yakın tarihten birkaç madde

advertisement
YAKIN TARİHTEN BİRKAÇ MADDE
TÜRKİYE'DE KAPITALİZM ÖNCESI İŞÇİYE YILDIRIM HIZIYLA BİR BAKIŞ
BİR KARŞILAŞTIRMA
ARPA BOYU: TÜRKİYE'DE BURJUVA DEVRİMİ BAŞLANGIÇLARI
BİR DAMLA: MEŞRUTİYET BURJUVAZİSİ
CUMHURİYET BURJUVAZİSİ VE BOLŞEVİZM
TÜRKİYE'DE KAPİTALİZM ÖNCESİ İŞÇİYE YILDIRIM HIZIYLA BIR
BAKIŞ
Türkiye'de bezirgan ekonomi kapitalist ekonomiye geçemeden, Avrupa'nın
üstün üretim ilişkilerine çarparak geriledi ve makineleşemedi. Osmanlılığın çöküş
başlangıcını, klasik olarak, 17. yüzyıldan sonraya bırakmak adettir. Oysa gerçekte
Osmanlı aydınının en parlak doğuş ve yükseliş anında, sönüş belirtileri de belirmiştir.
III. Murat değil, hattâ Kanuni denilen Süleyman değil, ta Fatih döneminde, yani
resmi tarihin kaydettiği zamandan bir buçuk yüzyıl önce, Bosna seferlerindeki uzun
ve sonuçsuz savaşlarda ordunun daha fazla gidemem deyişiyle birlikte, daha çok bir
fetihler devleti olan Osmanlılığın temelleri sallandı.17. yüzyılda artık ok yaydan
çıkmış, Avrupa'da biriken ticaret + sarraf sermayesi, Doğu (Levant) ticaretinde dev
adımları atmış bulunuyordu. 18. yüzyılın başlarında yalnız Frenk bezirganlığı 300
gemiyle, Osmanlı limanlarından yılda 11 milyonluk Doğu malları taşır oldu. Bu
itibarla, Osmanlılık, Haçlı seferlerinden beri Avrupa'nın kuzey ve güney körfezlerinde
püsküren ve zamanında oynadıkları ilerletici rollerinden sonra, İç Avrupa'nın can
damarları üstüne yapışmış bir kene gibi asalaklaşan Venedik, Ceneviz vb.
belde-cumhuriyetlerini bir temizleme işi, İç Avrupa'da türeyen sermayeye soluk
aldırmak için yolları açan bir sel oldu. Hırvat devşirmesi Sokullu'nun Uzakdoğu
ticaret yollarını kuzeyden ve güneyden Volga ve Süveyş kanallarını boş yere açmaya
uğraşması, kellesiyle ödediği bir suç haline geldiği zaman, artık Hint yolu Osmanlılık
için sonsuza dek kaybolmuş bir idealdi. işte "uzak dış ticaret"e sonuçta elveda diyen
Osmanlı saltanatı, ondan sonra yeni bir toplumsal üretime uğrayamadan,
kapitalistleşemeksizin, Tevfik Fikret'in pek hüzünlü bir söyleyişle plağa çekilen
"Vatan"ındaki içine kurt düşmüş çınar ağacı gibi gittikçc koflaştı.
İşçi unsuru, Osmanlı Türklerinin fetihler ve yayılma tekniği kadar eskidir. Daha
Islanbul'un boğazı sıkılmaya başlarken, koyu bir işçi yığını sahnede görünüyor:
Boğazkesen adını da alan Rumeli Hisarı'nda tam 4 ay 6 bin işçi çalıştı. Ondan sonra
açılan yollar, çeşmeler, kurulan bentler, köprüler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar,
bir sözcükle bezirgan ekonominin bütün kan ve can damarları, ne şeyhülislamın
üfürüğü, ne yeniçeri ağasının palasıyla değil, işçi gücüyle yaratıldı. Hele egemen
sınıfın heybetli kavukları - gibi adım başında bir, insanlara: Eğil! (Rükû)Diz çök! Yüzükoyun kapaklan! (Secde) emrini veren kurşun kubbeli yüce camiler,
çevrelerinde saltanatın dört bir yanından devşirilen birer işçi ordusu toplarlardı.
Bir örnek: Nuruosmaniye Camii'nin yapımı için 4 binden fazla işçi tam sekiz yıl
çalışır. Ve caminin her taşını kaldırmak için 18-24-32 hammal kullanılır. Yalnız taş
yontan "zımmî"ler, yani Yahudiler ilk zamanlar 800-900 iken, sonra "günden güne
1
arttıkça diğer işçi sınıflarından başka yalnız taşcı grubu 1350 askere ulaşmiş"tır.
Temel kazmada bin rençber, marangoz ve duvarcı kullanılır. Egemen sınıfın
heybetini temsil eden ve saygıdeğer birer korkuluk gibi başların ve vicdanların
üstünde daima ağırlığını hissettiren bu yüce anıtların yarattıkları iş faaliyeti, yerel
kalmaktan çok uzaktır. Her büyük inşaat, ülkenin en uzak köşelerine kadar çeşitli
bölgelerde başka başka faaliyetleri fışkırtır. Sözgelimi cami sütunları ta Bergama'ya
kadar dal budak salar: "Sütunları yüklettirilip beş altı yüz askerden fazlaca kızakcılar
ve işçiyle rençberler örgütü ve bütün memurlar girişimiyle" iş görülür. İlk-madde
gibi işgücü de saltanatın neresinde bulunursa toplanır, getirilirdi. Örneğin,
Nuruosmaniye için, Anadolu - Azerbaycan - Rodos - Sakız - İzmir - Midilli vb. den
"kalfalar ve askerler" getirilir. "Her Arnavutluk ilinden istenilen taşçı ustaları, rençber
ve işçisi hazırlanır ve askerleri arttırılır." Ve işçi o kadar çoktur ki, üç yerden
durmaksızın taş getirtildiği halde daima taş eksik gelirdi: "Ve işçinin ne derece çok
olduğu bir makaleden böylece anlaşılır." "Her hafta yevmiye gelirleri sergisi 7500,
bazen 8000, hattâ daha çok" kuruşu bulur!
Türkiye'de "işçi yok" sözleriyle boş yere ter döken ve telaşlanan zengin
türedilerin (zengin türedi "Halk İştirakiyun Fırkası"nın burjuvaziye verdiği isimdir)
devekuşluğu ne derece katmerli olursa olsun, tarihin o susturulamayan sesi ve
örtbas edilemeyen içyüzü, Hülaguvari yıkılıp yakılamayan sayfaları bize gösteriyor
ki, değil işçi, bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde yem borusuna döndürülen işçiye ilişkin
bazı şeyler bile, Osmanlı imparatorluğu'nda, o zamanın işçi sınıfı tarafından
dayatılarak kabul edilmiş bulunuyordu. Bunlardan ikisini söyleyelim: 1- Devlet
kurumunda resmi işçi makamı; 2- İşçinin pratikte korunması...
Resmi işçi makamı: O zamanın Mimar ağalığıydı. Örneğin 18. yüzyılın
ortalarına doğru saraydan yazılan hükümler arasında şöyle kayıtlar görüyoruz:
"Bend-i cedidin bina emininde mimar ağaya... sürüp gitmesi konusuna yardım ve
işçisinin düzenlenmesine ve hazırlanmasına dikkat... ve bina kısımlarıyla
araç-gereçlerin ve işçisinin sağlanmasında yardım durumu senden soruldugundan
2
dolayı..."
İşçinin korunması: İşçiye saldıranlar, hattâ çağdaş burjuva bürokrasisine göre
epeyce daha pratik bir demokrasi yoluyla cezalandırılıyor: "İşçiden birine rızası
dışında dövüp küfrederek şikayet ettiklerinde dövülmüş ve incinmiş olanları bir yolla
sevindirdikten sonra dövüp küfredenleri getirtip gözleri önünde bilfıil cezalarını
çektirdiklerinden..."
Kuşkusuz bu işçi bugünkü işçi değil, ortaçağ işçisidir. Çırak - kalfa - usta vb.
hiyerarşisi ve işçi + patron bir arada farmasonluğa benzer ya da benzemez
loncalarıyla Osmanlı işçisi, kapitalizmin serbest işgücünden çok, derebeyliğin kendi
içinde bütünlüğü olan bir parçası sayılır. Ve eski işçinin geleneğini, bugün, yeni Türk
işçisinden çok, Türk burjuvazisi yaşatmaya uğraşıyor: 1- Propagandada: Ortaçağ
Türk işçisinin tartışma, münakaşa diyalektiği olan "Karagöz", bugün Halk Partisi'nin
adı gibi, halk arasında demagoji savurmaktan başka bir şeye yaramıyor.. 2Örgütte: Çağdaş ortaçağ ya da zorba gericilik demek olan faşizm zihniyeti,
3
Türkiye'de de dernek yerine işçi örgütü adı altında ... loncalar kurmakla uğraşıyor.
Zaman, dünyanın her yanında emekdaşları yoldaşa, yani eski işçiyi yeni işçiye
dönüştürürken, Türkiye'de büsbütün kökten gitti: Tarihsel gelişim Türkiye'nin
ortaçağ işçisini yok etmeye kastetti. 16. yüzyıldan beri başlayan Doğu ticareti,
Avrupa mallarını Osmanlı ülkesine rakipsiz düşman orduları gibi saldırtınca, henüz
basit dükkancık ya da tek tük el imalathaneleri derecesine kavuşmuş olan yerli
sanayi, önce -karşısındaki yabancı sanayi el imalathanesi manzarasında kaldığı
sürece- adım adım geriledi, sonra, (iki yüzyıllık bir karşı koymadan sonra), 18.
yüzyılda, gövdesi makinalaşan ve tepesinden buhar fışkıran Avrupa sanayinin kesin
saldırısı kapitülasyonlarla eli kolu bağlı olan yerli sanatlar cephesini apansızın
yardı.19. yüzyıl Türkiye'de sanayi hayatının yıkılışı ve ölümü oldu. Sanayi ve
ekonomik çökkünlük Osmanlılığın yapıcı faaliyetini durdurdu. Ortaçağ işçisi
Türkiye'de genellikle çağdaş işçiye dönüştürülecek yerde, ya kırlara doğru giderek
kayboldu, ya da şehirlerde duvarlara akın etmiş köy sınıfından kopmuşlarla birlikte
satılık ayaktakımı halinde soysuzlaştı.
Türkiye işçi sınıfının harekete geç gelmesine neden nedir? Buraya kadar
söylediklerimizle birlikte iki neden var:
1- Nitelik olarak gecikme nedeni: Yukarıdan beri söylediğimiz etmenlerdir.
Yani, yabancı malların saldırısı önünde yerli ev sanayinin bozgunu. Osmanlı
İmparatorluğu bir derebeyi-bezirgan imparatorluğuydu. Fakat Osmanlılıktaki
bezirgan ekonomisi, İngiltere ve Almanya'dakinden çok, Felemenk ve İspanya'daki
bezirgan ekonomisi gibi gelişti. Yani Osmanlı ülkesi büyük üretim ve tüketim
pazarları arasında bir geçiş köprüsü oldu. Şu halde Osmanlı bezirganlığı hemen ve
derinden derine kozmopolitleşti. O zaman sultan iradelerinde, Türk ya da müslüman
bezirganlar kadar ve belki de onlardan çok müslüman olmayan ve yabancı
bezirganların korunduğu görüldü. Bu yabancı ticareti koruyuş Osmanlılığın toplumsal
bünyesine öyle bir damga vurdu ki, bu adeta lanet damgası oldu. Yani Türkiye'de
bezirgan ilişkiler yabancı ve transit ticaret ilişkileri haline geçtiği zaman o kadar
kökleşti ve egemen hale geldi ki, en sonunda ülkenin her türlü ekonomik ilişkilerini
yuttu. En sonunda ticaret ilişkileri esneklik ve hareket yeteneğini kaybederek
taşlaşmış, donmuş kalmış anıt gibi dikildi kaldı: kapitülasyonlar! Fakat bu anıt daha
çok yabancı ülkeler, Avrupa ekonomisi için bir zafer anıtıydı; yerli ve sanayi üretimi
için bir anıttan çok, Türkiye ekonomisinin başı ucuna dikilmiş bir mezar taşı oldu.
İşte onun için, Avrupa'da koza halinde beliren ev ve el sanayi, uzak dış pazarlarla
beslenerek kozasından çıkar, kanatlanır ve uçarken, Osmanlı ülkesinin öz bünyesi,
deli ipek böcekleri gibi, aynı ilişkilerle soluğu tutuluncaya kadar başına çorap ördü
durdu. Yeni bir metamorfoz geçiremeyince ölüme mahkûm oldu. Marx'ın London
Economist'ten aldığı istatistiklere göre, yalnız İngiltere'nin Türk ülkesine yaptığı
ihracat 19. yüzyılın ilk yarısının son on yılında iki buçuk katı artmıştır. İngiltere
Türkiye'ye 1840'ta 1,4 milyon sterlinlik mal soktuğu halde, bu ithalat 1850 yılında 3,
7 milyon sterline çıkıyor. Bu ticaret Türkiye ev sanayinin köküne kibrit suyu döktüğü
halde, hiç olmazsa Türk ticaret kapitalizmini bile yaratamıyordu; özellikle İstanbul ile
Trabzon'da oturan Rum ve Ermeni tüccarlar İngiliz fabrikalarının Türkiye'deki
acenteleri oluyordu. Onun için Marx yazıyor: "Bu iki önemli şehirde yerleşmiş olan
Rum ve Ermeni (İki önemli şehir İstanbul ve Trabzon'dur.) tüccarları, ucuzluklarıyla
Asya hareminin ev sanayini az zamanda ortaya çıkaran ve yok eden İngiliz malı
4
ürünlerini büyük miktarlarda ithal ederler."
Tabi bir ülkede sanayi, ilerlemek şöyle dursun, yıkıma uğrarsa orada işçi sınıfı
miktarca çoğalamaz.
2- Nicelik olarak ve manen gecikme nedeni: Müslüman ve Türk olmayan
unsurların ekonomik alandaki üstünlükleri ne olursa olsun, Türkiye'de hıristiyan
"aşağı kast" işlemi görüyordu. Değil işçi, serseri şehir ayak takımı bile eğer
müslümansa, hıristiyana göre güya ayrıcalıklı bir egemen özellik taşırdı. Bu özellik,
soyulan ve ezilen sınıftan olan Türklere tuhaf bir zihniyet ve psikoloji veriyor, adeta
mahkûm sınıflığını unutturan bir afyon etkisi yapıyordu. Müslüman işçi kendisini
hıristiyan işçi kardeşinden çok, müslüman ağa ve beylere yakın görecek kadar
kamaşmış, bunalmış kalıyordu. Bu durum Türkiye'deki sınıf ilişkilerini bütün bütüne
çorbaya çeviren ve sınıf mücadelesinin durulaşmasına ve bilinçlenmesine engel olan
belli başlı etkenlerden sayılabilir. Türk işçisi, sınai gerilik yüzünden ekonomik olarak
ne kadar gerideyse, siyasal olarak ve üst katlarında bu "müslüman ayrıcalığı"
yüzünden yerinde saymaya mahkûm oluyordu.
Marx 1853'te New York Tribune'de "Doğu Sorunu"na ilişkin yazdığı "Türkiye'de
Milliyetler" makalesinde bunu şöyle anlatıyor:
"Türkleri, Türkiye'nin egemen sınıfı otarak göstermek epeyce güçtür, çünkü
orada, başka başka toplumsal sınıfların ilişkileri başka başka ırkların
ilişkilerinden daha az bulanık değildir. (a.b.ç) Türk, durum ve şartlara ve yerine
göre, işçi, ekinci, küçük çiftçi, tüccar, derebeyligin en aşağı ve en barbar aşamasında
derebeyi toprak sahibi, memur ya da askerdir. Fakat bütün bu toplumsal durumlar
içinde, Türk ayrıcalıklı dine ve ulusa mensuptur; silah taşıma hakkı yalnız onundur
ve en yüksek mevkili hıristiyan, müslümanların en alçakgönüllüsüne rastladıgı
5
zaman, geri durmaya ve yol vermeye zorunludur."
