moda bakım dekorasyon müzeler 11 seyahat teknoloji

advertisement
moda
dekorasyon
02 bakım
11 seyahat
07
16 teknoloji
müzeler
Mart 2013
27
23
Moda
OSMANLI’DA
MODA
Kadifeler, gümüşle dokunmuş ipekler, çuhalar,
taftalar... Osmanlı kadınları bugün podyuma
çıksalar moda yazarlarından tam not alırlardı
herhalde... Kat kat giyinmelerine rağmen
üstlerindeki her parça bir diğeriyle müthiş bir
uyum sergiliyordu. Özellikle saraylı kadınlar
için ‘moda’ kavramı, Osmanlı’da dokumacılığın
gelişmesini sağlayacak kadar önem arz ediyordu.
Hem erkek hem de kadın giyiminde dökümlü ve uzun kıyafetler hakimdi.
Kadınlar yazın ipekten, kışın ise yünden yapılma feraceler giyiyorlardı. Yere
kadar uzanan ve kıyafetlerini tamamlayan feraceler bugünün trençkotlarıyla
aynı işlevi görüyordu aslında. Feraceleri yaşmak ve peçe ile tamamlıyorlardı.
Yine o zamanın deyimiyle entarilerin üzerine giyilen ihtişamlı kaftanlar da
Osmanlı denilince giyime dair akla gelen en önemli unsurlardandı.
Tıpkı bugün olduğu gibi o zamanlarda da, maddi imkanlar kadınların giyim
zevklerini önemli ölçüde şekillendiriyordu. İpek çamaşırlar, elmas işlemeli
kemerler, dekolteleri taçlandıran mücevherler, altın işlemeli kumaşlar, samur
kürkler özellikle zengin kadınların tercihi oluyordu.
Osmanlı’da modadan bahsederken rengârenk şalvarları da unutmamak gerekir.
Kaliteli kumaşlardan dokunan bu şalvarlar, ayak bileği hizasında toplanırdı.
Kolları bileklere doğru daralan elbiselerin kol ve etek uçlarını tığ işlemeleri
zenginleştirirken, bellerini kuşaklar süslerdi. Yine bugün olduğu gibi farklı ülkeler
ve kültürlerle ilişkiler geliştikçe, modanın da bundan etkilenmesi kaçınılmaz
oldu. 19. yüzyılda batı esintileri ile etek ve ceket takımlar yavaş yavaş kendini
göstermeye başladı. Osmanlı kadını bu dönemde eldivenle, şemsiye ile vücut
hatlarını biraz daha belli eden korsajlı kesimler ve fırfırlı eteklerle tanıştı. Tercih
edilen deri ayakkabı ve çantalar da kıyafetlerle uyum gösterecek şekilde
genellikle aynı renklere sahipti.
PEÇELİLER
Moda her zaman toplumsal ve siyasi olaylardan büyük oranda etkilenerek şekillenmiştir.
Osmanlı döneminde bu durumun en iyi örneklerinden biri; erkek modasına yön veren
Peçeliler’dir. Yaşları küçük ve Yeniçeri olmaya aday gençlere ‘Yeniçeri Civeleği’ denilirdi.
Onlara hamilik yapan kişilerse, bu genç, yakışıklı delikanlılara bakanların nazarı değmesin
diye hasır püskülden peçeler yaptırmışlar ve onların yüzlerinde bu peçelerle gezmelerine
izin vermişlerdir. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar, 50 yıl boyunca bu durum devam
etmiş ve de ‘peçeli delikanlı’ modası olarak anılmıştır.
TANIDIK GELEBİLECEK BİR MODA
Ayakkabı topuğunun üstüne basıp yürüyen biri geçse yanınızdan, yüzünüzde hafif bir
kınama ifadesi oluşması mümkün. Artık pek hoş karşılanmayan bu durumun Osmanlı
zamanında moda olduğunu bilmek ise oldukça şaşırtıcı. 19. yüzyılın başında ister
paşa olsun isterse sokaktaki bir satıcı, para, kültür, sosyal sınıf farkı tanımaksızın şalvar
paçalarını sıvayıp, arkaları basık pabuçlarla çıplak ayaklı gezmek, İstanbul delikanlıları
arasında yaygın bir modaydı. Neyse ki bu durum günümüzde moda olmaktan çıktı.
DÖVME
Dövmeler filmlerden aldığımız referansla hep denizcilerle özdeşleştirdiğimiz bir vücut süsüdür.
Osmanlı’ya da dövme, önce denizciler ardından Yeniçeriler ile gelmiştir. Bir Yeniçeri hangi tabura
aitse onun simgesini dövme olarak vücudunda taşıyordu. Bu dövmeler ok, yay, bayrak gibi çeşitli
sembollere bürünebiliyordu. Daha sonra bu durum bir moda haline geldi ve esnaf çocukları gibi
halktan kişiler de bu dövmeleri taklit etmeye başladılar. Bir moda akımının insanı ölüme götürmesi
pek rastlanacak bir durum değildir ama 1826’da Yeniçeri Ocağı kaldırıldığında, vücutlarında bu
dövmelerden taşıyan pek çok Yeniçeri adayı sadece bu sebepten idam edildi.
