ORTADOĞU`DAN KIBRIS`A GÜVENLĠK

advertisement
ORTADOĞU’DAN KIBRIS’A GÜVENLĠK EKSENĠNDE COĞRAFYAYI
YENĠDEN ġEKĠLLENDĠRME ÇABASI
*Dr. Emete GÖZÜGÜZELLİ1
**Dr. Yeşim DEMİR2
***Dr. Hatem CEBBARLI3
Ortadoğu ve Kafkaslar’da “Menim özüm Türk’tür” diyen Türk/menlerden, “Benim
soyum Türk’tür” diyen Kıbrıs Türklerine uzanan bir büyük coğrafyada, Türklerin geleceği ne olacak
sorusunu ister istemez sorguladığımız bir süreç içerisindeyiz. Özellikle de ilgili coğrafyalar üzerinde
enerji kaynaklarına ulaşılmasında büyük güçler arasındaki rekabet, bölgesel çatışmaların yaşandığı, hatta
daha da öte üzerinde bulunduğumuz coğrafyamızın yeniden şekillendirilmeye çalışılmakta olduğu kritik
bir dönemin ortasında bulunmaktayız.
Özellikle de, Akdeniz’de ortaya çıkan enerji kaynaklarının yarattığı sorunsallıkların
beraberinde mevcut devletlerin sınırlarının yeniden değiştirilerek paylaşılmak istendiği çağdayız. Sırf
Avrupa enerji güvenliğini tedarik etmek adına, Akdeniz’de uluslararası hukuka (deniz hukuku dahil)
aykırı bir şekilde gerçekleştirilen sözde münhasır ekonomik bölgeler içerisinde enerji kaynaklarını arama,
işletme, yönetim rekabeti içerisinde bulunanların berisine itilmek istendiğimiz ve hatta, Ortadoğu
coğrafyasında Türklerin evlerinden zorla göç ettirildiği, katledildiği, tapularının ortadan kaldırıldığı tarihi
bir dönemeç noktasındayız. Bu süreçte, Suriye’de cereyan eden gelişmeler, İsrail-Lübnan, İsrail-Gaza,
Türkiye-GKRY, GKRY-KKTC vb ihtilafların gölgesinde, Akdeniz’de enerjinin bulunması ile yeni
sınırlarla şekillendirilmek istenen coğrafyamızın içerisinde varoluş mücadelesi içerisindeyiz. Adına ister
enerji meselesi diyelim, ister siyasi/ideolojik/dinsel faktörler çerçevesinde şekillendirilmek istenen
coğrafyamız diyelim, esasen, bu sorundan Kıbrıs’ta Türklerin ne derece etkileneceği meselesine açıklık
getirilmesi gerekliliğidir.
Bilindiği üzere, 1968 yılından beri aralıklarla devam eden toplumlar arası görüşmeler, 28
Haziran’da İsviçre’de 5+1 şeklinde (ana aktörler: Kıbrıs Türk tarafı, Kıbrıs Rum tarafı, Türkiye,
Yunanistan, İngiltere ve gözlemci olarak AB) gerçekleşecektir. Burada en dikkat çekici nokta ise, Kıbrıs
müzakere sürecinde ilk kez AB’nin gözlemci statüsü ile yer alacağı ve İngiltere’nin de bizzat fiili olarak
katılacağı bir zirvenin gerçekleşmiş olmasıdır.