Demek afyonu, siyasal ayrıcalığın bir parmak balı içinde yutturulunca, nesnel
koşulların gerilettiği işçi sınıfını ruhen tam felce uğratma konusundaki görevini
hakkıyla yerine getiriyor. Ekonomik piçliği siyasal soysuzluğa kadar vardırablliyor:
"Türk nüfusunun Avrupa'daki belli başlı gücü, Asya'da hep hazır bulunan önlemler
bir yana bırakılırsa, İstanbul ile diğer birkaç büyük şehrin aşagı halkı tarafından
temsil edilir. Bu aşagı halk, esas itibarıyla Türk kökenlidir ve hayatını özellikle
hıristiyan kapitalistler için işleyerek kazandığı halde, o sözüm yabana üstünlüğüne
ve İslam ayrıcalığının ona, hiristiyanlara karşı yapma iznini verdiği her türlü aşırı ve
abartılı hareketler için fıili ceza görmemezliğe dört elle sarılır. Her önemli hükümet
darbesinde, bazı sömürgeleşmiş ilçeler dışında, Avrupa Türkiyesi nüfusunun büyük
kitlesini oluşturan bu ayak takımını parayla satın almak ve yaltaklanmak yoluyla
kazanmak gerektigini herkes bilir. Bu ayak takımına bakarak Roma
İmparatorlugu'nun plebi bir uslu akıllılar ve kahramanlar topluluğu sayılabilir. Ve
böyle bir ayak takımının egemenliğinden Kara Avrupamızı kurtarmanın mutlak
6
zorunluluğu er geç kendini dayatacaktır."
İşçi sınıfının ilk ve en büyük gerçek idealisti koca Marx'ı korkutan bu "ayak
takımı", kuşkusuz yeni işçi sınıfının değil, eski işçinin bile karikatürü olamaz. Bu tipin
şehirlerde, başka sınıflar ad ve hesabına, bir bardak suya atılmış çamur gibi, kâh en
küçük entrika rüzgârıyla ortalığı bulandırması, kâh birdenbire dibe çöküp tortu gibi
uyuşuk ve pasif kalması, bundan 80 yıl önceki manzarasıyla Marx'ın gözüne
çarpmıştı. Bütün Kara Avrupasında, proletarya egemen sınıfların bunalımını
proletarya devrimine çevirmek için, sınıf kavgası için barikatlara çıkar, Paris'te geçici
halk hükümetini kurarken, Türkiye'de "ayak takımı" hâlâ şu paşanın ya da bu
softanın -Allah yolunda- oyuncağı olageliyordu. Bu durum Türkiye'de 1908 burjuva
devrimine kadar elifı elifine sürdü. Burjuvazi Meşrutiyet Devrimini yaparken, bütün
kapitalist devrimlerde olduğu gibi, tiersetayı, ayak takımını, baldırı çıplakları ve hattâ
dağdaki eşkiyaları bile peşinden sürükledi. Fakat yine bütün burjuva devrimlerinde
olduğu gibi, iktidarı ele geçirir geçirmez, şehir çalışkanlarını silahsızlandırmaya
başladı. Yalnız, Meşrutiyet devrimi, tam bir kapitalist devrimi olamadı. İktidar şu üç
güç arasında paylaşıldı: Yerli sermaye, derebeylik, yabancı sermaye... İşte
burjuvazinin iktidardaki oyu böyle üçte bir gibi azınlıkta kaldıkça -Marx'ın dediği gibi
"Asya'da hep hazır bulunan yedekler bir yana bırakılırsa"- "hayatını özellikle
hıristiyan kapitalistler için çalışarak" kazanan ve "Avrupa Türkiyesi nüfusunun büyük
kitlesini oluşturan bu ayak takımını parayla satın almak ve yaltaklamak,
pehpehlemek gerektiğini" asla unutmadı. Ve kâh İttihat Terakki, kâh gericilik, bu
şehir kalabalığını birbirleriyle yaptıkları düelloda duygusuz, bilinçsiz birer hançer gibi
kullandı.
Türk işçilerinin hayat ve sınıf mücadeleleri daima kendi yolundan sapıtmış,
yabancı ve düşman sınıfların uğruna oldu.1908 devriminden önce de, o devrimden
sonra da, Türk işçisi zalim sınıfların afyonuyla asıl hedefinden uzaklaştırıldı. Baskıcı
*
derebeyi sisteminde de, meşrutiyetçi burjuva rejiminde de bu böyle oldu.
Acaba meşrutiyet devrimiyle Türkiye işçi tarihinde hiç mi bir şey değişmedi?
Hayır, bir şey değişti. At gene o at, fakat ata binen değişti: Egemen sınıf başkalaştı.
Ve kabul etmek gerekir ki, egemen sınıf bir kez dizginleri eline aldıktan sonra
yönetilen sınıfı kendi amacı doğrultusunda sürecektir. İşte bu amaç Meşrutiyet
devrimiyle birlikte değişmişti. Ve o zamana kadar henüz kendi amacını
benimsememiş olan Türk işçisi elbet düşman sınıflardan ağır basanına sınıf
mücadelesinde de dayanak olacaktı. Olan değişikliği bir sözcükle ifade etmek
istersek, diyebiliriz ki, Türkiye'nin ayak takımı,1908'den önce karşı-devrim
cephesindeydi, 1908' den sonra devrim cephesine geçti -kuşkusuz proletarya
devriminin değil, başka burjuva devriminin, fakat ne de olsa devrimin cephesine
geçti.
1908'den önce karşı-devrim cephesindeydi: Çünkü zorba Osmanlılıkta egemen
sınıf, kodaman ve yabancı burjuvaziyle derebeylikti. Derebeylikle devrimci burjuva
arasındaki mücadelede, ezen karşı-devrim müslüman ve ezilen devrimci hareket
hıristiyan olduğundan -daima "Asya'da hazır bulunan yedekler bir yana"- müslüman
ve ayrıcalıklı geçinen ayak takımı Türkler, devrimci hıristiyanlıktan çok
karşı-devrimci müslümanlığı tutuyordu.
1908'den sonra devrim cephesine geçti: Çünkü iktidarı paylaşsa bile, en büyük
hisseyi kendisine ayırmak zorunda olan burjuvazi derebeyliğe karşı ayaktakımı
arasında daha yeni yöntemlerle demagoji yapmada başarılı oldu. Onun için, örneğin
hamallar arasında İttihat ve Terakki'nin güçlü propaganda ve örgüt faaliyeti hiç
eksik olmadı.
BİR KARŞILAŞTIRMA
Buraya kadar, Türkiye'de işçi sınıfının geçirdiği aşamaları tarihsel gidişi içinde
yıldınm hızıyla paldır küldür geçtik! Fazlasını bu terazi çekmez de ondan... Şimdi
hatırlarda bir soru işareti, küpeli bir kulak gibi kıvrılıyor. "Hee, babo, dorgii! Dorgi
ama..", Osmanlı İmparatorluğu'nun kopup ayrılan başka parçaları da var, özellikle
Balkan devletleri. Onlarda işçi hareketi bugünkü Türkiye'ye oranla devrim dersleri
yaşayacak derecede ileri bulunuyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun kala kala bütün
kötü, geri yanları, bugünkü Türkiye'nin başına mı kalmış? Evet. Neden? Nedeni
ortada. Osmanlı İmparatorluğu'na batıdan doğuya ve kuzeyden güneye doğru
bakılırsa, iki zıt kutup görülür. Doğu ve güneye doğru Asya, batı ve kuzeye doğru
Avrupa uzanır ve bu iki dünya Boğazların kıyısında dudak dudağa gelir. Balkan
ülkelerinde işçi sınıfının daha çabuk uyanışı, örgütlenişi başlıca iki nedenden ileri
gelir: 1- Ekonomik nedenler; 2- Salt toplumsal ve siyasal nedenler.
1- Ekonomik neden: Tarihin -kapitalizm tarihinin- akışı öyle geldi ki, en
büyük hızını, bugün bizim için batı ve kuzey bölgesine düşen ülkelerde
gerçekleştirdi. Bir sözcükle, Avrupa medeniyeti dediğimiz atılımı, çetin fakat ezip
bezdirmeyen türlü mücadele zemini olan ılıman Avrupa iklimlerinde yaptı. Bu atılım
sermaye birikişi ve kapitalist ilişkilerin egemenliği altında oldu. Kapitalist üretim
biçimi, elbette tavla yangını gibi bir kere tutuştuğu yerden hemen dört mahalle
öteye kıvılcım atamaz, önce en yakın komşulara dil uzatırdı. Ve öyle de yaptı.
Çağdaş uygarlığın dili hortumdan beş beter, kilometreler, fersahlar ve ülkeler aşırı
uzayan bir dildir. Kuzey denizlerinden bir uzandı mı, rahatlıkla Marmara sahillerini
yalayabilir. Hattâ Boğaz'dan aşarak bütün Anadolu'yu Toroslarla çaprazlaşa
yardıktan sonra, ta Bağdat'a ve Yemen diyarına kadar tad ve çıkar aramaya koşar.
Neden söz ettiğimiz anlaşılıyor: demiryolundan! Demiryolu kapitalist gelişimin hem
sonucu, hem nedenidir. Gerçekten ilk demiryolu Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa
kısmında kuruldu. Marx: "Ve" diyordu, "Ostende'den, Havre'den, Namburg'dan
Budapeşte'ye giden demiryolları, söz edildiği gibi, Belgrad'a ve İstanbul'a kadar
uzatıldığı zaman, Batı uygarlığının ve Batı ticaretinin etkisi Avrupa'nın
7
güneydoğusunda sürekli olacaktır."
Oldu. Marx'ın dediği on onbeş yıl içinde oldu. Hem öyle oldu ki, demiryolunun
girdiği yere 5 ile 10 yıl geçmeden devrim girdi. Osmanlı saltanatında demiryolu,
devrim yolu oldu. Türkiye'yi 1870'te, ünlü bir verip beş aldık diyen, Avusturya'da
doğan, Brüksel'de büyüyen Baron Hirsch kalpazanından, ilk ve biricik üretime
yatırılan ve 1854'ten beri başlayan skandalların, sonuncusu olmayan bir yenisiyle
taçlanan Rumeli Demiryolları Borçlanması yaparken buluyoruz. 8 yıl sonra 1878'de,
Bulgaristan'dan başka bütün Balkan uluslarının Osmanlı imparatorluğu ile aralarında
kalan pamuk ipliğini kopardıklarını, ulusal devrimlerini başardıklarını görüyoruz.
Bağdat Borçlanması (birinci tertip) yani Asya Türkiyesine demiryolunun girişi,
Avrupa Türkiyesinden tam 33 yıl sonra 1903'te oluyor. 5 yıl sonra ne olduğunu
söylemeye gerek var mı: Devrim oldu.1908'de: 1- Meşrutiyet devrimi; 2Bulgaristan bağımsızlığı.
Ne gerek, gözümüzü batıdan güneydoğuya çevirelim. Ne görüyoruz? Balkan
devletlerinin yarımşar yüzyıllık bağımsızlıklarına karşılık, eski büyük uygarlık
beşiklerinin Irak, Suriye, Mısır, Yemen vb. nin ulusal kurtuluş alanında henüz
emeklediğini... İşçi hareketinin güneydoğudan çok kuzeybatıda oluşunda kapitslist
ekonominin adım adım yer kazanmasının etkisi olduğunu -eğer bu kanıtı güç bir
davaysa- bu manzaradan daha somut delil olur mu?
2- Toplumsal ve siyasal nedenler: Bugün kapitalist dünyada en yüksek
teknik hangi ülkededir? Amerika'da. Neden? Çünkü kapitalist üretim orada en "saf"
şekliyle başladı; çünkü Amerika'nın geleneksel ve tarihsel kötü mirasları yoktu,
tutucu bir geçmiş, ABD'nin üzerine, ancak ta Okyanus aşırı bir ülkeden, İngiltere'den
etki etmek istemiş ve yapamamıştı... Bugün bütün dünyada, yeryüzünün altıda
beşinin bunalımla kıvrandığı.bir zamanda, hiçbir dönemde hiçbir tarihin
kaydetmediği hızlı bir tempoyla teknik ve gelişmede kanatlanan ülke hangisidir?
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği" Neden? Çünkü toplumun ekonomik
mekanizması orada en engelsiz ve en pürüzsüz, israfsız hale gelmiştir. Çünkü
Sovyetler Birliği'nin işçi ve köylüleri orada bütün geçmişi, Enternasyonal Marşı'nın
dediği gibi, "silinmiş tahta" durumuna getirmiş olmamışa döndürmüştür; toplumun
en ücra gözeneklerinde bile tutucu unsurlar ölüm zılgıtıyla kovalanıyor.
Şu halde sonuç: Nerede geçmişin alakoyucu, tutucu mirasları kökünden inkâr
edilirse ya da yok olursa, orada toplumsal gelişme o derece ilerler. Osmanlı
İmparatorluğu'ndan ayrılan -bütün ülkeler değil, çünkü örneğin güneydoğudakiler
hâlâ en karanlık geçmişi gevelemekte ve beslemektedirler- Balkan ulusları,
toplumsal sınıf ilişkileri bakımından büyük bir yükü bir hamlede attı ve tarihe taptaze
çıktı. Balkanlarda geçmiş müslüman Osmanlı İmparatorluğu, gelecek hıristiyan halk
kitleleriydi. İmparatorluk havaya uçurulunca, ne tarih kaldı, ne gelenek... Yani elbet
bu geniş ve olgun halk tabakalarının tarihi vardı. Fakat genellikle tarih denince akla
gelen kavuklu ya da zırhlı derebeyi ve şövalyeler, bir daha yani, ortaçağ artıkları,
derebeylik gelenekleri hemen bütün Balkan uluslarında hemen durumla olan
bağlarını çözdüler ve gömüldüler. Neden? Çünkü:
1- Bütün egemen Türk unsurlar derebeylik temsilcisiydi: Kapitalist sınıflar
Türkten başka ırklardan ve müslümanlıktan başka dindendi.
"Şu Türkiye tüccarları kimlerdir? Elbette Türler değil. Türkler, daha ilkel
göçebe halinde yaşadıkları zaman ticaretleri kervanları talan etmekten ibaret oldugu
*1
halde, biraz daha çagdaşlaşmış bulundukları bugün bu saatte , Türklerce ticaret
demek, en keyfı ve en ağır vergiler almak demektir." Daha aşağıda "Avrupa'dan
bütün Türkler kovulsun, ticaret bundan etkilenmeyecektir. Ya genel uygarlığın
ilerlemesi? Avrupa Türkiyesinin bütün bölgelerinde onu yayan kimdir? Türkler
degildir. Türkler, İstanbul ile iki ya da üç kır kazası ayrı sayılırsa, pek azlık ve dört
8
bir yana serpilip dağılmışlardır." "Diğer yandan Türkiye Slavları, özellikle beslemeye
ve geçindirmeye zqrunlu oldukları askeri bir müslüman toprak sahipleri sınıfı
tarafından kul gibi kullanılmalarından çok çekiyorlar, eziliyorlar. Bu askeri garnizon
9
(a.b.ç.) bütün kamu, askeri, mülki ve adli görevleri yerine getirir."
