok mu? Şunu bilin ki kıskanmayan kimsede hayır yoktur. EVLİLİKLERİN SAĞLIKLI OLMASI Genellikle evliliğin ilk yılları evliliğin gidişatı açısından çok önemlidir. Bilimsel çalışmalar da evliliğin ilk yıllarının ailenin temelini oluşturması açısından önemli olduğunu göstermektedir. Evlilik ekonomik, duygusal, sosyal… pek çok yönü içine aldığından eşlerin bu konulardaki değerleri, kalıplaşmış düşünceleri açısından ilk yıllar bir uyum dönemidir ve bazıları için zor geçebilir. Bu uyum döneminde her iki tarafın ailesi önemli rol oynar. Aile, kişinin hayata bakışında davranışlarında sahip olduğu değerlerin ve kalıplaşmış düşün- Gençlerimizin alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan korunması için neler yapmalıyız? celerin birinci dereceden belirleyicisidir. Kişinin düşünce yapısında hayat felsefesinde arkadaşlarının, aldığı eğitimin, okuduğu kitapların etkisi olsa da en etkili kaynak ailedir. AİLELERİN UYUMU ÖNEMLİDİR. Evliliğin ilk yıllarındaki sorunları çoğu ailelerin kültürel farklılıklarından kaynaklanabilmektedir. Bununla beraber bazı durumlarda yakın akraba evliliklerinde sorunlar görülebilirken birbirine yabancı ailelerde sorun olmayabilir. Bunda kişisel farklılıklar ve ekonomik durum etkili olmaktadır. FARKLILIKLARI KABUL ETMEK Evliliğin başında yaşanan sorunlar kişinin bütün evlilik hayatında derin 23 Aile yapımızın korunması ve son yıllarda belirgin bir şekilde ortaya çıkan bireyi ve aileyi tehdit eden problemler ile ilgili toplumu bilinçlendirerek problemlerin çözümüne katkıda bulunmak ve bu alanda ortaya çıkan olumlu ve olumsuz gelişmeleri takip etmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapılmalıdır. TOPLUMDAKİ SEVGİSİZLİĞİ NASIL YOK EDEBİLİRİZ? Toplumları derinden sarsan sayısız sorunların yaşandığı günümüzde, insanlık onuruna yakışır aydınlık geleceğin inşası için birey, aile ve toplum olarak hepimize ciddî görevler düşüyor. Bu yüzden hayatı daha yaşanabilir kılma ve birbirimizin yükünü azaltmak için sosyal yardımlaşma ve paylaşmayı, sevgi ve saygıyı temel alan bir hayat tarzını sürdürmek durumundayız. Çünkü birbirimizin sorunlarıyla dayanışma içerisinde hayatı paylaşma, birçok bireysel ve toplumsal sorunumuzu çözebilir ve bunların çözümü hayatı kolaylaştırır, huzur ve mutluluğu, arzu ettiğimiz birlik ve beraberliği sağlar. Aksi takdirde, birbirimizin dert ve sıkıntılarına duyarsız kalıp sırt çevirme, şefkat ve merhamet duygularından uzaklaşma, nemelazımcı tavırlar takınma, paylaşma ve dayanışmanın güzellik ve erdeminden uzaklaşma; aile izler bırakabiliyor. Çatışma hayatın bir parçası olsa da seviyeli olması önemli. Ailelerin birbirine gösterdiği saygı kadar eşlerin birbirinin ailesine karşı gösterdiği saygı da etkili olmaktadır. ve toplumumuzdaki ahengi bozar, sorunlarımızı artırır, çevremizdeki akraba ve dostlarımızı azaltır, servet ve gücün yetmediği durumlarda, bizleri telâfisi mümkün olmayan çaresiz durumlara düşürebilir. Huzurlu aile ve huzurlu toplum için Yüce dinimiz İslamiyet’in emir ve tavsiyelerine uymak, sevgi, saygı, sadakat, paylaşma ve yardımlaşma gibi prensiplere kulak verip, aile ve toplum olarak birbirimize karşı yerine getirmemiz gereken birtakım görev ve sorumlulukların bilincinde olarak, omuz omuza verip, hayatı acı ve tatlısıyla paylaşarak, mutlu ve huzurlu yarınlara hep birlikte kavuşabiliriz. Huzurlu toplum ve huzurlu aile için reçete budur. MEDYA ŞİDDETİ KÖRÜKLÜYOR Aile yapımız emperyalistlerin kullandığı medya ve onun yaydığı kötü alışkanlıklar tarafından bombardıman edilmektedir. İslam’ın cemiyet hayatından uzaklaştırılmasıyla beraber, aile içi şiddet, boşanmalar, parçalanmış aileler, dramlar, sevgisiz büyüyen çocuklar, cinnet geçirenler artmıştır. Geleneksel aile dayanışmasının yok olmasının artık sıradan ve garipsenmeyen olaylar haline gelmiştir. Boşanmalar, şiddet ve hatta aile içi cinsel taciz ve tecavüzlerin artmıştır. Boşanma olayları korkunç boyutlara vardı. Toplumsal şekilde iletişim becerisine sahip olmak, evliliğin ilk yıllarından itibaren sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamaktadır. ARKADAN KONUŞMAYIN EŞLERİN, EŞLERİNİN AİLELERİNE SAYGI DUYMASI Hiç kimse arkasından konuşulup eleştirilmek istemez. Bununla beraber maalesef bu insanlar arasında sıklıkla yapılmaktadır. Bazen yaşlılık, bazen ruhsal hastalıklar ya da düşünmeden hareket etme sonucu anne-babası ve eşi hakkında konuşan kişi bunu yerine göre anlayışla dinlese de eşine bunu yansıtmamalıdır. Eşi ailesi hakkında konuşursa bunu da kibarca engellemelidir. Bu tür hatalar evliliğin ilk yıllarında ciddi sorunlara ve sevgi eksikliğine sebep olmaktadır. Eşiyle ailesi arasında sevgi ve saygıyı artıracak Evlilikte yapılan en büyük hatalardan birinin eşlerden birinin diğerinin ailesini olumsuz şekilde eleştirmesidir. Ailesi eleştirilen eş bu durumda ya kendisi de eşinin ailesini eleştirmekte ya da savunucu pozisyona geçmektedir. Böylece ya tatsızlık büyümekte ya da kişi eşine hak verir görünse de içine atmakta ve bu birikim oluşturmaktadır. Kişi her ne kadar kendi ailesinden birisinin hatalı olduğunu bilse de bunun yüzüne karşı söylenmesi üzücü olmaktadır. 24 çöküntünün temelinde ekonomik, kültürel, eğitim yetersizliğinin rolü varsa da, en büyük sebep milli ve manevi değerlerden giderek uzaklaşmak. Türk aile yapısında giderek artan yozlaşma, ahlaki çöküntü, gençliğin uyuşturucu bağımlısı olması ve bunun 10 yaşına düşmesinin en büyük sebebi televole yayınlar. Gençler, idealistler yerine idolları örnek alıyor. Televizyon programlarının yüzde 60’ı şiddet ihtiva ediyor. Her 4 lise öğrencisinden 1’i televizyon bağımlısı.” Aile yapımız medya bombardımanı altındadır. Medya kitle imha silahı gibi. Geçmişe nazaran ailede huzursuzluk, boşanmalar, şiddet ve hatta aile içi cinsel taciz ve tecavüzler artıyor. Boşanma ve benzeri hadiselerde; geçmişe nazaran korkunç bir patlama yaşanıyor. Toplumdaki çürümenin temelinde ekonomik, kültürel, eğitim yetersizliğinin rolü varsa da, en büyük sebep milli ve manevi değerlerden giderek uzaklaşmak. İslam’ın toplumsal hayattan uzaklaştırılmasıyla beraber, aile içi şiddet, boşanmalar, parçalanmış aileler, dramlar, sevgisiz büyüyen çocuklar, cinnetler gün geçmiyor ki TV ekranlarına ya da gazete manşetlerine çıkmasın. Geleneksel aile dayanışmasının yok olması ne yazık ki artık sıradanlaşan ve garipsenmeyen olaylar haline geldi. Televizyon seyredenler iliklerine EŞİNİZİN YANINDA OLUN Bazı aileler stresli ailelerdir. Evliliklerde az sayıda da olsa psikolojik problemlere bağlı olarak yüze karşı hakaret ve yersiz eleştiriler gibi hiç olmaması gereken durumlar görülmektedir. Bu da ne kadar uygun şekilde engellenir ve mağdur olan yalnız bırakılmazsa evlilik o kadar seviyeli bir şekilde devam eder. EVLİLİKLERDE YAPILAN YANLIŞLAR: KİŞİLİĞİNİ ELEŞTİRMEYİN Eşinin kişiliğini küçük düşürücü, onur kırıcı sözler sarf etmek sevgiyi zedeler. "Sen hep böylesin, hep beceriksizsin." suçlamalarına sitemkar ve biraz Burhan kadar televole kültürü afyonu veya zehriyle uyuşmuş vaziyetteler. TV’de ünlü oldu, fuhuş baskınında gözaltına alındı. “Gelinim Olur musun?” ve “Biri Bizi Gözetliyor” yarışma programlarıyla tanınan ünlü isimler fuhuş yaptıkları iddiasıyla gözaltına alındı. Her şey 'BBG' ve 'Gelinim Olur musun?' ile başladı Sosyeteyi sarsan 'Barbie' baskınında 23 kişi gözaltında. Olayların 'Gelinim Olur musun?' ve 'Biri Bizi Gözetliyor' gibi programların etkisiyle gelişmesi dikkat çekti. Fuhuş yaptıkları iddiasıyla düzenlenen 'Barbie' adlı baskında aralarında manken …………. de bulunduğu 23 kişi gözaltına alındı. EROTİK SİTELERE DİKKAT! İnternet kullanımında edep kurallarına dikkat edilmesi gerekir. E-lektronik iletişimde edeb: "Utanılacak hal ve hareketlerden kaçınmak, terbiye ve ahlak kurallarına riayet etmek" anlamına gelir. İnternet ortamının bireye tanıdığı özgürlük, kimi zaman ahlaki kurallara uygun akılcı ve yapıcı amaçlarla maalesef kullanılmamaktadır. İslam’ın yasakladığı ve mahrem saydığı hususlardaki sayfalar açılmamalı, ahlaki kurallarla bağdaşmayan sayfalara girilmemelidir. Zira Rabbimiz bizim gizli ve aşikar bütün yaptıklarımızdan haberdardır. da hakaret içeren "Hep kendi bildiğini okudun. Beni dinlemedin." sözleri suçlayıcı eleştirilerdir. İŞİ YOKUŞA SÜRMEYİN Günün birinde eşlerden birinde olumlu bir değişiklik olmuştur veya gittikleri doktor dinlenilmiş ve kişi olumsuz bir davranışından vazgeçmiştir. Diğer eş "On yıldır sana söyledim ama beni dinlemedin, başkası deyince daha mı kıymetli oluyor?" biçimindeki konuşmalar eşi üzen ve geriye döndürebilecek tarzdadır. GEÇMİŞİ HATIRLATMAYIN Evlilik hayatı boyunca insanların olumsuz hatıraları olmuştur. Kavgalar, tartışmalar, atışmalar ya da unutulan anlar, yapılan yanlış davranışlar olagelBurhan SİSTEM SIRTIMIZI SIVAZLIYOR Medyada, haberlerden tutun da bu tür eğlence programlarına kadar yapılan iş, küçük insanların dünyasını yaldızlayıp süsleyip, bu dünyayı ve bu dünyada yaşayanları izleyiciye, okuyucuya satmaya dönüştü. Küçük insan, sıradan insan yani bizler toplum çoğunluğunun çalışarak, sebat ederek, insani değerleri de öğreten, kazandıran bir eğitimden geçerek değil; kısa yoldan, şans faktörüne bağlı olarak ya da "ünlenip" satışa hazır duruma gelmeye çalışarak bu sistemin içinde kendimize daha iyi bir yer edinme düşleri kuruyoruz. Medya da bizi bize satıyor. Bu yapılan iş, sıradan insanın yani modern toplumsal sistemin içinde kenara itilmişlikten kurtulmak için çırpınan bizlerin "sırtını sıvazlamak", "Siz böyle de güzelsiniz. Bekleyin en umutsuz olduğunuz anda sistem size de şans tanıyacaktır" demek anlamına geliyor. Olayı sistemin bütününden soyutlayıp şu, bu TV kanalı, şu veya bu magazin basınının kötü niyetine bağlamaya çalışıyoruz. Oysa medya sistemin içerisindedir. Sistem kendisini muhafaza edebilmek için toplumun "atomize edilmiş" "kefeni yırtmak için" bir çok şeyi yapmaya hazır duruma getirilmiş insanlarını, bizlere yani yarınki kurbanlarına satmak oluyor. miştir. Evlilik hayatı boyunca bu kötü hatıraların eşler tarafından tekrar tekrar ısıtılarak ortaya konulması ilişkileri zedeler. GENELLEMELER YAPMAYIN Eşinize bir kalıp biçerek o kalıba sokan ifadeler kullanmak, onu kötü bir fiille damgalamak da büyük hatalardan biridir. "Ben senin için değiştim, sen benim için hiçbir şeyden vazgeçmedin. Çok bencilsin..." sözleri evliliği yıpratır. Birbirinizin aklını okumayın Çiftler arasında iletişim tek taraflı olmaya başladığında eşler birbirlerine mesafe koymaya başlarlar. Sürekli iğnelemeler, kavgalar, atışmalar artık kadın ve erkeği kendi dünyasına itmiştir. AİLE KURUMU YIPRATILIYOR İnsanlar artık çocuklar ile oturup televizyon izleyemez hale geldi. Ekranlarda hergün birbirini aldatan insanların görüntülerine yer veriliyor. Aile kurumu yıpratılıyor. Televizyonların ortaya çıkardığı toplumsal erozyon bu tür olaylara yol açıyor. İbretle okuyun: İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) öğrencilerinin "Yılın Girişimci Sanatçısı" seçtiği ….. ….., ödülünü üniversitenin Ayazağa Yerleşkesi’nde düzenlenen törenle aldı. Orta yaşlı bir erkek izleyicinin, "Sizce erkekler eşlerini neden aldatırlar?" sorusuna da ….., espriyle: - Siz eşinizi aldattınız mı peki?" sorusuyla yanıt verdi. İzleyiciden: - evet" yanıtını alan …..: - Öyleyse siz cevap verin, dedi. ….. …..: - Bir kere aldatmak çok zevkli bir şey. İnsanlar bunu birbirlerini kırmadan yapabildiği sürece bana çok da ters gelmiyor açıkçası. Bunu çok istedim. Beğendiğim insanlar oldu ama anne olma duygusu ve bir Türk kadını olma duygusu beni engelledi" diye konuştu. Medyadan seçme haber başlıkları: Şarkıcı Fıskıye ben lezbiyen değilim dedi... Ünlü sanatkar ben homo Erkek de kadın da kendi dünyasında eşiyle konuşmaya başlar. Kafalarında kurdukları şeyler zaman zaman birbirlerinin hareketlerine yorumlar çıkarmaya neden olur. "Senin ne demek istediğini biliyorum. Ben senin bakışından anlarım." gibi sözlerle eşinin mimik ve hareketlerinden anlamlar çıkarılmaya başlanılır. KENDİNİZİ HAKLI GÖRMEYİN Hatalar, yanlışlıklar iki taraftan da kaynaklandığı halde kim daha haklı, adeta "mahkeme" kurulur. Yargısız infazlardan kaçının. SES TONUNUZU YÜKSELTMEYİN İletişimde en önemli husus konuşan insanı sonuna kadar dinlemek, 25 değilim dedi... Manken Feşmekâ-ne sevgilisinden hamile kaldı, bir önceki sevgilisi ateş püskürüyor... Yaşasın! Bazı belediyelerin içki satışını birtakım Kırmızı Sokak’larla sınırlandırmasını Danıştay durdurdu... Maaşını alamayan ithal malı futbolcu antrenmana çıkmadı... BATIRICI KÜLTÜRLER İstihbarat Servisi’nin “Bu kültür Türkiye’yi batırır” diye rapor verdiği televole kültürünün ne olduğunu pek iyi bilmiyorum, çünkü televizyonum yok. Anladığım kadarıyla ahlâksız, havaî, aşağı ve bayağı, zevzek, zırzop, fasafiso, ipe sapa gelmez, tahrip edici, sersemletici, çürütücü bir kültür olması gerekir. Filmin bundan önceki kısımları: Râsim ve Sevcen çiftinin mutlulukları yoktur, Râsim baldızı Teslim’i sevmektedir. Rasim’in babası ilerlemiş yaşına rağmen çapkınlıktan vaz geçmemekte, asansörde komşu kızına yiyecek gibi bakmaktadır. Öte yandan kayınbirader Tolgaç, evli bir kadına asıldığı için ölüm tehdidi almış ve evini terk etmiştir. İlköğretim okuluna giden Firkete son günlerde sersem ve mayhoş vaziyettedir, yakın hısımlardan Törgen lisede bıçaklanmış ve ölümden hayatî müdahale servisinde geriye dönmüştür. Bütün bunlar olurken yine de arada bir müzikli ve içkili toplantılar yapılmakta, felekten çok gerekliyse aralara girmektir. Dinlemek, anlamak ve kendimizi anlatmamız gerekiyor. Bunun yolu da saygıyla dinlemek, ses tonunu yükseltmemektir. ÇOKBİLMİŞLİK YAPMAYIN ‘Senin hasta olduğunu biliyorum, nedenlerini de biliyorum. Senin ne zayıflıkların var hepsini keşfettim, ne yapman gerektiğini söylüyorum, beni dinlesen doktora filan da ihtiyacın olmaz’ gibi sözler doğru değildir. Eş ne kadar bilgili, tecrübeli olursa olsun kendini doktor yerine koymamalıdır. GENÇLERE TAVSİYELER Eşinizin şiddet, cinsel taciz, terk, ihmal gibi olaylar yaşayıp yaşamadı- 26 kâm alınmakta, ha ha ho, hi, hi, hi gürültüleri içinde eğlenilmektedir... Televole kültürü acaba böyle bir şey midir? Beni bağışlayın, çok câhilim, televizyonum yok, seyredemiyorum...Televole kültürü başka da Türkiye’yi batıracak hastalıklar ve kötülükler vardır. 1- Lüks ve israf: Son otuz yıl içinde lüks meskenlere, lüks otolara, lüks ev eşyasına, lüks yazlıklara, lüks giyim ve kuşama bir trilyon dolardan fazla harcadık. Ticaret, sanayi, işletmecilik, üretim sahalarında kullanmamız gereken Sermayeyi hiçbir işe yaramaz şekilde dondurduk ve sonunda yerli ve uluslararası faizcilerin kölesi olduk. 2- Eğitimin iflâs ettirilmesi: Dikkat buyurunuz etmesi demedim, ettirilmesi dedim. Alçak ve popülist politikacılar Türkiye eğitimini batırmış ve bitirmişlerdir. Okullarda genç nesillere üç boyut kazandırılır: Bilgi ve kültür boyutu... Ahlâk, karakter, aksiyon boyutu... Sanat, estetik, güzellik boyutu... Bu üçünde de iflas etmiş vaziyetteyiz. Bir toplumu cep telefonları değil, eğitim yüceltir ve kurtarır. 3- Üniversitelerin köleleştirilmesi, dejenere edilmesi: Üniversiteler ülkenin beynidir, ülkeye ışık tutan, yol gösteren kurumlardır. Oralarda ilim, irfan, akıl, vicdan, ciddiyet, vakar, bilgelik hakim olmazsa; onların yerine ideoğına ve ailesiyle ilişkilerine dikkat edin. - Alkol veya uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklarının olup olmadığına dikkat edin. Evlenmenize anne-babanın karşı olması ciddi sorun oluşturacaktır. Taraflardan birinin hami olduğu durumlarda evlilikler uyumlu sürmez. Eğitim ve ekonomik düzeylerin aşırı şekilde farklı olduğu evlilikler sorunlara sebep olur. AİLE; AHLAKIN OLGUNLAŞTIĞI MEKTEPTİR Aile, yüksek ahlak okuluna benzer. Aile, bedensel ve ruhsal ihtiyaçların denetim ve tanziminde, güzel ahlâk ve adabın kazanılmasında çok önemli bir loji, demagoji, çağdaş dogmatizm, modern hurafeler hâkim olursa ülke batar, halk perişan olur, devlet ağır yaralar alır. Bana söyleyiniz, dünyanın hangi ileri, demokrat, hukukun üstünlüğü ilkesini kabul etmiş, millî iradeye ve millî kimliğe saygılı ülkesindeki üniversitelerde başörtüsü yasağı vardır? Fransa’da mı? Hayır, oradaki üniversitelerde asla böyle bir yasak yoktur. Dünyanın hiçbir ciddî ve demokrat ülkesinde bizdeki gibi bir başörtüsü yasağı yoktur üniversitelerde... 