Burhan 29:Burhan.qxd

advertisement
TEMSİLCİLERİMİZ
Avrupa Koordinatörü
Fatih YILDIRIMTEPE
00316 248 769 56
[email protected]
ANTALYA
Aydın ÇAKIR
0505 828 4970
KAYSERİ
Hicabi ZEYBEK
0352 221 4606
0533 591 9242
BAYBURT
Gürbüz IŞIK - Fransa
0033688870254
İSTANBUL
Emre KABAN - Avcılar
0532 784 8069
Enver GENCER - Bağcılar
0535 232 3729
KONYA
Burak KUTLU
0458 211 7010
0535 440 7554
BURSA
Muhsin DEMİR - İnegöl
0532 734 9769
DÜZCE
Fikret ALTUN - Fatih
0212 455 7187
0535 292 4530
M. Zeki İMAMOĞLU Kağıthane
0533 462 6496
Süleyman UĞURLU - Maltepe
0535 873 7166
Yusuf CİLAN - Pendik
0537 326 2065
Ahmet ÇARDAK
0533 496 3155
İsmail YİĞİT
0555 746 3716
KÜTAHYA
Abdurrahim ÇAKIR
0544 641 2389
MUŞ
İbrahim ÖNVER
0535 327 8454
ERZURUM
SİVAS
Emre HANCIGAZ
0536 293 0760
Ekrem KARAKAYA
0542 394 37 25
HATAY
Yaşar CANPOLAT - Payas
0539 934 6670
Ali ÖZTAŞ - Suşehri
0346 311 3602
TEKİRDAĞ
İsrafil AKA - Samandıra
0536 440 4325
Asim AYDOĞDU - Sultanbeyli
0538 233 5000
Hasan İRKİLMEZ - Şirinevler
0555 226 3284
İZMİT - KOCAELİ
Hüseyin SEVİNÇ
0535 983 9835
Mecnun AKDENİZ
0537 321 3567
TRABZON
Burhanettin ÇALGAN Gölcük
0532 774 3692
Ekrem AY
0462 325 3839
4
içindekiler
İslami
Şahsiyet
İslâmî Şahsiyet Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
4
Şahsiyetli Bir Müslümanın Özellikleri 1 Kamil ABDULLAHOĞLU
6
Hz. Peygamber’in İnşa Ettiği Müslüman Şahsiyeti
Arş. Gör. Abdulvahap ÖZSOY
8
Şahsiyet Kazandırmanın Süreci Hüseyin SELAMCI
10
Müslüman Şahsiyeti Ramazan Çakır
14
“Şahsiyetli Müslüman” Üzerine
Prof.Dr. Osman ÖZTÜRK ile Söyleşi
16
Fıkıh Mehmet Talu
20
Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.)
23
16
Prof.Dr.
Osman
ÖZTÜRK
ile Söyleşi
26
Gazze’li
Emced
Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 12
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
24
Gazze’li Emced Metin ÜNLÜ
26
Yeniden Dirilişi Uzak Görenlere Verilen Cevap
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
28
Şiir
31
Allah Dostları Abdullah ÇAKIR
32
Yol Kandilleri Ersan BİLGİN
36
Ecel Ensende Halil Atik
40
İslamî Araştırmaların Yolu Nerden Geçer? Ömer Faruk TOKAT
42
Satırlık Hakikatler Yahya MACİT
45
Hayalle Başlar Her şey Hasan BAŞAR
46
42
İslamî
Araştırmaların
Yolu
Nerden Geçer
54
Ene
ve
Şehir
‘Kader İnancı’ Üzerine Okumalar
Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK Murtaza ALKlŞ
48
Şiir
53
Ene ve Şehir Mehmet DEMİRCİ
54
Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL
56
Müminler Arasında Dayanışma Ruhu Osman KARABULUTOĞLU
58
Yılbaşı Furkan TOK
60
Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU
64
Burhan Çocuk Musa KARACA
66
60
Yılbaşı
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 29
Şubat 2008
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
MÜESSESE MÜDÜRÜ
Osman MERT
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
İhsan AKTAŞ
Mustafa ÖZKAYA
Semi HAFIZOĞLU
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik
yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan
kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu
reklam verene aittir.
editörden
Müslüman ismini bizlere rabbimiz “sizi Müslüman olarak
isimlendirdim” diyerek verdi. Dini Mübini İslam’ı ise bizlere
“tamamlanmış nimeti” olarak verdi. Biz O’nun verdiği din ve onun
verdiği isimle boyandık. “Şüphesiz Allah’ın boyasından daha güzel
boya yoktur.”
Mükemmel ve tamamlanmış bir dinin mensupları olarak o dine
en iyi şekilde layık olmalıyız. Şahsiyetimizi oluşturan temel renkleri o
dinin aslı kaynaklarından almalıyız. Yani bizler Müslümanlar olarak
Kur’an ve sünnetin şekillendirdiği, olaylara bakışını Kur’an ve sünneten
alan, her şeyi ile İslâmî birer şahsiyetler olmalıyız.
Müslüman, en mükemmel insandır. Müslüman, örnek, ideal bir
şahsiyettir. Müslüman, ahlakı, karakteri, duruşu, vakarıyla tartışılmaz
bir kişiliktir. Müslüman bir toplumun güven unsurudur. Müslüman
zalimin hasmı, mazlumun dostudur. Müslüman’ın kişiliğinde
kuyrukçuluk, dünya için yaltaklık, menfaat için takla atmak yoktur.
Müslüman azizdir. Müslüman kimliğini bilir ve o kimliğin şerefini en
aziz bilir. Kimliğine leke sürmez.
Örnek nesil dediğimiz vahyin şekillendirdiği Ashab-ı Kiram
efendilerimizden bu güne geldiğimizde Müslümanlar olarak gerçekten
birer İslâmî şahsiyet olgunluğunu taşıyabiliyor muyuz? Kendimizi
Kur’an ve Sünnet ölçüsüne vurduğumuzda nerede duruyoruz, ne
kadar kişiliğimiz İslâmî ve üzerimizdeki mesuliyeti müdrik miyiz?
“Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların selamette olduğu
kişidir” nebevî buyruğuna göre ahlakî kişiliğimiz hangi noktadadır.
İslam’ın temel değerlerinden “dönüştürülmeye” çalıştırıldığımız bu
modern zamanda İslam diye görüp baktığımız ve bize İslam adına
sunulan şeyler ne kadar İslâmî’dir? İnandıklarımız ve yapmaya
çalıştıklarımız gerçekten İslam’ın neresinde duruyor? İşte bu ve buna
benzer soruların cevaplarını değerli kalemlerin yazılarından dosya
olarak dergimizde bulacaksınız.
Dergimizde gelişmeler devam ediyor. Önümüzdeki ay inşallah
yeni yazarlar aramıza katılacaklar. Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki
aranan ve özlenen bir dergi olduk. Biz üzerimize düşeni en iyi şekilde
yerine getirmeye gayret ediyoruz. Sizden de okurlar olarak ricamız
abone kampanyamıza gösterdiğiniz ilginin bu ayda devem etmesi ve
elinizden geldiğince “bir kişiden ne olur” demeden eş dost ve
yakınlarınızı dergimizle tanıştırmanız.
Bizlerden esirgemediğiniz ilgi ve dualarınızın artarak devam
etmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
Yirmidokuz
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
İslâmî Şahsiyet
Sahâbe-i Kirâm efendilerimizden Süfyân b.
Abdillah es-Sakafî (r.a.), Hz. Peygamber efendimizle ilgili bir hâtırasının şöyle anlatıyor: “Bir gün,
Hz. Peygamber’in huzuruna geldim ve şöyle bir istirhamda bulundum:
“-Ey Allah’ın elçisi! Bana, sarılıp yapışacağım
bir hakikati söyler misiniz?” Bu isteğim üzerine Hz.
Peygamber şöyle buyurdu:
“-Rabbim Allah’dır.” de, sonra da yaşamakla emrolunduğun İslâmî düsturlara göre
hayatını düzenleyerek dosdoğru ol.” (Tirmizî, Zühd
61.)
Bu güzel açıklamayı dinledikten sonra huzurlarından ayrılmadan Hz Peygamber’e şöyle bir
soru sordum:
“-Ey Allah’ın elçisi! Allah’ın azabına uğratılabileceğim endişesi ile benim için en fazla korktuğunuz şey nedir?
Hz. Peygamber, bu sorumu cevaplandırmak
için dilinin ucunu tuttu ve sonra da şöyle buyurdu:
“-İşte budur.”
4
Allah’ın yarattığı insan, O’nun koyduğu tek ve
yegâne nizâm olan İslâm’la gerçek şahsiyetini
bulur, kimlik ve kişilik sahibi olur. Gerçek kişiliğini
İslâm’la kazanan Müslümanlar bu kimliklerini İslâm’la korumalıdırlar. Yani, İslamî şahsiyeti kazanmak yetmiyor, esas olan onu korumaktır. Hz.
Peygamber, soruyu soran Süfyân’ın şahsında
bütün ümmete bir mesaj sunmakta ve şahsiyetin
hem kazanılmasının hem de korunmasının yolunu
öğretmektedir. O da, “Rabbim Allah’tır.” dedikten
sonra “dosdoğru olmak” ve bir de “ağızdaki dile
sahip olmaktır.”
Zamanımız Müslümanlarının en büyük problemi kimlik problemidir. Şahsiyetini kazanamamış,
bir türlü kendisi olamamış, özüne yabancı ve özenti
içerisindeki marka Müslümanlarından nedir çektiğimiz? Ne zamana kadar daha çekeceğiz bunlardan. Kendisini İslâm’a değil de çağın şartlarına
uymaya uyarlamış, özenti içerisindeki bu kimliksiz
Müslümanlar, kendilerine zarar vermekle kalmıyorlar; çevrelerindeki birçok kişiye de kötü örnek
oluyorlar. Halbuki, sık sık Yüce Allah’ın sözlerine
ve O’nun elçisinin sözlerine kulak verseler bu kötü
duruma düşmezler. Şimdi biz, Asr-ı saâdet’e gidelim ve hep birlikte Hz. Peygamber’e kulak verelim:
Burhan
Bir gün, Hz. Peygamber ile Ebû Zer birlikte oturuyorlar ve aralarında şu konuşmalar geçiyor. Olayı
Hz. Ebû Zer şöyle anlatıyor:
“Allah’ın elçisinden şöyle bir istirhamda bulundum:
“-Ey Allah’ın elçisi, bana biraz öğüt verir misiniz?” Hz. Peygamber, benim bu talebime şöyle karşılık verdi:
“-Ey Ebû Zer! Sana, Allah’ın emirleri ve yasaklarına uyarak yaşamanı tavsiye ederim. Zirâ,
böylesine takvâ üzerinde yaşamak senin bütün
işlerini güzelleştirir.”
“-Benim için öğütlerinizi biraz artırır mısınız?
Yâ Rasûlallah.” dedim. O da, şöyle devam etti:
“- Devamlı Kur’an oku ve Allah’ı çokça zikret, hatırla. Zirâ, Kur’an okuyup Allah’ı hatırlaman, senin göklerde yücelmene ve yer yüzünde
nurlanmana sebep olur.”
“-Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder
misiniz?” dedim; şöyle devam etti:
“-Çok az konuşmaya bak. Zîrâ az konuşmak Şeytan’ı başından kovman ve ciddî bir
Müslüman olarak yaşaman konusunda sana
yardımcıdır.”
“-Yâ Rasûlallah, biraz daha öğüt verir misiniz?” dedim; O da şunları ilâve etti:
haydin, hep birlikte, bulunduğumuz yerlerde, İslâmî
şahsiyeti kazanmış ve korumaya azimli, kararlı
Müslümanlar olalım. İnanın ki, kurtuluşumuz buna
bağlıdır.
Şahsiyet, Arapça bir kelimedir. Bu kelimeyi
Türkçeye “kimlik, kişilik” olarak tercüme edebiliriz.
“Yüksek olmak, cismi iri olmak, görünmek, belli
olmak…” manalarına gelen bu kelimeyi biz, daha
çok kimlikli ve kişilikli insanları ifâde etmek için kullanırız. İslâmî şahsiyet derken de, Müslüman bir kişide görmek istediğimiz ağırlığı, olgunluğu ve
dolgunluğu kastederiz. Evet, Müslüman bir kişi
olgun, dolgun, ağır ve efendi olmalıdır. Onun üzerinde, imânın ve amelin verdiği güzellik görülmelidir. Olayların verdiği sıkıntılara karşı direnmesini
bilmeli, kendisini her durumda izhâr etmeli, yani ortaya çıkmalıdır. İslâmî şahsiyeti kazanmış bir Müslüman, hiçbir zaman gizlenmez; arazi olmaz. Onun
boyu uzun ve cüssesi büyüktür, her yerden görünür; İslâm’ın her derdine koşar. O, korkmaz; çünkü
bir insanın elde edebileceği en kıymetli değer olan
îmân, onun kalbinde yer etmiştir. O, İslâm’ın dar
günlerinin adamıdır. İslâm üzerinden menfaat
temin etmez, kendinde olanı İslâm için harcar. Şöh-
“-Ey Ebû Zer, çok gülmekten sakın, çünkü
çok gülmek kalbin mânevî hayatını öldürür ve
bir de yüzünün nûrunu giderir.”
“-Ey Allah’ın elçisi! Benim için biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim, şöyle dedi:
“-Ebû Zer! Nefsin için acı da olsa doğruyu
söyle ve bir de Allah’ın emirleri ve yasakları
doğrultusunda yaşarken kınayanın kınamasından korkma.”
“- Ey Allah’ın elçisi! Son bir nasîhat daha istiyorum.” dedim. Hz. Peygamber de, son olarak şu
nasîhatı yaptı:
“-İnsanların kusurları ile meşgul olma; kendi
kusurlarına bak ve devamlı onları düzeltmeye
çalış.”
Her taraftan günahlarla kuşatıldığımız bu zamanda, böyle bir nasîhata ne kadar da muhtacız,
değil mi? Ebû Zer’den Allah razı olsun. Allah razı
olsun ki, sormuş ve Hz Peygamberi konuşturmuş;
dinlediklerini de ezberlemiş ve kendinden sonrakilere nakletmiş. Hz. Peygamberin bu nasîhatlerine
dikkat ettiyseniz, hepsi de kimlik ve kişiliğimizin inşâsı için gerekli nasîhatlerdir. Bize düşen, dinlemek, kulak vermek ve gereğini yapmaktır. Öyle ise
Burhan
ret budalası değildir, isminin ön plana çıkmasını istemez;
onun
için
önemli
olan
dâvâsının
yürümesidir.
İslâmî şahsiyeti kazanmış bir Müslüman izzetlidir, İslâm düşmanlarına boyun eğmez. Onlardan gelebilecek küçük bir menfaat için dînini,
îmânını satmaz. Müslüman kardeşini ve dâvâ arkadaşını da satmaz. Din düşmanlarının baskılarına
boyun eğerek dînini tağyîr ve tahrîf de etmez. İnandığı gibi yaşar ve yaşadığı gibi inanır. O, demirden
bir leblebidir; onu yemek isteyenlerin dişleri kırılır,
kendini yedirmez kimseye. Omuzların üzerinde birçok başların, her başta birkaç yüzün bulunduğu bu
dönemde, İslâmî şahsiyeti kazanmış kişilerin bir
tek başı ve bir yüzü vardır. Onlar, oldukları gibi görünür ve göründükleri gibi olurlar. Bu asırda bize
de, İslâm’a ve kendine sahip olan işte böylesi Müslümanlar lazım. İnşâallah, siz de böylesinizdir, diye
umut ediyor ve seviniyorum. Lütfen, benim sevincimi boşa çıkarmayın.
5
Yirmidokuz
Kamil ABDULLAHOĞLU
Şahsiyetli Bir Müslümanın Özellikleri 1
İnsanı yücelten iman ve onun eseri olan güzel
davranışlardır. Güzellik olgusu inanç çevre ve yetişme şartlarına göre değişir. Yanı her topluma göre
değişken olabilecek olan bu kavramın asıl banisi
Yüce Rabbimizdir. Vahiyle gönderilen peygamberler
getirdikleri dinlerde iyi ve kötü (helal- haram)nün
neler olduğunun belirtmişlerdir. İyi bir insan olabilmenin özelliklerini de Rabbimizin Yüce Kitabında
vasfettiği özelliklerle tanıma fırsatını elde ederiz. Hz.
Aişe validemizin(r.a.) Efendimiz (s.a.v.)in ahlakını anlatırken “Onun ahlakı Kur’an dı”1 ifadesi de yüce
vasıflara sahip olacak bir insanın vahiyle beslenerek
olgunlaşması gerektiğini vurgulamaktadır. Şahsiyetli
bir Mü’min’in vasıflarını şöylece özetleyebiliriz:
lendir. Bir ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır ve
Allah, her şeye gücü yetendir. Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten
açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı
anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin
derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz!
Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz.
Bizi cehennem azabından koru!”2
MÜSLÜMAN HER AN UYANIKTIR:
Sadık Müslüman, mutlaka Allah’ın her emrine
itaat eden mütevazi. Haddini bilen, hoşuna gitmese
de Allah’ın her emrine uyan kimsedir. Müslüman’ın
imanının kalitesini gösteren ölçü Allah ve Resulünün
emirlerine korkmadan, çekinmeden, istisnasız boyun
eğip itaat etmesidir. “Hayır; Rab’ine and olsun ki,
aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin
edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.”3 Bir hadiste de Efendimiz (s.a.v.):
“Arzusunu benim getirdiğime tabi kılmayan
(tam) iman etmiş olamaz”4 Her bir Müslüman Allah
ve Resulünün hükmüne mutlaka itaat etmeli ve tam
bir teslimiyet göstermelidir. Bu iki husus gerçekleş-
Bir Müslüman’ın şahsiyetini bulabilmesi için
öncelikle Rabbisi ile olan diyalogunun iyi olması gerekir. Bunun ilk aşaması elbette O’na şek ve şüphe
duymadan iman etmesi, O’nunla olan bağının kuvvetli olması, O’nu daima zikredip, O’na tevekkül ederek her türlü tedbiri aldıktan sonra, O’ndan yardım
istemesi ve ne kadar gayret sarf ederse etsin, ne
kadar tedbir alırsa alsın daima Allah’ın yardım ve
desteğine muhtaç olduğunu hissetmesi gerekir.
Sadık bir Müslüman; kalbi uyanık, basireti açık, Allah’ın kâinatta yaratıklarının mükemmelliğini gören
ve kâinat O’nun hükümranlığı ile idare edildiğini bi6
MÜSLÜMAN
RABBİNİN HER EMRİNE UYAR:
Burhan
meden gerçek bir iman olamayacağı gibi sadık bir
Müslüman da olunamaz.5
İDARESİ ALTINDAKİLERİN
MESULİYETİNİ HİSSEDER:
Her bir insan toplumda yöneten ve yönetilendir.
Toplumun en küçük yapısını oluşturan ailedir. Müslüman aile fertlerinden her birini düşecekleri yanlışlara karşı koruyan, uyaran, Allah ve Resulüne karşı
itaat edecek donanımda yetiştiren ve bu husustaki
mesuliyetini hissedendir. Bir hadiste: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden (emriniz altındakilerden) mesulsünüz.”6 Bu sorumluluk sadık bir
Müslüman’ın rahatını kaçırır ve yapması gerekenleri
yapma hususunda gecesini gündüzüne katarak gayret gösterir. Acaba Müslüman toplumun idaresini
elinde bulunduranlar bu mesuliyeti ne kadar hissediyorlar.
ALLAH’IN
KAZA VE KADERİNE RAZIDIR:
Müslüman dünyaya imtihan için geldiğini bilir
ve Allah’ın kaza ve kaderine razı olur. Zira Müslüman
bilir ki başına gelenlere sabretmenin mutlaka karşılığı vardır. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa
değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır.
Sevinecek olsa şükreder; bu onun için hayır olur.
Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da
onun için hayır olur.”7
Her bir Müslüman tüm kalbiyle İlahi kaza ve
kadere imanın, dinin bir rüknü olduğuna, bu dünyada
vuku bulacak hiçbir şeye engel olunamayacağına,
zira Allah’ın onu takdir ettiğine inanır.
“Kim kadere inanırsa gam ve kederden
emin olur” kaidesi müminin halini özetlemektedir.
Ayrıca sadık mümin Allah’ın kazasına rıza göstermenin kendisine sevap kazandıracağına ve kendisinin böylelikle kurtuluşa eren kullardan olacağına
inanır.
TÖVBEKÂRDIR:
Zaman zaman Müslüman’a gaflet çöker,
itaatkar ve basiretli bir mümine yakışmayan
davranışlarda bulunur ve hata yapabilir. Ancak
hemen hatasını görür ve gafletten silkinerek tövbe
eder. Bir ayette rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “AlBurhan
lah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve
hemen gerçeği görürler.”8
Allah sevgisi ve korkusuyla yoğrulmuş bir
kalpte gaflet görülmez. Fakat Allah’ın emir ve yolundan yüz çevirenlerin kalbinde gaflet görülür. Sadık
Müslüman’ın kalbi daima tövbe, istiğfar ve pişmanlığa açıktır. Daima hidayet, takva ve rızaya varmış
olmanın hazzını yaşar.9
FARZLARI
TİTİZLİKLE YERİNE GETİRİR:
Müslüman’ın asıl gayesi Allah’ın rızasına vasıl
olmaktır. Sadık bir mümin Allah’ın rızasını her şeyin
üstünde tutar ve yaptığı her işte O’nun hoşnutluğunu
arar. Müslüman’ı Allah Tealaya yaklaştıran en önemli
amel farzların ikamesidir. Sadık bir mümin beş vakit
namazı zamanında cemaati aksatmadan yerine getirir. Çünkü namaz dinin direğidir, namazını kılan
dinini ikame etmiş, terk eden ise dinini yıkmış olur.
İbn Mes’ud (r.a) Allah Resulü (s.a.v)e “Allah’ın en çok
sevdiği amel hangisidir?” diye sordum; şöyle
buyurdu: “Vaktinde kılınan namaz” “Sonra hangisi”
“Anana babaya iyilik yapmak.” “Sonra hangisi?”
“Allah yolunda savaşmak” buyurdu.10 Namaz
amellerin en üstünüdür. Çünkü o, kul ile Rabbi
arasındaki bağdır. İnsan namazda hayat meşgalelerinden sıyrılarak bütün varlığıyla Allah’a yönelir
ve O’ndan, hidayet, yardım, güç ve kendisini sıratı
müstakim üzerinde sabit kılmasını diler.
Namazın, amellerin en efdalı olması pek tabiidir. Çünkü namaz, Müslüman’ın takvasının
kuvvetlendiği bir kaynak ve hatalarının yıkandığı
temiz bir su kaynağıdır.11 Bir hadiste Efendimiz
(s.a.v.) Şöyle buyurmuştur: “Ne dersiniz? Birinizin
kapısının önünde bir nehir olsa da, o kimse her
gün bu nehirde beş defa yıkansa, kirinden bir
şey kalır mı? Sahabeler: O kimsenin kirinden hiçbir
şey kalmaz, dediler. Resul-i Ekrem: “Beş vakit
namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok eder.”12
Sadık mümin diğer farzları da aynı titizlilikle
yerine getirerek yüce makamlara ulaşmayı hak edecek duruma gelir. Rabbim rızasına uygun amellerde
bulunmayı hak yolcularına nasip eylesin “Amin”.
Not: Devam edecek.
1 - Riyazu’s-Salihin (Ter ve şerh- Yaşar kandemir ve Heyet), 7/519, 2 - Al-i
İmran, 189-190-191, 3 - Nisa, 65, 4 - Nevevi, 40 hadis, 5 - Prof. Dr. M. Ali
HAŞİMİ, Müslüman Şahsiyeti, (ter. Resul Tosun), 16, 6 - Nevevi, Riyazu’s- Salihin, hadis No:285, 7 - Nevevi, Riyazu’s-Salihin, Hd. No: 28, 8 - A’raf, 201, 9 Müslüman Şahsiyeti, 18, 10- Buhari, Müslim, Cemu’l-Fevaid, 1/146, 11 Müslüman Şahsiyeti, 20, 12- Buhari ve diğerleri, Riyazu’s-Salihin, Hd. No: 1044
7
Yirmidokuz
Arş. Gör. Abdulvahap ÖZSOY
Hz. Peygamber’in İnşa Ettiği
MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ
Hz. Peygamber (s.a.v.) cahiliye diye adlandı-
insanın şahsiyetini oluşturan temel unsur kıyamete
rılan karanlık bir dönemde, diğer bir ifade ile in-
kadar “adam gibi adam” olma ölçüsü olmuştur. Bu
sanlık değerlerinin dibe vurduğu bir dönemde
esaslar şöyle kuş bakışı olarak ele alındığında de-
insanlık alemine gönderilmiş ve bütün insanlığa en
rinlemesine ve genişlemesine olmak üzere iki bo-
güzel örnek olmak suretiyle bir hidayet güneşi gibi
yutunun olduğu görülmektedir.
kendi çağını ve çağlar ötesini ta kıyamete kadar
aydınlatmıştır. İnsanlığın dibe vurduğu bu cehalet
asrında yetişmiş cahil, kaba, egoist insanlar yıldızlar misali zirve şahsiyetlere dönüşerek Ashab-ı
Kirâm namıyla kıyamete kadar kendilerine uyulan
şahsiyetler oluvermişlerdir. İşte bu durum Hz. Peygamber’in Mekke döneminde Daru’l-Erkâm denilen İslam müessese tarihinin ilk mektebinde,
Medine’de ise Mescid-i Nebevi’de bizzat kendi
eliyle onların hamurlarını yoğurması, onlara İslami
bir şahsiyet kazandırmasıyla olmuştur.
Diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’in (s.a.v.)ortaya koyduğu şahsiyet profili ferdi açıdan mistik,
uhrevi bu dünyada yolcu, garip, yabancı gibi dolaşan ve her an için bineceği ahret otobüsü kalkacakmış gibi bir halet-i ruhiye içinde olan bir
şahsiyettir. Toplumsal açıdan ise, dünya denilen bu
alem hiç yok olmayacakmış gibi toplumun felahı ve
dünyanın imarı için çalışan, durmadan insanlığa
hizmet eden bir insan modelidir bu. Meşhur ifadesiyle söylemek gerekirse ferdi planda yarın ölecekmiş
Hz. Peygamber (s.a.v.)ashabını eğitirken,
gibi,
toplumsal
planda
ise
hiç
ölmeyecekmiş gibi davranan bir şahsiyet.
yaptığı bu işin kıyamete kadar gelen bütün insanlığın kurtuluş reçetesi olduğu bilinciyle çağlar üstü
Hz. Peygamber’in (s.a.v.)bizlere ashabın di-
ilkeler ortaya koymuştur. O’nun üzerinde durduğu,
liyle uçurduğu “adam gibi adam olma” esasları bu
8
Burhan
iki açıdan bakılınca daha bir sistematik ve anlaşılır
namazını uzatırdı. Hz. Aişe şöyle demektedir:
olacaktır.
"Ey Allah´ın Elçisi! Neden kendini bu
O (s.a.v.) İbn Ömer nezdinde ashabına ve
tabiî ki kıyamete kadar gelecek bütün nesillere
şöyle hitab ediyordu:
kadar yoruyorsun? Oysa Allah senin geçmiş ve
gelecek hatalarını bağışlamıştır" dedim. Bana
şu cevabı verdi:
Abdullah ibn Ömer (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) benim omzumu tuttu da bana:
— "Abdullah, sen dünyâda yabancı kimse
gibi yâhud yolcu gi¬bi ol!" buyurdu.
- "Âişe! Şükreden bir kul olmayayım
mı?"(Müslim, Sıfatu’l-Munafiqin, 79-81).
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bizzat tatbik ederek ümmetine gösterdiği bu örneklik şükreden bir
kul olma hassasiyetidir.
(Mucâhid dedi ki:) İbn Ömer de:
— "(Ey mü'min!) Akşama eriştiğinde sabahı
gözleyip bekleme, sabaha eriştiğinde de akşamı gözleme (işlerini zamanında yap)! Sıh¬hatinden bir kısmını hastalık zamanına ayır,
Kısacası Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu
şahsiyet profili ferdi anlamda mistik, ibadetlerine
düşkün ve öteler insanı olmak şeklindedir.
hayâtından bir kısmını da ölümün için faydalı
kıl!" diye vasiyet ederdi (Buhari, Rikâk 3).
Meseleye sosyal açıdan bakılınca karşımıza
aktivist, feraset sahibi, diğergam, güvenilir bir top-
Böylesi bir kıvamda olan Müslüman her anını
lum adamı profili çıkmaktadır.
ganimet bilip ahiret için çalışma azminde olacaktır.
Zira bu dünya yeri geçici bir imtihan yeridir. Bunu
bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendi yaşantı-
Hz. Peygamber sılay-ı rahim denilen akraba
sında da gözlemliyoruz. Zaten Cenab-ı Hakk “Ha-
ilişkilerini dikkat eden, komşularına ve arkadaşla-
kikaten, Allah'ın Resulünde sizler için, Allah’a
rına iyi ve kötü gününde destek olan başkalarının
ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Al-
dertleriyle dertlenen toplumsal bilince sahip bir
lah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nü-
şahsiyet kazandırmaya çabalamıştır. Diğer yandan
mune vardır.(Ahzab,
ileri görüşlü, etrafında olup bitenleri algılayıp, kav-
21)”
buyurarak efendimizin
hayatının serapa örneklik numuneleriyle dolu olduğunu bildirmektedir.
Efendimiz (s.a.v.) için yemek yemek sadece
rayıp, yorumlayan ve anlamlandırabilen, feraset
sahibi, güvenilir bir dost olacak bireyler yetiştirmeye çalışmıştır. Bunu başardığını da İslam tari-
hayatını idame ettirmek için yapılması gereken bir
hindeki zirve şahsiyetlerin çokluğu ve İslam
zaruret mesabesinde olmuştur. Zevk için yemek
medeniyetinin faziletler medeniyeti diye tavsif edil-
yediği görülmemiştir. Yemek yerken bağdaş kurup
mesinden anlamaktayız.