BİNDALLI
Bir zamanlar bildiğimiz anlamda ‘gelinlik’ yoktu belki ama gelinler hep vardı. Osmanlı zamanının
gelinliği ise ‘Bindallı’ idi. Kına gecelerinde, özel günlerde, düğünlerde giyinilen bindallı genellikle koyu
renk ve kadifeden yapılıyordu. Üzerinde sırma tekniği kullanılarak işlenmiş bitki motiflerine de sıkça
rastlanıyordu. Köylere doğru gidildikçe aynı kumaş ve işlemeleri şalvar ve de ceketlerin üzerinde iki
parça olarak görmek mümkündü. Avrupa modasının etkileri Osmanlı topraklarına ulaştığındaysa
bindallı yerini bugünün çizgilerine yakın, pembe ve krem renklere, iki parçalı, uzun kuyruklu, dantelli,
incili gelinliklilere bırakmaya başladı.
TÜRK HANIMLAR BALO ELBİSESİ İLE TANIŞTI
Diğer ülkelerle kurulan ilişkilerin modaya yön verdiğinden bahsetmiştik. İşte bu durumun en
bariz örneklerinden biri de “Malakof tuvalet modası” nam-ı diğer sepetli fistandır. Fransızlar
Malakof tabyasını (askeri birlik) ele geçirince İstanbul’daki elçilik binasında kutlama amaçlı bir balo
düzenlediler. İşte ilk defa bu baloda Osmanlı kadınları Paris modasına ait olan beli son derece sıkan
ve eteğin içine konulan balina kemiklerinden yapılmış ince çemberler yardımıyla belden aşağı kabarık
bir şekilde inen bu tuvaleti gördüler. Bu balodan sonra özellikle Rum ve Ermeni kökenli zengin
kadınların büyük ilgisini çeken bu tuvaletler sepetli fistan olarak anılmaya başlandı.
BAHRİYELİ BEYZADELER
Avrupa’da prenslere giydirilen bahriyeli kıyafetler, Osmanlı Hanedanı’na gelince değişime uğramış
ve birebir taklit edilmek yerine amiral üniformasına dönüşmüştür. İstanbul’da şık semtlerde oturan
zengin aileler ise bu modayı olduğu gibi benimsemiş ve bahriyeli kıyafetlere bürünen çocuklar,
varlıklarını birkaç nesil boyunca devam ettirmişlerdir.
TOPKAPI SARAYI SİZİ BEKLİYOR…
Eğer bütün bu okuduklarınızın ardından daha önce ziyaret etme imkanı bulamadıysanız, Topkapı
Sarayı’na gitmenizi ve bahsettiğimiz bu kaftanları, ipeklileri, mücevherleri görmenizi tavsiye
ederiz. 1500’den fazla parçası ile geniş bir giyim koleksiyonuna sahip olan müzede, padişahların,
sadrazamların, yüksek rütbeli devlet memurlarının giysilerini yakından görme şansına sahipsiniz.
Bakım
SÜRMELİ GÖZLER, KINALI SAÇLAR…
TARİHTEN GÜNÜMÜZE UZANAN
GÜZELLİK SIRLARI
Günümüzde kozmetik firmalarının bize sunduğu sayısız
üründen hangisini seçeceğimize karar veremediğimiz
bir noktaya geldik. Peki büyük büyük annelerimizin
elinde böylesine seçenekler yokken, daha güzel daha
bakımlı görünmek adına onlar neler yapıyorlardı? Bizim
için kozmetik markaları neyi ifade ediyorsa onlar için
de ‘doğanın nimetleri’ aynı anlama geliyordu. İşte size
Osmanlı saraylarından çıkma birkaç doğal güzellik sırrı...
PARLAK VE GÜR SAÇLAR İÇİN YAĞLAR
Şampuanın icadından önce saç için başlıca temizlik
malzemesi sabundu. Yalnız bilindiği gibi sabun saç
köklerini kurutmasıyla meşhurdur. Bu yüzden saçların
yumuşaması için ebegümeci ve hatmi kullanılırdı. Bir
de kil... Kil kovalara boşaltılır (bunlara kildanlık denilirdi),
üstüne su dökülür ve kil çöktükten sonra yüzeyde kalan
su süzülüp saçlar için kullanılırdı. Bu suyun saçları
yumuşatma özelliği bulunurdu.Erkeklerin en büyük
problemlerinden olan saç dökülmesi ve de ağarmasıyla
başa çıkmak içinse defne yağı, çörek otu yağı, mersin
yağıyla masajlar yapılırdı. Kadınların saçlarını boyamak
için kullandıkları bitki ise bugün de hala pek çok kadının
tercihi olan kına idi. Kınaya eklenen ceviz kabuğu ve
rastıksa, kızıl yerine siyah saç isteyenlerin tercihiydi.
