ıslam`da başkaldırı hukuku

advertisement
•
ISLAM'DA
BAŞKALDIRI HUKUKU*
THE LAW OF REBELLION IN ISLAM
FAZLUR RABMAN
ÇEV. ADİL ÇİFTÇİ
OOI<UZ EYLÜL ONlvERStrESIILAJ-IIYAT FAJd:ıLTESI ARı\ŞTJRMA GÖREVLISI. IZMIR
Bu makalenin başlığı ilk bakışta okuyucuya garip
gelebilir. Zira o İslam'da bir başkaldırı hukukunun
varlığına işaret . ediyor gibi görünmektedir. Halbuki
başkaldırının kendisi hukuk ve düzenin ihlal edildiği bir
durumu anlatır. O halde nasıl olur da bir "başkaldırı/
isyan" hukukundan bahsedilebilir. Ancak, bu yazı
gerçekte İslam'da her ne sebeple veya şartta olursa
olsun başkaidırıyı yasaklayan hukuku konu edi~mekte­
dir. Amacım bu hukukun doğuş ve gelişimini ortaya
koymaktır. Bu arada, İslam'da yönetime karşı toplumsal
ve siyasi muhalefet ile alakalı hukuki bir hükmün olup
olmadığı da sorulabilir. İleride göreceğimiz gibi,
hukukçular tarafından vaz edilmiş böyle hiçbir hüküm
yoktur; sadece hadis tarzında ifade edilmiş bazı kabuller
vardır. İşte biz bunları tahlil etmeye çalışacağız.
Elbette bizzat İslam'ın kendisi yedinci yüzyıl Arayerleşik duruma (statüko) karşı bir
başkaldırı, bir isyandı. Bu başkaldırı Me)<ke ve Medine'de başlayıp bütün Arap yanmadası ve ötesine
yayılmıştır. Ancak, bu İslam hareketi güçlenip
yönetimler kurduktan sonra, hukukçular İslam tarihinin
daha ilk dönemlerinde yerleşik herhangi bir idareye
karşı her türlü ayaklanmayı yasakladılar. Bununla birlikte, İslam dünyasının her tarafında tarih boyunca
başkaldırılar da eksik değildir. Ve dahası, bir nevi
kardeş kavgalanna, hatta müslümanlar arası cihadlara
rastlamaktayız. Cihad, "Allah Yolunda", yani İslam
bistan'ındaki
•
"The Law Of Rebellion in Islam"; Islam in tlıe Modern World,
Ed; JiU Raitt, Paine Lectures in Religion, Bth Seiies, Columbia
l983, 1-10.
Bkz.: "Haricilik", Encyclopaedia of Islam (2. Baskı); yine bkz:
Fazlur Rahman, Islam, (2. Baskı), Unıversity of Chicago Press,
10. Bölüm.
için, fiilen savaş da dahil olmak üzere, müca:dele etmek
demektir. İslam hukuku salt çoğrafi genişleme amacına
dayalı savaşı yasakladığı ve izin verdiği tek savaş cihad
olduğu için, her ne zaman bir müslüman kuvveti
diğerine saldırsa, bu saldırı için sebepler göstermek ve
böylece onu cihad olarak meşrulaştırmak veya
haklılaştırmak zorunluluğu duymuştur.
Günümüz İslam'ına gelince, hemen hemen bütün
ülkelerindeki mevcut duruma karşı, başta okuryazarlar olmak üzere, genç nesil arasında büyük bir rahatsızlık ve sert muhalefet görülmektedir. Bu karşı çıkış
hem: mevcut toplumsal stati.ikoya hem de çoğu
yönetimleredir. Son yıllarda, ana unsuru mevcut topl.um
yapısından duyulan tatminsizlik ve onu mümkün
olduğunca daha iyisr ile değiştirmek arzusu olan bir
İslami duygu uyanışına şahit olunmaktadır.
İslam
Hz. Muhammed'in 632'de ahirete intikalinden neredeyse hemen sonra, evvelce İslam'ı kabul edip İslam
yönetimi altına girmiş olan bazı Arap kabileleri eski
egemenliklerine geri döndüler. nk halife, veya Hz. Muhammed'in ilk balefi Hz. Ebu Bekir bunlarla savaşarak
tekrar Medine'deki merkezi yöneti~ tanımaya mecbur
etti. Bu olay son derece dikkate değerdir; zira İslam'daki
irtidat hukuku ile sonuçlanan karmaşayı aydınlatmak­
tadır. Bu olay için tarihçiler "Ridde" terimini kullanmışlardır ki, bu da irtidat/din değiştirme demektir.
