ortadoğuda amerikan politikası

advertisement
Sayfa |i
S a y f a | ii
BAYRAK YAYINlARI
Salkımsöğüt Sk. No: 9/ A
34410 Cağaloğlu / İSTANBUL
Tel: 514 01 65 (3 Hat) Fax: 514 01 73
S a y f a | iii
S a y f a | iv
Başlangıcından 1950'ye
ORTADOĞUDA
AMERİKAN
POLİTİKASI
Prof. Dr. Mehmet CAN
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Istanbul-1990
Sayfa |v
Bayrak Yayınları: 25
Bu eserin butun yayın ve telif haklan Bayrak Yayınlarına
aittir. İzinsiz her türlü mekanik, optik çogaltma yasaktır.
ISBN 975-95398-6-1
Bu eser Bayrak Yayımcılık ve Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Masaüstü Yayıncılık Servisinde ofsete hazırlanmış ve Bayrak
Yayımcılık ve Matbaacılık San. ve Tic. Ltd.Şit'nde basılöış,
ciltlenmiştir. Haztran1993
Tel.: 528 60 29
S a y f a | vi
ÖNSÖZ
1976 yılı sonbahannda Robert Kolej'den henuz dönüşmüş
Boğaziçi Üniversitesi'ne çıkan merdivenleri ilk defa tırmanırken, dünyanın öteki ucundan gelip bu tesisleri bir asır önce inşa
ederek bırakıp gidenlere kaşı merak duymaktan kendimi
alamıyordum.
Daha sonraki haftalarda ve aylarda kütüphanesinin Ortadoğu
Koleksiyonu 'nda bulduğum kitaplarla bu merakımı giderme
imkanını fazlasıyla buldum. Artlk o mekanda dolaşırken
gördüğüm hemen her taşın bence bir anlamı vardı.
Tesislerin hayat hikayelerini öğrenirken bir husus kuvvetle
dikkatimi çekti. İlk, orta, lise ve hatta üniversite tahsilim
sırasında ben de herkes gibi, hatta pek de üstünkörü
sayılmayacak şeki1de bir dikkatle tarih dersi okumuştum.
Ancak Osmanlı İmparator1uğu'nun parçalanmasmda ve genç
Cumhuriyet'in yeni esaslar uzerine kurulmasmda Amerika
Bir1eşik , Devletleri'nin bu denli bir rolün sahibi olduğunu
duymamıştım. Dr. Seçi1 Akgün'ün General Harbord Raporu
hakkındaki eseri de düşüncelerimdeki boşluk1arın dolmasını
sağladı.
Artlk yaklil tarihimizi ders kitaplarından okurken zihnimde
oluşaan bir çok cevapsız soru cvaplanmış buluyordu.
Ne tarihçiydim, ne de sosyal bilimci. Sadece okuduklarımı, bu
kaynaklara ulaşma imkanı bulamayanlara aktarnak için
kuvvetli bir arzu duyuyordum, o kadar.
Sokaktaki adamlardan biri tarafmdan yine sokaktaki adamın
istifadesine sunulan bu kitabın hiç bir iddiasl yoktur.
İnsanımızın yakm tarihi hakkında kafasını takdığı sorulardan
birine cevap verebildigi takdirde, kitap kendisini amacına
ulaşmış sayacaktır.
Prof, Dr. Mehmet CAN
İSTANBUL 1993
S a y f a | vii
S a y f a | viii
İÇİNDEKİLER
I. BÖLÜM. Giriş
II. BÖLÜM. ABD'nin Ortadoğu İlgisinin Başlangıç Dönemi:
1819-1876
1. İlk İlişkiler
2. Protestan Misyonerlerin Orta Doğu ve Türkiye Üzerindeki
Kültür Politikaları.
3. İlk Osmanlı-ABD anlaşması.
4. Misyonerler Hıristiyan Tebadan İlgi Görüyor.
5. Maslahatgüzar Porter Brown Masondu.
III. BÖLÜM. 1876-1900 Yılları Arasında Orta Doğu'da
Menfaat ve Politikaları.
ABD
1. Ondokuzuncu Yüzyılın Mirası
2. Birleşik Devletler ve Orta Doğu
3. Bu Dönemde Ortadoğu İle İlgilenen Amerikan Kuruluşları.
a. Misyonerler
b. Kolejler
c. İş Çevreleri
ç. Diğer İlişkiler
S a y f a | ix
IV. BÖLÜM. Birinci Dünya Harbi Eşiğinde ABD ve Ortadoğu
1. Ortadoğu'ya Reform Mayası
2. Amerikan Menfaatlerinin Bu Dönemdeki Niteliği
3. Misyonlar
4. Kolejler
5. İş Hayatı
6. Göçmenler
7. Diğer İlişkiler
8. Milliyetçilik ve Devrim
9. ABD'nin O Dönem Filistin Politikası
10. Şark Meselesi
11. Türkiye'de Dolar Diplomasisi: Chester Projesi, 1908-1913
V. BÖLÜM. Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılması Döneminde
ABD'nın Ortadoğu Politikası 1914-1920
1. Osmanlı-ABD İlişkilerinin Üç Basamağı
2. Wilson'ın Anadolu'yu Sömürgeleştirme Planı
3. Türk Toprağından Ermeni Vatanı
4. Wilson Bugünkü Sınırlarımızı Çiziyor
5. Mondros Mütarekesi ve İzmir'in İşgali
6. Paris Barış Konferansı
Sayfa |x
7. Amerikan Mandası
8. Amerika Bilim Adamlarına Anadolu'yu İnceletiyor
9. King-Crane Komisyonu
10. General Harbord Anadolu'da
11. Mustafa Kemal-General Harbord Görüşmesi
12. General Harbord Heyeti'nin Raporu
13. ABD Senatosu Türkiye Mandasını Onaylamıyor
VI. BÖLÜM. İki Dünya Savaşı Arasında Türkiye- ABD İlişkileri
1. Osmanlı-ABD İlişkilerinin İki Dönemi
2. Bu Dönemde Türkiye'deki Amerikan Diplomatik Teşkilatı ve
Personeli
3. Lozan'da ABD
4. Genç Cumhuriyet Avrupa Yolunda
5. Genç Cumhuriyette Kültürel ve Dini Amerikan Kurumları
6. Türkiye ile ABD Arasında Normal İlişkilerin Kurulması
7. Batılıların Rus Korkusu ve Montrö Anlaşması
VII. 1939-1950 Yılları Arasında Türkiye-ABD İlişkileri
S a y f a | xi
VII. BÖLÜM. İkinci Cihan Savaşı Sırasında Türk-Amerikan
İlişkileri
1. Kahire Konferansı ve İsmet İnönü
2. Türkiye Üzerindeki Amerikan Baskısı Artıyor
a. Sovyetlerin Haziran 1945 İstekleri
b. Potsdam Konferansı
c. 2 Kasım 1945 Tarihli Amerikan Notası
ç. Yine Boğazlar
3. Amerikan Yardımı, Truman Doktrini
4. Marshall Planı ve Türkiye'ye İktisadi Yardım
Sayfa |1
I. BÖLÜM. GİRİŞ
Türk-Amerikan ilişkilerinin başlangıç noktası Amerika Birleşik
Devletleri'nde birliğin henüz sağlanmamış olduğu 1774 tarihine
kadar geri uzanmaktadır. Birliğin kuruluş hazırlıklarının
yapıldığı yıllarda, birliğin kurucularından Benjamin Franklin
ve daha sonra ABD cumhurbaşkanlığı yapan Thomas Jefferson
ve John Adams, ileride diplomatik ilişki kurabilecekleri ve
anlaşmalar
yapabilecekleri
devletler
arasına
Osmanlı
imparatorluğunu da katıyorlardı.
İlk resmi adım 1796-1843 yılları arasında İngiltere'de ABD
elçisi olarak bulunan Rufus King'in, Osmanlı elçisi ile
görüşmesi ile atılmıştır. Bundan sonraki teşebbüs 1820 yılına
rastlamış ancak Yunan isyanının başlangıç günlerine rastladığından herhangi bir anlaşma imzası ile sonuçlanmamıştır.
1823 yılında anlaşma sağlayabilecek incelemelerde bulunmak
üzere George P. English, Amerikan hükümetince resmen
görevlendirildi (1). English raporunda, Osmanlı İmparatorluğu
ile anlaşma imkânlarının Avrupanın büyük devletleri, özellikle
İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından sabote edilmekte
olduğunu bildirdi. Önerisi, Amerika'nın Akdeniz filosu
kumandanı ile Osmanlı Kaptan Paşası arasında gizli bir
anlaşma yapılmasıydı. Bu amaçla 1825 de Amiral John Rogers
görevlendirildi. Tasarının kapsamında Amerika'ya Osmanlı
limanlarında serbest ticaret imkânı sağlanması, Çanakkale'den
serbest geçiş ve Amerika'nın istediği Osmanlı limanlarında
konsolos bulundurabilmesi vardı.
Sayfa |2
8 Şubat 1830 da başlayan görüşmeler 10 Mayısta anlaşmanın
imzası ile Sonuçlandı. Bu anlaşma Osmanlı topraklarında
yaşayan Amerikalıları çok sevindirdi.
Türk-Amerikan ilişkilerinin ilk yılları, ABD'nin gerek Amerika
kıtasında ve gerekse Avrupa'da ilişkilerini, Başkan James
Monroe tarafından 2 Aralık 1925 günü Kongre'ye mesajında
açıkladığı Monroe doktrinine göre düzenlediği
yıllardır.
Monroe doktrininin esasları şu iki ilkede toplanmıştır:
1. Bağımsızlığını kazanmış Amerika Kıtası toplumlarının
Avrupa sömürgesi olması ve Avrupa devletlerinin kontrolüne
alınması onaylanamaz ve bu tür davranışlar dostluk dışı olarak
nitelenir.
2. Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupa devletlerinin
sorunları ile ilgisi yoktur ve bu sorunlara karışmayacaktır.
Ancak ABD'nin Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa'nın taraf
olmadığı ilişkilerinde bu ilkeler genellikle uygulanmamıştır.
Kitap okunduğunda açıkça görüleceği gibi, 1819 yılından
itibaren Protestanlığı yaymağa, Osmanlı tebaası Müslüman ve
Hıristiyan kültür gurupları içinde, onlarda kendi devletlerini
kurma arzusu doğuracak tarzda kültürel ve politik faaliyet
göstermeğe başlayan misyonerlere arka çıkmak, Hıristiyan
Osmanlı tebaasını Osmanlı devletine karşı kollamak,
İmparatorluğun dağılma döneminde onlara Osmanlı topraklarından pay koparıvermek amacıyla sık sık bu doktrinle
bağdaştırılamayacak girişimlerde bulunmuştur.
1819 yılı sonunda Amerikalı misyonerler İzmir limanından
karaya çıktıktan sonra ilk zamanlar Müslüman ahaliden din
çerçevesinde kaldıkları sürece hiçbir tepki görmediler.
Misyonerler İmparatorluğun herhangi bir bölgesine yerleşebileceklerini kısa zamanda anladılar. Asıl tepki bazı Ermenilerin
Protestanlaşarak misyonerlerle birlikte çalışmağa başlamaları
üzerine Ermeni Patriği'nden geldi.
Ancak zamanla
misyonerlerin kültürel faaliyetleri Ermeni milliyetçiliğinin
kuvvetlenmesine ve Ermeni kıpırdanmalarına yol açınca,
misyonerler ABD hükümetinin şemsiyesine şiddetle ihtiyaç
Sayfa |3
duymağa başladılar. Misyonerlerin çoğunun bağlı olduğu
Amerikan Board teşkilatının ABD’deki merkezi, ABD
yönetimini Osmanlı İmparatorluğu ile ne konuda olursa olsun
bir anlaşma yapmak konusunda ikna etti. Bunun sonucunda
1830 anlaşması doğdu.
Misyonerler kolay çalışma ortamı buldukları Osmanlı
topraklarına dalgalar halinde gelmeğe devam ettiler. 1831 de
gelen grup İstanbul'da, 1834 de gelenler İzmir'de iki istasyon
açtılar ve Bursa ile Trabzon'da da birer şube kurdular. Kısa
zamanda misyonerlerin işlettiği okulların sayısı 426’yı, öğrencilerin sayısı 25.000’i ve hastane sayısı da 9’u bulmuştu.
19. yüzyılın ortalarında Hıristiyanlık inancını yaymak için iyice
teşkilatlanan misyonerler Asya ve Afrika'da yoğun bir faaliyet
göstermeğe başlamışlardı. Ancak çeşitli misyoner kuruluşları
arasında görüş ayrılıkları vardı ve tartışmalar uzayıp gidiyordu.
Tartışılan konular arasında hiçbiri "eğitim" kadar dikkat çekici
olmadı.
Yine bu konulardan hiçbiri eğitimdekiler kadar
misyoner teşkilatları arasında geniş görüş ayrılıkları doğurucu
olmadı. Bu tartışma ortamına gelinceye kadar işbaşındaki
misyoner eğitimciler, müesseselerinin etkinliğini artırmanın ve
gittikçe daha geniş müfredat programları yürürlüğe koymanın
gayreti içinde idiler.
1854 yılında American Babtist Board misyoner teşkilatı, Dr.
Crainger ve Dr. Peck'i Hindistan'a gönderdi. Ertesi yıl American
Board misyoner teşkilatı da Dr. Anderson ve Dr. Thompson'u
Hindistan ve Türkiye'ye yolcu ediyordu(2).
Bu iki delegasyonun çalışmaları sonunda hazırladıkları
raporlara
dayanılarak
misyoner
eğitim
kurumlarının
tamamında reform yapıldı. Bu okullarda o güne kadar devam
ettirilmekte olan İngilizce öğretim kaldırılıp, yerli dillerle
eğitime önem verildi. Etkinliklerini yitirmiş okulların bir kısmı
kapatıldı, bu yeni politikaya ayak direyen misyonerler geriye,
Amerika'ya çağırıldı.
Sayfa |4
Sebep olduğu sürtüşmelere rağmen yeni sistem tavizsizce
uygulandı.
Hiçbiri de içinde misyoner faaliyeti gösterilen ülkenin hayrına
olmayan üç türlü eğitim tezi tartışılıyordu o günlerde. Bunlardan geçici olarak misyoner teşkilatlarının eğitim politikalarına
hâkim olan ve birçok tartışmalara ve sürtüşmelere sebep olan
birincisi, eğitim kurumlarında öğretimin, öğrencilerin ana
dillerinde yapılmasını öngörüyordu. Misyoner teşkilatlarının
politikalarını çizenler, Osmanlı İmparatorluğu, İran, Hindistan
gibi çeşitli kültür gruplarının aynı bir millet halinde yaşadıkları
topraklar üzerinde, bu kültür guruplarının etrafında fakat
kendi kontrollerinde birçok küçük devletçiklerin doğmasını
sağlamak amacıyla, bu etnik gurupları kendi etnik dillerinde
eğitip, onlara ayrı bir millet olma şuuru vermeği planlıyorlardı.
"Birçok köyü Dr. Riggs (Amerikalı misyoner) in Bulgar İncil’ini
satın almışlardı. ...(Bulgar) alfabenin bir harfini bile bilmiyorlardı ama günün birinde çocukları öğreneceklerdi. Böyle bir
inanç dağları devirir."(3).
Misyoner teşkilatlarının bu tezi savunurken kullandıkları resmi
dilde bu plan "öğretmenlerin ve mahalli papazların kendi etnik
dillerinden başka dile ihtiyaçları yoktur. Yabancı dil öğrendiklerinde, yetiştirildikleri işlerde çalışmayıp, başka sahalara
kaymaktadırlar. Bu olmazsa, kendi insanlarına karşı üstünlük
duygusu ile şiştiklerinden ruhi temizliklerini kaybetmekte ve
insanlarına faydalı olamamaktadırlar" diye takdim edilir.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki Rum, Ermeni, Bulgar, Süryani
gibi Hıristiyan kültür guruplarına mensup çocukların hemen on
yıldan beri okutulduğu Bebek Semineri, çocukların İstanbul'un
kozmopolitliğinin etkisinde yozlaştıkları ve toplumlarından
koptukları mülahazası ile 1864 yılında Merzifon'a taşındı.
İngiliz dili ile eğitimin savunucularından olan ve Bebek
Semineri'ni ilk gününden beri İngilizce eğitim üzerine çalıştıran
Cyrus Hamlin, American Board'daki görevinden istifa ederek
Robert Kolej üzerinde çalışmağa koyuldu. Merzifon Semineri'nde Rum, Ermeni, Rus ve Türk öğrenciler kendi dillerinde
eğitim görüyorlar ve kendi edebiyatları ile tarihlerini
tanıyorlardı (4). Neticede buradan Ermeni ve Rum ihtilallerinin
önderleri yetişti.
Sayfa |5
Tutulmayan ve kısa zamanda unutulan ikinci görüş:
"Misyonerlerce
hiçbir
eğitim
faaliyeti
yapılmamasını,
toplumların eğitim işlerine karışılmamasını, sadece İncil'in
tebliği ile yetinilmesini öngörmektedir.
Az sonra bütün misyonerlerce benimsenecek olan üçüncü görüş
ise misyon sahalarında hem kız ve hem de erkeklere Hıristiyan
tahsilinin en mükemmelinin verilmesini savunmaktadır. "Bu
tahsil, bilgi edinme ihtiyaçlarından, anlayışlarından girerek
inanç yapılarına ulaşmak amacıyla ve ümidiyle henüz Hıristiyanlığı kabul etmemiş çocuklara ve hatta erginlere
verilmelidir."(5).
Türk-İslam medeniyet camiasına mensup bir ferdin ya da
toplumun Hıristiyanlaşması, yaşayışındaki yeni kültür
sistemine aykırı unsurları teker teker bırakmasını gerektirecektir. Fert ve toplum ise bu ayırımı yapabilme imkanına pek
sahip değildir. Bu sebepten yeni medeniyetin, sadece nasların
yani İncil'in tebliği ile ilkahı mümkün değildir.
"... İngiliz dili, bilim, edebiyat ve Hıristiyanlık inancının zengin
bir mağazasıdır. Eğer misyonerler Hindistan'ın kafa yapısı
üzerinde bir şey yapabilmişlerse, eğitim, basın, konferans ve
toplum vaazları yoluyla Hıristiyan inancını yayarlarken, İngiliz
dilinin kendilerine sağladığı kolaylığı küçümseyemezler."(6).
Diğer taraftan Hıristiyanlaştırılmak istenen toplum Müslüman
ise, aslı Kur'an tarafından tasdik edilen fakat hükmü kaldırılan
İncil'in tebliği hiç bir ilgi uyandırmayacaktır. Zaten misyonerler
bir nesilde bütün İslam âlemini Hıristiyanlaştırabilecekleri ham
hayaliyle yola çıktıklarından, Müslümanların kendilerine
küçümseyen bakışlarla bakmaları, "Allah hidayet versin" diye
dua etmeleri karşısında paniğe kapılmışlardı.
İslam alemini iyi tanımış Cyrus Hamlin: "İngiliz dilinin önemini
küçümseyen(misyoner)ler kısa zamanda dize geldiler ve İngiliz
dili tekrar layık olduğu yere oturtuldu. "(7)"... (Batı) entelektüel
eğitiminin en iyisini ve (Amerika'nın) New England (eyaleti)
Sayfa |6
kolejleri kadar geniş kültür sağlayacak bir Hıristiyan koleji... o
günün ihtiyaçlarını karşılayacaktı.
... ders kitapları dini ve ahlaki öğreti bakımından
Hıristiyanlığın otorite kaynaklarına dayanacak, İncil açık ve
aslına uygun bir şekilde anlatılacak, İncil okutturulacak, sabah
akşam dua ettirilecek fakat (bu çeşitli inanç
ve ırktan
öğrencilerin kendi) inançlarına ait hakları saklı tutulacaktı.
Bu kolej (dış görünüşünde) genç insanları meslek hayatına
hazırlayan (öz itibariyle) Hıristiyan bir kolej olacaktı." (8)
diyerek misyonerlik faaliyetini Robert Kolej'de devam etti.
İngiliz diliyle öğretim öğrencileri Hıristiyanlık kadar JudeoGrek orijinli, materyalist Batı Medeniyeti ile tanıştırıyor ve bu
sonuncusu daha nüfuzkâr oluyordu. Bu sonucu gören
misyonerler "bu dinsiz toplulukları önce Batılı yapalım, sonra
Hıristiyanlaştırırız" diyerek kendilerini avutup eğitim faaliyetlerini sürdürdüler. Amerikan hükümetleri de bu çalışmaların
kendi nüfuz alanlarının gelişmesine yardımcı olduğunu gördüklerinden hem finansman ve hem de dış politika imkânları ile bu
çalışmalara yardımcı oldular. Hatta misyonerleri dış politikanın
bir aracı olarak kullandılar.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru ise, ABD'nin Avrupa
işlerine karışmama ilkesinden eser kalmamış, Monroe
prensiplerinin yerine Wilson doktrini geçmiş ve savaş sonrası
Avrupasının haritasını belirlemek üzere ABD, 2 Nisan 1917 de
savaşa girdi. Osmanlı topraklarının dağıtılmasında ve kalan
topraklar üzerinde kurulacak Türk Devleti'nin özellikleri
konusunda belirleyici rol oynadı.İkinci Dünya Savaşı sırasında
ve sonrasında ise ABD'nin Ortadoğu'da artık vazgeçilmez petrol
menfaatleri ve kendini savunmasına adadığı bir İsrail Devleti
vardı. Bu tarihten itibaren ABD'nin kendini savunma hattı
Ortadoğu'yu da içine alıyordu.
Sayfa |7
II. ABD'NİN ORTADOĞU İLGİSİNİN BAŞLANGIÇ DÖNEMİ
1819-1876
1. GİRİŞ.
Türk-Amerikan ilişkileri 1832 de imzalanan ticaret
anlaşmasından çok önce başlamıştı. Amerikan tacirleri
İzmir'den Yemen'e kadar birçok Osmanlı limanında ticaret
yapıyorlardı ama, doğu Akdeniz'e özel bir önem verdikleri
yoktu. Amerikalı fabrikatörler ise dünya pazarlarını paylaşmış
Avrupalılarla rekabet edecek yerde kendi memleketlerinin
ihtiyaçlarını karşılamakla yetiniyorlardı. Bu bölgelerden ticari
raporlar toplamak, yakında gelişecek Amerikan ticaretine
yardımcı olmak için temsilcilikler kurmak işiyle meşgul olmayı
arzulayan sadece hükümetti.
Bu faaliyetler cümlesinden olmak üzere ABD hükümeti hemen
sonuç beklememekle birlikte İstanbul'da bir temsilcilik açmıştı.
Bu temsilcilik vasıtasıyla da birçok konsolosluk açıldı.
Amerikan sanayicileri dünyaya açılmağa hazır değillerdi. Ancak
Amerikalı misyonerler bütün dünyayı Hıristiyan yapma hırsı ile
yanıp tutuşuyorlardı. Daha 1800 başlarında merkezini Boston'da açmış bulunan Amerikan Board, az sayıda fakat çok iyi
yetiştirilmiş bir grup adamı büyük bir projeyi gerçekleştirmek
Sayfa |8
üzere Osmanlı topraklarına göndermişti. 1828 yılında Müslümanlara Hıristiyanlığı takdim etmek üzere papaz Bird ve
Goodell, aileleriyle birlikte Lübnan'a gönderildiler.
Bu misyonerler için hiç de iyi bir yıl değildi. İç isyanlar
başladığından ve Misyonerler de yabancı güçlerin temsilcileri
durumunda olduklarından Sultan II. Mahmut bütün
misyonerlerin ülkesini terk etmelerini emretti. Bu emir İngiliz
misyonerlerini otuz yıla yakın bir süre İmparatorluk toprakları
dışında tuttuysa da Amerikan misyonerlerine pek tesir etmedi.
Papaz Goodell Malta adasına kapandı ve 1831 sonbaharına
kadar ortalarda gözükmedi.
Bu tarihte İstanbul'a geldi.
ABD’nin İstanbul'daki ilk temsilcisi Commodore Porter'ın
evinde, onun misafiri olarak oturdu. Böylece daha başından beri
Amerikan misyoner faaliyetleri, İmparatorluktaki Amerikan
temsilciliği ile yakın bir bağlantının içine girmiş bulunuyordu.
2. PROTESTAN MİSYONERLERİN
KÜLTÜR POLİTİKALARI
ORTA
DOĞUDAKİ
Birçoklarının çok iyi bildikleri gibi, Amerikalıların Türkiye'nin
insanları ile ilgileri, on dokuzuncu yüzyılın başlarında çabucak
yükselen bir yabancı misyoner hareketinin meddi olarak
başladı. Bu Amerika'nın o günkü sosyo-politik durumu göz
önüne alındığında tabii bir başlangıçtı.
Hıristiyanlığı yayma gibi bir davaya kendisini adamış
kimselerden başkaları bu uzak diyarın insanları ile, onların
halleri ile neden ilgilensin idi. Bu dünyanın menfaatlerine
tapan insanlardan hiçbiri bu işin ciddî zorluklarına ve
tehlikelerine katlanmaz, kifayetsiz ücrete ve misyoner öncülerin
yetindiği dar imkanlara kanaat etmezdi.
Bu günlerde ABD de yaygın olan tarikatlar Kalvenizm ve
Puritanizm'di. Bu mezhepler, insanın doğuştan delalette olduğu
ve doğuştan günahkârlığı, insanların ilahî kurtuluşa
erdirilmeleri ve Hz. İsa ve ondan sonrasının tarihi, her insanın
teker teker büyük değeri oluşu, vicdan hakimiyeti, ebedî
mükafatlar ve kurtarılmışların ruhları için cennet ile hesap
gününün geleceği gibi doktrinleri derinleştirmişlerdi. Bu
Sayfa |9
konulardaki kuvvetli inançları ve dinledikleri vaazlar, ateşli
genç Hıristiyanlara, hayatlarını bu mukaddes hizmete
vakfetmeleri için bir davet niteliği taşıyordu. Diğer macera
unsuru taşıyan akımlar gibi bu da Amerikan kolejlerine yayıldı.
1806 yılında gök gürültülü bir sağanaktan, kuru ot ve saman
yığınlarının karaltısına saklanmış bir gurup Williams Koleji
öğrencisi; ihtiyaçları, Hıristiyan olmayışı sebebiyle günahkârlığı
ve acıları ile geniş Asya topraklarından konuşuyorlardı.
Bunların arasından beş genç bilhassa Hindistan üzerinde
durarak misyonerliğe karar verdiler. Dört yıl sonra da 1810 da
Boston'da daha yaşlılar tarafından American Board of
Comissioners for Foreign Missions A.B.C.F.M. Kuruldu.
Kurucular esas itibariyle Kongregasyon mezhebinden idi ama
diğer mezhep mensuplarına da çalışmak istedikleri takdirde
davetli oldukları bildirilmişti. Bir müddet sonra Williams
Koleji'nin başkanlığına getirilecek olan Mark Hopkins, Kolej
öğretmenlerini temsilen bu teşkilata girmişti ki bu kolejin
öğretmenleri, öğrencilerini yabancı ülkelerde misyonerlik
yapabilmeleri için sıkı bir eğitime tâbi tutuyor ve onları bu
konuda teşvik ediyorlardı. İşte çok küçük bir grubun başlattığı
bu hareket, dünyanın Amerika'dan çok uzak köşelerine önce
izcilerini (scout) sonra da yetişmiş ve gittikleri yere yerleşecek
elemanlarını (host) göndermeğe başladı.
O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu 8 milyon kilometre karelik
bir sahayı kaplıyor ve bu topraklar üzerinde kırk milyon kadar
insan yaşıyordu. Bu insanların büyük çoğunluğu Müslüman ve
bir kısmı da doğu Hıristiyanları idi. İstanbul gibi dünyanın en
eşsiz etki merkezi İmparatorluğun başşehri, Kudüs, Mekke,
Medine, Bağdat ve Kahire gibi mukaddes şehirler de
topraklarının içindeki mukaddes şehirlerdi. Misyonerlerin ilk
durakları Kudüs'tü ama İmparatorluğun diğer bölgeleri ve bu
bölgelerde yaşayan kültür gurupları da gözden uzak
tutulmuyordu.
İzciler (scout), yani öncü misyonerler tarafından keşif
seyahatleri 1919 dan itibaren kesintisiz sürdürüldü. Kudüs ve
S a y f a | 10
civarındaki mukaddes topraklar ziyaret edildi. İngiliz kontrolünde olan Malta adasında bir matbaa kuruldu.
Misyonerlerin kullanacağı propaganda malzemesi burada
hazırlandı. Yunan Klasikleri ve Yeni Ahid'in Yunancası, bütün
yeniden düzenlenmiş Amerikan Protestan kiliselerinde ve İncil
okullarında okutulduğundan, bilhassa Yunanlıların Osmanlı
İmparatorluğu’na isyan ettikleri 1821 yılından itibaren
Amerika'da güçlü bir Yunanlı sevgisi vardı. Misyoner
öncülerinin Anadolu içlerinde, Kafkaslara ve İran'a kadar
yaptıkları keşif gezileri, onları Ermenilerle de temas haline
getirmişti.
İstanbul misyonerler için ikametgah ve Amerikan Board için de
1831 yılında bir istasyon olarak seçildi. İzmir'e zaten daha
önceden yerleşilmişti. Dost görünümlü, Hıristiyanlık içinde
mezhep farklılığı gütmeyen ve gayrı-siyasi olma iddialı bir
misyoner nüfuzu; hükümet kontrolü, Amerika'nın ticari nüfuzu
ve misyoner teşkilatı kültür işleri otoritelerinin tayin ettiği
coğrafya çizgileri boyunca Osmanlı İmparatorluğunun dört bir
bucağına yayıldı. Stratejik mevkilerde misyoner istasyonları ve
ileri karakollara teşkil edildi.
İlk öncülerin arasında bulunan Cyrus Hamlin, 1840 yılında
İstanbul'da Bebek'te gayrı-Müslimlerin çocukları için, kendi
kültür toplulukları arasında İncil hizmetkârları, vaizler, İncil ve
diğer Hıristiyanlığa dair kitapları satacak seyyar propagandistler ve öğretmenler yetiştirmek üzere tarihi okulunu açtı.
İmparatorluğun her yanında misyoner merkezleri teşkil
edilirken bu tip okulların sayıları da arttı. Dört İncil'e birlikte
inanan Amerikan Evangelistleri gibi bu okullar da Protestanlığı
temsil etmedikleri gibi diğer mezhep mensuplarını Protestan
yapmağa da çalışmıyorlardı.
O zamanlar Türkiye'de Protestan kilisesi yoktu. Böyle bir
kiliseye ihtiyaç duyulmadığı gibi kurmak için arzu duyan da
yoktu. Misyonerlerin bir azınlığı için tek ve basit amaç, kendi
kültür grupları arasında öğrendiklerini yayacak, yetenekli genç
insanlara Hz. İsa örneği bir insanlık kazandırmak, İncil'i
öğretmek amacıyla eğitim sağlamaktı.
S a y f a | 11
Misyonerlere göre, eski Doğu Kiliseleri ile onların mensupları
bu gayretlere büyük ilgi duyuyorlardı. Bu insanlar kalpleri ve
ruhları ile, güç ve kuvvetleri ile bir uyanışın içindeydiler. Fakat
aslında uyanan milliyetçilik duyguları ve politik kimlik
arayışıdır. Bu çalışmalara ilk ilgi gösterenler daha ziyade
Ermenilerdi. Ancak Ermeniler Hıristiyanlığı kabul ettikleri ilk
andan itibaren kendi bağımsız kiliselerini kurmuşlar ve diğer
mezheplere hiç iltifat etmemişlerdi. Ermeni Kilisesinin başı
Patrik İstanbul'da oturuyor ve Fatih Sultan Mehmet zamanından beri kendisine tanınan hakları kullanarak Ermeniler
üzerinde aynı zamanda bir siyasi lider gücüne sahip
bulunuyordu. Ermenilerin eğitimi de Patrikhane tarafından
düzenleniyordu. Evangelist misyonerler her ne kadar
Ermenileri mezhep değiştirmeğe davet etmiyorlarsa da onların
Ermeni camiası içindeki çalışmaları Patrik'in dini otoritesini
sarstığından, çok geçmeden misyonerler bu camianın kuvvetli
muhalefeti ile karşılaştılar. Buna rağmen imparatorluğun
çeşitli yerlerinde Evangelist kiliseler tesis edildi. Sene 1846
oldu.
1877 Osmanlı-Rus savaşı ve bu savaştan Osmanlı İmparatorluğu'nun Hıristiyan bir topluma yenilmiş olarak çıkması,
Hıristiyan kültür gruplarının bağımsızlıkları için kıpırdanmağa
başlamalarına sebep oldu. İlk misyonerler geldiğinde, Hıristiyan çocuklarının eğitimi kiliselerde sadece ilahiyat ve kendi
kültür gruplarının dilini öğrenmekten ibaretken, şimdi bu
kültür gurupları, bilhassa Protestan olanlarının öncülüğünde
yeni kiliseler ve okullar açmak üzere hızlı bir yarışın içine
girmişlerdi. Protestan olan gruplar nispeten daha uyanık,
gelişimden yana ve refah içinde kimselerdi. Müslüman toplum
içinde de diğer mezhep mensuplarından daha fazla rağbet
görüyorlardı.
1864 yılında Türkiye Batı Misyonu, Hamlin'in Bebek'teki okulunun Anadolu'nun daha içindeki vilayetlerine taşınmasına karar
verdi (9). Ancak daha 1860 senesinde Hamline bu teklif
yapılmış, o da Misyoner teşkilatındaki görevinden istifa ederek
Robert'in sağladığı para ile Rumeli Hisarı sırtlarındaki arazide
Robert Kolej'i inşa etme işine koyulmuştu. 1863 yılında da
Bebek'teki okul bu yeni tesislere taşınarak Robert Kolej adını
S a y f a | 12
almıştı. Bu sebeple Merzifon'daki misyoner okulunda uzun
yıllar öğretmenlik yapan George E. White'ın hatıralarında, bu
taşınmadan neyi kastettiğini anlamak güçtür. Bu devirde
misyoner okullarının hükümetten açılış izni almaları bazı
formalitelere bağlanmıştı. Ancak bir kere açılış izni verilen bir
okul faaliyetine ara verse de bu izni sonuna kadar
kullanabiliyordu. Bu sebeple bu taşınmadan kastın, aynı
müsaadenin Anadolu'da açılacak yeni bir misyoner okulu için
kullanılmağa başlanması olduğu anlaşılıyor.
Misyon bu kararına gerekçe olarak din adamı olarak yetişecek
genç öğrencilerin bu dünyaya açık ve kozmopolit merkezden
uzaklaştırılıp hizmet edecekleri kültür guruplarına yaklaştırılmalarının daha faydalı olacağını gösteriyordu. Açılacak yeni
misyoner okulu için Merzifon birçok bakımlarda müsait bir yer
olarak tespit edilmişti. J.Y. Leonard zaten karısı ile beraber
Merzifon'da idi. Mr. Dodd karısı ile birlikte onlara katılmak için
İzmir'den ayrıldı.
Ayrıca bu istasyona katılmak üzere Amerikadan John Smith ile
karısı yola çıkarıldı. Daha sonra Kız Okulu'na otuz seneye
yakın müdirelik yapacak olan Eliza Fritcher de geldi. Antep
istasyonundan Avedis Assadorian ve daha sonra da Garabed
Thoumayan adlı iki öğretmen getirildi.
1880 lerde Türkiye'deki misyonerlerin imkanları bir hayli
artmış, Batı Misyonunun yanı sıra, Doğu, Merkezi Anadolu ve
Avrupa Yakası Misyonları da teşkil edilmişti. Batı Misyonu'nun
sahası yine en geniş olanıydı İzmir'den Toros dağlarına ve
oradan da Kuzeyde Samsun ve Trabzon’a kadar uzanıyor,
Merzifon'u da içine alıyordu. Bu saha içinde misyoner
faaliyetleri 60-70 kadar Amerikalı ile onlara candan yardım
eden iki yüz kadar yerli Hıristiyan tarafından yürütülüyordu.
Yüz kadar noktada ve dört bin kadar talebesi bulunan yüzü
aşkın okulda Evanjelik vaazlar veriliyor ve öğretim yapılıyordu.
Kız ve erkeklere öğretim yapan ortaokul, lise ve seminerlerde
bulunan altı yüz kadar öğrenci ile bu sayı beş bine
yaklaşıyordu.
Bütün Batı Türkiye Misyon sahası içinde bu sistemin
çalışmasını mümkün kılmak için öğretmen yetiştirebilen tek
S a y f a | 13
müessese Robert Kolej idi. Robert Kolej'in patronluğunu ise
çoğu zengin iş adamları ile Amerikan dışişlerinde ve diğer resmi
kuruluşlarında görevli memurlar oluşturuyordu ve büyük
çoğunluğu Türkiye'ye yabancıydı. Küçük Asya'nın kuzey
doğusunda faaliyet gösteren Doğu Misyonu'nu Harput'ta açtığı
Fırat Koleji ile Güneydoğuda faaliyet gösteren Merkezi Misyon
Antep'te açtığı Merkezi Türkiye Koleji ile başlangıçlar yaptılarsa da Batı Anadolu'dan koptular ve uzak düştüler. Beyrut'taki
Suriye Protestan Koleji ise daha sonra Amerikan üniversitesi
adını alarak inkişaf etti.
1880 yılında Batı Misyonu'nun altı misyoner istasyonundan
gelen temsilciler İstanbul'da bir araya geldi. Normal yıllık
toplantılardan biri olan bu toplantıda yüksek tahsile büyük
önem verilmesi konusunda karar alındı.
Misyonerler netice itibari ile ülkenin yabancıları idiler. Bu gibi
yüksek tahsil kuruluşlarını para ile destekleyecek kiliseler,
okullar, bunları yönetmekte çalışacak olanlar ise mahalli kültür
gurupları idi ve onların elindeydi. Misyonerlerin açmış olduğu
İlahiyat Seminerlerinde tahsil görmüş papazların yönettiği
topluluklar böyle yüksek tahsil verecek Kolejlerin açılmasına
sempati gösteriyor ve bunların kurulup geliştirilmesinde hizmet
etmeğe arzulu görünüyorlardı. İşte Merzifon’daki Rum ve
Ermeni cemaati bu daveti yaptı ve bunun sonucunda orada
Anadolu Koleji açıldı.
Misyonerleri Osmanlı İmparatorluğu içinde ilk karşılayanlar
Ermeniler olduğu gibi, bu Kolej fikrini ilk benimseyenler de
Ermeniler olmuştu. Ermeniler İmparatorluğun her tarafına
dağılmış olarak yaşıyorlardı. Ne üniversiteleri vardı ne
payitahtları ve ne de kültür merkezleri, çocuklarını okutmak
için açılmış ve resmen tanınmış yaygın eğitim kurumları,
dünyaya açılan bir limanları, ordusu donanması da yoktu
Ermenilerin. İşte Merzifon'da açılan bu Hıristiyan Koleji,
bağımsızlıklarına kavuşma arzusu ile yanan ve bu yüzden
nesillerini gözü açık ve bilgili olarak yetiştirmek isteyen
Ermenilerin gençlerine yüksek tahsili sağlıyordu. Bu yüzden
Ermeniler bu okula büyük rağbet gösterdiler. Ancak bu yüksek
okulun diploması resmen tanınmış değildi.
S a y f a | 14
Merzifon'daki Kilise'nin önderliğinde Pontus Evanjelik Cemiyeti, misyoner teşkilatına bir mektup yazarak, Merzifon'daki okul
Kolej düzeyine çıkarıldığı takdirde 1000 Osmanlı lirası yani
4400 dolar yardımda bulunacağını bildirdi. İstanbul'da toplanan
Batı Misyonu da zaten yukarıda belirttiğimiz gibi bu doğrultuda
bir karar almıştı. Neticede Boston'daki Amerikan Board yılda
1200 dolar yardım yapmayı kabul etti.
Sultan II. Mahmut, İmparatorluğu içinde bulunduğu gerileme
sürecinden kurtarmak, büyük güçler arasına katmak istiyordu.
Yardım için Batı'lı güçlere gözünü çevirdi. Bu sırada İngiltere,
Fransa, Rusya ve Avusturya, İmparatorluğun dünya ticaret
yollarının kavşağına kurulmuş, stratejik bakımdan dünyanın en
önemli mevkii kabul edilen topraklarına bakıyorlar, bu ülke
üzerindeki nüfuzlarını artırmak için birbirleriyle kıyasıya
rekabet ediyorlardı.
Sultan II. Mahmut, çağa ayak uydurmaya çalışan diğer
toplumların liderleri gibi, egemenlik haklarından bir şey
kaybetmeden Batılı güçlerden yardım sağlamak gibi pek dar bir
yoldan yürüyordu. Batılı güçlerin rekabeti ise ona daha fazla
esnek hareket etme imkânı veriyordu.
ABD de bu ortam içinde ilişkilerini geliştirmek ve Batı'lı güçler
arasındaki itibarını artırmak için ABD'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki temsilcisi Commodore Porter vasıtasıyla bu rekabete
katıldı. Temsilcilik ABD hükümetinden pek seyrek talimat
alıyor ve Başkan Washington'un "işlere bulaşmayın, kendi
hallerinde gelişmelerini bekleyin ve dost edinmekle meşgul
bulunun" sözü üzerine hareket ediyordu.
Papaz William Goodell misyonerlerin güçsüz, çevrelerine etkisiz
ve hatta müsaadesiz olarak İstanbul'da oturup durduklarını
yazarak yakınıyordu ama bu durum ABD temsilciliğinde
çalışanlar için de doğruydu. 1832 de imzalanan anlaşma,
diplomatik temsilciler ve tacirler için gerekli oturma iznini
veriyordu ama misyonerlere bu hak tanınmış değildi. Onların
ülkedeki çalışma güvenlikleri Amerikalı olmalarından ileri
geliyordu. Yeni bir ülkenin yaşlı bir kıtadaki temsilcileri olarak
S a y f a | 15
ABD büyükelçilikleri ülkelerinin itibarını bu topraklarda
yeniden kurma işi ile karşı karşıya kaldılar.
3. OSMANLI İMPARATORLUĞU İLE İLK ANLAŞMA
Avrupa'nın büyük devletleri itibarlarını askeri zaferleri üzerine
kurmuşlardı. Amerikan maslahatgüzarı İstanbul'a geldiği
sıralarda Avrupa’nın askeri üstünlüğünün farkında olan sultan
II. Mahmut, Avrupa esasına göre ordunun yeniden
düzenlenmesini düşünüyordu.
Osmanlı sarayının zihnindeki Amerika kavramı muğlaktı.
Avrupalı güçler ise Amerika'nın dünya siyasetindeki niyetleri
konusunda pek bir şey anlayamamışlardı. Osmanlı toprakları
üzerindeki planlarını bozabilecek olan bu davetsiz misafire
karşı endişeli bir umursamazlık içinde bulunuyorlardı.
Sultan ve tebaasının, ilkeleri ve gücü ile birlikte Amerika'yı
tanımaları isteniyorsa bu hususta kendilerine malumat takdim
edilmeliydi. Sultan ve vezirleri Amerika'yı merak ediyorlardı
ama bu kadar uzaktaki bir ülkeye karşı pek öyle fazla ilgili de
değillerdi. Askeri ve diplomatik bakımdan bölgeye ağırlığını
koyamayacak kadar uzak olduğunu düşündüklerinden, Amerika
ile yapılacak bir anlaşmayı sırf ticareti geliştirebileceği
düşüncesi ile arzuluyorlardı. İşte bu sebepten 1832 anlaşması
ticari mahiyette idi. ABD dışişleri Bakanlığı'nın yeni tesis
edilmiş maslahatgüzarından istediği şey de anlaşmayı ikmal
edip ticaretin gelişimine çalışması idi.
İstanbul’daki Amerikalılar, maslahatgüzar Commodore Porter'ın ailesi ile misyonerlerden meydana gelmişti. Bunlar
Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na gücünü de göstererek
yaklaşması görüşündeydiler. Amerika'nın itibarı ve nüfuzu
ancak bundan sonra gelebilirdi. Bu sebeple Porter diğer
S a y f a | 16
Avrupalı güçlerin cesur, müreffeh, debdebeli ve askeri
kahramanlıklarını açıkça teşhir eden yollarını kullanmaya
karar verdi.
Anlaşmanın ikmal edilmesi Porter'ın önündeki birinci iş idi.
Sultan anlaşmanın karşılıklı eşit şartlarda olmasını istediği
halde, Porter'dan evvel anlaşma için çalışan ABD heyetleri daha
ziyade ABD lehine bir anlaşma kaleme almışlardı. Ancak
Babıâli bu anlaşmayı kabul etmeyince Porter büyük bir
isteksizlikle bu anlaşmaya yazılı bir mutabakat eklemek
zorunda kalmıştı. Bu yazılı mutabakata göre Porter ve onun
yerine geçecek olanlar, askeri ikmal maddeleri, harp
malzemelerinin ve vasıtalarının yapımı ve askeri eğitim
konularında "dostça yardım" larını esirgemeyeceklerdi.
ABD, Babıâli üzerinde nüfuz kazanmak istiyorsa bunun yolu o
günlerde mutlaka askeri teknolojiden geçiyordu. Amerikalıların
bu konudaki başarıları çok çabuk gerçekleşti ama uzun ömürlü
olmadı. Ordu ve donanmanın yeniden teşkiline büyük önem
veren Sultan II. Mahmut, o günlerde Rusya'nın etkisinde
bulunuyordu. Ancak Rusya'nın gemi teknolojisi, Sultan'ın bu
konuda yardım için İngiltere'ye yönelmesini önleyecek bir
düzeyde değildi. Amerikan maslahatgüzarı olarak bir deniz
binbaşısının tayin edilmiş olması sanki Ruslar tarafından
planlanmış bir işti. çünkü İngiliz kralını kontrol edebilecek
pençe, ancak ABD'ninki olabilirdi. Eğer Amerika, İngiltere'nin
Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki ticaretini ve nüfuzunu
zayıflatma doğrultusunda çalışırsa, Rusya'yı kendisine müttefik
bulması çok tabii idi. Ancak İngiliz-Amerikan rekabeti hiçbir
zaman gerçekleşmedi. Amerika bu sularda henüz ticaret
açısından kendisini İngiltere ile rekabet edecek düzeyde
görmediğinden Rusya'ya karşı İngiltere ile ideolojik müttefik
olarak kalmayı tercih etti.
ABD'nin, Rusya'nın takdim ettiği inisiyatifi eline almamasının
sebebi, doğrudan doğruya Rusya'nın Babıâli nezdindeki itibarını
1838 de birden bire kaybetmesiydi. ABD oynadığı rolü büyütüp
genişletememişti. Bu konuda arzusunu belirtmiş ama dev
güçlerle rekabet etmek için gerekli ekonomik kuvvet gösterisini
başaramamıştı. Osmanlı İmparatorluğu ile ilgisinin ilk yedi
S a y f a | 17
senesinde askeri teknoloji ve denizcilik teknolojisi konusunda
güvenilir münasebetler kurmuş, ancak bu münasebetler 1866
yılında sivil harp sonucunda açığa çıkan askeri malzemenin bir
bolluk meydana getirmesine kadar kısır kalmıştı.
1831 yılında Porter, ABD’nin önde giden denizcilik şirketine
müracaat ederek Osmanlı İmparatorluğunun talepleri ile
ilgilenmesini rica etti. Eckford, Sultan'a 1833 yılında Amerikan
yapımı bir Uskuna (10) sattı ve iki tanesinin daha yapımını
üzerine aldı. Bunlardan biri tamamlandı fakat ikincisi bitmeden
Eckford öldü. Commodore Porter'ın yakın ilgisi sayesinde
Eckford'un iş arkadaşı Rhodes bu ikinci uskunayı da tamamladı
ve teslim etti. Bu Rhodes daha sonra Osmanlı Donanması'na 60
kişilik bir firkateyn, 22 kişilik bir brik, iki tane de 12-kişilik
filika sağladı. İşte ABD'nin doğudaki deniz lerde nüfuzunu
artırma çalışmaları da bundan ibaret kaldı. Rhodes 1839 yılında
Sultan II. Mahmut'un ölümü üzerine Babıâli'deki İngiliz nüfuzu
yeniden artınca Amerikaya döndü. Hatta Amerikalı'ların
denetiminde İstanbul'da inşa edilmekte olan 300 beygir
gücündeki buharlı firkateynin inşaatı da Amerikalı mühendis
John Reeves'in ülkesine dönmesi üzerine yarım kalmıştı.
Ancak gemi inşası Babıâli’nin tek meselesi değildi. Yeni harp
vasıtalarını kullanacak insan gücünün de eğitilmesi
gerekiyordu. Porter 1836 yılında Osmanlı Donanma Kumandanı
Kaptan Paşa'nın Foster Rhodes'ten "Commadore Osmanlı
Donanması'nın düzenlenmesi için Amerikalı deniz subayları
getiriversin" talebinde bulunması üzerine ABD hükümetinden
talepte bulunmuştu.
Ancak ABD hükümetinin cevabı olumlu olmadı. Yedi ay sonra,
emekliye ayrılmış Amerikalı deniz subaylarının Osmanlı
Donanması'nın eğitiminde vazifelendirilmelerini talep etti.
Daha sonraki yıllarda da yine Porter tarafından kabiliyetli
Osmanlı deniz subaylarının Amerikan Bahriyesi'nde eğitimleri
teklifi yapıldı. ABD hükümetinin bu sürekli çekimserliğini
anlamak Porter için mümkün olmuyordu. Amerika'nın o
zamanlar çok sıkıntısını çektiği ekonomik darlık ile birlikte bu
tutumun asıl sebebinin, Amerika'nın dünyanın bu tarafındaki
işlere bulaşmak istememesi olmak gerekir.
S a y f a | 18
Bununla birlikte Porter Padişah'a ve saray erkânına Amerikan
yapımı el silahları hediye ederek Amerikan askeri teknolojisinin
üstünlüğünü vurgulama gayretlerini sürdürdü. 1840 yılında
Osmanlı İmparatorluğu içinde en ücra köşelere kadar bir
konsolosluklar sistemi kurulmuştu. Ancak bu konsolosların bir
kısmı da bizzat misyonerlerdi. Bilhassa Ermenilerin bulunduğu
yerleşme merkezlerinde, Doğu Kiliseleri'nin reforma ihtiyacı
olduğunu ileri sürerek Ermenilerin Protestan yapılma
gayretlerinde Amerikan Bayrağının kullanılması Ermeni
kilisesini rahatsız etmiş, Ermeniler kendilerini tutan İngiliz ve
Ruslar aracılığı ile durumu ABD dışişlerine duyurmuşlardı.