Hatırlanacağı üzere, Kıbrıs’ta taraflar arasında süren görüşmeler süreci, GKRY’nin
Meclisinde oy birliği ile onaylanan Enosis Plebisti kararı ile kısa süreyle kriz yaşanmasına imkân
kılmıştır. Bundan sonraki süreçte, GKRY izlemiş olduğu provokatif siyasetini sürdürmeye devam etmiş
ve terörist EOKA’cıları anma adına gerçekleştirilen törenlerde EOKA örgütüne ciddi maddi fon
ayırdıkları açıklanmıştır. Hatta Türklere karşı teröristliği ile nam salmış Grivas’ın doğum yıldönümü
kutlamalarını en yüksek düzeyde tertip etmişler ve bu etkinliklere Yunanistan’dan da üst düzey bakanlar
katılmıştır. Buna müteakip devam eden süreçte GKRY, deniz yetki alanlarımızda sahip olduğumuz
hakları görmezden gelen bir tavırla konuyu sadece doğal kaynakların paylaşım meselesi olarak
gördüğünü, bunu da olası anlaşmadan sonra gündeme alacaklarını belirtmiştir. Esasen, bugüne kadar
Kıbrıs meselesi ile ilgili müzakere süreçlerinde yer alan teknik komitelerde olması gereken en önemli
başlıklardan biri olan “Deniz Yetki Alanları ve Doğal Kaynaklar” başlığının süreçler içerisinde hiç ele
alınmayan konu olması tamamıyla GKRY’nin uzlaşmaz tavrından ötürü olduğunu ifade etmek yerinde
olacaktır. Zira 2012’de Kıbrıs Türk tarafı böyle bir teknik komitenin kurulması talebinde bulunmuş, buna
1
*GAÜ Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi
**ANKA Enstitüsü Bilimsel Danışma Kurulu Üyesi
3
***Avrasya Güvenlik Ve Strateji Araştırmalar Merkezi Başkanı
2
karşılık Rum tarafı olumsuz yanıt vermiştir. Bu noktadan hareketle, Kıbrıs anlaşmazlığında bütünlüklü ele
alındığını söylemek pek mümkün görülmemektedir. Hakikaten de deniz ve hava alanlarımız üzerinde
sahip olduğumuz haklarımızın korunması kara üzerindeki egemenlik haklarımız kadar hayatidir. O halde,
GKRY’nin bu uzlaşmazlığı karşısında Türk tarafının nasıl bir politika izlediği suali sorulmalıdır. Buna
cevaben, TC’nin KKTC ile 2011 senesinde Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması imzalaması, bu
antlaşma ile yeni sınırlandırma antlaşmaları da yapabileceklerine şerh düşmeleri oldukça önemli bir adım
olmuştur. İlaveten, bu sınırlandırma antlaşması akabinde KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanlığı ile TPAO
arasında belirlenen 27 koordinat çerçevesinde ruhsatlandırma çalışmalarına başlanması, önce Piri Reis
ardından Barbaros Hayreddin sismik araştırma gemisinin araştırmalarda bulunması için harekete
geçirilmesi, geç kalınmış olsa dahi önemli atılımlar olarak değerlendirilmelidir. Bu tutum, Türk tarafı
olarak haklarımızı korumakta kararlı olduğumuzu göstermesi açısından olumlu değerlendirilmelidir.
Bilindiği üzere, GKRY ve Yunanistan Kıbrıs meselesini bir “işgal” meselesi olarak her
ortamda dillendirmekten çekinmemektedir. Tarihi gerçekleri göz ardı ederek izledikleri bu yolun
Helenizm çıkarları için olduğunu ise hiç çekinmeden dile getirebilmektedirler. Bu bakış açısı ile GKRY
ve Yunanistan, Garanti antlaşmalarının tamamı ile kaldırılmasını talep ederek, Türkiye’nin Akdeniz’deki
varlığını ortadan kaldırıp etkinliğini Antalya körfezine hapsetme amacında hareket ederek, adada ayrı
egemen varlığı olan Kıbrıs Türklerinin geleceğini tesis etmede bir Giritleştirme siyaseti izlemekte
olduğudur.
Bu maksatla, Rum lider Anastasiades’in “önce Güvenlik ve Toprak konusunu
halledelim” diyerek ön şart ile müzakere masasına gelmesi ardından yaşanan tıkanıklığı gidermek adına
BM’in devreye girmesi ile yeni bir sürece sokulmuş bulunmaktayız. Belki de Anastasiades bunu kasıtlı
yaparak BM zemininde sırf güvenlik ve garantilerin ele alınacağı bir süreci başlatmak istemiştir. Zira bu
tıkanıklığın ardından BM Kıbrıs Özel Temsilcisi E. Eide’nin 21 Haziran’da taraflara ara bölgede sunduğu
taslak ortak belgenin güvenlik ve garantiler için oluşturulan “özel belge” ile başlayacağı belirtilmiştir.