Aslına bakarsanız, eski kabile idarelerine geri dönüş
yapan bu kabileler İslam'dan aynlmayıp, sadece Medine
merkezli yönetime Zekat vermeyi reddedip Merkez iktictanna karşı kendi hükümranlıklarını yeniden ellerine almaktaydılar. O halde hakikatte olup biten şey, bu insanların merkezi orotiteye başkaldırmalan ve bunun
üzerine de güç kullanılarak tekrar bu otoriteye boyun
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 8, NO: 2, SPAING 1995
133
ISLAM'DA BAŞKALDIRI HUKUKU
egdirilmeleri idi. Yoksa, onlar İslam'dan ayrılmış
değillerdi; ısrarla müslüman olduklarını söylüyorlar,
namaz kılıyorlar, Ramazan orucunu tutuyorlar; basılı,
Medine'ye zekatlarını göndermek hariç, İslam'ın bütün
gereklerini yerine getiriyorlardı. Siyasi olan ile dini olan
arasındaki böyle bir karıştırmadan İslam hukukçuları
şöyle bir hüküm çıkardılar: Dinden çıkan bir şahıs veya
bir topluluk İslam'a geri döndürillmelidir; eğer reddediyorsa katledilmelidir. Böyle bir hükmün Kur'an'a ters
olduğu şu gibi ayetlerde açıkça görülür: "İman edip
sonra cayanları, sonra tekrar inanıp yine cayanlan, nihayetinde de bu inançsızlıklarında ısrar edenleri Allah affetmez... " (4,137; ayrıca bkz. 3, 90). Bu, irtidatın cezalandınlabilir bir suç olmadığını göstermektedir.
Bununla birlikte hukukçular, oldukça farklı bir
bu tür bütün ayaklanma şekillerini yasaldayarak
başkaldırıya karşı hüküm vaz ettiler. İslam'da ilk hizipleşme Hz. Peygamber'in vefatından yaklaşık otuz yıl
sonra ortaya çıkan hariciliktir. Harici,_ isyancı veya
ayrılıkçı demektir. Bu tutumu takınan ve Hariciler adı
verilen topluluk, büyük günah işleyen birinin tevbe etmedikçe veya davranışını telafi etmedikçe Müslüman
olmaktan çıkıp ·- ne kadar çok ya da ne kadar sesiice
şehadet getirirse getirsin- kafir, yani İsiarnı inkar eden
birisi olacağını iddia etmiştir. Bu ayrılık temelde siyasi
nedenlere dayanıyordu. Üçüncü halife Osman, yönetim
yanlışları ve akraba kayırmacılığı gibi iddialarla bazı
isyancılar tarafından katledildi. Bir süre sonra Harici
olarak karşımıza çıkacak olan şahıslar işte bu suikastçılar topluluğunun varisleridirler. Hariciler'e göre
Hz. Osman kamu ve devlet işlerinde büyük hatalar
işlediği ve· tövbe de etmediği için haklı olarak katledilmiştir. Onlara göre Hz. Ali de Jcafirdi ; zira kendisi halife
olduğu halde, halifenin kim olacağı hususunu hakemlere havale etmekle hilafet makamını yıpratmıştır. O da
661'de bir Harici tarafından katiedildL Nihayet Hariciler
bu tür görüşlerini mantıksal sonucuna götürüp, bütün
İslam toplumunun iki halifeyi de Jcafir kabul etmesini istediler. Toplum umumiyetle bunu reddedince, Hariciler
şöyle dediler: bir Jcafirin Jcafir olduğunu kabul etmeyen
kişinin kendisi Jcafirdir. Böylece onlar bütün ümmetin
kô.fir olduğunu ilan ettiler. Bundan sonrak_i adımda ise
ümmete karşı silaba sarıldılar. Haricilerin bu
başkaldırıları yaklaşık bir asır sürdü.
açıdan
Bu Harici tutumuna ve onların meslekten isyancılıklarına bir tepki olarak, bir takım kelamcılar
arasında yeni bir görüş ortaya çıktı. l3u kelamcılara
göre, bir kimse Allalı birdir ve Muhammed O'nun
134
resulUdür diyor ve yalan söylediğine ya da aklen malili
olduğuna inanmak için de her hangi bir sebep yoksa
müslüman kabul edilmelidir ve ümmetin dışına
atılamaz, tekfir edilemez. Onun arnellerinin Kur'an-ı
Kerim'in ölçülerine uygunluk arzedip etmediği ve
inançlannın tarnarniyle doğru olup olmadığı Hüküm
Günü'nde Allah tarafından yargılanacaktır. Onun bir
k!ifir olduğunu söylemek insana düşmez. İktidardaki
Ernevi hanedanının da resmi desteğini kazanan bu yeni
tavır ircll olarak bilinir. Irdi kelimesi "ertelemek"
anlamına gelir; bu görüşte olanlar bir müslüman
hakkındaki hükmün Kıyamet Günü'ne kadar ertelenmesine inandıkları için bu bakış açısı da ircfi olarak adlandınlagelmiştir. Bu görüşü benimseyen düşünce
ekolüne de Mürci'e ismi verilirl. Hancilerin tavır ve faaliyetleri bizzat toplumun varlığını tehdit ettiği için,
frcfi akidesi neticede Sünni-olsun Şii olsun bütün İslam
toplumu tarafından benimsenrni~tir.