2- Bütün kapitalist sınıflar ezilen sınıflardan Türk ve müslüman
olmayanlardandı: Büyük toprak sahibi kalabilmek için adeta müslüman olmak şart
gibiydi (Bosna Hersek'te asilzade Slavların müslümanlaşması gibi). Kapitalist
*2
faaliyeti, ticareti adeta bir aşağılık iş sayan , aşağı tabakaların bu gibi
uğraşılarından güya tiksinen Osmanlı Türklerinden başkalarında görülebilirdi:
"Büyük deniz limanlarında yerleşmiş olan Rumlar, Ermeniler, Slavlar ve
Batılılar, bütün ticareti ellerinde tutarlar ve kendilerine karşı gösterdikleri
kolaylıklardan dolayı Türk beylerinden ve paşalarından hoşlanmamakta en küçük bir
hakları elbette yoktur... Bütün şehirlerde ve bütün ticaret yerlerinde, ülkeye fıili
10
olarak her tür uygarlıgın gerçek dayanağı Yunan ve Slav burjuvazisidir."
Bu sınıf ilişkileri hangi sonuçları verebilirdi? Önce, ilk olarak yabancı
egemenliğini temsil eden Osmanlı toprak sahipliğine ve despotluğuna karşı
öldüresiye düşmanlık; ikinci olarak genellikle ülkenin gerçekliğinde bir "yabancı
cisim" gibi kalan her türlü derebeylik ve toprak sahipliği sistemine karşı uzlaşmak
istemeyen bir iğrenme...
İşte bunu sezen Marx, özellikle Balkanların bir transit eksen olduğunu, Batı
mallarını Doğu pazarlarına iletmekte çıkarı olan Balkanlıların, bunun tersini düşünen
Çarlık Rusyası ile uyuşamayacağını kaydederken, yazıyor:
"Kan kardeşliği ile din topluluğunun Ruslarla Güney Slavları arasında
düğümlediği türlü bağlara karşın, bunların çıkarları, Güney Slavlarının kurtuluş
11
gününden itibaren birbirlerinden uzaklaşacaklardır."
Ve yalnız Türk saltanatının değil, genellikle her türlü despot düzenin Güney
Slavlarının karakterine karşıt olduğunu anlatıyor:
"Fakat, derebeyi kurumlarıyla istenmediği her yerde, Rus hükümet sistemi,
mülki makamlarla adliye hiyerarşisinin askeri görüşlere göre örgütlendiği, halkın bu
makamların maaşlarını ödemekten başka bir hakkı olmadığı askeri bir işgalden
başka nedir? Kim buna benzer bir sistemin Güney Slavlarının karakterine karşılık
oldugunu düşünüyorsa, o kişi için 1804'ten beri olan Sırbistan tarihini baştan başa
gözden geçirmekten başka yapacak şey yoktur. Sırp bağımsızlığının kurucusu Kara
Yorgi, halk tarafından terk edildi ve bağımsızlığını yeniden kuran Miloş Obrenoviç,
ülkeden kepazecesine kovuldu; her ikisi de despot Rus sistemini, satılıklık,
yarı-askeri bürokrasi ve paşaca sömürü adına nesi var, nesi yoksa hepsini birden
12
(ülkeye) sokmayı denemişti."
Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan bugünkü Balkan ülkelerinin tarihini
gözden geçirirsek, bunların ulusal kurtuluşlarını başarmak için, önce ya yerli ya da
yabancı büyük toprak sahiplerinin hakkından gelmeye zorunlu kaldıklarını anlarız.
Sırplarla Bulgarlar Osmanlı asilzadelerini, Romanyalılarla Yunanlılar ise kendi
Boyarlarıyla muteberanlarını tepeleyerek bağımsızlıklarını kurdular. Bir iki örnek
verelim:
Sırbistan: Ülkede iki ayrı sınıf vardı: 1- Muteberan, yani zadegân müslüman;
2- Halk: Şudmaye (domuz çobanı ya da domuz tüccarı)... Marx'ın söz ettiği Kara
Yorgi (1808-1812) küçük subaylıktan domuz tüccarlığına geçmiştir. Onun rakibi ve
halefi Miloş Obrenoviç de gene bir domuz tüccarıydı. Daha 1839 yılında Sırbistan'da
domuz çobanlarının iki partisi vardı: 1- Aşırılar: Rusya ile birleşme, mülkiyet, vergi
vermeme yanlısı; 2- Tutucular: Batıyla birleşme, demiryolları, Batılı kurumları kurma
yanlısı...
Bulgaristan: Sınıflar: 1- Zadegân: Müslüman; 2- Halk: Slav köylü, papaz ve
yabancı ülkede okumuş öğretmen... Din konusunda da temizlik gibi bir şey var:
Bulgarlar önce Rum kilisesine bağlıydılar. 1859'larda Avusturya'nın katolikleri afyon
yapmaya başladılar.1870'lerde Rusya'nın müdahalesiyle İstanbul'dan ayrı Ekzarh ve
Bulgar kilisesi kuruldu. Sobranye:1879'dan itibaren genel oyla seçilir (yalnız dörtte
birini prens atar).
Romanya: 1831 yılında:1- Burjuvazi: Fransız şehirlerine benzeyen Bükreş ve
Yaş gibi ticaret merkezleri; 2- Derebeylik: 400 ile 8000 hektar sahibi Boyarlardan
oluşmuş; 3- Köylü: Çıplak işi yılda 12 günken, üç katına çıkar.1848'de Boyarlar
Hospodar'dan anayasa isteyince, topu birden ülkeden dışarı kovulurlar.1864'te 400
bin köylüye hayvanına göre 15 yılda ödemek üzere toprak satılır. Din:1877'de 300
bin Boğdan Yahudisi yüzünden mezhep serbestisi ilân edildi.1885'te Rumen kilisesi
patrikhaneden ayrılır.1893'te veliaht oğlunu ortodoks yapacağını vaat eder.
Yunanistan: III. Selim'in koruyuculuğunda Tesalya'da ipek ve pamuk sanayi
kurulur. Tahıl ve Yakındoğu ticaretini güden gemicilik ilerler. 1816'da 17 bin tayfalı
300 gemi işler.1823-24'te Avrupa savaşı bitince gemiciler işsiz kalır ve Osmanlı
gemilerine ve kıyılarına akına başlar. Nüfus yine iki safa bölünür: 1- Mutereban:
İngiliz yanlısı; 2- Halk: Rus yanlısı... Bu iki cephe arasında bir 1825-27 savaşı
kopar.1823-24'te gene Mora muteberanıyla tüccar + yarı Rum köylü + yoksul
gemicilerden oluşan Nevnikliler boğaz boğaza gelirler.1844'le birlikte anayasa verilir.
Daha o tarihlerden başlayarak Yunanistan'da yüksek öğrenim görenler ve yoksullar
çok, iş ve memurluk az (her iktidara geçen parti, başka partinin memurlarını
görevden alır) olduğundan, ülkede şiddetle siyasal bir atmosfer doğar.1860
anayasası basın özgürlüğü vererek, büyük toprak sahipliğinin sultasını temsil eden
Ayan Meclisi'ni fesheder. Yurtseverler: Avrupa'da tüccar, Türkiye'de doktor olan
Rumlardır.
Şu kısa örnekler bize özellikle şu dört noktayı vurgular:
1- Derebeylik sistemi: Yabancı olsun, yerli olsun, büyük toprak sahipliği (karşı
devrim) ortadan kaldırıldıktan sonra ulusal bağımsızlık olur.
2- Derebeylik ideolojisi: olan din, kitlelerin afyonu ya tutucu olamayacak
dereceye düşürülür, ya da ulusal harekete yardımcılaşır.
3- Rusya'nın (ters) diyalektik rolü: Sırbistan dini nasıl karşı-devrimci olduğu
halde müslümanlığa karşı mücadelesinde derebeyliğe karşıt ve devrimci bir rol
oynadıysa, Rusya da dünyanın o zamanki karşı-devrim kalesiyken, Balkanlarda hep
devrimci ve aşırı zümreleri tuttu.
4- Demokrasi ve parlamentarizm: Bir kere yıkılan derebeylikten ortalık
temizlenince, arkasından oldukça saf bir burjuva demokrasisi, burjuva üretim
ilişkileri, ülkedeki sınıf mücadelesini de hemen geliştirdi.
Bu kıssadan bize düşen hisse: 1) Bugünkü Türkiye proletaryasının sınıf
mücadelesi Balkanlardaki kardeşlerininkinden daha az yaylımlıysa, bu onun ırksal ya
da doğal noksanlarından değil, içinde yaşadığı toplumsal yapının geriliğinden ileri
geliyor.
2) Türkiye'de ekonomik ve toplumsal gelişimin iç engeli geçmişin kötü mirası
derebeylik artıklarıyla ülkenin kopuşamamış olmasıdır. Şu halde Leninizmin büyük
parolası: Nerede varsa, orada derebeyi artıklarına karşı savaş açmak, yalnız
genellikle devrimi değil, özellikle proletarya devrimini de hızlandırıcı etkenlerdendir.
Genel sonuç: Soru: Eski Türkiye'de sınıf mücadelesi?
Yanıt: Elbet vardı. Fakat egemen sınıf = egemen din konumunda
kaldığından, burjuvaziyle derebeylik arasında olan mücadele, sınıf içerikli ve din
görünümlü, şu halde müslüman - hıristiyan mücadelesi gibi akmak zorunda kalmıştı.
Onun için 20. yüzyıla kadar süren hıristiyan - müslüman savaşı, gerçekte burjuva derebeyi sınıf ilişkilerinin, devrimle gericiliğin kavgası oldu. Ve bütün 20. yüzyıldaki
Türkiye tarihinin açıklamasında odak gidim noktası budur.
ARPA BOYU: TÜRKİYE'DE BURJUVA DEVRİMİ BAŞLANGIÇLARI
19. yüzyıl, Kara Avrupasında burjuva devrimlerinin başarılması yüzyılıdır.
Türkiye'de burjuvavari reformların başlangıcı da 19. yüzyılla başlar. Uzun Celaliler,
Sarı Beyoğlu, Bulutkapanoğlu, Tahir Ömer ve Ebüzzehep olayları gibi saçaktan
saçağa tutuşan iç savaşlardır. "Anadolu'nun altını üstüne getiren Kapusuz Levent"ler
13
gibi iç dağılma belirtileri ve süreçleriyle yan yana dış saldırılar alıp yürüdü. Dış
saldırıları 18. yüzyılda Avusturya + Rusya birleşik cephesi güttü. Fakat 19. yüzyıl
burjuva devrimleriyle birlikte Matternich Avusturyası, genellikle Avrupa ve özellikle
Almanya - İtalya devrimlerini boğma kaygısına düşerek, Türkiye'de statükoya
yandaş kesildi. Osmanlı ülkesiyle doğrudan doğruya ilgili olan iki karşıt kutup vardı:
1- Rusya: Karşı-devrimin uluslararası kalesi; 2- Fransa + İngiltere: Burjuva
devriminin yurdu... Bu iki tim arasında Hindistan golünü yapmak için ikide bir
fırlatılıp havalandırılan bir futbol topu vardı: Doğu sorunu! Yani Osmanlı
İmparatorluğu "ölüm döşeğinde"; onu hemen parçalayalım mı, yoksa şimdilik
dursun mu? Marx'ın geniş olarak açıkladığı gibi, Avrupa'da:
"Devrim borasının bir an yatkınlaştıgı an ne olursa olsun, sonsuz Doğu
sorununun yeniden ortaya çıkacağı elde bir ve mutlaka önceden kestirilebilir. Birinci
Fransız devriminin fırtınaları yatkınlaştıktan sonra Napolyon ile Rusya Aleksandr'ı
bütün Kara Avrupasını paylaşmak için Tilsitt barışından yararlandıkları zaman (1807)
bu böyle oldu; Aleksandr bir anlık dinginlikten çıkarına baktı, dağınık durumdaki
imparatorluktan kopup ayrılan unsurları tutmak için Türkiye'ye bir ordu soktu.
Laibach ile Verone kongreleri Avrupa batısındaki devrim hareketlerini bastırır
bastırmaz da, bu gene böyle oldu: Aleksandr'ın halefı Nikola, Türkiye'ye yine bir sille
indirdi. Birkaç yıl daha sonra, Temmuz devrimi ve onunla birlikte kopan
Lehistan'daki, İtalya'daki ve Belçika'daki ayaklanmalar bittigi zaman ve 1831 ile
nasıl oluştuysa öyle Avrupa'nın, artık iç mücadelelerinden korkacak birşeyi kalmadığı
zaman, Doğu sorununun büyük devletleri evrensel bir savaşa sürüklemesi için bir hiç
gerekti. Ve işte, tüm hükümetlerin başında bulunan altı kulaç beberuhiler, Avrupa'yı
bereket versin anarşi ve devrim tehlikelerinden kurtarmış olduklarıyla övündükleri
sırada, o ezeli sorun, o daima canlı, daima taze güçlük, yeniden doğuyor: Türkiye'yi
14
ne yapacağız?"
Futbol topuna, golü şu ya da bu kaleye atma konusundaki düşüncesi ne kadar
sorulursa, Osmanlı İmparatorluğu'nun da Doğu sorunu konusundaki düşüncesi de o
kadar soruluyordu. Ve bu duruma "uluslararası denge" deniyordu. Bu acıklı pasiflik
özellikle şu iki nedenden doğuyordu: 1- Türk imparatorluğu çöküyor, bütün
derebeyliğin ağırlığını güçten çok büyük bir zaaftır; 2- Çöken toplumda harekete
geçen güç Türk unsurundan başkalarıdır. Bu iki özellik el ele verince, artık iç siyaset,
hattâ ülkenin öz gelişimine uyacak olan reform ve devrim hareketleri bile,
kendilerine uygulama gücü olarak, çok kere, yabancı ordularını ya da siyasilerini
buldu. Tanzimat ve Hatt-ı Hümayunlar, Türklerin istedikleri şeylerden çok,
hıristiyanlara vermeye zorunlu oldukları şeylerden ibaret gibi kaldı. Ve "Türk"
burjuvazisinin sesi, ancak tam 33 yıl boğuntuya getirilecek olan, kendi deyimiyle
"ölü doğmuş" anayasa hengamesinde Kuran'ı usulüne göre okuyan kör bir hafızın
15
ilahi sesi gibi, fakat hiç fodla yememiş gibi cılız, belli belirsiz ... olarak işitilebildi.
Ve ciddi bir parti manzarası ancak Abdülhamit'in son yıllannda,1890'lardan sonra
görülebildi. Kısa bir resmi geçit izlemek için, Türkiye'de burjuva devrimi
başlangıçlarını da beş aşamaya bölelim ve görelim:
I- Nizam-ı Cedid ve Ruscuk Yaranı: Eski Türkiye'de, Osmanlı
İmparatorluğu'nda olan bitenlerin aynası İstanbul'du. İstanbul, Türk unsurunun
yapabildiği bütün yenilik hareketlerinin ya doğrudan beşiği ya da amacı olmuştur.
İstanbul'da yönlendirici rol sarayla ona bağlı olan erkan ve hocegândi; güç aracı da
"Ocaklı" ismini alan, askerlikten çok işçilik ve esnaflıkla uğraşan yeniçeri + halk +
deklaseler yığınıydı. Aralıksız Moskof + Nemçe savaşlarındaki bozgunlar, bir fetihler
devleti olarak kurulan Osmanlılığı ta temelinden sarstıkça, sosyal reformlardan önce,
her yeniliğe düşman bir güç haline gelmiş olan yeniçeri engeliyle uğraşmak gibi
somut bir konu ortaya çıkarıyordu.Onun için, bir yandan derebeyliği için için kemiren
Lale Devri sefahati yükselirken, diğer yandan Napolyon ve Avrupa ordularında
görülen örneklerden ibret almak, doğrudan doğruya savunma aracı olan orduyu
düzenlemek gerekiyordu. Rusya'da bir çarın, Deli Petro'nun yaptığını Türkiye'de
birkaç padişah, birer Deli Petro olamadıkları için boyunlarıyla ödemeye zorunlu oldu.
