Sayın Ahmet Altan, “Korkuyla parçalanmak” adı altında bir makale yazmışsınız. Okudum, üzüldüm. Kendim için değil, ülkem için de değil, sizin için üzüldüm. Bu yaşa, bu şöhrete ulaşıp da dünyanın diline destan olmuş Kurtuluş Savaşımızın nedenlerini hala kavrayamamış olmanız, sizin için gerçekten üzücü bir durum. Diğer ülkelerdeki özgürlük havasını solumamız gerektiğini öneriyorsunuz. Oralara gidip özgürlük havası soluduğumda alacağım koku, kesinlikle sizinkinden farklı olacaktır. O havayı soluduğumda sizin aksinize ben, bu ülkelerde diğer ülkelerce sınırlanmamış ya da yasaklanmamış sanayi ve tarım üretimi sayesinde var olan ekonomik özgürlüğün kokusunu duyarım. Maliyesi IMF’ye teslim edilmemiş, boğazına kadar borca batmamış, üretmeden tüketmeye zorlanmayan, borç ödemek bahanesi ile kamu kuruluşlarını üç kuruşa satmayan, göz göre göre bankalarını yabancılara kaptırmayan ülkelerin mali özgürlüğünün mis kokusunu içime çekerim. Tahkim yasaları ile kirlenmemiş hukuk özgürlüğü, kim bilir ne güzel kokar. Askeri alanda özgürlük, silah ve donanım konusunda başka ülkelere, hatta tek bir ülkeye bağlı olmamanın kokusu da çok güzeldir eminim. Oysa sizin özlem duymakta olduğunuz ve güzel olduğunu sandığınız o koku, bu ülkelerde kimine tanınan kimine tanınmayan, o çifte standartlı ifade özgürlüğünün pis kokusudur. Sayın Altan, bu ülkede ifade özgürlüğü, hakaret sınırları dışında kalmak koşuluyla sonuna kadar mevcuttur. Alaylı bir şekilde gülümsediğinizi görür gibi oluyorum. Hiç gülümsemeyin çünkü bu gerçeği siz bile çarpıtamazsınız. Bakın; siz bu ülkede istediğiniz gibi yazıyor, konuşuyorsunuz, dokunan yok. Düşüncelerinize katılmayan bizler tarafından eleştiriliyorsunuz ama siz yine de özgürce konuşabiliyorsunuz. Oysa o özgür dediğiniz, pek bir özendiğiniz bazı ülkelerde “Ermeni Soykırımı bir yalandır, Türkler soykırım yapmamıştır” diyeni içeri tıkıyorlar. Siz bu gerçeğin bal gibi de farkındasınız ama nedense dile getirmiyorsunuz. Onun yerine ülkemizin korku hastalığına tutulduğunu söylemeyi yeğliyorsunuz. Bu hastalığın tıptaki adı “paranoya”dır ve bu hastalığa yakalananlara da “paranoyak” derler. Bunun bir de tersi var ama. Bu kadar rahatlık ve ilgisizlikten kaynaklanan hastalığa da yine aynı tıpta “şizofreni” diyorlar. Bilgilerinize sunarım. Şu cümleniz, ne kadar umutsuz bir cümledir: “Osmanlının işgal ettiği toprakların tümü ‘asıl sahipleri’ tarafından geri alındı.” Yunanlılar Yunanistan’ı, Bulgarlar Bulgaristan’ı, Sırplar Sırbistan’ı, Macarlar Macaristan’ı, Araplar Arabistan’ı Osmanlı’nın elinden koparmış. İmparatorluğun parçalanması dediğimiz şey aslında toprakların gerçek sahiplerine geri dönmesiymiş. Bu satırları yazan, ilkokul mezunu, hayatında tarih okumamış biri olsa anlayacağım ama bu satırlar sizin eğitim seviyenizdeki bir insana hiç yakışmıyor. Yunanlılar Yunanistan’ı, Bulgarlar Bulgaristan’ı, Sırplar Sırbistan’ı, Macarlar Macaristan’ı, Araplar Arabistan’ı Osmanlı’nın elinden kendi başına mı koparmışlar? Bir kere “Yunanlı” diye bir şey yoktur. Yunan halkı, Yunanistan’da yaşar. Türkçe dilbilgisi kurallarına göre, ya “Yunan” diyebilirsiniz ya da Yunanistanlı. Yunanlı diye bir şey yoktur. Dil bilgisi “sıfır”. Tarih ise “eksi”. Yunanların, tarihte Türklerle yapıp da, kazanmış oldukları tek savaş yoktur; her seferinde bozguna uğramışlardır. Ama her ne hikmetse, savaşı kazandığı halde, masada toprağı kaybeden hep Osmanlı olmuştur. Yunan’ın arkasında İngiliz gücü olmasa mümkün müdür bu, sorarım? Bulgarlar Bulgaristan’ı, Sırplar Sırbistan’ı, Macarlar Macaristan’ı kendi başlarına mı koparmışlardır? Yoksa ikide bir