İslâm âlimleri Ansiklopedisi ALFABETİK SIRAYA GÖRE (F) İçindekiler Tablosu ............................................................................ 1 FADL BİN ABBÂS ER-RÂZÎ ......................................................................... 2 FADL BİN DÜKEYN EL-HÂFIZ ..................................................................... 2 FADL BİN MUHAMMED ŞA’RÂNÎ .............................................................. 3 FADL-I HAK HAYRÂBÂDÎ ........................................................................... 4 FADLULLAH BİN AHMED EL-MİHENÎ ........................................................ 6 FAHREDDÎN ACEMÎ .................................................................................. 6 FAHREDDÎN RÛMÎ .................................................................................... 8 FAHRÜDDÎN IRÂKÎ (İbrâhim bin Şehriyâr Hemedânî) ............................... 8 FAHRÜDDÎN İBNİ ASÂKİR (Abdürrahmân bin Muhammed) ..................... 9 FAHRÜDDÎN İBNİ TEYMİYYE (Muhammed bin Hıdr bin Muhammed) .... 11 FAHRÜDDÎN-İ RÂZÎ (Muhammed bin Ömer) .......................................... 13 FAHR-ÜL-FÂRİSÎ (Muhammed bin İbrâhim Fârisî) .................................. 21 FAHR-ÜL-İSLÂM PEZDEVÎ (Ali bin Muhammed) ..................................... 26 FAHRÜZZAMÂN EL-BEYHEKÎ (Mes’ûd bin Alî bin Ahmed) ...................... 28 FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali) ........................................................................ 28 FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali) ........................................................................ 29 FAKÎRULLAH ........................................................................................... 30 FAKÎRULLAH ........................................................................................... 37 FÂRİS BİN ÎS BAĞDADÎ ......................................................................... 44 FÂTIMA BİNTİ ALÂÜDDÎN-İ SEMERKANDÎ .............................................. 45 FÂTIMA BİNTİ ESED ( radıyallahü anha ) ................................................ 47 FÂTIMA BİNTİ MÜSENN ....................................................................... 49 FÂTIMA-İ NİŞÂBÛRİYYE .......................................................................... 50 FÂTİH SULTAN MEHMED HÂN ............................................................... 51 FENÂRÎ-ZÂDE MUHAMMED ŞÂH EFENDİ ............................................... 61 FENÂRÎ-ZÂDE MUHYİDDÎN ÇELEBİ ......................................................... 62 FERDÎ ABDULLAH EFENDİ ....................................................................... 63 FEREC EL-GIRNÂTÎ .................................................................................. 64 FEREC EL-GIRNÂTÎ .................................................................................. 64 FERELİ ŞEYH SİNÂN EFENDİ .................................................................... 65 FERGÂNÎ ................................................................................................. 66 FERİDÜDDÎN-İ ATTÂR ............................................................................. 67 FERR ..................................................................................................... 75 FERR ..................................................................................................... 77 FETÂ’L-YEMÂNÎ (Ömer bin Muhammed) ............................................... 80 FETHÎ (Hüseyn bin Hasen) ...................................................................... 81 FETHULLAH EVDEHÎ ............................................................................... 82 FETHULLAH ŞİRVÂNÎ .............................................................................. 83 FETTENÎ (Muhammed Tâhir) ................................................................. 83 FEYRÛZ BİN DEYLEMÎ ( radıyallahü anh ) ............................................... 84 FEYZULLAH EFENDİ ................................................................................ 85 FEYZULLAH EFENDİ ................................................................................ 88 FEYZULLAH EFENDİ ................................................................................ 91 FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZ EFENDİ........................ 92 FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZ EFENDİ........................ 92 FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA EFENDİ ............... 93 FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA EFENDİ ............... 94 FİKÂRÎ (Mehdî Şîrâzî) ............................................................................. 94 FİRKÂH (Abdürrahmân bin İbrâhim) ...................................................... 95 FÎRÛZ ÂBÂDÎ .......................................................................................... 96 FİTYÂN EŞ-ŞÂGÛRÎ ............................................................................... 101 FUDAYL BİN IYÂD ................................................................................. 101 FUDAYL CEMÂLİ (Fudayl bin Ali Cemâlî) .............................................. 106 FÛRÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed) ............................................ 107 FADL BİN ABBÂS ER-RÂZÎ Adiyy el-Cürcânî, Muhammed bin Ca’fer el-Haritî, Muhammed Hadîs âlimi. Râvileriyle beraber yüzbin hadîs-i şerîfi ezberden bin Ca’fer el-Eş’arî, Ebû Zur’a, Ebû Hatem, Ebû Kureyş, bilirdi. Künyesi Ebû Bekir olan Fadl bin Abbâs er-Râzî’ye, Muhammed bin Cuma el-Fehistânî, Muhammed bin Ca’fer bin Mervezî de denildi. Fadlek ve Sâig lakablarıyla tanındı. Çeşitli Yezîd el-Mutırî, Ebû Avâne Ya’kûb bin İshâk el-İsferâyînî, şehirlere seyahat eden bu mübârek zât, 270 (m. 883) yılında Ebü’l-Hasan Ali bin Ebî Tâlib el-Esterebâdî, Şuayb bin İbrâhîm Bağdâd’da vefât etti. el-Beyhekî, Ali bin Rüstem gibi âlimler Fadl bin Abbâs’ın en meşhûr talebeleri arasındaydı. Hadîs-i şerîf öğrenip, ilim tahsil etmek için Bağdâd, Mekke ve Mısır’ın çeşitli şehirlerine seyahat eden Fadlek, Abdân ve Fadl bin Abbâs’ın üstünlüğünü dile getiren âlimlerden ed-Dâbî Ma’mer gibi muhaddislerin yakın arkadaşları arasındaydı. İlim Hasan el-Fâtih, “sika ve güvenilir”, Şuayb bin İbrâhîm “O öğrenmek için çok uğraşıp, gayret gösteren Fadl bin Abbâs, asrının imâmı idi. Ben O’ndan hadîs-i şerîf rivâyet ettim”, başta Muhammed bin Mihrân olmak üzere, Hârûn bin Hâlid er- Hatîb-i Bağdadî “O, sika ve hafızdı” demektedir. Râzî, Sehl bin Osman el-Askerî, Herebe bin Hâlid, Kuteybe bin Sa’îd, Ahmed bin Abdeh, Ebû Kâmil Fudayl bin Hasan, Îsâ bin Mûsâ Kâlûn, Abdülazîz bin Abdullah el-Evsî, Ümeyye bin 1) Târîh-i Dımaşk, Varak sh. 36, 49 2) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh. 600 Bistâm, Abdülmü’min bin Ali ez-Zaiferânî er-Râzî, Şeybân bin Fürûh, İshâk bin Râhaveyh, Ebû Tâhir bin Serh, Heysem bin 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 69 Yemân, Ebû Bişr, isme bin Fadl Nişâbûrî, Muhammed bin Amr 4) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 367 er-Râzî ve daha birçok âlimden ilim öğrenip hadîs-i şerîf 5) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 160 rivâyet etti. Bağdâd’a yerleşip vefâtına Kadar orada ikâmet eden Ebû FADL BİN DÜKEYN EL-HÂFIZ Bekir Fadl bin Abbâs er-Râzî, hadîs-i şerîfleri inceden inceye, tetkik eder, usûlüne uymayan ve râvileri hakkında tam bir Hadîs âlimlerinden. Künyesi, Ebû Nuaym’dır. 130 (m. 748) kanâata varamadığı hadîs-i şerifleri asla rivâyet etmezdi. Bu senesinde Kûfe’de doğup, 219 (m. 834) târihinde vefât etti. durumu kendisinin “İbn-i Humeyd’den ellibin hadîs öğrendim, İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in ( radıyallahü anh ) onlardan bir tanesini bile nakletmedim” sözleri açık bir şekilde hocalarındandır. Ebû Nuaym, Süleymân el-A’meş, Mis’ar bin ifâde etmektedir. Bu söz, Fadlek’in hadîs tedkikindeki Kedâm, Zekeriyya bin Ebî Zaide, İbn-i Ebî Leylâ, Süfyân-ı ciddiyetini ve İslâm ulemâsının hadîs-i şerifleri rivâyet ederken Sevrî gibi büyük âlimleri dinleyip, rivâyette bulunmuştur. gösterdikleri itinayı çok güzel anlatmaktadır. Ondan da, Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin İsmail elBuhârî, Ebû Zûr’a, Ya’kûb bin Şeybe, Ahmed bin Ebî İlmin yayılması için, elinden gelen gayreti gösteren Fadl bin Abbâs, diğer İslâm âlimleri gibi pekçok talebe yetiştirdi. Hamaveyh bin Yûnus, Sâlih bin Ahmed, Muhammed bin Hâlid ed-Devrî, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Sehl erRukanî, Abdurrahmân bin Hasan, Ebû Nuaym Abdülmelik bin Hayseme gibi büyük âlimler rivâyette bulunmuşlardır. Bağdâd’a gelip, burada da hadîs-i şerîf dersi vermiştir. Süfyân-ı Sevrî’nin kendilerinden istifâde ettiği 113 âlimden, o da istifâde etmiştir. Yahyâ bin Maîn, Ahmed bin Hanbel’e “Ebû Nuaym’ı imtihan etmek istiyorum” dedi. Ahmed bin Hanbel, Kendisine en-Nişâbûrî, el-Horasânî, eş-Şa’rânî, el-Beyhekî ona, “Ebû Nuaym’ın sika (güvenilir) olduğunu kabûl etmiyor nisbet edildi. Künyesi ise, Ebû Muhammed’dir. 282 (m. 895) musun?” dedi. Yahyâ bin Maîn, “Mutlaka onu imtihan yılında vefât etti. edeceğim” dedi. Bir kâğıt parçası aldı. Ona, kendi rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden otuz tanesini yazdı. Ayrıca her on hadîs-i şerîfin başına da onun olmayan bir hadîs-i şerîf koydu. Fadl bin Muhammed eş-Şa’rânî; başta Süleymân bin Harb olmak üzere, Sa’îd bin Ebî Meryem, Abdullah bin Sâlih, İsmâîl bin Ebî Üveys, Ebû Tûbe el-Halebî, Ebû Ca’fer en-Nüfeylî ve Sonra Ebû Nuaym’e gittiler. Kapıyı çalınca, Ebû Nuaym çıktı. daha birçok âlimden ilim tahsil edip hadîs-i şerîf rivâyet etti. Sonra orada bulunan bir dükkânın bir kenarına oturdular. Ahmed bin Hanbel hazretlerinin derslerinde bulundu. Halef bin Yahyâ bin Maîn yazmış olduğu hadîs-i şerîflerden on tanesini Hişâm el-Bezzâr ve Îsâ bin Minâ Kâlûn’dan kırâat ilmini aldı. okudu. Fadl bin Dükeyn i’tirâz etmeden dinledi. Fakat, Kûfe dil mektebi mensûblarından Ebû Sa’îd, İbn-ül-Arabî’den kendisine âit olmıyan onbirinci hadîs-i şerîf-i okuyunca, Fadl nahv ve lügat ilimlerini öğrendi. İlim tahsili için Endülüs’den bin Dükeyn, “Bu benim rivâyet ettiğim hadîs-i şerîf değil” dedi. (İspanya) başka bütün İslâm memleketlerine gitti. Sonra ikinci onu okuyunca, yine sessizce dinledi. Onbirinci olup, kendisinin rivâyet etmediği hadîs-i şerîf okununca, Yahyâ bin Maîn’e, kendisinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîf olmadığını söyledi. Üçüncü on okunduğunda, kendisine âit olmayan hadîs-i şerîfi yine tanımıştır. Şa’rânî’den; İbn-i Huzeyme, İbn-i Şarkî, Ebû Abdullah bin elAhrâm, Muhammed bin Müemmil, torunu İsmail bin Muhammed bin Fadl ve daha birçok âlim ilim tahsil edip hadîsi şerîf rivâyet etti. Hâkim O’nun için “Edîb, fakîh, âbid idi. Hadîsle ilgilenen 1) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 350 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 67 herkesi bilirdi” derken, İbn-i Ehram “Sadak” olduğunu söylemiştir. 3) Târih-i Bağdâd cild-12, sh. 346 Fadl bin Muhammed Şa’rânî, hadîs rivâyetinde tenkid edilmiş, 4) El-A’lâm cild-5, sh. 148 fakat İmâm-ı Zehebî Tezkiret-ül-huffâz adlı eserinde onu 5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 269 müdâfaa etmiştir. İmâm-ı Zehebî, hafız ve İmâm-ül-Cevval olarak bahsettiği Ebû Muhammed Şa’rânî için hüsn-i zan edilmesinin lâzım olduğunu, önceki asırların mübârek FADL BİN MUHAMMED ŞA’RÂNÎ âlimlerinin, kısır bilgilerin ışığında yapılan değerlendirmelerle kötülenmemesinin lüzumunu bildirmektedir. İmâm Zehebî, Hadîs âlimi. Râvileriyle beraber yüzbin hadîs-i şerîfi ezbere daha önce yaşamış âlimlere dil uzatanlara “Birinci, ikinci ve bilirdi. Ya’nî hadîs ilminde hafızdı. Saçlarının gür olmasından üçüncü asır âlimleri için derli toplu kitapları yoktu, diye; onlar dolayı Şa’rânî nisbetiyle bilinen Fadl bin Muhammed, fıkıhtan, usûlden, re’yden anlamaz, Yunan ve Roma Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mektûbuyla felsefecileri ve onların yolunda giden dehrîlere, Allahü teâlânın müslüman olan Yemen Vâlisi Bâzâm’ın soyundandır. Silsilesi, varlığı üzerinde biz delîller getirdik, onlar bu delîlleri Fadl bin Muhammed bin el-Müseyyib bin Mûsâ bin Nâsır’dır. bilmezlerdi deme. Onlar kendilerinden sonra çıkan fakîhlerin ictihâd ve fetvâlarından habersizdi. O halde bilgileri eksikti Zihni, Kur’ân-ı kerîm nûru ile aydınlandı. Zekâsı parladı. Hâfızası inkişâf etti. Kısa zamanda temel din bilgilerini ve âlet iddiasında bulunmayasın. Onların en zayıf denileni dahi, bu (yardımcı) ilimlerini öğrenip, hadîs, tefsîr gibi yüksek ilimlerin husûsları bizden çok daha iyi bilirdi. Onlara karşı yumuşak ol, tahsiline başladı. Başta babası Şah Abdülazîz Dehlevî ve Şah dilini tut. Ya da faydalı bir ilimle konuş. Faydalı ilim de sana, Abdülkâdir Muhaddis Dehlevî olmak üzere birçok âlimden ilim onlardan gelmiştir. Şimdiki fakîhlerin ilimlerinin kaynağı, o devrin fukahâsına dayanır, hadîscilerin dayanakları, geçen öğrendi. 1225 (m. 1810) senesinde onüç yaşında iken tahsilini tamamlayıp icâzet aldı. Çeştî büyüklerinin yolunda yetişerek kemâle geldi. Her ilimde ileri oldu. Resûl-i ekremin güzel asırların muhaddisleridir. Ben ve sen kimiz ki onlar hakkında ahlâkına uygun yaşar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına söz söyleyelim. Fazîlet sahibinin üstünlüklerini, ancak fazîlet uymak ve insanlara öğretmek için çalışırdı. Herkes tarafından sahibi anlayıp ifâde edebilir. Allahü teâlâ, noksan sahiplerine noksanlıklarını gösterip, onlara câhiller gibi söz söyletmesin” buyurmaktadır. sevilir, nasihatleri insana çok te’sîr ederdi. Zamanının âlimleri tarafından; fıkıh, tefsîr, hadîs, mantık, hikmet ve diğer ilimlerde devrinin bir tanesi olduğu, onun ulaştığı mertebelere bir başkasının ulaşmasının çok zor olduğu bildirildi. 1) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh. 626 2) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 179 3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 71 4) Eshâb-ı Kirâm sh. 52 5) Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 425 Zamanının âlimlerinden Abdülhay Lüknevî; “Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, üstâdlar üstadı, hikmet ve aklî ilimlerde benzeri olmayan bir âlim idi” buyurdu. Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve Allahü teâlânın rızâsı için ibâdetle geçiren Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, pekçok talebe yetiştirdi. Talebeleri arasından oğlu Abdülhak Hayrâbâdî, Hidâyetullah Hân Cünpûri, Abdülkâdir Bedâyûnî, Feyzu’lHasen Sehârenpûrî, Hidâyet Ali Berilevî, Muhammed Abdullah FADL-I HAK HAYRÂBÂDÎ Hadîs, târih ve fıkıh âlimi, tasavvuf ehli, velî, mücâhid. 1212 Belgerâmî, Abdü’l-A’lâ Râm-pûrî, Nüvvâb Yûsuf Ali Hân Râmpûri ve daha birçok âlimler yetişti. (m. 1797) senesinde Delhi’de doğdu. İsmi, Muhammed Fadl-ı İlmi, ahlâkı, insanlara nasihatleri te’sîrli sözleri ve yetiştirmiş Hak Hayrâbâdî’dir. Babası, Şah Veliyyullah-ı Dehlevî olduğu yüksek ilim sahibi talebeleri ile meşhûr olan hazretlerinin oğlu Şah Abdülaâz Dehlevî’dir. Soyları Hazreti Muhammed Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, pek kıymetli eserleriyle de Ömer’e dayanır. Ömrünü, zâlim İngiliz müstemleke meşhûr oldu. Çeşitli ilimlere dâir şu eserleri yazdı: 1- El-Cins- kuvvetlerine karşı mücâdele ile geçirdi. 1278 (m. 1861) ül-gâlî, 2-Hâşiyetün alâ üfk-il-mübîn, 3- Haşiye tün alâ Telhîs- senesinde Endoman adasına sürüldü. Yapılan işkence ve üş-Şifâ li-İbn-i Sina, 4-Hâşiyetün alâ şerh-il-Kâdı Mübârek, 5- eziyetler neticesi, aynı yıl içinde şehîd olarak rahmet-i Risâletün fî tahkîk-il-ecsâm, 6-Risâletün fî tahkîk-il-külli et-tebî, Rahmâna kavuştu. 7-Er-Ravd-ül-mücevved, 8- El-Hediyyet-üs-se’îdiyye fil-hikmet- Öteden beri her ilimde söz sahibi olan bir ailenin çocuğu olarak dünyâya gelen Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, helâl rızıkla beslenip, her hâl ve hareketi, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkına uygun olan mübârek kimselerin terbiyesi ile yetişti. Daha küçük yaşta iken ilim tahsiline başladı. Allahü teâlânın yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmi baştan sona ezberledi. it-tabîiyye bunlardan ba’zılarıdır. Ayrıca İngilizlerin yaptığı zulümleri Urduca ve Arabca olarak kaleme aldı. Bunlardan Arabcasına, “Târih-i fitnet-il-Hind” (Es-Sevret-ül-Hindiyye) adını verdi. Urducasına ise, “Cenk-i Azâdî (1857)” adını verdi. Bu eserlerinde İngilizlerin yaptıkları zulümlerden görüp şâhid olduklarını yazdı. İngilizlerin ilk olarak Hindistan’a nasıl girdiklerini ve nasıl yerleştiklerini anlattı. Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, ömrünü ilim öğretmek, insanların askeri Delhi şehrine girdi. Evleri ve dükkânları basıp, malları, birbirleriyle iyi geçinip, Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahî kılıçtan hakkıyla yaparak, dünyâ ve âhırette mes’ûd olmaları için geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. Hümâyûn Şâh’ın nasihatlerde bulunmakla geçirdi. Sâdece insanların huzûr türbesine sığınmış olan çok yaşlı Şâh’ı, çoluk-çocukları ile içinde kardeşçe yaşamaları için çalışıyordu. Onun bu elleri bağlı olarak, kale tarafına götürdüler. Patrik Hudson, gayretlerinin karşısına, zâlim İngiliz müstemlekecileri çıktı. yolda Şâh’ın üç oğlunu soydurup, göğüslerine kurşun sıkarak İlkönce ma’sûm bir tüccâr postuna bürünen İngilizler, şehîd etti. Kanlarından içti. Cesedlerini kale kapısına astırdı. Hindistan’ın hammaddelerini yavaş yavaş sömürdüler. Birgün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Hanri Bernard’a Sömürdükçe semizleşen, semizleştikçe zâlimleşen İngilizler, götürdü. Sonra, başları suda kaynattırıp, Şâh’a ve zevcesine Osmanlı Devleti’ni de çeşitli entrikalarla Kırım harbine sokarak çorba olarak gönderdi. Çok aç olduklarından, hemen Ruslarla meşgûl ettiler. Hindistan’daki Bâbür Devleti’nin ağızlarına koydular. Fakat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti zayıflığından istifâde ederek, 1274 (m. 1858) senesinde olduğunu bilmedikleri hâlde çıkarıp toprağa bıraktılar. Hudson Hindistan’ı işgal ettiler. Milyonlarca insanı zulüm ve işkence ile hâini, “Niçin yemediniz? çok güzel çorbadır. Oğullarınızın öldürdüler. Milyonlarca çoluk-çocuk, kadın-kız aç bırakılarak etinden yaptırdım” dedi. Sonra Sultan’ı, zevcesini ve diğer öldürüldü. İşleri ve âdetleri, bükemediği eli öperek yakınlarını Rangon şehrine sürgün edip habsettiler. Sultan yaltaklanmak ve bu arada hile yapıp bükme yolları aramak, 1279 (m. 1862) senesinde zindanda vefât etti. Delhi’de üçbin alta düşeni gaddarca ezmek olan İngilizler, mazlûm Hindistan müslümanı kurşunlayarak, yirmiyedibin kişiyi de keserek şehîd halkına da, her türlü zulmü ve işkenceyi yaptılar. Bilhassa ettiler. Ancak gece kaçanlar kurtulabildi. İngilizler diğer müslümanlara karşı tatbik etmedikleri işkence türü kalmadı. şehirlerde ve köylerde de sayısız müslümanları öldürdüler. Müslümanlardan baş tutacak durumda olanları ve âlimleri, Târihî san’at eserlerini yıktılar. Eşi bulunmayan, kıymet öncelikle ortadan kaldırmanın yollarını aradılar. Oradan oraya biçilemeyen zînet eşyâlarını gemilere doldurup Londra’ya sürdüler, zindanlarda işkenceyle öldürdüler. İngiliz zâlimlerinin götürdüler.” zulmüne uğrayıp sürülen binlerce âlimden biri de, Fadl-ı Hak Hayrâbâdî idi. 1278 (m. 1862) senesinde atıldığı Endoman (İngilizlerin muhtelif târihlerde, dünyânın muhtelif yerlerinde ve adasındaki zindanda, tatbik edilen işkencelere daha fazla bilhassa Hindistan’da müslümanlara ve İslâm dînine karşı dayanamayarak şehîd oldu. Ama zâlim İngilizlerin zulmü yaptıkları hıyânetleri ve cinâyetleri daha fazla anlamak için, devam etti. 1334 (m. 1916) senesinde Beyrut’ta basılmış olan Es-Seyyid Muhammed Habîb Ubeydî Bey’in “Cinâyât-ül-lngiliz” kitabını Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, “Es-Sevret-ül-Hindiyye”, ya’nî okumak lâzımdır.) “Hindistan ihtilâli” adındaki eseri ve Mevlânâ Gulâm Mihr Ali’nin buna yaptığı “El-Yevâkit-ül-mihriyye’ haşiyesinin, 1384 İngilizler, kan ağlattıkları müstemlekelerine kendi yetiştirdikleri (m. 1964) Hind baskısında diyorlar ki: İngilizler, ilk olarak, adamlarını göndermişlerdir. Bu adamlar, sözde bağımsızlık 1008 (m. 1600) senesinde, Hindistan’da Kalküta şehrinde, hareketini başlatmış, şeklen İngilizlerden bağımsızlık hakkını ticarethâneler açmak için Ekber Şah’tan izin aldılar. Şâh-ı koparmıştır. Maddî ve zâhirî bağımsızlık verdikleri ülkeleri Âlem zamanında Kalküta’da arazi satın aldılar. Bunları ma’nen işgal ederken, hep bu şahısları kullanmışlardır. Ya’nî muhafaza için asker getirdiler. 1126 (m. 1714) senesinde kendi yetiştirdikleri ya da satın aldıkları bu insanları, bu Sultan Ferruh Sîr Şâh’ı tedâvi ettikleri için, bütün Hindistan’da, ülkelere lider olarak empoze etmişlerdir. Bu ülkelerin mazlûm bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i Sânî zamanında halkı, İngiliz yalanının doğruluğunu bile tahkîk edemeden, Delhi’ye girerek, idâreye hâkim oldular. Zulme başladılar. korkunç propaganda medotlarına kendi genç kuşaklarını Hindistan’daki Ehl-i sünnet düşmanı mezhepsizler de 1274 teslim etmişlerdir. Bu ülkelerin millî marşı, bayrağı olmuştur. (m. 1858) senesinde, sünnî, Hanefî ve sûfi olan sultan İkinci Fakat, asla bağımsız olamamışlardır Parlamentoları, Bahâdır Şâh’a, bid’at ehli, hattâ kâfir dediler. Bunların, hindu başbakanları ve bakanları olmuştur. Fakat asla söz sahibi kâfirlerinin ve hâin vezir Ahsenullah Hân’ın yardımı ile, İngiliz olamamışlardır. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ Kendisi şöyle anlatır: Büyük âlim Ebû Abdurrahmân es-Sülemî hazretlerinin huzûruna ilk defa gittiğimde bana, “Şimdi size 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 130 2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 377 3) Mu’cem-ül-matbûât sh. 853 4) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 26 kendi elimle, hatırlamaya ve ibret almaya vesile olacak bir yazı vereceğim” buyurdu. Ben de “Peki efendim” dedim. Daha sonra şöyle yazdı: “Dedem büyük âlim Ebû Amr İsmâil bin Nüceyd es-Sülemî’den işittim. O da Ebü’l-Kâsım Cüneyd bin Muhammed’in şöyle buyurduğunu söyledi: “Tasavvuf; güzel ahlâktır. Güzel huydan ibârettir. Ahlâkını güzelleştirenin derecesi yükselir.” Daha sonra da şunu yazdı: “En güzel söz, 5) Es-Sevret-ül-Hindiyye 1384 İmâm Ebû Sehl Muhammed bin Süleymân es-Su’lûkî’nindir. Güzel huy, i’tirâz etmemektir.” 6) Tahkîk-ül-fetvâ mukaddimesi Lahor-1399 Ebû Sa’îd el-Mihenî buyurdu ki: “Tasavvuf; insanın nefsini 7) Fadl-ı Hak Hayrâbâdî (Mahmûd Ahmed Berekâtî) sevmemesi ve peşinden gitmemesi, kalbini Allahü teâlâya bağlaması ve her haliyle sahibine yönelmesidir.” Ebû Hasen Ali bin Ebû Bekr en-Nişâbûrî şöyle anlatır: “Üstâd Ebû Osman İsmâil bin FADLULLAH BİN AHMED EL-MİHENÎ Evliyânın büyüklerinden. Künyesi Ebû Sa’îd olup ismi Fadlullah bin Ahmed bin Muhammed el-Mihenî’dir. Ehl-i sünnet i’tikâdında, herhâli sünneti seniyyeye uygun, akıllara hayret veren hâller ve kerâmetler sahibi bir zât idi. Çok kimseler, onu görmek ve mübârek sözlerini işitmekle doğru i’tikâd sahibi oldular. Ebû Sa’îd hazretleri, büyük âlim Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin meclisinde bulundu. 440 (m. 1048) senesinde Mihene’de vefât etti. Fadlullah bin Ahmed, Zâhir bin Serahsî ve daha birçok âlimden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise; İmâm-ül-Haremeyn Ebül Meâli el-Cüveynî, Ebü’l-Kâsım Abdurrahmân en-Nişâbûrî hazretleri, güzel bir kıyâfetle Ebû Sa’îd Fadlullah bin Ebü’l-Hayr elMihenî hazretlerinin ziyâretine gitti ve orada bir yere oturarak, “Efendim! Hatırlar mısınız? Serahs’da Şeyh Ebû Ali Zâhir hazretlerinin yanında beraberdik. Kendisinden Hadîs-i şerîf dinlemiştik. Acaba ilk olarak bize rivâyet ettiği hangi hadîs-i şerîf idi?” dedi. O zaman Ebû Saîd Fadlullah el-Mihenî hazretleri buyurdu ki: “O zâtın rivâyet ettiği ve bizim de işitip yazdığımız ilk hadîs-i şerîfte “Dünyâyı sevmek (gönül bağlamak, düşkün olmak), günahların başıdır” buyuruluyordu.” Selmân bin Nasır el-Ensârî, Hasen bin Ebî Tâhir el-Ciyliy, Abdülgaffâr eş-Şirûviy ve daha birçok âlim ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti. 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 306 Abdülgâfir, Siyak kitabında onun için şöyle demektedir: “ElMihenî hazretleri, zamanının büyüğü idi. O, tasavvuf büyüklerinin ileri gelenlerinden olup, ma’rifet sahiblerinden idi. Şânı yüce, hâli güzel, zamanın bir tanesi olup, onun gibisi FAHREDDÎN ACEMÎ görülmedi. Gençlikte mücâhede yolunu seçti. Çok ibâdet ederdi. Yanlızlığı severdi. Çok kerâmeti görüldü. Firâset sahibi Hanefî mezhebi fıkıh, kelâm ve tefsîr âlimi. Osmanlı devletinin idi.” ikinci Şeyhülislâmı, İran’dan Anadolu’ya geldiği için Acemî denilmiştir. Doğum yeri ve târihi, kaynaklarda bildirilmemektedir. 865 (m. 1460) senesinde Edirne’de vefât o zaman çok hürmet ediliyordu. Böylece kendilerini gizlediler. etmiştir. Dâr-ül-hadîs Câmii önüne defnedilmiştir. Bunların çalışmalarıyla daha sonraları Bektaşî tarikatı bozuldu. Bektaşî adını bu dinsiz hurûfîler kendilerine mal Fahreddîn Acemî, önce memleketinde zamanının âlimlerinden ettiler. Bugün halk arasında Bektaşî adı altında anlatılan ilim tahsil etti. Büyük İslâm âlimi Seyyîd Şerîf Cürcânî’den de hikâyeler, hurûfîlere âittir. Hakîkî Bektâşîler, temiz ve ilim öğrendi. Daha sonra Anadolu’ya geldi. Molla Fenârî’nin müslümandırlar. Bektâşîyiz diyen hurûfîler ise, namaz oğlu Muhammed Şah’ın hizmetinde bulundu. Burada kılmazlar, içki içerler, bıyıklarını kesmezler. Hakîkî Bektâşîlerin Muhammed Şah’a muîd (asistan) oldu. Bir müddet ba’zı bu sapıklarla ilgisi yoktur.) medreselerde müderrislik (Profesörlük) yaptı. Sultan Murâd Hân zamanında, 834 (m. 1430) senesinde Şeyhülislâm Molla Fâtih’in sarayında bir müddet rahat bir şekilde yaşadılar. Şemseddîn Fenârî’nin vefâtı üzerine, Edirne’de Şeyhülislâm Ancak iç yüzlerini gizliyorlar idi. Bu adamların bozuk yolda oldu. Günlük otuz akçe maaş bağlandı. Sultan Murâd Hân, olduklarını, Vezîr Mahmûd Paşa anlamıştı. Fakat Fâtih Sultan onun maaşını otuz akçeden daha fazlaya artırmak isteyince Mehmed’e bunlar hakkında birşey söylemeye cesâret kabûl etmedi. “Beyt-ül-mâl’den (devlet hazînesinden) aldığım edemiyordu. Bu hurûfîleri, Fahreddîn Acemî’ye anlattı. otuz akçe bana yetiyor, ihtiyâçlarımı karşılıyor. Daha fazlasına Fahreddîn Acemî ile Mahmûd Paşa anlaştılar. Mahmûd Paşa, ihtiyâcım yok. Beyt-ül-mâl’den daha fazla almak helâl değildir” evinde bir da’vet tertîb etti. Da’vete, hurûfî yolunda olan diyerek, ma’zeret bildirdi. sapıklar da çağırıldı. Fahreddîn Acemî de perde arkasına saklanmış, onları dinliyordu. Sohbet ilerleyince, Mahmûd Dînî ilimleri çok iyi bilirdi. Vera’ ve takvâ sahibi idi. Allahü Paşa, hurûfîleri çok sevdiğini söyledi. Veziri kendilerinden teâlânın rızâsı olan bir işte, kınayanın kınamasından asla zanneden bu kimseler de, kendi fırkalarının iç yüzünü çekinmezdi. Her yerde, hakkı ve hakîkati çekinmeden söylerdi. anlatmaya başladılar. Sapıklıklarını ve küfürlerini açıkladılar. Hadîs ilmini Mevlânâ Haydar Hirevî’den öğrendi. Bu zâttan Hattâ, “Allahü teâlâ (hâşâ) Fadlullah’a hulul etmiştir” dediler. Sahîh-i Buhârî adındaki meşhûr hadîs kitabını okudu ve icâzet Bunu duyan Fahreddîn. Acemî, daha fazla dayanamadı. aldı. Haydar Hirevî de, Sa’düddîn Teftâzânî’den icâzet almıştı. Hemen ortaya çıkarak, bu sapıkların üzerine atıldı. Hurûfîler Fahreddîn Acemî’den de, Osmanlı âlimlerinden Hocazâde kaçarak, sultânın sarayına sığındılar. Fahreddîn Acemî de Sahîh-i Buhârî’yi okudu ve icâzet aldı. peşlerinden koştu. Sarayda bunları yakaladı. Hâdiseden Sultan İkinci Murâd Hân ve Fâtih Sultan Mehmet Hân zamanında, otuz sene fetvâ işlerini güzel bir şekilde idâre etti. Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanında, hurûfî mezhebine mensûb ba’zı sapık kimseler Fâtih’in hizmetine girdiler. Fâtih, ilme ve ilim adamlarına değer verir, onları sarayında korurdu. Âlimlere hürmet eder ve onlara geniş imkânlar sağlardı, işte bundan istifâde etmek isteyen hurûfî bozuk i’tikâdındaki ba’zı kimseler, yaldızlı sözler ve hilelerle sultânın gözüne girdiler. Fâtih bunları sevmiş, hattâ sarayda onlara bir de oda tahsis etmişti. (Hurufilik, İran’da Fadlullah Tebrîzî’nin kurduğu bozuk bir yoldur. Aslen Esterâbâd şehrindendir. Karâmitâ adlı sapık bir fırkanın üyesiydi. Fadlullah Hurûfî, 796 (m. 1393) senesinde Timur Hân’ın oğlu Mîrân Şah tarafından öldürüldü ve adamları dağıtıldı. Bunlardan ba’zı kimseler Anadolu’ya kaçtılar. Bektaşî tekkelerine sığındılar. Kendilerini gizleyerek, câhilleri aldatmağa başladılar. Çünkü Bektâşîlere ve tekkelere haberi olmayan Fâtih Sultan Mehmed, Şeyhülislâma karşı edebinden hiç sesini çıkarmadı. Fahrüddîn Acemî, bu işi burada hâlletmek istiyordu. Hemen câmiye gitti, halkı câmiye çağırdı. Çok kalabalık toplandı. Fahreddîn Acemî hazretleri minbere çıkıp, bu kimselerin sapık ve dinsiz olduklarını isbât etti. Bunların kötü yolda olduklarını ve hemen idâm edilmeleri lâzım geldiğini söyledi. Mahkeme kurulup, idâm edilmelerine karar verildi. Halkın ibret alıp, böyle sapıklara fırsat vermemeleri için, büyük bir kalabalık önünde cezaları infaz edildi. Çünkü bu sapıkların reîsi ve fırkalarının kurucusu Fadlullah’ın yeryüzünde Allahın temsilcisi, hattâ insan sûretindeki şekli olduğunu söylüyor ve başkalarını da kandırmaya çalışıyordu. Bütün hurûfîler tesbit edildi. Hepsi yakalanıp idâm edilerek, Osmanlı toprakları bu sapıklardan temizlendi. Hastalandığında, Molla Ali Tûsî ziyâretine geldi. Fahreddîn Acemî’den nasîhat istedi. O da; “Halkın sırtından kânun kamçısı eksik edilmesin” dedi. Ya’nî kanunların uygulanmasında kimseye ta’viz verilmesin demek istedi. Bir daha konuşmadı ve vefât etti. Edirne’de Üç Şerefeli Câmi yanında bir medrese yaptırdı. Kaynaklarda, eserlerinden bahsedilmemektedir. FAHRÜDDÎN IRÂKÎ (İbrâhim bin Şehriyâr Hemedânî) Tasavvuf âlimi, şâir. İsmi, İbrâhim bin Şehriyâr olup, aslen Hemedan taraflarından olduğu için Irâkî nisbet edildi. Fahrüddîn lakabı verildi. Fahrüddîn Irâkî diye meşhûr oldu. 688 (m. 1289) yılında Şam’da vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî’nin türbesi yanına defnedildi. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 81 Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi ve kırâati çok güzeldi. Hemedan şehrinde herkes onun kırâatini dinlemek 2) Devhat-ül-meşâyıh sh. 5, 6, 7 için can atardı, ilim tahsili ile meşgûl olup, kısa zamanda aklî ve naklî ilimlerde ilerledi. Onyedi yaşında iken Hemedan 3) Nefehât-ül-üns sh. 671 FAHREDDÎN RÛMÎ Yıldırım Bâyezîd devri âlim ve sûfîlerinden. Bolu’ya bağlı Mudurnu kasabasında ikâmet ederdi. Kaynaklarda, hayâtı hakkında fazla bilgi verilmemektedir. Doğum târihi, doğum ve vefât yeri bildirilmemektedir. 864 (m. 1460) senesinde vefât etti. Mezarının, Yıldırım Bâyezîd’in Mudurnu’da yaptırdığı câminin kapısı yakınında olduğu söylenir. medreselerinde ders okuttu. Hindistan taraflarına gitti. Multan şehrinde Behâeddîn Zekeriyyâ’nın ( radıyallahü anh ) sohbetine kavuştu. Hocasının kızı ile evlendi. Yirmibeş sene orada kaldı. Kebîrüddîn adında bir oğlu oldu. Hocası Behâeddîn Zekeriyyâ’nın vefâtından sonra halîfesi oldu. Daha sonra Hicaz taraflarına gitti. Dönüşünde Anadolu’ya uğradı. Konya’da; Sadreddîn-i Konevî ile sohbet edip, ilminden istifâde etti. Muhyiddîn-i Arabî’nin “Füsûs” kitabını okudu. “Füsûs”u dinlerken duyduklarını şiir hâlinde söyledi. Bu şiirlerini “Lemeât” adlı eserinde topladı. Bir müddet Tokat’ta Dînî ilimlerde âlim olup, çok ibâdet ederdi. Zühd ve vera’ kaldı. Anadolu Selçuklu Devleti devlet adamlarından Pervane sahibi idi. İnsanlardan uzak, kendi halinde yaşardı. Halkın Mu’înüddîn Süleymân’ın kendisi için Tokat’ta yaptırdığı arasına fazla karışmazdı. Takvâsı çok fazla idi. Dînî ilimlerle dergâhta taliblerini irşâd (doğru yolu göstermek) ile meşgûl meşgûl olmayı çok severdi. Mudurnu’da hem halkı irşâd eder, oldu. Mu’înüddîn Pervâne’nin vefâtından sonra Mısır’a gitti. onlara din ve dünyâ saadetinin yollarını gösterir, hem de ilimle Mısır’da Memlûklu sultânı ile sohbet etti. Daha sonra Şam’a meşgûl olurdu. gitti. Şam’da Mısır sultânının emriyle halk ve ümerâ tarafından karşılandı. Birkaç ay sonra oğlu Kebîrüddîn de Şam’a geldi. Yazdığı kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Ed-Duâvât- Beraberce bir müddet yaşadılar. Önce babası, bir müddet ül-me’sûre fî amel-il-yevm vel-leyl: Gece ve gündüz okunacak sonra da oğlu vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî’nin ( radıyallahü kıymetli duâları bildirmektedir. 2- Müştemil-ül-ahkâm: Bu anh ) türbesinde, babasının yanına defnedildi. kitapta fetvâlar vardır. Bir nüshası Yeni Câmi Kütübhânesi’nde mevcûttur. 3- Ferâid-ül-leâlî: içinde tasavvuf ve kelâm Ömrünü, Allahü teâlânın dînini öğrenmek ve öğretmekle mevzûları vardır. Oğlu, İbn-i Fahreddîn adıyle tanınmış olup, geçiren Fahrüddîn Irâkî, Hindistan’dan Anadolu’ya, “Esrâr-ı Muhammediyye” adında bir eseri vardır. Anadolu’dan Mısır’a, Mısır’dan Şam’a öğrendiği bilgileri taşıdı. Her yaşta ilmi öğrenici ve hergün ilim öğretici oldu. Allahü teâlânın kullarına olan merhametinden dolayı, onlara sık sık nasihatlerde bulunur, İslâmiyeti Ehl-i sünnet âlimlerinden ve 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 55 eserlerinden öğrenip, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnet-i şerîfine tâbi olmanın ehemmiyetini anlatırdı. 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 69 Pekçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. “Lemeât’ı ve dünyâya geldi. İsmini Kutbüddîn Mes’ûd koydu. Bu çocuk da “Dîvân-ı Şi’r”i meşhûrdur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin devlet küçük yaşta ilme çok hevesli idi. Fakat babasından önce vefât adamlarından Pervane Mu’înüddîn Süleymân ve Mısır etti. Eğer yaşasaydı, ilim husûsunda babasının ve dedesinin Memlûklü sultanlarından Seyfeddîn Kalâvûn talebelerinin yerini tutardı denmiştir. meşhûrlarındandır. Hadîs ilmini: büyük hadîs âlimi olan amcaları, Ebû Kâsım ile Sâin Hibetullah ve bir grup hadîs âliminden almıştır. 1) Nefehât-ül-üns sh. 671 Fahrüddîn İbni Asâkir, ilk önce Azrâviyye Medresesi’nde ders verdi. Nûriyye Medresesi’nde, daha sonra Cârûhiyye 2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 38 3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3347 4) Keşf-üz-zünûn sh. 1563 Medresesi’nde hocası Kutbüddîn’in yerine ders verdi. Bu üç medrese Dımeşk’dadır. Kudüs’te Selâhiyye Medresesi’nde de ders verdi. Birkaç ay Kudüs’de, bir kaç ay Dımeşk’da kalırdı. İbn-i Asâkir Arz-ı mukaddesteki, Askalan ve benzeri yerlere kadar olan ziyâret yerlerini dolaşırdı. Âdil bin Eyyûb onu Tekviyye Medresesi’nde ders okutmakla görevlendirdi. Bu medresede onunla beraber ders okutan zamanın büyük fıkıh FAHRÜDDÎN İBNİ ASÂKİR (Abdürrahmân bin Muhammed) âlimleri de bulunuyordu. Bu medrese, Şam’ın Nizamiyesi diye isimlendirilmişti. Derslerini verip bitirdikten sonra, Dımeşk Meşhûr hadîs âlimlerinden. İsmi, Abdürrahmân bin Câmii’nde, küçük bir odaya gider, orada yalnız başına Muhammed bin Hasen bin Hibetullah bin Abdullah bin Hüseyn kendisini ibâdete ve kitap mütâlâasına verir, fetvâlara cevap bin Dımeşkî’dir. Lakabı Fahrüddîn olup, künyesi Ebû hazırlardı. Sâdece abdest almak için dışarı çıkar, orada akan Mensûr’dur. İbn-i Asâkir diye tanınır. Dedelerinden Asâkir sudan abdestini alır, tekrar yerine dönerdi. İbn-i Asâkir’in isminde birisi yoktur. Anne tarafından dedelerinden birisinin yanına insanlar devamlı gidip gelirler, ondan çok istifâde ismi olabileceği tahmin edilmektedir. Ancak bu aileye Asâkir ederlerdi. Yanına gelenler, onun yanında kalmaktan hiç denmesi ile meşhûr olmuştur. Meşhûr tarihçi Ali bin Asâkir usanmazlardı. Çünkü o, vekar sahibi, yumuşak tabiatlı ve onun kardeşidir. Annesinin ismi, Esma binti Muhammed bin nûrânî yüzlü idi. Otururken, kalkarken ve yürürken, devamlı Tâhir’dir. Annesi Kureyşli olup, babası Ebü’l-Berekât bin Rânî Allahü teâlâyı zikrederdi. Dili Allahü teâlâyı anmaktan hiç boş diye bilinirdi. Babası 517 (m. 1123) senesinde Mescid-i kadem kalmazdı. Pazartesi ve Perşembe günleri ikindi namazından diye tanınan mescidin tamirini yaptırdı. Kabri oradadır. 555 (m. sonra, hadîs-i şerîf dinlemek için Kubbet-ün-nesr denilen yere 1160) senesinde doğup, 620 (m. 1223)’de, Recep ayının gelirdi. Burada, amcası, büyük hadîs âlimi Hâfız Ebû Kâsım’ın onunda Çarşamba günü, Dımeşk’da vefât etti. İbn-i Asâkir, hadîs-i şerîf derslerini dinlerdi. Hadîs dersi bittikten sonra, asil, köklü ve faziletler sahibi bir ailedendir. Bu aile, büyük hadîs âlimlerinden Ebû Bekr Beyhekî’nin “Delâil-ün- hadîs âlimleri yetiştirmiştir, İbn-i Asâkir yaşadığı asırda en nübüvve”sini ve başka kitapları okuturdu. Ebû Şâme büyük hadîs âlimlerinden idi. Bir önceki asırda da, iki amcası Makdisî’de onun bu derslerinde Delâil-ün-nübüvve’nin büyük olan Sâin Hibetullah ve Hâfız Ebû Kâsım, amcasının oğlu bir kısmını dinlediğini söyler. Ebû Şâme şöyle devam eder O, Hâfız Ebû Muhammed bin Ebû Kâsım, onun oğlu İmâd bin ince kalbli olup, hislendiren şeyler anlatılınca, göz yaşları Kâsım ve İbn-i Asâkir’in kardeşi Tâc-ül-Ümenâ Ahmed, hadîs akıverirdi. Yanında acıklı ve korkulu şeyleri anlatan hadîs-i âlimleri idi. Fıkıh ilminde çok yükseldi. Fetvâ işlerinde bir tane şerîfler okununca ağlar, va’zu nasihatle alâkalı hadîs-i şerîfleri idi. Her taraftan kendisine fetvâlar gelir (dînî suâller sorulur) zaman zaman tekrar ederdi. İbn-i Asâkir ( radıyallahü anh ), onlara gerekli cevapları verirdi. Hocası Kutbüddîn Mes’ûd Resûlullah efendimizden önce yaşamış olan Kus bin Sâide’nin Nişâbûrî, onu oğlu gibi severdi. Onu kızıyla evlendirdi. Bir oğlu şu beyitlerini tekrar eder, okur ve ağlardı. “Evvel gelip geçenler de bizim için ibret alacak şey çoktur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var amma, çıkacak yerleri yoktur. Büyük, küçük ders okuttuğu, önce Kudüs’deki Nâsıriyye Medresesi’ni, sonra hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Şuna kesin olarak Takviyye Medresesi elinden alındı. Elinde sâdece Cârûhiyye inandım ki, herkese olan (onlara gelen ölüm) bana da Medresesi kalmıştı. Bu medresenin de çevresinde, medreseye olacaktır.” Sultân-ı Âdil Ebû Bekr bin Eyyûb, Kâdı Zekîyyüddîn yardım edecek az komşusu vardı. Medresenin ise masrafı Tâhir bin Muhyiddîn’i, Şam kadılığından azledince, İbn-i fazla idi. Yapılan medrese tamamlanınca, Sultan Muazzam Asâkir’i kadı ta’yin etmek istedi ve bunun için kendisine haber onu Kâdı Cemâl el-Mısrî’ye verdi. gönderdi. İbn-i Asâkir geceleyin sultânın yanına çağırıldı. Sultânın yanına gelince, sultan onu yanına oturttu. İbn-i Asâkir İbn-i Asâkir ( radıyallahü anh ), gerek medresede ve gerekse oturdu, fakat içi rahat değildi. Sultan kendisine yemek getirtti. başka yerlerde bulunduğu zaman erkenden kalkar, sabah Fakat İbn-i Asâkir yemeğe elini uzatmadı. Ondan hiçbir şey ezanını kendisi okurdu. Kendisine birşey takdim edildiği yemedi. Sultan, İbn-i Asâkir’den, kadılık vazîfesini kabûl zaman, onu yalnız yemezdi. Medresede bulunanları da da’vet etmesini istedi. Bu husûsta çok konuştu ve ısrarda bulundu. ederdi. Kendisine düşmanlık edenlerin yanından geçmezdi. İbn-i Asâkir, istihâreye yatacağını söyledi. Hemen vazîfeyi Niçin böyle yaptığı kendisine sorulunca günaha girmelerinden kabûl ve red husûsunda bir fikir bildirmedi, İbn-i Asâkir’in korkuyorum” derdi. devamlı yanında bulunan birisi, sultanın yanından çıktıktan sonra olanları şöyle anlatır: “İbn-i Asâkir, evine döndükten sonra abdestini tazeledi. Namaz kıldıktan sonra ellerini açarak Allahü teâlâya yalvarmaya başladı. Sabaha kadar göz yaşı döktü. Sabah olunca câmiye gitti. Namazını kıldı. Sahabe maksuresine gitti. Âdeti üzere orada namaz kıldı. Sonra her zaman girdiği küçük odacığa girdi. Besmele okuyarak yerine oturdu. Güneş doğarken, sultânın adamları geldi. Kendisinden kadılığı kabûl etmesi husûsunda cevap bekliyorlardı, İbn-i Asâkir kadılığı kabûl etmedi ve etmemekte ısrar etti. Fakat kadılık için Şeyh Cemâlüddîn bin Haristânî’yi tavsiye etti. Tavsiye ettiği zâta kadılık vazîfesi verildi. Fakat İbn-i Asâkir, yapılan teklifi kabûl etmediği için sultan tarafından kendisine eziyet yapılmasından korkup, oradan ayrılıp başka bir yerde yerleşmeye karar verdi. Ev eşyasını ve çoluk-çocuğunu yolculuk için hazırladı. Onun söylediklerini yazan talebeleri, Haleb tarafına doğru yola çıktı. Sultan Âdil bu durumu öğrenince onları geri çevirdi. Böyle bir âlimin ve ilim talebelerinin oradan ayrılmasını uygun görmedi. Sultânın yakınları bu hâdise üzerine kendisine; “Senin memleketinde ve zamanında kadılık almaktan çekinen, sırf din gayreti ve dünyâya rağbet etmemesinden dolayı kadılık vazîfesini almamak için bulunduğu yerden ayrılan bulunduğu için, aslında Allahü teâlâya hamdetmelisin” dediler. Bunun üzerine Sultan Âdil, kendi adıyle bir medrese yapılmasını emretti. O medreseyi, İbn-i Asâkir’e verecekti. Fakat sultan bu medrese tamamlanmadan vefât etti. Yerine oğlu Muazzam geçti, İbn-i Asâkir’in onunla arası iyi değildi. O sultan olunca, İbn-i Cevzî’nin torunu Ebû Muzaffer şöyle der. “Fahrüddîn İbni Asâkir, zühd sahibi olup dünyâya rağbet etmez, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere meyletmez, çok ibâdet ederdi. Kendisini ilme ve ibâdete vermişti. Güzel ahlâk sahibi idi.” İbn-i Asâkir vefât ettiği zaman, cenâzesi çok kalabalık oldu. Namazını Sultân Azîz bin Âdil kıldırdı. Vefâtında bulunan birisi şunları anlatır: Fahrüddîn İbni Asâkir vefât ettiği günün öğle namazını kıldı. Sonra ikindi namazı vaktini sordu. Kendisine daha ikindi vaktine vakit olduğu söylendi. O zaman su istedi. Abdest aldı. Namazdaki gibi oturup: Rab olarak Allahü teâlâdan, din olarak İslâmdan, Peygamber olarak da Muhammed’den ( aleyhisselâm ) râzıyım, Allahü teâlâ bana huccetini telkin etsin. Sürçmemi ikâle etsin (gidersin), gençliğime merhamet eylesin, yalnızlığımı gidersin, dedikten sonra ve aleyküm selâm dedi. Biz o zaman, yanına meleklerin geldiğini anladık. Kendisine selâm vermişlerdi. Sonra rûhunu teslim etti. Onu Fahrüddîn bin Mâlikî yıkadı. Onun yanında kardeşinin oğlu Abdülvehhâb bin Zeyn-ül-Ümenâ ve başkaları vardı, İbn-i Asâkir hasta iken, defnedileceği yerin mülkiyetini sahiplerinden almak için çok çalıştı ve aldı. Daha hayatta iken kabrini kazdırdı. Cenâzesinde o kadar insan bulundu ki, yollar insanlarla doldu. Onun tabutunu taşıyabilecek güce sahip olan herkes geldi. Eğer Sultan Azîz bin Âdil ve askerler yol açıp insanların tabuta yaklaşmalarına mâni olmasaydılar, cenâzenin o gün kabre varıp defnedilmesi çok zordu. Hocası Kutbüddîn Mes’ûd Nişâbûrî’nin kabrinin yanına defnedildi. Kabir taşında ismi ve vefât târihi yazılıdır. İbn-i Asâkir’in fıkıh ve hadîs ilmine dâir eserleri olup, Perşembe günü ikindiden sonra orada vefât etti. Vefât bunlardan birisi de; “Kitâb-ül-erba’în fî menâkıb-i Ümmehât-il- senesinin, 622 olduğu da bildirilmiştir. Fahrüddîn İbni mü’minîn”dir. Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerindendir. Bunu, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış, Ehl-i sünnetten ayrılıp bozuk bir yol tutmuş olan, Ahmed bin 1) El-A’lâm cild-3, sh. 228 2) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 289 3) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 92 Abdülhalîm el-Harrânî ismindeki, meşhûr sapık İbn-i Teymiyye ile karıştırmamalıdır. Bu Eshâb-ı Kirâmın yolundan ayrılan İbni Teymiyye, bizim hâl tercümesini verdiğimiz Fahrüddîn İbni Teymiyye’den sonra, hicrî 661-728 târihleri arasında yaşamış olup, ilmi biraz artınca, i’tikâd ve amele âit husûslarda kendi fikirlerini beğenmeye, kendini ve fikirlerini Ehl-i sünnet 4) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 177 âlimlerinden üstün görmeye başladı. Böylece Ehl-i sünnetten ayrıldı. Daha da ileri giderek, dört büyük halîfe ve diğer 5) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 101 Eshâb-ı Kirâm gibi din büyüklerine karşı, onları küfürle ithama kadar varan sözler sarfetti ve kendisini zamanının İmâmı 6) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 135 7) Zeyl-i Ravdateyn sh. 136 olarak tanıtmak istedi. Onun tuttuğu bu bozuk yol, gerek zamanındaki ve gerekse daha sonra gelen bütün Ehl-i sünnet âlimlerince reddedildi, bozukluğunu isbât eden yüzlerce kitap yazıldı. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden olan Fahrüddîn İbni FAHRÜDDÎN İBNİ TEYMİYYE (Muhammed bin Hıdr bin Muhammed) Teymiyye, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Kur’ân-ı kerîmi babasından öğrendi. İlim öğrenmek için Bağdad’a geldi. Ebû Tâlib Mübârek bin Hudayr, Ebü’l-Feth el-Battıyyî, Ebû Bekr Fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat âlimlerinin büyüklerinden. İbn-ün-Nükûr, Sa’dullah bin Nasr ed-Decâcî, Yahyâ bin Sabit Hatîb, vâ’îz ve şâir. İsmi, Muhammed bin Ebi’l-Kâsım Hıdr bin bin Bündâr, Ali bin Asâkir el-Betâihî, Şühde, Ebü’n-Necîb-i Muhammed bin Hıdr bin Ali bin Abdullah el-Harrânî olup, Sühreverdî, Ebü’l-Feth Ahmed bin Ebi’l-Vefâ, Ebü’l-Abbâs bin künyesi Ebû Abdullah’tır. Lakabı Fahrüddîn’dir. İbn-i Teymiyye Bekrûs, İbn-i Ebi’l-Hacer, Ebü’l-Ferec İbn-ül-Cevzî, diye tanınmasına sebep olan hâdiseyi kendisi şöyle anlatıyor Muhammed bin Haşşab ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. “Babam veya dedem bir sene hacca gitmiş. Hanımı hâmile Bilhassa fıkıh ve tefsîr ilminde çok yükseldi. Kendisinden ilim imiş. Medîne-i münevverenin 230 km. kuzeyinde bulunan ve öğrenip rivâyetlerde bulunan zâtlardan ba’zılarının isimleri Teymâ denilen yere vardığında, orada bulunan çadırlardan şöyledir: İbn-i Nukta, İbn-ün-Neccâr, Mecdüddîn Abdüsselâm çıkan çok sevimli bir kız çocuğu görmüş. Hacdan döndüğünde (Bu zât, kardeşinin oğlu ya’nî yeğenidir), Cemâleddîn Yahyâ bir kız çocuğunun dünyâya geldiğini öğrenip, sevinçle bin es-Sayrâfi, Reşîd Amr bin İsmâil el-Fârikî, Sıbt İbn-ül- çocuğunu kucağına aldığında, bunun Teymâ’da gördüğü kız Cevzî, Abdüddâim ve Abdürrahmân bin Mahfûz er-Ras’anî. çocuğuna çok benzediğini görmüş.. Çocuğuna Teymâlı ma’nâsına; “Yâ Teymiyye! Yâ Teymiyye!” demiş. Bunun için ona Teymiyye denilmiş ve biz de Teymiyye oğlu ma’nâsına İbn-i Teymiyye diye tanınmışız.” Bu kelime, lügat kaidesine göre “Teymâvî” olarak telaffuz edilmesi icâb ettiği hâlde, Teymiyye olarak kullanılmış ve böyle meşhûr olmuştur. 542 (m. 1147) senesi Şa’bân ayının sonlarında Harran’da doğdu. 621 (m. 1224) senesi safer ayının 10. gününe rastlayan Fahrüddîn İbni Teymiyye ( radıyallahü anh ), Bağdad’da ilim tahsilini tamamladıktan sonra, memleketi olan Harran’a döndü. Orada Nûriyye Medresesi’nde talebe okutmaya ve va’z etmeye başladı. Konuşması gayet fasîh ve beliğ idi. Sözleri çok güzel anlaşılır ve te’sîrli olurdu. 588 (m. 1192) senesinde Câmi-i Harran’da hergün sabah vakti tefsîr dersleri vermeye başladı. Bu hizmete uzun zaman devam etti. Bu zaman zarfında, talebelere, Kur’ân-ı kerîmi baştan sona kadar beş Başka bir kimse kendisini rü’yâda görüp, “Allahü teâlâ sana ne defa tefsîr etti. Sâlih bir zât idi. Kerâmetler ve hârikalar sahibi muâmele eyledi?” diye suâl ettiğinde; “Beni mağfiret etti” idi. Harran Câmii’nde imamlık ve hatîblik yapardı. Kendisi de buyurdu. ayrıca bir medrese yaptırdı. Başka bir kimse kendisini rü’yâda görüp, kılıçlarını ve Fâkih İbn-i Hamdân diyor ki: “Fahrüddîn İbni Teymiyye, silâhlarını, kuşanmış hâlde bekleyen bir topluluk gördü. Harran’ın üstadı, müderrisi, müfessiri ve hatîbi idi.” Onlara; “Bu hâliniz nedir?” diye sorunca, onlar; “Biraz sonra Sultan buradan binekli olarak geçecek. Biz onu bekliyoruz” Münzirî diyor ki: “Bilhassa tefsîr ilminde çok yüksek idi. dediler. “Sultan dediğiniz kimdir?” deyince, “Fahrüddîn” Meşhûr hutbeleri vardır. Beldesinde bulunan âlimlerin en önde dediler. gelenlerinden idi. Bağdad ve Harran’da hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bizim de kendisinden icâzetimiz vardır.” Fahrüddîn hazretlerinin kardeşinin sâliha bir kızı vardı. Diyor ki: “Fahrüddîn hazretlerinin vefâtından sonra şöyle bir rü’yâ Zehebî diyor ki: “Fahrüddîn İbni Teymiyye ( radıyallahü anh ), gördüm: Gökyüzünden büyük bir feryâd sesi işittim. Yanımda tefsîr, fıkıh, lügat ilimlerinde İmâm derecesinde büyük âlim idi. bulunan kimseye; “Bu feryâd sesi nedir?” diye sordum. Dedi Kalabalık bir cemâat kendisinden ilim aldı.” ki: “Bu, Fahrüddîn hazretlerinin vefât etmesi ve câmisindeki Ebü’l-Berekât İbn-ül-Müstevfî, “Târih-i İrbil” isimli eserinde diyor ki: “Fahrüddîn İbni Teymiyye ( radıyallahü anh ), 604 (m. yerinin boş kalması ve tefsîr derslerinin kesilmesi sebebi ile meleklerin feryâdlandır.” 1207) senesinde, İrbil’i ziyâret etti. Hergün tefsîr dersi verirdi. Başka bir kimse, Fahrüddîn hazretlerinin vefât ettiğinin Güzel menkıbeleri, tatlı sözleri vardır. Sûreti (şekli, şemâli) ve gecesinde onu rü’yâda gördü. Çok güzel bir sûrette idi. O sîreti (hâli, yaşayışı) pek güzel idi. Herkesden hüsn-i kabûl kimse, hayretle; “Siz vefât etmemiş miydiniz?” diye suâl görürdü. Babası da evliyâ zâtlardan idi. Fahrüddîn hazretleri, edince, Fahrüddîn ( radıyallahü anh ); “Evet, ben vefât ettim. Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatanlarla münâzara ederek, çok Fakat, Allahü teâlânın dilemesi ile dirilenlerden, hakîkî, sonsuz güzel ve kat’î delîllerle onlara cevap vermekte, onları saadet hayâtına başlıyanlardan oldum” buyurdu. susturmakta pek mehâretli idi. Karşısında kimse tutunamazdı. Her ilimde âlim ve mütehassıs idi. Bağdad’da hadîs Fahrüddîn İbni Teymiyye hazretlerinin vefâtından sonra, bir âlimlerinden çok hadîs-i şerîf dinledi. Öğrendiği bu kıymetli kimse rü’yâsında, daha önce vefât etmiş olanlardan bir ilimleri, büyük bir şefkat ve mehâretle, ilim âşıklarına, kimseyi gördü. Ona, kendi hâlinden ve yakınlarının hâlinden talebelere öğretti. Yüzlerce talebe yetiştirdi. suâl etti. O kimse, bu gece Allahü teâlânın, yanlarına Fahrüddîn hazretlerinin rûhunu gönderdiğini, her Cum’â Fahrüddîn İbni Teymiyye hazretlerinin oğlu Abdülganî, gecesi, Fahrüddîn hazretlerinin kendilerine geldiğini, onunla babasının vefâtından sonra, çeşitli kimseler tarafından buluştuklarını söyledi. babasıyla alâkalı sâlih rü’yâlar görüldüğünü, bu rü’yâların çok fazla olduğunu, toplanacak olsa bir cildi dolduracağını Fahrüddîn hazretlerinin hayâtında, bir kimse sâlihlerden bir bildirmiştir. Fahrüddîn hazretlerinden ilim öğrenen bir talebesi zâtı rü’yâsında gördü. O sâlih zât, bu kimseye dedi ki: şöyle anlatıyor “Rü’yâmda hocam Fahrüddîn’i gördüm. Yüksek “Fahrüddîn hazretlerine git! Yarın (kıyâmet gününde) sana bir taht üzerinde, çok güzel elbiseler içinde oturuyordu. “Ey şefaat etmesi için kendisinden ahd (söz) al! Muhakkak ki, ona, efendim! Bu ne hâldir?” dedim. Bana cevaben; “Orada böyle çok kimseye şefaat etmesi için izin verildi.” Bu rü’yâyı (Cennette ni’metleri içerisinde) serirlere (koltuklara) dayanmış gören kimse, Fahrüddîn hazretlerinin vefâtından sonra yine olarak otururlar” (İnsân-13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.” rü’yâsında onu İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri ile beraber yürüyor gördü. Bundan senelerce önce rü’yâda kendisine, Fahrüddîn hazretlerinin şefaatini istemesini tavsiye eden zâtın İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri olduğunu anladı. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 280 Başka bir kimse, rü’yâsında Fahrüddîn İbni Teymiyye hazretlerini gördü. Kendisine dedi ki: “Ey efendim! Bana haber verir misiniz, ölüm nasıl bir şeydir?” Fahrüddîn ( radıyallahü anh ); “Ölüm ânında, ölüm geldiği zaman onun şiddeti pek fazladır. Fakat (iyi kimseler için) ondan sonra herşey çok kolay, çok hafif ve çok rahattır.” Sonra da buyurdu ki: “Ey Abdullah! Namaz! (Sana namazı tavsiye ederim.) Ondan daha 2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 102 3) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 109 4) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 386 5) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh. 151 efdal hiçbir şey yoktur. Kim ona devam ederse ve Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını muhafaza ederse, burada çok hayırlar ile 6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 139 karşılanır.” 7) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 32 Sâlihlerden bir zât, rü’yâsında Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizi gördü. Cebrâil aleyhisselâm da huzûrunda idi. İkisi, 8) Zeyl-i Ravdateyn sh. 146 Harran’da bir yerde oturuyorlardı. Rü’yâyı gören kimse, Resûlullaha ( aleyhisselâm ); “Yâ Resûlallah! Burada bulunmanızın sebeb-i hikmeti nedir?” deyince, elleriyle Fahrüddîn hazretlerinin ders Verdiği câmiyi işâret ederek; 9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1020 10) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 34 “Fahrüddîn vefât etti” buyurdular. Dînine bağlı sâlih zâtlardan birisi şöyle anlatır: “Fahrüddîn hazretlerinin vefâtından sonra rü’yâmda gördüm ki, bir münâdî FAHRÜDDÎN-İ RÂZÎ (Muhammed bin Ömer) (nida eden); “Fahrüddîn sıddîklardandır. Şimdi Allahü teâlâ ile beraber oldu” diye nidâ ediyordu. Sonra ben sanki bir câmiye Meşhûr tefsîr âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer bin Hüseyn girdim. Orada Fahrüddîn hazretleri va’z ediyordu. Onun sesini bin Hüseyn bin Ali et-Teymî el-Bekrî’dir. Künyesi Ebû Abdullah duymanın lezzeti, sevinç ve heyecanı ile, uykuda, sıçrayıp ve Ebü’l-Me’âlî, lakabı Fahrüddîn’dir. Fahr-i Râzî ve İbn-i ayağa kalkmışım.” Hatîb-ir-Rey (Rey Hatîbi’nin oğlu) diye de tanınmıştır. Soyu Kureyş kabilesine ulaşmaktadır. Aslen Taberistanlıdır. 544 (m. Sâlihlerden bir zâtın sâliha bir hanımı vardı. Rü’yâsında onu yeşilliklerle süslü güzel bir bahçenin içinde gördü. Bir topluluk orada büyük bir köşk bina ediyorlardı. Yakınlarında ise dönen bir dolap bulunuyordu. Yine köşkün yakınında, onlardan daha güzellerini görmediği iki kadın bulunuyordu. Anladı ki, onlar 1149) senesinde İran’da bulunan Rey şehrinde doğdu. 606 (m. 1209) senesinde Hirat’da vefât etti. Rey şehrinde doğduğu için oraya nisbetle kendisine “Râzî” denilmiştir. Tefsîr ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi olup, kelâm, fıkıh, fizik, matematik ve tıb üzerinde çok kitap yazmıştır. hûrî idi. “Bu köşkü, kimin için bina ediyorlar?” diye suâl ettiğinde; “Fıkıh âlimi Fahrüddîn hazretleri için” dediler. Hocaları: Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ) önce, büyük bir Rü’yâyı gören kadın diyor ki: “Köşkün kapısının açık olduğunu âlim olan babası Ziyâüddîn Ömer’den ders aldı. Babası, görmedim. Bir zaman sonra aynı köşkü tekrar gördüm. Son Muhy-is-sünne Muhammed Begavî’nin talebelerinden idi. derece güzel bir şekilde süslenmiş idi. Kapısı açılmış ve o iki Gayet fasîh, beliğ ve te’sîrli hutbe okurdu. Fahrüddîn-i Râzî, hûrî de kapının yanına gelmiş bekliyorlardı. Onlara; “Bu köşke Mecd-i Cîlî’den hikmet (fen bilgisi) okudu. Fıkıh ilmini Kemâl kimin gelmesini bekliyorsunuz?” dedim. “Sahibi olan Simnânî’den öğrendi. İmâm-ı Haremeyn’in “Şâmil” adlı kitabını Fahrüddîn hazretlerinin gelmesini bekliyoruz” dediler. Bundan ezberlediği söylenir. Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), sonra onun vefât ettiğini öğrendim.” “Tahsîl-ül-hak fî tafsîl-il-Fark” isimli eserinde, dinin usûl bilgilerini babasından öğrendiğini bildirmektedir. Fahrüddîn-i Ne zaman bir yere gitmek için atına binse, âlim ve Râzî bunlardan başka, asrının büyük âlimleriyle görüşmüş ve talebelerden üçyüz kadar kimse beraberinde giderdi. onlardan ilim almıştır. Talebeleri kendisine çok hürmet ederlerdi. Onun yanında tam bir edeb ve terbiye dâiresinde bulunurlardı. Bütün talebelerinin Yolculukları: Fahrüddîn-i Râzî, tahsilini bitirip, ilimde yüksek kalbinde heybeti yerleşmişti. Hizmetinde kusur etmemek için derecelere ulaştıktan sonra, ba’zı yolculuklar yapmıştır. çok gayret gösterirlerdi. Harezm’e gidip orada bozuk bir i’tikâda sahip olan Mu’tezileye mensûp kimselerle münâzaralarda bulundu. Bu münâzaralar Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), kitap mütâlâa etmeyi çok neticesinde Harezm’den ayrılma lüzumunu gördü. Buradan severdi. Hattâ, yemek yerken kitap okumadan geçirdiği Mâverâünnehr’e gitti. zamanlara pekçok acıdığını her zaman söylerdi. Fahrüddîn-i Râzî, fakîr ve yoksul bir kimse idi. Sonra, her İlmî Yönü: Tefsîr, fıkıh, kelâm ve usûl-i fıkıh gibi dînî ilimlerde şeyin sahibi ve mâliki olan Allahü teâlâ, kendisine ihsânlarda pek derin bir âlim olduğu gibi, edebî ilimler, matematik ve bulundu. Her taraftan ilim âşıkları onun ilim sofrasına kimya, astronomi, tıb gibi zamanının fen ilimlerinde de söz koşuştular. sahibi idi. O zaman İslâm âleminde ortaya çıkmış olan bid’at ve bozuk i’tikâd sahiplerinin ve filozofların bozuk düşüncelerini Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), Mâverâünnehr’den sonra en ince teferruatına kadar tedkik etmiş, onların bozukluğunu bir ara memleketi olan Rey şehrine döndü. Burada ve yanlış olduğunu delîlleriyle isbât etmiş, müslümanları mütehassıs ve zengin bir doktor var idi. İki kızını, Fahrüddîn-i onların bozuk ve yanlış sözlerine aldanmaktan kurtarmıştır. Râzî’nin iki oğlu ile evlendirdi. Bir müddet sonra doktor vefât etti. Külliyetli miktardaki serveti Fahrüddîn-i Râzî’nin ailesine Fahrüddîn-i Râzî de, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Beydâvî gibi geçti. Selef-i sâlihînin mezhebinde ya’nî Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) ve Tabiînin yolunda idiler. Bunların zamanlarında türeyen Fahrüddîn-i Râzî bu servetin büyük bir kısmını, Sultan bid’at fırkaları, ilm-i kelâma felsefeyi karıştırdılar. Hattâ, Şihâbüddîn’e ödünç olarak verdi. Daha sonra, ödünç verdiği îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. Bu üç İmâm, malını teslim almak için Gazne’ye gittiğinde, Sultan bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa ederken Şihâbüddîn kendisine çok ikram ve iltifâtta bulundu. Buradan ve onların sapık fikirlerini çürütürken, onların felsefelerine de Horasan’a giden Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ) ilimdeki geniş cevaplar verdiler. Onların bu cevapları, Ehl-i sünnet yüksekliği sebebiyle, Sultan-ı Kebîr Alâüddîn Harzemşah mezhebine felsefeyi karıştırmak değildir. Bilakis, kelâm ilmini, Muhammed’in sevgi ve saygısını kazandı. Sultan sık sık onun kendisine karıştırılmak istenen felsefi düşüncelerden ziyâretine giderdi. Bir müddet Hirat’da da Fahrüddîn-i Râzî ( temizlemektir. radıyallahü anh ), bozuk bir inanca sahip olan kerrâmiyye ve mensûplarının i’tikâdlarının yanlış olduğunu delîlleriyle isbât İbn-i Uneyn, Fahrüddîn-i Râzî hakkında şu ma’nâdaki şiiri etti. Bu husûsta müslümanları aydınlattı. Fahrüddîn-i Râzî, söylemiştir: “Yaşamakta olup, sanki karanlıkları yalnız Arabî ilimlerde değil, zamanının bütün ilimlerinde gitmeyecekmiş gibi olan bid’atler, onun vâsıtasiyle söndürüldü. mütehassıstı. Bu sebeble, gittiği bütün yerlerde sultanların Onun ile İslâm kuvvet buldu, parlak devirlerinden birini yaşadı. iltifât ve teveccühlerini kazandı. Sultan Gıyâsüddîn onun için, Ondan başkası zaîfledi, pek sönük ve aşağılarda kaldı. Eğer Hirat’da bir medrese yaptırdı. Kerrâmiyye i’tikâdında olan halk, Aristo onun bir tanecik bile sözünü dinleseydi, onun karşısında sultânın ona olan iltifâtlarını çekemeyip fitneye sebep titremekten kendini tutamazdı. Vallahi Betlamyus, onun müşkil olduklarından buradan da ayrılmak zorunda kaldı. Fahrüddîn-i bir mes’elede getirdiği delîlleri görmüş olsaydı, şaşırıp kalırdı. Râzî gittiği her yerde ilim ile meşgûl oldu. İlim ve irfana Eğer bunlar (ve meşhûr filozoflar) onun yanında bulunsalardı, susamış olanlar, âlimler, o nereye giderse peşinden gittiler. onun faziletlerini ve yüksekliğini kabûl etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi.” Zamanındaki filozoflar, onun için ne muazzam bir insan Mevlânâ Musannifek (Tuhfe-i Muhammediyye) isimli eserinde demekten kendilerini alamamışlardır, insaf sahibi kimse, onun şöyle der: Fahrüddîn-i Râzî, sultan Muhammed Harzemşâh’a, sözleri hakkında “Min ledün Hakim” (Allah vergisidir) derdi. mektûp yazıp ba’zı sâlih kimseler hakkında istirhâmda İbn-i Sina bile, ondan çok aşağılarda olduğunu yemînle bulundu. Mektûbunda şöyle diyordu: Bu mektûbumu zâhirde söylemiştir. sebeb siz olduğunuz için size gönderdim. Fakat bu durumu, hakîkatte hep var olan ve yokluğu mümkün olmıyan Allahü Fahrüddîn-i Râzî’nin va’zü nasîhatdeki şöhreti ise, ilmî teâlâya arz etmiş bulunmaktayım, isteğimi verirseniz, şöhretinin de üstünde idi. Pek te’sîrli va’z ederdi. Vazlarında hakikâtte veren Allahü teâlâdır. Bu vesile ile siz de teşekkür coşardı. edilmeye müstehak olmuş olursunuz ve sevâb kazanırsınız, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken, çok defa gözlerinden yaşlar akardı. Birgün va’z ediyordu. Sultan vesselâm. Bu fakîr derim ki: Fahrüddîn-i Râzî’nin hâli ve sözü, işlerinde tevhîd mertebesine eriştiğinin delîli ve şahididir. Şihâbüddîn Gaznevî de orada bulunuyordu. Yine vecd Ebû Abdullah Hasen Vâsıtî de der ki: “Hirat’ta bulunduğum (coşma) hâli gelip şöyle dedi: “Ey Dünyânın sultânı! Ne senin sırada İmâmı dinledim. Zaman zaman minberde, sitem saltanatın kalır, ne de Râzî’nin bu hâli” deyip, meâlen: şeklinde halka şu beyti okurdu. “Hepimizin dönüşü Allahü teâlâyadır” (Gâfir-43) âyet-i kerîmesini okudu. “Diri iken insanı gerçi herkes tahkîr eder. Zor olur ayrılığı, ol dem ki, dünyâdan gider.” Fahrüddîn-i Râzî’nin kitaplarını okuyanlar, hep onunla meşgûl oldular. Onun ilminin yüksekliğine hayran kaldılar. Hirat’da İbn-i Sübkî de yine şöyle der: İmâm tefsîrinde buyurur ki: kendisine Şeyh-ül-İslâm denirdi. Hayâtım boyunca tecrübe etmişim. Ne zaman bir işte, bir kimse, Allahü teâlâdan başkasına i’timâd eylese, bu i’timâdı Edîb Şerefüddîn Muhammed Uneyn şöyle anlatır: onun, belâ, mihnet, sıkıntı ve zorluk çekmesine sebep olur. “Gençliğimde bir defasında Fahrüddîn-i Râzî’nin ( radıyallahü Ama Allahü teâlâya güvenip, yalnız ona dayanıp insanlara anh ) dersinde bulundum. O gün soğuk bir kış günüydü. Çok güvenip dayanmasa, istediği şey en güzel şekilde hâsıl olur. kar yağmıştı. Bu sırada, İmâm’ın yakınına bir güvercin düştü. İşte bu tecrübe, küçüklüğümden şu anda içinde bulunduğum Onu yırtıcı bir kuş kovalamıştı. Güvercin yanımıza düşünce, o elliyedi yaşına kadar devam etmiş ve kalbime iyice yırtıcı kuş geri dönüp gitti. Fakat güvercin uçamıyordu. Çünkü yerleşmiştir, insan için, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından çok korkmuştu. Hava da soğuktu, İmâm dersi bırakıp ayağa başka birşeye güvenip i’timâd etmesinde, Allahü teâlâdan kalktı ve o güvercinin yanında durdu. Güvercinin bu hâline başkasından istemesinde hiçbir fâide yoktur. Ya’nî insan acıyıp eline aldı. Bir rivâyette de; güvercin, kendini kovalayan birisinden birşey isterken, istediği şeyin o kimsede emânet yırtıcı kuştan kaçıp kendisini Fahrüddîn-i Râzî’nin meclisine olarak bulunduğunu, o şeyin hakîkî sahibinin Allahü teâlâ attı. Kaftanının koluna girdi. Böylece kurtuldu. İbn-i Uneyn der olduğunu hatırdan çıkarmamalı, isteklerini Allahü teâlâdan ki, bu hâdise üzerine ben şu şiiri söyledim: istemelidir. Sür’atli kanadıyle ölüm saçan hayvandan, Fahrüddîn-i Râzî, Hirat’a gittiği zaman, orada bulunan âlimler, Vaktin Süleymânına şikâyete geliyor. sâlihler ve devlet ileri gelenleri, onun ziyâretine geldiler. Korkanların melcei sensin, yok inanmıyan, Kendisine pekçok hürmette bulundular, İmâm, bir gün acaba Güvercin haberi, bunu te’yîd ediyor inan.” görüşmediğimiz kimse kaldı mı? diye sordu. Yanında Ondan sonra İbn-i Uneyn, Fahrüddîn-i Râzî’nin yakınlarından oldu. bulunanlar, evet sâlih bir zât var, o gelmedi dediler. Ben müslümanların İmâmı olayım, herkesin bana hürmeti vâcib olsun da, o beni niçin ziyâret etmesin diye belirtti. Bu durumu, o sâlih zâta ulaştırdılar. Fakat o zât hiç cevap vermedi. Şehrin ileri gelenlerinden birisi, Fahrüddîn-i Râzî ile o makbûldür, ikincisi, evlâda âit olan husûstur. (Sâlih evlâd da sâlih zâtı bir yemeğe da’vet etti. Onlar da bu da’veti kabûl ölen anası-babası için faydalı olur.) ettiler. Ziyâfet bir bahçede verildi. Orada İmâm, o sâlih zâta; “Niçin ziyâretime gelmediniz?” diye sorunca, o sâlih zât şöyle Biliniz ki ben, ilim âşıkı idim. Doğru olsun yanlış olsun, bir konuştu. “Ben fakîr bir kimseyim. Bu sebeple, ziyâretinize şeyin ne olup olmadığını öğrenmek için birçok şeyi öğrendim. gelip gelmemem, sizin şerefinizi ne arttırır, ne de ondan birşey Vallahi kelâm, (akâid) ilmi ile ilgili, doğru yanlış bütün eksiltir.” Bunun üzerine İmâm; “Bu söz edeb sahiplerinin ya’nî i’tikâdları, filozofların görüşlerini çok tedkîk ettim. Ancak ehl-i tasavvufun sözüdür, işin içyüzünü bana anlat da merakım Kur’ân-ı kerîmde bulduğum fâideye müsavî (denk) olacak bir gitsin” dedi. O sâlih zât; “Seni ziyâret hangi bakımdan fâideyi hiçbirisinde görmedim. Çünkü Kur’ân-ı kerîm, Allahü vâcibdir?” dedi. İmâm; “Ben müslümanların hürmet etmeleri teâlânın yüce kudretini ve azametini teslim ve kabûl etmeğe lâzım olan birisiyim” dedi. Bunun üzerine o sâlih zât; “Madem teşvik ediyor, i’tirâz ve karşı çıkmaktan, derin mücâdele ve ki, ilimle iftihar ediyorsun, ilmin neticesi, ma’rifetullahdır. Şimdi münâzaradan men ediyor. Çünkü beşer aklı, derin ve sana soruyorum; “Allahü teâlâyı nasıl tanıdın ve matlûbuna anlaşılması zor mes’eleler arasında boğulup gitmektedir. Bu nasıl yol buldun?” dedi. İmâm; “Yüz burhan ve delîl ile ilim ve sebeble dînimizin bildirdiklerini aynen kabûl edip, üzerinde yakîn elde ettim” dedi. O zaman o sâlih zât; “Burhan, şüpheyi konuşmamak en sâlim yoldur. gidermek içindir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir nûr verdi ki, onun olduğu yerde şüphe bulunmaz. Nerede kaldı ki, burhan ve huccete ihtiyâç duyulsun” buyurdu. Bu söz, İmâm’a çok te’sîr etti. O mecliste, herkesin gözü önünde, o sâlih zâtın elini öpüp tövbe etti. O zâta tâbi oldu. Çok yüksek mertebelere ulaştı. Ondan sonra “Tefsîr-i Kebîr” adlı eserini te’lîf eyledi. Bu sâlih zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleri idi. Fahrüddîn-i Râzî, Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Ondan çok istifâde etti. Ey âlemlerin Rabbi! Mahlûkatın, senin Ekrem-ül-ekremin, merhametlilerin en merhametlisi olduğunda ittifâk etmektedir. Yâ Rabbî! Bu Zaîf kuluna müsamaha eyle. Dilimi sürçmekten muhafaza buyur, bana yardım et. Hatâ ve kusurlarımı setreyle. Kitabım Kur’ân-ı kerîm, yolum Resûlullaha ( aleyhisselâm ) uymaktır. Yâ Rabbî! Senin hakkında hüsn-i zan sahibiyim. Rahmetin hakkında çok ümitliyim. Çünkü sen; “Kulum beni zanettiği gibi bulur” buyurdun. Yâ Rabbî! Ben hiçbir şey getirmesem de, sen ganîsin, kerîmsin, ümidimi boşa Fahrüddîn-i Râzî, vefâtına yakın, talebelerinden İbrâhim bin çıkarma. Duâmı geri çevirme. Beni ölümden önce ve sonra Ebû Bekr İsfehânî’ye şu nasîhatta bulundu: “Her katı kalbi azâbından kurtar, ölüm sırasında can çekişirken bana kolaylık yumuşatan âhıret yolculuğu yaklaşmış ve dünyâ hayâtının ver. Çünkü sen erhamürrâhimînsin. sonunda bulunan, Rabbinin rahmetini uman, mevlâsının keremine güvenen bu kul Muhammed bin Ömer bin Hasen Râzî der ki: Peygamberlerin, meleklerin en büyüklerinin yaptıkları, bildiğim ve bilmediğim, lâyık olduğu hamdler ile Allahü teâlâya hamd ederim. Allahü teâlânın rahmeti, Resûlullaha ( aleyhisselâm ), diğer Resûller, Nebiler (aleyhimüsselâm), mukarreb melekler ve sâlih kimseler üzerine olsun. İnsanlar derler ki: “İnsan vefât ettiği zaman, ameli kesilir Dünyâ ile alâkası kalmaz.” Bu söz, iki yönden sınırlandırılabilir. Birincisi, eğer vefât eden kimse dünyâda insanlara fâideli şeyler bırakmış ise, bu ona duâ yapılmasına vesile olur. Şartlarına uygun duâ, Allahü teâlânın katında Kitaplarıma gelince, onlarda çok şeyler yazdım. Onları mütâlâa edip okuyan, ihsân ederek iyi duâ ile beni ansın. Eğer böyle bir duâda bulunmazsa, hiç olmazsa hakkımda kötü sözde bulunmasın. Benim mes’eleleri geniş yazmaktan maksadım, mevzûyu genişletmek, derinlemesine ele almak, zihinleri açmaktır. Bütün bunlarda, Allahü teâlâya güvenip, dayandım.” Daha birçok şeyleri vasıyyet eden İmâm-ı Râzî ( radıyallahü anh ), daha sonra şunları söyledi: “Talebelerime ve üzerinde hakkım olanlara şunu vasıyyet ediyorum: Ben vefât edince, benim ölümümü her tarafa yaymasınlar. Dînin emirlerine uygun olarak beni defnetsinler. Beni defnettikleri zaman, okuyabildikleri kadar bana Kur’ân-ı kerîm okusunlar. Sonra “Yâ Kerîm! Sana fakîr ve muhtaç birisi geldi, ona lütuf ve bildiriyoruz” demektedir. (Mefâtih-ül-gayb cild-8, sh. 68) Bu ihsânda bulun” desinler sözleriyle vasıyyetini bitirdi. cümleler Fahrüddîn-i Râzî’nin bu sûrenin tefsîrine gelmediğini göstermektedir. Fahrüddîn-i Râzî hakkında müstakil eserler yazılmıştır. Onun büyük bir allâme olduğunu herkes tasdik eder. Hattâ tefsîr Yine bu tefsîrde, Mâide sûresi altıncı âyet-i kerîmesinin kitaplarında “Kâle-el-allâme” denilince, Fahrüddîn-i Râzî tefsîrinde, abdestte niyet mevzûuna giriyor. Şafiî mezhebinde kasdedilir. şart olduğuna dâir, Beyyine sûresi beşinci âyet-i kerîmesini şâhid getiriyor. Sonra, “Biz bu delîl üzerindeki sözümüzü, bu Fahrüddîn-i Râzî’nin yazdığı meşhûr tefsîrinin ismi, “Mefâtih- âyet-i kerîmenin tefsîrinde tahkîk ettik, mes’eleyi iyi kavramak ül-gayb”dır. Tefsîr-i kebîr diye bilinir. Önce, oniki veya onüç için oraya müracaat edilsin (Mefâtîh-ül-gayb cild-3, sh. 539) cild olarak tertîb edilmiş, fakat daha sonra sekiz büyük cild demiştir. Bu ibâre de göstermektedir ki, Fahrüddîn-i Râzî, hâline getirilmiş, çok defalar basılmıştır. Otuziki cildlik bir Beyyine sûresini tefsîr etmiştir. Ya’nî oraya kadar tefsîr baskısı da vardır. İlim sahibleri arasında çok yaygın bir yapmıştır. Yalnız bu mücerred ibârenin zâhirinden anlaşılan tefsîrdir. ma’nâdır. Kâdı İbn-i Şühbe, Fahrüddîn-i Râzî’nin bu tefsîrini Et-Tefsîr vel-müfessirûn müellifi, neticeyi şöyle izah etmiştir: tamamlayamadan vefât ettiğini söyler. Vefeyât-ül-a’yân Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrini Enbiyâ sûresine kadar yazmıştır. kitabının sahibi İbn-i Hılligân da böyle der. Öyleyse, bu tefsîri Ondan sonra Şihâbüddîn Hûyî gelmiş, bu tefsîre tekmileye kim tamamladı ve Fahrüddîn-i Râzî bu tefsîrini nereye kadar başlamış, fakat tamamlıyamamıştır. Ondan sonra, Necmüddîn yazdı? Bu suâllerin kesin cevâbını vermek gayet zordur. Kumûlî kalanı tamamlamıştır. Hûyî’nin kendi tekmilesini Çünkü âlimler, bu mevzûda değişik şeyler söylemişlerdir. tamamladığı, Kumûlî’nin Hûyî’nin yazdığından ayrı bir tekmile İbn-i Hacer-i Askalânî, ed-Dürer-ül-Kâmine kitabında şöyle der: “Fahrüddîn-i Râzî’nin tefsîrini tamamlayan Ahmed bin Muhammed bin Ebî Hazm Mekkî Necmüddîn el-Mahzûmî elKumûli’dir. 727 (m. 1326) senesinde vefât etmiştir ve Mısırlıdır.” Keşf-üz-zünûn sahibi de: “Büyük âlim, Necmüddîn Ahmed bin Muhammed Kumûlî, Râzî tefsîrine bir tekmile yazdı. Kâdı’lkudât Şihâbüddîn Halîl Hûyî ed-Dımeşkî de onun noksan kalan kısmını tamamladı. Bu zât, 639 (m. 1241) senesinde vefât etti” dedi. Fahrüddîn-i Râzî’nin nereye kadar yazdığı husûsuna gelince, bu suâlin de önceki gibi kesin bir cevâbı yoktur. Çünkü, Keşfüz-zünûn hamişinde şöyle bir ibâre vardır: Seyyid Murtezâ’nın, Şihâb’ın, Şerh-i Şifâ kitabından, bizzat kendi hattıyla şöyle bir nakil yapmış olduğunu gördüm: “Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrini Enbiyâ sûresine kadar yazmıştır.” Et-Tefsîr vel-müfessirûn yazdığı da söylenebilir. Keşf-üz-zünûn sahibinin ibâresinin zâhiri budur. Fakat, Fahrüddîn-i Râzî’nin Beyyine suresindeki havale edişi, Beyyine sûresine kadar tefsîr yaptığı husûsunda açık değildir. Çünkü İmâm, Beyyine sûresi için husûsî bir tefsîr yazmış olabileceği veya sâdece bu âyet-i kerîme ile ilgili bir tefsîr yazmış olabileceği veya bu sûrenin tefsîrîni yaptığım zaman oraya müracaat edebilirsin, ma’nâları düşünülebilir. Netice olarak derim ki: Bu mes’ele için kesin bir şey söylemek zor. Bizim sözümüz mes’eleye zan üzere bir açıklık getirmeye çalışmaktır. Zan, isâbet de, hatâ da edebilir.” Şu var ki, bu tefsîri okuyan kimsenin dikkatini çeken husûs; tek bir elden çıkmış gibi, aynı üslûp, üzere olduğudur. Tefsîr, baştan sona kadar, tek bir üslûp ile yazılmıştır. Okuyan, asıl ile, tekmile arasını ayıran farklı birşey görmemektedir. Ne kadar asıl, ne kadar tekmile, buna vâkıf olmak çok güç, sanki mümkün değildir. kitabının müellifi der ki: “Râzî tefsîrinde “Vâkıa” sûresi 24. Bu tefsîr, âlimler arasında çok meşhûr olmuştur. Çünkü diğer âyet-i kerîmenin tefsîrinde şu ibâre mevcûddur. “El-Mes’elet- tefsîrlere göre hem çok geniş ve hem de çeşitli ilimleri ihtivâ ül-ûlâ” ibâresi, usûl ile ilgili bir ta’birdir. Fahrüddîn-i Râzî bunu etmektedir. Bu sebeple İbn-i Hılligân; “Fahrüddîn-i Râzî bu birçok yerde zikretmiştir. Biz şimdi onlardan birisini tefsîrinde her türlü garîb bilgiyi topladı” dedi. Fahrüddîn-i Râzî tefsîr ederken, İmâm-ı Gazâlî’nin ( radıyallahü anh ) “Mişkât- bu tefsîrinde kendisine has bir usûl ta’kib etti. ül-envâr” ismindeki kitabı tamamen buraya alınmıştır. Mefâtîh-ül-gayb’ın husûsiyetleri: 7. Kelâm mes’elelerinde bozuk bir i’tikâda sahip olan Mu’tezile’nin sözlerini reddetmiştir. 1. Fâtiha sûresinin tefsîrini bir cild tutacak derecede geniş yazmıştır. Bunun sebebini Fahrüddîn-i Râzî şöyle anlatır: “Bir 8. Ahkam âyetlerine geldiği zaman, orada müctehidlerin, o mecliste, Fâtiha sûresinin fâideleriyle ilgili onbin mes’elenin mes’ele ile ilgili ictihâdlarını da bildirmiştir: Ancak kendisi Şafiî çıkarılabileceğini söylemiştim. mezhebinde olduğu için, delîlleri kendi mezhebi üzere açıklamıştır. Bunun zor bir iş olduğunu söyleyenler oldu. Ben de bu tefsîrime uzunca bir mukaddime yazarak, bunun mümkün 9. Yine, zaman zaman usûl, nahiv ve belagat ile ilgili birşey olduğunu ortaya koymuş oldum.” Bu mukaddime pek mes’elelere girmiş, fakat riyaziye, (matematik) ile ilgili ilimler; kıymetli bilgileri içerisinde bulundurmaktadır. Fahrüddîn-i ve varlıklarla ilgili mes’elelerdeki gibi derine dalmamıştır. Bu Râzî’nin, ilimdeki yüksekliğine büyük bir delîldir. bilgilere kısaca yer verdiği tefsîrinde, fen ilimleri ile ilgili husûslara geniş olarak yer verilmiştir. Bu husûs ba’zıları 2. Râzî tefsîri hem rivâyet ve hem de dirayet yolunu tarafından yadırganmıştır. Ancak bu tefsîrden çeşitli ilimlere kendisinde toplamıştır. Âyet-i kerîmeler îzâh edilirken, hem dâir kaydedilen mevzûlar çıkarılsa bile, yine eseri tefsîr olma Eshâb-ı Kirâmdan, hem Tabiînden ve diğer büyük âlimlerden özelliğini korumaktadır. Hattâ diğer tefsîr kitablarının birkaçına nakledilen tefsîr şekilleri bildirilmiş ve hem de dirayet yoluyla denk olabilecek büyüklüktedir. Bu tefsîr, fen ilimleri ile açıklamalar ve tahliller yapılmıştır. uğraşanlar içinde doyurucu bilgileri ihtivâ etmektedir. 3. Âyet-i kerîmelerin ve sûrelerin ve kendi aralarındaki Fahrüddîn-i Râzî’nin kitaplarından seçmeler: münâsebetleri en güzel şekilde açıklanmıştır, İmâm çok defa tek münâsebet ile yetinmemiş, birkaç münâsebet zikretmiştir. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), Âl-i İmrân sûresinde, altmışbirinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken 4. Fahrüddîn-i Râzî, fıkıh bakımından Şafiî, i’tikâdca da Eş’arî buyuruyor ki: Hârezm şehrinde idim. Şehre bir hıristiyanın olduğu için, fıkıh ve kelâm ile ilgili mes’elelerde, Şafiî mezhebi geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmağa başladık. üzere yürümüştür. “Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren 5. O, ahlâk, ilâhiyat, felsefe ve hey’etle ilgili mevzûları, okuyanları yormıyacak bir şekilde ele almıştır, İslâm âlemine, daha önce girmiş olup ve her tarafa yayılmış olan felsefî nazariyeler, fikirler te’sîr etmeye başlamıştı. Fahrüddîn-i Râzî ( radıyallahü anh ), filozofların İslâmiyete muhalif olan fikirlerini ele alarak onları red etmiş ve müslümanların yanlış fikirlere düşmelerini önlemiştir. İlahiyat mevzûlarında, delîlleri Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdına göre getirmiştir. Yine, eski hey’et (astronomi) âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmin bildirdiklerine zıd olan nazariyelerini de delîlleriyle çürütmüştür. 6. Fahrüddîn-i Râzî’nin bu tefsîri, birçok tasavvufî hakîkatleri ihtivâ etmektedir. Bu i’tibârla Nûr sûresi 35. âyet-i kerîmesini delîl nedir?” dedi. Şu cevâbı verdim. “Mûsâ’nın, Îsâ’nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mu’cizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mu’cizelerini okuyor ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği halindedir. Mu’cize göstermek, Peygamber olduğunu isbât etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de inanmamanız lâzım gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisselâmın da Peygamber olduğuna îmân etmelisiniz.” Hıristiyan; “Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır.” (Tanrı, ma’bûd demekdir. Tapılan şeylerin hepsine tanrı denir. Allahü teâlânın ismi, Allahdır, tanrı değildir. Hak olan, doğru olan tanrı, yalnız Allahü teâlâdır. Allah yerine tanrı demek, yanlıştır ve çok çirkindir.) Fahrüddîn-i Râzî; “İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır. Hıristiyan; “Onda mu’cizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde O hâlde madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz, Îsâ ve hayvanlarda bulunmadığı için, başkalarına hulul etmediği aleyhisselâm cisim idi. Yok iken var oldu ve size göre anlaşılmaktadır.” öldürülmüştür, önce çocuk idi, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi Fahrüddîn-i Râzî; “Birşeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin yaşamak için, birçok şeye muhtaç idi. Muhtaç olan, ganî olur bulunmaması lâzım olmaz demiştik. Mu’cizeler bulunmayınca, mu? Yok iken sonradan var olan birşey, ebedî sonsuz var olur hulul edemiyeceğini niçin söylüyorsun. O hâlde kediye, mu? Değişen birşey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ köpeğe, fareye de hulul ettiğine inanman lâzım gelir, ilâhın, bu aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahudiler yakalayıp aşağı mahlûklara hulul ettiğini inandırmağa varan bir din, çok astı diyorsunuz, Îsâ aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü adî, pek bozuk bir din değil midir? söylüyorsunuz, İlâh veya ilâhdan parça olsaydı, yahudilerden korunmaz mı? Onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz: Asayı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın asayı ejdere çevirdiğine 1- O ilâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz, tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahudilerin, Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle böyle diyorsunuz?” yakalayıp öldürdüğü âciz, kuvvetsiz kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi? 2- O, tanrının oğludur diyorsunuz. Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek birşey bulamadı, susmağa mecbûr oldu. Tefsîr-i Kebîr de şöyle buyurdu: “Ebû Bekr-i Sıddîk’ın 3- O tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulul etmiş, yerleşmiştir cenâzesini, vasıyyeti üzerine, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) diyorsunuz. Bu inanışlarda yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve a’raz kabri şerîflerinin yanına getirdiler. Selâm verip, kapına gelen değildir ki, bir cisme hulul etsin. Cisme hulul eden şey cisim Ebû Bekr’dir, yâ Resûlallah dediler. Türbenin kapısı açıldı, olur ve hulul edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu içerden (Sevgiliyi sevgilinin yanına koyunuz) sesi işitildi.” da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl oldu derseniz, ona hulul eden parça tanrı olmakta te’sîrli ise, bu parça ilâhdan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam olmazdı. Eğer tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur. Sonra Îsâ aleyhisselâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi?” Fahrüddîn-i Râzî, Metâlib-i âliyye ve zâd-ı Me’âd adlı eserinde buyurdu ki: “Gelen insanın rûhu ile kabirdeki zâtın rûhu birer ayna gibidir. Birbirinin karşısına gelince, herbirinin nûru ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse o toprağa bakıp, Hak teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kaza ve kaderine râzı olup, nefsi kırılırsa, rûhunda ma’rifet, feyz hâsıl olur. Bunlar, o zâtın rûhuna sirayet eder. Bunun gibi, o Hıristiyan; “Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü zât öldükten sonra rûh aleminden ve Rahmet-i İlâhî’den ona açtığı ve Beras denilen derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi gelmiş olan ilimler, kuvvetli eserler onun rûhundan, gelen ettiği için o tanrıdır.” kimsenin rûhuna sirayet eder, geçer.” Fahrüddîn-i Râzî; “Birşeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey Fahrüddîn-i Râzî, Bekâra sûresi 29. âyet-i kerîmenin tefsîrinde de bulunmaz denilir mi? Bulunmaz, o şey de var olmaz buyurdu ki: (Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi deyince, delîl, alâmet de kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî ( radıyallahü anh ), yoktur demek olur, yaradanın varlığını red etmen lâzım gelir. Batlemyus’un (Poteleme’nin) (Necisti) adındaki astronomi Birşey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmeyen biri, aleyhisselâma hulul ederse, bana ve sana ve hayvanlara, müslüman çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca Kaf hattâ otlara ve taşlara hulul etmediğini nereden biliyorsun?” sûresi, altıncı âyet-i kerîmesindeki; “Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?” Allah kelâmını tesbîh eder mi yâ Ebâ Sa’îd?” dedi. Hasen ( radıyallahü anh ); tefsîr ediyorum, diyerek cevap vermiştir. İmâm-ı Râzî, “Meyve zamanında ve yerde dikili ağaç iken tesbîh eder, fakat Ebherî’nin bu cevâbının doğru olduğunu, Allahü teâlânın şimdi tesbîh etmez” dedi. mahlûklarını inceleyen fen adamları, O’nun büyüklüğünü iyi anlar, demektedir. Bunun delîli şudur: İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) şöyle bildirdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) iki kabre uğradı: “İkisi de Enbiyâ sûresi otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, “Ayın, güneşin, azap görüyorlar” buyurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) yaş bir yıldızların felekde ya’nî mihverleri ve yörüngeleri (Mahrekleri) hurma dalı istedi. Onu ikiye bölüp herbirini bir mezara dikti. Ve etrâfında döndüklerini, Dahhak ve Kelbî’nin de söylediklerini buyurdu ki: “Umulur ki, bunlar kurumadıkça, Allahü teâlâ, bildirmektedir.” onlara azâbı hafif kılar.” Burada, o iki hurma dalının yaş kaldıkları müddetçe tesbîh ettikleri, kurudukları zaman cemad Fahrüddîn-i Râzî, tefsîrinde şöyle bildirmektedir: İnsanın rûhu oldukları anlaşılmaktadır. bedenden ayrılıp, dünyâ bilgisinden kurtulunca, melekler âlemine, kudsî makamlara gider. O âleme mahsûs kuvvetler Bir grup âlim de, canlı cansız, hepsinin söz ile tesbîh ettiklerini kendinde hâsıl olur. Birçok şeyler yapabilirler, İnsan, hocasını söylemektedirler ki, bize göre tercih edilen budur. Çünkü rü’yâda görüp, bilmediklerini sorup öğrenir.” bunda imkânsız bir durum yoktur. Bu husûsta birçok delîl vardır. Sa’d sûresi 18. âyet-i kerîme, Meryem sûresi 90-91 Fahrüddîn-i Râzî (El-Metâlib-ül-âliyye) kitabının onsekizinci âyet-i kerîmeleri buna delîldir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) faslında da buyuruyor ki: “Rûhu olgun, nefsi pak ve te’sîri buyurdu ki: “Müezzinin sesini işiten, cin, insan, ağaç, taş ve kuvvetli bir velînin kabri yanına gidip, bir müddet durulur ve o her şey kıyâmet günü onun için şâhid olur.” Sahîh-i Buhârî’de toprakdaki velî düşünülür ise rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin bildirildi ki: Eshâb-ı Kirâm, Resûlullahın yanında yemek rûhu da, bu toprağa bağlı olduğu için, gelen insanın rûhu ile yerlerken, yemeğin tesbîh ettiğini işitirlerdi. Sahîh-i Müslim’de velinin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh karşılıklı iki ayna gibi ise: Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Ben, bir taş biliyorum ki, olur. Herbirinde olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder, Peygamber olarak gönderilmeden önce bana selâm verirdi” yansır, ikisi de çok fâidelenir.” buyurdu. İbn-i Mübârek “Rekâik” adlı eserinde şöyle nakleder: Alâüddîn-i Attâr hazretleri buyurdu ki: “Evliyânın kabirlerini ziyâret edene onları anladığı ve bağlandığı miktarda fâide hâsıl olur. Fakat, rûhlarına bağlanmak, onları sevmek, hatırlamak daha fâidelidir. Çünkü, uzak ve yakın olmanın bunda bir te’sîri yoktur.” Tabakât-üş-Şâfiiyye’de şöyle der: İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, İsrâ sûresinin tefsîrinde cemâdâtın ve mükellef olmıyan canlıların Allahü teâlâyı lisân-ı hâl ile tesbîh ettiklerini tercih etmiştir. Sübkî, sonra şunları söylüyor: Âlimlerden bir grup, her canlının ve büyüyen varlıkların tesbîh ettiğini, bunların hâricindekilerin tesbîh etmediğini söyler, İkrime’nin: Ağaç tesbîh eder, direk, sütun tesbîh etmez sözü bu ma’nâ üzerinedir. İbn-i Mes’ûd buyurdu ki: Dağ, dağa der ki, bugün sana Allahü teâlâyı zikreden birisi uğradı mı? Eğer, evet uğradı derse, o soran dağ sevinir. Bu husûsta haber çoktur. Yine âyet-i kerîmede (İsrâ sûresi-44) umûm üzerine buyurulmuştur. Ancak bu bizim duyacağımız bir tesbîh değildir. Bunun duyulması mu’cize olarak meydana gelir. Resûlullahın huzûrlarında yemeğin konuşması gibi veya kerâmet olarak meydana gelir. Eserleri: 1. Mefâtih-ül-gayb: Tefsîr-i Kebîr diye bilinir. Burhâneddîn Nesefî, bu tefsîri telhis etmiş (kısaltmış) ve Vâdıh ismini vermiştir. Muhammed bin el-Kâdı Ayasuluğ da telhis etmiştir. 2. Muhassalu Efkâr-ül-mütekaddimîn velmüteahhirîn min-el-ulemâ vel-hükemâ vel-mütekellimîn, 3. İrşâd-ün-Nüzzâr ilâ letâif-il-esrâr, 4. Uyûn-ül-mesâil, 5. ElMahsûl, 6. El-Burhân fir-Reddi alâ ehl-iz-Zeygi ves-sagyât, 7. Yezîd Rakkâşî ile Hasen yemek yiyorlardı. Önlerine sofra Nihâyet-ül-İcâz fî dirâyet-il-İcâz. 8. Meâlimü usûl-id-dîn, 9. geldi. Yezîd Rakkâşî, Hasen’e ( radıyallahü anh ); “Bu sofra Kitâbü fedâil-is-Sahâbe. 10. Kitâb-ül-ahlâk, 11. Şerhü vecîz-ülGazâlî, 12. Menâkıbu İmâm-ı Şafiî (Matbû’dur), 13. Tehzîb-üd- Delâil. 14. Kitâb-ı Esrâr-ül-kelâm. 15. Şerhü nehc-ül-belâga, 16. Kitâb-ül-kazâ vel-kader, 17. Kitâbü ta’cîz-il-felâsife, 18. Kitâb-ül-Berâhim-il-Behâiyye. 19. Kitâb-ül-hamsîn fî usûl-iddîn, 20. Kitâb-ül-hak vel-ba’s, 21. Kitâbü ismet-il-eribiyâ, 22. Risaletün fin-nübüvvât. 23. El-Esrâr-ül-mevedde fî ba’dı süveril-Kur’ân-il-kerîm, 24. Kitâb-ül-firâseti, 25. Kitâbün-fî-zemm-iddünyâ, 26. Kitâb-üz-Zübde, 27. El-Mulehhas, 28. El-Metâlibül-âliyye, 29. Kitâbün fıl-hendese, 30. Kitâb-ül-Câmi’ül-kebîr. 31. Kitâbü musâderet-i Oklides, 32. Kitâbün fil-kabz, 33. Risâletün fin nefs, 34. Kitâb-ı Umdet-ün-nezzâr ve zînet-ülefkâr, 35. Risâletün fit-tenbîh alâ ba’d, 36. Meâlimü usûl-iddîn. FAHR-ÜL-FÂRİSÎ (Muhammed bin İbrâhim Fârisî) Hadîs, tasavvuf, kelâm ve şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebû Abdullah olup ismi, Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed bin Tâhir’dir. 528 (m. 1134) yılında doğdu. Fîrûzâbâdî, Şîrâzî ve Fârisî nisbet edildi. Fahrüddîn lakabı verildi. Fahr-ül-Fârisî nâmıyla meşhûr oldu. 622 (m. 1225) yılında Mısır’da vefât etti. Kurâfe’de Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin mescidi, yanında yaptırdığı zaviyeye defnedildi. Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Fahr-ül-Fârisî, genç yaşta 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-8, sh. 81 din ve âlet ilimlerini öğrendi. Şam, Hicaz, Bağdad gibi ilim merkezlerini dolaştı. Mısır’a gidip yerleşti. Hadîs ve Şâfiî 2) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 55 mezhebi fıkıh âlimi Ebû Tâhir Silefî ve İbn-i Asâkir gibi zamanın meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Hadîs-i şerîf ve 3) Târih-ül-Hükemâ sh. 291 fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Şâfiî mezhebine göre fetvâ verirdi. Müslümanların işlerini kolaylaştırdı. Tasavvuf ilmini, babası 4) Zeyl-i Ravdateyn sh. 68 5) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 21 6) Tabakât-ül-müfessirîn sh. 39 Ebû İshâk İbrâhim bin Ahmed Fârisî’den aldı. İlimde çok ilerledi. Zamanın büyüklerinden de feyz alıp, yüksek derecelere kavuştu. Kâhire’de Kurâfe’ye, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin türbesi yanında bir zaviye yapıp yerleşti. Orada tâliblerine ilim öğretmek ve ibâdet etmekle meşgûl oldu. Bir 7) Lisân-ül-mizân cild-4, sh. 426 bakışıyla kararmış kalbler aydınlanırdı. Zamanında zulmet perdeleri yırtılıp, âlem nûra boğuldu. Birçok kimse onun elinde 8) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 116 tövbe edip sâlih müslüman oldu. Dâima güler yüzlü ve tatlı dilli idi. Kimseye sert söylemez, herkese yumuşaklıkla nasihatte 9) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 340 10) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 107 11) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 248 bulunurdu, insanlara olan merhameti çok fazla idi. Bütün çalışmaları, Allahü teâlânın kullarını Cehennem ateşinden kurtarabilmek içindi, ilmi, cömertliği, güzel ahlâkı, her işinin ve sözünün Allahü teâlânın rızâsı için olması sebebiyle, âlim ve âmir herkesin sevgi ve saygısını kazandı. Hâlleri ve 12) Tabâkât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-7, sh. 260 hareketleriyle, sözleri ve kitaplarıyla, talebeleriyle insanlara emr-i ma’rûf yapar, onların doğru yola kavuşmaları için gayret 13) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 79 ederdi. 14) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3345 Birçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Eberkûhî onun talebeleri arasındaydı. Daha çok tasavvuf ve tasavvuf 15) Et-Tefsîr vel-müfessirîn cild-1, sh. 290 16) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 213 hâllerine dâir olan eserlerinden ba’zıları şunlardır: “El-Esrâr ve sırr-ül-iskâr”, “Tezkire menâhic-üs-sâlikîn,”, “Belâgat-ül-fâsil ve urvet-ül-vâsıl”, “Metiyyet-ün-nakl ve atıyyet-ül-akl”, “El-Fark beyn-es-sûfi vel-fakîr”, “Cemhât-ün-nehy an lemhât-il-mehâ”, “Berk-ün-nukâ ve şems-ül-lükâ”. “Netâic-ül-kurbe ve nefâis-ül- “İstenmiyen durumlar kişinin başına gelince, kalbin buna rızâ gurbe”. göstermesi sâdık amelin alâmetidir” buyurdu. İbn-i Sâbûnî anlatır: Babamla beraber Mısır’a gittik, İmâm Mimşâd Dîneverî ( radıyallahü anh ) “İnsanların hâl Fahrüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed bakımından en iyisi; kendisini insanlara beğendirmek Fârisî’yi ziyâret edip, sohbetiyle bereketlenmek istedik. arzusundan kurtaran, yalnız iken hâlini muhafaza edebilen, Huzûruna vardığımızda beni yanına oturttu ve ikramda bütün işlerinde Allahü teâlâya tevekkül edendir” buyurdu. bulundu. Bana ba’zı suâller sordu. Babamın da hazır bulunduğu bir sırada, tasavvuf yoluna girip girmediğimi sordu. Ebû Abdullah Hüseyn bin Abdullah Subhî’ye, “Bir kişinin dinde Babam da; “Sühreverdî ve Sadrüddîn bin Hammeveyh’den sağlam olduğu nasıl belli olur?” diye sorulunca, şöyle cevap ders aldığımı arzetti. Bunun üzerine Fahr-ül-Fârisî hazretleri; verdi: Allahü teâlâya muhtaç olduğu inancında samîmî “Evet, onların yolları ve dersleri kıymetlidir. Ancak bizim olduğunu isbât etmek ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnet- yolumuzdan ve derslerimizden de istifâde edersen, dedenle i seniyyesine uymaktır. Bunların da mevcûdiyeti, şu dört şeyle aynı yolda yürümüş olursun. Çünkü onunla biz aynı bilinir: 1. Ahde vefa, 2. Haddîni bilip bunu muhafaza etmek, 3. derecedeyiz” buyurdu. Bereketlenmek için ondan da ders Mevcûda rızâ gösterip kanâat etmek. 4. Olmayana aldım. Bundan sonra, Fahr-ül-Fârisî hazretleri, Resûlullaha ( sabretmek.” aleyhisselâm ) kadar hocalarını şöyle saydı: “Biz, babam ve hocam İmâm Ebû İshâk İbrâhim bin Ahmed Fârisî’den aldık. O da Nasır bin Halîfet-il-Beydâvî’den, o da Ebû İshâk bin İbrâhim bin Şehriyâr-il-Kâzrûnî’den, o da Ebû Muhammed Hüseyn bin Ekâr’den, o da Ebû Abdullah İbni Hafif Şîrâzî’den, o da Ca’fer Huzâ’dan, o da Ebû Ömer Estahrî’den, o da Ebû Türâb Nahşebî’den, o da Şakîk-i Belhî’den, o da İbrâhim bin Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed buyurdu ki: “Amellerin en üstünü: Allahü teâlânın, lütuf ve ihsânlarını görebilmektir.” “Kalbin Allahü teâlâdan başkasına meyletmesi, dünyâdaki cezasının yaklaşmasının alâmetidir.” Edhem’den, o da Ebû İmrân Mûsâ bin Yezîd Râî’den, o da Ebû Hasen Muhammed bin Sa’d Verrâk ( radıyallahü anh ): Veysel Karânî’den, o da Hazreti Ömer ve Hazreti Ali’den, “Allahü teâlânın kuluna nasîb eylediği şeylerin en üstünü onlar da Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) aldılar” buyurdu. takvâdır. Bütün hayırlar ve Allahü teâlâya yakınlık sebebleri Fahr-ül-Fârisî lakabıyla meşhûr olan Ebû Abdullah takvâdan doğar. Takvânın aslı, ihlâstır” buyurdu. Muhammed bin İbrâhim Fârisî ( radıyallahü anh ) Süleymâniye Ebû Hafs Ahmed bin Hamdân bin Ali Nişâbûrî buyurdu ki: Kütüphânesi’nin, Ayasofya kısmı 1785 numaradaki, “Delâlet- “Kendisini gerçekten Allahü teâlânın rızâsına vermiş olan ül-müstenhic” adlı eserinde, İslâm âlimlerinin söz ve kimsenin alâmeti; Allahü teâlâdan alıkoyacak şeyleri kendisine sohbetlerinden nakiller yapmaktadır. Bunlardan ba’zıları yüklememesidir.” şöyledir: “Kişinin güzelliği, sözünün güzelliğindedir.” Ebü’l-Abbâs Muhammed bin Selh bin Atâ Ademî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kim sünnet-i seniyyeye yapışırsa, Allahü “Kişinin kemâli, işlerinin doğru ve samîmi olmasındadır.” teâlâ onun kalbini ma’rifet nûruyla nurlandırır.” “Rabbini tanıyan kimse, O’na ta’zimde ve kullukta bulunur. “Âriflerin kalbi neye meyleder?” diye kendisine sorulduğunda: Rabbine ta’zim edip kullukta bulunan kimseye, Allahü “Bismillâhirrahmânirrahîm’e meyleder. Çünkü, “Bismillâh”da teâlâdan başka herşey küçük ve ehemmiyetsiz gelir.” ârifler için heybet, “Errahmân”da yardım, “Errahîm”de onlar için muhabbet vardır” dedi. “Tövbeden gâfil olmak da günahtır.” Ebû Ali Muhammed bin Abdülvehhâb Sekâfî, talebelerinden Ona, “Sûfî kimdir?” diye sorulduğunda; “Nefsini dünyâdan birisine nasihat edip; “Doğru söz, doğru ve samimî amel, (haramlardan ve şüpheli şeylerin kötülüğünden) uzak tutan, doğru ve samimî sevgi ve emânete sadâkatten ayrılma” âhıretini kazanmak için himmeti ve gayretini yükselten, nefsi buyurdu. Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, doğru ve şartlarına cömert olup Rabbine yönelmiş olandır.” cevâbını verdi. uygun yapılan amellerden, ihlâsla, sırf Allah rızâsı gözetilerek yapılanları ve sünnet-i seniyyeye uygun olanları kabûl eder.” Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Sâlim Mısrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kişinin aklı, cömertliği ve hilmi “Büyüklerin yanında hürmet ve edeb üzere bulunmayan, (yumuşaklığı) ayıplarını örter.” onların nazarlarının bereketinden ve onlardan elde edeceği fâidelerden mahrûm kalır. Ona, onların nûrlarından ma’nevî “İhlâs ile kalbden riyanın karanlığı, doğruluk ile yalanın güzelliklerinden hiçbir şey görünmez.” karanlığı yok olur.” “İlim, cehâletle ölmüş olan kalbi diriltici, zulmet ve karanlık “Nefsine muhalefet edip, onun Allahü teâlânın rızâsına muhalif sebebiyle göremez hâle gelmiş olan gözleri de nurlandırıcıdır.” olan isteklerine uymayan kimseyi, Allahü teâlâ kendisine yakın olan kullarından yapar.” Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed Nişâbûrî buyurdu ki: “Sen sözde kulluk iddiâsındasın, kul olduğunu söylüyorsun. Fakat hakîkatte, ilâhlık vasıflarını içinde gizliyorsun. Onlardan kurtulmadıkça hakîkî kul olamazsın.” “Kul, kendisine hizmetçi istemediği müddetçe kuldur. Kul, kendisine hizmetçi istediği zaman, kulluk derecesinden ve buna âit edeblerden uzaklaşır.” Ebü’l-Hayr Akta ( radıyallahü anh ): “Gerçek zikir. bir karşılık beklemeden yapılandır. Bir karşılık bekliyerek yapılan zikir (Allahü teâlâyı anma) makbûl değildir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Medine’de beş gün aç kalmışdım. Hücre-i se’âdetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdim. Aç olduğumu bildirdim. Bir Ebû Abdullah Muhammed bin Aliyyân Nesevî buyurdu ki: “Dünyâya karşı zühd sahibi olmak, âhırete rağbetin anahtarıdır.” “Evliyânın kerâmetlerinin ilki, takdîr-i ilâhî olarak insanların başına gelen belâ ve musibetlere rızâ göstermesidir.” “Mürüvvet: dini muhafaza, nefsi korumak, mü’minlerin haklarını muhafaza edip, mevcûtla cömertlikte bulunmaktır.” “Bir an bile, lütuf ve ihsânından ayrı kalmadığın, O Zât-ı vâcibül-vücûdü nasıl sevmezsin?” yana çekilip uyudum. Rü’yâda, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Ebû Bekr Muhammed bin Dâvûd Dîneverî ( radıyallahü anh ) geldiğini gördüm. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer-i buyurdu ki: “Allahü teâlâya yakınlığın alâmeti, Allahü teâlâdan Fârûk ve önünde Aliy-ül-Mürtezâ vardı. Hazret-i Ali gelip, “Yâ başkasından bağını kesmektir.” Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor!” dedi. Hemen kalktım. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Çok “Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan ümidini kesmez. Nefsini, aç olduğum için hemen yemeğe başladım. Yarısı bitince kendisini tanıyan da, kendi yaptığı işleri beğenip kibirlenmez. uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.” Rabbini tanıyan. O’na sığınır. Rabbini unutan, O’nun yarattıklarına sığınır.” Yine, “Kim, kendi amelini insanların görmesini isterse, riyâkârın ta kendisidir” buyurdu. Ebû Osman Sa’îd bin Selâm Kayrevânî; “Zenginlerle beraber olmayı, fakirlerle beraber olmaya tercih eden kimsenin kalbi Ebû Bekir Muhammed bin Ali bin Ca’fer Kettânî buyurdu ki: “Gâfiller, Allahü teâlânın hilmi altında, zikredenler Allahü teâlânın rahmeti altında, ârifler Allahü teâlânın lütfu altında, sâdıklar O’nun kurbunda yaşarlar.“ ölür” buyurdu. Muhammed bin Ahmed bin Hamdûn Kassâr; “Allahü teâlânın durum hâsıl olursa; insan. Hakka tâate, O’nun rızâsını rızâsını her şeye tercih etmeyenin kalbi, ma’rifet nûrundan kazanmaya dönme sebeplerine hazırlanmak için harekete nasîb alamaz” buyurdu. geçer ki, bunun kapısı da tövbedir. Fahr-ül-Fârisî ( radıyallahü anh ) eserinin değişik Tövbeye hazırlanmanın alâmetlerinden biri de, kötü bölümlerinde, tövbe, takvâ, gıybet, huşû’ ve tevâzu hakkında; arkadaşları terketmektir. Çünkü, kötü arkadaşlardan âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve büyüklerin sözlerinden nakiller uzaklaşmak, onlarla düşüp kalkmamak, kalbde Allahü teâlânın yaparak buyurdu ki: emirlerine karşı gelme hâlini ortadan kaldırır. Kötü arkadaşların yanından ayrılınca, artık, iyi ve sâlih arkadaşlarla Tövbe hakkında Allahü teâlâ, Nûr sûresinin otuzbirinci âyet-i beraber oturup kalkmaya başlar. Sâlih, iyi ve temiz arkadaşlar, kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya onun cehâletten ilme, kibirden hilme ve cimrilikten cömertliğe, tövbe ediniz. Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz” buyurdu. dünyâ hırsı ve ona düşkün olmaktan kanâate, uzun emel Resûlullah da ( aleyhisselâm ) Eshâbına (r.anhüm) “Sizden biriniz bineğini kaybedip, sonra onu bulunca sevinmez mi?” diye sordu. Onlar da; “Evet, sevinir yâ Resûlallah!” deyince. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, kulunun tövbesine, sizden birisinin bineğini bulduğu zamanki sahibi olmaktan zühde (dünyâya rağbet etmemeye), ayrılıktan birliğe, hep kendisini düşünüp, kendisi için istemekten başkalarını kendisine tercih etmeye, ya’nî Îsâra, dünyâdan âhırete, gülmekten yaptığı kötülükler ve günahları için ağlamağa, onlar için pişman olmaya, gaflet hâlinden uyanıklık hâline dönmesini te’min ederler. sevinmesinden daha fazla sevinir” buyurdu. Allahü teâlânın Ebû Süleymân Râzî ( radıyallahü anh ) anlattı: “Güzel sevinmesi: tövbe eden kulunu af ve mağfiret ederek ihsânda şeylerden bahseden birisinin yanına gitmiştim. Anlattıkları bulunması, tövbesini kabûl ederek ona ikram etmesidir. kalbime te’sîr etti. Yanından kalkıp gidince, o zâtın Tövbenin üç şartı vardır: Yapmış olduğu günahlara pişman olmak, o anda günahtan el çekmek, yapmış olduğu günahları ve benzerlerini bir daha işlememeğe karar verip azmetmektir. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîflerinde; “Nedamet, pişmanlık tövbedir” buyurması, yapılan günâha pişmanlık duyulması, tövbenin en büyük şartı olduğundandır. Nitekim Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Hac, Arafat’da vakfe yapmaktır” buyurarak, Arafat’da vakfe yapmanın, haccın rüknlerinin en büyüğü ve ehemmiyetlisi olduğunu bildirmişler, başka hadîs-i şerîflerinde de, haccın diğer rüknlerini beyân buyurmuşlardır. Bunun gibi, yapılan günaha pişmanlık, tövbenin en mühim rüknü olup, o, tövbenin diğer rüknlerinin de meydana gelmesine vesile olmaktadır. Tövbe, rücû’ demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruldu: “Dikkat ediniz! Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, bütün beden iyi olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz! O et parçası kalbdir.” Kalb, yapılan günah ve kötülük sebebiyle uyanıp, Allahü teâlânın yardımı ile onda, o günahları terkettirecek ve bir daha o günahlara döndürmiyecek bir anlattıklarının te’sîri kayboldu. Tekrar yanına dönüp onu dinleyince, o güzel hâl kalbimde yine hâsıl oldu. Fakat oradan ayrılıp eve giderken, o hâl kalbimden yine kayboldu. Üçüncü defa o zâtın yanına gidip, sözlerini dinleyince, o güzel hâl kalbimde yine hâsıl oldu. Evime kadar, o hâlim devam etti. O mübârek zâtın yanına çok gidip gelmekle, onunla beraber olmakla, kalbimde Allahü teâlânın emirlerine uymak, şevki meydana geldi. Allahü teâlânın emirlerine karşı gelme, hâli kırıldı.” Ebû Amr bin Nahîd anlattı: “Gençliğimde, büyük âlim Ebû Osman Hayrî’nin sohbetlerine gidip gelirdim. Sözleri ve sohbetleri bana te’sîr edip tövbe etmiştim. Fakat bir ara, onun sohbetlerine gitmez oldum. Onu gördüğümde, kendisinden kaçar oldum. Birgün yolda karşıdan gelirken onu görünce yolumu değiştirdim. Fakat o, ta’kib edip bana yetişti; “Ey oğul! Seni sâdece ma’sûm günahsız bir çocuk olduğun için seven birisinden kaçıyor, onunla beraber olmak istemiyorsun. Ondan sana dâima fâide gelir” dedi. Bunun üzerine, ben tekrar tövbe edip, onun sohbetlerine devam ettim. Bir daha iyi yoldan ve sâlih kimselerden ayrılmadım. Bu sayede kötülüklerden uzak kaldım.” Kuşeyrî ( radıyallahü anh ) Ebû Ali Dakîk’den nakletti: “Birisi “Yâ Resûlallah, bana nasihat buyur, hangi amele devam tövbe ettikten sonra, tekrar kötülüklere dalmıştı. Bir ara kendi edeceğimi bildir” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Sen kendine; “Tekrar tövbeye dönsem, acaba hâlim ne olur? takvâ üzere ol. Zîrâ takvâ bütün iyilikleri kendinde Önceki tövbemi de bozdum” diye düşündü. Bu sırada gizliden toplamaktadır. Sen cihâda devam et. Zîrâ cihâd, İslâm dîninin gelen bir ses kendisine; “Ey Filân! Sen bize itaat ettin, biz ruhbanlığıdır. Sen Allahü teâlâyı zikretmeğe devam et. Zîrâ sana teşekkür ettik. Bizi terkettin. Sana mühlet verdik. Eğer Allahü teâlânın zikri, senin için nûr ve hidâyettir” buyurdu. tekrar bize dönersen, seni yine kabûl ederiz!” diye seslendi. O şahıs, bu sesi duyup tekrar tövbe etti. Allahü teâlâya itaat Şu üç şey takvânın icâbıdır Birincisi; Allahü teâlâyı tanıyıp üzere bulundu. Hâlis niyetle günahlarına pişman olup, kalbi O’na şirk koşmamak. İkincisi; Allahü teâlâya itaat edip, isyan kötülüklerin pisliğinden temizlendi.” etmemek. Üçüncüsü; Allahü teâlâyı anıp O’nu unutmamaktır. Tövbe, yapılış gayesine göre üç çeşittir. Birincisi, herkesin Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Takvâ, bildiği tövbedir. O da; günâhından dolayı ceza görmekten kulun Allahü teâlâdan başkasından korkmamasıdır. Takvâya kurtulmak için tövbe eden kimsenin tövbesidir. İkincisi; yapışan kimse, dünyâdan uzaklaşır. Çünkü Allahü teâlâ, A’râf “İnâbe”dir ki, bu da; daha fazla sevâba ve yüksek derecelere sûresi 169. âyet-i kerîmede meâlen; “Takvâ sahipleri için kavuşmak isteyen kimsenin tövbesidir. Üçüncüsü de; “evbe”dir âhıret hayırlıdır” buyurdu. ki, o da; sevâb arzusu veya azap korkusundan değil, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan tövbedir. Gıybet hakkında Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey mü’minler! Zannın çoğundan sakınınız! Çünkü, zan etmenin ba’zısı günâh olur. Birbirinizin kusurunu araştırmayın! Birbirinizi gıybet etmeyin!” (Hucurât-12) buyurdu. Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrlarında bulunan birisi, Hazreti Ali, “Dünyânın efendileri, cömertlik sahipleri. Âhıretin efendileri ise, takvâ sahipleridir” buyurdu. Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Mü’minler, herhalde kurtulacaklardır. Onlar, namazlarını huşû’ ile kılanlardır” buyurdu. Huşû’; zâhiren ve bâtınen Hakka boyun eğmek. Tevâzu da; Hakka teslim olmak, boyun eğmek, Hakkın hükmüne i’tirâzı terketmektir. orada bulunmayan birisi hakkında; “Ne kadar da âciz birisi!” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kardeşinizin etini yediniz. Çünkü onu gıybet ettiniz” buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ 1) Tabakât-ı usûliyyîn cild-2, sh. 56 aleyhisselâma; “Gıybetten tövbe ederek ölen kimse, Cennete girenlerin sonuncusu olacaktır. Gıybete devam ettiği hâlde 2) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 101 ölen kimse ise, Cehenneme girenlerin ilki olacaktır” diye vahyetti. 3) Lisân-ül-mîzân cild-5, sh. 29 Anlatılır ki, İbrâhim bin Edhem (kuddise sirruh), bir yere da’vet 4) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh. 452 edilmişti. İbrâhim bin Edhem ( radıyallahü anh ) oraya vardığında, gelmesi gereken fakat daha gelmemiş olan birisi hakkında; “O zâten ağır adamdır” dediler, İbrâhim bin Edhem (kuddise sirruh) “Keşke buraya gelmeseydim. Çünkü, burada gıybet yapılmaktadır” dedi. Takvâ hakkında Allahü teâlâ, Hucurât sûresi onüçüncü âyet-i kerîmede meâlen; “Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O’ndan ençok korkanınızdır” buyurdu. Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bir kimse gelip; 5) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 286 6) Tabakât-ül-evliyâ sh. 466, 498 7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 191 8) El-A’lâm cild-5, sh. 296 FAHR-ÜL-İSLÂM PEZDEVÎ (Ali bin Muhammed) en-Nesefî, “Kitâb-ül-kand” adındaki eserinde; “Ebü’l-Yüsr Pezdevî, Mâverâünnehr’de eshâbımızın, ya’nî Hanefî Mâverâünnehr’de yetişen Hanefî fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ali âlimlerinin şeyhi idi. İmâmların İmâmı idi. Kayıtsız şartsız bin Muhammed bin Hüseyn bin Abdülkerîm bin Mûsâ bin Îsâ İmâm olduğu kabûl edilmişti. Doğudakilerin ve batıdakilerin bin Mücâhid en-Nesefî el-Pezdevî’dir. Künyesi Ebü’l- sığınağı oldu. Bütün talebenin maksûdu idi. Gelip derslerinde Hasen’dir. “Fahr-ül-İslâm” lakabı ile meşhûr oldu. 400 (m. bulunmak, istifâde etmek arzusunda idiler. Fıkıh ilminin usûl 1009) yılları civarında İran’ın Pezde (veya Bezde) şehrinde ve fürû’ mes’elelerine âit tasnifleri ve kitapları ile cihan doğup yetiştiği için, “Pezdevî” nisbetiyle meşhûr olmuştur. aydınlanmış, şereflenmiş idi. 493 (m. 1099) senesi Receb Pezde, Nesef’ten 6 fersah (34,1 km.) uzakta müstahkem bir ayında Buhârâ’da vefât etti. Sem’ânî de onun, 421 (m. 1030) kaledir. Kale adı, yanında kurulan şehrin de ismi olmuştur. yılında doğduğunu bildirmektedir. Babası Muhammed, Semerkand ve Buhârâ’da kadılık (hâkimlik) vazîfesinde bulunmuş, daha sonra bu vazîfeden Fahr-ül-İslâm Pezdevî, mezhebini ezbere bilmekte darb-ı ayrıldığında Pezde’ye gidip oraya yerleşmişti. Kardeşi mesel olmuştu. Onun bu büyüklüğü herkes tarafından Muhammed bin Muhammed el-Pezdevî de, Mâverâünnehr’de bilinmekte ve her zaman konuşulmakta idi. Sem’ânî diyor ki, Hanefî âlimlerinin en büyüklerinden olup, “Sadr-ül-İslâm” “O, Mâverâünnehr’in fakîhi, imamların ve en büyük âlimlerin lakabı ile meşhûr oldu. Onun kitapları kolay anlaşıldığı için, üstadı, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebinin “Ebü’l-Yüsr” diye künyelenmiştir. Fahr-ül-İslâm Pezdevî de, kuvvetli ve büyük sâliki idi.” Mâverâünnehr’in en büyük kitaplarının zor anlaşılması sebebiyle “Ebü’l-Usr” künyesi ile fakîhlerinden olan Şems-ül-eimme Muhammed bin Sehl es- meşhûr oldu. Birçok eser yazdı. 482 (m. 1089) senesi Receb Serahsî ile aynı asırda yaşamış ve Abdülazîz bin Ahmed el- ayının beşinde Keşş denilen yerde vefât etti. Cenâzesi Halvânî tarafından idâre edilen medresede İmâm-ı Serahsî’ye Semerkand’a götürülüp defnedildi. arkadaşlık etmişti. Ayrıca o, hadîs ilmini de tahsil edip, birçok hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Arkadaşı olan Fahr-ül-İslâm Pezdevî, Hanefî mezhebi âlimlerinin Semerkand hatîbi Ebü’l-Meâlî Muhammed bin Nasr bin büyüklerindendir. Hanefî fıkhının fürû’ ve usûl bilgilerinde Mensûr el-Moydânî ve kendi oğlu Kâdı Ebû Sabit el-Pezdevî, zamanındaki âlimlerin İmâmı, en büyüğü idi. Çok sayıda ondan rivâyette bulunmuşlardır. Bir ara Semerkand’a gitmiş ve mu’teber kitapları vardır. Çeşitli ilimleri de kendinde toplamıştı. orada ders okutmuştur. Hele usûl-ı fıkha dâir yazdığı ve “Usûl-i Pezdevî” adıyle bilinen çok kıymetli bir kitabı, bütün İslâm ülkelerinde Başlıca eserleri şunlardır: mu’teber, mu’temed bir eser olup, bir güneş gibi açık ve nûr saçmaktadır. Kâsım bin Kutlubega, “Tabakât-ı Hanefîye” 1. Kenz-ül-vüsûl ilâ ma’rifet-il-usûl: “Usûl-i Pezdevî” adı ile ismindeki eserinde diyor ki, “Ben, bu kitapdaki hadîs-i şerîfleri bilinen ve usûl-i fıkıh ilminde en mu’teber ve bütün âlimler tahric eyledim. Benden önce onunla kimse meşgûl olmamıştı. tarafından i’timâd edilen kıymetli bir eserdir. Usûl-i fıkıh, İslâm Ebü’l-Meâlî Muhammed bin Nâsr-ı Hatîb, ondan hadîs-i şerîf dîninin fürû’a ya’nî amelî yönüne âit hükümlerini, Kitab rivâyet etmiştir.” Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde de meşhûr ve (Kur’ân-ı kerîm), Sünnet, İcmâ’i Ümmet ve Kıyâs-ı fukahâ adı mu’teber olan kitapları vardır. verilen, dinde dört sağlam delîlden istinbât (çıkarmak), yollarını bildiren bir ilimdir. Bu ilmin faydası, hükümleri doğru Kardeşi Ebü’l-Yüsr Muhammed bin Muhammed el-Pezdevî olarak çıkarmaktır. Bu konuda çok kıymetli kitaplar yazılmıştır, de, Hanefî fıkhının usûl ve fürû’ bilgilerinde büyük bir âlimdi. bunlardan biri de, Fahr-ül-İslâm Pezdevî’nin kitabıdır. Osmanlı O, Ebû Ya’kûb Yûsuf bin Muhammed en-Nişabûrî’den ilim. Devleti zamanında medreselerde çok okutulan ve önem Öğrenip yetişti. Semerkand’da kadılık (hâkimlik) yaptı. verilen bu kitab, teferruatlı ve i’câzın mükemmel bir örneği Zamanındaki âlimlerin İmâmı, en büyüğü idi. Ona, şarktaki ve sayılan bir usûl-i fıkıh kitabıdır. Matbû bir eserdir. Diğer garbtaki her memleketten ilim öğrenmeye gelirlerdi. “Ebü’l- eserleri matbû değildir. Yüsr” diye meşhûr olmasının sebebi, kitaplarında yüsr’e, ya’nî kolay anlaşılmaya çok dikkat etmesiydi. Ömer bin Muhammed Fahr-ül-İslâm’ın “Usûl”ünün çok şerhleri yapılmıştır. En güzeli üzerinde bulunduğu yoldur. Selefimiz ki, İmâm-ı a’zam Ebû ve en meşhûru Abdülazîz Ahmed bin Muhammed el-Buhârînin Hanîfe, Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve onların “Keşf’ adındaki şerhidir. Bir şerhi de, Ahseykesî’nin “Tahkîk” mezhebine tâbi olan âlimlerin hepsi bu yol üzere idiler. İmâm-ı adındaki kitabıdır. Şeyh Ekmelüddîn’in de “Takrir” adında bir a’zam Ebû Hanîfe, bu yolun akaidi. (inanılması gereken şerhi vardır. “Câmî” kitabının sahibi diyor ki: Ben, Pezdevî akideleri, îmân esasları) ile alâkalı olarak “El-Fıkh-ül-ekber” Usûlünü, Buhârî’nin “Keşf ve Haddâd ve Cûnfûrî şerhleri ile kitabını yazdı. Burada hak olan, doğru, gerçek olan i’tikâdı, beraber mütâlâa ettim. O, nefis ve âlimlerin i’timâd ettiği îmânı bildirdi. kıymetli bir eserdir. Allahın Peygamberinin ve O’nun Eshâbının yolunu kitaplara 2. El-Mebsût Onbir cildlik bir fıkıh kitabıdır. geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan Ehl-i sünnet âlimleridir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a’zam Ebû 3. Tefsir-ül-Kur’ân: Herbiri Kur’ân-ı kerîm kalınlığında, yüzyirmi Hanîfe Nu’man bin Sâbit’tir. cild olan bu eserin bir nüshasına rastlanamamıştır. Bugüne kadar ele geçmemiştir. Şer’î ilimlerin kaynağı Kitab, Sünnet, İcmâ’ ve bunlardan istinbât olunan (çıkarılan) Kıyâs’tır. 4. Şerh-i Câmi-i kebîr ve Câmi-i sagîr Usûl ilmine âit olan iki kıymetli eserdir. Bize kadar gelemiyen eserlerindendir. İmâm-ı Kitab: Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil isminde bir Muhammed Şeybânî hazretlerinin, Hanefî fıkhını anlatan melek vâsıtasıyle Muhammed aleyhisselâma kitaplarının şerhidir. Kureyş kabilesinin lügatı, dili ile vahyedilen Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri 5. Ginâ-ül-fukahâ: Fıkıh ilmine dâir olup, bugün bir nüshasına Arabcadır. Fakat bu kelimeleri yan yana dizen rastlanamamıştır. Kaynaklarda zikredilmektedir. Allahü teâlâdır. Bu Arabî kelimeler, Allahü teâlâ 6. Er-Risâle fî kırâat-il-musallî, 7. Zellet-ül-Kârî, tarafından dizilmiş olarak âyet hâline gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da mübârek kulakları ile işiterek, 8. Ez-Ziyâdât Fıkıh ilminin fürû’ mes’elelerini anlatan bir ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuştur. eserdir. Bu eserin bir nüshası, Süleymâniye Kütüphânesi’nde Kur’ân-ı kerîmin tamâmı mushaflara yazılmış ve (Fâtih, No: 1665) ile kayıtlıdır. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) yanlışsız olarak tevâtür yolu ile nakledilmiştir. 9. Ziyâdât-üz-ziyâdât “Ziyâdât” kitabının sonunda vardır. Sünnet: Dinde ta’kib edilen yola denir. 