Ancak daha sonra ortaya çıkan haberlerde Eide’nin ortak belgesinin güvenlik ve garantileri
içermemesinden ötürü Rum yönetimince kabul edilmeyen bir ortak belge tanımlanmış ve BM’nin bu
hareketini geriye alması istenmiştir. BM, ortak belge konusunda GKRY’nin baskısı ile geri adım atmıştır.
Belirtmek gerekirse, İsviçre zirvesi öncesinde, Rum tarafı defaten, görüşmelerin tamamı ile güvenlik ve
garantiler kapsamında toprak konusunu sadece içerdiğini kamuoyuna duyurumuştur. Türk tarafı ise, ön
şart olmadan tüm konuların bütünlüklü görüşüleceğine işaret eden bir ortak belge oluşturulacağını
açıklamıştır. Gerçekten de, Güney Kıbrıs’taki tüm siyasi partiler ve Rum liderliğinin mutabık kaldığı
nokta “çağdışı” nitelendirdikleri ve “uluslararası hukuka aykırı” olarak gördükleri Garanti
Antlaşmalarının kaldırılması konusudur.
Bu yazıda öncelikle GKRY-Yunanistan ikilisinin ortaya koyduğu Garanti antlaşmalarının
tamamen kaldırılması ve bunun akabinde “Türkiye ile Dostluk Antlaşmasının” gerçekleştirilmesi önerisi
çerçevesinde adanın güvenliğinin “çok uluslu güç” tarafından gerçekleşmesi düşüncesini ortaya
koymaları üzerine bunun mümkün olup olmadığı irdelenecek ve ardından bölgesel gelişmeler
çerçevesinde Kafkas ülkeleri açısından Kıbrıs incelemesinde bulunan Dr. Hatem Cebbarlı’nın
değerlendirmesi özetle yer alacaktır. Daha sonra Dr. Yeşim Demir tarafından Ortadoğu Açısından
Kıbrıs’ın önemine dikkat çekilerek, stratejik açıdan da Kıbrıs’ın önemine vurgu yapılacaktır.
NATO-AB ilişkileri 1990 sonrası başlamış, Maastricht Antlaşması ile Batı Avrupa
Birliği’nin güvenlik ve savunma konularında AB adına hareket etmesi kararlaştırılmıştır. AB-NATO
stratejik ortaklığında, AB ve NATO üyesi ülkelerin çıkarlarına saygı, özerk karar almalarına saygı
çerçevesinde tamamı ile ortak çıkarlar çerçevesinde bir güvenlik anlayışı hâkimdir. Bu noktada AB karar
alma mekanizmasına bakıldığında güvenlik konularında NATO’da olduğu gibi ortak bir uzlaşma veya oy
birliği gerektiği görülecektir. NATO’da olan kolektif güvenlik anlayışı BMGK’nde de görülmektedir.
Örneğin BMGK’ne bırakılacak bir güvenlik anlayışında, BMGK üyelerinden birinin vetosu söz konusu
olduğu durumlarda ortak bir uzlaşı mümkün olamayacağından herhangi bir müdahalenin olası kriz
bölgesine yapılamayacağıdır. Kosova, Bosna’da örnekleri acı dolu neticelerle sarihtir. Geçmişte Kıbrıs
Türklerine yapılan soykırımlarda BM’nin sessiz kalışı ile gizlenen Ortega Raporu bunlara en güzel
örnektir.
Dolayısıyla, tüm üye devletlerin ortak çıkarlarının Kıbrıs konusunda uyuşması mümkün
olmayan bir yapıdadır. Kıbrıs’ın kendine has münhasır jeo-stratejik, jeo-ekonomik, jeo-politik önemli
dikkate alındığında bu farklı çıkarların ne derece derin olduğu anlaşılabilecektir.