GÜZEL BİR CİLT İÇİN KESE
Bir hamam klasiği olan kese cildi temizlemek için
kullanılan en önemli yöntemdi. Kesenin ardından gül,
zeytin ve de susam yağından karışımlar sürülür ve cildin
yumuşak kalması sağlanırdı. Cilt yaraları ve temizliği için
gül suyu oldukça fazla tüketilirdi. Günümüzde kırışıklık
karşıtı kremler ne ise o zamanlarda limon da oydu.
Antiseptik özelliği ile limon, cildi gerginleştirmek için
kullanılırdı.
FONDÖTEN YOKTU AMA ‘DÜZGÜN’ VARDI
Düzgün, gülgün adlı bitkiden elde ediliyor, fondötenin
işlevini yerine getiriyordu. Bitkilerin ezilmesi yöntemi
ile elde edilen boya da bugünkü allığın görevini yerine
getiriyor ve yanaklara daha koyu bir ton veriyordu.
Gözlerse, doğallığı sayesinde hala tercih sebebi olan
sürme ile boyanırdı.
Tarihte güzellikleri ile anılan sadece Osmanlı Sultanları değildi
elbette. Tarihi güzellik sırlarımıza biraz da sınırlarımız dışından
devam edelim…
Son Mısır Kraliçesi hükümdarlığı kadar güzelliği ile de anılmış bir isim olmuştur.
Dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak kabul edilen Kleopatra’ nın süt banyosuna
ne kadar düşkün olduğu dillere destan bir hikayedir. Ama sadece bununla da kalmıyor,
saçları için balmumu ve reçine karışımını bugünkü spreylerin yerini tutacak bir
şekillendirici olarak kullanıyordu. Hayvan yağında ovduğu tarçınla parfüm yapıyor,
bozulmaması için su mermerinde saklıyordu. Makyajını da ihmal etmeyen Kleopatra
rimel olarak lacivert taş, bal ve toprak boyasından bir macunu kullanıyordu.
Günde bir kadeh kırmızı şarabın kalbe iyi geldiği bilinen bir gerçektir. İskoç Kraliçesi
Mary ise süt yerine banyosunu kırmızı şarapla yapıyor, cildinin tazeliğini şarapla
koruyordu.
Kraliçe Elizabeth ise cildi sıkılaştırması ile meşhur yumurta akını maske olarak
kullanıyordu. Elizabeth’in takipçisi olmak isterseniz şu formülü deneyebilirsiniz.
Yumurta akını 10 dakika yüzünüzde bekletip sonrasında ılık su ile yıkamanız ve
tazelenmiş bir cilde sahip olmanız mümkün.
Güzelliğiyle dillere destan Yunan Tanrıçası Afrodit’in sırrının ise deniz yosunu olduğu
söylenir. Banyo suyuna ekleyeceğiniz deniz yosunu sayesinde bedeninizi toksinlerden
arındırmanız olası.
Dekorasyon
TARİHTE
DEKORASYON
Eşyaların dili olsa da konuşsa deriz ya bazen… Yıllarını
yaşantılarımıza tanıklık ederek geçiren, misafirlerimizi
bizimle ağırlayan, nesilden nesile miras bırakılan eşyalarımız,
sadece zevkimizi değil kişisel tarihimizi de anlatırlar aslında.
Biçimleri, renkleri, kullanım amaçları dünden bugüne o kadar
çok değişime uğramıştır ki, atalarımızı tanımaya çalışırken
bize referans olacak en önemli unsurlardan biridir onlar. Biz
de geçmişe bir bakalım, eşyaların insanoğluyla birlikte adım
adım ilerleyen yolculuğuna bir göz atalım istedik.
İLK MOBİLYALAR
Mağara devri insanları kullandıkları eşyaları diğerlerininkiyle kıyaslamıyor,
‘onunkinin rengi benimkinden güzel’ gibi yorumlarda bulunmuyorlardı
şüphesiz. Eşyanın tabiatı bir amaca hizmet etmekti o zamanlar. Yerleşik
hayata geçilmesiyle birlikte ‘eşya’ sosyal yaşamın parçası olmaya başlamış,
ödünç alınmış ya da daha iyi bir forma sokulmaya çalışılmıştır. Yani estetik
bakış açısı sosyalleşme ile gündeme gelmiştir.
