“Güvenlik Ortaklığı” Güven Vermiyor AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ EYLÜL/EKİM 2012 yıl 18 | nr./sayı 213-214 “Güvenlik Ortaklığı” girişimi, İslamî dindarlığı entegrasyon bağlamında sorunsallaştırmayı hedefliyor. Sayfa 8 Kulluğun Arzı HACveKuRBAN Minik Yüreklerin Büyük Aşkı: Kabe sayfa 47 Seçilmiş Hacılar İslam ile şereflenen Batılı hacıların hatıraları. sayfa 50 Kurban ve Bayram Doç Dr. Recep Cici ile söyleşi sayfa 32 Selamların en güzeli ile Kurban Bayramı Yaklaşırken U zun bir aradan sonra, yeni sayımızı, yeni bir tasarım ile sizlere sunmaktan dolayı mutluluk duyuyoruz. Uzun zamandır, siz değerli okuyucularımızın eleştiri ve taleplerini değerlendiriyor, Avrupalı Müslümanları ilgilendiren konularda, yine Avrupa’dan, içeriden bir bakış ile sunmaya çalıştığımız haber ve yorumları, içeriğinin kalitesine yakışır bir tasarım ile sizlere ulaştırmak istiyorduk. Uzun süren çaba ve arkadaşlarımızın özverili çalışmalarıyla hedefimize her geçen gün biraz daha yaklaştığımızı sanıyorum. Geçtiğimiz günlerde gündemimizi meşgul eden konuların başında, Almanya’daki sünnet yasağı ve İçişleri Bakanlığı’nın kimi İslamî çatı kuruluşları ile ortak olarak hareket ettiği, “Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’’nin Müslümanları ötekileştirici tavrını sürdürdüğü kampanya girişimi vardı kuşkusuz. Bizler, sunî bir şekilde gündeme getirilen sünnet yasağı gibi, güvenlik ortaklığı inisiyatifinin de yanlışlığını en başından belirtmiş, devletin Müslümanlarla ilişkilerine hakim bu bakış açısıyla bir adım dahi yol alınamayacağını pek çok platformda ifade etmiştik. Müslümanların kasıtlı ve sürekli olarak radikalizm ve terör ile yanyana getirilmeye çalışılması ve İslamî dindarlığın sorunsallaştırılması, artık vazgeçilmesi gereken yalnış bir siyasettir ve ümidimiz odur ki, yetkililer bu siyasette ısrar etmekten bir an önce vazgeçerler. Gündemin yine en önemli konularından olan, Efendimize (s.a.v.) hakaret ve iftira dolu sahneler içeren “Müslümanların Masumiyeti’’ filmi ise, yönetmen ve yapımcılarının dahi gizlemediği provokatif amacına ulaşmış göründü, haftalar boyunca. Film ile amaçlananın ne olduğunu ve bir Müslüman için soğukkanlı davranmaktan daha makul bir hareket tarzının olamayacağını yazarlarımızdan Ömer Gencer ifade etmeye çalıştı. Yepyeni bir tasarım ile beğeninize sunduğumuz dergimizin bu sayısında Hac ve Kurban (Bayramı) konularını ise ana-dosya konuları olarak seçtik. Hacc’ın diriltici iklimini, hâli-vakti yerinde her Müslümana farz kılınışının hikmetini hatırlamak ve hatırlatmak istedik. Esra Çöloğlu’nun kaleme aldığı, İslam ile müşerref olmuş Batılı Müslümanların Hac tecrübeleri ise, bu kutsî eyleme “dışarıdan’’ bakan gözlerin/kalplerin içinden geçenleri öğrenmek adına hepimizi zenginleştirici nitelikteydi. Bununla birlikte yaklaşan Kurban Bayramı, kurbiyetin, Allah’a yakınlaşma çabamızın en önemli simgelerinden biri olarak hatırlanmayı ve üzerinde yeniden düşünmeyi gerekli kılıyordu. Tüm dünyanın görmezden gelmeye devam ettiği Arakanlı Müslümanların durumunun her gün yüreğimizi yeniden dağladığı son günlerde, Arakanlı kardeşlerimiz gibi, dünyanın farklı yerlerinde zulm altındaki bütün kardeşlerimizi Kurban Bayramı vesilesiyle hatırlamak, onların her zaman yayında olduğumuzu tekrar etmek, Allah’a yakınlaşma çabasındaki her Mü’min gibi bizim de göz ardı edemeyeceğimiz bir “vazife’’ idi. Gerek tasarımı, gerekse içeriğiyle takdir edeceğiniz kalitede bir dergi hazırladığımızı umuyoruz. Yeni sayımız da, özellikle yaşadığımız coğrafyalardaki gelişmelere dair siz okuyucularımıza Müslümanca bir bakış, bir “perspektif ’’ kazandırabilirse, kendimizi vazifemizi yerine getirmiş sayacağız. Kalbî selamlarımla » Mustafa Yeneroğlu E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 3 İçindekiler Gündem 8 “Güvenlik Ortaklığı’’ Güven Vermiyor “Güvenlik Ortaklığı” girişimi birçok ilim adamına göre de, öncelikli gaye olarak Müslümanların asimilasyon sürecini hızlandırmayı, baskı ve suçlamalarla İslamî cemaatleri edilgen hale getirmeyi, İslamî dindarlığı entegrasyon bağlamında sorunsallaştırmayı hedeflemektedir. 26 SÖYLEŞİ Avusturya’da Müslümanlar Toplumun Bir Parçası Avusturya Entegrasyon Müsteşarı Sebastian Kurz devletin ülkedeki Müslümanlarla ilişkilerini anlatıyor. Gündem 12 Almanya’da Sünnet Yasağı Köln Eyalet Mahkemesi Müslümanların ve Yahudilerin çocuklarını sünnet etmelerini suç olarak değerlendirdi ve sünnetin yasaklanmasını istedi. G ÜNDEM / Y O R U M 16 Bu Filmi Görmüştük Müslüman yazarlar, Libya ve Mısır başta olmak üzere birçok islam ülkesinde vuku bulan gösteri ve elçilik saldırılarının yanlışlığına değinirken filmi provokatif buluyorlar. 28 AVRUPA/YORUM İslam’a Bozuk Bakış Müslümanları sadece bir güvenlik ve entegrasyon sorunu olarak gören Avrupa ülkelerinin yaklaşımı her hangi bir şekilde örneklik teşkil edemeyecektir. 19 A V R U P a Avusturya’da İslam’ın Tarihçesi 100 yıl önce İslam’ı resmen tanıyan Avusturya’da Müslümanlar orduda dahi görev almış ve dinleri ile ilgili birçok imtiyaza sahip olmuşlardır. SÖYLEŞİ 22 Avusturya’da İslam’ın Resmî 100 Yılı Avusturya İslam Cemaati (IGGiÖ) Başkanı Dr. Fuat Sanaç İslam’ım Avusturya’daki varlığının dününü ve bugününü anlatıyor. İslam Toplumu Milli Görüş Aylık Yayın Organı EYLÜL/EKİM 2012 yıl/JG.: 18 nr./ sayı 213-214 29 İ s la m v e h aya t Çeşitli İnançlarda Kurban Geleneği İslamî terminolojide “Allah’a yakınlaşmak niyetiyle ve yalnızca Allah rızası için, kurbanlık olma vasfına sahip belirli hayvanların, eyyâm-ı nahr, yani Kurban günlerinde kesilmesi” olarak tarif edilir kurban. Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen, Deutschland | Tel.: + 49 2237 656-0 • Fax: +49 2237 656-555 www.igmg.de | E-Mail: [email protected] | Herausgeber / Yayıncı: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) adına Kurumsal İletişim Başkanlığı | Vertreten durch den Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü, Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender | Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P) | Editor/Editör: Ahmet Faruk Çağlar | Redaksiyon/Design/Tasarım: İlhan Bilgü | Im Auftrag der IGMG durch 99names Design GmbH 32 SÖYLEŞI Doç. Dr. Recep Cici ile Kurban ve Bayram Üzerine... Doç. Dr. Recep Cici Kurban ve Kurban Bayramı çerçevesinde yapılan tartışmalardaki çeşitli sorulara cevap veriyor. d o s ya 44 Âşık Olan Beri Gelsin Kutsal topraklara ayak basmanın verdiği manevîyat şüphesiz çok yüce. D O S YA 47 Minik Yüreklerin Büyük Aşkı: Kabe Aileleriyle Umre yapmaya gelen çocuklarla tanışma fırsatım oldu. Bu bağlamda çocukların, büyüklerden çok daha farklı olan Umre izlenimleri ve tecrübeleri dikkat çekiciydi. d o s ya Hacılar 50 Seçilmiş İslam ile şereflenen Batılı hacıların hatıraları 19. ve 20. yüzyılda yayınlanmaya başlamış ve git gide popülerleşmiştir. 36 İ s la m v e h aya t Umutla Bizleri Bekleyenler Var Bekleyenin umudu olmaya devam eden Hasene hayır, iyilik ve güzellikler tohumunu yeryüzünün mazlum ve mağdur, kurak topraklarına saçmaya devam ediyor. D ü n ya 54 Arakan Yine Kan Ağlıyor Burma’nın Arakan Eyaletindeki Müslümanlar hâlâ yerli sayılmıyor. Şimdi de Budist rahipler zulme öncülük ediyor. 56 40 d o s ya Haccın Hakikat ve Hikmeti Dünyanın farklı yerinden yola çıkıp, aynı amaç uğrunda bir araya gelen Müslümanların, Allah’a kul olabilmenin gayretini kolektif olarak ortaya koyan ve derunî manada bir bilinç oluşturan ibadettir Hac. P O RTRE Muhammed Hamidullah Hamidullah, dünyanın olanca genişliği içinde yapayalnız idi. Ama asıl Sahibi ile vuslat halinde yaşamasının verdiği huzur ve sürur, yüzünden hiç eksik olmazdı. 3 Editör’den 4 İçindekiler, Künye 6 Gündemden Kısa Kısa 58 Kitap Tanıtımı erstellt. IGMG adına, 99names design GmbH tarafından hazırlanmıştır. Merheimer Str. 229, 50733 Köln • Tel.: +49 221 942240-0 | Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die ­Autoren, nicht die IGMG. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Anzeigenservice / İlan Servisi: Tel.: +49 221 942240-0 | Fax: 0221 942240-119 • E-Mail: [email protected] | Abonnement / Abonelik: IGMG Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen | Tel.: +49 2237 656-0 | Fax: +49 2237 656 555 | E-Mail: [email protected] | Jahresabonnement / Yıllık abone ücreti: 59,-EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. / IGMG Genel Merkez Üyelerine ücretsizdir. | Bankverbindung/Hesap No: Bank Austria: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW Gündem Gündemden kısa kısa 6 Hamburg’da Berlin’deki Hak Eşitliği’ne Müslüman Mezarlığı Adım Adım Ekim Ayında Doluyor IGMG’nin de üyesi olduğu İslam Şurası, DİTİB, İslam Kültür Merkezleri (VİKZ) ve Hamburg Alevi Dernekleri tarafından 2007 yılından bu yana, Hamburg eyaleti ile “Hak Eşitliği Antlaşması’’ için yürütülen müzakereler tamamlanıyor. Antlaşma, İslamî grupların haklarını güvence altına almak için bayramlar ve cenaze törenleri, dinî vazife ve ibadetlerin daha kolay yerine getirilmesi ve buna benzer birçok konu hakkında düzenlemeler içeriyor. Buna göre, İslamî bayramların ilk günü öğrenciler okullarından izinli olacak, dinî toplulukların temsilcileri doğrudan muhatap kabul edilecek ve din dersleri müfredatını İslamî derneklerden oluşan ortak bir komisyon belirleyecek. Böylece Hamburg eyaleti Müslümanların çoğulcu ve dünyaya açık bir Almanya’da kabul edildiği ve ülkenin bir parçası olarak tanındığı sinyallerini veriyor. Antlaşmanın eksikliklerine rağmen Müslümanların kurumsal kimliklerini dikkate almış bir adım olmasının diğer eyaletlere de örnek teşkil etmesi bekleniyor. Prusya Kralı I. Wilhelm 1866 yılında Tempelhofer adı verilen araziyi dönemin Türk cemaatine tahsis etmişti ve arazi o günden bu yana Müslüman Mezarlığı olarak kullanılıyor. Tarihi olarak koruma altında olan bu bölgede aynı zamanda Şehitlik Camii de yer alıyor. Bununla birlikte, Avrupa’nın en eski mezarlıklarından Columbiadamm Mezarlığı’nda Müslümanlara tahsis edilen bölümde sadece 50 cenazelik yer kaldığı bildirildi ve kapasitenin ekim ayında dolacağı düşünülüyor, daha sonra ise Müslümanların cenazeleri Spandau semtindeki Gatow mezarlığında defnedilecek. Aslında Columbiadamm Müslüman Mezarlığı’nın eski havaalanı Tempelhof’a komşu olan araziyi kapsayacak şekilde genişletilmesi talep edilmişti ancak Senato başkentli Müslümanları büyük hayal kırıklığına uğratarak talebi geri çevirmişti. P e r s p e k t i f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 Almanya’da Suriye İçin Irkçı Saldırılar Çözüm Arayışları Huzursuzluk Veriyor Sürüyor Almanya’nın Hanau şehrinde bir camiye, 3 Eylül tarihinde bir kişi tarafından kundaklama girişiminde bulunuldu. Kimliği belirsiz kişinin, cami derneğinin raflarından bazı eşyaları yere attığı, daha sonra da yere benzin döktüğü, ancak imamın sesini duyunca kaçtığı belirtildi. Ayrıca yine Hessen Eyaleti’ndeki Haiger kentinde de, cami önünden araçla geçen bir grubun caminin önündeki Müslümanlara hakaret ettiği ve insanları tehdit ettiği kaydedildi. Görgü tanıklarının verdiği ifadelere göre, grup İslam karşıtı sloganlar attı. Öte yandan, Aachen şehrinde 45 ve 52 yaşlarında iki Türk bayan, ırkçı saldırganların şiddetine maruz kaldı. Aynı şekilde Betzdorf’ta bir Türk ailesinin evleri kimliği belirsiz iki kişi tarafından basıldı. Almanya’da camilere ve Müslümanlara yönelik artan ve son bir ayda gerçekleşen ırkçı saldırılar huzursuzluk veriyor. Başta Halep olmak üzere Suriye’nin birçok şehrinde Özgür Suriye Ordusu ile Beşar Esad güçleri arasındaki çatışmalar 18 aydır devam ediyor. Ürdün’de 85.000’den fazla, Türkiye’de yaklaşık 80.000, Lübnan’da 67,000 ve Irak’ta 22,500 Suriyeli mülteci bulunuyor. Ülkelerinde yaralanan birçok Suriyeli Türkiye’deki hastanelerde tedavi görüyor. Suriye’deki çatışmaların durması için siyasi ve diplomatik yollardan çözümler aranıyor. Avrupa Birliği, ülkedeki çatışmalara karşı şu ana kadar pasif kalmasına ve Libya’daki refleksi Suriye’de göstermeme politikasına bir son vererek Suriye’ye yaptırımları sıkılaştırmaya hazırlanıyor. Bunun yanısıra Avrupa Birliği ülkeleri Kıbrıs’ta yaptıkları toplantıda krizin çözümü için Esad rejimini destekleyen Rusya ile ortaklaşa çalışma kararı aldıklarını vurguladılar. ABD ise Suriyeli mülteciler için BM Dünya Gıda Programı üzerinden 21 milyon dolarlık ek yardım sağlayacağını bildirdi. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t i f 7 Gündem “Güvenlik Ortaklığı’’ Güven Vermiyor “Güvenlik Ortaklığı” girişimi birçok ilim adamına göre de, öncelikli gaye olarak Müslümanların asimilasyon sürecini hızlandırmayı, baskı ve suçlamalarla İslamî cemaatleri edilgen hale getirmeyi, İslamî dindarlığı entegrasyon bağlamında sorunsallaştırmayı hedeflemektedir. » MAHMUT AYDINEL [email protected] 8 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 H aziran 2011’de, Federal İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich (CSU) tarafından “Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi” adı altında başlatılan ve ilk günden itibaren tartışmalı olan girişim, yaşanan son gelişmelerle iyice, güven vermekten ziyade güven zedeleyen bir çalışma haline geldi. Bu noktaya gelmesi ise esasen birçok kesimde sanılanın aksine büyük bir şaşkınlık yaratmadı. Girişim başarısızlığının ve bu aşamaya gelinmesinin başlıca sebeblerinin ilki Hans-Peter Friedrich’in şahsıyla alakalı idi. Zira bilindiği gibi, bakanın kendisi, 3 Mart 2011 yılında İçişleri Bakanlığı görevine atanması vesilesi ile düzenlediği ilk basın toplantısında İslam’ın Almanya’ya ait olmadığını iddia etmiş ve geniş bir kitle tarafından eleştirilmişti. Bu tutumu ile bakanlığının daha ilk gününde hem 2006 yılından beri devam eden Almanya İslam Konferansı’nı riske atmayı göze almış, hem de Müslümaların tepkisini üzerine çekmeyi başarmıştı. Bu sebeple İslamî cemaatler ve çatı kuruluşları Friedrich’in bu çıkışını ağır bir dille eleştirmiş ve böyle bir anlayışla Almanya İslam Konferansı’nın bir anlamı kalmayacağını vurgulamışlardı. Bütün bu eleştirilere rağmen Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) ve İslam Kültür Merkezleri Birliği (VİKZ) 2011’in Mart ayının son günlerinde ilk defa Friedrich yönetiminde gerçekleştirilen Almanya İslam Konferansı’na katılmışlardı. Bu katılımı sadece diyalog adına bir iyi niyet göstergesi olarak gerekçelendiren İslamî kuruluşları ise yeni bir sürpriz beklemekteydi. Zira kısa bir süre sonra Friedrich, Almanya İslam Konferansı’nın yeni ve başlıca konusunun bundan böyle iç güvenlik ve “İslamcılık’’la mücadele olacağını duyuracak ve yine haftalarca süren bir eleştiri sağnağına maruz kalacaktı. Bütün bunları hiçe sayan bakan ise, bununla da yetinmeyecek, bugün tartışma konusu olan “Kayıp’’ afiş kampanyasının temelini atacaktı. Ve bunu Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi adı altında, onu daha önce eleştirenlerin önde gelenleri ile, yani İslamî çatı kuruluşları ile yapacaktı. Ve 24 Haziran 2011 tarihinde DİTİB, VİKZ ve ZMD (Müslümanlar Merkez Konseyi)’nin de katıldığı Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi kuruldu. Friedrich neticede – İslam Toplumu Millî Görüş Teşkilatları’nın da üye olduğu İslam Konseyi (İslamrat) dışında – Almanya’da bulunan dört büyük İslamî çatı kuruluşunun üçünü bütün eleştirelere rağmen bir araya getirmeyi başarmıştı. Bu ortaklığı mümkün kılan İslamî kuruluşlar ise, Müslümanlara karşı önyargıları güçlendiren yanlış güvenlik politikalarına alet olunmaması doğrultusunda yapılan ikazları dikkate almayarak bu ortaklık sayesinde büyük sorun haline gelen İslam düşmanlığını başlıca gündem konusu yapacaklarını söylüyorlar, katılmalarını en azından kamuoyuna bu şekilde duyuruyorlardı. Oysa bunun mümkün olmadığı en başından belliydi. Zira Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’nin çizgi ve çerçevesi net bir biçimde çok önceden İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenmişti. Bu durum “Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’nin internet sitesinde açıkça ifade ediliyordu.1 Ayrıca İçişleri bakanlıkları ve anayasayı koruma dairelerinin yayınlarındaki tanımlamalara bakıldığında da, “İslamcılık ve radikalleşme ile mücadele” adı altında İslamî dindarlıkla mücadelenin hedeflendiği anlaşılmaktaydı. Örneğin bir yerde İslamcılığın belirtisi olarak şu tanımlama kullanılıyordu: “Kur’an’ın tek hak kitap olarak kabul edilmesi, Kur’an ve Şeriat’ın toplumsal ilişki ve değerlerin kaynağı olduğunun kabullenilmesi, karşı cinslere el vermemek, İslamî bir görüntüye bürünmek, Müslümanların dünyanın her yerinde baskı ve sıkıntı altında bulunduğunu ifade etmek...” İlgili bakanlıkların yayınlarında sorun olarak değerlendirilen başka bir ifade ise şuydu: “İslamcı kuruluşlar, taraftarlarına Almanya genelinde Şeriat’a uygun bir yaşam sürdürebilecekleri özgür alanlar oluşturmayı hedeflemektedir.” Burada da dikkatten kaçmayan ve en sorunlu ifade ise,“Din” yerine “Şeriat” kelimesinin bilinçli olarak kullanılmasıydı. Bununla birlikte, Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın “İslamcılık” tanımlamasını daha iyi anlamak için, örneğin IGMG’yi tanımlarken kullandığı “İslamcı ve radikal” suçlamasının gerekçelerine bakmak yeterliydi: “IGMG kendisini entegrasyon yanlısı ve özgürlükçü demokratik temel düzenin esaslarına dayalı bir kuruluş olarak göstermeye çalışmaktadır. Ancak dinî ve kültürel kimliği güçlendirme ve Alman toplumuna asimilasyonu engelleme amacına yönelik faaliyetleri, Almanya’da İslamcı bir çevrenin oluşmasını ve genişlemesini destekler mahiyettedir.”2 “IGMG’nin takip ettiği hedef hiç şüphesiz kayıtsız şartsız bir şekilde bağımsız bir Türk-İslam kimliğini korumaktır. Bu hedef uyuma aykırı yönelmeleri beraberinde getirebilir.”3 “İslamî kimliğin” korunmasına yönelik faaliyetler, entegrasyona aykırılığı derinleştirmez mi ve ayrıca İslamcı paralel toplumların oluşmasına ve radikalleşmeye, yani siyasal ekstremizme (İslamcılık) entegre olmaya neden olmaz mı?”4 E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 9 Gündem Almanya Federal İçişleri Bakanlığı bu girişimi ile de Müslümanları dışlayıcı, ötekileştirici tavrını sürdürmekte, Müslümanları özellikle bir “güvenlik problemi” olarak gördüğünü alenen ortaya koymakta... Bu şu manaya geliyordu: Bağımsız bir İslamî kimliğin korunması İçişleri Bakanlığı açısından sorun teşkil ediyordu. İslamî çatı kuruluşları ise bu açık ve net tabloya rağmen Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’ne katılmakla bu anlayışa destek vermeye devam etmiş oluyorlardı. Çünkü oradaki tek hedef “İslamcılıkla” mücadeleydi (!). Oysa Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “İslamcılık” kavramı ile ilgili eleştirisi biliniyordu. Davutoğlu bir Almanya ziyareti esnasında, Friedrich ile birlikte yaptığı basın toplantısında Alman Bakan’ın, “Almanya’nın, İslamcı ve ırkçı terör dahil her türlü terörle mücadele etttiğini” söylediğinde; “Bir dakika lütfen. Ben hiçbir şekilde, bu Neonazi katilleri için Hristiyan olmalarına rağmen “Hristiyan terörü” tanımlamasını kullanmadım. Veya bu katilleri “Alman ırkçılar” olarak da tanımlamadım. Olayı ırkçı bir olay olarak değerlendirebiliriz, ama katilleri “Hristiyan terörist” diye tanımlayamayız.” diyerek bakanın seçtiği “İslamcılık” kelimelere karşı çıkmıştı. Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sakarya’da yaptığı Yurt Dışı Hizmetler Konferansı’nda yurt dışında yaşayan vatandaşların kimliklerini muhafaza etmeleri hususundaki desteklerini dile getiren Davutoğlu, “İslam ile terörü yan yana koyamazsınız. Bu algıyı tamamen değiştirmeliyiz. Bugün vatandaşlarımızın orada (yurt dışında) hem kimliklerini muhafaza, hem de bu 10 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 algı ile karşı karşıya kalma sorunu vardır. Geleneğimizi sürdürmek isteyen vatandaşların yanında olmak bizim için son derece önemlidir... Madem ki, Avrupa‘da ırkçılık ve İslamofobia var, bu tehdite maruz kalan tüm Müslümanların birlikte çalışması gerekir.” diyerek Türkiye hükümetinin görüşünü ve konuya doğrudan muttali olduğunu bir kez daha göstermişti. Ve beklenen oldu, Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi çerçevesindeki “İslamcılıkla” mücadele tam anlamıyla bir fiyasko ile sonuçlandı. 24 Ağustos 2012 tarihinde, İçişleri Bakanı Friedrich liderliğinde bir afiş kampanyası tanıtıldı. Birbirinden sorunlu ifadelerin yer aldığı afişlerin birinde şunlar yazıyordu: “Bu bizim oğlumuz Ahmed. Onu özlüyoruz, çünkü onu artık tanıyamıyoruz. Her geçen gün daha da radikalleşiyor. Onu dini fanatiklere ve terörist gruplara kaptırıp tamamen kaybetmekten korkuyoruz.” Afişlerde “Kayıp Aranıyor” ibaresiyle birlikte, her birinde farklı olmak üzere dört Müslüman gencin fotoğrafı yer alıyordu. Fotoğraflardaki gençler aslında herhangi bir Türk veya Arap Müslüman genci olabilecek kadar sıradan idi. 27 Ağustos itibariyle internette başlatılan kampanyanın afişlerinin Eylül ayından itibaren Bonn, Berlin ve Hamburg şehirleri başta olmak üzere Almanya’nın birçok şehrinde, göçmenlerin çoğunlukta olduğu mahallelere asılması planlanıyordu. Projenin ve il- gili ortaklığın temel gayesi ise “Müslümanlarla birlikte islamcılıkla mücadele” olarak belirlenmişti.5 Almanya Federal İçişleri Bakanlığı bu girişimi ile de Müslümanları dışlayıcı, ötekileştirici tavrını sürdürmekte, Müslümanları özellikle bir “güvenlik problemi” olarak gördüğünü alenen ortaya koymakta idi. Zira gelen tepkilerde bu yöndeydi. Sivil Toplum kuruluşlarından bilim adamlarına, siyasetçilerden gazetecilere kadar geniş bir kitle, afişlerin önyargıları besleme dışında hiçbir faydası olmayacağı söylüyordu. İşin en garip tarafı, eleştiri yağmuruna tutulan afişlerin Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’nin bir ürünü olması ve ortaklar arasında İslamî kuruluşların da bulunmasıydı. Bu kabul edilemez durum ve eleştiriler karşısında çok fazla direnemeyen İslamî kuruluşlar, 28 Ağustos 2012 tarihinde ortak bir açıklama yaparak, “Günvenlik ortaklığı İnisiyatifi”ni dondurduklarını ve afişlerin İslamî kuruluşların bilgisi dahilinde hazırlanmadığını bildirdiler. İçişleri Bakanlığı ise bu durum karşısında şaşkınlığını dile getirip, böyle bir durumun söz konusu olmadığını ve afişlerin ortaklaşa istişare sonucu hazırlandığını bildirdi. İslamî kuruluşlar da bunun üzerine Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’nden tamamen ayrıldıklarını bildirdiler. Yalnız İçişleri Bakanlığı daha sonra bir protokol açıklayarak, tarih ve yerleri ile afiş hazırlama sürecinin nasıl geçti- ğini açıkladı. Bu protokole göre İslamî kurulşların yetkilileri afişleri görmüş ve hatta üzerinde fikir beyan etmişlerdi. Ve teklifleri İçişleri Bakanlığı tarafından dikkate alınarak, afiş metninin üzerinde ufak bir değişiklik bile yapılmıştı. İslamî Kuruluşların bu iddiaya karşı ne gibi bir cevap verecekleri merakla beklenirken, Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit ve Bonn Belediye Başkanı Jürgen Nimptsch’in, Federal İçişleri Bakanı Friedrich’e yolladıkları mektupta, afiş kampanyasını “kabul edilemez” olarak nitelemelerinin ardından, İçişleri Bakanlığı 20 Ağustos tarihinde afiş kampanyasını güvenlik sebeplerinden dolayı ertelediğini açıkladı. Ve bu ilk adımın ardından kamuoyunda kampanyanın bütünüyle rafa kaldırılması yönünde bir beklenti oluşmuş bulunuyor. Toplumun hemen her kesimince İçişleri Bakanlığı’ndan beklenen ise, yaşananlardan ders alması ve hatasında daha fazla ısrar etmemesi yönünde... 1 http://www.initiative-sicherheitspartnerschaft.de 2 Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı Raporu 2010, S.175 3 Schleswig Holstein Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2008, S. 83 4 “Ekstremizm ve Terörizme karşı önleyici tedbir olarak Entegrasyon”, Federal Anayasayı Koruma Dairesi yayını, 2007, S. 5 5 İlgili projenin Almanca internet sayfası şöyledir: http://www.initiativesicherheitspartnerschaft.de/SPS/DE/Startseite/startseite-node.html (Die „Initiative Sicherheitspartnerschaft“ ist eine Partnerschaft von Sicherheitsbehörden und muslimischen Repräsentanten. Gemeinsam wollen die Partner das friedliche Zusammenleben in Deutschland stärken und gegen Islamismus ankämpfen). E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 11 Gündem Almanya‘da Sünnet Yasağı Her şeyden önce, yıllardır Yahudiler ve Müslümanlar tarafından sorunsuz olarak gerçekleştirilen sünnetlere herhangi bir tepki gelmemesi ve bu konunun yıllar sonra bu şekilde gündeme gelmesi, ilk defa bu kadar kapsamlı tartışılması bir hayli ilginç. » FATMA ÇAMUR [email protected] 12 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 M üslümanlar ve İslam, artık dünya medyasının gündeminden düşmez oldu. Neredeyse her hafta Müslümanların farklı bir yönü gazeteler tarafından işleniyor, televizyonlarda programlar, analizleryapılıyor. Bu konuların çoğunun tonunun ise pozitif olmadığı aşikar. Şiddet ve yasaklar İslam ve Müslümanlarla en çok anılan konular olarak göze çarpıyor. Çoğu zaman Müslümanlarla birlikte değil, onların hakkında olan bu haberler genellikle aynı bakış açısı ve çizgide ilerliyor. Geçtiğimiz aylarda bu kez Almanya merkezli bir yasak konusu gündemi meşgul etti. Daha önce Almanya’da öğretmenlere başörtüsü yasağı ve genel olarak Avrupa’da sokakta burka yasağının aylarca gündemde yer alması ve Müslüman kadınların özgürlüklerinin kısıtlanmasının ardından, şimdi de erkek çocuklarının sünnet edilmesinin yasaklanması gündemdeydi. Köln Eyalet Mahkemesi çocukların Almanya’da dini amaçlı sünnet edilmesini ceza yasasına göre her tıbbi müdahele gibi yaralama olarak değerlendirmekle birlikte, ebeveynlerin rızasının yada dinî sebeplerin gerekçe olarak gösterilemeyeceğine ve suç « Sünnet, Yahudilerin en önemli dinî geleneklerinden birisidir. olduğuna hükmetmişti. Köln’de verilen bu karar, Avusturya ve İsviçre’ye de sıçramış ve o ülkeleri de etkilemişti. Karar hukukçu ve doktorlarda, ayrıca Müslüman ve Yahudi ebeveynlerde güvensizliğe yol açtı. Bu güvensizliğe en başta kanundan, daha doğrusu cezadan korku sebebiyet vermiş olsa da, asıl güvensizliğe yol açan etkenler daha derinlerde yatıyor. Müslüman ve Yahudilerin ikinci vatanları, hatta bizzat vatanları olarak görüldükleri ülkelerde hissettikleri huzursuzluk, şimdi ve gelecekte ne gibi sorunlarla ve kısıtlamalarla karşı karşıya kalabileceklerine dair ciddi endişelere sebep oluyor. Güncel Durum ve Bu Noktaya Nasıl Gelindiği Her şeyden önce, yıllardır Yahudiler ve Müslümanlar tarafından sorunsuz olarak gerçekleştirilen sünnetlere herhangi bir tepki gelmemesi, bu konunun yıllar sonra bu şekilde gündeme gelmesi ve ilk defa bu kadar kapsamlı tartışılması bir hayli ilginç. Aslında tartışmanın zemini yıllardır hazırlanıyordu, yani 3-4 yıllık bir konu olan sünnet yasağı yeni ortaya çıkmış değil. Birçok doktor, çocuğun karar hakkı olmamasını eleştiriyor ve sünneti yaralama suçu olarak görüyor(du). Tartışmanın akademik temelini ise 2007 yılında Ärzteblatt’ta (Hekim Dergisi) Prof. Dr. Holm Putzke tarafından kaleme alınan makale oluşturuyor. Putzke yıllardır sünnetin yasaklanması için mücadele veriyor ve birçok konferansa katılıp konuyu gündemde tutuyor. Tartışmanın yönünü önceden belirleyen bir başka yazı ise, 2011 yılında Almanya’nın ileri gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yayımlanmıştı ve yazı Müslümanlar ve Yahudilerin erkek çocuklarını sünnet ettirmelerinin ağır pisikolojik travmalara yol açacağını iddia ediyordu. Yazının başlığı ise konuya ne tür bir önyargı ile bakıldığını özetler nitelikteydi: Kanlı Sünnet. Son olaylarla ve mahkeme kararıyla medyada beliren haberlerde de konuya yaklaşım aynı minvalde devam ediyor. Kimileri sünneti hiçbir şekilde bu iki dinle bağdaştırılamayacak olan, kızların canice sünnet edilmesiyle karşılaştırıyor veya sünnetin dini vecibe olmasını göz ardı ederek konuya seküler bakış açısıyla yaklaşıyor. Bununla birlikte, sünnet Almanya’da yüzyıllardır yapılıyor, Müslüman ailelerin çoğu çocuklarını Alman doktorlar tarafından sünnet ettirirken, Yahudilerde yeni doğan bebekler 8 günlük olmadan ve anestezisiz sünnet ediliyor. Yahudi geleneği ve uygulamasında “Mohel’’ olarak adlandırılan sünnetçinin doktor olma gibi bir zo- Sünnet Olmuş Bir Müslüman Çocuk runluluğu da bulunmuyor. Avrupa’da sünnet konusunda yıllardır Almanya’nın gösterdiği tepkiden daha fazlasını gösteren veya sünneti hiç konu etmeyen ülkeler de var. Örneğin Müslüman ve Yahudi nüfusu yüksek olan bir diğer ülke olan Fransa’da sünnet konusu şimdiye kadar hiç açılmadı. Buna mukabil, İskandinav ülkelerinde ise sünnet 10 yılı aşkın süredir tartışılıyor. Norveç’te reşit olmayan çocukların sünnetinin yasaklanması düşünülüyor. Danimarka’da 15 yaşından sonra erkeklerin sünnete kendi kararlarını vererek yaptırması teklifi getirildi. İsveç’te ise 2001 yılından beri sünnet sadece profesyonel doktorlar tarafından ve hastahanelerde yaptırılabiliyor. Sonuç olarak Almanya’da verilecek olan karar, diğer Avrupa ülkeleri için de kuşkusuz önemli bir sinyal olacak. Sünnetin Mahkemeye Taşınması Peki bu tartışmayı ne tetikledi ? Sünnetin bir anda gündeme gelmesine sebep olan ne idi? Sünnetin mahkemeye taşınmasına yol açan durum esasen sıradan ve aynı zamanda trajedik bir müdahele... Arap asıllı bir doktor, Kasım 2010 yılında hemen hemen her gün yaptığı gibi bir çocuğu sünnet ediyor. 7 Mayıs 2012 yılında mahkeme doktorun yaptığı o günkü rutin cerrahi müdaheleyi yaralama suçu olarak görüyor. Peki bu zaman zarfı içinde neler oldu ve yüzlerce çocuğu sünnet eden doktor niye mahkeme karşısına çıkmak zorunda kaldı? Bahsi geçen doktorun yaptığı ve sorunsuz geE Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 13 Gündem Etik Kurulu Başkanı Christiane Woopen çen sünnetin ardından, iki gün sonra çocukta ufak bir kanama meydana gelince kör olan ve Almanca bilmeyen annesinin evhamlanması, sokağa bağırarak koşması ve komşuların ambulans çağırmasının ardından çocuk hastaneye kaldırılıyor. Orada Almancası olmayan anne sünnet prosedürünün bir doktor muayenesinde değil, evde yapıldığı yönünde yanlış anlaşılıyor. Sonradan yapılan araştırmalar sonucunda çocuğun geçirdiği kanamanın normal olduğu ve Arap asıllı doktorun yaptığı sünnetin tıbbi koşullara uygun olduğu raporu veriliyor. Buna rağmen doktor mahkemede yargılanıyor. Konunun Hukuki Boyutu Anayasa’nın ikinci maddesinde, “Herkes, yaşam ve beden bütünlüğünün korunma hakkına sahiptir.’’ ifadeleri yer alırken, dördüncü maddede, “Din ve vicdan özgürlüğü ile din ve dünyevi inanç özgürlüğüne dokunulamaz. Dinin rahatsız edilmeden uygulanması güvence altındadır.’’ ifadeleri yer alıyor. Tartışma medya tarafından yanlış bir şekilde iki madde arasında işlense de aslında bu konuda önemli olan nokta, Anayasa’nın altıncı maddesi olan, “Çocukların bakım ve eğitimi, anne ve babanın doğal hakkı ve en önde gelen yükümlülüğüdür. Devlet toplumu, onların bu görevi yerine getirmelerini gözetir.’’ maddesidir. Ailelerin çocuklarını sünnet ettirme istekleri pek tabii olan şiddetsiz eğitim ve çocukların beden bütünlüğünün korunması ile karıştırılamaz. Buna ilaveten ebeveynler doktorların çocuklarına aşı yapmalarına, bademciklerini aldırmalarına ve hatta gerekli olduğunda cerrahi müdahelelerde bulunmalarına müsaade ediyor. Bu durumda önemli olan çocuğun menfaati. Yahudi 14 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 ve Müslüman aileler için sünnetin dini ve kültürel bir mensubiyeti yansıttığı ve bu şekilde çocuğun menfaati göz önünde bulundurulduğu da çok açık. Yani devlet, anne ve babanın çocukları üzerinde verdikleri kararlara ancak ve sadece onlara zarar verdikleri sürece müdahelede bulunabilir. Erkek çocuklarını sünnet ettirmek de ailelerin karar verme özgürlüklerine dahildir. Bunun dışında verilecek her hüküm ve alınacak her karar ebeveynlerin doğal haklarını kısıtlar. Ayrıca erkek çocuklarının sünnet edilmesi daha birkaç yıl öncesine kadar da hukuk bilimi açısından ceza gerektirecek bir durum olarak değerlendirilmiyordu. Davanın görüldüğü ilk mahkemede sünneti yapan doktor da suçsuz bulunmuştu. Hakimler ilk kararda, çocuğa yapılan sünnette herhangi bir tıbbi hatanın olmamasıyla birlikte ebeveynin rızası ile yapılmış olmasını gerekçe olarak göstermişlerdi. Bu kararda çocuğun menfaatleri dikkate alınmış ve sünnetin dinî ve kültürel bir gerekçe olduğu da belirtilmişti. Ancak Köln Eyalet Mahkemesi, sünneti yapan doktorun bu işlemi suçta yanılma neticesinde (suç olduğunu bilmeden) gerçekleştirdiğini karara bağladı. Bu gerekçeyle alınmış beraat kararı dolayısıyla doktorun yüksek mahkemeye temyiz için başvuru yolu kapatılmıştı. Bu hükmün ise çok ağır bir neticesi oldu: Doktorlar bu karara göre artık, suçta yanılma gerekçesine dayanıp, ‘‘Yaptığım sünnetin suç olduğunu bilmiyordum.’’ diyemeyeceklerdir. Böylece Müslüman ve Yahudilerin çocuklarını dini gerekçelerle sünnet ettirmeleri bundan sonra ceza ile sonuçlanabilecektir. Anayasalar kişilerin temel hak ve özgürlükleri güvence altına alır ve tarihçesine bakılırsa aslında devletin kişilerin hayatına müdahele etmesini önlemek için yazılmışlardır. Günümüzde ise, sanki anayasa kanunları kişilerin birbirine müdahele çerçevesini ( bu durumda ebeveynlerin çocuklarının hayatlarına müdaheleleri) belirliyormuş gibi bir anlayış var. Bu da anayasa kanunlarının asıl amacından sapmasına yol açıyor ve devletin kişilerin hayatına müdahele alanlarını genişletiyor. Doktorlar ve ebeveynler bu kararın sadece Köln Savcılığı tarafından alındığını göz önünde bulundurarak farklı şehir ve eyaletlerdeki savcılıkların aynı tutumda olacağı anlamına gelmediğini bilmeli ve yüzeysel ve düşünmeden verilmiş bir hakim kararına dayanarak dini hassasiyetleri gereği hareket etmekten ve endişeye kapılmaktan kaçınmalıdırlar. Müslüman ve Yahudi Cemaatler Tepki Veriyor Müslümanların ve Yahudilerin temsilcileri olan, onların fikirlerini dile getiren ve savunan İslamî ve Yahudi kuruluşlar ise kararı sert bir dille eleştirdi. Avrupalı Yahudi Hahamlar bu yasağı, “Nazi soykırımından sonra Avrupa’da Yahudilere yapılan en büyük zulüm.” olarak değerlendirdi. IGMG Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu da, Müslüman ve Yahudilerin kriminalize edilmesini açık bir dille eleştirdi. Bu kararla ebeveynler vicdanları ile cezai takibat arasında bir tercihe zorlandıklarını düşündüğünü belirtti. Ayrıca kararın Müslümanlar ve Yahudilerin için dini vecibelerini yerine getirmelerinin yasa dışı olduğu sinyalleri verdiği ve temel hakların çiğnendiğini dile getirdi. Sünnetin iki din için de kimlik inşa edici olduğunun, ebeveynlerin çocuklarının hayatı üzerinde bir yaralama veya şiddet söz konusu olmadığı sürece hakları olduklarının altını çizdi. Özetle dini kuruluşlar ve cemaatler Köln Mahkemesi’nin çocukların sağlığını korumaya çalışırken bireylerin din özgürlüklerini kısıtladığı konusunda hem fikir. Çözüm? Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus medyanın ve bilim adamlarının sünnete nasıl yaklaştıkları. Sünneti zamana uygun olmayan bir gelenek olarak adlandırmaları ve toplumun büyük bir kısmının aynı bu şekilde düşünmesi, birtakım insanların kendi inancından olmayan insanlara karşı ne kadar az tolerans sahibi olduğunu ve karşıdakini ne kadar az tanımak ve kabullenmek istediğini gösteriyor. Yani iki dine mensup kişiler için Almanya’da ve Avrupa’daki yaşamları hakkında negatif mesajlar verdiği açık bir şekilde belli oluyor. Bunun dışında sünnetten bahseden haberlerde kıyım vs. kelimeler kullanılıyor. Sünnet tartışması, yıllarca sessiz ve sakin bir şekilde yerine getirilen dini bir vecibenin nasıl bir anda barbarlık olarak görülebileceği ve adlandırılabileceğini de gözler önüne seriyor. Bu görüşte olanlar ise, çocuklarına aşı yaptıran, doktorların cerrahi müdahelede bulunmalarına izin veren veya herhangi bir spor dalında başarılı olmaları için çocuklarının sağlıklarını tehlikeye atmalarına göz yuman ebeveynlerin konusunda tümüyle sessiz kalıyor. Esasen sorun şu; ortada keşke hiç sünnet edilmeseydim diyen hiç kimse yok veya travma ge- Köln Eyalet Mahkemesi. [Sünnet yasaklanmalı] çirdikleri öne sürülen erkek çocukları hakkında herhangi bir araştırma yok. Eğer sünnet yasaklanırsa, ailelerin çocuklarını yurtdışında veya tıbbi şartların uygun olmadığı ortamlarda sünnet ettirecekleri de bir gerçek. Bu sebeplerden dolayı şimdi ve gelecekte ne olacağına dair ortada hiçbir soru işareti bırakılmamalı. Zira ebeveynler ve doktorlar şüphe içinde yaşamak istemiyor. Hatırlanmalıdır ki, Almanya Etik Konseyi’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı toplantıda bellirtiği gibi, sünneti yasaklamak ailelerin dinî ve kültürel hassasiyetlerine bir müdahele anlamına gelir. Ve bu konu bağlamında çocuk “yaralamanın’’ ve hatta “istismar’’ etmenin dile gelmesi çok tehlikelidir. Her ne kadar yaşanan gelişmeler ardından Adalet Bakanlığı son olarak, sünnetin Almanya çapında yapılabileceğine dair yasa tasarısını Meclis’e sunmuş olsa da, sözde İslam eleştirmenleri ve din karşıtlarının durumu fırsat bilip Müslüman ve Yahudi vatandaşları kötülemek için bu tartışmayı kullanmalarına fırsat verilmemeli, ebeveynlerin çocuklarına kötülük yapıyormuş gibi gösterilmesinden vazgeçilmeli ve birçok farklı ülkeye ve dine mensup insanın yaşadığı Almanya’da bu iki dinin önem verdiği bir dinî uygulamanın suç olup olmadığının tartışılmasıyla birlikte sarsılan güvenin bir şekilde yeniden kazanılması gereklidir. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 15 Gündem/Yorum Bu Filmi Görmüştük Provokatif Bir Filmin Yol Açtıkları Müslüman yazarlar, Libya ve Mısır başta olmak üzere birçok islam ülkesinde vuku bulan gösteri ve elçilik saldırılarının yanlışlığına değinirken, planlı ve bilinçli olarak “piyasaya’’ sürülen bu provokatif eylem karşısında İslam alemini soğukkanlılığa davet etmekteler. » ÖMER GENCER [email protected] 16 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 S on zamanlarda kamoyununda daha sık boy göstermeye başlayan islamofobik gündem oluşturma çabalarının bir yenisine daha tanıklık etmekte ya da ettirilmekteyiz. Daha önce de defaatle karşılaştığımız gibi, (Şeytan Ayetleri, Danimarka karikatürleri, Fitne filmi vb.), bir kez daha fikir özgürlüğüne dayanılarak ya da sözde ifade özgürlüğü bahane edilerek Peygamber Efendimiz (sav)’e iftira ve hakaret edilmekte, bu vesile ile Müslümanlar rencide edilmekte ve dahası provoke edilmek istenmekteler. Bu defa Kıpti asıllı (olduğu iddia edilen) bir Amerikan vatandaşının 14 dakikalık bir film kesidi, sanat ve düşünce özgürlüğü adına, ortalığı karıştırmaya çalışmakta. Söz konusu film, biri daha önce mali meselelerden dolayı hüküm giymiş, bizzat A.B.D. Başkanı Obama tarafından “karanlık bir karakter” olarak nitelendirilen, diğerleri daha önce de İslam karşıtı eylemlerde bulunmuş ya da bulunmaya niyetlenmiş küçük bir ekibin (!) işi. Teknik bakımdan da bir değer ifade etmeyen amatör ve seviyesiz filmi Müslümanların saldırganlığını (?) ispatlamak için yaptığına deyinen ekip, zaten bir provokasyon amaçladığını en baştan itiraf etmekte. Müslüman düşünür ve kanaat önderlerinin birçoğu ise Libya ve Mısır başta olmak üzere birçok islam ülkesinde vuku bulan gösteri ve elçilik saldırılarının yanlışlığına değinirken, planlı ve bilinçli olarak ‘‘piyasaya’’ sürülen bu provokatif eylem karşısında İslam alemini soğukkanlılığa davet etmekteler. Birçok Batılı devlet temsilcisi de, Efendimiz’e yapılan çirkinliği ve atılan iftirayı tepkilerin artmasından sonra kınadılar, kutsala hakaretin ve ifade özgürlüğünün sınırı ne olacak tartışmaları arasında... Ancak bunun yanı sıra, provoke edilmiş Müslüman grupların Amerikan ve Batılı kimi ülkelerin elçiliklerine düzenledikleri saldırıların ve bilhassa Libya’da dört Amerikan bürokratının öldürülmesinin kabul edilemeyecek bir şiddet olduğunu da vurguladılar. Olayları endişeyle takip ettiğini ifade eden Almanya Başbakanı Angela Merkel ise toplumun güvenliğinin riske edilebileceğinden dolayı filmin yasaklanmasına ilişkin makul nedenlerin bulunduğunu ifade etti. Ancak filmin yasaklanmasının, şiddetin ortaya çıkabileceği endişesiyle gerekçelendirilmesinin ne denli büyük sorunlara yol açabileceği ve aynı zamanda Müslüman karşıtı nefreti körükleyebileceği riskini atlayarak... Nitekim Alman kamuoyunda ve hatta tüm Avrupa’da ifade özgürlüğü adı altındaki bu aleni provokasyon ve suça karşı harekete geçmek yerine, ‘Müslümanların hassasiyetlerine boyun eğiliyor’ kanaatinin oluşması son derece yanlış ve içinde Müslümanlar şiddete yol açabilir imasıyla, onları bir tehlike/tehdit olarak görme/gösterme tavrını barındırıyor. Söz konusu film veya fragman hakkında yazıyor olmanın dahi, eleştirel de olsa, mezkur filmi gündemde tutup, onun reklamını yapıyor olmak olduğunun farkındayız. Provokatörlerin de ‘‘reklamın kötüsü olmaz’’ düsturuna dayanarak, her defasında hakarette bulunup yine bundan avantaj devşiriyor oldukları husus da bu olsa gerek. « Bingazi‘de öldürülen ABD Büyükelçisi Christopher Stevens Buna karşın Müslümanların genel göz önünde bulundurulduğunda çok küçük de olsa bir kısmının, bu tür saldırılara karşı sadece izleyici olarak kalmalarının yeterli olmayacağını düşündükleri ve tepkilerini çeşitli biçimlerde ortaya koydukları da bir gerçek, Meselenin bir kısır döngüye dönüştüğü nokta da tam burası. Müslümanlar olarak yapılan saldırı ve haksızlığa çeşitli biçimlerde karşı koymaya çalışıyoruz ve fakat bu karşı koyuş, ‘‘provokatörlerin’’ işene yarıyor, tam da amaçladıkları şeyi elde etmiş oluyorlar. Müslümanlara asla haketmedikleri sıfatlar takıp, onları kamusal ve toplumsal hayatta daha sinmiş, daha az görünür kitleler haline getirme çabalarında birilerinin ekmeklerine yağ sürmüş oluyoruz. Aslına bakılırsa bu tür densizliklere çok eski tarihlerden beri alışkınız. Örneğin, tam 122 yıl önce, 1890 yılında Fransızların Efendimiz’e ve İslam’a hakaret içeren tiyatro oyunları tertip etmeye yeltendiklerini biliyoruz. Ne var ki o zaman Müslümanların Halifesi konumundaki Sultan II. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 17 Gündem/Yorum Abdulhamid siyasî yaptırım gücünü devreye sokarak sergilenmek istenen oyunu, daha doğrusu küstahlığı engellemişti. (Fransa’nın tanınmış simalarından Bourneir’in Paris tiyatrolarında sahneye koydurmak istediği piyesin engellenmesinin ardından, piyes İngiltere’de ve akabinde Amerika’da sahnelenmek istenmiş, fakat aynı mukavemet ile karşılaşmış ve amacında başarılı olamamıştı). Mevcut durumda bütün Müslümanları temsil eden bir kurumun olmaması, dolayısıyla muhtelif provokasyonlarla ne yapılmaya çalışıldığını tahlil edip verilecek tepkiyi önceden planlayan, olası tepkileri örgütleyen ve makul adımların atılmasını sağlayacak bir kurumun olmaması ise, aralarında şiddet de barındıran ve asla tasvip edemeyeceğimiz muhtelif tepkilere yol açıyor. Bununla birlikte maruz kaldığımız bu seviyesiz iftiralara dair Avrupa’da yaşayan birer Müslüman ferd olarak öncelikle bilmemiz gereken husus ise, bireysel olarak da olsa yayılmaya çalışılan bu fitnenin menşeğinin nerede bulunduğunun ve amacının ne olduğunun tespitine çalışmak olmalıdır. Yapılan saldırıların tarihte birçok örneği olduğu gibi, bugün sergilenen pespayeliğin başka vesilelerle de devam edeceğini kestirebiliriz hiç şüphesiz. Zira Sovyet Bloğu’nun yıkılmasından sonra yeni düşman1 olarak belirlenmiş olan İslam ve Müs- 18 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 lümanlar, meşruiyet sorunu yaşayan rejimlerin/ yönetimlerin yönettikleri kitlelerin desteğini alıp, onları bir arada tutarak, desteklerini alabilmek için uzun bir süre daha iktidar sahiplerinin yardımına yetişecek can simidi olmaya devam edecektir.2 Fakat bizler, Batı’da hayatını idame ettiren Müslümanlar olarak yapılmaya çalışılan bu kurnazlıklarından ders çıkarabilir ve üzerimizden oynanan oyunları bir fırsata çevirebiliriz. Müslümanlar olarak her şeyden önce yapılan ahlaksızlığa karşı ısrarla İslam’ın izzetinin Müslümanca bir hayat idamesiyle tebliğ edilmesi çabasını sürdürmeliyiz. ‘‘Karanlık karakter’’ler tarafından kamoyuna servis edilen, sözüm ona sanatçı ve düşünürlerin sebep olduğu ifsada karşı içinde yaşadığımız toplumlara hal ile örnek olmak her Müslümanın başlıca vazifesidir. 1 Sovyet bloğunun çökmesinden sonra kendisine yeni bir düşman arayan Batı dünyası (özelde ABD), 11 Eylül'den sonra bu düşmanı bulmuş (ya da tesis etmiştir). Der Spiegel dergisi o tarihlerde bu düşmanı kapağındaki ‘‘kara çarşaflı’’ bir kadın fotoğrafı ile duyurmuştu: “Der neue Feind: Islam’’. 2 Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür... Saldırganlık eğiliminin, topluluğun üyelerinin bir aradalığını kolaylaştıran, rahat ve nisbeten zararsız bir tatmini söz konusudur. Bkz. Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları. Avrupa Avusturya‘da 1912‘de yayımlanan İslam Yasası‘nın ilk nüshası Avusturya‘da İslam‘ın Tarihçesi Müslümanlar Avusturya hakimiyetindeki ordularda dahi görev almış ve dinleri ile ilgili birçok imtiyaza sahip olmuşlardır. » AYŞE HAŞİM A vusturya’da, İslam Yasası’nın kabul edilmesinin 100. yıl dönümü büyük bir etkinlikle, 29 Haziran 2012 tarihinde Viyana’nın tarihi Belediye sarayında kutlandı. Kutlamaya Avusturya Cumhurbaşkanı Dr. Heinz Fischer, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, Kültür ve Eğitim Bakanı Claudia Schmied, yabancılardan sorumlu Devlet Bakanı Sebastian Kurz, T.C. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Avusturya İslam Cemaati Başkanı Dr. Fuat Sanaç, Bosna Hersek Müftüsü Dr. Mustafa Ceric ve IGMG Genel Başkanı Kemal Ergün’ün yanı sıra büyükelçiler ve çok sayıda sivil toplum örgütü temsilcisi katıldı. 15 Temmuz 1912 yılında çıkan kanunla Avusturya’da İslam Yasası resmî olarak kabul edilmiş ve İslam dini E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 19 Avrupa İslam Yasası‘nın kabul edildiği Avusturya Parlamento Binası Avusturya’da resmî olarak tanınmıştı. Ve Avusturya İslamiyet’i resmen tanıyan ilk Avrupa ülkelerinden biri olmuştu. Bu bağlamda 100 yıllık geçmişe göz atmakta fayda var. 1 Aralık 1867 yılında İmparatorluk Konseyi’nde temsil edilen Krallık ve Eyaletler tarafından, Anayasası’nın 147. maddesinin özellikle XV. fıkrasına dayanarak, ‘Dini inanç topluluğu’ tanımının kabul edilmesiyle diğer dinler gibi İslam dininin Hanefî mezhebine mensup olanlara da bu yasa ile birçok hak verilmiştir. Avrupa’nın İslam ile tanışmasının aslında Avusturya’daki bu resmî tanımanın çok öncesinde, 710 yılında başlatılan keşiflerle ve daha sonra İspanya’nın 715 yılında fethedilip Endülüs Emevi Devleti’nin bir parçası olması ile başladığını hatırlatmalıyız. Avusturya’nın İslam ile tanışması ise Ortaçağ’da Avrupa’ya gelen Arap tacirler vasıtasıyla ve ardından Osmanlı Devleti ile temaslarıyla ve ünlü Viyana kuşatması ile başlamıştır. Osmanlı ile temasın ardından, 1730’lu yıllarda Avusturya’nın Viyana kentinde ‘Müslüman Tüccarlar Kolonisi’ kurulur. İlerleyen yıllar ise İslam Cemaati nin ortaya çıkış sürecini hızlandırmıştır. 1782 yıllında II. Kaiser Joseph tarafından bir Hoşgörü Fermanı “Toleranzedikt” yayımlanır. Bu fermanla birlikte, Viyana’nın Merkez Mezarlığı’nda (Zentral Friedhof, 1110 Wien) Müslümanlar için özel bir bölümün açılmasıyla, diğer dinler gibi İslam dininin de toplumda kabul görmesinin ilk adımları atılmış olur. 1866’da Prusya – Avusturya Savaşında yenilen ve Alman Konfedarasyonu’nun dağılmasından sonra eski konumunu kaybeden Avusturya İmparatorluğu 1867 yılında Macaristan ile birleşerek 20 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu kurar. 13 Temmuz 1878 yılına gelindiğinde ise, 93 Harbini (Osmanlı - Rus Savaşı’nı ) takiben İngiltere, Almanya, Avusturya–Macaristan İmparatorluğu, Rusya, Fransa ve İtalya arasında yapılan Berlin Kongresi sonucu, Osmanlı’nın BosnaHersek Eyaleti geçici olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na verilir. 1908 yılında İmparatorluğun, bu eyaleti kendi topraklarına kattığını ilanından sonra 600.000 Müslüman Boşnak Avusturya vatandaşı olur. Bosna- Hersek’in Avusturya topraklarına katılması İslam Dini’nin resmî olarak tanınması fikrinin ortaya çıkmasına sebep olur. İmparator I. Franz Joseph tarafından 15 Temmuz 1912 tarihinde, Bad Ischl Köşkünde yazılan İslam Kanunu “Das Islamgesetz (RGB1 Nr. 159/1912)” bir fermanla kabul edilir. Müslüman Boşnaklar Avusturya Kayseri’nin özel korumaları olarak da hizmet vermişlerdir. Aynı zamanda İmam Ahmet İsmet Bey orduda ilk resmî manevî danışmanlık yapmıştır. Ayrıca yayımlanan fermanla bir camii de yapılmasına karar verilir, fakat I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bu düşünce hayata geçirilemez. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, 1932 yılında Umar Rolf von Ehrenfels (1901-1980) başkanlığında İslam Kültür Cemiyeti kurulur. Ancak 1938 yılında Naziler’in Avusturya’yı işgalden sonra, 1939 yılında İslam Kültür Cemiyeti kapatılır ve böylelikle İslâm dininin resmî statüsünü faşist rejim hükümsüz kılar. Savaşın akabinde, yaraların sarılması, İslam müesseselerinin yeniden yapılanması bir hayli uzun sürer. 1950 yılında “Avusturya İslâm Cemiyeti” adı Günümüz Viyana‘sında Tuna Nehri kenarında bir cami altında kurulan dernek pek etkili olamadığından faaliyetlerini 1962 yılına kadar sürdürebilir. Ve işçi göçüyle beraber 1960’lardan itibaren Türkiye ve Kuzey Afrika ülkelerinden işçi talep eden Avusturya Devleti genelinde Müslümanların sayısı yeniden artmaya başlar. 1878 yılındaki kaynaklara göre Avusturya Devlet sınırları içerisinde kayıtlı Müslüman sayısı sadece 10 iken, günümüzde bu rakam resmî makamlara göre 460 bin; gayr-i resmî rakamlara göre ise yaklaşık 800 bindir. 1980 yılında “The message of the Quran” adlı Kuran-ı Kerim tefsiri ile İslam Dünyasına ve İslam ilim ve kültür tarihine adını altın harflerle yazdıran ünlü düşünür, yazar ve gazeteci olan Muhammed Esed de Avusturyalı bir Müslümandır. (Eski adı Leopold Weiss). Belirtildiği gibi, geçmişte Müslümanlar Avusturya hakimiyetindeki ordularda dahi görev almış ve dinleri ile ilgili birçok imtiyaza sahip olmuşlardır. Avusturya Müslümanların dinî hürriyetlerini “Anerkennungsgesetz” (“Tanıma yasası”) ile tespit etmiş ve 1912 yılında çıkan kanuna dayalı olarak, 1979 yılında Afganistan asıllı Dr. A. Ahmad Abdelrahimsai başkanlığında İGGiÖ (Islamische Glaubensgemeinschaft in Österreich / Avusturya İslam Diyanet Teşkilatı) kurulduğunda bu yasa tekrar yürürlüğe konulmuştur. Bununla birlikte, Avusturya’nın seküler bir devlet olmasından dolayı İGGiÖ devletten bağımsız bir kurum olarak çalışmalarını sürdürmektedir. İGGiÖ konumu gereği birçok görev üstlenmektedir. Bunlardan en önemlisi ilk ve ortaokulların yanı sıra liselerde din dersi vermesidir. 2012 yılı itibariyle 490 öğretim görevlisiyle 60.000 öğrenciye din dersi verilmektedir. Müslüman mezar- lıklarını idare etme ve düzenlemede yetkili merci yine İGGiÖ’dür. (Bununla birlikte Viyana İslam Mezarlığı; yardımseverler, OPEC - Fonu ve Katar Elçisi tarafından çalışmalara ayrılan 1,4 Milyon €’luk kaynak ile finanse edilmektedir.) IRPA (Privater Studiengang für das Lehramt für Islamische Religion an Pflichtschulen) İslam Akademisi ayrıca İslamî evlenme hususunda, helal et kesiminde denetleme, sempozyum ve imamlar konferansları düzenleme, dinlerarası diyalog çalışmaları ve farklı birçok farklı alanda (hastane ve hapishane ziyaretleri vb.) hizmet vererek çalışmalarını sürdürmektedir. Ancak camilerin yapımı, onarımı ve yönetimi hususunda kurum şimdiye kadar bir görev üstlenmediğinden bu görev yardımsever vatandaşlar tarafından finanse edilmektedir. Hristiyanlardan toplanan ‘kilise vergisi’ne benzer bir aidat toplama yetkisi olduğu halde İGGiÖ bu hakkını şu ana kadar kullanmamıştır. İGGiÖ’nün yanı sıra, Avusturya’da birçok İslamî cemaat de paralel olarak yapılanmakta ve Müslümanlara çeşitli hizmetler sunmaya devam etmektedir (örneğin; Milli Görüş, DİTİB ve daha birçok Arap ve Boşnak grup ve cemaatler). Resmî olarak tanınmalarının ardından geçen 100 yıllık sürede Müslümanların Avusturya’da kendilerini birçok Avrupa ülkesinden çok daha rahat hissettikleri, dinlerini daha rahat yaşadıkları bir gerçektir. Bununla birlikte hem devlet kanadının, hem de Müslüman azınlıkların yapmaları gereken ve diğer Avrupa ülkelerine örneklik teşkil edebilecekleri pek çok konu ve alan vardır. Kaynak: 100 Jahre Österreichisches Islamgesetz, Bundesministerium für europäische und internationale Angelegenheiten E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 21 Söyleşi Avusturya‘da İslam‘ın Resmî 100 Yılı AVUSTURYA İSLAM CEMAATİ (IGGiÖ) BAŞKANI DR. FUAT SANAÇ İLE SÖYLEŞİ IGGiÖ Başkanı Dr. Fuat Sanaç ile İslam‘ın Avusturya‘daki varlığının dününü ve bugününü konuştuk. » Söyleşi: ŞEYMA AKSOY & FATMA KARA Fotoğraf: ESRA KAYA 22 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 - 2012 yılında Avusturya’nın İslam’ı resmî olarak tanımasının 100. yılını idrak etmekteyiz. Avusturya devletinin ve halkının İslam ile tanışması nasıl olmuş? Ve İslam’ın resmi din kabul edilmesinin sebeplerinden kısaca bahseder misiniz? - Avusturya tarihinde, IGGiÖ’nün ortaya çıkış süreci 1872 yılına dayanıyor. O yıl II. Joseph tarafından bir Hoşgörü Fermanı “Toleranzedikt” yayımlanır. Bu fermanla birlikte, Viyana’nın Merkez Mezarlığı’nda Müslümanlar için özel bir bölüm ayrılır. 1878 yılına gelindiğinde ise, Berlin Kongresi’nde alınan karar gereği, Osmanlı’nın Bosna-Hersek Eyaleti geçici olarak AvusturyaMacar İmparatorluğu’na verilir. Fakat Avusturya, 1908 yılında bu eyaleti kendi topraklarına kattığını ilan eder. Böylece 600.000 Müslüman Boşnak, Avusturya vatandaşı olur. Bosna- Hersek’in Avusturya topraklarına katılması, İslam dininin resmi olarak tanınması fikrinin ortaya çıkmasına sebep olur. İmparator I. Franz Joseph tarafından 15 Temmuz 1912 tarihinde İslam Kanunu “das Islamgesetz (RGB1 Nr. 159/1912)” Badischl Köşkü’nde yazdığı bir fermanla kabul edilir. Aynı zamanda bir camii de yapılmasına karar verilir, fakat 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bu düşünce hayata geçirilemez. Müslümanların 1963 yılında I. Viyana’da “Muslimischer Sozialdienst” adı altında bir dernek kurmalarıyla, IGGiÖ için ilk ciddi adımlar atılmış olur. Bu dernekle birlikte yürütülen mücadeleler neticesinde, 1979 yılında IGGiÖ kurulur. IGGiÖ Avusturya’da yaşayan Müslümanların doğumundan ölümüne kadar tüm meselelerinin çözümünde devlet tarafından muhatap alınan tek anayasal kurumdur. Böyle bir kurumun oluşması en az 20 yıl sürmüştür ve Avrupa’da tek örnektir. - Bugün Avrupa’da Belçika, İngiltere gibi çok az sayıda ülke İslam’a resmi olarak ilgi göstermekte. Avusturya ise bu hususta eşine az rastlanır bir deneyimin sahibi. Ve bu tecrübe ile Avusturya gerçek manada tüm Avrupa’ya örnek olabilecek konumda. Bu konumunu ne kadar kullanabilmekte? Diğer Avrupa ülkelerine ne ölçüde örnek olabilmekte? - Kanunlar bize ne kadar yetki vermişse hepsi kullanılmıştır bugüne kadar. Bunu kullanmak bizimle ilgili bir şey. Örnek vermek gerekirse, birincisi bütün okullarda din dersinin olması. 