Kamu Emekçileri Bülteni

advertisement
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!
Kamu Emekçileri Bülteni
İki aylık bülten * Sayı 55 * Mart - Nisan 2016
2
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Korkunun saltanatını yıkalım
Emeğin baharını yaratalım
İşçilerin, emekçilerin ve halkların seslerini yükselttikleri, kardeşlik ve insanca yaşam özlemini dile getirdikleri bahar günleri geliyor. 8 Mart, Newroz, 1 Mayıs…
Emperyalist devletlerin ve sermaye iktidarının kirli hesaplarının ülkeyi ve Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdiği günlerde karşılıyoruz bahar günlerini. “Terör”
demagojisi eşliğinde devreye soktukları ‘terör’ ile kirli
çıkarlar ve karanlık hesaplarına ulaşmaya çalışıyorlar.
Ülkeyi Suriye batağına sürmek ve başkanlık sistemini
hayata geçirmek, emekçi halklarımız için değil ama
sermaye düzeni ve AKP için en ulvi amaç haline gelmiş
bulunuyor. Bunun için kan dökmekten, öldürmekten
ve gençlerimizi ölüme göndermekten, en küçük hak
talebini devlet gücü ile bastırmaktan, sokağa çıkma
yasağı ilan edilen mahallelerde ‘sokağa çıkmayanları’
evlerinde öldürmekten geri durmayan bir gözü dönmüşlük sergileniyor. İşçi ve emekçileri sokağa çıkamaz
hale getirdikleri bu dönemi tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmekten de geri durmuyorlar. Şiddet sarmalına işçi ve emekçilerin tarihsel kazanımlarını ortadan
kaldıran yasal düzenlemeler, zamlar ve hak gaspları
eşlik ediyor.
Kirli savaşın askeri,
sermayenin kölesi olmayacağız!
Sermaye iktidarı içeride ve dışarıda kirli bir savaş
politikası yürütüyor. Sefil çıkarlarına savaş ve şiddet
yoluyla ulaşmak istiyorlar. İşine geldiğinde ‘Kürtler
kardeşimizdir’ diyenler, IŞİD çetelerinin Kobani’ye saldırdığı günlerde ‘kardeşlik’ edebiyatını bir yana bırakıp
“Kobani düştü düşecek” diye sevinç naraları atıyor ve
açık bir biçimde IŞİD çetelerine destek sunmuş oluyorlardı. Suriye Kürtlerinin IŞİD çetelerini püskürtmesinin
ardından ise hayaller suya düştü ve işler iyice sarpa
sardı. Kürtlere ve muhalif toplumsal kesimlere dönük
bombalı saldırılar dönemi başladı. 7 Haziran seçimleri sonrasında ise “millet kaosu seçti” söylemleri ile
kaosu büyüterek amaçlarına ulaşmaya yöneldiler. 10
Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen vahşi katliamın ardından Davutoğlu “katliam sonrasında AKP’nin oyları
yükselme trendine geçti” diyebildi. Böylece iki seçim
döneminde yaşanan bombalı saldırıların kime hizmet
ettiği en üst perdeden ilan edilmiş oluyordu.
1 Kasım seçimlerinde AKP, yarattığı ‘kaos’ atmosferi
ile tek başına hükümet olmayı başardı. Ne var ki, başkanlık rejimine geçiş için gerekli olan 400 milletvekili
sayısına ulaşılamadığı gibi Suriye’de PYD’nin ve Esad
güçlerinin ilerleyişi devam etti. Artık kirli savaş politikalarının iki güncel hedefi vardı: Başkanlık sistemi ve
Suriye’ye kara operasyonu. IŞİD taşeronu eliyle gerçekleştirilen bombalı saldırıların yerini tanklar aldı. Sokağa çıkma yasakları ile mahallelere girildi, bu mahallelerde yıkılmadık ev bırakılmadı. Yüzlerce sivil vahşice
katledildi, binlerce insan yerlerinden yurtlarından göç
etmeye zorlandı. Yine yüzlerce asker ve silahlı militan
bu çatışmalarda yaşamını yitirdi. Şimdilerde ise ‘ılımlı’ olarak ilan edilen El Nusra, Ahrar-u Şam gibi cihatçı
çetelerle iş çevrilmeye, Türk ordusunun Suriye’ye girmesi için bahaneler üretilmeye çalışılıyor. Ankara’da
17 Şubat’ta gerçekleşen bombalı saldırı bunun gerekçesi olarak sunuldu. Her ne kadar emperyalist ‘dostlarını’ ikna etmeye yetmemiş olsa da, sermaye devletinin önümüzdeki günlerde kara operasyonu hevesi ile
MART - NİSAN 2016
‘kaos’ ortamını büyüteceğinden şüphe yok.
AKP iktidarı bir yandan işçi ve emekçileri kirli savaşın parçası-tarafı yapmak isterken, öte yandan da sermaye örgütlerinin isteklerini hayata geçirmeye devam
ediyor. Özel İstihdam Büroları(ÖİB) ve kiralık işçilik uygulaması meclise getirilmiş bulunuyor. 10 milyon civarında işçinin ‘kiralık işçi’ durumuna düşeceği tahmin
ediliyor. Yasanın geçmesi ile birlikte işçiler ÖİB eliyle
‘kiraya’ verilebilecek, kiralayan patronlar hiçbir ücret
ödemesi yapmayacak ve işçilerin ücretleri ÖİB’ler tarafından ödenecek. İşçiler amele pazarlarında ÖİB’ler
eliyle bir oraya bir buraya sürülecekler, sosyal ve sendikal haklardan yoksun ve düşük ücretlerle çalıştırılacaklar. Bu adımları ise kıdem tazminatının gaspı ve
kamu emekçilerinin iş güvencesinin kaldırılması takip
edecek.
Bahar günlerini emperyalist savaşa karşı
mücadele günlerine dönüştürelim
Biz işçi ve emekçilerin ne Kürt-Türk, alevi-sünni gibi
kutuplaşmalardan, ne de sermayenin kirli çıkarları adına yürütülecek Suriye’ye dönük bir savaştan çıkarı var.
Bunlardan çıkarı olan tek toplumsal kesim sermaye sınıfı ve onun iktidarıdır. Onların sefil çıkarları için ölmeye de öldürmeye de itiraz etmeli, ülkemizin savaşa ve
yıkıma sürüklenmesine izin vermemeliyiz. Onlar bizle-
3
ri savaşa ikna edemiyor; ama yarattıkları korku ile sesimizi kesmek istiyorlar. Toplumsal muhalefeti ezmek ve
kendileri için dikensiz gül bahçesi yaratmak istiyorlar.
Bir yandan işçi sınıfının ve emekçilerin tarihsel kazanımlarını yok ediyorlar, öte yandan da içeride katliamlara devam ediyor ve çocuklarımızı kirli çıkarları için
Suriye’ye ölmeye-öldürmeye göndermek istiyorlar.
Hangi etnik kökenden, hangi mezhepten olursak
olalım biz işçi ve emekçilerin çıkarına olan tek mücadele, sermaye düzenine karşı vereceğimiz mücadeledir. Toplumda yarattıkları korku imparatorluğunu
yıkmak ve korkularımızı aşıp meydanlara inmek zorundayız. Bugün bu birliği sağlamazsak yalnızca kirli
bir savaşın parçası olmayacak, aynı zamanda sermayenin politikalarının ağır faturasını da bizler ödeyeceğiz.
