İslâm âlimleri Ansiklopedisi

advertisement
İslâm âlimleri Ansiklopedisi
ALFABETİK SIRAYA GÖRE
(F)
İçindekiler Tablosu
............................................................................ 1
FADL BİN ABBÂS ER-RÂZÎ ......................................................................... 2
FADL BİN DÜKEYN EL-HÂFIZ ..................................................................... 2
FADL BİN MUHAMMED ŞA’RÂNÎ .............................................................. 3
FADL-I HAK HAYRÂBÂDÎ ........................................................................... 4
FADLULLAH BİN AHMED EL-MİHENÎ ........................................................ 6
FAHREDDÎN ACEMÎ .................................................................................. 6
FAHREDDÎN RÛMÎ .................................................................................... 8
FAHRÜDDÎN IRÂKÎ (İbrâhim bin Şehriyâr Hemedânî) ............................... 8
FAHRÜDDÎN İBNİ ASÂKİR (Abdürrahmân bin Muhammed) ..................... 9
FAHRÜDDÎN İBNİ TEYMİYYE (Muhammed bin Hıdr bin Muhammed) .... 11
FAHRÜDDÎN-İ RÂZÎ (Muhammed bin Ömer) .......................................... 13
FAHR-ÜL-FÂRİSÎ (Muhammed bin İbrâhim Fârisî) .................................. 21
FAHR-ÜL-İSLÂM PEZDEVÎ (Ali bin Muhammed) ..................................... 26
FAHRÜZZAMÂN EL-BEYHEKÎ (Mes’ûd bin Alî bin Ahmed) ...................... 28
FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali) ........................................................................ 28
FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali) ........................................................................ 29
FAKÎRULLAH ........................................................................................... 30
FAKÎRULLAH ........................................................................................... 37
FÂRİS BİN ÎSÂ BAĞDADÎ ......................................................................... 44
FÂTIMA BİNTİ ALÂÜDDÎN-İ SEMERKANDÎ .............................................. 45
FÂTIMA BİNTİ ESED ( radıyallahü anha ) ................................................ 47
FÂTIMA BİNTİ MÜSENNÂ ....................................................................... 49
FÂTIMA-İ NİŞÂBÛRİYYE .......................................................................... 50
FÂTİH SULTAN MEHMED HÂN ............................................................... 51
FENÂRÎ-ZÂDE MUHAMMED ŞÂH EFENDİ ............................................... 61
FENÂRÎ-ZÂDE MUHYİDDÎN ÇELEBİ ......................................................... 62
FERDÎ ABDULLAH EFENDİ ....................................................................... 63
FEREC EL-GIRNÂTÎ .................................................................................. 64
FEREC EL-GIRNÂTÎ .................................................................................. 64
FERELİ ŞEYH SİNÂN EFENDİ .................................................................... 65
FERGÂNÎ ................................................................................................. 66
FERİDÜDDÎN-İ ATTÂR ............................................................................. 67
FERRÂ ..................................................................................................... 75
FERRÂ ..................................................................................................... 77
FETÂ’L-YEMÂNÎ (Ömer bin Muhammed) ............................................... 80
FETHÎ (Hüseyn bin Hasen) ...................................................................... 81
FETHULLAH EVDEHÎ ............................................................................... 82
FETHULLAH ŞİRVÂNÎ .............................................................................. 83
FETTENÎ (Muhammed Tâhir) ................................................................. 83
FEYRÛZ BİN DEYLEMÎ ( radıyallahü anh ) ............................................... 84
FEYZULLAH EFENDİ ................................................................................ 85
FEYZULLAH EFENDİ ................................................................................ 88
FEYZULLAH EFENDİ ................................................................................ 91
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZÂ EFENDİ........................ 92
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZÂ EFENDİ........................ 92
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA EFENDİ ............... 93
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA EFENDİ ............... 94
FİKÂRÎ (Mehdî Şîrâzî) ............................................................................. 94
FİRKÂH (Abdürrahmân bin İbrâhim) ...................................................... 95
FÎRÛZ ÂBÂDÎ .......................................................................................... 96
FİTYÂN EŞ-ŞÂGÛRÎ ............................................................................... 101
FUDAYL BİN IYÂD ................................................................................. 101
FUDAYL CEMÂLİ (Fudayl bin Ali Cemâlî) .............................................. 106
FÛRÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed) ............................................ 107
FADL BİN ABBÂS ER-RÂZÎ
Adiyy el-Cürcânî, Muhammed bin Ca’fer el-Haritî, Muhammed
Hadîs âlimi. Râvileriyle beraber yüzbin hadîs-i şerîfi ezberden
bin Ca’fer el-Eş’arî, Ebû Zur’a, Ebû Hatem, Ebû Kureyş,
bilirdi. Künyesi Ebû Bekir olan Fadl bin Abbâs er-Râzî’ye,
Muhammed bin Cuma el-Fehistânî, Muhammed bin Ca’fer bin
Mervezî de denildi. Fadlek ve Sâig lakablarıyla tanındı. Çeşitli
Yezîd el-Mutırî, Ebû Avâne Ya’kûb bin İshâk el-İsferâyînî,
şehirlere seyahat eden bu mübârek zât, 270 (m. 883) yılında
Ebü’l-Hasan Ali bin Ebî Tâlib el-Esterebâdî, Şuayb bin İbrâhîm
Bağdâd’da vefât etti.
el-Beyhekî, Ali bin Rüstem gibi âlimler Fadl bin Abbâs’ın en
meşhûr talebeleri arasındaydı.
Hadîs-i şerîf öğrenip, ilim tahsil etmek için Bağdâd, Mekke ve
Mısır’ın çeşitli şehirlerine seyahat eden Fadlek, Abdân ve
Fadl bin Abbâs’ın üstünlüğünü dile getiren âlimlerden ed-Dâbî
Ma’mer gibi muhaddislerin yakın arkadaşları arasındaydı. İlim
Hasan el-Fâtih, “sika ve güvenilir”, Şuayb bin İbrâhîm “O
öğrenmek için çok uğraşıp, gayret gösteren Fadl bin Abbâs,
asrının imâmı idi. Ben O’ndan hadîs-i şerîf rivâyet ettim”,
başta Muhammed bin Mihrân olmak üzere, Hârûn bin Hâlid er-
Hatîb-i Bağdadî “O, sika ve hafızdı” demektedir.
Râzî, Sehl bin Osman el-Askerî, Herebe bin Hâlid, Kuteybe
bin Sa’îd, Ahmed bin Abdeh, Ebû Kâmil Fudayl bin Hasan, Îsâ
bin Mûsâ Kâlûn, Abdülazîz bin Abdullah el-Evsî, Ümeyye bin
1) Târîh-i Dımaşk, Varak sh. 36, 49
2) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh. 600
Bistâm, Abdülmü’min bin Ali ez-Zaiferânî er-Râzî, Şeybân bin
Fürûh, İshâk bin Râhaveyh, Ebû Tâhir bin Serh, Heysem bin
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 69
Yemân, Ebû Bişr, isme bin Fadl Nişâbûrî, Muhammed bin Amr
4) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 367
er-Râzî ve daha birçok âlimden ilim öğrenip hadîs-i şerîf
5) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 160
rivâyet etti.
Bağdâd’a yerleşip vefâtına Kadar orada ikâmet eden Ebû
FADL BİN DÜKEYN EL-HÂFIZ
Bekir Fadl bin Abbâs er-Râzî, hadîs-i şerîfleri inceden inceye,
tetkik eder, usûlüne uymayan ve râvileri hakkında tam bir
Hadîs âlimlerinden. Künyesi, Ebû Nuaym’dır. 130 (m. 748)
kanâata varamadığı hadîs-i şerifleri asla rivâyet etmezdi. Bu
senesinde Kûfe’de doğup, 219 (m. 834) târihinde vefât etti.
durumu kendisinin “İbn-i Humeyd’den ellibin hadîs öğrendim,
İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in ( radıyallahü anh )
onlardan bir tanesini bile nakletmedim” sözleri açık bir şekilde
hocalarındandır. Ebû Nuaym, Süleymân el-A’meş, Mis’ar bin
ifâde etmektedir. Bu söz, Fadlek’in hadîs tedkikindeki
Kedâm, Zekeriyya bin Ebî Zaide, İbn-i Ebî Leylâ, Süfyân-ı
ciddiyetini ve İslâm ulemâsının hadîs-i şerifleri rivâyet ederken
Sevrî gibi büyük âlimleri dinleyip, rivâyette bulunmuştur.
gösterdikleri itinayı çok güzel anlatmaktadır.
Ondan da, Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin İsmail elBuhârî, Ebû Zûr’a, Ya’kûb bin Şeybe, Ahmed bin Ebî
İlmin yayılması için, elinden gelen gayreti gösteren Fadl bin
Abbâs, diğer İslâm âlimleri gibi pekçok talebe yetiştirdi.
Hamaveyh bin Yûnus, Sâlih bin Ahmed, Muhammed bin Hâlid
ed-Devrî, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Sehl erRukanî, Abdurrahmân bin Hasan, Ebû Nuaym Abdülmelik bin
Hayseme gibi büyük âlimler rivâyette bulunmuşlardır.
Bağdâd’a gelip, burada da hadîs-i şerîf dersi vermiştir.
Süfyân-ı Sevrî’nin kendilerinden istifâde ettiği 113 âlimden, o
da istifâde etmiştir. Yahyâ bin Maîn, Ahmed bin Hanbel’e “Ebû
Nuaym’ı imtihan etmek istiyorum” dedi. Ahmed bin Hanbel,
Kendisine en-Nişâbûrî, el-Horasânî, eş-Şa’rânî, el-Beyhekî
ona, “Ebû Nuaym’ın sika (güvenilir) olduğunu kabûl etmiyor
nisbet edildi. Künyesi ise, Ebû Muhammed’dir. 282 (m. 895)
musun?” dedi. Yahyâ bin Maîn, “Mutlaka onu imtihan
yılında vefât etti.
edeceğim” dedi. Bir kâğıt parçası aldı. Ona, kendi rivâyet ettiği
hadîs-i şerîflerden otuz tanesini yazdı. Ayrıca her on hadîs-i
şerîfin başına da onun olmayan bir hadîs-i şerîf koydu.
Fadl bin Muhammed eş-Şa’rânî; başta Süleymân bin Harb
olmak üzere, Sa’îd bin Ebî Meryem, Abdullah bin Sâlih, İsmâîl
bin Ebî Üveys, Ebû Tûbe el-Halebî, Ebû Ca’fer en-Nüfeylî ve
Sonra Ebû Nuaym’e gittiler. Kapıyı çalınca, Ebû Nuaym çıktı.
daha birçok âlimden ilim tahsil edip hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Sonra orada bulunan bir dükkânın bir kenarına oturdular.
Ahmed bin Hanbel hazretlerinin derslerinde bulundu. Halef bin
Yahyâ bin Maîn yazmış olduğu hadîs-i şerîflerden on tanesini
Hişâm el-Bezzâr ve Îsâ bin Minâ Kâlûn’dan kırâat ilmini aldı.
okudu. Fadl bin Dükeyn i’tirâz etmeden dinledi. Fakat,
Kûfe dil mektebi mensûblarından Ebû Sa’îd, İbn-ül-Arabî’den
kendisine âit olmıyan onbirinci hadîs-i şerîf-i okuyunca, Fadl
nahv ve lügat ilimlerini öğrendi. İlim tahsili için Endülüs’den
bin Dükeyn, “Bu benim rivâyet ettiğim hadîs-i şerîf değil” dedi.
(İspanya) başka bütün İslâm memleketlerine gitti.
Sonra ikinci onu okuyunca, yine sessizce dinledi. Onbirinci
olup, kendisinin rivâyet etmediği hadîs-i şerîf okununca,
Yahyâ bin Maîn’e, kendisinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîf
olmadığını söyledi. Üçüncü on okunduğunda, kendisine âit
olmayan hadîs-i şerîfi yine tanımıştır.
Şa’rânî’den; İbn-i Huzeyme, İbn-i Şarkî, Ebû Abdullah bin elAhrâm, Muhammed bin Müemmil, torunu İsmail bin
Muhammed bin Fadl ve daha birçok âlim ilim tahsil edip hadîsi şerîf rivâyet etti.
Hâkim O’nun için “Edîb, fakîh, âbid idi. Hadîsle ilgilenen
1) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 350
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 67
herkesi bilirdi” derken, İbn-i Ehram “Sadak” olduğunu
söylemiştir.
3) Târih-i Bağdâd cild-12, sh. 346
Fadl bin Muhammed Şa’rânî, hadîs rivâyetinde tenkid edilmiş,
4) El-A’lâm cild-5, sh. 148
fakat İmâm-ı Zehebî Tezkiret-ül-huffâz adlı eserinde onu
5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 269
müdâfaa etmiştir. İmâm-ı Zehebî, hafız ve İmâm-ül-Cevval
olarak bahsettiği Ebû Muhammed Şa’rânî için hüsn-i zan
edilmesinin lâzım olduğunu, önceki asırların mübârek
FADL BİN MUHAMMED ŞA’RÂNÎ
âlimlerinin, kısır bilgilerin ışığında yapılan değerlendirmelerle
kötülenmemesinin lüzumunu bildirmektedir. İmâm Zehebî,
Hadîs âlimi. Râvileriyle beraber yüzbin hadîs-i şerîfi ezbere
daha önce yaşamış âlimlere dil uzatanlara “Birinci, ikinci ve
bilirdi. Ya’nî hadîs ilminde hafızdı. Saçlarının gür olmasından
üçüncü asır âlimleri için derli toplu kitapları yoktu, diye; onlar
dolayı Şa’rânî nisbetiyle bilinen Fadl bin Muhammed,
fıkıhtan, usûlden, re’yden anlamaz, Yunan ve Roma
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mektûbuyla
felsefecileri ve onların yolunda giden dehrîlere, Allahü teâlânın
müslüman olan Yemen Vâlisi Bâzâm’ın soyundandır. Silsilesi,
varlığı üzerinde biz delîller getirdik, onlar bu delîlleri
Fadl bin Muhammed bin el-Müseyyib bin Mûsâ bin Nâsır’dır.
bilmezlerdi deme. Onlar kendilerinden sonra çıkan fakîhlerin
ictihâd ve fetvâlarından habersizdi. O halde bilgileri eksikti
Zihni, Kur’ân-ı kerîm nûru ile aydınlandı. Zekâsı parladı.
Hâfızası inkişâf etti. Kısa zamanda temel din bilgilerini ve âlet
iddiasında bulunmayasın. Onların en zayıf denileni dahi, bu
(yardımcı) ilimlerini öğrenip, hadîs, tefsîr gibi yüksek ilimlerin
husûsları bizden çok daha iyi bilirdi. Onlara karşı yumuşak ol,
tahsiline başladı. Başta babası Şah Abdülazîz Dehlevî ve Şah
dilini tut. Ya da faydalı bir ilimle konuş. Faydalı ilim de sana,
Abdülkâdir Muhaddis Dehlevî olmak üzere birçok âlimden ilim
onlardan gelmiştir. Şimdiki fakîhlerin ilimlerinin kaynağı, o
devrin fukahâsına dayanır, hadîscilerin dayanakları, geçen
öğrendi. 1225 (m. 1810) senesinde onüç yaşında iken tahsilini
tamamlayıp icâzet aldı. Çeştî büyüklerinin yolunda yetişerek
kemâle geldi. Her ilimde ileri oldu. Resûl-i ekremin güzel
asırların muhaddisleridir. Ben ve sen kimiz ki onlar hakkında
ahlâkına uygun yaşar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına
söz söyleyelim. Fazîlet sahibinin üstünlüklerini, ancak fazîlet
uymak ve insanlara öğretmek için çalışırdı. Herkes tarafından
sahibi anlayıp ifâde edebilir. Allahü teâlâ, noksan sahiplerine
noksanlıklarını gösterip, onlara câhiller gibi söz söyletmesin”
buyurmaktadır.
sevilir, nasihatleri insana çok te’sîr ederdi.
Zamanının âlimleri tarafından; fıkıh, tefsîr, hadîs, mantık,
hikmet ve diğer ilimlerde devrinin bir tanesi olduğu, onun
ulaştığı mertebelere bir başkasının ulaşmasının çok zor
olduğu bildirildi.
1) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh. 626
2) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 179
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 71
4) Eshâb-ı Kirâm sh. 52
5) Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 425
Zamanının âlimlerinden Abdülhay Lüknevî; “Fadl-ı Hak
Hayrâbâdî, üstâdlar üstadı, hikmet ve aklî ilimlerde benzeri
olmayan bir âlim idi” buyurdu.
Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve Allahü teâlânın rızâsı için
ibâdetle geçiren Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, pekçok talebe
yetiştirdi. Talebeleri arasından oğlu Abdülhak Hayrâbâdî,
Hidâyetullah Hân Cünpûri, Abdülkâdir Bedâyûnî, Feyzu’lHasen Sehârenpûrî, Hidâyet Ali Berilevî, Muhammed Abdullah
FADL-I HAK HAYRÂBÂDÎ
Hadîs, târih ve fıkıh âlimi, tasavvuf ehli, velî, mücâhid. 1212
Belgerâmî, Abdü’l-A’lâ Râm-pûrî, Nüvvâb Yûsuf Ali Hân
Râmpûri ve daha birçok âlimler yetişti.
(m. 1797) senesinde Delhi’de doğdu. İsmi, Muhammed Fadl-ı
İlmi, ahlâkı, insanlara nasihatleri te’sîrli sözleri ve yetiştirmiş
Hak Hayrâbâdî’dir. Babası, Şah Veliyyullah-ı Dehlevî
olduğu yüksek ilim sahibi talebeleri ile meşhûr olan
hazretlerinin oğlu Şah Abdülaâz Dehlevî’dir. Soyları Hazreti
Muhammed Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, pek kıymetli eserleriyle de
Ömer’e dayanır. Ömrünü, zâlim İngiliz müstemleke
meşhûr oldu. Çeşitli ilimlere dâir şu eserleri yazdı: 1- El-Cins-
kuvvetlerine karşı mücâdele ile geçirdi. 1278 (m. 1861)
ül-gâlî, 2-Hâşiyetün alâ üfk-il-mübîn, 3- Haşiye tün alâ Telhîs-
senesinde Endoman adasına sürüldü. Yapılan işkence ve
üş-Şifâ li-İbn-i Sina, 4-Hâşiyetün alâ şerh-il-Kâdı Mübârek, 5-
eziyetler neticesi, aynı yıl içinde şehîd olarak rahmet-i
Risâletün fî tahkîk-il-ecsâm, 6-Risâletün fî tahkîk-il-külli et-tebî,
Rahmâna kavuştu.
7-Er-Ravd-ül-mücevved, 8- El-Hediyyet-üs-se’îdiyye fil-hikmet-
Öteden beri her ilimde söz sahibi olan bir ailenin çocuğu
olarak dünyâya gelen Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, helâl rızıkla
beslenip, her hâl ve hareketi, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm )
güzel ahlâkına uygun olan mübârek kimselerin terbiyesi ile
yetişti. Daha küçük yaşta iken ilim tahsiline başladı. Allahü
teâlânın yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmi baştan sona ezberledi.
it-tabîiyye bunlardan ba’zılarıdır. Ayrıca İngilizlerin yaptığı
zulümleri Urduca ve Arabca olarak kaleme aldı. Bunlardan
Arabcasına, “Târih-i fitnet-il-Hind” (Es-Sevret-ül-Hindiyye)
adını verdi. Urducasına ise, “Cenk-i Azâdî (1857)” adını verdi.
Bu eserlerinde İngilizlerin yaptıkları zulümlerden görüp şâhid
olduklarını yazdı. İngilizlerin ilk olarak Hindistan’a nasıl
girdiklerini ve nasıl yerleştiklerini anlattı.
Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, ömrünü ilim öğretmek, insanların
askeri Delhi şehrine girdi. Evleri ve dükkânları basıp, malları,
birbirleriyle iyi geçinip, Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini
paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahî kılıçtan
hakkıyla yaparak, dünyâ ve âhırette mes’ûd olmaları için
geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. Hümâyûn Şâh’ın
nasihatlerde bulunmakla geçirdi. Sâdece insanların huzûr
türbesine sığınmış olan çok yaşlı Şâh’ı, çoluk-çocukları ile
içinde kardeşçe yaşamaları için çalışıyordu. Onun bu
elleri bağlı olarak, kale tarafına götürdüler. Patrik Hudson,
gayretlerinin karşısına, zâlim İngiliz müstemlekecileri çıktı.
yolda Şâh’ın üç oğlunu soydurup, göğüslerine kurşun sıkarak
İlkönce ma’sûm bir tüccâr postuna bürünen İngilizler,
şehîd etti. Kanlarından içti. Cesedlerini kale kapısına astırdı.
Hindistan’ın hammaddelerini yavaş yavaş sömürdüler.
Birgün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Hanri Bernard’a
Sömürdükçe semizleşen, semizleştikçe zâlimleşen İngilizler,
götürdü. Sonra, başları suda kaynattırıp, Şâh’a ve zevcesine
Osmanlı Devleti’ni de çeşitli entrikalarla Kırım harbine sokarak
çorba olarak gönderdi. Çok aç olduklarından, hemen
Ruslarla meşgûl ettiler. Hindistan’daki Bâbür Devleti’nin
ağızlarına koydular. Fakat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti
zayıflığından istifâde ederek, 1274 (m. 1858) senesinde
olduğunu bilmedikleri hâlde çıkarıp toprağa bıraktılar. Hudson
Hindistan’ı işgal ettiler. Milyonlarca insanı zulüm ve işkence ile
hâini, “Niçin yemediniz? çok güzel çorbadır. Oğullarınızın
öldürdüler. Milyonlarca çoluk-çocuk, kadın-kız aç bırakılarak
etinden yaptırdım” dedi. Sonra Sultan’ı, zevcesini ve diğer
öldürüldü. İşleri ve âdetleri, bükemediği eli öperek
yakınlarını Rangon şehrine sürgün edip habsettiler. Sultan
yaltaklanmak ve bu arada hile yapıp bükme yolları aramak,
1279 (m. 1862) senesinde zindanda vefât etti. Delhi’de üçbin
alta düşeni gaddarca ezmek olan İngilizler, mazlûm Hindistan
müslümanı kurşunlayarak, yirmiyedibin kişiyi de keserek şehîd
halkına da, her türlü zulmü ve işkenceyi yaptılar. Bilhassa
ettiler. Ancak gece kaçanlar kurtulabildi. İngilizler diğer
müslümanlara karşı tatbik etmedikleri işkence türü kalmadı.
şehirlerde ve köylerde de sayısız müslümanları öldürdüler.
Müslümanlardan baş tutacak durumda olanları ve âlimleri,
Târihî san’at eserlerini yıktılar. Eşi bulunmayan, kıymet
öncelikle ortadan kaldırmanın yollarını aradılar. Oradan oraya
biçilemeyen zînet eşyâlarını gemilere doldurup Londra’ya
sürdüler, zindanlarda işkenceyle öldürdüler. İngiliz zâlimlerinin
götürdüler.”
zulmüne uğrayıp sürülen binlerce âlimden biri de, Fadl-ı Hak
Hayrâbâdî idi. 1278 (m. 1862) senesinde atıldığı Endoman
(İngilizlerin muhtelif târihlerde, dünyânın muhtelif yerlerinde ve
adasındaki zindanda, tatbik edilen işkencelere daha fazla
bilhassa Hindistan’da müslümanlara ve İslâm dînine karşı
dayanamayarak şehîd oldu. Ama zâlim İngilizlerin zulmü
yaptıkları hıyânetleri ve cinâyetleri daha fazla anlamak için,
devam etti.
1334 (m. 1916) senesinde Beyrut’ta basılmış olan Es-Seyyid
Muhammed Habîb Ubeydî Bey’in “Cinâyât-ül-lngiliz” kitabını
Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, “Es-Sevret-ül-Hindiyye”, ya’nî
okumak lâzımdır.)
“Hindistan ihtilâli” adındaki eseri ve Mevlânâ Gulâm Mihr
Ali’nin buna yaptığı “El-Yevâkit-ül-mihriyye’ haşiyesinin, 1384
İngilizler, kan ağlattıkları müstemlekelerine kendi yetiştirdikleri
(m. 1964) Hind baskısında diyorlar ki: İngilizler, ilk olarak,
adamlarını göndermişlerdir. Bu adamlar, sözde bağımsızlık
1008 (m. 1600) senesinde, Hindistan’da Kalküta şehrinde,
hareketini başlatmış, şeklen İngilizlerden bağımsızlık hakkını
ticarethâneler açmak için Ekber Şah’tan izin aldılar. Şâh-ı
koparmıştır. Maddî ve zâhirî bağımsızlık verdikleri ülkeleri
Âlem zamanında Kalküta’da arazi satın aldılar. Bunları
ma’nen işgal ederken, hep bu şahısları kullanmışlardır. Ya’nî
muhafaza için asker getirdiler. 1126 (m. 1714) senesinde
kendi yetiştirdikleri ya da satın aldıkları bu insanları, bu
Sultan Ferruh Sîr Şâh’ı tedâvi ettikleri için, bütün Hindistan’da,
ülkelere lider olarak empoze etmişlerdir. Bu ülkelerin mazlûm
bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i Sânî zamanında
halkı, İngiliz yalanının doğruluğunu bile tahkîk edemeden,
Delhi’ye girerek, idâreye hâkim oldular. Zulme başladılar.
korkunç propaganda medotlarına kendi genç kuşaklarını
Hindistan’daki Ehl-i sünnet düşmanı mezhepsizler de 1274
teslim etmişlerdir. Bu ülkelerin millî marşı, bayrağı olmuştur.
(m. 1858) senesinde, sünnî, Hanefî ve sûfi olan sultan İkinci
Fakat, asla bağımsız olamamışlardır Parlamentoları,
Bahâdır Şâh’a, bid’at ehli, hattâ kâfir dediler. Bunların, hindu
başbakanları ve bakanları olmuştur. Fakat asla söz sahibi
kâfirlerinin ve hâin vezir Ahsenullah Hân’ın yardımı ile, İngiliz
olamamışlardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
Kendisi şöyle anlatır: Büyük âlim Ebû Abdurrahmân es-Sülemî
hazretlerinin huzûruna ilk defa gittiğimde bana, “Şimdi size
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 130
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 377
3) Mu’cem-ül-matbûât sh. 853
4) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 26
kendi elimle, hatırlamaya ve ibret almaya vesile olacak bir yazı
vereceğim” buyurdu. Ben de “Peki efendim” dedim. Daha
sonra şöyle yazdı: “Dedem büyük âlim Ebû Amr İsmâil bin
Nüceyd es-Sülemî’den işittim. O da Ebü’l-Kâsım Cüneyd bin
Muhammed’in şöyle buyurduğunu söyledi: “Tasavvuf; güzel
ahlâktır. Güzel huydan ibârettir. Ahlâkını güzelleştirenin
derecesi yükselir.” Daha sonra da şunu yazdı: “En güzel söz,
5) Es-Sevret-ül-Hindiyye 1384
İmâm Ebû Sehl Muhammed bin Süleymân es-Su’lûkî’nindir.
Güzel huy, i’tirâz etmemektir.”
6) Tahkîk-ül-fetvâ mukaddimesi Lahor-1399
Ebû Sa’îd el-Mihenî buyurdu ki: “Tasavvuf; insanın nefsini
7) Fadl-ı Hak Hayrâbâdî (Mahmûd Ahmed Berekâtî)
sevmemesi ve peşinden gitmemesi, kalbini Allahü teâlâya
bağlaması ve her haliyle sahibine yönelmesidir.”
Ebû Hasen Ali bin Ebû Bekr en-Nişâbûrî şöyle
anlatır: “Üstâd Ebû Osman İsmâil bin
FADLULLAH BİN AHMED EL-MİHENÎ
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Sa’îd olup ismi
Fadlullah bin Ahmed bin Muhammed el-Mihenî’dir. Ehl-i
sünnet i’tikâdında, herhâli sünneti seniyyeye uygun, akıllara
hayret veren hâller ve kerâmetler sahibi bir zât idi. Çok
kimseler, onu görmek ve mübârek sözlerini işitmekle doğru
i’tikâd sahibi oldular. Ebû Sa’îd hazretleri, büyük âlim Ebû
Abdurrahmân es-Sülemî’nin meclisinde bulundu. 440 (m.
1048) senesinde Mihene’de vefât etti.
Fadlullah bin Ahmed, Zâhir bin Serahsî ve daha birçok
âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise;
İmâm-ül-Haremeyn Ebül Meâli el-Cüveynî, Ebü’l-Kâsım
Abdurrahmân en-Nişâbûrî hazretleri, güzel bir
kıyâfetle Ebû Sa’îd Fadlullah bin Ebü’l-Hayr elMihenî hazretlerinin ziyâretine gitti ve orada bir
yere oturarak, “Efendim! Hatırlar mısınız?
Serahs’da Şeyh Ebû Ali Zâhir hazretlerinin
yanında beraberdik. Kendisinden Hadîs-i şerîf
dinlemiştik. Acaba ilk olarak bize rivâyet ettiği
hangi hadîs-i şerîf idi?” dedi. O zaman Ebû Saîd
Fadlullah el-Mihenî hazretleri buyurdu ki: “O zâtın
rivâyet ettiği ve bizim de işitip yazdığımız ilk
hadîs-i şerîfte “Dünyâyı sevmek (gönül
bağlamak, düşkün olmak), günahların
başıdır” buyuruluyordu.”
Selmân bin Nasır el-Ensârî, Hasen bin Ebî Tâhir el-Ciyliy,
Abdülgaffâr eş-Şirûviy ve daha birçok âlim ilim öğrenip hadîs-i
şerîf rivâyet etti.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 306
Abdülgâfir, Siyak kitabında onun için şöyle demektedir: “ElMihenî hazretleri, zamanının büyüğü idi. O, tasavvuf
büyüklerinin ileri gelenlerinden olup, ma’rifet sahiblerinden idi.
Şânı yüce, hâli güzel, zamanın bir tanesi olup, onun gibisi
FAHREDDÎN ACEMÎ
görülmedi. Gençlikte mücâhede yolunu seçti. Çok ibâdet
ederdi. Yanlızlığı severdi. Çok kerâmeti görüldü. Firâset sahibi
Hanefî mezhebi fıkıh, kelâm ve tefsîr âlimi. Osmanlı devletinin
idi.”
ikinci Şeyhülislâmı, İran’dan Anadolu’ya geldiği için Acemî
denilmiştir. Doğum yeri ve târihi, kaynaklarda
bildirilmemektedir. 865 (m. 1460) senesinde Edirne’de vefât
o zaman çok hürmet ediliyordu. Böylece kendilerini gizlediler.
etmiştir. Dâr-ül-hadîs Câmii önüne defnedilmiştir.
Bunların çalışmalarıyla daha sonraları Bektaşî tarikatı
bozuldu. Bektaşî adını bu dinsiz hurûfîler kendilerine mal
Fahreddîn Acemî, önce memleketinde zamanının âlimlerinden
ettiler. Bugün halk arasında Bektaşî adı altında anlatılan
ilim tahsil etti. Büyük İslâm âlimi Seyyîd Şerîf Cürcânî’den de
hikâyeler, hurûfîlere âittir. Hakîkî Bektâşîler, temiz ve
ilim öğrendi. Daha sonra Anadolu’ya geldi. Molla Fenârî’nin
müslümandırlar. Bektâşîyiz diyen hurûfîler ise, namaz
oğlu Muhammed Şah’ın hizmetinde bulundu. Burada
kılmazlar, içki içerler, bıyıklarını kesmezler. Hakîkî Bektâşîlerin
Muhammed Şah’a muîd (asistan) oldu. Bir müddet ba’zı
bu sapıklarla ilgisi yoktur.)
medreselerde müderrislik (Profesörlük) yaptı. Sultan Murâd
Hân zamanında, 834 (m. 1430) senesinde Şeyhülislâm Molla
Fâtih’in sarayında bir müddet rahat bir şekilde yaşadılar.
Şemseddîn Fenârî’nin vefâtı üzerine, Edirne’de Şeyhülislâm
Ancak iç yüzlerini gizliyorlar idi. Bu adamların bozuk yolda
oldu. Günlük otuz akçe maaş bağlandı. Sultan Murâd Hân,
olduklarını, Vezîr Mahmûd Paşa anlamıştı. Fakat Fâtih Sultan
onun maaşını otuz akçeden daha fazlaya artırmak isteyince
Mehmed’e bunlar hakkında birşey söylemeye cesâret
kabûl etmedi. “Beyt-ül-mâl’den (devlet hazînesinden) aldığım
edemiyordu. Bu hurûfîleri, Fahreddîn Acemî’ye anlattı.
otuz akçe bana yetiyor, ihtiyâçlarımı karşılıyor. Daha fazlasına
Fahreddîn Acemî ile Mahmûd Paşa anlaştılar. Mahmûd Paşa,
ihtiyâcım yok. Beyt-ül-mâl’den daha fazla almak helâl değildir”
evinde bir da’vet tertîb etti. Da’vete, hurûfî yolunda olan
diyerek, ma’zeret bildirdi.
sapıklar da çağırıldı. Fahreddîn Acemî de perde arkasına
saklanmış, onları dinliyordu. Sohbet ilerleyince, Mahmûd
Dînî ilimleri çok iyi bilirdi. Vera’ ve takvâ sahibi idi. Allahü
Paşa, hurûfîleri çok sevdiğini söyledi. Veziri kendilerinden
teâlânın rızâsı olan bir işte, kınayanın kınamasından asla
zanneden bu kimseler de, kendi fırkalarının iç yüzünü
çekinmezdi. Her yerde, hakkı ve hakîkati çekinmeden söylerdi.
anlatmaya başladılar. Sapıklıklarını ve küfürlerini açıkladılar.
Hadîs ilmini Mevlânâ Haydar Hirevî’den öğrendi. Bu zâttan
Hattâ, “Allahü teâlâ (hâşâ) Fadlullah’a hulul etmiştir” dediler.
Sahîh-i Buhârî adındaki meşhûr hadîs kitabını okudu ve icâzet
Bunu duyan Fahreddîn. Acemî, daha fazla dayanamadı.
aldı. Haydar Hirevî de, Sa’düddîn Teftâzânî’den icâzet almıştı.
Hemen ortaya çıkarak, bu sapıkların üzerine atıldı. Hurûfîler
Fahreddîn Acemî’den de, Osmanlı âlimlerinden Hocazâde
kaçarak, sultânın sarayına sığındılar. Fahreddîn Acemî de
Sahîh-i Buhârî’yi okudu ve icâzet aldı.
peşlerinden koştu. Sarayda bunları yakaladı. Hâdiseden
Sultan İkinci Murâd Hân ve Fâtih Sultan Mehmet Hân
zamanında, otuz sene fetvâ işlerini güzel bir şekilde idâre etti.
Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanında, hurûfî mezhebine
mensûb ba’zı sapık kimseler Fâtih’in hizmetine girdiler. Fâtih,
ilme ve ilim adamlarına değer verir, onları sarayında korurdu.
Âlimlere hürmet eder ve onlara geniş imkânlar sağlardı, işte
bundan istifâde etmek isteyen hurûfî bozuk i’tikâdındaki ba’zı
kimseler, yaldızlı sözler ve hilelerle sultânın gözüne girdiler.
Fâtih bunları sevmiş, hattâ sarayda onlara bir de oda tahsis
etmişti. (Hurufilik, İran’da Fadlullah Tebrîzî’nin kurduğu bozuk
bir yoldur. Aslen Esterâbâd şehrindendir. Karâmitâ adlı sapık
bir fırkanın üyesiydi. Fadlullah Hurûfî, 796 (m. 1393)
senesinde Timur Hân’ın oğlu Mîrân Şah tarafından öldürüldü
ve adamları dağıtıldı. Bunlardan ba’zı kimseler Anadolu’ya
kaçtılar. Bektaşî tekkelerine sığındılar. Kendilerini gizleyerek,
câhilleri aldatmağa başladılar. Çünkü Bektâşîlere ve tekkelere
haberi olmayan Fâtih Sultan Mehmed, Şeyhülislâma karşı
edebinden hiç sesini çıkarmadı. Fahrüddîn Acemî, bu işi
burada hâlletmek istiyordu. Hemen câmiye gitti, halkı câmiye
çağırdı. Çok kalabalık toplandı. Fahreddîn Acemî hazretleri
minbere çıkıp, bu kimselerin sapık ve dinsiz olduklarını isbât
etti. Bunların kötü yolda olduklarını ve hemen idâm edilmeleri
lâzım geldiğini söyledi. Mahkeme kurulup, idâm edilmelerine
karar verildi. Halkın ibret alıp, böyle sapıklara fırsat
vermemeleri için, büyük bir kalabalık önünde cezaları infaz
edildi. Çünkü bu sapıkların reîsi ve fırkalarının kurucusu
Fadlullah’ın yeryüzünde Allahın temsilcisi, hattâ insan
sûretindeki şekli olduğunu söylüyor ve başkalarını da
kandırmaya çalışıyordu. Bütün hurûfîler tesbit edildi. Hepsi
yakalanıp idâm edilerek, Osmanlı toprakları bu sapıklardan
temizlendi.
Hastalandığında, Molla Ali Tûsî ziyâretine geldi. Fahreddîn
Acemî’den nasîhat istedi. O da; “Halkın sırtından kânun
kamçısı eksik edilmesin” dedi. Ya’nî kanunların
uygulanmasında kimseye ta’viz verilmesin demek istedi. Bir
daha konuşmadı ve vefât etti. Edirne’de Üç Şerefeli Câmi
yanında bir medrese yaptırdı. Kaynaklarda, eserlerinden
bahsedilmemektedir.
FAHRÜDDÎN IRÂKÎ (İbrâhim bin Şehriyâr Hemedânî)
Tasavvuf âlimi, şâir. İsmi, İbrâhim bin Şehriyâr olup, aslen
Hemedan taraflarından olduğu için Irâkî nisbet edildi.
Fahrüddîn lakabı verildi. Fahrüddîn Irâkî diye meşhûr oldu.
688 (m. 1289) yılında Şam’da vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî’nin
türbesi yanına defnedildi.
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 81
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi ve kırâati çok
güzeldi. Hemedan şehrinde herkes onun kırâatini dinlemek
2) Devhat-ül-meşâyıh sh. 5, 6, 7
için can atardı, ilim tahsili ile meşgûl olup, kısa zamanda aklî
ve naklî ilimlerde ilerledi. Onyedi yaşında iken Hemedan
3) Nefehât-ül-üns sh. 671
FAHREDDÎN RÛMÎ
Yıldırım Bâyezîd devri âlim ve sûfîlerinden. Bolu’ya bağlı
Mudurnu kasabasında ikâmet ederdi. Kaynaklarda, hayâtı
hakkında fazla bilgi verilmemektedir. Doğum târihi, doğum ve
vefât yeri bildirilmemektedir. 864 (m. 1460) senesinde vefât
etti. Mezarının, Yıldırım Bâyezîd’in Mudurnu’da yaptırdığı
câminin kapısı yakınında olduğu söylenir.
medreselerinde ders okuttu. Hindistan taraflarına gitti. Multan
şehrinde Behâeddîn Zekeriyyâ’nın ( radıyallahü anh )
sohbetine kavuştu. Hocasının kızı ile evlendi. Yirmibeş sene
orada kaldı. Kebîrüddîn adında bir oğlu oldu. Hocası
Behâeddîn Zekeriyyâ’nın vefâtından sonra halîfesi oldu. Daha
sonra Hicaz taraflarına gitti. Dönüşünde Anadolu’ya uğradı.
Konya’da; Sadreddîn-i Konevî ile sohbet edip, ilminden
istifâde etti. Muhyiddîn-i Arabî’nin “Füsûs” kitabını okudu.
“Füsûs”u dinlerken duyduklarını şiir hâlinde söyledi. Bu
şiirlerini “Lemeât” adlı eserinde topladı. Bir müddet Tokat’ta
Dînî ilimlerde âlim olup, çok ibâdet ederdi. Zühd ve vera’
kaldı. Anadolu Selçuklu Devleti devlet adamlarından Pervane
sahibi idi. İnsanlardan uzak, kendi halinde yaşardı. Halkın
Mu’înüddîn Süleymân’ın kendisi için Tokat’ta yaptırdığı
arasına fazla karışmazdı. Takvâsı çok fazla idi. Dînî ilimlerle
dergâhta taliblerini irşâd (doğru yolu göstermek) ile meşgûl
meşgûl olmayı çok severdi. Mudurnu’da hem halkı irşâd eder,
oldu. Mu’înüddîn Pervâne’nin vefâtından sonra Mısır’a gitti.
onlara din ve dünyâ saadetinin yollarını gösterir, hem de ilimle
Mısır’da Memlûklu sultânı ile sohbet etti. Daha sonra Şam’a
meşgûl olurdu.
gitti. Şam’da Mısır sultânının emriyle halk ve ümerâ tarafından
karşılandı. Birkaç ay sonra oğlu Kebîrüddîn de Şam’a geldi.
Yazdığı kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Ed-Duâvât-
Beraberce bir müddet yaşadılar. Önce babası, bir müddet
ül-me’sûre fî amel-il-yevm vel-leyl: Gece ve gündüz okunacak
sonra da oğlu vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî’nin ( radıyallahü
kıymetli duâları bildirmektedir. 2- Müştemil-ül-ahkâm: Bu
anh ) türbesinde, babasının yanına defnedildi.
kitapta fetvâlar vardır. Bir nüshası Yeni Câmi Kütübhânesi’nde
mevcûttur. 3- Ferâid-ül-leâlî: içinde tasavvuf ve kelâm
Ömrünü, Allahü teâlânın dînini öğrenmek ve öğretmekle
mevzûları vardır. Oğlu, İbn-i Fahreddîn adıyle tanınmış olup,
geçiren Fahrüddîn Irâkî, Hindistan’dan Anadolu’ya,
“Esrâr-ı Muhammediyye” adında bir eseri vardır.
Anadolu’dan Mısır’a, Mısır’dan Şam’a öğrendiği bilgileri taşıdı.
Her yaşta ilmi öğrenici ve hergün ilim öğretici oldu. Allahü
teâlânın kullarına olan merhametinden dolayı, onlara sık sık
nasihatlerde bulunur, İslâmiyeti Ehl-i sünnet âlimlerinden ve
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 55
eserlerinden öğrenip, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnet-i
şerîfine tâbi olmanın ehemmiyetini anlatırdı.
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 69
Pekçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. “Lemeât’ı ve
dünyâya geldi. İsmini Kutbüddîn Mes’ûd koydu. Bu çocuk da
“Dîvân-ı Şi’r”i meşhûrdur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin devlet
küçük yaşta ilme çok hevesli idi. Fakat babasından önce vefât
adamlarından Pervane Mu’înüddîn Süleymân ve Mısır
etti. Eğer yaşasaydı, ilim husûsunda babasının ve dedesinin
Memlûklü sultanlarından Seyfeddîn Kalâvûn talebelerinin
yerini tutardı denmiştir.
meşhûrlarındandır.
Hadîs ilmini: büyük hadîs âlimi olan amcaları, Ebû Kâsım ile
Sâin Hibetullah ve bir grup hadîs âliminden almıştır.
1) Nefehât-ül-üns sh. 671
Fahrüddîn İbni Asâkir, ilk önce Azrâviyye Medresesi’nde ders
verdi. Nûriyye Medresesi’nde, daha sonra Cârûhiyye
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 38
3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3347
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1563
Medresesi’nde hocası Kutbüddîn’in yerine ders verdi. Bu üç
medrese Dımeşk’dadır. Kudüs’te Selâhiyye Medresesi’nde de
ders verdi. Birkaç ay Kudüs’de, bir kaç ay Dımeşk’da kalırdı.
İbn-i Asâkir Arz-ı mukaddesteki, Askalan ve benzeri yerlere
kadar olan ziyâret yerlerini dolaşırdı. Âdil bin Eyyûb onu
Tekviyye Medresesi’nde ders okutmakla görevlendirdi. Bu
medresede onunla beraber ders okutan zamanın büyük fıkıh
FAHRÜDDÎN İBNİ ASÂKİR (Abdürrahmân bin Muhammed)
âlimleri de bulunuyordu. Bu medrese, Şam’ın Nizamiyesi diye
isimlendirilmişti. Derslerini verip bitirdikten sonra, Dımeşk
Meşhûr hadîs âlimlerinden. İsmi, Abdürrahmân bin
Câmii’nde, küçük bir odaya gider, orada yalnız başına
Muhammed bin Hasen bin Hibetullah bin Abdullah bin Hüseyn
kendisini ibâdete ve kitap mütâlâasına verir, fetvâlara cevap
bin Dımeşkî’dir. Lakabı Fahrüddîn olup, künyesi Ebû
hazırlardı. Sâdece abdest almak için dışarı çıkar, orada akan
Mensûr’dur. İbn-i Asâkir diye tanınır. Dedelerinden Asâkir
sudan abdestini alır, tekrar yerine dönerdi. İbn-i Asâkir’in
isminde birisi yoktur. Anne tarafından dedelerinden birisinin
yanına insanlar devamlı gidip gelirler, ondan çok istifâde
ismi olabileceği tahmin edilmektedir. Ancak bu aileye Asâkir
ederlerdi. Yanına gelenler, onun yanında kalmaktan hiç
denmesi ile meşhûr olmuştur. Meşhûr tarihçi Ali bin Asâkir
usanmazlardı. Çünkü o, vekar sahibi, yumuşak tabiatlı ve
onun kardeşidir. Annesinin ismi, Esma binti Muhammed bin
nûrânî yüzlü idi. Otururken, kalkarken ve yürürken, devamlı
Tâhir’dir. Annesi Kureyşli olup, babası Ebü’l-Berekât bin Rânî
Allahü teâlâyı zikrederdi. Dili Allahü teâlâyı anmaktan hiç boş
diye bilinirdi. Babası 517 (m. 1123) senesinde Mescid-i kadem
kalmazdı. Pazartesi ve Perşembe günleri ikindi namazından
diye tanınan mescidin tamirini yaptırdı. Kabri oradadır. 555 (m.
sonra, hadîs-i şerîf dinlemek için Kubbet-ün-nesr denilen yere
1160) senesinde doğup, 620 (m. 1223)’de, Recep ayının
gelirdi. Burada, amcası, büyük hadîs âlimi Hâfız Ebû Kâsım’ın
onunda Çarşamba günü, Dımeşk’da vefât etti. İbn-i Asâkir,
hadîs-i şerîf derslerini dinlerdi. Hadîs dersi bittikten sonra,
asil, köklü ve faziletler sahibi bir ailedendir. Bu aile, büyük
hadîs âlimlerinden Ebû Bekr Beyhekî’nin “Delâil-ün-
hadîs âlimleri yetiştirmiştir, İbn-i Asâkir yaşadığı asırda en
nübüvve”sini ve başka kitapları okuturdu. Ebû Şâme
büyük hadîs âlimlerinden idi. Bir önceki asırda da, iki amcası
Makdisî’de onun bu derslerinde Delâil-ün-nübüvve’nin büyük
olan Sâin Hibetullah ve Hâfız Ebû Kâsım, amcasının oğlu
bir kısmını dinlediğini söyler. Ebû Şâme şöyle devam eder O,
Hâfız Ebû Muhammed bin Ebû Kâsım, onun oğlu İmâd bin
ince kalbli olup, hislendiren şeyler anlatılınca, göz yaşları
Kâsım ve İbn-i Asâkir’in kardeşi Tâc-ül-Ümenâ Ahmed, hadîs
akıverirdi. Yanında acıklı ve korkulu şeyleri anlatan hadîs-i
âlimleri idi. Fıkıh ilminde çok yükseldi. Fetvâ işlerinde bir tane
şerîfler okununca ağlar, va’zu nasihatle alâkalı hadîs-i şerîfleri
idi. Her taraftan kendisine fetvâlar gelir (dînî suâller sorulur)
zaman zaman tekrar ederdi. İbn-i Asâkir ( radıyallahü anh ),
onlara gerekli cevapları verirdi. Hocası Kutbüddîn Mes’ûd
Resûlullah efendimizden önce yaşamış olan Kus bin Sâide’nin
Nişâbûrî, onu oğlu gibi severdi. Onu kızıyla evlendirdi. Bir oğlu
şu beyitlerini tekrar eder, okur ve ağlardı. “Evvel gelip
geçenler de bizim için ibret alacak şey çoktur. Ölüm ırmağının
girecek yerleri var amma, çıkacak yerleri yoktur. Büyük, küçük
ders okuttuğu, önce Kudüs’deki Nâsıriyye Medresesi’ni, sonra
hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Şuna kesin olarak
Takviyye Medresesi elinden alındı. Elinde sâdece Cârûhiyye
inandım ki, herkese olan (onlara gelen ölüm) bana da
Medresesi kalmıştı. Bu medresenin de çevresinde, medreseye
olacaktır.” Sultân-ı Âdil Ebû Bekr bin Eyyûb, Kâdı Zekîyyüddîn
yardım edecek az komşusu vardı. Medresenin ise masrafı
Tâhir bin Muhyiddîn’i, Şam kadılığından azledince, İbn-i
fazla idi. Yapılan medrese tamamlanınca, Sultan Muazzam
Asâkir’i kadı ta’yin etmek istedi ve bunun için kendisine haber
onu Kâdı Cemâl el-Mısrî’ye verdi.
gönderdi. İbn-i Asâkir geceleyin sultânın yanına çağırıldı.
Sultânın yanına gelince, sultan onu yanına oturttu. İbn-i Asâkir
İbn-i Asâkir ( radıyallahü anh ), gerek medresede ve gerekse
oturdu, fakat içi rahat değildi. Sultan kendisine yemek getirtti.
başka yerlerde bulunduğu zaman erkenden kalkar, sabah
Fakat İbn-i Asâkir yemeğe elini uzatmadı. Ondan hiçbir şey
ezanını kendisi okurdu. Kendisine birşey takdim edildiği
yemedi. Sultan, İbn-i Asâkir’den, kadılık vazîfesini kabûl
zaman, onu yalnız yemezdi. Medresede bulunanları da da’vet
etmesini istedi. Bu husûsta çok konuştu ve ısrarda bulundu.
ederdi. Kendisine düşmanlık edenlerin yanından geçmezdi.
İbn-i Asâkir, istihâreye yatacağını söyledi. Hemen vazîfeyi
Niçin böyle yaptığı kendisine sorulunca günaha girmelerinden
kabûl ve red husûsunda bir fikir bildirmedi, İbn-i Asâkir’in
korkuyorum” derdi.
devamlı yanında bulunan birisi, sultanın yanından çıktıktan
sonra olanları şöyle anlatır: “İbn-i Asâkir, evine döndükten
sonra abdestini tazeledi. Namaz kıldıktan sonra ellerini açarak
Allahü teâlâya yalvarmaya başladı. Sabaha kadar göz yaşı
döktü. Sabah olunca câmiye gitti. Namazını kıldı. Sahabe
maksuresine gitti. Âdeti üzere orada namaz kıldı. Sonra her
zaman girdiği küçük odacığa girdi. Besmele okuyarak yerine
oturdu. Güneş doğarken, sultânın adamları geldi. Kendisinden
kadılığı kabûl etmesi husûsunda cevap bekliyorlardı, İbn-i
Asâkir kadılığı kabûl etmedi ve etmemekte ısrar etti. Fakat
kadılık için Şeyh Cemâlüddîn bin Haristânî’yi tavsiye etti.
Tavsiye ettiği zâta kadılık vazîfesi verildi. Fakat İbn-i Asâkir,
yapılan teklifi kabûl etmediği için sultan tarafından kendisine
eziyet yapılmasından korkup, oradan ayrılıp başka bir yerde
yerleşmeye karar verdi. Ev eşyasını ve çoluk-çocuğunu
yolculuk için hazırladı. Onun söylediklerini yazan talebeleri,
Haleb tarafına doğru yola çıktı.
Sultan Âdil bu durumu öğrenince onları geri çevirdi. Böyle bir
âlimin ve ilim talebelerinin oradan ayrılmasını uygun görmedi.
Sultânın yakınları bu hâdise üzerine kendisine; “Senin
memleketinde ve zamanında kadılık almaktan çekinen, sırf din
gayreti ve dünyâya rağbet etmemesinden dolayı kadılık
vazîfesini almamak için bulunduğu yerden ayrılan bulunduğu
için, aslında Allahü teâlâya hamdetmelisin” dediler. Bunun
üzerine Sultan Âdil, kendi adıyle bir medrese yapılmasını
emretti. O medreseyi, İbn-i Asâkir’e verecekti. Fakat sultan bu
medrese tamamlanmadan vefât etti. Yerine oğlu Muazzam
geçti, İbn-i Asâkir’in onunla arası iyi değildi. O sultan olunca,
İbn-i Cevzî’nin torunu Ebû Muzaffer şöyle der. “Fahrüddîn İbni
Asâkir, zühd sahibi olup dünyâya rağbet etmez, Allahü
teâlâdan uzaklaştıran şeylere meyletmez, çok ibâdet ederdi.
Kendisini ilme ve ibâdete vermişti. Güzel ahlâk sahibi idi.”
İbn-i Asâkir vefât ettiği zaman, cenâzesi çok kalabalık oldu.
Namazını Sultân Azîz bin Âdil kıldırdı. Vefâtında bulunan birisi
şunları anlatır: Fahrüddîn İbni Asâkir vefât ettiği günün öğle
namazını kıldı. Sonra ikindi namazı vaktini sordu. Kendisine
daha ikindi vaktine vakit olduğu söylendi. O zaman su istedi.
Abdest aldı. Namazdaki gibi oturup: Rab olarak Allahü
teâlâdan, din olarak İslâmdan, Peygamber olarak da
Muhammed’den ( aleyhisselâm ) râzıyım, Allahü teâlâ bana
huccetini telkin etsin. Sürçmemi ikâle etsin (gidersin),
gençliğime merhamet eylesin, yalnızlığımı gidersin, dedikten
sonra ve aleyküm selâm dedi. Biz o zaman, yanına meleklerin
geldiğini anladık. Kendisine selâm vermişlerdi. Sonra rûhunu
teslim etti. Onu Fahrüddîn bin Mâlikî yıkadı. Onun yanında
kardeşinin oğlu Abdülvehhâb bin Zeyn-ül-Ümenâ ve başkaları
vardı, İbn-i Asâkir hasta iken, defnedileceği yerin mülkiyetini
sahiplerinden almak için çok çalıştı ve aldı. Daha hayatta iken
kabrini kazdırdı. Cenâzesinde o kadar insan bulundu ki, yollar
insanlarla doldu. Onun tabutunu taşıyabilecek güce sahip olan
herkes geldi. Eğer Sultan Azîz bin Âdil ve askerler yol açıp
insanların tabuta yaklaşmalarına mâni olmasaydılar,
cenâzenin o gün kabre varıp defnedilmesi çok zordu. Hocası
Kutbüddîn Mes’ûd Nişâbûrî’nin kabrinin yanına defnedildi.
Kabir taşında ismi ve vefât târihi yazılıdır.
İbn-i Asâkir’in fıkıh ve hadîs ilmine dâir eserleri olup,
Perşembe günü ikindiden sonra orada vefât etti. Vefât
bunlardan birisi de; “Kitâb-ül-erba’în fî menâkıb-i Ümmehât-il-
senesinin, 622 olduğu da bildirilmiştir. Fahrüddîn İbni
mü’minîn”dir.
Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerindendir. Bunu,
Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış, Ehl-i
sünnetten ayrılıp bozuk bir yol tutmuş olan, Ahmed bin
1) El-A’lâm cild-3, sh. 228
2) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 289
3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 92
Abdülhalîm el-Harrânî ismindeki, meşhûr sapık İbn-i Teymiyye
ile karıştırmamalıdır. Bu Eshâb-ı Kirâmın yolundan ayrılan İbni Teymiyye, bizim hâl tercümesini verdiğimiz Fahrüddîn İbni
Teymiyye’den sonra, hicrî 661-728 târihleri arasında yaşamış
olup, ilmi biraz artınca, i’tikâd ve amele âit husûslarda kendi
fikirlerini beğenmeye, kendini ve fikirlerini Ehl-i sünnet
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 177
âlimlerinden üstün görmeye başladı. Böylece Ehl-i sünnetten
ayrıldı. Daha da ileri giderek, dört büyük halîfe ve diğer
5) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 101
Eshâb-ı Kirâm gibi din büyüklerine karşı, onları küfürle ithama
kadar varan sözler sarfetti ve kendisini zamanının İmâmı
6) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 135
7) Zeyl-i Ravdateyn sh. 136
olarak tanıtmak istedi. Onun tuttuğu bu bozuk yol, gerek
zamanındaki ve gerekse daha sonra gelen bütün Ehl-i sünnet
âlimlerince reddedildi, bozukluğunu isbât eden yüzlerce kitap
yazıldı.
Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden olan Fahrüddîn İbni
FAHRÜDDÎN İBNİ TEYMİYYE (Muhammed bin Hıdr bin
Muhammed)
Teymiyye, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Kur’ân-ı kerîmi
babasından öğrendi. İlim öğrenmek için Bağdad’a geldi. Ebû
Tâlib Mübârek bin Hudayr, Ebü’l-Feth el-Battıyyî, Ebû Bekr
Fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat âlimlerinin büyüklerinden.
İbn-ün-Nükûr, Sa’dullah bin Nasr ed-Decâcî, Yahyâ bin Sabit
Hatîb, vâ’îz ve şâir. İsmi, Muhammed bin Ebi’l-Kâsım Hıdr bin
bin Bündâr, Ali bin Asâkir el-Betâihî, Şühde, Ebü’n-Necîb-i
Muhammed bin Hıdr bin Ali bin Abdullah el-Harrânî olup,
Sühreverdî, Ebü’l-Feth Ahmed bin Ebi’l-Vefâ, Ebü’l-Abbâs bin
künyesi Ebû Abdullah’tır. Lakabı Fahrüddîn’dir. İbn-i Teymiyye
Bekrûs, İbn-i Ebi’l-Hacer, Ebü’l-Ferec İbn-ül-Cevzî,
diye tanınmasına sebep olan hâdiseyi kendisi şöyle anlatıyor
Muhammed bin Haşşab ve daha birçok âlimden ilim öğrendi.
“Babam veya dedem bir sene hacca gitmiş. Hanımı hâmile
Bilhassa fıkıh ve tefsîr ilminde çok yükseldi. Kendisinden ilim
imiş. Medîne-i münevverenin 230 km. kuzeyinde bulunan ve
öğrenip rivâyetlerde bulunan zâtlardan ba’zılarının isimleri
Teymâ denilen yere vardığında, orada bulunan çadırlardan
şöyledir: İbn-i Nukta, İbn-ün-Neccâr, Mecdüddîn Abdüsselâm
çıkan çok sevimli bir kız çocuğu görmüş. Hacdan döndüğünde
(Bu zât, kardeşinin oğlu ya’nî yeğenidir), Cemâleddîn Yahyâ
bir kız çocuğunun dünyâya geldiğini öğrenip, sevinçle
bin es-Sayrâfi, Reşîd Amr bin İsmâil el-Fârikî, Sıbt İbn-ül-
çocuğunu kucağına aldığında, bunun Teymâ’da gördüğü kız
Cevzî, Abdüddâim ve Abdürrahmân bin Mahfûz er-Ras’anî.
çocuğuna çok benzediğini görmüş.. Çocuğuna Teymâlı
ma’nâsına; “Yâ Teymiyye! Yâ Teymiyye!” demiş. Bunun için
ona Teymiyye denilmiş ve biz de Teymiyye oğlu ma’nâsına
İbn-i Teymiyye diye tanınmışız.” Bu kelime, lügat kaidesine
göre “Teymâvî” olarak telaffuz edilmesi icâb ettiği hâlde,
Teymiyye olarak kullanılmış ve böyle meşhûr olmuştur. 542
(m. 1147) senesi Şa’bân ayının sonlarında Harran’da doğdu.
621 (m. 1224) senesi safer ayının 10. gününe rastlayan
Fahrüddîn İbni Teymiyye ( radıyallahü anh ), Bağdad’da ilim
tahsilini tamamladıktan sonra, memleketi olan Harran’a
döndü. Orada Nûriyye Medresesi’nde talebe okutmaya ve va’z
etmeye başladı. Konuşması gayet fasîh ve beliğ idi. Sözleri
çok güzel anlaşılır ve te’sîrli olurdu. 588 (m. 1192) senesinde
Câmi-i Harran’da hergün sabah vakti tefsîr dersleri vermeye
başladı. Bu hizmete uzun zaman devam etti. Bu zaman
zarfında, talebelere, Kur’ân-ı kerîmi baştan sona kadar beş
Başka bir kimse kendisini rü’yâda görüp, “Allahü teâlâ sana ne
defa tefsîr etti. Sâlih bir zât idi. Kerâmetler ve hârikalar sahibi
muâmele eyledi?” diye suâl ettiğinde; “Beni mağfiret etti”
idi. Harran Câmii’nde imamlık ve hatîblik yapardı. Kendisi de
buyurdu.
ayrıca bir medrese yaptırdı.
Başka bir kimse kendisini rü’yâda görüp, kılıçlarını ve
Fâkih İbn-i Hamdân diyor ki: “Fahrüddîn İbni Teymiyye,
silâhlarını, kuşanmış hâlde bekleyen bir topluluk gördü.
Harran’ın üstadı, müderrisi, müfessiri ve hatîbi idi.”
Onlara; “Bu hâliniz nedir?” diye sorunca, onlar; “Biraz sonra
Sultan buradan binekli olarak geçecek. Biz onu bekliyoruz”
Münzirî diyor ki: “Bilhassa tefsîr ilminde çok yüksek idi.
dediler. “Sultan dediğiniz kimdir?” deyince, “Fahrüddîn”
Meşhûr hutbeleri vardır. Beldesinde bulunan âlimlerin en önde
dediler.
gelenlerinden idi. Bağdad ve Harran’da hadîs-i şerîf rivâyet
etti. Bizim de kendisinden icâzetimiz vardır.”
Fahrüddîn hazretlerinin kardeşinin sâliha bir kızı vardı. Diyor
ki: “Fahrüddîn hazretlerinin vefâtından sonra şöyle bir rü’yâ
Zehebî diyor ki: “Fahrüddîn İbni Teymiyye ( radıyallahü anh ),
gördüm: Gökyüzünden büyük bir feryâd sesi işittim. Yanımda
tefsîr, fıkıh, lügat ilimlerinde İmâm derecesinde büyük âlim idi.
bulunan kimseye; “Bu feryâd sesi nedir?” diye sordum. Dedi
Kalabalık bir cemâat kendisinden ilim aldı.”
ki: “Bu, Fahrüddîn hazretlerinin vefât etmesi ve câmisindeki
Ebü’l-Berekât İbn-ül-Müstevfî, “Târih-i İrbil” isimli eserinde
diyor ki: “Fahrüddîn İbni Teymiyye ( radıyallahü anh ), 604 (m.
yerinin boş kalması ve tefsîr derslerinin kesilmesi sebebi ile
meleklerin feryâdlandır.”
1207) senesinde, İrbil’i ziyâret etti. Hergün tefsîr dersi verirdi.
Başka bir kimse, Fahrüddîn hazretlerinin vefât ettiğinin
Güzel menkıbeleri, tatlı sözleri vardır. Sûreti (şekli, şemâli) ve
gecesinde onu rü’yâda gördü. Çok güzel bir sûrette idi. O
sîreti (hâli, yaşayışı) pek güzel idi. Herkesden hüsn-i kabûl
kimse, hayretle; “Siz vefât etmemiş miydiniz?” diye suâl
görürdü. Babası da evliyâ zâtlardan idi. Fahrüddîn hazretleri,
edince, Fahrüddîn ( radıyallahü anh ); “Evet, ben vefât ettim.
Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatanlarla münâzara ederek, çok
Fakat, Allahü teâlânın dilemesi ile dirilenlerden, hakîkî, sonsuz
güzel ve kat’î delîllerle onlara cevap vermekte, onları
saadet hayâtına başlıyanlardan oldum” buyurdu.
susturmakta pek mehâretli idi. Karşısında kimse tutunamazdı.
Her ilimde âlim ve mütehassıs idi. Bağdad’da hadîs
Fahrüddîn İbni Teymiyye hazretlerinin vefâtından sonra, bir
âlimlerinden çok hadîs-i şerîf dinledi. Öğrendiği bu kıymetli
kimse rü’yâsında, daha önce vefât etmiş olanlardan bir
ilimleri, büyük bir şefkat ve mehâretle, ilim âşıklarına,
kimseyi gördü. Ona, kendi hâlinden ve yakınlarının hâlinden
talebelere öğretti. Yüzlerce talebe yetiştirdi.
suâl etti. O kimse, bu gece Allahü teâlânın, yanlarına
Fahrüddîn hazretlerinin rûhunu gönderdiğini, her Cum’â
Fahrüddîn İbni Teymiyye hazretlerinin oğlu Abdülganî,
gecesi, Fahrüddîn hazretlerinin kendilerine geldiğini, onunla
babasının vefâtından sonra, çeşitli kimseler tarafından
buluştuklarını söyledi.
babasıyla alâkalı sâlih rü’yâlar görüldüğünü, bu rü’yâların çok
fazla olduğunu, toplanacak olsa bir cildi dolduracağını
Fahrüddîn hazretlerinin hayâtında, bir kimse sâlihlerden bir
bildirmiştir. Fahrüddîn hazretlerinden ilim öğrenen bir talebesi
zâtı rü’yâsında gördü. O sâlih zât, bu kimseye dedi ki:
şöyle anlatıyor “Rü’yâmda hocam Fahrüddîn’i gördüm. Yüksek
“Fahrüddîn hazretlerine git! Yarın (kıyâmet gününde) sana
bir taht üzerinde, çok güzel elbiseler içinde oturuyordu. “Ey
şefaat etmesi için kendisinden ahd (söz) al! Muhakkak ki, ona,
efendim! Bu ne hâldir?” dedim. Bana cevaben; “Orada
böyle çok kimseye şefaat etmesi için izin verildi.” Bu rü’yâyı
(Cennette ni’metleri içerisinde) serirlere (koltuklara) dayanmış
gören kimse, Fahrüddîn hazretlerinin vefâtından sonra yine
olarak otururlar” (İnsân-13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.”
rü’yâsında onu İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri ile
beraber yürüyor gördü. Bundan senelerce önce rü’yâda
kendisine, Fahrüddîn hazretlerinin şefaatini istemesini tavsiye
eden zâtın İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri olduğunu
anladı.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 280
Başka bir kimse, rü’yâsında Fahrüddîn İbni Teymiyye
hazretlerini gördü. Kendisine dedi ki: “Ey efendim! Bana haber
verir misiniz, ölüm nasıl bir şeydir?” Fahrüddîn ( radıyallahü
anh ); “Ölüm ânında, ölüm geldiği zaman onun şiddeti pek
fazladır. Fakat (iyi kimseler için) ondan sonra herşey çok
kolay, çok hafif ve çok rahattır.” Sonra da buyurdu ki: “Ey
Abdullah! Namaz! (Sana namazı tavsiye ederim.) Ondan daha
2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 102
3) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 109
4) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 386
5) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh. 151
efdal hiçbir şey yoktur. Kim ona devam ederse ve Ehl-i sünnet
ve cemâat i’tikâdını muhafaza ederse, burada çok hayırlar ile
6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 139
karşılanır.”
7) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 32
Sâlihlerden bir zât, rü’yâsında Resûlullah ( aleyhisselâm )
efendimizi gördü. Cebrâil aleyhisselâm da huzûrunda idi. İkisi,
8) Zeyl-i Ravdateyn sh. 146
Harran’da bir yerde oturuyorlardı. Rü’yâyı gören kimse,
Resûlullaha ( aleyhisselâm ); “Yâ Resûlallah! Burada
bulunmanızın sebeb-i hikmeti nedir?” deyince, elleriyle
Fahrüddîn hazretlerinin ders Verdiği câmiyi işâret ederek;
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1020
10) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 34
“Fahrüddîn vefât etti” buyurdular.
Dînine bağlı sâlih zâtlardan birisi şöyle anlatır: “Fahrüddîn
hazretlerinin vefâtından sonra rü’yâmda gördüm ki, bir münâdî
FAHRÜDDÎN-İ RÂZÎ (Muhammed bin Ömer)
(nida eden); “Fahrüddîn sıddîklardandır. Şimdi Allahü teâlâ ile
beraber oldu” diye nidâ ediyordu. Sonra ben sanki bir câmiye
Meşhûr tefsîr âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer bin Hüseyn
girdim. Orada Fahrüddîn hazretleri va’z ediyordu. Onun sesini
bin Hüseyn bin Ali et-Teymî el-Bekrî’dir. Künyesi Ebû Abdullah
duymanın lezzeti, sevinç ve heyecanı ile, uykuda, sıçrayıp
ve Ebü’l-Me’âlî, lakabı Fahrüddîn’dir. Fahr-i Râzî ve İbn-i
ayağa kalkmışım.”
Hatîb-ir-Rey (Rey Hatîbi’nin oğlu) diye de tanınmıştır. Soyu
Kureyş kabilesine ulaşmaktadır. Aslen Taberistanlıdır. 544 (m.
Sâlihlerden bir zâtın sâliha bir hanımı vardı. Rü’yâsında onu
yeşilliklerle süslü güzel bir bahçenin içinde gördü. Bir topluluk
orada büyük bir köşk bina ediyorlardı. Yakınlarında ise dönen
bir dolap bulunuyordu. Yine köşkün yakınında, onlardan daha
güzellerini görmediği iki kadın bulunuyordu. Anladı ki, onlar
1149) senesinde İran’da bulunan Rey şehrinde doğdu. 606
(m. 1209) senesinde Hirat’da vefât etti. Rey şehrinde doğduğu
için oraya nisbetle kendisine “Râzî” denilmiştir. Tefsîr ve Şafiî
mezhebi fıkıh âlimi olup, kelâm, fıkıh, fizik, matematik ve tıb
üzerinde çok kitap yazmıştır.
hûrî idi. “Bu köşkü, kimin için bina ediyorlar?” diye suâl
ettiğinde; “Fıkıh âlimi Fahrüddîn hazretleri için” dediler.
Hocaları: Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ) önce, büyük bir
Rü’yâyı gören kadın diyor ki: “Köşkün kapısının açık olduğunu
âlim olan babası Ziyâüddîn Ömer’den ders aldı. Babası,
görmedim. Bir zaman sonra aynı köşkü tekrar gördüm. Son
Muhy-is-sünne Muhammed Begavî’nin talebelerinden idi.
derece güzel bir şekilde süslenmiş idi. Kapısı açılmış ve o iki
Gayet fasîh, beliğ ve te’sîrli hutbe okurdu. Fahrüddîn-i Râzî,
hûrî de kapının yanına gelmiş bekliyorlardı. Onlara; “Bu köşke
Mecd-i Cîlî’den hikmet (fen bilgisi) okudu. Fıkıh ilmini Kemâl
kimin gelmesini bekliyorsunuz?” dedim. “Sahibi olan
Simnânî’den öğrendi. İmâm-ı Haremeyn’in “Şâmil” adlı kitabını
Fahrüddîn hazretlerinin gelmesini bekliyoruz” dediler. Bundan
ezberlediği söylenir. Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ),
sonra onun vefât ettiğini öğrendim.”
“Tahsîl-ül-hak fî tafsîl-il-Fark” isimli eserinde, dinin usûl
bilgilerini babasından öğrendiğini bildirmektedir. Fahrüddîn-i
Ne zaman bir yere gitmek için atına binse, âlim ve
Râzî bunlardan başka, asrının büyük âlimleriyle görüşmüş ve
talebelerden üçyüz kadar kimse beraberinde giderdi.
onlardan ilim almıştır.
Talebeleri kendisine çok hürmet ederlerdi. Onun yanında tam
bir edeb ve terbiye dâiresinde bulunurlardı. Bütün talebelerinin
Yolculukları: Fahrüddîn-i Râzî, tahsilini bitirip, ilimde yüksek
kalbinde heybeti yerleşmişti. Hizmetinde kusur etmemek için
derecelere ulaştıktan sonra, ba’zı yolculuklar yapmıştır.
çok gayret gösterirlerdi.
Harezm’e gidip orada bozuk bir i’tikâda sahip olan Mu’tezileye
mensûp kimselerle münâzaralarda bulundu. Bu münâzaralar
Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), kitap mütâlâa etmeyi çok
neticesinde Harezm’den ayrılma lüzumunu gördü. Buradan
severdi. Hattâ, yemek yerken kitap okumadan geçirdiği
Mâverâünnehr’e gitti.
zamanlara pekçok acıdığını her zaman söylerdi.