60.000 tane talebemiz ve 500 tane öğretmenimiz var şu anda din derslerine katılan. İkincisi öğretmen okulunun olması, öğretmenlerin burada yetiştirilmesi ve bu öğretmenlerin maaşlarının devlet tarafından ödenmesi. Şimdi buradaki en büyük kolaylıklardan bir tanesi de, yurtdışından buraya din görevlisi geleceği vakit, 48 saat içerisinde vizesinin alınabilmesi. Kaldı ki yıllarca Avrupa’nın pek çok yerinde, özellikle Almanya’da görev yapan imamlar Avusturya üzerinden organize edilmiştir. Bir de İslam cemaatinin olması ve bütün Müslümanların bu çatı altında kendilerine yer bulması. Görevlilerin seçimle belirlenmesi, devlet bu konuda bizlere müdahale etmiyor; karşılıklı bir dayanışma ve iş bölümü var sadece. Biz öğretmeni atıyoruz, o maaşını ödüyor mesela. Bu diğer Avrupa ülkelerinde yok. Şimdi Belçika’da, Hollanda’da din dersi var, Almanya’da da başladı; ama buradaki gibi değil. Cemaatleri birbiriyle rekabete götüren bir anlayış hakim oralarda. Ama burada gerek sünniler, gerekse şiiler, hiçbir ayrım gözetmeden, bir çatı altında, kendi mezhebine göre din eğitimini alabiliyor. - Bu çerçevede, 100 yılı doldurmuş bir tecrübeden hareketle, İslam’ın Avusturya’daki mevcut durumu nedir? (Gerçek manada ne kadar yerel bir dindir ya da ne ölçüde bu toplumun bir parçası olarak görülür İslam? Devlet’in bakışı kadar, hatta daha çok halk arasındaki algıyı merak ediyorum.) - Devletin İslam’a bakışı, yani kanunlar önündeki pozisyonu, katolik kilisesi ne ise İslam da odur, Protestan Kilisesi ne ise İslam da odur. Yani arada bir fark yoktur. Ama halk tarafından hakikaten kabul edilmiş midir diye sorarsanız, değil. Ama bu da daha ziyade bizimle ilgili bir şey. Gerçi iki taraflı, ama bize büyük bir rol ve görev düşüyor. Simdi biz İslam toplumu olarak, genelde İslam toplumu, özelde de Türk toplumu olarak, buraya kalıcı olarak gelmedik. Kalıcı olarak gelmeyince de yatırım yapmadık; hep geçici şeyler yaptık. Herkes yatırımını kendi ülkesine yaptı, Türkiye’ye yaptı. Bu durum herkesin bildiği bir şey, o sebepten fazla uzatmıyorum; yani dile de, insana da yatırım yapmadılar. Neticede ikinci nesil yetişti. Burada Almanca öğrendiler. Aileler de burayı terketmenin mümkün olmadığını anladılar. Yani artık diyebilirim ki, son 10 yıldır büyük bir hareketlilik var. Camiler dizayn olarak, dıştan izin vermeseler de içten düzenlenmeye başlandı. Gençlik artık genişliyor, kadın kolları harekete geçiyor. Avusturyalılar ile karşılıklı diyaloglar, görüşmeler, davetler, iftarlar, platformlar derken, büyük bir hamle baslamış oluyor, yani artık yatırım buraya yapılıyor. Yapılanların Avrupa toplumuna hitap etmesi için, herkes yaptığı çalışmaları buranın diliyle yazmaya başladı. Sen kendini tanıtmazsan başkası seni tanımıyor. - İslam kuşkusuz bu topraklarda yüzyıllar öncesine dayanan, neredeyse Avusturya’nın ken- E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 23 di tarihiyle aynı yaşa sahip bir tecrübeyi haiz. Bununla ilgili Avusturya halkı ne ölçüde bilgi ve malumata sahip? İslam’ı ne ölçüde tanıyorlar. Ve tanışıklığın artması için ya da daha doğru bir ifadeyle tanışıklığın derinleşmesi için 100. yılda ne tür etkinlikleriniz var? Neler yapmayı planlıyorsunuz? Bir yıldır duyurmadığımız yer kalmadı. Önce Salzburg’ta, belediye binası’nın en muazzam salonunda, oranın ileri gelenleriyle, belediye başkanı, kiliselerin temsilcisi ve bürokratların katılımıyla, İslam Dini’nin Avusturya’da kabul edilişinin 100. yılını kutladık. Daha sonraki programımızı Kärnten bölgesinde gerçeklestirdik. Herkesin orada ifade ettiği nedir biliyor musunuz, “İslam Avusturya’nın bir parçasıdır.” Tabii daha birçok yerde etkinliklerimiz oldu. Bir yıl içerisinde yaptığımız toplam etkinlik sayısı 300’e yaklaştı. Avusturya’da çeşitli dini topluluklarımız var, bu sayede yerel anlamda da birçok program yapılıyor. Viyana’da arka arkaya üç gün programlar düzenlendi. İlk düzenlenen program tamamen ilmi, hukuki bir toplantıydı, ikincisi ise daha çok diplomatikti. Üçüncü gün de, Maher Zain’in katılımıyla, İslam Merkezi’nin önünde bir eğlence programı düzenledi. Bu tür etkinliklerimiz devam ediyor, önümüzde üç eyalet kaldı. Bir yerde resim sergisi yapıyoruz, bir yerde açık oturum düzenliyoruz, bir yerde konfrerans veriyoruz. Tabii basının da büyük ilgisi oluyor, sık sık bizden bahsediyorlar. Biz de tabii basınla ilişkilerimzi çok iyi tutuyoruz. - Avusturya’da yaşayan Müslümanların, İslam’ın resmi bir din olarak kabul edildiği bir ülkede bulunmalarından dolayı kazandıkları haklar neler? Diğer Avrupa ülkeleri ile Avusturya arasındaki fark ya da farklar neler? - Buradaki Müslümanların, diğer dinlerin cemaatlerinin sahip olmuş olduğu haklardan sadece bir tanesine tam manasıyla sahip değiller, bunun 24 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 dışında bütün haklara sahipler. Ordudaki askerlerimiz mesela, Cuma günleri serbesttir, Cuma namazına gidebilirler. İftar, sahur, namaz saatleri dikkate alınır mesai saati ayarlamalarında. Büyük bir nimettir bu, birçok İslam ülkesinde bile bu yoktur. Hastenelerimizin büyük çoğunluğunda mescitlerimiz vardır. Yeni yapılanların hepsinin de programına alındı. Bazı büyük işyeri merkezleri açılıyor, diyorlar ki işte bir yerine de kilise koyalım, hemen müracaat ediyoruz, mescit de konuluyor. Bu sene daha yeni havalanında mescidin açılışını yaptık. Müslümanlara ait mezarlıklarımızın, hapishanlerde ve hastanelerde kadrolu din görevlilerimizin olmasını da ekleyebiliriz. Elde edemedigi hak hangisi diye sorarsanız, bayramlar meselesiydi. Dini bayramlarımızın resmi tatil günleri olması için de, parlemantoya sunulan İslam kanunun çıkması gerekiyor. Bu kanun çıktıktan sonra inşallah, Müslümanların önü daha da açılacak. Çünkü mevcut İslam kanunu 8 maddeden meydana geliyor. Bizim vermiş oldugumuz değişiklik kabul edilirse, ki insallah kabul edilecek, o zaman 38 maddeden meydana gelmiş olacak ki, diğer dini cemaatler hangi haklara sahipse, biz de o hakların hepsine yazılı olarak sahip olmuş olacağız. - Burada yaşayan Müslümanlar kendilerini ev sahibi olarak görüyorlar mı? Yoksa kendilerini hala misafir olarak mı görüp tanımlıyorlar? - Valla hisseden de var, hissetmeyen de var. Bu insanın durumuna göre değişiyor. Bilhassa burada doğup büyüyen çocuklar, kendilerini evinde hissediyorlar. Kendisini evinde hissedebilmesi için bir insanın o toplumu anlaması lazım, o toplumun dilini bilmesi lazım. O toplumun dinini, kültürünü, felsefesini öğrenmesi lazım. Bütün bunları bilmeden, o toplumun içerisinde, kendisini evinde hissetmesi zor. Kendisini burada belki rahat hissedebilir ama evinde hissetmek bambaşka bir şey. Bütün bunların olabilmesi için ne olması gerekiyor, Müslümanın dışlanmaması gerekiyor. İki de bir problemler ortaya çıktığı, çıkarıldığı müddetçe kimse kendini evinde hissedilmez, başörtüsü örneğin. İşte ben bunları anlatıyorum insanlara. Siz böyle yaptığınız müddetçe, bu insanlar kendilerini evinde hissetmezler. Kendisini evinde hissetmeyen insana, sen entegre olcaksın desen de, bunun kabul görmesi mümkün değildir. Bir insana entegre olacaksın demeyeceksin, ona öyle bir his vercek- sin ki, o kendisini evinde hissedecek ve o vatana, o toprağa sadık kalacak. Mesele sadakat meselesidir. Kendisini evinde hissetmeyen zaten vatandaşlığı almıyor. Herkesin kendisini evinde hissetmesi mümkün değil, hatta burada yüzyıllardır yaşayan Avusturyalılar var, ki o da kendisini herhangi bir nedenden dolayı evinde hissetmiyor. Türkiye’de ben görüyorum, burada yaşanmaz deyip terkedenler de olmuştur. Yani günün şartları çok büyük rol oynuyor insan üzerinde. - Günümüz politikacılarının bu konuyla ilgili faaliyetleri farklı dinlere mensup olan toplumu nasıl etkilemekte? - Politikacının gayesi nedir, seçimleri kazanmaktır. Kazanmak için de, eğer populistse, yani belli bir ideolojisi yoksa, ne yapar? O günün şartlarına göre hemen hareket eder ve orada yaşayan azınlıkları dile getirerek, onlar üzerinden oy devşirmeye çalışır. Bu her yerde, her ülkede ve her devirde oluyor. Bunlar tabii yanlış şeyler, huzursuzluk getiriyor. İnsanlar arasında ayrışma oluyor. Bazen kavgaya, dövüşe, hatta ölümlere neden oluyor. Eğer bir grup mutsuzsa toplumun bütününün mutlu olması mümkün değildir. - Son yıllarda sıkça konuşulan İslamofobi tüm Avrupa’da ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Bu durum şu anda, Avusturya’da nasıl? Siz kurum olarak 100. yıl etkinlikleri ile bu tür önyargıların önüne geçmek için neler yapıyorsunuz? - Şimdi bu İslamafobi kelimesi bir sefer yanlış bir kelime. Amerika’dan geldi, orada öyle başladı, tuttu. “Fobi” kelimesinin, kelime anlamı “korku” olmasına rağmen, artık İslamafobi’den anlaşılan İslam düşmanlığıdır. Şimdi Antisemitismus var, Antiislamismus var. İnsanlık tarihinde, Hz.Adem (a.s.) bugüne kadar, hak ve batıl mücadelesi olmuştur. Mutlaka Müslümanlara, Allah’ın kanunlarına karşı çıkan bir grup çıkmıştır. Bu illa ki olacaktır. Bu da bizim için bir imtihandır. Onlar kendi görevlerini yapıyorlar, biz kendi görevimizi yapıyoruz. Ama çok şükür bu son bir yıldır biz bu konuda birçok konferans verdik, diyalog formları kurduk. Mesela 14 dini cemaatten meydana gelen diyalog platformu kurduk. Diyalog dinle olmaz, ben buna karşıyım, diyalog insanla olur. Onun için ben her gittiğim yerde, bu diyalog konuşmalarımda dedim ki, bakın siz İslam ile diyalog diye diye, Müslümanları, insanları unuttunuz. Onun için bundan vazgeçin. Çünkü dinler-arası diyalog dediğin zaman sadece içeriği tartışıyorsun, Kur’’an da şu var, Pergamber şunu demiş, şuna ne diyorsun, buna ne diyorsun. Ama bizim burada yapmamız gerken ne? İnsanların problemleri üzerinde, çözüm yolları üzerinde konuşmak. Bu son bir yıldır bunu yerleştirdik çok şükür. - İslamofobi konusunda önyargıları ortadan kaldırmak için hangi kurumlarla işbirliği yapıyorsunuz? Gündeminizde böyle bir şey var mı? - İslamafobiyle ilgili birkaç kitap yazıldı. Bizim tarafımızdan da yazan oldu, karşı taraftan da yazanlar oldu. Çok çesitli, parlemantoya kadar bu konular tartışıldı devamlı.Ve bu diyalog platformunda da var. Orada da dedik bunun ismi İslamafobi olmayacak, İslam düşmanlığı olacak. Bu sekilde resmiyete de geçti. Kitap yazıldı, mesela bu kitabı da dağıtıyoruz. Üç meşhur profesör yazdı bunu. Adını, Avusturya’da İslam (Islam in Österreich) koymadılar, Avusturya’da Müslümanlar (Muslime in Österreich) koydular. Onlara hem yazılı, hem de sözlü tesekkür ettim. Bundan sonra demek ki insanı, insanın problemlerini ve sadece problemleri değil cözümlerini de tartışacağız. Hedefimiz problemleri ve çözümlerini tek başımıza değil hep birlikte tespit etmektir. Ve Staatssekretär Kurz hakikaten çok iyi niyetli ve cok başarılı. Çok yakın bir kontağımız var kendisiyle ve birlikte çalışıyoruz. - Son olarak, kurumun başına geldiğinizde önünüzde nasıl bir tablo vardı? O günden bugüne değişen çok şey oldu mu? - Tabii birçok değişiklik yaptık. Arşivleme yaptık en başta, bütün kurumlarla ilgili, ne kadar şey varsa onları arşivledik. Kadromuz çok eksikti, kurumlarımızda yeterli sayıda çalışanın olması için hala uğrasıyoruz. İnşaallah bina problemimizi de halledebilirsek, bırakın Viyana’yı bütün Avrupa’yı idare edebilecek bir bakanlık konumuna gelmiş olacağız. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 25 Söyleşi Avusturya’da Müslümanlar Toplumun Bir Parçası AVUSTURYA ENTEGRASYON MÜSTEŞARI SEBASTİAN KURZ, ÜLKEDEKİ MÜSLÜMANLARLA İLİŞKİLERI ANLATIYOR Sebastian Kurz © BMI / A.Tuma A vusturya’da İslam Yasası’nın 100. yılı kutlanıyor. İlkin bu husustaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? 1912 tarihli İslam Yasası sadece Bosna-Hersek’li askerlerin Avusturya-Macaristan ordusuna koordinasyonuna katkı sağlamakla kalmamış, aynı zamanda azınlık Müslüman halkların ve Bosna-Hersek eyaletinin çok dinli devlet yapısına entegrasyonuna yasal bir temel oluşturmuştur. Bugün Avusturya’da yaklaşık 500.000 Müslüman yaşamaktadır. Bu bağlamda özellikle dil yeterliliği, eğitim ve iş piyasası alanlarında bütün göçmen gruplarını ilgilendiren entegrasyon sorunları ortaya çıkmaktadır. Bunun dışında bazı entegrasyon politikası sorunları ise Müslümanlar ve İslam ile kurulan ilişki ile doğrudan alakalıdır ki, bazı hususi çözüm yollarını gerekli kılmaktadır. Toplumun bir kısmı tarafından İslam’a karşı duyulan şüpheci bakış ile İçişleri Bakanlığı’nın yürüttüğü entegrasyon politikası ile alakalı durumlarda da bazen karşılaşmaktayız. - Kanaatinizce 100 yıllık İslam Yasası’nda bir değişiklik gerekli midir, diğer yandan Avustur- 26 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 ya ve AB ülkelerinde imamların yetiştirilmesi ile alakalı bir boşluk ve eksiklik olduğu biliniyor. Hükümet ve BMI tarafından bu konuda hangi stratejiler geliştirilmektedir? - İslam Yasası’nın gözden geçirilmesi hakkındaki meseleler ve Avrupa’da imam yetiştirme imkânları İslam Diyalog Forumu isimli program çerçevesinde şimdilerde tartışılıyor. İslam Yasası’nın çıkmasının üstünden 100 sene geçti ve artık yasanın elden geçirilmesinin ve 21. asrın gerçekliğine uygunluk sağlanmasının zamanı çoktan gelmiştir. - AB ülkelerinde sürekli muhtelif dinî pratiklerin yasaklandığını gözlemliyoruz, mesela Fransa’da burka, Almanya’da sünnet yasağı gibi, Avusturya’da hala düşünülmesi zor olan müdahaleler bunlar. Avusturya’daki bu tutumun İslam Yasası ile bir alakası var mı? (Anayasa’nın 14-a6. Maddeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. Maddesi 1 ve 2. paragraflarından bağımsız olarak düşünülürse.) - Avusturya İslam ile ilişki içerisinde olma konusunda bir öncü idi ve öyle de kalmalıdır. Bu elden geçirmeden bağımsız olarak düşünüldüğünde de Müslümanlar Avusturya toplumunun tabiî bir parçasıdırlar. Müslümanlarla ortak yaşam ve devlet-İslam arasındaki kesişme noktaları ile alakalı meselelerin görüşülmesi için sene başında Avusturya İslam Cemaati (IGGiÖ) ile beraber İslam Diyalog Forumu çalışmasını başlattık. - Toplum, siyaset ve medyada entegrasyon faaliyetleri aşırı bir ivme ile artan İslamofobi’den nasıl etkilenmekte ve bu yönde nasıl bir çalışma yapılmaktadır ? - Prof. Dr. Heinz Faßmann başkanlığındaki Entegrasyon Uzmanlar Kurulu 2011 yılında yayımlanan entegrasyon raporunda 23 Ocak 2012 tarihinde Entegrasyon Müsteşarı olarak benim ve IGGiÖ Başkanı Dr. Fuat Sanaç tarafından açılışı yapılan türden kurumsallaşmış bir diyalog tesisini tavsiye etmişti. Forumun hedefi halihazırdaki meseleleri ve zorlukları açıkça konuşmak ve muhtemel çözüm önerileri üzerinde çalışmaktır. Genel olarak söyleyecek olursak toplumsal kutuplaşmayı engelleme, Avusturya’da geçerli temel değer ve hakların belirlenmesi ve Müslümanlar arasında Avusturya’ya aidiyet duyusunu güçlendirmek ortak hedefler arasında bulunmaktadır. - Diyalag platformu, Müslümanların Avusturya Cumhuriyeti ile yaşadığı uzun tecrübeler neticesinde Avrupa için nasıl bir örnek teşkil eder? - Bu diyalog platformu Avusturya’da faaliyet göstermektedir ve diğer ülkeler ile çok fazla ilgilenmemektedir. Bizim için tam olarak Avusturya’ya uygun çözümler geliştirmek daha fazla önem taşımaktadır, çünkü her toplum birtakım kendine has yapısal özelliklere sahiptir. - Başlatmış olduğunuz bu süreçte hedef ve beklentilerinizi alabilir miyiz? - Süreç, Devlet Müsteşarılığı ve IGGiÖ Başkanı’ndan oluşan bir yönetim grubu tarafından koordine edilmektedir. Bağımsız uzmanlar tarafından yönetilen yedi çalışma grubu bu sürecin çekirdeğini oluşturmaktadır. Kendi sahalarındaki sorunları göstererek çözüm önerileri geliştirmek bu grupların sorumluluk alanına girmektedir. Çalışma grupları ve grup yöneticilerinin isimleri şu şekildedir: 1. İmamların Yetiştirilmesi ve Eğitilmesi: Prof. Dr. Wolfram Reiss (Viyana Üniversitesi Protestan Teolojisi Fakültesi’nde din bilimleri profesörü) 2. Entegrasyon ve Kimlik: Mag. Murat Düzel (Aşağı Avusturya Eyalet Akademisi Entegrasyon Servisi Başkanı) 3. Değer ve Toplum Meseleleri: Prof. Dr. Christian Stadler (Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi Din ve Kültür Hukuk Enstitüsü’nde profesör) 4. İslamizm ve İslam Karşıtlığı: Prof. Dr. Mathias Rohe (Erlangen - Avrupa’da İslam ve Hukuk Merkezi Müdürü ve FriedrichAlexander Üniversitesi Medeni Hukuk, Uluslarararası Özel Hukuk ve Mukayeseli Hukuk Kürsüsü’nde profesör) 5. Cinsiyet Rolleri: Dr. Eva Grabherr (Vorarlberg “okay zusammen leben” Entegrasyon Derneği Yöneticisi 6. Devlet ve İslam Prof. Dr. Richard Potz (Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi Din ve Kültür Hukuk Enstitüsü Başkanı) 7. İslam ve Medya: Claus Reitan (Haftalık “die Furche” isimli gazetenin başyazarı) Bu konu başlıklarına baktığınızda bazılarının İslam Diyalog Forumu çerçevesinde halihazırda tartışıldığını görebilirsiniz. Diyalog Forumu’nun çalışmaları sonbaharda da sürecek ve senenin sonunda nihayete erdirilecek. Diyalog Forumu gibi bir sürecin bütün sorulara cevap veremeyeceği ve bütün sorunları hemen çözemeyeceği bizce de malumdur. Ancak harekete geçiren, açıkça konuşulabilen konular ve fikirlerini söyleme imkanının var olmasına önem veriyoruz ve ancak birlikte çalışarak olumlu bir birlikteliğin meydana getirilebileceğini göstermek istiyoruz. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 27 Avrupa/Yorum İslam‘aBozuk Bakış » SALİH ENES BİLGİLİ A [email protected] vusturya’nın, İslam’ı resmî bir din olarak kabul edişinin üzerinden tam olarak 100 yıl geçmiş bulunuyor. Bu anlamda Avusturya, önyargılardan uzak, doğru bir İslam ve Müslümanlar politikası örneği sunmak adına başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine örneklik teşkil edebilecek yasal bir altyapıya sahip olmanın engin tecrübesini haiz bulunuyor. Fakat son yıllarda gözlemlenen, devletin İslam ve Müslümanlara yaklaşımında bu yüzyıllık olumlu tecrübenin zedelenme riski söz konusu. Dolayısıyla, yeni politikaların bu yüzyıllık tecrübe üzerine bina edilmesi ve bu tecrübenin de diğer ülkelere örnekliğinin devam etmesi gerekirken, yüzyıllık geçmişi olan “İslam Yasası” tecrübesi göz ardı edilerek oluşturulacak olan yeni politikalar olumlu sonuçlar vermeyebilir. Avrupa’daki pek çok ülkeye baktığımızda İslam ve Müslümanlarla ilgili politikaların Müslümanlara ders verici, onları ehlîleştirilmesi gereken bir topluluk olarak gören bir yaklaşımından öteye gidemediğini görüyoruz. Bu bozuk yaklaşım Müslümanları, Müslümanların asla kabul edemeyeceği bir tanımlama kalıbına sıkıştırdığı gibi, hep “öteki” olarak kalma durumuna düşürüyor. Müslümanlarla yapılacak herhangi bir çalışma ya da işbirliğinde sürekli bir biçimde yerleşik ve basmakalıp önyargılar gerçekmiş gibi ortaya konuyor ve çalışmaların (ve varsa problemlerin çözümlerinin) buna göre şekillendirilmesi için adeta dayatmada bulunuluyor. 