Gerçekte bu kaidenin başarınayı hedeflediği şey,
samimi olarak kendisinin müslüman olduğunu söyleyen
bir kişinin, müslüman toplurnun bir üyesi olduğu, toplumdari.dışarı atılarnayacağı ve dışlanarnayacağıdır. Ne
var ki bu tutum, son tahlilde, toplumun ahiili yapısını
da etkilerneden edemezdi; zira yüzeysel veya lafzen
alındığında o, bir şahsın kelime- i şahadet getirmesinin
onun müslüman olarak kalmasına yeteceği, dünyada
kimsenin onun gerçek inancı veya davranışlan hakkında
hüküm veremiyeceği anlamına gelir. Bir ferdin davranışlanndan suç teşkil edenleri cezalandınlabilir, fakat
ceza şahsıpaklar ve onu günahından temizler. İslarn'da,
işlediği suçun gerektirdi~i cezayı tam olarak çeken bir
şahıs günahlanndan "temizlenmiş" olur. Fakat bir
mürted ölüm cezasıyla bile temizlenemez, çünkü irtidat
bir suç değil, bir "küfürdür". Hem Sünni hem de Şii
standart hadis külliyatlarında mevcut meşhur bir hadise
göre Hz. Peygamber, Ebu Zer el-Gıfari'ye şöyle
demiştir: "Kim 'Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed O'nun Elçisidir' derse, .cennete girer". Adı geçen
sahabi "zina işlese veya hırsızlık yapsa bil~ mi?" diye
sorunca, Hz. Peygamber'in cevabı olumlu olmuştur.
Söylendiğine göre sahabi aynı soruyu üç defa tekrarlar
. ve her defasında Hz. ~eygarnber gittikçe daha fazla vurguyla olumlu cevap veriı-3. Genel olarak toplum
2
Bkz.: "MUICie", a.g.e. ( 1. Baskı); yine bkz. Fazlur Ralımaıı, Islaınic Methodology in History, Islamic Research lns~tute, 1965,2.
Bölüm
3
Bkz.:F.R.,lslamic Methodology in History, s.60
ISLAMi ARAŞTIRMALAR ClLT: 8, NO: 2, BAHAR DÖNEMi 1995
FAZLUR RAHMAN
tarafından kabul görmüş olsa bile, bu hadisin sadece
düzrnece olmakla kalmayıp, bizzat Kur'an'ın temel tutumuna aykırı olduğu aşikardır. Kur'an, başından so~una,
iman ve iyi arnelleri bir arada zikreder ve ikisi arasında
asla bir ayrım yapmaz. "İnananlar ve iyi amel
işleyenler" Kur'an boyunca şaşmaz bir düzeniilikle
geçen ve hiç bir belgelenmeye ihtiyacı olmayan bir ifadedir. Dahası, A.Jlah'a, ahiret gününe inanmaları ve iyi
amel işlemeleri şartıyla bütün müslUmanlara, yahudilere, hıristiyanlara ve sabilere Allah'dan mükafaatlar vaad
eden iki ayet de vardır (2,62; 5,69). Bu ayetlerde Hz.
Muhammed'in elçi oR uşundan dahi bahsedilmediğine
.göre, Kur'an'ın amacı iyi arnelleri vurgulamaktır. Ancak
yukarı daki hadis iyi arnelleri imandan soyutlar ve kurtuluşu sadece imana bağlar. O aslında İslam kılıfı giydirilmiş, Paulcü bir akide olan iman etmiş olmanın kurtuluşa
yeteceği Gustification by faith) fikrinden başka bir şey
değildir. Harici tutum karşısında İslam toplumunu kurtarmak için böyle bir prens!bin vaz.edilmesinin kesinlikle zorunlu olduğu doğrudur. Bununla birlikte,
yukarıdaki hadisteki gibi bir kuralın vazı inananların ahlaki standartlarını da etkileyecektir. ·Elbette Kur'an
Allah'ın sonsuz rahmetine dev~mlı işaret eden ve O'nun
puta tapma hariç her türlü günahı affedebileceğine dair
ifadelerle doludur. Fakat o hiçbir zaman rahatça zina
işleyip hırsızlık yapanlara cennet vaad etmemiştir. Bu
. sebeple yukarıdaki hadis Allah'ın, kendisinin affediciliği konusunda söyledikleri ni~ sınırlarını aşmaktadır.
