Minik Yüreklerin Büyük Aşkı: Kabe Kurban ve Bayram

advertisement
“Güvenlik Ortaklığı”
Güven Vermiyor
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ
EYLÜL/EKİM 2012 yıl 18 | nr./sayı 213-214
“Güvenlik Ortaklığı”
girişimi, İslamî
dindarlığı
entegrasyon
bağlamında
sorunsallaştırmayı
hedefliyor.
Sayfa 8
Kulluğun Arzı
HACveKuRBAN
Minik Yüreklerin
Büyük Aşkı: Kabe
sayfa 47
Seçilmiş Hacılar
İslam ile şereflenen Batılı
hacıların hatıraları.
sayfa 50
Kurban ve Bayram
Doç Dr. Recep Cici ile söyleşi
sayfa 32
Selamların
en güzeli
ile
Kurban Bayramı Yaklaşırken
U
zun bir aradan sonra, yeni sayımızı,
yeni bir tasarım ile sizlere sunmaktan dolayı mutluluk duyuyoruz.
Uzun zamandır, siz değerli okuyucularımızın eleştiri ve taleplerini değerlendiriyor, Avrupalı Müslümanları ilgilendiren
konularda, yine Avrupa’dan, içeriden bir bakış ile
sunmaya çalıştığımız haber ve yorumları, içeriğinin kalitesine yakışır bir tasarım ile sizlere ulaştırmak istiyorduk. Uzun süren çaba ve arkadaşlarımızın özverili çalışmalarıyla hedefimize her geçen
gün biraz daha yaklaştığımızı sanıyorum.
Geçtiğimiz günlerde gündemimizi meşgul eden
konuların başında, Almanya’daki sünnet yasağı ve
İçişleri Bakanlığı’nın kimi İslamî çatı kuruluşları
ile ortak olarak hareket ettiği, “Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’’nin Müslümanları ötekileştirici tavrını sürdürdüğü kampanya girişimi vardı kuşkusuz.
Bizler, sunî bir şekilde gündeme getirilen sünnet
yasağı gibi, güvenlik ortaklığı inisiyatifinin de yanlışlığını en başından belirtmiş, devletin Müslümanlarla ilişkilerine hakim bu bakış açısıyla bir adım
dahi yol alınamayacağını pek çok platformda ifade
etmiştik. Müslümanların kasıtlı ve sürekli olarak
radikalizm ve terör ile yanyana getirilmeye çalışılması ve İslamî dindarlığın sorunsallaştırılması,
artık vazgeçilmesi gereken yalnış bir siyasettir ve
ümidimiz odur ki, yetkililer bu siyasette ısrar etmekten bir an önce vazgeçerler.
Gündemin yine en önemli konularından olan,
Efendimize (s.a.v.) hakaret ve iftira dolu sahneler
içeren “Müslümanların Masumiyeti’’ filmi ise, yönetmen ve yapımcılarının dahi gizlemediği provokatif amacına ulaşmış göründü, haftalar boyunca.
Film ile amaçlananın ne olduğunu ve bir Müslüman için soğukkanlı davranmaktan daha makul
bir hareket tarzının olamayacağını yazarlarımızdan
Ömer Gencer ifade etmeye çalıştı.
Yepyeni bir tasarım ile beğeninize sunduğumuz
dergimizin bu sayısında Hac ve Kurban (Bayramı)
konularını ise ana-dosya konuları olarak seçtik.
Hacc’ın diriltici iklimini, hâli-vakti yerinde her
Müslümana farz kılınışının hikmetini hatırlamak
ve hatırlatmak istedik. Esra Çöloğlu’nun kaleme
aldığı, İslam ile müşerref olmuş Batılı Müslümanların Hac tecrübeleri ise, bu kutsî eyleme “dışarıdan’’
bakan gözlerin/kalplerin içinden geçenleri öğrenmek adına hepimizi zenginleştirici nitelikteydi.
Bununla birlikte yaklaşan Kurban Bayramı,
kurbiyetin, Allah’a yakınlaşma çabamızın en önemli simgelerinden biri olarak hatırlanmayı ve üzerinde yeniden düşünmeyi gerekli kılıyordu. Tüm dünyanın görmezden gelmeye devam ettiği Arakanlı
Müslümanların durumunun her gün yüreğimizi
yeniden dağladığı son günlerde, Arakanlı kardeşlerimiz gibi, dünyanın farklı yerlerinde zulm altındaki bütün kardeşlerimizi Kurban Bayramı vesilesiyle
hatırlamak, onların her zaman yayında olduğumuzu tekrar etmek, Allah’a yakınlaşma çabasındaki
her Mü’min gibi bizim de göz ardı edemeyeceğimiz
bir “vazife’’ idi.
Gerek tasarımı, gerekse içeriğiyle takdir edeceğiniz kalitede bir dergi hazırladığımızı umuyoruz.
Yeni sayımız da, özellikle yaşadığımız coğrafyalardaki gelişmelere dair siz okuyucularımıza Müslümanca bir bakış, bir “perspektif ’’ kazandırabilirse,
kendimizi vazifemizi yerine getirmiş sayacağız.
Kalbî selamlarımla
» Mustafa Yeneroğlu
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
3
İçindekiler
Gündem
8 “Güvenlik Ortaklığı’’
Güven Vermiyor
“Güvenlik Ortaklığı” girişimi birçok
ilim adamına göre de, öncelikli gaye
olarak Müslümanların asimilasyon
sürecini hızlandırmayı, baskı ve suçlamalarla İslamî cemaatleri edilgen
hale getirmeyi, İslamî dindarlığı
entegrasyon bağlamında sorunsallaştırmayı hedeflemektedir.
26
SÖYLEŞİ
Avusturya’da
Müslümanlar
Toplumun Bir
Parçası
Avusturya Entegrasyon Müsteşarı
Sebastian Kurz devletin ülkedeki Müslümanlarla ilişkilerini
anlatıyor.
Gündem
12 Almanya’da
Sünnet Yasağı
Köln Eyalet Mahkemesi Müslümanların ve Yahudilerin çocuklarını sünnet etmelerini suç olarak değerlendirdi ve sünnetin yasaklanmasını istedi.
G ÜNDEM / Y O R U M
16 Bu Filmi
Görmüştük
Müslüman yazarlar, Libya ve
Mısır başta olmak üzere birçok
islam ülkesinde vuku bulan
gösteri ve elçilik saldırılarının
yanlışlığına değinirken filmi provokatif buluyorlar.
28
AVRUPA/YORUM
İslam’a Bozuk Bakış
Müslümanları sadece bir güvenlik
ve entegrasyon sorunu olarak gören Avrupa ülkelerinin yaklaşımı
her hangi bir şekilde örneklik
teşkil edemeyecektir.
19 A V R U P a
Avusturya’da
İslam’ın Tarihçesi
100 yıl önce İslam’ı resmen tanıyan
Avusturya’da Müslümanlar orduda
dahi görev almış ve dinleri ile ilgili
birçok imtiyaza sahip olmuşlardır.
SÖYLEŞİ
22 Avusturya’da
İslam’ın Resmî 100 Yılı
Avusturya İslam Cemaati (IGGiÖ)
Başkanı Dr. Fuat Sanaç İslam’ım
Avusturya’daki varlığının dününü ve
bugününü anlatıyor.
İslam Toplumu Milli Görüş
Aylık Yayın Organı
EYLÜL/EKİM 2012
yıl/JG.: 18 nr./ sayı 213-214
29
İ s la m v e h aya t
Çeşitli İnançlarda
Kurban Geleneği
İslamî terminolojide “Allah’a
yakınlaşmak niyetiyle ve yalnızca
Allah rızası için, kurbanlık olma
vasfına sahip belirli hayvanların, eyyâm-ı nahr, yani Kurban
günlerinde kesilmesi” olarak tarif
edilir kurban.
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen, Deutschland | Tel.: + 49 2237 656-0 • Fax: +49 2237 656-555
www.igmg.de | E-Mail: [email protected] | Herausgeber / Yayıncı: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî
Görüş e.V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) adına Kurumsal İletişim Başkanlığı | Vertreten durch den
Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü, Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender
| Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P) | Editor/Editör: Ahmet Faruk
Çağlar | Redaksiyon/Design/Tasarım: İlhan Bilgü | Im Auftrag der IGMG durch 99names Design GmbH
32
SÖYLEŞI
Doç. Dr. Recep Cici
ile Kurban ve
Bayram
Üzerine...
Doç. Dr. Recep Cici Kurban ve
Kurban Bayramı çerçevesinde
yapılan tartışmalardaki çeşitli
sorulara cevap veriyor.
d o s ya
44 Âşık Olan Beri Gelsin
Kutsal topraklara ayak basmanın verdiği manevîyat şüphesiz
çok yüce.
D O S YA
47 Minik
Yüreklerin
Büyük Aşkı: Kabe
Aileleriyle Umre yapmaya gelen çocuklarla tanışma fırsatım
oldu. Bu bağlamda çocukların,
büyüklerden çok daha farklı
olan Umre izlenimleri ve tecrübeleri dikkat çekiciydi.
d o s ya
Hacılar
50 Seçilmiş
İslam ile şereflenen Batılı hacıların hatıraları 19. ve 20. yüzyılda yayınlanmaya başlamış
ve git gide popülerleşmiştir.
36
İ s la m v e h aya t
Umutla Bizleri
Bekleyenler Var
Bekleyenin umudu olmaya devam eden Hasene hayır, iyilik ve
güzellikler tohumunu yeryüzünün
mazlum ve mağdur, kurak topraklarına saçmaya devam ediyor.
D ü n ya
54 Arakan
Yine
Kan Ağlıyor
Burma’nın Arakan Eyaletindeki Müslümanlar hâlâ yerli
sayılmıyor. Şimdi de Budist
rahipler zulme öncülük ediyor.
56
40
d o s ya
Haccın Hakikat ve
Hikmeti
Dünyanın farklı yerinden yola
çıkıp, aynı amaç uğrunda bir araya gelen Müslümanların, Allah’a
kul olabilmenin gayretini kolektif
olarak ortaya koyan ve derunî
manada bir bilinç oluşturan
ibadettir Hac.
P O RTRE
Muhammed
Hamidullah
Hamidullah, dünyanın olanca
genişliği içinde yapayalnız
idi. Ama asıl Sahibi ile vuslat
halinde yaşamasının verdiği
huzur ve sürur, yüzünden hiç
eksik olmazdı.
3 Editör’den
4 İçindekiler, Künye
6 Gündemden Kısa Kısa
58 Kitap Tanıtımı
erstellt.
IGMG adına, 99names design GmbH tarafından hazırlanmıştır. Merheimer Str. 229, 50733 Köln • Tel.: +49 221 942240-0 | Die in der Zeitschrift veröffentlichten
Meinungen binden die ­Autoren, nicht die IGMG. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Anzeigenservice / İlan Servisi: Tel.: +49 221
942240-0 | Fax: 0221 942240-119 • E-Mail: [email protected] | Abonnement / Abonelik: IGMG Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Mitgliederbetreung:
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen | Tel.: +49 2237 656-0 | Fax: +49 2237 656 555 | E-Mail: [email protected] | Jahresabonnement / Yıllık abone ücreti:
59,-EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. / IGMG Genel Merkez Üyelerine ücretsizdir. | Bankverbindung/Hesap
No: Bank Austria: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW
Gündem
Gündemden kısa kısa
6
Hamburg’da
Berlin’deki
Hak Eşitliği’ne
Müslüman Mezarlığı
Adım Adım
Ekim Ayında Doluyor
 IGMG’nin de üyesi olduğu İslam Şurası, DİTİB,
İslam Kültür Merkezleri (VİKZ) ve Hamburg Alevi
Dernekleri tarafından 2007 yılından bu yana, Hamburg eyaleti ile “Hak Eşitliği Antlaşması’’ için yürütülen müzakereler tamamlanıyor.
Antlaşma, İslamî grupların haklarını güvence altına almak için bayramlar ve cenaze törenleri, dinî
vazife ve ibadetlerin daha kolay yerine getirilmesi
ve buna benzer birçok konu hakkında düzenlemeler içeriyor.
Buna göre, İslamî bayramların ilk günü öğrenciler okullarından izinli olacak, dinî toplulukların
temsilcileri doğrudan muhatap kabul edilecek ve
din dersleri müfredatını İslamî derneklerden oluşan
ortak bir komisyon belirleyecek. Böylece Hamburg
eyaleti Müslümanların çoğulcu ve dünyaya açık bir
Almanya’da kabul edildiği ve ülkenin bir parçası
olarak tanındığı sinyallerini veriyor. Antlaşmanın
eksikliklerine rağmen Müslümanların kurumsal
kimliklerini dikkate almış bir adım olmasının diğer
eyaletlere de örnek teşkil etmesi bekleniyor.
 Prusya Kralı I. Wilhelm 1866 yılında Tempelhofer adı verilen araziyi dönemin Türk cemaatine
tahsis etmişti ve arazi o günden bu yana Müslüman
Mezarlığı olarak kullanılıyor.
Tarihi olarak koruma altında olan bu bölgede
aynı zamanda Şehitlik Camii de yer alıyor. Bununla birlikte, Avrupa’nın en eski mezarlıklarından Columbiadamm Mezarlığı’nda Müslümanlara tahsis
edilen bölümde sadece 50 cenazelik yer kaldığı
bildirildi ve kapasitenin ekim ayında dolacağı düşünülüyor, daha sonra ise Müslümanların cenazeleri
Spandau semtindeki Gatow mezarlığında defnedilecek.
Aslında
Columbiadamm
Müslüman
Mezarlığı’nın eski havaalanı Tempelhof’a komşu
olan araziyi kapsayacak şekilde genişletilmesi talep
edilmişti ancak Senato başkentli Müslümanları büyük hayal kırıklığına uğratarak talebi geri çevirmişti.
P e r s p e k t i f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
Almanya’da
Suriye İçin
Irkçı Saldırılar
Çözüm Arayışları
Huzursuzluk Veriyor
Sürüyor
 Almanya’nın Hanau şehrinde bir camiye, 3
Eylül tarihinde bir kişi tarafından kundaklama girişiminde bulunuldu. Kimliği belirsiz kişinin, cami derneğinin raflarından bazı eşyaları yere attığı, daha
sonra da yere benzin döktüğü, ancak imamın sesini
duyunca kaçtığı belirtildi.
Ayrıca yine Hessen Eyaleti’ndeki Haiger kentinde de, cami önünden araçla geçen bir grubun
caminin önündeki Müslümanlara hakaret ettiği ve
insanları tehdit ettiği kaydedildi. Görgü tanıklarının
verdiği ifadelere göre, grup İslam karşıtı sloganlar
attı.
Öte yandan, Aachen şehrinde 45 ve 52 yaşlarında iki Türk bayan, ırkçı saldırganların şiddetine
maruz kaldı.
Aynı şekilde Betzdorf’ta bir Türk ailesinin evleri
kimliği belirsiz iki kişi tarafından basıldı.
Almanya’da camilere ve Müslümanlara yönelik
artan ve son bir ayda gerçekleşen ırkçı saldırılar huzursuzluk veriyor.
 Başta Halep olmak üzere Suriye’nin birçok
şehrinde Özgür Suriye Ordusu ile Beşar Esad güçleri arasındaki çatışmalar 18 aydır devam ediyor.
Ürdün’de 85.000’den fazla, Türkiye’de yaklaşık
80.000, Lübnan’da 67,000 ve Irak’ta 22,500 Suriyeli
mülteci bulunuyor. Ülkelerinde yaralanan birçok
Suriyeli Türkiye’deki hastanelerde tedavi görüyor.
Suriye’deki çatışmaların durması için siyasi ve diplomatik yollardan çözümler aranıyor.
Avrupa Birliği, ülkedeki çatışmalara karşı şu
ana kadar pasif kalmasına ve Libya’daki refleksi
Suriye’de göstermeme politikasına bir son vererek
Suriye’ye yaptırımları sıkılaştırmaya hazırlanıyor.
Bunun yanısıra Avrupa Birliği ülkeleri Kıbrıs’ta yaptıkları toplantıda krizin çözümü için Esad rejimini
destekleyen Rusya ile ortaklaşa çalışma kararı aldıklarını vurguladılar. ABD ise Suriyeli mülteciler
için BM Dünya Gıda Programı üzerinden 21 milyon
dolarlık ek yardım sağlayacağını bildirdi.
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t i f
7
Gündem
“Güvenlik
Ortaklığı’’
Güven
Vermiyor
“Güvenlik Ortaklığı” girişimi birçok ilim adamına
göre de, öncelikli gaye olarak
Müslümanların asimilasyon
sürecini hızlandırmayı, baskı
ve suçlamalarla İslamî cemaatleri edilgen hale getirmeyi,
İslamî dindarlığı entegrasyon
bağlamında sorunsallaştırmayı hedeflemektedir.
» MAHMUT AYDINEL
[email protected]
8
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
H
aziran 2011’de, Federal İçişleri Bakanı
Hans-Peter Friedrich (CSU) tarafından
“Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi” adı altında
başlatılan ve ilk günden itibaren tartışmalı olan girişim, yaşanan son gelişmelerle iyice, güven vermekten ziyade güven
zedeleyen bir çalışma haline geldi. Bu noktaya gelmesi ise
esasen birçok kesimde sanılanın aksine büyük bir şaşkınlık
yaratmadı.
Girişim başarısızlığının ve bu aşamaya gelinmesinin başlıca sebeblerinin ilki Hans-Peter Friedrich’in şahsıyla alakalı
idi. Zira bilindiği gibi, bakanın kendisi, 3 Mart 2011 yılında
İçişleri Bakanlığı görevine atanması vesilesi ile düzenlediği
ilk basın toplantısında İslam’ın Almanya’ya ait olmadığını
iddia etmiş ve geniş bir kitle tarafından eleştirilmişti. Bu tutumu ile bakanlığının daha ilk gününde hem 2006 yılından
beri devam eden Almanya İslam Konferansı’nı riske atmayı
göze almış, hem de Müslümaların tepkisini üzerine çekmeyi başarmıştı. Bu sebeple İslamî cemaatler ve çatı kuruluşları
Friedrich’in bu çıkışını ağır bir dille eleştirmiş ve böyle bir
anlayışla Almanya İslam Konferansı’nın bir anlamı kalmayacağını vurgulamışlardı.
Bütün bu eleştirilere rağmen Diyanet İşleri Türk İslam
Birliği (DİTİB) ve İslam Kültür Merkezleri Birliği (VİKZ)
2011’in Mart ayının son günlerinde ilk defa Friedrich yönetiminde gerçekleştirilen Almanya İslam
Konferansı’na katılmışlardı. Bu katılımı sadece diyalog adına bir iyi
niyet göstergesi olarak gerekçelendiren İslamî kuruluşları ise yeni bir
sürpriz beklemekteydi. Zira kısa bir
süre sonra Friedrich, Almanya İslam
Konferansı’nın yeni ve başlıca konusunun bundan böyle iç güvenlik ve
“İslamcılık’’la
mücadele olacağını
duyuracak ve yine haftalarca süren
bir eleştiri sağnağına maruz kalacaktı. Bütün bunları hiçe sayan bakan
ise, bununla da yetinmeyecek, bugün
tartışma konusu olan “Kayıp’’ afiş
kampanyasının temelini atacaktı. Ve
bunu Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi
adı altında, onu daha önce eleştirenlerin önde gelenleri ile, yani İslamî çatı kuruluşları ile yapacaktı.
Ve 24 Haziran 2011 tarihinde DİTİB, VİKZ
ve ZMD (Müslümanlar Merkez Konseyi)’nin de
katıldığı Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi kuruldu.
Friedrich neticede – İslam Toplumu Millî Görüş
Teşkilatları’nın da üye olduğu İslam Konseyi (İslamrat) dışında – Almanya’da bulunan dört büyük
İslamî çatı kuruluşunun üçünü bütün eleştirelere
rağmen bir araya getirmeyi başarmıştı. Bu ortaklığı mümkün kılan İslamî kuruluşlar ise, Müslümanlara karşı önyargıları güçlendiren yanlış güvenlik
politikalarına alet olunmaması doğrultusunda
yapılan ikazları dikkate almayarak bu ortaklık sayesinde büyük sorun haline gelen İslam düşmanlığını başlıca gündem konusu yapacaklarını söylüyorlar, katılmalarını en azından kamuoyuna bu şekilde duyuruyorlardı. Oysa bunun mümkün olmadığı en başından belliydi. Zira Güvenlik Ortaklığı
İnisiyatifi’nin çizgi ve çerçevesi net bir biçimde çok
önceden İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenmişti.
Bu durum “Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’nin
internet sitesinde açıkça ifade ediliyordu.1 Ayrıca
İçişleri bakanlıkları ve anayasayı koruma dairelerinin yayınlarındaki tanımlamalara bakıldığında
da, “İslamcılık ve radikalleşme ile mücadele” adı
altında İslamî dindarlıkla mücadelenin hedeflendiği anlaşılmaktaydı. Örneğin bir yerde İslamcılığın belirtisi olarak şu tanımlama kullanılıyordu: “Kur’an’ın tek hak kitap olarak kabul edilmesi,
Kur’an ve Şeriat’ın toplumsal ilişki ve değerlerin
kaynağı olduğunun kabullenilmesi, karşı cinslere el vermemek, İslamî bir görüntüye bürünmek,
Müslümanların dünyanın her yerinde baskı ve sıkıntı altında bulunduğunu ifade etmek...”
İlgili bakanlıkların yayınlarında sorun olarak
değerlendirilen başka bir ifade ise şuydu: “İslamcı kuruluşlar, taraftarlarına Almanya genelinde
Şeriat’a uygun bir yaşam sürdürebilecekleri özgür
alanlar oluşturmayı hedeflemektedir.” Burada da
dikkatten kaçmayan ve en sorunlu ifade ise,“Din”
yerine “Şeriat” kelimesinin bilinçli olarak kullanılmasıydı.
Bununla birlikte, Almanya Federal İçişleri
Bakanlığı’nın “İslamcılık” tanımlamasını daha iyi
anlamak için, örneğin IGMG’yi tanımlarken kullandığı “İslamcı ve radikal” suçlamasının gerekçelerine bakmak yeterliydi: “IGMG kendisini entegrasyon yanlısı ve özgürlükçü demokratik temel düzenin esaslarına dayalı bir kuruluş olarak göstermeye çalışmaktadır. Ancak dinî ve kültürel kimliği
güçlendirme ve Alman toplumuna asimilasyonu
engelleme amacına yönelik faaliyetleri, Almanya’da
İslamcı bir çevrenin oluşmasını ve genişlemesini
destekler mahiyettedir.”2 “IGMG’nin takip ettiği
hedef hiç şüphesiz kayıtsız şartsız bir şekilde bağımsız bir Türk-İslam kimliğini korumaktır. Bu
hedef uyuma aykırı yönelmeleri beraberinde getirebilir.”3 “İslamî kimliğin” korunmasına yönelik
faaliyetler, entegrasyona aykırılığı derinleştirmez
mi ve ayrıca İslamcı paralel toplumların oluşmasına ve radikalleşmeye, yani siyasal ekstremizme
(İslamcılık) entegre olmaya neden olmaz mı?”4
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
9
Gündem
Almanya Federal
İçişleri Bakanlığı
bu girişimi ile de
Müslümanları
dışlayıcı, ötekileştirici
tavrını sürdürmekte,
Müslümanları özellikle
bir “güvenlik problemi”
olarak gördüğünü
alenen ortaya
koymakta...
Bu şu manaya geliyordu: Bağımsız bir İslamî
kimliğin korunması İçişleri Bakanlığı açısından
sorun teşkil ediyordu. İslamî çatı kuruluşları ise
bu açık ve net tabloya rağmen Güvenlik Ortaklığı
İnisiyatifi’ne katılmakla bu anlayışa destek vermeye devam etmiş oluyorlardı. Çünkü oradaki tek hedef “İslamcılıkla” mücadeleydi (!).
Oysa Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu’nun “İslamcılık” kavramı ile ilgili eleştirisi biliniyordu. Davutoğlu bir Almanya
ziyareti esnasında, Friedrich ile birlikte yaptığı
basın toplantısında Alman Bakan’ın, “Almanya’nın,
İslamcı ve ırkçı terör dahil her türlü terörle mücadele etttiğini” söylediğinde; “Bir dakika lütfen. Ben
hiçbir şekilde, bu Neonazi katilleri için Hristiyan
olmalarına rağmen “Hristiyan terörü” tanımlamasını kullanmadım. Veya bu katilleri “Alman ırkçılar” olarak da tanımlamadım. Olayı ırkçı bir olay
olarak değerlendirebiliriz, ama katilleri “Hristiyan
terörist” diye tanımlayamayız.” diyerek bakanın
seçtiği “İslamcılık” kelimelere karşı çıkmıştı.
Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Sakarya’da yaptığı Yurt Dışı Hizmetler
Konferansı’nda yurt dışında yaşayan vatandaşların
kimliklerini muhafaza etmeleri hususundaki desteklerini dile getiren Davutoğlu, “İslam ile terörü
yan yana koyamazsınız. Bu algıyı tamamen değiştirmeliyiz. Bugün vatandaşlarımızın orada (yurt
dışında) hem kimliklerini muhafaza, hem de bu
10
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
algı ile karşı karşıya kalma sorunu vardır. Geleneğimizi sürdürmek isteyen vatandaşların yanında
olmak bizim için son derece önemlidir... Madem
ki, Avrupa‘da ırkçılık ve İslamofobia var, bu tehdite
maruz kalan tüm Müslümanların birlikte çalışması gerekir.” diyerek Türkiye hükümetinin görüşünü ve konuya doğrudan muttali olduğunu bir kez
daha göstermişti.
Ve beklenen oldu, Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi
çerçevesindeki “İslamcılıkla” mücadele tam anlamıyla bir fiyasko ile sonuçlandı. 24 Ağustos 2012
tarihinde, İçişleri Bakanı Friedrich liderliğinde
bir afiş kampanyası tanıtıldı. Birbirinden sorunlu
ifadelerin yer aldığı afişlerin birinde şunlar yazıyordu: “Bu bizim oğlumuz Ahmed. Onu özlüyoruz, çünkü onu artık tanıyamıyoruz. Her geçen
gün daha da radikalleşiyor. Onu dini fanatiklere ve
terörist gruplara kaptırıp tamamen kaybetmekten
korkuyoruz.”
Afişlerde “Kayıp Aranıyor” ibaresiyle birlikte, her birinde farklı olmak üzere dört Müslüman
gencin fotoğrafı yer alıyordu. Fotoğraflardaki
gençler aslında herhangi bir Türk veya Arap Müslüman genci olabilecek kadar sıradan idi. 27 Ağustos itibariyle internette başlatılan kampanyanın
afişlerinin Eylül ayından itibaren Bonn, Berlin ve
Hamburg şehirleri başta olmak üzere Almanya’nın
birçok şehrinde, göçmenlerin çoğunlukta olduğu
mahallelere asılması planlanıyordu. Projenin ve il-
gili ortaklığın temel gayesi ise “Müslümanlarla birlikte islamcılıkla mücadele” olarak belirlenmişti.5
Almanya Federal İçişleri Bakanlığı bu girişimi
ile de Müslümanları dışlayıcı, ötekileştirici tavrını sürdürmekte, Müslümanları özellikle bir “güvenlik problemi” olarak gördüğünü alenen ortaya
koymakta idi. Zira gelen tepkilerde bu yöndeydi.
Sivil Toplum kuruluşlarından bilim adamlarına,
siyasetçilerden gazetecilere kadar geniş bir kitle,
afişlerin önyargıları besleme dışında hiçbir faydası
olmayacağı söylüyordu.
İşin en garip tarafı, eleştiri yağmuruna tutulan afişlerin Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’nin bir
ürünü olması ve ortaklar arasında İslamî kuruluşların da bulunmasıydı. Bu kabul edilemez durum ve eleştiriler karşısında çok fazla direnemeyen İslamî kuruluşlar, 28 Ağustos 2012 tarihinde
ortak bir açıklama yaparak, “Günvenlik ortaklığı
İnisiyatifi”ni dondurduklarını ve afişlerin İslamî
kuruluşların bilgisi dahilinde hazırlanmadığını
bildirdiler.
İçişleri Bakanlığı ise bu durum karşısında şaşkınlığını dile getirip, böyle bir durumun söz konusu olmadığını ve afişlerin ortaklaşa istişare sonucu
hazırlandığını bildirdi. İslamî kuruluşlar da bunun
üzerine Güvenlik Ortaklığı İnisiyatifi’nden tamamen ayrıldıklarını bildirdiler. Yalnız İçişleri Bakanlığı daha sonra bir protokol açıklayarak, tarih
ve yerleri ile afiş hazırlama sürecinin nasıl geçti-
ğini açıkladı. Bu protokole göre İslamî kurulşların
yetkilileri afişleri görmüş ve hatta üzerinde fikir
beyan etmişlerdi. Ve teklifleri İçişleri Bakanlığı tarafından dikkate alınarak, afiş metninin üzerinde
ufak bir değişiklik bile yapılmıştı.
İslamî Kuruluşların bu iddiaya karşı ne gibi bir
cevap verecekleri merakla beklenirken, Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit ve Bonn Belediye
Başkanı Jürgen Nimptsch’in, Federal İçişleri Bakanı Friedrich’e yolladıkları mektupta, afiş kampanyasını “kabul edilemez” olarak nitelemelerinin ardından, İçişleri Bakanlığı 20 Ağustos tarihinde afiş
kampanyasını güvenlik sebeplerinden dolayı ertelediğini açıkladı. Ve bu ilk adımın ardından kamuoyunda kampanyanın bütünüyle rafa kaldırılması
yönünde bir beklenti oluşmuş bulunuyor. Toplumun hemen her kesimince İçişleri Bakanlığı’ndan
beklenen ise, yaşananlardan ders alması ve hatasında daha fazla ısrar etmemesi yönünde... 
1
http://www.initiative-sicherheitspartnerschaft.de
2
Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı Raporu 2010, S.175
3
Schleswig Holstein Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi Raporu 2008, S. 83
4
“Ekstremizm ve Terörizme karşı önleyici tedbir olarak Entegrasyon”, Federal Anayasayı Koruma Dairesi yayını, 2007, S. 5
5
İlgili projenin Almanca internet sayfası şöyledir: http://www.initiativesicherheitspartnerschaft.de/SPS/DE/Startseite/startseite-node.html
(Die „Initiative Sicherheitspartnerschaft“ ist eine Partnerschaft von
Sicherheitsbehörden und muslimischen Repräsentanten. Gemeinsam
wollen die Partner das friedliche Zusammenleben in Deutschland
stärken und gegen Islamismus ankämpfen).
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
11
Gündem
Almanya‘da
Sünnet
Yasağı
Her şeyden önce, yıllardır
Yahudiler ve Müslümanlar tarafından sorunsuz
olarak gerçekleştirilen sünnetlere herhangi bir tepki
gelmemesi ve bu konunun
yıllar sonra bu şekilde gündeme gelmesi, ilk defa bu
kadar kapsamlı tartışılması
bir hayli ilginç.
» FATMA ÇAMUR
[email protected]
12
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
M
üslümanlar ve İslam, artık dünya
medyasının gündeminden düşmez
oldu. Neredeyse her hafta Müslümanların farklı bir yönü gazeteler
tarafından işleniyor, televizyonlarda programlar, analizleryapılıyor.
Bu konuların çoğunun tonunun ise pozitif olmadığı aşikar.
Şiddet ve yasaklar İslam ve Müslümanlarla en çok anılan
konular olarak göze çarpıyor. Çoğu zaman Müslümanlarla
birlikte değil, onların hakkında olan bu haberler genellikle
aynı bakış açısı ve çizgide ilerliyor.
Geçtiğimiz aylarda bu kez Almanya merkezli bir yasak konusu gündemi meşgul etti. Daha önce Almanya’da
öğretmenlere başörtüsü yasağı ve genel olarak Avrupa’da
sokakta burka yasağının aylarca gündemde yer alması ve
Müslüman kadınların özgürlüklerinin kısıtlanmasının ardından, şimdi de erkek çocuklarının sünnet edilmesinin
yasaklanması gündemdeydi. Köln Eyalet Mahkemesi çocukların Almanya’da dini amaçlı sünnet edilmesini ceza
yasasına göre her tıbbi müdahele gibi yaralama olarak
değerlendirmekle birlikte, ebeveynlerin rızasının yada
dinî sebeplerin gerekçe olarak gösterilemeyeceğine ve suç
« Sünnet, Yahudilerin en önemli dinî
geleneklerinden birisidir.
olduğuna hükmetmişti. Köln’de verilen bu karar,
Avusturya ve İsviçre’ye de sıçramış ve o ülkeleri de
etkilemişti. Karar hukukçu ve doktorlarda, ayrıca
Müslüman ve Yahudi ebeveynlerde güvensizliğe
yol açtı. Bu güvensizliğe en başta kanundan, daha
doğrusu cezadan korku sebebiyet vermiş olsa da,
asıl güvensizliğe yol açan etkenler daha derinlerde
yatıyor. Müslüman ve Yahudilerin ikinci vatanları,
hatta bizzat vatanları olarak görüldükleri ülkelerde hissettikleri huzursuzluk, şimdi ve gelecekte ne
gibi sorunlarla ve kısıtlamalarla karşı karşıya kalabileceklerine dair ciddi endişelere sebep oluyor.
Güncel Durum ve Bu Noktaya Nasıl Gelindiği
Her şeyden önce, yıllardır Yahudiler ve Müslümanlar tarafından sorunsuz olarak gerçekleştirilen
sünnetlere herhangi bir tepki gelmemesi, bu konunun yıllar sonra bu şekilde gündeme gelmesi ve ilk
defa bu kadar kapsamlı tartışılması bir hayli ilginç.
Aslında tartışmanın zemini yıllardır hazırlanıyordu, yani 3-4 yıllık bir konu olan sünnet yasağı yeni
ortaya çıkmış değil. Birçok doktor, çocuğun karar
hakkı olmamasını eleştiriyor ve sünneti yaralama
suçu olarak görüyor(du). Tartışmanın akademik
temelini ise 2007 yılında Ärzteblatt’ta (Hekim Dergisi) Prof. Dr. Holm Putzke tarafından kaleme alınan makale oluşturuyor. Putzke yıllardır sünnetin
yasaklanması için mücadele veriyor ve birçok konferansa katılıp konuyu gündemde tutuyor.
Tartışmanın yönünü önceden belirleyen bir
başka yazı ise, 2011 yılında Almanya’nın ileri gelen
gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung’da
yayımlanmıştı ve yazı Müslümanlar ve Yahudilerin
erkek çocuklarını sünnet ettirmelerinin ağır pisikolojik travmalara yol açacağını iddia ediyordu.
Yazının başlığı ise konuya ne tür bir önyargı ile
bakıldığını özetler nitelikteydi: Kanlı Sünnet. Son
olaylarla ve mahkeme kararıyla medyada beliren
haberlerde de konuya yaklaşım aynı minvalde devam ediyor. Kimileri sünneti hiçbir şekilde bu iki
dinle bağdaştırılamayacak olan, kızların canice
sünnet edilmesiyle karşılaştırıyor veya sünnetin
dini vecibe olmasını göz ardı ederek konuya seküler bakış açısıyla yaklaşıyor.
Bununla birlikte, sünnet Almanya’da yüzyıllardır yapılıyor, Müslüman ailelerin çoğu çocuklarını Alman doktorlar tarafından sünnet ettirirken, Yahudilerde yeni doğan bebekler 8 günlük
olmadan ve anestezisiz sünnet ediliyor. Yahudi
geleneği ve uygulamasında “Mohel’’ olarak adlandırılan sünnetçinin doktor olma gibi bir zo-
Sünnet Olmuş Bir Müslüman Çocuk
runluluğu da bulunmuyor.
Avrupa’da sünnet konusunda yıllardır
Almanya’nın gösterdiği tepkiden daha fazlasını
gösteren veya sünneti hiç konu etmeyen ülkeler de var. Örneğin Müslüman ve Yahudi nüfusu
yüksek olan bir diğer ülke olan Fransa’da sünnet
konusu şimdiye kadar hiç açılmadı. Buna mukabil, İskandinav ülkelerinde ise sünnet 10 yılı aşkın
süredir tartışılıyor. Norveç’te reşit olmayan çocukların sünnetinin yasaklanması düşünülüyor.
Danimarka’da 15 yaşından sonra erkeklerin sünnete kendi kararlarını vererek yaptırması teklifi getirildi. İsveç’te ise 2001 yılından beri sünnet sadece
profesyonel doktorlar tarafından ve hastahanelerde
yaptırılabiliyor. Sonuç olarak Almanya’da verilecek
olan karar, diğer Avrupa ülkeleri için de kuşkusuz
önemli bir sinyal olacak.
Sünnetin Mahkemeye Taşınması
Peki bu tartışmayı ne tetikledi ? Sünnetin bir
anda gündeme gelmesine sebep olan ne idi? Sünnetin mahkemeye taşınmasına yol açan durum
esasen sıradan ve aynı zamanda trajedik bir müdahele...
Arap asıllı bir doktor, Kasım 2010 yılında hemen hemen her gün yaptığı gibi bir çocuğu sünnet
ediyor. 7 Mayıs 2012 yılında mahkeme doktorun
yaptığı o günkü rutin cerrahi müdaheleyi yaralama suçu olarak görüyor. Peki bu zaman zarfı içinde
neler oldu ve yüzlerce çocuğu sünnet eden doktor
niye mahkeme karşısına çıkmak zorunda kaldı?
Bahsi geçen doktorun yaptığı ve sorunsuz geE Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
13
Gündem
Etik Kurulu Başkanı Christiane Woopen
çen sünnetin ardından, iki gün sonra çocukta ufak
bir kanama meydana gelince kör olan ve Almanca
bilmeyen annesinin evhamlanması, sokağa bağırarak koşması ve komşuların ambulans çağırmasının
ardından çocuk hastaneye kaldırılıyor. Orada Almancası olmayan anne sünnet prosedürünün bir
doktor muayenesinde değil, evde yapıldığı yönünde yanlış anlaşılıyor. Sonradan yapılan araştırmalar
sonucunda çocuğun geçirdiği kanamanın normal
olduğu ve Arap asıllı doktorun yaptığı sünnetin
tıbbi koşullara uygun olduğu raporu veriliyor.
Buna rağmen doktor mahkemede yargılanıyor.
Konunun Hukuki Boyutu
Anayasa’nın ikinci maddesinde, “Herkes, yaşam ve beden bütünlüğünün korunma hakkına
sahiptir.’’ ifadeleri yer alırken, dördüncü maddede,
“Din ve vicdan özgürlüğü ile din ve dünyevi inanç
özgürlüğüne dokunulamaz. Dinin rahatsız edilmeden uygulanması güvence altındadır.’’ ifadeleri yer
alıyor. Tartışma medya tarafından yanlış bir şekilde iki madde arasında işlense de aslında bu konuda önemli olan nokta, Anayasa’nın altıncı maddesi
olan, “Çocukların bakım ve eğitimi, anne ve babanın doğal hakkı ve en önde gelen yükümlülüğüdür.
Devlet toplumu, onların bu görevi yerine getirmelerini gözetir.’’ maddesidir. Ailelerin çocuklarını
sünnet ettirme istekleri pek tabii olan şiddetsiz eğitim ve çocukların beden bütünlüğünün korunması
ile karıştırılamaz. Buna ilaveten ebeveynler doktorların çocuklarına aşı yapmalarına, bademciklerini
aldırmalarına ve hatta gerekli olduğunda cerrahi
müdahelelerde bulunmalarına müsaade ediyor. Bu
durumda önemli olan çocuğun menfaati. Yahudi
14
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
ve Müslüman aileler için sünnetin dini ve kültürel
bir mensubiyeti yansıttığı ve bu şekilde çocuğun
menfaati göz önünde bulundurulduğu da çok açık.
Yani devlet, anne ve babanın çocukları üzerinde
verdikleri kararlara ancak ve sadece onlara zarar
verdikleri sürece müdahelede bulunabilir. Erkek
çocuklarını sünnet ettirmek de ailelerin karar verme özgürlüklerine dahildir. Bunun dışında verilecek her hüküm ve alınacak her karar ebeveynlerin
doğal haklarını kısıtlar.
Ayrıca erkek çocuklarının sünnet edilmesi
daha birkaç yıl öncesine kadar da hukuk bilimi açısından ceza gerektirecek bir durum olarak değerlendirilmiyordu. Davanın görüldüğü ilk mahkemede sünneti yapan doktor da suçsuz bulunmuştu.
Hakimler ilk kararda, çocuğa yapılan sünnette herhangi bir tıbbi hatanın olmamasıyla birlikte ebeveynin rızası ile yapılmış olmasını gerekçe olarak
göstermişlerdi. Bu kararda çocuğun menfaatleri
dikkate alınmış ve sünnetin dinî ve kültürel bir gerekçe olduğu da belirtilmişti.
Ancak Köln Eyalet Mahkemesi, sünneti yapan
doktorun bu işlemi suçta yanılma neticesinde (suç
olduğunu bilmeden) gerçekleştirdiğini karara bağladı. Bu gerekçeyle alınmış beraat kararı dolayısıyla
doktorun yüksek mahkemeye temyiz için başvuru
yolu kapatılmıştı. Bu hükmün ise çok ağır bir neticesi oldu: Doktorlar bu karara göre artık, suçta
yanılma gerekçesine dayanıp, ‘‘Yaptığım sünnetin
suç olduğunu bilmiyordum.’’ diyemeyeceklerdir.
Böylece Müslüman ve Yahudilerin çocuklarını dini
gerekçelerle sünnet ettirmeleri bundan sonra ceza
ile sonuçlanabilecektir.
Anayasalar kişilerin temel hak ve özgürlükleri
güvence altına alır ve tarihçesine bakılırsa aslında devletin kişilerin hayatına müdahele etmesini
önlemek için yazılmışlardır. Günümüzde ise, sanki anayasa kanunları kişilerin birbirine müdahele
çerçevesini ( bu durumda ebeveynlerin çocuklarının hayatlarına müdaheleleri) belirliyormuş gibi
bir anlayış var. Bu da anayasa kanunlarının asıl
amacından sapmasına yol açıyor ve devletin kişilerin hayatına müdahele alanlarını genişletiyor.
Doktorlar ve ebeveynler bu kararın sadece Köln
Savcılığı tarafından alındığını göz önünde bulundurarak farklı şehir ve eyaletlerdeki savcılıkların
aynı tutumda olacağı anlamına gelmediğini bilmeli
ve yüzeysel ve düşünmeden verilmiş bir hakim kararına dayanarak dini hassasiyetleri gereği hareket
etmekten ve endişeye kapılmaktan kaçınmalıdırlar.
Müslüman ve Yahudi Cemaatler Tepki Veriyor
Müslümanların ve Yahudilerin temsilcileri olan,
onların fikirlerini dile getiren ve savunan İslamî ve
Yahudi kuruluşlar ise kararı sert bir dille eleştirdi.
Avrupalı Yahudi Hahamlar bu yasağı, “Nazi soykırımından sonra Avrupa’da Yahudilere yapılan en
büyük zulüm.” olarak değerlendirdi. IGMG Genel
Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu da, Müslüman ve Yahudilerin kriminalize edilmesini açık bir
dille eleştirdi. Bu kararla ebeveynler vicdanları ile
cezai takibat arasında bir tercihe zorlandıklarını
düşündüğünü belirtti. Ayrıca kararın Müslümanlar ve Yahudilerin için dini vecibelerini yerine getirmelerinin yasa dışı olduğu sinyalleri verdiği ve
temel hakların çiğnendiğini dile getirdi. Sünnetin
iki din için de kimlik inşa edici olduğunun, ebeveynlerin çocuklarının hayatı üzerinde bir yaralama veya şiddet söz konusu olmadığı sürece hakları
olduklarının altını çizdi.
Özetle dini kuruluşlar ve cemaatler Köln
Mahkemesi’nin çocukların sağlığını korumaya
çalışırken bireylerin din özgürlüklerini kısıtladığı
konusunda hem fikir.
Çözüm?
Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir diğer
husus medyanın ve bilim adamlarının sünnete nasıl yaklaştıkları. Sünneti zamana uygun olmayan
bir gelenek olarak adlandırmaları ve toplumun
büyük bir kısmının aynı bu şekilde düşünmesi,
birtakım insanların kendi inancından olmayan insanlara karşı ne kadar az tolerans sahibi olduğunu
ve karşıdakini ne kadar az tanımak ve kabullenmek istediğini gösteriyor. Yani iki dine mensup
kişiler için Almanya’da ve Avrupa’daki yaşamları
hakkında negatif mesajlar verdiği açık bir şekilde
belli oluyor. Bunun dışında sünnetten bahseden
haberlerde kıyım vs. kelimeler kullanılıyor. Sünnet
tartışması, yıllarca sessiz ve sakin bir şekilde yerine
getirilen dini bir vecibenin nasıl bir anda barbarlık olarak görülebileceği ve adlandırılabileceğini de
gözler önüne seriyor. Bu görüşte olanlar ise, çocuklarına aşı yaptıran, doktorların cerrahi müdahelede
bulunmalarına izin veren veya herhangi bir spor
dalında başarılı olmaları için çocuklarının sağlıklarını tehlikeye atmalarına göz yuman ebeveynlerin
konusunda tümüyle sessiz kalıyor.
Esasen sorun şu; ortada keşke hiç sünnet edilmeseydim diyen hiç kimse yok veya travma ge-
Köln Eyalet Mahkemesi. [Sünnet yasaklanmalı]
çirdikleri öne sürülen erkek çocukları hakkında
herhangi bir araştırma yok. Eğer sünnet yasaklanırsa, ailelerin çocuklarını yurtdışında veya tıbbi
şartların uygun olmadığı ortamlarda sünnet ettirecekleri de bir gerçek. Bu sebeplerden dolayı şimdi
ve gelecekte ne olacağına dair ortada hiçbir soru
işareti bırakılmamalı. Zira ebeveynler ve doktorlar
şüphe içinde yaşamak istemiyor. Hatırlanmalıdır
ki, Almanya Etik Konseyi’nin geçtiğimiz günlerde
yaptığı toplantıda bellirtiği gibi, sünneti yasaklamak ailelerin dinî ve kültürel hassasiyetlerine bir
müdahele anlamına gelir. Ve bu konu bağlamında
çocuk “yaralamanın’’ ve hatta “istismar’’ etmenin
dile gelmesi çok tehlikelidir.
Her ne kadar yaşanan gelişmeler ardından
Adalet Bakanlığı son olarak, sünnetin Almanya çapında yapılabileceğine dair yasa tasarısını Meclis’e
sunmuş olsa da, sözde İslam eleştirmenleri ve din
karşıtlarının durumu fırsat bilip Müslüman ve
Yahudi vatandaşları kötülemek için bu tartışmayı
kullanmalarına fırsat verilmemeli, ebeveynlerin
çocuklarına kötülük yapıyormuş gibi gösterilmesinden vazgeçilmeli ve birçok farklı ülkeye ve dine
mensup insanın yaşadığı Almanya’da bu iki dinin
önem verdiği bir dinî uygulamanın suç olup olmadığının tartışılmasıyla birlikte sarsılan güvenin bir
şekilde yeniden kazanılması gereklidir. 
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
15
Gündem/Yorum
Bu Filmi Görmüştük
Provokatif Bir Filmin Yol Açtıkları
Müslüman yazarlar, Libya ve
Mısır başta olmak üzere birçok
islam ülkesinde vuku bulan
gösteri ve elçilik saldırılarının
yanlışlığına değinirken, planlı
ve bilinçli olarak “piyasaya’’
sürülen bu provokatif eylem
karşısında İslam alemini soğukkanlılığa davet etmekteler.
» ÖMER GENCER
[email protected]
16
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
S
on zamanlarda kamoyununda daha
sık boy göstermeye başlayan islamofobik gündem oluşturma çabalarının
bir yenisine daha tanıklık etmekte
ya da ettirilmekteyiz. Daha önce de
defaatle karşılaştığımız gibi, (Şeytan
Ayetleri, Danimarka karikatürleri, Fitne filmi vb.),
bir kez daha fikir özgürlüğüne dayanılarak ya da
sözde ifade özgürlüğü bahane edilerek Peygamber
Efendimiz (sav)’e iftira ve hakaret edilmekte, bu vesile ile Müslümanlar rencide edilmekte ve dahası
provoke edilmek istenmekteler. Bu defa Kıpti asıllı
(olduğu iddia edilen) bir Amerikan vatandaşının
14 dakikalık bir film kesidi, sanat ve düşünce özgürlüğü adına, ortalığı karıştırmaya çalışmakta.