Bunun üzerine 1840 başlarında alınan bir Dışişleri Bakanlığı
emrinde İstanbul, İzmir ve İskenderiye dışındaki bütün
konsolosluklar acentelikler haline getiriliyordu. Emirde bu
fikrin, ABD Başkanı'nın diğer konsoloslukların çalışmalarının
verimli olmadığı doğrultusundaki düşüncesinden çıktığı
belirtiliyordu.
İngiliz sempatizanı bir idare saraya yerleşince İmparatorluk
üzerinde İngiliz nüfuzu adamakıllı artmış ve bu nüfuzdan
cesaretlenen
azınlık
kültür
grupları
kıpırdanmaya
başlamışlardı. Porter'a göre böyle bir zamanda Amerika zail
olmaya başlayan itibarını yeniden kurabilirdi. Ancak ABD
başkanı bu azınlık kültür gruplarının bulundukları yerleşim
merkezlerindeki konsolosluklarını kapatmakla tamamen ters
bir davranışta bulunmuştu. PorterABD Dışişleri Bakanı'na
endişelerini şöyle ifade ediyordu:(11)
"Konsolokluklarımız olmazsa vatandaşlarımızın, Türkiye ile
anlaşma yapılmasından önce olduğu gibi, İngilizlerin himayesine sığınmak zorunda kalmaları konusundaki endişelerimi
belirtmeme müsaade edin."
Gerçekten de Konsoloslukların himayesine muhtaç yegane
Amerikalılar olan misyonerler, İngiliz himayesine sığınmak
zorunda kaldılar. İşin garibi İngilizlerin kendi misyonerleri
ülkede faaliyet gösteremiyorlardı. 1820’lerde başlayan
faaliyetleri 1828 yılında Padişah'ın bütün Protestan
S a y f a | 19
misyonerlerinin ülkeyi terk etmeleri konusundaki emri
mucibince ayrılmışlar, bir daha da dönememişlerdi. Daha önce
de bahsettiğimiz gibi bundan bir yıl sonra Boston'da merkezini
kuran Amerikan Board'a bağlı Papaz Goodell ve Papaz Bird
Lübnan'a gelmişler, fakat ortamın çok karışık olduğunu görerek
bir müddet için Malta adasına yerleşmişlerdi. Malta adasında
faaliyetlerinde kullanacakları propaganda dokümanlarını ve
mahalli dillerdeki İncilleri basmakla vakitlerini geçiren
misyonerler, Türk-Amerikan anlaşmasının verdiği cesaretle
yeniden Lübnan'a döndüler ve Lübnan Dağı'nda oturmalarına
izin verilen mevkie yerleştiler. Aynı anda Papaz Goodell,
İstanbul'da da bir merkez açtı.
Karşılaştıkları birçok güçlüğe rağmen misyoner faaliyetleri
hızla yayılıyordu. Bu başarının asıl sebepleri arasında iyi
organize olmaları ve azimli halleri bulunmakla birlikte
Amerikan maslahatgüzarı ile sıkı bir temas halinde olmalarının
ve maslahatgüzarın onların imparatorluk içindeki faaliyetlerine
gerekli kanuni desteği sağlamasının rolünü azımsamamak
gerekir. Porter Babıâli’ye başvurarak imparatorluk içinde
bulunan bütün Amerikan vatandaşlarının korunmasını ve
kanunlar karşısında Müslüman tebaa ile farksız muamele
görmelerini talep etmiş ve bu talebi kabul edilmişti. Bu duruma
göre misyonerlerin Hıristiyanlığı yaymak için giriştikleri
faaliyet suç sayılmıyor sadece diğer Osmanlı tebaasının
işleyebileceği adi suçlardan birini işlerlerse, Osmanlı
mahkemelerinde aynı kanun hükümlerine tabi oluyorlardı.
Aslında bu misyonerler için çok büyük bir imtiyazdı.
Misyonerler Müslüman halktan hiçbir tepki görmüyorlardı.
Müslüman halk kendi inancını Hıristiyanlıktan üstün
gördüğünden ve Müslümanlığın Hıristiyanlığı nesheden bir din
olduğunun şuurunda olduğundan misyonerlere ehemmiyet
vermiyordu. Bu sebepten misyonerler halkın kendi inançlarına
duydukları sempati sebebiyle değil de, ilgisizlikten doğan
hoşgörü sebebiyle tepkilerden masun bulunuyorlardı.
Misyonerler Osmanlı İmparatorluğuna dinsizler olarak
nitelendirdikleri Müslümanları Hıristiyanlaştırmak amacıyla
gelmişlerdi. Ancak Müslüman halkın kendilerine yönelen acıma
bakışları altında küçüldüler. Hıristiyanlar asıl itibariyle
S a y f a | 20
toplumda Müslümanlardan sonra gelen bir kültür grubu
muamelesi görüyorlardı. Askere alınmıyorlar ve mahkemelerde
şahitliğe çağırılmıyorlardı. Misyonerler Müslümanlara tesir
edebilmek için halis Hıristiyanlık örnekleri göstermek
gerektiğine
inanmışlardı.
Ancak
onlara
göre
bütün
İmparatorlukta bu gibi örneklerin sayısı hiç de fazla değildi.
Bütün Doğu Hıristiyanlığı kiliseleri ile birlikte reforma
muhtaçtılar. Mevcut Hıristiyanlara yeni bir ümit ve iyimserlik
duygusu
verilebilirlerse,
Müslüman'ların
dikkatlerini
Hıristiyanlık inancı üzerine çekmek mümkün olabilirdi.
Müslümanlara böyle iyi Hıristiyan örnekleri takdim etme
konusunda misyonerlerin karşısında İmparatorluk içindeki
Hıristiyan kültür grupları, bilhassa Ermeniler ve Rumlar uygun
bir malzeme olarak duruyorlardı. Ermeni'ler kendi patrikleri ve
azınlık kültür grubu hakları ile ayrı bir yaşayış sürdürüyorlardı. 1830’larda Ermeni Kilisesi’nin başında bulunan
mülayim bir Patrik, Amerikan misyonerlerinin Ermeni cemaati
ile birlikte Müslümanlar arasına dini akınlar yapmasına izin
verdi.
Misyonerlerin çalışmalarını kolaylaştıran bir husus da bu gün
bizim öğrenci velilerimizin yabancı okulların önünde yüzlerce
metre kayıt kuyruğu oluşturması gibi birçok Ermeni'nin kız ve
oğlan çocukların Batı normlarında eğitime tabi tutma
konusundaki arzularıydı. Aynı arzuyu daha sınırlı olmakla
birlikte Babıâli de gösteriyordu Doğu-Batı rekabeti sebebiyle
Batı'nın fen ve teknolojisine dair dersler Osmanlı gençliği için
de çok elzemdi. Papaz Roodell İstanbul'a gelir gelmez Hükümet,
misyonerlerin Batı öğretim esaslarına göre resmi okulların
açılmasında yardımcı olmalarını talep etmişti. Batı tipi eğitim
yöntemlerinin ithali kâfi değildi. Babıâli bunun yanında ders
kitapları ve araç gereç de istiyordu. çok geçmeden Osmanlı
Devleti hizmetinde çalışan binlerce genç, Batı tipi eğitim ve
kurslara tabi tutuldular (12).
Papaz Goodell'in başarısı, onun insanları Hıristiyan yapma
tasarılarına mani olmadığı gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda
Amerikan itibar ve nüfuzunun artmasına da sebep olmuştu.
Açılan yüzlerce misyoner okuluna şimdi daha çok Ermeni
çocuklarını severek gönderiyordu. Müslümanları Hıristiyan,
S a y f a | 21
Ermenileri Protestan yapma arzuları Papazları gayrete
getiriyor, bu okullarda çocuklar ve gençlere, başka bir yolla
karşılayamadıkları eğitim ihtiyaçları, Hıristiyanlık telkin ve
eğitimi ile birlikte takdim ediliyordu.
Ancak 1840 başlarında Sultan II. Mahmut'un yerine geçen genç
padişah zamanında II. Mahmut'un Batılılaşma arzusu sebebiyle
seslerini çıkaramayan ülema ağırlığını koymuş ve misyoner
faaliyetlerini dizginlemişti. Ermeni cemaati de İmparatorluğun
zayıfladığını görerek istiklal ümidini kuvvetlendiriyordu.
Böyle bir zamanda Ermenilerin milli hislerini zayıflatan, onları
Amerika sempatizanı haline getiren misyonerler ve onların
cemaat içinde faaliyet göstermesine izin veren zayıf Patrik,
Ermeni ihtilali taraftarlarının düşmanlığını topluyorlardı.
Ermeniler patriklerini değiştirdiler. Sultan Abdülmecit
İmparatorluğun iç ve dış müşküllerini halletmek arzusu ile
İngiltere'ye ve Sir Stratford Canning'e döndü. Tabii misyonerler
de öyle yaptılar.
Sultan bu arada bütün misyonerlerin İmparatorluğu terk
etmelerini emretti. Onlar ABD maslahatgüzarı Porter’ın,
Amerikan vatandaşları olmaları hesabiyle bütün gücünü
kullanarak kendilerini savunacağını umuyorlardı.
Ancak Porter, Sultan'ın talebini yerine getirmeyi uygun
buluyordu. Misyonerlerin başı Goodell "Amerikan vatandaşları
olan misyonerlerin kanunları ihlal etmedikçe sınır dışı
edilemeyeceklerini" Sultan'a hatırlatması konusunda Porter’ı
ikna etti. Ancak misyonerler Osmanlı topraklarında sade birer
Amerikan vatandaşı olmaktan öte bir faaliyet içindeydiler. Ne
var ki faaliyetlerini yavaşlatmak şartı ile kalmalarına izin
verildi. Ancak misyonerler hiç de sinecek gibi değillerdi. Bu
sefer destek için İngiltere'ye ve Sir Stratford'a bakmağa
başladılar.
İngiltere başlangıçta dini faaliyetlere bulaşmak niyetinde
değildi, ancak çok geçmeden Amerikan misyonerlerinin pek ala
İngiliz menfaatlerine hizmet edebileceklerini fark ettiler.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki Hıristiyan kültür grupları
S a y f a | 22
arasında hem Rusların ve hem de Fransız'ların papazları
faaliyet halindeydiler. Bu papazlar Hıristiyanları kendi kültür
gurupları içinde bütünleşmekle birlikte İmparatorluk içindeki
Rus veya Fransız faaliyetlerini desteklemeleri konusunda ikna
ediyorlardı. Vaazları ile oldukça etkili oluyorlardı. İmparatorluk
içinde misyoner faaliyetleri olmayan İngilizler, Amerikan
misyonerlerinin aynı amaçla kullanılabileceğini gördüler.
Amerikan konsolosluklarının bulunmadığı ücra köşelerde bile
bu misyonerleri desteklediler, nüfuzlarını yaydılar. ABD
parlamentosunda ve Dışişleri Bakanlığında misyonerlerin
önemli ağırlıkları vardı. Daha sonra da göreceğimiz gibi
maslahatgüzarların tayininde misyoner faaliyetlerine yardımcı
olacak nitelikte olup almadıkları çoğu kere esaslı bir ölçü
oluyordu. Daha önce Dışişlerini konsolosluklar kurma
konusunda sıkıştıran misyonerler, İngiliz desteğinde rahata
kavuşunca, ABD maslahatgüzarının kapatılan konsoloslukları
yeniden açtırama gayretleri de semeresiz kalmıştı.
Ancak Amerikan misyonerleri politik hareket ediyorlar,
meselelerini önce kendi maslahatgüzarlarına götürüyorlardı.
Ancak o sıralarda ABD Dışişleri bütün diğer sahalardaki kıtlığı
paylaşıyordu. ABD, İstanbul'daki temsilcilerine yeterli tahsisat
gönderemiyordu. Commodore Porter aylığı ile geçinebilmek için
şehir dışında Yeşilköy taraflarında kalıyor, davet edildiği resmi
kabullerin karşılıklarını yapamıyor, bazen gideceği yerler için
Rus sefaretinin kayığını ödünç aldığı bile oluyordu. ABD
temsilcileri İstanbul'daki maslahatgüzarlar sosyetesinin dışında
yaşamak zorunda kalmışlardı. Amerikan iç savaşı doların
değerini düşürürken, Kırım Savaşı da İstanbul'daki ihtiyaç
maddelerinin fiyatlarını yükseltmiş, Amerikan maslahatgüzarlığı mensupları bu ikisi arasına kısılıp kalmışlardı.
Amerikan geleneğine göre maslahatgüzarlığın veya konsolosluğun tahsisatı sorumlu elemanına yıllık olarak veriliyor, temsilciliğin bütün masrafları, maaşlar da dahil olmak üzere buradan
ödeniyordu. Babıâli ile ilişkilerin kurulması sırasında adet
veçhile verilen hediyeler de bu tahsisatlardan alınmak
zorundaydı. Temsilcilik, misyonerlerin işlerine yardımcı olmak
ve efkârı umumiye önüne Amerika ismini çıkarmak için açık
tutuluyordu. Amerika'nın Akdeniz filosundan ara sıra
S a y f a | 23
İstanbul'u ziyaret eden birkaç gemi,
hakkında fikir vermeğe çalışıyordu.
Amerika'nın
gücü
Bu sırada Commodore Porter ölmüş ve maslahatgüzarlığı
yönetmek üzere Dabney Carr tayin edilmişti. İmparatorluk'un
güney eyaletlerinde isyanlar başlamıştı. Lübnan ve Suriye'deki
Amerikalı misyonerlerin faaliyetleri için gerekli güvenliği
sağlamaya maslahatgüzarlığın gücü yetmiyordu.
1845 Ağustosunda maslahatgüzar Carr, bir yıllığına izinli
olarak ABD'ye dönmüş, yerine Commodore Porter'ın yeğeni
John Porter Brown bakıyordu. Bu sene içinde Türk-Amerikan
ilişkileri 1838 öncesindeki seviyesine çıkmıştı. Babıâli, başka
bir süper gücün pençesine düşmeden İngiliz nüfuzundan
kurtulmak istemiş ve bir kere daha ABD kurtuluş yolu olarak
görünmüştü.
Sultan Abdülmecit temel ekonomik değişiklikler yapma yerine
Avrupa pazarlarında para edecek yeni ihraç ürünleri yetiştirmeyi düşünmüştü. 1846 yılı başlarında Brown, Sultan'ın katibi
Şefik Bey'i ziyaret ederek Amerikan Pamuğunu Türkiye'de
deneyebileceklerini söyledi. Ne var ki iki yıllık deneme, yapılan
yanlışlıklar yüzünden ümit verici olamadı. Ancak bu ilk
ziyaretinden bir ay sonra Brown yeniden Şefik Bey tarafından
çağırılmıştı. Bu sefer kendisiyle görüşmek isteyen, Sultan'ın
eniştesi, Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa idi. Brown
tarafından yapılan, üç bahriye subayının deniz mühendisliği
öğrenimi görmek üzere ABD'ye gönderilmeleri teklifine ilgi
gösterdi. Birkaç subayın da seyrüsefer tecrübelerini artırmak
için Amerika'nın Akdeniz filosuna katılabileceklerini söyledi.
1846 Mayısında da Reşit Paşa aynı konuda yeni taleplerde
bulundu. Brown ABD Dışişleri Bakanlığı'na şöyle yazdı:
"Türklerin ülkemizi daha yakından tanımaları ve iki ülke
arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi için bu teklifleri ben
teşvik etmiş bulunuyorum." Ancak daha sonra ne ABD
hükümeti ve ne de Osmanlı Hükümeti bu mesele üzerinde
durmadı.
Misyonerler Batı'da ilk defa ortaya çıkışından üç yüz yıl sonra,
Doğu Hıristiyanlarına reform götürmeğe çalışıyorlardı.
S a y f a | 24
Misyonerlerin dilleriyle reddetmelerine rağmen görünüş o idi ki,
Protestanlığı kabul edenler kendi cemaatlerinden kopuyorlar ve
ayrı bir Protestan kültür gurubunun teşkiline yöneliyorlardı.
İngiltere'nin İstanbul maslahatgüzarı Sir Stratford Canning ise
böyle bir kültür gurubunun varlığını tescil ettirmenin
şampiyonu olmuş, diğer Protestan ülkelerin nüfuzunu da
yanına almıştı.
1846 yılında biriken olaylar böyle bir cemaatin teşkili
meselesini ortaya çıkardı. 1844 yılında yumuşak Ermeni patriği
değişmiş, yerine Ermenilerin bölünmekte oluşlarını sezen ve
bunu önleyen azimli Matteos, Stephan III ün yerine geçmişti. 23
Mart 1844 de Padişah tarafından İmparatorluk içindeki hiçbir
Hıristiyan’ın mezhebini değiştirmek için zorlanmamasını
buyuran bir emirname yayınlandı. Bu emirname aslında
Ermeni
patriğinin
mezhep
değiştiren
Ermenilerin
kendilerinden alışveriş etmeme, ilişki kesme vs. gibi cezalarla
cezalandırmasını önleme amacı ile çıkarılmıştı ama fazla bir
tesiri olduğu söylenemez. 1844 Mayısında Erzurum, Trabzon ve
Bursa'da, Amerikan misyonerlerinin faaliyetleri hakkında
Ermeni patriğince vuku bulan şikayeti cevaplamak üzere
Amerikan Maslahatgüzarlığına bakan Porter Brown Babıâli'ye
gitti. 1845 Ocağında da Beyrut’tan aynı yolda bir şikayet geldi.
Reşit Paşa Tanzimat Reformları'nda İngiliz sefirinin önerdiği
reformlara yer vererek onun yanında yer aldığı halde, Osmanlı
İmparatorluğu'na müdahalelerine zemin teşkil edecek bir
Protestan Cemaati teşkil etmelerinde İngilizlere gerekli
müsaadeyi vermek istemiyordu. Nisan ayı başında Reşit Paşa
ayrı bir Protestan Cemaati kurmağa çalışanların sınır dışı
edileceklerini ilan etti. Amerikan maslahatgüzarlığına bakan
Porter Brown, ayrı bir İngiliz Protestan Cemaati teşkil etmeğe
imkan kalmadığına kanaat getirerek Ermeni Patriği Matteos'u
görmeğe gitti. Patriğ'e ABD hükümetinin bir resmi mezhebinin
bulunmadığını, Protestanlığın yayılmasıyla ilgilenmediğini,
ancak Protestan Ermenilerin Patrik tarafından eza edilmesine
de seyirci kalmayacağını anlattı. Patriğin de bu işe aklı
yatmıştı. 1846 Mayısında yayınladığı bir beyannamede
Protestan Ermenilerin de Ermeni kiliselerine devam
S a y f a | 25
edebileceklerini duyurdu. Ancak bu, Brown'ın düşündüğü nihai
çözüm değildi. Bağımsız bir Protestan kültür grubunun varlığı
resmen tescil edilmedikçe misyonerlerin dertleri bitmeyecekti.
Ancak böyle bir cemaatin kurulmasında İngiltere inisiyatifi
elinde bulunduruyordu.
Bu ara, Sir Canning izinli olarak ayrılmış ve yerine İngiliz
maslahatgüzarlığına bakmak için Lord Cowley geçmiş ve
Protestan Cemaatinin tanınması için Babıâli ile pazarlıkları
sürdürmüştü. Nihayet Baş Vezir tarafından 15 Kasım 1846 da
bir ferman yayınlandı. Bu fermana göre "Osmanlı İmparatorluğu'nun Protestanlığı benimsemiş tebaası" bundan böyle ayrı
bir cemaat teşkil edeceklerdi. 1850 yılında yayınlanan bir
Padişahlık fermanı ile bu cemaat resmen tanınmış oldu.
Amerikan misyonerlerinin şimdi karşılaştıkları güçlüğün
kaynağı, Fransızların ve Ermeni Kilisesi'ne bağlı Ermenilerin
muhalefetiydi. Osmanlı İmparatorluğu ile harp halinde olan
İran, imparatorluğun o günkü yöneticileri ve Rusya, bölgede
İngilizlerin yerini Amerikalıların almasını arzu ederken,
İngilizler de Amerikalıların kendi pençelerinin bir uzantısı
olarak hareket etmelerini istiyorlardı. İngiltere ayrıca
Amerikan misyonerlerinin korunması işinde bir hayli ileri
gitmiş ve İmparatorluk azınlık kültür grupları arasında
insancıllık şampiyonluğunu elinden bırakmamıştır.
Ancak İngiltere'nin uzantısı olarak görünmek Amerika'ya, onun
düşmanlarının düşmanlığını kazandıracağı halde bu dostluktan
eline pek bir şey geçmeyecekti. Bununla birlikte o an için ABD
maslahatgüzarı Carr, misyonerler ve İngiliz maslahatgüzarı
Canning hepsi de İngilizlerin ileri sürdüğü çözümde birleştiler.
Carr, ABD açısından görevini layığı ile yapamadığı halde
buradaki görevinin 1849 dan itibaren bir dört sene daha
uzatılması konusunda misyonerlere güveniyordu. 1848
Kasımında Rufus Anderson'a müracaat ederek dört sene daha
İstanbul'da kalabilmesi için nüfuzunu kullanmasını rica etti.
Misyonerleri daha fazla memnun etmek için 1849 yazında
Suriye ve Mısır'a bir tetkik gezisine çıktı. Ancak bunlar kafi
S a y f a | 26
gelmedi, 29 Mayıs 1849 tarihli geri çağırılma mektubu eline,
Temmuz ayında Suriye'de gezide iken geçti.
Carr'ın yerine 1850 Martında George P. Marsh maslahatgüzar
olarak geldi. Bu arada ABD maslahatgüzarlığında 14 seneden
beri tercüman olarak çalışmakta olan Porter Brown altı aylık
bir izinle ABD'ye gitmeğe karar vermişti. Bu seyahat
başlamazdan birkaç hafta evvel Brown'un ABD'ye gideceğini
öğrenen Sultan, Amerikan müesseselerinin ve kaynaklarının
durumunu tetkik ettirmek için bir heyet göndermeğe karar
vermişti. Heyet Bahriye Binbaşısı Emin Bey, Bahriye teğmeni
Hasan Bey ve bir de misyonerlerden İngilizce öğrenmiş Ermeni
tercümandan meydana gelmişti. Heyet, 20 Mayıs 1850 de Erie
vapuru ile yola çıktı. Kruvazör birçok limana uğradığından
Amerika'ya ancak 12 Eylülde varabilmişlerdi. New York'ta fazla
eğlenmeden altı gün sonra Washington'a geçtiler.
5. PORTER BROWN MASONDU
Uzun yıllar İstanbul'da Amerikan maslahatgüzarlığına bakan
Porter Brown kıdemli bir mason idi. Amacı Amerikalıların
dikkatini Osmanlı toprakları üzerine çekmekti. Bir seneye
yakın süren bu tetkik gezisi sırasında Brown, heyetin basınla
ilişkilerini üzerine aldı. Emin Bey'in konuşmalarını
kalabalıklara tercüme etti. Gazetelerde yazılar yazdı. Brown'un
on yıldan beri yazdığı Scioto Gazette başyazı olarak şöyle
diyordu:
"Emin Bey'in ziyareti insanlarımızın zihninde onun memleketi,
hükümeti ve aynı inancı paylaşan insanları hakkındaki yanlış
kanaatlerin düzeltilmesine yardımcı olacaktır. Türkiye
bazılarının düşündüğü gibi barbar bir ülke değildir. Emin
Bey'in şahsında bir numunesini gördüğümüz Türkler bu güne
kadar zannettiğimiz gibi kana susamış korkunç insanlar
değillerdir şüphesiz. Aslında dünya inkişaf etmekte ve
medeniyet uzak doğuya doğru düzenli adımlarla ilerlemektedir.
Eskiden olduğu gibi İncil'in ve eski peygamberlerin diyarına
ışık tutuluyor. Yeni ziyaretçimize bütün samimiyetimizle hoş
S a y f a | 27
geldin diyoruz. Uzak Doğu'nun artık bu güne kadar olduğu gibi
bizden bu kadar uzak kalmasına müsaade etmeyeceğiz."(13)
Emin Bey'in Amerika'yı tetkik gezisi, Brown'un faaliyetleri ile
Amerikalıların Emin Bey'i ve onun şahsında Osmanlı
İmparatorluğu'nu tetkik gezisi haline gelmişti.
Washington D.C. de bahriye bandosu kaldıkları otelin önünde
çalıyor ve kalabalıklar "Türk" görmek için birbirini çiğniyordu.
Emin Bey onlara karşı kısa bir hitabede bulundu ve Brown da
bu konuşmayı kalabalıklara tercüme etti.
Gittikleri her yerde bu böyle sürüyordu. Brown basın
organlarına Türkiye'deki yaşayış ve adetler konusunda
malumat veriyordu. Emin Bey'i kalabalıklara, üzerinden
barbarlığın bütün izleri silinmiş modern bir Türk olarak takdim
ediyordu. Brown'un anlatmak istediği, Emin Bey, yeniden
hayata kavuşturulmuş daha iyi bir Türkiye’ye geçişin mümkün
olduğunu gösteren örnekti.(14)
Emin Bey daha ziyade eğitim kurumları ve tersanelerle
ilgilendi ve bu bir sene içinde Amerikan müesseseleri hakkında
genel bir görüş sahibi de oldu. 1851 yılının 11 Martında heyete
ABD başkanı tarafından bir yemek verildi. 9 Nisanda
Boston'dan bir yelkenli gemi ile güneye doğru yola çıkmak ve
tetkik gezisini burada devam etmek planlanmıştı. Ancak bu
noktada Brown ile heyet arasında anlaşmazlık baş gösterdi ve
Brown'lar heyetten ayrılarak New York'ta kaldılar. 20 Nisanda
da İngiltere'ye müteveccihen yola çıktılar. Mayısın ortalarında
İngiltere'ye vardılar. Burada bir ay kadar gezdiler. Emin Bey de
bu arada güney gezisini tamamlamış, İngiltere'ye gelmişti.
Emin Bey'i almak için Sultan tarafından gönderilen gemiye
binmeleri gerekirken Brown ve annesi otelden çıkarken
geçirdikleri bir kazayı bahane ederek gemiye binmediler ve
İstanbul'a ayrı geldiler.
Misyonerlerin korunması işinde birlikte hareket ettikleri halde,
İngiltere ile Amerika arasında rekabet baş göstermeğe
başlamış, Amerikalıların Yemen, Basra Körfezi ve Hindistan
S a y f a | 28
sahasında ticarete girmeleri İngilizleri taciz eder olmuştu.
Amerika İran ve Osmanlı İmparatorluğu ile münasebetlerini
geliştirirse, İngilizlerin ticaret yolları tıkanabilirdi. Amerika'nın
Osmanlı Donanması'na gemi inşa etmesi için görüşmeler de
başlamıştı. Emin Bey'in Amerika ziyareti de Osmanlı-Amerikan
yakınlaşmasını artırdığından, İngiliz nüfuzu tehlikeye
düşmüştü.
Protestan Ermenilerin başından geçen birçok olay, 1846 yılında
onları artık ayrı bir cemaate doğru götürmüştü. Amerikan
misyonerleri ilk geldiklerinde bu ihtiyaç hissedilmişse de artan
faaliyetleri yüzünden bu kaçınılmaz hale gelmişti. 1846 yılı
başlarında misyonerler böyle düşünürlerken, 1843 Aralığı ile
1844 Martı arasında Rufus Anderson'un vaki ziyareti bunu
daha da çabuklaştırmıştı. Misyonerler bu sırada Ermeni
Kilisesi'nin parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu biliyorlardı.
Ancak kendilerinin insanları kurtarmağa çalıştıklarını,
kiliselerin bölünmesi işi ile bir ilgileri bulunmadığını açıklıyorlardı. Anderson, misyonerlerin siyasete bulaştıklarını, hem
de bunu siyaset üstü olduklarını ilan ederken yaptıklarını
görüyordu. Biraz da saf düşünceli olan bu misyonerler, kimseye
fark ettirmeden bir ülkenin siyasi çehresini değiştirebiliyorlardı.
Anderson misyonerlere, İngiliz politikasını desteklemekten
sakınmalarını ima yollu tavsiye etti. Ancak bu arada Canning,
Rusların Ortodoks, Fransızların Katolik cemaat vasıtasıyla
yaptıkları gibi Protestan cemaat vasıtasıyla nüfuzunu
genişletmek ve Osmanlı İmparatorluğu'nun iç işlerine karışmak
için bir bahaneye sahip olma fırsatını kaçırmayacaktı.
İnsaniyet namına harekete geçerek Babıâli’yi sıkıştırmağa
başladı.
Kırım savaşı sırasında İngiliz askerlerini ve mühimmatını
taşımak üzere birçok Amerikan gemisi Boğazlardan geçmişti
ama harbin bitmesi ile görünmez olmuşlardı. Akdeniz filosu
gemileri bile çok seyrek uğruyordu. Ancak Porter Brown
Amerika'nın itibarını artırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
Ne zaman Boğaz'a bir harp gemisi demirlese, Osmanlı Askeri
yetkililerini muhakkak bu gemiye davet eder, gösterirdi. Hatta
1853 yılında Comberland firkateyni ile Bahriye Binbaşısı
S a y f a | 29
Stringham İstanbul’a gelince, araya Hariciye Nazırı Reşit
Paşayı koyarak ne yapmış etmiş, binbaşıyı Sultan'ın huzuruna
çıkarmıştı.
Bu vesileyle kendisi de Sultan'ın bazı Amerikan şehirlerinde
temsilcilikler açmasını söyledi ve bu konuda ikna edici tarzda
konuştu. Sultan bu temsilciliklerin getirecekleri faydanın
masraflarını korumayacağını söyleyerek kabul etmedi. Ancak
neticede 1864 yıllarında Boston, New York ve Baltımore'da
konsolosluklar ve Washington'da maslahatgüzarlık açıldı ama
Maslahatgüzar Edward Blacque adlı bir gayrı Müslim,
konsoloslar da ABD vatandaşları oldu.
Bu sırada Marsh'ın yerine Caroll Spence tayin edildi. İran bu
sırada İngiltere ile Rusya arasına sıkışmış çırpınıyordu.
<158>ah Spence'e müracaat ederek bir Amerika-İran anlaşması
istedi. Amerikan donanmasının Basra Körfezi'ndeki İran
donanmasını korumasını, bunun uygulaması zor olursa İran
harp gemilerinin başları sıkışınca Amerikan Bayrağı
çekmelerine izin verilmesini ve ilave olarak Amerikan yapısı
harp gemilerinden subay ve mürettebatı ile birlikte satılmasını
talep ediyordu. Şah, İngilizlerden o derece yılmıştı ki daha da
ileri gidebilirdi. Nitekim bir müddet sonra Amerika'nın Paris ve
Londra maslahatgüzarlarının buradaki İran maslahatgüzarlarına kefil ve danışman olmalarını istedi, öyle de oldu.
1858 de Reşit Paşa'nın ölümü ve Sir Stratford Canning'in
Türkiye'den
ayrılması
yenileşme
hareketlerini
başsız
bırakmıştı.
Bu sırada Amerikan maslahatgüzarlığına E.Joy Morris getirildi.
Papaz Hamlin ile damadı Washburn ise o sıralarda, Rumeli
Hisarı'ndaki araziye Robert Kolej'i inşa etmekle meşguldüler.
Morris ABD Dışişlerine yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"18 aydan beri Mr. Hamlin, Amerika'dan toplanacak
yardımlarla inşa edebileceğini umduğu, dini mahiyeti olmayan
kolejin inşaat müsaadesini almak için Babıâli ile uğraşıp
duruyor. Ben Osmanlı Maarif Encümeninden kolej için gerekli
S a y f a | 30
izni almıştım ama, Hamlin inşaatı ille o tepede yapmakta ısrar
ederek her şeyi altüst etti... İnşaatı burada yapma dediler ama o
ısrar etti. Hükümet de kolejin bu stratejik noktada inşasına izin
vermedi. Aslında Amerikalıların bu kolej ile, onun açılışına
yardım etmekten daha ileri bir ilişkileri yok ve ben de
Hamlin'in binaları o istediği yerde yapmasını sağlamak için
bütün gücümü kullanmış bulunuyorum"(15).
Morris, Hamlin ile Washburn'un da kendi pasifliğinden
yakınmış olabileceklerini tahmin ederek, Dışişleri Bakanlığı'na
Amerikan himayesinin suiistimal edilmesine izin verilmeyeceği
doğrultusunda bir mektup daha yazmıştı. Ancak misyonerler
kendi hatalarını kabul edecek gibi görünmüyorlardı. Washburn,
Amerikan Board yetkililerinden Rufus Andersen'e yazdığı
mektupta Hamlin'in şikayetlerini Amerikan Board'a iletiyordu:
"Arkadaşlarıma İstanbul'daki maslahatgüzarımız hakkında az
çok genel manada birkaç şey de söylemek istiyorum. Burada
durum gittikçe kötüleşiyor. Bay Morris her fırsatta misyonerleri
açıkça itham ediyor. Geçen gün Hamlin'e misyonerlerin
'ömründe gördüğü en cahil ve Hıristiyanlıktan uzak kimseler'
olduğunu haykırıyordu."(16).
Morris ayrıca Yunan taraftarıydı. Girit isyanında Amerika'nın
müdahalede bulunması için elinden geleni yaptı. Fakat
muvaffak olamadı. Sultan aleyhinde de sözler sarf edince
Hariciye Nezareti vekili Halil Bey, Washington'daki Osmanlı
maslahatgüzarı Blacoue'ye bir mektup yazarak, Morris'in
alınmasını istedi. Haziran ayında istifa mecburiyetinde
bırakılan Morris, Kasımda halefi Wayne Mac Veagh'ın göreve
başlaması üzerine İstanbul'dan ayrıldı.
10 Haziran 1871'de, daha geleli birkaç ay olmuşken,
maslahatgüzar Mac Veagh izne ayrıldı ve sefaret tercümanlığı
ile birlikte maslahatgüzarlığa bakmak üzere yaşlı Porter Brown
bırakıldı.
Brown'un çevresi değişiyordu. Türk-Amerikan ilişkilerini
birlikte
geliştirdikleri
simalar
birer
birer
mekân
değiştiriyorlardı. 1858 yılında Resit Paşa, 1869 da Fuad ve 6
Eylül 1871’de de Ali Paşalar ölmüşlerdi.
S a y f a | 31
III. BÖLÜM: 1876-1900 YILLARI ARASINDA ORTADOĞUDA
AMERİKAN MENFAAT VE POLİTİKALARI
1. ONDOKUZUNCU YÜZYILIN MİRASI
Yirminci yüzyılın gelişiyle Birleşik Devletler, gelecek yarım
yüzyıl içinde tam anlamıyla bir dünya gücü haline gelebilmek
için ilk basamakları atlamış bulunuyordu. 1890’ların Kader
Manifestosu (Manifest Destiny)’nun kökü en azından 1870’lere
kadar gitmesine rağmen, Amerikalılara köşeyi dönüp
imparatorluğa götüren yeni yolda bulunduklarını ve dünya
güçlerine katılmış olduklarını hissettiren şey, dramatik
sonuçlarıyla beraber İspanya-Amerika Savaşı olmuştur.
Başlangıçta, yeni denizaşırı ilgiler ve sorumluluklar, büyük
ölçüde Batı Yarıküreyi (bilhassa Karayipler) ve Pasifik
Okyanusunu içine alıyordu. On sekizinci yüzyıl sonu ile on
dokuzuncu yüzyıl içinde şekillenen Avrupa kavgalarına
katılmama politikası hâlâ çok katı şekilde uygulanmaktadır.
(17).
AMERIKA'NIN DIŞ POLİTİKASI VE ORTA DOĞU
Bu çalışmanın hedefi göz önüne alındığında Orda Doğu:
Türkiye, İran ve Mısır'ın batı sınırından Irak'ın doğu sınırına
kadar olan Arap Dünyasını, Arap Yarımadası dahil, içine
almaktadır. Bu bölgeye çoğu zaman aşağı Balkanlar da
katılmak suretiyle I. Dünya Savaşı'ndan önce, genellikle Yakın
Doğu deniyordu. Fakat "Orta Doğu" deyimi, II. Dünya
Savaşından beri yaygın bir şekilde benimsenmiştir.
S a y f a | 32
ABD halkını, ilişkilerini ve menfaatlerini dünyanın her yerinde
koruma azmindedir. Fakat bu ilişkiler büyük ölçüde kültürel,
insancıl ve ticari olup, Amerikalıların milli miraslarından dış
politikalarına akseden iki ana noktayı vurgular; pratiğin ve
idealin bir karışımıdır bunlar.
Altı Avrupa devleti (Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya,
Avusturya-Macaristan
ve
Rusya)
politikalarıyla
Doğu
Sorunu'na karışarak tezatları daha da artırmaktaydılar. Onlar
için Orta Doğu, üç kıtanın birleştiği yerde bir geçit olarak,
stratejik bir yer olması dolayısı ile büyük politik önemi haizdi.
Türkiye'nin Boğazlarından Karadeniz'e veya Karadeniz'den
Akdeniz'e geçiş, Avrupa ile Uzak Doğu arasındaki binlerce
millik yolculuğu kısaltan Süveyş Kanalı'ndan geçişler, Avrupa
dışı koloni bölgelerindeki beynelmilel ticari ve politik rekabet
çağında Orta Doğu'ya özel bir önem kazandırmıştı. Mamafih,
önemli bir kavşak oluşu Orta Doğu'daki hâkimiyet pozisyon
kavgasını tek başına izah edemez. Orada güçler millî, dinî ve
kültürel sahalarda boy ölçüşmüşlerdir. Meselâ Osmanlı İmparatorluğundaki Katoliklerin koruyuculuğuna Fransa, Ortodoks
Hıristiyanların koruyuculuğuna ise Rusya kendi kendilerini
tayin ettiler.
Birleşik Devletlerle Avrupa'nın Orta Doğu'ya bakışındaki
önemli farklılıklar, Orta Amerika'da açılması düşünülen kanal
meselesiyle su yüzüne çıktı. Çünkü bu kanal, taşıdığı
problemlerle, Türk Boğazları ve Süveyş Kanalı'yla büyük
benzerlikler taşır. Gerçekte, bu su yolları üzerindeki Amerikan
kontrolü, yetersiz olup, Panama'da Amerikan kontrolü altında
bulunan kanalın yapımında ve savunmasında Amerika'nın
gösterdiği ateşli ilgiye karşılık, bu su yolları üzerinde Amerikan
ilgisizliğini simgelemektedir.
Amerikan ileri gelenlerine bir göz atacak olursak, Başkan
William McKinley'in 1898 de, 1894-1896 isyanı katliamı
süresince misyonerlere ait emlâkin gördüğü zararı tespit etmek
üzere Türk sularına Amerikan gemilerinin gönderilmesini
öneren bir teklife verdiği cevabı görürüz. McKinley, bir işadamı
filantropist (insancı) olan ve Orta Doğu'daki Amerikan kolej ve
misyonlarına derin ilgi duyan William E. Dodge'a, zora
S a y f a | 33
başvurmak niyetinde olduğunu fakat Küba meselesinin
kendisini, deniz güçlerini Amerikan sularında bulundurmak
zorunda bıraktığını söyledi. Gerçekte Başkan, Türkiye'ye karşı
gambot diplomasisi uygulamak arzusunda değildi ve
muhtemelen, Küba meselesinin, müdahaleden kaçınmaya bir
vesile olduğuna memnun da olmuştur.
1887-1889 tarihleri arasında Türkiye'de elçi olarak bulunan ve
McKinley'in İstanbul elçilik heyetine başkan olarak seçtiği
Oscar Straus, "Türkiye ile uğraşmanın tek yolu harp gemilerini
yollamak ve Sultan'ın pencerelerini zangırdatmak idi" diye ısrar
edenlerin izini takip ettiği taktirde yüz yüze geleceği
tehlikelerin, McKinley'in "uykularını kaçırdığını" kaydetti.
McKinley'in bu mübalağalı ve mutaassıp vatansever ruhu
Theodore Roosevelt'in Türkiye'ye karşı tutumunda da görülür.
Roosevelt, Küba savaşına askerî asistan sekreter olarak
katılmak üzere görevinden istifa etmeden biraz önce şunları
yazdı: "İspanya ile Türkiye, dünyadaki diğer ülkelerden, daha
ziyade ezmek, parça parça etmek istediğim iki güçtür."
McKinley, 1898 baharında Straus'tan İstanbul elçiliğini kabul
etmesini rica etti ve onu, Amerikan savaş gemilerine karşı baskı
tehlikesini ortadan kaldırarak bir başka "Maine" faciasının
önüne geçebileceğine inandırdı.
Straus, İstanbul'a hareket etmeden önce, Türkiye meseleleri ile
ilgili bir dizi konferans için, Ağustos ayında, McKinley ve
Hükümet yetkilileri ile görüştü, Türkiye'ye karşı büyük bir
deniz tatbikatı yapılması için gürültü koparan harp
taraftarlarına karşı onları uyardı. McKinley'i, kıskanç Avrupa
güçlerinin Birleşik Devletlerin "güçler ittifakını dengeleyen
milletlerin koyu düşmanlığını hesaba katmaksızın Avrupa'nın
bu hiddet merkezine girmesine" izin vermeyeceklerini hatırlattı.
Straus, günlüğüne şunu not etti: "Başkan benimle tam olarak
mutabık oldu ve "bana kılavuzluk edeceksin, seni destekleyeceğim... Sen istemedikçe Türkiye'ye hiçbir gemi gönderilmeyecek,
sen talep ettiğin takdirde ancak gönderilecek dedi" McKinley'in
doğu Akdeniz'de olacak bir deniz tatbikatını emretmeye isteksiz
oluşu, selefi Grover Cleveland tarafından ört bas edilmiştir.
Cleveland, 1895-1896 yılları arasında, müdahale etmek için ağır
misyoner baskısına karşı çıkmıştı.
S a y f a | 34
Birleşik Devletler ile Orta Doğu 1900’lerde, zaman ve
mesafeden daha fazla olarak, yaşama tarzı ve görüş açısı
bakımından "ayrı dünyalar" idi. Doğu ile batı arasındaki
farklılık açıktır. Fakat aşikâr olan bir husus da, pek çok Amerikalının kafasındaki bulanık Arap Dünyası, Türkiye ve İran'a
karşılık Orta Doğu'da da Birleşik Devletler hakkında bilgi azlığı
ve bilgi yanlışlığı hüküm sürmektedir.
Pek çok Amerikanlının şuuruna yerleşen imaj, Pazar okulunun,
"Arap Geceleri"nin ve eski Dicle-Fırat ve Nil vadisi
medeniyetlerinin yanlış olarak anlatıldığı ders kitaplarının
ürünüdür. 1890'lardaki Ermeni isyanı, özellikle misyonerler
tarafından tek yanlı yayılarak, hayatını kaybeden Ermenileri
İdealleştirerek Türkleri "korkunç", "ağza alınmaz" Türk diye
nitelendirerek, Amerikan kamuoyu etkilenmiştir.
Bir Amerikalının zihnindeki silinmez Arap imajı, kum tepeleri,
devletler ve haremler arasında bir göçebe iken; İran, güzel
kadınların ve muhteşem bahçelerin bulunduğu, zevk düşkünü
bir ülkedir.
Değişik insan ve değişik gruplara göre Amerika değişik bir
şeydi. Hıristiyan azınlıklar, bilhassa Osmanlı İmparatorluğundaki azınlıklar için Amerika, kendilerine misyoner, öğretmen ve
doktorlar gönderen büyük bir ülkeydi. Aynı zamanda Amerika
Ermeni, Süryani ve Rum göçmenleri fakirlikten kurtarmak için
cezbeden güçlü bir mıknatıs idi. Hıristiyan olmayanlar da
Amerikan misyonerlerinin insancıl tıp hizmetlerinden
yararlandılar. Fakat böyle yardımların, zihinlerdeki Birleşik
Devletler imajına ne ölçüde etki ettiğini öğrenmek zordur.
Diğer taraftan Osmanlı yönetici sınıfı Amerikanlara,
İmparatorluğun iç kavgalarıyla, çok dilli imparatorluğun
azınlıklarıyla uğraştıkları için, büyük şüphe besliyordu. Buna
rağmen Birleşik Devletlerle Türkiye arasındaki resmî ilişkilerin
dostça olmadığını söylemek zordu. Diğer dış güçlerle
karşılaştırıldığında, Birleşik Devletler politik olarak tarafsız
görünüyordu.
Osmanlı ve İran resmi makamları Birleşik Devletleri'ni ekonomik gelişmeleri için bir yardım kaynağı telakki ediyorlardı.
S a y f a | 35
Ermeniler ve Araplar arasındaki milliyetçiler de dahil olmak
üzere, reformcular için Birleşik Devletler, Liberal milliyetçiliğe
gidişte bir ülkü ve yol gösterici bir deniz feneri idi.
Her iki taraftaki izlenimler, Orta Doğu ile direkt ilgilenen
birkaç Amerikalının ürünü idi. Diplomatlar, misyonerler,
öğrenciler, işadamları ile bu yörelerde yaşayan Amerikalılar,
vatanlarındaki insanlara, izlenimlerini çok çeşitli şekilde
naklettiler. Birleşik Devletleri çok az Türk, Arap veya İranlı
ziyaret ettiği için de, Orta Doğu halkının pek çoğu Amerika'nın
ne olduğu hakkındaki düşüncelerini aralarında oturan
Amerikalılardan
edindiler.
Süryani
ve
Ermenilerden
Amerika'ya göçmüş olanlara Orta Doğu'daki akraba ve
komşularından gelen mektuplarda buraları kıpkızıl renklerde
tasvir edildi. Orta Doğu'yu ziyaret edenler de Birleşik
Devletlerin en çarpıcı yönlerini, romantize ederek, ağzı açık
kalan akraba ve dostlarının gözleri önüne serdiler.
BU DÖNEMDE ORTA DOĞU İLE İLGİLENEN AMERİKAN
KURULUŞLARI
A) MİSYONERLER
Orta Doğu'da, on dokuzuncu yüzyıl boyunca faaliyet gösteren
Amerikalılardan en önemli sonuçları elde edenler, bu yörenin
çeşitli kısımlarına sızan Protestan misyonerleridir. Bu
misyonerler, vatanlarından parasal ve moral destek istedikleri
her defasında bir ayna uzattılar; Amerikalılar, bozuk olan bu
aynadan Orta Doğu'yu seyrettiler. Onlar Hükümet yetkililerinden sık sık diplomatik destek talep ettiler; desteği elde ettiler
de. Misyonerlerin milletlerince desteklenmeleri şu gerçeği en
kesin biçimde ortaya koydu: Amerikan tarafsızlığı kültürel
ilişkilerde geçerli değildi çünkü Amerikanların kendi medeniyetlerinin en üstün olduğuna dair sahip oldukları hararetli
inanç onları, ideoloji ve yaşama şekillerini, talihsiz olarak
mütalaa ettikleri insanlara taşımaya yöneltti.
S a y f a | 36
1900 yılında Amerikan misyonerleri beş bölgede faaliyet
gösteriyorlardı: Anadolu ve Avrupa Türkiye’si, Suriye, İran,
Mısır ve İran körfezi bölgesi. Daha önce gördüğümüz gibi bu
hareket 1819 da, James Monroe'nun başkanlığı döneminde ve
Metternich devrinde, Dış Misyonlar için Amerikan Komisyoner
Kurulu (Amerikan Board of Commissioners for Foreign
Missions) nun, ki bu kurul Kongrecileri (Congregationalist) ve
Presbiteryenleri (Presbyterian) temsil etmektedir, Doğu
Akdeniz ülkelerinde çalışma imkanları aramak üzere, Reverend
Pliny Fisk ile Levi Parsons'ı görevlendirmesiyle başladı.
Amerikalı öncüler, birkaç Avrupalı Hıristiyan misyonerin Orta
Doğu'nun bazı bölgelerine daha önde gittiklerini keşfettiler.
Yirmi yıl içerisinde Amerikan Board misyonerleri Türkiye'nin
batısında, Suriye'de ve Batı İran'ın Urmiye gölü çevresinde
karakollar
kurdular.
1870'dePresbiteryenler
Amerikan
Board'dan ayrıldığı zaman, Doğu Akdeniz ve İran misyonlarını
elinde tutan Presbiteryenler ile Anadolu ve Avrupa
Türkiyesinde kalan Kongreci Amerikan Board arasında dostane
bir işbölümü vardı. (United Presbyterian Church) Birleşik
Presbiteryen Kilisesi Mısır'da ilk Amerikan Misyonuna 1854'te,
bir tek misyoner göndererek başladı. Asrın son on yılında
Amerika'daki Reforme edilmiş Hollanda Kilisesi (Dutch
Reformed Church), İran Körfezi bölgesine hareket etti.
"Bu nesil dünyasına İncil'i öğretmek" sloganı ile teşvik edilen
misyoner yayılması on dokuzuncu yüzyılda oldukça ileri gitti.
1900 yılında Amerikan Board'un, Avrupa Türkiyesi'nde ve
Anadolu'da 21 merkezi vardı. Bu merkezlerdeki 162 misyonere
(karıları ve doktorlar dahil) 900 den fazla yerli yardım etti.
Misyonerler gerçekten çok meşgul idiler. çünkü 36 yatılı ve
yüksek okulda 2700 den fazla erkek ve kız çocuk, 398 ilkokulda
yaklaşık 15,000 çocuk, dört dinî mektepte 22 öğrencileri vardı.
31 Ağustos 1900 tarihinde sona eren bir ders yılı içinde, bu
faaliyetler için Amerikan Board yaklaşık 200,000 dolar harcadı.
Presbiteryenler gayretlerini batı İran'dan doğuya genişlettiler;
S a y f a | 37
Urmiye'deki (1835) ilk merkezlerinden Tahran (1872), Tebriz
(1873) ve Hemedan'a (1880) kadar uzandılar. Batı İran Misyonu
da Musul'da, 1892 de bir merkez kurdu. Bunların 42 misyoneri,
karıları ve doktorlar, yaklaşık 250 İranlı yardımcı ile birlikte,
128 merkez dışı yere nezaret ettiler. Bunlara ait 108 okul
(Pazar okulları hariç) 2600 öğrenci barındırdı, üç hastane ile on
dispanser 24,000 hastaya baktı. İran misyonunun desteklenmesi için, Presbiteryen Heyeti, 1899-1900 yılında 64,000 dolar
harcadı. Heyetin daha küçük olan Suriye misyonu, Beyrut'taki
(1823) ana merkezden beslenerek, 38 misyonerli beş merkez
oluşturdu. Burada İran'daki (95) okuldan daha az okul fakat iki
katı (5300) öğrenci vardı.