Fahrüddîn-i Râzî, fakîr ve yoksul bir kimse idi. Sonra, her
İlmî Yönü: Tefsîr, fıkıh, kelâm ve usûl-i fıkıh gibi dînî ilimlerde
şeyin sahibi ve mâliki olan Allahü teâlâ, kendisine ihsânlarda
pek derin bir âlim olduğu gibi, edebî ilimler, matematik ve
bulundu. Her taraftan ilim âşıkları onun ilim sofrasına
kimya, astronomi, tıb gibi zamanının fen ilimlerinde de söz
koşuştular.
sahibi idi. O zaman İslâm âleminde ortaya çıkmış olan bid’at
ve bozuk i’tikâd sahiplerinin ve filozofların bozuk düşüncelerini
Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), Mâverâünnehr’den sonra
en ince teferruatına kadar tedkik etmiş, onların bozukluğunu
bir ara memleketi olan Rey şehrine döndü. Burada
ve yanlış olduğunu delîlleriyle isbât etmiş, müslümanları
mütehassıs ve zengin bir doktor var idi. İki kızını, Fahrüddîn-i
onların bozuk ve yanlış sözlerine aldanmaktan kurtarmıştır.
Râzî’nin iki oğlu ile evlendirdi. Bir müddet sonra doktor vefât
etti. Külliyetli miktardaki serveti Fahrüddîn-i Râzî’nin ailesine
Fahrüddîn-i Râzî de, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Beydâvî gibi
geçti.
Selef-i sâlihînin mezhebinde ya’nî Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm)
ve Tabiînin yolunda idiler. Bunların zamanlarında türeyen
Fahrüddîn-i Râzî bu servetin büyük bir kısmını, Sultan
bid’at fırkaları, ilm-i kelâma felsefeyi karıştırdılar. Hattâ,
Şihâbüddîn’e ödünç olarak verdi. Daha sonra, ödünç verdiği
îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. Bu üç İmâm,
malını teslim almak için Gazne’ye gittiğinde, Sultan
bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa ederken
Şihâbüddîn kendisine çok ikram ve iltifâtta bulundu. Buradan
ve onların sapık fikirlerini çürütürken, onların felsefelerine de
Horasan’a giden Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ) ilimdeki
geniş cevaplar verdiler. Onların bu cevapları, Ehl-i sünnet
yüksekliği sebebiyle, Sultan-ı Kebîr Alâüddîn Harzemşah
mezhebine felsefeyi karıştırmak değildir. Bilakis, kelâm ilmini,
Muhammed’in sevgi ve saygısını kazandı. Sultan sık sık onun
kendisine karıştırılmak istenen felsefi düşüncelerden
ziyâretine giderdi. Bir müddet Hirat’da da Fahrüddîn-i Râzî (
temizlemektir.
radıyallahü anh ), bozuk bir inanca sahip olan kerrâmiyye ve
mensûplarının i’tikâdlarının yanlış olduğunu delîlleriyle isbât
İbn-i Uneyn, Fahrüddîn-i Râzî hakkında şu ma’nâdaki şiiri
etti. Bu husûsta müslümanları aydınlattı. Fahrüddîn-i Râzî,
söylemiştir: “Yaşamakta olup, sanki karanlıkları
yalnız Arabî ilimlerde değil, zamanının bütün ilimlerinde
gitmeyecekmiş gibi olan bid’atler, onun vâsıtasiyle söndürüldü.
mütehassıstı. Bu sebeble, gittiği bütün yerlerde sultanların
Onun ile İslâm kuvvet buldu, parlak devirlerinden birini yaşadı.
iltifât ve teveccühlerini kazandı. Sultan Gıyâsüddîn onun için,
Ondan başkası zaîfledi, pek sönük ve aşağılarda kaldı. Eğer
Hirat’da bir medrese yaptırdı. Kerrâmiyye i’tikâdında olan halk,
Aristo onun bir tanecik bile sözünü dinleseydi, onun karşısında
sultânın ona olan iltifâtlarını çekemeyip fitneye sebep
titremekten kendini tutamazdı. Vallahi Betlamyus, onun müşkil
olduklarından buradan da ayrılmak zorunda kaldı. Fahrüddîn-i
bir mes’elede getirdiği delîlleri görmüş olsaydı, şaşırıp kalırdı.
Râzî gittiği her yerde ilim ile meşgûl oldu. İlim ve irfana
Eğer bunlar (ve meşhûr filozoflar) onun yanında bulunsalardı,
susamış olanlar, âlimler, o nereye giderse peşinden gittiler.
onun faziletlerini ve yüksekliğini kabûl etmekten başka
ellerinden birşey gelmezdi.”
Zamanındaki filozoflar, onun için ne muazzam bir insan
Mevlânâ Musannifek (Tuhfe-i Muhammediyye) isimli eserinde
demekten kendilerini alamamışlardır, insaf sahibi kimse, onun
şöyle der: Fahrüddîn-i Râzî, sultan Muhammed Harzemşâh’a,
sözleri hakkında “Min ledün Hakim” (Allah vergisidir) derdi.
mektûp yazıp ba’zı sâlih kimseler hakkında istirhâmda
İbn-i Sina bile, ondan çok aşağılarda olduğunu yemînle
bulundu. Mektûbunda şöyle diyordu: Bu mektûbumu zâhirde
söylemiştir.
sebeb siz olduğunuz için size gönderdim. Fakat bu durumu,
hakîkatte hep var olan ve yokluğu mümkün olmıyan Allahü
Fahrüddîn-i Râzî’nin va’zü nasîhatdeki şöhreti ise, ilmî
teâlâya arz etmiş bulunmaktayım, isteğimi verirseniz,
şöhretinin de üstünde idi. Pek te’sîrli va’z ederdi. Vazlarında
hakikâtte veren Allahü teâlâdır. Bu vesile ile siz de teşekkür
coşardı.
edilmeye müstehak olmuş olursunuz ve sevâb kazanırsınız,
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken, çok
defa gözlerinden yaşlar akardı. Birgün va’z ediyordu. Sultan
vesselâm. Bu fakîr derim ki: Fahrüddîn-i Râzî’nin hâli ve sözü,
işlerinde tevhîd mertebesine eriştiğinin delîli ve şahididir.
Şihâbüddîn Gaznevî de orada bulunuyordu. Yine vecd
Ebû Abdullah Hasen Vâsıtî de der ki: “Hirat’ta bulunduğum
(coşma) hâli gelip şöyle dedi: “Ey Dünyânın sultânı! Ne senin
sırada İmâmı dinledim. Zaman zaman minberde, sitem
saltanatın kalır, ne de Râzî’nin bu hâli” deyip, meâlen:
şeklinde halka şu beyti okurdu.
“Hepimizin dönüşü Allahü teâlâyadır” (Gâfir-43) âyet-i
kerîmesini okudu.
“Diri iken insanı gerçi herkes tahkîr eder.
Zor olur ayrılığı, ol dem ki, dünyâdan gider.”
Fahrüddîn-i Râzî’nin kitaplarını okuyanlar, hep onunla meşgûl
oldular. Onun ilminin yüksekliğine hayran kaldılar. Hirat’da
İbn-i Sübkî de yine şöyle der: İmâm tefsîrinde buyurur ki:
kendisine Şeyh-ül-İslâm denirdi.
Hayâtım boyunca tecrübe etmişim. Ne zaman bir işte, bir
kimse, Allahü teâlâdan başkasına i’timâd eylese, bu i’timâdı
Edîb Şerefüddîn Muhammed Uneyn şöyle anlatır:
onun, belâ, mihnet, sıkıntı ve zorluk çekmesine sebep olur.
“Gençliğimde bir defasında Fahrüddîn-i Râzî’nin ( radıyallahü
Ama Allahü teâlâya güvenip, yalnız ona dayanıp insanlara
anh ) dersinde bulundum. O gün soğuk bir kış günüydü. Çok
güvenip dayanmasa, istediği şey en güzel şekilde hâsıl olur.
kar yağmıştı. Bu sırada, İmâm’ın yakınına bir güvercin düştü.
İşte bu tecrübe, küçüklüğümden şu anda içinde bulunduğum
Onu yırtıcı bir kuş kovalamıştı. Güvercin yanımıza düşünce, o
elliyedi yaşına kadar devam etmiş ve kalbime iyice
yırtıcı kuş geri dönüp gitti. Fakat güvercin uçamıyordu. Çünkü
yerleşmiştir, insan için, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından
çok korkmuştu. Hava da soğuktu, İmâm dersi bırakıp ayağa
başka birşeye güvenip i’timâd etmesinde, Allahü teâlâdan
kalktı ve o güvercinin yanında durdu. Güvercinin bu hâline
başkasından istemesinde hiçbir fâide yoktur. Ya’nî insan
acıyıp eline aldı. Bir rivâyette de; güvercin, kendini kovalayan
birisinden birşey isterken, istediği şeyin o kimsede emânet
yırtıcı kuştan kaçıp kendisini Fahrüddîn-i Râzî’nin meclisine
olarak bulunduğunu, o şeyin hakîkî sahibinin Allahü teâlâ
attı. Kaftanının koluna girdi. Böylece kurtuldu. İbn-i Uneyn der
olduğunu hatırdan çıkarmamalı, isteklerini Allahü teâlâdan
ki, bu hâdise üzerine ben şu şiiri söyledim:
istemelidir.
Sür’atli kanadıyle ölüm saçan hayvandan,
Fahrüddîn-i Râzî, Hirat’a gittiği zaman, orada bulunan âlimler,
Vaktin Süleymânına şikâyete geliyor.
sâlihler ve devlet ileri gelenleri, onun ziyâretine geldiler.
Korkanların melcei sensin, yok inanmıyan,
Kendisine pekçok hürmette bulundular, İmâm, bir gün acaba
Güvercin haberi, bunu te’yîd ediyor inan.”
görüşmediğimiz kimse kaldı mı? diye sordu. Yanında
Ondan sonra İbn-i Uneyn, Fahrüddîn-i Râzî’nin yakınlarından
oldu.
bulunanlar, evet sâlih bir zât var, o gelmedi dediler.
Ben müslümanların İmâmı olayım, herkesin bana hürmeti
vâcib olsun da, o beni niçin ziyâret etmesin diye belirtti. Bu
durumu, o sâlih zâta ulaştırdılar. Fakat o zât hiç cevap
vermedi. Şehrin ileri gelenlerinden birisi, Fahrüddîn-i Râzî ile o
makbûldür, ikincisi, evlâda âit olan husûstur. (Sâlih evlâd da
sâlih zâtı bir yemeğe da’vet etti. Onlar da bu da’veti kabûl
ölen anası-babası için faydalı olur.)
ettiler. Ziyâfet bir bahçede verildi. Orada İmâm, o sâlih zâta;
“Niçin ziyâretime gelmediniz?” diye sorunca, o sâlih zât şöyle
Biliniz ki ben, ilim âşıkı idim. Doğru olsun yanlış olsun, bir
konuştu. “Ben fakîr bir kimseyim. Bu sebeple, ziyâretinize
şeyin ne olup olmadığını öğrenmek için birçok şeyi öğrendim.
gelip gelmemem, sizin şerefinizi ne arttırır, ne de ondan birşey
Vallahi kelâm, (akâid) ilmi ile ilgili, doğru yanlış bütün
eksiltir.” Bunun üzerine İmâm; “Bu söz edeb sahiplerinin ya’nî
i’tikâdları, filozofların görüşlerini çok tedkîk ettim. Ancak
ehl-i tasavvufun sözüdür, işin içyüzünü bana anlat da merakım
Kur’ân-ı kerîmde bulduğum fâideye müsavî (denk) olacak bir
gitsin” dedi. O sâlih zât; “Seni ziyâret hangi bakımdan
fâideyi hiçbirisinde görmedim. Çünkü Kur’ân-ı kerîm, Allahü
vâcibdir?” dedi. İmâm; “Ben müslümanların hürmet etmeleri
teâlânın yüce kudretini ve azametini teslim ve kabûl etmeğe
lâzım olan birisiyim” dedi. Bunun üzerine o sâlih zât; “Madem
teşvik ediyor, i’tirâz ve karşı çıkmaktan, derin mücâdele ve
ki, ilimle iftihar ediyorsun, ilmin neticesi, ma’rifetullahdır. Şimdi
münâzaradan men ediyor. Çünkü beşer aklı, derin ve
sana soruyorum; “Allahü teâlâyı nasıl tanıdın ve matlûbuna
anlaşılması zor mes’eleler arasında boğulup gitmektedir. Bu
nasıl yol buldun?” dedi. İmâm; “Yüz burhan ve delîl ile ilim ve
sebeble dînimizin bildirdiklerini aynen kabûl edip, üzerinde
yakîn elde ettim” dedi. O zaman o sâlih zât; “Burhan, şüpheyi
konuşmamak en sâlim yoldur.
gidermek içindir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir nûr verdi
ki, onun olduğu yerde şüphe bulunmaz. Nerede kaldı ki,
burhan ve huccete ihtiyâç duyulsun” buyurdu. Bu söz, İmâm’a
çok te’sîr etti. O mecliste, herkesin gözü önünde, o sâlih zâtın
elini öpüp tövbe etti. O zâta tâbi oldu. Çok yüksek mertebelere
ulaştı. Ondan sonra “Tefsîr-i Kebîr” adlı eserini te’lîf eyledi. Bu
sâlih zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleri idi. Fahrüddîn-i Râzî,
Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetlerinde bulundu.
Ondan çok istifâde etti.
Ey âlemlerin Rabbi! Mahlûkatın, senin Ekrem-ül-ekremin,
merhametlilerin en merhametlisi olduğunda ittifâk etmektedir.
Yâ Rabbî! Bu Zaîf kuluna müsamaha eyle. Dilimi sürçmekten
muhafaza buyur, bana yardım et. Hatâ ve kusurlarımı
setreyle. Kitabım Kur’ân-ı kerîm, yolum Resûlullaha (
aleyhisselâm ) uymaktır. Yâ Rabbî! Senin hakkında hüsn-i zan
sahibiyim. Rahmetin hakkında çok ümitliyim. Çünkü sen;
“Kulum beni zanettiği gibi bulur” buyurdun. Yâ Rabbî! Ben
hiçbir şey getirmesem de, sen ganîsin, kerîmsin, ümidimi boşa
Fahrüddîn-i Râzî, vefâtına yakın, talebelerinden İbrâhim bin
çıkarma. Duâmı geri çevirme. Beni ölümden önce ve sonra
Ebû Bekr İsfehânî’ye şu nasîhatta bulundu: “Her katı kalbi
azâbından kurtar, ölüm sırasında can çekişirken bana kolaylık
yumuşatan âhıret yolculuğu yaklaşmış ve dünyâ hayâtının
ver. Çünkü sen erhamürrâhimînsin.
sonunda bulunan, Rabbinin rahmetini uman, mevlâsının
keremine güvenen bu kul Muhammed bin Ömer bin Hasen
Râzî der ki: Peygamberlerin, meleklerin en büyüklerinin
yaptıkları, bildiğim ve bilmediğim, lâyık olduğu hamdler ile
Allahü teâlâya hamd ederim. Allahü teâlânın rahmeti,
Resûlullaha ( aleyhisselâm ), diğer Resûller, Nebiler
(aleyhimüsselâm), mukarreb melekler ve sâlih kimseler
üzerine olsun.
İnsanlar derler ki: “İnsan vefât ettiği zaman, ameli kesilir
Dünyâ ile alâkası kalmaz.” Bu söz, iki yönden
sınırlandırılabilir. Birincisi, eğer vefât eden kimse dünyâda
insanlara fâideli şeyler bırakmış ise, bu ona duâ yapılmasına
vesile olur. Şartlarına uygun duâ, Allahü teâlânın katında
Kitaplarıma gelince, onlarda çok şeyler yazdım. Onları
mütâlâa edip okuyan, ihsân ederek iyi duâ ile beni ansın. Eğer
böyle bir duâda bulunmazsa, hiç olmazsa hakkımda kötü
sözde bulunmasın. Benim mes’eleleri geniş yazmaktan
maksadım, mevzûyu genişletmek, derinlemesine ele almak,
zihinleri açmaktır. Bütün bunlarda, Allahü teâlâya güvenip,
dayandım.”
Daha birçok şeyleri vasıyyet eden İmâm-ı Râzî ( radıyallahü
anh ), daha sonra şunları söyledi: “Talebelerime ve üzerinde
hakkım olanlara şunu vasıyyet ediyorum: Ben vefât edince,
benim ölümümü her tarafa yaymasınlar. Dînin emirlerine
uygun olarak beni defnetsinler. Beni defnettikleri zaman,
okuyabildikleri kadar bana Kur’ân-ı kerîm okusunlar. Sonra
“Yâ Kerîm! Sana fakîr ve muhtaç birisi geldi, ona lütuf ve
bildiriyoruz” demektedir. (Mefâtih-ül-gayb cild-8, sh. 68) Bu
ihsânda bulun” desinler sözleriyle vasıyyetini bitirdi.
cümleler Fahrüddîn-i Râzî’nin bu sûrenin tefsîrine gelmediğini
göstermektedir.
Fahrüddîn-i Râzî hakkında müstakil eserler yazılmıştır. Onun
büyük bir allâme olduğunu herkes tasdik eder. Hattâ tefsîr
Yine bu tefsîrde, Mâide sûresi altıncı âyet-i kerîmesinin
kitaplarında “Kâle-el-allâme” denilince, Fahrüddîn-i Râzî
tefsîrinde, abdestte niyet mevzûuna giriyor. Şafiî mezhebinde
kasdedilir.
şart olduğuna dâir, Beyyine sûresi beşinci âyet-i kerîmesini
şâhid getiriyor. Sonra, “Biz bu delîl üzerindeki sözümüzü, bu
Fahrüddîn-i Râzî’nin yazdığı meşhûr tefsîrinin ismi, “Mefâtih-
âyet-i kerîmenin tefsîrinde tahkîk ettik, mes’eleyi iyi kavramak
ül-gayb”dır. Tefsîr-i kebîr diye bilinir. Önce, oniki veya onüç
için oraya müracaat edilsin (Mefâtîh-ül-gayb cild-3, sh. 539)
cild olarak tertîb edilmiş, fakat daha sonra sekiz büyük cild
demiştir. Bu ibâre de göstermektedir ki, Fahrüddîn-i Râzî,
hâline getirilmiş, çok defalar basılmıştır. Otuziki cildlik bir
Beyyine sûresini tefsîr etmiştir. Ya’nî oraya kadar tefsîr
baskısı da vardır. İlim sahibleri arasında çok yaygın bir
yapmıştır. Yalnız bu mücerred ibârenin zâhirinden anlaşılan
tefsîrdir.
ma’nâdır.
Kâdı İbn-i Şühbe, Fahrüddîn-i Râzî’nin bu tefsîrini
Et-Tefsîr vel-müfessirûn müellifi, neticeyi şöyle izah etmiştir:
tamamlayamadan vefât ettiğini söyler. Vefeyât-ül-a’yân
Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrini Enbiyâ sûresine kadar yazmıştır.
kitabının sahibi İbn-i Hılligân da böyle der. Öyleyse, bu tefsîri
Ondan sonra Şihâbüddîn Hûyî gelmiş, bu tefsîre tekmileye
kim tamamladı ve Fahrüddîn-i Râzî bu tefsîrini nereye kadar
başlamış, fakat tamamlıyamamıştır. Ondan sonra, Necmüddîn
yazdı? Bu suâllerin kesin cevâbını vermek gayet zordur.
Kumûlî kalanı tamamlamıştır. Hûyî’nin kendi tekmilesini
Çünkü âlimler, bu mevzûda değişik şeyler söylemişlerdir.
tamamladığı, Kumûlî’nin Hûyî’nin yazdığından ayrı bir tekmile
İbn-i Hacer-i Askalânî, ed-Dürer-ül-Kâmine kitabında şöyle
der: “Fahrüddîn-i Râzî’nin tefsîrini tamamlayan Ahmed bin
Muhammed bin Ebî Hazm Mekkî Necmüddîn el-Mahzûmî elKumûli’dir. 727 (m. 1326) senesinde vefât etmiştir ve
Mısırlıdır.”
Keşf-üz-zünûn sahibi de: “Büyük âlim, Necmüddîn Ahmed bin
Muhammed Kumûlî, Râzî tefsîrine bir tekmile yazdı. Kâdı’lkudât Şihâbüddîn Halîl Hûyî ed-Dımeşkî de onun noksan
kalan kısmını tamamladı. Bu zât, 639 (m. 1241) senesinde
vefât etti” dedi.
Fahrüddîn-i Râzî’nin nereye kadar yazdığı husûsuna gelince,
bu suâlin de önceki gibi kesin bir cevâbı yoktur. Çünkü, Keşfüz-zünûn hamişinde şöyle bir ibâre vardır: Seyyid Murtezâ’nın,
Şihâb’ın, Şerh-i Şifâ kitabından, bizzat kendi hattıyla şöyle bir
nakil yapmış olduğunu gördüm: “Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrini
Enbiyâ sûresine kadar yazmıştır.” Et-Tefsîr vel-müfessirûn
yazdığı da söylenebilir. Keşf-üz-zünûn sahibinin ibâresinin
zâhiri budur. Fakat, Fahrüddîn-i Râzî’nin Beyyine suresindeki
havale edişi, Beyyine sûresine kadar tefsîr yaptığı husûsunda
açık değildir. Çünkü İmâm, Beyyine sûresi için husûsî bir tefsîr
yazmış olabileceği veya sâdece bu âyet-i kerîme ile ilgili bir
tefsîr yazmış olabileceği veya bu sûrenin tefsîrîni yaptığım
zaman oraya müracaat edebilirsin, ma’nâları düşünülebilir.
Netice olarak derim ki: Bu mes’ele için kesin bir şey söylemek
zor. Bizim sözümüz mes’eleye zan üzere bir açıklık getirmeye
çalışmaktır. Zan, isâbet de, hatâ da edebilir.”
Şu var ki, bu tefsîri okuyan kimsenin dikkatini çeken husûs;
tek bir elden çıkmış gibi, aynı üslûp, üzere olduğudur. Tefsîr,
baştan sona kadar, tek bir üslûp ile yazılmıştır. Okuyan, asıl
ile, tekmile arasını ayıran farklı birşey görmemektedir. Ne
kadar asıl, ne kadar tekmile, buna vâkıf olmak çok güç, sanki
mümkün değildir.
kitabının müellifi der ki: “Râzî tefsîrinde “Vâkıa” sûresi 24.
Bu tefsîr, âlimler arasında çok meşhûr olmuştur. Çünkü diğer
âyet-i kerîmenin tefsîrinde şu ibâre mevcûddur. “El-Mes’elet-
tefsîrlere göre hem çok geniş ve hem de çeşitli ilimleri ihtivâ
ül-ûlâ” ibâresi, usûl ile ilgili bir ta’birdir. Fahrüddîn-i Râzî bunu
etmektedir. Bu sebeple İbn-i Hılligân; “Fahrüddîn-i Râzî bu
birçok yerde zikretmiştir. Biz şimdi onlardan birisini
tefsîrinde her türlü garîb bilgiyi topladı” dedi. Fahrüddîn-i Râzî
tefsîr ederken, İmâm-ı Gazâlî’nin ( radıyallahü anh ) “Mişkât-
bu tefsîrinde kendisine has bir usûl ta’kib etti.
ül-envâr” ismindeki kitabı tamamen buraya alınmıştır.
Mefâtîh-ül-gayb’ın husûsiyetleri:
7. Kelâm mes’elelerinde bozuk bir i’tikâda sahip olan
Mu’tezile’nin sözlerini reddetmiştir.
1. Fâtiha sûresinin tefsîrini bir cild tutacak derecede geniş
yazmıştır. Bunun sebebini Fahrüddîn-i Râzî şöyle anlatır: “Bir
8. Ahkam âyetlerine geldiği zaman, orada müctehidlerin, o
mecliste, Fâtiha sûresinin fâideleriyle ilgili onbin mes’elenin
mes’ele ile ilgili ictihâdlarını da bildirmiştir: Ancak kendisi Şafiî
çıkarılabileceğini söylemiştim.
mezhebinde olduğu için, delîlleri kendi mezhebi üzere
açıklamıştır.
Bunun zor bir iş olduğunu söyleyenler oldu. Ben de bu
tefsîrime uzunca bir mukaddime yazarak, bunun mümkün
9. Yine, zaman zaman usûl, nahiv ve belagat ile ilgili
birşey olduğunu ortaya koymuş oldum.” Bu mukaddime pek
mes’elelere girmiş, fakat riyaziye, (matematik) ile ilgili ilimler;
kıymetli bilgileri içerisinde bulundurmaktadır. Fahrüddîn-i
ve varlıklarla ilgili mes’elelerdeki gibi derine dalmamıştır. Bu
Râzî’nin, ilimdeki yüksekliğine büyük bir delîldir.
bilgilere kısaca yer verdiği tefsîrinde, fen ilimleri ile ilgili
husûslara geniş olarak yer verilmiştir. Bu husûs ba’zıları
2. Râzî tefsîri hem rivâyet ve hem de dirayet yolunu
tarafından yadırganmıştır. Ancak bu tefsîrden çeşitli ilimlere
kendisinde toplamıştır. Âyet-i kerîmeler îzâh edilirken, hem
dâir kaydedilen mevzûlar çıkarılsa bile, yine eseri tefsîr olma
Eshâb-ı Kirâmdan, hem Tabiînden ve diğer büyük âlimlerden
özelliğini korumaktadır. Hattâ diğer tefsîr kitablarının birkaçına
nakledilen tefsîr şekilleri bildirilmiş ve hem de dirayet yoluyla
denk olabilecek büyüklüktedir. Bu tefsîr, fen ilimleri ile
açıklamalar ve tahliller yapılmıştır.
uğraşanlar içinde doyurucu bilgileri ihtivâ etmektedir.
3. Âyet-i kerîmelerin ve sûrelerin ve kendi aralarındaki
Fahrüddîn-i Râzî’nin kitaplarından seçmeler:
münâsebetleri en güzel şekilde açıklanmıştır, İmâm çok defa
tek münâsebet ile yetinmemiş, birkaç münâsebet zikretmiştir.
İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), Âl-i İmrân
sûresinde, altmışbirinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken
4. Fahrüddîn-i Râzî, fıkıh bakımından Şafiî, i’tikâdca da Eş’arî
buyuruyor ki: Hârezm şehrinde idim. Şehre bir hıristiyanın
olduğu için, fıkıh ve kelâm ile ilgili mes’elelerde, Şafiî mezhebi
geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmağa başladık.
üzere yürümüştür.
“Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren
5. O, ahlâk, ilâhiyat, felsefe ve hey’etle ilgili mevzûları,
okuyanları yormıyacak bir şekilde ele almıştır, İslâm âlemine,
daha önce girmiş olup ve her tarafa yayılmış olan felsefî
nazariyeler, fikirler te’sîr etmeye başlamıştı. Fahrüddîn-i Râzî (
radıyallahü anh ), filozofların İslâmiyete muhalif olan fikirlerini
ele alarak onları red etmiş ve müslümanların yanlış fikirlere
düşmelerini önlemiştir. İlahiyat mevzûlarında, delîlleri Ehl-i
sünnet ve cemâat i’tikâdına göre getirmiştir. Yine, eski hey’et
(astronomi) âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmin bildirdiklerine zıd olan
nazariyelerini de delîlleriyle çürütmüştür.
6. Fahrüddîn-i Râzî’nin bu tefsîri, birçok tasavvufî hakîkatleri
ihtivâ etmektedir. Bu i’tibârla Nûr sûresi 35. âyet-i kerîmesini
delîl nedir?” dedi. Şu cevâbı verdim. “Mûsâ’nın, Îsâ’nın ve
diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mu’cizeler
gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da
mu’cizelerini okuyor ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği
halindedir. Mu’cize göstermek, Peygamber olduğunu isbât
etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de
inanmamanız lâzım gelir. Diğerlerine inandığınız için,
Muhammed aleyhisselâmın da Peygamber olduğuna îmân
etmelisiniz.”
Hıristiyan; “Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır,
tanrıdır.” (Tanrı, ma’bûd demekdir. Tapılan şeylerin hepsine
tanrı denir. Allahü teâlânın ismi, Allahdır, tanrı değildir. Hak
olan, doğru olan tanrı, yalnız Allahü teâlâdır. Allah yerine tanrı
demek, yanlıştır ve çok çirkindir.)
Fahrüddîn-i Râzî; “İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır.
Hıristiyan; “Onda mu’cizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde
O hâlde madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz, Îsâ
ve hayvanlarda bulunmadığı için, başkalarına hulul etmediği
aleyhisselâm cisim idi. Yok iken var oldu ve size göre
anlaşılmaktadır.”
öldürülmüştür, önce çocuk idi, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi
konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi
Fahrüddîn-i Râzî; “Birşeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin
yaşamak için, birçok şeye muhtaç idi. Muhtaç olan, ganî olur
bulunmaması lâzım olmaz demiştik. Mu’cizeler bulunmayınca,
mu? Yok iken sonradan var olan birşey, ebedî sonsuz var olur
hulul edemiyeceğini niçin söylüyorsun. O hâlde kediye,
mu? Değişen birşey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ
köpeğe, fareye de hulul ettiğine inanman lâzım gelir, ilâhın, bu
aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahudiler yakalayıp
aşağı mahlûklara hulul ettiğini inandırmağa varan bir din, çok
astı diyorsunuz, Îsâ aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü
adî, pek bozuk bir din değil midir?
söylüyorsunuz, İlâh veya ilâhdan parça olsaydı, yahudilerden
korunmaz mı? Onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü ve
saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz:
Asayı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha
güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın
değildir. Mûsâ aleyhisselâmın asayı ejdere çevirdiğine
1- O ilâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin
inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz,
tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahudilerin,
Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle böyle diyorsunuz?”
yakalayıp öldürdüğü âciz, kuvvetsiz kimse, âlemlerin tanrısı
olabilir mi?
2- O, tanrının oğludur diyorsunuz.
Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek birşey bulamadı,
susmağa mecbûr oldu.
Tefsîr-i Kebîr de şöyle buyurdu: “Ebû Bekr-i Sıddîk’ın
3- O tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulul etmiş, yerleşmiştir
cenâzesini, vasıyyeti üzerine, Resûlullahın ( aleyhisselâm )
diyorsunuz. Bu inanışlarda yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve a’raz
kabri şerîflerinin yanına getirdiler. Selâm verip, kapına gelen
değildir ki, bir cisme hulul etsin. Cisme hulul eden şey cisim
Ebû Bekr’dir, yâ Resûlallah dediler. Türbenin kapısı açıldı,
olur ve hulul edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu
içerden (Sevgiliyi sevgilinin yanına koyunuz) sesi işitildi.”
da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl
oldu derseniz, ona hulul eden parça tanrı olmakta te’sîrli ise,
bu parça ilâhdan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o
doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam olmazdı. Eğer
tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur.
Sonra Îsâ aleyhisselâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine
ibâdet eder mi?”
Fahrüddîn-i Râzî, Metâlib-i âliyye ve zâd-ı Me’âd adlı eserinde
buyurdu ki: “Gelen insanın rûhu ile kabirdeki zâtın rûhu birer
ayna gibidir. Birbirinin karşısına gelince, herbirinin nûru
ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse o toprağa bakıp, Hak
teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kaza
ve kaderine râzı olup, nefsi kırılırsa, rûhunda ma’rifet, feyz
hâsıl olur. Bunlar, o zâtın rûhuna sirayet eder. Bunun gibi, o
Hıristiyan; “Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü
zât öldükten sonra rûh aleminden ve Rahmet-i İlâhî’den ona
açtığı ve Beras denilen derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi
gelmiş olan ilimler, kuvvetli eserler onun rûhundan, gelen
ettiği için o tanrıdır.”
kimsenin rûhuna sirayet eder, geçer.”
Fahrüddîn-i Râzî; “Birşeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey
Fahrüddîn-i Râzî, Bekâra sûresi 29. âyet-i kerîmenin tefsîrinde
de bulunmaz denilir mi? Bulunmaz, o şey de var olmaz
buyurdu ki: (Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık
dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi deyince, delîl, alâmet de
kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî ( radıyallahü anh ),
yoktur demek olur, yaradanın varlığını red etmen lâzım gelir.
Batlemyus’un (Poteleme’nin) (Necisti) adındaki astronomi
Birşey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ
kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmeyen biri,
aleyhisselâma hulul ederse, bana ve sana ve hayvanlara,
müslüman çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca Kaf
hattâ otlara ve taşlara hulul etmediğini nereden biliyorsun?”
sûresi, altıncı âyet-i kerîmesindeki; “Yerleri, gökleri, yıldızları,
bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?” Allah kelâmını
tesbîh eder mi yâ Ebâ Sa’îd?” dedi. Hasen ( radıyallahü anh );
tefsîr ediyorum, diyerek cevap vermiştir. İmâm-ı Râzî,
“Meyve zamanında ve yerde dikili ağaç iken tesbîh eder, fakat
Ebherî’nin bu cevâbının doğru olduğunu, Allahü teâlânın
şimdi tesbîh etmez” dedi.
mahlûklarını inceleyen fen adamları, O’nun büyüklüğünü iyi
anlar, demektedir.
Bunun delîli şudur: İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) şöyle
bildirdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) iki kabre uğradı: “İkisi de
Enbiyâ sûresi otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, “Ayın, güneşin,
azap görüyorlar” buyurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) yaş bir
yıldızların felekde ya’nî mihverleri ve yörüngeleri (Mahrekleri)
hurma dalı istedi. Onu ikiye bölüp herbirini bir mezara dikti. Ve
etrâfında döndüklerini, Dahhak ve Kelbî’nin de söylediklerini
buyurdu ki: “Umulur ki, bunlar kurumadıkça, Allahü teâlâ,
bildirmektedir.”
onlara azâbı hafif kılar.” Burada, o iki hurma dalının yaş
kaldıkları müddetçe tesbîh ettikleri, kurudukları zaman cemad
Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrinde şöyle bildirmektedir: İnsanın rûhu
oldukları anlaşılmaktadır.
bedenden ayrılıp, dünyâ bilgisinden kurtulunca, melekler
âlemine, kudsî makamlara gider. O âleme mahsûs kuvvetler
Bir grup âlim de, canlı cansız, hepsinin söz ile tesbîh ettiklerini
kendinde hâsıl olur. Birçok şeyler yapabilirler, İnsan, hocasını
söylemektedirler ki, bize göre tercih edilen budur. Çünkü
rü’yâda görüp, bilmediklerini sorup öğrenir.”
bunda imkânsız bir durum yoktur. Bu husûsta birçok delîl
vardır. Sa’d sûresi 18. âyet-i kerîme, Meryem sûresi 90-91
Fahrüddîn-i Râzî (El-Metâlib-ül-âliyye) kitabının onsekizinci
âyet-i kerîmeleri buna delîldir. Resûlullah ( aleyhisselâm )
faslında da buyuruyor ki: “Rûhu olgun, nefsi pak ve te’sîri
buyurdu ki: “Müezzinin sesini işiten, cin, insan, ağaç, taş ve
kuvvetli bir velînin kabri yanına gidip, bir müddet durulur ve o
her şey kıyâmet günü onun için şâhid olur.” Sahîh-i Buhârî’de
toprakdaki velî düşünülür ise rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin
bildirildi ki: Eshâb-ı Kirâm, Resûlullahın yanında yemek
rûhu da, bu toprağa bağlı olduğu için, gelen insanın rûhu ile
yerlerken, yemeğin tesbîh ettiğini işitirlerdi. Sahîh-i Müslim’de
velinin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh karşılıklı iki ayna gibi
ise: Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Ben, bir taş biliyorum ki,
olur. Herbirinde olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder,
Peygamber olarak gönderilmeden önce bana selâm verirdi”
yansır, ikisi de çok fâidelenir.”
buyurdu. İbn-i Mübârek “Rekâik” adlı eserinde şöyle nakleder:
Alâüddîn-i Attâr hazretleri buyurdu ki: “Evliyânın kabirlerini
ziyâret edene onları anladığı ve bağlandığı miktarda fâide
hâsıl olur. Fakat, rûhlarına bağlanmak, onları sevmek,
hatırlamak daha fâidelidir. Çünkü, uzak ve yakın olmanın
bunda bir te’sîri yoktur.”
Tabakât-üş-Şâfiiyye’de şöyle der: İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî,
İsrâ sûresinin tefsîrinde cemâdâtın ve mükellef olmıyan
canlıların Allahü teâlâyı lisân-ı hâl ile tesbîh ettiklerini tercih
etmiştir. Sübkî, sonra şunları söylüyor:
Âlimlerden bir grup, her canlının ve büyüyen varlıkların tesbîh
ettiğini, bunların hâricindekilerin tesbîh etmediğini söyler,
İkrime’nin: Ağaç tesbîh eder, direk, sütun tesbîh etmez sözü
bu ma’nâ üzerinedir.
İbn-i Mes’ûd buyurdu ki: Dağ, dağa der ki, bugün sana Allahü
teâlâyı zikreden birisi uğradı mı? Eğer, evet uğradı derse, o
soran dağ sevinir. Bu husûsta haber çoktur. Yine âyet-i
kerîmede (İsrâ sûresi-44) umûm üzerine buyurulmuştur.
Ancak bu bizim duyacağımız bir tesbîh değildir. Bunun
duyulması mu’cize olarak meydana gelir. Resûlullahın
huzûrlarında yemeğin konuşması gibi veya kerâmet olarak
meydana gelir.
Eserleri: 1. Mefâtih-ül-gayb: Tefsîr-i Kebîr diye bilinir.
Burhâneddîn Nesefî, bu tefsîri telhis etmiş (kısaltmış) ve
Vâdıh ismini vermiştir. Muhammed bin el-Kâdı Ayasuluğ da
telhis etmiştir. 2. Muhassalu Efkâr-ül-mütekaddimîn velmüteahhirîn min-el-ulemâ vel-hükemâ vel-mütekellimîn, 3.
İrşâd-ün-Nüzzâr ilâ letâif-il-esrâr, 4. Uyûn-ül-mesâil, 5. ElMahsûl, 6. El-Burhân fir-Reddi alâ ehl-iz-Zeygi ves-sagyât, 7.
Yezîd Rakkâşî ile Hasen yemek yiyorlardı. Önlerine sofra
Nihâyet-ül-İcâz fî dirâyet-il-İcâz. 8. Meâlimü usûl-id-dîn, 9.
geldi. Yezîd Rakkâşî, Hasen’e ( radıyallahü anh ); “Bu sofra
Kitâbü fedâil-is-Sahâbe. 10. Kitâb-ül-ahlâk, 11. Şerhü vecîz-ülGazâlî, 12. Menâkıbu İmâm-ı Şafiî (Matbû’dur), 13. Tehzîb-üd-
Delâil. 14. Kitâb-ı Esrâr-ül-kelâm. 15. Şerhü nehc-ül-belâga,
16. Kitâb-ül-kazâ vel-kader, 17. Kitâbü ta’cîz-il-felâsife, 18.
Kitâb-ül-Berâhim-il-Behâiyye. 19. Kitâb-ül-hamsîn fî usûl-iddîn,
20. Kitâb-ül-hak vel-ba’s, 21. Kitâbü ismet-il-eribiyâ, 22.
Risaletün fin-nübüvvât. 23. El-Esrâr-ül-mevedde fî ba’dı süveril-Kur’ân-il-kerîm, 24. Kitâb-ül-firâseti, 25. Kitâbün-fî-zemm-iddünyâ, 26. Kitâb-üz-Zübde, 27. El-Mulehhas, 28. El-Metâlibül-âliyye, 29. Kitâbün fıl-hendese, 30. Kitâb-ül-Câmi’ül-kebîr.
31. Kitâbü musâderet-i Oklides, 32. Kitâbün fil-kabz, 33.
Risâletün fin nefs, 34. Kitâb-ı Umdet-ün-nezzâr ve zînet-ülefkâr, 35. Risâletün fit-tenbîh alâ ba’d, 36. Meâlimü usûl-iddîn.
FAHR-ÜL-FÂRİSÎ (Muhammed bin İbrâhim Fârisî)
Hadîs, tasavvuf, kelâm ve şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi,
Ebû Abdullah olup ismi, Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed
bin Tâhir’dir. 528 (m. 1134) yılında doğdu. Fîrûzâbâdî, Şîrâzî
ve Fârisî nisbet edildi. Fahrüddîn lakabı verildi. Fahr-ül-Fârisî
nâmıyla meşhûr oldu. 622 (m. 1225) yılında Mısır’da vefât etti.
Kurâfe’de Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin mescidi, yanında
yaptırdığı zaviyeye defnedildi.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Fahr-ül-Fârisî, genç yaşta
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 81
din ve âlet ilimlerini öğrendi. Şam, Hicaz, Bağdad gibi ilim
merkezlerini dolaştı. Mısır’a gidip yerleşti. Hadîs ve Şâfiî
2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 55
mezhebi fıkıh âlimi Ebû Tâhir Silefî ve İbn-i Asâkir gibi
zamanın meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Hadîs-i şerîf ve
3) Târih-ül-Hükemâ sh. 291
fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Şâfiî mezhebine göre fetvâ verirdi.
Müslümanların işlerini kolaylaştırdı. Tasavvuf ilmini, babası
4) Zeyl-i Ravdateyn sh. 68
5) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 21
6) Tabakât-ül-müfessirîn sh. 39
Ebû İshâk İbrâhim bin Ahmed Fârisî’den aldı. İlimde çok
ilerledi. Zamanın büyüklerinden de feyz alıp, yüksek
derecelere kavuştu. Kâhire’de Kurâfe’ye, Zünnûn-i Mısrî
hazretlerinin türbesi yanında bir zaviye yapıp yerleşti. Orada
tâliblerine ilim öğretmek ve ibâdet etmekle meşgûl oldu. Bir
7) Lisân-ül-mizân cild-4, sh. 426
bakışıyla kararmış kalbler aydınlanırdı. Zamanında zulmet
perdeleri yırtılıp, âlem nûra boğuldu. Birçok kimse onun elinde
8) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 116
tövbe edip sâlih müslüman oldu. Dâima güler yüzlü ve tatlı dilli
idi. Kimseye sert söylemez, herkese yumuşaklıkla nasihatte
9) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 340
10) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 107
11) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 248
bulunurdu, insanlara olan merhameti çok fazla idi. Bütün
çalışmaları, Allahü teâlânın kullarını Cehennem ateşinden
kurtarabilmek içindi, ilmi, cömertliği, güzel ahlâkı, her işinin ve
sözünün Allahü teâlânın rızâsı için olması sebebiyle, âlim ve
âmir herkesin sevgi ve saygısını kazandı. Hâlleri ve
12) Tabâkât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-7, sh. 260
hareketleriyle, sözleri ve kitaplarıyla, talebeleriyle insanlara
emr-i ma’rûf yapar, onların doğru yola kavuşmaları için gayret
13) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 79
ederdi.
14) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3345
Birçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Eberkûhî onun
talebeleri arasındaydı. Daha çok tasavvuf ve tasavvuf
15) Et-Tefsîr vel-müfessirîn cild-1, sh. 290
16) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 213
hâllerine dâir olan eserlerinden ba’zıları şunlardır: “El-Esrâr ve
sırr-ül-iskâr”, “Tezkire menâhic-üs-sâlikîn,”, “Belâgat-ül-fâsil ve
urvet-ül-vâsıl”, “Metiyyet-ün-nakl ve atıyyet-ül-akl”, “El-Fark
beyn-es-sûfi vel-fakîr”, “Cemhât-ün-nehy an lemhât-il-mehâ”,
“Berk-ün-nukâ ve şems-ül-lükâ”. “Netâic-ül-kurbe ve nefâis-ül-
“İstenmiyen durumlar kişinin başına gelince, kalbin buna rızâ
gurbe”.
göstermesi sâdık amelin alâmetidir” buyurdu.
İbn-i Sâbûnî anlatır: Babamla beraber Mısır’a gittik, İmâm
Mimşâd Dîneverî ( radıyallahü anh ) “İnsanların hâl
Fahrüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed
bakımından en iyisi; kendisini insanlara beğendirmek
Fârisî’yi ziyâret edip, sohbetiyle bereketlenmek istedik.
arzusundan kurtaran, yalnız iken hâlini muhafaza edebilen,
Huzûruna vardığımızda beni yanına oturttu ve ikramda
bütün işlerinde Allahü teâlâya tevekkül edendir” buyurdu.
bulundu. Bana ba’zı suâller sordu. Babamın da hazır
bulunduğu bir sırada, tasavvuf yoluna girip girmediğimi sordu.
Ebû Abdullah Hüseyn bin Abdullah Subhî’ye, “Bir kişinin dinde
Babam da; “Sühreverdî ve Sadrüddîn bin Hammeveyh’den
sağlam olduğu nasıl belli olur?” diye sorulunca, şöyle cevap
ders aldığımı arzetti. Bunun üzerine Fahr-ül-Fârisî hazretleri;
verdi: Allahü teâlâya muhtaç olduğu inancında samîmî
“Evet, onların yolları ve dersleri kıymetlidir. Ancak bizim
olduğunu isbât etmek ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnet-
yolumuzdan ve derslerimizden de istifâde edersen, dedenle
i seniyyesine uymaktır. Bunların da mevcûdiyeti, şu dört şeyle
aynı yolda yürümüş olursun. Çünkü onunla biz aynı
bilinir: 1. Ahde vefa, 2. Haddîni bilip bunu muhafaza etmek, 3.
derecedeyiz” buyurdu. Bereketlenmek için ondan da ders
Mevcûda rızâ gösterip kanâat etmek. 4. Olmayana
aldım. Bundan sonra, Fahr-ül-Fârisî hazretleri, Resûlullaha (
sabretmek.”
aleyhisselâm ) kadar hocalarını şöyle saydı: “Biz, babam ve
hocam İmâm Ebû İshâk İbrâhim bin Ahmed Fârisî’den aldık. O
da Nasır bin Halîfet-il-Beydâvî’den, o da Ebû İshâk bin İbrâhim
bin Şehriyâr-il-Kâzrûnî’den, o da Ebû Muhammed Hüseyn bin
Ekâr’den, o da Ebû Abdullah İbni Hafif Şîrâzî’den, o da Ca’fer
Huzâ’dan, o da Ebû Ömer Estahrî’den, o da Ebû Türâb
Nahşebî’den, o da Şakîk-i Belhî’den, o da İbrâhim bin
Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed buyurdu ki:
“Amellerin en üstünü: Allahü teâlânın, lütuf ve ihsânlarını
görebilmektir.”
“Kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyletmesi, dünyâdaki
cezasının yaklaşmasının alâmetidir.”
Edhem’den, o da Ebû İmrân Mûsâ bin Yezîd Râî’den, o da
Ebû Hasen Muhammed bin Sa’d Verrâk ( radıyallahü anh ):
Veysel Karânî’den, o da Hazreti Ömer ve Hazreti Ali’den,
“Allahü teâlânın kuluna nasîb eylediği şeylerin en üstünü
onlar da Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) aldılar” buyurdu.
takvâdır. Bütün hayırlar ve Allahü teâlâya yakınlık sebebleri
Fahr-ül-Fârisî lakabıyla meşhûr olan Ebû Abdullah
takvâdan doğar. Takvânın aslı, ihlâstır” buyurdu.
Muhammed bin İbrâhim Fârisî ( radıyallahü anh ) Süleymâniye
Ebû Hafs Ahmed bin Hamdân bin Ali Nişâbûrî buyurdu ki:
Kütüphânesi’nin, Ayasofya kısmı 1785 numaradaki, “Delâlet-
“Kendisini gerçekten Allahü teâlânın rızâsına vermiş olan
ül-müstenhic” adlı eserinde, İslâm âlimlerinin söz ve
kimsenin alâmeti; Allahü teâlâdan alıkoyacak şeyleri kendisine
sohbetlerinden nakiller yapmaktadır. Bunlardan ba’zıları
yüklememesidir.”
şöyledir:
“Kişinin güzelliği, sözünün güzelliğindedir.”
Ebü’l-Abbâs Muhammed bin Selh bin Atâ Ademî ( radıyallahü
anh ) buyurdu ki: “Kim sünnet-i seniyyeye yapışırsa, Allahü
“Kişinin kemâli, işlerinin doğru ve samîmi olmasındadır.”
teâlâ onun kalbini ma’rifet nûruyla nurlandırır.”
“Rabbini tanıyan kimse, O’na ta’zimde ve kullukta bulunur.
“Âriflerin kalbi neye meyleder?” diye kendisine sorulduğunda:
Rabbine ta’zim edip kullukta bulunan kimseye, Allahü
“Bismillâhirrahmânirrahîm’e meyleder. Çünkü, “Bismillâh”da
teâlâdan başka herşey küçük ve ehemmiyetsiz gelir.”
ârifler için heybet, “Errahmân”da yardım, “Errahîm”de onlar
için muhabbet vardır” dedi.
“Tövbeden gâfil olmak da günahtır.”
Ebû Ali Muhammed bin Abdülvehhâb Sekâfî, talebelerinden
Ona, “Sûfî kimdir?” diye sorulduğunda; “Nefsini dünyâdan
birisine nasihat edip; “Doğru söz, doğru ve samimî amel,
(haramlardan ve şüpheli şeylerin kötülüğünden) uzak tutan,
doğru ve samimî sevgi ve emânete sadâkatten ayrılma”
âhıretini kazanmak için himmeti ve gayretini yükselten, nefsi
buyurdu. Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, doğru ve şartlarına
cömert olup Rabbine yönelmiş olandır.” cevâbını verdi.
uygun yapılan amellerden, ihlâsla, sırf Allah rızâsı gözetilerek
yapılanları ve sünnet-i seniyyeye uygun olanları kabûl eder.”
Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Sâlim Mısrî (
radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kişinin aklı, cömertliği ve hilmi
“Büyüklerin yanında hürmet ve edeb üzere bulunmayan,
(yumuşaklığı) ayıplarını örter.”
onların nazarlarının bereketinden ve onlardan elde edeceği
fâidelerden mahrûm kalır. Ona, onların nûrlarından ma’nevî
“İhlâs ile kalbden riyanın karanlığı, doğruluk ile yalanın
güzelliklerinden hiçbir şey görünmez.”
karanlığı yok olur.”
“İlim, cehâletle ölmüş olan kalbi diriltici, zulmet ve karanlık
“Nefsine muhalefet edip, onun Allahü teâlânın rızâsına muhalif
sebebiyle göremez hâle gelmiş olan gözleri de nurlandırıcıdır.”
olan isteklerine uymayan kimseyi, Allahü teâlâ kendisine yakın
olan kullarından yapar.”
Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed Nişâbûrî buyurdu
ki: “Sen sözde kulluk iddiâsındasın, kul olduğunu söylüyorsun.
Fakat hakîkatte, ilâhlık vasıflarını içinde gizliyorsun. Onlardan
kurtulmadıkça hakîkî kul olamazsın.”
“Kul, kendisine hizmetçi istemediği müddetçe kuldur. Kul,
kendisine hizmetçi istediği zaman, kulluk derecesinden ve
buna âit edeblerden uzaklaşır.”
Ebü’l-Hayr Akta ( radıyallahü anh ): “Gerçek zikir. bir karşılık
beklemeden yapılandır. Bir karşılık bekliyerek yapılan zikir
(Allahü teâlâyı anma) makbûl değildir” buyurdu. Yine buyurdu
ki: “Medine’de beş gün aç kalmışdım. Hücre-i se’âdetin yanına
gelip, Resûlullaha selâm verdim. Aç olduğumu bildirdim. Bir
Ebû Abdullah Muhammed bin Aliyyân Nesevî buyurdu ki:
“Dünyâya karşı zühd sahibi olmak, âhırete rağbetin
anahtarıdır.”
“Evliyânın kerâmetlerinin ilki, takdîr-i ilâhî olarak insanların
başına gelen belâ ve musibetlere rızâ göstermesidir.”
“Mürüvvet: dini muhafaza, nefsi korumak, mü’minlerin
haklarını muhafaza edip, mevcûtla cömertlikte bulunmaktır.”
“Bir an bile, lütuf ve ihsânından ayrı kalmadığın, O Zât-ı vâcibül-vücûdü nasıl sevmezsin?”
yana çekilip uyudum. Rü’yâda, Resûlullahın ( aleyhisselâm )
Ebû Bekr Muhammed bin Dâvûd Dîneverî ( radıyallahü anh )
geldiğini gördüm. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer-i
buyurdu ki: “Allahü teâlâya yakınlığın alâmeti, Allahü teâlâdan
Fârûk ve önünde Aliy-ül-Mürtezâ vardı. Hazret-i Ali gelip, “Yâ
başkasından bağını kesmektir.”
Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor!” dedi.
Hemen kalktım. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Çok
“Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan ümidini kesmez. Nefsini,
aç olduğum için hemen yemeğe başladım. Yarısı bitince
kendisini tanıyan da, kendi yaptığı işleri beğenip kibirlenmez.
uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.”
Rabbini tanıyan. O’na sığınır. Rabbini unutan, O’nun
yarattıklarına sığınır.”
Yine, “Kim, kendi amelini insanların görmesini isterse,
riyâkârın ta kendisidir” buyurdu.
Ebû Osman Sa’îd bin Selâm Kayrevânî; “Zenginlerle beraber
olmayı, fakirlerle beraber olmaya tercih eden kimsenin kalbi
Ebû Bekir Muhammed bin Ali bin Ca’fer Kettânî buyurdu ki:
“Gâfiller, Allahü teâlânın hilmi altında, zikredenler Allahü
teâlânın rahmeti altında, ârifler Allahü teâlânın lütfu altında,
sâdıklar O’nun kurbunda yaşarlar.“
ölür” buyurdu.
Muhammed bin Ahmed bin Hamdûn Kassâr; “Allahü teâlânın
durum hâsıl olursa; insan. Hakka tâate, O’nun rızâsını
rızâsını her şeye tercih etmeyenin kalbi, ma’rifet nûrundan
kazanmaya dönme sebeplerine hazırlanmak için harekete
nasîb alamaz” buyurdu.
geçer ki, bunun kapısı da tövbedir.
Fahr-ül-Fârisî ( radıyallahü anh ) eserinin değişik
Tövbeye hazırlanmanın alâmetlerinden biri de, kötü
bölümlerinde, tövbe, takvâ, gıybet, huşû’ ve tevâzu hakkında;
arkadaşları terketmektir. Çünkü, kötü arkadaşlardan
âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve büyüklerin sözlerinden nakiller
uzaklaşmak, onlarla düşüp kalkmamak, kalbde Allahü teâlânın
yaparak buyurdu ki:
emirlerine karşı gelme hâlini ortadan kaldırır. Kötü
arkadaşların yanından ayrılınca, artık, iyi ve sâlih arkadaşlarla
Tövbe hakkında Allahü teâlâ, Nûr sûresinin otuzbirinci âyet-i
beraber oturup kalkmaya başlar. Sâlih, iyi ve temiz arkadaşlar,
kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya
onun cehâletten ilme, kibirden hilme ve cimrilikten cömertliğe,
tövbe ediniz. Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz” buyurdu.
dünyâ hırsı ve ona düşkün olmaktan kanâate, uzun emel
Resûlullah da ( aleyhisselâm ) Eshâbına (r.anhüm) “Sizden
biriniz bineğini kaybedip, sonra onu bulunca sevinmez mi?”
diye sordu. Onlar da; “Evet, sevinir yâ Resûlallah!” deyince.
Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Nefsim yed-i kudretinde olan
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, kulunun
tövbesine, sizden birisinin bineğini bulduğu zamanki
sahibi olmaktan zühde (dünyâya rağbet etmemeye), ayrılıktan
birliğe, hep kendisini düşünüp, kendisi için istemekten
başkalarını kendisine tercih etmeye, ya’nî Îsâra, dünyâdan
âhırete, gülmekten yaptığı kötülükler ve günahları için
ağlamağa, onlar için pişman olmaya, gaflet hâlinden uyanıklık
hâline dönmesini te’min ederler.
sevinmesinden daha fazla sevinir” buyurdu. Allahü teâlânın
Ebû Süleymân Râzî ( radıyallahü anh ) anlattı: “Güzel
sevinmesi: tövbe eden kulunu af ve mağfiret ederek ihsânda
şeylerden bahseden birisinin yanına gitmiştim. Anlattıkları
bulunması, tövbesini kabûl ederek ona ikram etmesidir.
kalbime te’sîr etti. Yanından kalkıp gidince, o zâtın
Tövbenin üç şartı vardır: Yapmış olduğu günahlara pişman
olmak, o anda günahtan el çekmek, yapmış olduğu günahları
ve benzerlerini bir daha işlememeğe karar verip azmetmektir.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîflerinde;
“Nedamet, pişmanlık tövbedir” buyurması, yapılan günâha
pişmanlık duyulması, tövbenin en büyük şartı olduğundandır.
Nitekim Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Hac, Arafat’da
vakfe yapmaktır” buyurarak, Arafat’da vakfe yapmanın, haccın
rüknlerinin en büyüğü ve ehemmiyetlisi olduğunu bildirmişler,
başka hadîs-i şerîflerinde de, haccın diğer rüknlerini beyân
buyurmuşlardır. Bunun gibi, yapılan günaha pişmanlık,
tövbenin en mühim rüknü olup, o, tövbenin diğer rüknlerinin de
meydana gelmesine vesile olmaktadır. Tövbe, rücû’ demektir.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruldu: “Dikkat ediniz! Âdemoğlunun
cesedinde bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, bütün beden iyi
olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz!
O et parçası kalbdir.” Kalb, yapılan günah ve kötülük
sebebiyle uyanıp, Allahü teâlânın yardımı ile onda, o günahları
terkettirecek ve bir daha o günahlara döndürmiyecek bir
anlattıklarının te’sîri kayboldu. Tekrar yanına dönüp onu
dinleyince, o güzel hâl kalbimde yine hâsıl oldu. Fakat oradan
ayrılıp eve giderken, o hâl kalbimden yine kayboldu. Üçüncü
defa o zâtın yanına gidip, sözlerini dinleyince, o güzel hâl
kalbimde yine hâsıl oldu. Evime kadar, o hâlim devam etti. O
mübârek zâtın yanına çok gidip gelmekle, onunla beraber
olmakla, kalbimde Allahü teâlânın emirlerine uymak, şevki
meydana geldi. Allahü teâlânın emirlerine karşı gelme, hâli
kırıldı.”
Ebû Amr bin Nahîd anlattı: “Gençliğimde, büyük âlim Ebû
Osman Hayrî’nin sohbetlerine gidip gelirdim. Sözleri ve
sohbetleri bana te’sîr edip tövbe etmiştim. Fakat bir ara, onun
sohbetlerine gitmez oldum. Onu gördüğümde, kendisinden
kaçar oldum. Birgün yolda karşıdan gelirken onu görünce
yolumu değiştirdim. Fakat o, ta’kib edip bana yetişti; “Ey oğul!
Seni sâdece ma’sûm günahsız bir çocuk olduğun için seven
birisinden kaçıyor, onunla beraber olmak istemiyorsun. Ondan
sana dâima fâide gelir” dedi. Bunun üzerine, ben tekrar tövbe
edip, onun sohbetlerine devam ettim. Bir daha iyi yoldan ve
sâlih kimselerden ayrılmadım. Bu sayede kötülüklerden uzak
kaldım.”
Kuşeyrî ( radıyallahü anh ) Ebû Ali Dakîk’den nakletti: “Birisi
“Yâ Resûlallah, bana nasihat buyur, hangi amele devam
tövbe ettikten sonra, tekrar kötülüklere dalmıştı. Bir ara kendi
edeceğimi bildir” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Sen
kendine; “Tekrar tövbeye dönsem, acaba hâlim ne olur?
takvâ üzere ol. Zîrâ takvâ bütün iyilikleri kendinde
Önceki tövbemi de bozdum” diye düşündü. Bu sırada gizliden
toplamaktadır. Sen cihâda devam et. Zîrâ cihâd, İslâm dîninin
gelen bir ses kendisine; “Ey Filân! Sen bize itaat ettin, biz
ruhbanlığıdır. Sen Allahü teâlâyı zikretmeğe devam et. Zîrâ
sana teşekkür ettik. Bizi terkettin. Sana mühlet verdik. Eğer
Allahü teâlânın zikri, senin için nûr ve hidâyettir” buyurdu.
tekrar bize dönersen, seni yine kabûl ederiz!” diye seslendi. O
şahıs, bu sesi duyup tekrar tövbe etti. Allahü teâlâya itaat
Şu üç şey takvânın icâbıdır Birincisi; Allahü teâlâyı tanıyıp
üzere bulundu. Hâlis niyetle günahlarına pişman olup, kalbi
O’na şirk koşmamak. İkincisi; Allahü teâlâya itaat edip, isyan
kötülüklerin pisliğinden temizlendi.”
etmemek. Üçüncüsü; Allahü teâlâyı anıp O’nu unutmamaktır.
Tövbe, yapılış gayesine göre üç çeşittir. Birincisi, herkesin
Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Takvâ,
bildiği tövbedir. O da; günâhından dolayı ceza görmekten
kulun Allahü teâlâdan başkasından korkmamasıdır. Takvâya
kurtulmak için tövbe eden kimsenin tövbesidir. İkincisi;
yapışan kimse, dünyâdan uzaklaşır. Çünkü Allahü teâlâ, A’râf
“İnâbe”dir ki, bu da; daha fazla sevâba ve yüksek derecelere
sûresi 169. âyet-i kerîmede meâlen; “Takvâ sahipleri için
kavuşmak isteyen kimsenin tövbesidir. Üçüncüsü de; “evbe”dir
âhıret hayırlıdır” buyurdu.
ki, o da; sevâb arzusu veya azap korkusundan değil, yalnız
Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan tövbedir.
Gıybet hakkında Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey
mü’minler! Zannın çoğundan sakınınız! Çünkü, zan etmenin
ba’zısı günâh olur. Birbirinizin kusurunu araştırmayın!
Birbirinizi gıybet etmeyin!” (Hucurât-12) buyurdu. Ebû
Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrlarında bulunan birisi,
Hazreti Ali, “Dünyânın efendileri, cömertlik sahipleri. Âhıretin
efendileri ise, takvâ sahipleridir” buyurdu.
Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde
meâlen; “Mü’minler, herhalde kurtulacaklardır. Onlar,
namazlarını huşû’ ile kılanlardır” buyurdu. Huşû’; zâhiren ve
bâtınen Hakka boyun eğmek. Tevâzu da; Hakka teslim olmak,
boyun eğmek, Hakkın hükmüne i’tirâzı terketmektir.
orada bulunmayan birisi hakkında; “Ne kadar da âciz birisi!”
deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kardeşinizin etini
yediniz. Çünkü onu gıybet ettiniz” buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ
1) Tabakât-ı usûliyyîn cild-2, sh. 56
aleyhisselâma; “Gıybetten tövbe ederek ölen kimse, Cennete
girenlerin sonuncusu olacaktır. Gıybete devam ettiği hâlde
2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 101
ölen kimse ise, Cehenneme girenlerin ilki olacaktır” diye
vahyetti.
3) Lisân-ül-mîzân cild-5, sh. 29
Anlatılır ki, İbrâhim bin Edhem (kuddise sirruh), bir yere da’vet
4) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 452
edilmişti. İbrâhim bin Edhem ( radıyallahü anh ) oraya
vardığında, gelmesi gereken fakat daha gelmemiş olan birisi
hakkında; “O zâten ağır adamdır” dediler, İbrâhim bin Edhem
(kuddise sirruh) “Keşke buraya gelmeseydim. Çünkü, burada
gıybet yapılmaktadır” dedi.
Takvâ hakkında Allahü teâlâ, Hucurât sûresi onüçüncü âyet-i
kerîmede meâlen; “Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O’ndan
ençok korkanınızdır” buyurdu. Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü
anh ) rivâyet etti: Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bir kimse gelip;
5) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 286
6) Tabakât-ül-evliyâ sh. 466, 498
7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 191
8) El-A’lâm cild-5, sh. 296
FAHR-ÜL-İSLÂM PEZDEVÎ (Ali bin Muhammed)
en-Nesefî, “Kitâb-ül-kand” adındaki eserinde; “Ebü’l-Yüsr
Pezdevî, Mâverâünnehr’de eshâbımızın, ya’nî Hanefî
Mâverâünnehr’de yetişen Hanefî fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ali
âlimlerinin şeyhi idi. İmâmların İmâmı idi. Kayıtsız şartsız
bin Muhammed bin Hüseyn bin Abdülkerîm bin Mûsâ bin Îsâ
İmâm olduğu kabûl edilmişti. Doğudakilerin ve batıdakilerin
bin Mücâhid en-Nesefî el-Pezdevî’dir. Künyesi Ebü’l-
sığınağı oldu. Bütün talebenin maksûdu idi. Gelip derslerinde
Hasen’dir. “Fahr-ül-İslâm” lakabı ile meşhûr oldu. 400 (m.
bulunmak, istifâde etmek arzusunda idiler. Fıkıh ilminin usûl
1009) yılları civarında İran’ın Pezde (veya Bezde) şehrinde
ve fürû’ mes’elelerine âit tasnifleri ve kitapları ile cihan
doğup yetiştiği için, “Pezdevî” nisbetiyle meşhûr olmuştur.
aydınlanmış, şereflenmiş idi. 493 (m. 1099) senesi Receb
Pezde, Nesef’ten 6 fersah (34,1 km.) uzakta müstahkem bir
ayında Buhârâ’da vefât etti. Sem’ânî de onun, 421 (m. 1030)
kaledir. Kale adı, yanında kurulan şehrin de ismi olmuştur.
yılında doğduğunu bildirmektedir.
Babası Muhammed, Semerkand ve Buhârâ’da kadılık
(hâkimlik) vazîfesinde bulunmuş, daha sonra bu vazîfeden
Fahr-ül-İslâm Pezdevî, mezhebini ezbere bilmekte darb-ı
ayrıldığında Pezde’ye gidip oraya yerleşmişti. Kardeşi
mesel olmuştu. Onun bu büyüklüğü herkes tarafından
Muhammed bin Muhammed el-Pezdevî de, Mâverâünnehr’de
bilinmekte ve her zaman konuşulmakta idi. Sem’ânî diyor ki,
Hanefî âlimlerinin en büyüklerinden olup, “Sadr-ül-İslâm”
“O, Mâverâünnehr’in fakîhi, imamların ve en büyük âlimlerin
lakabı ile meşhûr oldu. Onun kitapları kolay anlaşıldığı için,
üstadı, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebinin
“Ebü’l-Yüsr” diye künyelenmiştir. Fahr-ül-İslâm Pezdevî de,
kuvvetli ve büyük sâliki idi.” Mâverâünnehr’in en büyük
kitaplarının zor anlaşılması sebebiyle “Ebü’l-Usr” künyesi ile
fakîhlerinden olan Şems-ül-eimme Muhammed bin Sehl es-
meşhûr oldu. Birçok eser yazdı. 482 (m. 1089) senesi Receb
Serahsî ile aynı asırda yaşamış ve Abdülazîz bin Ahmed el-
ayının beşinde Keşş denilen yerde vefât etti. Cenâzesi
Halvânî tarafından idâre edilen medresede İmâm-ı Serahsî’ye
Semerkand’a götürülüp defnedildi.
arkadaşlık etmişti. Ayrıca o, hadîs ilmini de tahsil edip, birçok
hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Arkadaşı olan
Fahr-ül-İslâm Pezdevî, Hanefî mezhebi âlimlerinin
Semerkand hatîbi Ebü’l-Meâlî Muhammed bin Nasr bin
büyüklerindendir. Hanefî fıkhının fürû’ ve usûl bilgilerinde
Mensûr el-Moydânî ve kendi oğlu Kâdı Ebû Sabit el-Pezdevî,
zamanındaki âlimlerin İmâmı, en büyüğü idi. Çok sayıda
ondan rivâyette bulunmuşlardır. Bir ara Semerkand’a gitmiş ve
mu’teber kitapları vardır. Çeşitli ilimleri de kendinde toplamıştı.
orada ders okutmuştur.
Hele usûl-ı fıkha dâir yazdığı ve “Usûl-i Pezdevî”
adıyle bilinen çok kıymetli bir kitabı, bütün İslâm ülkelerinde
Başlıca eserleri şunlardır:
mu’teber, mu’temed bir eser olup, bir güneş gibi açık ve nûr
saçmaktadır. Kâsım bin Kutlubega, “Tabakât-ı Hanefîye”
1. Kenz-ül-vüsûl ilâ ma’rifet-il-usûl: “Usûl-i Pezdevî” adı ile
ismindeki eserinde diyor ki, “Ben, bu kitapdaki hadîs-i şerîfleri
bilinen ve usûl-i fıkıh ilminde en mu’teber ve bütün âlimler
tahric eyledim. Benden önce onunla kimse meşgûl olmamıştı.
tarafından i’timâd edilen kıymetli bir eserdir. Usûl-i fıkıh, İslâm
Ebü’l-Meâlî Muhammed bin Nâsr-ı Hatîb, ondan hadîs-i şerîf
dîninin fürû’a ya’nî amelî yönüne âit hükümlerini, Kitab
rivâyet etmiştir.” Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde de meşhûr ve
(Kur’ân-ı kerîm), Sünnet, İcmâ’i Ümmet ve Kıyâs-ı fukahâ adı
mu’teber olan kitapları vardır.
verilen, dinde dört sağlam delîlden istinbât (çıkarmak),
yollarını bildiren bir ilimdir. Bu ilmin faydası, hükümleri doğru
Kardeşi Ebü’l-Yüsr Muhammed bin Muhammed el-Pezdevî
olarak çıkarmaktır. Bu konuda çok kıymetli kitaplar yazılmıştır,
de, Hanefî fıkhının usûl ve fürû’ bilgilerinde büyük bir âlimdi.
bunlardan biri de, Fahr-ül-İslâm Pezdevî’nin kitabıdır. Osmanlı
O, Ebû Ya’kûb Yûsuf bin Muhammed en-Nişabûrî’den ilim.
Devleti zamanında medreselerde çok okutulan ve önem
Öğrenip yetişti. Semerkand’da kadılık (hâkimlik) yaptı.
verilen bu kitab, teferruatlı ve i’câzın mükemmel bir örneği
Zamanındaki âlimlerin İmâmı, en büyüğü idi. Ona, şarktaki ve
sayılan bir usûl-i fıkıh kitabıdır. Matbû bir eserdir. Diğer
garbtaki her memleketten ilim öğrenmeye gelirlerdi. “Ebü’l-
eserleri matbû değildir.
Yüsr” diye meşhûr olmasının sebebi, kitaplarında yüsr’e, ya’nî
kolay anlaşılmaya çok dikkat etmesiydi. Ömer bin Muhammed
Fahr-ül-İslâm’ın “Usûl”ünün çok şerhleri yapılmıştır. En güzeli
üzerinde bulunduğu yoldur. Selefimiz ki, İmâm-ı a’zam Ebû
ve en meşhûru Abdülazîz Ahmed bin Muhammed el-Buhârînin
Hanîfe, Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve onların
“Keşf’ adındaki şerhidir. Bir şerhi de, Ahseykesî’nin “Tahkîk”
mezhebine tâbi olan âlimlerin hepsi bu yol üzere idiler. İmâm-ı
adındaki kitabıdır. Şeyh Ekmelüddîn’in de “Takrir” adında bir
a’zam Ebû Hanîfe, bu yolun akaidi. (inanılması gereken
şerhi vardır. “Câmî” kitabının sahibi diyor ki: Ben, Pezdevî
akideleri, îmân esasları) ile alâkalı olarak “El-Fıkh-ül-ekber”
Usûlünü, Buhârî’nin “Keşf ve Haddâd ve Cûnfûrî şerhleri ile
kitabını yazdı. Burada hak olan, doğru, gerçek olan i’tikâdı,
beraber mütâlâa ettim. O, nefis ve âlimlerin i’timâd ettiği
îmânı bildirdi.
kıymetli bir eserdir.
Allahın Peygamberinin ve O’nun Eshâbının yolunu kitaplara
2. El-Mebsût Onbir cildlik bir fıkıh kitabıdır.
geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan Ehl-i sünnet
âlimleridir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a’zam Ebû
3. Tefsir-ül-Kur’ân: Herbiri Kur’ân-ı kerîm kalınlığında, yüzyirmi
Hanîfe Nu’man bin Sâbit’tir.
cild olan bu eserin bir nüshasına rastlanamamıştır. Bugüne
kadar ele geçmemiştir.
Şer’î ilimlerin kaynağı Kitab, Sünnet, İcmâ’ ve bunlardan
istinbât olunan (çıkarılan) Kıyâs’tır.
4. Şerh-i Câmi-i kebîr ve Câmi-i sagîr Usûl ilmine âit olan iki
kıymetli eserdir. Bize kadar gelemiyen eserlerindendir. İmâm-ı
Kitab: Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil isminde bir
Muhammed Şeybânî hazretlerinin, Hanefî fıkhını anlatan
melek vâsıtasıyle Muhammed aleyhisselâma
kitaplarının şerhidir.