Söz konusu film, biri daha önce mali meselelerden dolayı hüküm giymiş, bizzat A.B.D. Başkanı
Obama tarafından “karanlık bir karakter” olarak
nitelendirilen, diğerleri daha önce de İslam karşıtı
eylemlerde bulunmuş ya da bulunmaya niyetlenmiş küçük bir ekibin (!) işi. Teknik bakımdan da bir değer ifade etmeyen amatör
ve seviyesiz filmi Müslümanların saldırganlığını (?) ispatlamak için yaptığına deyinen
ekip, zaten bir provokasyon amaçladığını en
baştan itiraf etmekte.
Müslüman düşünür ve kanaat önderlerinin birçoğu ise Libya ve Mısır başta olmak
üzere birçok islam ülkesinde vuku bulan
gösteri ve elçilik saldırılarının yanlışlığına
değinirken, planlı ve bilinçli olarak ‘‘piyasaya’’ sürülen bu provokatif eylem karşısında İslam alemini soğukkanlılığa davet etmekteler. Birçok Batılı devlet temsilcisi de,
Efendimiz’e yapılan çirkinliği ve atılan iftirayı tepkilerin artmasından sonra kınadılar,
kutsala hakaretin ve ifade özgürlüğünün sınırı ne olacak tartışmaları arasında... Ancak
bunun yanı sıra, provoke edilmiş Müslüman
grupların Amerikan ve Batılı kimi ülkelerin
elçiliklerine düzenledikleri saldırıların ve
bilhassa Libya’da dört Amerikan bürokratının öldürülmesinin kabul edilemeyecek bir
şiddet olduğunu da vurguladılar. Olayları
endişeyle takip ettiğini ifade eden Almanya Başbakanı Angela Merkel ise toplumun
güvenliğinin riske edilebileceğinden dolayı
filmin yasaklanmasına ilişkin makul nedenlerin
bulunduğunu ifade etti. Ancak filmin yasaklanmasının, şiddetin ortaya çıkabileceği endişesiyle
gerekçelendirilmesinin ne denli büyük sorunlara
yol açabileceği ve aynı zamanda Müslüman karşıtı
nefreti körükleyebileceği riskini atlayarak... Nitekim Alman kamuoyunda ve hatta tüm Avrupa’da
ifade özgürlüğü adı altındaki bu aleni provokasyon
ve suça karşı harekete geçmek yerine, ‘Müslümanların hassasiyetlerine boyun eğiliyor’ kanaatinin
oluşması son derece yanlış ve içinde Müslümanlar
şiddete yol açabilir imasıyla, onları bir tehlike/tehdit olarak görme/gösterme tavrını barındırıyor.
Söz konusu film veya fragman hakkında yazıyor olmanın dahi, eleştirel de olsa, mezkur filmi
gündemde tutup, onun reklamını yapıyor olmak
olduğunun farkındayız. Provokatörlerin de ‘‘reklamın kötüsü olmaz’’ düsturuna dayanarak, her
defasında hakarette bulunup yine bundan avantaj
devşiriyor oldukları husus da bu olsa gerek.
«
Bingazi‘de öldürülen
ABD Büyükelçisi Christopher Stevens
Buna karşın Müslümanların genel göz önünde
bulundurulduğunda çok küçük de olsa bir kısmının, bu tür saldırılara karşı sadece izleyici olarak
kalmalarının yeterli olmayacağını düşündükleri ve
tepkilerini çeşitli biçimlerde ortaya koydukları da
bir gerçek, Meselenin bir kısır döngüye dönüştüğü
nokta da tam burası. Müslümanlar olarak yapılan
saldırı ve haksızlığa çeşitli biçimlerde karşı koymaya çalışıyoruz ve fakat bu karşı koyuş, ‘‘provokatörlerin’’ işene yarıyor, tam da amaçladıkları şeyi elde
etmiş oluyorlar. Müslümanlara asla haketmedikleri
sıfatlar takıp, onları kamusal ve toplumsal hayatta
daha sinmiş, daha az görünür kitleler haline getirme çabalarında birilerinin ekmeklerine yağ sürmüş oluyoruz.
Aslına bakılırsa bu tür densizliklere çok eski
tarihlerden beri alışkınız. Örneğin, tam 122 yıl
önce, 1890 yılında Fransızların Efendimiz’e ve
İslam’a hakaret içeren tiyatro oyunları tertip etmeye yeltendiklerini biliyoruz. Ne var ki o zaman
Müslümanların Halifesi konumundaki Sultan II.
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
17
Gündem/Yorum
Abdulhamid siyasî yaptırım gücünü devreye sokarak sergilenmek istenen oyunu, daha doğrusu
küstahlığı engellemişti. (Fransa’nın tanınmış simalarından Bourneir’in Paris tiyatrolarında sahneye
koydurmak istediği piyesin engellenmesinin ardından, piyes İngiltere’de ve akabinde Amerika’da
sahnelenmek istenmiş, fakat aynı mukavemet
ile karşılaşmış ve amacında başarılı olamamıştı).
Mevcut durumda bütün Müslümanları temsil eden
bir kurumun olmaması, dolayısıyla muhtelif provokasyonlarla ne yapılmaya çalışıldığını tahlil edip
verilecek tepkiyi önceden planlayan, olası tepkileri
örgütleyen ve makul adımların atılmasını sağlayacak bir kurumun olmaması ise, aralarında şiddet
de barındıran ve asla tasvip edemeyeceğimiz muhtelif tepkilere yol açıyor.
Bununla birlikte maruz kaldığımız bu seviyesiz iftiralara dair Avrupa’da yaşayan birer Müslüman ferd olarak öncelikle bilmemiz gereken husus ise, bireysel olarak da olsa yayılmaya çalışılan
bu fitnenin menşeğinin nerede bulunduğunun ve
amacının ne olduğunun tespitine çalışmak olmalıdır.
Yapılan saldırıların tarihte birçok örneği olduğu
gibi, bugün sergilenen pespayeliğin başka vesilelerle de devam edeceğini kestirebiliriz hiç şüphesiz.
Zira Sovyet Bloğu’nun yıkılmasından sonra yeni
düşman1 olarak belirlenmiş olan İslam ve Müs-
18
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
lümanlar, meşruiyet sorunu yaşayan rejimlerin/
yönetimlerin yönettikleri kitlelerin desteğini alıp,
onları bir arada tutarak, desteklerini alabilmek için
uzun bir süre daha iktidar sahiplerinin yardımına
yetişecek can simidi olmaya devam edecektir.2
Fakat bizler, Batı’da hayatını idame ettiren Müslümanlar olarak yapılmaya çalışılan bu kurnazlıklarından ders çıkarabilir ve üzerimizden oynanan
oyunları bir fırsata çevirebiliriz. Müslümanlar
olarak her şeyden önce yapılan ahlaksızlığa karşı ısrarla İslam’ın izzetinin Müslümanca bir hayat
idamesiyle tebliğ edilmesi çabasını sürdürmeliyiz.
‘‘Karanlık karakter’’ler tarafından kamoyuna servis
edilen, sözüm ona sanatçı ve düşünürlerin sebep
olduğu ifsada karşı içinde yaşadığımız toplumlara
hal ile örnek olmak her Müslümanın başlıca vazifesidir. 
1
Sovyet bloğunun çökmesinden sonra kendisine yeni bir düşman arayan
Batı dünyası (özelde ABD), 11 Eylül'den sonra bu düşmanı bulmuş (ya
da tesis etmiştir). Der Spiegel dergisi o tarihlerde bu düşmanı kapağındaki ‘‘kara çarşaflı’’ bir kadın fotoğrafı ile duyurmuştu: “Der neue Feind:
Islam’’.
2
Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür... Saldırganlık eğiliminin, topluluğun üyelerinin bir aradalığını
kolaylaştıran, rahat ve nisbeten zararsız bir tatmini söz konusudur. Bkz.
Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları.
Avrupa
Avusturya‘da 1912‘de yayımlanan İslam Yasası‘nın ilk nüshası
Avusturya‘da
İslam‘ın Tarihçesi
Müslümanlar Avusturya hakimiyetindeki ordularda dahi görev
almış ve dinleri ile ilgili
birçok imtiyaza sahip
olmuşlardır.
» AYŞE HAŞİM
A
vusturya’da, İslam Yasası’nın kabul
edilmesinin 100. yıl dönümü büyük bir
etkinlikle, 29 Haziran 2012 tarihinde
Viyana’nın tarihi Belediye sarayında
kutlandı. Kutlamaya Avusturya Cumhurbaşkanı Dr. Heinz Fischer, Başbakan Yardımcısı
ve Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, Kültür ve
Eğitim Bakanı Claudia Schmied, yabancılardan sorumlu Devlet Bakanı Sebastian Kurz, T.C. Diyanet
İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Avusturya İslam Cemaati Başkanı Dr. Fuat Sanaç, Bosna
Hersek Müftüsü Dr. Mustafa Ceric ve IGMG Genel
Başkanı Kemal Ergün’ün yanı sıra büyükelçiler ve
çok sayıda sivil toplum örgütü temsilcisi katıldı. 15
Temmuz 1912 yılında çıkan kanunla Avusturya’da
İslam Yasası resmî olarak kabul edilmiş ve İslam dini
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
19
Avrupa
İslam Yasası‘nın kabul edildiği Avusturya Parlamento Binası
Avusturya’da resmî olarak tanınmıştı. Ve Avusturya İslamiyet’i resmen tanıyan ilk Avrupa ülkelerinden biri olmuştu. Bu bağlamda 100 yıllık geçmişe
göz atmakta fayda var.
1 Aralık 1867 yılında İmparatorluk Konseyi’nde
temsil edilen Krallık ve Eyaletler tarafından,
Anayasası’nın 147. maddesinin özellikle XV. fıkrasına dayanarak, ‘Dini inanç topluluğu’ tanımının
kabul edilmesiyle diğer dinler gibi İslam dininin
Hanefî mezhebine mensup olanlara da bu yasa ile
birçok hak verilmiştir. Avrupa’nın İslam ile tanışmasının aslında Avusturya’daki bu resmî tanımanın çok öncesinde, 710 yılında başlatılan keşiflerle
ve daha sonra İspanya’nın 715 yılında fethedilip
Endülüs Emevi Devleti’nin bir parçası olması ile
başladığını hatırlatmalıyız. Avusturya’nın İslam
ile tanışması ise Ortaçağ’da Avrupa’ya gelen Arap
tacirler vasıtasıyla ve ardından Osmanlı Devleti
ile temaslarıyla ve ünlü Viyana kuşatması ile başlamıştır.
Osmanlı ile temasın ardından, 1730’lu yıllarda
Avusturya’nın Viyana kentinde ‘Müslüman Tüccarlar Kolonisi’ kurulur. İlerleyen yıllar ise İslam
Cemaati nin ortaya çıkış sürecini hızlandırmıştır.
1782 yıllında II. Kaiser Joseph tarafından bir Hoşgörü Fermanı “Toleranzedikt” yayımlanır. Bu fermanla birlikte, Viyana’nın Merkez Mezarlığı’nda
(Zentral Friedhof, 1110 Wien) Müslümanlar için
özel bir bölümün açılmasıyla, diğer dinler gibi
İslam dininin de toplumda kabul görmesinin ilk
adımları atılmış olur.
1866’da Prusya – Avusturya Savaşında yenilen
ve Alman Konfedarasyonu’nun dağılmasından
sonra eski konumunu kaybeden Avusturya İmparatorluğu 1867 yılında Macaristan ile birleşerek
20
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu kurar.
13 Temmuz 1878 yılına gelindiğinde ise, 93
Harbini (Osmanlı - Rus Savaşı’nı ) takiben İngiltere, Almanya, Avusturya–Macaristan İmparatorluğu, Rusya, Fransa ve İtalya arasında yapılan
Berlin Kongresi sonucu, Osmanlı’nın BosnaHersek Eyaleti geçici olarak Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’na verilir. 1908 yılında İmparatorluğun, bu eyaleti kendi topraklarına kattığını ilanından sonra 600.000 Müslüman Boşnak Avusturya
vatandaşı olur.
Bosna- Hersek’in Avusturya topraklarına katılması İslam Dini’nin resmî olarak tanınması
fikrinin ortaya çıkmasına sebep olur. İmparator
I. Franz Joseph tarafından 15 Temmuz 1912 tarihinde, Bad Ischl Köşkünde yazılan İslam Kanunu
“Das Islamgesetz (RGB1 Nr. 159/1912)” bir fermanla kabul edilir.
Müslüman Boşnaklar Avusturya Kayseri’nin
özel korumaları olarak da hizmet vermişlerdir.
Aynı zamanda İmam Ahmet İsmet Bey orduda
ilk resmî manevî danışmanlık yapmıştır. Ayrıca yayımlanan fermanla bir camii de yapılmasına karar
verilir, fakat I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bu
düşünce hayata geçirilemez.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, 1932 yılında
Umar Rolf von Ehrenfels (1901-1980) başkanlığında İslam Kültür Cemiyeti kurulur. Ancak 1938 yılında Naziler’in Avusturya’yı işgalden sonra, 1939
yılında İslam Kültür Cemiyeti kapatılır ve böylelikle İslâm dininin resmî statüsünü faşist rejim hükümsüz kılar. Savaşın akabinde, yaraların sarılması, İslam müesseselerinin yeniden yapılanması bir
hayli uzun sürer.
1950 yılında “Avusturya İslâm Cemiyeti” adı
Günümüz Viyana‘sında Tuna Nehri kenarında bir cami
altında kurulan dernek pek etkili olamadığından
faaliyetlerini 1962 yılına kadar sürdürebilir. Ve işçi
göçüyle beraber 1960’lardan itibaren Türkiye ve
Kuzey Afrika ülkelerinden işçi talep eden Avusturya Devleti genelinde Müslümanların sayısı yeniden artmaya başlar. 1878 yılındaki kaynaklara
göre Avusturya Devlet sınırları içerisinde kayıtlı
Müslüman sayısı sadece 10 iken, günümüzde bu
rakam resmî makamlara göre 460 bin; gayr-i resmî
rakamlara göre ise yaklaşık 800 bindir.
1980 yılında “The message of the Quran” adlı
Kuran-ı Kerim tefsiri ile İslam Dünyasına ve İslam
ilim ve kültür tarihine adını altın harflerle yazdıran
ünlü düşünür, yazar ve gazeteci olan Muhammed
Esed de Avusturyalı bir Müslümandır. (Eski adı
Leopold Weiss).
Belirtildiği gibi, geçmişte Müslümanlar Avusturya hakimiyetindeki ordularda dahi görev almış
ve dinleri ile ilgili birçok imtiyaza sahip olmuşlardır. Avusturya Müslümanların dinî hürriyetlerini
“Anerkennungsgesetz” (“Tanıma yasası”) ile tespit
etmiş ve 1912 yılında çıkan kanuna dayalı olarak, 1979 yılında Afganistan asıllı Dr. A. Ahmad
Abdelrahimsai başkanlığında İGGiÖ (Islamische
Glaubensgemeinschaft in Österreich / Avusturya
İslam Diyanet Teşkilatı) kurulduğunda bu yasa
tekrar yürürlüğe konulmuştur. Bununla birlikte,
Avusturya’nın seküler bir devlet olmasından dolayı
İGGiÖ devletten bağımsız bir kurum olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
İGGiÖ konumu gereği birçok görev üstlenmektedir. Bunlardan en önemlisi ilk ve ortaokulların
yanı sıra liselerde din dersi vermesidir. 2012 yılı
itibariyle 490 öğretim görevlisiyle 60.000 öğrenciye din dersi verilmektedir. Müslüman mezar-
lıklarını idare etme ve düzenlemede yetkili merci
yine İGGiÖ’dür. (Bununla birlikte Viyana İslam
Mezarlığı; yardımseverler, OPEC - Fonu ve Katar
Elçisi tarafından çalışmalara ayrılan 1,4 Milyon
€’luk kaynak ile finanse edilmektedir.) IRPA (Privater Studiengang für das Lehramt für Islamische
Religion an Pflichtschulen) İslam Akademisi ayrıca İslamî evlenme hususunda, helal et kesiminde
denetleme, sempozyum ve imamlar konferansları düzenleme, dinlerarası diyalog çalışmaları ve
farklı birçok farklı alanda (hastane ve hapishane
ziyaretleri vb.) hizmet vererek çalışmalarını sürdürmektedir. Ancak camilerin yapımı, onarımı ve
yönetimi hususunda kurum şimdiye kadar bir görev üstlenmediğinden bu görev yardımsever vatandaşlar tarafından finanse edilmektedir. Hristiyanlardan toplanan ‘kilise vergisi’ne benzer bir aidat
toplama yetkisi olduğu halde İGGiÖ bu hakkını
şu ana kadar kullanmamıştır. İGGiÖ’nün yanı sıra,
Avusturya’da birçok İslamî cemaat de paralel olarak
yapılanmakta ve Müslümanlara çeşitli hizmetler
sunmaya devam etmektedir (örneğin; Milli Görüş,
DİTİB ve daha birçok Arap ve Boşnak grup ve cemaatler).
Resmî olarak tanınmalarının ardından geçen
100 yıllık sürede Müslümanların Avusturya’da kendilerini birçok Avrupa ülkesinden çok daha rahat
hissettikleri, dinlerini daha rahat yaşadıkları bir
gerçektir. Bununla birlikte hem devlet kanadının,
hem de Müslüman azınlıkların yapmaları gereken
ve diğer Avrupa ülkelerine örneklik teşkil edebilecekleri pek çok konu ve alan vardır. 
Kaynak: 100 Jahre Österreichisches Islamgesetz, Bundesministerium für europäische und internationale Angelegenheiten
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
21
Söyleşi
Avusturya‘da
İslam‘ın
Resmî
100 Yılı
AVUSTURYA İSLAM
CEMAATİ (IGGiÖ) BAŞKANI
DR. FUAT SANAÇ İLE SÖYLEŞİ
IGGiÖ Başkanı Dr. Fuat Sanaç ile İslam‘ın
Avusturya‘daki varlığının dününü ve bugününü konuştuk.
» Söyleşi: ŞEYMA AKSOY & FATMA KARA
Fotoğraf: ESRA KAYA
22
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
- 2012 yılında Avusturya’nın İslam’ı resmî
olarak tanımasının 100. yılını idrak etmekteyiz.
Avusturya devletinin ve halkının İslam ile tanışması nasıl olmuş? Ve İslam’ın resmi din kabul
edilmesinin sebeplerinden kısaca bahseder misiniz?
- Avusturya tarihinde, IGGiÖ’nün ortaya çıkış süreci 1872 yılına dayanıyor. O yıl II. Joseph
tarafından bir Hoşgörü Fermanı “Toleranzedikt”
yayımlanır. Bu fermanla birlikte, Viyana’nın Merkez Mezarlığı’nda Müslümanlar için özel bir bölüm ayrılır. 1878 yılına gelindiğinde ise, Berlin
Kongresi’nde alınan karar gereği, Osmanlı’nın
Bosna-Hersek Eyaleti geçici olarak AvusturyaMacar İmparatorluğu’na verilir. Fakat Avusturya,
1908 yılında bu eyaleti kendi topraklarına kattığını ilan eder. Böylece 600.000 Müslüman Boşnak,
Avusturya vatandaşı olur.
Bosna- Hersek’in Avusturya topraklarına katılması, İslam dininin resmi olarak tanınması
fikrinin ortaya çıkmasına sebep olur. İmparator
I. Franz Joseph tarafından 15 Temmuz 1912 tarihinde İslam Kanunu “das Islamgesetz (RGB1
Nr. 159/1912)” Badischl Köşkü’nde yazdığı bir
fermanla kabul edilir. Aynı zamanda bir camii de
yapılmasına karar verilir, fakat 1. Dünya Savaşı’nın
başlamasıyla bu düşünce hayata geçirilemez.
Müslümanların 1963 yılında I. Viyana’da
“Muslimischer Sozialdienst” adı altında bir dernek
kurmalarıyla, IGGiÖ için ilk ciddi adımlar atılmış
olur. Bu dernekle birlikte yürütülen mücadeleler
neticesinde, 1979 yılında IGGiÖ kurulur. IGGiÖ
Avusturya’da yaşayan Müslümanların doğumundan ölümüne kadar tüm meselelerinin çözümünde
devlet tarafından muhatap alınan tek anayasal kurumdur. Böyle bir kurumun oluşması en az 20 yıl
sürmüştür ve Avrupa’da tek örnektir.
- Bugün Avrupa’da Belçika, İngiltere gibi çok
az sayıda ülke İslam’a resmi olarak ilgi göstermekte. Avusturya ise bu hususta eşine az rastlanır bir deneyimin sahibi. Ve bu tecrübe ile
Avusturya gerçek manada tüm Avrupa’ya örnek
olabilecek konumda. Bu konumunu ne kadar
kullanabilmekte? Diğer Avrupa ülkelerine ne ölçüde örnek olabilmekte?
- Kanunlar bize ne kadar yetki vermişse hepsi kullanılmıştır bugüne kadar. Bunu kullanmak
bizimle ilgili bir şey. Örnek vermek gerekirse, birincisi bütün okullarda din dersinin olması. 60.000
tane talebemiz ve 500 tane öğretmenimiz var şu
anda din derslerine katılan. İkincisi öğretmen okulunun olması, öğretmenlerin burada yetiştirilmesi
ve bu öğretmenlerin maaşlarının devlet tarafından
ödenmesi. Şimdi buradaki en büyük kolaylıklardan bir tanesi de, yurtdışından buraya din görevlisi geleceği vakit, 48 saat içerisinde vizesinin
alınabilmesi. Kaldı ki yıllarca Avrupa’nın pek çok
yerinde, özellikle Almanya’da görev yapan imamlar Avusturya üzerinden organize edilmiştir. Bir de
İslam cemaatinin olması ve bütün Müslümanların
bu çatı altında kendilerine yer bulması. Görevlilerin seçimle belirlenmesi, devlet bu konuda bizlere
müdahale etmiyor; karşılıklı bir
dayanışma ve iş bölümü var sadece. Biz öğretmeni atıyoruz, o
maaşını ödüyor mesela. Bu diğer
Avrupa ülkelerinde yok. Şimdi
Belçika’da, Hollanda’da din dersi
var, Almanya’da da başladı; ama
buradaki gibi değil. Cemaatleri
birbiriyle rekabete götüren bir
anlayış hakim oralarda. Ama
burada gerek sünniler, gerekse
şiiler, hiçbir ayrım gözetmeden,
bir çatı altında, kendi mezhebine
göre din eğitimini alabiliyor.
- Bu çerçevede, 100 yılı doldurmuş bir tecrübeden hareketle, İslam’ın Avusturya’daki mevcut
durumu nedir? (Gerçek manada ne kadar yerel
bir dindir ya da ne ölçüde bu toplumun bir parçası olarak görülür İslam? Devlet’in bakışı kadar, hatta daha çok halk arasındaki algıyı merak
ediyorum.)
- Devletin İslam’a bakışı, yani kanunlar önündeki pozisyonu, katolik kilisesi ne ise İslam da
odur, Protestan Kilisesi ne ise İslam da odur. Yani
arada bir fark yoktur. Ama halk tarafından hakikaten kabul edilmiş midir diye sorarsanız, değil. Ama
bu da daha ziyade bizimle ilgili bir şey.
Gerçi iki taraflı, ama bize büyük bir rol ve görev
düşüyor. Simdi biz İslam toplumu olarak, genelde
İslam toplumu, özelde de Türk toplumu olarak, buraya kalıcı olarak gelmedik. Kalıcı olarak gelmeyince de yatırım yapmadık; hep geçici şeyler yaptık.
Herkes yatırımını kendi ülkesine yaptı, Türkiye’ye
yaptı. Bu durum herkesin bildiği bir şey, o sebepten
fazla uzatmıyorum; yani dile de, insana da yatırım
yapmadılar. Neticede ikinci nesil yetişti. Burada
Almanca öğrendiler. Aileler de burayı terketmenin
mümkün olmadığını anladılar. Yani artık diyebilirim ki, son 10 yıldır büyük bir hareketlilik var.
Camiler dizayn olarak, dıştan izin vermeseler de
içten düzenlenmeye başlandı. Gençlik artık genişliyor, kadın kolları harekete geçiyor. Avusturyalılar
ile karşılıklı diyaloglar, görüşmeler, davetler, iftarlar, platformlar derken, büyük bir hamle baslamış
oluyor, yani artık yatırım buraya yapılıyor. Yapılanların Avrupa toplumuna hitap etmesi için, herkes
yaptığı çalışmaları buranın diliyle yazmaya başladı.
Sen kendini tanıtmazsan başkası seni tanımıyor.