Sağlık hizmetleri İran'daki kadar yoğun değildi. Bu da şüphesiz
mezhepsel olmayan Suriye Protestan Koleji (1920 den sonra
Beyrut Amerikan üniversitesi adını aldı)’nde tıp okulunun
gelişmesi yüzündendi. Bu misyona ait iki hastane ile bir
dispanser ise, bir yıl içinde on binden fazla hastaya baktı.
Heyet'in bütçesinin yüzde beşi (48,000 dolar) Suriye misyonunu
desteklemede kullanıldı.
Mısır'daki Birleşik Presbiteryenler 1901 de "6,500 kilise üyesi,
bir kilise meclisi, 4 birleşik meclis, 220 merkez ve kilise, 50 yerli
vaiz, 14,000 öğrencili 200 okulları olduğunu" iddia etti. Yirminci
yüzyıl başında sadece on yaşında olan küçük Arap misyonunu
iki adam - James Cantine ile Samuel M. Zwemer ile temsil
ediliyordu.
Bu iki kişi, Suriye'deki ilk dil çalışmalarından sonra, 1890 da
İran Körfezi sahasında çalışmaya başladılar. İran Körfezi'nin
tepesinin yakınındaki Basra'da bir merkez kurdular ve birkaç
yıl içinde Bahreyn Adaları ile Muskat'a kadar genişlediler. 1894
te Amerika'daki Reforme edilmiş Hollanda Kilisesi ayrı düşen
bu bir avuç dolusu misyoneri kanatları altına aldı.
Yirminci yüzyıl başlarında, Orta Doğu'da, bu beş Amerikan
misyoner
faaliyeti
merkezinin
kısa
istatistik
özeti,
misyonerlerin teşebbüslerinin boyutlarını ve yayılmalarını biraz
da olsa anlatsa bile; misyonerlerin sarf ettikleri emeğin
tesirinin kalitatif bir analizi yerine geçemez. Maalesef,
misyoner hareketlerinin ilmi araştırması henüz çok yüzeyde
S a y f a | 38
olup etraflı bir değerlendirmeyi mümkün kılmamaktadır.
Elimizde, misyonerlerin raporlar, hatıralar, biyografiler v.s.
şeklinde bizzat yazdıkları, şaşılacak kaynaklar vardır. Fakat
bunlar çok şey anlatmış olsalar bile, Orta Doğu'da toplam
hayatta misyoner faaliyetinin tam görünümünü vermez.
Mamafih, faaliyetlerin genel tabiatını ve oturtuldukları mantık
çerçevesini
izah
etmek,
önemleri
hakkında
deneme
yargılamalar yapmak mümkündür.
Bir kimsenin vatanını, ailesini ve arkadaşlarını terk etmesi;
acayip dilli, farklı usulleri bulunan, bazen düşman olan
insanların arasına yerleşmesi; elverişsiz iklim, bazen
tehlikelerle dolu bir çevrede, her türlü konfordan uzak bir hayat
sürmesi, bütün bunların hepsi bir sebep ve büyük bir fedakârlık
ister. Hatta, seçilmiş misyonerlerin hayatlarının üstünkörü bir
incelemesi, Onların Hıristiyan inancı ve Hıristiyan yaşama
tarzını paylaşmak için kuvvetli bir istek duyduklarını gösterir.
Misyoner heyetlerinin en önde gelen amacı Müslümanları
dinlerinden döndürmekti. Kısa zaman içinde elle tutulur bir
başarı elde edememiş oldukları halde, iyi bir hazırlıktan sonra
din değiştirme gününün geleceğine dair olan ümidi asla
kaybetmediler. 1900'da Amerikan Heyeti'nin batı Türkiye
misyonu şunları gözledi:
"Büyük ruhsal değişik kaydedilemedi. Genel bir araştırma ruhu
ve Protestan topluluğuna çok fazla giriş yok. Tek kelime ile
küçük kazançlar günü. İnanç ve gayretle çalışmak gerek.
Cesaretsizlik Yok. Misyonerler hissederler ki bu şartlar
değişkendir ve İncil'in gücü çeşitli şekillerde zuhur etmekte
fakat bu zuhuratın birçoğu gözle görülmemektedir. Ancak
durum hiç de öyle değildi. Müslümanlar kendi inançlarını üstün
tuttuklarından Hıristiyanlaşmıyorlardı. Şüphesiz mevsimi
gelince harman gözükecektir."(17).
Sonuçta, misyonerler, Müslüman dünyasını Hıristiyanlaşmada
ilk adım olarak güçlerini, Orta Doğu'nun düşük, yerli Hıristiyan
tarikatlarının - Ermeni ve Rum Hıristiyanların, Nesturiler ve
Kıptilerin yeniden doğmalarına ve canlanmalarına kanalize
etmek zorunda kaldılar.
S a y f a | 39
Bu Doğu Hıristiyanları, Amerikan misyonerleri için sırt kemiği
oldu. Bu Hıristiyan azınlıklara ulaşabilmek için, Amerikan
Protestanları bu sefer de Roma Katolik ve Ortodoks rahipler
sınıfının kendi dinlerine çevirme gayretleri ile rekabet etmek
zorunda idiler. Suriye misyonunun kaydettiği gibi "Müslümanlar, Moskoflar ve Keşişler bize karşı çıkmada paylarına düşeni
sergilerler." Misyonerler, tıpbî ve eğitimsel teşebbüslerle dost
oldukları kimselere Hıristiyanlık prensiplerini uygulatarak
Müslümanlar ve yerli Hıristiyanların direncini kırmayı
umdular. Suriye Misyonu'nun 1900 yılına ait raporunda izah
ettiği gibi, bu gayretler zaman zaman cesaretsizlik getirdi: "Bir
adam çocuğunu bizim okullara gönderebilir ve bizimle ibadet
etmeye gelebilir. Fakat kendini bize açmaz çünkü bu zıt
tesirlerin bir araya gelip yüzleşmesi olur ki bu, Hıristiyan
toplumunda yaşamakta olan birinin hayal edebileceğinden çok
daha çetindir." (17).
İncili öğretmek misyonerlerin ana meselesi olarak kaldı.
şehirlerde, kasaba ve köylerde kiliseler kurmak, uzak taşra
bölgelerini ziyaret etmek, kutsal kitap ve diğer Hıristiyan
edebiyatını basmak ve yaymak suretiyle bu gerçekleştirilmeye
çalışıldı. Fakat insanları kazanabilmenin en önemli vasıtaları
misyoner okulları, hastaneler ve dispanserler oldu.
Misyonerler tarafından Orta Doğu'nun pek çok kısımlarına
uygulanan Batı tipi eğitim ve tıp şüphesiz, bir maya etkisi
yaptı. Misyoner eğitimlerinden yararlanan, kültür guruplarına
az sayıda fakat önemli yerli liderler yetiştirildiğine şahit olan
Hıristiyan azınlıklar, misyonerlere karşı sempati duymağa
başladılar. Misyonerler, öğrencilerinin bilgi ve hünerlerine aşırı
ihtiyaç duyan kendi toplumlarına hizmet etmelerini istediler.
Fakat bunların pek çoğu dış dünyanın, bilhassa batı
yarıkürenin maddi cazibesine kendilerini kaptırmışlardı. On
dokuzuncu yüzyılın misyonerlik tarihi, Ermeni ve Süryani
gençlerinin ABD'ye göçlerinden yakınmalarla doludur.
Kadınların misyonerlik hayatındaki aktif rolü Müslüman Orta
Doğu'daki kadınların konumuyla kesin tezat arz ediyordu. Daha
ziyade eş ve anne olan, erkeklerin iş ve sosyal hayatlarına
girmekle kalmayıp toplu çalışmalara da katılan, bu örtüsünü
açmamış işçilerin yalın varlığı, Müslüman kadının toplumdaki
S a y f a | 40
yerinin ne olması hakkındaki düşünceyi aşındırmaya hizmet
etti. Misyonerler, Orta Doğu kadınının statüsünde evrim yapan
etkilerden sadece biri olduysa da, oynadıkları rol inkar
edilemez. Muğlak fakat gerçek olan bir husus da,
Amerikanların, içinde yaşadıkları halk kesimi arasında, daha
iyi yaşama standartları elde etme emeli uyandırdıkları idi.
Basit tarım aletlerinin, dikiş makinelerinin ve Batı yaşayışının
diğer gereçlerinin, yaşamları çok zor ve konforları çok az olan
insanları cezp etmemesi mümkün değildi.
Amerikan Board ve misyonerleri 1819 da faaliyetlerine
başladıklarında, Orda Doğu'da yaşayanların dillerini ve
adetlerini öğrenmenin zaruri olduğunu anladılar. Böyle bir
yetişme, insanlara İncil'in mesajını ulaştırmak için bir ön şarttı.
Fakat, yazıları halkların dillerine çevirmek için yıllar süren
itinalı çalışmalara gerek duyuldu. George Antonius, bu
gayretlerin Arap edebiyatını nasıl etkilediğini ve modern Arap
milliyetçiliğinin entelektüel
kaynaklarını nasıl
ortaya
çıkardığını anlatmıştı.
B) KOLEJLER
1900 yılında, henüz, İran ve Suriye'deki Presbiteryen
kuruluşlarının hiçbiri Amerika seviyesinde bir üniversite
statüsüne ulaşmamışlardı. 1865 te Mısırda Assiut College'ı
kurdular. Amerikan Board da çeşitli kolejler işletti. Üsküdar'da
erkek ve kadınlar için bir tane, İzmir'de Erkekler için
Beynelmilel Kolej (International College) ve kızlar için
Amerikan Üniversite Enstitüsü (American Collegiate Institute),
Merzifon'da Anadolu Koleji (Anatolia College), Ayıntap'ta (Gazi
Antep) erkekler için Türk Merkez Koleji (Central Turkish
College), Maraş'ta Kızlar için Türk Merkez Koleji (Central
Turkish College For Girls), Tarsus'ta St. Paul Enstitüsü (St.
Paul's Institute), Harput'ta Fırat Koleji (Euphrates College).
Kolej adını alan bu kurumlarda eğitim daha ziyade hazırlık ve
birinci sınıf seviyesinde idi.
S a y f a | 41
On dokuzuncu yüzyılın son yarısı süresince üç bağımsız
Amerikan koleji kuruldu. Bunları İstanbul'da Robert Kollej,
Kadınlar için İstanbul Koleji (Constantinople College For
Women) ve Beyrut'ta Suriye Protestan Koleji (Syrian Protestant
College) olup yörelerinde çaplarının çok üstünde tesir icra
ettiler; Orta Doğu'da Batılılaşma doğrultusunda politik,
ekonomik, sosyal ve kültürel değişmeye; ABD politikasına şekil
vermede yardım edebilecek elit millî liderliği oluşturdular. Bu
kolejlerin misyoner faaliyetleriyle yakın bağlantısı olmasına,
misyonerlerden aldıkları hızla yollarına devam edebilmelerine
ve Hıristiyan motivasyonu ile aşılanmış olmalarına rağmen,
salt misyoner kuruluşları olarak sınıflandırılamazlardı. Robert
Kolej ile Suriye Protestan Koleji'nin bağımsız mütevelli
heyetleri vardı. Fakat Kadınlar için İstanbul Koleji, Amerikan
Board ile bağlılığını devam ettirdi; Başkan Mary Mills
Patrick'in 1908'e kadar tam olarak koparamadığı bir bağdır bu.
Robert Kolej kapılarını 1863'te, Cyrus Hamlin'in başkanlığı
altında açtı. Cyrus Hamlin, İlk Amerikan Board misyoneri olup,
New York tüccarlarından Christopher Robert'in desteğini
kazanmıştı. Hamlin'in yerine damadı George Washburn geçti ve
1878'den 1903'e kadar başkan olarak hizmet gördü. 18 99-1900
yılında kaydedilen 297 öğrencinin yüzde 74’ü Rum ve Ermeni,
yüzde 13 ü Bulgar idi. öğrencilerin yüzde beşinden az bir kısmı
Türk idi.
Washburn, 1903 yılıyla birlikte kolej hakkında şunları yazdı:
"öğrenci alma kapasitemizin sınırına geldik. Sahip olduğumuz
bütün binalar aşırı kalabalıklaştı." Genişleme problemi ile yüz
yüze gelindiğinden, eski mütevelli heyetinden daha fazla
sorumluluğu olduğu farz edilen yeni bir mütevelli heyeti
kuruldu. Öğrencilerinin çoğu Robert'a geldiklerinde İngilizce
bilmedikleri için Kolej, hazırlık bölümünü elzem gördü.
Öğrencilerin ev disiplini o kadar fazla idi ki disiplini kolayca
kabul ettiler. Başkan Washburn onları kontrol etmenin,
Amerikan çocuklarını kontrol etmekten daha kolay olduğunu
düşündü. Washburn şunu da gözledi: Zekâ bakımından bir
milliyet öbüründen daha üstün değildi.
S a y f a | 42
Robert'ın şöhreti, ilk kırk yılı süresince Balkanlar ve Orta
Doğuda çok yaygınlaştı. Bunun sebebi öğrencilerinin ve
mezunlarının özellikleri, bilhassa Bulgaristan'ın bağımsızlığını
kazanmasında rol almış pek çok genç Bulgar Liderinin
yetişmesindeki tesiridir. Washburn onlara müşavir olarak da
hizmet etti ve Avrupa'daki hatırı sayılır nüfuzunu bu
kimselerin millî emellerine kavuşmaları için kullandı.
1866'da 16 öğrenci ile kurulan Suriye Protestan Koleji (Syrian
Protestant College) beş kişilik ilk mezunlarını 1870 verdi.
Kuruluşundan sonraki on yıl içinde kurumun dili Arapça idi,
fakat sonra İngilizceye çevrildi. İlk başkan Daniel Bliss'in,
1903'te yerine oğlu Howard geçinceye kadar olan idareciliği
süresince, pek çoğu Presbiteryen olan zengin ve nüfuzlu
mütevelli heyeti üyelerinin yardımıyla tedrici bir genişleme
oldu. 1870’lerde kurulan tıp okulu, başlangıcından itibaren,
modern tıbbı Orta Doğu'ya getirmede önemli bir rol oynadı.
1902 yılının girmesiyle birlikte altı bölümde 600 öğrenci vardı:
hazırlık, kolej, tıp, ezacılık, ticaret, İncil'le ilgili arkeoloji ve
filoloji Robert Kolej'de olduğu gibi, öğrencilerin çoğu gayriMüslim idi; 1905 yılında 750 öğrenciden sadece 98'i Müslümandı. Kolej, mezunlarının tahsillerinin meyvelerini toplamak için
dışarı gitmeyip Orta Doğu'da kalmasıyla gurur duydu. 1903'te
221 tıp mezunundan dokuzu 118 eczacılık mezunundan sekizi
ve 237 sanat mezunundan kırk üçü Orta Doğu'yu terk etti. Son
kırk üç kişinin bir kısmı dışarıda mezuniyet üstü çalışma
yapıyordu.
Kadınlar için İstanbul Koleji (Canstantinople College for
Women)’nin
başlangıcı,
Robert
ve
Suriye
Protestan
kolejlerinden daha mütevazi oldu. 1871'de üç öğrenci ile kızlar
için hazırlık okulu olarak açıldı. Kısa zaman sonra Boğaz'ın
Asya tarafında, Üsküdar’da bir kampus kurdu. Yavaş fakat
ümit var bir büyüme gösterdi. Başkanı Mary Mills Patrick ve
diğerlerinin gayretleri, Massachusetts meclisinin 1890'da okula
kolej imtiyazı vermesi ile mükâfatlandırıldı. Haberi ileten
telgraf İstanbul'a geldiğinde büyük bir sevinç doğdu : "Gayretli
öğrenciler binayı süslediler, akşamüstü tahtayı Türkçe ve diğer
dillerde "Kolej çok yaşa" kelimeleriyle doldurdular, sınıflar bir
gün için tatil edildi, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Rumca ve
S a y f a | 43
Ermenice beliğ konuşmaların yapıldığı bir ziyafet verildi." Kolej
1900 yılında 146 öğrenci kaydetti.
C) İŞ ÇEVRELERİ
Osmanlı imparatorluğu ile ticari münasebetler ilk Amerikan
misyonerlerinin İmparatorluğa varışına kadar iner. On
sekizinci yüzyılın sonundan itibaren İzmir, Amerikan
gemilerinin Amerikan pazarlarına İzmir inciri ve kuru üzümü
taşıdıkları bir ambar idi. Amerikan gemileri, hurma ve diğer
yerli ürünleri toplamak için Arabistan Yarımadası limanlarına
da uğradılar. Orta Doğu ile ticaret mütevazı hacimde olsa bile
birkaç Amerikalıyı bu bölge ile temas ettirdi ve onlara yöresel
çıkarları tattırdı.
Yerlilerini ve adetlerinin bir kısmını tanınmalarına vesile oldu.
1900 yılında Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na ihracatı
yarım milyon doların biraz üstünde idi fakat Türkiye'den
aldıklarının tutarı, meyan kökü, halılar, meyve, fındık, yün,
afyon ve deri dâhil, bu miktarın yaklaşık on dört katı idi. On
dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru İran-Amerikan ticareti o
kadar az idi ki ayrı listesi bile yapılamadı. Amerika'nın Mısır'la
olan ihmal edilebilecek küçüklükteki ticareti uzun lifli pamuk,
deriler, Arap sakızı, sinameki ve soğanlardan ibaretti.
Amerika'nın en büyük ihracatı petrol ve petrol ürünleri,
bilhassa kerosen, ve küçük bir miktar da endüstri ürünleri
üzerineydi.
Ç) DİĞER İLŞKİLER
On dokuzuncu yüzyılda Amerikan işadamları, misyonerleri ve
eğitimcilerinin devam eden faaliyetlerine ilave olarak, farklı
şekiller altında fazla temas olmamıştır. Amerikan arkeologlar
eski medeniyetlerin kalıntılarına karşı ilgi duymaya
başlamışlardı Kitab-ı Mukaddes öğrencisi olan Edward
Robinson, Orta Doğu'daki Amerikan arkeologlarının öncüsü
sayılabilir. Onun Filistin'de 1838'de yapmış olduğu dikkatli
topoğragik çalışmalar hala arkeologlar tarafından takdir edilir.
S a y f a | 44
1900 yılında, Kudüs'teki Amerikan Doğu incelemesi Okulu
(Amerikan School for Oriental Studies) Kutsal topraklarda
Amerikan arkeoloji araştırmalarında yeni bir çağ açtı.
Mezopotamya'da 1889 ve 1890 yılları boyunca bir Amerikan gezi
heyetinin dikkatini çekti. Amerikanlar, Mısır'a (Egyptology) da
ilgi göstermeye başladılar. Bunun başlıca sebebi İngiliz
kontrolündeki Mısır Keşif Fonu (Egypt Exploration Fund)nun
parasal desteği idi. 1883 ile 1902 yılları arasında, bu fondan
126,000 dolar aldılar. 1900 yılının girişiyle Amerikan Mısıroloji
(Egyptology) de yeni bir nesil ortaya çıktı. James H. Breasted,
George Reisner ve A.M. Lythgoe ile arkeolojide yeni bir devir
başladı. İlk büyük Amerikan gezisi, Kaliforniya üniversitesi
(University of California) tarafından, 1899'da gerçekleştirildi ve
Mrs. Phoebe Hearst tarafından finanse edildi.
Askerî gemilerin ziyaretleri ve Amerikanların özel teknik
hünerlerle ilgili sergiler, Birleşik Devletler ile Orta Doğu
arasındaki diğer ilişkilere dâhildirler. Yirminci yüzyılın
başlarında bazı zengin Amerikanlar Osmanlı İmparatorluğu'na,
Mısır'a, bilhassa Kutsal topraklara ticaret yapmak için giden
turist sayısını kabartıyorlardı. Yeni dünyanın vaatkarlığı çok
sayıda Osmanlı vatandaşını Birleşik Devletlere gitmek üzere
vatanını terk ettirdi. Göç edenlerin çoğu Ermeni ve Süryani idi
fakat önemli sayıda Rum ile birkaç Türk de ata diyarlarını
bırakıp gittiler.
Başka bir temas şekli de Amerika'daki Yahudiler ile
Filistin'deki Yahudi kolonisi arasındaki temas idi. Dini veya
hissi sebeplerle oralarda yaşamayı seçen Amerikan milliyetli
bazı kişiler de buna dahildir. Amerikan Yahudileri, bilhassa
zengin olanlar, Filistin'deki dindaşlarına derin bir yakınlık
duydular ve onlara cömertçe yardım ettiler. Yüzyılımıza
yaklaşırken, Amerikan Yahudiliği, Filistin'deki Yahudi toplumu
için Amerika'da toplanan yardımların dağıtımı üzerine çıkan ve
büyüyen iç ihtilaflardan çok çekti. Mamafih, henüz başlangıç
halinde bulunan modern Siyonist hareket Amerikan
Yahudiliğini pek derinden rahatsız etmedi; 1900 yılında
toplanan Amerikan Siyonistler Federasyonu'na (the Federation
of American Zionists) seksen bir üye katılmıştı.
S a y f a | 45
4. AMERİKAN DİPLOMASİSİNİN ORTA DOĞUDAKİ
ORGANİZASYONU, POLİTİKALARI VE PROBLEMLERİ
Yukarda sayılan çeşitli faaliyetleri yürüten Amerikan
vatandaşlarının korunması için hükümet (State Department)
Orta Doğu'da bir anlaşmalar şebekesi, kordiplomatik ve
konsolosluk acentaları kurdu. İlk teşebbüsten yıllar sonra, 1830
da, Birleşik Devletler ile Osmanlı İmparatorluğu en fazla tercih
edilen millet (most favored nation) anlaşması imzaladılar. Bu
anlaşma ile Birleşik Devletlere, daha sonraları pek çok ihtilafa
sebep olacak önemli kapitülasyon hakları verdi.
Bunun takip eden yılda, hava tuğgenerali David Porter, heyetin
maslahatgüzarı oldu ve 1834'ten 1843'te ölümüne kadar orta
elçi olarak kaldı. Bundan sonraki yıllarda önemli Amerikan
şahsiyetleri (General Levr Wallace, Oscar S.Straus ile Michigan
üniversitesinin Başkanı James B.Angell dahil) İstanbul
heyetine başkanlık ettiler.
Osmanlı
İmparatorluğunun
diplomatik
sinir
merkezi
İstanbul'da bir başkonsolosluk faaliyete geçirildi; oralarda
yerleşik Amerikan misyonerlik ve ticaret ilgililerine hizmet
etmek için İskenderun, Beyrut, Erzurum, Harput, Kudüs, Sivas,
İzmir ve Bağdat'a sekiz konsolosluk kuruldu. Kahire'deki bir
baş-konsolosluk Mısır'da Amerikan menfaatlerini korudu. Bu
ülkedeki Milletlerarası karma Mahkemelerde (International
Mixed Courts) Amerikan hakimler de görev yapıyorlardı. İran
ile 1856'da bir anlaşma yapılmış olmasına rağmen 1883 yılına
kadar
bir
heyet
oluşturulmadı.
Ancak
Presbiteryen
misyonerlerinin kuzeybatı İran'da yayılmaları kongre üyeleri
uyardıktan sonradır ki bu iş gerçekleşti. 1900 yılında İran'a
gönderilen elçi, baş-konsolos olarak da görev yaptı. Diğer
Amerikan konsoloslukları Arabistan Yarımadası'ndaki İngiliz
demir atma limanları olan Aden ve Muskat'ta kuruldu.
Bu Amerikan diplomatların resmi görevleri, Orta Doğu'yu güç
ve mevki yarışında büyük bir arena olarak değerlendiren
Avrupa Güçlerinin manevralarıyla karşılaştırıldığında, daha
S a y f a | 46
uysal göründü. Amerika, bu milletlerarası rekabetten uzakta
kalmak için, uğraştı durdu. Hiçbir şeye karışmama aslında
Amerikan politikasının olumsuz yönü oldu. Olumlu yönü ise
Amerikan vatandaşlarının ve onların birey veya grup
menfaatlerinin korunabilmesi oldu. Bu ikizleri ihtiva eden
Amerikan politikası, hiçbir şekilde Almanya'nın hedefleri özenle
hazırlanmış Orta Doğu politikasıyla karşılaştırılamazdı. Mesela
1898 yılında Alman Kayzeri sırf Almanya'nın ekonomik
nüfuzunu ilerletmek için, İstanbul'a yakışıksız bir ziyaret
yapmıştı.
Karmaşık güç mücadelesinden kaçınma, Amerikan diplomasisini ve diplomatlarını İstanbul ve Tahran'da ikinci plana attı.
Bu ikinci sınıf pozisyonun sembolü İstanbul'daki heyet
karargahının genel görünüşü idi. 1898 de John Riddle heyetin
sekreterlik görevinden ayrılırken, kendi yerine geçecek olan
Lloyd Griscom'a, ikinci katı Amerikan heyetine karargah görevi
gören, üzerinde dişçi tabelası olan kılıksız evi işaret ederek "işte
Amerikan heyeti, pek etkileyici cazibeli değil, değil mi?"
demişti.
Griscom, Washington'dan gelen emir üzerine, Amerikan
heyetini elçiliğe yükseltme meselesini Sultan'a açtığında,
Sultan'ı isteksiz buldu. Belki bu, kısmen daha güçlü olan
komşuları Rusya ve Almanya'ya duyduğu saygıdan ötürü idi.
Osmanlı İmparatorluğundaki Amerikanlar hep, Amerikan
diplomasisinin zayıflığından yakındılar. Robert Kolej ile Beyrut
Koleji'nin başkanları Washburn ile Bliss, pek çok konuda
Osmanlı makamları ile doğrudan görüşerek, "İşini kendin gör"
diplomatları haline geldiler. Hatta sözde sulhsever misyonerler
bile arasıra, Türklere istedikleri yönde baskı yapmak üzere
Washington'dan harp gemileri ile deniz tatbikatı yapmalarını
bizzat talep ettiler. Fakat Washington onların istediği karşılığı
vermedi.
Amerikan misyonerleri ve eğitimcileri bazen İngiliz yabancı
servislerinden yardım istediler ve Amerikan diplomatları bazen
İngiliz yararına çalıştılar. Mesela Oscar Straus, İngiliz öksüzler
yurdunun tekrar açılmasında Babıâli’nin tarafsız kalması için,
gayri resmi arabuluculuk yapmıştı. Resmi düzeyde, yüzyılın
S a y f a | 47
değişmesiyle İngiliz-Amerikan işbirliği, iki ülkenin "iyi
münasebetler tesis etme" gayretleri ile büyük bir uyum içine
girdi.
Amerikan ve diğer Batılı diplomatların problemlerine Sultan
Abdülhamit II'nin temkinliliği de eklendi. 20. yüzyılın
başlamasıyla Sultan, İmparatorluğun ve rejiminin yaşaması
konusunda çok hassastı.
Amerikalı diplomatlar Doğu sorunu ile ilgili yüksek politika
meseleleriyle nadiren ilgilendiler. Esas görevleri, hem Osmanlı
tebaası ve hem de Amerikan uyruklu olan Amerikalıların menfaatlerini ve menfaatlerini kapitülasyonlar yoluyla korumaktı.
Politik, ekonomik ve kanuni yönleri olan bu kapitülasyonları,
Batı ülkeleri kendi milletleri için daha önceleri elde etmişlerdi.
Amerikan vatandaşlarının kayırılmalarını öneren Amerikan
anlaşma taslağını Osmanlı otoritelerinin reddetmiş olmalarına
rağmen, Birleşik Devletler açıkça kabul edilmemiş olan
kapitülasyon haklarını, 1830 da imzalanan Türk-Amerikan
Anlaşması'ndaki 'en fazla tercih edilen millet' kaydına
dayandırdılar.
1900 yılında Türkiye ile anlaşmaya varılmayan diplomatik
mesele, 1894-1898 Ermeni isyanında Anadolu'da zarara
uğrayan misyonerler için Amerika'nın Türkiye'den ödemesini
istediği tazminat meselesi idi. Amerikan misyonerlerinin ABD
Dışişlerine, Dışişlerinin de İstanbul'daki ABD heyetine,
Osmanlı devlet ricalini etkilemeleri hususunda baskı yapmış
olmalarına rağmen, aradan seneler geçmiş ve Amerikan
misyonerleri hala bir sonuç alamamışlardır. 1898 de Oscar
Straus geldiğinde, kendisinden önce gelen elçi Alexander W.
Terrell ile James B.Angel'in baskısıyla meseleyi ele aldı.
1890 da ayrılmasından biraz önce Straus meseleyi
halledemediği için düştüğü hayal kırıklığını ve teessüfü ABD
Dışişleri Sekreteri Hay'e yazdı. Fakat çeşitli güçlüklerden sonra
Osmanlı Devletinden ödeme vaadini aldı. Bu miktar, Avrupalı
güçlerin aynı iddialarla kopardıklarından daha fazla idi.
Straus'un hazırlık mahiyetindeki çalışmaları sayesinde Lloyd
Griscom 1901 yılında yaklaşık 90.000 dolarlık ödemeyi
yaptırmayı başardı. Fakat sonuca varmak için sabır, şahsi
S a y f a | 48
sevimlilik, tehdit ve bir Amerikan savaş gemisi vermek gerekti.
Sultan, yüzü kurtarmak için, tazminatı Filadelfiya'nın Cramp
gemi yapım firmasından satın aldığı bir kruvazörün bedelinin
bir kısmı imiş gibi işlem yapılmasında ısrar etmişti.
Misyonerler Ermeni isyanlarından sonra sadece şahıslarının ve
mallarının güvenliği ile ilgilenmediler. Eğitimcilerin yaptığı
gibi onlar da faaliyetlerine konan sınırı kaldırabilmek için
diplomatik yardım talep ettiler. Harput'ta Ermeni isyanı
sırasında harap olan misyon binalarının tamiri, Robert Kolej'de
ek binaların inşası için gerekli izni almak için heyet yıllarca
çalıştı. Bu çalışmalar Maraş'taki dini seminerin tekrar inşa
edilmesinde ve Dr. William S. Dodd'un misyoner hastanesinin
Kayseri'de faaliyete açık bırakılmasını da sağladı.
Amerikan resmi memurları anavatan-doğumlu Amerikalıların
haklarıyla ilgilenirlerken, Osmanlı uyruğunu kabul etmiş
Amerikalıların haklarını savundukları zeminden daha çetin bir
zemin üzerinde bulunuyorlardı. Türkiye yabancı uyrukluların
haklarını her defasından Sultan'a danışıyor, onun rızasına göre
değerlendiriyordu. 19. yüzyılda, Birleşik Devletlere gitmek
isteyen Ermenilerin baskısı ile Amerikan memurları,
Ermenilerin ayrılmaları için gerekli izni sağlamak ve gitmeyi
kolaylaştırmak için (Bazen Amerikan uyruklu biri ile
nişanlamak suretiyle) çok çaba sarf ettiler. Bu daire, göç
edenler için ABD'den gönderilmiş olan seyahat fonunun
dağıtımına da aracılık etti.
S a y f a | 49
IV. BİRLEŞİK DEVLETLER VE ORTA DOĞU, 1900-1914
Bu dönemde Orta Doğu'da yabancı unsurların ve kuruluşların
eleştiriye uğramağa başlaması, bölgenin geleceği ve Batı
dünyası ile ilişkileri bakımından çok çeşitli neticeler
doğurabilecek hareketleri tahrik etti. Bölgenin kendi
meselelerinde batı müdahalesine son verilmesine yönelik reform
talepleri, yabancı menfaatin istediği kurumları değiştirmeye
başladı. Pek çok Amerikan, düzeltilmesi unutulan fakat eninde
sonunda değişecek olan sahalarda aktif iken hazırlanan
değişikliklerin anlamını çok az kimse, bulanık bir biçimde
anladı. Mamafih, Washington'daki politikacılar, ananevi
diplomatik yaklaşımların yerinde olduğu, yerel şartları
değiştirmek suretiyle dikte ettirilecek uyuşmalar için uzun
vadeli ciddi girişimler yapmanın uygun olmadığı inancını
korudular.
1. ORTA DOĞU'YA REFORM MAYASI
Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki on yıllarda, Batı dünyasının
kendini adamış olduğu ilerleme ve Batı normlarında insan
mükemmelliği idealleri, Orta Doğu'da bazı liderlerce de makbul
sayıldı. Hali hazırdaki düzenden tatminsizlik duyguları,
Batı’nın etkisiyle giderek büyüyen, insanın yaşam şeklinin
temel esaslarına kendinin şekil verebileceği inancıyla birleşerek
İslam toplumundaki hâkim bir düşünceye, hali hazırdaki
durumun Allah'ın isteğinin bir yansıması olduğu düşüncesine
meydan okudu. Orta Doğu'da reform için iç baskıların şüphesiz,
bir tek karakteristiği vardı: İlerleme arzusu. Bu yıllar, dünyayı
yirminci yüzyılda da sallamaya devam edecek olan ihtilaller
S a y f a | 50
veya ihtilalci hareketlerin tahrik yılları idi. Sadece Rusya, Çin
ve Meksika'da değil, Türkiye ve İran'da da eski rejimler, eski
kurumlar ve eski fikirler sallanıyordu. Bu sallantılara, o zaman
pek düşünülmeyen fakat Asya, Afrika, Pasifik adaları ve
Karayiplerdeki menfaatlerini de tehdit eden, Batı emperyalizmine karşı protestolar refakat ediyordu. Daha sonraları antikoloniyalizm adını alacak olan ilk gümbürtüler, yabancı
egemenliğine karşı olan yerlerde duyulabiliyordu. Birleşik
Devletler, koloniyel bir güç olarak, Karayipler ve Pasifik'teki
toplumlara tahakküm ederken çözümü güç problemlerle yüz
yüze geldi.
Bunlara bir de endüstri çağının gerektirdiği reformları yapmak
gerekliliği eklendi. Bu iki problem o kadar büyük boyutlara
varmıştı ki Amerika'nın Avrupa veya Orta Doğu'nun gürültüpatırtısına karışmaya takati kalmamıştı.
2. AMERİKAN MENFAATLERİNİN NİTELİĞİ
Orta Doğu'da Amerikan menfaatleri, kültürel, insancıl ve ticari
sahalarda, 1900-1914 yılları arasında mütevazi bir genişleme
gösterdi. Birleşik Devletlerin resmi politikası, Doğu Sorununa
lakaydilik olarak devam etti. Bir tek istisna vardı: "Dolar
Diplomasisi"nin sahipleri Başkan William H. Taft ve Dışişleri
Sekreteri Philander C.Knox, 1909-1911 yılları arasında Osmanlı
İmparatorluğu'nda dev bir demir yolu projesi ile diğer ekonomik
kalkınma projelerini içeren Chester Projesi'ni desteklediler.
Amerikanın ekonomik sızmasını hızlandırmak fiyasko ile
neticelenince ABD Dışişleri çabucak geri çekildi. Osmanlı
İmparatorluğu'ndaki nüfuzlarından endişe eden Avrupa
güçleriyle yaptıkları ciddi çarpışmalar, Amerika'nın dünyanın
bu uzak ve ayaklanmış kısmında beynelmilel politikadan elayak çekmesinin ne kadar akıllıca olduğunu ona gösterdi.
Yeni tomurcuklanan Amerikan menfaatlerini ananevî yollardan
korumak mümkündü. ABD'nin kültürel ve ekonomik
faaliyetleri, Orta Doğu'da nüfuz pozisyon için yapılan
milletlerarası
kavgadan
ayrı
kompartımana
kapatılıp
mühürlenebilirdi. Ancak Amerikan menfaat grupları diplomatik
S a y f a | 51
koruma isteklerinde ve bu menfaatler Büyük
menfaatleriyle çakıştığında sık sık çatışmalar oldu.
Güçler'in
3. BU DÖNEMDE MİSYONLAR
Misyonerler ve Küçük Asya, Suriye, İran, Mısır ve İran Körfezi
sahalarındaki çalışmaları, hala Amerika'yı en çok ilgilendiren
şeylerdi. Bu yıllar misyonerlerin büyük iyimserlik yılları idi. En
azından, daha kalabalık Müslüman muhatap bulma isteklerine
karşılık İslam toplumunun engellerini kırdıklarını düşünüyorlardı. Mesela İran misyonerleri, misyoner okullarına kayıt
olanların artması karşısında çok sevindiler. Fakat az sayıda
Müslüman öğrencinin devam etmesi, bu gelişmenin anlamı
üzerine duyulan hisleri karıştırıyordu.
Yirminci yüzyılın girmesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu
topraklarında ve diğer Ortadoğu ülkelerinde pek çok yönlerde
reform hareketleri görüldü. Bunların arasında eğitim reformu
hareketleri de yer aldı. Medreselerin ve özel yerli okulların
metod ve programlarının doğurduğu tatminsizlik kendini pek
çok sahada gösteriyordu.
Daha iyi metod önermek ve programı fen, coğrafya ve günün
diğer konularıyla zenginleştirmek için girişimler yapılıyordu.
Bu ihtiyaçla İran halkı misyoner okullarına daha büyük sayıda
öğrenci göndermeye başladı. Bundan sonra, misyoner okulları
sadece azınlık okulları olmaktan çıktı. Müslüman öğrencilerin
bütün misyon okullarına akını, Hıristiyanlık dersi hatırına
değildi. Onları çeken şey fen, bilimsel metod ve öğretim
kadrosunun yeterliliği idi. Hıristiyanlık dersi programda seçme
değil zaruri ders idi.
Hükümetin engellemelerine rağmen Orta Doğu'da misyonerlerin her çalışma alanında ilerlemeler oldu. Presbiteryenler
İran'da Reşt'te, 1902 yılında, Hazar denizi kıyısı operasyonları
için bir merkez, 1905'te güneye sarkarak Kirmanşah'da yeni bir
merkez, altı yıl sonra doğuya bir atlama yaparak mukaddes
S a y f a | 52
İslam şehri Meşhed'de bir merkez daha kurdular. Meşhed'de ilk
çalışma yıllarında bir tek misyoner bulunuyordu. Genişleme
operasyonunun göstergesi sadece bu yeni merkezler değildi.
1900 yılında Tahran misyonu Kazvin'de bir şube açtı. İkinci
Dünya Savaşı sıralarında Ruslara ödünç levazımat transferi
için bu merkez kuzeye taşındı Aynı yıl Tahran'daki okul lise
haline geldi, 1913’te birinci sınıf (Junior) kolej statüsünü
kazandı.
Bu ilerletmelere eş bir ilerleme tıp sahasında da oldu. Dr. Mary
Eddy ilk tüberküloz sanatoryumunu Osmanlı imparatorluğunda, Beyrut yakınlarında 1908 yılında, Presbiteryen
himayesinde kurdu. 1914 yılının girmesiyle Amerikan Board
dokuz hastane ile on dispanser açtı. Buralarda yaklaşık kırk bin
hastaya bakıldı.
Kayıtlar gösteriyor ki misyonerler dar kafalı ve mutaassıp
olabilmektedir. Bilhassa yardım için Birleşik Devletlere
başvurduklarında İslam'a kara sürmekte mübalağa ettiler.
Mesela, Amerikan Board, Rockefeller Vakfı'na, Türkiye'deki
girişimlerini iki veya üç yıllık periyotlarla desteklemesi için
1,385.000 dolar talep ettikleri 1915 Martında, İslam hakkında
şümullü bir iddianameyi Vakıf'a sundu. Heyetin Tedbir
Komitesinin raporunda; "Bütün tarihi boyunca İslam,
hükmedegeldiği insanların entelektüel gelişimlerine düşman
olagelmiş, sağlığın korunması için kullanılması gerekli tüm
modern aletlere karşı gerici tavır takınmıştır". diyerek
İslamiyet'e haksızlık etti.
Tarihçiler misyoner tarafgirliğine ve genellikle Hıristiyan
tarafgirliğine dikkatleri çekmelidir. Çünkü yedinci yüzyıldan
beri, bilhassa, İslam ve İslam toplumunu az ve kötü tanıyan
Haçlılardan bu yana Batı daima tarafgirdir.
Mahalli otoritelerin misyoner yayılmasına karşı tedbirler
almaları misyonerleri rahatsız etti ve misyonerler diplomatik
müdahale istediler. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Amerikan
diplomatları, son yıllarda idarî emirlerle hayli aşınmış olan
Amerikan antlaşma haklarını kullanarak müsamaha temin
etmeye çalıştılar. Avrupalı milletlerin misyonerleri de
S a y f a | 53
İmparatorluğun sınırlayıcı politikasından etkilendi. 1901
yılında Fransa, Fransız misyonerliğine müsamaha edilmesi için
Türklere baskı yapmak için, İstanbul'daki dok haklarını bir
manivela olarak kullandı.
Bundan sonra Rusya, kendi misyonerleri için aynı hakları
koparmayı başardı. Türkler, aynı müsamahayı Amerikan
misyonuna ve kolejlerine tanımayı reddedince, Elçi John G.A.
Leishman bu ayrımı şiddetli bir şekilde protesto etti. Roosevelt
idaresi, elçiyi desteklemek için birçok kereler deniz filosu
gönderdi. Leishman'ın büyük gayretlerine rağmen, Türk
müdahalesi bu yıllarda da misyonerlerin hızlarını kesmeye
devam etti. Seyahat izni sonuçlanmadı, Kutsal Kitap
satışlarında sınırlamalar vardı, protestolar sonucu 1908 de
kaldırıldı. Türk resmî otoriteleri misyonerlerin haberleşmelerini
de kontrol altında tutuyorlardı.
Misyoner Ellen Stone Mekadonyalı çeteciler tarafından 1901
Eylül başlarında kaçırıldı. İsyanların yer yer patlak verdiği
Makedonya'da Bulgar eşkiyalar, kendi politik hedeflerini
gerçekleştirmek için Osmanlı hükümetini taciz etme yollarını
aradılar. Politik hedefleri imparatorluktan ayrılmak, bağımsız
bir devlet kurmak veya muhtemelen Bulgaristan ile birleşmek
üzere, idi. Bu yüzden, Bayan Stone'un rehin tutulmasında,
rehineye karşılık alacakları yüklü paranın yanı sıra politik
sebepler de yer alıyordu.
Washington resmî makamları karışık Balkan manzarasını
yanlış anlamaktan dolayı bir hataya düşerlerken, Stone için
Amerikan kilise çevresinde ayinler yapılıyordu. Bu arada,
Bayan Stone'un rehineliği için yaklaşık yedi bin dolar, Birleşik
Devletlerde halkın iştirakiyle toplandı. Bu para, İstanbul’daki
Amerikan Heyeti'nden Dr. William W. Peet vasıtasıyla
eşkiyalara 1902 şubatında ödendi ve zorbalar Bayan Stone'u iki
hafta içinde serbest bıraktılar.
Birleşik Devletler hükümeti Türkiye'yi karşısına almadı. Bunun
sebebi, kısmen Makedonya Devrim Komitesinin bu kaçırma
olayını, Türkiye ile Birleşik Devletler arasındaki meseleleri
alevlendirmek için planladığı şüphesi idi. Profesör Alfred
Dennis,durum hakkındaki dokümanları etüd ettikten sonra şu
S a y f a | 54
neticeye vardı: "Miss Stone'un Amerika'daki misyoner
arkadaşlarının gösterdiği histerik heyecan ve Amerikan basını,
ödemek
zorunda
kalınan
büyük
miktarın
esas
sorumlusuydular". Robert Kolej'in Başkanı George Washburn,
olayın ilk basamaklarda "kötü idare edildiğini" ifade ederek
Amerikan gazetelerinden verilen haberlerin, zorbaları fidye
parasını istemeye yönelttiği fikrine katıldı. Böylece basın
kopardığı yaygara ile, Bayan Stone'un ele geçirildikten sonraki
birkaç gün içinde ve az bir para karşılığında salıverilmesini
ihtimalini yok etmişti.
Bu arada Osmanlı resmî makamları, imparatorlukta bulunan
Ermenilerden giderek daha fazla şüphelenir hale geldiler.
çünkü Ermeniler, gizli cemiyetlerinin faaliyet sahasını
genişlettiler ve Ermeni milliyetçiliği açıkça konuşulur hale
geldi. 1909 yılında ikinci bir Ermeni isyanı dalgası, Amerikan
misyonerleri ile çok yakından kaynaşmış olan bu Hıristiyan
azınlığının emelleri için Amerikan'ın gücünden istifade
ediyordu.
Bütün bu yıllar boyunca, misyonerlerin çok yönlü çalışmaları ile
ilgili haklarını korumak için Amerikan diplomatları Osmanlı
İmparatorluğu'na karşı kesintisiz mücadele verdiler. Türkiye'de
üçüncü görevini (1909-1910) yapmakta olan Oscar Straus,
Amerika'nın dini, insani ve eğitim müesseselerini, 1908-1909
ihtilalinden sonra Jön Türk rejiminin çıkardığı Cemiyetler
Kanunu'ndan muaf tutturmayı en önemli görevi addetti.
4. KOLEJLER
Amerikan Kolejleri bu dönemde de Orta Doğu'ya tekrar şekil
vermede oynayacaklardı rolün bilincinde idiler.1900 yılı ile
birlikte Robert Kolej, Kadınlar İçin İstanbul Koleji
(Constantinople College for Women) (genellikle Kadın Koleji
deniyordu) ve Suriye Protestan Koleji sıkıntılı yıllarını aştılar
ve 1914 yılıyla birlikte de önemli gelişmeler gösterdiler. 1903
yılında Robert Kolej, Türkiye'de Amerikan Board misyoneri
olarak yirmi yıllık, Harput’taki Fırat Koleji başkanı olarak da
S a y f a | 55
sekiz yıllık tecrübesi olan Caleb Frank Gates'i kazandı. 1912
yılında bir mühendislik okulunun açılması Robert'ın
büyümesinin bir simgesi oldu. Bir Purdue mezunu olan genç
Lyon Scipio, Nebraska üniversitesinden, yeni mühendislik
derslerini başlatması ve dekan olması için çağrıldı. Otuz yıl
sonra emekliye ayrıldığında, ilk yıllarda karşılaştığı inanılmaz
problemler hakkında ilginç anılar anlattı. Dersleri yönetmek,
materyal ve aletlerin kullanım yerleri inşa ettirmek, yarım
binaları tamamlamak zorundaydı. Öğrenciler arasında el
gücünün alçaltıcı bir şey olduğu kanaatini yıkarak,
arkadaşlarını şaşırttı. İlk sınıflarında, bir tek İngilizce konuşan
öğrenci vardı ve tercüme ediyordu. Fakat az sonra, matematik
sembollerin de yardımıyla öğrenciler dersi takip edecek hale
geldiler.
Kız Koleji (Women's College) nin başında, enerjik bir kadın olan
Mary Mills Patrick vardı. Mary Mills Patrick 1908 yılında, uzun
süren bir mücadeleden sonra Amerikan Board ile olan bağlarını
koparmayı başardı. Koleji özel merakları haline getiren pek çok
Amerikalı kadının desteği ile Common Wwealth of
Massachusetts'den bir imtiyaz belgesi elde edildi ve artan fon
neticelerini verdi. Boğazın Avrupa yakasında yeni bir kampus
kurmak için yıllarca sürdürülen çaba meyvesiz kalmıştı. Fakat
1914 yılıyla birlikte yol açıldı ve kolej yeni yerine yerleşti.
Hemen ilk yıllarda bir hazırlık okulu açıldı.
Beyrut'taki Suriye Protestan Koleji, hatta savaştan önce,
önemini Orta Doğu'da hissettirmişti. Mezunları, Orta Doğunun
her yanında pekçok modern dükkanlar, önemli acentalar
açtılar, bankalar ve ticari teşebbüsleri idare ettiler. Kolej'in
başında ikinci başkanı Dr.Howard Bliss bulunmaktaydı.
Dr.Howard Bliss 1902 de babasının yerine geçmişti. Eski
idarecilerin hepsi değiştirildi ve Birleşik Devletlerdeki mütevelli
heyeti ile çok yakın ilişkiler içine girildi. Tıp okulu gelişti ve
Osmanlı otoriteleri tarafından en sonunda, tanındı. Bu sonuç
elde edilmeden önce, 23 kişiden oluşan bir heyet bu iş için
Washington'a Başkan Theodore Rossevelt'i görmek için gitmişti.
Başkan ve sekreter Hay, Amerika’nın eğitim, kültürel ve insani
çıkarlarını korumak için, hükümet birinci sekreteri John
Foster'e, İstanbul'daki Büyük elçi John Leishman'a, Amerika’
S a y f a | 56
nın isteklerini sağlam bir ifade ile dikte ettirmesini söylediler.
Leishman, kendi mezunlarının Fransız veya diğer tıp
enstitülerinin mezunlarıyla eşit sayılması için çok titiz ve
başarılı bir şekilde çalıştı. Tıbbi imkânların genişlemesi, bir
kadın hastanesinin açılması bu yılların gelişmelerindendir;
1910’da da bir dişçilik okulu açılmıştı, Kolejin mezunlarından
çoğu Orta Doğu'da kaldılar. 1902-1910 yılları arasında tesiri
fazla olan öğrenci cemiyetleri kurdular, 1910 yılında bir kolej
magazini çıkardılar ve bu magazin daha sonra, fakültenin
düşüncelerini ve Arap milliyetçiliği düşüncelerini ihtiva eden,
"Orta Doğu Forumu" ile birleşti.
Amerikan kolejlerine eğitimdeki etkinlik sebebiyle kaydolan
Müslüman öğrenciler 1909 yılında, kiliseye devam mecburiyeti
ile Kitab-ı Mukaddes (Bible) sınıfına devam mecburiyetini
protesto ettiler. Son başkanlardan Bayard Dodge, yıllar önce,
1913 de fakülteye geldiği günleri hatırlar: öğrencilerin çoğu
misyoner okullarından gelmişlerdi. Bunların büyük bir
çoğunluğu ise Lübnan Dağı'nın Hıristiyan topluluklarından
gelen köy çocuklardı. Bunun yanında tıp öğrenmeye gelen ve
Küçük Asyalı olan Ermenilerle, Mısır ve Filistin’den gelen
zengin aile çocukları da vardı. "Beyrut'ta hayat çok basitti. Gece
kulüpleri veya eğlence yerleri yoktu. Sadece şehrin iyi
semtlerinde kahvehaneler ile daha aşağı yerlerde kırmızı ışıklı
meyhaneler vardı.