Taşların ve hayvan kürklerinin yerini ağaçtan yapılan eşyaların alması
MÖ 4000`li yıllara dayanmaktadır. Tahta, forma sokulması diğer
materyallere göre daha kolay olduğundan insanlık tarihinin her zaman
öncelikli ve en kullanışlı tercihlerinden olmuştur. İlk iskemle dahil olmak
üzere papirüs ve palmiye yapraklarından örülmüş yataklara yani
mobilya olarak adlandırabileceğimiz objelere ilk olarak eski Mısır’da
rastlanmaktadır. İnsan egosu işin içine girmeye başladığında mobilyalar
da zenginliğin ve makamın göstergesi haline gelmiş ve bu amaçlarını
günümüze kadar devam ettirmişlerdir. Kullanılan materyaller değişmiş,
çeşitli el işçiliğiyle süslenmiş ve değerleri giderek artmıştır. Bu durumun
en güzel örneklerine yine Mısır’da rastlamak mümkündür. Kullanılan
malzemeler özenle işlenmeye başlanmış ve ayaklarda aslan, fil, leopar
motifleri gibi süslemelere önem verilmiştir.
Ahşap yerine metal tercih edildiği zaman ortaya çıkan örneklerin,
süs eşyası olması da ilginç bir durumdur. Metalin ağırlıklı tercih
edildiği uygarlıklar olan Sümerler, Akadlar, Elamlar, Asurlara ait
eşyalar, Mezopotamya’da yapılan kazılarla ortaya çıkarılmış,
bunların arasında heykel ve süs eşyası, insan figürleri, bronz
kelepçeler ve sarmal metal süslere rastlanmıştır. Anadolu’da
yapılan kazılardaysa Frigya Krallığı’na ait çok sayıda yine ağaçtan
yapılma mobilyalar bulunmuştur. Kokusu ve rengi ile ön plana
çıkan ceviz, ardıç gibi ağaçların kullanılması estetiğe verilen
önemin de kanıtı niteliğindedir.
Eskiden bir yatak hem uyuma amaçlı hem de gündüz oturma
amaçlı kullanılabiliyordu. Yaşam alanının tek bir bölümden
oluştuğu evlerde bu durum son derece doğaldı. Hatta Roma’da
yataklar aynı zamanda yemek masası hizmetini de görmüştür.
Eski Yunan ve Roma’da eşyaların çoğu duvarlara asıldığından büfe,
vitrin, dolap türünden mobilyaya rastlanmamakta, Ortaçağ’ın
başlarına doğru raflı, kapaksız büfeler görülmeye başlanmaktadır.
DEVİR DEĞİŞİRSE MOBİLYA DA DEĞİŞİR
Değişen siyasi ve dinsel akımlar sadece düşünceleri değil yaşam alanlarını
da etkilemiştir. Ortadoğu’nun göçebe kültüründen gelen ve çadırlarda
yaşayan Türkler, yerleşik hayata geçtikten ve İslamiyet’i kabul ettikten
sonra Arap etkisinin evlere yansıdığı ve uzun süre de varlığını devam
ettirdiği gözlemlenmektedir. Bir diğer örnek ise Bizanslıların mobilya
sanatında doğu sanatının etkisinin görülmesidir. Mobilya biçimleri oldukça
basit olmakla beraber, doğu sanatının etkisinde kalması nedeni ile çok
süslü bir görünümdedir.
Anadolu topraklarında mobilya kavramının gelişimi Osmanlı döneminde
olmuştur. Selçuklular tahta işçiliğinde süsleme amaçlı çiçek ve
geometrik motifleri kullanmışlar ama Osmanlıların son dönemlerine
kadar masa, sandalye, büfe, komodin gibi mobilya türlerinin örneklerine
rastlanmamıştır. Gömme dolaplar, yer sofraları ve sedirler başlıca
mobilyalardı. Karyola yerine yer yatakları kullanılıyordu. 14. yüzyılda
Osmanlılarda mobilya yapımına başlandıktan sonra sandık, rahle,
kavukluk, yüklük kapakları ve tavan gibi ağaç malzeme üzerine boyalar ile
süsler ve çeşitli motifler yapılmıştır. Yeniçağ’ın başında Osmanlı saray ve
konaklarında batıdan ithal edilmiş mobilyalar yer almıştır.
HOŞ GELDİN İHTİŞAM
Mobilyanın egoların esiri olabildiğinden bahsetmiştik. Rönesans’la
beraber İtalya’da gelişen mobilya sektörü bu konudaki en çarpıcı
örnekleri vermiştir. Bu dönemde doğu süslemeciliğine dayanan oyma
ve kabartma önem kazanmış, dolap kapaklarına yağlı boya ile gerçek bir
tablo değeri taşıyan resimler yapılmış, marangozluk ikinci plana itilmiştir.
Rönesans’ı takiben doğan Barok sanatında ise ihtişam bir basamak daha
yükselmiş abartı iyice ön plana çıkmıştır. XIV Louis ile özdeşleşen bu
dönemde amaç şaşırtmak ve göz kamaştırmaktır.
Barok’tan sonra hala tercih edilen bir tarz olan Rokoko dönemi gelmiştir.