- İslam kuşkusuz bu topraklarda yüzyıllar
öncesine dayanan, neredeyse Avusturya’nın ken-
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
23
di tarihiyle aynı yaşa sahip bir tecrübeyi haiz.
Bununla ilgili Avusturya halkı ne ölçüde bilgi
ve malumata sahip? İslam’ı ne ölçüde tanıyorlar.
Ve tanışıklığın artması için ya da daha doğru bir
ifadeyle tanışıklığın derinleşmesi için 100. yılda
ne tür etkinlikleriniz var? Neler yapmayı planlıyorsunuz?
Bir yıldır duyurmadığımız yer kalmadı. Önce
Salzburg’ta, belediye binası’nın en muazzam salonunda, oranın ileri gelenleriyle, belediye başkanı,
kiliselerin temsilcisi ve bürokratların katılımıyla,
İslam Dini’nin Avusturya’da kabul edilişinin 100. yılını kutladık. Daha sonraki programımızı Kärnten
bölgesinde gerçeklestirdik. Herkesin orada ifade
ettiği nedir biliyor musunuz, “İslam Avusturya’nın
bir parçasıdır.” Tabii daha birçok yerde etkinliklerimiz oldu. Bir yıl içerisinde yaptığımız toplam etkinlik sayısı 300’e yaklaştı. Avusturya’da çeşitli dini
topluluklarımız var, bu sayede yerel anlamda da
birçok program yapılıyor. Viyana’da arka arkaya üç
gün programlar düzenlendi. İlk düzenlenen program tamamen ilmi, hukuki bir toplantıydı, ikincisi
ise daha çok diplomatikti. Üçüncü gün de, Maher
Zain’in katılımıyla, İslam Merkezi’nin önünde bir
eğlence programı düzenledi. Bu tür etkinliklerimiz
devam ediyor, önümüzde üç eyalet kaldı. Bir yerde resim sergisi yapıyoruz, bir yerde açık oturum
düzenliyoruz, bir yerde konfrerans veriyoruz. Tabii
basının da büyük ilgisi oluyor, sık sık bizden bahsediyorlar. Biz de tabii basınla ilişkilerimzi çok iyi
tutuyoruz.
- Avusturya’da yaşayan Müslümanların,
İslam’ın resmi bir din olarak kabul edildiği bir
ülkede bulunmalarından dolayı kazandıkları
haklar neler? Diğer Avrupa ülkeleri ile Avusturya arasındaki fark ya da farklar neler?
- Buradaki Müslümanların, diğer dinlerin cemaatlerinin sahip olmuş olduğu haklardan sadece
bir tanesine tam manasıyla sahip değiller, bunun
24
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
dışında bütün haklara sahipler. Ordudaki askerlerimiz mesela, Cuma günleri serbesttir, Cuma
namazına gidebilirler. İftar, sahur, namaz saatleri
dikkate alınır mesai saati ayarlamalarında.
Büyük bir nimettir bu, birçok İslam ülkesinde
bile bu yoktur. Hastenelerimizin büyük çoğunluğunda mescitlerimiz vardır. Yeni yapılanların
hepsinin de programına alındı. Bazı büyük işyeri
merkezleri açılıyor, diyorlar ki işte bir yerine de
kilise koyalım, hemen müracaat ediyoruz, mescit de konuluyor. Bu sene daha yeni havalanında
mescidin açılışını yaptık. Müslümanlara ait mezarlıklarımızın, hapishanlerde ve hastanelerde
kadrolu din görevlilerimizin olmasını da ekleyebiliriz.
Elde edemedigi hak hangisi diye sorarsanız, bayramlar meselesiydi. Dini bayramlarımızın resmi
tatil günleri olması için de, parlemantoya sunulan
İslam kanunun çıkması gerekiyor. Bu kanun çıktıktan sonra inşallah, Müslümanların önü daha da
açılacak. Çünkü mevcut İslam kanunu 8 maddeden
meydana geliyor. Bizim vermiş oldugumuz değişiklik kabul edilirse, ki insallah kabul edilecek, o zaman
38 maddeden meydana gelmiş olacak ki, diğer dini
cemaatler hangi haklara sahipse, biz de o hakların
hepsine yazılı olarak sahip olmuş olacağız.
- Burada yaşayan Müslümanlar kendilerini
ev sahibi olarak görüyorlar mı? Yoksa kendilerini hala misafir olarak mı görüp tanımlıyorlar?
- Valla hisseden de var, hissetmeyen de var. Bu
insanın durumuna göre değişiyor. Bilhassa burada doğup büyüyen çocuklar, kendilerini evinde
hissediyorlar. Kendisini evinde hissedebilmesi
için bir insanın o toplumu anlaması lazım, o toplumun dilini bilmesi lazım. O toplumun dinini,
kültürünü, felsefesini öğrenmesi lazım. Bütün
bunları bilmeden, o toplumun içerisinde, kendisini evinde hissetmesi zor. Kendisini burada belki
rahat hissedebilir ama evinde hissetmek bambaşka bir şey.
Bütün bunların olabilmesi için ne olması gerekiyor, Müslümanın dışlanmaması gerekiyor. İki de
bir problemler ortaya çıktığı, çıkarıldığı müddetçe
kimse kendini evinde hissedilmez, başörtüsü örneğin. İşte ben bunları anlatıyorum insanlara. Siz
böyle yaptığınız müddetçe, bu insanlar kendilerini
evinde hissetmezler. Kendisini evinde hissetmeyen
insana, sen entegre olcaksın desen de, bunun kabul görmesi mümkün değildir. Bir insana entegre
olacaksın demeyeceksin, ona öyle bir his vercek-
sin ki, o kendisini evinde hissedecek ve o vatana,
o toprağa sadık kalacak. Mesele sadakat meselesidir. Kendisini evinde hissetmeyen zaten vatandaşlığı almıyor. Herkesin kendisini evinde hissetmesi
mümkün değil, hatta burada yüzyıllardır yaşayan
Avusturyalılar var, ki o da kendisini herhangi bir
nedenden dolayı evinde hissetmiyor. Türkiye’de
ben görüyorum, burada yaşanmaz deyip terkedenler de olmuştur. Yani günün şartları çok büyük rol
oynuyor insan üzerinde.
- Günümüz politikacılarının bu konuyla ilgili
faaliyetleri farklı dinlere mensup olan toplumu
nasıl etkilemekte?
- Politikacının gayesi nedir, seçimleri kazanmaktır. Kazanmak için de, eğer populistse, yani
belli bir ideolojisi yoksa, ne yapar? O günün şartlarına göre hemen hareket eder ve orada yaşayan
azınlıkları dile getirerek, onlar üzerinden oy devşirmeye çalışır. Bu her yerde, her ülkede ve her
devirde oluyor. Bunlar tabii yanlış şeyler, huzursuzluk getiriyor. İnsanlar arasında ayrışma oluyor.
Bazen kavgaya, dövüşe, hatta ölümlere neden oluyor. Eğer bir grup mutsuzsa toplumun bütününün
mutlu olması mümkün değildir.
- Son yıllarda sıkça konuşulan İslamofobi tüm
Avrupa’da ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Bu
durum şu anda, Avusturya’da nasıl? Siz kurum
olarak 100. yıl etkinlikleri ile bu tür önyargıların
önüne geçmek için neler yapıyorsunuz?
- Şimdi bu İslamafobi kelimesi bir sefer yanlış
bir kelime. Amerika’dan geldi, orada öyle başladı,
tuttu. “Fobi” kelimesinin, kelime anlamı “korku”
olmasına rağmen, artık İslamafobi’den anlaşılan
İslam düşmanlığıdır. Şimdi Antisemitismus var,
Antiislamismus var. İnsanlık tarihinde, Hz.Adem
(a.s.) bugüne kadar, hak ve batıl mücadelesi olmuştur. Mutlaka Müslümanlara, Allah’ın kanunlarına
karşı çıkan bir grup çıkmıştır. Bu illa ki olacaktır.
Bu da bizim için bir imtihandır. Onlar kendi görevlerini yapıyorlar, biz kendi görevimizi yapıyoruz. Ama çok şükür bu son bir yıldır biz bu konuda
birçok konferans verdik, diyalog formları kurduk.
Mesela 14 dini cemaatten meydana gelen diyalog
platformu kurduk.
Diyalog dinle olmaz, ben buna karşıyım, diyalog insanla olur. Onun için ben her gittiğim
yerde, bu diyalog konuşmalarımda dedim ki, bakın siz İslam ile diyalog diye diye, Müslümanları,
insanları unuttunuz. Onun için bundan vazgeçin.
Çünkü dinler-arası diyalog dediğin zaman sadece
içeriği tartışıyorsun, Kur’’an da şu var, Pergamber
şunu demiş, şuna ne diyorsun, buna ne diyorsun.
Ama bizim burada yapmamız gerken ne? İnsanların problemleri üzerinde, çözüm yolları üzerinde
konuşmak. Bu son bir yıldır bunu yerleştirdik çok
şükür.
- İslamofobi konusunda önyargıları ortadan
kaldırmak için hangi kurumlarla işbirliği yapıyorsunuz? Gündeminizde böyle bir şey var mı?
- İslamafobiyle ilgili birkaç kitap yazıldı. Bizim
tarafımızdan da yazan oldu, karşı taraftan da yazanlar oldu. Çok çesitli, parlemantoya kadar bu konular tartışıldı devamlı.Ve bu diyalog platformunda da var. Orada da dedik bunun ismi İslamafobi
olmayacak, İslam düşmanlığı olacak. Bu sekilde
resmiyete de geçti. Kitap yazıldı, mesela bu kitabı
da dağıtıyoruz. Üç meşhur profesör yazdı bunu.
Adını, Avusturya’da İslam (Islam in Österreich)
koymadılar, Avusturya’da Müslümanlar (Muslime
in Österreich) koydular. Onlara hem yazılı, hem de
sözlü tesekkür ettim. Bundan sonra demek ki insanı, insanın problemlerini ve sadece problemleri
değil cözümlerini de tartışacağız.
Hedefimiz problemleri ve çözümlerini tek
başımıza değil hep birlikte tespit etmektir. Ve
Staatssekretär Kurz hakikaten çok iyi niyetli ve cok
başarılı. Çok yakın bir kontağımız var kendisiyle
ve birlikte çalışıyoruz.
- Son olarak, kurumun başına geldiğinizde
önünüzde nasıl bir tablo vardı? O günden bugüne değişen çok şey oldu mu?
- Tabii birçok değişiklik yaptık. Arşivleme yaptık en başta, bütün kurumlarla ilgili, ne kadar şey
varsa onları arşivledik. Kadromuz çok eksikti, kurumlarımızda yeterli sayıda çalışanın olması için
hala uğrasıyoruz.
İnşaallah bina problemimizi de halledebilirsek,
bırakın Viyana’yı bütün Avrupa’yı idare edebilecek
bir bakanlık konumuna gelmiş olacağız. 
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
25
Söyleşi
Avusturya’da
Müslümanlar
Toplumun
Bir Parçası
AVUSTURYA ENTEGRASYON
MÜSTEŞARI SEBASTİAN
KURZ, ÜLKEDEKİ
MÜSLÜMANLARLA
İLİŞKİLERI ANLATIYOR
Sebastian Kurz © BMI / A.Tuma
A
vusturya’da İslam Yasası’nın 100. yılı
kutlanıyor. İlkin bu husustaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
1912 tarihli İslam Yasası sadece
Bosna-Hersek’li askerlerin Avusturya-Macaristan
ordusuna koordinasyonuna katkı sağlamakla kalmamış, aynı zamanda azınlık Müslüman halkların
ve Bosna-Hersek eyaletinin çok dinli devlet yapısına entegrasyonuna yasal bir temel oluşturmuştur.
Bugün Avusturya’da yaklaşık 500.000 Müslüman
yaşamaktadır. Bu bağlamda özellikle dil yeterliliği, eğitim ve iş piyasası alanlarında bütün göçmen
gruplarını ilgilendiren entegrasyon sorunları ortaya çıkmaktadır. Bunun dışında bazı entegrasyon
politikası sorunları ise Müslümanlar ve İslam ile
kurulan ilişki ile doğrudan alakalıdır ki, bazı hususi çözüm yollarını gerekli kılmaktadır. Toplumun
bir kısmı tarafından İslam’a karşı duyulan şüpheci
bakış ile İçişleri Bakanlığı’nın yürüttüğü entegrasyon politikası ile alakalı durumlarda da bazen karşılaşmaktayız.
- Kanaatinizce 100 yıllık İslam Yasası’nda bir
değişiklik gerekli midir, diğer yandan Avustur-
26
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
ya ve AB ülkelerinde imamların yetiştirilmesi ile
alakalı bir boşluk ve eksiklik olduğu biliniyor.
Hükümet ve BMI tarafından bu konuda hangi
stratejiler geliştirilmektedir?
- İslam Yasası’nın gözden geçirilmesi hakkındaki meseleler ve Avrupa’da imam yetiştirme
imkânları İslam Diyalog Forumu isimli program çerçevesinde şimdilerde tartışılıyor. İslam
Yasası’nın çıkmasının üstünden 100 sene geçti ve
artık yasanın elden geçirilmesinin ve 21. asrın gerçekliğine uygunluk sağlanmasının zamanı çoktan
gelmiştir.
- AB ülkelerinde sürekli muhtelif dinî pratiklerin yasaklandığını gözlemliyoruz, mesela
Fransa’da burka, Almanya’da sünnet yasağı gibi,
Avusturya’da hala düşünülmesi zor olan müdahaleler bunlar. Avusturya’daki bu tutumun İslam Yasası ile bir alakası var mı? (Anayasa’nın
14-a6. Maddeleri ile Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 9. Maddesi 1 ve 2. paragraflarından bağımsız olarak düşünülürse.)
- Avusturya İslam ile ilişki içerisinde olma
konusunda bir öncü idi ve öyle de kalmalıdır. Bu
elden geçirmeden bağımsız olarak düşünüldüğünde de Müslümanlar Avusturya toplumunun tabiî
bir parçasıdırlar. Müslümanlarla ortak yaşam ve
devlet-İslam arasındaki kesişme noktaları ile alakalı meselelerin görüşülmesi için sene başında
Avusturya İslam Cemaati (IGGiÖ) ile beraber İslam Diyalog Forumu çalışmasını başlattık.
- Toplum, siyaset ve medyada entegrasyon faaliyetleri aşırı bir ivme ile artan İslamofobi’den
nasıl etkilenmekte ve bu yönde nasıl bir çalışma
yapılmaktadır ?
- Prof. Dr. Heinz Faßmann başkanlığındaki Entegrasyon Uzmanlar Kurulu 2011 yılında yayımlanan entegrasyon raporunda 23 Ocak 2012 tarihinde Entegrasyon Müsteşarı olarak benim ve IGGiÖ
Başkanı Dr. Fuat Sanaç tarafından açılışı yapılan
türden kurumsallaşmış bir diyalog tesisini tavsiye
etmişti.
Forumun hedefi halihazırdaki meseleleri ve
zorlukları açıkça konuşmak ve muhtemel çözüm
önerileri üzerinde çalışmaktır. Genel olarak söyleyecek olursak toplumsal kutuplaşmayı engelleme,
Avusturya’da geçerli temel değer ve hakların belirlenmesi ve Müslümanlar arasında Avusturya’ya
aidiyet duyusunu güçlendirmek ortak hedefler arasında bulunmaktadır.
- Diyalag platformu, Müslümanların Avusturya Cumhuriyeti ile yaşadığı uzun tecrübeler neticesinde Avrupa için nasıl bir örnek teşkil eder?
- Bu diyalog platformu Avusturya’da faaliyet
göstermektedir ve diğer ülkeler ile çok fazla ilgilenmemektedir. Bizim için tam olarak Avusturya’ya
uygun çözümler geliştirmek daha fazla önem taşımaktadır, çünkü her toplum birtakım kendine has
yapısal özelliklere sahiptir.
- Başlatmış olduğunuz bu süreçte hedef ve
beklentilerinizi alabilir miyiz?
- Süreç, Devlet Müsteşarılığı ve IGGiÖ
Başkanı’ndan oluşan bir yönetim grubu tarafından
koordine edilmektedir. Bağımsız uzmanlar tarafından yönetilen yedi çalışma grubu bu sürecin
çekirdeğini oluşturmaktadır. Kendi sahalarındaki
sorunları göstererek çözüm önerileri geliştirmek
bu grupların sorumluluk alanına girmektedir. Çalışma grupları ve grup yöneticilerinin isimleri şu
şekildedir:
1. İmamların Yetiştirilmesi ve Eğitilmesi:
Prof. Dr. Wolfram Reiss (Viyana Üniversitesi
Protestan Teolojisi Fakültesi’nde din bilimleri profesörü)
2. Entegrasyon ve Kimlik:
Mag. Murat Düzel (Aşağı Avusturya Eyalet
Akademisi Entegrasyon Servisi Başkanı)
3. Değer ve Toplum Meseleleri:
Prof. Dr. Christian Stadler (Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi Din ve Kültür
Hukuk Enstitüsü’nde profesör)
4. İslamizm ve İslam Karşıtlığı:
Prof. Dr. Mathias Rohe (Erlangen - Avrupa’da
İslam ve Hukuk Merkezi Müdürü ve FriedrichAlexander Üniversitesi Medeni Hukuk, Uluslarararası Özel Hukuk ve Mukayeseli Hukuk
Kürsüsü’nde profesör)
5. Cinsiyet Rolleri:
Dr. Eva Grabherr (Vorarlberg “okay zusammen
leben” Entegrasyon Derneği Yöneticisi
6. Devlet ve İslam Prof. Dr. Richard Potz (Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi
Din ve Kültür Hukuk Enstitüsü Başkanı)
7. İslam ve Medya:
Claus Reitan (Haftalık “die Furche” isimli gazetenin başyazarı)
Bu konu başlıklarına baktığınızda bazılarının
İslam Diyalog Forumu çerçevesinde halihazırda
tartışıldığını görebilirsiniz. Diyalog Forumu’nun
çalışmaları sonbaharda da sürecek ve senenin sonunda nihayete erdirilecek.
Diyalog Forumu gibi bir sürecin bütün sorulara cevap veremeyeceği ve bütün sorunları hemen çözemeyeceği bizce de malumdur. Ancak
harekete geçiren, açıkça konuşulabilen konular ve
fikirlerini söyleme imkanının var olmasına önem
veriyoruz ve ancak birlikte çalışarak olumlu bir
birlikteliğin meydana getirilebileceğini göstermek istiyoruz. 
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
27
Avrupa/Yorum
İslam‘aBozuk
Bakış
» SALİH ENES BİLGİLİ
A
[email protected]
vusturya’nın, İslam’ı resmî bir din
olarak kabul edişinin üzerinden
tam olarak 100 yıl geçmiş bulunuyor. Bu anlamda Avusturya, önyargılardan uzak, doğru bir İslam
ve Müslümanlar politikası örneği
sunmak adına başta Almanya olmak üzere diğer
Avrupa ülkelerine örneklik teşkil edebilecek yasal
bir altyapıya sahip olmanın engin tecrübesini haiz
bulunuyor.
Fakat son yıllarda gözlemlenen, devletin İslam ve Müslümanlara yaklaşımında bu yüzyıllık
olumlu tecrübenin zedelenme riski söz konusu.
Dolayısıyla, yeni politikaların bu yüzyıllık tecrübe
üzerine bina edilmesi ve bu tecrübenin de diğer ülkelere örnekliğinin devam etmesi gerekirken, yüzyıllık geçmişi olan “İslam Yasası” tecrübesi göz ardı
edilerek oluşturulacak olan yeni politikalar olumlu
sonuçlar vermeyebilir.
Avrupa’daki pek çok ülkeye baktığımızda İslam ve Müslümanlarla ilgili politikaların Müslümanlara ders verici, onları ehlîleştirilmesi gereken bir topluluk olarak gören bir yaklaşımından
öteye gidemediğini görüyoruz. Bu bozuk yaklaşım Müslümanları, Müslümanların asla kabul
edemeyeceği bir tanımlama kalıbına sıkıştırdığı
gibi, hep “öteki” olarak kalma durumuna düşürüyor. Müslümanlarla yapılacak herhangi bir çalışma ya da işbirliğinde sürekli bir biçimde yerleşik
ve basmakalıp önyargılar gerçekmiş gibi ortaya
konuyor ve çalışmaların (ve varsa problemlerin
çözümlerinin) buna göre şekillendirilmesi için
adeta dayatmada bulunuluyor.
28
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
Bu genel ve çarpık tavrın, Avusturya gibi Müslümanlarla ilişkileri bu denli köklü olan bir ülkede
sergilenmesi ise uzmanları ve ülkede yaşayan Müslüman toplumu endişelendiriyor. Ülkenin yaklaşık
iki yüzyıllık bir İslam ve Müslümanlarla yaşama
tecrübesi varken, bu müsait ve olumlu zeminin hatalı politikaların kurbanı olmaması gerekiyor.
Buna karşın, Avusturya İçişleri Bakanlığı’nın
girişimi ile oluşturulan “İslam Diyalog Forumu”,
100 yıllık geçmişi olan “İslam Yasası”nın temel ruhunu zedeleyebilecek bir yaklaşım sergiliyor. Zira
“İslam Yasası” Müslümanları, “Müslüman” vatandaşlar olarak muhatab alırken Diyalog Forumu ise,
ders verilmesi ve ehlîleştirilmesi gereken, ülkedeki
(hayalî) tehlikenin ve korkunun kaynağı, kadınerkek eşitliğine karşı çıkan bir topluluk olarak görmek ya da göstermek istiyor. Müslümanları doğrudan ilgilendiren “İmam-Hatiplerin” yetiştirilmesi
konusunda dahi Müslümanların yerine “bağımsız”
uzmanları muhatap kabul eden bu forum, böylece
100 yıllık tecrübeyi de heba etmiş oluyor.
Öte yandan, bu hatalı yaklaşımın tek müsebbibi olarak devlet kanadını görmek eksik olacaktır. Avusturya İslam Cemaati de burada tarihî
sorumluluğunu hatırlamalı ve mevcut kurumsallaşmayı yeni ufuklara taşımalıdır. Bunun için
Avusturya İslam Cemaati, 100 yıllık tarihi olan “İslam Yasası”nın ruhunu zedeleyebilecek hususlarda
daha hassas davranmalı, buna mukabil, örneğin
İslam ilahiyatı, din pedagojisi, din psikolojisi gibi
derslerin verildiği eğitim kurumlarının açılması
ve buralarda İmam-Hatiplerin yetiştirilmesi için
daha çok çaba sarfetmelidir. Bu kadar geniş tabanlı
bir isteğe “İslam Yasası”na imza atmış bir devletin
itiraz etmesi söz konusu olmayacağı gibi, devlet bu
şekilde, tüm dinlere karşı eşit muamelede bulunma
sorumluluğunu da yerine getirmiş olacaktır. 
İslam ve Hayat
Çeşitli İnançlarda
Kurban
Geleneği
“Biz, her ümmet için
Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını
ansınlar diye Kurban’ı gerekli
kıldık.”
» İLHAN BİLGÜ
[email protected]
İ
slamî terminolojide “Allah’a yakınlaşmak niyetiyle
ve yalnızca Allah rızası için, kurbanlık olma vasfına sahip belirli hayvanların, eyyâm-ı nahr, yani
Kurban günlerinde kesilmesi” olarak tarif edilen
kurban, İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik’te ilk
kez, ilk insan Hz. Adem’in evlâdlarından Hâbil
ile Kâbil’in Allah’a sundukları takdimeler ile başlamıştır.
Kur’an-ı Kerim, insanlık tarihinin bu ilk kurban hadisesini özetlerken kurbanın bir imtihan vesilesi olduğuna
ve Allah’a samimiyetle yaklaşmayı temsil ettiğine işaret
eder: “Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de biri-
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
29
İslam ve Hayat
« Buda inancında, tanrı rızasını kazanma
şeklinde bir inanç olmadığı ve Hinduların
kestikleri kurbanları eleştirdikleri için kurban sunma
geleneği yoktur...
sinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık
yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’,
dedi.” (Mâide Sûresi, [5:27]) Bu ilk kurban hadisesi
ilâhî dinlerdeki ve bu dinlerin sonuncusu olan İslam dinindeki kurban anlayışının temelini oluşturmaktadır. Hadiseyi hatırlayalım: Hâbil, hayvancılıkla; Kâbil de ziraat işleri ile uğraşır. Hâbil, şükür
ve tevekkül sahibidir; Kâbil ise olup bitenin kendi
mahareti olduğundan hareketle gururlanır. Derken, Allah için kim nasıl bir kurban takdim edecek
meselesi gündeme gelir. Hâbil sürünün ilk doğanlarından ve en değerlilerinden kurbanlar takdim
ederken; Kâbil insanların pek de hoşuna gitmeyen
mahsullerden ama tereddüt içinde takdimler yapar. Dolayısıyla Kâbil’in kurbanının değeri, ihlâsı,
niyeti ve takvası ile orantılı olmuş, Allah da ihlâs ve
samimiyetle kurban sunan Hâbil’in niyetini kabul
etmiştir.