Kureyş kabilesinin lügatı, dili ile vahyedilen
Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri
5. Ginâ-ül-fukahâ: Fıkıh ilmine dâir olup, bugün bir nüshasına
Arabcadır. Fakat bu kelimeleri yan yana dizen
rastlanamamıştır. Kaynaklarda zikredilmektedir.
Allahü teâlâdır. Bu Arabî kelimeler, Allahü teâlâ
6. Er-Risâle fî kırâat-il-musallî,
7. Zellet-ül-Kârî,
tarafından dizilmiş olarak âyet hâline gelmiştir.
Cebrâil aleyhisselâm, bu âyetleri, bu kelimelerle
ve bu harflerle okumuş, Muhammed
aleyhisselâm da mübârek kulakları ile işiterek,
8. Ez-Ziyâdât Fıkıh ilminin fürû’ mes’elelerini anlatan bir
ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuştur.
eserdir. Bu eserin bir nüshası, Süleymâniye Kütüphânesi’nde
Kur’ân-ı kerîmin tamâmı mushaflara yazılmış ve
(Fâtih, No: 1665) ile kayıtlıdır.
Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) yanlışsız olarak
tevâtür yolu ile nakledilmiştir.
9. Ziyâdât-üz-ziyâdât “Ziyâdât” kitabının sonunda vardır.
Sünnet: Dinde ta’kib edilen yola denir.
10. Şerh-ül-hidâye: “Hidâye” adındaki fıkıh kitabının nikâh
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kendiliğinden
babına kadar olan kısmının şerhini içine alan bir eserdir.
yaptığı ve kaçındığı şeylerdir. Resûlullahın
sözleri, yaptıkları ve başkalarının yaptığını görüp
Fahr-ül-İslâm Pezdevî, fıkıh usûlüne dâir yazdığı kitapta
beğendiği için men etmediği, yasak olduğunu
buyuruyor ki:
bildirmediği şeylerdir. Kavli, fiili ve takriri sünnet
olmak üzere üçe ayrılır. Sünnet, farz ve vâcib
“İlim iki kısımdır: Birincisi; tevhîd ve sıfat ilmi. Diğeri de; fıkıh,
emirlerden sonra, müslümanlardan edası,
şerîatler ve ahkâm ilmidir. Birinci kısımda asıl olan, Kitab ve
yapılması istenenlerdir. Peygamberimizin
Sünnete yapışmak, nefsin arzularından, isteklerinden ve
sözlerine “Hadîs-i şerîf denir. Dinde, Kur’ân-ı
bid’atlerden uzaklaşıp, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda
kerîmden sonra en kuvvetli senet, vesîka hadîs-i
bulunmaktır ki, Eshâb-ı Kirâm ve Tabiîn bu yol üzerinde idiler;
şerîflerdir. (Sünnet kelimesinin dînimizde üç
Selef-i Sâlihîn bu yol üzere yürüdüler. Bu yol, din büyüklerinin
ma’nâsı vardır. Kitab ve sünnet birlikte
söylenince; kitab, Kur’ân-ı kerîm, sünnet de
lakabı Fahrüzzamân’dır. 544 (m. 1149) senesi Muharrem
hadîs-i şerîfler demektir. Farz ve sünnet
ayının 23. günü vefât etti.
denilince; farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet
ise, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sünneti
Tefsîr, fıkıh ve usûl gibi naklî ilimlerden başka, edebiyat ve şiir
ya’nî emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız
gibi edebî sahada da çok derin idi. Herkes tarafından
olarak söylenince bütün ahkâm-ı İslâmiyye
tanınmıştı. Akranı arasında bir tane idi.
demektir.)
Çeşitli ilimlere dâir tasnif ettiği kıymetli kitaplardan ba’zıları
İcma’: Her asırdaki adâlet ve ictihâd sahibi
şunlardır: Tefsîr-ül-Kur’ân, Tezkire, Tevabi’ ve Levâmi’, Şerh-
âlimlerin bir mes’elede sözbirliği ile olur. İcma’
ül-hamâse, Sıyâk-ül-elbâb, İ’lâk-ül-mülevvibîn ve ahlâk-ül-
huccettir, delîldir. İcma’ mes’elesinde, âlimlerin
ehavîn, Tenkîh, Dîvân-i Şi’r.
çokluğu veya azlığı önemli değildir. İcmâ’, derece
derecedir. En kuvvetli icmâ’, Eshâb-ı Kirâmın
icmâ’ıdır. Çünkü onda hilâf yoktur.
Kıyâs: Dinde açıkça emir veya yasak edilmemiş
işlerin hükümlerini, Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i
şerîflerde ve icmâ’-i ümmette açıkça bildirilen
hükümlere benzeterek çıkarmaya denir. Bu
kıyâsı, benzetmeyi yaparak, açıkça emir veya
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 227
2) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 284
3) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 318
4) El-A’lâm cild-7, sh. 219
yasak edilmemiş işleri, açıkça bildirilenlere
benzetilmelerini, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde
5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 428
derin âlimlere emretmektedir. Bu benzetmeyi
yapabilecek âlimlere “Müctehid” denir.
6) Keşf-üz-zünûn sh. 125, 384, 444, 481, 503, 692, 1084,
1955
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 192
2) Fevâid-ül-behiyye sh. 124, 125
FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali)
3) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 184
Fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ömer bin Ebil-Yemen Ali bin Sâlim
bin Sadaka el-İskenderî el-Lahmî el-Fâkihânî olup, künyesi
4) Tabakât-ül-fukahâ (Taşköprülüzâde) sh. 85, 86
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 578, 1005
Ebû Hafs ve lakabı Tâcüddîn’dir. Mısır’da İskenderiyye’de
yetişmiştir. 654 (m. 1256) senesinde doğdu. 731 (m. 1331)’de
Cemâzil-evvel ayında vefât etti. Vefât târihinin 734 (m. 1334)
senesi olduğu da bildirilmiştir.
Fıkıh ilmini İbn-i Münir’den öğrendi. Ali İbni Tarhan, İbn-i
FAHRÜZZAMÂN EL-BEYHEKÎ (Mes’ûd bin Alî bin Ahmed)
Dakîk-ıl-Iyd, Bedrüddîn bin Cemâ’a, Ebü’l-Hasen Ahmed elKarafî’den ve başka hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf dinledi.
Tefsîr ve usûl âlimlerinden. İsmi, Mes’ûd bin Ali bin Ahmed bin
Kırâat ilmini de Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah el-
Abbâs es-Savânî el-Beyhekî olup, künyesi Ebü’l-Mehâsin ve
Mâzûnî’den okudu. İlmi çok idi. Fıkıh, hadîs, usûl, nahiv,
edebiyat ve diğer ilimlerde çok yüksek idi. El-Bidâye ven-
nihâye sahibi İbn-i Kesir, bundan ilim öğrendiğini
4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 96
bildirmektedir. Sâlih bir zât olup, Selef-i sâlihînin yolu olan Ehli sünnet i’tikâdına son derece bağlı idi. Evliyâ ve sâlih zâtlarla
buluşur, onlarla sohbet ederdi. Onların ahlâkı ile ahlaklanmış
idi. Birkaç defa hacca gitti. Ömrünü ilim öğrenmek ve
öğretmek yolunda harcadı. Kıymetli eserler yazdı. Hadîs
ilminde benzeri çok az bulunan ve çok fâideli olan “Şerh-ül-
5) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 221
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 789
7) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 168
umde” isimli eser onundur.
8) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 261
Saîd-üs-süedâ hânegâhında sufi olan hadîs âlimi Cemâleddîn
9) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 599 cild-2, sh. 545
Abdullah bin Muhammed el-Ensârî şöyle anlatmıştır; “Bir
defâsında Tâcüddîn el-Fâkihânî ile Dımeşk’a gittik.
10) Keşf-üz-zünûn sh. 98, 841, 1170, 1883
Maksadımız, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) emaneten
saklanan nalınlarını ziyâret etmek idi. Nalınlar, Dımeşk’da
Eşrefiyye Medresesi’nin Dâr-ül-hadîs kısmında muhafaza
edilmekte idi. Onları görünce alıp, yüzüne, gözüne sürdü.
Öpüp ağlamaya başladı ve göz yaşları dökülürken şiir söyledi
Bu şiirin tercümesi şöyledir: “Eğer Mecnûn’a denseydi ki:
“Leylâ’ya mı yoksa dünyâya ve dünyâda bulunan şeylere mi
kavuşmak istersin?” Cevap olarak derdi ki O’nun na’lınının
toprağından bir toz parçası, bana kendi nefsimden daha
sevimli O, nefsimin hastalıkları, sıkıntıları için daha şifâlıdır.”
Vefâtı yaklaştığında, akrabâlarından biri yanına gelip, ona
Kelime-i şehâdeti hatırlattı. Gözlerini açıp; “Hastalık bana
bunu hatırlatıyor. Şimdiye kadar ne zaman unuttum da
hatırlayayım? Aslâ hatırımdan çıkmaz” ma’nâsında bir beyt
okudu. Sonra Kelime-i şehâdeti söyleyerek vefat etti.
İskenderiyye’de Bâb-ül-bahr denilen yerde defnedildi.
Yazmış olduğu kıymetli eserlerden ba’zılarının isimleri
şunlardır: El-işâret fil-Arabiyye, Şerh-ül-işâre, el-Mevrîd filmevlîd, el-Menhec-ül-mübîn fî şerhi Erba’în, (İmâm-ı
Nevevî’nin Hadîs-i Erba’în isimli eserinin şerhidir.), et-Tahrîr
vet-tahbîr, Riyâd-ül-efhâm fî şerhi umdet-il-ahkâm-el-Fecr-ülmünîr fis-salâti alel Beşîr-in-Nezir, el-Lüm’a fî vakfet-il-Cum’a.
FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali)
Fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ömer bin Ebil-Yemen Ali bin Sâlim
bin Sadaka el-İskenderî el-Lahmî el-Fâkihânî olup, künyesi
Ebû Hafs ve lakabı Tâcüddîn’dir. Mısır’da İskenderiyye’de
yetişmiştir. 654 (m. 1256) senesinde doğdu. 731 (m. 1331)’de
Cemâzil-evvel ayında vefât etti. Vefât târihinin 734 (m. 1334)
senesi olduğu da bildirilmiştir.
Fıkıh ilmini İbn-i Münir’den öğrendi. Ali İbni Tarhan, İbn-i
Dakîk-ıl-Iyd, Bedrüddîn bin Cemâ’a, Ebü’l-Hasen Ahmed elKarafî’den ve başka hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf dinledi.
Kırâat ilmini de Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah elMâzûnî’den okudu. İlmi çok idi. Fıkıh, hadîs, usûl, nahiv,
edebiyat ve diğer ilimlerde çok yüksek idi. El-Bidâye vennihâye sahibi İbn-i Kesir, bundan ilim öğrendiğini
bildirmektedir. Sâlih bir zât olup, Selef-i sâlihînin yolu olan Ehli sünnet i’tikâdına son derece bağlı idi. Evliyâ ve sâlih zâtlarla
buluşur, onlarla sohbet ederdi. Onların ahlâkı ile ahlaklanmış
idi. Birkaç defa hacca gitti. Ömrünü ilim öğrenmek ve
öğretmek yolunda harcadı. Kıymetli eserler yazdı. Hadîs
ilminde benzeri çok az bulunan ve çok fâideli olan “Şerh-ülumde” isimli eser onundur.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 299
Saîd-üs-süedâ hânegâhında sufi olan hadîs âlimi Cemâleddîn
2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 178
Abdullah bin Muhammed el-Ensârî şöyle anlatmıştır; “Bir
defâsında Tâcüddîn el-Fâkihânî ile Dımeşk’a gittik.
3) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 186
Maksadımız, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) emaneten
saklanan nalınlarını ziyâret etmek idi. Nalınlar, Dımeşk’da
Eşrefiyye Medresesi’nin Dâr-ül-hadîs kısmında muhafaza
edilmekte idi. Onları görünce alıp, yüzüne, gözüne sürdü.
Öpüp ağlamaya başladı ve göz yaşları dökülürken şiir söyledi
Bu şiirin tercümesi şöyledir: “Eğer Mecnûn’a denseydi ki:
“Leylâ’ya mı yoksa dünyâya ve dünyâda bulunan şeylere mi
kavuşmak istersin?” Cevap olarak derdi ki O’nun na’lınının
toprağından bir toz parçası, bana kendi nefsimden daha
sevimli O, nefsimin hastalıkları, sıkıntıları için daha şifâlıdır.”
FAKÎRULLAH
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin
Kâsım bin Abdülcemâl’dir. Fakîrullah diye tanınır. 1067 (m.
1656) senesinde Siirt’in Tillo kasabasında dünyâya geldi.
Babasının yerine müderrislik yaparak binlerce talebe yetiştirdi.
Tasavvuf yolunda yükselerek evliyâlıkta Gavs makamı denilen
Vefâtı yaklaştığında, akrabâlarından biri yanına gelip, ona
üstün derecelere sahip oldu. 1147 (m. 1734) senesinde
Kelime-i şehâdeti hatırlattı. Gözlerini açıp; “Hastalık bana
doğduğu yer olan Tillo’da vefât etti.
bunu hatırlatıyor. Şimdiye kadar ne zaman unuttum da
hatırlayayım? Aslâ hatırımdan çıkmaz” ma’nâsında bir beyt
okudu. Sonra Kelime-i şehâdeti söyleyerek vefat etti.
İskenderiyye’de Bâb-ül-bahr denilen yerde defnedildi.
Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası
Hazreti Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) torunlarındandır. Zâhirî
ilimlerde âlim idi. Tillo’da müderrislik vazifesi yapıyordu. Oğlu
Mevlânâ Kâsım’ı yetiştirerek âlim olmasına vesile oldu. Kâsım
Yazmış olduğu kıymetli eserlerden ba’zılarının isimleri
da babasının vefâtından sonra yerine geçerek talebe
şunlardır: El-işâret fil-Arabiyye, Şerh-ül-işâre, el-Mevrîd fil-
okutmağa başladı. 1067 senesinde Receb-i şerîfin ilk Cum’a
mevlîd, el-Menhec-ül-mübîn fî şerhi Erba’în, (İmâm-ı
gecesi, ya’nî Regâib gecesi bir oğlu dünyâya geldi. İsmini
Nevevî’nin Hadîs-i Erba’în isimli eserinin şerhidir.), et-Tahrîr
İsmâil koydular. Annesi ona, besmelesiz süt emzirip, yemek
vet-tahbîr, Riyâd-ül-efhâm fî şerhi umdet-il-ahkâm-el-Fecr-ül-
yedirmedi. Babası Mevlânâ Kâsım onu küçük yaşta
münîr fis-salâti alel Beşîr-in-Nezir, el-Lüm’a fî vakfet-il-Cum’a.
yetiştirmeye, ilim öğretmeğe başladı, İsmâil Fakîrullah
yirmidört yaşına kadar zâhirî ilimlerde âlim ve bâtınî ilimlerde
mütehassıs bir velî olarak yetişti. İbâdetlerinden büyük bir
lezzet alır, zevk ile yapardı. Anne ve babasının hukukunu
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 299
gözetir duâ ve rızâlarına kavuşmak için çok gayret gösterirdi.
2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 178
1071 (m. 1660) senesinde babası Mevlânâ Kâsım hazretleri
3) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 186
4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 96
5) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 221
vefât edince, yerine geçerek müderrislik yapmağa başladı. O
sene evlendi. İsmâil Fakîrullah hazretleri haramlardan çok
sakınır, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasından
kaçınırdı. Tarlasını abdestli olarak eker, biçer, hasadını
kaldırır, öşrünü verdikten sonra un hâline getirmek için el
değirmeninde bizzat kendisi çalışırdı. O undan hamur yoğurup
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 789
ekmek yapar, böylece yiyeceklerine hiçbir şüphe
karışmamasına çok dikkat ederdi. Üzüm bağının işlerini dahî
7) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 168
kendisi görür, olgunlaşan üzümleri hayvanların hakkı geçer
korkusuyla bizzat kendi sırtında taşırdı. Yiyecek olarak taze
8) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 261
9) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 599 cild-2, sh. 545
10) Keşf-üz-zünûn sh. 98, 841, 1170, 1883
veya kuru üzüm ile iktifa ederdi. Her Cum’a günü gusl abdesti
almayı yaz, kış hiç aksatmazdı. Gecelerini hep ibâdetle,
gündüzlerini oruçlu olarak geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an
unutmaz, gâfil olmazdı. Rabbini hatırlamak onun gıdası ve en
büyük zevki idi. Kırk yaşına kadar böyle devam etti. Kırk
yaşında iken latîf mizacı değişip kırk gün yemedi, içmedi ve
“Allahü teâlânın aşkı ile kendimden geçmiş bir hâlde iken,
konuşmadı. Kendinden habersiz olarak yattı. Kırk gün sonra
duvarı mermer taşlarla örülmüş kuyuya düştüm.
mübârek gözünü açıp bir tas su içti ve ekşi nar isteyip
ekmekle yedi. Ondan sonraki günler her çeşit yemekten orta
Onbeş metre kadar derin olduğu hâlde, kendimi bir karış
derecede yiyerek kırksekiz yaşına kadar böyle devam etti.
yerden düşmüş gibi hissettim.
Kırksekiz yaşında olduğu 1114 (m. 1702) senesi Şa’bân
Düştüğüm an, kuyudan ilâhî yeşil bir nûr yükseldi. Öyle ki,
ayının ilk Cum’a gecesi idi. Akşam namazından sonra
verdiği aydınlığı birçok nûrlar veremezdi.
komşularından birine ta’ziyeye gitmişti. Yatsı olmadan câmiye
gitmek için ayrılan İsmâil Fakîrullah hazretleri karanlıkta evin
avlusuna çıktı. Avluda, içinde su olmıyan onbeş metre
derinliğinde içi boş ve ağzı açık bir kuyu vardı, İsmâil
Fakîrullah, karanlıkta bu kuyuyu takdîr-i ilâhî farkedemiyerek
içine düştü. Fakat Allahü teâlânın koruması ile vücûdunun
O gece, benim için Kadr gecesi kadar kıymetlidir. Çünkü,
Allahü teâlâ bana orada pekçok lütuf ve ihsânlarda bulundu.
Bu lütfun bereketiyle okyanusların dibinde ve semâvâtda
bulunan herşey gözlerimin önüne getirilerek gösterildi.
hiçbir yerine birşey olmadı. Sâdece sol kaşının üzerinde ince
Allahü teâlâ bana o gece öyle büyük ni’metleri ihsân etti ki,
bir sıyrık vardı. Burada kendisini Allahü teâlânın celâl sıfatıyla
onu, daha önce yaşıyan evliyâsının çoğuna vermedi.
imtihan ettiğini anlıyan İsmâil Fakîrullah, bu kadar yüksekten
bir sıyrık ile kurtulmasına hamd ederek Allahü teâlâya
Bir anda etrâfımda kurulan ma’nevî mecliste, Hızır ve İlyas
secdeye kapandı, hulûs-ı kalb ile Rabbine sığındı. O anda
aleyhisselâm, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rıfâî ve Cüneyd-i
etrâfında ma’nevî bir meclis kuruldu. Hızır aleyhisselâm,
Bağdadî hazretleri bana çok ikramlarda bulundular ve
Abdülkâdir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdadî hazretleri gibi pekçok
müjdeler verdiler.
velînin rûhları orada hazır oldular. Kuyunun içi genişleyip
yemyeşil bir nûra garkoldu. Evliyâlıkta Gavs makamı denilen
Şeyh Hamza Kebîr hazretleri elinde yeşil âsâsıyla, arkasında
derecelere kavuştuğu müjdelendi. Kendisine muhabbet şerbeti
da ona mensûp olanların hepsi geldi ve hâlimin güzelliğine
içirdiler. Böylece zamanın evliyâsının sultânı oldu. O, bu hâlde
hayran kaldılar.
iken saatler geçti. Câmide yatsı namazını kılmak için bekliyen
cemâat, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin gelmediğini görünce
evinden ve komşularından soruşturdular. Bulamayınca da
aramaya başladılar. Dokumacılık yapan bir usta, kuyunun
içinden tatlı bir sesin geldiğini farkedince komşularına haber
verdi. Herkes kuyunun başına mumlarla birikti ve kuyuya
inerek İsmâil Fakîrullah’ı oradan çıkardılar.
İsmâil Fakîrullah, kuyuda içtiği muhabbet şerbetinin te’sîriyle
sekiz sene istiğrak (dünyâyı unutarak kendinden geçme)
hâlinde devamlı mest olup, kaldı, insanlardan tamamen uzlet
edip, hanım ve evlâdından bile ayrı kalmaya başladı. Sâdece
büyük oğlu Abdülkâdir Efendi huzûruna girip hizmetiyle
Yanında yıldız gibi parlıyan oğlu Şeyh Mücâhid, Şeyh Mûsâ
ve Şeyh Muhammed Radî de vardı.
Çok sevdiklerimden ve makamları yüksek olan Şeyh Bürhan,
Şeyh Âlemeyn ve Halîl Ferd dahî yanıma gelerek bu meclisin
sonuna kadar bana izzet ve ikramlarda bulundular.
Önlerinde Şeyh Hasen’in bulunduğu Fatiriyyûn’lar da
ziyâretime geldiler. Hepsi cübbelerini giymiş bir hâlde idiler.
Ayrıca Veysel Karânî hazretleri, Şeyh Hasen Hutvî, Şeyh
Mustafa Kürdî ve Şeyh Neccâr bin Neccârî de orada hazır
oldular.
şereflendi.
Hâlid bin Velîd hazretleri elinde demir bir âsâ ile teşrîf
İsmâil Fakîrullah, bu istiğrak hâlinde iken söylediği bir
kasidede kuyuda olanları şöyle anlattı:
buyurdu. Hepsi de bana ihsân edilen ni’metlere hayran
oldular.
Etrâfıma saf saf dizilip ellerinde ilâhî şerbetle dolu kadehler
Paşa, topçularına “Ateş” emri verdi. Atılan toplardan bir tanesi
tutuyorlardı. Ben ise, onların ortasında ve bakışları altında
kale duvarına çarpınca parçalandı. Parçalardan biri geri
olduğum hâlde, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olup tefekkür
teperek paşanın atına isâbet etti. O anda altındaki at öldü.
ediyordum.
Arkasından gökyüzünde bulutlar toplanmaya, kısa bir müddet
sonra da şiddetli ve iri iri dolu yağmağa başladı, iki saat
Hepsi de, ellerindeki şerbeti içmemi bekliyorlardı.”
İsmâil Fakîrullah hazretleri, istiğrak hâlini bıraktıktan sonra
dostlarıyla görüşmeğe başladı. Onlara, Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerinin yoluna çok benziyen kendine mahsûs
“Üveysiyye” yolunun âdabını öğretmeğe başladı. Pekçok
talebeleri arasında ençok sevdiği ve hizmetine müsâade ettiği
Molla Osman (İbrâhim Hakkı hazretlerinin babası) ve Molla
Muhammed idi. Bu talebeleri kendisine on sene hizmet
etmekle şereflendiler. Molla Osman, hocası İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin teveccühlerine kavuşması ve onun duâsını alıp
talebesi olmakla şereflenmesi için memleketi Erzurum’dan
henüz küçük olan İbrâhim Hakkı’yı da getirtti. O da hizmet
etmeye başladı. Molla Osman ve Molla Muhammed
hocalarına hizmetin onuncu) yılında, her ikisi de bir hafta
içinde vefât ettiler. Cenâze namazlarını hocaları kıldırdı.
Onlardan sonra daha küçük yaşta olan İbrâhim Hakkı, İsmâil
Fakîrullah’a hizmet etmiye, onun hasta kalblere şifâ olan
sözleri ile olgunlaşmağa ve yetişmeğe başladı.
aralıksız yağan dolu, kale dışında ne kadar insan varsa
perişan etti. Doludan hayvanlar kaçacak, sığınacak yer
aramağa başladılar. Askerler, kaçan atlarını yakalamak için
peşinden koştular. Bu sırada kabarıp büyüyen seller askerlerin
çadırlarını söküp götürdü, işte bu hâdiselerden sonra paşanın
aklı başına geldi. Yakaladıkları bir ata binip yanına sekiz asker
aldı. Doğru Tillo’ya hocam Fakîrullah hazretlerinin huzûruna
gitmek üzere yola çıktı. Ancak akşam üzeri Tillo’ya girdi. Önce
babam ile kaldığımız bizim hücreye geldi. Babamla,
hocamızın huzûruna çıktılar. Paşa kan ter içinde, perişan bir
hâlde idi. Boynu bükük bir vaziyette üstadımızdan özür
dilemeye başladı. Hocamız ise hiç iltifât etmedi, sâdece; “Ey
zâlim! Sen Allahü teâlâdan korkmaz mısın?” buyurdu. Paşa
sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı ve babamın işâreti ile
geldiği gibi perişan bir hâlde huzûrdan çıktılar. O gece bizim
hücrede kaldı. Sabaha kadar babamla hiç uyumadılar. Bir ara
Paşa dedi ki: “Ben, Sultan Ahmed Hân’ın sohbetinde bulunur,
hizmetiyle şereflenirdim. Yemîn ederim ki, sizin hocanız gibi
heybetli bir kimse görmedim.” “Bir musibet, bin nasîhattan
daha te’sîrlidir” sözüne uygun olarak sabahleyin geldiği gibi
Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocam İsmâil
geri gitti. Hocamızın himmeti ve duâları bereketiyle Şirvan
Fakîrullah hazretlerine hizmetimin üçüncü senesi idi.
beyi, paşa’nın şerrinden kurtuldu. Paşa da, Allahü teâlânın
Bağbozumu zamanı Sonbahar aylarında idik. Tillo
sevdiği bir velî kulunun sözünü dinlememenin cezasını
kasabasının kuzey tarafında dört saatlik mesafede bir kale
fazlasıyla çekti.”
vardı. Şirvan beyi bu kaleyi müdâfaa ediyordu. Van paşası
itaatsizliği sebebiyle Şirvan beyine ceza vermek için bin kadar
askerle kaleyi kuşattı. Topa tutmak istiyordu. Şirvan beyi
durumu hazret-i Fakîrullah’a bildirerek paşaya mâni olmasını
istirhâm etti ve duâ talebinde bulundu. Bunun üzerine hocam,
paşaya bir mektûp gönderdi. Mektûpda; “Ümmet-i
Muhammed’in fukarasına merhamet edesin. Bağlarını yağma
etmeden çekip gidesin. O âsî olan beyin cezasını âhırete
bırakasın” yazıyordu. Mektûp paşaya ulaştığında kuşluk vakti
idi. Paşa mektûbu okudu. Fakat hocamın ricasına hiç aldırış
etmeyip; “Ben buraya sultânın emriyle gelmişim. Kaleyi, bu âsî
beyin başına yıkmalıyım” dedi. Geri dönüp gitmedi.
Yine İsmâil Fakîrullah hazretlerinin talebesi olan Ma’rifetnâme
sahibi İbrâhim Hakkı anlattı: “Hocamın huzûrunda hizmetle
şereflenmemin dördüncü senesi sonbaharıydı. Evlerin damları
üzerinde bir miktar bulgurumuz serilmiş, kurutuluyordu. Ayın
onikinci gecesi mehtaplı bir havada Cum’a akşamı yatsı
vaktini bekliyordum. Vakit girince minareye Ezân-ı
Muhammedî’yi okumak üzere çıktığımda Tillo’nun doğu
tarafının yağmur bulutları ile kaplanmış olduğunu ve herkesin
kendi zâhirelerini damlardan toplamak için acele ettiklerini
gördüm. Ezân-ı şerîfi acele ederek okudum. Hocamızın
bulgurlarını toplamak için yardıma gitmek istiyordum.
Minareden aşağı indiğimde üstadımız, erkek çocuklarını,
torunlarını, hizmetçilerini toplamış bekliyorlardı. Onlara;
“Efendim! Yukarı mahalledekiler yağmur yağabilir korkusuyla
Hocamızın himmeti ve duâsı bereketiyle aklı başına gelip
bulgurlarını topluyorlar” dedim. Hizmetçilerden biri yavaşça;
beyliğini devam ettirdi.”
“Biz de o tedbire başvurmak istedik. Fakat hocamız bize mâni
oldu. “Bulguru, yağmuru bırakıp câmiye gidiniz, Cum’a
Yine İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onaltı yaşında idim. Bir
gecesine ta’zim edip hürmet gösteriniz” buyurdu” dedi. Hep
yaz günüydü. Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât
birlikte câminin sofasında yatsı namazını kıldık. Sonra
elliiki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil
gökyüzünü incelemeye koyulduk. Tillo üzerinde bulut ikiye
Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye
ayrıldı. Evlerin bulunduğu kısımda zerre kadar bulut kalmadı.
girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha
Biraz sonra şiddetli bir yağmur başladı. Tillo’nun etrâfında
yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu, başını önüne eğmiş
seller aktığı hâlde kasabamızın üzerine bir damla bile yağmur
olduğu hâlde öğle namazına kadar huzûrda kaldı. Namazdan
düşmedi. Böylece Allahü teâlâ, o sevdiği kulunun hürmetine
sonra da Allaha ısmarladık demeden, selâm vermeden
kasabamızın halkına aydınlık ve rahatlık ihsân eyledi.”
huzûrdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm
vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu, ikindiye
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetine gelişimin
kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında her
altıncı senesi ki, onbeş yaşında idim. Bir bahar günü idi. Aklî
yemekten birer lokma veya kaşık aldı. Babam, Ali Efendi’ye
dengesini kaybetmiş deli bir bey, otuz kadar hizmetçisiyle
çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha
hocamızı ziyârete geldi. Dergâhın kapısından izin almadan
kadar murâkabe edip iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle
içeri girip herhangi bir edebe riâyet etmeden, hocamıza;
ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi.
“Güzel canım! Seni nasıl bulacağımı merak eder, dururdum.
Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa
Meğer ki buradasın. Allah rızâsı için bir kalk da güzel boyunu
kalktı. Hocam da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el
göreyim. Sonra bu tatlı canımı sana kurban edeyim” dedi.
öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendi’ye hürmet
Mübârek hocamız Allahü teâlânın ism-i şerîfini duyar duymaz
edip, elini öptük Atına bindirerek Tillo’dan çıkıncaya kadar
ayağa kalktı. Bey ise hocamızın hemen ellerine sarıldı,
arkasından gidip onu uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve
öpmeğe başladı, sonra da düştü bayıldı. Üstadımız
talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim!
hizmetçilere işâret edip; “Bu emîri misâfir odasına götürüp
Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet
yatırınız. Üzerine de çok yorgan örtünüz, uyusun ve aklı
bulmuştur?” dedim. Babam da; “Bu misâfir diğerlerine
başına gelsin” buyurdu. Hocamızın emrini derhal yerine
benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül sahibidir. Bizim
getirdik. Günlerdir uyku uyuyamıyan bey, altı yorgan altında
muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır.
altı saat uyudu. Bu sırada hocamız bir tabak içinde kuru üzüm
Zîrâ bu halini merak ettiğin zât dedi ki; “Uzun zamandan beri
getirtti. Üzümlere Kur’ân-ı kerîmden ba’zı âyet-i kerîmeler ve
âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri
duâlar okudu. Sonra da bana; “Molla İbrâhim! O mecnûnun
pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile
yatağının başucuna otur. Uyandığında ne isterse onu sana
ma’nevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın
verelim gel, götür” buyurdu. Bunun üzerine misâfirin odasına
cümlesinden üstün derecelere sahip, Gavs-ı a’zam
girdiğimde o da uyandı ve; “Ben, Şeyh’in önünde tabak içinde
makamında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem
bulunan kuru üzümleri isterim” dedi. Hocamın huzûruna gidip,
hocamızın vücûd-i şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır.
durumu arzettim. Tabağı verdiler, götürdüm. Hiç kalmayıncaya
Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü
kadar yedi, bitirdi. Sonra kalkıp abdest aldı. Aklı başına geldi.
gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında gördüm, işte
Altmış gündür namaz kılmayan mecnûn, o günün öğle
benim seyahatim tamam oldu ve muradıma kavuştum.”
namazını kıldı. O gece bizimle beraber kaldı. Sabahleyin
Babama; “Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman
babamın yanında hocamızın huzûruna veda etmek üzere
söyledi?” diye sordum. Cevâbında; “Biz kalblerimizle
gittiler. Fakat cesâret edip içeri giremedi. Utancından içeri dahi
konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler
bakmayıp, ayak üzerinde kararsız bir hâlde durdu. Bir müddet
üzerinde uzun uzun sohbet ettik” dedi.”
sonra kapının eşiğini öpüp, sürûr ile memleketine gitti.
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetiyle
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onsekiz yaşında idim.
şereflenmemin sekizinci senesiydi. Tillo’ya üç saat mesafedeki
Hocamın akrabalarından Abbâs isminde yaşlı bir kimse,
bir köyde hocamın çok sevdiği bir talebesi vardı. Onun
üstadımın huzûruna geldi. Ağzı eğilmiş, dudağının bir tarafı
bağında misbak üzümü bulunurdu. Bu çeşit üzüm,
kulağına bitişmişti. Sol yüzün cildi kat kat kırışıp dudağıyla
diğerlerinden yirmi gün önce olgunlaşırdı. O kimsenin ilk
kulağı arasında buruşup görünmez olmuştu. Sağ yüzünün cildi
olgunlaşan üzümleri bir sepete doldurup, hiç kimseye
de aksine öyle gerilip açılmıştı ki, güneşte kalan def gibi
vermeden getirip önce hocama ikram etmek âdeti idi. O sene
gergin ve parlak olmuştu. Konuştuğu da anlaşılmıyordu. O
âdetinden bir hafta sonra geldi ve geç gelmesinden dolayı
merhamet menba’ı olan mübârek hocam, akrabasının o hâlini
özürler dileyerek şunları söyledi: “Muhterem efendim! Adetim
görünce ağladı. Sonra da mübârek eliyle ağzını mesh etti.
üzere ilk olgunlaşan üzümü zât-ı âlinize getirirdim. Bu sene de
Fâtiha sûresini okudu. El kaldırıp, duâda bulundu. Bundan
üzümleri toplayıp yola çıktım. Yolda komşu köyden çoban bir
sonra Allahü teâlânın izniyle ağzı düzeldi, eski hâline geldi.
dostumla karşılaştık. Bu tarafa geldiğini anladı. O da benimle
Hocamın elini Öptükten sonra; “Hocam, beni affetmeni
bir müddet yol aldı. Bir su kenarına geldiğimizde; “Gel şu
istirhâm ediyorum. Bu gece arkandan uygun olmayan sözler
suyun yanında biraz istirahat edelim” dedi. Oturduk. Konuşma
sarfederek gıybetini yapmıştım. Uyuduğumda gâibden bir sille
sırasında; “Anan-baban hayrına şu sepetten bir iki saltam
gelip, bir vuruşta ağzımı bu hâle getirdi. Tövbeler olsun” deyip
üzüm ver de yiyeyim dedi vermemek için ne kadar mazeretler
tekrar tekrar af diledi. Merhameti bol olan hocam da; “Bize
bulduysam da onunla baş edemedim. Nihâyet onun isteğini
karşı olan kusurun bizden yana helâl olsun. Hak teâlâ sana
yerine getirmek için sepeti önüne koydum. Yarısına kadar
hidâyet versin. Bundan sonra sakın bir kimseyi gıybet
yedikten sonra beni azarlayıp hakaret etti ve; “Allah sana mal
etmeyesin, Mü’minin mü’mini gıybet etmesi kesin olarak
vermiş, fakat akıl vermemiş. Çoluk-çocuğunu bundan mahrûm
haramdır. Bizi gıybet etme ki, bizim gibi zelîl kulun sahibi,
edip, malını lâyık olmayanlara bu kadar zahmet çekerek
azîzdir ve intikam alıcıdır. Dikkatli ol” buyurdu.
götürüp vermen doğru mudur? Benim akılsız dostum, şeyh
olmak kolay mıdır? Şeyhin bir sürü dostu vardır. Ona herkes
Yine İbrâhim Hakkı hazretleri Ma’rifetnâme isimli eserinde
izzet ve ikramlarda bulunur, üzüm getirirler. Onu, senin bir
hocasının kerâmetlerinden birisini de şöyle anlattı: “Birgün
sepet üzümüne muhtaç mı sandın. Zâten yarısı bitti. Gel şu
Tillo’ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur’ân-ı
yarım sepet üzümü bu fakir çobana ver ki, sevâbı ananın-
kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim olan bir şahıs geldi. Bu
babanın canına değsin” deyip üzümü tamâmiyle aldı. Ben de
zât, hocam İsmâil Fakîrullah hazretleririnin ba’zı hâl ve
mecbûr kaldım, üzümü verip boş sepetle köye dönmeye karar
hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi.
verdim. Oturduğumuz yerden bir yokuşu tırmanıyordum. Bir
Huzûrda iken hocama; “Ey Şeyh! Sen niçin câmiye
ara; “İmdat! Kurtarın!” feryadını işittim. Geri dönüp baktığımda,
gitmiyorsun?” diye sordu. O hilim deryası olan hocam
o çobanı kendi köpeği yatırıp altına almış sivri dişlerini
lütfederek; “Ey Hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle
sahibinin boğazına geçirmişti. Sür’atle koştum, çobanı köpeğin
yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur” diye
elinden kurtardım. Fakat çok geç kalmıştım. Çoban çok yara
cevap verdi. O zât; “Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak
almış, beni hocama hizmetten alıkoymanın cezasını bulmuştu.
istemezsin?” diye tekrar sordu. Hocam; “Beş vakit namazda
Köyü halkına haber verdim. Yarasına ba’zı ilâçlar, merhemler
evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla beraber eda
yaptılar. Yara iyi olmaya yüz tuttu. Bu sebeple hizmetinizden
ediliyor” diyerek cevap verdi. “Ezana niçin riâyet etmiyorsun?”
bir hafta geciktim. Kusurumun affını istirhâm ediyorum
sorusuna karşı da; “Bu mescidin minaresi şu kerpiç kadar
efendim.” Hocam bu talebesinin özürünü kabûl buyurup ona;
taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezan okunuyor. Burada
“Allahü teâlânın yolunda olana, Allahü teâlâ yardımcıdır.
okunan ezân-ı şerîfe icabet ediyorum. Cum’a namazını ise
Cenâb-ı Hak sana hayırlı karşılıklar ihsân eylesin” diyerek duâ
gidip câmide kılıyoruz” buyurdu. O zât; “Niçin çok cemâatin
etti.”
faziletine kavuşmak istemezsin?” diye sordu. Hocam bu
soruya tebessüm ederek şöyle cevap verdiler “Kuyu
hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet
bilirdim ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hadîsesiyle
bildirdikten sonra hediyesini takdim etti. Fakîrullah hazretleri
kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzûrsuz oluyorum. Bundan
hayır duâdan sonra keseyi açtı. İçinden bir gümüş para çıkarıp
dolayı ma’zûrum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm
hizmetçiye hediye etti. Hizmetçi gümüşe dikkatle baktı ve
etmiyeceğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz (
yolda işâretlediği para olduğunu görünce çok şaşırdı. Bu zâtın,
aleyhisselâm ); “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır”
normal insanlardan olmadığını Allahü teâlânın katında yüksek
buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitvârız.” O zât edebe riâyet
derecelere sahip olduğunu anladı.”
etmiyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine
huzûrdan ayrılıp giti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat
İsmâil Fakîrullah hazretleri tevekkül sahibi olup, kazaya rızâ
sabahleyin uyandığında Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini
gösterirdi. Allahü teâlâdan gelen derd ve belâları sevgilinin
tamamen unuttuğunu farketti. İkinci günü abdest almayı ve
kemendi olarak kabûl eder, severek karşılardı. Bütün yaptığı
namaz kılmayı da unutmuş. Üçüncü gün ise göz ni’meti
işleri Allahü teâlânın rızâsı için yapar, dünyâya hiç
elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip,
meyletmezdi. Dînin emirlerinden kıl ucu kadar ayrılmazdı.
yanına birkaç kimse alarak doğru hocamın huzûruyla
şereflendi. Merhamet menba’ı olan hocam, onu, kör olarak
görünce çok ağladı ve gözünün açılması için duâ etti.
Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlânın
izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle
geldi. Hocamdan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı.
Hocam ise ona; “Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i ma’rûf
eyledin. Sa’yin meşkûr olsun, Allahü teâlâ gayretini makbûl
eylesin” diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddîni
bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl bir zât
olduğunu anladı. O gece bizim odada yattı. Sabahleyin
kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden
geldiğini gördü. Çok memnun oldu. Allahü teâlâya hamd-ü
sena edip şükür secdesine kapandı. Hocamıza çok duâlar
ederek oradan ayrıldı.
Siirt civârında İsmâil Fakîrullah hazretleri hakkında anlatılan
menkıbelerden iki tanesi de şöyledir.
“O civarda İsmâil Fakîrullah hazretlerine muhabbeti olan
zengin bir bey vardı. Birgün hizmetçilerinden birine, bir kese
dolusu gümüş para verip, İsmâil Fakîrullah hazretlerine hediye
olarak götürmesini istedi. Hizmetçi; “Peki” deyip yola koyuldu.
Yolda o büyük velînin, Allahü teâlânın sevdiği kullardan olup
olmadığı hakkında tereddütlere düştü. İsmâil Fakîrullah’ı
imtihan etmek maksadıyla keseden bir gümüş çıkardı. Bir
tarafını kendi göreceği kadar işâretledikten sonra; “İsmâil
Fakîrullah eğer Allahü teâlânın evliyâsından ise bu
işâretlediğim gümüşü bana versin” diye kendi kendine
söylendi. Uzun yolculuktan sonra Tillo’ya gelip, İsmâil
Fakîrullah’ın huzûruna çıktı. Beyinin hürmet ve selâmını
Orta boylu, buğday benizli, çok güzel bir görünüşü vardı.
Kaşları yay gibi olup, arası açık idi. Gözlerinin görünümü
güzel, yüzü nurlu ve mütebessim idi. Burnu düz ve ince olup
dişleri beyaz ve sağlam idi. Sakalının tamâmı ak olup, sünnet-i
şerîfe uygun uzunlukta idi. Avucunun içi yumuşak, parmakları
uzun idi. Teri güzel kokardı.
İsmâil Fakîrullah hazretleri, sultânın adâlet ve insaf üzere
olması ve düşmana galip gelmesi için duâ ederdi. Çocuklarına
dînî ilimleri öğretir ve akrabalarına ziyârete giderdi. Ziyâretine
gelemiyenlerin kusurlarına bakmaz, gelenlere dînin emirlerini
bildirir, yasaklardan sakınmalarını emrederdi. Tebessüm
ederek konuşur, suâl soranların cevaplarını gayet açık olarak
îzâh ederdi. Ziyâretine gelenlerin yüzüne bir geldiğinde, bir de
giderken bakardı. Edebinden karşısındakinin yüzüne pek
bakmazdı.
Çoğu zaman vecd hâlinde bulunur, başını önüne eğip,
gözlerini yumar, sessiz kalırdı. Bütün bid’atlerden sakınır,
sünnetleri en ince teferruatına kadar yapardı. Beş vakit
namazını kendi dergâhında ezan ve cemâatle eda ederdi.
İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd namazlarına devam ederdi.
Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her Cum’a günü
namazdan önce Kehf sûresini okurdu. Her sözü, hareketi,
ahlâkı ve tavrı Peygamber efendimize uygun idi. Temizliğe
çok dikkat eder, gösterişe süse bakmazdı. Mührünün taşı
yemeni, şekli bademî, halkası gümüş idi. Her an öleceğini
düşündüğü için zemzemle yıkanmış kefenini ve diğer buhur ve
levazımı bir sandıkta hazır bulundururdu. Cum’a akşamları
odasında buhur yakarlardı. Abdest ve gusl etmek için beyaz
topraktan yapılmış dört ibriği vardı. Yanında devamlı misvak
ve tesbih bulundururdu. Kitapları pekçoktu. Odasında kendi
çevreden gelenler ziyâret edip, kabri başında Kur’ân-ı kerîm
güzel el yazısı ile yazdığı Kur’ân-ı kerîmi vardı. Ayrıca, “Tefsîr-
okudular.
i Meâlim-üt-Tenzîl, Mesâbih-i şerîf” kitaplarını kendi el
yazısıyla yazmıştı. Babasının elyazısıyla yazdığı dört cildlik
İsmâil Fakîrullah hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâya
“İhyâ-ı ulûm” ve iki cild “Envâr-ı Fıkh-ı Şafiî” kitapları,
tevekkül et, işini O’na teslim et. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü
dedesinin yazdığı dört ciltlik “Kâmus-ı ekber” birer ciltlik “Şifâ-i
teâlâya öyle tevekkül etti ki, ateşe atıldığı hâlde Cebrâil
şerîf ve “Şir’at-ül-İslâm” kitaplarını yanından ayırmazdı.
aleyhisselâm dâhil hiç kimseden yardım istemedi. Cebrâil
aleyhisselâm kendisine; “Bir ihtiyâcın var mı?” diye sorunca,
Hayatını insanlara ilim öğretmek, onlara dîn-i İslâmı anlatmak
“Sana yok, O’na var” dedi. “O’ndan iste” deyince, İbrâhim
ile geçiren İsmâil Fakîrullah hazretlerinin son günlerini talebesi
aleyhisselâm; “O hâlimi biliyor, o bana yetişir, istememe gerek
ve yerine bıraktığı halîfesi Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri
yok” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâm, zindandaki arkadaşından
Ma’rifetnâme isimli kitabında şöyle anlatır: “O temiz rûh,
yardım isteyince, Rabbi kendisine; “Aciz bir mahlûka dayandın
beden sarayına girip yeryüzüne indi Kemâle gelip olgunlaştı.
ve başından geçenleri ona anlattın, ihtiyâcını ona söyledin.
Allahü teâlâyı tanıdı, insanlar tarafından da tanındı. Ezelî
Hâlbuki veren ve vermiyen benim. Fayda ve zarar veren de
ihsânlara kavuşup sonsuz feyzlere menba oldu. İki cihanı da
benim” buyurdu.
gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü. O’nun
emirlerine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına
“Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek,
aldanmayıp, hakîkî âlemde huzûrlu olmanın yolunu tuttu. Bu
Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır.”
dünyânın zulmetinden usanıp bir an önce ebedî âleme
kavuşmayı arzuladı. Diğer canlılar gibi nöbetini savmak
istiyordu. Zîrâ pak rûhu beden mezarında mahpus gibi kalmış
idi. Yaşı sekseni geçince 1147 (m. 1734) senesi Şevval ayının
ortasında bir hafta kadar hiç kimse ile görüşmeyip ma’nevî
“Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.”
“Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazaya
rızâ, evliyânın şânındandır.”
âlemi mükâşefe edip seyr eyledi. İnsanlar onu hastalıktan
“Sevgiliden gelen belâ, bahşiştir. Bahşişi kabûl etmemek
dolayı böyle kendinden geçmiş sandılar. Ancak Cum’a gecesi
hatâdır.”
yatsıdan sonra o hâlden bu his âlemine döndü. Evlât ve
torunlarını yanına çağırıp ilim öğrenmelerini ve sâlih ameller
“Ey Molla İbrâhim Hakkı! Allahü teâlâya bütün arzularını sana
ile uğraşmalarını vasıyyet eyledi. Üzerindeki emânetlerin
kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlânın,
sahiplerine verilmesini istiyerek oradakilerle vedâlaştı. Sonra
bütün maksatlarına kavuşturmasını ümid ederim.”
Yâsîn-i şerîf okumalarını emretti. Yâsîn-i şerîf okunurken
odanın içine öyle güzel kokular doldu ki, sanki ûd ve anber
“Allahü teâlâ bir kulunun ma’rifet sahibi olmasını isterse, kendi
yakılmıştı. Çocukları ve torunları üzüntü içinde idiler. Onun için
nûrunu o kulunun kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.”
ise o gece bayram ve sürûr gecesi oldu. Yâsîn-i şerîfin
“Selâmûn kavlen...” âyet-i kerîmesi okunurken “Allah” diyerek
canını Hakka teslim eyledi. Mübârek rûhu gidip, latif cismi
kaldı. O huzûr sahibi bu fâni dünyâyı bırakıp, hakîkî âleme
gidince evlatları babalarının vasıyyetini yaptılar, sabaha kadar
yıkayıp kefenlediler. Çevre köylere haberler gönderdiler.
Sabahleyin herkes geldi, çok cemâat toplandı. Oğlu
Abdülkâdir Efendi İmâm olup cenâze namazını kıldırdı. Mezârı
babam Molla Osman Efendi ile Molla Muhammed Efendi’nin
türbeleri önüne kazıldı ve oraya defn edildi. Mezârı üzerine
büyük bir sanduka ve güzel bir türbe yapıldı. Günlerce yakın
“Ma’rifet, iki dünyâ saadetidir. Muhabbet ise göz bebeğidir.
Muhabbet, ma’rifetin meyvesidir. Ma’rifet ise ezelî hidâyettir.”
“Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır.
Konuşurlarsa, dudaklarından nûr saçılır.
“Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü
teâlâ gibi habîbi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ
gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi
sahibi, ahbabı olan, başkasıyla nasıl meşgûl olur! Allahü teâlâ
gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü
teâlâ; “Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası
ilimlerde âlim idi. Tillo’da müderrislik vazifesi yapıyordu. Oğlu
olan, iddiasında yalancıdır” buyurdu.
Mevlânâ Kâsım’ı yetiştirerek âlim olmasına vesile oldu. Kâsım
da babasının vefâtından sonra yerine geçerek talebe
“Allahü teâlâyı seven, Habîbullahı da ( aleyhisselâm ) sever.
okutmağa başladı. 1067 senesinde Receb-i şerîfin ilk Cum’a
Habîbullahı seven ona salevâti çok okur, sünneti ile amel
gecesi, ya’nî Regâib gecesi bir oğlu dünyâya geldi. İsmini
eder.”
İsmâil koydular. Annesi ona, besmelesiz süt emzirip, yemek
“İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir.
İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o, mü’minin
mi’râcıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile beraber kıl.
Mümkünse cemâati de kaçırma.”
“Dünyâ, çocukların oyuncağıdır, hayâldir, bâtıl bir rü’yâdır;
harâbdır... Herşeyi bırak Allaha dön.”
“Yemeği ve içmeği azaltmak sıhhat ve rahatlıktır. Uykuyu
azaltmak huzûr ve sürûrdur. Susmak açık bir hikmet ve güzel
bir haslettir. Dilin susması, kalbin susmasına, kalbin susması
Rabbin ma’rifetine yardımcı olur.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
yedirmedi. Babası Mevlânâ Kâsım onu küçük yaşta
yetiştirmeye, ilim öğretmeğe başladı, İsmâil Fakîrullah
yirmidört yaşına kadar zâhirî ilimlerde âlim ve bâtınî ilimlerde
mütehassıs bir velî olarak yetişti. İbâdetlerinden büyük bir
lezzet alır, zevk ile yapardı. Anne ve babasının hukukunu
gözetir duâ ve rızâlarına kavuşmak için çok gayret gösterirdi.
1071 (m. 1660) senesinde babası Mevlânâ Kâsım hazretleri
vefât edince, yerine geçerek müderrislik yapmağa başladı. O
sene evlendi. İsmâil Fakîrullah hazretleri haramlardan çok
sakınır, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasından
kaçınırdı. Tarlasını abdestli olarak eker, biçer, hasadını
kaldırır, öşrünü verdikten sonra un hâline getirmek için el
değirmeninde bizzat kendisi çalışırdı. O undan hamur yoğurup
ekmek yapar, böylece yiyeceklerine hiçbir şüphe
1) Ma’rifetnâme sh. 520
karışmamasına çok dikkat ederdi. Üzüm bağının işlerini dahî
kendisi görür, olgunlaşan üzümleri hayvanların hakkı geçer
2) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 152
korkusuyla bizzat kendi sırtında taşırdı. Yiyecek olarak taze
veya kuru üzüm ile iktifa ederdi. Her Cum’a günü gusl abdesti
3) Tezkiret-ül-ahbâb fî menâkıb-ıl-aktâb
almayı yaz, kış hiç aksatmazdı. Gecelerini hep ibâdetle,
gündüzlerini oruçlu olarak geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an
unutmaz, gâfil olmazdı. Rabbini hatırlamak onun gıdası ve en
büyük zevki idi. Kırk yaşına kadar böyle devam etti. Kırk
yaşında iken latîf mizacı değişip kırk gün yemedi, içmedi ve
konuşmadı. Kendinden habersiz olarak yattı. Kırk gün sonra
FAKÎRULLAH
mübârek gözünü açıp bir tas su içti ve ekşi nar isteyip
ekmekle yedi. Ondan sonraki günler her çeşit yemekten orta
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin
derecede yiyerek kırksekiz yaşına kadar böyle devam etti.
Kâsım bin Abdülcemâl’dir. Fakîrullah diye tanınır. 1067 (m.
1656) senesinde Siirt’in Tillo kasabasında dünyâya geldi.
Kırksekiz yaşında olduğu 1114 (m. 1702) senesi Şa’bân
Babasının yerine müderrislik yaparak binlerce talebe yetiştirdi.
ayının ilk Cum’a gecesi idi. Akşam namazından sonra
Tasavvuf yolunda yükselerek evliyâlıkta Gavs makamı denilen
komşularından birine ta’ziyeye gitmişti. Yatsı olmadan câmiye
üstün derecelere sahip oldu. 1147 (m. 1734) senesinde
gitmek için ayrılan İsmâil Fakîrullah hazretleri karanlıkta evin
doğduğu yer olan Tillo’da vefât etti.
avlusuna çıktı. Avluda, içinde su olmıyan onbeş metre
derinliğinde içi boş ve ağzı açık bir kuyu vardı, İsmâil
Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası
Fakîrullah, karanlıkta bu kuyuyu takdîr-i ilâhî farkedemiyerek
Hazreti Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) torunlarındandır. Zâhirî
içine düştü. Fakat Allahü teâlânın koruması ile vücûdunun
hiçbir yerine birşey olmadı. Sâdece sol kaşının üzerinde ince
Allahü teâlâ bana o gece öyle büyük ni’metleri ihsân etti ki,
bir sıyrık vardı. Burada kendisini Allahü teâlânın celâl sıfatıyla
onu, daha önce yaşıyan evliyâsının çoğuna vermedi.
imtihan ettiğini anlıyan İsmâil Fakîrullah, bu kadar yüksekten
bir sıyrık ile kurtulmasına hamd ederek Allahü teâlâya
Bir anda etrâfımda kurulan ma’nevî mecliste, Hızır ve İlyas
secdeye kapandı, hulûs-ı kalb ile Rabbine sığındı. O anda
aleyhisselâm, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rıfâî ve Cüneyd-i
etrâfında ma’nevî bir meclis kuruldu. Hızır aleyhisselâm,
Bağdadî hazretleri bana çok ikramlarda bulundular ve
Abdülkâdir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdadî hazretleri gibi pekçok
müjdeler verdiler.
velînin rûhları orada hazır oldular. Kuyunun içi genişleyip
yemyeşil bir nûra garkoldu. Evliyâlıkta Gavs makamı denilen
derecelere kavuştuğu müjdelendi. Kendisine muhabbet şerbeti
içirdiler. Böylece zamanın evliyâsının sultânı oldu. O, bu hâlde
iken saatler geçti. Câmide yatsı namazını kılmak için bekliyen
cemâat, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin gelmediğini görünce
evinden ve komşularından soruşturdular. Bulamayınca da
Şeyh Hamza Kebîr hazretleri elinde yeşil âsâsıyla, arkasında
da ona mensûp olanların hepsi geldi ve hâlimin güzelliğine
hayran kaldılar.
Yanında yıldız gibi parlıyan oğlu Şeyh Mücâhid, Şeyh Mûsâ
ve Şeyh Muhammed Radî de vardı.
aramaya başladılar. Dokumacılık yapan bir usta, kuyunun
Çok sevdiklerimden ve makamları yüksek olan Şeyh Bürhan,
içinden tatlı bir sesin geldiğini farkedince komşularına haber
Şeyh Âlemeyn ve Halîl Ferd dahî yanıma gelerek bu meclisin
verdi. Herkes kuyunun başına mumlarla birikti ve kuyuya
sonuna kadar bana izzet ve ikramlarda bulundular.
inerek İsmâil Fakîrullah’ı oradan çıkardılar.
Önlerinde Şeyh Hasen’in bulunduğu Fatiriyyûn’lar da
İsmâil Fakîrullah, kuyuda içtiği muhabbet şerbetinin te’sîriyle
ziyâretime geldiler. Hepsi cübbelerini giymiş bir hâlde idiler.
sekiz sene istiğrak (dünyâyı unutarak kendinden geçme)
hâlinde devamlı mest olup, kaldı, insanlardan tamamen uzlet
Ayrıca Veysel Karânî hazretleri, Şeyh Hasen Hutvî, Şeyh
edip, hanım ve evlâdından bile ayrı kalmaya başladı. Sâdece
Mustafa Kürdî ve Şeyh Neccâr bin Neccârî de orada hazır
büyük oğlu Abdülkâdir Efendi huzûruna girip hizmetiyle
oldular.
şereflendi.
Hâlid bin Velîd hazretleri elinde demir bir âsâ ile teşrîf
İsmâil Fakîrullah, bu istiğrak hâlinde iken söylediği bir
buyurdu. Hepsi de bana ihsân edilen ni’metlere hayran
kasidede kuyuda olanları şöyle anlattı:
oldular.
“Allahü teâlânın aşkı ile kendimden geçmiş bir hâlde iken,
Etrâfıma saf saf dizilip ellerinde ilâhî şerbetle dolu kadehler
duvarı mermer taşlarla örülmüş kuyuya düştüm.
tutuyorlardı. Ben ise, onların ortasında ve bakışları altında
olduğum hâlde, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olup tefekkür
Onbeş metre kadar derin olduğu hâlde, kendimi bir karış
ediyordum.
yerden düşmüş gibi hissettim.
Hepsi de, ellerindeki şerbeti içmemi bekliyorlardı.”
Düştüğüm an, kuyudan ilâhî yeşil bir nûr yükseldi. Öyle ki,
verdiği aydınlığı birçok nûrlar veremezdi.
İsmâil Fakîrullah hazretleri, istiğrak hâlini bıraktıktan sonra
dostlarıyla görüşmeğe başladı. Onlara, Abdülkâdir-i Geylânî
O gece, benim için Kadr gecesi kadar kıymetlidir. Çünkü,
hazretlerinin yoluna çok benziyen kendine mahsûs
Allahü teâlâ bana orada pekçok lütuf ve ihsânlarda bulundu.
“Üveysiyye” yolunun âdabını öğretmeğe başladı. Pekçok
Bu lütfun bereketiyle okyanusların dibinde ve semâvâtda
bulunan herşey gözlerimin önüne getirilerek gösterildi.
talebeleri arasında ençok sevdiği ve hizmetine müsâade ettiği
Molla Osman (İbrâhim Hakkı hazretlerinin babası) ve Molla
Muhammed idi. Bu talebeleri kendisine on sene hizmet
etmekle şereflendiler. Molla Osman, hocası İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin teveccühlerine kavuşması ve onun duâsını alıp
dilemeye başladı. Hocamız ise hiç iltifât etmedi, sâdece; “Ey
talebesi olmakla şereflenmesi için memleketi Erzurum’dan
zâlim! Sen Allahü teâlâdan korkmaz mısın?” buyurdu. Paşa
henüz küçük olan İbrâhim Hakkı’yı da getirtti. O da hizmet
sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı ve babamın işâreti ile
etmeye başladı. Molla Osman ve Molla Muhammed
geldiği gibi perişan bir hâlde huzûrdan çıktılar. O gece bizim
hocalarına hizmetin onuncu) yılında, her ikisi de bir hafta
hücrede kaldı. Sabaha kadar babamla hiç uyumadılar. Bir ara
içinde vefât ettiler. Cenâze namazlarını hocaları kıldırdı.
Paşa dedi ki: “Ben, Sultan Ahmed Hân’ın sohbetinde bulunur,
hizmetiyle şereflenirdim. Yemîn ederim ki, sizin hocanız gibi
Onlardan sonra daha küçük yaşta olan İbrâhim Hakkı, İsmâil
heybetli bir kimse görmedim.” “Bir musibet, bin nasîhattan
Fakîrullah’a hizmet etmiye, onun hasta kalblere şifâ olan
daha te’sîrlidir” sözüne uygun olarak sabahleyin geldiği gibi
sözleri ile olgunlaşmağa ve yetişmeğe başladı.
geri gitti. Hocamızın himmeti ve duâları bereketiyle Şirvan
Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocam İsmâil
Fakîrullah hazretlerine hizmetimin üçüncü senesi idi.
Bağbozumu zamanı Sonbahar aylarında idik. Tillo
beyi, paşa’nın şerrinden kurtuldu. Paşa da, Allahü teâlânın
sevdiği bir velî kulunun sözünü dinlememenin cezasını
fazlasıyla çekti.”
kasabasının kuzey tarafında dört saatlik mesafede bir kale
Yine İsmâil Fakîrullah hazretlerinin talebesi olan Ma’rifetnâme
vardı. Şirvan beyi bu kaleyi müdâfaa ediyordu. Van paşası
sahibi İbrâhim Hakkı anlattı: “Hocamın huzûrunda hizmetle
itaatsizliği sebebiyle Şirvan beyine ceza vermek için bin kadar
şereflenmemin dördüncü senesi sonbaharıydı. Evlerin damları
askerle kaleyi kuşattı. Topa tutmak istiyordu. Şirvan beyi
üzerinde bir miktar bulgurumuz serilmiş, kurutuluyordu. Ayın
durumu hazret-i Fakîrullah’a bildirerek paşaya mâni olmasını
onikinci gecesi mehtaplı bir havada Cum’a akşamı yatsı
istirhâm etti ve duâ talebinde bulundu. Bunun üzerine hocam,
vaktini bekliyordum. Vakit girince minareye Ezân-ı
paşaya bir mektûp gönderdi. Mektûpda; “Ümmet-i
Muhammedî’yi okumak üzere çıktığımda Tillo’nun doğu
Muhammed’in fukarasına merhamet edesin. Bağlarını yağma
tarafının yağmur bulutları ile kaplanmış olduğunu ve herkesin
etmeden çekip gidesin. O âsî olan beyin cezasını âhırete
kendi zâhirelerini damlardan toplamak için acele ettiklerini
bırakasın” yazıyordu. Mektûp paşaya ulaştığında kuşluk vakti
gördüm. Ezân-ı şerîfi acele ederek okudum. Hocamızın
idi. Paşa mektûbu okudu. Fakat hocamın ricasına hiç aldırış
bulgurlarını toplamak için yardıma gitmek istiyordum.
etmeyip; “Ben buraya sultânın emriyle gelmişim. Kaleyi, bu âsî
Minareden aşağı indiğimde üstadımız, erkek çocuklarını,
beyin başına yıkmalıyım” dedi. Geri dönüp gitmedi.
torunlarını, hizmetçilerini toplamış bekliyorlardı. Onlara;
Paşa, topçularına “Ateş” emri verdi. Atılan toplardan bir tanesi
kale duvarına çarpınca parçalandı. Parçalardan biri geri
teperek paşanın atına isâbet etti. O anda altındaki at öldü.
Arkasından gökyüzünde bulutlar toplanmaya, kısa bir müddet
sonra da şiddetli ve iri iri dolu yağmağa başladı, iki saat
aralıksız yağan dolu, kale dışında ne kadar insan varsa
perişan etti. Doludan hayvanlar kaçacak, sığınacak yer
aramağa başladılar. Askerler, kaçan atlarını yakalamak için
peşinden koştular. Bu sırada kabarıp büyüyen seller askerlerin
çadırlarını söküp götürdü, işte bu hâdiselerden sonra paşanın
aklı başına geldi. Yakaladıkları bir ata binip yanına sekiz asker
aldı. Doğru Tillo’ya hocam Fakîrullah hazretlerinin huzûruna
“Efendim! Yukarı mahalledekiler yağmur yağabilir korkusuyla
bulgurlarını topluyorlar” dedim. Hizmetçilerden biri yavaşça;
“Biz de o tedbire başvurmak istedik. Fakat hocamız bize mâni
oldu. “Bulguru, yağmuru bırakıp câmiye gidiniz, Cum’a
gecesine ta’zim edip hürmet gösteriniz” buyurdu” dedi. Hep
birlikte câminin sofasında yatsı namazını kıldık. Sonra
gökyüzünü incelemeye koyulduk. Tillo üzerinde bulut ikiye
ayrıldı. Evlerin bulunduğu kısımda zerre kadar bulut kalmadı.
Biraz sonra şiddetli bir yağmur başladı. Tillo’nun etrâfında
seller aktığı hâlde kasabamızın üzerine bir damla bile yağmur
düşmedi. Böylece Allahü teâlâ, o sevdiği kulunun hürmetine
kasabamızın halkına aydınlık ve rahatlık ihsân eyledi.”
gitmek üzere yola çıktı. Ancak akşam üzeri Tillo’ya girdi. Önce
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetine gelişimin
babam ile kaldığımız bizim hücreye geldi. Babamla,
altıncı senesi ki, onbeş yaşında idim. Bir bahar günü idi. Aklî
hocamızın huzûruna çıktılar. Paşa kan ter içinde, perişan bir
dengesini kaybetmiş deli bir bey, otuz kadar hizmetçisiyle
hâlde idi. Boynu bükük bir vaziyette üstadımızdan özür
hocamızı ziyârete geldi. Dergâhın kapısından izin almadan
kadar murâkabe edip iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle
içeri girip herhangi bir edebe riâyet etmeden, hocamıza;
ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi.
“Güzel canım! Seni nasıl bulacağımı merak eder, dururdum.
Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa
Meğer ki buradasın. Allah rızâsı için bir kalk da güzel boyunu
kalktı. Hocam da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el
göreyim. Sonra bu tatlı canımı sana kurban edeyim” dedi.
öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendi’ye hürmet
Mübârek hocamız Allahü teâlânın ism-i şerîfini duyar duymaz
edip, elini öptük Atına bindirerek Tillo’dan çıkıncaya kadar
ayağa kalktı. Bey ise hocamızın hemen ellerine sarıldı,
arkasından gidip onu uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve
öpmeğe başladı, sonra da düştü bayıldı. Üstadımız
talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim!
hizmetçilere işâret edip; “Bu emîri misâfir odasına götürüp
Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet
yatırınız. Üzerine de çok yorgan örtünüz, uyusun ve aklı
bulmuştur?” dedim. Babam da; “Bu misâfir diğerlerine
başına gelsin” buyurdu. Hocamızın emrini derhal yerine
benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül sahibidir. Bizim
getirdik. Günlerdir uyku uyuyamıyan bey, altı yorgan altında
muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır.
altı saat uyudu. Bu sırada hocamız bir tabak içinde kuru üzüm
Zîrâ bu halini merak ettiğin zât dedi ki; “Uzun zamandan beri
getirtti. Üzümlere Kur’ân-ı kerîmden ba’zı âyet-i kerîmeler ve
âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri
duâlar okudu. Sonra da bana; “Molla İbrâhim! O mecnûnun
pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile
yatağının başucuna otur. Uyandığında ne isterse onu sana
ma’nevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın
verelim gel, götür” buyurdu. Bunun üzerine misâfirin odasına
cümlesinden üstün derecelere sahip, Gavs-ı a’zam
girdiğimde o da uyandı ve; “Ben, Şeyh’in önünde tabak içinde
makamında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem
bulunan kuru üzümleri isterim” dedi. Hocamın huzûruna gidip,
hocamızın vücûd-i şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır.
durumu arzettim. Tabağı verdiler, götürdüm. Hiç kalmayıncaya
Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü
kadar yedi, bitirdi. Sonra kalkıp abdest aldı. Aklı başına geldi.
gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında gördüm, işte
Altmış gündür namaz kılmayan mecnûn, o günün öğle
benim seyahatim tamam oldu ve muradıma kavuştum.”
namazını kıldı. O gece bizimle beraber kaldı. Sabahleyin
Babama; “Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman
babamın yanında hocamızın huzûruna veda etmek üzere
söyledi?” diye sordum. Cevâbında; “Biz kalblerimizle
gittiler. Fakat cesâret edip içeri giremedi. Utancından içeri dahi
konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler
bakmayıp, ayak üzerinde kararsız bir hâlde durdu. Bir müddet
üzerinde uzun uzun sohbet ettik” dedi.”
sonra kapının eşiğini öpüp, sürûr ile memleketine gitti.
Hocamızın himmeti ve duâsı bereketiyle aklı başına gelip
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetiyle
beyliğini devam ettirdi.”
şereflenmemin sekizinci senesiydi. Tillo’ya üç saat mesafedeki
bir köyde hocamın çok sevdiği bir talebesi vardı. Onun
Yine İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onaltı yaşında idim. Bir
bağında misbak üzümü bulunurdu. Bu çeşit üzüm,
yaz günüydü. Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât
diğerlerinden yirmi gün önce olgunlaşırdı. O kimsenin ilk
elliiki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil
olgunlaşan üzümleri bir sepete doldurup, hiç kimseye
Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye
vermeden getirip önce hocama ikram etmek âdeti idi. O sene
girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha
âdetinden bir hafta sonra geldi ve geç gelmesinden dolayı
yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu, başını önüne eğmiş
özürler dileyerek şunları söyledi: “Muhterem efendim! Adetim
olduğu hâlde öğle namazına kadar huzûrda kaldı. Namazdan
üzere ilk olgunlaşan üzümü zât-ı âlinize getirirdim. Bu sene de
sonra da Allaha ısmarladık demeden, selâm vermeden
üzümleri toplayıp yola çıktım. Yolda komşu köyden çoban bir
huzûrdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm
dostumla karşılaştık. Bu tarafa geldiğini anladı. O da benimle
vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu, ikindiye
bir müddet yol aldı. Bir su kenarına geldiğimizde; “Gel şu
kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında her
suyun yanında biraz istirahat edelim” dedi. Oturduk. Konuşma
yemekten birer lokma veya kaşık aldı. Babam, Ali Efendi’ye
sırasında; “Anan-baban hayrına şu sepetten bir iki saltam
çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha
üzüm ver de yiyeyim dedi vermemek için ne kadar mazeretler
bulduysam da onunla baş edemedim. Nihâyet onun isteğini
hidâyet versin. Bundan sonra sakın bir kimseyi gıybet
yerine getirmek için sepeti önüne koydum. Yarısına kadar
etmeyesin, Mü’minin mü’mini gıybet etmesi kesin olarak
yedikten sonra beni azarlayıp hakaret etti ve; “Allah sana mal
haramdır. Bizi gıybet etme ki, bizim gibi zelîl kulun sahibi,
vermiş, fakat akıl vermemiş. Çoluk-çocuğunu bundan mahrûm
azîzdir ve intikam alıcıdır. Dikkatli ol” buyurdu.
edip, malını lâyık olmayanlara bu kadar zahmet çekerek
götürüp vermen doğru mudur? Benim akılsız dostum, şeyh
Yine İbrâhim Hakkı hazretleri Ma’rifetnâme isimli eserinde
olmak kolay mıdır? Şeyhin bir sürü dostu vardır. Ona herkes
hocasının kerâmetlerinden birisini de şöyle anlattı: “Birgün
izzet ve ikramlarda bulunur, üzüm getirirler. Onu, senin bir
Tillo’ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur’ân-ı
sepet üzümüne muhtaç mı sandın. Zâten yarısı bitti. Gel şu
kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim olan bir şahıs geldi. Bu
yarım sepet üzümü bu fakir çobana ver ki, sevâbı ananın-
zât, hocam İsmâil Fakîrullah hazretleririnin ba’zı hâl ve
babanın canına değsin” deyip üzümü tamâmiyle aldı. Ben de
hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi.
mecbûr kaldım, üzümü verip boş sepetle köye dönmeye karar
Huzûrda iken hocama; “Ey Şeyh! Sen niçin câmiye
verdim. Oturduğumuz yerden bir yokuşu tırmanıyordum. Bir
gitmiyorsun?” diye sordu. O hilim deryası olan hocam
ara; “İmdat! Kurtarın!” feryadını işittim. Geri dönüp baktığımda,
lütfederek; “Ey Hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle
o çobanı kendi köpeği yatırıp altına almış sivri dişlerini
yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur” diye
sahibinin boğazına geçirmişti. Sür’atle koştum, çobanı köpeğin
cevap verdi. O zât; “Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak
elinden kurtardım. Fakat çok geç kalmıştım. Çoban çok yara
istemezsin?” diye tekrar sordu. Hocam; “Beş vakit namazda
almış, beni hocama hizmetten alıkoymanın cezasını bulmuştu.
evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla beraber eda
Köyü halkına haber verdim. Yarasına ba’zı ilâçlar, merhemler
ediliyor” diyerek cevap verdi. “Ezana niçin riâyet etmiyorsun?”
yaptılar. Yara iyi olmaya yüz tuttu. Bu sebeple hizmetinizden
sorusuna karşı da; “Bu mescidin minaresi şu kerpiç kadar
bir hafta geciktim. Kusurumun affını istirhâm ediyorum
taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezan okunuyor. Burada
efendim.” Hocam bu talebesinin özürünü kabûl buyurup ona;
okunan ezân-ı şerîfe icabet ediyorum. Cum’a namazını ise
“Allahü teâlânın yolunda olana, Allahü teâlâ yardımcıdır.
gidip câmide kılıyoruz” buyurdu. O zât; “Niçin çok cemâatin
Cenâb-ı Hak sana hayırlı karşılıklar ihsân eylesin” diyerek duâ
faziletine kavuşmak istemezsin?” diye sordu. Hocam bu
etti.”
soruya tebessüm ederek şöyle cevap verdiler “Kuyu
hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onsekiz yaşında idim.
bilirdim ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hadîsesiyle
Hocamın akrabalarından Abbâs isminde yaşlı bir kimse,
kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzûrsuz oluyorum. Bundan
üstadımın huzûruna geldi. Ağzı eğilmiş, dudağının bir tarafı
dolayı ma’zûrum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm
kulağına bitişmişti. Sol yüzün cildi kat kat kırışıp dudağıyla
etmiyeceğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz (
kulağı arasında buruşup görünmez olmuştu. Sağ yüzünün cildi
aleyhisselâm ); “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır”
de aksine öyle gerilip açılmıştı ki, güneşte kalan def gibi
buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitvârız.” O zât edebe riâyet
gergin ve parlak olmuştu. Konuştuğu da anlaşılmıyordu. O
etmiyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine
merhamet menba’ı olan mübârek hocam, akrabasının o hâlini
huzûrdan ayrılıp giti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat
görünce ağladı. Sonra da mübârek eliyle ağzını mesh etti.
sabahleyin uyandığında Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini
Fâtiha sûresini okudu. El kaldırıp, duâda bulundu. Bundan
tamamen unuttuğunu farketti. İkinci günü abdest almayı ve
sonra Allahü teâlânın izniyle ağzı düzeldi, eski hâline geldi.
namaz kılmayı da unutmuş. Üçüncü gün ise göz ni’meti
Hocamın elini Öptükten sonra; “Hocam, beni affetmeni
elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip,
istirhâm ediyorum. Bu gece arkandan uygun olmayan sözler
yanına birkaç kimse alarak doğru hocamın huzûruyla
sarfederek gıybetini yapmıştım. Uyuduğumda gâibden bir sille
şereflendi. Merhamet menba’ı olan hocam, onu, kör olarak
gelip, bir vuruşta ağzımı bu hâle getirdi. Tövbeler olsun” deyip
görünce çok ağladı ve gözünün açılması için duâ etti.
tekrar tekrar af diledi. Merhameti bol olan hocam da; “Bize
Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlânın
karşı olan kusurun bizden yana helâl olsun. Hak teâlâ sana
izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle
geldi. Hocamdan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı.