Öğrenciler arasında, genellikle, içki içme veya kumar oynama
gibi alışkanlıklar yoktu. Kolej'de, yürüme ve yüzme gibi Batı
eğlenceleri gittikçe daha yaygın hale geliyordu ve yıllık bahar
eğlencelerine yüksek hükümet yetkilileri de katılıyorlardı.
Öğrenciler için seyahat etmek hala ilkel ve karmaşık idi.
Lübnanlı öğrenciler katırla veya eski model arabalarla
geliyorlardı. Kuzeyden gelen Ermeniler Halep'e kadar
hayvanlarla, ondan sonra da trenle seyahat ediyorlardı.
Mısır, Filistin, Trablus, Lazkiye veya Yunanistan'dan gelen
öğrenciler gemiyle geliyorlardı. Fakat Irak ve İran'dan gelen
birkaç öğrenci çok zor durumda idiler. Bahtiyari kabilesinin
emiri Hamedan'dan oğlunu getirdiğinde "yedi yıl dolmadan
oğlunu gelip götürmeyeceğini" söylemiştir.
S a y f a | 57
Akademik çalışmaların kalitesi iyi idi Bunun yanında bazı
dersler, üç yıl için anlaşma yapmış, tecrübesiz Amerikan
öğretmenleri elindeydi. Başkan Dodge daha sonradan şunları
yazar: "1913 yılında kolejimiz oturmuştu ve önümüzdeki yıllar
için planlar yapabiliyorduk."(17).
5. İŞ HAYATI
Misyonerlerin ve eğitimcilerin iyimserliği, Orta Doğudaki
Amerikan iş çevrelerinin potansiyelini görenlerin umutlarıyla
uyuşuyordu. Amerikalıların endüstriye dayalı ekonomileri harp
öncesinde yüksek düzeyine ulaştığı için, Amerikan ticaretinin
dış ülkelere yayılması, bilhassa Taft'ın idaresi yıllarında, çok
ilgi toplamıştır. I. Dünya savaşından on yıl kadar önce, (1903’
lerde), Osmanlı İmparatorluğu'ndan ithal edilen tütün ithalatta
ilk sıraya yükseldi. Osmanlı Amerikan ticaretinde ticaret
rakamları çok yavaş bir yükselme gösterdiği sıralarda, 1902 de
Birleşik Devletlerin ithalatında Türkiye'nin payı yüzde 1 iken
1902 de yüzde 1-2 oldu;Amerika'nın ihracatında da Türkiye'nin
payı 1902 de yüzde 0,05'den 1912 de yüzde 0,17'ye çıkmıştır.
1913 yılından ise Türkiye'nin Amerika'dan ithal ettiği mal
yüzde 2 iken Amerika'ya gönderdiği mal, ihracatının yüzde 23'ü
oldu.
Orta Doğu'daki Amerikan yatırımları, Batı Yarıküre ile
karşılaştırıldığında azdır ve çoğu Osmanlı İmparatorluğu'na
tahsis edilmiştir. En önemlileri de tütün, meyan kökü ile petrol
ürünlerinin ve dikiş makinelerinin pazarlanmasıdır. 1912’lerde
Amerikan Tütün Şirketi (American Tobacco Company) Türkiye'de tütün almak ve hazırlamak için yılda 10 milyon dolar sarf
ediyordu. Sigaralar Amerikan tütünü ile harmanlanarak
yapılıyordu ve bu tip sigara çok popüler hale gelmişti. Birleşik
Devletlere 1913 de İzmir'den ihraç edilen tütünün değeri
2387814 dolardı. 1912 yılında fabrikanın işçi sayısı Kevalla'da
1750, İzmir'de 1000, Samsun'da 800, İzmit'te 250 idi....... 1912
yılında, hepsi Türkiye'den olmak üzere ve MacAndrews ve
Forbes adına Birleşik Devletlere 1258299 dolarlık bir mal
transferi olmuştur. Firma, Avrupa ticaretinde kullanmak üzere
meyan kökü özü de imal ediyordu....
S a y f a | 58
I. Dünya savaşından önce, Standard Drill Company of New
York (Socony), ürünlerini pazarlamak için, (bilhassa gazyağı)
Mısır'da, Doğu Akdeniz'de, ve Küçük Asya'da geniş ihraç
pazarları tesis etti. Vacum Drill Company ile birlikte çalışan
Socony 1898 de Mısır kolunu harekete geçirdi ve bu kol, Doğu
Akdeniz kıyılarına da hizmet etti. 1911 yılında Socony
İstanbul'da bir dağıtım acentesi kurdu ve hem İstanbul da hem
İzmir'deki tankerlerini ve depolarını tamamladı. Bu yeni
imkânlar, ısıtma ve yemek pişirmede kullanılan gaz sobalarının
yaygınlaştığı Doğu Akdeniz'de satışların artmasına yardım etti.
Bu yüzden, ilk anlarda aydınlatmada kullanılan gazyağı için
yeni tüketim alanları ortaya çıkmış oldu. Romanya ve Rus
petrol ürünlerinin rekabeti Mısır pazarını parçaladı, fakat
Anadolu ve Doğu Akdeniz'de Amerikalıların satışı gittikçe arttı.
Singer Dikiş Makineleri (Singer Sewing Machine Company)
Şirketinin kayıtlarına göre, 1918 yılında Asya Türkiyesinde bu
şirketin yaklaşık iki yüz acente veya dükkânı vardı.
Mesela İzmir'de bunların sayısı dörttü. Bu makineler hemen
hemen her şehre ve önemli kasabalara, hatta içlere kadar
girmişti. Mesela Küçük Asya'da kırk asıl acente ile seksen yan
acente vardı. Makineler ya doğrudan Birleşik Devletlerden ya
da Liverpool ve Hamburg'daki depolarından satılıyordu.
Singer'in başkanı Douglas Alexander, Asya Türkiyesinde
normal olarak bir yılda bir milyon dolarlık iş yaptığını
hesapladığını söylemiştir.
Amerika'nın diğer bir yatırımı da İngiliz ve Fransız firmalarıyla
ortaklaşa olarak kurdukları ve İstanbul telefon sitemini ele
alan, Western Electric Company of Chicago'dur. 1912 yılında,
Amerikan mallarının İzmir bölgesinde daha çok sürümünü
sağlamak üzere, küçük çapta bir yatırım daha (American Trade
Develogement Corporation) yapılmıştır. Harpten önce bu şirket
ayak kabı, yağ, deri, fırın, kasa, ilaç ve ecza ithal ediyordu.
Savaş öncesi yıllarında, dört milyon hurma ağacının bulunduğu
Umman'daki Muskat limanından Birleşik Devletlere önemli
miktarda hurma gitmeye devam etti. Gemi ile Birleşik
Devletlere hurma taşımanın bir kaynağı da şatt-el-Arap
üzerindeki Basra Limanıdır.
S a y f a | 59
1912’de Türkiye'den Birleşik devletlere ihraç edilen hurmaların
değeri yaklaşık 600 000 dolar tutarındaydı. Bu değer, 1913’te
700 000 doları aştı.
Harpten önce Birleşik Devletlere giren kuru incirlerin hemen
hepsi İzmir'den geliyordu ve 25000 tonluk yıllık tutarın üçte
birini teşkil ediyordu. Kaliforniya'da yetişen bir cins incirin
rekabetiyle bu rakam harpten önce biraz düşüş göstermiştir.
Birleşik Devletlere gelen sultaniye kuru üzümü İzmir'den yola
çıkmaktaydı. İzmir Kaynaklı kuru üzüm Birleşik Devletlere
1913 yılında 96 000 dolara mal oldu ise de bu rakam dış
kaynaklı kuru üzümün on beşte birini teşkil etmekteydi.
Amerikan ticaret ve yatırımı mütevazı olsa bile, Orta Doğuda
Amerikan ticaret ve sermayesinin geleceğine dair büyük
ümitler beslenmekteydi.
Ticari açıdan hayati bir gelişme, 1911 yılında İstanbul'da
American Chamber of Commerce'in kurulmasıyla ve Türkiye ile
Birleşik Devletler arasında sefer yapan buharlı gemi
şirketlerinin organizasyonu ile başlatılmış oldu. American
Chamber of Commerce İzmir, Beyrut, Kahire ve Selanik gibi
büyük ticari merkezlerde şubeler açtı. Bu şirket 1912 de beş yüz
bayisi olduğunu iddia ediyordu ve çok önemli Amerikan ticaret
şehirlerinde şubeler açmak istiyordu. Bölgedeki Amerikan ticari
menfaatleri ile ilgilenmek üzere, bu şirket üç aylık Levant
Trade Review dergisi basmaya başladı. İlki de 14 Ağustos 1911
de basıldı. Amerika'nın Orta Doğu ile yaptığı ticaret,
ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, yabancı gemilerle ticaret
yaptığı için, maniayla karşılaştı. 1899 da, Barben Steamship
Company, İngilizlerin "gemi seferi" sayısının altındaki bir
sayıda NewYork ile Türk limanları arasında sefer yapmaya
başladılar. İngilizler buna hiç te hoşgörüyle bakmıyordu.
S a y f a | 60
6. GÖÇMENLER;
Savaş öncesinde nakliyatın gelişmesi, Osmanlı İmparatorluğundan binlerce Ermeni, Süryani ve Rumun Amerika'ya göçmesine
sebep oldu. 1890’ların ortalarında Ermeni isyanından sonra bu
damla bir dere oldu. 1899 başlarında Türkiye'den Birleşik
Devletlere gelen Ermenilerin sayısı 16.000 idi. 1899 ile 1914
arasında 46.000'i buldular. 1899 dan önce Birleşik Devletlere
40000-60000 Süryani gelmişken 1899-1914 arasında 86000
Süryani Birleşik Devletlere yerleşmiştir.
Kendilerine dayanak olan yerli Hıristiyan halkın göç etmesi
misyonerler için acı bir olaydı. Suriye'de uzun süre misyonerlik
yapan Dr. Herury H. Jessup, "Suriye en aktif gençliğini kaybediyor" demiştir. Amerikan Board Anadolu'daki istasyonlarından, Presbiteryen Heyeti batı İran'dan gönderdikleri raporlarında, aynı şeylerden şikayet etmişlerdir.
Nasiplerini Birleşik Devletlerde veya başka yerlerde arayanların yurtlarındaki akrabalarına gönderdikleri paralar, önemli
meblağlara ulaşmıştı. Sadece Anadolu'nun Harput yöresinde,
Amerika'ya giden Ermenilerin akrabalarına gönderdikleri para
600.000 dolardı. Department of Commerce'in bir acentesi olan
Oscar Campbell raporunda şöyle diyordu: "Bu göçmenler
Amerikalıların hayatında önemli rol oynadıkları gibi,
göçmenlerin Amerika'da biriktirdikleri para da, Amerikan
mallarına karşı duyulan gittikçe büyüyen talebin çekirdeğini
oluşturuyordu."
7. DİĞER İLİŞKİLER
Amerikalı diplomatlar, Amerikalı arkeologların Orta Doğudaki
çalışmalarına da yardım ediyorlardı. Yirminci Yüzyıl başlarında
Birleşik Devletlerde kültürel hayatın gelişmesinin bir sonucu
olarak üniversitelerdeki lisans sonrası eğitim ve meslekî eğitim
ile müze gibi kurumlar genişletilmekteydi. Kudüs'teki Doğu
çalışmaları için Amerikan Okulu (The American School for
S a y f a | 61
Oriental Studies) (Bu okul 1900 yılında kurulmuştu), bölgede
pek çok kazı gerçekleştirdi ve Filistin'de arkeologlar için bir
yetişme okulu oldu. 1908 yıllarında Harvard üniversitesi,
Samimiye'de kazılara başladı. Suriye'de Amerikan himayesindeki arkeoloji çalışmaları 1899-1900 yılında başladı ve 1904 ve
1905 yılları boyunca Princeton üniversitesi bu çalışmaları
devam ettirdi. Bu çalışmalarda mimari eserlerin Roma ve
Hıristiyan çağlarına ait olanlarını ayakta tutmaya önem verildi.
Birkaç Nabatacan ve birkaç Helenistik yapı buna dâhildi.
Mezopotamya'daki ilk Amerikan araştırmaları (1889-1900)
I.Dünya Savaşı geçinceye kadar yeniden ele alınmadı.
8. MİLLİYETÇİLİK VE DEVRİM
Osmanlı İmparatorluğu'nda, İran ve Mısır'da iç huzursuzluklar
baş göstermişti. Sultan, rejimi korumakla yükümlü olarak, sınır
boylarından aşınmaya başlayan çok uluslu ülkeye başkanlık
etmekteydi. Bilhassa Ermeniler, Araplar, Siyonist Yahudiler, ve
Rumlar arasında milliyetçilik ruhu, gizli cemiyetlerin himayesinde ortaya çıktı ve büyüdü.
İran, Kacar hanedanının otokratik idaresindeki İran'da
Kabile ve dil farklılıkları, merkezî idareyi güçleştirse bile, dinsel
farklılıklar
ve
milliyetçi
hareketler
Osmanlı
İmparatorluğu'ndaki kadar kuvvetli durumda değildi...
Biriken tatminsizlik ilk defa İranda devrim şeklinde patladı Muzaffer el-Din şah, 1906 yılında bir meclis kurmaya ve 1
Şubat 1907’de de (ölümünden az önce) anayasayı imzalamaya
mecbur edildi. Yeni Rusofil (Rus dostu) şah Muhammed Ali,
Milliyetçiler ile şahçılar arasında sivil harbe dönüşen kanlı bir
karşı devrimi organize etti. 1909 da Meclis tekrar açılıncaya
kadar, milliyetçi hükümetin bir sonuç alması için dört yıllık bir
kavga dönemi gerekmişti...
Bu dönemde İran'da faaliyet gösteren Presbiteryen misyonerleri, ABD hükümetlerinin ilgisizliğine tepki gösterdiler. İçgüdü
S a y f a | 62
ve gelenekleri bu misyonerleri avlarını, sivil savaşın çaresiz ve
ezilen kurbanları arasında aramaya yöneltti. Yirmi bir yaşında,
bir Princeton mezunu olan ve Tebrizdeki presbiteryen okulunda
öğretmenlik yapan Howard Baskerville, Amerikan konsolosluğundan ve misyon görevlerinden ihtar geldikten sonra dahi
meşrutiyetçilere aktif olarak yardıma devam etti. Hatta
öğretmenlikten istifa etti ve 1909 Nisanında şahçıların bir
barikatına karşı yapılan saldırıyı idare ederken öldürüldü.
Bu arada, Osmanlı İmparatorluğu'nun ordusundaki gizli
cemiyetlere girmiş olan subaylar İstanbul'da hükümet
değişikliği planlıyorlardı. Temmuz 1908 deki Jön Türk devrimi
sırasında Sultan II. Abdülhamit 1876 anlaşmasını tekrar kabul
etti ama 1909 İlkbaharındaki devrim hareketiyle yenik düştü ve
yerine V.Mehmet geçti. İttihat ve Terakki Komitesi'ndeki Jön
Türklerin Türkiye'ye yeni şekil verme iddiaları ilk anlarda,
Türkiye'deki Amerikalıları sevindirmiş ve Amerikalılar eski
düzenin
gerçekten
bittiğini
sanmışlardı.
Diplomatlar,
misyonerler ve diğerleri, eski din ve ırk düşmanlarının
gösterdiği dostluğu şaşkınlık içinde gözlüyorlardı. Ülkeyi iyi
tanıyan birkaç Amerikalı ise temkini elden bırakmıyorlardı.
Van misyonundan Dr. Clarence Ussher 1908 Ekiminde bir
Brooklyn mülakatında "Jön Türk Partisinin sloganı 'Türkiye
Türklerindir" demiştir.
Başkan Taft, 1909’un 7 Aralığında verdiği yıllık beyanatında
"Osmanlı İmparatorluğu Hükümeti'nin mutlakıyet yönetiminden meşruti yönetime geçişine ve gelişmeci reform
politikalarına değindi. Ve bunu "zamanın en önemli olayı"
olarak niteledi. Aynı mesajında İran'daki meşruti hükümetin
ilerlemelerini de alkışladı. "Bu olaylar bütün gözleri yakın
doğuya çevirmiştir" dedi. Taft'ın bu olayları Birleşik Devletler
açısından önemini belirtirken yeni şartların bize "Yakın Doğu
ticaretinde daha büyük pay" almasını sağlayacağını kaydetti.
Taft aynı konuyu 1911 deki yıllık mesajında tekrar ele aldı ve
Türkiye'deki yeni rejimin Birleşik Devletlerle daha yakın
ilişkiler içinde olması dileğinde bulundu.
Birleşik Devletler hükümetinin veya halkının, Mısırın
meselelerine karışan İngilizleri protesto eden Mısır
S a y f a | 63
milliyetçilerine gerçekten sempati duyduklarına dair bir iz
yoktu. Gerçekte, 1910 yılında Afrika ormanlarından, çıkan
Theodore Roosevelt Kahire'ye gitti ve Mısır'daki İngiliz
idaresini,
medeniyete
hizmet
olarak
niteledi.
Mısır
milliyetçiliğin çok cılız olduğunu ve kendi ayakları üzerinde
durmaya hazır olmaktan uzak olduğunu ileri sürdü.
Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü sarsan en önemli üç
milliyetçi hareketten - Ermeni, Siyonist, ve Arap- (MakedonyaBulgaristan muhalefeti hariç) Amerikan sempatisini en fazla
çeken Ermeni hareketi idi. Bunun sebebi de bu Hıristiyan
azınlığın Amerikan misyonerlerine gösterdikleri yakın ilgidir.
Amerikalıların düşüncesine göre Türkler Ermenilere karşı kötü
davranıyorlardı, halbuki Ermeniler İmparatorluğun omurgası
ve en gelişmiş azınlık grubu idi; bu yüzden Türklerin
davranışlarını resmi olarak protesto etmek ABD için uygun bir
hareketti.
Misyonerler Ermenileri
bazen doğrudan bazen de dolaylı
yoldan desteklediler. Pek çok Ermeniyi Batılı normlara uygun
olarak yetiştirdiler. Bazı müfrit Ermeniler misyonerleri, Ermeni
bağımsızlık karakterini yeterince desteklememekle suçladılar.
Hatta, bu aşırı uç, dış müdahaleyi sağlamak için misyonerlere
saldırı yapılması için tahrikte bile bulundular.
9. ABD'NİN FİLİSTİN POLİTİKASI
Amerikan vatandaşı oluşları sebebiyle ABD, Filistin’de
oturmakta olan Yahudilerin durumu ile ilgilenmeye devam etti.
Fakat 1907 Amerikan göç yasası Filistin’deki Amerikan
Yahudilerini güç duruma soktu. Bu yasa, Yahudileri
Amerika’nın koruyabilmesi için, uzun süre Amerika'da
kaldıklarını belgelemek üzere kayıt yaptırmalarını istiyordu.
Konsolos Thomas R. Wallace, bu kütüğe geçirme işini üç yıl
uzattı. Wallace bilmekteydi ki Yahudileri Amerika’nın
korumasını reddettikleri takdirde Osmanlı Otoritelerinin
kavuşturmasına konu olacaklardı. Jön Türkler iktidara geçince,
S a y f a | 64
Amerikan Yahudilerinin konsolosluk nezdinde korunmalarına
karşı sıkı bir mücadele verdiler.
1900 de Amerikan Yahudiliğinde ihmal edilebilir bir faktör olan
Siyonizm, sonraları daha fazla taraftar kazanmaya başladı.
Siyonistler, ABD hükümetinden sempati gösterisi elde etmeye
çabaladıkları zaman adeta bir taş duvara çarpıyorlardı. Profesör
Frank Manuel'in deyimiyle, pek olmasa bile, anti-semitizm diye
de ifade edebilir. Siyonist hareketin politik neticeleri,
Türkiye’nin meselelerine karışmama şeklinde olan Amerikan
politikasıyla çatışacaktı. ABD Dışişleri, harpten az önce
Filistin’de Siyonist tarım topluluklarının büyüdüğünü biliyordu.
Ancak Yakın Doğu'yu içine alan stratejik planı yoktu, ve
Türkiye’nin meselelerine karışmama eğilimindeydi. Ona göre
Filistin'deki Yahudi problemi dıştan gelen, can sıkıcı bir
problemdi; Amerika'nın milli menfaatleriyle yakından hiçbir
ilgisi olmayan mücerret prensipler uğruna Birleşik Devletleri
sıkıntıya sokuyordu.
Bundan daha zayıf bir konu ise, Amerikanın bu sahadaki
yeraltı Arap milliyetçilik hareketi ile ilgisiydi. On yıl önce,
Amerikan misyonerleri ve eğitimcileri klasik Arap edebiyatının
canlanmasını teşvik etmişler, ve böylece modern Arap
milliyetçiliğine zemin hazırlanmasına yardım etmişlerdi.
Yirminci yüzyılın başlarında bir program etrafında toplanan
milliyetçi gruplar Amerika'yı Hürriyet Heykeli olarak sembolize
ettiler. Lübnanlı-Amerikan şair Emin Rihani'nin bu ruhu
aksettiren şiiri Lübnan'da yüksek okul öğrencileri tarafından
ezberlendi. Emin hürriyet heykeline dönerek şöyle sesleniyordu:
Yüzünü ne zaman Doğu ya çevireceksin
Ey Hürriyet?
İstikbal, Piramitlerin yanında bir hürriyet heykelini asla
görmeyecek mi?
S a y f a | 65
Akdeniz üzerinde senin bir kız kardeşin olmak bize nasip olacak
mı?
10. BİRLEŞİK DEVLETLER VE ŞARK MESELESİ
Stratejik önemi sebebiyle Balkanlar ve Orta Doğu'da olanlar,
güçler dengesini ciddi şekilde etkileyebilirdi. Ancak Theodore
Roosevelt idaresi 1908 Balkan krizi sırasında kılını
kıpırdatmadı. üç yıl sonra, İtalyan-Türk Harbi patlayınca ve
İtalya Osmanlının Libya eyaletini ele geçirince Taft idaresi
arabulucu rolü oynamak istedi. Harbin başladığı gün birinci
Elçi Straus, Dışişleri Sekreteri Knox'a aracılık önermesini
söyledi. American Peace Union, Archaeological Institute of
America, American Board of Commissioners for Foreign
Missions,
Massachusetts Peace society, Boston Patriotic Association,
W.C.T.U., League of Peace, Law and Order Union of New York
State, World Peace Foundation, Men and Religion Forward
Movement, ve New Hampshire Peace Society ve daha birçok
şahıs ve kuruluş ABD'nin arabulucu olmasını istedi.
Başkan Taft Knox'a 1911 Aralığında Amerika'nın aracı olması
konusunu müzakere etmek istediğini yazdıysa da State
Department Türkiye’nin arabuluculuk işini geri çevirdi.
Yaklaşık bir yıl sonra Taft arabuluculuk ihtimalini tekrar ele
aldı fakat ABD Dışişleri buna hala karşıydı. Asistan Sekreter
Huntington Wilson, şunu gözledi: Yakın Doğu özel olarak bir
Avrupa sahasıydı, öyle ki Birleşik Devletler kendilerini bu
meseleye enjekte etmekle genel bir kızgınlık hasıl olabilirdi.
Wilson, Batı Yarımküreye karışmak için Avrupa'ya herhangi bir
özür öne sürmenin tavsiyeye şayan olmayacağını söyleyerek
uyardı. 1912 yılında İtalyanlar Beyrut'u bombaladıklarında,
Amerikan Koleji sığınak olarak hizmet etmek için yiyecek
stokunu arttırdı.
Ancak Balkan müttefikleri yarımadanın daha fazla kısmının
Türk hâkimiyetinden kurtulması için harbe başvurdukları
zaman, Türkiye İtalya'nın şartlarını kabul etti. ABD Dışişleri
S a y f a | 66
Balkan'ın patlamaya hazır durumundan haberdar olduğu için
Elçisi Rockhill'e, Birleşik Devletlerin bu bölgede hiçbir politik
probleme katılmadıklarını hatırlatarak, Amerika'nın arabuluculuk yapmasını isteyen Türk teklifini geri çevirmesini söyledi.
Birleşik Devletlerin Cezayir Konferansına katıldıkları sırada
ortaya çıkan 1905-1906 birinci Fas krizi sırasındaki Theodore
Ruosewelt'in yaptığını yapamayan ABD idaresi Avrupa'da
güçler dengesini sağlamada başarılı olmadı.
1912, 1913 Balkan Savaşları sırasında Birleşik Devletler, Batılı
Milletleri ve onların menfaatlerini korumak için savaş gemileri
yolladı. Başkan Taft'ın 1912 de 3 Aralıktaki yıllık mesajında
ülkesinin resmi tavrı şöyle yansıtıldı: Birleşik Devletler bu
konuda ne doğrudan ne de dolaylı olarak taraf olmadığı için,
mutlak nötr ve politik bakımdan tamamen ilgisiz olma özelliğini
devam ettirmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun katıldığı
ikinci savaşta can kaybı ve bunun ardından her iki taraftaki
sıkıntılar ürkütücü bir hal almıştı. Böylece Birleşik devletler
kızıl haçın tarafsız ortamında her iki tarafta acı çekenlere
yardım ederek insancıl ve tarafsız yapısını ortaya koymuştu.
Bunun ötesinde, Birleşik Devletlerin hükümetinin çabası bu
tedhiş ortamında yaşayan kendi vatandaşlarını korumak içindi.
Bu son görevleri ifa edebilmek için, yabancıların hayatları ve
menfaatleri tehlikeye girdiği anda kullanılmak üzere, iki silahlı
kruvazörden oluşan bir özel servis filosu gönderildi. Boğazdaki
büyük Avrupa savaş gemileri filosunun yanı sıra, Amerikan
kruvazörleri de Akdeniz kıyılarında serbest dolaşma hakkı elde
etti; İzmir ve Beyrut civarında pek çok Amerikan menfaatine
etki edebilecek umulmadık olayların önüne geçmek bu suretle
mümkün olacaktı.
11. TÜRKİYEDE DOLAR DİPLOMASİSİ: CHESTER
PROJESİ, 1908-1913
Yirminci yüzyıl başlarında, Amiral Colby M. Chester ve
arkadaşları Asya Türkiyesinde demiryolu ve maden işleri için
S a y f a | 67
dev bir program hazırladılar. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğu'nda, Amerikalılar için büyük ticari ve endüstriyel
menfaatlerin bulunduğu düşüncesindeydiler. Bu düşünce, Latin
Amerika ve Uzak Doğu'da Amerika'nın ekonomik teşebbüsleri
için beslenen büyük ümitlerin serabına benziyordu. Her üç
halde de danışmanlar, Amerika'nın endüstriyel artık-değerleri
için yabancı pazarlar buldukları hususunda çok iyimser idiler.
Amiral Chester, Osmanlı İmparatorluğu'nda ekonomik
imkânlar keşfetmeye başladığında, buradaki Amerikan
menfaatleri büyük ölçüde misyonerlik ağırlıklı idi. Birleşik
Devletler açısından politik, askeri ve stratejik endişe yoktu. İş
yatırımları ihmal edilebilir düzeyde ve 19. yüzyıl boyunca
ticaret mütevazı idi. Birleşik Devletler Türkiye'de, hayatî
politik kazanç veya büyük ihtiras peşinde olmayıp insani bir iz
bıraktığı için Türkler arasında Amerika'nın prestiji yüksekti ve
Türkler Amerikan işadamları ile gittikçe genişleyen ticari ve
mali bağlar kurmak istiyorlardı.
Türkiye meselesinde, hem Washington'daki politikacılar, hem
de Amerikan işadamları yüzeysel bir merak gösterdiler.
Osmanlı İmparatorluğu üzerine süper güçlerin politikalarının
tabiatını çok müphem bir şekilde anladılar. Avrupa'nın "hasta
adamı" olarak isimlendirilen Osmanlı İmparatorluğu'nu, birkaç
on yıldır, bölünme savaşları zayıflatmıştı. İmparatorluk
parçalandığı zaman, altı Avrupa gücünden (Büyük Britanya,
Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Rusya)
hiçbirinin bir rakibin pozisyonunu kuvvetlendirmesini
istememesi, Osmanlı İmparatorluğu'na bir rakibi diğer rakibe
karşı oynamak suretiyle, biraz daha yaşama şansı verdi. Bu
rakipler, Birleşik Devletlerin ortaya çıkmasına iyi gözle
bakmadılar.
1908 Temmuzunda iktidara gelen Jön Türkler, ülkeyi
modernleştirme planlarının arasında ekonomik gelişmeyi liste
başına koymuşlardı. Yaygın demir yolu ve karayolu yapımı,
limanların geliştirilmesi, sulama projeleri, halk hizmetleri ve
mineral çıkarmaları bunlar arasındaydı. Türkiye'de yerli
sermayenin ve yatırım hünerinin olmaması, yardım için dışa
bakmasını gerektirdi. Türkiye'ye sermaye akıtmakta hevessiz
S a y f a | 68
davranınca
Amerika'nın
durumunun
menfaat-gözetmez
görünümlü oluşu yüzünden pek çok Türk Avrupa’nın politik
emellerini dengelemek üzere Amerikan sermayesini kullanmayı
bir fırsat telakki ediyorlardı.
Halep'ten Akdeniz'e gidecek Amerikan yapımı bir demiryolu
planı, Alman ilgililerin Berlin'den Bağdat'a projelerinde
belirtilen bir yöreden geçtiğini ileri sürerek protesto etmeleriyle
tehlikeye düştü. Fakat Jön Türklerin Amiral'in teklifine
verdikleri samimi cevapla cesaretlenmiş olarak, Chester projesi,
bundan sonraki birkaç ay içinde, daha istekli bir şekilde demir
yolu yapımı ve mineral yataklarını işletme işlerini içine alarak,
genişletildi.
1909'un son yazında Chester firmalar birliği, doğuya doğru
Sivas'tan başlayan ve Harput, Ardahan, Diyarbakır, Musul, ve
Kerkük yoluyla İran sınırındaki Süleymaniye'ye giden yolların
yapımı için başvuruda bulundu. Ana yoldan Karadeniz'deki
Samsun Limanı'na, Halep yoluyla Akdeniz'e, Bitlis yoluyla da
Van'a giden tali yolların da projesi yapılmıştı. En azından iki
bin kilometre tutan bu yolların uzmanlarca hesaplanan değeri
yüz milyon dolardan fazlaydı. Projenin rotası, mineralce zengin
bölgelerden geçiyordu; böylece yatırım sahipleri tren yolunu
kullanmış olacaklardı. Bazı iştirakçilere en cazip gelen şey, tren
yolunun yapımı için gerekli cihazların kendileri tarafından
satılacağı ümidiydi.
S a y f a | 69
V. OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN DAĞILMASI
DÖNEMİNDE ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI
1914-1920
1914 yazı Avrupa'sında diplomatik buhran hüküm sürerken,
İstanbul'daki küçük Amerikan kolonisinin üyeleri 4 Temmuzu
kutlamak için konsoloslukta toplandılar. Büyükelçi Henry
Morgenthau, katledilen Avusturya arşidükü Franz Ferdinand
ve düşesi için Osmanlı Hükümetince düzenlenen törene katıldı.
Amerikalılardan bazıları yaklaşan Avrupa harbinden habersiz
idi. Robert Kolejin dekanı Lynn A. Scipio'nun daha sonraları
ifade ettiği gibi, Orta-Doğu'da Amerikalılar, "dört yıl sürecek
olan ve insan hayali dışında bir açlık ve yıkımın henüz başında"
idiler, ve kısa zaman sonra bunu deneylerle öğreneceklerdi.
Savaş, Orta-Doğu'daki Amerikan menfaatlerini sarsacak ve
1919 yılıyla birlikte Birleşik Devletler Hükümeti, daha önce
rüyalarında dahi görmedikleri şekilde, Doğu Meselesi'nin
girdabına düşeceklerdi.
1908-1909 Jön Türk devriminin meydana getirdiği iç kargaşaya
Balkanlardaki kriz de eklendi ve 1911-1912 İtalyan-Türk Savaşı
ile Osmanlı imparatorluğu Libya üzerindeki kontrolünü kaybetti. Nefes aldırmadan gelen iki Balkan Savaşı, Türkler açısından
çok elverişsiz sonuçlar doğurdu. Bu anda, İstanbul’daki Alman
nüfuzunun en önemli sonucu, Almanların Türk iç politikasını
ele geçirmeleri ve Alman emelleri için kullanmaları oldu. Bunun
neticesinde Jön Türkler arasındaki birkaç lider, Almanya safında savaşa girmek suretiyle imparatorluğun mezarını kazdılar.
S a y f a | 70
1. OSMANLI-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN ÜÇ BASAMAĞI
1914-1920
I. Dünya savaşı süresince ve savaştan hemen sonra, Birleşik
Devletlerin Osmanlı imparatorluğu ile ilişkileri üç basamaktan
geçti. 1917 Şubat dönemi olan birincisinde Amerikan politikası
tarafsız kalmaktı. Bu hedef çerçevesinde, ABD Dışişleri ve onun
acenteleri, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Amerikalıları ve Amerikan menfaatlerini korumak için kuvvetli baskı uyguladılar;
fakat Avrupalı müttefiklerden farklı olarak, stratejik planlar
yapmadılar.
İkinci basamak, 1917 Nisanında harbin ilanı ile başladı. Aynı
ay içinde Türkiye, Birleşik Devletler ile diplomatik münasebetlerini kesti, fakat Kongre içinde ve dışında ara sıra eleştiri
konusu yapıldığı halde Birleşik Devletler, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmedi.
Üçüncü basamak savaşın bitmesiyle başladı, 1919 Paris Barış
Konferansını içine alarak 10 Ağustos 1920'de Müttefikler ile
Türkiye arasında Sevr Anlaşması'nın imzalanmasına kadar
devam etti. Bu dönem Amerika'nın en fazla işe karıştığı dönemdir, çünkü Başkan Woodrow Wilson, Türkiye'nin yenilmesi ve
İmparatorluğun parçalanması ile ortaya çıkan meselelere,
müdahale etmeye kararlıydı.
Buna ek olarak müttefikler, işgal etme ve kuvvet kullanma
konusunda en büyük sorumluluğu Birleşik Devletlere tevdi
etmeye çalıştılar. Birleşik Devletlerin ananevi Orta Doğu
Politikasına karışmama prensibinden ayrılışı, Wilson'un Paris'i
1919 Haziranında terk etmesinden önce en yüksek noktasına
ulaştı; bundan sonra Birleşik Devletler, yaz boyunca hızla geri
çekildi ve "Katılmama" politikalarına döndüler. 1919 yazından
sonra, Orta Doğu'da, arzu edilmeyen politik sorumlulukları
yüklenmeksizin Amerika'nın misyonerlik, eğitim, kültürel ve
ekonomik menfaatlerinin nasıl korunacağı konusu, Amerikan
politikacılarının tek problemi oldu.
S a y f a | 71
1914 Ağustosu ile 1914 Aralığı arasında Orta Doğu'nun
manzarasındaki hızlı değişimler, Osmanlı İmparatorluğu ile
olan ilişkilere, bu tarafsızlık basamağında, renk katıcı
nitelikteydi. Büyükelçi Morgenthan, 1914 Ağustosunda, İttihat
ve Terakki Partisi'nin kilit noktalarındaki muazzam Alman
etkisinden haberdar olduğu halde, Savaş Bakanı Enver
Paşa'nın İmparatorluğu, Alman isteklerine nasıl tamamıyla
ipotek ettiğini anlayamadı.
Morgenthan, filizlenen kavgada, Osmanlı makamları üzerindeki
tesirini kullanmak suretiyle onları tarafsızlaştırmayı düşündü
ise de Hükümet sekreteri (Secretary of State) William Jennings
Bryan büyük elçiye, böyle bir teklifi yapmaya ön-ayak
olmamasını söyledi.
Hali hazırda Türkleri Alman kampından çekip almak için artık
geç olmuştu, çünkü 2 Ağustosta Türkler Almanya ile gizli bir
ittifak imzalamışlardı ve ABD Birinci Cihan Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkilerini kesmekle yetinip,
Osmanlı toprakları üzerindeki kültürel faaliyetlerini boş yere
tehlikeye düşürmemek için harp ilanından kaçındığın-dan,
Türkiye Cumhuriyeti ile barış anlaşması imzalaması söz
konusu olmamıştı. Bununla birlikte Lozan Sulh Konferansı'na
müşahit sıfatı ile gönderdiği heyetten şu iki hususu kesin
olarak garantiye kavuşturmasını istemiştir:
1. Kapitülasyonların Amerikan Misyoner ve eğitim
faaliyetlerinin çalışma bağımsızlığını koruma korumak
üzere muhafazası,
2. Boğazların bütün devletlerin ticaret gemilerinin
geçebileceği bir statüye kavuşturulması.
Türk murahhas heyeti kapitülasyonların kaldırılması konusunda baştan sona kararlı görünmüştür. Ancak Amerika'nın
gözlemci murahhasları ve beraberinde danışman olarak
götürdükleri misyoner ve eğitim temsilcileri, Türk murahhas
heyetinden çalışmalarının serbestçe devamı için yazılı garanti
almadıkça direnmelerinden vazgeçmemişlerdir.
S a y f a | 72
2. WİLSON'IN ANADOLU MANDASI PLANI
I. Dünya Savaşı, Avrupa ülkelerinin emperyalizm ve sömürgecilik isteklerinden doğmuştur. Bu ülkelerle başlıca ilişkisi
kapitülasyonlar dolayısıyla olan Osmanlı İmparatorluğu.
Fransa'ya ilk kapitülasyonların verildiği 16’ncı asırdan
başlayarak yakınlaşmasını durmadan geliştirmiş ve zorunlu
olarak ekonomik alanın dışına çıkmıştır. Bu ayrıcalıklar
yüzünden Avrupa ülkelerine gitgide daha bağımlı hale gelmiş,
özellikle dış borçlanmalara da başlayıp bunları ödeyemez
duruma geldikten sonra da Avrupa devletlerinin İmparatorluğun iç işlerine karışmasına artık iyice ses çıkaramaz olmuştu.
İmparatorluğu yıpratan 19. yüzyıl savaşlarının üzerine Trablusgarp ve Balkan Savaşları çöküntüsü de eklenmişti. Osmanlıların 1914'de I. Dünya Savaşı'na üçlü İttifak Devletleri'nin
yanında girmesi ve müttefikleriyle birlikte yenilgisi, İmparatorluğa öldürücü darbeyi vurdu.
İşte bu çöküş anında. Osmanlı İmparatorluğu'nu uzun bir
zamandır "hasta adam" olarak niteleyip ölümüyle mirasını
paylaşmayı bekleyen Avrupa büyük devletleri, parçalama
zamanının geldiğini görerek hisselerini ayırmaya başladılar.
Bu savaşta sömürgeciliğe dayanan emperyalizm fikriyle gizli
anlaşmaları oluştururken batı devletlerinin emeli, yalnız
İmparatorluğun Müslüman olmayan bölgelerinin bulunduğu
yerleri taksim değildi. Türk halkının kendi yaşam bölgesi olan
Anadolu'unun da taksimi, hesapları içindeydi. Ancak, bu gizli
anlaşmaların açıkça ortaya serilmesi, savaş sonunda oldu.
Kendi iç savaşı ve Bolşeviklerin yönetime el koymasıyla
savaştan çekilen Rusya, bu anlaşmaları açıkladı.
1915 yılı Mart ayında Fransa, İngiltere ve Rusya arasında
İstanbul Andlaşması imzalandı. Bu andlaşmaya göre İstanbul,
serbest şehir olacaktı ve Boğazlardan ticaret gemileri serbestçe
S a y f a | 73
geçeceklerdi. Mekke ve Medine İslâm yönetiminde bırakılacak,
ancak Halifeliğin de bir gün Osmanlı İmparatorluğu'ndan
ayrılarak, Kutsal Yerlerin tümünün Arap yönetimine
bırakılmasına çalışılacaktı. Midye - Enez hattı, Bulgar sınırı
olacak, İran da 1907'de İngiltere ve Rusya'nın kararlaştırdıkları
sınırlar içinde kalacaktı.
26 Nisan 1915, Fransız - Rus - İngiliz andlaşmasına İtalya'nın
da katılmasıyle Londra Andlaşması'nın imzalandığı tarihti.
İtalya, müttefiklerin yanında savaşa giriyor, karşılığında 12
adaya İtalyan hakimiyeti söz veriliyordu. Ayrıca, Libya'da da
Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm haklarına sahip olacaktı.
Kutsal Yerler'in bağımsız İslâm Hükûmeti altında toplanması
kabul edilecekti. Ayrıca, İtalya merkezî devletlerle herhangi bir
andlaşma yapmayacak, bu andlaşma da taraflar arasında gizli
kalacaktı.
İngiltere, Fransa, Rusya 9 - 16 Mayıs 1916'da Sykes-Picot
Andlaşması'nı imzaladı. Yine son derece gizlilikle Sir Mark
Sykes ve George Picot tarafından imzalanıp Rusya'nın da onayı
karşılığı bazı çıkarlar edindiği bu andlaşmaya göre Rusya'ya
Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis ve Güneydoğu Anadolu'da bir
bölge verilecekti. Fransa, Suriye sahilleri ve Adana: İngiltere de
Güney Mezopotamya ve Bağdat'ı alacak, suriye'deki Hayfa ve
Akka limanlarını kontrol edecekti. Fransız ve İngiliz bölgeleri
arasında arazi, müttefiklerin gözetiminde bağımsız Arap
devleti, veya Arap devletleri konfederasyonu olacaktı.
İskenderun serbest liman olacak, Filistin ve Kutsal Yerler
andlaşma devletlerinin kararıyle ayrı bir rejime sokulacaktı.
Taraflar yeni ele geçirdikleri bölgelerde eskiden uygulanan
ayrıcalıkları olduğu gibi onaylamaya ve Osmanlı borçlarından
kendi hisselerine düşecekleri üstlenmeye karar verdiler.(17).
Sykes-Picot Andlaşması, savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğu
tarafından kabul edilecek Sevr Andlaşması'nın temelini
oluşturmaktaydı.
Son olarak. 17 Nisan 1917'de İngiltere, Fransa ve İtalya
arasında St. Jean de Maurienne Andlaşması imzalandı. SykesPicok Andlaşması karşılığı İtalya'ya Anadolu'da çıkarlar
S a y f a | 74
sağlayan bu andlaşmaya göre; Antalya, İzmir, Adana ve Konya,
İtalya'ya veriliyordu.
Gizli Andlaşmaları açıklayan Rusya'ya bu andlaşmalarda
haklar tanınmıştı. Amerika Birleşik Devletleri ise gerek Monroe
Doktrini dolayısıyle kendi kıtasına çekilip kaldığından, gerekse
Avrupa sorunlarıyle andlaşmalar döneminde pek ilgilenmediğinden, paylaşılan yerlerde bir hisse sahibi olamamıştı. Zaten
andlaşmalardan haberdar olması da ancak savaşa girme
kararından sonraydı.
Amerika, savaşa ilk yıllarında girmemiş, 19. yüzyıldan beri
izlediği Monroe Doktrini'ne bağlı kalmıştı. Yine de savaş
başlangıcından beri Avrupa devletlerine gerek silâh ve cephane,
gerek yiyecek ve ham madde sağlayarak ticaretini sürdürmüştü. Ayrıca, bu ülkelerin alış gücünü ayakta tutabilmek için
büyük ölcüde borç para da veriyor, krediler açıyordu. Trafsızlığı
süresince İtilâf devletlerine verdiği borç toplamı, 2,262,821,544
doları buldu (18). Bu suretle gerek Fransa, gerek İngiltere,
Almanya'nın çektiği sıkıntıları paraca olsun pek çekmiyorlardı.
Fakat bu ülkelerin savaşta başarısızlığa uğramaları, yıpranmaları, veya barışın gecikmesiyle yatırımlarını savaşa yönelik
tutmaları, hem Amerika'nın borçlarının ödenmesini geciktiriyor, hem de bu ülkelerle yapmak istediği çok yönlü ticareti
engelliyordu (19).
Oysa Amerika, ülkesinde savaşan Avrupa'nın üretemeyeceği
tüketim mallarına yönelik büyük yatırımlar yapmıştı. Bunların
getireceği ve getirmekte olduğu geçici refah ve güveni yurttaşlarının yitirmesini istemiyordu.
Amerikan Başkanı Wilson, kendi ülkesinin çıkarları açısından,
ayrıca dünya barışına olan isteğinden, savaşın biran önce
bitmesini istiyor. I. Dünya Savaşı'nın savaşan güçleri arasında
savaşı yumuşatmak, bitirmek yolunda Amerika'nın arabuluculuk yapabileceğine güveniyordu. Ancak olaylar, itilâf devletleri
sempatizanı olduğunu kanıtlamış olmakla birlikte, başlangıçta
tarafsızlığını korumuş olan Amerika'yı savaşa sürükledi.
S a y f a | 75
Amerika'nın savaşa girmesini etkileyen olayların başında,
Almanya'nın İngiltere ile birbirlerine uyguladıkları abluka ve
her türlü ticaret - ulaşım - yardımı denizlerden engelleme
taktiği sonunda başlayan denizaltı savaşları gelmektedir.
Amerika'yı İtilâf Devletleri yanına iten bu savaşlardı, 1915
yazında ilkin iki Amerikan yolcu gemisi, Lusitanya ve Arabic,
Alman denizaltıları tarafından batırıldı ve pekçok Amerikan
yurttaşı hayatlarını kaybetti. Bu olaya Amerika'nın sert
protestosuna Almanya, olayın tekrarlanmayacağı yanıtını verdi.
Fakat çok geçmeden, 1916'da, bu kez Sussex adlı yolcu gemisi,
içindeki pekçok Amerikalı sivil yolcuyla birlikte batırıldı.
Amerikan - Alman ilişkileri de kuşkusuz, çok gergin bir
aşamaya girdi.
Amerika için sorun sadece vatandaşlarının ölmesi değildi. Bel
bağladığı, büyük yatırımlar yaptığı ve ülkesinin refahını
sağlayan Avrupa ile ticareti, bu savaşlarla engelleniyordu.
Limanlarında yük dolu gemileri beklerken, vatandaşları da
günden güne güç duruma düşüyor, ürettiklerinin karşılığını
görememenin huzursuzluğu ve yoksulluğu içinde bocalıyordu.
Ekonomik refahını itilâf devletlerinin kaderine bağlamış olan
Amerika'nın ticaretini, denizaltı savaşları büyük ölçüde
etkiliyordu.
Amerika'yı savaşa iten bir başka olay da, Almanların Amerika
ile ilişkileri pek iyi olmayan Meksika ile dostluk geliştirmesi, bu
dostluğa Japonya'yı da katıp Amerika'ya cephe almasıydı.
Ayrıca, Meksika'yı New Meksika, Arizona ve Texas eyaletlerini
Amerika Birleşik Devletleri'nden alarak kendi topraklarına
katmasına teşvik eden bir belge Alman Dışişleri Bakanı
Zimmerman'ın telgrafı, bu ara İngilizlerin eline geçmiş ve
şifresi de çözülmüştü. Artık Amerika, Almanya'ya tüm güvenini
yitirmişti.
S a y f a | 76
3. TÜRK TOPRAĞINDAN ERMENİ VATANI
Amerika'nın bu savaşla ilgili tüm kararlarında, Wilson'un
büyük rolü olduğu kuşkusuzdur. 1912 yılında Taft'ı ezici bir
çoğunlukla geride bırakıp Reisicumhur olan Wilson, Theodore
Roosevelt'in "laissez faire" prensibini bırakmak gerektiğini
anlamıştı. Kayıtsızlığın ve herşeyi geçerli görmenin, Demokrat
Parti siyaseti olarak doyurucu olmayacağını, olayların bilfiil
içinde olmak gerektiğini görüyordu (20).
Wilson daha ilk konuşmasında, emperyalizme karşı olduğunu
belirtmişti. Ancak, emperyalist bir savaş olan. I. Dünya
Savaşı'na geç de olsa girmekle, sözünün nazariye olmaktan
öteye gidemeyeceğini kanıtlıyordu kanıtlıyordu. 1916 seçimlerini az farkla da olsa kazanmasında, seçim kampanyasında
halkı savaşa sokmamış olmasını işlemesinin rolü büyüktü.
Seçim sloganı "Halkı Savaşa Sokmadı" olduğu halde, bu
tutumundan geri döndü.
Tarafsız görünümünü sürdürebilmek amacıyla Wilson bu kez de
Senato'ya 22 Ocak 1917 tarihli bir mesaj sundu. "Zafersiz Barış"
önerisin taşıyan bu mesajında, èzoraki barışın toplumlara
açılar, kötü anılar ve kinden başka birşey getirmeyeceğini
söylüyordu (21). Başkan, tüm ülkeleri "kuvvetler dengesi"
etrafında değil de, "Milletler Cemiyeti" çevresinde toplamak
ümidini de açıkladı. "Tüm ülkelerin birbirlerine karşı kuvvet
rekabetinden" uzaklaşarak, kendi kendilerini yönetim.
silâhlanmada kısıtlama ve denizlerin tarafsızlığı ilkelerinde
birleşmelerini isted (22).
Wilson savaşa bu kadar karşı göründüğü halde, yukarıda
açıklanan nedenlerle, aynı yıl savaşa girme kararını verdi.
Wilson, bu konudaki düşüncelerini Kongre görüşmesinden bir
gece önce New York World Gazetesi sahibi Frank Cobb'a
açıklamış ve "Amerika, Almanya'ya karşı savaşa girerse,
Almanya kesinlikle yenilir. Bu öyle bir yenilgi olacaktır ki,
sonunda barış koşulları kendisine yalnız dikte edilecektir"
S a y f a | 77
demiştir (23). Nitekim, Amerika'nın savaşta izlediği başlıca
politika, Almanya'nın gücünü kırmak, yenilmesini sağlamak
olmuştur.
Almanya'nın müttefiki olan Bulgaristan ve Türkiye'ye ise, savaş
ilân etmedi.