Türkiye’nin bir NATO ancak AB üyesi olmaması, öte yandan GKRY’nin AB ancak,
NATO üyesi olmaması AB-NATO eksenli bir güvenlik argümanını Kıbrıs Türkleri lehine zayıflatacak
durumu yansıtmaktadır. Dolayısıyla Lizbon AntlaĢmasının 41.maddesi ile NATO antlaĢmasının 5.
maddesi ayni sonuca varmaktadır. Savunma ve güvenlik konularında üye devletlerin ortak
uyuĢması ve oybirliği gerçekleĢmesi zorunludur.Bunun yapısal bir zorunluluk teşkil etmesi , ilerleyen
süreçte olası kriz halinde Kıbrıs Türklerinin lehine bir karar alınmasının da önüne geçebilecek nitelik
taşıması açısından önemli ve bir o kadar da neden AB veya NATO garantörlüğünün mümkün olmadığı
ortaya çıkma adına hassas bir konudur.
Bu bağlamda, esasen, Kıbrıs’ta garantilerin kaldırılması yönünde defaten GKRYYunanistan ve AB’nin sergilediği tutum tamamı ile yeni bir düzen ve hukuksuzluk yaratılma çabası
içerisinde bulunmasıdır. Bu yaratmaya çalışılan yeni düzenin ise Kıbrıs Türklerinin aleyhine olduğu
aşikârdır. Bunun içindir ki, Anavatan Türkiye’nin garantörlüğünün mevcut hali ile sürdürülmesi
olmaksızın bölgesel barış ve sukünetin sağlanamayacağı kanaatindeyiz.
Hatırlatmak gerekirse, AB açısından Yunanistan’ın birlik içerisinde GKRY ile tam üye
olması ve Türkiye’nin AB’ne üye olma girişimleri önünde devamla Kıbrıs, Ege konularını Türkiye’ye ön
şart olarak koyması dikkate alındığında, Türkiye’nin Garantörlüğü dışında olası bir yeni Kıbrıs devletinin
ayni siyasi duruşta devam edeceği göz ardı edilmemelidir. Zira GKRY’nin tek hedefi Türkiye’nin
Akdeniz’deki hâkimiyetine son vermek ve bu anlamda Kıbrıs Türklerini üniter bir birleşme modelinde
asimile ederek Giritleştirme siyaseti izlemesidir. İlaveten, Türkiye’nin AB müzakere sürecinde
Yunanistan ve GKRY’nin AB’ne katılımını da veto edebileceği ihtimali göz önünde tutulmalıdır.
Bakınız, 1996 senesi başında Kardak Krizi gerçekleştiği zaman, Yunanistan AB’ni
harekete geçirerek Konsey’den krizin çıkmasında sorumluluğun Türkiye’ye ait olduğunu ve çözümün
Lahey Adalet Divan’ına gidilmesi gerekli olduğuna dair bir kararın çıkmasını sağlamıştır. Bu eylem
yeniden bizlere göstermektedir ki, GKRY veya Yunanistan’ın kısaca tek bir ülkenin vetosu ile Kıbrıs’ta
oluşabilecek bir krizde müdahale önlenebilecektir. Kaldı ki, NATO-AB garantörlüğünün Kıbrıs için
öngörülmesi, adada yaşayan Türklerin güvenliği teminat altına almasının mümkün olamayacağı ve hatta
Türkiye için de ayrı bir güvenlik endişesi Akdeniz’de yaratacağı gözlemlenmektedir.
Nitekim halen GKRY, Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakereleri çerçevesinde Avrupa
Savunma Ajansı ile işbirliği yapmasını veto etmektedir. Bu veto zincirinde GKRY, Türkiye’nin AB ile
güvenlik konusundaki bilgi alışverişini yapmasını engellemiştir. Hakikaten de GKRY, Türkiye’yi
güvenlik konularında AB’de lider konumda olmasını önlemek, güvenlik konularında dahi AB içinde tam
yetkin halde olmasını engellemek adına hep teyakkuzda kalmıştır. Örneğin, Gürcistan ve Irak
operasyonlarında Türkiye’ye bilgi verilmesini, danışılmasını yardım alınmasını veto ile engellemiştir.