4- Kalitesizlik: Bizde genel bir kalitesizlik vardır. Kalite konusundaki istisnalar kuralı bozmaz. Politikada kalitesizlik, medyada kalitesizlik, eğitimde kalitesizlik, üniversitelerde kalitesizlik, mimarlık ve şehircilikte kalitesizlik... İşte bu kalitesizlik bizi batıracaktır. * Tesettürlü kadın gökkuşağı gibi rengârenk elbiseler ve örtülere bürünmüş... Çok kalitesiz ve rüküş... * Lise tatil olmuş gençler okul kapısından dışarıya çıkıyor. Gömleğin üstteki üç düğmesi çözülmüş, kravat aşağıya indirilmiş, gömleğin etekleri pantolon üzerine çıkartılmış, ceket ele alınmış... Ne kadar kalitesiz bir kıyafet, ne kadar bayağı bir hal ve hareket... * Liseli kız okuldan çıkınca eteğini belinden kıvırmış, mini etekli olmuş... Kalitesiz... misyona sahiptir. Diğer taraftan aile, hem kişinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesile hem de kişiyi dince günah sayılan kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır. HAYATIN ACI VE TATLISINI PAYLAŞMALIYIZ Yüce dinimiz İslamiyet’in emir ve tavsiyelerine uymak, sevgi, saygı, sadakat, paylaşma ve yardımlaşma gibi prensiplere kulak verip, aile ve toplum olarak birbirimize karşı yerine getirmemiz gereken birtakım görev ve sorumlulukların bilincinde olarak, omuz omuza verip, hayatı acı ve tatlısıyla paylaşarak, mutlu ve huzurlu yarınlara hep birlikte kavuşabiliriz. Huzurlu toplum ve huzurlu aile için reçete budur. Burhan * Taksim’de Tünel’e doğru yürüyorsunuz. Bir insan seli akıyor... Kılıklar kıyafetler, konuşmalar, mimikler, gülüşmeler, gülümsemeler, surat asmalar hep kalitesiz... * Bir hukukçu, “Laikliği korumak için din ve inanç hürriyeti kısıtlanabilir. Esas olan din hürriyeti değildir, laikliktir” şeklinde konuşuyor... Kalitesiz. *Çağdaşın biri feryat ediyor, “İrtica ülkeyi tehdit ediyor...” diye avaz avaz bağırıyor. “İrtica nedir, târif et, iddialarının gerekçelerini göster” diyorsunuz, ne târif edebiliyor, ne de gerekçe gösterebiliyor... Kalitesiz.. * Günlük bir gazete, materyalistlerin bile artık eskimiş olarak kabul ettikleri Darvinizmi müdafaa ediyor, bu teori veya ideolojiyi hak ve doğru olarak gösteriyor... Kalitesiz... Ah bu kalitesizlik Türkiye’yi batıracak... İslami ölçülere uyulduğunda aile yapımızda her şey daha rahat ve daha kolaydı. Geleneksel âile yapımızda herkesin rolü belliydi. Bundan dolayı da fazla sorun çıkmazdı. Teknoloji çağı birtakım kolaylıklarla beraber insanlarımızın teknik vasıtalarla emperyalistlerce daha kolay esir alınmasını da beraberinde getirdi. Bu teknolojiyi kötü yönde SAĞLAM AİLE Bir toplumun en küçük kurumu ailedir. Aile kurumu sağlam olursa, toplum da o oranda sağlam olur. Aynen bir duvar misali. Bir duvarın sağlamlığı, o duvarda kullanılan taş ve çimentonun sağlamlığı ile orantılıdır. Aileyi besleyen taş ve çimento ise, ahlâk ve maneviyattır. Sevgi, saygı, şefkat ve muhabbet gibi aile bağlarını güçlü kılan değerler ise ancak sağlam bir inanç ile elde edilebilir. Türkiye toplumunu dirençli kılan ve nice büyük badirelerin kolayca atlatılmasına sağlayan en önemli özelliğimiz, güçlü ve sağlam aile yapımızdır. Milletimizin inançlarından kaynaklanan bu güzel meziyetimiz, düşmanlarımızın bile hayranlığını kazanmıştır. Napalyon Bonapart’ın şu sözleri, bu gerçeği ispatlamaya yetmektedir: Burhan kullanan emperyalistler, insanlarımıza istedikleri gibi yön veriyorlar. Emperyalistlerin silah gibi kullandığı medya, insanlarımızı adeta hipnotize ediyor. Televole programlarını izleyenler, düşünme yeteneklerini kaybediyor. Lüks tüketim ve ALLAH Teâlâ’nın haram kıldığı israf körükleniyor. İnsanlarımız obezite oluyor. Genç kızlar ve erkekler, dizilerdeki aktörler gibi birbirlerini aldatmaya yöneliyorlar. Bu da aile içindeki huzuru yok ediyor. Kanaatsizlik aile içi kavgaları ve huzursuzlukları büyütüyor. Böyle bir aile yapısı ayakta durabilir mi? Aile, toplumdaki sevgi, saygı, sadakat, feragat, fedakarlık, sevinç ve sıkıntıları paylaşma, mücadele ve tehlikelere karşı direnmenin asli unsurlarıdır. Aile bozulursa, toplum ve millet olarak çöküntü meydana gelir. Alkolizm, uyuşturucu, kumar, zina, şiddet, aile içi cinsel taciz ve tecavüz gibi ‘kötü alışkanlıklar’ın ‘aile yapımızın temelini yıkan patlayıcı maddeler’ olduğu gibi bunlar, aile gibi cemiyeti de imha eden gerçek “kitle imha silahı”na benziyor. İSLÂM’IN EMİRLERİ GÖZARDI EDİLMEMELİ Aileyi Cenab-ı ALLAH’ın kurmuş ve bunun için de ailenin mukaddes bir kurumdur. Cenab-ı ALLAH buyuruyor ki: “Türkleri üstün yapan iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması.” AİLE YAPIMIZ ÇÖKERTİLMEK İSTENİYOR Milletimizi savaş meydanlarında yenemeyen düşmanlarımız, şimdi sinsi hile ve tuzaklarla emellerine ulaşmak istemektedirler. Bugün, şer odaklarının hedefinde Türk aile yapısının tahrip edilmesi vardır. Emperyalist çevreler, aile yapımızı çökertmek için uluslararası düzeyde çalışmalar yapmaktadır. Aile yapımızı çökertmek için kullanılan en etkili araç medyadır. Irkçı emperyalistlerin kontrolünde bulunan medya kuruluşları, ahlaki ve manevi değerleri tahrip etmekte, ahlaksızlığa teşvik edip özendirmektedir. Yabancı sermayenin "Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin ALLAH katında en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır. Hakikaten ALLAH her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olandır." “Anne-babaya ‘üf’ bile demeyiniz” İslâm’ın emirlerine uymazsak, ailede ve toplumda huzur olmaz. Cenâb-ı Hak: “Rabbin, sadece kendisine ibadet, kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi de senin yanında yaşlanırsa, sakın kendilerine “üf” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) merhamet et” diyerek dua et. buyurmuştur. Cenab-ı ALLAH, burada annebabaya nasıl itaat etmemiz gerektiğini anlatıyor. medya üzerinde kurduğu denetim ve tekelleşme, geleceğimizi tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Yabancıların da Türkiye’de TV kurmalarına izin veren yasal düzenlemeler yapılması, milletimizin geleceğini karartmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Yine, Türk Ceza Kanunu’nda “suç” sayılan zinanın serbest bırakması, bu milletin maneviyat dünyasına vurulan en büyük darbe olmuştur. Aile kurumunu tahrip etmek için bir kampanya yürütülmektedir. Bu çevrelerin aileye yönelik tahripkar çalışmaları etkili olmakta, en sağlam yapı taşımız olan aileyi zayıflatmaktadır. Millî ve manevî değerleri tahribe yönelik bu ifsat edici faaliyetlere karşı, sağlam karakterli ve güçlü iradeye sahip nesiller yetiştirilmesi gerekmektedir.” 27 Burada aileyi Cenab-ı ALLAH kuruyor. Demek ki bizim, yani aile bireylerinin, kadın ve erkek, anne ve baba ALLAH’a, O’nun gönderdiği peygambere bağlı olmamız gerekiyor. Bunlara bağlılık koptukça, aile sistemi bozuluyor. Aile bozulunca toplumun huzuru bozuluyor. Cenab-ı ALLAH’ın “Anne ve babaya “üf” bile demeyeceksin” emrini unutanlar ya da inanmayanlar, bırakınız üf demeyi hakaret ediyorlar, hatta annesinin kolundaki bileziği almak için kolunu kesiyorlar. Aile fertlerinde iman olmazsa çocuklar canavarlaşır. Böyle evlat olur mu? Olmaz. Cenab-ı ALLAH “üf” demeyeceksin diyor, adam annesinin kolunu kesiyor. GENÇLER ANNEBABAYI TAKMIYOR!.. Aileyle ilgili bir diğer sorun da, gençlerin evlenme sorunu. Bilindiği gibi yüce İslâm dini meşrû evliliği kolaylaştırıp teşvik ediyor. Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimiz: "Mahşerde ümmetimin çokluğuyla övüneceğim" buyuruyor. Bugün gençlerin çoğu evlilik konusunda, ana-babalarını devre dışı bırakma eğiliminde. Hatta giderek zorlaşan hayat şartlarını bahane göstererek evlilik dışı hayatı tercih edenler bile var. Böylece; gençlerimiz uyuştuYeryüzündeki kaostan kurtulmanın yolu ifsat değil, islahtır. Tarihimiz ve inancımıza göre saadeti istiyorsan önce aile yapısı sağlam olması lâzım. Bu sebeple, aile, çocuk ve kadının korunması bir topluma yapılacak en büyük iyiliktir. İnsanlık saadetinin en büyük meselelerinden birisidir. AİLE HAYATI HERKES İÇİN RAHMETTİR Ahlâkî ve manevî değerlere göre kurulmuş aileler herkes için rahmettir. Kadın, erkek ve çocuklar için bir rahmet ve iyilik olduğu gibi, ailenin akrabaları ve bütün insanlık için de bir rahmettir. Çünkü, böyle bir toplum, kendi içinde bir denetleme mekanizmasına sahiptir. Şurası bir gerçek ki, toplum içinde işlenen hırsızlık, çete, mafya, cinayet vb. suçların önemli bir kısmı, parçalanmış 28 rucu ve kötü davranışların kirli tuzağına düşmekten kurtulamıyorlar. İşte ürküten tablo! Alkollü içki tüketiminde dünyada üçüncü sıradayız! EKONOMİK SIKINTILARIN KAYNAĞI İSRAF Her yıl uyuşturucu yüzünden Türkiye’de 350 bin kişi ölüyor. Çanakkale’de vatan için savaşarak şehit olanların sayısı ise 250 bin kişi. Bu da içki yüzünden ölenlerin, savaşta şehit olanlardan daha çok olduğunu gösteriyor. Aile yapımızı bozan faktörlerden birisi de ekonomik sıkıntılardır. Ekonomik sıkıntıların kaynağının da israf olduğuna inanıyorum. Ailede hanımın vazifesi ekonomiyi idare etmek, israfı önlemek. İslamiyet ölçüyü koymuş. Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimiz buyuruyor ki: "Bir hanım pilav yaparken bir pirinç tanesini dahi çöpe atması caiz değildir" Niçin? Bereket şifa o pirinç tanesinde ise bir tencere pilav işe yaramayacak. Bir anne besmeleyle mercimek çorbası pişirirse çocuklarına baldan tatlı gelir. Herkes yorganına göre ayağını uzatacak. Dış etkilere, nefsin istek ve arzularına göre hareket eden bir aile bireyleri bir arada duramazlar. Ekonomik denge bozulunca ahlak ve ailede bozulur. Abdullah b. Mes’ud (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buyuruyor ki: "İktisat eden kimse fakir düşmez, huzur bulur." Kredi kartları milleti israfa sürükledi. Adam zaruri ihtiyaç diye cep telefonu alıyor. Modası geçince bir milyara aldığı telefonu 500 milyona satamıyor. Vatanını, milletini, ALLAH’ını seven israf etmez. ailelerin, sahipsiz ve sıcak aile ortamından uzak yetişen çocukları eliyle işlenmektedir. Bugünkü yanlış ve çarpık gidişata el atılmazsa, toplum ciddi bir güvenlik problemiyle karşı karşıya kalacaktır. Çünkü, paylaşım duygusunun en ideal verildiği tek kurum ailedir. Sahipsiz ve başıboş yetişen çocuklar, toplum arasında bir suç makinesi haline gelmektedir. Hiç kimsenin, hiçbir yavrumuzu anne baba sevgisi ve aile ortamı sıcaklığından mahrum bırakma yetkisi yoktur. Son söz olarak, şu çözümün altını çizmek isterim ki; çocuklarımız, kesinlikle İslâmî terbiye ve din eğitiminden mahrum bırakılmamalıdır. Şu anda Türkiye, alkollü içki tüketiminde dünyada üçüncü sırada. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre ülkemizde 30 milyon tiryaki, 25 milyon alkol dostu, bunların 7 milyonu alkol bağımlısı, 5-6 milyon da ilaç bağımlısı olduğu biliniyor. Ülkemizde kişi başına düşen alkollü içki miktarı 15 litre. Türkiye de alkol tüketiminin en fazla olduğu yaş grubunu genç kuşak oluşturuyor. Ondan sonra çocuk kuşağı geliyor. Yine 839 öğrenci üzerinde yapılan bir araştırmada Lise çağındaki gençlerin; yüzde 47.7’si sigara, yüzde 35.5’i alkol kullanıyor. Üniversite öğrencilerinde ise, sigara tiryakilerinin yüzde 66’sını erkekler, yüzde 57.5’ini kız öğrenciler oluşturuyor." AILEYI BOZAN ALIŞKANLIKLAR İnsanlarda ya ALLAH korkusu, ahirete ve öldükten sonra dirilişe, yaptığı her türlü kötülüğün hesabını vere- NEREYE GIDIYORUZ? Netice itibariyle ne oluyor? Nereye gidiyoruz? Hiç merak ettiniz mi? Toplumumuz ve özellikle gençlerimiz arasında boşanmalar, dağılan ve parçalanan aileler, boşanan eşler arasında perişan bir duruma düşen çocuklar, elem ve üzüntü verici daha birçok olay yaşanıyor. Bu hususta, gençler üzerindeki baskı ve yönlendirmelerden vazgeçerek, evlilik konusunda da onlarla daha iyi bir diyalog içine girmemiz lazım. Bu bağlamda hepimize, her anne-babaya ve bütün toplumumuza büyük görevler ve sorumluluklar düşüyor. AILE VE TOPLUM UÇURUMA GIDIYOR Kötü alışkanlıklardan alkollü içki kullanımının topluma verdiği zararlar, Burhan ceğine dair iman yok, ya da varsa da zayıf. İslami yaşayış noksan. Biz; "Haya duygusu imandandır" buyuran bir Peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz. Çünkü insanlar artık utanmıyor. Genç kızlar ve kadınlar örtülmesi gereken yerlerini açıyor. Sokaklar bu tür canlılarla dolu. Anayasanın 58. maddesine rağmen içki fabrikaları kurarsanız, teşvik ederseniz, reklamlarla sevdirirseniz, bu kötü alışkanlıkların önüne geçmek mümkün olmaz. Anayasa’nın 58. maddesi Devlete gençliğin korunması yükümlülüğünü getirdiğini belirterek şöyle diyor: “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.” Demekki gençliğin geleceğini karartmayacaksınız. Bir yılda alkollü içkilere 11 katrilyon para ödersiniz. Bu para Türkiye halkının tamamının eğitim ve sağlığa harcadığı paradan daha fazla. Alkolik ya da kumarbaz bir baba bırakın ailesine bakmayı içki bulmak ya da kumar borcunu ödemek için namusunu bile satar. ilmi raporların verilerine göre şöyle: "Irza tecavüzlerin yüzde 80’i, Trafik kazası yapanların yüzde 61’i, Yangına sebebiyet verenlerin yüzde 16’sını alkollü içki kullanan kişiler oluşturuyor. Bu kişilerin almayanlara göre, 16 kat fazla düştükleri ve 30 kat fazla zehirlendikleri acı bir gerçek. Dünya Sağlık Örgütü’nün, ülkemizin de içinde olduğu 30 ülkeyi kapsayan araştırma raporunda "ortalama vukuat yüzdeleri" ise şöyle: Cinayetlerin yüzde 85’i, Irza Tecavüzlerin yüzde 50’si, Şiddet Olaylarının yüzde 50’si, Trafik kazalarının yüzde 60’ı, Eşlerini dövenlerin yüzde 70’i, İşe gitmeyenlerin yüzde 60’ı bu suçlarını alkollü iken işliyor. Akıl hastanelerinde yatanların yüzde 40 ile 50’sinde Genel tutuklamaların yüzde 50’sinde alkol temel sebebi oluşturuyor. İntihar olaylarında da alkolün etkisi içmeyenlere oranla 58 kat daha fazla. Burhan ALLAH’IN ÖLÇÜLERINE UYMAMIZ LAZIM AHLAK DÖNÜŞÜMÜ SAĞLANMALI Huzurlu aile ve huzurlu toplum için: Aslımıza dönmeli, milli ve manevi değerlerimizi gençlere aşılamalıyız. Aile binamızı ALLAH’ın ve O’nun Sevgili Resulünün koyduğu ölçülere uyarak kurmamız lazım. O zaman aile de huzurlu olur, toplum da. Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı’nda söylediği gibi oğlumuzu ‘Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın’, kızımızı da ‘Kızım sen de Fatihler doğuracak yaştasın’ diyerek motive etmemiz gerekir. Özel televizyonların 1990’lı yıllarda hayatımıza girmesinden beri, toplumsal yapımızda bir çok değişiklik meydana geldi. Amerikanvari yaşam tarzını insanlarımıza dayatan televizyonlar, zihinlerde yaptığı tahribatla ahlak yapımızı çöküntüye uğrattı. Su gibi para harcanan renkli eğlence dünyalarını Televole ve magazin programlarıyla evlerimizin içine taşıyan ekranlar, "Ben de böyle yaşamalıyım” zihniyetinde hiçbir ahlaki kaygı taşımayan bir neslin oluşmasına sebep oldu. Bu konuda dönüşüm sağlayabilmek için yapılması gereken şey, toplumumuzun çimentosu olan ahlakı yeniden diriltmek, ruhlarda oluşan erozyonu durdurmaktır. EMPERYALIST OYUNU BOZALIM Emperyalist güçler ülkemizin kaynaklarını sömürmek için psikolojik ve kültürel savaş ile bizi dejenere ediyorlar. Bu savaşta en büyük rolü de medya, sermaye ve misyonerler oynuyor. Misyonerin asıl parolası şudur: “Anadolu Türklere bırakılmayacak kadar zengin ve bizim vaad edilmiş vatanımızdır.” Milletimizi manevi değerlerinden yani İslamiyet’ten koparma stratejisini uyguluyorlar. Bunun için de “Hoş Görü”, “İbrahimi dinler”, “Dinler arası diyalog” gibi sloganlar kullanıyorlar. Uyanık olalım. Emperyalistlerin oyununu bozalım” GELECEK NESILLERI DE ETKILIYOR Alkolizm öyle bir illet ki, alkollü içki kullanan kadın ve erkekler sadece kendilerine değil, doğacak yeni nesillere büyük zararlar veriyorlar. Hamile iken içkiye devam eden annelerin çocuklarına vereceği zararları şöyle: Psikolojik sorunlar: yüzde 89, Konuşma bozukluğu: yüzde 80, Doku bozukluğu: yüzde 80, Saldırgan tavırlar: yüzde 72, Hormonal ve Cinsel bozukluk: yüzde 46, Normalden küçük doğum: yüzde 98, Duyma bozukluğu: yüzde 41, Göz bozukluğu: yüzde 25, Ortopedik arıza: yüzde 33, Dudak ve parmaklarda bozukluk: yüzde 91, Cilt ve tırnak arızaları: yüzde 30, Kalp zafiyeti: yüzde 29. Bu durumda içkiye devam eden hamile annelerin sağlam çocuk ....................................................... Tirmizi; Raza':11; No:1165;2/386. İbn-i Mace; Nikah:50; No:1978; 1/636. Ebu Ya'la Müsned; No:5900; 5/258. İbn-i Ebi Şeybe; Edep:2; No:5; 6/88. Aclûni, Keşfu’l-Hafa; No: 1234; 1/386. Aclûni, Keşfu’l-Hafa; No: 1078; 1/335. Nesâi; Cihad:6; No:3104; 6/11: Beyhaki, Şuabu’l-İman; No: 7832; 6/178. Rûm sûresi:21 Müslim, Liân:16, No:1498; Muvatta, Akziye:17, 2/737; Ebû Dâvud, Diyât:12, No:4532 Hayatüs-Sahabe, 3/276 Hucurat sûresi:13 İsra sûresi:23-24 Ahmed b. Hanbel, 1/447 doğurma ihtimali sıfır. Alkol kullanan babaların hesabı ise bizim bu tablomuzun dışında. Yine AMATEM’in raporlarına göre "Her yıl 1 milyon çocuğun içkiye başladığı" ifade ediliyor. Yapılan araştırmalar sonucunda: "Yaşlılık sebebiyle ölü sperm sayısı yüzde 15 iken içki kullananlarda ölü sperm sayısı yüzde 55. Normal evlilerde, yüzde 9’u çocuksuz iken alkollü içki içenlerde bu oran yüzde 14. Alkol, ana rahmindeki cenini imha ediyor. Ana rahmindeki çocuk bir zar içinde korunuyor. Bu zarı sadece 3 şey delip geçiyor. Alkol, frengi mikrobu ve kurşun zehri. Alkollü içki ana rahminde imha edemediğini, düşüğe sebep olarak zayi ediyor. Alkol alan kadınların yüzde 50’si düşük yapıyor." 