Emperyalist savaşa ve sosyal yıkıma ancak biz işçi ve
emekçiler dur diyebilir, gerek ülke içinde ve gerekse
de Ortadoğu’da halkların kardeşleşmesini ve gerçek
bir barışı ancak bizler sağlayabiliriz. Emperyalistlerin
ve yerli işbirlikçilerinin çıkarı savaşta ise biz işçi ve
emekçilerin çıkarı “işçilerin birliği, halkların kardeşliği”
şiarı altında birleşmektedir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
4
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
KIDEM TAZMİNATI FONU, ÖZEL İSTİHDAM BÜROLARI ve
İŞ GÜVENCESİ
Hükümet Kıdem tazminatının ortadan
kaldırılmasını, Özel İstihdam Büroları’nın kurulmasını ve taşeron çalışmanın yaygınlaştırılmasını içeren yeni bir saldırı paketini gündemine
almış bulunmaktadır. Kurulması planlanan Özel
İstihdam Büroları kelimenin gerçek anlamıyla köle pazarlarının yeniden diriltilmesinden
başka bir şey değildir. Bu bürolar, kendisinden
işçi talep eden firmalara işçi kiralayacaktır. Dolaysıyla işçi nereye, ne kadar süreliğine kiralık
olarak verilirse o kadar süre içinde o işyerinde
çalışacaktır. İşçinin sigortasının yatırılması ve
ücretinin ödenmesi bu bürolar tarafından gerçekleştirilecektir. İşçiyi kiralayan firma isterse
işçiyi istihdam bürosuna geri gönderebilecek
yani işten atabilecek; istihdam bürosu da istemediği işçiyi rahatlıkla işten yani bürodan atabilecektir. İkili bir şekilde kıskaca alınan işçi,
“verimlilik” ve “performans” kıskacında adeta
bir köle gibi çalıştırılacaktır. Çeşitli işçi bürolarına “bağlı” olan işçilerin birbirleriyle bağı da büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Dolaysıyla zaten son derece dar olan örgütlenme olanakları
tamamen ortadan kalkacaktır. Saldırı paketinde
yer alan Kıdem Tazminatı Fonu’nun kurulması
ise işçilerin son güvencesi olan Kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasından başka bir şey
değildir. Burada şüphesiz asıl amaç, işçilerin
daha kolay bir şekilde tazminat ödenmeden işten atılmasını sağlamaktır. Zaten patronlar ve
onun sözcüsü olan hükümet, uzun süredir işçi
atmanın ne kadar zor olduğundan yakınıp durmaktaydı. Kıdem Tazminat Fonuyla birlikte işçilerin işten atılması ya da haklı bir gerekçeyle
işten ayrılması durumunda fondan para alması
imkânsız bir hale gelecektir. Kıdem tazminatının
ortadan kalkması, her türlü esnek ve kuralsız
çalışmanın çok daha yaygın bir hal almasına neden olacaktır. Kıdem tazminatıyla ilgili bir diğer
düzenleme ise fona devredilen paranın büyük
ölçüde azaltılmasıdır. Bu da fondan işçinin eline –eğer alabilirse- çok az bir paranın geçmesi
anlamına gelmektedir.
İşçilerin haklarına yönelik olarak Kıdem
Tazminatı Fonu ve Özel İstihdam Büroları ile
saldırıya geçen hükümet, kamu emekçilerine
dönük olarak da, özelleştirme ve güvencesizleştirme saldırılarına hız vermiş bulunmakta-
dır. “Verimlilik” ve “performans” gibi argümanlara sarılan hükümet, en yüksek perdeden kamu
emekçilerinin iş güvencesini ortadan kaldıracağını dillendirmektedir. Devletin en tepesinden
ifade edilen “Özel sektör, çalışana tazminatını
ödeyip kapının önüne koyuyor.” sözüyle bu hedef açıkça ortaya konmaktadır. Burada ayrıca
özel sektörde işçiyi “kapı önüne koymanın” ne
kadar kolay olduğu da adeta itiraf edilmektedir. Buradan hareketle sanki iyi bir şeymiş gibi
memurlar için de aynı durumun geçerli olması
gerektiği sonucu çıkarılmaktadır. “işçi-memur
ayrımının ortadan kaldırılması” şeklinde sunulan ve sanki bir haksızlığa son veriliyormuş gibi
lanse edilen kamu emekçilerinin iş güvencesine yönelik bu saldırlar, herkesin kölelik koşullarında eşitlenmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Bununla birlikte hükümet, Kıdem
Tazminatı Fonu uygulamasıyla işçiyi “kapı önüne” daha kolay koymanın yollarını aramaktadır.
Yani bir dahaki işçi-memur “eşitlemesi”(!) her iki
kesimin de “tazminatsız işten atılması” yönünde bir “eşitleme” olacaktır.
Gerek işçilere yönelik olarak torbaya konulan, Kıdem Tazminatı Fonu ve Özel İstihdam
Bürolarının kurulması ve gerekse kamu emekçilerinin iş güvencesine dönük saldırlar aynı
kaynaktan çıkmaktadır. Bu saldırılar, özünde
sermayenin kar hırsının dolayımsız sonuçları olup, hükümetin ve devletin sınıf kimliğinin
açıkça tescillenmesidir. Devlet, bir yandan işçileri, kölece çalışma koşullarına itip tamamen
güvencesizleştirip sermaye için en kullanışlı
hale getirmeye çalışırken, diğer yandan kamusal hizmetleri sermaye için olabilecek en karlı
yatırım alanına çevirmeye çalışmaktadır. Burada yalnızca kamu emekçileri değil işçiler de
güvencesizleştirilmektedir. Hem işçiler hem de
kamu emekçileri, daha kolay işten atılabilecek,
daha ucuza ve daha yoğun bir şekilde çalıştırılabilecek bir hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Burada mesaj açıktır: İki ayrı dünya, iki ayrı sınıf;
sefalette eşitlenen emekçiler, birleşip kendisinden alınanları geri almak zorundadır. Emekçilerin topyekun direnişi her geçen gün biraz daha
kendini dayatmaktadır.
Sosyalist Kamu Emekçileri
MART - NİSAN 2016
5
ASGARİ ÜCRET ZAMMI:
KAŞIKLA VERDİLER KEPÇEYLE ALDILAR!
Asgari ücret, işçi sınıfının yılları bulan mücadeleleriyle kazandığı en temel haklardan biridir.
Sözcük anlamı ile en düşük ücret seviyesini ifade
etse de asgari ücret bugün, kölelik ücreti haline dönüşmüş bulunmaktadır.
Geçtiğimiz yaz aylarında metal işçileri, kölece çalışma koşullarına; bu koşulları kabul eden ve
üyesi oldukları patron işbirlikçisi Türk Metal sendikasına karşı birçok fabrikada (Renault, Tofaş, Ford
Otosan, Mako v.b) ayağa kalkmışlar, hem özünde
patron sendikası olan Türk Metal’e büyük darbeler
vurmuşlar ve hem de ekonomik kazanımlar elde etmişlerdi.
Binlerce metal işçisinin ayağa kalktığı bu
dönem 7 Haziran seçimlerini öncelemekteydi. 7 Haziran seçimlerini kabullenmeyen AKP erken seçim
kararı aldı. Sendikasına rağmen ücret artışı talebiyle ayağa kalkan metal işçileri, işçi sınıfının bünyesinde birikmiş en yakıcı sorunu da gündeme taşımış
oluyorlardı. Asgari ücret, iyi bir siyaset malzemesi
olarak seçim sürecinin belirleyici gündemlerinden
biri haline geldi. 1 Kasım seçimlerine giderken her
partinin seçim vaatleri arasında ‘asgari ücretin artırılması’ ön sıralarda yer alıyordu. Tek başına iktidar
olma niyeti ile 7 Haziran sonuçlarını tanımayıp erken seçim kararı alan AKP de asgari ücretin 1.300 TL
olacağı ‘‘müjdesini’’(!) verdi. Sonuçta seçimi kazanan AKP iktidarı, beklenti içerisine giren emekçilerin
yoğun basıncı altında asgari ücreti 1.300 TL yapmak
zorunda kaldı. Ancak daha yeni asgari ücret işçinin
cebine girmeden, temel gıda, içki, sigara, harçlar,
ulaşım, elektrik v.b. ihtiyaç maddelerine yapılan
zamlarla kaşıkla verilen kepçeyle geri alındı.
Asgari ücrette Ali Cengiz oyunu
İşçinin 1.300 TL’lik asgari ücretin içinde
123,53 TL’lik asgari geçim indirimi(AGİ) de bulunuyor.
Hükümet asgari ücret düzenlemesinin ardından işverenlere, SGK primine esas kazancı 2.550 TL ve altında olan her işçi için günlük 3,33 TL (30 günlük SGK
primi gösterilmişse aylık 100 TL) prim desteği getirdi. Söz konusu prim desteği hazine tarafından karşılanacak. Böylece patronların ücret maliyetinin bir
bölümü de emekçiler tarafından karşılanacak. Ekim
ayında ise, yıllık kazancının gelir vergisi ilk dilimini aşması nedeniyle asgari ücretli yüzde 15 yerine
yüzde 20’lik gelir vergisi diliminden vergilendirilecek. Böylece Ekim ayından itibaren asgari ücretlinin
eline AGİ dahil 1.231 TL geçecek. Dahası asgari ücret
artışı yıllık olarak belirlendiğinden, zamlar ve bedel
artışları nedeniyle önemli oranda eriyen asgari ücret yılsonunda eski seviyesine inmiş olacak!