önüne konulacak bütün şeyleri yiyecekmiş gibi bir
oturma halinden ziyade, bir kuş gibi birkaç tane alıp
kalkacak gibi, diken üstünde oturur gibi oturduğu
bildirilmektedir(Bkz. Buhari, Etime 3; Ebu Davud, Etime 16).
Sen müminleri, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede, birbirlerine şefkat
göstermede tıpkı yek bir vücut gibi görürsün;
Efendimiz (s.a.v.) gece topluma namaz kıldı-
(yani) onun bir uzvu rahatsızlansa, diğer uzuv-
rırken fazla uzatmaz ancak tek başına namaz kı-
lar uykusuzluk ve hararetle onun rahatsızlığına
larken geceleri topukları patlayıncaya kadar
ortak olurlar (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66).
Burhan
9
Yirmidokuz
Hüseyin SELAMCI
Şahsiyet Kazandırmanın Süreci
Yaratılış harikası olan insan yaşadığı dünya
şartlarında kendisine layık gördüğü rolü oynar, rolü
bittiğinde de zaten ömür sermayesini tüketmiş olduğundan, bu alemden çekip gider.
Bu rolüyle hangi oyunda oynarsa oynasın, bu
onun ruhunun çekilmiş fotoğrafları olacaktır. Oynadığı role bakıldığında, hangi ruh haline sahip olduğunu ve tekrar bir dirilişle dirildiklerinde hangi
suretle dirileceklerini anlamak pek zor olmasa gerekir.
Bu dünya hayatı şahsiyetleri ortaya koyma ve
kazandığı şahsiyete göre görevini ifade etme yurdudur. İnsanoğlu doğumdan sonraki hayatında eğitimden geçerek bir şahsiyet kazanır. Aslında eğitim
çocuklarımıza asıl kimliğini kazandırma ve nasıl bir
şahsiyete sahip olması gerektiğini öğretmek için
verilir. Bunun yanında eğitimle insana değişmeyen
prensipler aşılanır. Yani ona şahsiyetini kazanması
yönünde fırsat verilmiş olur.
Bizler Müslüman bir toplumuz. Mutlaka nesillerimize Müslüman bir şahsiyetin nasıl olması gerektiğini öğretmeliyiz. Burada iki yol takip
10
edilmelidir. Birisi kendi davranış ve eylemlerimizle
çocuğu eğitmek, yani ona iyi bir örnek olmak. İkincisi ise çocuk algılama çağına gelip genç bir delikanlı olduğunda öğretim yoluyla nasıl bir şahsiyet
olması gerektiğine karar vermesine yardımcı olmaktır.
Çocuğuna gerçek bir Müslüman şahsiyeti kazandıracak olan ailenin davranışları;
* Aile fertleri eve girişte ev halkına selam vererek, evdekilerin hatırları sorulmalı. Böylece çocuğa insanlarla diyalog kurmanın yolunun
selamdan ve hatır sormadan geçtiğinin izlenimi verilmeli.
* Aile bireyleri sofraya oturmadan önce çocuğun görebileceği şekilde ellerini yıkayacak, sofradan kalkarken de aynı hareketi sergileyerek,
peygamberimizin bir sünnetini örnek olmak suretiyle çocuğa kavratacak.
*Aile bireyleri çocuğun yanında oturuş tarzlarına dikkat ederek, edep ve terbiyeyi çocuğa tabii
bir davranış kuralı olarak benimsetmeli.
Burhan
* Aile bireyleri ev eşyalarını dikkatli bir şekilde kullanarak çocuğa tertip ve düzen hissi kazandırılma-lı.
* Lavaboya giriş ve çıkışlarda çocuğun görebileceği şekilde eller yıkanarak, temizlik anlayışı çocuğa kazandırılmalı.
* Aile bireyleri evde vakitlerinin çoğunu TV
başında geçirerek değilde, kitap okuyarak veya
araştırma yaparak çocuğa zamanı nasıl değerlendire bileceğinin yolunu öğretmeli.
* Evdeki bireyler arası hitap tarzı yapıcı ve
yumuşak olmalı. Bu da çocuğun davranış kurallarını geliştirmesine yardımcı olacaktır.
* Ev içerisinde ebeveynlerin kıyafetleri
edebe uygun olmalı ki, çocuğa edepli bir kişilik
aşılana bilsin.
* Evdeki bireyler namazlarının edasında
hassas olmalılar ki, namaz kılma çağına gelen
çocuğun namaza yatkınlığı kolay olsun.
* Evde Kur’an okumaya gayret gösterilmeli, okumasını bilen aile fertlerine az azda olsa
okutturarak, çocuğa Kur’an sevgisi aşılanmalı.
* Peygamber sevgisi, O(s.a.v)’na selatü
selam getirilerek, çocuğa öğretilmeli.
* Eve misafir geldiğinde ikramlarda bulunularak, çocuğun cömertlik duyguları açılmalı.
* Ev için alış verişlerde çocuklarla istişareye önem verilerek, onların fikir beyan etmeleri
sağlanmalı.
Bütün bu ve buna benzer kurallar aile içerisinde çocuğa şahsiyat kazandıracak davranışlardır. Biz aileler olarak istiyoruz ki çocuklarımız
şahsiyetli, ahlaklı, çalışkan ve dürüst olsunlar.
Bu istekle-rimizin yerine gelmesi için önce bizler
görevlerimizi ve sorumluluklarımızı bilerek, bunları hakkıyla yerine getirmeliyiz.
Gençlik çağına geldiğinde çocuğumuza
şahsiyet kazandırmak için yapmamız gerekenler;
Burhan
11
Gerçek Müslüman olmanın ayrıcalık bir nimet
olduğunu hatırlatmalı, bu nimetin sorumluluklarını
yerine getirmesinde onunda sorumlu olduğunu ve
bu sorumlulukların neler olduğunu ona öğreterek
yol göstermeliyiz. Bu bağlamda;
* Doğruluk üzere hareket etmesi gerektiğini,
bunun ona dünyada bir itibar ahirette ise kurtuluş
olacağını öğretmeli.
“Allah şöyle buyurur: Bu (gün), doğru
olanlara doğruluklarının fayda vereceği gündür! Onlar için, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır; (onlar) orada ebedi olarak devamlı
kalıcıdırlar. Allah onlardan razı olmuştur, (onlar
da) O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur!”(Maide-119)
* Asla yalan konuşmaması gerektiğini, yalanın münafıklık alameti olduğunu öğretmeli.
“İşte Allah’a verdikleri sözden dönmeleri
ve yalan söyleye gelmeleri sebebiyle, (Allah’ta)
akıbetlerini kendisiyle karşılaşacakları güne
kadar kalplerinde bir nifak yaptı.”(tevbe-77)
12
* Çevresiyle iyi ilişkiler kurup, iyi geçinmesiyle
onlara güven vermesi gerektiği öğretilmeli.
“Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık
etmez. (Çok küçük) bir iyilik bile olsa, onu kat
kat artırır ve tarafından büyük bir mükafat
verir.”(Nisa-40)
* Vücut azalarını haramlarla kirletmemesi gerektiğini, Allah(c.c) huzuruna kulunu temiz olarak
kabul edeceğini öğretmeli.
“(Ey Resulüm) Mü’min erkeklere ve kadınlara söyle; gözlerini (haramlardan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar.”(Nur 30-31)
* Her şeye ibret nazarıyla bakıp, onların yaratılışlarını tefekkür ederek, gönlüne hikmet damlala-rını akıtması gerektiğini yoksa bu alemden
diğer aleme bir pencerenin açılmasının zor olacağı
öğretil-meli.
“(onlar) hiç deveye bakmıyorlar mı, nasıl
yaratılmış?
-Ve göğe (bakmıyorlar mı), nasıl yükseltilBurhan
miş?
Bütün bu ve buna benzer tavsiyeler zaman
-Ve dağlara (bakmıyorlar mı), nasıl dikil-
içinde neslimizin gerçek bir şahsiyet kazanmasına
miş?
yardımcı olacaktır. Yeter ki bizler duyarsız davran-
-Ve yere (bakmıyorlar mı), nasıl yayılıp döşenmiş?” (Ğaşiye-17-18-19-20)
mayalım. Her birimiz bu nesle karşı sorumlu oldu-
* Sürekli takva sahibi ilim ehlinden nasihat
dinlemesi gerektiği, nasihatlerle insanın olgunlaşacağı öğretilmeli.
ğumuzu, onların yarınlara daha güvenle bakmaları
için hiçbir fedakârlıktan kaçmamalıyız. Bilmeliyiz ki,
gelip geçici olan dünya hayatının nimetleride gelip
geçicidir. Elimizdeki imkânları bu dünyayı terk etmeden neslimizin ıslahı için seferber etmeliyiz.
“(Habibim ya Muhammed!) O halde nasihat et; Çünki sen, ancak bir nasihat edicisin.”
(Ğaşiye-21)
* Helalinden kazanıp, kazancını meşru yerlerde harcamasını öğretmeli.
İnsan sürekli bir gizli duygu olarak bilinçaltına yerleştirmiş olduğu ölümsüzlük hissini atarak, fani bir
varlık olduğunu unutmamalıdır. Bütün zevkleri yok
eden ölümü çok çok hatırlamalıdır. Bizden önceki
büyüklerimiz eğer bizler için şahsiyetli bir mücadele
verdilerse onunla anılıyorlar. Bizlerde bizden son-
“Allah’ın sizi, helal ve temiz olarak rızıklandırdığı şeylerden yiyin ve siz kendisine inanan kimseler olduğunuz Allah’tan sakının”
(Maide-88)
* Vakti geldiğinde namusuyla iffetini koruyarak evlenmesi gerektiğini, bunun dışında haramlara meyletmemesini öğretmeliyiz.
Burhan
raki insanların şahsiyet kazanmaları için seferber
olmalıyız. Hiç değilse amel defterimiz kapanmamış
olur. Her ne kadar bedenimiz yaşa masada, ruhumuzun eylemleri olan neslimiz bizlerin yerine yaşıyor diye huzurlu yatarız kabirlerimizde. (inşallah)
Bu temenni ve dua ile
13
Yirmidokuz
[email protected]
Ramazan Çakır
Müslüman Şahsiyeti
Seçilmiş Müslüman Olmayı Hak Etmek
Bu yazımızda Maide suresi 54. ayete göre
iman edenlerin -müminlerin- niteliklerini, kimliklerini,
şahsiyetini anlatmaya çalışacağız.
Allah(cc), Maide suresi 54. ayette şöyle buyuruyor:
“ Ey iman edenler! İçinizden kim dininden
dönerse şunu bilsin ki; Allah, onların yerine sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve güçlü bir
topluluk getirecektir. Bunlar Allah yolunda cihat
ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir. ”
İnsanlık tarihi boyunca hak-batıl mücadelesi
hiç sona ermemiş ve Habil ya da Kabil’i takip edenler sürekli var olmuştur. Tarih boyunca birçok topluluk İslam’ın bayraktarlığını yapmış ve o bayrak hiç
yere düşmemiştir, kıyamete kadar da İslam bayrağı,
Allah kelimesi hiç düşmeyecek ve İslam ümmetinden bir topluluk Hakkı daima ayakta tutacaktır.
Allah, insanı yeryüzünde halife olarak görevlendirdi. Yeryüzüne Allah’ın istediği şekilde nizam
vermesi, Allah’ın şeriatının uygulanması, yeryüzünde
14
hakkı ve adaleti hâkim kılması… için Allah, müminleri seçerek görevlendirmiştir.
Yukarıdaki ayette dinden dönenleri, İslam’dan
yüz çevirenleri belirli bir kavim olarak anlamamak gerekir. Burada dinden dönmek, Elmamalılı M. Hamdi
Yazır’a sadece inanç yönünden dinden çıkma, mürted olma değil, aynı zamanda amel yönünden de söz
konusudur.(Hak Dini Kuran Dili, Cilt 3) Tarih bunun en güzel
şahididir. İslam nimetinin kadrini bilmeyen, Allah’ın
şeraitini terk eden, İslam medeniyetini terk edip illa
Batı illa Batı diyen Müslümanlar da M. Hamdi Yazır’a
göre İslam’dan dönmüş insanlar gurubuna girmektedir. “Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden(Yahudiler ve Hıristiyanlar) bir guruba
uyarsanız imanınızdan sora sizi yeniden inkârcılığa sevk ederler.”(Ali İmran, 100) İşte ey müminler, dininizin kıymetini biliniz; yoksa Allah sizin yerinize
sizden çok daha iyi bir topluluk getirir ki o topluluğun
özellikleri de şunlardır:
1- ALLAH, ONLARI SEVER;
ONLAR DA ALLAH’I SEVERLER:
Sevgi ve rıza o müminlerle Allah arasındaki bir
bağdır. Dünya, imtihan alanıdır. Bu imtihandaki en
Burhan
yüksek derece de Allah’ın sevdiği bir kul olabilmektir.
Eğer Allah’ın sevdiği bir olabilmişsek Rabiatül Adeviyye’nin dediği gibi gerisi boş laftır:
4- ONLAR, ALLAH YOLUNDA CİHAD
EDERLER:
Sen tatlı ol da bütün hayat zehir olsun,
Sen razı ol da bütün insanlar öfkeyle dolsun.
Benim aram iyi olsun yeter ki seninle,
İsterse harap olsun bütün alemle.
Gerisi hep boştur, olursa benimle dostluğun,
Toprağın üstündeki her şey toprak olacaktır
bir gün.
Cihad, Kuran nizamını kurmak ve yürütmek,
yeryüzünde hakkı ve adaleti hâkim kılmak için bütün
gücümüzle yapmaya mecbur olduğumuz ibadetin
adıdır. Müminler Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad ederler. Kendi nefisleri için değil, sadece
Allah rızası için. Peygamber Efendimiz(sav) cihadı İslamın zirvesi, dinin çatısı olarak nitelendirmiştir.
Çünkü Allah’ın nizamının yeryüzüne hâkim olması,
kötülüklerin ortadan kalkması, zulmün yok olması,
hakkın ve adaletin hâkim olması ancak ve ancak
cihad ibadetiyle mümkündür: “Fitne yok oluncaya
ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla
savaşın.” (Enfal, 39) Cihadı terk eden toplular zelil olmaya mahkûmdurlar. Bugün İslam ümmetinin düştüğü zilletin en önemli sebeplerinden bir tanesi de
Allah yolunda cihadı terk etmesidir. Tekrar izzete kavuşmak için Müslümanlar cihad ibadetini gündemlerine almak zorundadırlar. Yukarıdaki ayete göre
seçilmiş mümin olmanın dördüncü şartı cihad eden
mümin olmaktır.
Bu din için seçilen müminlerin birinci kişilik özelliği Allah’ın sevgisine ulaşmalarıdır. Allah elbette kendisini sevenleri ve bunu amalleriyle ispat edenleri
sever. Allah’ın yanındaki değerini öğrenmek isteyenler Allah’a ne kadar değer verdiklerine baksınlar. Yüce
itabımız Kuran’ın tamamı Allah’ın sevgisine ulaşmanın ve Allah’ı sevebilmenin yolunu göstermektedir.
“İman edip, salih amel işleyenlere Rahman,
gönüllerde sevgi yandırır.”(Meryem, 96)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi
olun ki Allah da sizi sevsin.”(Ali İmran,31)
“Kullarım sana benden sorarlarsa şüphesiz
ben çok yakınım. Bana dua edenlerin dualarını
kabul ederim.”(Bakara, 186)
Evet, Allah’ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek seçilen mümin olmanın ilk ve en önemli Müslüman kişilik özelliğidir.
2- MÜMİNLERE KARŞI ALÇAKGÖNÜLLÜ
OLMAK:
“Müminler birbirlerine karşı merhametlidirler.” (Fetih, 29) Birbirleriyle kardeş olan (Hucurat, 10) insanlar nasıl birbirlerine karşı şiddetli olabilirler? Allah
yolunda kardeş olduktan sonra birbirlerini sevmemeleri, birbirlerine haksızlık yapmaları nasıl düşünülebilir? Bugün Müslümanlar arasında var olan
düşmanlıkların en temel sebebi kardeşlik bilince varılamamış olmasıdır. Ancak bu ayete göre seçilmiş
mümin olmanın ikinci özelliği müminlere karşı alçakgönüllü olmaktan geçiyor.
3- KÂFİRLERE KARŞI ONURLU VE
GÜÇLÜ OLMAK:
“Müminler kâfirlere karşı şiddetlidirler.” (Fetih,
Kâfirlere karşı üstünlük ve güç göstermek nefsi bir
durum değildir. Bu, inançtan kaynaklanan bir üstünlüktür. Bu, “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız en üstün sizsiniz.” (Ali İmran, 139) ayetinin
yansıması bir üstünlüktür.
29)
Burhan
5- ONLAR, HİÇBİR KINAYICININ
KINAMSINDAN KORKMAZLAR.
Rabbinin rızasını, sevgisini amaçlayan niye kınayanın kınamasından korksun ki? “Allah’ın rızasını
arayanlara hiç kimse zarar veremez. Allah’ın rızasını bırakıp, insanların hoşnutluğunu düşünenleri
ise Allah insanların eline terk eder.” buyuruyor
Peygamber Efendimiz (sav). Ölçüsü Allah ve Allah’ın
Resulü olan bir mümin Allah’ın rızasına uygun davranışlar konusunda kınanmayı önemsemez; ancak
başka insanların beğenisi kazanmayı ölçü kabul eden
insan olan kınanmaktan korkar ve bu sebeple Allah’ın
rızasına ters işler yapmaktan çekinmez. İşte hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak Allah tarafından
seçilmiş müminin ayıt edici kişilik özelliklerindendir.
Allah’ın tarafından seçilmiş olma gibi büyük bir
ihsana nail olabilmek için gereken kişilik özellikleri:
Allah tarafından sevilmeyi hak etmek ve Allah’ı gerçek anlamda sevebilmek, kardeşine karşı alçakgönüllü, kafire karşı izzetli olmak, Allah yolunda cihad
etmek ve Allah için kınanmaktan korkmamak.
Rabbim bu lütfa sahip olabilecek bir şahsiyet
olabilmeyi hepimize nasip etsin ve bizler bu yolda
gayret gösterenlerden eylesin. Amin…
15
Yirmidokuz
Söyleşi
Sezgin ÇAKIR
“Şahsiyetli Müslüman” Üzerine
Prof.Dr. Osman ÖZTÜRK ile
Söyleşi
Burhan: Hocam, Müslüman şahsiyetinin
“kimliğinin” oluşmasında ana unsurlar nelerdir? Bir “Müslüman şahsiyet” dediğimizde
neler hatıra gelmelidir?
Cevap: “Şahsiyet, hüviyet ve kimlik” konusu; milli kültürle doğrudan irtibatlıdır. Bir milletin
kültüründe “millîlik” vasfı ne kadar ağır basarsa, o
kültürle yoğrulan insanların şahsiyetleri de o kadar
millî olur. Milli kültürün ana unsuru dünyanın her
kültüründe “din”dir. Dolayısıyla biz Müslümanların
milli kültürlerinin temel taşı da İSLAM’DIR. Şu
halde “Müslüman’ın şahsiyetinden veya şahsiyetli
Müslüman”dan bahsederken ilk başvuracağımız
kaynak şüphesiz KUR’ANdır. Mâide Sûresi’nin
54.Âyeti’ne baktığımızda” İslam Şahsiyeti” nin şu
dört ana unsuru ile karşılaşırız: 1.Müminlere karşı
mütevâzilik, 2.Kâfirlere karşı onurlu duruş, 3.Allah
yolunda cihad, 4.Ayıplayanların ayıplamalarına aldırmamak.
Kur’an-ı Kerîm’de İslam şahsiyetiyle alakalı
İlâhî Beyan’lar elbette bu Âyet’le sınırlı değildir.
16
Ancak, yukarıdaki İlâhî Ferman fevkalâde
manidardır. Buna göre ; “İslamî Şahsiyet” , Müslümanlara karşı alçak gönüllülüğü icab ettirirken,
İslam düşmanlarına karşı onurlu davranış sergilemeyi gerektirmektedir. Acaba bu tavır günümüzde
kaç dini bütün müslümanın ortaya koyabildiği tavırdır? Aksi ise, ayniyle doğrudur. Belki çok azı
müstesna çağımızın müslümanları, batıl yolun yolcularına karşı eyvallahçı ve hoşgörülü, kendi din
kardeşlerine karşı ise, sert ve haşin değiller mi?
Günümüzün şirk içerisindeki Yahudi ve Hıristiyanlarını büyük bir “hoşgörü” ile “Hak din mensupları”
olarak ilan edenlerin kendi Müslüman kardeşlerinin meşrep farklılıklarına bile hoşgörü ile yaklaşamadıkları daima görüp bildiğimiz acı bir gerçek
değil mi?
“Allah yolunda cihad “ ise; Peygamber-i Zişan
Efendimiz’in ifade buyurdukları gibi: “Allah’ın dediği en üstün olsun için yapılan mücadele”dir.
Nefsimizin, hizbimizin, cemaatimizin ve benzerlerinin en üstün olması için değil, Kâinatın Sahibi’nin
arzusunun yerine gelmesi için gayret, fedakârlık ve
çaba… “Ayıplayanların ayıplamasını hiçe saymak”
Burhan
ise, âdeta bütün batıllara meydan okumak oluyor.
Bir müslümanın imanı, İslamı ve bunlardan kaynaklanan uygulamaları sebebiyle batıllarca ayıplanması her zaman için mukadder bir âkıbettir.
Ayıplanacak endişesiyle kendini saklamak, Rabbimizin koyduğu prensibe muhalefet olduğu gibi,
şahsiyet gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.
Burhan: Zamanına yetişip tanıştığınız
Müslüman şahsiyetlerin kimliğiyle bu günkü
Müslüman kimliğini kıyaslarsanız neler söylemek istersiniz?
Cevap: Bizim yetiştiğimiz Müslümanlar, yani
babalarımız ve hocalarımız nesli; fetret devrinin in-
lidir. Yeni neslin bu konuda daha gelişmiş bir şahsiyet sahibi olmasını beklemek elbette hakkımızdır. Ancak vazi-yet hiç de bu mantığa uygun bir
seyir takip etmemektedir.
Burhan: Şu halde günümüz Müslümanlarının “İslamî Şahsiyet”e sahip olmalarının
önünde bir takım engeller mi var diye düşünebilir miyiz?
Cevap: Elbette bazı engeller söz konusu bu
hususta..Bunların başında hayata bakış açımız
Mâide Sûresi’nin 54.Âyeti’ne
baktığımızda “İslam Şahsiyeti”
nin şu dört ana unsuru ile
karşılaşırız:
1.Müminlere karşı mütevâzilik,
2.Kâfirlere karşı onurlu duruş,
3.Allah yolunda cihad,
4.Ayıplayanların ayıplamalarına
aldırmamak.
sanları idiler. Onların şahsiyetlerinin kıvâma erme
devresi, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin son zamanları ile çileli “kurtuluş savaşı” günleri ve yeni
dönemin evlere kadar intikal etmiş baskı ve hukuk
tanımazlık eyyamı idi. Demek istiyorum ki, bizim
baba ve hoca neslimiz kazâzede bir nesildi. Buna
rağmen bizlerin şahsiyet sahibi olmamızda çok
himmet ve hizmetleri geçti. Bizler, savaş ve kıtlık
görmemiş bir nesiliz. Yaşadığımız vasat onlarınkine nazaran çok daha elverişli. Bilgiye ulaşmak
açısından da çok daha fazla şanslıyız. Onlar bize;
Kur’an, din ve iman öğrettikleri için çok sıkıntılara
göğüs germek mecburiyetinde kaldılar. Biz de Allah’ın Kitabı’nı yasak bir iş yapar gibi öğrenmek
mecburi-yetinde idik. Bu itibarla günümüzde İslamî
şahsiyet sahibi olmak için şartlar çok daha elverişBurhan
yani “hayat felsefemiz” geliyor. Dünyayı, şeylerden
bir şey mi olarak görüyoruz, yoksa çok şey, hatta
her şey olarak mı kabul ediyoruz? Samimi olunursa bunun cevabı; ne yazık ki dünya; 21.yüzyıl
müslümanları için “her şey”dir. Allah sevgisiyle
dünya muhabbeti bir kalpte içtimâ etmez. Dünya
sevgisinin öne çıkması bir Müslüman için itiraf edilmesi imkânsız ise de, ameller bunu açıkça gösterir. Böyle olunca da şahsiyet gelişmesinin yerini
dünyalık endişeler almış olur ki, her an yüz yüze
bulunduğumuz acı hakikatler cümlesindendir. Tabii
buna; sistemin hukuk tanımazlığı, despot ve diktası, zulüm, baskı ve acımasızca tepeleyip
ezmesini de ilave etmek gerekir.
17
Hıristiyan teolojisindeki ;
“İsa’nın hakkını İsa’ya,
Kayser’in hakkını Kayser’e
ver” prensibi, İslam
nazarında batıldır.
Gerçek “Mü’min” ve
“Müslim” için, Allah’ın
müdâhil olmadığı hiçbir konu
ve saha yoktur. Ahzâb
Sûresi’nin 36.Âyet’i bu
gerçeği çok açık ve net
olarak izah buyurur. Böyle
bir müdahaleden Müslüman
memnun olmak
durumundadır. Yani, iyi ki
Rabbim benim her
hareketime karışıyor, aksi
takdirde hâlim nice olurdu?
diye sevinir Müslüman...
“Allah yolunda cihad “ ise;
Peygamber-i Zişan
Efendimiz’in ifade
buyurdukları gibi: “Allah’ın
dediği en üstün olsun için
yapılan mücadele”dir.
Nefsimizin, hizbimizin,
cemaatimizin ve
benzerlerinin en üstün
olması için değil, Kâinatın
Sahibi’nin arzusunun yerine
gelmesi için gayret,
fedakârlık ve çaba…
18
Burhan: Şahsiyetli Müslüman kimliği dönüştürülüp çok farklı bir Müslüman kimliği mi
oluşturuluyor? Müslümanların kutsî olanla
özellikle Hz. Muhammed (s.a.s) ile irtibatları koparılmaya mı çalışılıyor?
Cevap: Dünya çapında düşünülen “Ilımlı
İslam” projesi ne ise, “uyumlu Müslüman” adıyla
şahsiyetsiz Müslümanları çoğaltma çabası aynı
şeydir. Dikkat edilirse; dejenerasyon için seçilen
kelimeler çok mûnis kelimelerdir. “Ilımlı” ve
“uyumlu”.. Zıddı ise ; “aşırı” ve “uyumsuz”.Yani hiç
kimsenin sahip çıkmak istemeyeceği kelimeler.. Bir
manada herkes “ılımlı” ve “uyumlu” olmak ister.
Bunu kabul edince de dayatılacaklar; eziklik, eyvallahçılık, “adam sende”cilik , “bana ne”cilik ve sonundaysa , muhaliflerinizin verdiği rolü oynama
şahsiyetsizliğidir vesselam.. “Bilimsellik”(!) adına
SÜNNET müessesesinin itibarını zedeleme oyunlarının arkasından, sıranın KUR’AN’ımıza geleceği
belli idi. Nitekim sıra O’na geldi.
Burhan: “Geleneksel Müslüman”, “modern Müslüman” kavramları dolaşıyor ortalıkta.
Gelenekle modernite arasında Müslüman nerde
durmalıdır?
Cevap: “Geleneksellik”, “Modernite”, “Bölgesellik”.. Derken iş ; “Kur’an’ın tarihselliği”ne geldi
dayandı. Bütün bunların mucidi batılı ve doğulu oryantalistler olup, peşi sıra gidenler ise; yerli müsteşriklerdir. “İlâhiyatçı” adını taşıyan bir gurup,
Müslümanların kafalarını karıştırmayı şiar edinmiş
durumdalar. Bunların hareket noktaları ve hedefleri farklılık arz etse de, neticede insanımızdaki
kafa karışıklığının müsebbibidirler. Oryantalistler,
KUR’AN’a ve SÜNNET’e kendi din, kültür ve tarihleri açısından bakarak yanılıyor ve yanıltıyorlar.
Onların ellerinde ne Allah tarafından gönderilmiş
Kitap’ları var, ne de Sünnet’leri var. Hal böyle
olunca, maksatlı veya maksatsız yaptıkları ters
yaklaşımları biraz olsun anlamak mümkün... Bizimkilere gelince diyecek çok söz var amma yeri
burası değil... Müslümanların “geleneksel Müslüman” ve “modern Müslüman” saflarından hangisinde yer alacağı çok açık ve nettir: KUR’AN,
SÜNNET, İCMÂ ve KIYAS’ın, yani “Edile-i
Şer’iyye”nin yanında yer alacaklardır.
Burhan
Burhan: İslam’da iman ile Allah ile alakalı
olmayan şu veya bu şekilde herhangi bir fikir,
düşünce, davranış düşünülebilir mi? Allah’ın
müdahil olmadığı herhangi bir alan söz konusu
mudur? Günümüz müslümanının bu konuda ki
“Allah” tasavvurunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Gerçek “Mü’min” ve “Müslim” için,
Allah’ın müdâhil olmadığı hiçbir konu ve saha yoktur. Ahzâb Sûresi’nin 36.Âyet’i bu gerçeği çok açık
ve net olarak izah buyurur. Böyle bir müdahaleden
Müslüman memnun olmak durumundadır. Yani, iyi
ki Rabbim benim her hareketime karışıyor, aksi
takdirde hâlim nice olurdu? diye sevinir Müslüman... Bazı Müslümanlar, oryantalist ve onların
yerli takipçi ve taklidçilerinin telkin ve tesirleriyle;
hristiyanî bir Allah ve din anlayışı ile işleri : Dünya
ve Âhiret işleri olmak üzere ikiye taksim etmektedirler. Hâlbuki İslam anlayışında müslümanın ameli
tek tiptir. Ne yaparsa yapsın nefsine; “Allah bundan
razı mı, değil mi?”sorusunu sormak mecburiyetindedir. Hıristiyan teolojisindeki ; “İsa’nın hakkını
İsa’ya, Kayser’in hakkını Kayser’e ver” prensibi,
İslam nazarında batıldır. Bugün çok masum kelimeler arkasına sığınarak bu Hıristiyan batılını
Burhan
bizim malımızmış gibi gösterme ve pazarlama
gayretleri karşısında uyanık olmak lazım geldiğini
akıldan çıkarmamak icab etmektedir.