Demek ki, kurbanın şeklî bir yönü var ise de
asıl mesele, Allah’a kurban takdim edecek olan insanların niyetleri ve ihlâslarıdır ki, Kur’an-ı Kerim
kurbanın tam da bu yönüne dikkat çekmektedir:
“Elbette onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Ancak O’na sizin takvanız erecektir.” (Hac
Sûresi [22:37]) Görüldüğü gibi, insanoğlunun ilk
30
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
evlâdları ile günümüz insanının takdim ettikleri kurbanlar arasında şekil bakımından farklılık
mevcud ise de bu iki kurbanın temel özelliği, kurban sahiplerinin Allah’a olan yakınlık hislerini ve
niyetlerini, yani takvalarını sembolize etmesidir.
Kurban meselesi, insanoğlunun Tevhid inancını kaybettiği dönemlerde ise başka şekillerde gündeme gelmiş, kimi insanlar tanrılarını memnun
etmek, öfkelerini dindirmek, tanrılarını vesile kılarak dünyevî menfaatler edinmek gibi amaçlarla
kurban kesmeye, kurban takdim etmeye, kurban
sunmaya başlamışlardır. Tevhid inancı geleneğinde, kurbanın, bir hayvanın kanının akıtılarak sunulma uygulaması Hz. Nuh (a.s.) ile başlamış ve
Hz. İbrahim (a.s.) ile yerleşmiştir. Süleyman mabedinin Romalılarca yıkılmasına kadar kurban,
Yahudilikte de en önemli ibadetlerden sayılmış,
Hıristiyanlıkta ise farklı bir şekle bürünmüştür.
Kurban Yahudilikte, kısmen İslamî uygulamalar
ile benzerlik gösterirken, meseleye başka bir boyutta yaklaşan Hıristiyanlıkta ise konu farklılıklar
arzetmektedir. Hıristiyanlıktaki kurban anlayışı
Hz. İsa’nın bütün insanlık için kendini fedâ (kurban) etmesi üzerine kuruludur. Bununla birlikte
Tanrı’nın rızasını kazanmak için yapılacak olan
maddî ve manevî fedakârlıklar da kurban tanımlaması içine girmektedir.
İnsanların kurban edilmesi meselesi geçmişte
pek çok inanç ve kültürde yer edinmişse de Hz.
İbrahim’in (a. s.) Hz. İsmail’i (a.s.) —Yahudilere
göre Hz. İshak’ı (a.s.) — kurban etmekle emredilmiş olması, Tevhidî gelenekte insan kurban etme
geleneğinin bulunduğunu göstermemekte, aksine, kurban sahibi (İbrahim) ile kurbanın (İsmail/
İshak) Allah’a olan teslimiyetini simgelemektedir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim, kurban geleneğinin tüm
ümmetlere vâcib kılındığını ve bunun da hayvanların kurban olarak sunulması şeklinde olduğunu
bildirmektedir. “Biz, her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların
üzerine O’nun adını ansınlar diye Kurban’ı gerekli
kıldık.” (Hac Sûresi [22:34])
Kurban geleneğinin neden sürdürüldüğü hem
seküler bilim hem de teoloji açısından incelenmiş
ve her iki incelemede de hemen hemen birbirine
benzer sonuçlar ortaya çıkmıştır. Seküler bilimin
değerlendirmesine göre kurban, tanrı/lara, hediye, rüşvet, saygı sunulması, yeryüzü ile kutsala ait
dünyalar arasında bir bağ kurmak, büyü yapmak,
ilk olayları yeniden yürürlüğe koymak, korku ve
endişeyi gidermek, başkasına korku ve endişe vermek, şiddeti başka yöne çevirme vasıtası kılmak
gibi gayelerle yapılmıştır. Teolojik değerlendirmelere göre ise kurban Allah’a, tanrı/lara saygı, şükür,
dua, teskin ve kefaret amacına yöneliktir. Her iki
değerlendirme de kurbanın, insanların Allah/tanrı/üstün güç karşısında kendi acziyetlerini ortaya
koyarak o yüce varlık/ların yardımını ve hoşnutluğunu kazanma aracı olduğuna işaret etmektedir.
İslam öncesi Türk dünyasında da kurbana
rastlanmaktadır. At, koyun, sığır gibi hayvanların
tanrı için kurban edildiği eski Türklerde, ölülerin
ruhlarından yararlanmak, aynen tanrının olduğu
gibi ataların öfkesini dindirmek için de kurbanlar
kesilirdi. Öte yandan, kurban olarak çeşitli yiyecekler de sunulduğu gibi bazen hayvanlar, tanrıları
memnun etmek için, kesilmedikleri hâlde serbest
bırakılırdı. Böyle bir hayvana kimse dokunamaz,
etinden, sütünden ve yününden faydalanamaz idi.
Çin geleneklerinde de Türk geleneklerine benzer kurbanlar bulunmaktadır. Ayrıca Çin geleneklerinde insanların da kurban edilmesi söz konusu
iken, büyük muallim Konfiçyus döneminde bu uygulama yerini tahıl saplarının insan şeklinde yapılması suretiyle şeklî bir uygulamaya dönüşmüştür.
Her insan, memur ve kral kurban takdim edebilirken bu durum, yer ve makama göre değişir, büyük
devlet törenlerinde ise tanrıya yalnızca kral kurban
sunabilirdi.
Buna mukabil, Budizm’de hayvan kurban
etme diye bir gelenek olmamıştır. Aksine Budizm,
Hinduizm’deki hayvan kurban etme ritueline karşı
çıkmış ve bu törenlerin hiçbir faydası olmadığını
ilan etmiştir. Budizm, tanrıları memnun etme gibi
bir inanca sahip olmadığı için bu tür uygulamaları
reddetmiştir. Yine de Budizm, takdime anlamına
gelen ve rahiplerin ihtiyaçlarını görmelerine yardımcı olacak olan çeşitli yiyeceklerin ve değerli eşyaların takdimini teşvik etmiştir.
Hinduizm ise “kurban” anlayışına dayanan
bir din olarak kurbanı önemsemiştir. Hinduizm’e
göre dünya, zamanın başlangıcında meydana gelen
büyük bir kurban wolayı sonrasında oluşmuştur.
Buna göre güçlü insan, daha küçük tanrılar tarafından kurban edilmiş, o da kendisini parçalara ayırarak daha büyük bir dünya ve yeni tanrılar meydana
getirmiştir. Öyle ki, tanrılar dahi başarılı olabilmek
için kurbanlar sunmak durumundadır. Kurbanlıklar arasında hayvanlar önemli bir yer tutar. Hatta
Hindu din adamları olan Brahmanlar inekleri dahi
İslam‘ın kurban anlayışında kurban, belirli hayvanlardan olmasının yanı sıra yine zamanı belirlenmiş
olan ve adına eyyam-ı nahr denilen kurban günlerde kesilir...
kurban olarak keserlerdi.
Hinduizm’deki kurban anlayışında, hayvanların
yanı sıra çeşitli yiyecek ve eşyalar da kurban edilebilir. Fakat, eski kültürlerin çoğunda olduğu gibi özellikle kralların ve üst düzey yöneticilerin öldüklerinde onlarla birlikte köle ve hizmetçilerinin de kurban
olarak öldürülmesi ilk dönemlerde bir kurban ritüeli olarak Hinduizm’de yer aldığı gibi, eşi ölen kadınların (Sati) ölen eşleri ile birlikte veya daha sonra
yakılmaları gibi gelenekler de kurban gelenekleri
arasında yerini almıştır. Müslümanların hakimiyeti döneminde çeşitli zamanlarda men edilen bu tür
uygulamalar şimdilerde kanunla yasaklandı ise de,
yine de çok nadir olarak ve gizlice uygulanmaktadır. Bu tür bir uygulamanın en meşhuru ise Nepal
kraliçesi Maharani Raj Rajeshwari Devi’nin 5 Mayıs
1806 tarihinde yapılan bir törenle yakılması olmuştur. Öte yandan bugün hâlâ bol ürün alınabilmesi
için genç kızların tanrılara kurban olarak sunulması
gibi uygulamalarla karşılaşılmaktadır. 
Daha geniş bir okuma için bakınız: Çeşitli Dinlerde ve İslâm’da Kurban.
Prof. Dr. Ahmet Güç. Düşünce Kitabevi, 2003, Bursa.
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
31
Söyleşi
Doç. Dr. Recep Cici
ile
Kurban ve
Bayram
Üzerine...
- Hocam, Kurban nedir? Biz Müslümanlar
niçin kurban kesiyoruz? Ya da dinimiz/Allah
(cc) bizden neden kurban (kesmemizi) ister?
- Kurban, lugavî (sözlük anlamı) olarak, “yaklaşmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey”
anlamına gelir. Dini bir terim olarak ise, “ibadet
maksadıyla belirli bir vakitte belli şartları taşıyan
hayvanı boğazlamak ya da bu şekilde boğazlanan
hayvan” demektir. Arapçada buna “udhiyye” denilir.
Kurban, insanlık tarihi boyunca şekil ve amaç
yönüyle aralarında farklılıklar olmakla birlikte
bütün ilahi dinlerde uygulaması mevcut olan bir
ibadettir, bu konuda Maide ve Hac Sûreleri hatırlanmalıdır.
Biz Müslümanlar Allah ve Resulü’nün talebinden dolayı ibadet olarak kurbanı kesmekteyiz.
Kurban kesmekle hem Allah’ın emrine boyun
eğmiş hem de kulluk bilincimizi koruduğumuzu
canlı bir biçimde ortaya koymuş oluruz. Ayrıca
Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in Yüce Allah’ın emrine
mutlak itaat konusunda verdikleri başarılı sınavın
hatırasını tazelemiş ve kendimizin de yeri ve za-
32
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
manı geldiğinde benzeri itaate hazır olduğumuzu
göstermiş olmaktayız.
Kuşkusuz her ibadetin kendine özgü birçok
hikmeti vardır. Zira Allah hiçbir şeyi boşuna emretmez, onu bizden istemez. Ancak bütün bunlar
sonuçlardır. Dolayısıyla biz O’nun emrine itaat
etmek ve O’na olan teslimiyetimizi göstermek
için ibadetimizi yapar, kurbanımızı da bu amaçla keseriz, böylece ibadetimizin ferdi ve toplumsal
yararları ortaya çıkar.
- Kurban ile diğer ibadetler arasındaki temel
fark nedir? Kurban kesme ibadetinin dinimizdeki önemi nedir?
İbadetleri genel anlamda dar manada ve geniş
manada olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Namaz,
oruç, zekat, hac ve kurban gibi belli rükün ve şartları olanlara “dar manada ibadet”; bir Müslümana
selam vermek, ona tebessüm etmek, bir hayvana
su vermek, bir yetimin başını okşamak, bir fakiri
doyurmak gibi belli rükün ve şartları bulunmayanlara “geniş manada ibadet” denilmektedir. Buna
göre kurban dar manada ibadetin mali kategorisinde yer alan bir ibadettir. Burada özellikle şunu
belirtmeliyiz: İslam bir bütündür; yani inanç, ahlak, ibadet, helal-haram ve diğer muamelelerden
oluşan dinimizin emirlerini birbirinden ayırmak
mümkün değildir. İbadetlerde de durum aynıdır.
İster dar manada isterse geniş manada ibadet olsun birini diğerine tercih etmeden bir bütün olarak hepsini yerine getirmekle yükümlüyüz. Zira
biz dinin (Kur’an’ın) bölünmez bütünlüğüne
inanıyoruz, dolayısıyla dini emirleri bölmeden
yerine getirme hassasiyetimizi korumak zorundayız. Aksi halde İslami ölçülere göre değil, kendi
ölçülerine göre Müslüman olanlardan söz etmek
gerekecektir. Yani namaza-oruca evet, zekata-faize
hayır diyen sözde Müslümanlar olacaktır. Ancak
Yüce Allah onların bu dini bölen, işine geleni alıp
diğerini almayan inanışlarını kesinlikle reddetmektedir. Ne var ki günümüz Müslümanlarının en
önemli sorunlarından biri budur.
Kurban ibadetinin, bir ibadet olarak diğerlerinden ayrılmamakla birlikte bir eylem olarak kendine mahsus özelliği bulunmaktadır. Bu ibadette
cana kıyma ve kan dökme söz konusudur. Bununla
birlikte, daha ziyade Müslüman olmayan toplumlarda görülen hatta sporlarına dahi yansımış olan
saldırganlık, kan ve ölüm hadiseleri Müslüman
toplumlarda çok az görülür. Zira İslam kan ve ölüm
üzerine değil, barış ve kardeşliğe dayalı bir insan,
bir toplum ve bir medeniyet inşa etmeyi amaçlamış, bunda da başarılı olmuştur. İslam Medeniyet
tarihimiz bunun en güzel örnekleriyle doludur.
-Kurban’ın kurbiyetten geldiği ve kulu Allah’a
yakınlaştırdığı çok sık söylenir. Kurban ile nasıl
Allah’a yakınlaşırız? Ve Kurban Bayramı’nın temel mesajı nedir?
- Arapçada yaklaşmak anlamına gelen kurban,
gerçekten Allah’a yaklaştırıcı fonksiyona sahip en
önemli mali bir ibadettir. Bilindiği gibi dinimizde
kan dökmek ve cana kıymak yasaklanmıştır. Oysa
kurban ibadetinde, Allah adına, O’nun emrine boyun eğerek bir cana kıyıp kan dökülüyor. Aslında
kurban, çoğu zaman varlıklı insanların et ihtiyaçlarını karşılamak üzere her zaman yaptıkları eylemin, bir de Allah için ve fakirlerle paylaşmak amacıyla yapılmak suretiyle ibadete dönüşen halidir.
Kurban kesmek mutlak anlamda Allah’a bir
yakınlaşma olarak görülemez. Ancak onu Allah
için-takva üzere boğazlayıp fakirlerle paylaşmak
ve onların gönüllerine girmek suretiyle, başka bir
ifadeyle onlara yakınlaşmakla Allah’a yakınlık sağlanmış olunmaktadır.
Ramazan Bayramı orucun, Kurban Bayramı ise
mali fedakarlığın bayramıdır. Dolayısıyla bayramlar Allah’a itaat ve boyun eğişin bir mükafatı ve karşılığıdır. Bir bakıma Allah’a itaat bayramla taçlandırılmıştır, ancak buna fakirler de dahil edilmiştir.
- Bir Müslüman Kurban Bayramı’nı nasıl idrak etmeli, nasıl kutlamalı ve nasıl yaşamalıdır?
- Bir Müslüman Kurban Bayramından önce imkanı varsa, bir kurban alıp onu Allah için bayramın
ilk gününde namazdan sonra mümkünse aileyi de
toplayarak kesmeli, bekletmeden üçe bölerek, en
az üçte birlik kısmını fakirlere dağıtmalıdır.
Müslüman her zamanki gibi bayramda da vakarına yakışacak şekilde bir tavır sergiler, yakın
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
33
Söyleşi
akrabadan başlayarak tüm dostlarını kâh ziyaret
ederek, kâh telefonla arayarak, kâh mesajla bayramlarını tebrik eder, bunu bir ibadet bilinciyle
yapar. Bayramlar aile ve akraba, eş ve dosttan uzak
bir yerde tek başına tatil yapma zamanı değildir.
Hatta bayram günlerinde mecbur kalınmadıkça
çalışmak da yasaktır.
- Peki Kurban ibadetinin yerine getirilmesi ve
kabul edilmesi için sadece kurbanı kesmek yeterli midir? Kurban ibadetinin diğer gereklilikleri
nelerdir?
- Kurbanı gerçekten bir ibadet olarak görmek
ve onu bu bilinçle kesmek gerekir. Onun kabul
edilmesi için sadece bir hayvanı boğazlamak yeterli değildir. Her şeyden önce ihlaslı olmak, onu
sadece Allah adına kesmek, fakirlere ulaştırmak,
eş-dostla paylaşmak ve nihayet Allah’ın bir canlı
varlığını yine O’nun emriyle kesme idrakini taşımak lazımdır. Kurbanı incitmeden, bir ibadet hassasiyeti içerisinde, Allah rızası için kesmeye odaklanmak şarttır. Bu hususta camiamızda maalesef
kötü örneklere rastlayabiliyoruz.
- Yine medyada, sık sık dile getirilen “Kurban
34
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
kesilmesini idrak eden ya da ona şahit olan çocukların ruh sağlığı bozuluyor” iddiası var, buna
katılıyor musunuz? Bahsedilen yönde olumsuz
bir etki var mıdır, olabilir mi? Var ise bundan
kaçınmanın yolları nedir?
- İster kurban ister başka bir hayvan olsun onun
boğazlanmasına şahit olmak büyükleri de küçükleri de etkiler. Ancak bunun zararından çok faydası
olduğunu düşünüyorum. İnsanlar özellikle Müslümanlar bu işlemle cana kıymanın ne kadar zor
olduğunu idrak eder. Çocuklar ise kurbanın kesimi
esnasında bulundurulmamalıdır. Sonrasında anlatılarak izletilebilir. Hatta kesimden önce özellikle
toplu olarak tekbir getirilirken onların da eşlik etmesini temin etmek iyi olur. Fakat kesim anında ve
sonrasındaki süreci görmemeleri daha uygun olur.
- İslam kültüründe kişinin kurbanını bizzat
kesmesinin tavsiye edilmesinin sebebi nedir?
- Müslüman kurbanını kendi kesmelidir. Ancak bunu yapacak durumda değilse veya kalabalık
bir grup kesiliyorsa en azından başında bulunmak
müstahsen görülmüştür. Zira kurban kesmek bir
ibadettir ve herkes ibadetini kendisi yerine getirmelidir. Tabir yerindeyse selamla ve başkasına havale ederek kurban kestirmek, İslam’ın ibadet anlayışına uygun değildir, bu ibadetle amaçlanan husus
da gerçekleşmez.
- “Kurban kesmek yerine parasını fakirlere
vermek daha makbul olur.” şeklinde düşünüp bu
yönde hareket eden Müslümanlara dair düşünceleriniz nelerdir? Modern ve büyük şehirlerde
yaşayan Müslümanların bu şekilde davranması
uygun mudur?
- Kurban kesmek müstakil bir ibadettir ve bu
ibadetin günleri bellidir. Dolayısıyla bu belli günlerde “kurban kesmek” daha yerinde bir davranıştır. Burada önemli olan kesilen kurbanlardan fakirlerin ne kadar yararlandırıldığıdır. Ne yazık ki kurban, eti çok leziz diye fakirlerden esirgenerek onu
kavurma yapıp derin dondurucularda saklayıp sofralarımızın başlıca menüsü olabilmektedir. Oysa
Medine’de fakirlerin çok olduğu dönemde Hz.
Peygamberimiz (sav) kesilen kurbanların saklanmasını yasaklamış, bilâhare bu yasağı kaldırmıştır.
Efendimizin bu uygulamasındaki fakiri gözetme
ve onu himaye etme ilkesi mutlaka kavranmalı ve
asla gözardı edilmemelidir. Kendimiz ya yaşadığımız yerde kesiyoruz ya da yurt dışına özellikle de
daha ucuz diye gönderip vekaletle kestiriyoruz. Bu
konuda çok samimi isek yaşadığımız yerde kurbana ayırdığımız miktarı gönderip orada onunla ne
kadar hayvan kesilebiliyorsa kesilmelidir. Gerçekten doğrusunun bu olduğu kanaatindeyim.
- Bir Müslüman kurbanı diğer ibadetlere nazaran (vacib olması hasebiyle) hafife alabilir mi?
- Kurban ibadetimizin hükmü farz, vacip ve
müekked sünnet şeklinde belirtilmektedir. Bu ibadetin toplumsal boyutu dikkate alındığında kurbanı en azından vacip düzeyinde bir ibadet olarak değerlendirmek gerekmektedir. Vacip olan bir ibadet
ise İslam alimlerine göre itikat bakımından farzdan
ayrılır, amel bakımından ise farzdan farklı değildir.
Özellikle Hanefiler vacip ibadetler için “itikaden
değil, amelen farzdır.” tabirini kullanırlar. Dolayısıyla kurbanı hafife alamayız. Müslüman toplumun
kurban algısı da böyledir, bu yüzden Müslümanlar
onu hafife alanları dikkate almamışlar ve onları kesin bir şekilde reddetmişlerdir.
- Kurban Bayramı’nda kurbanlık hayvanın
gözünü iple bağlamak, insanların (ve çocukların) alnına kan sürmek gibi bazı gelenekler var,
bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Kurban bayramında kurbanlık hayvanların
özellikle koçların kınalanması, süslenmesi güzel
ve milletimizin irfanî geleneğidir. Ayrıca hayvan
kesilecek yere götürülürken gözleri kapatılmaz.
Fakat kesileceği esnada yatırılmadan önce gözlerin
bağlanması uygundur. Ancak kesilen kurban kanını insanların özellikle çocukların alnına sürmek
doğru değildir, bu, dinimizin onay vermediği bid’at
sayılan bir davranıştır.
- Son yıllarda Hasene gibi birçok yardım kuruluşunun büyük şehirlerde yardım kampanyaları
düzenleyip yurt dışında, özellikle fakir ülkelerde
kurban kesimlerinde bulunmaları hususunda neler söylemek istersiniz? Bu uygulamaların bir süre
sonra hiç kurban ya da kurban kesimi görmemiş,
Kurban Bayramı’nı gerektiği gibi hissedip, yaşayamamış nesiller yetiştirmesi riski var mı?
- Güvenilir yardım kuruluşları vasıtasıyla kurbanların yurt dışında özellikle fakir ülkelerde
kesimlerinin sağlanması çok yerinde ve hatta gerekli buluyorum. Bu uygulamalar, Müslümanların
yaşadığı bölgelerde kurban kesmeyi engellemez.
Burada şu soru anlamlıdır: “Şayet kurban etinden
yararlanılmayacak olsaydı bugünkü kadar kurban
kesen olur muydu?” Soruya verilecek cevap herhalde “olmazdı” şeklinde olacaktır.
Yıl içinde et ihtiyacını bir şekilde karşılayabilen
Müslümanların bir kısmı kurbanlarını kendi yaşadıkları yerlerde, diğer bir kısmı ise -keşke daha
büyük bir kısmı olsa-, kurbanlarını kendi yaşadıkları yerlerdeki kadar bedel göndermek suretiyle
fakir ülkelerde vekaletle kestirmelidirler. Burada
özellikle bir hususa işaret etmekte fayda mülahaza
ediyorum. Kurban bedeli olarak gönderilen paraların zaruret olmadıkça kurban kesiminde kullanılmaksızın saklanıp başka yerlerde kullanılması
asla doğru değildir.
Sözlerimi bitirirken şu iki hususu özellikle belirtmek istiyorum. Birincisi, günümüzde gerçekten
imkanı olmadığı halde sırf çevre baskısı veya et
tutkusu nedeniyle kurban kesenlere rastlanılmaktadır. Bu durumda bir ibadet olan kurban, adete dönüşmektedir. İbadeti adetten ayıran özellik
ise niyettir, yani onu sadece Allah için yapmaktır.
İkincisi ise, kurban bedeline denk her türlü talebini anında karşılarken kurban kesmekten imtina
edenlere şahit olunmaktadır. Bu tutum da kesinlikle yanlıştır. Unutulmamalıdır ki kurban Hz.İsmail
örneğinde olduğu gibi bir hayat sigortasıdır. Bilinmelidir ki hayat bir imtihan, mal-mülk imtihan vesilesi, dünya oyun ve eğlence, Allah (cc.)’tan başka
her şey fanidir. Allahu e’lem bi’s-savab: Allah en
doğrusunu bilir.
-Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz Hocam.
- Ben teşekkür ederim. Bu vesileyle tüm İslam
aleminin Kurban bayramını kutlar, esenlikler dilerim. 