Asgari ücret artışı her ne kadar asgari ücretle çalışan
işçilerin ücretlerinde nispi bir artış olarak yansısa
da genel bir ücret artışı anlamına gelmiyor. Aksine
hem işveren maliyetinin bir bölümünün hazineye –
yani emekçilere- yıkılması ve hem de zamlar nedeniyle gerçekte asgari ücret üzerinde ücret alan işçi
ve emekçilerin reel ücretlerinin düşürülmesi anlamına geliyor. Yani asgari ücret artışı özünde genel
ücret seviyesinin aşağı çekilmesi, daha anlaşılır bir
ifade ile görece daha yüksek ücretlerin asgari ücrete yakınlaştırılması anlamına gelmektedir.
İnsanca yaşam için mücadeleye
Asgari ücret zammı gibi kamu emekçilerine
2016 yılı için öngörülen yüzde 6+5 oranındaki zam
da, daha emekçilerin cebine girmeden buharlaştı.
2016 yılının zamlarını yine bu oranda alan işçiler,
şimdiden ek zam talebini dillendirmeye başladılar.
2015 yılına damga vuran metal işçileri, bu kez ek
zam talebiyle harekete geçtiler.
Bugün insanca yaşanabilir bir ücret talebiyle ayağa kalkmak ve Memur Sen’in imzaladığı satış sözleşmesini delmek biz kamu emekçileri
açısından da elzemdir. Eğer bugün bu mücadeleyi
yükseltmezsek her geçen gün yaşam koşullarımız
daha da ağırlaşacak. İşçi ve emekçilerin, yoksulluk
ve sefalet ücretlerine, keyfi zamlara ve hak gasplarına karşı mücadele etmekten başka bir yolu bulunmamaktadır.
Sosyalist Kamu Emekçileri
6
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Başbakanlık Genelgesi: Kamu emekçileri kıskaca alınıyor!
AKP’nin savaş ve saldırganlık politikaları her alana yayılıyor. Sermaye düzeni ‘terör’ demagojisi eşliğinde
işçi ve emekçilere baskılarını yoğunlaştırıyor. Ona göre
iktidarın savaş politikalarına ve başkanlık dayatmalarına
karşı çıkan herkes ‘terörist’; hak ve özgürlükler için işçi
ve emekçilerin gerçekleştirdiği her eylem ‘terör’ eylemi! Bazen doğrudan ‘terör’ eylemi olarak nitelemekten
çekindikleri eylemleri ve hak arayışlarını ‘ülkenin huzurunu bozmak, çalışma barışını bozmak’ gibi söylemler
eşliğinde bastırmaya yöneliyorlar. Bugüne kadar savaşa
karşı çıkan ve barış talebini dile getirenler terörist ilan
edildi. Akademisyenler ‘terörist’, tanklarla girdikleri mahallelerde yakıp yıktıkları evlerin sahiplerinin direnmesi
‘terör eylemi’, hak gasplarına karşı duranlar ‘huzur bozan’, doğasına sahip çıkan Artvin halkı ‘terör örgütlerinin
kışkırttığı eylemci’ oluyor!
Sermaye iktidarı kendisine sığınak yaptığı ‘terör’
demagojisi ile bir yandan ülkeyi içine düştüğü Suriye batağına sürmeyi ve yarattığı ‘kaos’ atmosferi içerisinde
başkanlık rejimine geçişi amaçlarken, öte yandan da işçi
sınıfı ve kamu emekçilerinin kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. AKP iktidarı hem ülkeyi savaşa çekmek için daha fazla ‘kaos’ atmosferine, hem de işçi ve
emekçilerin tarihsel kazanımlarını yok etmek için daha
fazla baskıya ihtiyaç duyuyor. İşçi sınıfını köle pazarına
sürmeyi amaç edinen ve ‘kiralık işçi’ uygulamasını hayata geçirecek olan yasa tasarısı meclis gündemine taşınmışken, kıdem tazminatının ortadan kaldırılması için
de hazırlıklarını sürdürüyor. Kamu hizmetlerini piyasaya
açacak ve kamu emekçilerinin iş güvencesini ortadan
kaldıracak hazırlıklar da bunlara eşlik ediyor. Ne var ki,
böylesine kapsamlı bir saldırıya milyonlarca kamu emekçisinden gelebilecek tepkiyi bugünden bertaraf edebilmek onlar için büyük önem taşıyor.
“Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla
İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında” başlıklı 2016/4 sayılı Başbakanlık genelgesi Ahmet Davutoğlu’nun imzası
ile 17 Şubat tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. AKP’nin
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda Yasaklar olarak
düzenlediği hükümleri bir genelge biçiminde yayınlaması, savaş ve saldırganlığa karşı duran, AKP iktidarının kirli
amaçlarına onay vermeyen, hak gasplarına karşı mücadele eden kamu emekçileri üzerinde yoğun bir saldırı
döneminin açılacağının sinyali olarak algılanmalıdır. Bu
aynı zamanda emekçiler içerisinde ihbarcılığın da önünü açma çabasının bir parçasıdır. 26 Şubat tarihinde
kaymakamlarla toplantı gerçekleştiren Cumhurbaşkanı
Erdoğan, bu toplantıda “terör örgütüne destek veren
kamu görevlileri de belirlenip adalete teslim edilmelidir”
diyerek bir cadı avının sinyalini vermişti. Aynı toplantıda kaymakamlara dönük olarak da “bazı muhtarlar kaymakamları şikayet ediyor, takip ediliyorsunuz ona göre”
demişti. Anlaşılan muhtarlarla yaptığı toplantılardan
‘ihbarcı muhtarlar’ yaratmayı başarmıştı. Mahalle sakinini ‘muhtarın takipçisi’, muhtarı ‘kaymakamın takipçisi’,
emekçiyi ‘emekçinin takipçisi’ yapmak ve böylece katı
bir otokontrol sistemi geliştirmek tüm bu adımların ortak amacı olmalı. Toplumun tümünün ötekinin ihbarcısı
olduğu bir düzen inşa etmekten iktidarın büyük çıkarları
olduğu açıktır.
Başbakanlık Genelgesi, idari amirleri de basınç
altına alarak kamu emekçileri üzerinde koyu bir baskı uygulanmasının önünü açmayı amaçlıyor. Bunu başardığı
ölçüde, savaşa ve sosyal yıkım saldırılarına karşı tutum
alan öncü kamu emekçileri ‘işten atma’ tehdidi altına alınacak ve bunun üzerinden tüm kamu emekçilerine gözdağı verilmiş olacak. Grev yapan, barış isteyen, insanca
yaşam mücadelesinde yer alan kamu emekçileri genelge
kapsamında ‘legal görünümlü illegaller’ olarak nitelenecek, eylem ve etkinlikler nedeniyle soruşturmalara ve cezalara maruz kalan emekçiler ‘terör’ ile ilişkilendirilecek
ve daha ağır idari ve adli cezalarla yüz yüze kalacaklar.
AKP iktidarı bunu başarabildiği, öncü kamu emekçilerini geniş emekçi yığınlardan yalıtabildiği ölçüde de saldırı
yasalarını daha kolay hayata geçirecek.
Kamu emekçileri, öncü kamu emekçilerine yönelen saldırılar göğüslenemediğinde mevcut kazanımlarını
da koruyamayacaklarını görmelidir. Öncü kamu emekçileri ve KESK ise bu türden saldırıların ancak geniş yığınlarla bütünleşerek aşılabileceğini görmek durumundadır.
Bu saldırıya karşı mücadele kamu emekçilerinin talep ve
çıkarları üzerinden yürütülecek bir mücadeleden bağımsız düşünülemez. Dahası kamu emekçilerinin talepleri
doğrultusunda mücadeleyi yükseltmeden, öncülere dönük saldırılar da püskürtülemez. Gerek savaş politikaları
karşısında ve gerekse de emekçilerin kazanımlarının bir
bir ortadan kaldırılması nedeniyle emekçilerde biriken
öfkeyi açığa çıkarmak bugünün en acil ihtiyacıdır. Bunu
başarabildiğimiz ölçüde AKP’nin gerici kuşatmasını aşabilir, savaş ve sosyal yıkım programlarını püskürtebiliriz.