28 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 Bu genel ve çarpık tavrın, Avusturya gibi Müslümanlarla ilişkileri bu denli köklü olan bir ülkede sergilenmesi ise uzmanları ve ülkede yaşayan Müslüman toplumu endişelendiriyor. Ülkenin yaklaşık iki yüzyıllık bir İslam ve Müslümanlarla yaşama tecrübesi varken, bu müsait ve olumlu zeminin hatalı politikaların kurbanı olmaması gerekiyor. Buna karşın, Avusturya İçişleri Bakanlığı’nın girişimi ile oluşturulan “İslam Diyalog Forumu”, 100 yıllık geçmişi olan “İslam Yasası”nın temel ruhunu zedeleyebilecek bir yaklaşım sergiliyor. Zira “İslam Yasası” Müslümanları, “Müslüman” vatandaşlar olarak muhatab alırken Diyalog Forumu ise, ders verilmesi ve ehlîleştirilmesi gereken, ülkedeki (hayalî) tehlikenin ve korkunun kaynağı, kadınerkek eşitliğine karşı çıkan bir topluluk olarak görmek ya da göstermek istiyor. Müslümanları doğrudan ilgilendiren “İmam-Hatiplerin” yetiştirilmesi konusunda dahi Müslümanların yerine “bağımsız” uzmanları muhatap kabul eden bu forum, böylece 100 yıllık tecrübeyi de heba etmiş oluyor. Öte yandan, bu hatalı yaklaşımın tek müsebbibi olarak devlet kanadını görmek eksik olacaktır. Avusturya İslam Cemaati de burada tarihî sorumluluğunu hatırlamalı ve mevcut kurumsallaşmayı yeni ufuklara taşımalıdır. Bunun için Avusturya İslam Cemaati, 100 yıllık tarihi olan “İslam Yasası”nın ruhunu zedeleyebilecek hususlarda daha hassas davranmalı, buna mukabil, örneğin İslam ilahiyatı, din pedagojisi, din psikolojisi gibi derslerin verildiği eğitim kurumlarının açılması ve buralarda İmam-Hatiplerin yetiştirilmesi için daha çok çaba sarfetmelidir. Bu kadar geniş tabanlı bir isteğe “İslam Yasası”na imza atmış bir devletin itiraz etmesi söz konusu olmayacağı gibi, devlet bu şekilde, tüm dinlere karşı eşit muamelede bulunma sorumluluğunu da yerine getirmiş olacaktır. İslam ve Hayat Çeşitli İnançlarda Kurban Geleneği “Biz, her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını ansınlar diye Kurban’ı gerekli kıldık.” » İLHAN BİLGÜ [email protected] İ slamî terminolojide “Allah’a yakınlaşmak niyetiyle ve yalnızca Allah rızası için, kurbanlık olma vasfına sahip belirli hayvanların, eyyâm-ı nahr, yani Kurban günlerinde kesilmesi” olarak tarif edilen kurban, İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik’te ilk kez, ilk insan Hz. Adem’in evlâdlarından Hâbil ile Kâbil’in Allah’a sundukları takdimeler ile başlamıştır. Kur’an-ı Kerim, insanlık tarihinin bu ilk kurban hadisesini özetlerken kurbanın bir imtihan vesilesi olduğuna ve Allah’a samimiyetle yaklaşmayı temsil ettiğine işaret eder: “Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de biri- E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 29 İslam ve Hayat « Buda inancında, tanrı rızasını kazanma şeklinde bir inanç olmadığı ve Hinduların kestikleri kurbanları eleştirdikleri için kurban sunma geleneği yoktur... sinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’, dedi.” (Mâide Sûresi, [5:27]) Bu ilk kurban hadisesi ilâhî dinlerdeki ve bu dinlerin sonuncusu olan İslam dinindeki kurban anlayışının temelini oluşturmaktadır. Hadiseyi hatırlayalım: Hâbil, hayvancılıkla; Kâbil de ziraat işleri ile uğraşır. Hâbil, şükür ve tevekkül sahibidir; Kâbil ise olup bitenin kendi mahareti olduğundan hareketle gururlanır. Derken, Allah için kim nasıl bir kurban takdim edecek meselesi gündeme gelir. Hâbil sürünün ilk doğanlarından ve en değerlilerinden kurbanlar takdim ederken; Kâbil insanların pek de hoşuna gitmeyen mahsullerden ama tereddüt içinde takdimler yapar. Dolayısıyla Kâbil’in kurbanının değeri, ihlâsı, niyeti ve takvası ile orantılı olmuş, Allah da ihlâs ve samimiyetle kurban sunan Hâbil’in niyetini kabul etmiştir. Demek ki, kurbanın şeklî bir yönü var ise de asıl mesele, Allah’a kurban takdim edecek olan insanların niyetleri ve ihlâslarıdır ki, Kur’an-ı Kerim kurbanın tam da bu yönüne dikkat çekmektedir: “Elbette onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Ancak O’na sizin takvanız erecektir.” (Hac Sûresi [22:37]) Görüldüğü gibi, insanoğlunun ilk 30 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 evlâdları ile günümüz insanının takdim ettikleri kurbanlar arasında şekil bakımından farklılık mevcud ise de bu iki kurbanın temel özelliği, kurban sahiplerinin Allah’a olan yakınlık hislerini ve niyetlerini, yani takvalarını sembolize etmesidir. Kurban meselesi, insanoğlunun Tevhid inancını kaybettiği dönemlerde ise başka şekillerde gündeme gelmiş, kimi insanlar tanrılarını memnun etmek, öfkelerini dindirmek, tanrılarını vesile kılarak dünyevî menfaatler edinmek gibi amaçlarla kurban kesmeye, kurban takdim etmeye, kurban sunmaya başlamışlardır. Tevhid inancı geleneğinde, kurbanın, bir hayvanın kanının akıtılarak sunulma uygulaması Hz. Nuh (a.s.) ile başlamış ve Hz. İbrahim (a.s.) ile yerleşmiştir. Süleyman mabedinin Romalılarca yıkılmasına kadar kurban, Yahudilikte de en önemli ibadetlerden sayılmış, Hıristiyanlıkta ise farklı bir şekle bürünmüştür. Kurban Yahudilikte, kısmen İslamî uygulamalar ile benzerlik gösterirken, meseleye başka bir boyutta yaklaşan Hıristiyanlıkta ise konu farklılıklar arzetmektedir. Hıristiyanlıktaki kurban anlayışı Hz. İsa’nın bütün insanlık için kendini fedâ (kurban) etmesi üzerine kuruludur. Bununla birlikte Tanrı’nın rızasını kazanmak için yapılacak olan maddî ve manevî fedakârlıklar da kurban tanımlaması içine girmektedir. İnsanların kurban edilmesi meselesi geçmişte pek çok inanç ve kültürde yer edinmişse de Hz. İbrahim’in (a. s.) Hz. İsmail’i (a.s.) —Yahudilere göre Hz. İshak’ı (a.s.) — kurban etmekle emredilmiş olması, Tevhidî gelenekte insan kurban etme geleneğinin bulunduğunu göstermemekte, aksine, kurban sahibi (İbrahim) ile kurbanın (İsmail/ İshak) Allah’a olan teslimiyetini simgelemektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim, kurban geleneğinin tüm ümmetlere vâcib kılındığını ve bunun da hayvanların kurban olarak sunulması şeklinde olduğunu bildirmektedir. “Biz, her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını ansınlar diye Kurban’ı gerekli kıldık.” (Hac Sûresi [22:34]) Kurban geleneğinin neden sürdürüldüğü hem seküler bilim hem de teoloji açısından incelenmiş ve her iki incelemede de hemen hemen birbirine benzer sonuçlar ortaya çıkmıştır. Seküler bilimin değerlendirmesine göre kurban, tanrı/lara, hediye, rüşvet, saygı sunulması, yeryüzü ile kutsala ait dünyalar arasında bir bağ kurmak, büyü yapmak, ilk olayları yeniden yürürlüğe koymak, korku ve endişeyi gidermek, başkasına korku ve endişe vermek, şiddeti başka yöne çevirme vasıtası kılmak gibi gayelerle yapılmıştır. Teolojik değerlendirmelere göre ise kurban Allah’a, tanrı/lara saygı, şükür, dua, teskin ve kefaret amacına yöneliktir. Her iki değerlendirme de kurbanın, insanların Allah/tanrı/üstün güç karşısında kendi acziyetlerini ortaya koyarak o yüce varlık/ların yardımını ve hoşnutluğunu kazanma aracı olduğuna işaret etmektedir. İslam öncesi Türk dünyasında da kurbana rastlanmaktadır. At, koyun, sığır gibi hayvanların tanrı için kurban edildiği eski Türklerde, ölülerin ruhlarından yararlanmak, aynen tanrının olduğu gibi ataların öfkesini dindirmek için de kurbanlar kesilirdi. Öte yandan, kurban olarak çeşitli yiyecekler de sunulduğu gibi bazen hayvanlar, tanrıları memnun etmek için, kesilmedikleri hâlde serbest bırakılırdı. Böyle bir hayvana kimse dokunamaz, etinden, sütünden ve yününden faydalanamaz idi. Çin geleneklerinde de Türk geleneklerine benzer kurbanlar bulunmaktadır. Ayrıca Çin geleneklerinde insanların da kurban edilmesi söz konusu iken, büyük muallim Konfiçyus döneminde bu uygulama yerini tahıl saplarının insan şeklinde yapılması suretiyle şeklî bir uygulamaya dönüşmüştür. Her insan, memur ve kral kurban takdim edebilirken bu durum, yer ve makama göre değişir, büyük devlet törenlerinde ise tanrıya yalnızca kral kurban sunabilirdi. Buna mukabil, Budizm’de hayvan kurban etme diye bir gelenek olmamıştır. Aksine Budizm, Hinduizm’deki hayvan kurban etme ritueline karşı çıkmış ve bu törenlerin hiçbir faydası olmadığını ilan etmiştir. Budizm, tanrıları memnun etme gibi bir inanca sahip olmadığı için bu tür uygulamaları reddetmiştir. Yine de Budizm, takdime anlamına gelen ve rahiplerin ihtiyaçlarını görmelerine yardımcı olacak olan çeşitli yiyeceklerin ve değerli eşyaların takdimini teşvik etmiştir. Hinduizm ise “kurban” anlayışına dayanan bir din olarak kurbanı önemsemiştir. Hinduizm’e göre dünya, zamanın başlangıcında meydana gelen büyük bir kurban wolayı sonrasında oluşmuştur. Buna göre güçlü insan, daha küçük tanrılar tarafından kurban edilmiş, o da kendisini parçalara ayırarak daha büyük bir dünya ve yeni tanrılar meydana getirmiştir. Öyle ki, tanrılar dahi başarılı olabilmek için kurbanlar sunmak durumundadır. Kurbanlıklar arasında hayvanlar önemli bir yer tutar. Hatta Hindu din adamları olan Brahmanlar inekleri dahi İslam‘ın kurban anlayışında kurban, belirli hayvanlardan olmasının yanı sıra yine zamanı belirlenmiş olan ve adına eyyam-ı nahr denilen kurban günlerde kesilir... kurban olarak keserlerdi. Hinduizm’deki kurban anlayışında, hayvanların yanı sıra çeşitli yiyecek ve eşyalar da kurban edilebilir. Fakat, eski kültürlerin çoğunda olduğu gibi özellikle kralların ve üst düzey yöneticilerin öldüklerinde onlarla birlikte köle ve hizmetçilerinin de kurban olarak öldürülmesi ilk dönemlerde bir kurban ritüeli olarak Hinduizm’de yer aldığı gibi, eşi ölen kadınların (Sati) ölen eşleri ile birlikte veya daha sonra yakılmaları gibi gelenekler de kurban gelenekleri arasında yerini almıştır. Müslümanların hakimiyeti döneminde çeşitli zamanlarda men edilen bu tür uygulamalar şimdilerde kanunla yasaklandı ise de, yine de çok nadir olarak ve gizlice uygulanmaktadır. Bu tür bir uygulamanın en meşhuru ise Nepal kraliçesi Maharani Raj Rajeshwari Devi’nin 5 Mayıs 1806 tarihinde yapılan bir törenle yakılması olmuştur. Öte yandan bugün hâlâ bol ürün alınabilmesi için genç kızların tanrılara kurban olarak sunulması gibi uygulamalarla karşılaşılmaktadır. Daha geniş bir okuma için bakınız: Çeşitli Dinlerde ve İslâm’da Kurban. Prof. Dr. Ahmet Güç. Düşünce Kitabevi, 2003, Bursa. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 31 Söyleşi Doç. Dr. Recep Cici ile Kurban ve Bayram Üzerine... - Hocam, Kurban nedir? Biz Müslümanlar niçin kurban kesiyoruz? Ya da dinimiz/Allah (cc) bizden neden kurban (kesmemizi) ister? - Kurban, lugavî (sözlük anlamı) olarak, “yaklaşmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey” anlamına gelir. Dini bir terim olarak ise, “ibadet maksadıyla belirli bir vakitte belli şartları taşıyan hayvanı boğazlamak ya da bu şekilde boğazlanan hayvan” demektir. Arapçada buna “udhiyye” denilir. Kurban, insanlık tarihi boyunca şekil ve amaç yönüyle aralarında farklılıklar olmakla birlikte bütün ilahi dinlerde uygulaması mevcut olan bir ibadettir, bu konuda Maide ve Hac Sûreleri hatırlanmalıdır. Biz Müslümanlar Allah ve Resulü’nün talebinden dolayı ibadet olarak kurbanı kesmekteyiz. Kurban kesmekle hem Allah’ın emrine boyun eğmiş hem de kulluk bilincimizi koruduğumuzu canlı bir biçimde ortaya koymuş oluruz. Ayrıca Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in Yüce Allah’ın emrine mutlak itaat konusunda verdikleri başarılı sınavın hatırasını tazelemiş ve kendimizin de yeri ve za- 32 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 manı geldiğinde benzeri itaate hazır olduğumuzu göstermiş olmaktayız. Kuşkusuz her ibadetin kendine özgü birçok hikmeti vardır. Zira Allah hiçbir şeyi boşuna emretmez, onu bizden istemez. Ancak bütün bunlar sonuçlardır. Dolayısıyla biz O’nun emrine itaat etmek ve O’na olan teslimiyetimizi göstermek için ibadetimizi yapar, kurbanımızı da bu amaçla keseriz, böylece ibadetimizin ferdi ve toplumsal yararları ortaya çıkar. - Kurban ile diğer ibadetler arasındaki temel fark nedir? Kurban kesme ibadetinin dinimizdeki önemi nedir? İbadetleri genel anlamda dar manada ve geniş manada olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Namaz, oruç, zekat, hac ve kurban gibi belli rükün ve şartları olanlara “dar manada ibadet”; bir Müslümana selam vermek, ona tebessüm etmek, bir hayvana su vermek, bir yetimin başını okşamak, bir fakiri doyurmak gibi belli rükün ve şartları bulunmayanlara “geniş manada ibadet” denilmektedir. Buna göre kurban dar manada ibadetin mali kategorisinde yer alan bir ibadettir. Burada özellikle şunu belirtmeliyiz: İslam bir bütündür; yani inanç, ahlak, ibadet, helal-haram ve diğer muamelelerden oluşan dinimizin emirlerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. İbadetlerde de durum aynıdır. İster dar manada isterse geniş manada ibadet olsun birini diğerine tercih etmeden bir bütün olarak hepsini yerine getirmekle yükümlüyüz. Zira biz dinin (Kur’an’ın) bölünmez bütünlüğüne inanıyoruz, dolayısıyla dini emirleri bölmeden yerine getirme hassasiyetimizi korumak zorundayız. Aksi halde İslami ölçülere göre değil, kendi ölçülerine göre Müslüman olanlardan söz etmek gerekecektir. Yani namaza-oruca evet, zekata-faize hayır diyen sözde Müslümanlar olacaktır. Ancak Yüce Allah onların bu dini bölen, işine geleni alıp diğerini almayan inanışlarını kesinlikle reddetmektedir. Ne var ki günümüz Müslümanlarının en önemli sorunlarından biri budur. Kurban ibadetinin, bir ibadet olarak diğerlerinden ayrılmamakla birlikte bir eylem olarak kendine mahsus özelliği bulunmaktadır. Bu ibadette cana kıyma ve kan dökme söz konusudur. Bununla birlikte, daha ziyade Müslüman olmayan toplumlarda görülen hatta sporlarına dahi yansımış olan saldırganlık, kan ve ölüm hadiseleri Müslüman toplumlarda çok az görülür. Zira İslam kan ve ölüm üzerine değil, barış ve kardeşliğe dayalı bir insan, bir toplum ve bir medeniyet inşa etmeyi amaçlamış, bunda da başarılı olmuştur. İslam Medeniyet tarihimiz bunun en güzel örnekleriyle doludur. -Kurban’ın kurbiyetten geldiği ve kulu Allah’a yakınlaştırdığı çok sık söylenir. Kurban ile nasıl Allah’a yakınlaşırız? Ve Kurban Bayramı’nın temel mesajı nedir? - Arapçada yaklaşmak anlamına gelen kurban, gerçekten Allah’a yaklaştırıcı fonksiyona sahip en önemli mali bir ibadettir. Bilindiği gibi dinimizde kan dökmek ve cana kıymak yasaklanmıştır. Oysa kurban ibadetinde, Allah adına, O’nun emrine boyun eğerek bir cana kıyıp kan dökülüyor. Aslında kurban, çoğu zaman varlıklı insanların et ihtiyaçlarını karşılamak üzere her zaman yaptıkları eylemin, bir de Allah için ve fakirlerle paylaşmak amacıyla yapılmak suretiyle ibadete dönüşen halidir. Kurban kesmek mutlak anlamda Allah’a bir yakınlaşma olarak görülemez. Ancak onu Allah için-takva üzere boğazlayıp fakirlerle paylaşmak ve onların gönüllerine girmek suretiyle, başka bir ifadeyle onlara yakınlaşmakla Allah’a yakınlık sağlanmış olunmaktadır. Ramazan Bayramı orucun, Kurban Bayramı ise mali fedakarlığın bayramıdır. Dolayısıyla bayramlar Allah’a itaat ve boyun eğişin bir mükafatı ve karşılığıdır. Bir bakıma Allah’a itaat bayramla taçlandırılmıştır, ancak buna fakirler de dahil edilmiştir. - Bir Müslüman Kurban Bayramı’nı nasıl idrak etmeli, nasıl kutlamalı ve nasıl yaşamalıdır? - Bir Müslüman Kurban Bayramından önce imkanı varsa, bir kurban alıp onu Allah için bayramın ilk gününde namazdan sonra mümkünse aileyi de toplayarak kesmeli, bekletmeden üçe bölerek, en az üçte birlik kısmını fakirlere dağıtmalıdır. Müslüman her zamanki gibi bayramda da vakarına yakışacak şekilde bir tavır sergiler, yakın E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 33 Söyleşi akrabadan başlayarak tüm dostlarını kâh ziyaret ederek, kâh telefonla arayarak, kâh mesajla bayramlarını tebrik eder, bunu bir ibadet bilinciyle yapar. Bayramlar aile ve akraba, eş ve dosttan uzak bir yerde tek başına tatil yapma zamanı değildir. Hatta bayram günlerinde mecbur kalınmadıkça çalışmak da yasaktır. - Peki Kurban ibadetinin yerine getirilmesi ve kabul edilmesi için sadece kurbanı kesmek yeterli midir? Kurban ibadetinin diğer gereklilikleri nelerdir? - Kurbanı gerçekten bir ibadet olarak görmek ve onu bu bilinçle kesmek gerekir. Onun kabul edilmesi için sadece bir hayvanı boğazlamak yeterli değildir. Her şeyden önce ihlaslı olmak, onu sadece Allah adına kesmek, fakirlere ulaştırmak, eş-dostla paylaşmak ve nihayet Allah’ın bir canlı varlığını yine O’nun emriyle kesme idrakini taşımak lazımdır. Kurbanı incitmeden, bir ibadet hassasiyeti içerisinde, Allah rızası için kesmeye odaklanmak şarttır. Bu hususta camiamızda maalesef kötü örneklere rastlayabiliyoruz. - Yine medyada, sık sık dile getirilen “Kurban 34 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 kesilmesini idrak eden ya da ona şahit olan çocukların ruh sağlığı bozuluyor” iddiası var, buna katılıyor musunuz? Bahsedilen yönde olumsuz bir etki var mıdır, olabilir mi? Var ise bundan kaçınmanın yolları nedir? - İster kurban ister başka bir hayvan olsun onun boğazlanmasına şahit olmak büyükleri de küçükleri de etkiler. Ancak bunun zararından çok faydası olduğunu düşünüyorum. İnsanlar özellikle Müslümanlar bu işlemle cana kıymanın ne kadar zor olduğunu idrak eder. Çocuklar ise kurbanın kesimi esnasında bulundurulmamalıdır. Sonrasında anlatılarak izletilebilir. Hatta kesimden önce özellikle toplu olarak tekbir getirilirken onların da eşlik etmesini temin etmek iyi olur. Fakat kesim anında ve sonrasındaki süreci görmemeleri daha uygun olur. - İslam kültüründe kişinin kurbanını bizzat kesmesinin tavsiye edilmesinin sebebi nedir? - Müslüman kurbanını kendi kesmelidir. Ancak bunu yapacak durumda değilse veya kalabalık bir grup kesiliyorsa en azından başında bulunmak müstahsen görülmüştür. Zira kurban kesmek bir ibadettir ve herkes ibadetini kendisi yerine getirmelidir. Tabir yerindeyse selamla ve başkasına havale ederek kurban kestirmek, İslam’ın ibadet anlayışına uygun değildir, bu ibadetle amaçlanan husus da gerçekleşmez. - “Kurban kesmek yerine parasını fakirlere vermek daha makbul olur.” şeklinde düşünüp bu yönde hareket eden Müslümanlara dair düşünceleriniz nelerdir? Modern ve büyük şehirlerde yaşayan Müslümanların bu şekilde davranması uygun mudur? - Kurban kesmek müstakil bir ibadettir ve bu ibadetin günleri bellidir. Dolayısıyla bu belli günlerde “kurban kesmek” daha yerinde bir davranıştır. Burada önemli olan kesilen kurbanlardan fakirlerin ne kadar yararlandırıldığıdır. Ne yazık ki kurban, eti çok leziz diye fakirlerden esirgenerek onu kavurma yapıp derin dondurucularda saklayıp sofralarımızın başlıca menüsü olabilmektedir. Oysa Medine’de fakirlerin çok olduğu dönemde Hz. Peygamberimiz (sav) kesilen kurbanların saklanmasını yasaklamış, bilâhare bu yasağı kaldırmıştır. Efendimizin bu uygulamasındaki fakiri gözetme ve onu himaye etme ilkesi mutlaka kavranmalı ve asla gözardı edilmemelidir. Kendimiz ya yaşadığımız yerde kesiyoruz ya da yurt dışına özellikle de daha ucuz diye gönderip vekaletle kestiriyoruz. Bu konuda çok samimi isek yaşadığımız yerde kurbana ayırdığımız miktarı gönderip orada onunla ne kadar hayvan kesilebiliyorsa kesilmelidir. Gerçekten doğrusunun bu olduğu kanaatindeyim. - Bir Müslüman kurbanı diğer ibadetlere nazaran (vacib olması hasebiyle) hafife alabilir mi? - Kurban ibadetimizin hükmü farz, vacip ve müekked sünnet şeklinde belirtilmektedir. Bu ibadetin toplumsal boyutu dikkate alındığında kurbanı en azından vacip düzeyinde bir ibadet olarak değerlendirmek gerekmektedir. Vacip olan bir ibadet ise İslam alimlerine göre itikat bakımından farzdan ayrılır, amel bakımından ise farzdan farklı değildir. Özellikle Hanefiler vacip ibadetler için “itikaden değil, amelen farzdır.” tabirini kullanırlar. Dolayısıyla kurbanı hafife alamayız. Müslüman toplumun kurban algısı da böyledir, bu yüzden Müslümanlar onu hafife alanları dikkate almamışlar ve onları kesin bir şekilde reddetmişlerdir. - Kurban Bayramı’nda kurbanlık hayvanın gözünü iple bağlamak, insanların (ve çocukların) alnına kan sürmek gibi bazı gelenekler var, bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? - Kurban bayramında kurbanlık hayvanların özellikle koçların kınalanması, süslenmesi güzel ve milletimizin irfanî geleneğidir. Ayrıca hayvan kesilecek yere götürülürken gözleri kapatılmaz. Fakat kesileceği esnada yatırılmadan önce gözlerin bağlanması uygundur. Ancak kesilen kurban kanını insanların özellikle çocukların alnına sürmek doğru değildir, bu, dinimizin onay vermediği bid’at sayılan bir davranıştır. - Son yıllarda Hasene gibi birçok yardım kuruluşunun büyük şehirlerde yardım kampanyaları düzenleyip yurt dışında, özellikle fakir ülkelerde kurban kesimlerinde bulunmaları hususunda neler söylemek istersiniz? Bu uygulamaların bir süre sonra hiç kurban ya da kurban kesimi görmemiş, Kurban Bayramı’nı gerektiği gibi hissedip, yaşayamamış nesiller yetiştirmesi riski var mı? - Güvenilir yardım kuruluşları vasıtasıyla kurbanların yurt dışında özellikle fakir ülkelerde kesimlerinin sağlanması çok yerinde ve hatta gerekli buluyorum. Bu uygulamalar, Müslümanların yaşadığı bölgelerde kurban kesmeyi engellemez. Burada şu soru anlamlıdır: “Şayet kurban etinden yararlanılmayacak olsaydı bugünkü kadar kurban kesen olur muydu?” Soruya verilecek cevap herhalde “olmazdı” şeklinde olacaktır. Yıl içinde et ihtiyacını bir şekilde karşılayabilen Müslümanların bir kısmı kurbanlarını kendi yaşadıkları yerlerde, diğer bir kısmı ise -keşke daha büyük bir kısmı olsa-, kurbanlarını kendi yaşadıkları yerlerdeki kadar bedel göndermek suretiyle fakir ülkelerde vekaletle kestirmelidirler. Burada özellikle bir hususa işaret etmekte fayda mülahaza ediyorum. Kurban bedeli olarak gönderilen paraların zaruret olmadıkça kurban kesiminde kullanılmaksızın saklanıp başka yerlerde kullanılması asla doğru değildir. Sözlerimi bitirirken şu iki hususu özellikle belirtmek istiyorum. Birincisi, günümüzde gerçekten imkanı olmadığı halde sırf çevre baskısı veya et tutkusu nedeniyle kurban kesenlere rastlanılmaktadır. Bu durumda bir ibadet olan kurban, adete dönüşmektedir. İbadeti adetten ayıran özellik ise niyettir, yani onu sadece Allah için yapmaktır. İkincisi ise, kurban bedeline denk her türlü talebini anında karşılarken kurban kesmekten imtina edenlere şahit olunmaktadır. Bu tutum da kesinlikle yanlıştır. Unutulmamalıdır ki kurban Hz.