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
35
İslam ve Hayat
Umutla
Bizleri
Bekleyenler Var
Onlar gözleri ufukta heyecanla, umutla bizleri bekliyorlar ve şu soruyu soruyorlar:
Acaba bu sene de gelecekler
mi?
» Murat KUBAT
[email protected]
36
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
B
eklemek mi zordur, beklenilmek mi?
Bekleyen için beklemek bir umutken,
bekleyenin umutla bekleyişi beklenilene sorumluluk yükler. Beklenenler
sorumluluklarını yerine getirmeye
devam ettiği müddetçe, bekleyenler
umutlarını korurlar. Bekliyor olmak, bekleyenin
umudunu hâlâ koruduğunu gösterir.
IGMG Sosyal Yardım Derneği Hasene’nin organize ettiği Kurban Kampanyası bekleyenlere umut
olurken, beklenenlere ise sorumluluk yüklüyor. Bu
sene üçüncüsü düzenlenecek olan kurban kampanyasıyla yine milyonlarca mazlum ve mağdura
ulaşılacak inşallah. Mazlum ve mağdur durumda
olan kardeşlerimizin bizlerden beklentileri var. Afrika, Asya, Avrupa ve Amerika kıtasında yüreklere
ilgi ve sevgi tohumu atacak; mazlum ve mağdurların ellerinden tutacak, ayağa kalkmalarını sağlayacak bir beklenti bu.
Ya sorumluluk? Üzerimizdeki sorumluluk ihmale gelmez. Mesafelerin giderek yakınlaştığı bir
çağda, yanı başımızda bir ihtiyaç sahibi olmasa
dahi dünyanın diğer ucunda yaşanan mağduriyete,
sahip olduğumuz maddîyatı paylaşma imkanının
doğduğu büyük bir sorumluluk bu. Dünyanın bir
ucunda ağlayan bir yetim, kıtlık ve açlıktan dolayı
çocuklarının ölümü karşısında bir şey yapamayan
anne, çaresizlik içerisinde kalmış bir baba artık
bize uzak değil. Uzak olmayan, ellerimizin uzanabildiği her mağduriyet karşısında mesuliyetimiz
var. Mazlumun duası, yetimin göz yaşları gelir bulur bizi. Bu duanın beddua, bu göz yaşlarının felaket olmaması için mazlumlara, yetimlere, ihtiyaç
sahiplerine karşı mesuliyetimizi îfa etmemiz icap
eder. İşte o zaman mazlumun duası, yetimin nidası
bizler için rahmet olup kuşatacaktır gönülleri.
Bekleyenin umudu olmaya devam eden Hasene hayır, iyilik ve güzellikler tohumunu yeryüzünün mazlum ve mağdur, kurak topraklarına saçmaya devam ediyor. Geçmiş senelerde 60’a yakın
ülke ve bölgede Kurban Kampanyası bağlamında
yürüttüğümüz çalışmalar bizlere, bizleri bekleyenE Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
37
İslam ve Hayat
lerin olduğunu gösterdi. Artık
Kalplerde taşınan mundan alan el durumuna, alan
el durumundan veren el konumubizleri tanıyorlar, seviyorlar ve
iman, birbirlerini hiç na gelmek pek tabii mümkündür.
bekliyorlar. Beklentilerin gerçekleşmemesi hayal kırıklığı yaratır. görmemiş insanları, daha Bugün veren el konumunda olan
bizlerin, yarın alan el konumuna
Beklentileri karşılamak, mahsun
gönüllerde hayal kırıklığı yarat- önceden bilmedikleri ve düşmeyeceğimizin hiçbir garantisi
mamak, sömürülmüş toprakların
tanımadıkları insanlarla yok. 30 – 40 saniye süren depreardından tüm varlığını kaybemazlum ve mağdur insanlarının
ve coğrafyalarla kardeş min
den ve bir tas çorbaya el açar duruumutlarını yeşertmek bizler için
kılmış...
muna düşen zenginler bunun canlı
sorumluluk teşkil ediyor. Peki bu
örnekleri. O yüzden bizler, sahip
insanların beklentileri nedir? Çok
olduğumuz şeylerin gerçekte sahibi değil, emaufak şeylerden mutlu olabildikleirne şahit olduğumuz bu mağdur insanların büyük beklentileri yok.
netçisi olduğumuzu bilerek hareket etmeliyiz. Bu
bilinçle hareket ettiğimiz zaman vermek bize zor
Tek beklentileri küçük katkılarla yanlarında oldugelmez. Veren el konumunda olmanın bir üstünlük
ğumuzu hissettirmemiz; onlara yalnız olmadıklave ayrıcalık oluşturmadığını, aksine bir mesuliyet
rını göstermemiz; ilgi ve sevgimizi yansıtmamız.
yüklediğini ve mesuliyetlerimizi gerçekleştirdiğiOnlar gözleri ufukta heyecanla, umutla bizleri
bekliyorlar ve şu soruyu soruyorlar: Acaba bu sene
miz takdirde bunun mazlum ve mağdur coğrafyalarda umuda vesile olacağını bilmeliyiz.
de gelecekler mi? İnanın onların gözleri kendileUmuda susamış topraklara, ümitlerini kaybetrine verdiğimiz birkaç kiloluk ette değil! Bizleri
yanlarında hissetmek istiyorlar; bizlerin yanlarınmiş yüreklere umut tohumları saçmak görevi bizlere düşüyor. Bunun için bizlerin umutsuz olma,
da olması onlara güç veriyor ve hal dilleriyle bizümidimizi yitirme hakkımız yok. Umutlarını bize
lere şunları söylüyorlar: “Büyük fedakârlık örneği
göstererek, binlerece kilometre öteden, bayramı
bağlamış kimsesizleri düşünmek zorundayız. Kendi ekonomik durumumuzun iyi olmasını kendimiz
ailelerinizle birlikte geçirme imkânınız varken bizi
tercih etmeniz, bize çok büyük bir güç veriyor.”
için yeterli göremeyiz. İhtiyaç sahiplerini gözetmeli, kollamalı ve sahip çıkmalıyız. İlgiye ve şefkate
Veren el konumunda olmak da, alan el duruihtiyacı olan yetimlerimizin başını okşayacak, yamunda bulunmak da değişkendir. Veren el konu-
38
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
kendisini Rabbine daha da yakın
şadığı hayatın zorluğunu yüzlerinO halde, bizleri
kılmıştı. Bu nedenle, anlam olarak
deki çizgilerden okuduğumuz yaşlı amcalarımızın hatırını soracak, bekleyenlere doğru yakınlaşmayı ifade eden Kurbadul ve kimsesiz, çaresiz durumda
küçük ya da büyük nın, Allah’a yakın olmak için eşsiz
imkân sunduğunu da gözden
olan bacılarımıza destek olacak
adımlar atmak için, bir
kaçırmamak gerekir.
birileri olmayacak, bunu biz yapKurbanın anlam ve önemini
mazsak. Bu hususta mesuliyetimimesuliyetimizi îfa
Hac Sûresi’nin 37. Ayeti ne de güzin gereğini yapmazsak, ellerimiz
etmek için hazır
zel verir: “Onların ne etleri ne de
uzanacakken uzatmazsak, ahirette
mısınız?
kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na
bundan mesul tutulacağız.
sadece sizin takvanız ulaşır...”.
Bizlere emanet edilen kurban
Allah’a yakın olan Mü’minlerin mazlum ve mağhisse bağışlarını yüzlerce gönüllümüz aracılığla,
omuzlarımızda hissettiğimiz sorumluluğun geredur insanlara karşı duyarsız kalması elbette beklenemez. Bu manada Kurban Mü’mini sadece Allah’a
ğini yerine getirmek, yeryüzünün mazlum ve mağyakınlaştırmakla kalmaz, topluma ve toplumlara
dur coğrafyalarına dağıtmak için yola koyuluruz;
da yakınlaşmasına vesile olur; farklı renk ve ırktan
umutlarını yitirmiş coğrafyaların, ümitsiz çocukinsanların birbirlerine yakınlaşmasına, coğrafyalarına umut olmak için. Kalplerde taşınan iman,
birbirlerini hiç görmemiş insanları, daha önceden
ların birbirlerine yaklaşmasına da güzel bir vesile
teşkil eder.
bilmedikleri ve tanımadıkları insanlarla ve coğrafO halde, bizleri bekleyenlere doğru küçük ya
yalarla kardeş kılmış, Mü’minler yakın olmuşlardır. Böyle olmasaydı hangi güç bizleri oralara kada büyük adımlar atmak için, mesuliyetimizi îfa
etmek için hazır mısınız? Çünkü bu bizim kaçınadar götürebilirdi ki?! Böyle olmasaydı neden bunmayacağımız temel bir sorumluluğumuz. Bu soca zahmete katlanılsındı ki?! Geçtiğimiz senelerde
işte bu yakınlık, imanımızdan neşet eden sevgi, ilgi
rumluluğu yerine getirmez isek mesul olacağız; sorumluluğumuzu yerine getirirsek mesut olacağız.
ve merhametle ziyaret ettik yetimhaneleri, hastaneler ve hapishaneleri.
Mesul olmak da, mesut olmak da bizim elimizde.
Unutmayın, gözleri ufukta, gönülleri bizimle,
Hz. İbrahim (a.s.) oğlu İsmail (a.s.)’i kurban
bizlerin gelmesini bekleyenler var! 
etmek ile imtihana tabi tutulmuş ve bu imtihan
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
39
Dosya
Hakikat ve Hikmeti
“Kim Allah için hacceder, bu esnada kötü
işlerden ve Allah’a karşı
gelmekten sakınırsa, annesinin onu doğurduğu
günkü gibi (günahlardan
arınmış olarak Hac’dan)
döner.”
» ABdulgafur Levent
[email protected]
40
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
T
arihte en kadim ve en uzun yolculuklar,
dini amaçlarla yerine getirilen yolculuklardır. Önemli bir bölümü yolda geçen,
İslam dininin beş temel esasından biri
olan 1 Hac ibadeti, bir yerden kutsi bir
âleme gerçekleştirilen ve tarihin her safhasında var olan ve var olmaya da devam edecek, bilinen en eski ve en uzun yolculuğu olan ibadettir.
Yol ve yolda mesafe alan yolcu kelimeleri, dinlerin
ortak terimleridir. Dinî hayatta maddî yolculuklar olduğu gibi manevî yolculuklar da vardır. Zahirî seyr ü sefer
olduğu gibi, batınî seyahat de vardır. Bu yolculukların
her ikisini de bünyesinde barındıran Hac’dır. Hac sadece
fizikî manada bedenimizin seyahati değil, aynı zamanda ruhumuzun da seyahati ve manevî terakkisidir. Belli
bir zaman dilimi içerisinde, belli kutsal mekânları ziyaret etmek, mukaddes yerlerin manevî havasını teneffüs
etmektir Hac ve bünyesinde birçok sembol ve ritüeli ihtiva eder. Bu kutlu ve ulvî yolculuk, sıradan bir yolculuk
değildir. Alelâde bir seyahat da değildir. Bu mukaddes
seyr-u sefer, bulunduğu yerden ayrılmak suretiyle
kutsal olana doğru, Allah’ın insanlar üzerinde bir
hakkı olan2 ibadet yolculuğuna çıkmaktır. Bu mübarek yolculuk hangi vasıta ile yapılırsa yapılsın
rahatsızlık, sıkıntı ve problemlerle karşılaşmamak
mümkün değildir. Hem yolculuk bakımından,
hem de menasık’ın yerine getirilmesi bakımından
Hac yapan zorluk ve meşakkatle iç içedir. Bundan dolayıdır ki, hacı adayı Hacca niyet ederken
“bana bunu (Haccı) kolaylaştır.” diye, dua ve niyazda bulunur. Hac yolculuğuna çıkarken hacı
adayı nasıl bir yolculuğa çıktığını, kimi ve hangi
yerleri ziyarete gittiğini ve bu yerlerin manasının
ne olduğunu düşünmesi ayrıca bu yolculuğa, ahiret yolculuğuna çıkıyormuş düşüncesini de ilave
etmesi bu ibadete farklı bir anlam ve mana yüklemiş olacaktır.
Dünyanın farklı yerinden yola çıkıp, aynı amaç
uğrunda bir araya gelen Müslümanların, Allah’a
kul olabilmenin gayretini kolektif olarak ortaya
koyan ve derunî manada bir bilinç oluşturan ibadettir Hac. İslam binasının ana temellerinden biri
olan Hac ibadeti ve Müm’in’in bu temel ibadeti
icrası esnasında; dilleri, tenleri, renkleri, ülkeleri, ırkları, kültürleri ve ekonomik durumları ayrı
ayrı olan milyonlarca Müslüman’ın aynı duygular
içerisinde tek vücut olduklarını ve kardeş olduklarını bizzat yaşayarak, imanın hazzını ve tadını
hissederler. Böylesine bir içtima ve birliktelik,
inanan camia ve tüm Müslümanlar arasında bir
iletişim ve aynı zamanda bir etkileşim için kaçınılmaz bir fırsattır. Arafat’taki duruşun, mahşeri
ve dirilişi sembolize eden durumu ve o insan selinin Müzdelife ve Mina yolundan Kâbe’ye akışı ve
Beyt-i Atik’in etrafında pervaneler gibi dönmeleri
(tavaf etmeleri), Safa ve Merve arasında Sa’y etmeleri, Mina’da Şeytan sembollerini taşlamaları
ve traş olup kurban kesmeleri ve bu menasık’ın,
ritüellerinin arkasında yatan mana ve ruh, bir
tevhid gösterisi, bir kıyam, bir terakki ve bir yükseliş, bir var oluş ve olgunlaşma ve kıvama erebilmektir. “Hac nasıl (olmalı)dır? Sorusuna Allah’ın
Resûlu’nün verdiği cevap net ve kısadır: “Hac,
Arafat’tır.” 3 Arafat’ta olmak, vakfeye durmaktır, o
duruşu gerçekleştirmek ve gerçekleştirebilmektir.
Arafat’ı kavrayıp idrak edebilmek ve marifete ere-
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
41
Dosya
bilmektir Hac. Arafat zamanların en bereketlisi ve
aynı zamanda mekânların da vakfe zamanı dilimi
içerisinde en ulvisidir. Arafat’ta hacı Allah’ın huzurunda durmanın manasını, makam/mevki, servet vb. üstünlüklerin bir ayrıcalık olmadığını, üstünlüğün ancak takvada4 olduğunu anlamaya ve
idrak etmeye çalışır. Hz. Aişe (r.a.) annemizden
rivayet edilen bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v)
şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın, arefe gününden
daha çok kullarını cehennemden azad ettiği hiçbir gün yoktur. Saçları dağılmış, toza toprağa belenmiş halde Arafat’ta toplanıp “lebbeyk…” diye
haykıran kullarına rahmetini indirir Allah (cc);
sonra onları meleklerine göstererek; “Bunlar ne
istiyorlar? diye meleklere karşı onlarla iftihar
eder”. 5
Rahmanın misafiri olan hacılar Arafat’ta nefislerini tanımaya, Müzdelife’de, Meş’arı Haramda şuur ve bilince, Mina’da muhabbet ve sevgiye,
Cemerat’ta recim olan şeytandan ve nefsin sufli
arzularından Rahim olan Allah’a, kurban ile de
takvayı yakalamak suretiyle manen Yüce Mevla’ya
ulaşmaktadırlar. Hac ve Umre için Beytullah’a gidenler, Müslümanların Allah’a gönderilmiş temsilcileridir. 6 “Kim ki Kâbe nasib olsa Hüda Rahmet eder, her kişi hanesine sevdiğini davet eder.”7
Kişi sevmediği kimseyi evine davet etmez elbette.
Rabbimizin Hac davetine hakkıyla icabet edebilmek ne büyük bir devlettir. Hz. İbrahim (a.s.)’in
insanlara Haccı Allah’ın izni ile ilan etmesi ve bu
davete can-ı gönülden kulak verip ve bu çağrıyı
ta gönülden hisseden talihli ve pek bahtiyar Müslümanlar bu ulvi ibadeti hayatlarında yaşayabilmektedirler.
Şehirlerin anası olan Mekke “Ummu’l-Kura”8
ve yeryüzünde insanlar için kurulan ve hidayet
yeri olan ilk ev,9 ilk mescit Kâbe-i Muazzama,
dünyanın çekim merkezi ve Müslümanların günde beş vakit, yüzünü ona doğru çevirdiği ve dualarında da yöneldiği kutsal mekândır. Mekke’nin
fethedildiği gün, Efendimiz (s.a.v): “Bu belde
Allah’ın yeri ve göğü yarattığı zamandan beri kutsal kıldığı bir beldedir. Bu belde Allah’ın buyruğu
ile kıyamete kadar haram (kutsal)dır”. 10 buyurmuştur. Beyt-i Atik, Beytullah, Kâbe her ne kadar şekil ve suret ise de, aslında suretsizliğin bir
sembolüdür.
Bir sancak altında kaç milyon insan,
42
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
Ne tenleri benzer, ne dilde lisan...
Olmuşlar... Tek yürek, tek beden de can;
İnsanlığı gördüm... Beytullah’ta ben...
Yedi bağın gülü, aynı destede,
Yetmiş iki millet, aynı listede,
Kaç milyon “Âmin’’ der, aynı bestede;
Tevhit’le haşroldum... Beytullah’ta ben...
Sinelerde alev, ne kül ne duman,
Dillerde bir soru: “Vuslat ne zaman?’’
Cehennem söndürür, böylesi îman...
Aşk ne imiş gördüm... Beytullah’ta ben...
Okyanuslar aşmış, gelmiş nicesi,
Aç, susuz, uykusuz, gündüz gecesi...
Her nefes, dilinde Kur’ân hecesi;
Sevdalılar gördüm... Beytullah’ta ben...
Rabbin o davetli misafirleri;
Doldurmuş, Mekke’de her karış yeri.
Dillerinde dinmez, “LEBBEYK’’ sesleri,
Arş’a yollar gördüm... Beytullah’ta ben... 11
“İnsanlar arasında Haccı ilân et ki, gerek yaya
olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun
develer üzerinde (çeşitli nakil araçlarıyla), kendilerine ait bir takım yararları yakinen görmeleri,
Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık
hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini
anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye)
gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem
de yoksula, fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i
atik’ı tavaf etsinler.” 12 Ayet-i Celile’de işaret buyrulan faydaların, hem dünyaya taalluk eden boyutu,
hem de ahirete yansıyan yönü vardır. Dünyaya taalluk eden yönü, Haccın insan üzerinde meydana
getirmiş olduğu ahlaki tesirler, toplumsal ve aynı
zamanda ticari kazanımlardır. Ahirete yansıyan
yönü ise, Allah’ın rızasını ve O’nun hoşnutluğunu
kazanmak ve engin Rahmet ve Mağfiretine nail
olmaktır.
Efendimiz (s.a.v)’in on yılını geçirdiği ve mübarek vücudunu bağrında barındırdığı ve Kur’an-ı
Kerim ile fetholunduğu, aynı zamanda Kur’an’ın
birçok sure-i celilesinin inzal olduğu, Medine-i
Münevvere’yi ziyaret etmek her ne kadar Hac
menasık’ından değilse de, bu nurlu şehri ve Rahmet Peygamberimiz’in kabr-i şerifini ziyaret etmenin gerekliliği büyük önem arz etmektedir.
Netice itibarı ile hacı olabilmek kadar, hacı
kalabilmek de önemlidir. Pakistanlı hacılar Hac
dönüşünde merhum Muhammed İkbal’i ziyaret
edip tespih, takke, zemzem ve hurma ikram ederler. İkbal memnun olur, teşekkür eder ama şunları
da söylemeyi de ihmal etmez: “Hediyeleriniz için
teşekkür ederim. Ama getirmiş olduğunuz hediyeler bir gün bitecek, tesbihler, takkeler eskiyecek.
Oysa bize oralardan Hz. Ebu Bekir’in sadakatini,
Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Osman’ın hayâsını ve
Hz. Ali’nin ilmini getirmiş olsaydınız, bunlarla
Pakistan’ı yeniden inşa ederdik.”
Yukarıda izah olunan bunca güzelliğe ilaveten, Müslümanların öncülüğünü yapan Rüesa
ve Ulema’nın bil ittifak iktisadi, siyasi ve askeri
bakımdan, İslam’ın ve Müslümanların aleyhine
gelişen durumların izalesi ve insanlığın inhitatının yeniden dirilişine ve inşasına vesile olunması
açısından, Hac’da biraraya gelinerek yapılan istişare sonucu “Hac kongre kararları” alınması ve
bir sonraki Hac’da nelerin uygulandığının da takip edilmesi, İslam’a ve insanlığa büyük katkılar
sağlayacaktır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili
Peygamberimiz Muhammed (s.a.v)in mübarek
sözü ile yazımızı hitama erdirelim: “Kim Allah
için hacceder, bu esnada kötü işlerden ve Allah’a
karşı gelmekten sakınırsa, annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlardan arınmış olarak
Hac’dan) döner”. 13 
1
Buharî, İman, 2
2
Âl-i İmrân Sûresi [3:97]
3
İbn Mace, Menasik, 57
4
Hucurat Sûresi [49:13]
5
Müslim, Neseî
6
Neseî, İbn Mace
7
Nahifî
8
Enam Sûresi [6:92]
9
Âl-i İmrân Sûresi [3:96]
10
Siretu İbn İshak
11
Cengiz Numanoğlu 12
Hac Sûresi [22:27-29]
13
Buharî, Müslim, Tirmizî, Nes eî.
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
43
Dosya
ÂŞIK OLAN
GELSİN
BERİ
*
* Yunus Emre
44
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
» ZEYNEP GENCER
[email protected]
Z
at-ı celaline ve azim egemenliğine
yakışır şekilde hamd olsun ki, bu yıl
ikinci defa Beytullah’ı ziyaret ederek
umre yapmak ve de Rasulullah’a kendi beldesinde, kabrinin önünde salat
ve selam getirmek nasip oldu.
Bilhassa eskiden, çok daha zor koşullar altında, meşakkatlerle dolu kutsal topraklara yolculuk
yapanlardan biliyoruz ki, bu meşakkatler, elmasın yontuldukça pürüzsüzleşmesi gibi, Beytullah’a
doğru yolculuğa çıkan her Müslümanın zorluklara
sabrettiği ölçüde günahlarından arınması ve dolayısıyla şahsiyetlerinin paklanmasına sebep olmaktaydı, bugün de öyledir kuşkusuz.
Bu nedenden dolayı karşılaştığım meşakkat ve
zorluklar ile Beytullah’ı ziyaret etmeyi ve Rahmet
Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in huzurunda,
O’na selam vermeyi kıymeti biçilemez üstün bir
nimet ve tarifi imkansız bir lütuf olarak değerlendiriyorum.
Kutsal toprakları ve bilahassa Kabe’yi ziyaret
edip, o eşsiz duyguları tecrübe eden herkes, kendilerine intibalarını aktarmaları rica edildiğinde,
sanki birbirleriyle anlaşmışlarcasına “Anlatıl(a)
maz! Yaşamak lazım.’’ diyerek her biri aynı cevabı verir. Ben de bu soruya verilebilecek en uygun
cevabın ancak bu cümleyle aktarılabileceğini düşünüyorum.
Hac, tek kelimeyle muhteşem bir ibadet!
İhtişamı, zarfında değil mazrufunda, yani ta-
şıdığı ruh ve barındırdığı potansiyelde saklı. Hac,
Kuran’ın diliyle, Allah’ın sembollerinden (min
şe’airillah) oluşan bir ibadet. Herkes bilir ki, her
sembolün sembolize ettiği bir hakikat vardır. Taşıdığı hakikatleri bir yana itip sembollere sarılmak,
önce insanı öldürüp sonra cesedine sarılmaya benzer. İşte Hac ibadetini muhteşem kılan bu ruh ve
potansiyeldir. 1 Yani ancak neyi niçin yaptığının
farkında olan insan hacı olabilmektedir.
Kabe, her Müslümanın hayatında en az bir kez
ziyaret etmek istediği mekanların en başında gelir
ve gerekli şartları haiz olanlar için bu bir zorunluluktur. “Ona bir yol bulabilen insanın haccetmesi
Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.’’ (Ali İmran,
[3:97]) ayetine tabi olan, bu mübarek beldeyi görmek isteyen Müslümanların, ve hatta Türkiyelilerin, özellikle de gençlerin sayısı ise şükürler olsun
ki, şu son yıllarda hızla artmakta.