Sosyalist Kamu Emekçileri
MART - NİSAN 2016
7
Maliye Emekçileri: Geçici görev köleliğine izin vermeyelim
Kamu kurumlarının tasfiyesine dönük on yıllardır sürdürülen liberal politikalarla hayatımız karartılıyor. Bugüne kadar birçok kamu kurumu özelleştirildi,
sağlık ve eğitim başta olmak üzere birçok kamu hizmeti paralı ve pahalı hale getirildi. Tüm bu adımlara
ise kamu emekçilerinin özlük haklarının ortadan kaldırılması, performans dayatmaları, taşeron çalışmanın
yaygınlaştırılması, statü farklılıkları ve ücret adaletsizliği vb. eşlik etti. Bu politikaların ana ekseninde kamu
hizmetlerinin piyasaya açılması ve ‘piyasa’ modeline
uygun bir çalışma yaşamının inşa edilmesi amacı bulunuyordu. Bugün artık gelinen noktada parça parça
hayata geçirilen bu uygulamaların yapılacak değişikliklerle tamamlanması gündemde.
Sermaye düzeni işçilere de, kamu emekçilerine de kölelik dayatıyor. Meclis gündemine taşınan
‘kiralık işçilik’ ile kadrolu çalışma olanakları ortadan
kaldırılarak esnek ve kuralsız çalışma yaygınlaştırılmak
isteniyor. Sözde ‘taşeron işçilere kadro verme’ vaatleri ile oy toplayanlar, bırakın taşeron işçilerin kadroya
alınmasını, kadrolu çalışan işçilerin ve kamu emekçilerinin güvencesizleştirilmesine dönük ardı ardına tasarılar hazırlıyorlar. Ama bu ülkede işler kanunlarla da
işlemiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kaymakamlara
‘gerektiğinde mevzuatı bir kenara itin’ dediği durum
zaten ülkemizde mevcut durumu tanımlıyor.
Kanun, hak-hukuk tanımazlığını biz kamu
emekçileri zaten on yıllardır yaşıyoruz. Maliye emekçileri de bundan kendi payını fazlasıyla alıyor. Yıllardır
aynı masalarda çalışan emekçiler ücret adaletsizliğini
yaşıyor, merkez ve taşra teşkilatındaki kadrolar arasında da ücret farkları bulunuyor. Fazla mesai ödemelerinin kaldırılması nedeniyle önemli bir gelir kaybı
yaşanmış durumda. Tüm bunlara ise son yıllarda İstanbul’da 15 yıl aynı vergi dairesinde çalışan emekçilerin
rotasyona tabi tutularak yerlerinin değiştirilmesi eklenmişti. Son olarak da valiliğin isteği üzerine emniyet
birimlerinde görevlendirilmek üzere maliye emekçileri
geçici göreve zorlanıyor.
Geçici görev dayatmasını birliğimizin
gücüyle aşabiliriz
657 sayılı Kanun’un Ek 8’inci maddesinde kurumlar arası geçici görevlendirmelerde memurun muvafakatinin olması şartı aranırken, gerek Defterdarlık
birimlerine ve gerekse de İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı(İVDB) birimlerine gönderilen yazılarda gönüllü
çıkmazsa re’sen isim bildirilmesi istendi. Bunun üzerine BES İstanbul Şubeleri tepki eylemleri örgütlediler.
BES İstanbul 3 No’lu Şube ise hem bildiri çıkartarak
maliye emekçilerini re’sen yapılacak görevlendirmeleri kanuni haklarını kullanarak kabul etmemeye çağırdı,
hem de ‘geçici görev istemiyorum’ yönünde dilekçeler
verilmesini örgütledi. Bu çalışmalar sonucunda maliye
emekçileri olarak kendimize güvenimiz arttı ve geçici
görev karşısında tek çözümün birlikte mücadele etmek
olduğunu gördük. Diğer sendikaların ise neredeyse hiç
sesi çıkmadı. Türk Büro Sen sanki geçici görevlendirmeleri vali yapacakmış gibi vali ile görüşme yapıp ‘rica’
eden bir tutum geliştirdi ve sanki bugünden yapılacak
hiçbir şey yokmuş gibi ‘açılacak davaların’ arkasında
olacaklarını duyurdu. Oysa muhatap valilik değil kendi
personelini re’sen görevlendirecek olan Defterdarlık
ve İVDB idi. Ayrıca dava açılmadan önce zorunlu görevlendirmelerin reddedilmesini örgütleyerek fiilen
bu hukuksuzluğun önüne geçme olanağı varken ‘dava
açarız’ demek ‘hele bir görev çıksın, duruma bakarız’
anlamına gelmektedir. Memur Sen’e bağlı Büro Memur Sen ise sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı seçerek re’sen görevlendirmeleri ‘suskun kalarak’
onayladı ve kendisinden bekleneni yaptı.
Re’sen yapılan geçici görevlendirmeleri reddetmek en doğal yasal hakkımızdır. Bu hakkımızı kullanalım ve görevlendirmeleri yapılan arkadaşlarımıza
sahip çıkalım. Bu birliğimizi sağlayabilirsek geçici görev
köleliğini aşabilir, rotasyon, kartlı geçiş gibi hukuksuz
uygulamaların da önüne geçebilecek bir iradeyi açığa
çıkartabiliriz. Birliğimizi güçlendirmeli ve bizi köle gibi
kullanmalarına izin vermemeliyiz.
Bir maliye emekçisi
8
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
BİN YILLARIN MİRASI
Son dönemde yaşadığımız, duyduğumuz, gördüğümüz her şey bu da olmaz dedirtecek cinsten. Ama artık
bu da olmaz diyeceğimiz bir şey kalmadı galiba. Aykırı
olan, en olmaz olan yaşanıyor bu gün ülke sathında.
Yıllarca Aleviler için bunlar “ana bacı tanımaz, mum
söndü yapıyor“ diyenlerin gerçekliğini görüyoruz. Annesinin diz kapağından etkilenenlerden tut, kızınla birlikte olursan, kızın anasıyla nikâhın bozulacağını beyan
eden fetvalar yayınlayanına kadar gördük. Ama şimdi sanki daha iyi anlıyorum olayları ”Kızlı-erkekli aynı
evde kalınır mı” diyenlerin bırakın başka bir kadından
etkilenmeden aynı evde kalmayı, birlikte yaşadığı
kendi kızından ve annesinden etkilendiğini öğrenmiş
olduk. Ensest ilişkinin bu kadar yaygın olduğunu, her
kadının ”tahrik” unsuru olabileceğini bunlar sayesinde
görmüş olduk.
Kadınların katmerli eziyete maruz kaldığı, eziyetin
tüm çıplaklığı ile yaşandığı bir dönemden geçiyoruz.
Her gün beş kadını cinayete kurban veriyoruz. Her gün
onlarca kadın taciz ve tecavüze uğruyor. Tecavüze uğrayan kızlarımız- kadınlarımız intihar ediyor. Kadınların yaşam alanları, giyimleri, gülüşleri, kiminle ve nasıl
konuşacakları hedef tahtasına oturtulmuş durumda.
Düşman(!) kampta olan kadınların çıplak bedenleri
sokak ortasında teşhir edilirken yaşayan kadınların bedenleri, zihinleri tutsak edilmiş ya da satılık hale getirilmiş durumda.
Özgecanlar vahşice öldürülürken, Canseller yaşadıklarını kaldıramadığı için intihar eder. Bizlere bu
vahşeti yaşatanlar iyi hal indirimi alır, saygın tutumu
ve samimi açıklamalarından kaynaklı serbest bırakılır.
Kadınlar, katlanması zor bir cenderenin içinde yaşamaya mahkûm edilir. Peki, bu güç nerden alınır. Bu kadar
arsızlık nasıl yaşanır. “Kadın erkek eşit değildir. Fıtrata
ters” diyen devletin en yetkili ağzı, dinsel gericiliğin
başkanının yayınladığı fetvalar, karısını ”uzun adama”
peşkeş çeken yöneticiler, “abartmayın yaşadıklarımız
Amerika ’da da yaşanıyor” diyen kalemşörler, ve tüm
bu olanları televizyonda dizi seyreder gibi seyreden
dumura uğramış bir toplumum varlığı bu cendereyi
derinleştirmektedir.
