kızılbaş Eyl ü l 2013 - S a y ı 30 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! başbakan 4x4 alavi oluyor! müslümanlar da kızılbaş mı olacaklar? 6-7 eylül 1955 kızılbaş - sayfa 2 - sayı 30 eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 eylül 2013 sayı: 30 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger Sayfa 06 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 8 Savaş; ....... A.H. Kanlı Sayfa 07 - Ahmet’in ön otopsi raporu açıklandı ...................................... Sayfa 08 - Putin’in NY Times’taki makalesi .................................................. Sayfa 09 - Mihail Vasilyadis ile 6-7 Eylül üzerine: “Susanlar da suçlu” ............................................................................... Arife Köse Sayfa 12 - BETHNAHRİN VE DÜNYA KAMUOYUNA! Sayfa 13 - MİT, Hrant Dink’in infaz emrini Kiril alfabesiyle verdi ..................................................................... Av. Fethiye Çetin Sayfa 14 - Açıklama ve belgeler ........................ Gani PEKŞEN - Tolga SAĞ Sayfa 15 - İZZETTİN DOĞANA YAZDIĞI MEKTUP Sayfa 15 - İSLAM BİZİM NEREMİZDE? ..................... Hüseyin Gazi Metin Sayfa 16 - izzettin doğan asimilasyoncu bir düşkündür .................................................................... Erdal YILDIRIM Sayfa 17 - Spasî ji bo weşanên rȇveberiya giştî ya karubarȇn Êzȋdiyan! ........................................................................................ Kemal Tolan Sayfa 18 - tertele... ..................................................... ARAM ARARAT Sayfa 20 - ÜLKE KOKUYORSUN .......................................... Mehmet Söğüt Sayfa 21 - Bu savaşa da bu barışa da hayır ....................... Davut Kurun Sayfa 23- Vahhabilik, Suudiler ve Mekke Şerifi ........ Prof. Dr. AYŞE HÜR Sayfa 25 - Şah İsmayıl Xətai. Bayatılar .......................................... Sayfa 26 - Ermeni Katliamlarında Kürtlerin Rolü Üzerine Bir Tartışma ................................................................................... Alişan Akpınar Sayfa 29 - 1915 ve öncesi: kürt tarih yazımında inkarcı eğilimler üzerine - 1. Bölüm ......................................... Hovsep Hayreni Sayfa 35 - beşikçi’nin dersim toplantısı ve çıkmaz sokakta kuyrukları ile oynayanlar ................................................................... Munzur Cem Sayfa 41 - İSMAİL BEŞİKÇİ VE DERSİM PANELİ’NİN YANKILARI DEVAM EDERKEN ................................... Dr. Daimi Cengiz Sayfa 44 - Dersim’de Bilincin Uyanışı .............................. Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 46 - ‘’MANKURTLUK’’ ................................................................ Sayfa 47 - Ahmet Zeki Okçuoğlu: Kürdistan?ı verin, Kürtlüğünüzü verelim! ........................................................................... Çetin Çeko Sayfa 50 - Ergenekon ve Ermeni soykırımı ........ Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 51 - Sivaslı Ermeni aile, arazisi için dava açtı ........................................ Sayfa 51 - Öcalan İmralı’ya 3 gazeteci istedi ........................................... Sayfa 52 - Kürtçe lazımsa onu da devletimiz konuşur! .................. Ali Topuz Sayfa 53 - Muazzam bir servet sahibi olan Atatürk, vasiyetini yazdırdı Sayfa 55 - Genelge Bilgileri ....................................................... Sait Çetinoğlu Sayfa 56 - Bir Kıbrıslının yeryüzünün lanetlisi olarak portresi ya da bir enternasyonalistin Türkiye işçi sınıfına ve tüm ezilenlerine mektubu! ............................................... Aziz Şah Sayfa 59 - ulusal konger; ulus ve ülkenin birliği için bağımsızlığa açılmalıdır! ................................................................... Ahmet Önal Sayfa 60 - İslamiyet’i Kürtlerden öğrenin ..................... Gültan Kışanak Sayfa 61 - Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurulmasının Tek Bir Mantığı Vardı: ‘Anti-Ermeni’ .................................................................. Cevat Sinet Sayfa 61 - Midyat’taki Süryanilerin arsa ve tarlaları çete tarafından elinden alındı. .......................................................................... Sayfa 62 - Türkler nasıl Türkiyelileşir? ................. Yard. Doç. Bülent Küçük Sayfa 64 - Kayseri de Kızılbaş Alevileri .................................. Ali Ülger Sayfa 64 - Dedelere maaş verilmeli mi? .......... Prof. Dr. Bekir Berat Özipek Sen Gittin Gideli Deliye Döndüm Ali Kızıltuğ Sen Gittin Gideli Deliye Döndüm Her Gün Gözyaşımı Dökerim Ali Ana Bacı Gardaş Bilmez Diyorlar Duydukça İçimi Çekerim Ali Seni Sevenlerin Yaralı Dertli Şu Elin Zalımı Bizden Kıymetli Keramet Sahibiydin Güçlü Kuvvetli Yoksa Bir Kul İdin Öldünmü Ali Zalimin Zulumü Bizi Yakarsa Ağladıp Karşıdan Bakarsa Ahirette Elimiz Boşa Çıkarsa Tutar Zülfikarı Kırarım Ali Zalim Yazdı Katlimize Fermanı Tütüyor Başımda Derdin Dumanı Geleceksen Tez Gel Tam Da Zamanı Yoksa İkrarımdan Dönerim Ali Kızıltuğ'um Pire Gönül Bağladım Yıllar Var Ki İçin İçin Ağladım Can Boğaza Geldi Küstüm Söyledim Yine Senden Özür Dilerim Ali kızılbaş - sayfa 4 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü ile görmek sadece devletin dayattığı gibi mi algılayacagız? Camiye gidip gelmek mi din ve vicdan hürriyeti?!.. Bizce hayır. Ali Ülger Devletin örgütleyip inşa ettiği cemevi-cami ve aşevi projesi yeni degil! Osmanlıdan İttihatçılar aracılığıyla tc’ye geçişteki devlet siyasetini iyi bilmedin mi olmaz, adamı tefe alırlar. Durum da tam bu... Devletin Alevi-Bektaşi dernek ve vakıfları aracılığıyla yürüttüğü top yekün türkleştirme ile ihtiyacı kadar müslümanlaştırma siyaseti devam ediyor. Diğer yandan cami-cemevi projesine şeklen karşı çıkanlar da esasında devletin bu siyasetine çanak tutuyorlar. Şöyle ki; sistematik bir şekilde islam müslüman düşmanlığı yapılıyor. Ve bu düşmanlık her iki kesimde de yapılıyor. Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kesiminde islam müslüman düşmanlığı üzerinden siyaset yapılıyor. Diğer yandan da İslamMüslümanlar arasında KızılbaşAlevi-Bektaşi düşmanlığı yaptırılıyor!. Peki neden devlet bu siyaseti işletiyor? Dinler ve farklı topluluklar arasında sağlıklı, hoşgürülü insani ve siyasi ilişkiler gelişirse, devletin ırkçı inkarcı ve de anti demokratik kurum ve kurumları ölmeye, yok olmaya başlar da ondan. Toplumda olması gereken yeni bir mutabakata kapı açılır, açık demokratik bir süreç başlar ve buradaki despotik yapılar küçülmeye başlarsa, devleti elinde araç olarak tutan elitin ve işbirlikçilerinin işi zorlaşır. Esas sıkıntı budur. *** - Devletin bu türkleştirme sunnileş- tirme siyasetine elbette karşı çıkacağız. - Sadece olmaz demekle olmuyor.! Önce denensin, sonra bakalım diyenler var. İslam ve inananlar, biz Kızılbaş Alevileri, kendileriyle eşit görüyorlar mı? Buyursun konuşsunlar bakalım!... - Biz Kızılbaşlar hakkında, Şeyhlül İslamın aldığı fetvalar var. ht t p:// w w w. k i z i l ba s . b i z / b e l ge l e r/ 101- s eyhue l i s l a m ebussuud-efendi-fetvalari.html Bu fetvalarını geri alıp özür dilesinler. - Müslümanlar bizim cemevimize buyursun gelsinler, istedikleri gibi ibadet etmelerine kapılarımızı açar ve rahatsız da olmayız. - Biz de camilerde Kızılbaş-Alevi cemi yaparız, saz da çalarız engürde ezeriz, semahta yürürüz. Bacı Ğardaş yan yana can cana oluruz. - Peki müslümanlar buna evet diyecekler mi? Yoksa buyurun namaza mı, bizim gibi yapın mı diyecekler? Öyle olacaksa cemevine ne hacet var? İsteyen camiye gider. Biz Kızılbaş-Alevinin camiye gitmesini engelleyip kuyruğundan tutmadık. Din ve vicdan hürriyeti, istediği dine girme, istediği zaman dinden çıkma, inancının geregini yerine getirme de hukuki güvence de olmaktır. İnancını yaşarken başkalarına zarar ziyan yapmadan!.. Bunlar tc. islamında ve ümmetine geçirdiği müslümanlar da var mı? Tabii ki yok, olamaz da çünkü devlet laik degil. Hiç bir an laik olmadı. Din düşmanlığı laiklik olarak dayatıldı!... Şimdi başa dönersek, devletin Alevi örgütlenmelerinde din ve vicdan hürriyetini gerçekten savunuyorlar mı? Müslüman ve diğer din ve inanç grupları içinde savunuyorlar mı? Şimdi doğru durup doğru konuşalım devletin, müslüman örgütlenmelerinde ve de alevi örgütlenmelerinde din ve vicdan hürriyeti yoktur, olmasını da beklemek ayıptır, günahtır, zuldür!.... Önerimiz ve çabamız ne olmalı; Herbir din ve inanç grubunun, açık ve demokratik örgütlenme hakları, devletten bağımsız ama yasal güvence altında sağlanmalı. Demokratik toplumun oluşturulmasını devletten beklemek ise abes ileiştigaldir! Demokratik toplumun oluşması, hak hukuk isteyenlerin tümünün, demokratikleşme siyasetlerine aktif katılımı ile gerçekleşir. Camiye giden Kızılbaş’ın da Kızılbaşlığını alırız elinden, ona müslüman deriz!... İslam-Müslüman düşmanlığından Kızılbaş-Aleviler olarak vazgeçilmeli. Karşılıklı yüzleşme, demokratikleşmeyle, gelecegin modern demokratik toplumun yolunu açmaya özen göstermeliyiz. Şimdi biz, din ve vicdan hürriyetini Devletin asimilasyon siyasetlerinin kızılbaş - sayfa 5 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 barışa ve dostluga engel olduğunu görmek gerekir. Taraflar arasında gerçekten dayanışmaya, yüzleşmeye çok ihtiyacımız olduğunu bilince çıkarmalıyız!... Kızılbaş-Aleviler aktif siyasetini nerde yapıyorlar? Kendilerine ait olmayan el kapılarında, devletin şu ya da bu partisinde, bu partilerin tırkçılık ve asimilasyon siyasetlerinde ortaklıkları var. İster solcu ister sağcı ne olurlarsa olsunlar hiçte fark etmez, hepsinin ana siyaseti aynı inkar asimilasyon türkleştirme, devlet ümmeti müslüman yapmaktır!... Türk-Kürt-İslam birliği dahilinden Kürt devleti istemeyen beyaz Kürtlere marabalık yapak Kürt ve Zaza Kızılbaşarının durumuda aynı!.. Gezi, Okmeydanı, Tuzluçayır ve benzerlerinde öldürülenlerin hepsi Kızılbaş evlatlar. Neden? Devletin Ergenekon siyasetine malzeme olmamalı bizim Kızılbaş Alevi gençliğimi. Kendine sahip olan kendini temsil eden bir yola girmelidir!... Kızılbaş-Alevilerin artık bulundukları ecnebi tırk siyasi örgüt ve partilerindeki marabalıklarına bir son vermelerini hatırlatıyorum. Öneriyorum, talep ediyorum!.. Kızılbaş-Aleviler olarak bu devlet siyasetinin dışında kendi öz açık siyasetimizi oluşturarak kendimizi temsil etmeliyiz, kendi partimiz ile kendi vekilimiz ile!.. *** Türk devleti her daim kendine düşman bir komşu ülke bulmuştur. Bu siyaseti bilinir. Bulgaristan, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Irak, İran, Rusya, Ermenistan, şimdi de Suriye!... bu siyaset ile sağlıklı komşuluk ilişkileri geliştirilemez, bölgesel barış sağlanamaz!... Bunun düzelmesini tc’den beklemek aşırı şaşkınlık olmaz mı? Yaşadığımız coğrafyada var olan mazlumların demokratik ittifakıyla kendilerini temsil etmeleri gerekir!.. Demokratikleşme ve yeniden yapılanma için, modern kapıları açmak gerekir. *** Hazır bir reçeteyle de olmaz bu işler. Tabuları kaldırarak yeni adım lar atılabilinir. Örneğin Kürt milli sorunu, Ermeni sorunu ve KızılbaşAlevi sorunu vd.... Bu hayati sorunlar, islam kardeşliği ile çözülemez!... Sorunu üretenler ile birlikte kalınarak demokratik çözüm olamaz!... Bu yönde kalıcı tek bir örnek yok!.. Kürt milleti devletleşmek istemeyen bir örgütleme ile yüz yüze ve önemli bir kesim de bu örgütlenmenin daytmalarını destekliyor! Kürt milletinin demokratik kesimi, demokrat aydınlarının bu sorunu aşmanın fikriyatını ve kurumunu üretip geliştirmedikçe sömürgecilerin egemenliğinde mahkum kalırlar!... “Testi suyu ile değirmen dönmez imiş” öz deyişi bize çok şey anlatmakta, tabii ki can gözüyle görüp duyanlara!... *** Suriye meselesi Abd’in ve Moskovanın çözümleri ile uzun vadede barışı huzuru getiremez kanısındayım geçici kısa bir süre ateşkes olsa da!... Çözüm; 1. Suriye’nin üçe bölünmesidir. Nusayriler ve Hırıstiyanlar dinli dinsizle ne varsa!.. 2. Kürt devletinin kurulması. 3. Şeriatçı müslüman Arapların Nusayrilerden ve Kürtlerden ayrı devlet kurmaları. Sınır bölgelerinde de birleşmiş milletlerin mavi barış güçleri bekçilik yapmalı!... Akla ve mantığa en uygun olan bir öneri olsa gerek!... Can cana Saygılarım ile.... yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € kızılbaş - sayfa 6 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 8 Savaş; Ali Haydar Kanlı Savaş isim, askerlik 1. İsim, askerlik devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, harp, cenk, cidal 2. Uğraşma, kavga, mücadele 3. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele “Veremle savaş.” Atasözü, deyim ve birleşik fiiller savaş açmak (veya ilan etmek) savaş vermek Birleşik Sözler savaş alanı savaş düzeni savaş gemisi savaş sebebi iç savaş kimyasal savaş psikolojik savaş sıcak savaş soğuk savaş çete savaşı gerilla savaşı meydan savaşı sınır savaşı uzay savaşı yaşam savaşı yıldız savaşı (yukarıdaki aktarı TDK Sözlüğünden alıntıdır) “Savaş”: En özlü tanımıyla politikanın başka araçlarla devamıdır... İnsan türünün mülkiyetle başlayan tarihinde; önceleri komşuların hayvanlarını, yiyecek stoklarını yağmalamakla başlayan savaşlar (çatışma) giderek yer yurt işgallerine ve ya işgale karşı savaşlara dönüşmüştür. Köleci Toplum Sürecinde ganimet ve esir edinme savaşları olarak adlandırabileceğimiz savaşlarda soylular silahlanarak sefere çıkar ve savaşlardan ganimet ve köle getirirlerdi. Getirdikleri ganimetle zenginleşir, köleleri çalıştırarak da toprağı işler, sair işler yaptırırlardı. Soyluların(!) çalışması adetten değildi. Ta ki; savaşlardan yenilgiyle dönenlerin (kolsuz, bacaksız vs.) sayısı sağ dönenlerden çok daha fazla olduğu ve sağ dönenlerin de ganimet ve köle getiremedikleri için itibarlarını kaybettikleri, giderek daha da yoksullaştıkları zamana dek ve işte o zaman egemenler kendileri yerine kölelerin çocuklarının savaştırılmasını öngörür, buna uygun yasal düzenlemeye giderler. Adına “ordu” dediğimiz kurumsal oluşum da böylece hayata geçirilir. Object 1 Başlangıçta Dünyanın sınırlarının nehirlerden oluştuğunu sanan insanlık giderek denizlere ulaşır ve deniz ötesi hedefler edinir. Keşifler birbirini izlerken savaş ve kırımlardan da nasibini alıyordu insanlık. Hint diyarlarından baharat, Siyam ve Çin´den pirinç, ipek vs. getirmek için ardı arkası kesilmez seferler düzenlenirdi doğuya. Gemilerin küreklerine asılan kölelerin can bedeli, baharatın gramına eşit bile değildi. Ve bu seferlerde onlarca gemiden ancak biri ya da birkaçı dönebilirdi yurda. Kimya taşından umudu kesen hükümdarlar rehine verdikleri servetleri karşılığında tefecilere olan borçlarını ödeyebilmenin yeni bir yolunu bulmalılardı. Bu nedenle habire yeni gemiler inşa ettirerek denizlere, okyanuslara çıkarırlardı. Bizanslı, Hollandalı, Romalı, Portekiz ve İspanyol tefecilerinin ambarları tıklım tıklım baharat, kürk ve kumaşlarla dolar taşardı. Ticaret güzergâhları artık birer savaş alanına dönüşmüştü. Ve takvim MS. VII. yüzyılı gösterdiğinde yaklaşık yarım yy. lık zaman diliminde İslam Ordularını takip eden Medine Tüccarları Akdeniz’i çevreleyen bir kara işgaline ve yağmacılığına girerler. Karalar İslam’ın, Denizler ecnebilerin derler ve doğu-batı ticaret güzergâhındaki limanları kapatırlar. Kılıcı keskin Bedeviler kuzey Afrika´dan İspanya´ ya, Mısır’dan İran´a, Kaf kaslardan Baltık kıyılarına, Tuna boylarından Viyana önlerine kadar yayılırlar. Bu yayılışlarında güzergâhlardaki halkları kırımdan geçirir mal ve mülklerini talan ederler. Tarihi Semerkant kütüphanesini yer ile yektan eder, bilim düşmanı yüzlerini en vahşi şekilde gösterirler. Takvimler XII. yy.ı gösterdiğinde ise: Selçuklu İslam devleti Haçlı orduları ile işbirliği yaparak Baba İshak halk hareketini kadın çocuk gözetmeksizin kılıçtan geçirirler. Kan kustururlar, kızıla boyanan toprak yeşile küser .. İslam batıda yayılırken Hristiyanlık da doğuya seferler düzenler ve ortanın doğusuna oturur Batıdan doğuya sadece baharat seferleri yapılmıyordu. Dünyanın ortası diye bilinen Kudüs’e de Haçlı seferleri düzenlenmişti. İşgalciler gittikleri yerlerde sadece insani kırmakla yetinmiyor, bilimi yayan kitapları da kırımdan geçiriyor, yakıyorlardı. Tarihi İskenderiye Kütüphanesi yakılır. İnsanlığın bin yıllardır emeği tarumar edilir derken, doğuya giden ikinci bir güzergâh bulmak zorunluluk haline gelmişti. Hindistan’a sefere çıkan Kristof Colomb Afrika kıyılarını takip etmek yerine batı rotasını izler ve tüm benliğiyle odaklandığı Hindistan´a vardığını sandığında yeni kızılbaş - sayfa 7 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir Kıta’da olduğunu fark etmez, şüphe ile bakan herkese biat yemini ettirerek aksine davrananların öldürüleceğini söyler, hayalleriyle geri döner. Ama Colomb´un ardılları yeni kıtayı Amerika diye adlandırır ve akınlar düzenlerler. Kıta Amerika’sında neredeyse yerli insan kalmaz. Kalanlar da yük hayvanı gibi çalıştırılır. Soydaşlarını yok edecek topları, barutları, sair savaş araç ve gereçlerini taşırlar. Hac´ı kalkan edinen Avrupa’nın tefeci tüccarları böylece tarihin gördüğü en büyük soykırımı işleyerek yeni kıtayı işgal ederler. Einstein atomu bölerek insanlık kırımlarına araç olabileceğini bilseydi belki de icadından vaz geçerdi. Ne ki; kara ve deniz savaşlarından hava savaşlarına gecen emperyaller Hiroşima, Nagazaki ve Vietnam´da salt insanı değil, doğayı ve doğayla birlikte insanın geleceğini de yok eden Atom ve Napalm bombalarıyla yok ederek insanlık tarihinin utanç sayfalarına vahşet fotoğrafı eklediler. İnsanlık tarihinin derinliklerinde; savaş ve savaşın yarattığı sonuçlara ilişkin söylenmesi gerekenler elbette ki burada aktardıklarımızdan ibaret değildir. Sonuç itibariyle, savaşın kazanı yoktur. “savaş” baştan sona bir yıkım, bir kayıptır!.. Ahmet'in ön otopsi raporu açıklandı Hatay Armutlu'da dün gece gerçekleşen eylemlerde polisin hedef gözeterek attığı gaz bombasıyla ağır yaralanarak hayatını kaybeden Ahmet Atakan'ın ön otopsi raporu savcılık tarafından hazırlandı. Hatay Armutlu'da dün gece gerçekleşen eylemlerde polisin hedef gözeterek attığı gaz bombasıyla ağır yaralanarak hayatını kaybeden Ahmet Atakan'ın ön otopsi raporu savcılık tarafından hazırlandı. Otopsi tutanağında ölümün "künt genel beden travmasına bağlı etraf ve kafatası kemiği kırıklarıyla omurilik kopması, beyin kanaması ve iç organ yaralanmasıyla gelişen iç kanama sonucu" meydana geldiği belirtildi. Hatay Valiği daha otopsi işlemleri tamamlanmadan, olayın hemen ardından yaptığı açıklamada, Atakan’ın “yüksek bir binadan düşüp öldüğünü” ileri sürmüş, ön otopsiye giren Hatay Tabip Odası Başkanı Selim Matkap ise “Atakan’ın vücudunda yüksek bir binanın üzerinden düştüğünü ispatlayan bir bulguya rastlamadık. En önemli iki bulgu var: Birisi akciğerlerde kanama, diğer kafa travması. Kafasında künt travma olarak tabir edilen çökme kırığı ve morarma vardı. Ölüm sebebi bunlardan biri. Bunlarla ‘yüksekten düştü’ diye açıklama yapılamaz.” ifadelerini kullanmıştı. kızılbaş - sayfa 8 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Putin’in NY Times’taki makalesi MOSKOVA - Suriye çevresindeki SON olaylar Bana Amerikan halkı ve siyasi liderler doğrudan konuşmak için teşvik etmiştir. Bizim toplumlar arasındaki yetersiz iletişim bir anda bunu yapmak için önemlidir. Bizi arasındaki ilişkiler farklı aşamalardan geçti. Biz soğuk savaş sırasında birbirlerine karşı durdu. Ama müttefik bir kez de vardı. Birlikte Naziler yendi. Evrensel uluslararası örgüt - Birleşmiş Milletler - sonra bir daha oluyor bu tür yıkım önlemek için kurulmuştur. Birleşmiş Milletler 'kurucuları savaş ve barış etkileyen kararlar oy birliği ile sadece gerçekleşmesi gerektiğini anladım ve Amerika'nın onayı ile Güvenlik Konseyi daimi üyeleri tarafından veto Birleşmiş Milletler Şartı'nda kutsal kabul edildi. Bu derin bilgelik yıllardır uluslararası ilişkilerin istikrar destek vermiştir. Kimse gerçek kaldıraç olmadığı için Birleşmiş Milletler çöktü Milletler, Cemiyeti kaderi istiyor. Etkili ülke Birleşmiş Milletler bypass ve Güvenlik Konseyi onayı olmadan askeri eylemde, bu mümkündür. Birçok ülke ve Papa dahil olmak üzere önemli siyasi ve dini liderler, güçlü muhalefetine rağmen Suriye'ye karşı ABD tarafından potansiyel grev, potansiyel olarak çok Suriye sınırları ötesinde çatışma yayılıyor, daha fazla masum kurbanlar ve eskalasyon neden olur. Bir grev şiddet artırmak ve terör yeni bir dalga açığa olacaktır. Bu İran'ın nükleer sorunu ve İsrail-Filistin ihtilafı çözmek ve daha fazla Orta Doğu ve Kuzey Afrika istikrarsızlaştırmak için çok taraflı çabaları zayıflatabilir. Bu uluslararası hukukun tüm sistemi atmak ve dengesiz sipariş. Suriye demokrasi için bir savaş tanık, ama hükümet ve bir çok dinli ülkede muhalefet arasında bir silahlı çatışma değildir. Suriye'de demokrasi birkaç şampiyon vardır. Ama yeterli Kaide savaşçıları ve hükümet mücadele her tür aşırı daha vardır. ABD Dışişle- ri Bakanlığı terör örgütleri olarak, muhalefet ile mücadele, Al Nusra Ön ve Irak ve Levant İslam Devleti belirlemiştir. Muhalefet sağlanan yabancı silah körüklediği Bu iç çatışma, dünyanın en kanlı biridir. Arap orada mücadele ülkeleri ve hatta Batı ülkeleri ve Rusya'dan militan yüzlerce, gelen paralı askerler bizim derin endişe bir sorun vardır. Onlar Suriye'de edinilmiş tecrübe ile ülkelerine geri olabilir mi? Sonuçta, Libya'da savaşın ardından, aşırı Mali geçti. Bu hepimizi tehdit ediyor. Başından itibaren, Rusya Suriyeliler kendi geleceği için bir uzlaşma planı geliştirmek sağlayan barışçıl diyalog savundu. Biz Suriye hükümeti korumak, ancak uluslararası hukuk değildir. Biz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kullanımı ve günümüzün karmaşık ve çalkantılı dünyada hukuk ve düzenin korunması kaos içine kaymasını uluslararası ilişkiler tutmak için birkaç yollarından biri olduğuna inanıyoruz gerekir. Kanun hala kanundur, ve biz o ya da değil gibi olsun onu takip gerekir. Mevcut uluslararası hukuka göre, güç sadece kendini savunma ya da Güvenlik Konseyi kararı ile izin verilir. Başka bir şey, Birleşmiş Milletler Şartı altında kabul edilemez ve saldırganlık eylemi oluşturacaktır. Zehirli gaz Suriye'de kullanıldığını kimse şüphe. Ama bu Suriye Ordusu tarafından değil kullanılan inanmak için her türlü neden, ama muhalefet güçlerinin, köktendinciler ile dış cephe kaplaması olacaktır onların güçlü yabancı patronları tarafından müdahale kışkırtmak için. İsrail'e karşı bu kez - militanlar bir saldırı hazırlık yaptıklarını Raporlar göz ardı edilemez. Bu yabancı ülkelerde iç çatışmalarda askeri müdahale ABD için olağan hale gelmiştir ki endişe verici. Amerika'nın uzun vadeli çıkarına mı? Sanmam. Dünyada milyonlarca giderek değil bir demokrasi modeli olarak değil, kaba kuvvet üzerinde sadece güvenerek sloganıyla koalisyonlar birlikte cobbling olarak Amerika görmek "Bizimle ya da bize karşı da konum." Ama kuvvet etkisiz ve anlamsız kanıtlamıştır. Afganistan çile olan, ve hiç kimse uluslararası güçlerin geri sonra ne olacağını söyleyebiliriz. Libya kabileler ve klanlar ayrılmıştır. Irak'taki savaş her gün öldürülen onlarca ile devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri, birçok Irak ve Suriye arasında bir benzetme ve hükümet son hataları tekrarlamak isterim neden isteyin. Grev ya da ne kadar gelişmiş silah hedef ne olursa olsun sivil kayıpların grev korumak içindir kime, yaşlılar ve çocuklar da dahil olmak üzere kaçınılmazdır. Dünyanın sorarak tepki: Eğer uluslararası hukuk sayılmaz eğer o zaman güvenliğini sağlamak için başka yollar bulmak gerekir. Böylece ülkede giderek artan sayıda kitle imha silahları elde etmeye. Bu mantıklı: Eğer bomba varsa, hiç kimse size dokunacaktır. Biz gerçekte bu aşınmış edilirken, nükleer silahların yayılmasını önleme güçlendirmek için ihtiyaç konuşma ile bırakılır. Biz güç dilini kullanmayı bırakın ve uygar diplomatik ve siyasi çözüm yolunu geri dönmelidir. Askeri harekat önlemek için yeni bir fırsat son birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Rusya ve uluslararası toplumun tüm üyeleri daha sonra yok edilmesi için uluslararası kontrol altında kimyasal cephanelik yerleştirmek için Suriye hükümetinin istekli yararlanmak gerekir. Başkan Obama'nın ifadelerine bakılırsa, ABD askeri eylem alternatif olarak görüyor. Ben Suriye Rusya ile diyalog devam içinde başkanın ilgisini bekliyoruz. Biz Haziran ayında Kuzey İrlanda'da Killyhevlin 8 toplantı Grubu'nda kabul olarak, bu umut canlı tutmak için birlikte çalışır ve geri görüşmeler doğru tartışma yönlendirmek gerekir. Biz Suriye'ye karşı güç önleyebilirsiniz, bu uluslararası ilişkilerde atmosfer geliştirmek ve karşılıklı güven güçlendirecektir. Bizim ortak bir başarı olduğunu ve diğer kritik konularda işbirliği için kapıyı açacak. Başkan Obama ile benim çalışma ve kişisel ilişki artan güven ile işaretlenir. Ben bu takdir ediyorum. Ben dikkatli bir şekilde Salı günü ulusa yaptığı konuşmada okudu. Ve yerine o ABD'nin politikası Amerika farklı kılan "olduğunu belirten, Amerikan istisnai yapılan bir vaka ile aynı fikirde olacaktır. Bize olağanüstü yapan budur." Bu ne olursa olsun motivasyon, insanlar olağanüstü olarak kendilerini teşvik etmek için son derece tehlikelidir. Zengin ve fakir büyük ülke ve küçük ülkeler, uzun demokratik gelenek ve hala demokrasiye olan yol bulma olanlar ile olanlar var. Onların politikaları da farklı. Hepimiz farklı, ama biz Tanrı'nın nimetlerine sorduğunuzda, Tanrı'nın bize eşit yaratılmıştır olduğunu unutmamak gerekir. Kaynak: http://www.nytimes.com/2013/09/12/ opinion/putin-plea-for-caution-fromrussia-on-syria.html?hp&_r=0 Çeviri:Google Çeviri Aktaran: Ali İhsan Avgül kızılbaş - sayfa 9 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mihail Vasilyadis ile 6-7 Eylül üzerine: “Susanlar da suçlu” Alt Üst Dergisi'nin üçüncü sayısı için Apoyevmatini gazetesi yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis ile Türkiye tarihinin en utanç verici noktalarından biri olan 6-7 Eylül ile ilgili bir röportaj yapmıştı. Anadolu'yu "Türkleştirme" operasyonunun son halkası olan yağma ve linç girişimlerinin yıldönümünde bu röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz: 6 Eylül 1955 günü saat 13.00′te, devlet radyosu, Selanik'te Atatürk'ün doğduğu eve bombalı saldırı düzenlendiği haberini verdi. Bu haber, aynı gün öğleden sonra İstanbul Ekspresgazetesinin yaptığı iki baskıyla yayıldı. Günün ilerleyen saatlerinde çeşitli öğrenci gruplarının ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin çağrısıyla Taksim Meydanı'nda bir gösteri düzenlendi. Gösterinin ardından bazı gruplar İstiklal Caddesi'nde gayrimüslimlere ait işyerlerini yıkıp yağmalamaya başladı. Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy ve Adalar'da yağma ve şiddet olayları meydana geldi. Resmî kaynaklara göre, olaylar sonucunda 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ve aralarında çeşitli işyerlerinin bulunduğu 5317 tesis saldırıya uğradı ve tahrip edildi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihine yüzleşmesi, hesabını vermesi gereken bir sayfa daha eklendi. Günlerce önceden gayrimüslimlerin kapılarını kim işaretlemişti? Binlerce insan nasıl birdenbire sokaklara dökülebilmişti? Polis neden olaylara müdahale etmemişti? Bu soruları, o günleri bizzat yaşayan Apoyevmatini gazetesi yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis ile konuştuk. - Önce 6-7 Eylül olaylarının arka planından başlayalım isterseniz. 6-7 Eylül olaylarını hangi çerçevede, nasıl algılamak lazım? - 6-7 Eylül olaylarını tek başına ele alarak anlamak mümkün değildir. 6-7 Eylül olayları bir olaylar zincirinin bir halkasını oluşturur. Bu zincirin diğer halkalarını bilmeden sadece 6-7 Eylül'ü ele alıp izah etmeye çalışmak nafiledir. - Hangi halkalardan oluşuyor bu zincir? - Bu zincir, ulus devlet kurma sevdasında olanların, ulus devleti kendi kafalarındaki biçimle düşünenlerin, yani tek dil, tek din, tek devlet, tek milletten oluşan bir Türk ulus devleti yaratmak isteyenlerin yaptıklarından oluşuyor. Fakat Türkiye'nin ulus devlet olmasının önünde büyük engeller vardı. - Nasıl engeller? - Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluklar dağıldı, onların yerine ulus devletler kuruldu. Ama bu ulus devletlerin çoğu o milletlerin yaşadığı yerlerde kuruldu, yani örneğin Polonya Polonyalıların yaşadığı yerde kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu dağıldığında ise bir dizi ülke ortaya çıktı. Ama bunlar genellikle ulus bilincinde olmayan, daha çok din bilincinde olan ülkelerdi. Türkiye'de de o zamanlar Jon Türkler ile birlikte milliyetçi fikirler gelişmeye ve güçlenmeye başlamıştı. Jon Türkler de ulus devlet kurma fikrini benimsiyordu. Fakat bu ulus devleti Türklerin yaşadığı bölgelerde kurma olanağı yoktu. Dolayısıyla Türkiye, ulus devletini Türklerin yaşadığı yerlerde değil gücünün yettiği yerlerde kurmak zorunda kaldı. - Bu ne anlama geliyor? - Misak-ı Millî olarak belirlenen sınırlar icinde ortaya çıkması düşünülen ulus devlet esasında küçük bir imparatorluk gibi. Bu topraklarda Türkler var, ama onlarda Türklük bilincinden çok müslüman olma bilinci öne çıkmış durumda. Kürtler var, Lazlar var, daha birçok milliyet var. Bu arada gayrimüslim gruplar da var tabii. Onlar da Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler. Ulus devlet kurmak için ne yapmak gerekiyor? Herkese "Türk" dedirtmek gerekiyor. Dolayısıyla "Ne mutlu Türk'üm diyene" deniliyor, "Ne mutlu Türk olana" değil, çünkü Türk olanı arayıp bulmak zaten neredeyse imkânsız. Dolayısıyla Türk olmayanları Türkleştirerek bu devleti kurma yoluna gidiyorlar. Ancak müslüman olmayan gruplar Lozan anlaşması ile korunuyor, anlaşmanın müslüman olmayan azınlıklara tanıdığı haklar onların asimile edilmesini zorlaştırıyor. Bunun üzerine iki ayrı plan kurmak zorunda kalıyorlar. Müslüman azınlıkları asimile etmek, müslüman olmayanları eritmek. Bu düşünce biçimi hâlâ günümüzde bile var. Rumlardan, Ermenilerden ve Yahudilerden bahsederken Cumhurbaşkanı bile "yabancılar" diyebiliyor, onların vakıflarından bahsederken "yabancı vakıflar" diyebiliyor. - Nasıl bir eritme programı uygulanıyor? İşte, başta bahsettiğim zincir bu eritme programının halkalarıdır. Bu zincirin bazı halkaları küçük, bazı halkaları ise çok kaba ve acı verici. Bu kaba ve acı verici olaylar arasında 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi, 20 yaşındakilerin toplama kamplarına gönderilmesi gibi olaylar var. Lozan'dan dönülür dönülmez yapılan ilk şey azınlıkların önde gelenlerini toplayıp Lozan'ın kendilerine tanıdığı hakları reddetmek olmuştur. Böylece bu eritme programı başlamış oldu. Bu, resmî olarak da kendisini CHP gençlik kollarının hazırladığı raporda gösterdi. Raporda, "İstanbul'un kızılbaş - sayfa 10 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 fethinin 500. yılında İstanbul'da bir tek Rum kalmamalı" deniyor. Tabii bir programın uygulanabilir olması biraz da uluslararası konjonktüre bağlıdır. Önce mübadeleyle 1 milyon 200 bin Rum Ortodoks Anadolu'dan sürüldü, Yunanistan'a gönderildi, 600 bine yakın müslüman Türk de Yunanistan topraklarından buraya gönderildi. İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte dünyadaki hava değişti, milliyetçilik yeniden yükseldi ve Türkiye'de de bu bahsettiğim zincirin ilk kaba halkası olan 27-47 yaş arası bütün azınlık erkeklerinin toplama kamplarına gönderilmesi olayı gerçekleşti. Ardından Varlık Vergisi faciası yaşandı. Dikkatinizi çekerim. Saydığım bu halkaların hepsi yasal zemini hazırlanarak, yasalar çerçevesinde hayata geçiriliyor. Yani böyle bir yöntemle ulus devlet kurma projesini savunanlar, devlete hakim olup istediklerini yaptırabiliyor. - Kim bunlar? - Ergenekon. Bence bugünkü Ergenekon'un temeli ta o zamanlarda atılmıştı ve yapı, bu çekirdek hep devlete hakim olma mücadelesi verdi. - CHP'nin bu planına ne oluyor peki? - Türkiye'nin NATO'ya girme süreciyle birlikte çok partili dönem başladı. CHP 1946 seçimlerini hile ile kazanmasına rağmen 1950 seçimlerini kazanamadı. Dolayısıyla gençlik kollarının raporunda yer alan İstanbul'da tek bir Rum kalmaması planı kesintiye uğruyor. Ve bugünkü Ergenekon'un temelini olusturan bu yapı 1950′den sonra devlet icindeki gücünü kısmen kaybediyor. Bundan sonraki büyük darbe, yani 6-7 Eylül olayları, bir devlet yasası ile olmuyor. - Biraz açabilir misiniz bu noktayı? - Aslında o zaman da kısmen yasal bir çerçeve var, ama o da hükümeti aldatarak oluşturuluyor. Şunu demek istiyorum: 6-7 Eylül olayları kendiliğinden meydana gelen olaylar değildir. İyice planlanmış, hazırlanmıştır. Eski MGK Genel Sekreteri ve Özel Harpçı Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu'na verdigi bir röportajda, "6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size? Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?" dedi. Sonra da sözlerinin yanlış algılandığını ifade ederek, "6-7 Eylül olaylarının arkasında MİT'in imzası olabilir" diye konuştu. MİT ya da Özel Harp, sonuçta 6-7 Eylül olayları planlı olaylardır. - 6-7 Eylül olayları nasıl planlandı? - Bir provokatörün Selanik'teki Türk konsolosluğunda ufak bir patlama gerçekleştirmesi basit bir iştir. Asıl başarı böyle basit bir işi Türkiye'deki halkı harekete geçirmek icin kullanabilmek, halkı sokağa dökülmeye ikna edebilmektir. Bu olaylar, ta 1950′lerin başından itibaren planlanıyor. Kıbrıs'ta yaşayan Yunanlılar kendilerine "Rum" değil "Yunan Kıbrıslı" der. Türkiye'de ise ısrarla Kıbrıs'ta yaşayan Yunanlılara kendilerinin ifade ettiği gibi "Yunan Kıbrıslı" değil "Rum" denir. - Aradaki fark nedir? - Türk kelimesi ırk belirtir. Rum kelimesi ırk belirtmez. Rum kelimesinin içindeki en güçlü öğe Ortodoksluktur. Yani bütün Rumlar ırk olarak Yunanlı değildir. Peki neden Türkiye'de ısrarla bu kişilere Rum deniyor? Gayet basit. Bu kişilere Rum demekle, Kıbrıs'ta meydana gelen ve Türk kamuoyunda kızgınlık uyandıran bütün olaylar Rumlara maledilmek isteniyor. Peki Rum kimdir? Kapı komşularımız, mahallede beraber oynadığımız arkadaşlarımız. - Yani 6-7 Eylül olayları tamamen o dönemin iktidarının inisiyatifinin dışında mı gerçekleşti? - Tamamen değil, kısmen. Son hazırlık aşamasına geliniyor, kapılara işaretler konmaya başlanıyor. Halkın sokağa döküldüğü aşamanın gerçekleşebilmesi için polisin olaylara müdahale etmemesini sağlamak lazım. Polisin devletten böyle bir emir alması lazım. Celal Bayar ve Menderes'e deniyor ki, "Efendim, siz yarın öbür gün Londra'ya gidiyorsunuz, Kıbrıs konusunu görüşeceksiniz, elinizde bir koz olsun, biz bir miting yapalım, birkaç tane vitrin kıralım, böylece Londra'ya gittiğinizde eliniz daha güçlü olur, arkanızda halk desteği olduğu görülür" diyerek bu izni alıyorlar. Ve bugün biz hâlâ Kıbrıslılardan bahsederken Rum diyoruz. O dönemde gazeteleri incelerseniz nefret söyleminin merkezinde Rumların yer aldığını görürsünüz. O dönemde Rum anneler sokakta çocuklarıyla yürürken çocukların ellerinden tutmazlardı. Ellerini çocukların omzuna atar ve ağızlarını kapatırlardı ki çocuklar yolda Rumca konuşup başlarını belaya sokmasın diye. - Olaylar nasıl gelişti? -Suat Hayri Ürgüplü o dönemde İngiltere'de Türkiye Büyükelçiliği'nde görev yapıyor. Biliyorsunuz, 6-7 Eylül olaylarını başlatan Atatürk'ün Selanik'teki evinde Rumlar tarafından bomba patladıldığı iddiasıdır. Bundan bir sene önce Atina'dan konsolosluktan Dışişleri Bakanlığı'na cevaben yollanan bir yazı var. Diyor ki, "Bugün Türkiye ile Yunanistan'ın arasını bozmak kolay değil. Dolayısıyla nasıl olacak bilmiyorum, ama birisi kalkıp Yunanistan'da Atatürk'ün evine bir bomba koyarsa, onu bilemem artık". Böylece bu yazıyı görenler ne yapacaklarını bulmuş oldu. Bu fikir Suat Hayri Ürgüplü aracılığıyla Türkiye'deki o çekirdeğe empoze edilmiş ve olaylar bu şekilde gelişmiş. Bu arada zaten hergün çıkan yayınlarda Rumlara yönelik inanılmaz bir nefret söylemi var. Bunu görmek için sadece Peyami Sefa'yı okumanız bile yeter. Zaten 2000'e yakın provokatör hazırlanmış. Bunlar yedişer sekizer kişilik gruplar halinde İstanbul'u bölmüşler, sokaklarda aşağı yukarı gidip geliyor ve Ekspres Gazetesi'nin yayınlanmasını bekliyorlar. Bundan günlerce önce kapılara işaretler konmuştu zaten. Bu olayların olacağı aslında halk arasında yayılıyor, camilerde konuşuluyor, ama insanlara kimseye söylememeleri icin yemin ettiriliyor. Bunu duyanlar ve onaylamayanlar korktuklarından kimseye açık açık bir şey diyemiyorlar, ama sevdikleri Rum, Ermeni, Yahudi komşularına o gün "Sizin hanım çocukları alsın da bize gelsin bugün, bizim hanım özledi" gibi alttan alta uyarıda bulunmaya, evde kalmamalarını sağlamaya çalışıyor. Haber duyulur duyulmaz hemen provokatörler görevlerine başladı. Zaten birinin bir taş atması yetti ve taşlar sel gibi akmaya başladı. Yağma başladı. Olaylar geceyarısına kadar devam etti. Adnan Menderes ve Celal Bayar olayları duyup Beyoğlu'na geliyor ve Bayar, Fahrettin Kerim Gökay'a, "Biz bir taş atılsın dedik, nedir bu hal?" diyor. - Peki siz neler yaşadınız o gün? - Ben 15 yaşındaydım ve yaz aylarında Mısırçarşısı'nda Rıza Paşa yokuşunda bir mefruşat dükkânında çalışıyorum. Babam ben 11 yaşındayken ölmüştü. Bizim orada hergün sahne bellidir. Sabah 8.30 gibi dükkânlar açılır ve süpürülür. Patronlar çayını icer. Dışarıya iki sandalye atılır, ortasına masa konur, tavla atılır. Çıraklar siler süpürür, vitrinleri düzeltir. Yolda çöpçüler temizlik yapar. Saat 11′e doğru herkes dükkânlarının içindedir, kadınlar alışverişe gelmeye başlar. Daha sonra erkek müşteriler kızılbaş - sayfa 11 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gelir. Akşama doğru da dükkânları kapatma işi başlar. Dışarıya konan mallar toplanır falan. Fakat o gün durum değişikti. Bir kere Rıza Paşa yokuşunda dükkânlar dörtte bir şeklinde Türkler, Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar arasında paylaşılmıştır. Türk dükkânlar tuhaf bir haldeydi, keyifsizdiler, bizlere acıyarak bakıyorlardı. Yolun ortasında da 5-6 kişilik bir grup bir köşeden öbür köşeye gelip gidiyordu. Bakışlar aşağıda, gözlerimize bakmıyorlar, suratları somurtkan. Türk dükkânlardan bazıları bize "Bugün işler iyi değil, siz kapatıp gidin" diye tavsiyelerde bulunuyor. Bu arada Mısırçarşısı'ndan çıkışta hemen sağda iki dükkân var yan yana, biri Ermeni, biri Türk. Türk olan arkadaşını kapatmaya ikna etmiş sanırım, kendi dükkânına da Türk bayrağı asmış. Kepengini yarıya kadar kapatmış. Olaylar başlıyor ve sıra kapalı dükkâna gelince o Türk çıkıp "Yapmayın, orası benim" diyor. Geri çekiliyorlar. Arkadan birisi geliyor ve "Ne dedin sen? Burası senin mi? Bana bak senin dükkânın da gider. Onun gâvur olduğunu sen bilmiyor musun?" diyor ve dükkânı paramparça ediyorlar. Yani önceden biliniyor nerelerin kırılıp döküleceği. Öğleden sonra çok gergindiler artık zaten. Çünkü her şeyi hazırlamış, gazetenin çıkmasını bekliyorlardı. Bu arada bazı insanlar dükkânlarını kapatmaya başlamıştı, ellerinden kaçıracaklar diye korktular ve giderek daha da gerginleşmeye başladılar. Çünkü gazete çıkmadan olayları başlatsalar gerekçe olarak neyi ileri süreceklerdi? Ayrıca sadece kendileri yetmiyordu, bu kadar büyük çaplı bir olayın gerçekleşmesi için binlerce kişi gerekiyordu ve bunun için de halkın onlara katılması gerekiyordu. Ama gazetenin çıkmasını bekledikçe de gerginleşmeye başladılar. Sağa sola laf atmaya, sataşmaya başladılar. - Siz ne yaptınız, evinize mi gittiniz? - Biz dükkânı kapattık. Ben Eminönü'nden Tarlabaşı'na evime gittim. Bizim kapıcımız vardı, Mehmet Efendi. Baktım, kapıda bekliyor. Ben gider gitmez "Çabuk gir içeri" dedi ve kale kapısı gibi olan demir kapıyı kapattı. Eline bayrak aldı ve kapının önünde beklemeye başladı. İstiklal Caddesi'nde ise durum tam bir felaketti. Güruh Tarlabaşı Caddesi'nin başından başlayarak kırıp dökerek geliyordu. Karakola koşanlar polisten, "Bugün polis değiliz, Türk'üz" cevabını aldı. Bizim eve geldiklerinde bizim Mehmet Efendi, elinde bayrak, "Burada gâvur yoktur, herkes Türk burada" dedi ve böylece bize dokunulmasını engelledi. Güruh bizim önümüzden geçip gittikten sonra Mehmet Efendi elindeki bayrağı bıraktı, kazmasını aldı ve diğer Rumlara saldırmak üzere o da o güruha katıldı. O an benim içim tamamen boşaldı. İçimdeki hisler, ne var idiyse boşaldı. Çünkü bizi tanıyor, biz onun için Rum değil, Mihail ya da Katina ya da Marika'yız, o yüzden bizi korumayı kendine görev biliyor. Ama diğerleri onun için sadece Rum. Rumlar kim? Kıbrıs'ta kardeşlerimizi öldürenler. İşte Yirmibeşoğlu'nun dediği başarı bu. O yüz binleri bir haberle sokağa dökmek ve bir toplum mühendisliği eseri olarak her yeri kırıp dökmelerini sağlamak. Bitirmeden bir olay daha anlatayım. - Lütfen. - Halalarım Çengelköy'de bir yalıda oturuyor, karakolun hemen yanı başında. Kapı kırılıyor, içeri 15-20 kişi giriyor. Ne var ne yoksa kırıp döküyorlar, eşyaları denize atıyorlar. Kadınlar şaşırıyor ve salonun kenarına yere oturuyor. Çünkü üzerine oturacak eşya yok. Yere oturup yapılanları seyrediyorlar. Bunu yapanlar işleri bittikten sonra halalarıma, "Bugün malınıza, yarın canınıza. Gelecek hafta yine geleceğiz, eğer buradaysanız öldünüz" diyor ve gidiyor. Aradan 48 saat geçtikten sonra bizim aklımıza halalarım geldi, onlara ne oldu diye merak ettik. Annem Çengelköy'e gittiğinde 48 saat sonra o iki kadını yerde oturmuş buluyor. Tuvaletlerini oldukları yere yapmışlar ve hâlâ şok içindeler. Ne su içmişler ne yemek yemişler. Hemen hastaneye götürdük ve halalarım 15-20 gün sonra kendilerine gelip konuşmaya başladı. Dikkat edilmesi gereken başka bir husus, bu kadar büyük çaptaki olaylarda ölü olmamasıdır. Çünkü her şey önceden çok iyi planlanmış. Normalde bu çaptaki bir olayda yüzlerce ölü olması lazımdı. - O günden sonra neler hissettiniz? Mehmet Efendi'nin gözüne bakmaktan hep çekindim. Duygularımı tarif etmem çok zor. Siz Picasso'nun Guernica tablosunda benim gördüğüm şeyleri asla göremeyeceksiniz. Dünyanın her yerinde bugün ezilen kişiler vardır, millî kimlikleri bir yana, çingene oldukları ya da homoseksüel oldukları, engelli oldukları için çoğunluğun baskısını üzerinde hisseden kişilere sormak lazım. - Peki sizce 6-7 Eylül ile yeterince yüzleşildi