29 Otuzdört DOSYA Hüseyin SELAMCI İslâmî Neslin Devamı “İnandığı gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanmaya başlar” ünyanın üzerinde insan neslinin var oluşundan bugüne ve kıyamet gününe kadar, insanlar aile mefhumuyla iç içe yaşamak zorunda kalacaklardır. Çünkü yüce yaratıcı insanoğlunun gönlüne eşini ve çocuklarını sevme, onlara sahiplenme gibi kutsal bir duygu ihsan etmiştir. Her insan bu duygularla aile mefhumuna sahip çıkmaya çalışır. Eşlerin birbirini kıskanması, ebeveynlerin çocuklarını tehlikelerden koruması da bu duygunun tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır D İnsanlar varoluş mücadelesini verirken de yine bir aileye muhtaç olduklarını göz ardı etmememiz gerekiyor. Çünkü başarılı her liderin veya işinde başarılı her insanın arkasında ona destek olan mutlaka aile bireyleri vardır. Yoksa insanın varoluş mücadelesinde kendi kendine bir şeyleri başarabilmesi mümkün değildir. Bu başarının sırrını Peygamberlerin hayatlarında da görmekteyiz. Hz. Hatice annemizin vefatı bu bağlamda Hz. Peygamberi çok etkilemiştir. Çünkü Hz. Hatice annemiz efendimizin peygamberlik mücadelesinde en 30 Burhan fazla destek veren, madde ve manasıyla ona yardımcı olarak yanında yer almıştır. lım bu yollarla elde edilen yiyecekler insanı iffetsiz yapar. Evlenen her çiftin öncelikli isteği, evin neşesi olan çocuklarının olmasıdır. Çünkü her insan neslinin devamı için ailesinin ve çocuklarının olmasını ister. Önemli olan bu meşru isteğin yanında onları güzel bir şekilde terbiye edip, yetiştirebilmektir. Çünkü yetiştiremediğimiz her insan sokağa terkedilmiş patlamaya hazır bomba gibidir. Kime ne zaman zarar vereceği belli olmaz. 5- Ebeveynler çocuklarıyla saygı ve sevgi ölçüsü içerisinde davranış kuralı sergilemeliler. Yoksa çocukların haddi aşan davranışlar kazanmalarına sebep olurlar. Özellikle İslam toplumlarında aileye düşkünlük, diğer inanç toplumlarından daha fazla görülmektedir. Bunun sebebi ise son din olan İslam’ın, insanların heva ve hevesleriyle tahrip edilmemiş mükemmel bir din oluşundandır. Allah (c.c)’ın neslin devamında aileye ayırdığı yerin önemindendir. Eğer dikkat edilecek olursa, İslam toplumları yabancı kaynaklı, görüntülü yayınlarla aile mefhumu yıkılmak isteniyor. Çocuğun babasının yanında uygun olmayan bir filmi izlemesiyle başlıyor asıl yıkımlar. Kültürel bir yozlaşma ile yok ediliyor aile yuvaları. Bizler ne kadar fazla duyarsızlaşmaya başlarsak, o kadar çokta değerlerimizi yitirip, kimlik bunalımına düşmüş olacağız. Unutmayalım ki her toplum kendi kimliği ile geleceğe bakar. Toplumlar kendi inanç yaşantılarını fark ettikleri zaman tarih sahnesinden silinip, başkalarının kimlikleri altında yaşamaya başlarlar. Kendi yaşam tarzını beğenmeyenler, başkalarının ürettiği zevklere göre yönelmeye aşlarlar. Hz. Peygamber (s.a.v): “İnandığı gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanmaya başlar” ifadesiyle her şeyi özetlemiş oluyor. Aile yaşantımızın bizleri ebediyetin cennetlerine götürmesi için; 1- Ebeveynlerin kız olsun, oğlan olsun çocuklarının iffetli ve namuslu yetiştirmeleri için onlara telkinde bulunmalılar. Başkalarının namusuna karşı duyarlı olmalarını öğretmeliler. 2- Ebeveynler çocuklarıyla edep ve ahlaki yapımızı bozacak filmleri, programları asla izletmemeliler. 3- Ebeveynler çocuklarına Allah (c.c)’ın her an bizleri görüp gözetlediğini anlayışları ölçüsünde onlara öğretmeliler. 4- Aile reisi olan baba, asla çocuklarına ve eşine haram ve şüpheli yiyecek götürmemeli. Kul hakkından kaçınmalı. Faiz gibi haram olan yollardan para kazanarak çocuklarına yedirmemelidir. UnutmayaBurhan 6- Ebeveynler çocuklarının yanında kendi anne ve babalarına karşı saygıda kusur etmeyerek onlara örnek olmalılar. 7- Ebeveynler komşuluk ilişkilerinde yapıcı ve komşularının ayıp ve kusurlarını örterek, çocuklarına toplumsal barışı öğretmeliler. 8- Aile yapımızda akrabalık ilişkilerinde duyarlı olup, akraba ziyaretlerine önem vererek çocuklarımıza bu ilişkinin önemini kavratmalıyız. 9- Aile, evlilik yaşına gelmiş olan çocuklarını evlendirirken, geçmişi temiz, helal lokmayla beslenmiş iffetli insanları tercih etmeleri yönünde yardımcı olmalılar. Unutmayın duyarsızlık göstereceğiniz her olay, ileride sizlere pahalıya mal olacaktır. 10- Evli çiftler evliliklerinin devamı için birbirlerini her zaman hoş görmek zorunda olmaları gerektiğini bilmeliler. Hiçbir zaman boşanma mefhumunu akıllarına getirmemeliler. “Halk arasında boşananlara üzülmüyoruz geride kalan çocuklara yazık” bu ifadeye hiçbir zaman katılmıyorum. Çocuklara yazıkta, boşanan çiftlere yazık değil mi? Birbirlerine namuslarını teslim etmiş olan insanların havadan sudan bahaneyle boşanması kadar çirkin bir hareket olamaması gerekiyor. 11- Evli çiftler olsun, çocuklar olsun toplum içindeki ve evdeki kıyafetlerine azami ölçüde dikkat edilmeli. Başkalarını kötülüğe götürecek her davranıştan kaçınmalılar. Temennimiz aile yapısı bozulmamış bir toplum olarak dünyada bize ayrılan zaman dilimini tamamlayarak, bizden sonraki nesillere sağlam bir yapı bırakarak ayrılmaktır. Bu duygu ve düşüncelerle yaz ayının ailelerimize getirmiş olduğu imkânlar dâhilinde onların kur’anla, namazla ve dinlenmeyle daha fazla iç içe olarak istifade etmeleri dileğiyle. 31 Merkezden Bir Şube: AİLE Halil ATİK Bir meyve, dalı olduğu sürece yerinde durabilir. Bir yıldız, gökyüzü ve karanlık olduğu zaman manalıdır. İnsanda ailesiyle yerinde durabilir ve ailesi ölçüsünde mana taşır ki ailesidir onu harmanlayıp hayata sunan. Yaşanılası bir hayat ister her birimiz. Yetişmek ve yetiştirmek ister. Arkasında güzel bir isim, güzel bir hayat bırakmak ister. Bu isteğin ilk adımını oluşturmaktadır bir aile. Çünkü tohumlar ailede hayat bulur, ailede filizlenir ve ailede olgunlaşır. Gözümüzü ilk açtığımız yerdir. Hak katından indirilen bir nimetken aynı zamanda en çetin sınavlardan bir şubedir aile. 32 Kopuk bir hayat çevreden, yalnızlaştırılan bir dünya, hissettirilmeden yavaş yavaş bir terkediş ardımızda bekleyenleri. İşte buydu çağımızın en büyük oyunu. Ve en çok tökezlediğimiz patika. Bu kanışın ve tökezlemenin sebebine indiğimizde ise aileden başlayan eksiklikler göz önüne çıkıyor. Maalesef başıboş yetişiyoruz. Ailelerde şöyle bir yaklaşım var: Herkes kendi havasında. Baba işinde, anne evle başı dertte, çocuklar kendi oyunlarında, gençlerse bir yıkıp bir yeniden inşâ ettikleri dünyalarında. İletişim mi? İşte o kayıplarda. Baba ve anneler evlatlarını tanımıyor. Aynı dünyalarda buluşamıyorlar. Burada da şöyle bir sorun çıkıyor: Kültür çakışması. Hangi kültürün çakışması? Bizler aynı kültürde büyümedik mi? O zaman kültür çakışmasının tekbir açıklaması vardır ki gençlerin farklı kültürlere özenmesidir bu. Bunun en büyük sebebi de kendi kültürlerini bilmemeleridir. Bir babanın tek görevi evi geçindirmek değildir. Bu sadece görevlerinden bir tanesidir. Bir annenin çocuğunun bakımıyla ilgilenmesi onun asıl görevi değildir. Evlatlarımız okullara gidiyor, çevreyle irtibatları var. Peki, kimlerle geziyor. O canımızdan sakındığımız evlatların nefeslerini nereye harcadığından ne kadar haberdarız?... muhtaç simalarımız. Bir hırs ki almış peşinden sürüklüyor bizleri. İyi bir makam sevdası, rahat yaşama isteği ve rahat yaşatma isteği. İyi okullar, iyi bir iş sunmak istiyoruz gelecek neslimize. Elbette bunu isteyeceğiz ama araçlar amaç oldu günümüzde. İbadet görevimizi mesela bir dünyalık uğruna belki bir sızıda duymadan terk edebiliyoruz. Ruh perdemizi kapatmışız gözlerimizde. Göremiyoruz hiç bir işin aslını. Maalesef şunu aşılıyoruz arkamızdan gelenlere: İçi boşaltılmış bir dünya. Günlük Ailedir dünyada cenneti yansıtan yahut cehennem çukurlarına misal olan. Saadetin en güzel yurdudur aile veya sadece bir yıkık harabe. Aileyi böyle değerlendirirsek milletin atomudur diyebiliriz. Bir ülke yıkılmak istenirse o ülkenin çekirdeği olan aile hedef alınır. Çünkü ailede huzursuzluk başladığı zaman o dalga kısa zamanda toplumu da içine alır. Öyle değil mi ki? Suçlu kişileri veya hedefsiz kalan başıboş kişileri incelediğimizde hangisi aileden gereken birikimi almıştır? Dostlar her birey ufak bir topluluğunda olsa başıdır ve başı olduğu kişilerden sorumludur. Sorumlu olduklarımıza gereken dini ve ahlaki bilinci verdikten sonra korkuya yer yoktur. Çünkü o kişinin ayağı uçurumun kenarına sürüklense bile söylediğimiz bir cümle yahut bizde gördüğü örnek bir hâl vesilesi ile o ayak o uçurumdan uzaklaştırılır. Toplumu bizden sonrakilere emanet edeceğiz. Emaneti nasıl koruyoruz?... Pencerelerimizden gül kokuları duyulmuyor artık. Sabah namazlarında yanmıyor ışıklarımız. Abdestin ıslaklığına menfaatler. Ve böylece eğitiyoruz filizlerimizi. Sonuçta iste 'diplomalı cahiller' boy gösteriyor kişilik aynalarında... Ailelerimizden İslam`ın sıcaklığı çıktığından beridir üşümeye başladık. Duygularımız donmaya yüz tuttu. Sıcakkanlılığımızı soğuk ve sert duvarlar aldı. İçle değil de biçimle uğraşıyoruz. Ellerinden tutarak gezdirdiğimiz çocuklarımız merhametin bahçelerinde gezmeye muhtaç. Kopunca İslam`dan koparıldık hayattan.Farkında olmadan. Aramızdaki bağları koparmak isteyenler var. Onların istediği ki sen seninle kal ben benimle. Bunu kabul edemeyiz işte. Sen işinde ben işimde bir hayat biçimine ait değiliz biz. Bütünüz. Büyükçe bir aileyiz. Merkezimizde İslam olan büyükçe bir aile. Bir birey olarak sorumlu olduğumuz kişilerle de o ailenin bir şubeyiz. Şube merkezden ayrı olur mu? 33 Otuzdört Yard. Doç. Dr. Abdülmecid OKCU HISIM VE AKRABAYI ZİYARET Y üce dinimizde sıla-i rahim olarak adlandırılan, eş-dost, hısım-akrabayı ziyaret, dinimizin emirlerindendir. Bununla ilgili olarak hem Kur’ân-ı Kerimde, hem de, hadîsi şeriflerde bir çok tavsiyeler vardır. Sadece hısım-akrabayı, eşi-dostu, değil, arkadaşı, tanış-bilişi, doğduğu yeri, köyünü mahallesini, muhitini, ziyaret etmek de, bu kapsamdadır. Bunu yapanlar sevap kazandığı gibi, yapmayanlar da günah kazanırlar. Zira Hz. Peygamber, sıla-i rahim yapan kimsenin ömrünün daha bereketli olduğunu belirtmiştir. Bir diğer hadîsinde ise, içlerinde sıla-i rahim yapmayan bir kişinin bu34 lunduğu bir topluma, Allah”ın merhamet etmeyeceğini açıklamıştır. Sıla-i rahimin ömrü bereketlendirdiği, insanı Allah’ın rahmetine yaklaştırdığı, cehennemden uzaklaştırdığı, yine Hz. Peygamber’in hadîslerinden anlaşılmaktadır. Bazıları, bu gibi hadîslere dayanarak, sıla-i rahimi terk etmenin büyük günah olduğu üzerinde durmuşlardır. Her Cuma günü, camilerde hutbenin sonunda dinlediğimiz “innellâhe y‘emru” ayetinin anlamı şöyledir. “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık Burhan ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” Dikkat edilirse, burada üç emir ve üç yasak vardır. Emirler, adaletli olmak, insanlara iyilik yapmak ve hısım akrabayı ziyaret etmektir. Yasaklar ise, hayasızlık, fenalık ve azgınlıktır. Bunlar, ibadetler dışında Müslümanların yerine getirmesi gereken en önemli esaslardandır. Hısım ve akrabalarımıza karşı aile hissi ile dopdolu olmak, yerine göre onlara hürmet ve şefkat göstermek, maddi ve manevi yardımda bulunmak, dini ve ahlâki görevlerimizdendir. Hısım ve akrabalara bağlı kalmak, onlardan uzaklaşmamak, onları unutmamak ve zaman zaman ziyaret etmek, muhtaç oldukları şeyleri vermek, bir vazife olduğu gibi güzel söz söyleyerek ve güler yüz göstererek, aileyi kendisine bağlı kılmak da bir vazifedir. Özellikle aile büyüklerinin bunu çok iyi yapması ve bunu gelecek nesillere bir gelenek olarak aktarması gerekir. Ülkemizde bu geleneği sürdüren, birbirine çok bağlı aileler olduğu gibi, bütün akrabalık bağlarını yitirmiş, birbirinden kopmuş aileler de mevcuttur. Aile bağlarının yüksek olduğu toplumlarda insanlar arası sevgi, saygı, arkadaşlık duyguları sosyal dayanışma ve yardımlaşma daha ön plandadır. Zengin fakir arasındaki farklılık daha azdır. Daha homojen bir toplum yapısı söz konusudur. Akrabaya sevgi ve bağlılığı olmayanlar, toplumda ahlâken iyi kişiler sayılmazlar. Dinimiz de, bu gibilere iyi bir gözle bakmaz. Bunun cahiliye dönemi adetlerinden olduğunu var sayar. Kur’ân-ı Kerîm, hısım ve akrabalar arasındaki alakayı kesmenin, münafık alameti olduğu vurgulanarak şöyle denilmiştir: “Ey münafıklar, demek idareyi ele alırsanız, hemen yer yüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını parçalayacaksınız.” (Muhammed-22) Bunlar hakkında başka bir ayet meali ise, şöyledir: “…Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının”. Diğer bir ayette de: “Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lanet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır”. Bazılarının anladığı gibi, sıla-i rahim, sadece başka yerde ikamet edenlerin memleketine yapacağı bir ziyaret, değildir. Aynı yerde oturanların da, sıla-i rahim yapmaları gerekir. Bunlar, hediyeleşmek, işlerinde birbirlerine yardımcı olmak, bizzat Burhan gidip gelmek suretiyle sıla-i rahim yapabilirler. Başka memlekette oturanlar ise, mektuplaşmak, telefonlaşmak, diğer iletişim vasıtalarıyla görüşmek yahut bizzat gidip gelmek suretiyle sıla-i rahim yapabilirler. Şüphesiz gücü yeten için bunların en faziletlisi bizzat gidip gelmektir. Ufak tefek takıntılar, dedi-kodular, kırgınlıklar hısım ve akrabayı birbirinden uzaklaştırmamalıdır. Aralarında cereyan etmiş olan olumsuz durumlar hiç tekrar edilmeden hemen unutulmalıdır. Aksi takdirde akrabalar birbirine düşman olur. Aile, akraba ile güçlenip kuvvetlenir. Aile ve akrabalık bağları güçlü olan toplumlar, birbirine bağlı, birbirini seven toplumlardır. Allah birbirini seven, birbirine yardım eden kullarını sever ve onlara yardım eder. Bu tip toplumlar, dış tehlikelere karşı da, güçlü toplumlardır. Akrabalık bağlarını daima canlı tutma konusunda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İki sınıf insan vardır ki, Allah Teâla onlara kıyamet gününde lütuf ve ihsan gözüyle bakmaz: Birisi akrabasından kesilip, onları arayıp sormayan, diğeri de, kötü komşudur”. Büyük İslâm bilginleri, sıla-i rahimde, maddi ve manevi birçok faydanın bulunduğunu söylemişlerdir: Şimdi bunları sıralamaya çalışacağım: 1-Sıla-i rahim yapan, ilkönce Allah’ın emrini yerine getirmiş olduğundan sevap kazanacaktır. 2-Sıla-i rahimden dolayı, her iki taraf ta sevinecek mutlu ve mesut olacaklardır. En hayırlı amellerden birinin insanı sevindirmek olduğu hadislerden anlaşılmaktadır. 3-İnsanlar sıla-i rahim yapan kişiden övgü dolu sözlerle bahsederler, ona duâ ederler. 4-Allah sıla-i rahim yapan kişinin ömrünü daha bereketli kılar. 5-İnsanların sıla-i rahim yapmasını istemeyen şeytanlar, gama yasa bürünürler. 6-Sıla-i rahim, insanlar arasında dostluğu ve dayanışmayı pekiştirir. 7-sıla-i rahim yapan kişi, kıyamet günü arşın gölgesine sığınanlardan olacaktır. 35 Otuzdört Hasan BAŞAR İSLAMOFOBİ GERÇEĞİ slamofobi, son zamanlarda hem Hıristiyan hem İ Müslüman dünyasının siyasetine ve düşünce hayatına yön vermeye başlamıştır. İslamofobi genel anlamda İslamiyet’ten korkulması olarak karşımıza çıkmaktadır. Son zamanlarda İslam ve Müslümanlar terör, şiddet ve diğer olumsuzluklarla anılır hale gelmiştir. Artık Müslümanlara karşı bütün dünya ön yargılı hareket etmeye başlamıştır. Bütün bu durumlardan sonra kısaca İslam’dan, Müslümanlardan ve onlara dair olan şeylerden duyulan kaygı ya da korku diye tanımlayabiliriz islamofobiyi. 2001 Eylül’den sonra yani 11 Eylül saldırırsından sonra İslamiyet’e olan saldırı artmış ve daha sistemli bir hale gelmiştir. Yani 11 Eylül saldırısı islamofobinin miladı olarak kabul edilebilir. Avrupa için bu takvimin başlangıcı Londra’ya yapılan saldırılardır. Artık Müslümanlar için yeni bir hayat başlamıştır. Zaten zor olan yaşamlarına yeni bir dert daha eklenmiştir. Londra’da Temmuz ayında yapılan saldırıların faturası Müslümanlara kesildikten sonra dönemin içişleri bakanı Charles Clarke konuyla ilgili olarak şöyle bir açıklama yapmıştır. “İngiltere İs36 Burhan lam’a karşı en önde mücadele etmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun Müslümanlara tolerans gösterilmemelidir.” Danimarkalı milletvekili ve Kopenhag belediye eski başkanı Louise Frevert Müslümanları Danimarka toplumundaki kanserli tümöre benzetmişti. Ayı şekilde Almanya’da Müslümanlara karşı hoşgörüsüzlük artmıştır. Allensbach Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırmaya göre Almaların % 56 si ülkede camilerin kapatılmasını savunuyor. %62si Müslüman ve Hıristiyan medeniyetleri arasında büyük bir savaş yaşandığına inanmaktadır. “Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de her terörist Müslüman’dır.” Danimarka’daki ders kitabından alınan bu ifade, yeni yetişen nesillere İslam düşmanlığı aşılandığının en önemli örneğidir. Bu örnek durumun ne kadar vahim olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Mehmet Zeki AYDIN ve Müşerref YARDIM’ın birlikte hazırladıkları “Belçika’da İslamofobi” adlı makalede Müslümanların maruz kaldığı etnik ayrımcılığı şu şekilde sıralamışlardır. Konut kiralarBurhan ken ve satın alırken maruz kalınan ayrımcılık, çalışma şartlarında ayrımcı uygulamalar, eğitimde yabancı asıllı öğrencilere kayıtlarda güçlük çıkarılması ve öğretmen-öğrenci ilişkilerinde görülen karşılıklı ayrımcı eylemler, komşuluk ilişkilerinde ırkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı sözlü taciz, güvenlik güçlerinin Müslümanlara uyguladığı ayrımcılık, medyada terörle kurulan ilişki ve islamofobik deyimler ile kin, nefret uyandıran konuşma ve yazılarda yapılan ayrımcılık vs. Hollanda da bulunan Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders ve İşçi Partisi’nin Arap asıllı politikacısı Ehsan Jami, “Nazi faşizmi ne ise, bugünkü İslamiyet’te odur.” dediler. Üstelik Hz. Muhammet’e(sav) de Hitler benzetmesi yaptılar. “Geçtiğimiz yüzyılda dünya Nazilerden ne çektiyse şimdi de İslamiyet’ten aynı şeyi çekiyor.” dediler. 