Gün boyu yayınlanan evlendirme programları kadın pazarının en meşrulaşmış halidir. Milyonların gözü
önünde, bu kadar mutaassıp bir toplumun(!) gözü
önünde medya çöp çatanlık yapar. Kimsenin gıkı çıkmaz. Ama aynı bu toplum “gecenin üçünde dışarıda
bir kadının ne işi var, etek giymeseydi, o da aranıyordu” zaten gibi gerekçeler bularak pisliğin üstünü örtmeye çalışır. İzlenilen her dizide bir aşk üçgeni vardır
ve bu durum hayranlıkla izlenir. Yanı başında böyle bir
olay yaşandığında en büyük yargıç olur ve kadını linç
ederken erkeği ise “adama bravo iki kişiyi birden idare
ediyormuş” diye takdir eder. Ahlak yine görevini yapmıştır. Suçlu kadındır ve verili ahlak kurallarına uymayanın başına bunlar daha çok gelecektir. Ahlak denilen
şey çifte standardın ta kendisidir. Kadın için başka şeyler erkek için başka şeyler öğütler ve hep erkek lehine
kararlar alır.
Bin yılların mirasıdır. Kadın erkeğin mülkiyetidir.
Kendisinden boşanmak isteyen, evlilik teklifini reddeden kadınların bu kadar kolay öldürülmesinin gerisinde bu miras gerçeği yatmaktadır. Tıpkı tarlası, evi vb.
bir eşyası gibi kadını alıp satar, çünkü kullanım hakkı
kendine aittir. Kızından etkilenen erkekte belki de ilk
gece hakkını kullanıyordur. Çünkü çocuğun mülkiyeti
babaya aittir. O her şeyin sahibi olduğu gibi küçük kızın
da sahibidir ve mülkiyetine ilk o el koymalıdır. Kadın,
erkek egemen bir toplumda erkeklerin ortak mülkiyetidir. O yüzden evde, sokakta, okulda, iş yerinde tüm
erkekler; taciz etme, tecavüz etme ve hatta öldürme
hakkını kendinde görür. Bin yıllık bu mirasa karşı olan
erkeği de ”tüh senin erkekliğine” diye aşağılar ve kendi
içinden dışlar. Bu tip, erkekliğin yüz karasıdır. “Bir kızla
aynı evde kalacaksın da ona dokunmayacaksın öyle mi
oğlum senin erkekliğinde bir sorun mu var” diye başlar sorulara, gönüllü birlikteliğe ve rızaya dayalı ilişkiyi
anlayamaz. Zorla ya da gönüllü olması önemli değil
belirleyici olan onun erkekliğidir. Mülkiyet ilişkilerinin
belirlediği hukuk sistemi buna kılıflar bulur, ahlak ve
din bu durumu yaygınlaştırır ve toplumun nezdinde
meşrulaştırır. Belki de bizim toplumda en çok kullanılan sözlerden biri olan “kuyruk sallamasa” kimse
bir şey yapmaz deyimi hayatın gerçekliğine dönüşür.
Cansel öğretmenine ”kuyruk salladığı“ için öğretmen
denilen kişi onunla birlikte olmuştur vb yürek ve kulak tırmalayıcı diyalog günlerce dillerde pelesenk olur.
Cansel yaşadıklarını kaldıramaz çünkü var olan ahlak
sistemine göre “suçlu olan“ odur. Yaşadığı suçluluk
psikolojisi ve yaşadıklarının ağırlığı onu yapayalnız
bırakmıştır. Kime anlatabilir ki yaşadıklarını, kim anlayabilir onu. Tecavüzcülerin serbest kaldığı, hakaret(!)
edenlerin tutuklandığı bir ülkede kime güvenebilir.
Cansel, intihar etmedi toplamda devletiyle, yargısıyla, ahlakıyla, eğitim sistemiyle çürümüş bu sistemin
birlikte işlediği bir cinayete kurban gitti. Tacizin, tecavüzün, Özgecanların, Cansellerin ve onların şahsında
yaşamını kaybeden tüm kadınların hesabını sormak
için pislikleri her yere saçılan bu sisteme karşı kadınlı
erkekli örgütlü mücadele tek seçeneğimizdir.
Bir Eğitim Emekçisi
MART - NİSAN 2016
9
Maliye emekçileri geçici görev dayatmasına karşı alanlara çıktı
Emniyet birimlerinde görevlendirilmek
üzere geçici görev adı altında kölelik dayatılan maliye emekçileri eylemlerle tepkisini
ortaya koydu. KESK’e bağlı Büro Emekçileri
Sendikası İstanbul Şubeleri ‘geçici görev
köleliktir’ diyerek basın açıklamaları gerçekleştirdi. İlk eylem İstanbul Defterdarlığı
önünde 16 Şubat tarihinde gerçekleştirildi. Yapılan basın açıklamasında
BES İstanbul Şubeleri
imzalı “Kurumlar arası
geçici görevlendirmelerde re’sen atamalara son
verilsin” pankartı açılırken
geçici görev dayatmasının
geri çekilmesi istendi. 17 Şubat tarihinde ise BES İstanbul 3 Nolu Şube’nin
örgütlü olduğu Bostancı, Pendik ve Ümrani-
ye Vergi Daireleri komplekslerinde kitlesel
basın açıklamaları gerçekleştirildi. Aynı gün
BES İstanbul 1 ve 3 No’lu şubelerin katılımı
ile Vatan Caddesi’nde yer alan İstanbul Vergi Dairesi Başkanlığı(İVDB) önünde
basın açıklaması gerçekleştirilerek “geçici görev köleliktir,
izin vermeyeceğiz” denildi. “Geçici görevlendirme
sürgündür, kabul etmiyoruz” pankartı açılan
eyleme katılım görece
düşük olmakla birlikte, sürece işyerlerinden
yürütülen çalışmalarla
hazırlanan 3 No’lu şubenin
(Anadolu Yakası) katılımının
nispeten daha yoğun olduğu gözlemlendi.
10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
AMEDSPOR: YEŞİL SAHALARDA IRKÇILIK ve AYRIMCILIK
Hükümetin sıkıyönetim politikaları, futbol
alanında da karşılık bulmaya başladı. Türkiye Futbol
Federasyonu’nun (TFF), 31 Ocak’ta oynanan Amed
spor-Bursaspor karşılaşmasından sonra Amedspor’a
ceza vermesi, futbol kurumunun, aslında yaygın toplumsal yargının aksine ne kadar politik bir kurum
olduğunu ortaya koymaktadır. Burada, egemenlerin
artık klişeleşmiş olan “Yeşil sahalardan siyaseti uzak
tutalım.” sözünün de aslında ırkçı ve faşizan siyaseti
kapsamadığı ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Ayrıca
şunu da belirtelim ki bu ülkede ırkçılık, faşizm ve ayrımcılık siyaset olarak görülmez, bu nedenle siyaset
yapmaktan kastedilen her zaman için sol-sosyalist siyasettir. Burada belli ki egemenler, ırkçılığı, faşizmi ve
ayrımcılığı doğal ve siyasetler üstü bir durum olarak,
“milli” bir zemin olarak görmektedirler.