şerîfe uygun uzunlukta idi. Avucunun içi yumuşak, parmakları
Hocam ise ona; “Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i ma’rûf
uzun idi. Teri güzel kokardı.
eyledin. Sa’yin meşkûr olsun, Allahü teâlâ gayretini makbûl
eylesin” diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddîni
İsmâil Fakîrullah hazretleri, sultânın adâlet ve insaf üzere
bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl bir zât
olması ve düşmana galip gelmesi için duâ ederdi. Çocuklarına
olduğunu anladı. O gece bizim odada yattı. Sabahleyin
dînî ilimleri öğretir ve akrabalarına ziyârete giderdi. Ziyâretine
kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden
gelemiyenlerin kusurlarına bakmaz, gelenlere dînin emirlerini
geldiğini gördü. Çok memnun oldu. Allahü teâlâya hamd-ü
bildirir, yasaklardan sakınmalarını emrederdi. Tebessüm
sena edip şükür secdesine kapandı. Hocamıza çok duâlar
ederek konuşur, suâl soranların cevaplarını gayet açık olarak
ederek oradan ayrıldı.
îzâh ederdi. Ziyâretine gelenlerin yüzüne bir geldiğinde, bir de
giderken bakardı. Edebinden karşısındakinin yüzüne pek
Siirt civârında İsmâil Fakîrullah hazretleri hakkında anlatılan
bakmazdı.
menkıbelerden iki tanesi de şöyledir.
Çoğu zaman vecd hâlinde bulunur, başını önüne eğip,
“O civarda İsmâil Fakîrullah hazretlerine muhabbeti olan
gözlerini yumar, sessiz kalırdı. Bütün bid’atlerden sakınır,
zengin bir bey vardı. Birgün hizmetçilerinden birine, bir kese
sünnetleri en ince teferruatına kadar yapardı. Beş vakit
dolusu gümüş para verip, İsmâil Fakîrullah hazretlerine hediye
namazını kendi dergâhında ezan ve cemâatle eda ederdi.
olarak götürmesini istedi. Hizmetçi; “Peki” deyip yola koyuldu.
İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd namazlarına devam ederdi.
Yolda o büyük velînin, Allahü teâlânın sevdiği kullardan olup
Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her Cum’a günü
olmadığı hakkında tereddütlere düştü. İsmâil Fakîrullah’ı
namazdan önce Kehf sûresini okurdu. Her sözü, hareketi,
imtihan etmek maksadıyla keseden bir gümüş çıkardı. Bir
ahlâkı ve tavrı Peygamber efendimize uygun idi. Temizliğe
tarafını kendi göreceği kadar işâretledikten sonra; “İsmâil
çok dikkat eder, gösterişe süse bakmazdı. Mührünün taşı
Fakîrullah eğer Allahü teâlânın evliyâsından ise bu
yemeni, şekli bademî, halkası gümüş idi. Her an öleceğini
işâretlediğim gümüşü bana versin” diye kendi kendine
düşündüğü için zemzemle yıkanmış kefenini ve diğer buhur ve
söylendi. Uzun yolculuktan sonra Tillo’ya gelip, İsmâil
levazımı bir sandıkta hazır bulundururdu. Cum’a akşamları
Fakîrullah’ın huzûruna çıktı. Beyinin hürmet ve selâmını
odasında buhur yakarlardı. Abdest ve gusl etmek için beyaz
bildirdikten sonra hediyesini takdim etti. Fakîrullah hazretleri
topraktan yapılmış dört ibriği vardı. Yanında devamlı misvak
hayır duâdan sonra keseyi açtı. İçinden bir gümüş para çıkarıp
ve tesbih bulundururdu. Kitapları pekçoktu. Odasında kendi
hizmetçiye hediye etti. Hizmetçi gümüşe dikkatle baktı ve
güzel el yazısı ile yazdığı Kur’ân-ı kerîmi vardı. Ayrıca, “Tefsîr-
yolda işâretlediği para olduğunu görünce çok şaşırdı. Bu zâtın,
i Meâlim-üt-Tenzîl, Mesâbih-i şerîf” kitaplarını kendi el
normal insanlardan olmadığını Allahü teâlânın katında yüksek
yazısıyla yazmıştı. Babasının elyazısıyla yazdığı dört cildlik
derecelere sahip olduğunu anladı.”
“İhyâ-ı ulûm” ve iki cild “Envâr-ı Fıkh-ı Şafiî” kitapları,
dedesinin yazdığı dört ciltlik “Kâmus-ı ekber” birer ciltlik “Şifâ-i
İsmâil Fakîrullah hazretleri tevekkül sahibi olup, kazaya rızâ
şerîf ve “Şir’at-ül-İslâm” kitaplarını yanından ayırmazdı.
gösterirdi. Allahü teâlâdan gelen derd ve belâları sevgilinin
kemendi olarak kabûl eder, severek karşılardı. Bütün yaptığı
Hayatını insanlara ilim öğretmek, onlara dîn-i İslâmı anlatmak
işleri Allahü teâlânın rızâsı için yapar, dünyâya hiç
ile geçiren İsmâil Fakîrullah hazretlerinin son günlerini talebesi
meyletmezdi. Dînin emirlerinden kıl ucu kadar ayrılmazdı.
ve yerine bıraktığı halîfesi Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri
Ma’rifetnâme isimli kitabında şöyle anlatır: “O temiz rûh,
Orta boylu, buğday benizli, çok güzel bir görünüşü vardı.
beden sarayına girip yeryüzüne indi Kemâle gelip olgunlaştı.
Kaşları yay gibi olup, arası açık idi. Gözlerinin görünümü
Allahü teâlâyı tanıdı, insanlar tarafından da tanındı. Ezelî
güzel, yüzü nurlu ve mütebessim idi. Burnu düz ve ince olup
ihsânlara kavuşup sonsuz feyzlere menba oldu. İki cihanı da
dişleri beyaz ve sağlam idi. Sakalının tamâmı ak olup, sünnet-i
gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü. O’nun
emirlerine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına
aldanmayıp, hakîkî âlemde huzûrlu olmanın yolunu tuttu. Bu
“Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek,
dünyânın zulmetinden usanıp bir an önce ebedî âleme
Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır.”
kavuşmayı arzuladı. Diğer canlılar gibi nöbetini savmak
istiyordu. Zîrâ pak rûhu beden mezarında mahpus gibi kalmış
idi. Yaşı sekseni geçince 1147 (m. 1734) senesi Şevval ayının
ortasında bir hafta kadar hiç kimse ile görüşmeyip ma’nevî
âlemi mükâşefe edip seyr eyledi. İnsanlar onu hastalıktan
dolayı böyle kendinden geçmiş sandılar. Ancak Cum’a gecesi
yatsıdan sonra o hâlden bu his âlemine döndü. Evlât ve
torunlarını yanına çağırıp ilim öğrenmelerini ve sâlih ameller
“Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.”
“Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazaya
rızâ, evliyânın şânındandır.”
“Sevgiliden gelen belâ, bahşiştir. Bahşişi kabûl etmemek
hatâdır.”
ile uğraşmalarını vasıyyet eyledi. Üzerindeki emânetlerin
“Ey Molla İbrâhim Hakkı! Allahü teâlâya bütün arzularını sana
sahiplerine verilmesini istiyerek oradakilerle vedâlaştı. Sonra
kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlânın,
Yâsîn-i şerîf okumalarını emretti. Yâsîn-i şerîf okunurken
bütün maksatlarına kavuşturmasını ümid ederim.”
odanın içine öyle güzel kokular doldu ki, sanki ûd ve anber
yakılmıştı. Çocukları ve torunları üzüntü içinde idiler. Onun için
“Allahü teâlâ bir kulunun ma’rifet sahibi olmasını isterse, kendi
ise o gece bayram ve sürûr gecesi oldu. Yâsîn-i şerîfin
nûrunu o kulunun kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.”
“Selâmûn kavlen...” âyet-i kerîmesi okunurken “Allah” diyerek
canını Hakka teslim eyledi. Mübârek rûhu gidip, latif cismi
“Ma’rifet, iki dünyâ saadetidir. Muhabbet ise göz bebeğidir.
kaldı. O huzûr sahibi bu fâni dünyâyı bırakıp, hakîkî âleme
Muhabbet, ma’rifetin meyvesidir. Ma’rifet ise ezelî hidâyettir.”
gidince evlatları babalarının vasıyyetini yaptılar, sabaha kadar
yıkayıp kefenlediler. Çevre köylere haberler gönderdiler.
Sabahleyin herkes geldi, çok cemâat toplandı. Oğlu
Abdülkâdir Efendi İmâm olup cenâze namazını kıldırdı. Mezârı
babam Molla Osman Efendi ile Molla Muhammed Efendi’nin
türbeleri önüne kazıldı ve oraya defn edildi. Mezârı üzerine
büyük bir sanduka ve güzel bir türbe yapıldı. Günlerce yakın
çevreden gelenler ziyâret edip, kabri başında Kur’ân-ı kerîm
okudular.
İsmâil Fakîrullah hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâya
tevekkül et, işini O’na teslim et. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü
teâlâya öyle tevekkül etti ki, ateşe atıldığı hâlde Cebrâil
aleyhisselâm dâhil hiç kimseden yardım istemedi. Cebrâil
aleyhisselâm kendisine; “Bir ihtiyâcın var mı?” diye sorunca,
“Sana yok, O’na var” dedi. “O’ndan iste” deyince, İbrâhim
aleyhisselâm; “O hâlimi biliyor, o bana yetişir, istememe gerek
yok” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâm, zindandaki arkadaşından
yardım isteyince, Rabbi kendisine; “Aciz bir mahlûka dayandın
“Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır.
Konuşurlarsa, dudaklarından nûr saçılır.
“Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü
teâlâ gibi habîbi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ
gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi
sahibi, ahbabı olan, başkasıyla nasıl meşgûl olur! Allahü teâlâ
gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü
teâlâ; “Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası
olan, iddiasında yalancıdır” buyurdu.
“Allahü teâlâyı seven, Habîbullahı da ( aleyhisselâm ) sever.
Habîbullahı seven ona salevâti çok okur, sünneti ile amel
eder.”
“İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir.
İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o, mü’minin
mi’râcıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile beraber kıl.
Mümkünse cemâati de kaçırma.”
ve başından geçenleri ona anlattın, ihtiyâcını ona söyledin.
Hâlbuki veren ve vermiyen benim. Fayda ve zarar veren de
“Dünyâ, çocukların oyuncağıdır, hayâldir, bâtıl bir rü’yâdır;
benim” buyurdu.
harâbdır... Herşeyi bırak Allaha dön.”
“Yemeği ve içmeği azaltmak sıhhat ve rahatlıktır. Uykuyu
insanlara doğru yolu anlatır. Onların din ve dünyâ se’âdetine
azaltmak huzûr ve sürûrdur. Susmak açık bir hikmet ve güzel
ulaşmaları için bütün gücüyle çalışırdı.
bir haslettir. Dilin susması, kalbin susmasına, kalbin susması
Rabbin ma’rifetine yardımcı olur.”
Bu mübârek zâttan ders alıp, talebeleri arasında olmakla
şereflenenlerden; Ahmed bin Ali bin Ca’fer, Ali bin Ahmed
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
Buznânî, Muhammed bin Ahmed Fârisî, ondan duyduklarını
rivâyet etmişlerdir.
1) Ma’rifetnâme sh. 520
Kendisi anlatır: “Hallâc-ı Mensûr’a “Mürîd kimdir?” diye
2) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 152
3) Tezkiret-ül-ahbâb fî menâkıb-ıl-aktâb
sordum. “Mürîd, maksadı Allahü teâlâ olan ve O’na
kavuşmayınca hiçbir şeye meyletmeyen kimsedir” buyurdu.
“Nefsine biraz istirahat ver, ona bu kadar yüklenme” diyen
dostlarına: “Allahü teâlâya kavuşacağım yolu kesemem”
buyurdu.
“Cüneyd-i Bağdadî hazretleri çok namaz kılardı, ölüm vaktinde
FÂRİS BİN ÎSÂ BAĞDADÎ
Evliyânın büyüklerinden. Hallâc-ı Mensûr’un halifesi idi.
Bağdâd’da doğup, Semerkand’da vefât etti. Künyesi, Ebü’lKâsım olup, Ebû Tayyib de denildi. Ona Sûfî, Bağdadî ve
Dîneverî nisbet edildi. Vefâtı 340 (m. 951) yılından sonra
olmuştur.
Bağdâd’da tahsile başlayan Fâris bin Îsâ Bağdadî, daha sonra
Horasan, Semerkand ve Merv’de de zamanın büyük
âlimlerinden ilim tahsil edip, tasavvuf yolunda ilerledi. Cüneydi Bağdadî, Hallâc-ı Mensûr, Yûsuf bin Hüseyn, Ebü’l-Abbâs
bin Atâ ve Hüseyn bin Muhammed, onun hocaları
arasındaydı. Ebû Mensûr Mâtürîdî ve ebü’l-Kâsım
Semerkandî ile aynı yıllarda yaşadı. Ebû Bekr bin İshâk
Kûlabâdî-i Buhârî, kitaplarında ondan vasıtasız olarak
rivâyetlerde bulundu. Abdullah-ı Sülemî ve İmâm-ı Kuşeyrî de
de ders yapıyorduk ve o îmâ ile namaz kılıyordu” buyurdu.
Fâris bin Îsâ Bağdadî buyurdular ki: “Allahü teâlânın
muhabbetiyle yananların kalbleri, Allahü teâlânın nûru ile
aydınlanmıştır. Bunlar şevke gelince; bu nûr, gökle yer arasını
aydınlatır. Sonra Allahü teâlâ bunları meleklerine takdim eder
ve: “Bunlar bana kavuşmak isterler, siz şahid olun ki, ben
bunlara onlardan daha çok hasretim” buyurur.”
Hocaları vasıtasıyla Zünnûn-i Mısrî hazretlerinden nakleder:
“Kim güzel amelini riyakârlıkta kullanırsa, onun yapmış olduğu
iyi ameller günaha dönüşür.” “Bir dostum vefât etmişti. Birgün
rü’yâmda gördüm. Allahü teâlânın kendisine nasıl muâmele
ettiğim sordum. Allahü teâlânın “Ben seni affettim. Sen
dünyâda fakîrlere, benim rızam için yiyecek götürüyor, onları
doyuruyordun” buyurduğunu anlattı.”
eserlerinde, onun talebeleri vasıtasiyle rivâyetlerde
Ârif, hergün korku içindedir. Çünkü o, hesap vaktinin her saat
bulundular. Hocası Yûsuf bin Hüseyn’in, Zünnûn-i Mısrî
yaklaştığını yakînen bilmektedir.”
hazretlerinin talebelerinden olması dolayısiyle; ondan,
Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin pek kıymetli sözlerini rivâyet etti.
Ömrü boyunca, Allahü teâlânın dînini doğru olarak öğrenmek,
1) Risâle-i Kuşeyrî cild-2, sh. 629
öğrendiklerine uygun olarak yaşamak ve O’nun rızâsına
kavuşmak için çalıştı. İnsanların huzûr ve se’âdete
kavuşmaları için uğraştı. Çok ibâdet eder, pek güzel sözlerle
2) Nefehât-ül-üns sh. 205
3) Tabakât-üs-sûfiyye sh. 23, 317
4) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 390
ziyadesiyle memnun kalmıştr. Bunun mükâfatı olarak, kızı
Fâtıma-i fakîhe ile onu evlendirdi. Hanımı; nikâhının mehri
olarak bu şerhini kabûl etti. Başka bir şey istemedi. Bundan
dolayı asrındaki büyük fıkıh âlimleri, onun için; “Tuhfe’sini şerh
FÂTIMA BİNTİ ALÂÜDDÎN-İ SEMERKANDÎ
Hanefî âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Mes’ûd bin Ahmed
Alâüddîn-i Şâşî’dir. “Alâüddîn” ve “Melîk-ül-ulemâ” lakabları ve
“Kâşânî” nisbetiyle meşhûr oldu. Kâşân, Türkistan’da Seyhun
nehrinin kuzeyindeki Fergana bölgesinde bulunan Şâş’ın
arkasında, sağlam bir kalenin de bulunduğu büyük ve güzel
bir beldedir.
Çeşitli harbler, bu şehri harabeye çevirmiştir. Alâüddîn-i
Kâşânî, bu beldede doğup yetiştiği için oraya nisbetle Kâşânî
denildi. “Kâsânî” de denilmektedir. “Tuhfet-ül-fukahâ” ve “Usûl”
kitablarının sahibi Alâüddîn Muhammed bin Ahmed esSemerkandî’den fıkıh ilmini öğrendi. Oda, Sadr-ül-İslâm Ebü’lYüsr Pezdevî’den ilim öğrendi. Pezdevî’nin hocası da, Ebü’lMaîn Meymûn el-Mekhûlî idi. O da, Mecd-ül-eimme
Serahkî’den fıkıh öğrenmişti. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh
ederek, “Bedâyi’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-şerâyi” adını vermiştir.
Hocasının kızı Fâtıma-i fakîhe ile evlenip, onun dâmâdı oldu.
Çok yer dolaştı. Bir ara Konya’da bulundu. Sonra Haleb’e
gidip yerleşti. Orada Halâviyye Medresesi’ne müderris ta’yin
etti, kızını aldı” dediler.
Kasanı, hanımı Fâtıma-i fakîhe ve babâsi Alâüddîn-i
Semerkândî, üçü de aynı zamanda fetvâ verirlerdi. Bir evde üç
müftî olup, herbirinin fetvâsı çok yere yayılmıştı. İbn-ül-Adîm,
onun hakkında diyor ki, “Benim babam, Fâtıma-i fakîhe’nin
Hanefî mezhebinin mes’elelerine vâkıf olduğunu ve mezhehi
“çok iyi naklettiğini, çok defa o, kocası, Alâüddîn-i Kâşânî’nin
fetvâlarındaki noksanlıkları gösterdiğini ve kocasının da, onun
re’yine rücû ettiğini bildirdi. Kocası, ona çok hürmet ederdi. İlk
defa, babası ve kendisi tarafından imza edilen fetvâlar çıkardı.
Evlenince de, her üçünün imzası ve elyazısı bulunan
müşterek fetvâlar çıkardılar.”
Haleb şehrindeki Halâviyye Medresesinin fakîhlerinden birisi
olan Dâvûd bin Ali diyor ki, “Ramazân-ı şerîfte, fakîhler için
iftar yemeği vermeği ilk olarak âdet hâline getiren Fâtıma-i
fakîhe’dir. Kolundaki iki bileziği çıkarıp sattığını öğrendik.
Aldığı paralarla yiyecek satın alıp, her gece fukahâya (fıkıh
âlimlerine) yemek verdi. O zamandan bugüne kadar, o hâl ve
âdet devam edip gelmekedir.”
edilip ders okuttu. Hanımı, kendisinden önce vefât etti. Kâşânî
Hanefî fıkhında büyük bir âlim olan Alâüddîn-i Kâşânî, çok yeri
de, 587 (m. 1191) senesi Receb ayının onunda, İbrâhim
dolaşmış ve geniş ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. Güzel yüzlü
sûresini okumakta iken, yirrniyedinci âyet-i kerîmeye gelince,
idi. Müslümanlara hizmet etmeyi çok severdi. Cesâreti çoktu.
rûhunu teslim edip rahmet-i ilâhiyyeye kavuştu.
Ehl-i sünnet i’tikâdının temsilcilerinden olan bu büyük âlim
Halîl İbrâhim (aleyhisselâm) makamında bulunan hanımının
kabri yanına defnedildi. Haleb’in dışında bulunan kabirleri çok
güzel ve latîf bir ziyâretgâhtır. Kâşârirnin hanımı Fâtıma-i
fakîhe, büyük fıkıh âlimi Alâüddîn-i Semer’kândî’nin kızıdır,
İlminin, ahlâkının vie cemâlinin güzelliği her yere yayılmış,
babasının yazdığı “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabını ezberlemişti.
Onunla evlenmek için, çok fakîhler talip olmuşlardı. Hattâ Türk
sultanlarından da teklif gelmişti. Hiçbirine vermedi. O sırada
Kâşânî, Alâüddîn-i Semerkândî’ye gelip fıkıh öğrenmeye
başladı. O da, onunla meşgûl oldu. Bütün eserlerini okutup
ezberletti. Usûl ve füru’ ilimlerinde emsalleri arasında çok
yükseldi. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek ona takdim
etti. Hocası tarafından çok beğenildi. Hocası bundan
zamanındaki mu’tezile i’tikâdındaki bid’at ehli ile sık sık
mücâdele eder, onların bozuk, yanlış fikirlerini kuvvetli
delîllerle çürütürdü. Bir defasında; “Bir mes’elede iki
müctehidin ictihâdları ayrı ayrı olunca, onların ikisi de isâbet
etmiş midir? Yoksa, onlardan birisi hatâ etmiş sayılır mı?”
mes’elesi konu edilmişti. Orada bulunanlardan birisi İmâm-ı
a’zam hazretlerinden naklen, onun; “Her müctehid, ictihâdında
isâbet etmiş sayılır” dediğini bildirdi. Alâüddîn-i Kâşânî, hemen
ona: “Hayır! Bilâkis o, iki müctehidden birisi isâbet etmiştir.
Diğeri ise ictihâ dında hatâ etmiş olur, buyurdu. Çünkü hak,
ya’nî doğru, bir tanedir. Sizin dediğiniz, mu’tezilenin
görüşüdür” diye cevap verdi.
Alâüddîn-i Kâşânî, bir ara Konya’da Selçuklu sultânı birinci
mektûp ile birlikte haberci bir kadın gönderdi. Kadın gidip,
Mes’ûd’un sarayında bulunmuştu. Orada bulunan âlimlerle
Kâşânî’nin hanımına, sultanın ricasını bildirdi. Haleb’de
aralarında geçen ilmî münâzaralar, kendisinin hükümdârla
kalmalarını çok arzu ettiğini söyledi. O da emre uyup,
arasının açılmasına sebeb oldu. Hattâ bir ara onu saraydan
Haleb’de kaldı. Vefât, edinceye kadar başka bir yere gitmedi.
uzaklaştırmak istedi. Kâşânî’nin kıymetini bilen vezîri araya
O vefât edince, Haleb’in dışında bulunan Halîl İbrâhim
girip: “Bu büyük ve muhterem bir âlimdir. Onu buradan
(aleyhisselâm) makamına defnedildi. Burası çok mübârek bir
göndermiyelim” diye sultâna ricada bulundu. Bunun üzerine,
yer olup, kocası Kâşânî, ölünceye kadar her Cum’a gecesi
Haleb Atâbeki Sultan Nûreddîn Zengî’nin yanına gönderildi.
gelip hanımını ziyâret etmeyi terk etmedi. Hanımının kabri
Haleb’de çok iyi karşılanan Kâşânî, ilminin büyüklüğü
yanında yaptığı duâsı kabûl olurdu. Bu hâl, Haleb’de meşhûr
sebebiyle kısa zamanda meşhûr oldu. Herkes, kendisinin
olmuştu. Onların kabirleri, bütün ziyâretçilerin yanında “Karı-
ilmine hayran olmuştu. Oradaki âlimlerin isteği üzerine, bizzat
koca kabri” diye bilinmektedir.
Sultan Nûreddîn Zengî tarafından 543 (m. 1148) târihinde inşâ
edilen Halâviyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi.
Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Hamîs diyor ki:
Kendisinden evvel orada, Radıyüddîn es-Serahsî ders
“Kâşânî’nin ölümü zamanında yanında idim. Kur’ân-ı kerîm
okutmakta idi. Kâşânî’nin Halâviyye Medresesi’nde okuttuğu
okumakla meşgûldü, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci; “Allahü
derslere birçok talebe devam etmiş ve hepsi de derslerinden
teâlâ mü’minleri, dünyâda ve kabirde, kavl-i sabit olan Kelime-i
çok istifâde ederek, aralarında yüksek âlimler yetişmiştir. Oğlu
şehâdet üzere tesbit ve tahkim etti.” meâlindeki âyet-i
Mahmûd ve “Mukaddimet-ül-Gazneviyye” kitabının sahibi
kerîmeye geldi. “Ve fil-âhıreti” kelâmını söyleyince, rûhu
Ahmed bin Mahmûd, ondan fıkıh ilmini öğrenerek yetişen
bedeninden ayrılıp, bir ânda Cennet-i a’lâya gitti.”
âlimlerdendir.
Bir aralık Şam’a gelen bu büyük Hanefî âliminin meclisinde,
orada bulunan Şafiî fakîhleri toplanıp, Şafiî ve Hanefî
mezhebleri arasındaki farklı bir mes’elede onun konuşmasını
istediler. Daha sonra da birçok mes’ele ortaya koydular.
Kâşânî de, ta’yin edilen her mes’ele hakkında konuşmaya
başladı. Her birisi için, “Buna bizim mezhebimizin âlimlerinden
filân filân kimseler şöyle dediler” diye cevaplar verdi. Her
mes’elede, İmâm-ı a’zam Ebû Kanîfe’nin mezhebindeki
âlimlerden birisinin, bir ictihâdı bulunduğunu bildirdi. Onun her
mes’eledeki derin ilmine hayran kaldılar. O şekilde meclis
tamamlanmış oldu.
İbn-i Adîm anlatıyor: Hanefî mezhebinin büyük fıkıh
âlimlerinden Ahmed bin Yûsuf bin Muhammed el-Ensârî bana
bildirdi ki, Kâşânî, Haleb’den memleketine dönmek istemişti.
Hanımı da istekli olduğundan, gitme arzusu fazlalaştı. Âdil bir
sultân olup, âlimleri de çok seven Nûreddîn Mahmûd-i Şehîd,
durumu öğrenince, Kâşânî’ye hemen bir haberci gönderip
yanına çağırdı. Haleb’de kalmasını te’mine çalıştı. O da,
“Yolculuğa hazırlandık, aynı zamanda hanımım da hocamın
kızı olur. Bu yüzden memleketimize dönmemiz gerekiyor”
deyip, kalmalarının mümkün olmayacağını beyân etti. Sultan,
Başlıca eserleri şunlardır:
1. Bedâyı’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-Şerâyı’: En mühim eseri, bu
kitabıdır. El yazması üç cild olan bu eser, yedi cild hâlinde
basılmıştır. Bu kitap hakkında, Hanefî fıkhına dâir yazılmış
tertîb bakımından ilk sistemli eserdir, denilmiştir. Hocasının
“Tuhfet-ül-fukahâ” kitabının şerhi olmakla beraber, değişik bir
tarzda hazırlanmıştır. Şerh olduğu hiç belli değildir. Sanki
metnin taklididir. Meselâ metin, husûsî işâretlerle şerhten
ayrılmamıştır. Ayrıca bu eserde, “Tuhfe”nin tertîb ve sistemi
ta’kib edilmemiş, bilakis yepyeni bir tertîb ortaya konmuştur.
Yalnız şu kadar var ki, Kâşânî bu eserinde, hocasının
kitabının ifâdelerini değişik bir tertîble aynen muhafaza etmiş,
“Tuhfe”ye sâdık kalmıştır.
Kâşânî, bu kitabını, eski ve yeni birçok eserlerden toplayarak
hazırladığını, ifâde ederek, “Ben hocama uydum ve doğru yolu
buldum” demektedir.
2. Sultân-ül-mübîn: Dînin usûl, akâid (îmân esasları) bilgilerini
içine elan bir eserdir. Fakat yazma veya matbû’ olarak mevcût
değildir.
3- Kitâb-ül-Cehl.
Kâşânî ( radıyallahü anh ) “Bedâyı-üs-Sanâyı” kitabının
bir mescidde kılınır diyen âlimlere göre, dört rek’at daha (Âhır
mukaddimesinde buyuruyor ki:
zuhur) kılmak lâzımdır.”
“Hakîkat şudur ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit
“Cum’a ve bayram namazlarında, hutbenin bir kısmını Arabca,
ilimleri öğrendikten sonra, “Helâl ve haram veya ahkâm ilmi”
bir kısmını da başka bir dil ile okumak, Arabî nazmı bozar. Bu
diye isimlendirilen fıkıh ilmini öğrenmekten daha şerefli, üstün
ise mekrûhtur.”
bir ilim yoktur. Bunun için, Allahü teâlâ peygamberler
gönderdi, kitaplar indirdi. Çünkü, O’nun bildirmesi olmadan,
“Keffâret için ibâha, ya’nî kendisini doyurması için fakire, Fülûs
sırf akıl ile bunları bilmek mümkün değildir. Nitekim Allahü
(kâğıt para) da verilebilir.”
teâlâ Bekâra sûresi 269. âyet-i kerîmede meâlen: “Hak teâlâ,
dilediği kuluna faydalı ilim verir ve onun icâbları ile amel ettirir.
Hattâ bunun sebebiyle, onu rızâsına erdirir. Kime hikmet
verilmiş ise, ona çok hayır verilmiştir ki, o hayır
âhırettendir” buyurmaktadır. Birçok tefsîr âlimleri, bu âyet-i
kerîmedeki “Hikmet’ten muradın, fıkıh ilmi olduğunu bildirdiler.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz de buyurdu ki: “Dinde,
Allahü teâlâya fıkıhtan daha faziletli bir şeyle ibâdet edilmedi.
Şeytana karşı birfakîh, bin âbidden (ibâdeti çok
“Mekke’deki evleri, hac zamanında hacılara kira ile vermek
mekrûhtur.”
“Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki, Resûlullahın (
aleyhisselâm ) yanında oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebabı
hediyye getirdi. Bize “Yiyiniz!” buyurdu. Muhammed bin Saffân
( radıyallahü anh ) dedi ki, iki tavşan yakaladım, kestim.
Resûlullaha sordum, ikisini de yememi buyurdu.”
yapandan) daha kuvvetlidir.”
Birgün Hazreti Ömer’in yanına Şam’dan bir adam gelip, “Sana
1) Tuhfet-ül-fukahâ (Taşköprü zâde) sh. 95, 102
gelmemin sebebi şudur ki, namazımı doğru olarak kılabilmek
için, teşehhüdü (Ettehiyyâtü... duâsını) öğrenmeye geldim”
2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 53
dedi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) onun ilim için olan bu
gayretine bakıp çok ağladı. Hattâ ağlamaktan sakalları
3) Miftâh-ül-se’âde (Taşköprü-zâde) cild-2, sh. 273, 274, 285
ıslanmıştı. Sonra buyurdu ki: “Yemîn ederek söylüyorum.
Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın sana sonsuz olarak azâb
etmeyeceğini ümid ederim”. Bu şekilde ilim öğrenmek için
gösterilen gayretleri bildiren haberler ve eserler,
4) Keşf-üz-zünûn sh. 230
5) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028
sayılamıyacak kadar çoktur.
Kâşânî ( radıyallahü anh ) aynı kitapta buyurdu ki:
“Abdest; yıkamak ve mesh için kullanılan bir isim olup, Allahü
teâlâ, Maide sûresi 6. âyet-i kerîmede meâlen: “Ey îmân
edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve ellerinizi
dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı (ıslak el ile) mesh edin
ve ayaklarınızı da (topuklarınızla beraber) yıkayın!” buyurdu.
“Rükû’ ve secdesi olan namazlarda kahkaha, yanî sesli
gülmek, hem ahdesti bozar ve hem de namazı bozar.”
“Cum’a namazının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört
rek’at, İmâmeyn’e göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız
FÂTIMA BİNTİ ESED ( radıyallahü anha )
Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ), “O benim annemdi” buyurduğu
amcası Ebû Tâlib’in zevceleri, Hazreti Ali’nin annesi, mübârek
bir sahâbîye. Babası Esed İbn-i Hâşim’dir. 4 (m. 626)
senesinde Medine’de vefât etti. Soyu, Resûlullah (
aleyhisselâm ) ve Ebû Tâlib ile Hâşim’de birleşir. Bu bakımdan
Resûl-i Ekrem ile akraba olmaktadırlar. Hâşimoğulları
kadınları içinde ilk erkek çocuk sahibi O oldu. Yine O, bu soy
içerisinde, halife anası olanlardan ilkidir. Tâlib, Akîl, Câ’fer ve
Ali adında dört oğlu ile Ümmühânî, Cümâne, Reytâ ve Esma
adlarında dört kızı vardı. Hazreti Ali’ye Haydar ismini annesi
bunlar arasında idi. Zevci Ebû Tâlib’in dışında bütün çocukları
koymuştu. Böyle olduğu, Hazreti Ali’nin söylemiş olduğu bir
da İslâmı kabûl ettiler. Hatta Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm )
şiirde belirtilmiştir. Hazreti Ali, Hayber harbi esnasında Merhab
yakın akrabalarına konuşmalar yapıp, “O halde, hanginiz bu
ile vuruşurken bu şiiri söylemiştir. Bu şiirinde, “anamın haydar
yolda bana tâbi olup, vezirim ve yardımcım olur.”buyurunca,
(arslan) diye ismimi verdiği ben, ormanların aslanıyım”
henüz, 12-13 yaşlarında bulunan Hazreti Ali hemen ayağa
demiştir.
kalkmış, Resûl-i Ekrem de ona “Sen otur” buyurmuştu.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) bu suallerini üç defa tekrar
Fâtıma binti Esed İslâm’ın başlangıcında müslüman olmuştur.
buyurmuşlar. Üçünde de derhal cevap Hazreti Ali’den
Resûlullah ( aleyhisselâm ) önce İslâm’ı açıktan açığa
gelmiş “Yâ Resûlallah! Her ne kadar yaşça en küçük ben isem
bildirmediler. Üç yıl bir gizlilik devresi geçti. Tedricî (yavaş
de, sana ben yardımcı olurum.” cevabını vermişti.
yavaş) bir yol takip ediliyordu. Artık İslâm’a açıktan davet etme
zamanı gelmişti. Nereden ve kimden başlanacağı Resûl-i
Taptaze, küçücük bir çocuğun, hiç kimseden, korkmadan,
Ekrem’e ( aleyhisselâm ) vahy ile bildirildi. Allahü teâlâ Şuara
çekinmeden, bu yolun yolcusuyum, gönül vermişlerdenim
sûresinin 214. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: “(Ey
mânâsındaki bu karşılığı, Resûl-i Ekrem efendimizi son
Resûlüm) sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını (Allah’ın
derece sevindirdi. İşte Allahü teâlâ, Hazreti Fâtıma binti
dinine davet ederek) âhiret azâbı ile korkut.”
Esed’e böyle sâlih bir evlâd vermişti. Hazreti Ali Resûlullah’ın (
aleyhisselâm ) kerîmeleri Fâtımatü-z-Zehrâ ile de evlenmişti.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) akrabalarını bir araya topladıktan
Bu mes’ûd evlilikte, dünyevî gösterişten tamamen uzak
sonra onlara şu konuşmaları yapmışlardır. “Hamd ancak
kalmıştı. Gayet sade bir düğün yapılmıştı.
Allahü teâlâ’ya mahsûstur. O’na hamd ederim. Ancak O’ndan
yardım isterim. Yalnız O’na inanır, O’na güvenirim. Ben
Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha ) ayrıca Medine-i
gözümle görmüş gibi bilir ve size de şunu bildiririm: Allahü
Münevvere’ye müslüman olarak hicret etme sâadetine de
teâlâ’dan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Sizi
kavuştu. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) zaman zaman onu
O’ndan başka ilâh olmıyan, Allahü teâlâ’ya îmân etmeye davet
ziyârete gider, kuşluk vakti onun evinde uyurlardı.
ediyorum. Ben O’nun bütün insanlara gönderdiği, son
Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz.
Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha ) üstün bir ahlâka sahipti.
Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün
Güzel ahlâkı vardı. Yaşayışı mükemmel, Resûl-i Ekrem
yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyiliklerinizin
efendimizin yanında itibarlı bir hanımefendi idi.
karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında ceza
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sevgisine kavuşma
göreceksiniz. Bu da ya devamlı Cennette veya devamlı
bahtiyarlığına erişmişti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) onu medh
Cehennemde kalmaktır. İnsanları âhiret azâbıyla korkuttuğum
buyururlardı. Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha )
ilk kimseler, sizlersiniz.”
çocukluğundan beri Peygamberimiz’e ( aleyhisselâm ) çok
yakınlık göstermiş, ondan hiçbir yardımı esirgememiştir.
“Ey Abdulmuttaliboğulları! Ben size çok üstün ve kıymetli,
Resûlullah efendimiz, Ebû Tâlib’den sonra, kendilerine en
dünyâ ve âhiretiniz için faydalı şeyler getirdim. Araplar
fazla yakınlık gösterenin Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha
içerisinde kavmine bundan daha hayırlısını getiren bir kimse
) olduğunu, buyurmuşlardır. Gerçekten Hazreti Fâtıma binti
bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay ve hafif ve mîzânda ağır
Esed Resûl-i Ekrem’in bakımında çok titizlik göstermişti. Kendi
gelecek iki kelimeye davet ediyorum. O da “Eşhedü en lâ ilahe
çocukları dururken, önce Resûlullah’ı ( aleyhisselâm )
illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah (Allahü
doyururdu. Kendi çocuklarının temizliğinden önce onun
teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O’nun
mübârek başını tarar, mübârek saçlarını gül yağıyla yağlardı.
Resûlü olduğuna şehâdet ederim) demenizdir.”
Bu yüzden Resûl-i Ekrem efendimiz, onun için “O benim
annemdi” buyurmuştu. Bu, iki cihanın efendisinin mübârek
Resûlullah ( aleyhisselâm ) akrabalarına bu konuşmaları
ağzından çıkıyordu. Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha ) için
yapınca birçoğu müslüman oldu. Hazreti Fâtıma binti Esed de
büyük se’âdet idi.
Zaman akıp gitmiş, Fâtıma binti Esed’in ( radıyallahü anha )
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 1005
ömrü de sona ermişti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm )
gömleğini sırtından çıkararak Fâtıma binti Esed’e ( radıyallahü
anha ) kefen yapmıştı. Bilâhare, Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ) Fâtıma binti Esed’e Cennet elbiselerinin
giydirilmesi için böyle yaptıklarını beyan buyurmuşlardır.
Cenâze namazını da kıldırıp onun üzerine yetmiş tekbir
almıştı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ’nın emriyle,
yetmişbin meleğin onun cenâze namazına
katıldığını” bildirmişlerdir.
Cenâze namazı kılınmış, artık defn edilecekti. Resûlullah (
aleyhisselâm ) bizzat kendileri kabre indiler. Kabir hayatının
rahat ve hoş olması için, kabrin köşelerini genişletir gibi işâret
buyurdular. Kabirden çıkınca gözleri yaşarmış, gözlerinden
akan yaşlar kabre damlamıştı. Orada bulunan Hazreti Ömer
ve başkaları, Resûlullah’ın, Fâtıma binti Esed’den (
radıyallahü anha ) başka hiç bir kimseye böyle yapmadığını
söyleyerek, taaccüplerini ifade etmişlerdir. Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ), Cebrâil’in (aleyhisselâm),
kendisine, Fâtıma binti Esed’in ( radıyallahü anha ) Cennetlik
olduğunu haber verdiğini bildirmişlerdir.
FÂTIMA BİNTİ MÜSENNÂ
Endülüs’ün İşbîliyye şehrinde yetişen hanım evliyâdan. İsmi,
Fâtıma binti Müsennâ’dır. 7. asırda yaşamıştır. Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri Rûh-ül-kuds isimli eserinde şöyle anlatıyor:
“Ben, Fâtıma binti Müsennâ’ya (r.aleyhâ) yetiştim. On sene
sohbetlerine devam ettim. Dikkat ettim, hiçbir şey yemiyordu.
İnsanlar yemek olarak kapısının önüne birşey koyarlarsa,
onlardan ölmeyecek kadar yerdi. Ben yanına oturduğumda,
yüzüne bakmağa utanır, haya ederdim. 90 yaşının üzerinde
olduğu hâlde, kendisini gören çok genç zannederdi. Kendi
hâlinde yaşardı. Dünyâ ile alâkası yoktu. Kimseden birşey
istemezdi. Bir ihtiyâcı olsa, görülmesi icâb eden bir işi
meydana çıksa, Fâtiha-i şerîfeyi okur, Allahü teâlânın izni ile o
şey hemen hallolurdu. Onun kalması için, kendi elimle hurma
dallarından bir ev yaptım. Orada kalırdı. Huzûruna benden
başka kimsenin girmesine müsâade etmezdi. “Niçin sâdece
ona izin veriyorsunuz da başkalarına müsâade
etmiyorsunuz?” diye suâl edildiğinde, cevaben buyurdu ki:
Resûl-i Ekrem Hazreti Fâtıma binti Esed için şöyle duâ
“Başkaları yanıma geldikleri zaman yarım olarak gelirler. Ya’nî
buyurmuşlardır: “Allahü teâlâ seni mağfiret etsin, bağışlasın,
kendileri gelirler, fakat kalbleri; işlerinin, dünyalıklarının,
seni mükâfatlandırsın. Ey annem! Allahü teâlâ sana rahmet
evlerinin, ailelerinin yanında kalıyor. Ancak Muhammed İbni
eylesin. Kendin aç iken beni doyurdun. Kendin giymez, bana
Arabî benim evlâdımdır. Gözümün nûrudur.
giydirir, yemez, bana yedirirdin. Dirilten de, öldüren de Allahü
teâlâ’dır. O dâima diridir. O ölmez. Allahım! annem Fâtıma
binti Esed’i afv eyle, bağışla. Ona huccetini bildir. Kabrini
genişlet. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım!
Ben Peygamberin ve geçmiş Peygamberlerin hakkı için bu
duâmı kabûl buyur.”
Yanıma geldiği zaman, tam gelir. Oturduğu zaman tam oturur.
Diğerleri gibi, geride birşey bırakmaz. Düşünceleri, kalbi
geride olmaz.”
Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, her an Allahü teâlâyı
düşünürdü. Hep onu hatırlardı. “Ente, ente (Sensin, sensin)
senden başka herşey boştur” derdi. Onun hâlini ve durumunu
anlayamayanlar, kendisine ahmak derlerdi. Hakkında böyle
1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-8, sh. 222
uygunsuz şeyler söylendiğini haber alınca; “Asıl ahmak,
Rabbini tanımayanlardır” buyururdu. Fâtıma binti Müsennâ
2) Dürr-ül-Mensûr, sh. 359
(r.aleyhâ) o zamanda bulunanlar için âleme, Allahü teâlânın
bir rahmeti idi.
3) El-İsâbe, cild-5, sh. 389
Bir Ramazân-ı şerîf bayramı akşamı, Fâtıma binti Müsennâ,
4) El-İstiâb, cild-4, sh. 381
bulunduğu beldenin câmisinin önünden geçiyordu. O câminin
müezzini Ebû Âmir isminde bir kimse idi ve elindeki sopa ile
Fâtıma binti Müsennâ’ya vurdu. O da müezzine baktı ve
getir! Gelmek istemezse bile sen bırakma! Mutlaka getir!”
birşey söylemeden ayrılıp gitti. Gönlü incinmişti. Kırık gönülle
dedi. Aradaki mesafe çok uzun olmasına rağmen, Allahü
evinde ibâdet ve tâatine devam etti. Kendisine sopa ile vuran
teâlânın izni ile o kadının kocası bir anda evine geldi. Çoluk
müezzin sabah ezanını okumaya başlayınca. Fâtıma binti
çocuğu çok sevindiler. Böylece, Fâtıma hazretlerinin bir
Müsennâ, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye başladı.
kerâmetine daha şâhid olmuş olduk.”
Biliyordu ki, Allahü teâlâ bir velî kulunu inciten kimseyi mutlaka
cezalandırır. Müezzinin başına bir belâ gelmesinin yakın
Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, Muhyiddîn-i Arabî’yi çok
olduğunu bildiği ve belâya düçâr olmaması için şöyle duâ etti:
severdi. Kendisine; “Ben senin ma’nevî annenim. Nûr ise
“Yâ Rabbî! Şu gecenin son vaktinde, herkes uyurken kalkıp
senin normal annendir” buyururdu. Muhyiddîn-i Arabî
senin ismini, Kelime-i şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen,
hazretlerinin annesinin ismi nûr idi ve sık sık Fâtıma
senin ve habîbinin ismini zikreden, senin da’vetini, emrini,
hazretlerini ziyâret ederdi. Fâtıma hazretleri Nûr hâtuna; “Ey
senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptığı sebebiyle
Nûr! Bu Muhyiddîn benim evlâdımdır. Senin de baban gibidir.
cezalandırma! Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona ceza
Ona dikkat et ve kendisini üzme!” derdi.
verme! Âmin!” O gün (Ramazan bayramı günü), fıkıh âlimleri
toplanarak vâli ile bayramlaşmaya gittiler. Ebû Âmir ismindeki
o müezzin de, dünyalık ba’zı menfaatler te’min etmek niyetiyle
âlimler ile beraber vâlinin yanına gitti. Vâli onun kim olduğunu
sordu. “Câminin müezzinidir” dediler. “Sizinle beraber buraya
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 232
2) Nefehât-ül-üns trc. sh. 703
gelmesi için ona kim izin verdi?” dedi. Bunun maksadını
anlamıştı, hemen kendisini dışarı attırdı. Daha sonra âlimler
3) Meşâhir-ün-nisâ
bunun içeri alınması için şefaat ettiler. Nihâyet içeri alındı. Bu
hâl, Fâtıma binti Müsennâ’ya anlatıldığında, o da akşamki
hâdiseyi ve sabah ezanı okunurken yaptığı duâyı anlattı ve;
“Ben onda olan hakkımdan vazgeçtim. Ya’nî hakkımı ona
helâl ettim. Allahü teâlâya duâ ettiğim için o, bu kadarlık bir
FÂTIMA-İ NİŞÂBÛRİYYE
kovulma ile işi atlatmış oldu. Ben hakkımdan vazgeçmemiş
olsaydım, o müezzin mutlaka öldürülürdü” buyurdu.
Hâtun evliyâların büyüklerinden. Horasanlıdır. Mekke-i
mükerremede otururdu. Bâyezîd-i Bistâmî’nin medh ve
Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ), Fütûhât-ı Mekkiyye
kitabında şöyle anlatıyor “Birgün Fâtıma hazretlerinin yanında
oturuyorduk. Bir kadın gelerek; “Ey kardeşim! Benim kocam.
Endülüs’te Şeriş (yahut Şerş) beldesinde bulunuyor. Haber
iltifâtına mazhar olmuştur. Zünnûn-i Mısrî kendisine birçok
mes’elelerde danışmıştır. 203 (m. 818) senesinde Mekke-i
mükerremede vefât etmiştir.
aldım ki, orada birisi ile evlenmiş. Siz bu hâle ne dersiniz?”
dedi. Ben de o kadına; “Siz ona kavuşmak (ulaşmak)
Bâyezîd-i Bistâmî onun hakkında der ki: “Ömrümde bir hâtun
istiyorsunuz değil mi?” dedim. Kadın; “Evet” dedi. Bunun
tanıdım. O Fâtıma-i Nişâbûriyye’dir. Kendisine herhangi bir
üzerine Fâtıma hazretlerine dönerek; “Ey anacığım! Bu
konuda haber vermek istesem, ona ayan olur ve o şeyi kendisi
kadıncağızın söylediklerini duydunuz. Ne dersiniz?” “Ey
evlâdım! Bu kadının arzusu, ihtiyâcı nedir?” dedi. “Kocasının
gelmesi” dedim. Fâtiha-i şerîfe ve başka şeyler okudu. Ben de
onunla beraber okudum. “Fâtiha-i şerîfeden, bu kadının
kocasını getirmesini istedim” buyurdu. Okuduğu Fâtiha, Allahü
bana bildirirdi.”
Zünnûn-i Mısrî ise onun için şunları söylemiştir: “Mekke-i
mükerremede bir hâtun vardır. Adı Fâtıma-i Nişâbûriyye’dir.
teâlânın izni ile insan sûretine (şekline) geldi. Ona; “Ey Fâtiha-
Bu veliyye hanım, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâ ve esrârından öyle
ül-kitâb! (Fâtiha sûresi) Şeriş şehrine git! Bu kadının kocasını
şeyler söylerdi ki, bana hayret verirdi.”
Bu evliyâ hâtun, Allahü teâlâya öylesine âşık ve Peygamber
Küçük yaştan i’tibâren tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet
verilen Şehzâde Mehmed, devrin en mümtaz âlimlerinden ilim
efendimize ( aleyhisselâm ) öyle sevgi beslerdi ki, bir sohbet
öğrendi. Daha küçük yaşta iken, hocası meşhûr din ve fen
esnasında onlardan bahsedilirken dayanamayıp vefât etti.
âlimi, zâhirî ve batınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn
hazretlerinin terbiyesine verildi. Zamanın evliyâsından Hacı
Buyurdu ki: “Allahü teâlâyı zikr ettiğin, andığın zaman, Allahü
Bayram-ı Velî, Sultan Murâd Hân’ın ziyâretine geldi. Yanında
teâlânın seni gördüğünü düşün ve zikre devam et.”
talebesi Akşemseddîn de vardı. Sultan Murâd Hân ile sohbet
ettiler. Murâd Hân, bu mübârek zâtın feyzinden, küçük
“Sıdk ve takvâ sahipleri bu zamanda bir derya içindedirler. O
deryanın dalgaları onlara çarpmaktadır. O derya içinde
boğulmuşcasına Allahü teâlâya duâ ve feryâd ederler. Kâdir-i
mutlak olan Hak teâlâdan se’âdet ve necât talep ederler.
şehzâdesi Mehmed’in de istifâde etmesini istedi. Şehzâde
Mehmed’i de bulundukları yere getirdiler. Her İslâm sultânı
gibi, Sultan Murâd da, İstanbul’u fethetmeyi düşünüyor,
hazırlığını ona göre yapıyor, Resûlullahın ( aleyhisselâm )
müjdesine mazhar olmak istiyordu. Gönlünden geçen
duyguları, huzûrunda bulunmakla şereflendiği Allah dostuna,
“Kim, Allahü teâlâyı düşünerek amel ve ibâdet yaparsa, o
Hacı Bayram-ı Velî’ye açtı. “Aceb Kostantiniyye’nin fethi kime
kimse ihlâs, sahibidir.”
müyesser olacak?” dedi. İşi ve meşgalesi aklı fikri ve
düşüncesi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olan büyük velî
Hacı Bayram-ı Velî ( radıyallahü anh ); “Fethi görmek, şu
1) Nefehât-ül-üns sh. 695
çocuk (Şehzâde Mehmed) ile, şu bizim köseye
(Akşemseddîn’e) müyesser olacaktır” buyurdu. Bu sözler ve
açık kerâmetle çok duygulanan Sultan Murâd Hân, Hacı
Bayram-ı Velî ile istişâre edip, Akşemseddîn’i şehzâde
FÂTİH SULTAN MEHMED HÂN
İstanbul’u fetheden Osmanlı sultânı. Din ve fen bilgilerinde
âlim, kerâmetler sahibi ve velî. 835 (m. 1432) senesinde
Edirne’de doğdu. Babası altıncı Osmanlı Pâdişâhı Murâd Hân
olup, annesi Hümâ Hâtun’dur. Ba’zı gayr-i müslim tarihçilerin
Fâtih’in annesi hakkında söyledikleri, yalan ve iftiradan
ibârettir. Fâtih’in annesinin özbeöz Türk ve müslüman kızı
olduğu, ilgili mahkeme kayıtları ve Bursa’daki Muradiye
Câmii’nin yüz metre kadar doğusunda bulunan Hâtuniyye
Türbesi’nin 853 (m. 1449) senesinde yazılmış olan kitabesinin
okunması ile isbatlanmıştır. Hümâ veya Hadîce Âlime Hümâ
Hâtun, İsfendiyaroğulları da denilen Candaroğullarına
mensûptur. Fâtih Sultan Mehmed Hân. Önce Manisa’da
sancak beyi oldu. Ondört yaşında babasının yerine ilk defa
pâdişâh oldu. 855 (m. 1451) yılında kesin olarak Osmanlı
tahtına oturdu, İstanbul’u fethetti. 886 (m. 1481) yılında vefât
edip, Muhyiddîn Ebü’l-Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan
cenâze namazından sonra, İstanbul’da yaptırdığı Fâtih
Câmii’nin bahçesindeki türbesine defnedildi.
Mehmed’e hoca ta’yin etti. Akşemseddîn, şehzâdenin herşeyi
ile bizzat ilgilendi. Şehzâde Mehmed, idâri yönden tecrübe
kazanması için, Manisa’ya Sancak beyi ta’yin edildi. Orada da
ilim tahsil etmesine çok ehemmiyet verildi. Molla Ayas gibi
zamanın meşhûr âlimleri, şehzâdeye husûsî ders verdiler.
Şehzâde Mehmed, daha çok teknik ile ilgili şeylere heves
ettiği ve hocaların da baskısına ma’rûz kalmadığı için, ilimde
çok mesafe katedememişti. O senelerde hacca gitmiş olan ilk
Şeyhülislâm Molla Fenârî, Mısır’da büyük âlimlerin derslerinde
yetişmiş olan hadîs, tefsîr ve fıkıhta yüksek âlim olan Molla
Gürânî’yi Anadolu’ya getirmişti. Sultan Murâd’a takdim edilen
Molla Gürânî, ilk önce Bursa’da müderrisliğe ta’yin edildi.
Daha sonra da, Şehzâdeyi korkutması için eline bir sopa
verilip Manisa’ya gönderildi. Şehzâde Mehmed’in mizacının
sertliğini, Molla Gürânî’nin tatlı-sert eğitim metodu yendi.
Şehzâde Mehmed, dört elle ilme sarılıp, dinlenirken de teknik
işlerle uğraşmaya başladı. Güzel bir eğitimden geçip,
matematik, hendese (geometri), hadîs, tefsîr, fıkıh, kelâm ve
târih ilimlerinde yetişti. Arabca, Farsça, Latince, Sırpça ve
Yunanca’yı öğrendi. İdâre ettiği memleketlerden kim gelirse
gelsin, ona kendi diliyle hitâbetme imkânına sahip oldu.
Öğrenmiş olduğu din bilgileri ile, kendi hayat tarzını, kânun ve
bildirmiş, diğerleri ise doğrudan doğruya katline fetvâ
nizâmını tanzim etti. Fen ve teknik bilgilerle, istikbâlde
vermişlerdi. Sultan Murâd Hân, bu fetvâların îcâbı olarak,
yapacağı savaşları, bilhassa İstanbul’un fethini kolaylaştıracak
Karaman ülkesine sefere çıktı. İbrâhim Bey, Konya’yı terkedip
teknikler geliştirmeye çalıştı, ilk havan topunu döküp,
Taşeli (içel) taraflarına çekildi. Hey’et gönderip özür diledi.
İstanbul’un fethinde kullandı. Târih ve coğrafya bilgilerinde
Anlaşma taleb etti. İbrâhim Bey’in hanımı olan Sultan Murâd
kendisini yetiştirip, geçmiş hükümdârların başlarından geçen
Hân’ın kızkardeşinin şefaatiyle sulh yapıldı. Sultan Murâd
şeyleri öğrenerek tecrübe kazandı. Dünyâ cihangirlerinin
Hân, Edirne’ye dönmeyip, Manisa’ya çekildi. Ancak Sultan’ın,
hayatlarını dikkatle inceleyerek, bunların doğru ve yanlış
yerini çocuk yaştaki Şehzâde Mehmed’e bırakarak tahttan
hareketlerine hakkıyla vâkıf oldu. Bu hâdiselerin muhâsebesi
çekildiğini haber alan Avrupa devletleri, leş bulmuş karga gibi
neticesinde, plânlı ve sistemli hareket etme fikrinin lüzumuna
Osmanlı topraklarını ta’cîz etmeye başladılar. Hepsi bir araya
kesin olarak bağlandı. Kudretli bir asker olduğu kadar, geniş
gelip, bir haçlı ordusu meydana getirdiler. Sultan Mehmed, bir
görüşlü bir fikir adamı olarak yetişti.
mektûpla durumu babasına bildirdi. Sultan Murâd Hân da,
kırkbin kişilik bir orduyla Anadolu Hisarı’na geldi. Kiralanan
Fâtih Sultan Mehmed Hân, şehzâdeliği ve padişahlığı
Ceneviz gemileriyle, orduyu Rumeli’ye geçirdi. Sultan
zamanında, fıkıhta Molla Hüsrev’den, tefsîrde; Molla Gürânî,
Mehmed’i, Vezîr-i a’zam Çandarlı Halîl Paşa’yla birlikte
Molla Yegân ve Hızır Bey Çelebi’den, matematikte; Ali Kuşçu,
Edirne’de bırakan Sultan Murâd, ordunun başında Varna’ya
kelâmda; Hocazâde ve Alâeddîn Ali Tûsî gibi âlimlerden ilim
hareket etti. 28 Receb 848 (m. 10 Kâsım 1444) târihinde
öğrendi. Ayrıca Anconalı Giriaco’dan batı târihini okudu.
yapılan Varna Savaşı, Osmanlı ordusunun tam bir zaferiyle
Küçük yaşta Manisa sancakbeyliğine gönderilen Şehzâde
Mehmed, 848 (m. 1444) senesinde Edirne’ye çağırıldı.
Devletin, Anadolu ve Rumeli’den iki taraflı baskıya ma’rûz
kalmasıyla, ömrünü savaş meydanlarında geçirmesinden
dolayı rahatsızlanan Sultan Murâd, oğlu Şehzâde Mehmed’i
tahta geçirmek istiyordu. Sultan Murâd, batılı devletlerle
yapılan Edirne-Segedin muahedesinden sonra ikide bir
Osmanlı topraklarına tecâvüz edip müslümanları rahatsız
eden Karamanoğlu İbrâhim Bey’in üzerine gitti. Edirne’de oğlu
Şehzâde Menmed’i bıraktı. Oğlunun yanına tecrübeli paşalar
verdi. Sultan Murâd, müslüman bir hükümdârın üzerine
yürürken; İslâm âlimlerinden fetvâ almayı ihmâl etmedi. Şafiî
mezhebi âlimlerinden İbn-i Hacer-i Askalânî, Hanefî mezhebi
âlimlerinden Sa’deddîn-i Deyrî, Mâlikî mezhebi âlimlerinden
Bedreddîn-i Tûnisî, Hanbelî mezhebi âlimlerinden Bedreddîn-i
Bağdadî, yine Hanefî mezhebi âlimlerinden Sa’deddîn-i
Bağdadî ve Amasya kadısı Abdürrahmân bin Mehmed
Muslihî’den fetvâlar aldı. Bunlardan birçoğu; Allahü teâlânın
rızâsı için küffâra karşı cihâd eden, Osmanlı Devleti’ni
arkadan vuran ve bu müslüman devlete karşı küffâr ile işbirliği
yapan Karamanoğlu İbrâhim Bey’in katline fetvâ verdiler. Bu
âlimlerden Amasya kadısı hâriç, hiçbiri Osmanlı ülkesinde
yaşamıyordu, içlerinden Hanefî mezhebi âlimi Sa’deddîn-i
Deyrî, İbrâhim Bey’in tövbe etmekle canını kurtarabileceğini
neticelendi. Sultan Murâd, tekrar Edirne’ye dönüp, bir sene
kadar orada oğlu ile beraber kaldı. 849 (m. 1445) yılında oğlu
Mehmed’i Edirne’de bırakıp, kendisi tekrar Manisa’ya gitti.
Ancak Zağanos Paşa ile Çandarlı Halîl Paşa arasında
cereyan eden ba’zı hâdiseler sebebiyle, Sultan Murâd
Edirne’ye gelerek, tekrar devletin başına geçti. Sultan
Mehmed de Manisa’ya gönderildi. Sultan Mehmed, babasının
855 (m. 1451) senesinde vefâtına kadar Manisa vâlisi olarak
kaldı. Babasının vefâtıyla, gönderilen haber üzerine Edirne’ye
gelip, tahta çıktı. Sultan Mehmed, daha 19 yaşında idi. Daha
önceden saltanat tecrübesi olduğu gibi, babasının yanında
seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandan olarak
yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsattan
faydalanmak isteyen Karamanoğulları üzerine bir sefer
yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans mes’elesini
halletmek üzere bütün gayretini bu konuya verdi. Rumeli
Hisarı’nı yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda yaptırdığı
Anadolu Hisarı ile beraber boğazı kesti. 856-857 (m. 14521453) kışını, Edirne’de harp hazırlıkları ile geçirdi. 857 (m.
1453) baharında, Sultan Mehmed Hân, ordusuyla Edirne’den
çıktı. İstanbul çevresinde fethedilemeyen Bizans topraklarını
fethetti. Bizanslılar, tehlikenin yaklaştığını hissedip,
dostlarından yardım istediler. Haliç’e zincir gerip, girişi
kapattılar.
Şehzâdeliğinden beri bir ân önce İstanbul’u fethetmek, hazret-
dâima İstanbul’un haritası ile uğraşırdı. Yine bir gece aynı
i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek arzusu ile tutuşan
düşünce ile uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halîl Paşa’yı, gece
Sultan Mehmed, bu büyük mes’elenin derhâl halline
yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece
çalışıyordu. Bu sebeple, askerî târihin kaydettiği ilk büyük
yarısı çağırılmaktan, bir hatâ yaptığı endişesiyle korkan yaşlı
ateşli silâhlar ve toplar ile, ordusunu karşıkonulmaz bir kuvvet
vezîr, pâdişâh’ın İstanbul’un fethi için oturup konuşmaya
hâline getirdi. İstanbul muhasarasında, donanmayı
çağırdığını söylemesi üzerine rahatlamıştı, İstanbul’un
Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indiren teknik bir dehâya ve
müstakbel fâtihi, böyle yerinde duramaz, yatağında
çeşitli muhasara makinelerine, seyyar kulelere sahip oldu.
yatamazken Bizans’ın hâli neydi.
Haliç üzerinde; Kâsımpaşa tarafından başlamak üzere, boş
Fetihden önce, İstanbul’u ziyâret eden Fransız seyyahı
fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak, beşbuçuk metre eninde bir
Bertrand de lâ Broguler, şunları yazmıştır: “Üsküdar’dan
köprüyü, Kâsımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu
sandala binip İstanbul’a geçerken, Bizanslılar beni Türk
çalışmaları gören Bizanslılar, Osmanlı askerlerinin su üstünde
(Müslüman) sandılar! Bu yüzden çok hürmet gösterdiler...
yürüdüğünü zan ederek, sihir yapıldığına hükmettiler. Sultan
Fakat karaya çıkınca, hıristiyan (Katolik) olduğumu farkettiler
Mehmed Hân, İstanbul’un fethine hazırlanırken, fethin bütün
ve işte o zaman bütün davranışları değişti. Üstelik, âdet
plânlarını, önceden en ince teferruatına kadar hazırladı.
olandan da fazla vergi istediler. Çünkü onlar, Katoliklerden
Zamanına kadar yapılmamış olan en ağır topları döktürdü. O
nefret ediyorlardı. Kılıcım belimde olmasaydı, hayâtım bile
zamana kadar ateşli silâhlar, atıştan sonra soğumaya terk
tehlikeye düşebilirdi. Bizanslı Rumların, Roma papalığına
edilir, bu arada bir hayli zaman kaybedilirdi. Sultan Mehmed
bağlı hıristiyanlara ne kadar düşman olduklarını bizzat
Hân, kızgın toplara zeytinyağı döktürerek, namluları
yaşadım...” Aynı günlerde, bir Rum Metropolidi, va’zında; “Ey
soğutmuş, insanlık târihinde ilk defa “Yağ ile makina
ortodokslar!.. Bütün ma’nevî işâretler artık, dünyâ
soğutmayı” başarmıştır. Sultan Mehmed Hân’ın teknik buluşu,
hâkimiyetinin Osmanlılara geçtiğini gösteriyor..” diyor, İslâm
bununla da kalmamaktadır. Havan topunun balistik
âlemi ise, o gün, 900 yıldır Peygamber efendimizin (
hesaplarını yapmış, plânlarını çizmiş ve böylelikle, “Dik mermi
aleyhisselâm ) mübârek hadîs-i şerîflerini gerçekleştirecek
yollu” ilk silâhı keşfederek, İstanbul’un fethinde havan topunu
mübârek asker ve mübârek emîri bekliyordu...
kullanmıştır.
Bizans, asırlardır İslâm âlemi ve Osmanlı Devleti için bir fitne
Sultan Mehmed Hân, Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) zamanından
kaynağı olmuştu. Haçlı ordularını müslümanların üzerine onlar
kendi zamanına kadar, İstanbul fethini hedef alan bir İslâm
kışkırtmış, pâdişâh olamayan şehzâdelere onlar arka çıkmış,
ordusunun başında bulunuyor ve bu fethin gerçekleşmesi için
İslâm devletlerini karıştırmaya çalışmaktan geri durmamıştı.
gerekli olan yüksek vasıflara sahip bulunuyordu. Yüksek
Gâzî Sultan Mehmed Hân, böyle bir yerin çıbanbaşı gibi orta
vasıfların sahibi olan Sultan Mehmed Hân’a, daha Manisa’da
yerde kalmasına dayanamıyor; “Ne sebep vardır ki, onun gibi
şehzâde iken, hocası büyük velî Akşemseddîn, İstanbul’u
menzîl-i şerîf ve makâm-ı latîf (İstanbul), bizim vatanımızın
fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul
ortasında başkasının elinde buluna! Ve dahî padişahlık
muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu
günlerimizde; kefere ocağı ve eşkiyalar yatağı ve isyancılar
ne iyidir” hadîs-i şerîfi, onu fevkalâde bir şevke getirmişti.
durağı ola!” diyordu.
Kaynakların belirttiğine göre, pâdişâh, hep İstanbul’un fethini
Fetihten daha birkaç ay önce Bizans İmparatoru ölmüş, yerine
düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sahiplerinin
Onbirinci Kostantin geçmişti. Bizans İmparatorluğu; Silivri ve
sözleri ile, o, bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-
Vize gibi birkaç kasaba ile, İstanbul’dan ibâret kalmıştı.
gündüz huzûru kaçmıştı. Yatıp kalkarken, sarayında ve
dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbul’un fethi ile meşgûldü.
Sultan Mehmed Hân şöyle buyurdu: “Ya, biz Bizans’ı alırız, ya
Yalnız veya mâiyetiyle gezintiye çıktığında da, yine fethi
Bizans bizi!” 857 (m. 1453) yılı Rebî’ul-evvel ayı sonlarında
düşünür, istirahat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt,
(Nisan başlarında) İstanbul önlerinde karargâh kuran Sultan
Mehmet Hân’ın ordusu, birkaç gün içerisinde hazırlıklarını
“Ya müslüman olun kardeş olalım veya teslim olun haraç
yapıp taarruza geçti. Pâdişâh Sultan Mehmed Hân, bütün
alalım” dedi. O gün geldi. Gecesinde bütün mücâhidler gusl
evliyâ ve ulemâyı yanına da’vet etti. Her hareketinde onlarla
abdesti aldılar. Sabahlara kadar namaz kılıp duâlar ettiler.
istişâre ediyor, ondan sonra karar veriyordu. Pâdişâhın en
Sultan Mehmed Hân da sabaha kadar namaz kılıp gözyaşı
yakınında; Hâcı Bayram-ı Velî’nin halîfelerinden Akşemseddîn
döktü. Duâ edip niyazda bulundu. Seher vakti ezan seslerini
hazretleri ve Akbıyık Dede ile birlikte, ulemâdan Molla Gürânî
müteakip, sabah namazını eda ettiler. Hazırlıklarını
ve Molla Hüsrev’den başka, daha birçok mübârek kimse hazır
tamamladılar. Sultan son defa orduyu teftiş edip, onları harbe
bulunuyordu. Savaş başladı. Bütün kalbler, bütün gönüller,
teşvik etti. Onlara; “Şimdi parlak bir cihâd için birbirinizi teşvik
Allahü teâlânın rızâsı için heyecana gark oldu. Resûl-i ekremin
ediniz, zafer için üç şart esastır. Niyetinizi hâlis edip, emirlere
( aleyhisselâm ) dokuzyüz sene önceki müjdesine mazhar
itaat ediniz. Ya’nî tam bir sükûnet ve intizâm ile verilen emirleri
olmak iştiyâkıyla, bir daha, bir daha hücum edildi. Asker,
tam olarak icra edip, icra ettiriniz. Îmânınızın verdiği galeyan
kumandan sultan, âlim, evliyâ, kimse bıkmak bilmiyordu.
ile muharebeye koşunuz. Bu işte liyâkatinizi ortaya koyunuz.
Gönüllerinde tek düşünce; “Ya biz Bizans’ı alırız, ya Bizans
Zillet geride, Şehâdet ileridedir. Bana gelince, sizin başınızda
bizi!” diyorlardı. Gemiler dağlardan “Allah Allah” sadâlarıyla
döğüşeceğime yemîn ederim. Herkesin ne sûretle hareket
yürütüldü. En büyük toplar, en yeni silâhlar, havanlar
ettiğini bizzat ta’kib eyleyeceğim” deyip, hücum emrinin boru
kullanıldı. Yer altından lağımlar kazıldı. Surlarda gedikler
ile birlikte başlayacağını bildirdi. Emîr verilip, cenk borusu
açıldı. Duâlar edildi. Bütün sebeplere yapışıldı. Gönüller bir ân
çalındı. Allahü teâlânın rızâsı için cihâda niyet etmiş olan
önce Bizans’a girmek, Ayasofya’da ezan okuyup namaz
mücâhidler: “Ya Cennet, ya İstanbul” diyorlar, iki yerden başka
kılmak ateşiyle yanıyordu. Çâre yok, imkân yok, Bizans
bir makama gitmek istemiyorlardı. “Allah! Allah!” sadâları ile,
alınamadı. Firenk kralları bir olup, gemiyle Bizans’a yardım
Fetih sûresi okunarak; kösler, davullar çalınarak hücum
yolladılar. Bizanslılar yardımdan kuvvet alıp, kiliseleri yıkarak,
başladı. Pâdişâh heyecandan yerinde duramıyor, fethin bir ân
taşları ile kaleleri ta’mir ettiler. Sultan Mehmet Hân çok üzüldü.