İsmail örneğinde olduğu gibi bir hayat sigortasıdır. Bilinmelidir ki hayat bir imtihan, mal-mülk imtihan vesilesi, dünya oyun ve eğlence, Allah (cc.)’tan başka her şey fanidir. Allahu e’lem bi’s-savab: Allah en doğrusunu bilir. -Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz Hocam. - Ben teşekkür ederim. Bu vesileyle tüm İslam aleminin Kurban bayramını kutlar, esenlikler dilerim. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 35 İslam ve Hayat Umutla Bizleri Bekleyenler Var Onlar gözleri ufukta heyecanla, umutla bizleri bekliyorlar ve şu soruyu soruyorlar: Acaba bu sene de gelecekler mi? » Murat KUBAT [email protected] 36 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 B eklemek mi zordur, beklenilmek mi? Bekleyen için beklemek bir umutken, bekleyenin umutla bekleyişi beklenilene sorumluluk yükler. Beklenenler sorumluluklarını yerine getirmeye devam ettiği müddetçe, bekleyenler umutlarını korurlar. Bekliyor olmak, bekleyenin umudunu hâlâ koruduğunu gösterir. IGMG Sosyal Yardım Derneği Hasene’nin organize ettiği Kurban Kampanyası bekleyenlere umut olurken, beklenenlere ise sorumluluk yüklüyor. Bu sene üçüncüsü düzenlenecek olan kurban kampanyasıyla yine milyonlarca mazlum ve mağdura ulaşılacak inşallah. Mazlum ve mağdur durumda olan kardeşlerimizin bizlerden beklentileri var. Afrika, Asya, Avrupa ve Amerika kıtasında yüreklere ilgi ve sevgi tohumu atacak; mazlum ve mağdurların ellerinden tutacak, ayağa kalkmalarını sağlayacak bir beklenti bu. Ya sorumluluk? Üzerimizdeki sorumluluk ihmale gelmez. Mesafelerin giderek yakınlaştığı bir çağda, yanı başımızda bir ihtiyaç sahibi olmasa dahi dünyanın diğer ucunda yaşanan mağduriyete, sahip olduğumuz maddîyatı paylaşma imkanının doğduğu büyük bir sorumluluk bu. Dünyanın bir ucunda ağlayan bir yetim, kıtlık ve açlıktan dolayı çocuklarının ölümü karşısında bir şey yapamayan anne, çaresizlik içerisinde kalmış bir baba artık bize uzak değil. Uzak olmayan, ellerimizin uzanabildiği her mağduriyet karşısında mesuliyetimiz var. Mazlumun duası, yetimin göz yaşları gelir bulur bizi. Bu duanın beddua, bu göz yaşlarının felaket olmaması için mazlumlara, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine karşı mesuliyetimizi îfa etmemiz icap eder. İşte o zaman mazlumun duası, yetimin nidası bizler için rahmet olup kuşatacaktır gönülleri. Bekleyenin umudu olmaya devam eden Hasene hayır, iyilik ve güzellikler tohumunu yeryüzünün mazlum ve mağdur, kurak topraklarına saçmaya devam ediyor. Geçmiş senelerde 60’a yakın ülke ve bölgede Kurban Kampanyası bağlamında yürüttüğümüz çalışmalar bizlere, bizleri bekleyenE Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 37 İslam ve Hayat lerin olduğunu gösterdi. Artık Kalplerde taşınan mundan alan el durumuna, alan el durumundan veren el konumubizleri tanıyorlar, seviyorlar ve iman, birbirlerini hiç na gelmek pek tabii mümkündür. bekliyorlar. Beklentilerin gerçekleşmemesi hayal kırıklığı yaratır. görmemiş insanları, daha Bugün veren el konumunda olan bizlerin, yarın alan el konumuna Beklentileri karşılamak, mahsun gönüllerde hayal kırıklığı yarat- önceden bilmedikleri ve düşmeyeceğimizin hiçbir garantisi mamak, sömürülmüş toprakların tanımadıkları insanlarla yok. 30 – 40 saniye süren depreardından tüm varlığını kaybemazlum ve mağdur insanlarının ve coğrafyalarla kardeş min den ve bir tas çorbaya el açar duruumutlarını yeşertmek bizler için kılmış... muna düşen zenginler bunun canlı sorumluluk teşkil ediyor. Peki bu örnekleri. O yüzden bizler, sahip insanların beklentileri nedir? Çok olduğumuz şeylerin gerçekte sahibi değil, emaufak şeylerden mutlu olabildikleirne şahit olduğumuz bu mağdur insanların büyük beklentileri yok. netçisi olduğumuzu bilerek hareket etmeliyiz. Bu bilinçle hareket ettiğimiz zaman vermek bize zor Tek beklentileri küçük katkılarla yanlarında oldugelmez. Veren el konumunda olmanın bir üstünlük ğumuzu hissettirmemiz; onlara yalnız olmadıklave ayrıcalık oluşturmadığını, aksine bir mesuliyet rını göstermemiz; ilgi ve sevgimizi yansıtmamız. yüklediğini ve mesuliyetlerimizi gerçekleştirdiğiOnlar gözleri ufukta heyecanla, umutla bizleri bekliyorlar ve şu soruyu soruyorlar: Acaba bu sene miz takdirde bunun mazlum ve mağdur coğrafyalarda umuda vesile olacağını bilmeliyiz. de gelecekler mi? İnanın onların gözleri kendileUmuda susamış topraklara, ümitlerini kaybetrine verdiğimiz birkaç kiloluk ette değil! Bizleri yanlarında hissetmek istiyorlar; bizlerin yanlarınmiş yüreklere umut tohumları saçmak görevi bizlere düşüyor. Bunun için bizlerin umutsuz olma, da olması onlara güç veriyor ve hal dilleriyle bizümidimizi yitirme hakkımız yok. Umutlarını bize lere şunları söylüyorlar: “Büyük fedakârlık örneği göstererek, binlerece kilometre öteden, bayramı bağlamış kimsesizleri düşünmek zorundayız. Kendi ekonomik durumumuzun iyi olmasını kendimiz ailelerinizle birlikte geçirme imkânınız varken bizi tercih etmeniz, bize çok büyük bir güç veriyor.” için yeterli göremeyiz. İhtiyaç sahiplerini gözetmeli, kollamalı ve sahip çıkmalıyız. İlgiye ve şefkate Veren el konumunda olmak da, alan el duruihtiyacı olan yetimlerimizin başını okşayacak, yamunda bulunmak da değişkendir. Veren el konu- 38 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 kendisini Rabbine daha da yakın şadığı hayatın zorluğunu yüzlerinO halde, bizleri kılmıştı. Bu nedenle, anlam olarak deki çizgilerden okuduğumuz yaşlı amcalarımızın hatırını soracak, bekleyenlere doğru yakınlaşmayı ifade eden Kurbadul ve kimsesiz, çaresiz durumda küçük ya da büyük nın, Allah’a yakın olmak için eşsiz imkân sunduğunu da gözden olan bacılarımıza destek olacak adımlar atmak için, bir kaçırmamak gerekir. birileri olmayacak, bunu biz yapKurbanın anlam ve önemini mazsak. Bu hususta mesuliyetimimesuliyetimizi îfa Hac Sûresi’nin 37. Ayeti ne de güzin gereğini yapmazsak, ellerimiz etmek için hazır zel verir: “Onların ne etleri ne de uzanacakken uzatmazsak, ahirette mısınız? kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na bundan mesul tutulacağız. sadece sizin takvanız ulaşır...”. Bizlere emanet edilen kurban Allah’a yakın olan Mü’minlerin mazlum ve mağhisse bağışlarını yüzlerce gönüllümüz aracılığla, omuzlarımızda hissettiğimiz sorumluluğun geredur insanlara karşı duyarsız kalması elbette beklenemez. Bu manada Kurban Mü’mini sadece Allah’a ğini yerine getirmek, yeryüzünün mazlum ve mağyakınlaştırmakla kalmaz, topluma ve toplumlara dur coğrafyalarına dağıtmak için yola koyuluruz; da yakınlaşmasına vesile olur; farklı renk ve ırktan umutlarını yitirmiş coğrafyaların, ümitsiz çocukinsanların birbirlerine yakınlaşmasına, coğrafyalarına umut olmak için. Kalplerde taşınan iman, birbirlerini hiç görmemiş insanları, daha önceden ların birbirlerine yaklaşmasına da güzel bir vesile teşkil eder. bilmedikleri ve tanımadıkları insanlarla ve coğrafO halde, bizleri bekleyenlere doğru küçük ya yalarla kardeş kılmış, Mü’minler yakın olmuşlardır. Böyle olmasaydı hangi güç bizleri oralara kada büyük adımlar atmak için, mesuliyetimizi îfa etmek için hazır mısınız? Çünkü bu bizim kaçınadar götürebilirdi ki?! Böyle olmasaydı neden bunmayacağımız temel bir sorumluluğumuz. Bu soca zahmete katlanılsındı ki?! Geçtiğimiz senelerde işte bu yakınlık, imanımızdan neşet eden sevgi, ilgi rumluluğu yerine getirmez isek mesul olacağız; sorumluluğumuzu yerine getirirsek mesut olacağız. ve merhametle ziyaret ettik yetimhaneleri, hastaneler ve hapishaneleri. Mesul olmak da, mesut olmak da bizim elimizde. Unutmayın, gözleri ufukta, gönülleri bizimle, Hz. İbrahim (a.s.) oğlu İsmail (a.s.)’i kurban bizlerin gelmesini bekleyenler var! etmek ile imtihana tabi tutulmuş ve bu imtihan E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 39 Dosya Hakikat ve Hikmeti “Kim Allah için hacceder, bu esnada kötü işlerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlardan arınmış olarak Hac’dan) döner.” » ABdulgafur Levent [email protected] 40 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 T arihte en kadim ve en uzun yolculuklar, dini amaçlarla yerine getirilen yolculuklardır. Önemli bir bölümü yolda geçen, İslam dininin beş temel esasından biri olan 1 Hac ibadeti, bir yerden kutsi bir âleme gerçekleştirilen ve tarihin her safhasında var olan ve var olmaya da devam edecek, bilinen en eski ve en uzun yolculuğu olan ibadettir. Yol ve yolda mesafe alan yolcu kelimeleri, dinlerin ortak terimleridir. Dinî hayatta maddî yolculuklar olduğu gibi manevî yolculuklar da vardır. Zahirî seyr ü sefer olduğu gibi, batınî seyahat de vardır. Bu yolculukların her ikisini de bünyesinde barındıran Hac’dır. Hac sadece fizikî manada bedenimizin seyahati değil, aynı zamanda ruhumuzun da seyahati ve manevî terakkisidir. Belli bir zaman dilimi içerisinde, belli kutsal mekânları ziyaret etmek, mukaddes yerlerin manevî havasını teneffüs etmektir Hac ve bünyesinde birçok sembol ve ritüeli ihtiva eder. Bu kutlu ve ulvî yolculuk, sıradan bir yolculuk değildir. Alelâde bir seyahat da değildir. Bu mukaddes seyr-u sefer, bulunduğu yerden ayrılmak suretiyle kutsal olana doğru, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkı olan2 ibadet yolculuğuna çıkmaktır. Bu mübarek yolculuk hangi vasıta ile yapılırsa yapılsın rahatsızlık, sıkıntı ve problemlerle karşılaşmamak mümkün değildir. Hem yolculuk bakımından, hem de menasık’ın yerine getirilmesi bakımından Hac yapan zorluk ve meşakkatle iç içedir. Bundan dolayıdır ki, hacı adayı Hacca niyet ederken “bana bunu (Haccı) kolaylaştır.” diye, dua ve niyazda bulunur. Hac yolculuğuna çıkarken hacı adayı nasıl bir yolculuğa çıktığını, kimi ve hangi yerleri ziyarete gittiğini ve bu yerlerin manasının ne olduğunu düşünmesi ayrıca bu yolculuğa, ahiret yolculuğuna çıkıyormuş düşüncesini de ilave etmesi bu ibadete farklı bir anlam ve mana yüklemiş olacaktır. Dünyanın farklı yerinden yola çıkıp, aynı amaç uğrunda bir araya gelen Müslümanların, Allah’a kul olabilmenin gayretini kolektif olarak ortaya koyan ve derunî manada bir bilinç oluşturan ibadettir Hac. İslam binasının ana temellerinden biri olan Hac ibadeti ve Müm’in’in bu temel ibadeti icrası esnasında; dilleri, tenleri, renkleri, ülkeleri, ırkları, kültürleri ve ekonomik durumları ayrı ayrı olan milyonlarca Müslüman’ın aynı duygular içerisinde tek vücut olduklarını ve kardeş olduklarını bizzat yaşayarak, imanın hazzını ve tadını hissederler. Böylesine bir içtima ve birliktelik, inanan camia ve tüm Müslümanlar arasında bir iletişim ve aynı zamanda bir etkileşim için kaçınılmaz bir fırsattır. Arafat’taki duruşun, mahşeri ve dirilişi sembolize eden durumu ve o insan selinin Müzdelife ve Mina yolundan Kâbe’ye akışı ve Beyt-i Atik’in etrafında pervaneler gibi dönmeleri (tavaf etmeleri), Safa ve Merve arasında Sa’y etmeleri, Mina’da Şeytan sembollerini taşlamaları ve traş olup kurban kesmeleri ve bu menasık’ın, ritüellerinin arkasında yatan mana ve ruh, bir tevhid gösterisi, bir kıyam, bir terakki ve bir yükseliş, bir var oluş ve olgunlaşma ve kıvama erebilmektir. “Hac nasıl (olmalı)dır? Sorusuna Allah’ın Resûlu’nün verdiği cevap net ve kısadır: “Hac, Arafat’tır.” 3 Arafat’ta olmak, vakfeye durmaktır, o duruşu gerçekleştirmek ve gerçekleştirebilmektir. Arafat’ı kavrayıp idrak edebilmek ve marifete ere- E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 41 Dosya bilmektir Hac. Arafat zamanların en bereketlisi ve aynı zamanda mekânların da vakfe zamanı dilimi içerisinde en ulvisidir. Arafat’ta hacı Allah’ın huzurunda durmanın manasını, makam/mevki, servet vb. üstünlüklerin bir ayrıcalık olmadığını, üstünlüğün ancak takvada4 olduğunu anlamaya ve idrak etmeye çalışır. Hz. Aişe (r.a.) annemizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın, arefe gününden daha çok kullarını cehennemden azad ettiği hiçbir gün yoktur. Saçları dağılmış, toza toprağa belenmiş halde Arafat’ta toplanıp “lebbeyk…” diye haykıran kullarına rahmetini indirir Allah (cc); sonra onları meleklerine göstererek; “Bunlar ne istiyorlar? diye meleklere karşı onlarla iftihar eder”. 5 Rahmanın misafiri olan hacılar Arafat’ta nefislerini tanımaya, Müzdelife’de, Meş’arı Haramda şuur ve bilince, Mina’da muhabbet ve sevgiye, Cemerat’ta recim olan şeytandan ve nefsin sufli arzularından Rahim olan Allah’a, kurban ile de takvayı yakalamak suretiyle manen Yüce Mevla’ya ulaşmaktadırlar. Hac ve Umre için Beytullah’a gidenler, Müslümanların Allah’a gönderilmiş temsilcileridir. 6 “Kim ki Kâbe nasib olsa Hüda Rahmet eder, her kişi hanesine sevdiğini davet eder.”7 Kişi sevmediği kimseyi evine davet etmez elbette. Rabbimizin Hac davetine hakkıyla icabet edebilmek ne büyük bir devlettir. Hz. İbrahim (a.s.)’in insanlara Haccı Allah’ın izni ile ilan etmesi ve bu davete can-ı gönülden kulak verip ve bu çağrıyı ta gönülden hisseden talihli ve pek bahtiyar Müslümanlar bu ulvi ibadeti hayatlarında yaşayabilmektedirler. Şehirlerin anası olan Mekke “Ummu’l-Kura”8 ve yeryüzünde insanlar için kurulan ve hidayet yeri olan ilk ev,9 ilk mescit Kâbe-i Muazzama, dünyanın çekim merkezi ve Müslümanların günde beş vakit, yüzünü ona doğru çevirdiği ve dualarında da yöneldiği kutsal mekândır. Mekke’nin fethedildiği gün, Efendimiz (s.a.v): “Bu belde Allah’ın yeri ve göğü yarattığı zamandan beri kutsal kıldığı bir beldedir. Bu belde Allah’ın buyruğu ile kıyamete kadar haram (kutsal)dır”. 10 buyurmuştur. Beyt-i Atik, Beytullah, Kâbe her ne kadar şekil ve suret ise de, aslında suretsizliğin bir sembolüdür. Bir sancak altında kaç milyon insan, 42 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 Ne tenleri benzer, ne dilde lisan... Olmuşlar... Tek yürek, tek beden de can; İnsanlığı gördüm... Beytullah’ta ben... Yedi bağın gülü, aynı destede, Yetmiş iki millet, aynı listede, Kaç milyon “Âmin’’ der, aynı bestede; Tevhit’le haşroldum... Beytullah’ta ben... Sinelerde alev, ne kül ne duman, Dillerde bir soru: “Vuslat ne zaman?’’ Cehennem söndürür, böylesi îman... Aşk ne imiş gördüm... Beytullah’ta ben... Okyanuslar aşmış, gelmiş nicesi, Aç, susuz, uykusuz, gündüz gecesi... Her nefes, dilinde Kur’ân hecesi; Sevdalılar gördüm... Beytullah’ta ben... Rabbin o davetli misafirleri; Doldurmuş, Mekke’de her karış yeri. Dillerinde dinmez, “LEBBEYK’’ sesleri, Arş’a yollar gördüm... Beytullah’ta ben... 11 “İnsanlar arasında Haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun develer üzerinde (çeşitli nakil araçlarıyla), kendilerine ait bir takım yararları yakinen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i atik’ı tavaf etsinler.” 12 Ayet-i Celile’de işaret buyrulan faydaların, hem dünyaya taalluk eden boyutu, hem de ahirete yansıyan yönü vardır. Dünyaya taalluk eden yönü, Haccın insan üzerinde meydana getirmiş olduğu ahlaki tesirler, toplumsal ve aynı zamanda ticari kazanımlardır. Ahirete yansıyan yönü ise, Allah’ın rızasını ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak ve engin Rahmet ve Mağfiretine nail olmaktır. Efendimiz (s.a.v)’in on yılını geçirdiği ve mübarek vücudunu bağrında barındırdığı ve Kur’an-ı Kerim ile fetholunduğu, aynı zamanda Kur’an’ın birçok sure-i celilesinin inzal olduğu, Medine-i Münevvere’yi ziyaret etmek her ne kadar Hac menasık’ından değilse de, bu nurlu şehri ve Rahmet Peygamberimiz’in kabr-i şerifini ziyaret etmenin gerekliliği büyük önem arz etmektedir. Netice itibarı ile hacı olabilmek kadar, hacı kalabilmek de önemlidir. Pakistanlı hacılar Hac dönüşünde merhum Muhammed İkbal’i ziyaret edip tespih, takke, zemzem ve hurma ikram ederler. İkbal memnun olur, teşekkür eder ama şunları da söylemeyi de ihmal etmez: “Hediyeleriniz için teşekkür ederim. Ama getirmiş olduğunuz hediyeler bir gün bitecek, tesbihler, takkeler eskiyecek. Oysa bize oralardan Hz. Ebu Bekir’in sadakatini, Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Osman’ın hayâsını ve Hz. Ali’nin ilmini getirmiş olsaydınız, bunlarla Pakistan’ı yeniden inşa ederdik.” Yukarıda izah olunan bunca güzelliğe ilaveten, Müslümanların öncülüğünü yapan Rüesa ve Ulema’nın bil ittifak iktisadi, siyasi ve askeri bakımdan, İslam’ın ve Müslümanların aleyhine gelişen durumların izalesi ve insanlığın inhitatının yeniden dirilişine ve inşasına vesile olunması açısından, Hac’da biraraya gelinerek yapılan istişare sonucu “Hac kongre kararları” alınması ve bir sonraki Hac’da nelerin uygulandığının da takip edilmesi, İslam’a ve insanlığa büyük katkılar sağlayacaktır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz Muhammed (s.a.v)in mübarek sözü ile yazımızı hitama erdirelim: “Kim Allah için hacceder, bu esnada kötü işlerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlardan arınmış olarak Hac’dan) döner”. 13 1 Buharî, İman, 2 2 Âl-i İmrân Sûresi [3:97] 3 İbn Mace, Menasik, 57 4 Hucurat Sûresi [49:13] 5 Müslim, Neseî 6 Neseî, İbn Mace 7 Nahifî 8 Enam Sûresi [6:92] 9 Âl-i İmrân Sûresi [3:96] 10 Siretu İbn İshak 11 Cengiz Numanoğlu 12 Hac Sûresi [22:27-29] 13 Buharî, Müslim, Tirmizî, Nes eî. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 43 Dosya ÂŞIK OLAN GELSİN BERİ * * Yunus Emre 44 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 » ZEYNEP GENCER [email protected] Z at-ı celaline ve azim egemenliğine yakışır şekilde hamd olsun ki, bu yıl ikinci defa Beytullah’ı ziyaret ederek umre yapmak ve de Rasulullah’a kendi beldesinde, kabrinin önünde salat ve selam getirmek nasip oldu. Bilhassa eskiden, çok daha zor koşullar altında, meşakkatlerle dolu kutsal topraklara yolculuk yapanlardan biliyoruz ki, bu meşakkatler, elmasın yontuldukça pürüzsüzleşmesi gibi, Beytullah’a doğru yolculuğa çıkan her Müslümanın zorluklara sabrettiği ölçüde günahlarından arınması ve dolayısıyla şahsiyetlerinin paklanmasına sebep olmaktaydı, bugün de öyledir kuşkusuz. Bu nedenden dolayı karşılaştığım meşakkat ve zorluklar ile Beytullah’ı ziyaret etmeyi ve Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in huzurunda, O’na selam vermeyi kıymeti biçilemez üstün bir nimet ve tarifi imkansız bir lütuf olarak değerlendiriyorum. Kutsal toprakları ve bilahassa Kabe’yi ziyaret edip, o eşsiz duyguları tecrübe eden herkes, kendilerine intibalarını aktarmaları rica edildiğinde, sanki birbirleriyle anlaşmışlarcasına “Anlatıl(a) maz! Yaşamak lazım.’’ diyerek her biri aynı cevabı verir. Ben de bu soruya verilebilecek en uygun cevabın ancak bu cümleyle aktarılabileceğini düşünüyorum. Hac, tek kelimeyle muhteşem bir ibadet! İhtişamı, zarfında değil mazrufunda, yani ta- şıdığı ruh ve barındırdığı potansiyelde saklı. Hac, Kuran’ın diliyle, Allah’ın sembollerinden (min şe’airillah) oluşan bir ibadet. Herkes bilir ki, her sembolün sembolize ettiği bir hakikat vardır. Taşıdığı hakikatleri bir yana itip sembollere sarılmak, önce insanı öldürüp sonra cesedine sarılmaya benzer. İşte Hac ibadetini muhteşem kılan bu ruh ve potansiyeldir. 1 Yani ancak neyi niçin yaptığının farkında olan insan hacı olabilmektedir. Kabe, her Müslümanın hayatında en az bir kez ziyaret etmek istediği mekanların en başında gelir ve gerekli şartları haiz olanlar için bu bir zorunluluktur. “Ona bir yol bulabilen insanın haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.’’ (Ali İmran, [3:97]) ayetine tabi olan, bu mübarek beldeyi görmek isteyen Müslümanların, ve hatta Türkiyelilerin, özellikle de gençlerin sayısı ise şükürler olsun ki, şu son yıllarda hızla artmakta. Kutsal topraklara ayak basmanın verdiği manevîyat şüphesiz çok yüce. Allah’ın evini ve Peygamberimiz’in (sav) kabrini ziyaret etmenin ibadet yönü kadar, tarihi ve kültürel arka planı da çok önemli. Yıllardır okuduklarımız veya gidenlerden edindiğimiz bilgiler ile veriler bize kuşkusuz, orada bizi nelerin beklediğine dair bir zemin hazırlıyor. Fakat yine de Kabe, Mescid-i Nebevi ve bunlar dışındaki ziyaret yerleri fotoğraf ve televizyonda gördüklerimizden çok farklı. Bu mukaddes yerleri yakından görmek, günde beş vakit yöneldiğimiz Kabe’ye doğrudan bakmak bambaşka bir duygu. Hiç süphesiz Harem-i Şerif, İslam âleminin küçük bir örneği ve yoğunlaştırılmış şekli gibi. Farklı coğrafyalardan yüzbinlerce Müslüman bir arada. Bütün yüzler ona dönük. Siyah bir ‘küp’ ve etrafında adeta akan insan selleri. Buram buram sadelik ve derinlik yansıyor Kâbe’den yüzümüze. “Niçin bir ‘küp’? Niye böyle sade, dekorsuz, süslemesiz? Çünkü Allah şekilsizdir, renksizdir, benzersizdir. İnsanoğlunun hayal ettiği her türlü biçim ve modelden münezzehtir O.’’ 2 E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t i f 45 Dosya Etrafında tavaf edenler bir an için durmuyor. Şayet bir an için dursalar, bütün dengeler altüst olacakmış gibi geliyor insana. Ve Allah’a doğru yükselişin zevahiri işte bu olmalı diye düşünüyorsunuz. “Kararlılık, hareket ve disiplinin adıdır tavaf. Sürekli değişimdesin, “olmakta, dönüşmekte’’sin, tavaftasın. Ama her türlü zaman ve mekanda, “O’’nunla olan senin; Kabe’yle senin aranda mesafe sabittir! Uzaklığın ve yakınlığın, bu dönen daire içinde hangi yarı daireyi seçeceğine bağlıdır. İster yakın ol, ister uzak ama asla yapışma, asla Kabe’nin yanında durma, zira durmak yoktur. Senin için sübut yoktur. Tevhid vardır. 3 Bununla birlikte, Kabe’nin etrafında ve kutsal topraklarda en çok Endonezyalıları görüyoruz. 300 bin kadar hacı, bir o kadar da umreci Mekke’yi her yıl ziyarete geliyor bu uzak ama kalbi sıcak ülkeden. Bir diğer yoğun ilgi İran’dan. Ve Kabe yollarında üçüncü sırada ise Türkiye var. O yüzden tavaf esnasında sık sık Türkçe dualar kulağımıza çalınıyor. Türkiyeli hacıların her geçen yıl Hacc’a ve Umre’ye daha fazla talep göstermesi Suudi Arabistan yönetimini de, halkını da şaşırtıyor. Mekke sokakları için tamamen yeni bir vakıa bu. Eskiden ‘yaşlı’ ve ‘bilgisiz’ (?) gördükleri Türk umreci ve hacıları için artık yeni bir tarifleri bile var. Araplar, “Türkler bastonu attı” diyor. Zira Medine ve Mekke’ye ibadet maksadıyla gidenlerin hem yaş oranı oldukça düşmüş, hem de “kültür’’ seviyelerinde bariz bir artış görülür olmuş. Kutsal topraklarda zaman tamamen ibadetlere 46 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 göre şekilleniyor! “Müslüman saati”nin ve günün bereketine şahit oluyor burada bulunan Müslümanlar. Namaz saatlerine ve ibadetlere göre diğer ihtiyaçlar belirleniyor. Ezan okunduğu vakit her şeyden el ayak çekiyor büyük küçük herkes. Dünya Müslümanlarının bir araya geldiği “Allah’ın evi’’nde âdeta devasa bir şûra toplanıyor her namaz vakti. “İnsanları Hacc’a çağır. Yaya olarak, develere binerek her uzak yoldan sana gelsinler. Böylece kendileri için bazı nimetlere şahit olsunlar.” Hac Sûresi’nin 27-28. Ayetlerindeki çağrıya kulak veren milyonlarca Müslüman Kabe’i Muazzama’yı ziyaret edip günlerce etrafında tavaf ediyor. Zemzem suyundan içip, Hacer-ül Esved’e yüz sürüp, Makam-ı İbrahim’e dokunarak kendilerine sunulan, ‘görünen’ nimetlerden istifade ediyorlar, ‘görünmeyenleri’ umud ederek. Kalabalıklar arasında Cenab-ı Hak ile başbaşa kalıyorlar. İhramlar içerisinde tavaf bu kutsal yolun yolcusu için aynı zamanda nefis ile ciddi bir muhasebe sürecidir. Beytullah insana adeta ayna olur ve nefsin bütün kirleriyle başbaşa bırakır kişiyi. Orada tadılan tek duygu, arınma! Ve kutsal topraklar genç, yaşlı ve herkes için; geçmiş ile muhasebe ve geleceği kurgulama yeridir. Ve bu kutsal beldede inananlara hiç süphesiz yeniden doğuş imkânı sunuluyor ezel’den beri... 1 İslamoğlu, Mustafa: HAC Risalesli, S.7. 2 Şeriati, Ali: Hacc. S.50-51. 3 Şeriati, Ali: Hacc. S.55-56. Dosya Minik Yüreklerin Büyük Aşkı: “Annem televizyonda burada namaz kılan veya tavaf eden insanları ne zaman izlese ağlıyordu. Ben de onun buraya gelmesini çok istiyordum. Akşamları uyumadan evvel okumamız için dua ezberletti annem bize. O duanın sonunda ben hep Kabe’yi görmek için dua ettim.” » ZEYNEP TOPÇU [email protected] Kabe Ç ocuklarımıza Allah (c.c.)’ı ve inandığımız dinimizi nasıl anlatabiliriz meselesi birçok Müslüman anne-babanın zorlandığı önemli hadiselerdendir. Buna mukabil, dünyanın her neresinde olursa olsun, çocuklar genel olarak birbirine benzer. Onlar, İslam fıtratı üzerine, günahsız, tertemiz bir şekilde dünyaya gelmişlerdir. Söylenilen her şeyi emmeye hazır birer sünger, izledikleri her davranışı taklit etmeye yatkın birer küçük “adem”dir E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t i f 47 Dosya onlar. Bu doğrultuda bizler, çocuklarımızı, onların körpe dimağlarını zararlı olabilecek etkenlere karşı korumak, onları başı boş bırakmayarak, onlara dinini diyanetini, örfünü âdetini ve taşıması gereken sorumlulukları öğretmek zorundayız. Din eğitimi gibi hassas bir konunun en önemli kısmını oluşturan “iman” duygusunun işlenişi hususunda, aileler tarafından, çocukların piskolojik yapısının çok iyi bilinmesi gerekir. Özellikle imanın kalplere yerleşmesi konusunda yer ve zaman faktörleri’ne dikkat edilmelidir. Örneğin, cuma ve bayram günlerinden ve bilhassa dinimizde ve kültürümüzde özel bir yeri olan Miraç, Berat ve Kadir gecelerinden faydalanılmalıdır. Ayrıca Hac ve Umre mevsimlerinde, kutsal topraklarda çocuklara dini yaşantının teorikten ziyade pratik olarak sunulabilecek deneyimlerinin ve uygulamalarının da çok faydalı olacağı gayet açık ve şüpheden uzaktır. Unutulmamalıdır ki, çocuklar donmamış beton gibidir. Üzerilerine düşen her şey onlarda iz bırakır. 48 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 Aklımda bu düşünceler, benim de, 2012 yılında gerçekleşen Paskalya Tatili Umresi’nde aileleriyle Umre yapmaya gelen çocuklarla tanışma fırsatım oldu. Bu bağlamda çocukların, büyüklerden çok daha farklı olan Umre izlenimleri ve tecrübeleri dikkat çekiciydi. Örneğin, Almanya’nın Bonn şehrinden anne-baba ve 8 yaşındaki kardeşiyle Umre yapmak için kutsal topraklara gelen 11 yaşındaki Ömer’in gözlemleri zaman zaman bizleri güldürdü. Almanya’nın düzeninden kopup gelen 5. sınıf öğrencisi Ömer’i en çok üzen konu, Kabe’yi tavaf ederken Hacer’ul Esved taşına yaklaşamamasıydı: “Eğer görevli ağabeylerle aynı dili konuşsaydım, onlara şunu söylemek isterdim: Herkes sıraya girse ve kimse birbirini sürüklemeden, beş dakika boyunca kabenin duvarını öpebilse, daha iyi olmaz mı? Bazı dualarımı, Allah’ın evine el sürerek okumak isterdim. Babam olmasa, tek başıma tavaf bile edemeyeceğim. Büyükler ağlayarak dua ediyorlar, ama çocuklara hiç dikkat etmiyorlar. Kaç defa ezildim saymak bile istemiyorum.” Hemen konuşmaya dahil olan Ömer’in 8 yaşındaki kardeşi Meryem ise, Kabe’yi gördüğünde ilk kez kalbinin atışlarını hissettiğini anlattı: “Annem televizyonda burada namaz kılan veya tavaf eden insanları ne zaman izlese ağlıyordu. Ben de onun buraya gelmesini çok istiyordum. Akşamları uyumadan evvel okumamız için dua ezberletti annem bize. O duanın sonunda ben hep Kabe’yi görmek için dua ettim. İyi ki de etmişim! Buraya gelen insanlar çok iyiler. Namazı beklerken yanımdaki teyzeler bana ismimi soruyor ve beni seviyor. Herkes burada birbirine gülüyor ve iyi davranıyor.” Meryem devam etti: “Annem kabeyi ilk gördüğünde çok ağladı. Ama sevindiği için ağlamış. Çünkü burası Allah’ın evi ve herkes buraya gelmek istiyor. Kreş’de bugün hocalarımız anlattı, bizim burada olmamızın nedeni, başkaları için dua etmek, yani yardıma muhtaç olan insanlar için dua etmemiz gerektiği içinmiş. Ben ilk kez Kabe’ye giderken anneme, kumlar (çöl) nerede diye sorduğumda, güldü. Çünkü, Peygamberimizin hayatını okuduğumuz kitaptaki resimlerde taş değil, kumlar vardı her yerde. Her taraf wüste (çöl) idi. Ben üzüldüm her tarafın taş olmasına.” İkindi namazı için Kabe’ye doğru yürürken ise 14 yaşındaki Süleyman geldi yanıma. Kendisi ailesiyle birlikte Sudan’da yaşıyormuş. Yüzü o kadar güzeldi ki, her gülümsemesinde gözlerimi ondan alamıyordum. Abisi ve kendisinden yaşça küçük üç erkek kardeşiyle hiçbir vakit namazlarını kaçırmadıkları gibi, her gece annelerini yatsı namazından sonra Kabe’de sabahlamak için ikna etmeye çalıştıklarından bahsetti küçük Süleyman. Benden de bu konuda yardım istemiyor değildi, fakat haliyle İngilizce bilmeyen annesiyle anlaşmakta zorlandığımdan, annesini ikna etmek konusunda çok yardımcı olamadım. Kabe’yi ilk defa büyük-dedesinden miras kalan, renksiz bir resimde gördüğünü, fakat daha sonrasında okulda siyer dersinde duyduklarından yola çıkarak, hayal gücüyle kurguladığı “Kabe rüyaları’nda” kutsal toprakları tam da böyle hayal ettiğini söyledi tertemiz ifadesiyle: “Herkesin birbirine gerçek manasıyla kardeş olduğu, zengin ve fakirin ayırt edilemediği ve Müslümanların tüm dikkatini Allah’a ve Allah’ın rızasını kazanmaya yönelttiği bir yer olarak hayal ettim buraları.” Sabah uğradığım kreş’de ise 6 yaşındaki Numan arkadaşını ısrarla ikna etmeye çalışıyordu: “Sordum ben dün babama. Allah her şeyi yaratmış, yani muzları ve elmaları da! Ben sana dün söylemiştim. Allah bizi sevdiği için bize tüm bu nimetleri vermiş. Tavaf yapanlarda bu yüzden susup, konuşmuyormuş. Sessizce Allaha teşekkür edip, dua ediyorlarmış. İnanmıyorsan, babama sor. O sana da anlatabilir bunları.” Herbirimiz, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.” 1 ilkesi gereğince sorumluluk sahibi kişiler olarak omuzlarımıza yüklenen vazife konusunda bilinçli ve hassas olmalıyız; çocuklarımızı dinini seven, dindar bireyler olarak yetiştirmenin gayreti içerisinde, o sütten ak zihinlere dinimizin tüm güzelliklerini aktarmalıyız; çünkü bu bizim kaçınamayacağımız, bir gün hesabını vereceğimiz ilahi yükümlülüğümüz, dini görevimizdir. Umre veya Hac ziyaretleri ise çocuklarımıza gelecekleri için verebileceğimiz muhteşem birer anıdırlar. Bu anılar ve bu anıların onların ruhlarında bıraktığı izler, çocuklarımızın yaşamları boyunca yollarını aydınlatacaktır. Bir Hadisi Şerif’te Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Çocuğunuza bırakacağınız en güzel miras onu, hem dünya ve hem de ahiret mutluluğuna eriştirecek bir terbiyedir.” 2 Bu terbiyeyi ise güzel ahlakın öncüsünün yaşadığı kutsal topraklarda gezerek, ibadet ederek, bunu bir fırsat bilerek evlatlarımıza kazandırabiliriz. 1 Buharî, I, 215. 2 Tirmizî, Birr, 33 E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 49 Dosya Seçilmiş HACILAR İslam ile şereflenen Batılı hacıların hatıraları 19. ve 20. yüzyılda yayımlanmaya başlanmış ve gitgide popülerleşmiştir. » ESRA ÇÖLOĞLU | [email protected] İ slam’ın beş şartından biri olan Hac, İslam dünyasındaki ehemmiyetini ve hususiyetini hala çok hassas bir şekilde korumakta. Farz olan bu ibadet, tüm Müslümanların hayatında çok özel bir yere sahip ve Hakk’a aşık, her inanç sahibinin “hayal’’inde. Ömürde en az bir kere Allah’ın bu en kutsi mabedini göz ile görüp, o manevî iklimde bulunmayı arzu edenler modernizmin hayatı ve algıları tüm kuşatmışlığına rağmen hala ziyadesiyle çok. Ama bu kutsal vazifeyi ifa herkese nasib olmuyor maalesef. Allah’ın takdiri ile insanlar arasından seçilmiş olanlar var; onlar kendilerine Müslümanlık nasib olmuş olan ve kutsal topraklara adım atmış olan insanlar. Onlar “seçilmiş hacılar. ’’ Çok eski zamanlardan beri insanlar hatıralarını ölümsüzleştirmek ve diğerleri ile paylaşmak için 50 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 hayatın seçitli anlarını not alır ve onları saklarlar. Kutsal topraklara giden pek çok insan da hissettiklerini, hatıralarını, hem sevdikleriyle paylaşmak için mektuplara yazıp göndermiş, hem de kendilerine hatıra kalması ve tekrar okuduklarında hissettiklerini hatırlamak için not etmişlerdir. Bugüne kadar yayımlanan Hac hatıraları arasında, İslam’a “yabancı olan’’ ülke ve kültürlerden çıkıp İslam’ın kalbi olan Kabe’ye ulaşan insanların hikayeleri ise müstesna bir yere sahiptir. Her ne kadar İslam kültüründen uzak ülkelerde büyümüş olsalar da, kendileri Müslüman olma ve Hac görevini yerine getirme şerefine nail olmuştur. Birçok kişi tarafından bilinen Richard Burton, Snouck Hürgnorje ve J.C. Burckhardt gibi isimlerin, onlara Mekke’de ikamet etmek yasak olduğu halde, Kabe’yi ziyaretleri ve izlenimleri çok meşhurdur. Biz ise sizleri, Allah’ın insana en yüce armağanı Sonra birden İslamiyet’in en kutsal mekanının karşısındaydım. Nefesim kesildi. Şimdi buradayım dedim, öyle inanılmaz, öyle etkileyici, öyle duygusal bir haldeydim ki. Michaela Mihriban Özelsel olan İslam’ı kabul etmiş ve kutsal yolculuğa çıkmış iki insanla tanıştırmak istiyoruz. Biri babasının işi sebebiyle Türkiye’ye yerleşen ve orada İslam’ın güzelliğine tanıklık eden Alman kökenli bir psikolog olan Michaela Mihriban Özelsel. Diğeri ise bir şeyh ile evlenen ve hayatının sonrasında hep onunla hizmetlerde bulunan Hagar Spohr. Michaela 1949 yılında Almanya’nın Kiel kentinde doğmuş ve çocukluğunun çoğunu Türkiye’de geçirmiş, Alman ve Amerikan Üniversitelerinde okuyup psikoloji bölümünden mezun olmuştur. Pek çok işle meşgul olan Michaela, uzun yıllar transkültürel terapi metodlarıyla ilgilenmiştir. Michaela’nın dine olan ilgisi küçük yaşlarında, insanlarla konuşabilen bir Tanrı aramasıyla başlamış. Bütün dualarını ve dikkatini de canlı ve araçsız bir temasa, bir sırdaşa olan hasretini gidermek için bu yöne çevirmiş. Fakat bu arzuları kısa sürmüş ve din ile alakalı kendi kendine sorduğu sorulara kimseden cevap bulamayınca, onunla ilgilenen bir Yaradan olduğu inancı da kaybolmuş. Çevresini bir kara bulut gibi saran umutsuzluğa kapılıp, aklını daha çok hümanizm, diğerkamlık, komünizm ve ateistliğe yormuş ve bu durum 30 yaşlarına kadar böyle devam etmiş, ta ki arkadaşları ile Türkiye’de iken hayatı boyunca unutamayacağı bir iklime girene kadar. “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.’’ Konya’da olan Hz. Mevlana’nın türbesini gezerken daha önce aslında çok kez geldiği halde taşlar üzerinde yazan Mevlana’nın bu sözünü bu kez çok farklı duygu- larla okumuş. Sanki günlük hayattan soyutlanmış ve bir anlık etrafındaki bütün seslere sağır kalarak manevî bir vakuma girmiş. Sonraki hayatında böylesi haller tekrar etmiş ve her defasında aklına Hz. Mevlana’nın o meşhur sözü gelmiş. Böylelikle kaderine İslam’ın yazıldığını farketmiş ve o andan itibaren kendisini Müslüman bilmiş. Bir Müslümanın diğer vazifelerini hiç bilmeden ve hiç araştırmadan kalbindeki iman ile yaşamış yıllarca. Müslüman olduğunu etrafındaki herkesden gizlemiş uzun zaman. Almanya’da iken öğrenmek isteyip de mümkün olmayan Arapça okuma-yazmayı Türkiye’de öğrenmiş. Hacasının isteği üzerine Müslümanlığını herkese açıklamış ve araştırarak İslam’ı artık pratik manada da yaşamaya karar vermiş. Kitaplardan öğrendiklerinin yetmediğini anlayınca ona daha fazla bilgi verecek, sorularını yanıtlayacak birisini aramış. Ve Allah’ın hikmetiyle, ilk kez gördüğü ve dinini bile bilmediği birine bir kongrede tercümanlık yaparken, “Siz benim o aradığım hoca mısınız?” diye sormuş. Onun yardımıyla kendini birçok yönde geliştirerek hocasıyla arasında derin bir bağ kurmuş. Hocası birden bire ve uzun zaman ortadan kaybolduğunda bile Hz. Mevlanın Hz. Şems’e olan hasretini aklına getirerek, imanından ve sabrından vaz geçmeyerek sabretmiş. Ve muayehanesine sık sık gelen bir hastasıyla Umre’ye gitmeyi planladığı halde hastasının gördüğü bir rüya ile Hacca gitmeye karar vermişler. Bütün maddî sıkıntılara rağmen bu görevi tamamlamak kendilerine nasib olmuş. 