10. Şerh-ül-hidâye: “Hidâye” adındaki fıkıh kitabının nikâh Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kendiliğinden babına kadar olan kısmının şerhini içine alan bir eserdir. yaptığı ve kaçındığı şeylerdir. Resûlullahın sözleri, yaptıkları ve başkalarının yaptığını görüp Fahr-ül-İslâm Pezdevî, fıkıh usûlüne dâir yazdığı kitapta beğendiği için men etmediği, yasak olduğunu buyuruyor ki: bildirmediği şeylerdir. Kavli, fiili ve takriri sünnet olmak üzere üçe ayrılır. Sünnet, farz ve vâcib “İlim iki kısımdır: Birincisi; tevhîd ve sıfat ilmi. Diğeri de; fıkıh, emirlerden sonra, müslümanlardan edası, şerîatler ve ahkâm ilmidir. Birinci kısımda asıl olan, Kitab ve yapılması istenenlerdir. Peygamberimizin Sünnete yapışmak, nefsin arzularından, isteklerinden ve sözlerine “Hadîs-i şerîf denir. Dinde, Kur’ân-ı bid’atlerden uzaklaşıp, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda kerîmden sonra en kuvvetli senet, vesîka hadîs-i bulunmaktır ki, Eshâb-ı Kirâm ve Tabiîn bu yol üzerinde idiler; şerîflerdir. (Sünnet kelimesinin dînimizde üç Selef-i Sâlihîn bu yol üzere yürüdüler. Bu yol, din büyüklerinin ma’nâsı vardır. Kitab ve sünnet birlikte söylenince; kitab, Kur’ân-ı kerîm, sünnet de lakabı Fahrüzzamân’dır. 544 (m. 1149) senesi Muharrem hadîs-i şerîfler demektir. Farz ve sünnet ayının 23. günü vefât etti. denilince; farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sünneti Tefsîr, fıkıh ve usûl gibi naklî ilimlerden başka, edebiyat ve şiir ya’nî emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız gibi edebî sahada da çok derin idi. Herkes tarafından olarak söylenince bütün ahkâm-ı İslâmiyye tanınmıştı. Akranı arasında bir tane idi. demektir.) Çeşitli ilimlere dâir tasnif ettiği kıymetli kitaplardan ba’zıları İcma’: Her asırdaki adâlet ve ictihâd sahibi şunlardır: Tefsîr-ül-Kur’ân, Tezkire, Tevabi’ ve Levâmi’, Şerh- âlimlerin bir mes’elede sözbirliği ile olur. İcma’ ül-hamâse, Sıyâk-ül-elbâb, İ’lâk-ül-mülevvibîn ve ahlâk-ül- huccettir, delîldir. İcma’ mes’elesinde, âlimlerin ehavîn, Tenkîh, Dîvân-i Şi’r. çokluğu veya azlığı önemli değildir. İcmâ’, derece derecedir. En kuvvetli icmâ’, Eshâb-ı Kirâmın icmâ’ıdır. Çünkü onda hilâf yoktur. Kıyâs: Dinde açıkça emir veya yasak edilmemiş işlerin hükümlerini, Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve icmâ’-i ümmette açıkça bildirilen hükümlere benzeterek çıkarmaya denir. Bu kıyâsı, benzetmeyi yaparak, açıkça emir veya 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 227 2) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 284 3) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 318 4) El-A’lâm cild-7, sh. 219 yasak edilmemiş işleri, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde 5) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 428 derin âlimlere emretmektedir. Bu benzetmeyi yapabilecek âlimlere “Müctehid” denir. 6) Keşf-üz-zünûn sh. 125, 384, 444, 481, 503, 692, 1084, 1955 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 192 2) Fevâid-ül-behiyye sh. 124, 125 FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali) 3) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 184 Fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ömer bin Ebil-Yemen Ali bin Sâlim bin Sadaka el-İskenderî el-Lahmî el-Fâkihânî olup, künyesi 4) Tabakât-ül-fukahâ (Taşköprülüzâde) sh. 85, 86 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 578, 1005 Ebû Hafs ve lakabı Tâcüddîn’dir. Mısır’da İskenderiyye’de yetişmiştir. 654 (m. 1256) senesinde doğdu. 731 (m. 1331)’de Cemâzil-evvel ayında vefât etti. Vefât târihinin 734 (m. 1334) senesi olduğu da bildirilmiştir. Fıkıh ilmini İbn-i Münir’den öğrendi. Ali İbni Tarhan, İbn-i FAHRÜZZAMÂN EL-BEYHEKÎ (Mes’ûd bin Alî bin Ahmed) Dakîk-ıl-Iyd, Bedrüddîn bin Cemâ’a, Ebü’l-Hasen Ahmed elKarafî’den ve başka hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf dinledi. Tefsîr ve usûl âlimlerinden. İsmi, Mes’ûd bin Ali bin Ahmed bin Kırâat ilmini de Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah el- Abbâs es-Savânî el-Beyhekî olup, künyesi Ebü’l-Mehâsin ve Mâzûnî’den okudu. İlmi çok idi. Fıkıh, hadîs, usûl, nahiv, edebiyat ve diğer ilimlerde çok yüksek idi. El-Bidâye ven- nihâye sahibi İbn-i Kesir, bundan ilim öğrendiğini 4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 96 bildirmektedir. Sâlih bir zât olup, Selef-i sâlihînin yolu olan Ehli sünnet i’tikâdına son derece bağlı idi. Evliyâ ve sâlih zâtlarla buluşur, onlarla sohbet ederdi. Onların ahlâkı ile ahlaklanmış idi. Birkaç defa hacca gitti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda harcadı. Kıymetli eserler yazdı. Hadîs ilminde benzeri çok az bulunan ve çok fâideli olan “Şerh-ül- 5) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 221 6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 789 7) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 168 umde” isimli eser onundur. 8) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 261 Saîd-üs-süedâ hânegâhında sufi olan hadîs âlimi Cemâleddîn 9) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 599 cild-2, sh. 545 Abdullah bin Muhammed el-Ensârî şöyle anlatmıştır; “Bir defâsında Tâcüddîn el-Fâkihânî ile Dımeşk’a gittik. 10) Keşf-üz-zünûn sh. 98, 841, 1170, 1883 Maksadımız, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) emaneten saklanan nalınlarını ziyâret etmek idi. Nalınlar, Dımeşk’da Eşrefiyye Medresesi’nin Dâr-ül-hadîs kısmında muhafaza edilmekte idi. Onları görünce alıp, yüzüne, gözüne sürdü. Öpüp ağlamaya başladı ve göz yaşları dökülürken şiir söyledi Bu şiirin tercümesi şöyledir: “Eğer Mecnûn’a denseydi ki: “Leylâ’ya mı yoksa dünyâya ve dünyâda bulunan şeylere mi kavuşmak istersin?” Cevap olarak derdi ki O’nun na’lınının toprağından bir toz parçası, bana kendi nefsimden daha sevimli O, nefsimin hastalıkları, sıkıntıları için daha şifâlıdır.” Vefâtı yaklaştığında, akrabâlarından biri yanına gelip, ona Kelime-i şehâdeti hatırlattı. Gözlerini açıp; “Hastalık bana bunu hatırlatıyor. Şimdiye kadar ne zaman unuttum da hatırlayayım? Aslâ hatırımdan çıkmaz” ma’nâsında bir beyt okudu. Sonra Kelime-i şehâdeti söyleyerek vefat etti. İskenderiyye’de Bâb-ül-bahr denilen yerde defnedildi. Yazmış olduğu kıymetli eserlerden ba’zılarının isimleri şunlardır: El-işâret fil-Arabiyye, Şerh-ül-işâre, el-Mevrîd filmevlîd, el-Menhec-ül-mübîn fî şerhi Erba’în, (İmâm-ı Nevevî’nin Hadîs-i Erba’în isimli eserinin şerhidir.), et-Tahrîr vet-tahbîr, Riyâd-ül-efhâm fî şerhi umdet-il-ahkâm-el-Fecr-ülmünîr fis-salâti alel Beşîr-in-Nezir, el-Lüm’a fî vakfet-il-Cum’a. FÂKİHÂNÎ (Ömer bin Ali) Fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ömer bin Ebil-Yemen Ali bin Sâlim bin Sadaka el-İskenderî el-Lahmî el-Fâkihânî olup, künyesi Ebû Hafs ve lakabı Tâcüddîn’dir. Mısır’da İskenderiyye’de yetişmiştir. 654 (m. 1256) senesinde doğdu. 731 (m. 1331)’de Cemâzil-evvel ayında vefât etti. Vefât târihinin 734 (m. 1334) senesi olduğu da bildirilmiştir. Fıkıh ilmini İbn-i Münir’den öğrendi. Ali İbni Tarhan, İbn-i Dakîk-ıl-Iyd, Bedrüddîn bin Cemâ’a, Ebü’l-Hasen Ahmed elKarafî’den ve başka hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf dinledi. Kırâat ilmini de Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah elMâzûnî’den okudu. İlmi çok idi. Fıkıh, hadîs, usûl, nahiv, edebiyat ve diğer ilimlerde çok yüksek idi. El-Bidâye vennihâye sahibi İbn-i Kesir, bundan ilim öğrendiğini bildirmektedir. Sâlih bir zât olup, Selef-i sâlihînin yolu olan Ehli sünnet i’tikâdına son derece bağlı idi. Evliyâ ve sâlih zâtlarla buluşur, onlarla sohbet ederdi. Onların ahlâkı ile ahlaklanmış idi. Birkaç defa hacca gitti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda harcadı. Kıymetli eserler yazdı. Hadîs ilminde benzeri çok az bulunan ve çok fâideli olan “Şerh-ülumde” isimli eser onundur. 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 299 Saîd-üs-süedâ hânegâhında sufi olan hadîs âlimi Cemâleddîn 2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 178 Abdullah bin Muhammed el-Ensârî şöyle anlatmıştır; “Bir defâsında Tâcüddîn el-Fâkihânî ile Dımeşk’a gittik. 3) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 186 Maksadımız, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) emaneten saklanan nalınlarını ziyâret etmek idi. Nalınlar, Dımeşk’da Eşrefiyye Medresesi’nin Dâr-ül-hadîs kısmında muhafaza edilmekte idi. Onları görünce alıp, yüzüne, gözüne sürdü. Öpüp ağlamaya başladı ve göz yaşları dökülürken şiir söyledi Bu şiirin tercümesi şöyledir: “Eğer Mecnûn’a denseydi ki: “Leylâ’ya mı yoksa dünyâya ve dünyâda bulunan şeylere mi kavuşmak istersin?” Cevap olarak derdi ki O’nun na’lınının toprağından bir toz parçası, bana kendi nefsimden daha sevimli O, nefsimin hastalıkları, sıkıntıları için daha şifâlıdır.” FAKÎRULLAH Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin Kâsım bin Abdülcemâl’dir. Fakîrullah diye tanınır. 1067 (m. 1656) senesinde Siirt’in Tillo kasabasında dünyâya geldi. Babasının yerine müderrislik yaparak binlerce talebe yetiştirdi. Tasavvuf yolunda yükselerek evliyâlıkta Gavs makamı denilen Vefâtı yaklaştığında, akrabâlarından biri yanına gelip, ona üstün derecelere sahip oldu. 1147 (m. 1734) senesinde Kelime-i şehâdeti hatırlattı. Gözlerini açıp; “Hastalık bana doğduğu yer olan Tillo’da vefât etti. bunu hatırlatıyor. Şimdiye kadar ne zaman unuttum da hatırlayayım? Aslâ hatırımdan çıkmaz” ma’nâsında bir beyt okudu. Sonra Kelime-i şehâdeti söyleyerek vefat etti. İskenderiyye’de Bâb-ül-bahr denilen yerde defnedildi. Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası Hazreti Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) torunlarındandır. Zâhirî ilimlerde âlim idi. Tillo’da müderrislik vazifesi yapıyordu. Oğlu Mevlânâ Kâsım’ı yetiştirerek âlim olmasına vesile oldu. Kâsım Yazmış olduğu kıymetli eserlerden ba’zılarının isimleri da babasının vefâtından sonra yerine geçerek talebe şunlardır: El-işâret fil-Arabiyye, Şerh-ül-işâre, el-Mevrîd fil- okutmağa başladı. 1067 senesinde Receb-i şerîfin ilk Cum’a mevlîd, el-Menhec-ül-mübîn fî şerhi Erba’în, (İmâm-ı gecesi, ya’nî Regâib gecesi bir oğlu dünyâya geldi. İsmini Nevevî’nin Hadîs-i Erba’în isimli eserinin şerhidir.), et-Tahrîr İsmâil koydular. Annesi ona, besmelesiz süt emzirip, yemek vet-tahbîr, Riyâd-ül-efhâm fî şerhi umdet-il-ahkâm-el-Fecr-ül- yedirmedi. Babası Mevlânâ Kâsım onu küçük yaşta münîr fis-salâti alel Beşîr-in-Nezir, el-Lüm’a fî vakfet-il-Cum’a. yetiştirmeye, ilim öğretmeğe başladı, İsmâil Fakîrullah yirmidört yaşına kadar zâhirî ilimlerde âlim ve bâtınî ilimlerde mütehassıs bir velî olarak yetişti. İbâdetlerinden büyük bir lezzet alır, zevk ile yapardı. Anne ve babasının hukukunu 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 299 gözetir duâ ve rızâlarına kavuşmak için çok gayret gösterirdi. 2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 178 1071 (m. 1660) senesinde babası Mevlânâ Kâsım hazretleri 3) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 186 4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 96 5) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 221 vefât edince, yerine geçerek müderrislik yapmağa başladı. O sene evlendi. İsmâil Fakîrullah hazretleri haramlardan çok sakınır, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasından kaçınırdı. Tarlasını abdestli olarak eker, biçer, hasadını kaldırır, öşrünü verdikten sonra un hâline getirmek için el değirmeninde bizzat kendisi çalışırdı. O undan hamur yoğurup 6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 789 ekmek yapar, böylece yiyeceklerine hiçbir şüphe karışmamasına çok dikkat ederdi. Üzüm bağının işlerini dahî 7) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 168 kendisi görür, olgunlaşan üzümleri hayvanların hakkı geçer korkusuyla bizzat kendi sırtında taşırdı. Yiyecek olarak taze 8) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 261 9) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 599 cild-2, sh. 545 10) Keşf-üz-zünûn sh. 98, 841, 1170, 1883 veya kuru üzüm ile iktifa ederdi. Her Cum’a günü gusl abdesti almayı yaz, kış hiç aksatmazdı. Gecelerini hep ibâdetle, gündüzlerini oruçlu olarak geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an unutmaz, gâfil olmazdı. Rabbini hatırlamak onun gıdası ve en büyük zevki idi. Kırk yaşına kadar böyle devam etti. Kırk yaşında iken latîf mizacı değişip kırk gün yemedi, içmedi ve “Allahü teâlânın aşkı ile kendimden geçmiş bir hâlde iken, konuşmadı. Kendinden habersiz olarak yattı. Kırk gün sonra duvarı mermer taşlarla örülmüş kuyuya düştüm. mübârek gözünü açıp bir tas su içti ve ekşi nar isteyip ekmekle yedi. Ondan sonraki günler her çeşit yemekten orta Onbeş metre kadar derin olduğu hâlde, kendimi bir karış derecede yiyerek kırksekiz yaşına kadar böyle devam etti. yerden düşmüş gibi hissettim. Kırksekiz yaşında olduğu 1114 (m. 1702) senesi Şa’bân Düştüğüm an, kuyudan ilâhî yeşil bir nûr yükseldi. Öyle ki, ayının ilk Cum’a gecesi idi. Akşam namazından sonra verdiği aydınlığı birçok nûrlar veremezdi. komşularından birine ta’ziyeye gitmişti. Yatsı olmadan câmiye gitmek için ayrılan İsmâil Fakîrullah hazretleri karanlıkta evin avlusuna çıktı. Avluda, içinde su olmıyan onbeş metre derinliğinde içi boş ve ağzı açık bir kuyu vardı, İsmâil Fakîrullah, karanlıkta bu kuyuyu takdîr-i ilâhî farkedemiyerek içine düştü. Fakat Allahü teâlânın koruması ile vücûdunun O gece, benim için Kadr gecesi kadar kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâ bana orada pekçok lütuf ve ihsânlarda bulundu. Bu lütfun bereketiyle okyanusların dibinde ve semâvâtda bulunan herşey gözlerimin önüne getirilerek gösterildi. hiçbir yerine birşey olmadı. Sâdece sol kaşının üzerinde ince Allahü teâlâ bana o gece öyle büyük ni’metleri ihsân etti ki, bir sıyrık vardı. Burada kendisini Allahü teâlânın celâl sıfatıyla onu, daha önce yaşıyan evliyâsının çoğuna vermedi. imtihan ettiğini anlıyan İsmâil Fakîrullah, bu kadar yüksekten bir sıyrık ile kurtulmasına hamd ederek Allahü teâlâya Bir anda etrâfımda kurulan ma’nevî mecliste, Hızır ve İlyas secdeye kapandı, hulûs-ı kalb ile Rabbine sığındı. O anda aleyhisselâm, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rıfâî ve Cüneyd-i etrâfında ma’nevî bir meclis kuruldu. Hızır aleyhisselâm, Bağdadî hazretleri bana çok ikramlarda bulundular ve Abdülkâdir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdadî hazretleri gibi pekçok müjdeler verdiler. velînin rûhları orada hazır oldular. Kuyunun içi genişleyip yemyeşil bir nûra garkoldu. Evliyâlıkta Gavs makamı denilen Şeyh Hamza Kebîr hazretleri elinde yeşil âsâsıyla, arkasında derecelere kavuştuğu müjdelendi. Kendisine muhabbet şerbeti da ona mensûp olanların hepsi geldi ve hâlimin güzelliğine içirdiler. Böylece zamanın evliyâsının sultânı oldu. O, bu hâlde hayran kaldılar. iken saatler geçti. Câmide yatsı namazını kılmak için bekliyen cemâat, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin gelmediğini görünce evinden ve komşularından soruşturdular. Bulamayınca da aramaya başladılar. Dokumacılık yapan bir usta, kuyunun içinden tatlı bir sesin geldiğini farkedince komşularına haber verdi. Herkes kuyunun başına mumlarla birikti ve kuyuya inerek İsmâil Fakîrullah’ı oradan çıkardılar. İsmâil Fakîrullah, kuyuda içtiği muhabbet şerbetinin te’sîriyle sekiz sene istiğrak (dünyâyı unutarak kendinden geçme) hâlinde devamlı mest olup, kaldı, insanlardan tamamen uzlet edip, hanım ve evlâdından bile ayrı kalmaya başladı. Sâdece büyük oğlu Abdülkâdir Efendi huzûruna girip hizmetiyle Yanında yıldız gibi parlıyan oğlu Şeyh Mücâhid, Şeyh Mûsâ ve Şeyh Muhammed Radî de vardı. Çok sevdiklerimden ve makamları yüksek olan Şeyh Bürhan, Şeyh Âlemeyn ve Halîl Ferd dahî yanıma gelerek bu meclisin sonuna kadar bana izzet ve ikramlarda bulundular. Önlerinde Şeyh Hasen’in bulunduğu Fatiriyyûn’lar da ziyâretime geldiler. Hepsi cübbelerini giymiş bir hâlde idiler. Ayrıca Veysel Karânî hazretleri, Şeyh Hasen Hutvî, Şeyh Mustafa Kürdî ve Şeyh Neccâr bin Neccârî de orada hazır oldular. şereflendi. Hâlid bin Velîd hazretleri elinde demir bir âsâ ile teşrîf İsmâil Fakîrullah, bu istiğrak hâlinde iken söylediği bir kasidede kuyuda olanları şöyle anlattı: buyurdu. Hepsi de bana ihsân edilen ni’metlere hayran oldular. Etrâfıma saf saf dizilip ellerinde ilâhî şerbetle dolu kadehler Paşa, topçularına “Ateş” emri verdi. Atılan toplardan bir tanesi tutuyorlardı. Ben ise, onların ortasında ve bakışları altında kale duvarına çarpınca parçalandı. Parçalardan biri geri olduğum hâlde, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olup tefekkür teperek paşanın atına isâbet etti. O anda altındaki at öldü. ediyordum. Arkasından gökyüzünde bulutlar toplanmaya, kısa bir müddet sonra da şiddetli ve iri iri dolu yağmağa başladı, iki saat Hepsi de, ellerindeki şerbeti içmemi bekliyorlardı.” İsmâil Fakîrullah hazretleri, istiğrak hâlini bıraktıktan sonra dostlarıyla görüşmeğe başladı. Onlara, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna çok benziyen kendine mahsûs “Üveysiyye” yolunun âdabını öğretmeğe başladı. Pekçok talebeleri arasında ençok sevdiği ve hizmetine müsâade ettiği Molla Osman (İbrâhim Hakkı hazretlerinin babası) ve Molla Muhammed idi. Bu talebeleri kendisine on sene hizmet etmekle şereflendiler. Molla Osman, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin teveccühlerine kavuşması ve onun duâsını alıp talebesi olmakla şereflenmesi için memleketi Erzurum’dan henüz küçük olan İbrâhim Hakkı’yı da getirtti. O da hizmet etmeye başladı. Molla Osman ve Molla Muhammed hocalarına hizmetin onuncu) yılında, her ikisi de bir hafta içinde vefât ettiler. Cenâze namazlarını hocaları kıldırdı. Onlardan sonra daha küçük yaşta olan İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’a hizmet etmiye, onun hasta kalblere şifâ olan sözleri ile olgunlaşmağa ve yetişmeğe başladı. aralıksız yağan dolu, kale dışında ne kadar insan varsa perişan etti. Doludan hayvanlar kaçacak, sığınacak yer aramağa başladılar. Askerler, kaçan atlarını yakalamak için peşinden koştular. Bu sırada kabarıp büyüyen seller askerlerin çadırlarını söküp götürdü, işte bu hâdiselerden sonra paşanın aklı başına geldi. Yakaladıkları bir ata binip yanına sekiz asker aldı. Doğru Tillo’ya hocam Fakîrullah hazretlerinin huzûruna gitmek üzere yola çıktı. Ancak akşam üzeri Tillo’ya girdi. Önce babam ile kaldığımız bizim hücreye geldi. Babamla, hocamızın huzûruna çıktılar. Paşa kan ter içinde, perişan bir hâlde idi. Boynu bükük bir vaziyette üstadımızdan özür dilemeye başladı. Hocamız ise hiç iltifât etmedi, sâdece; “Ey zâlim! Sen Allahü teâlâdan korkmaz mısın?” buyurdu. Paşa sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı ve babamın işâreti ile geldiği gibi perişan bir hâlde huzûrdan çıktılar. O gece bizim hücrede kaldı. Sabaha kadar babamla hiç uyumadılar. Bir ara Paşa dedi ki: “Ben, Sultan Ahmed Hân’ın sohbetinde bulunur, hizmetiyle şereflenirdim. Yemîn ederim ki, sizin hocanız gibi heybetli bir kimse görmedim.” “Bir musibet, bin nasîhattan daha te’sîrlidir” sözüne uygun olarak sabahleyin geldiği gibi Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocam İsmâil geri gitti. Hocamızın himmeti ve duâları bereketiyle Şirvan Fakîrullah hazretlerine hizmetimin üçüncü senesi idi. beyi, paşa’nın şerrinden kurtuldu. Paşa da, Allahü teâlânın Bağbozumu zamanı Sonbahar aylarında idik. Tillo sevdiği bir velî kulunun sözünü dinlememenin cezasını kasabasının kuzey tarafında dört saatlik mesafede bir kale fazlasıyla çekti.” vardı. Şirvan beyi bu kaleyi müdâfaa ediyordu. Van paşası itaatsizliği sebebiyle Şirvan beyine ceza vermek için bin kadar askerle kaleyi kuşattı. Topa tutmak istiyordu. Şirvan beyi durumu hazret-i Fakîrullah’a bildirerek paşaya mâni olmasını istirhâm etti ve duâ talebinde bulundu. Bunun üzerine hocam, paşaya bir mektûp gönderdi. Mektûpda; “Ümmet-i Muhammed’in fukarasına merhamet edesin. Bağlarını yağma etmeden çekip gidesin. O âsî olan beyin cezasını âhırete bırakasın” yazıyordu. Mektûp paşaya ulaştığında kuşluk vakti idi. Paşa mektûbu okudu. Fakat hocamın ricasına hiç aldırış etmeyip; “Ben buraya sultânın emriyle gelmişim. Kaleyi, bu âsî beyin başına yıkmalıyım” dedi. Geri dönüp gitmedi. Yine İsmâil Fakîrullah hazretlerinin talebesi olan Ma’rifetnâme sahibi İbrâhim Hakkı anlattı: “Hocamın huzûrunda hizmetle şereflenmemin dördüncü senesi sonbaharıydı. Evlerin damları üzerinde bir miktar bulgurumuz serilmiş, kurutuluyordu. Ayın onikinci gecesi mehtaplı bir havada Cum’a akşamı yatsı vaktini bekliyordum. Vakit girince minareye Ezân-ı Muhammedî’yi okumak üzere çıktığımda Tillo’nun doğu tarafının yağmur bulutları ile kaplanmış olduğunu ve herkesin kendi zâhirelerini damlardan toplamak için acele ettiklerini gördüm. Ezân-ı şerîfi acele ederek okudum. Hocamızın bulgurlarını toplamak için yardıma gitmek istiyordum. Minareden aşağı indiğimde üstadımız, erkek çocuklarını, torunlarını, hizmetçilerini toplamış bekliyorlardı. Onlara; “Efendim! Yukarı mahalledekiler yağmur yağabilir korkusuyla Hocamızın himmeti ve duâsı bereketiyle aklı başına gelip bulgurlarını topluyorlar” dedim. Hizmetçilerden biri yavaşça; beyliğini devam ettirdi.” “Biz de o tedbire başvurmak istedik. Fakat hocamız bize mâni oldu. “Bulguru, yağmuru bırakıp câmiye gidiniz, Cum’a Yine İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onaltı yaşında idim. Bir gecesine ta’zim edip hürmet gösteriniz” buyurdu” dedi. Hep yaz günüydü. Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât birlikte câminin sofasında yatsı namazını kıldık. Sonra elliiki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil gökyüzünü incelemeye koyulduk. Tillo üzerinde bulut ikiye Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye ayrıldı. Evlerin bulunduğu kısımda zerre kadar bulut kalmadı. girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha Biraz sonra şiddetli bir yağmur başladı. Tillo’nun etrâfında yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu, başını önüne eğmiş seller aktığı hâlde kasabamızın üzerine bir damla bile yağmur olduğu hâlde öğle namazına kadar huzûrda kaldı. Namazdan düşmedi. Böylece Allahü teâlâ, o sevdiği kulunun hürmetine sonra da Allaha ısmarladık demeden, selâm vermeden kasabamızın halkına aydınlık ve rahatlık ihsân eyledi.” huzûrdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu, ikindiye İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetine gelişimin kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında her altıncı senesi ki, onbeş yaşında idim. Bir bahar günü idi. Aklî yemekten birer lokma veya kaşık aldı. Babam, Ali Efendi’ye dengesini kaybetmiş deli bir bey, otuz kadar hizmetçisiyle çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha hocamızı ziyârete geldi. Dergâhın kapısından izin almadan kadar murâkabe edip iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle içeri girip herhangi bir edebe riâyet etmeden, hocamıza; ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. “Güzel canım! Seni nasıl bulacağımı merak eder, dururdum. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa Meğer ki buradasın. Allah rızâsı için bir kalk da güzel boyunu kalktı. Hocam da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el göreyim. Sonra bu tatlı canımı sana kurban edeyim” dedi. öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendi’ye hürmet Mübârek hocamız Allahü teâlânın ism-i şerîfini duyar duymaz edip, elini öptük Atına bindirerek Tillo’dan çıkıncaya kadar ayağa kalktı. Bey ise hocamızın hemen ellerine sarıldı, arkasından gidip onu uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve öpmeğe başladı, sonra da düştü bayıldı. Üstadımız talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim! hizmetçilere işâret edip; “Bu emîri misâfir odasına götürüp Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet yatırınız. Üzerine de çok yorgan örtünüz, uyusun ve aklı bulmuştur?” dedim. Babam da; “Bu misâfir diğerlerine başına gelsin” buyurdu. Hocamızın emrini derhal yerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül sahibidir. Bizim getirdik. Günlerdir uyku uyuyamıyan bey, altı yorgan altında muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. altı saat uyudu. Bu sırada hocamız bir tabak içinde kuru üzüm Zîrâ bu halini merak ettiğin zât dedi ki; “Uzun zamandan beri getirtti. Üzümlere Kur’ân-ı kerîmden ba’zı âyet-i kerîmeler ve âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri duâlar okudu. Sonra da bana; “Molla İbrâhim! O mecnûnun pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile yatağının başucuna otur. Uyandığında ne isterse onu sana ma’nevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın verelim gel, götür” buyurdu. Bunun üzerine misâfirin odasına cümlesinden üstün derecelere sahip, Gavs-ı a’zam girdiğimde o da uyandı ve; “Ben, Şeyh’in önünde tabak içinde makamında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem bulunan kuru üzümleri isterim” dedi. Hocamın huzûruna gidip, hocamızın vücûd-i şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. durumu arzettim. Tabağı verdiler, götürdüm. Hiç kalmayıncaya Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü kadar yedi, bitirdi. Sonra kalkıp abdest aldı. Aklı başına geldi. gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında gördüm, işte Altmış gündür namaz kılmayan mecnûn, o günün öğle benim seyahatim tamam oldu ve muradıma kavuştum.” namazını kıldı. O gece bizimle beraber kaldı. Sabahleyin Babama; “Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman babamın yanında hocamızın huzûruna veda etmek üzere söyledi?” diye sordum. Cevâbında; “Biz kalblerimizle gittiler. Fakat cesâret edip içeri giremedi. Utancından içeri dahi konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler bakmayıp, ayak üzerinde kararsız bir hâlde durdu. Bir müddet üzerinde uzun uzun sohbet ettik” dedi.” sonra kapının eşiğini öpüp, sürûr ile memleketine gitti. İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetiyle İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onsekiz yaşında idim. şereflenmemin sekizinci senesiydi. Tillo’ya üç saat mesafedeki Hocamın akrabalarından Abbâs isminde yaşlı bir kimse, bir köyde hocamın çok sevdiği bir talebesi vardı. Onun üstadımın huzûruna geldi. Ağzı eğilmiş, dudağının bir tarafı bağında misbak üzümü bulunurdu. Bu çeşit üzüm, kulağına bitişmişti. Sol yüzün cildi kat kat kırışıp dudağıyla diğerlerinden yirmi gün önce olgunlaşırdı. O kimsenin ilk kulağı arasında buruşup görünmez olmuştu. Sağ yüzünün cildi olgunlaşan üzümleri bir sepete doldurup, hiç kimseye de aksine öyle gerilip açılmıştı ki, güneşte kalan def gibi vermeden getirip önce hocama ikram etmek âdeti idi. O sene gergin ve parlak olmuştu. Konuştuğu da anlaşılmıyordu. O âdetinden bir hafta sonra geldi ve geç gelmesinden dolayı merhamet menba’ı olan mübârek hocam, akrabasının o hâlini özürler dileyerek şunları söyledi: “Muhterem efendim! Adetim görünce ağladı. Sonra da mübârek eliyle ağzını mesh etti. üzere ilk olgunlaşan üzümü zât-ı âlinize getirirdim. Bu sene de Fâtiha sûresini okudu. El kaldırıp, duâda bulundu. Bundan üzümleri toplayıp yola çıktım. Yolda komşu köyden çoban bir sonra Allahü teâlânın izniyle ağzı düzeldi, eski hâline geldi. dostumla karşılaştık. Bu tarafa geldiğini anladı. O da benimle Hocamın elini Öptükten sonra; “Hocam, beni affetmeni bir müddet yol aldı. Bir su kenarına geldiğimizde; “Gel şu istirhâm ediyorum. Bu gece arkandan uygun olmayan sözler suyun yanında biraz istirahat edelim” dedi. Oturduk. Konuşma sarfederek gıybetini yapmıştım. Uyuduğumda gâibden bir sille sırasında; “Anan-baban hayrına şu sepetten bir iki saltam gelip, bir vuruşta ağzımı bu hâle getirdi. Tövbeler olsun” deyip üzüm ver de yiyeyim dedi vermemek için ne kadar mazeretler tekrar tekrar af diledi. Merhameti bol olan hocam da; “Bize bulduysam da onunla baş edemedim. Nihâyet onun isteğini karşı olan kusurun bizden yana helâl olsun. Hak teâlâ sana yerine getirmek için sepeti önüne koydum. Yarısına kadar hidâyet versin. Bundan sonra sakın bir kimseyi gıybet yedikten sonra beni azarlayıp hakaret etti ve; “Allah sana mal etmeyesin, Mü’minin mü’mini gıybet etmesi kesin olarak vermiş, fakat akıl vermemiş. Çoluk-çocuğunu bundan mahrûm haramdır. Bizi gıybet etme ki, bizim gibi zelîl kulun sahibi, edip, malını lâyık olmayanlara bu kadar zahmet çekerek azîzdir ve intikam alıcıdır. Dikkatli ol” buyurdu. götürüp vermen doğru mudur? Benim akılsız dostum, şeyh olmak kolay mıdır? Şeyhin bir sürü dostu vardır. Ona herkes Yine İbrâhim Hakkı hazretleri Ma’rifetnâme isimli eserinde izzet ve ikramlarda bulunur, üzüm getirirler. Onu, senin bir hocasının kerâmetlerinden birisini de şöyle anlattı: “Birgün sepet üzümüne muhtaç mı sandın. Zâten yarısı bitti. Gel şu Tillo’ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur’ân-ı yarım sepet üzümü bu fakir çobana ver ki, sevâbı ananın- kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim olan bir şahıs geldi. Bu babanın canına değsin” deyip üzümü tamâmiyle aldı. Ben de zât, hocam İsmâil Fakîrullah hazretleririnin ba’zı hâl ve mecbûr kaldım, üzümü verip boş sepetle köye dönmeye karar hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi. verdim. Oturduğumuz yerden bir yokuşu tırmanıyordum. Bir Huzûrda iken hocama; “Ey Şeyh! Sen niçin câmiye ara; “İmdat! Kurtarın!” feryadını işittim. Geri dönüp baktığımda, gitmiyorsun?” diye sordu. O hilim deryası olan hocam o çobanı kendi köpeği yatırıp altına almış sivri dişlerini lütfederek; “Ey Hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle sahibinin boğazına geçirmişti. Sür’atle koştum, çobanı köpeğin yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur” diye elinden kurtardım. Fakat çok geç kalmıştım. Çoban çok yara cevap verdi. O zât; “Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak almış, beni hocama hizmetten alıkoymanın cezasını bulmuştu. istemezsin?” diye tekrar sordu. Hocam; “Beş vakit namazda Köyü halkına haber verdim. Yarasına ba’zı ilâçlar, merhemler evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla beraber eda yaptılar. Yara iyi olmaya yüz tuttu. Bu sebeple hizmetinizden ediliyor” diyerek cevap verdi. “Ezana niçin riâyet etmiyorsun?” bir hafta geciktim. Kusurumun affını istirhâm ediyorum sorusuna karşı da; “Bu mescidin minaresi şu kerpiç kadar efendim.” Hocam bu talebesinin özürünü kabûl buyurup ona; taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezan okunuyor. Burada “Allahü teâlânın yolunda olana, Allahü teâlâ yardımcıdır. okunan ezân-ı şerîfe icabet ediyorum. Cum’a namazını ise Cenâb-ı Hak sana hayırlı karşılıklar ihsân eylesin” diyerek duâ gidip câmide kılıyoruz” buyurdu. O zât; “Niçin çok cemâatin etti.” faziletine kavuşmak istemezsin?” diye sordu. Hocam bu soruya tebessüm ederek şöyle cevap verdiler “Kuyu hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet bilirdim ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hadîsesiyle bildirdikten sonra hediyesini takdim etti. Fakîrullah hazretleri kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzûrsuz oluyorum. Bundan hayır duâdan sonra keseyi açtı. İçinden bir gümüş para çıkarıp dolayı ma’zûrum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm hizmetçiye hediye etti. Hizmetçi gümüşe dikkatle baktı ve etmiyeceğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz ( yolda işâretlediği para olduğunu görünce çok şaşırdı. Bu zâtın, aleyhisselâm ); “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” normal insanlardan olmadığını Allahü teâlânın katında yüksek buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitvârız.” O zât edebe riâyet derecelere sahip olduğunu anladı.” etmiyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine huzûrdan ayrılıp giti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat İsmâil Fakîrullah hazretleri tevekkül sahibi olup, kazaya rızâ sabahleyin uyandığında Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini gösterirdi. Allahü teâlâdan gelen derd ve belâları sevgilinin tamamen unuttuğunu farketti. İkinci günü abdest almayı ve kemendi olarak kabûl eder, severek karşılardı. Bütün yaptığı namaz kılmayı da unutmuş. Üçüncü gün ise göz ni’meti işleri Allahü teâlânın rızâsı için yapar, dünyâya hiç elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip, meyletmezdi. Dînin emirlerinden kıl ucu kadar ayrılmazdı. yanına birkaç kimse alarak doğru hocamın huzûruyla şereflendi. Merhamet menba’ı olan hocam, onu, kör olarak görünce çok ağladı ve gözünün açılması için duâ etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlânın izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle geldi. Hocamdan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı. Hocam ise ona; “Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i ma’rûf eyledin. Sa’yin meşkûr olsun, Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin” diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddîni bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl bir zât olduğunu anladı. O gece bizim odada yattı. Sabahleyin kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden geldiğini gördü. Çok memnun oldu. Allahü teâlâya hamd-ü sena edip şükür secdesine kapandı. Hocamıza çok duâlar ederek oradan ayrıldı. Siirt civârında İsmâil Fakîrullah hazretleri hakkında anlatılan menkıbelerden iki tanesi de şöyledir. “O civarda İsmâil Fakîrullah hazretlerine muhabbeti olan zengin bir bey vardı. Birgün hizmetçilerinden birine, bir kese dolusu gümüş para verip, İsmâil Fakîrullah hazretlerine hediye olarak götürmesini istedi. Hizmetçi; “Peki” deyip yola koyuldu. Yolda o büyük velînin, Allahü teâlânın sevdiği kullardan olup olmadığı hakkında tereddütlere düştü. İsmâil Fakîrullah’ı imtihan etmek maksadıyla keseden bir gümüş çıkardı. Bir tarafını kendi göreceği kadar işâretledikten sonra; “İsmâil Fakîrullah eğer Allahü teâlânın evliyâsından ise bu işâretlediğim gümüşü bana versin” diye kendi kendine söylendi. Uzun yolculuktan sonra Tillo’ya gelip, İsmâil Fakîrullah’ın huzûruna çıktı. Beyinin hürmet ve selâmını Orta boylu, buğday benizli, çok güzel bir görünüşü vardı. Kaşları yay gibi olup, arası açık idi. Gözlerinin görünümü güzel, yüzü nurlu ve mütebessim idi. Burnu düz ve ince olup dişleri beyaz ve sağlam idi. Sakalının tamâmı ak olup, sünnet-i şerîfe uygun uzunlukta idi. Avucunun içi yumuşak, parmakları uzun idi. Teri güzel kokardı. İsmâil Fakîrullah hazretleri, sultânın adâlet ve insaf üzere olması ve düşmana galip gelmesi için duâ ederdi. Çocuklarına dînî ilimleri öğretir ve akrabalarına ziyârete giderdi. Ziyâretine gelemiyenlerin kusurlarına bakmaz, gelenlere dînin emirlerini bildirir, yasaklardan sakınmalarını emrederdi. Tebessüm ederek konuşur, suâl soranların cevaplarını gayet açık olarak îzâh ederdi. Ziyâretine gelenlerin yüzüne bir geldiğinde, bir de giderken bakardı. Edebinden karşısındakinin yüzüne pek bakmazdı. Çoğu zaman vecd hâlinde bulunur, başını önüne eğip, gözlerini yumar, sessiz kalırdı. Bütün bid’atlerden sakınır, sünnetleri en ince teferruatına kadar yapardı. Beş vakit namazını kendi dergâhında ezan ve cemâatle eda ederdi. İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd namazlarına devam ederdi. Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her Cum’a günü namazdan önce Kehf sûresini okurdu. Her sözü, hareketi, ahlâkı ve tavrı Peygamber efendimize uygun idi. Temizliğe çok dikkat eder, gösterişe süse bakmazdı. Mührünün taşı yemeni, şekli bademî, halkası gümüş idi. Her an öleceğini düşündüğü için zemzemle yıkanmış kefenini ve diğer buhur ve levazımı bir sandıkta hazır bulundururdu. Cum’a akşamları odasında buhur yakarlardı. Abdest ve gusl etmek için beyaz topraktan yapılmış dört ibriği vardı. Yanında devamlı misvak ve tesbih bulundururdu. Kitapları pekçoktu. Odasında kendi çevreden gelenler ziyâret edip, kabri başında Kur’ân-ı kerîm güzel el yazısı ile yazdığı Kur’ân-ı kerîmi vardı. Ayrıca, “Tefsîr- okudular. i Meâlim-üt-Tenzîl, Mesâbih-i şerîf” kitaplarını kendi el yazısıyla yazmıştı. Babasının elyazısıyla yazdığı dört cildlik İsmâil Fakîrullah hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâya “İhyâ-ı ulûm” ve iki cild “Envâr-ı Fıkh-ı Şafiî” kitapları, tevekkül et, işini O’na teslim et. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü dedesinin yazdığı dört ciltlik “Kâmus-ı ekber” birer ciltlik “Şifâ-i teâlâya öyle tevekkül etti ki, ateşe atıldığı hâlde Cebrâil şerîf ve “Şir’at-ül-İslâm” kitaplarını yanından ayırmazdı. aleyhisselâm dâhil hiç kimseden yardım istemedi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine; “Bir ihtiyâcın var mı?” diye sorunca, Hayatını insanlara ilim öğretmek, onlara dîn-i İslâmı anlatmak “Sana yok, O’na var” dedi. “O’ndan iste” deyince, İbrâhim ile geçiren İsmâil Fakîrullah hazretlerinin son günlerini talebesi aleyhisselâm; “O hâlimi biliyor, o bana yetişir, istememe gerek ve yerine bıraktığı halîfesi Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri yok” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâm, zindandaki arkadaşından Ma’rifetnâme isimli kitabında şöyle anlatır: “O temiz rûh, yardım isteyince, Rabbi kendisine; “Aciz bir mahlûka dayandın beden sarayına girip yeryüzüne indi Kemâle gelip olgunlaştı. ve başından geçenleri ona anlattın, ihtiyâcını ona söyledin. Allahü teâlâyı tanıdı, insanlar tarafından da tanındı. Ezelî Hâlbuki veren ve vermiyen benim. Fayda ve zarar veren de ihsânlara kavuşup sonsuz feyzlere menba oldu. İki cihanı da benim” buyurdu. gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü. O’nun emirlerine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına “Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, aldanmayıp, hakîkî âlemde huzûrlu olmanın yolunu tuttu. Bu Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır.” dünyânın zulmetinden usanıp bir an önce ebedî âleme kavuşmayı arzuladı. Diğer canlılar gibi nöbetini savmak istiyordu. Zîrâ pak rûhu beden mezarında mahpus gibi kalmış idi. Yaşı sekseni geçince 1147 (m. 1734) senesi Şevval ayının ortasında bir hafta kadar hiç kimse ile görüşmeyip ma’nevî “Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.” “Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazaya rızâ, evliyânın şânındandır.” âlemi mükâşefe edip seyr eyledi. İnsanlar onu hastalıktan “Sevgiliden gelen belâ, bahşiştir. Bahşişi kabûl etmemek dolayı böyle kendinden geçmiş sandılar. Ancak Cum’a gecesi hatâdır.” yatsıdan sonra o hâlden bu his âlemine döndü. Evlât ve torunlarını yanına çağırıp ilim öğrenmelerini ve sâlih ameller “Ey Molla İbrâhim Hakkı! Allahü teâlâya bütün arzularını sana ile uğraşmalarını vasıyyet eyledi. Üzerindeki emânetlerin kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlânın, sahiplerine verilmesini istiyerek oradakilerle vedâlaştı. Sonra bütün maksatlarına kavuşturmasını ümid ederim.” Yâsîn-i şerîf okumalarını emretti. Yâsîn-i şerîf okunurken odanın içine öyle güzel kokular doldu ki, sanki ûd ve anber “Allahü teâlâ bir kulunun ma’rifet sahibi olmasını isterse, kendi yakılmıştı. Çocukları ve torunları üzüntü içinde idiler. Onun için nûrunu o kulunun kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.” ise o gece bayram ve sürûr gecesi oldu. Yâsîn-i şerîfin “Selâmûn kavlen...” âyet-i kerîmesi okunurken “Allah” diyerek canını Hakka teslim eyledi. Mübârek rûhu gidip, latif cismi kaldı. O huzûr sahibi bu fâni dünyâyı bırakıp, hakîkî âleme gidince evlatları babalarının vasıyyetini yaptılar, sabaha kadar yıkayıp kefenlediler. Çevre köylere haberler gönderdiler. Sabahleyin herkes geldi, çok cemâat toplandı. Oğlu Abdülkâdir Efendi İmâm olup cenâze namazını kıldırdı. Mezârı babam Molla Osman Efendi ile Molla Muhammed Efendi’nin türbeleri önüne kazıldı ve oraya defn edildi. Mezârı üzerine büyük bir sanduka ve güzel bir türbe yapıldı. Günlerce yakın “Ma’rifet, iki dünyâ saadetidir. Muhabbet ise göz bebeğidir. Muhabbet, ma’rifetin meyvesidir. Ma’rifet ise ezelî hidâyettir.” “Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır. Konuşurlarsa, dudaklarından nûr saçılır. “Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü teâlâ gibi habîbi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi sahibi, ahbabı olan, başkasıyla nasıl meşgûl olur! Allahü teâlâ gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü teâlâ; “Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası ilimlerde âlim idi. Tillo’da müderrislik vazifesi yapıyordu. Oğlu olan, iddiasında yalancıdır” buyurdu. Mevlânâ Kâsım’ı yetiştirerek âlim olmasına vesile oldu. Kâsım da babasının vefâtından sonra yerine geçerek talebe “Allahü teâlâyı seven, Habîbullahı da ( aleyhisselâm ) sever. okutmağa başladı. 1067 senesinde Receb-i şerîfin ilk Cum’a Habîbullahı seven ona salevâti çok okur, sünneti ile amel gecesi, ya’nî Regâib gecesi bir oğlu dünyâya geldi. İsmini eder.” İsmâil koydular. Annesi ona, besmelesiz süt emzirip, yemek “İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir. İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o, mü’minin mi’râcıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile beraber kıl. Mümkünse cemâati de kaçırma.” “Dünyâ, çocukların oyuncağıdır, hayâldir, bâtıl bir rü’yâdır; harâbdır... Herşeyi bırak Allaha dön.” “Yemeği ve içmeği azaltmak sıhhat ve rahatlıktır. Uykuyu azaltmak huzûr ve sürûrdur. Susmak açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması, kalbin susmasına, kalbin susması Rabbin ma’rifetine yardımcı olur.” ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ yedirmedi. Babası Mevlânâ Kâsım onu küçük yaşta yetiştirmeye, ilim öğretmeğe başladı, İsmâil Fakîrullah yirmidört yaşına kadar zâhirî ilimlerde âlim ve bâtınî ilimlerde mütehassıs bir velî olarak yetişti. İbâdetlerinden büyük bir lezzet alır, zevk ile yapardı. Anne ve babasının hukukunu gözetir duâ ve rızâlarına kavuşmak için çok gayret gösterirdi. 1071 (m. 1660) senesinde babası Mevlânâ Kâsım hazretleri vefât edince, yerine geçerek müderrislik yapmağa başladı. O sene evlendi. İsmâil Fakîrullah hazretleri haramlardan çok sakınır, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasından kaçınırdı. Tarlasını abdestli olarak eker, biçer, hasadını kaldırır, öşrünü verdikten sonra un hâline getirmek için el değirmeninde bizzat kendisi çalışırdı. O undan hamur yoğurup ekmek yapar, böylece yiyeceklerine hiçbir şüphe 1) Ma’rifetnâme sh. 520 karışmamasına çok dikkat ederdi. Üzüm bağının işlerini dahî kendisi görür, olgunlaşan üzümleri hayvanların hakkı geçer 2) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 152 korkusuyla bizzat kendi sırtında taşırdı. Yiyecek olarak taze veya kuru üzüm ile iktifa ederdi. Her Cum’a günü gusl abdesti 3) Tezkiret-ül-ahbâb fî menâkıb-ıl-aktâb almayı yaz, kış hiç aksatmazdı. Gecelerini hep ibâdetle, gündüzlerini oruçlu olarak geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an unutmaz, gâfil olmazdı. Rabbini hatırlamak onun gıdası ve en büyük zevki idi. Kırk yaşına kadar böyle devam etti. Kırk yaşında iken latîf mizacı değişip kırk gün yemedi, içmedi ve konuşmadı. Kendinden habersiz olarak yattı. Kırk gün sonra FAKÎRULLAH mübârek gözünü açıp bir tas su içti ve ekşi nar isteyip ekmekle yedi. Ondan sonraki günler her çeşit yemekten orta Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin derecede yiyerek kırksekiz yaşına kadar böyle devam etti. Kâsım bin Abdülcemâl’dir. Fakîrullah diye tanınır. 1067 (m. 1656) senesinde Siirt’in Tillo kasabasında dünyâya geldi. Kırksekiz yaşında olduğu 1114 (m. 1702) senesi Şa’bân Babasının yerine müderrislik yaparak binlerce talebe yetiştirdi. ayının ilk Cum’a gecesi idi. Akşam namazından sonra Tasavvuf yolunda yükselerek evliyâlıkta Gavs makamı denilen komşularından birine ta’ziyeye gitmişti. Yatsı olmadan câmiye üstün derecelere sahip oldu. 1147 (m. 1734) senesinde gitmek için ayrılan İsmâil Fakîrullah hazretleri karanlıkta evin doğduğu yer olan Tillo’da vefât etti. avlusuna çıktı. Avluda, içinde su olmıyan onbeş metre derinliğinde içi boş ve ağzı açık bir kuyu vardı, İsmâil Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası Fakîrullah, karanlıkta bu kuyuyu takdîr-i ilâhî farkedemiyerek Hazreti Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) torunlarındandır. Zâhirî içine düştü. Fakat Allahü teâlânın koruması ile vücûdunun hiçbir yerine birşey olmadı. Sâdece sol kaşının üzerinde ince Allahü teâlâ bana o gece öyle büyük ni’metleri ihsân etti ki, bir sıyrık vardı. Burada kendisini Allahü teâlânın celâl sıfatıyla onu, daha önce yaşıyan evliyâsının çoğuna vermedi. imtihan ettiğini anlıyan İsmâil Fakîrullah, bu kadar yüksekten bir sıyrık ile kurtulmasına hamd ederek Allahü teâlâya Bir anda etrâfımda kurulan ma’nevî mecliste, Hızır ve İlyas secdeye kapandı, hulûs-ı kalb ile Rabbine sığındı. O anda aleyhisselâm, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rıfâî ve Cüneyd-i etrâfında ma’nevî bir meclis kuruldu. Hızır aleyhisselâm, Bağdadî hazretleri bana çok ikramlarda bulundular ve Abdülkâdir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdadî hazretleri gibi pekçok müjdeler verdiler. velînin rûhları orada hazır oldular. Kuyunun içi genişleyip yemyeşil bir nûra garkoldu. Evliyâlıkta Gavs makamı denilen derecelere kavuştuğu müjdelendi. Kendisine muhabbet şerbeti içirdiler. Böylece zamanın evliyâsının sultânı oldu. O, bu hâlde iken saatler geçti. Câmide yatsı namazını kılmak için bekliyen cemâat, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin gelmediğini görünce evinden ve komşularından soruşturdular. Bulamayınca da Şeyh Hamza Kebîr hazretleri elinde yeşil âsâsıyla, arkasında da ona mensûp olanların hepsi geldi ve hâlimin güzelliğine hayran kaldılar. Yanında yıldız gibi parlıyan oğlu Şeyh Mücâhid, Şeyh Mûsâ ve Şeyh Muhammed Radî de vardı. aramaya başladılar. Dokumacılık yapan bir usta, kuyunun Çok sevdiklerimden ve makamları yüksek olan Şeyh Bürhan, içinden tatlı bir sesin geldiğini farkedince komşularına haber Şeyh Âlemeyn ve Halîl Ferd dahî yanıma gelerek bu meclisin verdi. Herkes kuyunun başına mumlarla birikti ve kuyuya sonuna kadar bana izzet ve ikramlarda bulundular. inerek İsmâil Fakîrullah’ı oradan çıkardılar. Önlerinde Şeyh Hasen’in bulunduğu Fatiriyyûn’lar da İsmâil Fakîrullah, kuyuda içtiği muhabbet şerbetinin te’sîriyle ziyâretime geldiler. Hepsi cübbelerini giymiş bir hâlde idiler. sekiz sene istiğrak (dünyâyı unutarak kendinden geçme) hâlinde devamlı mest olup, kaldı, insanlardan tamamen uzlet Ayrıca Veysel Karânî hazretleri, Şeyh Hasen Hutvî, Şeyh edip, hanım ve evlâdından bile ayrı kalmaya başladı. Sâdece Mustafa Kürdî ve Şeyh Neccâr bin Neccârî de orada hazır büyük oğlu Abdülkâdir Efendi huzûruna girip hizmetiyle oldular. şereflendi. Hâlid bin Velîd hazretleri elinde demir bir âsâ ile teşrîf İsmâil Fakîrullah, bu istiğrak hâlinde iken söylediği bir buyurdu. Hepsi de bana ihsân edilen ni’metlere hayran kasidede kuyuda olanları şöyle anlattı: oldular. “Allahü teâlânın aşkı ile kendimden geçmiş bir hâlde iken, Etrâfıma saf saf dizilip ellerinde ilâhî şerbetle dolu kadehler duvarı mermer taşlarla örülmüş kuyuya düştüm. tutuyorlardı. Ben ise, onların ortasında ve bakışları altında olduğum hâlde, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olup tefekkür Onbeş metre kadar derin olduğu hâlde, kendimi bir karış ediyordum. yerden düşmüş gibi hissettim. Hepsi de, ellerindeki şerbeti içmemi bekliyorlardı.” Düştüğüm an, kuyudan ilâhî yeşil bir nûr yükseldi. Öyle ki, verdiği aydınlığı birçok nûrlar veremezdi. İsmâil Fakîrullah hazretleri, istiğrak hâlini bıraktıktan sonra dostlarıyla görüşmeğe başladı. Onlara, Abdülkâdir-i Geylânî O gece, benim için Kadr gecesi kadar kıymetlidir. Çünkü, hazretlerinin yoluna çok benziyen kendine mahsûs Allahü teâlâ bana orada pekçok lütuf ve ihsânlarda bulundu. “Üveysiyye” yolunun âdabını öğretmeğe başladı. Pekçok Bu lütfun bereketiyle okyanusların dibinde ve semâvâtda bulunan herşey gözlerimin önüne getirilerek gösterildi. talebeleri arasında ençok sevdiği ve hizmetine müsâade ettiği Molla Osman (İbrâhim Hakkı hazretlerinin babası) ve Molla Muhammed idi. Bu talebeleri kendisine on sene hizmet etmekle şereflendiler. Molla Osman, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin teveccühlerine kavuşması ve onun duâsını alıp dilemeye başladı. Hocamız ise hiç iltifât etmedi, sâdece; “Ey talebesi olmakla şereflenmesi için memleketi Erzurum’dan zâlim! Sen Allahü teâlâdan korkmaz mısın?” buyurdu. Paşa henüz küçük olan İbrâhim Hakkı’yı da getirtti. O da hizmet sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı ve babamın işâreti ile etmeye başladı. Molla Osman ve Molla Muhammed geldiği gibi perişan bir hâlde huzûrdan çıktılar. O gece bizim hocalarına hizmetin onuncu) yılında, her ikisi de bir hafta hücrede kaldı. Sabaha kadar babamla hiç uyumadılar. Bir ara içinde vefât ettiler. Cenâze namazlarını hocaları kıldırdı. Paşa dedi ki: “Ben, Sultan Ahmed Hân’ın sohbetinde bulunur, hizmetiyle şereflenirdim. Yemîn ederim ki, sizin hocanız gibi Onlardan sonra daha küçük yaşta olan İbrâhim Hakkı, İsmâil heybetli bir kimse görmedim.” “Bir musibet, bin nasîhattan Fakîrullah’a hizmet etmiye, onun hasta kalblere şifâ olan daha te’sîrlidir” sözüne uygun olarak sabahleyin geldiği gibi sözleri ile olgunlaşmağa ve yetişmeğe başladı. geri gitti. Hocamızın himmeti ve duâları bereketiyle Şirvan Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocam İsmâil Fakîrullah hazretlerine hizmetimin üçüncü senesi idi. Bağbozumu zamanı Sonbahar aylarında idik. Tillo beyi, paşa’nın şerrinden kurtuldu. Paşa da, Allahü teâlânın sevdiği bir velî kulunun sözünü dinlememenin cezasını fazlasıyla çekti.” kasabasının kuzey tarafında dört saatlik mesafede bir kale Yine İsmâil Fakîrullah hazretlerinin talebesi olan Ma’rifetnâme vardı. Şirvan beyi bu kaleyi müdâfaa ediyordu. Van paşası sahibi İbrâhim Hakkı anlattı: “Hocamın huzûrunda hizmetle itaatsizliği sebebiyle Şirvan beyine ceza vermek için bin kadar şereflenmemin dördüncü senesi sonbaharıydı. Evlerin damları askerle kaleyi kuşattı. Topa tutmak istiyordu. Şirvan beyi üzerinde bir miktar bulgurumuz serilmiş, kurutuluyordu. Ayın durumu hazret-i Fakîrullah’a bildirerek paşaya mâni olmasını onikinci gecesi mehtaplı bir havada Cum’a akşamı yatsı istirhâm etti ve duâ talebinde bulundu. Bunun üzerine hocam, vaktini bekliyordum. Vakit girince minareye Ezân-ı paşaya bir mektûp gönderdi. Mektûpda; “Ümmet-i Muhammedî’yi okumak üzere çıktığımda Tillo’nun doğu Muhammed’in fukarasına merhamet edesin. Bağlarını yağma tarafının yağmur bulutları ile kaplanmış olduğunu ve herkesin etmeden çekip gidesin. O âsî olan beyin cezasını âhırete kendi zâhirelerini damlardan toplamak için acele ettiklerini bırakasın” yazıyordu. Mektûp paşaya ulaştığında kuşluk vakti gördüm. Ezân-ı şerîfi acele ederek okudum. Hocamızın idi. Paşa mektûbu okudu. Fakat hocamın ricasına hiç aldırış bulgurlarını toplamak için yardıma gitmek istiyordum. etmeyip; “Ben buraya sultânın emriyle gelmişim. Kaleyi, bu âsî Minareden aşağı indiğimde üstadımız, erkek çocuklarını, beyin başına yıkmalıyım” dedi. Geri dönüp gitmedi. torunlarını, hizmetçilerini toplamış bekliyorlardı. Onlara; Paşa, topçularına “Ateş” emri verdi. Atılan toplardan bir tanesi kale duvarına çarpınca parçalandı. Parçalardan biri geri teperek paşanın atına isâbet etti. O anda altındaki at öldü. Arkasından gökyüzünde bulutlar toplanmaya, kısa bir müddet sonra da şiddetli ve iri iri dolu yağmağa başladı, iki saat aralıksız yağan dolu, kale dışında ne kadar insan varsa perişan etti. Doludan hayvanlar kaçacak, sığınacak yer aramağa başladılar. Askerler, kaçan atlarını yakalamak için peşinden koştular. Bu sırada kabarıp büyüyen seller askerlerin çadırlarını söküp götürdü, işte bu hâdiselerden sonra paşanın aklı başına geldi. Yakaladıkları bir ata binip yanına sekiz asker aldı. Doğru Tillo’ya hocam Fakîrullah hazretlerinin huzûruna “Efendim! Yukarı mahalledekiler yağmur yağabilir korkusuyla bulgurlarını topluyorlar” dedim. Hizmetçilerden biri yavaşça; “Biz de o tedbire başvurmak istedik. Fakat hocamız bize mâni oldu. “Bulguru, yağmuru bırakıp câmiye gidiniz, Cum’a gecesine ta’zim edip hürmet gösteriniz” buyurdu” dedi. Hep birlikte câminin sofasında yatsı namazını kıldık. Sonra gökyüzünü incelemeye koyulduk. Tillo üzerinde bulut ikiye ayrıldı. Evlerin bulunduğu kısımda zerre kadar bulut kalmadı. Biraz sonra şiddetli bir yağmur başladı. Tillo’nun etrâfında seller aktığı hâlde kasabamızın üzerine bir damla bile yağmur düşmedi. Böylece Allahü teâlâ, o sevdiği kulunun hürmetine kasabamızın halkına aydınlık ve rahatlık ihsân eyledi.” gitmek üzere yola çıktı. Ancak akşam üzeri Tillo’ya girdi. Önce İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetine gelişimin babam ile kaldığımız bizim hücreye geldi. Babamla, altıncı senesi ki, onbeş yaşında idim. Bir bahar günü idi. Aklî hocamızın huzûruna çıktılar. Paşa kan ter içinde, perişan bir dengesini kaybetmiş deli bir bey, otuz kadar hizmetçisiyle hâlde idi. Boynu bükük bir vaziyette üstadımızdan özür hocamızı ziyârete geldi. Dergâhın kapısından izin almadan kadar murâkabe edip iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle içeri girip herhangi bir edebe riâyet etmeden, hocamıza; ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. “Güzel canım! Seni nasıl bulacağımı merak eder, dururdum. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa Meğer ki buradasın. Allah rızâsı için bir kalk da güzel boyunu kalktı. Hocam da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el göreyim. Sonra bu tatlı canımı sana kurban edeyim” dedi. öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendi’ye hürmet Mübârek hocamız Allahü teâlânın ism-i şerîfini duyar duymaz edip, elini öptük Atına bindirerek Tillo’dan çıkıncaya kadar ayağa kalktı. Bey ise hocamızın hemen ellerine sarıldı, arkasından gidip onu uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve öpmeğe başladı, sonra da düştü bayıldı. Üstadımız talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim! hizmetçilere işâret edip; “Bu emîri misâfir odasına götürüp Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet yatırınız. Üzerine de çok yorgan örtünüz, uyusun ve aklı bulmuştur?” dedim. Babam da; “Bu misâfir diğerlerine başına gelsin” buyurdu. Hocamızın emrini derhal yerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül sahibidir. Bizim getirdik. Günlerdir uyku uyuyamıyan bey, altı yorgan altında muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. altı saat uyudu. Bu sırada hocamız bir tabak içinde kuru üzüm Zîrâ bu halini merak ettiğin zât dedi ki; “Uzun zamandan beri getirtti. Üzümlere Kur’ân-ı kerîmden ba’zı âyet-i kerîmeler ve âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri duâlar okudu. Sonra da bana; “Molla İbrâhim! O mecnûnun pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile yatağının başucuna otur. Uyandığında ne isterse onu sana ma’nevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın verelim gel, götür” buyurdu. Bunun üzerine misâfirin odasına cümlesinden üstün derecelere sahip, Gavs-ı a’zam girdiğimde o da uyandı ve; “Ben, Şeyh’in önünde tabak içinde makamında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem bulunan kuru üzümleri isterim” dedi. Hocamın huzûruna gidip, hocamızın vücûd-i şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. durumu arzettim. Tabağı verdiler, götürdüm. Hiç kalmayıncaya Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü kadar yedi, bitirdi. Sonra kalkıp abdest aldı. Aklı başına geldi. gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında gördüm, işte Altmış gündür namaz kılmayan mecnûn, o günün öğle benim seyahatim tamam oldu ve muradıma kavuştum.” namazını kıldı. O gece bizimle beraber kaldı. Sabahleyin Babama; “Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman babamın yanında hocamızın huzûruna veda etmek üzere söyledi?” diye sordum. Cevâbında; “Biz kalblerimizle gittiler. Fakat cesâret edip içeri giremedi. Utancından içeri dahi konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler bakmayıp, ayak üzerinde kararsız bir hâlde durdu. Bir müddet üzerinde uzun uzun sohbet ettik” dedi.” sonra kapının eşiğini öpüp, sürûr ile memleketine gitti. Hocamızın himmeti ve duâsı bereketiyle aklı başına gelip İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetiyle beyliğini devam ettirdi.” şereflenmemin sekizinci senesiydi. Tillo’ya üç saat mesafedeki bir köyde hocamın çok sevdiği bir talebesi vardı. Onun Yine İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onaltı yaşında idim. Bir bağında misbak üzümü bulunurdu. Bu çeşit üzüm, yaz günüydü. Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât diğerlerinden yirmi gün önce olgunlaşırdı. O kimsenin ilk elliiki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil olgunlaşan üzümleri bir sepete doldurup, hiç kimseye Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye vermeden getirip önce hocama ikram etmek âdeti idi. O sene girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha âdetinden bir hafta sonra geldi ve geç gelmesinden dolayı yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu, başını önüne eğmiş özürler dileyerek şunları söyledi: “Muhterem efendim! Adetim olduğu hâlde öğle namazına kadar huzûrda kaldı. Namazdan üzere ilk olgunlaşan üzümü zât-ı âlinize getirirdim. Bu sene de sonra da Allaha ısmarladık demeden, selâm vermeden üzümleri toplayıp yola çıktım. Yolda komşu köyden çoban bir huzûrdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm dostumla karşılaştık. Bu tarafa geldiğini anladı. O da benimle vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu, ikindiye bir müddet yol aldı. Bir su kenarına geldiğimizde; “Gel şu kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında her suyun yanında biraz istirahat edelim” dedi. Oturduk. Konuşma yemekten birer lokma veya kaşık aldı. Babam, Ali Efendi’ye sırasında; “Anan-baban hayrına şu sepetten bir iki saltam çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha üzüm ver de yiyeyim dedi vermemek için ne kadar mazeretler bulduysam da onunla baş edemedim. Nihâyet onun isteğini hidâyet versin. Bundan sonra sakın bir kimseyi gıybet yerine getirmek için sepeti önüne koydum. Yarısına kadar etmeyesin, Mü’minin mü’mini gıybet etmesi kesin olarak yedikten sonra beni azarlayıp hakaret etti ve; “Allah sana mal haramdır. Bizi gıybet etme ki, bizim gibi zelîl kulun sahibi, vermiş, fakat akıl vermemiş. Çoluk-çocuğunu bundan mahrûm azîzdir ve intikam alıcıdır. Dikkatli ol” buyurdu. edip, malını lâyık olmayanlara bu kadar zahmet çekerek götürüp vermen doğru mudur? Benim akılsız dostum, şeyh Yine İbrâhim Hakkı hazretleri Ma’rifetnâme isimli eserinde olmak kolay mıdır? Şeyhin bir sürü dostu vardır. Ona herkes hocasının kerâmetlerinden birisini de şöyle anlattı: “Birgün izzet ve ikramlarda bulunur, üzüm getirirler. Onu, senin bir Tillo’ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur’ân-ı sepet üzümüne muhtaç mı sandın. Zâten yarısı bitti. Gel şu kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim olan bir şahıs geldi. Bu yarım sepet üzümü bu fakir çobana ver ki, sevâbı ananın- zât, hocam İsmâil Fakîrullah hazretleririnin ba’zı hâl ve babanın canına değsin” deyip üzümü tamâmiyle aldı. Ben de hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi. mecbûr kaldım, üzümü verip boş sepetle köye dönmeye karar Huzûrda iken hocama; “Ey Şeyh! Sen niçin câmiye verdim. Oturduğumuz yerden bir yokuşu tırmanıyordum. Bir gitmiyorsun?” diye sordu. O hilim deryası olan hocam ara; “İmdat! Kurtarın!” feryadını işittim. Geri dönüp baktığımda, lütfederek; “Ey Hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle o çobanı kendi köpeği yatırıp altına almış sivri dişlerini yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur” diye sahibinin boğazına geçirmişti. Sür’atle koştum, çobanı köpeğin cevap verdi. O zât; “Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak elinden kurtardım. Fakat çok geç kalmıştım. Çoban çok yara istemezsin?” diye tekrar sordu. Hocam; “Beş vakit namazda almış, beni hocama hizmetten alıkoymanın cezasını bulmuştu. evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla beraber eda Köyü halkına haber verdim. Yarasına ba’zı ilâçlar, merhemler ediliyor” diyerek cevap verdi. “Ezana niçin riâyet etmiyorsun?” yaptılar. Yara iyi olmaya yüz tuttu. Bu sebeple hizmetinizden sorusuna karşı da; “Bu mescidin minaresi şu kerpiç kadar bir hafta geciktim. Kusurumun affını istirhâm ediyorum taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezan okunuyor. Burada efendim.” Hocam bu talebesinin özürünü kabûl buyurup ona; okunan ezân-ı şerîfe icabet ediyorum. Cum’a namazını ise “Allahü teâlânın yolunda olana, Allahü teâlâ yardımcıdır. gidip câmide kılıyoruz” buyurdu. O zât; “Niçin çok cemâatin Cenâb-ı Hak sana hayırlı karşılıklar ihsân eylesin” diyerek duâ faziletine kavuşmak istemezsin?” diye sordu. Hocam bu etti.” soruya tebessüm ederek şöyle cevap verdiler “Kuyu hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onsekiz yaşında idim. bilirdim ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hadîsesiyle Hocamın akrabalarından Abbâs isminde yaşlı bir kimse, kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzûrsuz oluyorum. Bundan üstadımın huzûruna geldi. Ağzı eğilmiş, dudağının bir tarafı dolayı ma’zûrum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm kulağına bitişmişti. Sol yüzün cildi kat kat kırışıp dudağıyla etmiyeceğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz ( kulağı arasında buruşup görünmez olmuştu. Sağ yüzünün cildi aleyhisselâm ); “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” de aksine öyle gerilip açılmıştı ki, güneşte kalan def gibi buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitvârız.” O zât edebe riâyet gergin ve parlak olmuştu. Konuştuğu da anlaşılmıyordu. O etmiyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine merhamet menba’ı olan mübârek hocam, akrabasının o hâlini huzûrdan ayrılıp giti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat görünce ağladı. Sonra da mübârek eliyle ağzını mesh etti. sabahleyin uyandığında Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini Fâtiha sûresini okudu. El kaldırıp, duâda bulundu. Bundan tamamen unuttuğunu farketti. İkinci günü abdest almayı ve sonra Allahü teâlânın izniyle ağzı düzeldi, eski hâline geldi. namaz kılmayı da unutmuş. Üçüncü gün ise göz ni’meti Hocamın elini Öptükten sonra; “Hocam, beni affetmeni elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip, istirhâm ediyorum. Bu gece arkandan uygun olmayan sözler yanına birkaç kimse alarak doğru hocamın huzûruyla sarfederek gıybetini yapmıştım. Uyuduğumda gâibden bir sille şereflendi. Merhamet menba’ı olan hocam, onu, kör olarak gelip, bir vuruşta ağzımı bu hâle getirdi. Tövbeler olsun” deyip görünce çok ağladı ve gözünün açılması için duâ etti. tekrar tekrar af diledi. Merhameti bol olan hocam da; “Bize Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlânın karşı olan kusurun bizden yana helâl olsun. Hak teâlâ sana izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle geldi. Hocamdan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı. şerîfe uygun uzunlukta idi. Avucunun içi yumuşak, parmakları Hocam ise ona; “Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i ma’rûf uzun idi. Teri güzel kokardı. eyledin. Sa’yin meşkûr olsun, Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin” diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddîni İsmâil Fakîrullah hazretleri, sultânın adâlet ve insaf üzere bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl bir zât olması ve düşmana galip gelmesi için duâ ederdi. Çocuklarına olduğunu anladı. O gece bizim odada yattı. Sabahleyin dînî ilimleri öğretir ve akrabalarına ziyârete giderdi. Ziyâretine kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden gelemiyenlerin kusurlarına bakmaz, gelenlere dînin emirlerini geldiğini gördü. Çok memnun oldu. Allahü teâlâya hamd-ü bildirir, yasaklardan sakınmalarını emrederdi. Tebessüm sena edip şükür secdesine kapandı. Hocamıza çok duâlar ederek konuşur, suâl soranların cevaplarını gayet açık olarak ederek oradan ayrıldı. îzâh ederdi. Ziyâretine gelenlerin yüzüne bir geldiğinde, bir de giderken bakardı. Edebinden karşısındakinin yüzüne pek Siirt civârında İsmâil Fakîrullah hazretleri hakkında anlatılan bakmazdı. menkıbelerden iki tanesi de şöyledir. Çoğu zaman vecd hâlinde bulunur, başını önüne eğip, “O civarda İsmâil Fakîrullah hazretlerine muhabbeti olan gözlerini yumar, sessiz kalırdı. Bütün bid’atlerden sakınır, zengin bir bey vardı. Birgün hizmetçilerinden birine, bir kese sünnetleri en ince teferruatına kadar yapardı. Beş vakit dolusu gümüş para verip, İsmâil Fakîrullah hazretlerine hediye namazını kendi dergâhında ezan ve cemâatle eda ederdi. olarak götürmesini istedi. Hizmetçi; “Peki” deyip yola koyuldu. İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd namazlarına devam ederdi. Yolda o büyük velînin, Allahü teâlânın sevdiği kullardan olup Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her Cum’a günü olmadığı hakkında tereddütlere düştü. İsmâil Fakîrullah’ı namazdan önce Kehf sûresini okurdu. Her sözü, hareketi, imtihan etmek maksadıyla keseden bir gümüş çıkardı. Bir ahlâkı ve tavrı Peygamber efendimize uygun idi. Temizliğe tarafını kendi göreceği kadar işâretledikten sonra; “İsmâil çok dikkat eder, gösterişe süse bakmazdı. Mührünün taşı Fakîrullah eğer Allahü teâlânın evliyâsından ise bu yemeni, şekli bademî, halkası gümüş idi. Her an öleceğini işâretlediğim gümüşü bana versin” diye kendi kendine düşündüğü için zemzemle yıkanmış kefenini ve diğer buhur ve söylendi. Uzun yolculuktan sonra Tillo’ya gelip, İsmâil levazımı bir sandıkta hazır bulundururdu. Cum’a akşamları Fakîrullah’ın huzûruna çıktı. Beyinin hürmet ve selâmını odasında buhur yakarlardı. Abdest ve gusl etmek için beyaz bildirdikten sonra hediyesini takdim etti. Fakîrullah hazretleri topraktan yapılmış dört ibriği vardı. Yanında devamlı misvak hayır duâdan sonra keseyi açtı. İçinden bir gümüş para çıkarıp ve tesbih bulundururdu. Kitapları pekçoktu. Odasında kendi hizmetçiye hediye etti. Hizmetçi gümüşe dikkatle baktı ve güzel el yazısı ile yazdığı Kur’ân-ı kerîmi vardı. Ayrıca, “Tefsîr- yolda işâretlediği para olduğunu görünce çok şaşırdı. Bu zâtın, i Meâlim-üt-Tenzîl, Mesâbih-i şerîf” kitaplarını kendi el normal insanlardan olmadığını Allahü teâlânın katında yüksek yazısıyla yazmıştı. Babasının elyazısıyla yazdığı dört cildlik derecelere sahip olduğunu anladı.” “İhyâ-ı ulûm” ve iki cild “Envâr-ı Fıkh-ı Şafiî” kitapları, dedesinin yazdığı dört ciltlik “Kâmus-ı ekber” birer ciltlik “Şifâ-i İsmâil Fakîrullah hazretleri tevekkül sahibi olup, kazaya rızâ şerîf ve “Şir’at-ül-İslâm” kitaplarını yanından ayırmazdı. gösterirdi. Allahü teâlâdan gelen derd ve belâları sevgilinin kemendi olarak kabûl eder, severek karşılardı. Bütün yaptığı Hayatını insanlara ilim öğretmek, onlara dîn-i İslâmı anlatmak işleri Allahü teâlânın rızâsı için yapar, dünyâya hiç ile geçiren İsmâil Fakîrullah hazretlerinin son günlerini talebesi meyletmezdi. Dînin emirlerinden kıl ucu kadar ayrılmazdı. ve yerine bıraktığı halîfesi Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri Ma’rifetnâme isimli kitabında şöyle anlatır: “O temiz rûh, Orta boylu, buğday benizli, çok güzel bir görünüşü vardı. beden sarayına girip yeryüzüne indi Kemâle gelip olgunlaştı. Kaşları yay gibi olup, arası açık idi. Gözlerinin görünümü Allahü teâlâyı tanıdı, insanlar tarafından da tanındı. Ezelî güzel, yüzü nurlu ve mütebessim idi. Burnu düz ve ince olup ihsânlara kavuşup sonsuz feyzlere menba oldu. İki cihanı da dişleri beyaz ve sağlam idi. Sakalının tamâmı ak olup, sünnet-i gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü. O’nun emirlerine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına aldanmayıp, hakîkî âlemde huzûrlu olmanın yolunu tuttu. Bu “Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, dünyânın zulmetinden usanıp bir an önce ebedî âleme Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır.” kavuşmayı arzuladı. Diğer canlılar gibi nöbetini savmak istiyordu. Zîrâ pak rûhu beden mezarında mahpus gibi kalmış idi. Yaşı sekseni geçince 1147 (m. 1734) senesi Şevval ayının ortasında bir hafta kadar hiç kimse ile görüşmeyip ma’nevî âlemi mükâşefe edip seyr eyledi. İnsanlar onu hastalıktan dolayı böyle kendinden geçmiş sandılar. Ancak Cum’a gecesi yatsıdan sonra o hâlden bu his âlemine döndü. Evlât ve torunlarını yanına çağırıp ilim öğrenmelerini ve sâlih ameller “Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.” “Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazaya rızâ, evliyânın şânındandır.” “Sevgiliden gelen belâ, bahşiştir. Bahşişi kabûl etmemek hatâdır.” ile uğraşmalarını vasıyyet eyledi. Üzerindeki emânetlerin “Ey Molla İbrâhim Hakkı! Allahü teâlâya bütün arzularını sana sahiplerine verilmesini istiyerek oradakilerle vedâlaştı. Sonra kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlânın, Yâsîn-i şerîf okumalarını emretti. Yâsîn-i şerîf okunurken bütün maksatlarına kavuşturmasını ümid ederim.” odanın içine öyle güzel kokular doldu ki, sanki ûd ve anber yakılmıştı. Çocukları ve torunları üzüntü içinde idiler. Onun için “Allahü teâlâ bir kulunun ma’rifet sahibi olmasını isterse, kendi ise o gece bayram ve sürûr gecesi oldu. Yâsîn-i şerîfin nûrunu o kulunun kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.” “Selâmûn kavlen...” âyet-i kerîmesi okunurken “Allah” diyerek canını Hakka teslim eyledi. Mübârek rûhu gidip, latif cismi “Ma’rifet, iki dünyâ saadetidir. Muhabbet ise göz bebeğidir. kaldı. O huzûr sahibi bu fâni dünyâyı bırakıp, hakîkî âleme Muhabbet, ma’rifetin meyvesidir. Ma’rifet ise ezelî hidâyettir.” gidince evlatları babalarının vasıyyetini yaptılar, sabaha kadar yıkayıp kefenlediler. Çevre köylere haberler gönderdiler. Sabahleyin herkes geldi, çok cemâat toplandı. Oğlu Abdülkâdir Efendi İmâm olup cenâze namazını kıldırdı. Mezârı babam Molla Osman Efendi ile Molla Muhammed Efendi’nin türbeleri önüne kazıldı ve oraya defn edildi. Mezârı üzerine büyük bir sanduka ve güzel bir türbe yapıldı. Günlerce yakın çevreden gelenler ziyâret edip, kabri başında Kur’ân-ı kerîm okudular. İsmâil Fakîrullah hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâya tevekkül et, işini O’na teslim et. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlâya öyle tevekkül etti ki, ateşe atıldığı hâlde Cebrâil aleyhisselâm dâhil hiç kimseden yardım istemedi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine; “Bir ihtiyâcın var mı?” diye sorunca, “Sana yok, O’na var” dedi. “O’ndan iste” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “O hâlimi biliyor, o bana yetişir, istememe gerek yok” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâm, zindandaki arkadaşından yardım isteyince, Rabbi kendisine; “Aciz bir mahlûka dayandın “Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır. Konuşurlarsa, dudaklarından nûr saçılır. “Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü teâlâ gibi habîbi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi sahibi, ahbabı olan, başkasıyla nasıl meşgûl olur! Allahü teâlâ gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü teâlâ; “Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası olan, iddiasında yalancıdır” buyurdu. “Allahü teâlâyı seven, Habîbullahı da ( aleyhisselâm ) sever. Habîbullahı seven ona salevâti çok okur, sünneti ile amel eder.” “İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir. İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o, mü’minin mi’râcıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile beraber kıl. Mümkünse cemâati de kaçırma.” ve başından geçenleri ona anlattın, ihtiyâcını ona söyledin. Hâlbuki veren ve vermiyen benim. Fayda ve zarar veren de “Dünyâ, çocukların oyuncağıdır, hayâldir, bâtıl bir rü’yâdır; benim” buyurdu. harâbdır... Herşeyi bırak Allaha dön.” “Yemeği ve içmeği azaltmak sıhhat ve rahatlıktır. Uykuyu insanlara doğru yolu anlatır. Onların din ve dünyâ se’âdetine azaltmak huzûr ve sürûrdur. Susmak açık bir hikmet ve güzel ulaşmaları için bütün gücüyle çalışırdı. bir haslettir. Dilin susması, kalbin susmasına, kalbin susması Rabbin ma’rifetine yardımcı olur.” Bu mübârek zâttan ders alıp, talebeleri arasında olmakla şereflenenlerden; Ahmed bin Ali bin Ca’fer, Ali bin Ahmed ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ Buznânî, Muhammed bin Ahmed Fârisî, ondan duyduklarını rivâyet etmişlerdir. 1) Ma’rifetnâme sh. 520 Kendisi anlatır: “Hallâc-ı Mensûr’a “Mürîd kimdir?” diye 2) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 152 3) Tezkiret-ül-ahbâb fî menâkıb-ıl-aktâb sordum. “Mürîd, maksadı Allahü teâlâ olan ve O’na kavuşmayınca hiçbir şeye meyletmeyen kimsedir” buyurdu. “Nefsine biraz istirahat ver, ona bu kadar yüklenme” diyen dostlarına: “Allahü teâlâya kavuşacağım yolu kesemem” buyurdu. “Cüneyd-i Bağdadî hazretleri çok namaz kılardı, ölüm vaktinde FÂRİS BİN ÎS BAĞDADÎ Evliyânın büyüklerinden. Hallâc-ı Mensûr’un halifesi idi. Bağdâd’da doğup, Semerkand’da vefât etti. Künyesi, Ebü’lKâsım olup, Ebû Tayyib de denildi. Ona Sûfî, Bağdadî ve Dîneverî nisbet edildi. Vefâtı 340 (m. 951) yılından sonra olmuştur. Bağdâd’da tahsile başlayan Fâris bin Îsâ Bağdadî, daha sonra Horasan, Semerkand ve Merv’de de zamanın büyük âlimlerinden ilim tahsil edip, tasavvuf yolunda ilerledi. Cüneydi Bağdadî, Hallâc-ı Mensûr, Yûsuf bin Hüseyn, Ebü’l-Abbâs bin Atâ ve Hüseyn bin Muhammed, onun hocaları arasındaydı. Ebû Mensûr Mâtürîdî ve ebü’l-Kâsım Semerkandî ile aynı yıllarda yaşadı. Ebû Bekr bin İshâk Kûlabâdî-i Buhârî, kitaplarında ondan vasıtasız olarak rivâyetlerde bulundu. Abdullah-ı Sülemî ve İmâm-ı Kuşeyrî de de ders yapıyorduk ve o îmâ ile namaz kılıyordu” buyurdu. Fâris bin Îsâ Bağdadî buyurdular ki: “Allahü teâlânın muhabbetiyle yananların kalbleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanmıştır. Bunlar şevke gelince; bu nûr, gökle yer arasını aydınlatır. Sonra Allahü teâlâ bunları meleklerine takdim eder ve: “Bunlar bana kavuşmak isterler, siz şahid olun ki, ben bunlara onlardan daha çok hasretim” buyurur.” Hocaları vasıtasıyla Zünnûn-i Mısrî hazretlerinden nakleder: “Kim güzel amelini riyakârlıkta kullanırsa, onun yapmış olduğu iyi ameller günaha dönüşür.” “Bir dostum vefât etmişti. Birgün rü’yâmda gördüm. Allahü teâlânın kendisine nasıl muâmele ettiğim sordum. Allahü teâlânın “Ben seni affettim. Sen dünyâda fakîrlere, benim rızam için yiyecek götürüyor, onları doyuruyordun” buyurduğunu anlattı.” eserlerinde, onun talebeleri vasıtasiyle rivâyetlerde Ârif, hergün korku içindedir. Çünkü o, hesap vaktinin her saat bulundular. Hocası Yûsuf bin Hüseyn’in, Zünnûn-i Mısrî yaklaştığını yakînen bilmektedir.” hazretlerinin talebelerinden olması dolayısiyle; ondan, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin pek kıymetli sözlerini rivâyet etti. Ömrü boyunca, Allahü teâlânın dînini doğru olarak öğrenmek, 1) Risâle-i Kuşeyrî cild-2, sh. 629 öğrendiklerine uygun olarak yaşamak ve O’nun rızâsına kavuşmak için çalıştı. İnsanların huzûr ve se’âdete kavuşmaları için uğraştı. Çok ibâdet eder, pek güzel sözlerle 2) Nefehât-ül-üns sh. 205 3) Tabakât-üs-sûfiyye sh. 23, 317 4) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh. 390 ziyadesiyle memnun kalmıştr. Bunun mükâfatı olarak, kızı Fâtıma-i fakîhe ile onu evlendirdi. Hanımı; nikâhının mehri olarak bu şerhini kabûl etti. Başka bir şey istemedi. Bundan dolayı asrındaki büyük fıkıh âlimleri, onun için; “Tuhfe’sini şerh FÂTIMA BİNTİ ALÂÜDDÎN-İ SEMERKANDÎ Hanefî âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Mes’ûd bin Ahmed Alâüddîn-i Şâşî’dir. “Alâüddîn” ve “Melîk-ül-ulemâ” lakabları ve “Kâşânî” nisbetiyle meşhûr oldu. Kâşân, Türkistan’da Seyhun nehrinin kuzeyindeki Fergana bölgesinde bulunan Şâş’ın arkasında, sağlam bir kalenin de bulunduğu büyük ve güzel bir beldedir. Çeşitli harbler, bu şehri harabeye çevirmiştir. Alâüddîn-i Kâşânî, bu beldede doğup yetiştiği için oraya nisbetle Kâşânî denildi. “Kâsânî” de denilmektedir. “Tuhfet-ül-fukahâ” ve “Usûl” kitablarının sahibi Alâüddîn Muhammed bin Ahmed esSemerkandî’den fıkıh ilmini öğrendi. Oda, Sadr-ül-İslâm Ebü’lYüsr Pezdevî’den ilim öğrendi. Pezdevî’nin hocası da, Ebü’lMaîn Meymûn el-Mekhûlî idi. O da, Mecd-ül-eimme Serahkî’den fıkıh öğrenmişti. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek, “Bedâyi’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-şerâyi” adını vermiştir. Hocasının kızı Fâtıma-i fakîhe ile evlenip, onun dâmâdı oldu. Çok yer dolaştı. Bir ara Konya’da bulundu. Sonra Haleb’e gidip yerleşti. Orada Halâviyye Medresesi’ne müderris ta’yin etti, kızını aldı” dediler. Kasanı, hanımı Fâtıma-i fakîhe ve babâsi Alâüddîn-i Semerkândî, üçü de aynı zamanda fetvâ verirlerdi. Bir evde üç müftî olup, herbirinin fetvâsı çok yere yayılmıştı. İbn-ül-Adîm, onun hakkında diyor ki, “Benim babam, Fâtıma-i fakîhe’nin Hanefî mezhebinin mes’elelerine vâkıf olduğunu ve mezhehi “çok iyi naklettiğini, çok defa o, kocası, Alâüddîn-i Kâşânî’nin fetvâlarındaki noksanlıkları gösterdiğini ve kocasının da, onun re’yine rücû ettiğini bildirdi. Kocası, ona çok hürmet ederdi. İlk defa, babası ve kendisi tarafından imza edilen fetvâlar çıkardı. Evlenince de, her üçünün imzası ve elyazısı bulunan müşterek fetvâlar çıkardılar.” Haleb şehrindeki Halâviyye Medresesinin fakîhlerinden birisi olan Dâvûd bin Ali diyor ki, “Ramazân-ı şerîfte, fakîhler için iftar yemeği vermeği ilk olarak âdet hâline getiren Fâtıma-i fakîhe’dir. Kolundaki iki bileziği çıkarıp sattığını öğrendik. Aldığı paralarla yiyecek satın alıp, her gece fukahâya (fıkıh âlimlerine) yemek verdi. O zamandan bugüne kadar, o hâl ve âdet devam edip gelmekedir.” edilip ders okuttu. Hanımı, kendisinden önce vefât etti. Kâşânî Hanefî fıkhında büyük bir âlim olan Alâüddîn-i Kâşânî, çok yeri de, 587 (m. 1191) senesi Receb ayının onunda, İbrâhim dolaşmış ve geniş ilmî faaliyetlerde bulunmuştur. Güzel yüzlü sûresini okumakta iken, yirrniyedinci âyet-i kerîmeye gelince, idi. Müslümanlara hizmet etmeyi çok severdi. Cesâreti çoktu. rûhunu teslim edip rahmet-i ilâhiyyeye kavuştu. Ehl-i sünnet i’tikâdının temsilcilerinden olan bu büyük âlim Halîl İbrâhim (aleyhisselâm) makamında bulunan hanımının kabri yanına defnedildi. Haleb’in dışında bulunan kabirleri çok güzel ve latîf bir ziyâretgâhtır. Kâşârirnin hanımı Fâtıma-i fakîhe, büyük fıkıh âlimi Alâüddîn-i Semer’kândî’nin kızıdır, İlminin, ahlâkının vie cemâlinin güzelliği her yere yayılmış, babasının yazdığı “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabını ezberlemişti. Onunla evlenmek için, çok fakîhler talip olmuşlardı. Hattâ Türk sultanlarından da teklif gelmişti. Hiçbirine vermedi. O sırada Kâşânî, Alâüddîn-i Semerkândî’ye gelip fıkıh öğrenmeye başladı. O da, onunla meşgûl oldu. Bütün eserlerini okutup ezberletti. Usûl ve füru’ ilimlerinde emsalleri arasında çok yükseldi. Hocasının “Tuhfe” kitabını şerh ederek ona takdim etti. Hocası tarafından çok beğenildi. Hocası bundan zamanındaki mu’tezile i’tikâdındaki bid’at ehli ile sık sık mücâdele eder, onların bozuk, yanlış fikirlerini kuvvetli delîllerle çürütürdü. Bir defasında; “Bir mes’elede iki müctehidin ictihâdları ayrı ayrı olunca, onların ikisi de isâbet etmiş midir? Yoksa, onlardan birisi hatâ etmiş sayılır mı?” mes’elesi konu edilmişti. Orada bulunanlardan birisi İmâm-ı a’zam hazretlerinden naklen, onun; “Her müctehid, ictihâdında isâbet etmiş sayılır” dediğini bildirdi. Alâüddîn-i Kâşânî, hemen ona: “Hayır! Bilâkis o, iki müctehidden birisi isâbet etmiştir. Diğeri ise ictihâ dında hatâ etmiş olur, buyurdu. Çünkü hak, ya’nî doğru, bir tanedir. Sizin dediğiniz, mu’tezilenin görüşüdür” diye cevap verdi. Alâüddîn-i Kâşânî, bir ara Konya’da Selçuklu sultânı birinci mektûp ile birlikte haberci bir kadın gönderdi. Kadın gidip, Mes’ûd’un sarayında bulunmuştu. Orada bulunan âlimlerle Kâşânî’nin hanımına, sultanın ricasını bildirdi. Haleb’de aralarında geçen ilmî münâzaralar, kendisinin hükümdârla kalmalarını çok arzu ettiğini söyledi. O da emre uyup, arasının açılmasına sebeb oldu. Hattâ bir ara onu saraydan Haleb’de kaldı. Vefât, edinceye kadar başka bir yere gitmedi. uzaklaştırmak istedi. Kâşânî’nin kıymetini bilen vezîri araya O vefât edince, Haleb’in dışında bulunan Halîl İbrâhim girip: “Bu büyük ve muhterem bir âlimdir. Onu buradan (aleyhisselâm) makamına defnedildi. Burası çok mübârek bir göndermiyelim” diye sultâna ricada bulundu. Bunun üzerine, yer olup, kocası Kâşânî, ölünceye kadar her Cum’a gecesi Haleb Atâbeki Sultan Nûreddîn Zengî’nin yanına gönderildi. gelip hanımını ziyâret etmeyi terk etmedi. Hanımının kabri Haleb’de çok iyi karşılanan Kâşânî, ilminin büyüklüğü yanında yaptığı duâsı kabûl olurdu. Bu hâl, Haleb’de meşhûr sebebiyle kısa zamanda meşhûr oldu. Herkes, kendisinin olmuştu. Onların kabirleri, bütün ziyâretçilerin yanında “Karı- ilmine hayran olmuştu. Oradaki âlimlerin isteği üzerine, bizzat koca kabri” diye bilinmektedir. Sultan Nûreddîn Zengî tarafından 543 (m. 1148) târihinde inşâ edilen Halâviyye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Hamîs diyor ki: Kendisinden evvel orada, Radıyüddîn es-Serahsî ders “Kâşânî’nin ölümü zamanında yanında idim. Kur’ân-ı kerîm okutmakta idi. Kâşânî’nin Halâviyye Medresesi’nde okuttuğu okumakla meşgûldü, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci; “Allahü derslere birçok talebe devam etmiş ve hepsi de derslerinden teâlâ mü’minleri, dünyâda ve kabirde, kavl-i sabit olan Kelime-i çok istifâde ederek, aralarında yüksek âlimler yetişmiştir. Oğlu şehâdet üzere tesbit ve tahkim etti.” meâlindeki âyet-i Mahmûd ve “Mukaddimet-ül-Gazneviyye” kitabının sahibi kerîmeye geldi. “Ve fil-âhıreti” kelâmını söyleyince, rûhu Ahmed bin Mahmûd, ondan fıkıh ilmini öğrenerek yetişen bedeninden ayrılıp, bir ânda Cennet-i a’lâya gitti.” âlimlerdendir. Bir aralık Şam’a gelen bu büyük Hanefî âliminin meclisinde, orada bulunan Şafiî fakîhleri toplanıp, Şafiî ve Hanefî mezhebleri arasındaki farklı bir mes’elede onun konuşmasını istediler. Daha sonra da birçok mes’ele ortaya koydular. Kâşânî de, ta’yin edilen her mes’ele hakkında konuşmaya başladı. Her birisi için, “Buna bizim mezhebimizin âlimlerinden filân filân kimseler şöyle dediler” diye cevaplar verdi. Her mes’elede, İmâm-ı a’zam Ebû Kanîfe’nin mezhebindeki âlimlerden birisinin, bir ictihâdı bulunduğunu bildirdi. Onun her mes’eledeki derin ilmine hayran kaldılar. O şekilde meclis tamamlanmış oldu. İbn-i Adîm anlatıyor: Hanefî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Ahmed bin Yûsuf bin Muhammed el-Ensârî bana bildirdi ki, Kâşânî, Haleb’den memleketine dönmek istemişti. Hanımı da istekli olduğundan, gitme arzusu fazlalaştı. Âdil bir sultân olup, âlimleri de çok seven Nûreddîn Mahmûd-i Şehîd, durumu öğrenince, Kâşânî’ye hemen bir haberci gönderip yanına çağırdı. Haleb’de kalmasını te’mine çalıştı. O da, “Yolculuğa hazırlandık, aynı zamanda hanımım da hocamın kızı olur. Bu yüzden memleketimize dönmemiz gerekiyor” deyip, kalmalarının mümkün olmayacağını beyân etti. Sultan, Başlıca eserleri şunlardır: 1. Bedâyı’-üs-sanâyı’ fî tertîb-iş-Şerâyı’: En mühim eseri, bu kitabıdır. El yazması üç cild olan bu eser, yedi cild hâlinde basılmıştır. Bu kitap hakkında, Hanefî fıkhına dâir yazılmış tertîb bakımından ilk sistemli eserdir, denilmiştir. Hocasının “Tuhfet-ül-fukahâ” kitabının şerhi olmakla beraber, değişik bir tarzda hazırlanmıştır. Şerh olduğu hiç belli değildir. Sanki metnin taklididir. Meselâ metin, husûsî işâretlerle şerhten ayrılmamıştır. Ayrıca bu eserde, “Tuhfe”nin tertîb ve sistemi ta’kib edilmemiş, bilakis yepyeni bir tertîb ortaya konmuştur. Yalnız şu kadar var ki, Kâşânî bu eserinde, hocasının kitabının ifâdelerini değişik bir tertîble aynen muhafaza etmiş, “Tuhfe”ye sâdık kalmıştır. Kâşânî, bu kitabını, eski ve yeni birçok eserlerden toplayarak hazırladığını, ifâde ederek, “Ben hocama uydum ve doğru yolu buldum” demektedir. 2. Sultân-ül-mübîn: Dînin usûl, akâid (îmân esasları) bilgilerini içine elan bir eserdir. Fakat yazma veya matbû’ olarak mevcût değildir. 3- Kitâb-ül-Cehl. Kâşânî ( radıyallahü anh ) “Bedâyı-üs-Sanâyı” kitabının bir mescidde kılınır diyen âlimlere göre, dört rek’at daha (Âhır mukaddimesinde buyuruyor ki: zuhur) kılmak lâzımdır.” “Hakîkat şudur ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit “Cum’a ve bayram namazlarında, hutbenin bir kısmını Arabca, ilimleri öğrendikten sonra, “Helâl ve haram veya ahkâm ilmi” bir kısmını da başka bir dil ile okumak, Arabî nazmı bozar. Bu diye isimlendirilen fıkıh ilmini öğrenmekten daha şerefli, üstün ise mekrûhtur.” bir ilim yoktur. Bunun için, Allahü teâlâ peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi. Çünkü, O’nun bildirmesi olmadan, “Keffâret için ibâha, ya’nî kendisini doyurması için fakire, Fülûs sırf akıl ile bunları bilmek mümkün değildir. Nitekim Allahü (kâğıt para) da verilebilir.” teâlâ Bekâra sûresi 269. âyet-i kerîmede meâlen: “Hak teâlâ, dilediği kuluna faydalı ilim verir ve onun icâbları ile amel ettirir. Hattâ bunun sebebiyle, onu rızâsına erdirir. Kime hikmet verilmiş ise, ona çok hayır verilmiştir ki, o hayır âhırettendir” buyurmaktadır. Birçok tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmedeki “Hikmet’ten muradın, fıkıh ilmi olduğunu bildirdiler. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz de buyurdu ki: “Dinde, Allahü teâlâya fıkıhtan daha faziletli bir şeyle ibâdet edilmedi. Şeytana karşı birfakîh, bin âbidden (ibâdeti çok “Mekke’deki evleri, hac zamanında hacılara kira ile vermek mekrûhtur.” “Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında oturuyorduk. Bir köylü, tavşan kebabı hediyye getirdi. Bize “Yiyiniz!” buyurdu. Muhammed bin Saffân ( radıyallahü anh ) dedi ki, iki tavşan yakaladım, kestim. Resûlullaha sordum, ikisini de yememi buyurdu.” yapandan) daha kuvvetlidir.” Birgün Hazreti Ömer’in yanına Şam’dan bir adam gelip, “Sana 1) Tuhfet-ül-fukahâ (Taşköprü zâde) sh. 95, 102 gelmemin sebebi şudur ki, namazımı doğru olarak kılabilmek için, teşehhüdü (Ettehiyyâtü... duâsını) öğrenmeye geldim” 2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 53 dedi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) onun ilim için olan bu gayretine bakıp çok ağladı. Hattâ ağlamaktan sakalları 3) Miftâh-ül-se’âde (Taşköprü-zâde) cild-2, sh. 273, 274, 285 ıslanmıştı. Sonra buyurdu ki: “Yemîn ederek söylüyorum. Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın sana sonsuz olarak azâb etmeyeceğini ümid ederim”. Bu şekilde ilim öğrenmek için gösterilen gayretleri bildiren haberler ve eserler, 4) Keşf-üz-zünûn sh. 230 5) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028 sayılamıyacak kadar çoktur. Kâşânî ( radıyallahü anh ) aynı kitapta buyurdu ki: “Abdest; yıkamak ve mesh için kullanılan bir isim olup, Allahü teâlâ, Maide sûresi 6. âyet-i kerîmede meâlen: “Ey îmân edenler! Namaza kalkacağınız zaman, yüzünüzü ve ellerinizi dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı (ıslak el ile) mesh edin ve ayaklarınızı da (topuklarınızla beraber) yıkayın!” buyurdu. “Rükû’ ve secdesi olan namazlarda kahkaha, yanî sesli gülmek, hem ahdesti bozar ve hem de namazı bozar.” “Cum’a namazının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört rek’at, İmâmeyn’e göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a yalnız FÂTIMA BİNTİ ESED ( radıyallahü anha ) Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ), “O benim annemdi” buyurduğu amcası Ebû Tâlib’in zevceleri, Hazreti Ali’nin annesi, mübârek bir sahâbîye. Babası Esed İbn-i Hâşim’dir. 4 (m. 626) senesinde Medine’de vefât etti. Soyu, Resûlullah ( aleyhisselâm ) ve Ebû Tâlib ile Hâşim’de birleşir. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem ile akraba olmaktadırlar. Hâşimoğulları kadınları içinde ilk erkek çocuk sahibi O oldu. Yine O, bu soy içerisinde, halife anası olanlardan ilkidir. Tâlib, Akîl, Câ’fer ve Ali adında dört oğlu ile Ümmühânî, Cümâne, Reytâ ve Esma adlarında dört kızı vardı. Hazreti Ali’ye Haydar ismini annesi bunlar arasında idi. Zevci Ebû Tâlib’in dışında bütün çocukları koymuştu. Böyle olduğu, Hazreti Ali’nin söylemiş olduğu bir da İslâmı kabûl ettiler. Hatta Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) şiirde belirtilmiştir. Hazreti Ali, Hayber harbi esnasında Merhab yakın akrabalarına konuşmalar yapıp, “O halde, hanginiz bu ile vuruşurken bu şiiri söylemiştir. Bu şiirinde, “anamın haydar yolda bana tâbi olup, vezirim ve yardımcım olur.”buyurunca, (arslan) diye ismimi verdiği ben, ormanların aslanıyım” henüz, 12-13 yaşlarında bulunan Hazreti Ali hemen ayağa demiştir. kalkmış, Resûl-i Ekrem de ona “Sen otur” buyurmuştu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bu suallerini üç defa tekrar Fâtıma binti Esed İslâm’ın başlangıcında müslüman olmuştur. buyurmuşlar. Üçünde de derhal cevap Hazreti Ali’den Resûlullah ( aleyhisselâm ) önce İslâm’ı açıktan açığa gelmiş “Yâ Resûlallah! Her ne kadar yaşça en küçük ben isem bildirmediler. Üç yıl bir gizlilik devresi geçti. Tedricî (yavaş de, sana ben yardımcı olurum.” cevabını vermişti. yavaş) bir yol takip ediliyordu. Artık İslâm’a açıktan davet etme zamanı gelmişti. Nereden ve kimden başlanacağı Resûl-i Taptaze, küçücük bir çocuğun, hiç kimseden, korkmadan, Ekrem’e ( aleyhisselâm ) vahy ile bildirildi. Allahü teâlâ Şuara çekinmeden, bu yolun yolcusuyum, gönül vermişlerdenim sûresinin 214. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: “(Ey mânâsındaki bu karşılığı, Resûl-i Ekrem efendimizi son Resûlüm) sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını (Allah’ın derece sevindirdi. İşte Allahü teâlâ, Hazreti Fâtıma binti dinine davet ederek) âhiret azâbı ile korkut.” Esed’e böyle sâlih bir evlâd vermişti. Hazreti Ali Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) kerîmeleri Fâtımatü-z-Zehrâ ile de evlenmişti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) akrabalarını bir araya topladıktan Bu mes’ûd evlilikte, dünyevî gösterişten tamamen uzak sonra onlara şu konuşmaları yapmışlardır. “Hamd ancak kalmıştı. Gayet sade bir düğün yapılmıştı. Allahü teâlâ’ya mahsûstur. O’na hamd ederim. Ancak O’ndan yardım isterim. Yalnız O’na inanır, O’na güvenirim. Ben Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha ) ayrıca Medine-i gözümle görmüş gibi bilir ve size de şunu bildiririm: Allahü Münevvere’ye müslüman olarak hicret etme sâadetine de teâlâ’dan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Sizi kavuştu. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) zaman zaman onu O’ndan başka ilâh olmıyan, Allahü teâlâ’ya îmân etmeye davet ziyârete gider, kuşluk vakti onun evinde uyurlardı. ediyorum. Ben O’nun bütün insanlara gönderdiği, son Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha ) üstün bir ahlâka sahipti. Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün Güzel ahlâkı vardı. Yaşayışı mükemmel, Resûl-i Ekrem yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyiliklerinizin efendimizin yanında itibarlı bir hanımefendi idi. karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında ceza Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sevgisine kavuşma göreceksiniz. Bu da ya devamlı Cennette veya devamlı bahtiyarlığına erişmişti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) onu medh Cehennemde kalmaktır. İnsanları âhiret azâbıyla korkuttuğum buyururlardı. Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha ) ilk kimseler, sizlersiniz.” çocukluğundan beri Peygamberimiz’e ( aleyhisselâm ) çok yakınlık göstermiş, ondan hiçbir yardımı esirgememiştir. “Ey Abdulmuttaliboğulları! Ben size çok üstün ve kıymetli, Resûlullah efendimiz, Ebû Tâlib’den sonra, kendilerine en dünyâ ve âhiretiniz için faydalı şeyler getirdim. Araplar fazla yakınlık gösterenin Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha içerisinde kavmine bundan daha hayırlısını getiren bir kimse ) olduğunu, buyurmuşlardır. Gerçekten Hazreti Fâtıma binti bilmiyorum. Ben sizi, dile kolay ve hafif ve mîzânda ağır Esed Resûl-i Ekrem’in bakımında çok titizlik göstermişti. Kendi gelecek iki kelimeye davet ediyorum. O da “Eşhedü en lâ ilahe çocukları dururken, önce Resûlullah’ı ( aleyhisselâm ) illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah (Allahü doyururdu. Kendi çocuklarının temizliğinden önce onun teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O’nun mübârek başını tarar, mübârek saçlarını gül yağıyla yağlardı. Resûlü olduğuna şehâdet ederim) demenizdir.” Bu yüzden Resûl-i Ekrem efendimiz, onun için “O benim annemdi” buyurmuştu. Bu, iki cihanın efendisinin mübârek Resûlullah ( aleyhisselâm ) akrabalarına bu konuşmaları ağzından çıkıyordu. Fâtıma binti Esed ( radıyallahü anha ) için yapınca birçoğu müslüman oldu. Hazreti Fâtıma binti Esed de büyük se’âdet idi. Zaman akıp gitmiş, Fâtıma binti Esed’in ( radıyallahü anha ) 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 1005 ömrü de sona ermişti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) gömleğini sırtından çıkararak Fâtıma binti Esed’e ( radıyallahü anha ) kefen yapmıştı. Bilâhare, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Fâtıma binti Esed’e Cennet elbiselerinin giydirilmesi için böyle yaptıklarını beyan buyurmuşlardır. Cenâze namazını da kıldırıp onun üzerine yetmiş tekbir almıştı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ’nın emriyle, yetmişbin meleğin onun cenâze namazına katıldığını” bildirmişlerdir. Cenâze namazı kılınmış, artık defn edilecekti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bizzat kendileri kabre indiler. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için, kabrin köşelerini genişletir gibi işâret buyurdular. Kabirden çıkınca gözleri yaşarmış, gözlerinden akan yaşlar kabre damlamıştı. Orada bulunan Hazreti Ömer ve başkaları, Resûlullah’ın, Fâtıma binti Esed’den ( radıyallahü anha ) başka hiç bir kimseye böyle yapmadığını söyleyerek, taaccüplerini ifade etmişlerdir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Cebrâil’in (aleyhisselâm), kendisine, Fâtıma binti Esed’in ( radıyallahü anha ) Cennetlik olduğunu haber verdiğini bildirmişlerdir. FÂTIMA BİNTİ MÜSENN Endülüs’ün İşbîliyye şehrinde yetişen hanım evliyâdan. İsmi, Fâtıma binti Müsennâ’dır. 7. asırda yaşamıştır. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Rûh-ül-kuds isimli eserinde şöyle anlatıyor: “Ben, Fâtıma binti Müsennâ’ya (r.aleyhâ) yetiştim. On sene sohbetlerine devam ettim. Dikkat ettim, hiçbir şey yemiyordu. İnsanlar yemek olarak kapısının önüne birşey koyarlarsa, onlardan ölmeyecek kadar yerdi. Ben yanına oturduğumda, yüzüne bakmağa utanır, haya ederdim. 90 yaşının üzerinde olduğu hâlde, kendisini gören çok genç zannederdi. Kendi hâlinde yaşardı. Dünyâ ile alâkası yoktu. Kimseden birşey istemezdi. Bir ihtiyâcı olsa, görülmesi icâb eden bir işi meydana çıksa, Fâtiha-i şerîfeyi okur, Allahü teâlânın izni ile o şey hemen hallolurdu. Onun kalması için, kendi elimle hurma dallarından bir ev yaptım. Orada kalırdı. Huzûruna benden başka kimsenin girmesine müsâade etmezdi. “Niçin sâdece ona izin veriyorsunuz da başkalarına müsâade etmiyorsunuz?” diye suâl edildiğinde, cevaben buyurdu ki: Resûl-i Ekrem Hazreti Fâtıma binti Esed için şöyle duâ “Başkaları yanıma geldikleri zaman yarım olarak gelirler. Ya’nî buyurmuşlardır: “Allahü teâlâ seni mağfiret etsin, bağışlasın, kendileri gelirler, fakat kalbleri; işlerinin, dünyalıklarının, seni mükâfatlandırsın. Ey annem! Allahü teâlâ sana rahmet evlerinin, ailelerinin yanında kalıyor. Ancak Muhammed İbni eylesin. Kendin aç iken beni doyurdun. Kendin giymez, bana Arabî benim evlâdımdır. Gözümün nûrudur. giydirir, yemez, bana yedirirdin. Dirilten de, öldüren de Allahü teâlâ’dır. O dâima diridir. O ölmez. Allahım! annem Fâtıma binti Esed’i afv eyle, bağışla. Ona huccetini bildir. Kabrini genişlet. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım! Ben Peygamberin ve geçmiş Peygamberlerin hakkı için bu duâmı kabûl buyur.” Yanıma geldiği zaman, tam gelir. Oturduğu zaman tam oturur. Diğerleri gibi, geride birşey bırakmaz. Düşünceleri, kalbi geride olmaz.” Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, her an Allahü teâlâyı düşünürdü. Hep onu hatırlardı. “Ente, ente (Sensin, sensin) senden başka herşey boştur” derdi. Onun hâlini ve durumunu anlayamayanlar, kendisine ahmak derlerdi. Hakkında böyle 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-8, sh. 222 uygunsuz şeyler söylendiğini haber alınca; “Asıl ahmak, Rabbini tanımayanlardır” buyururdu. Fâtıma binti Müsennâ 2) Dürr-ül-Mensûr, sh. 359 (r.aleyhâ) o zamanda bulunanlar için âleme, Allahü teâlânın bir rahmeti idi. 3) El-İsâbe, cild-5, sh. 389 Bir Ramazân-ı şerîf bayramı akşamı, Fâtıma binti Müsennâ, 4) El-İstiâb, cild-4, sh. 381 bulunduğu beldenin câmisinin önünden geçiyordu. O câminin müezzini Ebû Âmir isminde bir kimse idi ve elindeki sopa ile Fâtıma binti Müsennâ’ya vurdu. O da müezzine baktı ve getir! Gelmek istemezse bile sen bırakma! Mutlaka getir!” birşey söylemeden ayrılıp gitti. Gönlü incinmişti. Kırık gönülle dedi. Aradaki mesafe çok uzun olmasına rağmen, Allahü evinde ibâdet ve tâatine devam etti. Kendisine sopa ile vuran teâlânın izni ile o kadının kocası bir anda evine geldi. Çoluk müezzin sabah ezanını okumaya başlayınca. Fâtıma binti çocuğu çok sevindiler. Böylece, Fâtıma hazretlerinin bir Müsennâ, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye başladı. kerâmetine daha şâhid olmuş olduk.” Biliyordu ki, Allahü teâlâ bir velî kulunu inciten kimseyi mutlaka cezalandırır. Müezzinin başına bir belâ gelmesinin yakın Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, Muhyiddîn-i Arabî’yi çok olduğunu bildiği ve belâya düçâr olmaması için şöyle duâ etti: severdi. Kendisine; “Ben senin ma’nevî annenim. Nûr ise “Yâ Rabbî! Şu gecenin son vaktinde, herkes uyurken kalkıp senin normal annendir” buyururdu. Muhyiddîn-i Arabî senin ismini, Kelime-i şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen, hazretlerinin annesinin ismi nûr idi ve sık sık Fâtıma senin ve habîbinin ismini zikreden, senin da’vetini, emrini, hazretlerini ziyâret ederdi. Fâtıma hazretleri Nûr hâtuna; “Ey senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptığı sebebiyle Nûr! Bu Muhyiddîn benim evlâdımdır. Senin de baban gibidir. cezalandırma! Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona ceza Ona dikkat et ve kendisini üzme!” derdi. verme! Âmin!” O gün (Ramazan bayramı günü), fıkıh âlimleri toplanarak vâli ile bayramlaşmaya gittiler. Ebû Âmir ismindeki o müezzin de, dünyalık ba’zı menfaatler te’min etmek niyetiyle âlimler ile beraber vâlinin yanına gitti. Vâli onun kim olduğunu sordu. “Câminin müezzinidir” dediler. “Sizinle beraber buraya 1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 232 2) Nefehât-ül-üns trc. sh. 703 gelmesi için ona kim izin verdi?” dedi. Bunun maksadını anlamıştı, hemen kendisini dışarı attırdı. Daha sonra âlimler 3) Meşâhir-ün-nisâ bunun içeri alınması için şefaat ettiler. Nihâyet içeri alındı. Bu hâl, Fâtıma binti Müsennâ’ya anlatıldığında, o da akşamki hâdiseyi ve sabah ezanı okunurken yaptığı duâyı anlattı ve; “Ben onda olan hakkımdan vazgeçtim. Ya’nî hakkımı ona helâl ettim. Allahü teâlâya duâ ettiğim için o, bu kadarlık bir FÂTIMA-İ NİŞÂBÛRİYYE kovulma ile işi atlatmış oldu. Ben hakkımdan vazgeçmemiş olsaydım, o müezzin mutlaka öldürülürdü” buyurdu. Hâtun evliyâların büyüklerinden. Horasanlıdır. Mekke-i mükerremede otururdu. Bâyezîd-i Bistâmî’nin medh ve Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ), Fütûhât-ı Mekkiyye kitabında şöyle anlatıyor “Birgün Fâtıma hazretlerinin yanında oturuyorduk. Bir kadın gelerek; “Ey kardeşim! Benim kocam. Endülüs’te Şeriş (yahut Şerş) beldesinde bulunuyor. Haber iltifâtına mazhar olmuştur. Zünnûn-i Mısrî kendisine birçok mes’elelerde danışmıştır. 203 (m. 818) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etmiştir. aldım ki, orada birisi ile evlenmiş. Siz bu hâle ne dersiniz?” dedi. Ben de o kadına; “Siz ona kavuşmak (ulaşmak) Bâyezîd-i Bistâmî onun hakkında der ki: “Ömrümde bir hâtun istiyorsunuz değil mi?” dedim. Kadın; “Evet” dedi. Bunun tanıdım. O Fâtıma-i Nişâbûriyye’dir. Kendisine herhangi bir üzerine Fâtıma hazretlerine dönerek; “Ey anacığım! Bu konuda haber vermek istesem, ona ayan olur ve o şeyi kendisi kadıncağızın söylediklerini duydunuz. Ne dersiniz?” “Ey evlâdım! Bu kadının arzusu, ihtiyâcı nedir?” dedi. “Kocasının gelmesi” dedim. Fâtiha-i şerîfe ve başka şeyler okudu. Ben de onunla beraber okudum. “Fâtiha-i şerîfeden, bu kadının kocasını getirmesini istedim” buyurdu. Okuduğu Fâtiha, Allahü bana bildirirdi.” Zünnûn-i Mısrî ise onun için şunları söylemiştir: “Mekke-i mükerremede bir hâtun vardır. Adı Fâtıma-i Nişâbûriyye’dir. teâlânın izni ile insan sûretine (şekline) geldi. Ona; “Ey Fâtiha- Bu veliyye hanım, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâ ve esrârından öyle ül-kitâb! (Fâtiha sûresi) Şeriş şehrine git! Bu kadının kocasını şeyler söylerdi ki, bana hayret verirdi.” Bu evliyâ hâtun, Allahü teâlâya öylesine âşık ve Peygamber Küçük yaştan i’tibâren tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzâde Mehmed, devrin en mümtaz âlimlerinden ilim efendimize ( aleyhisselâm ) öyle sevgi beslerdi ki, bir sohbet öğrendi. Daha küçük yaşta iken, hocası meşhûr din ve fen esnasında onlardan bahsedilirken dayanamayıp vefât etti. âlimi, zâhirî ve batınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretlerinin terbiyesine verildi. Zamanın evliyâsından Hacı Buyurdu ki: “Allahü teâlâyı zikr ettiğin, andığın zaman, Allahü Bayram-ı Velî, Sultan Murâd Hân’ın ziyâretine geldi. Yanında teâlânın seni gördüğünü düşün ve zikre devam et.” talebesi Akşemseddîn de vardı. Sultan Murâd Hân ile sohbet ettiler. Murâd Hân, bu mübârek zâtın feyzinden, küçük “Sıdk ve takvâ sahipleri bu zamanda bir derya içindedirler. O deryanın dalgaları onlara çarpmaktadır. O derya içinde boğulmuşcasına Allahü teâlâya duâ ve feryâd ederler. Kâdir-i mutlak olan Hak teâlâdan se’âdet ve necât talep ederler. şehzâdesi Mehmed’in de istifâde etmesini istedi. Şehzâde Mehmed’i de bulundukları yere getirdiler. Her İslâm sultânı gibi, Sultan Murâd da, İstanbul’u fethetmeyi düşünüyor, hazırlığını ona göre yapıyor, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) müjdesine mazhar olmak istiyordu. Gönlünden geçen duyguları, huzûrunda bulunmakla şereflendiği Allah dostuna, “Kim, Allahü teâlâyı düşünerek amel ve ibâdet yaparsa, o Hacı Bayram-ı Velî’ye açtı. “Aceb Kostantiniyye’nin fethi kime kimse ihlâs, sahibidir.” müyesser olacak?” dedi. İşi ve meşgalesi aklı fikri ve düşüncesi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olan büyük velî Hacı Bayram-ı Velî ( radıyallahü anh ); “Fethi görmek, şu 1) Nefehât-ül-üns sh. 695 çocuk (Şehzâde Mehmed) ile, şu bizim köseye (Akşemseddîn’e) müyesser olacaktır” buyurdu. Bu sözler ve açık kerâmetle çok duygulanan Sultan Murâd Hân, Hacı Bayram-ı Velî ile istişâre edip, Akşemseddîn’i şehzâde FÂTİH SULTAN MEHMED HÂN İstanbul’u fetheden Osmanlı sultânı. Din ve fen bilgilerinde âlim, kerâmetler sahibi ve velî. 835 (m. 1432) senesinde Edirne’de doğdu. Babası altıncı Osmanlı Pâdişâhı Murâd Hân olup, annesi Hümâ Hâtun’dur. Ba’zı gayr-i müslim tarihçilerin Fâtih’in annesi hakkında söyledikleri, yalan ve iftiradan ibârettir. Fâtih’in annesinin özbeöz Türk ve müslüman kızı olduğu, ilgili mahkeme kayıtları ve Bursa’daki Muradiye Câmii’nin yüz metre kadar doğusunda bulunan Hâtuniyye Türbesi’nin 853 (m. 1449) senesinde yazılmış olan kitabesinin okunması ile isbatlanmıştır. Hümâ veya Hadîce Âlime Hümâ Hâtun, İsfendiyaroğulları da denilen Candaroğullarına mensûptur. Fâtih Sultan Mehmed Hân. Önce Manisa’da sancak beyi oldu. Ondört yaşında babasının yerine ilk defa pâdişâh oldu. 855 (m. 1451) yılında kesin olarak Osmanlı tahtına oturdu, İstanbul’u fethetti. 886 (m. 1481) yılında vefât edip, Muhyiddîn Ebü’l-Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra, İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmii’nin bahçesindeki türbesine defnedildi. Mehmed’e hoca ta’yin etti. Akşemseddîn, şehzâdenin herşeyi ile bizzat ilgilendi. Şehzâde Mehmed, idâri yönden tecrübe kazanması için, Manisa’ya Sancak beyi ta’yin edildi. Orada da ilim tahsil etmesine çok ehemmiyet verildi. Molla Ayas gibi zamanın meşhûr âlimleri, şehzâdeye husûsî ders verdiler. Şehzâde Mehmed, daha çok teknik ile ilgili şeylere heves ettiği ve hocaların da baskısına ma’rûz kalmadığı için, ilimde çok mesafe katedememişti. O senelerde hacca gitmiş olan ilk Şeyhülislâm Molla Fenârî, Mısır’da büyük âlimlerin derslerinde yetişmiş olan hadîs, tefsîr ve fıkıhta yüksek âlim olan Molla Gürânî’yi Anadolu’ya getirmişti. Sultan Murâd’a takdim edilen Molla Gürânî, ilk önce Bursa’da müderrisliğe ta’yin edildi. Daha sonra da, Şehzâdeyi korkutması için eline bir sopa verilip Manisa’ya gönderildi. Şehzâde Mehmed’in mizacının sertliğini, Molla Gürânî’nin tatlı-sert eğitim metodu yendi. Şehzâde Mehmed, dört elle ilme sarılıp, dinlenirken de teknik işlerle uğraşmaya başladı. Güzel bir eğitimden geçip, matematik, hendese (geometri), hadîs, tefsîr, fıkıh, kelâm ve târih ilimlerinde yetişti. Arabca, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunanca’yı öğrendi. İdâre ettiği memleketlerden kim gelirse gelsin, ona kendi diliyle hitâbetme imkânına sahip oldu. Öğrenmiş olduğu din bilgileri ile, kendi hayat tarzını, kânun ve bildirmiş, diğerleri ise doğrudan doğruya katline fetvâ nizâmını tanzim etti. Fen ve teknik bilgilerle, istikbâlde vermişlerdi. Sultan Murâd Hân, bu fetvâların îcâbı olarak, yapacağı savaşları, bilhassa İstanbul’un fethini kolaylaştıracak Karaman ülkesine sefere çıktı. İbrâhim Bey, Konya’yı terkedip teknikler geliştirmeye çalıştı, ilk havan topunu döküp, Taşeli (içel) taraflarına çekildi. Hey’et gönderip özür diledi. İstanbul’un fethinde kullandı. Târih ve coğrafya bilgilerinde Anlaşma taleb etti. İbrâhim Bey’in hanımı olan Sultan Murâd kendisini yetiştirip, geçmiş hükümdârların başlarından geçen Hân’ın kızkardeşinin şefaatiyle sulh yapıldı. Sultan Murâd şeyleri öğrenerek tecrübe kazandı. Dünyâ cihangirlerinin Hân, Edirne’ye dönmeyip, Manisa’ya çekildi. Ancak Sultan’ın, hayatlarını dikkatle inceleyerek, bunların doğru ve yanlış yerini çocuk yaştaki Şehzâde Mehmed’e bırakarak tahttan hareketlerine hakkıyla vâkıf oldu. Bu hâdiselerin muhâsebesi çekildiğini haber alan Avrupa devletleri, leş bulmuş karga gibi neticesinde, plânlı ve sistemli hareket etme fikrinin lüzumuna Osmanlı topraklarını ta’cîz etmeye başladılar. Hepsi bir araya kesin olarak bağlandı. Kudretli bir asker olduğu kadar, geniş gelip, bir haçlı ordusu meydana getirdiler. Sultan Mehmed, bir görüşlü bir fikir adamı olarak yetişti. mektûpla durumu babasına bildirdi. Sultan Murâd Hân da, kırkbin kişilik bir orduyla Anadolu Hisarı’na geldi. Kiralanan Fâtih Sultan Mehmed Hân, şehzâdeliği ve padişahlığı Ceneviz gemileriyle, orduyu Rumeli’ye geçirdi. Sultan zamanında, fıkıhta Molla Hüsrev’den, tefsîrde; Molla Gürânî, Mehmed’i, Vezîr-i a’zam Çandarlı Halîl Paşa’yla birlikte Molla Yegân ve Hızır Bey Çelebi’den, matematikte; Ali Kuşçu, Edirne’de bırakan Sultan Murâd, ordunun başında Varna’ya kelâmda; Hocazâde ve Alâeddîn Ali Tûsî gibi âlimlerden ilim hareket etti. 28 Receb 848 (m. 10 Kâsım 1444) târihinde öğrendi. Ayrıca Anconalı Giriaco’dan batı târihini okudu. yapılan Varna Savaşı, Osmanlı ordusunun tam bir zaferiyle Küçük yaşta Manisa sancakbeyliğine gönderilen Şehzâde Mehmed, 848 (m. 1444) senesinde Edirne’ye çağırıldı. Devletin, Anadolu ve Rumeli’den iki taraflı baskıya ma’rûz kalmasıyla, ömrünü savaş meydanlarında geçirmesinden dolayı rahatsızlanan Sultan Murâd, oğlu Şehzâde Mehmed’i tahta geçirmek istiyordu. Sultan Murâd, batılı devletlerle yapılan Edirne-Segedin muahedesinden sonra ikide bir Osmanlı topraklarına tecâvüz edip müslümanları rahatsız eden Karamanoğlu İbrâhim Bey’in üzerine gitti. Edirne’de oğlu Şehzâde Menmed’i bıraktı. Oğlunun yanına tecrübeli paşalar verdi. Sultan Murâd, müslüman bir hükümdârın üzerine yürürken; İslâm âlimlerinden fetvâ almayı ihmâl etmedi. Şafiî mezhebi âlimlerinden İbn-i Hacer-i Askalânî, Hanefî mezhebi âlimlerinden Sa’deddîn-i Deyrî, Mâlikî mezhebi âlimlerinden Bedreddîn-i Tûnisî, Hanbelî mezhebi âlimlerinden Bedreddîn-i Bağdadî, yine Hanefî mezhebi âlimlerinden Sa’deddîn-i Bağdadî ve Amasya kadısı Abdürrahmân bin Mehmed Muslihî’den fetvâlar aldı. Bunlardan birçoğu; Allahü teâlânın rızâsı için küffâra karşı cihâd eden, Osmanlı Devleti’ni arkadan vuran ve bu müslüman devlete karşı küffâr ile işbirliği yapan Karamanoğlu İbrâhim Bey’in katline fetvâ verdiler. Bu âlimlerden Amasya kadısı hâriç, hiçbiri Osmanlı ülkesinde yaşamıyordu, içlerinden Hanefî mezhebi âlimi Sa’deddîn-i Deyrî, İbrâhim Bey’in tövbe etmekle canını kurtarabileceğini neticelendi. Sultan Murâd, tekrar Edirne’ye dönüp, bir sene kadar orada oğlu ile beraber kaldı. 849 (m. 1445) yılında oğlu Mehmed’i Edirne’de bırakıp, kendisi tekrar Manisa’ya gitti. Ancak Zağanos Paşa ile Çandarlı Halîl Paşa arasında cereyan eden ba’zı hâdiseler sebebiyle, Sultan Murâd Edirne’ye gelerek, tekrar devletin başına geçti. Sultan Mehmed de Manisa’ya gönderildi. Sultan Mehmed, babasının 855 (m. 1451) senesinde vefâtına kadar Manisa vâlisi olarak kaldı. Babasının vefâtıyla, gönderilen haber üzerine Edirne’ye gelip, tahta çıktı. Sultan Mehmed, daha 19 yaşında idi. Daha önceden saltanat tecrübesi olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandan olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsattan faydalanmak isteyen Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans mes’elesini halletmek üzere bütün gayretini bu konuya verdi. Rumeli Hisarı’nı yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile beraber boğazı kesti. 856-857 (m. 14521453) kışını, Edirne’de harp hazırlıkları ile geçirdi. 