önce gerçekleşmesini arzu ediyordu. Herkes şehîd olmak için
“Acaba mü’minlerin kanlarını boşa mı akıttım” diye düşündü.
adetâ yarış ediyordu. “Allah! Allah!” sesleri cenk naraları
Çevresinden ba’zı kimseler; “Bir garîb dervişin sözüne bakıp,
ortalığı dolduruyordu. Yeni keşfedilen balyemez toplarının her
bunca iş işledin” dediler. Sultan Mehmed Hân, hocası
gürleyişi, kalenin bir burcunu götürüyor, köhne Bizans’ı
Akşemseddîn hazretlerine danışmış, o da; “Kostantiniyye’yi
yerinden oynatıyordu. Ancak fetih bir türlü müyesser olmadı.
evvelâ Sultan Muhammed Hân fetheyler” buyurmuştu. Sultan
Sultan Mehmet Hân yerinde duramıyordu. Akşemseddîn
Mehmed Hân, işte bu yüzden Bizans’ın fethinde bu kadar
hazretlerini da’vet etti. Gidenler, çadırına girmeye cesâret
ısrarlıydı. Pâdişâh, çevresindekileri yatıştırmak için, veziri
edemediler. Çünkü o mübârek zât, rahatsız edilmemesini emir
Veliyyüddîn oğlu Ahmed Paşa’yı gönderip; “Şeyh’e arzet
buyurmuştu. Sultan Mehmed Hân, bizzat kendisi gitti. Çadır
bakalım, kalenin fethi ve düşmanın yenilmesi mümkün
sıkısıkıya kapatılmıştı. Çadırın bir kenarından baktı. Çadırın
müdür?” dedi. Akşemseddîn ( radıyallahü anh ) “Ümmet-i
içinde hiçbir şey yoktu. Akşemseddîn ( radıyallahü anh ) kuru
Muhammed’den bu kadar müslüman, bu kadar gâzî, bir kâfir
toprak üzerinde diz çökmüş, ellerini açmış Allahü teâlâya
kal’asına yöneldi. İnşâallah fetholur” diye cevap verip, fazla
yalvarıyor, zamanın sahibini, en büyük evliyâsını imdâda
açıklamadı. Sultan Mehmed Hân, tekrar haber gönderip,
göndermesini arzuluyordu. Sultan Mehmed Hân da elini açıp;
zamânını bildirmesini arzu etti. Akşemseddîn hazretleri,
“Âmin” dedi. Her ikisinin gözlerinden yağmur gibi yaşlar aktı.
murâkabeden sonra; “İşbu senenin Cemâzil-evvel ayının
Sultan Mehmet Hân, oradan ayrılıp otağına doğru gelirken,
yirminci (29 Mayıs) günü seher vaktinde, falan taraftan taarruz
Bizans surlarına baktı. İslâm askerinin önünde; beyaz elbiseli,
etsinler! Ol gün İnşâallah feth ola!... Kostantiniyye, ezan
yeşil sarıklı bir ordunun daha kaleye hücum ettiğini gördü.
sadâları ile dola” dedi. Gidip Sultan Mehmed Hân’a haber
Başlarındaki kumandana dikkatle bakıp, vasıflarını zihnine
verdiler. Sultan, memnun ve mesrûr olup, yeni bir şevkle
yerleştirdi. Çok geçmeden Ulubadlı Hasan burçlara çıkıp,
düşmana hücum etti. Plânlarını va’dedilen güne göre yaptı.
tekbîrlerle sancağı şerîfi dalgalandırdı. Osmanlı askeri, yeni
Kimseye birşey hissettirmedi. Küffâra yeniden haber gönderip;
bir şevkle saldırdı. Çok geçmeden, surlarda açılan gedikler
gibi, şehrin kapıları da açıldı. Osmanlı askerleri akın akın
Daha sonraları Fâtih Câmii ve Sahn-ı semân medreseleri
şehre girdi. Aksaray’da toplanan Osmanlı kuvvetleri, küfrün
yaptırıldı. Fâtih Câmii’nin Akdeniz ve Karadeniz cihetlerinde
merkezi olan Ayasofya taraflarına hep birlikte hücum ettiler.
yapılan bu sekiz medresede, bugünkü ma’nâsıyla üniversite
Halk, korku ve tereddüt içinde Ayasofyaya sığınmış, başta
eğitimi verildi. Sahn-ı semân medreselerine talebe hazırlamak
patrik olmak üzere, kapıları içeriden sıkı sıkıya kapatmışlardı.
için, bugünkü liseler gibi “Tetimme” mektepleri inşâ edildi.
Türk askerleri, sıkıca kapatılmış olan Ayasofya’nın kapılarını
Fâtih Câmii çevresinde büyük bir külliye meydana geldi. Çeşitli
zorla açarak içeri girdiler. Sultan, kendisini iki ay uğraştıran bu
yerlerde vakıflar yapılıp, masrafları karşılandı. Her birinde bir
insan kütlesine karşı, insanlığın üstünde bir merhamet ve
dershâne ve ondokuz oda bulunan sekiz medreseden ve
şefkat gösterdi. Bu arada ayaklarına kapanan İstanbul
tetimmelerden meydana gelen bu külliyenin bânisi Fâtih
patriğini yerden kaldırmak âlicenaplığını gösteren Cihangir,
Sultan Mehmed Hân, müderrislerden rica edip, kendisi için de
patriği teselli edip; “Ayağa kalkınız! Ben Sultan Mehmed,
bir oda ayrılmasını istedi. Fakat müderrisler bu isteğe; “Siz
hepinize söylüyorum ki, şu andan i’tibâren, artık ne hayatınız,
külliyenin kurucususunuz, ama önce imtihana girin,
ne de hürriyetiniz, husûsunda gazâb-ı şahânemden
dânişmend (asistan) olun, tercih ettiğiniz ilim şu’besinde tez
korkmayınız.” dedi. Bir taraftan da, Ayasofya kulelerinde ezân-
yapın, eser verin, sonra müderrisliğe erişin, ancak böylelikle
ı Muhammedî okunmaya başladı. Onsekiz bin âlemin efendisi,
ilim ocağında makamınız olur” cevâbını verdiler. Sultan
iki cihan serveri, Allahü teâlânın Habîbi, sevgili
Mehmed Hân da onları kırmayıp, imtihana girdi. İmtihanı
Peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın “Sallallahü aleyhi ve
kazandıktan sonra ona da bir oda verildi.
sellem” dokuzyüz sene önce haber verdiği mübârek fetih.
“Şanlı emir”in kumandanlığında, “Şanlı ordu” tarafından
Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu câmi ve medreselerden başka;
gerçekleştirilmişti. Bizans’ın kalesi düşmüş, kutsal
daha birçok câmi, medrese ve köprü yaptırdı. Zamanında
Ayasofya’nın haçları indirilmişti. İkindi namazı vakti idi. Ordu
yapılan câmilerin sayısı üçyüzsekseni buldu. Kubbeler, ince
saf olup, gece aldıkları abdestle ikindi namazını kılmaya niyet
ve zarif minareler, evliyâ kabirleri üzerine yapılan türbelerle,
ettiler. Fâtihler babası Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ayasofya da
fethedilen memleketler, müslüman Türke tapulandı.
ilk namazı kıldırdı.
Memleketin her tarafını medreselerle süsleyen Fâtih Sultan
Fâtih Sultan Mehmed Hân, insanlara zulmedilmemesini, kılıç
Mehmed Hân, âlimlere büyük ikramlarda bulundu. Hürmet ve
kaldırmayana, aman dileyene el kaldırılmamasını emretti.
muhabbette kusur etmedi. En kıymetli âlimleri memleketine
Hemen o günde, âdil Osmanlı kadıları ve âlicenap Osmanlı
celbetti. Doğunun en büyük medreselerinden olan
askerleri, fakir fukarayı tesbit ettiler. Kimse aç ve açıkta
Semerkand’daki Uluğ Bey Medresesi müderrisi ve astronomi
bırakılmadı. Yanlışlıkla öldürülen Cenevizlilere diyetleri verildi.
âlimi Ali Kuşcu’yu da’vet etti. Tebrîz’den İstanbul’a gelinceye
Müslüman olsun, kâfir olsun, herkesin huzûr ve rahatı te’mîn
kadar, her konağı için bin akçe hediye etti. Sık sık
edildi. Kocası ölmüş kadınlar, bekâr askerlerle evlendirildi.
medreselere gidip, müderrislerin derslerini ta’kib eden Fâtih
Herkes dîninde serbest bırakılıp, kimseye baskı yapılmadı.
Sultan Mehmed Hân, zamanın en meşhûr müderrislerinden
“Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannâmesi”nin
Hocazâde Muslihuddîn Bursevî ve Alâeddîn Ali Tûsî’nin,
yayınlanmasından yüzyıllar önce, evrensel beyannamede
İmâm-ı Gazâlî ve İbn-i Rüşd arasındaki mes’eleleri inceleyip,
bildirilenlerin daha a’lâsı, Osmanlı teb’asına tatbik edildi,
kitap hâlinde yazmalarını istedi. Her ikisi de İmâm-ı Gazâlî
İstanbul ta’mir ve îmâr edildi. Anadolu ve Rumeli’den
hazretlerinin haklılığını isbât edip, “Dînin akla üstünlüğünü”
müslümanlar göçürülüp yerleştirildi. Birkaç kilise ve manastır,
ortaya koydular.
medreseye çevrildi. Molla Zeyrek, Hocâzâde, Alâeddîn Tûsî,
Molla Abdülkerîm gibi âlimlerin her birine birer medrese verildi.
Akşemseddîn hazretlerinin kerâmetleriyle, Resûl-i ekremin (
aleyhisselâm ) sancaktarı Ebâ Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin
kabr-i şerîfi bulunup, orada türbe, câmi ve medrese inşâ edildi.
Naklî ilimler yanında aklî ilimlere de ehemmiyet veren Fâtih
Sultan Mehmed, İstanbul’da bir tıp fakültesi ve hastahâne inşâ
ettirip, memleketin çeşitli yerlerinde hastahâneler açtırdı.
Ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsını kazanma gayretinden
elimizde “İslâm Kılıcı” vardır. Eğer bu zahmete katlanmaz
uzak kalmayan Fâtih Sultan Mehmed Hân, milletinin huzûr ve
isek, bize “Gâzî” demek yalan olmaz mı?” dedi.
refahı için, Tanzimat dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin
temel kânunu olarak mer’iyette kalan Fâtih Kânunnâmesi’ni
Fâtih Sultan Mehmed Hân, yapacağı seferlerden en
hazırlattı. Pâdişâhın görüşleri alınarak, Vezîr-i a’zam
yakınlarını bile haberdâr etmez ve gizli kalmasına çok dikkat
Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli
ederdi. “Sırrıma, sakalımın tek telinin vâkıf olduğunu bilsem,
kanunnâmeyi, Nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme aldı.
hepsini yolar atardım” sözü meşhûrdur. Böyle hareket etmeyi,
Kanunî devrinde hazırlanan Kanunnâmede de bu eser esas
muvaffakiyetinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle
alınmıştır.
hareket etmesinin neticesinde, İsfendiyar beyliğini ve Trabzon
Rum İmparatorluğu’nu kolayca ele geçirmişti.
Osmanlı Devleti’nin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih
devrinde en mükemmel hâle geldi. Onun için, asırlar boyu çok
Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan’la yapılan Otlukbeli
şeyler yazılıp, çizildi. Hakkında, Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler
Savaşı, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın komutanlık vasfını en iyi
söylendi. Tetkik edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan
bir şekilde karakterize edebilecek mâhiyettedir. Doğuda büyük
bu cihangirin, sayılamıyacak kadar çok vasıfları vardır.
bir şöhrete sahip olan Uzun Hasan, birkaç saat içinde mağlup
olmuş ve savaş meydanından kaçmıştı. Bu başarıda, savaş
Savaş meydanlarında kanının son damlasına kadar
plânının iyi hazırlanmış ve iyi tatbik edilmiş olmasının büyük
çarpışmak, ölümü hiçe sayarak, canını din ve devlet uğrunda
payı vardı.
çekinmeden feda etmek, milletimizin öz hasletlerindendir. İşte
Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu kahramanlardan sâdece
Fâtih Sultan Mehmed Hân, Doğu Türkleri ile temasa büyük
birisidir. Onun, İstanbul’un kuşatıldığı günlerde, deniz savaşı
önem vermiş, oğlu Sultan İkinci Bâyezîd Hân da Türk
esnasında gemilerinin mağlup edildiğini gördüğü zaman,
medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını ta’kib etmiştir.
beyaz ve şahlanan atını denize sürmesinin ma’nası pek
Doğu Türklerinin Timur Hân devri medeniyeti denilen
büyüktür. Bu harekette, kahramanlık ile cesâretin, cengaverlik
medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih Sultan Mehmed Hân
ile faziletin misâli görülmektedir. Allah yolunda her türlü
devrinde Osmanlılar’da tahakkuk etmiştir. Fâtih Sultan
sıkıntıya göğüs geren Fâtih Sultan Mehmed Hân, Trabzon
Mehmed Hân, batı dillerinden birkaçını bilmesi sayesinde,
seferi esnasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesine,
Avrupa’yı çok iyi ta’kib etmiş, fakat Türklerin her husûsta
gönlündeki cihad aşkını çok güzel bir şekilde ifâde etmiştir.
Avrupalılar’dan üstün bulunması dolayısıyle, Avrupa’dan
Fâtih Sultan Mehmed Hân, Erzincan tarafına yürüdüğü
birşey alma ihtiyâcı duyulmamıştır.
zaman. Uzun Hasan elçiler yolladı. Elçiler, iki kişi idi. Biri öz
anası Sârâ Hâtun, öteki ise tanınmış bir Şeyh idi. Gelip,
“Bulgar Dağı” yanında buluştular. Gayet iyi armağanlar
getirdiler. Pâdişâh dahî armağanları alıp, kabûl eyledi. Ziyâde
alâka gösterdi. İkisini birlikte alıp, Trabzona doğru yola çıktılar.
Bulgar Dağı’na tırmandılar. Sonra aşağı iner oldular. Öyle ki,
Pâdişâh, bu dağın çok yerini yaya yürüdü. Hâsılı Trabzon’a
varır oldular. Elçiler de birlikte idiler. İyice yorulan Uzun
Hasan’ın anası, Sultan Mehmed’e; “Hey oğul!.. Bir Trabzon
için, bunca zahmet çekmek niye?” dedi. Pâdişâh cevap verip;
“Ey koca analık! Bu zahmetler, Trabzon için değildir. Bu
zahmetler, İslâm dîni yolunadır ki, yarın âhıret gününde Allahü
teâlânın huzûrunda utanmıyalım diyedir... Çünkü bizim
Fâtih’in fetihleri yalnız büyük değil, mühim ve ma’nâlı olmuş,
Osmanlı Cihan Devleti’nin temelleri bu fetihlerle atılmıştır.
Babasından dokuzyüzbin küsur kilometrekare olarak aldığı
Osmanlı toprağına; iki İmparatorluk, iki krallık, iki sultanlık,
onbir prenslik ve dukalıktan meydana gelen onyedi devletin
toprağını da ekleyerek, ikimilyonikiyüzondörtbin kilometre kare
olarak oğluna devretmiştir.
Devrinde büyük âlimler ve san’atkârlar yetişmiş, mühim
eserler vücûde getirmişlerdir. Pekçok ilim adamını dünyânın
dört bir bucağından İstanbul’a getiren Fâtih Sultan Mehmed
Hân, Arabca, Farsça ve Türkçe şiirler yazdı. Şiirde devrinin
üstâdları arasında yer aldı. “Avnî” mahlasıyla edebî değeri
yüksek beyitler, gazeller söyledi, İstanbul’un fethinden sonra,
hocası Akşemseddîn’e hâlini arz edip, dervişlik taleb eden
dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz” buyurdu.
Fâtih; “Sen derviş olursan, müslümanların işlerini kim görür?”
Sonra atını Abbâs Sahrası denilen sahraya doğru sürdü.
cevâbını aldı. Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle
Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha
ortaya döktü. Vefâtından sonra bulunan dîvânının pek güzel
peşinden gidip ta’kib etmişti. Abbâs Sahrâsı’na varınca, atının
gazellerle dolu olduğu görüldü. Bunlardan ba’zıları şöyledir:
üstünde sağa-sola gidip geldi. Sonra da birden bire gözden
kayboldu. Ubeydüllah-i Ahrâr ( radıyallahü anh ) daha sonra
“Sevdüm ol dilberi söz eslemedün vay gönül,
evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini
Eyledin kendözüni âleme rusvay gönül.
sorduklarında; “Türk sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih)
Sana cevr eyleyemezsün nideyin hay gönül?
Cevre sabr eylemezsün nideyin hay gönül
Gönül eyvay, gönül vay, gönül eyvay gönül
Bilemedüm derd-i dilün ölmek imiş dermanı.
kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım
etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle galip geldi. Zafer
kazanıldı” buyurdu. Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i
Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım,
babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını söylerdi: “Bilâd-ı
rûm”a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih
Öleyim dert ile tek görmeyeyin hicranı.
Hân’ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana babam Ubeydüllah-i
Mihnet-ü-derd-ü-game olmağ içün erzânı,
Ahrâr’ın şeklini ve şemâlini ta’rîf edip; “Semerkand
taraflarından, şu şekil ve şemâle sahip, beyaz atlı bir zât,
Avniya sencileyin mihnet-ü gam-keş kânı,
babama yardıma geldi” dedi. Ben de ta’rîf ettiği zâtın babam
Gönül eyvay, gönül vay, gönül eyvay
Ubeydüllah-i Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atının olup ba’zan
ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân
İmtisâl-i “cihâd-ı fillâh” oluptur niyyetim.
bana şöyle anlattı: “Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân’dan
Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim.
duydum: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada,
harbin en şiddetli bir ânında Allahü teâlâya yalvarıp, zamanın
Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,
Ehl-i küfri serteser kahreylemektir niyyetim.
Enbiyâ vü evliyâya istinadım var benim.
Lutf-i Hakdandır behmân ümmîd-i feth-ü-nusretim
Nefs-ü-mâl ile nola kılsam cihanda ictihâd?
Hamdullah var gazâya sad hezârân rağbetim.
kutbunun imdâdıma yetişmesini istedim. Şeklini ve şemâlini
ta’rîf ederek; şu şu vasıfta ve şu şekilde beyaz bir at üzerinde
bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Ben de nasıl
endişelenmeyeyim küffâr askeri pekçok dedim. Ben böyle
söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım,
büyük bir ordu gördüm, “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim.
Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, kösün tokmağına üç defa
vur. Orduna hücum emri ver” buyurdu. Emîrlerini aynen yerine
Ey Muhammed, mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,
getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti.
Umarım gâlib ola a’dâ-yi dîne devletim.
Böylece düşman hezimete uğradı, İstanbul’un fethi
gerçekleşti.” Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’u
Fâtih Sultan Mehmed Hân’a isnâd edilen pekçok menkıbe
fethederken, cümle evliyânın ve rûhâniyetlerinin yardımını
vardır. Bunlardan biri, zamanın en büyüğü Ubeydüllah-i Ahrâr
gördüğü apaçık bir hakîkattir.
hazretlerinin İstanbul’un fethinde, Semerkand’dan yardıma
gelmesi hadîsesidir. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu
Fâtih Sultan Mehmed Hân, fetih sonrasında vezirleri ile
Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: Ubeydüllah-
beraber hocası Akşemseddîn hazretlerinin ziyâretine gitti.
i Ahrâr hazretleri, bir Perşembe günü öğleden sonra, aniden
Fâtih, hocasının huzûruna girdi. Fakat Akşemseddîn hazretleri
atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip
hiç aldırış etmeyip, yerinden kalkmadı. Hâlbuki her zaman
Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona
Fâtih Sultan Mehmed Hân için ayağa kalkardı. Genç pâdişâh
tâbi olup, ta’kib ettiler. Biraz yol aldıkdan sonra, Semerkand’ın
hocasına karşı bir hatâ ettiğini zannedip, çok üzüldü.
Sevdiklerinden birine durumu anlattı. O da Akşemseddîn
değişik eserler içerisine serpiştirilmişti. O kitaplardan da bu
hazretlerine bu hâlinin sebebini sordu. O büyük âlim; “Cenâb-ı
bilgileri te’min etmek, bir hayli mesaî isteyen bir işti. Ancak,
Hakkın eski hakan ve sultanlara nasîb etmediği bir fethi
her ilimde kâmil bir İslâm âlimi, her ilimdeki ta’bir ve terimlerin
gerçekleştiren bir pâdişâhda olması muhtemel gurûru terbiye
istenildiği gibi açıklamasını yapabilirdi. Fâtih Sultan Mehmed
etmek için bu hareketi yaptım” dedi. Bu haber kendisine
Hân gibi bir âlimin suâllerine de, Molla Câmî hazretlerinden
ulaşınca, o yüce kumandanda sevinç alâmetleri görüldü. O
başkası tam cevap veremezdi. Molla Alâeddîn de, sultâna arz
zamana kadar öyle sevindiği görülmemişti. Bu hâlini şöyle
edip; “Sizin suâllerinize ancak Horasan ulemâsından Molla
îzâh etti: “Beni böyle görüp, İstanbul’un fethine sevinir
Câmî hazretleri cevap verebilir” dedi. Sultan, daha önceleri de
sanmayın. Beni asıl sevindiren şey, Akşemseddîn’in benim
birçok defa methini işittiği Molla Câmî’yi bir mektûpla
zamanımda olmasıdır” dedi.
İstanbul’a da’vet edip, derdine derman olmasını arzu etti. O
da, bir risale yazıp, Sultan Mehmed Hân’a gönderdi. “Eğer bu
Akşemseddîn hazretlerine fetihten sonra; “Niçin gelecekten
risalemizle gönlünüze su serpebilirsek, daha sonra da
haber verip İstanbul’un fethedileceğini söyledin?” dediler. O
kendimiz geliriz” dedi. Daha sonra kendisi de yola çıktı.
da; Kardeşim Hızır (aleyhisselâm) ile birlikte şehrin fethinin ne
Konya’ya kadar geldi. Fâtih’in vefâtını haber alarak geri
zaman olduğunu ledünnî ilminden istifâde ile öğrenmiştik. Kale
döndü.
fethedilince, Hızır’ı (aleyhisselâm) gördüm. Fethedilen
burçlardan birinin üstünde, ayaklarını aşağı sarkıtmış
Fâtih Sultan Mehmed Hân, ba’zan tebdîl-i kıyâfetle şehirde
oturuyordu” diye cevap verdi.
dolaşır, halkının durumunu bizzat kendisi teftiş ederdi.
Gündüzleri medreselerde dersleri dinler, geceleri de
Fâtih Sultan Mehmed Hân, Allahü teâlânın velî kullarını ziyâret
medreselerde kimin daha çok çalıştığını kontrol ederek, lâyık
edip, onların duâsını almayı, feyz ve bereketlerine kavuşmayı
olanları mükâfatlandırırdı. Birgün, gece geç vakitte sarayının
çok severdi. Her zaman onların ziyâretlerine ve hizmetlerine
penceresinden medrese tarafına gözgezdirdi. Molla Hüsrev’in
koşardı. Bir defasında, zamanın evliyâsından Vefâ-i Konevî’yi
( radıyallahü anh ) talebelerinin kaldığı bölümde bir odanın
ziyârete gitmişti. Bu çok methedilen Allah dostunu hiç
ışığı yanıyordu. Ertesi gün, daha ertesi gün baktı. Işık hergün
görmemişti. O mübârek kimsenin kapısına kadar bizzat gitti,
sabahlara kadar yanıyordu. Sabahlara kadar ders çalışan bu
içeri girmek için müsâade istedi. Abdüllatîf Makdisî
talebeyi merak edip, Molla Hüsrev’den sordu. Muhyiddîn
hazretlerinin halîfesi olan Şeyh Muslihuddîn Vefâ Konevî,
Manisavîzâde olduğunu öğrendi. “Bu talebe hiç uyumaz mı ki,
pâdişâhın kendisini ziyâretine müsâade etmedi. Bizans
sabahlara kadar ışığı yanar?” diye sordu. Molla Hüsrev de;
surlarını topla yıkan o yüce pâdişâh, bir garîb dervişin kapısını
“Efendim o, az uyur, çok çalışır” dedi. Emîr verip,
açtıramadan dönüp gitti. Adetâ ağlar bir hâli vardı. Şeyh
Manisavîzâde’ye daha çok ihtimâm gösterilmesini istedi. Vezîr
Vefâ’nın talebeleri, gözlerinden yaşlar akan hocalarına
Mahmûd Paşa’nın inşâ ettirdiği medrese tamamlanınca,
sordular. “Efendim, neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz
pâdişâhın emriyle Manisavîzâde oraya müderris ta’yin edildi.
üzüldünüz, hem de o üzüldü” dediler. Vefâ hazretleri,
Daha sonra Sultan, Manisavîzâde’ye kadıaskerlik verdi. Bir
gözlerinden akan yaşları eliyle silerek; “Doğru söylersiniz.
müddet sonra Semânîye medreselerinden birine müderrisliğe
Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan
ta’yin etti.
ihtiyâcı, bize asıl vazîfemizi unutturacak kadar fazladır.
Dostluğumuz ve sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım
Fâtih Sultan Mehmed Hân devrinde, memleketin her tarafında,
kalmasına sebep olacaktı. Şimdi anladınız mı sultânı niçin
her karış toprağında, adâlet hâkim durumda idi. Kânun
kabûl etmiyorum?” diye cevap verdi.
önünde bütün insanlar eşitti. Zengin ile fakir, sultan ile köylü
aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına daha çok
İlme ve Allah dostu ilim adamlarına âşık olan Fâtih Sultan
riâyet edilirdi. Onları kimse incitmezdi. Osmanlının bu adâletini
Mehmed Hân, kadıasker Molla Alâeddîn’den bütün İslâmî
gören hıristiyanlar, onlara adetâ âşık oldular. Bizans’ta
ta’bir ve terimleri ihtivâ eden bir eser bulmasını rica etti. O
kardinal şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih
zamana kadar bu mevzûda, derli toplu bir eser yazılmamış,
ettiler. Rahibeler, müslüman olup, Osmanlı kadınları gibi
çıkabilmek için çırpınıyordu. Papazlar, bütün bunları görüp,
tesettürlü giyindiler. Osmanlıların, şehirlerini bir an önce
müşâhede ettiler. Bütün bu hâdiselerden dolayı şaşkınlığa
fethetmesi için, kendi devletleri aleyhine casusluk yaptılar.
düştüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, bir mahkemeye tesadüf
Osmanlılar, Bizans İmparatoru’na en yakın olan kimselerden,
edemediler. Her kasabada kadı var, fakat da’vâ yoktu.
Bizans prenseslerinden haber alıp, onları casus olarak
Hırsızlık yok, katillik yok, namussuzluk yok, eşkiyalık ve
kullandılar. Fetihten sonra da kendilerine yardım edenleri
dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra,
unutmayıp, en iyi mükâfatları verdiler. Onları en güzel, en âdil
şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya
şekilde idâre ettiler.
koşuştular. “En sonunda Osmanlının aksak yönünü
yakalayacağız” dediler. Zihinlerinde da’vâcıya ve da’vâlıya bir
İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı askerleri, Bizans
sürü suçlar yüklediler. Mahkeme kuruldu. Papazlar da, izin
hapishânelerini kontrol ettiler. En ücra bir mahzende iki papaz
alıp, dinleyici olarak içeri girdiler. Da’vâlı ve da’vâcı geldi. Kâdı
buldular. Alıp Fâtih Sultan Mehmed Hân’a götürdüler. Fâtih
yerine geçip mes’eleyi dinledi. Adamlardan biri anlattı:
Sultan Mehmed Hân, onlara hapsedilmelerinin sebebini sordu.
“Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat
Papazlar; “Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik.
üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip-kaldırdım. Fakat bu
İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezalet ve
sene çift sürerken, sabanımın demirine birşey takıldı. Kazıp
sefâhetten dolayı kendisini îkâz edip, sonunun yakın olduğunu
çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce
söyledik. O da, bizim doğru sözümüze aldırmayıp, zulmüne
tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim. Ancak o;
devam etti, bizi zindanlara attırdı” dediler. Çağ açıp çağ
“Ben tarlayı, altı ve üstüyle sattım” deyip, kabûl etmedi.
kapayan, “Bizans’ı alıp gül-zâr yapan” Fâtih Sultan Mehmed
Hâlbuki o, toprağın altında küpün varlığından haberdâr
Hân da düşündü. Papazları ölçüp biçti. Memleketini tarafsız
olsaydı, bana orayı satmazdı” dedi. Kâdı efendi öbür kimseye
olarak gezip görmelerini, Osmanlı Devleti hakkında da hüküm
söz verdi. O da; “Efendim, durum kardeşimin anlattığı gibi vâki
vermelerini istedi. Papazlar, ellerindeki berâtla heryere girip
oldu. Ancak, bendeniz ona, o tarlayı, altı ve üstüyle birlikte
çıktılar. Merak ettikleri her şeyi gördüler. Bir çarşıya girip,
sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi,
sabahın erken vaktinde birşeyler almak istediler. Siftah yapan
toprağın altında da bir hakkım olamaz” dedi. Papazların
bir dükkândan, komşuları siftah yapmadan ikinci birşey
hayretle dinledikleri bu sözler, kadı için hiç de acâib
alamadılar. En ıssız yerlerde en kalabalık sokaklarda
gelmiyordu. Çünkü, İslâmiyeti hakkıyla yaşıyan bir İslâm
dolaştılar. Her tabakadan kimsenin yanına gidip sohbet ettiler.
toplumunda böyle işler, olmayacak şeyler değildi. Kâdı efendi,
Ama hiç kimseden bir kötülük görmediler. Bir çarşıya girdiler
bu iki mübârek müslüman arasında hüküm vermekte güçlük
Ezan okunmaya başladı. Kimse dükkânını kapatmaya bile
çekmedi. Sorup soruşturdu. Birinin temiz ve sâliha bir kızı,
lüzum görmeden, çarşıda kim varsa herkes câmiye gitti.
diğerinin de sâlih bir oğlu vardı. Küpte bulunan altını onlara
Hepsi, mal ve para düşüncesinden uzak olarak, huşû’ içinde
düğün masrafı ve çeyiz olarak kabûl edip, nikâhlarını kıydı.
namazlarını kıldılar. Hiçkimse, bir başkasının malına, canına,
Tarlayı satan ve satın alan bu işten memnun olup, kadı
ırzına, namusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu.
efendiye duâlar ederek evlerinin yolunu tuttular. Papazlar da
İstisnasız herkes, Allah rızâsı için düşünüyor, Allah rızâsı için
şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir hâlde kadı efendinin
konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyor, devletinin bekâsı, sultânın
yanından ayrıldılar.
ömrü, ordunun muzafferiyeti için duâ ediyordu. Sanki hepsi,
aldıkları nefesten başka nefes almıyacakmış gibi, söyledikleri
Papazlar, seyahatlerine devam ettiler. İşinde gücünde çalışıp,
sözden başka söz söylemiyecekmiş gibi söz söylüyor, son
kimseye yük olmamak, değil nâmerde, dosta dahî muhtaç
sözünün de hayırlı olmasını arzuluyordu. Herkesin, birbirini
olmamak, Allahü teâlâdan başkasına el açmamak için
son defa görüyormuş gibi bir hâli vardı. Böylece, kimse
uğraşan müslümanların oturduğu, temiz ve güzel şehirleri
kimsenin hakkını yemiyor, kimseyi kırmıyor, kul hakkıyla
gezip dolaştılar. Yine birgün, bir mahkemeye şâhid oldular.
Mevlânın huzûruna çıkmak istemiyordu. Ya’nî herkes, son
Kâdı efendinin evinde görülen da’vâda, da’vâcıya söz verildi.
nefesini kurtarmak, îmânlı ve günahsız olarak huzûr-ı ilâhîye
Mes’eleyi şöyle anlattı: “Bir hafta önce bu kardeşimden bir at
satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün
kendilerine; “Bu müslümanlar, hatâları ile dahî hayır işliyorlar”
sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması
dediler.
mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması
mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa birşey diyemedim.
Papazlar, mahkeme haberini duyunca, acelelerinden
Gelip durumu size arzedeyim ki, aramızı bulasınız diye
çevrelerine bakamamışlardı. Fetihten sonraki İstanbul hayâtını
düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına
da çok merak ediyorlardı. Müslümanların oturdukları, yeni yeni
gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü taleb
yerleşmekte oldukları mahallelere gittiler. Onların tam bir
ederim” dedi. Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında
teslimiyet ve sükûnetle işlerini gördüklerini, tam bir temizlik ve
da’vâ bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı.
titizlikle eşyalarını yerleştirdiklerini gördüler. İstanbul
Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde
bambaşka olmuş, sanki, birkaç ay önceki Bizans gitmiş, yerine
müracaatını yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde,
gökten bir İstanbul inmişti. Sokaklar pırıl pırıl, çocuklar cıvıl
vazîfe yerinde bulunmaması idi. O hâlde atın ücretini o
cıvıldı. Bu müslümanların çocukları bile başka oluyordu. Sanki
ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini
büyümüşler de küçülmüşlerdi. Birbirlerini kırmadan, bağırıp
verdi. Böyle âdil bir kadı efendinin ve böyle âdil bir
çağırmadan, dövüşmeden oyun oynuyorlar, sokağı
mahkemenin mevcûdiyetini küçük beyinlerine sığdıramayan
kirletmiyorlardı. Kim olursa olsun, büyüklerine saygı
Bizans papazlarının, hayretlerinden ağızları açık kaldı.
gösteriyorlardı.”
“Anadoluda bu kadar dolaştığımız yeter” deyip, İstanbul’a
Pâdişâh tarafından Osmanlı ülkesini gezip görmekle
dönen papazlar, İstanbul kadısı Hızır Bey’in huzûrunda,
vazîfelendirilen papazlar, İstanbul’daki hıristiyan mahallelerini
Osmanlı Pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed Hân ile, bir hıristiyan
de görmeden edemediler. Bugünkü Fâtih Câmii’nin doğu
arasında bir da’vânın görüleceğini duydular. Mahkemeye
taraflarına ve Fener’e doğru gittiler. Hıristiyanlar bile değişmiş,
yetişmek için, eteklerini tutarak koştular. Varıp mahkemede
sokaklardaki pislik azalmıştı. Kimse kimseye zulmetmeye
hazır oldular. Koca Osmanlı Devleti’nin Sultânı, çağ açıp çağ
cesâret edemiyordu. Şikâyetlerini papazlar hallediyordu. Ama,
kapayan İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed Hân ve eli kesik bir
zulüm gören bir de kadıya giderse hâlleri ne olacaktı? Zulmü
hıristiyan mîmâr, kadı Hızır Bey’in karşısında ayakta
kadar ceza görmekten onu kim kurtarabilirdi? Kâdı Hızır Bey,
bekleşiyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, vazîfesine ihânet
Pâdişâha bile ceza vermekten çekinmemişti. Herkes sessiz
eden hıristiyan mîmârın elini mahkemesiz kestirmiş, hıristiyan
sakin işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip, sokaklarda
mîmâr da, Kâdı Hızır Bey’e şikâyet etmişti. Papazlar, böyle
salyalarını akıtamıyorlar, naralar atamıyorlardı. Hıristiyanların
birşeyin bu dünyâda mevcûdiyetine bir türlü inanamadılar.
en fakirine bile ev verilmiş, kimse aç ve açıkta bırakılmamıştı.
Parmaklarını ısırıp, rü’yâda olmadıklarını anladılar. Hızır Bey,
Müslümanlar ise, zâten Allahü teâlâdan başka kimseye
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın elinin aynı şekilde kesilmesine
muhtaç olmazlardı. İstanbul’da herkes huzûr içerisinde idi.
hükmetti. Eğer mîmâr rızâ gösterirse, diyetle elinin
kesilmesinden kurtulabilecekti. Hıristiyan mîmâr, bu adâlet
karşısında ne yapacağını şaşırdı. Kendisinden af dileyip,
hakkını helâl etmesi için ricada bulunan Fâtih Sultan Mehmed
Hân’ın ayaklarını mı, yoksa ellerini mi öpeceğini bilemedi.
Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Ömür boyu, çolukçocuğunun nafakasının te’mini şartıyla kısastan vazgeçti.
Böylece pâdişâhın eli de kesilmekten kurtuldu. Hıristiyan
mîmâra, ayrıca bir de ev hediye edildi. Herkes hâlinden
memnun olup, birbirlerine haklarını helâl ettiler. Papazlar, bu
insanların hâl ve hareketlerini hayranlıkla seyrettiler. Kendi
Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, birkaç gün
dinlenip düşündüler, izin isteyip pâdişâhın huzûruna çıktılar.
Gördüklerini bir bir arz edip; “Bu millet ve devlet, böyle
giderse, kıyâmete kadar devam eder” dediler. “Böyle bir ahlâk
ve yaşayışa sahip olan insanların dîni, elbette Allahü teâlânın
hak dînidir” deyip, Kelime-i şehâdet getirdiler; “Eşhedü enlâ
ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve
rasûlüh” diyerek müslüman olmakla şereflendiler.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın adâlete ve adâlet adamı olan
kadılara verdiği ehemmiyeti, “Şakâyık-ı Nu’mâniyye” müellifi
çok güzel anlatmaktadır. Rumeli beylerbeyi olan Dâvûd Paşa,
yaptığı bir işten dolayı Edirne kadısına şikâyet edilir. Kâdı
8) Künh-ül-ahbâr cild-5, vr. 130
efendi de, Dâvûd Paşa’ya adam gönderip, yapmakta olduğu o
işten vazgeçmesi husûsundaki hükmünü bildirir. Dâvûd Paşa,
hiç aldırış etmez. Kâdı efendi, bizzat kendisi Dâvûd Paşa’ya
gider, O işten vazgeçmesini ihtar eder. Aralarında tartışma
çıkınca, Davut Paşa, kadı efendiye birkaç defa vurur. Durum,
Fâtih Sultan Mehmed Hân’a arzedilince, Hâkân-ı a’zam
Sultan-ı muazzam Fâtih Sultan Mehmed Hân, şöyle emir verir.
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1005
10) Eshâb-ı Kirâm sh. 372
11) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 299
12) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 190
“Dînimizin hizmetçisi olan kadıyı döven, dîni tahkir etmiş olur.
O hâlde, onun katli lâzımdır.” Emrin acele yerine getirilmesini
13) Reşehât ayn-ül-hayât (Murâd Kazvînî) sh. 229
ister. Paşalar, beyler, kim varsa Dâvûd Paşa’ya şefaatçi
olurlar. Böyle bir kumandanın öldürülmesini uygun görmezler.
14) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 104
Pâdişâh vazgeçmez. Sonunda gidip Kadıasker Vildân
Efendi’yi bulurlar. Durumu söyleyip fetvâ isterler. Kadıasker
Vildân Efendi: “Eğer ki, kadı efendiyi kadılık makamında
dövse idi, katli lâzım olurdu. Amma, kadı efendi yerinden
kalkıp, Dâvûd Paşa’nın mekânına gitmiş olduğu için katli lâzım
15) Amasya Târihi cild-3, sh. 207
16) Tevârîh-i Âl-i Osman sh. 135
17) Neşrî sh. 209
değildir” diye fetvâ verir. Fâtih Sultan Mehmed Hân da, Dâvûd
Paşa’nın katlinden vazgeçip, bizzat kendisi değnekle döver.
18) Hevâdis-üd-dühûr cild-3, sh. 483
Bu hâdiseden sonra, Dâvûd Paşa tam dört ay yataktan
kalkamadı. Dâvûd Paşa, tövbe edip pişman oldu. Allahü
teâlânın emir ve yasaklarına riâyette kusur etmeyeceğine söz
verdi. O günden sonra pâdişâhla aralarında yakınlık peyda
olup, vezirlik payesine kadar yükseldi. İkinci Bâyezîd Hân
zamanında da vezîr-i a’zam oldu.
FENÂRÎ-ZÂDE MUHAMMED ŞÂH EFENDİ
Osmanlı Devleti zamanında yetişen âlimlerden. İsmi,
1) Tâc-üt-tevârih cild-1, sh. 565
Muhammed bin Ali bin Yûsuf bin Muhammed bin Fenârî’dir.
Lakabı Muhyiddîn olup, “Muhammed Şah” diye meşhûr oldu.
2) Âşıkpaşa-zâde sh. 69
İlk Osmanlı şeyhülislâmı olan Molla Fenârî’nin soyundan
olduğu için “Fenârî-zâde” diye anılırdı. 877 (m. 1472)
3) Mir’ât-ı kâinat cild-3, sh. 55
senesinde Sultan Fâtih devrinde İstanbul’da doğdu. 929 (m.
1523) senesinde de, Rumeli kadıaskeri iken vefât etti.
4) Feth-i Celil-i Kostantiniyye (Ahmed Muhtâr), İstanbul 1320
5) Târih-i Ebü’l-Feth (Dursun Bey) Târih-i Osmânî Encümeni
mecmûası, cüz. 26, 28, sh. 42
6) Mecmûa-i münşeât-i Feridun Bey cild-1, İstanbul 1274, sh.
64
7) Devlet-i Osmâniyye târihi (Hammer), İstanbul 1330-1331
cild-3, sh. 46
Şeyhülislâm Ali Cemâlî Efendi cenâze namazında hazır
bulundu. Bursa’ya nakledilip, dedesi Molla Fenârî’nin kabri
yanına defnedildi.
İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Onun vefâtından
sonra, Hatîb-zâde ve Muarref-zâde’nin yanında tahsiline
devam etti. Tahsilini bitirince, önce Bursa’da Sultan Bâyezîd
Medresesi’ne ta’yin edildi. 919 (m. 1513)’da İstanbul’da
Semâniyye medreselerinden birine getirildi. Daha sonra,
Yavuz Sultan Selim Hân tarafından, sırası ile Bursa ve
İstanbul kadılıklarına ta’yin edildi. 923 (m. 1517) senesinde
FENÂRÎ-ZÂDE MUHYİDDÎN ÇELEBİ
Arabistan kadıaskeri oldu. Sonra Edirne kadısı ve 925 (m.
1519) senesinde de Anadolu kadıaskeri oldu. Hemen o sene
Osmanlı şeyhülislâmlarının onüçüncüsü ve Hanefî mezhebi
Rumeli kadıaskeri yapıldı.
fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhyiddîn bin Mehmed bin Ali bin
Yûsuf Bâlî bin Şemseddîn el-Fenârî’dir. İlk Osmanlı
Hanefî mezhebinde büyük bir âlim ve fâzıl bir zât idi. Ahlâk-ı
şeyhülislâmı Molla Fenârînin torunu olması sebebiyle Fenârî-
hamide (güzel ahlâk) sahibi olup, zekî ve çok cömert bir kimse
zâde diye bilinir. Babası, Rumeli Kadıaskeri Mehmed Şah
idi. “Gammî” mahlası ile şiirleri vardır. Kıymetli ve mu’teber
Efendi’dir. 851 (m. 1447) senesinde Bursa’da doğdu. 954 (m.
eserlere şerh ve haşiyeler yazdı.
1548) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan Câmii
civarında medfûndur.
Başlıca eserleri şunlardır: 1- Mevâkıf şerhi, 2- Şerhi ferâiz-i
Sirâciyye haşiyesi, 3- Şerh-i Vikâye haşiyesi, 4- Şerh-i Metâlib
İlk tahsilini babasından aldıktan sonra, Hatîb-zâde ve Efdal-
haşiyesi, 5- Şerh-i Tevâli’ haşiyesi, 6- Risâle-i İsbât-ı Vücûd
zâde’den fıkıh ilmini, diğer naklî ve aklî ilimleri tahsil edip çok
şerhi: Celâleddîn-i Devânî’nin eserine yazdığı şerhtir. 7-
istifâde etti. Molla Hatîb-zâde’nin yanında mülâzım (stajyer)
Hidâye ve Kitâb-ı sîre risaleleri, 8- Fen ilimlerinin çeşitli
olarak müderrislik yaptı. İstanbul’da bulunan Ali Paşa
meselelerine dâir yazıp Ali Paşa’ya verdiği bir kitap, 9- Hâşiye-
Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. Bursa’daki Sultan
i tecrid haşiyesi, 10- Mikyas hakkında bir risale, 11- Risâletün
Medresesi’ne müderris olduktan sonra Sahn-ı semân
fî îmân-ı ebeveyn-i Nebi ( aleyhisselâm ), 12- Tefsîr-i Fâtiha
medreselerinden birinde müderrislik vazîfesini yürüttü. Daha
haşiyesi, 13- Füsûl-i Beydâvî haşiyesi, 14- Şerh-i esâs-ı sarf,
sonra 925 (m. 1519) senesinde Edirne ve 926 (m. 1520)
15- Evâil-i Mevâkıb haşiyesi, 16- Enmûzec-ül-ulûm şerhi, 17-
senesinde İstanbul kadılıklarına ta’yin edildi. Adâlet ve
Kitâb-ı ed’ıyye.
doğrulukla hükmetti. İnsanları doğru yola da’vet edip, onların
kurtuluş ve saadeti için çalıştı. 929 (m. 1522) senesinde
Anadolu kadıaskeri olup hizmet ettikten sonra Rumeli
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 72
2) El-Kevâkib-üs-sâire cild-1, sh. 58, 59
3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 167
kadıaskerliğine ta’yin edildi. Bu makamlarda 15 yıl müddetle
doğruluk, adâlet ve dürüstlük üzere vazîfe yaptıktan sonra,
944 (m. 1537) senesinde bu vazîfeden ayrılıp emekli oldu. Bu
sırada hac ibâdetini ifâ etti. Bir sene Mekke’de mücavir olarak
kalıp, orada tefsîr okuttuktan sonra, tekrar İstanbul’a döndü.
948 (m. 1542) senesinde şeyhülislâm olarak ta’yin olundu. 3
4) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 342
yıl 6 ay müddetle bu şerefli ve ulvî vazîfeyi yürüttükten sonra,
952 (m. 1545) senesinde ihtiyârlığı ve rahatsızlığı sebebiyle
5) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 183
şeyhülislâmlık vazîfesinden kendi isteğiyle istifâ edip, ikinci
defa emekli oldu. Vefât edinceye kadar tefsîr okutmaya ve
6) Osmanlı müellifleri cild-2, sh. 15
7) Keşf-üz-zünûn sh. 843, 893, 1248, 1717, 1846, 1892
8) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 230
9) Güldeste-i riyâz-i irfan sh. 248
eser yazmaya gayret sarf etti. İbâdet ve tâatla meşgûl iken
vefât etti. Dreski ve Rumeli hisarında mescid yaptırdı.
Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi, fakir ve sâlih kimselere çok
muhabbet eden, sâlih kimselerle beraber bulunmaktan
hoşlanan, âlim ve faziletli bir zât idi. Zâhid (dünyâya düşkün
olmayan), vera’ ve takvâ sahibi idi. Çeşitli faziletleri ve pekçok
10) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 376
husûsiyetleriyle tanınan Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi; güzel
ahlâk, haya, yumuşaklık ve vekar ile kendini süslemişti.
Tasavvuf yolunda yüksek derecelere ulaşmış ve ma’rifetullaha
kavuşmuş idi. Alışverişte, helâl ve haram konusuna çok dikkat
eder, kul hakkından sakınırdı. Eli harama dokunmamış, Allahü
9) Keşf-üz-zünûn sh. 1549
teâlânın huzûrunda eğildiğinden başka bir kimseye baş
eğmemişti. Dâima abdestli bulunurdu. Konuştuğu zaman tatlı
ve akıcı bir üslûbla konuşurdu. Hak ve hakîkati anlatmaktan
çekinmez, büyük küçük herkese saygı ve sevgide kusur
10) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 73
11) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 305
etmezdi.
Nakl edilir ki: Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi, zamanının
vezirlerinden Ayâs Paşa’ya bir hâdiseden dolayı kırılmıştı.
Mekke-i mükerremede mücavir olarak bulunduğu sırada,
FERDÎ ABDULLAH EFENDİ
Kâ’be-i muazzamanın eşiğine yüz sürüp, Allahü teâlâya Ayâs
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ferdî
Paşa’nın helaki için bedduâ etti. Bedduâdan sonra, zikr edilen
Abdullah Efendi olup, Manisa’nın Turgutlu kazâsındandır.
vezirin helak olacağı kendine ma’lûm olup, bu vezir helak oldu
Doğum târihi bilinmemektedir. 1274 (m. 1857) senesinde
diye söyledi. Kısa zaman içinde vezirin öldüğü haberi duyuldu.
İstanbul’da Emîr Buhârî dergâhında vefât etti. Adı geçen
Hayâtının başından sonuna kadar ilim tahsil etmek, ilim
dergâhın bahçesinde medfûndur.
öğrenmek ve eser yazmakla meşgûl olan Fenârî-zâde
İlim tahsilini İstanbul’da tamamladıktan sonra, doğup yetiştiği
Muhyiddîn Efendi; Arabca, Farsça ve Türkçe dillerine hâkim
kasaba’da (şimdiki ismi Turgutlu) müftîlik yapan Abdullah
idi. Mekke-i mükerremede mücavir iken tefsîr okuttuğunda,
Efendi, ilmin yayılmasına çok hizmet etti. Hacca gittiğinde
tefsîr ilmine dâir bir eser yazmaya başlamıştı. Ancak bu tefsîri
Mekke-i mükerremede, Müceddidiyye yolunun ve Abdullah-ı
tamamlıyamamıştır. Fıkıh ve tefsîr ilimlerindeki yüksek
Dehlevî hazretlerinin halîfelerinin büyüklerinden olan Hindli
derecesi yanında şairliği de bulunan Fenârî-zâde Muhyiddîn
Muhammed Can Efendi’ye talebe oldu. O büyük zâtın
Çelebi, şiirlerinde Muhyî mahlasını kullanmıştır. Fenârî-
huzûrunda yetişerek kemâle geldikten sonra, icâzet ve hilâfet
zâde’nin şu eserleri vardır 1-Fıkıh ilmine dâir Sadr-üş-
almakla şereflendi.
Şerî’a’ya yazdığı ta’likâtı. 2- Hidâye’ye ta’likâtı, 3-Me’ânî ilmine
dâir Hâşiye-i Şerh-i Miftâh, 4- Dîvân (Şiirlerinin toplandığı
Böylece hem zâhirî hem de bâtınî ilimlerde yetişmiş olarak
eseri).
memleketine döndü. Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kadr ve
kıymet bilen delaletiyle, İstanbul’da Fâtih civârında bulunan
Emîr Buhârî dergâhında talebelere ders vermek, onları zâhirî
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 387
2) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 344
3) Kâmûs-ul-a’lâm cild-6, sh. 4233
4) Devhat-ül-meşâyıh sh. 22
5) Osmanlı müellifleri cild-2, sh. 18
ve bâtınî ilimlerde yetiştirmek üzere ta’yin edildi. Vefâtına
kadar orada vazîfe yaptı.
Kasaba’da (Turgutlu) hayr sahiplerinden Hüseyn Ağa’nın
yaptırdığı kütüphâne için nazm hâlinde yazdığı târih, adı
geçen kütüphânenin kapısında kazınmıştır.
Bu kütüphânede, kendi el yazısıyla yazılmış bir mecmûada,
Salât-i Meşîşe şerhi ve İmâm-ı Süyûtî’nin Âyât-ı Mensûha
isimli eserinin manzûm olarak tercümesi vardır. Türkçe, Arabî
6) Tezkire-i Sehî Bey sh. 72
ve Fârisî lisanlarına, herbirisinde ayrı ayrı şiir söyleyecek
kadar vâkıf idi. Bu hâl, dergâhda muhafaza olunan
7) Kevâkib-üs-sâire cild-2, sh. 52
“Dîvân”ından anlaşılmaktadır.
8) Fevâid-ül-behiyye sh. 183
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 142
Ferec el-Gırnâtî çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazmıştır.
Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ül-Cemel liz-Zeccâcî,
2-Şerhu ta’rîf-it-teshîl, 3-El-Fetâvâ, 4-Kitâbün fil-bâilmuvahhedeti, 5- El-Kasîdet-ün-nûniyyeti fîl-Ehâci vel-Elgâz-inNahviyye.
FEREC EL-GIRNÂTÎ
Tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, kırâat, usûl ve nahiv âlimi. İsmi,
Ferec bin Kâsım bin Ahmed bin Lübb es-Sa’lebî el-Gırnâtî
1) Mu’cem-ül-mtellifîn cild-8, sh. 58
olup, künyesi Ebû Sâ’îd’dir. 701 (m. 1301) senesinde doğdu.
782 (m. 381) senesinde vefât etti. Ebû Saîd Ferec, Mâlikî
2) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 220
mezhebi âlimlerinden olup, Gırnata’da yaşadı.
3) Neyl-ül-ibtihâc sh. 219
Ebû Saîd Ferec, kırâat ilmini ve çeşitli ilimleri Hasen
Kaycati’den öğrendi. Hasen Kaycatî vefât edinceye kadar
yanından ayrılmadı ve ondan icâzet (diploma) aldı. Ebû
Abdullah bin Bekr, Ebû Muhammed Selmûn ve Ebû Abdullah
el-Hâşimî’den fıkıh ilmini öğrendi ve onlardan Buhârî’yi,
Akîdet-el-muktereh kitabını, İrşâd ve Tehzîb’in bir kısmını
dinledi. Ayrıca Nâsırüddîn Mirzâlî, İbn-i Abdûrrefî, Ebû
4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 280
5) Bugyet-ül-vuât cild-2 sh. 243
6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dûvûdî) cild-2 sh. 25
7) Keşf-üz-zünûn cild-2, sh. 1348
Abdullah Muhammed bin Ebû Kâsım el-Lebîdî, Râviye Ebû
Muhammed Abdullah bin Muhammed, İbn-i Abdünnûr et-Tâc
8) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 816
Fâkihânî, Fahrüddîn bin Munîr ve Ebû Hayyân’dan icâzet
(diploma) aldı.
9) Brockelmann Gal-2, sh. 259 Sup-2, sh. 371
Ebû Zekeriyyâ Serrâc onun hakkında: “Ferec el-Gırnâtî büyük
bir âlim idi. Gırnatada muhtelif ilimlere dâir müşkilâtlar ona
sorulur ve verdiği cevaplar i’tirâzsız kabûl edilirdi” demektedir.
FEREC EL-GIRNÂTÎ
İbn-i Ferhûn, Dîbâc’ında onun hakkında şöyle demektedir:
“Ebû Saîd Ferec, Mâlikî mezhebinin sonra gelen âlimlerinin
büyüklerinden ve derin bilgi sâhiplerindendi Çeşitli ilimler
üzerinde söz sahibi idi. Birçok âlim onun vermiş olduğu
fetvâlara uymuşlardır.”
Tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, kırâat, usûl ve nahiv âlimi. İsmi,
Ferec bin Kâsım bin Ahmed bin Lübb es-Sa’lebî el-Gırnâtî
olup, künyesi Ebû Sâ’îd’dir. 701 (m. 1301) senesinde doğdu.
782 (m. 381) senesinde vefât etti. Ebû Saîd Ferec, Mâlikî
mezhebi âlimlerinden olup, Gırnata’da yaşadı.
İbn-ül-Hatîb, İhata adlı eserinde onun hakkında: “Ferec elGırnâtî, sâlih kimselerden olup, dînin emir ve yasaklarına
uymakta çok gayretli idi. Güzel ahlâk sahibiydi. Zekâsı keskin,
Hâfızası kuvvetli idi. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.
Büyük, küçük, herkes ona hürmet ederdi. O, fıkıh, kırâat,
tefsîr, usûl-i fıkıh, ferâiz, edebiyat ilimlerinde mütehassıs idi”
demektedir.
Ebû Saîd Ferec, kırâat ilmini ve çeşitli ilimleri Hasen
Kaycati’den öğrendi. Hasen Kaycatî vefât edinceye kadar
yanından ayrılmadı ve ondan icâzet (diploma) aldı. Ebû
Abdullah bin Bekr, Ebû Muhammed Selmûn ve Ebû Abdullah
el-Hâşimî’den fıkıh ilmini öğrendi ve onlardan Buhârî’yi,
Akîdet-el-muktereh kitabını, İrşâd ve Tehzîb’in bir kısmını
dinledi. Ayrıca Nâsırüddîn Mirzâlî, İbn-i Abdûrrefî, Ebû
Abdullah Muhammed bin Ebû Kâsım el-Lebîdî, Râviye Ebû
Muhammed Abdullah bin Muhammed, İbn-i Abdünnûr et-Tâc
Fâkihânî, Fahrüddîn bin Munîr ve Ebû Hayyân’dan icâzet
(diploma) aldı.
Ebû Zekeriyyâ Serrâc onun hakkında: “Ferec el-Gırnâtî büyük
FERELİ ŞEYH SİNÂN EFENDİ
bir âlim idi. Gırnatada muhtelif ilimlere dâir müşkilâtlar ona
sorulur ve verdiği cevaplar i’tirâzsız kabûl edilirdi” demektedir.
Fâtih Sultan Mehmet devri evliyâsından Abdüllatîf Kudsî’nin
talebesi olan Şeyh Tâceddîn’in halîfelerinin büyüklerinden.
İbn-i Ferhûn, Dîbâc’ında onun hakkında şöyle demektedir:
890 (m. 1485) senesi Rebî’ul-evvel ayının onbirinci günü vefât
“Ebû Saîd Ferec, Mâlikî mezhebinin sonra gelen âlimlerinin
etti. Kabri Fere’dedir. Sevenleri ziyâret etmekte ve feyz
büyüklerinden ve derin bilgi sâhiplerindendi Çeşitli ilimler
almaktadırlar.
üzerinde söz sahibi idi. Birçok âlim onun vermiş olduğu
fetvâlara uymuşlardır.”
Şeyh Sinân, Fere’den yola çıkarak, âlimleri ve Allah
adamlarını ziyâret maksadıyla Bursa’ya geldi. Hacı Halîfe’nin
İbn-ül-Hatîb, İhata adlı eserinde onun hakkında: “Ferec el-
zaviyesine gitti. Şeyh Sinân vera’ ve takvâ sahibi idi. Dînin
Gırnâtî, sâlih kimselerden olup, dînin emir ve yasaklarına
emir ve yasaklarına son derece bağlı idi. Hacı Halîfe, Şeyh
uymakta çok gayretli idi. Güzel ahlâk sahibiydi. Zekâsı keskin,
Sinân’ın çok takvâ sahibi olduğunu görünce, talebelerine şöyle
Hâfızası kuvvetli idi. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.
tenbîh etti: “Şeyh Sinân burada iken, tarikat âdabına aykırı bir
Büyük, küçük, herkes ona hürmet ederdi. O, fıkıh, kırâat,
iş işlememeye çok dikkat ediniz. Bu zâta hürmette kusur
tefsîr, usûl-i fıkıh, ferâiz, edebiyat ilimlerinde mütehassıs idi”
etmeyiniz.”
demektedir.
Taşköprüzâde’nin dayısı Abdürrahmân bin Seyyid Yûsuf şöyle
Ferec el-Gırnâtî çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazmıştır.
anlatır: “Şeyh Sinân bu zaviyeye gelince, Hacı Halîfe, bana ve
Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ül-Cemel liz-Zeccâcî,
arkadaşlarıma; “Şeyh Sinân’ın yanına gelmeyiniz” diye tenbîh
2-Şerhu ta’rîf-it-teshîl, 3-El-Fetâvâ, 4-Kitâbün fil-bâil-
ederdi. “Onun yanında bir kusur işlerseniz, o hareketinizden
muvahhedeti, 5- El-Kasîdet-ün-nûniyyeti fîl-Ehâci vel-Elgâz-in-
hatırı kırılabilir. Ömrünüzde ondan sonra hayr görmezsiniz”
Nahviyye.
derdi. Hacı Halîfe’nin bir talebesi vardı. Bu talebe, bir tüccârın
kızıyla evlendi. O zaman, zifaf gecesi dâmâda elbise
giydirmek âdet idi. Bu tüccâr da, zifaf gecesinde dâmâdına
1) Mu’cem-ül-mtellifîn cild-8, sh. 58
2) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 220
3) Neyl-ül-ibtihâc sh. 219
yünden bir elbise giydirdi. Şeyh Sinân, Şeyh Hacı Halîfe ile
beraber otururlarken, bu talebe onların yanına geldi.
Kayınpederinin hediye ettiği elbise de üzerinde idi. Şeyh
Sinân, yünden süslü elbise giyen bu talebeyi görünce çok
hiddetlendi. Şeyh Halîfe’ye dönerek; “Her elbisenin bir giyicisi
vardır. Her ilmin de erbâbı vardır. Niçin bu süslü zengin
4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 280
elbisesini giymesine müsâade ettin? Böyle tarikat âdabına
aykırı iş yapmalarına niçin müsamaha ediyorsun? Burası
5) Bugyet-ül-vuât cild-2 sh. 243
müsamaha yeri değildir!” diye çıkıştı. Hacı Halîfe de;
“Talebelerin giydiği elbiseyi bırakıp bu elbiseyi giymesi, sûfiliği
6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dûvûdî) cild-2 sh. 25
7) Keşf-üz-zünûn cild-2, sh. 1348
8) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 816
9) Brockelmann Gal-2, sh. 259 Sup-2, sh. 371
terkettiğinden değildir. Kayınpederi olan tüccârdan
utandığından giymiştir. Kusurunu affediniz” dedi. Şeyh Sinân
bu özrü kabûl etmedi. O talabenin üzerindeki elbiseyi çıkartıp,
önceden giydiği elbiseyi giyene kadar üzüntüsü geçmedi.
Şeyh Sinân tasavvuf yoluna girdiği yıllarda, ondört sene
Şeyh Sinân, Fâtih Sultan Mehmed Hân’la birlikte ba’zı
Ayasuluğ’lu Ahmed Çelebi’ye hizmet eyledi. Bu ondört sene
savaşlara katıldı. Bu savaşlarda pekçok kerâmetleri
boyunca çok şiddetli olarak mücâhede (nefsin istemediği, ona
görülmüştür.
zor gelen, sıkıntı veren ağır şeyleri yapmak) ve riyâzetle
(nefsin istediği, ona tatlı gelen şeyleri yapmamakla) meşgûl
oldu. Fakat her ne hikmetse, bir türlü sülûk yolunda
ilerliyemedi. O zaman Ahmed Çelebi; “Bizden sana nasîb
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 258
yoktur” dedi. Daha sonra Şeyh Sinân’ın yolu Bursa’ya uğradı.
Burada Şeyh Adüllatîf Kudsî ile karşılaştı. Şeyh Abdüllatîf
hastalanmıştı. Şeyh Sinân, samimî bir kalb ile, ondört gün
Şeyh Abdüllatîf’e hizmet eyledi. Bu hizmetinin bereketine,
yüksek ma’nevî hâllere ve makamlara kavuştu.
FERGÂNÎ
Abdüllatîf hazretleri rahatsızlığı esnasında, Şeyh Sinân için
icâzetname (diploma) yazın diye eski talebelerine üç defa
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Sarf, nahiv, me’ânî, beyân,
emretmiş ise de, onlar icâzet yazmadılar. Sonunda Abdüllatîf
usûl ve kelâm ilimlerinde de ihtisas sahibi idi. İsmi,
Kudsî, Şeyh Sinân’ın ondört günde, ayın ondördü gibi
Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin Ömer
olgunlaştığından talebelerinin habersiz olduklarını anladı.
bin Muhammed bin Sabit bin Osman en-Nu’mânî olup,
Onları, “Niçin yazmazsınız? Yoksa Allahın emrine râzı değil
künyesi Ebü’l-Me’âlî’dir. Lakabı, Hamîdüddîn’dir. Fergânî
misiniz?” diye azarladı. Bunun üzerine talebeleri, emre uymak
nisbetiyle meşhûr olmuştur. Tebrîz yakınlarında bulunan
için icâzetname yazdılar. Abdüllatîf Kudsî, Şeyh Sinân’a;
Merâga’da, 805 (m. 1403) senesinde doğdu. 867 (m. 1463)
“Burda durma, önceki vatanına dön” diye emredince, Fere’ye
senesinde Dımeşk’daki Mu’îniyye Medresesi’nde vefât etti.
doğru yola çıktı. Şeyh Sinân hazretleri Gelibolu’ya gelince,
Ertesi gün onun için Yelbiga Câmii’nde ve Sâlihiyye’de cenâze
Şeyh Abdüllatîf’in vefât ettiğini işitti. Geri Bursa’ya dönmek
namazı kılınıp, Kâsiyûn dağı eteğindeki kabristana defn edildi.
istedi. Gelibolu âlimlerinden biri; “Hocanın emrine uy, vatanına
varmayınca geri dönme” diye tavsiyede bulundu. Şeyh Sinân,
Fergânî’nin çocukluğu Bağdad’da geçti. Orada, babasından
Fere’ye gitti. Bir sene orada kaldıktan sonra, hocası
ve Şerîfüddîn Abdülmuhsin el-Buhârî’den fıkıh ilmini öğrendi.
Abdüllatîf’i ziyâret için Bursa’ya geldi. Hocasının mezarını
821 (m. 1418) senesinde, babasıyla birlikte Dımeşk’a gitti.
ziyâret etti. O zaman kendisiyle beraber bir oğlu da gelmiş idi.
Daha sonra Kâhire’ye gidip, orada da Şemsüddîn bin ed-Dîrî
Bu oğlu orada vefât etti.
ve İzzüddîn Abdüsselâm el-Bağdâdî’den fıkıh ilmi tahsil etti ve
İzzüddîn Abdüsselâm el-Bağdâdî’den Keşf-üs-sagîr adlı eseri
Abdüllatîf Kudsî’nin ayağı ucuna defnedildi. Şeyh Sinân, yılda
okudu. Sonra tekrar 824 (m. 1421) yılında Dımeşk’a dönüp,
bir kere Bursa’ya gidip, büyük zâtların mezarlarını ziyâret
oraya yerleşti. Alâüddîn el-Buhârî, Şerefüddîn Kâsım el-
eder, rûhâniyetlerinden feyz alırdı.
Alâî’den fıkıh ilmi okudu.
Şöyle anlatılır: Şeyh Sinân, Abdüllatîf Kudsî ile ilk
Alâüddîn el-Buhârî ile sekiz yıl beraber kalıp, onun derslerine
karşılaşınca, yetiştirilmek üzere, hocası Abdüllatîf tarafından
devam etti, sohbetlerinde bulundu. Bu sekiz senelik zaman
alıkonulmuştu. İşte bu anda, Şeyh Sinân tereddüt ettiğinde,
içinde, ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etti. Dımeşk’da
Abdüllatîf Kudsî; “Biz senin için Kudüs’ten geldik, sen bizden
Hüsâmeddîn bin İmâd’dan boşalan Hanefî mezhebi kadılığına
kaçıyor musun?” demişti. Şeyh Sinân bu sözü duyunca, kalbi
ta’yin edildi. Defalarca hacca gitti. İlk hacca 818 (m. 1415)
rahatladı ve kısa zamanda ma’nevî makamları geçerek,
senesinde babasıyla beraber, sonuncusuna da 864 (m. 1459)
insanlara Allahü teâlânın dînini öğretecek, doğru yolu
senesinde gitti. Orada da birçok kimseler onun ilminden
gösterecek dereceye yükseldi.
istifâde etti. İzziyye, Hâtuniyye, Mürşidiyye ve Seyfiyye
yerine geçip, attârlık mesleğine bir süre devam etti. Bu
medreselerinde müderrislik ve idârecilik yaptı.
mesleğini sürdürürken, bir taraftan da kıymetli dînî kitabları,
velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okuyordu. Evliyâya “olan
Alâüddîn el-Buhârî müşkil bir mes’ele ile karşılaşınca,
bağlılığı, dînini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle
Şihâbüddîn Kurânî’ye; “Hamîdüddîn Fergânî gelinceye kadar
gelince, attârlığı terk etti. Dükkânında bulunan eşyayı Allah
sabret. O ikimizin arasında hakemdir” derdi.
yolunda sadaka olarak dağıttı. Rükneddîn-i Ekaf isminde
Fergânî; sarf, nahiv, me’ânî, beyân ve usûl ilimlerinde âlim ve
büyük bir zâtın dergâhına giderek, onun talebelerinden oldu.
bilhassa fıkıh ilminde ihtisas sahibi idi. Birçok eserler
Bir ara hacca giden Feridüddîn-i Attâr, yolculuk esnasında
yazmıştır. Bu eserlerinin en önemlisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin
tasavvuf ehli ile ve âriflerden birçokları ile görüştü. Bundan
büyüklüğünü anlıyamayan İbn-i Teymiyye’nin i’tikâdî
sonra tasavvufa dâir kitapların mütâlâası, nasihat, tasavvuf ve
konulardaki sapıklıklarına reddiye olarak yazdığı er-Reddü alâ
hakîkate âit şiirlerle meşgûl oldu. Feridüddîn-i Attâr, zühd ve
İbn-i Teymiyye fil-i’tikâdât adlı eseridir. Bunun yanında; Şerhu
takvâ sahibi olup, vakitlerini ibâdetle geçirirdi.
Kenz-üd-Dekâik-ı lin-Nesefî, Sirâc-ül-müstefid ve Gunyet-ülmüfîd adlı eserleri ve çeşitli konularla ilgili risaleleri de vardır.
Şöyle anlatılır: “Moğol istilâsında, Feridüddîn-i Attâr bir Moğol
askerinin eline esîr düştü. O asker onu öldürmek istediğinde,
askere halk; “Bu ihtiyârı öldürmekten vazgeçersen, kanına
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 316
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 46
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 203
bedel olarak bin altın akçe veririz” dediler. Moğol askeri onu
bu fiata satmak istedi. Fakat Feridüddîn-i Attâr ona; “Sakın
beni bu fiata satma. Çünkü sana kanım için daha fazla fiat
verirler” deyince, asker satmaktan vazgeçti. Bir süre sonra
başka bir şahıs gelerek askere; “Bu yaşlı zâtı öldürmekten
vazgeç. Onun kanına karşılık sana bir torba saman veririm”
deyince, Feridüddîn-i Attâr; “İşte beni şimdi sat. Çünkü esas
fiatım ve kanımın değerini buldum. Bundan fazla para etmem”
dedi. Bunun üzerine sinirlenen Moğol askeri onu katletti.
FERİDÜDDÎN-İ ATTÂR
Şehâdet şerbetini içen Feridüddîn-i Attâr, kesik başını elleri
arasına alarak yarım fersahlık (3 km’lik) bir mesafeyi koşarak
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin İbrâhim el-Attâr
en-Nişâbûrî el-Hemedânî olup, lakabı Feridüddîn’dir.
katetti. Şimdi türbesinin bulunduğu yere varınca, rûhunu teslim
etti ve oraya düştü.”
Feridüddîn-i Attâr diye meşhûr oldu. 513 (m. 1119) senesinde
Nişâbûr’da doğdu. Babası attâr idi, ya’nî ilâç, esans, parfüm
Şöyle anlatılır: “Kâdı’l-kudât Yahyâ bin Sa’îd’in oğlu vefât
satardı. Feridüddîn-i Attâr, zühd ve takvâ sahibi, ya’nî
edince, oranın ahâlisi, Feridüddîn-i Attâr’ın ayak ucuna başı
haramlardan sakınmakta ve ibâdetle uğraşmakta idi.
gelecek şekilde defnedilmesini istediler. Fakat Yahyâ bin Sa’îd
Feridüddîn-i Attâr, 627 (m. 1229) senesinde Cengiz’in
buna i’tirâz ederek; “Oğlumun, efsâne anlatan, hurâfeci bir
istilâsında bir Moğol askerinin eline esîr düştü. Çok para
ihtiyârın yanına bu şekilde gömülmesi doğru olmaz” dedi.
vererek kurtarılmak istenmiş ise de kurtulamayıp, Cengiz
Kâdı, o gece rü’yâsında kendini Feridüddîn-i Attâr’ın kabri
askeri tarafından şehîd edildi. Şehîd edildiğinde 114 yaşında
başında gördü. Kabri başında velîler, erenler ve kutublar
idi. Kabri Şadbah kasabasına yakın olup, ziyâretgâhdır.
toplanmış, hürmet ve ta’zimle duruyorlardı. Bu durumu gören
kadı, tanıdıklarından utandığı için derhal uzaklaştı. Fakat
Feridüddîn-i Attâr, küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir
yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir
yandan da Kutbüddîn Haydar isimli büyük bir zâtın
sohbetlerine devam ediyordu. Babasının vefâtı üzerine onun
ağlayan oğlu babasına; “Babacağım, yanlış bir iş yaptın. Beni
Allahü teâlânın velî kullarının bereketinden mahrûm bıraktın.