mi? Başka olaylarda olduğu gibi 6-7 Eylül olayları hakkında da bazı ezberlere kapıldık. Önce azınlıkların kötü olduğu düşüncesi hakim oldu. Sonra bunun yerini, "Evet, 6-7 Eylül oldu, fakat pek çok Türk de onlara yardımcı oldu" palavrası aldı. Evet, Yorgo'ya, Niko'ya yardım eden Ahmet, Mehmet oldu, fakat bu kişiler dostu arkadaşı olduğu için yardım ettiler. Dostluk görevini yaptılar, fakat ondan sonra benim yanımdaki dükkânları kırdılar, parçaladılar. "Rumlara yapılan doğru değil. Bu insanlar bizim kadar bu ülkenin sahibi" diyen olmadı. Geçmişle doğru yüzleşmek gerekir. Yeni yeni azınlıklar konusunda yapılan çalışmalardan sonra, büyük kalemler de elli sene sustuktan sonra, baktılar bu konularda yazmak moda oldu, bu olayları anlatmaya, bu olaylar hakkında yazıp çizmeye başladılar. En az bu olayları yapanlar kadar, susanlar, konuşmayanlar da suçlu. Söyleşi: Arife Köse ht t p://m a rk sist.org / h ab e rle r/8242m i h a i l - v a s i l y a d i s - i l e - 6 -7- e y l u l uzerine-susanlar-da-suclu#.UiiOjOaZG2c.facebook kızılbaş - sayfa 12 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BETHNAHRİN VE DÜNYA KAMUOYUNA! Biz, Süryani (Asuri/Arami) halkının politik sivil örgütleriyle bağımsız aydın ve aktivistleri olarak yabancı ülke silahlı kuvvetlerinin Suriye’ye askeri müdahalesini kesinlikle reddediyoruz. Askeri çözüm denemesi Suriye’ye ve bölgeye daha fazla istikrarsızlık getirecek ve dünya barışını tehlikeye sokacaktır. Biz, Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği öncülüğünde yeni bir Cenevre konferansını –daha önceki iki bildirimizde de açıkladığımız gibi – Suriye’deki sorunu çözmek için tek şans olarak görüyoruz. İki seneden fazla süren amansız savaş, etnik ve dini azınlıkları ve özellikle Hristiyanları iki cephe arasında bırakmıştır. İsyancı gruplar, Cephet El-Nusra cihatçıları tarafından yönetilmektedir. El-Kaidenin alt örgütü olan Cephet El-Nusra, başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri tarafından terörist olarak ilan edilmiştir. Cihatçı gruplar ve Selefiler, dünya kamuoyu önünde fütursuzca kadınların ırzına geçiyor, çocukları öldürüyor, din adamlarını kaçırıyor, kellelerini uçuruyor. Bu çeteler Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve bazı Batılı ülkeler tarafından destekleniyorlar. Cihatçı ve Selefi çeteler her türlü imha aracını kullanmaktan çekinmemektedirler. Bu nedenle 21 Ağustos 2013’teki zehirli gaz saldırısının bu çeteler eliyle gerçekleştirilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Batı ülkelerinin, Suriye’deki kimyasal silah saldırısını dikkatle ve ve objektif şekilde incelemesi gerekir. Bu ülkeler Suriye rejiminin bu yola başvurmasının akıl ve izan ölçüsünde olmayacağını bilmelidirler. Kimyasal silah saldırısının Suriye rejimi tarafından yapıldığı açık ve net kanıtlarla ispatlanmadan söz konusu olan bir askeri müdahale, Cihatçı ve Selefi çetelere destek anlamına gelmektedir. Bu ayrıca Suriye’de demokrasi ve insan haklarının değil, Batılı ülkelerinin stratejik çıkarlarının korunduğu anlamına gelecektir. Geçtiğimiz yüzyılda Türkiye’de Hıristiyan halklar soykırıma ve sürgüne uğratılarak, yurtlarından kovularak nüfusları önemsiz oranlara düşürülmüştür. Tarihin kendisini tekrarı, Hıristiyanları benzer bir kıskaç içine düşme tehlikesi ile karşı karşıya getirecektir. Doğu Hıristiyanları kendilerini Batılı ülkeler tarafından terkedilmiş ve yalnız hissetmektedirler. Daha önce Irak’ta olduğu gibi dünya kamuoyunun gözleri önünde yine kitlesel göçlere zorlanmaktadırlar. DÜNYA KAMUOYUNDAN ASKERİ MÜDAHALEYE KARŞI ÇIKMALARINI BEKLİYORUZ: AKSI TAKDİRDE TÜM KATILANLARIN ELLERİ MASUM HIRİSTİYANLARIN KANINA BULAŞACAKTIR. BETHNAHRİN AYDINLARI VE AKTİVİSTLERİ Almanya Süryani Federasyonu (HSA) Beth-Sefro Othuroyo/Suryoyo (Belçika) Hamburg Süryani Kültür Derneği (Almanya) Mor Gabriel Derneği Hamburg (Almanya) Dr. Yusuf Güney (Avusturya) Gabriel Azar (Hamburg Meryemana Kilisesi heyeti başkanı) Zeina Alkan (Turkiye) Yuhanen Danho (Türkiye) Ferit Sağ (Almanya) Murat Arslan (Türkiye) Johannes Gauro (İsviçre) İshak Akyüz (Almanya Shabo Boyacı (Türkiye) Özcan Metin (Türkiye) Jakob Tan (Almanya) Gilgamesh Gabriel (Avustralya) Suphi Shmuel (Avusturya) İsoh Malke (Almanya) Fikri Göksal (İsveç) Hanna Mezopotamya (Almanya) Turan Gulo (Hollanda) Malke Girre (Türkiye) Gabriel Oussi (İsveç) Nuri Şen (Almanya) Ayüb Dano (Türkiye) Adnan Oyal Awrohum Geliyo (Almanya) Seyfi Genç (Türkiye) Hazni Aktaş (Türkiye) Daniel Begic Masse (Türkiye) Hanna Kerkinni (ABD) Sait Eser (İsveç) İbrahim Seven (Almanya) Abut Can (Almanya) Kenan Araz (Almanya) Kermo Cilli (İsveç) Aydın Aslan (Belçika) Nail Beth-kinne (Belçika) Aydın Ünval (Belçika) Süleyman Arpaz (Almanya) Gabriel Uygur (Hollanda) Emil Shalalo (ABD) Josef Kopar (İsveç) Sabri Yildiz (İsveç) Musa Ergün (İsveç) Fehmi Aykurt (Mor Gabriel Derneği Hamburg – Başkan) Aziz Kurt (Almanya) Aminuel Akbaş Ravi (İsviçre) Yaşar Ravi (İsviçre) Ursus Ravi (İsviçre) Fehmi Bessara (İsviçre) Aziz Sak (İsviçre) Kerim Kayar (İsviçre) Denho Ravi (İsviçre) Bedia Akbaş (İsviçre) Meryem Kangus (Hollanda) Yosef Bahdi (Hollanda) Yusuf Haddadoğlu (Avusturya) Emanuel Poli (İsveç) Cemil Konutgan (Almanya) Denho Ishak (İsveç) BarSawmo BarAbrohom (İsveç) Hamurabi Beth Shammas Stayfo (Türkiye) Metin Akyol (Almanya) Özcan Can (Almanya) Zeitoun Athour (Avustralya) Simon Betar (İsviçre) Emily Korkis (Almanya) Aryo Sağ (Almanya) Hikmet Sağ (Almanya) Michayel Yacoub (Almanya) Melis Korkmaz (Almanya) David Sallum (Almanya) Abdülmesih Barabraham (Almanya) Amanuel Eker (Almanya) Hanno Bayru (Almanya) Aslan gabriel (Avusturya) Yakup Atuğ (Türkiye) Suat Arslanlar (Hollanda) Robert Rhawi Akbaş (Hollanda Sanharip Gorgis (Hollanda) Ninos Gorgis (Hollanda) Adnan Challma Kulhan (Hollanda) kızılbaş - sayfa 13 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MİT, Hrant Dink'in infaz emrini Kiril alfabesiyle verdi bu konuda bilgisi var. MİT ile CSİS arasında bağlayıcılık sözleşmeleri var, ortaya çıkarmıyorlar. Davayı AİHM’ye taşıyın. Burada dava bitmez, katili yatar, azmettirenler gezer. AİHM’ye giderseniz tanık olarak bilgi veririm.” Kitapta Fethiye Çetin ile Ramazan Dündar arasında geçen konuşmanın devamı ise şöyle: Av. Fethiye Çetin Fethiye Çetin yeni yayımlanacak kitabında, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Hrant Dink’in infaz emrini Kiril alfabesiyle kriptolayarak verdiğine ilişkin bir iddiaya yer verdi Hrant Dink cinayeti davasının avukatı Fethiye Çetin, yeni kitabında MİT’in infaz emrini Kiril alfabesiyle verdiğini iddia etti. Çetin, bu belgeyi MİT’te kriptoloji uzmanı olarak çalıştığını söyleyen Ramazan Dündar’dan aldığını anlattı. Hrant Dink cinayeti davasının avukatı Fethiye Çetin dava sürecini ve perde arkasında yaşananları anlattığı ‘Utanç Duyuyorum-Hrant Dink Cinayeti’nin Yargısı’ isimli kitabında, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) Dink’in infaz emrini Kiril alfabesiyle kriptolayarak verdiğine ilişkin bir iddiaya yer verdi. Çetin iddiasını kendisine ulaşan ve MİT’te kriptoloji uzmanı olarak çalıştığını iddia eden Ramazan Dündar’ın anlatımlarına ve kendisine verdiği belgelere dayandırdı. Musa Kesler’in Milliyet’teki haberine göre, Çetin’in kitabında esrarengiz ihbarcıyı ve ardından yaşananları anlattığı bölüm şöyle: “16 Mart 2010 günü cep telefonumdan, gizli numaradan arayan ve isminin Ramazan olduğunu söyleyen şahıs, MİT Doğu Anadolu Bölge Başkanlığı’nda kriptografi ve haberleşme şifreleri geliştirme uzmanı olarak çalıştığını, elinde Dink cinayetine ilişkin önemli bir belge olduğunu, Halep’teki Fransız Konsolosluğu’na gitmemiz halinde elindeki belgeyi bize verebileceğini söyledi. (...) ‘Belgeler kriptolu’ Gaziantep’te güvendiğim bir avukat arkadaşımı aradım, Anlattım, benim yerime gitmeyi kabul etti. Ramazan adlı kişi ile Skype üzerinden görüşmeye devam ettim; yüzünü göstermedi. MİT ambleminin bulunduğu bir sayfayı gös- teriyor, hızlıca üzerinde ‘gizli’, ‘hizmete özel’ damgaları bulunan başka belgelere geçiyordu. Belgelerden biri ‘Anka Kuşu’ amblemiyle imzalanmıştı. ‘Hiçbir şey anlamadım, bunların Dink’le ilgisi nedir’ diye sordum. ‘Elimdeki evrak kriptolu evraktır, hiçbir devlet kurumu iç yazışmalarında ‘Git Hrant’ı öldür’ demez’ diye cevap verdi.” ‘MİT’ten birine sorun’ Çetin, kriptonun çözümünü de Ramazan Dündar’ın tarifiyle yaptıklarını belirterek, kriptonunu çözümü esnasında Dündar’la aralarında geçen diyalogları da şöyle anlattı: “Dündar, ‘Osmanlı Mac: 00:0F:A3:34:76’, ‘Seri No. 1176M26600329’ şeklindeki bilgileri vererek “MİT’te çalışan tanıdık yani size bilgi verecek birini bulursanız bunu sorgulayın” dedi. Ayrıca, “Sayı: k.rip-2006-195, Konu: Türk-Amerikan İlişkilerinde Ermeni Diasporası’nın rolü, İlgi: Dışişleri Bakanlığı’nın 2009-kril1-2-23-18-1-15-20, Kültür Bakanlığının: 2009-Kiril-1-/10-15-12 sayılı emrini sorun. Çetin bu konuşmanın ardından internetten Kiril alfabesinin çıkışını aldıklarını belirterek, Dündar’ın tarifiyle kriptonun çözümünü de şu şekilde aktardı: “Gerçekten Kiril alfabesini yukarıdan aşağıya saydığınızda 23. sıradaki harfi H harfiydi. 18’in karşısındaki harf ise “R” harfiydi. Diğer rakamlara da aynı yöntemle bakıldığında Hrant ismi ortaya çıkıyordu.” ‘AİHM’de tanık olurum’ Fethiye Çetin, kriptoyu çözdükten sonra Dündar’la yaptıkları görüşmeye de kitabında şu şekilde yer verdi: “Evrakın sonunda MİT’in iç yönetmeliği gereği 80-85 kurum içerisinde infaz emridir(...) MİT içerisinde çözülmeler başladı. Kanada istihbarat servisinin (CSİS) F.Ç.: Gaziantep’te belgenin fotokopisini verecek misiniz? R.D.: Fransız istihbaratı izin verirse... F.Ç.: Onların ne ilgisi var? R.D: Fransız istihbaratı izin vermezse verememem. Çünkü güvenliğimi ve çıkışımı onlar sağlayacaklar. Etrafta sivil görürsem görüşmem. Yakalanırsam da inkâr ederim. F.Ç.: Uyarmanız gereksiz... R.D.: Bu yaşımıza kadar kurumda vatansever olarak yetiştirildik. Vatan haini değilim ama son gelen iç yönetmelik gereği operasyon kısmında çalışan herkes bir suça bulaşık ve kurumda dosyası bulunacak. (...) F.Ç.: (R.D’nin Halep’e gideceğini söylemesi üzerine) Halep’te görüşemez miyiz? R.D.: Elçilikte görüşürüz. F.Ç.: Nasıl? R.D.: İstanbul’daki Fransız Konsolosluğu’nu bilgilendirin, Perşembe günü gideceğimi ve orada elçilikten sığınma talebi isteyeceğimi ve belgeleri teslim edeceğimi... MİT’ten yalanlama geldi Çetin ertesi gün sabah, görüşmeye gönderdiği arkadaşının kendisini aradığını, R.D.’nin birtakım şahıslarla kapısına dayandığını, etraftaki adamların Fransız istihbaratının adamları olduğunu anlattı. Çetin, Hrant Dink’in ağabeyi Hosrof Dink hemen Dündar ile görüşmeye gidip belgeleri alıp döndüklerini, fotokopi belgelerden birinin Hrant’ın; Anka Kuşu yazılı diğerinin ise Savaş Buldan’ın infaz emri olduğunu yazıyor kitabında. Çetin, şöyle devam ediyor: “Ertesi gün Fransa’nın İstanbul Başkonsolosluğu’na gittim, Ramazan Dündar’ı sordum. Şahsın Halep Konsolosluğu’na sığındığını, sonra Lübnan’a gitmek üzere ayrıldığını ve nereye gittiğini bilmediklerini söylediler. Savcılığa gittim; dilekçemde MİT’in cevaplandırması istemiyle sorular yazdım. MİT’ten gelen kısa cevapta Ramazan Dündar isimli bir personelleri olmadığı, fotokopi belgelerin ise MİT’e ait olmadığı yazıyordu.” Kaynak: http://www.agos.com.tr kızılbaş - sayfa 14 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 (Düzenlenmiştir) İyi akşamlar. 26 Ekimde Ankara'da Cem vakfı gençlik komitesinin öğrencilere burs sağlayabilmek adına yapılması planlanan konsere aşağıdaki nedenlerden dolayı sevgili Tolga Sağ ile katılmama kararı aldık. Kültürümüzü yüzlerce yıldan bu yana canı pahasına bizlere ulaştıran Dedelerimizin, Ozanlarımızın, Aşıklarımızın tabi ki Aile büyüklerimizin bizlere emekleri ve katkıları yadsınamaz bir şekilde büyüktür. Tarihi irdelediğimizde Aleviliğin-Bektaşiliğin yok edilmek amacıyla değişik zamanlarda yapılan katliamların, Ozanların, Pirlerin ve Dedelerin asılıp, kesilip yok edilişlerini yaşadık, Bunların hep izlerini taşıdık. Fakat her zaman kültürümüze sahip çıkıp, dik durduk. Büyüklerimiz bizlere onurlu ve dik durmayı öğrettiler. Bizler onlara çok şeyler borçluyuz ve minnettarız. Buna rağmen Alevi olup, yada olduğunu sandığımız bazı örgüt temsilcilerinin Alevilik adına dünü unutup, bizleri asimile ederek yok etmek isteyen gerici, yobaz kişi ve kurumlarla hareket etmesi bizleri rahatsız etmektedir. Bu kurumun son dönemdeki icraatları ve Sünni anlayışın kendine göre Aleviliği yok ederek asimile edeceği kendine göre Alevilik yaratıp, tamamen ortadan kaldırılmaları çabası görmemezlikten gelinmektedir. Zemine taşıması, bu ve benzeri ilişkiler nedeniyle 26 Ekimde yapılması planlanan konsere katılmama kararı aldım. Kamuoyuna bilgilerimle. Gani PEKŞEN (02.09.2013) açıklama 26 Ekim'de Ankara Cem Vakfı Gençlik Komitesi'nin öğrencilere burs dağıtmak adına organize ettikleri etkinlikte sevgili Gani Pekşen'le beraber yer alacaktık. Ancak Türkiye'de alevilere karşı baskı ve asimilasyon politikalarının bu denli yükseldiği, komşu ülkelerle olan ilişkilerimizde de mezhepsel ayrışmaların arkasındaki gizli planların savaş çığırtkanlıklarıyla ayyuka çıkarıldığı bu hassas dönemde, kendisini bir Alevi önderi olarak addeden bir şahsın derin cemaatle işbirliği planlarını kamuoyuyla hiç sıkılmadan paylaşmasını şahsım adına hazmedemiyorum. Özellikle okyanus ötesindeki zatı "Hoca" diye şereflendiren bir zihniyetin onursal başkanlığını yürüttüğü bir kurumun etkinliğinde, amaç burs dağıtmak olsa bile yer almamın mümkün olmadığını paylaşmak istedim. Yüzyıllarca inancını her türlü baskıya, katliama, yok sayılmaya rağmen onuruyla taşımış bir toplumun, böyle son derece ucuz bir şekilde pazarlıklar içerisine itilmesini bir alevi olarak şiddetle kınıyorum. Saygılarımla - Tolga SAĞ kızılbaş - sayfa 15 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 MERHUM SİNEMİLLİ DEDESİNİN 1996 DA İZZETTİN DOĞANA YAZDIĞI MEKTUP Sayın Doğan! Alevilik, renk tanımayan ve dünya milletlerini kardeş sayan bir yaşam sistemidir. Bir Felsefi inançtır. Bir ırk değildir. Kürt-Türk-AcemArap-Arnavut ve Pomak milletlerine mensup birçok Alevi vardır. Bu insanlar inançları ve görüşleri sebebiyle asırlardan beri nice zulümler, İşkenceler, Sürgünler ve Ölümler görmüşlerdir. En son olarak 12 Eylül vahşeti yine Alevilere uygulanmıştır. Alevi çocukları mecburi din derslerine tabi tutulmuşlardır. Sayın Doğan! Rahmetli babanız(hepimizin saygı duyduğu) Hüseyin Dede, Alevileri Diyanet İşleri Başkanlığına alalım dememişlerdi. fakat sizler, 15 Şubat 1996 günü Sabah gazetesinde Kartal Cem evi açılırken, “Türkiye de Diyanet İşleri Başkanlığı yanlış tanzim edilmiştir. Alevi Mezhebine resmiyet kazandırılmamıştır demişsiniz. Bu sözler beni, demokrat ve aydın Alevileri çok düşündürmüştür. Dede kökenli oluşunuz size bu hakkı vermez. Sayın Doğan! Profesörsünüz. Hocasınız. Bu hususları iyi bilirsiniz. Fakat 1983 den beri yanlış adımlar attınız. Bir ara, Paşaların konseyi parti kurulmasına müsaade ettiğinde, Turgut SUNALP paşanın Milliyetçi Demokrasi Partisinin (MDP) 27.nci kurucu üyesiydiniz . Onun akabinde Malatya da DYP den aday oldunuz. Orada bulunan tüm baba dede dostlarınız size karşı çıktılar. Yine bu yanlışlara devam ediyorsunuz. Aleviler için devletten para almak istiyorsunuz. Evet. Vakfınız için isteyebilirsiniz. Fakat yirminci asrın sonunda, Demokrasinin sigortası olan Aleviler devlet parası istemezler. Hakikaten gücünüz varsa, Diyanet İşleri Başkanlığının devlet bütçesinden para almamasına çaba gösterin. Sayın Doğan! Türkiye de 70.000 in üzerinde Cami, binlerce Kuran Kursu, Devlet Lise ve Sanat okullarından ziyade İmam Hatip okulları vardır. Bunlar az geliyorsa noksanlarını Cem evleriyle mi tamamlayacaksınız? Sayın Doğan! 12 Nisan 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinin üçüncü sahifesinin alt köşesinde dört sütun üzerine “Şeriata giden yol açılıyor” başlığı ile, Pir Sultan Abdal Derneği Genel Başkanı sayın Murtaza DEMİR ve Hacı Bektaşı Veli Anadolu Kültür Vakfı İstanbul Şube Başkanı sayın İsmail SAÇLI, izlediğiniz yolun yanlış olduğunu belirten çok açık cevap vermişlerdir. Sizler ezilen Alevileri ne yapmak istiyorsunuz? Arkanızda devlet emrinde İzzettin Dedenin milyonlarca oyu vardır. Sermayenin hangi partisi olsa kucak açar kanısına varıyorsanız yanılıyorsunuz. Bizler (Aleviler) kişilerin peşinde değil, fikirlerin İlkelerin peşindeyiz. Mektubuma son verirken, Aleviler ezile ezile bileylenmişlerdir. Bu insanların önderi ve başkanı olmak istiyorsanız, yukarıdan beri izaha çalıştığım uygulamalarınızdan geri durmalısınız. Elbistan-Kantarma Köyü Sinemilli Dedelerinden Hasan SİNEMİLLİOĞLU Aktaran - Süleyman Deprem İSLAM BİZİM NEREMİZDE? Hacı bilmem hoca bilmem Beş vakit namazı kılmam Ramazanda oruç tutmam İslam bizim neremizde? Çarşafım yok türbanım yok, Ehl-i sünnet fermanım yok Arafat'ta kurbanım yok, İslam bizim neremizde Cemimde yok sazımda yok Karımda yok kızımda yok, kırpık sakal yüzümde yok İslam bizim neremizde, Dem çekerim dolumda yok, Bilimde yok ilimde yok, Türkçe duam dilimde yok, İslam bizim neremizde Mezhep deyip nifak sokmam, Tekbir ile insan yakmam, Tesbihim yok takva takmam, İslam bizim neremizde, Kandilimiz gecemiz yok Arapçamız hecemiz yok Hülleyecek kocamız yok, İslam bizim neremizde? Muhammet'le Ali öldü, Soyu sopu sürgün geldi, Meydan muaviye'ye kaldı, İslam bizim neremizde, Ehl-i beyt benim dostum Ezdiler bağrıma bastım, Ben İslam'a çoktan küstüm, İslam bizim neremizde, Saltanatı halifesi, Hiç tanımam neyin nesi, İrticası,Kara sesi İslam bizim neremizde, Tutturmuşlar ehl-i sünnet, Ne cehennem ne de cennet, Kul köle değilim ümmet, İslam bizim neremizde, Tüm dinlerden alıntım var, Şamanlıktan kalıntım var, Çok üzgünüm anlatmak zor İslam bizim neremizde, Özümde benlik yazılmaz, kimseye kuyu kazılmaz, İç abdestim hiç bozulmaz, İslam bizim neremizde, Arıyorum tarıyorum, Can gözüm var görüyorum, GAZİ METİN soruyorum, İslam bizim neremizde? Hüseyin Gazi Metin (Dede) kızılbaş - sayfa 16 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 izzettin doğan asimilasyoncu bir düşkündür da, canları helâldir”, “Alevi öldüren cennete gider” diyen bir zıhnıyetin en önemli temsilcisiyle gizli pazarlıklar, anlaşmalar yapmış olabilir. Maraş’ın, Çorum’ın, Sivas’ın, Madımak’ın, Gazi’nin ve daha birçok yerdeki Alevi katliamlarının en büyük koruyucusu, savunucusu, destekleyicisi ve asimilasyoncusuyla aynı arazi üzerinde, yan yana Cami, Cemevi, Aşevi yapabilir, ama oraya Alevileri götüremez Fethullah Gülen’le hangi menfaatler ve çıkarlar karşılığında olduğu belli olmayan bir ortaklığa soyunup, aynı arazi üzerinde Cami, Cemevi ve Aşevi yapılması işbirliğini gururla anlatan, asimilasyonun gönüllü bir neferi olan İzzettin Doğan bir düşkündür. Ancak burada çok önemli bir tespiti daha yapmazsak havanda su dövmüş olacağımız da kaçınılmazdır. Alevi toplumu, Alevi örgütleri, kanaat önderleri “Alevilik, 1400 yıllık tarihi olan İslamiyetle Müslümanlıkla ilgisi olmayan, aksine Aleviliğin binlerce yıllar öncesine dayanan, kendine özgü kuralları, ritüelleri olan, Tanrı’yı insanda, insanı Tanrı’da gören, 72 millete aynı nazarda bakan, insanı ve doğayı merkezine alan, dinin sorduğu sorulara da verilecek cevapları olan ve sosyal yaşamı düzenleyen bir erkân, bir kültür, bir felsefe, bir yaşam biçimi ve kadim bir yol” olduğunu söylemedikçe, daha çok kereler bu kısır döngüden ileri gitmeyen tartışmaları yapar, aynı sularda debelenir dururuz. Sonra da “İzzettin Doğan, Fethullah Gülen ile birlik oldu, şunu yaptı. Tayyip ve zihniyeti Aleviliğe şöyle hakaret etti, Alevileri ibadet için Camiye çağırdı” vb şikayet ve serzenişleri konuşur dururuz. Oysa Fethullah veya başkalarından önce asimilasyonun çok kararlı askerliğine soyunan İ.Doğan’ın bugüne kadar yaptığı işlere, söylediği sözlere bir bakarsak birçok şeyi daha rahat anlatabiliriz Alevi kamuoyuna. Hani derler ya, annesini babasını karıştırma diye. Ama bu zihniyeti tanımak için babasını, abisini de tanımak kaçınılmazdır. Doğan’ın babası Hüseyin Doğan da 1950 yılındaki seçimlerde CHP’den milletvekili seçilir ve önce Demokrat Partiye (DP) katılır, sonra 1960 yılında da Demirel’in Adalet Partisine girer ve birkaç dönem milletvekilliği yapar. Oğlu Doğan Doğan da (İ.Doğan’ın abisi) Adalet partisi Malatya il başkanı olur. 12 Eylül askeri faşist darbesinin hemen sonrasında İzzettin Doğan, darbeyi gerçekleştiren generallerden biri olan Em.Org.Turgut Sunalp ile birlikte Milliyetçi Demokrasi Partisini kurmuştur. O Turgut Sunalp ki, kendisine solcu, sosyalist, Alevi, Kürt kızlara, kadınlara gözaltında “tecavüz ve taciz edildiği, tecavüzlerde jop kullanıldığı”, bu kadın ve kızlardan bazılarının intihar ettiği şeklindeki iddiaların doğru olup olmadığını Erdal YILDIR IM soran gazetecilere “neden jop sokalım ki, elimizde taş gibi delikanlılar var” diyecek kadar insanlık, Alevilik düşmanı aşağılık biridir. İzzettin Doğan da onun en sadık dostudur. Babası, abisi ve de kendisi Alevi toplumunu son yıllara kadar, önceleri kapalı kapılar ardında gizlice ve sinsice, ama şimdilerde açıkça sistemin içine çekmeye çalışan, işbirlikçilikte kusur etmeyen Hızır paşalardır. İ.doğan yıllardır emperyalistlerce ortaya atılan “Ilımlı İslam” projesine paralel olarak “Alevi İslam” söylemiyle Aleviliği, Müslümanlığın, İslamın içinde eritmeye, devlete, sisteme peşkeş çekmeye, yamamaya çalışmaktadır. Anımsanmalıdır ki, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamı sonrasında Alevilerin sol hareketlerle, Kürt hareketiyle bir araya gelmemesi, bir başka deyişle devletin güdümüne girmesi, sistemle barışık olması ve siyasetten uzak olması için İ.Doğan’a Süleyman Demirel ve Tansu Çiller tarafından örtülü ödenekten para aktarılır. Alevileri yanıltmak için de özenle Aleviliği çağrıştıracak bir isim seçilir ve açılımı ‘Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi’ (CEM) olan bir vakıf kurdurulur. İzzettin Doğan, sadece Süleyman Demirel’in, Tansu Çillerin ve Turgut Sunalp’ın ve Fethullah Gülen’in iyi dostlarından birisi değildir. O aynı zamanda Maraş katliamın planlayıcılarından, Ökkeş Kengerler, Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte en önemli sorumlulardan olan Musa Serdar Çelebi’nin ve Türk İslam sentezinin ideologlarından Namık Kemal Zeybek gibi birçok ülkücü faşistin de dostlarındandır. Doğan, yüzyıllar boyu “Aleviler, Kızılbaşlar ana, bacı, kardeş tanımaz”, “kestikleri yenmez”, “namusları da, malları Ve da yıllarca insan hakkı yiyen, haram lokma yiyen, kendi inancındakileri bile soyup soğana çeviren, dünyanın en büyük zenginliklerine ulaşmış olan birisiyle aynı mekanda, aynı masada lokma yiyebilir. Oysa biz biliriz ki, bizim itlerimiz bile haram sofrasına oturmaz, haram lokma yemezler.. İzzettin Doğan, Alevi çocukları için işkenceye dönüşen “Zorunlu Din Dersleri” politikasına karşı çıkan, “Eşit Yurttaşlık Hakkı” talebinde bulunan, bu talepleri de basın açıklaması, mitinglerle protesto eden Alevilere, Alevi örgütlerine ve yöneticilerine “provokatörler” diyecek kadar düşman olan birisidir. Maraş, Çorum, Sivas, Madımak, Gazi katliamlarını ağzına almayan, Madımak’ a bir kez bile gitmeyen, Madımak katillerini himaye edenlerle belirsiz işbirliklerine giren, aynı yere ‘Cami-Cemevi’ yaptıran İzzettin Doğan zihniyetiyle, Hace Bektaş Dergahına cami minaresi diken Sultan II.Mahmut zihniyeti arasında herhangi bir fark var mıdır? ‘Cami –Cemevi-Aşevi Projesi’ tam anlamıyla sinsice, kahpece ve kalleşçe uygulanmaya çalışılan bir asimilasyon projesidir. Bu projenin boşa çıkarılması için Aleviler bir an önce 2004 yılında yurt içi ve yurtdışı örgütlerinin, kanaat önderlerinin Ankara’da birlikte ve güçlü, cesur bir şekilde deklere ettikleri ‘Alevilik tarifine’ birçok yönden gelen ya da gelebilecek saldırıları göğüslemeyi seçerek cesurca sahip çıkmalı ve Aleviliği savunmalıdırlar. Alevi toplumu da tarihine, kültürüne, Alevi yoluna ihanet eden bu ve buna benzeyen asimilasyonun gönüllü işbirlikçilerini, Hızır paşaların, Alevi ritüellerine uygun olarak toplumdan dışlamalıdır, görüldüğü her ortamda teşhir edilmelidir. Ve mademki İzzettin Doğan bir asimilasyoncudur, mademki bir düşkündür, düşkünlere hak görülen yaptırımı İzzettin Doğan’a da uygulanmalıdır. kızılbaş - sayfa 17 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Spasî ji bo weşanên rȇveberiya giştî ya karubarȇn Êzȋdiyan ! Hêjayan, ez gelekî bextewarim ku, weşanên rȇveberya giştî ya karubarȇn Êzȋdyan, bi alîkariya wezareta ewqaf û karubarȇn Ayȋnȋ ya Hukumeta Herema Kurdistanȇ, ev pirtûka min a jimara zincîrê (8), di bin derhênana hûnerî: rêzdar Hesen Omer Xidir de û di sala 2012 de li çapxana rewşenbîrî / Hêwler `ê da çapkirin. Spasî yên bê sînûr arasteyî mamoste Xeyrî Bozanî, rȇveberya giştî ya karubarȇn Êzȋdiyan li Hukumeta Kurdistanê dikim, ku çapkirina vê pirtûkê bi erkê xwe zanî û bo her kesê keda wî ketî nav perên vî berhemî da. Li hêla din sipasdarî nivîskar Heso Hurmî me, ku ev berhem di bin çavên wîra bi xwendinek hûr derbas bû, zêdebarî nivîsandina pêşpeyveke bi qîmet. Pêşpeyva nivîskar Heso Hurmî weha ye: Ĵi sala 2002 ande, ez xemxorê kulturê kurdên Ȇzȋdȋ mamosta Kemal TOLAN nas dikem ,kedeka mezin di vê biyava hanê de mezaxtȋ ye û her xebata xwe di domȋne ,meriv ĵi hȋza wȋ ya leşȋ û hizrȋ çavnebare,ku kesek bi vȋ emrȋ gelek ĵê li diyasporan derbas kirȋ,tim ziman, kultûr,dȋrok û perwerde li ser nirxên kurde waryê di nax û fikra wȋ dane,belkû serkêşiya bizav û çalakȋyan sexmeratȋ bi cihanȋna van nirxên Ȇzȋdȋyatê di de meşandin,zêde barȋ weşandina berheman. Ev pirtûka li ber destê we yên hêĵa amêza barcemeke nivȋsar û gotar û dȋdarên nivȋska K.Tolan dike,anlȋzeyên xweşik bi zimanekȋ rind û sakar dayȋ ne nivsȋandin ,ez bi bawerim demê mirov vê pirtûkê di şopȋne lave nake ku dev ĵê bi qire,heya temam bike, çûnke şêwazê nivȋsȋnê pir bilinde û hêĵaye,gelek pêzanȋn bi nirx û giran buha li ser miĵarên cûda ,cuda yên girêday Ȇzȋdiyatȋ yê, di ȋne holê, bê guman wê asoyên xwendevanê xwe ber fireh bike û bibe handerek ȋdȋ ciwan û xortên me li kevneşopên kal û pêşȋyan mêze biken ,belkû lê xwedȋ der bikevin bi armanca paristin û pêşdebirinê . Berhevkerê pirtûka Nasandina Kevneşopên Êzdîtiyê II hewil daye bi dekomentikrina pȋrozȋ yên Ȇzȋdiyan rabe li gel pêşkêş krina şirove yên zanistȋ û hêja derbare yȋ dȋrok û çand û rewişt û tȋtalên Ȇzȋdiyan. Dest xeşyê li nivȋskarȋ dikem û miraz xwazim ku ev pirtûk sûd bexiş be û bigeha armancên xwe. Hollanda 05.02.2012 PÊŞGOTİN Û HİNEK DÎTİN Lİ SER KEVNEŞOPÊN ÊZDİYATİYÊ Xwandevanê/a hêja; Gelek ji me dizanin, dema ku mediya elektronîk, bi taybetî jî gava îmkanên ragihandin û weşandinê bi saya derketina înternetê derket, hingê firsenda ku meriv bikaribe zanîn, çavkanî û lêkolîn kirina xwe zêde bi rêkûpêk û pêşkêşî xwandevan bike jî derket. Şikir ji Xwedê ra, gelek xizmetkar, zahmetkêşên mediya ragihandin, weşan û çapemeniya Kurdî jî ji vê fersendê fêdekirin û zanîna xwe pê bilndkirin. Dûre bi saya pêşketina wan yên di nav van salên derbasbuyî de gelek nêrîn, gotar, çalakî û nivîsên min jî gihîştine nav mal û ber destên xwandevanên dilxazên Êzdîtiyê. Li virê dîsa dibêjim, gelek spas ji bo wan dezgeh û kesên ku di quncikên weşanên xwe da cîh dane nêrîn û gotarên min. Lê, ez bi xemgînî dibînim ku vêga piraniya wan nêrîn, gotar, çalakî û nivîsên min di nav arşîva gelek mediya, weşan, çapemeniya Kurdî û bi taybetî jî di nav çavkanî û ragihandinên civaka me Êzdiyan de ne hatine xwanê kirin û parastin. Vêga ev kesên ku ew xizmeta ku min berê ji bo nasîna ola civak û netewa xwe kiriye ne xwandi bin, ew îro nizanin ka min çi ji bo parastin, pêşveçûn, hebûna nasname û nasîna Kurdayetiya resen kiriye. Ji xwe ev yek ji sedema min ya ku ez wan nêrîn, gotar, çalakî û nivîsên xwe, yên ku di nav gelek kovar, malperên înternetê û roinameyên cûde de hatibûne weşandin, cardinê di vê pirtûkê de çapbikim. Sedema min ya diduyan jî li ber dilê min gelekî girînge û ez timî li goriya zanîn - derfetên xwe dibêjim; di nav kevneşopên civaka me Ezdahiyan de gelek nirxên Kurdayetiya resen, yên mîna ziman, dîrok, çand, folklor, adet û toreyên Kurdîtiyê têne xwanê kirin hene. Û piraniya van nirxên Kurdayetiya resen hîna ji aliyê rewşenbîr, rojnameger, nivîskar û niştîmanparêzên Kurdistanê û me Êzdiyan ve baş ne hatine gengeşekirin û zelal ne hatine xwanêkirin. Ji ber van kêmasiyan jî gelek agehdariyên ku „zane“ û „dîroknivîsên“ xerîban û her wisa jî gelek nezan, belangaz, rewşenbîr, rojnameger, nivîskar û niştîmanparêzên Kurdistanê ku li ser Êzdîtî û jiyan me êzdiyan gotine an hêjî beladikin şaşin. Bi dîtina min, gava meriv baş ji naveroka çand, helbest, sitran, çîrok û metelokên Ezdahiyan yên kevn hatine parastin fêhmbike, meriv dibîne ku di nav wan de ne tenê ziman, dîrok, çand, folklor, adet û toreyên Kurdîtiyê hatine parastin. Her weha di nav wan de gelek nîşanên kesayetî, libas, gund, çiya, deşt, newal û dîmenên xwezaya Kurdistanê jî têne ber çavên meriv. Dîsa meriv dikare gelek xeleq û dîmenên dîroka xwe yên bi hezarê salan derbasbuyî, hestên evînî, êş û tadeyên cihê cihê hatine serê gelê me jî fêm bike. Heta bi saya hebûna ilm, Qewl(bingeha sitran, destan, çîrok û dengbêjiya Kurdî ne), duha, serpêhatî û metelokên Êzdiyan yên ku heta vêga tenê bi devkî dihatine gotin, êdî pêşeroja xwe jî zelaltir bide xwanê kirin. Ez bawerim, lewma jî bav-kalen me gotine, „kesên ku kevnê wî nebin, wê nuyên wî jî nebin“. Vêca, ji bo ku ciwanên me jî bikaribin çande, ol, tore, kevneşopên nasname û dîroka netewa xwe baş analîze û nas bikin, divê gelek arşîv û çavkaniyên ku nirxên parastin, pêşxistina nasname, ziman, dîrok, çand, folklor, adet û hemû toreyên civaka me Êzdiyan didine xwanê kirin, li ber dest û zanîna wan hebin. Ji xwe gelek ji we rêzdaran jî dizanin, min ji bo vê armancê heta vêga 3 pirtûk jî ji nav dewlemenidiya çanda Kurdîtiya resen, zargotin, kevneşop, jiyan xwe û serpêkhatiyên endamên civaka Êzdî pêşkêşî xizmeta parastin, pêşveçûn, hebûna nasname û nasîna Êzdiyatiyê kirine. Heta ji destên min bê, ezê zanîn û şêweya ku min di wan kitêban de bi kar anîbû, divê pirtûka berhevkirina Nasandina Kevneşopên Êzdiyatiyê II de jî bi kar bînim. Lavan ji Xwedê dikim ku hinek ji ciwanên me, xêrxwaz, olzane, dîroknas û lêkolînerên olnasînê bikaribin ji vê xebata min fêdebikin. Ev xebat û berhevkirinên min ji wan re bibe handanek û ew karibin hê zaniyarên zêde li ser wan babetên ku destê min ne gehîştiye anjî min bi wan nizanîbû tevan kombikin, kêmasî û pakiyên demên derbazbuyî baş fêr bibin û ew bikaribin pêşerojeke gelekî paqij, tijî aremî, aşîtî û azadî ji xwe û nebiyên xwe ra biafirînin. Herweha hêvîdarim ku tu nijad, civat, ol û kes vê mîtolojiya afirandina dinyayê û bingeha mirovatiyê ji bo berjivendiyên nijad, civat, ol, dezgeh, rêxistin, ziman û kesayeta xwe neguhêzin. Em bikaribin ji vê resenî, heqî û wekheviya di mîtolojiya “HAVEYNÊ MIROVATIYA MEZOPOTAMIYA YÊ Û BI TAYBETÎ JÎ XIZNA NASNAMA GELÊN KURD E “ re xwedî derkevin. Berhevkar KEMAL TOLAN kızılbaş - sayfa 18 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir aksanla (oğul yürek dayanır mı söylediklerime) dedi ve başladı anlatmaya... A R A M A R A R AT tertele... acıya acı katık zehir zemberek vurduk kendimizi dağlara dağlara durmadan dağlara koyakları yurt eyledik kendimize inlerde ceset ceset öldük ve kan kızıla dönüştü Munzur ay ışığı düştü yaramıza ve yaramız Dersim Dersim feryat ve figan. İkindi vaktiydi hafif bir yel esiyordu içime tatlı bir korku saplamıştı az biraz heyecanlıydım da. Bir kaç günden beri hedef koyduğum menzile nihayet bir kaç dakika sonra ulaşıyordum. Yol boyunca sıra halında göğe yükselen biçimsiz binaların ön cephesinde gelişi güzel çakılmış tabelaları okuya okuya yol alıyordum. Bir zaman sonra elimdeki adrese ulaştım. Arabamı müsait bir yere çektikten sonra hiç vakit geçirmeden direk kapıya yöneldim. Heyecanla kapı ziline bastım, kapı ziline basmamla birlikte zeytin karası gözleri altı yedi yaşlarında esmer bir çocuk kapıyı açtı. Çocuk beni görür görmez cin görmüş gibi, korku içinde hemen geri kaçtı ve “Ana ana” diye bağırdı. Az sonra yaşı çoktan sekseni geçmiş yaşlı bir nine geldi yaşlı kadın gözümün içine içine baktı. Bende ona baktım. Neden daha sonra hiç tanımadığım sadece bir kaç kere telefonda konuştuğum bu kadına sarıldım. Kadında hiç çekilmeden sarıldı bana. “xeramo kerekmke” dedi arka odaya geçtik. Ev derme çatma bir gece konduydu, nenenin tek oğlu siyasetten ceza almıştı. Koca evin yükü sadece gelinin omuzundaydı gelin onlara bakıyordu. Hiç vakit kaybetmeden hemen (kılé hele vajé) dedim o da bozuk Hewtemala birlikte bahar geldi. Bahar doğayı derin uykusundan uyandırdı. Cıvıl cıvıl kuş sesleri, taze ot kokuları tuttu her tarafı. Sıcak bahar güneşiyle birlikte prırl pırl oldu gökyüzü. Kozasında çıkmayı başaran bir kelebek gibi mutluydum. Mutlu olmak için yeterince gerekçem de vardı. Sanırım daha on yaşında coşkulu bir çocuktum. Annem Hewtemalı kutlama konusunda çok titizdi Hz. Ali’nin bir Hewtwmal günü doğduğuna inanıyordu. Aslında bir kaç haftadan beri büyüklerimiz korku içinde geceleri dışarıda geçirip sabaha kadar nöbet tuttuğunu biliyordum, ama gene de biz çocuklara yansıtmıyorlardı. Sürekli Kemal Paşa’dan bahsediliyordu. Kemal Paşa’nın sözü geçtiği her kelimede büyüklerimiz korku ve saygı içinde toparlanıyordu. Bir kaç gündür babam kayıptı... O gün akşamüstü gelmişti. Babamın gelmesiyle “Hazırlanın gidiyoruz” demesi bir oldu. Annem karşı koydu. “Nereye gidiyoruz. Bu dokuz çocukla birlikte açılıktan ölürüz” demesine rağmen babam annemi dinlemiyordu bile. Annemin kulağına eğildi, bir şeyler söyledi. Annem ikna olmuştu. Ne kadar eşyalarımız ve öteberimiz varsa aldık, bir kağnın üstüne yığıp yola koyulduk. Gecenin yarısında ancak menzilimize varabildik. Babam ve annem ile birlikte bende büyük olana abla ve abilerim eşyalarımızı mağaraya taşıdılar. Mağara karanlık ve korkunçtu bizden başka çok insan kaçmış ve bu mağaralara sığınmıştı... Birkaç hafta bu mağaralarda kaldık. Son yiyeceklerimizde bitmişti. Annem babam zaman zaman aşağı vadiye iniyorlar çeşitli otları getirip kaynatıp bize veriyorlardı. Mevsim de yavaş yavaş bitiyordu. Bu nedenle yiyilebilecek otlar da bitmişti. Hepimiz bitlenmiştik. Babam nereden bir makas bulmuşsa getirdi, annem dâhil hepimizin saçlarını sıfıra vurdu. İnsanlar korku içinde akın akın mağaralara geliyorlardı. Açlık, hastalık sıtmadan her gün onlarca çocuk ölüyordu. Benim de kundakta bir kardeşim vardı, henüz adını koymamıştık. Anemin kurumuş memelerini eme eme açlıktan ölmüştü. Annemin kardeşime yaktığı ağıt hâlâ kulağımda çınlıyor. Bir sabah ansızın uçaklar geldi. İlkin iki uçak alçaktan uçtular sonra beş altı uçak daha geldiler ve bulunduğumuz mağaralara rasgele bomba yağdırdılar. Babamdan hiç ayrılmadığım için babamla birlikte mağaraların az ötesinde bir çukurda olup bitenleri izliyordum. Bu Kanbax makinalar cehennem ateşi yağdırıyorlardı. İnsanlar çığlık çığlaydılar, annelerin, babaların, gençlerin, yaşlıların, çocuklar ve bebeklerin parçalanan bedenleri şarapnel parçalarıyla birlikte havaya uçuyorlardı. Feryat figan uçakların dehşet sesleriyle karışıyor ve arşa kadar yankılanıyordu. Kimisinin kafası kimisinin kolu kimisinin bacağı kopmuştu. İnsanların yoğun et kokusu ve kurumuş ot kokları perde perde göğe yükseliyordu. Yaklaşık bir yarım gün belli aralıklarla bombaladılar. Uçakların gittiğinden iyice emin olduktan sonra babamla birlikte bizim mağaraya koştuk. Babam bende önce vardı. Ansızın yaban bir hayvan gibi böğürdü. Babamın bu dehşet sesiyle birlikte olduğum yere yığıldım. Sonra toparladım kendimi. Koştum, mağaranın duvarları kenarında üst üste yığılmış yüzlerce ölü ve yaralı vardı. Mağara olduğu gibi kandı. İnlemeler, bağırmalar, çığlıklar ağlamalar ve ağıtlar mağaranın bu kanlı ve yaslı duvarların sinmişti. Babam ağzını annemin yere dökülmüş bağırsaklarına koymuş sadece şuursuzca bağırıyor. Annem küçük kardeşime zarar gelmesin diye onu kucağına almış, kardeşim annemim parçalanmış bedeninin altında, öylece dili ağzında dışarı çıkmış ve ölmüştü. Aha şuracıkta ağabeyim yatıyordu, ondan az ötede ablam ve değer kardeşlerim. Hepsi kucak kucağa cansız yatıyorlardı. Bir gelin parçalanmış bebeğin yarısını almış, kan reva içinde sersem bir koyun gibi sağa sola koşuşturuyordu. Başka bir adam elini beline koymuş sadece ağlıyordu. Duvarın tam dibinde bir bebek ölmüş, annesi onun boynuna sarılmış ağlıyordu. Acı acıya ölüm ölüme ve zulüm zulme katıyordu. Çaresizlik ve vahşetin ne menem bir illet olduğunu bütün çıplağıyla yaşanıyordu... Gün kavuşana kadar babam bir yanda ağlıyor bir yanda annemi ve kardeşlerimin cesetleri üst üste bir çukura gömüyordu. Az sonra uçakların sesleriyle birlikte babam ve ben, bedenlerimizin birer yarısını toprağa gömerek kızılbaş - sayfa 19 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ayrıldık. Geceyi başka bir mağaradan geçirdik. Mağara bizim eski kaldığımız mağaradan daha kalabalıktı. Çok hasta ve yaralı vardı. Bu mağarada diğerleri gibi kan revan içindeydi… Artık babamın bir organı gibiydim, babam nere giderse bende oraya. Yorgun ve açlıktan yarı baygın bir halde babamın kucağında süzülmüş kalakalmıştım. Gözümü açtığımda babam yanımda yoktu. Sonra etrafa iyicene bakınca babam ve yüzlerce erkek elleri, ayakları bağlı, öylece yerde çömelmiş bir halde gördüm. Askerler mağaranın dört bir tarafını kuşatmıştı. Kadınları ayrı, yaşlı ve kız çocukları ayrı, yetişkin erkekleri ayrı ve bir de sekiz ile on iki yaşlarında erkek çocukları da ayrı yere toplamışlardı. O esnada ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla birlikte bir asker ensemde tuttuğu gibi beni erkek çocukların olduğu gruba katması bir oldu. Alan insanlarla dopdoluydu fakat kimsede çıt yoktu, sessizlik çın çın ötüyordu. Korku ve hüzün kol geziyordu. Öğlene doğru büyük komutan geldi komutan eline bir megafon alarak aynen şu konuşmayı yaptı: “Sizi adi sergerdenler… Hain şakiler… Siz ki koskoca Kemal Paşa’nın kanunlarına karşı geldiniz. Kemal Paşa’nın talimatıdır hepinizi geberteceğiz” diye avazı çıktığı kadar bağırarak en aşağılık küfürleri savuruyordu. Komutanın konuşması zaman zaman askerlerin “Yaşa yaşa Kemal Paşa çok yaşa” sloganlarıyla kesiliyordu. Bir süre sonra erkekleri yüksekçe bir tepenin ardına götürdüler. Kız çocukları, kadınları ve yaşlıları başka bir tarafa, benim de bulunduğum erkek çocukların grubu da Munzur’un kıyısına götürdüler. Ben grubun ortasında yürüyordum. Az sonra askerler durdurdular bizi. Ha bu arada babam bitlenmiş saçlarımı kestiği için askerler beni erkek bellemişlerdi. Durduğumuz yer Munzur ırmağın çarptığı ve suyun kırıldığı geri döndüğü en yüksek kayaların ve çıkmaz asi mevkisiydi. İki yüze yakın çocuktuk, askerler ilk önce silahlarla birkaç çocuğu vurdular. Çocuklar oldukları gibi yere yığılıp sessizce can verdiler. Kaçabilecek yer yoktu birbirimize sarıldık hepimiz ağlıyorduk. Askerlerin komutanı bağırdı: “Silahla değil mermilere yazık, silah- ların dipçikleriyle öldürün!” diye emir verdi. Bu defa askerler silahların dipçikleriyle bizlere vurmaya başladılar. Yine komutan bağırdı: oğula kulak kestik. Oğul önce söylüyordu: “Silahlar zarar görür, ağaçların kurumuş kötekleriyle vurun!” be kesamın wayé İşte şimdi can pazarıydı. Askerler koca koca kötekleri ince, dermansız kalmış, küçücük çocukların bedenlerine indiriyorlardı. Hangi çocuğa vuruyorlar, o çocuk oracıkta yere yığılıyordu. Yere yığılan çocuğun ayığından tutup Munzur nehrine atıyorlardı. Ve böylece yüzlerce çocuğu köteklerle kafalarına vurarak öldürdüler. Ben ise bayılmışım, gözümü açtığımda bir kadın feryat figan ağlıyordu. Orada cansız yatan çocuklara tek tek dokunuyor, kanlarını yüzüne sürüyor, kucağına alıp bağrına basıyor, sonra başını kaldırıp “Haq diyor... Düzgün baba diyor... Can pazarı diyor çocukların ölü mü diyor…” Ve... “Dayé “diye bağırdım cılız bir sesle. Kadın bana döndü, kucakladı beni. Korktum. Kadın az sonra bu katiller sürüsü geri gelip beni öldürürler gibi bir düşünceyle alıp kaçtı. Sanırım o çocuklardan tek ben sağ kalmıştım. Az biraz gittikten sonra bir ana ve oğul ikisi de yaralı bir halde ağıt yakıyorlardı birbirlerine. Beni kaçıran kadın durdu ve ikimiz de sadece bu ana “dayé dayé dayé felek qımiş biyo şiya herdu şiyayé ezo çı rıjiyayé...” Sonra birlikte hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı bu sefer ana başlıyordu: “vana hiris u heşta tépeya vésaniya lacem çı pırskena amediya kes nediya” Beni götüren kadın da onların ağıt figanlarına katıldı. Hep beraber ağladık... Ama dağ bize siper olmadı, Munzur hain çıktı. Zalime yol verdi. Düzgün Baba ve Hızır imdadımıza koşmadı. Zira Dersim yalnız ve yaralıydı... Yaşlı nine bütün bu yaşananları, tek bir solukta, bakışları salt bir noktaya mıhlanmış ve o anı yeniden yaşıyor gibi bir duyguyla karışık ruh haliyle anlatı. Yüzünü bana çevirdi. Yüzü kırışıktı. Gözlerinden süzülen iki damla yaş yanağında bir nehir yatağı gibi kurumuştu. Not: Değerli dostlar amacım yaşanmış bu acıları dillendirmektir. Saygılar kızılbaş - sayfa 20 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ÜLKE KOKUYORSUN si yamaçtaydı. Bir eski zaman şatosunu andırıyordu. Karışık bir mimarisi vardı. ''Sentez'' diyorlardı buralarda. Vahit uyanır uyanmaz pencereyi açtı. Uçsuz bucaksız göl çarşaf gibi karşısındaydı. Kalbi okyanuslar gibi dalgalandı. Kalktı. Aniden bir dalga yükselip adeta ikiye bölündü göl. Dalgaların arasında sarışın bir kız belirdi. Karşıdansa bir oğlan... Bakışıp gülüştüler. Sonra da birbirlerine sarıldılar. Oya’ya benziyordu kız. Ay yüzlü, ışıl ışıldı. Hayali; buruk bir gülümsemeye yol açtı. Bugün farklı olacaktı, hissediyordu bunu. Gelmeden önceki bir yılını zindanda geçmişti Vahit. Hâlâ gördüğü işkencenin etkisindeydi. Dalıp dalıp gidiyordu. Kürt siyasetinin legal kanadındaydı ama, bölücülükle yargılanamıştı. Hiç bir şeyden zevk alamıyordu. Değişmiş, bambaşka biri olmuştu. Davası sonuçlanmadan da apar topar İsviçre'ye kaçtı. Oya ise o hengamada evlenip gitmişti. O neşeli, cesur Vahit gitmiş, suskun, melankolik biri gelmişti. Ama bugün farklıydı. İçinde bir bahar havası... Neşeliydi. Pırıl pırıl bir gündü. Montrö ışıl ışıldı. Parklar, caddeler, pencere pervazları, teraslar, balkonlar çiçek fışkırıyordu. Her çiçek güneşin bir rengini çalmıştı. Renkler kaynaşıyor, Oya oluyordu. Kulaklarında şuh bir gülücükle ölesiye onu özlüyordu Vahit. Efil efildi yel. Dallar salınıyor, yapraklar kımıldıyor, kuşlar ötüşüyor, göl menevişleniyor, parlıyor, sönüyordu. Ufukta tekneler, kaynarcasına ilerliyorlardı. Göl, göl değil de, ışık yağmurunda, saçlarını dağıtmış, mavi gözlü bir kızdı sanki. Kahvaltısını yaptı, fotoğraf makinasını alıp çıktı. Aşağı doğru dar bir sokaktan sahile indi. Taş yapılardan, kuş yuvasını andıran balkonlardan mistik bir hava yayılıyordu. Sıkıldı daha da hızlandı Vahit. Zengin Araplar henüz gelmemişti. Yine de kalabalıktı. Yan yana sarı panjurlu oteller uzayıp gidiyordu. Şehir, yerli turistlerden, Fransızlar'dan, adım başı fotoğraf çeken Japonlar'dan, sarsak ihtiyarlardan, genç gözükmeye çalışan boyalı kadınlardan geçilmiyordu. Gençler serin suda yüzüyor, çiftler, köpeklerinin ardı sıra sessizce dolaşıyorlardı. Sarı, mor, kızıl çiçekler kaplamıştı ağaçları. Suya yer yer ağaçların aksi çökmüştü. Durmadan fotoğraf çekiyordu Vahit. Sanki bir yararı olacakmış gibi. Sahili envai çeşit bitki süslüyordu. Sümbüller, menekşeler, papatyalar ve laleler... Manolyalar, palmiyeler ve ılhamurlar... Koşturup durdu Vahit. Kelebek gibi hafifti. Güneş batmış, sular kararmış, şehrin ışıkları göle vurmuştu. Restorantçı Hüseyin'e uğramadan, evin yolunu tuttu. Bezgin, yorgun adımlarla tırmandı tepeyi. On yaş ihtiyarlaşmış gibi hissetti kendini. Mehmet Söğüt Gölgede kemancılar, darbukacılar ve ressamlar... Vahit kırmızı bir gül kopardı, birilerine sunacakmış gibi arandı. ''Yoktu anasını satayım, yoktu işte şu koca İsviçre'de sevebileceği biri.'' Birinde kırık dökük Fransızca'sıyla, yan yana oturan, iki kızdan birine aşkı ilan etmişti. Kızsa korkudan kaçmıştı. Sonra 50 Frank karşılığında, yırtık pantolunlu, eroinman bir kızla yatmış, bir hafta kendine gelememişti. Bingöllü bir arkadaşına uyup, erotik bir sinemada masturbasyon yaptığı bile olmuştu. Ama yüreği boştu. Gözleri, sırılsıklam aşık olabileceği, elindeki gülü sunabileceği birini arıyordu. Gülünü kokladı, kokmadığını hissedince de attı. Derin derin soludu. Birden Oya'yı hatırladı. Ay yüzünü, kiraz dudaklarını, şuh gülüşünü ve de gözlerini. Acı acı gülümsedi. ''O olsa yaşlanmam'' dedi. Restoranlar, adeta teraslara taşınmıştı. İçkilerini yudumlayarak sohbet ediyordu müşteriler. Kazanmanın, yiyip, içmenin, sevip, sevilmenin, suyun ve güneşin tadını çıkarıyordu İsviçreliler. Oysa yurdunda olmayı, Oya'nın gözlerinde eriyip kaybolmayı ne kadar da istiyordu şimdi. Böyle düşünürken Restorantçı Hüseyin’i gördü. Yüzünde güller açıyordu. Zaten ne zaman neşesizdi ki... Hal hatırdan sonra onayını alırcasına, ''Doğa güzel değil mi? dedi Hüseyin. ''Evet'' dedi Vahit, ''Ülkemiz başka ama... Bunu en iyi sen bilirsin, çünkü elde silah yıllarca dolaştın'' Duygulandı önüne baktı Hüseyin. Sonra ''İşim var'' deyip gitti. Gitmeden önce Vahit'in makinasına gülümseyen bir poz verdi. Tekrar sahile indi Vahit. Leman gölü usulca kıyıya vuruyordu. Montrö'nün yaslandığı dağa baktı. Göz alabildiğine ormanlıktı. Otel ve Turizmcilik Fakülte- Evdeydi. Dizüstü bilgisayarını açtı. Facebook sayfasına girdi, gelen mesajları gösteren kırmızı sayısını gördü. Üzüldü, ''Topu topuna bir tane'' dedi. Hemen de açtı. Gözlerine inanamadı. Mesaj Oya'ya aitti, gençlik aşkına... Bir kere değil, birkaç kere okudu. ''Seni unutmadım. El ele tutuşanları gördükçe ağladım. Çok aradım seni, yıllarca... Sonunda buldum seni. Tahmin edemiyeceğin kadar yakınım sana. Korkma, boşandım çünkü. Hâlâ seviyor, hâlâ affedebileceksen beni ara.'' Gözlerine inanamadı. Şok olmuştu. Kendisine geldiğinde online bölümüne girdi. Oya hâlâ Facebook’taydı. Klavyeye dokundu, kalbi duracak gibi oldu. ''Gerçekten sen misin Oya?''