Burhan: Peygamberimize ilk inananlar
gençlerdi. İslam her zaman taze ve genç kalan
bir dindir. Müslüman bir genç nasıl olmalıdır?
Gençlerimizin İslam’ın dışındaki “izm”lerden
korunabilmeleri ve iyi bir Müslüman olabilmeleri için sizin tavsiyeleriniz nelerdir?
Cevap: Biz bu konuyu müstakil bir kitap olarak ele aldık. Yayınlandı ve tahminimizden fazla bir
alakaya mazhar oldu. Öğrenci yurtlarında birlikte
okuma seanslarının vaz geçilmez kitabı oldu. Bazı
okullarda “serbest saat”lerde seminer konusu olarak ele alındı. Müslüman Genç’in karakterini 41
madde halinde özetlemeye çalıştık. Kitabın adı:
GENÇ ADAM olup, Rağbet Yayınevi tarafından
neşr edilmiştir. Meraklılarına bu vesileyle duyurmuş
olalım…
Bize kıymetli vakitlerinizi ayırıp sorularımıza
cevap vermek lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederiz.
19
Yirmidokuz
Fıkıh
Mehmet Talu
Kur’an Tilaveti Ölüye Fayda Verir mi?
Kabir Azabı
Sarık Sarmak
Soru: Ölünün arkasından Kuran-ı Kerim okumak ölüye fayda verir mi? Yani ölü için sevap olur
mu? Bir internet sitesinde okuduğum yazıda ölünün üzerine Kur’an-ı Kerim okumanın kötü bir bidat
olduğunu ve bunun Kur’an’ın indiriliş gayesine aykırı olduğunu yazıyordu. Kur’an’ı okumakla ilgili rivayet edilen hadislerin uydurma ve zayıf olduğunu
iddia ediyordu. Hakikaten bu rivayetler sahih değil
midir? Bu konuda beni aydınlatırsanız memnun
olurum. Selamlar. Mustafa Atay
Cevab: Bismillahirrahmanirrahim.
Ölünün arkasından Kur’an-ı Kerim okunup
ruhuna bağışlanırsa, ölüye fayda verir, ölü için
sevap olur. Ölünün ardından Kur’an-ı Kerim okumak kesinlikle bir bidat değildir.
Ma’kil b. Yesâr (R.A.) den rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz:
‫سي ينعي مكاتوم ىلع اوؤرقا‬
“Ölülerinize Yasin Sûresi okuyun.” buyurmuştur.
Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre
20
Resûlullah (S. A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
İnsan öldüğü zaman, bütün amellerinin
sevabı ondan kesilir, amel defteri kapanır.
Sadece üç şey müstesna. Onun sevabı öldükten sonra da devam eder:
1. Sadaka-i cariye, yani hayrı devam eden
iyilikler.
2. Kendisinden istifade edilen ilim.
3. KENDİSİNE DUA EDEN SALİH, HAYIRLI
EVLAT.
Sa'd b. Ubade (R.A.)den rivayete göre, kendisi:
- Ya ResûlALLAH! Ümmü Sa'd yani annem
öldü. O'nun hakkında hangi sadaka en faziletlidir,
demiş. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de: "Su'dur." diye buyurmuş. Bunun üzerine Sa'd (R.A.)
anasının ruhu için bir su kuyusu kazdırmış ve: Bu
su kuyusu Ümmü Sa'd için vakfedilmiştir, demiştir.
Abdullah b. Abbâs (R.A.) den rivayete göre
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize bir adam gelerek:
Burhan
- Ya ResûlALLAH! Annem vefat etti. Ben onun
için tasaddukta bulunsam, O'na faydası olur mu?"
diye sordu. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Evet!" deyince, adam:
- Benim bir meyveliğim var. Sizi şâhid kılıyorum, onu annem için tasadduk ediyorum! dedi.
Elbette Kur’an-ı Kerim ne ölü kitaptır. Ne de
ölüler kitabı. O dipdiri, mesajları ile bir hayat
kitabıdır. Nitekim merhum Akif:
“Ya açar Nazm-ı celîl’in, bakarız yaprağına
Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak
için”
İfadeleriyle bu gerçeği anlatır.
Ehl-i sünnet inancı: Sağ kalan kimselerin
ölüler için yaptıkları duada, onlara fayda vardır.
Soru: Kabir azabının olmadığını bir yazıda
okudum kafam karıştı. Kabir azabının var olduğunu
akaid kitaplarından biliyorum. Peygamberimizde
kabir azabından Allaha sığınmıştır. Kur’an’da ve
sünnette kabir azabının delili var mıdır? Kabir azabını inkâr etmek küfür müdür? Kabir azabını
inkâr eden bir hocaya veya kişiye karşı tavrımız ne
olmalıdır? Selamlar. Ebubekir Yeşilyurt
Cevab: Bismillahirrahmanirrahim.
Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister
boğularak denizin dibinde kalsın veya yırtıcı bir
hayvan karnında bulunsun veya yanarak külü
havaya karışsın, mutlaka kabir hayatı geçirecektir.
İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve
Nekir adında iki melek, kendisine gelerek: "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?"
diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi
sorulara doğru cevap verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine gösterilir.
Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru
cevap veremezler. Onlara da Cehennem kapıları
açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir. Müminler
nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken,
kâfir ve münâfıklar ise kabirde azap göreceklerdir.
Kabirde azap ve nimetin varlığını gösteren
Burhan
ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerler vardır. Cenab-ı
Hak: “Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe
atılırlar. Kıyametin kopacağı gün de denilir ki;
Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine
sokun.” buyurur. Buna göre kıyamet kopmadan
önce de yani kabirde de azap vardır. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: “Allah, iman edenlere bu
dünya hayatında ve ahirette, o sabit sözlerinde
daima sebat ihsan eder.” Ayet-i kerimesinin kabir
nimeti hakkında indiğini açıklamıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz bir
mezarlıktan geçerken, iki mezardaki ölünün günahlarından dolayı azap çekmekte olduklarını
gördü. Bu iki mezardaki ölülerden biri hayatında
koğuculuk yapıyor, diğeri ise idrardan sakınmıyordu. Bunun üzerine Resulullah (S.A.V.) efendimiz
yaş bir dal almış, ortadan ikiye bölmüş ve her bir
parçayı iki kabre de birer birer dikmiştir. Bunu
gören ashap, niye böyle yaptığını sorduklarında:
"Bu iki dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın hafifletilmesi umulur."
buyurmuşlardır.
Hz. Peygamber diğer bir hadislerinde şöyle
buyururlar: "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir
bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir
çukurdur."
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurur:
"Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki melek gelir;
ölüye derler ki: "Şu Muhammed (S.A.V.) denilen
zat hakkında ne dersin?" O da şöyle cevap
verir. "O, Allah'ın kulu ve Resuludur. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur,
Muhammed de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun
üzerine melekler; Biz senin böyle diyeceğini
zaten bilmekte idik", derler. Sonra onun
mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra
bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır.
Daha sonra melekler ölüye: " Yat ve uyu " derler. O da; "Aileme gidin de durumu haber verin"
der. Melekler ona; "Zifafa giren ve sadece en
çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs
gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam
et" derler. Eğer ölü münâfık olursa, melekler
şöyle der: "Şu Muhammed (S.A.V.) denilen zat
hakkında ne dersin?" Münâfık da şöyle cevap
verir: "Halkın Muhammed hakkında bir şeyler
21
söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum. Melekler
ona; "Böyle diyeceğini zaten biliyorduk" derler.
Daha sonra yere "Bu adamı alabildiğine
sıkıştır" diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya
başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine
geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu
sıkıntı devam eder"
Kur'an-ı Kerim’de şehitlerin kabir hayatıyla ilgili olarak şöyle buyurulur:
"Allah yolunda öldürenleri, sakın ölüler
sanmayın. Bilâkis onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar."
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar dirildirler. Fakat siz
farkında değilsiniz."
Soru: Yıllar önce Milli Gazete’de okuduğum
bir yazınızda şöyle bir hadis okumuştum: “Sarığı
yere atanı Allah yere atar” bu hadisin sıhhat derecesini ve kaynağını yazar mısınız? Sarık hakkında
bilmemiz gereken şeyler nelerdir? Sarıksız namaz
kılmanın bir mahzuru var mı? Sarık sünnet mi
yoksa Arap âdeti mi? Cevaplarsanız sevinirim. Selamlar. Adem ATANER
22
Cevab: Bismillahirrahmanirrahim.
Sarık, bir islâm şiarıdır...
Her şeyden önce şunu belirtelim ki: Hz.
Peygamber (S.A.V.) efendimizin sünnetinde başı
açık olmak diye bir şey yoktur. Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz hac veya umre için ihrama niyet
edilmesi dışında sair zamanlarda evde ve ev
dışında daima sarık sarmıştır.
Abdullah İbn-i Abbas (R.A.)den rivayete göre
Peygamberimiz (S.A.V.): “Sarık sarınız ki; ilmîniz,
vakarınız artsın, ziyadeleşsin, buyurmuşlardır.”
Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göre de
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: “Sarık, mü'min
için büyük bir vakar yani olgunluk, arablar için
bir izzettir. Arablar, sarıklarını çıkarıp kaldırdıkları zaman, muhakkak onların izzeti de çıkarılıp
kaldırılır.” Buyurmuşlardır.
Sarıkla namaz kılmak, namazın bir sünnetidir. Peygamberimiz (S.A.V.) daima sarıkla namaz
kılmışlar ve Cabir b. Abdullah (R.A.)'den rivayete
göre: Sarık ile kılınan iki rekat namaz, sanksız kılınan yetmiş rekât namazdan daha faziletlidir, buyurmuşlardır.
Burhan
GÖNÜL DİLİNDEN ÖĞÜTLER
Ne kadar yaşarsa bir kişi ölümdür en son işi.
Bir ölüm var bizim için her zaman
Bilmeyiz ki geleceği ne zaman
Elde fırsat dilde ruhsat
Kıl tedarik her zaman.
Evet. Yalan dünya veren dünya aldatıp ta yola veren dünyadır efendi. Kimse kalmaz bu dünyada.
Rızk boğazdan aşağı gidendir. Kendi malından Allah rızası için hayır hasenat verebiliyorsan ver.
Gerisi varislerine terktir. Helalin hesap haramın azap… İki akçası olanın bir akçası olandan
hesabı ağırdır. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi Allah’ın muhabbeti kalpten çıkar. “Hubbud dunya
resu küllü hadıah- Hataların başı dünyayı sevmektir.” Kebair günahtır dünyayı sevmek. “Likülli
ümmeti fitnetun ve fitnetul ümmeti el mal – Her ümmeti Allahtan şaşırtan bir halı vardır, bir fitnesi
vardır benim ümmetimin fitnesi dünya malıdır.” Onun için dünya emanettir. Mal sahibi mülk
sahibi hani bunun ilk sahibi o da yalan bu da yalan sende biraz oyalan. Herkes koyar gider.
Ameli kendiyle gider. Dünya dünyada kalır.
İnsan sevdiğiyle beraberdir. “El mer u mea men ehabbe” Cenabı hak herkesi sevdiğiyle
haşredecek. El hubbu fillah vel buğzu fillah farzun. Allah için sulehai sevmek Allah için fıska buğz
etmek farzdır. Efdalul a’mâli el hubbu fillah vel buğzu fillah Amelin efdali Allah için sevmek Allah
için buğzetmektir. Onun için Rahmetli baba (Kaleardılı Ahmed Baba) buyururdu: Hacım
(Sanamerli Ahmed Baba) buyururdu: Benim dervişlerimin iki atı vardır: Biri kelime-i Tevhid biri de
salâvatı şerife. Birinden yorulur birine biner birinden yorulur birine biner. Müslüman kendini
kontrole alması lazım… Amelin kabulünün şartı dört… Her vakit diyorum ama çok lüzumlu
kelamlar. Her vakit fatiha okunmadan namaz olmuyor. Her rekâtta okunuyor. Niye? Allah’ı
birlemek için orada. Evet, Onun için kardeş ilmihal okumak lazım. Şimdi niyet Allah rızası için
toplanmamız olmamız görünmemiz.
Olduğu gibi görünür Müslüman göründüğü gibi olur. Evde olsun nerde olursa olsun din nedir?
Ahlak, din nedir? ahlak, din nedir? ahlak… Can ayrıdır dert bilinmez ev ayrıdır sır bilinmez. Evde
ahlak belli olur. Dışarıda belli olmaz. Müslüman’ın ahlakı değişmez. Müslüman’ın ahlakı nasılsa
zikirde hal hareket öyle olur. “Allah muhafaza etsin” münafık boynuz sürmez. Münafık olduğu gibi
görünmez göründüğü gibi olmaz. Allah’tan korkmak lazım. Ahlak evde belli olur. Çoluk çocuğu
Allah halk etmiş. Kadını Allah halk etmiş emanettir.
Müslüman kendine istediğini din kardeşine ister kendine istemediğini din kardeşine istemez.
Terbiye eder çoluk çocuğunu besmeleyle alıştırır. Şükreder elhamdulillah. Bir yere gidecekse
inşaaallah. Bir kaza bela ölüm işitince kalu inna lillah ve inna ileyhi raciun. Gaflet ile geçirdiği
zamanlar için estağfirullah estağfirullah estağfirullah der. Her nefis kendisini kontrole alması
lazım… Onun için Hz. Pir buyurur ki: Gittim bir alimin yanına da dedi ki: “Her kes ittiba ettiğine
dahil olamaz şek şüpheden kurtulmayan felah bulamaz. Kendi ayıp naksanını görmeyenin her
vakti zamanı noksandır.” Herkes kendi nefsini kontrola alması lazımdır. Müslüman dedik ya evde
olsun bağda olsun bayırda olsun şenlik içinde olsun yalnız olsun nerde olursa olsun: Allah bes
bakî heves… Dünya ahirete yarayan kelam ise söyle, yoksa sukutu lisan selameti insan…
Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.)
Yirmidokuz
Hadis
Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Hasen ve Sahih
HADİSLERDEN SEÇMELER 12
Ey kalpleri çeviren Allahım
68. Enes’ ten rivayet edilmiştir. Rasulullah çokça “Ey kalpleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl.” diye dua ederdi. Dedim ki --Ya Rasulallah, amenna sana iman ettik. Getirdiğin şeylere de iman ettik. Bize korku var mı?
Buyurdu ki “--Evet kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır. Dilediği tarafa çevirir.” Hadisi, Tirmizi rivayet etmiştir.
Kader ve Amel
67. Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilmiştir. O demiştir ki: Bir gün Süraka
b. Malik Rasulullah’a şöyle bir soru sordu.
-Ya Rasulalllah , Madem ki ka-
derimizde cennetlik veya cehennemlik olduğumuz kesin bir şekilde bilinmektedir, o halde niye amel yapıyoruz? Rasulullah buyurdu ki, “Siz amel yapın,
ne için yaratıldıysanız, o iş size kolay gelir.” Hadisi Müslim ve
Ahmet b.Hanbel rivayet et-
mişlerdir.
24
Burhan
Yerin Cennet veya Cehennem Yazılması
69. Hz. Ali’den rivayet edilmiştir. O demiştir ki, Rasulullah, sizden her birinizin cehennemdeki veya
cennetteki yerinizin yazılmış olduğunu söylemiştir. Bir gün Rasulullah’a sordular ki
– O yazılana dayanıp, ameli terk edebilir miyiz? Buyurdu ki
– Siz amel edin, her şey ne için yaratıldıysa o iş, onun için kolay olur. Eğer o kimse saadet ehlinden ise, saadet ehlini ameli ona kolay olur. Eğer şekavet ehlinden ise, şekavet ehlini ameli ona
kolay olur. Sonra şu ayeti okudu.
Feemma men e’ta vet teka ve saddeka bil hüsna fesenüyessiruhu lilyüsra…
(Kim verir ve sakınırsa, en güzel şeyi tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız ve onu başarılı kılarız.) Leyl Suresi, 5-7.
Hadis, muttefekun aleyhtir.
Amel’in Mühürlenmesi
71. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Rasulullah buyurmuştur ki
Bir adam, uzun zaman cennet ehlinin amelini yapar. Sonra ameli cehennem
ehlinin ameli ile olarak mühürlenir. Bir adam da uzun zaman cehennem ehlinin
amelini yapar. Sonra ameli cennet ehlinin ameli olarak mühürlenir.” Hadis, Müslim kitabına almıştır.
Kalpler Rahmanın İki Parmağı Arasındadır
70. Abdullah b. Amr’dan rivayet edilmiştir. Rasulullahın şöyle buyurmuştur.
“Âdemoğlunun kalpleri Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları bir kalp
gibi istediği tarafa çevirir.” Sonra dedi ki “Ey Allahım! Kalplerimizi taatine doğru
çevir.” Hadisi, Müslim kitabında tahric etmiştir.
Burhan
25
Yirmidokuz
Metin ÜNLÜ
Gazze’li Emced
I
İzzet. Hasret…
Araplar anne…
III
Türkler
Farisiler
Hepsi hikâye miydi anlattıklarının?
Sahi,
Hak ile yeksan bir tarihin
Sitemkâr bakışları mı bu yaşadığımız?
Neredeler anne?
II
Saraçoğlu stadı bayram yeri…
Müthiş bir uğultu, mükemmel bir ambiyans…
Ekran başındaki Türkiye ayakta.
Ne büyük bir zafer, ne büyük bir gurur!
Aldığın trilyonlar helal olsun Roberto Carlos!..
IV
Yağmur yoksulluğun bütün sokaklarını
Celaletli melik hazretleri tayın yelelerini okşuyor
Çamur deryasına çevirmiş…
Merhamet ve sevgiyle…
Naylonla kapatılmış baraka camlarına
Samimiyetle sıkıyor ecnebi jokeyin elini…
Acziyetin ağıtını besteliyor rüzgâr…
Büyük bir gurur yaşatmışlardı ona.
Kuru ekmek, sönmek üzere olan mum ışığında…
Nefes kesen bir yarış sonrası
Anne, oğul ve korku
Kupa/izzet onun olmuştu…
Anne oğul ve öfke…
Helal olsun sana verdiğim milyon dolarlar
Baba şehid
benim saf kan ingilizim!...
26
Burhan
V
Müslümanlar anne?...
VI
Adı Emced. Onüç yaşında. Seyir halindeyken Siyonist saldırıya uğrayan bir aracın içerisinde şehit
olmuştu babası. Böbrek hastası annesiyle beraber global köyün varoşlarında oturuyor.
Okula gitmeyi çok isterdi. Gidemediği için döktüğü gözyaşları zaten hasta olan anneciğini hüzünden yataklara düşürmüştü. Bunu fark
ettiğinden beri açıktan değil kalbinin gizli menfezlerinde ağlıyor…
En çok ta, birkaç defa televizyonda gördüğü muazzam binalar ve içinde her şeyin olduğu alış
veriş mekânlarının gerçekten var olup olmadığını
merak ediyor.
Arkadaşlarıyla beraber direniş oyunu oynuyorlar
her gün. Bazen kavga ettikleri de olmuyor değil.
Ama çabucak barışıyorlar. Çünkü birbirlerine
lazım olduklarını biliyorlar körpecik kalpleriyle.
Vatan bir gün Siyonist pisliklerden temizlendiğinde bu oyun gerçek olacak.
VII
Biz yavrucuğum… Açız ama onur gibi ancak yarınlarda anlayacağın bir değer taşıyoruz.
Omuzlarımızda hiçbir mazlumun vebalini taşımıyoruz. Nimetlere batarak şeytani bir bahane denizinde boğulmuyoruz evladım.
Araplar yavrum,
Türkler…
Ahh Emced gelecekler mutlaka…
Nur rengi alnındaki izzetinden bir parça olsun alabilmek için…
Gelecekler…
VII
Kuru ekmek, sönmek üzere olan mum ışığında…
Burhan
27
Yirmidokuz
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Vakıa Sûresi, 57–74. Ayetler
YENİDEN DİRİLİŞİ UZAK GÖRENLERE
VERİLEN
CEVAP
Bu makalede, Kıyamet Günü’nde gerçekle-
tiğiniz şeye baktınız mı?! Onu siz mi bitiriyor-
şecek olan yeniden diriliş hadisesini akıllarına sığ-
sunuz yoksa biz mi bitiriyoruz? Dileseydik onu
dıramayan, böyle bir şeyi akıldan uzak gören
kuru bir çöp yapardık da, şaşırıp kalırdınız.
inkârcılara Kur’ân-ı Kerîm’de cevap sadedinde zik-
Borç altına girdik, bilakis mahrum olduk derdi-
redilmiş olan delillere örnek olarak Vâkıa Sûresi,
niz. İçtiğiniz suya baktınız mı?! Siz mi onu bu-
57-74. âyetleri ele alacağız. Böylece bu âyetler
luttan indirdiniz yoksa biz mi?! Dileseydik onu
penceresinden kıyamet gününde gerçekleşecek
acı yapardık. Artık şükretmez misiniz? Tutuş-
olan öldükten sonra yeniden diriliş hadisesinin
turduğunuz ateşe baktınız mı?! Onun ağacını
Allah için ne kadar kolay olduğuna, O’nun ilim ve
siz mi yarattınız yoksa biz mi yarattık?! Biz o
kudreti açısından bakmaya çalışacağız. Öncelikle
ateşi bir ibret ve yolculara meta yaptık. Artık
âyetlerin meâllerini zikrederek, ardından tefsir kay-
Yüce Rabbinin ismini tesbih et!"
naklarından istifadeyle açıklamasını yapmaya çalışacağız.
"Sizi biz yarattık, artık (öldükten sonra tekrar dirilmeyi) tasdik etmeyecek misiniz?!" âye-
"Sizi biz yarattık, artık (öldükten sonra tek-
tiyle başlayan istidlâl,
tekrar dirilmeyi inkâr
rar dirilmeyi) tasdik etmeyecek misiniz?! Bak-
edenlerin, "Biz öldükten, toprak ve kemik yığını
sanıza döktüğünüz meniye! Onu siz mi
haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltile-
yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yaratıyoruz?! Ara-
ceğiz? Önceki atalarımız da mı?" (Vâkıa, 47–48) şek-
nızda ölümü takdir eden biziz ve biz, yerinize
lindeki sözlerine karşılık, öldükten sonra tekrar
benzerlerinizi getirmekten ve sizi bilmediğiniz
dirilmenin mümkün olduğunu ve muhal gördükleri
bir şekilde yaratmaktan âciz değiliz. İlk yaratılışı
iâdenin keyfiyetini akıllara yakınlaştırmak içindir1.
biliyorsunuz, artık tezekkür etmez misiniz?! Ek-
Yani, sizi zikrolunmayan bir şeyken bir kere yara-
28
Burhan
tan, tekrar iâde etmeye evleviyetle kadir değil
ğuna dikkat çekilmiştir. Çünkü Allah'ın hikmeti,
midir!? O halde artık dirilişi tasdik etmeli değil mi-
ebedî hayata intikâl etmek için, o hayata hazırlık
2
siniz? denmiştir.
nev'inden olan merhalelerden geçmeyi gerekli kılmaktadır... İşte bu yüzden "sizi biz öldürüyoruz"
Bu âyetlerde halleri farklı olan beş şeyden
cümlesi yerine "Aranızda ölümü takdir eden
bahsedilmiştir. Bu beş şeyin hepsi de başlangıçta
biziz" denmiştir. Yani, ölüm Allah'ın murad ettiği
yok iken sonradan var edilmiş, hayata elverişli hale
malûm bir takdir üzere yaratılmıştır4.
gelinceye kadar tedricî olarak yaratılmışlardır. İlk
olarak insanın, cansız haldeki bir sudan yaratılması
zikredilmiştir:
"Ve biz sizin yerinize benzerlerinizi getirmekten ve sizi bilmediğiniz bir şekilde yaratmaktan âciz değiliz." Çünkü sizler ancak ilk
"Baksanıza döktüğünüz meniye!" Yani, Al-
yaratılışınızı biliyorsunuz. Sizi ikinci bir yaratma ile,
lah'ın sizi bir kere yarattığı hususunda şüphe edi-
bilmediğiniz bir şekilde yaratmamıza da hiç bir şey
yor musunuz!? Eğer şüphe etmiyorsanız, ikinci
mani değildir. Eğer ilk yaratılışı düşünseydiniz, Al-
defa yaratılacağınızı da tasdik etmeniz gerekmez
lah'ın kudretinin, yalanladığınız ikinci yaratılışa da
mi? Çünkü sizi bidâyeten hiç bir şey değilken ya-
yeterli olduğunu anlardınız... Acaba hangi istidlâl
ratan, ikinci defa, kendi katında malûm olan zerre-
ve irşâd bundan daha güzel, akıl ve anlayışa daha
lerden tekrar yaratabilir. Bana haber verin, eğer
yakın ve her türlü şek ve şüpheden uzaktır!?5
şüphe ediyor ve diyorsanız ki, "yaratma ancak meniden olur. Öldükten sonra ise ortada meni yok." O
"İlk yaratılışı biliyorsunuz, artık tezekkür
zaman söyleyin bakalım rahimlere döktüğünüz
etmez misiniz?!" Yani, O sizi başlangıçta, nutfe-
meni nedir? Bu meniyi siz mi yaratıyorsunuz,
den ve alakadan yarattı. Artık ibret alıp, Allah'ın
yoksa Allah mı yaratıyor? Eğer Allah'ın kudret ve
kudretini bilerek, öldükten sonra tekrar dirilmeyi
irâdesini kabul ediyorsanız, o zaman öldükten
ikrâr etseniz ya!6
sonra tekrar dirilişi de kabul etmeniz gerekir3.
"Ektiğiniz şeye baktınız mı?! Onu siz mi
Onlar gaybî meseleleri, müşahede ettikleri
bitiriyorsunuz yoksa biz mi bitiriyoruz?" Bu
şeylere kıyas ederek, "biz toprak ve kemik haline
âyette de yokluktan inşâ çeşitlerinden bir başka-
geldikten sonra tekrar diriltilemeyiz" demişlerdi.
sına, dirilişin mümkün olduğuna ve Allah'ın kudre-
Aslında onlara düşen, çürümüş kemiklerden canlı
tinin yeterliliğine dâir başka bir delîle intikâl
şeylerin yaratılmasını uzak gördükleri gibi, ölü nut-
edilmiştir.
feden de canlı varlıkların yaratılmasını uzak görerek inkâr etmeleridir.
İnsanın yaratılışıyla istidlâlden, ekinin bitmesiyle istidlâle intikâl etmenin münasebeti, insanın
"Aranızda ölümü takdir eden biziz" cüm-
yaratılışıyla bitkilerin yaratılışı arasındaki açık ben-
lesi, insanların ölüme yakînen inanmaları, müşa-
zerlikten dolayıdır. Nitekim bir âyette şöyle buyru-
hede etmeleri, ölümü tehir ve def'etmeyi çok
luyor: "Allah sizi yerden bitirip çıkardı"
istemelerinden hareketle, canlıların hayatına son
Ayrıca bu âyette, cisimlerin ikinci bir yaratılışla ya-
vermenin Allah tarafından takdir edilmiş bir şey ol-
ratılmaları tohumdan ekinin bitmesine benzetilmiş-
duğuyla istidlâlde bulunmak içindir. Çünkü hayat-
tir. Çünkü, başaktan alınıp toprağa atılan bir
tan sonra ölümü yaratmaya kadir olan, ölümden
tohumla, tekrar o başağın benzeri biter. Yeniden di-
sonra hayatı yaratmaya da kadirdir. Bir şeyin mey-
riliş de bunun gibidir7.
(Nûh, 17).
dana gelmesine kadir olmak, o şeyin zıddına kadir
olmayı da gerektirir. Sonra, bu ifâdede ölümün,
Bu âyette Allah Teâlâ, ölülerin diriltilmesinin
Allah tarafından, takdîr olunmuş bir merhale oldu-
yanında, yerden, bitkiler vasıtasıyla rızık ihsân edil-
Burhan
29
mesine ve tevhîde delâlet eden Allah'ın yüce kudretine de dikkât çekmiştir.
8
vecih İbn-i Abbas, Mücahid ve Katade'nin ve müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür11. Ancak,
makam istidlâl makamı olduğu için ikinci vecih de
"İçtiğiniz suya baktınız mı?! Siz mi onu
buluttan indirdiniz yoksa biz mi?!" âyetinde
uzak bir görüş değildir. Bu yüzden bazı müfessirler
bu manayı öne almışlardır12.
suyun "içtiğiniz" diye vasfolunması istidlâle ihsânı
dercetmek içindir. Yani içtiğiniz tatlı su demektir.
Görüldüğü gibi, başka pek çok âyette olduğu
Çünkü su içmek insana sunulmuş en büyük nimet-
gibi bu âyetlerde de Cenab-ı Hak öldükten sonra
lerdendir. Böylece, "dileseydik onu acı yapardık"
dirilişin kendisi için ne kadar kolay olduğunu anla-
cümlesine mukabele sağlanmıştır...9
tırken insanın her zaman görüp de gaflet ettiği nimetlerle istidlâlde bulunmuştur. Böylece aynı
"Tutuşturduğunuz ateşe baktınız mı?!
Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa biz mi yarattık?!.." âyetindeki tezkire "ibret" iki türlü düşünülebilir: 1. Kıyamet gününün ateşini hatırlatması,
zamanda bu nimetlerin birer kudret mucizesi olduğuna, üzerlerinde derince düşünülüp ibret alınması
gerektiğine dikkat çekilmiştir.