Çabuk imdâdıma yetiş!” dedi. Bu rü’yâyı gören kadı, ertesi gün
hemen Feridüddîn-i Attâr’ın kabrinin ayak ucuna oğlunun
defnedilmesi için izin verdi. Daha önce söylediklerine tövbe
“Lütfu bol, ikramı çok olan yüce Rabbime hamd, âlemlerin
etti. Feridüddîn-i Attâr’ın kabrinin üstüne bir türbe ile yanına bir
efendisi Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) ve Eshâbına dünyâ
imârethâne yaptırdı.”
durdukça salât-ü selâm olsun.
Feridüddîn-i Attâr’ın yazmış olduğu şiirlerinde üstün bir
Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler hâriç, evliyânın sözlerinden
akıcılık, incelik, nasihatlerinde büyük bir te’sîr, ârifane
daha değerli hiçbir söz yoktur. Çünkü o sözlerde Rabbanî
sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hâl vardır. Yazmış
te’sîr vardır. Bu yüzden onların sözlerini insanların duyması ve
olduğu eserlerin biri hâriç, hepsi manzûmdur. Manzûm eserleri
bu sözlerin bir eserde seneler boyunca okunması için bu eseri
şöyle sıralanabilir: 1. Musîbet-Nâme: Mesnevî türünde
yazdım. Ayrıca hâl tercümelerini ve sözlerini yazdığım
yazılmış olan eserde pekçok küçük hikâyeler vardır. Eser
zâtların, yarın kıyâmet gününde bana bu vesile ile şefaat
Tarîkatnâme ismiyle Türkçeye tercüme edilmiştir. 2.
edeceklerini düşündüm.”
Esrârnâme: Tasavvuf hakkında olan bu eser, 26 makaleden
ibâret bir mesnevîdir. Bu eser de Ahmedî isimli bir zât
tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. 3. Mantık-üt-Tayr ve
Makâmât-ı Tuyûr: Bu eserde, tasavvufu kuşların ağzıyla
anlatan Feridüddîn-i Attâr konuyu küçük hikâyelerle
süslemiştir. Esas konu, Ahmed-i Gazâlî’nin Risâlet-ütTayr’ından alınmıştır. Bu eser manzûm ve nesir olarak birkaç
defa Türkçeye tercüme edilmiştir. 4. Muhtârnâme: Konulara
göre tertîb edilmiş bir rubailer mecmûasıdır. Elli bâbtan
meydana gelen bu eser, İkinci Selîm zamanında Türkçeye
tercüme edilmiştir. 5. Cevher-üz-Zât: Allahü teâlâdan başka
her şeyin fânî olduğunu konu alan bir eserdir. 6. Eşturnâme, 7.
Bülbülnâme, 8. Bisernâme, 9. Haydarnâme, 10. Deryâ-i
Nâme, 11. Leylâ ve Mecnûn, 12. Mahmûd-u Iyâz, 13.
Mahzen-ül-esrâr, 14. Mazhar-üs-sıfât, 15. Miftâh-ül-fütûh, 16.
Tezkiret-ül-evliyâ’dan ba’zı bölümler:
“Şakîk-i Belhî buyurdu ki: Allahü teâlânın azâbından
korkmanın alâmeti, haramları terk etmektir. Allahü teâlânın
rahmetinden ümidli olmanın alâmeti de çok ibâdet etmektir.”
“Yûsuf bin Esbât buyurdu ki: Alçak gönüllü olmanın alâmetleri
şunlardır: Söyleyen kim olursa olsun, hak sözü kabûl etmek.
Fakîr, garîb olan kimselere de yumuşaklıkla muâmele etmek.
Rütbe i’tibâriyle küçük olanlara şefkatli olmak. Kendisine karşı
yapılan hatâ ve kusurlara tahammül edip, öfkelenince
sabretmek, her ân Allahü teâlâyı hatırlamak. Zenginlere karşı
vekarlı olmak ve cenâb-ı Haktan gelen her şeye rızâ
göstermektir.”
Vuslâtnâme, 17. İrsâd-ı beyân, 18. Velednâme, 19.
“Abdullah bin Hubeyk buyurdu ki: En fâideli korku, insanı,
Hırâdnâme, 20. Hayatnâme, 21. Şifâ-ül-kulûb, 22.
günahlardan ve kötülüklerden alıkoyanıdır, insana, boşuna
Uşşaknâme, 23. Kenz-ül-esrâr, 24. Kenz-ül-Hakâik, 25.
geçen ömrü için üzülmek yaraşır. Kalan ömrünü de iyi
Mazhar-ül-âsâr 26. Mi’racnâme, 27. Misbahnâme, 28.
kıymetlendirmesi lâzımdır.”
Hüdhüdnâme, 29. Mahfinâme, 30. Kemâlnâme, 31. Tercümetül-Ehâdîs, 32. Zühdnâme, 33. Tezkiret-ül-evliyâ: Feridüddîn-i
“Ahmed bin Âsım Antâkî buyurdu ki: Kalbin ma’nevî
Attâr’ın yazmış olduğu yegâne nesir eserdir. Bu eserde
hastalıklardan muhafazası için şunlara dikkat etmek lâzımdır:
seksen civarında evliyânın hâl tercümesini, menkıbelerini ve
1. Ahlâkı güzel olanlarla oturmak, 2. Kur’ân-ı kerîm okumaya
veciz sözlerini yazmıştır. Feridüddîn-i Attâr bu eseri yazarken,
devam etmek, 3. Fazla yemek yememek, 4. Gece
Şerh-ül-kalb, Keşf-ül-esrâr, Ma’rifet-ün-nefs, Tabakât-üs-
namazlarına devam etmek, 5. Seher vaktinde Allahü teâlâya
sûfiyye, Hilyet-ül-evliyâ ve Keşf-ül-mahcûb’dan faydalanmıştır.
yalvarmak, istiğfar etmek (Allahü teâlâdan af ve mağfiretini
Aslı Fârisî olan bu eser, Türkçeye, Fransızcaya, Arabcaya
istemek).”
çeşitli zamanlarda çevrilmiştir. Eser tasavvuf târihi bakımından
çok önemli, tasavvufî hayâtın gelişmesini tesbit yönünden de
“Ahmed bin Ebi’l-Havârî buyurdu ki: Kalbinde bir katılaşma
çok değerli bir eserdir. Feridüddîn-i Attâr bu eserin önsözünde
gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla beraber bulun,
şöyle demektedir:
yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara
alıştır.”
“Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: Üç şey kalbi öldürür. Bunlar; 1.
“Şöyle anlatılır: İbrâhim bin Edhem hazretlerine; “Falan yerde
Çok konuşmak, 2. Çok uyumak, 3. Çok yemek.”
bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor. Vecde gelip
kendinden geçiyor” dediler. Gencin yanına gidip, üç gün
“Muhammed bin Vasi” buyurdu ki: Sâdık ve hakîkî mü’min
misâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler
olmak için, Allahü teâlâdan korku ve ümidin beraber olması
gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin ise, böyle
lâzımdır.”
uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış
“Rabi’a-i Adviyye şöyle duâ ederdi: Yâ Rabbî, dünyâda, bana
neyi takdîr etmiş isen, onların hepsini düşmanlarına ver.
Âhırette benim için hangi ni’metleri ihsân etmeyi takdîr etmiş
isen, onları da dostlarına ver. Ben, sâdece seni istiyorum. Yâ
Rabbî, eğer sana ibâdet etmem Cehennem korkusu ile ise,
beni Cehenneme at. Eğer Cennete girmek ümîdi ile ibâdet
ediyor isem, Cennetini bana yasak eyle. Eğer, sırf senin rızân
için ibâdet ediyor isem, o hâlde bakî olan cemâlin ile müşerref
eyle.”
“Süfyân-ı Sevrî buyurdu ki: Büyük bir kalabalık, bir yere
toplansa ve biri; “İçinizden akşama kadar kim yaşıyacak bilsin”
dense, kimse bilemez, işin şaşılacak tarafı şurasıdır ki, eğer o
kimselere; “Öyleyse, ölüm için gerekli hazırlığı yapan ayağa
mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine
dikkat etti. Lokması helâlden değildi. “Allahü ekber, bu hâlleri
hep şeytandandır” deyip, genci evine da’vet etti. Kendi
lokmalarından bir tane yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o
arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhim bin Edhem’e sorup;
“Bana ne yaptın?” deyince, “Lokmaların helâlden değildi.
Yemek yerken, şeytan da mi’dene giriyordu. O hâller
şeytandan oluyordu. Helâl lokma yiyince, şeytan giremedi.
Asıl, doğru hâlin meydana çıktı” dedi.”
“Zünnûn-i Mısrî buyuruyor ki: Kalbin kararmasının dört alâmeti
vardır: 1. İbâdetin tadını duymaz. 2. Allah korkusu, hatırına
gelmez. 3. Gördüklerinden ibret almaz. 4. Okuduklarını,
öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz.”
kalksın” dense, kimse ayağa kalkmaz. Bu gafletten
“Ebû Bekr Verrâk buyuruyor ki: Allahü teâlâ kulundan sekiz
kurtulmağa çalışmalıdır.”
şey ister: Kalbin, Allahü teâlânın evine hürmet, yaratıklarına
“Şöyle anlatılır: Cüneyd-i Bağdadî, yedi yaşında idi.
Mektebden gelince, babasını ağlıyor görüp sordu. Babası da;
“Bugün zekât olarak dayın Sırrî-yi Sekatî’ye birkaç gümüş
göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının
beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum”
şefkat etmesi. Lisânın, Kelime-i tevhîdi söyleyip, yaratıklara
yumuşaklıkla muâmele etmesi. Bedenin, ibâdet ve tâatte
bulunup, mü’minlere yardım etmesi. Huyun, Allahü teâlânın
hükmüne rızâ gösterip, yarattıklarına karşı halîm-selîm
olması.”
dedi. Cüneyd; “Babacığım, o parayı ver. Ben götüreyim”
“Ebû Hafs-ı Haddâd buyuruyor ki: Tasavvuf, baştan başa
deyip, dayısına gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı; “Kim o?” diye
edebdir. Zîrâ her vaktin bir edebi, her makamın bir edebi
sorunca; “Ben Cüneyd’im. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın
vardır. Her hâlin de bir edebi vardır. Vakitlerle ilgili edebe
zekâtı olan bu gümüşleri al!” dedi. “Dayısı; “Almam” deyince,
riâyet edenler (vaktini iyi şeylerle geçirenler), velî olan
Cüneyd; “Adl edip babama emr eden ve ihsân edip, seni
kimselerin makamına ulaşırlar. Edebi terk edenler, Allahü
serbest bırakan Allahü teâlâ için al!” dedi. Sırrî-yi Sekatî;
teâlâya yakın olduklarını zannettikleri hâlde, O’ndan uzaktırlar.
“Babana ne emr etti ve bana ne ihsân etti?” diye sorunca,
Ba’zı kullar da vardır ki, kendilerinin zannettiklerinden daha
Cüneyd-i Bağdadî; “Babamı zengin yapıp, zekât vermesini
yüksek bir mertebeye sahiptir, daha sevgilidirler.”
emr etmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabûl
etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi”
“Ebû Osman Hayrî buyuruyor ki: Dünyâyı sevmek. Allah
dedi. Bu söz Sırrî-yi Sekatî’nin hoşuna gidip; “Oğlum!
sevgisini kalbden götürür. Allahü teâlâdan başkasından
Gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl ettim” dedi. Kapıyı
korkmak, Allah korkusunu kalbden çıkarır. Allahtan
açıp parayı aldı.”
başkasından istemek, Allahü teâlâya olan ümidi kalbden
uzaklaştırır.”
“Ebû Türâb Nahşebî buyuruyor ki: Şu dört şeyi dört yerde sarf
“Zünnûn-i Mısrî buyuruyor ki: Her a’zânın tövbesi vardır. Kalb
edersen Cenneti kazanırsın: Uykuyu kabirde, rahatı sırat
ve gönülün tövbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tövbesi,
köprüsünde, iftiharı (öğünmeyi) mizanda, nefsî arzularını
harama bakmamaktır. Dilin tövbesi, fenâ söz söylemekten,
Cennette.”
gıybet etmekten çekinmektir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri
dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten
“Feth-i Mûsulî buyuruyor ki: Ma’rifet sahibleri şunlardır: ki;
kendini korumaktır.”
konuşunca Allahü teâlâdan konuşurlar, amel edince Allah için
ederler, birşey isteyince de Allahü teâlâdan isterler.”
“Zünnûn-i Mısrî’ye, “Kul hangi sebeble Cennete girer?” diye
sorulunca, “Beş şey ile: Eğrilik bulunmayan bir doğruluk,
“Hamdûn-i Kassâr buyuruyor ki: Kendinde bulunduğu zaman
gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli-aşikâr Allahü teâlâyı
gizli kalmasını istediğin birşeyi başka birinde görürsen ifşa
anmak (murâkabe etmek), yol hazırlığını yapıp, ölüme
etme.”
hazırlanarak ölümü beklemek, hesaba çekilmeden önce
“Haris el-Muhâsibî hazretleri nefsini devamlı hesaba çeker,
kendini hesaba çekmek” buyurdu.
onun kötülüklere meyletmemesi için elinden geleni yapardı. O,
“Ebû Abdullah-i Turûgbâdî buyuruyor ki: Allahü teâlâ,
bu husûsta der ki: Nefsini hesaba çekenlerin bir takım güzel
kendisinin bilinip tanınmasına yarayan ma’rifetlerden bir
husûsiyetleri vardır. Onlar bu hasletleri sebebiyle yüksek
miktarını her kuluna vermiştir. Ayrıca her kuluna ihsân etmiş
derecelere kavuşmuşlardır. Onlara göre, insan azmedip,
olduğu ma’rifetin karşılığı kadar da, dert ve sıkıntı vermektedir.
nefsinin arzu ve isteklerine uymazsa, ma’nevî yönden
Ni’met olarak bahşedilen bu ma’rifet sıkıntılara tahammül
ilerlemesi mümkündür. Şu hasletleri elde etmeğe çalışan
etmesinde ona yardımcı olur.”
fâidelerini görür: 1. Doğru ve yalan yere yemîn etmemek. 2.
Yalan söylememek. 3. Verdiği sözde durmak. 4. La’net
“Ebû Ali Cürcânî buyurdu ki: Allahü teâlânın beğendiği işleri
etmemek. 5. Kimseye bedduâ etmemek. 6. Allahü teâlânın
kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket etmesi, sâlih
rızâsı için sabırlı ve tahammüllü olmak. 7. Haramlardan
kimseleri sevmesi, eş-dost ile güzel geçinmesi, Allahü teâlânın
sakınmak. 8. Kendisini başkasından büyük görmemek. 9.
rızâsı için insanlara iyilik yapması, müslümanların işini
Kimsenin kalbini kırmamak. 10. Gelen belâ ve musibetlere
görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle
sabretmek. 11. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek.”
geçirmesi, kul için saadet alâmetlerindendir.”
“İbrâhim-i Havvâs buyuruyor ki: Kalbin ilâcı beştir: Kur’ân-ı
“Ebû Ali Sakafi buyuruyor ki: Sağlam bir dal, ancak sağlam bir
kerîm okumak ve Kur’ân-ı kerîme bakmak, mi’deyi boş tutmak,
kökten çıkar. Şimdi hareketlerin sıhhatli ve sünnet üzere
gece kalkıp ibâdet etmek, seher vaktinde ağlayıp sızlamak ve
olmasını isteyen kimse, önce kalbindeki ihlâsı, sıhhatli hâle
iyilerle beraber bulunmaktır.”
getirmelidir. Zira zâhir amellerdeki sıhhat, bâtın amellerdeki
sıhhatten hâsıl olur.”
“Sırrî-yi Sekatî şöyle vasıyyet ediyor Gençler! Gençliğinizin
kıymetini biliniz. Güç, kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz.
“Ebû Bekr Kettânî şöyle buyuruyor, istiğfar tövbedir. Tövbe şu
Bizlerden (yaşlılardan) ibret alınız da, zaîf ve güçsüz duruma
altı şeyi ihtivâ eder Yaptığına pişman olmak. Bir daha günah
düşmeden evvel çok ibâdet yapınız. (O, bu sözü söylerken,
işlemiyeceğine azm etmek. Kaçırdığı farzları yerine getirmek.
gençlerden çok ibâdet ediyordu.)
Üzerinde olan hakları sahiplerine vermek. Haramdan hâsıl
olan vücûddaki fazlalıkları atmak. Bedene, günahın tadını
“Şah Şücâ’ Kirmânî şöyle buyuruyor: Gözünü harama
tattığı gibi, ibâdet zevkini tattırmak.”
bakmaktan, nefsini isteklerinden koruyup, kalbini devamlı
murâkabe, bedenini sünnete uygun amellerle ma’mûr edenin
“Ebû Bekr-i Şiblî buyurdu ki: Muhabbet da’vâsında bulunup da
firâsetinde hiç hatâ olmaz.”
başkası ile meşgûl olan, dost ile alay etmiş olur. Muhabbet
makamında iş oraya varır ki, kendinden bile habersiz olur ve
Hâk ile bekâya kavuşur. Zira, O’ndan başkasının muhabbeti
de, İhlasın zıddı olan riyayı tanıyıp onu terk ettikten sonra
kalbde olursa, tevhîd ve muhabbet sırrı gönül tahtasına
ihlâsı bilebilirler.”
yazılmaz.”
“Hayr-ün-Nessâc şöyle buyurdu: Dünyânın ne değerde
“Ebû Bekr Vâsıtî buyuruyor ki: insanlar üç sınıftır: ilk sınıfa,
olduğunu idrâk eden, âhıretten nasîbini alır. Dünyâya düşkün
Allahü teâlâ hidâyet nûrları ihsân etmiştir. Bundan dolayı
olmak, âhıreti tanımıyanın kalbini öldürür.”
bunlar; küfr, şirk ve nifaktan uzaktırlar. İkinci sınıfa, Allahü
teâlâ inâyet nûrları ihsân etmiştir. Bunlar ise büyük ve küçük
“İbn-i Atâ buyurdu ki: Âdem aleyhisselâm Cennetten
günahları işlemezler. Üçüncü sınıfa da Allahü teâlâ gaflet
çıkarıldıktan sonra, Cennette bulunan herşey onun perişan
ehline has hareketleri yapmamayı ihsân etmiştir.”
hâline üzüldü ve ağladı. Ağlamayan sâdece altın ve gümüş
oldu. Allahü teâlâ, kelâm sıfatıyla onlara tecellî etti ve sordu.
“Ebû Hasen bin Sâî şöyle buyuruyor: Ma’rifet; her durumda
Âdem’e herşey ağlarken, siz neden ağlamadınız? Onlar şu
kulun Allahü teâlânın vermiş olduğu ni’metlere şükretmede
cevâbı verdiler: “Biz sana karşı hatâ işleyene ağlamayız.”
âciz olduğunu, genç ve kuvvetli olduğu zamanlarda zayıf
Bunun üzerine Hak teâlâ şöyle buyurdu: izzetime, celâlime
olduğunu bilmesidir.”
yemîn ederim ki, size herşeyin üstünde bir değer biçeceğim ve
Âdemoğullarını size hizmetçi kılacağım.”
“Ebü’l-Hasen Bûşencî buyuruyor ki: Nefsini zelîl kılan kimseyi,
Allahü teâlâ azîz kılar ve derecesini yüksek eyler. Nefsini
“İbrâhim bin Şeybân buyurdu ki: Allahü teâlâ müslümanlara
birşey zanneden kimseyi, Allahü teâlâ zelîl kılar.”
âhırette vereceklerine karşılık olmak üzere iki şeyi ihsân
etmiştir. Bunlardan birincisi; Cennete bedel olması için
“Ebü’l-Hayr Akta buyuruyor ki: Kalbin îmân ile dolu olmasının
câmilerde bulunmak, ikincisi; Allahü teâlânın dîdârına karşılık,
alâmeti, bütün müslümanlara şefkat etmek, onların dertleri ile
mü’minlerin yüzlerine muhabbetle bakmak.”
dertlenmek, işlerinde onlara yardımcı olmaktır. Nifak dolu
kalbin alâmeti, kin, hased ve düşmanlıktır.”
“Yûsuf bin Hüseyn Râzî buyurdu ki: Kim, Allahü teâlâyı
hakkıyla zikrederse, O’ndan başka herşeyi unutur. O’nun zikri
“Ebû Muhammed-i Cerîrî buyuruyor ki: Nefsine aldanan,
ile O’ndan başka herşeyi unutan kimseyi, Allahü teâlâ
şehevî duygularına esîr olur. Hevâî arzularının zindanına
herşeyden muhafaza eder.”
kapatılır ve o kulun kalbi fâideli işlerden zevk alamaz. Kur’ân-ı
kerîmi hergün hatm etse bile, ilâhî kelâmı okumaktaki esas
“Ebû Bekr Verrâk şöyle buyuruyor: Dâima seninle olması
tadı bulamaz. Bunun hâl çâresi, nefsin esâretinden kurtulmayı
gereken beş şey vardır. Bunlar; Allahü teâlâ, nefs, şeytan,
candan arzu etmektir.”
dünyâ ve halktır. Eğer bunlara karşı şu beş şeyi tatbikte
muvaffak olursan saadete erersin: Allahü teâlânın emirlerine
“Şöyle anlatılır: Birgün bir kimse Ebû Osman Magribî’nin
itaat edip, yaptığı herşeyi beğenip râzı olmak nefse muhalif
yanında bulunuyordu. Kendi kendine; “Acaba Ebû Osman’ın
olup, şeytana düşman olmak, dünyâdan sakınmak, halka karşı
arzu ettiği birşey var mıdır?” diye düşündü. Bu sırada Ebû
da şefkatle muâmele etmek lâzımdır.”
Osman: “İhsân edilenler yetmiyormuş gibi, bir de başka şeyler
mi arzu edeyim?” buyurdu.
“Ebû Osman Hayrî buyurdu ki: Sünnet-i seniyyeyi kendisine
rehber edinen hikmet, nefsinin arzularını kendine hâkim kılan,
“Ebû Osman Magribî buyurdu ki: Mecbûriyet gibi özür hâli
bid’at söyler.”
müstesna, aç gözlülük ve iştahla zenginlerin yemeğine el
uzatan kimse, ebediyyen iflah olmaz.
“Ebû Türâb Nahşebî şöyle buyuruyor: Ey insanlar! Şu üç şeyi
seviyorsanız, biliniz ki onlar sizlerin değildir. Nefsinizi ve
Yine buyurdu ki: Herşey zıddı ile bilinir. Bir şeyin zıddı
canınızı seviyorsanız, onlar Allahü teâlânındır. Malınızı
bilinmezse, o şeyi tanımak mümkün değildir. İhlâs sahipleri
seviyorsanız, onlar da vârislerinizindir.”
“Ebü’l-Hasen-i Harkânî buyuruyor ki: Ulemâ; “Biz,
olmasına mâni olamaz. Senin bakî ve ebedî oluşunda,
Peygamberlerin vârisiyiz” diyor. Fakat, Peygamber
gündüzün bitip gecenin başlaması ve gecenin bitip gündüzün
efendimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O’nda olan
başlaması gibi sebeplerle kesiklik, aksaklık olmaz. Rahmetin o
şeylerin ba’zısı bizde de var. Resûlullah efendimiz (
kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese açmışsın. Sana duâ
aleyhisselâm ) fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş
edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin, ihsân ettiğin
bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hainlik
ni’metlere hamdedenleri çok sever, onlara daha çok ni’metler
bilmezdi. Basiret sahibiydi. Halkın rehberi idi. Tama’ sahibi
verirsin, inanarak ve güvenerek sana duâ edenler, eli boş
değildi. Hayır ve şerri Allahü teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan
dönmezler. Sana güvenen, kapına gelen kimseyi döndürmeğe
ve kandırma diye birşey yok idi. Zamanın esîri değildi,
kimsenin gücü yetmez. Ey Rabbim! ölümü, kabri ve sana
İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı, insanların güvendiği
hesap vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu
şeye güvenmezdi. Hiç gurûrlanmazdı. İşte bunlar evliyânın
bildikçe nasıl olur da senden sevinç ve neş’e isteyebilirim.
sıfatlarıdır. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), ucu bucağı
Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı verileceğini
bulunmayan umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya
bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyalık
çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkât şaşırır kalırdı. Sûfîlerin
birşey istiyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı
kervanı; Allahü teâlâ, Resûlullah ve Eshâb-ı Kirâm
alacağını bildiğim hâlde dünyâ lezzetlerinden nasıl tat
sevgisinden ibârettir. Bu kervanda bulunan ve rûhları bunların
alabilirim? Yâ Rabbî! Sana yalvarıyor, senden istiyor,
rûhlarıyla kaynaşan kimseye ne mutlu.”
rahmetinden ümîd ediyor ve istiyorum ki, ölümümü, hesabımı
kolay ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat
“Şöyle anlatılır: Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin talebeleri,
ihsân eyle. Âmin. Yâ Rabbel Âlemin.”
memleketlerine izinli gidiyorlardı. Kendisinden duâ istediler.
Korkulu yerde “Yâ Ebel-Hasen, deyiniz” dedi. Bir gece
“Abdullah bin Hubeyk, birgün Feth bin Şehraf ile karşılaşınca,
eşkiyanın hücumuna uğradılar. Bağırıp “Yâ Allah” dediler.
ona şu nasihatte bulundu: “Ey Horasanlı! Şunlara dikkat et.
Yalnız birisi; “Yâ Ebel-Hasen” dedi. Eşkiyalar bunu görmediler.
İnsana zarar bunlardan gelir. Gözünle harama bakma. Dilinle
Diğerlerinin hepsini soydular. Sabah olup onu selâmette
yalan söyleme. Kalbinde, müslüman kardeşine hased ve kin
görünce şaşırdılar. Sebebini sordular. O da; “Yâ Ebel-Hasen
tutma, iyi şeyleri arzu et ve iste, şer ve kötü olan şeyleri arzu
dedim, kurtuldum” dedi. Hocalarına gelip; “Biz Allah dedik
etme. Eğer bu dört şeye sahip olmazsan, sonunda bedbaht bir
soyulduk. Bu ise, yâ Ebel-Hasen diyerek sana sığınıp
insan olursun.”
kurtuldu” dediler. Bunun sırrını, sebebini bildirmesi için
yalvardılar. O da; “Ağzınızdan haram girer. Haram çıkar.
“Ahmed bin Hadraveyh buyuruyor ki: Gaflet uykusundan daha
Allahü teâlâyı tanımazsınız. Mecaz olarak Allah dersiniz.
ağır bir uyku yoktur. Şehvetten kuvvetli esâret yoktur. Gaflet
Böyle kimselerin duâları kabûl olmaz. Allahü teâlâ, onun sesini
ağırlığı olmasaydı, şehvet galip gelmezdi.
Ebü’l-Hasen’e duyurdu. Ebü’l-Hasen de, onu kurtarması için
Allahü teâlâya yalvardı. Ebü’l-Hasen haram yemez, haram
içmez. Haram söz söylemez. Bu bakımdan duâsı kabûl olup o
kurtuldu” dedi.
“Muhammed Bâkır gece geç vakte kadar ibâdet eder, sonra
Allahü teâlâya şöyle yalvararak ağlardı: Yâ ilâhî! Yâ Rabbi,
gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes uyuyor. Kimsenin sesi
çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin. Her şeyi biliyor, yapılan her
şeyi görüyorsun. Uyuman, uyuklaman olmaz. Seni böyle
bilmiyen ihsânına kavuşamaz. Sen öyle kuvvet ve kudret
sahibisin ki, hiçbir şey senin olmasını dilediğin bir şeyin
Kalb, bir takım kaplardan ibârettir. Allahü teâlânın sevgisiyle
dolduğu zaman, nûrun fazlası diğer uzuvlara yansır. Bâtılla
dolduğu zaman da, ondaki karanlık diğer organlara geçer.”
“Şöyle anlatılır: Ahmed bin Harb’in Behram isminde ateşperest
bir komşusu vardı. Bu Behram, bir defasında ticâret için bir
yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar.
Ahmed bin Harb bu durumu haber alınca, yanında
bulunanlara; “Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl
için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar
ateşe tapıyor ise de, komşumuzdur” dedi. Behram’ın evine
geldiler. Behram kendilerini hürmetle karşıladı. Ahmed bin
Harb’ın elini öpüp çok saygı gösterdi. İkramlarda bulundu. O
“Şakîk-i Belhî buyurdu ki: Kendisine birşey ikram ettiğin kimse
günlerde çok kıtlık olduğundan, birşeyler yemek için gelmiş
ile, sana ikramda bulunan iki kişinin senin kalbindeki yerlerine
olabileceklerini düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi.
dikkat et. Eğer kalbindeki muhabbet, kendisine İkramda
Ahmed bin Harb; “Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını
bulunduğun kimseye karşı daha fazla ise, bu ikram ve
duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, hâlinizi, hatırınızı
muhabbetin Allah için olduğu anlaşılır. Ama kalbindeki
soralım diye geldik” buyurdular. Behram, “Evet öyledir, ama
muhabbet, sana ikramda bulunan kimseye karşı daha fazla
bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi; başkaları
ise, bu dostluk menfaat içindir.”
benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi;
malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini
“Yûsuf bin Esbât buyuruyor ki: Sabırlı olmak isteyen kimse,
alsalardı. Üçüncüsü; din bende kaldı, dünyâyı aldılar” dedi. Bu
öfkesini yenmeli, kalbinde Allahü teâlâdan başka birşeye
sözler Ahmed bin Harb’ın çok hoşuna gitti ve; “Bu sözleri
yakınlığın olmaması için çalışmalı. Bir musibet veya sıkıntı
yazın. Bundan îmân kokusu geliyor” dedi. Behram’a; “Niçin
geldiği zaman, inleyip sızlamamalı. İbâdetleri “Güzel
ateşe tapıyorsun?” diye sordu. Behram; “Ona tapıyorum ki
yapabiliyorum” düşüncesinden uzak olup, amelleri kusurlu
yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki,
bilmeye devam etmeli, farzları ve vacipleri yapmakta tenbellik
beni Allahü teâlâya ulaştırsın” diye cevap verdi. Ahmed bin
yapmayıp, en güzel şekilde yapmaya çalışmalı, yapılan bütün
Harb; “Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan
işlerin dîne uygun olmasına gayret etmeli ve önceden yapılmış
kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi
olan hatâ ve zararları telâfi etmek için uğraşmalıdır.”
söndürür. Bu kadar zayıf olan birşey başkasına nasıl kuvvet
verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allaha
nasıl kavuşturur. Ateş câhildir. Birşey bilmez, yakarken misk
ile necâseti ayıramaz. Hepsini aynı anda yakar ve hangisinin
daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona
tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel,
ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını
gör” buyurdu. Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb elini ateşe
sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu
hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme
hissederek; “Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz
“Ali bin Sehl İsfehânî buyurdu ki: Zenginliği aradım, ilimde
buldum. Övülmeyi aradım, fakirlikte buldum. Afiyeti (günahsız
olmayı) aradım, zühdde (şüphelilere düşmek korkusuyla
mübahların çoğunu terk etmekte) buldum. Kolay hesabı
aradım, susmakta buldum. Rahat aradım, vermekte,
cömertlikte buldum.”
“Amr bin Osman Mekkî buyuruyor ki: Sabır, Allahü teâlâya
dayanıp sebat etmek ve belâyı gönül hoşluğu ve rahatlığı ile
karşılamaktır.”
îmân edeceğim” dedi. Ahmed bin Harb; “Sor” buyurdu.
“Ebû Abdullah Magribî buyurdu ki: insanların en aşağısı,
Behram dedi ki: “Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Madem
zengine zengin olduğu için kıymet verip, onun karşısında zelîl
ki yarattı niçin rızık verdi? Madem ki rızık verdi. Niçin öldürdü:
olan kimsedir, insanların en kıymetlisi de, fakirlere hürmet edip
Madem ki öldürdü. Niçin diriltecek?” Ahmed bin Harb şöyle
tevâzu gösteren zenginlerdir.”
cevap verdi: “Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları
yarattı. Razzâk (ziyadesiyle rızık verici) olduğunu bilsinler diye
“Ebû Bekr Verrâk buyurdu ki:
onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları
öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir.” Behram
İnsanlar da üç sınıf önemlidir Devlet adamları, âlimler ve
bunları duyunca; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne
zâhidler. Devlet adamları bozulunca, halkın huzûru bozulur.
Muhammeden abdühü ve Resûlühü” diyerek müslüman oldu.”
Âlimler bozulunca, halkın dîni zayıflar. Varını yoğunu Allah
yolunda harcayan zâhidler bozulunca da, ahlâk fesada uğrar.
“Ahmed bin Mesrûk buyurdu ki: Kim, Allahü teâlâdan korkarak
Devlet adamlarının kötülüğü zulüm ile, âlimlerin bozukluğu
kalbine gelen uygunsuz düşüncelerden korunmaya çalışırsa,
hırs ve tama’ ile, zâhidlerin bozulması da riya ile olur.”
Allahü teâlâ da o kimsenin uzuvlarını, uygunsuz işleri
yapmaktan korur, muhafaza eder.”
“Ebû Hafs-ı Haddâd en-Nişâbûrî buyurdu ki: Firâset sahibi
ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın kıyâmette huzûruma gelince,
olduğu iddiasında bulunmaya kimsenin hakkı yoktur.
mazeret olarak ne söyleyeceksin?”
Yapılacak şey. başkasının firâsetinden sakınmak ve
korunmaktır. Zîrâ Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Mü’minin
“Şah Şücâ’ Kirmânî buyurdu ki: Güzel ahlâk, başkalarına
firâsetinden korkunuz” buyurdu. Fakat firâset sahibi olmaya
eziyet etmemek ve güçlüklere katlanmaktır.”
çalışın buyurmamışlardır. Şu hâlde firâsetten korunmak
mevkiinde bulunan bir kimsenin, firâset da’vâsında bulunması
nasıl doğru olabilir?”
“Ebû Osman Hayrî buyurdu ki:
“Ebû Ali Sakafi buyurdu ki: Kişi, şu dört hasletten gâfil
olmamalıdır ilki doğru söz, ikincisi doğru iş, üçüncüsü samimî
dostluk, sonuncusu ise emânete sadâkat ile riâyet etmektir.”
“Ebû Bekr Kettânî şöyle anlatır: Bir kere rü’yâmda çok güzel
Zenginlerle sohbet ederken azîz, fakirlerle sohbet ederken
bir genç gördüm. “Sen kimsin?” diye sordum. “Takvâyım” dedi.
alçak gönüllü ol. Zenginlere karşı izzetli davranman tevâzu,
“Nerede ikâmet edersin?” dedim. “Dertlilerin kalbinde” dedi.
fakirlere karşı alçak gönüllü olman şereftir.”
Sonra diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir kocakarı
gördüm. “Sen kimsin?” dedim. Ben, kahkaha, zevk ve keyfim”
“Birisi Hâtim-i Es-âm’a; “Nasıl namaz kılarsın?” diye sordu. O
dedi. “Nerede ikâmet edersin?” dedim. “Çok gülenlerin
da şöyle buyurdu: Namaz vakti gelince temiz bir kalb ile niyet
kalbinde” dedi. Uyandıktan sonra hiçbir zaman kahkaha ile
ederek abdest alırım. Abdest uzuvlarımı yıkar, kalben de
gülmemeye niyet ettim.”
tövbe ederim. Sonra câmiye giderim. Mescid-i Harâm’ı
gözümün önüne getirir, Makâm-ı İbrâhim’i iki kaş arasında
“Ebû Bekr Tamistânî buyurdu ki: ilim, seni cehâletten kurtarır.
tutar, Cenneti sağımda, Cehennemi solumda, sıratı
Sen de Allahü teâlâya, seni ilimle cehâletten kurtarması için
ayaklarımın altında, can alıcı meleği arkamda düşünür,
duâ et.”
kalbimi Allahü teâlâya ısmarlar, sonra ta’zimle Allahü ekber
der, hürmetle kıyâm, heybetle kırâat, tevâzuyla rükû, tazarru
ile (kendimi alçaltarak) secde, hilm ile cülus (tehıyyattaki
oturuş), şükürle selâmı yerine getiririm. Benim namazım
böyledir.” “Mimşâd ed-Dîneverî: insanın tapdığı, ya’nî ömrünü
kendisi için harcayıp, çok sevdiği şeyler çeşitlidir, insanların bir
kısmı nefsine, bir kısmı çocuğuna, bir kısmı malına, bir kısmı
parasına, bir kısmı hanımına, bir kısmı makam ve mevkiye
tapar. Herkes gönlünü bunlardan birisine bağlamıştır. Bunların
bağından kurtulmak çok zordur. Bunlara tapınmaktan, sâdece;
kendine, malına, makam ve mevkiine güvenmeyip, her şeyin
sahibi ve yaratıcısı Allahü teâlâya hakkıyla kulluk
“Ebû Hasen bin Sâî buyuruyor ki: Ma’rifet; her durumda kulun,
Allahü teâlânın vermiş olduğu ni’metlere şükretmede âciz
olduğunu, genç ve kuvvetli olduğu zamanlarda ise zayıf
olduğunu bilmesidir.”
“Ebü’l-Hasen Bûşencî’ye, “Kim mürüvvet sahibi değildir?” diye
sordular. “Allahü teâlânın kendisini gördüğünü bildiğini,
kirâmen kâtibîn melekleri ile hafaza meleklerinin yanında
bulunduklarını ve kendisini ta’kib etmekte olduklarını bildiği
hâlde, günâh işlemeye cür’et edebilen kimse, mürüvvet sahibi
değildir” buyurdu.
yapamadığını bilip, yaptıklarını hep kusurlu ve noksan
“Ebü’l-Hayr el-Aktâ buyurdu ki: Şerefli bir insan olabilmek için;
görerek, nefsini ayıplayanlar kurtulabilir.”
edeb sahibi olmak, farzları eda etmek, sâlihlerle sohbet etmek
“Sehl bin Abdullah Tüsterî buyuruyor ki: Allahü teâlânın,
ve fâsıklardan uzak durmak lâzımdır.”
insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur. “Kulum!
“Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî buyurdu ki: Ma’rifet ve Allahü teâlâya
Hiç insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni
yakın olma hâli, farzları eda etmekle ve sünnet-i seniyyeye
unutuyorsun. Seni kendime da’vet ediyorum fakat sen,
tâbi olmakla ele geçer.”
başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben, dertleri belâları
senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrar
“İbn-i Hafif buyurdu ki: Riyâzet, nefsi hizmetle kırıp, Allahü
teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine mâni olmaktır.”
“İbrâhim bin Şeybân buyurdu ki: Sefil (aşağılık) kimse,
Farzlardan birini eda etmeyen, sünneti yapmama belâsına
Allahtan korkmayan ve O’na âsî olandır. En sefil kimse,
yakalanabilir. Sünneti terk edenin ise bid’ate düşmesi
herşeyi bedel ile karşılık ile veren, verdiği herşeyden menfaat
muhakkakdır.”
bekleyen ve verdiğini başa kakan kimsedir.”
Ferîdüddîn-i Attâr’ın Fârisî bir şiirinin tercümesi:
“İbrâhim-i Kassâr buyurdu ki: insanların en zayıfı, nefsinin kötü
isteklerinden uzak durmakta âciz kalan kimsedir. En kuvvetlisi
“Sırlar âlemine uçan kuş idim.
de, bu kötü arzularını terk etmeye gücü yeten kimsedir.”
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
“Ebû Ali Dekkâk buyurdu ki: Bir kimse kendini, hocasının
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
kapısında süpürge yapamaz ise, hakîkî âşık değildir.”
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.”
“Ebü’l-Hasen-i Harkânî buyurdu ki: Şayet bir mü’mini ziyâret
edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmiş hac sevâbı
ile değiştirmemen lâzımdır. Çünkü bir mü’mini ziyâret için
verilen sevâb, fakirlere verilen yüzbin altın sadakanın
sevâbından daha fazladır. Bir mü’min kardeşinizi ziyârete
gittiğinizde, Allahü teâlânın rahmetine kavuştuk diye i’tikâd
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 209
2) Tezkiret-ül-evliyâ mukaddimesi
3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 616
edin.”
4) Nefehât-ül-üns sh. 668
Ebû Ali Sakafî buyurdu ki: Sağlam bir dal, ancak sağlam bir
kökten çıkar. Şimdi hareketlerinin sıhhatli ve sünnet üzere
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 277, 715, 1007
olmasını isteyen kimse, önce kalbindeki ihlâsı sıhhatli hâle
getirmelidir. Zîrâ zâhir amellerdeki sıhhat, bâtın amellerindeki
6) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 337
sıhhatten hâsıl olur.”
7) Eshâb-ı Kirâm sh. 81, 140
“Ca’fer-i Sâdık buyurdu ki: “Beş kimsenin sohbetinden, ya’nî
beş kimse ile beraber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan
8) Vehhâbiye Nasîhat sh. 191
söyleyenden sakın. Çünkü ona dâima aldanırsın. Çünkü sana
iyilik yapayım derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın.
Üçüncüsü, ahmaktan ya’nî aklı az olandan sakın. Çünkü en
çok işine yarıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü kötü
FERRÂ
kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca seni harcar.
Beşincisi, fâsıktan ya’nî günah işlemekten utanmayan
kimseden sakın! Çünkü seni bir lokma ekmeğe satar.”
Meşhûr Arap dili âlimi. İsmi Yahyâ bin Ziyâd bin Abdullah bin
Mervân ed-Deylemî, künyesi, Ebû Zekeriyyâ’dır. Ferrâ diye
“Abdullah bin Muhammed buyurdu ki: Allahü teâlâ çeşitli
bilinir. 144 (m. 761) senesinde Kûfe’de doğup, 207 (m. 822)
ibâdetler bildirdi. Sabrı, sıdkı, namazı, orucu ve seher vakitleri
târihinde, Mekke-i mükerremeye giderken vefât etmiştir.
istiğfar etmeği buyurdu. İstiğfarı en sonra söyledi.
Kûfelilerin en büyük nahiv, lügat ve edebiyat âlimi idi. Kays bin
Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusurlu görüp,
Kebî’, Hâzim bin Hüseyn el-Basrî, Ali bin Hamza el-Kisâî,
hepsine af ve mağfiret dilemesi lâzım oldu.
Ebü’l-Ahvâs, Ebû Bekir bin Iyâş gibi âlimlerden istifâde etti.
Ondan da Seleme bin Âsım, Muhammed bin Cehm, es-Semrî
derslerini dinleyip, rivâyetlerde bulunmuştur.
Ferrâ aynı zamanda, fıkıh ve kelâm âlimi idi. O Mu’tezile
kelimesi için yüz sahifelik bir açıklama yapmıştır. Ferrâ’nın
fırkasına hiç meyl etmemişti.
Kitâb-ül-Meânî’yi yazmasının sebebi, şöyle anlatılır:
Talebelerinden Ömer bin Bükeyr, Ferrâ’ya bir mektûb yazdı.
Büyük Arap dili âlimi Ebû Abbâs Sa’leb, “Eğer Ferrâ
olmasaydı, Arapça olmazdı” diyerek onun Arapçaya yapmış
olduğu hizmetleri ifâde etmiştir.
Ferrâ, Bağdâd’da Me’mûn ile görüşmek istediği bir gün,
Sümâme bin Eşres en-Nümeyrî ile karşılaştı. Sümâme,
Me’mûn’un yanına gidip gelen kimselerdendi. Sümâme,
burada Ferrâ ile tanışmasını şöyle anlatır: “Onunla orada
oturdum. Lügat bilgisini yokladım, onu deniz gibi buldum.
Nahiv bilgisinden sordum, onda da eşine az rastlanır gördüm.
Fıkıhtan sordum, âlimlerin ihtilâflarını bilen iyi bir fakîh (fıkıh
âlimi) olarak buldum. O, tıb ilmini, Arapların târihlerini, şiirlerini
ve muharebelerini de çok iyi biliyordu. Bütün bu mevzûlarda
onu imtihan ettikten sonra, sanıyorum sen Ferrâ’dan başkası
değilsin, dedim. O da “Evet ben Ferrâ’yım” dedi. Sonra ben
Halife Me’mûn’un yanına girdim. Ferrâ’yı anlattım. Me’mûn,
Ferrâ’yı çağırtıp, onunla görüştü.
Me’mûn, Ferrâ ile görüşmesi sırasında, ona nahivin
(Arapçanın gramerinin) ana kaidelerini ve Araplardan
duyduklarını bir araya getirip, yazmasını emretti. Ferrâ’ya bir
çok imkânlar verdi. Ona müstakil bir yer tahsis etti. Yanına
bütün ihtiyâçlarını temin edecek hizmetçiler gönderdi.
Böylece, zihninin başka şeylerle uğraşmamasını, sadece, yazı
ile uğraşmasını temin etti. Yanında, kâtipleri vardı. O söylüyor,
onlar da yazıyorlardı. Nihâyet bir kaç senede “Hudûd” isimli
eserini meydana getirdi.
Bu kitabı bitirdikten sonra, “Meânî” adlı eserini yazdırdı. Bu
kitabı yazmak için gelenler arasında, büyük âlimler de vardı.
Bu kitabı, Ferrâ’nın yanında bitirinceye kadar yazdılar. Ferrâ,
bu kitabı, ders olarak da okuttu. Ferrâ, ikinci defa yazdırmaya
başladığı “Meânî” kitabını daha geniş ele almış, yalnız “Hamd”
Bu mektûbunda dedi ki: “Burada vâlimiz olan Hasan bin Sehl
ile irtibâtım var. Yanına gidip geliyorum. Bana, Kur’ân-ı kerîm
ile ilgili suâller soruyor. Ben de cevap veremiyorum. Bana
müracaat edebileceğim bir kitap yazıverirseniz çok iyi olur”
dedi. Ferrâ, mektûbu okuyunca, talebelerini topladı. Size
Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı bir kitâb yazdıracağım. Ben
söyliyeceğim siz yazacaksınız, dedi. Bir gün ta’yin ettiler. O
günde bütün talebeleri ve yazmak istiyenler mescidde
toplandı. Ferrâ orada, ezanları okuyan ve aynı zamanda
kurrâdan olan birisine, “Sen okumaya başla” dedi. Müezzin,
Fâtiha-i şerîfeyi okudu. Ferrâ da tefsîrini yaptı. Bu şekilde
Kur’ân-ı kerîmin sonuna kadar, birisi Kur’ân-ı kerîmi okudu.
Ferrâ da tefsîrini yaptı. Böylece bin yaprak tutan bir tefsîr
meydana geldi.
Ferrâ, Hâlife Me’mûn’un isteği üzerine, iki oğluna nahiv
(gramer) dersi veriyordu. Yine bir gün Ferrâ dersini vermiş, bir
ihtiyâcı için kalkıp gidecekti. Bunu gören Me’mûn’un iki oğlu,
hemen koşup, Ferrâ’nın ayakkabılarını çevirmek istediler. Bu
sırada ikisi ben vereceğim diye aralarında münâkaşa ettiler.
Nihâyet her biri nalınlardan birisini Vermek üzere anlaştılar.
Me’mûn, çocuklarının, Ferrâ’ya ayakkabılarını takdim ettikleri,
hattâ bunun için aralarında münâkaşa bile ettikleri haberini
aldı. Ferrâ’ya haber gönderip çağırttı. Ferrâ, huzûra girince,
Me’mûn ona: “Zamanımızda en üstün kim?” diye sordu. Ferrâ,
şimdi makam ve mevkice sizden daha üstün birisini
bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Me’mûn, “Duyduğumuza
göre benim çocuklar, ayakkabılarını çevirmek için birbiriyle
münâkaşa edip, sonunda her birisi senin bir nalınını takdim
etmek üzere anlaşmışlar” dedi. Ferrâ, Me’mûn’a şöyle cevap
verdi: “Ey mü’minlerin emîri! Onları bundan menetmek
istedim. Ancak, kalblerinin kırılmasından korktum. Ayrıca,
yapmak istedikleri bir iyiliğe de mâni olmak istemedim. Hem
Ferrâ vefâtına yakın; ömrümün sonuna geldim. Hâlâ “hattâ”
sonra, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) Resûlullah efendimizin
kelimesi üzerinde sorum var. Çünkü bu kelime hem cer, hem
torunları Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in bineklerine
ref ve hem de nasb işlerini yapıyor, demiştir.
binmeleri için üzengileri tutunca, oradan birisi, sen onlara mı
hizmet ediyorsun, halbuki sen onlardan yasça daha büyüksün,
deyince, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), ona: “Sus öyle
söyleme. Fazîlet sahibinin fazîletini, fazîlet ehli bilir. Sen
İbn-i Enbârî “Ferrâ’nın Arapçadaki ilmi, sözü bu husûsta
uzatmaya ihtiyâç bırakmıyacak kadar meşhûrdur.”
Ferrâ’nın eserleri:
bilmezsin” demiştir. Me’mûn, Ferrâ’dan bu sözleri dinleyince,
“Eğer sen benim çocukları, ayakkabılarını sana vermelerinden
Dört cildden meydana gelen bir tefsîri vardır. Arapçaya hâkim
alı koy saydın, seni kınayacak ve azarlayacaktım Onların sana
olduğundan, tefsîrinde bu husûsiyet açık bir şekilde
karşı yaptıkları bu hürmetleri onların kıymetini düşürmez,
görülmektedir. Bu tefsîrin bir nüshası İstanbul’da Süleymâniye
aksine şereflerini arttırıp, asâletlerini ifâde eder. Kişi, her
Kütüphânesinde mevcûttur. Diğer eserleri: “El-Maksûr, ve’l-
bakımdan büyük de olsa, şu üç kimseye karşı büyük olamaz.
Memdûd”, “El-meânî”, Buna “Meân-il-Kur’ân” denir. El-
Bunlar; sultan, baba ve hoca. İnsanın bu üçüne tevâzu
Müzekker ve’l-Müennes, “El-lügât”, “El-Fâhir”, “El-Cem’ ve’t-
göstermesi gerekir. Ben, sana yaptıkları hürmetten dolayı
Tesniye fil-Kur’ân”, “El-Hudûd”, “Müşkü-ül-Lugâ” “el-Vâv”dır.
onlara yirmibin dinar verdim. Sana da, onları güzel terbiye
ettiğinden dolayı onbin dinar veriyorum” dedi.
1) El-A’lâm cild-8, sh. 145
Ferrâ, tevâzu sahibi bir zât idi. Yine zamanın meşhûr
2) Târih-i Bağdâd cild-14, sh. 149
âlimlerinden Kisâî’ye çok hürmet ederdi. Halbuki, Kisâî’den,
3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-11, sh. 212
nahiv (Arapça gramer) ilminde daha âlim idi. Hattâ, Seleme
4) Vefeyât-ül-a’yân cild-6, sh. 176
bin Âsım, “Ferrâ’nın, âlim olduğu halde Kisâî’ye hürmet
göstermesine şaşıyorum” demiştir.
5) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 19
6) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 333
Ferrâ, kendisinden bir şey öğrenmek istiyenlere faydalı olmak
7) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 178
için, evi tarafında bulunan mescidde otururdu.
8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2 sh. 366
Ferrâ, iki kitabı dışında bütün kitaplarını ezberden
yazdırmıştır. Bu iki kitabı, “Yafiî ve Yefeâ” ve “MülâzınrT’dır.
9) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-10, sh. 261
10) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 372
İkisi beşyüz sahifedir. Ferrâ’nın çoluk çocuğu Kûfe’de idi. Bir
sene boyunca oradan ayrılır, para kazanır. Sene sonunda
Kûfe’ye gelir. Orada kırk gün kalır. Çoluk çocuğunun
11) Mir’ât-ül-cinân cild-2, sh. 38
12) En-Nücûm-üz-zâhire cild-2, sh. 185
ihtiyâçlarını te’mîn eder, tekrar Kûfe’den ayrılırdı.
FERRÂ
Meşhûr Arap dili âlimi. İsmi Yahyâ bin Ziyâd bin Abdullah bin
Böylece, zihninin başka şeylerle uğraşmamasını, sadece, yazı
Mervân ed-Deylemî, künyesi, Ebû Zekeriyyâ’dır. Ferrâ diye
ile uğraşmasını temin etti. Yanında, kâtipleri vardı. O söylüyor,
bilinir. 144 (m. 761) senesinde Kûfe’de doğup, 207 (m. 822)
onlar da yazıyorlardı. Nihâyet bir kaç senede “Hudûd” isimli
târihinde, Mekke-i mükerremeye giderken vefât etmiştir.
eserini meydana getirdi.
Kûfelilerin en büyük nahiv, lügat ve edebiyat âlimi idi. Kays bin
Kebî’, Hâzim bin Hüseyn el-Basrî, Ali bin Hamza el-Kisâî,
Ebü’l-Ahvâs, Ebû Bekir bin Iyâş gibi âlimlerden istifâde etti.
Ondan da Seleme bin Âsım, Muhammed bin Cehm, es-Semrî
derslerini dinleyip, rivâyetlerde bulunmuştur.
Bu kitabı bitirdikten sonra, “Meânî” adlı eserini yazdırdı. Bu
kitabı yazmak için gelenler arasında, büyük âlimler de vardı.
Bu kitabı, Ferrâ’nın yanında bitirinceye kadar yazdılar. Ferrâ,
bu kitabı, ders olarak da okuttu. Ferrâ, ikinci defa yazdırmaya
başladığı “Meânî” kitabını daha geniş ele almış, yalnız “Hamd”
Ferrâ aynı zamanda, fıkıh ve kelâm âlimi idi. O Mu’tezile
kelimesi için yüz sahifelik bir açıklama yapmıştır. Ferrâ’nın
fırkasına hiç meyl etmemişti.
Kitâb-ül-Meânî’yi yazmasının sebebi, şöyle anlatılır:
Talebelerinden Ömer bin Bükeyr, Ferrâ’ya bir mektûb yazdı.
Büyük Arap dili âlimi Ebû Abbâs Sa’leb, “Eğer Ferrâ
olmasaydı, Arapça olmazdı” diyerek onun Arapçaya yapmış
olduğu hizmetleri ifâde etmiştir.
Ferrâ, Bağdâd’da Me’mûn ile görüşmek istediği bir gün,
Sümâme bin Eşres en-Nümeyrî ile karşılaştı. Sümâme,
Me’mûn’un yanına gidip gelen kimselerdendi. Sümâme,
burada Ferrâ ile tanışmasını şöyle anlatır: “Onunla orada
oturdum. Lügat bilgisini yokladım, onu deniz gibi buldum.
Nahiv bilgisinden sordum, onda da eşine az rastlanır gördüm.
Fıkıhtan sordum, âlimlerin ihtilâflarını bilen iyi bir fakîh (fıkıh
âlimi) olarak buldum. O, tıb ilmini, Arapların târihlerini, şiirlerini
ve muharebelerini de çok iyi biliyordu. Bütün bu mevzûlarda
onu imtihan ettikten sonra, sanıyorum sen Ferrâ’dan başkası
değilsin, dedim. O da “Evet ben Ferrâ’yım” dedi. Sonra ben
Halife Me’mûn’un yanına girdim. Ferrâ’yı anlattım. Me’mûn,
Ferrâ’yı çağırtıp, onunla görüştü.
Me’mûn, Ferrâ ile görüşmesi sırasında, ona nahivin
(Arapçanın gramerinin) ana kaidelerini ve Araplardan
duyduklarını bir araya getirip, yazmasını emretti. Ferrâ’ya bir
çok imkânlar verdi. Ona müstakil bir yer tahsis etti. Yanına
bütün ihtiyâçlarını temin edecek hizmetçiler gönderdi.
Bu mektûbunda dedi ki: “Burada vâlimiz olan Hasan bin Sehl
ile irtibâtım var. Yanına gidip geliyorum. Bana, Kur’ân-ı kerîm
ile ilgili suâller soruyor. Ben de cevap veremiyorum. Bana
müracaat edebileceğim bir kitap yazıverirseniz çok iyi olur”
dedi. Ferrâ, mektûbu okuyunca, talebelerini topladı. Size
Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı bir kitâb yazdıracağım. Ben
söyliyeceğim siz yazacaksınız, dedi. Bir gün ta’yin ettiler. O
günde bütün talebeleri ve yazmak istiyenler mescidde
toplandı. Ferrâ orada, ezanları okuyan ve aynı zamanda
kurrâdan olan birisine, “Sen okumaya başla” dedi. Müezzin,
Fâtiha-i şerîfeyi okudu. Ferrâ da tefsîrini yaptı. Bu şekilde
Kur’ân-ı kerîmin sonuna kadar, birisi Kur’ân-ı kerîmi okudu.
Ferrâ da tefsîrini yaptı. Böylece bin yaprak tutan bir tefsîr
meydana geldi.
Ferrâ, Hâlife Me’mûn’un isteği üzerine, iki oğluna nahiv
(gramer) dersi veriyordu. Yine bir gün Ferrâ dersini vermiş, bir
ihtiyâcı için kalkıp gidecekti. Bunu gören Me’mûn’un iki oğlu,
hemen koşup, Ferrâ’nın ayakkabılarını çevirmek istediler. Bu
sırada ikisi ben vereceğim diye aralarında münâkaşa ettiler.
Nihâyet her biri nalınlardan birisini Vermek üzere anlaştılar.
Me’mûn, çocuklarının, Ferrâ’ya ayakkabılarını takdim ettikleri,
Ferrâ, kendisinden bir şey öğrenmek istiyenlere faydalı olmak
hattâ bunun için aralarında münâkaşa bile ettikleri haberini
için, evi tarafında bulunan mescidde otururdu.
aldı. Ferrâ’ya haber gönderip çağırttı. Ferrâ, huzûra girince,
Me’mûn ona: “Zamanımızda en üstün kim?” diye sordu. Ferrâ,
şimdi makam ve mevkice sizden daha üstün birisini
bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Me’mûn, “Duyduğumuza
göre benim çocuklar, ayakkabılarını çevirmek için birbiriyle
münâkaşa edip, sonunda her birisi senin bir nalınını takdim
etmek üzere anlaşmışlar” dedi. Ferrâ, Me’mûn’a şöyle cevap
verdi: “Ey mü’minlerin emîri! Onları bundan menetmek
istedim. Ancak, kalblerinin kırılmasından korktum. Ayrıca,
yapmak istedikleri bir iyiliğe de mâni olmak istemedim. Hem
Ferrâ, iki kitabı dışında bütün kitaplarını ezberden
yazdırmıştır. Bu iki kitabı, “Yafiî ve Yefeâ” ve “MülâzınrT’dır.
İkisi beşyüz sahifedir. Ferrâ’nın çoluk çocuğu Kûfe’de idi. Bir
sene boyunca oradan ayrılır, para kazanır. Sene sonunda
Kûfe’ye gelir. Orada kırk gün kalır. Çoluk çocuğunun
ihtiyâçlarını te’mîn eder, tekrar Kûfe’den ayrılırdı.
Ferrâ vefâtına yakın; ömrümün sonuna geldim. Hâlâ “hattâ”
kelimesi üzerinde sorum var. Çünkü bu kelime hem cer, hem
ref ve hem de nasb işlerini yapıyor, demiştir.
sonra, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) Resûlullah efendimizin
torunları Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in bineklerine
İbn-i Enbârî “Ferrâ’nın Arapçadaki ilmi, sözü bu husûsta
binmeleri için üzengileri tutunca, oradan birisi, sen onlara mı
uzatmaya ihtiyâç bırakmıyacak kadar meşhûrdur.”
hizmet ediyorsun, halbuki sen onlardan yasça daha büyüksün,
deyince, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), ona: “Sus öyle
söyleme. Fazîlet sahibinin fazîletini, fazîlet ehli bilir. Sen
bilmezsin” demiştir. Me’mûn, Ferrâ’dan bu sözleri dinleyince,
“Eğer sen benim çocukları, ayakkabılarını sana vermelerinden
alı koy saydın, seni kınayacak ve azarlayacaktım Onların sana
karşı yaptıkları bu hürmetleri onların kıymetini düşürmez,
aksine şereflerini arttırıp, asâletlerini ifâde eder. Kişi, her
bakımdan büyük de olsa, şu üç kimseye karşı büyük olamaz.
Ferrâ’nın eserleri:
Dört cildden meydana gelen bir tefsîri vardır. Arapçaya hâkim
olduğundan, tefsîrinde bu husûsiyet açık bir şekilde
görülmektedir. Bu tefsîrin bir nüshası İstanbul’da Süleymâniye
Kütüphânesinde mevcûttur. Diğer eserleri: “El-Maksûr, ve’lMemdûd”, “El-meânî”, Buna “Meân-il-Kur’ân” denir. ElMüzekker ve’l-Müennes, “El-lügât”, “El-Fâhir”, “El-Cem’ ve’tTesniye fil-Kur’ân”, “El-Hudûd”, “Müşkü-ül-Lugâ” “el-Vâv”dır.
Bunlar; sultan, baba ve hoca. İnsanın bu üçüne tevâzu
göstermesi gerekir. Ben, sana yaptıkları hürmetten dolayı
onlara yirmibin dinar verdim. Sana da, onları güzel terbiye
ettiğinden dolayı onbin dinar veriyorum” dedi.
Ferrâ, tevâzu sahibi bir zât idi. Yine zamanın meşhûr
âlimlerinden Kisâî’ye çok hürmet ederdi. Halbuki, Kisâî’den,
1) El-A’lâm cild-8, sh. 145
2) Târih-i Bağdâd cild-14, sh. 149
3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-11, sh. 212
4) Vefeyât-ül-a’yân cild-6, sh. 176
nahiv (Arapça gramer) ilminde daha âlim idi. Hattâ, Seleme
5) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 19
bin Âsım, “Ferrâ’nın, âlim olduğu halde Kisâî’ye hürmet
6) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 333
göstermesine şaşıyorum” demiştir.
7) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 178
8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2 sh. 366
9) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-10, sh. 261
10) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 372
11) Mir’ât-ül-cinân cild-2, sh. 38
12) En-Nücûm-üz-zâhire cild-2, sh. 185
istilâ edip Zebîd şehrine hâkim olunca, bu beldenin bütün
fakîhlerini (büyük âlimlerini) vakıflar idâresinde görevlendirdi.
Fetâ’l-Yemânî’yi ise, en önde tutup, ona ikramlarda bulunarak,
vakıflarda onu yüksek bir vazîfeye ta’yin etti. Buradan aldığı
maaş kendisine ve çoluk-çocuğuna yetiyordu. O, bu vazîfesi
ile beraber, Nizâmiyye’deki derslerinde Şemseddîn Yûsuf elMukrî’ye yardımcılık yapardı. Sonra kendisine, Hekâriyye
Medresesi’nde müderrislik vazîfesi verildi. Bu görevinde çok
FETÂ’L-YEMÂNÎ (Ömer bin Muhammed)
başarılı oldu. Talebeler ondan çok faydalandılar. Çeşitli
beldelerden ona gelip ilim tahsil edenler arasında sayısız
Yemen’de yetişen Şafiî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Ömer bin
fakîhler yetişti. Talebeleri çok arttı. Çok uzak yerlerden ona
Muhammed bin Ubeyd el-Eş’arî ez-Zebîdî’dir. Neseb ve i’tikâd
fetvâ sormaya gelirlerdi.
yönünden İmâm-ı Eş’arî hazretlerine bağlıdır. “Fetâ’l-Yemânî”
lakabı ve nisbeti ile meşhûr oldu. Babasının lakabı da aynı idi.
Sultan Ali bin Tâhir, onu evkaf idâresi emirliğine ta’yin etti. O
801 (m. 1398) senesinde Yemen’in Zebîd beldesinde doğup
da, bu vakıf mallarını çok güzel idâre edip, ancak hakkı
büyüdü. Lakabı Sirâcüddîn ve künyesi de Ebû Hafs idi. 887
olanlara sarf etti. Ayrıca mescidde müezzinlik de yapardı.
(m. 1482) senesi Safer ayında Yemen’de vefât etti. Abdullah
Âlimlerin ve halkın, ona çok hürmet ve saygısı vardı. Onun
ve Muhammed isminde iki oğlu, kendisinden sonra;
evkaf emirliği, Sultan İbn-i Tâhir’in vefâtına kadar devam etti.
Abdürrahmân ise, kendisinden önce vefât etmişti.
O vefât edince, kardeşinin oğlu Abdülvehhâb bin Dâvûd,
Yemen’in idâresini eline aldı. Bu emîr, Evkaf idâresini ondan
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi öğrenip ezberledi ve çok çeşitli
alıp, yerine başkasını ta’yin etti. O da bundan sonra, sâdece
kitapları mütâlâa etti. İlk defa, beldesinin büyük fıkıh âlimi
medresede ders okutmak, fetvâ vermek ve eser yazmak
Muhammed bin Sâlih ile ders okumaya başladı. Onun çok
hizmetleriyle meşgûl oldu. Bu işlerine hiç ara vermedi. Hattâ
duâsını aldı. Bu hocası, her duâsının kabûl olunduğu bir zât
zayıfladığından, yürümeye takati olmadığı zamanlarda, binek
olarak tanınmıştı. Onun duâsının bereketiyle ve duâsının
üzerinde ders okutmaya giderdi, İbn-i Atîfi’den sonra, Sultan
meyveleri olarak, kısa zamanda çok ilme sahip oldu. Emsalleri
Abdülvehhâb, onu kendi yaptırdığı medreseye ta’yin etti.
arasında pek yükseldi. Sonra Kemâleddîn Mûsâ bin
Muhammed ed-Dicâ’î’den “Minhâc” kitabını okudu ve ondan
Eserlerinden başlıcaları şunlardır:
meşhûr fıkıh kitaplarından çok şey dinleyip öğrendi. 826 (m.
1423) senesinde, İbn-i Acîl-il-Yemânî’nin beldesindeki Şeref
1- Mühimmât-ül-mühimmât fî ihtisâr-ir-Ravda: Esnevî’nin
bin el-Mukrî’nin yanına gidip, ondan “İrşâd” kitabını ve şerhini
“Mühimmat” kitabının muhtasarıdır. Çok güzel bir ihtisar
okudu. Hattâ kendisi de bunları nazım hâline getirdi. Hocası
(kısaltma, özetleme) olup, onda “Ravda” kitabına âit olanlarla
da, buna nazım ile çok güzel cevap vermiştir. Uzun zaman, bu
yetindi. Özellikle Esnevî’nin ele aldığı bahislerin üzerinde
hocasından ayrılmadı ve ondan çok istifâde etti. Hayâtında ilk
durdu. Ayrıca ona birçok ilâveler yaptı. Çok kerreler, bu eser
defa ilmî yolculuk için memleketinden ayrıldı. Zebîd’in, bir
kendi yanında okundu. İfâdeleri mükemmel olup, mühim
günlük doğusunda bulunan bir beldeye geldi ve onun
mes’elelerdeki nükteleri pek manidardır.
köylerinden birinde kaldı. Bir müddet orada bulunup, çok
kimseler ondan istifâde ettiler. Sonra başka köye geçti. Bu
köyde “Mişrâh” diye tanındı. O köyde, fıkıh ilminde yüksek
olan bir hanımla evlendi. Uzun zaman burada kalıp, ilim
2- El-İbrîz fî tashîh-ıl-Vecîz.
3- El-İlhâm limâ fir-Ravdati li-Şeyhihî minel evhâm.
öğretmek ve kitap yazmakla meşgûl oldu. Hocası hayatta
4- Envâr-ül-envâr li-amel-il-ebrâr: Erdebîlî’nin, fıkıh ilmine dâir
iken, zamanı hep böyle geçti. Çeşitli beldelerden çok sayıda
yazdığı eserinin şerhidir.
talebe gelip ondan ilim tahsil etti. Sultan Ali bin Tâhir, Yemen’i
5- Takrîb-ül-muhtâc ilâ zevâid-i Şerh-i İbn-il-Mülakkın alel-
Cezerî’nin “Ed-Dürre”sini, fıkıh ilminde “Hâvî” kitabını, İbn-i
Minhâc.
Hâcib’in “Kâfiye” ve “Şâfiye” kitaplarını ezberledi. Bir zaman
vâ’izlerle beraber dolaştı. Sonra bundan vazgeçerek, İbn-i
6- Es-Safâde fî şerh-i Zevâid-il-acâle li-İbn-il-Mülakkın.
Onun, hocasını öven beyitleri de çok meşhûrdur.
Fıkıh ilminde, üstün bir yeri olan Fetâ’l-Yemânî’den, Yemen
âlimleri çok istifâde ettiler. Yemen’de yetişen fakîhlerin çoğu
onun talebeleri ve dostları arasından çıktı. Talebelerden zekî
olanları, asrındaki meşhûr fakîhlere bu hocalarını tercih
etmişlerdi. O, Yemen fakîhlerinin kutbu olmuştu. Ahlâkının
güzelliği, şefkat ve merhametinin çokluğu, herkese iltifât
gösterip tatlı dil ve güler yüzle karşılaması, onu bu dereceye
yükseltmişti.
Cezerî’den kırâat öğrendi. Onun huzûrunda Kur’ân-ı kerîmi,
“Nahl” sûresine kadar okudu. İbrâhim bin Muhammed elHancî’nin derslerine devam etti. Onun huzûrunda, Nevevî’nin
“Ezkâr” adlı eserinin muhtasarını ve daha birçok kitabı okudu.
827 (m. 1424) senesine kadar bu zâtın derslerine devam etti.
Yine Seyyid bin Safi’den, Seyyid Nûreddîn el-İcî’nin
oğullarından ilim öğrendi. Özellikle bu zâtın iki oğlundan çok
istifâde etti. Bunlardan başka Kıvâmüddîn Muhammed bin
Gıyâsel-Kâzerûnî’den de ilim tahsil etti. 830 (m. 1426)
senesinde Şihâbüddîn Ebü’l-Mecd Abdullah bin Meymûn elKirmânî ile karşılaştı. Bu zât, “Şihâb-ül-İslâm” diye bilinirdi.
Fadlullah Türpüştî’nin “Erba’în” kitabını ve başka kitapları
okutmak için icâzet aldı. Hac ibâdetini yerine getirmek
maksadıyla Hicaz’a gitti. Mekke ve Medine âlimlerinden çok
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 313
istifâde etti. Medine’de Ravda-i Nebeviyye’de Cemâleddîn
Ebü’l-Berekât Kâzerûnî’den birçok şeyler okudu. Yine orada
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-6, sh. 132, 135
Muhib el-Matari, Ebü’l-Feth el-Merâgî, Necmeddîn
Sekkâkînî’den de ilim öğrendi. “Bânet Suâd”, “Bürde”
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 794
4) Keşf-üz-zünûn sh. 187, 196, 613, 919
5) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 123, 610
kasidelerini, “Selâsiyât-ül-Buhârî”yi okudu. Nûreddîn Ali bin
Muhammed el-Mahallî ve Zeynüddîn bin Iyâş ona icâzet
verdiler. “Buhârî” kitabının bir kısmını Ebü’s-Se’âdât bin
Zâhireden okudu, hadîs-i şerîf dinledi. Cemâleddîn
Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed el-Mürşidî ile karşılaştı.
Ondan “Şâtıbiyye”, “Râiyye” ve Dânî’nin “Hutbet-üt-Teysîr”
isimli kitabları okudu.
FETHÎ (Hüseyn bin Hasen)
Daha sonra memleketine döndü. Orada Muhammed bin Şeref
Abdürrahîm bin Abdülkerîm Cerhî’den “Selâsiyât-ül-Buhârî”
Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Hüseyn bin
okudu. Bir kısmını okutmak için icâzet aldı. Bundan başka İbn-
Hasen bin Hüseyn bin Ali bin Muhammed bin Hasen el-Gâzî
i Cezerî’nin Erba’în kitabını okudu. Nevevî’nin “Erba’în” isimli
bin Ahmed’dir. Künyesi Ebû Muhammed veya Ebû Abdullah,
hadîs kitabını dinledi. İkinci defa hacca gitti. 842 (m. 1438)
nisbeti Şîrâzî’dir. “Fethî” diye meşhûrdur. 814 (m. 1411)
senesinde Cemâleddîn Kâzerûnî’den “Muvattâ”nin bir kısmını,
senesinde Şîrâz’da doğdu. Muharrem ayında, 895 (m. 1489)
Sünen-i Nesâî’yi, “Kütüb-i Sitte” diye bilinen hadîs kitaplarını
senesinde vefât etti.
ve Kâdı Iyâd’ın “Şifâ” kitabının tamâmını okudu. 847 (m. 1443)
senesinde Dâre Kutnî, hadîs kitabının tamâmını okudu.