Karışık ve dolambaçlı çizgiler, kabartmalı yüzeyler, derin oymalar, canlı
ve kontrast renkler ile göz kamaştıran bir üslup olarak mobilyaya
yansımıştır. Artık yatak odalarının olmazsa olmazı komodin ve tuvalet
masası da bizlere bu dönemden yadigar kalmıştır.
Seyahat
TÜRKİYE’NİN
TAŞI TOPRAĞI
“TARİH”
Sayfaları gökyüzüne açık birer tarih kitabı gibi Türkiye’nin ören
yerleri. Sanki daha dün bu tarihi taşların, evlerin, tapınakların içinde
insanlar varmışçasına konuklarını ağırlamaya ve zamana karşı
verdikleri mücadeleye devam ediyorlar…
Sagalassos
Belki uzun bir yolculuk yapmanız gerekecek. Belki de benim bu dağın başında
ne işim var diyeceksiniz… Karşınızda bütün ihtişamı ile beliren Sagalassos’u
gördüğünüzde bu fikirler yerini hayranlığa bırakacak. Yazının başında
belirttiğimiz gibi daha dün terk edilmiş gibi duran yerlerden biri de Sagalassos
antik kenti. Bunun sebebi, erozyon nedeniyle şehrin toprak altında kalması
ve 1990 yılında yapılmaya başlanan kazı çalışmalarına kadar el değmemiş
şekilde kendini muhafaza etmesi. Burdur’un Ağlasun ilçesinin 7 km. kuzeyinde
bulunan bu antik kentte 9 bin kişilik dünyanın en yüksek Roma tiyatrosunun
yanı sıra çeşmeler, Yunan tanrı ve tanrıçalarının heykelleri, havuzlar ve bir
Roma hamamı göreceksiniz. Ayrıca aralarında Bouleuterion, Apollo Klarios,
Antonin Pius, Dorik’in de bulunduğu pek çok tapınak da ziyaretçilerin ilgisini
çeken eserler arasında.
Nemrut Dağı Milli Parkı
Yükseklerden bizi selamlayan tarihi değeri büyük, coğrafi anlamda
büyüleyici, dillere destan Nemrut Dağı ve dev heykelleri! Adıyaman’ın Kahta
ilçesinde yer alan, UNESCO tarafından “Dünya Kültür Miras”ı listesine alınan,
dünyanın sekizinci harikası olarak kabul edilen Nemrut Dağı, ziyaretçilerini
biraz yoran yerlerden bir diğeri. Ama yine buna değiyor dememize gerek
yok herhalde. 2150 metre yüksekliğe çıkıyor ve oradan adeta dünyayı
selamlıyorsunuz. Güneşin doğuşunun ve batışının en güzel izlendiği yerler
arasında olan Nemrut Dağı’nın ve muazzam heykellerinin arkasındaki
hikaye Kommagene Krallığı’na dayanıyor. Grek ve Pers uygarlıklarının
bütünleştiği güçlü bir krallık olan Kommagene’nin bilinen en büyük kralı
I. Antiochos’tu. Bu kralın yeni bir din kurmak, bu dini Nemrut Dağı’ndan
bütün dünyaya yaymak gibi hayalleri vardı. Bugün Nemrut Dağı’ndan bizleri
selamlayan heykeller bu hırslı kralın, krallar ve tanrılar adına yaptırdığı
heykellerdir. Heykellerin arkasına baktığınızda Antiochos’un 200 satırlık
vasiyetini de görebilirsiniz. Ne mi anlatıyor? Ölümünden sonra tapınağa iyi
bakmalarını söylüyor, kötü niyetli ziyaretçilere beddua ederken iyi niyetli
olanlar içinse tam tersi temennilerde bulunuyor. Heykellerin dışında bir
de anıt mezar bulunmaktadır. Krallar ve tanrıların arasında I. Antiochos
kadınları da unutmamış, bu anıt mezarı kraliyet mensubu kadınlar için
yaptırmıştır. Nemrut Dağı’nda bulunan kabartmaların en ünlüsü olan aslan
kabartmasının tarihi de Kommagene’nin ilk kralı Mithradates’in taç giydiği
geceye, İÖ 109 yılının temmuz akşamına denk gelmektedir.
Güzelyurt
Kapadokya Bölgesi’nin tüm özelliklerini bünyesinde barındıran, Aksaray’a
45 km. uzaklıktaki Güzelyurt, 19. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması için
yapılan çalışmalar sonucunda bir manastır cenneti haline gelmiştir.
Günümüzde bu coğrafyadan, bitki ve jeolojik yapısından nasıl etkileniyorsak
tarihte pek çok farklı uygarlık da etkilenmiş ve bölgeyi mesken tutmuşlardır.