Zaten Türkiye katılacak olsa dahi karar mekanizmalarında etkin söz sahibi olması engellenmeye devam
edilmektedir (Council of theEuropeanUnion,PresidencyConclusions,Annex II,2002).
NATO üyesi olan Türkiye’ye karşı yürütülen bu politikalar, AB üyesi olmayan Türkiye
önünde icra edilecek operasyonlarda tam yetki ile katılımın engellendiği görülmektedir. Türkiye, GKRY
ve Yunanistan’ın Kıbrıs konusunda adil davranmamaları karşısında, Kıbrıs Türklerini güvence altına
almaya çalışan bir dizi atılımları NATO içinde gerçekleştirmektedir.
Örneğin Türkiye, Kosova’da AB görev gücüne katılımda, GKRY’nin polis ekibinin yer
almasını veto etmiştir. Bu durum da NATO-AB ilişkileri bağlamında vetonun önemine dikkat çeken bir
durumdur. Tüm bu hususlar değerlendirildiğinde bugün AB-NATO garantörlüğü kapsamında Kıbrıs
konusunda ortaya konan görüşün ne kadar işlerliğinin mümkün olmadığı anlaşılacaktır. Bu durum Kıbrıs
Türklerinin mevcut garantörlük antlaşmaları dışında herhangi bir değişiklik talebine rıza göstermemesi
gerekliliği bir kez daha öne çıkmaktadır. Müzakere heyetinin tüm bu yaşanan sorunsalları dikkate alarak
mevcut garantiler sisteminin dışına çıkmaması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin garantilerin ayni şekilde
devam etmesi yönündeki siyasi duruşuna arka çıkması gerekmektedir. Zira bölgesel barış ve güvenlik
sadece Türkiye’nin ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğünün devam etmesi ile mümkün olabilecektir.
Bunun aksi durumunda, hem ada Türklüğü hem de Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı ciddi güvenlik
sorunları baş gösterebilecektir. Pek tabii ki, Kıbrıs meselesinin Kafkas ülkeleri açısından da oldukça
önem arz etmektedir. Zira Akdeniz’deki Türk varlığının mevcut Garanti Antlaşmaları ile devam etmesi
Türk dünyası açısından da psikolojik direnç noktası olan KKTC’nin egemen varlığının korunması ile
mümkün olabilecektir. Bu noktada, KKTC’nin güvenliği, diğer devletlerin güvenliğinin sağlanmasında
çok geniş boyutlu bir koridoru kapsamış olduğudur.
Kafkas ülkeleri açısından belirtmek gerekirse, Sovyetler Birliği çökene kadar Kıbrıs meselesi,
birincil dış politika konusu olamamıştır. Zira söz konusu dönemde bölge devletleri bağımsızlıklarını elde
etmemiş veya bir dış politika yürütme pozisyonunda olamamışlardır. Sovyetlerin dağılması ardından,
bölge devletleri gerek komşuları gerek kendi içlerinde bir takım sorunlarla karşı karşıya kalmışlardır:
Örneğin Azerbaycan-Ermenistan arasında Dağlık Karabağ, Gürcistan’da Abhazya ve Güney Osetya
sorunlarının ortaya çıkması gibi. Tüm bu sorunlar, bölge devletlerinin dış politika faaliyetlerinde ihtiyatlı
bir şekilde davranmalarına sebep olmuştur. Bu eksen içerisinde yer alan Rusya’nın özellikle de KKTC
aleyhine bir siyasi duruşu olduğunu özde BMGK bünyesinde yürüttüğü faaliyetler ile görülmektedir. Bu
tavrın esasen tarihsel olarak GKRY ile sahip olduğu ikili ilişkilerine dayandığı kanaatindeyiz. Zira
GKRY-Rusya ilişkileri, esasen SSCB döneminden beri yakın ilişkiler çerçevesinde yürütülmüştür. Bu
kuvvetli ilişkilerin bugün halen GKRY lehine, ancak Türkiye ve Kıbrıs Türkleri aleyhine bir duruşla, BM
nezdinde gerçekleşen taraflı diplomatik tavırla kendini göstermeye devam etmektedir.