Amerika, 2 Nisan 1917'de Senato'nun 6'ya 82, Temsilciler
Meclisi'nin de 50'e karşı 373 oyuyla, İttifak Devletleri'ne savaş
ilân etti. (24). Bu olayın, özellikle kendi iç savaşı dolayısıyle
savaştan çekilen Rusya'nın itilâf devletleri yanındaki yerinin
boşaldığı bir dönemde, savaşı yüzde yüz etkileyeceğine hiç
kuşku yoktu. Amerika, taze kuvvetleri ve 2 milyon askeriyle,
dört yılın savaş yorgunu itilâf devletlerinin yanında yer alınca
Almanya'ya hiç ümit kalmadı. üstelik Amerikan ordusu savaşa
sadece sayı olarak katılmakla kalmıyor, yıllardır çeşitli
savaşlarla uğraşmaktan teknik alana eğilememiş Avrupa
devletlerinin karşısına teknik yeniliklerle çıkıyordu. Bunun
yanına ekonomik gücünü de katınca, savaş dengesi, itilâf
devletleri tarafına ağır basıyordu.
Amerika'nın savaşa katılma kararı üzerine, savaşta daha etkili
olmasını sağlamak amacıyle İngiltere Dış İşleri Bakanı J.A.
Balfour'un İngiliz Komisyonu'na başkanlık ettiği bir İtilâf
Devletleri Heyeti, Amerika'ya gitti.
(25) Heyet, gerek Müşavir House, gerek Wilson ile ilk olarak
gizli andlaşmaları görüştü. Avrupa devletleri, bu andlaşmalardaki paylarından özveride bulunmak istemiyorlardı. Wilson'un
da kuvvete karşılık toprak kazancına taraftar olmayan barış
ilkelerinde israr edeceğini biliyorlardı. Wilson'sa gizli andlaşmaların hepsinden haberdar bile değildi.
Balfour. gerek House. gerek Wilson ile defalarca görüştü. House
ile görüşmelerinde, kendisine gizli andlaşmalara ilişkin bilginin
çirkinliği ve ikinci bir dünya savaşına bu andlaşmaların neden
olabileceği söylendi (26). Yine de itilâf devletlerinin sıkı sıkıya
sarıldıkları bu andlaşmalardan pek ödün vermeye niyetli
olmadıkları anlaşılıyordu. Haberi olmadan bölüşülen topraklar
üzerinde hiçbir pay sahibi olmamak da, savaşa süper güç olarak
S a y f a | 78
girmiş, İtilâf Devletleri'nin cankurtaranlığını yapan Amerika'nın işine gelmiyordu.
Gizli andlaşmaları "ayıyı öldürmeden postunu paylaşmak" diye
niteleyen House, bunların birer metnini Wilson'a vermesini
Balfour'dan istedi (27). Metinler 18 Mayıs'ta Wilson'a gönderildi. Bunlar, Sykes-Picot ve èLondra Andlaşmaları'nın metinleriydi. Tümü hakkında ise ancak Paris Barış Konferansı'nda bilgi
sahibi olundu. Zaten andlaşmaların Rusya'yı ilgilendiren kısmı
22 Kasım 1917'de, müttefikleri utandırmak amacıyle Komünist
Hükûmet tarafından açıklanmıştı. Bu anlaşmalar çoğu gazetelerde, mesela, New York Evening Post'ta 19 Ocak 1918'de;
Manchester Guardian'da 11 Mayıs 1918'de;(28) London Daily
Tribüne'de, aynı günlerde yayınlanmıştı.
Wilson'a barış için başvuran yenik İttifak Devletleri olmasına
rağmen, tüm savaşçılar dikkate alınınca
Wilson, barış
koşullarını saptayacak güçlerin lideri durumundaydı. ülkesinin
savaşa girmesinden önce bile, Dünya barışı amaçlamakta olan
Wilson, barış görüşmelerine "Milletler Cemiyeti" fikri ile gidip,
geleceğin savaşlarını da bu birliği kurarak önlemek
çabasındaydı. Uluslararası barışı korumak için bir araya
gelmek, "Milletler Cemiyeti" (Cem'iyyet-i akvâm) ile başlamış
değildi. Son 500 yılda bu tip 9 atılım yapıldığı saptanmıştı. İlk
gerçek adım olarak de 1814 Viyana Kongresi'nin Kutsal İttifak'ı
gösterilmekteydi (29) Ancak, Wilson bu ilkeyi dönem
koşullarına uygun biçimde onaylatmayı istiyordu. Bu yönde
girişimlerini, dünyaya "14 Madde" adı altında sunduğu Barış
Prensipleri'yle tanıtmaya çalıştı.
Balfour'un gizli andlaşmalar üzerinde açıklamalarından sonra
Wilson, ilk başta 38 madde olarak saptadığı barış ilkeleri
hakkında şunları söylemişti: "Amerika, Avrupa siyasetiyle
değil, Amerika - Avrupa arasındaki işbirliğiyle ilgilidir. Avrupa
barışı ile değil, dünya barışı ile ilgilidir"(30)
Demokrasiye, toplumların kendi kendilerini yönetmelerine son
derece
önem verip özgür devletlere inanmakta olan Wilson, bu inancını
S a y f a | 79
"Dünyanın demokrasi için güven altında olması ve barışın da
demokrasinin temeli siyasal özgürlüklerin birinci gereksinmesi
olduğunun akıldan çıkmaması gereklidir" sözleriyle belirtiyordu
(31).
4. WİLSON PRENSİPLERİ BUGÜNKÜ SINIRLARIMIZI
ÇİZİYOR
Wilson, savaşın bitiminden önce, 8 Ocak 1918'de barış
koşullarını dünyaya açıkladı. "Wilson'un 14 Maddesi" olarak
tanınan bu ilkelerin, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olanı
şöyleydi (32).
"Madde 12: Hâli hazırdaki Osmanlı İmparaorluğu'nun Türk
olan aksamına bilâitiraz bir hakimiyet temini, fakat elyevm
Türk boyunduruğuna tâbi bulunan diğer milliyetlere emniyeti
mutlaka içinde mevcudiyetleri ve mezakimsiz olarak tamamii
inkişafları imkânının tahtı tefekküle alınması. Çanakkale
Boğazı'nın beynelmilel teminat altında bütün milletlerin sefaini
ticariyesinin serbestçe müruru için açık kalması".
Bu 12. maddenin konuş sebebini anlayabilmek için Osmanlı
topraklarındaki Amerikan dini ve kültürel yatırımlarının genişliği hakkında fikir sahibi olmak gerekmektedir. Amerika'nın
Türkiye'de pek çok misyoneri vardı. Bunlar vasıtasıyla Osmanlılarla oldukça sıkı ilişkiler sürdürmüş, onların faaliyetleri
sonucu Osmanlı toplumunun değişim sürecini etkiliyerek
bölgedeki nüfuzunu artırmıştı. şimdi bu birikimi kollamaya
çalışıyordu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Türkiye ile Amerika, karşı
devletler olmakla birlikte, savaşmamışlardı. Hattâ, Enver Paşa,
ülkelerin siyasal ilişkilerini kesmelerinden önce, Amerikan
Elçisi Morgenthau'ya Türk Hükûmeti'nin. Amerikan kurumlarına veya Amerikalılara karşı bir niyeti olmadığını temin
etmişti (33) Wilson'un Türkiye hakkındaki İtilâf Devletleri'nin
S a y f a | 80
emellerini ve gizli andlaşmalarını bilerek hazırladığı bu 12 nci
Madde, çok nazik bir durum oluşturuyordu. Gizli andlaşmaların
uygulanması, bu madenin etkinliğini yitirmesi demek olacaktı.
İşte bu kritik duruma getirilen yaklaşım, "Manda" sistemi
olacaktı.
Gerek "Manda" sisteminin getirilmesi, gereksi İtilâf Devletlerinin gizli andlaşmaların uygulanması konusunda Amerika'nın yaklaşımı, Mondros Mütarekesi koşulları içinde ele alındı.
Osmanlıların yenilgisiyle saptanan Mondros Mütarekesi
koşullarıyle. Avrupa ülkeleri, 12 nci Maddeye ters düşse bile,
emellerine kavuşacaklardı. 3 Mart 1918'de yeni Rus Hükûmeti,
"Zafersiz Barış" ilkesiyle, Amerika'nın düşüncesine uygun bir
biçimde savaştan resmen çekildi. "İlhaksız, tazminatsız barış"
isteyerek Brest-Litovsk Andlaşması'nı imzaladı. Zaten İhtilâlden sonra Rus kumandanlarının ordu üzerinde etkisi kalmamış,
ordu dağılmaya başlamıştı.
5. MONDROS MÜTAREKESİ VE İZMİR'İN İŞGALİ
Rus İhtilâli ve dağılan ordular, Rus Ermenistanı'nda Ermenilerin durumunu süratle etkiledi. Dağılan orduların da silâh ve
cephanelerini ele geçiren Ermeniler, silâhlarını Müslüman
Türkler üzerinde kullanmaktaydılar. I. Dünya Savaşı'nda, Rus
ordusunda zaten pekçok muntazam Ermeni askeri bulunmuştu.
Yaklaşık 180.000 civarındaki bu askerlerden Kafkasya Savaşı'na 150.000 kadarı katılmıştı. Filistin'deki İngiliz ordusunda bile
4.000 gönüllü Ermeni çarpışmaktaydı (34). Bu Ermeniler,
geçtikleri köylerde Türkleri kesip öldürmekteydi. Bu başıbozuk
durumdan yararlanan Ermeniler, ayrıca Gürcüler ve Azerbaycanlılar, bağımsız devletler halinde örgütlenerek üç yeni
Cumhuriyet oluşturdular. Bu cumhuriyetleri tek tanıyan ülke,
Türkiye oldu (35).
Doğudaki
harap
durum,
Osmanlı
İmparatorluğu'nun
müttefiklerinin batıdaki yenilgileriyle daha da ümitsiz duruma
gelince, Eylül ayında Wilson'a barış için başvurulduğundan söz
etmiştik. Osmanlı İmparatorluğu ise, yurt savunması için tüm
olanaklarını
yitirmiş
durumdaydı.
Bunun
üzerine,
S a y f a | 81
Kütülamâre'de esir alınmış olan İngiliz. Generali Townshend'in
aracılığıyla, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandı.
Mütarekeyi, galip devletler adına İtilâf Devletleri tarafından
yetkili kılınan İngiliz Hükûmeti Karadeniz Donanması
Başkumandanı (36) Ferik Amiral Arthur Calthrope, Osmanlı
Hükûmeti adına da Bahriye Nâzırı Rauf Bey, Hariciye
Müsteşarı Reşat Hikmet Bey ve Erkanı Harbiye-i Umumiye
Kaymakamlarından Sadullah Beyler imzaladı.
Mütarekenin 7 nci ve 24 üncü maddeleri, silâh bırakışmasıyla
teslimini doğrulayan Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına yol
açacak olan maddelerdi. Ayrıca, 4 üncü Madde ile de
Osmanlılara siyasî müdahalede bulunuyordu. Bu maddeler
şöyleydi (37).
"Madde 4: İtilaf Devletleri'ne mensup üserayı harbiye ile
Ermeni üsera ve mevkufini İstanbul'da cemedilecek ve
bilakayduşart İtilaf Hükümetleri'ne teslim edileceklerdir.
Madde 7: Müttefikler, emniyetlerini tehdit edecek vaziyet
zuhurunda herhangi sevkülceyiş noktasını işgal hakkını haiz
olacaklardır.
Madde 24: Vilâyatı sittede iğtişaş zuhurunda mezkûr
vilâyetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını itlâf devletleri
muhafaza ederler."
I. Dünya Savaşı galibi Avrupa Devletleri. 7 ve 24 üncü
maddelere dayanarak, barış andlaşmasından önce Anadolu'nun
paylaşılmasına giriştiler. Oysaki eylemleri, üç Büyüklerin,
Wilson, Lloyd George ve Clemancau'nun
Mütareke yılı
başlangıcı sözleriyle ayrıca, Wilson'un 12 nci maddesiyle büyük
bir çelişki oluşturuyordu: 5 Ocak 1918 tarihinde Lloyd George,
"Biz Türkiye'yi ne başkentinden, ne de çoğunlukla Türk olan
Anadolu'nun ve Trakya'nın zengin ve ünlü topraklarından
yoksun bırakmak için dövüşmüyoruz (38) diyordu. Türklerin
toprak bütünlüğünü korumaları ve yönetim hakkından yoksun
bırakılmamaları konusunda, Curzon şöyle diyordu: Türklere de
kendi mukadderatlarını kendilerinin tayin etmeleri hakkı
tanımak (self determination) ve Türklerin asıl vatanı olan
S a y f a | 82
Anadolu'nun hürriyet ve istiklâliyle toprak bütünlüğünü
garanti altına almak, fakat Avrupa'daki yerleri Türklerden alıp
İstanbul ve Boğazlar'ın idaresini de başkalarına vermek
gereklidir(39) Bu söz her ne kadar Anadolu'da Türk
bütünlüğünü ve eğemenliğini kapsıyorsa da, Curzon'un esas
emelini ortaya seriyordu.
Clemencau da aynı fikirdeydi. Böylece, amaç gerçekleşecek.
Türkler Avrupa'dan çıkarılırken, Boğazlar ve İstanbul da
Türlerin elinden alınacaktı(40).
Mondros Mütarekesi'nden sonra Anadolu'da başlayan işgallerle
birlikte, Osmanlı topraklarında mandahimaye fikri de belirdi.
Osmanl hükümeti, İngiliz veya Fransız himayesini kabul
eğilimindeydi. Taksimin dışında kalarak hiçbir ülkeye göz
dikmemiş görünen Amerika'ya Wilson'a gözlerini çeviren bir
grup da ortaya çıkmakta gecikmedi. Bu kimselerin 1918 yılı
Aralık ayında kurdukları "Wilsoncular Birliği" Wilson'dan
Türkiye'ye 25 yıl süreyle müşavirler göndererek maliye ve
ekonomi alanında yardımcı olmasını istiyorlardı (41).
Oysa Wilson, 14 maddesinde ortaya koymaya çalıştığı gibi
barışçı bir görüşün sahibi olsa bile, ülkelerin bütünlüğü ve
milliyet esasları kavramını ayrıcalıksız bir uygulamayla
sürdüremiyordu. Bunun en en belirgin kanıtını İzmir'in isgali
göstermekteydi. İzmir ve civarının Yunanlıların sözde eski
yurtlarında egemen olabilmeleri için Yunanistan'la birleştirilmesi, hem de Türkiye'deki Rumların korunması için Venizelos'un İzmir'e iki üç tümen çıkarması isteğini, Clemencau ile
birlikte, derhal onayladı (42).
15 Mayıs 1919'da gerçekleştirilen İzmir'in işgali, büyük bir
vahşetle birlikte gelişti. Tepki olarak Türklerin örgütlenmeleri
ve Milli Mücadele'ye
başlamaları sürerken, durum, Avrupa
devletleri ve Amerika'da da heyecan èuyandırdı. Bu işgal, Paris
Barış Konferansı'nın toplantıda olup ülkelerin haklarını
korumak üzere Milletler Cemiyeti'nin örgütlenmekte olduğu bir
sırada gerçekleşmişti. Hem de bu hakların baş savunucusunun
onayıyla. Türkiye ile savaşan uluslarda bile bu haksız işgale
karşı koymalar olmuştu. Fransa'da yayınlanan Le Populaire
S a y f a | 83
gazetesi, 18 Mayıs 1919 baskısında "Türkiye, hattâ Asya
Türkiye'si bile barışın imzası ile ömrünü doldurmuş olacak.
Türkler, artık kendi mukadderatlarını bizzat kendileri tayin
hakkından mahrum kalacaklar. Onların mukadderatını
Yunanlılar, İngilizler, Amerikalılar ve Fransızlar tayin edecek.
"Milletlerin hakları" için girişilen savaş, işte böyle cinai bir
düzen getirmektedir"(43)diyordu.
Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinin
oluşturduğu Amerikan delegesi ve İstanbul Fevkalâde Komiseri
Amiral Bristol'un başkanlığında bir heyet, İzmir ve Ege'de
işgalin haklı olup olmadığını ilişkin bir araştırma yapmakla
görevlendirildiler. Heyetin tarafsız soruşturmaları ürünü,
bölgede çoğunluğun tartışmasız Türk olduğu ve Paris
Konferansı'na iletildiği gibi Türklerin Rumları katletmekte
olduğu gibi bir durumun asılsızlığı saptandı. 12 Ekim 1919
raporuyla heyet, bölgede Yunan askeri yerine müttefik
askerlerin görevlendirlimesini öngörmekteydi (44).
Böylece Wilson'un, kendi prensipleri çevresinde olmayan bir
işgale tarafgir bir şekilde onay verdiği kanıtlanıyordu. Yine de
Türkiye'deki işgalleri gerçekleştiren kuvvetlerin arasında
Amerikan askerlerinin bulunmaması yüzünden, yurdun
güvenliği için tek ümidi Amerika'da gören, Amerika himayesine
sığınmak isteyen aydınların oluşturduğu bir grup da gittikçe
kalabalıklaşmaktaydı.
6) PARİS BARIŞ KONFERANSI
4 yıl sürmüş olan I. Dünya Savaşı'na sonuç getirmek, savaşan
devletleri barış koşulları çevresinde toplamak amacıyla Paris
Barış Konferansı'nın toplanması kararlaştırıldı. Konferansta
İtilâf Devletleri, yenik devletlerin savaş sonrası durumunu ele
alacaktı. Almanya, Avusturya - Macaristan ve Osmanlı
İmparatorluğu arasında, hâlâ üç kıtada toprakları olan ve tüm
S a y f a | 84
ülkelerin gözlerini üzerinde toplayan Osmanlı Devleti, apayrı
bir yer tutuyordu.
Toplumsal yapısı ve stratejik durumu başka ülkelerinkinden
büyük ayrıcalık gösteren bu ülkenin sorunlarının savaş sonu
koşullarında değerlendirilmesi, ister istemez ayrı tutuldu ve
gizli andlaşmalarla ortaya çıkan değişik koşulların değerlendirilmesinden sonraya bırakıldı.
Türklerin, İzmir'in işgaline tepkisi çok büyük olmuştu. Bu
durumu dikkate alan İtilâf Devletleri komiserlerinin ülkelerini
uyarmaları üzerine, Konferansa Osmanlı Hükûmeti'nin de
çağırılması kararlaştırıldı.
Osmanlı Hükûmeti'ne yapılan çağrı üzerine Konferansa
katılacak temsilciler heyeti; Ferit Paşa başkan olmak üzere,
eski Sadrazam Tevfik Paşa, Maliy Nazırı Tevfik Bey, Osman
Nazım Paşa, Hariciye Nezareti Musteşarı Keçicizade Fuat Paşa,
Harbiye Nezareti Umuru Siyâsiye Müdır-i Umumisi Reşit Bey
olarak belirlendi (45).
Önce Ferit Paşa heyeti, daha sonra da Tevfik Paşa hareket
ettiler ve peşpeşe Paris'e vardılar (46). Ancak çağrının
yapılması ve heyetlerin gitmesi, konferansın toplanmasından
birkaç ay sonraydı. Bu zamana kadar olaylar gelişmiş,
Konferans'ta Türk topraklarında "manda" fikri benimsenmeye
yüz tutmuştu.
Mondros Mütarekesi ile Türk topraklarında da yabancı
"himayesi" fikri uyanmış ve gelişmekteydi. Konferansa bizzat
katılmaya karar veren Amerika Reisicumhuru Wilson da bu
konuda kendisine özgü fikirler geliştirmekteydi. Savaş galibi
ülkelerin başarılarının Amerika sayesinde olması nedeniyle,
Wilson, konferansta kendi etkinliğinin büyük olacağı
kanısındaydı.
Konferansın çalışmalarını kolaylaştırmak üzere Amerika
Reisicumhuru, Dışişleri Bakanı, İngiliz, Fransız ve İtalyan
Başbakan ve Dışişleri Bakanlarıyla iki Japon temsilciden
oluşan 10 kişilik bir heyet belirlendi. Ancak, heyet üyeleriyle
birlikte gelen temsilci ve yardımcılarla, kararlaştırılan 10 kişi,
S a y f a | 85
aşıldı. Mart ayına ise, Wilson'un önerisiyle, kendisi ve üç
başbakan, Lloyd George, Clemancau ve Orlando'yu kapsayan
"Dört Büyükler" heyeti ortaya konuldu (47).
Wilson'un düşüncesi, konferansı 14 maddesi çevresinde
geliştirirken, büyük ideali olan "Milletler Cemiyeti"ni de
onaylatmaktı. Ancak bu suretle küçük devletlerin ezilmekten
kurtulup hakkın egemenliğinin kurulabileceği inancındaydı.
ülkesinde, bir Reisicumhurun görevi başında bulunması
gerektiği görüşünün yerleşik olmasına rağmen ayrılmasının
doğuracağı tepkileri göze alarak, konferansa bizzat katılmaya
karar verdi.
Konferansta Osmanlı İmparatorluğu'ndan özellikle 1914-15
olayları üzerine Amerika'ya göç etmiş Ermenilerin de
durumlarını çözümlemeye kararlıydı. Amerika'da yerleşen bu
göçmenler, Amerikan kamuoyunda büyük etkiler yapmış, olaya
yalnız bir Türk-Ermeni anlaşmazlığı değil, MüslümanHıristiyan anlaşmazlığı havası gelmişti. Sözde mağdur olan,
ezilen yüzlerce Hıristiyan için bir atılım bekleniyor, Müslüman
ülkede Hıristiyanların karşılaştıkları ezâ-cefaya son verilmesi,
zulümün durdurulması, önlenmesi isteniyordu.
7. TÜRK TOPRAKLARINA AMERİKAN MANDASI
Paris'e varmadan önce Wilson, eskiden Rus ve Alman
İmparatorluklarını oluşturan haklar ve yaşadıkları topraklarla,
Alman sömürgeleri üzerinde birtakım düzenlemeler de amaçlamıştı. Bu halklar arasında, özellikle Alman sömürgelerinde
gelişmemiş toplumlar da bulunmaktaydı. Değişikliği, konu
edilen yerlere "manda" adı altında bir rehberlik dönemi olarak
düşünmüştü. Mandaların küçük, tarafsız ülkelere, örneğin
İskandinav ülkelerinden birine veya Hollanda'ya verilmesini
tasarlamaktaydı (48).
S a y f a | 86
Amerika halkının barışla ilgili olarak üzerinde en çok durduğu
sorunlardan biri de bu manda meselesiydi. Konu yalnız
ekonomik çıkarlarla bağıntılı görülmemekte,
uluslararası
ilişkilere ahlaki bir boyut getireceği savunuluyordu. Bu döneme
kadar geri kalmış ülkeler, büyük devletler tarafından bencilce
sömürülmüştü. Sömürgeler devamlı olarak devletlerarası
anlaşmazlık konusu olmuş, bu anlaşmazlıklar çoğu kez
savaşları doğurmuştu. Paris Barış Konferansı'na kadar
sömürgeler üzerinde, sömürenler arasında bir anlaşmaya
varılmasına da girişilmemişti. Wilson, manda görüşünü bu
soruna bir yaklaşım olarak tasarlamaktaydı.
Barış Konfeansı'na gitmekte olduğu George Washington adlı
gemide Wilson, bu görüşünü birlikte seyahat ettiği müşavirleri
John Hopkins üniversitesi profesörlerinden İsiach Bowman'a, ve
Yale üniversitesi profesörlerinden Charles Seymour'a da
açıkladı.
Aynı düşünce, Barış Konferansı'na Güney Afrikalı general Jan
Christian Smuts tarafından da sunuldu. Bu nedenle, manda
konusunda pekçok kaynak, Wilson'un da kavramı, Smuts'dan
benimsediğini belirtmekteyse de, Smuts'un fikirlerinin Wilson'ın Avrupa'ya varıp bu görüşü gerek gemide gerekse Avrupa'da
açıklamasından sonra yayınladığı, Hoover tarafından yazılmıştır (49). Yine de kesin olan husus, kavramın Avrupa devletlerinde filizlenmediğidir. Gerek Wilson, gerek Smuts, Avrupa
kıtası ve düşüncesi dışında kimseler olarak "manda" kavramını
düşünmüş ve geliştirmişlerdir.
Wilson, I. Dünya Savaşı'nı bitirecek konferansa, 14 maddesini
benimseterek "toprak kazancı gözetmeme" prensibini kabul
ettirmek istiyordu. Bu nedenle, resmî adı "toprak kazancı"
olmayacak bir şekil olan mandayı sunuyordu.
Smuts'un manda önerisi ise daha önce Afrika'daki İngiliz
sümörgelerinin birleştirilmesi için çalışmalarını ve Alman
sömürgelerine karşı Güney Afrika savaşlarını ve Alman
sömürgelerine karşı Güney Afrika savaşlarının bir tür
geliştirilmesiydi. "Manda" adıyle, Güney Afrika Birliği'ne büyük
çapta Afrika arazisi katmak amacıydı.
S a y f a | 87
Manda fikri, uygulanacağı ülkeleri üç ayrı grupta ele alarak
geliştirildi. Bunlar, toplumların kültürel, sosyal ve coğrafya
koşulları gözetilerek, A.B ve C mandası olarak adlandırılan
sınıflara konuldu. A mandası, bir zamanlar kendi başına devlet
olmuş,
uygar
olmakla
birlikte,
ulusçuluk
esasında
örgütlenmemiş halklar üzerindeydi. Bu gruba bağımsızlık
tanınıyor, ancak geçici olarak mandater ülkenin de yönetimi
öngörülüyordu. A mandası, eskiden Osmanlı İmparatorluğu
olan topraklar üzerinde düşünülmüştü.
Manda hakkındaki fikir ve öneriler, adı geçen bölgelerde söz
sahibi olmak isteyecek ülkelerin savaşa girme nedeni olan
emperyalist isteklerine ters düşmekteydi. "Manda" sorumluluğunu almaksa, kuşkusuz, büyük mali yük getirecekti. İtilâf
Devletleri, zaten savaşın ülkelerine getirdiği büyük mali yükün
altında ezilmekteydiler. Savaşa giren bütün ülkeler büyük
ölçüde zarar görmüşlerdi. Yaralarının sarılmasını, ve biran önce
ülkelerinin ekonomilerinin düzelmesini istiyorlardı.
Savaş kaybetmiş ülkelerin durumları, konferansta teker teker
ele alınacak, er biriyple sağlanan barışla, İtilâf Devletlerinin
yükleri de hafifleyecekti. Savaşı kaybetmiş Türkiye hakkında
Wilson'un politikası. Barış Konferansı'nın görüşlerini "manda"
sistemine çevirtmekti. Osmanlılarla barışın Milletler Cemiyeti
ilkelerine dayalı olarak sağlanması, Amerika'yı Türkiye ile
savaşıp yenmemiş olmasına rağmen, Türkiye'de söz sahibi
yapacak, hem de manda sistemi güç kazanacaktı (49).
Özellikle mandater devlet Amerika olursa, zaten Osmanlı
toprakları üzerinde yıllardır ticarî ve kültürel faaliyet göstermiş
olan Amerika, bu bölgeyi her iki bakımdan da kendine bağımlı
kılabilecek, özellikle ekonomik alanda, bu bölgeden hem kaynak
hem de pazar olarak yararlanabilecekti. üstelik, ülkenin
coğrafya konumu bakımından kıtaları birleştiren köprü
durumunda olması, Amerika'nın başka ülkelerle bağlantısı ve
ticareti yönünden son derece yararlı olacaktı.
Türkiye'deki manda konusunda Lloyd George da acele
etmekteydi, çünkü Türkiye'de savaşın bitmiş olmasına rağmen
büyük sayıda asker bulunduruyordu.
S a y f a | 88
Bu da İngiltere'ye ağır mâlî yük bindirmekteydi. Dolayısıyle, u
duruma biran önce son vermek istiyordu. Aslında, gerek İngiltere, gerek Fransa, Türk bölgelerinden ziyade, Arap bölgeleri
üzerinde emeller besliyorlardı. Bu bölgelerin mandaterliğini bir
an önce sağlayabildikleri takdirde, savaşsız bu isteklerine
kavuşabileceklerdi. Bu çözüme ivedilik getirebilmek için,
Wilson'a Osmanlı topraklarında mandaterlik öneriyorlardı.
Savaşa son anda, 26 Haziran 1917'de giren Yunanistan savaş
girerken kendisine söz verilen İzmir'e göz dikmişti. Savaşta Rus
ordularıyla birlikte savaşmış olan Ermeniler, müttefiklere
önemli yardımda bulunmuşlardı. Katkılarının ödülü olarak,
Karadeniz'den Akdeniz'e kadar uzanan bağımsız bir
Ermenistan devleti istiyorlardı. Ermenilerin bu isteği, zaten
savaşla belirmiş değildi. Daha önce de Doğu Anadolu'da hak
iddia ediyor, her vesileyle bunu haykırıyorlardı. Ancak, şimdi
karşılarına bizzat temsilci de göndermek suretiyle seslerini
duyurabilecekleri bir Barış Konferansı olanağı çıkmıştı. Bundan
yararlanarak amaçlarını gerçekleştirebilecekleri inancındaydılar.
Ne var ki, Ermenilerin Konferansta devamlı temsilci bulundurmaları Müttefiklerce onaylanmadı. Halbuki Ermeniler, Boghos
Nubar Paşa başkanlığında "Avrupa Millî Ermeni Delegasyonu",
Aharonian'ın başkanlığında "Ermeni Cumhuriyeti Delegasyonu"
ve Ermeni Patriği Monsenyör Terziyan başkanlığında da "Din
Adamları Delegasyonu" olmak üzere üç ayrı delegasyon
hazırlanmış ve Paris'e göndermişlerdi bile(50).
Ermeni delegasyonlarından Boghos Nubar ve A. Aharonian, 26
Şubatta verdikleri muhtırayla, Ermeni isteklerini maddeler
hâlinde açıklıyorlardı. Bu açıklamaya göre istekleri, sadece
toprak isteklerini kapsamıyordu (93).
1. Kafkas Ermeni Cumhuriyeti arazisi ile beraber Kilikya ve 7
ilden oluşan bağımsız Ermenistan kurulması,
2. Ermeni Hükûmeti'nin Amerika veya Cemiyyet-i Akvâm
kefaleti altına konulması.
S a y f a | 89
3. Bir dönem için devletlerden birine özel manda verilip
mandater devletin Ermeni konferansı mütalasıyle seçilerek en
çok 20 yıllık olması,
4. Ermenistan, Osmanlı İmparatorluğu'nun Düyûn-u Umûmiye'sine katılmaya hazırdır.
Mandayı kabul eden devlet, şunları yapacaktır: Türk memur ve
askerlerini boşaltmak; halkın silâhtan tecridi; katliamlara
iştirak edenlerin, tecavüzde veya yağmada bulunanların
cezalandırılması; İslâm muhacirlerinin çıkarılması, zorla İslâm
edilip de Ermeniler arasına sokulmuş çocuk, genç kız, vs. nin
eski dinlerine dönmesi; Türklerin zorla müsadere ettikleri
malların eski sahiplerine iadesi."
Ermeni istekleri Fransız işgalindeki Kilikya'yı da kapsayınca,
Fransızlarla Ermenilerin arası açılırken, İngilizler, Ermenileri
desteklediler. Rusların Akdeniz'e inmelerinden çekinen
İngilizler, Rus ilerlemesini durdurabilecek, kendilerine dost bir
tampon devlet kurulması fikri, oldukça sevindirmekteydi (51).
Bu istekler gerçekleştiği takdirde, Wilson prensiplerinin
dayanmakta olduğu "self determination" milletlerin kendi
kendilerini yönetme ilkesi. Türkiye açısından geçersiz kalacaktı.
Ermeniler, Wilson'un bu ilkesini terkedip kendilerini
desteklemesi ve en kalabalık oldukları yerlerinde bile 1/4
oranında azınlıkta oldukları Türk topraklarındakendilerine bir
Ermenistan kuruvermesi için baskı yapıyorlardı.
Wilson'un özel ilgisi ve kişisel çabasıyla gerçekleştirilen
Milletler Cemiyeti karara bağlanana kadar pek çok
değişikliklere uğradı. Konferansın bu konuyu görüşmekte
olduğu sıralar, Cemiyet'in kurulmasıyla manda konusuna da
açıklık getirilip uygulamaya konulacağını bilen Ermeniler,
seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Kendilerine Türklerce sözde
devamlı zulüm yapıldığını belirtmeye çalışıyor, tarafsızlıktan
uzak konferansta da etkili oluyorlardı.
Le Progres de Lyon adlı Fransız Gazetesi, 5 Ocak 1919'da
"Yetkili kaynaklarca bildirildiğine göre, Türk ordusu,
Kafkasya'da işgal ettiği yerleri boşaltırken, Mütareke hükümet-
S a y f a | 90
lerini hiçe sayarak Ermenilere karşı amansız eziyetlerde
bulunmaktadır. Aslında bazı Türkler, Ermenilere öldürücü
darbeyi vurma ve ırklarını yük etme şeklindeki Türk
politikasını taçlandırma niyetini açıkça söylemektedir" (52) gibi
propaganda haberleri yazıyordu.
İngiliz basınında, Doğu Anadolu'da Kürtlerle Türklerin
çoğunlukta olma nedeninin katliamlar olduğu yazılmaktaydı:
Sözde âdilane olmayan bu durumda, Ermenilere bu bölgede
kendi kendilerine yönetim hakkı verilirse, ènüfuzlarının
zamanla artacağı öne sürülmekteydi. Yerlerini terketmek
zorunda bırakılmış Ermenilerle birlikte Amerika, Mısır,
Singapur, Hindistan, Doğu Hind Adalarından buraya yerleşmek
üzere pek çok Ermeninin geleceği belirtiliyordu. Bu bölgedeki
mandanın pahalı bir manda olmakla birlikte, yetenekli
kimselere yönelik olacağından, kısa zamanda kendini telâfi
edeceği yazıyordu (53).
Ümidini Amerika ve Wilson'a bağlamış olan Osmanlı Hükûmeti
ise kaderini saptayacak kararı beklemekten başka bir şey
yapmıyordu. Basında, Amerika'ya duyulan güven övgülerle
belirtiliyordu. İstanbul'da yayınlanmakta olan Ati Gazetesi,
"Makadderatı Cihan ve Amerika" başlıklı makalesinde, yalnız
Osmanlı Devleti'nin değil tüm dünyanın barış ve huzur için
güvencesinin Amerika olduğunu. Başkan Wilson'un görüş ve
prensipleri sayesinde bunun biran önce sağlanabileceğine
duyulan ümidi belirtiyordu (54).
Toplantı sürerken. Mondros Mütarekesi hükümetlerinin
uygulanması konusunda. aris Konferansı'nın yaklaşımları da
görüldüğü gibi, tarafsızlıktan uzak sayılabilecek durumdaydı.
Barış Konferansı'nın kararının, sözde Anadolu'da saptanan
koşullara göre olması istenmekteydi. Buna ilişkin olarak
yapılan girişimlerden biri de İngiliz Yarbayı Rowlinson'a, Doğu
Anadolu'da verilen soruşturma ve denetleme göreviydi.
22 Nisan 1919'da on kadar askerle Erzurum'a Mütareke
koşullarını kontrol için gitmiş olan Rowlinson, bölgede
gözlemlerde bulunup daha çok ordu mensuplarıyla ilişki kurdu.
Görüşleri, bin yıldır Türklerin egemen olduğu bu bölgede başka
unsur müdahalesinin getireceği büyük tepkiyi belirtiyordu (55).
S a y f a | 91
Hiç de Türk sempatizanı sayılmaya İngiliz yarbayın bu uyarısı
da etkili olmadı.
28 Nisan 1919'da Milletler Cemiyeti, konferansta onaylandı.
Mandaya ilişkin 22 nci Maddesinde, Osmanlı İmparatorluğu ile
ilgili olarak şöyle deniyordu (56).
"Evvelce Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bulunan bazı
cemaatler, belirli bir gelişme derecesine erişmişlerdir.
Kendilerinin bağımsız milletler olarak nevcudiyetleri kendi
kendilerine yeterli hâle gelinceye kadar bir mandater devletin
idarî bakımdan yol gösterme ve yardımına bağlı olmak üzere
şartlı olarak tanınabilir. Bu cemaatin arzuları mandater
devletin seçiminde göz önünde bulundurulacak birinci derecede
hususlar olmalıdır."
Bunun sonucu, uluslararası bir komisyon kurularak 1919
yazında Londra'da çalışmalara başlamıştı. Komisyonda Lord
Milener ve Lord Cecil İngiltere adına; Fransa Müstemlekeler
Nazırı simone, Japonya adına Vikont Chinda, İtalya adına
Guglielma Marconi ve Amerika adına da Albay House ve
danışmanı olarak George louis Beer bulunuyordu.
Amerikan mandasının özellikleri şöyle saptanmıştı: Bu manda,
mümkün olduğu kadar çabuk kalkınma sağlanması için iyi
işleyecek biçimde hazırlanıyordu. Hükûmet yönetimi olanak
olduğunca, yerlilerce hazırlanıp yapılacaktı.
Askerî kadro ve hava kuvvetleri kurulup yönetilebilecekti.
Tahkimat ve deniz üsleri kurulacaktı. Sadece düzenin
sağlanması için yerel bir jandarma kuvveti bulunacak (asker
mandater devletin). Tam bir vicdan özgürlüğü ve dinsel
törenlerde tam serbestlik sağlanacaktı. Vatandaşlar arasında
din-ırk ayrımı gözetilmeyecekti.
Mandacı devlete de uyruk haklarıyla ilgili çok önemli koşullar
yükletilmişti. Bu devlet, kendi vatandaşına manda yönetiminde
tanıdığı ikâmet, mülk edinme, ticaret yapma haklarını,
buradaki Milletler Cemiyeti'ne bağlı devletlerin vatandaşlarına
da tanıyacak, kendi vatandaşlarına ayrıcalıklı davranmayacaktı. Milletler Cemiyeti'ne bağlı bütün ülkelerin vatandaş-
S a y f a | 92
larına çalışma, ticaret, iktisat ve sanat yönünden tam bir eşitlik
sağlanacaktı. Manda yönetimindeki ülkelerin doğal servetlerinin geliştirilmesi için, Milletler Cemiyeti ülkeleri vatandaşlarına ayrıcalıklar verilebilecekti (57).
Bu koşullar, manda kurulacak devleti, adetâ uluslararası bölge
yapıyordu. "Cemiyyet-i Akvâm'a üye" devletlerin tümüne çeşitli
yararlar sağlıyordu. Fakat bu uluslararası durum göstermelikti.
Yine bu koşullardan yararlanacaklar, ancak büyük ve güçlü
devletler olacaktı.
Osmanlı toprakları için İstanbul ve Boğazlar,Anadolu, Doğu
Anadolu (Vilâyat-ı sitte) olmak üzere üç bölgeli bir manda
kurulması fikri ağırlıktaydı.Ermenilerin Doğu Anadolu'daki 6
ili kapsayan manda bölgesinde bağımsız bir Ermeni devleti
kurma planları ise, pek açıklanmamakla birlikte, Wilson'dan
olur almıştı.
Barış
Konferansı'nda
Osmanlılarla
ilgili
sorunların
tartışılmasına, Wilson'a Amerika'nın mandayı kabul etmesi
önerisi resmen yapıldıktan, yani 21 Mayıs'tan (58) sonra
başlandı. Osmanlı Sadrazamı Ferit Paşa, konferansa, ülkesi ile
ilgili en belirgin nokta olarak, hanedan ve İmparatorluğun
devamının sağlanması ilkesiyle gitmişti. Ermeni Devleti'ni ise
kabul ediyordu. Amerika'ya bu öneriyi Lloyd George 23 Martda
yaparken hem İstanbul, hem de Ermenistan'ın Amerika
tarafından işgali gerektiğini öne sürmüştü. İngiliz Mareşalı
Wilson da Başkan Wilson'a İstanbul ve Boğazlar için 1,
Ermenistan içinse 5 büyük Amerikan tümeni gerektiğini
belirtiyordu (59).
8) AMERİKA ANADOLU'YU İNCELETİYOR.
Gerçekte Amerika, I. Dünya Savaşı sırasında ülkesine Ermeni
tehcirleriyle göçen Ermenilerin etkisiyle Türk sorunuyla girift
olmuştu. Daha önceden bahsettiğimiz gibi, bu tarihe kadar
S a y f a | 93
Osmanlı-Amerikan ilişkileri, kültürel ve ticarî ilişkiler olarak
yürümüştü. Bu iki husus ve gizli andlaşmaların öğrenilmesi,
ABD'de Osmanlı toprakları üzerinde "manda" idaresi
kurmaarzusu uyandırdı ve Amerika, Türkiye üzerine daha
başka niyetlerle eğilmeye başladı.
Amerika Dış İşleri Bakanlığı, Wiscounsin üniversitesi
profesörlerinden Wesserman'ı, Türkiye'de incelemeler yapmakla
görevlendirdi. 1917 yılı Ekim ayında ise, Amerika'da
Türkiye'nin yeniden örgütlenmesini içeren bir komite kuruldu.
Bu komitede, Wiscounsin. Princeton, Yale, Harward California
üniversiteleri profesörlerinden Türkiye ve Yakın Doğu ile ilgili
olanlar görev aldılar. Kendi çalışma alanlarına göre Türkiye'nin
tarihi, dini; eğitim, sağlık, maliye sorunları; sulama, enerji gücü
olarak su sorunu, ulaştırma ve endüstri konularında veriler
toplayıp, anketler yapıp, uzmanlarla görüştükten sonra
monografiler hazırladılar. Bu hazırlanan monografiler. 3
Haziran 1918'de ilgili makamlara bir rapor halinde sunuldu.
Raporda önerilene göre Amerika'nın Türkiye hakkında savaş
sonrası davranışı şöyle saptanacaktı:
1. Türk halkı, Türk yönetici sınıfıyla karıştırılmamalıdır.
Yönetici sınıf çok kısıtlıdır, ve tasfiye edilmelidir.
2. Arabistan ayrıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun geri
kalan toprakları, Avrupa devletleri arasında paylaşılmamalı ve
sömürgeleştirilmemelidir.
3. Türkiye, muhtariyetle yönetilen bir devlet olmamalıdır, veya
bu şekilde devletlere bölünmemelidir. Eğer muhtar bir
Ermenistan kurulmasına kalkışılacak olursa, 3/4 ü Türk olan
bölgede Türklerin yönetimi, 1/4 olan Ermenilere bırakılırsa, bu
Amerika'nın geleneklerine, demokrasi anlayışına veya sağlam
bir yönetim kurulmasına da ters düşer.
4. Türkiye, kendini demokratik yöntemle yönetebilinceye kadar,
belki bir müddet, Amerika'nın vesayetine verilebilir (60).
Amerikalı uzmanların 22 Haziran'da konferansa sundukları
raporda da "Ermenistan'ın henüz işgal edilmeyen kısmını işgal
etmek için Ermenilere verilmek üzere 50.000 silâha:
S a y f a | 94
Ermenilerin dönmesini sağlamak için de 60.000 kişilik bir
orduya, Ermeni Hükûmeti'ne yardım ve asayişi korumak üzere
de yıllarca en az 30.000 kişilik kuvvete gerek olduğu (61)
açıklanıyordu.
Bu görüş ve açıklamar, mandanın getireceği sorumluluğu ve
maddi külfeti daha yakın bir şekilde ortaya seriyor, kararın
daha düşünceli alınması gereğini duyuruyordu.
Wilson, manda önerisini yaparken gerçek gayesini gizleme
ihtiyacı duymuş, Ermenistan ve Türkiye gibi ülkelerin,
geleceklerinin parlak olduğunu, kısa zamanda kendi kendilerini
idare edebilecek duruma gelebilecklerini, amacının Amerika
için bir pay almak olmadığını açıklamıştı. Ancak, İstanbul ve
Boğazlara ilişkin olarak, bölgenin uluslararası olması ve serbest
liman yapılmasını düşünmekteydi. Amerika'nın da bölgeye
yerleşip kalmayacak, görevini iyi niyetle sürdrebilecek tek ülke
olduğunu da iddia ediyordu (62). Fakat manda üzerindeki
raporlar ve tartışmalar, Wilson'u adamakıllı ürkütmüştü.
Kararı kendi başına veremiyeceğini, Amerikan Senatosu'nun
onayı gerektiğini anladı.
Amerika'nın prensip olarak mandater devlet olmayı kabul
etmesi, ayrıca, toplum olarak da "manda" ile birlikte ulusa
yönelecek madddîve manevî özverileri üstlenmeye hazır olması
gerekiyordu.
Lloyd George, Clemancau ve Orlando'nun önerileriyle Wilson,
bu fikri oldukça benimsemiş olarak, 27 Haziranda ülkesine
döndü. Manda sorunuyla, bu bölgenin yardım işleri yönticisi
olan Herbert Hoover'i görevlendirmek istedi. Tasarı daha
başlangıçta
gerek
kamuoyunda,
gerekse
Amerikan
Senatosu'nda büyük karşı koymalara yol açtı. üstelik, Hoover
da bu fikri desteklemiyordu. Kendisi bölgeyi iyi tanımaktaydı ve
manda atılımının sebep olacağı çetin aşamaların farkındaydı.
Hoover'a bu öneri, ilk defa Mayıs ayında Albay House
tarafından yapıldı.
Hoover, yanıtında Rus Ermenistanı'nın, eski Rusya'dan
bağımsızlık kazanmış olan Ermenilerden oluştuğunu söyledi.
Aslında, Doğu Anadolu'da 1.500.000 olan Ermeni nüfusunun
S a y f a | 95
400.000 den fazlasının Türklerden korunmak için Ermenistan'a
kaçtığını, 400.000 civarında Ermeni'nin de hâlen Türkiye'de
bulunduğunu açıkladı. Ermenistan'ın 150.000 kişilik yabancı
karakol kuvveti olmadan kendisini Türk ve Azerbaycanlı
komşularından koruyamayacağı görüşündeydi. Ayrıca, eski
Türk - Ermeni bölgesinin tümünü ve Güneydoğu Anadolu'nun
bir bölümünü tarımsal amaçla kullanabilmek üzere sınırları
kapsamına almadığı ve Gürcistan'dan Karadeniz'e bir çıkışı
olmadığı takdirde, kendi kendine yeterli olamayacağını açıkladı.
Bu koşullar altında Mandayı kabul etmezden önce, sorunu
yerinde incelemek üzere Ermenistan'a bir heyet gönderilmesini
ilkin Albay House'a, sonra da Başkan Wilson'a önerdi. Heyetin
başkanlığı için de Genel Kurmay Başkanı General Harbord'un
uygun olacağını bildirdi (63). Hoover'ın görüşlerinin
benimsenmesi üzerine, heyetin atanması çalışmaları başladı.
9. KİNG-CRANE KOMİSYONU SURİYE'DE
Bu ara, Suriye'de manda sorununu inceleyecek benzeri bir
heyetin araştırma için Orta Doğu'ya gönderilmesi, Paris'te 4
Büyükler tarafından kararlaştırılmıştı (64). Ancak, bu konuda
sonradan fikir değiştirilmesi üzerine, Wilson tarafından Oberlin
Koleji Rektörü Henry C. King, ve özel sektörden Charles
Crane'in başkanlığında "King-Crane Komisyonu" (65) Suriye'de
manda idaresi kurmanın getireceğiyükler ve sağlayacağı
çıkarlar üzerinde incelemelerde bulunmak üzere görevlendirildi.
"Türkiye Mandaları Komisyonu Amerika Şubesi (The Ameikan
Section of the International Commission on Mandates in
Turkey) (66) olarak tanınan "King -Crane Komisyonu", 1919 yılı
Temmuz - Ağustos aylarında Suriye ve Filistin'de incelemelerde
bulunmak üzere 3 Haziran'da İstanbul'a gelip inceleme
bölgelerine hareket etmeden önce, bir bildiride bulundular.
Bildirilerinde "vekâleten idare" ya da "manda" sorununun
önemine ve güçlüğüne değinerek, Amerikan halkının görüşünün
de kararda etkili olacağını bildirdiler (67).
S a y f a | 96
Heyetin İstanbul'a geldiği sıralarda, Paris Konferansı'nda
belirmiş olan manda fikri gerek Osmanlı Hükümet çevrelerinde
ve gerekse aydınlar arasında çeşitli doğrultularda yayılıyordu.
King - Crane Komisyonu'nun İstanbul'a gelişinden önce, 1
Haziran'da İstanbul'da ikamet eden Miralay İsmet Bey(İnönü),
Erzurumdaki karargahında bulunan 15. Kolordu Komutanı
Kâzım Karabiker Paşa'ya yazdığı mektubunda, Karabekir'i
heyetin gelişinden haberdar etmekte, ve İstanbul'daki durumu
anlatmaktaydı.
İsmet Paşa, heyetin manda konusunda kamuoyu yoklaması
yapacağını, İstanbul'da da tartışmaların İngiliz mandası mı,
Amerika
mandası
mı
olmalı
konusunda
sürdüğünü
anlatmaktadır. Kendi çevresindekilerin, Amerikan mandasını,
parçalanmamamış
bir
Türkiye
sağlayacağı
kanısıyla
yeğlediğini, bu meydana Alemdar ve Türkçe İstanbul
gazetelerinin İngiliz: - Fransız karışımı bir manda yanlısı
olduğunu yazmaktaydı. "Manda" hakkında da "zamanın yaldızlı
hapı" (68) sözünü kullanmaktaydı. Bu söz, mandaya karşı
beslenen ümidi ve tek kurtuluşu mandada bulanların, bu arada
İsmet Bey'in psikolojisini yansıtmaktaydı.
7 Haziran günü Havza'dan Kâzım Karabekir'e mektup yazan
siyasiyat Şubesi Müdürü Hüsrev Bey de, İsmet Bey'in
mektubundaki gibi kimilerinin İngiliz, kimilerinin de Amerikan
mandasının uygunluğu fikrinde olduklarını, kimsenin "tam
bağımsızlığı"
imkan
dahilinde
görmediğini
yazıyordu.
Amerika'yı oldukça tarafsız gördüğünü söyledikten sonra "en
ehveni şer"in Amerikan "himayesi değil, fakat murakabe
tarzında manda"sı, "en son çare-i halas" (69) olabileceğine
ilişkin görüşünü bildiriyordu.
Temmuz sonunda İstanbul'a dönen heyet, İstanbul'da azınlık
cemaat temsilcileri, taşra eşrafı ve fırkaları davet ederek
görüşmeler yaptı. Daha sonra manda konusunda bir beyanat
vererek, Amerika'nın gerek Avrupa, gerekse Orta Doğu'da
hiçbir siyasal emeli olmadığını anlatıp, Doğuda bağımsız bir
Ermenistan'ın Türkiye açısından yararlı olacağını iddia etti
(70).
