AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! SAY Şubat 2009/02 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X130 E I l H JM AR Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! • editörden - içindekiler Editörden... Değerli Okuyucu, kapitalizmin-emperyalizmin krizi tüm hızıyla devam ediyor. Etkilenmeyen veya etkilenmediğini söylemeyen sektör yok gibi. Kime sorsanız işler kötü gidiyor. Azami kar hırsıyla hareket eden kapitalist yağma ve sömürü sistemi, milyonlarca emekçiyi açlık ve yoklukla karşı karşıya bırakıyor! Refah dönemlerinde kara ortak edilmeyen milyonlarca emeğiyle ve alınteriyle geçinen işçi ve emekçiden kriz dönemlerinde en büyük fedekarlık bekleniyor. İşçiler ailelerini geçindirebilmek için hiçbir güvenceye sahip olmadan pervasızca sokağa atılıyorlar! Peki bu kader mi, değiştirilemez mi? Hayır kader değil ve İçindekiler değiştirilebilir! Yeter ki işçi sınıfı ve emekçiler durumlarının ve güçlerinin farkına varsınlar! Yeter ki işçiler ve emekçiler "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" mantığıyla sınıf kardeşlerinin işten atılmalarına ve mağdur edilmelerine sessiz kalmasınlar! Yeter ki işçiler kendi öz çıkarlarını savunan, bayrağında herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre ilkesinin yer aldığı sosyalist toplum için mücadele eden öz örgütlenmelerini yaratsınlar. Yeter ki işçiler kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf oluversinler! İşgaller, savaşlar ve her türlü zulümlerle ayakta tutulmaya çalışılan kapitalist barbarlık düzenine karşı alternatif bugün her zamankinden daha fazla "Ya Barbarlık içinde yok oluş, ya Sosyalizm!"dir. Bunun ortası yoktur: Barbarlığa karşı mücadele etmiyorsak, barbarlığa göz yumuyorsak, onun sürüp gitmesini ve tüm insanlığın kuyusunu kazmasını destekliyoruz demektir! Tüm sınıf dostlarını barbarlığa karşı insanlık mücadelesinde yer almaya çağırıyoruz! YDİ ÇAĞRI, 05.02.2009 √ GÜNDEM Kapitalizmin krizi, emekçilerin çıkmazı?. . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Egemenler arasında iktidar dalaşı ve Ergenekon operasyonları sürüyor. 4 TRT Şeş neyin nesi?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 İktidar mücadelesinde yüksek yargı nasıl rol oynuyor?. . . . . . . . . . 6 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Hâlâ Hrantız, hâlâ Ermeniyiz… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Katledilişinin 2. yılında Hrant anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . Hrant İzmir’de anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İsrail saldırısı protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . “Hrant için adalet için”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 8 8 9 9 GÜNCEL İki genç kaçırıldı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Kürt anneler anadilde eğitim hakkı istedi. . . . . . . . . . . . . . . . 10 Anadilde Eğitim hakkı eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3 Asemat işçileri grev dedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Çimsetaş’ta işçi kıyımı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . . EK:5 İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . . EK:6 Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8 Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 YENİ KADIN DÜNYASI Türkiye'de kadın sığınmaevleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 PANORAMA İşgal sona mı eriyor? - IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN - . . . . . . . . . . . . 12 Açık hava cezaevinde “fosforlu” katliam - GAZZE/ FİLİSTİN - . . . . . . . 13 Savaşın seçimi, seçim savaşı - İSRAİL-FİLİSTİN- . . . . . . . . . . . . . 14 OKUR MEKTUBU Asimilasyon tartışması hakkında bir tavır . . . . . . . . . . . . . . . . 15 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Yeşiller Partisi üzerine... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 YDİ Çağrı’nın barajlara karşı takındığı tavır üzerine . . . . . . . . . . . 19 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Gençlerden İsrail protestosu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 Her türlü işe 180 TL!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 130 · Şubat 2009 • ISSN 1301-692X130 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli [email protected] www.ydicagri.org 2 M Kapitalizmin krizi, emekçilerin çıkmazı? a li k riz tü m dü nyay ı sarsmaya ve emekçileri vurmaya devam ediyor. Milyarlarca dolarlık yardım paketleri, devletleştirme, üretimi durdurma, işçi çıkartma önlemlerine rağmen kriz derinleşerek büyüyor. Dev tekeller zor durumda olduklarını, gelecek açısından kaygılı olduklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Kapitalizmin bir ürünü ve olağan sonucu olarak dalga dalga büyüyen ekonomik kriz emekçileri yığınlar halinde işsizliğe yoksulluğa itiyor. Buna karşı Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumunda bir araya gelen tekellerin ve devletlerin yöneticileri krizden çıkış yollarını tartışmaya başladılar. Krizin sahipleri, krizi aşmak için yeni kararlar alacak, milyarlarca işçinin, emekçinin kaderini belirleyecekler. Kârlarının korunması, şirketlerinin batmaması, bugünkü iktidarlarının sarsılmaması için. Bu elbette büyük, yoksul ve hala sessiz çoğunluğun canları pahasına olacaktır. Uluslararası Para Fonu (IMF) Kasım ayında açıkladığı küresel büyüme tahminini %2,2’den %0.5’e çekti. Ayrıca aynı dönemde ABD ekonomisi için 0,7 oranında daralma tahmini yapılmıştı. Oysa revize edilen raporda ABD ekonomisinde 2009 için %1,6 küçülme öngörülüyor. IMF’nin bu raporu öncesinde ABD’nin dev tekellerinin açıkladığı işçi çıkarma planları durumu gözler önüne seriyor. İş makineleri üreticisi Caterpillar 2009 yılında 20 bin, tarım aletleri üreticisi Deere 700, ormancılık alanında faaliyet yürüten Şiret ABD fabrikasından 190 işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Ayrıca Uluslararası çelik devi Corus’un ise tüm fabrikalarından toplam 3 bin 500 işçinin işine son vereceği iddia edildi. 2008 yılında ABD’de yaklaşık 2 milyon 500 bin kişi işini kaybetti. Ekonomi uzmanları 2009 yılında yeni işsizler ile birlikte bu rakamın katlanacağı görüşündeler. Elbette ekonomi devi ABD’deki bu durum tüm dünyayı, milyonlarca insanı etkiliyor ve etkilemeye devam edecek. Kriz bizi teğet geçiyor!!! Tüm dünyada bunlar olurken birilerine göre ortada kriz filan yok sorun psikolojik. Oysa İş Kurumlarının önünde kuyruklar oluyor, işsizlik ödeneği alanların sayısı geçen yıla göre iki-üç kat artıyor. Büyük fabrikalar birbiri ardına üretime ara verme ve işçi çıkarma kararları alıyor. Son olarak Pirelli ve Brisa krizi gündem setçilerin bilgisi, kimi zaman direkt yönlendirmesi ile gerçekleşen cinayetlerin sorumlusu olarak üç-beş “iyi çocuk” yargılanacak ve sonunda devlet kendini aklayacak. Aslında devletin can simidi olan Ergenekon şimdi AKP’ye ayak bağı olduğu, artık onlara ihtiyaç kalmadığı için dağıtılıyor. Dağıtılan, yargılanan çeteler, yargısız infazlar, katliamlar değil sadece maşalardır. Sadece maşaları değil, onlarla birlikte sorumlularını da yargılayacak ve mahkûm edecek olan bu adaletsizliğe, hukuksuzluğa maruz kalan halklar, işçiler ve emekçilerdir. gerekçe göstererek işçi çıkarmaya yöneldi. İşten çıkarılan Gürsaş ve Sinter Metal işçileri ise işe geri alınmaları ve sendikal haklar için mücadele ediyorlar. Şimdiden yüzbinlerce işçi işsiz kaldı. Yani “kriz bizi teğet geçiyor”. Emekçileri yoksulluğa iten kriz aynı zamanda birilerine fırsat kapıları da açıyor. Patronlar kriz gerekçesi ile işçiler için kölelik koşulları talep ediyor, sendikalı işçileri işten çıkarıyor, sendikalaşma girişimlerini önlüyor. Patronların son bir yıldır dile getirdikleri talepler 28 Ocak’taki Üçlü Danışma Kurulu toplantısı öncesinde tekrar gündeme geldi. İşçi, işveren ve hükümet temsilcilerinin ekonomik kriz gündemi ile bir araya geleceği toplantı öncesi İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) bir rapor yayınlayarak hükümetten beklentilerini sıraladı. Grevlerin yasaklanmasını, işten atılan işçilerin işe iade davası açmalarının engellenmesini, sigorta primlerinin yarısının indirilmesini ve kalan yarısının ise ertelenmesini isteyen patronlar kendileri için tam bir saltanat, işçiler için ise kölelik koşulları öngörüyorlar. Telafi çalışması, denkleştirme, geçici iş sözleşmesi gibi esnek çalıştırma maddelerinin İş Kanunu’na eklenmesini de talep eden patronlar kendi yarattıkları krizin faturasını emekçilere ödetmek için çabalıyorlar. Bu tabloya karşı emekçiler bir çıkmaz içerisindeler. Hala ciddi bir karşı koyuş örgütlenebilmiş değil. Sendikaların büyük çoğunluğu göstermelik eylemler, açıklamalar ile durumu kurtarmaya çalışıyorlar. En son 24 Ocak’ta Adana’da yapılan eyleme sadece 3 bin kişinin katılmış olması, işçi ve emekçilerin sıra kendilerine gelene kadar pek ses çıkarmadıklarının bir kanıtı niteliğindeydi. Elbette bir mucize beklentimiz yok. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığı ve işten atılma korkusu ile yaşayan milyonların bir anda silkinmesi ve mücadeleye katılması henüz öngörülen bir durum değil. Ancak buna rağmen ücretsiz izne gönderilen, ücretleri kesilen, ödenmeyen milyonlarca işçi, yani yılanın dokunduğu milyonlar mücadele etmekten başka çarelerinin de olmadığını görmek zorundalar. Sınıf bilinçli, sendikalı işçiler diğer fabrikalardaki işçileri uyarmalı, mücadeleye katmak için inatçı, sabırlı ve mücadeleci bir tavır sergilemeliler. Kendi sendikalarının harekete geçmesini sağlamalı, sessiz kalanları rahatsız etmelidirler. Aksi halde “krizin faturasını ödemeyeceğiz” sloganı iyi niyetten öteye geçmeyecektir. Kriz dalgasından Ergenekon dalgalarına… Tüm dünya gündemini meşgul eden ekonomik krizin yanı sıra Türkiye’yi meşgul eden diğer bir önemli konu şüphesiz Ergenekon davası. AKP’nin kendisi için bir tehdit olarak gördüğü devletin derinine müdahalesi dalgalar halinde sürüyor. 11. dalganın yaşandığı Ergenekon davasında her gün yeni iddialar, yeni bilgiler gün ışığına çıkıyor. Muvazzaf subayların da gözaltına alınıp tutuklanmaya başlandığı davada alınan ifadeler ile ülkenin her köşesinden silah ve patlayıcı maddeler fışkırmaya başladı. Ergenekon çetesinin cephaneleri olduğu iddia edilen silahlar parklardan, yollardan toplanmaya başlandı. Davayla birlikte birçok faili meçhul cinayet, saldırı ve provokasyonlar hakkında yeni bilgiler su yüzüne çıktı. Örneğin Ergenekon sanığı Ali Kutlu’nun 2005 yılı Newroz’unda Mersin’de olan bayrak yakma olayında çocukların eline bayrağı veren kişi olduğu ortaya çıktı. Son 10-20 yıl içerisinde gerçekleşen birçok cinayet, bombalama ve suikast sonrasında adları geçen kişiler şimdi yıllardır “bekası için kan döktükleri” devlet tarafından yargılanıyorlar. Devlet adına ve yetkililerin, siya- Ve seçim dalgası… Mart ayında yerel seçimler yapılacak. Adaylar belirlendi, açıklandı, kıyasıya mücadele başladı. Aynı zamanda seçim dalavereleri, yanlış nüfus kayıtları, bir anda nüfusun artması vb. tartışmaları da gündeme geldi. Ama bunların içinde belki de en fazla yer tutan konu kömür oldu. Belediyeler, özellikle AKP’li belediyeler tonlarca kömür dağıtma işine hız verdiler. Aslında halk en fazla kömür dağıtan belediye başkanına oy vermeye çağrılıyorlar. Kimsede kimin kömürünün kime dağıtıldığı sorusunu sormuyor. Halkın cebinden alınan vergilerle alınan kömürler yine halka sadaka olarak dağıtılıyor. Doğalgaza kış boyunca zam yapıldı karşılığında kömür dağıtılıyor, kış geçmek üzere olduğu şu günlerde şimdiye kadar doğalgaza yapılan % 70 zamdan seçim yatırımı olarak konutlarda %17, işyerlerinde %18 indirim yapıldı. Adayların birbirlerini yolsuzlukla suçladıkları seçim dalgası neyi değiştirecek? Halkın hangi sorununa çözüm getirilecek? Elbette işçi sınıfının çıkarlarına, halka hizmet eden, dürüst ve samimi adayların seçilmesi bir kazanım olacaktır. Ancak bu kazanım aynı zamanda fabrikalarda, alanlarda, sendikalarda gerçekleştirilmelidir. Çünkü tabandan bir hareketin olmadığı koşullarda yöneticiler ya yozlaşacak ya da yeterli desteğe sahip olamadıklarından elleri kolları bağlanacaktır. En alt birimlerden başlayan bir örgütlenme olmadıkça seçimlerden elde edilen geçici kazanımlar pek bir işe yaramayacaktır. Gerçek çözüm işçi ve emekçilerin örgütlenmesi temelinde, kendi içlerinden ve gerektiğinde her an görevden alınabilen yöneticileri seçmesidir. Seçimlerde bunun için mücadele edilmelidir. Bunun olmadığı koşullarda yapılan seçimler bir aldatmacadan başka bir şey değildir. 30.01.2009 √ 3 gündem E 4 Egemenler arasında iktidar dalaşı ve Ergenekon operasyonları sürüyor gemenler arasında süregelen iktidar mücadelesi, AKP ile Kemalist kanat arasında karşılıklı darbelerle, ataklarla sürüyor. Yüksek yargıda egemen konumlarını sürdüren Kemalistler, AKP’nin iktidar yürüyüşünü engellemek için darbe üzerine darbe yapıyorlar. Cumhurbaşkanı seçimi döneminde, meclis toplantı yeter sayısı ile karar sayısını eşitleyen 367 kararı, AKP kapatma davası, Anayasa Mahkemesi’nin türban kararı, en son Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği karar yargı darbelerinin örneklerini oluşturuyor. AKP ise yüksek yargı tarafından kendisine karşı yapılan darbelere karşı, karşı darbelerle cevap veriyor. Yürüyen Ergenekon soruşturması iktidar dalaşında, AKP’nin statükocu ideolojik Kemalist iktidar odaklarını adım adım iktidardan uzaklaştırma mücadelesinde, hükümet olmaktan iktidar olmaya doğru yürüyüşünde, kendine yakın yargı yoluyla gerçekleştirdiği bir karşı darbedir. AKP Emniyet’te kendine bağlı güçler üzerinden, AKP’nin iktidar yürüyüşünü durdurmak için bir dizi provokasyon eylemi yapan Ergenekon çetesinin üzerine gidiyor. Bir yandan yargılama sürerken, diğer yandan Ergenekon operasyonları sürüyor. Ocak ayı içinde 10. ve 11. dalga olarak adlandırılan yeni gözaltılar ve tutuklamalar gerçekleşti. 7 Ocak günü 12 ilde eşzamanlı yapılan baskınlarda 33 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan kişiler içinde önemli şahsiyetler vardı. Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Tuncer Kılınç, eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz, Özel Harekat Dairesi eski Başkan Vekili Susurluk ’çu İbrahim Şahin bunlardan bazıları idi. Göza lt ı la rın olduğ u g ün, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları Genelkurmay’da saatler süren toplantı yaptılar. 8 Ocak günü komutanların eşleri topluca Tuncer Kılınç’ın evine giderek Kılınç’ın eşine geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile yüz yüze görüştü. Bu görüşmelerin arkasından iki “paşa” serbest bırakıldı. 10. dalgada gözaltına alınan 33 kişiden, dördü muvazzaf asker olmak üzere 16 kişi tutuklandı. Aranan Yarbay Mustafa Dönmez polise değil, askerlere teslim oldu. Tutuklanan Dönmez Askeri Cezaevine konuldu. Susurluk ’çu İbrahim Şahin ve Mustafa Dönmez’in evinde bulunduğu iddia edilen krokilerle yapılan kazılarda, yeraltında çok sayıda askeri cephane bulundu. İki eski önemli “paşa”nın gözaltına alınması, Kemalistlerin akıl hocası, cin fikirli eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun evinin aranması, bunlara “istediğimiz Metal İşçileri Sendikası yaptığı açıklamada doğru olarak şunları söylüyor: “Örgütlü olduğu işyerlerinde işçilerden çok işverenlerin bir taşeronu gibi çalışarak yıllardan beri işçileri haklarını korumak adına işçi kıyım- zaman sizi alırız” mesajı yanında, gözdağı verilmektedir. Egemenler arasındaki iktidar dalaşında, statükocu ideolojik Kemalist kanadın saflarında konaklayan, 10. dalgada gözaltına alınıp tutuklanan, çok sevdiği iki “paşa”sının yanına larını gerçekleştiren, otuz yıldır başında olduğu kurumu bir kışlaya çeviren, bırakın demokratik işleyişi, en baskıcı yönetim modellerinde bile az rastlanacak yöntemlerle yöneticilik yapmaya çalışan bu kişilerin, bugün karşılaştıkları durum, asla sendika- AKP ile Genelkurmay; kontrolden çıkan, darbe ortamı hazırlamak isteyen, darbe teşebbüsünde bulunan Ergenekon çetesini tasfiye etme noktasında uzlaşmış görünüyor. Bu uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin orgeneral eskilerine uzanması, muvazzaf subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları düşünülemezdi. konulan Yalçın Küçük 15 gün sonra serbest bırakıldı. 11. dalgada, 16 ilde çoğunluğunu polis ve askerlerin oluşturduğu 26 kişi gözaltına alındı. 11. dalgada sermayenin işçi sınıfı içindeki Truva atı olan, faşist Türk Metal Sendikası’nın Genel Başkanı Mustafa Özbek ve 4 sendika yöneticisi de gözaltına alınanlar arasındaydı. Taşeron sendi ka Türk Meta l Başkanının ve yöneticilerinin gözaltına alınmaları hakkında Birleşik lara ve sendikacılığa karşı yapılmış bir müdahale olarak algılanmamalıdır. İşverenlerin, işçileri işten çıkartmasına göz yuman, örgütlenmesini işçilerin talepleri üzerine değil, işverenlerin beklentileri ve çağrıları üzerine kuran, işçi aidatlarını adına kurduğu vakıf üzerinden kullanan, bazı iddialara göre ise, sahibi olduğu Avrasya televizyonu için aldığı reklamlar karşılığı on binlerce işçinin hakkını işverenlere peşkeş çeken böyle bir anlayışın sendikacılıkla ve sendika adıyla anılmaması gerekir.” (Birleşik Metal İşçileri Sendikası, basın bülteni, 22.01.2009) 11. dalgada gözaltına alınan 26 kişiden, içlerinde Mustafa Özbek’in de bulunduğu çoğunluğu polis ve muvazzaf asker olmak üzere 18 kişi tutuklandı. Ergenekon adı verilen örgütlenme, AKP’nin hükümet olmasından sonra, iktidar tekelini kaybetme tehlikesi bulunan ordu merkezli Kemalist kanadın iktidarını korumak, AKP’nin iktidar yürüyüşünü engellemek için harekete geçen, süreç içinde kontrolden çıkan, AKP’yi yıkmaya yönelen bir örgütlenmedir. AKP ile Genelkurmay; kontrolden çıkan, darbe ortamı hazırlamak isteyen, darbe teşebbüsünde bulunan Ergenekon çetesini tasfiye etme noktasında uzlaşmış görünüyor. Bu uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin orgeneral eskilerine uzanması, muvazzaf subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları düşünülemezdi. Genelkurmay’ın 10. ve 11. dalgaya esasta sessiz kalması, yapılan açıklamanın sadece “yargısız infaz yapılmamasına dikkat edilmesi” ile yetinilmesi, intihar eden JİTEM’in Diyarbakır grup komutanı, sayısı belirsiz cinayetin sorumlusu emekli Albay Abdulkerim Kırca’nın cenaze törenine komuta kademesinin tam tekmil katılması, AKP ile bir uzlaşma olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 10. ve 11. dalganın da gösterdiği gibi egemenler arasında iktidar mücadelesi sürüyor. Bu mücadele içinde desteklenecek, taraf tutulacak bir yan yoktur. Egemenlerin bütün kanatları işçi, emekçi düşmanıdır. Al AKP’yi vur Kemalistlere! Başbakan Erdoğan’ın 11. dalga ardından takındığı “çeteleri, mafyayı tasfiye ediyoruz” tavrı boştur. AKP’nin bir bütün olarak çeteleri tasfiye etme tavrı, derdi yoktur. AKP kendi iktidarını yıkmaya yönelen çeteyi tasfiye etmektedir. Bu tasfiye yapılırken AKP’nin kendisi devlet içinde çeteleşmektedir. Sermayenin çıkarlarını korumak için örgütlenmiş zor aracı olan burjuva devleti, ezilenlerin mücadelesini bastırmak için çeşitli dönemlerde devlet içinde çeşitli çete örgütlenmeleri örgütlemiştir. TC’nin tarihi bu tür çetelerle doludur. Demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, çetesiz devlet; bu düzende gerçekleşemez! Çetesiz devlete ancak işçilerin, emekçilerin devrimi varılabilir. Ve bir gün mutlaka varılacaktır! 26 Ocak 2009 √ gündem 2 TRT Şeş neyin nesi? 008’in son aylarında AKP bir dizi açılımlarda bulundu. Alevi açılımı, Nazım Hikmet’in TC vatandaşlığına alınması, diğer bir açılım da Kürt açılımı idi. Başbakan Erdoğan, 1 Ocak 2009’da, TRT 6'ya verdiği görüntülü mesajda Kürtçe olarak 'TRT Şeş bi xêr be' diyerek TRT Şeş’in resmen yayınını başlatarak Kürt açılımını da başlatmış oldu. TRT 6’nın açılışı birçok gazetede manşet, birçoğunda da ilk sayfada yer aldı. Erdoğan Kürt illerine yaptığı gezide istediğini bulamayınca TRT Şeş’i gündeme getirdi. Devlet 90 yıldır Kürtlerin varlığını inkâr etti. Kürtleri “Dağ Türkleri”, dillerini ise “Dağda karda yürürken kart kurt” olarak gördü. Daha dün Mecliste DTP’li vekiller bayram mesajını Kürtçe yazınca, meclis tutanaklarına “bilinmeyen dil” olarak kaydedilen, bu bilinmeyen dilde devletin Televizyonu yayın yapmaya başladı. İnsan bu ne yaman çelişki diye düşünmeden edemiyor. TRT’de Kürtçe, Mecliste “bilinmeyen dil”! Devlet birden bire Kürtleri keşfetti ve onların da bu ülkede vatandaş olduğunu görüp, onlara da ‘hizmet’ götürmeye karar mı verdi? Daha önce Türkçe alt yazılı haftada 45 dakika Kürtçe yayının ilgi görmemesi üzerine, TRT Şeş devreye sokuldu. Haftada 45 dakikalık yayının gelişen Kürt ulusal hareketini kontrol altına almada hiçbir işlevinin olmadığını gören devlet, TRT Şeş ile Kürt ulusal hareketini kontrol altına almayı planlamaktadır. TRT Şeş bunun için gündemde. TRT Şeş tek başına AKP’nin karar verip uyguladığı bir şey de değil. Bu ülkede devletin kırmızı çizgileri konusunda, MGK ve ordunun onayı alınmadan bugüne kadar herhangi bir adım atılamamıştır. Kürt sorunu da devletin kırmızı çizgisidir. AKP, MGK ve ordunun da onayını alarak böyle bir girişimde bulunmuştur. Böylece devlet bugüne kadar asimile edemediği kendi Kürdü’nü yaratmaya soyundu. Bununla birlikte inkâr ettiği Kürtlerin varlığını da resmen kabul etmiş oldu. 90 yıldan bu yana Kürtlerin varlığını kabul etmeyen devlet, ne oldu da bugün devletin resmi kanalında Kürtçe yayın yapıyor? Önce şunun bilinmesi gerekir ki, ne AKP ne de temsil ettiği bu devlet Kürtleri çok sevdiği için Kürtçe yayın yapmaya başlamadı. TRT Şeş Kürtlerin yürüttüğü mücadelenin sonucu gündeme getirilmiştir. Eğer bir kazanımdan bahsedilecekse, bu kazanım Kürtlerin mücadelesinin sonucu olan bir kazanımdır. AB’ye hoş görünme de bunda belli bir rol oynamıştır. Bu durum artık Kürtçe üzerinde yasakların kalktığı anlamına da gelmiyor. Kürtçe yayın yalnız devlete serbest, Kürtlere yasak! Türkiye'de yasalara göre W, Q ve X harf leri yasaklı harf ler listesinde. Bayram günlerinde caddelere astıkları kutlama pankartları nedeniyle başta DTP'li belediye başkanları olmak üzere, yüzlerce kişi, bu harfleri kullandığı gerekçesiyle cezalandırıldı. Bir süre önce ismi Welat olduğu gerekçesiyle Atatürk Havaalanı'ndan Türkiye'ye girişine izin verilmeyen çocuk hala hafızalarımızda tazeliğini koruyor. W, Q ve X harfleri 'örgüt propagandası' sayıldığı için binlerce insan soruşturmaya maruz kalarak cezalar aldı. Caddelere astıkları kutlama mesajları nedeniyle başta DTP'li belediye başkanları olmak üzere, birçok kişi hakkında benzer davalar görülmeye devam ediyor. Bir taraftan bu cezalar ve akıl almaz uygulamalar sürerken, Başbakan Erdoğan TRT'nin Kürtçe kanalına verdiği demeçte; "Demokrasinin özgür sesi olarak insani değerleri yüceltecek, barış ve huzuru besletecek, ayrımcı, dışlayıcı değil birleştirici olacaktır. Demokrasimizin gelişmesine, derinleşmesine katkıda bulunacaktır. Milletimizin değerlerine saygılı bir aile kanalı olarak gerek kültür, sanat, müzik ve eğlence programları, film ve belgeseller, gerekse haber ve tartışma programları ile kadın erkek her yaştan vatandaşımıza hitap etmesini çok önemli buluyorum" diyebiliyor. Kürtçe yayın yapmak devlete serbest, Kürtlere yasak! Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler ve Kürtçe hep inkâr edildi. Devlet şimdi bu inkâr siyasetinden vazgeçiliyor izlenimi vermeye çalışıyor. Fakat devlet bugüne kadar açık ve resmi olarak bu inkâr anlayışından vazgeçtiğini deklare etmiş değildir. Ortada tuhaf bir durum var. Devlet televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor, ama sadece Kürtçe yayın yapan TV kurmak hâlâ yasak. Kürtçe üzerindeki yasaklar da devam ediyor. Örneğin, TRT Şeş'in Kürtçe programı, Diyarbakır’da yayın yapan Gün TV gibi, ne günde 45 dakikayla sınırlı, ne de Türkçe alt yazılı. TRT Şeş, çizgi film yayımlıyor; Gün TV'ye çocuk yayını yapmak yasak. TRT Şeş Kürtçe yayınını, örneğin Gün TV'nin aksine, Türkçe altyazısız, çocuklara yönelik ve tam gün yayın yapabiliyor. O ysa R adyo Telev i z yon Üst Kurulu'nun (RTÜK) 25 Ocak 2004 ta r i h l i " Tü rk Vata nda şla r ı nı n Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hak k ında Yönetmeliği"ni iki yıl bekleyen 10 kadar yerel ve bölgesel medya kuruluşu, birçok kısıtlamayla karşılaştılar. Bu kısıtlamalar ve yasaklar bugün de devam ediyor. TRT Şeş yayına geçmeden RTÜK Yönetmeliği'nin bu kanalı bağlayıp bağlamayacağı merak ediliyordu. Ancak bugüne kadar yapılan yayınlar, TRT Şeş'e diğer özel yayınlara göre daha geniş yetki verildiğini gösteriyor. TRT Şeş’e ırkçı, şoven saldırılar TRT Şeş’in yayına başlaması ile birlikte Özellikle CHP ve MHP gibi şovenist, milliyetçi, faşist partiler “milli birlik ve beraberliğimiz tehlikede” diyerek saldırıya geçtiler. Bu partilerden devletin kurucusu olan CHP, Genel Başkanı Deniz Baykal aracılığı ile tavır takındı. Baykal, CNN Türk’te Fikret Bila ve Murat Yetkin’in programında TRT Şeş için şunları söyledi: "Herkes kendi anadilinde yayın yapabilir. Bu temel bir haktır. Türkiye'de bir RTÜK düzeni vardır. O düzeninin içinde nasıl özel televizyonlar varsa, Kürtçe yayın yapmayı uygun gören bir televizyonda çıkar. Buna kimse bir şey diyemez. Ama devletin kaynaklarının, 70 milyonun parasının sadece bir kesim vatanda- şımızın etnik talepleri doğrultusunda harcanması doğru değildir. Bizim anlayışımıza göre devlet etnik kör olmalıdır. Karşısındakinin etnik kimliğini, dini inancını, mezhebini görmemelidir. Buna yönelik kaynak ayrılması yanlıştır. Bu giderek devleti her türlü etnik kimliğin talebine karşı güç bir duruma sokar." Baykal’a sormak gerekiyor, mademki “Herkes anadilinde yayın yapabilir” bugüne kadar neden yapılamadı? Kürtçe ve diğer farklı dillerde yayın yapmanın önündeki yasal engeller kalktı mı? Baykal farklı dil ve lehçelerde yayın yapmanın RTÜK düzeninde yasak olduğunu unutuyor herhalde. Gün TV gibi günde 45 dakika yayın yapan bir TV’nin de, ancak Türkçe alt yazı ile yayın yapabildiğini unutuyor. Baykal; “Ama devletin kaynaklarının, 70 milyonun parasının sadece bir kesim vatandaşımızın etnik talepleri doğrultusunda harcanması doğru değildir” diyor. Peki, bu 70 milyon içerisinde kendi anadilinde eğitim ve yayın hakkı talep eden 20 milyon Kürt, bu devletin vatandaşı değil mi? Bu devlete vergi ödemiyor mu? O zaman TRT Şeş dışındaki TRT’nin diğer kanallarına 70 milyon içerisindeki en az nüfusu 30 milyonu bulan, Kürt, Arap, Laz, Çerkez vb milliyetlerden alınan vergilerin de bu kanallara harcanması doğru mu? Daha da sıralayacağımız bu sorulara Baykal şöyle cevap veriyor. “Bizim anlayışımıza göre devlet etnik kör olmalıdır. Karşısındakinin etnik kimliğini, dini inancını, mezhebini görmemelidir.” Baykal burada bir gerçeği teslim ediyor. Bu devlet bugüne kadar egemen olan Türk ulusu ve Hanefi mezhebi dışında diğer ulus, mezhep ve dinlere karşı kör olmuştur. Bugüne kadar hep inkâr ve imha siyaseti gündemde olmuş ve olmaya da devam ediyor. “Bölünme paranoyasından” kurtulamayan bir diğer şoven faşist parti MHP de “Milli birlik ve beraberliğimizi bozacağı ve ülkeyi böleceği”, 70 milyonun parasının “bölücülüğe harcanacağı”, kanalın PKK stratejisine uygun olduğunu, kendilerinin Türkçe’de ısrar edecekleri tavrını takındı. Kürtler ne istiyor? TRT Şeş’in yayına başlamasıyla birlikte, başta DTP olmak üzere bir dizi Kürt örgütü ve aydını da tavır takındı. DTP Eş Başkanı Ahmet Türk, partisinin gurup toplantısında, TRT Şeş için “İnkâr edilen, yok sayılan, dışlanan Kürtçenin resmi bir kanalda yayın dili olması, halkımızın yıllardır yürüttüğü onurlu mücadelenin bir kazanımıdır” diye konuştu. MKM ve kuruluşa bağlı sanatçılar 5 halkların kardeşliği için da bir açıklama yaparak tavır takındı. MKM adına Murat Batgi yaptığı basın açıklamasında şöyle dedi: "Kürt sanatçılar olarak, anadilimiz, kimliğimiz ve kültürümüzü geliştirme, halkımız ve insanlıkla paylaşma yönünde bunca baskı mekanizması dururken, kurumlarımız ve bizler üzerinde sayısız soruşturma sürerken, devletin Kürtçe televizyon girişimini hukuksal ve ahlaki olarak samimiyetten, inandırıcılıktan uzak görüyor ve hiçbir biçimde bu çalışmaya destek sunmayacağımızı ifade ediyoruz." Yıllardır Kürtler kendi ana dillerinde eğitim istediler ve bunun mücadelesini yürüttüler, yürütüyorlar. Anadilde eğitim taleplerine devletin tavrı baskı ve yasaklama oldu. EğitimSen anadilde eğitim dedi kapatmanın eşiğine geldi. Anadilde eğitimi savunduğu ve talep ettiği için yüzlerce öğrenci okullardan atıldı. Bir dönem Kürtçe kurslar açılsın dendi. Hemen arkasından bin bir dereden su getirilerek engel olunmaya çalışıldı. Yok efendim kapı iki mm darmış vs bahanelerle kursları engellemeye çalıştılar ve sonuçta kurslar kapandı. Bu baskılar karşısında Kürtler anadilde eğitim hakkında diretmeye devam ettiler. Bugün Kürtlerin esas talebi anadilde eğitimdir. En temel demokratik bir hak olan bu talep eninde sonunda alınacaktır. Şimdi hükümet YÖK aracılığı ile Üniversitelerde “Kürt dili ve Edebiyatı” bölümleri açma peşinde. Tüm bunlar devletin kendiliğinden lütfettiği şeyler değil, mücadele sonucu kazanılan ve kazanılacak haklardır. TRT Şeş yayınının ne kadar süreceğini önümüzdeki süreçte hep beraber göreceğiz. Ama devlet cumhuriyet dönemi boyunca ilk defa böyle bir adım atmıştır. Ve bu adım Kürtlerin mücadelesinin sonucu atılan bir adımdır. Araplar, Lazlar, Süryaniler, Çerkezler, Abazalar ve diğer milliyetlerde kendi anadillerinde eğitim ve yayın hakkını kullanmak için mücadele etmelidirler. Devlet hiçbir hakkı kendiliğinden vermiyor. Biz başta Kürtçe olmak üzere bütün diller üzerindeki yasakların ve baskıların kalkmasından yanayız. Ancak böylece diller gelişir ve özgürleşir. Halklar arasındaki düşmanlıklar yok olur. Halklar özgürce bir arada yaşar. Unutmayalım ki başka halkı ezen bir halk özgür olamaz. Medyaya yansıyan Kürtçe yasağına ilişkin örnekler 6 2001 yılında Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin 'Üniversitelerde anadilde eğitim olsun' talebiyle rektörlüğe verdikleri dilekçeler nedeniyle 6 öğrenciye toplam 35 yıl 6 ay hapis cezası verildi. (27 Aralık 2008) Diyarbakır Kayapınar Belediyesi tarafından yapımı tamamlanan 3 parka verilen Kürtçe isimler Kayapınar Kaymakamlığı tarafından sakıncalı bulunarak yasaklandı. Kayapınar Belediye Meclisi tarafından daha önce parklara verilen Kürtçe isimler Diyarbakır Valiliği tarafından aynı gerekçeyle yasaklanmıştı. (20 Kasım 2008) Eğitim-Sen tarafından organize edilen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'ne DTP imzası ile Kürtçe 'Roja 8'ê Adarê ya Jinan Pîroz be' pankartı açıldığı için, DTP Kırşehir İl Başkanı Yüksel Han'a 6 ay hapis cezası verildi. (20 Kasım 2008) Diyarbakır Kayapınar Belediyesi'nin 5 parka vermek istediği Kürtçe çiçek isimleri, Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu'ya takıldı. Vali Mutlu, Berfin (Kardelen), Nefel (Yonca), Daraşin (Yeşil Ağaç), Beybun (Papatya) ve Gülistan (Gül Bahçesi) isimlerinden sadece Gülistan'ı kabul etti. (14 Ağustos 2008) Urfa'nın Viranşehir ilçesinde Kürtçe isim 'Bilgisayarda 'î' harfi yok' denilerek engellendi. Ramazan Silgir adlı yurttaş 7 aylık çocuğuna Kürtçe 'Jîyan' (Yaşam) ismini vermek için Viranşehir Nüfus Müdürlüğü'ne başvurdu. Nüfus müdürlüğü görevlisi 'Bilgisayarda 'î' harfi yok' diyerek Jîyan yerine Jiyan yazdı.( 25 Eylül 2008) Diyarbakır'ın Kocaköy ilçesinde yaşayan Ay Ailesi'nin 7 yaşındaki çocukları Berxwedan'a isminde 'X', 'W' ve 'Q' harfleri bulunduğu gerekçesiyle kimlik verilmiyor. Okul çağına gelen Berxwedan, kimliği olmadığı için okula kayıt yaptıramıyor. (19 Eylül 2008) Almanya'da yaşayan 7 yaşındaki Welat Dağ ile iki kardeşi ve annesi 15 Haziran'da İstanbul'a geldi. Ancak Atatürk Havaalanı'nda anne ve iki kardeşinin Türkiye'ye girişlerine izin verilirken, Welat Almanya'ya geri gönderildi. Gerekçe ise, Welat isminin yasak olması. (19 Haziran 2008) DTP Kars İl Başkanı Mahmut Alınak bu suçu defalarca işledi, ceza aldı, paraya çevrilen cezayı ödemeyi reddederek hapse girmeyi yeğledi. En son 2 Aralık’ta Kars Sulh Ceza Mahkemesi’nde hâkim karşısındaydı. Alınak, seçim çalışması yürüttüğü araçta Kürtçe müzik çaldırdığı için üç arkadaşıyla birlikte yargılanıyordu. Dört sanığa, seçim propagandasında Türkçe’den başka dil kullanılmasını yasaklayan yasadan altışar ay hapis cezası verildi. Alınak, DTP il başkanlığını yürüttüğü 25 Mayıs 2007’de, Başbakan Erdoğan’a Kürtçe mektup gönderince hakkında, siyasi faaliyetlerde Türkçe’den başka dilin kullanımını yasaklayan yasaya muhalefetten dava açıldı. 2008'de bu davadan altı ay hapis cezası alan Alınak DTP İl binasındaki Kürtçe afişler nedeniyle de 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. O ise para cezasına çevrilen cezaları ödemediği için hapse girmeyi yeğledi. Hakkındaki son dava ise bildirilerde Newroz yazarken "W" harfini kullanması oldu. 28.01.2009 √ İktidar mücadelesinde yüksek yargı nasıl rol oynuyor? E gemenler arasındaki iktidar mücadelesinde, bürokratik, militarist, faşist yapının önemli bir ayağı olan yüksek yargı; yargıda Kemalistler egemen olduğu için, AKP ile Kemalist kanat arasındaki iktidar mücadelesinde, Kemalistlerin saflarında siyasi kararlar vermektedir. “Hukukun üstünlüğü”, “Yargı bağımsızlığı” vb. palavradan ibarettir. Türkiye’de ne yargı bağımsızdır, ne de hukuk vardır. Bunu en iyi egemenler arasındaki iktidar savaşlarında yaşanılanlar, yüksek yargının verdiği kararlar göstermektedir. Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde yüksek yargı; yürürlükte olan anayasaya göre yer yer hukuksal değil, siyasi kararlar vermektedir. Yüksek yargı içerisinde egemen konumlarını sürdüren Kemalistler, yürüyen iktidar mücadelesinde, statükocu ideolojik Kemalist kanadın iktidarını koruma siyasi kaygısı ile sorunlara yaklaşmakta, verdikleri kararlar da buna uygun olmaktadır. Bu durumun yansıması olan, yüksek yargı tarafından verilen kimi kararlar şöyledir: 1- 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesinde, Cumhurbaşkanlığı seçimi dönemimde, AKP’ye Cumhurbaşkanı seçtirmemek için, meclis toplanma yeter sayısı ile karar yeter sayısı aynılaştırıldı. Mecliste 367 vekilin hazır bulunması şartı getirildi. Bunu yapan da Anayasa Mahkemesi oldu. TC tarihi boyunca, cumhurbaşkan- ları seçimleri dönemlerinde yaşanmayan gelişmeler Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi döneminde yaşandı. 367 kararı hukuki değil siyasi bir karardı. 2- Yüksek ögrenim kurumlarında türbanının giyilmesini serbest bırakan, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan Anayasa değişikliği meclis tarafından kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da onaylanmıştı. CHP ve DSP türbanı serbest bırakan Anayasa değişikliğini, iptal istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne götürmüştü. Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliğini iptal ederek, yürürlüğü durdurma kararı verdi. Bu karar da hukuki bir karar değil siyasi bir karardı. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı bizzat mahkemenin kendisinin aldığı kararlara aykırı idi. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 148. maddesine göre, anayasa değişikliklerine sadece şekil bakımından inceleme ve denetleme yetkisine sahipti. Oysa mahkeme anayasa değişikliğini esastan görüşmüş, değişikliği “Cumhuriyetin değiştirilemez ilkelerine aykırı bulduğu” için iptal kararı vermişti. 3- AKP nüfusu 2 binin altına düşen 862 belde belediyesinin kapatılmasına yönelik bir kanun çıkardı. Kanun 22 Mart 2008’de yürürlüğe girdi. Anayasa Mahkemesi 22 Mart’tan sonraki 60 gün içinde, nüfus sayım sonuçlarına karşı dava açan 122 belde- halkların kardeşliği için nin kapatılamayacağına, diğer beldelerin ise 29 Mart 2009’da kapatılabileceğine karar verdi. Ancak Danıştay 8. Dairesi, Giresun Bulancak’a bağlı Kovanlık beldesinin açtığı davada, TÜİK’in nüfus sayım sonuçlarını resmen açıklamamasını gerekçe göstererek, Anayasa Mahkemesi’nin aksi yöndeki kararına rağmen, beldelerin dava açma haklarının sürdüğüne hükmetti. 8. Daire, Anayasa Mahkemesi’nin yasayla ilgili kararını açıkladığı 6 Aralık’tan sonra 60 gün içinde dava açan beldelerin de kapatılamayacağına karar verdi. İçişleri Bakanlığı 8. Daire’nin kararına itiraz etti. İtirazı görüşen Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu, 8. Daire’nin verdiği kararı onayladı. Bu karar yüksek yargı organlarını birbirine düşürdü. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, verdiği kararla Anayasa Mahkemesi’nin üstüne çıkan Danıştay kararını eleştirdi. Danıştay’ın kararı da hukuki değil siyasi bir karardır. Danıştay verdiği karar ile Anayasa Mahkemesi’nin üzerine çıkmıştır. Görünen o ki, Anayasa Mahkemesi iktidar mücadelesinde Kemalistler lehine karar vermediği durumda, imdada diğer yüksek yargı organları –Danıştay gibi- yetişmektedir!! Yargı cephesinden verdiğimiz bu üç örnek aslında şunu göstermektedir: “Sen istediğin kadar yasa çıkar, çıkardığın yasalar bizim istediğimiz yasalar değilse, yargı darbesi ile engelleriz.” AKP’ye verilen mesaj budur. Türban kararı ile de aslında AKP’nin eli kolu bağlanmıştır. Bu kararlar aynı zamanda gerçekte kimin iktidar sahibi olduğunu da gösteren kararlardır. “Meclisin herşeyin üzerinde olduğu, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu” da, palavradan ibarettir. Ne meclis her şeyin üzerindedir, ne de egemenlik milletindir. Burjuva anlamda Türkiye’de demokrasi yoktur. Bunu en iyi seçilmişlerin atanmışların baskısı altında olması durumu göstermektedir. Seçilmişlerin değil, atanmışların egemenliği Türkiye’de hüküm sürüyor. Atanmışların kararları son tahlilde belirleyici oluyor. “Türkiye’nin hukuk devleti olduğu, yargının bağımsız olduğu” aktardığımız kararlarla yalan olduğu bir kez daha tescillenmiştir. Türkiye’de hukukun sadece adı var, kendisi yoktur! Hukuk gerçekte yargı bürokrasisinin keyfine göre göre işleyen bir mekanizmadır. Gerçek demokrasi, burjuvazinin egemen olduğu, sömürünün hüküm sürdüğü bir sistemde mümkün değildir. Gerçek demokrasi işçilerin, emekçilerin burjuvaziye karşı verecekleri sınıf savaşımıyla, işçilerin emekçilerin kendi sınıf iktidarlarını kurmalarıyla mutlaka kazanılacaktır. 6 Ocak 2009 √ “ Hâlâ Hrantız, hâlâ Ermeniyiz… Hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganının onbinlerin ağzından yükselmesinin temeli ve de nedeni Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihinde katledilmesiydi. Hrant’ın katledilmesinin üzerinden tam iki sene geçti. Hrant’ın dostları, arkadaşları olarak onu unutmadık, unutmayacağız. Onun gibi Ermeni kökenli ve halkların kardeşliği için yorulmadan çalışan, çaba gösteren birinin eksikliğini hep duyduk, duyuyoruz. Hrant’ın dostları, arkadaşları olarak Hrant’a sahip çıkmanın, onun mücadelesini sürdürmenin en doğru yolunun halkların kardeşliği için mücadele olduğunu biliyoruz. Bu mücadele de, milliyetçiliğe, ırkçılığa, şovenizme, bunların kaynağı kapitalist sisteme karşı devrim için mücadeledir. Hrant’ı, katledilişinin ikinci yıldönümünde bu bilinçle anıyor, onu halkların kardeşliği için, özgürlük için verdiğimiz mücadelede yaşatacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz. Hrant’ın katledilişinin üzerinden geçen iki yıllık süreç, Hrant’ın gerçek katillerinin, sorumlu ve suçlularının hâlâ ortaya çıkarılmadığını ve de –önemli bir değişiklik olmazsa– çıkarılmayacağını; gerçek katillerin gizleneceğinin somut işaretlerini ortaya koydu, koyuyor. Bu konuda dergimizin 119. sayısında ortaya koyduğumuz “bilanço”dan özde bir değişiklik olmadı. Bu arada raporların sayısı ve mahkeme duruşmalarının sayısı değişti. Ama ne devletin yetkili kurumlarının ne de mahkemeyi yürüten hakim ve savcıların yaklaşımlarında özde bir şey değişmedi. Devlet yetkililerince takınılan tavırların hemen hepsinin gösterdiği gerçeklik, gerçek katillerin, sorumlu ve suçluların gizlendiğidir. Kuşkusuz ki kimi durumlarda pisliğin üzeri bütünüyle örtülemiyor. Böylesi durumlarda da “kurban”lar kamuoyuna gösteriliyor, ama gerçekte üzerine gidilmediğinde, “kurban”lar da kurtarılıyor… “Hrant’ın arkadaşları” adına yaptığı konuşmada Zeynep Tanbay şunları söylemişti: “Geçen bir yılda cinayeti çok önceden bilen, göz yuman ya da umursamayan, belki de cinayete yardımcı olan görevlilerin çoğu soruşturulmadı, görevlerini sürdürdüler. Yargı önüne çıkanlar ise türlü cambazlıklarla korundu.” (BirGün, 8 Temmuz 2008) Tanbay mahkemenin bir yıllık sürecini böyle açıklarken gerçeklere de- ğiniyordu. Hrant’ın katledilmesinden iki sene sonraki durumu da Avukat Engin Cinmen şöyle açıklıyor: “Şüpheliler açıkça korunup kollanıyorlar. Bunda bir kasıt vardır ve sorumlusu bugünkü siyasi iktidardır.…” (Hürriyet, 20 Ocak 2009, aktaran Melih Aşık) Bu iki kısa alıntıda dile getirilenler sayısız yazı ve raporda detaylarıyla ortaya konan durumun çok kısa ifadelendirilmesidir. İşin özü de, şu ya da bu ismin dile getirilip getirilmemesi, ya da kimin kimle ne ilişkisi olduğu vb.’den çok, devlet yetkililerinin soruna nasıl yaklaştığının ortaya konmasıdır. Devlet Hrant'ın ölümünden sorumludur. Soruşturmayı engelleme ve örtme çabalarının sonu Dink’in katledilmesiyle ilgili hazırladığı rapordur. Kamuoyunun da baskısı sonucunda Teftiş Kurulu’nun hazırladığı rapor Başbakan Erdoğan tarafından onaylandı ve böylece “ilk kez” kimi sorumlular –örneğin Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer, Celalettin Cerrah veya Ali Öz– hakkında soruşturmanın yolu açılmış oldu. Kuşkusuz ki, böylesi bir soruşturma yapılsa bile, bunların gerçekten suçlu ilan edilip cezalandırılması sözkonusu olmayacaktır. Olursa eğer, cezalandıranlarla ceza yiyenler arasında egemenlerin çıkar dalaşı vardır. Türk şovenizmi ağusuyla yoğrulanların Hrant için birbirlerini cezalandırmasını beklemek abestir. gelmiyor ve bu engelleme ve üzerini örtme çabalarının esas kaynağı da devlet yetkilileri ve kurumlarıdır. Bu engelleme çabalarını burjuva medyanın kalemşorları bile ortaya koyma durumundadır. Örneğin Hürriyet yazarı Melih Aşık şunları söylüyor: “…Müfettişler, yapılan bu görüşmeler ve kişilerin iletişim bilgilerine ulaşmak için talepte bulunuyor. Ancak Adalet Bakanlığı iletişim bilgilerine ulaşılmasına izin vermiyor… Adalet Bakanlığı soruşturmanın önünü neden kesiyor? Bu davanın en ilginç yanı, iktidarın soruşturmayı engelleme ve örtme çabalarıdır. Birileri de cinayeti Ergenekon’a havale ederek hem hükümeti hem gerçek failleri kurtarma çabasında görünüyor. Karıştıran karıştırana…” (Hürriyet, 20 Ocak 2009) Melih Aşık’ın dayandığı kaynak ise Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Bunun en açık belgesi şimdiye kadar yapılan duruşmalarda hakim ve yargıçların katil zanlılarıyla diyaloglarıdır. Ermenilere karşı düşmanlığı körükleme ve Türk ırkçılığını sergileme tavırlarıdır. Egemenlerin kendi aralarındaki çıkar dalaşı ve kamuoyunun yatıştırılması vb. meseleleri üstüste binip anda egemen kesimi bu konuda göstermelik de olsa kimi adımlar atmaya zorlarsa, o zaman kimi “kurbanlar kesilecektir”… Hrant Dink’in katledilmesiyle ilgili dava ve “yeni” soruşturma genelde ilerleme göstermese de, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun bu konudaki raporunun kimi yanları medyaya yansıyınca tartışma da yeniden alevlendi. Bu tartışmalarda Yasin Hayal’in McDonalds bombalaması ile ilgili yeni bir telefon numarasının saptandığı ve sözkonusu iletişim bilgilerine ulaşmak için Adalet Bakanlığı’nın izin vermesi gerektiği, ama bu izni vermediği sorunu öne çıkan konular- 7 halkların kardeşliği için dan biri oldu. Diğer tartışılan önemli noktalardan biri de, esasında devlet yetkililerinin Hrant’ın katledilmesi planlarından haberdar olduğu, ama önlem almadığıyla ilgilidir. Bu konuda da esas mesele “ihmal” olarak gösterilmeye çalışılıyor. Yani gerçek katillerin kim olduğu gizleniyor. “İhmal” tanımıyla “planlı bir cinayetin” işlendiği gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılıyor. Adalet Bakanlığı ise kendisine yönelen “izin vermedi” yönlü eleştiriyi geri çevirerek şu açıklamayı yaptı: “Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 135. maddesi gereğince iletişim bilgilerinin tespiti, dinlenmesi ve kayda görevlisinin işleyebileceği en ağır suçlardan birisidir, aynı zamanda da insanlığın en yüz karası hallerinden birisidir. Öte yandan, bu kamu görevlilerinin uzun süredir ‘korunması’ da ‘suça iştirak’ten başka bir şey değildir.…” (aktaran Hürriyet, 20 Ocak 2009) Evet, bu konuyla ilgili tüm devlet yetkilileri “suça iştirak” halindedir. Aslında bu davada, bu davayla ilişkisi olan tüm polislerin, askerlerin –tabii ki en başta da yüksek kattakilerin, yetkililerin– cinayetle yargılanması gerekiyor. Hepsi de cinayete ortaktır. Her biri makinenin bir çarkı, çarkının dişlisidir. Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp hesabı sorulana kadar “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun davranarak halkların kardeşliğinin bayrağını yükseklerde tutup halklar arasındaki düşmanlıkların son bulması için mücadeleyi sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim mücadelemizde yaşatacağız. 8 alınmasına izin verme yetkisi bağımsız yargı organlarına aittir. Adalet Bakanlığı’nın bu konuda herhangi bir görev ve yetkisi bulunmadığı gibi yargı organlarına bu yönde bir talimat vermesi de söz konusu olamaz.” (Hürriyet 14 Kasım 2008) Evet Adalet Bakanlığı kendisinin bu konuda yetkili olmadığını söyleyerek sorunu “bağımsız yargı” organlarının üzerine atmıştır. Adalet Bakanlığı’nın bu tavrını yasalara uygun bir tavır olarak kabul etsek bile, sözkonusu “bağımsız yargı” organlarının cinayetin üzerini örtme çabaları ortadan kalkmıyor. Bundan da önce, hem polis hem jandarma yetkilileri gerçek suçluları ortaya koyacak delilleri yok etmiştir, eğer yeni deliller sözkonusu olursa onların da kaderi aynı olacaktır. Ör neğ i n Ba şba k a n l ı k Tef t i ş Kurulu raporunda Erhan Tuncel’in sözkonusu edilen telefon görüşmesi İstanbul Terörle Mücadele Şubesi kayıtlarına göre 1 dakika 14 saniye sürmüştür. Fakat müfettişlerin açıklamasına göre, mahkeme dosyasındaki ses kaydının uzunluğu ise 19 saniyedir. Konuşmanın 55 saniyesi kesilmiştir. Vatan gazetesinden Okay Gönensin “İnsan olmanın şartı” başlıklı yazısında diğer şeylerin yanısıra şunları da yazmaktadır: “Bu kişiler Hrant Dink cinayetini hazırlarken, kamu görevlisi olan üniformalı ve sivil şahıslar durumla ilgili bilgi sahibidirler, ama gereğini yapmamışlardır. Bir insanın öldürüleceğini bilmek, asıl görevi olduğu halde cinayeti önlememek bir kamu Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun raporu kimi rezaletleri gözler önüne serse de, gerçekte, cinayetin gerçek suçlularını ortaya çıkarabilecek önemli hiç bir noktayı içermiyor. Örneğin Yasin Hayal’in ya da Erhan Tuncel’in telefon görüşmeleri sözkonusu Teftiş Kurulu tarafından dinlense ve kimlerle ve neler konuşulduğu ortaya konsa, davada özde bir değişiklik mi olacak? Aslında sorunun telefon görüşmesi yanını bu kadar öne çıkarmak bile, manipülasyonun bir göstergesidir. Sanki devlet yetkilileri ve sorumluları olaydan haberdar değilmiş de, Yasin Hayal ve Erhan Tuncel gibileri devlet yetkililerinden bağımsız, onların haberi olmadan kimi planlar çevirmişler… Yani sonuçta yine suçlu ve sorumlu devlet kademelerinin, yetkili ve sorumlularının dışında aranmakta, öyle gösterilmektedir. Hrant Dink ’in katledilmesinin birinci yıldönümünde onu anarken söylediğimiz gibi: “Hrant Dink cinayeti bağlamında da gerçek sorumlular ‘derin’lerde, ‘çukur’larda aranmasın. Sorumlu ve suçlular devletin içindedir.” (sayı 119, sayfa 8) Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp hesabı sorulana kadar “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun davranarak halkların kardeşliğinin bayrağını yükseklerde tutup halklar arasındaki düşmanlıkların son bulması için mücadeleyi sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim mücadelemizde yaşatacağız. 