Tersane ve askeri okullar, sanayi okulları açılmaya başladı. Bir Macar Kalvinisti olan
ibrahim Müteferrika 18. yüzyılın ikinci yarısı başlarken Türkiye'de ilk resmi matbaayı
kendi evinde açtı. İstanbul'un yüzlerce el yazıcısı, çevrelerine "avam"ı toplayarak
patırtıya kalkınca, her basılacak kitap için fetva-i şerif çıkarılmaya başlandı.14 yıl
sonra, Yalova'da Yahudilerden alınan "köhne kırpas"la ilk kâğıthanede,
gayrimüslimlerin sattığı Aslan damga kâğıdından farksız kâğıt üretimine girişildi.
Fakat 1741'e kadar basılan 280 kitaptan çoğu askeri konulara aitti. Bu hazırlık
dönemi içinde, yine yeniçeri ocaklarından seçilen kişilerden "Nizam-ı Cedid" isimli
Avrupai bir asker zümresi yetiştirilmeye kalkışıldı. Bu, toplumun derinliğinde olan
büyük başkalaşımın gerektirdiği değişikliklerden en görünürde olanıydı. Nitekim III.
Selim zamanında sekbanbaşılara ve ünlü defterdarlara yazdırılan "Nizam-ı Devlet
Hakkında Mütalaat"lar, askeri bozgunlardan kapı açtıktan sonra, sorunun toplumsal
ve ekonomik köklerini umulmadık bir gerçekçilikle ortaya koymaktan çekinmiyorlar.
Örneğin gümrüklerin kesim yöntemiyle güme götürülmesine vuruyorlar. Alıp
yürüyen sefahatin iç pazarı öldürerek dış pazarları beslediğini anlatıyor ve örneğin o
zaman en çok dışarıya para götüren elmas, kürk, Hint kumaşı gibi malların
Türkiye'ye sokturmamalı, Fransızlar ve kadınları gibi yalancı taş, yerli kürkler ve
Halep, Şam, Bursa ve "binnefs İslambol" kumaşları kullanılmalıdır diyorlar. Cizye ve
vergileri mültezimlerin insafına bırakmayı uygun görmüyorlar, özellikle reaya malına
uyulması, yabancı unsurların zenginleşmesi gerektiği konusunda ısrar ediyorlar. Bir
sözcükle, Türkiye'de sermayenin birikişi için, egemenliğine zemin hazırlamak için,
ekonomik, toplumsal, siyasal ne gerekliyse her şeyi tavsiye ediyorlardı. Ve en acil
gereksinim askeri güç olduğundan, tıpkı Petro'nun Poteşnoesi gibi bir Nizam-ı Cedid
kurulmuştu. Ama karşı-devrim henüz daha güçlü örgütlenmişti. Özellikle İstanbul
kara gücün elindeydi. Sözgelimi bir Kabakçı Mustafa "Yeniçerilik davasında bir koyun
aşığı" (Müverrih Asım Metrukatı) olan bostancılardan 18 kayık kadar adamla
Büyükdere'ye çıkar, Tarabya'da 964, Unkapanı'nda 1500 kişiyi bulur. Kazan
kaldıranlarla Atmeydanı'nda toplaşır da, bu anarşi karşısında, Levent Çiftliği ve
Üsküdar ocaklarında "13 bin miktarı top ve savaş gereçleri ile tam silahlı Nizam-ı
Cedid askerleri" uyuklar. Çünkü İstanbul halkı kıtlık ve hayat pahalılığından başka
bir şey düşünecek halde değildir.
*3
O zamanki yenilik taraftarları, daha çok burjuva temsilcisi olan kalemiye yolu
mensuplarıyla örgütlenme gereğini hissettiler. Yoksa Napolyon da Tilsitt
anlaşmasıyla Osmanlıyı taksim etmekte Rusya ile anlaşmıştı. Fakat yeni burjuvazi
dayanacak bir silah gücü arıyordu. Çevresine göz gezdirdi. Koca imparatorlukta
düşmana satılıklığından ve saflığından emin olunacak.yıpranmamış ve gerçek güç
sahibi olarak tek bir adam görebildi: Rus generali Mikelson'u Tuna boylarında
durduran, Sırbistan durumunu düzelten, İsmail kalesinin zaptına olanak ve güç
veren, 17 yaşından beri "kırk ikinin orta çorbacı acemisi olmak üzere ocağa
yazılmış", "yoldaş uğruna can verir", Rusçuk muhafız bölüğünden yeniçeri Hasan'ın
oğlu Mustafa ya da "Bayraktar"... Bayraktar'ın burjuvaca tutulan yanı, yalnız büyük
toprak sahipliğine özgü olan gücü ve saflığı değil, bir de bizzat bezirganlıkla ilişkisi:
"Tarlalarında tarım yapılması ve hayvan ve koyun, inek alışverişi (Bir tür celeplik ve
bezirganlığın ta kendisi...) ve çiftlik yönetimi gibi yasal çıkarlarıyla para
17
kazanmasıydı." Gerçekten o zamanki burjuvaziye yarayan ancak böyle yarı-feodal,
yarı-asker, yarı-bezirgan bir demir eldi. Hemen Tuna seraskerliğine atandı ve yanına
"Tuna yalısı satınalmacılığı"yla Rusçuklu Mehmed Emin Behiç Efendi gönderildi. Artık
Bayraktar Mustafa Paşa postu değiştirmiş, "Alemdar Mustafa Paşa" olmuştu.
Koltuğuna sokulan Behiç Efendi tilki bir burjuvaydı. Hocegân-ı Divan-ı Humayun'dan,
Bayraktar'ın çocukluk arkadaşı, "kâğıt üretimi için varolan parasını yatırmış ve
Ayazağa çevresinde Kemikli derede yaptığı kâğıt imalathanesini işletememiş"ti.
Alemdar'ı yola getirmek güç olmadı. Sonradan "Rusçuk Yaranı" adıyla anılan ve 6
kişiden ibaret olan ilk gizli burjuva reformcu örgüt merkezi bu şekilde toplandı.
18
Sadr-ı Ali Kethüdası Refık Efendi Sarayı ".. larında kaldıkları zorba ve türedilerden
*4
kurtarma" diye dolaba koyacak. Reisülküttab Galip "mükaleme memuriyetiyle"
Avrupa'yı yoklayacak... Diğerleri (Mektupçu Tahsin) gibileri ordu ve devlet
mekanizmasında çalışacaklar, görüşleri Alemdar lehine döndürecekler, vb...
Dolap döndü. III. Selim'in methini işitince küplere binen Alemdar Mustafa:
"Abe...! Söyleyin görelim o işi... Gidelim mi İstanbul'a ka...?" diye bağırır oldu.
Sonunda 25 bin kişilik (Kırcalı) piyade ve sipahiyle Edirne'ye, oradan sadrazamı
kafese koyarak ve yolda Kabakçı'nın kellesini getirterek Çırpıcı'dan İstanbul'a girildi.
Rusçuk Cemiyeti'nin "düşünen ruhu" olan Ramiz Efendi daha Davutpaşa
otlağındayken Sultan, Mustafa'nın yakalanmasını istedi. Fakat Alemdar henüz tam
burjuva değildi. Puştluk yapamayacağını bildirdi. Sonuçta iki padişahın kellesi
üstünde II. Mahmut'un saltanatı kuruldu. Ve Selim'i öldürenler için: "Ona kıyanları
sağ mı bırakırım" diye tehdit savuran Alemdar'a, II. Mahmut -belki de burjuvaziye
buzlu banyo etkisi yapan- şu emri verdi: "Paşa ben onları buldurup sana gönderirim.
Sen şimdi askerlerini dağıt, silahlarını çıkar da Hırka-i Şerif dairesine gel?"
Alemdar'ın şahsında reformcu burjuvazi ilk iş olarak: 1- Orduda merkeziyet,
2- Yönetimde merkeziyet sorunlarına girişti. Bunları başarmak için: 3- Bürokrasiyle
kopuşmak; 4- Terör kullanmak gerekirdi. Fakat hele bu son iki önlem, bizzat
Alemdar'ın dayandığı kapitalist ve tüccarları bile kendisinden yüz çevirtti. Alemdar'ın
karşısında birdenbire şu muhalifler cephesi kuruldu:
1- Padişah ve Enderun: Nüfuz ister. II. Mahmut, Alemdar gelmese koyun gibi
boğazlanıyordu. Fakat eteğini kaldırarak öptüğü için, canını kurtaran Alemdar'a can
düşmanı kesildi. Hele merkeziyet için taşra reisleriyle "Sened-i İttifak" yapışı ve
ferman isteyenlere "Abe padişahın fermanı helvacı kâğıdı mı ki böyle ortamalı
edersiniz...?" deyişi, sultanı büsbütün korkutmuştu. Onun için Alemdar'ın amber
macununu -bir kaşık alıp bırakacağına- fıncanıyla birden yemesini asla affetmedi.
16
2- Ocaklı: Yeniçeri .. yerine düzenli ordu geçirmek, Sekban-ı Cedid - Ocaklı
16
aidatının "övünenlerden ..
lehine geri dönmesi" eğilimleri, "esnaf ve rençber
sürüsünden ibaret" olan yeniçerileri çileden çıkarttı.
3- Bürokrasi + burjuvazi + Rusçuk Yaranı: Hoşgörü ister: a) Terör: "Siyaset
için uzun uzadıya yargılamaı ve soruşturma gibi duruma başvurulmuyor, suçu ihbar
edilen adamın hemen tanıklarla yüzleştirilerek suçunun hafifliğine ya da ağrlığına
bakılmayarak hemen idam edil"iyordu. b) Kırtasiyecilik: "Oysa devlet memuırları ve
16
Alemdar Paşa ile birlikte gelen yüce dostları .. bu durumları gözönüne almayıp
işlerin yürütülmesinde öteden beri yürürlükte olan yollardan ayrılıyorlardı." c)
Soygun: Esame alım satımından kâra alışmış olan ocak eskileriyle sermaye sahibi
olan mal sahipleri tüccarlar".. Korkan burjuvazi de ihanet etmişti.
Alemdar bir barut mahzeninin üstünde oturuyordu. Bir gün bütün dost ve
düşmanlarının ihaneti önünde mahzeni ateşledi ve evini karınca gibi saran
yeniçerilerle birlikte havaya uçup gitti...
II- Asakir-i Mansure-i Muhammediye: Türkiye'de reform girişimleri daha
çok dış tembihlerle uyanmıştır dedik. Nitekim Rusçuk Cemiyeti faaliyeti Tilsitt
anlaşması sıralarına rastlar. Derken Avrupa kendi derdine düşer.1820'lerde dinginlik
bulunca yeniden Doğu sorununu parmaklar. Rum isyanı. Heteri Cemiyeti,1820'de
Ypsilanti'nin Kutsal Taburu ile Odesa'dan Romanya'ya yürür. Yaş şehrinde bildiri.
1821 Kalesi şehrinin zaptı. Mora isyanı... Yeniçerilik bir daha kofluğunu anlatır.
Çare? Çarların yaptığı: Türk Osterliçleri yeniçerileri temizlemek! Yunan savaşı
sırasında (1826'da) yeniçeriden "eşkinci" yapmak için her Orta'dan 150 kişi alındı.
Yeniçeriler Fransız usulü eğitim "istemezük" deyince, kışlaları topa tutuldu ve eski
ocakları yasak edildi. Bu yolla ilk düzenli ordu Asakir-i Mansure-i Muhammediye gibi
saltanatlı bir adla ortaya çıku. Ordunun oluşumu ve içyüzü isminden daha
karmakarışıktı. Ve besbelli oluyordu ki, yeni ordu, içsel bir gelişimden çok, bir
dışalım malı görünümündeydi. Moltke'nin mektubunda yazdığı gibi: "Rus setresi,
Fransız düzenleri, Belçika tüfekleri, Türk sarıkları, Macar eğerleri, İngiliz kılıçları; her
ulustan eğitmenleriyle hayatlarının sonuna kadar hizmette kalan askerlerden
19
oluşmuş bir ordu oluşturuldu."
Biliyoruz, Deli Petro, yalnız yeniçeriliği kaldırmakla kalmadı, "Sultan Mahmut-u
Adlî" de görünüşte olsun Deli Petro kadar "akıl" gösterdi: Traş ve kostüm
"devrim"lerine önem verdi. Giysiler Avrupalılaşacak, setre-pantolon giyilecekti.
Elbisenin biçimi, kumaşı bile belliydi. 1837'de bıyıkların uzanluğu emirnamesi
çıkarıldı. Sakal-ı Mahmutiye, iki parmak kesilecekti.
Derebeyi kırtasiyeciliğe karşı da burjuva önlemi alındı. Divan yerine, her sorun
ait olduğu daire başkanıyla konuşulacaktı. Amaç, maliye işlerini düzeltip devlet
gelirlerini arttırmaktı. Ama adam bulunamıyordu. Çünkü o zamanda "okuma yazma
20
bilen bir Türk kendisini alim sayıyor"du.
III- Tanzimat-ı Hayriye (1839): Türk sanayi burjuvazisi doğma emelinde.
Eski kurt gayrı-Türk, gayrı-müslim Osmanlı burjuvazileri bir şeyler istiyorlar. O
zamana kadar Türkiye'de gümrük siyaseti salt eskiden beri yapılmış kapitülasyonlara
göreydi. İki tür gümrük vardı: 1- Dış gümrük: Amediye, reftiye, mürûriye (ithalat,
ihracat, transit); 2- Kara gümrükleri: bir yerden başka yere taşınan eşyadan şehir,
kasaba ve geçitlerde alınan baç, ihtisabiye, kalemiye, ruhsatiye, kantariye... Kara
gümrüklerinde, bir yerden bir yere taşınan eşyadan %8 ve biçimi değiştirilen
eşyadan (yabancı ya da Osmanlı kökenli olsun) yine %8; sonra, ilk maddenin
gümrüğü kısmen verildiyse %6, tamam gümrüklü ilk maddeden eşya yapılırsa %2
ile 4 resim alınırdı. Yabancı sermaye ve onun Osmanlı temsilcileri bu yükün altından
kalkmak istiyor. Ne yapsın? En kolay yol, reform istesin... Rusçuk Cemiyeti
zamanında bizzat burjuvazi derebeylikle el ele vermiş ve dışa karşı tutunmaya
uğraşmıştı. Asakir-i Mansure-i Muhammediye ile birlikte yabancı mallarına,
usturasından kumaşına kadar, geniş bir Osmanlı pazarı sağlanmış gibiydi. Ama bu
pazardan belki Osmanlı sermayesi.de yararlanmaya kalkışabilirdi. Bu binbir tür
gümrük ve resimlerden yakayı sıyırmadıkça yabancı mallar ücra köşelere kadar
sokulamayacaktı.
1839 yılı fırsat yılıdır. Fransız sermaye uzmanlarının beslediği Mehmed Ali
Paşa Mısrî 30 bin düzenli askerle Suriye ve Torosları aşarak Reşid Mehmed Paşa'yı
Konya'da esir almıştı. Ruslar İstanbul'da muhafızlık yaparken padişah bir daha
(birinci yenilgiden 6 yıl sonra) Suriye'ye inmek ister. Nizip yenilgisi. Mısır üzerine
gönderilen donanmayı, komutanı düşmana teslim eder. Ve bunlara dayanamayan II.
Mahmut 2 Haziran'da ölmüş, yerine 16 yaşında Mecid geçmiştir. Sadârette, Londra
16
elçiliğindeyken Avrupa yasalarına aşık olan Reşit Paşa bulunuyor. Reşid Paşa ... toy
padişahı da kandırır ve 3 Kasım'da Gülhane Hatt-ı Humayunu'nu, müneccimin
saptadığı uğurlu saat ve dakikasında, yabancı başkanlarla elçiler huzurunda, 101
pâre top atılırken okur...