...................................................................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
böylece akıl sahiplerinin alevli bir ateş gördükle-
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden isti-
rinde Allah'ın azabını hatırlayarak korkmalarıdır. 2.
fadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
Tekrar dirilişin sıhhatine dâir bir hatırlatma olması-
1. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4500.
dır. Çünkü yeşil ağaca ateşi tevdi etmeye kadir
3. Câvî, II, 347.
olan, ölünün bedenine fıtri harareti koymaktan âciz
248.
2. İbn Aşûr, XXVII, 312.
4. İbn Aşûr, XXVII, 315.
6. İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII, 289.
5. İbn Kayyım, et-Tibyân, s.
7. İbn Aşûr, XXVII, 321.
8 . İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII, 290.9. İbn Aşûr, XXVII, 324.
olamaz. Böylece bu âyet, "O size yeşil ağaçtan
10. Razî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XXIX, 160; Câvî, II, 348.
ateş çıkardı" âyetinin bir benzeri olur10. Birinci
hu’l-Meânî, XXVII,150.
30
11.
Alusî, Rû-
12. Misal için bkz. Merağî, XXVIII, 148.
Burhan
Şiir
Göğsümde lif sabun biçilsin kefen,
Elim boş yüz kara dilerim affım,
Öz Resulallah’tır gönül hedefim,
Dilde tevhid kalpte silah zikrullah.
Bu yollar yokuştur yorulacaksın,
Geçip süzgeçlerden süzüleceksin ,
Kabirde sual var sorulacaksın,
Dilde tevhid kalpte silah zikrullah.
Milyonlarca nefislerin sonudur,
Kahramanlar burada kendin tanıtır,
Suale cevap ver er meydanıdır,
Dilde tevhid kalpte silah zikrullah.
Uyan kardeş oku burdan ibret al,
Bir gün size gelir bizdeki zeval,
Cismin teneşirde ruhta gizli hal,
Dilde tevhid kalpte silah zikrullah.
Şeriat hocasın cismim yıkasın,
Hakikat mürşidim kabire koysun,
Hicrani cesedden elvadam olsun,
La İlahe İllallah Muhammed’ün Resulallah.
HİCRANİ BABA (1908- 1979 )
Burhan
31
Yirmidokuz
Allah Dostları
Abdullah ÇAKIR
[email protected]
Abdurrahim Reyhânî Efendi Hazretleri (K.S)
Yakın târihimizin gönül mimarlarından, âbide
şahsiyetlerinden biri de Abdurrahîm Reyhânî Efendi
Hazretleri idi.
Efendi Hazretleri 1930 yılında Erzincan’ın
Üzümlü İlçesi’nin Karakya beldesinde (eski adıyla Keleriç’te) dünyaya gelmişlerdir. Keleriç aynı zamanda
tasavvufî neşvenin canlı olduğu ve birçok Allah dostunun yetiştiği bir belde idi. Babası Hüseyin Efendi,
Erzincanlı Nakşibendî şeyhi Muhammed Beşir Efendi
Hazretleri’nin büyük oğludur. Hüseyin Efendi, babası
Beşir Efendi ile Tercan ve Otlukbeli’deki dergâhta
kalır, hizmet ederdi. Daha sonra Keleriç’e yerleşerek
bağcılık ve tarımla uğraşmaya başlamışlardır.
Anneleri de hâl ehli, takva ve iffetiyle ma’rûf
Tûbî Hatun’dur. Efendi Hazretleri daha dünyayı şereflendirmeden önce, annesi, karnında taşıdığı yavrunun pek çok iltifata mazhar olacak Allah’ın sevgili
bir kulu olduğunu çevresinde olup biten manevi işaretlerle hissetmiştir.
Efendi Hazretleri’nin çocukluğu da çok farklıdır.
Diğer çocuklar oyun oynarken o, kitaplar okuyor, yüce
yaratıcıyı, âlemi tefekkür ediyordu. Bizzat ifade ettiklerine göre, kendini bilmeye başladı yıllarda içinde
32
öyle bir his var idi ki sanki daha önce büyümüş, her
şeyi görüp öğrenmiş de sonra tekrar küçülmüş gibiydi. Bir mürşidin sevgisini, hasretini duymaktaydı.
Dedesinin zamanına yetişememiş olmasına çok üzülüyordu.
Efendi Hazretleri ilk eğitimine babası Hüseyin
Efendi’den Kur’ân-ı Kerim dersleri alarak başlar. Hüseyin Efendi iyi de bir marangozdur. Köyünde ve sair
yerlerde kapı, pencere ve buna benzer şeyler yapar,
aynı zamanda da köyünün insanlarına Kur´an-i Kerim
dersleri verir. Küçük Abdurrahim, babası Hüseyin
Efendi´ye işlerinde yardım ediyor, meraklı bakışlarla
babasının yaptıklarını izliyordu. Hüseyin Efendi´nin
beş erkek, iki de kız olmak üzere yedi evladı vardı.
Ancak, en çok Abdurrahim Efendi´yi severdi ve o´nun
büyük bir âlim olmasını çok arzu ediyordu. Abdurrahim Reyhani Hazretleri’nin soyadı “reyhan” olmasına
rağmen olgunluğu sebebiyle çevresinde hep “efendi”
olarak çağrılıyordu.
Takdîr-i Hüdâ (c.c), Abdurrahim Efendi, 14 yaşında iken babası Hüseyin Efendi vefât eder. Ailesinin
bütün umuru artık onun sırtındadır. Ortaokuldan
sonra tahsilini bırakır ve ailesinin geçimini üstlenir. Askerliğini çavuş olarak yapar. Özü-sözü bir olduğunBurhan
dan, komutanları depoların güvenliğini ona bırakırlar.
Asker ocağında vazifesinden arta kalan zamanda bile
boş durmaz faydalı kitaplar okumaya çalışır.
Kardeşi Efrail Efendi’nin anlattıklarına göre Abdürrahim Efendi’nin boş zamanı olmazdı. Sürekli çalışırdı. Çalışmanın dışında köyünde Şeyh
Abdurrahman Efendi’nin sohbetine giderdi. Zaten
kendisi yaşıtlarıyla oturmazdı. Hep kendinden yaşça
büyüklerle konuşurdu. İyi bir inşaat ustasıydı. İyi bir
marangozdu. Tüm köylüler gelir, işlerini ona yaptırırlardı. Ailesine çok düşkündü. Annesinin bütün işlerine
yardım ederdi. Annesine yük olmasın diye kendi elbisesindeki sökükleri bile kendi dikerdi. Asla yemek
seçmezdi. Tandır ekmeğinin sert kısmını kendi yer,
yumuşak yerlerini kardeşlerine verirdi. Anneleri her
bayramda bir çocuğuna elbise alırdı. Çünkü hepsine
birden alacak imkânı yoktur. Elbise sırası Abdurrahim
Efendi’ye gelir, kardeşi Efrâil Efendi’nin boynunu büktüğünü görünce kendi elbisesinden feragat eder. O
bayram elbise Efrâil Efendi’ye alınır. Çok merhametli
bir insandı.
TASAVVUFA İNTİSABI
VE
MÜRŞİDİ
Efendi Hazretleri’nin mürşidi, Bayburtlu Dede
Paşa Hazretleri olarak bilinen Musa Baştürk (k.s)
Hazretleri’dir. Abdurrahim Efendi, Dede Paşa Hazretleri ilk defa babası Hüseyin Efendi’nin vefatından
sonra karşılaşır. Dede Paşa Hazretleri bir akşamüstü
kısa bir taziye için evlerine gelmiştir. Dede Paşa Hazretleri’nin çok büyük bir zat olduğu, tevazuu, kemâlâltı, sohbetleri, beyitleri, aşkı, mıhabbeti hakkında
çevrasinden çok şeyler dinlemiştir. İçinde ona karşı
bir sevgi belirmekle beraber, bir mürşid olduğu hususunda kesin bir bilgisi olmadığından bu ziyarerinde
Dede Paşa Hazretleri’ne intisâb edemez.
1957 senesinin sonbahar aylarında görmüş oldukları bir rüyanın etkisiyle Dede Paşa Hazretleri’ne
karşı içinde dayanılmaz bir muhabbet belirir. Ancak
bu dayanılmaz arzuyu çeşitli sebepler ve mecburiyetler dolayısıyla üç ay gizlemek zorunda kalır.
Aradan üç ay geçtikten sonra birgün işitir ki
Dede Paşa Hazretleri Erzincan’a gelmiş ve onların
bulunduğu yere teşrif etmek üzere imiş. Bu haberi duyunca Abdurrahim Efendi elindeki çay bardağını tutamaz olur. Rahatsızlığını beyan ederek meclisten
ayrılır. Ne olduğunu kelimelerle anlatamadığı bir hal
ile evlerine koşar. Evin içine giremez de merek deniBurhan
len, hayvanların otunu, samanını, yemini koydukları
yere atar kendini. Orada biraz sakinleşir. Kalkar üstünü başını temizler, bir abdest alır ve biraz önce ayrıldığı ve şimdi ise Dede Paşa Hazretleri’nin
bulunduğu Muharrem Efendi’nin evine gider. Heyecanı hala geçmemiştir. Odaya girmeden önce Efendimiz (sav)’ın ve evliyanın ruhuna üç ihlâs bir fatiha
okur ve yavaş yavaş Paşa Hazretleri’nin bulunduğu
odanın kapısını aralar. Bir ayağını içeri atar, diğer
ayağı dışarıda, boyu beş metreden fazla olan odanın
kıble tarafindaki peykenin üzerinde oturan Paşa Hazretleri’ni görür görmez, oracığa, kapı aralığına düşüp
bayılır. O zaman Paşa Hazretleri, Abdurrahim Efendiyi bizzat kucaklayıp kaldırır, odaya alır. Bir süre
sonra gözünü açtığında ilk defa bedenen Paşa Hazretleri’nin huzurundadır. Mübarek, iki bardak çay getirir. Birisi kendisi için, biri de Abdurrahim Efendi için.
Şekerini bizzat karıştırarak, bir annenin evladına, çocuğuna içirdiği gibi çayı mübarek elleri ile Abdurrahim
Efendi’ye içirir. Abdurrahim Efendi, yatsıya kadar bir
kendine gelir, bir geçer. Nihayet yatsı namazı kılınır
ve Dede Paşa Hazretleri’ne intisâb eder. Bu ikinci karşılasması onun için “fena fi’ş-şeyh” seviyesinde bir
bağlılıktır. Bundan sonra Abdurrahim Efendi cemadâtın tesbîhini açıktan işitmeye başlar ve daha nice
manevi hâller yaşar ancak o, bunların hiçbirine iltifat
etmez, sürekli istikamet üzere olmaya çalışır.
25 yıl Dede Paşa Hazretleri’nin manevi terbiyesinde yoğrulur. Nihayetinde Dede Paşa, ona “teveccüh” görevi verir ve aynı zamanda kendisinin halifesi
olduğunu söyler. 1973 yılında Dede Paşa’nın vefatı
üzerine de irşad görevine başlar.
Önce Keleriç’te, bir süre sonra da Erzincan’da
sohbete müsait binalar yaptırır. Burada toplananlara,
bir yandan da yurt içi ve yurt dışı seyahatleri ile ayet
ve hadislerden, dedesinin ihvanı olan Salih Baba’nın
divanından (şiirlerinden) yola çıkarak insanlara sohbet eder, Allah (c.c) - Peygamber(sav)- vatan- millet
sevgisini anlatır.
Vefatından on sene önce evini İstanbul’a nakleder. 24 Ocak 1998’de Ramazan ayının 25. gecesi
aramızdan zahiri olarak ayrılıp her zaman beraber olduğuna inandığımız Hakk’a yürür. Hem İstanbul’da
hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenâze namazına yurt içinden ve yurt dışından gelen binlerce
seveni toplanır, ardından da “Terzi Baba” kabristanında toprağa verilir.
Abdurrahim Reyhan Efendi Hazretleri'nin Fatıma isimli zevcesinden doğma, Vehbi Efendi ve Avni
33
Efendi adlı iki oğlu ile Rabia Hanım adında bir kızı
vardır.
Abdurrahim Efendi, ismi ile müsemma idi. O
şefkat ve merhamet âbidesi idi. İnsanların acı çekmesine, göz yaşı dökmesine dayanamıyordu, husûsen müminlere çok düşkün idi.
Bir gün yanına bir fakir gelir:
- “Benim sağlığım bozuldu. Çalısamıyorum. Çocuklarım aç, evime ekmek götüremiyorum” der.
Fakirin konusmasından mübarek o kadar çok etkilenir ki gözlerinden yaşlar boşalır. Buyurur ki:
- Allah´ın rızasını kazanmak isteyen, bu garibin
ailesine sahib çıksın!
Nerde bir mümin varsa kalbi orada atıyordu.
Hatta zahir rahatsızlıkları konu edildiğinde o bunlardan hiç şikayet etmiyor, "İhvan için sağlık, ihvan için
ömür istiyorum" buyururlardı.
Zât-ı âlîleri o kadar tevazu sahibi idi ki evinde,
dergâhında bulunan misâfirlerine sürekli kendisi hizmet etmek isterdi. Fakîr olmasına karşın onları en iyi
şekilde ağırlardı. Gelenlerden de hiçbir şekilde hediye
kabul etmezdi. Buyururlardı ki: “Buraya gelenler bana
hediye getirmesinler! Hediyeler beni rahatsız ediyor.
Benim için en güzel hediye Allah sevgisiyle dolu bir
kalp, gönül dolusu muhabbettir.”
Yetimleri evlendirir, talebelerinin dertlerine ortak
olurdu. Yeni evlilere hediyeler alır ve almış olduğu hediyeyi kendisi bizzat götürür takdîm ederdi.
Efendi Hazretleri, marangozluk, inşaatçılık işlerinin
yanında bağ-bahçe işleri ile de uğraşıyordu. Bazı zamanlar, bağında yetiştirip pazarda sattığı meyve ve
sebzeler onun tek geçim kaynağıydı. Sebzeleri kasalara bizzat kendisi yerleştirirdi. Sebzeleri ayıklar, en
iyisini satardı. Onun sattığı sebzelerde bozuk hiç olmazdı. Hazret´in sırtında sebze taşıması talebelerinin çok ağırına giderdi. Üzülürlerdi, ama onun
kırılmaması için kendisine bir şey söylemezlerdi.
Bir gün Efendi Hazretleri, bahçesinde yetiştirdiği meyveleri pazarda satmaya götürür. Pazarın bir
köşesine meyve kasalarını indirir, sergisini kurar ve
satmaya başlar. Bir müşteri yaklaşır:
- Amca, bu üzümler Cimin üzümü mü?
- Yok kardeşim, bu Cimin üzümü değil, Cimin´in
biraz ötesindeki Keleriç Köyü´nün üzümü.
- Haa. Evet orayı duymştum. Geçenlerde bizim
bir öğretmen arkadaş bahsetti. Orada bir seyh var-
34
mış. Sen tanır mısın?
- Tanırım, tanırım tabii.
- Nasıl biri? İnsanlar akın akın ona gidip sohbetini dinliyorlarmış. Bizim arkadaş da onun yanına gitmiş. Sordum, nasıl biri diye, anlattı. Dedi ki “Ümmî,
okuma yazması yokmuş. Ayyaşlar, sarhoşlar kapısına
gidiyormuş, tüm kötü alışkanlıklarını bırakıyormuş.”
- Öyledir, benim efendim!
- Yok, yok bey amca, ben böyle şeylere inanmam. Neyse sen şu üzümden üç kilo ver de gideyim!
- Buyur kardeşim. İnşaallah, yolunuz Keleriç´e
düsünce bize de misafir olursunuz!
Hazret, o gün de ailesinin rızkını kazanır ve köyüne döner.
Reyhan Hazretleri’nden pazarda üzüm alan kişi
birkaç hafta sonra öğretmen arkadaşının ısrarı üzerine Keleriç Köyü´ne gelir ve Efendi Hazretleri´nin
evine girdiğinde arkadaşına:
- “Oda kalabalık, dediğin zat kim?” diye sorar.
- Bak! İşte sobaya odun atan zat.
- Ben bu bey amcayı görmüstüm ama nerde?
Hah, tamam simdi hatırladım, pazarda üzüm satıyordu.
Efendi Hazretleri, sobaya odun attıktan sonra
öğretmen ve yanındaki arkadaşına hoşgeldiniz der ve
buyurur ki; “Bak işte gördünüz mü, Keleriç’te misafirimiz oldunuz.”
Efendi Hazretleri, Allah aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Allah’ın celâl tecellîsini de cemâl tecellîsini de
yaşıyor, Allah’ın kahrını da lütfunu da bir biliyor gönlünü hoş tutuyordu.
Bir kış günü, bir grup ihvân ziyaretine giderler.
Sohbet başlar, saatler ilerler, odada ki soba da soğur.
Efendi Hazretleri kalkar, sobaya odun atar. Ancak
odunlar tutuşmaz. Bunun üzerine Salih Baba divanından,
“Yetiş ey kestibanım,
Büsbütün deryada yangın var
Değil derya yalnız,
Cümle hep sahrada yangın var”
beyitini okur ve buyurur ki;
- “Ah hocam, ah. Her yerde yangın var da bir
bizim sobamız yanmıyor ne hikmetse...”
Dergâhında bir iki kişi bile bulunsa onları bırakıp devlethânelerine gitmek istemezdi. Ancak ihvanların istek ve ısrar üzerine hane-i saadetlerine teşrif
Burhan
ederlerdi. "Bizim tarikatimiz günahkârlar tarikatidir",
"Bize günahı olan, günahını bilen gelsin", "Günahı olmayan bize gelmesin" derdi. Böylece sînesini herkese açardı. Şehir şehir, bölge bölge gezerek
sohbetleriyle insanları irşâd eder fedakârlığın benzersiz örneğini gösterirdi. Teşrîf ettiği yerlerde aşkın,
muhabbetin, feyzin hudûdu olmaz, cânlardan ayrılırken bu zahirî ayrılış onu hislendirir, ağlatırdı.
O, sosyal bir sorumluluk gereği olarak gönüllü
sivil toplum teşkilâtlarının kurulmasını istiyordu. İlmin,
vatanın ve memleketin hizmetinde bulunan gençleri
gönüllerini alıp teşvîk etmek, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek ve onların burkulman kalplerini tesellî için
“Reyhan Vakfı”nı kurdu. İlmin, servetin, ibâdetin ve
halka hizmetin hakikat ile örtüşmesi ve amacına ulaşabilmesi için de gönülden bağlılığı, ihlas ve samimiyeti esas alıyor bağlılarına da bunları emrediyordu.
Bundan dolayı hiçbir menfaat gütmeden, şahsî ihtiraslar peşinde koşmadan hizmet eden devlet erkânını ve siyasileri teşvik eder, böyle hizmetlerin her
türlü menfaat ve particilik hesaplarının dışında yapılmasını insanlığın şanından sayıyordu. Dede Paşa
Hazretleri’nden de duyulan ve sık sık sohbetlerinde
de ifadesini bulan şekliyle, “Hulûsunuzun bârını yersiniz” derdi. Yani ihlâsınızın meyvesini yersiniz...
O, bütün bu hizmetleri îfâ ederken hep gözlerden ırak, gösterişten ve konförizmden uzak sade bir
hayat sürdü. Mahviyyet ve mahfiyyet içinde sevenlerinin dışında kimsenin ilgisini çekmemeye çalışırdı.
Buna rağmen onu çekemeyenler, ona inanmayanlar,
düşmanlık besleyenler hatta sürekli takip altında tutup
iftiralar atanlar olmuş, o ise irşat görevini hiç aksatmamış, üzülüyor olmasına karşın bunları sükûnetle
karşılamış, hidayete ermeleri için Allah’a dua etmiştir.
Müridanından Erdoğan Bayram Bey’in anlattığı şu
olay çok ibret vericidir:
- “Çok şey gördüm. Çok şey yaşadım Hazret’in
yanında. Mesela bir gün, Hazret´in evinin bulunduğu
binaya ikinci ek bir bina yapılacaktı. Binanın projesini
çizen mühendise deprem şartlarına göre yapılması
talimatını verdi. Ve proje hazırlandı. Binanın yapımına
başladı. Abdurrahim Efendi´de çalişan ustalara bizzat yardım ediyordu. Bir gün ustalar değişti. Yeni ustalar gelmişti. Hazret de elinde keserle yeni gelen
ustalara “şöyle yap, böyle yap” diye tarif ediyordu.
Usta sinirlenerek dedi ki:
- İhtiyar, ver o elindeki keseri, git otur. Sen ne anlarsın bu işten!
Hepimiz koştuk, adamın yanına tamam dedik, adam
öldü. Efendi´de koştu yanına geldi. Adam yaşıyordu.
Belli ki birkaç yeri kırılmıs sürekli bağırıyordu.
- Oy anam ölüyorum, ölüyorum!
Hazret’ten cevap:
- Ölüyorsan öl.
- Ah hiçbir yerim kıpırdamıyor. Ölmem birşey
değil de, çocuklarım var.
Hazret yine cevap verdi:
- Sen öl, çocuklarının Allah gibi sahibi var.
Adama, Efendim´de yardım etti. İnşaatın arkasındaki Hazret´in evine adamı götürdük. Tevafuk ya,
dışardan Hazret´i ziyarete gelmiş, bir doktor vardı.
Anında ustaya müdahale etti; ve günlerce Hazret, bir
çocuğa bakar gibi ustaya kendi evinde baktı. Tüm
masraflarını karşıladı. Alacağı yevmiyelerin üç katını
kendisi verdi.”
Efendi Hazretleri’ne gore tasavvuf, sözü, davranışa tebdil etmek şeklinde yani İslam dininin ihtiva
ettiği bilgi sisteminin kuvveden fiile yani kalden hale,
nazariyeden ameliyeye dönüşü olarak anlıyordu.
Kalb temizliğine ve rikatine, doğru sözlü olmaya
çok önem verirdi. Buyururlardı ki: “Hiç kimseyi incitmeyiniz. Sizin kalbinizi haksız olarak biri kırarsa o kalbinizi Cenab-ı Allah tamir eder. Siz kötü söze, kötü
söze cevap vermeyiniz”. “Yalnız natüvan cismim değil
masum-u kalp hasta” beytini okuduktan sonra şöyle
derdi: “İnsanların kalbi masumdur, ruhu da masumdur. Fakat o kalbi muhafaza etmek lâzımdır. Nasıl bir
çocuğu muhafaza ediyorsanız, nasıl bir çocuğu ebeveyni, velisi muhafaza ediyorsa… Kalbimizin ebeveyni kim oluyor? Elimiz, dilimiz, gözümüz, kulağımız.
Burda bir de akıl var. Aklımızla düşünecek olursak
eğer, elimizi, dilimizi, gözümüzü, muhafaza edersek
eğer, o zaman kalbimiz masum kalıyor.”
Ona gore cismi güzellerde ayıp olurdu, ruhu güzellerde ayıp olmazdı. Onun için, itaatı makbul olan
kimse yaptığıyla övünmeyen kimse idi. “Ameli güzel
işle, işlememiş bil” derdi. Sohbete çok önem verirdi.
Çünkü sohbette bir araya gelen ruhları Allah sevgisinin topladığına inanırdı. Şu beyti de sık sık okurdu:
“Bahr-i aşkın katresi ol sohbet-i mevlâ ile
Katreler deryâ olur cemiyet-i kübrâ ile”
Cenab-ı Allah, rûh-i âlîlerini şâd ü hürrem etsin.
Bizleri de şefâatlerine nâil eylesin. Âmin.
Mustafa Miyasoğlu, “Abdurrahim Reyhani Hazretleri Hakk’a Yü-
Efendim birsey demedi. Gitti karşıdan inşaatı
seyretti. O sıra söz konusu usta iskeleden yere düştü.
Burhan
rüdü”, 25 Ocak 1998, Milli gazete; Ünal Tuygun, “Gönüller Sultanı Abdurrahim Reyhânî Hazretleri”; Abdurrahim Reyhânî, “Sohbetler”.
35
Yirmidokuz
Yol Kandilleri
Ersan BİLGİN
Allah’ın Aslanı ve İlmin Kapısı
Hazreti Ali bin Ebi Talib (r.a)
İlk müminlerden Allah’ın Aslanı Hz. Ali radıyallahu anh… Resulullah'ın tabiri ile "ilim beldesinin kapısı" ümmetin en bilgini Hz. Ali (ra)… İmanda
önder, ibadette önder, cihatta ve cesarette önder,
ilimde ve amelde önder Hz. Ali (ra)… Vahiy kâtibi,
hâfız, müfessir ve muhaddis Hz. Ali (ra)…
Hayber Fatihi Hz. Ali (ra)… Ebu Râfi şöyle
anlatıyor: “Hz. Ali (ra) ile birlikte Hayber’e gittik. Hz.
Peygamber sancağını ona vermişti. Kaleye yaklaştığımızda içerdekiler çıkarak bizimle savaşa tutuştular. Bu sırada yahudilerden biri Hz. Ali’ye
vurarak onun kalkanını düşürdü. Bunun üzerine
Hz. Ali kalenin kapısını yerinden söküp kendine
kalkan yaptı ve kale fethedilinceye kadar da onu
elinden bırakmadı. Daha sonra ben yedi kişiyle birlikte onu yerden kaldırmaya çalıştıysam da beceremedim. (Bidaye, IV/189) Şehid halife Hz. Ali
(ra)…
Resulullah (sav)’ın amcası Ebi Talib’in oğlu,
Rasulullah’ın kızı Hz. Fatıma (r.anha)’nın kocası
yani Rasulullah’ın damadı, dördüncü halife, müminlerin emiri; Hz. Ali radıyallahu anh…
36
İLK MÜMİNLERDEN…
Hz. Ali (ra) küçük yaşından beri Resulullah'ın
yanında büyüdü. On yaşında İslâm'ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice'den sonra müslümanlığı ilk
kabul eden O’dur. Mekke döneminde her zaman
Resulullah'ın yanındaydı. Kâbe'deki putları kırmasını şöyle anlatır: "Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe'ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak
istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı
anladı, omuzumdan indi, beni omuzuna çıkardı ve
ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe'nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu.
Resulullah'ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384).
İMAN NURU…
Resul-u Ekrem, en yakın akrabasını uyarmak
ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allah'u Teâlâ'dan
emir alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî
emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla
alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali
(r.a.)'ye bıraktı, Ali de bir ziyafet hazırlayarak HasiBurhan
moğullarını davet etti. Resulullah yemekten sonra:
"Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve
bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum. İçinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum
olarak bana bey'at edecek" dedi. Yalnız Ali (r.a.)
kalktı ve orada Resulullah'a onun istediği sözlerle
bey'at etti. Bunun üzerine Resul-u Ekrem, "Kardeşimsin ve vezirimsin" diyerek Hz. Ali'yi taltif
etti.
EMANETLER HZ. ALİ’DE…
“el-emin (güvenilir kişi)” olan Sevgili Peygamberimiz (sav) hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali'ye
bıraktı ve o gece Hz. Ali (ra), Resulullah'ın yatağını
da yatarak müşrikleri şaşırttı. Böylece Hz. Ali (ra),
Hz. Peygamber'i öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, bu
suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, Peygamberimiz'in kendisine
bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra
Medine'ye hicret etti.
HEP HAKK’IN SAFINDA,
DAİMA RASULULLAH’IN YANINDA…
Medine'de de Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulundu, bütün cihat harekâtlarına katıldı,
Uhud'da gâzî oldu. Bedir'de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları
tesbit ederek Hz. Peygamber'e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir'de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir gazasının
başlamasından önce, Kureyşliler'le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu döğüşte, hasmı Velid b.
Muğire'yi kılıcı ile öldürdüğü gibi, Hz. Ebû Ubeyde
zor durumdayken yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine "Allah'ın Arslanı" lâkabı
ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir
de deve verildi.
Hz. Ali'nin "Zülfikâr" adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali'ye Resulullah (sav) tarafından hediye edilmişti.
Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz.
Peygamber kıydı. O zamana kadar Resulullah'la
oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı.
Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan üç oğlu, iki kızı dünyaya
geldi. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan Hasan, Hüseyin,
Burhan
Muhsin adlı oğulları ve Zeynep, Ümmü Gülsüm
adlı kızları oldu.
KIŞIN SOĞUĞUNDA İNCE BİR
ELBİSENİN ALTINDA TİR TİR TİTREYEN
MÜBAREK İNSAN…
Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son
derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma
noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına
tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin altında tir tir titreyerek mescide gittiğini
aktarırlar…
SABIRLI VE CÖMERT…
Hz. Ali (ra); âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömertti. Medine'de müslümanların durumu düzeldikten sonra,
Hz. Ali (ra) de bir hizmetçi almaya karar verip, Resulullah'a gitti. Resulullah kızıyla damadının arasına girerek: "Ben size hizmetçiden daha
hayırlısını haber vereyim. Yatarken otuz üç kere
Allahü ekber, otuz üç kere Elhamdülillah, otuz
üç kere de Subhanallah deyin" buyurdu.
Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan
Hz. Ali ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen
bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi: "şüphesiz en
iyiler mizacı kâfur olan bir tastan içerler. Allah'ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak.
Adağı yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir
günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği,
miskine, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi
ancak Allah'ın rızası için doyuruyoruz, sizden
bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu
biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı
Rabbımızdan korkuyoruz' derler. Allah da bu
günün şerrinden onları korur. Onlara parlaklık
ve sevinç verir." (İnsan, 5/11)
Hz. Ali'nin cömertliği, insanîliği, Resulullah'a
olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu
yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişiliğe büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini gizliden birini gündüz, birini de
gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime indi:
"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak
37
infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de değillerdir." (el-Bakara,
2/274).
İLME TEŞVİK…
ANNEYE VEFA…
- Hz. Ömer’le Ali (r.anhum) tavaftan çıktıkları
bir sırada annesini sırtında taşıyan bir göçebe gördüler. Göçebe bir yandan da şu şiiri okuyordu:
- “İnsanlar üç sınıftır: Biri, ilim ve ameli tam
olan ve her yönüyle Allah yolunda olan âlimdir.
Diğeri, kurtuluş yolunu arayan öğrencidir.
Üçüncüsü ise, akılsız ve rezil kimselerdir ki, her
bağırana tabi olur ve esen yelin peşinden gider.