Bursa’daki ırkçı çevreler, karşılaşmadan günler önce internet üzerinden bir kampanya başlattılar. Bu kampanyada Bursaspor taraftarları, “PKK
maçında”, “Bursa’nın gücünü göstermek” için maça
katılmaya çağrılmaktaydı. Provokasyonlar maç başladıktan sonra da devam etti. Amedspor taraftarları
sahaya alınmazken maç boyunca ırkçı tezahüratlar
hiç eksik olmadı. Bütün bunlara rağmen maç sonunda Bursaspor’a sadece göstermelik bir “uyarı cezası”
verilirken; Deniz Naki, sırf “Her Biji Azadi” yani “Yaşasın Özgürlük” dediği için “ideolojik propaganda”
yaptığı gerekçesiyle 12 maçtan men cezası aldı. Bununla da yetinmeyen TFF, Naki’ye 19 bin 500 liralık
bir para cezası verdi. Burada, ne maç öncesi provakasyonlar, ne maç sırasındaki ırkçı tezahiratlar ne de
Amedspor oyuncu ve taraftarlarına yapılan saldırlar
dikkate alındı. Ne de olsa ırkçılık ve faşizm futbolun
doğasında vardı; futbolun doğasında olmayan şey
ise “özgürlük”, “kardeşlik” , “barış”, “azadi” ve “aşiti”
gibi sözcüklerdi. Dolaysıyla doğaya aykırı olan cezalandırıldı. Bununla da yetinmeyen TFF, Medipol Başakşehirspor-Amed Spor karşılaması sırasında atılan
“Her yer Sur, her yer direniş!”, “Her yer Cizre, her
yer direniş!”, “Çocuklar ölmesin maça gelsin!” gibi
tezahüratları gerekçe göstererek, üstelikte ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle Amedspor’a 1 maç seyircisiz
oynama cezası verdi. Bu cezaları, Darıca Gençlerbirliği–Dersimspor maçı sırasında atılan “Berkin Elvan
ölümsüzdür” ve “Her yer Dersim, her yer direniş” tezahüratlarının gerekçe gösterilerek Dersimspor’a bir
maç seyircisiz oynama cezası verilmesi izledi. Burada
bir kez daha “ideolojik propaganda” yapıldığı öne
sürüldü. Ayrımcılığın asla ceza almadığı aksine “milli”
bir tutum olduğu bu ülkede Amedspor’un ayrımcılıktan ceza alması ironiktir. Burada yaklaşık 100 yıldır,
ayrımcılığın en katıksız biçimleriyle karşı karşıya olan
Kürt halkının bağrından çıkmış bir takım olarak, Amedspor’un ayrımcılıkla suçlanacak en son futbol takımı
olduğunu söylemeye bile gerek yok. Türkiye’de “yeşil
sahalarda” ırkçılık, faşizm ve ayrımcılık hiç eksik olmamıştır. Ekim 2015 Türkiye-İzlanda maçı sırasında
Ankara katliamı için yapılan saygı duruşu, ırkçı çevreler tarafından, ıslıklarla, yuhalamalarla, “Şehitler
ölmez, vatan bölünmez” sloganlarıyla ve tekbir sesleriyle sabote edilmiştir. Benzer bir saldırı Türkiye-Yunanistan hazırlık maçı sırasında yapılan Paris Katliamı
anmasında da yaşanmıştır. Yeşil sahalarda gerçekleşen bu ve buna benzer ırkçı faşizan, ayrımcı saldırıların hiçbirisi ceza almamış, tam tersine “milli duruşun”
bir gereği olarak görülmüştür. Burada, Türkiye’de uygulanagelen, Kürt ulusunun inkarına ve Alevileri hiçleştirilip aşağılanmasına dayanan resmi “kimlik politikalarının” tribünlerde de yansımasını bulduğunu not
düşmek gerekmektedir.
Bugün futbol kitleler üzerinde etkili olan en
güçlü silahlardan biridir. Özellikle “milli” maçlar tam
bir şovenist histeriye dönüştürülmektedir. Faşist ırkçı
şovenist ve ayrımcı anlayışlar bu sektörün doğasının
bir gereği olarak sunulmaktadır. Hemen her maç faşist bir ritüele dönüşmektedir. Futbol, sermayenin
anlayışına uygun olarak, çeşitli uluslardan emekçileri
karşı karşıya getirmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Dolaysıyla ezilen ulus ve inançların bu alanda
kendilerini ifade etmeleri büyük bir korkuyla karşılanmaktadır. Emekçileri birleştirici ve toplumsal sorunlara değinen her türlü tutum, binbir gerekçeyle
cezalandırılmaktadır. Bu nedenle TFF ve yargı, ezilenler tarafından kurulup desteklenen takımlara ve
demokratik bir tutum içinde olan taraftar gruplarına
acımasızca saldırmaktadır. Sahalara hâkim kılınmaya çalışılan ırkçı ayrımcı, faşizan ve dinci anlayışlara
karşı halkların kardeşliğini döne döne vurgulamak
gerekmektedir. Kapitalizmin rekabetçi ve emekçileri
ayrıştırıcı futbol anlayışına karşı emekçileri ve halkları
birleştirici bir anlayışı yaygınlaştırmak gerekmektedir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
MART - NİSAN 2016
MEYDAN (AL MİDAN)
11
KÜNYE
Yönetmen: Jehane Noujaim
Yapım: 2013 / Mısır / 108 Dakika
Oyuncular: Ahmed Hassan, Khalid Abdalla, Magdy Ashour
“Mısır şereften yoksun yaşıyordu. Adaletsizlik her yerdeydi.” sözleriyle başlayan belgesel türü ya-
pım, önce Hüsnü Mübarek yönetiminin sonra da onun yerine seçimle iş başına gelen Müslüman Kardeşlerin Mısır halkı tarafından devrilişini çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. Belgeseli samimi ve içten bir şekilde
sunan Ahmed, 8 yaşında okul parasını karşılamak amacıyla limon satmaya başlayan ve o andan itibaren
çeşitli işlerde çalışan bir emekçidir. Ahmed, Mübarek’e olduğu kadar Müslüman Kardeşler’e de karşıdır ve
demokratik bir dünya görüşüne sahiptir.
Belgeselin ilk bölümü Mübarek yönetimin devrilişini anlatmaktadır. Halk, despotik, halk düşmanı
ve yozlaşmış rejimi devirmek amacıyla Tahrir Meydanı’na akar. Ortak slogan “Defol Mübarek”tir. Sonunda
Mübarek yönetimi bırakır ve yönetimi geçici olarak devralan ordu insanlardan evlerine dönmelerini ister.
Orduyla gizlice anlaşan Müslüman Kardeşler alandan çekilir. Yoksulların temel ihtiyaçlarını istismar eden
Müslüman Kardeşler seçimi kazanır ve yönetime gelir. Belgeselin ikinci bölümü Müslüman Kardeşlerin iktidara gelişini, uygulamalarını ve yıkılışını anlatmaktadır. Mursi yönetimi gittikçe baskıcı bir hal alır ve Mübarek’i dahi aratmayan yöntemlere başvurmaya başlar. Talepleri karşılanmayan halk bir kez daha Tahrir
Meydanı’na akar ve Mursi yönetiminin devrilmesini sağlar.
12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Fotoğraflarda yansıyan düzenin çıplak gerçekliğidir
Tankların mahallelere sürüldüğü günlerde bir
özel harekat amirinin kelepçeleyip yere yatırdığı inşaat işçilerine savurduğu sözler hala hatıralarımızdadır:
“Türkün gücünü göreceksiniz!”. On yıllarca beslenen
bir düşmanlığın avazı çıktığınca dile getirilmesiydi söz
konusu olan. “Kardeşlik” masallarının ve sahte “barış”
görüşmelerinin hemen ardından baştan aşağı silahlı ve
zırhlı birliklerle Kürt halkına “Türkün gücü” gösteriliyordu. Devamında ise sanki yapılan geçmişin bir tezahürü
değilmişçesine “ne yaptı lan bu devlet size” diye soruluyordu. “Ne yaptı” sorusunun muhatapları kelepçelenmiş, yerlere yatırılmış ve ulusal kimlikleri “Türkün gücü”
tarafından ayaklar altına alınmıştı. Sorunun muhatapları “daha ne yapsın” dercesine susuyorlardı.
Türkün gücü! On yıllarca ‘milliyetçilik’ zehriyle zehirlenmiş beyinlere bir yaşam enerjisi dolduruyor ve “işte benim gücüm” dedirtiyor insana.
İlkel ve bir o kadar da zavallı insan, bu sözcükte buluyor güçlü yanlarını! Örgütsüz, bilinçsiz, makinenin
bir parçasına dönüştürülmüş, hayatı üzerinde söz
hakkı bile olmayan zavallı ve çaresiz, sefalete mahkum
bir insanın bütün güçsüz yanlarını örtüveriyor, avazı
çıktığınca dile getirilen bir sözcük! Ama “Kürtler kardeşimiz” demeyi de unutmuyor yeri gelince. “Kardeşlik”
ve “düşmanlık” aynı beyinde ve bir arada bulunabiliyor.
Sustukları ve itaat ettikleri kadar “kardeş”, kardeşlik hukukunun gereklerinin yerine getirilmesini istedikleri kadar da “düşman”!