İfade etmek gerekirse, GKRY-Yunanistan’ın Helenizm hedefleri doğrultusunda adayı Yunan
adası yapma çabası ile adada Türklere karşı sistemli saldırı ve katliamlar yaparak Kıbrıs Türklerinin
egemenlik haklarını 1963’ten beri fiili olarak gasp etmiş ve tek egemenlik kurma çabasına girmiştir. Rum
yönetiminin tüm hukuksuzluklarına rağmen bugün halen BM, ABD ve Avrupa devletlerince
desteklenmesi düşündürücüdür. Ne ilginçtir ki ayni taraflar, Dağlık Karabağ sorununda bile,
Azerbaycan’ın meşru haklarını görmezden gelmeye ve Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal
etmesine göz yummaya devam etmekte olduklarıdır. Tüm bunların ötesinde, yaklaşık bir milyon kişinin
mülteci durumuna düşmesine sebep olan Ermenistan ve Dağlık Karabağ yönetiminin yine ayni taraflarca
desteklenmesi, içerisinde bulunduğumuz uluslararası sistemin halen realpolitik ekseninde devam ettiğini
anlamamız açısından yardımcı olacak bir vaka olduğudur.
Bu taraflı yapının ötesinde, Güney Kafkasya devletlerine bakıldığında, Türkiye’nin ve Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ortak çıkarlarını savunan tek devletin Azerbaycan olduğu kanaatindeyiz.
Bunun esasen, tarihsel Türkiye-Azerbaycan ilişkilerine endekslenmiş olmasından ötürü olduğu
kanaatindeyiz. Özellikle de KKTC’nin bağımsızlık ilanında sonra, SSCB dağılması ardından
Azerbaycan’ın egemen Devlet statüsünü elde etmesi ve KKTC’yi tanıma yolunun açılması karşısında
Ermenilerin dış unsurlarca desteklenerek Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ topraklarını işgal etmesi bir
anlamda KKTC’nin tanınma sürecinin askıya alınmasına imkân kılmıştır. Hakikaten de, Azerbaycan
topraklarının %20’nin Ermenistan tarafından işgal edilmesi karşısında batı dünyasının taraflı duruşu
oldukça düşündürücü olmuştur.
Bahusus, GKRY ve Yunanistan’ın Azerbaycan’ın KKTC’yi resmi olarak tanıması ihtimali
karşısında Dağlık Karabağ’ı tanıma tehdidi, Azerbaycan’ı daha realist bir siyasi yol izlemesine yöneltse
bile hiçbir surette KKTC devletine destek vermekten geri durmadığı görülecektir. Bugün Türk dünyası
ülkeleri içerisinde Azerbaycan’da KKTC’nin diplomatik temsilciği bulunmaktadır. Bu bile her iki ülke
arasında var olan işbirliği ve bağların sürdüğünü göstermektedir.
Öte yandan, bölge devletlerinden Gürcistan’ın, Kıbrıs meselesinde daha pasif bir diplomasi
anlayışı çerçevesinde yaklaştığı görülecektir. Ermenistan ise açıkça Türkiye’nin karşısında provokatif ve
yayılımcı bir anlayışla, düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesinden hareketle GKRY ile yakın ilişkiler
içerisinde bulunmaktadır. Nitekim Ermenistan, Kıbrıs meselesinde Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve
Yunanistan ile ortak hareket etmekte ve uluslararası yönetişim örgütleri nezdinde Türkiye’ye karĢı
proaktif siyaset izlemektedirler. Belirtmek gerekirse, hem Yunanistan hem de GKRY Meclisleri
sözde “Ermeni Soykırımını” tanımıĢ ve bunu kabul etmemenin bir “suç” olduğu yönündeki hükmü
kabul etmiĢlerdir.