S a y f a | 97
Heyet, Şehremini Cemil Paşa ile Amerikan Sefarethanesi'nde
yaptığı görüşmedeyse. Cemil Paşa'nın 950 bin nüfuslu
İstanbul'un 750 bininin İslâm olduğunu söylemesi üzerine,
manda konusunun Türkleri gereksiz yere korkutmaması, bunun
"himaye" demek olmadığı, büyük devlet yardımının gerekli
olduğu,
ilerleme kaydedilince
de
Milletler
Cemiyeti
kontrolündeki mandanın kaldırılacağı konuşuldu (71).
Türk Hükûmeti'nin kaygıları, İngiliz basınında da yer
almaktaydı. The Observer, Türk Hükûmeti'nin, manda
kararının ülkenin mandater devlete ilhâkına yol açacağından
kuşkulandığını, bu nedenle de Ermenilerle ilgili bağlayıcı
kararlardan çekindiğini yazmaktaydı.
King-Crane Komisyonu, Amerika'ya sunduğu raporda, Ermeni
Mandası kurulması fikrini desteklemekteydi. Türk devleti için
ayrı bir manda önerirken, İstanbul'un da Türklerden alınması
gerektiğini öne sürüyordu. Tüm Anadolu, Ermenistan, İstanbul
ve Türk Devleti'ni kapsayan tek èbir genel manda kurulup
Amerika'ya devredilebileceğini de (72) bildiriyordu. Yine
raporda, Arabistan'daki kamuoyu yoklamasıyla, Arapların
Lübnan'ı da içeren birleşik bir Arap devleti istediklerinin
öğrenildiğini, ancak, bunun gerçekleştirilemediği takdirde,
İngiliz veya Amerikan mandasını istediklerini açıklıyorlardı
(73).
King - Crane Komisyonu, Türk Toprakları üzerine manda
kurulmasına ilişkin görüş bildirdiği halde fikirlerini ve
gözlemlerini esas Türkiye'de değil, Suriye ve Mezopotamya'da
oluşturmuştu. Amerika, Türkiye'yi eski esasa dayanarak iki
bölümde görüyordu. Bu nedenle, bir bölümü üzerinde karar
almak üzere gönderdiği King - Crane heyetine ilâveten,
Türkiye'nin esas Türklerin yaşamakta olduğu Anadolu ve Doğu
Anadolu bölgesinde bu konuda kesin karar sahibi olabilmek için
de söz ettiğimiz öneri ve hazırlıklardan sonra. General
Harbord'u görevlendirdi.
S a y f a | 98
10. GENERAL HARBORD ANADOLU'DA
General Harbord'un kuracağı heyetin görevlendirilip yola
çıkması için gerekli çalışmalara vakit geçirilmeden başlandı. Bu
heyet, Amerika Birleşik Devletleri için gerçekten önemli bir
kararın öncüsü olacaktı. ABD'de özellikle son yıllarda göçlerle
yerleşmiş pek çok Ermeni vardı. Bunlar, öteden beri Ermenilere
hoşgörü besleyen Amerikan toplumunu oldukça etkilemişti. I.
Dünya Savaşı bitmiş olduğu halde savaşın sürmekte olduğu,
özellikle Ermenilerin bağımsız bir devlet kurmak istedikleri
Doğu Anadolu'da, Türklerin Ermenilere zulümde bulundukları
öne sürülüyordu.
Hattâ bu verilere dayanarak Wilson, 21 Ağustos 1919'da Damat
Ferit Paşa'ya bir nota bile göndermişti. Bu notada, Kafkasya ve
başka bölgelerde Ermenilerin öldürülmesi engellenmezse,
Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk bölgelerinden, Wilson
Prensiplerinin 12 nci maddesiyle tanınan bağımsızlığın geri
alınacağı ve barış koşullarının Türkler aleyhine değiştirileceği
bildirilmekteydi (74). Türkler, Kafkasya'daki olaylardan bile
sorumlu tutuluyor, kendilerine karşı takınılan önyargılı
tavırlar, bir kez daha kanıtlanıyordu.
Bütün bunların bir'an önce yerinde incelenmesi için 3 temmuz
1919'da Amerikan Dışişlerinden John Foster Dulles ile Herbert
Hoover, Wilson'a bir telgraf çekerek Harbord Heyeti'nin
ivedilikle görevlendirilmesini istediler. Hoover Başkan'a,
heyette bulunmak üzere kendi yardımcılarından William B.
Poland, Jamesi Mc. Knight ve Harold W. Clark'ı da Harbord'un
emrine verebileceğini bildirdi. Hazırlık aşamalarından sonra
heyet, 15 Ağustos günü Avrupa'ya vardı (75).
General Harbord Heyeti'nin görevlendirildiği sıralarda,
Türkiye'deki Ermenilerin tehlikede olduğu, Türklerin İzmir'in
işgalinin acısını onlardan çıkarmak üzere hazırlıklar yatıkları
söylentileri dolaşmaktaydı. Ayrıca, Rus sınırına devamlı yığınak
yapıldığı, buradan da Türklerin èsaldırıya hazırlanmakta
oldukları söylentileri yaygındı. İddiaya göre sorun yalnız
S a y f a | 99
Türkiye'de Ermenilerin yaşamakta olduğu doğu Anadolu
bölgesinde değil, Gürcistan ve Azerbeycan'da da büyüktü.
Tehcirler dolayısıyle buraya pekçok Ermeni göç etmişti. Her
yerde olduğu gibi, bu bölgelerde de nüfus yığılması, açlık,
sefalet ve günden güne artan sağlık sorunlarına neden
oluyordu. Bu durum. Mayıs ayında Yardım Yöneticisi Hoover
tarafından Kafkasya'da incelemelerde bulunmak üzere
gönderilmiş Yüzbaşı Green tarafından bildirilmekteydi (76).
Yaz boyunca Rus Ermenistanı'nda kalan Green ve yine oraya
Müttefikler Komiseri olarak atanan Albay Haskell, bölgedeki 50
bin kusur Ermeni'nin durumuna ilişkin haberler iletmekteydiler. Yüzbaşı Green, Temmuz sonunda müttefiklere, Türklerin
1915 olaylarından daha büyük olaylara hazırlanmakta
olduklarını, İngilizlerin de, Batum'dan geri çekmek üzere
oldukları kuvvetlerini yerinde bırakmadıkları takdirde büyük
bir Ermeni soykırımına girişilebileceğini bildirmekteydi (77).
İşte bu olayların devamlı kendisine yansımasıyladır ki Wilson,
biran önce aldığı haberlerin doğruluğu ve abartma payının ne
olduğunun saptanması amacıyla Paris'e telgraf çekerek,
General James G. Harbord'un başkanlığındaki inceleme
heyetini resmen görevlendirdi.
Wilson tarafından görevlendirildiği sıralarda General Harbord
(1866 - 1947), 53 yaşındaydı. Kansas Ziraat Koleji mezunu olup
1899'da Amerikan ordusuna katılmıştı. Bütün ömrü askerlikle
geçmiş, Filipinler'de güvenlik kuvvetlerine başkanlık yapmış,
Soissons ve Chateau - Thierry'de Amerikan birlikleri kumandanlığında bulunmuştu. 1917 - 18'de Genel Kurmay Başkanlığı
yapmış, 26 Mayıs 1919'da bu görevine yeniden atanmıştı. Daha
sonra. 1921 - 22 yıllarında Genel Kurmay Başkan Yardımcılığı
da yapan Harbord, Amerikan Savaş Bakanı Newton D. Baker
tarafından Pershing'in Başkomutanlık görevinden ayrılması
durumunda, bu göreve en uygun aday olarak saptanmıştı (78).
Bu da gösteriyor ki daha önce de Türkiye'de bulunmuş olan
Harbord, Amerikan ordusunun en gözde komutanları arasında
bulunmaktaydı.
General Harbord'a seçeceği yardımcılarla birlikte Orta Doğu'ya
giderek Amerika'nın manda konusunda kesin karar
S a y f a | 100
alabilmesini sağlamak üzere incelemelerde bulunması, şu
emirle bildirilmekteydi (79):
"Vakit geçirmeden, bir devlet aracıyle, İstanbul, Batum ve
Ermenistan'ın çeşitli bölgelerine, Rus Trans - Kafkasyası'na (80)
ve Suriye'ye gitmek ve daha önce görüşülmüş olan talimatlara
ilişkin incelemeler yapmak üzere yola çıkılacaktır. Bu bölgelerde Amerika'nın siyasî, askeri, coğrafî, idarî ve ekonomik açıdan
karşılaşabileceği sorumluluklar ve çıkyar sağlayabileceği
hususlar üzerine araştırma yapıp rapor vermeniz istenmektedir."
Bu emir üzerine Harbord, derhal saptayıp konu ile ilgili bilgi
toplamaya èbaşladı. Gerekli gördüğü tüm araç - gereçler,
kendisine Amerikan Hükûmeti'nce sağlanacak, General
Pershing tarafından da askerî personelini seçmede kolaylık
gösterilecekti. Asker ve sivil uzmanlardan oluşan heyete
birhaberleşme taburu birkaç fotoğrafçı, Fransız Hükûmeti de
bir ahçı atadı.
46 kişilik General Harbord heyetinin asker üyelerinin isimleri
şöyleydi:
Tümgeneral James G.Harbord: Heyet Başkanı
Tuğgeneral Frank R.McCoy: İkinci Başkan
Tuğğeneral George V. Horn Moseley
Tabip Albay Henry Beeuwkes
İstihkamcı Yarbay John Price Jackson
Yargıç Yarbay Jasper Y. Brinton
Piyade Yarbay Edward Bowditch Jr.
Deniz Kuvvetlerinden Komutan W.W Bertholf
S a y f a | 101
Genel Kurmaydan binbaşı Lawrence Martin
Levazım Yüzbaşısı Stanley K. Hornbeck
Sivil üyeler:
William B. Polland: Belçika ve Kuzey Fransa Amerikan Yardım
komisyonu Başkanı.
W.W Cumberland: Wiscounsin üniversitesi Profesörü Amerikan
Barış Görüşmeleri
Komisyonu Mâli Danışmanı.
Elliot Grinnel Mears: Ticaret Bakanlığı Ticarî Danışmanı.
Ayrıca subaylar, kâtipler ve tercümanlar da bulunuyordu (81).
Heyetin Ermenice çevirmenleri, Binbaşı Şekerciyan ve Teğmen
Kachodoruan adlı Ermeni asıllı Amerikan subaylarıydı (82).
Türk Tercüman ise, Robert Kolej'in Türk Müdürü (83) Hüseyin
Pektaş'dı (84).
Heyet Fransa'dan yola çıkmadan, Ortadoğu Amerikan Yardım
Komitesi raporlarını, Amerikan Barış Heyeti raporlarını,
Amerikan Barış Heyeti raporlarını ve Kongre Kütüphanesi'nin
sağladığı, bölgenin çeşitli koşullarını içeren yayınları inceledi.
Gidilecek bölgelerde daha önceleri bulunmuş, Barış Konferansı'na katılan heyetlerle ve bireylerle görüşmeler yapıldıysa da,
bunlar umulduğu kadar yararlı olmadı. Harbord, Ermenilerin
yoğun oldukları bölgeler ve manda konusunda uzman olarak
karşısına çıkarılanların Orta Doğu ile ilgilibilgilerinin, kitap
bilgisi ve propaganda ürününden oluştuğundan yakınmaktaydı.
Paris Barış Konferansı'nda Ermeni Delegasyonu'na başkanlık
eden Boghos Nubar ile yaptığı görüşmede Ermeniler ve
Ermenistan kurulması konusunda da denli yetkili bir kimsenin
"hiç Ermenistan'da bulunmadığı" nı öğrenmek Harbord için
büyük bir hayal kırıklığıydı. Görüşmelerinde Boghos Nubar'ın
ailesinin Mısır'da yaşamış olduğunu ve babasının da Mısır ileri
gelenlerinden Nubar Paşa olduğunu öğrenmişti. Ancak,
B.Nubar, Harbord'un "Ermenistan'da son ne zaman
S a y f a | 102
bulundunuz?" sorusunu hiç gitmemiş olduğu şeklinde
yanıtlamıştı (85). Konferansta Ermeniler adına söz sahibi
olacak kadar ileri bir mevkide olan kimsenin "Ermenistan"
olduğunda ısrar ettiği, bu kavramın savunuculuğunu yaptığı
bölgeyi hiç görmemiş olması düşündürücüydü.
İngiltere, Fransa, Rusya ve nihayet Amerika'nın,Ermenilerle
Türker arasında o sıralarda vukubulan çekişmeleri bir
Müslüman-Hıristiyan çatışması olarak ele alıp, bunu Haçlı
ruhuyla Osmanlı İmparatorluğu üzerine baskı sebebi
yapmalarının altında yüzyıllardır besledikleri emeller gizliydi.
Bu gerçekleri görebilmek, ayrıca Amerikan halkına ne türlü bir
yükümlülüğe girmekte olduklarını anlatmak isteğiyle General
Harbord, görevini elinden geldiğince yansız bir şekilde
gerçekleştirmek istemekteydi. Buna rağmen, seyahatte ön
yargıyla başladığını sonradan belirtmekten de çekinmemişti:
"Herhalde hiçbir araştırma grubu, bu işe bizim gibi
başlamamıştır. Yola çıkarken, gerçekten bir Ermenistan ve
katliamlar göreceğimizi sanmıştık" (86) demekteydi. Harbord,
Doğu Anadolu'daki gözlemleriyle, burada öne sürüldüğü gibi,
bir "Ermenistan" olmadığını da anlamıştır.
Heyetin "Ermenistan" kavramına ilişkin başka bir ilgi çekici
nokta, üç general üyeden biri olan General Moseley'in
raporunda göze çarpmaktadır. General Moseley, Harbord'a
sunduğu "Askerî açıdan Mandaterlik Sorunları" konulu
raporunda "Ermenistan Nerededir?" başlıklı bir bölüme yer
vermiştir. İncil'de geçen Ermenistan sınırları bu bölümde
tanımlandıktan sonra, "Ermeni delegelerinin bizim kabul
etmemizi istedikleri Ermenistan; Kuzeyine Karadeniz,
Azerbeycan ve Gürcistan'ı alarak güneye doğru uzanıp
Akdeniz'de Mersin ve İskenderun'u da kapsıyor.
Türk Ermenistanı ve Rus Ermenistanı olarak adlandırılan iki
bölümden oluşuyor. Elimizdeki demografik rakamların doğru
olduğu varsayılırsa tüm Ermeni nüfusu 1.5 milyon sayılabilir.
Şimdiki duruma göre, Ermenilerin yeni devletleri için
önerdikleri bölgede çoğunlukta oldukları kuşkuludur. Hele
Türkiye'deki
bölgede
çoğunluk
olmadıkları,
kesindir"
demektedir. Ermenilerin her bölgeye yerleştiklerini de
S a y f a | 103
belirttikten sonra, İstanbul, Tiflis, İzmir gibi kentlere yerleşmiş,
iş hayatında başarı sağlamış Ermenilerin, iyi koşullar altında
yaşamakta oldukları bu kentleri bırakarak, kurulması önerilen
yeni devlete gitmeye hiç niyetleri olmadıklarını eklemektedir
(88).
Daha yola çıkmadan yapılan görüşmeler ve elde edilen tutarsız
bilgi, heyete pek sağlam temellere dayanmadan işe
başladıklarını
anlatmaya
yetmişti.
bundan
sonraki
incelemelerini tamamiyle kendi gözlemleri ve kuracakları
ilişkilere dayanarak değerlendirmeleri gerektiği anlaşılmıştı.
Zaten bu işle görevlendirilme nedeni de, yıllardır bu konuda ele
geçen bilgiden duygusal yönlerle abatmaları ayırmak, ve manda
kurma işini gerçeklere dayanarak karara götürmekti.
21 Ağustos'ta Paris'ten ayrılan General Harbord Heyeti'nin,
şimdiye kadar Orta Doğu'da incelemelerde bulunmuş
heyetlerden farklı bir biçimde, Ermenistan ve Kafkasya'da tüm
koşulları incelemekle görevlendirildiği, 22.8.1919 tarihli Le
Temps Gazetesi'nde yer alıyordu.
Heyet, 24 Ağustos'ta Brest'den hareket ederek İstanbul'a geldi
(88). Dört gün kalarak çeşitli görüşmeler yaptığı bu kentte,
raporun temel noktalarını oluşturan hususlara ilişkin veriler
toplamaya çalıştı. Bu veriler, Ermenilerin tarihsel kökeni ve
Birinci Dünya Savaşı sonundaki siyasal durumlarını ve
öngörülen yeni manda statüsü hakkındaki önerilerini,
mandanın konusunu ve koşullarını, bu topraklarda kurulacak
bir manda idaresinin karşılaşacağı sorunları, mandanın ABD
tarafından kabulüne veya reddine sebebolabilecek nedenleri
kapsamaktaydı (89).
Amerika Birleşik Devletleri, Birinci Dünya Savaşı'na girince,
Türkiye'deki elçisi Elkus'u geri çekmişti. ülkenin diplomatik
ilişkilerini sürdürmede İstanbul'daki İsviçre temsilcisi yetkili
kılınmıştır. Heyetin resmi nezaket teması için başvurusunun
Türk Hükumeti'ne eriştiğinden bile kesinlikle emin olmayan
Harbord'a, Sadrazam'a resmî ziyaret yapmayıp İsviçre
temsilciliği èaracılığıyle bir kartvizit göndermesi önerilmişti.
İstanbul Hükûmeti'yse, Sadrazamla Harbord'un resmî
ziyaretlerde bulunduğuna ilişkin haberin gazetelerde yer
S a y f a | 104
almasını sağlamıştı (90). Generalin gelişi, şöyle bildirilmekteydi: "Ahiren Ermenistan'a gitmek üzere şehrimize gelen
General Harbord, dün öğleden sonra Ayasofya'yı ve Topkapı
Sarayı'nı ziyaret etmiştir. Amerikalı General bundan 15 sene
evvel bir kere daha şehrimize gelmiş, bir müddet ikamet
etmiştir.
Dün Harbiye Müsteşarı İsmail Cenani Bey, Amerika Sefareti'ne
giderek Harbold'a iadei ziyaret etmiştir (91).
Harbord'un Osmanlı Hükûmeti ile resmî ilişkilerde pek
bulunmamasının bir nedeni de, gidecekleri bölgelerde
hükumetin etkinliğinin azaldığı, hemen hemen bütün yetkilerin
ulusal harekette rol alanlarda olduğunu öğrenmesiydi.
Kendisine emirlerin Mustafa Kemal'den alınıp ona rapor
edildiği de söylenmişti. Dolayısıyle İstanbul'daki Kuvayı Milliye
temsilcilerine başvurmayı uygun görmüştü. Yol güzergahlarını
soran Kuvayı Milliyeciler, kendilerine, istedikleri bilgiyi
sağlamakta yardımcı olunacağı ve heyetin gidişinden de
memnunluk duyulacağını bildirmişlerdi (92).
Basın mensuplarından kaçınarak yapılan resmî ziyaretlerde,
Hıristiyan cemaat başkanları, İstanbul Patriği, Ermeni Cemâat
Reisi ile görüştü. Bu görüşmeler de gazetelerde yer alıyordu:
"General Harbord'u Ziyaret: Muhtelif Ermeni rüesayı ruhaniyesi ile Rum Patrikhanesi'nden izam edilen bir heyet, şehrimizde bulunan General Harbord'u ziyaret etmişlerdir" (93).
Bu ara Harbord, Amiral Bristol ile de özel olrak görüştü.
Bristol, Washington' 13 Eylül 1919 tarihli yazısıyle, heyetle özel
görüşmeler sırasında General Harbord ve General McCoy ile
birlikte,
Türk
Hükûmeti'ne
resmen
başvurmamayı
kararlaştırdıklarını yazmıştı.
Amiral Bristol, daha önce de değindiğimiz gibi, Türkler ve
Türkiye hakkında incelemelerde bulunmuş, bu konuda
Amerikan Hükûmeti'ne bir de rapor sunmuştu. Türkiye
hakkında gözlemlerde bulunduktan ve Türkleri tanıdıktan
sonra, ülke hakkında görüşlerini değiştiren yalnız Amiral
Bristol olmamış, eşi de bu konuda yeni görüşler edinmiş ve
bunu açıklamaktan çekinmemişti. Bu değişikliği, İzmir'de
S a y f a | 105
Yenigün Muhabiri'ne belirtmiş, hattâ görüşleri dış basında da
yer almıştı (94).
Bristol, heyetin seyahat süresinede bir zorlukla karşılaşacağı
kanısında olmadığnı, kendilerine kolaylık bile gösterileceğine
emin olduğunu söylemişti. "Zorluk" la belirtilmek istenen
Türkiye'dre başlamış olan Kurtuluş Savaşı'nın ve güçlerinin
heyet çalışmalarını engelleme olasılığıydı. Bristol'un bu kanıya
varmasında manda yanlısı birçok Türk aydının, özellikle
Amerikan mandasını desteklemekte olduklarını bilmesi etkili
olmuştur. Ayrıca, Osmanlı Hükûmeti'nin de bilmekte olduğu bu
gerçek,
heyetin
kendilerine
başvurmaması
karşısında
şaşkınlığa düşmeme nedeni olabilir.
Kuvayı Milliyecilere gelince, iyi haber alan kaynaklarıyla
Mustafa Kemal, zaten heyetin yola çıktığından haberdar
edilmişti. Ayrıca, General Harbord'un da kendilerine müracaatı
vardı. Bu konuyla ilgili şu yazışmalar bulunmaktadır (95):
20 Ağustos 1919 "Ermenice gazeteler General Pershing'in
Erkân-ı Harbiye Reisi bulunan General Harbord'un
Ermenistan'a müteveccihen Brest'den hareket eyleyeceğini
yazıyor. General Harbord, Cumhurbaşkanı Wilson tarafından
Ermenistan'daki varidatı tetkik ederek mufassal bir rapor
vermek üzere memur edilmişti. Mümaileyhin refakatinde bir
torpito filosu bulunduğu halde Amerika sefinesiyle şehrimize
gelecektir. Maiyetinde zabitan ve erbab-ı ihtisasdan mürekkep
bir heyet bulunacaktır."
Yine basın özeti olarak İstanbul'dan (Harbiye) Mahreçli
Mustafa Kemal Paşa'ya gönderilen diğer bir raporda da:
Anadolu ve Ermenistan'a azimet etmek üzere Dersaadette
bulunan General Harbord, maiyetinde bir hayli zabit ve
mütehassıslarla 7 Eylül/335 (1919) da Pozantı'ya gittikten sonra
otomobillerle seyahatine devam ve esnay-ı râhda Maraş,
Malatya, Sivas, Diyarbekir, Harput, Hasankale, Muş, Erzurum
şehirlerini ziyaret ve ahvâl-i umumiyeyi birer birer tedkik ve
hey'et Erzurum'da tekrar trene binip Kafkasya dahilinde ve
Ermenistan'da tedkikatına devam edecektir.
10/9/335 (1919)
XX. Kor. K.V. Mirliva Ali Fuad"
S a y f a | 106
Heyetin inceleyeceği hususlar arasında, sağlık sorununa da
büyük önem veriliyordu. Türkiye'deki sağlık sorunu konusunda
yapacağı temaslarla ilgili şöyle bir haber, gazetelerde yer
alıyordu: "General Harbord, şehir sıhhat-i umumiyesini
öğrenmek istiyor: Dün Amerikan Sefarethanesi'nden vilâyeti
Sıhhiye Müdürlerine müracaat eden bir memur, General
Harbold'un şehirin vaziyet-i sıhhiyesi hakkında mâlumat almak
istediğini bildirmiş ve bu gün saat 9.30'da kendisine lâzım gelen
mâlûmatı almak için Sıhhiye Müdürü Ekrem Bey'e gitmesi
kararlaştırılmıştır" (96).
İstanbul'daki görüşmelerden sonra heyet, ikiye ayrıldı.
Hükûmet, sağlık, maliye, ticaret ve bu gibi konuları bir raporla
saptayacaklara
gerekli
veriler.
İstanbul
ve
Tiflis'te
bulunmaktaydı. Dolayısıyle, heyetin bir kısmı, İstanbul'daki
değerlendirmeyi bitirdikten sonra Martha Washington gemisi
ile ve Karadeniz yoluyla Tiflis'e geçmek üzere, İstanbul'da kaldı.
Geri kalan 30 kişi ise, 7 Ağustos'ta Bağdat Demiryoluyla
Anadolu'ya hareket etti.
İstanbul'da kalanlar, ilk araştırmaların sağlık konusunda
sürdürmeye devam ettiler. İleri gazetesinde, "Amerikalılar
Türkiye'nin Sıhhatini öğreniyor" başlığıyla yer alan habere
göre, Amerika Sefareti'ne giden Ekrem Bey'e sağlık kurumları,
doktor-operatör
sayıları,
hastahanelerin
yatak
sayısı,
dispanserlerin savaş öncesi ve sonrası fiyatları hakkında
sorular sorulup istatistikler ve şemalar istendiği yazıyordu.
Heyetin Anadolu'ya giden kısmıysa, seyahatlerini tren, otomobil
ve at sırtında yapacaklardı. Güvenlik açısından, heyete dikkatli
olmaları,
halk
ve
haydutlar
tarafından
saldırılara
uğrayabilecekleri birçok kez tekrarlanmıştı. Son uyarıyı da
İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri yapmıştı. Ancak
Harbord, raporunda bu gibi olaylarla karşılaşmadıklarını
bildirmişti (97).
Programları, Haydarpaşa'dan trenle hareket ederek, İzmitKonya-Adana üzerinden Tarsus, Mersin, İskenderun, Halep'ten
Mardin'e; oradan otomobille Diyarbakır, Harput, Malatya,
S a y f a | 107
Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Erivanve Tiflis'e gitmekti.
Sonra yine trenle, Baku üzerinden Batum'a geçilip Karadeniz
yoluyla İstanbul'a dönülecekti (98). Gruptan ayrılan bazı heyet
üyeleri de, arabayla Ulukışla üzerinden sivas'a, yolda
Merzifon'a uğrayarak samsun'a, Trabzon'a ve Erzurum'a; atla
Horasan'dan Beyazıt'a, Erivan'dan İran sınırında Nakcivan'a
gideceklerdi. O tarihte erişilmesi çok zor olan Van ve Bitlis
kentleri dışında bütün doğu illerini kapsayan gezide, bu iki
kente ilişkin verileri, kısa bir süre önce atla o bölgelerde
dolaşmış olan İngiliz Yüzbaşısı Niles'dan almışlardı (99).
Anadolu ve Kafkaslar ötesinde 30 gün geçiren heyet, yol
üzerinde hükûmet temsilcileriyle görüştüler. Ayrıca, Türk,
Ermeni, Yunan, Tatar, Gürcü, Rus, İranlı, Yahudi, Arap,
İngiliz, Fransız ve gittikleri yerlerde yerleşmiş Amerikalılar da
olmak üzere pekçok kişiyle görüştüler. Amerika tarafından
destek gören birçok din, eğitim ve hayır kurumlarının da
görüşlerini aldılar.
Kendilerine İzmit'den başlamak üzere pekçok izzet-ikramda
bulunulması her gittikleri yerde kendi aç ve sefil durumlarına
rağmen, heyete yiyecek ve içecek sunan halkla karşılaşılması
üzerine heyet, konak yerlerini şehir ve köylerin girişinde
seçmeyi uygun gördü. Böylece, halkın kendilerinin çok zor
bulduğu gıda maddelerini ikram olarak kullanmalarını
engelleyebiliyorlardı (146).
Değerlendirmelerini yol boyunca yapılan soruşturma ve
incelemelere dayandırmak üzere heyetin İstanbul'dan yola
çıktığı sıralarda, Türkiye'de Milli Mücadele'ye başlamış ulusal
güçler örgütlenmekteydiler.
15 Mayıs 1919'daki İzmir'in işgali, Türklere düşman
saldırılarının artık Türklerin anayurdu olan Anadolu'ya
sıçradığını gösteriyordu. İzmir'in işgali işgali üzerine
Anadolu'da başlayan hareket, Mustafa Kemal Paşa'nın Milli
Mücadele'yi örgütlemek için 19 Mayıs'ta Anadolu'ya geçişi ile,
tam anlamıyla kuvvetlenecekti. Bu arada, ülkenin birçok
yörelerinde, müdafaa-i hukuk cemiyetleri ve düşman işgaline
karşı yöresel örgütlenmeler oluyordu. Adana, Trakya - Paşaeli,
Vilâyat-ı Şarkie Müdafâa-i Hukuk, İzmir Reddi İlhak, Trabzon
S a y f a | 108
ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyetleri gibi kuruluşlar
ortaya çıkmıştı. örgütlenmenin ilk toplu adımını oluşturacak
Erzurum Kongresi, bu ortamda hazırlandı.
Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçişinden sonra ilk örgütlenme
hareketi olan ve onun tarafından 21/22 Haziran'da yayınlanan
Amasya Genelgesi'nde, Doğu illeri adına 10 Temmuz'da
Erzurum'da bir Kongre toplanacağı dabildiriliyordu. Bu kararın
alınmasından önce, 17 Haziran 1919'da Erzurum Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti, ilk kongresini yapmıştı. Kongre'de Doğu
Anadolu'nun parçalanmaması esas alınmış, karar olarak
1- Bir Ermeni saldırısı karşısında son kişinin ölümüne kadar
savaşmak;
2- Osmanlı camiasından ayrılmamak için her fedakarlığı göze
almak benimsenmişti (100).
Gecikmeler nedeniyle, Erzurum Kongresi kararlaştırılan
zamandan iki hafta sonra, 23 Temmuz - 7 Ağustos tarihleri
arasında Erzurum'da bir ilkokulda toplanabildi.
Mondros Mütarekesi'nin 7 inci maddesine dayanarak Avrupa
devletlerinin Anadolu'yu işgalleri başlamıştı. Bu sıralarda Doğu
Anadolu'da bağımsız Ermenistan fikri de Ermeniler arasında
gitgide geçerlik kazanıyordu. Doğu Anadolu'da yaşamakta
odukları yerlerden ayrılmış veya ayrılmaya zorlanmış
Ermenilerin de eski yerlerine dönmekte olmaları, tasarıya
kuvvet kazandırıyordu. Bu dönüş, yabancı basında da yer
almakta ve gerek Ermenileri, gerekse bölge halkını manda
yönünde etkiliyordu.
"The Observer" adlı İngiliz gazetesi, Van ve Erzurum'a
dönmekte olan Ermenilerin 250-300 bin civarında olduğunu
yazıyordu (101). Ermenilerin çoğunlukta olduğu öne sürülen 6
Türk ilinin de yeni Ermeni devleti sınırları içinde kalması
tasarlanmaktaydı. Barış Konferansı'nda bu illerin Ermeni
nüfusunun % 15'i bile bulmadığının Osmanlı delegeleri
tarafından açıklanması, İtilaf Devletleri temsicilerince suç
sayılmış ve Türkler bu yüzden sorumlu tutulmuştu (102).
S a y f a | 109
Anadolu'da işgal edilen bölgeler, doğul olarak düşmana karşı
koyuyor, bu amaçla da örgütleniyordu. Erzurum Kongresi de
Mondros'un 7 nci maddesine karşı tüm doğu illerinin
örgütlenmesini sağlamak amacıyle toplanmıştı. Doğu Anadolu
illerinden ve kazalarından seçilen temsilcilerin katıldığı kongre,
her ne kadar bölgesel görünümdeyse de, aldığı kararlar, yurt
çapında etkili ve Kurtuluş Savaşı'nın çatısını oluşturucu
durumdaydı. Kongre'nin amacının Harbord Heyeti'ne yansıma
şekli ise, Türk kanı taşıyan bütün yörelerde Turancı amaçla,
Türk İmparatorluğu'nun ve Halifeliğin korunması çabasıyle,
tüm dünya Müslümanlarını Pan İslâmist ülkü etrafında
toplamaya yönelik bir çalışma yapmak olduğu idi.
Heyet, Mustafa Kemal'i çanakkale Zaferi'yle tanımakta,
karargahını Erzurum olarak bilmekteydi. Kendilerine bazı
çevrelerce hareketin Genç (Jön) Türklerin İttihat ve Terakki
dönemini canlandırma amacıyle başlattıkları, bazılarınca da
İstanbul Hükûmeti'nden destek görmekte olduğu söylenmişti.
Bir kısım kimseler de İstanbul Hükûmeti'ne tamamen karşı bir
eylem olduğunu bildirmekteydiler (103).
Kongrenin topandığı sıralarda Türkiye'de Amerikan mandası
sorunu yeni ortaya çıkmıştı. Bu konuda araştırmalar yapmış
olan daha önce de söz konusu ettiğimiz King-Crane heyeti de
İstanbul'dan henüz ayrılmamıştı. Belirttiğimiz gibi, Türklerin
selâmetini mandada, özellikle Amerikan mandasında gören
pekçok Türk aydını vardı. King-Crane Heyeti'nin görüşleri, bu
kimseleri fikirlerine daha sıkı sarılmaya itti. Bunlardan
bazıları, manda lehindeki fikirlerini haykırırken, bir kısmı da
bu görüşü savunarak Erzurum Kongresi'ne katılmaktaydı.
Ayrıca, Erzurum Kongresi'ne mandanın kabulünü öneren ve
destekleyen telgraflar çekmeye, Kongreyi etkilemeye çalışıyorlardı.
Paris Konferansı'nca benimsenen Doğu illerinde "manda"
kurulması kararına karşılık, Erzurum Kongresi, aldığı
kararlara manda ve himaye kabul olunamayacağına ilişkin
madde koymuştu; Kongre Beyannamesi'nin 7 nci maddesi
şöyleydi;
S a y f a | 110
"Milletimiz insanî, asri gayeleri tebcil ve fennî, sınaîve
iktisadîhâl ve ihtiyacımızı takdir eder. Binaenaleyh, devlet ve
milletimizin dahili ve harici istiklâli ve vatanımızın tamamisi
mahfuz kalmak şartıyla altıncımaddede musarrah hudud
dahilinde milliyet esaslarına riayetkar ve mülkümüze karşı
istilâemeli beslemeyen herhangi devletin fennî, sınai, iktisadı
muavenetini memnuniyetle karşılarız ve bu şerait-i âdile ve
insaniyyeyi muhtevi bir sulhun da acilen takarruru selâmet-i
beşer ve sükûn-ı alem namına ahhass-ı âmâl-ı milliyemizdir"
(104).
Mondros Mütarekesinde alınan manda kararı, özellikle Doğu
Anadolu'da büyük heyecan uyandırmıştı. Erzurum Kongresi
toplandığı sıralarda da bölgenin en güncel olayı sayılmaktaydı.
Bu ara İngilizler, Kars ve Ardahan bölgesinde Ermenilerin
Türklere karşı eylemlerini destekleyerek Sivas'a yürümelerini
sağlamak, aynı zamanda, Türkleri de silâhsızlandırmak
peşindeydiler. Bu amaçlarına İstanbul Hükumeti de bilmeyerek
yardımcı oluyor, Mütareke koşullarını hatırlatarak, Türk
kuvvetlerini silâhlarını teslime çağırıyordu.
Kafkasya'daki Müslümanlara da çeşitli zulümler yapılmaktaydı. Hatta Sarıkamış ve batısındaki Müslümanlara karşı
Ermenilerin örgütlenmekte olduğu (son günlerde 500 süngü, 4
top ve savaş gereçleri topladıkları) öğrenilerek 15. Kolordu
Kumandanı Kâzım Karabekir tarafından Harbiye Nezareti'ne
bildirilmişti (105). Karabekir, 28.8.1919 tarihli şifreyle de
Erzurum'daki İngiliz temsilcisi Rawlinson'un 27 Temmuz'da
kendisiyle manda hakkında görüşme yaptığını bildiriyordu.
Rawlinson, Paris Konferansı'nda Amerika'nın, Türkiye ile
Ermeni, Azerbeycan ve Gürcü mandalarını kabul etmesine
rağmen, Amerikan meclisinin bunu onaylamaması hâlinde,
herhalde, İngiltere'nin bu mandayı üsleneceğini bildirmişti.
Ayrıca, İngiltere'nin İslâm âlemine yakınlığı dolayısıyla daha
başarılı bir mandater olabileceğini de kendi görüşü olarak
eklemişti. Kurulabilecek mandaya ilişkin "Meselâ Kafkasya'da
büyük bir kumandanlığımız bulunur, ayrıca da, Azerbaycan'da,
Gürcü ve Ermeni Cumhuryietleri nezdinde birer kumandan ve
erkânı harbiyesi bulunur. Tabiî âsâyişi temin ve arzu edilen
yönetimin uygulanması için de bir miktar kuvvetimiz olur"
S a y f a | 111
diyerek, Mısır, èIrak ve hindistan'da İngiltere'nin çalışmalarını
örnek vermişti (106).
Karabekir, manda sözünün benimsenmesiyle, devlete sadece
ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan kalkınmaya yardımdan çok
farklılık taşıyan bu açıklamaları. Hükûmete şifreyle bildirmişti.
Askeri kuvvet bulundurmayı, güvenliğin sağlanmasına müdahele ettirmeyi kabullenmek, ister istemez, siyasal müdahalede
getirecekti. Siyasal müdahaleye yetkili ülkenin siyasal
doğrultusuna girmekse, bu durumda kaçınılmaz olacaktı.
Dolayısıyle, ülkenin bağımsızlıkla yakından uzaktan bir ilişkisi
kalmayacaktı.
Kâzım Karabekir derhal İstanbul Hükûmeti'ne mandanın
kapsamı hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarını sordu. Kuşku
ile de, yoksa hükûmetin "damla damla yok olma şıkkını kabul
edip millî namusdan dahi yoksun olarak teslimiyeti" mi
düşündüğünü anlamak istedi (107).
Erzurum Kongresi sırasında, yine aydınlardan oluşan bir grup,
ülkenin bütünlüğünü sağlayabilmek için "manda" yı araç olarak
görmekteydiler. Bu kimseler, daha önce de bahsettiğimiz gibi,
Amerikan mandası yanlısı ve İngiliz mandası yanlısı olanlar
olmak üzere iki ayrı grup oluşturuyorlardı. İngiliz mandası
yanlıları, genellikle "İngiliz Muhipleri Cemiyeti" adlı örgütte
toplamışlardı. Bu kimseler, İngilizlerin Müslüman halka
yakınlığını önce sürerek, İngiliz mandası altında İslâm birliği
bile sağlanabileceği düşüncesindeydiler. İngiliz mandası yanlısı
olanlar, genellikle hükûmet destekçileriydi. Bu kimseler,
Amerikan mandası fikrine karşıydılar. Bu konudaki görüşleri,
General harbord'un Türkiye'ye gelişinin ertesi günü
yayınladıkları duyuruyla kanıtlanmaktaydı:
"İngiliz Muhipleri Cemiyeti Manda İstemiyor"
"Mezkûr Cemiyet'ten varid olmuştur:
Cemiyet'in maksadına dair çıkarılan şayialar üzerine,
Cemiyet'in vatan sever, İngiliz sever, fakat değil İngiliz veya
herhangi bir manda istiklâle dokunacak en ufak bir
müdahaleye taraftar olamaz, olmayacaktır" dedikten sonra,
İngiliz dostluğunun ülkeye "cemiyet" yoluyla geçmeyip, tarihsel
S a y f a | 112
kökeni olduğunu, özellikle büyük İslâm topluluklarıyle çok
yakın ilişkide bulunan İngilizlerin, Türklerle dostluklarına
kıymet verdiklerini de yazmaktaydı (108).
Oysa bu Cemiyet'in bildiri ve programında İngiltere'den "kavm-i
necip" diye bahsederek, Osmanlıların bu ülkenin ilmî, edebî,
sosyal ve ekonomik gelişmelerinden yararlanabileceği, ülkenin
bütünlüğünün devamının ancak "İngiliz muaveneti" ile
yürüyebileceği ileri sürülüyordu (109).
İngiltere, kuşkusuz yardımlarını karşılıksız yapmayacaktı.
Amaçladığı çıkarları vardı. Buna karşın, İngiliz yanlıları, bu
bağımlılığı, özellikle Amerika mandası girişimi öncesinde
Harbord'un geldiği günü seçerek, örtbas etmek, kendilerini de
bağımsızlık simgesi olarak göstermek istiyorlardı.
İngiltere'de ise gerek Kurtuluş Savaşı girişimi, gerekse
Erzurum Kongresi, tamamiyle başkaldırı havasında basına
yansıyordu. "The Observer", Erzurum Kongresi'nden "Kanun
kaçağı Türk Paşası" tarafından yönetilen bir toplantı olarak
bahsediyordu ve "yasa dışı Türkler, manda ve bölünme
sorunlarına karşı toplanıyor" şeklinde habere yer veriyordu
(110).
Kongrede kavranmış bir gerçek, Doğu Anadolu'da Manda'nın
istenmediğiydi. 15 Ağustos günü Kâzım Karabekir'in evinde
Mustafa Kemal, Rauf Bey ve Kâzım Paşa'nın görüşmesinde,
kongrece de benimsenmediğinin Amerikan heyetine Mustafa
Kemal tarafından bildirilmesi kararlaştırılmıştı (111).
Erzurum Kongresi'nin aldığı kararlar, Doğu Anadolu'yu
Ermenistan fikrine karşı koymada daha büyük dirence itmişti.
Doğu Anadolu basını "Vilâyat-ı Şarkiye Ermenistan Olamaz"
başlıklı makaleyle, protestosunu haykırıyordu (112).
Erzurum Kongresi'yle Doğu illerinin vatanın bölünmez
parçaları olup bu illerin anavatandan ayrılmamaları için karar
verilirken, daha geniş kapsamlı ikinci bir kongrenin, Batı
illerinden gelecek temsilcilerle, en güvenli bölge görülen
Sivas'ta toplanması hazırlıkları da başlamıştı.
S a y f a | 113
Sivas Kongresi hazırlıkları, ülkenin kurtuluşu için savaşların
bu çok belirgin görüş ayrılıkları arasında yapılıyordu. General
Harbord'un Türkiye'ye gelişi ise, yine bu döneme rastlamaktaydı.
Kuşku götürmeyen bir husus, durumun kötülüğünün
kavranmış olup bunun düzeltilmesi için çabalamakta
olduğuydu. Ancak, güvensizlik pek büyük boyutlara erişmişti.
Bunun yanısıra, illerden gelen temsilciler de ne kadar aydın
sayılırsa sayılsınlar, yine de pek bilinçli oldukları öne
sürülemezdi. Kongre ilerledikçe, özellikle manda hakkında
görüşmelerde bu durum, öne çıkmaktadı. ve General Harbord'a
"Türkler mandayı bir ağabey nasihatı, himayesi gibi görüyorlar"
dedirten durum ortaya seriliyordu. Bu tarihe kadar
Amerika'nın manda karşılığında Türkiye'den bir beklentisi
olabileceği ve bu beklentiyi gerçekleştirmek için mandayı
onaylayacağı görüşünü uzaklaştırıyordu.
Kongre'de yaptığı konuşmada Ahmet nuri Bey , zaten
aralarında anlaşmazlık bulunan itilaf devletlerinin, manda
konusunda da tam anlaşma halinde olamadıkları, Wilson'un
"Sabık Türkiye İmparatorluğu" şeklinde Türkiye'yi andığı
sırada, Türklerle ilgil ibarış maddelerinin kesinleşmesi için
erteleme kararları alındığını anlatıyordu ve "evvelâ, manda
kelimesinin tamamen reddini talep èedirim" dedikten sonra,
"fakat unutmayalım ki vekâlet-i idareyi demek, sen idareye
muktedir değilsin, ben muktedirim demektir" dedikten sonra,
Amerikan Senatosu manda önerisini onaylamadığı takdirde çok
bozuk durumda kalacağımıza dikkati çekti. Amerika'nın manda
önerisini onaylamadığı takdirde çok bozuk durumda
kalacağımıza dikkati çekti.
Amerika'nın demokrasi anlayışının bu kavramı kabul edeceğine
kuşkularını belirttikten sonra. Amerika'ya heyet gönderme
önerisine katıldığını bildirdi. Amerika'ya manda teklifi yapan
Avrupa ülkelerinin, bunu Osmanlı topraklarını kendi istedikleri
gibi paylaşabilmek için bir kandırmaca olarak öne sürdüklerini
söylüyordu. Fakat tam bağımsızlık açısından, o da diğer
ülkelerin, tam bağımsızlığı sağlandığı takdirde. Türkiye'yi rahat
bırakmayacakları kuşkusunda idi. Türkiye'ye bir "tetkik heyeti"
gönderilmesini istemeyi de en uygun çözüm buluyordu (113).
S a y f a | 114
Kongrenin sonuçlandığı 11 Eylül günü, kongre dağıldıktan
sonra kararları yürütmek ve Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti'ni temsil etmek üzere 16 kişilik bir "Heyet-i Temsiliye"
seçti. Heyet-i Temsiliye'nin seçileceği, kongre bildirisinde de yer
alıyordu.
Toplantının dağıldığı tarihte, Anadolu'da gezisine başlamış olan
Harbord'un sunacağı raporun, manda konusunda Amerikan
Senatosu'nun kararını luşturacağı da biliniyordu. Bu nedenle,
Heyeti Temsiliye, Harbord'un gezisini yakından izlemekteydi.
Ayrıca, tarafsızlık içinde karar alabilmesini de sağlamak
istiyordu. Bunun için göreve başlar başlamaz, şu kararları
yayınladı (114).
Sivas Kongresi Beyannamesi incelendiğinde göze çarpan,
kesinlikle tam bağımsızlık ilkesinin hakim olmasıydı. Kurtuluş
Savaşı'nın sürmekte ve vatan bölünmezliğinin esas tutulmakta
olduğu bu heyecanlı günlerde, özellikle savaşı yönetenler
arasında görüş ayrılıkları, savaşın başarısı yönünden kuşkusuz
çok sakıncalı olabilirdi. Bu konu söz konusu edildiğinde,
kongre'de mandacı görüşte pekçok kimse görülmekteydi. Bunlar
kadro dışı bırakılamaz, kestirip atılamazdı. Koşullar kimsenin
harcanmamasını gerektiriyordu.
Bu durumda yapılacak şey mandacılara, Kongre'ye karşı bir
tutum takınmalarını önlemek için "manda" ya karşı olunduğu
belirlenmiş olmakla birlikte, karşı tarafa da söz bırakıldığını
kanıtlamaktı. Amerika Birleşik Devletleri'nden bu tür bir heyet
isterken, General Harbord Heyeti, Türkiye'de görevliydi. Ancak,
bu heyet, Wilson'un atamasıyle gönderilmiş bir heyetti. Bu
durumda ise, Amerikan Kongresi'nden bir heyet istenecek ve
onların bu isteğe yaklaşımları beklenecekti. Büyük bir olasılıkla
da, ikinci heyetin formaliteleri yerine gelene kadar, zaten
Harbord Heyeti ve onun kanalıyla yapılan incelemeler sonucu.
Amerika'nın manda konusunda tutumu, kesinlik kazanmış
olacaktı.
Kongre süresinde İngiltere ile ilgili duruma gelince, başta
İzmir'in haksız işgali, sonra Temmuz ayındaki Amiral Bristol
Raporu, King-Crane Heyeti'nin incelemeleri, bundan sonra da
General Harbord'un Türkiye'de yapmakta olduğu gezisi,
S a y f a | 115
Amerikan ve Avrupa kamuoyuna Ermenilerle Türk ilişkilerini
daha tarafsız ve sağlıklı bir biçimde göstermeye başlamıştı.
Yine Avrupa'da, özellike İngiltere'de halâ Türklerin Ermenilere
sözde zulümler yapmakta olduğundan bahsediliyordu. "The
Times" adlı İngiliz gazetesinde Cemiyet-i Akvâm'a Ermenilerin
koruyuculuğunu èüstlenmesi gerektiğine ilişkin bir öneri
getirilmekte olduğu yazıyordu (194). Ancak, bunun yanısıra,
Türklerin de ermeniler tarafından ne denli hırpalanmakta
olduğuna değinen haberler de yayılıyordu.
İngiliz gazetelerinde ise, Wilson'un ilkin Doğu Anadolu veya
İstanbul'da Amerikan mandası sağlanması görüşünde olup
yavaş yavaş durumun tersine döndüğü, Amerikan Senatosu
fikrini açıklamadan Türkiye ile ilgili bir hususun Sevr'de yer
almayacağı yazılıyordu (115).
11. MUSTAFA KEMAL-GENERAL HARBORD GÖRÜŞMESİ
General Harbord'un Sivas'a gelişi, bu atmosferdeyi. Harbord
Heyeti İstanbul'dan yola çıktığında, Sivas Kongresi toplantı
halindeydi. Gezi Sivas bölgesini de kapsayacağına göre, bu
yöreye gediklerinde toplantı başkanına baş vurması, resmi
olmayan bir şekilde önerilmişti (116).
13 Eylül'de Mardin'den hareket eden heyet, yol boyunca
umduklarından çok daha iyi karşılanarak, Diyarbakır'dan
Harut'a geldiler. Kendilerine Mardin'de katılan Yarbay Kâni
Bey'in rehberliğiyle bu yörede büyük bir sorunun yabancı
tahrikleriyle gelişen ayaklanmalar olduğunu öğrendiler.
Malatya'ya geldiklerinde, aynı gelişmelerin orada da yer
aldığını öğrendiler. Bölgede dikkatlerini çeken bir özellik.
Müslüman kadınların peçe takmamalarıydı. Heyet, seyahat
ettikleri bütün bölgelerde, sosyal yaşam, halkın giyim, gıda ve
sağlık durumlarıyla özellikle ilgileniyor, her yörenin diğer
yörelerle karşılaştırılmasını da yapıyorlardı.
S a y f a | 116
Mardin'e gelir gelmez, burada ve Doğu Anadolu'da gittikleri her
bölgede bütün sivil ve asker görevlilerin, tüm emirleri Sivas'tan
almakta olduklarını farkettiler (117). Kâni Bey'de bütün
faaliyetin yalnız Sivas'ın onayıyle yapıldığını söylemişti. Hattâ
Sivas'a giderken heyete gerekli benzin için bile bu onay
gerekmişti.
Malatya'dan 18 Eylül'de yola çıkan heyet, milliyetçilerin
kendilerini iyi kabul edeceği teminatıyla, Sivas yoluna
koyulduğunda Harbord, İstanbul Hükûmeti'ne baş kaldırarak
eylemini sürdüren Mustafa Kemal'in kendisini Sivas'da resmen
karşılayan heyette bulunmamasını bir şifreyle istemişti (202).