857 (m. 1453) baharında, Sultan Mehmed Hân, ordusuyla Edirne’den çıktı. İstanbul çevresinde fethedilemeyen Bizans topraklarını fethetti. Bizanslılar, tehlikenin yaklaştığını hissedip, dostlarından yardım istediler. Haliç’e zincir gerip, girişi kapattılar. Şehzâdeliğinden beri bir ân önce İstanbul’u fethetmek, hazret- dâima İstanbul’un haritası ile uğraşırdı. Yine bir gece aynı i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek arzusu ile tutuşan düşünce ile uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halîl Paşa’yı, gece Sultan Mehmed, bu büyük mes’elenin derhâl halline yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece çalışıyordu. Bu sebeple, askerî târihin kaydettiği ilk büyük yarısı çağırılmaktan, bir hatâ yaptığı endişesiyle korkan yaşlı ateşli silâhlar ve toplar ile, ordusunu karşıkonulmaz bir kuvvet vezîr, pâdişâh’ın İstanbul’un fethi için oturup konuşmaya hâline getirdi. İstanbul muhasarasında, donanmayı çağırdığını söylemesi üzerine rahatlamıştı, İstanbul’un Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indiren teknik bir dehâya ve müstakbel fâtihi, böyle yerinde duramaz, yatağında çeşitli muhasara makinelerine, seyyar kulelere sahip oldu. yatamazken Bizans’ın hâli neydi. Haliç üzerinde; Kâsımpaşa tarafından başlamak üzere, boş Fetihden önce, İstanbul’u ziyâret eden Fransız seyyahı fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak, beşbuçuk metre eninde bir Bertrand de lâ Broguler, şunları yazmıştır: “Üsküdar’dan köprüyü, Kâsımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu sandala binip İstanbul’a geçerken, Bizanslılar beni Türk çalışmaları gören Bizanslılar, Osmanlı askerlerinin su üstünde (Müslüman) sandılar! Bu yüzden çok hürmet gösterdiler... yürüdüğünü zan ederek, sihir yapıldığına hükmettiler. Sultan Fakat karaya çıkınca, hıristiyan (Katolik) olduğumu farkettiler Mehmed Hân, İstanbul’un fethine hazırlanırken, fethin bütün ve işte o zaman bütün davranışları değişti. Üstelik, âdet plânlarını, önceden en ince teferruatına kadar hazırladı. olandan da fazla vergi istediler. Çünkü onlar, Katoliklerden Zamanına kadar yapılmamış olan en ağır topları döktürdü. O nefret ediyorlardı. Kılıcım belimde olmasaydı, hayâtım bile zamana kadar ateşli silâhlar, atıştan sonra soğumaya terk tehlikeye düşebilirdi. Bizanslı Rumların, Roma papalığına edilir, bu arada bir hayli zaman kaybedilirdi. Sultan Mehmed bağlı hıristiyanlara ne kadar düşman olduklarını bizzat Hân, kızgın toplara zeytinyağı döktürerek, namluları yaşadım...” Aynı günlerde, bir Rum Metropolidi, va’zında; “Ey soğutmuş, insanlık târihinde ilk defa “Yağ ile makina ortodokslar!.. Bütün ma’nevî işâretler artık, dünyâ soğutmayı” başarmıştır. Sultan Mehmed Hân’ın teknik buluşu, hâkimiyetinin Osmanlılara geçtiğini gösteriyor..” diyor, İslâm bununla da kalmamaktadır. Havan topunun balistik âlemi ise, o gün, 900 yıldır Peygamber efendimizin ( hesaplarını yapmış, plânlarını çizmiş ve böylelikle, “Dik mermi aleyhisselâm ) mübârek hadîs-i şerîflerini gerçekleştirecek yollu” ilk silâhı keşfederek, İstanbul’un fethinde havan topunu mübârek asker ve mübârek emîri bekliyordu... kullanmıştır. Bizans, asırlardır İslâm âlemi ve Osmanlı Devleti için bir fitne Sultan Mehmed Hân, Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) zamanından kaynağı olmuştu. Haçlı ordularını müslümanların üzerine onlar kendi zamanına kadar, İstanbul fethini hedef alan bir İslâm kışkırtmış, pâdişâh olamayan şehzâdelere onlar arka çıkmış, ordusunun başında bulunuyor ve bu fethin gerçekleşmesi için İslâm devletlerini karıştırmaya çalışmaktan geri durmamıştı. gerekli olan yüksek vasıflara sahip bulunuyordu. Yüksek Gâzî Sultan Mehmed Hân, böyle bir yerin çıbanbaşı gibi orta vasıfların sahibi olan Sultan Mehmed Hân’a, daha Manisa’da yerde kalmasına dayanamıyor; “Ne sebep vardır ki, onun gibi şehzâde iken, hocası büyük velî Akşemseddîn, İstanbul’u menzîl-i şerîf ve makâm-ı latîf (İstanbul), bizim vatanımızın fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul ortasında başkasının elinde buluna! Ve dahî padişahlık muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu günlerimizde; kefere ocağı ve eşkiyalar yatağı ve isyancılar ne iyidir” hadîs-i şerîfi, onu fevkalâde bir şevke getirmişti. durağı ola!” diyordu. Kaynakların belirttiğine göre, pâdişâh, hep İstanbul’un fethini Fetihten daha birkaç ay önce Bizans İmparatoru ölmüş, yerine düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sahiplerinin Onbirinci Kostantin geçmişti. Bizans İmparatorluğu; Silivri ve sözleri ile, o, bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece- Vize gibi birkaç kasaba ile, İstanbul’dan ibâret kalmıştı. gündüz huzûru kaçmıştı. Yatıp kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbul’un fethi ile meşgûldü. Sultan Mehmed Hân şöyle buyurdu: “Ya, biz Bizans’ı alırız, ya Yalnız veya mâiyetiyle gezintiye çıktığında da, yine fethi Bizans bizi!” 857 (m. 1453) yılı Rebî’ul-evvel ayı sonlarında düşünür, istirahat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt, (Nisan başlarında) İstanbul önlerinde karargâh kuran Sultan Mehmet Hân’ın ordusu, birkaç gün içerisinde hazırlıklarını “Ya müslüman olun kardeş olalım veya teslim olun haraç yapıp taarruza geçti. Pâdişâh Sultan Mehmed Hân, bütün alalım” dedi. O gün geldi. Gecesinde bütün mücâhidler gusl evliyâ ve ulemâyı yanına da’vet etti. Her hareketinde onlarla abdesti aldılar. Sabahlara kadar namaz kılıp duâlar ettiler. istişâre ediyor, ondan sonra karar veriyordu. Pâdişâhın en Sultan Mehmed Hân da sabaha kadar namaz kılıp gözyaşı yakınında; Hâcı Bayram-ı Velî’nin halîfelerinden Akşemseddîn döktü. Duâ edip niyazda bulundu. Seher vakti ezan seslerini hazretleri ve Akbıyık Dede ile birlikte, ulemâdan Molla Gürânî müteakip, sabah namazını eda ettiler. Hazırlıklarını ve Molla Hüsrev’den başka, daha birçok mübârek kimse hazır tamamladılar. Sultan son defa orduyu teftiş edip, onları harbe bulunuyordu. Savaş başladı. Bütün kalbler, bütün gönüller, teşvik etti. Onlara; “Şimdi parlak bir cihâd için birbirinizi teşvik Allahü teâlânın rızâsı için heyecana gark oldu. Resûl-i ekremin ediniz, zafer için üç şart esastır. Niyetinizi hâlis edip, emirlere ( aleyhisselâm ) dokuzyüz sene önceki müjdesine mazhar itaat ediniz. Ya’nî tam bir sükûnet ve intizâm ile verilen emirleri olmak iştiyâkıyla, bir daha, bir daha hücum edildi. Asker, tam olarak icra edip, icra ettiriniz. Îmânınızın verdiği galeyan kumandan sultan, âlim, evliyâ, kimse bıkmak bilmiyordu. ile muharebeye koşunuz. Bu işte liyâkatinizi ortaya koyunuz. Gönüllerinde tek düşünce; “Ya biz Bizans’ı alırız, ya Bizans Zillet geride, Şehâdet ileridedir. Bana gelince, sizin başınızda bizi!” diyorlardı. Gemiler dağlardan “Allah Allah” sadâlarıyla döğüşeceğime yemîn ederim. Herkesin ne sûretle hareket yürütüldü. En büyük toplar, en yeni silâhlar, havanlar ettiğini bizzat ta’kib eyleyeceğim” deyip, hücum emrinin boru kullanıldı. Yer altından lağımlar kazıldı. Surlarda gedikler ile birlikte başlayacağını bildirdi. Emîr verilip, cenk borusu açıldı. Duâlar edildi. Bütün sebeplere yapışıldı. Gönüller bir ân çalındı. Allahü teâlânın rızâsı için cihâda niyet etmiş olan önce Bizans’a girmek, Ayasofya’da ezan okuyup namaz mücâhidler: “Ya Cennet, ya İstanbul” diyorlar, iki yerden başka kılmak ateşiyle yanıyordu. Çâre yok, imkân yok, Bizans bir makama gitmek istemiyorlardı. “Allah! Allah!” sadâları ile, alınamadı. Firenk kralları bir olup, gemiyle Bizans’a yardım Fetih sûresi okunarak; kösler, davullar çalınarak hücum yolladılar. Bizanslılar yardımdan kuvvet alıp, kiliseleri yıkarak, başladı. Pâdişâh heyecandan yerinde duramıyor, fethin bir ân taşları ile kaleleri ta’mir ettiler. Sultan Mehmet Hân çok üzüldü. önce gerçekleşmesini arzu ediyordu. Herkes şehîd olmak için “Acaba mü’minlerin kanlarını boşa mı akıttım” diye düşündü. adetâ yarış ediyordu. “Allah! Allah!” sesleri cenk naraları Çevresinden ba’zı kimseler; “Bir garîb dervişin sözüne bakıp, ortalığı dolduruyordu. Yeni keşfedilen balyemez toplarının her bunca iş işledin” dediler. Sultan Mehmed Hân, hocası gürleyişi, kalenin bir burcunu götürüyor, köhne Bizans’ı Akşemseddîn hazretlerine danışmış, o da; “Kostantiniyye’yi yerinden oynatıyordu. Ancak fetih bir türlü müyesser olmadı. evvelâ Sultan Muhammed Hân fetheyler” buyurmuştu. Sultan Sultan Mehmet Hân yerinde duramıyordu. Akşemseddîn Mehmed Hân, işte bu yüzden Bizans’ın fethinde bu kadar hazretlerini da’vet etti. Gidenler, çadırına girmeye cesâret ısrarlıydı. Pâdişâh, çevresindekileri yatıştırmak için, veziri edemediler. Çünkü o mübârek zât, rahatsız edilmemesini emir Veliyyüddîn oğlu Ahmed Paşa’yı gönderip; “Şeyh’e arzet buyurmuştu. Sultan Mehmed Hân, bizzat kendisi gitti. Çadır bakalım, kalenin fethi ve düşmanın yenilmesi mümkün sıkısıkıya kapatılmıştı. Çadırın bir kenarından baktı. Çadırın müdür?” dedi. Akşemseddîn ( radıyallahü anh ) “Ümmet-i içinde hiçbir şey yoktu. Akşemseddîn ( radıyallahü anh ) kuru Muhammed’den bu kadar müslüman, bu kadar gâzî, bir kâfir toprak üzerinde diz çökmüş, ellerini açmış Allahü teâlâya kal’asına yöneldi. İnşâallah fetholur” diye cevap verip, fazla yalvarıyor, zamanın sahibini, en büyük evliyâsını imdâda açıklamadı. Sultan Mehmed Hân, tekrar haber gönderip, göndermesini arzuluyordu. Sultan Mehmed Hân da elini açıp; zamânını bildirmesini arzu etti. Akşemseddîn hazretleri, “Âmin” dedi. Her ikisinin gözlerinden yağmur gibi yaşlar aktı. murâkabeden sonra; “İşbu senenin Cemâzil-evvel ayının Sultan Mehmet Hân, oradan ayrılıp otağına doğru gelirken, yirminci (29 Mayıs) günü seher vaktinde, falan taraftan taarruz Bizans surlarına baktı. İslâm askerinin önünde; beyaz elbiseli, etsinler! Ol gün İnşâallah feth ola!... Kostantiniyye, ezan yeşil sarıklı bir ordunun daha kaleye hücum ettiğini gördü. sadâları ile dola” dedi. Gidip Sultan Mehmed Hân’a haber Başlarındaki kumandana dikkatle bakıp, vasıflarını zihnine verdiler. Sultan, memnun ve mesrûr olup, yeni bir şevkle yerleştirdi. Çok geçmeden Ulubadlı Hasan burçlara çıkıp, düşmana hücum etti. Plânlarını va’dedilen güne göre yaptı. tekbîrlerle sancağı şerîfi dalgalandırdı. Osmanlı askeri, yeni Kimseye birşey hissettirmedi. Küffâra yeniden haber gönderip; bir şevkle saldırdı. Çok geçmeden, surlarda açılan gedikler gibi, şehrin kapıları da açıldı. Osmanlı askerleri akın akın Daha sonraları Fâtih Câmii ve Sahn-ı semân medreseleri şehre girdi. Aksaray’da toplanan Osmanlı kuvvetleri, küfrün yaptırıldı. Fâtih Câmii’nin Akdeniz ve Karadeniz cihetlerinde merkezi olan Ayasofya taraflarına hep birlikte hücum ettiler. yapılan bu sekiz medresede, bugünkü ma’nâsıyla üniversite Halk, korku ve tereddüt içinde Ayasofyaya sığınmış, başta eğitimi verildi. Sahn-ı semân medreselerine talebe hazırlamak patrik olmak üzere, kapıları içeriden sıkı sıkıya kapatmışlardı. için, bugünkü liseler gibi “Tetimme” mektepleri inşâ edildi. Türk askerleri, sıkıca kapatılmış olan Ayasofya’nın kapılarını Fâtih Câmii çevresinde büyük bir külliye meydana geldi. Çeşitli zorla açarak içeri girdiler. Sultan, kendisini iki ay uğraştıran bu yerlerde vakıflar yapılıp, masrafları karşılandı. Her birinde bir insan kütlesine karşı, insanlığın üstünde bir merhamet ve dershâne ve ondokuz oda bulunan sekiz medreseden ve şefkat gösterdi. Bu arada ayaklarına kapanan İstanbul tetimmelerden meydana gelen bu külliyenin bânisi Fâtih patriğini yerden kaldırmak âlicenaplığını gösteren Cihangir, Sultan Mehmed Hân, müderrislerden rica edip, kendisi için de patriği teselli edip; “Ayağa kalkınız! Ben Sultan Mehmed, bir oda ayrılmasını istedi. Fakat müderrisler bu isteğe; “Siz hepinize söylüyorum ki, şu andan i’tibâren, artık ne hayatınız, külliyenin kurucususunuz, ama önce imtihana girin, ne de hürriyetiniz, husûsunda gazâb-ı şahânemden dânişmend (asistan) olun, tercih ettiğiniz ilim şu’besinde tez korkmayınız.” dedi. Bir taraftan da, Ayasofya kulelerinde ezân- yapın, eser verin, sonra müderrisliğe erişin, ancak böylelikle ı Muhammedî okunmaya başladı. Onsekiz bin âlemin efendisi, ilim ocağında makamınız olur” cevâbını verdiler. Sultan iki cihan serveri, Allahü teâlânın Habîbi, sevgili Mehmed Hân da onları kırmayıp, imtihana girdi. İmtihanı Peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın “Sallallahü aleyhi ve kazandıktan sonra ona da bir oda verildi. sellem” dokuzyüz sene önce haber verdiği mübârek fetih. “Şanlı emir”in kumandanlığında, “Şanlı ordu” tarafından Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu câmi ve medreselerden başka; gerçekleştirilmişti. Bizans’ın kalesi düşmüş, kutsal daha birçok câmi, medrese ve köprü yaptırdı. Zamanında Ayasofya’nın haçları indirilmişti. İkindi namazı vakti idi. Ordu yapılan câmilerin sayısı üçyüzsekseni buldu. Kubbeler, ince saf olup, gece aldıkları abdestle ikindi namazını kılmaya niyet ve zarif minareler, evliyâ kabirleri üzerine yapılan türbelerle, ettiler. Fâtihler babası Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ayasofya da fethedilen memleketler, müslüman Türke tapulandı. ilk namazı kıldırdı. Memleketin her tarafını medreselerle süsleyen Fâtih Sultan Fâtih Sultan Mehmed Hân, insanlara zulmedilmemesini, kılıç Mehmed Hân, âlimlere büyük ikramlarda bulundu. Hürmet ve kaldırmayana, aman dileyene el kaldırılmamasını emretti. muhabbette kusur etmedi. En kıymetli âlimleri memleketine Hemen o günde, âdil Osmanlı kadıları ve âlicenap Osmanlı celbetti. Doğunun en büyük medreselerinden olan askerleri, fakir fukarayı tesbit ettiler. Kimse aç ve açıkta Semerkand’daki Uluğ Bey Medresesi müderrisi ve astronomi bırakılmadı. Yanlışlıkla öldürülen Cenevizlilere diyetleri verildi. âlimi Ali Kuşcu’yu da’vet etti. Tebrîz’den İstanbul’a gelinceye Müslüman olsun, kâfir olsun, herkesin huzûr ve rahatı te’mîn kadar, her konağı için bin akçe hediye etti. Sık sık edildi. Kocası ölmüş kadınlar, bekâr askerlerle evlendirildi. medreselere gidip, müderrislerin derslerini ta’kib eden Fâtih Herkes dîninde serbest bırakılıp, kimseye baskı yapılmadı. Sultan Mehmed Hân, zamanın en meşhûr müderrislerinden “Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannâmesi”nin Hocazâde Muslihuddîn Bursevî ve Alâeddîn Ali Tûsî’nin, yayınlanmasından yüzyıllar önce, evrensel beyannamede İmâm-ı Gazâlî ve İbn-i Rüşd arasındaki mes’eleleri inceleyip, bildirilenlerin daha a’lâsı, Osmanlı teb’asına tatbik edildi, kitap hâlinde yazmalarını istedi. Her ikisi de İmâm-ı Gazâlî İstanbul ta’mir ve îmâr edildi. Anadolu ve Rumeli’den hazretlerinin haklılığını isbât edip, “Dînin akla üstünlüğünü” müslümanlar göçürülüp yerleştirildi. Birkaç kilise ve manastır, ortaya koydular. medreseye çevrildi. Molla Zeyrek, Hocâzâde, Alâeddîn Tûsî, Molla Abdülkerîm gibi âlimlerin her birine birer medrese verildi. Akşemseddîn hazretlerinin kerâmetleriyle, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) sancaktarı Ebâ Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfi bulunup, orada türbe, câmi ve medrese inşâ edildi. Naklî ilimler yanında aklî ilimlere de ehemmiyet veren Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’da bir tıp fakültesi ve hastahâne inşâ ettirip, memleketin çeşitli yerlerinde hastahâneler açtırdı. Ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsını kazanma gayretinden elimizde “İslâm Kılıcı” vardır. Eğer bu zahmete katlanmaz uzak kalmayan Fâtih Sultan Mehmed Hân, milletinin huzûr ve isek, bize “Gâzî” demek yalan olmaz mı?” dedi. refahı için, Tanzimat dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin temel kânunu olarak mer’iyette kalan Fâtih Kânunnâmesi’ni Fâtih Sultan Mehmed Hân, yapacağı seferlerden en hazırlattı. Pâdişâhın görüşleri alınarak, Vezîr-i a’zam yakınlarını bile haberdâr etmez ve gizli kalmasına çok dikkat Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli ederdi. “Sırrıma, sakalımın tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, kanunnâmeyi, Nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme aldı. hepsini yolar atardım” sözü meşhûrdur. Böyle hareket etmeyi, Kanunî devrinde hazırlanan Kanunnâmede de bu eser esas muvaffakiyetinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle alınmıştır. hareket etmesinin neticesinde, İsfendiyar beyliğini ve Trabzon Rum İmparatorluğu’nu kolayca ele geçirmişti. Osmanlı Devleti’nin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle geldi. Onun için, asırlar boyu çok Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan’la yapılan Otlukbeli şeyler yazılıp, çizildi. Hakkında, Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler Savaşı, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın komutanlık vasfını en iyi söylendi. Tetkik edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bir şekilde karakterize edebilecek mâhiyettedir. Doğuda büyük bu cihangirin, sayılamıyacak kadar çok vasıfları vardır. bir şöhrete sahip olan Uzun Hasan, birkaç saat içinde mağlup olmuş ve savaş meydanından kaçmıştı. Bu başarıda, savaş Savaş meydanlarında kanının son damlasına kadar plânının iyi hazırlanmış ve iyi tatbik edilmiş olmasının büyük çarpışmak, ölümü hiçe sayarak, canını din ve devlet uğrunda payı vardı. çekinmeden feda etmek, milletimizin öz hasletlerindendir. İşte Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu kahramanlardan sâdece Fâtih Sultan Mehmed Hân, Doğu Türkleri ile temasa büyük birisidir. Onun, İstanbul’un kuşatıldığı günlerde, deniz savaşı önem vermiş, oğlu Sultan İkinci Bâyezîd Hân da Türk esnasında gemilerinin mağlup edildiğini gördüğü zaman, medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını ta’kib etmiştir. beyaz ve şahlanan atını denize sürmesinin ma’nası pek Doğu Türklerinin Timur Hân devri medeniyeti denilen büyüktür. Bu harekette, kahramanlık ile cesâretin, cengaverlik medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih Sultan Mehmed Hân ile faziletin misâli görülmektedir. Allah yolunda her türlü devrinde Osmanlılar’da tahakkuk etmiştir. Fâtih Sultan sıkıntıya göğüs geren Fâtih Sultan Mehmed Hân, Trabzon Mehmed Hân, batı dillerinden birkaçını bilmesi sayesinde, seferi esnasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesine, Avrupa’yı çok iyi ta’kib etmiş, fakat Türklerin her husûsta gönlündeki cihad aşkını çok güzel bir şekilde ifâde etmiştir. Avrupalılar’dan üstün bulunması dolayısıyle, Avrupa’dan Fâtih Sultan Mehmed Hân, Erzincan tarafına yürüdüğü birşey alma ihtiyâcı duyulmamıştır. zaman. Uzun Hasan elçiler yolladı. Elçiler, iki kişi idi. Biri öz anası Sârâ Hâtun, öteki ise tanınmış bir Şeyh idi. Gelip, “Bulgar Dağı” yanında buluştular. Gayet iyi armağanlar getirdiler. Pâdişâh dahî armağanları alıp, kabûl eyledi. Ziyâde alâka gösterdi. İkisini birlikte alıp, Trabzona doğru yola çıktılar. Bulgar Dağı’na tırmandılar. Sonra aşağı iner oldular. Öyle ki, Pâdişâh, bu dağın çok yerini yaya yürüdü. Hâsılı Trabzon’a varır oldular. Elçiler de birlikte idiler. İyice yorulan Uzun Hasan’ın anası, Sultan Mehmed’e; “Hey oğul!.. Bir Trabzon için, bunca zahmet çekmek niye?” dedi. Pâdişâh cevap verip; “Ey koca analık! Bu zahmetler, Trabzon için değildir. Bu zahmetler, İslâm dîni yolunadır ki, yarın âhıret gününde Allahü teâlânın huzûrunda utanmıyalım diyedir... Çünkü bizim Fâtih’in fetihleri yalnız büyük değil, mühim ve ma’nâlı olmuş, Osmanlı Cihan Devleti’nin temelleri bu fetihlerle atılmıştır. Babasından dokuzyüzbin küsur kilometrekare olarak aldığı Osmanlı toprağına; iki İmparatorluk, iki krallık, iki sultanlık, onbir prenslik ve dukalıktan meydana gelen onyedi devletin toprağını da ekleyerek, ikimilyonikiyüzondörtbin kilometre kare olarak oğluna devretmiştir. Devrinde büyük âlimler ve san’atkârlar yetişmiş, mühim eserler vücûde getirmişlerdir. Pekçok ilim adamını dünyânın dört bir bucağından İstanbul’a getiren Fâtih Sultan Mehmed Hân, Arabca, Farsça ve Türkçe şiirler yazdı. Şiirde devrinin üstâdları arasında yer aldı. “Avnî” mahlasıyla edebî değeri yüksek beyitler, gazeller söyledi, İstanbul’un fethinden sonra, hocası Akşemseddîn’e hâlini arz edip, dervişlik taleb eden dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz” buyurdu. Fâtih; “Sen derviş olursan, müslümanların işlerini kim görür?” Sonra atını Abbâs Sahrası denilen sahraya doğru sürdü. cevâbını aldı. Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha ortaya döktü. Vefâtından sonra bulunan dîvânının pek güzel peşinden gidip ta’kib etmişti. Abbâs Sahrâsı’na varınca, atının gazellerle dolu olduğu görüldü. Bunlardan ba’zıları şöyledir: üstünde sağa-sola gidip geldi. Sonra da birden bire gözden kayboldu. Ubeydüllah-i Ahrâr ( radıyallahü anh ) daha sonra “Sevdüm ol dilberi söz eslemedün vay gönül, evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini Eyledin kendözüni âleme rusvay gönül. sorduklarında; “Türk sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih) Sana cevr eyleyemezsün nideyin hay gönül? Cevre sabr eylemezsün nideyin hay gönül Gönül eyvay, gönül vay, gönül eyvay gönül Bilemedüm derd-i dilün ölmek imiş dermanı. kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle galip geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu. Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını söylerdi: “Bilâd-ı rûm”a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Öleyim dert ile tek görmeyeyin hicranı. Hân’ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana babam Ubeydüllah-i Mihnet-ü-derd-ü-game olmağ içün erzânı, Ahrâr’ın şeklini ve şemâlini ta’rîf edip; “Semerkand taraflarından, şu şekil ve şemâle sahip, beyaz atlı bir zât, Avniya sencileyin mihnet-ü gam-keş kânı, babama yardıma geldi” dedi. Ben de ta’rîf ettiği zâtın babam Gönül eyvay, gönül vay, gönül eyvay Ubeydüllah-i Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atının olup ba’zan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân İmtisâl-i “cihâd-ı fillâh” oluptur niyyetim. bana şöyle anlattı: “Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân’dan Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim. duydum: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında Allahü teâlâya yalvarıp, zamanın Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricâlullah ile, Ehl-i küfri serteser kahreylemektir niyyetim. Enbiyâ vü evliyâya istinadım var benim. Lutf-i Hakdandır behmân ümmîd-i feth-ü-nusretim Nefs-ü-mâl ile nola kılsam cihanda ictihâd? Hamdullah var gazâya sad hezârân rağbetim. kutbunun imdâdıma yetişmesini istedim. Şeklini ve şemâlini ta’rîf ederek; şu şu vasıfta ve şu şekilde beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Ben de nasıl endişelenmeyeyim küffâr askeri pekçok dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm, “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, kösün tokmağına üç defa vur. Orduna hücum emri ver” buyurdu. Emîrlerini aynen yerine Ey Muhammed, mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile, getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Umarım gâlib ola a’dâ-yi dîne devletim. Böylece düşman hezimete uğradı, İstanbul’un fethi gerçekleşti.” Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul’u Fâtih Sultan Mehmed Hân’a isnâd edilen pekçok menkıbe fethederken, cümle evliyânın ve rûhâniyetlerinin yardımını vardır. Bunlardan biri, zamanın en büyüğü Ubeydüllah-i Ahrâr gördüğü apaçık bir hakîkattir. hazretlerinin İstanbul’un fethinde, Semerkand’dan yardıma gelmesi hadîsesidir. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu Fâtih Sultan Mehmed Hân, fetih sonrasında vezirleri ile Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: Ubeydüllah- beraber hocası Akşemseddîn hazretlerinin ziyâretine gitti. i Ahrâr hazretleri, bir Perşembe günü öğleden sonra, aniden Fâtih, hocasının huzûruna girdi. Fakat Akşemseddîn hazretleri atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip hiç aldırış etmeyip, yerinden kalkmadı. Hâlbuki her zaman Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona Fâtih Sultan Mehmed Hân için ayağa kalkardı. Genç pâdişâh tâbi olup, ta’kib ettiler. Biraz yol aldıkdan sonra, Semerkand’ın hocasına karşı bir hatâ ettiğini zannedip, çok üzüldü. Sevdiklerinden birine durumu anlattı. O da Akşemseddîn değişik eserler içerisine serpiştirilmişti. O kitaplardan da bu hazretlerine bu hâlinin sebebini sordu. O büyük âlim; “Cenâb-ı bilgileri te’min etmek, bir hayli mesaî isteyen bir işti. Ancak, Hakkın eski hakan ve sultanlara nasîb etmediği bir fethi her ilimde kâmil bir İslâm âlimi, her ilimdeki ta’bir ve terimlerin gerçekleştiren bir pâdişâhda olması muhtemel gurûru terbiye istenildiği gibi açıklamasını yapabilirdi. Fâtih Sultan Mehmed etmek için bu hareketi yaptım” dedi. Bu haber kendisine Hân gibi bir âlimin suâllerine de, Molla Câmî hazretlerinden ulaşınca, o yüce kumandanda sevinç alâmetleri görüldü. O başkası tam cevap veremezdi. Molla Alâeddîn de, sultâna arz zamana kadar öyle sevindiği görülmemişti. Bu hâlini şöyle edip; “Sizin suâllerinize ancak Horasan ulemâsından Molla îzâh etti: “Beni böyle görüp, İstanbul’un fethine sevinir Câmî hazretleri cevap verebilir” dedi. Sultan, daha önceleri de sanmayın. Beni asıl sevindiren şey, Akşemseddîn’in benim birçok defa methini işittiği Molla Câmî’yi bir mektûpla zamanımda olmasıdır” dedi. İstanbul’a da’vet edip, derdine derman olmasını arzu etti. O da, bir risale yazıp, Sultan Mehmed Hân’a gönderdi. “Eğer bu Akşemseddîn hazretlerine fetihten sonra; “Niçin gelecekten risalemizle gönlünüze su serpebilirsek, daha sonra da haber verip İstanbul’un fethedileceğini söyledin?” dediler. O kendimiz geliriz” dedi. Daha sonra kendisi de yola çıktı. da; Kardeşim Hızır (aleyhisselâm) ile birlikte şehrin fethinin ne Konya’ya kadar geldi. Fâtih’in vefâtını haber alarak geri zaman olduğunu ledünnî ilminden istifâde ile öğrenmiştik. Kale döndü. fethedilince, Hızır’ı (aleyhisselâm) gördüm. Fethedilen burçlardan birinin üstünde, ayaklarını aşağı sarkıtmış Fâtih Sultan Mehmed Hân, ba’zan tebdîl-i kıyâfetle şehirde oturuyordu” diye cevap verdi. dolaşır, halkının durumunu bizzat kendisi teftiş ederdi. Gündüzleri medreselerde dersleri dinler, geceleri de Fâtih Sultan Mehmed Hân, Allahü teâlânın velî kullarını ziyâret medreselerde kimin daha çok çalıştığını kontrol ederek, lâyık edip, onların duâsını almayı, feyz ve bereketlerine kavuşmayı olanları mükâfatlandırırdı. Birgün, gece geç vakitte sarayının çok severdi. Her zaman onların ziyâretlerine ve hizmetlerine penceresinden medrese tarafına gözgezdirdi. Molla Hüsrev’in koşardı. Bir defasında, zamanın evliyâsından Vefâ-i Konevî’yi ( radıyallahü anh ) talebelerinin kaldığı bölümde bir odanın ziyârete gitmişti. Bu çok methedilen Allah dostunu hiç ışığı yanıyordu. Ertesi gün, daha ertesi gün baktı. Işık hergün görmemişti. O mübârek kimsenin kapısına kadar bizzat gitti, sabahlara kadar yanıyordu. Sabahlara kadar ders çalışan bu içeri girmek için müsâade istedi. Abdüllatîf Makdisî talebeyi merak edip, Molla Hüsrev’den sordu. Muhyiddîn hazretlerinin halîfesi olan Şeyh Muslihuddîn Vefâ Konevî, Manisavîzâde olduğunu öğrendi. “Bu talebe hiç uyumaz mı ki, pâdişâhın kendisini ziyâretine müsâade etmedi. Bizans sabahlara kadar ışığı yanar?” diye sordu. Molla Hüsrev de; surlarını topla yıkan o yüce pâdişâh, bir garîb dervişin kapısını “Efendim o, az uyur, çok çalışır” dedi. Emîr verip, açtıramadan dönüp gitti. Adetâ ağlar bir hâli vardı. Şeyh Manisavîzâde’ye daha çok ihtimâm gösterilmesini istedi. Vezîr Vefâ’nın talebeleri, gözlerinden yaşlar akan hocalarına Mahmûd Paşa’nın inşâ ettirdiği medrese tamamlanınca, sordular. “Efendim, neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz pâdişâhın emriyle Manisavîzâde oraya müderris ta’yin edildi. üzüldünüz, hem de o üzüldü” dediler. Vefâ hazretleri, Daha sonra Sultan, Manisavîzâde’ye kadıaskerlik verdi. Bir gözlerinden akan yaşları eliyle silerek; “Doğru söylersiniz. müddet sonra Semânîye medreselerinden birine müderrisliğe Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ta’yin etti. ihtiyâcı, bize asıl vazîfemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz ve sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım Fâtih Sultan Mehmed Hân devrinde, memleketin her tarafında, kalmasına sebep olacaktı. Şimdi anladınız mı sultânı niçin her karış toprağında, adâlet hâkim durumda idi. Kânun kabûl etmiyorum?” diye cevap verdi. önünde bütün insanlar eşitti. Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına daha çok İlme ve Allah dostu ilim adamlarına âşık olan Fâtih Sultan riâyet edilirdi. Onları kimse incitmezdi. Osmanlının bu adâletini Mehmed Hân, kadıasker Molla Alâeddîn’den bütün İslâmî gören hıristiyanlar, onlara adetâ âşık oldular. Bizans’ta ta’bir ve terimleri ihtivâ eden bir eser bulmasını rica etti. O kardinal şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih zamana kadar bu mevzûda, derli toplu bir eser yazılmamış, ettiler. Rahibeler, müslüman olup, Osmanlı kadınları gibi çıkabilmek için çırpınıyordu. Papazlar, bütün bunları görüp, tesettürlü giyindiler. Osmanlıların, şehirlerini bir an önce müşâhede ettiler. Bütün bu hâdiselerden dolayı şaşkınlığa fethetmesi için, kendi devletleri aleyhine casusluk yaptılar. düştüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, bir mahkemeye tesadüf Osmanlılar, Bizans İmparatoru’na en yakın olan kimselerden, edemediler. Her kasabada kadı var, fakat da’vâ yoktu. Bizans prenseslerinden haber alıp, onları casus olarak Hırsızlık yok, katillik yok, namussuzluk yok, eşkiyalık ve kullandılar. Fetihten sonra da kendilerine yardım edenleri dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, unutmayıp, en iyi mükâfatları verdiler. Onları en güzel, en âdil şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya şekilde idâre ettiler. koşuştular. “En sonunda Osmanlının aksak yönünü yakalayacağız” dediler. Zihinlerinde da’vâcıya ve da’vâlıya bir İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı askerleri, Bizans sürü suçlar yüklediler. Mahkeme kuruldu. Papazlar da, izin hapishânelerini kontrol ettiler. En ücra bir mahzende iki papaz alıp, dinleyici olarak içeri girdiler. Da’vâlı ve da’vâcı geldi. Kâdı buldular. Alıp Fâtih Sultan Mehmed Hân’a götürdüler. Fâtih yerine geçip mes’eleyi dinledi. Adamlardan biri anlattı: Sultan Mehmed Hân, onlara hapsedilmelerinin sebebini sordu. “Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat Papazlar; “Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip-kaldırdım. Fakat bu İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sene çift sürerken, sabanımın demirine birşey takıldı. Kazıp sefâhetten dolayı kendisini îkâz edip, sonunun yakın olduğunu çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce söyledik. O da, bizim doğru sözümüze aldırmayıp, zulmüne tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim. Ancak o; devam etti, bizi zindanlara attırdı” dediler. Çağ açıp çağ “Ben tarlayı, altı ve üstüyle sattım” deyip, kabûl etmedi. kapayan, “Bizans’ı alıp gül-zâr yapan” Fâtih Sultan Mehmed Hâlbuki o, toprağın altında küpün varlığından haberdâr Hân da düşündü. Papazları ölçüp biçti. Memleketini tarafsız olsaydı, bana orayı satmazdı” dedi. Kâdı efendi öbür kimseye olarak gezip görmelerini, Osmanlı Devleti hakkında da hüküm söz verdi. O da; “Efendim, durum kardeşimin anlattığı gibi vâki vermelerini istedi. Papazlar, ellerindeki berâtla heryere girip oldu. Ancak, bendeniz ona, o tarlayı, altı ve üstüyle birlikte çıktılar. Merak ettikleri her şeyi gördüler. Bir çarşıya girip, sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, sabahın erken vaktinde birşeyler almak istediler. Siftah yapan toprağın altında da bir hakkım olamaz” dedi. Papazların bir dükkândan, komşuları siftah yapmadan ikinci birşey hayretle dinledikleri bu sözler, kadı için hiç de acâib alamadılar. En ıssız yerlerde en kalabalık sokaklarda gelmiyordu. Çünkü, İslâmiyeti hakkıyla yaşıyan bir İslâm dolaştılar. Her tabakadan kimsenin yanına gidip sohbet ettiler. toplumunda böyle işler, olmayacak şeyler değildi. Kâdı efendi, Ama hiç kimseden bir kötülük görmediler. Bir çarşıya girdiler bu iki mübârek müslüman arasında hüküm vermekte güçlük Ezan okunmaya başladı. Kimse dükkânını kapatmaya bile çekmedi. Sorup soruşturdu. Birinin temiz ve sâliha bir kızı, lüzum görmeden, çarşıda kim varsa herkes câmiye gitti. diğerinin de sâlih bir oğlu vardı. Küpte bulunan altını onlara Hepsi, mal ve para düşüncesinden uzak olarak, huşû’ içinde düğün masrafı ve çeyiz olarak kabûl edip, nikâhlarını kıydı. namazlarını kıldılar. Hiçkimse, bir başkasının malına, canına, Tarlayı satan ve satın alan bu işten memnun olup, kadı ırzına, namusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu. efendiye duâlar ederek evlerinin yolunu tuttular. Papazlar da İstisnasız herkes, Allah rızâsı için düşünüyor, Allah rızâsı için şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir hâlde kadı efendinin konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyor, devletinin bekâsı, sultânın yanından ayrıldılar. ömrü, ordunun muzafferiyeti için duâ ediyordu. Sanki hepsi, aldıkları nefesten başka nefes almıyacakmış gibi, söyledikleri Papazlar, seyahatlerine devam ettiler. İşinde gücünde çalışıp, sözden başka söz söylemiyecekmiş gibi söz söylüyor, son kimseye yük olmamak, değil nâmerde, dosta dahî muhtaç sözünün de hayırlı olmasını arzuluyordu. Herkesin, birbirini olmamak, Allahü teâlâdan başkasına el açmamak için son defa görüyormuş gibi bir hâli vardı. Böylece, kimse uğraşan müslümanların oturduğu, temiz ve güzel şehirleri kimsenin hakkını yemiyor, kimseyi kırmıyor, kul hakkıyla gezip dolaştılar. Yine birgün, bir mahkemeye şâhid oldular. Mevlânın huzûruna çıkmak istemiyordu. Ya’nî herkes, son Kâdı efendinin evinde görülen da’vâda, da’vâcıya söz verildi. nefesini kurtarmak, îmânlı ve günahsız olarak huzûr-ı ilâhîye Mes’eleyi şöyle anlattı: “Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün kendilerine; “Bu müslümanlar, hatâları ile dahî hayır işliyorlar” sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması dediler. mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa birşey diyemedim. Papazlar, mahkeme haberini duyunca, acelelerinden Gelip durumu size arzedeyim ki, aramızı bulasınız diye çevrelerine bakamamışlardı. Fetihten sonraki İstanbul hayâtını düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına da çok merak ediyorlardı. Müslümanların oturdukları, yeni yeni gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü taleb yerleşmekte oldukları mahallelere gittiler. Onların tam bir ederim” dedi. Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında teslimiyet ve sükûnetle işlerini gördüklerini, tam bir temizlik ve da’vâ bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. titizlikle eşyalarını yerleştirdiklerini gördüler. İstanbul Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde bambaşka olmuş, sanki, birkaç ay önceki Bizans gitmiş, yerine müracaatını yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, gökten bir İstanbul inmişti. Sokaklar pırıl pırıl, çocuklar cıvıl vazîfe yerinde bulunmaması idi. O hâlde atın ücretini o cıvıldı. Bu müslümanların çocukları bile başka oluyordu. Sanki ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini büyümüşler de küçülmüşlerdi. Birbirlerini kırmadan, bağırıp verdi. Böyle âdil bir kadı efendinin ve böyle âdil bir çağırmadan, dövüşmeden oyun oynuyorlar, sokağı mahkemenin mevcûdiyetini küçük beyinlerine sığdıramayan kirletmiyorlardı. Kim olursa olsun, büyüklerine saygı Bizans papazlarının, hayretlerinden ağızları açık kaldı. gösteriyorlardı.” “Anadoluda bu kadar dolaştığımız yeter” deyip, İstanbul’a Pâdişâh tarafından Osmanlı ülkesini gezip görmekle dönen papazlar, İstanbul kadısı Hızır Bey’in huzûrunda, vazîfelendirilen papazlar, İstanbul’daki hıristiyan mahallelerini Osmanlı Pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed Hân ile, bir hıristiyan de görmeden edemediler. Bugünkü Fâtih Câmii’nin doğu arasında bir da’vânın görüleceğini duydular. Mahkemeye taraflarına ve Fener’e doğru gittiler. Hıristiyanlar bile değişmiş, yetişmek için, eteklerini tutarak koştular. Varıp mahkemede sokaklardaki pislik azalmıştı. Kimse kimseye zulmetmeye hazır oldular. Koca Osmanlı Devleti’nin Sultânı, çağ açıp çağ cesâret edemiyordu. Şikâyetlerini papazlar hallediyordu. Ama, kapayan İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed Hân ve eli kesik bir zulüm gören bir de kadıya giderse hâlleri ne olacaktı? Zulmü hıristiyan mîmâr, kadı Hızır Bey’in karşısında ayakta kadar ceza görmekten onu kim kurtarabilirdi? Kâdı Hızır Bey, bekleşiyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, vazîfesine ihânet Pâdişâha bile ceza vermekten çekinmemişti. Herkes sessiz eden hıristiyan mîmârın elini mahkemesiz kestirmiş, hıristiyan sakin işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip, sokaklarda mîmâr da, Kâdı Hızır Bey’e şikâyet etmişti. Papazlar, böyle salyalarını akıtamıyorlar, naralar atamıyorlardı. Hıristiyanların birşeyin bu dünyâda mevcûdiyetine bir türlü inanamadılar. en fakirine bile ev verilmiş, kimse aç ve açıkta bırakılmamıştı. Parmaklarını ısırıp, rü’yâda olmadıklarını anladılar. Hızır Bey, Müslümanlar ise, zâten Allahü teâlâdan başka kimseye Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın elinin aynı şekilde kesilmesine muhtaç olmazlardı. İstanbul’da herkes huzûr içerisinde idi. hükmetti. Eğer mîmâr rızâ gösterirse, diyetle elinin kesilmesinden kurtulabilecekti. Hıristiyan mîmâr, bu adâlet karşısında ne yapacağını şaşırdı. Kendisinden af dileyip, hakkını helâl etmesi için ricada bulunan Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın ayaklarını mı, yoksa ellerini mi öpeceğini bilemedi. Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Ömür boyu, çolukçocuğunun nafakasının te’mini şartıyla kısastan vazgeçti. Böylece pâdişâhın eli de kesilmekten kurtuldu. Hıristiyan mîmâra, ayrıca bir de ev hediye edildi. Herkes hâlinden memnun olup, birbirlerine haklarını helâl ettiler. Papazlar, bu insanların hâl ve hareketlerini hayranlıkla seyrettiler. Kendi Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, birkaç gün dinlenip düşündüler, izin isteyip pâdişâhın huzûruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; “Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyâmete kadar devam eder” dediler. “Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dîni, elbette Allahü teâlânın hak dînidir” deyip, Kelime-i şehâdet getirdiler; “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasûlüh” diyerek müslüman olmakla şereflendiler. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın adâlete ve adâlet adamı olan kadılara verdiği ehemmiyeti, “Şakâyık-ı Nu’mâniyye” müellifi çok güzel anlatmaktadır. Rumeli beylerbeyi olan Dâvûd Paşa, yaptığı bir işten dolayı Edirne kadısına şikâyet edilir. Kâdı 8) Künh-ül-ahbâr cild-5, vr. 130 efendi de, Dâvûd Paşa’ya adam gönderip, yapmakta olduğu o işten vazgeçmesi husûsundaki hükmünü bildirir. Dâvûd Paşa, hiç aldırış etmez. Kâdı efendi, bizzat kendisi Dâvûd Paşa’ya gider, O işten vazgeçmesini ihtar eder. Aralarında tartışma çıkınca, Davut Paşa, kadı efendiye birkaç defa vurur. Durum, Fâtih Sultan Mehmed Hân’a arzedilince, Hâkân-ı a’zam Sultan-ı muazzam Fâtih Sultan Mehmed Hân, şöyle emir verir. 9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1005 10) Eshâb-ı Kirâm sh. 372 11) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 299 12) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 190 “Dînimizin hizmetçisi olan kadıyı döven, dîni tahkir etmiş olur. O hâlde, onun katli lâzımdır.” Emrin acele yerine getirilmesini 13) Reşehât ayn-ül-hayât (Murâd Kazvînî) sh. 229 ister. Paşalar, beyler, kim varsa Dâvûd Paşa’ya şefaatçi olurlar. Böyle bir kumandanın öldürülmesini uygun görmezler. 14) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 104 Pâdişâh vazgeçmez. Sonunda gidip Kadıasker Vildân Efendi’yi bulurlar. Durumu söyleyip fetvâ isterler. Kadıasker Vildân Efendi: “Eğer ki, kadı efendiyi kadılık makamında dövse idi, katli lâzım olurdu. Amma, kadı efendi yerinden kalkıp, Dâvûd Paşa’nın mekânına gitmiş olduğu için katli lâzım 15) Amasya Târihi cild-3, sh. 207 16) Tevârîh-i Âl-i Osman sh. 135 17) Neşrî sh. 209 değildir” diye fetvâ verir. Fâtih Sultan Mehmed Hân da, Dâvûd Paşa’nın katlinden vazgeçip, bizzat kendisi değnekle döver. 18) Hevâdis-üd-dühûr cild-3, sh. 483 Bu hâdiseden sonra, Dâvûd Paşa tam dört ay yataktan kalkamadı. Dâvûd Paşa, tövbe edip pişman oldu. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyette kusur etmeyeceğine söz verdi. O günden sonra pâdişâhla aralarında yakınlık peyda olup, vezirlik payesine kadar yükseldi. İkinci Bâyezîd Hân zamanında da vezîr-i a’zam oldu. FENÂRÎ-ZÂDE MUHAMMED ŞÂH EFENDİ Osmanlı Devleti zamanında yetişen âlimlerden. İsmi, 1) Tâc-üt-tevârih cild-1, sh. 565 Muhammed bin Ali bin Yûsuf bin Muhammed bin Fenârî’dir. Lakabı Muhyiddîn olup, “Muhammed Şah” diye meşhûr oldu. 2) Âşıkpaşa-zâde sh. 69 İlk Osmanlı şeyhülislâmı olan Molla Fenârî’nin soyundan olduğu için “Fenârî-zâde” diye anılırdı. 877 (m. 1472) 3) Mir’ât-ı kâinat cild-3, sh. 55 senesinde Sultan Fâtih devrinde İstanbul’da doğdu. 929 (m. 1523) senesinde de, Rumeli kadıaskeri iken vefât etti. 4) Feth-i Celil-i Kostantiniyye (Ahmed Muhtâr), İstanbul 1320 5) Târih-i Ebü’l-Feth (Dursun Bey) Târih-i Osmânî Encümeni mecmûası, cüz. 26, 28, sh. 42 6) Mecmûa-i münşeât-i Feridun Bey cild-1, İstanbul 1274, sh. 64 7) Devlet-i Osmâniyye târihi (Hammer), İstanbul 1330-1331 cild-3, sh. 46 Şeyhülislâm Ali Cemâlî Efendi cenâze namazında hazır bulundu. Bursa’ya nakledilip, dedesi Molla Fenârî’nin kabri yanına defnedildi. İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Onun vefâtından sonra, Hatîb-zâde ve Muarref-zâde’nin yanında tahsiline devam etti. Tahsilini bitirince, önce Bursa’da Sultan Bâyezîd Medresesi’ne ta’yin edildi. 919 (m. 1513)’da İstanbul’da Semâniyye medreselerinden birine getirildi. Daha sonra, Yavuz Sultan Selim Hân tarafından, sırası ile Bursa ve İstanbul kadılıklarına ta’yin edildi. 923 (m. 1517) senesinde FENÂRÎ-ZÂDE MUHYİDDÎN ÇELEBİ Arabistan kadıaskeri oldu. Sonra Edirne kadısı ve 925 (m. 1519) senesinde de Anadolu kadıaskeri oldu. Hemen o sene Osmanlı şeyhülislâmlarının onüçüncüsü ve Hanefî mezhebi Rumeli kadıaskeri yapıldı. fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhyiddîn bin Mehmed bin Ali bin Yûsuf Bâlî bin Şemseddîn el-Fenârî’dir. İlk Osmanlı Hanefî mezhebinde büyük bir âlim ve fâzıl bir zât idi. Ahlâk-ı şeyhülislâmı Molla Fenârînin torunu olması sebebiyle Fenârî- hamide (güzel ahlâk) sahibi olup, zekî ve çok cömert bir kimse zâde diye bilinir. Babası, Rumeli Kadıaskeri Mehmed Şah idi. “Gammî” mahlası ile şiirleri vardır. Kıymetli ve mu’teber Efendi’dir. 851 (m. 1447) senesinde Bursa’da doğdu. 954 (m. eserlere şerh ve haşiyeler yazdı. 1548) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan Câmii civarında medfûndur. Başlıca eserleri şunlardır: 1- Mevâkıf şerhi, 2- Şerhi ferâiz-i Sirâciyye haşiyesi, 3- Şerh-i Vikâye haşiyesi, 4- Şerh-i Metâlib İlk tahsilini babasından aldıktan sonra, Hatîb-zâde ve Efdal- haşiyesi, 5- Şerh-i Tevâli’ haşiyesi, 6- Risâle-i İsbât-ı Vücûd zâde’den fıkıh ilmini, diğer naklî ve aklî ilimleri tahsil edip çok şerhi: Celâleddîn-i Devânî’nin eserine yazdığı şerhtir. 7- istifâde etti. Molla Hatîb-zâde’nin yanında mülâzım (stajyer) Hidâye ve Kitâb-ı sîre risaleleri, 8- Fen ilimlerinin çeşitli olarak müderrislik yaptı. İstanbul’da bulunan Ali Paşa meselelerine dâir yazıp Ali Paşa’ya verdiği bir kitap, 9- Hâşiye- Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi. Bursa’daki Sultan i tecrid haşiyesi, 10- Mikyas hakkında bir risale, 11- Risâletün Medresesi’ne müderris olduktan sonra Sahn-ı semân fî îmân-ı ebeveyn-i Nebi ( aleyhisselâm ), 12- Tefsîr-i Fâtiha medreselerinden birinde müderrislik vazîfesini yürüttü. Daha haşiyesi, 13- Füsûl-i Beydâvî haşiyesi, 14- Şerh-i esâs-ı sarf, sonra 925 (m. 1519) senesinde Edirne ve 926 (m. 1520) 15- Evâil-i Mevâkıb haşiyesi, 16- Enmûzec-ül-ulûm şerhi, 17- senesinde İstanbul kadılıklarına ta’yin edildi. Adâlet ve Kitâb-ı ed’ıyye. doğrulukla hükmetti. İnsanları doğru yola da’vet edip, onların kurtuluş ve saadeti için çalıştı. 929 (m. 1522) senesinde Anadolu kadıaskeri olup hizmet ettikten sonra Rumeli 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 72 2) El-Kevâkib-üs-sâire cild-1, sh. 58, 59 3) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 167 kadıaskerliğine ta’yin edildi. Bu makamlarda 15 yıl müddetle doğruluk, adâlet ve dürüstlük üzere vazîfe yaptıktan sonra, 944 (m. 1537) senesinde bu vazîfeden ayrılıp emekli oldu. Bu sırada hac ibâdetini ifâ etti. Bir sene Mekke’de mücavir olarak kalıp, orada tefsîr okuttuktan sonra, tekrar İstanbul’a döndü. 948 (m. 1542) senesinde şeyhülislâm olarak ta’yin olundu. 3 4) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 342 yıl 6 ay müddetle bu şerefli ve ulvî vazîfeyi yürüttükten sonra, 952 (m. 1545) senesinde ihtiyârlığı ve rahatsızlığı sebebiyle 5) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 183 şeyhülislâmlık vazîfesinden kendi isteğiyle istifâ edip, ikinci defa emekli oldu. Vefât edinceye kadar tefsîr okutmaya ve 6) Osmanlı müellifleri cild-2, sh. 15 7) Keşf-üz-zünûn sh. 843, 893, 1248, 1717, 1846, 1892 8) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 230 9) Güldeste-i riyâz-i irfan sh. 248 eser yazmaya gayret sarf etti. İbâdet ve tâatla meşgûl iken vefât etti. Dreski ve Rumeli hisarında mescid yaptırdı. Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi, fakir ve sâlih kimselere çok muhabbet eden, sâlih kimselerle beraber bulunmaktan hoşlanan, âlim ve faziletli bir zât idi. Zâhid (dünyâya düşkün olmayan), vera’ ve takvâ sahibi idi. Çeşitli faziletleri ve pekçok 10) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 376 husûsiyetleriyle tanınan Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi; güzel ahlâk, haya, yumuşaklık ve vekar ile kendini süslemişti. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere ulaşmış ve ma’rifetullaha kavuşmuş idi. Alışverişte, helâl ve haram konusuna çok dikkat eder, kul hakkından sakınırdı. Eli harama dokunmamış, Allahü 9) Keşf-üz-zünûn sh. 1549 teâlânın huzûrunda eğildiğinden başka bir kimseye baş eğmemişti. Dâima abdestli bulunurdu. Konuştuğu zaman tatlı ve akıcı bir üslûbla konuşurdu. Hak ve hakîkati anlatmaktan çekinmez, büyük küçük herkese saygı ve sevgide kusur 10) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 73 11) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 305 etmezdi. Nakl edilir ki: Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi, zamanının vezirlerinden Ayâs Paşa’ya bir hâdiseden dolayı kırılmıştı. Mekke-i mükerremede mücavir olarak bulunduğu sırada, FERDÎ ABDULLAH EFENDİ Kâ’be-i muazzamanın eşiğine yüz sürüp, Allahü teâlâya Ayâs Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ferdî Paşa’nın helaki için bedduâ etti. Bedduâdan sonra, zikr edilen Abdullah Efendi olup, Manisa’nın Turgutlu kazâsındandır. vezirin helak olacağı kendine ma’lûm olup, bu vezir helak oldu Doğum târihi bilinmemektedir. 1274 (m. 1857) senesinde diye söyledi. Kısa zaman içinde vezirin öldüğü haberi duyuldu. İstanbul’da Emîr Buhârî dergâhında vefât etti. Adı geçen Hayâtının başından sonuna kadar ilim tahsil etmek, ilim dergâhın bahçesinde medfûndur. öğrenmek ve eser yazmakla meşgûl olan Fenârî-zâde İlim tahsilini İstanbul’da tamamladıktan sonra, doğup yetiştiği Muhyiddîn Efendi; Arabca, Farsça ve Türkçe dillerine hâkim kasaba’da (şimdiki ismi Turgutlu) müftîlik yapan Abdullah idi. Mekke-i mükerremede mücavir iken tefsîr okuttuğunda, Efendi, ilmin yayılmasına çok hizmet etti. Hacca gittiğinde tefsîr ilmine dâir bir eser yazmaya başlamıştı. Ancak bu tefsîri Mekke-i mükerremede, Müceddidiyye yolunun ve Abdullah-ı tamamlıyamamıştır. Fıkıh ve tefsîr ilimlerindeki yüksek Dehlevî hazretlerinin halîfelerinin büyüklerinden olan Hindli derecesi yanında şairliği de bulunan Fenârî-zâde Muhyiddîn Muhammed Can Efendi’ye talebe oldu. O büyük zâtın Çelebi, şiirlerinde Muhyî mahlasını kullanmıştır. Fenârî- huzûrunda yetişerek kemâle geldikten sonra, icâzet ve hilâfet zâde’nin şu eserleri vardır 1-Fıkıh ilmine dâir Sadr-üş- almakla şereflendi. Şerî’a’ya yazdığı ta’likâtı. 2- Hidâye’ye ta’likâtı, 3-Me’ânî ilmine dâir Hâşiye-i Şerh-i Miftâh, 4- Dîvân (Şiirlerinin toplandığı Böylece hem zâhirî hem de bâtınî ilimlerde yetişmiş olarak eseri). memleketine döndü. Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kadr ve kıymet bilen delaletiyle, İstanbul’da Fâtih civârında bulunan Emîr Buhârî dergâhında talebelere ders vermek, onları zâhirî 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 387 2) Sicilli Osmanî cild-4, sh. 344 3) Kâmûs-ul-a’lâm cild-6, sh. 4233 4) Devhat-ül-meşâyıh sh. 22 5) Osmanlı müellifleri cild-2, sh. 18 ve bâtınî ilimlerde yetiştirmek üzere ta’yin edildi. Vefâtına kadar orada vazîfe yaptı. Kasaba’da (Turgutlu) hayr sahiplerinden Hüseyn Ağa’nın yaptırdığı kütüphâne için nazm hâlinde yazdığı târih, adı geçen kütüphânenin kapısında kazınmıştır. Bu kütüphânede, kendi el yazısıyla yazılmış bir mecmûada, Salât-i Meşîşe şerhi ve İmâm-ı Süyûtî’nin Âyât-ı Mensûha isimli eserinin manzûm olarak tercümesi vardır. Türkçe, Arabî 6) Tezkire-i Sehî Bey sh. 72 ve Fârisî lisanlarına, herbirisinde ayrı ayrı şiir söyleyecek kadar vâkıf idi. Bu hâl, dergâhda muhafaza olunan 7) Kevâkib-üs-sâire cild-2, sh. 52 “Dîvân”ından anlaşılmaktadır. 8) Fevâid-ül-behiyye sh. 183 ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 142 Ferec el-Gırnâtî çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazmıştır. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ül-Cemel liz-Zeccâcî, 2-Şerhu ta’rîf-it-teshîl, 3-El-Fetâvâ, 4-Kitâbün fil-bâilmuvahhedeti, 5- El-Kasîdet-ün-nûniyyeti fîl-Ehâci vel-Elgâz-inNahviyye. FEREC EL-GIRNÂTÎ Tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, kırâat, usûl ve nahiv âlimi. İsmi, Ferec bin Kâsım bin Ahmed bin Lübb es-Sa’lebî el-Gırnâtî 1) Mu’cem-ül-mtellifîn cild-8, sh. 58 olup, künyesi Ebû Sâ’îd’dir. 701 (m. 1301) senesinde doğdu. 782 (m. 381) senesinde vefât etti. Ebû Saîd Ferec, Mâlikî 2) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 220 mezhebi âlimlerinden olup, Gırnata’da yaşadı. 3) Neyl-ül-ibtihâc sh. 219 Ebû Saîd Ferec, kırâat ilmini ve çeşitli ilimleri Hasen Kaycati’den öğrendi. Hasen Kaycatî vefât edinceye kadar yanından ayrılmadı ve ondan icâzet (diploma) aldı. Ebû Abdullah bin Bekr, Ebû Muhammed Selmûn ve Ebû Abdullah el-Hâşimî’den fıkıh ilmini öğrendi ve onlardan Buhârî’yi, Akîdet-el-muktereh kitabını, İrşâd ve Tehzîb’in bir kısmını dinledi. Ayrıca Nâsırüddîn Mirzâlî, İbn-i Abdûrrefî, Ebû 4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 280 5) Bugyet-ül-vuât cild-2 sh. 243 6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dûvûdî) cild-2 sh. 25 7) Keşf-üz-zünûn cild-2, sh. 1348 Abdullah Muhammed bin Ebû Kâsım el-Lebîdî, Râviye Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed, İbn-i Abdünnûr et-Tâc 8) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 816 Fâkihânî, Fahrüddîn bin Munîr ve Ebû Hayyân’dan icâzet (diploma) aldı. 9) Brockelmann Gal-2, sh. 259 Sup-2, sh. 371 Ebû Zekeriyyâ Serrâc onun hakkında: “Ferec el-Gırnâtî büyük bir âlim idi. Gırnatada muhtelif ilimlere dâir müşkilâtlar ona sorulur ve verdiği cevaplar i’tirâzsız kabûl edilirdi” demektedir. FEREC EL-GIRNÂTÎ İbn-i Ferhûn, Dîbâc’ında onun hakkında şöyle demektedir: “Ebû Saîd Ferec, Mâlikî mezhebinin sonra gelen âlimlerinin büyüklerinden ve derin bilgi sâhiplerindendi Çeşitli ilimler üzerinde söz sahibi idi. Birçok âlim onun vermiş olduğu fetvâlara uymuşlardır.” Tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, kırâat, usûl ve nahiv âlimi. İsmi, Ferec bin Kâsım bin Ahmed bin Lübb es-Sa’lebî el-Gırnâtî olup, künyesi Ebû Sâ’îd’dir. 701 (m. 1301) senesinde doğdu. 782 (m. 381) senesinde vefât etti. Ebû Saîd Ferec, Mâlikî mezhebi âlimlerinden olup, Gırnata’da yaşadı. İbn-ül-Hatîb, İhata adlı eserinde onun hakkında: “Ferec elGırnâtî, sâlih kimselerden olup, dînin emir ve yasaklarına uymakta çok gayretli idi. Güzel ahlâk sahibiydi. Zekâsı keskin, Hâfızası kuvvetli idi. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Büyük, küçük, herkes ona hürmet ederdi. O, fıkıh, kırâat, tefsîr, usûl-i fıkıh, ferâiz, edebiyat ilimlerinde mütehassıs idi” demektedir. Ebû Saîd Ferec, kırâat ilmini ve çeşitli ilimleri Hasen Kaycati’den öğrendi. Hasen Kaycatî vefât edinceye kadar yanından ayrılmadı ve ondan icâzet (diploma) aldı. Ebû Abdullah bin Bekr, Ebû Muhammed Selmûn ve Ebû Abdullah el-Hâşimî’den fıkıh ilmini öğrendi ve onlardan Buhârî’yi, Akîdet-el-muktereh kitabını, İrşâd ve Tehzîb’in bir kısmını dinledi. Ayrıca Nâsırüddîn Mirzâlî, İbn-i Abdûrrefî, Ebû Abdullah Muhammed bin Ebû Kâsım el-Lebîdî, Râviye Ebû Muhammed Abdullah bin Muhammed, İbn-i Abdünnûr et-Tâc Fâkihânî, Fahrüddîn bin Munîr ve Ebû Hayyân’dan icâzet (diploma) aldı. Ebû Zekeriyyâ Serrâc onun hakkında: “Ferec el-Gırnâtî büyük FERELİ ŞEYH SİNÂN EFENDİ bir âlim idi. Gırnatada muhtelif ilimlere dâir müşkilâtlar ona sorulur ve verdiği cevaplar i’tirâzsız kabûl edilirdi” demektedir. Fâtih Sultan Mehmet devri evliyâsından Abdüllatîf Kudsî’nin talebesi olan Şeyh Tâceddîn’in halîfelerinin büyüklerinden. İbn-i Ferhûn, Dîbâc’ında onun hakkında şöyle demektedir: 890 (m. 1485) senesi Rebî’ul-evvel ayının onbirinci günü vefât “Ebû Saîd Ferec, Mâlikî mezhebinin sonra gelen âlimlerinin etti. Kabri Fere’dedir. Sevenleri ziyâret etmekte ve feyz büyüklerinden ve derin bilgi sâhiplerindendi Çeşitli ilimler almaktadırlar. üzerinde söz sahibi idi. Birçok âlim onun vermiş olduğu fetvâlara uymuşlardır.” Şeyh Sinân, Fere’den yola çıkarak, âlimleri ve Allah adamlarını ziyâret maksadıyla Bursa’ya geldi. Hacı Halîfe’nin İbn-ül-Hatîb, İhata adlı eserinde onun hakkında: “Ferec el- zaviyesine gitti. Şeyh Sinân vera’ ve takvâ sahibi idi. Dînin Gırnâtî, sâlih kimselerden olup, dînin emir ve yasaklarına emir ve yasaklarına son derece bağlı idi. Hacı Halîfe, Şeyh uymakta çok gayretli idi. Güzel ahlâk sahibiydi. Zekâsı keskin, Sinân’ın çok takvâ sahibi olduğunu görünce, talebelerine şöyle Hâfızası kuvvetli idi. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. tenbîh etti: “Şeyh Sinân burada iken, tarikat âdabına aykırı bir Büyük, küçük, herkes ona hürmet ederdi. O, fıkıh, kırâat, iş işlememeye çok dikkat ediniz. Bu zâta hürmette kusur tefsîr, usûl-i fıkıh, ferâiz, edebiyat ilimlerinde mütehassıs idi” etmeyiniz.” demektedir. Taşköprüzâde’nin dayısı Abdürrahmân bin Seyyid Yûsuf şöyle Ferec el-Gırnâtî çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazmıştır. anlatır: “Şeyh Sinân bu zaviyeye gelince, Hacı Halîfe, bana ve Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Şerh-ül-Cemel liz-Zeccâcî, arkadaşlarıma; “Şeyh Sinân’ın yanına gelmeyiniz” diye tenbîh 2-Şerhu ta’rîf-it-teshîl, 3-El-Fetâvâ, 4-Kitâbün fil-bâil- ederdi. “Onun yanında bir kusur işlerseniz, o hareketinizden muvahhedeti, 5- El-Kasîdet-ün-nûniyyeti fîl-Ehâci vel-Elgâz-in- hatırı kırılabilir. Ömrünüzde ondan sonra hayr görmezsiniz” Nahviyye. derdi. Hacı Halîfe’nin bir talebesi vardı. Bu talebe, bir tüccârın kızıyla evlendi. O zaman, zifaf gecesi dâmâda elbise giydirmek âdet idi. Bu tüccâr da, zifaf gecesinde dâmâdına 1) Mu’cem-ül-mtellifîn cild-8, sh. 58 2) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 220 3) Neyl-ül-ibtihâc sh. 219 yünden bir elbise giydirdi. Şeyh Sinân, Şeyh Hacı Halîfe ile beraber otururlarken, bu talebe onların yanına geldi. Kayınpederinin hediye ettiği elbise de üzerinde idi. Şeyh Sinân, yünden süslü elbise giyen bu talebeyi görünce çok hiddetlendi. Şeyh Halîfe’ye dönerek; “Her elbisenin bir giyicisi vardır. Her ilmin de erbâbı vardır. Niçin bu süslü zengin 4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 280 elbisesini giymesine müsâade ettin? Böyle tarikat âdabına aykırı iş yapmalarına niçin müsamaha ediyorsun? Burası 5) Bugyet-ül-vuât cild-2 sh. 243 müsamaha yeri değildir!” diye çıkıştı. Hacı Halîfe de; “Talebelerin giydiği elbiseyi bırakıp bu elbiseyi giymesi, sûfiliği 6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dûvûdî) cild-2 sh. 25 7) Keşf-üz-zünûn cild-2, sh. 1348 8) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 816 9) Brockelmann Gal-2, sh. 259 Sup-2, sh. 371 terkettiğinden değildir. Kayınpederi olan tüccârdan utandığından giymiştir. Kusurunu affediniz” dedi. Şeyh Sinân bu özrü kabûl etmedi. O talabenin üzerindeki elbiseyi çıkartıp, önceden giydiği elbiseyi giyene kadar üzüntüsü geçmedi. Şeyh Sinân tasavvuf yoluna girdiği yıllarda, ondört sene Şeyh Sinân, Fâtih Sultan Mehmed Hân’la birlikte ba’zı Ayasuluğ’lu Ahmed Çelebi’ye hizmet eyledi. Bu ondört sene savaşlara katıldı. Bu savaşlarda pekçok kerâmetleri boyunca çok şiddetli olarak mücâhede (nefsin istemediği, ona görülmüştür. zor gelen, sıkıntı veren ağır şeyleri yapmak) ve riyâzetle (nefsin istediği, ona tatlı gelen şeyleri yapmamakla) meşgûl oldu. Fakat her ne hikmetse, bir türlü sülûk yolunda ilerliyemedi. O zaman Ahmed Çelebi; “Bizden sana nasîb 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 258 yoktur” dedi. Daha sonra Şeyh Sinân’ın yolu Bursa’ya uğradı. Burada Şeyh Adüllatîf Kudsî ile karşılaştı. Şeyh Abdüllatîf hastalanmıştı. Şeyh Sinân, samimî bir kalb ile, ondört gün Şeyh Abdüllatîf’e hizmet eyledi. Bu hizmetinin bereketine, yüksek ma’nevî hâllere ve makamlara kavuştu. FERGÂNÎ Abdüllatîf hazretleri rahatsızlığı esnasında, Şeyh Sinân için icâzetname (diploma) yazın diye eski talebelerine üç defa Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Sarf, nahiv, me’ânî, beyân, emretmiş ise de, onlar icâzet yazmadılar. Sonunda Abdüllatîf usûl ve kelâm ilimlerinde de ihtisas sahibi idi. İsmi, Kudsî, Şeyh Sinân’ın ondört günde, ayın ondördü gibi Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin Ömer olgunlaştığından talebelerinin habersiz olduklarını anladı. bin Muhammed bin Sabit bin Osman en-Nu’mânî olup, Onları, “Niçin yazmazsınız? Yoksa Allahın emrine râzı değil künyesi Ebü’l-Me’âlî’dir. Lakabı, Hamîdüddîn’dir. Fergânî misiniz?” diye azarladı. Bunun üzerine talebeleri, emre uymak nisbetiyle meşhûr olmuştur. Tebrîz yakınlarında bulunan için icâzetname yazdılar. Abdüllatîf Kudsî, Şeyh Sinân’a; Merâga’da, 805 (m. 1403) senesinde doğdu. 