21 Ocak 2009 √ Katledilişinin 2. yılında Hrant anıldı H rant’ın katledilmesinin üzerinden iki yıl geçti. Bu iki yıl içerisinde ortaya saçılan pislikler, Hrant’ı gerçekte kimin katlettiğini gösteriyor. Hrant’ı kimin katlettiğini, Agos Gazetesi önünde yapılan anmada sıkça atılan “Katil devlet hesap verecek!” sloganı gösteriyor. Sorumlu ve suçlu bellidir. Ve onlar bir gün mutlaka hesap verecekler. 19 Ocak’ta Hrant’ın ailesi, arkadaşları, dostları, yoldaşları, sevenleri Agos Gazetesi önündeydi. Binlerce kişi bir kez daha Hrant’ın katledilmesini kınadı. Hrant’ın katledilmesine karşı öfkelerini dile getirdi. Hrant için adalet istedi. Saat 14:30’da başlayan anma, 15:30’da bitti. Binlerce kişi; “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!, Türk, Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!, Faşizme karşı omuz omuza!, Faşizme inat, kardeşimsin Hrant!, Hrant için, adalet için!, Bıji bıratiya gelan!” vb. sloganlarını attı. Hrant katledildiği saatte, saat 15:00’de saygı duruşunda bulunuldu. Hrant sesi ile oradaydı. Hrant’ın arkadaşları adına, oyuncu Halil Ergün bir konuşma yaptı. Halil Ergün yaptığı konuşmada, Hrantın katledilmesi sırasında ve sonrasında yaşadıklarını, duygularını aktardı. Halil Ergün sözlerini; “Hrant’tan ve bu topraklarda yaşayan Ermenilerden özür diliyorum, özür diliyorum, özür diliyorum ve herkesi özür dilemeye çağırıyorum” diyerek bitirdi. 25 Ocak 2009 Bir YDİ Çağrı okuru √ Hrant İzmir’de anıldı H rant Dink katledilmesinin ikinci yılında, İzmir’de yüzlerce kişinin katıldığı müzikli protesto ile anıldı. Konak Eski Sümerbank önünde, Birlikte Başaracağız Platformu bileşenlerinin biraraya geldiği anma etkinliğinde, Hrant Dink’in fotoğrafının önüne kırmızı karanfiller bırakıldı, mumlar yakıldı. Anmada, “Faşizme inat kardeşimsin Hrant!, Türk, Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!, Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz!” sloganları sıklıkla atıldı. Platform adına bir konuşma yapan Çoşkun Üsterci, sosyal, siyasal ve ekonomik nedenlerle milliyetçiliğin ve ırkçılığın tırmandırıldığına dikkat çekerek, “Yahudiler ve Ermeniler giremez” yazıları ile Maraş katliamı sorumlularından Ökkeş Şendiller’in TRT’de Dink’e yönelik asılsız suçlamalarının bunun örneklerini oluşturduğunu açıkladı. Üsterci, “Hrant’ın katlinin tarihin derinliklerine gömülen “faili meçhullerden” biri olmasına izin vermeyeceğiz. Aydınlık bir geleceği kurmak için bundan başka bir seçeneğimiz yok” dedi. 22 Ocak 2009 İzmir’den YDİ Çağrı okuru √ S halkların kardeşliği için İsrail saldırısı protesto edildi iyonist İsrail devletinin Gazze’ye yönelik saldırı ve katliamları devam ederken dünyanın çeşitli yerlerinde bu saldırıya karşı tepkiler de gün geçtikçe artıyor. İstanbul’da yapılan merkezi protesto eylemlerinin yanısıra İstanbul’un çeşitli semtlerinde oluşturulan yerel platformlar da bu katliamlara dur demek için eylemlilikler örgütlüyorlar. Bu protesto eylemlerinden birtanesi, içerisinde Güney Kültür Merkezi’nin (GKM) yanısıra ÖDP, DTP, EMEP, TKP, ESP, BDSP, DHF, HKM, Sınıf mücadelesi ve Proletaryanın Kurtuluşu’nun yer aldığı Esenyurt Platformunun 10 Ocak Cumartesi günü düzenlediği basın açıklaması idi. Yaklaşık 200 kişinin katıldığı eylem Esenyurt Cumhuriyet katılan bir kişinin tekbir getirmesi ise kitle tarafından rağbet görmedi ve kişi uyarıldı. Atılan sloganların ardından platform adına hazırlanan basın metninin okunmasına geçildi. Açıklamada; Siyonist İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamın bir an önce durması talep edildi. Bu saldırının yeni olmadığı, yıllardır başta ABD olmak üzere emperyalistlerin desteğini alan İsrail devletinin Filistin halkına karşı kanlı bir savaş yürürttüğü dile getirildi. Saldırı sonrası Tayip Erdoğan’ın barış yönlü açıklamlarına değinilerek bunun samimi olmadığı, İsrail devleti ile yapılan her türlü askeri ve diplomatik anlaşmaların iptal edilmesi talep edildi. Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye yönelik saldırısında Türk devletinin iş- Meydanında yapıldı. Eyleme katılmak için gelen insanlar jandarmanın keyfi bir uygulamasıyla karşılaştı. Meydanı çembere alan jandarma alana girenleri tek tek arayarak içeri alıyordu. Bu durum eyleme gelen insanların yoğun tepkisine neden olurken kimi insanlar da bu uygulamadan dolayı alana girmeye çekindiler. Saat 15’de biraraya gelen kitle sloganlarla Siyonist İsrail devletinin Gazze halkına açtığı savaşı protesto eden sloganlar attılar. Atılan sloganlarla İsrail devleti lanetlenerek saldırının derhal durdurulması talep edildi. İsrail devletine karşı kazananın direnen Filistin halkı olacağı, emperyalizme karşı mücadelenin öne çıkarıldığı ve Kürtçe ve Türkçe olarak halkların kardeşliğine vurgu yapıldığı sloganlar atıldı. Eyleme birlikçi konumda olduğu vurgulandı. Ortadoğu’da yürütülen savaşta ABD ve diğer emperyalist güçlerin etkisinden sözedilerek emperyalistlerin derhal Ortadoğu’dan çekilmesi istendi. Açıklamanın sonunda Esenyurt’taki işçi ve emekçilerin yüreği, duygu ve düşüncelerinin Filistin halkının, Gazze halkının yanında olduğu belirtilerek saldırı bir kez daha kınandı. Halkların barış ve kardeşlik içerisinde yaşayacağı günlere dek mücadelenin devam edeceği dile getirildikten sonra açıklama sona erdirildi. Açıklamanın ardından 10 dakikalık bir oturma eylemi gerçekleştirildi. Eylem alkış ve sloganlarla sona ererken jandarmanın basın açıklamasına yönelik keyfi tutumu da protesto edildi. 11 Ocak 2009 √ “Hrant için adalet için” “ Bebekten katil yaratan zihniyet sorgulansın!” Agos gazetesi genel yayın yönetmeni sevgili Hrant Dink’in katledilişinin 2. Yıl dönümü Mersin de de lanetlendi. KESK’e bağlı sendikalar, İHD, Halkevleri Mersin, Genel-İş, Petrol-İş, Kristal-İş, Liman-İş, ÖDP, SDP, DTP, EMEP, ESP, 78’liler, 68’liler İHD önünde akşam saat 17.30 da bir araya geldi. Yaklaşık 3oo kişinin bir araya geldiği kitle Ermenice, Kürtçe ve Türkçe yazılan “HRAN İÇİN ADALET İÇİN” pankartının arkasında “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeniyiz” “Hrant’ın Katili Faşıst Devlettir” Faşizme karşı omuz omuza….” gibi sloganlarla taş binaya doğru yürüyüşe geçti. Polis tertip komitesine “eylemin yasal olmadığını dava açacakları” ve “fakat eyleme müdahale de etmeyeceklerini” bildirmiş. Bu arada 20 kişilik devrimci örgütlerden oluşan bir grup ta İHD önünde bir araya gelerek, HRANT’IN KATİLİ DEVLETTİR HESAP SORACAĞIZ” pankartı altında bağımsız olarak önceden taş binaya kadar yürüdü. Taş bina önüne gelindiğinde SDP ve TKP ayrı kortejlerle sloganlar atarak miting alanına geldiler. Yoğun bir biçimde atılan sloganların ardında tertip komitesi adına Hülya Yaman basına ve kamuoyuna açıklamayı yaptı. Açıklamaya, Rakel Dink’in Hrant’ın cenaze merasiminde, “Bebekten katil yaratan zihniyet sorgulansın!” sözü ile başladı. Açıklamada “Herkes çok iyi bilmelidir ki, özgürlüklerin, barış ve kardeşliğin savunucusu olan Hrant’lar susmayacaktır. Hiçbir karanlık güç bizleri bu mücadeleden engellemeyecektir. Sevgili Hrant’ın hayallerini gerçekleştirmeye, ideallerinie sahip çıkmaya, ülkemizde her türlü kimlik ve kültürlerin birlikte yaşamaya birlikte yürümeye devam edeceğiz” denildi. Eylemde aynı zamanda Siyonist İsrail devletinin Filistin halkı üzerinde katliamı bir kez daha protesto edildi. Bugüne kadar Taş bina önünde yapılan nöbet eylemine de şimdilik son verildiği açıklandı. Basın açıklamasının ardından Hrant’ın çok sevdiği sarı gelin türküsü söylendi. Türküye kitlede eşlik etti. Bu basın açıklamasının arkasında diğer grupta kendi basın açıklamasını yaptı. Kitlenin bir kısmı bu açıklama yapılana kadar bekledi. Eylem herhangi bir olay olmadan sona erdi. H r a nt ’ı n k at i l i Fa şi st Tü rk Devletidir bir gün mutlaka hesap sorulacaktır. 22.01.2009 Ydi Çağrı Mersin √ İki genç kaçırıldı! İ s t a nbu l ’u n S a r ı ga z i s emt i Demokrasi Caddesinde iki gün peş peşe biri 18 diğeri 20 yaşında iki genç güpegündüz yüzleri kar maskeli ve uzun namlulu otomatik silahlı kişiler tarafından kaçırılıp işkence yapılarak öldürülmekle tehdit edildiler. Bununla ilgili Demokratik Haklar Federasyonu’na bağlı Anadolu Haklar Derneği 9 Ocak 2009 günü İstanbul İHD’de bir basın toplantısı yaparak bu kontgerilla saldırısı hakkkında kamuoyunu bilgilendirdi. Açıklamada ekonomik krizin işçiler ve emekçiler üzerindeki yakıcı etkisinin arttığı demokrasi ve hak alma mücadelesinin yoğunlaşarak geliştiği bir süreçte üyelerine yönelik yapılan bu yıldırma amaçlı saldırının mevcut düzenin faşistliğinin hangi boyutlara ulaştığının göstergesi olduğu belirtilerek saldırının nasıl geliştiği anlatıldı. 9 gündem İlk saldırının üyeleri Hüseyin Arslan’a 7 Ocak 2009 çarşamba günü saat 11.00’de Sarıgazi Demokrasi Caddesinde yürüdüğü sırada yapıldığını, H. Arslan’ın genç bir kadın tarafından adres sormak bahanesiyle ara sokağa çağrıldığı ve bu sırada o sokakta konumlanmış kar maskeli (Dört kişi oldukları sanılıyor) kişiler tarafından uzun namlulu silahlar doğrultularak zorla siyah Şahin marka bir otoya sokularak gözleri bağlanıp ormanlık alana götürüldüğü belrtildi. Orada elbiseleri çıkarılarak dövülmüş yere yatırılarak çeşitli işkenceler yapılmış “sizi biliyoruz, ensenizdeyiz, bir dahaki sefere böyle kurtulamazsın” denilerek öldürülmekle tehdit edilmiş ve daha sonra Sarıgazi’de bir okulun önüne atılmış. Bu saldırının ertesi 8 Ocak 2009 Perşembe günü yine derneklerine üye İnan Coşar’ın gündüz evinden çıkıp Demokrasi Caddesinde yürürken arkasından yaklaşan kar maskeli silahlı kişiler tarafından zorla Hyundai marka bir araca bindirilip gözleri bağlanarak kaçırıldığı, aracın içinde kaba dayak, darp, küfür ve işkencelere maruz kaldığı belirtildi. Vücudunun çeşitli yerlerini bıçak darbeleriyle yaralayan işkenceciler ölümle tehdit etmiş, psikolojik saldırılarda bulunmuş, başka bir dernek üyesinin ismi telefuz edilerek “sıra onda, onun da hesabını göreceğiz” denmiştir. İ. Coşar daha sonra Taşdelen köprüsü civarında otoyol kenarına atılmış ve görenler tarafından hastaneye kaldırılmış. Üyelerine yapılan bu saldırıların amacının kendileri sahsında demokrasi mücadelesi için bilinçlenip örgütlenen tüm devrimci ve ilericilere yapılmış bir saldırı olarak değerlendiren dernek “saldırıların sorumlusunun devlet ve onun güvenlik güçleridir” denilerek üyeleri adına Sarıgazi’deki kolluk kuvvetleri hakkında suç duyurusunda bulunduklarını belirttiler. Anadolu Haklar Derneği’nin üyeleri 20 yaşında, elektrik- elektronik teknisyeni Hüseyin Arslan ve Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi 18 yaşındaki İnan Coşar’a yapılan bu saldırılar onların sahsında tüm devrimcilere ilerici ve demokratlara ezilen ve sömürülen tüm işçi ve emekçilere yapılan bir faşist saldırıdır. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bu saldırıyı nefretle kınıyor, tüm devrimci demokrat, ilerici kişi ve kurumları tüm işçi ve emekçileri bu tür faşist saldırılara karşı duyarlı davranmaya çağırıyoruz. Hiç kimse, devrimci bir temelde örgütlenip devrimi hedef leyen bir ha k mücadelesi y ürütmeksizin emperyalistlerin işbirlikçisi bir avuç sömürücünün bu faşist düzeninde hak ve özgürlük sahibi olamayacağını bilmelidir. 10 Ocak 2009 √ Kürt anneler anadilde eğitim hakkı istedi B arış Anneleri İnsiyatifi, anadilde eğitim talebi ile ilgili18 Ocak 2009 Pazar günü saat 14.00’de Esenyurt’ta bulunan İstanbul DTP Büyükçekmece ilçe örgütü binasının önünde 150 kişinin katılımıyla bir basın açıklaması yaptı. Genellikle Esenyurt’ta yapılan basın açıklamaları Esenyurt Köyiçi’nde bulunan Cumhuriyet Meydanında yapı l ı r. Fa k at Ba r ı ş A n neler i İnsiyatifi’nden anneler basın açıklamasını burada yapamadılar. Çünkü alan, jandarma tarafından demir bariyerlerle ablukaya alınmış bütün yollar tutulmuş adeta Esenyurt’ta sıkıyönetim ilan edilmişti. Yediden yetmişe kadın erkek her yaştan insanların katıldığı bu açıklamayı anneler Kürtçe yaptı. Aç ı k la mad a , bi n lerce y ı ld ı r Mezopotamya toprakları üzerinde yaşayan bir halkın anneleri olarak çocuklarını kürtçe ninnilerle uyutup kürtçe dili ile eğitip büyüttüklerini, fakat 80 yıldan fazladır yaşadıkları topraklarında dilleri kendilerine yasaklanmış, yaşam kendilerine daraltılmış yerleri yurtlarının Kürtçe isimleri değiştirilerek zalimce bir Ç asimileye tabi tutulmuş olduklarını belirttiler. Anadillerini istediklerinde cezalandırıldıklarını belirten anneler 20. Yüzyılda anadil yasağının büyük bir insanlık ayıbı olduğunu, insanlığa zarardan başka bir fayda sağlamadığını, dilleri yasaklanan insanların topluma kolay uyum sağlayamadığını söylediler. Devletin TRT 6 ile Kürtçe yayına başlamasını samimi bir adım olarak görmediklerini, aynı gökyüzü altında yaşadığımızı iddia edenler tarafından hep hakları istendiğinde o gökyüzünden kendi üzerlerine bomba yağdığını belirten anneler çocuklarına Kürtçe isim veremediklerini, cezaevinde kalan çocuklarıyla Kürtçe konuşamadıklarını, konuştuklarında görüşmelerini kestiklerini belirttiler. Tüm bu zalimliklerin olmamasını istediklerinde de en yetkili ağızlardan “Ya sev, ya terk et!” lafları işittiklerini kendi ülkelerinde Kürtler olarak ulusal haklara sahip olma anlamında hiçbir zaman Türkler kadar özgür olmadıklarını belirttiler. Anneler açıklamanın sonlarında devletin Kürt dili üzerindeki bütün engelleri kaldırmasını, Kürtçenin Anadilde Eğitim hakkı eylemi apa Fıp Fakültesinin kampüsünde, Yurtsever Demokratik G e nç l i k Me c l i s i , Ç a p a Komitesi ve Lise Komitesi’nin ortaklaşa yaptığı, ana dilde eğitim hakkı ile ilgili basın açıklamasına biz Biz Yeni Dünya Gençliği olarak ta katıldık. Dövizler açılarak ve sloganlar atılarak eyleme başlandı. Atılan sloganlardan birkaçı şunlardı; ‘Kürdistan faşizme mezar olacak, anadilde eğitim istiyoruz” ve Kürtçe sloganlar atıldı. Taşınan dövizlerde TRT 6’i protesto eden ‘TRT ‘li asimileye hayır’ ya da ‘bilinmeyen dilin, bilinmeyen kanalı TRT 6’ gibi dövizler taşındı. Orada bulunan bütün gençler büyük bir halka oluşturarak bir süre halay çektiler. Daha sonra kampüsün girişine doğru yürüyüşe geçildi. Yürüyüş sonunda basın açıklaması okundu. Basın açıklamasında belirli talepler dile getirildi. Bunlardan bazıları şunlardı; Kürt dili sorununun resmi dil olarak kabul edilmesini, kreşlerden üniversitelere kadar tüm eğitim kurumlarında Kürt dilinin de eğitim dili olmasını ve adları değiştirilen köy kasaba vb. yerlerin eski Kürtçe isimlerinin geri verilmesini istediler. Kürtçe olarak “dilimiz onurumuzdur, onurumuza sahip çıkalım!” solganıyla biten açıklama boyunca bu slogan sık sık atıldı. Annelerin Kürt dili üzerindeki yasağın kalkması talebi kürt ulusunun en önemli haklı demokratik taleplerinden birisidir. Bu uğurda verilen mücadele bizim de mücadelemizdir. Öyle gördüğümüz içindir ki bu tür eylemlere gücümüz oranında katılıyor, destekliyoruz. Fakat doğru görmediğimiz başta Barış Anneleri İnsiyatifi olmak üzere diğer bir dizi siyasi parti, grup ve çevrenin dil yasağının bu düzen çerçevesinde çözülecek bir sorun ve Türk egemenlerinin bu konuda atacağı en ufak adımın barışa önemli katkı sunacağını iddia etmeleridir. Bu düşünce doğru bir düşünce değildir. Çünkü egemenlerin ezilen ulus ve ulusal azınlıkları asimile etmede en etkili araçı onların dillerini yasaklamadır. Onun için diyoruzki tüm ezilen ulus ve ulusal azınlıkların dil özgürlüğü, onların ulusal olarak yazgılarını kendi ellerine almasından geçer. Bu özgürlük de ancak ve ancak işçi sınıfı önderliğinde bir devrimle sosyalizmle kazanılır. Sermaye düzeninde hiçbir özgürlük kırıntısı ve göreceli barış ortamı gerçek özgürlük ve barış olmamıştır, olamaz. Bu açıklamada başka önemli bir eksiklik de kürt dili üzerindeki yasaktan başka diğer milliyetlerin dilleri (Örneğin; Arap, Laz, Çerkez Ermeni, Rum, …. vd. milliyetlerin anadillerinde eğitim yoktur.) üzerindeki yasaktan tek laf edilmemesi idi. Ocak 2009 √ çözümü için Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi, bunun için Türkiye devletinin Kürtlerin ‘Demokratik Özerklik’ talebini kabul etmesi gerektiği, Kürtçenin, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde resmi dil olarak kabul edilmesi, Kürt dilinin tüm eğitim ve öğretim alanlarında eğitim dili olarak kabul edilmesi, devlet tarafından geliştirilen asimilasyon politikalarından dolayı Kürt halkından özür dilenmesi ve pozitif ayrımcılık uygulanması gerektiği vurgulandı. Basın açıklamasından sonra eylem sona erdirildi. Katılım çok iyiydi, Eylem coşkulu geçti. Genç bir YDİ/Çağrı okuru Ocak 2009 √ Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı B ursa Orhangazi’de bulunan Birleşik Metal İş Sendikası (BMİS)’nın örgütlü olduğu 494 sendikalı, toplam 1000 kadar çalışanı bulunan Asil Çelik işyerinde işverenin sıfır zam teklifine karşılık işçiler grev kararı alarak 30 Ocak 2009’da greve çıktılar. İşverenin 17 Kasım 2008’de krizi bahane ederek işçileri ücretsiz izine çıkaran ve 12 Ocak 2009’da tekrar üretime başlaması karşısında devam eden Toplu İş Sözleşmesi(TİS) görüşmelerinin tıkanması sonucunda 21 Ocak 2009’da alınan grev kararı 30 Ocak 2009 günü uygulamaya konuldu. BMİS basın açıklamasında, “Bugün yaşanan krizi gerekçe göstererek, işçileri açlığa ve sefalete sürüklemek isteyen sermaye çevrelerine şimdide Asil Çelik işvereni eklenmiştir” dedi. Fabrikanın kapısında grevi halaylarla karşılayan işçiler önünde ilk olarak söz alan BMİS Bursa Şube Sekreteri Erol Bektaş “İş yerinde ölen arkadaşlarımız için, şehitlerimiz için, Filistin’de ölenler için 1 dakikalık saygı duruşu ve istiklal marşımızın ardından başkanımız konuşacak” diyerek bazen kötünün iyisi(reformist) sendikalar içinde de tabanın aynası olan şoven yöneticiler olabileceğini gösterdi. Daha sonra konuşan BMİS Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, “daha düne kadar işçilerin sırtından işçilerin çok yoğun çalışmasıyla yüksek oranlarda verimlilik ve büyük kar elde eden işveren, bugün kriz gerekçesiyle işçilerin en temel taleplerini görmezden geliyor. İşçilerin bu yoğun çalışmaları sayesinde her geçen gün büyüyen Asil Çelik işvereni şimdi krizin faturasını işçilere, çalışanlara kesmeye çalışıyor.” dedi. Özelleştiğinden bugüne kadar işyerinin ne kadar büyüdüğünü, işçi ücret- lerinin ne kadar gerilediğini verilerle ortaya koyan Adnan Serdaroğlu, “biz hiçbir zaman kavgadan kaçmadık. Tega’da bir yıldır grevdeyiz” dedi. başbakanın Davos’daki tavrının olumlu olduğunu ama devamının gelmesi gerektiğini ve yapılan ikili anlaşmaların iptal edilmesi gerektiğini belirtti. Ancak başbakanın bu tavrı sayesinde işçilerin, emekçilerin, yoksul kesimin karnının doymadığı gerçeğinin insanlara unutturulduğunu atladı. BMİS Genel Sekreteri Selçuk Göktaş “Göz renklerimiz farklı da olsa, göz yaşlarımız aynıdır” diyerek tüm işçileri ve işçi dostlarını bu davaya sahip çıkmaya çağırdı. Greve BMİS Bursa Şubesine bağlı bir aydır grevde olan Asemat işçileri, Prysmian , Grammer, Çimtaş, SCM işçileri de desteğe gelmişti. Yerel seçimlerin etkisiyle yerel bazı belediye başkan adayları ve EMEP, ÖDP, SP, SDP,TKP gibi örgütler de desteğini eksik etmediler. Atılan bazı sloganlar: “İş, ekmek yoksa barışta yok”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “Siz, biz hepimiz Filistinliyiz” vb. Her ne kadar reformist talepler de olsa işçileri bir adım ileri götürecek bu talepleri sahipleniriz. Ancak işçilerin, emekçilerin, köylülerin, yoksulların ve doğanın kurtuluşunun sosyalist devrimlerden geçtiğini bilerek; tüm sınıf olarak bolşevik safları sıklaştırmamız gerekmektedir. Yaşasın halkların kardeşliği Yaşasın sınıfa karşı sınıf davamız Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm. Bursa’dan YDİ/Çağrı Okurları 31 Ocak 2009 √ EK:1 Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı S Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ endikalaştıkları için işten atılan ve bir dizi saldırıya uğrayan Sinter Metal ve Gürsaş işçileri yaklaşık bir aydır hazırlığını yaptıkları Dayanışma Gecesini gerçekleştirdiler. Direnişçi işçiler bu geceyi direnişlerinin 40. Günü olan 29 Ocak 2009 Çarşamba günü İstanbul’un Ümraniye semtindeki Vals Düğün Salonu’nunda yaptılar. Düzenli olarak ziyaret ettiğimiz direnişçi işçilerle birlikte Sinter Metal Fabrikası önünde patronu ve direnişe katılmayan ihanetçi işçileri protesto eden ve kazanana kadar direnişe devam edecekleri kararlılığını ifade eden slogan ve konuşmalardan sonra servislerle gecenin yapılacağı yere geldik. Salona 200 metre kala servislerden inen Gürsaş ve Sinter Metal işçileri kortej oluşturarak sloganlar eşliğinde salona kadar yürüdüler. Gece, sunucunun N. Hikmet’in “İşçi Sınıfına Selam!” şiiri ve Sinter Metal işçilerinin direnişini anlatan bir sinevizyon gösterimi ile başladı. Sinevizyon gösterimi boyunca Direnişçiler ve aileleri tarafından büyük bir coşku ile direnişlerini alkışlamaları onların bu kavgada ne kadar kararlı olduklarını gösteriyordu. Gecenin açılış konuşmasını Birleşik Metal – İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı. Destek için orada bulunan herkesi ve zor koşullara rağmen bu güne kadar büyük bir kararlılıkla direnen Sinter Metal işçilerini selamlayan ve kutlayan A. Serdaroğlu Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının sadece bir avuç zengin İÇİNDEKİLER YENİ İŞÇİ DÜNYASI Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3 Asemat işçileri grev dedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Çimsataş’ta işçi kıyımı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . . EK:5 İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . . EK:6 Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8 Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 EK:2 için varolduğunu belirtti. Ayrıca Gürsaş ve Sinter Metal’de yaşananların “işveren terörü” olarak değerlendiren A. Serdaroğlu bu teröre seyirci kalan hükümetin de en az patronlar kadar suçlu olduğunu söyledi. Sinter ve Gürsaş direnişçileri adına birer işçi kürsüde kısa birer konuşma yaptı. Sinter Metal işçileri adına konuşan sadece yasal hakları olan sendikallaşma ve ekmek davası için mücadele ettiklerini ve bundan sonra da daha kararlı bir şekilde kazanana kadar mücadelelerini sürdüreceklerini belirtti. Gürsaş işçileri adına konuşan genç bir işçi ise yürüttükleri mücadelenin sadece Gürsaş işçilerin sendikal hakkı ekmek ve geleceği için olmadığını yürüttükleri mücadelenin bir bütün olarak ülke işçi sınıfının tüm ezilen ve sömürülenlerin mücvadelesi olduğunue herkesi bu tür direniş ve grevlere