Bunlar arasında Hititler, Persler, Romalılar yer alır. Hıristiyanlığın
hakimiyetine son verildikten sonra çan kulesi minareye dönüştürülen Aziz
Gregorius Kilisesi, Güzelyurt’un merkezinde yer almaktadır. Bu kilise haç
yolu ziyaretleri için listeye alınan, Hıristiyanlık dünyası açısından öneme
sahip yerlerden biridir. Bölgedeki önemli kiliselerden Aziz Anargiros ise,
bölge mimarisine hakim olan kaya oymacılığının nadide örneklerindendir.
Tamamı kayaya oyularak yapılan Aziz Anargiros Kilisesi 1884 yılında onarım
görmüş ve bugünkü görünümüne kavuşmuştur. Bölgenin en önemli
yerlerinden olan Analpsis Tepesi’nde Hititlerden kalma duvarların üstüne
inşa edilmiş kilise kalıntıları ile mutlaka görülmesi gereken yerlerdendir.
Aspendos
Türkiye’nin hatta dünyanın eşine az rastlanır güzellikteki Roma tiyatrosu
örneklerinden olan Aspendos’un, Truva Savaşı’ndan sonra Pamphylia’ya
gelen kahraman Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulduğu
düşünülmektedir. Antalya’dan Alanya karayoluna dönen yolun sonunda bulunan
Aspendos bir tepeye inşa edilmiştir. İki bölümden oluşan oturma sıralarında, üst
kısımda yirmi bir, alt kısımda ise yirmi oturma sırası vardır. Yığma taştan yapılan
Aspendos iki katlıdır ve alt katında sahne ve oyuncuların bu sahneye çıkması için
beş kapı vardır. Günümüzde hala konserlere ve tiyatro oyunlarına ev sahipliği
yapan bu tarihi yapının akustiği dillere destandır. Bir oyuncu sesini, yaka mikrofonu
kullanmadan en arka sırada oturan seyirciye rahatlıkla duyurabilmektedir. Antik
tiyatroyu ziyaret ettiğiniz zaman yalnız değilseniz bu gerçeği test etmenizi öneririz.
12 bin kişilik oturma kapasitesi bulunan tiyatronun havalandırma sistemi de bu
zamanın yapılarına şapka çıkarttıracak cinstendir. Merdiven bölümleri arasında yer
alan koridora girdiğiniz zaman, yazın en sıcak günlerinde bile sizi anında rahatlatacak
serin bir havayla karşılaşırsanız şaşırmayın! Bu durum da Aspendos’un mimari
başarısının örneklerinden biridir.
Teknoloji
TARİHTE TEKNOLOJİ
Mobil telefonsuz evden adım atamadığımız günlere bir anda
gelmedik tabii ki… Teknoloji uzun bir yolculuk yaptı ve bu yolculuğun
bir kısmı evlerimizde sonlandı.
Çamaşır makinesi
Otomatik çamaşır makineleri ‘son teknoloji’ ürünler olarak banyolarımızdaki
yerlerini aldıkları tarihlerde, özellikle çocuklar arasında ‘Nasıl yıkayabiliyor, içinden
eller mi çıkıyor’ gibi son derece akla zarar yorumlar yapılırdı... Sesinden ürkülür
ama sonucundan memnuniyet duyulurdu. Ama durumdan en memnun olan da
çamaşırlardı herhalde. Malum otomatik makinelerden önce çamaşırlar için temizlenme
süreci adeta işkence gibiydi. Su kenarında taşlara vurulurlar, kaynayan sularda
dakikalarca kaynatılır, tuhaf bir kimyevi madde olan kolaya yatırılırlardı... Şimdilerdeyse
hassas yıkama programları ile modern dünyanın rahatlığına kavuştular. Çok programlı,
bol düğmeli, kendinden kurutmalı, pembesi yeşili olmadan önce çamaşır makineleri
neredeyse motorlu teneke görünümündeydi. Hatta ilk makinenin motoru dahi yoktu.
1858 yılında Hamilton E. Smith tarafından tasarlanan çamaşır makinesi, büyük bir kutu
içinde dönen çarklarla sağlanan yıkama eylemi esasına dayanıyor ve tamamen insan
gücü gerektiriyordu. Kutunun dışında bulunan kolu çevirmek için de gerçekten güçlü
‘kollar’ gerekiyordu. Bu durum pek de pratik görünmedi. Mekanik çözüm yerini motora
bıraktı. Günümüz hanımlarının teşekkür etmesi ya da daha doğrusu minnetle anması
gereken isimse Alva John Fisher oldu. 1906 yılında geliştirdiği makinenin içindeki
tamburlar elektrik yardımı ile dönüyor ve hareket sayesinde çamaşırlar yıkanıyordu.
Yıkama işin büyük bir kısmı olsa da sıkma ve kurutma hala sorun teşkil ediyordu.
Yine bu iş için kullanılan merdaneler randımanlı bir çözüm olmaktan çok uzaktaydı.