. ''Evet'' dedi gelen cevap. ''Neredesin şimdi?'' ''Nerede olduğumun ne önemi var, sana yakın olduğumu bil yeter.'' Vahit, uzun uzun yazışmayı gereksiz buldu. ''Yerini söyler misin?'' dedi. Yokuş aşağı inerken aklı köydeki düğündeydi. Düğünden sonra, bahçe ve meyve ağaçlarının arasında Oya'nın teyzesine gittikleri o karnlık geceye gitti. Oya'yla aynı odada, tenine dokunamadan sabahladığı geceye... Biliyordu, o da uyanıktı. Ama sormadan, bir hırsız gibi koynuna sızmak istememişti. Oysa o bakışların boş olmadığını biliyordu. Bu kadar onurlu, bu kadar temizken, nasıl da tanımadığı birinden aşk dilenmişti? Nasıl da 50 Frank karşılığında inneci bir kızla yatmıştı? Utandı, kendinden iğrenir gibi oldu. Sahile bu duygularla indi. Kumarhanenin oralarda dikkatle etrafına bakındı. Birden Oya'yı gördü. Bir çiçek tarhının yanı başında kendisine bakıp gülüyordu. İkisi de aynı anda koştu. Sarılıp uzun uzun ağladılar. ''Biliyor musun?'' dedi Vahit, ‘’Ülke kokuyorsun.’’ kızılbaş - sayfa 21 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu savaşa da bu barışa da hayır Davut Kurun Savaş, politik amaçları şidet yöntemi ile gerçekleştirmedir. Bugün Kürdistanda sürdürülen savaşın ne politik bir amacı, nede savaşın kazanımlarına, zaferine dair bir umut kalmıştır. Savaş kürdistan tüplumunun canlı dinamiklerini yok etmiştir. Kürt toplumu katliamlar, tutuklamalar, sürgünler işkenceler yoluyla sindirilmek istenmesine rağmen, dünyada eşine az rastlanan bir direnc göstermiştir, savaşan PKK ye dünyada benzeri olmayan bir destek sunmuştur. Dünya dengelerini alt-üst eden Ekim devrimi toplumun yüzde ondördünün desteği ile gerçekleşmiştir, Viyetnam savaaşı toplumun yüzde 40 desteği ile kazanılmıştır. Bu örgnekler çoğaltılınca görülecektir ki Kürdistan halkının savaşa verdiği desteğin örneği yoktur. Kuzey kürdistanda, sadece halkın değil, muhalif güçlerin bile dolaylı veya kehren desteği , korucuların bile gizli desteği gözönünde tutulursa toplumun yüzde 80 desteğini alan PKK siyasi önderligi- ki somut olarak A.Öcalansavaşı çıkmaza sürüklemiş, ve bugün Kürtler ve Kürsdistan adına hiç bir talep ileri sürmeden sisteme entegre olma çabası içine girmişlerdir. O halde bu savaş bitirilmelidir. Barış denen yeni dönemi kürdistandaki bu umutsuluk üzerine kurulmak isteniyor. Her savaş mutlaka bir andlaşma ile bir barış ile sonuçlanmaz. Kendi tarihiminzde bunun örnekleri çoktur. Kürtler bir çok kereler ayaklandılar, savaştılar, ama her savaş mutlaka bir antlaşma ile sonuclanmamıştır. Kürtler askeri olarak yenilmelerine rağmen siyasi olarak hiç bir zaman teslim olmadılar, kendilerinin yenilgilerini sürekli kölelige dönüştürecek, geleceklerini bağlayacak bir antlaşmaya yanaşmadılar. Bugün ise ortada bir askeri yenilgi olmamasına rağmen barış adı altında TC den af dileme derekesinde, müzakere ve andlaşmadan bahsediliyor.. Kafa karıştırmak, manüpüle etmek, yanlış ikilemler tartıştırmak v.s adına herşey yapılıyor. Her kelimenin baışan demokrasi kelimesi koyarak uyduruk yanlış anlamlar algılamalar yaratmak. Demokratik ulus, demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik, demokratik halklar federasyonu demokrasi ha demokrasi. Her şeyden önce bizimin demokratik olmayan türk ulusunu, faşist sömürgeci niteliklerini ezmeden demokratikleştimemiz mümkün değil, buna ne gücümüz nede yetkimiz nede hakımız vardır. Her şeyden önce Türk ulusunun demokratikleşmesi, türk ulusunun demokratik güçlerinin işidir. İkinci olarak bizim demokrasiden anladığımız Devletin siyasi yapısı ile ilgilidir, siyasi demokrasidir, sosyal demokrasi değil. Ücüncü olarak TC demokratik bir yapıya kavuşsa bile, anayasa ve yasalarını demokratikleştirse bile, Kürdistan sorunu çözülmez. Türkiyenin demokratikleşmesi Kürdistan sorununun çözümünü kolaylaştırabilir, ama sorunu otomatikmen çözmez. Dünyanın en büyük sömürgecileri dünde bugünde dünyanın demokratik ülkeleri dediğimiz Batılı Devletlerdir. Bunun örneklerini kendi tarihimizde ve kendi bölgemizde de verelibiliriz. Örneğin, 1961 Anayasası, Türk halkı açısında nispeten demoratikti, Anayasa, siyasi parti yasası, sendikal, basın yayın kişi hak ve özgürlükleri bakımında demokratikleşme yaşandi, ama Kürdistanda zulüm ve katliamlar, Kürt dili ve kültürü hakındaki yasaklanmalar, dahada arttı. Sömürgeci baskı daha da dayanılmaz boyutlara ulaştı. Demek ki, demokratikleşme ile ulusal sorunun illiyet bağı yoktur. Biri hukuk ve hak sorunu, diğeri siyasi bir sorumdur. Dolayısı bugün türkiyenin demokratikleşmesinin, demokratik ulus talebinin kürdistan sorunuyla bir ilgisi yoktur. Demokrasi bir aldatmaca olarak kulanılıyor. Kürtler Türk Demokrasisinde ancak türk olarak yararlanabilirler. Yani dün olduğu gibi. Yeni bir şey yok. PKK Türkiyeye demokrasi getirme misyonunu bir tarafa, evela kendisi demokratikleşssin, kürdistan toplumu ve güçleri arasında demokrasiyi uygulasın. Galiba, “herkes kendi eksiğini ihtiyaç duyduğu şeyi dillendirir” lafı bu anlamda PKK içindir. Demokrasiye en çok kendileri muhtaçken, türkiyede demokratik ulus misyonunu üstlenme gibi PKK “bağımsız sosyalist Kürdistan” talebinden “TC vatandaşlığı” na nasıl geldiği ayrı bir yazı konusudur. Bugün PKK dile getirdiği taleplerin Kürdistan sorunu ile ilgisi yoktur. Kürdistan sorunu ülke ve devlet sorunudur. Kendi kaderini tayin sorunudur. PKK, devletin sınırlarını, tartışma konusu yapmıyoruz. TC nin Tek bayrak, tek devlet, tek ulus ilkelerini kabul ediyoruz. “ devlet istemiyoruz , verseniz de kabul etmiyoruz” hata “demokratik özerklik te “ tartışma tezi olarak savunduk sadece ,, deme noktasındadırlarl Buna karşı Türkiye başbakanı “kürt sorunu yoktur,” “inkar,asimilasyon artık yok, dilinizi de konuşuyorsunuz artık ne istiyorsunuz” “tek dil, tek bayrak, tek devlet prensiplerimizi tartışma konusu yapmaycağız”(Ceylanpınar konuşmasında)”imralıdaki bizim dediğimiz noktaya gelmiştir,” muhalefet partisindende “türk ulusu ile kürt milliyeti eş ve eşdeğer olarak gördürtemezsiniz” söylemleri gibi bir çok konuda gelişmelirin nereye varacağının işaretleridir. Savaşın ve Barışın iki tarafı olur. Açıkca görüldüğü gibi Kürtler adına konuşan kimse yok. Türk hükümeti tek kalede kurallarını kendisinin koyduğu bir oyunu oynuyor.Savaşı kendi kurallarına çıkarlarına göre yürüttüler, barışı da kendi çıkarları için yapıyorlar. PKK ve DTP KCK iradelerini, Türk Başbakanının “bizim istediğimiz cizgidedir” dediği ve TC nin esiri olan Öcalana teslim ettiler. Yani bir tarafın özgür iradesi düşmanın elinde esirdir ve muhtaptır. Bu utanç verici durumu TC de ciddiye almıyor ve muhatap olarak kabul etmiyor, gizli servis aracılığı ile bir “enstrüman” olarak kulanıyor. Gizli servisle ilişki kurulamaz demek istemiyorum, gizli servis ilişkileri siyasi iradeye görürürse kurulur,, aksi halde siyasi bir tarafın muhatabı gizli servis olamaz. Siyasi iradeye taşınmayan gizli ilişkiler her zaman tehlikelidir. Ama açıkça görüldüğü gibi Pkk her ülkede istihbarat örgütleriyle ilişki kurmuştur, ama hiç bir ülkede siyasi arenaya taşınmamıştır bu ilişkiler. Bi- kızılbaş - sayfa 22 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 linidiği gibi bu ilişkiler gecicidir konjektüreldir, hergün değişebilir. Çünkü bağlayıcı bir yönü yoktur. Kürdistan gibi dünyanın en karmaşık sorununu, dünya güçlerinin çıkarlarının çatıştığı bir sorunu, gizli ilişkiler seviyesinde çözmeye çalışmak kelimenin hafif haliyle ahmaklıktır. Uluslararasılaşan bu gibi sorunlar nasıl çözülürse Kürdistan sorunu da öyle çözülür. Bu tür sorunlar ya BM himayesinde yada güçlü ve yaptırım gücü olan devletlerin himayesinde, açık ve tarafların tam yetkili özgür siyasi temsilcileri arasında yapılır. PKK neden gizli servis ilişkilerini aşamıyor, neden bunca desteğe ve güce rağmen dünyada siyasi bir güç olarak kabul görmüyor, bunun nedenlerini düşmanın kötülüğünden arayacağına kendi konumunu gözden geçirmesi gerekiyor. Dünyada kabul görmeyen bir siyaset kürtleri nasıl temsil edebilir. Dolayısıyla düşmanda ciddiye almıyor. Muhatap almıyor. burada bir barış değil, PKK yi silahssızlaştırarak sisteme entegre etme projesi uygulanmak isteniyor. PKK kadroları Öcalanı aşamıyorlarsa, bu entegre projesine engel olamıyorlarsa, çaresiz ve daha fazlade imkanları yoksa, böyle bir uğursuz “barışın”da tarafı olmasınlar. Kürdistan halkının geleceğini ipotek altına alacak bir anlaşmaya imza atmasınlar, .Türk sistemine entegrasyonu sağlayan bir barışa hayır demek de hayırlıdır. A. Öcalan gerçek bir kürdistani önder ise, görüşmeleri özgür olan, parti ve halkın dinamizmini iyi bilen ve halka gerçekleri anltama imakanlarına sahip siyasi heyetlere bırakır, kendisi, kürdistan adına muhatap olan bu heyetlerle ilişki kurar, Mit ile değil. Bu şavaş bitmeli ve türk mit ile de bir barış yapılmamalıdır. Kürdistan ulusal kurtuluş tarihinde türk gizli servislerinin oynadığı olumsuz örnekler çoktur. Şuna çok eminim ki hileleriyle ünlü Osmanlı, İttihatcıların kemalistlerin yanında yaya kalır. Bunlarda ne savaş ahlakı ne barış ahlakı vardır. Kürtler, hep savaşın da barışında, tarihten süzülüp gelen değerlerini benimsediler ve bunu ittihatçı kemalistlerden de bunu beklediler. Örneğin, verilen sözleri namus sayıp yerine getirmek, elçilere zeval vermemek, esire sivile çocuğa dokunmamak, gölgene sığınamı korumak gibi bir çok konuda kurallara uyarken, batı taklitçisi darbeci türk savaş güçleri hep kürtlerin bu değerlerini istirmar etmiş , devlet adına istibarat yetkililerini elçi olarak gönderip kürtleri kandırmış, bölmüş parçalamış ve sinsi fırsatçı bir şekilde ilk darbeyi vurmuştur. Kürdistan ulusal kurtuluş tarihinde, Kocgiri, Şeyh Sait, Ağrı Zilan, Hakari Dersim gibi bütün kürdistan hareketlerinde Karakol, Mim,Mit gibi gizli servislerini etkili bir şekilde kulanmış sahte vaatler, konjektürel barış ortamı yaratılmış ve ilk fırsatta askeri darbeyi vurmuştur. Konumuzu dağıtmamak için TC nin bu yöntemlerini ayrı bir yazıda ele alacağım. dır” demekle yaptı. Öcalan esirdir ve AKP cizgisini kabul etmiştir. Ve AKP nin barışını dikte ettirmeye çalışacaktır. Bu durum birlik ugruna gözyumulacak bir durum değildir. Böyle bir bir barış AKP türk islam cizgisindeki bir barış olacak ve Kürdistana tesilimiyet dayatılacaktır. Zaman Kürdistani güçlerinin lehine gelişirken, ortadoğuda önemli bir güç olarak uluslararası arenaya çıkarken, Kuzey deki bu telaşlı gizli “barış görüşmeleri” neden şimdi gündeme alındı, Barış, af dileme gibi barış dilenerek kazanılmaz. Bu gün kürtlerin sürekli barış dilenmeleri, masaya sinik yenik bir şekilde barış masası yerine sanık sandelyesine oturtulmaları kürtler adına kabul edilemez. Burada suçlu ve gaspçı olan TC dir. Barış masasında kürt sorunu değil türk sorunu konuşulmalıdır. Bizim kürt sorunumuz yoktur, bizim türk sorumuz vardır. Sorunlu olan, başka halkların topraklarını zenginliklerini gaspedenler kürtler değil türklerdir. Sorgulanan Türklerdir ve yanlışlarından vazgeçmesi gereken türklerdir.Kürtlerin boynunda mazlumları ahı, ellerinde başka halkların kanı, ceplerinde başka ulusların zenginlikleri yoktur. Aksine bizim kanımız zenginliğimiz türklerin ellerindedir. O halde bu silik, edilgen, kendi adına karar verilen masada suçlu suçlu oturma, TC nin dayattığı “çizgiye gelme” hali kabul edilemez. Amaç Kürdistan sorununu çözmek ise, Kürd ulusunun talebi açık ve nettir. Diger uluslar gibi kendi ülkesinde yani Kürdistan da bağımsız egemen bir devlet olmaktır. Türkler ve bölgemizdeki diger uluslar gibi kendi kaderini belirleme hakkı, yani devlet kurma hakı vardır. Bu hak kayıtsız şartsız kabulden sonra, kürdistan halkı kendi özgür iradesi ile diger güçlerle karşılıklı çıkarlar gözetilerek itifaklar yapabilir, federasyon konfederasyonlar kurabilir. Bütün bunlar halkların ulusların özgür iradesiyle olur. Hiç bir antlaşma barış adı altında demokrasi adı altında halkların ulusların özgür iradesine sınır koyamaz, koyarsa gayrı muşru ve yok hükmünde olur, bu ilkeler türk ulusu içinde kürt ulusu içinde geçerlidir. Taraflardan biri özgür değilse yapılacak antlaşma sakattır, yok hükmündedir. Oysa bugün Öcalan, esir ulusun esir lideri olarak, hakim ve zorbalarla antlaşmaya oturuyor, çıkacak sonuç başından belirlenmiştir. PKK KCK kadrolarının Türk devletinin bölme parçalama oyunlarına karşı, birlik çabaları, kendi içindeki yanlışa birlik uğruna tahamül etme çabalarını görüyor ve anlayışla karşılıyorum. Kürtler birlik olmalı, birbirlerinin “yanlışlarına” tahamül etmelidirler. Dikat edilmesi gereken düşman çizgine taşıyan yanlışlara düşmemektir.. Eger içimizden birileri bizlerin birlik, düşmanın bölme planlarına karşı olma sorumluluğumuzu istismar ederek düşman çizgisine çekmeye çalışırsa, kürdistan davasına zarar verirse, böyle bir birliktelik yarar değil zarar gelir, koparıp atmak gerekir. Yakın tarihimizde bunun örnekleri çoktur. Özellikle PKK birligi sağlama adına birçok hatalar yapmıştır. Ancak PKK hatayı “muhatap Öcalandır, irademiz önalan- Toptancı görüşlere rağbet etmem, ya hep ya hiç anlayışını doğru görmem. Kurdistan sorununun ara çözümleri de gündeme gelebilir. Bu ara çözümlerin de asgari ilkeleri cizgileri vardır. Dünya da bunun örnekleri çoktur.Avrupayı temel alırsa, çokca bilinen İspanya da katalan ile Bask ülkesi, Kuzey-İrlanda ,slovakya ile çek cumhuriyeti gibi örnekler alınabilir. Her özgür birlik kaçınılmaz olarak ayrılma hakını da kabul etmek zorundadır.ara çözümler hiç bir zaman ulusun haklarını yok sayamaz, tanır ama sınırlamalar getirir. Bu sınırlamaları da taraflar, halkoylamalarıyla yapabilir. Birligin önşartı birligi oluşturan devletlerin demokratik olmasıdır. Faşit ve ırkçı bir devlet ile demokratik bir devletin birliği sözkünusu olamaz. kızılbaş - sayfa 23 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Vahhabilik, Suudiler ve Mekke Şerifi Prof. Dr. AYŞE HÜR [email protected] Mısır'la Suudi Arabistan arasında Arap dünyasının liderliği konusunda her zaman bir rekabet oldu. Buna Mısır'da Hasan El Benna ve ardılı Seyid Kutup'un başını çektiği Müslüman Kardeşler hareketinin, Vahhabiliğe göre daha ılımlı olmasının getirdiği gerilim eklendi. Mısır’da seçilmiş Mursi yönetimine darbe yapan Sisi yönetimindeki ordu birliklerinin ülkeyi kan gölüne çevirdiği bu günlerde, Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz, ‘Mısır’ı teröre karşı savaşında desteklediğini’ açıklayarak, “Mısır’ın içişlerine karışarak fitneyi ateşlemeye çalışanlar karşısında Mısır’la birlikte duruyoruz” dedi. Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün de bu açıklamaya destek verdi. Türkiye’de hükümet çevreleri öfke oklarını ‘darbe’ sözünü ağzına almamaya çalışan ya da darbeyi yarım ağızla kınayan Batı ülkelerine çevirmiş olduğu için bu açıklama hükümete yakın ajans ve medya tarafından ustaca yönlendirilen kamuoyunda pek tepki uyandırmadı. Suudilerin tavrını açıklamak için, Mısır’daki Müslüman Kardeşler (veya İhvan) hareketinin nasıl bir İslam’ı temsil ettiğini ve Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahhabiliği anlamak gerekir. Bunlardan ilkini 6.12.2011 tarihinde, Taraf gazetesindeki köşemde ‘Müslüman Kardeşler kimdir?’ başlıklı yazımla uzunca anlatmıştım. Vahhabiliği anlamak için ise Selefiye hareketinin tarihçesinden başlamak gerekir. SELEFİYE’NİN DOĞUŞU Temel kaynaklara yani Kuran’a ve kesmek, adakta bulunmak vb. yasaktır. Bunları yapanlar şirk içindedir ve şirke düşenlere karşı her türlü şiddet uygulamak vaciptir. sünnete dönme hareketi olan Selefiye hareketini, Abbasiler Dönemi’ne damgasını vuran Mu’tezile ve Eş’ariye tartışmasına bir cevap verme iddiasında olan Ahmed bin Hanbel’e dayandırmak mümkün. Selefilere göre akıl, vahiy karşısında Mu’tezile’nin iddia ettiği biçimde mutlak bir ölçüt olmayacağı gibi, Eş’ariye’nin ifade ettiği gibi imanın sağlam temellere oturtulması görevine de uygun değildi. Hanbeli mezhebine mensup alimler tarafından bile eleştirildiği için uzun yıllar gizli seyreden akıma ikinci kez can veren İbn-i Teymiyye (ö.1328) ve onun öğrencisi İbn-i Kayyım el-Cezviyye’di (ö.1350). Bu canlanışı dönemin siyasi olaylarından, yani Abbasi halifeliğinin çöküşü, Moğolların 1258’de Bağdat’ı yağmalaması üzerine İslam ülkelerinde ortaya çıkan çöküşten ayrı düşünmek doğru olmaz. Selefiye’yi bir adım daha ileri götüren ise Hicaz’lı Muhammed bin Abdülvehhab (ö.1792) oldu. Tarih boyunca pek çok isyana katılan savaşçı Temime kabilesinin bir üyesi olan Abdülvehhab’ın izleyicileri kendilerini Muvahhidin olarak adlandırıyorlardı, ancak hareket rakipleri tarafından kısaca Vahhabilik diye anıldı. Bazı İslami yazarlara göre İngilizlerin desteklediği Abdülvahhab şirk içindeki insanlara tevhidi benimsetmek için kılıç kullanmanın zorunlu olduğunu, can ve mallarının helal sayıldığını öne sürmüş, böylece yağmacılık ve yayılmacılığa cihat adına kutsallık kazandırmıştı. Halen Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahhabilik’e göre Kur’an ve sünnet, metinlerin sözel anlamına bağlı kalınarak anlaşılmalı, kesinlikle yorumlanmamalıdır. Buna karşılık içtihat kapısı açıktır ve herkes içtihatla yükümlüdür. İslam’ın öngördüğü görevleri yerin getirmeyen kişiler mümin sayılamaz, tütün içmek, çalgı dinlemek, ipek elbise giymek, kurban Vahhabilik bölgenin güçlü ailelerinden Suud ailesinin şahsında Necd bölgesini ele geçirdiğinde II. Mahmud’un askeri yollarla hareketi sindirme çabaları işe yaramamıştı. Osmanlılar eski bir devlet geleneğine başvurarak işi nasihatle halletmeyi düşünmüş, Müderris Âdem Efendi’yi 1802’de Kudüs Kadısı tayin edip sadrazamın mektubuyla Necd’e göndermişlerdi. O sıralarda Mekke Şerifi olan Abdülaziz İbn-i Suud başlangıçta Âdem Efendi’ye saygı göstermişse de bu durum kısa sürmüştü. II. Mahmud, Vahhabi meselesinin hallini 1805’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya ısmarladı. Kavalalı Paşa Suudilerden geri aldığı Kâbe’nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813’te İstanbul’a göndererek ilk zaferini kazandı ancak Osmanlılarla Kavalalı’nın bozuşmasından sonra Mısırlılar Hicaz’dan çekildiler ve Arabistan yeniden Suudilerin kontrolüne girdi. SUUDİ İHVANI VE BAĞIMSIZLIK 1900’lere gelindiğinde İstanbul, Hicaz bölgesine gönderecek valiyi bile zor buluyordu. Örneğin 1909’da Beşinci Ordu Müşiri Osman Fevzi Paşa ve Piyade Dairesi Reisi Ferid Paşa, valilik görevini reddetmişti. Kosova Valisi Hadi Paşa ise atandığı halde göreve gitmemişti. Sonunda görevi kabul eden Manastır Kumandanı Fuad Paşa ise çok geç gittiği yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra geri dönmüştü. 1910’da Müşir Abdullah Paşa, 1913’te Münif Paşa atanmaya çalışılmış ama başarılı olunamamıştı. 1912’de Suud Ailesi İhvan (Mısır İhvanı ile karıştırılmamalı) adlı dinsel ve askeri bir örgüt kurdu ve tam bağımsızlık için mücadeleye başladı. Bedevilerin desteğini alan İhvan birlikleri 1919’da Hicaz’a saldırarak (hikâyesini aşağıda anlattığım) Mekke Şerifi Hüseyin’in kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı, ardından da Kuzey Arabistan’ı ele geçirdiler. Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Osmanlı İmparatorluğu 1918 tarihli Mondros Mütarekesi gereğince Hicaz’ dan çekilince Vahhabiler 1924’te Mek- kızılbaş - sayfa 24 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ke ve Taif’e girdi, ardından Medine ve Cidde teslim alındı. 1921’de kendini Necd Meliki ilan eden Suudi ailesinden Abdülaziz 1926’da Hicaz ve Necd Kralı oldu, 18 Eylül 1932’de bugünkü Suudî Arabistan Krallığı’nın başına geçti. İngilizlerin de yardımıyla Hicaz, Taif ve Mekke’yi alan Abdülaziz bunun karşılığında İngiliz egemenliği altındaki Irak ve Ürdün’le çatışmaktan vazgeçtiğini açıkladı ve İngilizlerle bir dostluk antlaşması imzaladı. Ancak Abdülaziz’in Batı ile sıkı ilişkiler içine girmesi ve ülkede modernleşme hareketlerine başlaması tutucu İhvan birliklerinin hoşuna gitmedi. Birlikler Irak’a bir sızma harekâtı örgütleyince Abdülaziz İngilizlerle birlikte örgüte karşı sert tedbirler almaya başladı ve 1930’da İhvan isyanı kesin olarak bastırıldı. 1930’da Suudi Arabistan petrollerine ilişkin ilk etütler yapıldıktan sonra, 1933’de ABD şirketlerine tanınan imtiyazla ARAMCO şirketi kurulduğunda İngilizler petrol işlerinin dışında tutuldu. 1933’te. Roosvelt ile Abdülaziz arasında başlayan dostluk ilişkisi 1942’de Riyad’da ilk ABD elçiliğinin açılışıyla resmi hal aldı, 1944’te ARAMCO petrol çıkarmaya başladı. 1945’te Süveyş Kanalı’na demirleyen Amerikan gemisi Quincy’nin güvertesinde yapılan toplantıda iki lider Ortadoğu’nun geleceğini konuşuyordu. EZELİ REKABET Mısır’la Suudi Arabistan arasında Arap dünyasının liderliğini yapma konusunda her zaman bir rekabet oldu. Buna Mısır’da Hasan El Benna ve ardılı Seyid Kutup’un başını çektiği Müslüman Kardeşler hareketinin, Selefiye hareketinin bir devamı olmasına rağmen Vahhabiliğe göre daha ılımlı bir çizgiyi temsil etmesinin getirdiği gerilim eklendi. Son olarak, Mursi’yi savunmak için orduya karşı yürütülen kahramanca direnişin ilerde Suudi Arabistan’daki muhalif çevrelere kötü (!) örnek olmasının telaşını da anlayışla (!) karşılamak lazım elbette. Peki Türkiye’nin Mısır’daki son katliamlar üzerine ağır da olsa pozisyon değiştiren Batılı ülkelere karşı en ağır ifadeleri kullanmayı sürdürdüğü halde, Mursi yanlılarına terörist diyecek kadar ölçüyü kaçırmış olan Suudi Arabistan ve Katar gibi Arap ülkelerine karşı hoşgörülü tavrını nasıl açıklamalıyız? Bunun cevabını vermeyi siyaset bilimcilere bırakalım... Mekke Şerifi Hüseyin ve ‘Arap İsyanı’ Hicaz’dan bahsedip de Mekke Şerifi Hüseyin’den bahsetmemek olmaz. Osmanlı İmparatorluğu başından beri Arabistan Yarımadası’ndaki egemenliğini Mekke şerifleri aracılığıyla kullanmıştı. Hüseyin bin Ali (ö.1931) II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’de Abdülhamid’in yerel beyleri gözetim altına alma politikası kapsamında İstanbul’da ikamet ediyordu. 1 Kasım 1908’de Şerif Ali Paşa’nın azledilmesinin ardından, saray ve İTC arasında yapılan bir dizi tartışmadan sonra varılan uzlaşma ile Mekke’ye şerif olarak atanmıştı. Şerif’i destekleyenler arasında İngilizler de vardı. Şeriflik makamı geleneksel olarak çok büyük itibara sahipti çünkü Şerif, Hazreti Muhammed’in soyundan gelmekte olup Mekke ve Medine’nin muhafızlığını yapmaktaydı. Mekke’ye döndüğünde Şerif’i karşılayan, İstanbul’daki ‘devrim’in yansımaları olan toplumsal huzursuzluktu. Buna ilaveten Arabistan Yarımadası’ndaki modernleşme çalışmaları Şerif’i rahatsız etmeye başlamıştı. Bunlar arasında sembolik önemi en büyük olan Hicaz Demiryolu idi. Demiryolunun Medine’ye kadar olan bölümünün 1908’de tamamlanmasıyla merkezi devletin elinin yöreye ulaşır hale gelmesi bölgedeki huzursuzlukları körüklemiş ve Hicaz’da karışıklıklar çıkmıştı. Şerif’in ilk seferi İbn-i Suud’a karşı oldu. Suud bazı ayrıcalık- larından Şerif lehine vazgeçti ancak 1910’da yerel mahkemelerin yeniden düzenlenmesine ilişkin karar; köleliğin kaldırılmasına yönelik uğraşlar, 1913’te Medine’nin Hicaz’dan ayrılarak ‘müstakil sancak’ yapılması ve hac gelirlerinin bir bölümünün merkeze bırakılması ihtimali, Şerif Hüseyin’in keyfini kaçıran diğer olaylardı. Kitchener-Abdullah görüşmesi Şubat 1915’Te, Şerif Hüseyin Osmanlı Meclisi’nde Mekke-i Mükerreme mebusu olan oğlu Abdullah’ı Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kitchener’e göndererek Osmanlı İmparatorluğu ile herhangi bir açık çatışmada İngilizlerin kendilerine destek olup olmayacağını sorduğunda Kitchener, iki kadim imparatorluk arasındaki geleneksel dostluğa atıfta bulunarak, Osmanlı’nın içişlerine karışmayı düşünmeyeceklerini söylemişti. O sırada henüz Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu müttefik olmadığı gibi Almanya ile Britanya da henüz savaşta değildi. Bu yüzden Kitchener, Ürdün (Şeria) Nehri ile ikiye bölünmüş olan Filistin topraklarında, Akdeniz’le Ürdün Nehri arasında kalan bölgenin Yahudi yerleşim alanı olarak tanımlanması gerektiğini, Ürdün Nehri’nin doğusundaki toprakların ise Britanya’nn denetiminde, Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah tarafından yönetilmesine izin vereceğini ima etmekle yetinmişti. Ama savaşla birlikte durum hızla değişti. Britanya Savaş Bakanlığı’na atanmak üzere Londra’ya çağrılan Lord Kitchener, Şerif Hüseyin’le ilişki kurma görevini Sir Henry Mc Mahon’a kızılbaş - sayfa 25 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bıraktı. Mc Mahon Hüseyin’in iki oğlu Abdullah ve Faysal ile 10 mektupluk bir görüşme trafiği başlattı. 18 Şubat 1916’daki dokuzuncu mektupta Şerif’in halifeliğine bırakılan ‘Bağımsız Arap Devleti ise kuzeyde AdanaMersin’e, batıda Kızıl Deniz’e, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’i dışarıda bırakmak suretiyle Hint Okyanusu’na uzanıyordu. Bu görüşmeleri yaparken, Şerif Hüseyin bir yandan da dönemin SuriyeLübnan Valisi Cemal Paşa ile teması sürdürüyordu. Öyle ki, 1916 Şubatı’nda Cemal Paşa’dan 1.500 kişilik bir deve birliği oluşturmak için 50-60 bin lira, İngilizlerden ise aylık 50 bin Pound karşılığı altın ile on binlerce çuval tahıl, kahve, şeker, ayrıca 500 sandık mavzer almak üzere anlaşmıştı. 10 Mart 1916 tarihli son mektupta Mc Mahon, Erzurum’un Rusların eline geçmesi ve Osmanlı ordusunun Kafkaslar’daki yenilgilerini Şerif’e müjdeleyerek bir anlamda ‘Gazan mübarek olsun’ diyordu. İsyan için 10 Haziran 1916 tarihi kararlaştırılmıştı. Bu tarihi günden 24 saat önce Şerif Hüseyin, Cemal Paşa’ya bir mektup gönderdi: Mektupta özetle Arap milletinin taleplerinin yerine getirilmemesi halinde Türklerle olan bağlarının tamamen kopacağı belirtiliyordu. Elbette 24 saat içinde taleplerinin yerine getirilmeyeceğini de biliyordu. 11 Haziran’da Mekke Şerif Hüseyin’in birliklerinin eline geçti. 27 Haziran’da Şerif Hüseyin kendini halife ilan etti. Cemal Paşa’nın birliklerinin ağustos ayında II. Kanal Seferi’nde de başarısız olması üzerine Britanya kuvvetleri Filistin’e ilerlediler ve Mart 1917’de Bağdat’a girdiler. Haziran ayında Britanya Ordularının başına General Allenby atandı. Şerif Hüseyin’in birlikleriyle desteklenen Allenby’nin orduları önce Birüşşeba’yı, sonra Gazze’yi aldılar ve 9 Aralık 1917’de Kudüs’e girdiler. Savaş herkesin gayet iyi bildiği gibi, Ortadoğuda Britanya’nın zaferi ile bit ti. Türkiye’deki yaygın kanıya göre bu nu Şerif Hüseyin’in komutasındaki Arapların ‘Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan hançerlemelerine’ borçluydular. Peki, durum gerçekten böyle miydi? Aslında, Ortadoğu’daki savaş Birinci Dünya Savaşı açısından ikincil öneme sahipti. ‘Arap İsyanı’ ise Ortadoğu’daki savaşta ikincil öneme sahipti. Bu ilişki İngilizler tarafından, Fransızların bölgedeki hedeflerini sınırlamaları için özellikle abartılmıştı. Şerif Hüseyin’in Hicaz dışındaki kabilelerce desteklenmediği, hatta Hicaz’daki İbn-i Reşid, İbn-i Suud ve İmam Yahya gibi önemli liderlerin dönemin Cemal Paşa’nın yanında olduğu, milliyetçi talepleri olmayan Şii Arapların Şerif’e uzak durdukları, Şerif Hüseyin’in cihat ilanının Mısırlı entelektüeller arasında büyük huzursuzluk yarattığı, Suriyeli ve Iraklı milliyetçilerin kendisine tabi olmaya hiç niyetleri olmadığı artık biliniyor. Cemal Paşa’nın sert politikalarına rağmen Lübnan bile İstanbul’a sırt çevirmemişti. Şerif Hüseyin’in İngilizlere verdiği askeri destek cılızdı. İngilizlerden 200 bin kişi toplamak için para almış ancak Haşimilerin kontrol ettiği kabilelerin asker gücü 15 bin kişiyi aşmamıştı. Arap birlikleri Cidde, Taif ve Medine’ye saldırmış ancak Medine’de Fahreddin Paşa ve askerlerinin kahramanca müdafaaları yüzünden geri adım atmak zorunda kalmıştı. Sadece Akabe’yi işgal ederek İngilizlerin Kudüs’ü almalarına yardımcı olmuşlardı. Bütün bu tabloyu David Fromkin şöyle özetlemişti: “Arap İsyanı’nın Britanya’yı kurtarması planlanıyordu, halbuki Britanya Arapları kurtarmak zorunda kaldı.” Özet Kaynakça: Mehmet Zeki İşçan, Selefilik, İslami Köktenciliğin Tarihi Temelleri, Kitap Yayınevi, 2006; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi, 1982; Efraim Karsh&Inari Karsh, “Myth in the Desert, or Not the Great Arab Revolt”, Middle Eastern Studies, C. 3, No:2, Nisan 1997, s. 267-312 Kaynah: Radikal Şah İsmayıl Xətai. Bayatılar Xətayi, can arxına, Əhli-ür fan arxına. Mə’rifətdən su gəlib, Tökülür can arxına. Könül vermə nadana, Haqqı inkar edənə, Müridəm, haqq demişəm Məhəbbət xanadana. Xətayim der bayağı, Atılandır bayağı, Quşlarda nə quşu var, Təpəsində ayağı? Xətayiyə han gəldi, Mürdə cismə can gəldi, Yə’qubi-zar оlmuşam, Yusifi-Kən’an gəldi. Xətayiyəm, xəttaram, Həq sirrinə səttaram, Həkimlərin dərmanı, Təbiblərə əttaram. Xətayiyəm bir halım, Əlif üstündə dalam. Sufiyəm təriqətdə, Həqiqətdə abdalam. Xətayim, ver cəvablən, Qırmızı gül gülablən, Səndən can əsirgəməm, Zira kim, bir hesablən. Xətayi Mehdi оldu. İmamlar cəhdi оldu, Gətir, getdi qəm-qüssə, Şadilik vaxtı оldu. Xətayi, işin düşər, Gəlib-gedişin düşər, Dişləmə çiy löqməni, Yerinə dişin düşər. kızılbaş - sayfa 26 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni Katliamlarında Kürtlerin Rolü Üzerine Bir Tartışma Ayşe Hür, Kürt-Ermeni ilişkileri üzerine üst üste üç yazı kaleme aldı. Bu yazılardan ilki Radikal gazetesinde 14.07.2013 tarihinde, ikincisi 21.07.2013’te, üçüncü yazı ise 28.07.2013 tarihinde yayınlandı. Bu yazıların, Kürt-Ermeni ilişkileri üzerine canlı ve yaratıcı bir tartışma ortamı yaratacağına dair bir umut beslesem de maalesef böyle bir şey olmadı. Birkaç karşıt yazı ve sanal alemdeki ölçüsüz bazı tepkiler dışında pek bir şey çıkmadı. Uzun yıllardır Türkiye’de, her hangi bir konuda yaratıcı bir tartışma ortamı oluşturmak veya izlemek imkânsız hale gelmiş durumda. Örneğin Özgür Gündem yazarlarından Ahmet Kahraman bu konuda yazdığı yazıda, Ayşe Hür’e tepki göstererek, Ermeni katliamlarının sorumlusu olarak Kürtleri göstermeye çalıştığını, Ermenilerin başına ne geldiyse Kürtlerden geldiğini ima ettiğini belirtiyor. “… Ayşe Hür, son yazısında bir savrulmayla, Kürtleri, Ermenilere gün yüzünü göstermeme yeminlisi gibi gösterip, amaçlarına ulaşmak için, yapay gerekçelerle Osmanlıya bile isyan ettiklerini montajlıyor… Yazarın montajına göre, Ermenilerin çektiği acılar Kürtlerden…” Kahraman ayrıca, Hür’ün Kürtlerin tarihiyle ilgili yanlış bilgiler verdiğini örneklerle açıklayarak yazısını şöyle bitiriyor: “Kısacası, bugünkü korucular, kiralık dönekler, pişmanlar ne kadar Kürtse, o dönemlerde Ermenilerle çatışan Kürtler de o kadar “Kürt”tü. Şeyh Ubeydullah örneğinde görüldüğü gibi, dünden bugüne ortaya çıkan Kürdistani iradeler yalnız Ermenileri değil, bütün halkları korudular. Halkın adalet ve vicdanı açısından da bütün anneler, bebeklerine önce, “yazıktır, onlar da can” insani ilkesini öğrettiler.” (Özgür Gündem, 16/07/2013) Ermeni katliamlarında Kürtlerin rolü konusu gündeme geldiğinde bazı Kürt entelektüellerinin ve kimi çevrelerin, “Ermeni katliamları Kürtlerin üzerine fatura edilmeye çalışılıyor” kaygısına kapılmaları ve “katliamlara katılan Kürtler zaten bu gün koruculuk yapan Kürtler gibi satılmış, devlet yanlısı un- ilgili olarak kapsamlı çalışmalar yapmak gereklidir. Bugün Kürdistan toprakları olarak bildiğimiz topraklardan tehcir edilen Ermenilerin malları hangi aşiretlerin eline geçmiştir? Kurtulmak için Müslümanlığı seçen, Kürtlerle evlenen veya evlat edinilen binlerce Ermeni kadının ve çocuğun akıbeti ne olmuştur? Bu insanlar bu gün nerededir? Şeklinde çoğaltabileceğimiz birçok soruyu sormak ve cevabını aramak zorunludur. Alişan Akpınar surlardır, katliamın gerçek sorumlusu Osmanlı Devletidir, bazı Kürtler bu katliamlarda kullanılmışlardır ama bu konuda Kürtlere sorumlu tutulamaz” şeklinde bir hassasiyet göstermeleri tamamen yersiz midir? Ben bu endişe ve hassasiyetin tümüyle yersiz olduğunu düşünmüyorum. Bilindiği gibi özellikle 2000’li yıllardan sonra, “Osmanlı tehcir planı yaptı ama katliamları yapan Kürt aşiret ve çeteleridir” şeklinde bir söylem servis edilmeye başlandı. “Ermeni katliamı diye bir şey yoktur” söylemini sürdürmek artık imkânsız hale gelince olayı Kürtlere fatura etmek şeklinde bir resmi yaklaşımın geliştiğini görmek gerekiyor ve bazı Kürt çevrelerinin tepkileri de biraz da bu duruma karşı. Bununla birlikte, “sorumluluk Osmanlı Devletindedir, Kürtler kullanılmıştır” diyerek kenara çekilmek, bu konuda derinlikli çalışmalar ortaya koymadan yüzeysel ve tepkisel yazılarla yetinmek hiçbir şekilde kabul edilemez. Kürt entelektüellerinin, Kürt-Ermeni ilişkileri ve daha özelde Ermeni katliamlarında “Kürtlerin rolü” üzerine ciddi olarak eğilmeleri, bu konuda çalışmalar yapmaları ve yaratıcı bir tartışma ortamına girmeleri artık zorunludur. Bu katliamlara katılmış Kürtlerin anlatılarını veya bıraktıkları kaynakları ortaya çıkartmak, belirtilen dönemle Konuyla ilgili düşüncelerimi de hiç uzatmadan burada söylemek isterim. Bana kalırsa Ermeni katliamlarının sorumluluğu tümüyle bir etnik gruba fatura edilemez. Bu katliamları Kürtler, Türkler, Arnavutlar veya Çerkezler yaptı demek, maksatlı ve milliyetçi tarihçileri bir yana bırakırsak en hafif tabiriyle yapılabilecek en kötü tarih okumasıdır. Tehcir ve katliamlar 1914- 1915 koşullarında bizzat dönemin Osmanlı Devleti ve hükümeti tarafından “özenle” planlanmıştır. Bu plan çerçevesinde çeşitli etnik gruplardan Osmanlı devlet görevlileri ve yine farklı etnik gruplardan (Çerkez, Kürt, Arap…) birçok insan, siyasi veya ekonomik nedenlerle bu katliamlarda yer almışlardır. Katliamlarda yer alan herkesin sorumluluğu bakidir ama buradan yola çıkarak bu katliamları Türkler, Kürtler veya falanca etnik grup yapmıştır demek kesinlikle yanlış bir tespit olur. Bu etnik gruplar arasında katliamlara katılmak bir yana önlemeye çalışan insanlar olduğu gibi, bahsedilen dönemde bu kimlikler doğru düzgün tanımlanabilir bile değildir. Yapılması gereken, Osmanlı Devletinin son döneminde yaşanan tüm katliam ve zorunlu göç meseleleriyle ilgili sansürsüz ve derinlikli tartışmalar yürütebilmektir. Son zamanların yaygın tabiriyle, olup bitenlerle her açıdan yüzleşmeyi göze almak gerekmektedir. Bazı Kürtlerin bu katliamlar sırasında Osmanlı Devleti tarafından kullanıldığı tezine ise kesinlikle katılmıyorum. 1890’lı yıllardan itibaren yeniden ku- kızılbaş - sayfa 27 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rulmaya başlayan Osmanlı- Kürt ittifakının temel dayanaklarından biri, her iki tarafın da Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasını istememeleridir. Dolayısıyla da ortada kullanılma ilişkisi değil iradi bir ittifak söz konusudur. 1820’lerden sonra bozulan ve hatta bir iç savaşa dönüşen Osmanlı-Kürt aşiretleri ilişkisi, temelde “Ermeni meselesi” nedeniyle yeniden inşa edilmiş ve 1923 yılına kadar da devam etmiştir. Burada elbette tüm Kürtlerden söz etmiyorum. Bahsedilen Kürtler daha çok Hamidiye Alaylarına bağlı olan Kürtlerdir. Bu Kürt aşiretleri, Ermenilere karşı Osmanlı politikaları doğrultusunda ittifak halinde olmuşlar, katliamlarda yer almışlar ve Ermeni mülklerinin el değiştirilmesi sürecinde aktif rol oynamışlardır. Yani ortada ekonomik ve siyasi çıkarlar doğrultusunda kurulmuş bir ittifak söz konusudur. Ayşe Hür’ün yazılarına gelince, ben yazıları okuduğumda Hür’ün, katliamları Kürtlerin üzerine yıkmak şeklinde bir maksatla bu yazıları yazdığı kanısına kapılmadım. Zaten gelen tepkilerden sonra Hür, bu konudaki görüşünü açıkça ifade etti. “Sonuç olarak benim tarih okumama göre, 1915’in asli faili Türk milliyetçiliğinin öncü örgütü İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ile onun etrafında örgütlenen asker-sivil Müslüman-Türk unsurlardır.” (21.07.2013) Bununla birlikte Ayşe Hür’ün yazılarında başka bazı ciddi sorunların olduğunu düşünüyorum. Tarihsel bir anlatı kurgularken, olgularla ileri sürdüğünüz düşünceler arasında iyi bir denge tutturmanız gerekir. Düşüncelerinizi fazlaca öne çıkarmanız olguları görünmez kılar ki bu anlatının muhayyelleşmesine doğru sizi götürebilir. Olguları fazla öne çıkardığınızda ise tarihçi olarak sizin düşünceleriniz ve bakış açınız görünmez olabilir. Bu noktadan Ayşe Hür’ün yazılarının sorunlu olduğunu, fazlaca genellemeler kullandığını, olguları titizlikle ele almak yerine genellemelere başvurarak anlatısını büyük oranda zayıflattığını düşünüyorum. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse; 14. 07. 