Hattı-Hümayun da Hatt-ı Humayun ha.. Meğer 150 yıldır Kuran'ın hükümlerine
ve Şeriat yasalarına tam olarak uyulmadığından "zaaf ve fakr" ortalığı sarmış, onun
için "yeni düzenler" gerekli olmuş, "bu gerekli yasaların asıl maddeleri bile can
güvenliği ve ırz, mal ve namus korunması ve verginin belirlenmesi ve gerekli
askerlerin nasıl sağlanacağı ve ne kadar süreyle hizmette tutulacağı maddelerinden
ibaret"miş. Madde 1- "Dünyada can ve ırz ve namustan önemli bir şey" yoktur. 2"Mal güvenliği maddesinin yokluğu durumundaysa herkes ne devlet ve ne ulusuna
ısınmayıp ve ne mülkün imarına bakmayıp devlet ve ulus gayreti ve yurt sevgisi"
kalmaz (burada yurt ve ulus aşkının kökleri sinikce belli ediliyor). 3- Vergi: İltizam
"bir ülkenin siyasal düzenini ve mali konularını bir adamın keyfine ve belki zorbalık
ve kahrının pençesine teslim" eden "tahrip araçları"dır. "Bundan böyle her bireyin
mal ve gücüne göre uygun bir vergi" belirlenecek. 4- Maliye: Devletin "karada ve
denizde askeri masrafları vb. bile gerekli konularla sınırlanacak ve belirlenecek. 5Asker: Sürekli ve keyfi değil, "dört ya da beş yıl süre istihdam dolayısıyla bile bir
nöbetleşme yolu" konulacak. 6- "Rüşvet iğrenç şeyi" yasayla yasak edilecek...
Bunlar işin yaldızı. Ama yaldız bile tutmuyor. Ülkede iki de parti vardı: 1- Reşit
Paşa: İngiliz yanlısı; 2- İhtiyar Türkler (Rıza Paşa): Rus yanlısı... İç siyaset yok...
Reformu bunlar nöbetleşe yapacak! Asker gene müslümanın ebedi sanatı olarak beş
yıl nizamiye, yedi yıl redif oldu. Mülki yönetimde vali, defterdar, komutan diye
yapılan sınıflandırma içişleri, maliye, dışişleri bakanlıklarına bağlandı. Fakat il
meclisleri, yerli "muteberan", valileri kontrol edeyim derken bütün reformu
durdurur. Maliye, gümrük ve vergi almak için "namuslu" adam bulunmadığı için
tekrar mültezim "tarih araçları"na bırakılır.
Eski tas eski hamam. Sosyal yapıda kıl kadar değiştirilen bir şey yok. Devamlı
kalan etki salt şu yaldızlı sözcüklerin altında belli olmayan ekonomik değişikliklerde
oldu. Gümrük tarifeleri, eskisi gibi azami tarife esası üzerinden değil de, yapılacak
yeni ticaret anlaşmalarında her devletten ne kopartabilirsene döndü. Önce Fransa
ile, fakat sonra hemen bütün devletlerle aynı koşullarda olmak üzere anlaşmalar
yapıldı. Avrupa sermayesi sapına kadar başarılıydı:1- Kara gümrükleri: Avrupa
mallarının transiti için yoktur; 2- Transitten: Yalnız % 3; 3- İthalattan: Karaya
çıkınca %3, satılınca %2 resim alınacak; 4- Ya ihracat! Türkiye ürünleri,
inanılmayacak derecede maskara bir gümrük engelleriyle kuşatılmıştı: Osmanlı
ürünü iskele bölgesine girince %9, gemiye yüklenirken %3 ihracat resmi verilecekti.
Yani Avrupa malları %3-5 ile girecek, Türkünki % l2 ile çıkacak!
İşte Reşit Paşayı "büyük" yapan madde... Bütün bunlardan amaç, adı Osmanlı
olan sınırlı yabancı banka da imparatorluğun tepesine dikilmişti. Daha sonraları
topyekün ithalattan %5, ihracattan %12 resim alınmaya başlandı. Bu anlaşmalar
sözde yedi yılda bir değişiklik ve uzatılmaya uygun. Fakat aradan üç yedi yıl
geçmeden Avrupa bezirganının keyfıne toz kondurulamadı.
IV- 1856 Şubat Reformu Fermanı: Tanzimat-ı Hayriye'den beri 17 yıl
geçti.1848-50 Avrupa devrim dalgası yatıştırıldı. Doğu sorunu günün sorunudur:
Daha 1844'te Çar Londra'ya gittiği zaman, ölen Türkiye'yi paylaşalım demiş de,
Palmerston'u III. Napolyon + Sardunya ile birleşmeye mecbur etmişti.1848 dalgası
aştıktan sonra, aynı Nikola aynı İngiltere'nin elçisi Sir Hamilton Seymour'a, Kışlık
16
Sarayı'nda (9 Kasım 1853) şunu öneriyor: "Kucağımızda bir 'hasta adam', ...
şekilde hasta bir adam var; gerekli önlemleri almadan önce bunu kaçırırsak çok
yazık olur." Girit'le Mısır'ı İngiltere'ye verir. Kendisinin İstanbul'da gözü yoktur, salt
Sırp, Eflak, Boğdan, Bulgar bağımsız prensliklerini -ele güne karşı perişan
kalmasınlar diye- koruması altına alacak...
Derken, Baltık Başkomutanı, Bahriye Nazırı, Finlandiya Genel Valisi "Prens
Menşikov, Tuna imaretlerinde mola veren askerlerle gözü önünde karadan gemiye
ve gemiden karaya çıkarma manevralarını yaptırdığı Sivastopol ordusunu gözden
geçirdikten sonra, İstanbul'a haddinden çok aşkın ve taşkın bir ortaoyununa çıkar
gibi bir giriş yaptı. Emrinde, Karadeniz Rus fılosu amirali, bir parti komutanı, birçok
emir subayıyla elçilik yazmanı genç M. de Neselrod gibi oniki kişi bulunuyordu. Rus
ve Rum halkı kendisine öyle bir kabul töreni yaptılar ki, onu Tsarigrad'a temizlik ve
bağlılığını sunmaya gelmiş, ortodoks çarın ta kendisi sanmak olanaklıydı. Fuat
Efendinin görevine son verilmesinden başka, Menşikov'un, sultandan Türkiye'de
oturan bütün hıristiyanların korumacılığıyla birlikte Rum Patriğinin atanma hakkını
da Rusya imparatoruna bırakmasını ısrarla istediği; Sultan'ın Fransa ve İngiltere'nin
korumasına başvurduğu; Britanya işleriyle görevli Miralay Rose'un, İngiliz fılosunun
hemen Adalar denizinde kendini göstermesini istemek için Wasp gemisini alelacele
21
Malta ya gönderdiği; ve Rus gemilerinin Çanakkale yakınlarında Kilia'da demir
attığı haberi, Londra ve Paris'te heyecan ve duygulanmayı son aşamasına vardırdı.
Paris'te çıkan Le Moniteur Fransız Taulon fılosunun Yunan sularına varma emrini
22
aldıgını bildiriyor."
Fransa 1848'den beri ihmal ettiği Kamame kilisesini, üç yıl önce
ortodokslardan almıştı. İşte bu olağanüstü elçilikle de Rusya Türkiye'nin "sonsuza
dek" müttefıki olmasına karşılık, Türkiye'deki ortodoksların koruyuculuğunu
istiyordu.1839'larda sahne kahramanı Reşit Paşaydı; şimdi Ali ve Fuat Paşalar
aktörlükte. Yabancı güçlere dayanarak Çarın elçisine adeta gülünç bir oyun
oynadılar. Rus ordusu Eflak ve Boğdan'ı işgal etti. Avusturya ve Prusya tarafsız
kaldı. Fransız + İngiliz donanması Çanakkale'deyken Nakimov Batum'a Osman
Paşaya erzak götüren Osmanlı donanmasını Sinop'ta yaktı. Fransız ve İngilizler
Sivastopol'u kuşatıp tahrip ederken, gavurun Piemonte hükümetinden de 15 bin
kişiyle kuşatma ordusu 130 bin kişiye çıkarıldı. 352 ğgün kuşatma, 3 savaş, 3
saldırıdan sonra İngilizler savaşa, Fransızlar barışa taraftar.
25 Şubat 1856 ünlü Paris Kongresi: Osmanlı ülkesinin tamamı + Tuna, Boğaz
ve Karadeniz tarafsız + Eflak ve Boğdan özerkliği... Ve bunlardan başka da
Türkiye'de reform istendi. Tekrara gerek yok. Reformu Türkiye'de isteyen bir Türk
burjuvazisi var mı, yok mu? Henüz sesi duyulmuyor. Fakat Avrupa sermayesinin
destekçisi olan Türk ve müslüman olmayan sermayedarlar reform istiyor. Zaten
incelenirse görülür ki, "Islahat Fermanı" adını taşıyan şey baştan başa müslüman
olmayan unsurların ekonomik ve sosyal serbesti ve ayrıcalıklarını bir daha
tanımaktan ve genişletmekten ibarettir. Türk burjuvazisi, aslanların artıklarıyla
geçinen tilkiler gibi, bu vesileyle kendisine düşecek olan kırıntılara bin hamd ve
şükrederek Ali ve Fuat paşalarını göklere çıkarmakla meşguldür.
Şubat 1856 Islahat Fermanı: "Mezhep farkı gözetmeksizin Osmanlı uyruğunun
özgürlük ve yasal eşitliği" diyor. Fakat bu eşitlik elbette "burjuva eşitliği", yani
lâftadır. Fakat bu kez bizzat burjuvazi için de lâfta: Madde 1- Din serbestliğini
bütünler ve sonra; 2- Müslüman olmayan toplulukların ayrıcalık ve bağışıkları kalıcı
+ Yalnız armağan ve gelirler yerine "patriklere ve topluluk başlarına belirli gelir
ayrılması", ruhbana maaşlar ("fakat hıristiyan rahiplerin taşınır ve taşınmaz
mülklerine herhangi bir zarar olmayacaktır") + Ulusça olan işleri "ruhban ve sıradan
halk beyninde seçilmiş üyeden oluşmuş bir meclis" görecek. 3- Zorla din değiştirmek
yok + "Uyruk sınıflarından... bir sınıfın diğer sınıftan aşağı tutulmasını içine alan tüm
deyimler, sözler ve ayırmalar divan yazışmalarından sonsuz olarak ortadan
kaldırılmış"tır. 4- Memuriyet: Askeri ve mülki okullar herkese açık + Çeşitli eğitim
16
meclisi (öğretim yöntemini - öğretmenleri - özel eğitim kurumlarını ... ). 5Mahkemeler: Müslüman olmayan sorunda varsa "karma divanlarda" (verasette:
istenirse müslüman olmayan meclislerinde) çözülür. 6- Gene. 7- Hapishanede "insan
haklarını adliye hukukuyla uygunlaştırma", "eziyet ve işkenceye benzer tüm
uygulamalar bile tamamen kaldırılacak". 8- Zaptiye: mal ve can güvenliği. 9Askerlik: Müslüman fiili hizmet edecek. Müslüman olmayan bedel verecek! 10Seçimler: Hıristiyanların da katılımına uygun olacak.11- Yabancılara "mülk tasarrufu
izni".12- Verği: İltizam hele aşar yerine taksit taksit doğrudan tahsil. Yerel teklif
"ürünlere halel gelmeyecek ve iç ticarete engel olmayacak". Bütçe düzenlemesi
uygulanacak. "Maaşların güzelce ödenmesine girişme"... (Galiba Ali Paşalara en çok
oy ve ün getiren bu nokta olacak...) 13- Yüce Meclis: "Her bir topluluğun
başkanlarıyla" + "Padişah tarafından atanacak" yeminli ve birer yıllık memurlardır ki,
"gerek olağan ve gerek olağanüstü gerçekleşen oturumlarında oy ve düşüncelerini
doğrudan ifade edecekler ve bundan dolayı asla zarar görmeyeceklerdir." 15- Söz
konusu yasa gözünde her "sınıf ve memuriyet" eşit,16- Sermaye siyaseti: "Yüce
devletin madeni para usulünün düzeltilmesiyle mali işlere saygınlık verecek banka
benzeri şeyler yapılıp Osmanlı ülkesinin maddi servet kaynakları olan konulara
gerekli olan sermayelerin bulunmasıyla ve ürünlerin nakli için gereken yol ve
cetvellerin açılmasıyla ve tarım ve ticaret işinin genişlemesini engelleyen nedenlerin
yasaklanmasıyla uygulanacak ve bunun için Avrupa'nın eğitiminden, bilim ve
sermayesinden yararlanılmaya bakılacaktır."
Reformun özeti: 1- Salt müslüman olmayanları koruma (elbette ayrıcalıklı
yabancılar korumanın içindedir); 2- Mali reform ve bütçe sistemi: Yabancı
denetimine karşılık gelecek ve uygun olacak bir aygıt gerek; 3- Yabancı sermaye: ile
"banka benzeri şeyler yapılıp" tarım (yani Avrupa'ya gereken ilk madde) ve ticaret
(ki zaten Türk olmayanların elindedir) genişletilecek... Bu dönemden olumlu bir
girişim olarak kalan bir şey var: "Gençleri Avrupa yöntemiyle yetiştirerek yönetim
memurlarının ıslahı" için açılan Galatasaray okulu... İlk burjuvalaşan Türk unsurlar
bu okulda maya aldı.
V- "Genç Türkiye" Derneği ve Kanun-i Esasi: 1854 Kırım savaşı Osmanlı
tarihinin en büyük dönüm noktasıdır. O tarihe kadar yarım yüzyıldan fazla süren
Avrupalılaşma hareketleri, yıllanmış ve köhnemiş derebeylik iktidarını ve rejimini bir
kurt gibi için için kemiriyor ve burjuva çağlarını hazırlıyordu. O zamana kadar
mültezimler, mukataacılar, madrabazlar vb. tarzında daha çok devlet işlevleri
çevresinde asalaklar gibi türeyen Türk kapitalist unsurlar, ülkenin mali hayatına
egemendiler. Fakat mali hayatın özellikle ticari çalışma alanı salt levantenler +
gayrı-müslim Osmanlılar elinde kalmıştı. Kırım savaşıyla birlikte Türkler Avrupalılarla
doğrudan temas olanaklarını buldular. Kırım savaşı sermayenin birikişi +
derebeyliğin yıkılışında en büyük etken olan Duyun-u Umumiye sisteminin yıldırım
hızıyla başlaması demektir. Ve işte asıl dönüm noktasını ve burjuvazinin sahnede
söz sahibi görünmesini bu Kırım savaşının açtığı kamu borçlarında arayıp bulmak
olanaklıdır. Gerçekten de, 1854'te sorguçlu Mecid'in bismillah deyip açtığı %80 ihraç
değerli 3 milyon sterlinlik ve ertesi yılki 5 milyon sterlinlik iki borçla Mısır İngiltere'ye
ve İzmir gümrükleriyle birlikte Suriye de Fransa'ya peşkeş çekilivermişti. Bir kez
başlayan Duyun-u Umumiye 20 yıl içinde kabak çiçeği gibi açıldı ve 15 borçlanmayla
238 milyon altın liralık borca girildi. Bu arada 1860'ta, gümrük siyasetinde de yerli
burjuvazinin lehine doğru bir değişme başladı: Önce gene. Fransa, sonra İngiltere,
Avusturya, Sardunya, İsveç, Sicilyateyn, Danimarka, Toskana, Belçika, Prusya,
İspanya; Rusya ile yeni anlaşmalar ve ayrıca bir tarife yapıldı. Yeni tarifeye göre
ithalattan %8, ihracattan 7 yıl sonra % 1'e inmek üzere %8, transitten % 1 gümrük
resmi alınacaktı. Yani yabancı mallardan 3 puan fazla resim vurulurken, yerli ürünler
yavaş yavaş gümrük baskısından kurtarılıyordu. Oran, nicelik itibarıyla hiçti, fakat
nitelikçe kökten bir değişimin karşısında bulunulduğu açıktı. Yerli sermaye karşı
koyma gücünü arttırıyordu.