Şimdi,
kelfuni' ifadesini biraz önce gördüğümüz bu
ircacı oluşumun siyaSı alandaki karşılığını gözden
geçirelim. Siyasi hadisler, hadis literatüründe özel bir
hadis türünü teşkil eder ve Hadis el-fıten (iç savaşlar
hakkındaki hadis) olarak adlandırılır. Burada söz konusu olan hadis şöyledir: "Huzeyfetu'I-Yeman şöyle bildiriyor: İnsanlar Allah'ın Elçisint: hayır hakkında soruyorlardı. Ben ise bir gün bana da gelip çatmasından
korkarak şerden sorardım. Resullullah'a bir keresinde
şöyle dedim: '(senden önce) biz tam bir cahillik ve şer
içinde . idik, fakat Allah bize bu hayrı ihsan etti. Bu
hayırdan sonra tekrar şer olacak mı?' 'Evet' dedi Allah
elçisi. 'Peki' dedim, 'bu şerden sonra tekrar hayır olacak
mı'. 'Evet' dedi Resulullah, 'fakat o artık saf olmayıp,
içinde bir bulanıklık olacak'. Bunun üzerine, 'ondaki bu
bulanıklık ne olacak' diye sordum. Şöyle dedi: 'benim
yolumdan/sünnetimdeın başka bir yol takip eden bir halk
veya topluluk olacak ve bana ait olmayan bir rehberiilde
insanları yönlendireceklerdir. Onlarda hem biraz hayır
hem de biraz şer bulacaksın' . Şöyle dedim: 'bu (karışık)
hayırdan sonra tekrar şer olacak mı?' O da, 'evet' dedi. O
zamanlar cehennemin kapısında dikilen .bazı dililer olacak; her kim davetlerine cevap verirse onları oraya atacaklar'. Ben de 'ey Allah'ın Resulü onları bize tavsif etsene' deyince, şöyle buyurdu: 'onlar bizim ırkızımdan
olacaklar ve bizim dilimizi (Arapça) konuşacaklar'.
'Peki' dedim, 'böyle bir durumla karşılaşırsam bana ne
yapmamı öğütlersiniz?' O ise şöyle dedi: 'müslümanların çoğunluğuna ve liderlerine uy'. 'Ne çoğunluk
oluşturan bir topluluk ne de siyasi bir lider yoksa ne
yapayım?' diye sordum. O da nihayet 'o zaman bütün
fırkaları terket ve böyle bir ayrılma için, eğer gerekiyorsa, ölünceye kadar bir ağacın köküne yapış ve yine de
hiç bir fırkaya yanaşma4 " .
Bu hadis, hadis külliyatının en önemli iki eseri
olup, 9. yüzyılda derlenmiş olan Müslim ve Buhari'de
bulunmaktadır. Müslim tarafından kaydedilen diğer bir
rivayet de şöyledir: Hz. Peygamber şöyle demiştir:
"Benden sonra bazı siyasi liderler olacak ki, benim reh~
berliğimle gitmeyecekler ve benim yolumu takip etmeyecekler. Yine onların içinden, fnsan şeklinde fakat
kalpleri şeytan kalpleri olan bazı insanlar çıkacak". Huzeyfe bunun üzerine şöyle der: "ey Allah'ın Elçisi kendimi böyle bir dururnda bulursam ne yapayım?" ResuliilIah şöyle cevap verir: "siyasi lideri dinle ve ona uy;
sırtına vurulsa, malına el konulsa bile dinle ve itaat et5 ".
Aynı babdan başka Qir hadise göre ise Hz. Peygamber şöyle demiştir: "İstikbalde iç savaşlar (fıtneler)
olacaktır. Böyle durumlarda evinde oturan kişi ayakta
durandan daha hayırlı; ayakta duran yürüyenden daha
hayırlı; ve yürüyen kişi koşandan daha hayırlı olacaktır6". Bu hadis Müslim'de yeralmaktadır.
Kelamdaki ircanın siyasi karşılığı olan bu tip hadislerin, siyasi eylemciliğin ve ana tezahürü Haricilik
olan kardeş kavgalarının ateşini hafifletmek için tertip
edildiği açıktır. Bu hadislerin yaiunda, başkaldırı ve si-·
yasi muhalefet yasaklarını desteklemek için hukukçular
bazı Kur'an ayetlerini de yardıma çağırdılar. Müracaat
edilen ayetlerden bazıları şunlardır: "Ailalı'a ve Elçisine
itaat edin. Aranızdan olan idarecilere de itaat edin" (4,
59). Hemen bu arada, bu ayetin İslam topraklarındaki
Batı söinürgeciliği dönemlerinde, Kl:ll''an "aranızdan
olan" idarecilere itaatten bahsettiği için, yabancı
yöneticilere karşı itaatsizliği meşrulaştırmak için kullanıldığıni da belirtelim. Diğer bir ayet de 9, 107'dir: "
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 8, NO: 2, SPRING 1995
4
5
6
A.g.e., ss.55-56.