Harbord Sivas'a varmadan önce, heyetten bir binbaşı ve bir
yüzbaşı. Sivas'a gelerek Mustafa Kemal ve Rauf Bey ile
görüşmüş, heyetin gelişini bildirmişlerdi. Bu görüşme, Sivas
gazetesinde yer almaktaydı: 20 Eylül'de Sivas'a varan heyet,
Mustafa Kemal Paşa hariç, tüm sivil ve asker yetkililer
tarafından karşılandı. Mustafa Kemal'in ulusal savaşa önderlik
etmek amacıyle askerlikten istifasını da duymuş olan heyet,
milliyetçi kadronun niteliklerini beğeniyle karşılamıştı.
İmparatorluk hükûmetlerinde söz sahibi olmuş kimseler,
Bahriye Nazırlığı yapmış Rauf Bey, eski Washington
Büyükelçisi Rüstem Bey, eski Halep Valisi Bekir Sami Bey, hep
aynı amaç çevresinde toplanmışlardı. Heyeti bu kadro gibi,
Sivas'taki askerî birliklerde gördükleri, yalın ayak olmalarına
rağmen, düzgün giyim de olumlu biçimde etkilemişti. Mustafa
Kemal ile görüşme ise, 21 Eylül günü Vali'nin Heyet'e verdiği
resmî öğle yemeğinden sonrabir kulüpte tertiplenmişti. Harbord
Heyeti'nden, General'in yanısıra, General McCoy ve Moseley,
ayrıca çevirmen olarak da Hüseyin bey bulunmaktaydı.
Karşılayanlarsa, Mustafa Kemal Paşa, Rüstem, Rauf ve Bekir
Sami Beylerdi.
Harbord, gayet itinalı, sivil giysilerle kendisini karşılayan
Mustafa Kemal'i, "çıkık elmacık kemikleri, açık renk saç ve
kurşuni gözleriyle, ufak tefek olmasına rağmen "çerkez" tipine
benzetmişti. Görüşme sırasında o zamana kadar karşılaştığı
Türklerin ev içinde bile başlarından feslerini çıkarmamalarına
karşın, açık başla oturmasını şaşırtıcı bulmuştu.
S a y f a | 117
Yaklaşık 2.5 saat süren görüşmede çoğunluk Mustafa Kemal
konuşurken, Hüseyin Bey de çevirmenlik yapmaktaydı. Mustafa
Kemal'in konuşma yöntemini gayet akıcı ve seri, Hüseyin Bey'e
hitabının gayet hakim olduğunu tanımlayan Harbord, Mustafa
Kemal'in elinde bir sıra tesbihi durmadan çekmesinden sonra,
huzursuz görünümünün nedeninin bir süre önce sıtma geçirmiş
olup görüşme sırasında yüksek ateşli olması yüzünden olduğunu öğrendiğini yazmaktaydı. Harbord, dünyaya milliyetçilerin
tasarı ve amaçlarına yönelik pekçok karmaşık haberler yansıdığını, bu konuda gerçekleri öğrenmek istediğini söyledi. Mustafa
Kemal de yanıtında İzmir'in işgali ve Türk halkına yapılan
zulümden sonra ülkede kurulmaya başlayan müdafâai hukuk
cemiyetleri, bunların toplanan kongrelerle, özellikle son Sivas
Kongre'siyle bütünleştirildiklerini anlatmıştı. Kısacası hareketin, Osmanlı Hükûmeti'nin bütünlüğünün tarafsız bir ülkenin,
tercihan Amerika'nın mandası altına koyulması amacına yönelik bir eyleme girişmiş olduğunu anlatmıştı (118).
Harbord, görüşme sırasında bağımsızlık kavramı çevresindeki
konuşmalardan, "manda" kavramı üzerinde ayrı görüşlere sahip
olduklarını anlamıştı. Terminolojinin kapsamının taraflarca
anlaşılmasında çelişki bulunmaktaydı. Bu nedenle Harbord "...
onların manda sözü ile anladıkları, bizim görüşümüzden
farklıdır. Onlara göre manda, ağabeyin kardeşine önerileri gibi
bir şey. İç işlerine veya uluslararası ilişkilere karışmadan,
herhangi bir otorite ortaya koymadan uygulanan bir çeşit
yardım ilişkisi" (119) demekteydi.
Mustafa Kemal Milli Mücadelenin hedefinin sınırlarını General
Harbord'a anlatmak için: "Turanizmin zararlılığına inanıyoruz
(120). Sınırlarımız dışındaki amaçları için maddî ve manevi
güçlerimizi dağıtmakla anavatanın kalbi ve varlığımızın düğümü olan hilafet ve saltanat makamının savunması için gereksinme duyduğumuz kuvveti zayıflatmış olacağımızı düşünüyoruz" (121) demişti.
Harbord'un, Mustafa Kemal'den üzerinde mutabık kaldıkları
hususları yazılı olarak kendisine iletmesini istemesi üzerine,
sözü geçen dökümanın hazırlanarak Samsun'a dönüşünde eline
geçmek üzere gönderileceğine söz verildi.
S a y f a | 118
Bekir Sami Bey de Amerikalıların geliş nedeninin, neler
yapılmakta olduğunu görüp atılımın ciddiyetini ölçmek olduğu
kanısında, Reşit Paşa ile beraberdi. Rauf Bey de, "Teşebbüsümüzün ciddi olduğunu ve èmuaffak olacağımızı onlar da bilirler.
Herhalde Temsiliye ile temasa geçmek istiyorlar" diyerek, kendi
görüşünü de belirtti (122).
12. HARBORD HEYETİNİN RAPORU
General Harbord'un "Orta Doğu'da Durum" başlıklı, Amerikan
Kongresi'ne sunmak üzere hazırladığı rapor, 16 Ekim tarihini
taşımaktadır. İlk 29 sayfa rapor kısmını, geri kalan 15 sayfa da
ekleri oluşturmaktadır.
"Misyonumuz, Amerikan Deniz Kuvvetleri Amirali Yüksek
Komiser vis Amiral Mark L.Bristol'a, İstanbul Amerikan
Konsolosu General G.B. Ravndal'a, Halep Konsolosu Jackson'a
Tiflis Konsolosu Doolittle'a, Rus Ermenistanı'nda Amerikan
Yüksek Komiseri Albay W. N. Haskel'a yardımları için
müteşekkirdir.
İstanbul Kız Koleji Müdürü Dr. Mary Mills Patrick, Robert
Koleji yetkilileri, özellikle Prof. Hüseyin Bey ve Berta,
Chambers, Christie, Riggs, Partridge, National University'den
Prof. Robert P.Blake, Tiflis ve Kafkaslar ötesi Amerikan Siyasal
Entelijans Misyonu Başkanı Benjamin Burgess ve Orta Doğu
Yardım Komitesi'yle Misyon Merkezleri elemanlarına. Bn.
Graffam ve Fenange'ye de ayrıca şükranlarını iletir. Bu vefakar
misyonerler. bu ülkenin gelişmesi için hayatlarını vakfederek
burada yıllar geçirmişler ve bulundukları bölge halkından
yalnız sevgi ve saygı görmekle kalmayıp tanıştıkları tüm
yabancı yetkililerde de aynı insancıl izlenimleri bırakmışlardır.
Amerikan misyonerlei ve okulları yüz yıldır Türkiye'de şaşırtıcı
ilerlemeler kaydetmiş ve Amerika'nın öğüncü olmuştur.
S a y f a | 119
Misyonumuz seyahati boyunca dolaştığı bütün ülkelerin
kendilerine büyük yardımlarda bulunmuş olan tüm hükûmet
yetkililerine de ayrıca teşekkür eder."
Heyet, manda konusunda, tüm Türk toprakları üzerinde eğer
kurulursa, tek bir manda öngörmektedir. İstanbul'un bu tarihe
kadar Balkan anlaşmazlıklarının beşiği oduğuna dikkati
çekerek, Cemiyet-i Akvâm'ı bu konuya hakim olmaya
çağırmaktadır. öneri, Türkiye'nin Avrupa yakasının ilkin
mandacılığa, sonra uluslararası statüye sokulması, veyahut da
Boğazların, büyük devletlerce tarafsızlığı garantilenen muhtar
bir duruma getirilmesidir. Türklerin Kurtuluş Savaşı'nı daha
çok doğuda örgütlediklerine dikkati çekerek, Türkiye'nin
Avrupa'dan çıkarılması için en olumlu ortamda bulunduğunu
bu çıkarmayı isteyen ülkelere hatırlatmaktadır.
İstanbul gibi büyük bir ganimet ortadan kalkarsa, Avrupa
barışının yıllarca garantilenebileceğini öne sürmekte ve
Anadolu'da da uzun yıllar mandaya gereksinme duyulacağını
öne sürmektedir. "Yüzyıllardır asker olan Türkler, özellikle
fanatiklikleri uyarıldığında cesur ve iyi savaşçıdırlar. Cahil
olduklarından, Türkler disipline teslim olurlar. Zekâ ve
insiyatiften yoksun olup genellikle subaylarına bağlıdırlar"
(123) denilerek bunların, manda için esas olan Türk özellikleri
olduğu iddia edilmektedir.
General Moseley, Harbord'un adı ile sunulan rapor dışında
geniş kapsamlı rapor yazmış tek heyet üyesidir. Heyet
kuruluşundaki görev taksimine göre, Harbord Raporu'nun
oluşmasına incelemeleriyle katkıda bulunanlar, Harbord'a
görüşlerini bireysel olarak sunmuşlardır. Bunların tümünden
de söz konusu rapor oluşmuştur. Manda konusunda söz konusu
kimselerin hemen hemen hepsi, hem olumlu, hem olumsuz
görüşler ortaya koymuşlardır. İçlerinden yalnız Elliot Grinnell
Mears, Orta Doğu'da bir sorumluluk almanın, Monroe Doktirini'ne ters düşeceğini, Avrupa'nın emperyalist bir süreçte
olduğunu, bu bölgede mandaterliğin bu yüzden sonsuz sorunlar
yaratacağını öne sürerek, mandaya tamamiyle karşı çıkmıştır.
Profesör W, W. Cumberland'a göre ise, Avrupalıların emperyalist süreçte olmaları, manda kabulüne neden olabilmektedir.
Ermenilere yardımın sadece Amerikan hümanist ve idealist
S a y f a | 120
görüşleri ürünü olduğunu ve Amerika'nın bu yardımı karşılıksız
yapabileceğini öne sürerken, mandanın aleyhine beliren
görüşlere de kayıtsız kalmamaktadır. (124).
Yarbay Jasper Y. Brinton, sonuca kendince hümanist açıdan
bakarak, Ermenilerin ancak Amerika'dan gelecek dış yardım
sayesinde millet olarak kalabileceklerini, dolayısıyle mandaterliği kabulün Amerika'nın uygarlığa karşı görevi olduğunu,
mandayı kabul etmemek içinse hiçbir neden göremediğini
belirtmiştir (125).
Yarbay John Price Jackson gözlemlerini iki açıdan
değerlendiriyordu. Birincisi, "Şeref, insanlık, dostların yanında
bulunmak" gibi duygusal temellere dayanan görüştü.
İkincisinde ise sadece mandanın yükleyeceği mali külfetin
değerlendirilmesiydi. Birincisinde kabul eğiliminde, ikincisinde
ise, kuşkuluydu.
Albay Henry Beeuwkes'e göre, İngiltere üstlenmediği takdirde,
Amerika mandayı kabul etmeliyidi. Ancak, İngiltere'nin kabul
etmesini de kuvvetle ummaktaydı. Albay Edward Bowditch,
kabul taraftarıydı. William B. Polland'a göre manda, büyük bir
olanak, aynı zamanda da büyük bir dertti.
Misyonun Siyasal Danışmanı Stanley K.Hornbeck'in görüşü
akılcı olmakla beraber, redde eğilimliydi. Hornbeck. General
Harbord'un raporunda kullandığı manda lehinde ve aleyhinde
sıralanmış 13 karşılaştırmalı maddeyi yazmış, ve tam
olmamakla birlikte, büyük bir yüzdeyle manda hakkında
olumsuz görüş sunmuştu (126). Bu 13 nokta Harbord
raporunun, kanımızca en can alıcı noktasını oluşturmaktadır.
Amerikan Senatosu da kendisine sunulan raporda bu
faktörlerin toplu eliştirisini bulmuş, kararını buna göre
oluşturmuştur. Bu maddeler toplanırken, heyetin gezi boyunca
yapmış olduğu geniş kapsamlı görüşmeler, ülkenin demografik,
ekonomik, siyasal, sosyal ve coğrafya koşulları ayrıntılı olarak
incelenmiş, ve maddeler ortaya koyulmuştur. Maddeler şöyledir:
(127)
S a y f a | 121
TÜRKİYE MANDASININ ABD'YE SAĞLAYACAĞI
YARARLAR
1. Milletler Cemiyeti'nin kurucularından olan Amerika,
mandater ülke olmanın zorunluk ve sorumluluklarını mânen
yüklenmek durumundadır.
2. Tarihin başlangıcından beri dünyanın kavşak noktası olan bu
bölge, savaş tohumlarının atıldığı yöredir.
3. Orta Doğu, devrimizin en büyük insancıl atılım olanağını
temsil etmektedir. Böyle bir görev için de Amerika, en uygun
ülkedir. Ekonomik gelişmeni yanı sıra, halkın değişimini de
sağlayan ABD politikası, Cuba, Porto Rico, Filipinler ve Hawaii
örnekleriyle de etkinliğini kanıtlamıştır.
4. Sözü edilen halkların tümü, Amerika'yı tercih etmekte ve
ümitlerini Amerika'ya bağlamaktadır.
5. Amerika, zaten Türkiye ve Transkafkasya'nın açlıktan
kırılan halkına yardım için milyonlar harcamaktadır ve bu
yardımı, kontrollü bir şekilde yürüttüğü takdirde çok daha iyi
olanaklar sağlayabilir. Bu bölgede mandater devlet her kim
olursa olsun, bizden yine de bu yükümlülükleri sağlamamız
beklenecektir ve büyük bir olasılıkla, ekonomik gelişmenin
sermayesi de tarafımızdan sağlanacaktır.
6. Amerika, Ermenilerin tek ümididir. Düşündükleri ikinci
devlet, İngiltere'den de, topraklarında milyonlarca Müslüman
barınması nedeniyle, kendi çıkarlarının, bunlara feda edilebileceği kuşkusuyla korkmaktadırlar. ötekiler de İngiltere'nin
emperyalist siyasetinden ve bayrağını dalgalandırdığı her yerde
yerleşmeye kalkmasından korkmaktadırlar.
Amerika'nın mandater devlet olması, yalnız bölge halkının
değil, büyük devletlerin de kendilerinden sonra tercihidir.
Amerika'nın kuvveti yeterli, sicili temiz (!) ve harekâtı kuşkuya
yer vermeyecek biçimdedir.
S a y f a | 122
7. Beş yılı geçmeyecek bir başlangıç döneminden sonra manda,
kendi mâlî yükümlülüklerini yüklenecektir. Tren yolları yapımı,
sermayemize yeni olanaklar yaratacaktır. Ayrıca, yalnız manda
bölgesinde değil, yaınlığı dolayısıyle Rusya ve Romanya ile de
ticaret çıkarları sağlayacaktır.Amerika, Cüba ve Panama'da
yaptığı gibi bu mikrop ve kir yatağını (!) da temizleyecektir.
8. Bu müdahale, halkımıza bir tür eğitim olacak, dünya
siyasetini tanıtacak, yeni ruh ve dinamizm getirerek iyi bir
örnek sunacaktır.
9. Mutlaka Ermeni ve öteki Hristiyan unsurların katliamını
durduracak ve Türklere, Kürtlere, Yunanlılara ve geri kalan
halklara adalet getirilecektir.
10. Hareket, Amerika'nın yurt dışında kuvvet ve prestijini
artıracak, ABD'de Orta Doğu'nun yeniden kurulmasına duyulan
ilgi alevlenecektir.
11. Amerika, misyonerleri ve kolejleri dolayısıyla bölgeye
manevi bağlarla da bağlıdır.
12. Amerika bu bölgede sorumluluk yüklenmezse, Türklerin
kötü yönetimini sürdürmelerine neden olacak, uluslararası
kıskançlıklar türeyecektir.
14. İşte bütün dünyanın, Amerika'nın gerçekleştirmesini
istediği önemli bir iş. üstelik Amerika, bunu başaracak para ve
insan gücüne de sahip. Kendi halkını da yoksul bırakmayacak.
Geleneksel kabuğuna çekilme politikası, Amerika'yı Büyük
Savaş'a katılıp başarmaktan alıkoymadı. Şimdi "Amerika yeni
ve güç görevler yüklenmekten çekiniyor" dedirtmeli mi?
S a y f a | 123
TÜRKİYE MANDASININ ABD'YE YÜKLEYECEĞİ YÜKLER
1. Amerika, hem daha önemli ve yakın dış sorunlarla karşı
karşıyadır, hem de savaş sonucu ortaya çıkmış olan iç
sorunlarını çözümlemek zorundadır.
2. Yüzyıllardır bu bölge, militarizm ve emperyalizmin savaş
alanı olmuştur. İhtiraslı ülkelerin bu bölgenin kontrolünü ele
geçirmeye çabalıyacakları kesindir. Bu çabalara karşı bir atılım,
ABD'nin Monroe Doktrinini çiğnemesi, hem de Rusya ile karşı
karşıya kalması demek olacaktır. Bu bölgede manda sahibi
olmak, Amerika'yı eski dünya'nın siyasetine karıştıracak,
böylece geleneksel Doğu yarımküresi sorunlarına uzak kalma
siyasetine ters düşecektir.
3.
İnsancıllık,
ana vatanda başlamalıdır.
Amerikan
yarıküresinde zaten var olan pek çok sorun, uzun zamandır
Amerika'nın bunları çözümlemek için eyleme geçmesini
beklemektedir.
4. Amerika ne bu bölgenin siyasal, sosyal ve ekonomik
çöküşünü etkilemiştir, ne de bundan sorumludur. Kendisine
yapılan çağırıyı reddetmesi uygundur.
5. Amerikan hayırseverliği ve yardımı dünyaya yayılmıştır.
Böylesine bir siyaset gütmek, bu özelliğimizi zorlayıcı boyutlara
ulaştıracak ve bizi de karıştırıcı duruma getirecektir.
6. Başta İngiltere ve Rusya olmak üzere, öbür güçler, Eremin
sorununa devamlı ilgi göstermişlerdir. İngiltere, hem tecrübe,
hem de hükûmet olarak uygundur ve gerek maddî olanakları,
gerekse eğitilmiş personeli açısından da yeterlidir. Ermeni
emellerine yeterince anlayışlı görünmemekle birlikte yönetimi
güvenlik ve adalet sağlayacaktır.
7. ABD'nin manda idaresiyle her hâlde ordu ve deniz gücünü
sayıca da geliştirmesini gerektiren pekçok mâlî külfet
yüklenecektir. Tehlikeli ve mikroplu hastalıkların yaygın
olduğu bu bölgede, birçok Amerikalı görev yapacaktır.
Demiryollarının da yapımı çok zor olacak, karşılığının
alınmasıysa yıllar sürecektir. Hükûmet garantisi olmazsa,
S a y f a | 124
demiryolları için gerekli sermaye, bölgeye gidemez. Rusya ve
Romanya ile ticaret ümidiyle harcanacak güç ve para, ABD'ye
yakın ülkelerle ticarete yatırılırsa, çok daha büyük karşılıklar
getirir. Yakınlık ve rekabet, ABD'nin şimdi dost olduğu
ülkelerle rakip olmasına sebep olarak arasının açılması
olasılığını doğuracaktır.
8. ABD enerji ve canlılığıyla hem içinde ve hem de güney ve
batısındaki topraklarda yeni iş sahları bulabilir. Orta Doğu'ya
karışmak, onu Atlantik'te belirebilecek kuvvetlere karşı sahip
olduğu
stratejik
avantajlardan
yoksun
bırakacaktır.
Yönetimimiz başarısız olursaAdillik konusundaki ünü
zedelenecektir. Böylesine uzak yerden manda kontrolü, güç
veya imkansız olabilir. Ayrıca, ABD'nin dünya sorunları
konusunda daha fazla eğitime ne gereksinimi, ne de isteği
vardır.
9. Büyük devletlerin herhangi birisi de bölgede mandater olup
barış ve adâlet kurabilir.
10. Amerika kıtasında ve Uzak Doğu'daki ABD çıkarları için
saklanması gereken kuvvet bu bölgede harcanacaktır. ABD'nin
İstanbul'la bağlantısı, büyük devletlerin (özellikle, Cebelitarık
ve Malta dolayısıyle İngiliz deniz kuvvetlerinin) işine
yarayacaktır.
11. Türkle,r ABD'nin dini ve kültürel kurumlarına gerek savaş
sırasında, gerek iç isyanlar döneminde saygılı davranmışlardır.
Dolayısıyle, öteki mandacı devletler de bu kurumlara aynı
saygıyı göstereceklerdir.
12. Barış Konferansı, Türkiye'yi manda altına girme
tehlikesinin bulunduğu konusunda uyarmıştır. Milletler
Cemiyeti'nin burada, değerini yitirmiş bir hükûmetin
yönetiminin süregelmesini hoş görmeyeceği kesindir.
13. Amerika'nın birinci derecede görevi, kendi milletine ve
komşularınadır. ABD bu maceraya karışırsa, en azından bir
nesil, bu işle ilgili olacaktır. Maliyeti konusunda da, Türk ve
Transkafkasya vergilerini karşılayabilecek kadar bir meblağı
S a y f a | 125
Kongre en azından ilk beş yıl için göndermeye hazırlıklı
olmalıdır. Bunun tutarı ise;
İLK YIL
Genel Hükûmet
Ulaşım-tren yolu
Yardım, iade, eğitim, v.s.
Ordu-donanma
Sağlık
100.000.000
20.000.000
50.000.000
88.500.000
17.000.000
275.500.000
İKİNCİ YIL
Genel Hükumet
Ulaşım - tren yolu
Yardım-eğitim, vs.
Ordu-donanma
Sağlık, vs.
75.000.000
20.000.000
13.000.000
50.000.000
7.264.000
174.264.000
ÜÇÜNCÜ YIL
Genel Hükûmet
Ulaşım-tren yolu
Yardım - eğitim, vs.
Ordu-donanma
Sağlık 6.000.000
50.000.000
20.000.000
4.000.000
44.000.000
123.750.000
DÖRDÜNCÜ YIL
Genel Hükûmet
Ulaşım-trenyolu
Yardım-eğitim vs.
Ordu-donanma
25.000.000
20.000.000
4.500.000
44.250.000
S a y f a | 126
Sağlık
3.000.000
96.750.000
BEŞİNCİ YIL
Genel Hükûmet
Ulaşım-tren yolu
Yardım-eğitim
Sağlık 2.000.000
15.000.000
20.000.000
4.500.000
85.750.000
ÖZET
Birinci Yıl Toplam
İkinci Yıl Toplam
üçüncü Yıl Toplam
Dördüncü Yıl Toplam
Beşinci Yıl Toplam
Genel Toplam
75.500.000
174.264.000
123.750.000
96.750.000
85.750.000
756.041.000 dolardır.
Hatırlanacağı gibi, Heyetin bir görevi de, Doğu Anadolu
illerinde bağımsız bir Ermenistan kurulması konusunda
araştırmalar yapmaktı. Hem bu konuda, hem de manda
konusunda demografik incelemelerde vardığı sonuç, bölgenin,
öne sürüldüğü gibi Ermeni çoğunluğunda olmadığıydı. Heyette
Ermenilerin söz konusu bölgelerde Birinci Dünya Savaşı'ndan
önce çoğunlukta olduğu ve tehcirler sonunda azınlığa düştüğü
inancı uyandırılmıştı.
Araştırmalar sonunda heyetin görüşü ise, bu yörede bir Ermeni
devleti kurulursa, göçmüş olanlar geri dönseler bile, Türk
çoğunluğa, Ermeni azınlığın egemen olacağıydı. Bu görüş,
birçok kez belirtilmiştir (128). Heyet, incelemelerinde 1915
olayları tehcirler, ölüm ve Rus ordusunda savaşmak üzere
ayrılmalarla Doğu Anadolu'daki Ermenilerin çok azaldığını,
yeni devlet kurulursa, çeşitli bölgelere dağılmış olanların, yeni
yerleşik ayrılıp geri dönmeyeceklerine dikkati çekiyordu. Ayrıca
S a y f a | 127
buralarda Ermeniler, yine Türkler, Kürtler, Tatarlar,
Gürcülerle birlikte yaşayacak, dolayısıyla sorunlar hiçbir zaman
azalmayacaktı (129). üstelik, bağımsız Ermenistan kurulursa,
Karadeniz'den Akdeniz'e kadar düşünülen sınır boyu için,
Amerika Anadolu mandasını kabul ederse, büyük ölçüde asker
bulundurmak, ub sınırda görevlendirmek durumunda kalacaktı.
Kuşkusuz, bu bölgenin olayları da eksik olmayacak, güvenlik
sağlanması gerekecekti. Türk topraklarından bağımsız bir
Ermenistan'ın çekilip alınamayacağına bir engel olarak da bu
durum gösterilmekteydi. Heyet, incelemeleri sonunda Türklerle
Ermenilerin, dış etkiler olmadan, yüzyıllarca bir arada ve
gerçekten barış ve güvenlik içinde de birlikte yaşamış olduğuna
inanmıştı. Bu, kendilerine Erzurum Valisi tarafından da
tekrarlanmıştı (130).
General Harbord raporunda ayrı bir Ermenistan kurulmasına
kesinlikle karşı çıkarken, Ermenilerin genellikle birlikte
yaşadıkları ırklara kendilerin èsevdirmediklerini; yine de
Türklerle aynı manda altına konulursa "komşu", "Doğu
Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurduklarında ise "rakip"
olacaklarını, sınır olaylarının ardının kesilmeyeceğini, ancak
tek bir gücün egemenliğinde bu gibi sorunların ortadan
kalkabileceğine dikkati çekmiştir (131).
King-Crane Komisyonu önerisi, üç ayrı bölgenin üç ayrı eyalet
gibi, bir manda altında toplanmasıyken, Harbord kesinlikle
sınır ayırmadan tek manda öneriyordu. Adil bir plebisit
yapılırsa oylamanın, mandanın Amerika'ya verilmesi şeklinde
sonuçlanacağını belirtiyordu (132).
Harbord özetle, manda kabul edilirse, Amerika'nın en az bir
nesil bu yükü duyacağını belirtmekteydi. Siyasal etkilenmeler
dışında kalmaya çalışarak, en seçkin adamlarını bu bölgeye
adayacaktı. Bu bölgeye atananlar, ancak yurt içi siyasetine âlet
olmadıklarına inanırlarsa kendi ülkelerindeki görevlerini
bırakıp bu uzak yerlerde görev alırlardı. Sıralanan özelikler
dikkate alınırsa, hiçbir tarafsız ülkenin sadece insancıl
özverilerle mandayı üstlenmesinin beklenemeyeceği raporda
açık seçik önüne seriliyordu.
S a y f a | 128
Modern dünyanın hiçbir ülkesinin, bu denli büyük dış
sorumluluklar altına girerek, üzerine kendisine nüfuz etmek
isteyecek pek çok da göz çekerek, başarısızlık riskine de
girmesinin beklenemeyeceği, Harbord'un görüşüydü (133).
General Harbord, raporunun sonuç bölümünde, özetle, raporun
tarafsız ve doğru bilgilerle hazırlandığını belirtiyordu.
Gözlemlerinde, Türk askerlerinin sınırlarda yığınak halinde ve
saldırmayı bekler durumda olmadığını tekrarlıyordu. Heyet
başkanı olarak her belli başlı merkezde, halkla olduğu kadar
Türk yetkililriyle de görüşmüştü. Hıristiyan cemâatlerle de
anketler yapmıştı. Her olanakta, sözde Ermeni tehcir ve
katliamlarına uğramış, bölgeden göçmüş ve sonradan geri
dönmüş kimselerle görüşülmüştü. Görüşmelerin tümünde, Türk
yetkililerini, ülkelerinin dünya önünde yargılanmakta olduğuna
inandırdığını belirtmişti.
Amerika'nın mandayı kabulünün, sadece Cemiyet-i Akvâm'ın oy
birliğiyle teklifi karşısında ve bir uluslararası görevi yerine
getirmek amacıyla olabileceğini, ancak, gerekli koşullar önceden
sağlanmazsa, başarsızlıkla sonuçlanacağını öne sürüyordu. Bu
koşullar, manda kabulünden önce, Amerika tarafından
hazırlanmalıydı.
Uluslararası
karışıklık
doğurabilecek
etgenlere karşı da önlemler alınmalıydı. Bu konuda, şunlar
önemle belirtilmekteydi (134).
- İmparatorluğun dış ilişkileri tamamiyle kontrol altına
alınmalı. Türkiye ile hiçbir ülkenin elçi, maslahatgüzar, veya
temsilci alış verişi olmamalıydı.
- Devletin yararına olduğu öne sürülen ayrıcalıklar, ayrıca
incelenmeliydi.
- Mandater ülkenin istemediği, üzerinde çalışılmaya
başlanmamış tasarılar, iptal edilmeli, gerekli hallerde bunların
yerini alabilecek başka tasarılar konulmalı.
- Belirli amaçlara yönelik olarak saptanmış vergi sistemi
kaldırılmalı, tüm vergiler, hazine tarafından kontrol edilip
kredi alacakların tümü, ödeme mercii olarak yalnız hazineyi
tanımalı.
S a y f a | 129
- Türk maliyesinden tüm yabancı kontrolü, bu arada Duyûn-u
Umumiye İdaresi kaldırılmalıdır. Ancak, bu yönetimde görev
almış bazı kimseler, Osmanlı maliyesine yatkınlıkları
dolayısıyle, danışman olarak yararlanılabilecek durumda
kalmalı.
- İmparatorluğun yabancılarla olan tüm anlaşmaları kaldırılıp
gereken yerlerde tazminat verilmeli.
- Suriye, Mezopotamya gibi Türk İmparatorluğu'ndan toprak
alan bölgelere, kendi kağıt para hisseleri, ayrıca, İmpartorluğun
girmiş olduğu taahhütlerden kendi bölgelerine düşen pay,
verilmeli.
- Türklerin bağımlı olduğu tüm ticaret anlaşmaları, önceden
duyurularak kaldırılmalı.
- Mandater devletin saptayacağı tarihte, bütün yabancı
hükûmet ve kuvvetleri, manda sınırlarından çekilmeli.
13. AMERİKAN SENATOSU TüRKİYEDE MANDA İDARESİ
TEKLİFİNİ REDDEDİYOR
Bu yükümlülüklere kolaylıkla onay sağlanmayacağı, belirgindir. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında pekçok ülke, çeşitli
mali
denetimlere
sahiptir.
Bunları
da
kaybetmek
istemiyecektir. Borçlar, mikdarda belirli indirimler yapmak
kaydıyla ödenmelidir. Aksi takdirde, Amerika'nın karşılaşacağı
protestolar karşısında kesin tutum belirlenemezse, ülkenin
prestiji büyük ölçüde sarılacaktır.
Raporda, bu hususlar dikkate alınarak, Heyetin, Orta Doğu'da
Amerika birleşik Devletleri'nin mandayı kabul etmesini tavsiye
etmediğini bildirilmekteydi.
Heyet, gerek İstanbul ve Anadolu'daki çeşitli görüşmeler
üzerine, gerekse Mustafa Kemal Paşa ile Sivas'ta, Kâzım
Karabekir Paşa ile de Erzurum'daki görüşmeleriyle, Türkiye'nin
S a y f a | 130
yoğun sorunlar içinde olduğunu anlamıştı. İstanbul'da görmezlikten gelinen bir hükûmet vardı. Anadolu'da da İstanbul
tarafından "gayrı meşru" ilân edilmiş bir eylem vardı. Fakat
yapılan görüşmeler, Anadolu'daki hareketin başarı yolunda
yürümekte olduğuna kuşku bırakmamaktaydı. üstelik. Anadolu'da Heyetin geçirdiği süre, kaygıların tersine, güvenlik içinde
geçmişti. Oysa Rus Ermenistanı'nda, arabaların ateş edilmiş,
heyetin yarısından fazlası, bir gece tutsak kalmıştı (135). Bu da,
Anadolu'da otoritenin kuvvetliliğini kanıtlamaktaydı.
Heyetin Anadolu'da görüştüğü Mustafa Kemal ve diğer bazı
yöneticiler, manda kabul edebileceklerini söylerlerken, "manda"
dan anladıkları, Amerika'nın gerçekleştirmeyi düşünebileceği
mandaya ters düşüyordu. Hele yukarıda sıralanan esaslar da
dikkate alınınca, mandanın bağımsızlık zedelemeyeceği bir
yöntem olabilmesi akla getirilemiyordu. Nitekim. Mustafa
Kemal de, o zamanki kanılarını belirttiği Büyük Nutkunda
"herhangi bir devletin fenni, sınaî, iktisadi muavenetini
memnuniyetle karşılarız" (136) derken mandadan yardım
sağlamayıanladığı görülmektedir.
General Harbord, Ekim ayı sonunda Paris'e varmıştır. Bu
konuda Albayrak gazetesi: "General Harbord Paris'e Vasıl
olmuştur" başlıklı haberinde, heyetin bazı üyelerinin manda
lehinde, asker üyelerininse, Amerika'ya getireceği mali yük
açısından karşısında bulunduğunu ve düzenlenen raporun
Amerikan Reisicumhuru'na gönderileceği yazıyordu (137).
Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhuru Wilson'un Raporu
Amerikan Senatosu'na getirmesi ise, 1920, yılının 24 Nisan'ını
bulmuştur. Wilson, bu tarihe kadar kuşkusuz Türkiye'deki
gelişmeleri izlemekteydi. Mustafa kemal ile görüşmesinin
etkisiyle General Harbord, raporunda, Türkiye'deki Kurtuluş
Savaşı gelişmesinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmişti. Bunun
küçümsenmemesi gerektiğine de özellikle dikkati çekmişti.
Wilson'un Türkiye'deki durumu Amerikan temsilcileri kanalıyla
gün gün izlemekte olduğu kesindir. İstanbul'da Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın son toplantısını yapması, sonra dağılması,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasını sağlamak için
yapılan çalışmalar, Amerika'nın gözünden kaçmamıştır.
S a y f a | 131
Türkiye'de olanların Wilson'u da son derece etkilediği, kuşku
götürmemektedir.
Türkiye'deki durumun kesinlik kazanmasına ilişkin aldığı
haberler sonunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış günü
olan 23 Nisan'dan bir gün sonra Wilson'un, General Harbord'un
hazırladığı raporu Amerikan Senatosu'na sunması, başka
düşünceye yer bırakmamaktadır.
Wilson'un onaylanacağından hiç kuşku duymadan senatoya
sunduğu Türkiye'de manda idaresi kurma teklifinin
reddedilmesi onun için tam bir sürpriz olmuştu.
Senatonu Harbord raporuna dayanarak aldığı karar şöyledir:
"Başkan’ın 24 Mayıs 1920 tarihli mesajıyla sunduğu
Ermenistan Mandaterliği'nin Yürütme Organınca kabulünü,
Kongre, ret eder. Kongrenin kararı reddinden önce Meclis
tarafından hiçbir işleme geçilmemiştir".
S a y f a | 132
S a y f a | 133
VI. İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASINDA TÜRKİYE-ABD
İLİŞKİLERİ
1. TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN İKİ DÖNEMİ
Amerikan tarihçilerinin büyük çoğunluğuna göre ABD dış
politikasını iki ana döneme ayırmak mümkündür:
1. 1783 yılından 1898 yılına kadar süren birinci devre boyunca
Amerikan idarecilerinin bütün çalışmaları, kendi kıtaları
üzerinde, Avrupa devletlerinin nüfuz ve baskılarından uzak,
kuvvetli bir birlik kurma yönünde olmuştur (138).
ABD'ni Avrupa nüfuz ve baskısından uzak tutabilmek için
Amerikan idarecileri iki ana ilkeye dayanmışlardır: I. Başkan
Washington'un veda mesajında verdiği öğütlere uygun olarak,
Avrupa devletlerinin siyasi düzenlerine katılmaktan kaçınmak,
II. Başkan Monroe'nin kurduğu doktrin gereğince, Avrupa
devletlerinin Amerika işlerine karışmasına müsaade etmemek.
İç savaş sonunda kurulan birlik ve kıta üzerinde genişleme
sonunda artan tabii kaynaklar Amerikan ticaretinin hızla
kabarmasına yol açmıştır. Amerika ile Avrupa arasında gittikçe
sıklaşan ticari bağların siyasi sonuçlar doğurmaması için ABD
devlet adamları büyük gayret sarf etmişlerdir.
Aynı sebeplerden dolayı ABD bağımsızlığının sağlandığı XIX.
yüzyıl başlarında Osmanlı-Amerikan münasebetleri, Amerikanın imparatorluk üzerindeki zayıf ticari faaliyetini desteklemekten ziyade Osmanlı topraklarındaki güçlü Amerikan kültür
S a y f a | 134
ve misyonerlik çalışmalarını korumak amacıyla tesis edilmişse
de; ABD, bu Avrupa diplomasisinin en dikenli meselesine
bulaşmamak için bu münasebetleri kuvvetlendirmekten
kaçınmıştır. 7 mayıs 1830 tarihli anlaşmanın birinci maddesi
Amerikan tüccarlarına "en ziyade müsaadeye mazhar devlet"
imtiyazı sağlarken, 4. maddesi Osmanlı topraklarında faaliyet
gösteren
Amerikan
eğitimcilerine
ve
misyonerlerine
kapitülasyonların getirdiği haklardan faydalanma imkanı
sağlıyordu. Ancak bu anlaşmanın Osmanlıca metni, Osmanlı
topraklarında suç işleyen Amerikanlıların yargılanmasını
Osmanlı adli makamlarına, bu makamların verdiği cezaların
infazını ABD maslahatgüzarlığına verdiği halde, İngilizce
metnini kaleme alanlar her iki yetkiyi de Amerikan
müesseselerine vermişlerdir. Uygulamada bu çelişki güçlüklere
sebep olunca 1862 yılında anlaşma yenilenmiştir. Ancak bu
anlaşma da ihtiyaçlara yetmeyince 1884 yılında Babıâli bu
anlaşmayı tek taraflı olarak yürürlükten kaldırmış ve
münasebetler 1830 anlaşmasına göre sürdürülmüştür.
Daha önceki bölümlerde de açıklığa kavuşturduğumuz gibi
Amerikan hükümeti ile kurulan ticari ilişkilerden de önemli
olanı Amerika'nın Osmanlı toprakları üzerindeki kültürel
faaliyetleridir. Amerikan Kiliseleri'nin "Amerikan Board of
Comimissioners for Foreign Missions" misyonerlik teşkilatı
aracılığı ile 1830’lardan itibaren yoğunlaştırdıkları kültürel
faaliyetler, özellikle Anadolu'daki Ermeni ve Rum kültür
gurupları üzerinde istiklal arzularını kamçılar mahiyette vahim
sonuçlar doğurmağa başlayınca, Babıâli 1860 yılından itibaren
bu kültürel faaliyetleri denetlemek ihtiyacını hissetmiştir.
Amerikalılar tarafından Ermeni yerleşiminin nispeten yoğun
olduğu
bölgelerde
açılan
okulların
Ermeni
isyanını
destekledikleri tespit edilince Babıâli bu okulları kapatmak
istemiş, bu haklı tedbir ABD-Osmanlı ilişkilerinin birinci dünya
savaşına kadar sık sık bozulmasına sebep olmuştur.
2. 1898 yılından 1939 yılına kadar uzanan devrede ABD dünya
siyaseti alanında kuvvetli bir devlet olarak belirmiştir. Bu devre
içinde Amerikan idarecileri ABD'nin gelişme ve güvenliğinin
artık yalnız kendi ülkeleri üzerinde sağlanamayacağını
anlamışlar, ülkelerini geniş bir nüfuz bölgesi ile desteklemek
S a y f a | 135
amacı ile gözlerini dışarıya çevirmişlerdir. ABD’nin Büyük
Okyanus ile Batı Hint Adaları'nda toprak sahibi olması, Latin
Amerika ülkeleri ile sıkı ilişkiler kurması ve Orta Doğu ile Uzak
Doğu'da nüfuz kazanmaya başlaması hep bu dönemdedir.
Bu genel gelişim çizgisine rağmen ABD dış politikasına yön
verenler eski alışkanlıkların tesiriyle ABD'yi uzun süre
milletlerarası meselelerin dışında tutmağa gayret etmişlerdir.
Birinci Cihan Savaşı, geleneklerin yıkıldığı ilk olaydır.
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Cihan savaşına bilindiği gibi
1914 Ekiminde Almanya saflarında katılmış, savaşa katılması
arifesinde de İstanbul’daki kapitülasyon anlaşmalarında taraf
olan devlet temsilciliklerine bu arada ABD temsilciliğine
kapitülasyonları ilga edeceğine dair birer muhtıra yollamıştır.
ABD, 6 Nisan 1917 de Almanya'ya harp ilan edince, iki ülke
arasındaki diplomatik ilişkiler kesilmiş fakat ne gariptir ki
ABD'nin İmparatorluk içindeki kültürel faaliyetleri bundan çok
az etkilenmişlerdir.
2. TÜRKİYEDEKİ AMERİKAN DİPLOMATİK
ORGANİZASYONU VE PERSONELİ
Washington'daki Amerikan dış politikasının karar merkezinde
Türkiye işleri 1909 yılında tesis edilen Yakın Doğu Masası'nda
görüşülüyordu. Bu masa 1913-1920 yılları arasında varlığını
hayatsız olarak devam ettirdiği ve bunu izleyen iki yıl da geçici
yöneticilerin elinde kaldığı halde, 1922-1926 yılları arası Allen
W. Dulles'i başkanlığında yeniden canlandı.
1926-1929 arasında G. Howland Shaw ve 1929-1942 arasında
da Wallace S.Murray'ın başkanlığında da aynı canlılığı gösterdi.
ABD Dışişlerinde, Savaşların arasındaki yıllarda Türkiye'deki
Amerikan Delegasyonu'na baş olarak gönderilen sırasıyla
Amiral Bristol, Joseph C.Grew, Charles H. Sherrill, Robert P.
Skinner ve John Van A. Mac Murray'da genellikle isabet
edildiği kanaati vardır.
S a y f a | 136
Bunlardan Grew daha Lozan'da Türk delegasyonundan
Türkiye'deki Amerikan misyoner eğitim faaliyetlerinin
geleceğini garanti eden belgeyi koparmasını bilmiş ve Lozan'da
İsmet Paşa ile kurduğu dostluğu sonuna kadar kullanmıştır.
İşlerin, bilhassa misyoner faaliyetlerini destekleme işini gayrı
resmi yollardan yürütmekten hoşlanırdı. İşi resmiyete dökerek
yeni yöneticilerin izzitinefislerini rencide etmekten çekinirdi,
İstediğini de alırdı.
Ufak tefek jestlerle kalp kazanmasını bilirdi. Harf devriminde
konsolosluk arabalarının plakalarını hemen yeni harflerle
yazdırarak bu alfabeyi ilk kullanan olmuştu. Kızının düğününü,
Türk düğün geleneklerine göre yaparak ilgi çekti.
1919 da müttefik donanması ile gelen ve İstanbul’un bir
bölgesini müstevli olarak yönettikten sonra 1927 de ayrılan
Bristol gibi Grew de, altı senelik hizmetten sonra 1933 te
Türkiye'den ayrıldı. Yerine gelen Charles H.Sherill Türkiye'ye
daha ziyade Ayasofya'nın mozaikleri üzerine hazırlamakta
olduğu kitabına malzeme toplamak için gelmişti ve bir seneden
daha az bir zaman kaldı.
Sherill'i 36 yıl dışişlerine hizmet etmiş bir gedikli, Robert P.
Skinner izledi. 1933-1936 yılları arasında Türkiye'de kaldı ve
tazminat meselesi ile bazı ticari anlaşmalar onun zamanında
sonuçlandı. Amerikan firmalarının Türkiye'ye uçak ve silah
satmaları için yaptığı girişimler ise akim kaldı.
1936 yılında Skinner'in yerine gelen Mac Murray, 1907 den beri
doğu Avrupa ve Asya'nın muhtelif yerlerinde çalışmıştı. 1942 ye
kadar Türkiye'de kaldı. Amerikan Büyükelçiliği'nin Ankara'ya
taşınabilmesi için Ankara’da arsa onun zamanında alındı ve
inşaata başlandı.
S a y f a | 137
3. ABD VE LOZAN ANLAŞMASI:
ABD birinci Cihan Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu il
diplomatik münasebetlerinin kesmekle yetinip, Osmanlı
toprakları üzerindeki kültürel faaliyetlerini boş yere tehlikeye
sokmamak için harp ilanından kaçındığından, Türkiye
Cumhuriyeti ile barış anlaşması imzalaması söz konusu
olmamıştı. Bununla birlikte Lozan Sulh Konferansı'na müşahit
sıfatı altında gönderdiği heyetten şu iki hususu kesin olarak
garantiye kavuşturmasını istemiştir: 1. Kapitülasyonların
Amerikan Misyoner ve eğitim faaliyetlerinin çalışma
bağımsızlığını korumak üzere muhafazası, 2. Boğazların bütün
devletlerin ticaret gemilerinin serbestçe geçebileceği bir statüye
kavuşturulması.
Türk murahhas heyeti kapitülasyonların kaldırılması konusunda baştan sona kararlı görünmüştür. Ancak Amerika'nın
gözlemci murahhasları ve beraberinde danışman olarak
götürdükleri misyoner ve eğitim kurumları temsilcileri, Türk
murahhas heyetinden çalışmalarının serbestçe devamı için
yazılı garanti almadıkça direnmelerinden vazgeçmemişlerdir.
4. GENÇ CUMHURİYET AVRUPA YOLUNDA
Genç Cumhuriyetin, Osmanlı devlet tecrübesini bir yana
bırakarak hareket eden yeni yöneticilerinin idaresindeki
Türkiye'de, toplumun izlemekte güçlük çektiği hızlı değişimler
ardı ardına gelmeğe başlamıştı. 1926 yılında İsviçre'den medeni
kanun, İtalya'dan ceza kanunu ve Almanya'dan ticaret kanunu
alınarak yeni bir hukuk sistemine geçildi. 1928 yılında anayasa
tadil edilerek Türkiye'nin bir İslam Devleti olduğu ibaresi
silindi.
S a y f a | 138
Yeni rejim eğitim sistemini de değiştirmek istiyordu. 1924
yılında çıkarılan bir kanunla yabancı okulların içlerindeki
bütün dini sembollerin kaldırılması buyruldu. Bir ay sonra da
bütün İslami okulları kapatarak ülkedeki tüm öğretimi Maarif
Vekaleti tekeline aldı. 1928'de çıkarılan bir kanunla İslami
harfler kaldırılıp okuma yazma için Latin alfabesi kabul edildi.
1931 yılında ilköğretim devlet eliyle okutulmak üzere mecburi
kılındı. Üniversite düzeyinin altındaki yabancı okullarda Tarih.
Coğrafya, Yurt Bilgisi, Türkçe, Türk dili ve Edebiyatı gibi
derslerin Türkçe olarak, Türk öğretmenler tarafından ve Türkçe
kitaplardan okutulması emredildi.
Hükümet politikasına hakim olanlar Batı'nın modernliğini
istiyorlardı ama sadece modernlik hatırı için değil. Batı teknolojisi, kültürün maddi olmayan unsurlarını Türkleştirmekte bir
hizmetkar olarak vazife görecekti.
Genç Cumhuriyet'in önderlerinin Batı'ya karşı tavırları, 600
yıllık Osmanlı tecrübesinin kazandırdığı temkin ve dikkatten
uzaktı. İslami Osmanlı Kültürü'nün mirasını reddediyorlar ve
toplum kültürünü İslamiyet’ten önceki Türk kültürüne dayandırmağa çalışıyorlardı. İslam'dan önceki Türk kültürünün,
bütün dünya medeniyetinin ceddi olduğu iddiası bizzat Mustafa
Kemal tarafından resmen ortaya atıldı. Güneş Dil Teorisi diye
anılan ve bütün dünya dillerinin Türkçeden türediğini iddia
eden nazariyeyi ispat etmesi için Türk Dil Kurumu ve bütün
dünya insanlarının asıllarının Türk olduğunu ispat etmesi için
de Türk Tarih Kurumu kurduruldu.
15 Haziran 1939’da ABD anayasasının 150. yıldönümü münasebetiyle Türkiye Postaları, Amerika haritasının üzerinde
Atatürk ile George Washington'u İnönü ile Roosevelt'i yan yana
gösteren iki seri pul yayınladığı halde, Orta Doğu'daki
misyonerlik faaliyetlerine yardım toplayabilmek için Türkleri
yamyam-barbar olarak tanıtan misyonerlerle, olaylardan en az
Türkler kadar sorumlu Ermeni'lerin propagandalarının
kamuoyunda yaptığı uzun vadeli ve derin tesir sebebiyle ABD,
Türkiye'deki bu gelişmelere bigane kalıyordu.
S a y f a | 139
Amiral Bristol ve Allen Dulles, Atatürk ile İnönü'nün yeni bir
yönetici kuşağına ait olduklarını ilk fark edenlerdir. ABD’nin
Orta Doğu Politikasında önemli sorumluluklar alarak Lozan
Sulh Konferansı'na katılıp burada İnönü ile tanışan Grew de
aynı kanaate varmıştı. Robert Kolej'in başkanı Caleb Frank
Gates de Yeni Türklere, Osmanlı İmparatorluğu diplomatlarına
uygulanan yöntemlerle yaklaşmağa çalışmanın lüzumsuz ve
faydasız olduğunu ilk anlayanlardan idi (139).
Lozan Sulh anlaşmasının Amerikan Kongresi tarafından
tasdikinden önce American Board bünyesinde çalışan
misyonerler, yeni rejime karşı takınılacak tavır konusunda
ikiye ayrılmışlardı. American Board'ın dış münasebetler
sekreteri James L. Barton, yeni rejimle işbirliği yapmak için
onlarla yarı yolun biraz daha ötesinde karşılaşmayı kabul
etmek gerektiğini anlamış ve teşkilatına da bu görüşü
benimsetmişti.