Makinelere kurutma işlevinin eklenmesi ise 1924 yılında gerçekleşti ve bildiğimiz
anlamdaki çamaşır makinesinin prototipi oluşturulmuş oldu.
Telefon
Artık fotoğraf çekip gönderiyor, müzik dinletiyor, internette sörf yapıyor…
Telefonlarımız ‘Alo’ demenin ötesinde bambaşka işlere hizmet ediyor. Halbuki
Alexander Graham Bell bir şubat gününde telefonun ilk adımı olan radyofonu icat
ettiğinde sesinin çalışma arkadaşı Charles Sumner Tainter tarafından duyulmuş
olmasından büyük bir heyecana kapılmıştı… İletişim aracı olarak telgrafın kullanıldığı
o yıllarda Bell’in aklına bir fikir geldi. İnsan sesindeki frekansı elde etme ve bunu
elektrik sinyali biçiminde bir telden iletme. Bell 1876 yılında telefonunun patentini
aldığında bu amacına ulaşmış oldu. Graham Bell telefonu icat sürecinde ilk hattını
sevgilisi Allessandra Lolita Oswaldo’nun evine çekmişti. Aradığı zaman karşısında
kimi bulacağından emin olduğu için zamanla adını kısaltıp ‘Ale Lolos’ demeye başladı.
Giderek daha da kısalan bu isim en son ‘Alo’ halini aldı. Bir süre sonra Allessandra,
Graham’ı terk etti. Telefon hatları artık tüm şehre yayılmaya başladı. Ama Bell
telefon her çaldığında arayanın Alessandra olduğunu düşünüyor o yüzden her
telefona ‘Alo’ diye cevap veriyordu. Bu söz de o zamandan bu zamana miras kaldı.
Cep telefonunun icadı içinse yıllar geçmesi gerekti. 1973 yılında Amerikan vatandaşı
Martin Cooper cep telefonunu icat eden kişi olarak adını tarihe yazdırdı. 1993 yılında
gönderilen ilk yazılı mesajın ardından her şey giderek daha da hız kazandı… Hikayenin
geri kalanı da muhtemelen şu anda elinizde!
Buzdolabı
1800’lü yılların sonuna kadar yaygın bir şekilde başvurulan soğutma yöntemi
buzdu. Özellikle havaların ısındığı dönemlerde satın alınan ve Frederic
Tudor gibi buz ticareti yapan isimlere son derece iyi paralar kazandıran
bu yöntem yerini daha akılcı bir çözüme bırakmalıydı. İşte o çözüm için ilk
adımlar 1790 yılında İngiliz Thomas Harris ve John Long’ dan geldi. O yıl ikili
mekanik soğutma için patent aldılar. Ardından Amerikalı Jacop Perkins, eter
ile çalışan pistonlu bir cihazın patentini aldı. 1861 yılında Dr. Alexander Kirk,
kömür ısısı ile çalışan ilk absorbsiyonlu soğutma cihazını geliştirdi. Bu sistem
öncekilere göre daha büyük başarı kazandı ve otomatik buzdolapları 1918
yılında Kelvinatör Company tarafından imal edilmeye başlandı.
Televizyon
Evlerimizin onur konuğu baş köşe misafiri televizyonun bir lavabo ve
çay tenekesinden bu günlere geldiğini öğrenmek oldukça şaşırtıcı oldu.
Teknolojik gelişmeler ve ihtiyaçlar doğrultusunda diğer icatlardan daha geç
tarihte hayatımıza katılan ama en radikal değişimlerden birini de yapan
televizyonun babası İskoç mucit John Logie Baird’dir. Baird bir elektirik
mühendisiydi. Maddi sıkıntı çeken Baird’in teknik ekipmanları bisküvi kutusu,
dikiş iğneleri, balmumu gibi akla hayale gelmeyecek materyallerdi. Kurduğu
düzenekle hedefine yaklaşan mucit 1925 yılında ‘Stokey Bill’ adını verdiği ilk
ilkel televizyonda görüntü transmisyonunu da gerçekleştirmeyi başardı.
Müzeler
ADIM ADIM MÜZELER…
Yıllar boyunca süren kazı çalışmalarından çıkan tarihi eserlerimiz, ülkemizin çeşitli müzelerinde
sergilenmekte ve her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlamaktalar. Biz de sizlere bu müzelerimizi daha yakından
tanıtmaya karar verdik. Yolunuz o taraflara düşmeden önce fikir sahibi olun istedik. Üstelik Maximum
Kart’ınız artık Müzekart! Maximum Kart’ınızla T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müze ve
ören yerlerini 1 ay boyunca ücretsiz ziyaret edebilirsiniz.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri
Adresini kurucusunun adından alan İstanbul Arkeoloji Müzesi, 1891 yılında Osman
Hamdi Bey tarafından kurulmuş ve Türkiye’nin ilk müzesi olma şerefine nail
olmuştur. Geniş ve ilgi uyandırıcı bir eser yelpazesine sahip olan müzenin bina olarak
da ilgi çekici bir yanı vardır. Nitekim bu bina, dünya üzerinde müze olarak tasarlanan
ve de inşa edilen ilk 10 müzeden biridir. Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk
Müzesi de Arkeoloji Müzesi’yle beraber aynı idari çatı altında olduğundan, müze
yerine ‘müzeleri’ denmektedir.