3 yıl sonra Osmanlı Bankası cenapları, Osmanlılığın işini daha yakından
bitirivermek için, bizzat İstanbul'u şereflendirdiler. Kâğıt para kalpazanlığı, banka
manevraları, dalgalı dalgasız borçlar duman attırıyorlar... Bir yandan Rumeli
demiryollarının skandallı borçlanmaları sürüyor, bu hay huy arasında Fuat (1869) ve
Ali (1871) paşalar, yapılacak işleri kalmadığını anlamış gibi birbiri arkasından
göçerler. Yeni adamlar gerekir.
1875: İflas borusu, yuf borusu çaldı! Bir yıl önce bütçe geliri 25 milyonken,
238 milyon borçlanılıp 127 milyon lira alınan borçlar yüzünden (ki bunların da yalnız
12 milyonu Rumeli demiryollarına aitti) mürettebat 13 + dalgali borç 17 = 30
milyonluk bir ağırlık altında kalınılmıştı. Osmanlılık bütün hazineyi devretse gene
borçlu kalıyordu.1875 Ekiminin 6. günlü bir kararname, 7 ve 10. günleri bir tebliğ
yayınladı: 5 milyon borç açığı yüzünden 6 Ekimden itibaren 5 yıl borç faizlerinin
yarısı para, yarısı da %5 faizli tahvillerle ödenecek... Tahviller 5 yılda ödenmezse
süre uzatılır. Yeni borçlanma çıkmayacak.
Ağır vergiler... Bosna-Hersek, Bulgar ayaklanmaları... yeni ıslahat fermanı...
Düvel-i Muazzama Osmanlı'ya ortak bir nota verir: Lâf değil, iş istiyorlar.
Işte o sıralarda Genç Türkiye Partisi'nin adı ve sanı işitiliyor. İlk kez olarak
Türk burjuvasisinin bağımsız ve açık sesi... Ama yine kendi gücüne ve halka değil,
yabancı devletlere güveniyor ve başvuruyor.1876 Martında yabancı devletlere
verdiği bir bildiride okunur:
"Eger yüce devlet (Osmanlı devleti) bir zorba hükümdara bağımlı olacak yerde
bütün uluslar ve çeşitli mezheplerin temsilcilerinden derleşik bir danışma meclisine
dayanarak hükümet olan bir akıllı hükümdara sahip olsa her tür tehlikeden
korurımuş olur. lşte en uygun ve gerçek çözüm yolu budur. Kuran'ı Kerim
hükümlerine de aykırı değildir."
Anlamak güç değil. Genç Türkler henüz Genç Osmanlılar bile değil; ihtiyar
Osmanlılar gibi düşünmekten kurtulmuş değillerdir. Zaten takındıkları ad da
kendilerini yeteri derecede karakterize eder: Malum, 1830'larda Avrupa'da da, her
burjuva uyanışına eren ülkenin "genç"leri vardı: genç İtalya, Genç İsviçre, İspanya
vb... Hattâ bu bir ara "Genç Avrupa" şeklini almıştı. Bu örgütü ilk kez 40 yaşından
aşağı üyeden oluşmak üzere Cenevizli avukat Mazzini kurmuştu. Üyeleri hukukçu,
yargıç, öğretmen, subay gibi aydın küçük-burjuvaziden; sloganı "özgürlük, eşitlik,
insanlık, bir Allah, bir hükümdar, ilahi kanun"... İşte bizim Genç Türk Partisi de
tıpatıp buydu. Onun için Türkiye'deki adı haklı olarak "Yeni Osmanlılar" oldu. Yeni
Osmanlıların siyasal başı Mithat Paşa, edebi başı Namık Kemal ve Ziya Paşa'ydı. Yurt
ve özgürlük edebiyatı onlarla açılır. Fakat öğretilerinin kıtlığı bunları hayalci kalmaya
mahkûm ediyordu. Yeni Osmanlı Cemiyeti kaçık Murat'ı özgürlükçü yapmakla ülkede
devrim başarmayı kurdu. Murat tahta çıkıp da çıldırınca, en kabadayıları: "Mematı
etse gönül çok mu şevk ile bahiş / Azab ederse de Allah eder cehennemde" (Namık
Kemal) tarzında melankolinin en kötüsüne yuvarlandı. Tıpkı Reşit, Fuat + Ali
paşalann dönemleri gibi, Mithat paşanın Genç Osmanlılığı da, devrimciliğe değil,
"Kuran'ı Kerimin hükümlerine karşı" olmamaya uğraşıyordu.
Öykü basittir: Bulgar ayaklanması üzerine "bilim öğrencileri" (Anlaşılıyor ya, o
zamanki devrim henüz medreseden çıkıyor. Namık Kemal bile "o zamanın pek büyük
bilginlerinden sayılan kişilerden tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, tasavvuf, Arap edebiyatı,
Acem edebiyatı öğrenip duruyordu. Evet, genç softalar...) saray çevresine gelirler.
"Kaçar mı mert olan bir can için meydan-ı gayretten" deyip de örümcekten ödü
patlayan "Özgürlük Kahramanı" Namık Kemal gibi, bir oturuşta bir kuzu dolmasına
gık demeyen "Istibdat Pehlivanı" Abdülaziz de korkmaya hazırdı: Softacağızlara ne
istediklerini sorar. Softacıklar ne bilsinler ne istediklerini? Onu burjuvaziye sormalı:
Hiçbir şey istemiyoruz diyorlar, fakat bugünkü hükümetin kötü olduğunu görüyoruz.
Vay öylemiymiş? Hemen "bugünkü hükümet" tepesi aşağı! Mahmut Nedim Paşa (18
Mayıs) yerine Genç Türkler geçirilir (19 Mayıs). Artık siz olsanız Pehlivanı baş belası
tutar mısınız ya? Bakanlar Şeyhülislamla "ittifak kurarak" "hükümet yönetimindeki
aczi"nden dolayı Sultan Aziz'i hal (30 Mayıs 1876) eder. Yerine Murat-ı Hamsî
getirilir. Ama cennetmekân, cinnet mekân oluverir. Yeni Osmanlılar bu işe
şaşakalırlar. Tuttukları ellerinde kalıyordur. Derken efendim, sabah olur erken:
Essultan İbn-üs Sultan Abdülhamit Han duzah-mekân tahtta beliriverir... "Kader"!...
Hamid enayilere pabuç bırakan takımından değil. Önce şuradan buradan
toplaşan
"yurtsever"lere
çelebice
birer
kandilli
selam
gönderir.
Önce
"başıbozuklar"ıyla yalnız yüz kadar Bulgar köyünde 30-40 bin "domuz çobancığı"nı
boğazlayarak Bulgarları bastırır. Bu sırada çelebilere sorar: Ne istiyorsunuz? Kanun-i
Esasi-i Osmani mi? İstemediğiniz bu olsun. Hele bir "Encümen-i mahsus" kurun.
Başkanı Server Paşa, üçü hıristiyan olmak üzere 16 mülkiye memuru + 10 ülema +
2 general... Tamam mı? Haydi bakalım şimdi, ayıklayın pirincin taşını. Zaten amaç
Avrupa delegelerinden oluşmuş "Özel Reform" Encümenini suya düşürmek...
Dışişleri Bakanı Saffet Paşa Avrupa merkezlerini harıl harıl Kanun-i Esasi haberleriyle
şişirir: 12 Ekim 1876'da yerel meclislerin birer anarşi olduğu şimdi seçilmiş bir
merkezi meclisle hükümetin atadığı bir "Halk Meclisi" seçileceği vb... Encümeni
Mahsus, padişahın haklarını sınırlamakta aynı fıkirde. Ama seçim konusunda "ulema"
ayak direr. Sonunda muhafazakârlıkla boğuşmaktan akla karayı seçen Mithat Paşa
Şeyhülislamı kandırır. Bürokrasinin deyimiyle "baştansavma" bir Kanun-i Esasi 1
Aralık 1876'da hazırdır: 1- Bakanlar milletvekilleri huzurunda sorumlu olacak; 2Basın özgürlüğü ve toplanma, mahkemelerin bağımsızlığı, il yönetimince mezuniyet
dağıtımı, ilk eğitim zorunluluğu" tekerlemeleri yuvarlanacak; 3- Tabii hiç unutmaya
kalkışmayın: "Devlet-i Osmaniye'nin dini islamdır" vb... Dışişleri Bakanı şişirmecede
berdevam: 23 Aralık "Devlet-i Osmaniye'de özgürlük, adalet ve eşitlik derecesini,
yani uygarlığın galebesini sağladıktan sonra... Kanun-i Esasi, bir vaatten ibaret
değildir. Tam tersine, bütün Osmanlıların malı olan ve hükümlerin uygulanması
ancak uluslarla padişahın isteklerini birleştirerek ertelenebilen (Anladınız ya,
padişahla ulus birleşirse Kanun-i Esasi de yoktur!) bir gerçek ve kesin kanundur,
vb., vb..."
Yabancı devletler Dersaadet Konferansı'nda Bosna-Hersak + Balkanlarm
kuzeyi için özerklik; ötaki illerdeki hıristiyanlar için yeni güvenceler ister. Reformun
uluslararası encümenin gözetimi altında yapılmasında ısrar eder. 1877 Ocağında bu
teklifi Bab-ı Ali reddeder. 31 Martta Avrupa teklifleri yineler. Mebusan Meclisi de
reddeder.
1877 yılında, toz duman arasında, Türk burjuvazisi domuzdan kıl koparma
fırsatını kaçırmadı: Türkiye'de dokunan kumaşlar yün, pamuk ve ipek ihracat
resminin dışında bırakıldı, o kadar.
Şubat 1877'de Mithat Paşa birdenbire istifa etti. 24 Nisan'da Rus orduları
Tuna'yı geçti. Osmanlılar önce başarılı olurken paşa zınltısı yüzünden bozguna uğrar.
31 Aralık 1878'de Ruslar Edirne'de. İngiliz donanması İstanbul'a gelince, önce 3
Mart 1878 Ayastefanos anlaşmasında "autonomie ou anatomie" diyen Ignatiev'in her
teklifine eyvallah denilir. Fakat Avrupalılar buna gelemez. Sonunda Berlin Konferansı
Ayastefanos'u biraz "değiştirir". Hasta adamdan herkes birer parça koparır alır.
Berlin Anlaşması Madde 62- "Her ulustan Avrupa ve Asya Osmanlı ülkelerinde
yolculuk yapar ruhban ve züvvar aynı hukuk ve yarar ve ayrıcalıklardan (ayin
serbestisi, mülki ve siyasi memuriyet ve şeref, "sanat ve sanayi uygulamasında"
toplulukların ilişki ve hiyerarşisinde vb...) yararlanacaklardır. Osmanılı ülkesinde
oturan konsolos ve politika memurlarının gerek yukarıda anılan kişileri ve gerek
kutsal yerler vb. de varolan dini tesislerle hayır tesislerini resmen koruma hakları
onaylanmıştır."
***
Genel Sonuç:1- Kendi gücüne dayan: Türk burjuvazisinin acıklı doğuş tarihi
bize bir şeyi öğretiyor: Herhangi bir ülkedeki herhangi bir sınıf kendi kurtuluşu için
herşeyden önce kendi gücüne ve sınıfsal devrimci hızına dayanmalıdır; hattâ bu
ülke, Türkiye gibi, bütün Avrupa'da burjuva devrimleri yapıldıktan yarım yüzyıl sonra
aynı burjuva devrimi tekrarlamaya kalksa bile... Türk burjuvazisi -elbet somut
koşulların da zoruyla- salt dış güçlerle fırsattan yararlanarak harekete geçmeyi
düşündükçe, ciddi bir devrim değil, esaslı bir reform bile elde edemedi. Ancak
uluslararası denge koşullarından yararlanmayı, ulusal ve toplumsal yapısındaki sınıf
ilişkilerinden doğan ve çalışkan ezilmiş sınıfları sürükleyen akımla birleştirdiği zaman
kendi bağımsız sınıfsal kurtuluşunu üstün çıkardı. Harekete gelen Türkiye
proletaryası ve onun keşif kolunu tarihsel dersi, ola ki başka bir sınıfa da ait olsa,
kendi defterinin bir kenarına kaydetmelidir. Çünkü bugün hâlâ çevresini saran geniş
orta sınıflar ve ezilen ırklar içinde, dıştan bir mehdi bekleme psikolojisi egemendir.
Bu, emperyalizm bünyesinin uluslararası biricik bir sınıf ilişkileri bütünlüğü yarattığı
hakkındaki görüşten doğma bir kanı değil, yüzyıllarca süren Osmanlı burjuvazisinin
sınıf mücadelesi tarzındaki pısırıkça ve pasif düşünceleridir.
2- Şovenizm demagojisini at: Osmanlı İmparatorluğu büyük hıristiyan uyruk
burjuvazileri ve yabancı devletlerin oyuncağı haline gelmişti. Türk burjuvazisi Türk
derebeyliğinin izinden yürüdü: Türkiye çalışkan ve ezilen halk kitlelerinin sınıf
mücadelesini, daima dinsel ve ulusal ajitasyonla dışa ve yabancı dinlere karşı
yöneltmekte, örneğin Türk ve müslüman olmayanlara karşı düşmanlık şekline
dökmekte devam etti. Bugünkü burjuvazi, aynı geleneği yeni ve devrimci sözcükler
altında yürütmek istiyor, oysa Türkiye'de hiçbir sınıf ezilen ve çalışkan sınıflar kadar,
işçi ve köylü sınıfları kadar içten anti-emperyalist değildir. Bu yüzden
anti-emperyalist mücadele Türkiye devrimcileri için elifbadır. Fakat emperyalizm
düşmanlığı "kuyrukçu ve denetçiler"in yaptıkları gibi, ulusal burjuvaziye karşı sinik
bir uzlaşma biçimine sokulmamalıdır. Türkiye halkı egemen soyguncu sınıflardan bin
kere daha içinde anti-emperyalisttir. Fakat kendi burjuvazisinin bu alanda kör aracı
değil, gerekirse bilinçli, bağımsız ve kaçamağa meydan vermez ve herşeyden önce
toplumsal devrimci müttefiki olabilir ve asla, Türk burjuvazisinin aynı derecede
soyguncu ve zalim özelliğini unutamaz.
BİR DAMLA: MEŞRUTİYET BURJUVAZİSİ
"Lütufkâr velinimetimiz padişahımız efendimiz hazretlerinin hilafeti koruyucu
ulu cenaplarının kurucusu oldukları anayasanın yürürlüğe konulmasıyla Meclis-i
Mebusanın açılmasını emir ve ferman buyurmalarından dolayı ...vb., vb...
Anayasanın zamanın zorlamasıyla uygulanmaması kutlu padişahın fıkir ve arzusu
dışında olduğundan ...vb."
İşte Türk burjuvazisi Meşrutiyet güneşi altında bu salavatlı tekbir sesiyle
*5
göründü. Özgürlük - adalet - eşitlik - kardeşlik balonlarını böyle uçurmuştu. Türk
burjuvazisi, derebeylikle daha ciddi bir çarpışma yapmadan önce sarmaş dolaş
olmaya can atıyordu. O boş yere dramatize edilen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
andındaki birinci maddeye göre: "Zat-ı şahane Meşrutiyete sadık kaldıkça nefs-i
şahaneleri muhterem"di.