ayaklanıp, doğal olarak da Osmanlı’dan müdahale gördüğünde, “Yetişiiiin! Müslümanlar, din kardeşlerinizi kesiyorlar!” diye yaygara koparıp, Rusya’nın desteğini mi sağlamışlardır? Peki Rusya, bu desteği babasının hayrına mı vermiştir? Araplar Arabistan’ı kendi çabaları ile mi yoksa İngiliz altınları ile mi Osmanlı’dan koparmışlardır? İngiliz, Fransız, Mezopotamya topraklarında ne arıyordu? Tabii ki, bugün ABD aynı topraklarda ne arıyorsa, onu! Romalılar da, İspanyollar da, Portekizliler de, İngilizler de, Hollandalılar da, Fransızlar da silahla aldıkları toprakları sonunda sahiplerine iade ettiler ama bir farkla. Onlar o toprakları alırlarken, kimi oraların halkını yok etti, kimi de sonuna kadar sömürdü. O topraklardan çıktığında geride açlık, hastalık, sefalet ve ölüm bırakarak çıktı. Osmanlı ise silahla aldığı topraklarda kimsenin diline, dinine, kültürüne dokunmadı; sadece vergi aldı, o yüzdendir ki Osmanlı topraklarında milliyetçilik kavgaları bu kadar güçlü olabildi. Osmanlı yönetiminde Bulgar, Bulgar olarak; Sırp, Sırp olarak; Arap, Arap olarak kalabildi. Peki ya bir Raundalı’ya , Cezayirli’ye ne oldu? “Biz niye parçalanmaktan korkuyoruz peki?” İngiltere ve İspanya neden korkuyorsa, ondan. Üstelik onları bölmeye, içlerindeki halkları kışkırtmaya çalışan da yok. Osmanlı’da bölgenin adının ne olduğunun hiçbir önemi yok. Önemli olan sömürgeci toplumlara karşı ulu önder Atatürk’ün önderliğinde Türkü ile, Kürtü ile, Çerkezi, Lazı, Arnavutu ile omuz omuza bir kurtuluş savaşı vermiş olmamızdır. Türkiye Cumhuriyetini birlikte kurmamızdır. Aramızdaki farklılıklar değil, benzerliklerdir. Ama bugün olduğu gibi o gün de vatanını seven kadar, düşmanla işbirliği yapıp, ülkesine ihanet eden vardı. Bugün de benzerliklerimiz yok edilip, farklılıklarımız öne çıkarılmak isteniyor. “Değil Güneydoğu’ya, bize ait olmayan Kuzey Irak’a bile ‘Kürdistan’ denmesine tahammül edemiyoruz.” Demek öyle, Sayın Altan. Peki lütfen söyler misiniz Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığı gün, Musul ve Kerkük kimin elindeydi? Antlaşma kurallarına aykırı olarak, ateşkes sonrası hangi ülke tarafından pervasızca işgal edildi? Lozan Antlaşmasında çözüme bağlanamayan bu sorun, Birleşmiş Milletler Cemiyetine intikal ettirildiğinde, hangi ülke tarafından, kimlerle işbirliği yapılarak aleyhimize çözümlendi.? Efendim?.. İngiltere mi?.. Şeyh Sait mi?.. Sahi mi?.. Biz, döndürülen onca dolaptan sonra bu bölgeyi Irak’a bıraktık. Artık ortada bir Irak olmadığına göre?.... Gördüğünüz gibi, sandığınızın aksine bölgede söz sahibi olmamız için her türlü nedenimiz var. Yıllardır sayısız can alan terör organı burada besleniyor, korunuyor ve palazlanıyor. Hala can almaya devam ediyor. Üstelik adına “Kürdistan” değil, “Güney Kürdistan” deniyor. Sayın Altan, bu ülkenin adı Güney Kürdistan ise, bunun kuzeyi neresi?!!! “Tepki göstermek sonucu değiştirmiyor, o bölgenin adı Kürdistan. Çünkü orada Kürtler yaşıyor.” Orada Türkler de yaşıyor, Sayın Altan. Üstelik bölgedeki Kürt nüfusu arttırabilmek için oluk oluk para dökülecek kadar çok Türk yaşıyor. Cümlenizin devamında, sözüm ona alay ederek yaptığınız “bölücülük suçlaması” edebiyatı da içler acısı. Bizim elimizde içinde bulunduğumuz tehlikenin belgesi olarak, koca bir tarih var; sizin elinizde ne var Sayın Altan? Ayrılıkçılık bir korku değil, yeni uydurulmuş haritalarla belgelenmiş bir gerçektir. Bu toplumun da sorunu iddia ettiğiniz gibi bölünme korkusu değil, planlı, programlı, yüksek ödenekli bölme çalışmalarıdır. Bu ülkede Kürtlerin Türklerle aynı haklara sahip olmadığını iddia etmek için insanın gözünü, kulağını