19 nisan 1996 tarihinde Mekke’ye varmış. O zamanlarda havaalanındaki kontrol sistemi daha mesakketli imiş ve havaalanından çıkmak 12 saat sürebiliyormuş. Michaela beklediği 4 saat ve kendisine aşalayıcı davranan kontrolcülere rağmen, Mekke’ye gelişindeki niyetini hatırlatarak sabretmiş. O zamanlar bugünkü kadar kalacak otel ve pansiyon da yokmuş. Michaela bir odada 6 kişiyle birlikte kalmış ve tuvalet ve duş bölümlerini 35 kişiyle ortak kullanmış. Somyalar üstünde uyuyarak geçirmiş Mekke’deki günlerini ve her gün sabah namazında 35 kişinin girdiği abdest sırasına girmemek için çok erken kalkmış. Michaela, Kabe’yi ilk gördüğünde hissettiklerini ise şöyle ifade ediyor: “Sonra birden İslamiyet’in en kutsal mekanının karşısındaydım. Nefesim kesildi. Şimdi buradayım dedim, öyle inanılmaz, öyle etkileyici, öyle duygusal bir haldeydim ki. Etrafımdaki herkes gibi benim de gözlerimden yaşlar aktı. Kabe’yi tavaf ederken zaman ve yer sizin için anlamını yitiriyor ve insan karıştığı topluluk ile bir bütün oluyor.” Michaela, Merve ile Safa dağının arasında koE Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 51 Dosya şulan Sa´i da Hz. Hacer’in hikayesini tefekkür ederek kat etmiş. Koca bir çölün ortasında kalan ve su bulmanın çabasında olan bir kadının, Allah’a olan güven ve özveriyle aynı zamanda İslam’ın temel prensibini ortaya koyması onu çok etkilemiş. Michaela, Kabe’ye bakarak çok ağladığını ve şükrettiğini de anlatıyor. Orada yaptığı zikirleri mecazî anlamda insanın içindeki aynayı temizlemesine benzetiyor: “Doğaya bakarak Allah’ın hikmetini düşünmek güzeldir. Ama orada bulutların mavisi bile insana bir başka gelir. Oradaki manevî iklimden istifade edebilmek için duaları sadece okumamalı, ihlas ile kalpten diliyerek içinde hissetmeli insan. Başka bir tabirle aslında kitabı kapatıp kalbi açmalı…” Michaela hayatında ilk kez içtiği zemzem suyunu çok beğendiğini, ne kadar çok içse de insanın hiç tuvalet ihtiyacının olmadığını ve vücudun zemzemi sanki kendiliğinden emdiğini de belirtiyor. Her yerde uçuşan ve yorulduklarında buldukları ilk yere konan kuşlar, Allah’ın hikmetiyle hiçbir zaman Kabe’nin etrafında uçmuyor ve üstüne konmuyorlar. Kabe’yi tavaf ederken arkadaşı ile birden Hicr-i İsmail makamına girmeyi başardığında Hz. Aişe’nin (ra) buyurduğu bir rivayeti aklına getirerek bu duruma çok şükretmiş Michaela: “Orada duran sanki kabenin içinde duran gibidir.” Milyonlarca insanın arasındayken Kabe’ye o kadar yakın olmanın mutluluğunu ise şöyle anlatıyor: “Sanki zaman durdu ve biz o an dünyanın en mutlu insanları seçildik. Hac emrini yerine getirmek kesinlikle diğer ibadetlere benzemiyor. Hac Müslüman için bilinçli bir bağlılık ve sırlarını keşfetmenin bitme- 52 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 mesini istediğiniz bir belirsizliği şekillendiriyor. Burada herkesin yanlız yaptığı ibadetlerin aksine, buraya gelen bütün Müslümanlarla karışma, beraberlik ve bütünleşme yaşanıyor.” Hacer’ul Esved taşı da Michaela’yı çok etkilemiş. Tavaf ederken, ona neredeyse elini sürmek nasib olacakken Mekke halkı duyulan ezan için saflara dizilmiş ve Kabe’nin etrafındaki görevliler de Kabe’nin yanında duranları gitmeleri için sertçe uyarmış. O taşa elini sürüp öpenin cennetle müjdelendiğine inanan Michaela, bunu Hac’dan sonraki zamanında da ahiret için emek göstermeye ve Allah’ın yolundan hiçbir zaman ayrılmamasına bir işaret olarak yorumluyor. Hac’dayken kendisine en çok keyif veren şeyin, saatlerce Allah’ın mabedi olan Beytullah’a, Kabe’ye bakarak saatlerce öyle kalmak olduğunu anlatıyor: “Kabeye bakmak olağanüstü bir keşif. Allah’ı hiçbir zaman terketmek istemiyorum. Bu da sadece bir şekilde mümkün. Burada yaşanandan ayrılmamak için, burada gördüklerimi ve hissettiklerimi kalbime almalıyım. Çünkü Allah’ı arayan Jerusalem’de veya Mekke’de bulamaz, kalbinde aramadıktan sonra. Kabe kadar mukaddes bir emaneti kalbe almak için de, insan önce kendisinden, kendi nefsinden vazgeçip, bütün varlığı ile kendini kabenin sevgisi uğruna feda etmeli.” Mekke ve da vefat etmeyi ve Allah’ın kendisinden memnun olduğu bir şekilde bu hayattan göç etmeyi hayal ediyor. Allah’ın çağrısıyla bütün dünya meşgalesinden manevî bir elle çekilerek yanlızca Allah’ın anıldığı bir yerde korunma duygusuyla, “La ilahe illallah muhammeden rasulullah” lafzının tam manasına erişiyor orada insan. Hatıralarına değinmek istediğimiz diğer yazar Hagar Spohr. Bir şeyh ile evlendikden sonra Müslümanlığı kabul edip en doğru şekilde yaşamaya gayret gösteren ve birçok kişinin hayatına örnek olarak yön veren bir hanımefendi. Spohr Müslüman olduktan sonra hayatındaki her şeyin değiştiğini ve sanki kendisine ikinci kez yaşama şansı verilmiş gibi hissettiğini açıklıyor ve ömrün her anını Allah’a şükrederek geçirmeyi herkese tavsiye ediyor hatıralarında. Ayrıca kitabında eşiyle ziyaret ettiği birçok şeyh, hoca ve kutsal yerlerden topladığı hatıra ve tecrübeleri sevinçle yazmış ve okurlarına sanki ziyaretlerinde onlarla birlikte gitmiş gibi bir duygu vermiş. Müslüman bir kadın olduktan sonraki hayatında kendisine çok kez sormuş neden ve nasıl bu yola geldiğini, onu bu yola yönelten sebepleri ve bundan sonra olacakları. Sonra kendisine kızmış ve her şeyin Allah’tan olduğunu ve onun kartlarına bakmak gibi bir lüksümüzün olmadığına iman etmiş. İnsanın Allah’a olan güveninde en küçük hasar bulunmamalı ve başa her ne gelirse gelsin ondan geldiğini bilmeli, böylece kendini daha güvende hisseder ve Rabbine en güzel şekilde itaat eder insan, Spohr’a göre. Bu duygularla, eşiyle Hac yapmaya niyetlenerek, bir Müslüman olarak üzerine farz olan görevi yerine getirmek istemiş. Kutsal topraklara ayak basınca kendisine sunulan bu güzel nimete çok şükretmiş. Orada olmanın sevincini kendisi şöyle anlatıyor: “Sevinciniz içinize sığmıyor. Sanki sevinçten patlayacakmış gibi oluyorsunuz ama kimseyi de bu mutluluktan haberdar edip kıskandırmak istemiyorsunuz. Ama sonra bunun önem taşımadığını anlıyorsunuz, çünkü herkes sizinle aynı durumda. Sanki herkes büyük çekilişte aynı talihli numarayı seçmiş. Ödülüyse Allah’ın mabedi!” Kutsal topraklardayken insan Allah’a en yakın yerde olduğunu biliyor ve bundan dolayı başına gelen bütün sıkıntılara rağmen sabredince, Allah’ın sevgisini ve teşekkürünü adeta içinde yaşıyor. Susadığınızda, bir yerden zemzem içmek için kalktığınızda, birden size bir bardakta zemzem ikram eden bir çocuk buluveriyorsunuz ve her şeyde saklı olan hikmetler ordayken bir bir açığa çıkıyor adeta: “Orada duyulan ezan hiçbir ezana benzemiyor. Sanki herkesi kendisine çekip herkesin misafiri oluyor ve diğer ezanlardan farklı ve daha uzun süre sizde kalıyor.” Spohr orada kıldığı namazların tadını hiçbir yerde tatmadığını ve yeryüzünden oraya inen meleklerin adedini düşününce insanların neden bu kadar huzur içinde olduklarının anlaşıldığını belirtiyor: “Mekke bütün sevgilerin buluştuğu yer. Orada Allah kullarına olan sevgisini gösteriyor. Ve kulları da Allah’a olan sevgisini. Bir damlanın denize düşüp, “İşte şimdi ben de denizim” demesi gibi, siz de bütün yabancı ve yanlış gelen duygulardan arınmış bir halde sevginin denizinde huzur buluyorsunuz.” Hagar Spohr ve eşi kırk hacı eşliğinde, hem Hac’dan önce hem de Hac’dan sonra birçok evliya ve peygamberi ziyaret ederek birçok manevî iklimlerden geçmişler. Planda 6 hafta varken, Allah’ın bir hikmetiyle iki buçuk ay Almanya’dan uzakta, pek çok insanla tanışmış ve hep başka ülkelerde konaklamışlar. Türkiye, Irak, İran, Ürdün, Kudüs ve Şam gibi daha birçok yerden geçerek evliya ve peygamberlerin makamında el açıp dua etmiş ve sevdiklerinin selamını iletmişler. Michaela ve Spohr gibi birçok Avrupalı Müslüman bizlere aslında İslam’ın ne kadar kıymetli bir din olduğunu hatırlatıyorlar. Bazılarımız Müslüman olarak doğmuş ve büyümüş ve hep İslam kültürünün hakim olduğu bir çevrede yaşayan insanlarız. O haldeyken İslam’ın bize sunduğu nimet ve güzelliklerin değerini bazen yeterince kavrayamıyoruz. “Oyuna” sonradan katılan ve bu oyunda oyuncu olmanın ne büyük bir nimet olduğunu bize söyleyen, hatırlatan “yabancılara” ihtiyacımız her zaman çok önemli o yüzden. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 53 Dünya Myanmar‘da hâlâ çözüm yok! Arakan Yine Kan Ağlıyor Son gelişmelere göre Myanmar devleti, Rohingiya asıllı Müslümanlara karşı Budist çoğunluğu da yanına almış durumda. Budist rahipler Arakanlı Müslümanların tamamıyla derhal ülkeden çıkarılmasını istedi. » Hakkı Yazar [email protected] B urma’nın (Myanmar) Arakan Eyaleti’ndeki Rohingiya asıllı Müslümanların dramı, dünyanın sessizliği sebebiyle giderek daha da kötüleşiyor. T. C. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bölgeye ani bir ziyaret yapmasıyla dünya gündemine yeniden gelen Rohingiya asıllı Müslümanların durumu, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın yaptırımı olmayan protestosu neticesinde yeniden kendi hâline terkedildi. T. C. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Myanmar Cumhurbaşkanı Thein Sein’i ziyareti esnasında durumdan duyduğu endişeyi dile getirmesi üzerine, nisbî bir yumuşama gösteren Burma yönetimi, buna rağmen sorunun temelindeki resmî tutumla ilgili olarak herhangi bir değişik yapılmayacağını açıkladı. 54 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 1982 yılında çıkarılan bir vatandaşlık yasasına göre Rohingiya asıllı Müslümanlar, ülkenin kuzey, doğu ve güney kesimlerinde yaşayan çeşitli azınlıklarla birlikte yabancı statüsüne tâbi tutulmuştu. Kanuna göre devleti yönetenler, ayrıca kimin vatandaşlık haklarından mahrum edilebileceklerine bizzat karar verebileceği için de bu yasa pek çok etnik gruba karşı silah olarak kullanılıyor. Gelinen süreçte ise Myanmar devleti, Rohingiya asıllı Müslümanlara karşı Budist çoğunluğu da yanına almış durumda. Eylül ayı başında yapılan genel gösterilerde yüzlerce Budist rahibi Arakanlı Müslümanların tamamıyla ve derhal ülkeden çıkarılmasını istedi, çıkmayanların ise kanlarının dökülmesinin Buda’nın arzusu olduğunu iddia etti. Myanmar hükümeti, ülkede Rohingiya karşıtlığını artık neredeyse tamamen halka bırak- T. C. Dışişleri Bakanı Burma Cumhurbaşkanı ile mış durumda. Uluslararası bir üne sahip olan ve Nobel Barış Ödülü de almış olan muhalefet lideri Aung San Suu Kyi bile bu konuda hükümetin yanında yer alıyor. Suu Kyi 1948 yılında Burma’nın bağımsızlık lideri olan Babası General Aung San tarafından yapılan vatandaşlık yasasını gündeme getirmediği gibi, 1982 yılında çıkan vatandaşlık yasasına da itiraz etmiyor. Kendisine Rohingiyalıların durumu sorulduğunda “Onların Burma vatandaşı olup olmadıklarını bilmiyorum” gibi muğlak ifadeler kullanarak rejimi destekliyor. Hâlbuki, babasının 1948’de kurduğu ilk hükümette iki Rohingiyalı Müslüman Bakan olarak görev yapmıştı. Bununla birlikte, 1982 yılında çıkan vatandaşlık yasası, çeşitli etnik gruplara 1823 yılından önce Burma’da yaşadıklarını isbat mecburiyeti getirirken, resmî kayıtlara “gizlilik” gerekçesi ile bakılmasını da engelliyor. Haziran ayından beri süren saldırılarda sayıları yüzbinleri bulan Rohingiyalı Müslüman evlerini terkederek kamplarda yaşamaya başladılar. Polis ve sınır güvenlik güçleri evlerini terketmeyen Müslümanlara saldırı yapmak isteyen Budistleri organize ederken, direnen Müslümanların öldürülmesine de göz yumuyor. Hatta, Müslümanların kendi evleri devlet mülkü sayıldığı için bu mülkü koruyamadıkları gerekçesi ile de pek çok evi yakılan Müslüman hakkında soruşturma açıldı. Bu arada Myanmar hükümeti evleri yakılan ya da yağmalanan Müslümanların geride kalan tüm varlıklarına Budist halk tarafından el konulmasına göz yumuyor. Türkiye, Malezya, Endonezya ve Suudî Arabistan gibi ülkelerin tepki gösterdiği son gelişmeler üzerine Myanmar hükümeti olayların soruşturulması için bir komisyon kurdu. Ancak komisyonda Müslümanlara karşı olayları organize eden siyasal partilerin temsilcilerinin yanı sıra Rohingiyalı Müslümanların yasadışı göçmen olduğu ve dolayısı ile ülkeden çıkarılmasını isteyen, bu amaçla da Müslümanlar aleyhine gösteriler yapan sözde muhaliflerin yer alması, komisyonun göz boyamaya yönelik olduğunu gösterdi. Çünkü komisyonda Arakan (Rohingiya) asıllı hiçbir Müslüman bulunmuyor. Öte yandan, Rohingiya asıllı Müslümanlara karşı oluşan hava sebebiyle ülkedeki diğer Müslümanlar da Rohingiyalılar ile ilişkilerini asgarî düzeyde tutmak zorunda kalıyor. Çünkü, onlar da Rohingiyalılar gibi vatandaşlıktan atılma endişesi taşıyor. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 55 Portre d e m m a h Mu idullah Ham in m i l  r i B i s e r t Por ız apayaln y e d in diği liği iç a geniş şamasının ver c n la o e ya anın h, düny e vuslat halind azdı. a l l u d i il Ham eksik olm Sahibi iç ıl s h a n a e d idi. Am sürur, yüzün AROĞLU ŞE MİM tmail.de e Y v A r » u z ho hu ce z a e m 56 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 @ H indistan ve Pakis tan’ın he nüz tek b ir devlet Türkçe, Fa o lduğu 19 Ocak 190 rsça, Sansk 8 yılında, ritçe d a bulundu Haydarabad şehri ğu toplam , İtalyanca ve Rusç nde doğa a’n ta 17 dil bilm nın yetişt n Muham med Ham ekteydi. H ın irdiği en idullah’ın in b b ü disir yük İslam i olarak z ha döneme h almıştır. A ihinlerde alimlerind as bir nit yatı o m y ilesinden en e e r edecek d Hamidu elikte yol almış old ardından olan Muh llah, 19.12 uğu ilköğ D klasik me a .2 m e 0 v 0 letleri’nin renimin drese öğre Hamidull Florida ey 2’de Amerika Birle nimine b ah, Daru’l Hakk’a yü şik aletinde, 9 a -U şl rü a 6 yaşında lu Osmaniye müşt yan iken Üniversite m Medresesi’nden 1950’den 19 ür. sonra si’nde oku 7 Haydarab 5 ’ e k a m d k u a ü r şt lt u a T e d r. ü leri ve İsla kentinde tirdikten m enstitü rkiye’deki ilahiyat fa hukuk fa öğrenciye son lerinde ye kültesini h o Friedrich-W ra, Almanya’nın tişen yüzle c Bonn şeh bikendi alan alık yapan âlim, he ilhelm R r biri daha rce ınd rinde en Ünive letler Huk son rsitesinde yetiştirmiş a söz sahibi olacak uku’’ alan ında ilk d birçok tale ra tir. Prof. D “DevAlmanya’n o b r. k e de Süreyya S tora çalışm ın Salih Tuğ ırma, Pro , Prof. Dr. asını, ci doktora Tübingen Ünivers f. İh D it la r. sa esi’nde ise çalışmasın rdan sade ı ce birkaçıd Yusuf Ziya Kavakçı n ikinve özellik le siyer ilm yapmıştır. İslamî il bunkelimenin ır . Y a n i H im amidullah ine olan m tam anlam 1936 yılınd Ho erakından lere ıyla “hoca a Sorbonn Talebeleri la dolayı e Ünivers rın hocası ca konuda ö n d e n P itesi’nde (P ro ” ğrenim gö idi. k f. e D ndisinin d aris) rme dan da do e bizzat şa r. İhsan Süreyya Sır aktarmak ktora dere ye devam etmiş ve bu ma h it olduğ tadır: Pa cesi bu Paris’e yerl ris`te Ha u bir olayı şöyle haftalık d eştikten so ni almıştır. 1947 y ramid erslerden ılında nra akade ünü gidere birinde, v ullah Hoca’nın mik çevre men hiç k k artmış v akit ge le im e rd de ders ve F se gelmem rmeye başl ransa dışındaki ülk eki dikten son işti. Bir sa lmesine rağe a ra le ate y m rde ben, erken ıştır. Ne yazık müsaade gelerek ya akın bekleki hiç um is te Fransa’da ktı yerek sön ulmadık bir dizi ko midullah dürmek is ğım sobayı bir zama nferans ve H o ğu bir dön n te c d miştim. H a bana k a, rme tonuyla “ emde Hay aBurası bir ararlı ve manidar darabat’ın k için bulundudan işgal bir ses k H e edilmesin m z in a k d z a is , p o ta a tu n n ırsa r karş tarafıne gösterdiğ rultuda ele i te kişiye ders ıma!’’ diyerek, bir sa bir daha açılaldığı yaz i anlatır g ılardan do pki ve bu doğat boyunc girmesine ibi layı mem a 50 talebesiyle izin ve leketine bitirmişti. o günkü programın 0 Bundan so rilmemiştir. ı tek Sırma, H nraki yaşa devam ett amidullah ntısını “va iren âlim, ta ’ı v n prensip iz vermey 1948’den so tansız’’ olarak dönmeme lerinden e nra ülkesi ye karar ilim adam n biri olduğunu ve a n v bir ilim ad sla e geri ı yapan ö ermiştir v teci olara a z e siyasal m e k Fransa’d tı ll ını, iğ rl a in tıyordu. H de bu bir müla k Türkiye’de n kendisin almıştır. Pakistan’d işleyişi, ola amidullah Hoca’n olduğunu haan ve ın dili, ko e gelen va ylara yak ni nezake tandaşlık nuları laşımı, m tle g ğu, ehil o teklifleriutedilliği, lmadığı k na da hiçb eri çevirmiş ve Fra doğruluonularda nsız vatan yargılarda ir zaman b konuşmay daşlığıbulunmay aşvurmam Fransa, M ışı, ışı ona ha ıştır. Hamidull ısır, Pakis s bir davra keyfî mak üzere a tan ve Tü h H nış idi. o c a’ n na sirayet birçok ülk rkiye başt etmişti. P ın tevazusu bütün enin üniv a oller ve kon a hay ri e rsit fera semtlerin s’teki evi, den birin Paris’in m atıda Türkiy nslar veren Hamid elerinde dersd e e , rkezi e’ye gelere so dört katlı ullah, 1952 n katı du eski bir b k yılınrumunda edebiyat v in an e hukuk fa İstanbul Üniversit o d lan çatı k an ibaret esi’nde kü idi. Nered atında, ik ın Ankara v i e e Konya Ü ltelerinde, ardında y oda S se a dece eski, n niversitele çe dersler küçük bir hiçbir mobilyası yo rinde üste İzmir, vermiştir. is ktu ç k alışma ma emle, eski, lik Türksası ile bir . küçük ve Batılıların n iki e p si ort , bir rahle kütüphan Muhamm ve duvarla atif bir daktilo ma e kösteb ed Hamid b a kie şk rı ği dedik a bir eşya ull kın eser v leri bulunmuy dolduran kitaplard e farklı dil ah hayatı boyunca ö ğ a o n re rd nci evinde 40’a yalerd makale te n bile dah u evinde. Sıradan b lif etmiştir. e yayınlanan 1000 a ir B m üyük bö ütevazi ’i aşkın Batı düny 96 yıllık ö lümünü “vatansız’’ idi. asında İslâ m olara rü nınmasın nde hiç ev m’ın doğru da bette’’ geç lenmemiş k geçirdiği biçimde ta ti ğ Urduca, F büyük rol oynaya ti, Ömrü in den evlad “g n âlim, A ran rak hiçbir rapça, şeye sahip , akraba, mal-men ureserler ne sızca, Almanca ve al olaolmayan şretmiştir. yanın olan İngilizce’d Ha e telif ca genişliğ Bu dilleri n dışında i içinde ya midullah, dünasıl Sahib , içinde payalnız id i ile vusla t halin i. Am huzur ve sü rur, yüzün de yaşamasının ve a rdiği den hiç ek sik olmaz dı. E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f 57 Kitap Tanıtımı HACC Kalbe Yolculuk Dr. Ali Şeriati ÖZGÜN YAYINLARI Hacc mı?... Hacc, O’na dönüşün bir göstergesidir; O, mutlak ebediyettir, O, sonsuzdur. O’nun sınırı, ucubucağı yoktur. “O’na” dönüş, mutlak kemâl, mutlak iyilik, mutlak güzellik, mutlak güç, ilim, değer ve hakikate doğru hareket etmek; yani Mutlak’a doğru hareket, mutlak kemâle doğru mutlak hareket, ebedî hareket demektir. Yani sen, bir “ebedî oluş”sun, bir “sonsuzluk hareketi”sin. Allah senin “durak yeri”n değil, “maksad”ındır. Allah, senin seyrü sefer çizginin en son noktası değildir. Seçim seferin, ebedî hicretin, öyle bir cadde, öyle bir yol üzerindedir ki onun son noktası yoktur. Çeşitli Dinlerde ve İslam’da Kurban Prof. Dr. Ahmet Güç DÜŞÜNCE KİTABEVİ İdeal manada kurban, Allah ile olan gönül ilişkisinin bir göstergesi ve kulluk şuurunun zenginleştirilmesidir; Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi, “Allah, değil biricik oğlumu, canımı isteseydi onu da seve seve verirdim” şeklindeki fedakarlığın; Hz. İsmail örneğinde olduğu gibi, “Babacığım! Allah sana nasıl emrediyorsa öyle yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın!” şeklindeki teslimiyetin en güzel ifadesidir. Hz. Musa döneminden itibaren M.S. 70’te ikinci mabedin yıkılışına kadar geçen süre içindek Yahudilik’de başlıca ibaret şekli olan kurban, Hıristiyanlıkta farklı bir boyuta çekilmiştir. 58 P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 Michaele Mihriban Özelsel KAKNÜS YAYINLARI Halvette 40 Gün’ün yazarı Dr. Michaela Mihriban Özelsel, Sufilerin “aşk yolu”na girişinin öyküsünü, “varoluşumun en yüksek en aşağı noktası” dediği hac deneyimi eşliğinde anlatıyor. Batılı bakış açısından, hasta ve tamamen halsiz düşmüş bir halde Suudi Arabistan’ın tozlu yollarına yatışım, varoluşumun en aşağı noktalarından biri. Başka bir bakış açısındansa, varlığımın amacı ve anlamı haline gelmiş manevî yoldaki en büyük ibadetlerden birini gerçekleştirdiğim için, en yüksek noktam. Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri Prof. Dr. Ali Murat Daryal M.Ü. İLAHİYAT FAK. VAKFI İslam’da kurban genel olarak ibadetlerin takip ettikleri seyre zıt bir seyir gösterir. Müslümanlar bunu tabii karşılarlarken Batılı Hıristiyan şer odakları bu zıt oluşumu Müslümanların aleyhinde kullanmak ve onları aldatmak için, onda kendi hesaplarına istismar edecekleri malzeme bulmak istemişlerdir. Bu taarruz ve hücumlar daha önceleri kendi tabiî seyrine göre gelişirken meselenin siyasileşmesi ile beraber hızını ve şiddetini çok daha fazla arttırmıştır. Kurban bedeli 60 100 € * P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012 CMYK:100,0,100,0 - HKS:HKS 54 - PANTONE:347 EC - PANTONE solid coated: 355 C