2000–2001 yılları arasında gerçekleşen parlamento tartışmalarında İslamı şiddet ve terör ile birlikte ele alan tehlike vurgulu ifadeler bu tarihte % 9,4lük paya sahipken 2003–2004 yıllarında bu oran %24 de yükselmiştir. Medyada ise durum daha vahim, konu ile ilgili olarak tartışma yaklaşık 2,5 kat daha artmış durumdadır. İslam tartışmala37 rında hoşgörü oranı %45lerden %30lara düşmüştür. Bütün bu sonuçlar gösteriyor ki dünyada İslam düşmanlığı artmaktadır ve kontrol altına alınmazsa ürkütücü boyutlara ulaşacaktır. Evet, şu anda dünyada ilerleyen bir İslam korkusu var ve biz ne yaparsak bu korkuyu yenebiliriz. Bu işe başlarken ilk olarak Batı ülkelerindeki Müslüman düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri, Müslüman olmayan muadilleri ile yakın diyalog ve ilişki içine olmaları yönünde cesaretlendirilmelidir.(İslamofobi Gözlemevinin Raporu) Karşı tarafla diyaloga geçmenin öneminden bahsedilmektedir. Evet diyalog şart ve olması gereklidir. Fakat bu diyaloga geçtiğimizde karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunabilmemiz için karşı tarafında sizi dikkate değer bulması gerekir. Müslüman aleminin gösterdiği bu gayretin karşı taraftan da gelmesi gerekir. Diyaloga geçelim kendimizi daha iyi anlatalım doğrudur. Ama bu şartlar altında biz ne kadar gayret gösterirsek gösterelim karşıdan bu desteği göreceğimizi sanmıyorum. Bu korku ve endişeleri ortadan kaldırmak sanıldığı kadar kolay değildir. Uzun süre ister. Aslında bu korku yeni meydana gelmedi. Eskiden beri Batı âleminde bu korku hâkimdi. Türkler İslamiyet’in zirvelerinde dolaşırken bile Avrupa “Anne! Türkler geliyor.” “Barbar Türkler.” yaftasını yine yapıştırmışlardır. Onların bizi, yani Müslümanları barbar ve gerici göstermeleri onların genlerinde vardır. Müslümanları ve İslamiyet’i bu şekilde göstermelerinin temelinde yatan neden kendi dinlerine olan inançlarının az olmasıdır. Diğer dinler özelde Hıristiyanlık İslamiyet’le eşit şartlarda karşılaşamayacağını çok iyi bilmektedir. Bu etkileşimden büyük ihtimalle yenik düşeceklerdir. Bu saldırganlığın kökünde de bu gerçek yatmaktadır. Saldırganlığın altında aslında kendi dinlerini savunma içgüdüsü yatmaktadır. İslamiyet’i karalayarak kendi kamuoylarına Hıristiyanlığın üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Bir Müslüman belki İslamiyet’i az yaşayabilir; ama Hıristiyanlığa kolay kolay geçmez. Tarihte bunun örneklerine çok az rastlamıştır. Ama bir Hıristiyan’ın Müslümanlığı tanıdıktan sonra bu dine geçmesi kuvvetli ihtimaldir. Bunu çok iyi bildikleri içinde karşılaşmamayı, karşılaşmanın kaçınılmaz olduğu durumlarda da kendi insanını ön yargılarla 38 donatmayı savunma mekanizması olarak benimsemişlerdir. Amerika merkezli kamuoyu araştırma şirketi Gallup 40 ülkede, 50 bin Müslüman katılımı ile dev bir anket yaptı. Gallup’un altı kıtada 50 bin Müslümanlarla, altı yıl boyunca yaptığı anket batının İslamiyet= şiddet anlayışını boşa çıkardı. Sonuçlar, “Müslümanları Kim Temsil Ediyor” adlı kitapta toplanırken, şu şekilde açıklanmıştır. Müslümanların ezici çoğunluğu ılımlı ve şiddete karşı. Radikaller daha eğitimli, daha zengin ve sanılanda demokrat. Müslümanların çoğunluğu Amerika’ya yönelik 11 Eylül saldırıları dâhil diğer tüm saldırırları kınıyor. Yani bu söz 11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan başkanı George W.Bush’un: “Bizden nefret ediyorlar, demokrasiden nefret ediyorlar, özgürlükten nefret ediyorlar.” sözlerini de yalanlar niteliktedir. Bu da gösteriyor ki medeniyetler çatışmasında ortamı geren batı dünyasının kendisidir. Yani batı dünyası yavuz hırsızı oynamaktadır. Müslümanları onların kutsal değerlerine saldırarak tahrik etmekte, ardından da haklı olarak tepki veren Müslümanları eleştirmektedir. Müslüman dünyası sağduyulu hareket ederek bu çatışmayı körüklememektedir. Yani Avrupa’nın yaptığını gibi onların yaptıklarına yaptıkları ile karşılık verecek olsalardı, dünya şuanda büyük bir kaosun içinde olurdu. Müslümanlar yine her zamanki vakarı ile bu oyunun bir parçası olmayıp kutsal değerlerine karşı yapılan saldırıya medeni tepkiler vermektedir. Peygamberimize, kitabımıza ve dinimize yapılan bunca saldırıya rağmen saldırıyı yapanlar hala hayattaysa bu Müslümanların ne kadar sağduyulu ve duyarlı olduklarını gösterir. Batı dünyası bu yarayı ne kadar kaşırsa kaşısın biz bu oyunlara gelmeyeceğiz. Biz öncelikli olarak kendi içimize dönüp globalleşen dünya ile uyum sağlamaya çalışacağız. Çünkü İslam dünyası şuan gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk yaşamaktadır. Ve maalesef üzülerek ifade etmeliyim ki içinde bulunduğuz durum Avrupalıların ekmeğine yağ sürmektedir. Bu geri kalmışlığımızın sebebi İslamiyet değil İslamiyet’i gerçek anlamda özümsemeyişimizdir. Bu anlamda bu çatışmada en önemli suç biz Müslümanlardadır. Burhan Hasen ve Sahih HADİSLERDEN SEÇMELER 17 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Mucizeler (devamı) 90-Enes b. Malik’ten şöyle bir rivayet vardır. Benden sonra onu işitip size söylemeyecekleri hadisi, size anlatmayayım mı dedikten sonra şöyle söylemiştir: Rasulullah (S.A.V) şöyle buyurmuştur. “İlmin kalkması, cehaletin ortaya çıkması, zinanın yaygınlaşması, içkinin içilmesi, erkeklerin azalıp kadınların çoğalması, hatta elli kadına bir erkeğin koruyucu ve gözetleyici olması, kıyamet alametlerindendir.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır. 9l-Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: Rasulullah şöyle buyurmuştur. “Hiçbir Peygamber yoktur ki kendisine verilen mucizelere, insan iman etmiş olmasın. (Yani mutlaka iman eder.) Ancak Allah, bana verdiği Kur’an gibi bir vahyi, hiçbir Peygambere vermemiştir. İşte bu nedenle, kıyamette en çok ümmeti olan kişinin ben olacağımı ümit etmekteyim.” Hadis, muttefekun aleyhtir. 92- Abdullah b. Mesud’dan rivayet edilmiştir. Bir adam geldi de şöyle dedi “Ya Rasulallah, Ben bir kadına cinsi münasebet hariç her çeşit münasebette bulundum. Bunun üzerine Allah Teala şu ayeti inzal etti. “Gündüzün iki tarafında (sabah-öğle-ikindi) ve gecenin de (gündüze) yakınında (akşam-yatsı) namaz kıl. Şüphesiz, iyilikler kötülükleri giderir.” Hud, 114.” Bu hadisi, Buhari ve İbn Hibban kitaplarına almışlardır. 93-Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah şöyle buyurmuşlardır: “Mümin kişinin sıhhat halinde ve hayatta iken yaptığı güzel amel ve sadakalar, dünya hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da hayırlı amel olarak devam edecektir: Öğrettiği ve neşrettiği ilim, geriye bıraktığı salih evlat, varislerine bıraktığı Mushaf (dinî eserler), yaptırdığı mescid, sulama tesisleri (baraj ve su kanalları), malından verilen sadakalar.” Hadisi İbn Mace ve Beyhaki rivayet etmişlerdir. 94- Esma b. Yezid, Rasulullah’tan şu hadisi rivayet etmiştir: “Kıyamet günü insanlar, aynı toprak parçası üzerinde toplanacaktır. Nida eden, şöyle nida edecektir: --Nerede yanlarını yataklarından uzaklaştıranlar. (Yani yataklarda yatmayıp ibadet yapanlar). Bu işi yapanlar vardır ama sayıları oldukça azdır. Onlar hesaba çekilmeksizin Cennete girerler. Bunlardan sonra ise diğer insanların hesaba çekilmeleri emredilir.” Hadisi, Beyhaki rivayet etmiştir. 95- Enes b. Malik’ten rivayet edilmiştir. O, Rasulullah’ın şöyle söylediğini nakleder: “Kıyamet günü dünya ehlinden en çok nimete sahip olan fakat aynı zamanda cehennemlik olan kişi getirilir ve o ona şöyle sorulur: --Ey insanoğlu! Hayatında hiç nimete sahip oldun mu? –O da der ki,--Hayır, vallahi Yarabbi, hiçbir nimete sahip olmadım. İnsanlardan dünyada en çok sıkıntıya maruz kalan aynı zamanda cennetlik olan kişi getirilir. Ona sorulur ki -- Ey ademoğlu hayatında hiç sıkıntı gördün mu? O adam der ki --Hayır, vallahi Yarabbi, hiç sıkıntı görmedim.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır. Otuzdört Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Yeniden dirilişin önemli delillerinden biri olarak İNSANIN YARATILIŞ EVRELERİ ur'ân-ı Kerim'de, öldükten sonra tekrar dirilişi akıllara yakınlaştırmak, inkârcıları ilzam etmek için sık sık insanın yaratılış evrelerine, neden yaratıldığına bakması istenir. Çünkü insanın yaratılışı Allah'ın sonsuz kudretini açık bir şekilde akıllara gösteren ve devamlı olarak tekrarlanan eşsiz bir mucizedir. Böyle bir mucizeye şahid olan, hakkıyla düşünüp teemmül eden insanın öldükten sonra diriliş hakkında hiç bir şüphesi kalmaz. Ancak insanlar böyle mucizelere sathî nazarlarla, ülfet (alışkanlık) perdesi ardından baktıkları için gerektiği şekilde ders ve ibret alamıyorlar... K Kur'an'da insanın yaratılış evreleri zikredilirken çok kere toprak ilk merhale olarak karşımıza çıkar. Burada akla şöyle bir soru geliyor: "İnsan nutfeden yaratıldığı halde acaba bazı âyetlerde neden toprak ilk merhale olarak zikrediliyor?" Bu soruya iki şekilde cevâp vermek mümkündür: Birincisi, İnsanlığın atası ve ilk insan olan Adem (a.s) topraktan yaratıldığı için, onun nesli için de topraktan yaratılma ifâdesi kullanılabilir. İkincisi, İnsanın meydana gelmesinde rol oynayan anne ve baba hayvanî ve nebatî gıdalarla beslenirler, hayvanî gıdaların da kaynağı nebatîdir. Nebatât ise, su ile toprağın imtizacından meydana gelir. Dolayısıyla Allah bizleri menşe itibariyle topraktan yaratmış oluyor. Nutfe40 den yaratılmamız bu gerçeğe aykırı değildir1. Burada şunu da ilâve etmek gerekir ki, ilk insanın ve daha sonra gelen insanların yaratılışı neticede toprağa dayandığı gibi, insanın bütün gıdaları topraktan geldiği için büyüyüp gelişmesi de toprak sayesinde olmaktadır. Yani insanın maddî yapısı, toprağın istihale ve şekil değiştirmesiyle meydana gelmektedir. Toprağın üzerindeki her canlı için de aynı şey söz konusu değil midir!? Bir âyette, öldükten sonra dirilişi inkâr eden bahçe sahibine arkadaşı şu cevabı veriyor: "Seni topraktan, sonra nutfeden yaratıp düzgün bir şekilde adam sûretine sokan rabbini inkâr mı ediyorsun!?" (Kehf, 37). Bu âyette sanki şöyle deniyor: "Bu toprak ve su ile bitkiler ve hayvanlar gıdalandı. Ebeveynin de onları yediler ve sen doğdun. Sen de onlardan yedin. O gıdalardan kan oluştu, zamanla düzgün bir insan oldun. Dolayısıyla seni bu şekilde bir kere yaratan bir kere daha yaratabilir"2. Bir başka âyette de, insanı topraktan yaratan Zât'ın onu tekrar toprak haline getirdikten sonra, bir insan olarak yeniden yaratmaya kadir olduğu şu vecîz ifâdelerle ispat edilmiştir: "Sizi topraktan yarattık, oraya iâde edeceğiz ve bir kere daha oraBurhan dan çıkaracağız" (Tâ-hâ, 55). İnsanın ilk yaratılışı toprak olduğuna göre insan ölüp toprağa karıştıktan sonra neden tekrar yaratılamasın!? Hamura şekil vererek bir şey yaptıktan sonra, onu bozup tekrar yapmak mümkün değil midir!? Bilâkis daha kolaydır. "O'dur ki, sizi çamurdan yarattı, sonra bir ecel takdîr etti. Bir de, O'nun katında belirlenmiş bir ecel vardır. Sonra siz hâla şüphe ediyorsunuz" (En'âm, 2). Hayatla hiç alakası olmayan maddeye hayat izâfe etmeye kâdir olan, hayatla belli bir müddet haşir neşir olmuş maddeye hayat vermeye evleviyetle kâdirdir3. Kur’ân’da bazen de insanın bir başka merhalesi olan nutfeden yaratılmaya dikkât çekilir: "İnsan neden yaratıldığına bir baksın! O sırt ve göğüs kafesi arasından çıkan, atılan bir sudan yaratıldı. O, insanı tekrar diriltmeye de kâdirdir" (Târık, 5-8). Bu âyetteki rec' (dönüş) hakkında değişik görüşler ortaya atılmışsa da, müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen görüş, insanın tekrar diriltilmesi olduğudur4. İnsanın nutfeden meydana gelişi, Allah'ın varlığını gösteren en açık delîllerden olduğu gibi, ba's, haşr ve neşrin varlığına da kat'î olarak delâlet eder. Çünkü, insanın meydana gelişi, valideynin bedenlerinde dağınık halde bulunan, hatta dünyanın her tarafına yayılmış durumda olan zerrelerin toplanmasıyla olmuştur. Bu dağınık zerreleri toplayarak nutfe haline getiren, sonra o nutfeden düzgün bir insan yaratmaya kadir olan Allah, insanın ölümüyle zerrelerinin dağılmasından sonra da, bu zerreleri tekrar toplayıp yeniden, daha önceki gibi düzgün bir insan yaratmaya da kadirdir5. "Sizi dayanıksız bir sudan yaratmadık mı?! Sonra onu belli bir müddet için sağlam bir yere yerleştirdik. Böylece takdir ettik. Biz ne güzel takdîr edicileriz!" (Mürselât, 20-23) âyetinde de zayıf hakir bir sudan insan gibi muhteşem bir varlığı en güzel sûrette yaratan Zât'a hiç bir şeyin ağır gelmeyeceği ifâde olunmuştur. "Artık bundan sonra mücâzat günü konusunda seni kim yalanlayabilir?!" (Tîn, 7). "İnsanın nutfeden yaratılması ve akıllara durgunluk verecek, lisanın vasfından âciz kalacağı derecede mükemmel bir sûret alması ve halden hale sokularak bu şekli alması Allah'ın diriltme ve mücazâta kudretinin yettiğine dâir en açık delîllerdendir. Artık bu kat'î delîlden sonra insanı hakikati yalanlamaya sevkeden nedir!?"6 Burhan “... Sizi de annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine çevirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur…” (Zümer, 6) âyetinde kat kat karanlıklar içinde şaşırmadan iş gören sonsuz kudrete dikkat çekilirken, diğer taraftan insanın yaratılış evrelerinden olan alaka, mudğa gibi safhaların her birisi ayrı bir yaratılış olarak ele alınıp öldükten sonra dirilişe delil sadedinde zikredilmiştir. Şu âyetler de bu konuda güzel birer örnektir: "Ey insanlar eğer öldükten sonra tekrar dirilme hakkında bir şüphe içinde iseniz, düşününüz, biz sizi topraktan sonra nutfeden, sonra alakadan (rahim cidarına yapışan nesne), sonra muhallak ve muhallak olmayan (belirli ve belirsiz) bir mudğa (bir çiğnemlik et parçası) dan yarattık ki, size beyân edelim. Ve dilediğimizi belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra da yetişkinlik çağına... Sizden kimisi vefât eder, kimisi de bir şeyler bilir vaziyetten sonra hiç bir şey bilmez bir hale gelmesi için erzel-i ömre çevrilir… " (Hac, 5). "Andolsun biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir yerde nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka yaptık, peşinden alakayı mudğaya çevirdik, mudğayı da kemik yaptık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu yeni bir yaratılışla inşâ ettik. Ahsenu'l-Hâlikîn olan Allah çok yücedir! Sonra siz, hiç şüphesiz öleceksiniz. Sonra yine siz, hiç şüphesiz kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz." (Mü'minûn, 12-16). ........................................................ *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Bkz. Razî, XXII, 61. 2. Cevherî, V, 1. cüz, s.132. 3. Bkz. Yıldırım, Suât, Fatiha ve En'âm Sûreleri Tefsiri, s. 50. 4. Bu manâyı kabul eden tefsirlere misâl olarak bkz. Taberî, XII, 537; Razî, XXXI,119; Kurtubî, XX,7; Alûsî, XXX, 96; Bursevî, X, 399; Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, VI, 3880 ... 5. Razî, XXXI,119. 6. Alûsî, XXX,177. 