destek olmaya çağırdı. Geceye DİSK Yönetim Kurulu üyeleri, KESK Genel Başkanı Sami Evren, Genel- İş Genel Başkanı Erol Ekici, Genel- İş Anadolu Yakası Bölge Başkanı Veysel Demir DİSK, KESK ve Türk- İş'e bağlı bir çok sendikanın şube yönetcisi, DKÖ temsilcisi, yöre derneği ve semtte bulunan organize sanayi bölgelerinden işçiler katıldı. Şimdiye kadar hiçbir direniş ve grevde pek karşalaşmadığımız siyasi parti yöneticisi, Milletvekili ve Belediye Başkan Adayları da geceye gelmişlerdi. Bunlardan İstanbul’un Üsküdar ilçesi DSP Belediye Başkan Adayı sanatçı Levent Kırca işçiler tara- fından büyük bir sevinçle karşılandı. L. Kırca yaptığı kısa konuşmada işçilerin yanında olduğunu belirtti ve mimikleriyle işçileri güldürdü. DSP Milletvekili Ayşe Şule Ağırbaş da hükümeti suçladı, işçileri desteklediğini söyledi. Aynı şekilde DSP Milletvekili gibi CHP Milletvekili Çetin Soysal da sanki emperyalistlerle işbirliği içinde olan bir avuç kapitalistin faşist düzeninin savunucusu işçi ve emekçi düşmanı büyük sermaye sınıfı ve bürokrat burjuvaziye hizmet eden bir partide değil de gerçekten işçiden emekçiden yana bir partide siyaset yapan bir Milletvekiliymiş gibi hükümetin yanlış politikasından patronların krizden dolayı işçilerin emekçilerin haklarını gaspından “emeğin en yüce değer” olduğundan işçi sınıfının yanında olduğundan uzun uzun sözetti. Bu sırada salondaki bir bölüm dinleyici tarafından bu iki yüzlülüğü protesto edildi. Çünkü Belediye Başkanı CHP’li olan Kadıköy Belediyesinde çalışan sağlık emekçileri DİSK/ Devrimci Sağlık- İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılmıştı. Sendika bununla ilgili bir bildiri çıkarmış önceden salondaki masalara dağıtmıştı. Protestocular, haklı olarak bildirileri havaya kaldırarak ve masalara vurarak Çetin Soysal’ı protestolarını dakikalarca sürdürünce Birleşik Metal- İş Başkanı ve diğer yöneticiler Milletvekilinin protesto edilmesinin çok yanlış olduğunu bu Milletvekilinin her zaman Mecliste işçilere sahip çıktığını söyleyerek onu savundu. Kendi işkolunda en mücadeleci ve işçilerin sömürülmesini azda olsa sınırlamak için uğraşan emekten yana bir sendikanın en yetkilisinin adından başka halka hiçbir ilgisi olmayan ve yararı dokunmayan; tersine 12 Martları, 12 Eylülleri yapanlar ve uygulamasını sürdürenlerden özde farkı olmayan bir partide Milletvekiliği yapan birine böyle sahip çıkması işçi sınıfının kaşını yapayım derken gözünü çıkarmaya benziyor. İşçi sınıfı bir gün mutlaka bu düzen partilerinden hesap sorduğu gibi sınıfın anda bir bölüğünün küçücük çıkarları uğruna uzun vadeli çıkarları hiçe sayarak ve gerçek kurtuluşa yürümesi için gözlerindeki gerekli görme yetisine ulaşmanın ön nüvesi olan ışığı artırmak değil de eksiltenlerden de hesap soracaktır. Ocak 2009 √ Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte M mesi üzerine, örgütlenmeye karar veriyorlar. Sendikamıza işçilerin öncülerinden bir iki arkadaş başvurdu. Bunlarla önce görüşmelerimizi Haziran ayı içerisinde başlattık. Tabi Liman’da olan bir işyeri olduğundan dolayı, öncelikle bizim işkolumuzda olup olmadığını kesinleştirmemiz gerekiyordu. kesinlikle örgütlenme sürecinin tamamlanana kadar bu mücadeleyi devam ettirmekten kararlı olduklarını herkese gösterdiler. Her sabah işten çıkarılan arkadaşlarımızla beraber, işbaşı yapacak arkadaşlarımız direniş yerinde buluşuyoruz. Orada sloganlarla taleplerimizi yeniden haykırıyoruz. Çalışan arka- Bakanlıkta işkolu tespiti istedik. Ekim ayı sonlarına doğru işkolu incelemesi tamamlandı. Kara taşımacılığı işkolunda olduğu kesinleşti. Daha sonra biz kurduğumuz ilişkiler üzerine burada örgütlenme çalışması başlattık. Gerçekte iki aylık çok yoğun bir çalışmanın sonucunda, işçi arkadaşların evlerinden, mahallelerinden, sokaklarından, düğünlerinden, cenazelerinden tutun, bulundukları her yere bu örgütlenme çalışmamızı taşıdık. Bunun üzerine işçi arkadaşlarımızın örgütlenmeye olan ihtiyaçları, sendikamızın çalışmasına duydukları güven sonucunda da, yasaların aradığı çoğunluğu sağlayarak, 30 Aralık tarihinde Çalışma Bakanlığı’na çoğunlu tespiti başvurumuzu yaptık. Tabi sendikal çalışmanın işveren tarafından duyulması üzerine, işin öncülerine tehditler yağdırmaya başladılar. Sendikamızı karalamaya çalıştılar. İşçileri sendikadan istifa ettirmeye çalıştılar. Tehditleri silah göstermeye kadar vardırdılar. Ve en son olarak da, 5 Ocak tarihinde, 60 arkadaşımızın işten çıkarılmasıyla sendikal çalışmayı engelleyebileceklerini düşündüler. Ama bugün direnişimizin 11. günü. 11 gündür hem içeride çalışan üyelerimiz, hem işten çıkarılan kapının önünde direnişte olan üyelerimiz, daşlarımızı işe uğurluyoruz. Gün içerisinde burada ziyaretçilerimiz oluyor. Her gün halaylar çekiyoruz. Destek ve dayanışmaya gelen kurumlarla, omuz omuza bu mücadelenin kazanılması için, yeni hedefler koyuyoruz önlerimize. Ve akşam paydos saatinde de, içerden çalışan üyelerimiz, kortejler oluşturarak, sloganlar atarak limanın kapısına geliyorlar. Limanın dışına çıkıyorlar. Orada direnişçi işçilerle buluşarak, taleplerimiz haykırarak dağılıyoruz. Tabi, burada esas üzerinde durulması gereken nokta şu: Biliyorsunuz özelleştirme sonucunda, özelleştirmenin gerçekleştiği bütün limanlarda, sendikal örgütlülükler dağıtıldı. Mersin limanı da bunlardan biri. Buradaki bu süreç, Limanlardan yeniden örgütlenebilineceğini, sendikal örgütlülüğünün yeniden sağlanabileceği, bir kazanıma dönüşürse, gerçekte limanda çalışan bütün işçilerin, yeniden örgütlü, toplu sözleşmeli, düzen içerisinde çalışmalarına hizmet edebilir. Bundan dolayı Liman’da örgütlenme yetkisi olan bütün sendikaların limanlardaki örgütlenme çabasına katkı sunmaları, destek vermeleri ve örgütlenme çalışmasını başlatmaları gerekiyor. Nitekim Ana işveren MIP, bizim işkolumuzda değil. Liman-İş sendikamızın iş kolunda. Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ ersin Limanı’nın özelleştirilmesi sürecinde, liman işçileri Liman-İş Sendikası önderliğinde özelleştirmeye karşı direnerek, özelleştirmeyi engellemeye çalışmıştı. Bu direnişin özelleştirmeyi engelleyememesi üzerine, Mayıs 2007 de Mersin Limanı 36 yıllığına MIP şirketine kiralanarak özelleştirilmişti. Bu özelleştirme sonunda emekliliği dolan işçiler emekliye ayrılmış, diğerleri ise başka limanlara gönderilerek bu direnişe son verilmişti. Bu özelleştirme nedeniyle Mersin Limanı’nda Limanİş’in örgütlülüğü sona ermişti. O dönemden bu yana, Mersin Limanı’nda bir sessizlik hakimdi. Bu sessizliği yükleme, boşaltma, tahliye işçileri bozdu. Bir taşeron firma olan Akansel’de çalışan işçiler, patronun keyfi tutumu ve ağır çalışma koşullarına daha fazla boyun eğmeyeceklerine karar vermişler. Bunun sonucu olarak, kendi işkollarında yetkili olan TÜMTİS’te örgütlenmeye karar veriyorlar. İşçilerin sendikaya üye olmasını engelleyemeyen Patron “ekonomik kriz” gerekçesiyle ilk başta 60 işçiyi kapı dışarı etmişti. Bunun üzerine atılan işçiler, 5 Ocaktan itibaren Limanın A kapısı önünde direnişe geçti. İçerde çalışan işçilerde, iş yavaşlatarak direnişteki arkadaşlarına destek veriyorlar. Direnişin11. günü, 10 işçinin daha aynı gerekçe ile kapı dışarı ediliyor. Kendilerini ziyaret ettiğimiz işçiler patronun tavrına tepkili. Sendikalı olarak çalışma konusunda “Limana sendika girecek başka yolu yok!” diyerek direniyorlar. L i m a n ö nü n d e , T Ü M T İ S Sendikası Genel Sekreteri Gürel Yı lmaz ve direnişçi işçilerle görüştük. YDİ ÇAĞRI: Sayın Gürel bize bu süreci anlatabilir misiniz? Gürel Yılmaz: Mersin Limanı 2007 yılının Mayıs ayında özelleştiriliyor. Özelleştirmede, Singapur kökenli dünya liman işletmecisi Tersa ile, Aksen’in ortaklığı ile kurulan MIP adlı şirket özelleştirmede Limanı 36 yıllığına kiralıyor. Bu MIP, Limanın boşaltma, yükleme ve tahliye işlerini AKANSEL adlı bir firmaya yaptırmaya başlıyor. Akansel’de çalışan işçiler, aylarca kendilerine çalışma koşullarının düzeltileceğine dair sözler verilmiş olmasına rağmen, hiçbir sözlerinin yerine getirilme- Biz Liman-İş sendikamızın da MIP de bir örgütlenme çalışması başlatırsa eğer, kendilerine yardımcı olacağımızı, ilişkilerimizi onlara taşıyacağımızı, burada Akansel işçilerinin örgütlenme çabasının MIP işçilerinde de ciddi bir etki bıraktığını, bu etki üzerine sendikal örgütlenmenin daha kolay olabileceğini aktardık kendilerine. Onların da bir an önce ana işveren de çalışan işçilerin örgütlenmesi için, adım atmalarını istiyoruz. Buradaki MIP işçilerinin de talebi budur. Biz bu mücadeleyi devam ettireceğiz. Her türlü baskıya rağmen, her türlü havanın olumsuz koşullarına rağmen, bu mücadeleyi devam ettireceğiz. Tabi biz bu mücadeleyi devam ettirirken, işten çıkarmalar sadece 60 kişi ile sınırlı kalmayacak. Her gün arkadaşlarımıza işten çıkarılacaklarına dair tebligatlar geliyor. Pazartesi günü 10 arkadaşımıza daha, 3 Şubat’tan itibaren işten çıkarılacaklarına dair tebligatlar gönderildi. Bu durum işçi arkadaşlarımız da ciddi tepkilere neden oluyor. İşverenlerle ve işveren temsilcileri ile, görüşmek için iş bırakmaya kadar giden işyeri içerisinden eylemlilikler gerçekleştiriyorlar. Tabi demokratik bir haktır bu. Siz hem işçiye tebligat göndereceksiniz, şu tarihten itibaren sizden işinizi ekmeğinizi alacağım diyeceksiniz, ondan eskisi gibi hizmet bekleyeceksiniz. Bunun olanağı yoktur. Gerçekten bu mücadeleyi sadece işten çıkarılan üyelerimizin işe geri döndürme mücadelesi olarak değerlendirmiyoruz. Bu mücadele, limanlarda yeniden sendikaların örgütlenebilme mücadelesi. Bu mücadele Türkiye de emek örgütlerinin, demokrasi güçlerinin örgütleme mücadelesine dönüşmelidir. Burada olumlu sonuç almamız, hem limanlarda yeniden örgütlenebilineceğinin örneği olacaktır. Hem de işçi sınıfına bunca sorun içerisinde, bunca kıyım içerisinde, bunca olumsuz koşullar içerisinde moral motivasyonuna dönüşecektir. Onun için bütün demokrasi güçlerinin, tüm emek örgütlerinin, yüreği işçilerden yana atan bütün bireyleri, kurumları bu mücadeleye sahip çıkmaya, destek olmaya çağırıyoruz. Yoksa sadece Akansel işçilerinin kendi öz güçleri ile sürdürebilecekleri, mücadele ederek başarıya ulaşmaları biraz zor. Sınıf kardeşleri, emek örgütleri, demokrasi güçleri hangi oranda sahiplenirlerse, hangi oranda katkı ve destek sunarlarsa, başarı o kadar erken gelecektir. Bu sadece Akansel işçilerinin, sendikamızın başarısı değil, emek örgütlerinin ve yüreği sınıftan yana atan herkesin başarısı olur. YDİ ÇAĞRI: Bize bu bilgileri verdiğiniz için teşekkür ederim. Gürel Yılmaz: Ben de teşekkür ederim EK:3 Asemat işçileri grev dedi Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Süleyman Kızıltay: Akansel’de çalışıyorum, şu an sendikaya kayıt olduğumdan dolayı işsiz bırakıldım. İçerde çok zor şartlarda köleliğe varan şartlarda çalıştırdılar. Bize güzel vaatlerde bulundular, ama hiç birini yerine getirmediler. Buna bağlı olarak arkadaşlarla beraber sendikal faaliyetlere başvurduk. Mücadelemizi vermeye başladık. Bunu öğrenen işveren önce arkadaşlarımızı zorla notere götürüp, tehditlerle sendikadan istifa ettirmeye çalıştılar. Fakat biz baskılara boyun eğmedik, mücadelemize devam ettik. Yeterli sayıyı Çalışma Bakanlığı’na ulaştırdıktan sonra, sevinçten avazımız çıktığı kadar bağırmak istedik. Bunu duyan işveren 3 Ocak’tan itibaren 60 işçiyi işten attı. Bunun mücadelesini şu an burada veriyoruz. İşçiyiz haklıyız kazanacağız! Başka bir şey demiyorum. Ali Aras: Liman işçisiyim. Özelleştirildikten sonra girdik. Yalan dolan haksızlık, hakaret her şey geldi başımıza. Bugüne kadar dayandık. Buraya kadar geldi. Şu an hala çalışıyorum. Yıllık izine ayrıldım. Yazıhanede izin kağıdıma imza atarken çıkışım benden önce eve gitmiş. 29 Ocak’ta işbaşı yapacağım. 3 Şubat’ta çıkışım verildi. Burada çıkarılan işçi arkadaşlarla aynı kaderi paylaşıyoruz. Ya hep beraber ya hiç birimiz! Başka bir şey demiyorum zaten her şey göz EK:4 önünde. Bize verdiğiniz destek için size teşekkür ediyoruz. Refik Yılmaz: Ekonomi krizin olmadığını, TÜMTİS Sendikası’na üye olduğumuz için işten atıldık. Ben ayda 300-350 taşımalık yapan, Akansel’in bir numaralı operatörü olduğum halde beni ekonomik kriz bahanesi ile işten çıkardılar, kapı dışarı koydular. Palete girmesini bilmeyen adamı getirdi benim yerime koydu. 10 Senedir Mersin Limanı’nda çalışıyorum, herkes beni tanır. Ekonomik kriz bahane. Sendikaya üye olmamı kabullenemiyorlar. Bu senin yasal hakkın değildir. Kuralları biz koyarız diyorlar. İsmet Tanır: 1997’de emekli oldum. 40 yıllık operatörüm. 18 aydır yaklaşık Mersin Limanı’na çalışmak için girdik. Sadakatimizle pat ronu mu z a h i z me t e t t i k . Gecemizi gündüzümüzü birbirine kattık. Oyalama taktikleri ile 18 ay bizi oyaladılar. En sonunda yasal hakkımız olan sendikaya başvurduk. Bunu suç unsuru olarak gösterip bizi işten çıkardı. Gönderdiği yazıda kriz diyor. Kesinlikle kriz falan yok. Yasal hakkımız olan sendikaya üye olduğumuz için işten çıkarıldık. İşvereni kınıyorum. Mehmet Eren: 1988’de Liman’da çalıştım. Daha sonra belli aralıklarla Liman’da çalıştım bugüne geldik. Biz bir aileyiz diyerek boş vaatlerle bizi kandırdı. İşçiler gidip yasal hakkını kullanmasın diye aylarca bizi kandırdı. Hiç zam alamadık. 18 ayda bize verdiği 50 TL zam. 50 TL zamdan sonra söz verdi tutanak tuttu, gelip sizlerle görüşeceğim dedi. Daha sonra müdürünü göndererek kriz var diyerek bizi uyutmaya çalıştı. Bende kınıyorum. 300 kişinin yapacağı işi 118 kişiye yaptırıyorlar. Böylemi işsizlik önlenecek. Yetkililere sesleniyorum, gelsin kontrol etsinler. 12 çalıştırılıyoruz. Biz hiçbir işverene düşman değiliz. Bu memleket için yatırım yapan, iş yapan hiçbir insanımıza kötü gözle bakmıyoruz. Seviniyoruz tam aksine. İşimize geri dönmek istiyoruz 17 Ocak 2009 YDİ Çağrı/Mersin √ Bursa Nilüfer Organize Sanayi Bölgesinde kurulu bulunan ve Birleşik Metal İşçileri Sendikası (BMİS)’nın örgütlü olduğu Asemat fabrikasının yaklaşık 70 çalışanı, işverenin %4’lük zam teklifine karşılık olarak GREV dedi. Grev uygulamasını başlatmak üzere BMİS Genel Sekreteri Selçuk Göktaş konuşmasında işverenin uzlaşmaz tutumundan duydukları rahatsızlığı dile getirerek: "Grev bizim için hiçbir zaman amaç olmamıştır, ancak devletin açıklamış olduğu resmi rakamlara dahi ulaşmayan bir zam teklifini kabul etmemiz mümkün değildir’’ diyerek; aslında bu resmi rakamlara ulaşılsa anlaşabileceklerini ifade etmek istemiştir. Birleşik Metal İş'in işçi sınıfının önder örgütü olduğunu iddia eden Göktaş taşeron işbirlikçi sendika Türk Metal’i de eleştirerek "Bir başkalarıyla karıştırmayın bizi; emlakçı Mustafa ile karıştırmayın bizi. Bugün işinden atılan ve açlığa reva görülen işçilerine sahip çıkmayan bir anlayış yoktur BMİS’ nda. Ülkede, dünyada krizi yaratanlara baktığımızda, krizin bedelini işçilere ödetmeye çalışıyorlar. Oysa biz işçilerin bu krizde en ufak bir payı yoktur. Bu ülkede başbakan diyor ki “2 yıllık zulaları var’’. Hani bozuk saatler olur ya; arada bir doğru gösterir. Bizim başbakan da arada bir doğru söylüyor. Gerçi bize göre daha fazla zulaları var ya; eğer 2 yıllık zulaları varsa işverenlere söyleyecek sözünüz olmalıydı. İşçi çıkarmaları neden yasaklamadınız? Yalnızca işçilere gelince Kasımpaşalılığı istemiyoruz biz’’ diyerek işverenlerin siyasi temsilcilerinden de işçiler adına bir şeyler beklediğini ifade etti.’’Bu ülkede sadece zenginler vergi ödemiyor, sadece zenginler yaşamıyor, devletin kasasını sadece onlar doldurmuyor; tam tersine bu ülkeyi ayakta tutan işçilerdir. 20 tane aile bu ülkenin milli gelirinin %70’ini yiyor; geriye kalan %30'u ise 65-70 milyona paylaştırıyorsunuz. O zaman bu ülkede paylaşım adaletsizliği var (günaydın demek gerekiyor) zenginlere "varlık vergisinin’’ getirilmesi gerekiyor. Bizim talep- lerimize kulak tıkayan siyasi iktidar istemiyoruz. Biz yoksulların başbakanını arıyoruz. Biz yoksulların hükümetini arıyoruz" diyerek sanki sistem içinde kurtuluşun mümkün olduğunu söylemeye çalıştığı anlaşılıyor. Asemat işverenini tekrar masaya davet eden S. Göktaş, “Şunu isterdim; belki insanların istediği %100 olmayabilir. Bu işçiye sahte enflasyon rakamları dahi uygun görülmedi. Bunu bile çok gördüler bu işçiye; hükümetin açıkladığı enflasyon oranlarını (%8) bile çok gördüler’’ diyerek niyetinin ne olduğunu da belli etti. Birçok işyerinde sorun yaşadıklarını, birçok yerde direnişte olduklarını dile getiren ve işverenlerin bunları özellikle yaptıklarını dile getiren Göktaş her şeye rağmen BMİS olarak kavgadan kaçmadıklarını ve hiçbir zaman da kaçmayacaklarını söyledi. BMİS Bursa Şb. Başkanı Ayhan Ekinci ise "bizi bu mücadelede yalnız bırakmayan tüm dostlara teşekkür ederiz’’ diyerek grev uygulamasının başladığını ilan etti. Asemat işçilerine BMİS Bursa Şubesine bağlı diğer işyerlerinden de yaklaşık 60 işçi, KESK, EğitimSen, EMEP, Sosyalist Parti gibi kimi örgütlerin de desteğe geldiği görüldü. Konuşmalar sık sık sloganlarla kesilirken şu sloganlar atıldı: “Yaşasın sınıf dayanışması! İşçilerin birliği sermayeyi yenecek. Direne direne kazanacağız. Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz. Gün gelecek devran dönecek, emlakçı işçiye hesap verecek.” Tabii ki biz işçilerin yaşam şartlarını iyileştirecek reformist talepleri de reddetmeyiz tersine sahipleniriz. Ancak işçi sınıfının gerçek kurtuluşu ancak sınıf önderlerinin örgütlü olduğu bir BOLŞEVİK PARTİ önderliğinde; devrimden geçtiğinin ve tüm işçilerin bu yönde örgütlenmesi gerektiğinin altını çizmek istiyoruz. Yaşasın sınıf mücadelemiz! Ya ş a s ı n d e v r i m , y a ş a s ı n sosyalizm! Bursa’dan YDİ Çağrı okurları Aralık 2008 √ Taşeron işçilerden Emekçiler krize ve işten atmalara karşı açlık grevi İ zmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olarak park ve bahçe işlerini yapan taşeron Vira ve Kürşat şirketlerinde çalışan 1.200 işçi, kadrolu olarak belediyeye ait bir şirkette çalışma talebiyle, çeşitli -basın açıklaması, yürüyüş, oturma eylemi- eylemler yaptılar. 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle, ihale süreci sona erdiği gerekçisiyle 1.200 işçi işsiz kaldı. Eylemler ve tepkiler sonucu Vira taşeron şirketi işçileri işbaşı yaptı. Kürşat taşeron işçileri ise, 7 Ocak’ta Konak İzmir yürüdü müracaat ettik. Başkan Aziz Kocaoğlu’na 1,5 ay ulaşamadık. En son basın açıklamasına bir gün kala kendisi ile görüştük. Başkan bize, ihaleleri Büyükşehire bağlı hangi firma kazanırsa kazansın, belediyeye ait bir firmaya geçiş yapma sözü verdi. İhaleler yapıldı. Başkan verdiği sözü yerine getirmedi. Uğraşlarımıza rağmen başkan ile bir türlü görüşemedik. Vira işçileri işbaşı yaptı. Kürşat işçileri direniyoruz. 7 Ocak’ta açlık grevine başladık. 4 arkadaşımız A dönüşümsüz, 4 arkadaşımız dönüşümlü açlık grevi yapıyoruz. Açlık grevi yeterli olmazsa, Ankara’ya yürüyeceğiz. Belediyeye bağlı şirketlerde çalışmak, taşeron şirkette çalışmak istemiyoruz. Sosyal belediyecilik anlayışı zedelenmesin, bu sorun biran önce çözülsün istiyoruz. Taşeron şirketlere son verilsin.” İşçilere Ocak sayımızdan vererek, mücadelelerinde başarı dileyerek yanlarından ayrıldık. 15 Ocak 2009 YDİ Çağrı/İzmir √ ÇİMSATAŞ’ta işçi kıyımı B irleşik Metal İş sendikası Mersin şube başkanı Rasim Gündal’dan aldığımız bilgiye göre, ÇİMSATAŞ’ta patron ekonomik kriz gerekçesi ile Eylül 2008’den bu yana 6 Ocak 2009’a kadar 71 işçinin işine son verdi. Bunun dışında 18 işçi gönüllü çıkış aldı. 5 işçi ise emekliye ayrıldı. Bunlardan yalnızca 6 işçi iş mahkemesine başvurarak hakkını arayacağını belirtiyor. Gündal, iş mahkemesine başvurmayan işçilere patronun Mumcu Meydanına hareket eden emekçiler, y ürüy üş sırasında “Krizin yükü patronlara”, “Genel grev genel direniş”, “Yaşasın iş, ekmek, özgürlük mücadelemiz”, “Liman işçisi yalnız değildir”, “Katil İsrail, işbirlikçi AKP”, “Filistin halkı yalnız değildir” sloganlarını attılar. Hava muhalefetine rağmen coşkulu geçen yürüyüş istasyon önünde yapılan mitingle sona erdi. Mitinge KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek, KESK Eğitim ve Örgütlenme Sekreteri Akman Şimşek, TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, DİSK Genel Sekreteri Tayfun Güngör, Genel-İş Başkanı Erol Ekici TÜMTİS Genel Sekreteri Gürel Yılmaz da katılarak destek verdi. Mitingde yapılan uzun konuşmalar kitlenin erken dağılmasına neden oldu. Yapılan konuşmalarda, sermayenin krizin faturasını emekçilerin üzerine yıkmaya çalıştığı belirtilerek “bu krizi emekçiler yaratmadı emekçiler faturasını ödemeyecek” dendi. “mahkemeye başvurmazsanız sizi kriz sonrası tekrar işe alırız” vadinin etkili olduğunu belirtti. Dava açmayan işçilerin bir kısmı ise ihbar ve kıdem tazminatlarını aldıkları için dava açmamış. İşveren en son 04.01.2009 tarihinde sendikanın işyeri baş temsilciliğine “iş kanunun 29. maddesi kapsamında “toplu işçi çıkaracağını bildirdi. Patron otomotoiv yan sanayi sektöründe yaşanan ekonomik krize bağlı olarak 4857 Sayılı İş Kanunun 29. Maddesi uyarınca 05.01.2009-31.01.2009 tarihleri arasında iş kanunun 18 maddesi çerçevesinde 73 işçinin daha işine son vereceğini bildiriyor. Çimsataş’ta çalışan işçilerden Selami Karagüzel; “Tedirginiz. Her an işimizden olabiliriz. Onun için fazla sesimizi çıkaramıyoruz” diyerek, çalışan işçilerin çok fazla rahat olmadıkların belirtti. Patronlar kendi yarattıkları krizin faturasını işçilerden çıkarmaya devam ediyor. Ydi Çağrı Adana Ocak 2009 √ 20.01.2009 Ydi Çağrı Mersin √ Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Büyükşehir Belediyesi önünde açlık grevine başladılar. Açlık grevinin 9. gününde açlık grevi yapan işçileri ziyaret ettik. İşçilerin kendi aralarında oluşturdukları komite sözcüsü Özkan Kılıç gelişmeler hakkında şu bilgileri verdi: “Üç ay önce örgütlenmeye başladık. Taşeron işçisi olduğumuz için görüştüğümüz sendikalar örgütlenmemize sıcak bakmadı. Kendi aramızda komiteler kurduk. İki taşeron şirkette 1.200 işçi çalışıyor. 969 imza topladık. Büyükşehir Belediyesi’ne dana’da düzenlenen ‘Krize, işten atmalara, işsizliğe, yoksu lluğa, özelleştirmelere ve savaşlara karşı emeğin birleşik mücadelesini yükseltelim’ mitingine yaklaşık 4 bin işçi ve emekçi katıldı. Çevre illerden de katılım sağlanan mitingde patronların saldırılarına karşı ortak mücadele çağrısı yapıldı. Türk-İş, DİSK, KESK, TMMOB, Adana Tabip Odası ve Adana Eczacılar Odası’nın düzenlediği mitinge katılan işçiler, kamu emekçileri, kadınlar, işsizler ve üretici köylüler Mimar Sinan Açıkhava Tiyatrosu önünde toplandılar. Mitinge Mersin Limanında AkanSel isimli taşeron firmada çalışan, TÜMTİS’e üye oldukları için işten atılan ve 20 gündür direnen işçiler de katıldı. Liman işçileri, “Limana sendika girecek başka yolu yok”, “Yaşasın sınıf dayanışması” “İş ekmek yoksa barşta yok” sloganlarıyla taleplerini dile getirdiler. İşçiler ilerleyen günlerde dayanışma etkinliği düzenleyeceklerinin de duyurusunu yaptılar. Toplanmanın ardından iki koldan mitingin yapılacağı Uğur EK:5 İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi işten çıkarma ve Filistin’e saldırı aynılaştırılarak buna karşı mücadele kapitalizme karşı mücedele olmak zorunda olduğu belirtildi. Türk – İş adına konuşmayı Türk –İş 1. Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak yaptı. Patronlara, İsrail’e, TC devletine, hükümete, BM’ye ve hatta Özelleştirme İdaresi İ Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ İ EK:6 stanbul’da Türk – İş’e bağlı bazı sendikaların oluşturduğu İstanbul Türk- İş wSendika Şubeleri Platformu ile HSGG (Herkese Sağlık Güvenli Gelecek) Platformu’nun ortaklaşa 7 Ocak 2009 Çarşamba günü bir yürüyüş düzenledi. Bu eyleme YDİ ÇAĞRI Gazatesi olarak biz de 50’nin üzerinde kurumdan oluşan HSGG Platformunda yer alan Devrimci 1 Mayıs Platformu üzerinden katıldık. Bu eylemin kararı alındığında esas amaç kriz bahane edilerek yoğun bir şekilde yaşanan işten atmalar ve elektrik, doğalgaza yapılan zamları protesto etmekti. Siyonist İsrail Devleti ’nin Filistin’nin Gazze kentine saldırısı üzerine eylem işten atmaların ve zamların protestosundan çok İsrail’in protestosuna dönüştü. Bu durum anlaşılır ve doğru idi. Fakat şaşırtan ve doğru olmayan bir durum daha vardı ki o da Türk –İş içindeki sendika ağalarından Mustafa Kumlu ile Mustafa Türkel’in koltuk kavgasının bir yansıması olan adeta birbiriyle öne geçme konusunda didişerek yarışan Tes – İş, Gıda – İş ve Türk Metal sendikalarından işçilerin hayli kalabalık olarak eyleme katılmaları idi. Eylemin disiplinine uymamaları, kendi başlarına hareket etmeleri, eylem boyunca kriz ve zamlarla ilgili atılan tek bir slogana katılmayıp sadece tekbir getirip Hamas’a selam gönderen gerici ırkçı sloganlar atmaları yanlış ve çok kötü bir durumdu. İstanbul Şubeler Platformu’nun bu duruma etkili bir şekilde müdahale etmemesi önemli bir eksiklikti. Tek bir eylem olarak bilinen bu eyleme yakından bakıldığında gerçekten iki tane eylemin olduğu görülüyordu. Bunlardan biri amacına uygun yürüyen bir kesimi – ki bu bölüm HSGGP ortak pankartı arkasına dizilen sendika, parti, meslek örgütleri ve devrimci çevrelerden oluşuyordu- diğeri de sendika ağalarının koltuk kavgasına alet olabilecek denli geri ve gerici-ırkçı düşüncelerin etkisinde oldukları için de faşistlerin yönlendirmesi doğrultusunda hareket eden üç sendikanın oluşturduğu kesimin Türk bayrağı ile yürüyüşü idi. Tünel’den Taksim – Tramvay Durağı’na kadar yapılan yürüyüşe polis Taksim alanına açılan İstiklal Caddesinin ağzında durdurarak alana sokmak istemedi. Bir süre yapılan pazarlık ve görüşmeler sonrasında alana girme izini verildi. Yürüyüş boyunca en sık atılan sloganlar “Terörist İsrail Filistin’den Defol!”, “Katil İsrail İşbirlikçi AKP!”, “Zam zülüm işkence işte AKP!” “İsrail uşağı hükümet istifa!”, “İşçi memur elele genel greve!”, “Krizin faturası yaratanlara!” vb. Taşınan pankart ve dövizlerde de buna benzer sloganlar yazılı idi. Biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bir grup arkadaş katıldık. Bir yüzünde “İşsizlik yoksulluk kriz savaşa karşı devirm için örgütlenin!” diğer yüzünde de “Ücretli kölelik Kapitalizm barbarlıktır! Ya barbarlık ya sosyalizm!” yazılı büyük bir döviz taşıdık. Kriz ve Sinter Metal işçilerinin direnişiyle ilgili çıkardığımız bildirilerden dağıttık. Yürüyüşün bitirildiği Taksim alanında önce HSGGP adına konuşma yapıldı. Yapılan konuşmada Başkanlığına bile çağrılarda bulunarak işçilere emekçilere tüm ezilenler için hak hukuk istedi. Bu sırada bazı devrimci ve reforumcu gruplar bu sözler karşısında bugün henüz hoş ama boş bir sloganla “Genel grev genel direniş!” sloganıyla yanıt verdiler. Ocak 2009 √ SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler stanbul Çapa Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinde çalışan SES’li emekçiler hizmetler karşılığı elde edilen döner sermaye gelirlerinin adil dağıtılması ve fakültelerin yönetiminde söz sahibi olmaları için mücadelelerine devam ediyorlar. İstanbul SES Aksaray Şubesi 9 Ocak 2009 günü her iki tıp fakültesi önünde yaptığı yürüyüş ve basın açıklaması ile yetkililere seslenerek döner sermaye gelirinin öğretim üyelerine olduğu gibi tüm çalışanlara (hemşire, ebe, sağlık teknisyeni, tekniker, teknisyen, memur, hizmetli vb.) eşit ve adaletli dağıtılmasını istedi. Sendika, geçtiğimiz yılın Kasım ayında konu ile ilgili İstanbul Ün iversitesi Rek tör ü Mesut Döner sermaye dağılımında başvurulan bu adaletsizliğin amacının çalışanları bölmek ve sendikal örgütlülüğü zayıflatmak olduğunu vurgulayan sendika, yapılan artışın ve kısmen karşılanan taleplerin kararlılıkla sürdürülen örgütlü mücadele sayesinde olduğunu bundan sonra da çalışanlar olarak böyle oyunlara gelmeden daha da kenetlenerek mücadelelerine kaldıkları yerden devam edeceklerini belirttiler. Rektörlük görevine 19 Ocak 2009 günü başlayacak olan Prof. Dr. Yunus Söylet’e de çağrıda bulunarak şimdiden taleplerini iletmek üzere randevu talebinde bulundular. Açıklamanın sonunda bir kez daha özetlenerek tekrarlanan dö- Parlak’la yaptığı görüşmede tüm çalışanların hizmetleri karşılığı olan döner sermaye gelirlerinin YÖK yasasında belirtildiği ve öğretim üyelerine uygulandığı gibi tüm çalışanlara üst sınır oranlarının uygulanacağı sözü verilmiş olmasına rağmen uygulanmadığını açıkladı. Rektör M. Parlak’ın sözünde durması istendi. Randevu talep edildi. ner sermaye konusundaki adeletsizliğin giderilmesi talebinin yanı sıra alınan ve bankalarda bekletilen promosyon paralarının acilen ve eşit şekilde dağıtılması, üniversite yönetiminde, sendika aracılığı ile tüm çalışanların da söz ve karar sahibi olduğu demokratik bir üniversite ortamı oluşturma talebi ileri sürüldü. Ocak 2009 √ Genç bir işçi mektubu… B imiz var. Mesai kalımlarında çok zorunlu durumlar hariç izin verilmiyor, mesaiye kalmayanlar ya ihtar alıyor yâda işten çıkartılıyorlar. Özellikle biz bayanlar geç saatlere kadar çalışınca zor durumlarda kalabiliyoruz. Ailelerimiz hem çalışmamızı istiyorlar hem de mesaiye kalıpta eve geç gittiğimizde bizleri azarlıyorlar. Hatta mesaiye kalıp kalmadığımız konusunda şüpheleri bile oluyor. Firmada yaklaşık 350 kişi çalışıyor. İşe girdiğim zaman 2 ay sonra sigorta girişimin yapılacağı söylendi. Ortalama 60 kişinin sigortası var ancak aradan 9 ay geçmesine rağmen sigorta konusunda herhangi bir ilerleme sağlanamadı. Ben de zaten ümidimi kestim, çünkü aylardır düzenli maaşlarımızı alamıyoruz. Mesai ücretlerinden ümidi keseli bir hayli oldu. Kriz bahane edilerek üstümüzdeki baskıyı her geçen gün arttırıyorlar. Örneğin bir saat olan öğlen paydosu 45 dakikaya indirildi. Adetli çalışma sistemi başlatıldı. Her yapılan işte belirli bir adet istiyorlar. 20 saniyede bir iş isteniyor ve günlük çıkması gereken iş hesaplanıyor ve bu işi çıkarmamız için zorlanıyoruz. İstenilen işi çıkartamadığımız zaman da hakaretlere maruz kalıyoruz. Özellikle son zamanlardaki krizle birlikte baskılar kat kat arttı. Ödemelerin ne zaman yapılacağını sorsak dahi fırça yiyoruz. “İşler kötü, kimseyi zorla çalıştırmıyoruz dışarıda işsiz dolu” diyorlar. Ayrıca işyerinde hijyenin mesanesi okunmuyor. Yemekler çok kötü, yinede her şeye şükretmemiz isteniyor. Bizler toplum olarak şükretme hastalığına yakalandık galiba…!!! Bunlar bizim kanımızı emiyorlar. Bizler ise şükretme yarışındayız… Şükür şükür nereye kadar. Ne zamana kadar bu sinekler kanımızı emmeye devam edecek (sanırım ölene dek!)… İstanbul 02/02/2009 √ Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Merhaba Arkadaşlar; en 24 yaşındayım. Bir tekstil firmasında overlokçu olarak çalışıyorum. Yakın zamanda bir meslektaş arkadaşımla sohbet ederken çalıştığımız iş yerlerinden ve iş yerlerinde yaşadığımız sorunlardan bahsettik. Arkadaşım işyerindeki sorunlarından bahseden bir yazı yazıp, size (Yeni Dünya Gençliği'ne) yolladığını ve benim de yazabileceğimi söyledi. Bende seve seve yazabileceğimi sizlerle sorunlarımı paylaşabileceğimi söyledim. Size biraz kendimden bahsetmek istiyorum. Benim en büyük hayalim matematik öğretmeni olmaktı. Lisede okurken babam tonla para verip iyi bir dershaneye gönderiyordu. Liseyi bitirdikten sonra üniversite sınavlarına girdim. İstediğim puanı tutturamamıştım. Babam tercihler yapılırken İstanbul’u seçmemi istedi ancak istediğim bölüm için İstanbul’a puanım yetmedi. Gerçi babam tıp okumamı hayal ediyordu! Başka bir bölüm için Çorum’a puanım yetiyordu ve bende gitmek istedim ancak babam İstanbul dışına çıkamayacağımı söyledi. “Okumak istiyorsan İstanbul’u kazan oku” diretmesine maruz kaldım. Sonraki yıl tekrar sınavlara girdim ancak tekrar İstanbul’u tutturamadım… Aile çevresinde en çok güvendiğim, aydın diye övündüğüm amcam bile 'kızım baban haklı, televizyonda her gün izliyoruz, genç kızın tek başına ne işi var Çorum’da' diyerek babama destek oldu. Böylece okuma hayalim sona erdi. Eniştemin konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladım ve böylece tekstil hayatım başlamış oldu. Şu an çalıştığım yer 4 yıllık bir tekstil firması, bende yaklaşık 9 aydır bu firmada çalışıyorum. Firmada çalışma saatleri sabah saat 08:00 işbaşı, akşam saat 19:00 paydos, cumartesi günleri akşam saat 18:00’e kadar normal çalışma ve haftada en az 2 gün zorunlu mesa- EK:7 DİRENİŞTEKİ AKAN-SEL Genç bir okur mektubu.. İŞÇİLERİNE DESTEK ARTARAK DEVAM EDİYOR! (Aşağıda bizlerden çok uzak ama yüreği hep yanımızda olan genç bir okurumuzun mektubunu sizlerle paylaşıyoruz. Sistem onu geçici bir süre fiziksel olarak bizden uzaklaştırsa da, bilincini ve yüreğini asla bizden alamayacaktır.) Merhaba arkadaşlar, G eçen yılları biz devrimciler açısından değerlendirecek olursak zorlu ve bir o kadarda mücadeleye yeni yeni deneyimlerin kazandırıldığı görülebilir. Dünyada ve ülkede gelişmekte olan halk hareketleri ve özellikle de yoksul, işçi ve emekçi sınıfı içerisinde baş gösteren pozitif eylemler ve bununla birlikte kapitalizmin dayanılmaz bir hal alması artık sömürünün olmadığı yeni bir dünyayı gerekli kılmıştır. Her ne kadar kölelik düzeninin kabuğunu çatlatmaya dahi yetmesede bu gelişmelerin, zamanla etkili bir güce dönüşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ U EK:8 luslararası Mersin Limanının yükleme, boşaltma ve nakliye işlerini yapan Akan-Sel Nakliyat firmasında çalışan 60 işçi ile Liman A Kapısı önünde başlatılmış olan direniş bir ayı yakın bir zamanı geride bıraktı. İşten atılan işçiler ile limanda başlatılan direniş devam ederken çalışan işçilere yönelik kıyım da devam ediyor. 16 işçi daha Akan-Sel yetkilileri tarafından işbaşı yaptırılmadı. İşten atılan işçilere destek artarak devam ediyor. Bugün de işten atılan üyelerimize destek olmak amacı ile üyelerimizin eş ve çocukları, yakınları ile Petrol-İş, Yol İş, Genel İş, İHD Mersin Şubesi, KESK’e bağlı sendikaların şube başkan ve yöneticileri, Genç Sen üyesi üniversite öğrencileri, siyasi parti temsilcileri liman önüne gelerek sendika ve işçilerle dayanışma içerisinde olacaklarını belirttiler. Ziyaret sırasında limanda çalışan işçiler de, liman kapısına yürüyüş yaparak geldiler. Ziyaret sırasında “Limana sendika girecek başka yolu yok, iş ekmek yoksa barış da yok, direne direne kazanacağız, işçiyiz haklıyız kazanacağız, yaşasın sınıf dayanışması, köle değil işçiyiz sen- Coğrafyamızdaki işçi ve emekçiler açısından iyleştirilmeye çalıdikamız ile güçlüyüz” sloganları atıldı. Sendika Genel Sekreteri Gürel Yılmaz ziyaret sırasında yaptığı konuşmada liman işçilerinin direnişinde 22 günün geride kaldığını hatırlatarak şunları söyledi: Bizler ekmeğimiz, işimiz ve onurumuz için mücadele ediyoruz. Haklı mücadelemize destek olmak, birlikte mücadele ettiğimizi göstermek için bugün eş ve çocuklarımız ile buradayız. Mücadelemize Mersin, ülke ve giderek dünya kamuoyunun da desteği artarak devam ediyor. Bu mücadele 1 ayda sürse, 1 yıl da sürse devam edecek. Bu sorun ancak işten çıkarılan arkadaşlarımızın yeniden işe alınmalarıyla sona erecektir” dedi. 27 Ocak Salı günü de Mersin’de bulunan yöre dernekleri, sendikalar ve kitle örgütleri tarafından oluşturulan Mersin Demokratik Kent İnisiyatifi direnişteki işçileri ziyaret ederek destek sundular. Demokratik Kent İnisiyatifi adına konuşan Hasan Kapıkıran yaptığı konuşmada 6 Ocaktan bu yana direnişte olan işçilerin yanında olduklarını ve işçiler işbaşı yapana kadar desteklerinin devam edeceğini söyledi. Ocak 2009 Mersin √ halkları üzerinde yaşanan tarihi haksızlıkları ve bugün de varlığı değişmeden sürdürülen milliyetçi baskıların kaldırılması için yeterli değildir. Bu sorunlar ne zamanki acil gündem konuları şeklinde ele alınsa sorunların çözülmesi için çıkmaz yollar düşünülmekte ya da en iyi halde sistemin sürdürücüleri ile uzlaşma yolu tercih edilmektedir. Ve her nedense özgürlük ve demokrasi kavramları sadece makalelerde veya tartışma programlarında duyduğumuz kavramlar olarak kalmaktadır. Oysa ki en basit anlamda sorunların devam etmesindeki nedenler es geçilmekte ve hatta tartışılmaz görülmektedir. Kapitalizmin ve onun yarattığı en vahşi yönetim biçimi olan faşizmin boyunduruğu altında olunduğudur sorunun sebebi ve bu dünya düzeninin bilinçli bir sınıf örgütlenmesi olmadan yıkılmayacağı, bu sorunların her defasında dönüp dolaşıp aynı yerde kalacağıdır. Yaşananlar gösteriyor ki 2009 yılı içerisinde de bu sorunlar devam edecektir. Biliyoruz ki bizler ve özellikle yeni yeni ayakları üze- Biliyoruz ki bizler ve özellikle yeni yeni ayakları üzerinde doğrulan genç devrimciler bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli ve doğru bir perspektif oluşturarak mücadeleyi hızlandırmalıyız. Eğer elle tutulur sonuçlar görmek istiyorsak önümüzden akıp giden zamanı mücadeleyle dolu geçirmemiz gerekir. şılan ya da daha açık ifade etmek gerekirse egemenlerin kendi çıkarları uğruna artık yara haline gelmiş tartışma konularını gündeme getirmiş olmaları ve bazı entellektüel çevrelerin de buna ön ayak olmaları (Kürt sorununa yönelik devlet kanalının Kürtçe yayın yapması ve Ermeni katliamına ilişkin yürütülen imza kampanyaları) bu sorunların çözülmesi için atılmış bazı adımlar olarak görülebilir. Fakat bu buzlaşan dağın öte tarafını görmek için biraz tepeden bakmak gerekecek. Ne Kürt halkı için ve onun önde giden temsilcileri ne de Türkiye’de yoksulluk çekenler, önümüzdeki seçim saçmalığından hiç bir sonuç elde edemeyecektir. Devletin yaptığı düzenlemeler Ermeni ve Rum rinde doğrulan genç devrimciler bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli ve doğru bir perspektif oluşturarak mücadeleyi hızlandırmalıyız. Eğer elle tutulur sonuçlar görmek istiyorsak önümüzden akıp giden zamanı mücadeleyle dolu geçirmemiz gerekir. Unutmayalım ki dostlar, bu yaşamı bize reva görenler, bir dakika bile boş durmadan yeni yeni sömürü politikaları ve uygulamaları geliştirirken bizlerin keyfi ve boşa geçirecek bir zamanımızın olmadığını bilmeliyiz. Zor ama onurlu bir mücadele bizleri bütün çıplaklığıyla beklemektedir. Nerede ve ne şekilde olursak olalım: Yaşasın onurlu mücadelemiz! Dostca selamlar... Genç bir YDİ Çağrı okuru ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 130’un İşçi Eki · Şubat 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli yeni kadın dünyası Türkiye’de kadın sığınmaevleri... T ürkiye, kadına yönelik aile içi şiddetin en yoğun yaşandığı ülkelerin başında geliyor. Uluslararası bir kuruluş olan "Sağlık ve Cinsiyet Eşitliği Merkezi'nin 50 ülkede 140 bin kadın arasında yaptığı bir araştırmaya göre, kadına yönelik şiddette, Türkiye yüzde 58'lik oranla dünya sıralamasında birinci. Yani, Türkiye'de yaşayan her iki kadından birisi şiddete maruz kalıyor. Özellikle aile içinde kadına yönelik şiddet bu denli yoğun olmasına rağmen şiddet ortamından bıkıp, kurtuluş yolları arayan kadınların çalacağı bir kapı yok. Kadına yönelik şiddete karşı yıllardır mücadele eden ve kendi çabalarıyla ayakta durmaya çalışan Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’nın İstanbul’daki sığınağına Beyoğlu Kaymakamlığı, 31 Aralık 2008'den sonra parasal desteği kestiğini bildirdi. Mor Çatı’nın yaptığı açıklamaya göre Beyoğlu Kaymakamlığının Dünya Bankası'ndan koşullu olarak fon sağlaması üzerine Eylül 2005’de başlamış olan projenin sona ermesinin ardından sığınağa yapılan maddi destek önce azaltıldı sonra da kesildi. Sığınağın kapatılması anlamına gelen Kaymakamlığın bu kararına karşı Mor Çatı’lı kadınlar ve kadın örgütleri sığınağın kapanmaması için mücadele yürütüyor. Bu mücadele, binlerce kadının ve kadın örgütlerinin desteklediği “Sığınak İstiyoruz!” imza kampanyası ile başlayıp çeşitli etkinliklerle devam ediyor. Türkiye’de kadın sığınmaevlerinin durumu 2005 yılında AB’ye uyum çerçevesinde çıkartılan 5393 Sayılı Belediye Kanunu ile nüfusu 50 binin üzerinde olan belediyelerin kadın sığınmaevleri açmaları gerekiyor. Bu yasanın gereği yapılsa, şu anda Türkiye’de 3.000 civarında kadın sığınma evinin bulunması gerekiyor. Oysa Türkiyede Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na (SHÇEK)’e bağlı yalnızca 8 tane, adına “kadın konukevi” dedikleri sığınma evi var! Evet yanlış okumadınız. 8 tane! Birisi Mor Çatı’nın diğeri ise Ankara Kadın Dayanışma Vakfına ait iki bağımsız sığınak ise devlet kaynak aktarmadığı için kapalı. Aslında Avrupa Birliği (AB) kriterlerine göre de devlet kuruluşlarının, her 7 bin 500 kişilik nüfusa bir sığınak açması gerekiyor. Bu kritere göre Türkiye’de 9 binin üzerinde sığınma evinin olması gerekiyor! Kadın sığınma evlerinin olağanüstü azlığı bir yana bunların nasıl çalıştırıldığı da önemli bir tartışma konusu. Türkiye’de ilk defa 8 Mayıs 2001'de ‘Kadın Konukevleri Yönetmeliği’ Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yönetmelikte yer alan bir sürü madde haklı olarak kadın örgütlerinin tepkisini çekti. Örneğin: "Çalışacak personelin tercihen kadın olması" maddesi, uluslararası bir kural olan kadın sığınaklarında yalnızca kadın personelin çalışacağı ilkesi ile bağdaşmıyor. Ya da "Kuruluşlar, her ay hizmetten yararlanan kadın ve çocuklar ile ilgili istatistiki bilgileri il müdürlüklerine gönderirler." maddesi ile, sığınaklarda kalan kadınların ‘gizliliği’ ilkesi ihlal edildiği gibi ayda bir rapor mecburiyetiyle zaten kısıtlı olanaklarla doğru dürüst işlemeyen bu kurumlar bürokrasiye boğularak daha da çalışmaz hale getiriliyor. Fuhuşu meslek edinen yada alkol/madde bağımlısı olan, enseste maruz kalan kadın kesimler için ayrı sığınaklar açılması ve bunu bizzat devletin kendisinin yapması gerekirken bu gruplar için bağımsız sığınaklar açılması dahi yasaklanıyor! Yine bu yönetmelik ile, idarenin eline her fırsatta bağımsız kadın sığınaklarını kapatma hakkı, yetkisi veriliyor vs. Sığınmaevinde neyi koruyorlar? Türkiye’de var olan az sayıdaki sığınma evlerinin nasıl çalıştırıldığına bakıldığında bunların, sğınmaevlerinde kalan kadınların bir çoğunun tehlikede olan yaşamlarını korumakla pek ilgilenmedikleri çıkıyor ortaya. Sığınmaevlerinde, kadının güvenliğinin sağlanabilmesi açısından ‘gizlilik’ kuralı en önemli kurallardan biridir. Bu nedenle sığınma evinde kalan kadınların can güvenliği için, nerede kaldıklarının, şiddet gördükleri için kaçtıkları kişi ya da kişiler tarafından bilinmemesi gerekiyor. Sığınak adreslerinin mutlaka gizli tutulması, hiç kimseye söylenmemesi gerekiyor. Fakat Türkiye’de bu böyle işlemiyor. Karısının evden kaçtığını polise şikayet eden kocaya polis, ‘karım kayboldu’ diyerek savcılığa başvurmasını öğütlüyor ve savcılık ta sığınma evlerini zorlayarak kadının orada olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor! Diyarbakır Kadın Merkezi Başkanı Nebahat Akkoç, “Bir keresinde bizim koruma altına aldığımız bir kızın annesinin eline, ‘Kızınız KAMER tarafından sığınma evine gönderilmiştir’ yazısı verilmiş” diye anlatıyor. Perdeleri açmak, balkona çıkmak yasak! Bir taraftan kadınların barındığı sığınaklar ‘kayıp’ başvurusu ile başvuran kişilere ihbar edilirken diğer taraftan kadınların can güvenliği perdeleri açmaları, balkona çıkmaları ya da dışarı çıkmaları yasaklanarak sağlanmaya çalışılıyor. Sığınma evi yöneticileri gizliliği dışarı çıkmayı, perde açmayı yasaklamakla çözmeye çalışıyor! Fakat kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için dışarı çıkmaları ve iş aramaları gerekiyor. Sığınakta kalan kadınların bir çoğu belli bir süre sığınakta kaldıktan sonra herhangi bir güvenceye kavuşturulmadan ‘zamanın doldu çık’ şeklinde yaklaşımlarla karşılaşıyorlar. Kadının can güvenliği devlet tarafından sağlanamadığı için her an öldürülmek korkusu ile dışarıya çıkamayan bir kadının sığınma evinden ayrılmaya zorlanması onu yine eski şiddet ortamına itmekten başka bir anlama gelmiyor. Tabi eğer koca, baba vs. tarafından evden kaçtığı için öldürülmediyse! Avrupa ülkelerinde şiddete uğrayan kadının bir tek telefonu onun koruma altına alınmasına yetiyorken, bu Türkiye’de bir dizi bürokratik işlemi gerektiriyor. Eğer bir sığınma evine başvuracaksanız bunun hazırlıklarına bir an önce başlamanız gerekiyor! Çünkü epey bir koşturmanız gerekecek! Bir sığınma evine başvurmak için istenen belgeler şunlar: 1. Dilekçe, 2. Nüfus Cüzdanı, Vukuatlı Nüfus Kayıt Örneği, 3. Kadının bulaşıcı ve sürekli tıbbi bakım isteyen bir hastalığının bulunmadığı, ruh sağlığının yerinde olduğu, alkol ve uyuşturucu madde bağımlısı olmadığına dair sağlık raporu, 4. Çocuklarıyla birlikte kalacaksa çocukların nüfus cüzdanları, 5. Kadın evliyse evlenme cüzdanı, boşandıysa boşanma belgeleri, 6. Kadın herhangi bir şiddete maruz kaldıysa polis tutanağı. Şiddete uğramış kadınların polise başvurduklarında polisin tutanak tutmak yerine kadını çoğu zaman eve geri gönderdiği de bilindiğinde istenilen belgelerin tamamlanması için epey bir koşturulması gerekecek! Türkiye’de kadına yönelik şiddetin en barbar biçimleri çokça yaşanmasına rağmen kadınların barınabilecekleri sığınakların az olması ve var olanların da traji-komik bir yapıya sahip olması bir çelişkiymiş gibi görünüyor olsa da aslında bir çelişki değildir. Çünkü devlet gerçekten kadına yönelik şiddete karşı ciddi bir adım atsa - ki bunun başında şiddetten kaçan kadınların belli bir süre kalabileceği, maddi ve manevi olarak desteklendiği sığınaklar da geliyor- bu kadar sığınmaevine gerek kalmaz. Fakat erkek egemen olan bu devletin kadına yönelik şiddete karşı mücadele gibi bir derdi olmadığı için hem kadına yönelik şiddet ve hem de kadın sığınmaevlerine olan ihtiyaç gün geçtikçe daha da artıyor. Kadın kurumlarının talepleri Sığınaklar için yıllardır mücadele eden ve Mor Çatı gibi bu alanda belli bir deneyime sahip olan kadın kurumlarının talepleri arasında şunlar yer alıyor: 1. Nüfusu 50 bini geçen belediyelerde sığınma evlerinin açılmasının yanısıra nüfusu 50 binden az olan belediyelerin ortak sığınma evi açması gibi yükümlülüklerle tüm kadınların haklarının korunması, 2. Sığınaklardaki kadınların hukuki ve psikolojik destek alabilmesi için sığınakların yanı sıra kadın danışma merkezlerinin de açılmasının zorunluluk haline getirilmesi, 3. Belediyelerin sığınak ve danışma merkezi açmak zorunda olmasına ilişkin maddede, kadın kuruluşlarının hem sığınaklarda denetiminin olması, hem de kendilerinin açacakları bağımsız sığınakların desteklenmesi, 4. Türkiye'deki tüm belediyelerin sığınak ve kadın sığınma merkezi açmaları, açık olanların kapanmaması için önlem alınması ve sığınaklarda kadın kuruluşlarının söz hakkı ve denetiminin sağlanması, 5. Devletin, bağımsız kadın örgütlerinin açacağı kadın sığınaklarını "özerkliklerine dokunmadan" desteklemesi. En ileri emperyalist ülkelerde bile kadınlara uygulanan şiddet, toplumun ayrılmaz bir parçası olduğuna göre, kadına yönelik şiddet erkek egemen kapitalist sistemin doğasında vardır. Kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmak, böylece sığınaklara ihtiyacın olmadığı bir sistem yaratmak mümkündür. Yeter ki bulunduğumuz her alanda şiddete karşı mücadele ederken bu mücadeleyi kapitalist sistemin ortadan kaldırılması mücadelesiyle birleştirelim.! Sığınak ta istiyoruz, sığınağa ihtiyacın olmadığı günleri de! Ocak 2009 √ 11 panorama PANOR AM A İşgal sona mı eriyor? - IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN - A 12 BD emperyalizminin 44. B a ş k a n ı s e ç i le n B a r a k Obama, seçim sürecinde başkan olarak seçilmesi durumunda Irak ’taki ABD askerlerini 16 ay içinde geri çekeceğinin propagandasını yaptı. Obama’nın dediklerini dikkatli okuyanların hemen tespit edebileceği bir gerçeklik, Obama’nın sözkonusu ettiği askeri geri çekme işinin, tüm ABD askerlerini kapsamadığı gerçeğiydi. Fakat Obama bu propagandayla kamuoyunda “savaş karşıtı” olma görüntüsünü sağlamada epey başarılı olmuştu. Obama seçim propagandasında ABD askerlerini 16 ay içinde geri çekeceğini dillendirirken Bush önderliğindeki ABD emperyalizminin temsilcileri Irak’taki yönetimle sıkı bir pazarlık içindeydi. ABD emperyalizminin Irak-Güney Kürdistan’ı işgalini “meşru” kılan BM’nin kararına göre, BM mandası, buna bağlı olarak da ABD askerlerinin Irak’ta kalma süresi 31 Aralık 2008 tarihinde bitiyordu. 