2013 tarihinde yazdığı yazısında Hür şunları söylüyor. “Ermeniler, Osmanlı egemenliği altına girdikleri tarihten itibaren ağırlıklı olarak Vilayet-i Sitte denilen çok etnisiteli altı eyalette (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Mamuretü’lAziz) yaşıyordu. Buralar aynı zamanda Kürtlerin de yurduydu. İmparatorluğun bütün vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu olmasına karşın, Kürtler Dersim ve Kürdistan dışında sadece İstanbul’da büyükçe bir grup oluşturuyordu.” Öncelikle burada Hür’ün Osmanlı İmparatorluğu’nun hangi döneminden bahsettiği belli değil. Bu bilgiler hangi dönem için ve hangi Osmanlı coğrafyası için söyleniyor? Örneğin 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar İstanbul’da büyükçe bir Kürt grubunun olduğunu söylemek imkânsızdır. Hadi iyi niyetli davranalım ve yazının genelde 19. Yüzyıldan bahsetmesi nedeniyle burada kastedilen düşüncelerin bu yüzyıl için geçerli olduğunu kabul edelim. Ancak “İmparatorluğun tüm vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu” genellemesini nasıl açıklayacağız? Milyonlarca kilometre karelik Osmanlı’nın hangi vilayetlerinden söz ediyoruz? Yazar acaba Anadolu vilayetleri mi demek istedi? Böyle olsa bile Anadolu’nun tüm vilayetlerinde hatırı sayılır bir Ermeni nüfusu olduğunu söylemek abartılı bir genelleme değil mi? ödemeye yönelince Ermeniler çifte vergi ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya geldi. Bu durum yıllar içinde ciddi bir sorun halini almış olmalı ki, 1868’de Geghi (Kiğı) kasabasını ziyaret eden Herman N. Marnum adlı bir misyoner şöyle yazmıştı raporuna: “… Bu yöreyi Kürtler tamamen istila etmiş durumda. Kürtler Hıristiyanlara her türlü kötülüğü yapıyorlar, gözlerini kırpmadan cinayet işliyorlar. Yerel makamlar, merkezi idareden çok uzak bir yerde oldukları için çok yozlaşmışlar... Aynı şekilde, 1872’de Ermeni Cismani Meclisi tarafından Bab-ı Âli’ye sunulan bir raporda Kürtlerin ve Çerkezlerin Ermenilere ve bölgedeki diğer etnik gruplara yönelik saldırılarından şikâyet ediliyor, bu grupları etkisiz bırakmak için bazı önlemler alınması isteniyordu. Bunlar arasında Osmanlı-İran sınırına ve Kürdistan’ın bazı bölgelerine kışlalar inşa edilmesi de vardı.” Yine aynı yazıda yer alan bir bölüm şöyledir: “II. Mahmut döneminde (1808-1839) devlet asker ve vergi toplama usullerini değiştirdiğinde Doğu vilayetlerinde huzursuzluk arttı. Ermeniler görece varlıklı oldukları için vergilerini ödemekte sorun yaşamıyordu ama Kürt beyleri kendi vergilerini de Ermenilerden aldıkları haraçlarla Bilindiği gibi, 1820’lerden sonra merkezi devlet kurma amacıyla Kürt Mirliklerini ve Hükümetlerini ortadan kaldıran Osmanlı büyük bir sorunla karşılaşır. O güne kadar bölgeyi bu Mirler aracılığıyla kontrol etmiş olan devlet, Mirleri ortadan kaldırınca, göndermiş olduğu memurlar eliyle kontrol kuramamış ve kontrol edilemeyen yüz- Durumu bu şekliyle açıklayıp bıraktığınızda, hakikaten yöreyi istila etmiş, Hıristiyanlara saldıran acımasız Kürtler imajı çıkmaktadır. Bahsedilen durum II. Mahmut döneminden önce de böyle miydi? Eğer değilse bu dönemde neden kontrol edilemeyen Kürt çeteleri ortaya çıktı? kızılbaş - sayfa 28 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lerce küçük aşiret güvensiz bir ortam doğmasına neden olmuştur. Ayrıca bu Mirliklerin ortadan kaldırılması için düzenlenen seferlerde bölge büyük bir tahribata uğramıştır. Bu güvensiz ve kontrolsüz ortamdan yararlanan bazı Kürt aşiretleri sadece Ermeni köylerinden değil Kürt köylerinden de ikinci vergiyi alıyor, sadece Ermeni köylerini değil Kürt köylerini de yağmalıyordu. Kürt köylülerinin başındaki tek dert bu da değildi. Zorunlu askerlik uygulaması nedeniyle birçok insan askere gidiyor, ya hiç geri dönmüyor ya da yıllar sonra geri dönebiliyordu. Gayrimüslimlerin para karşılığı askerlikten muaf tutulmaları ise onlara tanınmış bir ayrıcalık olarak görülüyor ve büyük rahatsızlık yaratıyordu. Yine misyonerlerin gayrimüslimler lehine yarattığı avantajlı durum başka bir rahatsızlık kaynağıydı. Yani, yeni bir yapı kurmak için eski yapıyı tasfiye eden Osmanlı devleti, bunu başaramayınca bölgeyi büyük bir karmaşaya ve kaosa sürüklemişti. Üstelik bu durumdan mağdur olanlar sadece gayrimüslimler değil bölgede yaşayan tüm insanlardı. Durumları gereği ve doğal olarak bölgedeki gayrimüslimlerin durumuna odaklanmış misyonerlerin ya da cemaat temsilcilerinin raporlarını bu anlamda dikkatli okumak gerekir. Bu raporlarda yazılanlar yanlıştır demiyorum ama sadece bir tarafın yaşadıklarını anlatmaktadır. Bu anlatılar çok boyutlu bir dönemsel analizin içine yerleştirilmezse eğer doğru bir okumanın imkânını zayıflatırlar. Ciddi yanlışlar içeren bir genelleme ise ikinci yazıda karşımıza çıkıyor: “Ancak bu kısa tarihçenin de gösterdiği gibi, 1514’ten itibaren merkezi devletle sıkı ittifak içinde olan Kürt unsurların en azından bir bölümü, bazen kendi inisiyatifleriyle bazen devletin yönlendirmesiyle veya zorlamasıyla fer’i (ikincil) failler olarak önemli roller üstlenmiştir.” (21/07/2013). Öncelikle bu ifadeyi okuyan biri şunu rahatlıkla düşünebilir, “demek ki Kürtler 1514 yılından itibaren Osmanlıyla işbirliği halinde bölgedeki gayrimüslimleri katlediyor”. Ayşe Hür bu amaçla yazmamış olabilir ama bir kez böyle genellemeler üzerinden anlatı kurmaya başlarsanız, sonu gelmez yanlış anlamaların da kapısını açmış olursunuz. Gelelim Kürtlerin 1514 yılından itibaren merkezi devletle sıkı bir ittifak halinde olma durumuna. Bu bilgi her şeyden önce yanlış bir bilgidir. 1514’den sonra Osmanlı ile Sünni aşiretler arasında bir ittifak kurulduğu doğrudur ancak birincisi yeni çalışmalar bize gösteriyor ki bu ittifak sık sık ve çeşitli nedenlerle bozuluyor ve yeniden kuruluyor, ikincisi 1820’lerden sonra bu ittifak tamamen bozuluyor. Hatta ittifakın bozulması bir yana Osmanlı devleti ile Kürt Mirlikleri arasında neredeyse 30 yıl süren bir iç savaş dönemi yaşanıyor. Bozulan bu ittifak 1890’lı yıllardan itibaren, her iki tarafın da bölgede bir Ermeni devleti kurulacağı endişesi çerçevesinde yeniden inşa ediliyor. Hamidiye alayları gibi girişimler bu ittifakın sonucudur. Ancak Hür’ün belirttiği gibi 1514 yılından 1923 yılına kadar sürmüş kesintisiz bir ittifak durumu söz konusu değildir. Ayşe Hür’ün şu tespitine ise tamamen katılıyorum. “Ve elbette o günün suçlarından bugünün Kürtleri (aynı şekilde Türkleri, Çerkesleri vb…) hiçbir şekilde sorumlu değildir. Ancak tarihte işlenmiş bir suçla ya da suçun failleriyle açık, doğrudan ya da örtük biçimde özdeşlik kurmak, dayanışmak, onları haklı görmek vb. davranışlar, görenleri ‘kolektif failler’ haline dönüştürür. Hukukun değil, sosyal bilimlerin ürettiği bir kavram olan ‘kolektif faillik’ten kurtulmak açısından devlet adamlarının, toplum liderlerinin dahil oldukları gruplar adına diledikleri ‘kolektif özürler’, ‘geçmişle/tarihle hesaplaşma’ ya da daha doğru bir terimle ‘geçmişle/tarihle barışma’ sürecinin parçası olarak ele alındığında çok önemli işlev görür.” (21. 07. 2013) 1925 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve pek çok Türk, bu katliamları yok saymış, böyle bir durumun söz konusu olmadığını hatta asıl katliamları Ermeniler yaptığını savunmuş ve Hür’ün deyişiyle bir tür “kolektif faile” dönüşmüşlerdir. Daha çok 1965 yılından sonra şekillenen Kürt siyasi hareketinde ise bu tür bir eğilim görmek mümkün değildir. Kürt siyasi hareketinin pek çok bileşeni, Ermeni katliamlarını soykırım olarak adlandırmış ve bu olaylarda Kürtlerin de rol oynadığını rahatlıkla dile getirmişlerdir. Yeni dönemde gösterilen hassasiyet ise daha çok katliamların Kürtlere fatura edileceği şeklinde bir endişeden kaynaklanmaktadır. Bu hassasiyet ve endişe anlaşılabilir olsa da “katliamları Osmanlı Devleti yaptı ve bazı Kürtleri kullandı” şeklindeki bakışı kabul etmek mümkün değildir. Kaynak: ht t p://w w w.bgst.org /ulke-g undem / ermeni-katliamlarinda-kurtlerin-roluuzerine-bir-tartisma Devletin Hamidiye Alaylarında Kürt Aşiretlerinden Oluşturulan Soykırımcı Kürt Birliği kızılbaş - sayfa 29 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 ve öncesi: kürt tarih yazımında inkarcı eğilimler üzerine - 1. Bölüm Soykırım Öncesi Yüzyıllık İlişki ve Gerginliklere Dair Xerzî'nin Muhasebesi Daha önceki bir yazımda 1915 soykırımına alet edilen Kürtler açısından tarihle yüzleşme gereğine karşı Eziz e Cewo'nun ileri sürdüğü argümanları eleştirmiştim [1]. Konuyu tamamlamak üzere aynı anlayıştan yazarların 1915'te yaşanan durum, öncesindeki gelişmeler ve Kürt-Ermeni ilişkilerine dair yorumlarını da irdeleyecektim. Bunu önceki yazımın ikinci bölümü olarak düşünüyordum, fakat kapsamını dikkate alarak şimdi ayrı bir başlıkla sunmayı tercih ediyorum. Soykırım gerçeğini bulandıran, tersyüz eden, sorumluluğunu yok edilmiş halkların kendilerine yükleyen Türk tarih tezleri herkesin malûmudur. Bunların Kürt versiyonu diyebileceğimiz yorumlar ise yakın zamana kadar birkaç eski örnekle sınırlı olup pek yaygın bilinmiyordu. Ancak soykırımda kullanılan Kürtlerin rolü konuşuldukça milliyetçi savunma refleksleri bu alanda yeni ürünler veriyor. Bazıları Türk inkarcılarına rahmet okutan karşı ataklara geçiyor. İki defa uğraşmak zorunda kaldığımız muazzam abartılı Xanasor iddiası tamamen bu zeminde ortaya atılmıştı [2]. Verilen ana fikir “Ermenilerin sanıldığı gibi masum olmadıkları ve imha edilmelerinde bir kısım Kürtlerin rolü olsa bile, önceden husumet yarattıkları için vebalinin yine kendilerine ait olduğu” yönündeydi. Êziz ê Cewo'nun Xanasor iddiasını kullananlardan Xerzî, daha gerilere uzanarak yaptığı tarih muhasebesinde iki halk arası gerginliklerin esas sorumluluğunu başından itibaren Ermeni tarafına mal etme yoluyla bu kanaati güçlendirmeye çalışıyor. Xerzî'nin “Kürt-Ermeni İlişkileri, 1915 ve Özür Meselesi” başlıklı makalesi, günümüzde bir ulusal özgürlük mücadelesinden yana görünürken, tarihteki bir benzerini boğmaya çalışanlarla zihinsel planda ne kadar uyuştuğunu göstermesi bakımından ibret vericidir. Eskilerden Nuri Dersimi'nin Türk ordusu içinde etkilendiği İttihatçı bakışla Kürt milliyetçiliğini harmanlayarak yazdıkları, Ermeni ulusal hareketine karşı gösterilen bu çarpık ve insafsız yaklaşımların besleyici damarlarından biri sayılır. Fakat onun “asıl Ermeniler Kürtleri katletti” yolundaki karşı iddiaları çok dayanaksız olduğu için aynı doğrultuda yeni arayış sürdürenler yabancı kaynaklardan işlerine yarayacak veriler bulmaya ağırlık vermektedir. Aso Zagrosi, böyle bir “cevher” olduğu inan- İlgili makalesinde [3] öncelikle 19. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı merkezileşmesine karşı Kürt ayaklanmalarını konu eden Xerzî, Ermenilerin bunları desteklemediğine dikkat çekerek, iki halk arasında artan mesafenin gittikçe gerginliklere ve çatışmalara dönüşmesini esasta Ermeni tarafına, özellikle de onun şehirli kesimine yüklüyor: Hovsep Hayreni cıyla Rusçadan çevrilen biri Kürt (Kamil Bedirxan), biri Rus (Prens Şachovski), iki müttefik şahsiyetin Ermeni aleyhtarı soyut ve abartılı iddialarını yakın bir zamanda yazdığı üç ayrı makalesinde tekrar tekrar kullanmıştır. Nuri Dersimi'nin gerçekliğe aykırı katliam rakamlarını da bu şüpheli anlatımlara ekleyerek hepsini “belgeli gerçekler” gibi gösterme çabasındadır. Bütün bunları sırasıyla ele alıp değişik kaynaklar ışığında çok yönlü değerlendirmeye çalışalım. Aynı zamanda Kürt-Ermeni ilişkilerinin soykırım öncesi yüzyıllık seyrine Ermeni tarihçilerinin nasıl baktıklarını da konu edelim ki, hangi yaklaşımların daha milliyetçi ve tarafgir, hangilerinin daha hakkaniyetli olduğu anlaşılsın; karşılaştırmalı bir muhakeme içinde en adil sonuçlara okuyucular kendi akıl ve vicdanlarıyla varabilsin. Konuya girmeden özellikle birşeyin altını çizmek istiyorum. Bu tartışmaları yürütmemin önde gelen amacı, Kürt halkı arasında geçmişten beri önyargılara konu olan Ermeni ulusal hareketinin ve genel anlamda pek bilinmeyen ihtilaflı tarihsel süreçlerin daha doğru algılanmasına hizmet etmektir. Bu aynı zamanda günümüzün özgürlük, adalet ve demokrasi sorunları etrafında halklar arası dostluk ilişkilerinin eski acı tecrübelerden öğrenerek daha bilinçle örülmesi için yararlı olabilir. Ancak içeriğe önem verilmeden, salt polemik yürütme durumuna bakılarak, bu tür yazıların yersiz gerginlik körüklediğini düşünmek de mümkündür. Bu hisse kapılma durumundaki arkadaşlara, bunları hiç yazmamanın daha iyi olmayacağını, ancak somut bilgilere dayalı olgun tartışma ve adil yaklaşım temelinde düşündürücü olma yoluyla olumlu dönüşümlere vesile olunabileceğini hatırlatmak isterim. “93 Harbine kadar Ermeniler bu isyanları daha çok uzaktan seyretmekle yetinmiş ve özellikle şehirlerde yaşayan orta ve üst sınıf Ermeniler, daha çok Osmanlı’nın tarafında yer alarak “Millet-i Sadıka“ teriminin Osmanlı’da daha da kuvvetlenmesine sebeb olmuşlardır. Bu tavırda Kürt Beylerinin gayrimüslim topluluklara yönelmesinin de etkileri olduğu göz ardı edilmemelidir. Toplumlar arası çelişki ve her iki toplumda da bulunan fanatikler, beraber hareket etme tavrının sergilenmesine engel olmuşlardır. Ama en önemli etkenin, şehirli Ermeni nüfusun bu hareketlere, rahatlarının bozulmaması için uzak durmaları olduğu söylenebilir” diyor. Kürt feodal beylerinin yerel otoritesi yüzyıllardır Ermeni halkının zararına işlemiş olmasına rağmen, bunu sürdürme çabaları Ermeniler tarafından niçin yada hangi güvenle desteklenecekti? Konuyu bu açıdan değerlendirmeyen yukardaki görüş Ermenilerin uzak durma nedenini anlama ve açıklamaktan uzaktır. Düşünüldüğünün aksine Kürt beyliklerinin gücünün kırılmasına o dönem şehirliden çok doğu vilayetlerindeki Ermeni köylüsü sevinmişti. Bir örnek olarak, Çarsancak beylerinin elinde zar ağlayan Ermeni köylülerinin, 1830'lu yıllarda Xarpert (Harput) ve çevresindeki beyleri asıp kesen Reşid Paşa'yı nasıl “kurtarıcı” gibi karşıladıklarına dair yaşlı maraba Giro Kehya'nın anlatımları ilginçtir [4]. Benzeri duygular pek çok yörede paylaşılmıştı. Çünkü o yerel zorbalar kırsal alanda Hristiyan reayayı keyfinin istediği gibi kullanıyor ve canından bezdiriyordu. Yoksul Kürt köylüsü de mağdur olmakla beraber, Hristiyan reaya sınıfı daha aşağı serflik koşullarında yaşıyor, daha katmerli sömürülüyor ve pek çok fiili saldırı karşısında daha savunmasız bulunuyordu. Bu nedenle Ermeni halkı derebeylerin kanunsuz hakimiyeti yerine devletin getireceği nizamdan yana bir tutum içindeydi. kızılbaş - sayfa 30 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Müslüman beylerin yaşattığı mağduriyet ümmetçi Osmanlı sisteminden bağımsız bir olgu değilse de, Tanzimat'ın bu sistemi iyileştirme vaadleri Hristiyan halkların devlete daha hayırhah bakmasını getiriyor du [5]. Bu etkenlerden yoksun olarak çizilen “rehavet” tablosunun olan biteni gerçekçi bir şekilde yansıttığı söylenemez. Xerzî, özgürlükçü bir ulusal hareket geliştirecek aydınlanmadan o zamanki Kürtlerin çok uzak olduklarını ve ayaklanan kimi liderlerinin Ezidilere, Nasturilere katliam yaptıklarını da belirtmesine rağmen, onları sırf Osmanlı'dan kopuş eğilimine girdikleri için dönem itibariyle Ermenilerden bir adım ileride gösteriyor. Ermenilerin “millet-i sadıka” diye nitelenmesine de bu açıdan vurgu yapıyor. Yakın zamana kadar Kürt beyleri Osmanlı sultanlarına Ermeni elitlerinden daha az sadık değildi oysa. Son durumda otonom beylik düzenleri sarsıldığı için isyankâr olmuşlardı. 19. yüzyılın birinci yarısında gerçekleşen ilk Kürt ayaklanmaları böyle bir zeminde, ulusal bilinci gelişmemişken bağımsızlık arzusu kamçılanan feodal beylerin, kendi çıkarları hesabına bir tür ölüm-kalım meselesi gibi zorlanarak giriştikleri politik egemenlik mücadeleleriydi. Şüphesiz diğer bağımlı uluslar gibi Kürtlerin de, nasıl bir önderlikle olursa olsun, bağımsız bir devlet kurmaya yönelmeleri meşruydu. İlk ayaklanmaların veya Osmanlı askeri seferlerine karşı direnişlerin olduğu yerler (Süleymaniye, Revanduz, Hakkari, Sincar, Harzan, Cizre, Botan) Kürt halkının köklü tarihsel geçmişi ve mevcut demografik ağırlığıyla da öz Kürdistan kapsamına giren yerlerdi. Ancak kuzey çevrelerden desteği istenen Ermenilerin o harekette kendileri için daha iyi bir gelecek düşünebilmeleri zordu. Bundan başka, o sıralar henüz Ermeni ulusal hareketi doğmamış ve Batı Ermenistan ile Kürdistan'ın Ermeni halkı birkaç küçük dağlık yöre dışında genellikle silahsız olduğu için, ortak bağımsızlık yönünde geniş bir güçbirliğinin pratik koşulları da son derece zayıftı. Yine de örneğin en güçlü çıkışı yapan Cizre-Botan merkezli Bedirxan Bey'in hareketi dar bir alanda bile bağımsızlık elde edebilse (ki hedefi Diyarbekir'den Muş'a, Bitlis'e, Van'a ve Urmiye'ye kadar hükümranlık kurmaktı), bu durum Osmanlı'nın doğu bölümünde başka çözülmeleri tetikleyip, hem Kürtlerin hem Ermenilerin kaderini daha farklı şekillendirebilirdi. Öyle bir kopuştan sonra hiç değilse geri kalan bölgelerdeki Kürtlerin daha sonra gelişen Ermeni hareketine karşı kullanılma riski zayıflar ve muhtemelen Hristiyan halklara 1915 boyutunda bir felaket yaşatılamazdı. Fakat 1830 ila 1840'lı yılların atmosferi içinde Ermeni toplum temsilcilerinin bunları tasavvur edebilmeleri mümkün değildi. Kürt beyliklerine ilişkin genel duyguları negatif olduğu ve güven duymadıkları için, Bedirxan Bey'in kuracağı yönetimde Ermenilere yer vermeyi vaadetmesi bile (ki özellikle ekonominin yönetimi için bunu öngördüğü anlaşılıyor) şüpheyle karşılanır ve çokları doğal olarak öyle bir riske girmek istemezdi. Sonuçta Bedirxan Bey'in ayaklanmasına onun etki alanında bulunan yakın çevrelerin (Bohtan, Moks, Şatah) yarı bağımsız Ermeni aşiretleri katılmış, buna karşılık Vaspuragan bölgesinin bazı Ermeni grupları ise Osmanlı ordusuna yardımcı olmuşlardı. Birbirine karşıt vaziyet alma durumları Kürtler arasında da görülmüş, örneğin Diyarbekir tarafındaki aşiretler harekete destek olmadığı gibi, Muş'tan Bitlis'e kadar nüfuzu bulunan Modikan aşireti reisi Mirza Bey tersine Osmanlı yanında yer almıştı [6]. Yani eğer o ayaklanmanın desteksiz bırakılması ve/veya karşısına geçilmesi yanlışsa, bunu öncelikle Kürt toplumunun kendi içinde sorgulamak gerekir. Ancak daha sonra ve ona güven verebilir olduğu ölçüde Ermeni toplumu açısından sorgulanmasının bir anlamı olabilirdi. Yoksa öyle “şehirli Ermenilerin rahatlarını bozmak istememeleri” gibi bir genellemeyle Van'dan İstanbul'a bütün Ermeni halkının şehirli nüfusunu daha sonraki Kürt-Ermeni gerginliğinin sorumlusu saymak gülünçtür. Xerzî'nin özellikle konu etmemiş olmasına rağmen biz burada Ermeni toplumu için bir muhasebe noktası olarak, dönemin Ermeni cemaat lideri Patrik Madteos Çuhacıyan'ın politik tutumunu eleştirebiliriz. Onun Kürt beyliklerine karşı Osmanlı askeri seferlerini hararetle desteklemesi, taşradaki ruhani öncülüklere ilettiği yazılı yönergelerle tüm Ermenileri bu tavırda bütünleşmeye çağırması ve sonunda da Osmanlı'nın zaferini kutlaması çok talihsiz bir tutumdur. Kaleme aldığı metinlerde Kürtlere ilişkin kullandığı dil oldukça rencide edici, Sultan Abdülmecid'e ise kilisenin olağan iltifatları ötesinde yaranmacı olmuştur [7]. Sultan ile paşalarının Kürt beylerini dize getirmedeki amaçları sanki doğuda Ermeni halkını korumak ve ona özgürlük getirmekmiş gibi, olmadık payeleri bahşetme yoluyla Osmanlı'ya yapılan övgüler, Ermeni halkını boş hayallerle avuturken, muhakkak ki ilerde Kürtlerin Ermenilere karşı duygularını da olumsuz etkilemiştir. Bunu o dönem patrikliği fazlasıyla denetleyen İstanbul'daki “amira”lar (saraya yakın Ermeni aristokrat burjuva) sınıfının etkisinden bağımsız düşünmek mümkün değil. Doğudaki Ermeni halkının şehirli ve köylüsüyle Kürt ayaklanmalarına mesafeli duruşu ise eski beylik düzeninden gördüğü mağduriyet nedeniyle daha farklı değerlendirilmelidir. Ermeniler arasında o dönem yaygın olarak paylaşılan şey, Tanzimat reformlarının yarattığı aldatıcı umut ile devletin merkezi düzenini yeğlemek olmuştur ki, bunun Kürt-Ermeni gerginliğini körükleme anlamında suçlanacak bir durum olmadığını belirtmek gerekir. 19. yüzyılın ikinci yarısı ise Ermeni halkının, henüz Kürtlerde görülmeyen bir ulusal uyanış ile özgürlük mücadelesine yöneldiği dönemdir. Xerzî bu durumu şöyle tanımlıyor: “Millet-i Sadıka payesinin verilmesinde en önemli rolü oynayan Osmanlı devlet kademesindeki elit ve nispeten daha zengin olan Ermeni önde gelenlerinin çocukları ve onlarla beraber aynı okullarda okuyan orta sınıf Ermenilerin çocukları arasında zaman içerisinde bir özgürlük fikri gelişmeye başlamıştı. (...) Bu lokomotifin itici güçlerinden biri olan din faktörünü de buraya eklememiz gerekir. Özellikle Ortodoks Ermeni Kilisesi'nin ve papazlarının dini fanatizmi de kullanarak bu sürece katkı yaptıkları tarihi bir gerçektir. (...) Başlangıçta haklı olan bu düşünceler, zamanla din faktörünün de devreye girmesiyle, yüzyıllarca beraber yaşadıkları halklara doğru evrilmeye başladı. Bu halkların en önemlisi de en yakın komşuları olan Kürt halkı idi.” Yapılan bu tasvir somut bilgiden yoksun ve keyfi bir yakıştırma ürünüdür. Ulusal özgürlükçü fikirler yalnız Osmanlı başkentinde ve özellikle de elit kesimin çocukları arasında değil, daha erken olarak Rusya'da (özellikle Tiflis, Eçmiyadzin, Moskova Ermeni okullarında) yetişen ve genelde varlıklı da olmayan aydınlar arasında gelişmiştir. Xaçadur Abovyan, Mikail Nalbantyan, Rapayel Badganyan, Raffi, Krikor Ardzruni, Kapriel Sundukyan, Berc Broşyan, Ğazaros Ağayan ve başkaları 19. yy. ilk yarısı ve ortalarından itibaren eserler vermiş Kaf kas Ermenilerinin öncü yurtsever, devrimci ve demokrat aydınları olup, görüşleri Tiflis üzerinden Batı Ermenistan'ın ErzurumVan çevrelerini de etkilemiştir. Osmanlı Ermenilerinden bunlara paralel fikirleriyle erken ürünler veren, kimisi Venedik ve Paris gibi dış merkezlerde eğitim görmüş olan Dzerents, Mıgırdiç Beşiktaşlıyan, Madteos Mamuryan, Harutyun Sıvacıyan, Hagop Baronyan, Bedros Turyan, Arpiar Arpiaryan gibi yazar, şair ve yayıncılar da Ermeni ulusal hareketinin doğuşu aşamasında etkili olmuşlardır. Bu önemli kalemlerin biraraya geldiği süreli yayınlardan Moskova'da “Hüsisapayl” (Kuzey Parıltısı), İstanbul'da “Yeprad” (Fırat) ve “Meğu” (Arı), Tiflis'te “Mışag” (Çiftçi), İzmir'de “Arevelyan Mamul” (Doğu Basını), yine İstanbul'da “Arevelk” (Doğu) ve “Masis” kızılbaş - sayfa 31 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ilerici fikirlerin yayılmasına hizmet etmiştir. Aynı dönem başka bazı aydınlar ve çıkarttıkları süreli yayınlar ise muhafazakar görüşleriyle bunların karşısında yer almış, aralarında şiddetli tartışmalar yaşanmıştır [8]. Xerzî'nin ima ettiği Osmanı devletiyle içli dışlı “elit”lerin tarafı işte bu karşı cephe olmuştur. Onların eğitim gören çocukları arasından tek tük devrimci saflara meyledenlerin olması bu gerçeği değiştirmez. Yukarda anılan isimlerin pek çoğu eğitimlerini maddi güçlükler içinde kendi emekleriyle sürdürmeye çalışmış orta halli ve yoksul aile çocuklarıdır. Biyografileri bulunup okunabilir. Osmanlı Ermenileri arasındaki ilk gizli ulusal-devrimci örgütlenmeler ise, çelişkilerin daha keskin olduğu doğu vilayetlerinde kendini gösterir. 1868'de Erzincan Ermenileriyle Dersim Kürtlerinin ortaklaştığı bir Ermeni-Kürt Ulusal Kurtuluş Komitesi ve silahlı gücü “Xol” (Kol) kurulur. 1872'de Van'da “Miutyun i Pırgutyun” (Kurtuluş Yolunda Birlik), 1881'de Erzurum'da “Başdban Hayrenyats” (Anavatan Savunucusu) gizli örgütleri oluşur. Sonuncusu özellikle 1878'de vaadedilen reformların hayal kırıklığına dönüşmesi üzerine, Ermeni halkının alışılmış göç eğilimini önleme ve kendi vatanında haksızlıklara direnerek yaşama ısrarının ürünüdür. Bu örgütlerin saflarına katılanlar genellikle yoksul köylüler ve zanaatkârlar olmuştur. 1883'e kadar yüzlercesi tutuklanır ve yargılanır [9]. İlk Ermeni partisi olarak bilinen Armenagan da 1885'te Van'da kurulmuştur. Düşünsel öncüsü olan Mıgırdiç Portugalyan 1876'dan beri burada öğretmenlikle beraber eğitsel-kültürel birlikler kurulmasına önayak olur. Bunlar ulusal kurtuluş propagandasının ocaklarına dönüşür. Bölge halkının büyük saygı duyduğu yurtsever ruhani lider Xrimyan Hayrig daha erken (1858-64 arası) çıkarttığı “Ardziv Vaspuragani” (Vaspuragan Kartalı) dergisiyle ulusal uyanışa önemli katkı yapmıştır. Portugalyan sık sık Tiflis'e giderek “Mışag” (Çiftçi) dergisinin editörü Krikor Ardzruni ile görüşmelerde bulunur. Düşünsel olarak onun yanında Rafael Badganyan ve Raffi gibi devrimci yazarlardan yoğun etkilenir. 1880'lerden itibaren özellikle Raffi'nin devrimci roman kahramanları Ermeni gençlerin ilham kaynağı olmuştur. 1885'te Van valisi Hasan Paşa hem Portugalyan'ı, hem Xrimyan Hayrig'i İstanbul'a sürer. Portugalyan oradan kaçıp Marsilya'ya gider ve “Armenia” isimli Ermenice dergiyi çıkartmaya başlar. Aynı yıl Van'daki öğrencileri onun izinde “Armenagan” platformunu kurarlar. 1887'de Cenevre'deki Kaf kas çıkışlı Er- meni öğrenciler tarafından kurulan “Heğapoxagan Hınçakyan Gusaktsutyun” (Devrimci Sesleniş Partisi) de bir yanıyla Portugalyan'ın Avrupa'da yaydığı fikirlerden etkilenmiştir. Diğer yanıyla bu parti Rus Marksisti Plehanov'la ilişkili olarak Marksizmi savunur, ki daha sonra Sosyal Demokrat Hınçakyan ismini alacaktır. 1890'da Tiflis'te kurulan “Hay Heğapoxagan Taşnaktsutyun” (Ermeni Devrimci Federasyonu) ise, isminden anlaşılacağı üzere değişik görüşlerden devrimcilerin bir tür cephe örgütü gibi kurulur. Onda da sosyalizm ile milliyetçiliğin sentezi vardır. Ama özellikle Rusya'daki Narodnik (halkçı) devrimcilerden etkilenmiş olup zamanla Hınçaklara göre daha milliyetçi bir çizgiye oturur. Her iki parti dışarda kurulduktan sonra Osmanlı başkenti ve taşra merkezlerinde örgütlenmeye koyulur. Hınçaklar ilk dönem etkin olup Kumkapı ve Bab-ı Ali gösterisini, Sasun ve Zeytun direnişlerini örgütler, daha sonra bir ayrışma sonucu zayıflamaya başlar. Liberal kanadının oluşturduğu “Veragazmyal” (Yeniden İnşa) örgütü ileride kurulan “Sahmanatragan Ramgavar” (Anayasal Demokrat) partiye katılır. Zaman içinde dağılan Armenaganların da Hınçak, Taşnak ve Ramgavar'lara katılan üyeleri olur. 1895 sonrası asıl güçlenen Taşnak partisidir. Hınçakların programındaki “bağımsız ve birleşik Ermenistan” hedefine karşılık, daha milliyetçi bilinen Taşnakların Osmanlı ülkesinde özerklikten öte bir amaç ilan etmemiş olmaları ilginçtir. Rusya'nın ve Avrupa devletlerinin Hristiyan bir halk olarak Ermenilere sahip çıkmalarını isteme, onların müdahalesine bel bağlama durumu -zaman zaman ikiyüzlü siyasetlerini eleştirmekle birlikte- bu partilerin her birinde az çok görülmüştür. Ama dinsel fanatizm yakıştırması hiç biri için doğru değil. [10] Ermeni ulusal hareketinin itici güçlerinden biri olarak kiliseyi işaret eden ve oradan da dinsel fanatizm yakıştırmasını yapan Xerzî, ya birşey bilmeden duydukları ile yazıyor, yada işine gelmeyen bilgileri öteleyip keyfince bir ideolojik imaj çiziyor. Gerçekte Ermeni kilisesinin İstanbul'daki yönetici kuruluşu patriklik ve yakın olduğu muhafazakar burjuva çevreler, zaman zaman reform taleplerine aracılık etmekle beraber yukarda gördüğümüz ulusal örgütlenmelere ve onların reform için olsun devleti zorlayan hareketlerine karşıydı. Devletten beklentilerini rica minnet Bab-ı Ali'ye iletme dışında bir etkinlikleri yoktu. Halka yakın bazı rahip ve papazların direnişten yana tavırlarını ayrı tutarsak, kilisenin Ermeni halkına verdiği daha çok pasifizm, itaat duygusu ve kanaatkârlıktı. O yüzden devrimci hareketin öncüleri yüksek ruhani sınıfını eleştiriyordu. Örneğin Raffi “Birgün Ermenilerin Tanrısı, yıkılan Ermenistan'ın ve kanı akıtılan evlatlarının intikamını isterse ulusal düşmanlarımızdan, ilk sorumlu olarak görmemiz gereken bizim kilise adamlarımızdır. Onlar halkın yüreğini gömdüler, yiğitliğini çaldılar, bütün yaşamsal güçlerini öldürdüler ve Hristiyanlık sabrı adına köle olmayı öğrettiler” diyordu [11]. Mübalağalı olması bir yana, bu eleştiri, devrimci ulusal öncülerin kiliseyle nasıl bir uyuşmazlık içinde olduklarını göstermesi bakımından çarpıcıdır. Ermeni ulusal kimliğinde Hristiyanlığın belirleyici bir yere sahip olması, yüzeysel yaklaşımla Ermeni ulusal hareketinin de bu temelde geliştiğine yorulabiliyor. Böyle kanaat belirtenlerden biri de “ana akım” Kürt hareketinin lideri Abdullah Öcalan'dır. O da dönemin Ermeni ulusal hareketini “dar milliyetçilik”le suçlarken daha özelde “dine dayalı milliyetçilik” vurguları yapmıştır. Ama karşılaştırmak gerekirse Öcalan'ın yaklaşımı, Xerzî ve onun gibi düşünen bazı Kürt yazarlarının iddiaları yanında daha yumuşak kalır. Xerzî'nin Ermeni ulusal hareketine bakışı neredeyse Türk şovenizmiyle paralellik arzediyor. O bunun Rus emperyalizmi tarafından güdümlenen bir milliyetçilik olduğunu, din faktörüyle onların emellerine alet olmak dışında bir işlev göremeyeceğini vs. tıpkı Türk tarih tezlerinden tanışık olduğumuz klişe ifadelerle vurgulayıp duruyor. Ama sonuçta yazdığı şey o tezlerin tıpatıp aynısı değil, Kürt milliyetçi bakışıyla dizayn edilmiş değişik bir versiyonudur. Dolayısıyla “Ermenilerin yönelimi” konusunda şöyle bir görüş şekillendirmiş: “...özellikle Taşnak ve Hınçak Partileri bu amaç doğrultusunda, esas yönelmeleri gereken güç olan Osmanlı’yı daha sonraya bırakarak, kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Kürtleri bu devletlerin yardımıyla tasfiye etmeyi ve öncelikle onların güçlerini kırmayı hedef edinmişlerdir. Bu amaç doğrultusunda içlerinden seçtikleri devrimci kadroları Kürdistan’a göndererek, öncelikle burada ses getirecek eylemlerle olaya uluslarası kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmışlardır. İlk eylem yeri olarak da Kürtler ve Ermenilerin yüzyıllar boyunca barış ve huzur içerisinde yaşadıkları, elbirliğiyle Osmanlı’nın girmesine asla izin vermedikleri Sason bölgesini seçmişlerdir...” Buradan yavaş yavaş 1891-94 Sasun direnişini suçlamaya giriş yapılıyor. Sasun bölgesi ve o dönem Ermenilerin Kürtlerle içiçe yaşadığı her yer Kürdistan'a ait gösteriliyor. Bir kısmı Batı Ermenistan ya da bütün o alanlar artık Ermenistan'la Kürdistan'ın ayrıştırılması güç bir bileşkesi değilmiş gibi... Fakat Ermeni partileri oraları Ermenistan yapmak için “Kürtleri kızılbaş - sayfa 32 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tasfiye etmek” istiyorlarmış. Bunun için öncelikle Sasun'u hedeflemiş ve karışıklık çıkartmak üzere dışardan adam göndermişler. Okuyanı Ermenilere karşı infiale sevkedecek mizansen yazı boyunca eksik değil. Bundan sonra olayların gelişimi de büsbütün taraflı ve yanlış yansıtılıyor. Güya o devrimciler Ermeni halkını Kürtlere saldırmaya teşvik etmiş, hatta katliam yapmışlar. Sonuçta Kürtler kendini savunma amacıyla çatışmalara girmiş, karşılıklı kayıplar olmuş, Osmanlı ordusu uzun süre seyirci kaldıktan sonra mecburen müdahale etmiş, ortalık kan gölüne dönmüş (özellikle hangi tarafın kırıldığı belirsiz bırakılıyor) ve Ermenilerin yarattığı bu çatışma ortamı devam ederek sonraki yıllarda daha büyük karışıklıklara yol açmış!.. Böyle bir sunumla Ermeni direnişçileri haksız ve saldırgan taraf konumuna yerleştiren yazar, sonraki yıllarda Ermenilere yapılan yaygın katliamları da katliam saymıyor. Sasun'daki haklı ulusal köylü direnişini bir Osmanlı resmi sözcüsüne yakışır biçimde şöyle suçluyor: tapular ve gaspedilmiş Hristiyan mülkleri dolduruyordu. Ermeni köylüsü yine devletin yanında Kürt feodal beylerinin de ezdiği, şüphesiz kendi tefecilerinin de soyduğu, bütün bölgenin en fazla mağdur edilen kesimiydi. Başkaldırma nedenleri çok yerde geçerliyken genelde çaresiz kalıyordu. Sasun'da direniş geleneğine sahip olan köylülük haksız vergileri reddederek mücadeleye başlamış, Kürt aşiretlerinin saldırı tehditi karşısında ise savunma için dağa çıkmıştı. Ciddi nedenleri olmadan bir iki devrimcinin binlerce köylüyü direnişe sevketmesi mümkün müydü? Bu basit mantık sorusunu bile umursamayan yazar, Osmanlı bakışıyla adına “ayaklanma” denilen Sasun direnişini adeta durduk yere bir kalkışma ve özellikle Kürtlere karşı provokatif bir girişim olarak mahkum etmeye çalışıyor. Hemen ardından tam da böyle bir basitliği başkalarına mal ederek ayna karşısında kavga eden biri gibi davranıyor: “Yapılan yorumlar, Kürtlerin hiçbir sebeb yokken, saldırıya geçtikleri ve sivilleri katlettikleri şeklindedir.” “Burada önemli olan nokta, Sason Halkı’nın huzur ve barış içerisinde süren hayatının Damadyan ve Murad gibi aslen Sasonlu olmayan ve dışarıdan gönderilen milliyetçi Ermeniler tarafından bozulmasıdır... Buradaki esas amaç halklar arasına düşmanlık tohumları ekilerek, gelecek yıllardaki toplu bir başkaldırının temellerini atmaktır.” Ermeni tarihçilerin Sasun için öyle anlaşılmaz bir tablo çizdikleri yok aslında. Katliamı esasta Kürtlere mal ettikleri de doğru değil. Oradaki katliam (1894) üç yıllık direnişi ezmek için büyük güçlerle nihai saldırıya geçen Müşir Zeki Paşa komutasındaki Osmanlı 4. Ordusu'nun eseri olmuş, yanısıra Hamidiye alaylarında örgütlü Kürt aşiretleri de rol oynamıştır. Durumu incelemek için Avrupa'dan heyet gelince Abdülhamit yönetimi bütün sorumluluğu Kürtlerin üstüne yıkmaya çalışır. Buna karşılık Ermeni temsilcileri “katliam yapanların Kürtlerden ziyade Osmanlı askeri olduğuna” tanıklık ederler. [12] Bugün de “cennet yurdumuzdaki huzur ortamını bozmak için nifak tohumları eken bölücü terör örgütü” gibi suçlamalar yaygın olarak yapılmıyor mu? Kendini ulusal özgürlükçü sayan yazar, günümüzün Kürt hareketine yapılan benzer ithamlara bu bakış açısıyla ne cevap verebilir acaba? Son otuz yıldır süregelen durumu düşünelim; nasıl ki beyaz Türkler bunca Kürdün neden dağa çıktığını bile anlamazlıktan geliyorsa, şimdi bu direnişin taraftarı olan Kürt yazar da yüz küsur yıl önce Sasun'da Andok dağına çıkan köylüleri ve fedailik yapan devrimcileri anlamak istemiyor. Hangi huzur ortamı varmış acaba? 1860'lardan itibaren bütün o kırsal bölgelerdeki Ermenilerden İstanbul'daki cemaat liderlerine sayısız şikâyet mektupları gidiyor, yapılan toprak gaspları, zorbalık ve tecavüzlerin önüne geçilmesi için Babıâli'yi zorlamaları isteniyor, fakat bunların hiç bir etkisi olmuyordu. Osmanlı devletinin eski Kürt beyliklerini ortadan kaldırması ve Tanzimat-İslahat yenilikleri Hristiyan halklar için özünde çok şey değiştirmemişti. Eski mirlerin ya da büyük beylerin yerini daha küçük aşiret reisleri, şeyhler ve ağalar alıyor, eski mir-i arazilerin veya devlet adına işletilen toprakların yerini de 1858 tarihli arazi kanununun istismarı yoluyla hileli Onu izleyen iki yıl boyunca Ermeni halkına karşı her tarafta bir Cihad gibi örgütlenen pogrom tipi katliamların ise provokasyon anlamında Sasun'daki gibi mazeretleri bile olmamıştır. Fakat Xerzî onları da yine Sasun'un doğal sonucu sayıyor. Bu anlama gelmek üzere “Sason olayları, KürtErmeni ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuştur. Halklar arasındaki nefret giderek çoğalmış ve yakın bölgelere de sirayet etmiştir” diyor. Öyle ise 1895-96 yılları yaşanan katliamlar karşılıklı mı olmuş acaba? Bu can sıkıcı konuda bir şey diyemediği için olsa gerek, o dönemi atlıyor. Daha sonra o katliamlara misilleme olarak yapılan ve onlarla mukayese edilemeyecek olan Xanasor eylemini Cewo'nun uyduruk rakamıyla ortaya atıp bir kere daha Ermenileri asıl kışkırtıcı ve saldırgan taraf konumuna yerleştiriyor. Dönemin en kıyıcı gücü olan Hamidiye alaylarının kuruluş amacı ve fonksiyonlarını elden geldiğince hafifleterek, Abdülhamit'in Ermenileri tırpanlama yolunda Kürtleri kullandığı gerçeğini de sulandırıyor. “Hamidiye alayları sadece Ermenilere karşı değil, belki de daha yoğunluklu olarak isyan eden Kürtlere karşı kullanılmıştır” diyor. Gerçekte bu örgütlenmenin Kürtlere dair işlevi onları tekrar sıkıca devlete bağlamak olmuş, yani Abdülhamit doğuda imparatorluktan kopma ihtimali bulunan iki milletten birini yanına çekip disiplin altına da alarak daha öncelikli hedef olarak gördüğü diğerine karşı onun askeri gücünden yararlanmıştır. Xerzî sonunda “bu alayların da Kürt-Ermeni çelişki ve düşmanlığının oluşumuna verdikleri büyük katkı inkar edilmemelidir” diyor ama, genel değerlendirmede Ermeni örgütlerine yüklediği sorumluluk her halükarda daha ağır görünüyor. Buraya kadar yazarın verdiği ana fikir, “eğer Ermeniler önceleri Osmanlıya sadık olarak Kürt ayaklanmalarına karşı vaziyet almasalar, sonra da Rusların desteğiyle Kürtleri tasfiye etmeye dönük kışkırtıcı eylemlere girişmeseler, Kürtlerin onlara karşı kıyıcı rollere girmeleri hiç söz konusu olmazdı” şeklinde özetlenebilir. Hatta “yine de Kürtlerin fazla kıyıcı olmadıkları, ne yaşandıysa karşılıklı yaşandığı, fitili ateşleyenin ise her zaman Ermeniler olduğu” düşüncesi işlenmektedir. Bu yaklaşımlarda iki komşu halkın tarihsel ilişkileri, mevcut sistem içindeki toplumsal-ekonomik konumları, kültürel durum ve ulusal uyanış süreçleri, devletle uyuşan ve zıtlaşan yönleri, önderlik ve iç örgütlülük durumları, birlikte kurtuluş fikrine yakınlık-uzaklıkları ciddi bir incelemeye tabi tutulmuş değil. Osmanlı'nın dağılma döneminde başka uluslar bağımsızlıklarını kazanırken, doğu bölümünde aynı coğrafyayı paylaşan Ermenilerle Kürtlerin dayanışma içinde ortak kurtuluşu hedefleyememiş olmaları nedendir? Bunun koşulları ve tarafların rolleri üzerine derinlikli düşünüldüğü hiç söylenemez. Yüzeysel bakışla yapılan baştan sona taraflı değerlendirmeler, yer yer resmi Türk tarihiyle çakışacak ölçüde dönemin Ermeni ulusal hareketini kötüleme ve sonunda adeta Ermeni ulusunun yok olmasını bile onun kendi günahlarıyla açıklamaya dönüşmüştür. Nihayeti 1915'e yaklaşırken de bu yazarların dikkat çektikleri şey, “Taşnakların önce İttihat ve Terakki'yle ittifak yapmaları, sonra ise Rusya'ya güvenerek kışkırtıcı olmaları”dır. Taşnakların izlediği politikalar şüphesiz eleştirilebilir. 1908 öncesi Jön-Türklerle ittifakları Abdülhamit istibdadına karşı anlaşılır iken, daha sonra iktidarda gerici yüzünü gösteren İttihat ve Terakki'yle ittifakı sürdürmeleri ahmaklık olmuştur. Ama soykırım arifesinde tam tersine kışkırtıcı olduklarını söylemek hakkaniyetli değil. Dünya savaşına girilirken Taşnak partisinin Osmanlı şubesi oldukça temkin- kızılbaş - sayfa 33 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 li davranmış, Ermeni halkının seferberlik emirlerine uymasını istemiş, Rusya ile işbirliği yapmaktan özellikle kaçınmış, Erzurum milletvekili Karekin Pastırmacıyan (Armen Garo) ile Van milletvekili Vahan Papazyan dışında lider kadrosundan tehcir öncesi Rus saflarına geçen kimse olmamıştır. Rus ordusuna bağlı Ermeni gönüllü birlikleri önceleri o devletin tebası olan Ermenilerden ve kısmen de başka ülkelerdeki göçmenlerin katılımından oluşmuştur. Osmanlı Ermenilerinden katılımlar ise esasen tehcir ve kırımların başlaması üzerine gelişir. Osmanlı tarafında Taşnaklar dahil Ermeni ulusal öncülerinin kışkırtıcı olmama hassasiyeti, çoğu yerde istense harekete geçirilecek direniş potansiyeli var iken ondan bile kaçınmayı getirmiş, bu nedenle istisnai yerler dışında tehcir ve kırımlar engelsiz yapılabilmiştir. Ermeni siyasi öncülerinin asıl büyük zaafını bu noktada tespit etmek, yani imha tehlikesini sezme ve yaygın direniş örgütlemede gevşek kalmalarını eleştirmek gerekir. Sonuçtan bakışla o hassasiyet hiç işe yaramamış olduğuna göre, keşke Osmanlı Ermenileri suçlanmayı hakedecek şekilde Ruslarla işbirliğini daha baştan açıkça tercih etseymiş demek dahi mümkün. Doğrusu, reform beklentilerinin boşa çıktığı ve lokal kırımların yaşandığı yıllar boyunca Batı Ermenistan halkının bir bölümü içten içe Rusya'nın müdahalesini de arzu etmiş, fakat dünya savaşı patlak verdiğinde “hainlik” suçlamasına fırsat verilmemesi için fiili işbirliğinden özenle geri durulmuştur. Aksi yöndeki iddia, Türk tarafının tehciri gerekçelendirmek için yaptığı kasıtlı bir saptırmadır. Tarihi kendi açılarından benzer şekilde okutmaya çalışan Kürt milliyetçileri de bu haksız ithama dört elle sarılıyor. Nedense Ermenilerin Rusya veya İngiltere'den birşeyler ummaları her zaman bağışlanmaz suç oluyor da, Kürtlerin bu tarz girişimleri olduğunda başka türlü oluyor. Xerzî 1. Dünya Savaşı'nın başında İttihatTerakki'nin içerdeki asıl hedefinin Ermeni halkı olduğunu gözardı ederek, onun “Kürtlerden kurtulma planları yapmaya başladığını”, bunu sezinleyen Kürt liderlerinden bazılarının Rus ve İngiliz desteği arama çabalarının “Ermeniler tarafından engellendiği”ni ileri sürüyor. Farzedelim ki öyle olsun, o taktirde Kürtler için normal saydığı dış desteği Ermeniler için neden suç sayıyor? İşte, o bölgeler bütünüyle Kürdistan'mış, Kürtler her yerde çoğunlukmuş, Ermeniler azınlık olmalarına rağmen bölgeye hakim olup nüfus dengesini tersine çevirmek istiyorlarmış da, o yüzden tasvip edilemezmiş!.. Bu gerekçeler, ki doğru da değil; yüzyıllardır Batı Ermenistan'da imtiyazlı konumlarıyla yayılan, Ermeni köylülerini mağdur ederek göçe zorlayan Kürt yerel otoritelerinin kendi anlayış ve arzularını gizlemek üzere ileri sürülmüş tutarsız bahanelerdir. Sözü edilen Kürt liderlerinin tersi yönde üstünlük arayışları yoksa, ortak kurtuluş için Ermenilerle adil bir plan etrafında birliği neden gözetmediklerini sormak gerekir. Savaş arifesinde Rusya ile işbirliği arayan Abdürrezak Bedirxan Bey Van'daki Rus Konsolos yardımcısı Olferov'la görüşmesinde “Şüpheli Ermeniler yerine Kürtlerin komşuluğu Rusya için daha elverişlidir” diye telkinde bulunur, o da bunu benimseyerek hükümetine iletir, fakat Rus hükümeti Kürtleri Ermenilere tercih etmez. [13] Bu bilgi Xerzî'nin iddiasının tam tersi bir yoruma da imkan veriyor. Yani Ruslarla işbirliği konusunda asıl Bedirxan Bey'in Ermenileri ekarte etmek istediği söylenebilir. Devamında Kürtlerin Osmanlı ile ittifakının savunulma tarzı ise daha da ilginç: “Kürtlerin yeminli Hristiyan düşmanları oldukları ve Osmanlı'yı destekledikleri propagandası istedikleri sonucu vermiş ve Kürtler bu kurtlar sofrasında yalnız kalmaya mahkum edilmişlerdir... Çaresizlik ve anti-propagandalarla ittifaksız bırakılan Kürtler, emperyalizmin üzerinde en çok durduğu topraklarını ve namuslarını korumak amacıyla Osmanlı'nın yanında saf tutmuş, deyim yerindeyse denize düşerken yılana sarılmıştır. Burada önemli bir etken olan din faktörü de unutulmamalıdır. Halifenin ordusunda kafirlere karşı savaşmak propagandası etkili olmuştur. Aynı tavrı Ermeni Ortodoks Kilisesi'nde de görmek mümkündür. İşte tam da bu ortamda, kılıçlar karşılıklı olarak bilenmiş ve binlerce yıllık komşuluk ve dostluğun yerini düşmanlıklar almaya başlamıştır...” Buna göre Kürtlerin önde gelenleri de Ermeniler gibi Rus ve İngiliz desteğiyle bir kurtuluş ararken, Ermenilerin çelme takması ve o Hristiyan devletlerin de zaten güvenmemesi sonucu Osmanlı'nın kucağına düşmüş oluyorlar. Gerisi ise “Rusların öncü kolu olarak Ermenilerin Kürt katliamlarına girişmeleri” şeklinde resmediliyor. “Daha savaşın başlarında Rus Orduları Van ve Bitlis yörelerine inmeyi başarmıştır. Kendilerine destek veren Ermeni çeteleri ise Rusların işgal ettikleri bölgelerde sivillere geniş çaplı saldırılarda bulunmaya başlamışlardı. Bu hareketlerinin sebebini tahmin etmek zor değildir. Bilindiği gibi Kürt nüfusu her zaman Kürdistan'da çoğunluğu oluşturmuştur. Ermeni çetelerinin amacı bu orantıyı Ermeniler lehine çevirmek ve böylece amaçladıkları Büyük Ermenistan için nüfus avantajlarını kendi lehlerine çevirmekti...” deniyor. Bir defa Rus ordularının Van ve Bitlis yörelerine ulaşmaları savaşın başlarında değil; Van'a girmeleri 1915 Mayısı, Bitlis ve çevrelerine ise 1916 baharıdır. Van'da direniş gösteren şehir halkı Rusların bölgeyi ele geçirip sonra çekilmeleri üzerine yığınlarla Kaf kas bölgesine kaçmış, Bitlis, Muş ve çevre kazalardaki Ermeniler ise çoğunlukla tehcire bile çıkarılmadan yerinde katliama uğratılmıştır. Bu katliamları örgütleyen vali-kaymakam ve komutanların harekete geçirdikleri Kürt aşiret güçleri de olmuştur. Doğu cephesinde Rus ordularına destek olan Ermenilerin de ele geçirilen yerlerde çeşitli gaddarlıklar yapmış olmaları mümkündür. Fakat belirsiz genellemeler yerine bu tür olayların nerelerde ne zaman cereyan ettiklerine bakılırsa, bunların daha çok Ermeni tehcir ve kırımlarından sonra girilen yerlerde ve öc alma dürtüsüyle işlenmiş suçlar olduğu anlaşılır. Öyle büyük çapta sivil katliam yaptıklarını öne sürebilmek için ise somut verilerle konuşmak gerekir. Yoksa bir inandırıcılığı olamaz. İnandırıcı olmayan iddiaya bir de “Büyük Ermenistan için nüfus avantajı” gibi tahmini sebepler uydurmaya çalışmak, 1915'in tablosunu tersyüz etme isteğinden başka birşeyle açıklanamaz. Xerzî bu konuda Abdürrezak Bedirhan'ın ve Hasan Hişyar Serdi'nin tanıklığından söz ederek kuzeylerde katledilenler dışında 1 milyondan fazla Kürdün de Rus ve Ermeniler önünden kaçıp güney bölgelere göç ettiğini, “yollarda soğuk, hastalık ve Ermenilerin saldırıları yüzünden bu bir milyonun üzerindeki nüfusun ancak yüzde onu bu tufandan kurtulabildiği”ni ileri sürüyor. Buna göre doğu vilayetlerinde henüz Ermeni tehciri başlamadan önce Rusların eline geçen ve hatta geçmeyen yerlerde Ermeniler Kürtlerin yaklaşık bir milyon nüfusunu katletmiş oluyor!.. Düşünebiliyor musunuz? Daha sonra Ermenilerin başına geleni neredeyse eşit ölçüde onlar Kürtlere çoktan yapmışlar bile. Üstelik tanık gösterilen kişilerin bunları “bütün ayrıntılarıyla yazdıkları” söyleniyor. Öyle ise nerede o ayrıntılar? Hangi yörelerde ne tür saldırılar tespit edilmiş? Özellikle de güneylere kaçan Kürtleri, Türk ordusunun ve Kürt aşiretlerinin denetimindeki o hatlarda hangi silahlı Ermeniler nasıl katledebilmişler? Bu sorular yanıtsız kalıyor. Nihayet konu Ermenilerin tehcir ve kırımlarına geldiğinde ise Xerzî “Ermeni çetecilerin ve Rus ordusunun günahının sivil Ermenilere çıkarılması”ndan söz ediyor. Lâkin “göçettirilen Ermenilerin büyük çoğunluğu yollarda katledildi” derken yukardaki gibi saldırı öznelerini de anmıyor. Böyle bir resmedişe bakılırsa önce Ermenilerin Kürtlere, sonra da Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını söylemek mümkün. Sonuçta “Kürtler en az Ermeniler kadar mağdur ve bütün taraflar içinde en masum olan kesimdir” demeye kızılbaş - sayfa 34 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 geliyor. Haksızlık etmemek için, yazarın bütün sivil kurbanları masum gördüğünü belirtelim. Fakat Ermenilerin yöneticilerini ve Rus safındaki savaşçı kesimlerini ilk katliamcılar olarak suçlarken, Kürtlerin Osmanlı safında kıyım yapan kesimlerini anmaktan imtina ediyor. Daha sonra ise, İttihatçıların bu soykırımı Kürtlerin üzerine yüklemek istediklerini, 1916 tarihli bir Ermeni gazetesinin buna dikkat çektiğini belirterek, Kürtlerin yardımcı anlamda olsun bir rolü ve sorumluluğu bulunmadığını ima ediyor. Şüphesiz Türk devletinin asli sorumluluğunu Kürtlerin üstüne yıkma çabası göz yumulacak bir olgu değil. Ama bu haksız gayreti teşhir etmek, devletle suç ortaklığı yapan yerel güçlerin payını hiçe indirmeyi de gerektirmiyor. Sonuç olarak Xerzî'nin yaptığı muhasebe denemesinin özü, daha önceki Kürt-Ermeni gerilimiyle beraber 1915'in de vebalini asıl kurban olan Ermenilerin boynuna yüklemek şeklinde özetlenebilir. Yazısının girişinde “Ermeni Soykırımı konusunun her zaman olduğu gibi yine gündeme gelmesi, özellikle Kürtlerin, bu kırımda iddia edilen katkıları sebebiyle, payı olanlar adına özür dilemeleri ve bu konunun tartışmalara sebeb olması yüzünden, bu konuya katkı sunmaya, olayların gelişimini, tarihsel boyutunu ve Kürtlerin özür meselesinin gerekçelerinin ve sebeblerinin neler olabileceğini yazmaya karar verdim.” demesine rağmen, yaptığı açıklamalarla aslında Kürtlerin özür beyan etmelerinin büsbütün gereksiz olduğunu anlatmaya çalışmış gibidir. Bu yaklaşım ve sonraki bölümlerde göreceğimiz benzerleri, hakkaniyetli muhasebe çabalarının zayıf kaldığı durumda, Türk toplumundaki gibi resmi bir görüş oluşturmaya doğru ilerleyebilir. Bunun ne kadar paradoksal ve zararlı olacağının iyi anlaşılması dileğiyle... 