867 (m. 1463) “Burda durma, önceki vatanına dön” diye emredince, Fere’ye senesinde Dımeşk’daki Mu’îniyye Medresesi’nde vefât etti. doğru yola çıktı. Şeyh Sinân hazretleri Gelibolu’ya gelince, Ertesi gün onun için Yelbiga Câmii’nde ve Sâlihiyye’de cenâze Şeyh Abdüllatîf’in vefât ettiğini işitti. Geri Bursa’ya dönmek namazı kılınıp, Kâsiyûn dağı eteğindeki kabristana defn edildi. istedi. Gelibolu âlimlerinden biri; “Hocanın emrine uy, vatanına varmayınca geri dönme” diye tavsiyede bulundu. Şeyh Sinân, Fergânî’nin çocukluğu Bağdad’da geçti. Orada, babasından Fere’ye gitti. Bir sene orada kaldıktan sonra, hocası ve Şerîfüddîn Abdülmuhsin el-Buhârî’den fıkıh ilmini öğrendi. Abdüllatîf’i ziyâret için Bursa’ya geldi. Hocasının mezarını 821 (m. 1418) senesinde, babasıyla birlikte Dımeşk’a gitti. ziyâret etti. O zaman kendisiyle beraber bir oğlu da gelmiş idi. Daha sonra Kâhire’ye gidip, orada da Şemsüddîn bin ed-Dîrî Bu oğlu orada vefât etti. ve İzzüddîn Abdüsselâm el-Bağdâdî’den fıkıh ilmi tahsil etti ve İzzüddîn Abdüsselâm el-Bağdâdî’den Keşf-üs-sagîr adlı eseri Abdüllatîf Kudsî’nin ayağı ucuna defnedildi. Şeyh Sinân, yılda okudu. Sonra tekrar 824 (m. 1421) yılında Dımeşk’a dönüp, bir kere Bursa’ya gidip, büyük zâtların mezarlarını ziyâret oraya yerleşti. Alâüddîn el-Buhârî, Şerefüddîn Kâsım el- eder, rûhâniyetlerinden feyz alırdı. Alâî’den fıkıh ilmi okudu. Şöyle anlatılır: Şeyh Sinân, Abdüllatîf Kudsî ile ilk Alâüddîn el-Buhârî ile sekiz yıl beraber kalıp, onun derslerine karşılaşınca, yetiştirilmek üzere, hocası Abdüllatîf tarafından devam etti, sohbetlerinde bulundu. Bu sekiz senelik zaman alıkonulmuştu. İşte bu anda, Şeyh Sinân tereddüt ettiğinde, içinde, ondan zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etti. Dımeşk’da Abdüllatîf Kudsî; “Biz senin için Kudüs’ten geldik, sen bizden Hüsâmeddîn bin İmâd’dan boşalan Hanefî mezhebi kadılığına kaçıyor musun?” demişti. Şeyh Sinân bu sözü duyunca, kalbi ta’yin edildi. Defalarca hacca gitti. İlk hacca 818 (m. 1415) rahatladı ve kısa zamanda ma’nevî makamları geçerek, senesinde babasıyla beraber, sonuncusuna da 864 (m. 1459) insanlara Allahü teâlânın dînini öğretecek, doğru yolu senesinde gitti. Orada da birçok kimseler onun ilminden gösterecek dereceye yükseldi. istifâde etti. İzziyye, Hâtuniyye, Mürşidiyye ve Seyfiyye yerine geçip, attârlık mesleğine bir süre devam etti. Bu medreselerinde müderrislik ve idârecilik yaptı. mesleğini sürdürürken, bir taraftan da kıymetli dînî kitabları, velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okuyordu. Evliyâya “olan Alâüddîn el-Buhârî müşkil bir mes’ele ile karşılaşınca, bağlılığı, dînini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle Şihâbüddîn Kurânî’ye; “Hamîdüddîn Fergânî gelinceye kadar gelince, attârlığı terk etti. Dükkânında bulunan eşyayı Allah sabret. O ikimizin arasında hakemdir” derdi. yolunda sadaka olarak dağıttı. Rükneddîn-i Ekaf isminde Fergânî; sarf, nahiv, me’ânî, beyân ve usûl ilimlerinde âlim ve büyük bir zâtın dergâhına giderek, onun talebelerinden oldu. bilhassa fıkıh ilminde ihtisas sahibi idi. Birçok eserler Bir ara hacca giden Feridüddîn-i Attâr, yolculuk esnasında yazmıştır. Bu eserlerinin en önemlisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin tasavvuf ehli ile ve âriflerden birçokları ile görüştü. Bundan büyüklüğünü anlıyamayan İbn-i Teymiyye’nin i’tikâdî sonra tasavvufa dâir kitapların mütâlâası, nasihat, tasavvuf ve konulardaki sapıklıklarına reddiye olarak yazdığı er-Reddü alâ hakîkate âit şiirlerle meşgûl oldu. Feridüddîn-i Attâr, zühd ve İbn-i Teymiyye fil-i’tikâdât adlı eseridir. Bunun yanında; Şerhu takvâ sahibi olup, vakitlerini ibâdetle geçirirdi. Kenz-üd-Dekâik-ı lin-Nesefî, Sirâc-ül-müstefid ve Gunyet-ülmüfîd adlı eserleri ve çeşitli konularla ilgili risaleleri de vardır. Şöyle anlatılır: “Moğol istilâsında, Feridüddîn-i Attâr bir Moğol askerinin eline esîr düştü. O asker onu öldürmek istediğinde, askere halk; “Bu ihtiyârı öldürmekten vazgeçersen, kanına 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 316 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-7, sh. 46 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 203 bedel olarak bin altın akçe veririz” dediler. Moğol askeri onu bu fiata satmak istedi. Fakat Feridüddîn-i Attâr ona; “Sakın beni bu fiata satma. Çünkü sana kanım için daha fazla fiat verirler” deyince, asker satmaktan vazgeçti. Bir süre sonra başka bir şahıs gelerek askere; “Bu yaşlı zâtı öldürmekten vazgeç. Onun kanına karşılık sana bir torba saman veririm” deyince, Feridüddîn-i Attâr; “İşte beni şimdi sat. Çünkü esas fiatım ve kanımın değerini buldum. Bundan fazla para etmem” dedi. Bunun üzerine sinirlenen Moğol askeri onu katletti. FERİDÜDDÎN-İ ATTÂR Şehâdet şerbetini içen Feridüddîn-i Attâr, kesik başını elleri arasına alarak yarım fersahlık (3 km’lik) bir mesafeyi koşarak Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin İbrâhim el-Attâr en-Nişâbûrî el-Hemedânî olup, lakabı Feridüddîn’dir. katetti. Şimdi türbesinin bulunduğu yere varınca, rûhunu teslim etti ve oraya düştü.” Feridüddîn-i Attâr diye meşhûr oldu. 513 (m. 1119) senesinde Nişâbûr’da doğdu. Babası attâr idi, ya’nî ilâç, esans, parfüm Şöyle anlatılır: “Kâdı’l-kudât Yahyâ bin Sa’îd’in oğlu vefât satardı. Feridüddîn-i Attâr, zühd ve takvâ sahibi, ya’nî edince, oranın ahâlisi, Feridüddîn-i Attâr’ın ayak ucuna başı haramlardan sakınmakta ve ibâdetle uğraşmakta idi. gelecek şekilde defnedilmesini istediler. Fakat Yahyâ bin Sa’îd Feridüddîn-i Attâr, 627 (m. 1229) senesinde Cengiz’in buna i’tirâz ederek; “Oğlumun, efsâne anlatan, hurâfeci bir istilâsında bir Moğol askerinin eline esîr düştü. Çok para ihtiyârın yanına bu şekilde gömülmesi doğru olmaz” dedi. vererek kurtarılmak istenmiş ise de kurtulamayıp, Cengiz Kâdı, o gece rü’yâsında kendini Feridüddîn-i Attâr’ın kabri askeri tarafından şehîd edildi. Şehîd edildiğinde 114 yaşında başında gördü. Kabri başında velîler, erenler ve kutublar idi. Kabri Şadbah kasabasına yakın olup, ziyâretgâhdır. toplanmış, hürmet ve ta’zimle duruyorlardı. Bu durumu gören kadı, tanıdıklarından utandığı için derhal uzaklaştı. Fakat Feridüddîn-i Attâr, küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da Kutbüddîn Haydar isimli büyük bir zâtın sohbetlerine devam ediyordu. Babasının vefâtı üzerine onun ağlayan oğlu babasına; “Babacağım, yanlış bir iş yaptın. Beni Allahü teâlânın velî kullarının bereketinden mahrûm bıraktın. Çabuk imdâdıma yetiş!” dedi. Bu rü’yâyı gören kadı, ertesi gün hemen Feridüddîn-i Attâr’ın kabrinin ayak ucuna oğlunun defnedilmesi için izin verdi. Daha önce söylediklerine tövbe “Lütfu bol, ikramı çok olan yüce Rabbime hamd, âlemlerin etti. Feridüddîn-i Attâr’ın kabrinin üstüne bir türbe ile yanına bir efendisi Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) ve Eshâbına dünyâ imârethâne yaptırdı.” durdukça salât-ü selâm olsun. Feridüddîn-i Attâr’ın yazmış olduğu şiirlerinde üstün bir Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler hâriç, evliyânın sözlerinden akıcılık, incelik, nasihatlerinde büyük bir te’sîr, ârifane daha değerli hiçbir söz yoktur. Çünkü o sözlerde Rabbanî sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hâl vardır. Yazmış te’sîr vardır. Bu yüzden onların sözlerini insanların duyması ve olduğu eserlerin biri hâriç, hepsi manzûmdur. Manzûm eserleri bu sözlerin bir eserde seneler boyunca okunması için bu eseri şöyle sıralanabilir: 1. Musîbet-Nâme: Mesnevî türünde yazdım. Ayrıca hâl tercümelerini ve sözlerini yazdığım yazılmış olan eserde pekçok küçük hikâyeler vardır. Eser zâtların, yarın kıyâmet gününde bana bu vesile ile şefaat Tarîkatnâme ismiyle Türkçeye tercüme edilmiştir. 2. edeceklerini düşündüm.” Esrârnâme: Tasavvuf hakkında olan bu eser, 26 makaleden ibâret bir mesnevîdir. Bu eser de Ahmedî isimli bir zât tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. 3. Mantık-üt-Tayr ve Makâmât-ı Tuyûr: Bu eserde, tasavvufu kuşların ağzıyla anlatan Feridüddîn-i Attâr konuyu küçük hikâyelerle süslemiştir. Esas konu, Ahmed-i Gazâlî’nin Risâlet-ütTayr’ından alınmıştır. Bu eser manzûm ve nesir olarak birkaç defa Türkçeye tercüme edilmiştir. 4. Muhtârnâme: Konulara göre tertîb edilmiş bir rubailer mecmûasıdır. Elli bâbtan meydana gelen bu eser, İkinci Selîm zamanında Türkçeye tercüme edilmiştir. 5. Cevher-üz-Zât: Allahü teâlâdan başka her şeyin fânî olduğunu konu alan bir eserdir. 6. Eşturnâme, 7. Bülbülnâme, 8. Bisernâme, 9. Haydarnâme, 10. Deryâ-i Nâme, 11. Leylâ ve Mecnûn, 12. Mahmûd-u Iyâz, 13. Mahzen-ül-esrâr, 14. Mazhar-üs-sıfât, 15. Miftâh-ül-fütûh, 16. Tezkiret-ül-evliyâ’dan ba’zı bölümler: “Şakîk-i Belhî buyurdu ki: Allahü teâlânın azâbından korkmanın alâmeti, haramları terk etmektir. Allahü teâlânın rahmetinden ümidli olmanın alâmeti de çok ibâdet etmektir.” “Yûsuf bin Esbât buyurdu ki: Alçak gönüllü olmanın alâmetleri şunlardır: Söyleyen kim olursa olsun, hak sözü kabûl etmek. Fakîr, garîb olan kimselere de yumuşaklıkla muâmele etmek. Rütbe i’tibâriyle küçük olanlara şefkatli olmak. Kendisine karşı yapılan hatâ ve kusurlara tahammül edip, öfkelenince sabretmek, her ân Allahü teâlâyı hatırlamak. Zenginlere karşı vekarlı olmak ve cenâb-ı Haktan gelen her şeye rızâ göstermektir.” Vuslâtnâme, 17. İrsâd-ı beyân, 18. Velednâme, 19. “Abdullah bin Hubeyk buyurdu ki: En fâideli korku, insanı, Hırâdnâme, 20. Hayatnâme, 21. Şifâ-ül-kulûb, 22. günahlardan ve kötülüklerden alıkoyanıdır, insana, boşuna Uşşaknâme, 23. Kenz-ül-esrâr, 24. Kenz-ül-Hakâik, 25. geçen ömrü için üzülmek yaraşır. Kalan ömrünü de iyi Mazhar-ül-âsâr 26. Mi’racnâme, 27. Misbahnâme, 28. kıymetlendirmesi lâzımdır.” Hüdhüdnâme, 29. Mahfinâme, 30. Kemâlnâme, 31. Tercümetül-Ehâdîs, 32. Zühdnâme, 33. Tezkiret-ül-evliyâ: Feridüddîn-i “Ahmed bin Âsım Antâkî buyurdu ki: Kalbin ma’nevî Attâr’ın yazmış olduğu yegâne nesir eserdir. Bu eserde hastalıklardan muhafazası için şunlara dikkat etmek lâzımdır: seksen civarında evliyânın hâl tercümesini, menkıbelerini ve 1. Ahlâkı güzel olanlarla oturmak, 2. Kur’ân-ı kerîm okumaya veciz sözlerini yazmıştır. Feridüddîn-i Attâr bu eseri yazarken, devam etmek, 3. Fazla yemek yememek, 4. Gece Şerh-ül-kalb, Keşf-ül-esrâr, Ma’rifet-ün-nefs, Tabakât-üs- namazlarına devam etmek, 5. Seher vaktinde Allahü teâlâya sûfiyye, Hilyet-ül-evliyâ ve Keşf-ül-mahcûb’dan faydalanmıştır. yalvarmak, istiğfar etmek (Allahü teâlâdan af ve mağfiretini Aslı Fârisî olan bu eser, Türkçeye, Fransızcaya, Arabcaya istemek).” çeşitli zamanlarda çevrilmiştir. Eser tasavvuf târihi bakımından çok önemli, tasavvufî hayâtın gelişmesini tesbit yönünden de “Ahmed bin Ebi’l-Havârî buyurdu ki: Kalbinde bir katılaşma çok değerli bir eserdir. Feridüddîn-i Attâr bu eserin önsözünde gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla beraber bulun, şöyle demektedir: yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır.” “Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: Üç şey kalbi öldürür. Bunlar; 1. “Şöyle anlatılır: İbrâhim bin Edhem hazretlerine; “Falan yerde Çok konuşmak, 2. Çok uyumak, 3. Çok yemek.” bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor” dediler. Gencin yanına gidip, üç gün “Muhammed bin Vasi” buyurdu ki: Sâdık ve hakîkî mü’min misâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler olmak için, Allahü teâlâdan korku ve ümidin beraber olması gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin ise, böyle lâzımdır.” uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış “Rabi’a-i Adviyye şöyle duâ ederdi: Yâ Rabbî, dünyâda, bana neyi takdîr etmiş isen, onların hepsini düşmanlarına ver. Âhırette benim için hangi ni’metleri ihsân etmeyi takdîr etmiş isen, onları da dostlarına ver. Ben, sâdece seni istiyorum. Yâ Rabbî, eğer sana ibâdet etmem Cehennem korkusu ile ise, beni Cehenneme at. Eğer Cennete girmek ümîdi ile ibâdet ediyor isem, Cennetini bana yasak eyle. Eğer, sırf senin rızân için ibâdet ediyor isem, o hâlde bakî olan cemâlin ile müşerref eyle.” “Süfyân-ı Sevrî buyurdu ki: Büyük bir kalabalık, bir yere toplansa ve biri; “İçinizden akşama kadar kim yaşıyacak bilsin” dense, kimse bilemez, işin şaşılacak tarafı şurasıdır ki, eğer o kimselere; “Öyleyse, ölüm için gerekli hazırlığı yapan ayağa mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helâlden değildi. “Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytandandır” deyip, genci evine da’vet etti. Kendi lokmalarından bir tane yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhim bin Edhem’e sorup; “Bana ne yaptın?” deyince, “Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytan da mi’dene giriyordu. O hâller şeytandan oluyordu. Helâl lokma yiyince, şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı” dedi.” “Zünnûn-i Mısrî buyuruyor ki: Kalbin kararmasının dört alâmeti vardır: 1. İbâdetin tadını duymaz. 2. Allah korkusu, hatırına gelmez. 3. Gördüklerinden ibret almaz. 4. Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz.” kalksın” dense, kimse ayağa kalkmaz. Bu gafletten “Ebû Bekr Verrâk buyuruyor ki: Allahü teâlâ kulundan sekiz kurtulmağa çalışmalıdır.” şey ister: Kalbin, Allahü teâlânın evine hürmet, yaratıklarına “Şöyle anlatılır: Cüneyd-i Bağdadî, yedi yaşında idi. Mektebden gelince, babasını ağlıyor görüp sordu. Babası da; “Bugün zekât olarak dayın Sırrî-yi Sekatî’ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum” şefkat etmesi. Lisânın, Kelime-i tevhîdi söyleyip, yaratıklara yumuşaklıkla muâmele etmesi. Bedenin, ibâdet ve tâatte bulunup, mü’minlere yardım etmesi. Huyun, Allahü teâlânın hükmüne rızâ gösterip, yarattıklarına karşı halîm-selîm olması.” dedi. Cüneyd; “Babacığım, o parayı ver. Ben götüreyim” “Ebû Hafs-ı Haddâd buyuruyor ki: Tasavvuf, baştan başa deyip, dayısına gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı; “Kim o?” diye edebdir. Zîrâ her vaktin bir edebi, her makamın bir edebi sorunca; “Ben Cüneyd’im. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın vardır. Her hâlin de bir edebi vardır. Vakitlerle ilgili edebe zekâtı olan bu gümüşleri al!” dedi. “Dayısı; “Almam” deyince, riâyet edenler (vaktini iyi şeylerle geçirenler), velî olan Cüneyd; “Adl edip babama emr eden ve ihsân edip, seni kimselerin makamına ulaşırlar. Edebi terk edenler, Allahü serbest bırakan Allahü teâlâ için al!” dedi. Sırrî-yi Sekatî; teâlâya yakın olduklarını zannettikleri hâlde, O’ndan uzaktırlar. “Babana ne emr etti ve bana ne ihsân etti?” diye sorunca, Ba’zı kullar da vardır ki, kendilerinin zannettiklerinden daha Cüneyd-i Bağdadî; “Babamı zengin yapıp, zekât vermesini yüksek bir mertebeye sahiptir, daha sevgilidirler.” emr etmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi” “Ebû Osman Hayrî buyuruyor ki: Dünyâyı sevmek. Allah dedi. Bu söz Sırrî-yi Sekatî’nin hoşuna gidip; “Oğlum! sevgisini kalbden götürür. Allahü teâlâdan başkasından Gümüşleri kabûl etmeden önce, seni kabûl ettim” dedi. Kapıyı korkmak, Allah korkusunu kalbden çıkarır. Allahtan açıp parayı aldı.” başkasından istemek, Allahü teâlâya olan ümidi kalbden uzaklaştırır.” “Ebû Türâb Nahşebî buyuruyor ki: Şu dört şeyi dört yerde sarf “Zünnûn-i Mısrî buyuruyor ki: Her a’zânın tövbesi vardır. Kalb edersen Cenneti kazanırsın: Uykuyu kabirde, rahatı sırat ve gönülün tövbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tövbesi, köprüsünde, iftiharı (öğünmeyi) mizanda, nefsî arzularını harama bakmamaktır. Dilin tövbesi, fenâ söz söylemekten, Cennette.” gıybet etmekten çekinmektir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten “Feth-i Mûsulî buyuruyor ki: Ma’rifet sahibleri şunlardır: ki; kendini korumaktır.” konuşunca Allahü teâlâdan konuşurlar, amel edince Allah için ederler, birşey isteyince de Allahü teâlâdan isterler.” “Zünnûn-i Mısrî’ye, “Kul hangi sebeble Cennete girer?” diye sorulunca, “Beş şey ile: Eğrilik bulunmayan bir doğruluk, “Hamdûn-i Kassâr buyuruyor ki: Kendinde bulunduğu zaman gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli-aşikâr Allahü teâlâyı gizli kalmasını istediğin birşeyi başka birinde görürsen ifşa anmak (murâkabe etmek), yol hazırlığını yapıp, ölüme etme.” hazırlanarak ölümü beklemek, hesaba çekilmeden önce “Haris el-Muhâsibî hazretleri nefsini devamlı hesaba çeker, kendini hesaba çekmek” buyurdu. onun kötülüklere meyletmemesi için elinden geleni yapardı. O, “Ebû Abdullah-i Turûgbâdî buyuruyor ki: Allahü teâlâ, bu husûsta der ki: Nefsini hesaba çekenlerin bir takım güzel kendisinin bilinip tanınmasına yarayan ma’rifetlerden bir husûsiyetleri vardır. Onlar bu hasletleri sebebiyle yüksek miktarını her kuluna vermiştir. Ayrıca her kuluna ihsân etmiş derecelere kavuşmuşlardır. Onlara göre, insan azmedip, olduğu ma’rifetin karşılığı kadar da, dert ve sıkıntı vermektedir. nefsinin arzu ve isteklerine uymazsa, ma’nevî yönden Ni’met olarak bahşedilen bu ma’rifet sıkıntılara tahammül ilerlemesi mümkündür. Şu hasletleri elde etmeğe çalışan etmesinde ona yardımcı olur.” fâidelerini görür: 1. Doğru ve yalan yere yemîn etmemek. 2. Yalan söylememek. 3. Verdiği sözde durmak. 4. La’net “Ebû Ali Cürcânî buyurdu ki: Allahü teâlânın beğendiği işleri etmemek. 5. Kimseye bedduâ etmemek. 6. Allahü teâlânın kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket etmesi, sâlih rızâsı için sabırlı ve tahammüllü olmak. 7. Haramlardan kimseleri sevmesi, eş-dost ile güzel geçinmesi, Allahü teâlânın sakınmak. 8. Kendisini başkasından büyük görmemek. 9. rızâsı için insanlara iyilik yapması, müslümanların işini Kimsenin kalbini kırmamak. 10. Gelen belâ ve musibetlere görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle sabretmek. 11. Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek.” geçirmesi, kul için saadet alâmetlerindendir.” “İbrâhim-i Havvâs buyuruyor ki: Kalbin ilâcı beştir: Kur’ân-ı “Ebû Ali Sakafi buyuruyor ki: Sağlam bir dal, ancak sağlam bir kerîm okumak ve Kur’ân-ı kerîme bakmak, mi’deyi boş tutmak, kökten çıkar. Şimdi hareketlerin sıhhatli ve sünnet üzere gece kalkıp ibâdet etmek, seher vaktinde ağlayıp sızlamak ve olmasını isteyen kimse, önce kalbindeki ihlâsı, sıhhatli hâle iyilerle beraber bulunmaktır.” getirmelidir. Zira zâhir amellerdeki sıhhat, bâtın amellerdeki sıhhatten hâsıl olur.” “Sırrî-yi Sekatî şöyle vasıyyet ediyor Gençler! Gençliğinizin kıymetini biliniz. Güç, kuvvet elde iken, çok ibâdet ediniz. “Ebû Bekr Kettânî şöyle buyuruyor, istiğfar tövbedir. Tövbe şu Bizlerden (yaşlılardan) ibret alınız da, zaîf ve güçsüz duruma altı şeyi ihtivâ eder Yaptığına pişman olmak. Bir daha günah düşmeden evvel çok ibâdet yapınız. (O, bu sözü söylerken, işlemiyeceğine azm etmek. Kaçırdığı farzları yerine getirmek. gençlerden çok ibâdet ediyordu.) Üzerinde olan hakları sahiplerine vermek. Haramdan hâsıl olan vücûddaki fazlalıkları atmak. Bedene, günahın tadını “Şah Şücâ’ Kirmânî şöyle buyuruyor: Gözünü harama tattığı gibi, ibâdet zevkini tattırmak.” bakmaktan, nefsini isteklerinden koruyup, kalbini devamlı murâkabe, bedenini sünnete uygun amellerle ma’mûr edenin “Ebû Bekr-i Şiblî buyurdu ki: Muhabbet da’vâsında bulunup da firâsetinde hiç hatâ olmaz.” başkası ile meşgûl olan, dost ile alay etmiş olur. Muhabbet makamında iş oraya varır ki, kendinden bile habersiz olur ve Hâk ile bekâya kavuşur. Zira, O’ndan başkasının muhabbeti de, İhlasın zıddı olan riyayı tanıyıp onu terk ettikten sonra kalbde olursa, tevhîd ve muhabbet sırrı gönül tahtasına ihlâsı bilebilirler.” yazılmaz.” “Hayr-ün-Nessâc şöyle buyurdu: Dünyânın ne değerde “Ebû Bekr Vâsıtî buyuruyor ki: insanlar üç sınıftır: ilk sınıfa, olduğunu idrâk eden, âhıretten nasîbini alır. Dünyâya düşkün Allahü teâlâ hidâyet nûrları ihsân etmiştir. Bundan dolayı olmak, âhıreti tanımıyanın kalbini öldürür.” bunlar; küfr, şirk ve nifaktan uzaktırlar. İkinci sınıfa, Allahü teâlâ inâyet nûrları ihsân etmiştir. Bunlar ise büyük ve küçük “İbn-i Atâ buyurdu ki: Âdem aleyhisselâm Cennetten günahları işlemezler. Üçüncü sınıfa da Allahü teâlâ gaflet çıkarıldıktan sonra, Cennette bulunan herşey onun perişan ehline has hareketleri yapmamayı ihsân etmiştir.” hâline üzüldü ve ağladı. Ağlamayan sâdece altın ve gümüş oldu. Allahü teâlâ, kelâm sıfatıyla onlara tecellî etti ve sordu. “Ebû Hasen bin Sâî şöyle buyuruyor: Ma’rifet; her durumda Âdem’e herşey ağlarken, siz neden ağlamadınız? Onlar şu kulun Allahü teâlânın vermiş olduğu ni’metlere şükretmede cevâbı verdiler: “Biz sana karşı hatâ işleyene ağlamayız.” âciz olduğunu, genç ve kuvvetli olduğu zamanlarda zayıf Bunun üzerine Hak teâlâ şöyle buyurdu: izzetime, celâlime olduğunu bilmesidir.” yemîn ederim ki, size herşeyin üstünde bir değer biçeceğim ve Âdemoğullarını size hizmetçi kılacağım.” “Ebü’l-Hasen Bûşencî buyuruyor ki: Nefsini zelîl kılan kimseyi, Allahü teâlâ azîz kılar ve derecesini yüksek eyler. Nefsini “İbrâhim bin Şeybân buyurdu ki: Allahü teâlâ müslümanlara birşey zanneden kimseyi, Allahü teâlâ zelîl kılar.” âhırette vereceklerine karşılık olmak üzere iki şeyi ihsân etmiştir. Bunlardan birincisi; Cennete bedel olması için “Ebü’l-Hayr Akta buyuruyor ki: Kalbin îmân ile dolu olmasının câmilerde bulunmak, ikincisi; Allahü teâlânın dîdârına karşılık, alâmeti, bütün müslümanlara şefkat etmek, onların dertleri ile mü’minlerin yüzlerine muhabbetle bakmak.” dertlenmek, işlerinde onlara yardımcı olmaktır. Nifak dolu kalbin alâmeti, kin, hased ve düşmanlıktır.” “Yûsuf bin Hüseyn Râzî buyurdu ki: Kim, Allahü teâlâyı hakkıyla zikrederse, O’ndan başka herşeyi unutur. O’nun zikri “Ebû Muhammed-i Cerîrî buyuruyor ki: Nefsine aldanan, ile O’ndan başka herşeyi unutan kimseyi, Allahü teâlâ şehevî duygularına esîr olur. Hevâî arzularının zindanına herşeyden muhafaza eder.” kapatılır ve o kulun kalbi fâideli işlerden zevk alamaz. Kur’ân-ı kerîmi hergün hatm etse bile, ilâhî kelâmı okumaktaki esas “Ebû Bekr Verrâk şöyle buyuruyor: Dâima seninle olması tadı bulamaz. Bunun hâl çâresi, nefsin esâretinden kurtulmayı gereken beş şey vardır. Bunlar; Allahü teâlâ, nefs, şeytan, candan arzu etmektir.” dünyâ ve halktır. Eğer bunlara karşı şu beş şeyi tatbikte muvaffak olursan saadete erersin: Allahü teâlânın emirlerine “Şöyle anlatılır: Birgün bir kimse Ebû Osman Magribî’nin itaat edip, yaptığı herşeyi beğenip râzı olmak nefse muhalif yanında bulunuyordu. Kendi kendine; “Acaba Ebû Osman’ın olup, şeytana düşman olmak, dünyâdan sakınmak, halka karşı arzu ettiği birşey var mıdır?” diye düşündü. Bu sırada Ebû da şefkatle muâmele etmek lâzımdır.” Osman: “İhsân edilenler yetmiyormuş gibi, bir de başka şeyler mi arzu edeyim?” buyurdu. “Ebû Osman Hayrî buyurdu ki: Sünnet-i seniyyeyi kendisine rehber edinen hikmet, nefsinin arzularını kendine hâkim kılan, “Ebû Osman Magribî buyurdu ki: Mecbûriyet gibi özür hâli bid’at söyler.” müstesna, aç gözlülük ve iştahla zenginlerin yemeğine el uzatan kimse, ebediyyen iflah olmaz. “Ebû Türâb Nahşebî şöyle buyuruyor: Ey insanlar! Şu üç şeyi seviyorsanız, biliniz ki onlar sizlerin değildir. Nefsinizi ve Yine buyurdu ki: Herşey zıddı ile bilinir. Bir şeyin zıddı canınızı seviyorsanız, onlar Allahü teâlânındır. Malınızı bilinmezse, o şeyi tanımak mümkün değildir. İhlâs sahipleri seviyorsanız, onlar da vârislerinizindir.” “Ebü’l-Hasen-i Harkânî buyuruyor ki: Ulemâ; “Biz, olmasına mâni olamaz. Senin bakî ve ebedî oluşunda, Peygamberlerin vârisiyiz” diyor. Fakat, Peygamber gündüzün bitip gecenin başlaması ve gecenin bitip gündüzün efendimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O’nda olan başlaması gibi sebeplerle kesiklik, aksaklık olmaz. Rahmetin o şeylerin ba’zısı bizde de var. Resûlullah efendimiz ( kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese açmışsın. Sana duâ aleyhisselâm ) fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin, ihsân ettiğin bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hainlik ni’metlere hamdedenleri çok sever, onlara daha çok ni’metler bilmezdi. Basiret sahibiydi. Halkın rehberi idi. Tama’ sahibi verirsin, inanarak ve güvenerek sana duâ edenler, eli boş değildi. Hayır ve şerri Allahü teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan dönmezler. Sana güvenen, kapına gelen kimseyi döndürmeğe ve kandırma diye birşey yok idi. Zamanın esîri değildi, kimsenin gücü yetmez. Ey Rabbim! ölümü, kabri ve sana İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı, insanların güvendiği hesap vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu şeye güvenmezdi. Hiç gurûrlanmazdı. İşte bunlar evliyânın bildikçe nasıl olur da senden sevinç ve neş’e isteyebilirim. sıfatlarıdır. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), ucu bucağı Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı verileceğini bulunmayan umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyalık çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkât şaşırır kalırdı. Sûfîlerin birşey istiyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı kervanı; Allahü teâlâ, Resûlullah ve Eshâb-ı Kirâm alacağını bildiğim hâlde dünyâ lezzetlerinden nasıl tat sevgisinden ibârettir. Bu kervanda bulunan ve rûhları bunların alabilirim? Yâ Rabbî! Sana yalvarıyor, senden istiyor, rûhlarıyla kaynaşan kimseye ne mutlu.” rahmetinden ümîd ediyor ve istiyorum ki, ölümümü, hesabımı kolay ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat “Şöyle anlatılır: Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin talebeleri, ihsân eyle. Âmin. Yâ Rabbel Âlemin.” memleketlerine izinli gidiyorlardı. Kendisinden duâ istediler. Korkulu yerde “Yâ Ebel-Hasen, deyiniz” dedi. Bir gece “Abdullah bin Hubeyk, birgün Feth bin Şehraf ile karşılaşınca, eşkiyanın hücumuna uğradılar. Bağırıp “Yâ Allah” dediler. ona şu nasihatte bulundu: “Ey Horasanlı! Şunlara dikkat et. Yalnız birisi; “Yâ Ebel-Hasen” dedi. Eşkiyalar bunu görmediler. İnsana zarar bunlardan gelir. Gözünle harama bakma. Dilinle Diğerlerinin hepsini soydular. Sabah olup onu selâmette yalan söyleme. Kalbinde, müslüman kardeşine hased ve kin görünce şaşırdılar. Sebebini sordular. O da; “Yâ Ebel-Hasen tutma, iyi şeyleri arzu et ve iste, şer ve kötü olan şeyleri arzu dedim, kurtuldum” dedi. Hocalarına gelip; “Biz Allah dedik etme. Eğer bu dört şeye sahip olmazsan, sonunda bedbaht bir soyulduk. Bu ise, yâ Ebel-Hasen diyerek sana sığınıp insan olursun.” kurtuldu” dediler. Bunun sırrını, sebebini bildirmesi için yalvardılar. O da; “Ağzınızdan haram girer. Haram çıkar. “Ahmed bin Hadraveyh buyuruyor ki: Gaflet uykusundan daha Allahü teâlâyı tanımazsınız. Mecaz olarak Allah dersiniz. ağır bir uyku yoktur. Şehvetten kuvvetli esâret yoktur. Gaflet Böyle kimselerin duâları kabûl olmaz. Allahü teâlâ, onun sesini ağırlığı olmasaydı, şehvet galip gelmezdi. Ebü’l-Hasen’e duyurdu. Ebü’l-Hasen de, onu kurtarması için Allahü teâlâya yalvardı. Ebü’l-Hasen haram yemez, haram içmez. Haram söz söylemez. Bu bakımdan duâsı kabûl olup o kurtuldu” dedi. “Muhammed Bâkır gece geç vakte kadar ibâdet eder, sonra Allahü teâlâya şöyle yalvararak ağlardı: Yâ ilâhî! Yâ Rabbi, gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes uyuyor. Kimsenin sesi çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin. Her şeyi biliyor, yapılan her şeyi görüyorsun. Uyuman, uyuklaman olmaz. Seni böyle bilmiyen ihsânına kavuşamaz. Sen öyle kuvvet ve kudret sahibisin ki, hiçbir şey senin olmasını dilediğin bir şeyin Kalb, bir takım kaplardan ibârettir. Allahü teâlânın sevgisiyle dolduğu zaman, nûrun fazlası diğer uzuvlara yansır. Bâtılla dolduğu zaman da, ondaki karanlık diğer organlara geçer.” “Şöyle anlatılır: Ahmed bin Harb’in Behram isminde ateşperest bir komşusu vardı. Bu Behram, bir defasında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb bu durumu haber alınca, yanında bulunanlara; “Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyor ise de, komşumuzdur” dedi. Behram’ın evine geldiler. Behram kendilerini hürmetle karşıladı. Ahmed bin Harb’ın elini öpüp çok saygı gösterdi. İkramlarda bulundu. O “Şakîk-i Belhî buyurdu ki: Kendisine birşey ikram ettiğin kimse günlerde çok kıtlık olduğundan, birşeyler yemek için gelmiş ile, sana ikramda bulunan iki kişinin senin kalbindeki yerlerine olabileceklerini düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. dikkat et. Eğer kalbindeki muhabbet, kendisine İkramda Ahmed bin Harb; “Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını bulunduğun kimseye karşı daha fazla ise, bu ikram ve duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, hâlinizi, hatırınızı muhabbetin Allah için olduğu anlaşılır. Ama kalbindeki soralım diye geldik” buyurdular. Behram, “Evet öyledir, ama muhabbet, sana ikramda bulunan kimseye karşı daha fazla bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi; başkaları ise, bu dostluk menfaat içindir.” benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi; malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini “Yûsuf bin Esbât buyuruyor ki: Sabırlı olmak isteyen kimse, alsalardı. Üçüncüsü; din bende kaldı, dünyâyı aldılar” dedi. Bu öfkesini yenmeli, kalbinde Allahü teâlâdan başka birşeye sözler Ahmed bin Harb’ın çok hoşuna gitti ve; “Bu sözleri yakınlığın olmaması için çalışmalı. Bir musibet veya sıkıntı yazın. Bundan îmân kokusu geliyor” dedi. Behram’a; “Niçin geldiği zaman, inleyip sızlamamalı. İbâdetleri “Güzel ateşe tapıyorsun?” diye sordu. Behram; “Ona tapıyorum ki yapabiliyorum” düşüncesinden uzak olup, amelleri kusurlu yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki, bilmeye devam etmeli, farzları ve vacipleri yapmakta tenbellik beni Allahü teâlâya ulaştırsın” diye cevap verdi. Ahmed bin yapmayıp, en güzel şekilde yapmaya çalışmalı, yapılan bütün Harb; “Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan işlerin dîne uygun olmasına gayret etmeli ve önceden yapılmış kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi olan hatâ ve zararları telâfi etmek için uğraşmalıdır.” söndürür. Bu kadar zayıf olan birşey başkasına nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allaha nasıl kavuşturur. Ateş câhildir. Birşey bilmez, yakarken misk ile necâseti ayıramaz. Hepsini aynı anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel, ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını gör” buyurdu. Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek; “Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz “Ali bin Sehl İsfehânî buyurdu ki: Zenginliği aradım, ilimde buldum. Övülmeyi aradım, fakirlikte buldum. Afiyeti (günahsız olmayı) aradım, zühdde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmekte) buldum. Kolay hesabı aradım, susmakta buldum. Rahat aradım, vermekte, cömertlikte buldum.” “Amr bin Osman Mekkî buyuruyor ki: Sabır, Allahü teâlâya dayanıp sebat etmek ve belâyı gönül hoşluğu ve rahatlığı ile karşılamaktır.” îmân edeceğim” dedi. Ahmed bin Harb; “Sor” buyurdu. “Ebû Abdullah Magribî buyurdu ki: insanların en aşağısı, Behram dedi ki: “Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Madem zengine zengin olduğu için kıymet verip, onun karşısında zelîl ki yarattı niçin rızık verdi? Madem ki rızık verdi. Niçin öldürdü: olan kimsedir, insanların en kıymetlisi de, fakirlere hürmet edip Madem ki öldürdü. Niçin diriltecek?” Ahmed bin Harb şöyle tevâzu gösteren zenginlerdir.” cevap verdi: “Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk (ziyadesiyle rızık verici) olduğunu bilsinler diye “Ebû Bekr Verrâk buyurdu ki: onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir.” Behram İnsanlar da üç sınıf önemlidir Devlet adamları, âlimler ve bunları duyunca; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne zâhidler. Devlet adamları bozulunca, halkın huzûru bozulur. Muhammeden abdühü ve Resûlühü” diyerek müslüman oldu.” Âlimler bozulunca, halkın dîni zayıflar. Varını yoğunu Allah yolunda harcayan zâhidler bozulunca da, ahlâk fesada uğrar. “Ahmed bin Mesrûk buyurdu ki: Kim, Allahü teâlâdan korkarak Devlet adamlarının kötülüğü zulüm ile, âlimlerin bozukluğu kalbine gelen uygunsuz düşüncelerden korunmaya çalışırsa, hırs ve tama’ ile, zâhidlerin bozulması da riya ile olur.” Allahü teâlâ da o kimsenin uzuvlarını, uygunsuz işleri yapmaktan korur, muhafaza eder.” “Ebû Hafs-ı Haddâd en-Nişâbûrî buyurdu ki: Firâset sahibi ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın kıyâmette huzûruma gelince, olduğu iddiasında bulunmaya kimsenin hakkı yoktur. mazeret olarak ne söyleyeceksin?” Yapılacak şey. başkasının firâsetinden sakınmak ve korunmaktır. Zîrâ Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Mü’minin “Şah Şücâ’ Kirmânî buyurdu ki: Güzel ahlâk, başkalarına firâsetinden korkunuz” buyurdu. Fakat firâset sahibi olmaya eziyet etmemek ve güçlüklere katlanmaktır.” çalışın buyurmamışlardır. Şu hâlde firâsetten korunmak mevkiinde bulunan bir kimsenin, firâset da’vâsında bulunması nasıl doğru olabilir?” “Ebû Osman Hayrî buyurdu ki: “Ebû Ali Sakafi buyurdu ki: Kişi, şu dört hasletten gâfil olmamalıdır ilki doğru söz, ikincisi doğru iş, üçüncüsü samimî dostluk, sonuncusu ise emânete sadâkat ile riâyet etmektir.” “Ebû Bekr Kettânî şöyle anlatır: Bir kere rü’yâmda çok güzel Zenginlerle sohbet ederken azîz, fakirlerle sohbet ederken bir genç gördüm. “Sen kimsin?” diye sordum. “Takvâyım” dedi. alçak gönüllü ol. Zenginlere karşı izzetli davranman tevâzu, “Nerede ikâmet edersin?” dedim. “Dertlilerin kalbinde” dedi. fakirlere karşı alçak gönüllü olman şereftir.” Sonra diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir kocakarı gördüm. “Sen kimsin?” dedim. Ben, kahkaha, zevk ve keyfim” “Birisi Hâtim-i Es-âm’a; “Nasıl namaz kılarsın?” diye sordu. O dedi. “Nerede ikâmet edersin?” dedim. “Çok gülenlerin da şöyle buyurdu: Namaz vakti gelince temiz bir kalb ile niyet kalbinde” dedi. Uyandıktan sonra hiçbir zaman kahkaha ile ederek abdest alırım. Abdest uzuvlarımı yıkar, kalben de gülmemeye niyet ettim.” tövbe ederim. Sonra câmiye giderim. Mescid-i Harâm’ı gözümün önüne getirir, Makâm-ı İbrâhim’i iki kaş arasında “Ebû Bekr Tamistânî buyurdu ki: ilim, seni cehâletten kurtarır. tutar, Cenneti sağımda, Cehennemi solumda, sıratı Sen de Allahü teâlâya, seni ilimle cehâletten kurtarması için ayaklarımın altında, can alıcı meleği arkamda düşünür, duâ et.” kalbimi Allahü teâlâya ısmarlar, sonra ta’zimle Allahü ekber der, hürmetle kıyâm, heybetle kırâat, tevâzuyla rükû, tazarru ile (kendimi alçaltarak) secde, hilm ile cülus (tehıyyattaki oturuş), şükürle selâmı yerine getiririm. Benim namazım böyledir.” “Mimşâd ed-Dîneverî: insanın tapdığı, ya’nî ömrünü kendisi için harcayıp, çok sevdiği şeyler çeşitlidir, insanların bir kısmı nefsine, bir kısmı çocuğuna, bir kısmı malına, bir kısmı parasına, bir kısmı hanımına, bir kısmı makam ve mevkiye tapar. Herkes gönlünü bunlardan birisine bağlamıştır. Bunların bağından kurtulmak çok zordur. Bunlara tapınmaktan, sâdece; kendine, malına, makam ve mevkiine güvenmeyip, her şeyin sahibi ve yaratıcısı Allahü teâlâya hakkıyla kulluk “Ebû Hasen bin Sâî buyuruyor ki: Ma’rifet; her durumda kulun, Allahü teâlânın vermiş olduğu ni’metlere şükretmede âciz olduğunu, genç ve kuvvetli olduğu zamanlarda ise zayıf olduğunu bilmesidir.” “Ebü’l-Hasen Bûşencî’ye, “Kim mürüvvet sahibi değildir?” diye sordular. “Allahü teâlânın kendisini gördüğünü bildiğini, kirâmen kâtibîn melekleri ile hafaza meleklerinin yanında bulunduklarını ve kendisini ta’kib etmekte olduklarını bildiği hâlde, günâh işlemeye cür’et edebilen kimse, mürüvvet sahibi değildir” buyurdu. yapamadığını bilip, yaptıklarını hep kusurlu ve noksan “Ebü’l-Hayr el-Aktâ buyurdu ki: Şerefli bir insan olabilmek için; görerek, nefsini ayıplayanlar kurtulabilir.” edeb sahibi olmak, farzları eda etmek, sâlihlerle sohbet etmek “Sehl bin Abdullah Tüsterî buyuruyor ki: Allahü teâlânın, ve fâsıklardan uzak durmak lâzımdır.” insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur. “Kulum! “Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî buyurdu ki: Ma’rifet ve Allahü teâlâya Hiç insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni yakın olma hâli, farzları eda etmekle ve sünnet-i seniyyeye unutuyorsun. Seni kendime da’vet ediyorum fakat sen, tâbi olmakla ele geçer.” başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben, dertleri belâları senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrar “İbn-i Hafif buyurdu ki: Riyâzet, nefsi hizmetle kırıp, Allahü teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine mâni olmaktır.” “İbrâhim bin Şeybân buyurdu ki: Sefil (aşağılık) kimse, Farzlardan birini eda etmeyen, sünneti yapmama belâsına Allahtan korkmayan ve O’na âsî olandır. En sefil kimse, yakalanabilir. Sünneti terk edenin ise bid’ate düşmesi herşeyi bedel ile karşılık ile veren, verdiği herşeyden menfaat muhakkakdır.” bekleyen ve verdiğini başa kakan kimsedir.” Ferîdüddîn-i Attâr’ın Fârisî bir şiirinin tercümesi: “İbrâhim-i Kassâr buyurdu ki: insanların en zayıfı, nefsinin kötü isteklerinden uzak durmakta âciz kalan kimsedir. En kuvvetlisi “Sırlar âlemine uçan kuş idim. de, bu kötü arzularını terk etmeye gücü yeten kimsedir.” Alçaktan yükseğe çıkmak istedim. “Ebû Ali Dekkâk buyurdu ki: Bir kimse kendini, hocasının Sırra mahrem kimseyi bulamayınca, kapısında süpürge yapamaz ise, hakîkî âşık değildir.” Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.” “Ebü’l-Hasen-i Harkânî buyurdu ki: Şayet bir mü’mini ziyâret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen lâzımdır. Çünkü bir mü’mini ziyâret için verilen sevâb, fakirlere verilen yüzbin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mü’min kardeşinizi ziyârete gittiğinizde, Allahü teâlânın rahmetine kavuştuk diye i’tikâd 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 209 2) Tezkiret-ül-evliyâ mukaddimesi 3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 616 edin.” 4) Nefehât-ül-üns sh. 668 Ebû Ali Sakafî buyurdu ki: Sağlam bir dal, ancak sağlam bir kökten çıkar. Şimdi hareketlerinin sıhhatli ve sünnet üzere 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 277, 715, 1007 olmasını isteyen kimse, önce kalbindeki ihlâsı sıhhatli hâle getirmelidir. Zîrâ zâhir amellerdeki sıhhat, bâtın amellerindeki 6) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 337 sıhhatten hâsıl olur.” 7) Eshâb-ı Kirâm sh. 81, 140 “Ca’fer-i Sâdık buyurdu ki: “Beş kimsenin sohbetinden, ya’nî beş kimse ile beraber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan 8) Vehhâbiye Nasîhat sh. 191 söyleyenden sakın. Çünkü ona dâima aldanırsın. Çünkü sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan ya’nî aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine yarıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü kötü FERR kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca seni harcar. Beşincisi, fâsıktan ya’nî günah işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü seni bir lokma ekmeğe satar.” Meşhûr Arap dili âlimi. İsmi Yahyâ bin Ziyâd bin Abdullah bin Mervân ed-Deylemî, künyesi, Ebû Zekeriyyâ’dır. Ferrâ diye “Abdullah bin Muhammed buyurdu ki: Allahü teâlâ çeşitli bilinir. 144 (m. 761) senesinde Kûfe’de doğup, 207 (m. 822) ibâdetler bildirdi. Sabrı, sıdkı, namazı, orucu ve seher vakitleri târihinde, Mekke-i mükerremeye giderken vefât etmiştir. istiğfar etmeği buyurdu. İstiğfarı en sonra söyledi. Kûfelilerin en büyük nahiv, lügat ve edebiyat âlimi idi. Kays bin Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusurlu görüp, Kebî’, Hâzim bin Hüseyn el-Basrî, Ali bin Hamza el-Kisâî, hepsine af ve mağfiret dilemesi lâzım oldu. Ebü’l-Ahvâs, Ebû Bekir bin Iyâş gibi âlimlerden istifâde etti. Ondan da Seleme bin Âsım, Muhammed bin Cehm, es-Semrî derslerini dinleyip, rivâyetlerde bulunmuştur. Ferrâ aynı zamanda, fıkıh ve kelâm âlimi idi. O Mu’tezile kelimesi için yüz sahifelik bir açıklama yapmıştır. Ferrâ’nın fırkasına hiç meyl etmemişti. Kitâb-ül-Meânî’yi yazmasının sebebi, şöyle anlatılır: Talebelerinden Ömer bin Bükeyr, Ferrâ’ya bir mektûb yazdı. Büyük Arap dili âlimi Ebû Abbâs Sa’leb, “Eğer Ferrâ olmasaydı, Arapça olmazdı” diyerek onun Arapçaya yapmış olduğu hizmetleri ifâde etmiştir. Ferrâ, Bağdâd’da Me’mûn ile görüşmek istediği bir gün, Sümâme bin Eşres en-Nümeyrî ile karşılaştı. Sümâme, Me’mûn’un yanına gidip gelen kimselerdendi. Sümâme, burada Ferrâ ile tanışmasını şöyle anlatır: “Onunla orada oturdum. Lügat bilgisini yokladım, onu deniz gibi buldum. Nahiv bilgisinden sordum, onda da eşine az rastlanır gördüm. Fıkıhtan sordum, âlimlerin ihtilâflarını bilen iyi bir fakîh (fıkıh âlimi) olarak buldum. O, tıb ilmini, Arapların târihlerini, şiirlerini ve muharebelerini de çok iyi biliyordu. Bütün bu mevzûlarda onu imtihan ettikten sonra, sanıyorum sen Ferrâ’dan başkası değilsin, dedim. O da “Evet ben Ferrâ’yım” dedi. Sonra ben Halife Me’mûn’un yanına girdim. Ferrâ’yı anlattım. Me’mûn, Ferrâ’yı çağırtıp, onunla görüştü. Me’mûn, Ferrâ ile görüşmesi sırasında, ona nahivin (Arapçanın gramerinin) ana kaidelerini ve Araplardan duyduklarını bir araya getirip, yazmasını emretti. Ferrâ’ya bir çok imkânlar verdi. Ona müstakil bir yer tahsis etti. Yanına bütün ihtiyâçlarını temin edecek hizmetçiler gönderdi. Böylece, zihninin başka şeylerle uğraşmamasını, sadece, yazı ile uğraşmasını temin etti. Yanında, kâtipleri vardı. O söylüyor, onlar da yazıyorlardı. Nihâyet bir kaç senede “Hudûd” isimli eserini meydana getirdi. Bu kitabı bitirdikten sonra, “Meânî” adlı eserini yazdırdı. Bu kitabı yazmak için gelenler arasında, büyük âlimler de vardı. Bu kitabı, Ferrâ’nın yanında bitirinceye kadar yazdılar. Ferrâ, bu kitabı, ders olarak da okuttu. Ferrâ, ikinci defa yazdırmaya başladığı “Meânî” kitabını daha geniş ele almış, yalnız “Hamd” Bu mektûbunda dedi ki: “Burada vâlimiz olan Hasan bin Sehl ile irtibâtım var. Yanına gidip geliyorum. Bana, Kur’ân-ı kerîm ile ilgili suâller soruyor. Ben de cevap veremiyorum. Bana müracaat edebileceğim bir kitap yazıverirseniz çok iyi olur” dedi. Ferrâ, mektûbu okuyunca, talebelerini topladı. Size Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı bir kitâb yazdıracağım. Ben söyliyeceğim siz yazacaksınız, dedi. Bir gün ta’yin ettiler. O günde bütün talebeleri ve yazmak istiyenler mescidde toplandı. Ferrâ orada, ezanları okuyan ve aynı zamanda kurrâdan olan birisine, “Sen okumaya başla” dedi. Müezzin, Fâtiha-i şerîfeyi okudu. Ferrâ da tefsîrini yaptı. Bu şekilde Kur’ân-ı kerîmin sonuna kadar, birisi Kur’ân-ı kerîmi okudu. Ferrâ da tefsîrini yaptı. Böylece bin yaprak tutan bir tefsîr meydana geldi. Ferrâ, Hâlife Me’mûn’un isteği üzerine, iki oğluna nahiv (gramer) dersi veriyordu. Yine bir gün Ferrâ dersini vermiş, bir ihtiyâcı için kalkıp gidecekti. Bunu gören Me’mûn’un iki oğlu, hemen koşup, Ferrâ’nın ayakkabılarını çevirmek istediler. Bu sırada ikisi ben vereceğim diye aralarında münâkaşa ettiler. Nihâyet her biri nalınlardan birisini Vermek üzere anlaştılar. Me’mûn, çocuklarının, Ferrâ’ya ayakkabılarını takdim ettikleri, hattâ bunun için aralarında münâkaşa bile ettikleri haberini aldı. Ferrâ’ya haber gönderip çağırttı. Ferrâ, huzûra girince, Me’mûn ona: “Zamanımızda en üstün kim?” diye sordu. Ferrâ, şimdi makam ve mevkice sizden daha üstün birisini bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Me’mûn, “Duyduğumuza göre benim çocuklar, ayakkabılarını çevirmek için birbiriyle münâkaşa edip, sonunda her birisi senin bir nalınını takdim etmek üzere anlaşmışlar” dedi. Ferrâ, Me’mûn’a şöyle cevap verdi: “Ey mü’minlerin emîri! Onları bundan menetmek istedim. Ancak, kalblerinin kırılmasından korktum. Ayrıca, yapmak istedikleri bir iyiliğe de mâni olmak istemedim. Hem Ferrâ vefâtına yakın; ömrümün sonuna geldim. Hâlâ “hattâ” sonra, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) Resûlullah efendimizin kelimesi üzerinde sorum var. Çünkü bu kelime hem cer, hem torunları Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in bineklerine ref ve hem de nasb işlerini yapıyor, demiştir. binmeleri için üzengileri tutunca, oradan birisi, sen onlara mı hizmet ediyorsun, halbuki sen onlardan yasça daha büyüksün, deyince, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), ona: “Sus öyle söyleme. Fazîlet sahibinin fazîletini, fazîlet ehli bilir. Sen İbn-i Enbârî “Ferrâ’nın Arapçadaki ilmi, sözü bu husûsta uzatmaya ihtiyâç bırakmıyacak kadar meşhûrdur.” Ferrâ’nın eserleri: bilmezsin” demiştir. Me’mûn, Ferrâ’dan bu sözleri dinleyince, “Eğer sen benim çocukları, ayakkabılarını sana vermelerinden Dört cildden meydana gelen bir tefsîri vardır. Arapçaya hâkim alı koy saydın, seni kınayacak ve azarlayacaktım Onların sana olduğundan, tefsîrinde bu husûsiyet açık bir şekilde karşı yaptıkları bu hürmetleri onların kıymetini düşürmez, görülmektedir. Bu tefsîrin bir nüshası İstanbul’da Süleymâniye aksine şereflerini arttırıp, asâletlerini ifâde eder. Kişi, her Kütüphânesinde mevcûttur. Diğer eserleri: “El-Maksûr, ve’l- bakımdan büyük de olsa, şu üç kimseye karşı büyük olamaz. Memdûd”, “El-meânî”, Buna “Meân-il-Kur’ân” denir. El- Bunlar; sultan, baba ve hoca. İnsanın bu üçüne tevâzu Müzekker ve’l-Müennes, “El-lügât”, “El-Fâhir”, “El-Cem’ ve’t- göstermesi gerekir. Ben, sana yaptıkları hürmetten dolayı Tesniye fil-Kur’ân”, “El-Hudûd”, “Müşkü-ül-Lugâ” “el-Vâv”dır. onlara yirmibin dinar verdim. Sana da, onları güzel terbiye ettiğinden dolayı onbin dinar veriyorum” dedi. 1) El-A’lâm cild-8, sh. 145 Ferrâ, tevâzu sahibi bir zât idi. Yine zamanın meşhûr 2) Târih-i Bağdâd cild-14, sh. 149 âlimlerinden Kisâî’ye çok hürmet ederdi. Halbuki, Kisâî’den, 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-11, sh. 212 nahiv (Arapça gramer) ilminde daha âlim idi. Hattâ, Seleme 4) Vefeyât-ül-a’yân cild-6, sh. 176 bin Âsım, “Ferrâ’nın, âlim olduğu halde Kisâî’ye hürmet göstermesine şaşıyorum” demiştir. 5) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 19 6) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 333 Ferrâ, kendisinden bir şey öğrenmek istiyenlere faydalı olmak 7) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 178 için, evi tarafında bulunan mescidde otururdu. 8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2 sh. 366 Ferrâ, iki kitabı dışında bütün kitaplarını ezberden yazdırmıştır. Bu iki kitabı, “Yafiî ve Yefeâ” ve “MülâzınrT’dır. 9) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-10, sh. 261 10) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 372 İkisi beşyüz sahifedir. Ferrâ’nın çoluk çocuğu Kûfe’de idi. Bir sene boyunca oradan ayrılır, para kazanır. Sene sonunda Kûfe’ye gelir. Orada kırk gün kalır. Çoluk çocuğunun 11) Mir’ât-ül-cinân cild-2, sh. 38 12) En-Nücûm-üz-zâhire cild-2, sh. 185 ihtiyâçlarını te’mîn eder, tekrar Kûfe’den ayrılırdı. FERR Meşhûr Arap dili âlimi. İsmi Yahyâ bin Ziyâd bin Abdullah bin Böylece, zihninin başka şeylerle uğraşmamasını, sadece, yazı Mervân ed-Deylemî, künyesi, Ebû Zekeriyyâ’dır. Ferrâ diye ile uğraşmasını temin etti. Yanında, kâtipleri vardı. O söylüyor, bilinir. 144 (m. 761) senesinde Kûfe’de doğup, 207 (m. 822) onlar da yazıyorlardı. Nihâyet bir kaç senede “Hudûd” isimli târihinde, Mekke-i mükerremeye giderken vefât etmiştir. eserini meydana getirdi. Kûfelilerin en büyük nahiv, lügat ve edebiyat âlimi idi. Kays bin Kebî’, Hâzim bin Hüseyn el-Basrî, Ali bin Hamza el-Kisâî, Ebü’l-Ahvâs, Ebû Bekir bin Iyâş gibi âlimlerden istifâde etti. Ondan da Seleme bin Âsım, Muhammed bin Cehm, es-Semrî derslerini dinleyip, rivâyetlerde bulunmuştur. Bu kitabı bitirdikten sonra, “Meânî” adlı eserini yazdırdı. Bu kitabı yazmak için gelenler arasında, büyük âlimler de vardı. Bu kitabı, Ferrâ’nın yanında bitirinceye kadar yazdılar. Ferrâ, bu kitabı, ders olarak da okuttu. Ferrâ, ikinci defa yazdırmaya başladığı “Meânî” kitabını daha geniş ele almış, yalnız “Hamd” Ferrâ aynı zamanda, fıkıh ve kelâm âlimi idi. O Mu’tezile kelimesi için yüz sahifelik bir açıklama yapmıştır. Ferrâ’nın fırkasına hiç meyl etmemişti. Kitâb-ül-Meânî’yi yazmasının sebebi, şöyle anlatılır: Talebelerinden Ömer bin Bükeyr, Ferrâ’ya bir mektûb yazdı. Büyük Arap dili âlimi Ebû Abbâs Sa’leb, “Eğer Ferrâ olmasaydı, Arapça olmazdı” diyerek onun Arapçaya yapmış olduğu hizmetleri ifâde etmiştir. Ferrâ, Bağdâd’da Me’mûn ile görüşmek istediği bir gün, Sümâme bin Eşres en-Nümeyrî ile karşılaştı. Sümâme, Me’mûn’un yanına gidip gelen kimselerdendi. Sümâme, burada Ferrâ ile tanışmasını şöyle anlatır: “Onunla orada oturdum. Lügat bilgisini yokladım, onu deniz gibi buldum. Nahiv bilgisinden sordum, onda da eşine az rastlanır gördüm. Fıkıhtan sordum, âlimlerin ihtilâflarını bilen iyi bir fakîh (fıkıh âlimi) olarak buldum. O, tıb ilmini, Arapların târihlerini, şiirlerini ve muharebelerini de çok iyi biliyordu. Bütün bu mevzûlarda onu imtihan ettikten sonra, sanıyorum sen Ferrâ’dan başkası değilsin, dedim. O da “Evet ben Ferrâ’yım” dedi. Sonra ben Halife Me’mûn’un yanına girdim. Ferrâ’yı anlattım. Me’mûn, Ferrâ’yı çağırtıp, onunla görüştü. Me’mûn, Ferrâ ile görüşmesi sırasında, ona nahivin (Arapçanın gramerinin) ana kaidelerini ve Araplardan duyduklarını bir araya getirip, yazmasını emretti. Ferrâ’ya bir çok imkânlar verdi. Ona müstakil bir yer tahsis etti. Yanına bütün ihtiyâçlarını temin edecek hizmetçiler gönderdi. Bu mektûbunda dedi ki: “Burada vâlimiz olan Hasan bin Sehl ile irtibâtım var. Yanına gidip geliyorum. Bana, Kur’ân-ı kerîm ile ilgili suâller soruyor. Ben de cevap veremiyorum. Bana müracaat edebileceğim bir kitap yazıverirseniz çok iyi olur” dedi. Ferrâ, mektûbu okuyunca, talebelerini topladı. Size Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı bir kitâb yazdıracağım. Ben söyliyeceğim siz yazacaksınız, dedi. Bir gün ta’yin ettiler. O günde bütün talebeleri ve yazmak istiyenler mescidde toplandı. Ferrâ orada, ezanları okuyan ve aynı zamanda kurrâdan olan birisine, “Sen okumaya başla” dedi. Müezzin, Fâtiha-i şerîfeyi okudu. Ferrâ da tefsîrini yaptı. Bu şekilde Kur’ân-ı kerîmin sonuna kadar, birisi Kur’ân-ı kerîmi okudu. Ferrâ da tefsîrini yaptı. Böylece bin yaprak tutan bir tefsîr meydana geldi. Ferrâ, Hâlife Me’mûn’un isteği üzerine, iki oğluna nahiv (gramer) dersi veriyordu. Yine bir gün Ferrâ dersini vermiş, bir ihtiyâcı için kalkıp gidecekti. Bunu gören Me’mûn’un iki oğlu, hemen koşup, Ferrâ’nın ayakkabılarını çevirmek istediler. Bu sırada ikisi ben vereceğim diye aralarında münâkaşa ettiler. Nihâyet her biri nalınlardan birisini Vermek üzere anlaştılar. Me’mûn, çocuklarının, Ferrâ’ya ayakkabılarını takdim ettikleri, Ferrâ, kendisinden bir şey öğrenmek istiyenlere faydalı olmak hattâ bunun için aralarında münâkaşa bile ettikleri haberini için, evi tarafında bulunan mescidde otururdu. aldı. Ferrâ’ya haber gönderip çağırttı. Ferrâ, huzûra girince, Me’mûn ona: “Zamanımızda en üstün kim?” diye sordu. Ferrâ, şimdi makam ve mevkice sizden daha üstün birisini bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Me’mûn, “Duyduğumuza göre benim çocuklar, ayakkabılarını çevirmek için birbiriyle münâkaşa edip, sonunda her birisi senin bir nalınını takdim etmek üzere anlaşmışlar” dedi. Ferrâ, Me’mûn’a şöyle cevap verdi: “Ey mü’minlerin emîri! Onları bundan menetmek istedim. Ancak, kalblerinin kırılmasından korktum. Ayrıca, yapmak istedikleri bir iyiliğe de mâni olmak istemedim. Hem Ferrâ, iki kitabı dışında bütün kitaplarını ezberden yazdırmıştır. Bu iki kitabı, “Yafiî ve Yefeâ” ve “MülâzınrT’dır. İkisi beşyüz sahifedir. Ferrâ’nın çoluk çocuğu Kûfe’de idi. Bir sene boyunca oradan ayrılır, para kazanır. Sene sonunda Kûfe’ye gelir. Orada kırk gün kalır. Çoluk çocuğunun ihtiyâçlarını te’mîn eder, tekrar Kûfe’den ayrılırdı. Ferrâ vefâtına yakın; ömrümün sonuna geldim. Hâlâ “hattâ” kelimesi üzerinde sorum var. Çünkü bu kelime hem cer, hem ref ve hem de nasb işlerini yapıyor, demiştir. sonra, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) Resûlullah efendimizin torunları Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in bineklerine İbn-i Enbârî “Ferrâ’nın Arapçadaki ilmi, sözü bu husûsta binmeleri için üzengileri tutunca, oradan birisi, sen onlara mı uzatmaya ihtiyâç bırakmıyacak kadar meşhûrdur.” hizmet ediyorsun, halbuki sen onlardan yasça daha büyüksün, deyince, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), ona: “Sus öyle söyleme. Fazîlet sahibinin fazîletini, fazîlet ehli bilir. Sen bilmezsin” demiştir. Me’mûn, Ferrâ’dan bu sözleri dinleyince, “Eğer sen benim çocukları, ayakkabılarını sana vermelerinden alı koy saydın, seni kınayacak ve azarlayacaktım Onların sana karşı yaptıkları bu hürmetleri onların kıymetini düşürmez, aksine şereflerini arttırıp, asâletlerini ifâde eder. Kişi, her bakımdan büyük de olsa, şu üç kimseye karşı büyük olamaz. Ferrâ’nın eserleri: Dört cildden meydana gelen bir tefsîri vardır. Arapçaya hâkim olduğundan, tefsîrinde bu husûsiyet açık bir şekilde görülmektedir. Bu tefsîrin bir nüshası İstanbul’da Süleymâniye Kütüphânesinde mevcûttur. Diğer eserleri: “El-Maksûr, ve’lMemdûd”, “El-meânî”, Buna “Meân-il-Kur’ân” denir. ElMüzekker ve’l-Müennes, “El-lügât”, “El-Fâhir”, “El-Cem’ ve’tTesniye fil-Kur’ân”, “El-Hudûd”, “Müşkü-ül-Lugâ” “el-Vâv”dır. Bunlar; sultan, baba ve hoca. İnsanın bu üçüne tevâzu göstermesi gerekir. Ben, sana yaptıkları hürmetten dolayı onlara yirmibin dinar verdim. Sana da, onları güzel terbiye ettiğinden dolayı onbin dinar veriyorum” dedi. Ferrâ, tevâzu sahibi bir zât idi. Yine zamanın meşhûr âlimlerinden Kisâî’ye çok hürmet ederdi. Halbuki, Kisâî’den, 1) El-A’lâm cild-8, sh. 145 2) Târih-i Bağdâd cild-14, sh. 149 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-11, sh. 212 4) Vefeyât-ül-a’yân cild-6, sh. 176 nahiv (Arapça gramer) ilminde daha âlim idi. Hattâ, Seleme 5) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 19 bin Âsım, “Ferrâ’nın, âlim olduğu halde Kisâî’ye hürmet 6) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 333 göstermesine şaşıyorum” demiştir. 7) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 178 8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2 sh. 366 9) El-Bidâye ve’n-nihâye cild-10, sh. 261 10) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 372 11) Mir’ât-ül-cinân cild-2, sh. 38 12) En-Nücûm-üz-zâhire cild-2, sh. 185 istilâ edip Zebîd şehrine hâkim olunca, bu beldenin bütün fakîhlerini (büyük âlimlerini) vakıflar idâresinde görevlendirdi. Fetâ’l-Yemânî’yi ise, en önde tutup, ona ikramlarda bulunarak, vakıflarda onu yüksek bir vazîfeye ta’yin etti. Buradan aldığı maaş kendisine ve çoluk-çocuğuna yetiyordu. O, bu vazîfesi ile beraber, Nizâmiyye’deki derslerinde Şemseddîn Yûsuf elMukrî’ye yardımcılık yapardı. Sonra kendisine, Hekâriyye Medresesi’nde müderrislik vazîfesi verildi. Bu görevinde çok FETÂ’L-YEMÂNÎ (Ömer bin Muhammed) başarılı oldu. Talebeler ondan çok faydalandılar. Çeşitli beldelerden ona gelip ilim tahsil edenler arasında sayısız Yemen’de yetişen Şafiî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Ömer bin fakîhler yetişti. Talebeleri çok arttı. Çok uzak yerlerden ona Muhammed bin Ubeyd el-Eş’arî ez-Zebîdî’dir. Neseb ve i’tikâd fetvâ sormaya gelirlerdi. yönünden İmâm-ı Eş’arî hazretlerine bağlıdır. “Fetâ’l-Yemânî” lakabı ve nisbeti ile meşhûr oldu. Babasının lakabı da aynı idi. Sultan Ali bin Tâhir, onu evkaf idâresi emirliğine ta’yin etti. O 801 (m. 1398) senesinde Yemen’in Zebîd beldesinde doğup da, bu vakıf mallarını çok güzel idâre edip, ancak hakkı büyüdü. Lakabı Sirâcüddîn ve künyesi de Ebû Hafs idi. 887 olanlara sarf etti. Ayrıca mescidde müezzinlik de yapardı. (m. 1482) senesi Safer ayında Yemen’de vefât etti. Abdullah Âlimlerin ve halkın, ona çok hürmet ve saygısı vardı. Onun ve Muhammed isminde iki oğlu, kendisinden sonra; evkaf emirliği, Sultan İbn-i Tâhir’in vefâtına kadar devam etti. Abdürrahmân ise, kendisinden önce vefât etmişti. O vefât edince, kardeşinin oğlu Abdülvehhâb bin Dâvûd, Yemen’in idâresini eline aldı. Bu emîr, Evkaf idâresini ondan Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi öğrenip ezberledi ve çok çeşitli alıp, yerine başkasını ta’yin etti. O da bundan sonra, sâdece kitapları mütâlâa etti. İlk defa, beldesinin büyük fıkıh âlimi medresede ders okutmak, fetvâ vermek ve eser yazmak Muhammed bin Sâlih ile ders okumaya başladı. Onun çok hizmetleriyle meşgûl oldu. Bu işlerine hiç ara vermedi. Hattâ duâsını aldı. Bu hocası, her duâsının kabûl olunduğu bir zât zayıfladığından, yürümeye takati olmadığı zamanlarda, binek olarak tanınmıştı. Onun duâsının bereketiyle ve duâsının üzerinde ders okutmaya giderdi, İbn-i Atîfi’den sonra, Sultan meyveleri olarak, kısa zamanda çok ilme sahip oldu. Emsalleri Abdülvehhâb, onu kendi yaptırdığı medreseye ta’yin etti. arasında pek yükseldi. Sonra Kemâleddîn Mûsâ bin Muhammed ed-Dicâ’î’den “Minhâc” kitabını okudu ve ondan Eserlerinden başlıcaları şunlardır: meşhûr fıkıh kitaplarından çok şey dinleyip öğrendi. 826 (m. 1423) senesinde, İbn-i Acîl-il-Yemânî’nin beldesindeki Şeref 1- Mühimmât-ül-mühimmât fî ihtisâr-ir-Ravda: Esnevî’nin bin el-Mukrî’nin yanına gidip, ondan “İrşâd” kitabını ve şerhini “Mühimmat” kitabının muhtasarıdır. Çok güzel bir ihtisar okudu. Hattâ kendisi de bunları nazım hâline getirdi. Hocası (kısaltma, özetleme) olup, onda “Ravda” kitabına âit olanlarla da, buna nazım ile çok güzel cevap vermiştir. Uzun zaman, bu yetindi. Özellikle Esnevî’nin ele aldığı bahislerin üzerinde hocasından ayrılmadı ve ondan çok istifâde etti. Hayâtında ilk durdu. Ayrıca ona birçok ilâveler yaptı. Çok kerreler, bu eser defa ilmî yolculuk için memleketinden ayrıldı. Zebîd’in, bir kendi yanında okundu. İfâdeleri mükemmel olup, mühim günlük doğusunda bulunan bir beldeye geldi ve onun mes’elelerdeki nükteleri pek manidardır. köylerinden birinde kaldı. Bir müddet orada bulunup, çok kimseler ondan istifâde ettiler. Sonra başka köye geçti. Bu köyde “Mişrâh” diye tanındı. O köyde, fıkıh ilminde yüksek olan bir hanımla evlendi. Uzun zaman burada kalıp, ilim 2- El-İbrîz fî tashîh-ıl-Vecîz. 3- El-İlhâm limâ fir-Ravdati li-Şeyhihî minel evhâm. öğretmek ve kitap yazmakla meşgûl oldu. Hocası hayatta 4- Envâr-ül-envâr li-amel-il-ebrâr: Erdebîlî’nin, fıkıh ilmine dâir iken, zamanı hep böyle geçti. Çeşitli beldelerden çok sayıda yazdığı eserinin şerhidir. talebe gelip ondan ilim tahsil etti. Sultan Ali bin Tâhir, Yemen’i 5- Takrîb-ül-muhtâc ilâ zevâid-i Şerh-i İbn-il-Mülakkın alel- Cezerî’nin “Ed-Dürre”sini, fıkıh ilminde “Hâvî” kitabını, İbn-i Minhâc. Hâcib’in “Kâfiye” ve “Şâfiye” kitaplarını ezberledi. Bir zaman vâ’izlerle beraber dolaştı. Sonra bundan vazgeçerek, İbn-i 6- Es-Safâde fî şerh-i Zevâid-il-acâle li-İbn-il-Mülakkın. Onun, hocasını öven beyitleri de çok meşhûrdur. Fıkıh ilminde, üstün bir yeri olan Fetâ’l-Yemânî’den, Yemen âlimleri çok istifâde ettiler. Yemen’de yetişen fakîhlerin çoğu onun talebeleri ve dostları arasından çıktı. Talebelerden zekî olanları, asrındaki meşhûr fakîhlere bu hocalarını tercih etmişlerdi. O, Yemen fakîhlerinin kutbu olmuştu. Ahlâkının güzelliği, şefkat ve merhametinin çokluğu, herkese iltifât gösterip tatlı dil ve güler yüzle karşılaması, onu bu dereceye yükseltmişti. Cezerî’den kırâat öğrendi. Onun huzûrunda Kur’ân-ı kerîmi, “Nahl” sûresine kadar okudu. İbrâhim bin Muhammed elHancî’nin derslerine devam etti. Onun huzûrunda, Nevevî’nin “Ezkâr” adlı eserinin muhtasarını ve daha birçok kitabı okudu. 