Göründüğü gibi Güney Kafkasya devletlerinin Kıbrıs problemine farklı yaklaşımları mevcut
olmakta beraber tamamıyla diğer dengeleri de dikkate alan bir yapıda kendi çıkarları üzerine odaklanan
tarz-ı siyaset güttükleri anlaşılmaktadır. Bu ortamda, özellikle de Azerbaycan’ın aleni bir şekilde Kıbrıs
meselesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye’nin yanında olduğunu göstermesinin, tarihsel
bağların kopmaz bütünlüğü çerçevesinde oldukça köklü bir tarihe kadar uzandığını belirtmekte fayda
olduğu kanaatindeyiz.
Tüm bu çerçevede Kıbrıs’ın Ortadoğu açısından önemine de dikkat çekmek gerekmektedir.
Kıbrıs, Ortadoğu’da ortaya çıkan kriz, gerginlik ve çatışmalarda önemli roller oynamış olması, bölgesel
ve küresel, barış ve istikrar açısından öneminin de bir göstergesini teşkil etmektedir.
Doğu Akdeniz’in stratejik önemi, özellikle soğuk savaş sonrasında meydana gelen politik,
ekonomik gelişme ve değişimler nedeniyle daha da artmıştır. Son dönemde bölgede yaşanan doğalgaz
krizi, Arap Baharı ve Suriye Krizi gibi hassas konular bölgeyi bir kere daha uluslararası kamuoyunun
gündemine taşımış ve özellikle Kıbrıs adasının stratejik önemini ön plana çıkartmıştır.
Kıbrıs, Avrasya ve özellikle de Ortadoğu ve Doğu Akdeniz açısından son derece stratejik bir
konumdadır. Batı'yı Ortadoğu ve Uzakdoğu’ya yaklaştıran “Batı Asya’nın anahtarı” olarak da
değerlendirilen Kıbrıs, Suriye’nin batısında, İsrail’in kuzeybatısında ve Mısır ile Süveyş Kanalı’nın
kuzeyinde yer almakla birlikte bu bölgelerin petrol boru hatlarının çıkış noktalarını kontrol edebilen,
hâkim olan devlete, bu bölgedeki enerji hatları, ticari yollar ve askeri strateji açısından büyük bir üstünlük
sağlayabilecek özelliğe sahiptir.
Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki çıkarlarının gereği olarak Kıbrıs’ta askeri üs bulunduran
İngiltere ve diğer Batılı devletler işbirliği yaparak eski medeniyetine hayran oldukları Yunanların
Kıbrıs’ta Rumlar kanalıyla egemen olmasını bir çözüm yolu olarak değerlendirdikleri kanaatindeyiz.
Batılı güçler açısından Ada, askeri bakımdan da oldukça önem taşımakta olduğunu anımsatmak
gerekmektedir. Zira ada, stratejik pozisyonu ile genel olarak üç kıta üzerinde, özelde ise Ortadoğu ve
Afrika’ya yönelik askeri operasyonlarda ileri karakol ve atlama tahtası konumunda bulunmaktadır.
Anımsatılacağı üzere, Ortadoğu’da değişim süreci olarak adlandırılan Arap Baharı'ndan etkilenen
Libya’ya yönelik olarak ABD, Fransa ve İngiltere’nin başını çektiği NATO gücünün düzenlediği askeri
operasyon sırasında, İngiliz üsleri gerek lojistik altyapı sağlama ve gerekse istihbarat ve ileri karakol
olarak kullanılmıştır. Ayrıca, harekâta katılan tüm hava ve deniz kuvvetlerinin komutası da adadaki
İngiliz Ağratur üssünden yapılmıştır.