08/09/2013 [1] http://www.gelawej.net/index.php?option=com_content&v iew=article&id=10175:2013-0510-08-39-46&catid=215:hovsephayreni&Itemid=236 [2] http://www.gelawej.net/index.php?option=com_content& view=article&id=8861:2013-0226-01-06-23&catid=215:hovsephayreni&Itemid=236 [3] (http://www.mezopotamya.gen.tr/droktarih/kurt-ermeni-iliskileri-1915-ve-ozurmeselesi-h1716.html) [4] Antranik, Dersim Seyahatname, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 41-49 [5] Ayrıntılı tasvir ve analizler için bkz: Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, I. cilt, Adalet Arayışı, Derlem Yayınları, 2010 [6] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Ermeni-Kürt İlişkileri, Med Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 78-81 [7] Garo Sasuni, age, s. 84-85 [8] Prof. M. K. Nersisyan, “Hay Joğovırti Badmutyun, Hınakuyn Jamanagnerits Minçev Mer Orerı” (Antik Dönemlerden Günümüze Ermeni Halkının Tarihi), Yerevan, 1985, s. 284-296 [9] Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri Azadakrutyan Hartsı yev Hay Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX Tari Verçin Karortum” (19. Yüzyıl Son Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş Sorunu ve Ermeni Sosyal-Siyasal Akımları), Yerevan, 1967, s. 104-122 [10] Geniş bilgi için bkz: Anaide Ter Minassian, Ermeni Devrimci Hereketi'nde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912), İletişim Yayınları, 2012 [11] Raffi'den aktaran Hamo K. Vartanyan, age, s. 142 [12] Vahan Bayburtyan, Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay Kırdagan Haraperutyunnerı Badmagan Luysi Nerko (Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan-2008, s. 159 [13] Stepan Boğosyan, Kırderı yev Haygagan Hartsı (Kürtler ve Ermeni Sorunu), Yerevan, 1991, s. 212 Devletin Hamidiye Alaylarında Kürt Aşiretlerinden Oluşturulan Soykırımcı Kürt Birlikleri! kızılbaş - sayfa 35 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 beşikçi’nin dersim toplantısı ve çıkmaz sokakta kuyrukları ile oynayanlar Munzur Cem mun zur çem’ in ya zısı dr. daimi ceng iz’ in ismail be şik çi ve dersim paneli - ba şlıklı ya zına at fen ya zılmışt ır. çem , taraf ından söz k onu su yapılan ya zının tam met ni k ızılba ş derg isinin 29 sayısında var w w w.k i z i lbas.bi z Giriş 21-31 Temmuz tarihleri arasında Dersim`deydim. Oraya yaptığımız bu ziyaret ise özünde bir çalişma gezisiydi. TV-10`daki “Hardo Dewrês” programının yapımcısı Süleyman Ateş`in önerisi üzerine, Dersim`in ünlü Sey Sabun Ocağı evlatlarından Pir Hasan Kılavuz, Pilvank Ocağından Bava Rıza Katurman (Pîro) ile birlikte hem Dersim`i doyasıya gezdik hem de tanıtım amacı ile yapılan çekime, elimizden geldiğince katkı sunmaya çalıştık. Aynı zamanda her yıl düzenlenmekte olan Munzur Doğa ve Kültür Festivali günlerine de rastlayan bu gezi ile ilgili gözlemlerimi önümüzdeki günlerde okuyucuya iletmeye çalışacağım. Aslında değerli bilim adamı İsmail Beşikçi`nin 27 Temmuz tarihinde konuşmacı olarak katıldığı toplantı ile ilgili kısa bir değerlendirmeyi de bu çerçevede yapmayı düşünüyordum. Ne var ki sonraki günlerde “Dersim News” ve “Kızılbaş” adındaki sitelerde Daimi Cengiz tarafından kaleme alınmış bir yazıyı görünce bu görüşümü değiştirdim. Değiştirdim; çünkü Cengiz bu yazıda, muhtemelen bahsini ettiğimiz Dersim´deki toplantıda arkadaşları ile içerisine düştükleri zor durumun verdiği eziklikle alabildiğine keyfi ve çarpıtmalarla dolu bir değerlendirme yapıyor. Bu satırlarda, olanaklar ölçüsünde ve fazla detaya girmemeye de özen gösterek onun kimi iddialarını irdelemeye çalışacağim. Kirmancca (Zazaca) Kürtçe İlişkisi Üzerine Toplantıda, Beşikçi`ye yöneltilen sorulardan biri, Kırmancca (Zazaca)nın Kürtçenin bir lehçesi mi yoksa ayrı bir dil mi olduğu şeklindeydi. Beşikçi ise yanıt olarak: “Ben Zazacayı bilmiyorum. Bu konuda kendi araştırmalarım yok. Ama konu ile ilgili çalışmalar yapan Malmîsanij, Munzur Çem, Roşan Lezgin gibi arkadaşların konu ile ilgili yazılarını dikkatle okuyorum. Bu arakadaşlara güveniyorum, onların söylediklerinin doğru olduğuna inancım var. Zazaca Kürtçenin bir lehcesidir,” dedi. Bu yanıt, Beşikçi`nin öteki bir çok görüşü gibi Daimi Cengiz ve arkadaşları için çok rahatsız ediciydi. Nitekim içlerinden bazıla- rı bu rahatsızlığı, her türden terbiye kuralını ayaklar altına alan bir uslup ile dile getirmekten bile geri kalmadılar. D. Cengiz`in, Bahsi geçen yazısında aynı konuya ilişkin söyledikleri şöyle: “Kürt çevrelerde “Bilimin namusu” olarak onurlandırılan Beşikçi, dilbilimci olmayan, sadece sahada folklorik çalışma yapan bu kişilerin Zazaca konusundaki düşüncelerine itibar edeceğine, dünyaca ünlü dilbilimci David Neil MacKenzie, Karl Hadank, Oskar Mann, Jost Gippert, Paris Kürt Enstitüsü başkanı Joyce Blau’nun düşüncelerini muteber göremez miydi?“ İşte size bir „aydın tavrı!“ Cengiz adeta Beşikçi`yi „Neden benim gönlümden geçenleri değil de, kendi düşüncelerini söyledin“ diye eleştiriyor, bu yüzden onu bilimsel kriterlere uymamakla suçluyor. Madem lafı kendisi açmış, söylediklerini biraz irdeleyelim: 1. D. Cengiz`in dilbilimci diye adlarını saydığı bu kişilerin kat kat fazlası kürdolog ve dilbilimci, Cengiz`in düşündüklerinin tersi görüşler savunuyor, Kırmanccayı (Zazacayı) Kürt dilinin bir lehçesi olarak kabul ediyorlar. Eğer Beşikçi, Cengiz`in hoşuna giden şeyler söylemiş olsaydı, pek ala bazıları da çıkar, onun yaptığı gibi üç-beş yabancının adını peş peşe sıralar ve Beşikçi`yi aynı sözlerle ama bu kez de tersinden eleştirebilirlerdi. söylüyor. Oscar Mann`ın Kirmancca (Zazaca) bilgisi, Elazığ`da kısa bir süre konuştuğu bir kişiden aldığı örnek tekstlerden ibarettir. O, Kirmanccayı (Zazacayı), Kürtçeden ayrı bir dil olarak kabul ettiği Gorancanın bir lehçesi olarak kabul eder. Hadank yaptığı ise Mann`nın çalışmasını gözden geçirip kimi ekleme ve dipnotlarla yeniden yayınlamaktan ibarettir. Bir ara karşılaştığım J. Blau`ya „Kırmanccayı (zazacayı) bilip bilmediğini sorduğumda , „bilmiyorum“ demişti. Elbet bütün bunları, bu kişilerin çabalarını küçümsemek için yazmıyorum ama okuyucunun „uluslarası üne sahip bilimadamları“ diye lanse edilen bu kişilerin çalışmalarını biraz daha yakından tanımasında da yarar var. Beri taraftan, kendisin uygun düşen görüşlere sahip olanları „dünyaca ünlü bilimadamları“ ilan etmek, tersi görüşe sahip olan araştırmacı ve bilimadamlarını ise görmezlikten gelmek, Cengizvari bir bilimadamı tasnifi olsa gerek. 2. Daimi Cengiz gayet iyi biliyor ki dil-lehçe ayırımında genelgeçerliliği olan bilimsel bir kriter yok. Bu konuya eğilenler, farklı kriterlerle hareket ediyor, pekala aynı konuda farklı sonuçlara varabiliyorlar. 4. Beşikçi`nin bahsettiği bizlere gelince; elbet bizim isimlerimizin önünde Dr., Prof. vb. ünvanlar yok. Ülkemizi paylaşmış olan sömürgecilere ait politikaların bir sonucu olarak, Güney Kürdistan istisnası bir yana, su ana kadar ünvan dağıtan üniversite ve öteki bilimsel kurumlara sahip olabilmiş değiliz. Bu bakımdan, eğer her hangi bir alanda bilgi sahibi olmanın ölçüsü bu ünvanların varlığı ise Cengiz`in söyledikleri doğrudur. Biz kırmancki (Zazaki) konusunda bilgi sahibi değiliz ve onunla ilgili konuşma hakkımız da yok demektir. Bizim dilimizle ilgili olarak ancak yabancılar konuşup karar verebilirler. Tabi yabancıların da hepisi değil, sadece Cengiz gibi düşünenler yapabilirler bunu. 3. Cengiz`in „dünyaca ünlü bilim adamı“ olarak lanse ettiği kişilerden bazılarının Kırmancca ve Kurmancca ile ilgili araştırmaları hiç te söylendiği tarzda bir değerlendirmeyi hak etmiyor. MacKenzie göre, zaten Kürt Dili diye bir dil yok. Ona göre Kürtçe Orta Farsçanın bir lehçesidir. Hewramancayı ise Kürtçenin dışında kabul eden yazar, onu da eski Farsçanın bir lehçesi olarak kabul ediyor. Yani bu konuda, resmi Türk tezinin Kürtçe ilgili söylemine yakın şeyler Ne var ki hayat hiç te bu alanda Cengiz gibilerine hak tanımıyor. Kırmancca (Zazaca), bizim anadilimizdir. Üstelik anamızdan öğrendiğimiz Kürtçenin bu koluna on yıllardır emek veriyoruz. Terminoloji, doğru yazım yani imla, gramer çalışması yapıyor, sözlükler hazırlıyor, kültür dergileri ve gazeteler çıkartıyoruz. Son dönemde yaptıklarımıza ders kitaplarını hazırlamak te dahil oldu ki bazı arkadaşlarımız bu kounda yoğun çaba harcamaktaklar. Kısacası dilimizi, bilim kızılbaş - sayfa 36 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 adamı olarak lanse edilen bir çok kişiden onlarca kez daha iyi bildiğimizden kuşkumuz yok. Ayrıca Kürtçenin Kurmanci lehçesini de oldukçi iyi biliyoruz. İçimizde bu dilin diğer lehçelerini, Farsça, Arapça ve değişik batı dillerini bilenler var. Kendimize güven konusunda ise her hangi bir sorunumuz yok. O halde dilimizle ilgili olarak neden biz kaynak olamıyoruz da sadece onu uzaktan tanıyabilen yabancılar oluyorlar? Öyle oluyor çünkü Cengiz ve içerisinde bulunduğu çevre için bilimsel kriter, kendilerinin gönlünden gecehnelerdir. Ama bu noktada asıl yanıtı aranması gereken soru, kendi anadilleri ile ilgili kayda değer bir çalışması olmayan D. Cengiz gibilerinin ne adına ve hangi hakla bu ölçüde büyük laflar ettikleridir. Eğer birileri yerlerinde oturup susacaksa, bunu en başta yapması gerekenler o ve onun gibileri degiller mi? 5. Öte yandan, Kırmanccanın Kürt dilinin bir lehçesi olduğunu ilk söyleyen bizler degiliz. Yani bu bize ait bir icat değil. Belgeler, onu konuşanların oldum olası kendilerini Kürt, konuştukları dili de Kürtçenin bir kolu saydıklarını ortaya koyuyor. Arşivler buna ilsihkin bilgilerle doludur. Bazılarının hoşuna gitmeyecek ama 17. yy. da yaşamış olan Evliya Çelebi de Kürt dilinin lehçelerini sayarken Zazacayı başa koyuyor. Ne dersiniz, yoksa Çelebi, Zazacaya düşman bir asimilasyoncu muydu? 6. 1980`lere kadar halkımızın Kırmanccayı (Zazacayı) konuşan kesimi içerisinde, Kırmancca (Zazaca)`nın Kürtçenin bir kolu ya da lehçesi olmadığını söyleyen, kendisini de kürt saymayan bir tek kişiye rastlıyamıyoruz. Peki ondan sonra ne değişti ki D. Cengiz`in de içerisinde yer aldığı bir grup, Kirmanccanın Kürtçe ilgisi bulunmadığını, ulusal olarak ta Kürt olmadığımızı kesfettiler? Tek değişiklik, 12 Eylül faşizminin ardından sol ve demokratik çevrelerde yaşanan kimlik krizi ile devletin „Zazaca Kürtçe, Zazalar ise Kürt Değiler“ tezini bir kampanya halinde yayamaya başlamasıdır. 1938 Soykırımı Hangi Nedenle Yapıldı? Makale yazarı Cengiz, Beşikçi`nin 1938 soykırımının bir Kürt soykırımı olduğunu söylemesi ile ilgili olarak ta şu satırları yazıyor: „Beşikçi; `1938 Dersim soykırımı bir Kürt kıyımıdır, bir Alevi kıyımı değildir...` Bu açıklamasına karşı cevabımız şu oldu,“ diyor. Aslında bahsedilen noktaya ilişkin görüş belirten Daimi Cengiz değil, Dersim Dernekler Federasyonu`nun eski başkanıydı. Ama Cengiz „cevabımız şu oldu,“ diyerek kendisine ait olmayan sözlere sahiplik ediyor. Hem de bunu yazısının değişik yerlerinde defalarca tekrarlıyor. Anlaşılıyor ki o toplantıya grup olarak „hazırlıklı“ gelmişler. Zaman zaman hayli saygısız bir uslüp ile söylenen gerçek dışı iddialara karşılık söz alanlardan biri de ben oldum. İlk yaptığım şey, 1938 öncesi yıllarda devleti yöneten üst düzey yöneticilerin hazırladıkları raporları hatırlatmak oldu. Bu raporlarda ısrarla öne çıkartılan Kürt kimliği ve Kürtlerin talepleri olduğu noktasının altını çizdim. Tartışmalar devam edince yeniden söz aldım ve belgeleri göz önüne sermeye devam ettim. Üstelik dile getirdiğim belgeler sadece devlet yönetcilerine ait olanlar değildi. Dersimlilerin istemlerini içeren belgelerle yabancı gözlemcilere ait olanlardan örnekler verdim, Alevi olmayan Kürtlerin uğradıkları katliamları hatırlattım. Özetle, „1938 soykırımını yapanların kendileri çok açık şekilde sorunu bir Kürt sorunu olarak gördüklerini dile getirmiş, Dersimliler de yine çok açık biçimde ulusal talepler ileri sürmüşken, birilerinin ısrarla bunu görmek istememesi gerçgeği değiştirmez. Alevilik elbette devlet için bir sorundu ama 1938 soykırımının ana nedeni bu değil, Dersimlilerin Kürt kimlikleri ve buna ilşkin talepleriydi,“ diyerek sözlerimi bağladım. D. Cengiz devamla „Ama M. Cem, devletin A.Reşit Tankut’a hazırlattığı “Dersim Zazadır, Zaza kökenlidir ve Zaza Kızılbaşıdır” roporundan hiç söz etmemekle dürüst davranmadı...“ diyor. O rapora değinmedim, bu doğrudur. Kısa konuşmada yapmaya çalıştığım şey, devleti yönetenlerin, Dersimi vurmak için hazırladıkları raporlardan örnekler sunmaktı yoksa Dersim üzerine hazırlanmış raporların bir listesini çıkarmak değil. Değindiğim raporlarda dile getirilenler, doğrudan doğruya 1938 jenösidinin gerekçesini oluşturan belgelerdi. Eğer böyle bir ölçüyü esas almamış olsaydı, konu ile ilgisi bakımından Tankut`un raporundan önce üzerinde durmam gereken çok daha önemli belgeler vardı. Kaldı ki zaten Tankut`a ait bahsi geçen sosyo-politik çalışma soykırıma gerekçe olarak gösterilen bir belge değil, geleceğe yönelik bir asimilasyon, bir böl ve yönet belgesidir. Cengiz`in sorusu üzerine ise mikrofonu alıp yanıt vermek istedim ama maalesef sıra gelmeden toplantı bitti. Cengiz`in “... Oysa devlet yer yer Kürt ve yer yer de Zaza ve Kızılbaş kimliği altında Dersim’i raporluyordu. Beşikçi ve Cem sadece işine geleni alıyor ve kürtlüğe entegre ediyor. Zazalık ve Kızılbaş vurgusundan özellikle vebadan kaçar gibi kaçıyorlardı.“ Görüldüğü gibi sırf bir şeyler söylemek için kaleme sarılmış olan D. Cengiz, burada bir kez daha sapla samanı birbirine karıştırıyor. Bir kere bahsi geçen dönemde devletin “za- zalar Kürt değildir” tarzında güncelleşmiş bir politikası yoktu henüz. Tersine yöneticiler, Zaza” terimini nerdeyse hiç kullanmıyorlardı. Onlar için Zaza da Kurmanc da Kürttü ki bizzat Mustfa Kemal de yeri geldiğinde, “Dersim Kürtleri”, “Zaza Kürtleri” terimlerini kullanıyordu. H. R. Tankut`un kendisi de 1931 yılında hükümete sunduğu bir muhtırada Kürtleri “Kürdler, Kırmançlar ve Zazalar” olmak üzere üçe ayırıyor. “Kızılbaş vurgusundan vebadan kaçar gibi kaçtığımz” belirlemesine gelince, bu bizim için sadece gülünüp geçilecek bir laf salatasıdır. Gecmişimiz, pratiğimiz, bizzat o toplantıda söylediklerimiz Daimi Cengiz gibilerine laf söyletme hakkını tanımayacak derecede berraktır. D. Cengiz, yazısında bir de damdan düşer gibi, yani hiç yeri degilken 1938 üzerine söylenmiş halk türkülerinden (Derê Laçî) bir bölüm aktarıyor: ‘Nıka ke teseliya ho mara gurete Peniya sıma peniya Hermenano Nıkake teseliya ho mara gurete Cereno ra kaf u koke sıma ano. Oysa, doğru yazım kuralları bakımından tam bir fiyasko halininin sergilenmiş olması bir yana, konumuzla ilgisi bakımından asıl aktarılması gereken satırlar bunlar değil, aşagıda naklettiklerim olmalıydı. Çünkü bu bölümde, Dersimlilerin, etnik olarak kendilerini nasıl tanımladıklarına ilsihkin bir örnek var: Derê Laçî bivêso, İvîsê mi gavan o Bira, pêro dê na qewxa aşîre nîya Merevê kirmancan û zalimanê tirkan o Türkçesi: Laç Deresi yansin İvis`im Çetin geçit Döğüşün kardeşler aşiret kavgası değil bu, Kürtlerle zalim türklerin kapışmasıdır. Kendi dillerinden kendilerine „kırmanc“ diyen dersimlilerin, yabancı dillerde aynı sözcüğü „Kürt“ olarak ifade ettiklerini unutmayalım. 1980`lere kadar dersimlilerin, yabancı dillerde kendi etnik kimliklerini ifade için „Kürt“ten başka bir terim kullandıklarına şahsen rastlamış değilim. D. Cengiz, aynı konudaki çarpık değerlendirmelerine şöyle devam ediyor: „Dersim halkına uygulanan jenosid, Osmanlı ve İttihat dönemlerinde hazırlanan raporların yeniden icrasından öte bir şey değildir. Jenosidin bu katmerli boyutu ancak Alevi inanç kimliği ile açıklanır. Ulusal kızılbaş - sayfa 37 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kimlik bu kıyımda ikinci yerde durur. Dersim kıyımında bir tek sunni vatandaşın burnu bile kanamamıştır. Cumhuriyet dönemi sunni Kürtlerin katliamlarında inanç talidir. Ağılıklı olarak şeriat talepli Şıh Sait İsyanı hariç, bu katliamlarda sadece ulusal kimlik ön plandadır. Devlet hiç bir Kürt hareketini bastırmada Kızılbaş Dersim üzerinde uyguladığı Ebu Suud Fetvası fermanını ve Yavuz ile İdri-i Bitlisi’nin kök kurutma planını uygulamadı. Desim soykırımı ile diğer Kürt katliamları ve harekatları arasındaki fark budur.“ çok tesir yapar ve islahın esasını teşkil eder. Peki 1920`lerde Dersimliler ne istemişler, davalarını nasıl dile getirmişler acaba? Erzincan Valisi Ali Kermal buna ilişkin ilginç bir örnek olay aktarıyor: „Şey Sait, bir Kürt Cumhuriyeti kurmak istiyordu. (...) Dersim isyanı, tamamen Kürtlerin siyasi düşünceleridir. Bunlar ne anarşİsttir, ne şudur ne budur. Bunlar doğrudan dioğruya müstakil bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlardı. (…) Dersimliler'in, Kürtlük hesabına en idealistleri Koçgiri'de toplandılar, teşkilat yaptılar. Sivil, asker bütün kuvvetleriyle oraya toplandılar. Orada mühim bir kuvvet teşekkül etti. Koçgiri'de isyan çıktı. (...) Koçgiri bence diğer isyanların hepsinden mühimdir. Yunanlılar'a karşı durmak için nasıl tedbir alıyor isek, orada da aynı şekilde teşkilat yaptık. Koçgiri'de bir ordu merkezi yapıldı. Onun başına da Nurettin Paşa'yı tayin ettiler. Koçgiri'de çok mühim muharebeler oldu. İki taraftan da çok telefat verildi. (...) Hadiseler üzerine Merkez Ordusu Kumandanlığı'na tayin edilen Nurettin Paşa duruma el koydu ve bölgede tam bir tenkil harekatı başadı. İki taraf da büyük zaiyat verdi.." (Tercüman gazetesi 10, 9. 1986. Ayrıca Kurtul Altuğ: Celal Bayar Anlatıyor. B. Nuri, Hatıratım, Öz-Ge Yayınları, Ekler Bölümü s. 230'dan naklen) „Elaziz vilayetinden, Garbi Dersim aşiretlerine bir nasihat heyeti gönderildi.Heyetin izamını za` f nişanesi addeden Şey Hasanlı ağaları, giden zevata karşı çok barit davrandılar ve şu yolda cevap verdiler: `Sevr muahadesi mucibince Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetlerinde bir Kürdistan teşekkül etmesi lazım geliyor. Bu teşekkül etmelidir; aksi taktirde bu hakkı silah kuvvetiyle alacağiz.“ (Ali Kemali, Erzincan Tarihi, Resimli Ay Matbaası, 1932 s. 154.) Bu satırlar, Dersimlilerin Alişêr ile birlikte 25 Kasım 1920 tarihinde Ankara TBMM Başkanlığına gönderdikleri telgraf metni ile hemen hemen aynıdır. Dikkat edilirse Dersimliler burada istemlerini Dersim ile sınırlı tutmuyor, onu bu gün Türkiye sınırları içerisinde bulunan Kürdistan`ın kuzeyini kapsayacak şekilde dile getiriyorlar. Kanımca bu iki paragraf sadece Dersimlilerin o dönemki politik taleplerini göstermek bakımından değil, aynı zamanda Aydın rolüne soyunmuş D. Cengiz gibilerinin, dönemin ağalarına göre bile ne kdar gerilerde kaldıklarını ortaya koymak bakımından önemlidir. Dersim`deki toplantıda da söylediğim gibi Dersim jenosidini yapanlar, konuya ilişkin bütün belgelerinde Dersim`in Kürtlüğü üzerinde durmuş, asıl bertaraf edilmesi gereken tehlike olarak onu görmüş ve hazırlıklarını da ona göre yapmışlardı. Örneğin silahlı kuvvetlerin başında buluan Fevzi Çakmak, 1935`lerde hazırladığı konuya ilsihkin raporunda: (...) f) Propagandaya ağırlık verilmesi ve Türklüğün telkini, g) Kürtçe yerine Türkçenin yerleşmesi için ilmi ve idari tedbirlerin alınması (büyük kız çocuklarının okutulması), (...) 2. Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimli`ye daha 3. Dersim evvela koloni gibi ele alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da aşamalı öz Türk hukukuna tabi kılınmalıdır,“ diyordu. (siyahlar bana ait, M.Ç.) 1938 yılında Başbakanlık koltuğunda oturmakta olan Celal Bayar, Dersim dahil Kürt direnişlerinin niteliği ile birlikte devletin amaç ve hedeflerini de hiç bir tereddüde yer vermeyecek şekilde dile getiriyor: Yabancı devlet temsilcilerinin konuya ilsihkin mektup ve değerlendirmeleri de farklı bir sonuca işaret etmiyor. Örneğin, dönemin Avusturya Başkonsolosu, Winter, ülkesinin Dışişleri Bakanlığına yazdığı mektupta gelişmelerle ilgili endişelerini şu sözlerle dile getirimişti: "1925 isyanı ve Şeyh Sait'in idamından sonra da ülkenin doğusunda sürekli karışıklıklara yol açan Kürt sorununu tümden ortadan kaldırmak için baskı önlemlerinin en kısa zamanda uygulanacağı söyleniyor. Güvenilir Türk kaynaklarından edindiğim bilgilerin ışığında, dünyada eşine rastlanmayacak derecede bir katliama girişilmesinden korkuyorum." (Khalid, Fadel, Kurden Heute, 3.. aktualisierte u erw. Aufl., Wien; Zurich: Europa Verl., 1992, Kurden Im 20. Jahrhundertt, Kurdistasn ASG FU, Berlin, s. 39`dan naklen, siyahlar bana ait). Onlarcasından birine ait bu belgede yer alan görüşlerden sonra Kürtlüğün soykırımın ana nedeni olduğu konusunda terddüt edilebilir mi? Bütün bunları söylerken, Dersim halkının kendi inançsal taleplerini önemsemediklerini, devletin de bu onların dini inancı olan Alevilikten hoşnutusuz olmadığını söylemek isetmiyoruz. Devlet elbette bu inancın yaşamasından hoşnut değildi ve onu asimile edip bitirmek, hedefleri arassındaydı. Ancak konjokturel olarak T.C. nin kuruluş döneminde, devleti korkutan ve uğraştıran en büyük sorun, Kürdistan sorunuydu. Devlet Osmanlı İmparatorluğunu ve Seriat düzenini lağvetmekten doğan sıkıntılarla, Kürt sorunu gibi dev boyutlu bir sorunla uğraşırken, Alevileri mümkün olduğunca tarafsızlaştırmaya ve ondan da öte yanına çekmeye çalışıyordu ki bu kendi içerisinde tutarlı bir politikaydı. Kaldı ki Alevilerde de inançsal taleplerini topluca dile getirme ve bunun için mücadele etme yönünde bir hareketlilik, bir başkaldırı isteği yoktu. 1938 Jenosidi ve “Sünni Vatandaşlar” ın Durumu Daimi Cengiz, „Dersim kıyımında bir tek sunni vatandaşın burnu bile kanamamıştı,“ derken yine ezbere konuşuyor. Örneğin, Şey Sait`in kardeşi Şey Abdurahim`in 1937 yılında dersim`e destek olmak amacıyla Suriye`den Kuzey Kürdistanı`na geçtiğini ve bir ihbar sonucu bunların tamamının katledildiğinden bilgisiz mi yoksa kasıtlı mı bu tür yorumlarda bulunuyor bilmiyorum. „Sünni vatanaşlar“ onun iddia ettiği gibi öldürülmesler bile hiç değilse içlerinden milislik yapan, Dersimilere silah sıkan da çıkmadı. Oysa 1925 başkadırısı sırasında, özellikle de Orta ve Doğu Dersim`den bazı gruplar milis olarak devletin yanında yer alıp direnişçilere karşı savaşmışlardı. Uluorta başkalarını suçlamayı gelenek haline getirmiş „dersimcilerimiz“ biraz da „bizimkiler ne yaptı?“ sorusunu sormaya ve yanıt vermeye kendilerini alıştırsalar fena olmaz. Açıktır ki Türk devletinin Kürt politikası bu gün olduğu gibi o gün de bir bütündü, aynı temeller üzerinde yürütülüyordu. Ancak bölgelere göre uygulama yöntemleri ve baskıların dozu değisebiliyordu. Dersim`deki panelde de belirttim: 1930`lu yıllarda Ağrı Dağı çevresinde meydana gelen direniş sırasında, yaşamını yitiren sivillerın sayısı Dersim`dekinden daha az değildi. Ne var ki Ağrı`da gerçekleştirilen soykırım Dersim`dekine göre göreceli olarak daha geniş bir zaman diliminde gerçekleşmişti. Dolayısıyla katliamın dozu göreceli olarak daha hafif gözüküyordu. Ama Zilan Vadisi katliamında durum, tam da Dersim`deki gibidir. Açıkçası, Devlet dini inanç farkına bakmaksızın gerektiğinde kürt halkına karşı her yerde aynı baskı ve terör politikasını hayta geçirmekten geri kalmadı. kızılbaş - sayfa 38 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Horasan`dan Gelme Olayı dir. Bu dil Kürtçe değildir...“ diyor. Cengiz`in de aralarında bulunduğu kesimin kafaya taktığı şeylerden biri de Beşikçi`nin Dersim`liler arasında sıkça tekrtarlanan „Horasan`dan geldik“ söylemi ile ilgili sözleri oldu. Kırmancki (Zazaca) nin başlı başına bir dil olması, onun deyişi ile Kürtçe olmaması ile „Horasandan geldik“ söylemi arasında nasıl bir bağ var ya da olabilir; anlayan varsa beri gelsin. Beşikçi özetle, Mehmet Bayrak`ın, Hollandalı bilim adamı M. Von Bruineseen`den aktarmalar yaparak, dışarıdan gelen saldırılara karşı bir set oluşturmak amacıyla bazı Dersim aşiretlerinin Şah İsmail tarafından Horasan`a götürüldüklerini, daha sonra da bunlardan bir kısmının geri geldiklerini; Horasan`dan gelme söyleminin ise bu gelişgidişlerden sonra oluştuğunu ifade etti. Öte yandan, Dersim uzmanı yazar Dersim`deki Ocakzade aşiretlerin çoğunun Kırmmancca (Zazaca) değil Kurmanccayı konuştuklarından habersiz gözüküyor. Örneğin; Bamasur, Sey Safi ya da Sey Sabun, Ağuçan, Pilvank, Dewreş Gewr ve Kurêşan Ocakzadeleri böyledir. Gerçi Kurêşan aşireti Dersim`de ağırlıkla Kırmancca (Zazaca) konuşuyor ama bunun asimilasyon sonucu oluşmuş bir durum olduğu anlaşılıyor. Bu aşiretin atası olan Kurêş, Dersim`e Semsûr (Adıyaman)`dan gelmiş. Aşiretin AdıymanAntep yöresi kolu ise Kurmancca konuşmaktalar. Yine Dersim ve Sivas yörekerinde de Kurmanccayı konuşan kurêşan mensupları var. Daimi Cengiz, söz konusu makalesinde bu noktaya da değinerek şunları yazıyor: „Ancak Şah İsmail döneminde Çemisgezekli aşiretlerden sadece Khewu aşireti ile yanındaki bir-iki küçük aşiret ve Şadlu aşireti (ki bu aşiret Azeri Kürtleri arasında da var) Özbek akınlarını durdurmak amacıyla Horasan’a yerleştirildi. Bu aşiretlerin az bir kısmı Şah Abbas dönemi sonrası tekrar Dersim’e döndü. Oysa Horasan’a gitmeyen onlarca aşiretin (%95) yerleşik olduğu Dersim’de ortak söylem “Horasan’dan geldik”tir. Bu söylem daha çok Dersim’den Horasana gitmeyen ocakzade Dersim aşiretleri ve diğer talip aşiretler arasında çok daha yaygın ve kadimdir. Neden? Çünkü konuştukları Kırmancki (Zazaca) dili başlı başına bir dildir. Bu dil Kürtçe (Kurmanci) değildir, ancak Kürtce’ye komşu olan bir dil olarak kadim kökleri İran Daylamistan ve Horasan bölgelerindedir. 16-17. yy’ın 1.Şah Abbas dönemi ve sonrası söylemi hiç değildir. “Horasandan geldik” söylemi geriye doğru ve kadim bir tarihe, 9. yy ve 10. yy İran’ına referans verir...“ Bir kere Şah İsmail tarafından Horasan`a gönderilen dersimlilerin sayısal olarak Cengiz`in belirttiği gibi az olduklarını söylemek kolay değil. Uzunca bir sınır hattı üzerine yerleştirildiklerine ve Özbek saldırılkarını da esas olarak durdurabildiklerıne göre sayılarının az olduğu söylenemez. Daimi Cengiz`in Horasan`a gitmemiş olan aşiretler için verdiği %95 oranını nasıl bir kerametle tesbit ettiğini ise bilmiyoruz doğal olarak. Ayrıca, yazar „Horasan`dan geldik“ söyleminin „Horasan`a gitmemsih aşiretler arasında daha yaygın olarak kullanıldığını“ nasıl tesbit etmiş, onu da ayrıca merak ediyor insan. Bu konu ile ilgili olarak en dikkat çekici nokta ise Dr. Cengiz`ın „Horasan`dan geldik“ söylemine gösterdiği kanıt olsa gerek. Cengiz bu konuda „Çünkü konuştukları Kırmancki (Zazaca) dili başlı başına bir dil- Daha da önemlisi bütün bu Ocakzadeler, soy olarak kendilerini Hz. Muhammed`e bağlar, „Ehli-Beytiz“ derler. Eğer halk arasında rastlanılan bu tür söylemleri tarih diye algılarsak o zaman ocakzadelerimizin tamamının aslen arap olduklarını kabul etmekten başka çaremiz kalmaz. Ne var ki M. Bayrak`ın verdiği ve Beşikçi`nin de değindiği „Horasan`dan gelme“ olayı dışında, Dersimlilerin atalarının Horasan`dan geldiklerini doğrulayacak her hangi bir tarihi veri yok. Örneğin eğer bu yöre halkımızın ataları Horasan`dan geldiyseler, Osmanlı belgelerinde buna ait açıklayıcı bilgi ve belgeler neden yok? Bu tür veriler olmadığı zaman da söylence söylence olarak kalır, ona daynılarak tarih yazılmaz elbet. Hem Dersimliler, söylendiği gibi Horasan`dan gelmiş olsalar bile bu onların Kürt olmadıklarına ne diye kanıt teşkil etsin ki? Emevi saltanatına son veren Eba Muslimi Horasani de bir Kürt değil miydi? Bu Günkü Dersimlilerin Ataları Ne Zamandan beri Bu Topraklardalar? Bu günkü Dersimlilerin atalarının ne zamandan beri buralarda yaşadıklarına ilişkin kesin bilgi yok elimizde ama bazı belirtiler var. Örneğin M. Nuri Dersimi bu tarihi Med dönemine kadar götürüyor. Rus arşivlerinde bulunan ve 1860`larda kaleme alınmış olan „Dersim Kürtleri“ isimli bir belgede, Kürtlerin Dersim`e yerleşme tarihinin Ermenistan`ın yıkılışı dönemine kadar uzanabileceğini belirtiliyor. Dersimlilerin atalarının yukarıda belirtilen tarihlerde bölgeye yerleşip yerleşmedikleri tartışılabilir ama daha sonraki dönemle- re, Emevi ve Abbasi İmparatorluklarının İrana`a doğru yayılışları sırasında, Zagros dağları ile Mezopotamyanın kuzeyinden bölgeye yapılan göçlere ilişkin bir hayli belge ve bilgi mevcut. Bunlardan biri, ünlü arap tarihçisi Mesudi tarafından „Kürt Narseh“ olarak bahsedilen Hüremist önder dönemine aittir. Bir diğer ünlü arap tarihçilerinden Tebari`ye göre, Narseh taraftarlarına karşı gerçekleştirilen büyük bir katliam, 833 yılına gerçekleşti. Abbasiler tarafından 60 bin savaşçısı birden kılıçtan geçirilen Narseh, taraftarları ile birlikte Bizans topraklarına göçederek Kapadokya ve çevre bölgelere yerleşti. Günümüzde Aleviliğin en güçlü damarının bu bölgede (Dersim, Sivas, Erzincan, Malatya, Maraş, Çorum, Amasya, Tokat ve Kırşehir) bulunmasında bu olayın etkisi olduğu tartışma götürmez. Bu bölgedeki Türk Alevilerin kayda değer bir kesiminin de sonraki dönemlerde asimile olmuş Zagroos göcmeni Kürtler olduklarını söylemek te yine yanlış olmasa gerek. Daha da ilginci Zagros`larda yüz yıllarca mücadele veren söz konusu Mazdekçi-Huremist grupların eyleminin tarihteki ilk komünist hareket olarak biliniyor olmasıdır. Tarihte kızıl bayrağı ilk kez sembol olarak kullananlar da bunlardır. „Mazdekiler ve Hurremiler sembol olarak giysi ve bayraklarında kırmızı renk kullanmışlardır. Bu yüzden surhalamân „kızıl bayraklı insanlar“ ya da surjamagân (surcamadan M.Ç.) „kızıl giysili insanlar“ olarak adlandırılıyorlardı... (Sykes 1908, aktaran Mehrdad R. İzady, Kürtlerin Din ve İnanç yapısı, M, Bayrak Alevilik ve Kürtler Öz-Ge Yay. 1997, Ankara, s. 582. Ayrıca Munzur Çem Dersim Merkezli Kürt Aleviliği, Vate Yay., İstanbul, 2012, s. 130) Burada verilen bilgiler, Türkçeye girmiş olan „Kızılbaş“ teriminin kaynağına da açıklık kazandırıyor. Aslı, Kürtçe „surcamedan“ bazı kaynaklarda ise „surcamegan“ olan bu sözcük, Safevi ve Osmanlı döneminde Türk dilinin etkinlik kazanmasıyla Türkçeye çevrildi ve „kızılbaş“ olarak literatürdkei yerini aldı. Dersim`e yapılan önemli göç dalgalarından biri de Şah İsmail dönemine rastlıyor. Bu günkü Dersimlilerin atalarının en azından bir bölümü, Dersim alevilerinin çok sevip saydıkları, kimilerine göre ise haksızlığa ve zulme karşı çıkmış olan Şah İsmail`in zulmünden kaçarak buralara gelmiş olmaları ilginçtir. Türk tarihçisi İşak Sunguroğlu bu dönemde yapılan büyük göç dalgası ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor: kızılbaş - sayfa 39 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "... Şah İsmail ise, zaptettiği bölgelerde emniyeti temin etmek için kendi tebaasından olan Dinbilli aşiretini tedibe girişince etrafında bulunan bütün Irak Kürtleri korkularından batıya doğru kaçmağa başlamışlar ve gelip Van, Bitlis, Diyarbekir, Harput gibi dağlık bölgelere yayılmışlar ve bunlardan bir kısmı bilhassa sarp dağlara ve vahşi meşe ormanlarına sahip ve aynı zamanda yol uğrağı da olmayan Dersim'i bir yurd olarak seçmişler ve buraya yerleşmişlerdi...“ (İşak Sunguroğlu, Harput Yollarında, 1958, c. 1. s.134.135). Günümüzde, aynı adı taşıyan bazı Kürt aşiretlerının Sivas`tan Vana-Hakkari`ye kadar olan bölgenin değişik yerlerinde yaşadıkları biliniyor. Örneğin, Lolan, Demenan, Haydaran ve Alan gibi... Bu aşiretler, yöreye göre Kurmancca konuşan Alevi, Kurmancca konuşan Sünni, Kirmancca (Zazaca) konuşan Alevi ya da Kirmancca konuşan Sünnilerdir. Daimi Cengiz yazısının bir yerinde „Munzur Cem; Sah İsmail-Yavuz Sultan Selim ve İdrisi Bitlisi karşılaştırmasında Osmanlı tarihçilerine itibar ederek “Şah İsmail’in katliamcı ve anasını öldürdüğünü, İdris-i Bitlisi ve Yavuz Sultan Selim’den daha gaddar olduğunu” söyledi. Dersim halk inancında ve Alevi-Bektaşi inancında Ali algısı gibi Şah İsmail (Hatayi) algısını kavramama cahaletini gösterdi. Tarihsel Ali ile Şah İsmail kişiliğini değil, Anadolu Alevi-Bektaşileri ve Dersimlilerin inancında yarattığı Ali ve Şah İsmail algısı Dersimliler için önemlidir. M. Cem bu ayrımın farkında bile degildir.“ Benim için „Dersim halk inancında ve AleviBektaşi inancında Ali algısı gibi Şah İsmail (Hatayi) algısını kavramama cahaletini gösterdi“ diyen D. Cengiz`in kendisi söylediklerimi anlamış mı dersiniz? Kuşkuluyum. Ya anlammamış ya da bile bile zikzak çizerek işin içinden çıkmaya çalışıyor. Her şeyden önce ben Şah İsmail`in anasını öldürdüğünü söylemedim, çünkü böyle bir bilgiye bu güne kadar hiç bir yerde rastlamamıştım, ilk kez onun yazdıklarında görüyorum. İkincisi ben Şah İsmail ile ilgili sözlerimi, her fırsatta „İdrisi Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim Alevileri katlettiler“ söyleminin toplantıda da dile getirilmesi üzerine söyledim. Peki İdrisi Bitlisi ile Yavuz kime karşı işbirliği yaptılar? Açıktır ki Daimi Cengiz`in bahsettiği hayali Şah`a değil, düpedüz Safevi hükümdari Şah îsmail`e karşı. Böyle olunca da bizim değerlendirmemin de bu Şah hakkında olması kaçınıllmazdı Yavuz-İdrisi Bitlisi İttifakın Perde Gerisi Söz bu noktadan açılmışken, o toplantıda kısaca dile getirdiğim Yavuz S. Selim-İdrisi Bitlisi ilişkisini biraz açmakta yarar görüyorum. Her şeyden önce bu konuda unutulmaması gereken nokta şudur; Osmanlı İmparatorluğu ile Safeviler arasındaki mücadele, haklı ile haksız arasındaki bir mücadele değildi. Bu, sömürgeci, işgalci iki imparatorluk arasındaki çıkar çatışması, paylaşım mücadelesiydi. Dini inanç ise her iki sömürgeci güç için bir propaganda ve taraftar kazanma aracı olmaktan öte bir şey değildi. Beri taraftan Şah İsmail`in Kürdistan Beylerine karşı ilediği politikayı bilmeden, Yavuz Sultan Selim-İdrisi Bitlisi ittifakının özünü kavramak mümkün değil. Şah İsmail`in Kürdistan politikası, ileri derecede baskı ve terör üzerine şekillenmiş bir politikaydı. O, Kürdistan`ı işgal ederken Kürt Beylerinin mülklerine el koyuyor, yerlerine kendi valilerini atıyordu. Bunun ise büyük bir altüst oluşa ve kaosa yolaçması kaçınılmazdı. Kürdistan Beyleri, başlangıçta kendisi ile uzlaşabilmek için büyük çaba harcadılar ama başarılı olamadılar. Şah, görüşme amacı ile yanına giden Kürt beylerinden bazılarını idam etti, bazılarını ise zindana tıkadı. Onun, görüşme sırasında, Kürt beylerini „Siz benimle babamın arasını bozmak istiyorsunuz,“ dedigi söyleniyor. „Babam“ dediği kişi ise Yavuz`dan başkası değildi. İşte İdrisi Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim arasındaki antlaşma bu koşullarda imzalandı. Şah İsmail`in tersine Yavuz Sultan Selim, sadece Kürdistan Beylerinin mülklerinin kendilerine ait olduğunu kabul etmekle yetinmedi, aynı zamanda babadan-oğula geçme yöntemiyle bu hakka süreklilik kazandırdı. Şimdi Dersim`deki toplantıda sorduğum soruyu tekrarlıyorum: İdrisi Bitlisi`nin yerinde siz olsaydınız ne yapardınız acaba? Beyliklerinizi sona erdirerek sizi çırılçıplak ortada bırakan Şah İsmail`le mi yoksa mülkünüzü size bırakan Yavuz Sultan Selimle mi anlaşırdınız? Bu sorunun yanıtını bu günü yaşayan bir Alevi olarak değil, o dönemde yaşayan bir Kürt beyi olarak vermeye çalışın lütfen. Sıradan bir alevinin, bu olayı değerledirirken „keşke sonuç böyle olmasaydı“, ya da keşke „Bu ittifak gerçekleşmemiş olsaydı“ demesi doğaldır. Çünkü sıradan Alevi „Yavuz, Şah Hatayi karşısında galip gelmeseydi, benim inancımdan olanlar yüzyıllardır uğradıkları haksızlıklara uğramıyabilirlerdi,“ diye düşünür. Bu, doğaldır da. Ama tarih üzerine yapılan değerlendirmelerde, hisler, özlemler değil, gerçeği ortaya çıkartabilecek bilgi ve belgeler esas alınır, onlar konuşturulur. Yavuz`un zulmüne karşı çıkmak başka, bir antlaşmayı ortaya çıkartan koşulları doğru bir şekilde analiz etmek başkadır. Demek oluyor ki İdrisi Bitlisi`nin attığı bu adımın, sıradan bir Alevi katliamı ile ilgili olduğunu gerçekle bağdaşmaz. Çemişgezek Beyleri örneğinde de görüldüğü gibi, Kürt Beyleri ile Yavuz arasındaki söz konusu ittifakta yer alanlar içerisinde Süni olmayanlar da vardı. O günün belgelerinde yer alan „Kızılbaş“ teriminin ise en başta Şah İsmail güçlerini, onun taraftarlarını kapsadığını unutmamamız gerekir. Sefere çıkan Yavuz`un cephe gerisini sağlama almak amacı ile giriştiği kızılbaş katliamı, İdris Bitlisi ile yapılan anlaşma olmasaydı da pekala gerçekleşebilirdi. Şimdi isterseniz bir de Alevilerin çok yücelttikleri Şah İsmail`in döneminde Dersim`de neler oldu, kısaca ona bakalim: Şah İsmail bölgeye hakim olduğunda Çemişgezek Beyliğinin başında Rüstem Bey bulunuyordu. Şah, Rüstem Bey`i beyliğin başından alıp İran`da sıradan bir göreve atarken, yerine kendi adamlarından Nur Ali`yi Vali olarak tayin etti. Ancak halk Nur Ali`nin yönetminden memnu değildi ve kısa sürede huzursuzluklar baş gösterdi. Dersim`de huzursuzluk ve karşılıklar sürerken de Çaldıran Savaşı patlak verdi. Rüstem Bey, bu Savaşta Şah İsmail`in yanında yer aldı. Savaştan hemen sonra Çemişgezek`i yönetmekte olan Nur Ali`den yana şikayetlerin artması üzerine, Rüstem Bey beyliğinin başına dönmeye karar verdi ve o sırada Tebriz`de bulunan Yavuz`un yanına giderek bağlılığını bildirdi. Ne var ki Yavuz 40 adamı ile birlikte kendisini idam etti. Rüstem Beyin idamından sonra oğlu Pir Hüseyin Bey bir süre kurtuluş yolları aradı ve sonunda Amasya`ya giderek babasının katili Yavuz`la görüştü. O sıralar Kürdistan Beylerini yanına çekme politikasına sahip Sultan Selim, Pir Hüseyin Bey´n Çemişgezek beyliğinin başına geçmesini kabul etti. Anlayacağınız, İdrisi Bitlisi`nin Sultan Selim ile yaptığı anlaşma dersimli Pir Hüseyin Beyin imdadına da yetişmiş oldu. Ondan sonra da Osmanlı eğemenliğini kabul etmiş olan öteki beyler gibi o da İdrisi Bitlisi ile birlikte bu imaparatorluğa hizmet etti. Dersimi İle Bender Yine Hedef Tahtasında Daimi Cengiz yazısında, M. Nuri Dersimi ile Cemşid Bender`e verip veriştirmekten de geri kalmıyor. Cemşid Bender, yılllarca yazdı, eleştirildi, eleştirdi. Ama doğu ve yanlışlarıyla bir yazı emekçisi, bir araştırmacıydı o. Onunla ilgili değerledirmelerin de bu çerçeve gözetilerek, belli saygı kurallarına uyularak yapılması gerkir. Ahalki açıdan da doğru olan bu, politik açıdan da. Nuri Dersimiye gelince; o, halkını hep seven, onun acı ve sevinçlerini paylaşmış olan kızılbaş - sayfa 40 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 biridir. O kadar ki bir ara Halep`te kendisini ziyaret eden bir hemşehrisinin 1938 jenösidi ile ilgili olarak anlattıklarını dinlerken, üzüntüsünden kalp krizi geçirmiş, hayata güçlükle dönebilmişti. Üstelik, onunkisi sadece sevmekle de sınırlı kalmadı, O, halkının özgürleşmesi için verilen kavgada hep yerini aldı, yaşamının son anına kadar elinden geleni ardına komadan çabaladı ve bu yüzden de büyüyk acılar çektı; işinden oldu, işkence gördü, yargılandı, hapse girdi ve nihayet 30 yıldan fazla sürgün hayatı yaşadı, 38`de ise ailesi katledildi. Yurtdışına çıktıktan sonra ise yaptığı ilk işlerden biri, Dersim`e karşı sürdürülmekte olan kemalist zulmü dünyaya duyurmaya cahılaşmak oldu. Ardından, Dersim`in cografyasını, tarihini, halkının kültürünü, inanclarını ve mücadelesini anlatan iki önemli eser hazırladı. Onun yaptığı bu iş, Dersim halkı bakımından bir ilkti. Ona gelene kadar hiç bir Dersimli, kendi yöresi ile ilgili bu düzeyde bir çalışma yapmamıştı. Her çalışma gibi, onun eserleri ve pratiği de irdelenmeye, eleştirilmeye açıktır elbet. Nuri Dersim`in Özellikle de 1937`de yurt dışına çıktıktan sonraki dönem ile ilgili olarak yazdıklarında tartışmaya açık yanlar var. Ama bu tür eksiklik ve yanlışlar, bu esrelerin taşıdğı büyük degeri görmemize engel teşkil etmez. Hal böyle iken Dersimi, bizim „zazacı“ ve „dersimsever!