Daha annesinin karnında iken, babası ile annesi Cüneyd el-
Bunların yanında İbn-i Seyyidinnâs’ın “Sîret-i Nebeviyye”,
Kâzerûnî’nin bulunduğu Şîrâz köylerinden olan Balyân’a
Beyhekî’nin “Delâil-ün-Nübüvve” adlı eserlerini Ravda-i
gittiler. Kâzerûnî ( radıyallahü anh ), ona hayr ve bereketle
Nebeviyye’de okudu. Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”ine
duâ etti. Şîrâz’da büyüdü. Burada Kur’ân-ı kerîmi ezberledi.
yazılan “Zevâid”i de okudu. 843 (m. 1439) senesinde Mısır’a
İmâm-ı Nevevî’nin “Erba’în” adlı eserini, “Şâtıbiyye”yi, İbn-i
gitti. Kâhire’de Alâüddîn bin Hatîb Nâsırî’den hadîs dersleri
aldı. Muhammed bin Nasrullah Hanbelî’den, Nesâî’nin
Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîmi okumaktan ve insanlara
“Sünen-i Sugrâ” isimli eserini okudu. Zeynüddîn Zerkeşî’den
öğretmekten hiçbir zaman geri durmadı. Gecesini, gündüzünü,
“Sahîh-i Müslim”i okudu. Mısır’da bunlardan başka daha
bütün vakitlerini ilim öğrenmek, ibâdet etmek, Kur’ân-ı kerîm
birçok âlimden hadîs-i şerîf ve kırâat okudu. 844 (m. 1440)
okumak ve bildiklerini Allahü teâlânın rızâsı için insanlara
senesinde Kudüs’e gitti. Beyt-ül-makdîs’i ziyâret etti. Burada
öğretmekle geçirdi.
Kâdı Şemseddîn Muhammed bin Muhammed bin Ömer bin elUsr ona icâzet verdi.
Şemseddîn Muhammed bin Halîl’den de kırâat ilmi aldı.
1) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-3, sh. 139, 144
Zamanının büyük âlimi ve zahidi. Şihâbüddîn bin Rislân
hazretlerinin sohbetlerine kavuştu. Bu büyük Velî’nin
hizmetinde bulunarak, ma’nevî makamlara kavuştu, tasavvuf
yolunda ilerledi. 844 senesi Şa’bân ayında Kâhire’ye geri
döndü. Hac mevsiminde hacca gitti. Mekke ve Medine’de
FETHULLAH EVDEHÎ
Takıyyüddîn bin Fehd, Zeynüddîn Emyûti, Şemseddîn
Hindistan da yetişen İslâm âlimlerinin ve evliyânın
Muhammed bin Yûsuf, Şemseddîn Muhammed Şüşterî’den
büyüklerinden. Fethullah Evdehî diye tanınır. Dehlî
hadîs-i şerîf dersleri aldı. Hicaz’dan Kâhire’ye gelip, bir
âlimlerindendir. Doğum ve vefât târihleri kat’î olarak tesbit
müddet burada ikâmet etti. İbn-i Hacer Askalânî’nin derslerine
edilememiş ise de, onuncu asrın başlarında vefât ettiği
devam etti. İbn-i Hacer’den “Emâlî” kitabını yazdı, rivâyetlerini
bilinmektedir.
ve eserlerini nakletme izni aldı. Dârimî’nin ve Dâre Kutnî’nin
“Müsned”lerini, “Kütûb-i Sitte”nin bir kısmını, İmâm-ı Mâlik’in
Önceleri uzun seneler Dehlî Câmii’nde ders verip ilim öğretti.
“Muvattâ” ve İmâm-ı Şafiî’nin “Müsned”ini okudu. “El-İntisâr li-
Bundan sonra Şeyh Sadreddîn Hakîm’in talebesi oldu. Onun
İmâm-il-Emsâr” isimli kitabı da ondan dinledi. Hatîb-i
yanında ve hizmetinde bulunup, tasavvuf yolunda ilerledi.
Bağdâdî’nin “El-Kifâye”si, “Şerh-un-Nûhbe”, “Tahrîc-ül-
Kalbi, Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesinden
Keşşâf”, “Bülûg-ül-Merâm” gibi eserler de okuduğu kitaplar
temizlenip, bâtın ilminin yüksekliklerine kavuştu. Bu yolun
arasındadır. İbn-i Hacer Askalânî onu çok severdi. İbn-i
büyüklerinden, önde gelenlerinden oldu. Çeştiyye yolunda
Hacer’den sonra birçok defa Kâhire’ye geldi. Orada Emîr
kemâle geldi.
Özbek Zâhirî’den çok iltifâtlar gördü. 888 (m. 1483) senesinde
Beyt-ül-hitâbe’de ikâmet etti. Kulaklarından rahatsızlandı.
İmâm-ı Rabbânî’nin babası Abdülehad hazretlerinin hocası
Şam’a da seyahati oldu. Şam’da el-Burhân el-Bâûnî’den ilim
olan Abdülkuddûs bin Abdullah, bu Fethullah Evdehî
öğrendi. Bir müddet de Mekke’de ikâmet etti. Oradan
hazretlerinin talebesidir. Fethullah Evdehî, pekçok talebe
Hindistan’a gitti. Mekke, Medine ve Kâhire’ye son gidişinde,
yetiştirdi. Talebelerinin önde gelenlerinden olan Şeyh Kâsım
ondan ba’zı kimseler hadîs-i şerîf dinlediler. Pekçok kimse,
Evdehî, hocasından ve diğer büyüklerden duyduğu şeyleri
ondan kırâat ilmi öğrendi.
toplayarak, Âdâb-üs-sâlihîn isimli bir eser meydana getirdi. Bu
eserde şöyle yazmaktadır “Bu Çeştiyye yolunun büyüklerinin,
Nâzik bir zât idi, çok iyilik severdi. İnsanların dîne uymayan
halîfelerine ve talebelerine vermeyi âdet edindikleri; seccade,
işlerinde, onları tatlı bir şekilde ikâz ederdi. Kur’ân-ı kerîm ve
tarak, tesbih, baston, makas, iğne, ibrik, kâse, tuzluk, leğen,
hadîs-i şerîfleri çok tatlı okurdu. Çok hadîs-i şerîf topladı.
güğüm, ayakkabı ve na’lın gibi şeylerin herbirinin ayrı bir
Kırâat ilminde çok derin bilgi sahibi idi. Kendi yazısıyla birçok
ma’nâsı vardır. Seccade; tâat, ibâdet ve istikâmete (doğru
kitap yazdı, ömrünün son zamanlarını büyük oğlunun yanında
yola sımsıkı sarılmaya), tesbih; kalbin cem’iyyetinde meydana
geçirdi. Bir müddet hasta olarak yaşadıktan sonra, Muharrem
gelen dağınıklık ve perişanlığı toparlayıp, hakiki meşgûliyet ile
ayında vefât etti.
meşgûl olmaya, tarak; şerrin, kötülüğün, çirkinlik ve fazlalığın
defedilip atılmasına, baston; hakiki var ve bir olan Allahü
teâlâya dayanıp, yalnız O’na güvenmeye makas; Allahü
Fethullah Şirvânî ile, doğu İslâm dünyasındaki yüksek
teâlâdan başka şeylerle olan meşgûliyetleri kesip, emelleri
matematik bilgileri, Anadolu’ya taşındı, Ali Kuşçu ile kemâle
kısa yapmaya, iğne; sûret (görünüş) ile ma’nâyı birbirine
geldi. Ali Kuşçu da, Fethullah Şirvânî gibi Kâdızâde-i Rûmî’nin
iliştirmeye işâret ve alâmettir. Ama iğneyi ipliksiz vermezler.
talebesi idi.
İbrik ve kâse; fukara ve misâfire ekmek ve su ikram etmeye,
tuzluk, leğen ve güğüm; sofraya, ya’nî dervişlerin sofrasının
Birçok eserin yazarı olan Fethullah Şirvânî, her İslâm âlimi
ona havale edildiğine alâmettir. Ayakkabı ve na’lın; sağlam
gibi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için durmadan çalıştı.
adım atmaya işârettir.”
Pekçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Sa’dedîn
Teftâzânî hazretlerinin “Telvîh” adlı eserine bir haşiyesi,
Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin ( radıyallahü anh ) “Mevâkıf”ının,
Allahü teâlânın varlığı, birliği ve sıfatları ile ilgili “İlahiyat”
1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 174
kısmına bir haşiyesi, matematikten “Eşkâl-i te’sîse” şerhi ve
“Çağmînî’nin şerhi”ne de bir haşiyesi vardır.
FETHULLAH ŞİRVÂNÎ
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 125
Kelâm, fıkıh, matematik ve astronomi âlimi. Siirt yakınlarında
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 392
Şirvan’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Doğum
yerinden dolayı Şirvânî nisbet edildi. 857 (m. 1453) yılında
3) Tâc-üt-tevârih
Kastamonu’da vefât edip, oraya defnedildi.
4) Kâmûs-ül-a’lâm
Anadolu’da temel din bilgilerini öğrenip, yardımcı ilimlere vâkıf
olan Fethullah Şirvânî ( radıyallahü anh ), Şîrâz’a gidip Seyyîd
Şerîf Cürcânî hazretlerinden ilim öğrendi. Din ve fen
bilgilerinde kendisini yetiştirdi. Kelâm ve fıkıh bilgilerinde âlim
oldu. Semerkând’a gitti. Orada Timur Hân’ın torunlarından
Uluğ Bey’in yaptırmış olduğu meşhûr medresede ders gördü.
Kâdızâde-i Rûmî’den astronomi ve matematik bilgilerini en
FETTENÎ (Muhammed Tâhir)
geniş şekilde öğrendi. Semerkand’da zamanın büyüklerinden
Hindistan’da yetişen hadîs âlimlerinden. İsmi, Muhammed
feyz alıp tasavvufta da yetişti. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm )
Tâhir’dir. Lakabı Melik-ül-muhaddisîn’dir. Fettenî nisbetiyle
güzel ahlâkı ile içini süsleyip, Allahü teâlânın emir ve
meşhûr olmuştur. Hindistan’ın Kücerât eyâletinde bulunan
yasaklarına uymakla da amellerini güzelleştirdi. Memleket
Fetten kasabasında, 910 (m. 1504) senesinde doğdu. 986 (m.
hasreti ağır basıp, Anadolu’da Allahü teâlânın dînine hizmet
1578) senesinde Fetten yakınlarında Ücceyin denilen yerde
etmek gayesiyle Kastamonu’ya geldi. Orada Candaroğlu
Bevheriler (karamita fırkası) tarafından şehîd edildi. Fetten’de
İsmâil Bey’in hürmet ve teveccühüne mazhar olup, bizzat
medfûndur.
İsmâil Bey’e ders vererek ilim öğretti. Orada yerleşti. Niksarlı
Muhyiddîn Mehmed bin İbrâhim de, talebelerinin
Fetten’de büyüdü, henüz büluğ çağına gelmeden Kur’ân-ı
meşhûrlarındandı. İsmâil Bey, Niksarlı Muhyiddîn Mehmed
kerîmi ezberledi. Zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri
için, Kastamonu’da İsmâil Bey Medresesi’ni yaptırdı.
tahsil etti. Onbeş sene müddetle ilim tahsiliyle meşgûl oldu.
Memleketinde ilmin yayılmasına, İslâmiyetin öğrenilmesine
Birçok ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. Zamanında Kücerât
yardımcı oldu.
âlimleri arasında ondan daha yüksek kimse yoktu, özellikle
hadîs ilminde yüksek ihtisas sahibi oldu. Sonra Harameyn’i
ziyâret edip hac ibâdetini yaptıktan sonra; Şeyh Hasen el-
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 100
Bekrî, İbn-i Hacer el-Heytemî, Ali bin Irak, Ali el-Müttekî ve
Cârullah bin Fehd’den hadîs ilmini okuyup, hadîs-i şerîf nakl
etti. Aden’e gidip, Şeyh Seyyid Abdullah el-Ayderûsî’den
tasavvuf ilmini öğrendi ve ondan feyz alıp, ma’nevî derecelere
kavuştu. Babası vefât ettiği zaman, ona çok mal ve servet
miras kaldı. O malları, ilim tahsili yapan kimselere sarf etti.
Anlatılır ki: “Talebe okutan hocalara haber gönderip, çalışkan
2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 410
3) Keşf-üz-zünûn sh. 1599
4) El-A’lâm cild-6, sh. 172
5) En-Nûr-us-safîr sh. 323
ve zekî olan talebelerin kendisine gönderilmesini isterdi.
Hocaların gönderdiği talebeye; “Hâlin nasıldır?” diye sorar,
eğer zengin ise; “Oku, ilim öğren, Allahü teâlâ feyzini arttırsın”
diye duâ eder, fakir ise; “Oku, ilim öğren, maddî sıkıntılarını
FEYRÛZ BİN DEYLEMÎ ( radıyallahü anh )
düşünme, senin ve bütün ailenin geçimini üzerime alıyorum.
Gönlün rahat olsun, ilim tahsiline devam et” derdi. Fakirlerden
Yemenli sahâbî. Ebû Dahhak ve Ebû Abdillah künyeleri vardır.
ve güçsüzlerden kendisine gelen herkese bu şekilde yapardı.
Hazreti Osman zamanında Yemen’de vefât etti. Aslen
Onlara ilim tahsil etme vazîfesini verirdi. O kimselerden, çeşitli
Fârisî’dir. Kisra’nın, Habeşlileri Yemen’den çıkarmaları için
ilimlerde ihtisas sahibi birçok âlimler yetişti. Bütün malını bu
Seyf bin Zî Yazen’le beraber Yemen’e gönderdiği Farsların
şekilde sarf etti. Mekke-i mükerremeden döndükten sonra,
(İranlıların) çocuklarındandır.
sapık karamita fırkası mensûplarıyla münâzaralar edip,
sapıklıklarından vazgeçirmeye çalıştı. Fakat kabûl etmediler.
Onların küfürlerine hükmetti ve devrin sultânına fitnelerini
önlemesi için şikâyete giderken, yolda çevrilip şehîd edildi.
Feyrûz bin Deylemi San’a’da bulunuyordu. Resûlullah’ın (
aleyhisselâm ) peygamberliği haberi oraya ulaşınca, hicretin
onuncu yılında Medine’ye geldi. Resûlullah’ın huzûruna girip,
İslâmı kabûl etti. Peygamber efendimize “Yâ Resûlallah! Biz,
Ali Müttekî hazretlerinin rü’yâsında, Resûlullah ( aleyhisselâm
uzaklardan çıkıp geldik. Burada müslüman olduk. Bize kim
) efendimiz onun üstünlüğüne işâret etmiştir.
yardım edecek” diye sorunca, Resûlullah ( aleyhisselâm
)“Allah ve Resûlü” buyurdu. Feyrûz da ( radıyallahü anh )
Anlatılır ki: Muhammed Tâhir Fettenî, ilim öğrenme çağında
“Allah ve Resûlü bize kâfî’dir” dedi.
iken büyük sıkıntılara düştü. Eğer ilim tahsilini tamamlarsa,
Allahü teâlânın rızâsı için ilmin yayılmasına çalışacağını va’d
Yine Feyrûz bin Deylemî ( radıyallahü anh ) “Yâ Resûlallah!
etti. İlimde yüksek dereceye ulaşınca va’dini yerine getirip,
Ben müslüman oldum. Fakat nikâhım altında iki kızkardeş var.
ders halkalında birçok büyük âlimler yetiştirdi.
Şimdi ne yapacağım” diye sordu. Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ) “Onlardan hangisini istersen tercih et, onu tut.
Muhammed Tâhir el-Fettenî, ilmiyle âmil, geniş ilim sahibi,
Hangisini istersen boşa.” buyurdular.
şüpheli ve haramlardan kaçınma husûsunda son derece
dikkatli, sâlih bir zât idi.
Feyrûz ve beraberinde bulunan arkadaşları “Yâ Resûlallah!
Biz, üzüm ve içki sahibi kimseleriz. Allahü teâlâ ise içkiyi
Birçok kıymetli eserleri vardır. Bunların başlıcaları şunlardır: 1-
haram kılmıştır. Bu üzümleri ne yapacağız?” diye Peygamber
Mecmâu bihâr-ül-envâr fî garâib-üt-Tenzîl, 2-Tezkiret-ül-
efendimize sordular. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm
mevzûat, 3- El-Mugnî fî esmâ-ir-ricâl ve letâif-ül-ahbâr, 4-
) “Kurutup, kuru üzüm yapınız” buyurdu. Feyrûz ve
Kifâyet-ül-müfarritîn fî şerh-iş-Şâfiiyye.
yanındakiler “Biz bunu ne yapalım Yâ Resûlallah” dediler.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Kırba içinde sabah
ıslatıp, hoşaf yapıp içiniz, akşamleyin ıslatıp, sabahleyin
içiniz.” buyurdular.
Feyrûz bin Deylemî ( radıyallahü anh ) bir defasında da
bu işten haberi olan Âzad’a işâretle başının nerede olduğunu
Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) şöyle sordu: “Yâ
sordu. Âzad, Esved’in başını gösterdi. Feyrûz ( radıyallahü
Resûlallah! Biz, soğuk bir memlekette yaşıyoruz. Bu yüzden
anh ) Esved’in başucuna dikildi. Esved, sarhoş olarak uykuya
buğdaydan yapılmış içki içiyoruz. Resûlullah ( aleyhisselâm
dalmış ve sarhoşluğu daha geçmemişti. Feyrûz ( radıyallahü
) “O sarhoş ediyor mu?” buyurdular. “Evet, sarhoş ediyor”
anh ) Esved’in başını kıvırdı ve kırdı. Gitmek isterken Âzad, “O
dedi. O zaman Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Onu
daha ölmemiştir” dedi. “Hayır o öldü” dedi. Feyrûz (
içmeyiniz” buyurup, tekrar “O sarhoş ediyor mu?” diye
radıyallahü anh ) arkadaşlarının yanına gitti. Olanları anlattı.
sordular. Ben de “Evet, sarhoş ediyor” dedim. Bunun
Arkadaşları, geri dönüp, başını kesmesini söylediler. Beraber
üzerine “Onu içmeyiniz” buyurdular.
oraya vardılar. Feyrûz ( radıyallahü anh ) başını keseceği
zaman, Esved titremeğe başladı. Feyrûz ( radıyallahü anh )
Feyrûz bin Deylemî’nin ( radıyallahü anh ) müslüman olduğu
arkadaşlarına göğsüne oturmalarını, söyledi. Âzad, Esved’in
bu yıl, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) Veda Haccını
başını tuttu. Esved’den homurdanmalar geliyordu. Boğazı
yaptıktan sonra hastalanmışlardı. O sırada Araplar arasında
kesilince, şiddetli bir böğürtü duyuldu. Muhafızlar hemen
bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı. Bunların ilki,
kapıya koştular. Ne var, ne oluyor, diye sordular. Esved’in
Benî Ans kabilesinden Esved-i Ansî idi. Asıl ismi Abhele bin
hanımı, Ona vahiy geliyor, dedi. Muhafızlar, bir şey demediler.
Ka’b’dır. O, kâhin, hafif meşrep bir adamdı. Halka, onları
Feyrûz ile arkadaşları, oradan ayrıldılar. O gece yalancı
hayrete düşürecek şeyler gösterir, sözleriyle dinliyenlerin
Esved-i Ansî’nin öldürüldüğü, Peygamber efendimize ma’lûm
dikkatini çekerdi. Esved-i Ansî, peygamberliğini ve meleklerin
olmuştu. Ertesi gün, bu hâdiseyi Eshâbına müjdeledi. “Dün
kendisine vahy getirdiğini iddia etmeğe başladı. Bir takım
gece, yalancı Esved-i Ansî sâlih bir kişi tarafından
hilelerle Yemen halkından bir çok kimseyi aldattı. Necran
öldürüldü.” buyurdular. Eshâb-ı kiram, “Onu öldüren kim, Yâ
ahâlisi de ona tabî oldular. San’a’yı zaptedip, fitne çemberini
Resûlallah!” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Feyrûz bin
genişletti. Yemen’de bulunan müslüman vâli ve memurlar
Deylemî.” cevabını verdiler. Feyrûz bin Deylemînin, Esved’in
oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Esved-i Ansî ile ilgili haber,
başını Peygamber efendimize getirdiği rivâyet edilir.
Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) ulaştı. Yemen’deki
İslâm vâlilerine ve oradaki müslümanlara yazı yazdırıp
gönderdi. İster onunla çarpışma, ister tuzağa düşürülmesi
şeklinde olsun, Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması
gerektiğini emir ve tavsiye buyurdular.
Hasta olmalarına rağmen, Resûlullah efendimiz (
aleyhisselâm ) bu iş üzerinde ehemmiyetle durdular.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) bu mesele için müslüman
olmıyanlarla da irtibât kurdu. Neticede Esved-i Ansî öldü
rülecekti. Esved’in öldürülmesi için, karısı Âzad ile de
1) El-A’lâm, cild-5, sh. 164
2) El-İsâbe, cild-3, sh. 204
3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh. 533
4) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-4, sh. 232
5) Üsûd-ül-gâbe cild-4, sh. 371
anlaşıldı. Feyrûz ( radıyallahü anh ) o sırada Yemen’de
bulunuyordu. Yanında, iki arkadaşı ile beraber, Esved’in
FEYZULLAH EFENDİ
yattığı evin duvarını deldiler. Feyrûz ( radıyallahü anh )
arkadaşlarından birisine, içeri girip, öldürmesini söyledi.
Osmanlı âlimlerinden ve şeyhülislâmlarından. İsmi
Arkadaşı, tehlikeli anlarda, kendisinde titreme meydana
Feyzullah’tır. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin soyundandır. Seyyid
geldiğini bu işi beceremiyeceğini söyledi. Bunun üzerine
olup, Erzurum müftîsî Seyyid Muhammed bin Muhammed’in
Feyrûz ( radıyallahü anh ) içeri girdi. Esved’in yattığı odaya
oğludur. Pâdişâh ve şehzâde hocalığı ile şeyhülislâmlık
yaklaştı. Horladığını duydu. Derin bir uykuya dalmıştı. Esved,
vazîfelerinde bulunduğu için, “Câmi-ur-riyâseteyn” ünvanıyla
yatağına gömülmüş bir vaziyette idi. Feyrûz ( radıyallahü anh )
tanınmıştır. 1115 (m. 1703) senesinde Edirne’de Yeniçeriler
makamına tayin edildi. Onyedi gün bu vazîfede kalıp daha
tarafından şehîd edildi.
sonra ayrıldı ve Erzurum’a gitti. Yedi yıl kadar memleketinde
kaldı. Sultan İkinci Mustafa, 1106 (m. 1694) senesinde tahta
Küçük yaşından i’tibâren ilim tahsîline yönelip, babasından ve
çıkınca, daha önce hocalığını yapan Feyzullah Efendi’yi
dayısının oğlu Molla Abdülmün’im’den; Kur’ân-ı kerîm,
İstanbul’a da’vet etti ve şeyhülislâmlık makamına ta’yin etti.
Arabça, Farsça lisanlarını, fıkıh usûlü ve fıkıh ilmini öğrendi.
Pâdişâhın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. 8 yıl 2 ay 3 gün bu
Dayısı, Molla Murtazâ bin İsmâil’den; sarf, nahiv, me’ânî,
makamda kaldı. 1115 (m. 1703) yılında Yeniçeriler
beyân gibi edebi ilimleri ve fen ilimlerini tahsil etti. Daha sonra
ayaklandılar. Bu sırada pâdişâh ve şeyhülislâm Edirne’de
Vânî Mehmed Efendi’den; tefsîr, mantık, matematik, geometri
bulunuyordu. Edirne Vak’ası diye bilinen büyük ayaklanma
ve astronomi ilimlerini öğrendi. Muhammed Zâhir İbni
sonucunda, yeniçeriler tarafından çok eziyet edilerek şehîd
Abdullah el-Magribî’den hadîs ilmini okudu. İlmî yüksekliği
edildi. Edirne’deki malları ve evi, isyancılar tarafından yağma
hertarafta duyuldu. Bu sırada İstanbul’a yerleşen hocası Vânî
edildi. Oğulları Yedikule’ye habs edildi.
Mehmed Efendi’nin da’veti üzerine, 1074 (m. 1663) senesinde
İstanbul’a geldi Vanî Mehmed Efendi’nin kızı Ayşe hâtunla
Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin
evlendi. Şeyhülislâm Minkâri-zâde Yahyâ Efendi’nin
âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Keskin zekâya
hizmetinde bulunup, onun yanında mülâzım (stajyer) olarak
sahip idi. Allahü teâlânın dînine bağlı, ilmiyle âmil idi. Kendisi,
vazîfe yaptı. 1678 (m. 1667) senesinde hac ibâdeti için
aslen Erzurum’un asil âilelerindendir. İlmî üstünlüğü yanında
Hicaz’a gitti. Hac ibâdetini ifâ edip, sevgili Peygamberimizin
hat san’atı ile uğraşmış idi. Nesih stilinde güzel yazı yazardı.
kabr-i şerîfini ziyâret etti. Orada bir müddet mücavir olarak
Cömert ve kerem sahibi olan Feyzullah Efendi; Erzurum, Şam,
kaldı. Hac dönüsünde Yenişehir’e gelip, kayınpederi
Medine ve İstanbul’da, dâr-ül-hadîs, câmi, medrese ve
tarafından pâdişâhın huzûruna çıkarıldı.
kütüphâne gibi hayırlı eserler yaptırmış idi.
Pâdişâhla birlikte 1080 (m. 1669) senesinde Selânik’e gidip,
Feyzullah Efendi’nin, vakfa dayalı olarak bıraktığı hayır
aynı sene içinde Şehzâde Mustafa’nın vefât eden hocası
eserleri şunlardır: 1- Erzurum’da yaptırdığı “Feyziyye
Seyyid Muhammed Efendi yerine şehzâde hocalığına ta’yin
medresesi” ile “Dâr-ül-kurrâ” ve bir “Câmi”. Halk arasında
edildi. Bundan sonra sırasıyla, 1081 (m. 1670) senesinde
“Kurşunlu Câmii ve Medresesi” olarak bilinir. 2-Şam’da
Haydarpaşa, aynı sene içinde Üsküdar’da Mihrimah Sultan,
yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”, 3-İstanbul’da içinde nâdir kitapların
Fâtih’de Sahn-ı semân medreselerinde müderris olarak
bulunduğu bugün Millet Kütüphânesi adıyla hizmet gören
vazîfelendirildi. 1083 (m. 1672) senesinde Ayasofya
kütüphânenin de yer aldığı Feyziyye Medresesi. 4-Edirne’de
Medresesi müderrisliğine, 1084 (m. 1673) senesinde
Cebehâne yakınında gördüğü rü’yâ üzerine yaptırdığı bir sebil,
Süleymâniye Dâr-ül-hadîsine ve Sultan Ahmed Medresesi’ne
çeşme. 5- İstanbul’da yaptırdığı Fevziyye Medresesi’nin dış
müderris ta’yin edildi. 1089 (m. 1678) senesinde Rumeli kadı-
duvarına bitişik hazneli (sarnıçlı), nefis mermer kitâbeli çeşme.
askerliği pâyesiyle Şehzâde Üçüncü Ahmed’in hocalığına
6- Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Cin’i ta’mir ettirmiştir. 7-
tayin edildi. 1097 (m. 1686) senesinde bir mes’eleden dolayı
Medîne-i münevvere de bir medrese, bir kütüphâne ve bir
bu vazîfeden alındı. Ancak pâdişâh konuyla ilgili olarak yaptığı
muallimhâne inşâ ettirmiştir.
araştırmada Feyzullah Efendi’nin suçsuz olduğunu
anladığından vazîfesine iade edildi. 1097 (m. 1685) senesinde
Feyzullah Efendi’nin yaptırdığı kütüphâne vakfiyesinden bir
vefât eden Es’âd-zâde Seyyid Mehmed Efendi’nin yerine
kısmı Feyzullah Efendi’nin ilme ve dîne hizmetini çok iyi
Nakîb-ül-Eşrâflığa (sevgili peygamberimizin soyundan gelen
anlattığından aşağıya alınmıştır:
seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen kimse) ta’yin olundu.
“... Müfredat defteri mucibince, vakfe tamamen riâyet ederek
Yeniçerilerin ayaklanması üzerine tahttan indirilen Dördüncü
vakfedilen kütüphâne için, üç Hâfız-ı kütüb ta’yin edilmiştir.
Mehmed’in yerine pâdişâh olan ikinci Süleymân Hân
Bunlar kitapları iyi muhafaza edecekler, kütüphâneyi açık
tarafından, 1099 (m. 1687) senesinde şeyhülislâmlık
tutacaklardır. Açık olduğu günlerde talebe-i ulûm (ilim
öğrenenler) gerek mütâlâa (inceleme-araştırma), gerekse
kârları alıp vakfın masraflarına harc etse, sonra yerine başkası
istinsah (aslına bağlı olarak yazma) edebilecekler, dışarıya
mütevelli olsa, tüccârlar iflâs veya firar etseler, yeni mütevelli,
asla bir kitap çıkarılmayacak. Kütüphâne anahtarı ikinci hâfız-ı
eskisine sermâyeleri tazmin ettiremez. Vakf paranın
kütübde bulunacak, kütüphâne kapandıktan sonra birinci
mütevellisi, bunları tüccârlara mu’âmele ile ödünç verse, sonra
hâfız-ı kütüb, kapıyı mühürleyecek ve üçü bir arada olmadan
azl olsa, yeni gelen mütevelli bu paraları geri isteyince, buna
kütüphâne açılmayacaktır. Senede üç kerre umûmî temizlik
vermeğe mecbûrdurlar. Rehin alarak mu’âmele ile ödünç
yapılacak, 12 akçe yevmiye me’mûriyet için, 3 akçe de
vermesi şart edilmiş olan vakf parayı, mütevellisi, rehinsiz
temizlik için olacaktır. Cildci çalıştırılacak, yıpranmış ve
ödünç verip, ödünç alan, iflâs ederek ölse, para geri alınmasa,
eskimiş kitaplar ta’mir ettirilecektir” denmektedir.
bunu mütevelli öder. Bunun gibi, vekîl sâhibinin bildirdiği şarta
uymayarak zarara sebeb olursa, bu zararı tazmin eder.
Eserleri: Değerli bir âlim, fazilet sahihi, güler yüzlü, zekî
Mütevelli, İmâm-ı ebû Yûsuf’a göre (r.aleyh), vakf sahibinin
bakışlı, heybetli ve vakûr, oldukça nüktedân, müfessir ve
vekîlidir. İmâm-ı Muhammed’e göre (r.aleyh), fakirlerin
muhaddis olan Şeyhülislâm Erzurumlu Feyzullah Efendi’nin
vekîlidir. Belli bir yerde saklanması şart edilmiş olmayan vakf
eserleri şunlardır:
para, mütevellinin evinde yangında zâyî olsa, mütevelli
1- Hâşiyetü alâ envâr-üt-tenzîl ve Esrâr-üt-te’vîl: Kâdı Beydâvî
hazretlerinin meşhûr tefsîrine yazdığı haşiyedir. 2- Îsâm
haşiyesi, 3- Nesâyih-ül-mülûk, 4- Halhâlî’nin Şerh-i akâid’i
üzerine ta’lîkâtı. 5- Kitab-ül-ezkâr, 6- Mecmûa-i hikâyât, 7Fetâvâ-i Feyziyye: Feyzullah Efendi’nin verdiği fetvâlarının
toplandığı eseridir. 8- Hatîb Kâzım’ın “Ravda” adlı eserinin
tercümesi, 9-Riyâz-ür-Rahme, 10- Dîvân, 11-Feyzullah
Efendi’nin kendi kaleminden tercümesi hâli (otobiyografisi),
12- Feyzullah Efendi vakfiyesi.
Feyzullah Efendi’nin “Fetâvâ-i Feyziyye” adlı fetvâ kitabında
yer alan fetvâlarından ba’zıları:
“Bir kimse, sıhhatde iken evini vakf ve zevcesinin (hanımının)
oturmasını, o vefât edince, kirasının Medîne-i münevvere
fukarasına verilmesini şart etse, mütevelliye teslim edip
mahkemede tescil ettirdikten sonra ölse, vârisleri bu vakfı
bozamazlar. Bir kimse, evini vakf edip, bunun satılarak
parasının fakirlere dağıtılmasını şart etse, böyle vakf caiz
olmaz, bâtıl olur. Çünkü, vakf malı satmak sahîh değildir.
Mülkümü vakf ettim diyen kimse, tescil ettirmeden önce
vazgeçebilir. Tescil ettirdikten sonra vazgeçemez. Bir kimse,
birisinde olan alacağını bir cihete (ya’nî bir yere) vakf etse,
parayı almadan önce ölse, vârisleri bu vakfı bozabilirler. Bir
kimse, evini vakf edip kiraya verilmesini ve kirasının,
oğullarından yalnız Ahmed’e verilmesini şart etse, diğer
çocuklarına birşey verilmez. Bir kimse, mütevellisi bulunduğu
vakf paranın bir kısmını tüccâra ve esnafa mudârebe (ortaklık
payı) ve sermâye olarak verip, birkaç sene bunlardan yalnız
ödemez. Vakf parayı, eşkiya mütevelliden zor ile alsa,
mütevelli tazmin etmez. Vedî’a olan eşya da (Bir kişiye
saklamak üzere verilen şey) böyledir. Mütevellî, vakfın kirasını
almak için birini vekîl etse, vekîl aldığı kirayı kendi ihtiyâçlarına
sarfetse, bunu mütevelli değil, bu vekîl tazmin eder. Kâdı,
vakfda şart edilmiş olmayan bir vazîfe ihdas edemez. Meselâ,
vakf câmide bir müezzin varken, ikinci müezzin berâtı
veremez. Zeyd, bir vakfa birkaç sene mütevelli olup, kadı o
senelerin hesaplarını tedkîk ile kabûl ve tasdik eylese, caiz
olur. Şüphe eden olursa, cevap taleb eder. Bir vakfın nâzırı,
bunun tevliyetini de kendi üzerine alamaz. Vakf sahibinin
ta’yin ettiği mütevelli, nâzırın bilgisi altında, vakfı idâre eder.”
“Üç türlü vakf vardır Yalnız fakirler için olur. Önce zenginler,
sonra fakirler için olur. Hem zenginler, hem de fakirler için
olur. Mektebler, hanlar, hastahâneler, kabristanlar, câmi’ler ve
çeşmeler hem fakirler, hem de zenginler için vakf
edilmişlerdir.”
“Mehr-i mu’accel, çeyiz masrafı olarak düğünden önce verilir.
Mangır (ya’nî fülûs) rayiç (geçer akçe) iken, mehr olarak şu
kadar bin mangır diyerek nikâh yaptıktan sonra, mangır kâsid
(geçmez) olsa, zevce vefât etse, vârislerine kesâd günü olan
kıymetleri kadar altın, gümüş kıymetleri verilir. Mangır
adedince gümüş verilmez. (Kâğıd lira da, fülûs demektir.)
Zevc (erkek) nikâhdan sonra gönderdiği eşya için, mehr idi
dese, zevce de, hediyye idi dese, şâhidleri yok ise, zevcin
sözü kabûl edilir.”
“Zevci zengin olan kadın, oğlundan nafaka isteyemez. Baliğ
8) Lügât-i târihiyye ve Coğrâfiyye cild-2, sh. 226
ise de, farz olan ilimleri tahsil ettiği için, fakir olana, zengin
olan babası bakar.”
9) Fetâvâ-i Feyziyye, İstanbul 1324
“Bir baba, küçük çocuklarını paralarını, ihtiyâcı yok iken,
kendisi için kullansa, çocuklar baliğ olunca, bunu tazmin
etmesini isteyebelirler. Baba muhtaç olsaydı, kullanması caiz
olurdu.”
“Kadın kendi malından zevcine (kocasına) verip; “Bunu sat,
semeni (parası) ile nafaka al” dese, zevcini (kocasını) onu
satmağa vekîl etmiş ve semeni ona âriyet (ödünç) vermiş olur.
Âriyet olarak verilen misli mal, karz (borç) olur.”
FEYZULLAH EFENDİ
Osmanlı âlimlerinden ve şeyhülislâmlarından. İsmi
Feyzullah’tır. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin soyundandır. Seyyid
olup, Erzurum müftîsî Seyyid Muhammed bin Muhammed’in
oğludur. Pâdişâh ve şehzâde hocalığı ile şeyhülislâmlık
vazîfelerinde bulunduğu için, “Câmi-ur-riyâseteyn” ünvanıyla
“Zeyd kendi arsasında kendi malzemesi ile eni, boyu ve
tanınmıştır. 1115 (m. 1703) senesinde Edirne’de Yeniçeriler
yüksekliği belli bir oda yapması için bir usta ile, belli ücretle
tarafından şehîd edildi.
sözleşme ve ücretini peşin verse, odayı yaptıktan sonra,
ustanın daha para istemesi caiz olmaz. Usta kendi malzemesi
ile yapsaydı, (ya’nî istisna’ (ısmarlama) sözleşmesi olsaydı)
caiz olurdu. Bir kimsenin, kendi arsası üzerinde, istisna’ yolu
ile ev yaptırmasının caiz olduğu bu misâlden anlaşılmaktadır.”
Küçük yaşından i’tibâren ilim tahsîline yönelip, babasından ve
dayısının oğlu Molla Abdülmün’im’den; Kur’ân-ı kerîm,
Arabça, Farsça lisanlarını, fıkıh usûlü ve fıkıh ilmini öğrendi.
Dayısı, Molla Murtazâ bin İsmâil’den; sarf, nahiv, me’ânî,
beyân gibi edebi ilimleri ve fen ilimlerini tahsil etti. Daha sonra
“Beyde (satışta) olduğu gibi, icâre (kiralama) de, lâzım
Vânî Mehmed Efendi’den; tefsîr, mantık, matematik, geometri
olmayan şart ile fâsid olur. Meselâ, değeri ma’lûm olan malını
ve astronomi ilimlerini öğrendi. Muhammed Zâhir İbni
gemi ile belli iskeleye götürmesi için, belli ücret ile sözleşirken,
Abdullah el-Magribî’den hadîs ilmini okudu. İlmî yüksekliği
gemicinin malın gümrüğünü kendi malından vermesini şart
hertarafta duyuldu. Bu sırada İstanbul’a yerleşen hocası Vânî
etmek fâsid olur. Fâsid icârelerde, sözleşilen ücret değil, ecr-i
Mehmed Efendi’nin da’veti üzerine, 1074 (m. 1663) senesinde
misi verilir. Bey’de olduğu gibi, icâreyi de ikâle ve fesh etmek
İstanbul’a geldi Vanî Mehmed Efendi’nin kızı Ayşe hâtunla
caizdir.”
evlendi. Şeyhülislâm Minkâri-zâde Yahyâ Efendi’nin
hizmetinde bulunup, onun yanında mülâzım (stajyer) olarak
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
vazîfe yaptı. 1678 (m. 1667) senesinde hac ibâdeti için
Hicaz’a gitti. Hac ibâdetini ifâ edip, sevgili Peygamberimizin
1) Devhat-ül- meşâyıh sh. 74
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007
3) Silk-üd-dürer cild-4, sh. 6
4) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 393
5) İlmiye salnamesi sh. 491
kabr-i şerîfini ziyâret etti. Orada bir müddet mücavir olarak
kaldı. Hac dönüsünde Yenişehir’e gelip, kayınpederi
tarafından pâdişâhın huzûruna çıkarıldı.
Pâdişâhla birlikte 1080 (m. 1669) senesinde Selânik’e gidip,
aynı sene içinde Şehzâde Mustafa’nın vefât eden hocası
Seyyid Muhammed Efendi yerine şehzâde hocalığına ta’yin
edildi. Bundan sonra sırasıyla, 1081 (m. 1670) senesinde
Haydarpaşa, aynı sene içinde Üsküdar’da Mihrimah Sultan,
6) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3464
Fâtih’de Sahn-ı semân medreselerinde müderris olarak
vazîfelendirildi. 1083 (m. 1672) senesinde Ayasofya
7) Sicilli Osmanî cild-4 sh. 33
Medresesi müderrisliğine, 1084 (m. 1673) senesinde
Süleymâniye Dâr-ül-hadîsine ve Sultan Ahmed Medresesi’ne
çeşme. 5- İstanbul’da yaptırdığı Fevziyye Medresesi’nin dış
müderris ta’yin edildi. 1089 (m. 1678) senesinde Rumeli kadı-
duvarına bitişik hazneli (sarnıçlı), nefis mermer kitâbeli çeşme.
askerliği pâyesiyle Şehzâde Üçüncü Ahmed’in hocalığına
6- Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Cin’i ta’mir ettirmiştir. 7-
tayin edildi. 1097 (m. 1686) senesinde bir mes’eleden dolayı
Medîne-i münevvere de bir medrese, bir kütüphâne ve bir
bu vazîfeden alındı. Ancak pâdişâh konuyla ilgili olarak yaptığı
muallimhâne inşâ ettirmiştir.
araştırmada Feyzullah Efendi’nin suçsuz olduğunu
anladığından vazîfesine iade edildi. 1097 (m. 1685) senesinde
Feyzullah Efendi’nin yaptırdığı kütüphâne vakfiyesinden bir
vefât eden Es’âd-zâde Seyyid Mehmed Efendi’nin yerine
kısmı Feyzullah Efendi’nin ilme ve dîne hizmetini çok iyi
Nakîb-ül-Eşrâflığa (sevgili peygamberimizin soyundan gelen
anlattığından aşağıya alınmıştır:
seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen kimse) ta’yin olundu.
“... Müfredat defteri mucibince, vakfe tamamen riâyet ederek
Yeniçerilerin ayaklanması üzerine tahttan indirilen Dördüncü
vakfedilen kütüphâne için, üç Hâfız-ı kütüb ta’yin edilmiştir.
Mehmed’in yerine pâdişâh olan ikinci Süleymân Hân
Bunlar kitapları iyi muhafaza edecekler, kütüphâneyi açık
tarafından, 1099 (m. 1687) senesinde şeyhülislâmlık
tutacaklardır. Açık olduğu günlerde talebe-i ulûm (ilim
makamına tayin edildi. Onyedi gün bu vazîfede kalıp daha
öğrenenler) gerek mütâlâa (inceleme-araştırma), gerekse
sonra ayrıldı ve Erzurum’a gitti. Yedi yıl kadar memleketinde
istinsah (aslına bağlı olarak yazma) edebilecekler, dışarıya
kaldı. Sultan İkinci Mustafa, 1106 (m. 1694) senesinde tahta
asla bir kitap çıkarılmayacak. Kütüphâne anahtarı ikinci hâfız-ı
çıkınca, daha önce hocalığını yapan Feyzullah Efendi’yi
kütübde bulunacak, kütüphâne kapandıktan sonra birinci
İstanbul’a da’vet etti ve şeyhülislâmlık makamına ta’yin etti.
hâfız-ı kütüb, kapıyı mühürleyecek ve üçü bir arada olmadan
Pâdişâhın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. 8 yıl 2 ay 3 gün bu
kütüphâne açılmayacaktır. Senede üç kerre umûmî temizlik
makamda kaldı. 1115 (m. 1703) yılında Yeniçeriler
yapılacak, 12 akçe yevmiye me’mûriyet için, 3 akçe de
ayaklandılar. Bu sırada pâdişâh ve şeyhülislâm Edirne’de
temizlik için olacaktır. Cildci çalıştırılacak, yıpranmış ve
bulunuyordu. Edirne Vak’ası diye bilinen büyük ayaklanma
eskimiş kitaplar ta’mir ettirilecektir” denmektedir.
sonucunda, yeniçeriler tarafından çok eziyet edilerek şehîd
edildi. Edirne’deki malları ve evi, isyancılar tarafından yağma
edildi. Oğulları Yedikule’ye habs edildi.
Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin
âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Keskin zekâya
sahip idi. Allahü teâlânın dînine bağlı, ilmiyle âmil idi. Kendisi,
aslen Erzurum’un asil âilelerindendir. İlmî üstünlüğü yanında
hat san’atı ile uğraşmış idi. Nesih stilinde güzel yazı yazardı.
Cömert ve kerem sahibi olan Feyzullah Efendi; Erzurum, Şam,
Medine ve İstanbul’da, dâr-ül-hadîs, câmi, medrese ve
kütüphâne gibi hayırlı eserler yaptırmış idi.
Eserleri: Değerli bir âlim, fazilet sahihi, güler yüzlü, zekî
bakışlı, heybetli ve vakûr, oldukça nüktedân, müfessir ve
muhaddis olan Şeyhülislâm Erzurumlu Feyzullah Efendi’nin
eserleri şunlardır:
1- Hâşiyetü alâ envâr-üt-tenzîl ve Esrâr-üt-te’vîl: Kâdı Beydâvî
hazretlerinin meşhûr tefsîrine yazdığı haşiyedir. 2- Îsâm
haşiyesi, 3- Nesâyih-ül-mülûk, 4- Halhâlî’nin Şerh-i akâid’i
üzerine ta’lîkâtı. 5- Kitab-ül-ezkâr, 6- Mecmûa-i hikâyât, 7Fetâvâ-i Feyziyye: Feyzullah Efendi’nin verdiği fetvâlarının
toplandığı eseridir. 8- Hatîb Kâzım’ın “Ravda” adlı eserinin
tercümesi, 9-Riyâz-ür-Rahme, 10- Dîvân, 11-Feyzullah
Feyzullah Efendi’nin, vakfa dayalı olarak bıraktığı hayır
Efendi’nin kendi kaleminden tercümesi hâli (otobiyografisi),
eserleri şunlardır: 1- Erzurum’da yaptırdığı “Feyziyye
12- Feyzullah Efendi vakfiyesi.
medresesi” ile “Dâr-ül-kurrâ” ve bir “Câmi”. Halk arasında
“Kurşunlu Câmii ve Medresesi” olarak bilinir. 2-Şam’da
yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”, 3-İstanbul’da içinde nâdir kitapların
bulunduğu bugün Millet Kütüphânesi adıyla hizmet gören
kütüphânenin de yer aldığı Feyziyye Medresesi. 4-Edirne’de
Cebehâne yakınında gördüğü rü’yâ üzerine yaptırdığı bir sebil,
Feyzullah Efendi’nin “Fetâvâ-i Feyziyye” adlı fetvâ kitabında
yer alan fetvâlarından ba’zıları:
“Bir kimse, sıhhatde iken evini vakf ve zevcesinin (hanımının)
oturmasını, o vefât edince, kirasının Medîne-i münevvere
fukarasına verilmesini şart etse, mütevelliye teslim edip
olur. Mektebler, hanlar, hastahâneler, kabristanlar, câmi’ler ve
mahkemede tescil ettirdikten sonra ölse, vârisleri bu vakfı
çeşmeler hem fakirler, hem de zenginler için vakf
bozamazlar. Bir kimse, evini vakf edip, bunun satılarak
edilmişlerdir.”
parasının fakirlere dağıtılmasını şart etse, böyle vakf caiz
olmaz, bâtıl olur. Çünkü, vakf malı satmak sahîh değildir.
“Mehr-i mu’accel, çeyiz masrafı olarak düğünden önce verilir.
Mülkümü vakf ettim diyen kimse, tescil ettirmeden önce
Mangır (ya’nî fülûs) rayiç (geçer akçe) iken, mehr olarak şu
vazgeçebilir. Tescil ettirdikten sonra vazgeçemez. Bir kimse,
kadar bin mangır diyerek nikâh yaptıktan sonra, mangır kâsid
birisinde olan alacağını bir cihete (ya’nî bir yere) vakf etse,
(geçmez) olsa, zevce vefât etse, vârislerine kesâd günü olan
parayı almadan önce ölse, vârisleri bu vakfı bozabilirler. Bir
kıymetleri kadar altın, gümüş kıymetleri verilir. Mangır
kimse, evini vakf edip kiraya verilmesini ve kirasının,
adedince gümüş verilmez. (Kâğıd lira da, fülûs demektir.)
oğullarından yalnız Ahmed’e verilmesini şart etse, diğer
Zevc (erkek) nikâhdan sonra gönderdiği eşya için, mehr idi
çocuklarına birşey verilmez. Bir kimse, mütevellisi bulunduğu
dese, zevce de, hediyye idi dese, şâhidleri yok ise, zevcin
vakf paranın bir kısmını tüccâra ve esnafa mudârebe (ortaklık
sözü kabûl edilir.”
payı) ve sermâye olarak verip, birkaç sene bunlardan yalnız
kârları alıp vakfın masraflarına harc etse, sonra yerine başkası
mütevelli olsa, tüccârlar iflâs veya firar etseler, yeni mütevelli,
eskisine sermâyeleri tazmin ettiremez. Vakf paranın
mütevellisi, bunları tüccârlara mu’âmele ile ödünç verse, sonra
azl olsa, yeni gelen mütevelli bu paraları geri isteyince, buna
vermeğe mecbûrdurlar. Rehin alarak mu’âmele ile ödünç
vermesi şart edilmiş olan vakf parayı, mütevellisi, rehinsiz
ödünç verip, ödünç alan, iflâs ederek ölse, para geri alınmasa,
“Zevci zengin olan kadın, oğlundan nafaka isteyemez. Baliğ
ise de, farz olan ilimleri tahsil ettiği için, fakir olana, zengin
olan babası bakar.”
“Bir baba, küçük çocuklarını paralarını, ihtiyâcı yok iken,
kendisi için kullansa, çocuklar baliğ olunca, bunu tazmin
etmesini isteyebelirler. Baba muhtaç olsaydı, kullanması caiz
olurdu.”
bunu mütevelli öder. Bunun gibi, vekîl sâhibinin bildirdiği şarta
“Kadın kendi malından zevcine (kocasına) verip; “Bunu sat,
uymayarak zarara sebeb olursa, bu zararı tazmin eder.
semeni (parası) ile nafaka al” dese, zevcini (kocasını) onu
Mütevelli, İmâm-ı ebû Yûsuf’a göre (r.aleyh), vakf sahibinin
satmağa vekîl etmiş ve semeni ona âriyet (ödünç) vermiş olur.
vekîlidir. İmâm-ı Muhammed’e göre (r.aleyh), fakirlerin
Âriyet olarak verilen misli mal, karz (borç) olur.”
vekîlidir. Belli bir yerde saklanması şart edilmiş olmayan vakf
para, mütevellinin evinde yangında zâyî olsa, mütevelli
“Zeyd kendi arsasında kendi malzemesi ile eni, boyu ve
ödemez. Vakf parayı, eşkiya mütevelliden zor ile alsa,
yüksekliği belli bir oda yapması için bir usta ile, belli ücretle
mütevelli tazmin etmez. Vedî’a olan eşya da (Bir kişiye
sözleşme ve ücretini peşin verse, odayı yaptıktan sonra,
saklamak üzere verilen şey) böyledir. Mütevellî, vakfın kirasını
ustanın daha para istemesi caiz olmaz. Usta kendi malzemesi
almak için birini vekîl etse, vekîl aldığı kirayı kendi ihtiyâçlarına
ile yapsaydı, (ya’nî istisna’ (ısmarlama) sözleşmesi olsaydı)
sarfetse, bunu mütevelli değil, bu vekîl tazmin eder. Kâdı,
caiz olurdu. Bir kimsenin, kendi arsası üzerinde, istisna’ yolu
vakfda şart edilmiş olmayan bir vazîfe ihdas edemez. Meselâ,
ile ev yaptırmasının caiz olduğu bu misâlden anlaşılmaktadır.”
vakf câmide bir müezzin varken, ikinci müezzin berâtı
veremez. Zeyd, bir vakfa birkaç sene mütevelli olup, kadı o
“Beyde (satışta) olduğu gibi, icâre (kiralama) de, lâzım
senelerin hesaplarını tedkîk ile kabûl ve tasdik eylese, caiz
olmayan şart ile fâsid olur. Meselâ, değeri ma’lûm olan malını
olur. Şüphe eden olursa, cevap taleb eder. Bir vakfın nâzırı,
gemi ile belli iskeleye götürmesi için, belli ücret ile sözleşirken,
bunun tevliyetini de kendi üzerine alamaz. Vakf sahibinin
gemicinin malın gümrüğünü kendi malından vermesini şart
ta’yin ettiği mütevelli, nâzırın bilgisi altında, vakfı idâre eder.”
etmek fâsid olur. Fâsid icârelerde, sözleşilen ücret değil, ecr-i
misi verilir. Bey’de olduğu gibi, icâreyi de ikâle ve fesh etmek
“Üç türlü vakf vardır Yalnız fakirler için olur. Önce zenginler,
sonra fakirler için olur. Hem zenginler, hem de fakirler için
caizdir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
bulunmuş, bu arada Mısırlı İbrâhim Paşa, Maraş’a gelişinde,
Feyzullah Efendi’ye hürmet ve bağlılık göstermiştir. Mısır hidivi
1) Devhat-ül- meşâyıh sh. 74
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007
3) Silk-üd-dürer cild-4, sh. 6
4) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 393
5) İlmiye salnamesi sh. 491
(vâlisi) Mehmed Ali Paşa’nın isteği üzerine Mısır’a gitmiş bir
takım yüksek me’mûrluklarda bulunduktan sonra Antakya’ya
gelmiştir.
Konya’nın Bozkır kazasına bağlı Hoca köyünde, Şeyh
Mehmed Kudsî Efendi isminde bir zâtın şöhreti, Feyzullah
Efendi’nin bulunduğu yere kadar gelmişti. Feyzullah Efendi, bu
zâta ziyârete gitti. Mehmed Kudsî Efendi, Feyzullah Efendi’ye;
“Başka meşgûliyetlerden sıyrıl da gel” buyurdu. O da ailesini,
6) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3464
çoluk-çocuğunu Vidin’e gönderdi. Yanındaki kıymetli eşyayı
da sevdiklerine dağıtıp hocasının huzûruna çıktı. Yedi ay
7) Sicilli Osmanî cild-4 sh. 33
müddetle ilim öğrenip kemâle geldi. Hocasından hilâfet
almakla şereflendi. Bu sırada Malatya’da, kendisinden feyz
8) Lügât-i târihiyye ve Coğrâfiyye cild-2, sh. 226
9) Fetâvâ-i Feyziyye, İstanbul 1324
aldığı Müftî Hâcı Hüseyn Efendi de vefât etmiş idi. Mehmed
Kudsî Efendi, Feyzullah Efendi’yi Malatya’ya, önceki
hocasının yerine talebe yetiştirmeye gönderdi. Oradan hacca
gitti. Dönüşte denizde fırtına çıktı. Gemidekiler Feyzullah
Efendi’ye müracaat edip, yardım istediler. O da; “Yâ
Muhammed Behâüddîn-i Nakşibendî imdâdımıza yetiş, bize
FEYZULLAH EFENDİ
yardım et ve bizi kurtar” diyerek hürmetle seslendi. Tam o
sırada geminin arkasında Şâh-ı Nakşibend (r.aleyh) göründü.
Osmanlılar zamanında yetişen İslâm âlimlerinden. İsmi,
Mübârek elleriyle gemiyi düzeltti. Allahü teâlânın izniyle fırtına
Muhammed Feyzullah Efendi olup, şimdi Bulgaristan’da
sakinleşip gemi kurtuldu. Feyzullah Efendi, sâlimen Mısır’a,
bulunan Silistre’nin Sazlı köyündendir. 1220 (m. 1805)
İskenderiyye’ye, Beyrut’a ve oradan kara yoluyla Şam’a geldi.
senesinde orada doğdu. 1293 (m. 1876) senesinde
Burada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin türbesini ziyâretten
İstanbul’da vefât etti. Türbesi Fâtih’de Halıcılar semtinde
sonra, birinci hocası Hüseyn Efendi’nin kabrini de ziyâret edip,
bulunan dergâhındadır.
Malatya’ya geldi. Orada altı ay kaldı. Sonra ba’zı hac
hediyeleri ile Bozkır’daki hocası Mehmed Kudsî Efendi’nin
Yedi yaşında mektebe giden Feyzullah Efendi, Kur’ân-ı kerîmi
huzûruna vardı. Hocasından izin alıp, Vidin’e gitti. Üç ay kaldı.
bir senede hatmetti. Onsekiz yaşına kadar aklî ve naklî ilimleri
Orada bulunan âlim ve âriflerin pekçoğuna hocalık yaptı.
okudu. Silistre’yi Ruslar istilâ edince, Vidin’e geldi. Burada
Talebelerinin en yükseklerinden birini kendi yerine ta’yin edip,
kaleye nefer olarak kaydolundu. 1240 (m. 1824) senesinde,
yine Malatya’ya döndü. Harput’a geçti. Birçok taliblere hak ve
babası öldükten sonra savaşlara katıldı. Ömer Paşa ile Siroz’a
hakîkati öğretti. Bundan sonra hocası Mehmed Efendi’nin emri
gitti. Ordu dâiresine alınıp, levazım başkanlığına getirildi.
ile İstanbul’a geldi. Fâtih’te Halıcılar semtindeki dergâhında
Daha sonra doğudaki muharebelerde de bulundu. Bundan
uzun seneler ilme hizmet edip talebe yetiştirdi.
sonra, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Malatya’da
bulunan halîfesi olan Müftî Hâcı Hüseyn Efendi’ye talebe olup
Bir zamanlar Konya vâlisi olan Ali Kemâl Paşa şöyle anlatır:
tasavvuf yoluna girdi. O mübârek zâttan feyz alarak, Hâlidiyye
“İstanbul’da bulunan ba’zı fitne ve fesâd zümreleri, Feyzullah
yolunda yüksek derecelere kavuştu.
Efendi’nin hizmetlerine, ilim ve evliyâlık yolunda çok talebe
yetiştirmesine tahammül edemediler. Ben de Midilli’de vâli
Bundan sonra, me’mûriyeti sebebiyle Maraş’a ta’yin olunan
Feyzullah Efendi, Nizip’te meydana gelen muharebede de
olarak bulunuyordum. Tevkif edilmek, zindana atılmak gibi
şeyler onun hiç umurunda değildi. O hizmetine devam
1750) senesinde şeyhülislâmlığa ta’yin edildi. Bu vazîfeyi 4 yıl
ediyordu. Cin taifesinden altıbin kişiyi irşâd edip yetiştirdiğini
7 ay 12 gün müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Ancak
biliyorum.”
hastalığı ve zayıf olması sebebiyle, 1168 (m. 1755) senesinde
bu vazîfeden ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılış târihi, Sultan
Kerâmetleri çoktur. Bunlardan biri, Resûlullahın ( aleyhisselâm
Üçüncü Osman Hân’ın tahta geçişinden bir ay sonraya rastlar.
) onun için; “Dostum Hâcı Feyzullah Efendi” buyurmasıdır.
Vazifeden ayrıldıktan sonra evinde istirâhate çekilip, Allahü
Şöyle ki: Sâlihlerden Mustafa Efendi isminde bir zâta
teâlâya ibâdet etmekle meşgûl iken İstanbul’da vefât etti.
rü’yâsında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz: “Sen
İstanbul’da dostum Hâcı Feyzullah Efendi’ye git” buyurmuştur.
Feyzullah Efendi-zâde Murtazâ Efendi, aklî ve naklî ilimlerde
derin âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Allahü
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şems-üş-şümûs sh. 116
teâlânın dînine sıkı bağlı, haramlardan ve şüphelilerden
şiddetle kaçınır, vakitlerini ibâdet etmekle kıymetlendirirdi.
Sâde bir yaşayış tarzını benimseyen, kanaatkar bir kimse idi.
Yaptığı her hareketi ölçülü olup, herkesle iyi geçinir ve kimseyi
kırmamaya dikkat ederdi. Dünyâ malına gönül vermez,
makam ve mevkiyi, insanlara hizmet ve Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmak için vâsıta kabûl ederdi. Hattâ, emekli
maaşı olarak kendisine tahsis edilen arpalıkları kabûl
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZÂ
etmemişti. Kaynaklarda eseriyle ilgili bilgiye rastlanmamıştır.
EFENDİ
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı
şeyhülislâmlarının altmışdokuzuncusudur. İsmi Murtazâ’dır.
Kırkaltıncı şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin oğlu ve
altmışüçüncü şeyhülislâm Feyzullah Efendi-zâde Mustafa
Efendi’nin kardeşidir. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1106
(m. 1694) senesinde İstanbul’da doğdu. 1171 (m. 1757)
1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 97
2) İlmiye salnamesi sh. 525
3) Kâmûs-ül-A’lâm cild-6, sh. 4257
senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civârında,
annesinin kabri yanına defnedildi.
İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördü. Zamanın
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZÂ
âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Behçet-ül-fetâvâ
EFENDİ
adlı eserin müellifi Yenişehirli Abdullah Efendi’nin hizmetinde
bulunup, husûsî meclisinde ilim tahsil etti. Onun huzûrunda
Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı
ilmî üstünlüğe ulaşıp, 1138 (m. 1725) senesinde müderris
şeyhülislâmlarının altmışdokuzuncusudur. İsmi Murtazâ’dır.
oldu.
Kırkaltıncı şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin oğlu ve
altmışüçüncü şeyhülislâm Feyzullah Efendi-zâde Mustafa
Birçok medreselerde müderrislik yapıp talebe yetiştirdi. Galata
Efendi’nin kardeşidir. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1106
kadılığı vazîfesinde bulundu. 1154 (m. 1741) senesinde
(m. 1694) senesinde İstanbul’da doğdu. 1171 (m. 1757)
İstanbul kadılığına getirildi. 1160 (m. 1747) senesinde
senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civârında,
Anadolu kadı-askerliğine yükseltildi. Süresi dolunca bu
annesinin kabri yanına defnedildi.
vazîfeden alındı. Evine çekilip ibâdet ve tâatla meşgûl oldu.
Şeyhülislâm Mehmed Sa’îd Efendi’nin vazîfeden ayrılması
İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördü. Zamanın
üzerine, Sultan Birinci Mahmûd Hân tarafından 1163 (m.
âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Behçet-ül-fetâvâ
adlı eserin müellifi Yenişehirli Abdullah Efendi’nin hizmetinde
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA
bulunup, husûsî meclisinde ilim tahsil etti. Onun huzûrunda
EFENDİ
ilmî üstünlüğe ulaşıp, 1138 (m. 1725) senesinde müderris
oldu.
Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı
şeyhülislâmlarının altmışüçüncüsüdür. İsmi Mustafa’dır.
Birçok medreselerde müderrislik yapıp talebe yetiştirdi. Galata
Kırkaltıncı şeyhülislâm Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi’nin
kadılığı vazîfesinde bulundu. 1154 (m. 1741) senesinde
oğludur. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1090 (m. 1679)
İstanbul kadılığına getirildi. 1160 (m. 1747) senesinde
senesinde İstanbul’da doğdu. 1158 (m. 1745) senesinde yine
Anadolu kadı-askerliğine yükseltildi. Süresi dolunca bu
İstanbul’da vefât etti. Üsküdar’da, Mirzâ-zâde Mehmed
vazîfeden alındı. Evine çekilip ibâdet ve tâatla meşgûl oldu.
Efendi’nin kabrinin yanında medfûndur.
Şeyhülislâm Mehmed Sa’îd Efendi’nin vazîfeden ayrılması
üzerine, Sultan Birinci Mahmûd Hân tarafından 1163 (m.
İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördükten sonra,
1750) senesinde şeyhülislâmlığa ta’yin edildi. Bu vazîfeyi 4 yıl
zamanının âlimlerinden ilim tahsil etti. İlmi, yüksek derecelere
7 ay 12 gün müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Ancak
ulaşıp, âlimler arasında meşhûr oldu. Birçok medreselerde
hastalığı ve zayıf olması sebebiyle, 1168 (m. 1755) senesinde
müderrislik yapıp, talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Otuzüç
bu vazîfeden ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılış târihi, Sultan
yaşındayken kadılığa geçip, 1113 (m. 1701) senesinde
Üçüncü Osman Hân’ın tahta geçişinden bir ay sonraya rastlar.
Mekke-i mükerreme kadılığına ta’yin edildi. 1114 (m. 1702)
Vazifeden ayrıldıktan sonra evinde istirâhate çekilip, Allahü
senesinde Anadolu kadıaskerliğine ve arkasından Rumeli
teâlâya ibâdet etmekle meşgûl iken İstanbul’da vefât etti.
kadıaskerliğine getirildi. 1115 (m. 1703) senesinde meydana
gelen Edirne vak’asında, babası Feyzullah Efendi, yeniçeriler
Feyzullah Efendi-zâde Murtazâ Efendi, aklî ve naklî ilimlerde
tarafından eziyet edilerek şehîd edildikten sonra, diğer
derin âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Allahü
kardeşleriyle birlikte Yedikule’ye hapsedildi. Hapis cezası
teâlânın dînine sıkı bağlı, haramlardan ve şüphelilerden
sürgün cezasına çevrilerek Kıbrıs’a gönderildi. Bir müddet
şiddetle kaçınır, vakitlerini ibâdet etmekle kıymetlendirirdi.
Kıbrıs’ta kaldıktan sonra, Bursa’ya gelmesine müsâade edildi.
Sâde bir yaşayış tarzını benimseyen, kanaatkar bir kimse idi.
Bursa’da yirmisekiz yıl kadar kaldıktan sonra, 1143 (m. 1730)
Yaptığı her hareketi ölçülü olup, herkesle iyi geçinir ve kimseyi
senesinde Sultan Birinci Mahmûd Hân tahta geçip,
kırmamaya dikkat ederdi. Dünyâ malına gönül vermez,
ayaklanmaları bastırdıktan sonra, Mustafa Efendi’nin
makam ve mevkiyi, insanlara hizmet ve Allahü teâlânın
İstanbul’a gelmesine izin verip da’vet etti. Pâdişâhın lütuf ve
rızâsına kavuşmak için vâsıta kabûl ederdi. Hattâ, emekli
ihsânlarına kavuştu. 1145 (m. 1732) senesinde Rumeli
maaşı olarak kendisine tahsis edilen arpalıkları kabûl
kadıaskerliğine ta’yin edildi. 1147 (m. 1734) senesinde
etmemişti. Kaynaklarda eseriyle ilgili bilgiye rastlanmamıştır.
şeyhülislâmlık yüksek makamına getirildi. Bu şerefli vazîfeyi
dokuz sene iki ay müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Yaşı
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 97
2) İlmiye salnamesi sh. 525
3) Kâmûs-ül-A’lâm cild-6, sh. 4257
ilerlemiş olan Mustafa Efendi, felç hastalığına tutularak vefât
etti.
Feyzullah Efendi-zâde es-Seyyid Şeyh Mustafa Efendi, âlim
ve fazilet sahibi bir zât idi. Nakşibendî yüksek yolundan da
feyz almış idi. Allahü teâlânın dîninin emirlerine bağlı,
haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, herkesle iyi
geçinmeye çalışır, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. Şâir, ince
rûhlu, cömert, kerem sahibi ve yardımsever bir zât olan
Feyzullah Efendi-zâde Şeyh Mustafa Efendi, Eyyûb
Nişancası’nda bir dergâh ve Saraçhâne’de bir çeşme
yaptırmıştı. Kaynaklarda eserleriyle ilgili bilgiye
şeyhülislâmlık yüksek makamına getirildi. Bu şerefli vazîfeyi
rastlanmamıştır.
dokuz sene iki ay müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Yaşı
ilerlemiş olan Mustafa Efendi, felç hastalığına tutularak vefât
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
etti.
1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 92
Feyzullah Efendi-zâde es-Seyyid Şeyh Mustafa Efendi, âlim
2) İlmiye salnamesi sh. 518
3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-6, sh. 4305
ve fazilet sahibi bir zât idi. Nakşibendî yüksek yolundan da
feyz almış idi. Allahü teâlânın dîninin emirlerine bağlı,
haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, herkesle iyi
geçinmeye çalışır, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. Şâir, ince
rûhlu, cömert, kerem sahibi ve yardımsever bir zât olan
Feyzullah Efendi-zâde Şeyh Mustafa Efendi, Eyyûb
Nişancası’nda bir dergâh ve Saraçhâne’de bir çeşme
FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA
yaptırmıştı. Kaynaklarda eserleriyle ilgili bilgiye
EFENDİ
rastlanmamıştır.
Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
şeyhülislâmlarının altmışüçüncüsüdür. İsmi Mustafa’dır.
Kırkaltıncı şeyhülislâm Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi’nin
oğludur. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1090 (m. 1679)
senesinde İstanbul’da doğdu. 1158 (m. 1745) senesinde yine
İstanbul’da vefât etti. Üsküdar’da, Mirzâ-zâde Mehmed
Efendi’nin kabrinin yanında medfûndur.
1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 92
2) İlmiye salnamesi sh. 518
3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-6, sh. 4305
İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördükten sonra,
zamanının âlimlerinden ilim tahsil etti. İlmi, yüksek derecelere
ulaşıp, âlimler arasında meşhûr oldu. Birçok medreselerde
FİKÂRÎ (Mehdî Şîrâzî)
müderrislik yapıp, talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Otuzüç
yaşındayken kadılığa geçip, 1113 (m. 1701) senesinde
Kanunî Sultan Süleymân devri tefsîr âlimlerinden. İsmi,
Mekke-i mükerreme kadılığına ta’yin edildi. 1114 (m. 1702)
Mevlânâ Mehdî Şîrâzî olup, Fikârî adıyle meşhûr oldu.
senesinde Anadolu kadıaskerliğine ve arkasından Rumeli
Doğum târihi kaynaklarda bildirilmemektedir. Filibe
kadıaskerliğine getirildi. 1115 (m. 1703) senesinde meydana
Medresesi’nde müderris iken 957 (m. 1550) senesinde vefât
gelen Edirne vak’asında, babası Feyzullah Efendi, yeniçeriler
etti.
tarafından eziyet edilerek şehîd edildikten sonra, diğer
kardeşleriyle birlikte Yedikule’ye hapsedildi. Hapis cezası
Zamanının büyük âlimi Mevlânâ Gıyâseddîn Mensûr bin
sürgün cezasına çevrilerek Kıbrıs’a gönderildi. Bir müddet
Sadreddîn Hüseynî’den Şirâz’da ilim tahsil etti. Yine
Kıbrıs’ta kaldıktan sonra, Bursa’ya gelmesine müsâade edildi.
memleketinin âlimlerinden dînî ilimleri, Arabî dil bilgilerini,
Bursa’da yirmisekiz yıl kadar kaldıktan sonra, 1143 (m. 1730)
kelâm, mantık ve hikmet gibi ilimleri öğrendi. Daha sonra
senesinde Sultan Birinci Mahmûd Hân tahta geçip,
İstanbul’a gelen Fikâri, burada da Mevlânâ Muhyiddîn
ayaklanmaları bastırdıktan sonra, Mustafa Efendi’nin
Çelebi’nin talebesi oldu. Burada mülâzemet (stajyer müderris)
İstanbul’a gelmesine izin verip da’vet etti. Pâdişâhın lütuf ve
rütbesini alan Fikâri, önce İstanbul’da Hoca Hayreddîn
ihsânlarına kavuştu. 1145 (m. 1732) senesinde Rumeli
Medresesi’nde müderris oldu. Bir müddet burada müderrislik
kadıaskerliğine ta’yin edildi. 1147 (m. 1734) senesinde
yaptıktan sonra, Dimetoka’daki medreseye müderris oldu.
Buradan da Silivri’deki Pîrî Paşa Medresesi’ne müderris oldu.
Bir müddet de burada talebe yetiştirdi. Fikâri’nin bu
Fezârî ve Bedrî nisbet edildi. İslâmiyete yaptığı hizmetlerden
medreselere hangi târihlerde ta’yin edildiği ve ne kadar zaman
dolayı Tâcüddîn, bacaklarının çarpık olmasından dolayı Firkâh
vazîfe yaptığı kaynaklarda bildirilmemektedir.
lakabı verildi. 690 (m. 1291) yılında Bâderiyye’de vefât etti.
Mehdî Şîrâzî, en son olarak Filibe’de, İkinci Murâd Hân
Küçük yaşta din ilimlerini öğrenmeye başlayan Ebû
zamanı Osmanlı vezirlerinden olan Şahâbeddîn Paşa’nin
Muhammed Firkâh, genç yaşta Arabî ilimleri, hadîs ve fıkıh
yaptırdığı medresede müderrislik vazîfesinde bulundu. Burada
bilgilerini öğrendi. İbn-i Zübeydî, Sehâvî, İbn-i Lennî ve İbn-i
talebe yetiştirmekte iken vefât etti.