41 Otuzdört [email protected] Osman KARABULUTOĞLU HÜKÛMETLERİN HADİS RİVAYETİNDE TESİRİ YAHUT EMEVÎ VE ABBASÎ İKTİDARLARI DAHLİ (1) mevi ve Abbasiler döneminde ki hadis nakli ile alakalı olumsuz ve mevzu hadisleri ravilerin dirayeti ve ayıklama hususunda ki gayretleri önlemiştir. Şia’nın mevzu hadisleri de muhaddislerin takibinden kurtaramamıştır. E Heykel Paşanın İddiaları: “İslam’ın 1. asrından sonra ortaya çıkan siyasi münakaşalar, tarafları kendi düşünce ve hareketlerini teyit sadedinde birçok uydurma hadis rivayet etmelerine yöneltmiştir. Hadisler Emevî’lerin son dönemine kadar toplanmamıştır. Ömer Bin Abd’ü-lAziz hadislerin toplanmasını emretmiş ise de o dönemde tedvin edilmemiş, sonra Dare Kutni’nin tabiri 42 ile siyah öküzün kılları arasına karışan beyaz kıllar gibi hadislerin doğrusu yalanına karıştıktan sonra Memun döneminde tedvin edilmiştir. [1] İslam’ın ilk asrında hadislerin toplanmayışı galiba Resulullahın: ‘Benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayınız; kim de Kur’an’dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin’ sözüne dayanmaktadır. Ömer Bin Hattab hilafeti döneminde hadisleri tedarik edip toplamak arzusu izhar etmiş ve Ashaptan görüş istemiş onlar da Ömer’in (r.a) hadisleri toplattırıp yazdırmasını uygun görmüş ancak Ömer, bu istişare sonrası yaptığı istihare neticesi bu fikrinden vazgeçip şöyle demiştir: Burhan Yukarıda Aktarılanlara Karşı Mustafa Sabri Efendi Şöyle Cevap Veriyor: “Derim ki eğer ‘Hayatı Muhammed’ adlı eserin müellifi iddia ettiği gibi ilmî bir yol takip etse idi yukarıdaki cümleleri söylemez ve yine ö cümleler içerisindeki rivayetleri, hadis kitaplarındaki rivayetlerin sahih ve itimada şayan olmadığına delil olarak nakletmezdi. Zira eğer Nebi (s.a.v), kesin-kes sözlerinin yazılmasını yasaklasa ve yazılanların imhasını istese, Ömer (r.a) ta işin başında ne hadisleri yazdırmaya yönelir ve ne de ashaptan bu hususta fetva ister; şayet istese bile ashap bu fetvayı kendisine vermez! Burhan 43 Bu tavır; ‘Hayatı Muhammed’ adlı kitabın müellifinin hadis ulemasına sûi zannından öte “Ben süneni Resulullahı yazdırmak istedim, fakat asla kitabullaha hiçbir şeyi karıştırmam’ ve sonra da şehirlere şu talimatı vermiştir: ‘Kimin yanında (Sünenden) bir şey varsa imha etsin.’ Sonra hadis, hadisi doğurdu ve bu iş uzayıp gitti. Memûn döneminde de hadisleri toplayanların indinde sahih olanlar toplandı.” (Hayatı Muhammed, Mahmut Heykel Paşa S. 49-50) Yukarıda Aktarılanlara Karşı Mustafa Sabri Efendi Şöyle Cevap Veriyor: bir şey değildir. Ayrıca hadislerin yazımı hususunda ilmî bir yol takip edene gerekli olan, Nebi’nin (s.a.v) yazımı yasaklayışını ve yazılanların imhası hususunu düşünmesi gerekmez mi? 44 “Derim ki eğer ‘Hayatı Muhammed’ adlı eserin müellifi iddia ettiği gibi ilmî bir yol takip etse idi yukarıdaki cümleleri söylemez ve yine ö cümleler içerisindeki rivayetleri, hadis kitaplarındaki rivayetlerin sahih ve itimada şayan olmadığına delil olarak nakletmezdi. Zira eğer Nebi (s.a.v), kesin-kes sözlerinin yazılmasını yasaklasa ve yazılanların imhasını istese, Ömer (r.a) ta işin başında ne hadisleri yazdırmaya yönelir ve ne de ashaptan bu hususta fetva ister; şayet istese bile ashap bu fetvayı kendisine vermez! Sonra eğer Ömer, Süneni toplama düşüncesinden, Nebi’nin (s.a.v): ‘ Kimin yanında (benden) bir şey varsa onu imha etsin’ sözüne ittiba etse ve elinde yazılı metin bulunanlarda bu metinleri imha etmiş olsa idi elbette onlardan sonraki muhaddisler bu hadisleri kitaplarına yazmazdı. Hâlbuki biz, Muvatta’i Malik’i, Mesanîd’i Ebu Hanife’yi, Mesanîdi Şafii’yi, Müsned’i Ahmet Bin Hanbelî, Sahihi Buhari’yi, Müslim’i, Süneni Ebu Davut’u, Tirmizi’yi, Nesei ve İbni Mace’yi yazılı olarak görmekteyiz. Ve yine Allah Resul’ü nehyetsin, bütün ümmet hatta Ömer ve ashap buna muhalefet etsin, bu akıl kârımıdır? Mümin idraki bunu kabul eder mi? Üstüne üstlük muhaddisler sahabenin ‘İcma’ına muhalefet etsin, onların imha ettiğini yazsın? Bundan da öte aslı zayi olduktan sonra imha edilenlerinde kalplarını derpiş etsin? Bu tavır; ‘Hayatı Muhammed’ adlı kitabın müellifinin hadis ulemasına sûi zannından öte bir şey değildir. Ayrıca hadislerin yazımı hususunda ilmî bir yol takip edene gerekli olan, Nebi’nin (s.a.v) yazımı yasaklayışını ve yazılanların imhası hususunu düşünmesi gerekmez mi? Nebi (s.a.v), acaba söylediklerinden döndü mü? Yoksa söylediklerinin sıhhatinden kuşku duyarak onların yok olmasını veya unutulmasını mı arzu etti? Müellifin maksadına uymasa da Resulullah sözlerinin akıl ile uyumunu mu düşündü!? Son olarak, ilmî bir metot izleyenin bütün yazılı hadisler imha edildikten sonra, hadislerin imhası ile alakalı hadis niçin imha edilmemiş bunu düşünBurhan mez mi? Veya onun lehine olan hadisler ona nasıl ulaşmış? Öyle ya imha edildiler! Hadis kitaplarındaki hadislerin, hepsinde kuşku uyandırmak isteyenlere yukarıda arz edilen sualler sorulmaz mı? Evet, hadis imamlarının indinde yukarıdaki rivayetler malumdur. Kitabet hususunda ki ihtilafları da bilinmektedir, her iki tarafın tutundukları deliller vardır. Ancak müellif, tâ Nebi’nin devrinden beri hadislerin yazılışı ile alakalı delilleri tıpkı garplı müelliflerin yaptığı gibi kendi düşüncesini korumak için yazmamaktadır. İş nerden nereye vardığına baktığınız da, zatı muhterem mucizeleri inkârdan, mucizelerle alakalı hadisleri inkâra, oradan da mutlak hadisi inkâra, söz burada da kalmıyor hadis yazımını inkâra gelip dayanıyor. İlmî sandığı yol onu şaşırtıyor. Öyle ki: Nebi (s.a.v) in Veda Hutbesindeki: ‘Size (iki şey) bırakıyorum ki, onlara sarıldığınız müddetçe ebedi olarak şaşmazsınız, (o iki şey de) Allah’ın kitabı ve Resûl’ünün sünnetidir.’ sözlerini kitabına yazıyor. (Hayat Muhammed, 2. baskı, S. 484) Sormazlar mı adama, Resulullah yasaklamasına rağmen kitabullahın yanında imhasını emrettiği ve yazımını yasakladığı sünnetine sarılmayı nasıl emreder? İmha hadisi gereği veda hutbesinin de imhası gerekmez mi? ( Ş, İ. M.Sabri Efendi Mevkıf’ü-l-ilm C. 4 S. 60-62) ........................................................... [1] Dare Kutnî’nin bu sözü var olanı yok olanla örneklemedir ki bu bir aşırılıktır. Adı geçen hadisleri bu sözü ile idam ediyor kendisi toplayıcılardan olduğu için bu sözü ile açıkça çelişkiye düşüyor. Garip olan şu ki saçma Mücessime mezhebinden olan Dare Kutnî hiçbir değeri olmayan mevzu hadisleri mezhebine mesnet olarak gösterip Allah hakkında şöyle demektedir: Onun oturuşuna ve yanında oturtulanlara şaşmayın Yani demek istiyor ki: O sağına ve soluna dilediğini oturtturur. Bu sözlerinden anlaşılıyor ki, ‘Beyaz tüy siyah öküzün cildindir.’ Hakikatte kendi naklettiği hadislerdedir. Zira Allah hakkında ipe sapa sığmaz ve akla uymaz uyduruk şeyler söyleyip duruyor. Burhan 45 Otuzdört [email protected] Umut BULUT TASAVVUFTA ASLOLAN MADDEYE NÜFUZ ETMEKTİR 46 Burhan M addeye sözü geçmeyenlerin manaya İslam dünyasının heyecanını, aşkını ve sultan olmaları da büyük bir yalan- umudunu donduran bir tasavvuf anlayışı, Müs- dır. Evinin üst katında kaşık ve sü- lümanlara düşmanlarının dahi yapamadığı kö- pürge yapıp, alt katta ihvanına tarikat dersi tülükleri veren sufilerden, bu günkü milletin sırtına tekâmüldür. Her gün her an Müslümanlara yükten başka bir şey olmayan sufilere kaldığımız içindir ki; dünya ve ahiret iki yakamız bir araya gelmiyor. Bir köşeye çekilmiş dilenci sufiliğini bırakıp, hayatın her alanına müdahil aktif bir sufiliğe geçemedikten sonra da iki yakamız bir araya gelemeyecektir. yapmıyor mu? Durmak geri yeni bir hamle ruhu üfleyecek, heyecanı harekete geçirecek, kışkırtacak, canlandıracak bir tasavvuf anlayışına ekmekten sudan çok ihtiyacımız yok mu sizce de Bilmemiz gerekirki; sabır tahammül değil, direnmektir. Tasavvufun özünde mânanın maddeye Sabır, mücadeleye ve hamleye hazır- nüfûzu söz konusudur. Maddeninse manaya lanma sürecidir. Uyuşuk, köhne, pasif ve ağlak hizmeti esas alınmıştır. Birbirini besleyen iki müslümanlığı kendi karanlığında bırakıp, olgudur madde ve mana... Tasavvufu yaşamak hamleci, aktif ve müdahil müslümanlığı doğru iddiasıyla maddeyi ihmal etmek, tek kanatla bir tasavvuf anlayışıyla tesis etmemiz müm- uçmaya kalkışmaktır ki; tek kanatla uçmaya kündür. kalkışan kuşlara kargaların dahi gülmesi yadırganmamalıdır. ''Kum feenzir'' (AYAĞA KALK VE UYAR!) Tasavvuf tabiri caizse ne kadar içerdeyse, o kadar dışardadır.''Ked eflehe men tezekka'' hitabına muhatap olan sadece Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmasa gerektir. İnsan ve (temizlenen kurtuldu) sırrıyla içini temizler- Müslüman olan herkes bu hitaba muhataptır. ken, dışını da ihmal etmemektir. Sofinin cahili AYAĞA KALK! şeytanın maskarası olduğu kadar, sofinin dilencisi de kulların maskarası olmaktan kurtulamaz. Para saymayı bilmeyen ellere tesbih Zikir öğrendiğimiz kadar adap, adap öğ- çekmeyi öğretmemeli, tarihi tecrübemiz, para rendiğimiz saymayı bilen ellere tesbih çekmeyi öğretme- sonra; Necip Fazıl Üstadın '' Kaba softa ham nin lüzumuna işaret ediyor. Aksi olursa ne ol- yobazları'' olmaktan kurtulacağımıza kim ga- duğu önümüzde koca bir pişmalığın acıklı ranti verebilir? kadar hizmet öğrenmedikten hikâyesi olarak durmuyor mu? İslam dünyasının bu günkü acıklı halini düşündükçe de ne derece isabetli düşündüğü- ''Cahil ne bilsin kimde hüner var'' hüner, hem manaya hem maddeye hakim olmaktır. müzü anlamamak için ya akıldan yana zafiyetimiz olmalı, ya iyi niyetten... İbrahim Edhem Hazretlerini misal verenlere diyelim ki; İbra- Unutmayalım ki; Yunus Emre zikir çek- him Edhem Hazretleri sultanlığı bırakmış olsa mekle değil, odun taşımakla ''Bizim Yunus'' ol- da; asla çalışmayı, kazanmayı ve dağıtmayı muştur. Odun diye kendini taşıyanlarınsa bu ömrünün sonuna kadar bırakmamıştır. sırrı anlamaları beklenemez... Burhan 47 Otuzdört [email protected] Aydın BAŞAR Ömür Hep Arayacak Kadar Uzun Değil Hz Ebubekir: “Ben ancak Allah ve resulü tarafından gösterilen istikameti takip ederim, yoksa yeni bir yol ihdas edeceklerden değilim.” Hz. Osman: “Ben tabi olanlardan, taklid edenlerden ve uyup gidenlerdenim. Size yeni bir yol gösterecek değilim” 48 Burhan in konusunda hemen herkesin belli başlı hassasiyetlere dikkat etmeden üstün körü konuştuğu bir toplumda, kafa karışıklığı ve fikir bulanıklığı gibi bir takım sorunlarla karşılaşılır. Bu tip problemlerin söz konusu olduğu bir ortamda söyleyecek sözü olanların, lafı eveleyip gevelemeden, net bir şekilde söylemelerinde fayda vardır. Net fikirler ve net ifadeler bizleri amaca daha çabuk yaklaştıracaktır. Bu duygu ve düşüncelerle bu yazıda felsefe ve tasavvufu “aramak ve bulmak” ifadeleri ekseninde değerlendirmeye çalışacağız. Bunu yaparken de konunun çok geniş ve zor bir konu olması sebebiyle, sadece bir iki hususa değinmekle yetineceğiz. D Tarih boyunca iman hizmetleri ve olgun insan yetiştirme konusunda, tasavvuf ehlinin çok önemli gayretleri söz konusudur. Bu nedenle bizim İslam medeniyetimizde tasavvufun çok müstesna bir yeri vardır. Tasavvuf tornasından geçmiş olan yani bu eğitimi almış olan insanlara baktığımızda bir sükunet, rıza ve teslimiyet halini gözlemlerken, felsefe ile uğraşanlarda ise genellikle bir kafa karışıklığı ve huzursuzluk hali dikkatimizi çeker. Yani bunu kısa bir formül ile anlatmaya çalışırsak, “tasavvufta bulmanın lezzeti, felsefede ise aramanın hırçınlığı” vardır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem açık ve net olarak “İlmin kapısı Ali’dir” diyor, Felsefeciler ise o kapının dışındaki her kapıyı zorluyorlar. Bazen bu kapılar Sokrat ve Dekart gibi biraz büyük kapılar, bazen de Niçe veya Kant gibi minik kapılar oluyor. Hatta bazen kapı bile aramadan, Darvin gibi fare deliklerinden hemen hoppadana ilme girmeye çalışıyorlar. Sonuç olarak ilim deryasında hamsi kadar yeri olmayan bu kimseler, devenin kümese girmeye çalışırken kümesi başına yıkması gibi vahim bir sonuç ile karşılaşıyorlar. Felsefeciler bir hikmet arayışı içerisinde olduklarını söylerler. Doğrusu bu söylediklerine kendileri de inanmışlardır. Hatta biraz da buna fazla kaptırmışlardır kendilerini. Hikmet aramak tabiri çoğu insana sevimli gelir ve böylece bir felsefe merakı sarar insanları… Elbette felsefe okumak, o alanda bir fikir sahibi olmak, bazı konularda ondan yararlanmak veya en azından felsefi düşünen insanları daha iyi anlayabilmek amacıyla faydalıdır denilebilir. Bunun yanında belki daha birçok faydaları da vardır. Ha bir de elbette birçok önemli zararları da yok değildir. En büyük Burhan zararı şu olsa gerektir ki; felsefe deyince bir “hakikat arayışı” aklımıza gelir. İşte felsefenin kötülüğü onun bu “arayış”tan ibaret olması ve arayışın kendisinin bir amaç olarak benimsenmesidir. “Aramak” bir amaç olunca da yapılan iş aslında “hakikat arayıcılığı” falan değil “filozofçuluk oyunu” olur. Ve bir insanın ömrü şayet gayesi sadece “aramak” ise henüz aradığını bulamadan tükeniverir. Yani ömür hep arayacak kadar da uzun değildir. Bir soru ile devam edecek olursak, bu hakikat denilen şey ne kadar gizlidir ki bunca yıldır o kadar büyük filozoflar hep bunu arayıp durmaktadır? Belki de onlara göre Yüce Allah, filozoflar arayıp bulsun diye hakikatlerini hep saklamıştır. Ve yine onlara göre; haşa ki bu hakikati öyle herkes Bir soru ile devam edecek olursak, bu hakikat denilen şey ne kadar gizlidir ki bunca yıldır o kadar büyük filozoflar hep bunu arayıp durmaktadır? anlayamaz, yalnız kafası çok iyi çalışan büyük filozoflar anlar, felsefeden anlamayanlar ise; o garibanlar ne de olsa zaten âvâmdır bunu hiç anlamazlar, Aradığını yanlış yerlerde arayanlar bir ömür boyu bile arasalar bulamazlar. Bu uğurda az filozofun saçları ağarmamış ve az filozof da telef olup gitmemiştir. Ne gariptir ki, akıl hastalığına yakalanarak gencecik yaşta vefat eden, kendine bile bir menfaati olmayan zavallı filozoflar bile, bizlere büyük insanlar olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Elbette Sokrat, Eflatun veya Aristo’dan öğreneceğimiz çok şey vardır. Fakat açıkçası bir Müslüman için bütün bu zevat ancak yemeğin yanında yenen bir salata veya cacığa benzerler. 49 Çünkü asıl hikmet yemeğini bizlere Kuran ve Hadis sunar. Bu konuda Cüneyid-i Bağdadi hazretleri şöyle söyler: “Peygamberlerin izini takip müstesna Allah’a giden yolların hepsi kapalıdır. Bizim bu ilmimiz kitap ve sünnetin esasları ile bağlıdır.”1 yoludur. Onlar kendilerinden önce gelen mezhep imamlarına, şeyhlerine ve pirlerine daima hürmet eder ve onların aktardıkları bilgileri de birer baş tacı olarak kabul ederler. Felsefecilere gelince onlar ise kendisinden önce gelen filozofların fikirlerini çürütmeye çalışarak ömürlerini çürütürler. Kuran ve sünnetten sonra ise bu hikmetleri bize başta Ehli Beyt ve Eshabı Kiram kaynakları olmak üzere Mevlana; Bektaşi Veli, Yunus Emre, İmamı Rabbani, İmamı Gazali, Şah Nakşibendi; Abdulkadir-i Geylani, Ahmed Er Rıfai, Halid-i Bağdadi, Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi ve Esadı Erbili gibi büyük zatların eserleri sunar. Ki bu zevat-ı kiram direkt olarak Kuran’dan alırlar ilhamını. Akıl pehlivanı ile koca hikmet deryasına karşı güreşmezler. Haddini bilirler. Biz felsefeden de zaman zaman faydalanacak ve onun da güzel yanlarını alacak isek eğer, bir düsturumuz olmalıdır. Ki felsefe hakikati aramada ne yegâne metot ne de tek yöntemdir. İsmi “ekol” bile olsa bir felsefi düşünce sistemine bağlanıp kalmak, acaba aklın gerçek özgürlüğü müdür? Yoksa aklı yaratanın usul ve yöntemlerini benimsemek mi gerçek özgürlüktür? Yol icat etmekle değil, yola tabi olmakla insan özgürlük menziline vasıl olur. Yolu seyretmek yerine de yola düşmek gerekir. Hiç mi Hz Ebubekir ve Hz Osman’dan ibret almayacağız. Onlar hilafet makamına ilk geçtiklerinde vermiş oldukları hutbelerde şunları söylediler: Veliler peygamberlerden sonra hikmet ve doğru bilgi aktarımı konusunda da bir vazifeleri bulunan kimselerdir. Bu önemli vazifelerinden dolayı muhibbisi olan kişiler onların etrafında halkalanır ve onlardan Kuran hakikatlerini öğrenirler. Bir veliyi de aktardığı bilgilerin sahihliğinden veya sözlerindeki hikmetlerinden tanıyabiliriz. Çünkü Yüce Allah hikmetini kimin kalbine koyacağını çok iyi bilir ve onun kıymetini bilmeyecek olan kişilere onu vermez. Velilerin yolu, Peygamberler, pirler ve hocalar 50 Hz Ebubekir: “Ben ancak Allah ve resulü tarafından gösterilen istikameti takip ederim, yoksa yeni bir yol ihdas edeceklerden değilim.” Hz. Osman: “Ben tabi olanlardan, taklid edenlerden ve uyup gidenlerdenim. Size yeni bir yol gösterecek değilim”2 Burhan Bu yazıyı yazmaktaki amacımız felsefeyi küçümsemek veya aklı inkar ederek onun lüzumsuz birşey olduğunu anlatmak değildir. Tam tersine felsefi miras içerisinde de yitiğimiz olarak kabul edilebilecek bir takım hikmetler elbette vardır. Fakat felsefenin yeri konusunda daha söyleyeceğimiz çok söz kaldı. Şimdi söylediklerimiz ise bazı felsefeyle ilgilenen kimseleri birazcık kızdırmış olabilir. Fakat unutmayalım ki felsefeciler hep bize “eleştirel bakış”ı önerirler ve onlar “şüphe”yi de bir metod olarak benimserler. Öyleyse herhalde onlara göre; bizim de felsefeyi eleştirmek ve ondan biraz şüphelenmek hakkımızdır zannederim. Fakat şunu da inkâr etmeyeceklerdir ki: Felsefede laf gayet çoktur. Tasavvufta ise konuşmaya bile hacet kalmadan birçok tecrübenin ve halin aktarılması söz konusudur. Nitekim bu konuda Şeyh Ebubekir Vasiti şöyle söyler: “Sadık bir mürit için pirlerin susmalarından hasıl olan fayda konuşma ve söz söylemelerinden hasıl olandan ziyadedir.”3 her şeyi aklıyla halledebileceğine inandıran ve böylece hayat denizinde kılavuzsuz bırakarak onu şaşkınlık girdabına sürükleyen azgın bir dalga olmasıdır. Gül bahçesinin kapısı, falan düşünürün veya filozofun sözleri değildir. “La raybe fiyh” olan yani içerisinde hiçbir şüphe olmayan Kur’an-ı Kerim’dir. Sevenlerin ve sevilenlerin olduğu bir gül bahçesi ile acı meyveler veren verimsiz arazi bir olmaz. Söyler misiniz bana! Evlatlarına miras olarak şüphelerini bırakan solgun benizli bir baba mı, yoksa onu şüphelerden kurtararak ona gerçek hikmetleri öğreten gül yüzlü ve şefkatli bir baba mı daha hayırlıdır? Ne mutlu Allah’a dost olma şerefini kazanmış Sonuç olarak teslimiyeti ve rızayı bir erdem olarak gören tasavvuf ile şüphe, itiraz ve eleştiri yöntemini benimseyen felsefe arasındaki en önemli fark, tasavvufun bütün şüpheleri yok ederek kalplere ulvi bir heyecan, itminan ve sükunet duyguları kazandırmak suretiyle bir huzur yolu olması iken, felsefenin ise asrın tedirgin insanın zihninden söküp atamadığı şüphelerine yenilerini de ilave ederek kalpleri huzursuz ettiği halde, insanı Burhan evliyalara ve ne mutlu arkasından bir rahmet duası okutanlara... ........................................... 