1 Ocak 2009 tarihinde ABD askerlerinin Irak-Güney Kürdistan’dan çıkmayacağı kesindi. Bu durumda ABD emperyalizminin önünde esasında iki seçenek vardı: ya uluslararası düzeyde “gayri resmi” olarak görülüp yeni sorunlarla karşılaşmak, işi kılıfına uydurmak için yeni diplomatik pazarlıklar yürütmek vb. vb.; ya da Irak yönetimiyle 31 Aralık 2008 tarihi sonrası dönem için anlaşma yapmak. ABD emperyalizminin çıkarlarına olan ikinci seçenekti ve Irak yönetimiyle sözkonusu anlaşma gerçekleştirildi. Kısa adı SOFA olan anlaşmanın açılımı “Status of Forces Agreement”tir. Sözkonusu anlaşmayı “Güvenlik Anlaşması” olarak da tanıttılar… Kimin kime karşı güvenliği sorusunu sorarsanız, tabii ki “ABD’nin Irak-Güney Kürdistan’da kalabilmesinin güvenliği anlaşması” diye cevap alamazsınız. Çünkü anlaşmanın esas rolü ABD emperyalizminin Irak-Güney Kürdistan’daki varlığının üzerini örtmektir. Ya da başka türlü ifade edilirse işgalci güç olma yerine “yardımcı güç” kılıfına sokmak ve böylece sanki ABD’nin işgali son buluyormuş gibi bir görüntü yaratmaktır. Irak yönetiminin pazarlıklar sürecinde öne sürdüğü ve anlaşmaya soktuğu kimi noktalar –örneğin Irak topraklarının komşu ülkelere saldırı için kullanılmayacağı noktası gibi noktalar– da kullanılarak ABD’ye karşı büyük bir başarı sağlanmış havası verilmektedir. Öne çıkarılan esas propaganda ise “işgal son bulacak” yönlü propagandadır. Gerçekte ise, “Güvenlik Anlaşması” denilen anlaşma ile işgal en azından üç sene daha uzatılmıştır. ABD emperyalizminin işgalci güçlerinin Irak-Güney Kürdistan’da varlığı bu anlaşmayla bir kez daha –daha önce BM aracılığıyla yapılmıştı– “meşrulaştırılmıştır”. Böylece gerçekte varolan işgalin üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Anlaşmanın kendisinde en büyük sahtekârlık, sözkonusu anlaşmanın “eşit ve bağımsız egemen ortaklar” tarafından karşılıklı verilen garantilere dayandığının tespit edilmesidir. Gerçekte eşit ve bağımsız ortaklar sözkonusu değildir. İşgalci güç ABD ile ona bağımlı atanmış bir yönetim sözkonusudur. Öyle “eşit ve bağımsız” bir yönetim ki Irak yönetimi, ABD emperyalizminin “yeşil bölge” olarak duvarlarla çevirdiği ve binlerce ABD’li sivilin Irak’ı yönettiği –ki gerçek yöneticiler bunlardır– bir bölgede hükümet ve parlamento toplantılarını gerçekleştirebilmekte ve bu “yeşil bölge”de “güvenlik anlaşması”nı onaylamaktadır. Anlaşmanın başında yapılan bu sahtekârlık tabii ki tüm anlaşma metninde de sürdürülmektedir. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla sözkonusu anlaşmanın öne çıkan kimi noktaları şunlardır: ABD askerleri 30 Haziran 2009 tarihine ka- dar yerleşim alanlarından çekilecek. Yani üslerde kalacak. Buna bağlı olarak 400 civarında olduğu söylenen üslerde kalan –andaki sayı 152 bin olarak verilmektedir– ABD askerinin 2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney Kürdistan’ı terk etmesi gerekiyor. Irak toprakları komşu ülkelere saldırı için kullanılamayacak. Üsleri dışında ve görev başında değilken suç işleyen ABD askerleri Irak mahkemelerinde yargılanabilecek. Anlaşma, Irak’ta güvenlik tam olarak sağlandığında, taraf ların uzlaşmasıyla feshedilecek. Önemli noktalardan biri de bu anlaşmanın Obama yönetimini de bağlamasıdır. Sözkonusu anlaşmanın dibinin delinmesinin her zaman mümkün olduğunu gösteren noktaların başında “tam güvenliğin sağlanması” tespiti gelmektedir. Yani anlaşmayı imzalayanlar tarafından tam güvenlik sağlandığı konusunda hemfikir olunmazsa ve iki taraf da bunu kabul edip onaylamazsa anlaşma varlığını koruyacaktır. Buna göre de Irak yönetimi tehdit altında olduğu yerde, “güvenliği” korumak için ABD askerinin müdahale hakkı ve yetkisi vardır. Artık nasıl yorumlanırsa ona göre gereken adımlar atılacaktır. Bütün anlaşmayı bir kenara bırakıp ABD’nin “güvenliği sağlamak” için Irak’ta asker bulundurma ve müdahale –buna “yardım” adını veriyorlar şimdi– etme hakkı bile işgalin üç seneden daha çok sürdürülmesinin imkânını vermektedir. Örneğin 30 Haziran 2009 tarihine kadar ABD askerlerinin üslerine çekilmesi meselesi, sözkonusu yerleşim alanlarında “güvenliğin Irak güçlerince devralınması” koşuluna bağlanmaktadır. Formel olarak gerçekleştirilebilecek bir noktadır bu, ama gerçekte o tarihe kadar “Irak güçleri” tüm ABD askerinin olduğu şehir, kasaba, köylerde “güvenliği” devralabilecek mi? Göreceğiz… ABD askerlerinin “görev başında” değilken işlediği suçlardan dolayı Irak mahkemelerinde yargılanabileceği meselesi de yine her tarafa bükülebilecek bir noktadır. Birincisi, onlara göre “görev başında” iken işlenen suçlardan dolayı sözkonusu askerler yargılanamaz. İkincisi, yargılanmaları ancak “görev başında” olmadığı ve üslerin dışında suç işlemesine bağlıdır. Bu durumda “görev başında” olmak ya da olmamak ne demektir? Her seferinde “görev başında” olduğu söylenip sözkonusu askerlerin yargılanmasının önü kesilebilir. Her ABD işgal gücü, yani askeri, Irak-Güney Kürdistan’da “görev başında”dır. Onların görevi IrakGüney Kürdistan’a gitmeleriyle başlamış, geri çekilmeleriyle son bulacak bir görevdir. Kamuoyundan gizlenmeye çalışılan bir gerçeklik de, sözkonusu anlaşmaya göre “bütün Amerikan kuvvetlerinin” yani askeri güçlerinin çekilmesi öngörülüyor. Oysa hem “yeşil bölge”de Irak’ın gerçek yöneticileri olan binlerce ABD’linin hem de resmen sayısı verilmeyen ve askeri güç içinde gösterilmeyen onbinlerce paralı–taşeron silahlı gücün varlığı sözkonusu edilmemektedir. Bu taşeron, paralı silahlı gücün sayısı kimi tahminlere göre 150 bin civarındadır. Yani resmi ABD askeri 2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney Kürdistan’dan çıksa bile, gerçekte ABD işgali son bulmuş olmayacaktır. Askere sivil elbise giydirip işgalin son bulduğu görüntüsü vermek onlar için hiç de zor olmuyor… Mesele, onlara aldanıp aldanmamaktır! ABD emperyalizminin temsilcileri sözkonusu anlaşmanın taslak metnini sonuna kadar kendi kamuoyundan gizlediler. Irak hükümetinden sonra Irak Parlamentosu da sözkonusu anlaşmayı onayladı. 275 sandalyelik parlamentoda, sözkonusu oylama günü 198 milletvekili oy kullandı ve farklı verilere göre 144-149 oyla anlaşma onaylanmıştır. Bu anlaşmanın en son imzası ise Bush ile Maliki tarafından atıldı ve –Bush’a panorama atılan ayakkabı resimleri eşliğinde– yürürlüğe girdi. Kimi milletvekillerin açıklamalarına göre “Başka seçenek” olmadığı için bu anlaşma onaylanmalıydı… Öyle de oldu. Sözkonusu anlaşmanın işgalin üzerini örtme yönlü tüm sahtekârlıklarına rağmen, Irak yönetimine öncekinden daha çok yetki tanıma durumunda olduğu da olgudur. ABD güçlerine, en azından kağıt üzerinde kimi sınırlamalar getirilmektedir. ABD emperyalizminin Irak yönetiminin kimi taleplerini kabul etmesinin perde arkasında yatan esas şey, “zamanın sınırlılığı” idi. Hem 31 Aralık 2008 tarihi öncesinde, hem de Obama’nın resmen başkanlık koltuğuna oturmasından önce böylesi bir anlaşma yapılması gerekiyordu. Tam da bu nedenlerden kaynaklı kimi tavizler, daha anlaşma onaylanırken Pentagon’da yeni hesaplar yapılmasına yol açıyordu. Yani taraflar şimdilik anlaşmış görünse de, gerçekte hiç bir taraf tam memnun değildir. Bu çelişkiler kendisini önümüzdeki süreçte –Obama yönetiminin de tavrını belirlemesiyle– gösterecektir. Irak’ta yapılması öngörülen referandumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ve gerçekleşirse sonucun ne olacağı da belli değil. Eğer gerçekleşirse referandumda ABD askerlerinin Irak-Güney Kürdistan’da kalıp kalmaması konusunda karar verilecek. Sonuç hayır yönünde olursa, ABD askerlerinin 2010 yılı ortalarına kadar çekilmesi gerekecek… Sonuç evet yönünde olursa –ki referandumu örgütleyenler ve oyları sayanlar sonucu belirleyecek– o zaman bu sonuç 2011 sonrası için de kullanılabilecektir. Gerçekte ne ABD emperyalizmi Irak-Güney Kürdistan’ı terk etmek istemektedir, ne de andaki durumda Irak yönetimi ABD’siz ayakta durabilecek durumdadır. Bunun da sonucu, ABD’nin askeri güç sayısını azaltarak Irak-Güney Kürdistan’da uzun süre kalma amacında olduğu ve bunun planlarını yaptığı yönlü haberler kamuoyuna da yansıyan haberler arasındadır. Biçimi ya da vitrinin nasıl değiştirileceğinden, hangi görüntü verileceğinden bağımsız olarak, IrakGüney Kürdistan’daki işgalin 2011 yılından sonra da sürdürülmek istendiği açıktır. İşgale gerçekte son vermek sözkonusu anlaşma ile mümkün değildir. Anlaşma işgale son verme anlaşması değil, gerçekte “güçlerin yerleştirilmesi” anlaşmasıdır. Kuşkusuz ki işgalin son bulması devrim olmadan da mümkündür ve böylesi bir durum işgal durumundan iyidir. Fakat böylesi bir durumda da gerçek bağımsızlık sözkonusu olmayacaktır. Irak-Güney Kürdistan’da gerçek bağımsızlığı elde etmek ancak emperyalist işgale, yerli işbirlikçilere, her türden gericilere karşı devrim mücadelesiyle mümkündür. 24 Ocak 2009 √ Açık hava cezaevinde “fosforlu” katliam… - GAZZE/ FİLİSTİN - 2 7 Aralık 2008 tarihinde başlayan bombardıman ve 3 Ocak 2009’da karadan da başlatılan saldırı, 17 Ocak’ta İsrail’in ve 18 Ocak’ta da Hamas yetkililerinin “tek” taraflı ilan ettikleri ateşkesle şimdilik son bulmuştur. İsrail’in Hamas’ı gerekçe göstererek Gazze’ye saldırısının andaki kaba bilançosunu çıkarmak bile, gerçekte açık hava cezaevi halindeki Gazze’de yaşananların katliam olduğunu gözler önüne sermektedir. 22 gün süren saldırıların sonuçlarının rakamlara yansıması şöyledir: 1350’den fazla Filistinli –bunların 500’den fazlasını çocuk ve kadınlar önemli bir bölümünü de yaşlılar oluşturuyor– katledilmiştir. Yakılıp yıkılan binaların enkazları altındaki cesetlerin sayısı ise belli değil. Öldürülen İsraillilerin sayısı 9 asker 4 sivil olarak verilmektedir ve bu 9 askerden 4’ü de İsrail ordusunun kendisi tarafından öldürülmüştür. 5 binden fazla Filistinli yaralanmıştır. 22.000 civarında ev tahrip edilmiştir. Bunun önemli bölümü artık oturulamaz durumdadır. 100.000’den fazla insanın evsiz kaldığı, korunabilmek için kaçacak, sığınacak yer aradığı da BM’nin Gazze’deki çalışanlarının verdiği bilgiler arasındadır. Saldırıya uğrayan okul ve hastahane binaları ya da Hamas’ın gizlendiği söylenen binalar ve de camiler bu hesapta yok bile. Yakıp yıkmanın –insanların katledilmesi hesabı işin içinde yok– faturası ise 2 milyar dolar olarak gösterilmektedir. Gerçekte ise tam bir hesap yapılmamıştır. Gazze’de insanlar, evler, eşyalar… yakılıp yıkılırken, yakıp yıkmada kullanılan silahların üreticileri kuşkusuz ki ellerini ovmakta, kârlarına yeni kârlar katmaktadırlar… Açık bir barbarlık yaşanıyor; terör örgütüne, Hamas’a karşı mücadele adına gerçekleştirilen bu barbarlık dünyanın hemen tüm emperyalist güçleri tarafından açık veya dolaylı destekleniyor. Her türlü sahtekârlık sergileniyor. Sergilenen sahtekârlık içinde her emperyalist ve yerel gerici devletin kendi hesabı yer almaktadır. Özellikle Ortadoğu bağlamında çok yönlü çıkar ve hesaplar içiçe geçmiş ve kendisini Filistin sorununa yansıtmaktadır. Bu da “fillerin tepiştiği çimlerin ezildiği” bir durum ortaya koyuyor. Ezilen tabii ki Filistin Arap ulusu, halkıdır. Filistin Arap ulusunun özgürlüğü mücadelesinde düşman güç sadece işgalci siyonist İsrail ve onu destekleyen emperyalist güçler ve Mısır, Ürdün gibi Arap devletleri değil, hayır Filistin Arap ulusunun özgürlüğüne düşman güçler arasında hem El Fetih somutunda Abbas yönetimidir hem de gerici dinci faşist ideolojinin temsilcisi Hamas, İslami Cihad gibi örgütlerdir. Böylesi bir durumda ve devrimci bir önderliğin, gücün olmadığı koşullarda kuşkusuz ki Filistin Arap ulusunun pratik olarak fazla seçeneği yoktur. Hangi örgüt işgalci güce daha sert karşı çıkıyorsa ve de insanların yaşayabilmesinin önkoşulu olan yiyecek, içecek ya da temel ihtiyaçlarını gidermede yardımcı oluyorsa, halk da doğal olarak onlardan yana tavır takınmaktadır. Eğer Filistin halkı 25 Ocak 2006’da yapılan genel seçimlerde –Filistin yönetiminin kurulmasından (1994) 12 sene, ilk genel seçimlerden (1996) ise 10 sene sonra yapılan genel seçimlerde– çoğunlukla Hamas’ı seçtiyse, bunun temelinde yatan gerçeklik, halkın şeriat istemesi değil, 12 sene yönetimde bulunan El Fetih’in halkın sorunlarına çözüm getirmeye çalışması yerine yiyicilik, rüşvetçilik ve de her şeyden önemlisi Batılı emperyalistlerin ve İsrail’in “mini” Filistin devletinin kuruluşunu engelleme siyasetine ortaklık etmesiydi. Yaşanan barbarlık içinde çok yönlü çıkarlar, hesapların varlığı ve sınırsız sahtekârlıkların yaşandığı bir durumda, hangi konuyu seçip ortaya koymaya kalkışırsanız kalkışın, tavır takınmadığınız noktalar, tavır takındığınız noktalardan daha çok oluyor. Buna rağmen bu yazımızda kendimizi, yapılan kimi sahtekârlıklara değinmekle sınırlıyoruz. Kamuoyuna yutturulmaya çalışılan düşüncelerin başında Hamas’ın ateşkesi bozduğu ve tüm teklif ve uyarılara rağmen ateşkesi uzatmaktan kaçındığı yönlü yalan gelmektedir. Bu yalana bir de altı aylık ateşkes sürecinde Hamas’ın anlaşmaya uymadığı yalanı yamanmakta ve sahtekârlık perdesi sahneye asılmaktadır… Yalan diyoruz, çünkü, birincisi hemen tüm tarafsız basın mensuplarının ve uluslararası kurumlarda yer alan kimi yetkililerin verilerine göre, Hamas sözkonusu altı aylık ateşkes sürecinde anlaşmaya esas olarak uymuştur. İsrail ise gerçekte anlaşmaya uymamıştır. Örneğin Gazze’ye yönelik ablukanın özellikle temel ihtiyaç maddeleri için gevşetilmesi ve günde Gazze’ye yardım malzemesi taşıyan TIR’ların sayısının abluka öncesi sayıya yükseltilmesi gerekirken, İsrail bunu en az düzeyde tutmuştur. Son dönemde ise sınırları bütünüyle kapatmıştır. 4 Kasım’da Hamas’ın herhangi bir saldırısı olmadığı halde İsrail saldırıda bulunmuş ve 6 Hamas militanını katletmiştir. Örneğin Hamas bu süreçte, Kasım ayındaki saldırıya kadar İsrail’e yönelik roket saldırısında bulunmamıştır. 4 Kasım saldırısı sonrasında yeniden roket saldırısı başlatmıştır. Bu tarihe kadarki süreçte çok az sayıdaki roket atışı –toplam 12– ise İslami Cihad ve diğer örgütlerin gerçekleştirdiği ve kimi burjuva yorumcuların da belirttiği kadarıyla Hamas’ın engelleyemediği saldırılar olmuştur. Bu saldırılarda herhangi bir can kaybı yaşanmamıştır. Hamas’ın ateşkesi uzatmadığı id- 13 panorama diası veya suçlaması da bu haliyle yanlıştır. Sözkonusu ateşkes zaten 19 Aralık 2008 tarihinde bitiyordu. Taraf lar uzlaşırsa yeni bir ateşkes sözkonusu olacaktı. Hamas’ın ateşkesin uzatılması için İsrail’e –Mısır’lı arabulucular üzerinden sunduğu– bir ateşkes önerisi vardı. Öneride öne çıkan talep Gazze’ye ablukanın kaldırılmasıydı. İsrail, bu öneriyi reddetmiş ve Hamas’a roket saldırılarını durdurması için 48 saat süreli ültimatom vermiştir. Saldırı ise bu ültimatom üzerinden daha 24 saat lanılmaktadır. “Fosforlu” gösterilerle Filistinliler yakılmaktadır. Tankı topu, uçağı füzesi, atom bombası… ne sayarsanız var! Peki, anda İsrail’i tehdit eden güç olarak gösterilen Hamas’ın silah durumu nasıl? Şimdiye kadar kullandıkları en büyük silah, hedefi belirsiz olan roketlerdir. Diğerleri tüfek, tabanca, ya da bunların çeşitleri, en etkilisi ise intihar komandolarıdır. Hamas ile İsrail arasında bir kere 16 aylık ateşkes yaşanmıştır. En son olarak da altı aylık ateşkes yaşandı. İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu ve anda yürüttüğü savaşı “kendini savunma” olarak yutturduğu tüm bu sahtekârlıklar kuşkusuz ki suçlu olanın İsrail değil, Hamas olduğu görüşünün yaygınlaştırılması içindir de. Bütün Batılı emperyalistler İsrail’in “kendini savunma”sını “anlayışla karşılarken”, gerçekte suç ortaklığı yapmaktadırlar. 14 bile geçmeden gerçekleştirildi. Yani Hamas’a tanınan 48 saat dolmadan ve Hamas’ın tavrı beklenmeden saldırıya geçildi. Böylece esas olarak Hamas’ın ateşkes için Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması yönlü haklı talebi güme gitmiş, kamuoyunun dikkatleri başka yöne çevrilmiştir. 19 Haziran 2008 tarihindeki ateşkes anlaşması için arabuluculuk yapan eski ABD başkanlarından James Carter bile İsrail’in saldırı savaşını “gereksiz bir savaş” (8 Ocak 2009 tarihli Washington Post) ve sorunu kolaylıkla aşılabilecek bir sorun olarak değerlendirdi. Bu sahtekârlıkların biri de İsrail’in “kendini savunduğu” yönlü propagandadır. Her şeyden önce saldırıya maruz kalan İsrail değil, Filistin Arap ulusudur. İsrail işgalci bir güç olarak Filistin halkına on yıllarca kan kustururken ve en gecinde Oslo Anlaşması ile onayladığı “mini” Filistin devletinin kuruluşunu bile bugüne kadar hep yeniden engellediği halde, böylesi bir yalanı dünya kamuoyuna yutturmaya çalışmaktadır. Bunda başarılı olmasının temel dayanaklarından biri özellikle İsrail’i destekleyen Batılı burjuva medyanın propagandasıdır. İşgalci güç, saldırgan güç, sorumlu ve suçlu güç, “kendini savunuyor” biçiminde gösterilerek hem temize çıkarılmaya, hem de “kurban” taraf olarak gösterilmeye çalışılıyor. Silahlı saldırı ve öldürme olayları temel alınarak bakıldığında da bu propagandanın büyük bir yalan olduğu ortaya çıkmaktadır. İsrail sadece bölgenin en büyük silahlı gücü değil, dünya çapında öne çıkan güçlü silahlı güçler arasındadır. Örneğin Gazze’ye saldırıda adı bile daha bilinmeyen yeni silahlar kul- Hamas özellikle son 5 senedir birçok kez sözlü olarak 1967 sınırları içine çekildiğinde İsrail’in varlığını kabul edeceğini açıklamıştır. Karşılıklı ateşkes anlaşmaları yapmak bile, aslında birbirini tanımaktır. Son sekiz senelik süreçte Hamas’ın Gazze’den attığı roketleriyle ölen İsraillilerin sayısı 15 iken, bu süreçte İsrailin öldürdüğü, katlettiği Filistinli sayısı 5000 civarındadır. Bu verilere bakıldığında, kimin saldırgan kimin kurban olduğunu görmek için insanın özel olarak teorik analizler yapmasına gerek yoktur. Açıkça, göz göre göre yalan söylemektedirler. İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu savunusu objektif olarak yalandır. Kuşkusuz ki İsrail’in varlığına karşı olanlar var. Ama bu, anda somut olarak İsrail devletini yıkacak ve İsrail’in varlığına son verecek bir tehdit değildir. Yukarıda aktardığımız 15’e 5000 insan öldürme oranı, ya da tepeden tırnağa silahlı bir İsrail devleti ile Hamas’ın silah gücü karşılaştırılmasında bile kimin tehdit altında olduğu açıkça görülebilir. Anda tehdit altında olan Gazze’deki 1.5 milyon Filistinlidir. Sadece tehdit altında değil tabii ki… sürekli biçimde abluka altına alınmış, her gün, her saat, hatta her saniye ölümün hesaplandığı bir durum sözkonusudur. Kelimenin gerçek anlamında açık cezaevi konumundadır Gazze. İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu ve anda yürüttüğü savaşı “kendini savunma” olarak yutturduğu tüm bu sahtekârlıklar kuşkusuz ki suçlu olanın İsrail değil, Hamas olduğu görüşünün yaygınlaştırılması içindir de. Bütün Batılı emperyalistler İsrail’in “kendini savunma”sını “anlayışla karşılarken”, gerçekte suç ortaklığı yapmaktadırlar. 1350’den fazla Filistinlinin katlinden, binlercesinin yaralanmasından, yüzbinden fazlasının evsiz, barksız kalmasından sorumlu ve suçludurlar. İsrail’in beyaz fosforlu bombalar ya da adı verilmeyen yeni silahlar kullanması da gerçekte emperyalistlerin uluslararası anlaşmalarına göre bile savaş suçudur, insanlık suçudur. Ama onlar bunu açık açık yapmaktadırlar! Saldırı harekâtının adını bile “Dökme Kurşun Harekâtı” koyuyorlar… 1967’deki altı günlük savaşlar’dan sonra bir günde en çok insanın katledildiği 27 Aralık 2008 tarihinde ve sonrasındaki üç haftalık süreçte yaşananlar, kapitalizmin barbarlık olduğu gerçeğini çok açık olarak bir kez daha göstermiştir. Burjuvazinin siyasetinde sahtekârlıklar normal durumdur. Örneğin daha 19 Haziran 2008’de ate şke s a n la şma sı y apı l ı rken, Gazze’ye saldırının planları hazırlanmıştır. İsrail ile Hamas arasında arabuluculuk görüşmeleri yapan Mısır’lı yetkililer, başta da Mübarek, Hamas yetkililerine –İsrailli yetkililerin talebi üzerine– İsrail’in yakın zamanda saldırıda bulunmayacağı, ateşkes görüşmelerine sıcak baktığı yönlü bilgiler vermiş ve böylece İsrail’in Hamas’ı “beklenmeyen bir zamanda” vurması planlarına ortak olmuşlardır. Gazze’nin Mısır ile olan sınırının İsrail’in ablukasını boşa çıkarabilme imkânı var iken, Mısır da Hamas yönetimi ele geçirdi bahanesiyle Gazze’ye sınırı abluka altında tutmuştur. Yani Gazze’nin abluka altında olmasının da suç ortağıdır Mısır yönetimi. Hepsinin ortak sahtekârlıklarından biri de “savaşın Hamas’a karşı” olduğudur. Gerçekte hem İsrail, hem Mısır –Hamas’ın Mısır’daki Müslüman Kardeşler ile ilişkisinden dolayı da– hem de Abbas yönetimi (El Fetih) ve bunların destekçi emperyalist güçleri Hamas’a karşıdır. Fakat bu, yürüyen savaşın, daha doğrusu Gazze’ye saldırı harekâtının Filistin halkına karşı yürütüldüğü gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Burjuvazinin siyaseti, çıkarları ve bu çıkarların gerektirdiği sahtekârlıklar üzerine kuruludur. Emekçiler için, ezilen halklar için mesele, onlara inanıp inanmamaktır. Tüm destekçileriyle birlikte İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamı bir kez daha lanetliyor, Filistin Arap ulusunun özgürlüğü için mücadeleyi destekliyor ve gerçek özgürlüğün ve bağımsızlığın tek yolunun devrim için mücadele olduğunu yeniden haykırıyoruz. 24 Ocak 2009 √ Savaşın seçimi, seçim savaşı… - İSRAİL-FİLİSTİN- İ srail’in 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’ye yönelik başlattığı saldırı sonrasındaki yorum ve değerlendirmelerde, İsrail’in neden şimdi böylesi yoğun bir saldırı başlattığı sorusuna verilen cevaplarda; İsrail’de erken seçimlerin gündemde olması ve saldırının seçimlerde oy kazanmak için gerçekleştirildiği yönlü cevaplar da vardı. Bu değerlendirmenin bir yanı doğru ama bir yanı da yanlıştır. Şöyle ki, gerçekten de İsrail’de erken seçimler sözkonusudur. 10 Şubat 2009 tarihinde –bu arada değişiklik olmazsa– erken genel seçimler yapılacaktır. Yine olgudur ki, bu seçimlerde Netanyahu, Barak ve Livni şahıslarında kendini gösteren partilerin oyları, İsrail’in Filistin soru- nuna ve özellikle de düşman olarak hedefe konan Hamas gibi örgütlere karşı tavırlar önemli rol oynamaktadır. Özellikle Netanyahu, andaki hükümette yer alan Livni ve Barak’ı Hamas’a karşı saldırı için zorlamaktaydı ve seçimleri kazanma olasılığı varsayılıyordu. Bu açıdan ele alındığında Gazze’ye yönelik saldırının ve katliamın İsrail’deki seçimlerle de bağı vardır. Fakat bu saldırı, kimileri tarafından gösterilmeye çalışıldığı gibi “sürpriz” “aniden” düşünülen ve seçimlerden kısa süre önce “akıllarına” gelen bir saldırı değildir. Somut olarak bu biçimiyle ve kapsamıyla planlanmamış olsa da, bu saldırının hazırlığı en gecinden Hamas’ın Gazze’de yönetimi tek panorama başına ele geçirmesinden beri yapılmaktaydı. 