“ çevreler için Nuri dersimi adeta bir baş düşmandır. Ona karşı kullandıkları karalayıcı dil, attıkları iftiralar kemalistlere bile parmak ısırtacak düzeydedir. Bunun tek nedeni ise onun Dersimlileri Kürt, Dersimi de Kürdistan`ın bir parçası olarak görmesi, Dersim halkının mücadelesinin yurtsever yönüne vurgu yapması, yani gerçeği söylemesidir. Kuşkusuz, Dersimi bütün bunları kendiliğinden iddia etmiyor. Bizim tarihimiz, gerçeğimiz budur. Girin Arap, Fars, Osmanlı ve Batılı arşivlerine bakın, bir kaç istisna dışında, bu konularda onun söylediklerinden başka bir şey göremezsiniz. 600 yılık Osmanlı tarihinde, bu günkü dersimlilerin atalarını için „kürt“ ten başka kullanılan bir etnik kimlik adına rastlıyamazsınız. Dersim yüz yıllarca Kürdistan adıyla anıldı. Bu yörenin halkı, 20 yy. da Kürt yurtsever mücadelesinin en ön saflarında yerini aldı. Soykırımlar dahil, uğradığı zulmün ana nedeni de zaten bundan başkası değildi. Elimizden geliyorsa, Nuri Dersimi`inin eserlerini objektif olarak irdelemeli, katkı sunarak zenginleştirip gelecek kuşaklara aktarmalıyız. Bu tür değerlendirmelerin ötesinde hiç ama hiç kimsenin onun gibi tarihi kişilere ve emeklerine saygısızlık etmeye, ideolojik-politik saplatılarına göre onları karalama yoluna başvurmaya hakkı yoktur. Sonuç Dikkat edilirse D. Cengiz`m in de içerisinde yer aldığı sözüm ona Dersimci ve Zazacı kesiminin devletle nerdeyse her hangi bir sorunları yok. Eleştirilerinin, kavgalarının ana hedefi hep Kürt yurtseverleridir, bizleriz. Üstelik bu saldırılar çoğu kez normal ölçüleri aşan düşmanca bir tutumla sürdürülüyor. Oysa, bu halkın dilini, kimliğini, kültürünü inkar eden, onları Türk-İslam potasında eritip asimile etmek isteyen ve bu yüzden de zulmün her türlüsünü yapan güç ortada. Bu sömürgeci gücün söz konusu politikasına karşı neler yapılması gerektiği de belli. Bu çevreler, çımaz sokakta kuyrukları ile oynayıp duracaklarına ve uydurma gerekçelerle sürekli mazlum rolü oynayacaklarına meydana çıksınlar. Örgütleri ve programlarıyla ortaya çıkıp görüşlerini anlatsınlar halka. Eğer günün birinde bu halk, söylediklerini benimser ve kendileriyle birlikte olursa kimsenin bir şey söylemeye hakkı olmaz. Yeter ki bu iş uygarca ölçüler içerisinde, kirmadan dökmeden olsun. Ama bunu yaparken sakın boş bir meydan da hayal etmesinler. Bu meydanda doğal olarak onlar gibi başkaları da her zaman olacak. Pavlükalar yandı gel sende dayan Vallahi beyime çok oldu ziyan Dersim beylerine olmadı ayan Kırıldı kırk yerden beli Koçgir’in Konağın kapısı kıbleye bakar Ab-ı revan olmuş çeşmesi akar Lalesi sümbülü nergisi kokar Soldu goncaları gülü Koçgir’in Mevziler kazıldı toplar atıldı Mallar geldi dellallarda satıldı Asker kalkıp geldi Bey’im tutuldu Söylemeye aciz dili Koçgir’in Alişan bey derler işittim adın Gelenler geçenler veriyor methin Kardaşı kardaştan ayırmak çetin Gayet sarpa sardı hali Koçgir’in Çifte çifte pavlükalar dönerdi Şişeler kurulup bade sunardı Her konağa beşyüz atlı inerdi Kesildi kervanı yolu Koçgir’in Görünüyor Alişan’ın söğüdü Alişir oturmuş verir öğüdü Acep n’oldu Koçgirler’in yiğidi Kırıldı kanadı kolu Koçgir’in Kimisi vurulmuş kimi yatıyor Yüz senelik emlakinden çıkıyor Araziyi eller ekip biçiyor Yıkıldı bentleri sulu Koçgir’in Sefil Gazi’m eydur bu da böyl’olur Evvel ahir herkes ettiğini bulur Elbet Mevlâm bize bir fırsat verir Eser ılgıt ılgıt yeli Koçgir’in -------------------------------- Ali Haydar Avcı, Kürt Halk Hareketleri ve Türküler, Berhem Dergisi, Sayı 10, Ocak 1991, İsveç. Ağıt deyiş elyazmasından. kızılbaş - sayfa 41 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İSMAİL BEŞİKÇİ VE DERSİM PANELİ’NİN YANKILARI DEVAM EDERKEN Ağustos 2013’te ‘İsmail Beşikçi ve Dersim Paneli’ adı altında Beşikçi’nin Dersim panelini eleştiren bir yazı kaleme almıştım. Bu yazı yaklaşık on kadar sitede yayımlandı. Yazıya ilgi oldukça yüksekti. Bu yazıda panelde sorduğum sorular ve verdiğim cevaplar ile söz hakkının sınırlılığı vesilesi ile söylemediklerimi ve de diğer soru ve cevap ikilemlerini de vererek eleştirel katkı sunmak istedim. Amacım Beşikçi’nin Dersim’e dair bazı eksik ve yanlış bilgilerini ve bilgilenmelerini eleştirerek kendisine katkıda bulunmak ve de ‘Beşikçi’nin ödediği bedel’den ötürü Beşikçi’yi eleştirmekten sakınan dinleyicilerinin ve okurlarının da dikkatlerini çekmekti. Bu eleştiriyi yaparken iki hususa dikkat ettim: 1. Beşikçi 1960’lı yılların Türkiye’sinde bütün akademisyenler Kürt kimliği ve sorunu konusunda ya inkarcı ya da suskunken bir Türk akademisyen olarak Kürt Alikan Aşireti’nin sosyolojik tetkikini yaptı ve Kürt kimliğine dair kırmızı çizgisi olan devletin hedefi oldu. Daha sonra Kürtler konusunda yazdığı pek çok yazılarla ağır bir bedel ödedi. Bu bedelden ötürü Beşikçi’ye karşı saygılı davranmak gerekir. 2. Herkes Dersim kıyımı için ‘isyan’ veya ‘katliam’ derken, Beşikçi: ‘Dersim soykırımı’ ve ‘Dersim Jenosidi’ diyerek yapılan kıyımın adını ilk ve doğru koyan oldu. Bu nedenle de Beşikçi’ye karşı saygılı davranmak gerekir. Yukarıda belirttiğim hususları dikkate alarak ve azami derecede hassas davranarak panelde ve eleştiri yazımda Beşikçi’ye karşı saygılı üslup ve dil kullandım. Aynı dil ve üslubu yıllardır büyük bedeller ödeyerek pek çok değer ortaya çıkaran Kürt Halk Hareketi’ne karşı da kullandım. Bir akademisyen olarak bu değerlerin ağır bir fatura ile ğim doğruları, bazı eleştiri oklarını da üzerime çekme pahasına edep ve üslup dahilinde yaptım. İnsanlar anlaşılır bazı nedenlerle o ortamlarda suskun davransalar da, o mekandan ayrıldıktan ve o yazıyı okuduktan sonra bazı soru işaretleri ile baş başa kalacaklarından hiç kuşkum yok. Bu eleştiri sonrası aldığım pek çok mesajdan da bu anlaşılıyor. Dr. Daimi Cengiz elde edildiğinin hep bilincinde hareket ettim. Yıllardır pek çok insan farklı şekillerde bedel ödüyor. Anadolu halklarının ve özellikle aydınlarının ödediği bedel çok ağır olmuştur. Biz yaşam ve mücadelemizde bu bedellere karşı saygılı davranırken, eleştiri denilen katkı aracını birbirimize karşı kullanmaktan vaz geçemeyiz. Beşikçi’yi eleştirirken 35 yıllık akademik hayatımda bir Dersimli olarak Dersim halk kültürü üzerine yaptığım çalışmada yöreyi adım adım gezerek yaptığım sözlü tarih çalışması ve tanıklığımdan hareket ettim. Beşikçi belli bir çevreye angaje olduğundan Dersim’e dair alan çalışması da pek olmadığından ve uzun yıllar hapis yattığından ötürü bilgileri sınırlı ve kusurludur. Bu nedenledir ki bu güne kadar birçok kişinin de Beşikçi’yi eleştirdiğini belirtmem gerekir. Söz konusu yazıma olumlu tepki veren Sayın İhsan Aksoy’un da belirttiği gibi ‘kadir-i mutlak’ yoktur. Dokunulmazlar da eleştirilir. Beşikçi’nin ‘ödediği bedel’den ötürü O’na dokunmayan, o bedelin gölgesinde ezilen, ‘eleştirirsem yanlış mı yaparım!’ ya da ‘yanlış mı anlaşılır!’ kaygısıyla mesafeli yaklaşan pek çok kişi tanırım. Ben bunu yapmadım. Bildi- Beşikçi ve Kürt Halk Hareketinin değerlerine dair tavır, tutum ve üslup meselemi bir yana bırakarak Munzur Cem’in ‘İ. Beşikçi ve Dersim Paneli’ adlı yazımdan ötürü yazdığı ‘Beşikçi’nin Dersim toplantısı ve çıkmaz sokakta kuyrukları ile oynayanlar’ adlı yazısına gelmek istiyorum. Burada üzerinde durduğum nokta M. Cem’in yazıma dair eleştirel düşünceleri değildir. Yazısının o kısmına girmiyorum. İleri sürdüğü fikirlere katılmıyorum. İddialarına tek tek cevap vermeyi de gerekli görmüyorum. Benim panel yazım zaten cevabı veriyor. Yeni cevaplar yerine önümüzdeki aylarda daha kapsamlı yazılarla ve yeni kitap çalışmalarımla okuyucuları bu konuda bilgilendirmenin daha faydalı olacağını, enerjimi ve zamanımı daha verimli kullanmanın gerekliliğine inanıyorum. Zaten benim eleştirdiğim esas olarak Sayın Beşikçi idi. Burada sadece Munzur Cem’in yazısındaki ‘paneldeki tutumum’ ve şahsımı hedef alan uyduruk isnatlarına dair bazı cevaplar vereceğim. Beni, politik ve akademik yaşamım boyunca hiç girmediğim bir konum ve pozisyonda göstermesine cevap vereceğim. M. Cem yazısının başlangıcında benim için şu kışkırtıcı cümleleri kullanarak karalamalarına başlıyor: “arkadaşları ile düştükleri zor durum”, “içlerinden bazıları bu rahatsızlığı, her türden terbiye kuralını ayaklar altına alan bir üslup ile dile getirmekten geri kalmadılar..”, “Daimi Cengiz’in de içerisinde yer aldığı bir grup” , “Toplantıya grup kızılbaş - sayfa 42 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olarak hazırlıklı gelmişler” ve “Zaman zaman hayli saygısız bir üslup ile söylenen gerçek dışı iddialara..” gibi cümlelerdir. Dijital zamanda yaşıyoruz. Munzur Cem’in elinde kayıt varsa (ki kayıt yapılıyordu orada ve pek çok telefon da kayıtta idi) bunu sosyal medya portallarına yüklesin. Varsa bir terbiyesizlik okurlar da izlesin. Orda sadece tanımadığım bir bayan sert bir üslupla Beşikçi’yi eleştirdi. Bu üslup beni de rahatsız etti. Doğrusu Beşikçi Hoca bu üslubu hakketmiyor. Zaten dinleyicilerden tepki de aldı. Ama bu kişi beni bağlamayan biri. Diğer eleştirenlerden Y. Kaya ve iki-üç kişi de saygısızlık yapmadı. Gayet normal üslupla Beşikçi’yi eleştirdiler. Pekâla Beşikçi’yi destekleyen bir çok kişi de konuştu. Ben o ortama hiçbir kişi ile gelmedim. Kendi adıma geldim. Ne bir grubum var ne de bir grubun mensubuyum. O panelde Y. Kaya dışında Beşikçi’yi eleştiren kimseyi de tanımıyorum. Benim o paneldeki tavır ve üslubum ile önceki yazımdaki üslubum bu yazının başında da önemle altını çizdiğim iki kriter/prensip dahilindedir. Bu anlamda M.Cem’in iddia ettiği ‘saygısız üslup’ ve ‘ayaklar altına alınan terbiye kuralı’ iddiaları benimle ilgi bağlamında iftiradır. Elma ile portakalı aynı sepete koyup ve adına ‘öteberi’ deme basitliğidir. Muhatabı ben değilim. Ben kendi soru ve cevaplarımın ve de üslubumun muhatabıyım. Sözünü ettiği ‘grup olarak hazırlıklı gelmişler’ iddiası da hayalidir. Hatta iftiradır. Panelde Beşikçi’ye yönelik eleştirilerin spontane, kendiliğinden ve o ortamın gereği olarak geliştiği kanaatindeyim. Boğa altında buzağı aramaya gerek yoktur. ‘Zor duruma düşme’ meselesine gelince… Zor duruma düşmedim. Onurlu, saygılı ve eleştirel davranmanın gururuyla ayrıldım. Beşikçi’nin yanlışlarına sessiz kalamazdım. Dersimli bir akademisyenim ve Avrupa Dersim Akademik Değişim Vakfı’nın kurucu üyesiyim ve yönetim kurulundayım. Dersim halk kültürünü ve yakın tarihini Beşikçi’den daha iyi bilirim. Dersim’de Beşikçi gibi bir şahsiyet tarafından Dersim Kıyımı konuşuluyor. Burada ‘gölgede’ kalma, sessiz kar- şılama ya da alkışlama yerine tabuyu kırıp doğruları söyledim. Kaç kişinin beni ya da Beşikçi’yi alkışlamasının hiçbir önemi yoktur. Bu tür eleştiriler meyvelerini geç verir. M. Cem, yine yazısında şunu iddia ediyor: “kendi ana dilleri ile ilgili kayda değer çalışması olmayan D. Cengiz gibilerinin ne adına ve hangi hakla bu ölçüde büyük laflar ettikleridir. Eğer birileri oturup susacaksa, bunu en başta yapması gerekenler ve onun gibileri değiller mi?”. Munzur Cem ve aynı zihniyeti taşıyanlara, ‘Halkbilim ve etnomüzikoloji’ bilim alanında hazırladığım doçentlik dosyamda aşağıda belirttiğim akademik ortam ve dışı yayımlarımın en az % 50’sinin Sivas’tan Varto’ya kadar uzanan Dersim coğrafyasının ve toplumunun dil, kültür ve tarih değerlerini içerdiğini söylemek isterim: 1) 28 Üniversitede yaptığım sunumlar (Sempozyum bildirileri) 2) 21 Uluslararası akademik dergide yayımlanmış inceleme yazıları 3) 1 master ve 1 doktora tezi 4) 2 kitap 5) 6 kitap içi yazısı 6) 59 Akademik ortam dışı süreli yayınlarda yayımlanan makaleler 7) 82 gazete yazısı (makale) 8) 14 Uluslararası Festivalde sunum 9) 16 TV programı 10) 12 Müzik Grubu ve müzisyenin beste ve derlemelerimi icra etmeleri 11) 21 Araştırmalarım hakkında yayımlanmış yazılar 12) 24 Akademik ortamda yapılmış yayımlarımdan yapılmış alıntılar/aktarmalar 13) 42 Akademik ortam dışı yayımlardan yapılmış alıntı/aktarmalar 14) 3 kitap önsözü 15) Dersim Ezgileri Albümü 16) Sevda ve Kavga Ezgilerinde Dersim Albümü Bunlara Dersim halk müziğinin 3000 ezgisini ve de folklor ve etnografyanın çeşitli alanlarına dair derlemeleri ve sözlü tarih çalışmalarını da eklemek isterim. Dersim kültürü ile ilgili birçok alanlarda yapılmış ve henüz yayımlanmamış çalışmalarımı ve yayımlanmış ‘Dersim Fablları’ adlı kitabımı saymazsam sa- dece ‘Tarihe Tanık Dersim Şairi Sey Qaji’ kitabım başlı başına Dersim Kırmanc (Zazaca) dili edebiyatı ve müziği için temel başyapıt olarak çok önemli bir kazanımdır. Akademik ortamda bu çalışmanın aldığı övgüler biz Dersimliler ve kültürümüz için çok önemli motivasyondur. Öyle inanıyorum ki yukarda dökümünü yaptığım dosyamı bir yana bıraksak bile, bu şairi 35 yıllık çaba ile unutulmaktan kurtarıp, hafızanın kısa tarihinden alıp dil-edebiyat ve müziğin yazılı tarihine kazandırmak bile anadilim için ne yaptığıma delildir. Ama M. Cem’in kulağı tıkalı ve gözleri de bantlıdır. O hala bana ‘ana dilin için ne yaptın? Ve susmak gereken biri varsa Daimi Cengiz’dir’ diyor. Taktir akademik ortam ve Dersim halkınındır. Bu arada belirtmek isterim ki Kürt kültürü ve Dersim kültürüne dair Türkiye’nin akademik ortamlarında yaptığım birçok sunumum da sansürlendi. Ve akademik eserlerde yayımlanmadı. Son olarak M. Cem şu iftirayı da atmaktan geri durmuyor ve bunu şöyle özetliyor: ‘D. Cengiz’in de içinde yer aldığı sözüm ona Dersimci ve Zazacı kesimin devletle neredeyse herhangi bir sorunları yok. Eleştirilerinin, kavgalarının ana hedefi hep Kürt yurtseverleridir, bizleriz. Üstelik bu saldırılarını çoğu kez normal ölçüleri aşan düşmanca bir tutumla sürdürüyor’. Eh be!... Şimdi sıralıyorum: 1) 1974’ te namaz kılmadığım için 1200 kişilik Kırşehir İlköğretmen Okulu birinciliğini MC Hükümeti paralelli okul yönetimi ve Nurcu din dersi öğretmeni bana kaybettirdi. Yine 1975 yılında aynı okulda ‘Kürt halkı ve onun ayrı dili var’ fikrini MEB’den teftişe gelen müfettişe, sınıfta yüzüne karşı söylediğim için ve okul müsameresinde Pir Sultan Abdal ve Şah Hatayi deyişlerini icra ettiğim için okuma hakkım elimden alındı. Av. Halit Çelenk’in Danıştay’da davayı kazanması ile okuma hakkımı yeniden kazanabildim. Herhalde ‘bunu Kürtler yaptı’ demedim. 2) Nisan 1976’da sürgün gittiğim Diyarbakır İlköğretmen Okulu’nda Kürt MHP’lilerin saldırısına uğradım, bı- kızılbaş - sayfa 43 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çaklandım. Diyarbakır’da hani o Kürt muavin çocukların ‘Dağ Qapiii!, Dağ Qapiii!’ diye bağırdıkları sur önünde, kanımı o sur önü sokaklara dökenler de MHP’li Kürt gençlerdi. Ama bunu da ‘Kürtler yaptı’ demedim. 3) 1976 sonrası kazandığım en gözde üniversitelerin bazıları işgal altında olduğu için okuyamadım. 1979 yılında sürgün öğretmen olarak batıya gönderildim. ‘Bunu Kürtler yaptı’ demedim’. 4) 1989’da Konya Personel Okulu’nda asteğmen acemi birliğinde, şimdiki İstanbul Valisi H. Avni Mutlu ile beraber askerlik yaparken, O valiliğe doğru yükseliş istikametine gönderilirken, bana Kuleli Askeri Lisesi Müzik öğretmenliği gelmişken, meslek kur’asını vermeyip ‘sakıncalı-şüpheli personel’ olarak Ağrı istikametine sürdüler. Bunu da ‘Kürtler yaptı’ demedim. 5) 1986-87 yılında İTÜ Sosyal Bil. Enst’ ndeki sözleşmeli Öğr. Gör. işime kadro vermediler. Onu da ‘Kürtler yaptı’ demedim. 6) Birkaç gözaltında tutulmam için de ‘Kürtler yaptı’ demedim. Sistemden kaynaklanan bunca belalara maruz kalan ben bunları bir tarafa atıp ‘devletle değil, Kürt yurtseverleri ile’ mi uğraşıyorum? Hay topraklar başına senin! Bakınız ben sizin dilinizden düşürmediğiniz o ‘Zazacılık ve Dersimcilik’(!) konusunda ne düşünüyorum: 1) Son 30 yıldır Zazacanın (Kırmancki) Kurmanci’den ayrı bir dil olduğunu söylüyorum. Kardeş olan bu diller tarihsel süreç içinde ayrı diller durumuna geldiler. Tıpkı Türkçe-Kırgızca ve İngilizce-Almanca gibi. Zazaca, Kurmanci’ye en az bu dillerin farklılığı kadar uzaktır. Bunu ben değil en az Kürdologların yarısı söylüyor. İşin dilbilim kısmına girmiyorum. Sınır bölgesi kontakları dışında ancak tercüman ile anlaşabiliyoruz. 2) Bu ayrımı Kürt dilleri olarak da algılayabilirsiniz. 3) Ayrı dil ayrı ulus gerektirmez. Hepimizin bildiği başka şartlar da gereklidir. 4) Ayrı dil ayrı örgütlenmeyi de gerektirmez. Ama bu dillerin özgürce ge- lişimleri için alan açılmalı. Arka bahçe muamelesi yapılmamalıdır. 5) Dilimize sahip çıkalım derken Kurmancı ve Kürt düşmanlığı gerekmez. Düşmanlıktan sakınmak gerekir 6) Kurmanci’yi ön plana çıkarıp geleceğin devlet, otonomi ve özerk bölge dili olarak önemserken, Kırmancki’ye (Zazaca) öteleme, sofrada tuzluk muamelesi yapılmaktadır ki Kürt Enstitüleri ve diğer kurumlar maalesef bu hassasiyeti gösteremiyorlar. 7) Kürt hareketinin başarısı Anadolu coğrafyasında özgürlükler için bir kazanımdır. Yenilen Kürt hareketi beraberinde pek çok özgürlük alanlarını da daraltır. 8) Bugün bir çok inanç ve etnik unsur kendi kimliğini sorguluyor ve kayıp kültürlerini eşeliyorsa, bunda Kürt hareketinin yarattığı ortam ve psikolojik desteğin etkin rolü vardır. 9) Kürt yurtseverleri Zazacanın gelişmesi için caba harcayan, dernek, süreli yayın vb. kurumlaşmaya giden çevrelere destek olmalıdır. Ya da engel olmamalıdır. Bu çabaya bir kılıf bulup onları karşı saflara itmemelidir. 10) Zazaca üzerine çalışanlar, dernek, yayın vb. kurumlaşmaya gidenler Kürt hareketi ve yurtseverlerine karşı üsluplarına dikkat etmelidirler. ‘Kaş yapayım derken göz çıkarmamalıdırlar. Sekter tavırları ile karşı saflara kaymamalı ve o görüntüyü vermemelidirler. 11) Dersim’in özgünlüğü mutlaka korunmalıdır. Onun kendine özgü kültürü, dilleri ve inancı için hassasiyet gösterilmelidir. Bu doğrultudaki örgütlenmesi (Kürt karşıtlığına varmadan), özgünlüğü gereği, gereklidir. Sanırım bu kadarı yeter. Benim Zazaca ve Dersim hakkında ne düşündüğümü bu açıklamalar yeterince izah ediyor. Cem gereksiz yere bir kaşık suda fırtına koparmasın. Bizleri de gereksiz yere olmadığımız yapılanmaların içine sokmasın. Not: Panele dair yazımda geçen ‘M. Cem, Şah İsmail annesini öldürdü dedi’ cümlesi Munzur Cem’e ait değildir. O anda panelde o yönde bulunan başka dinleyicinin iddiası idi. Yanlış anlaşıldı. Bu düzeltme, yazıyı yayımlayan kimi sitelere tarafımdan bildirildi. kızılbaş - sayfa 44 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim’de için yaşının büyütülmesi bu keyfilikler arasındadır. Seyit Rıza’nın yaşının küçültülmesi mahkemesinde, duruşmaya getirilen tanığın, Seyit Rıza’nın küçük oğlundan iki yaş daha küçük olduğu da, bizzat Seyit Rıza tarafından belirtilmektedir. Bilincin Uyanışı Dr. İsmail Beşikçi Türkiye’de, 1925-1945 yılları arasında tek partiye dayanan bir siyasal hayat vardı. Doğal olarak anti-demokratik bir siyasal sistem, anti-demokratik bir siyasal rejim egemendi. Genel seçimler aslında atama şeklinde cereyan ediyordu. Milletvekilleri Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından atanıyordu. Seçimlerden yani bu atamalardan sonra TBMM’nin ilk oturumunda milletvekilleri Mustafa Kemal Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçiyorlardı. Otoriter, totaliter, anti-demokratik bir siyasal sistem, siyasal rejim vardı. Tunceli Kanunu bu siyasal sistemin, bu siyasal rejimin doruk noktalarından biridir. Yasanın gerekçesinde Dersim, bir çıban başı, yok edilmesi, temizlenmesi gereken bir mikrop olarak değerlendirilir. Tunceli Kanunu 1935 yılında kabul edilmiştir. Ve hemen yürürlüğe konulmuştur. Bu yasanın en önemli özelliği, idarenin her türlü keyfi davranışına yol veriyor olmasıdır. Yasa bu bakımdan dönemdeki zihniyet yapısının önemli bir göstergesidir. Tunceli Kanunu’yla Dördüncü Genel Müfettişlik kurulmuştur. Dördüncü Genel Müfettişlik Dersim bölgesini içine almaktadır. Bugünkü Tunceli’den daha geniş bir bölgedir, Erzincan’ın, Bingöl’ün, Elazığ’ın bazı yörelerini de içine almaktadır. Dördüncü Genel Müfettiş bölgenin valisidir. Aynı zamanda, bölgedeki en yüksek askeri komutandır. Dördüncü Genel Müfettiş kişileri yakalama, suçlama, yargılama, verilen cezaları, örneğin idam cezalarını infaz etme yetkisine haizdir. Tunceli Kanunu makable şamil bir ka- nundur. Tunceli Kanunu’nun makable şamil bir kanun olduğu, yasanın 35. maddesinde yazılıdır. Yani yasanın, yürürlüğe girdiği tarihten önceki fiiller, “suçlar” için de uygulanacaktır. Bunun, ceza hukukunun ana prensiplerine aykırı olduğu açık bir gerçektir. Ceza yasalarının, yürürlüğe girdiği tarihten sonraki suçlar için uygulanacağı, ceza hukukunun temel prensiplerinden biridir. Suçlanan kişilere iddianame verilmemesi, yasanın dikkate değer bir özelliğidir. Sanıklara savunma hakkı verilmemektedir. Sanıkların avukat tutamamaları, yargılama sürecinde avukatın olmaması, dikkatlerden uzak değildir. Bunlardan çok daha önemlisi, yargılama sürecinde, tercüman da yoktur. Sanıklardan çoğunun hiç Türkçe bilmediği, Türkçe konuşamadığı bir ortamda, tercüman olmaması, yasanın niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Yasanın önemli bir özelliği de, idam hükümlerinin müfettişin onayıyla infaz edilmesidir. Herhangi bir mahkeme tarafından verilen idam hükümlerini, TBMM tarafından onaylandıktan sonra infaz edileceği 1930’lardaki ceza mevzuatı için de söz konusudur. Fakat, Dördüncü Genel Müfettiş’e, TBMM’nin bu yetkisi de verilmiştir. Vali, Müfettiş ve Komutan’ın, köyleri yakıp yıkma, ahaliyi sürgün etme, köylerin, beldelerin, ilçelerin sınırlarını değiştirme, yetkisi de vardır. Yasanın keyfi uygulamalara yol verdiğini belirtmiştim. Seyit Rıza’nın idam edilebilmesi için yaşının küçültülmesi, Seyit Rıza’nın küçük oğlu Resik Hüseyin’in, idam edilebilmesi Köylerin yakılması-yıkılması, mağaralara sığınan kadınların, çocukların zehirli gazlarla imha edilesi, gebe kadınların karnına kılıç sokulması, bir-iki yaşlarındaki bebeklerin bir ayağının bileğinden kavranılarak, başlarının taşlara çarpıla çarpıla öldürülmesi, dere kenarlarında, dağ yamaçlarında toplanan sivil halkın, kadınların, çocukların üzerine uçaklarla bombalar atılması sık sık rastlanan olaylardır. 10 Kasım 2009 da, TBMM’de yapılan “demokratik açılım” görüşmelerinde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, AKP Hükümeti’ni, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ı eleştirirken, “Atatürk 1937’de, 1938’de, Şeyh Said’de, Ağrı’da, müzakere yaptı mı?” diyordu. Ama ne yaptığını söylemiyordu. Fakat aynı şeylerin yapılmasını istiyordu. Dersim’de 1937’de, 1938’de olup bitenlerden, Sabiha Gökçen’in sivil halkı nasıl bombaladığından Atatürk’ün habersiz olduğu düşünülebilir mi? Tunceli Kanunu’nun yapıldığı sırada, TBMM’de 60’a yakın profesör vardır. Bunların önemli bir kısmı da hukuk profesörüdür. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, ekonomi gibi dallarda profesör olanlar da vardır. Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen de bu profesörlerden biridir. Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen ve babası Münir Raşit Öymen, Almanya’da özellikle eğitim, iletişim, sosyoloji gibi alanlarda eğitim görmüşlerdir. Ama bu profesörlerin, yasanın hiçbir maddesine, daha doğrusu keyfi davranışlara hiçbir itirazlarının olmadığı görülmektedir. Tunceli Kanunu tasarısı TBMM’ye geldiğinde şöyle bir yol izlendiği anlaşılmaktadır. TBMM Başkanı maddeleri birer birer okutmuş, kabul edenleretmeyenler demiş, daha sonra da kabul edildiğini zapta geçirmiştir. Maddeler üzerinde, genel olarak görüş açıklaması olmamış veya tartışma yaşanmamıştır. Tunceli Kanunu 38 maddedir. kızılbaş - sayfa 45 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu milletvekillerinin TBMM’ye tayin yoluyla geldikleri bilinmektedir. Tayini yapan şüphesiz, Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yukarıda sözü edilen 60’a yakın profesörden biri de, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurt’tur. Mahmut Esat Bozkurt 1930’larda Adalet Bakanı’dır. Ord. Prof. Mahmut Esat Bozkurt, 1930 Ağrı ayaklanması sırasında şöyle bir konuşma yapmıştı. “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hissiyatımı saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler. (Milliyet, 30 Eylül 1930, söz eden, Lucien Rambout, Çağdaş Kürdistan Tarihi, Komal Yayınları, Ankara 1978, s.132) Eğitimli olmak, eğitimin kalitesini yükseltmek, otoriter ve totaliter bir yönetimin kurulmasına engel olmuyor. Kürtlerin, inkarı, imhası, asimilasyonu çabaları, Türkiye’de, her zaman faşist düşünce ve uygulama için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu sürecin Dersim 1937-1938 de olduğu gibi soykırıma varan uygulamaları da olmuştur. Bu sözün dönemin Adalet Bakanı tarafından, Türkiye’nin Batı illerinden birinde, bir “seçim” döneminde söylendiğini unutmamak gerekir. Dikkat edilirse, Adalet Bakanı, profesör Mahmut Esat Bozkurt, “Türkiye, dünyanın en hür ülkesidir” diyor. Ama, “en hür ülke” de, Kürtlere, “hizmetçi olma hakkı’ndan, “köle olma hakkı’ndan başka bir hak tanımıyor. Bunu resmi ideolojinin bir tutarsızlığı, çelişkisi olarak değerlendirmek gerekir. Son 25-30 yıllık mücadele sürecinde, Kürtlerin mücadelesini kırmak için, devletin, Zazacılık diye bir akım geliştirmeye çalıştığı gözlenmektedir. Zazaların Türk olduğu, bazı Türklerin Zazalaştığı anlatılmaktadır. Resmi ideolojinin ikiyüzlülüğü hemen dikka- ti çekmektedir. Kürt olduklarından ve Kızılbaş olduklarından dolayı soykırıma uğratılanlara, bugün de Türk oldukları söylenmeye çalışılıyor. Devlet, bu propaganda çerçevesinde, bazı Zaza Kürtlerini de hareket ettirebilmektedir. Bu konuda Zaza Kürtlerinin her zaman hatırlaması gereken süreç şudur. Dersim’de, Alevi inancında olan, Zaza Kürtleri yaşamaktadır. Alevi inancında olan Dersim’deki Zaza Kürtleri, 1937-1938 de neler yaşadı? Zaza Kürtlerine neden bu muamelenin layık görüldüğünü, Kürtlere neden soykırım yapıldığını da dönemin Adalet Bakanı, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurt çok açık bir şekilde dile getirmektedir. Resmi ideolojinin Kürtlerle ilgili bu tutarsızlıklarına, çelişkilerine de dikkat etmek gerekir. Zaza Kürtleri konusunda Roşan Lezgin’in, “Kirmanckî, Kırdkî, Dimilkî, Zazakî” başlıklı yazısına bakmakta yarar var. (www.zazaki.net, 26 Tebaxe 2009) Bu yazının “Zaza Kürtleri” başlığı altında Türkçesinin de yayımlanacağını umuyorum. Burada, olguların algılanması ve analizi bakımından Türklerin büyük bir çoğunluğuyla Kürtler arasında çok önemli bir zihniyet farkı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Türk aydınları Mahmut Esat Bozkurt’u “solcu” olarak değerlendiriyor. Baroların bir kısmı, hukuk fakültelerinin bir kısmı kendi kurumlarına heykellerini, büstlerini dikiyor. Mahmut Esat Bozkurt’un, Cumhuriyetle birlikte başladığı vurgulanan Türk aydınlanmasının önemli bir ismi olduğu vurgulanıyor. Kürtler, örneğin Kürt aydınları ise, Mahmut Esat Bozkurt’u, “ırkçı”, “faşist”, “çağdışı”, sömürgeci” gibi kavramlarla değerlendiriyor. Kürt aydınlarının ve Türk aydınlarının Mahmut Esat Bozkurt algılamasının birbirine zıt olduğu açık bir gerçektir. Bu noktada şu konu açık bir şekilde kendini belli etmektedir. İttihat ve Terakki, Türk milli mücadelesi, Lozan Antlaşması, 1925 Büyük Kürt Ayaklanması, Ağrı 1930, Dersim 1937-1938, Otuzüç Kurşun Olayı (1943), Halepçe, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması gibi olgular Türkler için ve Kürtler için çok farklı, birbirine zıt mesajlar vermektedir. Bunun dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir. Unutma-Unutturma Kürtler konusunda söylenmesi gereken önemli sözlerden biri, yoğun bir unutmanın ve unutturmanın yaşanıyor olmasıdır. Dersimliler, daha düne kadar, 1937-1938 de neler yaşandığın konuşmazlardı. Bu konuya bir ilgi de yoktu. 1970’leri düşünelim. Dersim Türkiye’deki solun bir minyatürü gibiydi. Türk solunun bütün fraksiyonlarının Dersim’de büroları, taraftarları vardı. Kürt fraksiyonları ise, cılız bir şekilde vardı. PKK ile bu durum değişti. Ama köklü bir değişiklik olmadı. Dersimliler, Kürtlerle, Kürt inancıyla hiç ilgisi olmayan Dördüncü Halife Ali’yi, Ali’nin oğulları Hasan’ı, Hüseyin’i hiç unutmuyorlar. Sık sık onlardan medet bekliyorlar. 681 yılında gerçekleşen Kerbela, Araplar’daki bir iktidar kavgasıydı. Kerbela’da öldürülenler 72 kişidir. Hüseyin taraftarları Fırat Nehri’ne çok yakın bir yerde çadır kurmalarına rağmen, Yezid taraftarları nehre gidiş yollarını kestikleri için 72 kişinin çoğu susuzluktan ölmüştür. Yezit taraftarlarının, Kur’an sayfalarını kılıçlara sokarak Hüseyin taraftarlarına saldırdığı biliniyor. Bundan dolayı Dersimliler dövünüp duruyorlar. 1937-1938’deyse, 50 binin üzerinde Alevi Kürdün öldürüldüğü görülmektedir. Akşam Gazetesi’nden Özlem Çelik, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’le yaptığı röportajda, bu sayının 90 bin olduğunu söylemektedir. (Akşam, 16 Kasım 2009) Genelkurmay’sa, 11 bin civarında ölü, 13 bin civarında sürgün olduğunu söylemektedir. Buna rağmen Dersimliler, Onur Öymen’in 10 Kasım 2009’da, TBMM’de, yaptığı konuşmaya ve konuşmaya karşı kamuoyunda gelişen tepkiye kadar, bu olaylardan söz etmezlerdi. Seyit Rıza’nın, Alişer’in, Nuri Dersimi’nin adını anmazlardı. Bu konuda büyük bir unutma ve unutturma yaşanıyordu. Örneğin 8 kasım 2009 da, İstanbul’da, Kadıköy Meydanı’nda, Büyük Alevi Mitingi yapıldı. Bu mitinge Dersimlilerin de katılması muhtemeldir. Ama mitingde, Seyid Rıza’ya, Alişer’e, Nuri Dersimi’ye, Dersim soykırımına ilişkin hiçbir fotoğraf, pankart göze çarpmıyordu. Konuşmalarda, bu isimlerden, bu olaylardan söz edilmedi. Onur Öymen’in konuşmasından sonra konuşmaların tartışmaların başlama- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sı, yaşlı insanların anılarını dile getirmeleri bir uyanış olarak değerlendirilebilir. Bilinçteki bu uyanış, ırkçı ve sömürgeci ideolojinin çözülmesi, sömürgeciler tarafından sistematik olarak öldürülen ruhun canlanması anlamına gelmektedir. Bu bilincin, bu uyanışın güçlenerek süreceği kanısındayım. Aleviliğin, insanı ön plan koyan anlayışından, mazlumun yanında yer almasından dolayı, Ali, Hasan, Hüseyin taraftarlarının desteklemesi doğaldır. Ama bu kesimi içselleştirmesi, bu kesimle aralarında organik bağlar tesis etmeye çalışması yanlıştır. Şiilik elbette İslamlıktır. Ama Alevilik İslamın dışında olan bir inançtır. Bugünkü Alevilerin atalarının İslam olmadığı açık bir gerçektir. Aleviliği Müslümanlığa asimile etme çabaları, devletin baskısını hafifletmek için, Alevilerin Müslüman gibi görünmeleri, dikkatlerden uzak bir süreç değildir. Dersim 1937-1938’i hatırlama sürecinde irdelenmesi gereken esas kişi Onur Öymen değildir. Kemal Kılıçdaroğludur. Soykırım sırasında, Kemal Kılıçdaroğlu ailesinden de yaşamını yitiren pek çok kişi vardır. Kılçdaroğlu ailesinden bazı kişiler hasbelkader hayatta kalabilmişlerdir. Soykırım, Dersim’in her yöresinde olduğu gibi Nazımiye’de de yoğun bir şekilde gerçekleşmiştir. Kızılbaş Kürtlerin nasıl katledildiğini, Cumhuriyet Senatosu Başkanlarından ve Dışişleri eski Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in, Kemal Kılıçdaroğlu’na özel olarak anlattığını Kılıçdaroğlu’nun kendisi söylemektedir. Köylerin, evlerin, ağılların, ahırların yakılmasından yıkılmasından sonra mağaralara sığınmış kadınların çocukların üzerine zehirli gazlar sıkılarak Kızılbaş Kürtlerin fareler gibi zehirlendiğini İhsan Sabri Çağlayangil anlatmıştır. Bunlara rağmen Kemal Kılıçdaroğlu kendi köklerine karşı yoğun bir yabancılaşma içindedir. Bunları unutmuş. Bunların unutturulması için geliştirilen politikalara karşı hiçbir tepkisi yok. Bir insan, eğitimli bir insan, kendi köklerine, ailesine karşı yaşama geçirilen katliamlara nasıl bu kadar duyarsız bir hale gelebilir? Bu da elbette bir eğitim sürecinde edinilebilecek bir sonuçtur. Resmi ideoloji eğitiminin nasıl uygulandığını, zengin olgusal dayanaklarıyla incelemek önemli olmalıdır. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kemal Kılçdaroğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayıydı. Bu seçimler sırasında, propaganda döneminde, Kemal Kılçdaroğlu’na basında, “Gandi” deniyordu. Bu çok yanlış bir benzetmedir. Tarih bilincinden yoksun bir benzetmedir. Gandi, ülkesi ve halkı için mücadele eden çok saygın bir önderdir. Hind Milli Kurtuluş Hareket’inin önemli bir ismidir. Kemal Kılıçdaroğlu ise, kendi ülkesini, kendi halkını, anadilini-kültürünü tarihten ve yeryüzünden silmek isteyenlerle işbirliği yapmaktadır. Bu tür bir değerlendirmeyi ancak, devletin propagandasının yapan, Milli İstihbarat Teşkilatının bir şubesi gibi çalışan, Türk basını yapabilir. “Emperyalist işgale karşı olmak”, ABD’nin Irak’a silahlı müdahalesi öncesinde, Mart 2003 öncesinde ve sonrasında çok tekrar edilen bir slogandı. Türkiye’de “sol”un önemli bir kısmı, Kürtlere, “Kürtler, Saddam Hüseyin’le birleşerek, ABD’ya karşı mücadele etmelidir, savaşmalıdır” diyorlardı. CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu da bu düşüncedeydi. Burada, “emperyalizme karşı mücadele”, “emperyalist işgale karşı olma” gibi, devrimci içerikli sloganları kullanıyorsa da aslında, çok büyük bir gericiliktir. Çünkü Kürtleri, kendilerin karşı soykırım yapan Saddam Hüseyin’le, kendi kasaplarıyla işbirliği yapmaya çağırmaktadır. Ama Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı sistematik olarak geliştirdiği soykırım sırasında sessiz kaldıkları, bu olaylar görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan geldikleri bilinmektedir. Türk solu grupları içinde, Saddam Hüseyin’i, “neden sadece bir Halepçe yaptın neden onlarca Halepçe yapıp gerici Kürtlerin kökünü kazımadın” diye eleştirenler de vardır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adı “yolsuzlukları deşifre eden adam” olarak geçiyordu. Kendisi olamayan, hasmının, düşmanının kişiliğiyle bütünleşen, ailesine, halkına karşı yapılan yolsuzlukları hiç sorun yapmayan bir kişinin Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal hayatındaki yolsuzlukları deşifre etmesinin, bu yolsuzlukları izlemesinin hiçbir değeri yoktur. Zira en büyük yolsuzluğun, haksızlığın, 1938-1938 de, Dersim halkına yapıldığı açıktır. Kaynak: h t t p s : // w w w. f a c e b o o k . c o m / besikcismail?hc_location=timeline ''MANKURTLUK'' Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane vardır:Mankurt Efsanesi. uan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. (Rênas Mêrdîn) kızılbaş - sayfa 47 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ahmet Zeki Okçuoğlu: Kürdistan?ı verin, Kürtlüğünüzü verelim! Müzakere söyleşilerimizin konuğu yayıncı ve hukukçu Ahmet Zeki Okçuoğlu. Abdullah Öcalan’ın 1999’da Kenya’dan kaçırılarak Türkiye’ye getirilmesi ardından Öcalan’ın avukatlığını üstlenen Okçuoğlu, devletin Kürt meselesini çözmek, hatta silahlı çatışmaları sona erdirmek gibi bir niyetinin olmadığını ifade ediyor. Kürt aydınları, Kürdistan meselesinde ısrar etselerdi, şu anda Kürtçe seçmeli ders mi, zorunlu ders mi olsun yerine; Kürdistan bağımsız mı, federe mi olsun tartışılıyor olacaktı diyen Okçuoğlu, Kürtler kendilerine kurulan tuzakları eninde sonunda aşarak, varlıklarının tek teminatı olan bağımsız Kürdistan devletini kuracaklar tespitinde bulunuyor. Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun sürece ilişkin görüşlerini okuyucularımızla paylaşıyoruz. Çetin Çeko Sayın Okçuoğlu, bir kısım çevreler hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik olduğunu belirtirlerken, bir kısım çevreler de Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi süreci olarak değerlendirmekte. Sizce söz konusu müzakerenin hedefi nedir? Önce “Kürt sorunu” tabiriyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. “Kürdistan meselesi” yerine ikame etmek üzere türetilmiş bir tabir bu. Dünyanın her yerinde milli meseleler ülke adıyla anılır. Bir tek Kürt milli meselesinde bu prensibe riayet edilmez. “Kürt meselesi” demelerinin nedeni, onu milletdevlet bağlamı dışında azınlık meselesi seviyesine indirgemek. “Kürt”, “Kürdistan” sözcüklerinin yasak olduğu dönemde Kürtlerin, meseleyi tartışmak için olsa da bu tabiri kullanmaları bir ölçüde mazur görülebilir. Ancak silahların konuştuğu şu dönemde, Kürtler adına söz söyleyenlerin meseleyi hala Türk resmi ideolojisinin tabiriyle tartışmasına mazeret gösterilemez. Türk ler bu sayede, milli bir meseleyi, azınlık meselesi seviyesine indirgediler. Kürt aydınları, “Kürdistan meselesi”n- linde idare edilmesi amacıyla yapıldığını savunanlar. Geçmişte olduğu gibi Türklerin bugün de, “Kürt meselesi”ni çözmek, hatta silahlı çatışmaları sona erdirmek gibi bir niyeti yok. Baskıları hafifletmek için böyle bir görüntüyü veriyorlar. Bazı Kürtler de bunu ciddiye alarak umutlanıyor. Yirmi yıldan beri Kürtleri bu yalanlarla oyaladılar. de ısrar etselerdi, şu anda Kürtçe seçmeli ders mi, zorunlu ders mi olsun yerine; Kürdistan bağımsız mı, federe mi olsun tartışılıyor olacaktı. Bir Filistinliye, “Filistinliler meselesi” derseniz kafanızı kırar. Bir de Kürtler neden devlet olamıyorlar diye yakınıyorlar. Devlet kurmak için, devlet fikrine sahip olmak gerekir. Türklerin bütün gayreti, devlet fikrini Kürtlerin zihninden silmek. Türkler, Güney Kürdistan’la ilgili de bu politikayı izliyorlar. Bütün dünya “Kürdistan” derken, onlar “Kuzey Irak” diyor. Bir ara “Irak’ın Kuzeyi”, “Türkmeneli” bile dediler. Bir şey verdiklerinde, karşılığında daha büyük bir şey almak Türklerin adetidir. Alevi Kürtlere, bize Kürtlüğünüzü verin, size Aleviliğinizi verelim dediler. Alevi Kürtler onların bu isteğine uyarak Kürtlüklerini verdiler, ama Türkler verdikleri sözü tutmadılar. Üstelik onlara Aleviliklerini verseler ne kıymeti var. Alevilikten Kürtlüğü çıkardığınızda geriye bir şey kalmaz. Onları Müslüman Kürtler izledi. Kürdistan’ı verin, size Kürtlüğünüzü verelim dediler. Kürtler bekledikleri tepkiyi göstermeyince, onlardan Kürtçeyi de istediler. Geriye bir şey kalmadı zaten. Kürtler lisanları ve ülkeleriyle vardırlar. Bu iki şey olmazsa Kürtlük olmaz. Lisanları ve ülkeleri Kürtlerin varlık nedeni, amiyane tabirle namuslarıdır. İnsan namusunu pazarlık konusu yapar mı hiç? Gelelim sorunuza. Kürtler arasında iki çizgiden söz ediyorsunuz. İmralı’da “Kürt meselesi” müzakere edildiğini ve bunun sonucunda çözüme varılacağına inananlar; bütün bunların, Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şek- Bir süre önce Türk başbakanı Tayip Erdoğan CNN Türk’te “İmralı süreci”nde nelerin “müzakere” edildiğini açıkladı. Erdoğan üç şeyden söz etti; “Öcalan Ergenekon’a bağlıydı, şimdi bizim adamımız oldu, artık ne desek onu yapıyor. Bunun karşılığında biz de onun cezaevi şartlarında ufak tefek iyileştirmeler yaptık. Bunun dışında aramızda herhangi bir pazarlık söz konusu değil.” Öcalan’ın cezaevi şartları ile ilgili yapılanlar ufak tefek iyileştirmelerden daha iyi şeyler. Otuz yıllık savaştan sonra Kürtlerin kazanımı da bu olacak galiba. Kürtlerin Türkiyelileştirilmesi, Kürt meselesinin sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi fikrine gelince. Bu yeni bir şey değil. TC’nin kurulduğu günden beri yürürlükte. PKK’nin çıkarılmasının esas nedeni bu. “Düşük yoğunlukta savaş”, “kabul edilebilir düzeyde savaş” stratejisine bağlı olarak bu proje yürürlüğe kondu. “Savaş” yerine “kriz” ikame edildi, adına da barış dendi. Hükümet ile Öcalan arasında varılan mutabakatın içeriği bilinmiyor. BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan, “Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın söylediklerine iknalar mı? Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere evet demek zorunda mı kalıyorlar? Ortada Öcalan’dan başka bir şey olmadığı için insanlar bir şeyler var ama bizden gizliyorlar zannediyor. Oysa her şey ayan beyan. Türk başbakanı daha kızılbaş - sayfa 48 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 önce birçok defa “Kürt meselesi” diye bir şey olmadığını söyledi. Kürdistan’a çekilecek o kadar. Dinlenme molası demek daha doğru. Öcalan ile Said’i Nursi arasında birçok benzerlikler var. İttihatçılar, daha sonra Kemalistler Saidi Nursi’yi kullandılar. Aralarındaki tek fark, Saidi Nursi başlangıçta samimi bir Kürt’tü, daha sonra taraf değiştirdi. Taraf değiştirdiğinde fikirleri gibi ismini de değiştirdi. Abdullah da taraf değiştirdi, ama Kürtlükten Türklüğe geçmedi (o hiç Kürt milliyetçisi olmadı, başından beri Türklerin adamı) Türk yönetiminin iki büyük gücü arasında yaptı bunu. O kadar çok yalan söylüyorlar ki insanın doğru ile yanlışı ayırt etmesi imkansız. Oslo görüşmeleri diye bize yutturdukları şey aslında Hewlêr’de yapıldı. Onu izleyen görüşmeler de öyle. Geçenlerde Türk medyası, Hewlêr’de yapılan son bir görüşmeye Abdullah Öcalan’ın da katıldığını yazdı. Doğru olma ihtimali çok yüksek. Özal döneminden beri böyle. Özal’ın bir danışmanı, onun Güney Kürdistan’a gidip Abdullah Öcalan’la görüşmeler yaptığını açıkladı. Kürtler, Özal’ın iyi adam olduğu, Kürdistan meselesini çözmek istediğine hala da inanırlar, ama o tam bir sahtekardı. Özal Kürdistan’ı tamamen boşaltmak istiyordu. Büyük ölçüde amacına da ulaştı. Abdullah Öcalan’la PKK ve BDP arasında fikir ayrılığı olduğu iddiası bir manipülasyon. Cengiz Çandar bu fikri attı ortaya. AKP’nin Genel Başkanı Tayyip Erdoğan ile bu partinin il teşkilatının başkanı arasında ne kadar görüş ayrılığı varsa, Abdullah Öcalan’la PKK ve BDP arasında da o kadar var. Abdullah Öcalan daha TC’ye getirilmeden PKK yeni konsepte göre dizayn edildi. PKK içinde zaman zaman çıkan ayrık otlar da dönem göre arada bir tasfiye ediliyorlar. En son Sakine Cansız öldürüldü. BDP de hakeza. Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP hükûmeti ile Öcalan ve PKK’nin tekrar bir ucu yarı açık ‘süreç’ başlatmalarına neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir? Oslo görüşmeleri, dediğiniz sürecin bir önceki aşaması, ileri sürüldüğü anlamda bir başarısızlığa uğramadı. Test mahiyetinde bir girişimdi o. Yukarda da belirtiğim gibi, ortam tam elvermeyince geri adım attılar. Tabii ki her zamanki gibi sorumluluğunu da PKK üstlendi. Daha sonra projenin eksiklikleri tamamlandı ve yeniden uygulamaya kondu. Bu defa da istenen sonucun alınmaması ihtimali var. O zaman bunu yeni bir aşama izleyecek demektir. Ayrıca Türk devleti mümkün olduğu kadar işi ağırdan almaya çalışıyor. Her şey o kadar gönüllerine gidiyor ki, farklı bir boyuta geçmeyi bir türlü içlerine sindiremiyorlar. O yüzden de uzattıkça uzatıyorlar. Bir yılda atılacak bir adımı, on yılda atıyorlar. Kürtleri iyice canından bıktırıp, Kürtlükten vaz geçirinceye kadar bunu sürdürmek istiyorlar. Ayrıca yapılan açıklamalara göre, “silahların gömülmesi” filan da söz konusu değil, PKK militanları Güney PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi gerillanın otuz yıllık mücadele sonucu hangi kazanımlarla kayıtsız şartsız geri çekilmek zorunda bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek istersiniz? Abdullah Öcalan dışarıda olsa, onun Kürtleri temsil etmesini kabul mü edeceğiz yani? Hukukta temsilin şartları bellidir. Bu, demokratik bir seçimle tespit edilir. Ayrıca sınırsız bir yetki de vermez. Gündelik tabirle temsilci, milleti satma yetkisine sahip değildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da temsilciler, sınırları belli ve denetime tabi bir yetkiye sahiptir. Milli bir meselede müzakere iki çözüm ihtimali üzerinde yürütülür. Bağımlı milletin ayrılma hakkını kullanarak, bağımsız devlet kurması ya da ayrılma hakkını saklı tutarak, bir ya da birden fazla milletle federal ya da konfederal bir birlik içinde yer alması. Milli meselelerin çözümünde üçüncü bir ihtimal yoktur. Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu'nda okunan mesajında atıfta bulunduğu “ortak tarih”, “misakı milli”, “Çanakkale ruhu” ve İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren “yeni paradigmasını” nasıl değerlendiriyorsunuz? Kim olduğu, kime hizmet ettiği konu- sunda Abdullah Öcalan yeterince açık davrandı. Daha işin başında MİT’le ilişki içinde olduğunu, ondan aldığı paralarla PKK’yi kurduğunu söyledi açıkça. Türk resmi ideolojisi ile ilişkisini de saklamadı. Bu nedenle, Öcalan paradigma değiştirdi fikri yanlış. Türk resmi ideolojisinin esas çizgisini Türk-İslam sentezi oluşturmaktadır. TC’nin kuruluşundan sonra jeopolitik nedenlerle Türkler, kendilerine has bir laisizm temelinde resmi ideolojinin revize edilmiş bir versiyonunu türettiler. Kemalizm ya da Atatürkçülük dedikleri şey resmi ideolojinin bu yeni versiyonunu bir süre iktidarı tekelinde tutu. Ancak 1950’de Demokrat Partisi ile birlikte Türk-İslam sentezcileri yeniden iktidara geldiler. O günden bu güne iktidar, resmi ideolojinin bu iki kesimi arasındaki çekişmelere sahne olmaktadır. Türk milliyetçiliğinin oluşumunda (ideolojide ve pratikte) Kürtlerin önemli bir payı var. Ziya Gökalp, Süleyman Nazif bunlardan ikisidir. Siyasi hayata aktif bir Kürt milliyetçisi olarak başlayan Saidi Nursi tarafından ya da adına başlatılan Nurculuk hareketi günümüzde Türk-İslam sentezi hareketinin omurgasını oluşturmaktadır. Apoculuk da Türk milliyetçiliğinin Kürt versiyonudur. Rol icabı bugüne kadar dışlanan Apoculuk yakın bir tarihte Türk milliyetçiliği panteonunda hak ettiği yeri alacak. Abdullah Öcalan adına kaleme alınan kitaplar Türk milliyetçilerinin başucu kitaplarını arasında yer almaktadır. Yukarda da belirttiğim gibi TC’de resmi ideolojinin iki kanadı arasında iktidar mücadelesi günümüzde bile çekişmeli geçiyor. Kanatlar arasında iktidarın el değiştirmesi, kaçınılmaz olarak sistemin önemli bir unsuru olan Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yi de etkiliyor. Abdullah Öcalan, Kemalist akımın kanatları altında doğup büyüdü. İktidarın el değiştirmesinden sonra resmi ideolojinin iki kanadı arasında yaşanan gerilimin bir benzeri de AKP ile Abdullah Öcalan ve PKK arasında oldu. Son on yıl yaşanan AKP-PKK çatışması, Türk resmi ideolojisinin iki kanadı arasındaki çatışmanın Kürdistan boyutunu oluşturuyordu. Nihayet Abdullah Öcalan ve ona bağlı olarak PKK, Türk başbakanının tabiriyle “hidayete erdi” ve böylece gerilim de son buldu. Türk- kızılbaş - sayfa 49 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İslamcıların bu ikinci büyük zaferidir. Öcalan da ilk defa taraf değiştirmiyor. Geçmişte de iki kanat arasında bir gelgidi var. Öcalan, Türk milliyetçiliğinin her kılığına girdi, ama Kürt milliyetçisi hiç olmadı. Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni, Süryani, Alevi ve kanaat önderleri temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları gerekmiyor mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır? Kürdistan meselesi çözüm bulduğunda bütün mağdurların önü açılacak. İslam dünyasında gayri Müslimlerin en korkusuzca yaşadıkları ve haklarının teminat altına alındığı tek yer Güney Kürdistan. Gelecekte Kürdistan’ın diğer parçalarında da öyle olacak. Alevilerin durumu bir parça karışık. Yukarda onlarla ilgili bir iki şey söyledim; bir kaç şey daha ilave etmek istiyorum. Türk Alevilerinin rejimle bir problemi yok. Ayrıca onların Aleviliğinin ciddiye alınır bir yanı da yok. Mağdur olan Kürt Aleviler. Ayrıca Kürtler içinde de en çok mağdur olan kesim onlar. TC devleti Müslüman Kürtlere bir sopa vuruyorsa, Alevi Kürtlere iki sopa vuruyor. Bazı Aleviler, Kürt oldukları halde Kürt düşmanlığı yapıyorlar. Türklere yaranıp, belki bu sayede bir şey elde ederiz diyorlar, ama yanılıyorlar. Aleviliği Kürtlükten ayırmak tarihi, etnik ve kültürel hakikatlerle bağdaşmıyor. Ayrıca bu, onların çıkarları ile de bağdaşmıyor. Renan, “Kendisini millet olarak his eden her topluluk millettir” diyor. Yukarda sözünü ettiğim nedenlerle, Alevilerin, ayrı bir millet olarak tarif edilmelerine itiraz etsem de, ilerde yapılacak bir referandumda ayrılmaya karar vermeleri halinde buna karşı çıkmam. Buna hakkım da olmaz zaten. Ancak reel politik durum çok farklı. Aleviliği bir din olarak kabul ettirmek, Kürtlerin millet olarak kabul ettirmekten daha zor. Hatta imkansız. Aleviler Kürtlükten ayrılırlarsa, Aleviliği de terk etmek zorunda kalacaklar. Alevilerin önünde iki yol var. Yezidiler gibi, kadim Kürt inancının ve kültürünün saygın bir kalıntısı olarak, özerk bir statü ile bağımsız ya da federe Kürdistan içinde yaşamak ya da Türk-İslam içinde yok olup gitmek. Tercih kendilerinindir elbet. Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir siyasal statüye kavuşmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barış istikrarın sağlanması mümkün müdür? Barış ve istikrar izafi kavramlardır. Lozan’dan sonraki durum da bir anlamda barış ve istikrar olarak tarif edilebilir. Ancak dünya değişti Lozan’la tesis edilen “barış ve istikrar” artık işe yaramıyor. Yeni bir barış ve istikrar ihtiyaç var. Bu, yeni çatışma ve istikrarsızlıkları da beraberinde getirecek. İki kavram arasında diyalektik bir ilişki var. Kainatın ve insanın cevherinde olan bir şey bu. Barış ve huzur insanlığın ezeli ve ebedi idealidir. Güzel bir ideal ve bunun mutlaka canlı tutulması gerekiyor. Aksi taktirde insanlık var olma heyecanını ve gerekçesini yitirecek. Bu bağlamda insanlığın acil yapması gereken şey, aralarındaki ihtilafları savaş noktasına vardırmadan çözmek. Savaş büyük yıkımlara neden oluyor. İnsanlık savaşa son verebilirse en büyük idealini gerçekleştirmiş olacak. Ancak savaşı, insan doğasının vaz geçilmez bir özelliği olduğunu söyleyenler de var. Benim neslim savaş içinde doğdu, savaş içinde göçüp gidecek ve ne acıdır ki bu daha uzun bir süre böyle devam edecek. Şu anda Kürtlerin bu felsefi problemlerle kafalarını meşgul edecek ne zamanları, ne de imkanları var. Onların yapması gereken, sağa sola sapmadan, bu savaş-barış, istikrasızlık-istikrar ortamında yolunu bulup bağımsızlıklarını elde etmek olmalıdır. Ondan sonra Allah kerim; insanlığın çıkarları neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır. Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil olmasını istemekte. İktidar, Kürt sorununu resmiyette belgelendirmeden, muhataplığı resmi olarak kabul etmeden hala Kürtlerin varlığını suya yazılmış kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil İnsanlar Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak sürece ne kadar umutla bakabiliriz? Hükümet samimi, hem de çok samimi. Atacağımız bütün adımları açılım sürecinde attık, “Kürt meselesi diye bir mesele yok diye” bas bas bağırıyorlar. Buna rağmen Kürtler kendi kendilerine gelin-güveyi oluyorlar. “Kürt sorununun resmiyette belgelenmesi”ne gelince. Türkler sadece verdikleri sözlere değil, yaptıkları antlaşmalara da sadık kalmamakta şöhret sahibidirler. Tanıyacakları hakların milletlerarası güvence altına alınması gerekir diyeceğim, ama Lozan Antlaşması ile hakları güvence altına alınan gayrimüslim azınlıkların başına gelenleri hatırlayınca, bunun da çözüm olmayacağı aşikar. Ayrıca bu nedenle de doğru olan Kürtlerin ayrılmalarıdır. Her şeye rağmen günümüzde Kürtler, geçmişte olduklarından daha iyi bir durumda. Gelişen teknoloji sayesinde seslerini duyurabiliyorlar. Ayrıca gerçekler bütünüyle ve uzun süre gizlenemiyor. Kürtler, kendilerine kurulan tuzakları eninde sonunda aşarak, varlıklarının tek teminatı olan Bağımsız Kürdistan Devletini kuracaklar, bundan şüphe edilmemelidir. Türkler yaklaşık bir yüzyıl boyunca eritemedikleri Kürtleri bundan sonra eritemezler. Çok yakın bir gelecekte Kürdistan’da, yüzyıldır yapılan zulümlere tepki olarak, çok katı bir Kürt milliyetçi dalgası yükselecek. Türkler akıllı bir millet olsalardı, ihtilafı bu noktalara vardırmazlardı. Boşuna kendilerine “Etrakê bêidrak” dememişler anlaşılan. Akil adamlar... Sedası kulağa hoş gelen bir söz… Bu kadar aptal insanın yaşadığı bir dünyada akil olmaktan daha güzel ne olabilir ki! Bu akil adamlardan bazılarını yakından tanıyorum, çoğu savaştan besleniyor. TC ile PKK arasında bir yerde durarak, iki tarafı da idare ediyorlar. Bu sayede bir o taraftan bir bu taraftan nasipleniyorlar. “Kürtler Vadisi” dizisinde onlara da nihayet bir rol verildi. Sahte savaşın sahte barışçıları. [email protected] Kaynak: http://blog.radikal.com.tr kızılbaş - sayfa 50 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ergenekon ve Ermeni soykırımı Komitesi’nin faaliyetleri soruşturulmaktadır. Zaten ‘Ergenekon’ soruşturması da işte budur.” Dikkatten kaçıyor, unutuluyor oysa altının çizilmesi şart: Ergenekon davası ile Ermeni soykırımı üzerine özgürce konuşabilme arasında doğrudan bir bağ vardır. Eğer bugün Ermeni soykırımı üzerine açık ve rahat konuşabiliyorsak, bunun önemli nedenlerinden biri, Veli Küçük ve ekibinin tutuklanması ve Ergenekon yargılamalarıdır. Elbette, Hrant Dink cinayeti ve cinayete verilen toplumsal tepkiyi de buna eklemek gerekir. Ama cinayet ve gösterilen tepki de zaten Ergenekon ile Ermeni soykırımı arasındaki doğrudan bağa işaret ediyor. Bu bağı anlamadan Ergenekon yargılamaları konusunda doğru bir kanaate ulaşabileceğimiz zannetmiyorum. Hatırlatmak isterim. Ergenekon, amacı sadece birtakım siyasi cinayetler düzenleyerek, darbeye zemin hazırlamak olan sıradan bir terör örgütü değildi. Aynı zamanda kitleselleşmek de isteyen bir siyasi hareket idi. Her siyasi hareket, çok önemli gördüğü bir kaç konuyu merkezine alır ve kendisini esas olarak bu konular etrafında tanımlar. Bu konulara uygun politik faaliyet içine girer ve bunlarla anılır. Peki, Ergenekon, siyasi hareket olarak, ağırlıklı hangi konuyu politik faaliyetinin merkezine koymuştu? “Asılsız Ermeni soykırım iddiaları.” Bunun Nitekim açıklanan kararda, Doğu Perinçek ve Ferit İlsever başta olmak üzere Talat Paşa Komitesi üyelerinin ağır cezalar aldıklarını görüyoruz. Ergenekon soruşturmaları ve Ermeni soykırımı arasındaki ilişkiye bir başka kişi daha dikkatimizi çekiyor: Veli Küçük. Prof. Dr. Taner Akçam için öncelikle kimlere karşı savaş açmıştı: Hıristiyanlar ve Hrant Dink’e... Kimleri kendisi için sembol olarak seçmişti? Ermeni soykırımının mimarı Talat Paşa ve tehcir sırasında işlediği cinayetler nedeniyle 1919 nisanında İstanbul’da idam edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal’i. Bu amaç doğrultusunda yaptıkları siyasi eylemleri hatırlayın: “Ermeni soykırımı uluslararası bir yalandır” sloganı altında, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da Ermeni düşmanlığını örgütlemek. Bunun için Talat Paşa Komitesi kurdular. Lozan’da 2005’te, Berlin’de 2006’da ve tekrar Lozan ve Paris’te 2007’de Ermeni soykırımı iddialarına karşı Talat Paşa Harekâtı ve Yürüyüşü adı altında gösteriler düzenlediler. Talat Paşa Komitesi kurucu üyelerinin önemli bir kısmı Ergenekon davasında tutuklandı. Soruşturmalarda, sanıklara sorulan sorular arasında Talat Paşa Komitesi ve eylemleri önemli bir yer tuttu. Tutuklulardan Komite Genel Sekreteri Ferit İlsever verdiği bir röportajda kendisine sorulan 49 sorudan 17’sinin Talat Paşa Komitesi ile ilgili olduğunu söyledi. İlsever, “‘Ergenekon Terör Örgütü’ örtüsü altında” yapılan soruşturma ve yargılamaların “Ermeni soykırımı’ yalanına karşı” verdikleri mücadele nedeniyle olduğunu savundu. Sorgusunda da bu görüşleri dile getirdi: “Kimse kimseyi kandırmasın. Burada resmen ve alenen Talât Paşa Küçük’e göre, Ergenekon yargılamaları, 1919’da Ermeni soykırımı nedeniyle yapılan İttihatçı yargılamalara benzer. Kendi durumu ise, 1915’te işlediği suçlar nedeniyle 1919 nisanında idam edilen Boğazlayan Kaymakam Kemal ile aynıdır. Nitekim, Ergenekon’un bir diğer önemli siyasi eylemi Boğazlayan Kaymakamı Kemal için anma toplantıları düzenlemekti. Perinçek, Küçük ve Kerinçsiz ekibinin tutuklanması ile birlikte bu anma toplantıları da bitti. Ergenekon örgütünün siyasal faaliyetleri ve Ermeni soykırımı ile bağlantısı gerçekten üzerinde durmayı hak edecek bir öneme sahip! Bu konuyu ele almaya devam edeceğim. Kaynak: Taraf Gazetesi kızılbaş - sayfa 51 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sivaslı Ermeni aile, arazisi için dava açtı Öcalan İmralı'ya 3 gazeteci istedi MİT heyetinin KCK’nin “çekilmenin durdurulduğuna” ilişkin açıklamasından hemen önce İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüştüğü belirtildi. Öcalan, sürecin başından beri talep ettiği Kandil ile doğrudan iletişim kanallarının devreye girmesi talebini tekrarladı ve sesini kamuoyuna duyurabilmek için hükümetin belirlediği 3 gazeteci ile görüşmek istediğini söyledi. Milliyet ve Vatan gazetelerinde yer alan haberlere göre, MİT heyetinin KCK’nin “çekilmenin durdurulduğuna” ilişkin açıklamasından hemen önce İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüştüğü belirtildi. Sivas Ulaş ilçesi Çatalpınar Mevkii’nde yer alan ve Hamurkesen olarak bilinen bölgenin kendilerine ait olduğunu öne süren Ermeni 3 kardeş, ‘Tapunun haksız ele geçirildiği’ iddiasıyla Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açtı. ‘Tapunun haksız ele geçirilmesi’ Arazilerine 1870 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak el konulduğunu savunan Hamurkesen Ailesi, yaklaşık 20 milyon lira değer biçilen ve bir bölümüne devlet üretme çiftliği kurulan 50 bin dönümlük arazi için açılan dava açtı. Milliyet gazetesinden Esra Alus’un haberine göre, ailenin avukatlığını üstlenen Hikmet Güngör, can güvenliği endişesi nedeniyle aile fertlerinin kimliklerini gizli tutmak istediğini söyledi. Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından 9 Mayıs 2013 tarihinde kabul edilen dava kayıtlara ‘Tapunun haksız ele geçirilmesi’ olarak geçti. Mahkeme davanın kabulünün ardından davacıların tapu, askerlik ve babalarının mezarlık kayıtlarını talep etti. Avukat Göngör ise, 1915 tehciri nedeniyle ölüm kayıtlarına ulaşmakta güçlük çektiklerini anlattı. Güngör, “1915 yılında ailenin büyük kısmı kaybolmuş bu nedenle mezarları da yok. Ancak mahkeme Hamurkesen Ailesi’nin kayıtlarını da istedi. Araştırma yaptık bazı mezarlara ulaştık ama o dönemde pek çok Ermeni gibi bizim müvekkillerimizin de aile büyüklerinin mezarları yok” diye konuştu. Tutanaklarda isimleri vardı ‘Davaya anlam veremedik’ Aile fertlerinden V. Hamurkesen’in konuyu 2000 yılında kendisiyle paylaştığını anlatan avukat Güngör, “Ne zaman bir araya gelsek Sivas Ulaş’ta büyük arazileri olduğunu söylerdi. Ancak 1870 yılında ellerinden alınmış olan topraklar için yapılacak bir şey olmadığını düşündüğümüz için harekete geçmemiştik. Bir gün ellerinde Sivas haritasıyla çıkageldiler. Haritada soyadlarıyla görünen bir yer vardı. Görünce ilgilendim ve araştırmaya başladım. Ulaş’ta ilk Tapu Müdürlüğü’ne gittim. Tapuda ailenin soyadlarıyla geçen bölgenin kadastro tutanaklarına ulaştım. 10 binlerce dönüm arazi ailenin adına kayıtlıydı. Ancak yitik kişiler sebebiyle devlet adına tescil edildiğini gördük. Daha sonra da dava sürecine başladık” dedi. Açılan dava üzerine Hazine de avukatlarını görevlendirerek ve davanın reddini isteyen dilekçesini mahkemeye sundu. Hazine avukatları yapılan başvurunun tamamen haksız ve hukuki dayanaktan yoksun olduğunu belirterek zamanaşımı iddiasında bulundu. Dilekçede, “Davanın kadastro tespit tarihi olan 1972 yılı dikkate alındığında neredeyse 40 yıl sonra haksız yapılan kadastro işlemi nedeniyle tazminat davası açmalarına anlam verilememiştir. Tapu maliki murisin mirasçılarından bir kısmının İstanbul’da yaşıyor olması böyle bir dava açılmasını haklı göstermez” dendi. http://agos.com.tr/haber. php?seo=sivasli-er meni-aile-arazisiicin-dava-acti&haberid=5652 ÖCALAN ÜÇ GAZETECİYLE GÖRÜŞMEK İSTEDİ İddiaya göre, Öcalan, sürecin başından beri talep ettiği Kandil ile doğrudan iletişim kanallarının devreye girmesi talebini tekrarladı. Sürecin ilerletilmesi için örgüt yöneticileri ile görüşmesi gerektiğini söyleyen Öcalan ayrıca MİT heyetine, hükümetin belirlediği 3 gazeteci ile görüşmek istediğini söyledi. KCK’nın açıklamasından sonra gözler BDP heyetinin İmralı ziyaretine çevrilirken, MİT heyetinin yeniden adaya gidebileceği ifade edildi. BDP HEYETİ BU HAFTA GİDEBİLİR BDP heyetinin görüşme talebi konusunda ise Adalet Bakanlığı yetkililerinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşeceği, BDP heyetinin bu hafta sonu İmralı’ya gitmesinin ağırlık kazandığı öğrenildi. ÖCALAN NE DİYECEK? Öcalan’ın İmralı’da BDP heyeti aracılığıyla Kandil’e ileteceği mesajların çözüm sürecinin geleceği açısından kritik olduğu konusunda görüş birliği olduğu belirtiliyor. Öcalan’ın 17 Ağustos’ta BDP heyeti ile yaptığı görüşmeden sonra verdiği mesajda konumunun araçsal olmaktan çıkarılmasını isteyerek “stratejik konum” talep etmesi de ortaya çıkan yeni tabloda önem kazanacak. http://www.ilkehaber.com kızılbaş - sayfa 52 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürtçe lazımsa onu da devletimiz konuşur! Ali Topuz Anadolu Ajansı Kürtçe haberler geçecek, TRT Kürtçe televizyon yayını yapıyor. Güzel. Fakat 'Kürtçe eğitim öğretim' kabul edilmiyor. Bu da tüm 'açılım'ları aslında terse çeviriyor. Bülent Arınç, AA nın Kürtçe yayına başlamasının yararlarını anlatıp, Hayırlı olsun dedi. Anadolu Ajansı, kısaca AA 1 Eylül 2013’te Kürtçe yayına başladı. İngilizce, Arapça, Boşnakça, Sırpça ve Rusça’dan sonra altınca dil; Türkçe hariç tabii. Ser seran ser çavan! Bir ajansın Kürtçe yayın yapması iyi. Bir devlet ajansının yapması daha da iyi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapması çok daha iyi. İyi iyi de tuhaf az. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın (Evet, bir iki yıl önce Kürtçenin medeniyet dili olup olmadığını soran Bülent Arınç’ın) sözlerini aktararak, nesi tuhaf, bakalım. Radikal’deki haberden: “AA’nın bu yayınıyla birlikte, özellikle çevre ülkelerde bulunan ve Kürtçe yayın yapan medya organlarının, Türkiye ve dünya ile ilgili haberleri en sağlıklı bir şekilde alabileceğini, yine çevre ülkelerde Kürt nüfusunun yoğun olarak bulunduğu ülkelerdeki haberlerin de Anadolu Ajansı aracılığıyla dünyaya sağlıklı bir şekilde yayılmış olacağını vurgulayan Arınç, şunları kaydetti: AA Kürtçe yayınıyla tıpkı Balkanlar’da Boşnakça, Ortadoğu’da Arapça yayınlarımızda olduğu gibi çevre ülkelerdeki Kürt nüfusuylav Kürt kardeşlerimizle ve oradaki kamuoyuyla Türkiye arasında güçlü bir köprü oluşturacak. Bu haberler aracılığıyla Türkiye’yi ve Türkiye’nin zenginliklerini tanıtma fırsatıc bulacağız. AA’nın bu bölgelerde Türkiye’ye yönelik güçlü bir kamuoyu oluşturacağını da düşünüyoruz. Bu nedenle projede emeği geçen tüm Anadolu Ajansı çalışanlarını tebrik ediyorum. Anadolu Ajansı’nın ilerde daha da güçlü olacağına ve tüm dünyaya Türkiye’nin sesini duyuracağına inanıyorum. Hayırlı olsun.” Gelişme gelişmedir! Elbette, hayırsız olsun diyemeyeceğiz. Arınç’a, “Bakalım Kürtçe medeniyet dili midir” sözlerini de hatırlatacak değiliz, kendi sorusunu kendi cevaplamış oldu: En azından Ortadoğu’da “Türkiye’ye yönelik güçlü bir kamuoyu oluşturacak” kadar işe yarar bir dil olduğunu kabul ettiğine göre, kuşkuları giderilmiş olmalı. Gelişme gelişmedir. İşin tuhaflığına geçmeden önce, TRT Şeş’i de hatırlayalım: TRT Şeş, devletin ilk tam günlük Kürtçe TV kanalı. Daha önceki beş on dakikalık yayından tam güne geçiş hayli ses getirmiş, tartışılmıştı. Şimdi durum şu: Okullardaki ‘seçmeli Kürtçe’ dersin yanı sıra devlet hem tam gün Kürtçe televizyon yayını yapıyor, hem de dünyaya, Türkiye’ye ve yavru vatana Kürtçe haberler geçiyor. “Kürtçeye vurulan yasak kalkıyor. Prangalar birbir sökülüyor” diyebilir miyiz? Bir perspektiften diyebiliriz, devlet perspektifinden. Fakat bu perspektiften bakınca tuhaflık daha da belirginleşiyor: Devlet Kürtçe konuşuyor, TRT Şeş’le. Devlet Kürtçe yayın yapıyor, AA ile. Devlet ‘seçimlik ders’ veriyor, Milli Eğitim ile. Sırasıyla bakalım Seçimlik ders daha gündeme gelir gelmez İsmail Beşikçi güzel söylemişti olan biteni, özetle: “Seçmeli ders, Türkler için iyi bir adım. Kürtler için değil.” Mantık da basit: Bir yurttaş anadilini seçmeli dersle öğrenecekse, seçmeli ders dışında o dili bilmiyor demektir. Biliyorsa, seçmeli dersin ona pek de yararı yoktur. Kürt olmayan biri için iyidir seçmeli ders, nan û av’ı öğrenir, aç susuz kalmaz, Kürtlerle selam sabah edip ekmek su isteyebilir ya da istendiğinde anlar. Hasılı, Milli Eğitim’in bu ‘hamle’si pek ‘Kürt açılımı’ karakteri taşımıyor. Daha çok Türklere ya da işte ‘Kürt olmayanlara’ bir hizmet bu. TRT Şeş’teyse tuhaflık şu: ‘Devlet’ Kürtçe konuşuyor, Kürtçe ya- yın yapıyor. Tabii Kürtlere yapıyor ama Kürtlerin kendisi bu yayını yapamıyor. Demek ki TRT Şeş de ‘Kürt açılımı’ karakterini sınırlı biçimde taşıyor. AA için de aynısı geçerli. Devletin Kürtçe yayıncılıktaki adımları, şimdinin kötü adamları listesinde üst sıralarda yer alan ünlü valinin sözünü hatırlatıyor, uyarlarsak: “Türkiye’de Kürtçe lazımsa, onu da devlet yapar!” (Şeş dahil TRT’ye bakınca AA’nın da Kürtlerin siyasal kadrolarına ‘Terörist’ demekten başka ne işe yarayacağını kestirmek zor, ama ‘içerik’ meselesine hiç girmeyelim şimdi.) Bu tuhaflık, hükümetin Kürtçe eğitim öğretime bakışıyla birlikte, daha da netleşiyor: CHP ve MHP ile birlikte buna karşı. Kürtçe eğitim öğretim olmayacaksa, çok değil, bilemediniz iki en geç üç kuşak sonra Kürtçe Kürtler için ancak ‘seçmelik ders’le öğrenilecek hale gelecek. O vakit AA da TRT Şeş gibi, “çevre ülkelerdeki Kürt nüfusuyla, Kürt kardeşlerimizle ve oradaki kamuoyuyla Türkiye arasında köprü” oluşturur belki, ama başka da bir işe yaramaz. Tarihin esnek tekerrürü Bu hal, bu perspektif hiç yeni değil. Halin kökleri, 1923-1939 arası aralıksız uygulanan resmi deyişle ‘temsil’, yani ‘asimilasyon’, yani inkâr-imha ve de nasyonalizasyon sürecindedir. Sürecin temel belgelerinden ‘İnönü Raporu’ndan: “… kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak hatta Kürtlere Türkçe öğreterek Türklüğe çekmek için ilk tahsil ve onun iyi hocası çok müessir vasıtadır. İlk tahsil için ayırma siyasası yapılamaz.” Halin düzeltilmesi, yani “çözüm”, o dönem yapılanların tersine çevrilmesiyle mümkün; yapılanları ve sonuçlarını devlet defterine kâr yazıp, bugün istense de yapılamayacak olanları listeden çıkarıp, kalanla yola devam etmek, başlangıçtaki projenin tamamına ermesini istemekten ne anlama gelir? “İlk tahsil için ayırma siyasası yapılamaz” diyen İnönü, ilk tahsilini iyi öğretmenlerin elinden Türkçe görmüş Kürt’ün artık o kadar da Kürt kalamayacağını iyi biliyordu. ‘İlk tahsil’in 12 yıl olduğu yerde, birkaç kuşak sonra sadece ‘çevre ülkelerde’ kalmış ‘Kürt kardeşler’e hitap edecek kurumların açılım olarak sunulması, ‘çözüm’ün yine Kürt’süz bir aklın çözümü olarak dayatılmasından başka yere çıkmaz. İnönü’ye durmadan laf saydırarak da yapsanız, durulan yer fazlaca değişmez. Radikal kızılbaş - sayfa 53 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 5 Eylül 1938: 24) BUZ FABRİKASI; (Günde dört bin ton buz üretme kapasitesine sahip) Muazzam bir servet sahibi olan Atatürk, vasiyetini yazdırdı 25) SODA ve GAZOZ FABRİKASI : (Günde 3 bin şişe soda ve gazoz üretebilecek kapasitede.) 26) DERİ FABRİKASI : 27) ZİRAAT ALETLERİ ve DEMİR FABRİKASI : 28) SÜT FABRİKALARI ; 8) 15 dönüm kuşkonmazlık Biri Ankara diğeri ise Yalova'da olan bu iki fabrika günde 30 bin litre süt ve bir ton tereyağı üretme kapasitesinde. 9) 100 dönüm park ve bahçe 29) İKİ YOĞURT İMALATHANESİ; 10) 2 bin 650 dönüm çayır ve yoncalık 30) ŞARAP İMALATHANESİ: 11) 1.450 (bin dört yüz elli) dönüm yeni tesis edilmiş orman. Yılda 80 bin litre şarap üretme kapasitesine sahip. 12) 148 bin dönüm ziraata elverişli arazi ve meralar. 31) DEĞİRMEN Türkiye'de okula giden her çocuk, Atatürk'ün pembe boyalı bir evde doğduğunu bilir, küçükken kargaları kovaladığını bile. Hatta "birdirbir" oynarken ben eğilmem! diyerek oyunbozanlık yaptığını da öğrendik, ancak örneğin Atatürk'ün muazzam bir servet sahibi olduğu gibi öğrenmediğimiz şeyler de var. Vasiyetinde taşınır ve taşınmaz mallarını CHP'ye bırakan Atatürk'ün serveti göz kamaştırıyor. 7) 27 dönüm 1.654(bin altı yüz elli dört) ağaçlı portakallık. Türkiye'de "mal varlığı" her zaman üzerinde konuşulan bir mesele olmuştur. Bilhassa önemli "devlet adamlarının" sahip olduğu servet hakkında daima çeşitli görüşler ileri sürülmüş, fikirler yürütülmüştü. Devlet adamlarının en önemlisi olarak Mustafa Kemal Atatürk de mal varlığının dile düşmesinden muaf tutulmamıştı elbette. 1938 yılında sağlığı iyice bozulan Atatürk, 5 Eylül'de mutemedi ve Çankaya Köşkü Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı yanına çağırtarak, mal varlığını tespit etmesini istedi. Soyak'ın hazırladığı liste oldukça uzundu: 13) 45 adet büyük ve küçük idare binası ve ikametgâh, bütün mefruşat ve demirbaşları ile beraber. 14) 7 adet 15 bin baş koyunluk ağıl 15) 6 adet Aydos ve Toros yaylalarında tesis edilen mandıralar. 16) 8 adet at ve sığırlara mahsus ahır. 17) 7 adet umumi ambar 18) 4 adet hangar ve sundurma 1) 582 dönüm çeşitli meyve bahçeleri 19) 4 adet lokanta, gazino, ve eğlence yerleri, lunapark. 2) Çeşitlerde 650 bin fidan. 20) 2 adet çeşitli imalat yapan fırın. 3) 400 dönüm Amerikan Asma Fidanlığı. Burada 560 bin kök bağ çubuğu 21) 2 adet, çiçek ve süsleme nebatı yetiştirmeğe mahsus yer. 4) 220 dönüm bağ. Burada 88 bin adet bağ çubuğu vardır. (Toplam Bina 51 adet) 5) 370 dönüm çeşitli sebze yetiştirmeye elverişli bahçe. 6) 220 dönüm 6 bin 600 ağaçlı zeytinlik 22) BİRA FABRİKASI : (Yılda 7 bin hektolitre üretme kapasitesine sahip.) 23) MALT FABRİKASI : 32) İstanbul'daki bir çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi. 34) Biri Ankara'da, diğeri Yalova'da kurulu iki tavuk çiftliği 35) Yalova'da ki Çiftliklerde İKİ HUSUSİ İSKELE ve LİMAN TESİSATI 36) ÜÇÜ ANKARA'DA ve İKİSİ İstanbul'da ‚'BEŞ SATIŞ MAĞAZASI' nın bütün tesisat ve demirbaşları. 37) ORMAN ÇİFTLİĞİNDE; Hususi sulama tesisatı, kanalizasyon,Telefon tesisatı,elektrik tesisatı, küçük beton köprüler, hususi yollar, içme su tevziatı şebekesi. 38) YALOVA ÇİFTLİĞİNDE ; Hususi Su tesisatı, telefon tesisatı, elektrik tesisatı, küçük beton köprüler ve yollar. 39) SİLİFKE TEKİR ÇİFLİĞİNDE; hususi sulama tesisatı, beton köprüler. 40) Orman Çiftliğinde kurulu ÇİFTLİK MÜZESİ ve ufak mikyasta HAYVANAT BAHÇESİ tesisatı. kızılbaş - sayfa 54 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bunların işletme levazımı ve bütün demirbaşları. 46) 35 Tonluk bir adet DENİZ MOTORU. Yalova çiftliğinde. 41) 13 BİN BAŞ KOYUN.Kıvırcık, Merinos,Karagül,Karaman ırklarıyla bunların melezleri. 47) 5 adet, Çiftliklerin nakliye işlerinde çalıştırılan KAMYON ve KAMYONET. 2) 443 BAŞ SIĞIR,Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Hale p yerli ırklarıyla bunların melezleri,yeni üretilen Orman ve Tekir cinsleri. 48) 2 adet Çiftliklerin umumi servislerinde çalıştırılan BİNEK OTOMOBİLİ. 43) 69 BAŞ İngiliz, Arap, Macar, yerli ve bunların melezleri KOŞUM ve BİNEK ATLARI 44) 2 bin 450 BAŞ Tavuk, Legorn, Rodayland ve yerli ırklar. UMUMİ 'CANSIZ' DEMİRBAŞLAR 45) 16 adet TRAKTÖR, 13 adet HARMAN ve BİÇER DÖVER MAKİNESİ ve bilcümle ziraat işlerini görmekte bulunan Ziraat işlerini görmekte bulunan ziraat alet ve edavatının Tamamı. 49) 19 adet, Çiftliklerin umumi servislerinde çalıştırılan, binek ve YÜK ARABASI. (Kaynakça; İsmail Cem / Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi) Atatürk vasiyetinde servetini belirli koşullarla CHP'ye bırakıyor, kendisine yakın olan birkaç kişiye de maaş bağlatıyordu. Yukarıdaki listeden de anlaşılacağı üzere, Atatürk dönemin sayılı büyük toprak sahiplerinden ve fabrikatörlerindendi. İlk maaşı 28 liraydı, daha sonra 150 liraya çıkmıştı. Cumhurbaşkanlığı maaşı 5.000, köşk ödeneği 2.000 TL idi. İş Bankası'nda nemalandırılan bu paralar, vasiyet gereği CHP'ye aktarılmıştı. On beş yıl süren cumhurbaşkanlığı esnasında fazla bir harcama yapmayan Atatürk'ün hatırı sayılır bir meblağ biriktirmiş olduğu elbette düşünülebilir, ancak insan yukarıdaki servetin kaynağını merak etmekten kendisini alamıyor. Maalesef Türkiye'de arşivlerin büyük kısmı henüz araştırmacılara açık değil. Halaçoğlu gibi bazı ırkçılar tüm arşivlerin herkese açık olduğunu söylüyorlar ama bu durum gerçeği yansıtmıyor. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanı Tuğgeneral Tayyar Elmas, 26 Ağustos 2005'te Tapu Kadastro Müdürlüğü'ne gönderdiği yazıda, Osmanlı Tapu Arşivleri'nin Türkçeleştirilerek halka açılması konusunda "buralardaki bilgiler asılsız soykırım ve Osmanlı Vakıfları mülkiyet iddiaları gibi konularda istismara yol açabilir" uyarısında bulunuyor, böylece arşivlerin halka açılması konusu derhal rafa kaldırılıyordu. 1915 Ermeni Soykırımı esnasında oluşturulan "Emval-ı Metruke İdaresi"nin kayıt defterleri de henüz açıklanmış değil. Dolayısıyla Ermenilerin ve daha sonra Rumların gasp edilen mallarının ve servetlerinin üzerine kimlerin oturduğunu şimdilik ancak tahmin edebiliyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün 1915'te el konulan bir gayrimenkul olmasıdır. "Kasapyan'ların Bağı", yıllardır Türkiye'nin cumhurbaşkanlarına resmi ikametgâh görevi görüyor. Bütün bu arşivler, kayıtlar, defterler sonsuza kadar saklanmayacak. Açıklandıkları zaman da bu devletin temelinde hangi kanlı harcın bulunduğu, kimlerin cesetlere basarak kanlı servetler edindiğini hep birlikte öğreneceğiz. Kaynak: http://marksist.org/tarihte-bugun/12680--5-eylul-1938-muazzam-birservet-sahibi-olan-ataturk-vasiyetiniyazdirdi kızılbaş - sayfa 55 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aktaran: Sait Çetinoğlu Genelge Bilgileri Mübadil (değiştirilen), mütegayyip (kaybolmuş), mufarakat (terkeden) ve firari (kaçak) kişilerin taşınmaz malları. T.C. BAŞBAKANLIK TAPU VE KADASTRO GENEL MÜDÜRLÜĞÜ Yabancı İşler Dairesi Başkanlığı Sayı: B.02.0.0014/3.00-0694 Konu: ....................... Ankara MALİYE BAKANLIĞINA GENELGE ........................................ İLGİ: 31.10.1983 tarih, 4-1-1-7/1456 sayılı genelge. İlgi genelge ile; mübadil (değiştirilen), mütegayyip (kaybolmuş), mufarakat (terkeden) ve firari (kaçak) kişilerin taşınmaz mallarının Devlete intikal ettiği, bu kayıtlar üzerinden herhangi bir tapu işleminin yapılmaması ve hiçbir bilgi, belge ve tapu kaydı verilmemesi gerektiği duyurulmuş olmasına karşın, Merkeze intikal eden olaylardan, bu konuda bazı aksaklıklar olduğu tespit edilmiştir. Bilindiği üzere, 6 AĞUSTOS 1340 (1924) tarihinden önce ülkemizden firar eden, kaybolan, ülkeyi terkeden, değişime tabi tutulan ve o tarihte taşınmaz malının başında bulunmayan kişilerin gayrimenkulleri (aynı tarihte vaziyet kararı olsun veya olmasın) Devletin uhdesine geçmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, bahsedilen nitelikte kişilere ait kayıtlar farklı tarihlerdeki kanun ve kararnameler gereği işleme tabi kayıt niteliğini kaybetmiştir. Tescil işlemleri tamamlanmamış olsa dahi tescilsiz iktisap şeklinde Devletin uhdesine geçen bu gayrimenkullerin eski malik ve mirasçıları Medeni Kanunun 928 inci maddesine göre “ilgili kişi” sayılamayacaklarından tapu kaydı verilmesi dahil, hiçbir tapu işlem talebinin kabul edilmemesi gerekir. Bu itibarla; yabancı gerçek ve tüzel kişilerin 1924 yılı ve öncesine ait kayıtlar ile ilgili herhangi bir işlem talebinde bulunmaları halinde, öncelikle kayıt maliklerinin mü- badil, mufarakat, firari veya mütegayyip olup olmadığı mahalli mülki amirliklere başvurularak araştırılacaktır. Araştırma sonucunda kayıt malikinin bu kişilerden olmadığının anlaşılması halinde talep konusu Merkeze intikal ettirilecek (Yabancı İşler D.Bşk.) ve talimata göre işleme yön verilecektir. Bahsedilen kişiler ile ilgili işlemlerde; 1) Gerçek veya tüzel kişilere, mübadil, mütegayyip, firari ve mufarakat edenlere ait tapu kayıtlarına ilişkin bilgi ve belge verilmesi de dahil tapu işlem taleplerinin hiçbir şekilde karşılanmaması, taleplerinin Genel Müdürlüğe yönlendirmesi için bilgi vermekle yetinilmesi, 2) Kadastrosuna başlanılacak veya devam eden çalışma alanlarında, sözü edilen kişilere ait tapu kayıtlarına dayalı olarak kayıt malikleri ve halefleri veya zilyedliğe istinaden bu kişiler adına herhangi bir tespit yapılmaması, bunlara ilişkin yer gösterme veya benzeri talebe bağlı hiçbir işlemin karşılanmaması, 3) 6 Ağustos 1924 tarihi öncesi tesis edilen kayıtlarla ilgili herhangi bir talep anında kaydın kadastroya tabi tutulup tutulmadığı ile herhangi bir parsele uygulanıp uygulanmadığının araştırılarak, uygulanmış ise revizyonlarının yazılması, herhangi bir parsele uygulanmamış ise kaydın kapatılması, 4) Mahkemelerin kayıt örneği veya kaydın tespitine yönelik taleplerinde, kaydın kadastroya tabi tutulup tutulmadığının, tabi tutulmuşsa herhangi bir parsele revizyon görüp görmediğinin ve malik veya mirasçılarının mubadil, mufarakat, firari veya müteğayyip kişilerden olup olmadığının sicil ve belgelere göre araştırılarak, bu hususlarda tespit edilen bilgilerin bir üst yazı ile ilgili mahkemeye bildirilmesi, Gerekmektedir. Ayrıca, kadastro çalışmaları sırasında yabancı uyruklular adına zilyedliğe dayalı gayrimenkul tespiti yapılmadan önce konu Merkeze intikal ettirilecek (Yabancı İşler D.Bşk.) ve verilecek talimata göre işleme yön verilecektir. İlgi genelge yürürlükten kaldırılmıştır. Bilgi edinilmesini, belirtilen esaslar dairesinde işlem yapılmasını önemle arz ve rica ederim. Prof. Dr. Şuayip ÜŞENMEZ Devlet Bakanı Dağıtım Gereği: Valilik ve Kaymakamlıklar Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlükleri Tapu Sicil Müdürlükleri Kadastro Müdürlükleri Bilgi: Başbakanlık Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Adalet Bakanlığı Dışişleri Bakanlığı İçişleri Bakanlığı Maliye Bakanlıgi kızılbaş - sayfa 56 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kıbrıslının yeryüzünün lanetlisi olarak portresi ya da bir enternasyonalistin Türkiye işçi sınıfına ve tüm ezilenlerine mektubu! Aziz Şah Türkiye ve Kürdistan proletaryası! İşçi sınıfı ve tüm ezilenler! Kadınlar! Kardeşler! Yoldaşlar! Dile kolay! Kıbrıs’ın işgalinin 39. yılı! Kendimi bildim bileli askeri törenler, nutuklar ve gittikçe daha çok küstahlaşan sömürgeci politikacılar! Kıbrıs’ta doğup siyasete bulaşmamak, inkâr edilen işgal ile işgal hakikati arasında seçim yapmamak imkânsızdır. Eğer şanslıysanız, enternasyonal çizgiye ulaşma yolunda adımlar atarsınız. Bu çizgide yürüyenlerle tanışırsınız. Yoldaşlarınız olur dünyanın dört bir tarafında. Bu mücadelenin tek bir ülkede, adada, hatta yarım adada değil, koca bir dünyada olması gerektiğini erkenden kavrarsınız. Enternasyonal’in Dünya Devrimi Partisi demek olduğunu kavrayarak başlarsınız işe. Silah ambarına dönmüş bir adada melankoli ile emperyalizm arasına sıkışmazsınız. Bu biraz da size kalmıştır, atacağınız adımlara bağlıdır, en nihayetinde tercih meselesidir! Adanın boğucu ortamında, yurtsever solculuk ve milliyetçi işgal taraftarlığı arasında, aslında birbirine çok uzak olmayan iki düşman kardeş kampın parçası olursunuz! Ya da zor olanı, “en sonuncu kavgayı”, yani enternasyonalizmi seçersiniz! Yaklaşık on yıl önce siyasallaşan Kıbrıslı gençliğin bir ferdiyim. Erken yaşta sayılabilecek bir dönemde Türkiyeli enternasyonalistlerle tanıştım. AB emperyalizmi ile milliyetçilik arasına sıkışmış garip bir kuşaktan geliyorum. O dönem Türk işgalinden kurtulmak için AB’ye sarılan Kıbrıslıları, Türkiye solu emperyalizmle işbirliği yapmakla suçluyordu. Ama o Türkiye solu, Kıbrıs’taki Türk işgaline karşı çıkma cesaretini de gösteremiyordu. İşte ben bu dönemde Türkiyeli enternasyonalistlerin, devrimci Marksistlerin varlığından haberdar oldum. Sungur Savran’ın “Kıbrıs kimin malı ki!” başlıklı yazısını okuduğumda derin bir nefes almış- tım. Başka türlü düşünenler de vardı Türkiye solunda. Kıbrıslıları kaba bir biçimde yargılamadan, önce kendi devletinin politikalarına karşı çıkabilen Marksistler de vardı! O günden beridir, iyi-kötü o enternasyonalistlerle yan yanayım. Farklı deneyimlerden ve “tezgâhlar” dan geçtikten sonra, bir kere enternasyonalist hatta ilerlemeye başladık… “TC’nin iki sömürgesi” olduğu tezi ile TC’nin çifte sömürgeciliğine karşı “Kıbrıs-Kürdistan Kongresi” fikri ortaya çıktı. Kıbrıs’ın üzerimize serptiği “yurtseverliğin ölü toprağı”nı enternasyonal bir kanala nasıl akıtırız, “ada esareti”nden nasıl çıkarız sorusu hep vardı. Konuyu önce Sungur yoldaşa açtım. Coşkuyla karşıladı. Sonra o sıralar yeni tanıştığım aksakallı devrimci Temel Demirer’e açtım konuyu ve sordum: “İsmail Beşikçi sempozyumunu örgütleyen aydınlar destekler mi?” Evet, desteklediler. Ak saçlı Ermeni sosyalisti Mahmut Konuk, ömrünü “gayri Müslimler”in hakikatlerini araştırmaya adamış Sait Çetinoğlu, resmi ideoloji ile savaşın neferi Fikret Başkaya, “Sarı Hoca” İsmail Beşikçi ve –ister “abla” deyin, ister “hoca”, ister “yoldaş” deyin- Sibel Özbudun ile yollarımız kesişti bu kez. Önce Ankara Kongresi, sonra İstanbul… Ankara Kongresi’nin toplandığı günün sabahında Egemen Bağış “Kıbrıs’ı ilhak ederiz” demişti bir kere. Kongre’nin de verdiği dinamizmle, Ankara’daki Kıbrıslı öğrencilerle 1-2 gün içerisinde bir eylem örgütledik. Açtık pankartımızı yürüdük. Öncesinde Ankara’daki bütün sol örgütlere, tek tek gidip eyleme çağırmamıza karşın sadece devrimci Marksist / Trotskist gruplar yanımızdaydı! Demek ki ideolojik hattımız doğruydu… Kongre’ye de eyleme de benzer bir “boykot” anlayışıyla yaklaşmıştı devrimci Marksizm dışı gruplar. Ankara ile İstanbul’un farkını sorarsanız, boykotun dozu arttı, örgütlenme sürecinde, kendimi bir Kıbrıslı olarak hep daha fazla “Ermeni” hissettim. Görmezden gelinen, yok sayılan, unutulmaya çalışılan, hali hazırda unutulmuş, “hallolunmuştur” denen bir meseleyi hatırlatırken kapılar yüzüme kapandığında hep daha fazla Ermeni oldum! Kürtlerin yaşadıklarını, Ermenilerin de öldüklerini ispat etmeye çalıştıkları bir coğrafyada Kıbrıs’ı mı hatırlatacaksınız? Devrimci bir avukat arkadaşım, duyuru ile ilgili bürokratik bir meseleyi çözmemde yardımcı olurlar diye, beni bir insan hakları kuruluşuna yönlendirdi. Taksim’in ara sokaklarında mekânı zar zor bulduktan sonra içeri girdim, derdimi anlattım. Tepeden sorular, yargılayan, sorgulayan, buz gibi soğuk insanlar! Sanki de suç işliyorduk… Ya da, İstanbul’da da Ankara’da da “sömürgenin sömürgesi mi olurmuş!” sözünü pek az duymadım. Ankara’da biliyorduk, Kongre’den de eylemden de herkesin haberi olduğunu. İstanbul’da bir yoldaş geldi, nere- kızılbaş - sayfa 57 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ye gittiysem herkesin haberi var dedi. Aradaki fark, görmezden gelmenin ve boykotun dozu arttı! Siz kalkıp, sömürgeden gelmiş, sömürgeci solun sosyal şovenizmini, 40 yıla ulaşan sorumsuzluğunu, dayanışma yoksunluğunu yargılıyorsunuz, kendi kaderinizi tayin etmek istiyorsunuz. Bir de üstüne üstük, bizim yaptığımız gibi Üçüncü Enternasyonal’e katılım koşulunu hatırlatıyorsunuz (8.Madde): “Burjuvazisi sömürge sahibi olan ve başka ulusları ezen ülkelerde, partilerin sömürgeler ve ezilen uluslar sorununda özellikle belirgin ve açık tavır almaları zorunludur… Kendi emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil, eylemlerle de desteklemek, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını teşvik etmek, ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların çalışan nüfuslarına karşı gerçekten kardeşçe duygular yaratmaya yönelik bir eğitim çabası sürdürmek… yükümlülüklerini taşır.” Kürtlerin büyük mücadelesi karşısında bile hep sosyal şovenizme savrulan, Ermenilerin uğradığı soykırıma susan, diğer onlarca katliamı ve soykırımı bilmezden gelen bir sömürgeci sola, bir de Kıbrıs’ı hatırlatırsanız boykot edilirsiniz! Kongre’ye davet ettiğimiz Marksist Bakış çevresinden Emre Başer, Marksistlerin Kürt sorununda barış sürecini desteklemesini barışın işçi hareketi içindeki şovenizmi ortadan kaldırarak mücadeleyi birleştirme eğilimi yaratacağı gerekçesiyle savundu.1 Bir de üstüne üstük dönüp Kıbrıs’ın nasıl “dar ölçekli” bir mesele olduğunu anlattı. Sömürgeci devletin Kürt sorununu çözeceği safdilliği ile sosyal şovenizmin burjuva devletin doğasından çıktığını görmezden gelerek, sosyal şovenizmin kendiliğinden sönümleneceğini iddia eden liberal beklenti içerisinde, üst perdeden Kıbrıs’ın küçük bir mesele olduğunu dile getirdi! Sebahat Tuncel ise Kıbrıs’ta YKP kongresine katıldığını, Kıbrıs’ta çokça Atatürk heykeli gördüğünde şaşırdığını söylemişti. Kısacası bize “Kıbrıs’tan bihaberim” diyordu. Türkiye’nin 40 yıla yakındır işgali altında tuttuğu coğrafyadan ve 60 küsur yıllık dış politika meselesinden haberi yoktu. Kürt hareketi içerisinde Sırrı Süreyya dışında pek Kıbrıs’ı bilen de yoktur zaten. Türk solunun sabıkaları ise malumunuz!2 Adanın yarısının Türk ordusu tarafından işgal edildiği, Rus burjuvazisinin ve Alman emperyalizminin Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde çarpıştığı, Rusya’dan sonra İsrail ve Fransa’nın da “üs” talebinde bulunduğu, hali hazırda iki Britanya üssünün, ABD dinleme ve casusluk tesislerinin bulunduğu, Alman ordusunun da çöreklenmeye hazırlandığı “küçük ölçekli” bir mesele! Bizim hayatımız… En nihayetinde Adana’da, Mersin’de büyük ayaklanmalar yaşandığı ve Sovyetler kurulduğu zaman, Sovyetleri bombalayacak savaş uçaklarının havalanacağı batmayan uçak gemisi bir Kıbrıs. “Küçük ölçekli” bir mesele! 