1 Süleyman Uludağ’ın yazdığı bölüm bkz. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.25 2 Her iki konuşma için de bkz; Hilafet ve Saltanat, Mevdudi, s. 104, 105; Taberi, c. 2, s 450 3 Feridüddin Attar, Tezkireü’l – Evliya II, Ter: Süleyman Uludağ, İstanbul, 2002, s. 313 51 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Abdullah bin Amr (r.a) anlatır: Bir defasında Allah resulü (s a v) benim evime gelmişti. Bu sırada bana hitaben dedi ki: — Ey Abdullah bin Amr! Öğrendiğime göre sen, bütün geceleri namazla, gündüzleri de oruçla geçiriyormuşsun doğru mu? Ben: — Evet, öyle yapıyorum dedim; Bunun üzerine buyurdular ki: — Senin her ayda üç gün oruç tutman kâfidir. İyi ameller, bire on mükâfatlandırılır. Böylece, bütün seneyi oruçlu geçirmemiş olursun. isteyen Sensin, eğer senin yoluna uydumsa beni seçen Sensin, eğer sana itaat ettimse beni buna muvaffak eden Sensin, eğer sana bağlı kaldımsa beni kollayan Sensin” Allah Teala irfan sahiplerini, fazlı ve rahmetiyle gerek ibadetlerinde gerekse zikirlerinde nefislerinin eline bırakmaz. Bilakis onların başına şefkat taçlarını tekrar, onların üzerine ihsan ve ikram bulutlarından rahmet yağmurlarını yağdırır Musa (a.s)‘ın şöyle dediği rivayet olunur: Bu hadis-i şerifte pek çok sıralar vardır. Onlardan bazılarını zikredelim: “Ya Rabbi! Vücudumda her kılda, senin iki lütfun varken verdiğin nimetler için sana nasıl şükredebilirim?” Musa (a.s) Allah’tan şu cevabı aldı: Amellerin nurunun kesintisiz bir şekilde birbirini takip ettiği müjdelenmiştir. Amellerin arasındaki vakitler uzasa bile aralarındaki bağ kesilmez. “Ey Musa! Bana şükretmekten aciz olduğunu anladığım zaman bana şükretmiş olursun”. Amellerin karşılığı olarak, Muhammed ümmetine has bir şekilde kat kat sevabın verilmesidir. Ümmetin kalplerini hayır yapmaya teşvik etmek için her bir iyiliğe on kat sevap verilir Kula bezginlik ve bıkkınlık verecek şekilde zorlama yapılmaması gerektiği emredilmiştir. Kalbe gafletin hâkim olmaması için daimi zikre dalmaktır. Allah’ın vaadine ve ihsanın güzelliğine kesin olarak inanmaktır. Denildiğine göre, Allah Teâlâ Davut (a.s)’a “Nimetlerime şükret“ diye vahyeder. Bunun üzerine Davut (a.s): “İlahi, sana nasıl şükredeyim ki, şükretmek de senin bir nimetindir” diye niyaz edince, Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bunu bildiysen kullarımın en çok şükredeni sensin”. Muhammed bin Semmak (r.a) şöyle der: Bütün bu hasletler, dünyevi ve uhrevi dertlerin hepsinden sıyrılan ariflerin hasletleridir. Onların bütün dertleri Rableri olmuştur. Allah olanın, hiçbir derdi yoktur. Yahya bin Muaz (r.a) bir münacatında şöyle niyaz eder: “Sen zikretmezden evvel seni zikredeni zikret, sen sevmezden evvel seni seveni sev. O seni andığı için sen O’nu anabildin. O seni sevdiği için sen O’nu anabildin. O seni sevdiği için sen O’nu sevdin”. “İlahi! Eğer seni tanıdımsa bana bu yolu göster Sensin, eğer seni istedimse beni Ebu Bekir Vasıti (r.a) “Hakk’ı anmayı unutanın aklı başından gider” demiştir. Bilmen gerekir ki ariflerin vasıflarının en alt derecesi, maddi bir bağ olmaksızın kalben Allah’la birlikte olmalarıdır. İşte bu sadece, Allah’ı zikretmekle mümkündür. Allah Teala, “ Elbette ki Allah’ı anmak (ibadetlerin) en büyüğüdür.” ayetinde bu sırrı açıklar. Bir diğer ayetinde ise, şöyle buyurur: “Kullarımdan şükreden azdır!” Yani O’na şükrederken minnetini gösteren azdır. Musa (a.s)’ın, münacatında şöyle dediği hikâye edilir: “İlahi! Âdemi elinde yarattın, ona ruhundan üfledin, onu cennetine koydun, meleklerine ona secde etmelerini emrettin. Ona verdiğin bütün bu nimetlere nasıl şükretti?” Allah (c.c)“Bu nimetleri, benden bildi. Bana şükrü, bunu böyle bilmesi olmuştur” buyurdu. Allah’a itaat eden kimse, O’nun muvaffak kılmasıyla itaat eder. Bu itaat, kula verilen bir ihsandır. Allah’a asi olan kimse ise nefsinin azmettirmesi ile O’na isyan eder. Bu isyan, onun aleyhine bir delildir. İtaat edene henüz itaat etmeden Allah’ın ihsanı yetişir. Asi olana ise henüz isyan etmeden Allah’ın adaleti yetişir. Çünkü Hak dilediğini yapar. Rivayet edilir ki İbrahim (as) “İlahi Sen olmasaydın, Seni nasıl tanırdım?” diyerek niyaz etmişti. Ebu Abdullah (r.a)’a sordular: “Birinin bizi medh-ü sena etmesini neden bu kadar çok seviyoruz?” Ebu Abdullah şöyle cevap verdi: “Çünkü sizler, Allah’ın sizlerle verdiği nimetleri ve hoş ihsanlarını unutuyorsunuz. Şükretmeyi unutan, nimete nankörlük eder ve bu nimet onun başına bela olur!” ZİKİR EHLİNİN MERTEBELERİ Ey oğul! Allah sana marifet bahşetti. Senin bir müdahalen olmadan ve bu hususta kimseden bir yardım görmeden O’na ibadet etmeye seni mu- vaffak kıldı. Bu durumda O’ndan başkasından karşılık ve yardım talep etmeden, O’nu zikretmeden ve hizmetinde bulunman gerekir. Zikir ehlinin mertebeleri çeşitlidir. Bazıları İslam nimetinden dolayı zikreder. Bazıları, sünnet ve cemaatten dolayı, bazıları ise zikrine minnetten dolayı zikreder. Öyle ki kalbi paramparça, dili lal olur, aklı allak bullak olur. O’nun azameti karşısında şaşkına döner, ihsanı karşısında kendinden geçer, muhabbeti karşısında hayran olur. Her şeyin O’nunla kaim olduğunu bilir. Zikir, zikredende korku ve haşyet uyandıran zikir ve zikredende şevk ve muhabbet uyandıran zikir olmak üzere iki türlüdür. Korku ve haşyet uyandıran zikir, önünde Allah’ı zikreden kişinin zikridir. O kişi Allah’ı zikretme sebebinin, Allah’ın onu zikretmesiyle olduğunu görür. O’nu zikretmeye ancak yine O’nu zikretmekle kavuşacağını bilir. Diğeri ise hiçbir varlığın, hatta dünyanın dahi olmadığı ezelde Allah’ın zikrettiği kişinin, yaptığı zikirdir. Akabinde o kişi, Allah’ın kendisini ezelden ebede zikrettiğini anlar. Ne var ki bu zikrini nefsanî arzular bulandırmış ve ona gaflet veren şeyler karışmıştır. Zikrullahı idrak ederek Hakk’ın huzuruna varan kimse ile O’nun ihsan ve nimetini idrak ederek Hakk’ın huzuruna varan kimse arasında büyük fark vardır. Kulun Allah’ı zikretmesinin, Allah’ın kulu zikretmesine bağlı olduğunu bil. Tıpkı yağmur damlaları altındaki bir toz gibi… Arifler bu manada şu şiiri söylemişlerdir: “Ey benim ümidim olan Rabbim, senin zikrinle özüm, ruhum hayat bulur. Senin beni zikretmen, benim seni zikretmemden daha yücedir. Şükrünü eda etme hususunda acizim. Hesapsız nimetlerinin hangi birine şükredeyim?” 53 Otuzdört Ersan BİLGİN Alemlere Rahmet Hz.Muhammed Mustafa (s.a.v) “Kim, Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse, Allah o kimseyi altından ırmaklar akan cennetlere koyar…” (Fetih 17) Rasulullah aleyhisselam; En Mümin ve En Başarılı Şahsiyet SÜNNET ve HADİS; kainatın gelmiş geçmiş en mümin ve hayatta en başarılı insanı olan Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam’ın, Kur’an-ı Kerim rehberliğinde oluşan sözleri, davranışları ve onaylarıdır. Peygamberimiz (s.a.v), en mümin şahsiyettir çünkü O’nun Yüce Allah’a teslimiyeti ve itaati mükemmeldi. Peygamberimiz (s.a.v) insanlığın en başarılı insanıdır çünkü O (s.a.v), her açıdan karanlığın, cehaletin ve zulmün derekesinde olan insanları dönüştürerek bir inkılap gerçekleştirmiş, 23 yıl gibi kısa bir sürede Saadet Asrı’nı yaşatmıştır. O halde her alanda ve her zaman maddi ve manevi anlamda başarılı olmak için Rasulullah’ı örnek almamız zaruridir. 54 “Onlar, Allah Rasulü’nü Çocuklarını Tanıdıkları Gibi Tanırlar” Bir Müslüman olarak, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayeti kerimeyi her okuyuşta Peygamberimiz’i gereği gibi tanıyamayışımdan dolayı hep utanmışımdır. Sizlerin de aynı duyguyu yaşayabilmeniz için önce ayetin muhtevasına bakalım: “Bizim kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu çocuklarını tanır gibi tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlar, işte O’na inanmayanlardır.” (En’am, 6/20, ayrıca bkz. Bakara 2/146) Ayet bir yönüyle Peygamberimiz’in geçmiş ümmetler (Yahudiler, Hrıstiyanlar, vs.) tarafından çocukları gibi tanındığını haber verse de, bir yönüyle de biz Muhammed Ümmetine O’nu öz çocuklarımız gibi tanımamız gerektiği emrediyor. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir; “En iyi tanıdığımız insan kadar Peygamberimiz’i tanıyor muyuz ve O’nu tanıyıp, O’na benzemeye çalışıyor muyuz?” Kendisi hayatın her alanında ve anında üsve, model olan bir insanı, kendi öz benliğimizden daha iyi tanımalıyız ki; pratiğimizi O’na benzeterek kendimizi mutmain kılıp, ateşten koruyalım. Bizim rehBurhan ber olarak O’nu tanımaya ve hayatını hayatımızda güncelleştirmeye her an ihtiyacımız vardır. Peygamberlerin ve Peygamberimiz’in gönderilmesi, onların hayatı yönlendirmede öncü olup İslam toplumlarını örgütlemeleri ve bu yapılanmayla tarihin seyrini değiştirecek önemli olayların gerçekleştirmelerinin adı; “Eyyâm’ullah’tır.” Peygamberimiz’in doğumu da, risaleti de, mücadelesi ve başarıları da “Eyyâm’ullah’tır.” Yani; Rabbani lütufların bol olduğu, insanlığın nimetlere garkolduğu; Allah’ın günleridir. Doğumunu ve risaletini eyyâm’ullah’tan saydığımız Peygamberimiz’le ilgili anma proğramları O’nun hayatının canlılığını yansıtmalı ve bu hayat, yaşanabilir bir model olarak da sunulmalıdır. Daha açık bir ifade ile söylersek; Hz. Peygamber’in hayatını, hayatımızın genişlik boyutunda mektepleştirerek ve kurumlaştırarak yaşamalıyız. İdeolojik ve seküler düşüncelerden toplumumuzu muhafaza ve İslami olmayan piyasada küfür virüsü taşıyan neslimizi koruyabilmek için başta Kur’an-ı Kerim sonra da hadis-sünnet külliyatı olmak üzere Peygamber Efendimiz’i insanlığın haBurhan yatına acilen taşımak zorundayız. O’nun dünyaya bakış tarzı, dünya görüşü olarak tercih edilmedikçe ve O’nun pratiğine bağlı bir proje uygulanabilir olarak ortaya konulmadıkça insanlık, özelde de Müslümanlar hep hüsranda olacaktır… Hamd olsun Alemlerin Rabbi olan Allah’a. HALİD B. ZEYD EBÛ EYYUB EL-ENSÂRÎ (RA)… Sahabe’den Eslem b. Ebû İmran anlatıyor: …İstanbul Kuşatmasında bulunuyorduk. Büyük bir düşman askeri birliği surlardan saldırdı, biz de saflar halinde karşılık verdik. Tam bu sırada Müslümanlar’dan bir mücahid, açıktan düşman saflarına daldı. Bunu gören mücahidler, ahh! ettiler ve “Sübhanellah!..Göz göre göre kendini tehlikeye attı”, dediler. Bu sözler üzerine Rasulullah Aleyhisselam’ın sahabisi (ve İstanbulumuz’un kutlu misafiri) Ebû Eyyub (ra), şöyle dedi: 55 “Ey Müslümanlar!.. Sizler bu ayeti (“Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.) (Bakara,195) böyle mi yorumluyorsunuz? Halbuki o ayet, biz Medineli Müslümanlar’(ın yanlış tavrı sonucu) inmiştir. (Şöyle ki:) Allah Teala, İslam’ı düşmanlarına üstün kılmış, dinine yardım edecekleri de arttırmıştı. Bunun üzerine bizden bazıları kendi aralarında, “Mallarımız bakımsız kaldı, ziyana uğradı. Şimdi ise Allah (cc), İslam’ı aziz kıldı ve yardımcılarını da çoğalttı. Artık biz, mallarımızın başına dönsek, onların ıslahıyla meşgul olsak” demiştiler. İşte Allah (cc), Rasulü’ne: “Allah yolunda infak ediniz de kendinizi bile bile (ellerinizle) tehlikeye atmayınız,…” (Bakara,195) ayetini indirerek, Allah (cc), bizim cihad’tan uzak kalma düşüncemizi reddetti. Zira gerçek (ve en büyük) tehlike, malların başında durup, onların ıslahı ile uğraşarak, (ticarete, dünya malına kendimizi kaptırarak, Allah yolunda) cihad’ı, (tebliğ’i, davet’i ve fedakarlığı) terk etmemizdir.” (Tirmizi) Cihad, Allah rızası için yapılan çalışma ve mücadelenin tamamıdır. Cihad; Yüce Allah’ın en güzel şekilde yarattığı insan ile Yüce Allah’ın en son ve en mükemmel din olarak gönderdiği İslam arasındaki engelleri kaldırmaktır. Cihad; fıtrata (yaratılışa, doğal hale) yapılan müdahalelerle yapılan mücadeledir. Cihad; her şeyden önce kendi nefsimizin ıslahıyla ilgilenmek, İslam’ı tam manasıyla öğrenmek, anlamak ve yaşamak sonra da başkalarına bu İlahi Mesaj’ı iletmek, İslam’ı tatlı dil ve güleryüzle tebliğ etmek, gerekirse de, düşmanla dinimiz, değerlerimiz, canımız, namusumuz, malımız, vs. için savaşmaktır. Bu manada cihad etmeyenler ve cihada koşmasını bilmeyenler, zillete talip demektir ki, bu durum bile bile kendini uçuruma atmaktır ve en büyük tehlikedir. ALTI ÇİZİLİ SATIRLAR… “Biz, İslam’ın, Müslümanlar’ın ve bütün insanlığın hizmetinde olduğumuzun şuurundayız. 56 Vazifelerimiz bize verilmiş birer emanettir. İlimizin evliyasından da, eşkıyasından da mesulüz. Görevlerimiz nefsi tatmin aracı değil, insanlığa hizmet aracıdır. Mazeret bulmaya değil iş üretmeye, Allah’ın (c.c.) rızasını zerrede bile olsa aramaya gayret etmeliyiz. Çalışmalarımızın en önemli özelliği kader birliği, gönül seferberliği ve ağız tadıyla çalışmaktır. Kardeşlerimizin her biri muhabbet fedaisi olmalıdır. Birlikte yürüdüğümüz insanlara çalışma ve iş yapma hazzını tattırmalıyız. Onların ellerinden tutup, cennete itekler duruma getirmeliyiz. Bunun da en güzel yolu, lisanı hal ile örnek olmaktır. İnsan onuruna yakışan yöntem de budur. Üstünlük ve gücün, görev ve rütbelerimizden değil özveri, çalışma ve performansımızdan kaynaklandığını bilmeliyiz. Bütün çalışmalarımız hesabi değil hasbi bir anlayışla yürütülmelidir. Sönük değil; var olan, dinamik bir gençliğin yetişmesi amaçlarımızdandır. Hizmetlerimizi aşkla, azimle, nizamla ve estetik anlayışı ile yürüteceğiz. Hiçbir mazeret, başarının yerini tutamaz. Dedikodunun bulunduğu yerde rüzgarınız kesilir. Problemler değil aksiyonlar konuşulacak. Çalışmalara usulen ve pasif değil fonksiyonel ve aktif olarak katılacağız. Beyinde negatif bir düşünce taşımamalıyız. Kimin içinde bir eğrilik varsa bunu düzeltmelidir. Sorgulanmayan hayat, yaşamaya değmez. Kıymetli taşlar, az olduğu için kıymetlidir. Dava adamları azdır ve dava adamlığı en önemli vasıftır. Vazife adamı denildiği zaman görev verildiğinde gözümüzün arkada kalmayacağı, insan anlaşılır. “İnsanlar yalnız inandık deyip de kurtulacak ve hesaba çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” 50, 60 yıllık ömrümüzde çetin imtihanlardan geçeceğiz. Ömrü yaşanmaya değer kılan şey, dava adamı olmaktır.” Burhan Ey Derde Derman Ey derde derman isteyen yetmez mi derd derman sana Ey rahat-ı can isteyen kurban olandır can sana Yağma edersin varlığın gider gönülden darlığın Mahveyle sen ağyarlığın yar olısar mihman sana Sermaye bu yolda heman teslim olur buna inan Sıdk ile Allah’a dayan etmez mi gör ihsan sana Tevhide tapşur özünü kimseye açma razunı Şeyh izine tut yüzünü şeyhin yeter burhan sana İven kişi yol alamaz maksudu hergiz bulamaz Bekle maarif kapusun yüz göstere irfan sana Dünya ile ukbayı ko, ulâ ile uhrâyı ko Var ol kuru sevdayı ko, matlab yeter Sübhan sana Candan talep kıl yarini ver canı bul didarını Yok eyle kendi varını kim var ola canan sana Çürüklerin hep sağ olur zehrin kamu bal yağ olur Dağlar yemişli bağ olur cümle cihan bostan sana Güçtür kati Hakk’ın yolu dergahı hem gayet ulu Sıdk ile olmazsan kulu etmez yolu âsân sana Kulluğa bel bağlar isen şam ü seher ağlar isen Sular gibi çağlar isen tiz bulunur umman sana Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tüte gör Aşk oduna can ata gör gülzar olur nirân sana Yüzün Niyazi eyle hâk derd ile bağrın eyle çâk Kalbin sarayın eyle pâk şayet gele Sultan sana. NİYAZİ MISRÎ (1618 – 1694) Burhan 57 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL KANUNİ'NİN CEZASI Kanuni Sultan Süleyman düğünlerde yetenekli kişilerin gösteri yapmasını çok severmiş. Yine bir gün, bir düğünde İstanbul’a Osmanlı ülkesindeki bütün cambazlar, madrabazlar, ateş üfleyenler vesaire vesaire hepsi doluşmuşlar. Kanuni gösterileri zevk ile izlemiş. Birinciye de ihsanlarda bulunacakmış. Bir adam varmış, dikiş iğnesini 5 metre uzağa koyuyor, dikiş ipini 5 metre