A.g.e., a.y.
A.g.e., s.57
135
iSLAM'DA BAŞKALDIRI HUKUKU
(Ümmete) zarar vermek, inkar etmek ve Mürninleri
bölmek için bir mescid edinenler..." Bu ayet başka bir
grup müslümanla tartışan ve Medine'de ayrı bir mescid
inşa eden müslümanlarla ilgili bir olaydan bahsetmektedir. Bu mescid, İslam ümmeti arasında ayrılık tohumları
ektiği için Kur'an tarafından kötülenmektedir. Yine, 49,
9 da bu bağlamda iktibas edilmektedir. Bu ayet şöyle
demektedir: "eğer iki müslüman topluluk birbiriyle
kavga ederse, onları barıştırın; eğer onlardan birisi
'diğerine . karşı haddi aşarsa', o zaman ihlalde bulunup
saldıran bu toplulukla Allah'ın emrine uyuncaya (yani,
diğer toplulukla barışı kabul edene) kadar savaşın.
Allah adil davrananları sever". Elbette bu ayet yerleşik
bir yönetime karşı başkaldırıdan değil, ümmet içindeki
bir iç-kavga (in-fighting) dan bahsetmektedir. O mesela, iki Müslüman gücün savaştığı İran-Irak savaşına tatbik edilebilir. Son olarak ise, hukuk otoriteleri
tarafından bu bağlamda en çok zikredilen şu ayet mevcuttur: "Allah ve O'nun elçisine . karşı savaşanların ve
yeryüzünde bozgunculuk tohumları ekmekle meşgul
olanların cezası, ya öldürülmeleri veya asılmaları, yahut
el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleri olacaktır (5, 33)".
Başkaldırının yasak olması ile ilgili en çok müracaat edilen ayet budur. Bununla birlikte, ayetin vahyolunduğu ortamın başkaldınnayla her hangi bir bağlantısı
olmayıp, yol kesici (eşkiya) olan ve halk arasında
önemli ölçüde korku salan bir topluluk ile alakalıdır. Biliyoruz ki, gerçekte, hayatı boyunca Hz. Peygamber'e
her hangi bir başkaldırı yoktu ve dolayısıyla ayet o
dönemdeki her hangi bir başkaldırıya atfedilemez. Bu
ayet kötülük ve zararının, işinde- gücündeki barışçıl vatandaşlara dokunacağı şekilde hukuk ve düzenin bilinçli
bir şekilde ihlaline işaret etmektedir; kaldı ki,
hukukçular, bunun yol kesiciler için öngörülen bir ceza
olduğunu · söylemektedirler. Bu sebeple, Kur'an-ı
Kerim'in, toplumun birlik ve tesantidünün bozulmaması
hususunda titiz bir tutum sergilemesine rağmen, siyasi
başkaldırı konusunda şöyle veya böyle hiç bir şey
söylemediği sonucu çıkmaktadır. Ve Kuran, müslüman
toplumu şöyle tarif eder: Onlar "kurşunla kenetlenmiş
bir yapı gibi"dirler (61, 4). ·
Sorunun kaynağı, müslümanların Kur'an'a dayalı,
tatmin edici bir siyaset kuramı geliştir(e)memeleridir.
Sünniler çoğu zaman sadece ~evcut durumu
meşrulaştınnışlardır. Diğer taraftan Hariciler, mesela,
gerçekte, hangi ırk veya renkten, yahut cinsiyetten olursa olsun faziletli bir kişinin idarenin başı olabileceğini
136
ise, meşruiyet doktrini - yani
müslümanların Ali ve Hz. Peygamberin kızı Fatıma'nın
. soyundan gelen bir kişi tarafından yönetilmesi gerek:tiği- üzerinde ısrar ederlerken, Sünnller, müslümanların
idarecileri Kureyş'ten - yani Hz. Peygamberin kabilesinden- olmalıdır şeklindeki bir hadise göre davranmışlardır. imdi, dönemin idarecileri (halifeler) zaten
Kureyş kabilesinden olduğu için, yukarıdaki Sünni
görüş fiili! durumun ni.eşrulaştırılmasından pek fazla bir
şey değildi. Şiiler'in 8 ve 9. yüzyıllarda ortaya konulan
ve daha sonra ineelikle işlenen bu konudaki alddeleri
gerçekte İslam-öncesi İranlılar'ın krallık anlayışından
mülhemdir. İslam-öncesi İran'da kral kutsal telakki edilip, nitelikleri ne olursa olsun, kral olduğu anda onun,
yeryüzünde "Tanrı'nın gölgesi" olduğu kabul edilirdi.