Bilhassa Türkiye'de misyonerlik teşkilatları bulunmayan
Episcopalian'lar ve Methodist'ler; Congregational teşkilatının
bu tutumunu fırsatçılık olarak niteliyor ve kınıyorlardı. Barton'un bu pragmatist politikasının, yeni şartlara uyamamanın
doğuracağı sonuçları hesaba katmakta olduğu inkar edilemez.
Amerikan Board Misyoner teşkilatı, yüz yıllık çabanın
sonucunda ele geçirdiği mevzileri, emlaki ve Türkiye’de çalışma
imkanını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya idi. Türkiye’de
yıllanmış misyonerler ise bu taktik değişikliğini gerektiren
şartları kabul etmekte isteksiz davranıyorlardı.
1923 yılında Massachusets'in Springfield şehrinde yapılan
Board toplantısında Barton'un gerekli uyarlamaları yaparak
Türkiye'deki misyoner faaliyetlerini sürdürme konusundaki
tavsiyesi kabul edildi. Bunu izleyen birkaç sene içinde yaşlı
misyonerlerin bir kısmının ölmesi, bir kısmının da emekliye
ayrılması sebebiyle direnme azaldı ve misyonerler Türkiye’nin
yeni şartlarında da pekala çalışabileceklerini tecrübe ile
öğrendiler.
1923 ile 1927 arasında daha önce de anlatıldığı gibi Lozan Sulh
Anlaşmasının Amerikan Senatosu tarafından tasdiki bir mesele
S a y f a | 140
olmuştu. Başta Misyonerler olmak üzere Türkiye'deki Amerikan
menfaat gurupları, anlaşmanın tasdiki konusunda büyük çaba
harcamışlardı. Bu misyoner kuruluşları arasında American
Board, Robert College, İstanbul College for Women, Near East
College Association, Genç Hıristiyan Erkekler Cemiyeti
Y.M.C.A. ve Genç Kadın Hıristiyanlar Cemiyeti Y.W.C.A.
sayılabilir.
Lozan Sulh Anlaşması'nın Amerikan Senatosu'nda tasdikini bir
dizi ticaret anlaşması izledi. Amerika ticaret bakımından en çok
kayırılan ülkeler arasına alındı. Amerikan ticaret gemilerinin
Türkiye karasuları içinde Türk gemilerinin yararlandığı bütün
haklardan yararlanmaları kabul edildi. Bu sırada savaşlar
dolayısı ile zarara uğrayan ABD uyrukluların haklarının
tazmini meselesi gündeme getirildi. ABD Dışişlerinin bu
işlerdeki uzmanı Fred K. Nielsen Amerikan delegasyonuna
başkanlık ediyordu. Amerikan Dışişleri'ne yapılan birçok
müracaattan 23'ünü görüşme masasına çıkardı. Bunların
toplamı bir milyon doları buluyordu. Tazminatın eşit taksitlerle
13 ayda ödenmesi kabul edilince Türk heyetinin itirazı kalktı ve
Forbes'e 600.000 dolar, Amerikan Board'a 192 000 dolar,
Socony-Vacuum Oil Company'ye 147 000 dolar ödenmesi karar
altına alındı. Bu tazminatın bir kısmı ile İzmir'deki American
Collegiate İnstitude (İzmir Amerikan Kız Koleji) için bina
yapıldığını öğreniyoruz.
5. İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASINDA TÜRKİYEDE AMERİKAN
DİNİ VE KÜLTÜREL KURUMLARI
Amerika'nın Türkiye Cumhuriyeti'nde konsolosluk açması ve
yeni Sulh Anlaşması ile ilgilenmesinin sebebi, bu topraklar
üzerindeki Amerikan menfaatleri idi. Bu menfaatler arasında
Congregationalist American Board teşkilatının Türkiye'deki
misyoner istasyonları, İstanbul'da bağımsız iki okul, Amerikan
iş adamlarının ticaret ve yatırımları, münferit Amerikalılar ve
özel kuruluşların yapmış olduğu, üniversiteler tarafından da
desteklenen arkeolojik kazılar da dahil olmak üzere diğer
kültürel teşebbüsler bulunuyordu.
S a y f a | 141
Birinci Dünya harbi ve onun sonuçları, American Board
misyoner teşkilatının Türkiye'deki faaliyetlerinde kesikliğe
sebeb olmuştu. Bilhassa faaliyetlerin daha ziyade Ermeni
unsuruna dayandığı iç ve doğu Anadolu'daki faaliyetler akim
kalmıştı. 1922’lerde Türkiye'de faaliyet gösteren 137 yetişmiş
misyoner vardı.
1920’lerde misyonerlerin önleri karanlıktı. Lozan Konferansına
kaybolan emlaklerini ve haklarını geri alacak ve içinde çalıştıkları azınlıkların varlıklarını savunacak bir madde konmazsa,
işleri çok zor olacaktı. Lozan'ı izleyen 1923 sonbaharında
müttefikler yeni hükümetin kendi evinin efendisi olduğunu
kabul etmiş ve kapitülasyonları devam ettirecek maddeyi
anlaşmaya koyduramamışlardı. Misyonerlerin çalışma alanı
olan azınlıklar etrafa saçılmışlardı. Şayet misyonerler bu yeni
devlet içinde kalacaklarsa, faaliyetlerinin maddi yükünü
Müslüman Türklere yüklemek zorunda kalacaklardı ki bu
misyonerlerin çoğuna imkansız geliyordu.
American Board misyoner teşkilatı, bir asırlık emeği yabana
atmaktansa, yeni yönetimle uzlaşıp ülkede kalmağa karar
verdi. Teşkilatın yıllık raporu karşı karşıya kaldıkları zorlukları
şöyle anlatıyor:
"Kapitülasyonların kaldırılmasının üzerimizdeki etkisi çok
derin oldu. Bir kere Türkiye'de misyonerlikle meşgul herkesin
zihniyetini değiştirmesi gerekir. Artık kurumlarının ecnebi ve
yabancı devlet himayesinde olduğunu akıllarından çıkarsınlar.
Bu kurumlar ülkenin kanunlarına ve herkese karşı aynı olan
adalete göre kendilerini yeniden düzenlesinler. Hayatlarının ve
mülklerinin ülkenin diğer insanlarınınkine göre hiçbir üstünlüğü yoktur. Artık misyonerler kendilerinin dışarıdan teminat
altına alınmış bir adaletin imtiyazlı savunucuları oldukları
fikrini bıraksınlar. İnsanların içinde inşa edilen adalet duygusunun cazip destekleyicileri olsunlar. Misyoner teşkilatımıza
maddi-manevî yardımda bulunanların, Türk yönetimi altındaki
Amerikan misyonerlerinin bu yeni durumlarına karşı tavırlarını yeniden ayarlamaları imkansız değilse de güç olacaktı”
(140).
S a y f a | 142
Ne var ki misyonerler Türkler hakkında çoğunluğunu
kendilerinin türetip Batı'ya yaydıkları masallardan ve düşmanca duygulardan kendilerini kurtaramıyorlardı. Türkiye'deki
faaliyetlerine fazla yardım toplayabilmek için Amerika’daki
destekçilerine insanımızı dinsiz-barbar-canavar olarak tanıttıklarından, bu yeni davranış tarzına Amerika’daki destekçilerin
de anlayış göstermesine imkan yoktu. Zaten misyonerler kalma
kararı verirken "henüz ortalık bulanık, yıllarca hayal
kırıklıkları ve beklenmedik olaylarla karşılaşmamız beklenir"
diyorlardı. Hemen arkadan gelen yıllar gerçekten misyonerler
için yorucu idi ve her şey, yeni yöneticilerin göz yummalarına
bağlıydı. Yabancılardan ürktükleri bir ortamda, Türk liderleri
ile karşı karşıya geldiler. Türk halkının yeni ideolojisi olarak
milliyetçilik seçilmişti. Milliyetçilik, dini tahtından indirecek ve
hatta onun yerine geçecekti. çoğu ruhbanlığa karşı hızlı
milliyetçilerle, Hıristiyani etkilere karşı hassas Müslüman
aydınlar arasında misyonerlik, iki taraftan sıkışmıştı.
Bu yıllarda Türk makamları misyoner hastanelerinin ve
okullarının önüne kanuni bazı engeller koydular. Savaştan önce
Türkiye'de çalışmamış doktorlara ruhsat verilmedi. Antep
hastanesi bir süre için kapandı. Yeni yönetim, halkın devlete
olan bağlılığını zaafa düşürecek bütün tesirlerine karşı yabancı
okulları gözaltına almış olduğundan, bazı yabancı okullar
kapatıldı, bazıları da bir süre için faaliyetlerine ara vermek
zorunda kaldılar. Açık kalmasına izin verilen okullarda sadece
Müslüman talebeler Hıristiyan dinine mahsus dini merasimlere
zorlanmamakla kalmayacak; tarih, coğrafya, yurt bilgisi, Türk
dili ve edebiyatı dersleri Hükümet tarafından tayin edilecek
öğretmenlerce, Türkçe olarak okutulacaktı. Bu derslerin
kitapları da Hükümet'çe tayin edilecekti.
Aslında bu tedbirler sadece Amerikan okullarına karşı
alınmamaktaydı. Hükümet bütün eğitimi laikleştirmek için
kendi milli eğitiminde de İslam inancının tesirlerine karşı aynı
tedbirleri uyguluyordu. Müslümanlar Hükümet'in bu tutumunu
eleştirmiş ve Hıristiyan okullarının durumuna dikkati
çekmişlerdi.
S a y f a | 143
Hükümet kendini savunma babında bu okullarda görülecek
herhangi bir din değiştirme olayını sert karşılayacağını belli
ediyordu.
Bu tutumun en açık uygulaması Bursa'da oldu. öğrencilerin
ihbarı üzerine yapılan teftişte, üç kız öğrencinin din değiştirdiği
tespit edilmiş ve bunun üzerine okul kapatılıp, misyoner
öğretmenlerden üçü hapsedilmişti.
Bu geçiş yıllarında Amiral Bristol ile Büyükelçi Grew'in en
önemli işlerinin, kapatılan misyoner okullarını açtırmak ve
tutuklanan misyonerleri serbest bıraktırmak olduğunu
söylemek yanlış olmaz.
Misyonerler ve öğretmenler, Hıristiyanlığın tebliğini sınıf ve
ders saatlerinin dışında tutmak için gerçekten gayret
gösteriyorlardı artık. Hıristiyan ahlakının ve toplumsal
yapısının anlatımına, bilhassa kurulacak sıkı dostluklar
vasıtasıyla anlatımın etkili kılınmasına ümit bağlıyorlar,
dinimizi "yaşayarak" yayacağız diyorlardı. "Kuruluşlar, kişisel
ilişkiler kadar etkili değildir, sınıfta öğretim yerine şahsi
arkadaşlık netice alır, misyonerlik faaliyetlerinin meyveleri, bu
dine dönmüşler değil, İsa'nın yaşayış biçimini izleyecek
olanlardır" diyorlardı.
Milliyetçi basın ara sıra misyoner faaliyetleri üzerine ışığını
gezdirdi ise de, Lozan'da Grew'e verilen söz mucibince
hükümetler, bu Hıristiyanlığı adını koymadan yayma
çalışmalarını görmezlikten gelmeyi tercih etti.
İzmir'deki Amerikan Koleji, Cumhuriyet'ten evvel Hıristiyan
azınlıkları arasında Protestanlığı yayma çalışmaları yapıyordu.
Yunanlıların denize dökülmesi ile birlikte öğretmenlerin bir
kısmı karşıya geçip Atina'da buradan giden talebeleri ile yeni
bir kolej açtılar. Geride kalanlar da okulda bazı değişiklikler
yaparak Müslüman çocuklarını kabul etmeğe başladılar. Ne var
ki bilhassa bozulmuş kaçan Yunan ordusunun marifeti olan
1922 yangını ve katliamından sonra İzmirliler Yunan'a ve bu
arada Hıristiyanlara karşı büyük bir nefret duymağa
başlamıştı. Bu hava üzerine o zamanlar adı İzmir International
College olan bu okulun mütevelli heyeti okul faaliyetini
S a y f a | 144
durdurdu. 1934 yılında mütevelli heyeti bu kararı aldığında
İzmir'de yayınlanan Birlik Gazetesi haberi "İzmir'deki akrep
yuvası Amerikan Koleji kapandı" diye veriyordu. Buradan
Beyrut Koleji'ne giden öğretim elemanları, orada bir hazırlık
okulu ile Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi'ni
faaliyete geçirdiler (142).
Aradan zaman geçtikçe genç Türk Cumhuriyeti'nin yabancılara
karşı hassasiyeti de azalıyordu. 1930 da vakıflardan ve
bağışlardan ağır vergi alınmasını mümkün kılan bir kanun
vardı ki eğer hükümet Amerikan okullarının tümünü birden
kapatmak isteseydi, bu kanunun uygulaması yetecekti. Grew'in
başbakan İsmet İnönü'ye bu kanunun uygulanması halinde
bütün Amerikan okullarının kapı dışarı edilmiş olacağını
belirtmesi üzerine yetkililer bu kanunu Amerikan okullarını
istisna edecek bir biçimde yorumlamışlardı.(143).
Misyonerler halkın dikkatlerini okulları üzerine çekebilmek
için, daha ziyade ziraat, ev ekonomisi, sağlık, ticaret ve teknik
konularda öğretim yapan okullar açmağa başladılar. Bilhassa
Robert Kolej bu konuda ileri giden okul oldu. Hükümet de bu
okullara devlet burslusu öğrenciler gönderdi.
Misyonerler hükümetle tam arayı düzeltmişlerdi ki, büyük
ekonomik kriz Amerika'daki yardım kaynaklarını kuruttu. 1932
den 1939’a kadar yardım miktarı sürekli düşüş kaydetti. Bu
yıllarda hükümet ilk tahsili devlet tekeline alarak misyoner
ilkokullarının kapatılmasını emredip mali yükün hafiflemesine
sebep olduysa da durumun idaresi için başka tedbirlerin
alınması gerekti.
1939’da Antep'te 40 yataklı bir hastane faal haldeydi. 1934’te
resmen kapatıldığı halde Adana hastanesinde de bazı faaliyetler
sürüyordu. Talas'ta bir Amerikalı doktor tıbbi ve dini faaliyetini
sürdürüyor, Mardin'de bir bakire misyoner bayan, okuma
salonu çalıştırıyor, Tarsus'ta American Colleğe For Boys, İzmir
Göztepe'de American Collegiate Institude, üsküdar'da American
Academy for Girls, Kayseri Talas'ta Boys'Trade School,
İstanbul'da bir basımevi, Türkiye'de Amerikan misyoner
S a y f a | 145
kuruluşlarının geri kalanları oluyordu. Bu işleri çevirmek için
ülkede kalmış misyoner sayısı ise 54'e düşmüştü.
Robert College ve İstanbul College for Women, başlangıçları
itibariyle misyoner kuruluşları oldukları halde daha sonra
maliyeleri bakımından American Board'dan ayrı olduklarından
daha laik bir gelişim çizgisi izlemişlerdir. Misyonerler, "madem
ki bu paralar Hıristiyanlığın yayılması amacı için bize
veriliyor..." diyerek Hıristiyanlık çalışmalarına her şart altında
devam ederlerken, öğretmenlerini daha geniş bir çevreden
seçme imkanı bulan bu iki bağımsız kolej, Amerikan yaşayış
tarzının yayılmasını yeterli buluyorlardı.
6. ABD İLE TÜRKİYE ARASINDA NORMAL
MÜNASEBETLERİN KURULMASI:
Türkiye'deki Amerikan Eğitim ve ticaret çevreleri faaliyetlerini
kanuni bir çerçeveye oturtmak amacı ile 1923 yılında Koramiral
Bristol aracılığı ile Ankara Hükümeti ile üzerinde mutabık
kalınan bir anlaşma metnini Amerikan Kongresi'nin tasdikine
sunmuşlardı.
Robert Kolej başkanı Gates bizzat Amerika'ya giderek bu
anlaşmanın tasdiki için propaganda kampanyasına katılmıştı.
Ne var ki Ankara Hükümeti, Amerikan misyonerlik ve eğitim
kuruluşları için gerekli garantiyi ek olarak verdiği halde
anlaşma maddeleri arasına kapitülasyonların devam edeceğine
dair bir madde koydurtmağa yanaşmamıştı. Yeni Hükümet
açısından Ermeni meselesi diye bir mesele de kalmamıştı.
Amerika'daki Ermeni lobisi, kapitülasyonların kaldırılmasını da
kullanarak, Amerikan kamuoyunda anlaşmanın tasdiki
aleyhinde şiddetli bir kampanya başlattı. Neticede ABD
Senatosu 1927 yılında bu anlaşmanın tasdikini reddetti.
Bunun üzerine 17 Şubat 1927 yılında mektup teatisi yoluyla
geçici bir anlaşma imzalandı ve ilk ABD Ankara temsilcisi
Joseph C.Grew 1927 Eylülünde itimatnamesini sundu.
S a y f a | 146
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ABD temsilcisi de 1927 Kasımında
New York'ta Ermeni'lerin taşkınlıkları ve aleyhte gösterileri ile
karşılandı.
ABD, Birinci Cihan Savaşı'nda aktif rol oynadığı halde sulh
konferansında pasif kalmış ve anlaşmadan sonra yeniden inziva
politikası uygulamağa başlamıştır.
Daha önce de söz konusu ettiğimiz gibi, İki Cihan savaşı
arasında iki ülkeyi karşı karşıya getiren ilk olay, Bursa
Amerikan Kolejinde öğrenciler üzerinde sürdürülen yoğun
Hıristiyanlaştırma faaliyeti sonunda bazı öğrencilerin
Hıristiyan olmaları ve yapılan tahkikat sonunda, olayın sabit
görülerek Amerikan Koleji'nin hükümetçe kapatılmasıdır.
ABD, Lozan'da Ankara'dan aldığı telgrafa dayanarak İsmet
İnönü tarafından verilen ve Türkiye'de Amerikan misyoner ve
eğitim faaliyetlerinin bağımsızlığı konusunda garanti veren
mektubu öne sürerek şiddetle itiraz etti. Ortaya çıkan
anlaşmazlık uzun görüşmeler sonunda izale edilebildi (144).
Bu meselenin kapanmasından sonra iki devlet 1 Ekim 1929
tarihinde ilk
ticaret anlaşmalarını imzaladılar. Türkiye'de hükümet,
kalkınma için
Amerikan sermayesine ümitler bağlamıştı. Nitekim 1931 yılı
başlarında
bir heyet, 50-100
milyon dolarlık bir kredi temin etmek ve Amerikan mali
çevreleri ile
Türkiye'de yapacakları yatırımlar konusunu görüşmek üzere
amerika'ya
gönderilmişti. Ancak bu gayretler Amerikan mali çevrelerinin
dikkatini
Türkiye üzerine çekmeğe yetmemiştir.
1 Nisan 1939 da da iki devlet arasında yeni bir ticaret
anlaşmasının
imzalandığını görüyoruz.
S a y f a | 147
7. BATILILARDA RUS KORKUSU VE MONTRÖ
ANLAŞMASI:
Boğazlar, Lozan'da imzalanan bir sözleşme ile askerden tecrid
edilmiş, tonaj bakımında bazı sınırlamalar getirilmekle birlikte
barış zamanı ile Türkiye'nin taraf olmadığı savaşlarda bütün
devletlerin harp gemilerine Boğazlardan geçiş serbestliği
tanınmıştı. Ticaret gemilerinin geçişi konusunda ise hiçbir
tahdit getirilmemişti. Aynı sözleşme gereğince Türk
temsilciliğinin başkanlığında kurulacak milletler arası bir
komisyon, bu serbestliğin uygulanmasını denetleyecekti. Bu
sözleşmeye uyulmadığı takdirde ise müeyyide, Milletler
Cemiyeti Konseyi tarafından uygulanacaktı.
Ancak 1936 yılına gelindiğinde Türkiye boğazlardan geçen harp
gemilerinin geçişini sınırlamak istemiş, 11 nisan 1936 da Lozan
Boğazlar Sözleşmesine taraf olan devletlere birer muhtıra
vererek, tadilat için konferansa davet etmiştir. 22 haziran 1936
da imzalanan Montreux Anlaşması'na göre Boğazlar komisyonu
kaldırılarak Türkiye'nin Boğazları tahkim etmesi kabul edilmiş,
Türkiye'nin tarafsız kaldığı savaşlarda boğazların bütün harp
gemilerine kapatılması ve Türkiye'nin taraf olduğu harplerde de
boğazların kontrolünün tamamen Türkiye'ye bırakılması kabul
edilmiştir. Aslında Montreux Anlaşması Sovyetlerin Akdeniz’ e
savaş gemisi çıkarmalarını tahdit etmek için, Batılı devletler
tarafından teşvik edildiği halde, Rusya şiddetle direnerek
Karadeniz'de sahili bulunan devletlerin bu tahditlerden muaf
tutulmasını talep etmiştir. Neticede İngiltere'nin karşı itirazı da
değerlendirilerek Karadeniz’de sahili bulunan devletlere
ayrıcalık tanınmıştır.
ABD, harp gemilerinin boğazlardan geçişi ile ilgili olmadığını,
sadece ticaret gemilerinin geçişi ile ilgilendiğini, bunun da
Montreux gündeminde bulunmadığını söyleyerek konferansa
katılmamış, daha sonra imzalanan anlaşmayı aynen kabul
ettiğini beyan etmişti.
S a y f a | 148
VII İKİNCİ DÜNYA HARBİ SIRASINDA TÜRK-AMERİKAN
İLİŞKİLERİ
1. KAHİRE KONFERANSI VE İSMET PAŞA
İkinci Cihan Savaşı sırasında Türk Dış politikasını idare
edenler başlangıçta hem Sovyet dostluğunu ve hem de İngilizFransız bağlılığını devam ettirmek istiyorlardı. Ancak çok
geçmeden bunun mümkün olamayacağı anlaşılmış ve Türkiye
ile Sovyetler Birliği'nin yolları ayrılmıştı. Sovyetler Birliği
Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasındaki anlaşmaların
teşvikçisi iken, kendisi Almanya ile anlaştıktan sonra,
Türkiye'yi bu bağlılığından koparıp kendi nüfuzu altına almak
için çalışmağa başlamıştır. Rus-Alman ilişkilerinin bozulmağa
başlaması üzerine Türk-Rus münasebetleri iyileşmeğe doğru
gitti.
İkinci Cihan Savaşı içinde Türkiye, Almanya'dan emin olmak
için 1941 Haziranında Almanya ile saldırmazlık anlaşması
imzalayınca, İngiltere ve Amerika, böyle bir anlaşmanın kendi
inisiyatifleri dışında imzalanmasına çok öfkelendiler ve
Amerika tepkisini Türkiye'ye yapmakta olduğu yardımı keserek
gösterdi. Türkiye'nin Almanya ile 1941 Ekiminde, Amerika'nın
arzusu hilafına bir krom anlaşması yapması öfkelerin daha da
artmasına sebep olduysa da, 1941 yılı sonunda Pearl Harbour
baskını sonunda ABD İkinci Cihan Savaşı'na fiilen katılınca,
Türkiye'yi kaybetme endişesi ile ödünç Verme ve Kiralama
Kanunu çerçevesi içinde Türkiye’ye doğrudan yardımını
yeniden başlattı.
S a y f a | 149
Savaş bütün hızı ile devam ederken 19-30 Ekim 1943 tarihleri
arasında Moskova'da toplanan Rus, İngiliz ve Amerikan
dışişleri bakanları konferansında Rus dışişleri bakanı Molotof,
Türkiye'nin harbe girmesi için baskı yapılmasını istemiştir.
Amerikan dışişleri Bakanı Cordell Hull başta buna itiraz ettiği
halde, konferans sona ereceği günlerde İngiltere'nin 12 Ada
Harekatı'nın kötüye gitmesi üzerine Eden, 2 Kasım 1943'te
Ruslarla, Türkiye'den hava ve deniz üsleri istemek ve bu
devletin en kısa zamanda harbe girmesini sağlamak konusunda
mutabık kaldı. Birkaç gün sonra ABD Başkanı Roosevelt de bu
karara katıldığını açıkladı. Bundan sonra 15 Şubat 1944
tarihinde Tahran'da bir araya gelen üç ülkenin devlet
başkanları Türkiye'nin 15 şubat 1944 tarihine kadar savaşa
katılması konusunda görüş birliğine vardı. Bu karar konferans
sona erdikten sonra Roosevelt ve Churchill tarafından Kahire'ye
çağırılan İsmet İnönü'ye bildirilmiş, İnönü de savaşa katılmayı
prensip olarak kabul etmiştir.
Ancak Kahire'de İnönü, Türkiye'nin savaşa katılmak için
hazırlıklı olmadığını da belirtmiş ve bu tereddüt, Rusya ve
İngiltere ile Türkiye'nin harbe katılması konusunda anlaştığını
beyan eden ABD başkanı Roosevelt tarafından anlayış ile
karşılanmıştır. ABD dış politika yazarlarına göre bu olay ABD
nin Türkiye üzerinde söz sahibi olmağa başlamasını
işaretlemektedir. Türkiye'nin savaşa katılması; Yalta'da üç
büyükler tarafından, Birleşmiş Milletler Konferansına kurucu
üye olarak katılacak üyelerin, Almanya'ya karşı harp ilan etmiş
olmaları şartı koşulması üzerine, 23 Şubat 1945 yılındadır.
2. TüRKİYE üZERİNDEKİ AMERİKAN BASKISI ARTIYOR
a) Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den Haziran 1945 İstekleri ve
ABD
Süresi 7 Kasım 1945 de bitecek olan 17 Aralık 1925 tarihli
Türk-Sovyet dostluk ve saldırmazlık anlaşmasının yenilenmesi
için Türk hükümetinin yaptığı müracaata karşılık Rusya, bu
S a y f a | 150
anlaşmayı esaslı surette tadil etmeden yenilemeyeceğini 19
Mart 1945 tarihli notası ile açıklamıştır.
Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov, 7 haziran 1945 te
Türkiye'nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper'le yaptığı bir
görüşme sırasında baklayı ağzından çıkarmış, 16 Mart 1921
tarihli Moskova Anlaşması ile tespit edilen sınırda Rusya lehine
tadilat yapılmadan ve Boğazlarda Ruslara üs verilmeden yeni
bir anlaşmanın yapılamayacağını belirtmiştir. Türkiye'nin bu
şartlarda bir anlaşma yapmayı kesin olarak reddetmesi üzerine
de Sovyetlerin siyasi baskısı artmaya başlamıştır.
Böylece Türkiye ilk defa İngiltere'nin diplomatik desteğini
aramış ve Sovyetlerin Balkanlar üzerindeki savaş sonrası
emellerini anlamaya başlayan İngiliz Hükümeti 18 Haziran
1945’te Amerikan Hükümeti'ne müracaat ederek, üç büyükler
arasında yapılması kararlaştırılan Potsdam anlaşmasından
önce artan gerginlik konusunda İngiliz-Amerikan tutumunun
tesbit edilmesi için görüşme istemiştir. Ancak İngiltere'nin bu
teşebbüsü sonuçsuz kaldığı gibi, Türkiye'nin bu konu üzerindeki
görüşünü dünya kamuoyuna açıklaması için Amerika'ya yaptığı
müracaat da boşa çıktı. ABD Dışişleri bu konuyu ön şartsız
olarak Potsdam'da konuşmaya karar vermiş görünüyordu.
b) Potsdam Konferansı ve Boğazlar
Birleşik Amerika ile İngiltere'nin, Sovyetler birliği ile birlikte
dünyayı yönetme amacıyla yaptıkları yeni bir deneme olan
Potsdam Konferansı, 17 Temmuz 2 Ağustos 1945 tarihleri
arasında Berlin'de toplanmıştır.
Konferansın başında İngiltere, Sovyetlerin boğazlar meselesine
yalnız Ruslarla Türkleri ilgilendiren bir mesele olarak
bakmasına itiraz etmiş, Sovyetlerin Boğazlarda üs sahibi
olmasına razı olamayacağını beyan etmiştir. Churchill'in bu
görüşüne Truman da katılmış ve Boğazlara milletlerarası bir
suyolu statüsü verilmesini istemiştir. Ancak Stalin'in ısrarı
sebebiyle görüşleri birleştirmek mümkün olmamıştır.
S a y f a | 151
c) 2 Kasım 1945 Tarihli Amerikan Notası
Potsdam konferansının üzerinden çok geçmeden, Amerika'nın
Boğazlar konusundaki görüşünün değiştiği tespit edilmiştir.
Daha İkinci Cihan Savaşı içinde Rusya'nın niyetlerini anlamağa
başlayan İngiltere ile Boğazlara milletler arası suyolu statüsü
verilirse, boğazların iki yakasında geniş bir mıntıkayı silahsızlandırmak gerekeceğini, bunun da boğazların savunmasını
güçleştireceğini, halbuki boğazların kontrolü Türkiye'ye verilir
ve Türkiye üzerinde de kuvvetli Amerikan nüfuzu kurulursa,
boğazların kontrolünün ABD eline geçebileceğini hatırlatan
askeri uzmanların, bu karar değişikliğinde önemli rol oynadığı
görülmektedir.
Bu yeni tutumu bildirmek için ABD'nin verdiği 2 Kasım 1945
notasında yalnız Montreux anlaşmasının ticaret gemilerinin
geçişi ile ilgili hükümlerinde bazı değişikliklerin yapılması
istenmekte, Boğazların milletlerarası suyolu yapılması konusunda hiçbir teklif yapılmadığı gibi Boğazların savunmasına
yeni bir yöntem de getirilmemektedir
Bu notayı cevaplamak için 5 Aralık 1945’te bir basın toplantısı
yapan Başbakan Şükrü Saraçoğlu:
".... gerek savaşta ve gerek barışta ticaret ve harp gemilerinin
(Boğazlardan) serbestçe geçiş haklarına dair Montreux
Sözleşmesi'nde mevcut hükümleri Türk güvenliği ve egemenliği
ile en iyi bağdaştıracak esaslar... bir milletlerarası konferansta
tayin ve tespit edilecektir... Amerikan görüşünün esas bakımından iyi olup, tatbikata ait şekil ve kayıtları zamanında
tetkik edilmek üzere bir tartışma ve görüşme zemini olarak
kabule değer olduğu şüphesizdir. Herhalde müstakbel konferansta Amerika'nın yer almasını hem Hükümetimizin hararetli
bir arzusu, hem de bir zaruret olarak telakki etmekteyiz."
diyordu.
S a y f a | 152
ç) Boğazlar konusu yine Gündeme Geliyor.
Amerikan, Rus, Fransız ve İngiliz Dışişleri Bakanları'nın, İkinci
Cihan Savaşı'ndan mağlup çıkan devletlerle imzalanacak barış
anlaşmalarının hazırlanması için Paris'te yaptıkları toplantıdan
bir ay sonra, Ağustos 1946'da Sovyetler Birliği, Türk
Hükümeti'ne yeni bir nota vererek boğazların kontrolünde söz
sahibi olma isteğini tekrarladı. Bu olay ABD için Türkiye
üzerinde nüfuz artırmanın iyi bir vesilesi idi. ABD Dışişleri
Sekreteri Acheson görüşmeler sırasında bu Sovyet notasının
Türkiye'yi boyunduruk altına almak için verildiğini söylemiş,
Başkan Truman da bu fikre katılmıştır.
15 Ağustos 1946 da Beyaz Saray'da Başkan Truman, Acheston,
Forrestal, Harp Sekreteri Yardımcısı Kenneth, C. Royall ile
Eisenhower bir araya geldi. Türkiye'nin Sovyet hakimiyeti
altına girmesi, Yunanistan'ın da aynı akıbete uğramasına sebep
olacaktı. Böylece Amerika için Akdeniz'deki ulaşım yolları
kapanıyor ve nüfuzu büyük bir tehlikeye düşüyordu. Bu
bakımdan silahlı bir çatışma pahasına da olsa Birleşik Amerika,
bu Sovyet isteklerine karşı kesin bir tavır takınmalı ve
Sovyetler Birliği'nin Türkiye'ye yerleşmesine engel olmalıydı.
Bu toplantının hemen ardından Washington'da Akdeniz'e büyük
bir deniz kuvveti gönderileceği açıklandı. Recep Peker
Hükümeti de Amerika'nın desteğini sağladıktan sonra
Sovyetlere verdiği cevabi notada "Boğazların birlikte
savunulması" teklifini reddetti.
Ancak Sovyetler 24 Eylül 1946 da isteklerini tekrarladılar.
ABD'de 9 Ekim 1946 tarihinde Sovyetler Birliği'ne verdiği nota
ile Türkiye'nin yanında olduğunu tekrarladı. Türk Hükümeti de
18 Ekim 1946 tarihinde Sovyetler Birliği'ne verdiği nota ile
talebi yeniden reddetti.
S a y f a | 153
3. TRUMAN DOKTRİNİ
ASKERİ YARDIMI
VE
TÜRKİYE'YE
AMERİKAN
Arka arkaya Sovyetler Birliği ile teati edilen notalar, ABD'nin
savaş sonu dünyasını Sovyetler Birliği ile beraber yönetme
ümitlerini söndürmüş, Sovyet yayılmasını önlemek için Avrupa
ve Doğu Akdeniz'de kuvvetli bulunmanın gereğini Amerikan
yöneticilerine anlatmıştı.
Truman, Dışişleri Sekreteri Yardımcısı Acheson'a emir vererek,
Doğu Akdeniz'de Amerikan nüfuzunun sağlanması konusunu
araştırttı. Dışişleri, Donanma ve Harp Sekreterlikleri
uzmanlarının dört günlük çalışmaları sonucunda.
1. İthalat-İhracat Bankası'nın,
ödünç verme işlemini
güçleştiren bütün tahditleri bir yana bırakarak Türkiye'ye kredi
açması,
2. Hükümete Türkiye'ye uzun süreli mali yardım yapma yetkisi
verilmesi için Kongre'ye bir kanun teklifi yapılması,
3. Mevcut kanuni imkânlardan faydalanmak suretiyle
Türkiye'ye mümkün olan her türlü askeri yardımın yapılması
ve Kongre'ye bu konuda yeni kanun teklifleri verilmesi tavsiye
edildi.
Başkan Truman bu tavsiyeleri aynen benimsedi ve 12 Mart
1947'de parlamentonun müşterek toplantısında Truman
Doktrini olarak anılan mesajını okudu. Bunu takip eden bir iki
gün içinde her iki meclise verilen kanun teklifi ile:
a. Başkan'a, Türkiye ve Yunanistan'a iki devletin
ordularını eğitecek askeri uzmanlar gönderme yetkisinin
verilmesi,
S a y f a | 154
b. Bu iki ülkeye yardım yapılabilmesi için Başkan'ın
emrine 400 milyon dolarlık bir tahsisat ayrılması
istenmiştir.
Amerikan kamu oyunda da geniş yankılar uyandıran "Yunanistan ve Türkiye'ye Yardım Kanunu Tasarısı" meclislerden
geçtikten sonra 22 Mayıs 1947 de Truman'ın imzasından
çıkarak yürürlüğe girmiştir.
Amerika'da çıkarılan yardım kanunundan sonra, bir ay kadar
süren görüşmeler neticesinde, 12 Temmuz 1947 tarihinde, iki
ülke arasında "Türkiye'ye Yapılacak Yardım Hakkında
Anlaşma" imzalandı.
General Oliver'in başkanlığında Türkiye'ye gelen Amerikan
askeri tetkik heyeti, ülkenin askeri ihtiyaçları için bir rapor
hazırladı. Bundan sonra yardım başladı. Amerikan yardımı bir
yıl kadar bağımsız bir program çerçevesinde devam ettikten
sonra, 3 Nisan 1948 de onaylanarak yürürlüğe giren "Dış
Yardım Kanunu" içine alındı.
1949 yılı ise ABD Dış politikasında yeni bir dönemin
başlangıcıdır. ABD Sovyet yayılmasını durdurmak için
Avrupalılarla birlikte Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı
NATO'yu bu yıl içinde kurmuştur. Bu anlaşmaya katılan
devletlere askeri yardımda bulunabilmek için 6 Ekim 1949 da
yürürlüğe giren bir kanun kabul etmiş ve 500 milyon dolarlık
tahsisat ayırmıştır.
Aynı yıl içinde Türkiye'ye yapılmakta olan yardım "Karşılıklı
Savunma Yardımı Kanunu" içine alınmış Yunanistan’la birlikte
Türkiye'ye toplam 211 370 000 dolarlık tahsisat verilmiştir.
Türkiye Nato'ya girinceye kadar bu fondan yardım görmeğe
devam etmiştir.
S a y f a | 155
4. MARSHALL PLANI VE TÜRKİYE'YE İKTİSADİ YARDIM
Amerikan Dışişleri Sekreteri General Marshall'ın önderliği ile
1947 yılından itibaren, İkinci Cihan Savaşı'ndan bitkin çıkan
Avrupa ülkelerine ABD tarafından iktisadi yardım yapılmağa
başlanmıştır. Askeri yardımların Türk ekonomisine ferahlatıcı
bir etkisi olmadığını, üstelik gelen araç gerecin yedek parça vs.
gibi eksiklerinin tamamlanmasının bütçeye yeni bir yük
olduğunu ileri süren Türk Hükümeti yetkilileri, 1947
Temmuzunda Paris'te toplanan iktisadi işbirliği konferansına
katılmışlar ve yardıma olan ihtiyaçlarını anlatmışlardı.
Amerikalı uzmanlar başlangıçta Türkiye'ye iktisadi yardım
yapılmaması doğrultusunda rapor verdilerse de, Türk
Hükümeti'nin Washington'a bizzat başvurması üzerine, Avrupa
İktisadi İşbirliği Anlaşması imzalanmadan Türkiye'nin
Marshall Planı içine alınmasına karar verildi ve 5 Temmuz
1948 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile yardım başladı.
Türkiye'ye yapılan
toplanabilir:
Amerikan
yardımları
dört
gurupta
1. Hibeler: Bu yardımlardan dolayı hükümet herhangi bir
borcun altına girmiş olmaz. Ancak yapılan yardımların "İktisadi
İşbirliği İdaresi"nin onaylayacağı yerlerde kullanılması
mecburiyeti vardır. ABD bu idarenin devamı süresince 19481951 yılları arasında 62 376 000 dolar hibe etmiştir.
2. ödünç: Türkiye 1948-1951 yılları arasında %2,5 faizle 72 840
000 dolar ödünç almıştır.
3. Dolayısı ile yardım: Avrupa ülkeleri arasındaki döviz sıkıntısı
sebebiyle aksayan ticareti düzenlemek için yapılan bu yardım
şeklinde alışverişlerin karşılığı, ABD tarafından döviz olarak
mal satanlara ödeniyor, malı alan ise bedelini kendi parası
cinsinden ABD adına kendi milli bankalarından birinde bloke
S a y f a | 156
ediyordu. Milli bankalara yatırılan bu paranın %95'i iktisadi
İşbirliği idaresinin onaylayacağı sahalarda aynı hükümet
tarafından yatırımda kullanılmak üzere serbest bırakılıyor ve
bu miktar ya hibe ya da ödünç statüsü altında ABD nezdinde
işlem görüyordu. Bu paranın % 5 i ise İktisadi İşbirliği
İdaresinin o ülke içindeki özel misyonları tarafından
harcanıyordu.
4. Teknik Yardım: ABD'den getirilecek Teknik uzmanlarla,
yardım gören ülkeden tahsil staj ve tetkik gezisi gibi amaçlarla
ABD'ye gönderilen elemanların masraflarının karşılanması
şeklinde uygulanan bir yardımdı. 1948-1951 yılları arasında
Türkiye 3 000 000 dolar tutarında teknik yardım görmüştü.
S a y f a | 157
KAYNAKLAR
(1) Dr. Seçil Akgün, General Harbord'un Anadolu gezisi ve
raporu, Kervan Kitapçılık san. Tic. İstanbul 1981,sh.10.
(2) Cyrus Hamlin, Among the Turks, London 1878, sh.274.
(3) a.g.e. sh.269
(4) George E. White, Adventuring With Anatolia College, Iowa
1940
(5) Cyrus Hamlin, a.g.e.sh.277.
(6) Dr. Wilson, Cyrus Hamlin'in adı geçen eserinden naklen,
sh.282.
(7) a.g.e. sh. 283.
(8) a.g.e.sh.285.
(9) George E. White, Edventuring With Anatolia College,
Herald-Register Publishing Company, Grinnell, Iovva, birinci
baskı 1940.s.10.
(10) Uskuna: İki veya üç direkli, yandan yelkenli deniz aracı.
(11) Letter, David Porter to John Frsyth, June 9, 1840, USDD
(Turkey, Vol.IX) Cary Corvvin Conn, Father of TurkishAmerican Relations, The Ohio State University, 1973’ten
naklen.
(12) Edward D.G. Prime, Forty Years in The Turkish Empire,
New york, Robert Carter and Brothers, 1876, s. 164.
S a y f a | 158
(13) Sciotto Gazette, (Chillicothe, Ohio) Nov. 27,1850,s.2.
(14) Father of Turkish-American relations, Cary Corwin Conn.
The Ohia State Univ. 1973 s. 110-11.
(15) Letter, E. Joy Morris to William Seward (Private) Sept.
18,1862, USDD (Turkey, Vol. XVII)
(16) Letter, George Washburn to Rufus Anderson, oct. 3,1862,
(17) Akgün, Dr. Seçil: General Harbord'un Anadolu Gezisi ve
Ermeni Meselesine Dair Raporu (Kurtuluş Savaşı Başlangıcında),
Tercüman Tarih Yayınları, İstanbul 1981.
(18 Fleminç D. F.,The Origins and Legacies of World War I.
sh.224.
(19) Renouvin, Pierre, I. Dünya Savaşı Tarihi, s.: 80
(20) Seymour, Charles: American History, s: 281
(21) Seymour, Charles: A.g.e.s: 281
(22) Fleming, D.F.: A.g.e.s: 281
(23) Evans, Laurance: The Partition of Turkey s: 52
(24) Renouvin, Pierre: A.g.e.s: 79
(25) Hoover, Herbert: Ordeal of Woodrow Wilson sh. 89
(26) Evans, Laurance: A.g.e.s: 57
(27) Evans, Laurance: A.g.e.s. 59-60
(28) Hoover, Herbert: A.g.e.s: 89
(29) a.g.e: s: 186
(30) a.g.e: s: 39
S a y f a | 159
(31) a.g.e: s: 31
(32) Türkgeldi, Ali: Mondros ve Mudanya Mütarekeleri, s: 14
(33) Gordon, L: A.g.e.s: 198
(34) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimizin Esasları, s: 11
(35) Harbord, Gen James: Investigating Turkey and TransCaukasia
World's Work, Vol XL, No:1, sh. 12
(36) Metinde, (s.69) açık olarak "Bahri Siyah" denmektedir.
(37) Türkgeldi. Ali: A.g.e.s: 69-73
(38) Bıyıklıoğlu, Tevfik: Atatürk Anadolu'da s: 2
(39) a.g.e.: s: 3
(40) Kinross, Lord: Atatürk, s: 139
(41) Bıyıklıoğlu, Tevfik: a.g.e.s: 7
(42) a.g.e, s: 3
(43) Akyüz, Yahya: Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu
s: 46
(44) Türkgeldi, Ali: A.g.e.s: 118
(45) İleri, 3 Haziran 1919
(46) İleri, 13-15 Haziran 1919
(47) Hoover, Herbert: A.g.e.s: 91
(48) a.g.e..: s: 229
S a y f a | 160
(49) Evans, Laurance: A.g.e.s: 132
(50) Akyüz, Yahya: Kurtuluş Savaşımız ve Fransa'da Ermeni
Propagandası, Belgelere Türk Tarihi, Sayı 66, s: 22
(51 Shaw, Stanford and Ezeì Kural, History of the Ottoman
Empire, sh. 330-331
(52) Akyüz, Yahya: a.g.e. s:48
(53) The Manchester Guardian, 14 Mart, 1919
(54) Ati, 24 Nisan, 1919
(55) Dursunoğlu, Cevat: Milli Micadelede Erzurum, s:71
(56) Erol, Mine: Türkiye'de Amerikan Mandası Meselesi, s:4
(57 House, E. M. and Seymour C. What Really Happened in
Paris. s:117
(58) Erol, Mine: a.g.e. s:18
(59) Bayur, Hikmet. Türklüğün Acun Siyasası Üzerinde Etkileri
sh:160
(60) Karal, Enver Ziya, Generaì Harbord ve Atatürk, VI. TTK
Bildirisi (yayınlanmamış)
(61) Bıyıklıoğlu, Tevfik: a.g.e. s:4
(62) Hoover, Herbert: a.g.e. s:332-333
(63) Hoover, Herbert: a.g.e. s:235
(64) Lord, Kinros: a.g.e. s:88
(65) Shaw, Stanford and Ezeì Kural, a.g.e. s:331
(66) Erol, Mine: a.g.e. s:61
S a y f a | 161
(67) İleri, 5 Haziran, 1919
(68) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimiz, s: 59-60
(69) a.g.e: s:60-61
(70) İleri, 1 Ağustos, 1919
(71) İleri, 3 Ağustos, 1919
(72) Sonyel, Selahi: Türk Kurtuluş Savaşı, s:158
(73) Shaw, Stanford and Ezeì Kural, a.g.e. s:332
(74) Bıyıklıoğlu, Tevfik: a.g.e. s:5
(75) Hoover, Herbert: a.g.e. s:235-236
(76) a.g.e: 142-143
(77) Gidney, James: A Mandate of Armenia, s:170
(78) a.g.e.: s:171
(79) Harbord, Maj. Gen. James G. Report on the American
Military
Mission to Armenia, s:3
(80) Rus Transkafkasyası deyimiyle Amerikalılar, Batum
1871¸ Savaşı sonunda Rus sınırları içinde kalan Kars,
Ardahan, Oltu gibi Türk topraklarını da kastediyorlardı.
(81) Harbord, Maj. Gen. James G.: a.g.r. s:3
(82) Gidney, James: a.g.e. s:172
(83) Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim
ve Geçirdiklerim, c:2, s:41
(84) General Harbord raporunda heyetin tüm üyelerinin
adlarını açıklamıştır. Bununla birlikte, heyetteki ikisi
subay (tercüman) üç Ermeniden söz etmemesi dikkat
S a y f a | 162
çekicidir.
(85) Harbord, Maj. Gen. James G.: a.g.m. s:36
(86) a.g.e: s:36
(87) Moseley, Gen. James: Mandatory Over Armenia-Report, s:8
(88) Harbord, Maj. Gen. James G.:A.g.m.s: 36
(89) Harbord, Gen. James G: A.g.r.s: 10
(90) Harbord, Maj. Gen. James G.: A.g.m.s: 38
(91) İleri, 5 Eylül 1335 (1919)
(92) Harbord, Maj. Gen. James G.: A.g.m.s: 38
(93) İleri, 6 Eylül 1919
(94) Mme. Bristol'un 15 Ekim'de Antant gazetesindeki görüşleri,
Bk: Ek: 2
(95) Tevetoğlu, Fethi: Gn. Harbord Raporu, Türk Kültürü s80,
529-30
(96) İleri, 10 Eylül, 1919
(97) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 9
(98) Harbord Heyeti'nin yolunu gösterir harita Ekler
bölümündedir.
(99) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 3-4
(100) Koçaş, Sadi: Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni
ilişkileri, s: 229
(101) The Observer, 5 Temmuz, 1919
(102) Sonyel, Selahi: A.g.m.s: 34
S a y f a | 163
(103) Harbord, James: A.g.m. s: 181
(104) Baykal, Bekir Sıtkı: Erzurum Kongresi ile İlgili Belgeler,
s: 24-25
(105) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimizin Esasları s: 72-73
(106) a.g.e.: 50
(107) a.g.e.: 51
(108) İleri, 4 Eylül, 1919
(109) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimiz, s: 150-157
(110) The Observer, 2 August 1919
(111) Karabekir, Kazım: a.g.e. s:121
(112) Albayrak, 12.8.1919
(113) İldemir, Uluç: Sivas Kongresi Tutanakları s:33
(114) Baykal, Prof. Dr. Bekir Sıtkı Heyeti temsiliye Kararları,
s:3
(115) The Observer, 20 Eylül 1919
(116) Harbord, James: A.g.m. s: 181
(117) a.g.e: s:181
(118) Harbord, James: A.g.r. s: 186
(119) Harbord, James: A.g.m. s: 186
(120) Bu cümle, muhtıranın Tamim Telgraf ve Beyannameler'de
Yayınlanan Türkçe şeklinde geçmemektedir.
(121) Harbord, Gen. James. A.g.r.s: 35
S a y f a | 164
(122) Kansu, Mazhar Müfit: A.g.e.s: 347-48
(123) Moseley, Gen. George Van Horn: A.g.m.s: 13-16
(124) Gidney, James B: A.g.e.s: 186
(125) a.g.e, s: 186
(126) Gidney, James B.: A.g.e.s: 186-87
(127) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 25-27
(128) Harbord, Gen. James: A.g.r.s: 18
(129) Moseley, Gen. George Van Horn: A.g.r.s: 8-9
(130) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 10
(131) a.g.e: 18-19
(132) a.g.e: 19
(133) a.g.e: 20
(134) a.g.e: 24-25
(135) a.g.e.: 10
(136) Nutuk, Cilt I, s: 112-113
(137) Albayrak, 30 Ekim,1919
(138) Ülman. A. Haluk, Türk-Amerikan diplomatik
Münasebetleri, 1939-1947,
Sevinç matb.(1963)
(139) Jonh A. De Novo, American Interests and Policies in
the Middle East, North Central Publishing Comp. ST. Paul,
(1963), sh. 235.
(141)-(143) deki kaynaklar J. A. De Novo'nun bu eserinden
S a y f a | 165
naklen verilmektedir.
(140) American Board of Commissionaries on Foreign Missions
(ABC), Annual Reports (AR) 1923,sh. 9-10, 51-55.
(141) ABC, AR 1927, sh. 55.
(142) The Missionary Review of World, 57 (eylül 1931), sh. 420
(143) ABC, AR 1927, sh. 60-62.
(144) Grew, Joseph C.,The Turbulent Era,A Diplomatic Record
of Forty Years,
1904-1945 2 cilt, Boston, Houghton
Mifflin Co. 1952.
Not: 18-137 numaralı kaynaklar, Dr. Seçil Akgün'ün adı geçen
eserinden Naklen verilmiştir.
S a y f a | 166
Download