Öte yandan, 1960 sonrasında Ortadoğu’da Sovyet etkisinin ciddi ölçülerde artış göstermesi, Arapİsrail çatışmaları, Ortadoğu petrol kaynakları, bu petrolün taşınma süreciyle ilgili ortaya çıkan kaygılar,
Batılı devletlerin ve özellikle ABD’nin 11 Eylül 2001 sonrasında bölgeye yönelik stratejilerini
değiştirmelerine ve gözden geçirmelerine neden olmuştur. Bir düşmana ya da saldırı hedefine coğrafi
olarak yakın olmanın avantajı da göz önüne alındığında Suriye gibi bazı Arap ülkelerinde askeri varlığı
bilinen Ruslara karşı bir kuşatma ve çevreleme harekâtı yapılmasına zemin hazırlaması açısından Kıbrıs
önemlidir.
Batı'nın önem verdiği konuların başında gelen İsrail’in vaat edilmiş topraklara ulaşabilmek ve
Mezopotamya su kaynaklarını kontrol altında tutabilmek için kendisini güvende hissetmesi
gerekmektedir. Bu nedenle Ortadoğu, İsrail’in çıkarlarına ve menfaatlerine uygun bir hale getirilmeye
çalışılmaktadır. Kısaca, Kıbrıs'ın kontrolü, İsrail’in Arap coğrafyasından bir çıkış kapısı demektir.
Ekonomik ve askeri menfaatlerin buluştuğu nokta olarak Kıbrıs adası sahip olduğu stratejik
önemini her çağda koruyacağı kanaatindeyiz.
Sonuç olarak, 12 Ocak’da Cenevre'de başlayıp sonlanan ve daha sonra 28 Haziran’da İsviçre’de
devam eden Kıbrıs görüşmelerinde, GKRY-Yunanistan ikilisinin Garanti Antlaşmaların kaldırılması ve
Türkiye’nin Akdeniz’deki hâkimiyetine son verme çabası ile Kıbrıs Türklerini Giritleştirme tutumundan
vazgeçmeyeceği kanaatindeyiz. Kanaatimizce, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve KKTC’nin İsviçre’deki
görüşmelerin GKRY-Yunanistan politikaları karşısında gereken tavrı ve sorumluluğu göstereceği
yönündedir. Zirve’nin sonuç getirmeyecek şekilde neticelenmesi ihtimali ardından artık Türkiye
Cumhuriyeti’nin KKTC’yi, Kıbrıs Türk Devleti adı ile uluslararası camiada yer bulması yönünde ortaya
koyduğu “2019 Sürdürülebilir Kalkınma Programı” çerçevesinde öngördüğü;
*KKTC üzerinde haksız izolasyonların kaldırılması çalışmalarını uluslararası alanda hız vermek,
*KKTC'nin ekonomik gelişimine katkı sağlamak;
*KKTC'nin Eğitim, Turizm alanlarında gelişimini desteklemek,
*KKTC’nin Doğal Kaynaklar ve Enerji alanında bölgede aktör olmasını sağlamak adına ortaya
koyduğu siyasi ve ekonomik presniplerin hayat bulması için daha etkin zaman harcanması gerekliliğidir.
Zira bugün, KKTC, Türkiye Cumhuriyeti’nin yardımları ile Kıbrıs Türk Devleti adı ile gözlemci
statüsünde uluslararası organizasyonlarda ( a. İslam İşbirliği Teşkilatı, b. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı)
yer almaktadır. Ayrıca yine Kıbrıs Türk Devleti adı ile gelecek olan üyelik çabaları (a. Uluslararası
Parlamenterler Birliği üyeliği) dikkate alındığında ileriye yönelik umut verici gelişmelerin Kıbrıs
Türklüğü açısından önem arz ettiği kanaatindeyiz.
Bu vesileyle, Kıbrıs Türklüğünün hali hazırdaki “birleşik Kıbrıs modeli” ile halen hiçbir hakkının
kabul edilmiş olmaması, bilakis kendi güvencelerinin ortadan kaldırılmak istendiği GKRY-Yunan
talepleri karşısında, beklentimizin esas dayanağının, tarihin tekerrür ettirilmek istenen acı neticelerine
yeniden maruz kalmamak adına Kıbrıs Türk Devletine sahip çıkılmasının hayati olduğu inancındayız.
Download