19 Haziran 2008 tarihli ateşkes, gerçekte o tarihten önce yapılan saldırıların, İsrail egemenlerinin istediği başarıyı sağlayamamış olmasının sonucuydu. Gazze’nin birbuçuk sene abluka altına alınması olgusu da gerçekte saldırının sadece seçimlerle bağıntılı olmadığının kanıtıdır. Basına yansıdığı kadarıyla İsrail, ateşkes anlaşmasına paralel olarak Gazze’de, hem de El Fetih yanlılarının yardımlarıyla da Hamas’ın yerleştiği alanları, cephaneliklerini, kısacası durumu rapor etme ve buna uygun olarak saldırı hazırlama planını yapmıştır. Ateşkes süresinin bitmesinden önce Hamas güçlerine saldırıp 6 militanı öldürmesi de, esasında ateskes süresinin bitmesi döneminde –ve bu arada ABD’de yönetim değişikliği sürecini de gözönüne alan– saldırıyı gerçekleştirmek için ortam hazırlama adımlarından biri olmuştur. Hamas’ın İsrail’in saldırılarına roketlerle yanıt vermesi, esas olarak İsrail’in eline saldırı için kullanacağı bir gerekçe sunmuştur. Sonuçta değerlendirme yapılırsa, İsrail yönetimi hem Hamas’a karşı saldırı planlarının bir bölümünü pratiğe geçirme fırsatını kaçırmama ve aynı zamanda bununla seçimlerde oy oranını yükseltme hesaplarıyla deyim uygunsa bir taşla iki kuş vurmaya kalkışmıştır. Bilinçlere çıkarılması gereken sorunlardan biri, sözkonusu seçim hesaplarının sadece İsrail’deki erken genel seçimlerle sınırlı olmadığıdır. Filistin somutunda da seçimler sözkonusudur. Hem Başkan Abbas’ın görev süresinin bitmesine bağlı olarak başkanlık seçimleri, hem de Hamas ile yürüyen çelişki ve çatışmalar sonucu Filistin Yönetimi’nin sınırları çerçevesinde tek hükümetli yönetimin olmaması ile parlamento seçimlerinin gündeme getirildiği bir durum sözkonusudur. 9 Ocak 2009 tarihinde Abbas’ın resmi görev süresi dolmuştur. Gazze’de Hamas’ın yönetimi elinde bulundurması ve İsrail’in Gazze’ye saldırısı aynı zamanda Abbas’a “savaş durumunda seçim yapmak mümkün değil” diyerek seçimi belirsiz bir tarihe erteleme imkanı sunmaktadır. Ki, Abbas bu arada kendi partisinin kongresini belirsiz bir zamana kadar erteledi. Filistin’deki seçimler sorununu da gözönüne aldığımızda, İsrail’in Gazze’ye karşı saldırısı ile Abbas’ın Hamas’ı suçlaması tavrı birleşince; bunlara bir de 25 Ocak 2006’da Hamas’ın seçimleri kazanması ile ortaya çıkan durum ve gelişmeler eklenince, Abbas önderliğindeki Filistin yönetiminin İsrail ve başta ABD olmak üzere kimi Avrupalı diğer emperyalistlerle işbirliği içinde olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yani İsrail’in Gazze’ye karşı saldırısı aynı zamanda Abbas yönetiminin de çıkarına hizmet eden, Abbas yönetimi tarafından –kamuoyuna yönelik kimi kınama tavırları dışta tutulursa– desteklenen bir saldırı olmuştur. Hepsini birleştiren ortak nokta, Hamas’ın yönetimden düşürülmesi ve İsrail ile destekleyicisi emperyalistler tarafından çizilen siyasete uygun davranan, işbirlikçi El Fetih’in yönetime getirilmesidir. Ocak 2006’daki seçimlerden sonra Hamas’ı istedikleri hizaya getiremeyince yeniden hedef tahtası haline getirdiler. Hamas’ın kurduğu hükümeti kabul etmeyen, iç çatışmalara vardıran El Fetih, gerçekte batılı emperyalistler tarafından Hamas’a karşı silahlandırılmış ve çatışmalara sürülmüştür. Batı Şeria’da Hamas hükümeti ortadan kaldırılmış, kimi bakanları kodese tıkanmış ve Gazze’de ise hesapları ters tepmişti. Hamas El Fetih’i devredışı bırakıp yönetimi ele geçirdiğinden bu yana ise Gazze abluka altındadır. Hem İsrail hem de Abbas ve örgütü El Fetih gerçekte ortak çalışma durumundadırlar. Bunun bir yolu olarak da Gazze halkının durumunun kötüleşmesini sağlayıp Hamas’a karşı harekete geçirme hesabıdır. Bu hesap ama “bağdattan” dönen bir hesaptır. Abbas’ın başkanlık seçimleriyle eş zamanlı parlamento seçimlerini gerçekleştirmek için Hamas’a “ulusal birlik hükümeti” kurma çağrısı ise, girilen çıkmazdan Hamas’ı zayıflatarak çıkma hesabı üzerine kuruludur. Abbas’ın bu hesabının tutup tutmayacağını göreceğiz. Bunun için tabii ki her şeyden önce seçimlerin yapılması gerekiyor. İsrail’deki erken genel seçimler 10 Şubat 2009 tarihinde yapılacak. Filistin’de ise başkanlık seçimi “iki başlı” –Hamas ve El Fetih– yönetimden kaynaklanan çatışmalı durumda “gelecekte” yapılması düşünülen bir seçimdir. Parlamento seçimleri ise Hamas’ın seçimleri kazanmış olması olgusunun kabul edilmemesi; Hamas hükümetine tahammül edilmemesi sonucu erkene alınması istenen seçimlerdir. Bu seçimlerin nasıl ve ne zaman yapılacağı belli değildir. Fakat belli olan şey, bu seçimler yapılsa da ve ister Hamas ister El Fetih, ya da Abbas veya Meşal kim seçimi kazanırsa kazansın, Filistin’de Filistin Arap ulusunun özgürlüğü, bağımsızlığı sorununa hiç biri de çözüm getiremeyecektir. Anda yürüyen mücadelede, ya da çatışmalarda sözkonusu edilen esas nokta “mini” Filistin devletinin kurulması bile değildir. 27 Kasım 2007 tarihinde ABD/ Annapolis’te yapılan toplantıda Abbas, 2008 yılı sonuna kadar “mini” Filistin devletinin kuruluşunu ilan etmeyeceği üzerine Bush ile anlaşmıştı. Bu arada tabii ki ABD, Rusya AB ve BM’nin “yol haritası” ise dozerlerin altında kalarak kayıplara karışmıştır… haritaları olmadığı için yolu da bulamıyorlar! “Yol haritası” gelinen yerde sadece hafızası biraz iyi olanların hayal meyal hatırladıkları bir mesele olarak geçmişte kalmıştır… Bu arada yüzlerce kilometrelik duvarın inşaatı sürüyor ve bu bile sözkonusu edilmiyor. 2009 yılına gelindiğinde Filistin’de bağımsız bir Filistin devletine ulaşma bağlamındaki durum 1993’tekinden de, “yol haritası”nın kabul edildiği 2003 yılındakinden de kötüdür. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Filistin Arap halkının kurtuluşu ne El Fetih, ne de Hamas gibi örgütlerin önderliğinde mümkündür. Filistin Arap halkının gerçek kurtuluşu, hem siyonist işgale hem de “kendi” burjuva sınıfına karşı devrim için mücadeleyle, devrimle elde edilebilir. Yaşasın Filistin halkının özgürlük mücadelesi! 25 Ocak 2009 √ Asimilasyon tartışması hakkında bir tavır Y Dİ Çağrı sayı 129’da, “Açıkgizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele…” (sayfa 11-12) başlığıyla bir yazı yayınlandı. Sözkonusu yazı YDİ Çağrı sayı 120’de yayınlanan “Asimilasyon insanlık suçudur” başlıklı yazıya yönelik bir eleştiri yazısı. Ben de YDİ Çağrı’nın bir okuru olarak bu tartışmaya katılma gereksinimini, daha doğrusu zorunluluğunu duyarak tartışmaya katılmak ve sözkonusu sayı 129’daki yazı hakkında tavır takınmak istiyorum. Her şeyden önce bir okurun yazı hakkında kafa yorup eleştirisini –geç de olsa– yazılı hale getirip dergiye göndermesini ve diğer okurlarla paylaşmasını olumlu bir tavır olarak değerlendirdiğimi belirtmek istiyorum. Tartışmanın –hangi konuda olursa olsun– bizleri ilerleteceği görüşünü savunan ve mümkün olduğunca teşvik edilmesi gerektiğine inanan bir YDİ Çağrı okuruyum. Bunun için de böylesi tartışmalarda kendimi sayfa sayısıyla ya da kısa yazmayla sınırlamaktan çok, tartışmanın bizi nasıl ilerleteceğine ve bunun için söylenmesi gerekenin ne olduğuna ağırlık vermeye çalışacağım. Bu konuda anlayış göstereceğinize olan inancımla tavır takınıyorum. Tartışmada sözkonusu olan her iki yazıyı karşılaştırarak okudum. İlk anda oluşan düşüncelerimin bir bölümünü –yazıyı daha çok uzatmamak ve her yanlışa tavır takınmamak için– sizinle paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce bir teknik açıklamanın yapılması gerektiğine inanıyorum: Şu ya da bu yazının taslağını kim yazarsa yazsın, eğer o yazı imzasız yayınlanıyorsa, sözkonusu derginin yazısıdır ve sorumluluğu da dergiye aittir. Bu bağlamda eleştiri yazısını yazan okurun “yazının yazarları”ndan bahsetmesi gereksiz ve yanlıştır. Eğer bir yanlış varsa, o zaman derginin yanlışıdır ve bu bağlamda da doğrudan YDİ Çağrı eleştirinin esas muhatabıdır. Eleştiri doğru bulunup yanlışın özeleştirisi yapılacaksa da, bu derginin özeleştirisi olmalıdır, olacaktır. Bilince çıkarılması gereken bir nokta da dergimizde yapılan bir yanlışa eleştiri getirilirken kullanılan yöntemin nasıl olması gerektiği sorunudur. Bırakın aynı dergi çerçevesinde düşünen insanları, devrimciler arasında da eleştiri yapılırken yönteme dikkat edilmesi gerekir. Hele birileri kendilerini devrimcilerden 15 okuyucu mektubu 16 ayırma ve komünist olmayı vurgulama tavrını takınıyorsa, yöntemine dikkat etmesi daha da çok gereklidir. Kısaca ifade edilirse, devrimciler, komünistler arasındaki tartışmada kullanılması gereken yöntem, yapıcı, ilerletici ve de öğretici olması gerekir. Bir eksiklik ya da yanlış eleştirilirken, başka uçlara, başka yanlışlara savrulmamak gerekir, ya da savrulmamaya dikkat etmek lazım. Yazıyı bütünlük içinde ele almak, yazıyı bağıntısından koparmamak, yazıda savunulmayan görüşleri yazıya mal etmemek, eksikliği ya da yanlışı abartmamak ve başka uca götürmemek de bunun gerekleri arasındadır. Yani yazıyı olduğu gibi ele alıp yanlış olduğu düşünülen şey ne ise onun ortaya konması gerekir. Böylesi bir yöntem bizi ilerletecektir. Ne yazık ki sayı 129’daki eleştiri yazısındaki tavır ve yaklaşım buna uygun değildir. Yazıyı bütünlük içinde ele almamakta, bağıntısından koparmakta, yazıda savunulmayan şeyleri yazıya mal etmekte ve sorunu yanlış bir uca götürmektedir. Yazının başlığı bile sorunun yanlış uçta tartışıldığının bir işaretidir. Sanki “Asimilasyon insanlık suçudur” yazısında her türlü emperyalist asimilasyon siyasetine karşı çıkılmıyormuş, ya da genelde emperyalist asimilasyon politikalarına karşı çıkılmıyormuş gibi bir resim ortaya konmaktadır. Açık asimilasyon politikasına karşı mücadeleyi anlayabiliriz ama “gizli” asimilasyon politikası ve buna karşı mücadelenin nasıl ve ne olduğu eleştiriyi getiren okur tarafından açıklanması gerekiyor… Ayrıca emperyalistlerin asimilasyon politikalarına karşı mücadele etme ile her türlü koşulda ve her biçimiyle asimilasyonu reddedip reddetmeme sorunu da birbiriyle karıştırılmaktadır. Sözkonusu okur sonuçta kapitalizm süreci boyunca her türlü asimilasyona karşı durma konumundadır. Sözkonusu okurun “Asimilasyon insanlık suçudur” yazısında “milliyetçi’ olmama korkusu ile emperyalist politikalara eklemlenmektedir” (sayı 129’daki tüm alıntılar sayfa 11’den alınmıştır) tespiti üzerine de iyice düşünmesi gerekir. Yazının konusunun esası ve sözkonusu okurun da doğru olduğunu söylediği düşünce ve yaklaşım TC’nin Kürt ulusu ve tüm milli azınlıklara karşı Türkleştirme siyasetinin teşhiri konusudur. Yazıda açıkça: “Biz burada Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde, zorla Türkleştirme siyasetinin nasıl yürütüldüğüne dikkat çekmek istiyoruz.” (sayfa 6) denilerek yazının çerçevesi çizilmektedir. Bu çerçeve çizilmeden önce ama, Başbakan Erdoğan’ın tavrı ortaya konulurken hiç bir yanlış anlamaya veya yoruma yer bırakılmadan şunlar söylenmektedir: “Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan ve üzerinde en çok tartışılan tespit ‘asimilasyon insanlık suçudur’ tespiti oldu. Bu konuda kimi Alman politikacılar, Erdoğan’ın ‘Almanya’da Türk okulları açılmalı’ talebini de milliyetçilik olarak eleştirip Almanya’yı temize çıkarma ve Türkiye’ye ‘ kendinize bakın’ yönlü tavırlar takındı, takınıyorlar. Burjuvazinin temsilcileri birbirlerini eleştirirken sık sık kimi doğruları da dile getirmektedirler. Bu bağlamda Alman milliyetçilerinin takındığı tavırlarda Erdoğan’a milliyetçilik eleştirileri doğrudur, kendilerinin milliyetçiliklerini gizleme tavırları ise yanlıştır. Türkiye’dekinden farklı olsa da Almanya’da da devletin ırkçı siyaseti, zorla asimile siyaseti vardır, uygulanmaktadır.” (sayfa 6) Yani Almanya’da Alman devletinin siyasetinin ırkçı, zorla asimile etme siyaseti olduğu ve burjuva siyasetçilerin sahtekârlığı da vurgulanmaktadır. Bu tavır, en azından Almanya somutunda “baskının, yasağın, dayatmanın” olmadığı görüşünü en başında dıştalayan; sadece dıştalama değil, aynı zamanda Almanya’daki durumun Türkiye’dekinden farklı olmasına dikkat çekip ama ırkçı siyasetin, zorla asimile etme siyasetinin varlığının altını çizen bir tavırdır. Zorla asimile etme siyasetinin kapitalist sistemin bir parçası olduğu da şu tespitle dile getirilmektedir: “Bu, kapitalist sistemde genelde ulusal baskının varlığı –en gelişmiş kapitalist ülkelerde de şu ya da bu biçimde var– ve gerçek ulusal özgürlüğün olmamasının da sonucu olarak, genelde kapitalistlerin bir baskı siyaseti olarak kendisini göstermiştir, göstermektedir de. Bu yüzden de devrimciler, komünistler, zorla asimile etme siyasetine karşı mücadele etmişlerdir, etmektedirler. Sorun burada, şu ya da bu milli azınlığın en doğal demokratik haklarının çiğnenmesine karşı, eşitliğin, özgürlüğün, halklar arasında kardeşliğin savunulması için mücadele etme sorunudur.” (sayfa 6) Şimdi en azından bu iki tespit göz önüne alındığında, nasıl oluyor da söz konusu okur eleştirilen yazıda “… Batı Avrupalı emperyalist devletlerin asimilasyoncu politikalarını görememe, istemeyerek de olsa onların yedeğine düşme tavrı olarak…” değerlendirme yapabilmektedir sorusu gündeme gelmektedir. Bunun en açık cevabı yazıyı bütünlük ve bağıntısı içinde ele almamaktır. Eleştirilen yazıya bütünlük içinde bakıldığında bu eleştirinin kökten yanlış olduğu, yazıda “emperyalist devletlerin asimilasyoncu politikalarının yedeğine düşme” yönlü tavır ve eleştirinin, yel değirmenleri yaratma temelinde ancak mümkün olduğunu görmek zor değildir. Yöntemde yapılan yanlışlara kısaca da olsa dikkat çektikten sonra içerik tartışmasına geçebiliriz. Bu bağlamda da kendimi yazıda yanlış bulduğum her şeye değinmekten çok, öne çıkan ve önemli gördüğüm kimi sorunlarla sınırladığımı vurgulamak istiyorum, çünkü yanlış gördüğüm şeylerin tümüne tavır takınmak çok daha uzun bir yazıyı gerektirir. Eleştiri neye yönelik? Okur, eleştirilen yazıda “yanlış bulduğum bir tavrı eleştireceğim” diyor. Sözkonusu tavır, esasta asimilasyon bağlamında bilince çıkarılmak istenen düşüncenin vurgulanmasında verilen bir örnekte ifade edilenlere yöneliktir. Gerçekten de, geri dönülüp bakıldığında, “Bu tek kuşak sürecinde olmasa bile, ikinci, üçüncü kuşaktan insanlar, örneğin Almanya’da Türk kökenli insanlar Almanlaşabilir. Annem-babam, nenem-dedem Türk, Kürt, Çerkez, Roman, Arap, Ermeni… ama ben Almanım, ya da İngilizim, Fransızım, Hollandalı, Belçikalı, İtalyanım deme durumunda olabilir, oluyor da.” (sayfa 6) örneğinin yoruma açık olduğu; aslında tartışılanın somut olarak andaki durum değil, genel ve teorik düzlemde bir tartışma olduğu yerde böylesi bir örneğin yanlış anlaşılabileceği ve anlaşıldığı teslim edilmek zorundadır. Bu bağlamda, esas mesele yoruma açık ve yanlış anlaşılabilecek bu örneğin, yazının bütünlüğü içindeki bir eksiklik veya yanlış olarak mı değerlendirileceği; yoksa sözkonusu okurun yaptığı gibi “emperyalist devletlerin asimilasyoncu politikalarını”n “yedeğine düşme tavrı” olarak mı değerlendirilmesi gerektiği sorunu ortaya çıkmaktadır. Sayı 129’daki eleştiri yazısının bu eksikliği ve yanlışlığı ortaya koyma bağlamında yapıcı olmadığını ve yanlış bir temelde sorunu tartıştığını düşünüyorum. Eleştiri yazısındaki kimi noktalar… Okur “Ben yazı içerisinde, tartışma içerisinde savunulan ve benim yanlış bulduğum bir tavrı eleştireceğim. O da şudur: Yazıda asimilasyonun sözlük anlamı ortaya konduktan sonra şunlar söylenmektedir:” diye eleştirisine başlıyor. Bu tespit bile eleştirilen yazıyı doğru aktarmama tavrının ispatıdır. Çünkü, sözkonusu eleştirilen yazıda asimilasyonun sözlük anlamı ortaya konduktan sonra okurun aktardığı alıntıdan önce başka şeyler de anlatılmaktadır. Türkçe ifade edildiğinde tabii ki “sonra” ifadesi olgu olarak savunulabilir, ama yapılan alıntının asimilasyonun sözlük anlamının hemen sonrasında, başka şeyler söylenmeden söylendiği biçiminde de anlaşılabilir ve eleştiri yazısından da böyle anlaşılmaktadır. Bu ise gerçek durumu çarpıtmaktır. Her okurun kendisinin kontrol edebileceği bir durum sözkonusudur. Tartışmanın doğru bir temelde yürümesi için herkesin iki yazıyı karşılaştırarak okuması çağrısını yapıyorum. “Asimilasyon insanlık suçudur” yazısındaki alıntıdan sonra takınılan tavrı sırasıyla ele alırsak şunlar öne çıkmaktadır: “Ben yıllarca bu gazetenin bir okuruyum. Eğer önemli bir dikkatsizlik sonucu bu noktaya gelinmemişse, çok büyük bir siyasi hata yapılmaktadır.” diyor sözkonusu okur. Verilen örneğin sözkonusu bağıntıda böylesi bir yoruma ya da değerlendirmeye temel oluşturduğuna dikkat çekerek eğer mesele verilen örneğin yanlışlığı ise o zaman dikkatsizlik sonucu olduğunu belirtmek gerekir. Fakat buna rağmen yapılanın “büyük bir siyasi hata” olduğu tespiti veya değerlendirmesi, somut olarak yazıya bakıldığında yanlış bir değerlendirmedir. Neden? Her şeyden önce eleştirilen yazıda, sözkonusu örnek verilmeden önce açıkça hem Almanya’da hem de genelde kapitalist sistemde ırkçı, zorla asimile politikasının varlığı, ulusal baskının en gelişmiş kapitalist ülkelerde de sürdüğü vurgulanmaktadır. Verilen örnek ise, genelde teorik tartışma düzleminde söylenenler arasında verilen bir örnektir. Bu tartışmayı zayıf latmaktadır. Fakat “büyük bir siyasi hata” değildir. Teorik düzlemde yürütülen tartışma açıkça “Fakat baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı, doğal gelişme sürecinde”n bahsetmektedir. Yani bu “doğal gelişme süreci” baskıyı, yasağı, dayatmaları dışlayan bir süreç olarak ele alınmaktadır. Sözkonusu okurun aktardığı alıntıda şunlar da söylenmektedir: “Zor ve dayatmanın, yasakların olmadığı koşullarda, doğal gelişme sürecinde değişik milletlerden insanların benzeşmelerine, kaynaşmalarına karşı çıkmak, tarihin gelişmesine ters olduğu gibi, milliyetçi bir yaklaşımdır da. Bu yüzden de egemenlerin zorla asimile etme siyasetine karşı çıkarken, tüm koşullarda benzeşmeye karşı olma konumuna; egemenlerin şoven ve milliyetçiliğine karşı mücadelede tersten milliyetçi konuma düşmemek için sorunu bilince çıkarmak devrimcilerin, komünistlerin görevidir.” (sayfa 6) Burada açıkça zor ve dayatmanın, yasakların olmadığı koşullar temel alınarak tartışılmaktadır. Birkaç paragraf öncesinde böylesi bir durumun kapitalist sistemde olmadığı söylendiğinde, “Hangi ‘doğal gelişme süreci’nde bahsediliyor? Bunun neresi doğal?” yönlü soru ve eleştiri, en kibar ifade ile, sorunu anlamama, yazıyı bütünlük içinde ele almama, ya da bağıntısından koparma temelinde mümkün olmaktadır ama yine de yanlıştır. Tekrar gibi olsa da, bu yanlışın temelinde “emperyalist devletlerin asimilasyoncu politikalarını” görmeme suçlamasının yöneltilmesi yatmaktadır. Bu konuda gelen eleştirinin yanlış olduğu açıktır. Bunun da ötesinde aktardığım bu alıntıda vurgulanan düşüncelerden biri, “egemenlerin zorla asimile etme siyasetine karşı çıkarken, tüm koşullarda benzeşmeye karşı olma okuyucu mektubu konumuna; egemenlerin şoven ve milliyetçiliğine karşı mücadelede tersten milliyetçi konuma düşmemek” gerektiğidir. Ve bu, kapitalizmemperyalizm koşullarında da geçerli Marksist-Leninist bir düşüncedir. Bunun için Lenin’in kapitalizmin tarihsel iki eğilimi ve “Ulusal Soruna İlişkin Eleştirel Notlar” başlıklı yazısının “‘Asimilasyonculuk’ Milliyetçi Umacısı” ara başlıklı bölümüne bakılabilir. Örneğin Lenin’e dayanıldığında okurun sorduğu “doğal koşullar” kapitalizmin üretim ilişkileri, fabrikalarda değişik millet ve milliyetlerden insanların (işçilerin) bir araya getirilmesi, birlikte çalışması; aynı biçimde değişik millet ve milliyetlerden insanların (çocukların, gençlerin) kreşlerde, okullarda, meslek öğreniminde vb. bir araya getirilmesi gibi koşullardır “doğal koşullar” ya da “doğal süreç”. Özellikle ulusal sorun bağlamındaki tartışmada –asimilasyon da bunun bir parçasıdır– sorun ekonomik temelde değil, siyasi temelde tartışılma durumundadır. Eleştiri getiren okur, bu bağlamda da Lenin’in kapitalizmin “iki tarihsel eğilimi” sorununu kavramadığını ortaya koymaktadır. Sözkonusu okur, aynı zamanda eleştirilen yazıda, sözkonusu verilen örnekte şu ya da bu milliyetin değil, şu ya da bu milliyete ait insanların sözkonusu edildiğini, yani bir millet, milliyet ile, o millet veya milliyete ait bireyleri aynı kefede ele alan bir tavır içindedir. Sapla samanın karıştırıldığı bir tespit de şudur: “Emperyalizm koşullarında değişik milliyetlerden insanların bu gibi konularda özgürce kendi hakkında karar verme olanağı yoktur.” Bu tespit, emperyalizm koşullarında ulusal sorunun gerçekten çözülemeyeceğini, ya da insanların toplumsal sistemden bağımsız hareket etmediklerini vurgulamak için yapılmış olabilir. Ama somut tartışmada ve tek tek bireylerin genel toplumsal koşullara bağlılığı ötesinde kendisi hakkında karar verme olanağını dıştalamaya kadar götürdüğü yerde bu tavır, uç noktada tartışmaya bir örnek sunmaktadır. Burada aynı zamanda sorunun siyasi yanı ile ekonomik koşulların birbirine karıştırılması durumu vardır. Örneğin, değişik milliyetlerden insanların içinde yaşadığı topluma uyum gösterip göstermeme, kendi bireysel ilişki alanını –çalışma alanı dışında– milliyetinden insanlarla sınırlama, içine kapanma ya da kaynaşma, ya da her türlü milliyete aidiyeti reddedip “ben emekçiyim, işçiyim, ben komünistim” deme alternatifini seçme olanağına sahiptir. Bu olanakları vurgulamamın esas nedeni, sözkonusu okurun uç noktalarda tartışma yürüttüğüne ve bu temelde yanlış görüşler savunduğuna dikkat çekmek içindir. “Emperyalist devletlerin güçlü yapılarıyla zor ve dayatma içerisinde Sözkonusu okur, aynı zamanda eleştirilen yazıda, sözkonusu verilen örnekte şu ya da bu milliyetin değil, şu ya da bu milliyete ait insanların sözkonusu edildiğini, yani bir millet, milliyet ile, o millet veya milliyete ait bireyleri aynı kefede ele alan bir tavır içindedir. olmadığını savunmak biz komünistlerin işi değildir.” diyor okur. İyi de, kim bunu savunuyor ki? Yazıda söylenenler içinde böylesi bir düşünce yoktur. Bu, sadece sözkonusu okurun yorumu temelinde uç noktaya götürdüğü bir değerlendirmenin sonucu söylenen ve de yanlış olan bir eleştiridir. Ayrıca “güçlü yapılarıyla zor ve dayatma”nın ne olduğunu bize somut olarak anlatırsa, okur arkadaşımızı anlamak daha da kolaylaşacaktır. Örneğin Almanya’da “sen kendi dilini konuşamazsın” diye bir dayatma, ya da yasal olarak bir yasaklama var mıdır? Yanlış yorum temelinde şöylesi sorular da soruluyor: “Bunun sonucu insanların ‘ben Almanım’ ya da ‘Fransızım’ demekten başka şansı var mı?” Evet var! Bu “şans” Alman ya da Fransız olmaya karşı milliyetçiliğe sarılma, kendi içine kapanma, Türkiye ya da başka ülke doğumlu olmasa da, “ben Türküm” ya da benzeri başka bir kimliği öne çıkarma, yaşadığı ülkedeki işçilerle, emekçilerle kaynaşma yerine araya milliyetçi setler çekme şansı – aslında temeli– vardır. Sorun hem devletin ırkçı, yasakçı siyasetiyle ona karşı ezilen milliyetlerden insanların milliyetçi tavırlarına karşı –ikisi arasındaki ayrımı doğru yaparak– mücadele etme sorunudur. Şunu ya da bunu savunma sorunu değildir. Sözkonusu okur, eleştirdiği yazıda “Brockhaus’a göre”asimilasyonun anlamının ne olduğuna dikkat çekilmesini, “Ama neden sadece oraya dayanmak gerekir ki?” sorusunu yönelttiğinde bile, sözkonusu yazıda savunulmayan bir görüşü yazıya mal etmektedir. Sanki yazıda sadece “Brockhaus”a dayanmak gerektiği