Peki Artvin’de madene karşı direnen yöre halkına gösterilen güç kimin? Ya grevlerde, direnişlerde
işçilere jandarmanın vurduğu dipçik; çiftçiye “ananı da
al git” diyenlerin kullandığı güç; Haziran direnişiyle ayağa kalkan milyonlara vurulan cop ve sıkılan biber gazı;
tecavüzcüyü serbest bırakıp hakarete (tabi ki Cumhurbaşkanı’na) en ağır cezaları kesen; çocuklarımızı kiralık
işçi bürolarına mahkum etmek için yasalar düzenleyen;
işçinin kıdem tazminatına, memurun iş güvencesine göz
diken; Cumhurbaşkanına Anayasa Mahkemesi kararına
“saygı duymuyorum” dedirten; Alevilerin ibadet yerlerine “cümbüş evi” diyebilen ve bir babanın kızına şehvet
duymasının ‘haram olmadığını’ söyleyen bu güç kimin?
Bu sorunun cevabı o özel harekat amirinin “Türkün
gücü” söyleminin hemen ardından sorduğu soruda gizli: “Bu devlet size ne yaptı?”. Demek ki Türkün gücü devletin gücü, birleşik ve daha doğru ifade ile Türk devletinin gücü! Peki bu Türk devletinin gücü yalnızca Kürtlere
değil de, hak arayan işçiye, doğasını koruyan köylüye,
barış isteyen emekçilere ve bilumum muhalif tüm kesimlere yöneliyorsa nasıl oluyor da tüm Türklere aitmiş
gibi sunuluyor! Cevap açık: Tarih boyunca egemenler,
ulusun temsilcileri olarak çıkarlar toplumun karşısına
ve özel mülkiyete dayalı toplumlarda egemen azınlığın
çıkarları da ulusun çıkarları olarak yutturulur. İşte devlet, bu çıkarların bekçisi, silahlı gücü ve baskı aygıtından
başka bir şey değildir. Öyleyse Türk devletinin gücü de,
MART - NİSAN 2016
gerçekte bu ülkeyi yağmalayan, pazarlarını sömüren,
fabrikalarını ve finans kaynaklarını elinde bulunduran
asalak sömürücü kapitalistlerin gücünden başka bir
gücü temsil etmez. İşte Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerden itaat etmeleri istenen bu güç,
yalnızca bir avuç egemenin gücüdür. O gücü kendi gücü
zanneden insan ise zavallı ve güçsüz insandır.
13
halkına da en ağır darbe oluyor akıllarınca! Ama nafile.
Bu, yalnızca kirli savaşı sürdürenlerin çaresizliğini ve düzenin çıplak gerçekliğini sergilemekten başka bir sonuç
üretmiyor. Çaresizleştikçe hırçınlaşan, hırçınlaştıkça şiddetin ve ahlaksızlığın dozunu artıran ve giderek kendisiyle birlikte ülkeyi bir çöküşün eşiğine getiren bir düzen
gerçekliğini anımsatıyor bu yalnızca.
Anladık: Devletin gücü yakıp yıkmaya, göç ettirmeye, günlerce sığındıkları bodrumda yardım isteyen
insanları yakarak öldürmeye yetiyor! Ama teslim almaya yetmiyor! Sur’da sokağa çıkma yasağının 100’üncü
günlerde hala sürüyor olması bunu göstermiyor mu?
Biat etmedikçe hırçınlaşan kirli savaş mekanizması işlemeye devam ediyor en vahşi görünümleri ile. Devlet, ‘gücü’ kadar ‘ahlaki değerlerini’ de sergiliyor kirli
savaşın gölgesinde. Öldürülen kadınların kıyafetlerini
çıkartıp çıplak bedeninin fotoğraflarını servis ediyorlar
sosyal medyada. Böylece kendilerince ‘Türkün gücünü’
göstermiş oluyor, Kürt halkının, kadının ve insanlığın
onurunu hedef alıyorlar. Çıplak bedeni ile teşhir edilenin onurunu çiğnediklerini sanıyor asker postalı içinde
‘güç’ gösterisi yapan zavallı. Bunu bir kadının cesedi
üzerinden yapmak ise ‘erkeklik’ dürtüsünü şahlandırıyor olsa gerek. Böylece devlet gücü tarafından şekillendirilen “benliğini” bulmuş oluyor.
Bu toplumda kadının aşağılanması daha bebekken başlar. “Pipisini yesinler” erkek çocuğun cinsel
organı için yapılmış bir güzelleme olarak nesilden nesile tekrarlanır. Erkek çocuğun çıplak gezmesi bir onur
gösterisi olurken, kız çocuğu için bu arsızlık olarak görülür. Bir kadını savaşta işte bu yanından vurmak, onun
Devletin gücü, insanı insan olmaktan çıkartan
bir güç olarak gösteriyor kendisini. Bir katiller sürüsü
yaratıyor gencecik insanlarımızdan. Dahası devlet erkini
elinde bulunduranlar her Kürt öldüğünde zafer naraları atıp sevinseler de, asker ölümlerinden de gerçekte
hiçbir üzüntü duymuyor ve sahte gözyaşları döküyorlar! Ama nedense en çok onlar bağırıyor “her şey vatan için” diye! Çünkü vatan onların sömürü coğrafyası,
çünkü ölen de sömürdükleri insanların çocukları! Şimdi
gençlerimizi eline silah verip Suriye’de açık bir savaşa
sürmeye kalkışıyorlar. Öyle ya; vatan için her şey! Oysa
vatandaş her geçen gün daha fazla açlığa, işsizliğe ve
yoksulluğa itiliyor bu savaş çığırtkanlığı yapanlar tarafından.
Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Alevisi
ve Sünnisiyle yalnızca biz emekçiler durdurabiliriz bu
kirli savaşı! Gerçek bir kardeşliği, kardeş gördüklerimizin
eşitlik talebine sahip çıkarak, ancak biz işçi ve emekçiler
sağlayabiliriz. Sermaye düzeninin yarattığı düşmanlıklara ancak bizler son verebiliriz. Ve ancak birleşir ve örgütlenirsek, egemenlerin gücüyle övünen zavallılıktan
kurtulabilir ve işte o zaman sermaye sınıfı karşısında
emekçilerin ve halkların birleşik gücü ile övünç duyabiliriz.
14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Kadın cinayetleri bizzat devlet eliyle devam ediyor
Tarihlerden 11 Şubat, hava soğuk mu soğuk.
Genç kız, soğuktan korunmak için sarıp sarmaladı kendini ve hayalleriyle birlikte minibüse bindi. Herkes birer birer indi. Bir tek o ve şoför kalmıştı. Şoför hemen
planlarını ve yol güzergâhını değiştirdi. Ne de olsa tek
bir kadın kalmıştı arabada ve şoför bin yılların beslediği ataerkil bilinçle saldırdı kadına. Bu anlayışa göre
kadın ganimetti savaşta. Pazarlarda satılan köleydi. Kadınların kendi tercihleri ve istekleri olamazdı, onlar üstün cins olan erkeğe hizmet etmek zorunda idi. Yasalar
da zaten onların yanındaydı. Tecavüz edilen kadınlar
tecavüz sonucu hamile kalırsa doğurmak zorundaydı.
Kürtaj yaptırmak, tecavüzden daha kötüydü. Arkasına
bin yılların mirasını alan adam tekrar tekrar saldırdı
kadına. Kadın teslim olmadı, direndi. Tırnakları silahı olmuştu artık. Genç kız, kendini soğuktan koruyabilmişti belki ama “bir çocuktan canavar yaratan bu
sistemden” koruyamamıştı. Yanan bedeniyle birlikte
hayalleri de yanmıştı genç kızın, Özgecan’ın, Özgecanımızın. Özgecan’ın yanan bedeni toplumun öfkesinin sokağa taşmasına neden oldu. Bu öfke günlerce
sokaklarda var etti kendini. Öfkenin örgütleyicileri ve
öncüleri kadınlar oldu. Kadınlar en önde idi.
Özgecan saldırıya uğradıktan sonra yakılarak
öldürüldü. Olayın failleri bulundu ve “cezaları” verildi.
Yaşanan “bireysel bir suçtu” ve bireysel cezalar verilerek çözüme bağlandı. O faillere bu cesareti veren ataerkil sistem, burjuva hukuku ve toplamda onları var
eden kapitalizm tereyağından kıl çeker gibi yine akladı
kendini.