İlmin ışığı ile aydınlanmaz ve sağlam bir kaleye
sığınmaz.
“Ben sırtımdakinin serkeşlik yapıp ürkmeyen bineğiyim. Diğer bütün binekler ürküp
kaçsalar da ben ne ürker ve ne de kaçarım.
Onun beni karnında taşıması ve emzirmesi ise
benim yaptığımdan çok daha zahmetliydi. Ey
Allah’ım! Emret; senin hizmetindeyim! (Lebbeyk! Allâhümme lebbeyk!)” Bunu gören Hz. Ali,
Hz. Ömer’e dönerek;
İlim, servetten hayırlıdır. Çünkü ilim seni
korur. Serveti ise sen korursun. İlim sarfettikçe
artar, servet ise, sarfettikçe azalır. Âlimin sevilmesini, din herkese borç kılmıştır. İlim, sahibine
sağlığında yol gösterir, ölünce de ona iyi bir
isim bıraktırır. Servetin gücü, servetin elden gitmesiyle yok olur. Nice servet sahipleri vardır ki,
daha sağken ölüdürler. Âlimler ise, dünya durdukça hayattadırlar. Bedenleri ortada olmasa
bile hatıraları gönüllerde yaşar…” (Ebu Nuaym, Hilye,
“Ey Ebâ Hafs! Bu adamla birlikte bir daha
tavaf yapalım. Umulur ki bu kez rahmet inecek
ve hepimizi kapsayacaktır” dedi. Göçebe tavaf
boyunca yukarıdaki şiiri okumayı sürdürdü. Bu
arada Hz. Ali de ona karşılık olmak üzere; “Şunu
bil ki Allah Teâlâ senin, annene gösterdiğin bu
vefandan çok daha vefalıdır. Bunun için de
senin azına çok büyük mükafatlar verecektir”
şiirini okuyordu. (Kenz VIII/310 (Beyhaki, Amr b. Hammad’dan, o da
bir başkasından)).
I/79)
ALTIYÜZBİN NASİHAT İSTERİM.
MÜSLÜMANIN KENDİ AİLE EFRADINI
EĞİTMESİ…
- Hz. Ali; “Ey iman edenler! Nefsinizi ve aile
efrâdınızı tutuşturucusu insanlarla taşlar olan
ateşten koruyunuz” (Tahrîm: 66/6) âyet-i kerimesini
tefsir ederken “Yani nefsinize ve aile efradımıza
faydalı ve hayırlı şeyler öğretiniz (“Onlara iyi ve
faydalı şeyler öğretiniz ve kendilerini terbiye
ediniz”)” buyurmuştur. Terğib I/85 (Hâkim’den); Taberi, Tefsir
XXVIII/107
38
Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ali'ye buyurdu:
"Ya Ali, altıyüzbin koyun mu istersin, yahut altıyüzbin altın mı veya altıyüzbin nasihat mı istersin ?" Hz. Ali dedi: "Altıyüzbin nasihat
isterim." Peygamberimiz buyurdu: "Şu altı nasihate uyarsan altıyüzbin nasihata uymuş olursun:
1. Herkes nafilelerle meşgul olurken sen
farzları ifa et. Yani farzlardaki rükünleri, vacipleri sünnetleri, müstehapları ifa et.
Burhan
2. Herkes dünya ile meşgul olurken sen
Allah'u Teâlâ'yı hatırla. İslâm'a uygun yaşa; İslâm'a uygun kazan; İslâm'a uygun harca.
3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken
sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol.
4. Herkes dünyayı imar ederken sen dinini
imar et, zinetlendir.
5. Herkes halka yaklaşmak için vasıta
ararken, halkın rızasını gözetirken sen Hakk'ın
rızasını gözet; hakka yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara.
6. Herkes çok amel işlerken sen amelinin
çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et."
AZIĞIN EN HAYIRLISI TAKVADIR
- Kumeyl b. Ziyad şöyle anlatıyor: Hz. Ali ile birlikte dolaşmaya çıkmıştık. Bir mezarlığın yanından
geçerken o şunları söyledi:
- “Ey kabirlerde yatmakta olanlar! Ey çürümeye mahkum olanlar! Ey karanlık ve tenha
yerlerin sâkinleri! Neler söyleyeceksiniz? Bizim
söyleyeceğimiz şudur ki siz ölenlerin malları
taksim edildi, çocukları yetim kaldı. Hanımları
da başka kocalar buldu. İşte biz dünyalıların
size söyleyebileceğimiz şeyler bunlardır? Peki
sizler neler söyleyeceksiniz?” Bu sözlerden
sonra bana dönerek;
“Ey Kumeyl! Eğer kabirlerde yatanlara
cevap hakkı verilmiş olsaydı onlar ‘Azığın en
hayırlısı takvadır’ diyeceklerdi” buyurdu. Hz. Ali
bunu söyledikten sonra ağladı ve:
“Ey Kumeyl! Kabir, yapılan amellerin saklandığı bir sandıktır. İnsan bunu ancak öldüğünde anlayabilir” dedi.1
- Hz. Ali şöyle buyuruyor:
- “Siz amellerinizin kabul edilmesini istiyorsanız takvâya daha fazla özen gösteriniz.
Çünkü takva ile birlikte yapılan hiçbir amel
azımsanamaz. Kabul edilen bir amel nasıl azımsanabilir ki?”2
- "Sizin için korktuğum şeylerin en başında,
nefsinin isteğine uymak ve uzun emelli olmak
gelir. Birincisi hak yoldan alıkoyar; ikincisi ise
ahireti unutturur."
- "Amellerin en zoru üçtür. Bunlar; nefsin
hakkını verebilmek, her halde Allah'u Teâlâ'yı
hatırlayabilmek, kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir."
Burhan
- “Kur’an okuyan veya Kur’an öğrenen kimseler, Hz. Peygamber’in yanında insanların en
sevimlisidirler.”
HZ. ALİ’NİN HANIMLARINI
KISKANMAYAN BİR BELDE HALKINI
AZARLAMASI
Hz. Ali bir keresinde bir belde halkına şunları
söylemiştir:
“Duyduğuma göre kadınlarınız çarşı ve
pazarlarda erkeklerle karışık bir şekilde dolaşıyorlarmış. Sizde kıskanma denilen duygu yok
mudur? Kıskanma duygusunu yitirmiş kimselerde hayır yoktur”.
- Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Kıskançlığın iki
çeşidi vardır: Birincisi güzel olanıdır ki insan
onunla aile efrâdını ıslah ederek onların kötü
yollara düşmelerine engel olur. İkincisi de kötü
olanıdır ki bu, sahibini cehenneme götürür.” (Bu
ve bundan önceki: Kenz II/161 (İbn Sa’d, Reste’den)).
ALLAH KATINDA ARAP İLE ACEM’İN
BİR FARKI YOKTUR
- Birisi Arap, diğeri de onun azatlılarından olan
iki kadın yardım istemek üzere Hz. Ali’ye geldiler.
Hz. Ali (ra) onların her birine birer ölçek yiyecekle
kırkar dirhem para verilmesini emretti. Bunun üzerine Arap olan kadın
“Ey Mü’minlerin Emîri! Bana şu Acem kadına
verdiğin kadar mı veriyorsun? Halbuki ben Arap
asıllıyım, o ise bir Acem’dir (Arap olmayan birisidir)” dedi. Hz. Ali (ra) ise;
“Allah’ın kitabına baktım ve orada Hz. İsmail’in evlatlarının Hz. İshak’ın evlatlarından
üstün olduklarına dair bir şey görmedim (Allah
katında Arap ile Acem arasında hiç bir fark yoktur)” dedi. Beyhaki VI/349 (İsa b. Abdillah el-Haşimi’den, o babasından,
o
da
kendi
babasından).
Muhammed
Yusuf
Kandehlevi,
Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 2/155-156.
.........................................
[1] Kenz II/142 (Dineveri ve İbn Asâkir’den).
[2] Kenz II/142 (Ebu Nuaym, Hilye’sinde ve İbn Asâkir, Kays b. Ebî Hâzim’den).
39
Yirmidokuz
Halil Atik
Ecel Ensende
Yaşam;suskun bir bekleyiş...
Çünkü sen saatini aldanışlara kurdun....
Önce altına serilen bir yol
Kovalamacaların dünyasında
Sonrada apansızın bir gidiş....
Sen hep ebeydin
Kovalayıp durdun...
...
Yakalamayada gebeydin...
Yakaladında
Durak durak gezdin durdun
Ama unuttun
Her yeni durağa vardığında
Sen bastığın yerde bile bir boşluktun...
Bir öncekinde unutuldun...
Zaman, basamak basamak geçti üzerinden...
Bedenine hapsoldun
Her defasında vurduğunu sandın
Lâkin bedene sığmazdı ruhun...
Ama vuruldun!...
Rengine boyandın gecenin
Koştun... Koştun... Sanki atladın Çin seddinden...
Sabahında uyudun...
Yollar seni dinlemiyor artık
Oysa güneş kadar aydınlıktı gerçek!...
Yoruldun!...
Her bir gün sana yazılmış açık bir çek!...
40
Anlamadın,
Ufuklarda dolaşıyor beklentilerin
Neresi idi senin yurdun?...
Oysa sadece gözünün gördüğü yerdesin...
Anlamadın
Ruhunda dalgalandı hep gel-gitlerin
Burhan
Sen,ruhuna çekilmiş en büyük perdesin...
Sonunda düşülecek noktaya bedelsin...
Arkanda bir kırıntı olmuş sevdiklerin
Sitem etme yaşadıklarına
Unuttuklarının unutulmuş gözündesin....
Sen,sana verilmiş en büyük değersin...
Kayboldu suya yazdığın yeminlerin
Sanatkârın çok büyük
Oysa sen Alem-i Ervah`da verilen ahdin sözünde-
Onun lütfûyla doğan bir esersin...
sin...
Noktanın virgülün üstüne çıktığı bir yer burası
Rüzgâr olursun,
Dünya ki
Ya toprağında ya da bir dost yüreğinde esersin...
Ellerinde biriktirmeye durduğun bir buz...
Güneşten kaçan bulut gibidir misalin
Oysa mevsimlerden yaz,aylardan temmuz...
Bir buhar gibi boşlukta hayâlin...
Kırıldı zamanın kapıları
Aynalar tuz buz...
Benim dediklerin sana sadece emanet
Sen bile senin sahibin değilsin...
Zamana fıtratın tohumlarını ek
Arkanda bıraktıklarına bir bak!...
Çünkü sadece hatıraların kadarsın...
Gözlerden dökülen yaşlara aldırma sen!
Dünya sen olmasanda döner.
Yağmur sen olmasanda iner.
Ama gönüller kurak!
Bir gönlü suladın isen
İşte o zaman yaşarsın...
Ek ki zaman önünde eğilsin...
Sonsuzluğun berisindesin...
Zaman;pencerende çiseleyen bir yağmur
Ne bir adımda önünde ecelin
Nede bir adım gerisindesin...
Saatler,seni zamana ayarlayan bir oyun...
Başında dolaşan:Gelecek
Dök kendini üzerinden uyan artık!...
Bak tutunduğun dallar kırık
Kandığın düşler yalan!...
Sanarmısın ki ölüm sana ırak
Bir münadî haykırır bir gün
Burası "son durak"!...
Başında dolaşan gelecek.
Kaderinin yörüngesindesin...
...
Yol;ayaklarının altında bir halı
Ayakların sende,adımların sende
Bir zaman,bir yer...
Yolcu sensin...
Saatler boşlukta gezer...
Kendini başkalarında arama
Ecel ensende
Seni oynayan en iyi oyuncu sensin...
Yarınına "son" değer...
Uykular uyandı...
Burhan
Ahirin evvelinden belli...
Bir rüyâ bu kadar kısaymış meğer..
Başlangıcı sensin hayatının
Kandığın sular yandı
Sonuda sensin....
Ecel ensende...
Her an doldurulmakta sayfaların
Zaman bir bir düşüyor gözlerinden
41
Yirmidokuz
Ömer Faruk TOKAT
İslamî Araştırmaların Yolu Nerden Geçer?
“İslâmî Araştırmalar” derken kastedilen
nedir? İslam’da ilmî çalışmanın usûlü ve hedefi
ne(ler) olmalıdır? “İlim yapmak” şeklinde dillere pelesenk edilen tabir ile tam olarak ne kastedilmektedir? Günümüz İslâmî araştırmaları ne ifade
ediyor? Objektif değeri var mı? Seküler felsefenin
ve hâkim oligarşik kültürün dile ve beyne attığı çelmiklerden azat olmadan yapılan İslâmî çalışmalar
ne anlam ifade etmektedir? Ve hangi çıplak yaraya
merhem olmaktadır?
Şimdi burada serdettiğimiz soruların cevapları üzerinde biraz düşünelim:
Aydınlanma felsefesi, pozitivizm, rasyonalizm, küreselleşme vb. modern anlayışların ucundan tutarak nassları öteleyip aklı merkeze alan
üstelik bunu da tam olarak beceremediğinden popülist ve sığ bir söylemin esareti altında İslâmî
araştırma yaptığını iddia etmek, ilâhî hakikati yani
el-hikme bilgisini yakalama bağlamında hiçbir
şeyin karşılığı olmayacaktır dersek sanırım abartılı
bir değerlendirme yapmış olmayız. Günümüz İslâmiyât çalışmalarına baktığımızda meselenin hikmet boyutunun keşfedilememesi sonucu korkunç
bir zihin karışıklığıyla ve bilgi anarşizmiyle yüzyüze
42
geliriz. Amacı, hedefi ve en önemlisi de “usûl”ü olmayan bu çalışmalar doğal olarak bir bilgi kaosuna
yol açacaktır. Onun içindir ki eskiler “usûl olmadan
vusûl olmaz” demişlerdir. Araştırmacı güçlü bir usul
donanımına sahip olmaksızın girdiği vehimler ormanında yolunu şaşırmaktan başka ne yapabilir?!
O halde mutlak hakikatleri, adına gerçek denilen
vehimlerden ayırmanın anahtarını elde etmek gerekiyor ki bu anahtar “hikmet”in ta kendisidir. Hikmet… yani mutlak hakikatin doğasına doğrudan
nüfuz etmenin yolunu gösteren aydınlatıcı bir tutamak.
Olması gerekene nisbetle ilim talebeliği
(=araştırmacılık) haysiyetinin olmazsa olmaz koşulu “ilim, amel, ihlâs” vasıflarını faaliyet merkezine yerleştirip oradan hareketle meselelere
sarkmaktır.
İlim, amel, ihlâs ilkelerinden hareketle oluşturulacak olan, 1400 küsür yıllık ilmî ve kültürel mirasımızı yeniden inşa ve yeniden yorumlama
bağlamında hayatî önemi haiz bir diğer şart ise
usûl ilimlerinin özellikle de Usûl-i Fıkıh ilminin verileriyle şekillenecek yepyeni ve taptaze bir ilim dili
geliştirmektir. Bu başarılıp yerleşik ve kollektif bir
Burhan
bilinç halini alırsa ancak o zaman velûd bir bilinçlenme sürecinden sözedilebilir ve ilmî araştırma
diye dillerde pelesenk olan edim ancak o zaman
anlam kazanabilir.
Üzerinde çalışılan alan İslâmiyat olduğuna
göre azamî düzeyde bir ruh ve kalp duruluğu gerektirmektedir. Çünkü ilâhî bilginin, doğası gereği,
amel ve ihlâs düzeyi düşük olan zihinlere kendini
açmayacağı hadislerin ve diğer İslamî ölçülerin
bize öğrettiği bir gerçektir. Ayrıca içinde yaşadığımız sistem ve zaman dilimi, fitne ve entrikalarla
dolu olduğundan sağlıklı bir İslâmî bilinçlenme noktasında feraset ve hikmet penceresinden bakmayı
zorunlu kılmaktadır. Feraset ve hikmetin ise ancak
amel ve ihlâs/takva ile elde edilebileceği yadsınamaz bir gerçektir. Maalesef olayın bu boyutu hep
göz ardı edildiği için İslamcı araştırmacıların gündemini genelde hâkim kültür belirlemektedir. Yani
dikkat edilirse mücerret manada akıl, zekâ ve duyuların gelişmiş olması hakikatin bilgisini elde etmeye yetmiyor. Bilakis bununla birlikte amelî
planda dînî yükümlülüklere eğilerek bir iç dünya
eğitimi geliştirmek olmazsa olmaz bir tamamlayıcı
olarak karşımıza çıkıyor eğer amaç entelektüel
mastürbasyon değilse tabî…
Olayın takva boyutu ihmal edilmesi sonucunda da gayesi, sebebi ve en önemlisi de usûlü
tespit edilmeden bilginin herkese açık olduğu gibi
ucuz ve çilesi çekilmemiş bir söylemle ve bir gazeteci üslubuyla günü kurtarmaya yeltenen, daha iyi
niyetli bir ifadeyle insanları rafine edilmemiş bilgiler
topluluğuyla muhatap kılan sözüm ona bir takım
akademisyenler, ilahi hakikatlerin doğasına aykırı
bir ihaneti yaşadıklarının farkına bile var(a)mıyorlar.
İslam ümmetinin kriz dönemlerinde hep ön
plana çıkmış ya da çıkarılmış olan bu güruhun yaptığı eğer bir hedef saptırma değilse sapla samanı
birbirine karıştırmak gibi patolojik bir görüntü arz
etmekten başka ne ola ki…
Çoğunlukla hâkim kirli kültür tarafından beslenen ve semizleştirilen “hikmet fukarası” bu anlayış o kadar yüzeyseldir ki İsmail Kara Hoca’nın
ifadesiyle tecditten söz ederken zımnen eskimiş bir
dinden, ıslahtan bahsederken zımnen bozulmuş bir
dinden ve ihyadan söz ederken zımnen ölmüş bir
dinden bahsettiğinin farkına varmaktan bile acizdir.
Bilgiye bu denli basit yaklaşımların kol gezdiği bir
Burhan
agorada kafa karıştırmaktan öte bir işlevi olmayan
kimi araştırmacılar, sığ söylemlere tutunarak hep
vitrinlere oynadığından yolları hep çıkmaz sokaklara varmış ve yavşamış labirentlerin arasında sürtmekten bir türlü kurtulamamıştır. Böylesine
karmaşık bir döngüyü yaşayan bu kişiler, bilgiyi dekonsakre eden yani kutsal yönünü ve "ihsan" boyutunu yadsıyan bir anlayışla hâkim kirli kültürün
hegemonik dayatmalarına teslim olmaktan öte geçememişlerdir. Sonuç olarak gelip sırtlarını dayadıkları yerin çok sağlam olduğu vehmine kapılarak
bu topraklar üzerinde yeşermiş olan değerlere
savaş açmak gibi gibi bir paradoksu yaşamak durumunda kalmışlardır. Düzeltme amacıyla yola
çıkıp egemenlere yaranma psikolojisiyle islamın
tüm değerlerine saldırmayı kendisine yegâne gaye
edinmiş onlarca "ilim adamı" sistemin kendilerine
sunduğu köşe başlarında konuşlanarak "sahih bir
din anlayışı" adına Kuran ve Sünneti değiştirmeye
yeltenmekte ve islâmı gerçek anlamda yaşama ve
hayata taşıma yöntemi olan tasavvufa saldırmaktadır. Bu ilginç ve ibretamiz bir serencamdır. Yok
sayılan ve reddedilen tasavvufun esası olan ilim,
amel, ihlas esaslarının kılavuzluğundan yoksun
olan bir araştırma edimi, günümüzde de çok net
olarak görüldüğü üzere, insanı Allah'ın dinini beğenmeme, dolayısıyla da din üzerinde değişiklik
yapmaya kalkarak bir anlamda tanrılık iddiasına
kadar götürür. Hâlbuki İslamın bilgisine dokunmak
bir cesaret işidir; takva ve hikmetle donanmayanları yakar…
İçinde yaşadığımız şartlar ve durumlar İslamî
araştırmaların zemini olması hasebiyle çok önemlidir. Sekülerist ve dünyevi bir söylemin Müslüman
zihinler üzerinde kurduğu bir blokaj söz konusu. Bu
hâin blokajı sorgulamak ve en önemlisi de bunun
farkına varabilmek oryantalizm (istişrak) tandanslı
akademisyenlerin harcı değil biliyoruz. Onlar “Bir
Şeyh Efendiyle Röportaj” adlı uydurma çiziktirmeleriyle, hikmet ehli mutasavvıf ulemaya çamur
atmak ve ilahiyatlarda başörtülü kızları engellemek
gibi bir takım eylemlerle günün egemenlerinin yanında yer aldıklarını kanıtlamaya çalışsınlar.
"Sahih din anlayışı, Gerçek İslam, Kuran İslam'ı ve
benzeri söylemlere tutunarak mukaddes ölçüleri
tahrif etme gayretleri gerçek ilim talebeleri tarafından çoktan fark edildi bile… Panikleyerek agresif
tavırlar sergilemeleri ve kudurgan bir şehvetle saldırmaları da bu yüzden olsa gerek…
Araştırma adı altında hain bir karanlık gide43
rek genişleyip üreyerek bilgi (=el –ilm)nin doğasını
karartmaya çalışıyor. O halde Müslüman ilim adamlarının dikkatli olması gereken nokta dış dünyadan
bize dikte edilen dayatılan ve bizim de farkında olarak ya da olmayarak benimsediğimiz sokuntu ve spekülatif gündemleri tespit etmek ve rasyonalizmle
oluşan kuru aklın dikte ettiği kaba kalıpları ve dogmaları kırmak gereğidir.
Takvanın ve hikmetin dilinden sökün eden bir
hayat tasavvuru olmadıkça, bilgiler yaşanan hayatla
yüzleşmedikçe doğru/sahih bir islamî bilinçlenme sürecinden bahsedilemez ve ilim algımız hep kısır ve
kurak bir mecrada sürüp gider ki işte bu tehlikeli bir
“zihin kayması” ameliyesidir. Bu sağlıksız yöntemi aşmanın sırrı ise insan ruhunu/zihnini derece derece
özgürleştiren ve insana derece derece vahyî ilmin doğasında ve kozmik yapıdaki en derin sırlara nüfuz
edebilme istidadını kazandıran takvayı yakalamakla
mümkündür. Kurân-ı Kerim'in konuya yaklaşımı çok
açıktır: “Allah’tan sakının (takva sahibi olun) O
size öğretecektir ve O her şeyi ziyadesiyle bilendir." (Bakara, 282)
“Eğer o memleketlerin ahalisi iman edip
takva sahibi olsaydı elbette üzerlerine yerden
gökten bereketler açardık” (A‘râf, 96).
Ümmetin önünü aydınlatacak olan bilgi zühd ,
takva ve tasavvufun doruğuna ulaşmış Ebu Hanife,
İmam Şafii ve Ahmed İbn Hanbel gibi ulemanın muteâl açılımlarıyla kazanılacaktır. Çünkü onlar “ilim,
amel, ihlas” ı temel bir kriter haline getirdiklerinden,
“kutsal” a ihanet etmeyen bir ruh adanmışlığının dev
adamlarıdır…
Günümüzde birileri sırtlarını oligarşik güçlere
dayayıp “ilmî çalışma, araştırma” gibi baştan çıkarıcı
unvanların daldası altında hakim kirli kültürün ve modernitenin dayattığı suni ve spekülatif konuları islamîleştirme gibi abes bir oyunla meşgul
olurken/edilirken kuzu postu giyinmiş kurt rolünü çok
iyi oynadıklarını zannededursun, ilmi sorumluluğun
bilincinde olan gerçek araştırmacılar halkın arasında
mutlak hakikatlerden bir yaşam damıtmaya çalışıyor… Dağ gibi kıpırtısızlıklarının ardına sakladıkları
volkanik duyargalarıyla halkları aydınlatmaya devam
ediyorlar… Onlar, Hakk’a kölelik dışında hiçbir sınırı
ve yasayı tanımayan, “hikmet”in müteâl doğasına tutkun aşk adamları…
44
Burhan
Satırlık Hakikatler
Yahy a MA Cİ T
[email protected]
Akıllı kişi, nefsini hesaba Bir paranın nereden gel diçekip, öldükten sonrası için ğini görmek istiyorsan, neçalışır.
reye gittiğine bak!
Hz. Muhammet (a.s.)
İmam-ı Azam
Düşman her türlü hileden Yarın, “iyi bir insan olacağım”
aciz kalınca, dostluk gösterir. diyorsun.
Sonra dostlukta öyle işler
eder ki düşman yapamaz.
Niçin bu gün olmuyorsun?
Sâdî
Mevlâna
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış.
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış
Necip Fazıl Kısakürek
Sen, sana düşenleri
yapmadıktan sonra,
başkalarının yapacağı
iyilikten sana ne?
Hayatta en önemli şey,
neyin önemli olduğunu
bilmektir.
Otto Milo
Dante
Gecenin en karanlık
Gerçek mektep, çıraklara
olduğu an, şafağa en yakın
sonsuzluk duygusu
aşılayan mekteptir ve onun olduğu andır.
mabetten farkı yoktur.
Burhan
45
Yirmidokuz
Hasan BAŞAR
Hayalle Başlar Herşey
Önce hayalle başlar her şey. İnsan hayal eder ve
kurduğu bu hayalin gerçekleşmesini sabırla bekler.
İçinde bulunduğumuz dünya hayal sayesinde gelişmiştir İnsanların arasındaki mücadele de aslında hayallerin
mücadelesidir. Hepimiz bir şeylerin hayalini kurarız. Kimimiz bir araba, kimimiz bir kadın, kimimiz para, mal,
mülk, kimimiz güzel bir memleket. İnsan, sahip olduğu
duygunun ve düşüncenin derinliğine göre hayaller kurar.
Kimisi imkânsızı ister, kimisi basit olanı.
Tonlarca ağırlığındaki demiri havada uçuran, denizde yüzdüren bir hayalle başlamadı mı? Hayalle başlar her şey. Fatih’e İstanbul’u, İskender’e dünyayı
fethettiren hayali değil midir? Ferhat’a dağları deldiren
Şirin’ine kavuşma hayali değil midir? Vatanını bırakıp
başka diyarlara giderken yollarda can veren insanları
ölüme götüren kendi ve ailesi için kuracağı iyi bir yaşantının hayali değil midir? Savaş meydanlarında canını ortaya koyan kahramanlara savaşma cesareti verip,
ölüme götüren hayalleri değil midir? Belki kendisinin
içinde olamayacağı mesut bir memleketin hayali.
Hayal insanın zihninde canlandırdığı şey, hülya,
imgedir. Bu bazen geleceğimizle ilgili olurken, bazen de
eşyaların zihinde kalan izleridir. Hayal gerçekte olmadığı halde görüldüğü sanılan şey, görüntüdür. İnsan eşyaları düşünürken somutlaştırır. Yani benzerleri ile
46
eşleştirerek somutlaştırma ihtiyacı hisseder. Bir takım
imgeler yükleyerek kavranmasını kolaylaştırır. Çünkü
her kelime kafamızda bir takım imgeler oluşturur. Zaten
düşünce dediğimiz şey de kelimelerin anlamlarından
ibarettir. Görmediğimiz şeylerin görüntüsü düşüncelerimize yansır. Hiçbirimiz cenneti ve cehennemi görmedik.
Ama Allah’ın(cc) kitabı Kur’an-ı Kerim ve rehberimiz Hz.
Peygamberin(sav) hadislerine göre hayal ederiz. Onları
bildiğimiz güzel ve çirkin şeylerle beynimizde somutlaştırmaya çalışırız.
Hayaller geleceğimizdir. Geleceğimiz ile aramızdaki köprüdür. Hayaller olmasa köprüler yıkılır. Hayat
durmuş ve akıcılığını kaybetmiştir demektir. Zaman artık
hep aynıdır. Onun için insan hayal kurmalıdır. Hayaller
insanlara yaşam enerjisi verir. Bu yolda mücadele eder.
Hayat hep ileri doğru akar ve ilerde hayalini kurduğumuz güzel günler vardır. Hayallerimiz mükemmeldir.
Hayat, hayatımızda mükemmelliği yakalama mücadelesidir.
Hayaller her zaman pespembedir. Orda olumsuzluklara yer yoktur. Hayal kırıklığı hayatın kendisinde vardır. Hayat hayallerimizin tam karşılığını vermez. İnsan
umutsuzluğa düştüğü anda yine hayallerine sarılır. Böylece kaybolan enerjisine yeniden kavuşur. Hayaller yaşama azmi verir. Hayata sarılmamızı, zorluklarla
Burhan
mücadele etmemizi kolaylaştırır. İnsanlar geleceğin hep
güzel olduğunu hayal eder. Hayat, güzel ve güzelliği
arama mücadelesidir. Gelecekte hayatın güzel olacağını düşünür, bu uğurda mücadele eder ve fedakârlıklarda bulunur. Bu uğurda ölümü bile göze alabilir insan.
Kendi ölürken bile yanında hayalleri vardır. Kendisinin
ölümü hayallerinin gerçekleşmesi anlamına gelir.
Zorluklara hayallerimiz sayesinde göğüz gereriz.
İnsanlık için iyi bir gelecek hayal ederiz. Geçmiş anı,
gelecek hayaldir. Biz hayallerimizle anılarımız arasında
yaşarız. Yaşımız ilerledikçe artık eskisi gibi hayal kuramayız. Yaşadığımız kötü tecrübeler şevkimizi kırar. Başaramadıkça pasifleşir, hayallerimizin boş olduğuna
inanırız. Yani hatırlarımız daha baskın çıkar.
Hayal kırıklığı da vardır hayatın içinde. Hayal kırıklığına uğramadan zaferin tadına varılamaz. Kolay
elde edilen şeylerin değeri yoktur. Emek verirsek, uğraşırsak, kendimizden bir şeyler katarsak daha değerli
ve anlamlı olur. Çoğumuzun hayallerinin gerçekleşmesi zaman alır. Belki ömrümüz yetmeyebilir. Ama
hayal hep ilerde durur.