Salâh gibi âlimlerden hadîs ilmi tahsil edip, hadîs-i şerîf
dinledi. İbn-i Salâh ve İbn-i Abdüsselâm’dan fıkıh ilmini
Fikârî Mehdî Şîrâzî Efendi, edîb bir kimse idi. Aynı zamanda
öğrendi. Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerinde mütehassıs oldu. Otuz
edeb sahibi ve güzel ahlâklı idi. Vaktini ilim öğrenmek ve
yaşına gelince fetvâ vermeye başladı. İnsanlar kendisini çok
öğretmekle geçirirdi. Sabah, akşam, gece ve gündüz ilimle
severdi. Sevmeyenler bile gelir ona fetvâ sorar, bilgisine ve
meşgûl olan Fikâri, aynı zamanda çok ibadet ederdi. Belagat
fetvâsına güvenirlerdi. Bâderiyye’de yerleşip, orada te’sis
ve beyân ilimlerinde (edebî ilimlerde) çok kabiliyetli idi. Şiir ve
edilen medresede ömrünün sonuna kadar ders verdi. Pekçok
nesir yazmada yed-i tûlâ sahibi, ya’nî çok mehâretli idi. Hem
talebe yetiştirdi. Başta oğlu Burhânüddîn olmak üzere;
Arabca, hem de Farsça, çok güzel ve ince ma’nâlı şiirler
Müzeyî, Kâdı İbn-i Sasarî, Kemâleddîn İbni Zemlikânî, İbn-i
yazardı. Aruz san’atını çok ustalıkla kullanırdı. Hem Arabca ve
Attâr, Kemâleddîn İbni Şühbe. Alâüddîn Makdisî, Zekîyüddîn
hem de Farsça şiirler yazabilmek, Fikâri’nin bu iki dildeki
Zikri ve daha birçok âlim ondan ilim öğrendi. Onun huzûruna
bilgisinin çokluğunu ve bu dilleri kullanmakdaki ustalığını
müftî, kadı ve müderrislerin geldikleri ve ders aldıkları sık sık
göstermektedir.
görülürdü. Zamanında Şafiî mezhebi ulemâsının İmâmı idi.
Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Hâşiyetün alâ tefsîr-
Daha sonra riyaset, oğlu Burhâneddîn’e geçti.
il-Beydâvî, 2- Hâşiyetün alâ ba’dı mevâdi-il-Keşşâf liz-
Ebû Muhammed Firkâh, ilimde, edebde, ahlâkta, fazilette,
Zemahşerî, 3- Hâşiyetün alâ şerhi Tecrid, 4- Şerh-ut-telhîs.
ibâdette, vera’da, takvâda, zühdde zamanının en önde
gelenlerindendi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetini, Selefi sâlihînin hayâtını, hâl ve hareketlerini, ömrü boyunca
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 28
öğrenmeye ve tatbik etmeye gayret etti. Yaptığı her işte Allahü
teâlânın rızâsını gözetirdi. Onun emir ve yasaklarına uygun
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 511,
olmayan bir işi yapmaktansa, ölmeyi tercih ederdi. Hele,
512
lokmasının helâl olmasına çok dikkât eder, helâl lokmayı
yerken Allahü teâlânın dînine hizmet için kuvvet kazanmaya
3) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 141
niyet ederdi. O’nun rızâsına muhalif bir söz söyleyeceğim, bir
iş işleyeceğim diye tir tir titrerdi. Ömrünü Allahü teâlânın dînini
4) Keşf-üz-zünûn sh. 1481
öğrenmek, öğretmek ve ibâdet etmekle geçirdi. Pekçok kitap
yazdı.
Eserlerinden ba’zıları şunlardır: “Târih”, “El-İklîd li zev-ittaklîd”, “Şerh-üt-tesbîh”, “Şerh-ül-verakât”, “Keşf-ül-Kınâ fî
FİRKÂH (Abdürrahmân bin İbrâhim)
hall-is-simâ”.
Târih ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Muhammed
olup ismi, Abdürrahmân bin İbrâhim bin Sebbag’dır. 624 (m.
1227) yılında Şam yakınlarında Neva kasabasında doğdu.
İmâm-ı Nevevî’nin yedi yaş büyük kardeşi idi. Aslen Mısırlı idi.
1) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 263
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 163
müderrislik yaptı. Onun şöhreti ve fazileti her tarafta duyuldu.
Ondan ilim tahsil etmek üzere gelenler çoğaldı. Kâhire’ye
3) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 325
4) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 413
5) El-A’lâm cild-3, sh. 263
gidip, Behâ bin Akîl, Cemâlüddîn Esnevî ve İbn-i Hişam’la
karşılaşıp ilmî mütâlâalarda bulundu. İzzüddîn bin Cemâ’a,
Kalanisî, Muzafferüddîn Attâr, Nâsırüddîn Tûsî, Nâsırüddîn elFârikî, İbn-i Nübâte, Ahmed bin Muhammed el-Cezâiri gibi
zâtlardan hadîs dinledi. Hadîs dinlemeye, öğrenmeye karşı
çok arzu ve istek duyardı. Sahîh-i Buhârî’yi; Ezher
Medresesi’nde Nâsırüddîn Muhammed İbni Ebü’l-Kâsım’dan,
Sahîh-i Müslim’i; Mescid-i Aksâ’da, Beyânî’den ve Şam’da,
FÎRÛZ ÂBÂDÎ
Nâsırüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin Cehbel’den okudu.
Sahîh-i Müslim’in bir kısmını, Mescid-i Haram’da Ka’be-i
Tefsîr, fıkıh, hadîs ve lügat âlimi. İsmi, Muhammed bin Ya’kûb
muazzamanın yanında, Cemâlüddîn Ebû Abdullah
bin Muhammed bin İbrâhim’dir. Künyesi Ebû Tâhir olup, lakabı
Muhammed bin Ahmed Abdülmu’tî’den okudu. Sünen-i Ebû
Mecdüddîn’dir. Fîrûz Âbâdî nisbetiyle meşhûr olmuştur. Soyu
Davud’u; Ebû Hafs Ömer bin Osman’dan, Ebû İshâk İbrâhim
Hazreti Ebû Bekr Sıddîk’a kadar ulaşmaktadır. 729 (m. 1329)
bin Muhammed bin Yûnus bin Kavas’dan, Sünen-i Tirmizî’yi;
senesinde İran’ın Şîrâz civarında bulunan Fîrûz Âbâd’daki
Necmüddîn Ebû Muhammed el-Bârizî’den, dinledi. Fîrûz
Kazarûn kasabasında doğdu. 816 (m. 1414) senesinde
Âbâdî, Sahîh-i Müslim’i çok aramasına rağmen elde
Yemen’de, Zebîd kadısı iken vefât etti. Oradaki Şeyh İsmâil
edememişti. Şam’a uğradığında, Sahîh-i Müslim kitabını
Cibriti’nin türbesine defnedildi.
medresede gördü. Bir müddet emânet olarak vermesi için
müderrisden kitabı istedi. Tek nüsha olması sebebiyle dışarıya
Çocukluğu, memleketi olan Fîrûz Âbâd’da geçen Fîrûz Âbâdî,
yedi yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi ve güzel yazı
yazmayı öğrendi. Sekiz yaşına geldiği zaman Şîrâz’a gidip,
orada babasından ve Abdullah bin Mahmûd bin Necm’den
lügat ilmini ve edebî ilimleri tahsil etti. Daha sonra Vâsıt’a
giden Fîrûz Âbâdî, orada da Ebû Abdullah Muhammed bin
Yûsuf el-Ensârî’den Sahîh-i Buhârî’yi ve Şihâb Ahmed bin Ali
ed-Dîvânî’den Kırâat-i aşereyi okudu. Bağdad’da Tâcüddîn
es-Sübkî ve Serrâc Ömer bin Ali el-Kazvînî’den çeşitli ilimleri
okuyup öğrendi. Sagânî’nin “Meşârih”ini; Muhammed bin
Akûlî, Nasrullah bin Muhammed bin es-Seketî ve Bağdad
kadısı ve Nizamiye Medresesi müderrisi Şerefüddîn Abdullah
verilemiyeceğini belirten müderris, kitabı medresede mütâlâa
edebileceğini söyledi. Tam sekiz gün, sabahtan akşama kadar
sekiz cild olan Sahîh-i müslimi mütâlâa ederek hatmeden
Fîrûz Âbâdî’ye, müderris; “Bir defa okumakla sâdece bâb ve
konularının öğrenilebileceğini belirtti ve bunu ezberlemek
gerekir” dedi. Bunun üzerine Şeyh Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî,
müderrise; “Benimle meşgûl olabilir misin?” dedi. Müderris
memnuniyetle meşgûl olacağını belirtti. “O zaman kitabı açıp
beni dinleyin, ezberleyebildiğimi okuyayım” dedi. Müderris
dinledi ve sekiz cildinin de ezberlenmiş olduğunu görünce
şaşırıp; “Böyle bir zekâ ve hafızanın karşısında durulmaz”
dedi.
el-Bektaş’dan okudu.
Daha sonra Mekke-i mükerremeye gidip; Ziya Halîl-ül-Mâlikî,
Daha sonra Dımeşk’a giderek, Takıyyüddîn Sübkî, İbn-ülHabbâz, Muhammed bin İsmâil bin el-Hamevî, Ahmed bin
Abdürrahmân el-Merdâvî, Ahmed bin Muzaffer en-Nablûsî gibi
birçok zâtların derslerini dinleyip, istifâde etti. Ba’lebek, Hama,
Humus, Haleb ve Kudüs gibi yerleri gezip, oralarda ilim
meclislerinde bulundu. Kudüs’de; Alaî, Beyânî, Takıyyüddîn
Kalkaşandî, Şems-üs-Süûdî gibi âlimlerden ilim tahsil etti.
Kudüs’de on sene kadar kalıp, çeşitli medreselerde
Yâfiî, Takıyyüddîn Harazî, Nûreddîn el-Kastalânî gibi zâtların
derslerinde ve sohbet meclislerinde bulundu. Doğu ve batı
memleketlerini, Rum ve Hind diyarlarını gezdi. Genç yaşında
ismi ve şöhreti bütün dünyâya yayıldı. Gezdiği yerlerde birçok
âlim ve faziletli kimselerle karşılaştı ve onlardan çok istifâde
etti.
Anadolu’ya gelip, Yıldırım Bâyezîd ve Timur Hân ile tanışıp,
toplanırdı. Çok sür’atli yazı yazardı. Hâfızası çok kuvvetliydi.
onların iltifâtlarına ve ikrâmlarına kavuştu. Tebrîz Sultânı Şah
Hattâ o; “Hergün ikiyüz satır ezberlemeden yattığım vâki
Mensûr bin Şüca’, Mısır Sultânı Eşref, Bağdad Sultânı İbn-i
değildir” derdi. Mekke-i mükerremede Safa tepesinde bulunan
Uveys, Fîrûz Âbâdî’yi da’vet etmişler, onunla sohbetlerde
evini medrese yapmıştı” dedi.
bulunmuş ve birçok iltifâtlarda bulunmuşlardır. Hac için
defalarca Mekke-i mükerremeye gitti. Bir defasında 796 (m.
Hayâtını ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda sarf eden
1394) senesinde Yemen’e gitti. Sultan Şeyh Melik Eşref
Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî, lügat, tefsîr, hadîs ve edebî ilimlere
İsmâil, bu büyük âlimi sarayına da’vet etti. Ona çok ikram ve
âit kırktan fazla eser yazdı. Bunların en önemlisi, eserin adı
iltifâtta bulundu. Ona hediyeler ihsân etti. Kızıyla evlendirdi.
anılınca, Fîrûz Âbâdî’nin akla geldiği “Kâmûs-ül-Muhît vel-
Böylece Fîrûz Âbâdî yirmi sene Yemen’de kaldı. Melik Eşref
Kâbûs-ül-Vesît” adlı, benzeri yazılmamış olan lügat kitabıdır.
İsmâil’in himâyesinde ilim yaymaya devam etti. Ondan çok
“El-Lâmi-ül-muallim-ül-îcâb el-Câmi’u beyn-el-muhkem-i vel-
kimseler istifâde etti. Birçok eserler yazıp, Melik Eşref İsmâil’e
abâd” adında altmış cildlik eseri Fîrûz Âbâdî kısaltıp, iki cild
bir tabak üzerinde takdim ederdi. Sultan, o tabağı altınlarla
hâline getirmiştir. Bu eseri Âsım Efendi Türkçeye tercüme
doldurarak iltifâtta bulunurdu. Yemen kadısı Cemâlüddîn er-
etmiş, el-Okyanus el-Basît fî tercümet-ül-Kâmûs el-Muhît
Rûmî vefât ettikten sonra onu Zebîd kadılığına ta’yin etti.
adıyla İstanbul’da basılmıştır. Bu kıymetli eserinden başka,
ba’zı eserleri ise şunlardır: 1- Tenvîr-ül-Mikbas fî tefsîr-i İbn-i
Yemen’de bulunduğu sırada da, hac ibâdeti için defalarca
Abbâs, 2-Ed-Dürr-ün-Nâzım-ül-mürşid ilâ makâsıd-il-Kur’ân-il-
Mekke-i mükerremeye gitti. Medîne-i münevverede mücavir
a’zîm, 3- Şerhu Kutbet-ül-haşşâf fî şerh-i Hutbet-il-Keşşâf, 4-
olarak kaldı. Tâif ve başka beldeleri gezip, oradaki âlimlerle ve
Şevârik-ül-esrâr-il-âliyyeti şerh-i Meşârik-ül-envâriyye, 5-
faziletli kimselerle sohbetlerde bulundu.
Minah-ül-Bârî fî şerh-i Sahîh-il-Buhârî (Yirmi cilddir.), 6- ElÎsâd bil Esâd ilâ Rutbet-il-ictihâd, 7- Uddet-ül-ahkâm fî şerh-i
Yemen Emîri Eşref İsmâil, her sene Ravda-i mutahheraya,
Umdet-ül-Hukkâm, 8- Tehyid-ül-Gâram ilel-beled-il-haram, 9-
Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) selâm ve ta’zimin
Ravdât-ün-Nâzır fî derecet-i Şeyh Abdülkâdir, 10-El-Vefiyye fî
tebliği için bir kişi gönderir idi. Bu kişiye Berid ismi verilirdi.
Tabakât-il-Hânefiyye, 11- Kitâb-üs-salât.
Şeyh Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî hacca niyet edince, Beridlik
vazîfesinin kendisine verilmesini istiyen şu mektûbu Emîr
Kitâb-üs-salât adlı eserinden ba’zı bölümler:
Eşref İsmâil’e yazdı. “Gelmiş geçmiş halîfelerin âdetlerinden
biri de, selâmlarının, Peygamberlerin efendisi Hazreti
Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) salât okumanın
Muhammed efendimize ( aleyhisselâm ) tebliğ etmek üzere
fazileti: Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin ellialtıncı âyet-i
hac mevsiminde bir Berid göndermektir. Bu yıl o Berid ben
kerîmesinde meâlen; “Gerçekten Allah ve melekleri,
olmak istiyorum. Allahü teâlâ beni size feda kılsın, bu isteğimi
peygambere salât ederler (Şeref ve şânını yüceltirler). Ey
kabûl buyurun. Çünkü ben, bu şerefli hizmetten başka ne bir
îmân edenler! Siz de ona salât edin ve gönülden teslim olun”
şey istiyor, ne de arzu ediyorum.”
buyuruyor.
Emîr Eşref İsmâil de, kendi el yazısıyla şu cevâbı yazdı: “Sizin
Evs bin Evs’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (
bu teklifiniz öylesine memnun edicidir ki, bunu dil ile ifâde
aleyhisselâm ) buyurdu ki: “En faziletli gün, Cum’a günüdür.
etmek veya kalem ile yazmak mümkün değildir. Sen, şüphesiz
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı Cum’a günü yarattı.
ki bununla bize Allah için sanki bir ömür bağışladın yâ
Kıyâmet, Cum’a günü kopar. Cum’a günleri bana çok selâvat
Mecdüddîn! Hiçbir şüphe kabûl etmiyen kesin bir yemînle
okuyunuz! Bunlar bana bildirilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı
diyorum ki: Dünyâdan ve bütün ni’metlerden ayrılmayı isterim,
Kirâm; “Öldükten sonra da bildirilir mi?” diye sorduklarında;
ama senden ayrılmayı asla istemem.”
“Toprak, Peygamberlerin vücûdunu çürütmez. Bir mü’min
bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek,
Takıyyüddîn el-Fâsî onun hakkında; “Onun çok güzel şiiri ve
ümmetinden falan oğlu filân sana selâm söyledi ve duâ etti,
nesri vardı. Onun güzel şiirlerini dinlemek için çok kimse
der” buyurdu.
Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Bahil (cimri),
bulunuyorsunuz?” diye suâl edince, Resûlullah ( aleyhisselâm
yanında anıldığım hâlde bana salât okumayandır” buyurdu.
) şöyle buyurdu: “Evet, ona böyle yaptım. Çünkü o, namazdan
sonra Tevbe sûresi yüzyirmisekizinci âyet-i kerîmesini, ondan
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Unutmaktan
sonra da bana salevât okuyor” buyurdu.
korkan kimse, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) çok salât okusun.”
İmâm-ı Şiblî ( radıyallahü anh ) anlattı: Komşularımdan birisi
Şöyle anlatılır: Bir zât, Kâğıdı diye tanınan Ebû Câ’fer’i
vefât etmişti. Rü’yâmda onu gördüm. Allahü teâlânın ona nasıl
vefâtından sonra rü’yâsında gördü. Kâğıdî’ye; “Allahü teâlâ
muâmele ettiğini sordum. Bana şöyle dedi: “Ey Şiblî! Başıma
sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ, bana
çok korkulu işler geldi. Hesaba çekilip suâl sorulurken çok
merhamet ve beni mağfiret eyledi” dedi. Sebebi sorulunca,
sıkıntı çektim. Kendi kendime; bu sıkıntı ve musibet bana
şöyle cevap verdi: “Ben. Allahü teâlânın huzûrunda
nereden geldi? Hâlbuki ben, müslüman olarak rûhumu teslim
durduruldum. Allahü teâlânın emri üzerine melekler,
ettim diye düşünürken, bana şöyle dendi: “Bu sıkıntı ve
günahlarımı ve Resûlullaha ( aleyhisselâm ) okuduğum
musibet, dünyâda iken dilini ihmâl etmen sebebiyledir.” Bu
salâtları hesapladılar. Okuduğum salâtları, günahlarımdan
sırada Münker ve Nekîr ismindeki melekler bana doğru
daha çok buldular. Bunun üzerine Allahü teâlâ, meleklere; “Ey
gelirken, onlarla benim arama, hoş kokulu, yakışıklı bir şahıs
meleklerim! Onu hesaba çekmeyin, onu Cennetime götürün”
girdi. Ona kim olduğunu sorunca, bana şöyle dedi: Senin
buyurdu.
dünyâda iken, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) okumuş olduğun
Muhammed bin Sa’îd bin Mutarrif ( radıyallahü anh ) anlattı:
Her gece yatağıma girdiğim zaman, muayyen miktarda
çok salâttan yaratıldım. Her sıkıntıda sana yardım etmekle
emrolundum.”
Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) salât okurdum. Yine bir
Muhammed bin Saffâr anlattı: “Ebû Abbâs Ahmed bin Mensûr
gece Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) salât okudum, o
vefât edince, birisi babama geldi ve; “Dün gece rü’yâmda Ebû
sırada uykum geldi ve uyudum. Rü’yâmda, Resûlullah
Abbâs Ahmed bin Mensûr’u gördüm. Şîrâz Câmii’nde
efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. Oda kapısından teşrîf
mihrâbda duruyordu. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Ona;
buyurunca, odanın içerisi aydınlanıverdi. Sonra bana; “Gel,
“Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü
bana çok salât okuyan o ağzını öpeyim” buyurdu. Bir müddet
teâlâ beni af ve mağfiret etti. Beni Cennetine koydu” dedi.
sonra uyandığımda, odada misk kokusunun yayıldığını
Buna nasıl kavuştuğunu sorunca; “Dünyâda iken Resûl-i
gördüm.”
ekreme ( aleyhisselâm ) çok salevât okumam sebebiyle” dedi.”
Huzeyfe ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bir kimse Resûlullah
efendimize salât okuyunca, o salâtın bereketi, salâtı okuyan o
şahsa, oğluna ve torununa ulaşır.”
İklîşî ( radıyallahü anh ) anlattı: “İmâm-ı Şiblî, Ebû Bekr bin
Mücâhid’in yanına gelmişti. Ebû Bekr bin Mücâhid yerinden
kalkıp, İmâm-ı Şiblî’ye sarıldı ve onu iki gözü arasından öptü.
Ben, Ebû Bekr bin Mücâhid’e; “Efendim! Sen Şiblî’ye niçin
böyle yapıyorsun? Hâlbuki Bağdad’da ona mecnun diyorlar.
Siz de böyle söylerdiniz” dedim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin
Mücâhid ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: Ben, Resûlullah
efendimiz ona öyle yaptığı için böyle yaptım. Çünkü
Resûlullah efendimizi rü’yâda gördüm. Şiblî’nin yanına varıp,
onu iki gözünün arasından öptü. O sırada ben; “Yâ Resûlallah,
Şiblî’ye niçin böyle yapıyorsunuz, ona böyle muâmelede
Hâfız Reşidüddîn anlattı: “Mısır’da Ebû Sa’îd Hayyat diye
anılan sâlih bir zât vardı, insanların meclislerine karışmaz,
buralara gelmezdi. Fakat İbn-i Reşîk ismindeki zâtın meclisine
devam ederdi. İnsanlar, ona bunun sebebini sorduklarında
şöyle cevap verdi: “Rü’yâmda Resûlullah efendimizi (
aleyhisselâm ) gördüm. Bana; “İbn-i Reşîk’in meclisine git.
Çünkü o, meclisinde bana çok salevât okuyor” buyurdu.
Resûlullahı ( aleyhisselâm ) sevmek: Resûlullahın (
aleyhisselâm ) sevgisi, Allah yolunda kılıç ile muharebe
etmekten daha üstündür. Resûlullahı ( aleyhisselâm ) sevmek,
bu sevginin hakkını yerine getirmek, Resûlullaha (
aleyhisselâm ) ta’zimde bulunmak, îmânın şu’belerinin en
büyüklerindendir.
Ebû Hafs Ömer bin Hüseyn Semerkândî’nin “Revnek-ül-
Meleklerin yanında gümüşten sahîfeler ve ellerinde altından
mecâlis” adlı kitabında şöyle anlatılır: “Belh şehrinde, malı
kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar,
çok, zengin bir tüccâr ve iki tane de oğlu vardı. Bu tüccâr, bir
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) okunan salevâtları yazarlar.”
müddet sonra vefât etti. Oğulları, malları aralarında taksim
ettiler. Kalan mîrâs arasında, Resûlullah efendimizin (
Abdullah bin Meysere el-Kavârîri anlattı: “Kâtiplik yapan bir
aleyhisselâm ) üç tane mübârek kılları vardı, iki oğul,
komşum vefât etmişti. Onu rü’yâmda gördüm. “Allahü teâlâ
bunlardan birer tane alınca, geriye bir tane kaldı. Bunun
sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ beni af
üzerine büyük oğul; “O kalan bir kılı ikiye bölelim” dedi.
ve mağfiret etti” dedi. Sebebini sorunca; “Ben ne zaman Nebî
Küçüğü; “Hayır, o, Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) âit
kelimesini yazsam, ondan sonra da mutlaka “sallallahü aleyhi
mübâret bir kıldır. Onu asla kesip ikiye bölemeyiz” dedi. Büyük
ve sellem” de yazardım” dedi.
kardeş; “Öyleyse Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bu üç mübârek
kılını sen al. Onlara karşılık malların hepsini de ben alayım”
dedi. Küçük kardeş bunu kabûl etti. Resûlullah efendimize (
aleyhisselâm ) âit mübârek kılları alıp, kendisine düşen
malların hepsini kardeşine verdi. Ne zaman Resûlullah
efendimizin ( aleyhisselâm ) o mübârek kıllarını görse,
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât okurdu. Günler sonra,
büyük kardeşin malı bitti. Küçük kardeşin malı ise çoğaldı. Bir
müddet sonra küçük kardeş de vefât etti. Sâlih zâtlardan birisi,
Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâsında gördü. Resûlullah
efendimiz (s.a.v), o zâta şöyle buyurdu: “İnsanlara söyle,
Allahü teâlâdan bir dileği olan falancanın kabrine gitsin.” O
günden sonra insanlar, o küçük kardeşin kabrini ziyâret
etmeğe başladılar. Hattâ büyük zâtlar, onun kabrinin yanından
geçerken; “İşte bu kişi, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salevât
okumanın ve O’nu sevmenin bereketi ile yükseldi” derlerdi.
Cum’a gecesi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât okumanın
fazileti:
Zeyd bin Vehb anlattı: İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh )
buyurdu ki: “Ey Zeyd bin Vehb! Cum’a gecesi olunca,
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bin kere salât okumayı terketme.”
Ebû Abdürrahmân Magribî anlattı: Bana şöyle bir haber ulaştı:
Hallâd bin Kesîr, son nefeslerinde bulunuyordu. Başının
altında, “Bu, Hallâd bin Kesîr için Cehennemden berâttır” diye
yazılı bir kâğıt bulundu. Bunun üzerine çoluk-çocuğuna, o ne
amel işledi diye sorulunca, onlar; “O, Resûlullah efendimize
her Cum’a gecesi bin defa “Allahümme salli alâ
Muhammedinin-nebiyyil ümmiyyi” diye salât okurdu” dediler.
Muhammed bin Süleymân anlattı: Vefât ettikten sonra,
rü’yâmda babamı gördüm. “Babacığım! Allahü teâlâ sana ne
muâmelede bulundu?” diye sorduğumda; “Allahü teâlâ beni
affetti” dedi. “Ne sebeple affetti” diye sorunca; “Resûlullah
efendimizin ( aleyhisselâm ) bahsi geçtikçe, “sallallahü aleyhi
ve sellem” yazardım” dedi.
İbn-i Salâh ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: Resûlullah
efendimizin ( aleyhisselâm ) bahsi geçince, salât ve selâm
söylemeye devam etmeli, çok tekrar etmekten bıkmamalı ve
usanmamalıdır. Çünkü bunda, hadîs-i şerîf talebeleri, hadîs-i
şerîf ezberleyenler ve hadîs-i şerîf yazanlar için pek büyük
fâideler vardır. Bundan gâfil olan kimse, büyük bir nasîbden
mahrûm kalır.”
Allahü teâlânın ism-i şerîfi geçince de, “celle celâlühü” gibi
ta’zim ifâdelerini söylemek gerekir.
Hasen bin Ali Attâr şöyle anlattı: “Ebû Tâhir Muhlis’e, Mekke-i
mükerremede birşeyler yazdırmıştım. Yazdıklarına
baktığımda, Resûlullah efendimizin ism-i şerîfleri geçtikçe,
“sallallahü aleyhi ve sellem kesîran kesîran” diye yazıyordu.
Niçin böyle yaptığını ona sordum. Bana şöyle dedi: “Ben
gençliğimde hadîs-i şerîf yazarken, Resûlullah efendimizin
mübârek ismi geçtikçe, “sallallahü aleyhi ve sellem”
yazmazdım. Bir gece rü’yâmda Resûlullah efendimizi (
aleyhisselâm ) gördüm. Resûlullahın ( aleyhisselâm )
huzûruna varıp selâm verdiğimde, mübârek yüzünü benden
çevirdi. Ben ikinci defa diğer taraftan Resûlullaha doğru
yöneldiğimde, yine mübârek yüzünü benden çevirdi. Üçüncü
defa da Resûlullah ( aleyhisselâm ) benden mübârek yüzünü
Ca’fer-i Sâdık ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Perşembe günü
çevirince; “Yâ Resûlallah! Niçin mübârek yüzünü benden
ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, gökten yere meleklerini indirir.
çeviriyorsun?” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (
aleyhisselâm ) şöyle buyurdu. “Sen yazarken, benim ismimi
Resûlullah ( aleyhisselâm ) anıldığı zaman, her mü’minin,
yazıyorsun da, bana salât okumuyorsun.” işte o vakitten beri,
Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) hürmet göstermesi,
ne zaman Resûlullahın (s.a.v) ism-i şerîfi geçse, salât ve
hareket hâlinden sükûn hâline geçmesi, sanki hayatta iken
selâm okurum ve kesîran kesîran, derim.”
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda imiş gibi durması
lâzımdır. Bu, Selef-i sâlihînin ve din büyüklerimizin âdetidir.
Hamza el-Kettânî anlattı: “Hadîs-i şerîf yazarken, “sallallahü
aleyhi’yi yazdım. Fakat “ve sellem”i yazmadım. Birgün
İmâm-ı Mâlik’in yanında Resûlullah ( aleyhisselâm ) anıldığı
rü’yâmda Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm.
zaman, rengi değişir ve iyice ezilirdi. Bu durum, orada
Bana; “Sana ne oluyor ki, bana salâtı tamamlamıyorsun?”
bulunanlara ağır gelirdi. Birgün ona bu husûs söylenince şöyle
buyurdu. O günden sonra, “sallallahü aleyhi ve sellem” diye
dedi: “Eğer siz benim gördüğümü görseydiniz, benim bu hâlimi
yazmaya başladım.”
hoş karşılardınız. Ben Muhammed bin Münkedir’i gördüm. O,
hafızların seyyidi idi. Ona ne zaman bir hadîs-i şerîf sorulsa,
Hadîs âlimlerinden Süleymân Harrânî şöyle anlattı:
ağlamağa başlardı.
Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâmda gördüm. Bana; “Ey
Süleymân! Hadîs-i şerîfte beni zikrettiğin zaman “sallallahü
Ca’fer bin Muhammed, güleryüzlü bir zât idi. Yanında
aleyhi” diyorsun, fakat “ve sellem”i söylemiyorsun. Hâlbuki “ve
Resûlullah ( aleyhisselâm ) anıldığı zaman, yüzü sararırdı. O,
sellem” dört harftir, her harfe kırk sevâb vardır. Sen ise kırk
Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) bahsettiği zaman abdestli
tane sevâbı terkediyorsun” buyurdu. O günden sonra ikisini
olurdu.
birlikte söylemeye başladım.
Nehâî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Mescidde kimse
İbrâhim Nesefî anlattı: “Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâmda
olmadığı zaman; “Esselâmü alâ Resûlillah” de! Evde kimse
gördüm. Tebessüm buyurmuyorlardı. Ben, Resûlullahın (
olmadığı zaman; “Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillahissâlihîn”
aleyhisselâm ) mübârek elini öptüm ve; “Yâ Resûlallah! Ben
de.”
hadîs ehlinden ve Ehl-i sünnet ve cemâattenim. Ben, garip
birisiyim” dedim. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm )
bana tebessüm buyurdu ve; “Bana salât okuduğun zaman,
niçin selâm da okumuyorsun?” buyurdu. Uyandıktan sonra,
“Sallallahü aleyhi” dedikten sonra “ve sellem”i de yazdım.
Muhammed bin Kirmânî anlattı: Ebû Ali bin Şâzan’ın yanında
bulunuyorduk. Bu sırada yanımıza tanımadığımız bir genç
girdi. Bize selâm verdi. “Ebû Ali bin Şâzan hanginiz
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 118
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-10, sh. 79
3) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 273
4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 280
oluyorsunuz?” dedi. Beni işâret ettiler. Bunun üzerine o genç
bana; “Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâmda gördüm. Bana
5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 103
Ebû Ali bin Şâzan’ı bul. Onunla buluştuğunuz zaman ona
selâmımı söyle buyurdu” dedi. Sonra dönüp gitti. Bunun
6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 54
üzerine Ebû Ali bin Şâzan ağladı. “Resûlullah efendimizin (
aleyhisselâm ) bu iltifâtına kavuşmamı, hadîs-i şerîf okurken,
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) isminin her geçmesinden sonra,
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât ve selâm okumamdan
biliyorum” dedi.
Kâdı Iyâd’ın naklettiğine göre; bir kimse, Resûlullah
efendimizden ( aleyhisselâm ) bizzat bahsettiği veya yanında
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 180
8) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 14, 90, 344, 594, 920 cild-2, sh.
1585, 1688, 1816, 1916
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007
10) Ahlward; Verzeichniss der arabischen Handschriften cild5, sh. 254
11) Brockelmann Sup-2, sh. 234
FUDAYL BİN IYÂD
12) Kitâb-üs-salât; Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Ali’dir. Semerkant’ta
No: 325
Ebyurd kasabasının Ferdin köyünde 107 (m. 726) yılında
doğdu. Bâverd’de büyüdü. Kûfe şehrine yerleşip, orada ilim
tahsilini yaptı. Ömrünün sonuna doğru Mekke’ye gelip
yerleşti. 187 (m. 803) yılında Mekke’de vefât etti. Önceleri
FİTYÂN EŞ-ŞÂGÛRÎ
Hadîs ve edebiyat âlimi. İsmi, Fityân bin Ali bin Fityân bin
Şimâl el-Esedî el-Hüzeymî ed-Dımeşkî eş-Şâgûrî olup, lakabı
Şihâbüddîn’dir. 530 (m. 1116) senesinde Şâgûr’da doğdu. 615
(m. 1218) senesi Muharrem ayının yirmiikinci günü Dımeşk’da
vefât etti.
Eş-Şâgûrî, fazilet sahibi, şâir, nahiv ve hadîs-i şerîf âlimi idi.
Arabcayı ve inceliklerini Ebû Nizâr Hasen bin Sûfî elBağdâdî’den öğrendi. Daha sonra Ebü’l-Yümn el-Kindî’den
okudu. Dînine bağlı, vekar sahibi idi. Dımeşk’da önce küçük
çocuklara ders vermeye başladı. Daha sonra öğrenmek
isteyen herkese Arabca dilini ve inceliklerini, edebiyatını
okuttu. Çok kimseler kendisinden istifâde etti. Yazdığı ve
söylediği şiirlerle meşhûr oldu. Bu şiirleri, ilim sahipleri
tarafından çok beğenildi. Bir ara zamanın sultânının
çocuklarına ders verdi.
Şihâbüddîn Fityân, Zebedânî denilen yerde ikâmet etti.
Burasıyla ilgili edebî şiirler yazdı. İbn-i Asâkir’den hadîs-i şerîf
rivâyetinde bulundu. Kendisinden de el-Yeldânî ve birçok âlim
hadîs-i şerîf rivâyet etti.
İslâmiyete uygun olmayan hayatı vardı. Tövbe etti. Tasavvuf
yoluna girdikten sonra, yüksek derecelere kavuşarak olgun
bir veli oldu. İrşâd makamına yükseldi. Bişr-i Hafî’nin ve Sırrîyi Sekâtî’nin mürşididir. Allahü teâlâyı tanımakta (ma’rifette),
haramlardan ve şüphelilerden kaçmada zamanın en önde
geleni idi. Kerâmetleri çoktur. Abbasî Halifesi Hârûn Reşîd’le
çok sohbet etti. Ona nasihatleri ve va’zları meşhûrdur.
(Hicâb-ül-aktâr) kitabı Farsçadır.
Tövbe edenlerin önde gelenlerinden, cömerdliği ve ihsânı bol
olan, haramlardan ve şüphelilerden sakınmakta ve Allahü
teâlâyı tanımakta emsali az bulunan bir zât idi. Dünyâdan yüz
çevirmiş, tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşmuş olan
Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) nefsinin arzularını hiç
yapmazdı.
Tövbe etmesi şöyle anlatılır: Hazreti Fudayl, Merv ve Ebyurd
şehirleri arasında önceleri eşkiyalık yapardı. Sahranın tenha
bir yerinde çadırını kurar, eşkiya reîsi olduğu için içerde
otururdu. Arkadaşları yoldan geçen kervanları soyarlar, ele
geçirdikleri malların hepsini getirip, Fudayl bin Iyâd’a teslim
ederlerdi. O da getirilen malları dilediği gibi arkadaşlarına
taksim ederdi. Eşkiyalık yaptığı halde, cemâatle namazı terk
etmez, namaz kılmıyan hizmetçilerini yanından kovardı.
Eş-Şâgûrî, yazdığı şiirlerini bir kitapta topladı ve Dîvân-ı şi’r
Birgün büyük bir kervan geldi. Fudayl bin Iyâd’ın arkadaşları
ismini verdi.
kervanı fark edince, yolunu kesmek üzere hazırlanmağa
başladılar. Kervan içinde bulunan zengin birisi, eşkiyaları fark
etti ve “Altınlarımı öyle bir yere saklıyayım ki, eşkiyalar
eşyalarımızı alırsa geriye bunlar kalsın” düşüncesiyle
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 54
kervandan ayrılıp uygun bir yer aramağa başladı. Bir çadır
gördü, hemen oraya koştu. Orada, sırtında abası, başında
2) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 24, cild-7, sh. 325, 341
3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 785, 795
külahı olan biri namaz kılıyordu. Ona, bir miktar parası
olduğunu ve emânet etmek istediğini bildirdi. Fudayl bin Iyâd,
çadırın içine girip bir köşeye bırakıvermesini söyledi. Gelen
kimse altınları bırakıp kervanın yanına dönünce, eşkiyaların
“Size müjdeler olsun! Şimdi o, yaptıklarına pişman olup tövbe
kervandaki eşyaları alıp götürdüklerini gördü. Orada kalan
etti. Bundan önce, nasıl siz ondan kaçıyor idiyseniz, bundan
eşyalarını da toparlayıp tekrar çadırın yanına döndü. Baktı ki,
sonra da, o sizden kaçmakta, aynı işleri yapmaktan
eşkiyalar kervandan aldıkları malları paylaşıyorlar. Adam
uzaklaşmakta, sakınmaktadır” diyerek tövbe ettiğini bildirdi.
şaşırdı ve “Demek altınları eşkiyaların reîsine vermişim” deyip
Bundan sonra, her tarafı gezerek, üzerinde hakkı olanları
geri dönmek istedi. Fudayl, adama niçin geldiğini sordu.
buldu ve fazlasıyla ödeyerek hepsi ile helâlleşti. Yalnız
Gelen kimse şaşkın vaziyette, “Emânet bıraktığım altınları
Ebyurd şehrinde bir yahûdi hakkını helâl etmiyordu. Hiçbir
almak için gelmiştim” deyince Fudayl, “Bıraktığın yerden al”
teklifi kabûl etmiyor, Fudayl bin Iyâd’ı zor durumda bırakmak
dedi. Adam gidip altınlarını alınca diğer eşkiyalar, “Biz hiç
için olmadık şartlar ileri sürüyordu. Dedi ki, “Eğer hakkımı
para bulamadık, sen ise bunları geri veriyorsun” dediler.
helâl etmemi istiyorsan, filân yerde kayalık bir tepe var. O
Fudayl: “O bana hüsn-i zan etti. Ben de Allahü teâlâya hüsn-i
tepeyi kazarak oradan kaldır. Oralar dümdüz olsun!” Fudayl
zan ediyorum. Ben o kimsenin, benim hakkımdaki iyi niyyetini
bin Iyâd hakkını helâl ettirmek için buna râzı oldu ve kazmaya
doğru çıkardım. Ola ki, Allahü teâlâ da benim kendisi
başladı. Hazreti Fudayl’ın bu gayreti sebebiyle Allahü
hakkındaki hüsn-i zannımı doğru çıkarır” dedi.
teâlânın ihsanıyla, bir seher vakti rüzgâr çıktı. Allahü teâlânın
izni ile orayı dümdüz etti. Yahûdi bunu görünce hayretten
Bir gün yine bir kervanı soydular. Sonra yemek yimek için
dona kaldı. Bu sefer de, “Benden aldığın malımı iade
oturdular. Kervanın sahiblerinden birisi gelip, “Reîsiniz
etmedikçe hakkımı helâl etmeyeceğim” diye yemîn etmiştim.
kimdir?” diye sordu. “O, burada değil! Şu ağacın altında
Benim yastığımın altında altınlar var. Sana hakkımı helâl
namaz kılıyor” dediler. “Niçin sizinle beraber yemek
edebilmem için oradan altınları alıp bana vermen lâzım” dedi.
yemiyor?” deyince, “O oruçludur” dediler. Gelen adam iyice
Yahûdi yastığın altında çakıl taşları koymuştu. Hazreti Fudayl
şaşırdı ve yanına gitti. Huzûr içinde namaz kıldığını gördü.
elini yastığın altına soktu. Allahü teâlânın izniyle, çakıl taşları
Namaz bitince “Namaz, oruç ve haramilik bir arada nasıl
altın olmuştu. Bir avuç altını Yahûdiye verdi. Yahûdi hayret
bulunur?” dedi. Fudayl bu suâle, “Diğer bir kısım insanlar
içinde idi. “Sana hakkımı helâl etmeden önce bana İslâm’ı
daha vardır ki, günahlarını itiraf ederler ve yaptıkları iyi
anlat” dedi. Hazreti Fudayl, “Bu ne hakdır?” diye sorunca
amelleri, sonradan yaptıkları kötü amellerle
yahûdi şöyle anlattı: “Ben Tevrat’ta okudum ki, “Tövbesinde
karıştırırlar..” (Tevbe-102) âyet-i kerîmesini okudu. Adam
sâdık ve samîmi olanın elinde çakıl taşları altın olur.” Aslında
hayret etti. Fakat niçin tövbe etmiyorsun diyemedi.
yastığın altında çakıl taşları vardı ve ben seni imtihan etmek
Nakledildiğine göre, Fudayl bin Iyâd, yaratılış olarak çok
temiz, cömerd ve güzel huylu bir insandı. Bastıkları kâfilede
bulunan kadınlara kesinlikle dokunmaz, borçlu olanların ve
için öyle söyledim. Elinde, çakıl taşlarının altın olduğunu
görünce anladım ki, senin dînin hakdır ve tövbende sâdıksın”
dedi ve îmân etti, müslüman oldu.
sermâyesi az olanların, ellerindeki mallarını ve hayvanlarını
Hazreti Fudayl, yaptıklarına çok pişman olmuştu.
almazdı.
Yanındakilerden birine “Allah rızâsı için beni bağla ve
Bir gün yoldan bir kervan geçiyordu. Kervanda bulunan bir
kişi “Îmân edenlere vakti gelmedi mi ki, kalbleri Allah’ın
zikrine ve inen Kur’ân-ı kerîme saygı ile yumuşasınl...(Hadîd16) âyet-i kerîmesini okudu. Bu âyet-i kerîme kendisine öyle
te’sîr etti ki, gönlünden yaralandı, içinden “Geldi, geldi. Hattâ
geçti bile!” diyerek kendinden geçmiş bir halde şaşkın ve
mahcup olarak bir harabeye sığındı. Bu sırada kervan yola
çıktı. Giderlerken, kervandakiler, “Fudayl yolumuzun üzerinde
bulunuyor. Acaba nasıl gideceğiz?” diye birbirleri ile
konuşurlarken, (Fudayl bin Iyâd bu konuşmaları duydu ve
sultanın huzûruna götür. Benim pek çok cezalarım vardır.
Beni götür ki, Sultan beni cezalandırsın ve ben de cezamı
çekeyim. Böylece hakkımdaki dînî hüküm ne ise, o yerine
getirilmiş olur” dedi. Sultanın yanına gittiler ve durumunu
bildirdiler. Sultan kendisine çok izzet ve ikramda bulunarak,
evine götürülmesini emretti. Evinin önüne geldiğinde hâlâ
ağlıyordu. Hanımı görüp “Sana ne oldu? Niçin ağlayıp
inliyorsun? Yoksa seni dövdüler mi?” dedi. “Evet, hem de çok
dövdüler” buyurdu. Hanımının merakı daha da artarak
“Nerene vurdular?” deyince “Sultan, yaptıklarımın cezasını
vermedi. Fakat ızdırâbım canımı yakıyor ve ciğerimi deliyor”
Çünkü, “Bir emîrlik (başkanlık) kıyâmette
dedi. Sonra hanımına “Ben Rabbimin hânesine, Kâ’be’ye
pişmanlıktır” buyurmuştur. Hârûn Reşîd “Biraz daha söyle”
gidip ziyâret etmeye niyet ettim, istersen aramızdaki nikâh
dedi. Buyurdu ki: “Ömer bin Abdülazîz’i halife yaptıkları
bağını çözüp seni boşayayım.” Hanımı “Allah korusun.
zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed
Senden nasıl ayrılım. Sen nereye gidersen ben de seninle
bin Ka’bı çağırdı ve “Ben bu işe düştüm, kurtuluş çârem
beraber gelir, senin hizmetinde bulunurum” dedi. Sonra ikisi
nedir?” diye sordu. Onlar da, “Yarın kıyâmet gününde
beraberce hac yoluna çıktılar. Allahü teâlâ, yolculuklarını
azaptan kurtulmak istiyorsan, müslümanlardan yaşlıları
kolaylaştırdı. Kâ’be’de bazı âlimlerle buluştular. İmâm-ı a’zam
baban yerine koy, gençleri kardeş kabûl eyle, çocukları da
Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine katıldı. Ondan ilim
kendi çocukların gibi düşün! Kadınları ise kız kardeşin ve
öğrendi. Kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Hikmetli sözler
annen kabûl eyle Onlara babana, annene, kardeşine ve
söylemeye başladı. Mekkeliler yanına gelir onlara va’z ve
çocuklarına yaptığın gibi muâmele eyle!” dediler.
nasîhat verirdi.
Hârûn, “Biraz daha söyle” dedi. Buyurdu ki: “İslâm ülkesi
Bir gece Hârûn Reşîd, veziri Fudayl-i Bermekî’ye, “Beni bir
senin evin gibidir. İnsanları ev halkın gibidir. Babalarına
kimsenin yanına götür. Kalbim, bu göz kamaştırıcı şaşalı
lütufla, kardeşlerine ve çocuklarına iyilikle muâmele eyle!”
hayattan sıkıldı. Rahatlık, gönül huzûru arıyorum” dedi veziri
buyurdu. Sonra devam ederek buyurdu ki: “Korkarım şu
onu Süfyân bin Uyeyne’nin evine götürdü. Süfyân kapıyı
güzel yüzün ateşle yanar ve çirkinleşir. Güzel yüzlerden
açıp, “Kim geldi?” suâline “Emîr-ül-mü’minîn geldi” dediler.
niceleri Cehennemde çirkinleşir ve emirlerden (başkanlardan)
“Ne için bana haber vermediniz. Bilseydim ben huzûruna
niceleri orada esîr olur.”
gelirdim” dedi. Hârûn Reşîd bunu duyunca, “Benim aradığım
kimse bu değildir” dedi. Süfyân bunu duyunca ve “Sizin
Hârûn, “Biraz daha söyle” dedi ve hüngür hüngür ağlayıp
aradığınız kimse, Fudayl bin Iyâd’dır” dedi. Fudayl’ın kapısına
feryâd etti. Fudayl hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâdan kork
gittiler. “Günah işleyenler, kendilerini îmân edenlerle bir
ve O’na ne cevap vereceğini düşün. Cevaplarını şimdiden
tutacağımızı mı sanıyorlar?” âyet-i kerîmesini okuyordu.
hazırla! Çünkü kıyâmet günü, Allahü teâlâ sana
Hârûn Reşîd, “Nasîhat istersek, bu bize yeter” dedi. Kapıyı
müslümanların hepsinden tek tek soracaktır. Hepsi için adâlet
çaldılar. Fudayl “Kim o?” deyince, “Emîr-ül-mü’minîn” dediler.
istiyecektir. Eğer bir gece bir ihtiyâr kadın, evinde bir şey
Bunun üzerine, “Emîr-ül-mü’minînin benim yanımda ne işi var
yemeden yatarsa, yarın senin eteğine yapışır ve sana hasım
ve benim onunla ne işim var? Beni meşgûl etmeyiniz” dedi
(düşman) olur” Hârûn Reşîd, ağlamaktan kendinden geçti.
veziri, “Ulülemîre, (ya’nî halifeye) itaat vâcibtir...” deyince.
Veziri Fudayl-i Bermekî, “Ey Fudayl yetişir! Emîr-ül-mü’minîni
Fudayl bin Iyâd da, “Beni meşgûl etmeyiniz” buyurdu. Vezir
öldüreceksin” dedi. Fudayl hazretleri buyurdu ki: “Sus, ey
Fudayl-ı Bermekî, “Müsaadenle mi girelim, yoksa zorla mı?”
Hâmân! Onu sen ve kavmin helak eylediniz, ben değil” Bu
dedi. “Müsaadem yok, ama Zorla girecekseniz, siz bilirsiniz.”
söz Hârûn’un ağlamasını arttırdı ve Bermekî’ye “Sana
buyurdu. Hârûn Reşîd içeri girdi. Fudayl, kimsenin yüzünü
Hâmân demesi, beni Firavun yerine koyduğundandır.” dedi.
görmemek için kandili söndürdü. Karanlıkta Hârûn Reşîd’in
eli Fudayl’ın eline değdi. Fudayl: “Bu el ne yumuşaktır,
Cehennemden kurtulursa..” buyurunca Hârûn Reşîd ağladı
ve nasîhat olacak bir söz daha söylemesini istedi. Buyurdu ki:
Senin büyük baban Hazreti Abbas, Peygamber (
aleyhisselâm ) efendimizin amcası idi. Peygamberimize,
“Beni bir kavme emir (başkan) yapınız” demişti.
Peygamberimiz de, “Ey amcam, seni nefsin üzerine emir
ettim” ya’nî nefsinin Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle meşgûl
olması, insanların bin senelik tâatından iyidir, buyurdu.
Sonra Hârûn Reşîd, Fudayl bin Iyâd’a, “Birisine borcun var
mıdır?” dedi. “Evet, Allahü teâlâya borcum var. O da itaattir,
huzûruna böyle borçlu çıkarsam vay hâlime.” buyurdu. Hârûn
Reşîd, “İnsanlara borcun var mı demek istiyorum” dedi.
“Allahü teâlâya şükür olsun ki, bana çok ni’metler verdi. Hiç
şikâyetim yoktur” buyurdu. Bunun üzerine Hârûn, onun önüne
1000 (bin) altın koyup “Bunlar helâldir. Annemin
mîrâsındandır” dedi. Fudayl buyurdu ki: “Bütün bu
nasîhatlerimin sana hiç faydası olmadı.” Bunu söyledi ve
yanından kalktı ve gitti. Hârûn Reşîd de çıkıp gitti. İsmi
anıldığında, “Ah! Ne insandır o! Hakîkaten mert kimsedir.”
tebessüm etti. Halbuki otuz yıldır hiç gülmemişti. “Ey Fudayl!
dedi.
Bu gün gülünecek gün müdür?” diye sordular. Bunlara cevab
olarak buyurdu ki: “Ben şu anda, Peygamber efendimizin de
Bir gün küçük çocuğunu kucağına aldı, okşayıp bağrına
tatmış olduğu evlâdın ölümü acısını tatmış bulunuyorum.
bastı. Çocuk dedi ki: “Babacığım beni seviyor musun?”
Anladım ki, Allahü teâlâ evlâdımın ölümüne râzıdır. Madem ki
Fudayl ( radıyallahü anh ) “Evet” dedi. Çocuk “Peki Allahü
oğlumun ölümünde Allahü teâlânın rızâsı vardır. Ben de
teâlâyı seviyor musun?” dedi. Hazreti Fudayl “Tabiî
Allahü teâlânın rızâsına râzı oldum. Onun için güldüm.”
seviyorum” dedi. Çocuk “Peki kaç tane kalbin var?” dedi.
Fudayl “Bir tane” deyince çocuk dedi ki: “Ey babacığım! Bir
Birgün Mira dağlarından bir tepenin üzerinde bulunuyordu.
kalbe iki sevgiyi nasıl sığdırabiliyorsun?” Hazreti Fudayl,
Buyurdu ki, “Allahü teâlânın evliyâsından bir velî şu dağa,
küçük çocuğun bu derin ma’nalı sözleri, kendi kendine
sallan dese, dağ derhal sallanır. Fudayl hazretleri böyle
söylemediğini, Allahü teâlânın söyletdiğini anlıyarak
söyler söylemez, dağ sallanmaya başladı. Hazreti Fudayl
yavrusunu kucağından bırakarak eliyle başını dövmeye
dağa, “Sakin ol, ben bu sözümle seni kastetmedim” dedi ve
başladı ve bundan sonra her an Allahü teâlâ ile meşgûl
dağ sâkinleşti.
olacağına söz verdi. Oğluna da “Ey oğlum sen ne güzel
vâ’izsin” deyip bağrına bastı ve “Seni hakîki sevgilinin izni ve
Bir gün oğlu birine bir altın verecekti. Vereceği altının
emri ile seviyordum” buyurdu.
nakışında bazı kirler vardı. Ve bunu temizlemek için altını
ateşle kızdırıyordu. Bunu görünce oğluna buyurdu ki: “Ey
Birgün Arafat meydanında insanları seyrediyordu.
oğlum, yaptığın işdeki bu dürüstlük senin için on nafile hac
Müslümanlar feryâd ediyorlar, Allahü teâlâya yalvarıp,
sevâbına bedeldir”
inliyorlardı. Bunları bir müddet seyrettikten sonra
“Sübhânallah. Şu kadar insan, kerîm olan bir zâtın kapısına
Bir gün oğlu, idrarını yapamadı. Fudayl ( radıyallahü anh )
gitse, bu şekilde yalvararak bir dânik (0, 801 gr.) ya’nî çok az
“Yâ Rabbi sana olan muhabbetim hürmetine oğlumun şu
altın isteseler, o zât bu insanları ümidsiz ve eli boş geri
acıdan kurtulmasını nasîb eyle” diye yalvardı. Oğlu hemen
çevirmez. Yâ Rabbi, Sen kerîm ve gaffarsın. Bu insanların
şifâ buldu.
hepsini affetmen, kerîm olan ganî olan bir zâtın bir dânik altın
vermesinden daha kolaydır. Yâ Rabbi! Senin ihsânların o
kadar çoktur ki, bu insanların hepsini affetsen, senin
ihsânından hiçbir şey eksilmez.” dedi. Fudayl bin Iyâd bunu
söyledikten sonra, gâibten bir ses, “Ey Fudayl senin bu hüsn-i
zannın hürmetine hepsini affettim” diyordu.
Fudayl bin Iyâd’ın ( radıyallahü anh ) iki kızı vardı. Vefâtı
yaklaşınca hanımına şöyle vasıyyet etti. “Vefâtımdan sonra
iki kızımı al ve Ebû Kubeys tepesine çık. Ellerini açarak şöyle
niyazda bulun: “Yâ Rabbi! Fudayl bana vasıyyetinde dedi ki:
Ben hayatta iken bu iki emânete gücümün yettiği kadar
baktım. Ama ben ölüp de kabre girdikten sonra bu emânetleri
Fudayl bin Iyâd hazretlerinin oğlu Ali, Kur’ân-ı kerîmden bir
sana iade ettim.” Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) vefât
sûreyi sonuna kadar okuyamaz ve dinliyemezdi. Biraz
edip, defn işleri tamamlandıktan sonra, hanımı vasıyyeti
okuyunca veya dinleyince âyet-i kerîmelerin te’sîri ile düşüp
yerine getirmek üzere bildirilen yere kızlarını götürdü ve
bayılırdı. Sonuna kadar tahammül edemezdi. Bir gün Fudayl
bildirildiği gibi duâ edip çok ağladı. Bu sırada Yemen
bin Iyâd hazretlerine bir kâri (Kur’ân-ı kerîm okuyan) geldi.
hükümdârı, yanında iki delikanlı oğlu ile beraber oradan
Onu oğlunun yanına gönderdi ve buyurdu ki: “Oğluma
geçiyordu. Hanımların ağlayıp sızladıklarını görünce
Kur’ân-ı kerîm oku. Dinlemekten çok hoşlanır. “Zilzâl” ve “El-
yanlarına gidip “Bu hâl nedir?” diye sordu. Hanım hâdiseyi
Kâria” sûrelerini okuma, çünkü kıyâmet sözünü dinlemeye
anlatınca, Yemen hükümdârı dedi ki; “Bu kızları, her biri için
tahammül edemez, takat getiremez.” O kâri gitti. Kazara, el-
bin altın mehir ile oğullarıma nikâhlıyalım” dedi. Fudayl bin
Kâria sûresini okudu. Dördüncü âyet-i kerîmeye gelince
Iyâd’ın ( radıyallahü anh ) hanımı “razıyım” dedi. Kızların ve
Hazreti Fudayl’ın oğlu Ali, “Allah!...” deyip düştü. Baktılar ki
oğulların da rızâsı alındı. Hep beraber Yemen’e gittiler. İleri
rûhunu teslim etmişti. Fudayl bin Iyâd, oğlu vefât edince
gelenler toplandı ve nikâhları kıyıldı, düğün yapıldı.
Rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden ba’zıları:
“Beş şey bedbahtlık alâmetidir: Kalb katılığı, ağlamamak,
utanmamak, dünyâya fazla rağbet etmek, uzun emelli olmak.”
“İnsanlara merhamet etmeyene Allahü teâlâ merhamet
etmez.”
“Allah korkusu, dilin lüzumsuz şey söylemesine mâni olur.
Allahü teâlâdan korkanın dili söylemez olur.”
“Kabir azâbından, dirilerin ve ölülerin fitnelerinden ve
Deccal’ın fitnesinden Allahü teâlâya sığınınız.”
“Allahü teâlâdan korkandan, her şey korkar olur. Allahtan
korkmayan, her şeyden korkar.” “Tevekkül, Allahü teâlâdan
“Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ da onun
başkasına güvenmemek ve O’ndan başkasından
dünyâda ve âhırette ayıbını örter. Kim bir müslüman
korkmamaktır.” “Akıllılarla kavga etmek, akılsızlarla oturup
kardeşinin sıkıntısını giderip sevindirirse, Allahü teâlâ da onu
tatlı yemekten kolaydır.”
dünyâ ve âhırette sevindirir. Allahü teâlâ; kul, müslüman
kardeşine yardım ettikçe onun yardımcısıdır.”
“Bir kimsenin kalbine Allah korkusu yerleşti mi, dilinde işe
yaramaz bir söz bulunmaz. Bu korku dünyâ sevgisini ve
“Müslümanın müslümana üç günden fazla dargın durması
arzusunu yakar, dünyâya rağbet etme hâlini gönülden dışarı
helâl değildir. Kim üç günden fazla dargın durur ve bu hâlde
atar.”
ölürse Cehenneme girer.”
Fudayl hazretlerine sormuşlar: “Neden Allahtan korkanı
“Kim aç bir müslümanı doyurursa Allahü teâlâ da onu Cennet
göremiyoruz?” Buyurmuş ki: “Şayet siz korksaydınız, korkanı
meyveleri ile doyurur.”
görürdünüz. Korkanı korkanlardan başkası göremez. Nitekim
“Vasıyyet etmeyi istediği bir şeyi olan müslüman bir adamın,
bu vasıyyeti yazmadan iki geceden fazla gecelemesine hakkı
yoktur.”
Fudayl bin Iyâd hazretlerinin hikmetli ve ibret dolu güzel
sözleri çoktur. Bunlardan birkaçı şöyledir;
“Bid’at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini,
Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalblerinden îmânlarını çıkarır.
Bid’at sahibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü teâlânın
evlâdını kaybeden anne, evlâdı ölen bir anne görmek ister.
Ya’nî dertlinin hâlinden, dertli anlar. Derdi olmayan, dertliyi
nereden bilecek?”
“Helâldir, herhangi bir hesabı da yoktur, demek şartıyla bütün
dünyâyı bana verseler, yine de sizlerin murdar bir leşi pis
saydığınız gibi, onu pis sayardım.”
“Amellerin en iyisi, en gizli yapılanıdır. Şeytandan en fazla
korunulmuşu da riyadan uzak olanıdır.”
bunu af edeceğini ümit ederim. Yolda bid’at sahibine karşı
“Âhıret âliminin arkasından gidin, dünyâ âlimi ile oturmaktan
gelirsen, yolunu değiştir.”
sakınınız, çünkü o gurûru ve süsüyle sizi fitneye sokar. Onun
Allahü teâlâya isyan ettiğimi, bir günah işlediğimi, hayvanımın
ve hizmetçilerimin bana karşı davranışlarından anlarım.”
“Duâmın kabûl olacağını bilsem, yalnız devlet başkanı için
duâ ederdim. Çünkü, devlet başkanı iyi olursa, şehirler ve
da’vâsı amelsiz ilim ve samimiyetsiz ameldir.”
“Kim, din kardeşi için diliyle sevgi ve hulûs gösterir de içinden
ona düşmanlık ve kin beslerse Allah ona la’net eder, dilsiz
yapar ve kalb gözünü körletir.”
insanlar kötülüklerden ve belâlardan emîn olur. “İnsanın,
“Rızâ hâlindeki kişinin dostluğuna inanmam, kızdırdığım bu
yanında bulunanlarla tatlı tatlı sohbet etmesi, onlara güzel
kişinin gazâb hâlindeki dostluğuna inanırım.”
ahlâk ile davranması, geceleri sabaha kadar ibâdet ile,
gündüzleri hep oruçlu geçirmesinden hayırlıdır.”
“Hakka boyun eğ, hakkı takip et, kim söylerse söylesin hakkı
kabûl et.”
“Her şeyin bir zekâtı vardır. Aklın zekâtı da uzun uzadıya
2) Keşf-ül-mahcûb sh. 220 (Urdu tercümesi)
hüzünlenmek (ve derin düşünmektir). Bu yüzdendir ki,
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hüznü aralıksız ve kesintisizdi.”
3) Risâle-i Kuşeyrî sh. 52, 57, 58, 59, 298
“Fâsıkın yüzüne gülen bir kimse, müslümanlığı tahrip etmek
4) Nefehât-ül-üns sh. 91
için çabalamıştır.”
“Her kim bir binek ve yük hayvanına “La’net olsun” derse, o
hayvan (hâl diliyle) der ki: “Âmin, lâkin yüce Allaha hangimiz
daha fazla âsi ise, la’net onun üzerine olsun!”
“Yüce Allahı seviyor musun?” diye sana sorsalar, sükût et.
Zîrâ, eğer (hayır) dersen kâfir olursun. (Evet) dersen,
hareketlerin O’nu sevenlerin hareketlerine benzememektedir.
5) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 68
6) Tezkiret-ül-evliyâ sh. 56
7) Eshâb-ı Kirâm sh. 340
8) Câmiu kerâmât-il evliyâ cild-2, sh. 235
9) El-A’lâm cild-5, sh. 153
Onun için sahtekâr olursun.”
10) Tabakât-üs-sûfiyye sh. 6
Yahyâ bin Muaz ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Bu insanlar ne
tuhaftır! Aralarında bir mü’min, zengin olmuşsa onu
11) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 245
övüyorlar, fakîr düşmüşse onu hakîr görüyorlar.” Fudayl bin
Iyâd’ın yanında bir adamdan sitayişle bahsettiler. Dediler ki:
12) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 294
“O zât, ağzına helva almaz!” Fudayl onlara dedi ki: “Helva
yemeyi bırakmak bir mürüvvet mi sanki? Siz onun akrabasını
gözetip gözetmediğine, öfkesini yenip yenmediğine,
komşularına, dul kalmış kadınlara ve yetimlere karşı nasıl
davrandığına bakınız. Din kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı
13) Hilyet-ül-evliyâ cild-8, sh. 84
14) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 47
15) El-Cevâhir-ul-mudiyye cild-1, sh. 409
huy ve edebi nedir? işte hükmünü verirken asıl bunlara dikkat
edin!”
16) Mîzân-ul-i’tidâl cild-3, sh. 361
Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) der ki: “Allah’ın öyle kulları
17) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh. 316
vardır ki, Allahın azametinden kalbleri parça parça olur, sonra
biter; yine paralanıp tekrar biter. Ve bu hâl yaşadıkları
18) Sıfat-üs-safve cild-2, sh. 134
müddetçe devam eder. Kulun, azameti ilâhiye karşısındaki
korku ve saygısı, ilâhi ma’rifetten nasîbi miktarında olur!”
19) Mir’ât-ul-cinân cild-1, sh. 415
“Üç şey kalbi öldürür. Bunlar 1- Çok yemek, 2- Çok uyumak,
20) Târîh-i Dımaşk cild-24, sh. 38
3- Çok konuşmak.”
21) Rehber Ansiklopedisi cild-6, sh. 93, 94
“Bugün yumuşak elbiselere, lezzetli ve nefis yemeklere fazla
rağbet etmeyiniz. Zîrâ yarın ne giyecekleri ne de bu
yemekleri bulamayacaksınız.”
FUDAYL CEMÂLİ (Fudayl bin Ali Cemâlî)
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007
Hanefî mezhebinde yetişmiş Osmanlı âlimlerinden. Meşhûr
âlim Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’nin oğludur. İsmi Fudayl bin Ali
bin Ahmed bin Muhammed Cemâlî’dir. 920 (m. 1514)
kerâmetleri görülmüştür. Humma ve benzeri hastalıklara
senesinde İstanbul’da doğdu. 991 (m. 1583) senesinde
okuduğu duâlar hemen te’sîrini gösterir, hastalar şifâ bulurdu.
İstanbul’da vefât etti. Vasıyyeti üzerine, Zeyrek yokuşundaki
babasının yanına defnedildi. Defnedilmesi esnasında mezarı
Her nerede olsa, meclisin baş tarafına oturtulurdu. Yaz
kazılırken babasının ayakları ortaya çıkmış ve hiç çürümediği
günlerinde bahçesi ziyâret yeri idi. Kış günlerinde ise evi,
görülmüştür. Hâlbuki muhterem babasından 59 yıl sonra vefât
âlimlerin ve fazilet sahiplerinin toplanma yeri idi. Âlimlere, ilme
etmiş idi.
ve kitaplara çok düşkün idi. Birçok kıymetli kitap yazdı.
Yazdığı eserlerini ve kütüphânesinde bulunan kitaplarını Fâtih
Önce babasının talebelerinden Amasyalı Molla Sâlih’den ilim
Câmii Kütüphânesi’ne vakfetti. Eserlerinden ba’zıları şunlardır:
öğrendi. Sonra Sahn-ı semân Medresesi müderrislerinden
1-Ta’likât alâ sahîh-il-Buhârî, 2- Mesâil-i Esviyâ, 3- Dımânât:
Emîr Şemseddîn ve Ebüssü’ûd Efendi gibi zamanının büyük
Hanefî mezhebine göre fıkıh bilgilerini açıklamakta olup, dört
âlimlerinden ilim tahsil etti. Daha sonra hacca gidip, hac
cilddir. 4- Tenvî’-ül-usûl fî ilm-il-usûl, 5- Avn-ur-râid fî şerh-il-
vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevverede Peygamber
ferâid, 6-Hâşiye-i şerh-i şerîfi, 7- Ecvibe alâ câmi’ıl-fusûleyn,
efendimizi ( aleyhisselâm ) ziyâret etti. 945 (m. 1538)
8- Muhtasar-ı Kâfiye, 9- İ’ânet-ül-fârid fî tashîh-il-ferâid, 10-
senesinde Bursa Yıldırım Bâyezîd Hân Medresesi’ne ta’yin
Hâşiye-i Vâfiye, 11- Vezâif fin-nahv.
edildi. 949 (m. 1542) senesinde Abdürrahmân Efendi’nin
yerine Halebiyye Medresesi’ne müderris oldu. 951 (m. 1544)
senesinde Cemâleddîn Muhammed Cürcânî’nin yerine Eyyûb
Medresesi’ne müderris ta’yin edildi. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd’un
kızıyla evlendi. 956 (m. 1549) senesi Muharrem ayında,
Hasen Bey yerine Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris oldu.
958 (m. 1551) Şevval ayında Niksârî Efendi yerine Ayasofya
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 77
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 822
3) El-A’lâm cild-5, sh. 153
Medresesi müderrisliğine yükseltildi. 960 (m. 1553)
senesinden sonra kadılık mesleğine geçti. Emîn Kösesi yerine
4) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 223
Bağdad kadısı oldu. 961 (m. 1554) senesinde Pervîz Efendi
yerine Haleb kadılığına nakledildi. Daha sonra İstanbul’a
5) Osmanlı müellifleri cild-1, sh. 320
geldiğinde, Hasen Bey yerine Şehzâde Medresesi’ne ta’yin
edildi. 969 (m. 1561) senesi Rebî’ul-âhır ayında Arab-zâde
Abdülbâkî Efendi yerine Mekke-i mükerrerce kadılığı ile taltif
olundu.
6) Şakâyik-i Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 275
7) Keşf-üz-zünûn sh. 503, 554, 1087, 1180, 1248
971 (m. 1563) senesi Cemâzil-âhır ayında emekli oldu, yerine
Nişancı-zâde getirildi. 982 (m. 1574) senesinde Sultan
Üçüncü Murâd Hân tahta geçtiğinde, kadıaskerlik teklif etti ise
FÛRÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed)
de bunu kabûl etmedi. Fakat zaman zaman Sultan Murâd ona
iltifât eder, hediyeler gönderirdi. Hattâ Fudayl Cemâlî’nin ölüm
Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebü’l-Kâsım olup
hastalığında Vezîr İbrâhim Paşa’yı gönderip hayr duâsını
ismi Abdurrahmân bin Muhammed bin Ahmed bin Fûrân’dır.
almıştır. 985 (m. 1577) senesinde Şa’bân Hamîd Efendi vefât
388 (m. 998) yılında Merv’de doğup, orada yerleştiği için
edince, Fudayl Cemâlî’ye şeyhülislâmlık teklif edildiyse de, bu
Mervezî nisbet edildi. Yetmişüç yaşında iken, 461 (m. 1069)
vazîfeyi de kabûl etmedi.
yılında Merv’de vefât etti.
Fudayl Cemâlî Efendi, babası gibi büyük âlim idi. Vera’ ve
Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin meşhûrlarından Ebû Bekr Kaffâl
takvâ sahibi, sâlih bir zât idi. İslâmiyetin emir ve yasaklarına
Şaşi (Kaffâl-ı sagîr) ve Ebû Bekr Mes’ûdî’nin en gözde
çok bağlı idi. Ma’nevî hâller ve kerâmetler sahibi idi. Çok
talebelerinden olan Abdurrahmân Fûrânî, Ali bin Abdullah
2) Tabakât-ül-fukahâ (Esnevî) cild-2, sh. 255
Taysefûnî ve Ebû Bekr Kaffâl Şaşi Mervezî’den hadîs-i şerîf
dinledi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerinin inceliklerine vâkıf oldu.
Şafiî mezhebinde mutlak müctehid ile müntesib müctehid
arasında bir derece olan eshâb-ı vücûhtan sayıldı. Hadîs
ilminde zamanının ileri gelenlerinden idi. İmâm-ül-Haremeyn
Cuveynî, onun ders halkasına iştirâk ederdi. Merv’de
tâliblerine ders verirdi. Allahü teâlânın dinini öğrenmek ve
3) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 132
4) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 309
5) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 98
6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 169
öğretmek için çalışır, onun rızâsını kazanmaya gayret ederdi.
Din adına yanlış bir söz söyleyeni susturur, sapıklara güzel
cevaplar verirdi. Vaktini, yalnız Allahü teâlânın, rızâsına uygun
işler için harcardı. Güzel ahlâkıyla insanlara örnek olur, te’sîri
tez görülen nasihatlerde bulunurdu. Fazla mal kazanmak için
vaktini zayi etmez. Az mala kanâat ederdi. Eline geçenin
ihtiyâcından fazla olan miktarını fakirlere sadaka olarak
dağıtırdı, insanlara yaptığı nasihatlerinde doğruyu
öğrenmeyenin yanlış şeylere inanmaktan kurtulamayacağını
bildirir, dinlerini Ehl-i sünnet âlimlerinden ve kitaplarından
öğrenmelerini tenbîh ederdi.
Birçok talebe yetiştirdi. Bunlar, zamanlarının en yüksek
âlimleri oldular. Bağdad Nizâmiyye Medresesi’nde Ebû İshâk
Şîrâzî’den sonra müderris olan ve hocasının kitabına ilâveler
yapan Ebû Sa’d Abdurrahmân Mütevellâ, Şafiî mezhebinde
hadîs ve fıkıh âlimi Muhyü’s-sünne Begâvî, İmâm-ı Kuşeyrî
hazretlerinin oğlu Abdülmünım bin Ebi’l-Kâsım Kuşeyrî, Zâhir
bin Tâhir, Abdurrahmân bin Ömer Mervezî, Müezzin Ebû Saîd
bin Ebî Sâlih, Ali bin Ahmed Rûyânî ve daha birçok âlim onun
talebeleri arasındadır. Bu talebelerinin çoğu sika (güvenilir)
âlimlerden sayılmış ve kendilerinden rivâyetlerde
bulunulmuştur.
Yetiştirmiş olduğu eşsiz ilim sahibi talebeleri yanında, değişik
ilimlere dâir pek kıymetli eserler de yazan Abdurrahmân
Fûrânî’nin “Kitâb-ül-ibâne”, “Kitâb-ül-umde”, “Esrâr-ül-belâga”
ve “Kitâb-ül-amel” adlı kitapları tanınmaktadır. “Kitâb-ül-ibâne”,
Şafiî mezhebinin temel kitaplarındandır. Birçok şerh ve
ilâveleri yapılmıştır. Talebelerinden Ebû Sa’d Mutevellâ’nın
“Tetimme” adlı eseri bunlar arasındadır.
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 109
7) Keşf-üz-zünûn sh. 84, 1441
Download