uzaktan atıp iğnenin deliğinden geçiriyormuş. Kanuni bunu görünce hayretler içerisinde kalmış:-Tesadüfen attı. Böyle bir şey mümkün değil, demiş. Adam gösterisini bir daha yapmış. Dikiş ipliği yeniden 5 metre uzaktaki iğneni deliğine girmiş. Kanuni şaşkınlık içerisinde:-Bir daha yap bakalım, demiş. Üçüncü denemeyi ayakta seyreden Kanuni, katıla katıla gülmüş ve şu meşhur emrini vermiş:-Bu adama 100 altın verin, 100 de sopa atın. Adam şaşkın:Padişahım 100 altını anladık ama neden 100 sopa? Kanuni cevabını hemen vermiş:-100 altın maharetin için, helal olsun, 100 sopa da boş işler ile uğraştığın için. Bu da bana helal olsun. Bre adam başka işin mi yok? Neye yarayacak bu yaptığın? DÜNYANIN EN GÜÇLÜ DEVLETİ Tanzimat devrinin ünlü sadrazamı Keçeci zade Fuat Paşa zekâsı ve hazırcevaplığı ile meşhurdur. Nükteleri toplansa zarif bir kitap olabilir. Abdülaziz'in Avrupa seyahati sırasında Fuat Paşa Dışişleri Bakanı olarak kendisine refakat etmiştir. Paris'te III. Napolyon’a misafir oldukları sırada, Fransız vekilleri ile sohbet ederken şöyle bir mesele ortaya atılmış: Dünyanın en kuvvetli devleti hangisidir? Fuat Paşa hemen: -Osmanlı Devleti diye cevap vermiş. Tabii herkes hayret etmiş, birisi de sebebini sormuş. Paşa gayet ciddi bir şekilde: Dünyada Osmanlı Devleti'nden daha kuvvetli bir devlet olabilir mi? Yüzyıllardan beri biz içeriden, 58 siz dışarıdan yıkmaya çalıştığımız halde hala yerinde duruyor! HACI BAYRAM VELİ VE SULTAN II. MURAT Hacı Bayram Velinin gerçek adı Numandır. Gençliği hakkında pek bir bilgi bilinmemekle beraber, gençliği ilim öğrenmekle geçti. Hatta ilerleyen ilmi sayesinde medresenin de müderrisi olur. Hacı Bayram Veli ilmi seviyesi tartışılmaz ama içinde bir boşluğun olduğu hissi onu arayışa itiyor ve bir gün ruhunda yaşadığı gelgitlerle yaşarken kayseri den Somuncu Babanın davetini alır. Somuncu Babanın davetini ileten elçi ile birlikte yola revan olur. Karşısında duran heybetli Somuncu baba gibi piri faninin karşısında ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağı bulmanın tesiriyle biat eder, artık Hacı bayram veli tasavvuf yolunda terbiye olur. Somuncu babanın işaret ettiği noktalarda manevi makamlara yükselir. Artık irşad etme zamanı gelmiştir, bu heyecanla Ankara’ya gelerek irşada başlar. Kısa zamanda talebeleri artarak ünü hızla yayılır. Çekemeyenler devrin Padişahına şikâyet ederler. II. Murat şikâyet üzerine : ‘’tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile ‘’ diyerek birliği görevlendirir. Birliği talebeleriyle birlikte Hacı Bayram veli Ankara sınırında karşılar. Padişahın huzuruna geldiğinde II. Murat nur yüzlü gönül sultanından etkilenir, sabahlara kadar sohbet ederler. Şikâyetlerin yersiz olduğunu anlayan padişah uğurlarken hediyeler vermek istese de Hacı Bayram veli kabul etmez, tekrar ısrar edince Hacı bayram veli derki: madem öyle o zaman benim talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın. Bunun üzerine padişah itirazsız kabul eder ve onu Edirne den Ankara’ya gitmek üzere uğurlar. Ankara’ya döndüğünde talebelerin sayısı daha da artar. Artar artmasına da civar illerin emirleri padişaha : ‘’ Ankara artık asker vermez oldu. Vergi de vermez oldu ‘’ şikâyetinde bulunurlar. Padişah Hacı Bayram veliden talebelerin listesini ister. Bu istek karşısında ince niyeti anlayan Burhan Büyük Veli gizlice bir tepeye çadır kurar ve içine de iki koyun koydurur. Sabah olduğunda tellala herkesin tepeye gelmesini duyurmasını söyler. Heyecanla koşarak gelen halk çadır etrafında toplanır. Tellal tekrar kalabalığa seslenir: ‘ Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canın feda ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır’’. Kalabalık içerisinde sadece bir kadın birde erkek çıkar ve çadıra alınır. Koyunlar kesilir, daha önce çadıra iki koyundan alındığından haberi olmayan halk akan kanları görünce dehşete düşerler. Şeyh delirmiş aklını yitirmiş diyerek oradan uzaklaşırlar. Hacı Bayram veli padişaha benim iki talebem olduğunu, diğerlerinin üzerinde askerlik ve vergi muafiyetinin kaldırılmasını, normale dönmesini bildiren mektubu gönderir. Hacı Bayram Veli ömrünün son dönemlerinde padişahın isteği olur: ‘’tasavvuf ta kalıp lezzeti tatmak istiyorum’’ der. Fakat kabul etmez derki’’ senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi de mühimdir’ diyerek idari mekanizmanın ne denli önemli olduğunu ortaya koyan bir deha örneği sergiler. Hacı Bayram Velide her fani gibi oda Hakka yürür. O şimdi gönüllerde. Ankara’da medfun bulunan Hacı Bayram Veli’nin türbesi en çok ziyaret edilen yer olması bakımdan o hala aramızda, kıyamete kadarda yaktığı ışık sönmeyecek inşallah GERİ KALANLARI DA SAY, VEREYİM! Bir gün birisi, Fatih Sultan Mehmet Han'ın yoluna çıkıp: — Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle, demiş. Sultan: — Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana birer birer say, her biri için değil birer, onar akçe vereyim, diye cevap vermiş. Bu kişi, ancak on beş kadar peygamber ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri için onar akçe verdi ve: — Geri kalanları da say, onlar için de vereyim… Burhan YÖNETİM NE ZAMAN ÇÖKER? Osmanlı'nın muhteşem zamanlarıdır. Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osman oğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir. Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osman oğullarının akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı? Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır; "Neme lazım be Sultanım!" Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir mana veremez. "Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür. Nihayet kalkar Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergâhına gelir ve der ki: – Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al. Yahya Efendi şöyle bir bakar: – Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim. – İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece "Neme lazım be sultanım" demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi. Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar: – Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenlerde 'neme lazım' deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir... Bunları dinlerken ağlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da Allah'a kendisini ikaz eden bir âlim olduğu için şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembih ettikten sonra oradan ayrılır. 59 Otuzdört Sezgin ÇAKIR Namaz’ın Bizi Kılması İçin amaz bizi şekillendirir. Namaz bizi kötülüklerden alıkoyar. Ama kıldığımız namazın bizi iyilerden kılması için namazı namaz gibi kılmamız gerekir. Namazın kime karşı kılındığını ve bir tevhidî eylem olduğunu düşünerek, lisanî hal ile kulluğumuzun sunumunu yaptığımızı bilerek kılmalıyız namazı. Hakkın huzurunda boynu bükük, kalbi mahzun O’nun rızasını dileyerek durmalıyız. Her şeyde olduğu gibi namaz kılışımızda da numune-i N 60 imtisalimiz Efendimiz (s.a.v)’dir. O nasıl kılıyorduysa bizlerde öyle kılmalıyız namazı. Ashab-ı Kiram’ın dilinden Peygamber Efendimiz’in namazı şöyle anlatılmaktadır: “Resûlullah (s.a.v) kıyamda ağırlığını iki ayağının üzerine verip dimdik dururdu. Rükûda başını ne yukarıya diker ne de aşağıya büker, Burhan ikisi arasında tutardı. Rükûdan kalktığı vakit iyice doğrulmadan secdeye gitmezdi. Başını secdeden kaldırdığı zaman iyice doğrulup oturmadıkça ikinci secdeyi yapmazdı.” (Buharî, Ezan 122) “Resûlullah (s.a.v) namaz kılarken rükû ve secdelerinde üçer kere “sübhânallâhi ve bi-hamdihi” diyecek kadar dururdu.” (Ebû Dâvud, Salât 154). “Resûlullah (s.a.v) namazda “semiallahu li-men hamideh” deyip başını rükûdan kaldırınca sanki secde etmeyi unuttu diyeceğimiz kadar ayakta uzun süre beklerdi. Sonra secdeye giderdi. Başını secdeden kaldırınca ikinci secdeyi unuttu diyeceğimiz kadar iki secde arasındaki oturuşu uzun yapardı.” (Buharî, Ezan 127; Müslim, Salât 196) “Resûlullah (s.a.v)’ın kıyamı, rükûu, rükûdan sonraki ayakta bekleyişi, secdesi, iki secde arasındaki oturuşu ve teşehhüddeki oturuşu neredeyse birbirine denk uzunlukta idi.” (Müslim, Salât 193) “Resûlullah (s.a.v) sabah namazında altmıştan yüz ayete kadar okurdu.” (Müslim, Salât 172) “Resûlullah (s.a.v) öğle namazının ilk rekâtında otuz ayet, ikinci rekâtında onbeş ayet miktarında kıraatte bulunurdu. İkindi namazının ilk rekâtında onbeş ayet, ikinci rekâtında ise bunun yarısı kadar kıraat okurdu.” (Müslim, Salât 157) “Öğle namazı başladığı sırada bizden bir kimse Bakî’ mevkiine giderdi (ki burası halen mescidin yakınında kabristan olarak mevcuttur) ve orada abdestini tazeleyip mescide dönerdi de namazdaki ilk rekâtın uzunluğu sebebiyle Resûlullah (s.a.v)’ın birinci rekâtına yetişirdi.” (Müslim, Salât 161) Namazı hakkıyla kılamamanın vebali var. Bir mümin namaz kıldıktan sonra “acaba kabul oldu mu” endişesi içerisinde olmalıdır. Böylesine büyük bir buluşmanın gereklerini yerine getirebildim mi sorusunu kendisine sıkça sorup nefsini hesaba çekmelidir. “Huşû içinde kılınmayan, rükû ve secdeleri tam olarak yerine getirilmeyen namaz (ahirette) simsiyah zifiri bir karanlık halinde ortaya çıkacak ve sahibine ‘Senin beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!’ diyecektir. Allah’ın dilediği zaman gelince böyle kılınan namazlar, eskimiş elbise (paçavra) gibi dürülüp sahibinin suratına çarpılacaktır.” (Taberanî, el-Mu’cemu’l-evsat, VII, 183). Acele ve hızlı bir şekilde kılınan namaz, ancak Şeytanı sevindirir. “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan; acele ise Şeytandandır.” (Tirmizî, Birr 66) hadisi, bu gerçeği ifade eder. Zira Şeytan, secde etmekten imtina ettiği gibi, Burhan insanların da secdeden ve namazdan uzak kalmalarını ister. Hatta bütün gücüyle namazlı-niyazlı insanlarla uğraşarak ibadetten alıkoymaya çalışır. Şayet buna gücü yetmezse bu defa namazdaki huşû, huzur, usûl ve erkânı ihlal etmeye çalışır. Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde bu hususu şöyle haber verir: “Şeytan, ezan ve kamet okunurken bunları duymayacağı uzak yere doğru yellenerek kaçar. Sonra geri döner ve namaz kılan kişi ile kalbi arasına girer. Ona ‘Şunu hatırla, bunu düşün’ diye aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki buna kapılan kişi, kaç rekât kıldığını (ve ne okuduğunu) bilemeyecek hale gelir.” (Buharî, Sehv 6; Müslim, Salât 19) Alelacele kılınan namazda rükünler noksan olmaktadır. Hatta bundan daha vahimi, namazdan çalma, yani namaz hırsızlığı vuku bulmaktadır. Zira Resûlullah (s.a.v) “Hırsızlığın en kötüsü, namazını çalmaktır.” bu61 şüncelerini temizlese takvâ elbisesine kavuşur. Nefsin hîlelerini yıkasa, yani onların tuzağına düşmekten arınsa, iç huzuruna ve itmi'nâna ulaşır. 2. Sırrın abdesti: Burada "sır", rûhun rûhu demek olup; onun abdesti gösterişten (riyâ), arzu ve isteklerin esiri olmaktan, kendini beğenmişlikten, baş olma tutkusundan, aşırı dünya isteği ve mevki sahibi olma ihtirasından arınmaktır. Bunun sonuçları şöyledir: Sır, riyâ ve nefsanî arzular kirini yıkadığı takdirde, ihlâs nûru ortaya çıkar. Dünya sevgisinden arınırsa âhiret sevgisi doğar. Hırs ve tamahkârlığını yıkasa, kanaat ve tevekkül nurları görünür. yurmuş; sahabiler “Ey Allah’ın Resulü, kişi namazını nasıl çalar?” diye sorduklarında ise “Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz.” cevabını vermiştir (Muvatta’, Kasru’s-salât 72). Bir başka hadislerinde şöyle buyurur: “Kişi vardır, namazını kılar bitirir de kendisine namazın sevabının ancak onda biri yazılır. Kişi vardır, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri yahut yarısı yazılır.” (Ebû Dâvud, Salât 124) Namazı hakkıyla kılabilmemiz için en başta helal lokmaya dikkat etmemiz gerekir. Abdestin hakkını ve temizliğin hakkını vererek, ahireti düşünerek namaza kendimizi ve gönlümüzü hazırlamalıyız. Tasavvuf ehlinin belirttiği gibi abdest sadece kuru kuruya bir yıkanma şekli değildir. Gönlü yıkamadıktan sonra elleri yıkamanın ne önemi vardır? Abdestte namazda aslında bizlerin manevî dünyamızı imar eden manevî yıkama şekilleridir. Ehlullah abdesti şu şekilde değerlendirmiş ve namaza kendilerini böyle hazırlamışlardır: 1. Rûhun abdesti: Rûhun, hayvanlık seviyesine ait bilgisizlikten ve ALLAH'tan gayri şeyleri görme gafletinden arınmasıdır. Bunu başarabilen kimsede Cenâb-ı Hakk'ı müşahede istîdâdı gelişir ve kalb aynasında tecellî parıltıları yanmaya başlar. Ruh ALLAH'tan gayrı şeyleri görmekten arınsa, Gaffar olan ALLAH'ın nûru onu kuşatır. Kötü dü62 3. Kalbin ve gönlün abdesti: İki yüzlülük, bozgunculuk ve kötü ahlâktan uzak durmaktır. Büyüklenme yıkanınca, alçak gönüllük doğar. Çekememezlik kirleri yıkansa, iyilik; düşmanlık yıkansa, ALLAH sevgisi görünür. Hıyanet kirleri yıkansa, sözünde durma ve güven nûru doğar. 4. Dilin abdesti: Yalan, dedi-kodu, iftira ve boş sözden, insanların ayıplarını merak etmekten ve gizli hallerini ortaya çıkarmaktan, faydasız konuşmaktan uzak durmaktır. Yalan ve koğuculuk yıkansa, doğruluk ve vefâ doğar. İftira ve itham etme yıkansa, sevgi görülür. Faydasız ve boş söz bırakılsa yararlı şeyler konuşulur veya ALLAH'ın adı anılır. İnsanların ayıplarını araştırma huyu temizlense hoşgörü ışıkları parıldar. 5. Zâhir abdesti: Bu, bildiğimiz abdesttir. Yani dînî bilgi olarak öğrendiğimiz şekilde, temiz su ile abdest organlarını yıkamaktır. Sonuçları ise şöyle temenni edilir: Abdest alan kimsenin yüzünü yıkaması, mahşer günü yüzünün nurlu olmasına yol açar. Kolunu yıkayınca cömertlik nurları hasıl olur. Ayrıca amel defterinin sağ eline verilmesi gibi bir lûtfa erişir. Ayağını yıkayınca, manevî engelleri kolaylıkla geçme imkânı doğmuş olur. İşte bu tür temizlik ve bu mânâda abdest alış, ALLAH'a yaklaşmayı ve O'na kavuşmayı sağlar. ( Ahmed Yesevi yolunun temsilcilerinden biri olan Hazînî'nin bu yorumlarının tamamı için bk. Cevâhiru'lebrar, s. 11-16, İÜK T.y. no. 3893.) Burhan NAMAZDA TADİL-İ ERKÂN Ebû Hureyre (r.a.) Asr-ı Saadette cereyan eden bir hadiseyi şöyle anlatır: Resûlullah (s.a.v) mescide girmişti. Derken taşradan bir şahıs geldi ve namaz kıldı. Sonra gelip Resûlullah (s.a.v) ile selamlaştı. Resûlullah (s.a.v) ona, “Dön ve yeniden namaz kıl; çünkü sen namaz kılmış olmadın!” dedi. O da dönüp evvelce kıldığı gibi namaz kıldı. Resûlullah (s.a.v) yine ona dedi ki: “Dön ve yeni baştan kıl; çünkü sen namaz kılmış olmadın!” Allah Resûlü (s.a.v) üçüncüsünde de namazı tekrar kılmasını emredince o şahıs: “Seni hak üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu kıldığımdan başka daha iyi nasıl kılacağımı bilmiyorum. Bana doğrusunu öğretir misin ya Resûlallah?” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Namaza durduğun vakit başlangıç tekbirini al. Kur’ân’dan iyi bildiğin (sûre ya da ayetleri) oku. Rükûa varınca beden azaların yerleşinceye kadar bekle. Rükûdan başını kaldırınca bedenin tamamen doğruluncaya kadar ayakta dur. Sonra secdeye kapan ve azaların yerleşinceye kadar orada kal. Secdeden başını kaldırınca azaların yerleşinceye kadar otur. Ardından tekrar secde yap ve azaların yerleşinceye kadar orada kal. Sonrasında ayağa kalk ve dimdik dur. Namazın bütün rekâtlarında aynen böyle yapmaya devam et!” (Buharî, Ezan 95; Müslim, Salât 45) Peygamber efendimiz (s.a.v) namaza durduğu vakit göğsünden tencere sesi gibi sesler gelirdi. Medine sokaklarında dahi bu seslerin duyulduğu mervidir. İşte bu sorumluluk duygusu ve görevi yerine getirip getirememe endişesiyle sahabe efendilerimizde namazda bizim tahmin dahi edemeyeceğimiz bir halet-i ruhiyeye bürünüyorlardı.Hz. Ali (k.v.) namaza duracağı vakit benzi sararır ve vücudu titrerdi. “Size ne oluyor. Ya Emire’l-Mü’minin?” diye sorduklarında: “Allahü Teâlâ’nın, yerlere, dağlara ve göklere arz edip de onların kabulünden kaçındıkları ve benim boynuma aldığım ilahi emaneti teslim zamanı gelmiştir, nasıl korkmamayım?” diye cevap verirdi. Burhan Abdest alırken rengi solardı. Bunun sebebini sorduklarında: “Kimin huzuruna çıkmak için hazırlandığımı bilmiyor musunuz?” diye cevap verirdi. Mesnevide Mevlana hazretleri namaz kılan mü’mini şöyle izah etmiştir. “ Kurban kestiğin vakit, ALLAH’U EKBER dersin. Öldürülmeye layık olan nefsin zebhi (boğazlanması) sırasındada öyle diyorsun. Namaz kılanın cismi İsmail, ruhu da Hz. İbrahim gibidir ki, ruh ALLAHU EKBER demekle cismin zebhine (boğazlanmasına) tekbir getirmiş olur.” Namazı Hakka kurban olma sırrıyla kılmak… “İşte namaz müminin miracıdır” sırrı herhalde bu olsa gerektir ki ruhun eline bıçağı verip nefsi, dünyayı, Allahtan başka her şeyi kesip sadece Mevla’yla baş başa kalabilmek… Gerçek namaz Allah’la baş başa kalabilenlerin kılmış olduğu namazdır. Gönlünü O’na sunabilenlerin namazı… Secdeye kapandığında “en yakın” olabilenlerin namazı… Kıyama durduğunda gönül yönü O’na yönelebilenlerin namazı…” Hatem-i Esam (r.a.)’a namazından sorulduğunda: “Vakit yaklaşınca güzelce abdestimi alır, namaz kılacağım yere gider, orada oturur, kendimi maddi ve manevi olarak hazırlar, aklımı başıma alır, sonra namaz için ayağa kalkarım. Kâbe’yi iki kaşım arasına, Sırat’ı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma alır, Azrail’i arkamda ve bu namazı son namazım diye kabul eder, korku ve ümit ile Rabbü’l-alemin’in huzurunda durur, tahkik ile tekbir alır, ağır ağır ve manasını düşünerek Kur’an okurum, tevazu ile rükû eder, huşu ile secdeye kapanırım. Sağ ayağımı diker, sol ayağımı yatırır, üzerine otururum. Namazımı ihlâs ile kılarım. Ondan sonra da yine kabul olup olmadığını bilemem.” diye cevap vermiştir. Hanefi mezhebine göre tadîl-i erkân vaciptir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed, vâcip olduğuna hükmetmişlerdir. İmam Ebû Yûsuf 63 ise tadîl-i erkânın vâcipten de öte, farz olduğu görüşündedir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre tadîl-i erkân farzdır. Onlar, tadîl-i erkânı namazın bir rüknü ya da rüknün şartı saymışlardır. Hanefîlere göre tadîl-i erkân sehven (unutarak ya da hataen) terk edilirse namazın sonunda sehiv secdesi gerekir. Eğer sehiv secdesi yapılmamışsa o namazın tekrar kılınması gerekir. Şayet tadîl-i erkân kasten terk edilirse namazın yeniden kılınması icap eder. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre tadîl-i erkânın terkiyle namaz bâtıl olur ve tadîl-i erkâna riayet edilerek yeniden kılınması gerekir. Bir insanın çabucak namazı kılıp gitmesiyle “tadile erkân”a riayet ederek kılması arasında ne kadar zaman farkı olabilir? On dakika namaza fazla zaman ayırsak neyimiz eksilir? Her şeye zamanımız gayet bol. Ama iş namaza gelince adeta vakit darlığına düşüp namazın kaşını gözünü yarar gibi namaz kılmak akıl kârımıdır? Nice boş şeylere, dünya ve ahiretimize faydası olmayan şeylere zamanımızı gayet cömertçe harcıyoruz ama iş hakkıyla namazı kılmaya gelince kendimize her türlü bahaneler buluyoruz. Secdede rahatımızı, huzurumuzu aramak varken neden başka şeylerin peşine düşeriz ki? “Kıyamet gününde insanların ilk sorguya çekilecekleri amelleri namazdır. Allah (c.c.) kulun namazlarını tam mı yoksa noksan mı kıldığına bakılmasını emreder. Eğer namazları tam ise sevabı tam olarak yazılır. Eğer (farz) namazlarında eksiklik varsa nafile olarak kıldığı namazlarına bakılmasını emreder. Şayet nafile namazları varsa, bunlarla farz namazların tamamlanmasını emreder. Sonra kul diğer amellerinden hesaba çekilir”. (Tirmizî, Salât 306). Kılmış olduğumuz namazların Cenab-ı Hakkın divanında kabul görmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz. 64 Burhan Satırlık Hakikatler Faziletlerin en üstünü, sana gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve kötülük edene iyilik etmendir. Erdem sahibinin değerini, yine erdem sahibi olanlar bilir. (Hadis-i Şerif) Hz. Ali Allah’ın seninle bir kimseyi hidayete ulaştırması, senin için bütün varlığı ile dünyadan hayırlıdır. Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; marifet bu, gerisi yalnız çelikçomakmış . Hadis-i Şerif Necip Fazıl Kısakürek Allah’ın gülü dikenli yarattığına hayret edeceğiniz yerde, dikenler arasında gül yarattığına hayret ediniz. Hikmetli Söz Maddi hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe susuzlukları artar. Hoştur bana senden gelen ya gonca gül yahut diken, ya hıl’atu yahut kefen, lütfun da hoş kahrın da. Muhyiddin-i Arabi Aziz Mahmut Hüdayi Olgun insan, zenginlere haset değil, nasihat edinme nazarıyla; fakirlere kibirle değil, tevazu ile; kadınlara şehvet ile değil şefkatle bakandır. Marufi Kerhi Burhan 65 Zeynep GÜLOĞLU Evinin Sultanları [email protected] HANGİ KİTAPLARI OKUYALIM ? 1- En başta Kur’an’ı Kerim okuyalım. Her harfine onbeş sevap olduğunu düşünerek okuyalım. 2- Eğer tefsir okuyacaksak hangi tefsiri okuduğumuza, yazarının kimliğine iyi bakalım. Günümüzde önüne gelen tefsir yazmaktadır. Onun için tefsir okurken mutlaka iyi araştırmalı ve samimiyetine ve ihlâsına inanıp güvendiğimiz hocaefendilere sorarak tefsir okumalıyız. 3- Okuyunca bizleri asr-ı saadet iklimine götüren Kütüb-i sitte dediğimiz altı kitaptaki hadis-i şerifleri okuyalım. 4- Kur’an’ı Kerimi ve sünneti nebiyi anlamamıza yardımcı olacak olan rabbanî âlimlerin yazdıkları eserleri okuyalım. 5- Dünya için değil Allah rızası için yazılmış olan esrleri okuyalım. Mesela hüccetül İslam İmam Gazalî hazretlerinin İhyau ulumiddin adlı muhteşem eserini okuyalım. Bu eserin özellikle muhlikat (helak eden şeyler) ve munciyat ( kurtuluşa sebep olan şeyler) bölümlerini ders ders okuyalım. 6- Merhum Ömer Nasuhi Bilmen efendinin Büyük İslam İlmihali adlı eserini okuyalım. Bu eseri Mehmet Talu hocamız sadeleştirmiştir. Bu sadeleştirme herkesin okuyup anlayacağı bir düzeydedir. Bu eser gibi olan, bize ilmihalimizi öğretecek eserleri okuyalım. 7- Sahih Tasavvufî eserlerden okuyalım. Kuşeyrî risalesi, Avariful mearif, Kutul kulub, el Luma, el Burhan-ul Müeyyed gibi tasavvufî klasiklerden okuyalım. Özellikle el Burhan-ul Müeyyed tasavvuf yoluna giren, tasavvufu seven, tasavvufa kalbi sıcak bakmayan, karşı çıkan herkesin okuyup çok faydalar göreceği muhteşem bir eserdir. HANGİ KİTAPLARI OKUMAYALIM ? 1-Ehliyeti, liyakati, ilmi, icazeti olmayan kişilerin yazdıkları eserleri… Yahudilerin Tevratı tahrif ettikleri gibi Müslümanlarında Kur’an’ı tahrifinden bahseden ve okuduğu metnin ne demek istediğini anlayamayacak kadar alim!!! Olan zavallıların yazdıkları eserleri… 2- Heva ve re'y üzerine yazılmış tefsirleri… 3-Hatalı tercümelerle dolu Kur'ân meâllerini… 4- Ehl-i sünnete aykırı inanç ve görüşler ihtiva eden eserleri… Özellikle ülkemizde son zamanlarda hiç dikkat çekilmeden vahhabî ve şia’nın eserleri piyasada satılmaktadır. Bunlara, ne alıp okuduğumuza dikkat edelim. 5- Mezhepsizlerin, zındıkların, yarı mühtedilerin, sahte müçtehidlerin, ajanların telifatını… Bu tür kitaplardan hiçbir fayda temin edilmez. Manifaturadan baklava alınmaz. Onun için nerden ne fayda umduğumuza dikkat edelim. 6- İslâmiyeti bir ideoloji gibi gösterenlerin eserlerini… 7- Şeriatsız bir İslâm çıkarmak için kalem ve vicdanlarını ehl-i küfre ve nifaka kiralayan hâinlerin yazdıklarını… 8- Sünnî itikad ve Şeriat hudutları içindeki tarikatları ve tasavvufu dışlayan ve böylece ehl-i İslâm'ın bir kanadını kırmak isteyenlerin kitaplarını... SABRIN FAZİLETİ Enes İbni Mâlik radıyALLAHu anh'den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Nebî sallALLAHu aleyhi ve sellem (yine) şöyle buyurmuştur: kulunun cezasını da, kıyamet günü günahını "Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. ALLAH, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse ALLAH ondan hoşnut olur. Kim de rızâ göstermezse, ALLAHın gazabına uğrar." yüklenip gelsin diye, dünyada vermez." Tirmizî, Zühd 57. Ayrıca bk. İbnî Mâce, Fiten 23 "ALLAH, iyiliğini dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği 66 Burhan NAMAZI TERKETMENİN DİNİ CEZASI Namazı inkar eden kafir olur. Çünkü kat'i delille sabittir. Umursamayarak yani tembelliğinden dolayı kasten namazı terk eden fasık olur. (İbni Abidin, Reddü'l Muhtar, c. 2, s.7). Farz olduğunu inkar etmemekle birlikte beraber tembellikle namazı kılmaya uygulanacak dünyevi cezanın ne olacağı mezhepler arasında mezhepler EZAN DUASI Câbir radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kim ezanı işittiği zaman: Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın rabbi Allahım! Muhammed'e vesîleyi ve fazîleti ver. Onu, kendisine vaadettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır, diye dua ederse, kıyamet gününde o kimseye şefâatim vâcip olur.” arasında fasıktır. Namaz kılıncaya veya ölünceye kadar Okunuşu: "Allahumme Rebbe hazihi'dda'veti't-tamme. Vesselatil kâimeti ati Muhammedenil vesilete vel fazilete vebashu makamen Mahmudenillezi veadteh. İnneke lâ tühlifü'lmîâd” Buhârî, Ezân 8, Tefsîru sûre(17), 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 37; hapsedilir ve dövülür. Tirmizî, Mevâkît 43; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4 itilaflıdır. Hanefîlere Göre; namazı kılmayan Mâlikîlere Göre; vaktin sonuna kadar beklenir, bu müddet zarfında kılarsa serbest bırakılır, kılmazsa ceza olarak (kafir sayarak) öldürülür. Şâfiîlere Göre; vaktin sonuna kadar beklenir, sonra tövbeye davet edilir. Tövbe edip namazını kılarsa, serbest bırakılır. Aksi halde ceza olarak öldürülür. Öğleyi ve ikindiyi terkten dolayı güneş batıncaya kadar, akşam ve yatsıyı Sa'd İbni Ebî Vakkas radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Kim müezzini işittiği zaman: Tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik ederim. Rab olarak Allah'tan, resûl olarak Muhammed'den, din olarak İslam'dan razı oldum, derse, o kimsenin günahları bağışlanır." (Müslim, Salât 13. Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 42; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4) terkten fecir, sabahı terkten dolayı da güneş doğuncaya kadar ceza tatbik edilmez. Ancak kendisinden namazı vaktinde eda etmesini AYIN İLGİNÇ VE İBRETLİK SÖZÜ istemek şarttır. Hanbelîlere Göre; namazı tembellik göstererek terk eden kimseyi devlet başkanı veya naibi namazı kılmaya davet eder. Eğer sonra ki namazın vakti daralıncaya kadar kılmazsa katli vaciptir. Fakat üç gün kendisi tövbeye davet edilmedikçe ceza infaz edilmez. Mezheplerin her birinin görüşlerini dayandırdıkları akli nakli deliller vardır. Burhan "Seni rahmet, saygı, minnetle, en derin dostluk hislerimle, en sıcak gözyaşlarımla anıyorum. Mekânın cennet olsun! Yüce Allah’ım bu ülkeyi Avni Anıllarsız bırakmasın. Cenabı Hak ve Hz. Peygamber seni alnından öpecektir. Keşke bütün faniler senin bıraktığın seslerin birazını olsun bırakabilseydi… Uçuşun mübarek, makamın Firdevs olsun, aziz üstadım! " Yaşar Nuri ÖZTÜRK Bestekar Avni anıl için 67 Otuzdört Kültür Ömer Faruk TOKAT "Varlığın anlamına, Eşyanın hakikatine, köklerimize" RIHLE DERGİSİ Rıhle Dergisi Adını, ilim öğrenmek amacıyla çıkılan yolculuklardan alan "Rıhle", kendi zamanında Selef-i Salihin'in yolculuklarının izini sürmek amacıyla yola çıkmış bir dergi. Çekirdeğini Dâru'l-Hikme (Bilgi ve Hikmet Evi İlim Araştırma Kültür Derneği) kadrosunun oluşturduğu Rıhle, bir "ilim, kültür ve medeniyet dergisi" sıfatıyla, varisi bulunduğumuz muazzam ilim ve edep mirasının sadık bir öğrencisi olarak, modern zamanların "rıhle"sinin, ait olduğumuz değerlerin idrak ve ihyası istikametinde gerçekleştirilmesi gerektiği tesbitinden hareket ediyor. İlk sayısında dosya konusu olarak din-değişim meselesi ele alınmış. Bu konu etrafında müstakil makaleler yanında yurt içinden ve dışından ilim adamlarıyla yapılmış bir soruşturma yer alıyor. İlk yazı Muhammed Zâhid el-Kevserî'nin Makâlât'ından seçilmiş "Din ve Fıkıh" başlıklı makale. Dr. Ebubekir Sifil, Talha Hakan Alp, Dr. Serdar Demirel, Murat Hafızoğlu, Dr. Nu'man Cağîm dosya konu- 68 suna müstakil makalelerle katkıda bulunan simler. Soruşturma kısmında Prof. Dr. Orhan Çeker, Prof. Dr. Cevat Akşit, Prof. Dr. Vehbe ez-Zuhayli, Prof. Dr. Tahsin Görgün, Prof. Dr. Ekrem Ekinci, Dr. Selman Nedvi ve İsmail Çetin hocaefendinin görüşleri yer alıyor. Ayrıca M. Fatih Kaya, Doç. Dr. Bedri Gencer, Dr. Ebubekir Sifil, Murat Türker ve Murat Hafızoğlu'nun serbest araştırma yazıları derginin ilmî yanını ön plana çıkarıyor. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi müdürü Emir Eş'le kitap tadında bir söyleşinin de yer aldığı dergiye kendine özgü karakterini veren kısımlar arasında, yakın geçmişin odak isimleri arasında yaşanmış ilgi çekici buluşmalara tanıklık eden Tezâkir; diğer değerlerle birlikte yok olmaya yüz tutan bediî zevklerimizin ve estetik anlayışımızın yansıtıldığı Bediiyât ve Doğu'da ve Batı'da yapılmış ilmî çalışmalardan haberdar olmamızı sağlayan Kitabiyât dikkat çekiyor. Burhan Rıhle'ye, çıktığı bu kutlu yolculuğun uzun soluklu olması temennisiyle başarılar diliyoruz. Modern zamanlarda İslam coğrafyasında yaşanan derin kimlik krizinin sebebi, ilim mirasımızla, kültürel birikimimizle ve medeniyet değerlerimizle irtibatımızın koparılmış olmasıdır. Yaşadığımız zihnî ve kalbî travmanın, ancak bu irtibatın tesisiyle aşılabileceğini düşünüyoruz. Merkezinde Darulhikme kadrosunun bulunduğu ve genel yayın yönetmenliğini Dr. Ebubekir Sifil'in üstlendiği Rıhle dergisi, Ehl-i Sünnet istikametindeki bu kutlu yolculuğunda sizi yol arkadaşlığına çağırıyor. Üç ayda bir yayımlanacak olan ve "Varlığın anlamına, eşyanın hakikatine, köklerimize" sloganıyla yola çıkan derginin ilk sayısındaki bazı yazılar: • Makâlâtu'l-Kevserî'den: Din ve Fıkıh • : Akaid-Fıkıh İlişkisi • : Fıkhın Kaynakları • : Eski Zamanlarda İlim Yolculukları • : Makasıd Fıkhının mahiyeti • : Ahkâmda Değişim • Bütünsel Bilginin Peşinde Hikmet • İllet ve Maslahat Açısından İctihad • Soruşturma • Söyleşi : Süleymaniye Kütüphanesi • Tezâkir : Büyük Yürüyüşler “Şeyh Senusi” • Bediiyât • Kitâbiyât • Prof. Dr. Cevat Akşit, Hakan Talha Alp, Dr. Nu'man Cağîm, Prof. Dr. Orhan Çeker, İsmail Çetin, Dr. Serdar Demirel, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Doç. Dr. Bedri Gencer, Prof. Dr. Tahsin Görgün, Burhan Rıza Görüş, Murat Hafızoğlu, M. Fatih Kaya, Turan Kışlakçı, Selman en-Nedvî, Dr. Ebubekir Sifil, Murat Türker, Prof. Dr. Vehbe ez-Zuhaylî İrtibat: Rihle Dergisi: Hüsambey Mh. İtafiye Cd. Refah Sk. No: 1 Kat 2. Fatih İstanbul Tel: 0212 631 24 43 – 531 50 30 Fax: 0212 532 11 34 e-posta: [email protected] website: www.rihledergisi.com 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] BİLMECELER 1- Mavi atlas iğne batmaz Makas kesmez terzi biçmez 2- Su üstünde ıslanmaz yere düşer paslanmaz 3- Ufacık sandık içine un bastık 4- Ateş olmayan yerde ne olmaz? 5- İlk Türk bayrağını kim dikmiştir? Cevaplar : 1- Gökyüzü 2- Güneş 3- İğde 4- İtfaiye 5 Terzi Enes bin Mâlik anlatıyor: "Adamın biri Peygamber Efendimize geldi ve şöyle dedi: "Ben cihada çıkmak istiyorum, fakat gücüm yetmiyor." "Anne babandan hayatta kalan var mı?" "Evet, annem vardır." "Git annene hizmet et ve gönlünü al. Böyle yaparsan hem ANNE Sevgin bir başkadır içimde anne Her yerde anar yanarım anne Sevgiyi sende buldum anne Özlem, şefkat, merhamet sendedir anne İçimde bir başkadır senin yerin anne Kederde ve sevinçte yarensin anne Hayat bir başka tatlıdır seninle anne Kanat geren, aman diyen sensin anne Kelimeler seni anlatmaya yetmiyor anne Sevgin ancak hissedilerek anlaşılır anne Senin kadar bizde yansak denizi ateş alır anne Aman diyen,y avrum diyen sensin anne Sen ancak bizim için yaşarsın anne Karşılık beklemez, her şeyi verirsin anne Keşke insan kıymet bilse anne Umut veren, his veren sensin anne hac, hem umre, hem de cihat Ali Koç sevabını kazanırsın. 70 Burhan ANNE BABAMIZA KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ Aile, toplumu oluşturan en küçük birim, ilk eğitim yuvasıdır. İnsan konuşmayı, yemeyi, yürümeyi, imanı, ibadeti… ilk ailede öğrenir. Çocuklar büyüyene kadar beslenme ve bakımı anne baba tarafından sağlanır. Dolayısı ile anne babaların evlatları üzerinde çok hakları vardır. Allah (c.c) anne babalara bakın nasıl davranmamızı istiyor: “Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle”. * Bu ayeti kerime anne babamıza karşı davranışlarımızda bize ölçü olmalı. Değil onları üzmek “öf” bile dememeliyiz. * İsra suresi 23 ANNE BABAYA DUA Anne babamıza sık sık şöyle dua etmeliyiz: .. "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge." * * İsra suresi 24 ANNE VE BABAYA KARŞI Fıkra DAVRANIŞLARIMIZDA DİKKAT ETMEMİZ Bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği GEREKEN HUSUSLAR çalınmış. Can sıkıntısı içinde durumu * Anne ve babaya nezaketle ve saygı dolu bir dille hitap etmeli. komşularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış. Birisi : * Bütün işlerde onların fikirlerine danışmalı (istişare edilmeli). -Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın sanki? Bir başkası: * Onları sevindirecek işlerde bulunmalı ve memnun -Evine hırsız giriyor da senin nasıl kalacakları işler yapmalı. haberin olmuyor? diye konuşmuş. Bir * Karşılarında yüksek sesle konuşmamalı. diğeri de : * Konuşurlarken dinlemeli, sözlerini kesmemeli. -Hocam demiş, kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine * Sofrada onlardan önce yemeğe başlamamalı. sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın * Anne ve baba huzurunda ayakları uzatmamalı, bile yok. Nerden baksan dökülüyor. derli toplu oturmalı. Hoca kızmış: -Yahu demiş, iyi güzel de kabahatin * Çağırdıkları zaman edeple "Buyur" deyip, hemen hepsi benim mi? Hırsızın hiç mi suçu yanlarına gitmeli. yok? Burhan 71 Hz.Pîr Ahmed Er-Rufai Hazretlerinin Salavât-ı Hamsesi