Türk burjuvazisinin devrimci hareketi 1876'lardaki ekonomik, mali ve siyasal
bunalım sırasında ilk kez dirilmişti. Fakat o zaman bu hareket epeyce "platonik" ve
şekilsiz bir akımdan başka bir şey olmadı. Hattâ kazara kurulan Meclis-i Mebusan
23
üyelerinden ... Eclaire gazetesine gönderdiği bir mektupta bunu, sanki iftihar
edilecek bir şeymiş gibi açıklıyordu:
"Genç Türk Partisi hiçbir kişiye bağımlı değildir, ne şahsın ne de bir partinin
egemenliğindedir. Genel amacı üretmek için bütün zekâ ve sadakatların
birleştirilmesidir. Bu, zulümler ve baskılar sonucu olarak vicdan sahibi adamların
yardımıyla yayınlar yaparak hakkını tanıtmak isteyen ulusal eğilimlerin genel
kuruludur."
Burjuva devrim hareketinin şekilsizliği, Türk burjuvazisinin henüz devrimci bir
sınıf olarak şekillenmemiş olmasından ileri geliyordu. O zamanki Türkiye'de varolan
bütün burjuvalaşmış ya da burjuvalaşma eğilimindeki zümreler gayrı-Türklerdi.
Türkler iki zümreydi: 1- Memur ve rantiye hazır-yiyiciler; 2- İşçiler... Ahmet Hasan
Matbuat Hatıraları'nda bu özelliği şöyle anlatır:
Türk olmayanlar:1) Yerli burjuvalaşan unsurlar: "İstanbul Baş Defterdarlıgında
bulunmuş olan büyük babam Muhtar Efendiden kalma Vaniköy'deki yalımızda ben
dünyayı ilk görüp anlamaya başladığım zaman aile doktorumuzun adı Andonaki,
eczacımızın ise Petraki'ydi. Babamın sarrafı Artin'di. Bakkalımız Bodosaki, terzimiz
Karnik kuyumcumuz Garpis, berberimiz Yani'ydi. Yalımızın önünden kayıkla geçen
tefeci Mişon, gevrekçi Yanko, yemişçi Vaşil bize her gün mal satardı. Yalıda
sandalcımız Dimitri'ydi, ayvazın adı İstepan'dı, eve gelen bohçacı kadın Mannik
Dudu'ydu. Yalının tamir kalfası Hristaki'ydi." Daha aşağıda ekliyor: "Boğaziçi'nden
İstanbul'a bizi indiren vapurların kaptanlarının hiçbiri Türk değildi. Demiryolu
yönetimleri, bankalarda, karantina ve fener yönetimlerinde tek bir Türk görülmüş
değildi.
"Kitabımın birinci cildinde yazdığım gibi, gazetecilik, kitapçılık ve matbaacılık
bile, herşey gibi Türk olmayanların elindeydi. Günlük gazetelerin sahipleri Çirçil,
Filip, Mihran, Nikolaidi adlıydı. Dergileri Karabetler ve Gas- parlar, Ohannesler
24
çıkarırdı."
2) Yabancı kapitalistler: "Türk uyruğu olduğu halde Türklükle ilgisi hiç
derecesinde olan bu topluluğun yanında daha acıklı bir topluluk daha vardı. Bu da
İstanbul ya da İzmir'de belki yüz yıldan beri yerleştikleri ve işler tuttukları halde
ceplerinde belki hiç tanımadıkları bir ülkenin pasaportunu taşıyanlar, levantenlerdi.
Kapitülasyon rejiminden yararlanan levantenler cennetteymiş gibi vergisiz,
denetimsiz Türkiye'de yaşarlardı. Ve bunların her birinin o zamanki hayatı ve
ayrıcalığı yabancı elçiler mertebesindeydi. Onlara 'Frenk' derlerdi. İzmir'de Frenk
mahallesi bile vardı. Beyoğlu onların saltanat sürdükleri semtti. Harç veren yalnız
Türkterdi ve biz bunu doğal bulurduk."
Türkler: 1) Rantiyeler: "Biz bu bir sürü yabancının alışverişini çok doğal
buluyorduk. Paralarımızı onlara düşünmeden verirdik. Çünkü İstanbul'un Türkleri ya
Mevleviyet ödenek ya da arpalık parası alan başı sarıklılardan, ya da maaşlı olarak
kalemlerdeki memurlardan ve subaylardan ibaretti ve ticarete, sanayiye, esnaflıga
horgörmeyle bakardı. Bu işleri İstanbullu beyler kendilerine lâyık görmezlerdi.
İstanbul Türkleri hemen hep hazır-yiyiciydi." Tabii eski burjuva kurdu ve aslına
uygun Türk patron tipi, "İstanbul Türkleri" derken yalnız bu rantiye takımını
kastediyordu. İşçi ve yarı-köylüleri burjuvazi bugün bile İstanbullu saymıyor.
2) İşçi ve rençberler: "Anadolu'dan ve Rumeli'den kente gelen Türkler ise,
hamal, küfeci ve rençberlikten ileri geçemezlerdi ve bu zavallılara 'kaba Türk',
'leblebici Türk' derlerdi."
Aradan geçen kırk yıl içinde rantiyeler yavaş yavaş ticari ilişkilere sokulmak
zorunda kaldılar. Fakat karşılarında eskiden beri egemen durumlara geçmiş olan
özellikle Rum ve Ermeni tüccarlarını buldular. Bu önce ekonomik ve sinsi bir
mücadele doğurdu. Sonra yer yer ulusal ve dinsel çarpışmalar başladı. Ne çare ki
(Türk ve müslüman olmayan) yerli kapitalist unsurlar işi sağlama bağlamış, Avrupalı
efendileri aracılığıyla epeyce reform elde etmişlerdi. Berlin Konferansı'ndan itibaren
İngiltere Kıbrıs'ı almış ve Rus istilası önünde bir Ermenistan tampon hükümeti kurma
kaygısına düşmüştü. 1880 tarihinden itibaren İngiliz fabrikalarının Türkiye'deki
*6
kommileri , Ermeniler aracılığıyla Orta Asya pazarlarının kilidini Rusya'dan almak
için açık müdahalelere başladı. Rusya "yeni bir Ermeni Bulgaristan" görmek
istemiyor. "Almanya padişah ile hoş geçinip ticari ve ekonomik çıkarlar
sağlanmasından" başka bir şey düşünmüyor. Sultan Türk burjuvazisi içinde kırk yılda
bir fare tuttu: 1890'larda İngiliz - Alman dostluğu yerine Fransız - Rus dostluğunu
geçirdi. Bu Ermenilere karşı hücum borusu çalmak demekti. Ahmet İhsan'ın
deyişiyle, 1855`lerde Koca Reşit + Ziya Paşalarla + Namık Kemal tarafından "zorla
doğurtulmuş olan ulusallık fikri" o zamana kadar kuru edebiyat halindeydi: "Bütün
Türkler, hele İstanbul Türkleri bu yüksek sorunun asla farkında bile değildi." 1890'da
İstanbul ve 1893'te Anadolu'da Ermeni kırımı baş gösterdi. Hele Ağustos 1896'de
Osmanlı Bankası'nın zaptına kadar varan ve iki gün iki gece süren Ermeni katliamı,
Türk burjuvazisinin gerçekten işarete değen kanlı zaferinin başı oldu.
"1897'de İstanbul'da baş gösteren bir Ermeni ayaklanması ve Ermenilerin
Türklere gösterdikleri büyük düşmanlık, Türk aydınlarının yavaş yavaş hazırlanmış
olan anlayışlarını ayaklandırmıştı. Ve o tarihtedir ki bize düşman olanlarla
alışveriş etmemeli sözü (a.b.ç.) ilk kez ortaya atılmıştı."
Bu itibarla denilebilir ki, Türk burjuvazisi ekonomik ve siyasal idmanını,
Ermeni burjuvazisinin sırtında denediği kılıç oyunuyla elde etmiştir. Gerçekten
yıllarca belirsiz ve sözde bir iddia olarak istibdata dayanamayıp Avrupa, hattâ
Amerika'ya göç eden Türklerin sistematik olmaktan çok dağınık ve kişisel
atılımlanndan ibaret kalan "Jön Türklük" akımı, ancak Türkiye'de Ermenilere karşı
alınan kesin saldırı durumundan, yani 1890'lardan sonra şekil aldı, örgütlenmeye
başladı.
Ülkeye yabancı postalarla dışarıda basılmış broşür ve dergileri sokmakla
başlayan özgürlükçülük hareketi, ancak o tarihlerde İstanbul'da üremeye başlayan
komiteleri, "Bab-ı Seraskeri Mümeyyizlerinden" Hacı Ahmet Efendi yönetiminde
merkezileştirildi. Mülkiye Okulu öğretmenlerinden "Mizan"cı Murat Bey o tarihlerde
Genç Türklere katıldı. Ahmet Rıza ancak 1893'lerde Avrupa'ya kaçtı.1896'da Paris'te
Meşveret gazetesine bir de Fransızca sayı kattı.1897 İstanbul Ermeni ayaklanması
ve katliamı hareket için bir dönüm noktası oldu: Önce Abdülhamit saldırıya geçti ve
Meşveret'i Fransa'dan İsviçre'ye, İsviçre'den Belçika'ya gizli açık araçlarla kovaladı.
Jön Türkler konusuna Klemanso'nun avukatlığıyla Fransız meclisi ve kamuoyu
ilgilendirildi. Mayıs ortalarından sonra iki eski baş, o zamana kadar İttihat ve Terakki
adına olan hareketin iki temsilcisi: Murat ve Ahmet Rıza beyler İstanbul Komitesi
tarafından alaşağı edildi. Artık Jön Türkler İttihat ve Terakki adı altında ülke içinde
de işlemeye başlamışlardı. Aynı tarihlerde Harbiye ve Tıbbiye öğrencilerinin Yıldız'a
karşı gösterisi, gizli haberleşmeleri yakalandı.
Abdülhamit karşısında bir hareket görmeye başlayınca şefleri avlamaya ya da
kandırmaya girişti. Baş hafiye Ahmet Celalettin Paşa aracılığıyla Murat'ı İstanbul'a
getirtti. Gençlerin Taşkışla mahkemesi üzerine Osmanlı gazetesini çıkarmaya
başlayan Doktor İshak Sükûtîler ve Abdullah Cevdetler yola getirildiler. Bunlara: 1Reform, 2- Genel af vaatedilmişti. Trablus sürgünleri geri getirildi. Fakat tutuklu
gençler salıverilmedi. Fakat burjuvazi bunu yeterli gördü, ki "artık İttihat ve
Terakki'nin görevi bitmiş sayılıyordu". Bu, burjuva kancıklığının devrimci gençliğe
karşı ilk kahpeliği ve ihanetiydi.
1902 Şubatının dokuzuna kadar Paris'te Fransız Enstitüsü üyelerinden
Lefevre'nin evinde, Arap + Kürt + Arnavut + Çerkes + Yahudi + Ermeni + Türk,
bütün Osmanlı toplumunun ırk ve uluslarından temsilciler bir "Ahrar-ı Osmaniye"
kongresi yaptılar. Kongre beklenilen ilgiyi göremedi. Kongreden birçok komite
doğdu. Bunların her birinin düşünce ve görüşleri başka, yalnız birleştikleri nokta,
istibdat düşmanlığıydı.
Burjuvazi pratik ve acele davranma gereğini hissetti. Avrupa'da bulunduğu
için İttihat ve Terakki ile haberleşme ve bağlantısı kolay olan 3. Ordu da bir tür
siyasal özerklik vardı. Önce onun subayları elde edildi. Sonra yavaş yavaş 2. Ordu
bölgelerinde de İttihat ve Terakki komiteleri kuruldu. Ve nihayet, bilinen şekilde,
ordu da ele geçirildikten sonra hürriyet istendi ve alındı... Ve hürriyetin ilânı o kadar
garip, hattâ burjuvazi için bile beklenilmeyen bir şey olmuştu ki, kendisi "benim gibi
İstanbul'da gizli bağlantısı olanlar" dediğine göre örgüte mensup olan ve Temmuz
günlerinde matbaası ve yayınlarıyla İstanbul'da Bab-ı Ali'ye karşı kitlelerin odak
noktası ve kılavuzu rolünü nasılsa oynamış görünen burjuva yazarı, hürriyet ilânı
karşısında şöyle afallıyor: "Gazetede resmi duyuru kısmında okuduğum üç satırlık bir
yazı gözlerimi kamaştırdı, daha doğrusu aklım gözlerime inanamıyordu. O gün
akşama kadar İstanbul'da dogru bir şey öğrenemedim."
Varın karşılaştırın aığtık... Gizli partinin adamı gözlerine inanamıyor.
İstanbul'da iki gün geziyor da, ilân edilen hürriyet hakkında "doğru bir şey
öğrene"miyor!
Gerçekten Türk burjuvazisi pişmiş armudun ağzına düşmesi gibi hazırlop bir
rejim ve devrimi yutuvermişti. Zaten hüıriyet kahramanlarının başlarına gelen en
ünlü felaket de genellikle sürgünümsü bir falan yerde "ikamete memur" edilmekten
ibaretti. Hürriyetle birlikte güya "sürgün"den dönenler hakkında yazılmış bazı
fıkraları okurken, burjuva devrimcilerinin ne "müthiş" savaşmalar başardıklarına
şaşırmamak elden gelmez. Örneğin istibdat kurbanlarından Recep Paşa Trablus'tan
hürriyet kabinesinde Harbiye Bakanlığına çağrılıyor. Felakete bakın: "Uzun yıllar Batı
Trablus'ta sürgün halinde (Siz burada belki zindan köşelerinde çürüyen denilecek
sanıyorsunuz değil mi, hayır...) valilik eden bu hamiyetli (!) asker, üç gün sonra
heyecan ve mutluluğa dayanamayarak Harbiye Bakanlığında birdenbire hastalanmış
ve aniden ölmüştür"... vb.
***
Burjuvazinin örgütçü ve devrimci yeteneği sıfırdı, ya da kendi deyimiyle
"blöf'tü. O zamanki pısırıklığının şimdi acısını çıkarmaya kalkışan Ahmet İhsan
yazıyor: "İstanbul zümresinin hiç gücü yoktu. Aradan yirmiiki yıl geçtigi için şimdi
söylemekte sakınca görmüyorum, Yapılan bir blöftü." Fakat tabii burjuvazi için bir
blöftü. Yoksa halk ve gençlik elbette devrimi yapan motordu. Nitekim o da kısmen
onaylıyor: "Başarıyı gençlerin hürriyet aşkına borçluyuz." Ve sokağa dökülen
kitlelerin polis hafıyesini nasıl felce uğrattığını, hattâ hürriyet kokardı takmaya
zorunlu kıldığını şöyle anlatıyor: "Halk böyle coşkun ve heyecanlı bir şekilde
sokaklara döküldükçe, bir araya gelen üç adamı takibe alışan polisler, şunun bunun
söylediğini gizlice dinleyip jurnaller yazan casuslar şaşırıp kalmışlardı... Hafıyelerin
çoğu, başta efendileri Abdülhamit bulunmak koşuluyla hürriyet kokardını yakaya
takıp çalım satıyorlardı."