827 (m. 1424) senesine kadar bu zâtın derslerine devam etti. Yine Seyyid bin Safi’den, Seyyid Nûreddîn el-İcî’nin oğullarından ilim öğrendi. Özellikle bu zâtın iki oğlundan çok istifâde etti. Bunlardan başka Kıvâmüddîn Muhammed bin Gıyâsel-Kâzerûnî’den de ilim tahsil etti. 830 (m. 1426) senesinde Şihâbüddîn Ebü’l-Mecd Abdullah bin Meymûn elKirmânî ile karşılaştı. Bu zât, “Şihâb-ül-İslâm” diye bilinirdi. Fadlullah Türpüştî’nin “Erba’în” kitabını ve başka kitapları okutmak için icâzet aldı. Hac ibâdetini yerine getirmek maksadıyla Hicaz’a gitti. Mekke ve Medine âlimlerinden çok 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 313 istifâde etti. Medine’de Ravda-i Nebeviyye’de Cemâleddîn Ebü’l-Berekât Kâzerûnî’den birçok şeyler okudu. Yine orada 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-6, sh. 132, 135 Muhib el-Matari, Ebü’l-Feth el-Merâgî, Necmeddîn Sekkâkînî’den de ilim öğrendi. “Bânet Suâd”, “Bürde” 3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 794 4) Keşf-üz-zünûn sh. 187, 196, 613, 919 5) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 123, 610 kasidelerini, “Selâsiyât-ül-Buhârî”yi okudu. Nûreddîn Ali bin Muhammed el-Mahallî ve Zeynüddîn bin Iyâş ona icâzet verdiler. “Buhârî” kitabının bir kısmını Ebü’s-Se’âdât bin Zâhireden okudu, hadîs-i şerîf dinledi. Cemâleddîn Muhammed bin İbrâhim bin Ahmed el-Mürşidî ile karşılaştı. Ondan “Şâtıbiyye”, “Râiyye” ve Dânî’nin “Hutbet-üt-Teysîr” isimli kitabları okudu. FETHÎ (Hüseyn bin Hasen) Daha sonra memleketine döndü. Orada Muhammed bin Şeref Abdürrahîm bin Abdülkerîm Cerhî’den “Selâsiyât-ül-Buhârî” Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Hüseyn bin okudu. Bir kısmını okutmak için icâzet aldı. Bundan başka İbn- Hasen bin Hüseyn bin Ali bin Muhammed bin Hasen el-Gâzî i Cezerî’nin Erba’în kitabını okudu. Nevevî’nin “Erba’în” isimli bin Ahmed’dir. Künyesi Ebû Muhammed veya Ebû Abdullah, hadîs kitabını dinledi. İkinci defa hacca gitti. 842 (m. 1438) nisbeti Şîrâzî’dir. “Fethî” diye meşhûrdur. 814 (m. 1411) senesinde Cemâleddîn Kâzerûnî’den “Muvattâ”nin bir kısmını, senesinde Şîrâz’da doğdu. Muharrem ayında, 895 (m. 1489) Sünen-i Nesâî’yi, “Kütüb-i Sitte” diye bilinen hadîs kitaplarını senesinde vefât etti. ve Kâdı Iyâd’ın “Şifâ” kitabının tamâmını okudu. 847 (m. 1443) senesinde Dâre Kutnî, hadîs kitabının tamâmını okudu. Daha annesinin karnında iken, babası ile annesi Cüneyd el- Bunların yanında İbn-i Seyyidinnâs’ın “Sîret-i Nebeviyye”, Kâzerûnî’nin bulunduğu Şîrâz köylerinden olan Balyân’a Beyhekî’nin “Delâil-ün-Nübüvve” adlı eserlerini Ravda-i gittiler. Kâzerûnî ( radıyallahü anh ), ona hayr ve bereketle Nebeviyye’de okudu. Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”ine duâ etti. Şîrâz’da büyüdü. Burada Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. yazılan “Zevâid”i de okudu. 843 (m. 1439) senesinde Mısır’a İmâm-ı Nevevî’nin “Erba’în” adlı eserini, “Şâtıbiyye”yi, İbn-i gitti. Kâhire’de Alâüddîn bin Hatîb Nâsırî’den hadîs dersleri aldı. Muhammed bin Nasrullah Hanbelî’den, Nesâî’nin Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîmi okumaktan ve insanlara “Sünen-i Sugrâ” isimli eserini okudu. Zeynüddîn Zerkeşî’den öğretmekten hiçbir zaman geri durmadı. Gecesini, gündüzünü, “Sahîh-i Müslim”i okudu. Mısır’da bunlardan başka daha bütün vakitlerini ilim öğrenmek, ibâdet etmek, Kur’ân-ı kerîm birçok âlimden hadîs-i şerîf ve kırâat okudu. 844 (m. 1440) okumak ve bildiklerini Allahü teâlânın rızâsı için insanlara senesinde Kudüs’e gitti. Beyt-ül-makdîs’i ziyâret etti. Burada öğretmekle geçirdi. Kâdı Şemseddîn Muhammed bin Muhammed bin Ömer bin elUsr ona icâzet verdi. Şemseddîn Muhammed bin Halîl’den de kırâat ilmi aldı. 1) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-3, sh. 139, 144 Zamanının büyük âlimi ve zahidi. Şihâbüddîn bin Rislân hazretlerinin sohbetlerine kavuştu. Bu büyük Velî’nin hizmetinde bulunarak, ma’nevî makamlara kavuştu, tasavvuf yolunda ilerledi. 844 senesi Şa’bân ayında Kâhire’ye geri döndü. Hac mevsiminde hacca gitti. Mekke ve Medine’de FETHULLAH EVDEHÎ Takıyyüddîn bin Fehd, Zeynüddîn Emyûti, Şemseddîn Hindistan da yetişen İslâm âlimlerinin ve evliyânın Muhammed bin Yûsuf, Şemseddîn Muhammed Şüşterî’den büyüklerinden. Fethullah Evdehî diye tanınır. Dehlî hadîs-i şerîf dersleri aldı. Hicaz’dan Kâhire’ye gelip, bir âlimlerindendir. Doğum ve vefât târihleri kat’î olarak tesbit müddet burada ikâmet etti. İbn-i Hacer Askalânî’nin derslerine edilememiş ise de, onuncu asrın başlarında vefât ettiği devam etti. İbn-i Hacer’den “Emâlî” kitabını yazdı, rivâyetlerini bilinmektedir. ve eserlerini nakletme izni aldı. Dârimî’nin ve Dâre Kutnî’nin “Müsned”lerini, “Kütûb-i Sitte”nin bir kısmını, İmâm-ı Mâlik’in Önceleri uzun seneler Dehlî Câmii’nde ders verip ilim öğretti. “Muvattâ” ve İmâm-ı Şafiî’nin “Müsned”ini okudu. “El-İntisâr li- Bundan sonra Şeyh Sadreddîn Hakîm’in talebesi oldu. Onun İmâm-il-Emsâr” isimli kitabı da ondan dinledi. Hatîb-i yanında ve hizmetinde bulunup, tasavvuf yolunda ilerledi. Bağdâdî’nin “El-Kifâye”si, “Şerh-un-Nûhbe”, “Tahrîc-ül- Kalbi, Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesinden Keşşâf”, “Bülûg-ül-Merâm” gibi eserler de okuduğu kitaplar temizlenip, bâtın ilminin yüksekliklerine kavuştu. Bu yolun arasındadır. İbn-i Hacer Askalânî onu çok severdi. İbn-i büyüklerinden, önde gelenlerinden oldu. Çeştiyye yolunda Hacer’den sonra birçok defa Kâhire’ye geldi. Orada Emîr kemâle geldi. Özbek Zâhirî’den çok iltifâtlar gördü. 888 (m. 1483) senesinde Beyt-ül-hitâbe’de ikâmet etti. Kulaklarından rahatsızlandı. İmâm-ı Rabbânî’nin babası Abdülehad hazretlerinin hocası Şam’a da seyahati oldu. Şam’da el-Burhân el-Bâûnî’den ilim olan Abdülkuddûs bin Abdullah, bu Fethullah Evdehî öğrendi. Bir müddet de Mekke’de ikâmet etti. Oradan hazretlerinin talebesidir. Fethullah Evdehî, pekçok talebe Hindistan’a gitti. Mekke, Medine ve Kâhire’ye son gidişinde, yetiştirdi. Talebelerinin önde gelenlerinden olan Şeyh Kâsım ondan ba’zı kimseler hadîs-i şerîf dinlediler. Pekçok kimse, Evdehî, hocasından ve diğer büyüklerden duyduğu şeyleri ondan kırâat ilmi öğrendi. toplayarak, Âdâb-üs-sâlihîn isimli bir eser meydana getirdi. Bu eserde şöyle yazmaktadır “Bu Çeştiyye yolunun büyüklerinin, Nâzik bir zât idi, çok iyilik severdi. İnsanların dîne uymayan halîfelerine ve talebelerine vermeyi âdet edindikleri; seccade, işlerinde, onları tatlı bir şekilde ikâz ederdi. Kur’ân-ı kerîm ve tarak, tesbih, baston, makas, iğne, ibrik, kâse, tuzluk, leğen, hadîs-i şerîfleri çok tatlı okurdu. Çok hadîs-i şerîf topladı. güğüm, ayakkabı ve na’lın gibi şeylerin herbirinin ayrı bir Kırâat ilminde çok derin bilgi sahibi idi. Kendi yazısıyla birçok ma’nâsı vardır. Seccade; tâat, ibâdet ve istikâmete (doğru kitap yazdı, ömrünün son zamanlarını büyük oğlunun yanında yola sımsıkı sarılmaya), tesbih; kalbin cem’iyyetinde meydana geçirdi. Bir müddet hasta olarak yaşadıktan sonra, Muharrem gelen dağınıklık ve perişanlığı toparlayıp, hakiki meşgûliyet ile ayında vefât etti. meşgûl olmaya, tarak; şerrin, kötülüğün, çirkinlik ve fazlalığın defedilip atılmasına, baston; hakiki var ve bir olan Allahü teâlâya dayanıp, yalnız O’na güvenmeye makas; Allahü Fethullah Şirvânî ile, doğu İslâm dünyasındaki yüksek teâlâdan başka şeylerle olan meşgûliyetleri kesip, emelleri matematik bilgileri, Anadolu’ya taşındı, Ali Kuşçu ile kemâle kısa yapmaya, iğne; sûret (görünüş) ile ma’nâyı birbirine geldi. Ali Kuşçu da, Fethullah Şirvânî gibi Kâdızâde-i Rûmî’nin iliştirmeye işâret ve alâmettir. Ama iğneyi ipliksiz vermezler. talebesi idi. İbrik ve kâse; fukara ve misâfire ekmek ve su ikram etmeye, tuzluk, leğen ve güğüm; sofraya, ya’nî dervişlerin sofrasının Birçok eserin yazarı olan Fethullah Şirvânî, her İslâm âlimi ona havale edildiğine alâmettir. Ayakkabı ve na’lın; sağlam gibi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için durmadan çalıştı. adım atmaya işârettir.” Pekçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Sa’dedîn Teftâzânî hazretlerinin “Telvîh” adlı eserine bir haşiyesi, Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin ( radıyallahü anh ) “Mevâkıf”ının, Allahü teâlânın varlığı, birliği ve sıfatları ile ilgili “İlahiyat” 1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 174 kısmına bir haşiyesi, matematikten “Eşkâl-i te’sîse” şerhi ve “Çağmînî’nin şerhi”ne de bir haşiyesi vardır. FETHULLAH ŞİRVÂNÎ 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 125 Kelâm, fıkıh, matematik ve astronomi âlimi. Siirt yakınlarında 2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 392 Şirvan’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Doğum yerinden dolayı Şirvânî nisbet edildi. 857 (m. 1453) yılında 3) Tâc-üt-tevârih Kastamonu’da vefât edip, oraya defnedildi. 4) Kâmûs-ül-a’lâm Anadolu’da temel din bilgilerini öğrenip, yardımcı ilimlere vâkıf olan Fethullah Şirvânî ( radıyallahü anh ), Şîrâz’a gidip Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretlerinden ilim öğrendi. Din ve fen bilgilerinde kendisini yetiştirdi. Kelâm ve fıkıh bilgilerinde âlim oldu. Semerkând’a gitti. Orada Timur Hân’ın torunlarından Uluğ Bey’in yaptırmış olduğu meşhûr medresede ders gördü. Kâdızâde-i Rûmî’den astronomi ve matematik bilgilerini en FETTENÎ (Muhammed Tâhir) geniş şekilde öğrendi. Semerkand’da zamanın büyüklerinden Hindistan’da yetişen hadîs âlimlerinden. İsmi, Muhammed feyz alıp tasavvufta da yetişti. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) Tâhir’dir. Lakabı Melik-ül-muhaddisîn’dir. Fettenî nisbetiyle güzel ahlâkı ile içini süsleyip, Allahü teâlânın emir ve meşhûr olmuştur. Hindistan’ın Kücerât eyâletinde bulunan yasaklarına uymakla da amellerini güzelleştirdi. Memleket Fetten kasabasında, 910 (m. 1504) senesinde doğdu. 986 (m. hasreti ağır basıp, Anadolu’da Allahü teâlânın dînine hizmet 1578) senesinde Fetten yakınlarında Ücceyin denilen yerde etmek gayesiyle Kastamonu’ya geldi. Orada Candaroğlu Bevheriler (karamita fırkası) tarafından şehîd edildi. Fetten’de İsmâil Bey’in hürmet ve teveccühüne mazhar olup, bizzat medfûndur. İsmâil Bey’e ders vererek ilim öğretti. Orada yerleşti. Niksarlı Muhyiddîn Mehmed bin İbrâhim de, talebelerinin Fetten’de büyüdü, henüz büluğ çağına gelmeden Kur’ân-ı meşhûrlarındandı. İsmâil Bey, Niksarlı Muhyiddîn Mehmed kerîmi ezberledi. Zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri için, Kastamonu’da İsmâil Bey Medresesi’ni yaptırdı. tahsil etti. Onbeş sene müddetle ilim tahsiliyle meşgûl oldu. Memleketinde ilmin yayılmasına, İslâmiyetin öğrenilmesine Birçok ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. Zamanında Kücerât yardımcı oldu. âlimleri arasında ondan daha yüksek kimse yoktu, özellikle hadîs ilminde yüksek ihtisas sahibi oldu. Sonra Harameyn’i ziyâret edip hac ibâdetini yaptıktan sonra; Şeyh Hasen el- 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 100 Bekrî, İbn-i Hacer el-Heytemî, Ali bin Irak, Ali el-Müttekî ve Cârullah bin Fehd’den hadîs ilmini okuyup, hadîs-i şerîf nakl etti. Aden’e gidip, Şeyh Seyyid Abdullah el-Ayderûsî’den tasavvuf ilmini öğrendi ve ondan feyz alıp, ma’nevî derecelere kavuştu. Babası vefât ettiği zaman, ona çok mal ve servet miras kaldı. O malları, ilim tahsili yapan kimselere sarf etti. Anlatılır ki: “Talebe okutan hocalara haber gönderip, çalışkan 2) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 410 3) Keşf-üz-zünûn sh. 1599 4) El-A’lâm cild-6, sh. 172 5) En-Nûr-us-safîr sh. 323 ve zekî olan talebelerin kendisine gönderilmesini isterdi. Hocaların gönderdiği talebeye; “Hâlin nasıldır?” diye sorar, eğer zengin ise; “Oku, ilim öğren, Allahü teâlâ feyzini arttırsın” diye duâ eder, fakir ise; “Oku, ilim öğren, maddî sıkıntılarını FEYRÛZ BİN DEYLEMÎ ( radıyallahü anh ) düşünme, senin ve bütün ailenin geçimini üzerime alıyorum. Gönlün rahat olsun, ilim tahsiline devam et” derdi. Fakirlerden Yemenli sahâbî. Ebû Dahhak ve Ebû Abdillah künyeleri vardır. ve güçsüzlerden kendisine gelen herkese bu şekilde yapardı. Hazreti Osman zamanında Yemen’de vefât etti. Aslen Onlara ilim tahsil etme vazîfesini verirdi. O kimselerden, çeşitli Fârisî’dir. Kisra’nın, Habeşlileri Yemen’den çıkarmaları için ilimlerde ihtisas sahibi birçok âlimler yetişti. Bütün malını bu Seyf bin Zî Yazen’le beraber Yemen’e gönderdiği Farsların şekilde sarf etti. Mekke-i mükerremeden döndükten sonra, (İranlıların) çocuklarındandır. sapık karamita fırkası mensûplarıyla münâzaralar edip, sapıklıklarından vazgeçirmeye çalıştı. Fakat kabûl etmediler. Onların küfürlerine hükmetti ve devrin sultânına fitnelerini önlemesi için şikâyete giderken, yolda çevrilip şehîd edildi. Feyrûz bin Deylemi San’a’da bulunuyordu. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) peygamberliği haberi oraya ulaşınca, hicretin onuncu yılında Medine’ye geldi. Resûlullah’ın huzûruna girip, İslâmı kabûl etti. Peygamber efendimize “Yâ Resûlallah! Biz, Ali Müttekî hazretlerinin rü’yâsında, Resûlullah ( aleyhisselâm uzaklardan çıkıp geldik. Burada müslüman olduk. Bize kim ) efendimiz onun üstünlüğüne işâret etmiştir. yardım edecek” diye sorunca, Resûlullah ( aleyhisselâm )“Allah ve Resûlü” buyurdu. Feyrûz da ( radıyallahü anh ) Anlatılır ki: Muhammed Tâhir Fettenî, ilim öğrenme çağında “Allah ve Resûlü bize kâfî’dir” dedi. iken büyük sıkıntılara düştü. Eğer ilim tahsilini tamamlarsa, Allahü teâlânın rızâsı için ilmin yayılmasına çalışacağını va’d Yine Feyrûz bin Deylemî ( radıyallahü anh ) “Yâ Resûlallah! etti. İlimde yüksek dereceye ulaşınca va’dini yerine getirip, Ben müslüman oldum. Fakat nikâhım altında iki kızkardeş var. ders halkalında birçok büyük âlimler yetiştirdi. Şimdi ne yapacağım” diye sordu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Onlardan hangisini istersen tercih et, onu tut. Muhammed Tâhir el-Fettenî, ilmiyle âmil, geniş ilim sahibi, Hangisini istersen boşa.” buyurdular. şüpheli ve haramlardan kaçınma husûsunda son derece dikkatli, sâlih bir zât idi. Feyrûz ve beraberinde bulunan arkadaşları “Yâ Resûlallah! Biz, üzüm ve içki sahibi kimseleriz. Allahü teâlâ ise içkiyi Birçok kıymetli eserleri vardır. Bunların başlıcaları şunlardır: 1- haram kılmıştır. Bu üzümleri ne yapacağız?” diye Peygamber Mecmâu bihâr-ül-envâr fî garâib-üt-Tenzîl, 2-Tezkiret-ül- efendimize sordular. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm mevzûat, 3- El-Mugnî fî esmâ-ir-ricâl ve letâif-ül-ahbâr, 4- ) “Kurutup, kuru üzüm yapınız” buyurdu. Feyrûz ve Kifâyet-ül-müfarritîn fî şerh-iş-Şâfiiyye. yanındakiler “Biz bunu ne yapalım Yâ Resûlallah” dediler. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Kırba içinde sabah ıslatıp, hoşaf yapıp içiniz, akşamleyin ıslatıp, sabahleyin içiniz.” buyurdular. Feyrûz bin Deylemî ( radıyallahü anh ) bir defasında da bu işten haberi olan Âzad’a işâretle başının nerede olduğunu Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) şöyle sordu: “Yâ sordu. Âzad, Esved’in başını gösterdi. Feyrûz ( radıyallahü Resûlallah! Biz, soğuk bir memlekette yaşıyoruz. Bu yüzden anh ) Esved’in başucuna dikildi. Esved, sarhoş olarak uykuya buğdaydan yapılmış içki içiyoruz. Resûlullah ( aleyhisselâm dalmış ve sarhoşluğu daha geçmemişti. Feyrûz ( radıyallahü ) “O sarhoş ediyor mu?” buyurdular. “Evet, sarhoş ediyor” anh ) Esved’in başını kıvırdı ve kırdı. Gitmek isterken Âzad, “O dedi. O zaman Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Onu daha ölmemiştir” dedi. “Hayır o öldü” dedi. Feyrûz ( içmeyiniz” buyurup, tekrar “O sarhoş ediyor mu?” diye radıyallahü anh ) arkadaşlarının yanına gitti. Olanları anlattı. sordular. Ben de “Evet, sarhoş ediyor” dedim. Bunun Arkadaşları, geri dönüp, başını kesmesini söylediler. Beraber üzerine “Onu içmeyiniz” buyurdular. oraya vardılar. Feyrûz ( radıyallahü anh ) başını keseceği zaman, Esved titremeğe başladı. Feyrûz ( radıyallahü anh ) Feyrûz bin Deylemî’nin ( radıyallahü anh ) müslüman olduğu arkadaşlarına göğsüne oturmalarını, söyledi. Âzad, Esved’in bu yıl, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) Veda Haccını başını tuttu. Esved’den homurdanmalar geliyordu. Boğazı yaptıktan sonra hastalanmışlardı. O sırada Araplar arasında kesilince, şiddetli bir böğürtü duyuldu. Muhafızlar hemen bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı. Bunların ilki, kapıya koştular. Ne var, ne oluyor, diye sordular. Esved’in Benî Ans kabilesinden Esved-i Ansî idi. Asıl ismi Abhele bin hanımı, Ona vahiy geliyor, dedi. Muhafızlar, bir şey demediler. Ka’b’dır. O, kâhin, hafif meşrep bir adamdı. Halka, onları Feyrûz ile arkadaşları, oradan ayrıldılar. O gece yalancı hayrete düşürecek şeyler gösterir, sözleriyle dinliyenlerin Esved-i Ansî’nin öldürüldüğü, Peygamber efendimize ma’lûm dikkatini çekerdi. Esved-i Ansî, peygamberliğini ve meleklerin olmuştu. Ertesi gün, bu hâdiseyi Eshâbına müjdeledi. “Dün kendisine vahy getirdiğini iddia etmeğe başladı. Bir takım gece, yalancı Esved-i Ansî sâlih bir kişi tarafından hilelerle Yemen halkından bir çok kimseyi aldattı. Necran öldürüldü.” buyurdular. Eshâb-ı kiram, “Onu öldüren kim, Yâ ahâlisi de ona tabî oldular. San’a’yı zaptedip, fitne çemberini Resûlallah!” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Feyrûz bin genişletti. Yemen’de bulunan müslüman vâli ve memurlar Deylemî.” cevabını verdiler. Feyrûz bin Deylemînin, Esved’in oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Esved-i Ansî ile ilgili haber, başını Peygamber efendimize getirdiği rivâyet edilir. Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) ulaştı. Yemen’deki İslâm vâlilerine ve oradaki müslümanlara yazı yazdırıp gönderdi. İster onunla çarpışma, ister tuzağa düşürülmesi şeklinde olsun, Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması gerektiğini emir ve tavsiye buyurdular. Hasta olmalarına rağmen, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bu iş üzerinde ehemmiyetle durdular. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bu mesele için müslüman olmıyanlarla da irtibât kurdu. Neticede Esved-i Ansî öldü rülecekti. Esved’in öldürülmesi için, karısı Âzad ile de 1) El-A’lâm, cild-5, sh. 164 2) El-İsâbe, cild-3, sh. 204 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh. 533 4) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-4, sh. 232 5) Üsûd-ül-gâbe cild-4, sh. 371 anlaşıldı. Feyrûz ( radıyallahü anh ) o sırada Yemen’de bulunuyordu. Yanında, iki arkadaşı ile beraber, Esved’in FEYZULLAH EFENDİ yattığı evin duvarını deldiler. Feyrûz ( radıyallahü anh ) arkadaşlarından birisine, içeri girip, öldürmesini söyledi. Osmanlı âlimlerinden ve şeyhülislâmlarından. İsmi Arkadaşı, tehlikeli anlarda, kendisinde titreme meydana Feyzullah’tır. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin soyundandır. Seyyid geldiğini bu işi beceremiyeceğini söyledi. Bunun üzerine olup, Erzurum müftîsî Seyyid Muhammed bin Muhammed’in Feyrûz ( radıyallahü anh ) içeri girdi. Esved’in yattığı odaya oğludur. Pâdişâh ve şehzâde hocalığı ile şeyhülislâmlık yaklaştı. Horladığını duydu. Derin bir uykuya dalmıştı. Esved, vazîfelerinde bulunduğu için, “Câmi-ur-riyâseteyn” ünvanıyla yatağına gömülmüş bir vaziyette idi. Feyrûz ( radıyallahü anh ) tanınmıştır. 1115 (m. 1703) senesinde Edirne’de Yeniçeriler makamına tayin edildi. Onyedi gün bu vazîfede kalıp daha tarafından şehîd edildi. sonra ayrıldı ve Erzurum’a gitti. Yedi yıl kadar memleketinde kaldı. Sultan İkinci Mustafa, 1106 (m. 1694) senesinde tahta Küçük yaşından i’tibâren ilim tahsîline yönelip, babasından ve çıkınca, daha önce hocalığını yapan Feyzullah Efendi’yi dayısının oğlu Molla Abdülmün’im’den; Kur’ân-ı kerîm, İstanbul’a da’vet etti ve şeyhülislâmlık makamına ta’yin etti. Arabça, Farsça lisanlarını, fıkıh usûlü ve fıkıh ilmini öğrendi. Pâdişâhın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. 8 yıl 2 ay 3 gün bu Dayısı, Molla Murtazâ bin İsmâil’den; sarf, nahiv, me’ânî, makamda kaldı. 1115 (m. 1703) yılında Yeniçeriler beyân gibi edebi ilimleri ve fen ilimlerini tahsil etti. Daha sonra ayaklandılar. Bu sırada pâdişâh ve şeyhülislâm Edirne’de Vânî Mehmed Efendi’den; tefsîr, mantık, matematik, geometri bulunuyordu. Edirne Vak’ası diye bilinen büyük ayaklanma ve astronomi ilimlerini öğrendi. Muhammed Zâhir İbni sonucunda, yeniçeriler tarafından çok eziyet edilerek şehîd Abdullah el-Magribî’den hadîs ilmini okudu. İlmî yüksekliği edildi. Edirne’deki malları ve evi, isyancılar tarafından yağma hertarafta duyuldu. Bu sırada İstanbul’a yerleşen hocası Vânî edildi. Oğulları Yedikule’ye habs edildi. Mehmed Efendi’nin da’veti üzerine, 1074 (m. 1663) senesinde İstanbul’a geldi Vanî Mehmed Efendi’nin kızı Ayşe hâtunla Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin evlendi. Şeyhülislâm Minkâri-zâde Yahyâ Efendi’nin âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Keskin zekâya hizmetinde bulunup, onun yanında mülâzım (stajyer) olarak sahip idi. Allahü teâlânın dînine bağlı, ilmiyle âmil idi. Kendisi, vazîfe yaptı. 1678 (m. 1667) senesinde hac ibâdeti için aslen Erzurum’un asil âilelerindendir. İlmî üstünlüğü yanında Hicaz’a gitti. Hac ibâdetini ifâ edip, sevgili Peygamberimizin hat san’atı ile uğraşmış idi. Nesih stilinde güzel yazı yazardı. kabr-i şerîfini ziyâret etti. Orada bir müddet mücavir olarak Cömert ve kerem sahibi olan Feyzullah Efendi; Erzurum, Şam, kaldı. Hac dönüsünde Yenişehir’e gelip, kayınpederi Medine ve İstanbul’da, dâr-ül-hadîs, câmi, medrese ve tarafından pâdişâhın huzûruna çıkarıldı. kütüphâne gibi hayırlı eserler yaptırmış idi. Pâdişâhla birlikte 1080 (m. 1669) senesinde Selânik’e gidip, Feyzullah Efendi’nin, vakfa dayalı olarak bıraktığı hayır aynı sene içinde Şehzâde Mustafa’nın vefât eden hocası eserleri şunlardır: 1- Erzurum’da yaptırdığı “Feyziyye Seyyid Muhammed Efendi yerine şehzâde hocalığına ta’yin medresesi” ile “Dâr-ül-kurrâ” ve bir “Câmi”. Halk arasında edildi. Bundan sonra sırasıyla, 1081 (m. 1670) senesinde “Kurşunlu Câmii ve Medresesi” olarak bilinir. 2-Şam’da Haydarpaşa, aynı sene içinde Üsküdar’da Mihrimah Sultan, yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”, 3-İstanbul’da içinde nâdir kitapların Fâtih’de Sahn-ı semân medreselerinde müderris olarak bulunduğu bugün Millet Kütüphânesi adıyla hizmet gören vazîfelendirildi. 1083 (m. 1672) senesinde Ayasofya kütüphânenin de yer aldığı Feyziyye Medresesi. 4-Edirne’de Medresesi müderrisliğine, 1084 (m. 1673) senesinde Cebehâne yakınında gördüğü rü’yâ üzerine yaptırdığı bir sebil, Süleymâniye Dâr-ül-hadîsine ve Sultan Ahmed Medresesi’ne çeşme. 5- İstanbul’da yaptırdığı Fevziyye Medresesi’nin dış müderris ta’yin edildi. 1089 (m. 1678) senesinde Rumeli kadı- duvarına bitişik hazneli (sarnıçlı), nefis mermer kitâbeli çeşme. askerliği pâyesiyle Şehzâde Üçüncü Ahmed’in hocalığına 6- Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Cin’i ta’mir ettirmiştir. 7- tayin edildi. 1097 (m. 1686) senesinde bir mes’eleden dolayı Medîne-i münevvere de bir medrese, bir kütüphâne ve bir bu vazîfeden alındı. Ancak pâdişâh konuyla ilgili olarak yaptığı muallimhâne inşâ ettirmiştir. araştırmada Feyzullah Efendi’nin suçsuz olduğunu anladığından vazîfesine iade edildi. 1097 (m. 1685) senesinde Feyzullah Efendi’nin yaptırdığı kütüphâne vakfiyesinden bir vefât eden Es’âd-zâde Seyyid Mehmed Efendi’nin yerine kısmı Feyzullah Efendi’nin ilme ve dîne hizmetini çok iyi Nakîb-ül-Eşrâflığa (sevgili peygamberimizin soyundan gelen anlattığından aşağıya alınmıştır: seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen kimse) ta’yin olundu. “... Müfredat defteri mucibince, vakfe tamamen riâyet ederek Yeniçerilerin ayaklanması üzerine tahttan indirilen Dördüncü vakfedilen kütüphâne için, üç Hâfız-ı kütüb ta’yin edilmiştir. Mehmed’in yerine pâdişâh olan ikinci Süleymân Hân Bunlar kitapları iyi muhafaza edecekler, kütüphâneyi açık tarafından, 1099 (m. 1687) senesinde şeyhülislâmlık tutacaklardır. Açık olduğu günlerde talebe-i ulûm (ilim öğrenenler) gerek mütâlâa (inceleme-araştırma), gerekse kârları alıp vakfın masraflarına harc etse, sonra yerine başkası istinsah (aslına bağlı olarak yazma) edebilecekler, dışarıya mütevelli olsa, tüccârlar iflâs veya firar etseler, yeni mütevelli, asla bir kitap çıkarılmayacak. Kütüphâne anahtarı ikinci hâfız-ı eskisine sermâyeleri tazmin ettiremez. Vakf paranın kütübde bulunacak, kütüphâne kapandıktan sonra birinci mütevellisi, bunları tüccârlara mu’âmele ile ödünç verse, sonra hâfız-ı kütüb, kapıyı mühürleyecek ve üçü bir arada olmadan azl olsa, yeni gelen mütevelli bu paraları geri isteyince, buna kütüphâne açılmayacaktır. Senede üç kerre umûmî temizlik vermeğe mecbûrdurlar. Rehin alarak mu’âmele ile ödünç yapılacak, 12 akçe yevmiye me’mûriyet için, 3 akçe de vermesi şart edilmiş olan vakf parayı, mütevellisi, rehinsiz temizlik için olacaktır. Cildci çalıştırılacak, yıpranmış ve ödünç verip, ödünç alan, iflâs ederek ölse, para geri alınmasa, eskimiş kitaplar ta’mir ettirilecektir” denmektedir. bunu mütevelli öder. Bunun gibi, vekîl sâhibinin bildirdiği şarta uymayarak zarara sebeb olursa, bu zararı tazmin eder. Eserleri: Değerli bir âlim, fazilet sahihi, güler yüzlü, zekî Mütevelli, İmâm-ı ebû Yûsuf’a göre (r.aleyh), vakf sahibinin bakışlı, heybetli ve vakûr, oldukça nüktedân, müfessir ve vekîlidir. İmâm-ı Muhammed’e göre (r.aleyh), fakirlerin muhaddis olan Şeyhülislâm Erzurumlu Feyzullah Efendi’nin vekîlidir. Belli bir yerde saklanması şart edilmiş olmayan vakf eserleri şunlardır: para, mütevellinin evinde yangında zâyî olsa, mütevelli 1- Hâşiyetü alâ envâr-üt-tenzîl ve Esrâr-üt-te’vîl: Kâdı Beydâvî hazretlerinin meşhûr tefsîrine yazdığı haşiyedir. 2- Îsâm haşiyesi, 3- Nesâyih-ül-mülûk, 4- Halhâlî’nin Şerh-i akâid’i üzerine ta’lîkâtı. 5- Kitab-ül-ezkâr, 6- Mecmûa-i hikâyât, 7Fetâvâ-i Feyziyye: Feyzullah Efendi’nin verdiği fetvâlarının toplandığı eseridir. 8- Hatîb Kâzım’ın “Ravda” adlı eserinin tercümesi, 9-Riyâz-ür-Rahme, 10- Dîvân, 11-Feyzullah Efendi’nin kendi kaleminden tercümesi hâli (otobiyografisi), 12- Feyzullah Efendi vakfiyesi. Feyzullah Efendi’nin “Fetâvâ-i Feyziyye” adlı fetvâ kitabında yer alan fetvâlarından ba’zıları: “Bir kimse, sıhhatde iken evini vakf ve zevcesinin (hanımının) oturmasını, o vefât edince, kirasının Medîne-i münevvere fukarasına verilmesini şart etse, mütevelliye teslim edip mahkemede tescil ettirdikten sonra ölse, vârisleri bu vakfı bozamazlar. Bir kimse, evini vakf edip, bunun satılarak parasının fakirlere dağıtılmasını şart etse, böyle vakf caiz olmaz, bâtıl olur. Çünkü, vakf malı satmak sahîh değildir. Mülkümü vakf ettim diyen kimse, tescil ettirmeden önce vazgeçebilir. Tescil ettirdikten sonra vazgeçemez. Bir kimse, birisinde olan alacağını bir cihete (ya’nî bir yere) vakf etse, parayı almadan önce ölse, vârisleri bu vakfı bozabilirler. Bir kimse, evini vakf edip kiraya verilmesini ve kirasının, oğullarından yalnız Ahmed’e verilmesini şart etse, diğer çocuklarına birşey verilmez. Bir kimse, mütevellisi bulunduğu vakf paranın bir kısmını tüccâra ve esnafa mudârebe (ortaklık payı) ve sermâye olarak verip, birkaç sene bunlardan yalnız ödemez. Vakf parayı, eşkiya mütevelliden zor ile alsa, mütevelli tazmin etmez. Vedî’a olan eşya da (Bir kişiye saklamak üzere verilen şey) böyledir. Mütevellî, vakfın kirasını almak için birini vekîl etse, vekîl aldığı kirayı kendi ihtiyâçlarına sarfetse, bunu mütevelli değil, bu vekîl tazmin eder. Kâdı, vakfda şart edilmiş olmayan bir vazîfe ihdas edemez. Meselâ, vakf câmide bir müezzin varken, ikinci müezzin berâtı veremez. Zeyd, bir vakfa birkaç sene mütevelli olup, kadı o senelerin hesaplarını tedkîk ile kabûl ve tasdik eylese, caiz olur. Şüphe eden olursa, cevap taleb eder. Bir vakfın nâzırı, bunun tevliyetini de kendi üzerine alamaz. Vakf sahibinin ta’yin ettiği mütevelli, nâzırın bilgisi altında, vakfı idâre eder.” “Üç türlü vakf vardır Yalnız fakirler için olur. Önce zenginler, sonra fakirler için olur. Hem zenginler, hem de fakirler için olur. Mektebler, hanlar, hastahâneler, kabristanlar, câmi’ler ve çeşmeler hem fakirler, hem de zenginler için vakf edilmişlerdir.” “Mehr-i mu’accel, çeyiz masrafı olarak düğünden önce verilir. Mangır (ya’nî fülûs) rayiç (geçer akçe) iken, mehr olarak şu kadar bin mangır diyerek nikâh yaptıktan sonra, mangır kâsid (geçmez) olsa, zevce vefât etse, vârislerine kesâd günü olan kıymetleri kadar altın, gümüş kıymetleri verilir. Mangır adedince gümüş verilmez. (Kâğıd lira da, fülûs demektir.) Zevc (erkek) nikâhdan sonra gönderdiği eşya için, mehr idi dese, zevce de, hediyye idi dese, şâhidleri yok ise, zevcin sözü kabûl edilir.” “Zevci zengin olan kadın, oğlundan nafaka isteyemez. Baliğ 8) Lügât-i târihiyye ve Coğrâfiyye cild-2, sh. 226 ise de, farz olan ilimleri tahsil ettiği için, fakir olana, zengin olan babası bakar.” 9) Fetâvâ-i Feyziyye, İstanbul 1324 “Bir baba, küçük çocuklarını paralarını, ihtiyâcı yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar baliğ olunca, bunu tazmin etmesini isteyebelirler. Baba muhtaç olsaydı, kullanması caiz olurdu.” “Kadın kendi malından zevcine (kocasına) verip; “Bunu sat, semeni (parası) ile nafaka al” dese, zevcini (kocasını) onu satmağa vekîl etmiş ve semeni ona âriyet (ödünç) vermiş olur. Âriyet olarak verilen misli mal, karz (borç) olur.” FEYZULLAH EFENDİ Osmanlı âlimlerinden ve şeyhülislâmlarından. İsmi Feyzullah’tır. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin soyundandır. Seyyid olup, Erzurum müftîsî Seyyid Muhammed bin Muhammed’in oğludur. Pâdişâh ve şehzâde hocalığı ile şeyhülislâmlık vazîfelerinde bulunduğu için, “Câmi-ur-riyâseteyn” ünvanıyla “Zeyd kendi arsasında kendi malzemesi ile eni, boyu ve tanınmıştır. 1115 (m. 1703) senesinde Edirne’de Yeniçeriler yüksekliği belli bir oda yapması için bir usta ile, belli ücretle tarafından şehîd edildi. sözleşme ve ücretini peşin verse, odayı yaptıktan sonra, ustanın daha para istemesi caiz olmaz. Usta kendi malzemesi ile yapsaydı, (ya’nî istisna’ (ısmarlama) sözleşmesi olsaydı) caiz olurdu. Bir kimsenin, kendi arsası üzerinde, istisna’ yolu ile ev yaptırmasının caiz olduğu bu misâlden anlaşılmaktadır.” Küçük yaşından i’tibâren ilim tahsîline yönelip, babasından ve dayısının oğlu Molla Abdülmün’im’den; Kur’ân-ı kerîm, Arabça, Farsça lisanlarını, fıkıh usûlü ve fıkıh ilmini öğrendi. Dayısı, Molla Murtazâ bin İsmâil’den; sarf, nahiv, me’ânî, beyân gibi edebi ilimleri ve fen ilimlerini tahsil etti. Daha sonra “Beyde (satışta) olduğu gibi, icâre (kiralama) de, lâzım Vânî Mehmed Efendi’den; tefsîr, mantık, matematik, geometri olmayan şart ile fâsid olur. Meselâ, değeri ma’lûm olan malını ve astronomi ilimlerini öğrendi. Muhammed Zâhir İbni gemi ile belli iskeleye götürmesi için, belli ücret ile sözleşirken, Abdullah el-Magribî’den hadîs ilmini okudu. İlmî yüksekliği gemicinin malın gümrüğünü kendi malından vermesini şart hertarafta duyuldu. Bu sırada İstanbul’a yerleşen hocası Vânî etmek fâsid olur. Fâsid icârelerde, sözleşilen ücret değil, ecr-i Mehmed Efendi’nin da’veti üzerine, 1074 (m. 1663) senesinde misi verilir. Bey’de olduğu gibi, icâreyi de ikâle ve fesh etmek İstanbul’a geldi Vanî Mehmed Efendi’nin kızı Ayşe hâtunla caizdir.” evlendi. Şeyhülislâm Minkâri-zâde Yahyâ Efendi’nin hizmetinde bulunup, onun yanında mülâzım (stajyer) olarak ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ vazîfe yaptı. 1678 (m. 1667) senesinde hac ibâdeti için Hicaz’a gitti. Hac ibâdetini ifâ edip, sevgili Peygamberimizin 1) Devhat-ül- meşâyıh sh. 74 2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007 3) Silk-üd-dürer cild-4, sh. 6 4) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 393 5) İlmiye salnamesi sh. 491 kabr-i şerîfini ziyâret etti. Orada bir müddet mücavir olarak kaldı. Hac dönüsünde Yenişehir’e gelip, kayınpederi tarafından pâdişâhın huzûruna çıkarıldı. Pâdişâhla birlikte 1080 (m. 1669) senesinde Selânik’e gidip, aynı sene içinde Şehzâde Mustafa’nın vefât eden hocası Seyyid Muhammed Efendi yerine şehzâde hocalığına ta’yin edildi. Bundan sonra sırasıyla, 1081 (m. 1670) senesinde Haydarpaşa, aynı sene içinde Üsküdar’da Mihrimah Sultan, 6) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3464 Fâtih’de Sahn-ı semân medreselerinde müderris olarak vazîfelendirildi. 1083 (m. 1672) senesinde Ayasofya 7) Sicilli Osmanî cild-4 sh. 33 Medresesi müderrisliğine, 1084 (m. 1673) senesinde Süleymâniye Dâr-ül-hadîsine ve Sultan Ahmed Medresesi’ne çeşme. 5- İstanbul’da yaptırdığı Fevziyye Medresesi’nin dış müderris ta’yin edildi. 1089 (m. 1678) senesinde Rumeli kadı- duvarına bitişik hazneli (sarnıçlı), nefis mermer kitâbeli çeşme. askerliği pâyesiyle Şehzâde Üçüncü Ahmed’in hocalığına 6- Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Cin’i ta’mir ettirmiştir. 7- tayin edildi. 1097 (m. 1686) senesinde bir mes’eleden dolayı Medîne-i münevvere de bir medrese, bir kütüphâne ve bir bu vazîfeden alındı. Ancak pâdişâh konuyla ilgili olarak yaptığı muallimhâne inşâ ettirmiştir. araştırmada Feyzullah Efendi’nin suçsuz olduğunu anladığından vazîfesine iade edildi. 1097 (m. 1685) senesinde Feyzullah Efendi’nin yaptırdığı kütüphâne vakfiyesinden bir vefât eden Es’âd-zâde Seyyid Mehmed Efendi’nin yerine kısmı Feyzullah Efendi’nin ilme ve dîne hizmetini çok iyi Nakîb-ül-Eşrâflığa (sevgili peygamberimizin soyundan gelen anlattığından aşağıya alınmıştır: seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen kimse) ta’yin olundu. “... Müfredat defteri mucibince, vakfe tamamen riâyet ederek Yeniçerilerin ayaklanması üzerine tahttan indirilen Dördüncü vakfedilen kütüphâne için, üç Hâfız-ı kütüb ta’yin edilmiştir. Mehmed’in yerine pâdişâh olan ikinci Süleymân Hân Bunlar kitapları iyi muhafaza edecekler, kütüphâneyi açık tarafından, 1099 (m. 1687) senesinde şeyhülislâmlık tutacaklardır. Açık olduğu günlerde talebe-i ulûm (ilim makamına tayin edildi. Onyedi gün bu vazîfede kalıp daha öğrenenler) gerek mütâlâa (inceleme-araştırma), gerekse sonra ayrıldı ve Erzurum’a gitti. Yedi yıl kadar memleketinde istinsah (aslına bağlı olarak yazma) edebilecekler, dışarıya kaldı. Sultan İkinci Mustafa, 1106 (m. 1694) senesinde tahta asla bir kitap çıkarılmayacak. Kütüphâne anahtarı ikinci hâfız-ı çıkınca, daha önce hocalığını yapan Feyzullah Efendi’yi kütübde bulunacak, kütüphâne kapandıktan sonra birinci İstanbul’a da’vet etti ve şeyhülislâmlık makamına ta’yin etti. hâfız-ı kütüb, kapıyı mühürleyecek ve üçü bir arada olmadan Pâdişâhın iltifât ve ihsânlarına kavuştu. 8 yıl 2 ay 3 gün bu kütüphâne açılmayacaktır. Senede üç kerre umûmî temizlik makamda kaldı. 1115 (m. 1703) yılında Yeniçeriler yapılacak, 12 akçe yevmiye me’mûriyet için, 3 akçe de ayaklandılar. Bu sırada pâdişâh ve şeyhülislâm Edirne’de temizlik için olacaktır. Cildci çalıştırılacak, yıpranmış ve bulunuyordu. Edirne Vak’ası diye bilinen büyük ayaklanma eskimiş kitaplar ta’mir ettirilecektir” denmektedir. sonucunda, yeniçeriler tarafından çok eziyet edilerek şehîd edildi. Edirne’deki malları ve evi, isyancılar tarafından yağma edildi. Oğulları Yedikule’ye habs edildi. Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Keskin zekâya sahip idi. Allahü teâlânın dînine bağlı, ilmiyle âmil idi. Kendisi, aslen Erzurum’un asil âilelerindendir. İlmî üstünlüğü yanında hat san’atı ile uğraşmış idi. Nesih stilinde güzel yazı yazardı. Cömert ve kerem sahibi olan Feyzullah Efendi; Erzurum, Şam, Medine ve İstanbul’da, dâr-ül-hadîs, câmi, medrese ve kütüphâne gibi hayırlı eserler yaptırmış idi. Eserleri: Değerli bir âlim, fazilet sahihi, güler yüzlü, zekî bakışlı, heybetli ve vakûr, oldukça nüktedân, müfessir ve muhaddis olan Şeyhülislâm Erzurumlu Feyzullah Efendi’nin eserleri şunlardır: 1- Hâşiyetü alâ envâr-üt-tenzîl ve Esrâr-üt-te’vîl: Kâdı Beydâvî hazretlerinin meşhûr tefsîrine yazdığı haşiyedir. 2- Îsâm haşiyesi, 3- Nesâyih-ül-mülûk, 4- Halhâlî’nin Şerh-i akâid’i üzerine ta’lîkâtı. 5- Kitab-ül-ezkâr, 6- Mecmûa-i hikâyât, 7Fetâvâ-i Feyziyye: Feyzullah Efendi’nin verdiği fetvâlarının toplandığı eseridir. 8- Hatîb Kâzım’ın “Ravda” adlı eserinin tercümesi, 9-Riyâz-ür-Rahme, 10- Dîvân, 11-Feyzullah Feyzullah Efendi’nin, vakfa dayalı olarak bıraktığı hayır Efendi’nin kendi kaleminden tercümesi hâli (otobiyografisi), eserleri şunlardır: 1- Erzurum’da yaptırdığı “Feyziyye 12- Feyzullah Efendi vakfiyesi. medresesi” ile “Dâr-ül-kurrâ” ve bir “Câmi”. Halk arasında “Kurşunlu Câmii ve Medresesi” olarak bilinir. 2-Şam’da yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”, 3-İstanbul’da içinde nâdir kitapların bulunduğu bugün Millet Kütüphânesi adıyla hizmet gören kütüphânenin de yer aldığı Feyziyye Medresesi. 4-Edirne’de Cebehâne yakınında gördüğü rü’yâ üzerine yaptırdığı bir sebil, Feyzullah Efendi’nin “Fetâvâ-i Feyziyye” adlı fetvâ kitabında yer alan fetvâlarından ba’zıları: “Bir kimse, sıhhatde iken evini vakf ve zevcesinin (hanımının) oturmasını, o vefât edince, kirasının Medîne-i münevvere fukarasına verilmesini şart etse, mütevelliye teslim edip olur. Mektebler, hanlar, hastahâneler, kabristanlar, câmi’ler ve mahkemede tescil ettirdikten sonra ölse, vârisleri bu vakfı çeşmeler hem fakirler, hem de zenginler için vakf bozamazlar. Bir kimse, evini vakf edip, bunun satılarak edilmişlerdir.” parasının fakirlere dağıtılmasını şart etse, böyle vakf caiz olmaz, bâtıl olur. Çünkü, vakf malı satmak sahîh değildir. “Mehr-i mu’accel, çeyiz masrafı olarak düğünden önce verilir. Mülkümü vakf ettim diyen kimse, tescil ettirmeden önce Mangır (ya’nî fülûs) rayiç (geçer akçe) iken, mehr olarak şu vazgeçebilir. Tescil ettirdikten sonra vazgeçemez. Bir kimse, kadar bin mangır diyerek nikâh yaptıktan sonra, mangır kâsid birisinde olan alacağını bir cihete (ya’nî bir yere) vakf etse, (geçmez) olsa, zevce vefât etse, vârislerine kesâd günü olan parayı almadan önce ölse, vârisleri bu vakfı bozabilirler. Bir kıymetleri kadar altın, gümüş kıymetleri verilir. Mangır kimse, evini vakf edip kiraya verilmesini ve kirasının, adedince gümüş verilmez. (Kâğıd lira da, fülûs demektir.) oğullarından yalnız Ahmed’e verilmesini şart etse, diğer Zevc (erkek) nikâhdan sonra gönderdiği eşya için, mehr idi çocuklarına birşey verilmez. Bir kimse, mütevellisi bulunduğu dese, zevce de, hediyye idi dese, şâhidleri yok ise, zevcin vakf paranın bir kısmını tüccâra ve esnafa mudârebe (ortaklık sözü kabûl edilir.” payı) ve sermâye olarak verip, birkaç sene bunlardan yalnız kârları alıp vakfın masraflarına harc etse, sonra yerine başkası mütevelli olsa, tüccârlar iflâs veya firar etseler, yeni mütevelli, eskisine sermâyeleri tazmin ettiremez. Vakf paranın mütevellisi, bunları tüccârlara mu’âmele ile ödünç verse, sonra azl olsa, yeni gelen mütevelli bu paraları geri isteyince, buna vermeğe mecbûrdurlar. Rehin alarak mu’âmele ile ödünç vermesi şart edilmiş olan vakf parayı, mütevellisi, rehinsiz ödünç verip, ödünç alan, iflâs ederek ölse, para geri alınmasa, “Zevci zengin olan kadın, oğlundan nafaka isteyemez. Baliğ ise de, farz olan ilimleri tahsil ettiği için, fakir olana, zengin olan babası bakar.” “Bir baba, küçük çocuklarını paralarını, ihtiyâcı yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar baliğ olunca, bunu tazmin etmesini isteyebelirler. Baba muhtaç olsaydı, kullanması caiz olurdu.” bunu mütevelli öder. Bunun gibi, vekîl sâhibinin bildirdiği şarta “Kadın kendi malından zevcine (kocasına) verip; “Bunu sat, uymayarak zarara sebeb olursa, bu zararı tazmin eder. semeni (parası) ile nafaka al” dese, zevcini (kocasını) onu Mütevelli, İmâm-ı ebû Yûsuf’a göre (r.aleyh), vakf sahibinin satmağa vekîl etmiş ve semeni ona âriyet (ödünç) vermiş olur. vekîlidir. İmâm-ı Muhammed’e göre (r.aleyh), fakirlerin Âriyet olarak verilen misli mal, karz (borç) olur.” vekîlidir. Belli bir yerde saklanması şart edilmiş olmayan vakf para, mütevellinin evinde yangında zâyî olsa, mütevelli “Zeyd kendi arsasında kendi malzemesi ile eni, boyu ve ödemez. Vakf parayı, eşkiya mütevelliden zor ile alsa, yüksekliği belli bir oda yapması için bir usta ile, belli ücretle mütevelli tazmin etmez. Vedî’a olan eşya da (Bir kişiye sözleşme ve ücretini peşin verse, odayı yaptıktan sonra, saklamak üzere verilen şey) böyledir. Mütevellî, vakfın kirasını ustanın daha para istemesi caiz olmaz. Usta kendi malzemesi almak için birini vekîl etse, vekîl aldığı kirayı kendi ihtiyâçlarına ile yapsaydı, (ya’nî istisna’ (ısmarlama) sözleşmesi olsaydı) sarfetse, bunu mütevelli değil, bu vekîl tazmin eder. Kâdı, caiz olurdu. Bir kimsenin, kendi arsası üzerinde, istisna’ yolu vakfda şart edilmiş olmayan bir vazîfe ihdas edemez. Meselâ, ile ev yaptırmasının caiz olduğu bu misâlden anlaşılmaktadır.” vakf câmide bir müezzin varken, ikinci müezzin berâtı veremez. Zeyd, bir vakfa birkaç sene mütevelli olup, kadı o “Beyde (satışta) olduğu gibi, icâre (kiralama) de, lâzım senelerin hesaplarını tedkîk ile kabûl ve tasdik eylese, caiz olmayan şart ile fâsid olur. Meselâ, değeri ma’lûm olan malını olur. Şüphe eden olursa, cevap taleb eder. Bir vakfın nâzırı, gemi ile belli iskeleye götürmesi için, belli ücret ile sözleşirken, bunun tevliyetini de kendi üzerine alamaz. Vakf sahibinin gemicinin malın gümrüğünü kendi malından vermesini şart ta’yin ettiği mütevelli, nâzırın bilgisi altında, vakfı idâre eder.” etmek fâsid olur. Fâsid icârelerde, sözleşilen ücret değil, ecr-i misi verilir. Bey’de olduğu gibi, icâreyi de ikâle ve fesh etmek “Üç türlü vakf vardır Yalnız fakirler için olur. Önce zenginler, sonra fakirler için olur. Hem zenginler, hem de fakirler için caizdir.” ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ bulunmuş, bu arada Mısırlı İbrâhim Paşa, Maraş’a gelişinde, Feyzullah Efendi’ye hürmet ve bağlılık göstermiştir. Mısır hidivi 1) Devhat-ül- meşâyıh sh. 74 2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007 3) Silk-üd-dürer cild-4, sh. 6 4) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 393 5) İlmiye salnamesi sh. 491 (vâlisi) Mehmed Ali Paşa’nın isteği üzerine Mısır’a gitmiş bir takım yüksek me’mûrluklarda bulunduktan sonra Antakya’ya gelmiştir. Konya’nın Bozkır kazasına bağlı Hoca köyünde, Şeyh Mehmed Kudsî Efendi isminde bir zâtın şöhreti, Feyzullah Efendi’nin bulunduğu yere kadar gelmişti. Feyzullah Efendi, bu zâta ziyârete gitti. Mehmed Kudsî Efendi, Feyzullah Efendi’ye; “Başka meşgûliyetlerden sıyrıl da gel” buyurdu. O da ailesini, 6) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3464 çoluk-çocuğunu Vidin’e gönderdi. Yanındaki kıymetli eşyayı da sevdiklerine dağıtıp hocasının huzûruna çıktı. Yedi ay 7) Sicilli Osmanî cild-4 sh. 33 müddetle ilim öğrenip kemâle geldi. Hocasından hilâfet almakla şereflendi. Bu sırada Malatya’da, kendisinden feyz 8) Lügât-i târihiyye ve Coğrâfiyye cild-2, sh. 226 9) Fetâvâ-i Feyziyye, İstanbul 1324 aldığı Müftî Hâcı Hüseyn Efendi de vefât etmiş idi. Mehmed Kudsî Efendi, Feyzullah Efendi’yi Malatya’ya, önceki hocasının yerine talebe yetiştirmeye gönderdi. Oradan hacca gitti. Dönüşte denizde fırtına çıktı. Gemidekiler Feyzullah Efendi’ye müracaat edip, yardım istediler. O da; “Yâ Muhammed Behâüddîn-i Nakşibendî imdâdımıza yetiş, bize FEYZULLAH EFENDİ yardım et ve bizi kurtar” diyerek hürmetle seslendi. Tam o sırada geminin arkasında Şâh-ı Nakşibend (r.aleyh) göründü. Osmanlılar zamanında yetişen İslâm âlimlerinden. İsmi, Mübârek elleriyle gemiyi düzeltti. Allahü teâlânın izniyle fırtına Muhammed Feyzullah Efendi olup, şimdi Bulgaristan’da sakinleşip gemi kurtuldu. Feyzullah Efendi, sâlimen Mısır’a, bulunan Silistre’nin Sazlı köyündendir. 1220 (m. 1805) İskenderiyye’ye, Beyrut’a ve oradan kara yoluyla Şam’a geldi. senesinde orada doğdu. 1293 (m. 1876) senesinde Burada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin türbesini ziyâretten İstanbul’da vefât etti. Türbesi Fâtih’de Halıcılar semtinde sonra, birinci hocası Hüseyn Efendi’nin kabrini de ziyâret edip, bulunan dergâhındadır. Malatya’ya geldi. Orada altı ay kaldı. Sonra ba’zı hac hediyeleri ile Bozkır’daki hocası Mehmed Kudsî Efendi’nin Yedi yaşında mektebe giden Feyzullah Efendi, Kur’ân-ı kerîmi huzûruna vardı. Hocasından izin alıp, Vidin’e gitti. Üç ay kaldı. bir senede hatmetti. Onsekiz yaşına kadar aklî ve naklî ilimleri Orada bulunan âlim ve âriflerin pekçoğuna hocalık yaptı. okudu. Silistre’yi Ruslar istilâ edince, Vidin’e geldi. Burada Talebelerinin en yükseklerinden birini kendi yerine ta’yin edip, kaleye nefer olarak kaydolundu. 1240 (m. 1824) senesinde, yine Malatya’ya döndü. Harput’a geçti. Birçok taliblere hak ve babası öldükten sonra savaşlara katıldı. Ömer Paşa ile Siroz’a hakîkati öğretti. Bundan sonra hocası Mehmed Efendi’nin emri gitti. Ordu dâiresine alınıp, levazım başkanlığına getirildi. ile İstanbul’a geldi. Fâtih’te Halıcılar semtindeki dergâhında Daha sonra doğudaki muharebelerde de bulundu. Bundan uzun seneler ilme hizmet edip talebe yetiştirdi. sonra, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Malatya’da bulunan halîfesi olan Müftî Hâcı Hüseyn Efendi’ye talebe olup Bir zamanlar Konya vâlisi olan Ali Kemâl Paşa şöyle anlatır: tasavvuf yoluna girdi. O mübârek zâttan feyz alarak, Hâlidiyye “İstanbul’da bulunan ba’zı fitne ve fesâd zümreleri, Feyzullah yolunda yüksek derecelere kavuştu. Efendi’nin hizmetlerine, ilim ve evliyâlık yolunda çok talebe yetiştirmesine tahammül edemediler. Ben de Midilli’de vâli Bundan sonra, me’mûriyeti sebebiyle Maraş’a ta’yin olunan Feyzullah Efendi, Nizip’te meydana gelen muharebede de olarak bulunuyordum. Tevkif edilmek, zindana atılmak gibi şeyler onun hiç umurunda değildi. O hizmetine devam 1750) senesinde şeyhülislâmlığa ta’yin edildi. Bu vazîfeyi 4 yıl ediyordu. Cin taifesinden altıbin kişiyi irşâd edip yetiştirdiğini 7 ay 12 gün müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Ancak biliyorum.” hastalığı ve zayıf olması sebebiyle, 1168 (m. 1755) senesinde bu vazîfeden ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılış târihi, Sultan Kerâmetleri çoktur. Bunlardan biri, Resûlullahın ( aleyhisselâm Üçüncü Osman Hân’ın tahta geçişinden bir ay sonraya rastlar. ) onun için; “Dostum Hâcı Feyzullah Efendi” buyurmasıdır. Vazifeden ayrıldıktan sonra evinde istirâhate çekilip, Allahü Şöyle ki: Sâlihlerden Mustafa Efendi isminde bir zâta teâlâya ibâdet etmekle meşgûl iken İstanbul’da vefât etti. rü’yâsında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz: “Sen İstanbul’da dostum Hâcı Feyzullah Efendi’ye git” buyurmuştur. Feyzullah Efendi-zâde Murtazâ Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Allahü ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Şems-üş-şümûs sh. 116 teâlânın dînine sıkı bağlı, haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, vakitlerini ibâdet etmekle kıymetlendirirdi. Sâde bir yaşayış tarzını benimseyen, kanaatkar bir kimse idi. Yaptığı her hareketi ölçülü olup, herkesle iyi geçinir ve kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. Dünyâ malına gönül vermez, makam ve mevkiyi, insanlara hizmet ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vâsıta kabûl ederdi. Hattâ, emekli maaşı olarak kendisine tahsis edilen arpalıkları kabûl FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZ etmemişti. Kaynaklarda eseriyle ilgili bilgiye rastlanmamıştır. EFENDİ ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı şeyhülislâmlarının altmışdokuzuncusudur. İsmi Murtazâ’dır. Kırkaltıncı şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin oğlu ve altmışüçüncü şeyhülislâm Feyzullah Efendi-zâde Mustafa Efendi’nin kardeşidir. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1106 (m. 1694) senesinde İstanbul’da doğdu. 1171 (m. 1757) 1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 97 2) İlmiye salnamesi sh. 525 3) Kâmûs-ül-A’lâm cild-6, sh. 4257 senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civârında, annesinin kabri yanına defnedildi. İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördü. Zamanın FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD MURTAZ âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Behçet-ül-fetâvâ EFENDİ adlı eserin müellifi Yenişehirli Abdullah Efendi’nin hizmetinde bulunup, husûsî meclisinde ilim tahsil etti. Onun huzûrunda Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı ilmî üstünlüğe ulaşıp, 1138 (m. 1725) senesinde müderris şeyhülislâmlarının altmışdokuzuncusudur. İsmi Murtazâ’dır. oldu. Kırkaltıncı şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin oğlu ve altmışüçüncü şeyhülislâm Feyzullah Efendi-zâde Mustafa Birçok medreselerde müderrislik yapıp talebe yetiştirdi. Galata Efendi’nin kardeşidir. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1106 kadılığı vazîfesinde bulundu. 1154 (m. 1741) senesinde (m. 1694) senesinde İstanbul’da doğdu. 1171 (m. 1757) İstanbul kadılığına getirildi. 1160 (m. 1747) senesinde senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civârında, Anadolu kadı-askerliğine yükseltildi. Süresi dolunca bu annesinin kabri yanına defnedildi. vazîfeden alındı. Evine çekilip ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Şeyhülislâm Mehmed Sa’îd Efendi’nin vazîfeden ayrılması İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördü. Zamanın üzerine, Sultan Birinci Mahmûd Hân tarafından 1163 (m. âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Behçet-ül-fetâvâ adlı eserin müellifi Yenişehirli Abdullah Efendi’nin hizmetinde FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA bulunup, husûsî meclisinde ilim tahsil etti. Onun huzûrunda EFENDİ ilmî üstünlüğe ulaşıp, 1138 (m. 1725) senesinde müderris oldu. Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı şeyhülislâmlarının altmışüçüncüsüdür. İsmi Mustafa’dır. Birçok medreselerde müderrislik yapıp talebe yetiştirdi. Galata Kırkaltıncı şeyhülislâm Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi’nin kadılığı vazîfesinde bulundu. 1154 (m. 1741) senesinde oğludur. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1090 (m. 1679) İstanbul kadılığına getirildi. 1160 (m. 1747) senesinde senesinde İstanbul’da doğdu. 1158 (m. 1745) senesinde yine Anadolu kadı-askerliğine yükseltildi. Süresi dolunca bu İstanbul’da vefât etti. Üsküdar’da, Mirzâ-zâde Mehmed vazîfeden alındı. Evine çekilip ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Efendi’nin kabrinin yanında medfûndur. Şeyhülislâm Mehmed Sa’îd Efendi’nin vazîfeden ayrılması üzerine, Sultan Birinci Mahmûd Hân tarafından 1163 (m. İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördükten sonra, 1750) senesinde şeyhülislâmlığa ta’yin edildi. Bu vazîfeyi 4 yıl zamanının âlimlerinden ilim tahsil etti. İlmi, yüksek derecelere 7 ay 12 gün müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Ancak ulaşıp, âlimler arasında meşhûr oldu. Birçok medreselerde hastalığı ve zayıf olması sebebiyle, 1168 (m. 1755) senesinde müderrislik yapıp, talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Otuzüç bu vazîfeden ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılış târihi, Sultan yaşındayken kadılığa geçip, 1113 (m. 1701) senesinde Üçüncü Osman Hân’ın tahta geçişinden bir ay sonraya rastlar. Mekke-i mükerreme kadılığına ta’yin edildi. 1114 (m. 1702) Vazifeden ayrıldıktan sonra evinde istirâhate çekilip, Allahü senesinde Anadolu kadıaskerliğine ve arkasından Rumeli teâlâya ibâdet etmekle meşgûl iken İstanbul’da vefât etti. kadıaskerliğine getirildi. 1115 (m. 1703) senesinde meydana gelen Edirne vak’asında, babası Feyzullah Efendi, yeniçeriler Feyzullah Efendi-zâde Murtazâ Efendi, aklî ve naklî ilimlerde tarafından eziyet edilerek şehîd edildikten sonra, diğer derin âlim, fazilet ve güzel ahlâk sahibi bir zât idi. Allahü kardeşleriyle birlikte Yedikule’ye hapsedildi. Hapis cezası teâlânın dînine sıkı bağlı, haramlardan ve şüphelilerden sürgün cezasına çevrilerek Kıbrıs’a gönderildi. Bir müddet şiddetle kaçınır, vakitlerini ibâdet etmekle kıymetlendirirdi. Kıbrıs’ta kaldıktan sonra, Bursa’ya gelmesine müsâade edildi. Sâde bir yaşayış tarzını benimseyen, kanaatkar bir kimse idi. Bursa’da yirmisekiz yıl kadar kaldıktan sonra, 1143 (m. 1730) Yaptığı her hareketi ölçülü olup, herkesle iyi geçinir ve kimseyi senesinde Sultan Birinci Mahmûd Hân tahta geçip, kırmamaya dikkat ederdi. Dünyâ malına gönül vermez, ayaklanmaları bastırdıktan sonra, Mustafa Efendi’nin makam ve mevkiyi, insanlara hizmet ve Allahü teâlânın İstanbul’a gelmesine izin verip da’vet etti. Pâdişâhın lütuf ve rızâsına kavuşmak için vâsıta kabûl ederdi. Hattâ, emekli ihsânlarına kavuştu. 1145 (m. 1732) senesinde Rumeli maaşı olarak kendisine tahsis edilen arpalıkları kabûl kadıaskerliğine ta’yin edildi. 1147 (m. 1734) senesinde etmemişti. Kaynaklarda eseriyle ilgili bilgiye rastlanmamıştır. şeyhülislâmlık yüksek makamına getirildi. Bu şerefli vazîfeyi dokuz sene iki ay müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Yaşı ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 97 2) İlmiye salnamesi sh. 525 3) Kâmûs-ül-A’lâm cild-6, sh. 4257 ilerlemiş olan Mustafa Efendi, felç hastalığına tutularak vefât etti. Feyzullah Efendi-zâde es-Seyyid Şeyh Mustafa Efendi, âlim ve fazilet sahibi bir zât idi. Nakşibendî yüksek yolundan da feyz almış idi. Allahü teâlânın dîninin emirlerine bağlı, haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, herkesle iyi geçinmeye çalışır, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. Şâir, ince rûhlu, cömert, kerem sahibi ve yardımsever bir zât olan Feyzullah Efendi-zâde Şeyh Mustafa Efendi, Eyyûb Nişancası’nda bir dergâh ve Saraçhâne’de bir çeşme yaptırmıştı. Kaynaklarda eserleriyle ilgili bilgiye şeyhülislâmlık yüksek makamına getirildi. Bu şerefli vazîfeyi rastlanmamıştır. dokuz sene iki ay müddetle adâlet ve doğrulukla yürüttü. Yaşı ilerlemiş olan Mustafa Efendi, felç hastalığına tutularak vefât ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ etti. 1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 92 Feyzullah Efendi-zâde es-Seyyid Şeyh Mustafa Efendi, âlim 2) İlmiye salnamesi sh. 518 3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-6, sh. 4305 ve fazilet sahibi bir zât idi. Nakşibendî yüksek yolundan da feyz almış idi. Allahü teâlânın dîninin emirlerine bağlı, haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, herkesle iyi geçinmeye çalışır, kimseyi kırmamaya dikkat ederdi. Şâir, ince rûhlu, cömert, kerem sahibi ve yardımsever bir zât olan Feyzullah Efendi-zâde Şeyh Mustafa Efendi, Eyyûb Nişancası’nda bir dergâh ve Saraçhâne’de bir çeşme FEYZULLAH EFENDİ-ZÂDE ES-SEYYİD ŞEYH MUSTAFA yaptırmıştı. Kaynaklarda eserleriyle ilgili bilgiye EFENDİ rastlanmamıştır. Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. Osmanlı ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ şeyhülislâmlarının altmışüçüncüsüdür. İsmi Mustafa’dır. Kırkaltıncı şeyhülislâm Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi’nin oğludur. Feyzullah Efendi-zâde diye bilinir. 1090 (m. 1679) senesinde İstanbul’da doğdu. 1158 (m. 1745) senesinde yine İstanbul’da vefât etti. Üsküdar’da, Mirzâ-zâde Mehmed Efendi’nin kabrinin yanında medfûndur. 1) Devhat-ül-meşâyıh sh. 92 2) İlmiye salnamesi sh. 518 3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-6, sh. 4305 İlk eğitim ve öğrenimini babasından gördükten sonra, zamanının âlimlerinden ilim tahsil etti. İlmi, yüksek derecelere ulaşıp, âlimler arasında meşhûr oldu. Birçok medreselerde FİKÂRÎ (Mehdî Şîrâzî) müderrislik yapıp, talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Otuzüç yaşındayken kadılığa geçip, 1113 (m. 1701) senesinde Kanunî Sultan Süleymân devri tefsîr âlimlerinden. İsmi, Mekke-i mükerreme kadılığına ta’yin edildi. 1114 (m. 1702) Mevlânâ Mehdî Şîrâzî olup, Fikârî adıyle meşhûr oldu. senesinde Anadolu kadıaskerliğine ve arkasından Rumeli Doğum târihi kaynaklarda bildirilmemektedir. Filibe kadıaskerliğine getirildi. 1115 (m. 1703) senesinde meydana Medresesi’nde müderris iken 957 (m. 1550) senesinde vefât gelen Edirne vak’asında, babası Feyzullah Efendi, yeniçeriler etti. tarafından eziyet edilerek şehîd edildikten sonra, diğer kardeşleriyle birlikte Yedikule’ye hapsedildi. Hapis cezası Zamanının büyük âlimi Mevlânâ Gıyâseddîn Mensûr bin sürgün cezasına çevrilerek Kıbrıs’a gönderildi. Bir müddet Sadreddîn Hüseynî’den Şirâz’da ilim tahsil etti. Yine Kıbrıs’ta kaldıktan sonra, Bursa’ya gelmesine müsâade edildi. memleketinin âlimlerinden dînî ilimleri, Arabî dil bilgilerini, Bursa’da yirmisekiz yıl kadar kaldıktan sonra, 1143 (m. 1730) kelâm, mantık ve hikmet gibi ilimleri öğrendi. Daha sonra senesinde Sultan Birinci Mahmûd Hân tahta geçip, İstanbul’a gelen Fikâri, burada da Mevlânâ Muhyiddîn ayaklanmaları bastırdıktan sonra, Mustafa Efendi’nin Çelebi’nin talebesi oldu. Burada mülâzemet (stajyer müderris) İstanbul’a gelmesine izin verip da’vet etti. Pâdişâhın lütuf ve rütbesini alan Fikâri, önce İstanbul’da Hoca Hayreddîn ihsânlarına kavuştu. 1145 (m. 1732) senesinde Rumeli Medresesi’nde müderris oldu. Bir müddet burada müderrislik kadıaskerliğine ta’yin edildi. 1147 (m. 1734) senesinde yaptıktan sonra, Dimetoka’daki medreseye müderris oldu. Buradan da Silivri’deki Pîrî Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Bir müddet de burada talebe yetiştirdi. Fikâri’nin bu Fezârî ve Bedrî nisbet edildi. İslâmiyete yaptığı hizmetlerden medreselere hangi târihlerde ta’yin edildiği ve ne kadar zaman dolayı Tâcüddîn, bacaklarının çarpık olmasından dolayı Firkâh vazîfe yaptığı kaynaklarda bildirilmemektedir. lakabı verildi. 