Topkapı Sarayı’na yakın bir mesafede, Gülhane Parkı’nın yanında konumlanmış
müzede, Anadolu’nun farklı bölgelerinden getirilmiş Helenistik dönemden, Roma
dönemine kadar çeşitli sayıda eseri bir arada görme şansına sahipsiniz. Bu
eserlerden en önemlisi mermerden yapılmış olan İskender Lahdi’dir. Bu lahdin Sidon
Kralı Abdalonymos’a ait olduğu düşünülmektedir. İskender’in lahit üzerinde ayrıntılı
bir tasvirinin bulunması, bu esere adının verilmesindeki en büyük etkendir. Persler
ve Yunanlılar arasındaki bir savaşın betimlendiği lahitte, ayrıntılar görenleri hayrete
düşürecek kadar muazzamdır. Bir diğer yüzünde ise at ve arabalarla canlandırılan
bir av sahnesi yer almaktadır. Mutlaka görülmesi gereken bir diğer lahit Ağlayan
Kadınlar’dır. MÖ 350 yıllarında yaşamış olan Sidon Kralı Straton’a ait olduğu
düşünülen lahid, İon Tapınağı şeklinde yapılmıştır. Lahdin üzerinde, üstleri yırtık,
ayakları çıplak, ağlayan 18 tane kadın figürü yer almaktadır. Yakından incelediğinizde
hepsinin yüz ifadelerini net bir şekilde görmeniz mümkündür. Bu kadınların ölen
kişinin eşleri ya da haremindeki kadınlar olduğu düşünülmektedir.
Helenistik döneme ait olan Marsyas heykeli kollarından ağaca asılan
Marsyas’ı tasvir etmektedir. Heykelin detayları önünde dakikalar boyunca
durmanızı sağlayacak kadar etkileyicidir. Şair Sappho’ya ait olan Roma
dönemi portre örneklerinden Appho Başı, kader, şans ve başarı tanrıçası
Tykhe’nin heykeli, Apollon ve havarilerinin tasvir edildiği Miletos Faustina
Hamamları heykel grubu, araba yarışçısı Porphyrious’un heykeli müzede
görebileceğiniz sayısız eserden sadece birkaçıdır.
Daha ilkokul sıralarındayken adını duyduğumuz tarihin ilk barış anlaşması
olan ünlü Kadeş Anlaşması’nın metnini içeren tablet, tarihten aklımıza
kazınan ünlü Babil Kralı Hammurabi’nin dillere destan kanununun
okullarda okutulmak ve mahkemelerde kullanılmak için tabletler üzerinde
kopya edilen nüshaları da müzenin değerli eserleri arasındadır.
1889 yılında Bağdat’ın 150 kilometre uzağındaki Sümer kenti Nippur’da
bulunan, tarihe dünyanın en eski aşk şiiri olarak kaydedilen tablet de, “Eski
Şark Eserleri Müzesi Çivi Yazılı Belgeler Arşivi”nde görülebilir.
Arkeoloji Müzesi’nin hemen yakınında yer alan Çinili Köşk Müzesi’nde,
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait 2000 civarında eseri, Anadolu ve
Mezopotamya’nın Yunan öncesi, Mısır ve Arap Yarımadası’nın İslam öncesi
çağlarına ait eserler içinse Eski Şark Eserleri Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz.
Orpheus Mozaiği
M.S.194 tarihli, Roma dönemine ait Orpheus Mozaiği 1998 yılında yasadışı
yollarla Amerika’ya kaçırılmıştı. Türkiye’ye ait olduğu ispatlanan eser
geçtiğimiz yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın çabaları sonucunda vatanına
geri döndü. Urfa’da yapımı devam eden Urfa Müzesi tamamlanıncaya
kadar Orpheus Mozaiği, İstanbul’daki Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.
Müzede yer alan eserleri saymakla bitmez. Ama sizin gezmekten
yorulacağınız muhakkak. O yüzden gezintiniz bittiğinde, müzenin dillere
destan güzellikteki bahçesinde, yine tarihi eserlerin arasında dinlenerek, bir
yorgunluk çayı içebilirsiniz.
Adres: İstanbul Arkeoloji Müzeleri Alemdar Cad.
Osman Hamdi Bey Yokuşu Sk, 34122, Gülhane / Fatih, İSTANBUL
Ziyaret saatleri: 09:00 – 17:00
Download