Hayalleri olmayanının ideaları de yoktur. Günü
birlik yaşarlar ve bütün dünyaları gündelik olaylardan
ibarettir. Fazla sıkıntı çekmeye gelmezler. İnsanın hayalleri ne kadar büyükse zorluklara dayanma gücü de
o kadar büyüktür. Uğrunda her şeyimizi verdiğimiz hayallerin niteliği de çok önemlidir. Hayallerimiz bizim varlık nedenlerimizdir. Hayaller nesneler ve gelecekle ilgili
olarak beynimizde kurduğumuz bir kurgudur. Duygularımız, düşüncelerimiz hayalleri oluştururken davranışlarımıza da şekil verir. Biz insanımıza büyük düşünmeyi
öğretmeliyiz.
Küçük hayaller peşinden koşmayalım. Kurduğumuz hayaller sadece bizi değil bütün insanlığı kucaklamalıdır. Kurduğumuz hayaller gerçekçi olmalıdır.
Ayakları yere değmelidir. Hayal âleminde yaşamamalıyız. Fazla hayalci olmamalıyız. Hayallerimizin mantığı
olmalıdır. Ve ilerde gerçekleşme imkânı olmalıdır. Ütopik(gerçekleşme imkânı olmayan fikir ya da düşünce)
duygu ve düşüncelere kapılmamalıyız.
Tarih büyük hayaller kuran ve bu hayallerini gerçekleştirmek isteyen insanlar tarafından yazılmıştır. Beyinler küçük, orta ve büyük olmak üzere üçe ayrılır.
Küçük beyinler gündelik olaylarla ilgilenirler. Bu insanların hayatı dedikodudan ibarettir. Dünyaları dardır ve
pek büyük hayalleri de yoktur. Orta beyinler tartışmayı
seven insanlardır. Çözüm üretmek yerine tartışırlar.
Oysa bunlardan en önemlisi büyük beyinli insanlardır.
Toplumlar büyük beyinli insanlar sayesinde ayakta kalır
ve ilerlerler. Büyük beyinli insanlar toplumların geleceği
üzerine düşünüp bir şeyler yapan insanlardır. İşte bu
Burhan
insanların büyük hayalleri vardır. Ve büyük düşünürler.
Yüreklerinde yepyeni bir toplum oluşturmanın heyecanını yaşarlar.
Milletleri ayakta tutan o milletlerin ortak hayalleridir. Bizim hayallerimizde kan, gözyaşı, ayrılık ve nifak
yoktur. Bizim hayallerimizin temelinde sevgi, barış, kardeşlik, dostluk vardır. Biz sadece kendimizi değil, bütün
insanlığı düşünürüz. Bizde bencillik, hırs ihtiras yoktur.
Biz paylaşımcı bir nesiliz. Biz Mehmet Akif’in hayallerinde ki Asım’ın nesliyiz. Bütün bunları söylerken çizdiğimiz bu tabloya kızanlar olacaktır. Her şeyin bu kadar
pespembe olmadığını söylediğinizi duyar gibiyim. Evet,
bu konu da haklısınız. Bizim içimizde hayallerimizi yıkmak isteyenlerin olduğu bir gerçek. Ama suçlu arayacaksak suç hepimizin. Ortak hayal kurdurmayı
başaramadığımız için. Bütün bir milleti ortak bir hayal
etrafında birleştiremediğimiz için.
Ama henüz her şey bitmiş değil. Aslında hiçbir
şey için de geç kalınmış sayılmaz. Aramızdaki uçurumlar iyice derinleşmeden köprüler atalım. Bütün bir
millet olarak bir araya gelelim. Kanımızla, dişimizle, tırnağımızla kurduğumuz bu memlekete sahip çıkalım.
Doğduğumuz bu topraklar, acılarımızı, sevinçlerimizi,
kederlerimizi paylaştığımız acı tatlı hatıralarla dolu bu
memleket hepimizin. Bu topraklarda yaşayan herkes,
özlemini çektiği bir memleketin hayalini kurar. Bunu en
güzel ifade edenlerden biri de Cahit Sıtkı Tarancı’dır.
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Gözlerimizi yumalım ve hayal edelim böyle bir
memleketi. Çizdiğimiz bu memleket manzarası sadece
hayallerde kalmasın. El ele verelim ellerimizle büyütelim hayallerimizi, bu hayal bizim hepimizin hayalidir. Birlik olup el ele verirsek kırılmaz hayallerimiz. Gözlerimizi
yumup, hayalini kurduğumuz ülkenin türküsünü hep birlikte söyleyelim.
47
Yirmidokuz
[email protected]
Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK
Murtaza ALKlŞ
‘Kader İnancı’ Üzerine
OKUMALAR
Emevi Hilafeti dönemi, İslam tarihinin en buhranlı dönemlerinden biridir. Bu karışıklık döneminde,
Kur’ân ayetleri kadercilik doğrultusunda yorumlanmış ve hadisler tedvin edilmeye başlanınca da, Resulullah'a isnat edilen hadislerle kör tevekküle
dayanan bir ‘kadercilik’ telkin edilmiştir1. Bu siyasi çekişmeler sonunda kadere Kur’ân ile ilgisi olmayan bir
içerik kazandırılarak İslam’ın esası olan ‘sorumluluk’,
insandan kaldırılarak kadere yüklenmiştir2. Bir nesli,
bir yönetim biçimini güzel göstermek uğruna geliştirilen bir anlayış, sonraki Müslümanların ‘temel dini
anlayışları’ haline gelmiştir. Bununla da geçmiş temizlenmiş ama gelecek karartılmıştır3. Bu durumu,
geleceği belirsiz ve karanlık olan günümüz İslam
dünyasında bütün açıklığıyla görmek mümkündür.
Bunun altında geçmişten gelen bu bilinçaltının tesiri
olduğunu da vurgulamak istiyoruz.
Mezkûr dönemde karşıt düşünceli gruplar
kader ve insanın iradesi konusunda yoğun bir tartışma içine girmişlerdir. Her gurup kendisine
Kur’ân’dan ve sünnetten delil getirmek suretiyle, diğerlerine üstünlük sağlamaya çalışmıştır. Hatta
bazen bu gruplar, aynı ayeti bile kendi düşünceleri
için delil göstermişler, Kur’ân’a parçacı (atomcu) bir
şekilde yaklaşmak suretiyle, görüşlerini Kur’ân’la temellendirme yoluna gitmişlerdir4. (Aynı yöntemin te48
zahürünü, -hem de yöntem adına- bugün de sürdürenleri görmek mümkündür.) Bölünerek anlaşılmasına, Kur’ân’ın kendisinin dahi karşı olduğu bilindiği
halde (Hicr, 91), Kur’ân’ın bir bütün olarak değerlendirilmesi yerine; ayetler, maalesef Kur’ân’ın bir hitabet (retorik) olduğu unutulup, bağlamlarından
koparılmak suretiyle lâfzî bir şekilde (literal) birer
‘metin’ olarak okunduğu görülmüştür5. Hâlbuki
Kur’ân, kültürel ve entelektüel tarafgirliğin (En’âm,
159) kalıplarına sığdırılmayı şiddetle reddetmektedir6.
Bu bağlamda tartışılan konuların başında, insanın iradesi, kudret, fillerin yaratılışı meseleleri gelmekteydi. İnsanın bir iradeye sahip olup olmadığı,
fillerindeki kudretinin ölçüsü, fillerinin yapılmasında
kendinin ve Allah’ın etkisinin ne ölçüde olduğu soruları ile rızık ve ecel gibi konular üzerinde gruplar arasında çetin fikir tartışmaları çıkmıştır.
İrade sözlükte, “talep etmek, istemek, dilemek,
arzulamak, emretmek, tercih etmek ve iştiyak, kast,
hareket, hüküm, yaratma ve inşa” gibi manalara gelmektedir7. İrade, ‘küllî irade’ ve ‘cüz’î irade’ olarak
ikiye ayrılır. İnsanın bir işe başlamadan önce kendisinde mevcut olan iradesine küllî, küllî iradenin belli
bir fiile yönelmesine ise cüz’î irade denmektedir8.
Burhan
Cebriye, insanda herhangi bir iradenin olmadığını söylerken9; Mutezile, insanın hür bir iradeye
sahip olduğunu ve hür iradeye sahip olan insanın,
kendi fiillerinin meydana getiricisi ve yaratıcısı olması
gerektiğini söylemiştir10. Eş’arîler, Cebriyeyle aynı
görüşü paylaşırken, Şia ise, Mutezileyle aynı görüşte
olmuştur. Maturidîler ise Allah’ın mutlak iradesini
kabul etmekle birlikte, insanın da irade sahibi olduğunu belirtmiş ve iradeyi küllî ve cüz’î olmak üzere
ikiye ayırmışlardır11. Maturidîler’e göre insanın sorumlu ve yükümlü bir varlık olması, onun irade sahibi olmasını gerekli kılmaktadır12.
Kur’ân’da insanın iradesinden bahseden ayetler olduğu gibi Allah’ın iradesinden bahseden ayetler
de vardır. “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğü ve iyiliği ilham edene andolsun ki, nefsini
arındıran iflah olmuş, onu kirletip örten ziyana
uğramıştır” (Şems, 7-10). “Biz onu yola hidayet ettik,
ister şükreder ister küfr” (İnsan, 3). “İşte bu (yani
Kur’ân) bir öğüttür ve dileyen Rabbine bir yol
tutar. Bununla beraber Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz” (İnsan, 29-30). “Eğer Rabbin dileseydi
yeryüzünde kim varsa iman ederdi” (Yunus, 99; Nahl, 16;
Nur, 21)
Bu ayetlerden bir kısmı cebrî kader anlayışına
delil olarak getirilmiştir. Kaderci anlayışa delil olabilecek ayetleri şöyle anlamanın en doğru yöntem olduğunu düşünmekteyiz. İnsanın hürriyetinden
bahseden ayetler insana râcî olup insanın sorumluluk alanını ve iradesinin sınırlarını tayin ederler. Allah’ın mutlak iradesinden ve kudretinden söz eden
ayetler ise Allah’a râcî olup insanın sınırlı iradesinin
bitip Yaratıcının sınırsız iradesinin başladığı yeri tayin
ve tespit ederler13.
yaratmadan insanın fiilini işleyemeyeceği anlamına
geldiği için özgürlüğün kısıtlanması olur. Bu yüzden
insan fiil işlediği zaman kendisinde kudretin var olması gerekir.
Bu bağlamda tartışılan diğer bir konuda, kudretin iki zıt için elverişli oluşudur. Mutezileye göre fiilden önce olan kudret, hem yapılacak fiile, hem de
o fiilin zıddına elverişlidir21. Eş’arîler ise, kudretin iki
zıt için elverişli olmadığını söylerken22 Maturidîler,
kudretin iki zıdda aynı anda elverişli olması gerektiğini23 çünkü eğer kudret iki zıt için elverişli olmasaydı,
kâfire iman etmesini teklif etmek güç yetiremeyeceği
işi ondan yapmasını istemek olurdu24. İnsanın hür
olabilmesi için sadece fiil için kudretinin olması yeterli değildir, aynı zamanda kudretin iki zıdda elverişli
olması da gerekir25.
Bir fiile iki kudretin etkisi de tartışılmıştır. Mutezile şirk durumundan çekindiğinden insan fiili için bir
tane fâil kabul etmektedir; o da insandır. Çünkü onlara göre bir eserde iki müessirin etkisi söz konusu
olamaz26. Eş’arîler ise iki kudretin tesirini kabul etmezler. Onlara göre yapan Allah’tır27. Maturidîler ise
fiil için iki fail kabul ederler28. İnsanın fiilinin Allah’ın
kudreti olmaksızın meydana gelemeyeceğini belirtirler. Burada insanla alakalı fiillerin de iki türlü olduğunu söylemek gerekmektedir Kulun kendi iradesiyle
meydana gelen fiiller, onun iradesi dışında gerçekleşen fiiller. İrademiz dışında meydana gelen fiillerde
herhangi bir mesuliyet veya mükâfat söz konusu değildir: İnsanın gözünü kırpması gibi. Diğeri ise insanın kendi tercihiyle meydana gelir. Eğer bu iki çeşit
fiiller bir tutulursa, insanlar zaferleriyle övünemezler
ve zalimler kötülüklerinden dolayı yerilemezler29.
Kudret konusunda da fırkalar arasında tartışmalar çıkmıştır. Kudret sözlükte, “güç, kuvvet, takat,
iktidar” gibi anlamlara gelmektedir14. Cebriye, bu konuda insanın hiç bir şeye güç yetiremeyeceğini söylerken15, Mutezile, insan merkezli bir kudret anlayışı
benimseyip16, insanın kudret sahibi olduğunu belirtmiştir. Eş’arîler, kulun kudretinin fiillerinde asla tesiri
olmadığını kabul ederken17, Maturidîler ise, insanın,
fiillerinde iradesinin yanında etkin bir kudret sahibi olduğunu iddia etmektedirler18. Şia ise, cebrin teklifi ortadan kaldırdığını belirterek cebri reddeder ve kulun
kudretinin var olduğuna inanır19.
Konumuza geri dönersek; eğer Eş’arîlerin dediği gibi, kulun fiilini Allah yaparsa bu durumda mükâfat ve cezanın anlamı yoktur30. Maturidîlerin dediği
gibi, kul fiilini Allah ile beraber yaparsa, bu durumda
insanı yaptığından sorumlu tutmak manasız olur31.
Çünkü iki ortak demek, iki sorumlu demektir. Mutezilenin dediği gibi kul fiilini kendi yapıyorsa, burada
Allah’ın müdahalesi söz konusu değildir. Mükâfat da
ceza da kulundur. Mutezilenin bu konudaki görüşü
insan sorumluluğunu esas aldığı için Kur’an’a daha
uygundur32. Çünkü insanın, fiilinde hür olduğuna
inanmak, Allah ile kulun ortaklaşa fiiline inanmaktan
daha çok ilahi kudretin şanına layıktır33.
Kudret de ikiye ayrılmıştır: Fiilden önceki kudret, fiilin oluşumu esnasındaki kudret. Eş’arîler ve
Maturidîler kudretin fiil ile birlikte olduğunu ve Allah’ın
o anda yarattığını; Mutezile ise, kudretin fiilden önce
olduğunu söyler20. Netice olarak insanın, Allah’ın o
anda yarattığı kudretle fiilini işlemesi, Allah kudreti
Eğer insanlar fiillerini mecburen işleseydi, Allah’ın insanlara peygamberler göndermesi, emir ve
yasaklarda bulunması anlamsız olurdu34. İnsanların
bir kısmının hayır, diğer bir kısmının şer yolunu seçmeleri gösteriyor ki, irade ve ihtiyar insandadır, tercih
ona bırakılmıştır35. Yüce Allah zulümden münezzeh-
Burhan
49
tir36. İnsanın özgürlüğü yoksa Allah’ın kâfirleri cennete atması zülümdür. Dünya müsabaka ve imtihan
yeridir37. İmtihanı kazanan cennete kaybeden cehenneme gidecektir. İnsanın fiillerinde zorunlu olduğunu ileri sürmek Allah’ın adaletini tam anlamıyla
olumsuzlamaktır38. Hâlbuki Allah asi ve salih olmanın
yollarını ezelde tayin ve tespit etmiş39, gereğinin yapılmasını insanın hür iradesine bırakmıştır.
Allah’ın kelamı olan Kur’ân, insanı hür bir fâil
olarak kabul eder40. Çünkü peygamber tarafından
yapılan ikazlar ve onların insanları tövbeye davet etmesi, muhatabı olan insanda sorumluluk kapasitesinin var olduğunu ifade eder41. “De ki: ‘O, hak
(Kur’ân) Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin,
dileyen inkâr etsin’.” (Kehf, 29). “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür; kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür” (Zilzal, 7-8). Aslında insan,
aklını, vicdanını ve mantığını kullansa hür bir iradeye
sahip olduğunu anlar. Hatta bir insana, “sen irade ve
şuur sahibi değilsin” dense asla kabul etmez, kesinlikle kızar ve tepki gösterir. Özgür olmak insanın kaderidir, yoksa sorumlu bir varlık olmanın manası
olmaz42. Çünkü teklif ve sorumluluk hürriyeti zorunlu
kılar43. Zaten kader kelimesinin geçtiği ayetlerden
hiçbiri, insanın neticesinden sorumlu olduğu fiillerinin, ortaya çıkmalarından önce belirlendiği yada tespit edildiği anlamına gelmemektedir44. Çünkü insan
sorumlu olması itibariyle diğer tüm varlıklardan ayrılmaktadır45. Ama insan özgürlüğü, her türlü kayıt ve
sorumluluğun ötesinde mutlak bir özgürlük değildir46.
Çünkü sınırsız özgürlük anarşi doğurur. Bugün bile
her devlet, insanlarının özgürlük ve sorumluluklarını
yasalarla belirlemiş ve kayıt altına almıştır. Allah’ın
da yarattığı insanın sınırlarını çizmesi çok doğaldır.
İnsanın fiillerinde hür olması Allah’ın kaderidir . Çünkü seçenekleri olmayan hususlarda hürriyet olmadığı için sorumluluk da yoktur48. Hasan
Basri’ye göre, insanın özgürlüğü ve serbest irade sahibi oluşu, göklerin ve yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanettir. “Evet, biz o ‘emanet’i
göklere, yere ve dağlara önerdik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da, onu
insan yüklendi. O (insan) gerçekten çok zalim,
çok cahildir” (Ahzab, 72).
47
Allah, ezelde iyinin de kötünün de yapılabilmesinin imkânını yaratmıştır49. İnsan da şuurlu olarak
kendine, doğru ya da yanlış yolu seçip oraya gider50.
İşte hidayetin ve delaletin Allah’tan olması, kulun hidayet ve delaleti hak edecek bir şeyler yapmasıdır51
ve insanın iyi veya kötü bir şeye yönelmesiyle, Allah’ın o kimseyi, o işte başarıya ulaştırmasıdır52. İnsanın sapıp da yoldan çıkması, kaderin yada
alınyazısının keyfi bir sonucu değil, fakat kesinlikle
50
Mezkûr dönemde
karşıt düşünceli
gruplar kader ve
insanın iradesi
konusunda yoğun bir
tartışma içine
girmişlerdir. Her gurup
kendisine Kur’ân’dan
ve sünnetten delil
getirmek suretiyle,
diğerlerine üstünlük
sağlamaya çalışmıştır.
insanın kendi tutum ve eğilimlerinin bir sonucudur53.
Bunu Kur’ân açık açık belirtir.
Gerçekten de, insanın ve Allah’ın gerçek bir fiili
olarak hidayet, Kur’ân’da insanın beş duyusunu ve
idrakini etkin kullanmakla (Zuhruf, 40; Yunus, 43;
Neml, 81), iman ile (Şu’arâ, 104), salih amel ile
(Yunus, 9), tövbe ile (Tâhâ, 82), Allah’a yönelme ile
(Şûrâ, 13), Kur’ân’a ve peygambere tâbî olmak ile
(Meryem, 43), Allah’a sarılmakla (Âli İmrân, 101), cihatla (Şu’arâ, 69) şarta bağlanmıştır. Yoksa Allah’ın
keyfî bir tasarrufu değildir. Ancak yukarıdaki eylemleri yapanlar hidayete ererler.
Yine delalete düşme veya sürüklenme, insanın
kendi isyanının (Ahzab, 26,36), fıskının (Bakara, 26),
zulmünün (İbrahim, 27; Meryem, 38; Lokman, 11;
Nuh, 24), yalanlamasının (En’âm, 144), hevâsının
(En’âm, 56; Maide, 77; Casiye, 23; Sad, 26; En’âm,
119; Kasas, 50), aşırı gitmesinin (israf) ve şüphesinin
(Mü’min, 34), kalbinin katılaşmasının (Zümer, 22) bir
sonucu54 olarak Kur’an’da yer almaktadır.
Bütün bunlardan başka bir kısım Kur’ân ayetleri, “Allah’ın, insanların kalplerini mühürlemesinden,
gözlerini hakikati görmeyecek şekilde körleştirmesinden ve etraflarına bakıp tefekkür etmelerini enBurhan
gellemek için boyunlarına zincir vurulmasından”
bahsetmektedir. Kur’ân, Allah’ın keyfî olarak insanların kalplerini mühürlediğini ileri sürmez, aksine genellikle insanların kendi davranışlarından dolayı
Allah’ın böyle yaptığını söyler: “İlkin ona inanmadıklarından dolayı gönüllerini ters çeviririz” (En’âm,
110); “Onlar, “kalplerimiz perdelidir” dediler.
Hayır; ama inkârlarından dolayı Allah onları lanetlemiştir, artık çok az inanırlar” (Bakara, 88). Ayrıca “yaptıkları fenalıklar yüzünden” kalplerinin
mühürlendiği veya gözlerinin körleştirildiği söylenmektedir (En’âm, 49). Ayrıca bunlara benzer birçok
ayet Kur’ân’da bulunmaktadır55. Diğer yandan bu
ayetlerin, o durumdaki insanların psikolojilerinin ve
içinde bulundukları durumlarının gözler önüne serilmesi olarak da düşünülebilmesi mümkündür, yani
Allah onların halini tasvir etmekte, Kur’ân’a gönlünü
kapayanları, davranışın da sahibi olması nedeniyle,
‘kalplerini mühürledim’ şeklinde tasvir etmektedir.
Sonuçta iyiliğin ya da kötülüğün yapılabilmesi
imkânı kader, kulun bunlardan birini yapması ise hür
iradenin neticesidir56. Bu yüzden insan iradesini
inkâr ederek Kur’ân’ın mutlak bir insan davranışının
cebrini savunduğunu ileri sürmek yalnız Kur’ân’ı reddetmek değil, aynı zamanda bizzat temelini yok etmektir57.
Görünen odur ki, insan, fiillerinden sorumludur.
Bu sorumluluk, insanın bu fiilleri meydana getirmesine dayanmaktadır58. Hesaplaşma, azap veya
sevap, ancak fiillerini özgür iradesiyle gerçekleştirenler açısından geçerli olabilir. Cebrî kader, zulmü
Allah’a nispet etmeyi öngörür. Çünkü bir fiili işlemeyen bir kişinin cezalandırılması, hiçbir şekilde zulüm
olgusunun dışında değerlendirilemez. Bir kimseyi,
başkasının günahından dolayı mahkûm etmekten
daha çirkin bir şey olamaz59.
Ayrıca insanların yaptıkları fiiller insanla ilintilidirler ve bunları yüce Allah’la irtibatlandırmak da
doğru olmaz. Çünkü bir fiilin iki fail tarafından işlenmesi, iki muktedir aracılığıyla ifa edilmesi, iki etkenin eseri olması imkânsızdır. İnsan, işlediği fiillerinin
ortaya çıkaranıdır60. Serbest iradeye sahip insan, bu
fiilleri kendi kastı ve kişisel dürtüleriyle gerçekleştirir.
Fiilin işlenmemesi de aynıdır. İnsanın fail olarak nitelendirilmesi mecazî manada değildir61. Çünkü güç
yetirilen gerçeklik bir tanedir. Dolayısıyla kulun bir
şeye güç yetirmesi, her şeye güç yetirmesi anlamına
gelmez62.
Zaten Allah’ın fiilleri ile insan fiilleri arasında kıyaslanamayacak kadar fark vardır. Allah’ın fiilleri kesintisiz, her bakımdan bitişik ve ardışıktır. Kulun
fiilleri ise kopuk kopuktur, bütünlük arz etmez. AraçBurhan
ları yaratmak Allah’ın fiili, aracı kullanmak kulun fiilidir63. Ayağı yaratan Allah, ayakla yürüyen insandır64.
Madde Allah tarafından yaratılmıştır. Yapma, dönüştürme ve bu maddelerle ilgili kullanım insana aittir65. Allah’ın kudreti sonsuz, insanın kudreti sınırlıdır.
Çünkü insan Allah’ın yarattığı bir güçle fiil yapmaya
kadirdir66. Atomun parçacıkları olan elektronlar bile
serbest iradeleriyle hareket ettiklerine göre, atomlardan oluşmuş insanın özgür olmadığını söylemek,
akla, mantığa, vicdana ve bilime aykırıdır.
Sonuç olarak özgür olan insan, dünyada yaptığı her şeyden hatta zihninde beslediklerinden bile
sorumlu tutulacaktır67. Bize göre insanın varlığının
ve dünyaya gönderilmesinin asıl sebebi de budur.
Bugün bile hala geçmişin cebrî kader anlayışına bağlılık ve onları taklit had safhadadır. Örneğin
Ankara’nın Boğaziçi gecekondu mahallesindeki dini
hayat üzerine yapılmış bir doktora çalışmasına göre,
383 deneğin yüzde 90’ı cebrî kadere inanmaktadır68.
İnsanlar hala yaptıkları kötülükleri, başlarına
gelen musibetleri -yalnız iyilikler ve hayırlar değil
çünkü onları kendilerinin yaptığını söylerler- kadere
yüklemektedirler. Örneğin, yakın tarihimizde meydana gelen Zonguldak’taki maden kazası, Erzincan
51
ve Dinar depremleri gibi doğal olaylar, devletimizin
en yüksek mercii tarafından ‘Allah’ın takdiri’ olarak
nitelenip, bu olaylarda can kaybına sebebiyet veren
ve insandan kaynaklanan ihmaller soruşturma konusu olmaktan çıkarılmıştır. Benzer bir hadise de
Suudi Arabistan’da hac mevsiminde yaşanmıştır
(1990). Tünelde mahsur kalan 500 hacı ölmüş, Kral
Fahd, bu olayı ‘Allah’ın takdiri’ olarak izah edip sorumluluğunu ortadan kaldırmıştı69.
Bu aykırı anlayışın Müslüman toplumları etkilemesinden sonra yığınlar tembellik ve miskinliklerini kader olarak telakki etmeye başladılar.
Müslümanlar başarısızlıklarını, ezilmişliklerini, zelil
ve hakir bir biçimde yaşamalarını kadere bağlıyorlardı. Düşmanlarının başarılarına da aynı gözle baktılar. Tabi bu inanç Allah’a iftiradan başka bir şey
değildi: “Müminlere yardım etmek boynumuza
borç oldu” (Rum, 47), “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve sizi ayaklarınız üzerinde dimdik tutar.” (Muhammed, 7), “Allah
inananları savunur.”(Hacc, 38) buyuran Allah’a70…
Zamandan ve insan aklının kavramasından münezzeh olan Allah’ın her şeyi bilmesini, ilminin varlıkların
her zerresine şamil olmasını, insanlar ne yazık ki
cebir olarak anlamışlardır. Hâlbuki Allah’ın ezeli ilmi
maluma (insan iradesine) tabidir. Zorlayıcı (takdirî)
değildir. İnsanlar özgür iradeleriyle öyle davranacaklarından dolayı Allah onların öyle yapacaklarını
bilmektedir71.
Müslümanlar, derhal bu cebrî kader anlayışından kurtulmalıdır. Bu anlayışın bugüne kadar ümmete en ufak bir yarar sağlamadığını görmelidir.
Hatta tam tersi çok büyük zararlar açtığını bilmelidir.
Özgür bir varlık olan insan, şu koca kâinatın tek istisnası olduğunu ve bu yüzden sorumlu tutulacağını
anlamalıdır. Yaptığı her şeyden hesaba çekileceğini
şeksiz şüphesiz kabul etmelidir. “Sonra o gün, (size
dünyada verilmiş olan) nimetlerden (teker teker)
sorulacaksınız” (Tekâsür, 8).
Mehmet Akif’in aşağıda sunduğumuz şiirinin72
konuyu anlatmaya ve iddialarımızı desteklemeye yeterli olduğunu düşünmekteyiz:
‘Kadermiş!’ Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabii, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?
‘Çalış’ dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de ‘tevekkül’ sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hasın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
52
Birer birer oku tekmil edince defterini:
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Huda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak!
O’nun hazine-i inamı kendi veznendir!
Havale et ne kadar masrafın olursa… Verir
Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen O;
Levazımın bitermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesabına küffarı hak-sar edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfi o nazlı sesin:
‘Yetiş’ de, kendisi gelsin, ya Hızır’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;
Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: her şeyin Allah…Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O’na ait: lalan, bacın, dadın O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lazım imiş… Askerin, kumandanın O;
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu?
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete… Ha?
Yehud Üzeyir’e, Nasara Mesih’e ibnu’llah
Demekle unsur-i tevhit olur giderse tebah;
Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana?
Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdan’a?
Kimin hesabına inmiş, düşünmüyor, Kur’ân…
Cenab-ı hak çıkacak, sorsalar, muhatap olan!
KAYNAKLAR
Akbulut, Ahmet, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Pozitif Matbaacılık, Ankara
2001.
Ammara, Muhammet, Mutezile ve İnsanın Özgürlüğü Sorunu, çev: Vahdettin
İnce, Ekin Yay., İstanbul 1998.
Atay, Hüseyin, Kur'ân’ da İman Esasları, Atay Yayınevi, Ankara 1998.
Aydın, Ömer, Kur'ân Işığında Kader ve Özgürlük, Beyan Yay., İstanbul 1998.
Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Çağrı Yay., İstanbul 2006.
Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı Meal-Tefsir, çev.: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İstanbul 2002.
Güler, İlhami, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu, Ankara Okulu Yay., Ankara 2000.
İslamoğlu, Mustafa, İman, Denge Yay., İstanbul 2005.
Keskin, Halife, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yay., İstanbul 1997.
Kırkıncı, Mehmet, Kader Nedir? Cihan Yay., İstanbul 1983.
Rahman, Fazlur, Ana Konularıyla Kur'ân, çev: Alparslan Açıkgenç, Ankara
Okulu Yay., Ankara 2000.
Watt, W. Montgomery, İslam’ın İlk Dönemlerinde Hür İrade ve Kader, çev.: Arif
Aytekin, Kitabevi Yay., İstanbul 1996.
..............................................................
* Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, ([email protected],
[email protected])
** Araştırmacı
1 Akbulut, 307, 2 Akbulut, 270, 3 Akbulut, 264, 4 Akbulut, 300, 5 Güler, 93, 6
Rahman, 47, 7 Keskin, 121, 8 Kırkıncı, 31, 9 Aydın, 76, 10 Aydın, 77, 11 Aydın,
80–81, 12 Aydın, 82, 13 İslamoğlu, 185, 14 Aydın, 85, 15 Aydın, 87, 16 Aydın,
89, 17 Aydın, 93, 18 Aydın, 95, 19 Aydın, 90, 20 Aydın, 111, 21 Aydın, 112, 22
Aydın, 112, 23 Aydın, 114, 24 Aydın, 116, 25 Aydın, 117, 26 Aydın, 122, 27
Aydın, 122, 28 Aydın, 125, 29 Kırkıncı, 37, 30 Akbulut, 268, 31 Akbulut, 268,
32 Akbulut, 268, 33 Akbulut, 295, 34 Kırkıncı, 39, 35 Kırkıncı, 40, 36 Kırkıncı,
86, 37 Kırkıncı, 90, 38 Ammara, 16, 39 Kırkıncı, 28, 40 Aydın, 30, 41 Watt, 22,
42 Aydın, 136, 43 Akbulut, 293, 44 Akbulut, 286, 45 Akbulut, 287, 46 Ammara,
117, 47 Akbulut, 295, 48 Akbulut, 301, 49 Akbulut, 295, 50 Rahman, 55, 51
Rahman, 46, 52 Rahman, 55, 53 Esed, 499, İbrahim/4, 4. dipnot, 54 Güler,
139, 55 Rahman, 53, 56 Akbulut, 295, 57 Rahman, 55, 58 Ammara, 109, 59
Ammara, 191, 60 Ammara, 110, 61 Ammara, 111, 62 Ammara, 115, 63 Ammara, 156, 64 Ammara, 157
65 Ammara, 158, 66 Ammara, 161, 67 Atay, 177, 68 Güler, 17, 69 Güler, 23,
70 İslamoğlu, 172, 71 Güler, 85, 72 Ersoy, 242–243
Burhan
Salli Ya Rabbi, Alâ Habibike Mustafa
Rahmeten lil Âlemîn Şefîi Ruzi Ceza
Resulullah vasfı sende kemâlde
İman-ı Tahkikin kemali için
Enbiya halkası güzidesisin
Abd-i mahz olmanın Cemali için
SEN’inle başladı son buldu SEN’de
Tevhid kelamının ikmali için
O kudsi tesbihin imamesisin
Aleme erişti Rahmeti RAHMAN
ZAT’ı şerifinle değişti devran
En büyük mucizen Hazreti KURAN
SEN O’nun en doğru mucizesisin.
KUR’AN’dır düsturu saadet feta
Lazım RESULULLAH kelimesisin.
Küfür ve dalalet dalgalarına
Kapılmış talihsiz insanlarına
Selamet sahili yolcularına
En mahir kaptanı sefinesisin.
Şerhidir Sünnetin bibaha meta
Zulmü esaretin kırdın bendini
Rab’bımız lutfundan eylemiş ata
Müstekbir kahrınla bildi haddini
Bizlere ihsan-ı cemilesisin.
İnsanlık zatında buldu kendini
Sırrı Hakikatın yada hicaptır
Muhatap olduğun VAHY’U hitaptır.
Kainat bir büyük ali kitaptır
Ve SEN o kitabın Serlevhasısın.
Eşsiz eserin Desti Kudretin
Fazl-u Kemalatın Müşahhasısın.
Dalalet kışında halka yaz oldun
Adl-ü ihsanınla Serfiraz oldun
Maraz-ı kuluba çaresaz oldun
Ne mümkün idraki SEN’in fıtratın
O derdin tabibi etibbasısın.
Başlangıcı SEN’sin bütün hilkatin
Kudsi nefesinden hayat buldular
Sebebi ve hemde neticesisin.
İnsanlar aşk ile irfan oldular
NUR’u Cemalinden Halketti SEN’i
Sayende köleler sultan oldular
Meddahın oluben Medhetti SEN’i
İnsanlık cevheri hazinesisin.
HÜDA’yi MÜTEAL vasfetti SEN’i
Sen yüce ahlakın Mizanesisin
Hutbe-i Ezelin Hakim Hatibi
Regaib, Mi’rac ve Berat sahibi
Leyle-i Kadir de yüce nasibi
Merdan-ı HÜDA’nın Ferdanesisin.
Beratımız ancak SEN’in amanın
Bütün çaresizler tutmuş damanın
Yalnız o asr değil SEN her zamanın
En yüce Sultan-ı Zişanesisin.
Şer-i şerifini baş tacı etsek
Tarihi beşerde misli olmayan
SANA ittibada gaflet etmezsek
Mi’rac gecesinde bir ulu divan
Nefsin hevasına uyup gitmezsek
Aksa mescidinde cem olmuş heman
Bizlerin ümmidi kamilesisin.
Ervah-ı Enbiya Muktedasısın.
Bir aynı manzara Haşir sabahı
Taht-ı Liva-ül Hamd sancağın dahi
Bütün Peygamberler ictimagahı
O Lutfun mazharı bir tabesisin.
Ebülfeyzi mücrim cürmiyle sayrı
Mü’minindir yine olmadı ayrı
Bir kapı tanımaz kapıdan gayrı
Kıtmirindir onun EFENDİSİSİN.
Mu’ciz nüma nedir elindir SEN’in
Hikmetfeşan nedir dilindir SEN’in
Evliya Asfiya ehlindir SEN’in
EBÜLFEYZİ (Mehmet Şefik GÜVENLİ)
(D: 1932 – Ö: 2000)
Onların yegane vesilesisin.
Burhan
53
Yirmidokuz
Mehmet DEMİRCİ
Ene ve Şehir
Bak şehrin gözleri gülüyor;
Ama yüreği kan ağlıyor.
Eyyubî
Yalnızlık kıskacında yüreğim. Savrulur durur
düşkünlüğümüzdür bizi sürükleyen. Varsa yoksa
şehrin puslu zindanlarında. Yitik düşlerimi aratır
tek bildiğim yalnızım, yitiğim, arındırmışım kendimi
sabahın
karanlıklarda.
şehirden. Artık çocukların masum gülüşlerine bile
fütursuzca.
el uzatan bir şehir de yaşamak arıma dokunuyor.
Kaygılar doldurur hep içimin kuytu köşelerini. Bir
Kışın her sabah çöplerde kömür artıklarından
türlü kendimi bulamam. Her eylemimin önüne taş
yakacak toplayan annelerin çatlamış elleri, hüzünlü
koyan şehirdir. Sığdırmaz sinesine, kıyılarında bir
gözleri derinden vuruyor. Küçücük bir kızın gece
çer çöp gibi sürükler beni. Şehir hüzünlerimin
geç saatlere kadar şehrin en işlek caddesinde
kaynağıdır. İçinden çıkılmaz dehlizlerin yuvası
dilenmesi yıkıyor insanı. Binler geçiyor kaldırımdan
adeta. Acılar ve ıstıraplarla konmuş tuğlası bu
ama hiç kimse aldırmıyor. Bir kez olsun kendimizi
müphem bina yığınlarının. Nem varsa hayata,
onun yerine koyduk mu? Kuşlar bile eskisi gibi
umuda dair erişilmez dağların arkasına atan şehir.
şakırdamıyor evlerin penceresinde. Velhasıl şehir
Avare dolaştığım caddelerinde bir türlü kendimi
insanlığımızı çalıyor da farkında değiliz. Her gün
bulamadığım yer. Samimiyet ve muhabbet adına
farklı yenilikler arayıp duruyoruz şehirde. Dertsiziz
sınıfta kalmış mekân. Her sokak arasında hoş
çünkü dert biziz. Doğadan bekliyoruz bütün
olmayan manzarasıyla insanın kendine ihanetini
güzellikleri, öbür taraftan da doğaya ihanet
anlatan sözcük. Yüksek binalar ve içinde sırra
ediyoruz. Anladım şehirde hep şekilci insanlık
kadem basmış insanlar. Alışamadım, alışamadım.
endamını gösteriyor. Evet, öz insanlığımı kaybettim
Medeniyet demek eğer ahlaksızlaşmaksa şehirde,
şehirde. Ve arıyorum. Ondandır devrik cümlelerim,
insanın kalbinin mahremiyetine dokunmasın yeter.
şiirsel üslubum. Şiirle kendimi arar, devrik
Ne bulur insan şehir yaşantısından onu da
tümcelerle ifade ederim. Benim için şiir yeni kapılar
anlamam. Ya da hep kolaya ve rahata olan
aralamaktır. Aslında şiirsel anlatım hayatın belirli
uğramadığı
Umutlarımın
54
peşinden
zifiri
sürükler
Burhan
sözcüklere
memleketimden gurbete düştüğümde anladım.
yansıyan tarafıdır. Karmaşık duygular içinde
Özlemle hayıflanarak o günleri yâd ediyorum şimdi.
varlıkla
arayışın
Sizde dönüp bakın mazinize orada kuşkulardan
temellendiği noktanın adı. Şehre düşeli kurallı
arınmış bir gencin kalbinin ve zihninin saflığına
cümlelerim olmadı hiç. Nefes almak hayattır elbet
rastlayacaksınız. Düşüncelerinize yeni bir yön
ama şehirde nefes almak ölüm geliyor şimdi.
veren şehrin aslında içinize su serpmek yerine tuz
Duruşunuz dik ve kavi değilse şehrin çirkefli
attığını göreceksiniz. Her daim susuzluğunu
yağmurları üzerinize is bıraktığı vakit, modernlik
duyasınız diye hakikatin. Yaşamın ezikliğini ve
seline kapılıp gidiyorsunuz. Âlemin çehresi başka
kendinizi kaybettiğinizi zaman sonra anlarsınız.
duruyor şehirde. Masum düşlerin, düşüncelerin
Umutsuzluğa düşmeden yaşanabilir kılmak gerek
ağyarıdır şehir. Tek güzelliği ezan sesleri ve
şehri. Önce öz insanlığımızı bıraktığımız yerden
mabetleridir. Azda olsa içini ferahlatıyor insanın
kaldırmalıyız. Sonra hiç fikri ayrılıklara kapılmadan
kurulan kadim ve kavi dostluklar. Ama yetmiyor.
insanlık adına şehri kucaklamalıyız. Yarının ne
Yüreğinin duvarlarına bomba koyup talan ediyor
getireceği bilinmez. Ama biz yarının şehir hayatını
insanı şehir. Zamanı kaybedişler adına kurmak gibi
şimdiden kurmalıyız. Fakirle zengin arasında
bir şey. İmaj düşkünlüğü kahrediyor insanı. Ama
dayanışmanın olduğu, insana insan olduğu için
içim sürurla dolu. Çünkü kalp imajına sahip güzel
değer verilen bir şehir modelini diriltmeli ve
ve ender insanlar var ya şehre rengini veren. İşte
yaşatmalıyız. Yoksa gelecek adına, insaniyetliğimiz
o insanlar, başka bir dünyaya götürüp gönül
adına neler kaybettiğimizi (ah)la anıp dururuz. Ya
ikliminde ağırlıyorlar sizi. Sizde bu insanların
çek şehrin karanlık örtüsünü üstüne kendi
kapısını çalmayı ihmal etmeyin. İnsan hep
dünyanda mum ışığıyla kal, ya da arala karanlık
doğduğu günkü saf ve berraklığını ararmış,
perdeyi güneş gönül iklimine nurlar saçsın.
dönemindeki
Burhan
gizemli
yokluk
yaşayışın
arasında
kendini
55
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
TÖVBE
Ebu Said (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir rahip tarif edildi. Ona kadar
gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe
imkânının olup olmadığını sordu.
Rahip:
— Hayır yoktur! Dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini
yüze tamamladı.
Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya
devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip,
yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu.
Âlim:
— Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir? Dedi. Ve ilâve etti:
— Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah'a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah ibadet
edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.
Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz
ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler.
Rahmet melekleri:
— Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah yönelmişti, dediler.
Azab melekleri de:
— Bu adam hiçbir hayır işlemedi, dediler.
KADININ KOCASINDAN KISAS HAKKI
Ashabın ileri gelenlerinden Medine’li Saad bin Rebi,
Zeyd’in kızı Habibe ile evli idi. Habibe beyine itâatlı, sözüne saygılı idi. Ama zaman zaman her âilede olabilecek
sinirlilikler oluyor, Habibe beyinden yüksek sesle bağırıyordu. Ancak Saad bin Rebi, buna sabrediyor; şiddete
kadar işi götürmüyordu.
Ne var ki, Saad’ın bu sabrı Habibe’nin cesaretini çoğaltmıştı. Bir defasında yine Habibe, beyine yüksek perdeden bağırmış; onun sesini kendi sesi içinde boğmuştu.
Beyinden üstün çıkan bir öfkeyle karşılık veriyordu.
Saad bin Rebi, hanımın cüretini bu defa sabırla karşılayamadı. Öfkeyle kaldırdığı eliyle bir tokat vurdu. Tokadı yüzünde şimşek çakmış gibi hisseden Habibe,
doğruca babası Zeyd’in evine yollandı. Ağlayarak şikâyette bulundu:
– Babacığım, Saad yüzüme öyle bir tokat vurdu ki,
şimşek çaktı zannettim.
Baba Zeyd, kızına ne hak verdi, ne de damadını kötüledi.
– Ben bu hususta bir şey söyleyemem. Beyin seni tokatlayabilir mi, bunu da bilemem. Rasûlüllah hayatta iken
bize söz düşmez, gel seninle birlikte O’nun huzuruna gidelim, dedi.
Habibe babasıyla birlikte Hazret-i Rasûlüllah’a gidip
huzuruna girdiler.
Her kadında olduğu gibi Habibe de gözyaşları
içinde yediği tokadın acısını duygusal bir dille anlattı, hakkının beyinden alınmasını istedi.
Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek,
yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar.
Rasûlüllah Hazretleri üzülmüştü. Gözyaşları sürekli
akan Habîbe’yi teselli eden kararını şöyle açıkladı:
Hakem onlara:
— Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını
ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin, dedi.
- Sen merak etme, şimdi Saad’ı çağırırım. Sana vurduğu tokadın aynını sen de ona vurursun, böylece kısas
yapmış, hakkını almış olursun.
Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar."
Habibe buna çok sevindi. Kendine vurulan tokadın
aynını kendi de kocasına vuracak, böylece kısas olup teselli bulacaktı. Habibe beyine tokat vurma hazırlığı içine
girdiği bu sırada Rasûlüllah Hazretlerine vahiy geldi. Vahiy,
Kaynak: Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).
56
Burhan
bu gibi ailevî meselelere âit ilâhî emirleri bildiriyordu. Rasûlüllah Hazretleri Habibe ile babası Zeyd’e şöyle bir açıklama yaptı:
– Sizin meseleniz hakkında biz kısas murat ettik.
Rabbimiz ise başka şey murat etmiş. Hakikat şudur ki,
hayır, Rabbimizin muradındadır.
Bundan sonra Rasûlüllah Hazretleri, Rabbimizin
muradı olan âyetin emrini açıkladı. Nisâ sûresindeki âyette
meâlen şöyle buyruluyordu:
“Erkekler kadınlarına hâkimdirler. Evlerinin reisidirler. Haksız olmamak şartıyla onları îkaz etmeye,
ailede geçimi sağlamaya selâhiyetlidirler. Yaratılışta
farklı olan erkek, aynı zamanda hanımın nafakasını da
temine mecburdur. Hanım evde kalır, bey çalışıp çabalayarak nafaka kazanır.”
Bu âyetin gelmesi üzerine kısastan vazgeçen Efendimiz, Habibe’ye, beyine itâatli olmasını, onu kızdıran hissi
davranışlardan uzak kalmasını söyledi. Beyinin hanımının nafakasını temine mecbur olduğunu, ona karşı daha
müsamahalı davranması gerektiğini hatırlattı.
İLK İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Rasulüllah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki
arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu.
Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu:
- Evinizi, arsanızı Rasulullah'ın mescidini genişletmek
için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin,
gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Rasulullah'ın mescidine
zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum.
Herkes arsa ve evinin değerini söyler, binalar, arsalar satın alınır, Rasulullah'ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek
gerekiyor.
- Nedir o pürüz?
Hazreti Abbas. Abbas, arsasını satmak istemiyor.
Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor.
Halife bizzat meşgul olur, tekliflerini tekrar eder:
- Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi
düşünmüyoruz. Rasulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat
vereyim, arsanı ver de bu iş bitsin. Mescidi Nebi ziyaretBurhan
çileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun, ihtiyacı karşılayacak hale gelsin.
Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır:
- Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak
istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka!
İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı
mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhur hukukçu Übeyd
bin Kab.
Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası:
- Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat
verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resulullah'ın
mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı
bulsun.
Abbas'ın cevabı:
- Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden
fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla,
ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden
kimse alamaz.
Mahkemenin kararı:
- İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne
ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescit için
de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta
kalacak, hükümet istimlak için zorlamayacaktır.
Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi
değildir.
Bakın ne diyor Abbas:
- Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil
mi?
- Evet mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse
senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz.
- Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize
açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Rasulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem
de tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden.
Hepiniz şahit olun, parayla alınamayan arsam, hiçbir karşılık verilmeden Rasulullah'ın mescidine hibe edilmiştir ve
mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir.
Übeyd bin Kab'ın sorusu:
- Ey Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce
aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun?
Abbas'ın tarihe geçen cevabı tek cümleden ibaret:
- İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya
duyurmak için!...
57
Yirmidokuz
Osman KARABULUTOĞLU
Müminler Arasında Dayanışma Ruhu
Bir Çocuk Ve Bir Ayet:
Ensar'dan Umeyr bin Saad El-Ensarî adında
küçük bir çocuk, daha çocukken babadan ayrılık
ve yetimliğin acısını tattı! Annesi, Evs kabilesinin
zenginlerinden biriyle evlendi. Bunun üzerine amcası Cilas bin Süveyd, onu yanına aldı ve onu bir
baba şefkati ile evladını sever gibi sevdi.
İşte bu Umeyr, Allah (cc) Resul'ünün (S.a.s.)
arkasında sürekli namaz kılardı, her namazda
'gaye' insanın arkasında idi, hicretin 9. senesi Nebi
( S.a.s) Tebûk'ta Rumlara karşı gaza ilan etti, Müslümanlara da harp için gereken hazırlığı yapmalarını emretti; Umeyr ise Müslümanları bu savaşın
gazilerinin teçhizi için bütün güçlerini ortaya koyduğunu görünce ki, orda Osman bin Affan (ra), bin
dirhem altın getiriyor ve kâinatın efendisinin önüne
koyuyor, Abdurahman bin Avf iki okka altını Allah
Resul'üne teslim ediyor, Muhacir ve Ensar kadınları ziynetlerini Resulullah'a takdimde birbiri ile yarışıyor, bir başka mümin savaşmak için döşeğini
satışa arz ediyor, bir topluluk kâinatın efendisinden
kendilerini savaşacak askerlerin arasına katmasını
58
talep ediyor ancak, 'gaye' insan bunlar harp malzemesini taşıyacak güçte olmadıklarından taleplerini geri çeviriyor, onlar melül-mahzun olarak
gözleri gözyaşı feyezanı içerisinde geri dönüyor.
Umeyr Müslümanların bu heyecanı ve birbiri
ile yarışı karşısında amcasının ağırdan alışına şaşıyor! Ve amcasına fakir ve zengin sahabelerin bu
göz ağartan tavırlarını arz ediyor.
Bunun üzerine amcası Cilas yeğeni Umeyr'e:
'Ya Umeyr, eğer Muhammed nübüvvet iddiasında
sadıksa, biz eşekten daha şerliyiz!' Umeyr amcasının bu cevabı karşısında şoke oldu! Ve amcası
Cilas'taki bu ağırdan alışı, Allah ve Resul'üne olan
bu hıyaneti kavradı; bu duydukları karşısında ebeveyn bile olsa ona karşı gerekeni yapmanın sezgisi ile amcası Cilas'a dedi ki: 'Vallahi amca,
yeryüzünde Hz. Muhammed'den ( s.a.s) sonra
senden başka daha sevgili birisi benim için yok,
fakat sen bir söz söyledin, eğer onu söyler, yayarsam size karşı kusur etmiş olurum, yok eğer gizlersem bana tevdi edilen iman emanetine hıyanet
etmiş ve kendimi helake sürüklemiş olurum, bunun
Burhan
için emaneti ön plana aldım, cenabı Hak'tan vahy
gelip beni de senin günahının ortağı yapmadan
önce, Resulullah'a gidip söylediğinizi ihbar etmeye
karar verdim.'
Bu muhavereden sonra genç Umeyr, Mescidi
Nebevî'ye gitti 'gaye' insana duyduğunu ihbar etti.
Bunun üzerine Nebi ( s.a.s), Cilas'ı çağırıp Umeyr'e
söylediğini ona sordu. O da Nebi'ye (s.a.s) dedi ki:
' Umeyr yalan söylüyor bana iftira ediyor; ben böyle
bir şey söylemedim.' Cilas'ın bu sözleri üzerine
orada bulunanlardan bazıları: ' Bu genç, kendisine
iyilikten başka bir şey yapmayan babası konumundaki amcasına kötülükle mukabele edip baş
kaldırıyor' dediler. Diğer bir grup ise: ' Sizin söylediğinizin aksine bu genç, çocukluğundan beri Allah'a itaat eden bir gençtir.' Dediler.
Bu konuşmalardan sonra Resulullah,
Umeyr'e döndü ve gördü ki: Umeyr'in yüzü kıpkızıl, adeta tunç kesilmiş, gözlerinden sel gibi yaş
akıyor ve bu haliyle: ' Ey Allah'ım söylediğimin doğruluğunu tasdik eden bir vahy gönder peygamberine de Cilas'ın bu töhmetinden beni kurtar'
diyordu. Cilas ise direnerek şöyle diyordu: 'Ya Resulellah… Umeyr'in size naklettiğini ben söylemedim…'
Cilas'ın bu sözlerinden sonra Resulullah'ı bir
sükûnet ve ağırlık kapladı; bundan ashap anladı ki
vahiy geliyor. Bunun için de yerlerinde pür dikkat
kesildiler, tâ ki Allah Resul'ü rahatladı ve şu ayeti
okudu:
'Münafıklar Allah'a yemin ediyorlar ki,
(Peygamberle alay ve ona hakaret sözünü)
söylemediler. Ant olsun ki, o küfür kelimesini
söylediler ve İslam'ı kabul ettiklerini açıkladıklarından sonra da kâfir oldular ve muvaffak olamadıkları cinayeti kurdular. Münafıkların
peygambere ve müminlere kin beslemeleri,
ancak Allah ile Resul'ünün onları ihsanından
zenginleştirmiş olmasıdır. Bununla beraber
eğer nifaklarından tevbe ederlerse haklarında
hayırlı olur. Şayet yüz çevirirlerse; Allah, onları
dünya ve âhiretde acıklı bir azaba uğratır. Artık
onların yeryüzünde ne bir dostu, ne de bir
yardımcısı yoktur. (Tevbe: 74)
Burhan
Allah Resul'ünün bu ayeti okuması üzerine
Cilas, irkildi titredi ve Nebi'ye (s.a.s) dönerek şöyle
dedi: ' Umeyr doğru, ben yalancıyım, ya Resulellah
tevbe ediyor ve Allah'tan tevbemin kabulünü istiyorum, sana kurban olayım, yoluna da feda, ya Resulellah.'
Nebi (s.a.s), Cilas'ın bu sözlerinden sonra
Umeyr'e döndü de gördü ki: Umeyr'in gözlerinden
bu defa sevinç yaşları akıyor ve daha önce kendisine yapılan iftira karşısında kızaran yüzü bu defa
endişeli de olsa gülümsüyor. Bunun üzerine Resul'ü Ekrem elini Umeyr'in kulağına uzattı onu rıfk
ile tuttu da buyurdu ki: 'Ey çocuk, senin bu kulağın işittiğinin gereğini hakkıyla yaptı, seni
Rabbin tasdik etti, Cilas'ın da İslam dairesine
dönmesini sağladı.'
Böylece ashaptan Umeyr'e töhmet edenler
de onun samimiyet ve sadakatini anladılar. Cilas
ise Umeyr her anıldığında: 'Allah onu benden
dolayı hayırla mükâfatlındır sın, beni küfürden kurtardı ve boynumu ateşten azat ettirdi.' Derdi.
Bu hadisede ihlâs ve dayanışmanın neticesini gördünüz mü?
Yaratılışla alakalı olan emir fiili ilahidir; teklifle
alakalı olan emir ise Allah'ın emri ve nehyidir,
muhakkak ki Allah insanı en güzel sûrette yarattı
ve onu yaratılıştan bir emirle mükerrem kıldı da,
faziletli bir toplum inşası ile onu mükellef kıldı ki:
onun esası, dayanışmadır ve nizamî bir düzendir;
hükmü ise adaleti, merhameti ve ihsanı teklifi bir
emirle dimdik ayakta tutmaktır.
Hulasa:
Cenabı Hak insanı ol emri ile yarattı teklifi bir
emirle de erdemli bir toplumun inşasını ona emretti;
eğer toplumda bir bozukluk ve nizamda bir halel
varsa bunun sebebi insan oğlunun Cenabı Hakkın
teklifî olan emrinden çıkıştan kaynaklanmaktadır.
Not: Burhan dergisinin geçen sayısındaki 'İman, Amel, Sabır'
başlıklı 'Asr' suresi ile alakalı makalede geçen iki şiir i'raplandırılarak harekelenmiştir. Ancak, şiirlerin bazı harekeleri yanlış işaretlenmiştir. Örneğin
era……… şeklinde değil Erî…… şeklinde olmalıdır. Halbu ki orada Ere……
şeklindedir Yine ikinci şiirdeki Yehya……. Kelimesi Yuhyî……. Şeklinde
değil, Yehya şeklide………fetha ile harekenlenmelidir. Hatalar benden değil
i'raplayandan kaynaklanmaktadır. Zira ben yazdığım metinde herhangi bir
hareke koymadım işi erbabına havale ettim.
59
Yirmidokuz
Furkan TOK
Yılbaşı
Yılbaşı nedir?
Hz. İsa’nın doğumundan yaklaşık 350 yıl
sonra Roma’da ortaya çıktı. Bu dönemde Roma
imparatorluğunun her yerinde güneşe tapılıyordu.
Roma imparatorluğu Güneş perestlik ile Hıristiyanlığı birleştirerek Güneş Tanrısının doğum günü
olan 25 Aralık’ı Hz İsa (a.s) doğum günü olarak
kabul ettiler.
Neden 25 Aralık:24 Aralık’a kadar güneş
biraz daha erken batıp senenin en kısa günleri yaşanıyor. Batıda Güneşe tapanlar Tanrıları olan
Güneş her gün biraz daha erken kendilerini terk
edince buna üzülüyorlardı. 25 Aralık ta günler tekrar uzamaya başlayınca tanrıları kendileriyle kalmaya razı olmuş ve yeniden doğmuş anlamına
geldiğinden mutluluklarını dans, coşku, içki, ışıklandırma, ağaçlarla yeşillendirme, hindi kesme gibi
eğlencelerle kutlarlardı. işte 25 Aralık–1 Ocak arası
bu sebeple eğlence günleri ve tatil olarak kabul
edilmiştir. Hıristiyanlar bu günlerde Domuz başı,
Kaz kızartması ve hindi yemeyi gelenek haline getirmişlerdir.
Ey tek olan Allah’a inanan Müslümanlar. Temeli Putperestliğe ve bozulmuş Hıristiyanlığa da60
yanan yılbaşı adetini yerine getirirken yukarıdaki
bilgileri ve aşağıda Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadis’i şerifleriyle karşılaştırarak yerinizi tespit ediniz.
‘Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizinde düşmanınız olanları dost edinmeyin.
onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara
sevgi gösteriyorsunuz.’(Mümtehine suresi-1)
‘Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları
dost edinmeyin, zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar onlardandır.
Şüphesiz zalimler topluluğuna Allah yol göstermez…’(Maide suresi -51)
‘Sizin dostunuz ancak Allah tır, Resulüdür,
iman edenlerdir…’(Maide suresi -55)
Hadisi şerifte: ‘Kişi sevdiği ile (dünya da ve
ahirette)beraber olacaktır. (Ravahu ibn Mesud. Buhari ve
Müslim)
Hadisi şerif: “Kim(yaşantısıyla)bir topluma
benzerse o toplumdan olur.”(Ebu Davûd, Libas 4; Müsned
N/50.)
Burhan
Haksızlığın, adaletsizliğin ve zulmün kol gezdiği, adeta altın devrini yaşadığı bir dünyada yaşıyoruz. Sırf Müslüman olduğu için. Irak- AfkanistanÇeçenistan-Fas-Tunus-Cezayir-filistin ve diğer
İslam ülkelerinde şehit edilen, kardeşlerimizin;
daha önce de Bosna Hersekte olduğu gibi şimdi de
ıraklıların diri, diri gözlerini oyan, insanların derilerini yüzen, Müslümanların vücutlarından kesilen etleri köfte yapıp Müslümanlara yediren,
bacılarımızın, kız kardeşlerimizin ırzına geçen, ırak
ta yapılan bu insan dışı muameleye maruz kalan
kardeşlerimiz acı içinde iken, sen Müslüman’ım
diyen! Türk ve Müslüman olarak kimin yılbaşını kutlayacaksın ve niçin eğleneceksin? Bıçakla doğranan çocuklar için mi? Yoksa namusu çiğnenen
Müslüman kız kardeşlerimiz için mi?
Ey Müslüman kardeşim, neden biz hep onlara uyacağız onlar bizim dini veya milli bayramlarımızı yahut diğer mübarek gün ve gecelerimizi
biliyor ve kutluyorlar mı?
Yılbaşı münasebetiyle Hindi alıp satma, tebrikleşme, tebrik satma, yılbaşı programları için sipariş edilen davetiye, kart, poster vb. imal etme
caiz midir?
anlatır: İbn Haldun da konuyla ilgili olarak önemli
tarihi gerçeklere parmak basar. Mağlupların galipleri taklit etme psikolojisi yaşadıklarını anlatır. (İbn
Haldun, Mukaddime (trc.) I/374–75.)