Kutsal topraklara ayak basmanın verdiği
manevîyat şüphesiz çok yüce. Allah’ın evini ve
Peygamberimiz’in (sav) kabrini ziyaret etmenin
ibadet yönü kadar, tarihi ve kültürel arka planı da
çok önemli.
Yıllardır okuduklarımız veya gidenlerden edindiğimiz bilgiler ile veriler bize kuşkusuz, orada bizi
nelerin beklediğine dair bir zemin hazırlıyor. Fakat
yine de Kabe, Mescid-i Nebevi ve bunlar dışındaki
ziyaret yerleri fotoğraf ve televizyonda gördüklerimizden çok farklı. Bu mukaddes yerleri yakından
görmek, günde beş vakit yöneldiğimiz Kabe’ye
doğrudan bakmak bambaşka bir duygu.
Hiç süphesiz Harem-i Şerif, İslam âleminin küçük bir örneği ve yoğunlaştırılmış şekli gibi. Farklı
coğrafyalardan yüzbinlerce Müslüman bir arada.
Bütün yüzler ona dönük. Siyah bir ‘küp’ ve etrafında adeta akan insan selleri. Buram buram sadelik
ve derinlik yansıyor Kâbe’den yüzümüze. “Niçin
bir ‘küp’? Niye böyle sade, dekorsuz, süslemesiz?
Çünkü Allah şekilsizdir, renksizdir, benzersizdir.
İnsanoğlunun hayal ettiği her türlü biçim ve modelden münezzehtir O.’’ 2
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t i f
45
Dosya
Etrafında tavaf edenler bir an için durmuyor.
Şayet bir an için dursalar, bütün dengeler altüst
olacakmış gibi geliyor insana. Ve Allah’a doğru
yükselişin zevahiri işte bu olmalı diye düşünüyorsunuz.
“Kararlılık, hareket ve disiplinin adıdır tavaf.
Sürekli değişimdesin, “olmakta, dönüşmekte’’sin,
tavaftasın. Ama her türlü zaman ve mekanda,
“O’’nunla olan senin; Kabe’yle senin aranda mesafe sabittir! Uzaklığın ve yakınlığın, bu dönen daire
içinde hangi yarı daireyi seçeceğine bağlıdır. İster
yakın ol, ister uzak ama asla yapışma, asla Kabe’nin
yanında durma, zira durmak yoktur. Senin için sübut yoktur. Tevhid vardır. 3
Bununla birlikte, Kabe’nin etrafında ve kutsal
topraklarda en çok Endonezyalıları görüyoruz. 300
bin kadar hacı, bir o kadar da umreci Mekke’yi her
yıl ziyarete geliyor bu uzak ama kalbi sıcak ülkeden.
Bir diğer yoğun ilgi İran’dan. Ve Kabe yollarında
üçüncü sırada ise Türkiye var. O yüzden tavaf esnasında sık sık Türkçe dualar kulağımıza çalınıyor.
Türkiyeli hacıların her geçen yıl Hacc’a ve Umre’ye
daha fazla talep göstermesi Suudi Arabistan yönetimini de, halkını da şaşırtıyor. Mekke sokakları
için tamamen yeni bir vakıa bu. Eskiden ‘yaşlı’ ve
‘bilgisiz’ (?) gördükleri Türk umreci ve hacıları için
artık yeni bir tarifleri bile var. Araplar, “Türkler
bastonu attı” diyor. Zira Medine ve Mekke’ye ibadet maksadıyla gidenlerin hem yaş oranı oldukça
düşmüş, hem de “kültür’’ seviyelerinde bariz bir
artış görülür olmuş.
Kutsal topraklarda zaman tamamen ibadetlere
46
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
göre şekilleniyor! “Müslüman saati”nin ve günün
bereketine şahit oluyor burada bulunan Müslümanlar. Namaz saatlerine ve ibadetlere göre diğer
ihtiyaçlar belirleniyor. Ezan okunduğu vakit her
şeyden el ayak çekiyor büyük küçük herkes. Dünya
Müslümanlarının bir araya geldiği “Allah’ın evi’’nde
âdeta devasa bir şûra toplanıyor her namaz vakti.
“İnsanları Hacc’a çağır. Yaya olarak, develere
binerek her uzak yoldan sana gelsinler. Böylece
kendileri için bazı nimetlere şahit olsunlar.” Hac
Sûresi’nin 27-28. Ayetlerindeki çağrıya kulak veren
milyonlarca Müslüman Kabe’i Muazzama’yı ziyaret
edip günlerce etrafında tavaf ediyor. Zemzem suyundan içip, Hacer-ül Esved’e yüz sürüp, Makam-ı
İbrahim’e dokunarak kendilerine sunulan, ‘görünen’ nimetlerden istifade ediyorlar, ‘görünmeyenleri’ umud ederek. Kalabalıklar arasında Cenab-ı
Hak ile başbaşa kalıyorlar.
İhramlar içerisinde tavaf bu kutsal yolun yolcusu için aynı zamanda nefis ile ciddi bir muhasebe
sürecidir. Beytullah insana adeta ayna olur ve nefsin bütün kirleriyle başbaşa bırakır kişiyi. Orada tadılan tek duygu, arınma! Ve kutsal topraklar genç,
yaşlı ve herkes için; geçmiş ile muhasebe ve geleceği
kurgulama yeridir. Ve bu kutsal beldede inananlara hiç süphesiz yeniden doğuş imkânı sunuluyor
ezel’den beri... 
1 İslamoğlu, Mustafa: HAC Risalesli, S.7.
2 Şeriati, Ali: Hacc. S.50-51.
3 Şeriati, Ali: Hacc. S.55-56.
Dosya
Minik Yüreklerin
Büyük Aşkı:
“Annem televizyonda burada namaz kılan veya tavaf
eden insanları ne zaman
izlese ağlıyordu. Ben de onun
buraya gelmesini çok istiyordum. Akşamları uyumadan
evvel okumamız için dua ezberletti annem bize. O duanın sonunda ben hep Kabe’yi
görmek için dua ettim.”
» ZEYNEP TOPÇU
[email protected]
Kabe
Ç
ocuklarımıza Allah (c.c.)’ı ve
inandığımız dinimizi nasıl anlatabiliriz meselesi birçok Müslüman anne-babanın zorlandığı
önemli hadiselerdendir. Buna
mukabil, dünyanın her neresinde
olursa olsun, çocuklar genel olarak birbirine benzer. Onlar, İslam
fıtratı üzerine, günahsız, tertemiz bir şekilde
dünyaya gelmişlerdir. Söylenilen her şeyi emmeye hazır birer sünger, izledikleri her davranışı taklit etmeye yatkın birer küçük “adem”dir
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t i f
47
Dosya
onlar. Bu doğrultuda bizler, çocuklarımızı, onların körpe dimağlarını zararlı olabilecek etkenlere
karşı korumak, onları başı boş bırakmayarak, onlara dinini diyanetini, örfünü âdetini ve taşıması
gereken sorumlulukları öğretmek zorundayız.
Din eğitimi gibi hassas bir konunun en önemli kısmını oluşturan “iman” duygusunun işlenişi
hususunda, aileler tarafından, çocukların piskolojik yapısının çok iyi bilinmesi gerekir. Özellikle imanın kalplere yerleşmesi konusunda yer ve
zaman faktörleri’ne dikkat edilmelidir. Örneğin,
cuma ve bayram günlerinden ve bilhassa dinimizde ve kültürümüzde özel bir yeri olan Miraç, Berat
ve Kadir gecelerinden faydalanılmalıdır. Ayrıca
Hac ve Umre mevsimlerinde, kutsal topraklarda
çocuklara dini yaşantının teorikten ziyade pratik
olarak sunulabilecek deneyimlerinin ve uygulamalarının da çok faydalı olacağı gayet açık ve
şüpheden uzaktır. Unutulmamalıdır ki, çocuklar
donmamış beton gibidir. Üzerilerine düşen her
şey onlarda iz bırakır.
48
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
Aklımda bu düşünceler, benim de, 2012 yılında gerçekleşen Paskalya Tatili Umresi’nde
aileleriyle Umre yapmaya gelen çocuklarla tanışma fırsatım oldu. Bu bağlamda çocukların,
büyüklerden çok daha farklı olan Umre izlenimleri ve tecrübeleri dikkat çekiciydi. Örneğin, Almanya’nın Bonn şehrinden anne-baba
ve 8 yaşındaki kardeşiyle Umre yapmak için
kutsal topraklara gelen 11 yaşındaki Ömer’in
gözlemleri zaman zaman bizleri güldürdü.
Almanya’nın düzeninden kopup gelen 5. sınıf öğrencisi Ömer’i en çok üzen konu, Kabe’yi tavaf
ederken Hacer’ul Esved taşına yaklaşamamasıydı:
“Eğer görevli ağabeylerle aynı dili konuşsaydım,
onlara şunu söylemek isterdim: Herkes sıraya girse ve kimse birbirini sürüklemeden, beş dakika
boyunca kabenin duvarını öpebilse, daha iyi olmaz mı? Bazı dualarımı, Allah’ın evine el sürerek
okumak isterdim. Babam olmasa, tek başıma tavaf bile edemeyeceğim. Büyükler ağlayarak dua
ediyorlar, ama çocuklara hiç dikkat etmiyorlar.
Kaç defa ezildim saymak bile istemiyorum.”
Hemen konuşmaya dahil olan Ömer’in 8 yaşındaki kardeşi Meryem ise, Kabe’yi gördüğünde
ilk kez kalbinin atışlarını hissettiğini anlattı: “Annem televizyonda burada namaz kılan veya tavaf
eden insanları ne zaman izlese ağlıyordu. Ben de
onun buraya gelmesini çok istiyordum. Akşamları uyumadan evvel okumamız için dua ezberletti
annem bize. O duanın sonunda ben hep Kabe’yi
görmek için dua ettim. İyi ki de etmişim! Buraya gelen insanlar çok iyiler. Namazı beklerken
yanımdaki teyzeler bana ismimi soruyor ve beni
seviyor. Herkes burada birbirine gülüyor ve iyi
davranıyor.”
Meryem devam etti: “Annem kabeyi ilk gördüğünde çok ağladı. Ama sevindiği için ağlamış.
Çünkü burası Allah’ın evi ve herkes buraya gelmek istiyor. Kreş’de bugün hocalarımız anlattı,
bizim burada olmamızın nedeni, başkaları için
dua etmek, yani yardıma muhtaç olan insanlar
için dua etmemiz gerektiği içinmiş. Ben ilk kez
Kabe’ye giderken anneme, kumlar (çöl) nerede
diye sorduğumda, güldü. Çünkü, Peygamberimizin hayatını okuduğumuz kitaptaki resimlerde
taş değil, kumlar vardı her yerde. Her taraf wüste
(çöl) idi. Ben üzüldüm her tarafın taş olmasına.”
İkindi namazı için Kabe’ye doğru yürürken
ise 14 yaşındaki Süleyman geldi yanıma. Kendisi ailesiyle birlikte Sudan’da yaşıyormuş. Yüzü o
kadar güzeldi ki, her gülümsemesinde gözlerimi
ondan alamıyordum. Abisi ve kendisinden yaşça
küçük üç erkek kardeşiyle hiçbir vakit namazlarını kaçırmadıkları gibi, her gece annelerini yatsı
namazından sonra Kabe’de sabahlamak için ikna
etmeye çalıştıklarından bahsetti küçük Süleyman.
Benden de bu konuda yardım istemiyor değildi,
fakat haliyle İngilizce bilmeyen annesiyle anlaşmakta zorlandığımdan, annesini ikna etmek konusunda çok yardımcı olamadım.
Kabe’yi ilk defa büyük-dedesinden miras kalan, renksiz bir resimde gördüğünü, fakat daha
sonrasında okulda siyer dersinde duyduklarından
yola çıkarak, hayal gücüyle kurguladığı “Kabe
rüyaları’nda” kutsal toprakları tam da böyle hayal
ettiğini söyledi tertemiz ifadesiyle: “Herkesin birbirine gerçek manasıyla kardeş olduğu, zengin ve
fakirin ayırt edilemediği ve Müslümanların tüm
dikkatini Allah’a ve Allah’ın rızasını kazanmaya
yönelttiği bir yer olarak hayal ettim buraları.”
Sabah uğradığım kreş’de ise 6 yaşındaki Numan arkadaşını ısrarla ikna etmeye çalışıyordu:
“Sordum ben dün babama. Allah her şeyi yaratmış,
yani muzları ve elmaları da! Ben sana dün söylemiştim. Allah bizi sevdiği için bize tüm bu nimetleri vermiş. Tavaf yapanlarda bu yüzden susup,
konuşmuyormuş. Sessizce Allaha teşekkür edip,
dua ediyorlarmış. İnanmıyorsan, babama sor. O
sana da anlatabilir bunları.”
Herbirimiz, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz
güttüklerinizden sorumlusunuz.” 1 ilkesi gereğince sorumluluk sahibi kişiler olarak omuzlarımıza
yüklenen vazife konusunda bilinçli ve hassas olmalıyız; çocuklarımızı dinini seven, dindar bireyler olarak yetiştirmenin gayreti içerisinde, o sütten
ak zihinlere dinimizin tüm güzelliklerini aktarmalıyız; çünkü bu bizim kaçınamayacağımız, bir
gün hesabını vereceğimiz ilahi yükümlülüğümüz,
dini görevimizdir. Umre veya Hac ziyaretleri ise
çocuklarımıza gelecekleri için verebileceğimiz
muhteşem birer anıdırlar. Bu anılar ve bu anıların
onların ruhlarında bıraktığı izler, çocuklarımızın
yaşamları boyunca yollarını aydınlatacaktır.
Bir Hadisi Şerif’te Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Çocuğunuza bırakacağınız en güzel miras onu, hem dünya ve hem
de ahiret mutluluğuna eriştirecek bir terbiyedir.” 2
Bu terbiyeyi ise güzel ahlakın öncüsünün yaşadığı
kutsal topraklarda gezerek, ibadet ederek, bunu
bir fırsat bilerek evlatlarımıza kazandırabiliriz. 
1 Buharî, I, 215.
2 Tirmizî, Birr, 33
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
49
Dosya
Seçilmiş
HACILAR
İslam ile şereflenen Batılı hacıların hatıraları 19.
ve 20. yüzyılda yayımlanmaya başlanmış ve gitgide
popülerleşmiştir.
» ESRA ÇÖLOĞLU | [email protected]
İ
slam’ın beş şartından biri olan Hac, İslam
dünyasındaki ehemmiyetini ve hususiyetini
hala çok hassas bir şekilde korumakta. Farz
olan bu ibadet, tüm Müslümanların hayatında çok özel bir yere sahip ve Hakk’a aşık,
her inanç sahibinin “hayal’’inde. Ömürde
en az bir kere Allah’ın bu en kutsi mabedini göz ile
görüp, o manevî iklimde bulunmayı arzu edenler
modernizmin hayatı ve algıları tüm kuşatmışlığına
rağmen hala ziyadesiyle çok. Ama bu kutsal vazifeyi ifa herkese nasib olmuyor maalesef. Allah’ın
takdiri ile insanlar arasından seçilmiş olanlar var;
onlar kendilerine Müslümanlık nasib olmuş olan
ve kutsal topraklara adım atmış olan insanlar. Onlar “seçilmiş hacılar. ’’
Çok eski zamanlardan beri insanlar hatıralarını ölümsüzleştirmek ve diğerleri ile paylaşmak için
50
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
hayatın seçitli anlarını not alır ve onları saklarlar.
Kutsal topraklara giden pek çok insan da hissettiklerini, hatıralarını, hem sevdikleriyle paylaşmak
için mektuplara yazıp göndermiş, hem de kendilerine hatıra kalması ve tekrar okuduklarında hissettiklerini hatırlamak için not etmişlerdir. Bugüne
kadar yayımlanan Hac hatıraları arasında, İslam’a
“yabancı olan’’ ülke ve kültürlerden çıkıp İslam’ın
kalbi olan Kabe’ye ulaşan insanların hikayeleri
ise müstesna bir yere sahiptir. Her ne kadar İslam
kültüründen uzak ülkelerde büyümüş olsalar da,
kendileri Müslüman olma ve Hac görevini yerine
getirme şerefine nail olmuştur.
Birçok kişi tarafından bilinen Richard Burton,
Snouck Hürgnorje ve J.C. Burckhardt gibi isimlerin,
onlara Mekke’de ikamet etmek yasak olduğu halde,
Kabe’yi ziyaretleri ve izlenimleri çok meşhurdur.
Biz ise sizleri, Allah’ın insana en yüce armağanı
Sonra birden
İslamiyet’in en
kutsal mekanının
karşısındaydım.
Nefesim kesildi.
Şimdi buradayım
dedim, öyle
inanılmaz, öyle
etkileyici, öyle
duygusal bir
haldeydim ki.
Michaela Mihriban Özelsel
olan İslam’ı kabul etmiş ve kutsal yolculuğa çıkmış
iki insanla tanıştırmak istiyoruz. Biri babasının işi
sebebiyle Türkiye’ye yerleşen ve orada İslam’ın güzelliğine tanıklık eden Alman kökenli bir psikolog
olan Michaela Mihriban Özelsel. Diğeri ise bir şeyh
ile evlenen ve hayatının sonrasında hep onunla hizmetlerde bulunan Hagar Spohr.
Michaela 1949 yılında Almanya’nın Kiel kentinde doğmuş ve çocukluğunun çoğunu Türkiye’de geçirmiş, Alman ve Amerikan Üniversitelerinde okuyup psikoloji bölümünden mezun olmuştur. Pek çok
işle meşgul olan Michaela, uzun yıllar transkültürel
terapi metodlarıyla ilgilenmiştir.
Michaela’nın dine olan ilgisi küçük yaşlarında,
insanlarla konuşabilen bir Tanrı aramasıyla başlamış. Bütün dualarını ve dikkatini de canlı ve araçsız
bir temasa, bir sırdaşa olan hasretini gidermek için
bu yöne çevirmiş. Fakat bu arzuları kısa sürmüş
ve din ile alakalı kendi kendine sorduğu sorulara
kimseden cevap bulamayınca, onunla ilgilenen bir
Yaradan olduğu inancı da kaybolmuş. Çevresini bir
kara bulut gibi saran umutsuzluğa kapılıp, aklını
daha çok hümanizm, diğerkamlık, komünizm ve
ateistliğe yormuş ve bu durum 30 yaşlarına kadar
böyle devam etmiş, ta ki arkadaşları ile Türkiye’de
iken hayatı boyunca unutamayacağı bir iklime girene kadar.
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir,
ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim
dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,yüz kere
tövbeni bozmuş olsan da yine gel.’’ Konya’da olan
Hz. Mevlana’nın türbesini gezerken daha önce aslında çok kez geldiği halde taşlar üzerinde yazan
Mevlana’nın bu sözünü bu kez çok farklı duygu-
larla okumuş. Sanki günlük hayattan soyutlanmış
ve bir anlık etrafındaki bütün seslere sağır kalarak
manevî bir vakuma girmiş. Sonraki hayatında böylesi haller tekrar etmiş ve her defasında aklına Hz.
Mevlana’nın o meşhur sözü gelmiş. Böylelikle kaderine İslam’ın yazıldığını farketmiş ve o andan itibaren kendisini Müslüman bilmiş. Bir Müslümanın
diğer vazifelerini hiç bilmeden ve hiç araştırmadan
kalbindeki iman ile yaşamış yıllarca. Müslüman
olduğunu etrafındaki herkesden gizlemiş uzun zaman. Almanya’da iken öğrenmek isteyip de mümkün olmayan Arapça okuma-yazmayı Türkiye’de
öğrenmiş. Hacasının isteği üzerine Müslümanlığını
herkese açıklamış ve araştırarak İslam’ı artık pratik
manada da yaşamaya karar vermiş. Kitaplardan
öğrendiklerinin yetmediğini anlayınca ona daha
fazla bilgi verecek, sorularını yanıtlayacak birisini aramış. Ve Allah’ın hikmetiyle, ilk kez gördüğü
ve dinini bile bilmediği birine bir kongrede tercümanlık yaparken, “Siz benim o aradığım hoca mısınız?” diye sormuş. Onun yardımıyla kendini birçok
yönde geliştirerek hocasıyla arasında derin bir bağ
kurmuş. Hocası birden bire ve uzun zaman ortadan
kaybolduğunda bile Hz. Mevlanın Hz. Şems’e olan
hasretini aklına getirerek, imanından ve sabrından
vaz geçmeyerek sabretmiş.
Ve muayehanesine sık sık gelen bir hastasıyla
Umre’ye gitmeyi planladığı halde hastasının gördüğü bir rüya ile Hacca gitmeye karar vermişler.
Bütün maddî sıkıntılara rağmen bu görevi tamamlamak kendilerine nasib olmuş. 19 nisan 1996 tarihinde Mekke’ye varmış. O zamanlarda havaalanındaki kontrol sistemi daha mesakketli imiş ve havaalanından çıkmak 12 saat sürebiliyormuş. Michaela
beklediği 4 saat ve kendisine aşalayıcı davranan
kontrolcülere rağmen, Mekke’ye gelişindeki niyetini hatırlatarak sabretmiş. O zamanlar bugünkü kadar kalacak otel ve pansiyon da yokmuş. Michaela
bir odada 6 kişiyle birlikte kalmış ve tuvalet ve duş
bölümlerini 35 kişiyle ortak kullanmış. Somyalar
üstünde uyuyarak geçirmiş Mekke’deki günlerini
ve her gün sabah namazında 35 kişinin girdiği abdest sırasına girmemek için çok erken kalkmış.
Michaela, Kabe’yi ilk gördüğünde hissettiklerini ise şöyle ifade ediyor: “Sonra birden İslamiyet’in
en kutsal mekanının karşısındaydım. Nefesim kesildi. Şimdi buradayım dedim, öyle inanılmaz, öyle
etkileyici, öyle duygusal bir haldeydim ki. Etrafımdaki herkes gibi benim de gözlerimden yaşlar
aktı. Kabe’yi tavaf ederken zaman ve yer sizin için
anlamını yitiriyor ve insan karıştığı topluluk ile bir
bütün oluyor.”
Michaela, Merve ile Safa dağının arasında koE Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
51
Dosya
şulan Sa´i da Hz. Hacer’in hikayesini tefekkür ederek kat etmiş. Koca bir çölün ortasında kalan ve su
bulmanın çabasında olan bir kadının, Allah’a olan
güven ve özveriyle aynı zamanda İslam’ın temel
prensibini ortaya koyması onu çok etkilemiş.
Michaela, Kabe’ye bakarak çok ağladığını ve
şükrettiğini de anlatıyor. Orada yaptığı zikirleri
mecazî anlamda insanın içindeki aynayı temizlemesine benzetiyor: “Doğaya bakarak Allah’ın hikmetini düşünmek güzeldir. Ama orada bulutların
mavisi bile insana bir başka gelir. Oradaki manevî
iklimden istifade edebilmek için duaları sadece
okumamalı, ihlas ile kalpten diliyerek içinde hissetmeli insan. Başka bir tabirle aslında kitabı kapatıp
kalbi açmalı…”
Michaela hayatında ilk kez içtiği zemzem suyunu çok beğendiğini, ne kadar çok içse de insanın
hiç tuvalet ihtiyacının olmadığını ve vücudun zemzemi sanki kendiliğinden emdiğini de belirtiyor.
Her yerde uçuşan ve yorulduklarında buldukları ilk yere konan kuşlar, Allah’ın hikmetiyle hiçbir
zaman Kabe’nin etrafında uçmuyor ve üstüne konmuyorlar.
Kabe’yi tavaf ederken arkadaşı ile birden
Hicr-i İsmail makamına girmeyi başardığında Hz.
Aişe’nin (ra) buyurduğu bir rivayeti aklına getirerek bu duruma çok şükretmiş Michaela: “Orada
duran sanki kabenin içinde duran gibidir.” Milyonlarca insanın arasındayken Kabe’ye o kadar yakın
olmanın mutluluğunu ise şöyle anlatıyor: “Sanki
zaman durdu ve biz o an dünyanın en mutlu insanları seçildik. Hac emrini yerine getirmek kesinlikle
diğer ibadetlere benzemiyor. Hac Müslüman için
bilinçli bir bağlılık ve sırlarını keşfetmenin bitme-
52
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
mesini istediğiniz bir belirsizliği şekillendiriyor.
Burada herkesin yanlız yaptığı ibadetlerin aksine,
buraya gelen bütün Müslümanlarla karışma, beraberlik ve bütünleşme yaşanıyor.”