Bazı parlamenterler ve kadın örgütleri, kadın katillerine, taciz ve tecavüze karşı, indirimlerin kaldırılması
amacıyla hazırlanan “Özgecan Yasası”nı meclise sundu. Ancak yasa mecliste kabul edilse bile şimdiye kadarki yargı pratiği bize, burjuva hukukunun kendi koyduğu yasaları bile uygulamadığını gösterdi. Bundan
dolayı bu yasadan büyük beklentiler içine girmek hayalcilik olmalı. Bizzat cumhurbaşkanı “mevzuatı bir kenara bırakın, bildiğinizi yapın” diye talimatlar vermedi
mi? Yasalar ve yargı toplum nezdinde meşruluğunu
yitirmiş, AKP’lilere bile güven vermemekte. Bundan
dolayıdır ki rüşvet, adam kayırma, yolsuzluk vb. çürümüşlük düzenin her yanından akmakta.
Özgecan’dan sonra onlarca kadın cinayete kurban gitti. Binlercesi taciz, tecavüze maruz kaldı. Katiller, iyi hal indirimleri, toplumdaki saygın kişiliği, gele-
ceğe dair planları, tutkuyla sevmesi vb. gerekçelerle
neredeyse aklandı. Burjuva hukuku, ataerkil zihniyetin
devam etmesi için elinden geleni ardına koymadı.
7 Haziran’dan bu yana, binlerce kadının gözleri önünde şehirler, mahalleler topa tutuldu. İnsanların
annesi, babası, kardeşleri, eşleri gözleri önünde katledildi. Ekin Wan’ın, cansız ve çıplak bedeni devletin
kolluk güçleri tarafından yerlerde sürüklendi. Devletin
ataerkil zihniyeti, düşmanından, kadın gerillanın bedeni üzerinden öç alıyordu. Taybet Ana sokağa çıkma
yasağına “uymadığı” için(!) devletin polisi tarafından
vurularak öldürüldü. Cansız bedeni, bir hafta sokak
ortasında kaldı ve bir mezar bile cansız bedenine çok
görüldü. Devlet terörü, vahşetin en kanlısını yaşatıyor
Kürt kadınlarına. Her zaman olduğu gibi yüzlerce yıllık
devlet geleneği bozulmadı, ataerkil zihniyet, hukuk ve
onları besleyen kapitalizm, terör demagojisine yaslanarak aklamaya çalışmakta kendini.
Yasalar bu faşist saldırganlığın kılıfını örerek
meşrulaştırmaktadır. Her yönüyle köhnemiş ve çürümüş bir sistemle karşı karşıyayız. Katliamlarla, işçi cinayetleriyle, kadın cinayetleriyle, çocuk ölümleriyle,
savaş ve saldırganlık politikalarıyla halklara, işçi ve
emekçilere, kadınlara kan kusturan bir sistemle karşı
karşıyayız. Ama bizler biliyoruz ki, düzenin artan zulmü
çöküşünün hızlandığını gösteriyor. Biz işçi ve emekçi
kadınlara düşen görev ise öfkeyi kuşanarak çöküşü
hızlandırmaktır. Sözümüz var Özgecan’a, Ekin’e, Taybet Ana’ya Cumartesi Anneleri’ne ve katledilen tüm
kadınlara, biz kazanacağız! Biz kazanacağız!
Ümraniye’den emekçi bir kadın
MART - NİSAN 2016
15
SAVAŞIN GÖLGESİNDEKİ YAŞAMLAR
Ben Feyruz ortaokul 6. Sınıf öğrencisiyim. Okulumu çok seviyorum ve severek gidiyorum. Okulda çok
sevdiğim arkadaşlarım var. Okuldan eve geldiğimde
beni dört gözle bekleyen bir annem var. Bana hiç kıyamaz. Bir de akşamdan akşama gördüğüm bir ablam
ve babam var. Ha bu arada unuttum sürekli kavga ettiğim ama çok sevdiğim bir de ikizim var. Akşamları
bütün aile bir aradayız. Okula git, eve gel, ödev yap
hayatımız sıradan bir şekilde ama mutlu geçiyor. Sıradanlığı bozan ikizimle
yaptığım kavgalardan
keyif alıyorum ve sanki bilinçli bir şekilde
kavgayı kışkırtıyorum.
Babam başımızı sokacak bir ev hayali ile
çalışıp duruyor. Annem
iyi bir üniversiteye gitmemizi, ablamın ise iyi
bir iş bulmasını istiyor
ve bunlar için her gün
Allah’a dua ediyor.
Birden bu sıradanlık
bozuldu ama ikizimle
yaptığımız kavgadan
kaynaklı değil. Yaşadığımız yerde sık sık bombalar patlar oldu. En yakınlarımız ve çok sevdiklerimizi kaybetmeye başladık. Okula
gittiğim günlerden birinde sıra arkadaşım artık yoktu.
Bir gün arkadaşlarımız, bir gün akrabalarımız, başka
bir gün de öğretmenlerimiz yoktu yanımızda. Artık
sıradan olan her şey değişmişti. Bombalar, ölümler,
silah sesleri hayatımızın değişmez bir parça olmuş,
sıradanlaşmıştı. Küçük hayallerimizin bile gerçekleşemeyeceği bir cehenneme dönmüştü artık hayatımız.
Bu cehennemden kaçmalıydık. Kaçtıkta. Günlerce
süren eziyetten sonra komşu ülke Türkiye’ye gelebil-
dik. Geldiğimizde artık üç kişiydik. Annem ve babam
çetelerden bizi korumak için kendilerini feda etmişlerdi. Sınırda önemli bir görevi olduğunu düşündüğüm
bir adam ablamı yanına çağırdı. “Sizi taşı toprağı altın
olan İstanbul’a göndereceğim.“ Dedi. Adam ablamı
aldı gitti ve ancak ertesi gün bizi bıraktıkları yere geldiler. Türkiye’de İstanbul sokakları bizim meskenimizdi
artık. Günlerce aç susuz kaldık. Köprü altlarında yattık.
Bir müddet sonra dilencilik yapmaya başladık.
Bir gün bir adam yanımıza geldi, ablama
‘’Benimle evlenirsen
sizi buradan kurtarırım.’’ dedi. Adam çok
yaşlıydı ama çok çaresizdik ve ablam kabul
etti. Ablam adamın
üçüncü karısıydı artık.
Bize kulübe gibi bir ev
buldu. İkizimle hiç konuşmuyor birbirimizin
yüzüne bile bakamıyorduk. İş denirse bir
de iş bulmuştuk. Asgari ücretin üçte biri
olmayan bir maaşla çalışmaya başladık. Orada başka
bir göçmen Mehmet abiyle tanıştık. Mehmet abi hep
Avrupa’ya gitmekten bahsediyor hem kendini hem
bizi kurtaracağını söylüyordu. Bir gün tamam çocuklar
artık her şey hazır, yarın yola çıkıyoruz hazırlanın dedi.
Akşam hemen ablamın yaşadığı eve gittik durumu ona
anlattık. Ertesi gün ablam yolculuk için gerekli olan parayla birlikte buluşacağımız yere geldi. Önce Çanakkale’ye geldik. Orada yaklaşık seksen göçmenle birlikte
bota bindik. Umuda yolcuğumuz başlamıştı. Ege Denizi’nin karşısı kurtuluş demekti. Umut yolculuğumuz
denizle yaşanan boğuşmayla sonlandı. Yolculuğu tamamladığımızda ikizim ve ablam yanımda değillerdi.
Umut denizi onların mezarı olmuştu. Ama ben yaşayacağım onlar için yaşayacağım tüm göçmenleştirilen
insanlar için yaşayacağım. Küçük hayallerimizi cehenneme çeviren büyük(!) insanlardan hesap sormak için
yaşayacağım. Savaşın olmadığı gerçek barışın olduğu
bir dünyanın kurulması için savaşacağım. Bize bunu
yaşatan silah ve para babalarına karşı her ulustan kardeşimle birlikte savaşı örgütleyeceğim.
Bir Eğitim Emekçisi
e-mail: [email protected]
facebook: sosyalistkamuemekcileri
Yayınlarımızı takip etmek için:
http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri
Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 55 * Fiyatı: 25 Kr * MART 2016 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, iki
ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı:
Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92
Download