Sonuç şudur: İnsan ancak sevdiğini, takdir ettiğini ve büyük gördüğünü taklit eder. Şekli taklit itikadi taklide götürür.
"Bazı Hanefi Alimleri demişlerdir ki, bütün
batıl inançların gereği olan bayram ve kutlamalara
katılan ve bundan tevbe etmeyenler onlar gibi kâfir
olur. Dolayısı ile Müslüman, böyleleriyle oturmada,
kesmede ve pişirmede onlara yardımcı olması ile
günahkâr olmuş olur".
İbadette muvafakat, yani, onlara has ibadet
saatleri olan üç vakitte namaz kılmak haram
olursa, ibadet olmayanları bir düşünün!
İmam Rabbanî kendi zamanındaki Hindistanlı Müslüman kadınların yaptıklarını, başka
inançlarda olanlar gibi belli günlerde, o günlere has
hediyelerle hediyeleştiklerini anlatır ve bütün bunların şirk ve islam dinini inkâr demek olduğunu söyledikten sonra şu mealdeki ayeti zikr eder (İmam
Rabbanî, Mektûbat NI/55 (Mek. 4l))
Bu meseleyi iyi kavrayabilmek için önce şu
ayet ve hadisleri göz önüne getirmek gerekir.
1. "İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve
Allah'tan korkup sakının..." ( Mâide (5) 2.)
2. "Zulüm yapanlara en ufak meyil göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Siz’in Allah'tan başka velileriniz de yoktur sonra yardım
da göremezsiniz. (Hûd (ll) 113.)
3. "O (Allah) size Kitapta : " Allah'ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay, edildiğini
işittiğinizde, onlar bir başka söze geçip dalıncaya dek onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar
gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde
toplayacaktır". (Nisâ 140.)
Konuyu başkalarına benzeme noktasından
ele alan sayılamayacak kadar hadis-i şerifler vardır. Bunlardan bir hadis mealini vermekle yetinebiliriz:
1. "Kim herhangi bir topluma benzerse o
da onlardandır ".(Ebu Davûd, Libas 4; Müsned N/50.)
Özellikle bu hadis-i şerif çok önemli psikoloji
ve sosyal gerçeklere işaret eder. Şeklen benzemenin sonuçta itikadı benzeşmeye götüreceğini
Burhan
"Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a
iman etmezler (Yusuf 106.) Bu Allah'a inandığını söyleyenlerin de şirk koşuyor olabileceklerini, ya da
şirk koşanların da Allah'a inandıklarını söyleyebileceklerini anlatır.
1. Yılbaşı gibi başka inançların şiarı olan
günlere, o güne tazîm ve kutlama maksadıyla katılmak, aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve
hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak,
yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak küfürdür. Bunu yapmış ve tevbe
etmemiş bir insanın imanından, nikahından, ibadetlerinin boşa gitmesinden korkulur.
2. Böyle zamanlarda, hindi vb. şeyleri sırf gıdalanmak için almak, PTT'nin ucuz hizmetinden
yararlanmak için tebrikleşmek küfûr değilse de, onlara (isteyerek şirk yapanlara) benzeme ve onların
uygulamalarını yaygınlaştırma ve meşru gösterme
anlamı taşıdığından tehlikeli ve mahzurludur. Müslümanların, hangi maksatla olursa olsun, o günlere
mahsus bir şey yapmamaları gerekir.
3. Hindi gibi sırf o günlere mahsus şeyleri, o
günlerde satmak, fasıklara "günahta yardım" anlamı taşıdığından, tahrimen mekruhtur. Ancak alacağı para haram değildir. Haram ve günah olan o
işi yapmasıdır. Bu hindilerin besmele ile kesilmiş
olması halinde böyledir. Besmele ile kesilmemişse
61
"meyte" olacaklarından satılmaları hiç bir surette
caiz olmaz.
4. Yılbaşı kutlamaları için matbaa sahiplerinin davetiye, afiş, kart vb. şeyleri basmaları da aynıdır. Yani bunlar sırf yılbaşına özel olarak
kullanılacaklarsa yapılıp satılmaları aynı derecede
mahzurludur.
Ey Müslüman kardeşim, onlar bize uyuyor
mu? Neden biz hep onlara uyuyoruz? Onlar bizim
dini ve milli bayramlarımızın hangisine uyuyor. Hiç
Yahudi yi Hıristiyan’ı veya bir ermeniyi Kurban keserken gördünüz mü?
Mesela Fransa’da açıktan kurban kesmek
yasak, orada ki Müslümanlar kurbanlarını gizli kesiyorlar.
Onlar bizim Hicri yılbaşımız olan Peygamberimiz(s.a.v.) Meke'den Medine'ye hicret ettiği
1 Muharrem gününü kutluyorlar mı? Hayır!
Kurban Bayramında kurban keserken gördünüz mü? Ramazan Bayramını kutlarken Gördünüz
mü?
Ey Müslüman kardeşim, birtakım aydın geçi62
nen kara cahiller Kur’an bizi idare edemez, bizi geri
bıraktı 14 asır önce indirilmiş bir kitaba uymak gericiliktir, diyerek dinden çıkmış bir şekilde avaz,
avaz bağırırlarken. Yahudi ve Hıristiyanların yani
batının izini takip etmeyi, onlara uymayı ilericilik sayanlar. Şayet onların dediği gibi gericilik çağ dışılık
kitabın 14 asır önce indirilmiş oluşuysa bilsinler ki,
İncil 20 asır önce, Tevrat ta yaklaşık 30 asır önce
indirilmiştir. Bununla beraber İncil ve Tevrat’ın yüzlerce farklı nüshaları yazılmış ve aslı bozmuştur.
Kur-an'ı kerim ise Allah (c.c.) in indirdiği gibi kelimesiyle ve harfiyle bile değiştirilmeden bize kadar
ulaşmıştır. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz
gidin Kur’an'ı Kerim bir nüshadır. Bu kadar düşmanı olduğu halde değiştirilememiştir. Bu gerçekler Kur’an'ın hak kitap olduğunun, İncilin ise farklı
nüshalar halinde aslı bozulmuş, batıl (yanlış) kitap
olduğuna yeterli bir delildir.
Böylece Yahudi ve Hıristiyanlar 20 - 30 asır
önceki kitaplarına sahip çıkarak, kitaplarına uymakla gerici olmiyorlar da, biz neden en son kitap
olan kur’an’a uymakla gerici oluyormuşuz?
Güneş, İslam dininden ve kur’an’ı Kerimden
çok asırlarca öncedir. O zaman şunu da söylemeleri lazım değimli? Güneşte çok eski çağların güBurhan
neşi, bu güneş bu çağdaş ve ilerici millete yakışmıyor ve bu güneş yeterli değildir. Allah bu güneşi
alsın bize ve bu çağa yakışır bir güneş versin. Niçin
bunu demiyorlar.
İbadette muvafakat, yani, onlara has ibadet
saatleri olan üç vakitte namaz kılmak haram
olursa, ibadet olmayanları bir düşünün!.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine
göre, üç yüz seneden fazla olarak noksandır ve İsa
(a.s) ile Muhammed (s.a.v)arasındaki zaman, bin
seneden az değildir.
İmam Rabbanî kendi zamanındaki Hindistanlı Müslüman kadınların yaptıklarını, başka
inançlarda olanlar gibi belli günlerde, o günlere has
hediyelerle hediyeleştiklerini anlatır ve bütün bunların şirk ve İslam dinini inkâr demek olduğunu söyledikten sonra şu mealdeki ayeti zikreder.
Binlerce çam fidanının sökülüp atıldığı, ağaç
katliamlarının gerçekleştirildiği günlerdeyiz. Fakat
çevrecilerden ses yok. Okullarda, mağazalarda
Noel Baba olarak Aziz! Nikolas efsanesinin boy
gösterdiği; Hıristiyanlık propagandasının diz boyu
olduğu aralık ayındayız. Fakat konularda kendilerini uzman ilân eden kimselerden tık yok. Zabıta
kuvvetlerinin ve çöpçülerin korkulu rüyası olan yılbaşı kapıda.
Hıristiyan Alemi’nin, Noeli kutlamaları, Roma
İmparatorlarının birincisi olan Kostantin ile başlar.
Kostantin, Eflatun'un ortaya koyduğu teslis "Trinite"
yani üç tanrı inancını, papazlara yazdırdığı yeni İncil’e koydurdu ve Noel gecesini bayram ilan etti.
Böylece yeni bir Hıristiyanlık dini doğmuş oldu.
İsa(a.s) İncilin de ve Havarilerinde, Barnabas'ın yazdığı İncil de, Allahın bir olduğu bildirilmişti. Fakat bu İncil elde bulunmadığı için, filozof
diyerek kıymet verdikleri Eflatun'un teslis fikri, daha
sonra yazılan dört İncil de, yani Matta, Markus,
Luka ve Yuhanna'da da yer almıştır. Kostantin, dört
İncil deki bu teslis fikrini de yeni İncil’e koydurdu.
Hz. İsa'nın doğumu hakkında, o zamanın
edib ve münevverlerinin eserlerinde hiçbir bilgiye
rastlanmamaktadır. Çünkü İseviler, az ve asırlarca
gizli yaşadıklarından, milad doğru anlaşılmamıştır.
Bir kurtarıcı tanrıya inanan kavimlerin ayinlerinin
en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yiyip, içki içme ayinleridir. Kurtarıcı tanrı inancı, bir müddet sonra güneş
tanrısı inancı ile birleştirildi.
"Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a
iman etmezler” (Yusuf 106.) Bu Allah'a inandığını söyleyenlerin de şirk koşuyor olabileceklerini, ya da
şirk koşanların da Allah'a inandıklarını söyleyebileceklerini anla. (İmam Rabbanî, Mektûbat NI/55 (Mek. 4l)
Hıristiyanların kutladığı Noel bir uydurmadan
ibarettir. Hatta bazı Hıristiyan teşkilatlarının da artık
Noeli bir hurafe kabul ettikleri, dünya basınında
çıkan haberler arasındadır. Nitekim, ABD'de yayınlanan 17 Aralık 1996 tarihli haftalık Newsweek
dergisi bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
"Noel baba bir hurafeden ibarettir. Gerçekle
hiçbir ilgisi yoktur. Ticari maksatlarla sonradan uydurulmuştur. Hediyelik eşya sektörüne milyonlarca
dolar kazandıran Noel baba, kapitalizmin oyuncağı
olmuştur. Tarihçi, Stephan Nissenbaun, (Yılbaşı ile
mücadele) "The battle for Christmas" kitabında Hıristiyanlığın temelinde yılbaşı kutlamalarının ve
Noel babanın bulunmadığını, bunun yasaklanmasının gerekli olduğunu bildirmektedir."
Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında
doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralıktır.
İslam büyükleri,"Hinduların bayram günlerine, ateşe tapanların nevruz günlerine ve Hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer
paskalyalarına hürmet etmek, o zamanlarda onların adetlerini onlar gibi yapmak, insanı dinden
çıkarır" demişlerdir.
Hıristiyanlar da, İsa (a.s)kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi "Noel" olarak her sene kutlamaya başladılar.
Mesela mart ayının yirminci nevruz denilen günü,
mayıs ayının altıncı hıdrellez günü ve eylül ayının
yirminci mihri can günü de, bütün bunlar İslam dinimizin bildirdiği mübarek günlerden değildir.
Noel ile yılbaşı farklı şeylerdir. Yeni yılı tebrik
etmekte, hayırlı olmasını temenni etmekte dinen
mahzur yoktur. Yılbaşı diğer günlerden farklı değildir. Bu gecede, mevlid okumak, sohbet toplantıları
düzenlemek de uygun değildir. Böyle yapılırsa, bu
geceye dini bir hüviyet kazandırmış olunur.
Burhan
63
Yirmidokuz
[email protected]
Zeynep GÜLOĞLU
Evinin Sultanları
BAŞÖRTÜLÜ TESETTÜRSÜZLER
3. Kadının koku sürünmemesi:
Sadece başlarını örterek Allah’ın emrini yerine
getirdiklerini zanneden bir nesli garip türedi. Başında
başörtüsü varsa her şeyi tamam sanan bir acayip
nesil… Bakıyorsunuz örtülü ama bütün uzuvlar meydanda gibi. Başta başörtüsü var ama ayakta kot pantolon ve üzerinde gömlek… Giyinmenin keyfiyetini
anlayamamış, giyinmeyi sadece etlerini göstermemek sanan hanımlar… Bakalım dinimizde giyinmenin keyfiyeti nasılmış beraberce okuyalım:
Ebû Musa el-Eş'ari radıyallahu anh'den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bir kadın koku
sürünür, sonra da bir topluluğun önünden geçer,
bu toplulukda onun kokusunu hissederse bu
kadın zâniye (hükmünde) dir.” [Hakim, El-Müstedrek, C.2,
s. 396] buyurdu
Ebû Hureyre birgün koku neşrederek geçen bir
kadına rastladı: "Yâ emete'l-Cebbâr, mescide mi gidiyorsun?" diye sordu. Kadın: "Evet" dedi. "Mescid
için mi koku sürdün? kadın yine "Evet" dedi. Ebû Hureyre: "Geri dönsen iyi olur. Çünkü ben Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken işittim:
"ALLAH, kokusunu yayarak mescide çıkan kadının
namazını dönüpte yıkanıncaya kadar kabul etmez." [
1. Elbisenin dar olmaması
Ummü Cafer'den: Hz. Fatma (R.A) :
"Ya Esma! Erkeklerin kadınlarının bedenini
belli edecek şekilde elbise giydirmeleri hiç hoşuma gitmiyor" dedi.[Beyhaki, Es-Sünenü’l Kübra, C.4, s.34]
Beyhakî, Es-Süneriul-Kûbrâ, C. 3, s. 123]
4. Elbisenin Şeffaf Olmaması
Üsâme İbn-i Zeyd rivayet ediyor:
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine Dıhyetu'l-Kelbi’nin hediye etmiş olduğu sık örülü
bir kubti-yayi bana verdi.Ben deonu giymesi için hanımıma verdim. Bir gün Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem: "Kubtiyeyi niçin giymiyorsun? diye
sordu: Ben de: "Ya Rasulallah onu (giymesi için) hanımıma verdim" dedim. "Ona söyle, onun altından
entari giysin. Çünkü vücut hatlarını belli etmesinden endişe ediyorum" buyurdu.[Şevkânî, Neylü'l-Evtar, C.2,
s. 129]
2. Erkek elbisesine benzememesi:
Hüzeyl (kabilesinden bir adam) rivayet ediyor:
Abdullah İbnu Amr'in Hill'deki menzilini ve haremdeki
mescidini gördüm. Abdullah, Ebu Cehl'in kızı Ümmü
Saîd'i dar bir elbise giymiş erkeğimsi bir şekilde yürürken gördü. Abdullah "Bu kim?" diye sordu. "Bu,
Ebu Cehl'in kızı Ümmü Saîd'dir" dedim. Bunun üzerine Abdullah: "Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi" erkeklere benzemeye çalışan kadınlar ve
kadınlara benzemeye çalışan erkekler bizden değildir" derken işittim dedi.[ Ahmed Ibnu Hanbel, Müsned, C.2, s.
200]
Abdullah îbnu Ömer babasından rivayet ediyor:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: "Üç sınıf vardır ki
bunlar Cennete giremezler: Anne ve babasına
isyan eden, kıskanç olmayan ve erkeğe benzemeye
çalışan kadın" buyurdu.[ Hakim, El- Müstedrek, C.l, S. 72]
64
Alkame radıyallahu anhden:
Abdurrahman İbnu Ebî Bekr'in kızı Hafsa'yı,
yan taraflarını gösteren ince bir başörtüsü ile Aişe'nin
yanma girerken gördüm. Aişe, bu ince başörtüsünü
yırttı ve "ALLAH, Sure-i Nûr'da ne indirdi bilmiyor
musun?" dedi. Sonra bir başka başörtüsü getirtti ve
ona giydirdi. (İbn-i Sa'd, Tabakât, C.8, s. 72)
Abdullah îbnu Ebî Seleme'den;
Ömer İbnu'l-Hattâb radıyallahu anh, insanlara
kubatî (ketenden yapılmış kıptilere ait) elbisesi dağıtıyordu. "Kadınlarınız onu gömlek yapıp giymesin"
dedi. Bu sırada bir adam:
"Yâ Emirel mü'minin, ben onu hanımıma giydirdim ne arkadan ne de önden hiç bir şey belli olmuyordu." dedi. Ömer: "Bir şey belli etmese dahi
bedenini belli eder" dedi.[Beyhakî Es-Sünenu'1-Kübrâ, C.2, s.
234 ]
5. Elbisenin Süslü Olmaması:
Fudâla İbnu Ubeyd'den:
Rasulûllâh sallallahu aleyhi ve sellem: "Şu üç
(kısım kimse) den sorulmaz: (Yani bunlar sorgusuz sualsiz cehenneme atılırlar) Cemaatten ayrılan, İmamına isyan eden ve asî olarak Ölen;
efendisinden kaçan ve bu hali ile ölen köle veya
câriye, kocası kendisinden ayrıyken dünya geçimi uğruna kocasının ardından süslenen kadın."
[Ahmed İbnu Hanbel, Müsned, C.6, s. 19] buyurdu.
Burhan
BİR ERKEĞİN BALDIZIYLA VEYA BİR KADININ KAYINIYLA YOLCULUK
YAPMALARI VEYA YALNIZ KALMALARI CÂİZ MİDİR?
Hanefi ve Şafii mezhebine göre Bir kadın,
kayınına hiçbir bakımdan kız kardeşi gibi değildir.
Kayını onun elini öpemez, seferi bir mesafeye beraberce yolculuk yapamaz ve bir yerde halvette
kalamaz. Kısacası bir kadın kayınına tamamen
namahremdir.
Mahremi olmayan bir kadınla, baldızı veya
kardeşinin hanımıyla yolculuk yapmaları veya yalnız kalmaları câiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.v) bir gün; “Kadınların yanlarına
yalnızken girmekten sakınınız.” buyurdu. Bunun
üzerine birisi; “Kadının kayını da böyle midir?” deyince, Hz. Peygamber (a.s.v) şöyle devam etti;
“Kayın ölümdür.” (Buhari, Müslim,Tirmizi)
Buradaki “Kayın ölümdür” sözündeki
mana; onunla bir arada bulunmak daha tehlikelidir, anlamındadır. Kadı İyaz; “Bu hadis’in manası,
bir kadının kayınları ile başbaşa kalması, dinde
fitne ve helake sebeb olur, demektir. Hz. Peygamber (a.s.v) bunu ölüm helakine benzetmiştir.
Ve bu söz şiddet makamında söylenmiştir.” demiştir.
NEDEN BOŞUNA PARA ALIYORSUN
İmam Ebu Yusuf'a birisi öğrenmek istediği
bazı konularda sorular sormuş. Ebu Yusuf,
soruların bazılarına:
"Bilmiyorum" cevabını vermesi üzerine
sorduğu soruların bir kısmına cevap alamayan
şahıs:
"Bilmiyorsun madem devlet hazinesinden
neden boşuna para alıyorsun?" diye fırça atmaya
kalkınca, İmam Ebu Yusuf şöyle diyerek
muhatabını susturmuş:
"Ben devlet hazinesinden bildiklerim için
para alıyorum. Bilmediklerim için para almış
olsaydım devlet hazinesinde para kalmazdı."
RUFAİ DERGÂHLARI
1925 TARİHİNDE TEKKE VE ZAVİYELER KANUNU ÇIKANA KADAR İSTANBULDA BULUNAN RUFAİ
DERGÂHLARININ LİSTESİ VE BULUNDUKLARI SEMTLERİN İSİMLERİ:
1- Rıfai Âsitanesi: Üsküdar
2- Karasarıklı İbrahim Sabri Efendi
dergâhı: Küçük Mustafa Paşa
3-Ayn-i Ali Baba: Kasımpaşa
4-Yeşil Tulumba (Abdulhalim efendi
dergâhı): Unkapanı
5 -Paşababa: Firuzağa
6- Şeyh Raşid Efendi: Fatih – Kadıçeşme
7- Şeyh Arif Efendi: Fatih- Hüsrevpaşa
8- Kubbe: Fatih
9- Tahtaminare: Karagümrük
10- Şeyh Sırrı: Fatih – Sofular
11- Şeyh Kamil: Avratpazarı
12-Şerbetdar: Taşkasap
13- Osman Efendi: Topkapı- Bayazıt
mahallesi
14- Remli: Şehremini
15- Hulvi Efendi: Şehremini
16- Şeyh Hulvani: Bozdoğan Kemeri
17- Saraç İshak: Beyazıt
18- Karababa:Çemberlitaş
Burhan
19- Seyyah (siyah) Şeyh: Kabasakal
20- Cündiharem: Altı Mermer
21- Çırakçı: Küçük Mustafa Paşa
22- Said Çavuş: Küçük Mustafa
Paşa
23- Kenzî Bey: Hırka-i Şerif
24- Şeyh Abdullah. Odabaşı
25-Vani Efendi. Şehremini
26-Karanohut: Fatih- Halıcılar Köşkü
27-Mercimek- Alaca Mescid: Langa
– Yenikapı
28- Matrak: Mevlanakapı
29- Alyanak Ali Efendi. Lalezar
30- Safi Efendi. Topkapı
31- Sultan Osman: Otakçılar
32- Yahyazade: Eyyub Sultan
33- Şeyhülislam. Eyyub Sultan
34- Hasib Efendi: Eyyub Sultan
35- Arabacıbaşı: Sultanahmed
36- Kirpasi: Dökmeler- Eyyub Sultan
37- Çürüklük: Kasımpaşa
38- Ali Fevzi Efendi: Ksımpaşa
39- Arasta: Kasımpaşa
40- Marufi: Kasımpaşa
41- Marufî Asitanesi: Kartal
42- Sancaktar (Şeyh Nuri Camii):
Kozyatağı
43- Karasarıklı: Dolmabahçe
44- Taesusî: Mevlanakapı
45- Kılıçcı Muhammed: Mevlanakapı
46- Kulcu Muhammed: Mevlanakapı- Evliyamahallesi
47- Kelamî: Odabaşı- Yayla
48- Sandıkçı: Üsküdar- Tabutçular
49- Nusret Efendi: Tophane
50- Şeyh Mahmud: Üsküdar - Ahmediyye Camii
51- Şeyh Hüseyin Efendi: Üsküdar
52- Şeyh Nuri (Kurban Nasuh): Üsküdar- Debbağlar
53- Cerrahpaşa Camii: Cerrahpaşa
54- Şeyh Abdulhalim Efendi: Erenköy
55- Şeyh Ebu’l Hüda: Beşiktaş
56- Ümmü Ken’an: Fatih
65
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
FIKRA
DUA
Allah’ım imanımı kuvvetlendir.
Göğsümü aç, işlerimi kolaylaştır.
Şeytana uymaktan beni koru.
Temel ile Dursun bir ülkeye gitmişler, itfaiyeci
olmuşlar. Bir gün bir yerde yangın çıkmış
Bana yardım et.
Sana daha çok dua edebilmeyi, sana layık
oraya gitmişler. Temel Dursun’a yukarı çık
bir kul olabilmeyi bana nasib et. Amin
içerde kalan çocukları aşağıya at ben tutayım
YA BAL KABAĞI OLSAYDI!
Bir gün Nasrettin Hoca, köyüne dönerken
yorulmuş. Büyük bir ceviz ağacının altına
soluklanmak için oturmuş.
Gözü, ağacın yanındaki bal kabağı tarlasına
takılmış. Hoca,
- Hey güzel Allah’ım kavuğum kadar bal
kabağının incecik bir sapı var. Şu boylu poslu
ceviz ağacının meyveleri ufacık, demiş.
Hoca kendi kendini sorgulayadursun ağaçtan
kopan bir ceviz aniden kafasına düşmüş. Kafasın
da ceviz kadar şişik belirmiş.
Hoca
- Allah’ım sözümü geri aldım, altında oturduğum
ağaç ya bal kabağı ağacı olsaydı,demiş.
demiş. Dursun yukarı çıkmış çocukları
atyormuş. Bir tane beyaz bebek gelmiş onu
tutmuş. Bir tane siyah bebek gelmiş onu
tutmamış. Siyah bebekleri hiç tutmuyormuş,
Dursun aşağıya bakmış ve Temel’e siyah
bebekleri niçin tutmuyorsun demiş. Temel de
yanmış bebekleri niçin atıyorsun demiş.
Gönderen: Abdulkadir YAŞA Sultanbeyli
NASIL BİR TATİL?
Eylül ayında başlanan eğitim-öğretim maratonunda birinci yarıyılın tamamlanmasıyla on beş
günlük ara tatil dönemi başlamış oldu. Tatil denince her öğrencinin aklına farklı şeyler geliyor. Kimileri ders olmadığı için istedikleri gibi oynamanın planlarını yaparken, bazıları da sınavlara daha iyi hazırlanmanın planını yapmaktadır.
Kimin ne planı olduğunu bilemeyiz ama tatilin iyi planlanması gerektiği bir gerçek. Çünkü: tatil,
dinlenmek hiçbir şey yapmamak, boş oturmak, gezmek-tozmak demek değildir. Yorulan bedenlerimizi
dinlendirirken, manevi eksiklerimizi gidermek içinde bir fırsattır. Kur’an-ı kerimde Allah (c.c): (Bir işi)
bitirip kurtulunca, (başka bir işte) yorul!" (İnşirah 7) buyurmaktadır. Buna göre bir işten yorulunca tatil
yok, başka bir işe başlamak vardır.
Öyleyse okul derslerine verilen bu arada dini derslere yönelmeli kur’an-ı kerim okumalı, ilmihali
öğrenmeli, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’in hayatını okumalı. İslam Tarihi okumalı…
Eksik olan dini bilgilerimizi tamamlamaya çalışmalıyız. İlimsiz amel olmaz. Müslüman olarak amellerimizi eksiksiz yerine getirebilmek için ilim-bilgi gereklidir. Faydalı bir tatil geçirmeniz temennisiyle.
66
Burhan
NEZAKET KURALLARI
TEMEL İLE DURSUN
Söz almadan konuşmamak: Toplumda, büyüklerin yanında okulda
veya herhangi bir yerde söz almadan, izin istemeden konuşmak
uygunsuz bir davranıştır.
Ayakta su içmemek: Su oturarak ve üç yudumda içmek sünnettir.
Bir gün temel ile
dursun
arabayla
geziyorlarmış.
Başlarken “ Bismillahirrahmanirrahim” demeli. Bitince “ Elhamdulillah”
Dursun’a
demeli.
bakayrum
Başkasının odasına izinsiz girmemek: Başkalarının odasına izinsiz
ve kapıyı çalmadan girilmez. Kapıyı çaldıktan sonra gir sesi
bir
Temel
bak
arabanın
sinyallaru çalişirmu ?
duymadan girilmemeli. Anne babalarımızın odasına bile belirli
Dursun
zamanlarda izinsiz girilmez.
Başkasının kusurunu araştırmamak: Başkasının kusurunu
araştırmak dinimizce yasaktır. Başkalarının kusurlarını araştırmak
yerine kendinde bulunan kusurları gidermeye çalışmalı.
Yaptığı iyiliği başa kalkmamak: Yapılan iyilikler Allah (c.c) rızası için
yapılır. Yapılan iyiliği hatırlatıp da kişiyi mahcup etmemeli.
bakmış
ve şöyle demiş: Bir
çalişayi bir çalişmayi,
bir
çalişayi
bir
çalişmayi.
Ümmetin yıldızları
“ABDULLAH İBN ZÜBEYR”
Sevgili peygamberimiz (s.av) “ Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.” Buyurarak sahabenin önemini bize anlatmıştır. Hidayetten ayrılmamak için sahabenin hayatını iyi bilmek gerekir. İslamı anlamaları, yaşamaları ve peygamberimize sadakatları bizim için örnek
olmalı işte onlardan biri :
Hicret'ten sonra, 622 milâdî yılında, Medine yakınındaki Kûba'da doğdu. Babası Zübeyr b.
Avvâm, Cennetle müjdelenen on kişiden (Aşere-i Mübeşşereden) biridir. Annesi, Hz. Ebû Bekir'in kızı
Esmâ'dır. Teyzesi, Mü'minlerin annesi Hz. Âîşe'dir. Babası tarafından babaannesi Safiyye, Rasûlullah'ın halasıdır.
Medine'de muhâcirlerden ilk doğan çocuk Abdullah b. Zübeyr'dir. Bu doğuma muhâcirler bir hayli
sevinmişti. Çünkü Medine Yahûdileri "Muhâcirlere sihir yaptık, çocukları olmayacak" diye ortaya fesat
saçıyorlardı. Abdullah doğunca Yahûdilerin yalanı ortaya çıktı. Doğumu Rasûlullah Efendimiz haber
aldı. Dua edip, adını Abdullah, künyesini Ebû Bekir koydular.
Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamber Efendimize getirilerek O'na bey'at etme şerefine kavuştu. Hz. Ebû Bekir devrinde çocukluğu geçti. Hz. Osman tarafından Kur'ân-ı Kerim'in çoğaltılması için toplanan ilmî heyete katıldı. Hz. Osman şehid edildiği gün, âsilere karşı gayretle müdâfaa
edenlerden idi. Abdullah b. Zübeyr, Ashâb-ı Kiram'ın tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinden ve "Abâdile"
dendir. Küçük yaşından beri Peygamber efendimizin dualarıyla yetişen ve Cennet'le müjdelenen babasının yanında cihada katılan Abdullah b. Zübeyr, kahramanlık ve cesaretiyle birlikte çok ibâdet
ederdi. Gündüzlerini oruçla, gecelerini ibâdetle geçirirdi. Namazda o kadar uzun huzura dalardı ki 'kıyam'da uzun müddet kalır, secdeye dalıp giderdi. Babası Zübeyr b. Avvam, onun hakkında: "İnsanların arasında Ebû Bekir es-Sıddık'a en çok benzeyendir." demişti. O, sağlam karakterli, dürüst, cesaretli,
engin iman sahibi biri idi.
Burhan
67
Download