690 (m. 1291) yılında Bâderiyye’de vefât etti. Mehdî Şîrâzî, en son olarak Filibe’de, İkinci Murâd Hân Küçük yaşta din ilimlerini öğrenmeye başlayan Ebû zamanı Osmanlı vezirlerinden olan Şahâbeddîn Paşa’nin Muhammed Firkâh, genç yaşta Arabî ilimleri, hadîs ve fıkıh yaptırdığı medresede müderrislik vazîfesinde bulundu. Burada bilgilerini öğrendi. İbn-i Zübeydî, Sehâvî, İbn-i Lennî ve İbn-i talebe yetiştirmekte iken vefât etti. Salâh gibi âlimlerden hadîs ilmi tahsil edip, hadîs-i şerîf dinledi. İbn-i Salâh ve İbn-i Abdüsselâm’dan fıkıh ilmini Fikârî Mehdî Şîrâzî Efendi, edîb bir kimse idi. Aynı zamanda öğrendi. Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerinde mütehassıs oldu. Otuz edeb sahibi ve güzel ahlâklı idi. Vaktini ilim öğrenmek ve yaşına gelince fetvâ vermeye başladı. İnsanlar kendisini çok öğretmekle geçirirdi. Sabah, akşam, gece ve gündüz ilimle severdi. Sevmeyenler bile gelir ona fetvâ sorar, bilgisine ve meşgûl olan Fikâri, aynı zamanda çok ibadet ederdi. Belagat fetvâsına güvenirlerdi. Bâderiyye’de yerleşip, orada te’sis ve beyân ilimlerinde (edebî ilimlerde) çok kabiliyetli idi. Şiir ve edilen medresede ömrünün sonuna kadar ders verdi. Pekçok nesir yazmada yed-i tûlâ sahibi, ya’nî çok mehâretli idi. Hem talebe yetiştirdi. Başta oğlu Burhânüddîn olmak üzere; Arabca, hem de Farsça, çok güzel ve ince ma’nâlı şiirler Müzeyî, Kâdı İbn-i Sasarî, Kemâleddîn İbni Zemlikânî, İbn-i yazardı. Aruz san’atını çok ustalıkla kullanırdı. Hem Arabca ve Attâr, Kemâleddîn İbni Şühbe. Alâüddîn Makdisî, Zekîyüddîn hem de Farsça şiirler yazabilmek, Fikâri’nin bu iki dildeki Zikri ve daha birçok âlim ondan ilim öğrendi. Onun huzûruna bilgisinin çokluğunu ve bu dilleri kullanmakdaki ustalığını müftî, kadı ve müderrislerin geldikleri ve ders aldıkları sık sık göstermektedir. görülürdü. Zamanında Şafiî mezhebi ulemâsının İmâmı idi. Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Hâşiyetün alâ tefsîr- Daha sonra riyaset, oğlu Burhâneddîn’e geçti. il-Beydâvî, 2- Hâşiyetün alâ ba’dı mevâdi-il-Keşşâf liz- Ebû Muhammed Firkâh, ilimde, edebde, ahlâkta, fazilette, Zemahşerî, 3- Hâşiyetün alâ şerhi Tecrid, 4- Şerh-ut-telhîs. ibâdette, vera’da, takvâda, zühdde zamanının en önde gelenlerindendi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetini, Selefi sâlihînin hayâtını, hâl ve hareketlerini, ömrü boyunca 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 28 öğrenmeye ve tatbik etmeye gayret etti. Yaptığı her işte Allahü teâlânın rızâsını gözetirdi. Onun emir ve yasaklarına uygun 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 511, olmayan bir işi yapmaktansa, ölmeyi tercih ederdi. Hele, 512 lokmasının helâl olmasına çok dikkât eder, helâl lokmayı yerken Allahü teâlânın dînine hizmet için kuvvet kazanmaya 3) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 141 niyet ederdi. O’nun rızâsına muhalif bir söz söyleyeceğim, bir iş işleyeceğim diye tir tir titrerdi. Ömrünü Allahü teâlânın dînini 4) Keşf-üz-zünûn sh. 1481 öğrenmek, öğretmek ve ibâdet etmekle geçirdi. Pekçok kitap yazdı. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: “Târih”, “El-İklîd li zev-ittaklîd”, “Şerh-üt-tesbîh”, “Şerh-ül-verakât”, “Keşf-ül-Kınâ fî FİRKÂH (Abdürrahmân bin İbrâhim) hall-is-simâ”. Târih ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Muhammed olup ismi, Abdürrahmân bin İbrâhim bin Sebbag’dır. 624 (m. 1227) yılında Şam yakınlarında Neva kasabasında doğdu. İmâm-ı Nevevî’nin yedi yaş büyük kardeşi idi. Aslen Mısırlı idi. 1) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 263 2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-8, sh. 163 müderrislik yaptı. Onun şöhreti ve fazileti her tarafta duyuldu. Ondan ilim tahsil etmek üzere gelenler çoğaldı. Kâhire’ye 3) El-Bidâye ven-nihâye cild-13, sh. 325 4) Şezerât-üz-zeheb cild-5, sh. 413 5) El-A’lâm cild-3, sh. 263 gidip, Behâ bin Akîl, Cemâlüddîn Esnevî ve İbn-i Hişam’la karşılaşıp ilmî mütâlâalarda bulundu. İzzüddîn bin Cemâ’a, Kalanisî, Muzafferüddîn Attâr, Nâsırüddîn Tûsî, Nâsırüddîn elFârikî, İbn-i Nübâte, Ahmed bin Muhammed el-Cezâiri gibi zâtlardan hadîs dinledi. Hadîs dinlemeye, öğrenmeye karşı çok arzu ve istek duyardı. Sahîh-i Buhârî’yi; Ezher Medresesi’nde Nâsırüddîn Muhammed İbni Ebü’l-Kâsım’dan, Sahîh-i Müslim’i; Mescid-i Aksâ’da, Beyânî’den ve Şam’da, FÎRÛZ ÂBÂDÎ Nâsırüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin Cehbel’den okudu. Sahîh-i Müslim’in bir kısmını, Mescid-i Haram’da Ka’be-i Tefsîr, fıkıh, hadîs ve lügat âlimi. İsmi, Muhammed bin Ya’kûb muazzamanın yanında, Cemâlüddîn Ebû Abdullah bin Muhammed bin İbrâhim’dir. Künyesi Ebû Tâhir olup, lakabı Muhammed bin Ahmed Abdülmu’tî’den okudu. Sünen-i Ebû Mecdüddîn’dir. Fîrûz Âbâdî nisbetiyle meşhûr olmuştur. Soyu Davud’u; Ebû Hafs Ömer bin Osman’dan, Ebû İshâk İbrâhim Hazreti Ebû Bekr Sıddîk’a kadar ulaşmaktadır. 729 (m. 1329) bin Muhammed bin Yûnus bin Kavas’dan, Sünen-i Tirmizî’yi; senesinde İran’ın Şîrâz civarında bulunan Fîrûz Âbâd’daki Necmüddîn Ebû Muhammed el-Bârizî’den, dinledi. Fîrûz Kazarûn kasabasında doğdu. 816 (m. 1414) senesinde Âbâdî, Sahîh-i Müslim’i çok aramasına rağmen elde Yemen’de, Zebîd kadısı iken vefât etti. Oradaki Şeyh İsmâil edememişti. Şam’a uğradığında, Sahîh-i Müslim kitabını Cibriti’nin türbesine defnedildi. medresede gördü. Bir müddet emânet olarak vermesi için müderrisden kitabı istedi. Tek nüsha olması sebebiyle dışarıya Çocukluğu, memleketi olan Fîrûz Âbâd’da geçen Fîrûz Âbâdî, yedi yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi ve güzel yazı yazmayı öğrendi. Sekiz yaşına geldiği zaman Şîrâz’a gidip, orada babasından ve Abdullah bin Mahmûd bin Necm’den lügat ilmini ve edebî ilimleri tahsil etti. Daha sonra Vâsıt’a giden Fîrûz Âbâdî, orada da Ebû Abdullah Muhammed bin Yûsuf el-Ensârî’den Sahîh-i Buhârî’yi ve Şihâb Ahmed bin Ali ed-Dîvânî’den Kırâat-i aşereyi okudu. Bağdad’da Tâcüddîn es-Sübkî ve Serrâc Ömer bin Ali el-Kazvînî’den çeşitli ilimleri okuyup öğrendi. Sagânî’nin “Meşârih”ini; Muhammed bin Akûlî, Nasrullah bin Muhammed bin es-Seketî ve Bağdad kadısı ve Nizamiye Medresesi müderrisi Şerefüddîn Abdullah verilemiyeceğini belirten müderris, kitabı medresede mütâlâa edebileceğini söyledi. Tam sekiz gün, sabahtan akşama kadar sekiz cild olan Sahîh-i müslimi mütâlâa ederek hatmeden Fîrûz Âbâdî’ye, müderris; “Bir defa okumakla sâdece bâb ve konularının öğrenilebileceğini belirtti ve bunu ezberlemek gerekir” dedi. Bunun üzerine Şeyh Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî, müderrise; “Benimle meşgûl olabilir misin?” dedi. Müderris memnuniyetle meşgûl olacağını belirtti. “O zaman kitabı açıp beni dinleyin, ezberleyebildiğimi okuyayım” dedi. Müderris dinledi ve sekiz cildinin de ezberlenmiş olduğunu görünce şaşırıp; “Böyle bir zekâ ve hafızanın karşısında durulmaz” dedi. el-Bektaş’dan okudu. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gidip; Ziya Halîl-ül-Mâlikî, Daha sonra Dımeşk’a giderek, Takıyyüddîn Sübkî, İbn-ülHabbâz, Muhammed bin İsmâil bin el-Hamevî, Ahmed bin Abdürrahmân el-Merdâvî, Ahmed bin Muzaffer en-Nablûsî gibi birçok zâtların derslerini dinleyip, istifâde etti. Ba’lebek, Hama, Humus, Haleb ve Kudüs gibi yerleri gezip, oralarda ilim meclislerinde bulundu. Kudüs’de; Alaî, Beyânî, Takıyyüddîn Kalkaşandî, Şems-üs-Süûdî gibi âlimlerden ilim tahsil etti. Kudüs’de on sene kadar kalıp, çeşitli medreselerde Yâfiî, Takıyyüddîn Harazî, Nûreddîn el-Kastalânî gibi zâtların derslerinde ve sohbet meclislerinde bulundu. Doğu ve batı memleketlerini, Rum ve Hind diyarlarını gezdi. Genç yaşında ismi ve şöhreti bütün dünyâya yayıldı. Gezdiği yerlerde birçok âlim ve faziletli kimselerle karşılaştı ve onlardan çok istifâde etti. Anadolu’ya gelip, Yıldırım Bâyezîd ve Timur Hân ile tanışıp, toplanırdı. Çok sür’atli yazı yazardı. Hâfızası çok kuvvetliydi. onların iltifâtlarına ve ikrâmlarına kavuştu. Tebrîz Sultânı Şah Hattâ o; “Hergün ikiyüz satır ezberlemeden yattığım vâki Mensûr bin Şüca’, Mısır Sultânı Eşref, Bağdad Sultânı İbn-i değildir” derdi. Mekke-i mükerremede Safa tepesinde bulunan Uveys, Fîrûz Âbâdî’yi da’vet etmişler, onunla sohbetlerde evini medrese yapmıştı” dedi. bulunmuş ve birçok iltifâtlarda bulunmuşlardır. Hac için defalarca Mekke-i mükerremeye gitti. Bir defasında 796 (m. Hayâtını ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda sarf eden 1394) senesinde Yemen’e gitti. Sultan Şeyh Melik Eşref Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî, lügat, tefsîr, hadîs ve edebî ilimlere İsmâil, bu büyük âlimi sarayına da’vet etti. Ona çok ikram ve âit kırktan fazla eser yazdı. Bunların en önemlisi, eserin adı iltifâtta bulundu. Ona hediyeler ihsân etti. Kızıyla evlendirdi. anılınca, Fîrûz Âbâdî’nin akla geldiği “Kâmûs-ül-Muhît vel- Böylece Fîrûz Âbâdî yirmi sene Yemen’de kaldı. Melik Eşref Kâbûs-ül-Vesît” adlı, benzeri yazılmamış olan lügat kitabıdır. İsmâil’in himâyesinde ilim yaymaya devam etti. Ondan çok “El-Lâmi-ül-muallim-ül-îcâb el-Câmi’u beyn-el-muhkem-i vel- kimseler istifâde etti. Birçok eserler yazıp, Melik Eşref İsmâil’e abâd” adında altmış cildlik eseri Fîrûz Âbâdî kısaltıp, iki cild bir tabak üzerinde takdim ederdi. Sultan, o tabağı altınlarla hâline getirmiştir. Bu eseri Âsım Efendi Türkçeye tercüme doldurarak iltifâtta bulunurdu. Yemen kadısı Cemâlüddîn er- etmiş, el-Okyanus el-Basît fî tercümet-ül-Kâmûs el-Muhît Rûmî vefât ettikten sonra onu Zebîd kadılığına ta’yin etti. adıyla İstanbul’da basılmıştır. Bu kıymetli eserinden başka, ba’zı eserleri ise şunlardır: 1- Tenvîr-ül-Mikbas fî tefsîr-i İbn-i Yemen’de bulunduğu sırada da, hac ibâdeti için defalarca Abbâs, 2-Ed-Dürr-ün-Nâzım-ül-mürşid ilâ makâsıd-il-Kur’ân-il- Mekke-i mükerremeye gitti. Medîne-i münevverede mücavir a’zîm, 3- Şerhu Kutbet-ül-haşşâf fî şerh-i Hutbet-il-Keşşâf, 4- olarak kaldı. Tâif ve başka beldeleri gezip, oradaki âlimlerle ve Şevârik-ül-esrâr-il-âliyyeti şerh-i Meşârik-ül-envâriyye, 5- faziletli kimselerle sohbetlerde bulundu. Minah-ül-Bârî fî şerh-i Sahîh-il-Buhârî (Yirmi cilddir.), 6- ElÎsâd bil Esâd ilâ Rutbet-il-ictihâd, 7- Uddet-ül-ahkâm fî şerh-i Yemen Emîri Eşref İsmâil, her sene Ravda-i mutahheraya, Umdet-ül-Hukkâm, 8- Tehyid-ül-Gâram ilel-beled-il-haram, 9- Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) selâm ve ta’zimin Ravdât-ün-Nâzır fî derecet-i Şeyh Abdülkâdir, 10-El-Vefiyye fî tebliği için bir kişi gönderir idi. Bu kişiye Berid ismi verilirdi. Tabakât-il-Hânefiyye, 11- Kitâb-üs-salât. Şeyh Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî hacca niyet edince, Beridlik vazîfesinin kendisine verilmesini istiyen şu mektûbu Emîr Kitâb-üs-salât adlı eserinden ba’zı bölümler: Eşref İsmâil’e yazdı. “Gelmiş geçmiş halîfelerin âdetlerinden biri de, selâmlarının, Peygamberlerin efendisi Hazreti Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) salât okumanın Muhammed efendimize ( aleyhisselâm ) tebliğ etmek üzere fazileti: Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin ellialtıncı âyet-i hac mevsiminde bir Berid göndermektir. Bu yıl o Berid ben kerîmesinde meâlen; “Gerçekten Allah ve melekleri, olmak istiyorum. Allahü teâlâ beni size feda kılsın, bu isteğimi peygambere salât ederler (Şeref ve şânını yüceltirler). Ey kabûl buyurun. Çünkü ben, bu şerefli hizmetten başka ne bir îmân edenler! Siz de ona salât edin ve gönülden teslim olun” şey istiyor, ne de arzu ediyorum.” buyuruyor. Emîr Eşref İsmâil de, kendi el yazısıyla şu cevâbı yazdı: “Sizin Evs bin Evs’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( bu teklifiniz öylesine memnun edicidir ki, bunu dil ile ifâde aleyhisselâm ) buyurdu ki: “En faziletli gün, Cum’a günüdür. etmek veya kalem ile yazmak mümkün değildir. Sen, şüphesiz Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı Cum’a günü yarattı. ki bununla bize Allah için sanki bir ömür bağışladın yâ Kıyâmet, Cum’a günü kopar. Cum’a günleri bana çok selâvat Mecdüddîn! Hiçbir şüphe kabûl etmiyen kesin bir yemînle okuyunuz! Bunlar bana bildirilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı diyorum ki: Dünyâdan ve bütün ni’metlerden ayrılmayı isterim, Kirâm; “Öldükten sonra da bildirilir mi?” diye sorduklarında; ama senden ayrılmayı asla istemem.” “Toprak, Peygamberlerin vücûdunu çürütmez. Bir mü’min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, Takıyyüddîn el-Fâsî onun hakkında; “Onun çok güzel şiiri ve ümmetinden falan oğlu filân sana selâm söyledi ve duâ etti, nesri vardı. Onun güzel şiirlerini dinlemek için çok kimse der” buyurdu. Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Bahil (cimri), bulunuyorsunuz?” diye suâl edince, Resûlullah ( aleyhisselâm yanında anıldığım hâlde bana salât okumayandır” buyurdu. ) şöyle buyurdu: “Evet, ona böyle yaptım. Çünkü o, namazdan sonra Tevbe sûresi yüzyirmisekizinci âyet-i kerîmesini, ondan Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Unutmaktan sonra da bana salevât okuyor” buyurdu. korkan kimse, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) çok salât okusun.” İmâm-ı Şiblî ( radıyallahü anh ) anlattı: Komşularımdan birisi Şöyle anlatılır: Bir zât, Kâğıdı diye tanınan Ebû Câ’fer’i vefât etmişti. Rü’yâmda onu gördüm. Allahü teâlânın ona nasıl vefâtından sonra rü’yâsında gördü. Kâğıdî’ye; “Allahü teâlâ muâmele ettiğini sordum. Bana şöyle dedi: “Ey Şiblî! Başıma sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ, bana çok korkulu işler geldi. Hesaba çekilip suâl sorulurken çok merhamet ve beni mağfiret eyledi” dedi. Sebebi sorulunca, sıkıntı çektim. Kendi kendime; bu sıkıntı ve musibet bana şöyle cevap verdi: “Ben. Allahü teâlânın huzûrunda nereden geldi? Hâlbuki ben, müslüman olarak rûhumu teslim durduruldum. Allahü teâlânın emri üzerine melekler, ettim diye düşünürken, bana şöyle dendi: “Bu sıkıntı ve günahlarımı ve Resûlullaha ( aleyhisselâm ) okuduğum musibet, dünyâda iken dilini ihmâl etmen sebebiyledir.” Bu salâtları hesapladılar. Okuduğum salâtları, günahlarımdan sırada Münker ve Nekîr ismindeki melekler bana doğru daha çok buldular. Bunun üzerine Allahü teâlâ, meleklere; “Ey gelirken, onlarla benim arama, hoş kokulu, yakışıklı bir şahıs meleklerim! Onu hesaba çekmeyin, onu Cennetime götürün” girdi. Ona kim olduğunu sorunca, bana şöyle dedi: Senin buyurdu. dünyâda iken, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) okumuş olduğun Muhammed bin Sa’îd bin Mutarrif ( radıyallahü anh ) anlattı: Her gece yatağıma girdiğim zaman, muayyen miktarda çok salâttan yaratıldım. Her sıkıntıda sana yardım etmekle emrolundum.” Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) salât okurdum. Yine bir Muhammed bin Saffâr anlattı: “Ebû Abbâs Ahmed bin Mensûr gece Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) salât okudum, o vefât edince, birisi babama geldi ve; “Dün gece rü’yâmda Ebû sırada uykum geldi ve uyudum. Rü’yâmda, Resûlullah Abbâs Ahmed bin Mensûr’u gördüm. Şîrâz Câmii’nde efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. Oda kapısından teşrîf mihrâbda duruyordu. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Ona; buyurunca, odanın içerisi aydınlanıverdi. Sonra bana; “Gel, “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü bana çok salât okuyan o ağzını öpeyim” buyurdu. Bir müddet teâlâ beni af ve mağfiret etti. Beni Cennetine koydu” dedi. sonra uyandığımda, odada misk kokusunun yayıldığını Buna nasıl kavuştuğunu sorunca; “Dünyâda iken Resûl-i gördüm.” ekreme ( aleyhisselâm ) çok salevât okumam sebebiyle” dedi.” Huzeyfe ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bir kimse Resûlullah efendimize salât okuyunca, o salâtın bereketi, salâtı okuyan o şahsa, oğluna ve torununa ulaşır.” İklîşî ( radıyallahü anh ) anlattı: “İmâm-ı Şiblî, Ebû Bekr bin Mücâhid’in yanına gelmişti. Ebû Bekr bin Mücâhid yerinden kalkıp, İmâm-ı Şiblî’ye sarıldı ve onu iki gözü arasından öptü. Ben, Ebû Bekr bin Mücâhid’e; “Efendim! Sen Şiblî’ye niçin böyle yapıyorsun? Hâlbuki Bağdad’da ona mecnun diyorlar. Siz de böyle söylerdiniz” dedim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Mücâhid ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: Ben, Resûlullah efendimiz ona öyle yaptığı için böyle yaptım. Çünkü Resûlullah efendimizi rü’yâda gördüm. Şiblî’nin yanına varıp, onu iki gözünün arasından öptü. O sırada ben; “Yâ Resûlallah, Şiblî’ye niçin böyle yapıyorsunuz, ona böyle muâmelede Hâfız Reşidüddîn anlattı: “Mısır’da Ebû Sa’îd Hayyat diye anılan sâlih bir zât vardı, insanların meclislerine karışmaz, buralara gelmezdi. Fakat İbn-i Reşîk ismindeki zâtın meclisine devam ederdi. İnsanlar, ona bunun sebebini sorduklarında şöyle cevap verdi: “Rü’yâmda Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. Bana; “İbn-i Reşîk’in meclisine git. Çünkü o, meclisinde bana çok salevât okuyor” buyurdu. Resûlullahı ( aleyhisselâm ) sevmek: Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sevgisi, Allah yolunda kılıç ile muharebe etmekten daha üstündür. Resûlullahı ( aleyhisselâm ) sevmek, bu sevginin hakkını yerine getirmek, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) ta’zimde bulunmak, îmânın şu’belerinin en büyüklerindendir. Ebû Hafs Ömer bin Hüseyn Semerkândî’nin “Revnek-ül- Meleklerin yanında gümüşten sahîfeler ve ellerinde altından mecâlis” adlı kitabında şöyle anlatılır: “Belh şehrinde, malı kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar, çok, zengin bir tüccâr ve iki tane de oğlu vardı. Bu tüccâr, bir Resûlullaha ( aleyhisselâm ) okunan salevâtları yazarlar.” müddet sonra vefât etti. Oğulları, malları aralarında taksim ettiler. Kalan mîrâs arasında, Resûlullah efendimizin ( Abdullah bin Meysere el-Kavârîri anlattı: “Kâtiplik yapan bir aleyhisselâm ) üç tane mübârek kılları vardı, iki oğul, komşum vefât etmişti. Onu rü’yâmda gördüm. “Allahü teâlâ bunlardan birer tane alınca, geriye bir tane kaldı. Bunun sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ beni af üzerine büyük oğul; “O kalan bir kılı ikiye bölelim” dedi. ve mağfiret etti” dedi. Sebebini sorunca; “Ben ne zaman Nebî Küçüğü; “Hayır, o, Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) âit kelimesini yazsam, ondan sonra da mutlaka “sallallahü aleyhi mübâret bir kıldır. Onu asla kesip ikiye bölemeyiz” dedi. Büyük ve sellem” de yazardım” dedi. kardeş; “Öyleyse Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bu üç mübârek kılını sen al. Onlara karşılık malların hepsini de ben alayım” dedi. Küçük kardeş bunu kabûl etti. Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) âit mübârek kılları alıp, kendisine düşen malların hepsini kardeşine verdi. Ne zaman Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) o mübârek kıllarını görse, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât okurdu. Günler sonra, büyük kardeşin malı bitti. Küçük kardeşin malı ise çoğaldı. Bir müddet sonra küçük kardeş de vefât etti. Sâlih zâtlardan birisi, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâsında gördü. Resûlullah efendimiz (s.a.v), o zâta şöyle buyurdu: “İnsanlara söyle, Allahü teâlâdan bir dileği olan falancanın kabrine gitsin.” O günden sonra insanlar, o küçük kardeşin kabrini ziyâret etmeğe başladılar. Hattâ büyük zâtlar, onun kabrinin yanından geçerken; “İşte bu kişi, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salevât okumanın ve O’nu sevmenin bereketi ile yükseldi” derlerdi. Cum’a gecesi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât okumanın fazileti: Zeyd bin Vehb anlattı: İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ey Zeyd bin Vehb! Cum’a gecesi olunca, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bin kere salât okumayı terketme.” Ebû Abdürrahmân Magribî anlattı: Bana şöyle bir haber ulaştı: Hallâd bin Kesîr, son nefeslerinde bulunuyordu. Başının altında, “Bu, Hallâd bin Kesîr için Cehennemden berâttır” diye yazılı bir kâğıt bulundu. Bunun üzerine çoluk-çocuğuna, o ne amel işledi diye sorulunca, onlar; “O, Resûlullah efendimize her Cum’a gecesi bin defa “Allahümme salli alâ Muhammedinin-nebiyyil ümmiyyi” diye salât okurdu” dediler. Muhammed bin Süleymân anlattı: Vefât ettikten sonra, rü’yâmda babamı gördüm. “Babacığım! Allahü teâlâ sana ne muâmelede bulundu?” diye sorduğumda; “Allahü teâlâ beni affetti” dedi. “Ne sebeple affetti” diye sorunca; “Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) bahsi geçtikçe, “sallallahü aleyhi ve sellem” yazardım” dedi. İbn-i Salâh ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) bahsi geçince, salât ve selâm söylemeye devam etmeli, çok tekrar etmekten bıkmamalı ve usanmamalıdır. Çünkü bunda, hadîs-i şerîf talebeleri, hadîs-i şerîf ezberleyenler ve hadîs-i şerîf yazanlar için pek büyük fâideler vardır. Bundan gâfil olan kimse, büyük bir nasîbden mahrûm kalır.” Allahü teâlânın ism-i şerîfi geçince de, “celle celâlühü” gibi ta’zim ifâdelerini söylemek gerekir. Hasen bin Ali Attâr şöyle anlattı: “Ebû Tâhir Muhlis’e, Mekke-i mükerremede birşeyler yazdırmıştım. Yazdıklarına baktığımda, Resûlullah efendimizin ism-i şerîfleri geçtikçe, “sallallahü aleyhi ve sellem kesîran kesîran” diye yazıyordu. Niçin böyle yaptığını ona sordum. Bana şöyle dedi: “Ben gençliğimde hadîs-i şerîf yazarken, Resûlullah efendimizin mübârek ismi geçtikçe, “sallallahü aleyhi ve sellem” yazmazdım. Bir gece rü’yâmda Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna varıp selâm verdiğimde, mübârek yüzünü benden çevirdi. Ben ikinci defa diğer taraftan Resûlullaha doğru yöneldiğimde, yine mübârek yüzünü benden çevirdi. Üçüncü defa da Resûlullah ( aleyhisselâm ) benden mübârek yüzünü Ca’fer-i Sâdık ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Perşembe günü çevirince; “Yâ Resûlallah! Niçin mübârek yüzünü benden ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, gökten yere meleklerini indirir. çeviriyorsun?” dedim. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu. “Sen yazarken, benim ismimi Resûlullah ( aleyhisselâm ) anıldığı zaman, her mü’minin, yazıyorsun da, bana salât okumuyorsun.” işte o vakitten beri, Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) hürmet göstermesi, ne zaman Resûlullahın (s.a.v) ism-i şerîfi geçse, salât ve hareket hâlinden sükûn hâline geçmesi, sanki hayatta iken selâm okurum ve kesîran kesîran, derim.” Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda imiş gibi durması lâzımdır. Bu, Selef-i sâlihînin ve din büyüklerimizin âdetidir. Hamza el-Kettânî anlattı: “Hadîs-i şerîf yazarken, “sallallahü aleyhi’yi yazdım. Fakat “ve sellem”i yazmadım. Birgün İmâm-ı Mâlik’in yanında Resûlullah ( aleyhisselâm ) anıldığı rü’yâmda Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) gördüm. zaman, rengi değişir ve iyice ezilirdi. Bu durum, orada Bana; “Sana ne oluyor ki, bana salâtı tamamlamıyorsun?” bulunanlara ağır gelirdi. Birgün ona bu husûs söylenince şöyle buyurdu. O günden sonra, “sallallahü aleyhi ve sellem” diye dedi: “Eğer siz benim gördüğümü görseydiniz, benim bu hâlimi yazmaya başladım.” hoş karşılardınız. Ben Muhammed bin Münkedir’i gördüm. O, hafızların seyyidi idi. Ona ne zaman bir hadîs-i şerîf sorulsa, Hadîs âlimlerinden Süleymân Harrânî şöyle anlattı: ağlamağa başlardı. Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâmda gördüm. Bana; “Ey Süleymân! Hadîs-i şerîfte beni zikrettiğin zaman “sallallahü Ca’fer bin Muhammed, güleryüzlü bir zât idi. Yanında aleyhi” diyorsun, fakat “ve sellem”i söylemiyorsun. Hâlbuki “ve Resûlullah ( aleyhisselâm ) anıldığı zaman, yüzü sararırdı. O, sellem” dört harftir, her harfe kırk sevâb vardır. Sen ise kırk Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) bahsettiği zaman abdestli tane sevâbı terkediyorsun” buyurdu. O günden sonra ikisini olurdu. birlikte söylemeye başladım. Nehâî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Mescidde kimse İbrâhim Nesefî anlattı: “Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâmda olmadığı zaman; “Esselâmü alâ Resûlillah” de! Evde kimse gördüm. Tebessüm buyurmuyorlardı. Ben, Resûlullahın ( olmadığı zaman; “Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillahissâlihîn” aleyhisselâm ) mübârek elini öptüm ve; “Yâ Resûlallah! Ben de.” hadîs ehlinden ve Ehl-i sünnet ve cemâattenim. Ben, garip birisiyim” dedim. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana tebessüm buyurdu ve; “Bana salât okuduğun zaman, niçin selâm da okumuyorsun?” buyurdu. Uyandıktan sonra, “Sallallahü aleyhi” dedikten sonra “ve sellem”i de yazdım. Muhammed bin Kirmânî anlattı: Ebû Ali bin Şâzan’ın yanında bulunuyorduk. Bu sırada yanımıza tanımadığımız bir genç girdi. Bize selâm verdi. “Ebû Ali bin Şâzan hanginiz 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 118 2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-10, sh. 79 3) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 273 4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 280 oluyorsunuz?” dedi. Beni işâret ettiler. Bunun üzerine o genç bana; “Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâmda gördüm. Bana 5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 103 Ebû Ali bin Şâzan’ı bul. Onunla buluştuğunuz zaman ona selâmımı söyle buyurdu” dedi. Sonra dönüp gitti. Bunun 6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 54 üzerine Ebû Ali bin Şâzan ağladı. “Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) bu iltifâtına kavuşmamı, hadîs-i şerîf okurken, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) isminin her geçmesinden sonra, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât ve selâm okumamdan biliyorum” dedi. Kâdı Iyâd’ın naklettiğine göre; bir kimse, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) bizzat bahsettiği veya yanında 7) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 180 8) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 14, 90, 344, 594, 920 cild-2, sh. 1585, 1688, 1816, 1916 9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007 10) Ahlward; Verzeichniss der arabischen Handschriften cild5, sh. 254 11) Brockelmann Sup-2, sh. 234 FUDAYL BİN IYÂD 12) Kitâb-üs-salât; Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Ali’dir. Semerkant’ta No: 325 Ebyurd kasabasının Ferdin köyünde 107 (m. 726) yılında doğdu. Bâverd’de büyüdü. Kûfe şehrine yerleşip, orada ilim tahsilini yaptı. Ömrünün sonuna doğru Mekke’ye gelip yerleşti. 187 (m. 803) yılında Mekke’de vefât etti. Önceleri FİTYÂN EŞ-ŞÂGÛRÎ Hadîs ve edebiyat âlimi. İsmi, Fityân bin Ali bin Fityân bin Şimâl el-Esedî el-Hüzeymî ed-Dımeşkî eş-Şâgûrî olup, lakabı Şihâbüddîn’dir. 530 (m. 1116) senesinde Şâgûr’da doğdu. 615 (m. 1218) senesi Muharrem ayının yirmiikinci günü Dımeşk’da vefât etti. Eş-Şâgûrî, fazilet sahibi, şâir, nahiv ve hadîs-i şerîf âlimi idi. Arabcayı ve inceliklerini Ebû Nizâr Hasen bin Sûfî elBağdâdî’den öğrendi. Daha sonra Ebü’l-Yümn el-Kindî’den okudu. Dînine bağlı, vekar sahibi idi. Dımeşk’da önce küçük çocuklara ders vermeye başladı. Daha sonra öğrenmek isteyen herkese Arabca dilini ve inceliklerini, edebiyatını okuttu. Çok kimseler kendisinden istifâde etti. Yazdığı ve söylediği şiirlerle meşhûr oldu. Bu şiirleri, ilim sahipleri tarafından çok beğenildi. Bir ara zamanın sultânının çocuklarına ders verdi. Şihâbüddîn Fityân, Zebedânî denilen yerde ikâmet etti. Burasıyla ilgili edebî şiirler yazdı. İbn-i Asâkir’den hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Kendisinden de el-Yeldânî ve birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet etti. İslâmiyete uygun olmayan hayatı vardı. Tövbe etti. Tasavvuf yoluna girdikten sonra, yüksek derecelere kavuşarak olgun bir veli oldu. İrşâd makamına yükseldi. Bişr-i Hafî’nin ve Sırrîyi Sekâtî’nin mürşididir. Allahü teâlâyı tanımakta (ma’rifette), haramlardan ve şüphelilerden kaçmada zamanın en önde geleni idi. Kerâmetleri çoktur. Abbasî Halifesi Hârûn Reşîd’le çok sohbet etti. Ona nasihatleri ve va’zları meşhûrdur. (Hicâb-ül-aktâr) kitabı Farsçadır. Tövbe edenlerin önde gelenlerinden, cömerdliği ve ihsânı bol olan, haramlardan ve şüphelilerden sakınmakta ve Allahü teâlâyı tanımakta emsali az bulunan bir zât idi. Dünyâdan yüz çevirmiş, tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşmuş olan Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) nefsinin arzularını hiç yapmazdı. Tövbe etmesi şöyle anlatılır: Hazreti Fudayl, Merv ve Ebyurd şehirleri arasında önceleri eşkiyalık yapardı. Sahranın tenha bir yerinde çadırını kurar, eşkiya reîsi olduğu için içerde otururdu. Arkadaşları yoldan geçen kervanları soyarlar, ele geçirdikleri malların hepsini getirip, Fudayl bin Iyâd’a teslim ederlerdi. O da getirilen malları dilediği gibi arkadaşlarına taksim ederdi. Eşkiyalık yaptığı halde, cemâatle namazı terk etmez, namaz kılmıyan hizmetçilerini yanından kovardı. Eş-Şâgûrî, yazdığı şiirlerini bir kitapta topladı ve Dîvân-ı şi’r Birgün büyük bir kervan geldi. Fudayl bin Iyâd’ın arkadaşları ismini verdi. kervanı fark edince, yolunu kesmek üzere hazırlanmağa başladılar. Kervan içinde bulunan zengin birisi, eşkiyaları fark etti ve “Altınlarımı öyle bir yere saklıyayım ki, eşkiyalar eşyalarımızı alırsa geriye bunlar kalsın” düşüncesiyle 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 54 kervandan ayrılıp uygun bir yer aramağa başladı. Bir çadır gördü, hemen oraya koştu. Orada, sırtında abası, başında 2) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 24, cild-7, sh. 325, 341 3) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 785, 795 külahı olan biri namaz kılıyordu. Ona, bir miktar parası olduğunu ve emânet etmek istediğini bildirdi. Fudayl bin Iyâd, çadırın içine girip bir köşeye bırakıvermesini söyledi. Gelen kimse altınları bırakıp kervanın yanına dönünce, eşkiyaların “Size müjdeler olsun! Şimdi o, yaptıklarına pişman olup tövbe kervandaki eşyaları alıp götürdüklerini gördü. Orada kalan etti. Bundan önce, nasıl siz ondan kaçıyor idiyseniz, bundan eşyalarını da toparlayıp tekrar çadırın yanına döndü. Baktı ki, sonra da, o sizden kaçmakta, aynı işleri yapmaktan eşkiyalar kervandan aldıkları malları paylaşıyorlar. Adam uzaklaşmakta, sakınmaktadır” diyerek tövbe ettiğini bildirdi. şaşırdı ve “Demek altınları eşkiyaların reîsine vermişim” deyip Bundan sonra, her tarafı gezerek, üzerinde hakkı olanları geri dönmek istedi. Fudayl, adama niçin geldiğini sordu. buldu ve fazlasıyla ödeyerek hepsi ile helâlleşti. Yalnız Gelen kimse şaşkın vaziyette, “Emânet bıraktığım altınları Ebyurd şehrinde bir yahûdi hakkını helâl etmiyordu. Hiçbir almak için gelmiştim” deyince Fudayl, “Bıraktığın yerden al” teklifi kabûl etmiyor, Fudayl bin Iyâd’ı zor durumda bırakmak dedi. Adam gidip altınlarını alınca diğer eşkiyalar, “Biz hiç için olmadık şartlar ileri sürüyordu. Dedi ki, “Eğer hakkımı para bulamadık, sen ise bunları geri veriyorsun” dediler. helâl etmemi istiyorsan, filân yerde kayalık bir tepe var. O Fudayl: “O bana hüsn-i zan etti. Ben de Allahü teâlâya hüsn-i tepeyi kazarak oradan kaldır. Oralar dümdüz olsun!” Fudayl zan ediyorum. Ben o kimsenin, benim hakkımdaki iyi niyyetini bin Iyâd hakkını helâl ettirmek için buna râzı oldu ve kazmaya doğru çıkardım. Ola ki, Allahü teâlâ da benim kendisi başladı. Hazreti Fudayl’ın bu gayreti sebebiyle Allahü hakkındaki hüsn-i zannımı doğru çıkarır” dedi. teâlânın ihsanıyla, bir seher vakti rüzgâr çıktı. Allahü teâlânın izni ile orayı dümdüz etti. Yahûdi bunu görünce hayretten Bir gün yine bir kervanı soydular. Sonra yemek yimek için dona kaldı. Bu sefer de, “Benden aldığın malımı iade oturdular. Kervanın sahiblerinden birisi gelip, “Reîsiniz etmedikçe hakkımı helâl etmeyeceğim” diye yemîn etmiştim. kimdir?” diye sordu. “O, burada değil! Şu ağacın altında Benim yastığımın altında altınlar var. Sana hakkımı helâl namaz kılıyor” dediler. “Niçin sizinle beraber yemek edebilmem için oradan altınları alıp bana vermen lâzım” dedi. yemiyor?” deyince, “O oruçludur” dediler. Gelen adam iyice Yahûdi yastığın altında çakıl taşları koymuştu. Hazreti Fudayl şaşırdı ve yanına gitti. Huzûr içinde namaz kıldığını gördü. elini yastığın altına soktu. Allahü teâlânın izniyle, çakıl taşları Namaz bitince “Namaz, oruç ve haramilik bir arada nasıl altın olmuştu. Bir avuç altını Yahûdiye verdi. Yahûdi hayret bulunur?” dedi. Fudayl bu suâle, “Diğer bir kısım insanlar içinde idi. “Sana hakkımı helâl etmeden önce bana İslâm’ı daha vardır ki, günahlarını itiraf ederler ve yaptıkları iyi anlat” dedi. Hazreti Fudayl, “Bu ne hakdır?” diye sorunca amelleri, sonradan yaptıkları kötü amellerle yahûdi şöyle anlattı: “Ben Tevrat’ta okudum ki, “Tövbesinde karıştırırlar..” (Tevbe-102) âyet-i kerîmesini okudu. Adam sâdık ve samîmi olanın elinde çakıl taşları altın olur.” Aslında hayret etti. Fakat niçin tövbe etmiyorsun diyemedi. yastığın altında çakıl taşları vardı ve ben seni imtihan etmek Nakledildiğine göre, Fudayl bin Iyâd, yaratılış olarak çok temiz, cömerd ve güzel huylu bir insandı. Bastıkları kâfilede bulunan kadınlara kesinlikle dokunmaz, borçlu olanların ve için öyle söyledim. Elinde, çakıl taşlarının altın olduğunu görünce anladım ki, senin dînin hakdır ve tövbende sâdıksın” dedi ve îmân etti, müslüman oldu. sermâyesi az olanların, ellerindeki mallarını ve hayvanlarını Hazreti Fudayl, yaptıklarına çok pişman olmuştu. almazdı. Yanındakilerden birine “Allah rızâsı için beni bağla ve Bir gün yoldan bir kervan geçiyordu. Kervanda bulunan bir kişi “Îmân edenlere vakti gelmedi mi ki, kalbleri Allah’ın zikrine ve inen Kur’ân-ı kerîme saygı ile yumuşasınl...(Hadîd16) âyet-i kerîmesini okudu. Bu âyet-i kerîme kendisine öyle te’sîr etti ki, gönlünden yaralandı, içinden “Geldi, geldi. Hattâ geçti bile!” diyerek kendinden geçmiş bir halde şaşkın ve mahcup olarak bir harabeye sığındı. Bu sırada kervan yola çıktı. Giderlerken, kervandakiler, “Fudayl yolumuzun üzerinde bulunuyor. Acaba nasıl gideceğiz?” diye birbirleri ile konuşurlarken, (Fudayl bin Iyâd bu konuşmaları duydu ve sultanın huzûruna götür. Benim pek çok cezalarım vardır. Beni götür ki, Sultan beni cezalandırsın ve ben de cezamı çekeyim. Böylece hakkımdaki dînî hüküm ne ise, o yerine getirilmiş olur” dedi. Sultanın yanına gittiler ve durumunu bildirdiler. Sultan kendisine çok izzet ve ikramda bulunarak, evine götürülmesini emretti. Evinin önüne geldiğinde hâlâ ağlıyordu. Hanımı görüp “Sana ne oldu? Niçin ağlayıp inliyorsun? Yoksa seni dövdüler mi?” dedi. “Evet, hem de çok dövdüler” buyurdu. Hanımının merakı daha da artarak “Nerene vurdular?” deyince “Sultan, yaptıklarımın cezasını vermedi. Fakat ızdırâbım canımı yakıyor ve ciğerimi deliyor” Çünkü, “Bir emîrlik (başkanlık) kıyâmette dedi. Sonra hanımına “Ben Rabbimin hânesine, Kâ’be’ye pişmanlıktır” buyurmuştur. Hârûn Reşîd “Biraz daha söyle” gidip ziyâret etmeye niyet ettim, istersen aramızdaki nikâh dedi. Buyurdu ki: “Ömer bin Abdülazîz’i halife yaptıkları bağını çözüp seni boşayayım.” Hanımı “Allah korusun. zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed Senden nasıl ayrılım. Sen nereye gidersen ben de seninle bin Ka’bı çağırdı ve “Ben bu işe düştüm, kurtuluş çârem beraber gelir, senin hizmetinde bulunurum” dedi. Sonra ikisi nedir?” diye sordu. Onlar da, “Yarın kıyâmet gününde beraberce hac yoluna çıktılar. Allahü teâlâ, yolculuklarını azaptan kurtulmak istiyorsan, müslümanlardan yaşlıları kolaylaştırdı. Kâ’be’de bazı âlimlerle buluştular. İmâm-ı a’zam baban yerine koy, gençleri kardeş kabûl eyle, çocukları da Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine katıldı. Ondan ilim kendi çocukların gibi düşün! Kadınları ise kız kardeşin ve öğrendi. Kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Hikmetli sözler annen kabûl eyle Onlara babana, annene, kardeşine ve söylemeye başladı. Mekkeliler yanına gelir onlara va’z ve çocuklarına yaptığın gibi muâmele eyle!” dediler. nasîhat verirdi. Hârûn, “Biraz daha söyle” dedi. Buyurdu ki: “İslâm ülkesi Bir gece Hârûn Reşîd, veziri Fudayl-i Bermekî’ye, “Beni bir senin evin gibidir. İnsanları ev halkın gibidir. Babalarına kimsenin yanına götür. Kalbim, bu göz kamaştırıcı şaşalı lütufla, kardeşlerine ve çocuklarına iyilikle muâmele eyle!” hayattan sıkıldı. Rahatlık, gönül huzûru arıyorum” dedi veziri buyurdu. Sonra devam ederek buyurdu ki: “Korkarım şu onu Süfyân bin Uyeyne’nin evine götürdü. Süfyân kapıyı güzel yüzün ateşle yanar ve çirkinleşir. Güzel yüzlerden açıp, “Kim geldi?” suâline “Emîr-ül-mü’minîn geldi” dediler. niceleri Cehennemde çirkinleşir ve emirlerden (başkanlardan) “Ne için bana haber vermediniz. Bilseydim ben huzûruna niceleri orada esîr olur.” gelirdim” dedi. Hârûn Reşîd bunu duyunca, “Benim aradığım kimse bu değildir” dedi. Süfyân bunu duyunca ve “Sizin Hârûn, “Biraz daha söyle” dedi ve hüngür hüngür ağlayıp aradığınız kimse, Fudayl bin Iyâd’dır” dedi. Fudayl’ın kapısına feryâd etti. Fudayl hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâdan kork gittiler. “Günah işleyenler, kendilerini îmân edenlerle bir ve O’na ne cevap vereceğini düşün. Cevaplarını şimdiden tutacağımızı mı sanıyorlar?” âyet-i kerîmesini okuyordu. hazırla! Çünkü kıyâmet günü, Allahü teâlâ sana Hârûn Reşîd, “Nasîhat istersek, bu bize yeter” dedi. Kapıyı müslümanların hepsinden tek tek soracaktır. Hepsi için adâlet çaldılar. Fudayl “Kim o?” deyince, “Emîr-ül-mü’minîn” dediler. istiyecektir. Eğer bir gece bir ihtiyâr kadın, evinde bir şey Bunun üzerine, “Emîr-ül-mü’minînin benim yanımda ne işi var yemeden yatarsa, yarın senin eteğine yapışır ve sana hasım ve benim onunla ne işim var? Beni meşgûl etmeyiniz” dedi (düşman) olur” Hârûn Reşîd, ağlamaktan kendinden geçti. veziri, “Ulülemîre, (ya’nî halifeye) itaat vâcibtir...” deyince. Veziri Fudayl-i Bermekî, “Ey Fudayl yetişir! Emîr-ül-mü’minîni Fudayl bin Iyâd da, “Beni meşgûl etmeyiniz” buyurdu. Vezir öldüreceksin” dedi. Fudayl hazretleri buyurdu ki: “Sus, ey Fudayl-ı Bermekî, “Müsaadenle mi girelim, yoksa zorla mı?” Hâmân! Onu sen ve kavmin helak eylediniz, ben değil” Bu dedi. “Müsaadem yok, ama Zorla girecekseniz, siz bilirsiniz.” söz Hârûn’un ağlamasını arttırdı ve Bermekî’ye “Sana buyurdu. Hârûn Reşîd içeri girdi. Fudayl, kimsenin yüzünü Hâmân demesi, beni Firavun yerine koyduğundandır.” dedi. görmemek için kandili söndürdü. Karanlıkta Hârûn Reşîd’in eli Fudayl’ın eline değdi. Fudayl: “Bu el ne yumuşaktır, Cehennemden kurtulursa..” buyurunca Hârûn Reşîd ağladı ve nasîhat olacak bir söz daha söylemesini istedi. Buyurdu ki: Senin büyük baban Hazreti Abbas, Peygamber ( aleyhisselâm ) efendimizin amcası idi. Peygamberimize, “Beni bir kavme emir (başkan) yapınız” demişti. Peygamberimiz de, “Ey amcam, seni nefsin üzerine emir ettim” ya’nî nefsinin Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle meşgûl olması, insanların bin senelik tâatından iyidir, buyurdu. Sonra Hârûn Reşîd, Fudayl bin Iyâd’a, “Birisine borcun var mıdır?” dedi. “Evet, Allahü teâlâya borcum var. O da itaattir, huzûruna böyle borçlu çıkarsam vay hâlime.” buyurdu. Hârûn Reşîd, “İnsanlara borcun var mı demek istiyorum” dedi. “Allahü teâlâya şükür olsun ki, bana çok ni’metler verdi. Hiç şikâyetim yoktur” buyurdu. Bunun üzerine Hârûn, onun önüne 1000 (bin) altın koyup “Bunlar helâldir. Annemin mîrâsındandır” dedi. Fudayl buyurdu ki: “Bütün bu nasîhatlerimin sana hiç faydası olmadı.” Bunu söyledi ve yanından kalktı ve gitti. Hârûn Reşîd de çıkıp gitti. İsmi anıldığında, “Ah! Ne insandır o! Hakîkaten mert kimsedir.” tebessüm etti. Halbuki otuz yıldır hiç gülmemişti. “Ey Fudayl! dedi. Bu gün gülünecek gün müdür?” diye sordular. Bunlara cevab olarak buyurdu ki: “Ben şu anda, Peygamber efendimizin de Bir gün küçük çocuğunu kucağına aldı, okşayıp bağrına tatmış olduğu evlâdın ölümü acısını tatmış bulunuyorum. bastı. Çocuk dedi ki: “Babacığım beni seviyor musun?” Anladım ki, Allahü teâlâ evlâdımın ölümüne râzıdır. Madem ki Fudayl ( radıyallahü anh ) “Evet” dedi. Çocuk “Peki Allahü oğlumun ölümünde Allahü teâlânın rızâsı vardır. Ben de teâlâyı seviyor musun?” dedi. Hazreti Fudayl “Tabiî Allahü teâlânın rızâsına râzı oldum. Onun için güldüm.” seviyorum” dedi. Çocuk “Peki kaç tane kalbin var?” dedi. Fudayl “Bir tane” deyince çocuk dedi ki: “Ey babacığım! Bir Birgün Mira dağlarından bir tepenin üzerinde bulunuyordu. kalbe iki sevgiyi nasıl sığdırabiliyorsun?” Hazreti Fudayl, Buyurdu ki, “Allahü teâlânın evliyâsından bir velî şu dağa, küçük çocuğun bu derin ma’nalı sözleri, kendi kendine sallan dese, dağ derhal sallanır. Fudayl hazretleri böyle söylemediğini, Allahü teâlânın söyletdiğini anlıyarak söyler söylemez, dağ sallanmaya başladı. Hazreti Fudayl yavrusunu kucağından bırakarak eliyle başını dövmeye dağa, “Sakin ol, ben bu sözümle seni kastetmedim” dedi ve başladı ve bundan sonra her an Allahü teâlâ ile meşgûl dağ sâkinleşti. olacağına söz verdi. Oğluna da “Ey oğlum sen ne güzel vâ’izsin” deyip bağrına bastı ve “Seni hakîki sevgilinin izni ve Bir gün oğlu birine bir altın verecekti. Vereceği altının emri ile seviyordum” buyurdu. nakışında bazı kirler vardı. Ve bunu temizlemek için altını ateşle kızdırıyordu. Bunu görünce oğluna buyurdu ki: “Ey Birgün Arafat meydanında insanları seyrediyordu. oğlum, yaptığın işdeki bu dürüstlük senin için on nafile hac Müslümanlar feryâd ediyorlar, Allahü teâlâya yalvarıp, sevâbına bedeldir” inliyorlardı. Bunları bir müddet seyrettikten sonra “Sübhânallah. Şu kadar insan, kerîm olan bir zâtın kapısına Bir gün oğlu, idrarını yapamadı. Fudayl ( radıyallahü anh ) gitse, bu şekilde yalvararak bir dânik (0, 801 gr.) ya’nî çok az “Yâ Rabbi sana olan muhabbetim hürmetine oğlumun şu altın isteseler, o zât bu insanları ümidsiz ve eli boş geri acıdan kurtulmasını nasîb eyle” diye yalvardı. Oğlu hemen çevirmez. Yâ Rabbi, Sen kerîm ve gaffarsın. Bu insanların şifâ buldu. hepsini affetmen, kerîm olan ganî olan bir zâtın bir dânik altın vermesinden daha kolaydır. Yâ Rabbi! Senin ihsânların o kadar çoktur ki, bu insanların hepsini affetsen, senin ihsânından hiçbir şey eksilmez.” dedi. Fudayl bin Iyâd bunu söyledikten sonra, gâibten bir ses, “Ey Fudayl senin bu hüsn-i zannın hürmetine hepsini affettim” diyordu. Fudayl bin Iyâd’ın ( radıyallahü anh ) iki kızı vardı. Vefâtı yaklaşınca hanımına şöyle vasıyyet etti. “Vefâtımdan sonra iki kızımı al ve Ebû Kubeys tepesine çık. Ellerini açarak şöyle niyazda bulun: “Yâ Rabbi! Fudayl bana vasıyyetinde dedi ki: Ben hayatta iken bu iki emânete gücümün yettiği kadar baktım. Ama ben ölüp de kabre girdikten sonra bu emânetleri Fudayl bin Iyâd hazretlerinin oğlu Ali, Kur’ân-ı kerîmden bir sana iade ettim.” Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) vefât sûreyi sonuna kadar okuyamaz ve dinliyemezdi. Biraz edip, defn işleri tamamlandıktan sonra, hanımı vasıyyeti okuyunca veya dinleyince âyet-i kerîmelerin te’sîri ile düşüp yerine getirmek üzere bildirilen yere kızlarını götürdü ve bayılırdı. Sonuna kadar tahammül edemezdi. Bir gün Fudayl bildirildiği gibi duâ edip çok ağladı. Bu sırada Yemen bin Iyâd hazretlerine bir kâri (Kur’ân-ı kerîm okuyan) geldi. hükümdârı, yanında iki delikanlı oğlu ile beraber oradan Onu oğlunun yanına gönderdi ve buyurdu ki: “Oğluma geçiyordu. Hanımların ağlayıp sızladıklarını görünce Kur’ân-ı kerîm oku. Dinlemekten çok hoşlanır. “Zilzâl” ve “El- yanlarına gidip “Bu hâl nedir?” diye sordu. Hanım hâdiseyi Kâria” sûrelerini okuma, çünkü kıyâmet sözünü dinlemeye anlatınca, Yemen hükümdârı dedi ki; “Bu kızları, her biri için tahammül edemez, takat getiremez.” O kâri gitti. Kazara, el- bin altın mehir ile oğullarıma nikâhlıyalım” dedi. Fudayl bin Kâria sûresini okudu. Dördüncü âyet-i kerîmeye gelince Iyâd’ın ( radıyallahü anh ) hanımı “razıyım” dedi. Kızların ve Hazreti Fudayl’ın oğlu Ali, “Allah!...” deyip düştü. Baktılar ki oğulların da rızâsı alındı. Hep beraber Yemen’e gittiler. İleri rûhunu teslim etmişti. Fudayl bin Iyâd, oğlu vefât edince gelenler toplandı ve nikâhları kıyıldı, düğün yapıldı. Rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden ba’zıları: “Beş şey bedbahtlık alâmetidir: Kalb katılığı, ağlamamak, utanmamak, dünyâya fazla rağbet etmek, uzun emelli olmak.” “İnsanlara merhamet etmeyene Allahü teâlâ merhamet etmez.” “Allah korkusu, dilin lüzumsuz şey söylemesine mâni olur. Allahü teâlâdan korkanın dili söylemez olur.” “Kabir azâbından, dirilerin ve ölülerin fitnelerinden ve Deccal’ın fitnesinden Allahü teâlâya sığınınız.” “Allahü teâlâdan korkandan, her şey korkar olur. Allahtan korkmayan, her şeyden korkar.” “Tevekkül, Allahü teâlâdan “Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allahü teâlâ da onun başkasına güvenmemek ve O’ndan başkasından dünyâda ve âhırette ayıbını örter. Kim bir müslüman korkmamaktır.” “Akıllılarla kavga etmek, akılsızlarla oturup kardeşinin sıkıntısını giderip sevindirirse, Allahü teâlâ da onu tatlı yemekten kolaydır.” dünyâ ve âhırette sevindirir. Allahü teâlâ; kul, müslüman kardeşine yardım ettikçe onun yardımcısıdır.” “Bir kimsenin kalbine Allah korkusu yerleşti mi, dilinde işe yaramaz bir söz bulunmaz. Bu korku dünyâ sevgisini ve “Müslümanın müslümana üç günden fazla dargın durması arzusunu yakar, dünyâya rağbet etme hâlini gönülden dışarı helâl değildir. Kim üç günden fazla dargın durur ve bu hâlde atar.” ölürse Cehenneme girer.” Fudayl hazretlerine sormuşlar: “Neden Allahtan korkanı “Kim aç bir müslümanı doyurursa Allahü teâlâ da onu Cennet göremiyoruz?” Buyurmuş ki: “Şayet siz korksaydınız, korkanı meyveleri ile doyurur.” görürdünüz. Korkanı korkanlardan başkası göremez. Nitekim “Vasıyyet etmeyi istediği bir şeyi olan müslüman bir adamın, bu vasıyyeti yazmadan iki geceden fazla gecelemesine hakkı yoktur.” Fudayl bin Iyâd hazretlerinin hikmetli ve ibret dolu güzel sözleri çoktur. Bunlardan birkaçı şöyledir; “Bid’at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalblerinden îmânlarını çıkarır. Bid’at sahibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü teâlânın evlâdını kaybeden anne, evlâdı ölen bir anne görmek ister. Ya’nî dertlinin hâlinden, dertli anlar. Derdi olmayan, dertliyi nereden bilecek?” “Helâldir, herhangi bir hesabı da yoktur, demek şartıyla bütün dünyâyı bana verseler, yine de sizlerin murdar bir leşi pis saydığınız gibi, onu pis sayardım.” “Amellerin en iyisi, en gizli yapılanıdır. Şeytandan en fazla korunulmuşu da riyadan uzak olanıdır.” bunu af edeceğini ümit ederim. Yolda bid’at sahibine karşı “Âhıret âliminin arkasından gidin, dünyâ âlimi ile oturmaktan gelirsen, yolunu değiştir.” sakınınız, çünkü o gurûru ve süsüyle sizi fitneye sokar. Onun Allahü teâlâya isyan ettiğimi, bir günah işlediğimi, hayvanımın ve hizmetçilerimin bana karşı davranışlarından anlarım.” “Duâmın kabûl olacağını bilsem, yalnız devlet başkanı için duâ ederdim. Çünkü, devlet başkanı iyi olursa, şehirler ve da’vâsı amelsiz ilim ve samimiyetsiz ameldir.” “Kim, din kardeşi için diliyle sevgi ve hulûs gösterir de içinden ona düşmanlık ve kin beslerse Allah ona la’net eder, dilsiz yapar ve kalb gözünü körletir.” insanlar kötülüklerden ve belâlardan emîn olur. “İnsanın, “Rızâ hâlindeki kişinin dostluğuna inanmam, kızdırdığım bu yanında bulunanlarla tatlı tatlı sohbet etmesi, onlara güzel kişinin gazâb hâlindeki dostluğuna inanırım.” ahlâk ile davranması, geceleri sabaha kadar ibâdet ile, gündüzleri hep oruçlu geçirmesinden hayırlıdır.” “Hakka boyun eğ, hakkı takip et, kim söylerse söylesin hakkı kabûl et.” “Her şeyin bir zekâtı vardır. Aklın zekâtı da uzun uzadıya 2) Keşf-ül-mahcûb sh. 220 (Urdu tercümesi) hüzünlenmek (ve derin düşünmektir). Bu yüzdendir ki, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hüznü aralıksız ve kesintisizdi.” 3) Risâle-i Kuşeyrî sh. 52, 57, 58, 59, 298 “Fâsıkın yüzüne gülen bir kimse, müslümanlığı tahrip etmek 4) Nefehât-ül-üns sh. 91 için çabalamıştır.” “Her kim bir binek ve yük hayvanına “La’net olsun” derse, o hayvan (hâl diliyle) der ki: “Âmin, lâkin yüce Allaha hangimiz daha fazla âsi ise, la’net onun üzerine olsun!” “Yüce Allahı seviyor musun?” diye sana sorsalar, sükût et. Zîrâ, eğer (hayır) dersen kâfir olursun. (Evet) dersen, hareketlerin O’nu sevenlerin hareketlerine benzememektedir. 5) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 68 6) Tezkiret-ül-evliyâ sh. 56 7) Eshâb-ı Kirâm sh. 340 8) Câmiu kerâmât-il evliyâ cild-2, sh. 235 9) El-A’lâm cild-5, sh. 153 Onun için sahtekâr olursun.” 10) Tabakât-üs-sûfiyye sh. 6 Yahyâ bin Muaz ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Bu insanlar ne tuhaftır! Aralarında bir mü’min, zengin olmuşsa onu 11) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh. 245 övüyorlar, fakîr düşmüşse onu hakîr görüyorlar.” Fudayl bin Iyâd’ın yanında bir adamdan sitayişle bahsettiler. Dediler ki: 12) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh. 294 “O zât, ağzına helva almaz!” Fudayl onlara dedi ki: “Helva yemeyi bırakmak bir mürüvvet mi sanki? Siz onun akrabasını gözetip gözetmediğine, öfkesini yenip yenmediğine, komşularına, dul kalmış kadınlara ve yetimlere karşı nasıl davrandığına bakınız. Din kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı 13) Hilyet-ül-evliyâ cild-8, sh. 84 14) Vefeyât-ül-a’yân cild-4, sh. 47 15) El-Cevâhir-ul-mudiyye cild-1, sh. 409 huy ve edebi nedir? işte hükmünü verirken asıl bunlara dikkat edin!” 16) Mîzân-ul-i’tidâl cild-3, sh. 361 Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) der ki: “Allah’ın öyle kulları 17) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh. 316 vardır ki, Allahın azametinden kalbleri parça parça olur, sonra biter; yine paralanıp tekrar biter. Ve bu hâl yaşadıkları 18) Sıfat-üs-safve cild-2, sh. 134 müddetçe devam eder. Kulun, azameti ilâhiye karşısındaki korku ve saygısı, ilâhi ma’rifetten nasîbi miktarında olur!” 19) Mir’ât-ul-cinân cild-1, sh. 415 “Üç şey kalbi öldürür. Bunlar 1- Çok yemek, 2- Çok uyumak, 20) Târîh-i Dımaşk cild-24, sh. 38 3- Çok konuşmak.” 21) Rehber Ansiklopedisi cild-6, sh. 93, 94 “Bugün yumuşak elbiselere, lezzetli ve nefis yemeklere fazla rağbet etmeyiniz. Zîrâ yarın ne giyecekleri ne de bu yemekleri bulamayacaksınız.” FUDAYL CEMÂLİ (Fudayl bin Ali Cemâlî) 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007 Hanefî mezhebinde yetişmiş Osmanlı âlimlerinden. Meşhûr âlim Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’nin oğludur. İsmi Fudayl bin Ali bin Ahmed bin Muhammed Cemâlî’dir. 920 (m. 1514) kerâmetleri görülmüştür. Humma ve benzeri hastalıklara senesinde İstanbul’da doğdu. 991 (m. 1583) senesinde okuduğu duâlar hemen te’sîrini gösterir, hastalar şifâ bulurdu. İstanbul’da vefât etti. Vasıyyeti üzerine, Zeyrek yokuşundaki babasının yanına defnedildi. Defnedilmesi esnasında mezarı Her nerede olsa, meclisin baş tarafına oturtulurdu. Yaz kazılırken babasının ayakları ortaya çıkmış ve hiç çürümediği günlerinde bahçesi ziyâret yeri idi. Kış günlerinde ise evi, görülmüştür. Hâlbuki muhterem babasından 59 yıl sonra vefât âlimlerin ve fazilet sahiplerinin toplanma yeri idi. Âlimlere, ilme etmiş idi. ve kitaplara çok düşkün idi. Birçok kıymetli kitap yazdı. Yazdığı eserlerini ve kütüphânesinde bulunan kitaplarını Fâtih Önce babasının talebelerinden Amasyalı Molla Sâlih’den ilim Câmii Kütüphânesi’ne vakfetti. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: öğrendi. Sonra Sahn-ı semân Medresesi müderrislerinden 1-Ta’likât alâ sahîh-il-Buhârî, 2- Mesâil-i Esviyâ, 3- Dımânât: Emîr Şemseddîn ve Ebüssü’ûd Efendi gibi zamanının büyük Hanefî mezhebine göre fıkıh bilgilerini açıklamakta olup, dört âlimlerinden ilim tahsil etti. Daha sonra hacca gidip, hac cilddir. 4- Tenvî’-ül-usûl fî ilm-il-usûl, 5- Avn-ur-râid fî şerh-il- vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevverede Peygamber ferâid, 6-Hâşiye-i şerh-i şerîfi, 7- Ecvibe alâ câmi’ıl-fusûleyn, efendimizi ( aleyhisselâm ) ziyâret etti. 945 (m. 1538) 8- Muhtasar-ı Kâfiye, 9- İ’ânet-ül-fârid fî tashîh-il-ferâid, 10- senesinde Bursa Yıldırım Bâyezîd Hân Medresesi’ne ta’yin Hâşiye-i Vâfiye, 11- Vezâif fin-nahv. edildi. 949 (m. 1542) senesinde Abdürrahmân Efendi’nin yerine Halebiyye Medresesi’ne müderris oldu. 951 (m. 1544) senesinde Cemâleddîn Muhammed Cürcânî’nin yerine Eyyûb Medresesi’ne müderris ta’yin edildi. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd’un kızıyla evlendi. 956 (m. 1549) senesi Muharrem ayında, Hasen Bey yerine Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris oldu. 958 (m. 1551) Şevval ayında Niksârî Efendi yerine Ayasofya 1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 77 2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 822 3) El-A’lâm cild-5, sh. 153 Medresesi müderrisliğine yükseltildi. 960 (m. 1553) senesinden sonra kadılık mesleğine geçti. Emîn Kösesi yerine 4) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 223 Bağdad kadısı oldu. 961 (m. 1554) senesinde Pervîz Efendi yerine Haleb kadılığına nakledildi. Daha sonra İstanbul’a 5) Osmanlı müellifleri cild-1, sh. 320 geldiğinde, Hasen Bey yerine Şehzâde Medresesi’ne ta’yin edildi. 969 (m. 1561) senesi Rebî’ul-âhır ayında Arab-zâde Abdülbâkî Efendi yerine Mekke-i mükerrerce kadılığı ile taltif olundu. 6) Şakâyik-i Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 275 7) Keşf-üz-zünûn sh. 503, 554, 1087, 1180, 1248 971 (m. 1563) senesi Cemâzil-âhır ayında emekli oldu, yerine Nişancı-zâde getirildi. 982 (m. 1574) senesinde Sultan Üçüncü Murâd Hân tahta geçtiğinde, kadıaskerlik teklif etti ise FÛRÂNÎ (Abdurrahmân bin Muhammed) de bunu kabûl etmedi. Fakat zaman zaman Sultan Murâd ona iltifât eder, hediyeler gönderirdi. Hattâ Fudayl Cemâlî’nin ölüm Hadîs ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebü’l-Kâsım olup hastalığında Vezîr İbrâhim Paşa’yı gönderip hayr duâsını ismi Abdurrahmân bin Muhammed bin Ahmed bin Fûrân’dır. almıştır. 985 (m. 1577) senesinde Şa’bân Hamîd Efendi vefât 388 (m. 998) yılında Merv’de doğup, orada yerleştiği için edince, Fudayl Cemâlî’ye şeyhülislâmlık teklif edildiyse de, bu Mervezî nisbet edildi. Yetmişüç yaşında iken, 461 (m. 1069) vazîfeyi de kabûl etmedi. yılında Merv’de vefât etti. Fudayl Cemâlî Efendi, babası gibi büyük âlim idi. Vera’ ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin meşhûrlarından Ebû Bekr Kaffâl takvâ sahibi, sâlih bir zât idi. İslâmiyetin emir ve yasaklarına Şaşi (Kaffâl-ı sagîr) ve Ebû Bekr Mes’ûdî’nin en gözde çok bağlı idi. Ma’nevî hâller ve kerâmetler sahibi idi. Çok talebelerinden olan Abdurrahmân Fûrânî, Ali bin Abdullah 2) Tabakât-ül-fukahâ (Esnevî) cild-2, sh. 255 Taysefûnî ve Ebû Bekr Kaffâl Şaşi Mervezî’den hadîs-i şerîf dinledi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerinin inceliklerine vâkıf oldu. Şafiî mezhebinde mutlak müctehid ile müntesib müctehid arasında bir derece olan eshâb-ı vücûhtan sayıldı. Hadîs ilminde zamanının ileri gelenlerinden idi. İmâm-ül-Haremeyn Cuveynî, onun ders halkasına iştirâk ederdi. Merv’de tâliblerine ders verirdi. Allahü teâlânın dinini öğrenmek ve 3) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 132 4) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 309 5) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 98 6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 169 öğretmek için çalışır, onun rızâsını kazanmaya gayret ederdi. Din adına yanlış bir söz söyleyeni susturur, sapıklara güzel cevaplar verirdi. Vaktini, yalnız Allahü teâlânın, rızâsına uygun işler için harcardı. Güzel ahlâkıyla insanlara örnek olur, te’sîri tez görülen nasihatlerde bulunurdu. Fazla mal kazanmak için vaktini zayi etmez. Az mala kanâat ederdi. Eline geçenin ihtiyâcından fazla olan miktarını fakirlere sadaka olarak dağıtırdı, insanlara yaptığı nasihatlerinde doğruyu öğrenmeyenin yanlış şeylere inanmaktan kurtulamayacağını bildirir, dinlerini Ehl-i sünnet âlimlerinden ve kitaplarından öğrenmelerini tenbîh ederdi. Birçok talebe yetiştirdi. Bunlar, zamanlarının en yüksek âlimleri oldular. Bağdad Nizâmiyye Medresesi’nde Ebû İshâk Şîrâzî’den sonra müderris olan ve hocasının kitabına ilâveler yapan Ebû Sa’d Abdurrahmân Mütevellâ, Şafiî mezhebinde hadîs ve fıkıh âlimi Muhyü’s-sünne Begâvî, İmâm-ı Kuşeyrî hazretlerinin oğlu Abdülmünım bin Ebi’l-Kâsım Kuşeyrî, Zâhir bin Tâhir, Abdurrahmân bin Ömer Mervezî, Müezzin Ebû Saîd bin Ebî Sâlih, Ali bin Ahmed Rûyânî ve daha birçok âlim onun talebeleri arasındadır. Bu talebelerinin çoğu sika (güvenilir) âlimlerden sayılmış ve kendilerinden rivâyetlerde bulunulmuştur. Yetiştirmiş olduğu eşsiz ilim sahibi talebeleri yanında, değişik ilimlere dâir pek kıymetli eserler de yazan Abdurrahmân Fûrânî’nin “Kitâb-ül-ibâne”, “Kitâb-ül-umde”, “Esrâr-ül-belâga” ve “Kitâb-ül-amel” adlı kitapları tanınmaktadır. “Kitâb-ül-ibâne”, Şafiî mezhebinin temel kitaplarındandır. Birçok şerh ve ilâveleri yapılmıştır. Talebelerinden Ebû Sa’d Mutevellâ’nın “Tetimme” adlı eseri bunlar arasındadır. 1) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-5, sh. 109 7) Keşf-üz-zünûn sh. 84, 1441