savunuluyormuş gibi eleştiri yöneltmektedir. Sözkonusu yazıda Başbakan Erdoğan’ın tartıştığı noktanın sosyolojik alan olduğu ve “Sosyolojik olarak ele alındığında, şu ya da bu grubun, etniğin geleneklerinin, duygularının, yaklaşım tarzlarının; kısacası kültürlerinin başka etnik kökendekine benzetilmesidir asimilasyon.” (sayfa 6) tespiti yapıldığı halde, sorunu “toplum bilimi açısından almalıyız” yönlü eleştiri ise sosyolojinin başka tanımla toplum bilimi olduğunu görmeme, ya da kavramama temelinde yükselmektedir. Yani yazıda sorun toplum bilimi temelinde ele alındığı halde, sanki böyle ele alınmıyormuş gibi eleştiri getirilmektedir. Sosyolojik olarak asimilasyonun ne olduğu anlatılan bu alıntıdaki düşünce ile, okurun aktardığı sözlükte ifade edilen “Farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme sürecinin sonu” ifadesi ile özde hangi fark vardır? Sözkonusu okurun eleştirisinde en abes tavırlardan biri ise şu tavrıdır: “Yazıda bahsedildiği gibi devrimciler değil, çünkü devrimcilik bir döneme has bir süreçtir ve devrimciler milliyetçi de olabilirler, ama biz komünistler, halkların bütünleşmesini savunuruz.” yönlü tavırdır. Sözkonusu yazıda ne deniyor? “…egemenlerin şoven ve milliyetçiliğine karşı mücadelede tersten milliyetçi konuma düşmemek için sorunu bilince çıkarmak devrimcilerin, komünistlerin görevidir.” (sayfa 6) Görev olarak ortaya konan bu tespite böylesi bir eleştiri, gerçekten yazıyı anlamayan, bizi ilerletme, yapıcı eleştiri getirme yerine mahkum etme, ya da yel değirmenleriyle uğraşma tavrıdır. Devrimcilik bir döneme has bir şey değildir. Her devrimci komünist değildir ama her komünist devrimcidir. Ve komünist olduğu sürece de devrimcidir, sadece şu ya da bu dönemde devrimci değildir. Bu tespite göre tavır ele alınacaksa Komünizmin sürekli bir devrimcilik olduğunun kavranmadığı tespiti yapılmak zorundadır. Eleştiri ateşi içinde sözkonusu okur yeni icat yapma konumuna düşmektedir. Asimilasyona karşı mücadele adına –sanki eleştirilen yazıda asimilasyon savunuluyormuş ve ezilen millet ve milliyetlere karşı şoven tavır takınılıyormuş gibi bir hava içerisinde–, “proleter millet” yaratmaya kalkışıyor. Tavrı şöyledir: “… Biz komünistler, tüm halkların kardeş olduğunu ve olumlu kültürel değerleri ortaklaştırarak, biri diğerini yok sayarak-asimile ederek değil, evet yeni bir toplum ve yeni bir ‘millet’in tamamıyla gönüllülük temelinde oluşmasından yanayız. Bu ‘millet’, tüm halkları bütünleştiren, birbirinin dilinden, olumlu geleneklerinden öğrenen ve bu şekilde çok zengin kültürel değer bütünlüğü olan yeni bir milletin, proleter bir milletin gönüllü oluşumundan yanayız. Bu gelişme, sosyalizmin dünya ölçüsünde egemen olduğu, komünist topluma geçildiği bir dönemin ürünü olabileceğini, bu döneme denk düşeceğini söyleyebilmeliyiz!” Bu alıntıda dile getirilen düşünce, ilk bakışta keskin ve tutarlı görünse de, komünistlerin takınması gereken tavıra kökten ters bir tavırdır. Komünistler halkların kardeşliğini gerçekleştirmek için mücadele ederler. Ama andaki durumunu da olduğu gibi, yani kapitalizm koşul- larında burjuvazinin peşine takılarak birbirlerini yediklerini de ortaya koyarlar. Teorik olarak MarksizmLeninizm ile kökten ters düşünce ise, yeni bir milletin, “proleter milletin” oluşmasını savunmaktır. Bunun da “komünist topluma geçildiği dönemin ürünü” olduğunu söylemek en hafif deyimiyle abestir. Ulus, ulus olarak kapitalizmin ürünüdür ve komünizme geçiş süreci aynı zamanda ulusun, yani milletin çözülmesi, son bulması, ya da en doğru ifadesiyle ortadan kalkmasının sürecidir. Komünizmde şu ya da bu millet var olmayacaktır. “Proleter millet” ise hiç olmayacaktır. Komünizmin üst aşamasına geçişten önce “sosyalist ulus” sözkonusu olabilir, olacaktır. Ama “proleter millet” hiç bir dönem sözkonusu olamayacaktır. Çünkü proletarya kapitalizme son vermekle kendi varlığına da son verecektir. Abes bir tavır da şudur: “…neden bu emperyalist ülkelerde yaşayan şu ya da bu milletten insanlar -hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar- ‘gönüllü’ olarak Almanlaşma, İngilizleşme, Fransızlaşma gibi eğilimler içerisine girebiliyorlar da Alman, Fransız, İngiliz milletinden insanlar -genç ya da yaşlı- Türkleşmiyorlar, Kürtleşmiyorlar, Ermenileşmiyorlar, Lazlaşmıyorlar, Sırplaşmıyorlar, Arnavutlaşmıyorlar vb.? Ya da, Türk devletinin çatısı içerisinde yaşayan Lazlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Çerkezler vb. milletlerden insanlar neden Türkleşiyorlar (doğrusu Türkleştiriliyorlar) da Türkler Kürtleşmiyorlar, Lazlaşmıyorlar, Ermenileşmiyorlar, Rumlaşmıyorlar vb.? Aslında bu soruya verilecek cevabın sonucunda bile yapılan siyasi hata görülebilir.” “Asimilasyon insanlık suçudur” yazısını sakin ve tarafsız bir düşünceyle okuyan herkesin kolayca tespit edebileceği gibi, tartışmanın esası TC’nin tarihindeki zorla Türkleştirme siyasetinin teşhir edilmesidir. Bu teşhiri sözkonusu okurun da doğru bulduğunu yeniden vurgulama durumundayım. Buna rağmen ama, sözkonusu yazıda hiç tartışma konusu bile yapılmayan konularda eleştiri yöneltilmektedir. Bu alıntıda dile getirilen soru veya sorular, gerçekte sözkonusu okurun yeldeğirmenleriyle uğraşmakta olduğunu belgelemektedir. Yoruma açık, bu açıdan yanlış bir örneği böylesi eleştirilere vardırmak ise yazıdaki genel yaklaşımı gözardı etme ve uç noktalara götürüp Marksizm-Leninizm’e ters düşünceleri savunmaya vardırmanın ise bizi ilerletmeyeceği açıktır. Bu tartışmada sözkonusu okurun asimilasyona karşı mücadele adına milliyetçi yaklaşıma bulaşıp bulaşmadığı konusunda iyice düşünmesi gerekiyor. Bu tartışmanın bizi ilerletmesi, geliştirmesi umuduyla… Bir YDİ Çağrı okuru 13 Ocak 2009 √ 17 yaşam temellerini koruma mücadelesi 2 Yeşiller Partisi üzerine... 002 yılından bu yana, Türkiye Yeşilleri adıyla ça lışma larını sürdüren çevreci grup, 30 Haziran 2008’de partileşerek Yeşiller Partisi (YP) adını aldı. Yeşiller Partisi, kendilerinin gelişim süreci hakkında şunları söylüyorlar: ”Yeşiller, Türkiye'de yeni bir siyasi oluşum değil. Türkiye’de 1980’li yıllardan bu yana ekoloji ve demokrasi mücadelesi veren yeşil politik hareketler 1988-94 yılları arasında var olan eski Yeşiller Partisi de dahil olmak üzere çok sayıda grup, dernek, yayın organı ve yurttaş inisiyatiflerinde örgütlenmiş ve çalışmalarını kesintisiz olarak sürdürmüşlerdir. Yeni kurulan Yeşiller Partisi bu tarihin bir parçasıdır ve yeşil hareketin içinden doğmuştur.” “Uluslararası alanda dünya yeşilleriyle olan ilişkilerimizi geliştirerek, daha parti kurulmadan Avrupa Yeşil Partisi’nin gözlemci üyeliğine kabul edildik, Akdeniz, Karadeniz ve Balkan Yeşil partilerinin bir araya geldiği yapılarda çalıştık, Küresel Yeşiller hareketinin bir parçası olduk.” (Bu yazıda yapılan bütün alıntılar www.yesiller.org sitesinden alınmıştır.) Türkiye’de 1980’li yıllardan bu yana yürütülen çevre mücadelesinin bir parçası ve bu hareketin içinden doğduğunu tespit eden YP, yeşil politikaların savunulmasının nedeni olarak şu tabloyu çiziyor: "Endüstriyel tüketim toplumu doğayı ve toplumu yıkıma sürüklüyor. Sadece yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz su, soluduğumuz hava değil toplumsal yaşam da kirleniyor, tahrip oluyor. Yoksulluk, eşitsizlikler ve ayrımcılık artıyor. Şiddet toplumun her alanında yaygınlaşıyor, kadınlar daha fazla eziliyor, dünyamız yeni bir savaş sarmalına sokuluyor. Yoksulları, çiftçileri, kendine yeten toplulukları yok sayan küreselleşme politikaları tüm ülkelere dayatılıyor. Ekonomik ilişkiler toplumsal yaşamın tek ölçütü haline geliyor, kar uğruna ekosistem, insan ilişkileri ve geleceğimiz ağır bir tehdit altına sokuluyor." Bu alıntıda kapitalist üretimin yol açtığı sonuçlar kısaca konuluyor. Kara dayalı kapitalist üretim, doğanın hoyratça talanını da beraberinde getirmiş; içtiğimiz su, soluduğumuz hava, yediğimiz yiyecekler temel amacı daha fazla kar olan kapitalizm sayesinde zehirlenmiştir. Yeşillerin temel ilkeleri 18 “Yoksulluğu, ekolojik yıkımı ve eşitsizlikleri arttıran bu sisteme karşı yeşil politikaları” savunmayı temel alan yeşillerin temel ilkelerinden bazıları şunlar: Temel soru budur. Her türlü şiddeti reddeden Yeşiller, doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi nasıl inşa edecektir? “Ekolojik dengeyi yok sayan ekonomik ve sosyal sistemlere, üretim, tüketim ve yaşam biçimlerine ve doğayı yok oluşa götüren insan merkezli politikalara karşı çıkar; doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği esas alan bir toplumsal sistemin kurulması için, doğayı bir kaynak deposu olarak görmeyen ve biyolojik çeşitliliği koruyan, ekoloji eksenli politikaların geliştirilmesi gerektiğini savunur.” Yeşiller Partisi, doğayı yok oluşa götüren insan merkezli politikalara –doğrusu kapitalizm/emperyalizm demek lazım- karşı çıkarken, doğa ile uyumu esas alan bir toplumsal sistemin kurulması taraftarıdır. Doğa ile uyumu esas alacak bir toplumsal sistemin kurulması için mücadele edileceği beyan ediliyor. Yeni bir toplumsal sistemin hangi yol ve yöntemlerle kurulacağını, Yeşillerin buna verdiği cevabı aşağıda göreceğiz. “Yeşiller, insanlık tarihinde doğanın insan tarafından sömürülmesi yoluyla ulaşılan en son ve en yıkıcı sistem olan endüstriyalizmin, ölçüsüz kalkınmacılığın ve küresel ekonomik sistem tarafından dayatılan tüketim toplumunun savurgan, tek tipleştirici, bireyci ve yıkıcı toplum modeline karşı çıkar; ekolojik, paylaşımcı, dayanışmacı ve çoğulcu bir toplum için, gelecek kuşakların haklarını gözeten, doğayı koruyan, yaşamı sürdürülebilir kılan ve insani ölçülerde işleyen bir ekonomik sistemin geliştirilmesi için mücadele eder.” Doğanın kar uğruna hoyratça talanının, doğanın kendi kendini tamirini imkansız kılacak duruma gelinmesinin, doğal dengenin bozulmasının esas sorumlusu insanlar mı? Yoksa sistem mi? Çevrenin kirletilmesinin esas sorumlusu, tek tek insanların sorumluluğundan bağımsız olarak kapitalist sistemdir. Kapitalizm kar amacıyla doğayı özel mülkiyeti çoğaltan sömürü aracı olarak görüp kullanmıştır. Tekniğin gelişmesi ile doğal maddelerin niteliklerinin değiştirilmesi, doğanın kendi kendini tamirini imkansız kılacak maddelere dönüştürülmesi, doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesinin asıl başlangıcı kapitalizm ile birlikte başlar. Bu olguyu doğru olarak tespit etmek, çevre alanında verilen mücadeleyi kapitalizme karşı mücadele ile birleştirmek gerekiyor. “Yeşiller, kapitalizmin doğayı ve insanı sömüren, geniş kitleleri yoksullaştıran, ekonomik ilişkileri toplumsal yaşamın tek ölçütü haline getiren, kâr hırsıyla doğayı, ekosistemi ve insan ilişkilerini tahrip eden politikalarına, toplumsal dayanışmayı ve sosyal hakları yok ederek, sermayenin sınırsız biçimde küreselleşmesini amaçlayan neoliberalizme karşı, küresel ölçekte verilen mücadelenin bir parçasıdır.” Yeşiller, daha fazla kar uğruna doğayı talan eden kapitalizme karşı, küresel ölçekte verilen mücadelenin bir parçası olarak kendilerini görüyor. “Yeşiller, kadınları toplumsal yaşamda ikinci sınıf olarak gören, kamusal alandan özel yaşama kadar her noktada ezen, sömüren ve yoksullaştıran, erkek egemenliğine karşı kadınların özgürleşme mücadelesine katılır; kadınların ürettikleri özgürleştirici politikalara destek verir; bu politikaların yaygınlaşması ve hayata geçirilmesi için çalışır.” Yeşillerin kadın sorununa dikkat çekmeleri, erkek egemenliğine vurgu yapmaları olumludur. “Yeşiller, hangi nedenle uygulanmış olursa olsun her türlü şiddeti reddeder; yaşamın içinde ve politikanın her alanında şiddetsiz yöntemleri hayata geçirmeyi savunur; insan özgürlüğünün ve demokrasinin önündeki en büyük engel olarak gördüğü militarizme karşı sivilleşmeyi, yaşamın ve doğanın baş düşmanı olan ve tümüyle reddedilmedikçe asla yok edilemeyecek olan savaşa karşı koşulsuz barışı ve silahsızlanmayı savunur.” Yeşiller her türlü şiddeti reddederek pasifist konumda duruyorlar. Ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülen, arasındaki uzlaşmaz çelişki barışçıl yollarla çözülemez. Bu uzlaşmaz çelişmenin çözülmesi için ezilenlerin toplumsal şiddeti kullanmaları mutlak gerekliliktir. Her türlü şiddeti ortadan kaldırmanın yolu, ezilenlerin şiddeti kullanmalarından geçer. Her türlü şiddetin reddedilmesi, sonuçta kapitalizmin ömrünü uzatmaya hizmet etmektedir. ”Yeşiller, toplumun doğrudan demokrasi temelinde örgütlenmesi, insanların karar süreçlerine doğrudan müdahale edebilecekleri demokratik yapıların kurulması, yetki ve sorumlulukların yerel ve bölgesel düzeylerde yoğunlaştırılması için çalışır; temsili ve katılımcı demokrasinin siyasetin tabana yayılmasını sağlayacak doğrudan demokrasi uygulamalarıyla paralel olarak ve birbirlerini destekleyerek işlemesi gerektiğini savunur.” Doğrudan demokrasi kapitalizmde mümkün değildir. İşçiler, emekçiler için demokrasi ancak, sömürüye dayalı kapitalist ücretli kölelik sistemin yıkılması, ezilenlerin kendi iktidarlarını kurmaları ile mümkündür. Yeşil reformizm! Yeşiller; kapitalizmin kar uğruna “doğayı ve toplumu yıkıma” sürüklediği gerçeğini kabul ediyorlar. Kapitalizmin “kâr hırsıyla doğayı, ekosistemi” tahrip ettiğini kabul ediyorlar. Kar uğruna ekosistemi yok eden kapitalizme alternatif olarak, “doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği esas alan bir toplumsal” sistem için mücadeleyi savunuyorlar. Doğa ile uyumlu bir toplumsal sistem nasıl kurulacak? Temel soru budur. Her türlü şiddeti reddeden Yeşiller, doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi nasıl inşa edecektir? YP’nin kuruluş amaçlarına, temel ilkelerine bütünlük içerisinde bakıldığında, bu soruya verilecek cevap da açığa çıkıyor. Kapitalizmi yıkmadan, sistem içerisinde barışçıl mücadele ile kapitalizmi reforme etme, kapitalizmi dönüştürme savunulmaktadır. Doğa ile uyumlu bir toplumsal sistem, kapitalizmi yıkmayı hedef lemeden, kapitalizm şartlarında savunulmaktadır. Bu olacak iş değildir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmadan, ücretli emek sömürüsüne son vermeden, doğa ile uyumlu toplumsal sistem kurulamaz Ç ev re sor u nu nu n bu dü z en içinde köklü çözümü olanaksızdır. İnsanlığın geleceği, bugün her günkünden çok emperyalist dünya sisteminin yıkılmasına bağlıdır. Çünkü emperyalizm daha şimdiden doğada tamir edilemez, ya da tamiri yüzyıllar alacak yaralar açmıştır. Ve eğer yıkılmazsa, bu yaraların ölümcül hale gelmesi kaçınılmazdır. Doğa ile uyumlu bir yaşam ancak sosyalizmde mümkündür. Çünkü sadece sosyalizmde, doğa yasalarının bilincinde, doğal dengelerin korunması, onlarla uyum içinde toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi temel alan bir ekonominin kurulması mümkündür. Çevre mücadelesi, günümüzde kapitalizme karşı verilen sınıf mücadelesinin önemli bir parçası olarak yürütülmek zorundadır. Bunu da yapacak olan sınıf bilinçli sınıf hareketidir. Hak larını yemeyelim! Yeşiller Partisi’nin sistem içi de olsa yürüteceği çevre mücadelesi, çevre bilincinin oluşmasına, çevre sorunun gündeme gelmesine, tartışılmasına vb. yararı olacaktır. Ama sadece bu kadar! 8 Ocak 2009 √ yeni dünya gençliği YDİ Çağrı’nın barajlara karşı Gençlerden İsrail protestosu takındığı tavır üzerine o Y Dİ Çağrı yayın hayatına başladığından bu yana, çevre sorunları üzerine özel bir önem vermiştir. YDİ Çağrı’nın hemen hemen her sayısında, yerküreyi kar hırsıyla talan eden, bu talanı ile insan yaşamının doğal temellerini, doğayı sarsmaya, tahrip etmeye yönelen kapitalizmin/emperyalizmin doğaya verdiği zararlar ortaya konularak teşhir edilmiş, bu alanda alternatiflerin neler olduğu ortaya konulmuştur. YDİ Çağrı enerji üretiminde, çevreye zararlı enerji türlerine karşı, alternatif olarak doğal, yenilenebilir enerjiyi savunmuştur. “Enerji kaynağı olarak tek ve biricik zararsız çözüm doğal enerjidir. Bunlar başta güneş olmak üzere, rüzgar, deniz dalgalarındaki dinamik enerji, yeraltındaki jeotermal enerjiler ve akarsular üzerinde kurulan barajlar sayesinde elde edilen enerjilerdir.” (H. Yeşil, Doğa ve İnsan, Dönüşüm Yayınları, Sayfa 43) YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu bu tavır, çevreye zararlı enerji türlerine (fosil yakıtlar, -petrol, kömür, doğal gaz- nükleer enerji vb.) alternatif olarak doğal enerji, güneş, rüzgar, jeotermal, dalga enerjisi, barajlar yoluyla elde edilen enerjiler olarak ortaya konulmuştur. “Dünyada yaygın olan akarsular üzerine barajlardan elde edilen enerji de üretimi kolay olanlardan ve bitkilerin gelişmesine de hizmet etme zenginliğinde olan bir enerji kaynağıdır. Ancak bugün toplam dünya enerjisinin sadece %7’sini oluşturmaktadır. Zira baraj inşası masraflı olduğundan kimse fazla ilgi göstermemektedir. Hidroelektrik santrallar da geleceğin önemli alternatiflerinden biri olmak zorundadır. Fakat bu bağlamda doğa dengesi de gözetilmek zorundadır!” (a.g.k, sayfa 45) Aktardığımız alıntılardaki tavır, YDİ Çağrı sayfalarında uzun bir süre, akarsular üzerinde kurulan hidroelektrik santrallerinden (HES) elde edilen enerji doğal, yenilenebilir, alternatif enerji olarak savunulmuştur. YDİ Çağrı’nın Şubat 2008 tarihli 119. sayısında, “Barajlar ve çevreye etkileri” başlıklı bir yazı yayımlandı. Bu yazıda; akarsuların önünün kesilerek suyun barajlarda toplanmasının, barajların kuruldukları alanlarda çevreye çeşitli zararlar verdiği ortaya konulmaktadır. Barajların yağış düzeninden bitki örtüsüne kadar, birçok ekolojik dengenin alt üst olmasına yol açtıkları yazıda örneklerle ortaya konularak, barajların sadece elektrik üretmek için değil, sulama alanında da kullanıldığı belirtilerek, sulama alanında da barajların verdikleri zararlar ortaya konuluyor. Sonuç olarak barajlar, tarım arazilerininn sulanması alanında değil, enerji üretiminde kullanılmaları verdikleri zarar nedeniyle reddedilmektedir. “Barajlar, çevreye verdikleri zararlar nedeniyle, enerji üretiminde kullanılmamalıdırlar. Suyun önünü keserek değil, akış hızından faydalanılarak enerji üretilmelidir. Bu da teknik olarak mümkündür.” (YDİ Çağrı, Sayı 119, Sayfa 13) Yazıda, suyun önünü keserek değil akış hızından faydalanılarak enerji üretimi savunulmakta, zararları nedeniyle enerji üretiminde barajlar reddedilirken alternatif olarak; “Enerji ihtiyacını karşılamak için doğal, yenilenebilir enerji türleri kullanılmalıdır. Güneş, rüzgar, jeotermal, bio, hidrojen vb. Bu enerji türlerinden bazılarıdır.” (YDİ Çağrı, Sayı 119, Sayfa 13) savunulmaktadır. Bu yazı yayımlandıktan sonra okurlarımızdan bir dizi eleştiri geldi. Gelen eleştiriler, “barajları enerji üretiminde kullanılmalarını reddeden tavır ile YDİ Çağrı’nın geçmiş dönemde yaşam temellerini koruma mücadelesi sayfalarında, barajları doğal enerji oarak savunan tavrı ile çeliştiği, takınılan yeni tavrın, eski tavrı bilince çıkararak yapılmadığı, bunun yanlış olduğu” şeklindedir. Bu eleştirilere YDİ Çağrının Eylül 2008 tarihli 125. sayısında, “Barajların kullanılması üzerine bir kez daha” başlıklı yazı ile tavır takınıldı. Bu yazıda; okurlarımızdan gelen yöntem ve içerik eleştirisi doğru bulunmasına, barajları enerji üretiminde reddeden tavır ile barajları doğal enerji olarak savunan tavrın birbiri ile çeliştiği bilince çıkarılmasına rağmen, barajların enerji üretiminde kullanılmalarının reddedilmesi tavrı sürdürülmektedir. Bu tavrımız doğru değildi. YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu siyasi çizgi, uzun yıllara dayalı, her türlü ideolojik yanlışa karşı mücadele içerisinde, kollektif tartışma süreci içinde oluşturulmuştur. Kollektif olarak oluşturulan önemli bir düşünceyi, ancak kollektifçe yürütülecek bir tartışma değiştirebilir. YDİ Çağrı’nın kollektif olarak tartışma içinde oluşturulmuş bir düşünceyi kendi başına değiştirmesi doğru değildi. Çevreye zararlı enerji türlerine karşı, doğal enerjinin bir türü olan barajları savunan tavrımız kollektif olarak, kollektif tartışma süreci içinde değiştirilebilinir. Bu nedenlerle sayı 119’da, barajları enerji üretiminde reddeden tavrımızı özeleştirel olarak geri çekiyoruz. YDİ Çağrı Aralık 2008 √ larak açıklama yaparak saldırılara karşı durmaya çağırdı. Yapılan açıklamaların ardından gençler oturarak devrimci marşlar söylediler. Eylem Çu kurova Öğ renci leri D e r ne ğ i , D e v r i mc i L i s e l i le r, D S G , D GH , E k i m G e nç l i ğ i , Enternasyonalist Gençlik, Genç Kurtuluş, Gençlik Muhalefeti, Liseli Genç Umut, Özgür Eğitim Platformu, ÖGD, Öğrenci Kolektif leri, Yeni Demokratik Gençlik, Yeni Dünya Gençliği, Yurtsever Cepheli Liseliler ve Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği tarafından gerçekleştirildi. Yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylem Adana’da yapılan ve İsrail saldırılarının protesto edildiği en ka- labalık, en canlı eylem oldu. Öyle ki sendikaların, odaların ve demokratik kitle örgütlerinin birlikte kararlaştırdığı ve her akşam saat 6’da yapılan ses çıkarma eylemleri kararı alanlar açısından göstermelik eylemler olarak kaldı. Gün içerisinde yapılan eylemlere bile fazla 200 kişi katılıyor ve cansız bir şekilde geçiyordu. 18 Ocak’taki eylem ise gençliğin taşıdığı potansiyeli göstermesi açısından önemli bir eylem oldu. Ancak eylemi düzenlemeyi planlayan örgütlerin diğer gençlik örgütlerine sadece 4 gün önce haber vererek toplantıya çağırması ve bu nedenle eylemin hazırlığının yeterince yapılamamış olması eleştirilecek bir durumdu. Ydi Çağrı/Adana √ Her türlü işe 180 TL! Ç apa Tıp Fakültesinde işten çıkarmalara karşı greve giden genç bir işçi arkadaşla kısa bir söyleşi yaptık. YDG: Kendini tanıtır mısın? Adım Kasım Durmaz, tıp fakültesi öğrencisiyim. Kaç yıldır burada çalışıyorsun, ne gibi işler yaptırılıyor, ayda kaç lira elinize geçiyor? Ben 4 yıldır bu işyerinde çalışıyorum. Bize her türlü işi yaptırıyorlar, temizlik v.s. mesleğimizle hiç alakası olmayan işler yaptırılıyordu. Ayda elimize 180 YTL geçiyordu. Ne gibi sosyal haklarınız var? Sosyal haklar olarak, %2 sigorta pirimi ve kaza sigorta pirimi ödeniyordu. Onun dışında herhangi bir hak yok. Sizin durumunuzda olan ülke çapında kaç öğrenci var? 20 bin öğrenci var. Bütün öğrenciler aynı anda çıkarıldı. Bugün direnişin kaçıncı günü? Talepleriniz neler? Taleplerimiz ödenmeyen maaşların geri ödenmesi. Yasa çıktıktan birbuçuk ay sonra, işten çıkarıldığımızdan haberimiz oldu, bu anlamda maaşlarımız ödenmedi. Tabi bütün arkadaşların tekrar işe alınmasını talep ediyoruz. B u g ü n d i r e n i ş i m i z i n 11. günündeyiz. Genelde kamuoyundan, özelde de emek örgütlerinden, sendikalardan v.s. beklediğiniz desteği alabildiniz mi? Genelde destek iyiydi, ziyaretler oldu birkaç kere. Örneğin DİSK, KESK’ten, sağlık emekçilerinden, İstanbul Tıp Fakültesinden arkadaşların desteği oldu. DTP milletvekili Sebahat Tuncel, CHP’den bir milletvekili geldi. En büyük destek Genç-Sen’den geldi, zeten eylemi örgütleyen de onlardı. Bildiğimiz kadarıyla fakültenizin dekanı, çalışanların haklarını gasp etmekle tanınır. Size karşı tavırları nedir aynı zamanda polisin tavrı nasıl? Dekan maaşların ödenmesi konusunda garanti verdi fakat diğer hakların yasa ile ilgili olduğu söylendi. Arkadaşlar çalışma bakanlığı ile görüştüler, söz aldılar, yani herhangi bir sözleşme yapılmadı bu konuda. Bu anlamda ne kadar güvenilir bilmiyorum. Şimdiye kadar herhangi bir baskı görmedik açıkcası. Polis birkaç kez geldi, baktı, bir süre eylemi seyrettiler fakat herhangi bir müdahale olmadı. Söyleşi için teşekkürler. 19