iranlılar'ım bu ilahi kral fikrine Şia bazı gnostik unsurlar
ilave etmiş gözükmektedir. Mesela, Imam'ın yanılmaz
sıfatını haiz nihai siyasi ve dini liderin alim- i mutlak
olması gerektiği, eski İran düşüncelerinden değil, gnostik fikirler dünyasından gelmektedir. Sünniler ise, kuramsal olarak Halife'nin toplum tarafından seçilmesi gerektiğini kabul etse de, nasıl ve kirn(ler) tarafından
seçiieceği hususunda herhangi bir kurarn ortaya koymarnışlardır. Sünni kurarncılar arasındaki yaygın fikir,
halifenin tek bir şahıs tarafından da seçilebileceği ve
ardından toplumun geri kalanının halifeye bağlılık yemininde (bey'at) o şahsı takip edeceği şeklindedir.
Bey'a, ki kelime anlamı "satmak"tır, dini- siyasi bir
terim olarak bir otoriteye, özellikle de Halifeye, itaat yemini demektir. Sünniler kuramsal olarak seçim kaidesi
üzerinde vurgu yapsalar da, zamanla, iktidarı fiilen ele
geçiren ve icra eden kişinin İslam nokta- i nazarında
meşru olduğunun kabulüne gitmişlerdir. Dahası, güçlü
bir şahsiyetin, diyelim ki bir askeri komutarun, iktidara
el koyması, onun meşruiyetinin tek başına delilidir. Bu
sebeple, yani Müslümanlarıh tatmin edici bir yönetim
ve iktidar kuramı ortaya koymamalarındandır ki, bugün
Fas'tan Atiantik kıyılarına, oradan Pasifik'te Endonezya'ya kadar bütün İslam dünyasında -kral, askeri diktatör veya dini otokrat olsunlar - diktatörlerle karşılaşı­
yoruz.
·
iddia eder;
Şiiler
Halbuki müslümanlar doğru dürüst Kur'an'a baksalardı, çözümün orada mevcut olduğunu göreceklerdi.
Kur'an'ın bu soruna sunduğu çözüm şuradır ki,
karşılıklı danışma ve tartışma yoluyla meseleleri halletme. anlamına gelir. Kur'an, 42,38'de,
mü'minlerin
vasıflarını sayarken, diğer şeyler yarunda, "ve onlar
işlerini şura ile hallederler" demektedir. Şura bir İslam
ISLAMi ARAŞTIRMALAR CILT: 8, NO: 2, BAHAR DÖNEMI 199!\
)
\
;·
FAZLUR RAHMAN
öncesi karar ve hüküm verme prensibi idi. İslam öncesi
Arabistan'ında bit kabilenin reisinin tek başına önemli
kararlar alma güç ve yetkisi yoktu. Böyle kararlar
üyelerinin her biri bir klanı temsil eden yaşlılar meclisi
tarafından ortak alınırdı. Bu temsil elbette seçim yoluyla değil, tabii bir durum idi; kabiledeki herkes şu veya
bu kabilenin do~al temsilcisinin kim olduğunu bilirdi.
Bir düşmanla savaşına, barış yapma veya diğer kabilelerle başka önemli ilişkiler tesis etme ve kat davaları
gibi meselelecin kepsi şura süreç ve kaidesi ile karara
bağlanıyordu. Kur'an yukarıda iktipas edilen ayette
bunu doğrular. 3,159'da Kur'an, Hz. Peygamber'e,
önemli kararlar almadan evvel ümmete danışmasını
söyler. Bu ayet Müslümanlar ve İslam'ın başkenti Medine'ye saldıran Mekkeliler arasında eeceyan eden Uhud
Savaşı (M. 624) ile ilgilidir. Saldırgan Mekkelilere karşı
savaşın nerede verileceği hususunda Hz. Peygamber ile
mil'minlerin çoğunluğu arasında görüş farklılığı meydana gelmişti. Hz. Peygamber Mekkelilerin şehrin içine
girmesine izin verilip orada savaşılması görüşündeyken,
sahabilerin çoğunluğu Mekkelilerin Medine dışında
Uhud tepeleri yakınında karşılanması görüşündeydiler.