21. yüzyılın ilk aşkı Mısır devrimi henüz emperyalist bir askeri müdahale ile karşılaşmamış olabilir. Mısır tarihi ile Kıbrıs tarihi iç içedir. Mısır’daki gelişmelere göre Kıbrıs el değiştirmiştir. Britanya üslerinin kurulması da Süveyş Kanalı savaşı iledir! Mısır devrimine karşı askeri bir harekât düzenlenecekse o da Kıbrıs üzerinden olacak. En nihayetinde bir enternasyonalist de olsam, toprağına basıp yükseldiğim, kendimi oraya ait hissettiğim, görmezden gelinen, duyulmak istenmeyen, üst perdeden akıl verilen, aşağılanan, sömürgeci küstahlıkları yutan, “hallolunmuştur” denen bir lanettir Kıbrıs. Yine bir gün “gel-git”lerle “yersizyurtsuz”luğa dönüşen enternasyonalizmimiz ortasında bir dar sokakta Haluk Gerger’le tanıştım. Tanışır tanışmaz kucaklaştık. O gün ve ondan sonraki her karşılaşmamızda “Anlat Kıbrıslı kardeşim” diye cümleye başladı. İlk karşılaşmamızda 80’li yıllarda Kıbrıs’ta bulunduğu sıralardaki anılarını anlattı. Niye artık gelmiyorsun, diye sorduğumda, bizi davet eden eski dostlar yollarını değiştirdi, işgalciye hizmete başladı, demişti. Haluk hoca, geçenlerde Kürt hareketinin Avrupa’daki gazetesi Yeni Özgür Politika’da bir yazı yazdı “ilhakçı kişiliği” başlıklı. Bir “sömürge tebaası” olarak hissettiklerimi bir Fanon, bir Memmi sadeliğinde dile getiriyordu Hoca. “Dışarıdan gelip başkalarının yaşadığı topraklara el koyarak hegemon-egemen konuma gelen milletlerin, kendine özgü halleri vardır” diye başlıyordu sözlerine. “Temelde, farkındalık... Sahiplenilen toprakların önceden başkalarına ait olduğu gerçeğinin ağırlığı... Bu, derin bir korku ile birlikte seyreder. Kapitalizmin şafağında mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirdiklerinden duyduğu korkuya benzer bir duygu...” diye devam ediyor. “Eski sahipler günü gelir dönerlerse, hak talep ederlerse, geri isterlerse... Zihinlerde sorular kıvranır durur, kuşatılmışlık nöbetleri depreşir, panik, kin, saldırganlık birbirine dolanır (...) Kendi mezarlığında korkudan ıslık çalmaya başlar. Fetih törenleri, marşlar, bayrak çekmeler, “en büyük ben başka büyük yok” çalımları... Kompleksler, korkular... Ve, fethi her gün yeniden üretme, fethedilene kabul ettirme, rahatlama ihtiyacı...”3 Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu, Sibel Özbudun, Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Sungur Savran, Temel Demirer ve Haluk Gerger’in isimleriyle karşılaştınız şimdiye kadar. Tümünün bir ortak noktası var. Türkiye devrimci hareketi içerisinde Kıbrıs’a dokunmaya cesaret eden ender aydınlar ve yoldaşlar onlar. DİP, parti programında “Kıbrıs’a kendi kaderini tayin hakkını” Kıbrıslı enternasyonalistler gibi savunan tek parti. Bu aydınlarla ve yoldaşlarla en büyük karşılaşma sebebimiz bu “dokunma hali”! Yetmiyor ama! İki yıllık bir KıbrısKürdistan Kongresi deneyiminden sonra, bu işin hamallığında, beden ve fikir işçiliğini birleştirdiğimiz bu aydınlara ve yoldaşlara rağmen bir Kıbrıslının “Ermeni”liği artmışsa, bu yılın Mart ayının başından beridir, Babacan’ı Davutoğlu Çiçek’i ile Tayyip’in bütün kabinesi, Orman Bakanı’ndan Enerji Bakanı’na, her gün Kıbrıs’tan bahsediyorsa, bu gözü dönmüş devlet karşısında biz daha çok “Ermeniyiz” ve Onlar “Ermeni meselesi hallolunmuştur” demeye hazırlanan sömürgeciler! Kürdistan petrollerinden sonra Kıbrıs’ın doğal gazı, madeni, petrolü ağızlarını sulandırıyor! Boşuna mı demişiz çifte sömürgecilik diye? Levent (Dölek) yoldaş, İstanbul Kongresi’nde vurgulamıştı: Türk burjuvazisine çifte sömürge de yetmiyor artık! Yoldaşlar! Biliyor musunuz Mart ayın- kızılbaş - sayfa 58 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dan bu yana sömürgeci küstahlığıyla Babacan, Egemen Bağış, sınır tanımaz Davutoğlu ne zaman sustu ve günlerce konuşamadı? 31 Mayıs ayaklanması başlayınca sustular! Onlarca gün konuşamadılar. Bu haddini bilmezlere haddini bildirdiniz. Ama bu burjuva siyasetçileri dışında birilerine daha ders verdiniz: Kıbrıs’taki Türk işgalini AB emperyalizminin bitireceğini sanan sol liberallere de teorik tartışmalarla verilemeyecek bir ders verdiniz! Kıbrıs işgalini, diğer işgalleri ve savaşları, bizlerin ayaklanmasının, “sürekli savaşa karşı sürekli devrim” şiarının bitireceğini gösterdiniz! Bazılarınızın “Türk işgali” demem “ulusal gururu”na mı dokunuyor? Dinleyin o zaman… Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), TÜSİAD, Ecevit Hükümeti ile TSK’nın ortak koalisyonu, Amerikan emperyalizminin desteği ile bir askeri harekât başlattı. Karaoğlanlaştırılarak Ecevit’in öne çıkarılması bütün bunları örtmeye yetmiyor. Hükümet savaşa girerken patronlar iki şeye hazırdı: Kıbrıs’ın ilk(el) birikim olanaklarına el koymaya ve TOBB gibi savaşı fırsat bilerek milli askeri sanayi için hükümete talepler yönetmeye. Patronlar grevleri yasakladı, DİSK fazlasını yaptı: Yasaklanan grevlerin yanında işçi maaşlarından kesintiye gidilmesi, ordu için bağış ve gönüllü orduya katılma kampanyası yürüttü. DİSK işçi sınıfının uluslararası birliğine ihanet ederek sosyal şovenizm zehrini sınıfın üzerine saçtı! Harekât bitti ve TÜSİAD haykırdı: Askeri harekât bitti sıra ekonomik harekâtta! Kısacası yoldaşlar, Kıbrıs işgali sizin “ulusal gurur”unuzla veya size anlatılan “ulusal çıkar” yalanı ile ilgili bir mesele değil: Bu, uluslararası burjuvazinin bir parçası olan Türk burjuvazisi ile uluslararası işçi sınıfı arasında bir mesele. Bir savaş. Sömürgeci bir sınıf savaşı, işgal harekâtı… İşgalin 38. Yılı4, yani geçen yıl, Kıbrıs’taki egemen bloktaki, sömürgeci Türk burjuvazisi ile Kıbrıs’ta faaliyet yürüten yerli burjuvazinin arasındaki anlaşmazlıkların, yani bloktaki çatlakların yamanmaya çalışıldığı bir törendi. Bir yama töreniydi. 39. yıla geldiğimizde ise, o yamanın tutmadığı, AKP’nin ve Türk sömürgeciliğinin Kıbrıs’taki dikişlerinin attığı görüldü. Yönetemiyorlar! Ama hâkim olmak istiyorlar. Sınıf mücadelesi silkeliyor onları, baskıyı artırmak zorunda kalıyorlar! Türk devletinin 60 küsur yıllık resmi Kıbrıs politikası “Kıbrıs’ı İstirdat Projesi”dir! Yani, Kıbrıs’ı Geri Alma Projesi! Yani, ilhak! Bu satırları sizlere 20 Temmuz işgal harekâtının 39. yılı “kutlama törenleri” nin akşamında, gece yarısından sonra sabaha karşı yazıyorum. Haber sitelerinin manşetlerine bakıyorum. Sosyal şovenizm doruk yapmış! Türkiye’nin Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, yani Kıbrıs Sömürge Bakanı, iki devletli çözümden bahsediyor! TC burjuvazisinin temsilcileri yeniden ve ısrarla aynı nakaratları tekrar ediyor. Bu saatten sonra iki devletli çözüm diye bir yol yok! Zaten o hayata geçirilmiş. Bu saatten sonra ilhakın adını koyarsınız! Ordusu olmayan, işgal altında, kendi para birimi olmayan, kendi bütçesi olmayan, sırf devlet densin diye sözde bir hükümet ve bir parlamentosu bulunan, kişi başına 3 asker ve polisten fazla silahlı bekçinin düştüğü, 12 Eylül darbesi ile kurulmuş bir devlet! Tek devlet olma vasfı, burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde baskı aracı olması! İlhak ihtimali hep vardır. Türk burjuvazisi KKTC parlamentosunu dağıttığını ve Kıbrıs’ı ilhak ettiğini ilan etmeyi şimdilik göze alamaz. Ama ilhak, zaten pratikte yarı yarıya hayata geçirilmiştir! Bugüne kadar devrimci Marksizm dışındaki Türkiye soluna ve sendikalarına ne zaman gittikse hep başka gündemleri vardı. Yoğundular. Kıbrıs’ı baştan savdılar. Sizler, Haziran Ayaklanması sırasında genel grevden süresiz ve kesintisiz genel greve kadar çeşitli çağrılarda bulundunuz. Bize sırtını dönen sendikalar, size de sırtını döndü. Sendika bürokrasilerini silkeleyip sendikalarınıza sahip çıkacak olan güç de sizlersiniz! Bu yüzden size sesleniyorum. Sömürgeci küstahlıkta ısrarcı olan politikacılarınızın sesini ancak siz kesebilirsiniz! Bunu Haziran Ayaklanması’nda gördük! Bunun da tek bir yolu var: İşçi sınıfının işçi sınıfı olarak işçi sınıfı adına tüm ezilenler için bu ayaklanmanın parçası olmasıdır! Kürdistan’dan sonra Kıbrıs üzerine bir doğal gaz-petrol açılımına, sosyal şovenizmin yükseltilmesine, halkların birbirine kırdırılmasına, işçi sınıfının uluslararası birliğinin daha da parçalanmasına siz engel olabilirsiniz! Kardeş halkları, Türk burjuvazisinin çığırından çıkmış bu liderliğinin elleri arasından siz söküp kurtarabilirsiniz! “Gerçek devrimcidir” denir hep! Gerçek ısrarla savunulduğu zaman devrimcidir. Gerçek tek başına kaldığı zaman çürümeye başlar. 1. http://dip.org.tr/ulusal-sorun/ ii-kibris-kurdistan-kongresi-ciftesomurgecilige-karsi-enternasyonalizm 2 Türkiye solunun Kıbrıs politikasının bir değerlendirmesine buradan ulaşabilirsiniz: http://dip.org.tr/uluslararasi/kibris-kurdistan-kongresienternasyonalist-bir-hatta-ilerlemek 3 http://www.kurdistan-post.eu/tr/siyaset/ilhakci-kisiligi-haluk-gerger 4 Geçen yılki törenler hakkındaki değerlendirmemiz: http://dip.org.tr/ ulusal-sorun/kibrisin-isgalinin-38yildonumu-egemen-blokta-yamatoreni kızılbaş - sayfa 59 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ulusal konger; ulus ve ülkenin birliği için bağımsızlığa açılmalıdır! Uzun bir süreden beridir, Ulusal Kongre’nin ihtiyaçları üzerine tartışılmakta idi. Bugün ise Ulusal Kongre’-nin oluşturulması ve yürürlüğe konulması aşamasına geldik. Bu Kürdistan ve Kürt ulusal demokratik ve siyasal tarihimizde çok önemli bir merhaledir. Alkışlamamak, coşku ile karşılamamak mümkün değildir. Tabi böyle bir kurumlaşmanın ortaya çıkarılması kadar, işlevini yerine getirmesini beklemek de aynı coşku ve gönül rahatlığı içinde karşılamak isteriz, zira gerçekleşecekler üzerinde titremek ve yanlışların yapılmamasını istemek sorumluluğunu da yüklemektedir. Tüm alanlarda geç kalmış, adeta tüm dünya ulusları, ulusal kurtuluşlarını gerçekleştirmiş ya da gerçekleştirmesi an meselesi olan halklar (Filistin gibi) devletleşirken, Kürtler halen Ulusal Kongre üzerinden anlaşma tartışmaları, siyasal, sosyal, kültürel, eğitim vb. gibi ayrı bir gecikmişliğe/geriliğe tekabül etmektedir. Ulusal Kongre konusunu da bugüne kadar gerçekleştirmemiş olmak bir zafiyetimiz olarak kabul edilmelidir. Bu açıdan gerçekleşecek Ulusal Kongre’nin başarısı için dikkatlice üzerine titremek önemlidir. Önem arz eder! Kırk yıllık ulusal kurtuluş mücadelesinin başarması için özlem çekmiş biri olarak, Kürdistan Ulusal Kongresi’nin Kürt ulusunun ve Kürdistanlıların birlik ve özgürlük özlemlerine mazhar olmuş, işlevli ve başarılı bir kongrenin ortaya çıkarılması kadar önemli bir durumu tasavvur etmek bile mutluluk vericidir. Kürdistan’da, siyaset sınıfının ulusal Kongreye hazırlanırken, bazı olguları dikkatten kaçırmadan yapması doğru olacaktır. Bu böylesine bir örgütlemeyi şimdiye kadar yakalayamamış Kürdistanlıların başarılı olmalarını sağlamak için önemli ve paha biçilmez değerdedir. Ayrıca “Kürt Ulusal Kongresi” yerine, Kürdistan Ulusal Kongresi demek doğru olacaktır. Çünkü Kürdistan’da kongre ise ulusal kongre sayılamaz. Ulusal Kongre, partilerin ulusal mücadele sonucunda kazanılmış hakları paylaşma minvaline düşüp, hesaplar bunun üzerinde değerlendirilirse eksik ve yanlış yapılmış olur, mücadelenin geldiği ve girdiği olumlu durumu da heba etmiş olur. Ahme t Önal sadece Kürt ulusu homojen olarak yaşamamaktadır. Asurîler, Ermeniler, Araplar, Farslar, Türkler, Azeriler, Gürcüler vs. halklar da yaşamaktadır. Bu kongre, onları da kapsaması gerektiği için kongrenin coğrafik isimle dillendirilmesi daha anlamlı ve demokratik olacağı kadar, Kürdistan isminin kullanılmasındaki tabuyu ve vatansızlık diye adolunan makus talihimizi yenmemizin işareti olarak da önem arz etmektedir. . Dünya gözlemi açısından da Kürdistan mücadelesinin omuzladığı demokratik ve özgürlük kavramının içeriğinin doğru kavranması açısından da anlamlıdır. Kürtler; çok dinli, çok lehçeli, aşiret yapıları tümüyle çözülmemiş, parçalanmış, bölüşülmüş ve uzun süreli soykırıma tabii tutulan bir ulus ve sömürge koşullarından tamamı ile Kurtulamamış bir ulustur ve ülkeleri Kürdistan’dır. Parçalanmış, bölüştürülüp paylaşılmış Kürt ulusunun üzerinde yaşadığı ve yine parçalanmış ülkeleri Kürdistan’ın birleştirilmesini programlamayan bir Ulusal Kongre, Ulusal birliğini de gerçekleştiremez. Parçalar arası sıcak ilişkiler elbette çatışmalı ve ya hiç ilişkinin olmadığı durumdan yeğdir. Ancak bu sıcak ilişkiler bir ulusal birliğe tekabül etmez. Zira parçalanmış bir ulusun birliğini, programsal olarak ülkesel düzeyde ele almayan bir Ulusal Kongre, ulusal birliği hedeflemiş sayılamaz. Ulusal birliği esas almayan bir ulusal Ulusal Kongreye giderken, sömürgeci devletlere karşı egemen olma yerine, birbirlerine karşı egemen olmayı esas hesapları haline getiren siyaset, ulusal kongreye ve oluşumuna hizmet etmez. Ulusal Kongre, Kürt ve Kürdistan ulusal Kurtuluş mücadelesinin, devletler ve milletler arasındaki meşruiyetini sağlama ve milletlerin onurlu bir üyesi olarak kendisini tarif etmeyen bir Ulusal Kongre, kendisini ulusal meşruiyete oturtamaz. Bunun sağlanması için de Kürtlerin bir ulus, Kürdistan’ın bir ülke olduğu gerçekliğinde taviz vermeyen bir program ile ortaya çıkmak can alıcı noktadır. Bu noktanın da sübuta ereceği yer, Kürdistan’ın Birleşmiş Milletler(doğru tanımı Birleşmiş Devletler)e üye olmasından geçecektir. Burada da devletleşmeyi savunmaksızın, Birleşmiş bu devletler ya da milletler içinde meşru bir siyasi erk olarak yer almanın mümkünü olabilir mi? Bu olmayacağına göre, devletleşmeyi programına almayan bir ulus ve ülke için Ulusal Kongre oluşturmanın amacı ne olabilir ki? Daha Ulusal Kongre’nin programı ortaya çıkmaksızın, Türk sömürgeci ve soykırımcı sistemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Umarım Kürt Ulusal Kongresi bütünlük içinde amacına varır” demesi manidardır. Burada eğer; a)- Toplanacak Ulusal Kongre, Kuzey Kürdistan ulusal mücadelesini silahtan arındırarak savunmasız bırakmak,(Ki Güney Kürdistan Başkanı Sayın Mesut Barzani Kongre’nin hazırlık toplantısında, “Kürtler silahsız ve demokratik bir mücadele dönemine girmiş bulunmaktadır” demesi bu kanıyı kızılbaş - sayfa 60 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 güçlendirmektedir. Ayrıca, PKK’nın farklı kanalları silah dönemini tamamlamıştır vb.). Zira gelinen konjoktürde Kürdistan Ulusal Kongresi’nin hedeflemesi gerekli programlardan biri de Kürdistan güçlerinin daha sağlıklı ve koordineli bir yapıya eriştirilerek daha profesyonel bir konuşlanmayı Kürdistan sathını gözeterek ve esas alarak oluşturmaları üzerinde durmalarında bir haksızlık ve yanlışlık olmadığı gibi, gündemleştirmeleri de gerekir. Rojava’daki durum açısında acil olduğu kadar, Kürdistan geneli için de bu vazgeçilmez bir gerçektir. Devlet tepeden tırnağa silahlı iken “silahlı dönem bitmiştir” demek doğru değildir. b) Devletsizleşmeyi savunarak, her parçadaki Kürtlerin işgal edilmiş sistem içine entegrasyonunu sağlamış olarak, mini birkaç ulusal değil de, etnik kültürel hak ile sınırlandırılmada anlaşılmış ise Ulusal Kongre’nin amacı daha farklı bir yere çekilir ki, Kürt Ulus ve Kürdistan Ülkesinin Kurtuluşunu hedefleyen değil, köleliğini meşrulaştıran bir kongre olur ki, bunu hiç düşünmek bile istemiyoruz! Ulusal Kongre’nin; ulusun savunmasını, mücadelenin gereklerini ortaya çıkarmak ve işgalci güçlere ayarlı bir mücadele yerine, tüm parçalarda birliği esas alan ve onurlu ve bağımsızlıkçı bir çizgiye oturtarak oluşturamazsa rolünü oynaması güçleşecektir. Rojava’da da ortaya çıktığı üzere, Kürdistanlıların egemen devletin demokratikleşmesini bekleyerek, özgürleşmesini ertelemek gibi bir yanlışa girmesinin tehlikesi ortaya çıkmıştır. Kuzey Kürdistan’ın ya da Doğu Kürdistan’ın özgürleşmesi için, Türk ya da İran devletlerinin demokratikleşmesini beklemek, Kürt Ulusal Kongresi’nin hedeflerini bu derece küçültmek, gelinen aşama itibarı ile kat ettiği yolu görememek, Kürdistanı ve çevrelediği konjonktürü sağlıklı okumamak olur. Zira Ulusal Kongre’nin birinci görevi komşularının, dünyanın, başkasının ihtiyaçlarına ve arzularına göre değil, kendi özgürlük ihtiyaçlarını ve kendisini özne alarak, Kürt ve Kürdistan’ın özgürleşme ihtiyaçlarını öne çıkaran bir çizgi izleyemezse, kendisini adeta boşluğa bırakan ve güvensizliğe endeksleyen, gücünün ve yakaladığı potansiyeli görememe körlüğüne düşer ki, bu 21. Yüzyılda yakaladığı lehine koşulları itmek olur. BDP Milletvekili Gültan Kışanak Kürdistan’ın bu kongrede BM’ye gözlemci devlet talebini programlaştırarak girmesi önemlidir. Bölge devletlerinin yanı sıra müdahil olan devletler çıkarlarını sağlamak pahasına da olsa Kürdistan ve Kürt ulusal mücadelesini istemezseler de gündeme getirmek durumundadırlar. Şimdiye kadar olmayan hamlelerle karşılamaktayız. Rusya’nın Rojava’daki Kürt katliamını BM’ye taşıması ve araştırmasını sağlaması gibi. Bunlar giderek Kürdistanlıların Ulusal Kurtuluş Mücadelesini Dünya ölçeğinde tartışmak, meşrulaştırmak için önemli gelişmelerdir. İslamiyet'i Kürtlerden öğrenin Doğu Kürdistan’daki idamlar, Kuzey Kürdistan’daki barajlarla arkeolojik kalıntıları ve doğal tabiatın tahribatı, göç yolu ile yaratılan demografik değişiklik ve geçmişte yapılan ekonomik sosyal kültürel ve ulusal soykırımlar ile Yakın Doğu’nun imhası ile Türkiye devletinin tarihsel ve şimdiki politikalarının karşısına ikirciksiz çıkmak önemlidir. Devletin, devletlerin Kürt Ulusal Kongresini kendisi/kendileri için maniple etmelerine imkan vermemek, Kürt ulusal demokratik mücadelesi açısından önemlidir. Tüm Kürtlerin Rojava halkının yanında olduğunu söyleyen Kışanak, El Kaide bağlantılı çete gruplarının Rojava halkına yönelik katliamlarına sert tepki göstererek, Kürt halkının inancına herkesten daha fazla bağlı olduğunun altını çizdi. Kürdistan Ulusal Kongresi, tüm Kürtdistan Ulusal Kurtuluşçu güçleri için rastgelsin! Kışanak,"Size orada dayatılan katliamı yüreğimizde hissediyoruz. Asla yalnız değilsiniz. Hiçbir çete faaliyeti, hiçbir katliamcı, halkımızın özgürlük mücadelesini yaptıkları saldırılarla durduramayacak. Bizler Rojava'daki halkımızın Baas rejiminde yıllarca neler çektiğini çok iyi biliyoruz. Bu nedenle bu diktatörlük rejiminin değişmesi herkesten önce Kürt halkının arzusudur. Bizler, demokratik bir Suriye'nin kurulmasını tüm halkların, tüm kimliklerin özgürlüğünü yaşamasını savunuyoruz. Allah herkesi bir kimlikle, bir dille, bir sıfatla yaratmıştır. Kimsenin bunu ortadan kaldırmaya, yok saymaya hakkı yoktur. Bugün Rojava'daki halkımıza dini kullanarak katliamı dayatanlar var. Bizler buradan sesleniyoruz; İslamiyet dini insanlık dinidir. Kürt halkının varlığını, dilini, kimliğini tanımayanın İslamiyet'le hiçbir alakası olamaz. Kürt halkı Ortadoğu'nun en kadim, en tarihi ve en mazlum halkıdır. İslamiyet'i de kimseden öğrenecek halimiz yoktur. Kimse kendine dini kılıf yapmasın. Eğer İslamiyet'i öğrenmek istiyorsanız, gelin Kürt halkı size öğretsin" dedi. Kaynak: http://www.kurdistan-post. eu/tr/ulusal-kongre-0 Kaynak: Yeni Özgür Politika, 29.08.2013 Kongre’de temel sorun, partilerin birbirlerine karşı güç ve egemenlik sorunu kanıtlamak değil, Kürt ulusunun ve Kürdistan ülkesinin özgürleşmesi sorunu esas olmalıdır. Bu da “Em millet û welat’ın bibin dewlet (Biz millet ve ülkeyiz devlet olacağız)” şiarında şekillenirse ve devletleşmek için gerekli tüm kurumlaşmaları sağlamayı koordine etmeyi başarırsa hedefine varır. Kürt Ulusunun ve Kürdistan ülkesinin birliğini programlamayan bir kongre, ulusal birliğe tekabül etmez. Umuyoruz ki bu aksilikleri gideren bir Ulusal Kongre gerçekleşir ve özgürleşme aşkımıza denk düşmüş olur. kızılbaş - sayfa 61 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AYKIRI DOĞRULAR Ce va t S i ne t [email protected] Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurulmasının Tek Bir Mantığı Vardı: ‘Anti-Ermeni’ Son iki yılda Suriye’de yüz binlerce insan öldü. Özellikle Ermeniler, Aleviler ve Kürtler için, insan aklını ve hayalini zorlayan öldürme biçimleri yaşandı. Bir Alevi’yi tekbir getirerek Allah’u Ekber deyip, Allah’ın adını anarak katlediyorlar. Dünya bu vahşeti 98 yıl önce Ermeni soykırımında görmüştü. Batı Ermenistan coğrafyasında, 1895’ten 1915’e kadar yaşanan süreç içerisinde, bütün gayrimüslimlerin kökleri sökülüp atıldı. Silindir bir çimin üzerinden ne kadar geçerse geçsin o çim yeniden yeşerir, ama kökünden sökülürse bir daha yeşermez, kurur gider. Ermeni halkına ve gayrimüslim halklara da böyle bir soykırım yaşatıldı. Soykırımı yapan ve soykırıma ortak olanlar bir özür dilemeyi bile çok görüyorlar. Özür dilemenin bir erdem olduğunun bilincinde olmayan bir devletten ne beklenebilir ki? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının tek bir mantığı vardı. Anti-Ermeni, AntiKürt ve Anti-gayrimüslimdi. Atatürk’ün gerçekleştirdiği bütün kongrelere baktığımız zaman ortaya tek bir sonuç çıkıyor: Anti-Ermeni, Anti-Kürt ve Anti-gayrimüslim olmasıydı. Midyat'taki Süryanilerin arsa ve tarlaları çete tarafından elinden alındı. Midyat'taki Süryanilerin arsa ve tarlaları çete tarafından elinden alındı. 24 tapunun bir günde el değiştirdiği ortaya çıktı. Savcılık, belediye meclis kararlarında yolsuzluk tespit edince dava açtı. Bakanlık da soruşturma başlattı. Mardin'in Midyat ilçesinde yaşayan Süryani Anter Onar'ın suç duyurusu büyük bir soygun çetesini ortaya çıkardı. Şikayet üzerine soruşturmayı derinleştiren Midyat Cumhuriyet Savcılığı, çetenin hem Süryani vatandaşların mallarına el koyduğunu hem de belediye meclis kararlarında yolsuzluk yapıldığını ortaya çıkardı. Şikayetlerin odağındaki çete elemanlarından Mahsun B'den ele geçirilen hesap defterinde ise 36 vatandaşın ev, arsa, işyeri, dükkan ve bağ-bahçesinin elinden alındığı, çete üyelerine verilen komisyon ücretleri de belgelendi. Bakanlık soruşturma izni verdi Savcılık tarafından açılan davaya ilçe sakinleri de tanık olarak müdahil oldu. Tanıklaar, Süryani vatandaşa ait milyonluk toprak ve gayrimenkulün yasadışı yollarda ellerinden alındığını anlattı. Mağdurlardan Anter Onar, kendisine ait 24 tapunun bir günde üçüncü şahıslara devredildiğini, Özcan Ergun ise çetenin 15 milyon lirasını gasp ettiğini öne sürdü. Savcılık soruşturma sırasında iddiaların Midyat Belediyesi'ne uzandığını tespit edince İçişleri Bakanlığı'ndan soruşturma izni istedi. Bakanlık hem izin verde hem de ilçeye iki müfettiş göderdi. Belediye kayıtlarını inceleyen müfettişler ilçede tam 232 kişiyi dinledi ve birçok ihalede ve meclis kararlarında yolsuzluk tespit etti. Malları alınanlar Midyat'ı terketti nin şantaj ve tehditleri üzerine bölgeyi terk etti. Çetenin bölgedeki Süryanilerin kabusu haline geldiğini anlatan Anter Onar, "Süryaniler 2004 yılında başlayan yeni düzenlemeler ve değişimler sonucu yıllardır terk etmek zorunda kaldıkları Türkiye'ye geri dönmeye başladı. Bu kez de mafya bize göz açtırmaz oldu" diye konuştu. Savcılığın el koyduğu çetenin hesap defterlerinde kimden ne alındığı, başta belediye olmak üzere kimlere ne kadar para aktarıldığı belgelendi. Belediye ile işbirliği iddiası Çete elemanlarından elde edilen belgelere göre tuzağa düşürülen bir vatandaştan alınan paranın 50 bin doları belediyenin payı şeklinde not alınmış. Başka bir çete üyesinden elde edilen dokümanlarda ise belediyeye pay olarak belirtilen değişik meblağlarda bir çok notlar yer alıyor. İddiaların doğruluğunun Savcılık tarafından belgelenmesi üzerine Bakanlık tarafından jet hızıyla verilen soruşturma da çok yönlü olarak devam ediyor. Midyat Belediye Başkanı Şehmus Nasıroğlu, "İnceleme belediyenin iş ve işlemleri ile ilgilidir. Bunların içeriğiyle ilgili bir şey bilmiyorum. Zaten mahkemelerde ve savcılarda da bu konu var" dedi. Süryanilere yönelik iddialar hakkında bilginiz var mı? şeklindeki soruya ise Nasıroğlu, "Bakanlık Belediyedeki işlemlerle ilgili soruşturma izni verdi, inceleme ve davalar devam ediyor. Benim hiç bir şeyle alakam yok. Belediye iş ve işlemleri ile ilgili açılan davalar var. Bakanlık bunları inceliyor" diye konuştu. Malvarlıkları ellerinden alınan ve Midyat'ta çoğu Kuyumculuk ve Emlakçılık işleri ile uğraşan Süryaniler, çete- Kaynak: http://haber.stargazete.com/guncel/mafya-suryanilere-coktu/haber-786400 KEMAL GÜMÜŞ -MARDİN kızılbaş - sayfa 62 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkler nasıl Türkiyelileşir? ödemektedir? Kaçı orta sınıf bir Kürdü apartmanında ikamet edince, ya da lüks bir arabaya bindiğini görünce asabı bozulmamaktadır? Yard . Doç . Bülent Küçük Türklerin Türkiyelileşmesi bir boş kav ram, bir hayal olmaktan çıkıp toplumsal alanda bir karşılık bularak nispeten bir gerçek olması belki ilk kez Gezi ile mümkün oldu. bdp-bayrak Kürt hareketinin diğer toplumsal kimliklere kapılarını açarak Türkiyelileşmesi gerektiği konusu çokça -çoğu zaman insafsızca- dile getirildi. Demokratik bir zeminde birlikte yaşamın ancak Kürtlerin eşitlik, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin diğer toplumsal alanlarda verilen mücadelelerle ortaklaşması durumumda mümkün olacağının altı çizildi. Bu eleştirilerin haklılık payları vardı kuşkusuz, fakat sorulması gereken asıl soru şu: Türkler Türkiyelileşmeden Kürtlerin Türkiyelileşmesi ne kadar mümkün? Türkiye’de Müslüman Türk hakim kimliğinin muteber mensupları ne ölçüde kendi Türklüklerini ve Müslümanlıklarını gözden geçirerek kendilerini ötekilere açmaktadırlar. Ne ölçüde ötekilerin siyasi özneliklerine müdahale etmeden, onları terbiye etmeye kalkışmadan, dönüştürmeye ya da mesafede tutarak idare etmeye çalışmadan, ötekilerin tekilliklerini tanıyarak ilişkilenme zahmetine girmektedirler. Başka bir deyişle, Türkler kültürel olarak daha üstün olduklarına dair fantezilerinden kopmadıkları sürece, bu devletin ve toprağın otantik sahibi olduklarına dair kanılarını devam ettirdikleri sürece, devletle kurdukları yakın ahbaplık ilişkilerine mesafe koymadıkları sürece, felaketlerden, utançtan milli gurur devşiren resmi tarihlerinden azade olmadıkları sürece Kürtlerin Türkiyelileşmesi ne neye yarar? Yani, Türkiye’de gerçekte kimlik politikasını kimler icra etmektedirler? Ezilenlerin kimlik politikası yapmasında ne tür temel çıkarı olabilir? Peki aynı soruyu egemen olan kimlik için soralım: Ezen kimliğin kimlik politikası gütmesi arkasında nasıl bir siyasal rasyonalite yatmaktadır? Mesela neden barış talebi Kürtlerde bu kadar toplumsallaşmıştır, buna karşın Türkiye’nin batısında bu talep neden bu kadar cılızdır? Barış talebi ile eşitlik talebi arasında nasıl bir bağlantı vardır? Kürtlere Türkiyeleşemediklerine dair yapılan eleştiriler insafsız, çünkü Kürtlerin bugün hem sosyolojik-demografik olarak, hem de siyasi olarak birçok kimlikten çok daha fazla Türkiyelileştiği sabit bir olgudur. Sosyolojik olarak bakıldığında durum böyledir, çünkü Kürtler özellikle 1990’larda ki zorunlu göçle beraber Türkiye’nin hemen hemen her köşesinde yaşamakta, güvencesiz sektörler başta olmak üzere hemen her sektörde çalışmaktadırlar. Buna ilaveten hemen hemen bütün Kürtler Türkçeyi sorunsuz konuşmakta, Batı’nın yazarını, film artistini, şarkıcısını tanımakta, yıllardır Türkçe okullara gitmekte, Türkçe televizyon kanalları izlemektedirler. Siyasi alanda cinsiyet politikaları, ekoloji ve sosyal politikalar başta olmak üzere siyasi paradigmaları göz önünde bulundurulduğunda Kürt hareketi evrensel ölçekleri referans alarak örgütlenmekte, konuşmakta ve bu politikaları icra etmektedir. Buna karşın, Türkiye’nin batısında hangi kayda değer siyasi kimlik veya cemaat öteki kimliklere bu ölçekte kapılarını açmaktadır. Kaç Türk, Kürtçe öğrenmiştir, kaçı bu dilde iki kelam etmesini, mesela “merhaba” demesini bilmektedir? Kaçı, askerlik ve zorunlu memuriyet dışında Diyarbakır’a, Van’a Hakkari’ye gitmiştir, ya da gitmeyi istemiştir? Kaçı Kürt edebiyatından, popüler kültüründen haberdardır, kaçı Kürtlerle komşu olmayı arzulamaktadır? Kaçı dolmuşta, sokakta, kahvede okulda Kürtçe konuşulduğunda irkilmemektedir? Kaçı eşit işe eşit ücret Literatürde kurumsal olarak ve gündelik hayatta dışlamanın ve kültürel tahakkümün iki temel biçiminden söz edilir: Malum, birincisi kültürel olarak farklı olana karşı örülen sembolik ve mekânsal duvarlalar marifetiyle konan mesafe üzerinden icra edilir. Kültürlerin uyuşmazlığına vurgu yapılır. Sen farklı kal ki benim üstünlüğüm görünür olsun denir. Avrupa’da birçok yer – özellikle Almanca dilinin konuşulduğu coğrafyada – bu tip dışlanma teknikliklerinin icra edildiği tipik mekanlardır. Buna göre, kir bahçede kaldığı sürece, öteki yerini bildiği sürece güzeldir. İkincisi, kendisini ötekinin eksikliği üzerinden kurar, ötekinden örtük olarak üstün olduğunu ya da kendi kültürünün daha evrensel, daha modern olduğu ima eder ve ötekinden kendine benzemesini ister, onu özendirir, bonkör davranarak ötekini terbiye etmek için kaynak mobilize eder, mektepler açar, kendi saflarına çağırır, “benim sevdiğim gibi sev bu vatanı” der. Bu çağrıya itibar etmeyenlere baskıcı disiplin teknikleri uygulanmaktan çekinilmez. Fransa vatandaşlık pratikleri de bu ikinci türe örnek olarak görülür. Malum, vatandaşlık pratiği olarak Türkiye sanıldığının tersine “Doğu” ile “Batı” arasında değil, Almanya ile Fransa arasında bir “köprüdür”, zira burada her iki yönetme tekniği de mevcuttur: Arta kalan gayri Müslimlere birincisi, Müslüman azınlıklara ikincisi münasip görülür. Birincisinin “bizden” olması zaten imkânsızdır, ikincisinin “Bizden ol, bizim gibi ol” çağrısı ise koşula bağlanmıştır. Türk olmayan Müslümanlar Türklerin saflarına katılıp içinde eriyebilir, fakat bu ancak kendi etnisitesini, inançsal farklılığını evde, yani özel alanda bıraktığı sürece, kendisin siyasi olarak temsil etmediği, kendi hesabına, kendisi için konuşmadığı ve kendi kendini yönetmediği sürece mümkündür. Ben kamu/özel ayrımı yapmadan Türklüğümün ve Müslümanlığımın tadını çıkarayım, sokakta avazım çıktığı kadar Türk ve Müslüman olduğumu hay- kızılbaş - sayfa 63 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kırayım, marşlar türküler okuyayım, devletin memuru sırtımı sıvazlasın, okulda, metroda, kahvede, cami de, TV’de, sokakta, dolmuşta Türkçe konuşayım, bütün bayramlar benim olsun, bütün devlet ve medya ritüelleri, resmi tatilleri bunun üzerine kurulu olsun, bütün okullar ve camiler kamu parasıyla ihya edilsin, ama öteki kendi evinde ve kendi imkanı ile farklılığının tadını çıkarsın, ortalıkta görünmesin, orada burada farklı olduğunu çaktırmasın. Devletin imkanlarıyla ihya edilmiş “otantik” kimlik eşitlikten bunu anlamaktadırlar. “Farklılık zenginliğimizdir” der fakat bu farklılık sokağa veya kamu alanında taşınarak siyasallaştığında devletin asker ve polis şiddetinden müteşekkil mahrem yüzü imdatta yetişir. Yani, birçok yerde olduğu gibi Türkiye’ de de – seküler ya da dindar olsun fark etmez – devlete gönülden bağlı başat kimliğe mensup olanların eşitlikten anladıkları hep bir soyut – legal – formel eşitlik olmuştur. Herkes kanun önünde kâğıt üzerinde sözde eşittir. Peki, Türkiyelileşmek ve toplumsal barış hem kurumsal olarak hem de gündelik hayatta sosyal eşitlik meselesini kapsamadığı sürece ne anlama gelir? Kimler ne sebeple en güvencesiz sektörlerde çalışmakta, bu çalışanlar bu koşullar altında neden çalışmayı kabul etmek zorunda kalmakta, kimler en çok iş kazasında ölmekte, kimler en çok yeşil karta mecbur bırakılmakta, kimler en çok savaş mağduru olmakta, kimler en düşük ücretle çalışmaya mecbur bırakılmakta, kimler en çok yerinden edilerek göç etmekte, kimler en çok kamu hizmetinden mahrum kalmakta, kimler en çok işsiz kalmaktadır, kimler en çok hapishanelerde çürümeye terk edilmiştir? Ve bütün bu yapısal adaletsizlikler en çok kimlerin işine yaramaktadır. Dışlanma, değersizleştirme ve inkâr ile yoksulluk, işsizlik ve düşük ücret arasındaki ilişki nedir? Avrupa’da göçmenler gibi, Türkiye’de yüz yıldır devam eden Kürtlerin değersizleştirilip, kriminalize edilmesi ile piyasada aldıkları düşük ücret ve yoksulluk arasındaki ilişki nedir? Daha genel anlamıyla Kürtlerin ve Kürdistan’ın inkârı ile kültürel tahakküm ve Kürtlerin ucuz emeği arasındaki bağlantı nedir? Bu soruların yanıtlarını verebilirsek o zaman işte hangi hakim kimliklerin sosyal eşitsizlikten, inkardan, savaştan ve kültürel tahakkümden nemalandığını görürüz. Kimlerin daha dar müstakil kimlik politikası yaptığını, bu politikanın, siyasal alanda, bürokraside, medyada, piyasada ve gündelik hayatta nasıl iş gördüğünü ve kimi ayarttığını görürüz. Yani kimlerin Türkiyelileşmeye neden heveslenmediğini görürüz: Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşmasının önündeki en büyük engelin işte bu ötekiyle eşit seviyeye inmeye ayak direme olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyişle, kalıcı bir toplumsal barışı istememek, bunun için kılını bile kıpırdatmamak hakiki eşitliği ve siyasi egemenliği paylaşmak istememenin; devletin sunduğu imkanlardan ve hazlardan ödün vermek istemeyişin başka bir ifadesidir. Bu durum egemen kimliğin, seküler olsun olmasın, toplumsal barıştan ve eşitlikten ötekilerin kendilerine müstahak görülen ile yetinmesini anladıklarını resmeder, eşitlikten ve barıştan dışlanmış kimliklerin toplumsal hiyerarşide kendilerine münasip görülen yerlerde durmasını ve nihayetinde siyasetsiz, sessiz sedasız kalmasını arzuladıklarını ifade eder. Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşması Türklerin Türkiyelileşmesi için, yani seküler ve Müslüman Türklerin geçmişin kolonyal yükünden kurtulması için bir fırsattır, Gezi Direnişi sonrası durum bunun için bir imkanı işaretlemektedir. Çünkü barışın toplumsal-popüler bir talebe dönüşmesi, yani sokaklarda, meydanlarda ve parklarda dillendirilmesi belki ilk kez Gezi’deki çok farklı kimliklerin müşterek direnişiyle zirve yaptı. Türklerin Türkiyelileşmesi bir boş kavram, bir hayal olmaktan çıkıp toplumsal alanda bir karşılık bularak nispeten bir gerçek olması belki ilk kez Gezi ile mümkün oldu. Egemen kimliğe mensup geniş toplumsal kesimler Türkiye’de yaşayan herkesin hakkının kendi hakkı kadar değerli olduğunu, ötekilerin acılarının kendininkiyle eşdeğer olduğunu belki de ilk kez bu ölçekte Gezi’de deneyimledi. Belki de ilk kez Türkiye’nin sırf Türklerin değil burada yaşayan, bütün Türkiyelilerin olduğunu idrak ettiler. Bu çok önemli: toplumsal ve siyasal alanda eşitlik olmadan, kültürel ve siyasi egemenlik paylaşılmadan toplum barışamaz, barış toplumsallaşmaz. Zira, barış mağdur olanın kendi temel evrensel haklarından ve eşitlik ve özgürlük talebinden feragat etmesiyle değil, egemen olan kimliğin kendi lükslerinden ve ayrıcalıklarından feragat etmesi veya ettirilmesi ile mümkündür. Öteki de herkes gibi kendi farklılığını icra edecek sokakta veya medyada şarkısını söyleyecek, anadilinde eğitimini görecek, kendini siyasi olarak temsil edecek ve böylece bir kategorinin, bir kimliğin içine hapsedilmiş birileri olarak değil evrensel haklarını tadını çıkaran herkes gibi olacak. Bunun için Kürtlerin evrenselleşmesinden (yani Türkiyeleşmesinden) çok, hakim Türk kimliğin evrenselleşmesi gerekir. Başka bir ifadeyle, barışın toplumsallaşması süreci Kürtlerden çok Kürt ve Kürdistan hakikati devletin mektepleri ve medyası tarafından kendinden yıllarca gizlenmiş, yalanla büyütülüp terbiye edilmiş hakim kimliğin, onun bedenine ve ruhuna nakşedilmiş ırkçılığın ve fesadın paklanması için bir imkandır. Bu süreç, onların yeniden sosyalleşmesi ve birlikte yaşamın zeminini oluşturacak yeni bir toplumsal etiğin inşası için bir imkandır. Bunun için, çokça söylendi, egemen Türk kimliğin ilkin kendi inkârcı ve acılardan müteşekkil tarihiyle yüzleşmesi gerekir, ancak o zaman yeni, siyasetten ahlaklı nesiller yetişir. Yani, barış ve eşitlik istemek Kürtlerden çok hakim kimliğin sorumluğundadır, çünkü bu kimlik değişmeden eşitlik olmaz, bu kimlik dönüşmeden barış gelmez. Bu kimlik etik davranmadan eşitlikçi bir toplumsal ve siyasal zemin inşa edilemez. Bu kimlik kendini deşmeden, kendi Türklük sorununu aşmadan, bu sorun çözülemez. Bilindik bir edebiyatçı düşünür nasıl ki “Britanya’nın göçmen sorunu yoktur, beyaz İngiliz sorunu vardır” der, Türkiye’nin de bu anlamda Kürt sorunu yoktur, temelde koskocaman bir Türk sorunu vardır. Kürtler ve bütün diğer mustarip kimlikler yalnızca bu temel sorundan mustaripler. Türkler Türkiyelileşip herkesleşmeden, Kürtler Türkiyelileşip herkesleşemez. Ancak o zaman Türkiye birilerinin değ il bu coğrafyada yaşayan herkesin olur, ancak o zaman birlikte yaşam bir hayal olmaktan çıkıp gerçek olur. kızılbaş - sayfa 64 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dedelere maaş verilmeli mi? Prof. Dr. Bekir Berat Özipek Demokratikleşme paketinde cemevlerine hukuki statü sağlanacağı söyleniyor. Kayseri de Kızılbaş Alevileri Ali Ülger Kayseri de 25 tane alevi köyü ve birde beldesi vardır bunlar çoğu kızılbaş olmak üzere afşar (avşar) alevilerde vardır. Kayserideki aleviler yoğun bir şekilde sunnileştirme politikası ile karşı karşıyadır. Yer yer bu politika etkili olmuşsada halen bu politikalara dimdik ayakta duran Kızılbaş köyleri var Kayserideki Alevi örgütlenmesi bazı parti altında olduğundan dolayı alevilerin birliği değilde partilerin birliği örgütlenmesi oluyor buda alevileri bölüp birlik olmasını önlüyor parçalıyor etkisizleştiriyor. Çok acıdırki bazı cem evi açılışında görünen manzaralar yürek dağlıyor en son iğdeli köyü cem evi açılışında sanki bir ülkü oçağı yada cumhuriyet bayramı gibi bayraktan geçilmiyor buda ne kadar sistemin bizi parça edip sunnileştirdiğinin kanıtı. Önümüze kimliğimize yabancılaşıtırıyor artık alevilerin birlik olmasının tam zamanı artık birilerine sığınarak değilde kendimizi bir güç olarak görmemizin zamanıdır. Bugün artık her türlü asimileştirme yok etme politikasına karşı Kızılbaş örgütlendirmesini güçlendirmeliyiz geçmişimize sahip çıkamazsak geleceğimizi belirleyemeyiz!. Kızılbaş tarihi katliyamlarla sürgünlerle doludur bu gidişe dur demenin zamanı gelmedi mi canlar? gidin bakın yolu suyu, eletiriği olmayan köy Kızılbaş yada Kürt köyüdür ve Kayseride bu taplo yoğun olarak karşımızda buda gösteriyorki artık harekate geçme zamanı CANLAR. Olumlu bir adım bu. Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın, Fethullah Hoca’nın önerisiyle cami, aşevi ve cemevini aynı bahçede buluşturmak istemesi de güzel. Ama asıl atılması gereken adım, devletin dinler ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayacak adil ve kalıcı bir düzenlemeden geçiyor. Evrensel anlamıyla din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına alan bir anayasadan geçiyor. Ve o gerçekleşinceye kadar, cemevi düzenlemesi dahil bu süreçte atılacak bütün adımlar, bu perspektifle çelişmeyecek biçimde olmalı. ** Geçenlerde Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, dedelere maaş verilebileceğini söyledi. Dedelere maaş bağlanmasını eşitlik ilkesinin bir gereği olarak görenler, ideal düzenleme ne olursa olsun, imama maaş verildiği yerde dedeye de verilmesi gerektiğini düşünebilir. Ama Fransız Devrimi’nden sonra ilk yapılan işlerden birinin, papazları devlet memuru haline getirmek olduğunu göz önüne aldığımızda, Alevilerin de Sünniler gibi devlet kontrolüne alınacağından kaygılanmak da mümkün. ** Dedelere maaş, belki bir ayrımcılığın ortadan kaldırılması gibi görülebilir, ama yönelmemiz gereken asıl hedef, devletin dinden elinin çekildiği, onun asıl sahiplerine, yani bireylere ve sivil topluma bırakıldığı, herkesin dilediği dini faaliyeti kendi imkanlarıyla yaptığı, imamını, papazını, hocasını, dedesini, şeyhini kendisinin seçtiği, kendi dini eğitim kurumlarını serbestçe oluşturabildiği, tüm faaliyetlerini kendisinin finanse ettiği, cemaatin, tekkenin, dergahın, türbenin, tarikatın serbest olduğu bir hukuki çerçevenin inşası olmalı. Diyanet’in kapatıldığı, şeyhliği, dedeliği, pirliği, babalığı suçlaştıran, insanların türbe ziyaretini bile yasaklamaya cüret eden İnkılap Yasalarının, evrensel anlamıyla dini eğitimi imkansız kılan Tevhidi Tedrisatın çöpe atıldığı, dedeye maaş verilmediği, imamın da maaşının kesildiği, ibadethanenin tanımlanmadığı, ayrılık olmasın kaygısıyla inanç alanının kamulaştırılmadığı bir özgürlük durumu yani. Bin yıl da tartışsak, sonuçta ulaşacağımız en adil çözüm bu.