kaybetmiş olması gerekir. Bir Kürt bugün bir Türk’ün sahip olduğu her hakka sahiptir. Meclise bakın, Kürt milletvekillerinin sayısını bir hesaplayın isterseniz. Danışmanları da saymayı unutmayın bu arada. Ancak parmak hesabı ile sayamazsınız, size hesap makinesi gerekir. Bu ülkede bir Kürt milletvekili mi olamıyor, başbakan mı olamıyor, başbakan danışmanı mı, yoksa cumhurbaşkanı mı olamıyor? Giremediği şehirler mi var? Belli mahallelerde toplanıp, aşağılanıyor mu? Okullara, belli yerlere girme, belli iş kollarında çalışma yasağı mı var? Bu toplumun, bu devletin ona sağlamadığı ne var? Bu mu ikinci sınıf vatandaş? Ha, “yüksek makamlara gelen, zengin olan Kürtler hep aşiret reisleri, ağalar, diğerleri yokluk içerisinde” derseniz anlarım. Ama onun da hesabını topluma ya da devlete değil aşiret reislerine sormanız gerekir. Gerek ulu önderimiz Atatürk, gerek İnönü, gerekse Ecevit, zamanında çok uğraştı bu sorun ile ama çözülemedi. Çözülmesi, bazı şarlatanların işine gelmedi çünkü. Atatürk’ün ölümünden sonra, onun çizgisinden sapılmamış olunsaydı belki çok şey farklı olabilirdi ama olmadı. Cahil bırakılan halk ağası için doğup, ağası için yaşayıp, ağası için çalışıp, ağası için ölmeye devam etti. Asıl bu sorunu konuşmaya ne dersiniz? Şimdi Kürt halkının biraz geçmişine biraz da özelliklerine bakalım dilerseniz. - Tarihte hiçbir zaman kendi başına bir devlet olmamış, hep başka ülkelerin egemenliği altında yaşamış. - Dil özgürlüğünden bahsediliyor. Diline bakıyorsunuz biraz Arapça, biraz Farsça, biraz Türkçe; oluyor sana Kürtçe - Bir alfabesi yok; yazılamıyor. Bunu da mı Türkler engelliyor Sayın Altan? - Kendilerine ait bir kültürleri yok. En büyük bayramları bile, Türklerin artık kutlamayı bırakmış oldukları bayram. Bunlar bir ulus olabilmenin gerekleri ama gelin görün ki, hiç biri tam değil, hiç biri sadece onlara ait değil. Neyse, bu bizim değil, yoktan bir ulus yaratmaya çalışanların sorunu. Ama olmayan şeyin, özgürlüğünü tanımamakla suçlanmak kabul edilir şey değil. “Biz ülkenin asıl sahibiyiz, bizden başka herkes bizim kölemizdir” gibi bir inanç da tamamen sizin ve o yoktan ulus yaratmaya çalışanların uydurmasıdır. Asıl sorun, bazı ülkelerin yöneticileri ile kendine aydın diyenlerde Sayın Altan. Biliyor musunuz ki, bugün birbirine diş bileyen iki ülkenin halkı; İran ve İsrailliler, Antalya otellerinde aynı çatı altında, hiç sorunsuz bir arada tatil yapıp, huzur içinde, kavgasız, dövüşsüz yaşayabiliyorlar? Bu ne demektir? Bu, gerçekte halkların birbiri ile bir derdi yok demektir. Bazı ülke yöneticileri ile sözde aydınlar ortalığı karıştırmasalar, bu dünya üzerinde insanlar kardeşçe, huzur içinde yaşayıp gidecekler demektir. Asıl tuhaf olan, bu mümkünken, buna izin verilmemesidir. Kimsenin susmasını istemiyoruz. Herkes konuşsun ama yalan konuşmasın, gerçekleri saptırarak konuşmasın. Halkın eğitimsizliğinden yararlanmaya çalışarak konuşmasın. Evren “acaba federasyon mu yapsak?” demek zorunda mı kaldı yoksa zorunda mı bırakıldı? Malum “bizim oğlan” emekli oldu ama bazı görevlerin emekliliği yoktur. Korku insanı dinç tutar, düşmanla işbirliği yapanlara karşı uyanık kılar. Bizim kurtulmamız gereken “korku” değil “işbirlikçilik”tir. O işbirlikçiler ki; ülkelerini içeriden çürütüp, çökertirler. O sokağa çıkılamayan şehirler, patlayan suçlar; sakın çökertilen tarım ve sanayimiz, her geçen gün artan işsizliğimiz, bir türlü engel olamadığımız yolsuzluklarımız, gazete ve televizyon programları ile yok edilen ahlak anlayışımızdan olmasın? Bunu istememe hakkına sahibiz. Ve istememeliyiz. Değer Erbora [email protected]