İkinci görüş uygulamaya konuldu. Bilindiği gibi,
Milslümanlar bu savaşla büyük bir yenilgi yaşadılar;
buna rağmen Kur'an, -savaştaki yanlış yönetimlerinden
dolayı bazı müslümanları eleştirmekle birlikte- Hz.
Peygamberin kararlanndan önce onlara daruşması üzerinde yine de ısrar etti.
Bu ayet, Hz. Muhammed'in ümmet içinde ve
ümmet için yeri alınarnıyacak bir yere sahip olmasından
dolayı şura Yönetimi hususunda, kendi başına .delil olarak alınamayabilir. Fakat diğer ayet, 42,38, karar verme
(yasama) metodu olarak şurayı tatbik etme hususunda
açık bir emirdir.
Ne var ki, İslam tarihinin daha ilk dönemlerinde
topyekün şOra kavramı 7 tahrif edildi. Ve toplumun bizzat kendisinin karşılıklı danışma ve tartışma ile kararlar
alma kaidesi olarak anlaşılması yerine, tarihi İslam'da
şura, halife, sultan veya emir olsun, bir devlet reisinin
önemli kararlar almadan evvel bizzat kendisinin bilgi
sahibi olduklarını düşünüp seçtiği şahıslara danışması
anlamına gelir oldu. Şimdi tekrar dikkatlice Kur'an'ı
dinleyelim. Kur'an . şura beynehum diyor, bu ise
karşılıklı danışma ve tartışma demektir; devlet başının
7
Şura hakkında bir tartışma için bkz. F.R., "The Principle of
Shura and the Role of the Umına in Islam", The American Journal oflslamic Studies, Cilt ı, Sayı 1, 1984.
bizzat danışmak için seçtiği kimselerle danışıklık etmesi
Bu tahrif, şuranın daha sonraki bütün anlaşını ve
uygulanırnlarını öylesine kötü etkiledi ki, bugün
müsltimanlar Kur'an'ın kavrama verdiği asıl anlama geri
dönememektedirler. Mesela Ayetullah Humeyni ve General Ziya'ül-Hakk'ın, İslam toplumunun ortak üyesi
olan bir sıradan · müslümanın doğruyu yanlışlan
ayırdedemediği için, sınırlı sayıda kişiye danışılarak
alınan kararların devletin başı tarafından ona yukarıdan
dayatılması gerektiği fikrinde olduklarına şahit olmaktayız. Açıktır ki, şOra demokratik bir kaide ve süreçtir,
çünkü dayanağı toplumdur. Güntimüzde en etkili ve
geçerli şura tarzı, seçilmiş temsilcilerin devletin işlerini
yürüttükleri temsill bir yönetim kurumudUr. İslam
dünyasında halihazırda hakim olan diktatör idaresi
düşü~cesine çok önemli iki itiraz vardır.
değil.
Birincisi, eger sıradan bir müslüman iyiyi kötüden
ne kadar bilgili olursa olsun tek
başına bir devlet reisinin bunu yapabileceğine nasıl
güvenilebilir? İkinci ve en önemli olarak, eğer sıradan
bir müslümanın iyiyi kötüden ayırtetmek için gerekli
görüş ufkundan yoksun olduğu düşünülüyorsa, hemen
çekinmeden ortada bir İslam toplumunun olmadığını itiraf edelim. Çünkü Kur'an karar verme görev ve imtiyazını her hangi bir elit tabaka veya diktatörün değil
toplumun omuzlarına yüklemiştir.
ayırdedemiyorsa,
Me5ela Humeyni'nin meşhur eseri "İslami
Yönetiıİı" (Velayet-i Fakih) de ortaya konulan, yönetim
hakkının dini liderliğe ait oldugu fikri doğrudan
doğruya İslam'a terstir; zira Kur'an hiç bir yerde
yönetmenin dini liderlerin görev ve imtiyazı
olduğundan bahsetmez. Kaldı ki, 9,122'de, inanç konusunda derin görüşleri olup dinde uzman olanlardan bahsederken, Kur'an, dini iyi bilenlerin ve onu iyi anlayanların diğerlerini eğitmesini ister. Böylece İslam'ın
emirlerini iyi bilenlerle sıradan müslümanlar arasındaki
mesafe azalacak ve toplumun bütiln üyeleri İslami devleti yürütme işinde eşit hale geleceklerdir. İslam tarihin-·
de dini liderlik bu görevi yerine getirememiştir; bunun
yönetimlerin mi, yoksa bizzat dini liderlerin mi
başansızlığı olduğuna kara,r vermemiz gerekmez.