Hacer’ul Esved taşı da Michaela’yı çok etkilemiş. Tavaf ederken, ona neredeyse elini sürmek
nasib olacakken Mekke halkı duyulan ezan için
saflara dizilmiş ve Kabe’nin etrafındaki görevliler
de Kabe’nin yanında duranları gitmeleri için sertçe
uyarmış. O taşa elini sürüp öpenin cennetle müjdelendiğine inanan Michaela, bunu Hac’dan sonraki zamanında da ahiret için emek göstermeye
ve Allah’ın yolundan hiçbir zaman ayrılmamasına
bir işaret olarak yorumluyor. Hac’dayken kendisine
en çok keyif veren şeyin, saatlerce Allah’ın mabedi
olan Beytullah’a, Kabe’ye bakarak saatlerce öyle kalmak olduğunu anlatıyor:
“Kabeye bakmak olağanüstü bir keşif. Allah’ı
hiçbir zaman terketmek istemiyorum. Bu da sadece bir şekilde mümkün. Burada yaşanandan
ayrılmamak için, burada gördüklerimi ve hissettiklerimi kalbime almalıyım. Çünkü Allah’ı arayan
Jerusalem’de veya Mekke’de bulamaz, kalbinde aramadıktan sonra. Kabe kadar mukaddes bir emaneti
kalbe almak için de, insan önce kendisinden, kendi
nefsinden vazgeçip, bütün varlığı ile kendini kabenin sevgisi uğruna feda etmeli.”
Mekke ve da vefat etmeyi ve Allah’ın kendisinden memnun olduğu bir şekilde bu hayattan göç
etmeyi hayal ediyor. Allah’ın çağrısıyla bütün dünya meşgalesinden manevî bir elle çekilerek yanlızca
Allah’ın anıldığı bir yerde korunma duygusuyla,
“La ilahe illallah muhammeden rasulullah” lafzının
tam manasına erişiyor orada insan.
Hatıralarına değinmek istediğimiz diğer yazar
Hagar Spohr. Bir şeyh ile evlendikden sonra Müslümanlığı kabul edip en doğru şekilde yaşamaya
gayret gösteren ve birçok kişinin hayatına örnek
olarak yön veren bir hanımefendi. Spohr Müslüman olduktan sonra hayatındaki her şeyin değiştiğini ve sanki kendisine ikinci kez yaşama şansı verilmiş gibi hissettiğini açıklıyor ve ömrün her anını
Allah’a şükrederek geçirmeyi herkese tavsiye ediyor
hatıralarında. Ayrıca kitabında eşiyle ziyaret ettiği
birçok şeyh, hoca ve kutsal yerlerden topladığı hatıra ve tecrübeleri sevinçle yazmış ve okurlarına
sanki ziyaretlerinde onlarla birlikte gitmiş gibi bir
duygu vermiş.
Müslüman bir kadın olduktan sonraki hayatında kendisine çok kez sormuş neden ve nasıl bu yola
geldiğini, onu bu yola yönelten sebepleri ve bundan
sonra olacakları. Sonra kendisine kızmış ve her şeyin
Allah’tan olduğunu ve onun kartlarına bakmak gibi
bir lüksümüzün olmadığına iman etmiş. İnsanın
Allah’a olan güveninde en küçük hasar bulunmamalı
ve başa her ne gelirse gelsin ondan geldiğini bilmeli,
böylece kendini daha güvende hisseder ve Rabbine
en güzel şekilde itaat eder insan, Spohr’a göre.
Bu duygularla, eşiyle Hac yapmaya niyetlenerek,
bir Müslüman olarak üzerine farz olan görevi yerine getirmek istemiş. Kutsal topraklara ayak basınca
kendisine sunulan bu güzel nimete çok şükretmiş.
Orada olmanın sevincini kendisi şöyle anlatıyor:
“Sevinciniz içinize sığmıyor. Sanki sevinçten patlayacakmış gibi oluyorsunuz ama kimseyi de bu
mutluluktan haberdar edip kıskandırmak istemiyorsunuz. Ama sonra bunun önem taşımadığını
anlıyorsunuz, çünkü herkes sizinle aynı durumda.
Sanki herkes büyük çekilişte aynı talihli numarayı
seçmiş. Ödülüyse Allah’ın mabedi!”
Kutsal topraklardayken insan Allah’a en yakın
yerde olduğunu biliyor ve bundan dolayı başına
gelen bütün sıkıntılara rağmen sabredince, Allah’ın
sevgisini ve teşekkürünü adeta içinde yaşıyor. Susadığınızda, bir yerden zemzem içmek için kalktığınızda, birden size bir bardakta zemzem ikram
eden bir çocuk buluveriyorsunuz ve her şeyde saklı
olan hikmetler ordayken bir bir açığa çıkıyor adeta:
“Orada duyulan ezan hiçbir ezana benzemiyor. Sanki herkesi kendisine çekip herkesin misafiri oluyor
ve diğer ezanlardan farklı ve daha uzun süre sizde
kalıyor.” Spohr orada kıldığı namazların tadını hiçbir yerde tatmadığını ve yeryüzünden oraya inen
meleklerin adedini düşününce insanların neden bu
kadar huzur içinde olduklarının anlaşıldığını belirtiyor: “Mekke bütün sevgilerin buluştuğu yer. Orada
Allah kullarına olan sevgisini gösteriyor. Ve kulları
da Allah’a olan sevgisini. Bir damlanın denize düşüp,
“İşte şimdi ben de denizim” demesi gibi, siz de bütün
yabancı ve yanlış gelen duygulardan arınmış bir halde sevginin denizinde huzur buluyorsunuz.”
Hagar Spohr ve eşi kırk hacı eşliğinde, hem
Hac’dan önce hem de Hac’dan sonra birçok evliya
ve peygamberi ziyaret ederek birçok manevî iklimlerden geçmişler. Planda 6 hafta varken, Allah’ın bir
hikmetiyle iki buçuk ay Almanya’dan uzakta, pek
çok insanla tanışmış ve hep başka ülkelerde konaklamışlar. Türkiye, Irak, İran, Ürdün, Kudüs ve Şam
gibi daha birçok yerden geçerek evliya ve peygamberlerin makamında el açıp dua etmiş ve sevdiklerinin selamını iletmişler.
Michaela ve Spohr gibi birçok Avrupalı Müslüman bizlere aslında İslam’ın ne kadar kıymetli
bir din olduğunu hatırlatıyorlar. Bazılarımız Müslüman olarak doğmuş ve büyümüş ve hep İslam
kültürünün hakim olduğu bir çevrede yaşayan insanlarız. O haldeyken İslam’ın bize sunduğu nimet
ve güzelliklerin değerini bazen yeterince kavrayamıyoruz. “Oyuna” sonradan katılan ve bu oyunda
oyuncu olmanın ne büyük bir nimet olduğunu bize
söyleyen, hatırlatan “yabancılara” ihtiyacımız her
zaman çok önemli o yüzden. 
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
53
Dünya
Myanmar‘da hâlâ çözüm yok!
Arakan Yine Kan Ağlıyor
Son gelişmelere göre Myanmar devleti, Rohingiya
asıllı Müslümanlara karşı Budist çoğunluğu da yanına
almış durumda. Budist rahipler Arakanlı Müslümanların
tamamıyla derhal ülkeden çıkarılmasını istedi.
» Hakkı Yazar
[email protected]
B
urma’nın
(Myanmar)
Arakan
Eyaleti’ndeki Rohingiya asıllı Müslümanların dramı, dünyanın sessizliği
sebebiyle giderek daha da kötüleşiyor. T. C. Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun bölgeye ani bir ziyaret yapmasıyla dünya gündemine yeniden gelen
Rohingiya asıllı Müslümanların durumu, İslam
İşbirliği Teşkilatı’nın yaptırımı olmayan protestosu neticesinde yeniden kendi hâline terkedildi.
T. C. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Myanmar
Cumhurbaşkanı Thein Sein’i ziyareti esnasında
durumdan duyduğu endişeyi dile getirmesi üzerine, nisbî bir yumuşama gösteren Burma yönetimi,
buna rağmen sorunun temelindeki resmî tutumla
ilgili olarak herhangi bir değişik yapılmayacağını
açıkladı.
54
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
1982 yılında çıkarılan bir vatandaşlık yasasına
göre Rohingiya asıllı Müslümanlar, ülkenin kuzey,
doğu ve güney kesimlerinde yaşayan çeşitli azınlıklarla birlikte yabancı statüsüne tâbi tutulmuştu.
Kanuna göre devleti yönetenler, ayrıca kimin vatandaşlık haklarından mahrum edilebileceklerine
bizzat karar verebileceği için de bu yasa pek çok
etnik gruba karşı silah olarak kullanılıyor.
Gelinen süreçte ise Myanmar devleti, Rohingiya asıllı Müslümanlara karşı Budist çoğunluğu da
yanına almış durumda. Eylül ayı başında yapılan
genel gösterilerde yüzlerce Budist rahibi Arakanlı
Müslümanların tamamıyla ve derhal ülkeden çıkarılmasını istedi, çıkmayanların ise kanlarının
dökülmesinin Buda’nın arzusu olduğunu iddia etti.
Myanmar hükümeti, ülkede Rohingiya karşıtlığını artık neredeyse tamamen halka bırak-
T. C. Dışişleri Bakanı Burma Cumhurbaşkanı ile
mış durumda. Uluslararası bir üne sahip olan ve
Nobel Barış Ödülü de almış olan muhalefet lideri
Aung San Suu Kyi bile bu konuda hükümetin yanında yer alıyor. Suu Kyi 1948 yılında Burma’nın
bağımsızlık lideri olan Babası General Aung San
tarafından yapılan vatandaşlık yasasını gündeme
getirmediği gibi, 1982 yılında çıkan vatandaşlık
yasasına da itiraz etmiyor. Kendisine Rohingiyalıların durumu sorulduğunda “Onların Burma
vatandaşı olup olmadıklarını bilmiyorum” gibi
muğlak ifadeler kullanarak rejimi destekliyor.
Hâlbuki, babasının 1948’de kurduğu ilk hükümette iki Rohingiyalı Müslüman Bakan olarak görev
yapmıştı.
Bununla birlikte, 1982 yılında çıkan vatandaşlık yasası, çeşitli etnik gruplara 1823 yılından önce
Burma’da yaşadıklarını isbat mecburiyeti getirirken, resmî kayıtlara “gizlilik” gerekçesi ile bakılmasını da engelliyor.
Haziran ayından beri süren saldırılarda sayıları yüzbinleri bulan Rohingiyalı Müslüman evlerini terkederek kamplarda yaşamaya başladılar. Polis ve sınır güvenlik güçleri evlerini terketmeyen
Müslümanlara saldırı yapmak isteyen Budistleri
organize ederken, direnen Müslümanların öldürülmesine de göz yumuyor.
Hatta, Müslümanların kendi evleri devlet
mülkü sayıldığı için bu mülkü koruyamadıkları
gerekçesi ile de pek çok evi yakılan Müslüman
hakkında soruşturma açıldı. Bu arada Myanmar
hükümeti evleri yakılan ya da yağmalanan Müslümanların geride kalan tüm varlıklarına Budist
halk tarafından el konulmasına göz yumuyor.
Türkiye, Malezya, Endonezya ve Suudî Arabistan gibi ülkelerin tepki gösterdiği son gelişmeler
üzerine Myanmar hükümeti olayların soruşturulması için bir komisyon kurdu. Ancak komisyonda
Müslümanlara karşı olayları organize eden siyasal partilerin temsilcilerinin yanı sıra Rohingiyalı
Müslümanların yasadışı göçmen olduğu ve dolayısı ile ülkeden çıkarılmasını isteyen, bu amaçla
da Müslümanlar aleyhine gösteriler yapan sözde
muhaliflerin yer alması, komisyonun göz boyamaya yönelik olduğunu gösterdi. Çünkü komisyonda Arakan (Rohingiya) asıllı hiçbir Müslüman
bulunmuyor.
Öte yandan, Rohingiya asıllı Müslümanlara
karşı oluşan hava sebebiyle ülkedeki diğer Müslümanlar da Rohingiyalılar ile ilişkilerini asgarî
düzeyde tutmak zorunda kalıyor. Çünkü, onlar da
Rohingiyalılar gibi vatandaşlıktan atılma endişesi
taşıyor. 
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
55
Portre
d
e
m
m
a
h
Mu idullah
Ham in
m
i
l
Â
r
i
B
i
s
e
r
t
Por
ız
apayaln
y
e
d
in
diği
liği iç
a geniş şamasının ver
c
n
la
o
e ya
anın
h, düny e vuslat halind azdı.
a
l
l
u
d
i
il
Ham
eksik olm
Sahibi
iç
ıl
s
h
a
n
a
e
d
idi. Am sürur, yüzün
AROĞLU
ŞE MİM tmail.de
e
Y
v
A
r
»
u
z
ho
hu
ce z a e m
56
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
@
H
indistan
ve Pakis
tan’ın he
nüz tek b
ir devlet
Türkçe, Fa
o
lduğu 19
Ocak 190
rsça, Sansk
8 yılında,
ritçe
d
a bulundu
Haydarabad şehri
ğu toplam , İtalyanca ve Rusç
nde doğa
a’n
ta
17 dil bilm
nın yetişt
n Muham
med Ham
ekteydi. H ın
irdiği en
idullah’ın
in
b
b
ü
disir
yük İslam
i olarak z
ha
döneme h
almıştır. A
ihinlerde
alimlerind
as bir nit yatı o
m
y
ilesinden
en
e
e
r edecek
d Hamidu
elikte yol
almış old
ardından
olan Muh
llah, 19.12
uğu ilköğ
D
klasik me
a
.2
m
e
0
v
0
letleri’nin
renimin
drese öğre
Hamidull
Florida ey 2’de Amerika Birle
nimine b
ah, Daru’l
Hakk’a yü
şik
aletinde, 9
a
-U
şl
rü
a
6 yaşında
lu
Osmaniye
müşt
yan
iken
Üniversite m Medresesi’nden
1950’den 19 ür.
sonra
si’nde oku
7
Haydarab
5
’
e
k
a
m
d
k
u
a
ü
r
şt
lt
u
a
T
e
d
r.
ü
leri ve İsla
kentinde
tirdikten
m enstitü rkiye’deki ilahiyat fa
hukuk fa
öğrenciye
son
lerinde ye
kültesini
h
o
Friedrich-W ra, Almanya’nın
tişen yüzle c
Bonn şeh bikendi alan alık yapan âlim, he
ilhelm R
r biri daha rce
ınd
rinde
en Ünive
letler Huk
son
rsitesinde
yetiştirmiş a söz sahibi olacak
uku’’ alan
ında ilk d
birçok tale ra
tir. Prof. D
“DevAlmanya’n
o
b
r.
k
e de
Süreyya S
tora çalışm
ın
Salih Tuğ
ırma, Pro
, Prof. Dr.
asını,
ci doktora Tübingen Ünivers
f.
İh
D
it
la
r.
sa
esi’nde ise
çalışmasın
rdan sade
ı
ce birkaçıd Yusuf Ziya Kavakçı n
ikinve özellik
le siyer ilm yapmıştır. İslamî il
bunkelimenin
ır
.
Y
a
n
i
H
im
amidullah
ine olan m
tam anlam
1936 yılınd
Ho
erakından lere
ıyla “hoca
a Sorbonn
Talebeleri
la
dolayı
e Ünivers
rın hocası ca
konuda ö
n
d
e
n
P
itesi’nde (P
ro
”
ğrenim gö
idi.
k
f.
e
D
ndisinin d
aris)
rme
dan da do
e bizzat şa r. İhsan Süreyya Sır
aktarmak
ktora dere ye devam etmiş ve bu
ma
h
it
olduğ
tadır: Pa
cesi
bu
Paris’e yerl
ris`te Ha u bir olayı şöyle
haftalık d
eştikten so ni almıştır. 1947 y ramid
erslerden
ılında
nra akade
ünü gidere
birinde, v ullah Hoca’nın
mik çevre
men hiç k
k artmış v
akit ge
le
im
e
rd
de ders ve
F
se gelmem
rmeye başl ransa dışındaki ülk eki
dikten son
işti. Bir sa lmesine rağe
a
ra
le
ate y
m
rde
ben, erken
ıştır.
Ne yazık
müsaade
gelerek ya akın bekleki hiç um
is
te
Fransa’da
ktı
yerek sön
ulmadık
bir dizi ko
midullah
dürmek is ğım sobayı
bir zama
nferans ve
H
o
ğu bir dön
n
te
c
d
miştim. H
a bana k
a,
rme
tonuyla “
emde Hay
aBurası bir ararlı ve manidar
darabat’ın k için bulundudan işgal
bir ses
k
H
e
edilmesin
m
z
in
a
k
d
z
a
is
,
p
o
ta
a
tu
n
n
ırsa
r karş
tarafıne gösterdiğ
rultuda ele
i te
kişiye ders ıma!’’ diyerek, bir sa bir daha açılaldığı yaz
i anlatır g
ılardan do pki ve bu doğat boyunc
girmesine
ibi
layı mem
a 50
talebesiyle
izin ve
leketine
bitirmişti. o günkü programın 0
Bundan so rilmemiştir.
ı tek
Sırma, H
nraki yaşa
devam ett
amidullah
ntısını “va
iren âlim,
ta
’ı
v
n prensip
iz vermey
1948’den so tansız’’ olarak
dönmeme
lerinden
e
nra ülkesi
ye karar
ilim adam n biri olduğunu ve
a
n
v
bir ilim ad sla
e geri
ı yapan ö
ermiştir v
teci olara
a
z
e siyasal
m
e
k Fransa’d
tı
ll
ını,
iğ
rl
a
in
tıyordu. H
de bu
bir müla k
Türkiye’de
n kendisin almıştır. Pakistan’d
işleyişi, ola amidullah Hoca’n olduğunu haan ve
ın dili, ko
e gelen va
ylara yak
ni nezake
tandaşlık
nuları
laşımı, m
tle g
ğu, ehil o
teklifleriutedilliği,
lmadığı k
na da hiçb eri çevirmiş ve Fra
doğruluonularda
nsız vatan
yargılarda
ir zaman b
konuşmay
daşlığıbulunmay
aşvurmam
Fransa, M
ışı,
ışı ona ha
ıştır.
Hamidull
ısır, Pakis
s bir davra keyfî
mak üzere
a
tan ve Tü
h
H
nış idi.
o
c
a’
n
na sirayet
birçok ülk
rkiye başt
etmişti. P ın tevazusu bütün
enin üniv
a oller ve kon
a
hay
ri
e
rsit
fera
semtlerin
s’teki evi,
den birin
Paris’in m atıda Türkiy nslar veren Hamid elerinde dersd
e
e
,
rkezi
e’ye gelere
so
dört katlı
ullah, 1952
n katı du
eski bir b
k
yılınrumunda
edebiyat v
in
an
e hukuk fa İstanbul Üniversit
o
d
lan çatı k
an ibaret
esi’nde
kü
idi. Nered
atında, ik ın
Ankara v
i
e
e Konya Ü ltelerinde, ardında
y
oda
S
se
a
dece eski,
n
niversitele
çe dersler
küçük bir hiçbir mobilyası yo rinde üste İzmir,
vermiştir.
is
ktu
ç
k
alışma ma
emle, eski,
lik Türksası ile bir .
küçük ve
Batılıların
n
iki
e
p
si
ort
, bir rahle
kütüphan
Muhamm
ve duvarla atif bir daktilo ma
e kösteb
ed Hamid
b
a
kie
şk
rı
ği dedik
a bir eşya
ull
kın eser v
leri
bulunmuy dolduran kitaplard
e farklı dil ah hayatı boyunca
ö
ğ
a
o
n
re
rd
nci evinde
40’a yalerd
makale te
n bile dah u evinde. Sıradan b
lif etmiştir. e yayınlanan 1000
a
ir
B
m
üyük bö
ütevazi
’i aşkın
Batı düny
96 yıllık ö lümünü “vatansız’’ idi.
asında İslâ
m
olara
rü
nınmasın
nde hiç ev
m’ın doğru
da
bette’’ geç
lenmemiş k geçirdiği
biçimde ta
ti
ğ
Urduca, F büyük rol oynaya
ti, Ömrü
in
den evlad
“g
n âlim, A
ran
rak hiçbir
rapça,
şeye sahip , akraba, mal-men ureserler ne sızca, Almanca ve
al olaolmayan
şretmiştir.
yanın olan
İngilizce’d
Ha
e telif
ca genişliğ
Bu dilleri
n dışında
i içinde ya midullah, dünasıl Sahib
, içinde
payalnız id
i ile vusla
t halin
i. Am
huzur ve sü
rur, yüzün de yaşamasının ve a
rdiği
den hiç ek
sik olmaz
dı. 
E Y LÜ L | E K İ M 2012 • S ay ı 213 - 214 • P e r s p e k t İ f
57
Kitap Tanıtımı
HACC
Kalbe Yolculuk
Dr. Ali Şeriati
ÖZGÜN YAYINLARI
Hacc mı?... Hacc, O’na
dönüşün bir göstergesidir;
O, mutlak ebediyettir, O,
sonsuzdur. O’nun sınırı,
ucubucağı yoktur.
“O’na” dönüş, mutlak
kemâl, mutlak iyilik,
mutlak güzellik, mutlak
güç, ilim, değer ve
hakikate doğru hareket etmek; yani Mutlak’a doğru
hareket, mutlak kemâle doğru mutlak hareket,
ebedî hareket demektir. Yani sen, bir “ebedî
oluş”sun, bir “sonsuzluk hareketi”sin. Allah senin
“durak yeri”n değil, “maksad”ındır. Allah, senin
seyrü sefer çizginin en son noktası değildir. Seçim
seferin, ebedî hicretin, öyle bir cadde, öyle bir yol
üzerindedir ki onun son noktası yoktur.
Çeşitli Dinlerde ve
İslam’da Kurban
Prof. Dr. Ahmet Güç
DÜŞÜNCE KİTABEVİ
İdeal manada kurban,
Allah ile olan gönül
ilişkisinin bir göstergesi
ve kulluk şuurunun
zenginleştirilmesidir;
Hz. İbrahim örneğinde
olduğu gibi, “Allah,
değil biricik oğlumu, canımı isteseydi onu da
seve seve verirdim” şeklindeki fedakarlığın; Hz.
İsmail örneğinde olduğu gibi, “Babacığım! Allah
sana nasıl emrediyorsa öyle yap, inşallah beni
sabredenlerden bulacaksın!” şeklindeki teslimiyetin
en güzel ifadesidir. Hz. Musa döneminden itibaren
M.S. 70’te ikinci mabedin yıkılışına kadar geçen
süre içindek Yahudilik’de başlıca ibaret şekli olan
kurban, Hıristiyanlıkta farklı bir boyuta çekilmiştir.
58
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
Michaele Mihriban
Özelsel
KAKNÜS YAYINLARI
Halvette 40 Gün’ün yazarı
Dr. Michaela Mihriban
Özelsel, Sufilerin “aşk
yolu”na girişinin öyküsünü, “varoluşumun en
yüksek en aşağı noktası”
dediği hac deneyimi eşliğinde anlatıyor.
Batılı bakış açısından, hasta ve tamamen halsiz
düşmüş bir halde Suudi Arabistan’ın tozlu yollarına
yatışım, varoluşumun en aşağı noktalarından biri.
Başka bir bakış açısındansa, varlığımın amacı ve
anlamı haline gelmiş manevî yoldaki en büyük ibadetlerden birini gerçekleştirdiğim için, en yüksek
noktam.
Kurban Kesmenin
Psikolojik Temelleri
Prof. Dr. Ali Murat
Daryal
M.Ü. İLAHİYAT FAK.
VAKFI
İslam’da kurban genel
olarak ibadetlerin takip
ettikleri seyre zıt bir seyir
gösterir. Müslümanlar
bunu tabii karşılarlarken
Batılı Hıristiyan şer odakları bu zıt oluşumu
Müslümanların aleyhinde kullanmak ve onları
aldatmak için, onda kendi hesaplarına istismar
edecekleri malzeme bulmak istemişlerdir. Bu
taarruz ve hücumlar daha önceleri kendi tabiî
seyrine göre gelişirken meselenin siyasileşmesi
ile beraber hızını ve şiddetini çok daha fazla
arttırmıştır.
Kurban
bedeli
60
100
€
*
P e r s p e k t İ f • S ay ı 213 - 214 • E Y LÜ L | E K İ M 2012
CMYK:100,0,100,0 - HKS:HKS 54 - PANTONE:347 EC - PANTONE solid coated: 355 C
Download