Herşey devrimci bilinçle değil, halkın kendiliğindenci doğal yönelimiyle olup
bitiyordu: "1908'de Türk gençliğinin gösterdigi yeteneğin önüne geçecek bilinçli
kılavuzlar çıkamamıştı. Meşrutiyetin koruyucusuyuz iddiasında bulunan kılavuzlar
yarım yüzyıl gerideki düşüncelerin esiriydiler... Oysa şu olayların olduğu zamanda
ayakta olan İstanbul gençliği kendilerini götüren duyguları inceleme, heyecanlarının
kaynaklarını arama gücünde değildi." Örneğin burjuvazi ucuz işgücü olarak kadının
da iş hayatına karışmasına muhtaçtı, fakat derebeylikle derhal uzlaşmaya bakan
korkak özelliği bunu ifadeye güç bırakmıyordu: "Meşrutiyet ve hürriyet aşığı gençlik
kadınların kapalı ve tek başına kalmasını istemiyordu... Selanik'ten gelmeye
başlayan sınırlı düşünceli bazı kişilerin etkisiyle devrimimizin Avrupa'ya nasıl
gönderildiğini anlarsınız... Devrim yapmak demek kafayı değiştirmek, yani
Asyalılıktan Avrupalılığa geçmek olmalıydı. Yazık ki, bu kesin adımı bize attıracak
kimse yoktu, hep bocalıyorduk; Meşrutiyet'ten ve özgürlükten dem vuruyorduk
sonra kadınları açma sözünü ağıza alamıyorduk. İttihat ve Terakki içinde belki
kökten devrim ruhunu taşıyanlar ve duyanlar vardı, fakat onların çoğu, hele sözleri
geçerli olanları sınırlı düşünceli adamlardı, vb..."
Dikkat edilirse, on gün işçi gibi çalışınca bayılıp düşen ve ölüm tehlikesi
geçiren bu ortodoks burjuva, kendi sınıfının tarihsel orostopoğluluğunu durmadan
şeflerinin bilinçsizliği ile açıklamaya çalışıyor. Evet, Meşrutiyet devriminin burjuva
şefleri "hep bocalıyor"lardı, fakat gerçek bir devrim hızını nefsinde bulan herhangi
bir sınıf bu beceriksiz şefleri hiç başında tutar mıydı? Hayır! İttihat ve Terakki'nin
"sınırlı düşünceli" başları, kısır yaylımlı kapitalist sınıfın tıpatıp başlarıydı. Tencere
yuvarlanmış kapağını bulmuştu.
Meşrutiyet burjuvazisini ve onun güdücü partisini bu derece "dar düşünceli"
yapan ve "bocalatan" üç somut etken vardır:
1- Halktan korkmak: Bütün kapitalist .devrimlerin ana özelliği halkı çeşmeye
kadar götürmek ve su içirmeden geri döndürmektir. Çünkü burjuvazi halkı soyma ve
ezme sistemini kaldırmayı değil, yalnızca kendi eline geçirmeyi, burjuvalaştırmayı
amaç bilir. Bu genel kurala uydu diye bizim burjuvaziyi ayıplamayacağız: "Akrebin
sokuşu keyfinden değil, doğası ve yapısı gereğidir". Saray, Kanun-i Esasiyeyi verdiği
günden başlayarak öz köpeklerinden Hamdi'yi Zaptiye Nezareti'ne getirmiş ve şu
ilânı vermişti: "Zat-ı şevketmeâb-ı hazret-i mülükâneye kölece teşekkürler ve temiz
dualar sunulmuş ve sürekli kılınmış olması ulu taçlı hazretin hoşlanmasını doğurmuş
olduğu ve devlet dairesinde memur edildiği görevi yerine getirmeye devam edip,
işsiz kalmamak ve halk sınıfları kazançlarından kalmamak üzere teşekkürlerin sürüp
gitmesine tabi ki yer olmadıgı Bakanlar Kurulu kararıyla ilân ve şahanenin uyruğu
sınıflara yüce hükümdarın hoşnutluğu ve ulu padişahın selamı müjdelenir ve
bildirilir." Buna burjuvazi de razıydı. Yalnız yaptığı "blöf"ün hafiyelerce çakılmasından
korktuğu için, daha bir süre halk arasındaki heyecanı tutar göründü. Hemen bir
milyon nüfuslu İstanbul'da, bu zorunlulukla, hürriyet hareketleri ancak on-onbeş gün
sürdü. Fakat burjuvazi bugün hâlâ bu onbeş günlük ajitasyonu bile affetmiyor:
"Dışarıda gösteriyle gürültücülüğe türlü türlü hırs ve çıkarlar karışmıştı. Selanik'ten
gelenler bir yandan halkı sakinliğe davet ederken, diğer yandan ayaklanmanın
kapılarını açıyorlardı. Onların verdikleri cesaretle takım takım alaylar ortaya çıkmıştı.
Eski bakanların evlerini basıp bakanları yakalıyorlar, hesap vereceksiniz diye Zaptiye
Nezaretine getiriyorlardı... Bu işleri görenler sanki özel halk kitleleriydi, gerçekte el
altından teşvik görüyorlardı."
Meşrutiyet burjuvazisi için "halk tutucu ve bilgisiz bir topluluk"du; bu
topluluğıın eski Abdülhamit bakanlanna dokunması, gösteri yapması, burjuva
yasalarını, kimseyi dinlememesi feciydi: "Gittikçe tutucu ve bilgisiz halka dayanarak
oradan güç almak istiyorlar ve sonra sözün, toplumun, basının özgürlüğü var
diyorlardı. Bilgisiz halksa 'hürriyet' sözcüğünü istediğini yapmak, yasayı ve kimseyi
dinlememek anlamında almıştı. Vergi vermek bile istemiyorlardı..." Bu ise soymaya
hazırlanan burjuva için felaketti: Örgütlü işçi sınıfı henüz sahnede söz sahibi
olamamıştı. Onun için burjuva kancıklığına ve uzlaşmacılığına karşı ancak
küçük-burjuva tepkileri, toplum düşmanı anarşizm çıkabiliyordu: "İstanbul
millervekili seçimlerinin oldugu gün Derviş Vahdeti adlı bir serserinin çıkardıği Volkan
adlı bir gazete ortalığı kartştırmıştı ve o gazete, o zamana kadar hakkında saygı
gösterilen Cemiyete müthiş şekilde saldırıyordu. Artık basında incelik kalkmıştı.
Külhanbeyilik, serserilik, hafiyelik ve yabancı ellerine hizmet edenlerin düşmanlığı
gazetecilik hayatına girmişti."
Burjuvazi şahını bu kadar severdi. Neredeyse devrimden vazgeçeceği
geliyordu. Halk bunu hissetmekte gecikmedi ve bir zamanlar kendisine bir şey var
mı diye kapıştığı burjuva lahana yapraklarına artık el sürmez oluşu bunu
kanıtlıyordu. Burjuvazi halkın soğuyuşunu şöyle açıklıyor:
"Çünkü Abdüthamit zamanında sansürsüz gazete okumayan halkın 23
Temmuzdan sonra basılı kâğıda ne olursa olsun gösterdiği saldırı ateşi çoktan
sönmüş, gazete alanlar azalmış, gazeteciliğe kalkanlar zararla oturmuşlardı."
2- Derebeylikle uzlaşmak: Yine her ülkede burjuvazi iktidara geçtikten sonra
karşı-devrimci soyguncu sınıflarla egemenliği az çok paylaşmaya zorunlu olur.
Çünkü nüfusun azınlığını oluşturur. Fakat bizim burjuvazi, yabancı sermayenin de
ayrıca varolan baskısı yüzünden, eski akreplerinden, derebeylerden ve sultandan
büsbütün ayrılamaz oldu ve ayrılırsa dünya batıverecek sandı. 31 yıl baskı yapan
sultanını başında tuttu. Yine her burjuvazi derebeyliğin kısmen burjuvalaşan devlet
aygıtını aynen alır ve kullanır. Fakat bizde olduğu kadar, yani Abdülhamit'in
bakanlarına kadar değiştirmeden eski rejim adamlarını iktidardan atamaması, belki
de Türkiye'ye özgü bir alaturka devrimciliktir. Örneğin Abdülhamit'in sağ eli demek
olan Sait Paşa, hürriyet devriminin ilk günlerinde aynen sadrazamlığını korudu.
Sonra sadrazamlıktan güya indirildi, fakat belki sadrazamlıktan daha önemli olan
Ayan Meclisi başkanlığına geçti. Ondan sonra Ayan-Mebusan meclislerinin en önemli
dedikodusu, kabineyi oluşturan Kamil Paşa ile bu Sait Paşa arasındaki tepişme ve
hırlaşma oldu. İşin tuhafı, Sait Paşanın yerine gelen ve onunla hırlaşan Kamil Paşa
da burjuvaziyi arkasından vurmaya uğraşan bir istibdat adamıydı. Abdullah Zühtü'ye
çıkarttığı Yeni Gazete'siyle, İttihat ve Terakki Komitesinin Tanin'i arasında gizli açık
bir düello devam ediyor ve Kamil Paşa Bab-ı Ali'nin bağımsızlığını istiyordu.
Bizzat Meclis'te de bölünmeler başladı. Küçük-burjuvazi burjuvaziyi bıraktı.
(Tevfik Fikret Hüseyin Cahit'ten ayrıldı.) Entrika, dalavere herşeyi susturdu. O
zaman "toy" burjuvalar bile şaşırdı. Ahmet İhsan: "Ben" diyordu, "o zamana
gelinceye kadar temiz ideallere hemen siyasal arzuların ve çıkar hırslarının
karışacağını düşünmemiştim, yani çok toydum!.. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni
yönetenler ise Meşrutiyet'i bozmak ve Cemiyet'in ilk haftalardaki yüksek nüfuzunu
yıkmak için ellerinden geleni yapıyorlardı." Sonunda devrimin tatmin etmediği kara
kitle karşı-devrimin aleti oldu. 31 Mart'ta İttihatçılara karşı İtilafçılar adıyla çıkanlar
hemen "Şeriatçılar" haline döndü. Meclis Muhafız Bölüğü Arnavut Avcılarla birleşince,
baş İttihatçılar hemen soluğu Avrupa'da aldılar. "İtilafçılık yapacağım diyenler bile,
akımın heyecanı önünde ezilmişlerdi." Kalabalık, Kadınlar Kulübü'nü tahrip eder.
Yabancı diye Adalet Bakanını öldürür. Ve matbaaların önünden şöyle geçer: "Sesler
yükseldi... Burası da matbaa! İttihatçı mı? Hayır! Ne İttihatçı, ne İtilafçı! Yalnız
istibdata karşıdır... Hep istibdatı istemeyiz, buraya dokunmayalım... Üç gün İstanbul
karmakarışık yaşamış... Vapurlar, trenler durmuştu."
Hareket ordusu, burjuvazinin biricik gücü 6 Nisan'da Ayastefanos'a gelir. 11
Nisan'da Bab-ı Ali topla alınır. 14 Nisan'da Ayastefanos'ta Ayan ve Mebusan, Hamit'i
Selanik'e, Alatini köşküne gündermeye karar verebilir. Mülkiyeden yetişme Hakkı
Paşa kabinesi "herkesi" tatmin edeceğim derken, ünlü Sait Paşa kabinesi türer:
hattâ meclisi bile devirmek niyetinde... Hop! Balkan Savaşı... Büyük kabine: Gazi
Muhtar Paşa sefine-i devlet kaptanı. İttihatçıları aradınsa bul. Çöküş. İngiltere'ye
yaranmak için 50 yıllık Times abonesi olma sıfatıyla Kamil Paşa sefine-i devlet
kaptanıdır. Kaçanın anası ağlamazmış: "Viyana'da İttihatçı arkadaşların birçoğunu
Bristol Oteli'nde buldum. Bunların içinde İttihatçıların aydınları vardı. Onlar bile derin
bir üzüntü içindeydiler."
3- Emperyalizm kuruntusu: Meşrutiyet burjuvazisinin neden halktan bu kadar
ödü patladı ve yıldızı bu derecelerde derebeyi saltanatından ayrılamadı, neden
sürekli karşı-devrim atakları tarihsel bir "tekerrür" haline soktu da, burjuvazi
durmadan sultanlann eteğini öptü durdu, hilafetten kerametler bekledi? İşte
yukarıda söylediğimiz iki noktanın açıklaması buraya gelir dayanır: Meşrutiyet
burjuvazisi küllü ayıbına bakmadan "Pan-İslamist", yok "Pan-Turanist" olma
sevdasına düşmüştü. Şaka değil bu. Dünyanm yarısı İslam, yarısı da Türktü ve bu iki
koldan savaşçı olmak işten bile değildi. Daha somut olalım: Osmanlı İmparatorluğu
burjuvazinin iktidara geçtiği ana kadar derebeyi düşünceleri, yani din doktrinleriyle
yönetiliyordu dedik. Sınıf mücadelesi kuzey ve batı ülkelerinde müslüman - hıristiyan
kavgası şeklinde oldu. Ne zaman burjuvazi iktidarda görünclü, din tüccarları biraz
aydı. Sınıf ve ulusallık konuları daha durulaştı. Birdenbire, Osmanlı İmparatorluğu
içinde biricik bir ümmet değil, birçok ulus olduğu göze çarptı. Bütün bu ulusların
burjuvazileri istibdatı devirinceye kadar İttihat ve Terakki yanlısı olabilirlerdi. Fakat
iktidar kapitalistlere geçince, Türk burjuvazisi kadar toy, pısırık ve ham bir sınıfın
bütün diğer ulusların burjuvazileri üstündeki hegemonyası aynen kabul edilebilecek
miydi? Derebeyin ne ulusu, ne de dini o kadar önemli değildir. Kendisine tabi
olanları bulması yeterlidir. Bu sultan da olabilir, kral da... Yeter ki yerel otoritesi
sağlanmış olsun. Fakat burjuvazi için çeşitli ülke üretimlerinin rekabeti söz
konusudur. Onun için yurt ve ulus kavramları (yani sermayesinin hükümran olduğu
bölge sınırları) net olmalıdır. İşte Meşrutiyet burjuvazisinin karşısındaki sorun. Hiç
unutmam, Meşrutiyet olunca bir yabancı yazar kodaman bir Osmanlı siyaset
adamına: "Bu kadar çeşitli ırk ve ulusları nasıl yöneteceksiniz?" diye soruyordu.
Koyu bir İttihatçı olan siyaset adamı, bir mucizeden söz eder gibi hemen yanıt
vermişti: "Osmanlı camiasında bütün uluslar kardeştir". Fakat konuşmadan sonra ne
soran, ne de yanıt veren tatmin edilemeden ayrılıyorlardı.1908 tarihine kadar din
kavgası oldu. Ondan sonra Osmanlı İmparatorluğu çerçevesi içinde kalanlar hemen
hemen genellikle aynı dindendi, müslüınandılar. Fakat bunlar gerek iç, gerekse dış
etkilerle ulusallık duygularını benimsemişlerdi: Onun için 1908'den sonra, Türkiye'de
ulusallık kavgası açıktan açığa başlar. Meşrutiyetle birlikte bütün uluslar kendi
paylarına ne düşeceğini soruyorlardı. Selanik'te Top, Süngü adlı orduvari gazeteler
"ya Girit, ya ölüm" palavrasını atarken, bütün uluslar sıra bekliyordu. "Araplar başka
şeyler düşünüyor, Arnavutluk kaynıyordu, Trablusgarp ve Bingazi'den tuhaf sesler
25
geliyordu."
Meşrutiyet burjuvazisini saltanata tapındıran ve derebeyliğin kolları arasına
körü körüne atan zorunlulukları bu noktadan aramak gerekir. Ve bu yüzden
Meşrutiyet burjuvazisiyle onun hürriyet kahramanları, Avrupa'daki dadaşlar'ı için
Marx'ın kurcaladığı şu portrenin üstüne çıkamadılar:
"Zaaf, bir anlamda mucizelere iman alanına sürgün edilmişti; zaaf, düşmanı,
büyülü lâflar ile hayalen olsun kaybettiği anda, yendim sanıyordu; kendisini
bekleyen gelecegi ve başarmak istemeksizin yedek olarak sakladığı hareketleri, tam
bir hareketsizlik içinde açığa vurmak zoruyla, gerçekte bütün kavrayışını
kaybetmişti. Herkesçe bilinen yeteneksizliklerini, karşılıklı bir şekilde açışarak ve klik
halinde toplanarak yalanlamaya yeltenen bu kahramanlar, yüklerini yapmış ve daha
26
önceden zafer hazinelerini peşinen derlemişlerdi..."
www.solplatform.org
Download