Burada bii terslikle karşı karşıyayız. Son bir asırdır
bütün önemli İslam dünüşürleri İslam'ın bir teokrasi
olmadığını, çünkü onun din adamları sınıfına sahip
olmadığını ısrarla vurgulamışlardır. Bu, Batılı yazarların, İslamın bir teokrasi oldugu iddialarına müslüman
düşünürlerin cevabı idi. Fakat şimdi Ayetullah Humeyni
JOURNAL OF ISLAMIC RESEARCH VOL: 8, NO: 2, SPRING 1995
137
iSLAM'DA BAŞKALDIRI HUKUKU
tam da bunu söylüyor; yani islam kesinlikle böyle bir
sınıfa sahiptir ve idare etmek yalnızca bu sınıfın imtiyazıdır. Halbuki, Kur'an'ın öğretisine baktığımızda ve
unun şura kuraJını derinden düşündüğümüzde, İslam'da
ancak ş araya, yani toplumun/ümmetin ve İslam devletinin işlerini yürütmede toplumun üyelerinin eşit
katılımına yer verildiği, reddedilemez şekilde ortaya
çıkar. Orada krala, diktatöre, generale veya bir Ayetullab'a yer yoktur.
İslam dünyasında
bugünkü siyasi durum, son yüz
yıldır siyasi alanda kazanılan mesafenin tam bir tersine
çevrilmesidir. Son asrın islabatçı düşünüderi şöyle demekteydiler: Kur'an müslümanlara, siyasi saha da
dahil, insan davranışının bütün alanlarında sistemli olarak açık rehberlik sunduğu halde, bizzat müslümanlar
Kur'an'ın öğretisini saptırdılar ve çeşitli kültürel etkiler
vasıtasıyla İslam'a yamanan kültürel kanşım lehine onu
terkettiler. Onlara göre Kur'an siyasi alanda İslam toplumuna açık bir şekilde şura prensibini vermiş fakat
müslümanlar kendilerini tarihi güçlerin · ellerine
bırakmışlardı. Halbuki bu güçleri kontrol etmeli ve
yönlendirmeliydiler. İslam bilincine sahip bir toplum ·
oluştuimaları
gerekirken, kendilerinin otokratlar
tarafından y<;>netilmelerine müsaade ettiler. Dahası,
bütün bunları gözönüne aldığımızda, Halifelik kurumunun bile hangi anlamda gerçekten Kur'ani bir kurum
olduğu sorulabilir. Kur'an hiç bir zaman Halifelikten
bahsetmez: Halife teriminin tekil veya çoğul olarak
Kur'an'da geçtiği yerlerde ise siyasi bir anlam
gözükmemektedİr. Kaldı ki, Kur'an bütün insanlığa
Allah'ın yeryüzündeki halifeleri demektedir (6, 165; 10,
14 ve 73; 35, 39).
Bu nedenlerle Müslüman yeniden-inşacı (modernist), temsili yönetim tarzlarını savundu ve. mümkün
olduğu hallerde buna yönlendirdi. Bir çok ülkede
başarılı da oldular. Fakat zarrianla bi.ı yeniden-inşaya
(modernizme) karşı yeni-temelciler (neofundamentalists) den şiddetli tepkiler geldi. Halihazırda çeşitli
ülkelerde hayli kuvvetli olmakla birlikte, bu yenitemelcilik hiç şüphe yok ki başka bir şeye geçi ş halidir.
Bu 'başka bir şeyin' ne olacağını henüz bilmijoruz;
ancak açık olan şudur ki, eğer İslam ülkeleri ve İslam
topluml.an, İslam ülkeleri veya İslam toplumları olarak
ayakta kalacaklarsa, siyasi alan da dahil, insan davranışının bütün sahalarında İslam'ın buyrukları hususunda yeni baştan eğitilmelidirler. Bu İslam.l yenidep.i nşarun başarısızbğı sadece siyasi sahada değil toplumsal alanda da meydana geldi. Mesela yeniden- inşacıya
göre Kur'an kadınlara haklar vermiş ve onları dini, ekonomik ve sosyal açıdan tam şahsiyetler kabul etmişti,
Kur'an'da buna işaret eden çok_ sayıda delil vardır. Buna
rağmen, neo-fundame~talizmin günümüzdeki yükselişi
Müslüman modernistin toplumsal ıslabat ve kadın hakları bağlamında yaptığı bütün gelişmel.!ri örtrnek için
elinden geleni yapmaktadır.
Müslümanların, Batının toplumsal ve özellikle de
cinsiyet ahlill<.ıpı bağlayıcı kabul ve taklit etmesi
mümkün değilse de, kör bir tepki ve ortaçağa ait fikir ve
uygulamalara geri bir yönelim de aynı derecede
akılsızca ve gayri Kur'anidir.
·: .
,.
138
ISLAMi ARAŞTIRMALAR ClLT: 8, NO: 2, BAHAR DÖNEMI1995
Download